You are on page 1of 290

AGARTA ERGENEKON ve Zerdüşt APO

Etrak-ı bi idrak Türkler

Binbirsurat Gladyo ve Komünistlikten Zerdüştlüğe PKK: MATRUŞKA

GENELKURMAY ARŞİVİNİ KİM ÇALDI?


FARUK ARSLAN

1
Kimdir?

Toronto’da York Üniversitesi’nde Liberal Sanatlar ve Profesyonel Eğitimleri Honour Sosyoloji


alanında mezun oldu. Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Sosyal Hizmetler, Gazetecilik ve İletişim
alanlarındaki yüksek öğrenim kursları için öğretim üyesi ve sosyal araştırma uzmanıdır, lisans ve
lisansüstü eğitim alan öğrencilere Kuzey Amerika Eğitim sistemine uygun kavram ve kalitede
yüksek eğitim ve öğretim modeli sunmakta, kitap, makale ve şiir yazmakta, seminer ve
konferanslar vermekte, aynı zamanda sosyal sorunlarda danışmanlık önermektedir.

Toronto Belediyesi’nin Sosyal Planlama Departmant’ının Yeni Gelen Kadınlar Merkezi ile
ortaklaşa yürüttüğü ‘Kazanım’adlı projede Sosyal Araştırmacı, Sosyoloğdur. Kanada’nın Wilfred
Laurier Üniversitesi Social Work Fakültesinde MSWve MA yaptı ve Araştırma Görevlisidir.
Kısa adı MANA (Media Asembly of North America) olan Kuzey Amerika Medya Birliği
başkanıdır. Halen Kanada’da yayınlanan Canadatürk ve Çorum yerel gazetesi Türkiye’de
Manşet’de köşe yazarıdır ve Kanada Türk Ticaret Odası’nın Business Platform adlı İngilizce
haber bültenini Genel Yayın Yönetmeni olarak çıkardı. Kanada’nın Ontario Eyalet’inde Kayıtlı
Sosyal Hizmetler görevlisidir (Registered Social Worker). İnsan İlişkileri Psikoterapi ve Ruhsal
terapi alanında Martin Luther üniversitesinde Kanada’da doktorasını tamamlamak üzeredir

Arslan, 12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. Alanya nüfusuna bağlı olmakla beraber aslen
Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan 1986′da mezun oldu. Sağlık
Astsubay Sınıf Okulu’dan mezun olmaya 3 ay kala 1987′de ayrıldı. Azerbaycan Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi ve Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de
‘Uluslararası Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal
Toplumcu’ diploması ile mezun oldu.

Toronto Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı devlet okullarında Toronto’da kadrolu öğretmen olarak
Türkçe dersleri vermektedir. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri
Derneği, Kanada Etnik Gazeteciler Derneği ve Ontario Sosyal İşçiler Koleji ile Derneğinin
üyesidir.

Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik ve
akademik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi
biliyor.

GAZETECİLİĞİ

Orta Asya’ya Zaman gazetesini kurmaya 17 Şubat 1992′de giden 19 kişilik ilk ekibin içinde yer
aldı. Azerbycan Zaman’a bölge büroları kurma görevini 1995′e kadar yürüttü. Aynı zamanda
Azerbaycan Zaman’da haber ve yazı dizisi yazmaya başladı, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya
savaşlarını yakından takip etti. 1995 ile 1996 arası Azerbaycan Zaman’da aktif gazeteciliğe
yoğunlaştı. Hazar’ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve
yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman Gazetesi’nin her biriminde dağıtımdan reklama,
bürolar, matbaa gece sorumluluğundan, muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığına kadar
her alanında yaptı. 1995 ile 1998 arası CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. Üç yıl arka
arkaya en fazla haber yazan CHA muhabiri ödülünü aldı. 2 yıl süresince Türkiye’de yayımlanan

2
Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan’da yayımlanan 60 bin tirajlı ilk
çocuk gazetesi Tomurcuk’un kurucularından oldu. Ersin Demirci yönetimindeki Azerbaycan
Zaman’da ülkenin en popüler yazarları Bahtiyar Vahapzade ve Rafael Hüseynov’u, en iyi
televizyon gazetecisi Gulu Muharremli ve daha on meşhur yazarı köşe yazısı yazmaya ikna etti
ve yazarlar sorumlusu oldu. 1997′de Azeri başyazarlardan Rafael Hüseynov ve rahmetli Bahtiyar
Vahapzade’nin ortaya attığı Avrasya Diyalog Platformu ve Dergisi köprüsü önerisi ve Avrasya
oluşumunun Eylül 1999′da Bakü’de yapılan ilk kuruluş toplantısında hazır bulundu. Ağustos
1998′den itibaren Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara’da diplomasi, ‘Yurtdışı
Baskılar’, dış politika, enerji ve başbakanlık muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman’lara
yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Kırka yakın
ülkeyi gazeteci ve fotoğrafçı olarak gezen Arslan, dış politika, diplomasi, Türk dünyası, Rusya,
Almanya, Orta Doğu, Avrupa Birliği ve enerji politikaları konularında uzmanlaştı.

2000-2001’de Kanada Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlendi, Toronto muhabiri olarak
çalıştı. Kanada Türklerinin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise’ı kurdu ve bir yıl
boyunca editörlüğünü yürüttü. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Muhsin
Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik Partisi’nin yayın organları Gündüz, Muhalif, Gelecek
Gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde Türkistan adlı köşeyi yazdı. 2008 başından itibaren ise
Alperen Ocakları’nın online medyası olan Milli Ocak haber portalında 9 yıllık müstear dönemine
son vererek kendi ismiyle 2011 yılına kadar köşe yazısı yazdı. 2004 yılllarında Metafizik
Magazin dergisinde yazıları yayınlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan
Canadatürk’te aralıksız olarak, 2006’dan beri Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde köşe
yazarlığı yaptı. 2000’den 2018′ya kadar aralıksız her gün makaleler yazarak, sonsaniye.net gibi
çeşitli İnternet medyasında köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü. Ocak 2012’den Çorum
Manşet gazetesinde köşe yazısı kaleme aldı. Süfyan Tayub ve MİT Kingdom, medyaları kapattı.

KİTAPLARI

Ergenekon örgütünü tüm yönleriyle 2001′den beri sık sık yazan ve ortaya çıkartan ilk
gazetecidir. 2005 yılında yazdığı ‘Vadi’nin Şifresi Çözülüyor’ adlı kitabı, eski Ergenekon’dan
yeni Ergenekon’a geçilen süreci deşifre ettiği için Ergenekon çetesi tarafından
toplatılmıştır. Ergenekon’un karakutusu Tuncay Güney’i ilk defa Toronto’da bulan, röportaj ve
haberleriyle 2006 ve 2007 yıllarında meşhur eden isimdir. Ölüm kuyuları ve Asit kuyuları olarak
bilinen JİTEM kuyuları, Arslan’ın Karakutu Tuncay Güney kitabında verilen bilgiler savcılık
tarafından ihbar ve delil kabul edilerek açılmıştır. Halen Mason Bektaşiler kitabı, ABD, İngiltere
ve Türkiye’de üniversitelerde doktora tezi konusu olarak incelenmektedir. Hazar’ın Kurtlar
Vadisi kitabı, Türkiye Enerji Bakanlığı tarafından en değerli enerji araştırması olarak taltif
edilirken, Türkiye’de Bakü Ceyhan petrol boru hattı ve Kafkasya ve Azerbaycan’da Hazar
bölgesinde enerji politikaları konusunda master ve doktora yazan öğrencilerin ana kaynak eseri
oldu. Arslan, 4 Kasım 2000’den beri Kanada’da ikamet ediyor. Bu süre içinde Türk
vatandaşlarının yararlandığı sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak görevler aldı. Sunrise
Eğitim Vakfı’nda Kasım 2000’den Ağustos 2003’de kadar Türk toplumunun eğitimsel, kültürel,
dini ve sosyal etkinliklerini organize etti, bülten çıkardı, toplumun sosyal sorunlarıyla sosyal
toplum görevlisi olarak ilgilendi.

Yayımlanmış Eserleri:

3
• Matrix’in 11 Eylül Kurgusu, Q-Matris Yayınevi, Nisan 2004.

• Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları, Karakutu, Nisan 2005,
Ağustos 2006.

• Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu, Karakutu Yayınları, Nisan 2005.

• Petrol Satrancı, Lulu Publisher, Nisan 2006.

• Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada, Lulu Publisher, Haziran 2006.

• Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi, Karakutu Yayınları, Kasım 2006.

• Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi, Karakutu Yayınları, Aralık 2006.

• Vadi’nin Şifresi Çözülüyor, Evreca Yayınevi, Temmuz 2005. Toplatıldı.

• Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney, Karakutu Yayınları, Kasım 2008.

• Mason Bektaşiler, Karakutu Yayınları, Nisan 2009. Mayıs 2010.

• Van Gölü Canavarı JİTEM. Lulu Publisher, Mayıs 2011.

• Gurbette Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj. Lulu Publisher, Haziran 2011.

• Türkistan ve Ötesi, Gezdiklerim, Gördüklerim. Lulu Publisher, Temmuz 2011.

• Teşkîlât-ı Ergenekon, Lulu Publisher, Ağustos 2011.

• Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler, Lulu Publisher, Ağustos 2011.

• September 11 Fiction of Matrix (English), Lulu Publisher, June 2005 and 2011 Edition is
worldwide available all bookstores.

• Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English) Lulu Publisher, June 2011.

• Sociological Writings in the Canadian Perspective (English) Lulu Publisher, June 2011.

PKK’nın Çocuk Askerleri. Öteki Adam Yayınları, Ağustos 2013.

Kürdistan. Öteki Adam Yayınları, Haziran 2012.

IŞİD’in Sosyolojisi, İhanet Çemberi, Lulu Publisher, Academia.edu, Ekim 2015.

Global Süfyan’ın Mehdi Ordusu, Lulu Publisher, Academia.edu, Ekim 2015.

4
Agarta Ergenekon ve Komünistlikten Zerdüştlüğe PKK: MATRUŞKA

İçindekiler

Önsöz

Kim bu Kapadokyalılar

Yeşil’in PKK Macerası

Gayretullah’a dokunur zulüm

PKK Dolu Rüyalarım

PKK’lı Çocuk Askerler

Zerdüştlük Özentisi

PKK'ya ihale edilen yeni görev

KCK: Paralel Devlet

PKK'yı ancak Kürt aydınları bitirebilir

PKK Başarabilir mi?

PKK ve KCK nereye koşuyor?

Genelkurmay Arşivini kim çaldı?

Almanya Derin Devleti ve Agarta Ergenekon

Kaynaklar

5
Önsöz
Komünistlikten Zerdüştlüğe devşirilen PKK, bir Rus ve ETÖ ‘Matruşka’sına döndü. Agarta
Ergenekon ve Balyozcular devrede. 15 Temmuz ile altın vuruş yaptılar. Birbiri içine geçmiş dış
ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından kullanılan bir terör oyuncağına çevrildi. 2009’dan beri
terör saldırılarının azması ve şehit sayısının artması, ülkemizi yeniden yol ayrımına getirdi.
Terörü sonlandırmak için iki çarenin var olduğu zannedilir: Şiddet kullanarak başını ezmek,
köklerini kurutmak veya karşılıklı tavizler vermek, barışçıl yöntemle kanı durdurmak, orta yolu
bulmak... Aslında her zaman bir üçüncü yol daha vardır. Türkiye’de ve gurbetteki Türkiyelilerin
dilinde, kalbinde, gönlünde aynı özlem hissediliyor: Yeter artık, sabır taşı kırıldı; ne olacak bu
PKK’nın hali! PKK sorunu Türkiye’yi bölmeye doğru koşuyordu. 2014 veya 2015’e kadar
ülkemiz bölünmeden dayanırsa, bölgesel güç olacak ülkemizi bu tarihten sonra ne İsrail, ne
Almanya ne ABD bölebilirdi. Ameller niyetlere göredir. Niyetler karanlıksa aydınlık yola
çıkılması güçtür. İçte ve dışta bazı hain odaklar ve güçler PKK’yı bitirmemek için direniyorlar.
Kürtler elinden silahı bırakırsa pazarlık güçlerini kaybedermiş... Verdikleri şeytani akıl buydu!
Oysa gelinen nokta tam tersine doğru işliyordu. PKK şiddette ısrar ettikçe Kürtler, elde ettiği
kazanımları kaybetme riski taşıyordu. Süfyan Tayub ve haramileri ile herşey kördüğüm oldu.

Tarihimiz boyunca, hiç bir isyancı hayal ettiklerini elde edememiştir, hep aksiyle tokat yemiştir.
Kabakçı Mustafa’dan Şeyh Bedreddin’e Patrona Halil’den Şah kulu isyanına kadar
ayaklanmalara kısaca bir göz atınız. Şah kulu’nu bizzat öldürtenin, isyan emrini veren Şah İsmail
olduğunu göreceksiniz. PKK isyanı da bir savaş değildir, ayaklanmadır ve isyancıların iki
dünyada da yatacak yeri yoktur. Oyuncağı kuranlar oyuncaktan bıkınca oyuncağı parçalar, çöpe
atar. PKK pimi çekilmiş serseri bir bomba, mayındır. Kendisini gümletmesine az kaldı!
Ortada yakın geçmişte Sri Lanka’da yaşanan Tamil Kaplanları örneği bulunuyor. 30 yıl süren
ayrılıkçı terörün ardından Norveç’in devreye girmesiyle Sri Lanka hükümeti 2006 yılından
itibaren ateşkes ilan etti ve silahların bırakılması ile ilgili barış görüşmeleri taraflar arasında
Cenevre’de yapıldı. Sonuçta, Tamil Kaplanlarının asla silah bırakmaya niyeti olmadığı üç yıl
sonra başlayan terör olayları ile anlaşıldı. Tıkanan görüşmelerin peşi sıra Sri Lanka hükümeti
ordusunu Tamil Kaplanlarının bölgesine sürdü. Sonuç 20 binden fazla ölüydü, milyonlarca
Tamil ise yurt dışına kaçtı.

Bugün Batı ülkeleri ve Hindistan’da 6 milyon Tamil ilticacı konumunda. Tamillerin lideri
Vellupillai Prabhakaran dahil örgütün tüm elebaşları öldürüldü ve örgüt ülke içinde bitirildi.
Kanada’da 300 bin Sri Lankalı var, çoğu Tamil. Burada barış içinde birbirlerini öldürmeden
yaşıyorlar. Colombo hükümetinin 2009 ve 2010 katliamlarına BM dahil tüm dünyanın sessiz
kaldığını PKK’lıların dikkatine arz ederim. Silah bırakmayan terör örgütü masum değildir.
ABD ve AB ülkelerinin acizlikten Suriye’deki katliamlara müdahale edemediğini Barak
Obama’nın ikinci defa seçilmesinin ardından Suriye ile savş işini tamamen Türk ordusuna ve
özel harp birimlerine Katar ve Suudi Arabistan’ın finansmanıyla havale ettiğini unutmayalım.
Dış konjonktürün ekonomik krizlere kitlendiği bir dönemde, kimse PKK’yı dinlemez. Türk
ordusu ve polisinin ortaklaşa büyük ve gerçekçi bir operasyon düzenlenmesi halinde rahatlıkla
yok edilebileceği beş bin PKK militanına dünya kamuoyunda hiç kimse yas tutmayacaktır. PKK,
eğer ‘KCK ile dağdan şehre indik, şehirleri yakarız’ diyorsa, şehirlerdeki bin beşyüz kişilik
yapılanmalarının tüm isim ve adreslerinin emniyet güçlerinin elinde bulunduğunu unutuyorlar.

6
Bol katliamlı politikalara yol yaparak Ankara hükümetini yanlış yapmaya zorlamakla Kürt
hakları savunulamaz!

AK Parti’nin yürüttüğü Kürt açılım paketini PKK militanları, BDP ve HDP, Ergenekon ile dirsek
temasında baltaladı ve ellerine koca bir hiç geçti! Herkes birbirini terörisr ve vatan haini olmakla
suçluyor ve bu bataklık ülkeyi bölüyor. Kürtlerin ülke nüfusunun yüzde 20’si olduğunu
varsaysak bile yüzde beş oy alan HDP’nin Kürtlerin tamamını temsil etmediği açık. HDP’nin
PKK’nın borazanı, sözcüsü olduğu ise bariz belli, hatta belgeli ve partilerini kapatacak kadar da
aşikâr. O halde horozlanmaları nafile çaba! Kürtlerin üçte ikisi AK Parti’ye oy verdiğine göre
pazarlık güçleri zayıf. Kürtlerin hakları bugün çiğnenmiyor, tersine pek popülerler, son üç yılda
yayınevleri habire Kürtlerle ilgili kitap basıyor. Ülkemizdeki Lazlar ve Çerkezler Kürtlere
tanınan hakları kıskanmaya başladı. HDP’yi de terör kategorisinde linç ile barış yolu tıkandı.
O halde PKK kime güveniyor? Elbette, 1998’den beri PKK’yı taşeron örgüt olarak kullanan ve
denetimine alan MOSSAD’a bel bağlıyorlar. Oysa Ankara hükümetinin İsrail ile ilişkileri limoni
ve eskisi gibi Genelkurmay’da odaları, MİT’de eğitmenleri yok. Ülkemizin her tarafını dev
kulaklarıyla dinleseler de, etkili olamıyorlar. Ancak yüzlerce ajanları bölgede cirit atıyor.
PKK’yı cesaretlendiriyor, organize ediyorlar.

Bu zamana kadar Ergenekoncu askerler, MOSSAD ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan terörün
kökleri kurutulmuştu. PKK, 1980 ile 1987 arasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkencelerle
zorla doğurtuldu. Kasıt vardı. Daha sonra PKK’yı kullanmayan istihbarat örgütü kalmadı, ‘Yedi
Kocalı Hürmüz’e döndü. Devletin karanlık yüzü elini uyuşturucudan, insan kaçakçılığından,
silah ticaretinden çekmeden PKK veya Kürt sorunu bitirilemez. Birbirinden beslenen vampirleri
mağaralarından çıkartmayacak hamleleri yapmanın zamanı geldi. Hakkâri’de Kavaklı mevkiinde
ve Kazan Vadisi’nde 16 tane PKK kampı olduğunu 2011’de ilk yazdığımda önce bana kimse
inanmak istemedi (1). Emniyet istihbaratı raporlarına dayanarak bunu yazmıştım. Bu kampların
bazıları eskiden beri bizim askeri birliklerimize 3-5 km mesafedeydi. Kimse kimseye
güvenmiyordu. Polis timleri bu kampları 2011’in yaz ve sonbaharında dağıtmaya başlayınca
bölgede Ergenekoncu askerler ile PKK arasındaki derin ilişki su yüzüne çıktı. Bu nedenle, halkın
korkusu bitirilip, belirsizlik devletine güvene dönüşmeden açılım ve yatırım paketleri abesle
iştigaldir, yılan hikâyesidir...

O halde üçüncü yoldan başka mantıklı seçenek kalmıyor. Bölgeye gelecek beş bin kişilik özel
eğitimli polis timlerinin aynı personeli, 2 yıl değil 10 yıl orada kalacak ve halk ile iç içe,
kardeşçe yaşayacaktır. Öldürmeye değil yaşatmaya geliyorlar. Bu sefer, 1993 ile 1996
periyodunda ‘bin operasyonla on bin kişiyi faili meçhul cinayet’ ile yok eden Ergenekon’un
silahlı örgütü JİTEM yok! Ergenekon’un karanlık general ve subayları hapiste yargılanıyor. İsrail
ülkemize batamıyor! ABD, Irak ve Afganistan’da çuvallamış, yeni maceradan uzak
duruyor. Ekonomik krizlerle boğuşanlar, ekonomik krizde patlama yapan ülkemizin
dinamizmini pörsümüştür ve Agarta Gladyo, Kürdistan’ı bu Krallık Yezid rejimi kurmaktadır.
Bundan sonra, halkın dinine, inancına, gelenek ve göreneklerine saygılı, devletin gülen yüzünü
gösterecek bir polis kuvveti görev başında olmalıydı. Olmadı. Kandil Dağında göstermelik
şovlara da ihtiyaç kalmayacak, zira yalandan dağ taş dövmekle, 18 yaşında dağa zorla çıkartılmış
fidanları öldürmekle terör sona ermezdi. Vatandaşı yaşatırsan, devlet bölünmeden yaşar! En can
7
alıcı makalemi 12 Haziran 2011 genel seçimden hemen önce yazmıştım. Bu tarihten sonra
Agarta Ergenekon darbe yaptı. Hakkâri ve Diyarbakır’dan seçim öncesi ulaşan bilgiler hoş
değildi. Global Ergenekon’un Suriye’de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesine ve
Hakkâri’de oynanan eşgüdümlü büyük oyuna daha fazla sessiz kalamayız. Çünkü düğmeye aynı
merkezden basıldı. Ergenekon’un baronu ve ejderi, global Ergenekon’dan aldıkları cesaretle
‘Kürt kozunu’ sahneye koydular. Kandil ve İmralı’nın emirlerini CIA ve MOSSAD’dan aldığı
talimatlarla yerine getiren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “sürgünde Kürdistan
parlamentosu” veya Türkiye’de KCK ile ‘gölge Kürdistan’ devleti kurmaya hazırlanıyordu.
Mesele Kürt sorununu çözmek değil, çözdürmemekti... HDP son kurban oldu.
Bu noktaya nasıl ve neden geldik? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global
Ergenekon’u rahatsız etti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için
hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki
ayaklara yönelirken, işi maliyeleştirenleri bilerek ıskaladı. Medyanın propaganda ayağında
tutuklananlar devede kulaktı. Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı
keşmekeş, seçim sonuçlarına gölge düşürmek için “Baron” ve “Ejder” ikilisinin dünya çapında
Ergenekon’dan aldığı onayla tasarlandı. Aslında onları kendilerine dokunulmaması ve
ihalelerden daha fazla pay kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlardı. Servetlerine
servet katmayı sürdürmelerinden rahatsız değilim ama Hakkâri’de oynadıkları oyunu artık
deşifre etmek zorundayım.

MHP liderinin başdanışmanlığına getirilmiş, “Silivri milletvekili” emekli korgeneral Engin Alan,
MHP’nin imajını tek başına çizmeye yetiyordu. Alan analizimden dolayı milliyetçi çevreden
epey eposta almıştım. Elimde Alan’la ilgili neler olduğunu merak ediyorlardı. Sahte ülkücü
olduğunu belirtmem kanlarına dokunmuştu. Öyleydi ama! 2023 yazarı, Avukat Tolga Akalın,
Türk Özel Kuvvetleri’nin efsane komutanı Alan’ın MHP’ye Allah’ın emaneti olduğu
iddiasındaydı. Yazısındaki şu ifadeler dikkatimi çekti: “Ülkü ocaklarının yaptığı tavsiye
neticesinde Harp okuluna girmiş ve 1980 ihtilali akabinde ülkücü olması hasebiyle 35 gün
cezaevinde işkence görerek yatmıştır.”

12 Eylül darbesi günü tüm MHP il başkanları ve ülkü ocakları liderleri gözaltına alındılar ve
yıllarca işkence gördüler. Bunlardan 35 tanesi ertesi gün, 13 Eylül 1980’de serbest bırakıldı. Bu
sansasyon bilgiyi benimle Ekim 1998’de Kazakistan’ın Türkistan kentinde sabaha kadar süren
sohbetimizde paylaşan MHP’nin 12 Eylül öncesi üç siyasi eğitmeninden biri olan Namık Kemal
Zeybek’ti. Bu bilgiyi daha sonra rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na teyit ettirmiştim. Zeybek, daha
sonra Demokrat Parti lideri oldu, yürütemedi ve siyasi sahneden çekildi. Çıksın konuşsun.
Gladyo’nun Özel Harp subaylarını sivil görüntüde çaktırmadan nasıl kendi aralarına soktuğunu
ve il başkanlıklarını ele geçirdiğini anlatsın. Taha Akyol ve Mümtaz’er Türköne de bildiklerini
anlatmalı. O günlerde MHP’nin diğer iki siyasi eğitmeni onlardı. Hapiste aralarında neler
konuştuklarını dile getirsinler. Rahmetli Alparslan Türkeş’in yorumunu artık gizlemesinler.
Çünkü serbest bırakılan o 35 kişinin hepsi MİT mensubu Özel Harpçi idi. MHP’yi geçmişte ele
geçiren Gladyo mensupları, bugün rahat duruyor mu sanıyorsunuz? MHP ve BBP, İslam ve Türk
sentezinden uzaklaştırılıyor, kuru kafatasçı ulusalcı bir Türkçülükle bağnazlaştırılıyordu. İttihat
ve Terakki Partisi’ne Fransız masonlarının yüzyıl önce uygulattığı aşırı milliyetçilik virüsü
nüksetmişti. Bu oyunu ülkücüler bozmalıydı...

8
Alan’ı Bakü’de askeri ateşi olduğu 1992 yılından beri yakından tanıyordum. 1994 ve 1995’de
Azeri lider Haydar Aliyev’e karşı düzenlediği başarısız suikast ve darbe girişimleri ile ülkemizi
rezil etmiş ve ülkeyi CIA ve Amerikan politikaları üstünlüğüne bilerek veya bilemeyerek
bıraktırmıştı. Başarısızlığa mahkûm suikast ve darbe teşebbüslerini oysa CIA elemanlarıyla ortak
ve direkt Pentagon’dan gelen talimatlarıyla yapmıştı. Eski Genelkurmay başkanı Doğan Güreş
tarafından Özel Harp biriminin Özel Hareketler Komutanlığı’na çevrilmesinin ardından başına
1995’de Alan’ın getirilmesine hiç şaşırmamıştım. Başarısızlığı mı yoksa ABD tarafından başarısı
mı (!) ödüllendirilmişti. Alan’ın kariyeri 1999’da PKK elebaşçısı Öcalan’ı Kenya’dan paket
teslim getirilmesi ile düzeltildi. Oysa daha sonra o uçağın içinde olmadığı ortaya çıktı. Gazeteci
Şamil Tayyar net belgelerle açıkladı. Bir balon daha söndü. Zaten ortada Gladyo’nun paket
teslimi vardı. ‘Kahraman’ denilen Alan, aslında hep CIA ile dirsek temasında çalıştı. PKK’ya
destek veren JİTEM birimine yıllarca özel eğitimli subay vermiş bir Özel Harpçi idi. Faili
meçhulleri çok iyi bilirdi. Azerbaycan’da görev yaptığı 1990’lı yılların başlarında eski
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e karşı organize edilen başarısız darbe ve suikast
girişimleri ülkemize pahalıya patlamış ve Aliyev uzun süre ülkemizle ilişkileri askıya almıştı.
Bunlar aslında Gladyo ve CIA planlaması olan ‘çakma’ girişimlerdi. Alan, başarısızlığa mahkum
darbeleri bilen az sayıda üst düzey yöneticiden biriydi. Başbakanlık örtülü ödeneğinden finanse
ettiği darbe fiyaskolarını kimseye izah edemezdi. Türkiye’nin mükemmel imajını bir hamlede
yıktı. Türkleri sokağa çıkamaz hale getirdi. ABD’nin imajını parlattı, Türkiye’yi batırdı. MHP,
yanlış bir ata oynuyordu ama MHP lideri esir veya rehin olduğu için yanlış yaptığını itiraf
edemezdi.

Hakkâri için 3 yıl önce alınan küresel Ergenekon kararı, 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran
2011 seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkâri’de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla,
zorbalıkla, şantajla dağa, PKK’ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki Ergenekoncu
komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK’ya Hakkâri’den katılan
insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Bu ilimizden dağda
iki bini aşkın militan grubu oluşturuldu. Kimse inkâr etmesin, elimde sağlam bir istihbarat raporu
vardı. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk korkutuldu. Silah zoruyla yapılan
seçimde BDP, Hakkâri’de tamamı, 36 bağımsız adayını seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan
“kurtarılmış” Hakkâri kotarıldı. Bundan sonra Şırnak ve Cizre başta olmak üzere başka iller
Türkiye’den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının tüm oyu sadece PKK’nın gösterdiği
aday veya partiye kaydırılacaktı. Bunun adı demokrasi değildir, diktatörlük, despotluktur.
Hükümet acilen Yüksekova’ya il statüsü vererek emniyet güçleri kadrolarını burada artırmalıydı
veya bölgeye özel eğitimli tim birimleri kaydırılmalıydı. Her yıl 1-15 Kasım aralığında Kandil
merkez olmak üzere yurtdışı kamplara kış üslenmesine çekilen örgüt bu kez intikam
eylemleri için Hakkâri ve Şırnak kırsalında yüzlerce militan tutuyordu.

Kavaklı ve Kazan operasyonları ile büyük darbe yiyen örgüt, hem güç kaybetmediğini
göstermek hem de intikam operasyonları için hazırlanıyordu. 250'ye yakın PKK'lı sürekli
Hakkâri'deydi. Sadece üst düzey yöneticiler Kandil'e çekiliyordu. Hakkâri'nin civar
bölgelerinde ise 700 PKK'lı vardı. Telsiz trafiğinden edinilen bilgilere göre bazı militanlar ise
şehirlere sık sık iniyordu. Hakkâri civarında yerleşilen yerler ise şunlardı:
Çobandağı, Çaltepe, Han Yaylası, Alandüz Tepeleri, Faraşin Yaylaları, Dağlıca, Onbaşılar,

9
Eski Çanaklı ve Kavaklı.

Coğrafi yapıyı avantaj olarak kullanan PKK'lılar mağaralarda saklanarak kışı geçiriyorlardı. Ağır
koşullar nedeniyle kırsalda eylem yapamayan örgüt, şehre inmenin yollarını arıyordu. Yine
başkente akan bilgilere göre Diyarbakır kırsalındaki Şenyayla bölgesi de sınır dışına
çıkmayan PKK'lıların üslendiği yerlerdendi. Tunceli'de de benzer tablo mevcuttu. Daha önce
de yazdım: Derdi, Kürtler'in hakları, yaşam standartları olmayan, yabancı istihbarat
örgütlerinin elinde oyuncak olmuş bir örgüt yönetimi vardı. Kendisi hiç çatışmaya girmediği
halde başkalarının ölüm fermanını imzalayan bu kişiler ısrarla kan dökülsün istiyorlardı.
O yüzden barışı tesis edebilmek için savaşmak zorundasınız. Kürtler'i ezenleri ezmezseniz
Kürtler'i kazanmanız mümkün değil. Bu da operasyonlara yaz kış ara vermeden etkili bir
şekilde mücadeleyi gerektiriyordu. Mevsim kış olsa da saha hâkimiyeti kurmak ve örgütün
üzerine gitmek şart. Hantepe ile Dağlıca arasındaki arazinin dağlık olmasından dolayı PKK
bölgeyi sık kullanıyordu. 2007'den bu yana arazide rahat rahat dolaşan militanlar Avaşin ve
Basyan kamplarına da buradan geçiyorlardı.

Eğer PKK kamplara çekilmezse örgüt Murat kod adlı Halim Akman'ın emrindeki
PKK'lılarla Hakkâri'de kışı geçirmenin yollarını arıyordu. Bahoz'un yakın
adamlarından Siyabent ve Umut kod adlı PKK'lılar ise Oğul Vadisi'nde kalarak haraç
toplamaya devam ediyordu. Yerini belli etmemek için son dönemde telsiz talimatı vermeyen
Bahoz Erdal'ın Zap'ta olduğu iddia ediliyor, 'Kavaklı'nın intikamını alın' emrini aracılarla
gönderdiği de artık sır değildi. Sonuç itibarıyla, örgüt Kandil'i Hakkâri'ye taşıdı ve eyleme
hazırlanıyordu (2). Yaptığımız bu uyarılar fayda vermedi, defalarca baskın yedi Türk
askeri ve karakolları. Yanlış olan bir şeyler vardı.

Diyarbakır’da 12 Haziran 2011 genel seçimi öncesi ele geçirilen ve ağzı çözülen MOSSAD
ajanından elde edilen bilgiler ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mıydı acaba? Bu bilgi bana iki
sağlam kaynak tarafından ulaştırıldı. En kilit soruyu soralım: Hakkâri’den ve diğer Doğu
illerimizden zorla seçtirilen BDP’li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve
devlete çalışıyorlardu? BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın MOSSAD’a İsrail’e, Ayten
Tuğluk’un Alman istihbaratı BND’ye İsrail’e çalıştığına dair belgeler, yardım akışlarına dair
dekontlar olduğu halde sessiz mi kalınacaktı. Başka nerelerden mali destek alıyorlardı? Bu
durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep değil miydi? Ülkemizde bu işleri koordine eden
yabancı diplomatlar kimlerdi? Neden sınır dışı edilmiyorlardı? En önemlisi Kürt sorunu, bu
karmakarışık, çapraz, ensest ilişkilerle nasıl çözümlenecekti? Yeni anayasanın yapılmasına
desteğe hiç niyeti olamayan CHP, MHP ve BDP’yi kimler yanlış yönlendiriyordu?

MOSSAD ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyordu. Irak,
İran ve Suriye’deki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde küresel Ergenekon, “Büyük Kürdistan”
için devredeydi. Kürdistan’ı ya siz Diyarbakır merkezli kurar yönetirsiniz veya biz Erbil veya
Kerkük merkezli kurar başınıza bela ederiz diyorlardı. Suriye’deki Baas rejimi iktidarı, bizdeki

10
cuntacı Ergenekoncularla aynı meşrepten (Nusayri Alevileri dine oldukça uzak bir Şiilik
koludur) olduğu halde neden tasfiye ediliyorlardı? Çünkü İran’ın Suriye ve Lübnan’daki Şii
bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi, miadı doldu. Bizde de Baas benzeri cunta
kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi
çöktü. Global Ergenekon, oyun ve oyuncu değiştirdi. Yüzde 85’i Sünni Suriye halkı, AK Parti’ye
ve liderine bayılıyordu, er geç Türkiye’nin izinden gidecekti.

Kendilerine ulaşılamasın diye bu kadar fırıldak çevirmeye gerek var mı? Ergenekon’da kod adı
“Ejder” olan şahıs, 9 Haziran 2011 günü AK Parti Genel Merkezi’ne giderek Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’la görüştü ve helâlleşti. CHP’nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde
bulunan kodaman işadamımız, aslında baronun sağkolu, özel ulağıydı. Rahmetli Vehbi Koç’un
milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979’da Aydın Doğan’a getiren isimdi o.
Ergenekon yapılanmasında ilk ona giremese bile fitne çıkarmada üstad sayılırdı. Kim olduğu
zaten basına yansıdı. Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal’daki köşe yazısında onu şöyle
tanımladı: Yurtbank patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz.
Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi
bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı manipüle eden kişi, bizim bağlı
olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi”
diye tarif ettiği kişiydi. Çılgın fitne projeleri ile baronu etkileyen, AK Parti’den ilk yerli otomobil
projesini Karsan adına kapacak kadar da uyanık bir işadamıydı Koçların damadı İnan Kıraç.
Askerleri, siyaseti, medyayı, yargıyı, iş dünyasını hatta sendikaları yöneten, yönlendiren, dış
bağlantıları güçlü ve oldukça masonik olan barondan bir kaç ricam var:

Lütfen, kendi ülkenize Fransız kalmayı artık bırakın! “Bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam”
dedirttiğiniz kitle ülkenin yarısı, yüzde 50’si olduğunu tescilledi. Nostaljik özlemle Jön
Türkler’in ruhunu çağırmayı da bırakın! Ordumuza yazık oluyor. Genelkurmay’ın boynuna
taktığınız süslü püslü kementi de çıkartın, sırıtıyor! Milletimiz uyandı, emanetini teslim aldı.
Size bir daha pabuç bırakır mı sanıyorsunuz? Kürt kartınızda boğulmadan kördüğüm haline
getirdiğiniz sorunda ve Hakkâri’de ilmekleri açınız. Kürtlere ve Türklere, bu vatana yazık
oluyor. Yamalı bohçaya dönmüş darbe anayasamızın değişmesi için sadece siz CHP’yi ikna
edebilirsiniz... Bugüne kadar ülkemizde milyar dolarlar kazandınız. Faili meçhul cinayetlerin
altını kazırsak, emri veren eli ve elleri görebiliyoruz. Global Ergenekon da artık sizi kurtaramaz.
Siz Hacısınız, toplum olarak barışalım, uzlaşalım, helalleşelim (3).

Kürt kimliğini bulmak sorunu olarak gördüğüm Kürt sorunu içine odaklanmış kronik PKK
terörü, Türkiye’nin bölgesel güç olması önünde en büyük engeldir. ABD, İsrail, Almanya,
Fransa, Rusya, Yunanistan ve Büyük Britanya’nın kullandığı PKK, bugün uluslar arası bir terör
oyuncağı haline geldi. Ankara’ya dış güçlerin dayattığı ya Diyarbakır merkezli Kürdistan’ı siz
kurar yönetirsiniz veya Erbil merkezli biz kurar yönetiriz dayatması ile karşı karşıyayız. Yeşil,
Kara ve Kürt Ergenekon’unun uyuşturucu ticareti engellenirse, korku imparatorlukları sona erer.
Politik gözüken güç elde etme savaşının arkasında hep ekonomik savaş vardır... PKK, KCK,
BDP ve İmralı’daki lideri resmen Kürt Ergenekon’un taşeronudur ve Kürtleri İslam’dan
uzaklaştırarak Türk milletine düşman yapmaya çalışmaktadır. Zerdüşt dinini diriltmeye
çalışmaları bunun delilidir. PKK artık Rus Matruşkası gibi birbirine geçmiş oyuncaklardan
11
oluşan bir yapıdır. Matruşkaların sonu hüsrandır. Oysa ne zaman Türkler ve Kürtler birlik
olmuşsa dünyayı yönetmiştir... Sultan Yavuz’un Kürtlerle el ele Memlukluları ve Safevileri
perişan etmesi gibi... Bin yıldır kardeş olan iki milletin sağlam kardeşliği tarihi zorunluluktur.

Dünyayı yönetenin İslam dışındaki semavi dinlerin mensupları olduğu doğrudur. Fakat New
york Virginia eyaletleri (kısaca abd'nin kuzeybatı eyaletleri ve İngiliz commonwealth'ine üye
olan ülkeler. Çoğu İslam ülkesi de Haçlı güdümündedir. AB bir Haçlı kuruluşu. Fakat burada
Haçlıların İslam'a daha yakın olduğunu söylemek isterim, zira bunun kanıtı Haçlı Derin
devletinin adamı olan John F kennedy Filistin sorununa el atmak isterken, Abraham Lincoln'ün
öldürülmesine kısas olacak şekilde öldürülmesidir.
Önder Atatürk Haçlılarla kısmi çıkara dayalı işbirliği yapmıştır. Fakat İsmet İnönü tamamen
Yahudi derin devletinin güdümündedir.27 mayıs'ta yahudiler yaptıkları darbeye her zaman
"devrim" der. Çünkü 27 Mayıs, Osmanlıyı çökertmiş olan Anadolu yahudilerinin (burada
anadolu yahudilerinin diğer ülkelerdeki yahudilerin tersine yapıcı değil "yıkıcı ve çökertici"
özellik taşıdıklarını vurgulamak isterim) ılımlı Atatürkçüleri tasfiye ederek Türkiyeye baskın güç
olarak askerlerle birlikte yerleşmesinin tarihidir. Bburada dikkat edin hepsi bazen Atatürkçü olur
bazen dindar olur ama bunları deşifre etmek için söyleme değil eyleme bakmak şarttır. Bazen
öyle coşarlar ki kendi adamlarını suyun yönüne göre birazda halkın gözüne girmek için dönekçe
eleştirirler. Bunun ana nedeni deşifre olmalarını engellemesi ve size kendilerini sizdenmiş gibi
gösterme çabalarıdır. Yine İngilterede müslümanlar Türkiyeden daha hür olarak her türlü hakka
sahiptir. İslam dininin Türkiyede yahudiler tarafından kısmende Atatürk tarafından
engellenmesinin nedeni Dünyadaki Semavi dinlerin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam) mücadele
potansiyelidir. Zira gerek Haçlıları gerekse sioncuları bugün geldikleri konuma getiren dinleridir.
Tabi haçlı derin devletinin sadece avrupa ırkından olan insanlara sahip çıkma prensibi geçerlidir.
Komünizm, anti dindarcılık sioncuların kontrolündedir. Light veya Siyasi İslamcılıkta Haçlı
derin devletinden destek alan ve bazen birşeyler yapmaya çalışan müslümanların ideolijisidir.
Bugünün Türkiyesine geldiğimizde, Anadoludaki bu yapıyı 27 Mayıs’tan önceki haline yani
zayıf haline döndürmek için bu işe profesyonelce hazırlandılar. 15 Temmuz 2016’da bu self coup
konsorsuyumu ile 2011’den beri devam eden darbe ağır bir Gladyo operasyonuna dönüştürüldü.
Hala 2019’da iç savaş, dış davaş ve darbe planları Ergenekon’ın yerini alan Göktürk yapısında
havada uçuşmaktadır. Ergenekon bu işin medyatik yüzüdür. Bu yapı bir paşa ve birkaç solcudan
oluşuyormuş gibi gözükebilir. Ancak işin içinde milliyetçisi malatyalısı sabetaycısı askeri profu
dahil yüzlerce kişilik derin bir yapıdır. Benim görüşümü sorarsanız bu yapıyı zararsız hale
getirmek için AKP ve Süfyan Erdoğan projesi bitirilmelidir. Çünkü Türkiyenin kaderi bu yıkıcı
ve çökertici yapıyı zayıflatmasına bağlıdır.
2011’den beri adı Göktürk’e çevrilen Ergenekon, Göktürk grubu azınlık bir grup, Esad’ın yüzde
7 Nusayri Baascıları kadar bile yoklar. Vatansızlar Partisi yüzde 1. Anadolumuz bu kumpası
bozacaktır. Hitler, Naziler, SS ve Gestopa son döneminde, Kara Büyü ve mukaddesata
saygısızlık ayinleri yapmaya başladılar. Erdoğan ve AKP aynı yoldadır. İslam’a, Kur’an’a,
Peygamberimize karşı açılmış savaş vardır. Hizmet camiası elinden geleni yaptı. Mason
Bektaşiler kitabımla ilgili 3 ülkede 6 kişi doktora çalışması yapıyor. 300 kaynaklı yarı akademik
bir eserdir. Mason Bektaşiler kitabımı can sıkıntısından yazmıştım 2008’de. Sosyoloji okuduğum
Komünist York’ta öğretim üyeleri 9 ay grev yapmıştı da! Ergenekon’u tanıyınız. Mason
Bektaşiler kitabıma en fazla teşekkürün gerçek Aleviler ve sahici Bektaşilerden gelmesi tesadüf
değil. Onlarda bu Kriptolardan bıktılar. Masonlar ve Bektaşiler içine girmiş Kriptolar ülkemizi

12
kasten bölüyorlar. Kürtlerin canı, malı ve ırzında gözü olan şerefsizler bunlardır. Suikastlar,
infazlar, tecavüzler TSK ve MİT’deki Haşhaşin örgütünün iç savaş çıkarma işleridir. Boş yere
başka fail arayıp hedef saptırmayın. Kemalist Yezidizm tabirini kullanmamın nedeni
Kapodokyalı Mason Bektaşi çetliklerini özetlemek için. Erdoğan, Gürcü olarak yapıya eklendi.
Mason Bektaşi yapılanması, Cumhuriyet döneminde Atatürkçü maske altına saklanan Mustafa
Kemal’in katilleri. Kemalizm, İnönü diktatörlüğüdür. Devleti kendilerinin tapulu malı, çiftliği
olarak gören Ergenekon, 2009’dan beri Göktürk yapılanması ise kötü niyetli. Niyeti bozukları
hiç sevmem! Hizmet Hareketi, etnik, dini köken, kültürel kodlarla ilgilenmez, herkese insan
gözüyle bakıp, erenlerine ayrımcılık yaptırmadı, iyi niyetli insan adamlardan kurulu bir
gönüllüler hareketi, örgüt filan değil. Oysa bu Kapodokyalılar içinde Balkan çetecileri, Kafkas,
Çerkez ve Gürcü dinsizleri, Özbek, Tatar ve Azeri aşırı Türkçüleri, epey Göktürk Yezidizm
sevdalısı ahmak var. Hizmet Hareketi, 150 yıllık olan Mason Bektaşi yapıyı fakir ve müslüman
Anadolu evlatlarını devlete taşıyarak silkeledi, intikam alıyorlar! Mason Bektaşiler’in CHP’si
Müslüman ve fakir Anadolu evladını devlete yaklaştırmadı. İrtica veya paralel, bir yafta bulup
kapı önüne koydu. Mason Bektaşiler’in CHP’si ile aynı yapının desteklediği Erdoğan AKP’sinin
hiç bir farkı kalmadı. Kan ve genetik çekiyor, tekerrür yaşıyoruz.
Mason Bektaşiler Fransız masonlarıyla işbirliği yaptı, çocuklarını intikam için entelektüel
büyüttü, Selanik’te zengin oldu ve parti kurdu. Bektaşilerin tekkeleri 1826’da dış ajan diye
kapatılıp Nakşiler yağmalayınca masonlarla işbirliği yapıp kabuk değiştirdi. Kapadokyalı
Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller, İngiliz, Fransız, Rus, Amerikalı, İsrailli tüm dış güçlerle
çalışıp Anadolu’yu satıyor. Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller, Sevr
anlaşmasını 1918’de Osmanlı’ya zorla imzalatan aynı dış güç ajanları ve çeteleridir. Kapadokyalı
Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller, Erdoğan’ın eşine, çocuklarına gözleri önünde tecavüz
edip idam etse Erdoğan gerekçe bulur. Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller,
Erdoğan ve AKP’lileri uçkurlarından yakaladı, esir etti. Tüm ülkeyi esareti altına aldı!
Osmanlı’yı yıkan İttihatçılar içinde Almanlarla anlaşanlar ile Ruslarla anlaşanlar ne kadar çok
birbirlerine benziyor. Yıkmaktan anlıyorlar! Erdoğan, Kılıçdaroğlu dahil herkese dokunuyor, bir
tek Ordu ve devlette yuvalanmış Kapadokyalı laikci Ulusalcılara ve Perinçekgillere
dokunamıyor.
GERÇEKLER SİZİNLE OLSUN!
Gerçek yoksa terapi yoktur…

Faruk Arslan

Kitchener, Kanada

08 Eylül 2018

13
TAKDİM

KİM BU KAPADOKYALILAR?

Turgutlu’da ters kelepçe takılan 80’lik dededen ne istiyorsunuz? Ya Niğde Fatihi dedemizden?

TUTUKLAMA SEBEBI: (Firavun) dedi ki: “Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan,
seni mutlaka HAPSE atacağım.” (Şuara Suresi, 29).

AKP’nin Cerabus’a girdiği 24 Ağustos, 1516 Mercidabık Savaşı ile Osmanlı’nın Suriye’yi
fethinin 500. yıldönümüymüş.! 24 Temmuz Cerablus show’unu, Suriye’yi fethettik zannedip
sevinen zavallılar var.!

HOCAEFENDİ: Enver paşanın Rus limanını bombalatıp Osmanlı’yı parçalatması ne ise Bugün
Suriye’ye girmek de Türkiye’nin parçalanması anlamına gelir. Asri hazir Salih Zat, ahirzamanda
ilme isnad ettiginden Hizirvari Omre mazhar olur, tasalanmaya gerek yok. Munazarat’da Said
Nursi yazmisti!

Popülizm had safhada. GATA’nın yeni adı Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi.
Bu işte bir gatakulli var! Bu numaralara yuta yuta yiye yiye kıyamet savaşında Mezaristan
merkezi olacaksınız. Dua ederim. 3. dünya, kıyamet savaşında her on kişiden dokuzunun öleceği
BOP projesine destek olanlar bu katilliğe ortaktır, Hizmet, buna ortak olamazdı.

Erdoğan ve AKP’li Haramilerin iştahını, gözünü, gönlünü doyurmak mümkün değil. Alanya ve
Antalya’dan biliyorum; tüm Kürtlere de çökecekler! PKK diye başlayacaklar ve arkası
alınamayan bir bölünme daha yaşanacak. Kürtlerin duygusal kopuşundan sonra fiziksel
koparmak için Perinçek ve Rus planı kullanılıyor. Hizmet çok medeni direndi ama Kürtler af
etmiyecektir. Erdoğan, ekonomiyi çoktan batırdı. Hizmet’ten sonra gözlerini Kürtlerin malına,
canına, ırzına dikti. Batı’dan Doğu’ya Kürtleri kovacaklar.

Putin’in Elit KGB’si olan Katheon’dan ülkemizi bölme projesi yürütülüyor. Doğu Perinçek’in
Rusya uzmanı oğlu Mehmet orada, beraber çalışıyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında
Silivri’de yatan 400 kişi, Erdoğan’ın 400 ahlaksız Süfyan ekibini hapse atarsanız, Türkiye felah
bulacaktır. Ancak 800 şerefsizi hapse atmak yerine Süfyan Erdoğan, Karunluk, Firavunluk
iddiasında bulunuyor, milyonları ateşe atıp can havli zulmediyor. Ergenekon ve Balyoz davaları
sürecinde sadece 400 kişiyi kontrol altına alıp, mafya babalarını hapse atan Emniyetçileri mumla
arayacaksınız. Doğu Perinçek komutanlığında Atatürkçü maskesi takmış ve Kemalizm altına
sığınmış bu Kriptolardan kurtulmadan ülkemiz rahat bir nefes alamayacaktır.

Mason Bektaşiler kitabımla ilgili 3 ülkede 6 kişi doktora çalışması yapıyor. 300 kaynaklı yarı
akademik bir eserdir. Mason Bektaşiler kitabımı can sıkıntısından yazmıştım 2008’de. Sosyoloji
okuduğum Komünist York’ta öğretim üyeleri 9 ay grev yapmıştı da! Ergenekon’u tanıyınız.
Mason Bektaşiler kitabıma en fazla teşekkürün gerçek Aleviler ve sahici Bektaşilerden gelmesi
tesadüf değil. Onlarda bu Kriptolardan bıktılar. Masonlar ve Bektaşiler içine girmiş Kriptolar
ülkemizi kasten bölüyorlar. Kürtlerin canı, malı ve ırzında gözü olan şerefsizler bunlardır.

14
Suikastlar, infazlar, tecavüzler TSK ve MİT’deki Haşhaşin örgütünün iç savaş çıkarma işleridir.
Boş yere başka fail arayıp hedef saptırmayın.

Erdoğan’ın Ruslara satılması yeni değil. Perinçek sadece şov yapıyor. Putin zafiyetlerini kullanıp
Ukrayna, Gürcistan derken şimdi de Bakü’ye dayandı. Gürcülere karşı bir düşmanlığım yok
benim. 2000 Temmuz’un da bir otobüs dolusu Gürcü MİTci ile 15 gün boyunca, Gürcistan’a
yardım götüren ekipteki 2 gazeteciden biriydim, tanırım hepsini! Gürcistan’da Hıristiyan
soydaşlarına yardım götüren MİT otobüs heyetine neden beni seçtikleri ayrı hikaye. Gezi
tehlikeliydi ve başka deli yoktu. Gazetecilik kolay değil.

Gürcistan Tiflis Cumhurbaşkanlığı Sarayın’da bana konuşma yap dediler, çıktım gezide
yazdığım şiiri okudum. Devlet gazetesi manşete koymuştu. Gürcülere şiirimde peşimize
taktığınız 70’lik KGB’den gülmez padişahtan artık kurtulun demek istedim. Gürcü Rizeli Ali
Rızayla ortak yapımdı. Gürcistan Emniyet Müdürü yanına çağırıp kartını imzaladı, senin artık
dokunulmazlığın var dedi; şiiri merak mı ettiniz? Gürcü Saray’ında Gürcistan’ın toprak
bütünlüğü ile ilgili yaptığım konuşmayı Büyükelçimiz tebrik etti, bir an Demirel konuşuyor
sandım dedi. Gürcü Mitciler beni kahraman olarak görüyordu, oysa Hizmet’ten, Zaman’dan
olduğumu biliyorlardı. Erdoğan tüm milli damarlarımızı, değerlerimizi kirletti, alçak bir nifakcı
bu Süfyan!

Kemalist Yezidizm tabirini kullanmamın nedeni Kapodokyalı Mason Bektaşi çetliklerini


özetlemek için. Erdoğan, Gürcü olarak yapıya eklendi. Mason Bektaşi yapılanması, Cumhuriyet
döneminde Atatürkçü maske altına saklanan Mustafa Kemal’in katilleri. Kemalizm, İnönü
diktatörlüğüdür. Devleti kendilerinin tapulu malı, çiftliği olarak gören Ergenekon, 2009’dan beri
Göktürk yapılanması ise kötü niyetli. Niyeti bozukları hiç sevmem! Hizmet Hareketi, etnik, dini
köken, kültürel kodlarla ilgilenmez, herkese insan gözüyle bakıp, erenlerine ayrımcılık
yaptırmadı, iyi niyetli insan adamlardan kurulu bir gönüllüler hareketi, örgüt filan değil.

Oysa bu Kapodokyalılar içinde Balkan çetecileri, Kafkas, Çerkez ve Gürcü dinsizleri, Özbek,
Tatar ve Azeri aşırı Türkçüleri, epey Göktürk Yezidizm sevdalısı ahmak var. Hizmet Hareketi,
150 yıllık olan Mason Bektaşi yapıyı fakir ve müslüman Anadolu evlatlarını devlete taşıyarak
silkeledi, intikam alıyorlar! Mason Bektaşiler’in CHP’si Müslüman ve fakir Anadolu evladını
devlete yaklaştırmadı. İrtica veya paralel, bir yafta bulup kapı önüne koydu. Mason Bektaşiler’in
CHP’si ile aynı yapının desteklediği Erdoğan AKP’sinin hiç bir farkı kalmadı. Kan ve genetik
çekiyor, tekerrür yaşıyoruz. Mason Bektaşiler, iktidarlarını perçinleyince Anadolu’nun kurtuluş
savaşını piç ettiler ve Mustafa Kemal’i Mason doktorlarıyla zehirlediler! Atatürk’ün elinde insan
potansiyeli sadece Kapodokyalılar ve Selaniklilerdi. 1.5 milyon Rumu postaladı, onları getirdi,
devleti teslim etti. Cumhuriyeti kuran ilk TBMM’de Atatürk’ün 15 bakanının hepsi Mason
Bektaşidir. Çanakkale savaşında adam mı bıraktılarda bir Türk devleti kursunlar? 2. İsrail gibiydi
Sebataycı yapı. Osmanlı’yı 10 yılda yıkan İttihat ve Terakki partisinin hepsi Mason Bektaşidir,
sadece Enver Paşa Bektaşidir. Süfyan Erdoğan, atları oldu! Biraz kitap okuyun. 3 baskı yapan
Mason Bektaşiler kitabım Ergenekon’un Kapodokya dini ve derin devletini anlatıyor.
http://www.academia.edu/3492749/Mason_Bekta%C5%9Filer …

Mason Bektaşiler Fransız masonlarıyla işbirliği yaptı, çocuklarını intikam için entelektüel
büyüttü, Selanik’te zengin oldu ve parti kurdu. Bektaşilerin tekkeleri 1826’da dış ajan diye

15
kapatılıp Nakşiler yağmalayınca masonlarla işbirliği yapıp kabuk değiştirdi. Mason Bektaşi oldu.
Fatih’in Balkanlara şutladığı Karamanoğulları çakma müslüman olup Bektaşi tekkeleri içine
girip, tarikatın anasını bellediler: Sonuç felaket oldu. 15. Asırdan beri sürğyor bu fitne. Fatih
Sultan Mehmet bile Karamanoğulları ile başa çıkamadı, 17 defa anlaşma yapan ve aldatan
Hıristiyan Afşar Türkleri idi, kibir 10 numara! Fatih Sultan Mehmet, Türk, kardeş kanı dökmek
istemiyordu, en sonunda Karamanoğlu Kapadokyalısını Bulgaristan’a sürgün ederek
kurtulmuştu. Gülen Hocaefendi’nin bahsettiği Kapadokyalıları anlamak için ‘ Karaman’ın
koyunu, sonra çıkar oyunu’ atasözünün nedenini incelemek gerekir! Veli Küçük’ün Ecevit’i
kontrol ve rapor yazmadan sorumlu YA’nı 1999’da kafalamıştım, yazdığı tüm raporları aldım,
herkesi kökenle fişlediler. Kapadokyalıları iyi tanıyorum. Ergenekon’un en iyi yaptığı iş köken
araştırması yapmaktır. Veli Küçük, Ermenidir ama Türkçüdür. Türk ve İslam düşmandır.
Listeleri hazırdı. Said Nursi de Türklerde zulüm damarı yok, bana zulmedenler Türk değildi
derken Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgilleri anlattı!

Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller, İttihat ve Terakki’nin MİT ve TSK’da


yuvalanmış hain odağıdır. Kökenleri Türk değildir. İttihat ve Terakki’nin Mason ve Bektaşi
liderleri Enver, Cemal ve Talat, def olup gidene kadar milyonların ölümüne yol açtı, bölücü
idiler. Ülkemiz şu anda 1918’de işgal edilen Osmanlı’dan farksız durumda. Kapadokyalı
Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgillerle maskeli işgal edildi! Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar
ve Perinçekgiller’e karşı elbette Anadolum bir Mustafa Kemal çıkartacak,geldikleri gibi giderler
diyecektir. Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller, İngiliz, Fransız, Rus, Amerikalı,
İsrailli tüm dış güçlerle çalışıp Anadolu’yu satıyor. Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve
Perinçekgiller, Sevr anlaşmasını 1918’de Osmanlı’ya zorla imzalatan aynı dış güç ajanları ve
çeteleridir. Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar ve Perinçekgiller, Erdoğan’ın eşine,çocuklarına
gözleri önünde tecavüz edip idam etse Erdoğan gerekçe bulur. Kapadokyalı Kemalist Ulusalcılar
ve Perinçekgiller, Erdoğan ve AKP’lileri uçkurlarından yakaladı, esir etti. Tüm ülkeyi esareti
altına aldı! Osmanlı’yı yıkan İttihatçılar içinde Almanlarla anlaşanlar ile Ruslarla anlaşanlar ne
kadar çok birbirlerine benziyor. Yıkmaktan anlıyorlar! Erdoğan, Kılıçdaroğlu dahil herkese
dokunuyor, bir tek Ordu ve devlette yuvalanmış Kapadokyalı Ulusalcılara ve Perinçekgillere
dokunamıyor.

Türkiye, 17 Aralık’tan sonra yangın yerine döndü. Binlerce insan öldü ama 3 yılda Erdoğan ve
etrafındaki ekibe tek suikast girişimi olmadı… Faşist Erdoğan’dan başka katil mi var? Faşizm
isteyen Ergenekon gül devri mi getirecekti? Kan ve infaz işleridir! Bir IŞİD saldırısıyla Çözüm
Süreci bitti, bir IŞİD saldırısı ile Suriye’ye girdik. Manidar değil mi? Türkiye Suriye’de başarılı
olabilir mi? Türkiye’nin Mavi Marmara’dan sonra başarılı olduğu tek bir dış hamle var mı?
Geçmişin geleceğindir. ABD ve RUSYA’nın bile bu bataklığa kara harekatından kaçındığı halde
Türkiye’nin buraya girmesinin aklî ve mantıkî izahı var mı?! Onca tehlikeyi görüp bataklığa
girmeyi reddeden generaller içeri atıldı ve yerlerine atanan ASTSUBAYLarla savaşa gidiliyor.
Uyuyan halk dökülecek, kandan seylaplaroluşacak, iç savaşın farkında değilsiniz. Kasten
bölücülük yapıyor Erdoğan. Artık herşeye hazırlıklı olun. Bu oyunun sonu hiç unutulmayacak!
Kabul edelim etmeyelim, derin eller devreye girmiştir…

Eğer Süfyan’ın maskesi düşmeseydi, yavaş yavaş sizi sokuyordu. 40 kişiden 39’unun imansız
gitme riski olan dönemdeyiz. Hocaefendi çok doğru içtihat yaptı ve yolları ayırdı.
Hocaefendi’nin Süfyan’ın damarına basarak gerçek yüzünü ortaya çıkartmaya zorlaması, bazı

16
masumları münafıktan kurtarma merhameti gözüküyor. Her şey Üstad Said Nursi’nin yazdığı
gibi gidiyor, Nurcular Risale okumayı da bilmiyor anlaşılan! Büyük kırılmalar yaşanacak, İslam
doğacak. Hitler her nasıl 60 milyonun katili olmuşsa Erdoğan’da buna aday. Süfyan ve
Deccalizm birleşti, Hakiki İsevilerle ehli Hak grupta oluşacaktır. Rusya, İran ve Çin, 3. dünya
savaşında tüm dünyayı yıkabilir.

Tanıyanlar bilir, çok halim selim bir insanım, ama kılıç çekildi mi zulmeden yılan, çiyan, akrep,
domuzlar yuvalarına dönmeden kınına girmez. Türk milleti, galiba gerçekten Kur’an’da
bahsedilen Hz. Zülkarneyn’in iki dağ arasında bulduğu, laftan, sözden, uyarıdan anlamaz bir
millet! Çok keskin ve net üslupla yazdığım için garipsendiğimi biliyorum. Müstearla yazdım
olmadı, 2 sene şiir yazdım olmadı, 2011’den kılıç çekildi. Rusya, İran ve Çin, 3. dünya savaşında
nükleer silah dahil, geliştirdikleri tüm silahları insanlar üzerinde deneyecek; Erdoğan itleri oldu.
Bunları yazacak kapasite ve kabiliyette 100 gazeteci hapiste olduğu için onlar yerine de
yazıyorum, bu nedenle niye çok yazıyorsun demeyiniz.

17 ve 25 Aralık 2013’den beri Türkiye Erdoğan ve Fidan’ın yaptığı tüm pislikleri ve düştüğü
bataklığı öğrendi, ancak Karunlar vazgeçmediler! Selefi terörü business Erdoğan’ın Süfyan
olduğunu ispatladı. Zerre miktar şüphem yok, bu ahirzaman nifakçıları milyonların ölümüne yol
açacaktır. İsmail Hakkı Pekin ve diğer TSK Paşaları, tüm bunlar olurken ne yapıyordu, ya
gazeteci ve aydınlar niye susuyordu? Bu vebale ortak oldunuz!

Erdoğan, Bağdat’tan Sünni kasap lakaplı Tarık Haşimi’yi getirerek boğazda yalı verdi ve 25 bin
terörist toplaması için kesenin ağzını açtı. Tüm Selefi terörü günahının Türkiye üzerine kalması
için dizayn yapılmıştı..Suudi İstihbarat ve Savunma Bakanı Bender 2014’de görevden alındı.
Neden? Suçu Türkiye üzerine atacakta ondan. Erdoğan’dan Selefi terörü business gelirini Ürdün
almak istedi; sonuçta milyarlarca dolarlık Katar ve Suudi bütçesi var. Erdoğan kaptırmadı!

Suudi İstihbarat Başkanı ve Savunma Bakanı Bender Sultan, Selefi terörist projesinde ana
koordinatördü, kardeşi Esat Ürdün’de militan topladı. IŞİD’in Musul konsolosluğundakileri
rehin alma tiyatrosunu büyük devletlerin istihbaratları yutmadı. Erdoğan, Katar’la çözüm
aramaya koyuldu. Erdoğan’ın Haziran 2014’da AKP’lilere yaptığı konuşma, ‘kimse bana IŞİD
ve El Nusra’ya terörist dedirtemez’ şeklindeydi, 3 ay sonra değişti! Erdoğan’ın Türkiye’deki
Selefi teröristleri yetiştirme kampları ABD ve İngiliz medyasında 2014’de tamamen patlayınca,
Erdoğan önce kıvırttı! Erdoğan’e biçilen rol, Türkiye’yi Selefi teröristleri besleyen merkez haline
getirip,3. dünya savaşında yıkmak olduğunu halen anlamadınız mı?

Selefi teröristlerin 3. dünya savaşını başlatma projesi olduğunu en iyi Genelkurmay ve MİT
biliyor. Stratfor, Rusya, hepsi oyunun içindeler. Erdoğan’ın SADAT’ı 28 Şubat 2012’de Selefi
teröristlere askeri eğitim vermeleri için kuruldu. Fuat Avni, kamp adreslerini yazdı, tınmadınız!
2013’de Selefi teröristleri askeri ve ideolojik eğitim kampları Türkiye’de, çoğu askeri üslere
alındı. İstihbarata bakacaksın, haberin yok! El Nusra’nın ilk militanları 2012’de İran’da Cemati
İslami kampları, Lübnan Beka’da Hizbullah kamplarında ÖKK, MOSSADca askeri eğitim
gördü. Selefi teröristlere başta IŞİD ve El Nusra, silahı Rusya, Libya, Sırbistan sattı. Parayı
ödeyen Suudiler, Katar; taşıyan Erdoğan ve MİT oldu.

17
İsmail Hakkı Pekin, Moskova, Şam ve Tahran arasında mekik dokuyup Türkiye’yi Rusya, Çin ve
İran eksenine kaydırdı. Selefilere silah satanlar oysa bu ülkeler. İsmail Hakkı Pekin yalan
söylüyor. Zira Selefi terörüne MİT silah taşırken görevdeydi, MİT’in yüzde 70’ı asker değil mi?
Neden engel olmadın peki? Güç elinde değil miydi? Doğu Perinçek’in ekibindeki emekli paşalar
biz Selefi terörü işine girmedik diyor, ancak görevdeyken vazifenizi yapmamanızın affı var
mıdır? Yoktur. Erdoğan ve Fidan, Selefi terörü üzerinden Yeni Osmanlı bataklığına gömülürken,
TSK, Genelkurmay, 350 Paşa ne yapıyordu diye sormak hakkımız! Ismail Hakki Pekin gibi
Genelkurmay Istihbarat Daire Baskani olsaydim; erdogan ve Fidan selefi teroru businessine
giremezdi. Sen peki ne yaptin? İzledin, öküzün treni izlediği gibi!

Komedi trajedi su: TSK ve Turkiye uzerine Selefi teroru camuru yapismasin diye ugrasiyoruz,
hain ilan edildik! Pasalar gozyumdu; kahraman mi oldu şimdi? Vatan kahramani Ataturkcuyuz
diye Dogu Perincek’in kanatlari altina siginan emekli pasalar temiz degil! Erdogan tuzaga
dussun diye cabaladi! Genelkurmay Istihbarat Daire baskani olmus Ismail Hakki Pekin, erdogan
ve Fidan’in Selefi teroru businessini engeleyecek bir sey yapmamis! Ismail Hakki Pekin’e
soralim: Beyaz Eller sirketi ile Selefi teroristlere silah satan emekli general sizin adaminiz degil
mi? Gayeniz ne idi? Ismail Hakki Pekin, Genelkurmay Istihbarat Daire baskani iken Erdogan ve
MIT’in selefi teroristlere silah yollamasina engel olmadi! Konusma o zaman daha?

Gunah kecisi yapilan cemaat, Erdogan ve AKP’nin tum suclarini ortmek icin bir gulyabanisi
oldu! ancak selefi teroru business ustlerine kaldi. AKPliler Erdogan’in onlari selefi teroristlerle
ayni kampa attigini ve terorist olarak damgaladigini halen kavrayamadi. Kurtuluslari yoktur! Bir
tiyatro ve sahte kahramanin daha sonuna geldik .Gercek kahraman geldiginde kaçacak delik
arayacaklar…. Kemalizm=Dincilik=Köpekcilik ; Resmi ideoloji : Ulusalcılık ve Hitlerizm filleri
Ebrehe ordusunun…

Ruslar, Turkiye’yi isgal etse kurtaricilarimiz geldi sanacak AKP’li cok. Biri abim, kabadayi ya,
gelsinler doveriz diyor! Ozguven patlamasi yaşanıyor! Hitler Erdogan ise demek ki yikmak
istedikleri Almanya’da Turkiye oluyor. Bunu anlamak icin uzay bilimi okumaniza gerek yok,
Naziler yikar! Sufyan Erdogan’in Putin ve Cin ile anlasmasi Avrupalilari korkutuyor!
Erdogan’in bir Hitler projesi oldugunu herkes anlamis, yikim basliyor! Turkiye’de neler oluyor
diye soran iki Irlandaliya durumu ozetledim. Brave heart hemserilerinin agzi acik kaldi. Medya
niye yazmiyor diyor! Iki Irlandaliya 10 dk da herseyi anlattim hemen toplum uyandirma
kampanyasi baslattilar; turklere 4 yildir yaziyorum tik yok, tinan da yok!

Dogu Perincek’i sevenler memnun mu simdi Kemalist Yezidizmden? Sufyan iskencecilerinin


kimlikleri belli. Tipki 12 Eylul iskencecileri gibi! Bu sefer yakayi kolay kurtaramayacaklar!
Yatacak yerleri yok. Sufyan iskencecileri burada Allah yok, Allah biziz diye zulmediyor.
Kiramen katibini unutuyorlar. Allah onlara gosterecek Zul Celali velikram.

ABD’de Pakistanli bir Islam alimi profesor Hizmet’i Yunus Emre’ye benzetiyor; tum divanini
Ingilizce okumus; bu model sizdeyken korkmayiniz! Yunus Emre seviyesinde Hizmet’te
onbinlerce eren var. Mutevazilikten kabiliyetleri gizlenmisti; artik kasmaya gerek yok; kalp
kazanma devri! Yunus Emre devri basladi ve tamir kolay olmayacak. Hocaefendi bu devrin
yasayan Yunus Emresidir. Candarogullari kimdir anlayan anlamistir! Nasreddin Hoca, Esek ve

18
oglu fikrasi gibi olduk! Herkesin lafina bakarsak esegi sirtinda tasirsin! Hoca binsin esege, esek
tarafinda olmayin.

Herkes sevdigi ile beraber hasr olsun, hirsiz hirsizla; terorist katil, canilerle! Hizmet’le hasr
olmak isteyenler parmagini kaldirsinlar! Turkiye’nin bir sihirli degnekle bir anda duzelecegini
bekleyenler kendilerini kandiriyor. Bozulan bir toplum sosyolojisi 25 yilda duzelir! Turkiye’de
bundan sonra sahabe kivaminda talabe yetistirmeyeceklerse dunyada 180 ulkenin insanlari ne
gune duruyor. Hizmet’te serhad yoktur! Islam gunesi ustadin dedigi gibi Bati’dan doguyor;
Sufyan Son Karakolu isgal etti, zulumlerle Hizmet erenlerine bunu idrak ettirmeye yariyor.

Haramilerin attigi her sutu kaleye girmeden cikarmaya gayret ettim. Bir tane bile gol olmadi!
Sampiyonuz diye sevinen soytarilari aldatiyor! Haramiler kibriyle kimseyi begenmiyor, eli
kalem tutan herkesi karaladilar! Hala bunlari okuyup seyreden ve soru soranlara gicik oluyorum.
Yezidler korkaklar, Erdogan’in arkasina saklanmayi birakinda erkekseniz ortaya cikin, herkes
zulumleri yapani tanisin, beddua bosa gitmesin! AKP ve Erdogan coktan tarih oldu. Basortulu
bacilarimiza dokundugu gun lanetlendi ve kalbine muhur basildi. Sevenleri cehennemde sever
artik. Erdogan Puppet show’da 1980’lerde meshur cok konusan bir kurbaga vardi, ona benziyor!
Tiyatroyu oynatan Yezidler maskesini cikarsin artik!

Kac yildir Saldiray Berk, hem Perincek, hem Pakduruni mason ekip, hem Ruslar hem Karadayi
hem Stratfor icin baskan diktator secildi diyorum! Gayretullah’a ne zaman degecek diye Erdogan
ve haramileri dalga geciyorlar! Bulasmadiginiz bir kac kisi kaldi, ha gayret! Ibretlik olacaksin
Pehlivan sehit Abbas’in torununun genetiginde Zulme isyan var.Gurcu Cingenesi Arap Kadri
Erdogan Sufyan olsa ne yazar, topunu topla ve defol git. Yezidler nasil cakma darbe ve suikast
yapalim, hangi masumlar ustune atip Fasizm cadi avi yapalim diye devlet teroru estiriyor!
Susalim mi?!

Cemaate karsi yapilan tam bir zulum. Bazi Emevi valilerinin ehl-i beyte zulumlerinden bu yana
Islam tarihinde boyle bir zulum gorulmemistir. Bu zulme seyirci kalanları, alkış tutanları,
kışkırtma yapanları, gambazlarınları Allah iki cihanda kahru perişan eylesin. Bu derinligin
ideolojisi, dini,mezhebi olmaz…tek istedigi kandır. Ey çaresizler çaresi, kimsesizler kimsesi
Rabbimiz! Üzüntü, keder, şikayet ve kalb kırıklığımızı Sana arz ediyoruz. Receb’in ne olduğunu
3-5 kişi biliyordu ARTIK DÜNYA biliyor. Kaçacak bir DÜNYASI bile yok artık. Kendini
hükümdar zanneden ACİZ BİR ZALiM… Şuan ülkenin fikir ve düşünce çizgisi, Soner Yalçın ve
Cem Küçük gibi iki hastalıklı faşist beyinler zinciri tarafından yoğruluyor.

40 yıldır cemaati korkak pısırık ve light olmakla suçlayanlara sadece acı acı tebessüm edin ve
selam deyip geçin. Halife bozuntunuzun “daha tehlikeli” dediği bu FETÖ nasıl bir örgüt ise o
kadar zulmettiniz size elini değil gözünü bile kaldırmadı? Allah bu zalimlere mühlet verdikçe
günahları katlanıyor, Bunlarda bizlere azap ettikçe günahlarımız dökülüyor.! Kazanan Kim!
Kaybeden Kim! PKK’nın P’sine laf etseniz kafanızda bomba patlıyor. Şu FETÖ dediğiniz örgüte
etmediğiniz zulmü bırakmadınız ama burnunuzu bile kanatmadılar. Sufyan ortaya ciksin diye
sanirim Hocaefendi uzerine uzerine gitti. Gostersin tum zulumlerini curmu ne kadar bakalim!
Müslümanın şerrinden korkulup Cumaya gidilmediği günler… Müslümanın Müslümanı terörist
diye Camiden kovduğu günler. Hey gidi günler!..

19
Biz Anadolunun öz evladıyız, dışardan ithal edilmiş Tufeylilerden değiliz… Cakallar bayram
ediyor! Mesele cemaat meselesi degil. Yigitleri baglarsan cakal dolasir. Anadolu’da hain çok
ama hainin tarifi yok… 80 yıldır ümmet ve millet için dünyasını feda edip 180 ülkeye dağılanlar
hainse vatansever kim? Ey zulme arka çıkan başörtülü bacılar. Hala elleri arkadan kelepçeli
bacının darbe suçlusu olduğunu mu düşünüyorsunuz. 9 aylık hamile kadına mı gücünüz yetiyor?
Kerbela, zulmü kadar zulme sessiz kalanlarıyla da hafızalarda. Kerbela zulmü yaşanıyor. Tarih
Anadoluyu da bu devirden dolayı unutmayacak…

Bu sürecin farkına varılmayan bir tehlikesi de ecdadın karalanması. Nerede küfreden TROL
varsa ya resim ya isim ya notta OSMANLI’yı kullanıyor. 180 ülkede okul açan, 180 ülkede
bayrak çeken, 180 ülkede Türkçe öğreteni 180 ülkeden Türkçe olimpiyatına çocuk getiren
teröristse vatansever kim? Hizmet yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla yargılanıyor F.G
dedikleriyle değil demedikleryle hedef tahtasına konuyor Yani,Suç yok, suçlu var. Dik dur
aslanım, dik dur. Eğilenler, bükülenler, zalim korkusuyla kıvranıp secde edenler, para karşısında
eriyip sürünenler adına da dik dur. Hükümete darbe yalanıyla ülkeye darbe yaptılar. Eyyy millet
uyan gemi batıyor. Okul, yargı, üniversite, askeriye tahrip/felç edildi… Milletle derdi olanlar
devlet(!) adına milletle savaşıyor. Millet farkında değil Kurt gövdenin içinde, hasmını dost
sanıyor…

Hizmet Ahirzaman dirilişinde ashab-ı kehfin izdüşümüdür. Bugünkü hapisleri mağara uykusu
sayın, uyanışları zulmün kalesinin sonu olacak.. Ashab-ı kehf 7 kişiydi. Hizmet Anadolunun 7
bölgesinden dünyanın 7 kıtasına yayıldı. Hz Musa ve Hızır’ın ayak izinde şimdi… Devr-i
Zülkarneyne doğru gidiyor dünya. Zalim zulmedemeyecek ve mazlum mesrur.. Ömrü olan
görecek. Hayal değil, Kehf suresi takvimidir bu! Hizmetin derdi darbe, derdi dünya, derdi güç
olsaydı 180 ülkede okul değil kaleler inşa eder, barış değil savaş metinleri yazardı…
Bediuzzaman davasında Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır
mıydı? Bugünkü zulüm de yeni bir sayhaya gebe…

Hizmeti kötüleyerek iyi olmaya çalışan kötüler var. Bu iftira irtifa kaybedince kötüler daha da
kötüleşecek… İftirayla gelen irtifa(yükselme) ülkede moda oldu. Oysa yükselmenin en alçakçası
başkalarının omuzlarına basarak yükselmektir… Bu süreçte olumsuzluklar ve ümitsizliklere yer
yok. Olumsuzluklardan bahsedenler çağın hatibi olsa harabede baykuşluk yapıyor delmektir.
Ajitasyona gerek yok… Yiğit bazen meydanlık, koç kurbanlıktır. Meydan bazen zafer, bazen
esaret getirir. Hizmetin içinden geçtiği bu devreden yara alıyor olsa da “yiğidin yarası eksik
olmaz” der yola devam ederiz. Umudu azık yapmayana YAZIK… Dökülenler varlığı yokluğu
bir şey ifade etmeyenlerdir. Böylelerin gelişine sevinmeyin, gidişine de üzülmeyin. Arkasına
bakan önünü göremez.

HİZMET 1: Fakir için Kimse Yok Mu, Çocuklar için Okul Gençler için Abi/abla Barış yolcuları
için Diyalog Hizmeti değil umutları yıkıyorsunuz.

2) HİZMET: – Güneydoğu için reçete – İş adamları için dış dünyaya açılan kapı – Gurbetçiler
için liman – milletler için Barış köprüsüydü..

3) HİZMET, – Afrika’da susuzlar için kuyu – Afrika’da açlar için yardım paketi – Afrika’da âmâ
için katarakta gün ışığı Umutları kestiniz…

20
4) HİZMET: -Güneydoğuda sokaktaki çocuklar için okuma salonu -Gençler için gençlik merkezi
-Fakirler için çocuklarn elinden tutan yed-i emin.

5) HİZMET: -Radikal dini gruplara panzehir -Mutaassıb gruplara denge -Laiklere köprü -Dinde
laubalilere vakar ve ciddiyetti Yazık ettiniz…

6) Sözün özü: Cübbeli cübbesiz, sarıklı sarıksız,nurlu nursuz anlamasa da HİZMET Anadolu ve
Dunya için talih kuşuydu Talihsizler idrak edemedi.

Soru şu: Devrilmesini istediğiniz Esad mültecilerle birlikte topraklarımıza kaç adamını soktu?
Midyat kampı gibi kamplarda kaç Esadçı var… Ortadoğu bir arı kovanı, Çomak sokmaya
gelmez. Batı yıllardır çomak sokarken Turkiye o kovana kendisi girdi. Ey korkaklar, malınıza el
koyarlar korkusuyla hizmete düşman, zalime de dost olunmaz… Mahşer var, Hesap var Sırat var
Mizan var ALLAH var. Selefi terorune Erdogan ve Fidan’in destegine bunca yil ses cikartmayan
Pasalar bunun vebalini goruyor mu! Bu camuru yapistirdilar ulkemize! Genelkurmay Istihbarat
Daire baskani iken Selefi terorune uyuyan adam perincek’in ekibinde kahraman takiliyor.
Yerseniz! İsmail Hakkı Pekin: Türkiye-Suriye görüşmelerine aracılık ettim diyor.

Siyasi Islamci fahiselerin ulkemize layik gordugu hastalikli seriat demek ki diktatorlukmus! Bu
devrimlerine karsiyiz diye hain olduk canlar. Bundan sonra bu gidisle Turkiye’de secim olmaz! 1
Kasim’da sahteydi! Milletvekili secimi Saray’da yapilir; sozde muhalefet kemike razi olur!
Cemaat CHP ile ittifak halinde dediler, simdi tersini soyluyorlar! CHP liderini Kendileri koyuyor
hem de darbe anayasisı yazmis bir sulaleleye hemde. Metin Feyzioglu, Erdogan’a biat ettigine
gore CHP liderligini kapti! Cakma Suikast ile Erdogan Gandi Kemale koyune don ihtiyar diyor
galiba! Turkiye iletisime kapatildi; gerçekler mefta! AKPliler Ninovalilar gibi felaket baslayinca
Yunus as mi cok ararlar! Bakın haramiler neleri sattı yabancılara, bir de Atatürk’ü de
beğenmezler, onun kurduklarını peşkeş çektiler, satıldıkları Rothschild ailesine ve uzantılarına.

HAZAR MUSEVİSİ VE PAKRODUNİ ŞEREFSİZ PERİNÇEKCİ GLADYO ELEMANI


TARİHİ EN ALTTA ÇARPITMIŞ YAZMIŞ… YUKARIDAKİ VİDEOYU DİNLEYİN VE
MÜLAKATIMI OKUYUN. Hazar’ın Kurtlar Vadisi kitabında gerçek tarih detaylı var. İlk

Muhacirler kitabım yayınlanabilse idi bu şerefsizlere meydan kalmazdı.

Bakü’ye 4 yıl boyunca ayak basmayan Elçibey, daha sonra başkente döndüğünde Aliyev’e karşı
muhalefet etti. Hastalığından dolayı sık sık Türkiye’ye gelen Elçibey, 22 Ağustos 2000’de 62
yaşında prostat kanseri nedeniyle Ankara’da yaşamını yitirmiştir.

Elçibey ölmeden önceki son röportajında da “Türkiye ile Azerbaycan birleşmelidir” dedi.

Elçibey’in vefatından önce yaptığı son röportajda her zamanki açık üslubunu sürdürdü.
Azerbaycan Türkiye ile birleşmeli midir?” sorusunu şöyle cevaplamıştır:

“Türkiye ve Azerbaycan’ın sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri gerekiyor,


Türkiye ile Azerbaycan birleşmelidir.”

21
Ebulfez Elçibey: Türkiye ile birleşmeliyiz

Ölmeden kısa süre önce son röportajını ZAMAN’dan Faruk Arslan’a veren Ebulfez Elçibey,
yine dobra dobra konuştu.

Azerbaycan’ın eski Cumhurbaşkanı ve Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) GenelBaşkanı


Ebulfez Elçibey Zaman’a verdiği son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki gelişmeleri
değerlendirdi. ‘Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.’ diyerek, her zamanki açık üslubunu
sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan’ın sınırları kaldırarak konfederasyona gitmeleri
gerektiğini söyledi. Bu röportaj tarihidir ve geride kalıcı iz bırakmıştır.

Azerbaycan Halk Cephesi liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacınaulaştı,
önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı; aynı çizgideki bu partilerneden
birleşemiyor?

Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya
toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı kazandıktan sonra devlet
kurmak için iktidar olmak gerekliydi. Halk Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin
vermezdim. O zaman yine Komünist Parti’nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam
ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle bakıyor? Aynı çizgide
birçok partinin çıkması, bunların birbiri arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir.
ABD’deesasen 30’a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya’da da 6’dan fazla Komünist
partivar; niye birleşmiyorlar? Kim bilir, Azerbaycan’da da zaman gelecek iki parti
kalacak.Toplumun tabii akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler
çıkarır.

22
Bu fotoğrafın çekiliş tarihi ise farklı. Ocak 1998’de AHCP Merkezinde Elçibey’in odasında
çekildi. Elçibey, 1998’de cumhurbaşkanlığı adayı idi. Son anda boykot edip çekildi. Elçibey’i
çekilmesi için ikna eden isimdim…

İktidarınızın kısa sürmesini nasıl izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz yıkılırken
neden arkanızda değildi?

Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus askerini Azerbaycan’dan çıkardığım gün arkadaşlarımadedim


ki, benim artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB’si bizi yıktı. Rus ve İranistihbaratı
ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı. Azerbaycan’dan Rus askerini kovmaya
muvaffak oldum. Evet, kovdum onları, ‘çık git’ dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı.Kafkasya’da
Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi. Gence’de hava komando tugayı vardı ki, bir günde
Azerbaycan’ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de
görelim. Çıkmıyorlar. Ne Gürcistan’dan ne Tacikistan’dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu
karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60’ı Rus’tu, Bunların içinde birbiri ile
geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan’da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi
Türkiye’de casusluk yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, Anadolu’da türlü türlü işler görüyorlardı.
Rus askerini göndermekle Türkiye’yi de kurtardık.

Gence isyanını bastırmak yerine neden Keleki’ye, köyünüze gittiniz; Türkiye neden sizi
desteklemedi?

23
İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü’ye yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim için
Keleki’ye gittim. Hüseynov, Karabağ’da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı, askeri çevrelerin
telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim. Keleki’den iki gün önce Ankara’da ağırlandığım
yalandır; bir ay sonra Türkiye’den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir halk,
mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye’nin başını niye buraya sokalım ki? Türkiye, diplomatik
açıdan bizi desteklesin sağol deriz. Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir;yeterli
ifadesinin sınırı yoktur.

Azerbaycan halen Rus tehdidi altında bulunuyor. Bakü-Ceyhan projesi bu riski artırıyor.
Azerbaycan ile Türkiye arasında nasıl bir ilişki hayal ediyorsunuz?

Bir kere Türkiye ile Azerbaycan arasında vize olmasını kabul edemiyorum. Vize kalkmalı. İki
tarafta da çıkartılan bürokratik engeller nedeniyle ilişkilerimiz istediğimiz noktada değil.Türkiye
ile Azerbaycan konfederasyona gitmeli, birleşmeli. Sınırları kaldırmalıyız. İki ülkenin
vatandaşları serbestçe çalışabilmeli. Bakü-Ceyhan hattının yapılmasını Rusya hazmedemiyor.
Azerbaycan’ın petrolü var, dışarı satamıyor. Biz kardeş Türkiye ile petrolümüzü paylaşmak
isteriz. Türkiye ve Azerbaycan arasında askeri işbirliği Rusya ileErmenistan arasında olan
seviyeye çıkartılmalı. Saldırmazlık anlaşması, Rusya’nın Azerbaycan’a müdahale imkanlarını
ortadan kaldırır. TSK ve NATO Azerbaycan’da askeri üslerini kurmalı. Azerbaycan NATO
üyesi olmalı. Azeri ordusu en modern silahlarla donatılmalı. İki ülkenin halkı birdir, aynı duygu
ve düşüncelere sahiptir. Türkiye’yi vatanım kabul ediyorum. Ben Atatürk’ün askeriyim.

Karabağ sorununa nasıl çözüm bulunabilir?

Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT, yıllardır diplomatik oyunlarla bizioyalıyor.
Kadim toprağımız Karabağ’ın masada satılmasına gözyummayız. Bunun için 239 teşkilatı
birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi’ni kurduk. Bunun amacı halkımızı psikolojik olarak
muhtemel bir savaşa hazırlamaktır, siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya’da ikinci Ermeni devleti
kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya’nın oyuncağı, maşası. Dünyada bir milletin yan
yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu oyun tutmayacak. Ermenilere, Karabağ’da ancak
kültürel özerklik verilebilir.

Son dönemlerde İran’daki Azeri Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız? İran, 21.yüzyılda
nasıl bir değişim geçirecek?

Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan 40 milyon Azeri Türkü’nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne
BM’de ne de İKÖ’de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya
çalışıyoruz.Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir. Asimilasyon politikalarına
rağmen İran’daki Türkler, Türklük şuurunu yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu
entelektüel 4 milyon Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran’da bir grup kültürel özerklikten yana.
Bir kısmı ise bağımsızlık istiyor. Güney Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı
biçimde bastırıldı. İran’da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl çöktüyse insan fıtratı ile
uyuşmayan bu baskı rejimi de son bulacaktır. ABD de İran’daki rejimi yıkmak değil

24
yumuşatmak, liberalleştirmek istiyor. İranlılar da demokratik dünyanın dışında
kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği dağılacak dediğimde bana deli gözüyle
bakıyorlardı. Şimdi de İran’daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik haklarını elde
edecekler diyorum. Röportajın taşrada yayınlanani daha sonra şehir baskısından çıkartılan sorusu
şuydu:

Fethullah Gülen’in açılmasına vesile olduğu okulları, size dönemin cumhurbaşkanıTurgıt


Özal’dan gelen tavsiye mektubu ve Gülen’i devrin Mevlana’sı olarak nitelemesine rağmen izin
vermediniz? Pişman mısınız?

Evet. Yaptığım en büyük hatalardan biriydi. O dönemde Türk Dışişleri’nden, Türk bozkurtları
ve milliyetçi çevrelerden Gülen cemaatı ve Türk okullaraı ile ilgili hep oluımsuzresmi mektuplar
geldi veya sözlü olarak olumsuz görüş bildirildi. Radikal dinci oldukları konusunda beni
inandırdılar. Sadece Özal kefil oldu. Ben de çok şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim. Türk
okullarında İngilizce öğretilmesine kızdım. Daha sonra Keleki’de geçen dörtyılımda kendimle
hesaplaştım ve STV’de Kürsüden Gönüllere programında sürekli FethullahGülen’in sohbetlerini
dinledim. Çok tevbe ettim ve hakkını helakl etmesini diledim. Bugün 35 ülkede 50 bin Türk
olmayan yabancı öğrenciye Türk okullarında Türkçe öğretiliyor. Özellikle Ayna programında
bunları görünce gözyaşlarımı tutamıyorum, ağlıyorum. Bu kadar insana Türkçe öğretilmesine
vesile olan bir insanın sadece eli değil ayakları da öpülür. Başbakan Bülent Ecevit, benim gibi iyi
bir Atatürkçü ve Türk milliyetçisidir. Onun Gülen’i savunan ve öven açıklamasını duyunca artık
emin oldum. Gülen’i övmek Fethullahçılıksa Ecevit’de Fethullahçıdır. Yazın bende övüyorum ve
sonuna kadar Gülen’i ve Türk okullarını savunuyorum, o halde ben de Fethullahçıyım. Böyle
saçma yaftalama olmaz, olmamalı.

ELÇİBEY NEREDEN KOŞUYORDU?

Elçibey 24 Haziran 1938 yılında Nahcivan’ın Keleki kasabasında dünyaya


gelmiştir.Azerbayacan bağımsızlık hareketinin öncüsü ve sembollerinden olan Elçibey
yaşadığıdönemde bir çok işkenceye maruz kalmış, bir çok kez ölümden dönmüştür. 1970 li
yıllardaSovyet işgali altında olan Azerbaycan topraklarının bağımsızlığı için mücadeleye başladı
veilk kez 1976 yılında KGB tarafından Sovyetlerin aleyhinde propoganda yaptığı gerekçesi
ilegöz altına alındı ve şartlı olarak geri salındı. Bu şart hiç şüphesiz ki onun ideallerinden
ve bağımsızlık uğruna verdiği mücadelesinden feragat etmesinden başka bir şey değildi. Ve
hiçşüphesizki reddilecek ve bu reddin sonucu sonu bağımsızlıkla noktalanacak büyük ve çile
bir yolcuğun başlangıcı olacaktı. Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı
veAzerbaycan Halk Cephesinin başkanlığınıda yapmıştır. Cumhurbaşkanlığı görevini
isezamanında ordu daki görevleri ve Karabağ savaşında gösterdiği başarıdan dolayı
ödüllendirdiği Suret Hüseyinov un Rusların desteği ile yapılan darbe sonrasında ülkeyi içsavaşa
sürükletmemek için bırakmıştır. O’nda milletini zora sokmamak ve yeni kazanılan bağımsızlığı
kaybetmemek için gösterdiği bu örnek davranış iktidar hırsı ve koltuk sevdası ileoturduğu yerden
kalkmak istemeyen kişilere örnek temsil eder mi bilemeyiz fakat bu davranış büyük bir onur

25
timsalidir. Dava adamları hayatlarını sadece ve sadece ideolojilerine adar,Elçibey de aynen bir
dava adamına yakışan bir şekilde tüm hayatını davasına adamış, bağımsız bir Azerbaycan için
uzun yıllar mücadele vermiş ve her dava adamı gibi başarıyaulaşmış bir liderdi. O, mücadelesine
Sovyetlerin güçlü olduğu henüz çok fazla kankaybetmediği 1970 lı yıllar da başlamıştı. Bütün
yıldırma çabaları, göz altılar, suikastler vetehditlere rağmen hiç bir şey O’nu inandığı değerler
uğrunda savaşmaktan vazgeçirtemedi,alıkoyamadı. Hiç bir güç O’nun sahip olduğu değerler
kadar güçlü olmadığı için onu aslayenmeye muktedir olamadı. 1976 yılında Sovyetler aleyhinde
propoganda yapmaktan hapseatılan Elçibey 1978 de şartlı olarak serbest bırakıldığında dışarı
bırakılmasının bir şartı olanalehte propoganda yapmamayı bir kenara bırakarak verdiği
mücadelesine kaldığı yerdendevam etti. 1989 yılına gelindiğinde ise yarı legal olarak tanınan
AHCP nin lideri olarak göreve başladı. Kısa süre sonra güç kazanan Azerbaycan Halk Cephesi
Partisi artık hükümettarafından resmen tanındı. AHCP nin ve Elçibey in ilk büyük eylemi ise 30
Aralık ta Nahcivan ve Astradan katılan onbinlerce kişi ile yapılan “Yaşasın Büyük Azerbayca,
YaşasınTebriz-Bakü” sloganları ile sınıra dayandığı gösteri yürüşü olmuştur. Ne İran
askerlerininnede Rus askerlerinin savaşmayı göze alamadığı bu bağımsızlık yürüyüşü Güney ile
KuzeyAzerbaycan’ı bir birinden ayıran tellerin “Yaşasın Birleşmiş Azerbaycan” sloganları
ile parçalanması ile nihai hedefine ulaşmıştı. 1990 yıllara gelindiğinde ise bütün bir pislik
yığınıolan rejimini ayakta tutmak uğruna dünyaya barış ve kardeşlik naraları çeken
Sovyetrejiminin o dönemki Başkanı Mihail Gorbaçov; Azerbaycan Türklerine başka bir şeyi
revagörmekteydi. Reva gördükleri şey elbette ki kızıl ordu, kan ve dehşetti. 19 Ocağı 20
Ocağa bağlayan gece Sovyetlerin son artıkları olan Kızıl Ordu bundan tam 70 yıl önce
bağımsızlığınıgaspetmek için girdiği Baküye tekrardan bağımsızlığını almak için girmişti. Aynen
70 yılöncesinde olduğu gibi şavaş için çıplak bedeninden başka bir silahı olmayan nice
canlar devrildi; Azadlık meydanına akan milyonlarca insan her insan için en değerli varlığı
olancanlarını Rus tanklarını önüne sermekten biran dahi olsa çekinmedirler. Ve tam 130
cantankların altında bağımsızlık uğruna şehit oldu. Ama bu sefer 70 yıl önceki gibi olmadı
işler.Verilen canların diyeti Bağımsızlıktı artık, esaret değil! Bu olay üzerine Elçibey ve
AHCP(Azerbaycan Halk Cephesi Partisi) bir süreliğine yer altına çekildi. Fakat bir süre
sonraElçibey yeniden sahneye çıkacak ve Mehmed Emin Resulzadenin şu sözlerini 72 yıl
sonratekrar edecekti. “Bir kere yükselen bayrak bir daha inez!” Ve nitekim de öyle olacaktı.
Artık Azerbaycan bayrağında orak çekiç kullanılmayacaktı. Azerbaycan Türkü artık Azeri
değilAzerbaycan Türkü olduğunu ve bağımsız yaşayacaklarını dile getirecekti.
Dünyadamilletlerin bağımsızlığını kardeşlik, eşitlik ve birlikte yaşama vaadeleri ile gaspeden ve
zamaniçerisinde komünistlikten çok bir Rus emparyalizmine dönüşen dünyanın en berbat
sistemiartık çökmeye başlamıştı. Dünya bu çöküşü kutlamaya hazırlanır iken esaret altında
olanmilletler bağımsızlık için son hazırlıklarını yapmakta ve büyük bir mücadele
vermekteydi.Azerbaycan’da bu mücadelenin başını çeken Elçibey artık son hazırlıklarını
yapmakta idi. 23Ağustos ta Bakü’de yaptığı mitingte artık Komünist Partinin lağvedilmesinin ve
Rusaskerlerinin tamamen Azerbaycan topraklarından çekilmesi gerektiğini vurgulamıştı. O
günher zaman olduğu gibi Sovyet KGB si yine iş başında idi, bu konuşması üzerine sivil

26
giyimliKGB ajanları tarafından öldüresiye dövülmesi onu daha da kinlendirmiş ve bağımsızlık
içindaha istekli ve biran önce harekete geçmesini sağlamıştı. Artık Azerbaycan Türkleride
YüceBaşbuğumuzun şu sözler ile ifade ettiği “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile dönülmez bir
yolagirmişti. 14 Eylül 1991 de komünist parti kongresinde partinin lağvedilmesi tartışıla
dursunHalk artık Elçibeyin uyarısı ile sokaklara döküldü ve Meclisi kuşattılar. Artık beklenen
gerçekleşmiş ve Azerbaycan 18 Ekim 1991 de bağımsızlığını ilan etmişti. Şimdi sıra
asıl bağımsızlıktaydı; “Hukuki yönden bağımsızlığımızı kazandık. Bundan sonraki
mücadelemizgerçek bağımsızlıktır” diyerek Elçibey Azerbaycan’a yakışan bağımsızlığın ne
olduğunugayet iyi bir şekilde vuruglamıştı. Azerbaycan da kalan son Rus askerlerininde
çekilmesi ileAzerbaycan bağımsızlığına kavuşmuştu, inançlı ve azimli Elçibey girdiği bu
mücadelen büyük bir zafer ile ayrılmıştı.Onun hayatı boyunca 3 temel hedefi vardı. Bunlardan
Birincisi: Bağımsız Azerbaycan,ikincisi: İranda ki 30 milyon Azerbaycan Türkünün yaşadığı
Güney Azerbayca’la KuzeyAzerbaycan’ın birleşmesi, üçünücüsü ise Öncelikle Azerbaycan ile
Türkiyenin dahasonrasında ise tüm Türk Devletlerinin birleşmesi idi.Elçibey’in en önemli
özellkilerinden biride onda olan büyük Atatürk sevgisidir. Öyledir kiAtatürk hakkında ve Atatürk
tarafından yazılmış tüm eserleri okumuştur. Ünlü Bakümitinginde sağ elini havaya kaldırarak
“Men Atatürk’ün Esgeriyem” diyerek hitap ettiğikitleyi çoşturmuş ve kendisinde olan Atatürk
sevgisini en güzel şekli ile ifade etmiştir.Yine onda olan Atatürk sevgisine görmek için KGB
tarafından maruz kaldığı bir işkencedenduyduğu acıyı şu şekilde belirtmiştir kardeşine.“Çok
işkence gördüm, çok çektirdiler hiç birisine yanmamda, bir Atatürk rozetim vardıyakamda onu
aldılar ya elimden hala için yanar.”Melankolik ve sevecen bakışlarında her Türk gencinin
yüreğini ısıtan ve her gence bir ufuk çizen unutulmaz bir liderdi. Kendi adıma belirtmem gerek
ise kendi dönemimde gördüğüm ve bir çok otorite tarafından da onaylandığı üzere son yılların en
büyük Türk devlet adamı idi.Görüşlerinin hiç birinde yanılmamıştı. Görüşleri büyük bir ülkünün
vazgeçilmez bir parçıolsada her zaman sukunet ile diğmalar vuku bularak sistemli bir şekilde
gerçeleşebilecek düşüncelerdi.Türk dünyasının ve özellikle Azerbaycan ile Türkiye’nin
birleşmesi konusunda gösterdiği tümçabalara rağmen Türkiye nin ona kayıtsız kalması onu hiç
bir zaman öz kardeşlerine karşı bir darılmaya itmedi. Hatta öyle ki Ermeniler Karabağ’ı işgal
ettiğinde Türkiye’den yardımistediğinde dönemin Cumhurbaşkanı olacak zatın şu yobazlık ve
ümmetcilikle dolu olan“Onlar şii biz sünniyiz, gitsin İran’dan yardım istesinler” gibi gayet
terbiyesiz ve küstahcevabına bile darılmamıştı. Çünkü bu sözleri sarfeden kişinin Türk milletini
temsil etmediğiniçok iyi bilmekte idi.O’nun Azerbaycan ve Türkiye birleşmesi için sarfettiği
çabalar ve söylemler ancak vizyonugeniş bir liderin ön görebileceği fikirlerdi. Malesef aynı
dönemlerde bir Elçibey in daha bulunamamış olması geniş vizyonunun tam anlaşılamaması ve
bazıları tarafından hep yanlışanlaşılmasına sebep olmuştu. Darbeden sonra döndüğü Keleki
kasabasında sonu bir çok cefakar Türk liderinin ve kahramanın olduğu gibi yokluklar içerisinde
geçti. Azerbaycan gibi petrol zengini bir ülkenin eski Cumhurbaşkanı Keleki’deki evinde büyük
yoklular içerisindeyaşamakta idi. Bu yokluklar ileride onun hayatına malolacak bir çok
hastalığında başlangıcıolacaktı. Prostat tümörü ve sağlıksız beslenmeye dayalı olarak
metabolizma sorunları nedeniile önce Ankara Hastanesine arkasından da hastalığının ilerlemesi

27
nedeni ile GATA yakaldırıldı. GATA da kaldığı sürece durumu düzelmişti fakat nefes darlığı,
akciğer sorunları ve prostat kanseri belasına dayanması yıllardır zorluklarla mücadele eden
Elçibey için çok dahazordu. Ve o gün yani bundan 5 yıl önce 22 Ağustos 1990 da hayata
gözlerini yumdu. Tarihvizyonu geniş son Türk liderinide bir ulusun bağrını yakarak böyle almıştı
elinden.Ölümünden sonra Bakü’deki mütevazi evini ziyarete gidenler, derme çatma eşyaların
yanındasahip olduğu tek lacivert takım elbiseyide buldurlar, üzerinden hiç çıkarılmayan
Atatürk rozeti ile birlikte. Elçibey büyük bir petrol savaşının içine düşmüştü.
Anlatayım:Rusya’da Boris Yeltsin’in devlet başkanı olduğu 1991’de Halk Cephesi’nde de
ilk çatlaklar belirdi. Moskova’da hapis yattığı sıralarda Rus yanlısı olduğu söylenen
İtibar Memedov ve Rahim Gaziyev, Elçibey karşısında bir grup oluşturdu. Memedov, ‘Milli
İstiklal Partisi’ni kurdu. Elçibey ise dikkatini bir yandan Rus askerlerinden kurtulmaya diğer
yandanda işgal altındaki Karabağ’da verilecek savaşa odaklamıştı. 23 Ağustos’ta Bakü’de
düzenlenenmitingde komünist partisinin lağvedilmesini isteyen konuşmasını yaptığında, sivil
giyimliKGB ajanları tarafından feci şekilde dövüldü. Azerbaycan ise artık geri dönülmez bir
noktayagelmişti. Komünist Partisi, 14 Eylül’deki kongrede lağvedilmeyi tartışıldı. Elçibey’in
çağrısınauyan 100 binin üzerinde Azeri meclisi kuşatınca beklenen oldu. Bağımsızlık ilan edildi.
Elçibey ise 100 binden fazla Azeri’ye, “Hukuki yönden bağımsızlığımızı kazandık. Bundan
sonraki mücadelemiz gerçek bağımsızlıktır” dedi. Ve 18 Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan eden
Azerbaycan, 29 Aralık’ta halkın yüzde 98’inin oyuyla bağımsızlığa evet dedi. Bu sırada
gerçekleşen ve tarihe ‘Hocalı katliamı’ olarak geçen olay ise Muttalibov’un sonunu getirdi. Rus
destekli Ermeni güçlerinin 10 bin nüfuslu Hocalı kentine yaptığı saldırıdan sadece 1000 kişi
kaçabildi. Katliamın ardından adres yine meclisti. Üç gün süren bekleyişin ardından Muttalibov
istifa etti, yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık cumhurbaşkanlığı seçimikaçınılmazdı.
Elçibey’in bu görevde gözü yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine’evet’ dedi.
Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan ise Moskovave Tahran’dı.
İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs’ta meclistetoplanan ve Halk
Cephesi milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov’unsorumlu
tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti. Elçibey’e yine meydanlaraçıkmak
düşmüştü. 200 bine yakın Azeri, meclise yürüdü. Muttalibov ve arkadaşları bir Rusaskeri
uçağıyla Moskova’ya kaçtı. Ve 7 Haziran 1992’de Elçibey oyların yüzde 59.4’ünüalarak devlet
başkanı seçildi. Elçibey ilk iş olarak milli ordu oluşturmak için kolları sıvadı.Ancak Karabağ’da
savaşan Azeri birlikleri ‘nedense bir birlik’ sergileyemiyordu. Azerigüçlerine verilen karşı atak
emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev’in ‘geri çekil’ emriylesabote ediliyordu. Ermeniler
Kelbecer ve Ağdam’a da girdi. Elçibey’in Türkiye’nin yardımıylakurduğu milli ordu başarılı
olamamıştı. Eylül 1992’de cephe ziyaretlerinden birinde Elçibey’ekarşı bu kez suikast
düzenlendi. Ama sonuç alınamadı.Yabancı petrol şirketleri 1990-1993 arasında Azerbaycan’a
yatırım yapmaktan, riskeatılmaktan çekindi. Böylelikle petrol sanayisindeki kriz derinleşti.
Büyük ümit beslenen petrolsanayisi kötü durumda iken Ermeni işgalinin getirdiği olumsuzluklar,
iç savaş, hakimiyetmücadeleleri, silahlı grupların ülkeyi kasıp kavurması da eklenince yabancı
petrolşirketlerinin çekinik tutumları uzun sürdü. Amoco, Pennzoil, BP gibi petrol

28
şirketleriincelemelerine 1990 yılından başlamıştı, ancak gözlem yapıyor, yatırımı sürekli
erteliyorlardı.7 Haziran 1992’de cumhurbaşkanlığına seçilen Ebulfeyz Elçibey ve Başbakan
PenahHüseynov ile petrol şirketleri Mega Proje için ön çalışmalara başladı. Ancak 1992-1993
yıllarıarasında Halk Cephesi hakimiyeti döneminde de istikrarsızlık sürdü. Elçibey’in Rus
karşıtı politikası petrol şirketlerince endişe ile izleniyor, akılcı bulunmuyordu. Elçibey gelir
gelmezRusya ve İran’ı düşman diye kategorize etmiş, ” Tüm Özbekler koyundur ” ifadesine
kızanÖzbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, Azerbaycan’la tüm diplomatik ilişkisini
kesmiş,uçak seferlerini kaldırmıştı. Elçibey, politikacı değil, bir öğretmen ve bir ideologdu.
Zamanonun hiç bir zaman siyasetçi olamayacağını gösterecekti.Vali tayin ettiği insanlar içinde
hiç bir tahsili olmayan çoban, devlet yönetmeyi bilmeyen beden öğretmenleri, hatta dağdan
getirdiği çobanlar bile vardı. Komünist damgasıyemiş herkesi hükümetdışı bırakmıştı. Daha önce
Sovyet döneminde kendi eliyle kadroyetiştirmediği için etrafını çıkar düşkünü insanlar
çevirmişti. Elçibey dürüst, insani ve saf tavırları ile belirli çevrelerde sempati de topluyordu.
Ancak Rusya’nın tamamen Hazar’dandışlanmasına Batılı şirketlerde karşıydı. Ayrıca Halk
Cephesi döneminde de rüşvet almış başını yürümüştü. Ceplerini Sovyet döneminde gizlice
doldurmuş Komünistleri safdışı bırakan Elçibey, cepleri boş çobanları, elektirikçileri,
öğretmenleri vali yaparak aç insanlarıfakir insanların üzerine farkında olmadan salmıştı. Elçibey,
herkesi kendisi gibi sanıyordu..Halk içten içe kaynıyordu. Sovyet dönemi aranır olmuştu.

Ankara’da hayatını kaybeden ve ömrünü milleti için çalışarak geçiren Azerbaycan’ın eski
Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’i vefatının 18. yılında saygıyla anıyoruz.

Azerbaycan ile Türkiye’nin birleşmesini savunan, işgal altındaki Türk topraklarını birleştirme
ülküsüne hayatını adayan lider Elçibey’in ölümünün üzerinden 17 yıl geçti. Nahçıvan’da
dünyaya geldi

29
Atatürk’ün yaşamını yitirdiği 1938 yılında Nahçıvan’da dünyaya gelen Ebulfez Elçibey’in babası
İran Azerbaycan’ından Kadirkulu Bey annesi ise Anadolu’dan Nahçıvan’a göçen Mehrinisa
Hanım’dır. Azerbaycan Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü’nde Arapça okumuş, yurt
dışında Azer tercüman olarak görev yapmıştır.

Kırktan fazla kitap yazdı.

Öğrencilik yıllarından beri ülkesini seven, işgalcileri reddeden ecdadını bilen biri olarak öne
çıktı. Kırkın üzerinde edebiyattan tarihe birçok kitap yazdı. Kendisini “Ben Atatürk’ün
esgeriyim” şeklinde ifa etmiş, Kuzey ve şimdiki İran topraklarında bulunan Güney
Azerbaycan’ın birleşmesi gerektiğini dile getirmiştir.

Türkiye ile birleşmek istedi.

Azerbaycan’ın Sovyetler Birliği’nden ayrılması gerektiğini söylemiş, Sovyetler Birliği


dağıldıktan sonra Azerbaycan’ın ikinci cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Türkiye ile gönül
bağını her Türkiye ziyaretinde birleşmekten bahsederek gösterdi. Ancak ülkesinde çatışmalar
durmamıştı. Belki de en büyük yanlışı bu olmuştu.

Rus askerlerini Bakü’den çıkardı.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rus askerini Azerbaycan’dan çıkardığını Elçibey kendi
sözleriyle şöyle ifade etmiştir:

“Rus askerlerini çıkardığım gün arkadaşlarıma dedim ki, benim artık iktidarda kalacağıma
inanmayın. Rus KGB’si bizi yıktı. Rus ve İran istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık

30
bütçeleri vardı. Azerbaycan’dan Rus askerini kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum onları,
‘çık git’ dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı. Kafkasya’da Bakü, Rus askerî üslerinin
merkeziydi. Gence’de hava komando tugayı vardı ki, bir günde Azerbaycan’ı işgal edebilirdi.
Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne
Gürcistan’dan ne Tacikistan’dan. Bunun sistemi var. Rus ordusu karışık milletlerden oluşmuştu.
Ordunun yüzde 60’ı Rus’tu, Bunların içinde birbiri ile geçinemeyen Ukraynalılar da vardı.
Nahcivan’da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi Türkiye’de casusluk yapmaktı.
Operasyonlar yapıyor, Anadolu’da türlü türlü işler görüyorlardı. Rus askerini göndermekle
Türkiye’yi de kurtardık.”

En yakınındaki komutanını görevden aldı, isyan hareketi başladı.

Azerbaycan’daki çatışmaları durdurmadan birleşme söylemleri Rus lobilerini kızdırmış ve ona


karşı hain planların kurulmasına neden olmuştur. Elçibey’in Savunma Bakanı ve cephe komutanı
Suret Hüseyinov’u görevden alması ile kutuplaşma daha da artmış, Hüseyinov Elçibey’e karşı
isyan bayrağı açmıştır.

‘Darbe girişimine’ maruz kaldı.

Elçibey’in en büyük hatasının Hüseyinov cephesine karşı Nahcivan Özerk Cumhuriyeti’ndeki


Haydar Aliyev’i Bakü’ye davet etti. Daha sonra Aliyev Elçibey’e karşı Hüseyinov’a destek
verdi. İç çatışmanın artma ihtimaline karşı doğduğu topraklara dönen Elçibey’e karşı ‘darbe
girişimi’ yaşandığı söylenir. Çünkü Aliyev kendisini Cumhurbaşkanı seçtirecek, isyan hareketini
başlatan Hüseyinov’u da Başbakan olarak getirecektir.

Otoritesini kuramadı.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra otoritesini kuramadan Türkiye ile birleşme hayallerini dile
getirmiş, askerler arasında çok sevilen Hüseyinov’u görevden almış ve halkın sevdiği Aliyev ile
ayrıntıları konuşmadan Bakü’ye çağırmıştır. Tarihçiler Elçibey’in en büyük hatasının da bu
olduğunu söyler.

4 yıl sonra Bakü’ye döndü ve 2000 yılında Ankara’da hayatını kaybetti.

Bakü’ye 4 yıl boyunca ayak basmayan Elçibey, daha sonra başkente döndüğünde Aliyev’e karşı
muhalefet etti. Hastalığından dolayı sık sık Türkiye’ye gelen Elçibey, 22 Ağustos 2000’de 62
yaşında prostat kanseri nedeniyle Ankara’da yaşamını yitirmiştir.

HAZAR MUSEVİSİ VE PAKRODUNİ ŞEREFSİZ PERİNÇEKCİ GLADYO ELEMANI


TARİHİ BÖYLE YAZMIŞ… YUKARIDAKİ VİDEOYU DİNLEYİN VE MÜLAKATIMI
OKUYUN. Hazar’ın Kurtlar Vadisi kitabında gerçek tarih detaylı var. İlk Muhacirler kitabım
yayınlanabilse idi bu şerefsizlere meydan kalmazdı.

31
Faruk Arslan hep zamanında ve doğruları yazdı, işte baska bir örnek:

Özal’ı öldüren konsorsiyum ve Elçibey’in itirafı!

Kaynak: https://kilimdergisi.wordpress.com/2012/06/16/faruk-arslan/

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla Özal’ın ölümünü araştıran Devlet Denetleme


Kurulu (DDK), şüpheli ölüm ile ilgili kuşkuları artırdı. Özal ailesi yıllardır, Özal’ın zehirlenerek
öldürüldüğünü savunuyor. Bu tezi Türk medyasında ilk defa gündeme getiren ve Hazar’ın
Kurtlar Vadisi kitabıma delillerimi alan bir gazeteci olarak bir kaç söz söylemeye sanırım
hakkım var.

Kalp yetmezliği denilerek üstü örtülen suikastı nasıl ve ne zaman duymuştum? Şehit
cumhurbaşkanımız Özal, ölmeden hemen önce, yani 13 ile 15 Nisan 1993’de Bakü’deydi.
Gülistan sarayında merhum Azeri cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey tarafından onuruna verilen
yemekte henüz acemi muhabirdim ve kapıda bekliyordum. Özal’ın Orta Asya gezisi çok yorucu
geçmişti. Aslında bu son gezisinin onun ölüm gezisi olduğunu Özal biliyordu.

Gülistan sarayındaki yemekte Özal, “Azerbaycan’da açılan Türk okullarına ben kefilim, bu
okulların fikir mimarı Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’nin yaşayan Mevlana’sıdır” dedi. Bu
ifadelerden Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi Altan Karamanoğlu memnun olmamıştı. Elçibey
ondan aldığı cesaretle elindeki kanyak dolu bardağı gösterip, “içki içerken şimdi molla’dan
konuşmanın zamanı mı?” diye çıkıştı. Duymamazlıktan gelen Özal, Gülen’i daha fazla anlattı ve
“gençlerinizi vatanınıza milletinize bağlı, imanlı ve bilimle donanımlı olarak ancak onlar
yetiştirebilirler, geleceğinizi onlar kurabilirler” diyerek tarihi tesbitlerde bulundu. Onların bu
konuşmayı yapmasına vesile olan heyette bulunan Zaman gazetesi Yayın Koordinatörü Halit
Esendir’in bir sorusuydu. Bu olayın ayrıntısını Halit bey daha iyi bilir. Ben genç bir muhabir
olarak ondan sıcağı sıcağına dinledim. Bunun birde evveliyatı var.

Özal, öldürüleceğini biliyordu. Zaten Orta Asya gezisini Gülen’in tavsiyesiyle yapmıştı. 1993
baharında Gülen’e ‘beni öldürecekler, yapmamı istediğiniz son bir şey var mı?’ demişti.
Gülen’de Azerbaycan ve Orta Asya ülkelerine gidip okulları ziyaret etmesini ve oranın
liderlerine hizmete kefil olmasını istemişti. Bu şehit olacak Özal’ın ölüm gezisiydi, son
vasiyetiydi, belki de ahiretini kurtaracak son icraatıydı. Gülen’de bunu biliyordu. Özal’ın ölüm
haberi gelince Gülen çocuklar gibi saatlerce ağlamıştı ve şunu demişti: “O bulunduğu yerde tek
başınaydı ve Allah’a da öyle temiz biçimde tek yürüdü. Güvenilecek ikinci bir adam yoktu
devlette. Onun kalibresinde yüreği, imanı, cesareti, basireti, ilmi ve donanımı olan bir şahsiyetin
ülkenin başbakanı ve cumhurbaşkanı olması belkide yüzyıldır bir ilktir.”

Türk Cumhuriyetlerinde yeni açılan Türk okulları konusunda bazı işgüzar yetkililerimizin asılsız
ve önyargılı ispiyonlarından dolayı güven krizi yaşanıyordu. Şahsen, 1992’nin sonbaharında
Elçibey’e Zaman Gazetesi’nin eski Müdürü Naci Tosun ve Azerbaycan temsilcisi Halim Dağlar
ile gidip Özal’ın referans mektubunu sunduğumuzda, iki elini havaya kaldıran Elçibey’den şu
sitemi dinledik: “Sizin devlet işlerinden pek anlamıyorum. Dışişleri bakanlığından bu okullarla

32
ilgili olumsuz rapor geldi ve açılış ruhsatına izin vermedim. MHP’li ülküdaşlarım bu okullarda
İngilizce eğitim verildiğini, Türkçe öğretilmediğini bize iletti. Cumhurbaşkanınız Özal ise size
sonsuz güvenmemi istiyor. Anlamıyorum sizinkileri, kime güveneceğimi bilmiyorum…”

Sorun mektupla aşılamamıştı. 1992’da Houston’da tedavi gören merhum Özal’ı kaldıkları
hastanede ziyaret eden Gülen, Özal’a bu görüşmede şunları söyledi: “Ben bu meseleyi bir kısım
devlet adamlarına, Dışişlerine elli defa söyledim. Bu okullar, Türkiye’nin geleceği adına çok
önemlidir, güç verin bunlara dedim. Fakat anlamıyorlar. Bu olay, Türkiye’nin dışa açılmasıdır.”
Gülen görür ki, Özal bu konuda çok dolu ve kararlı. Süratli şekilde bir şeyler yapmak istiyor.
Amerika’dan döndükten sonra, önce Balkanlar’a, ardından da Orta Asya’ya gitmeye karar verdi.
Orta Asya seyahatine, o ülkelerde okul açmak isteyen insanlardan da, parlamenterlerden de
götürmek istedi. Bunlardan bazılarına “gelin, beraber gidelim” demişti. Bir ara, götürmek
istedikleri kişiler nasılsa gitmemeye karar vermişlerdi. Kendilerini telefonla aradı Özal.
“Arkadaş, ben sizin için; bu okullar için gidiyorum. Gitmiyorsanız, ben de gitmiyorum”dedi.
Gülen ne zaman bu olayı anlatsa hep hislenerek hatırlar, gözyaşlarını tutamaz bu vefalı dosta.

Fethullah Gülen, yurtdışına açılımlarında merhum Turgut Özal’ın yardımlarını hep şükranla yâd
eder. Gülen bu konuda anlattıklarından ve gazetecilere verdiği röportajlardan aklımda kalanlar
şunlar: Merhum Özal, Asya’daki okullara kendi okulları gibi sahip çıktı. Özbekistan’da bir
problem çıkınca, son gezisi sırasında sayın Kerimov’la görüşmüş. Kerimov cenapları, okullar
konusundaki endişesini merhum Cumhurbaşkanımıza anlatmış. O da, “Ben, bu okullara kefilim”
demiş, mesele halledilmiş. Soğuk hava ısınmış, güven tazelenmiş. Özbekistan Devlet Başkanı
daha sonra Özal’a şu soruyu yöneltmiş: “Peki, bu okulları bitiren çocuklar, üniversiteyi nerede
ve nasıl okuyacaklar?” Özal’ın bu soruya da cevabı şöyle olmuş: “Bunlar, dünyanın her yerinde
okullar açıyor. Çocuklarınız, ortada kalmaz. Mutlaka yüksek öğrenim yapmalarını sağlarlar.”

Özal’ın Elçibey ile yüzyüze görüşüp kefil olması Bakü’de sorunu çözememişti. Elçibey, yaptığı
yanlışı, 1998 ve 2000’de onunla yaptığım iki röportajda üzüntü ile benle paylaşmış ve şu tarihi
sözü söylemişti: “Ben Atatürk’ün askeriyim, Türk milliyetçisiyim. Beni cumhurbaşkanlığı
yıllarımda Türk ülkücüsü dostlarım aldattılar. Az Atatürkçü olmayan laik Ecevit bile bu okulları
takdir ediyor. Kimse ona “Fethullahçı” demiyor. Bunca ülkede binlerce yabancıya Türkçe
öğretilmesine ön ayak olan bir insanın sadece eli öpülmez, ayakları da öpülür. Yaz Faruk, bu
sözüm tarihe geçsin: Gülen’in yaptığı, vesile olduğu hizmetleri sevmek “Fethullahçılık”sa bende
“Fethullahçı”yım. Türk dünyasına canım feda, samimi hizmet edenler başım üstündedir.”

Bu röportajı, Elçibey’in öldüğü günün ertesi Zaman’da 22 Ağustos 2000’de yayınlattım. Taşra
baskısında yukarıdaki ifadeler yer aldı, ancak şehir baskısında sansüre uğradı. Hışımla bunu
kimin yaptığını sorguladım, telefondaki ses Elçibey’in samimiyetine inanmadığını söyleyince
tepem attı. Şunu söyledim: “Siz insanlara tövbe etmeyede imkan vermiyorsunuz, kalbini yarıp
baktınız mı? Ben dilin söylediğini yazan bir gazeteciyim ve Elçibey’in bu sözleri kalbinden
söylediğine de ahirette şahidim.” Elçibey, Keleki köyünde 4 yıl boyunca murakabe yapmıştır. Bu
kayıtları bunca yıldır saklarım ve Elçibey’in tarihi itirafını herkesin bilmesini isterim.

Özal’ın zehirlenerek öldürülmesi vakasına dönelim. Özal’ın ölmeden önce gizlice yaptığı petrol
payı, erken Bakü Ceyhan hattı anlaşmaları ve Karabağ sorunun çözümüne radikal yaklaşımı
nedeniyle öldürüldüğünü 1993′den beri savunuyorum. Bu günkü görüşüm de, uluslararası bir

33
konsorsiyumun konsensusa varıp infaz kararı aldıktan sonra Özal’ı Ruslara zehirlettiği yönünde.
DDK, nihayet ölümde zehirlenme iddiasını dikkate alarak, Özal’ın mezarının açılmasını istedi.
Çünkü önce Hacettepe sonra GATA’ya götürülen Özal’dan alınan kan örneği ve 8 sayfalık tahlil
raporu kayıp. “Gizlice saklanan bir tüp kan” da, 3 yıl sonra yetkisi olmayan bir yardımcı
doçent tarafından “gizlice” yok edildi. Zehirlenmeyi ilk ihbar eden bir Azeridir ve
kaynağı Hacettepe’deki laborant hanımdır. Bu hanım diyor ki, “kan tahlili anormaldi, kan şişeleri
kayboldu, olayın üstü örtüldü.” DDK bu tesbiti daha yeni yaptı. Otopsiyi eşi Semra Özal
istemedi diye yapılmadığı söyleniyor ama Semra hanımın gizlice Özal’ın saçından örnek aldığı
da biliniyor. Bu saç örneğini ABD’de özel bir klinikte başka bir isimde tahlil ettirdiği ve
zehirlendiği sonucuna vardığını aile üyeleriyle yaptığım veya başka gazetecilerin yaptığı
görüşmelerden biliyordum.

Özal’ın infazına karar veren şer konsorsiyumunda, ABD, İsrail, İngiltere, Rusya ve Almanya var.
Alman ve Türk Gladyoları, Rus ayakları ile birlikte ‘ortak operasyon’ yaptılar. Özal, Orta Asya
ziyaretinden dönüşte ayağının tozuyla Bulgar sanatçının sergisine gitmişti. Vefatından bir gece
önce sefaretteki bu sergiye katılması için yorgun Turgut Bey’e anormal bir biçimde ısrar edildi.
Nihayetinde, o gece içtiği (normalde hiç sevmediği) limonatadan zehirlendi. Aslında Özal’ı Orta
Asya’da uluslararası şer konsorsiyumu safha safha zehirlemeye başlamıştı. Bakü’de ona verilen
zehrin dördüncü aşamasıydı. Bu gerçeği itiraf eden Azerbaycan MİT’in Başkan Yardımcısı
Mahir bey, Özal’ın ölümünden 4 yıl sonra Bakü’de gazetemize yaptığı ziyarette bunu ‘off the
record’ ifade etti.

Ölüm anına göz atalım. Kardeşi Korkut Özal, cinayet mahaline ilk yetişen isimdi. Dinleyelim:
“Ağzının kenarından sarımtırak bir sıvı geliyordu, orada ölmüştü. Özel doktoru Cengiz Aslan,
ben, Semra hanım baş ucundaydık. Semra Hanım Cengiz Aslan`a Turgut beyin saçından bir
tutam kesip bana verir misin, dedi. Ben o anda herhalde hatıra için alıyor diye düşündüm. Semra
Hanım Turgut Özal`ın saçını ABD`deki bir kliniğe gönderdi. Tabi farklı bir isimle. Merakla
sonucu bekliyorduk. Gelen sonuç hepimizi şok etmişti. Turgut Özal zehirlenmişti` Daha sonra
evlerine giren gizemli bir hırsız, bu sonuçları, yedek kıl örneklerini götürdü.

Azerilerin çoğu, tıpkı eşi Semra Özal gibi, Özal’ın “Büyük Türk Birliği”ni gerçekleştirme projesi
nedeniyle öldürüldüğünü iddia ediyorlar. Aynı fikirde değilim, bu fikir o tarihlerde oldukça
ütopikti, halen öyle, ve realiteden uzaktı. Özal’ın öldürülme gerekçesine dair benim ‘petrol
savaşı tezimden sonra diğer en meşhur tez, gazeteci ve yazar Fehmi Koru’ya ait. Şimdi İmralı`da
bulunan PKK Elebaşısı Abdullah Öcalan`ın, Özal`ın vefatından hemen sonra, Kuzey Iraklı Kürt
lider Celal Talabani`ye açtığı tezdir. Özal, ordu elitini kızdırmış, hayli hiddetlendirmiştir. Özal,
Kuzey Irak’ı, hatta Kıbrıs’ı da kapsayan ‘Anadolu Türk Federasyonu Cumhuriyeti’ kuracak,
Kürtlere eyalet verecek ve Osmanlı’nın millet sistemiyle yönetim tarzına geçecektir. Bu proje,
Sevr korkusunu sürekli pompalyan, kendi halkını iç düşman gören, helede ülkede Kürt diye bir
halk yaşamadığını savunan Ergenekoncu askerleri çıldırtır. Özal, derin odaklara şikayet edilir.

Taha Kıvanç müstear adıyla bir zamanlar Yeni Şafak’ta yazan Fehmi Koru, 6 Mayıs 2002 tarihli
köşesinde, Özal’ın nasıl zehirlendiği tesbitimi tarihe şöyle geçirmişti: “Azerbaycan`da çok
yaygın kabul görmüş olan bir tez var: `Bölgede, Rusya`yı dışlayan, doğal zenginlikleri Türk-
ıslam cumhuriyetlerinin kendi kullanımına sunan bir düzen arayışı içerisindeydi Özal; bazı
mutabakatları gizlice sağlamıştı da… Bu yüzden, Bakü`da konakladığı sırada, Azeri

34
yönetiminden Rus casusları tarafından zehirlendi.` İlginç değil mi? Bu tezi bugüne kadar ısrarla
savunan bir gazeteci arkadaşımız… Özal`ın Orta Asya gezisi sırasında ve sonrasında Bakü`de
Zaman gazetesi muhabiri olarak çalışmış, Azeri yönetimi ve istihbarat kaynaklarından haber
alabilen Faruk Arslan, bir süre Ankara`da da görev yaptı. Tezi, ilk kez, iki yıl önce yayımlanan
`Petrol Kurdu` adlı kitabının `Petrol, darbe ve suikastlar` bölümünde dile getirmişti. Faruk
Arslan, `Azeri istihbaratı Özal`ın ölümünde Rus istihbaratının rolü olduğuna inanıyor` diyor.

Dediğine göre, istihbaratçılar, Özal`a gezinin iki ayrı durağında zehir verildiğini
düşünüyorlarmış. Kazakistan ve Azerbaycan… Verilen zehir, belli bir süre sonra, vücuda alınan
herhangi bir sıvıyla öldürücü hal alıyormuş… Rus istihbaratının, kalp ameliyatı geçirmiş
insanlara karşı `ışınla suikast` düzenleme teknolojisi geliştirdiğini de yine ondan öğreniyoruz…
Protokol gereği, konuk devlet başkanının kullandığı takıma 45 gün dokunulmazmış; bunu
kaydettikten sonra, `Keşke, Özal Ailesi, Bakü`de kullandığı tabak ve bardakların tahlilini
isteseydi` diyor Faruk Arslan… Ruslar`ın bir devlet başkanına suikast düşünme cür`etinin
umutsuzluktan kaynaklandığını öðreniyoruz. Anlaşılan, Özal`ın, Balkanlar`dan sonra Orta Asya
ve Azerbaycan gezisine çıkması bardağı taşıran damla olmuş… O günlerde, Ermenistan`ın,
Azeri bölgesi Dağlık Karabağ`ı işgal ettiğini, savaşın Azeriler lehine seyretmediğini de
hatırlayalım. Özal, Bakü`ye gelirken, `Ermenistan bizimle sınırdaş; karşı tarafa bizden bir-iki
mermi düşse ne olur?` tehdidini savurmuştu… Başka ayrıntıları Faruk Arslan`ın satırlarından
takip edelim: `Uzatılan şekerin ucunda petrol hakkı ve Bakü-Ceyhan olduğunu Ruslar iyi
biliyordu. Özal, petrol hattını, Türk dünyasına bağlanan hayati bir damar olarak görüyor,
güvenlik şeridi oluşturarak bölgeyi Rusya`dan kopartmak için adımını atıyordu; hem de
Amerika`nın resmi politikasını belirlediği 1998`den tam beş yıl önce… Gezi öncesi (Şubat
1993), İzmir`de bir otelde, Azeri bakan Sabit Bağırov ve iki yardımcısı ile Özal`ın güvendiği üç
kişi gizli bir petrol protokoluna imza atıyordu. Bu haber ilk önce Moskova`ya ulaştı. Elçibey`in
en güvendiğim adamlar diye gönderdiği üç kişiden ikisi Ruslar`a çalışıyordu. Bu anlaşmayı
engellemek için Ruslar`ın önünde tek yol kalmıştı: Özal`ı sessizce öldürmek…`

Şimdi Kanada`da serbest gazetecilik yapan Faruk Arslan`ın vardığı sonuç şu: `Özal`ı Rus
istihbaratı öldürdüğü kanısı Azerbaycan`da yaygın bir görüş olarak kaldı; Bakü-Ceyhan ve
Karabağ sorununa Özal`ın radikal yaklaşımı hayatına mal oldu.`Faruk`un bir iddiası da,
Türkiye`de askerlerin bu tezi araştırdığı, ama sonucu açıklamadığı… `Özal öldürüldü` diyenlerin
dillendirdiği makul tezlerden biri bu.”

Evet, askeri istihbaratdaki arkadaşlarım, tezimin tez değil gerçek olduğunu teyit etmişlerdi…
Devlet Denetleme Kurulu’na günaydın!

Faruk Arslan, Çorum Manşet, 14.06.2012

İşte bir kitap daha

https://www.academia.edu/3492973/Gurbetde_Ayk%C4%B1r%C4%B1_Konu%C5%9Fmalar_1
5_Tarihi_R%C3%B6portaj

35
Bülent Arınç‘a ne oldu? Camia‘yı neden aldattı?

Bülent Arınç‘a ne oldu?

Camia‘yı neden aldattı?

Erdoğan‘ı bu kadar sahiplenirken, Erbakan‘a neden sahip çıkmadı?

Arınç‘ın durumuna ‘vicdanlı bir adamın intiharı‘ da denebilir, ‘halkın vicdanında idama mahkum
edilen bir adam‘ da denebilir.

Haksızlık karşısında pek çok kişi dik durabilir. Ama haksızlık karşısında dik durmanın en zor
olduğu an; Haksızın hesapsız derecede güçlü olduğu andır.

İktidardan düşmüş, oyları azalmış, seçilme hakkı elinden alınmış, hırpalanmış, medya lincine
uğramış, partide yönetimi sorgulanır hale gelmiş bir liderin, yaniNecmettin Erbakan’ın yaptığı
haksızlıklar karşısında dik durup bayrak açmak kolaydır.

Oyları yüzde 50’ye vurmuş, bütün kurumları zapt etmiş, emrine dokunulmaz bir istihbarat
teşkilatı almış, Emniyet’i hallaç pamuğu gibi atmış, yargıyı kendine bağlamış, 7 gazete ve 12
televizyonlu medyayı bil fiil kendine bağlamış, diğerlerini susturmuş, partide bütün ipleri eline
almış bir liderin haksızlığı karşısında tavır almak ise hayli zordur.

Bülent Arınç iki liderin haksızlık dönemine de denk geldi: Erbakan’a bayrak açtı, Erdoğan’ın ise
bayrak sallayanı oldu. Yani kolay olanı seçti. Tarih ilerleyecek, bu günler geçecek ve ahali
“Bülent Arınç’ın tarihine” baktığında “Erbakan’a ne için bayrak açtığını” sorgulayacak.
Fotoğrafın bütününde; “Tayyip, Bilal’e sabahın ilk saatlerinden gecenin karanlığına kadar para
taşıtsın; yine de sıfırlatamasın diye Arınç, Erbakan’a bayrak açmış” sonucu görünecek.

36
Bülent Arınç; Erbakan’a bayrak açarken, Meclis Başkanlığı’nda askerlerin hakaretlerini yerken,
eşini resepsiyonlara getiremeyip evde mahzun bırakırken, evi özel harpçilerin gözetimine
alınacak kadar tehlikeli biri olarak izlenirken, medya tarafından linç edilirken bunların hepsini
Tayyip Erdoğan çuvalları doldursun, villa koleksiyonu yapsın, oğluna “10 milyon az sakın alma
bekle kucağımıza oturacak” talimatı versin diye mi yaptı bunları? Bu partiyi; birileri gelip bakan
olsun, 29 yaşındaki İranlı bir züppeden ayakkabı kutularıyla rüşvet alsın, oğulları yatak odasında
8 çelik kasayla, para sayma makineleriyle yatsın diye mi kurdu? Bu sorulara “evet” denilecek bir
noktaya geldi

Bülent Arınç ne yazık ki. Başbakanın oğluyla rüşvet kaydı açıkça ortada ve bu ses kaydını
doğrulayan bütün gerçekler de herkesin gözünün önünde. Arınç ise eline tutuşturulan bir kağıt
alıp, ses kaydı analizi yaparak canlı yayında insanları aptal yerine koyduğuna göre, ‘evet’
demekten başka çere kalmaz.

Oysa Arınç da bu ses kaydını ve Başbakan’ın işadamlarıyla bu kirli ilişkilerini gayet iyi
biliyor. Nereden mi biliyor; kendine bağlı olan TRT’deki 150 milyon liralık reklam vurgununu
Başbakan’a götürdüğünde işin içinde AKP nin PR işlerini yapan Erol Olçak’ın olduğunu
öğrendiği ve ‘üstünü kapatalım’ cevabını aldığından beri biliyor.

Arınç bir hukukçu, deneyimli bir siyasetçi ve zeki birisi… Yetim hakkı yeniyor, bunu ayan
beyan görüyor ve sessiz kalıyor. Bulunduğu makam, yetim hakkının yenmesine sessiz kalınacak
bir makam değil. Hakkın divanında “yetim hakkından” hesap vereceği bir makamda. Arınç,
Tayyip Erdoğan’ı ve bütün haramilikleri bildiği gibi, Hizmet’i de biliyor.

Hizmetten tek bir ferdin yetim hakkına tevessül etmediğini biliyor. Paralel Devlet söyleminin
hırsızlığın üstünü örtmek için uydurulmuş bir hikaye olduğunu da biliyor.

Doğruluktan başka şey bilmeyen, bulundukları makamlarda tek kuruş yetim hakkı yemeyen 10
binden fazla vatan evladını sürgün eden bir Hükümetin Başbakan Yardımcısı kendisi. Kış ortası
haksız yere sürülen bu insanların hepsi yarın Hakkın Divanı’nda davacı olacak. Bu hesaptan
Başbakan Yardımcısı da kaçamayacak.

Bu günler geçecek, sular durulacak; zalim ve mazlum ortaya çıkacak. O gün, Bülent Arınç kendi
çocuklarının, torunlarının suratına bakamayacağı gibi; mahşer günü de -Allah-ü alem şehit olan-
oğlunun suratına da bakamayacak.

Aslolan Haktır ve Hakkı savunmaktır. Aslolan ne partidir, ne cemaattir. Aslolan Hakktır.


Camideki cemaat ya da Başbakan Yardımcısı farketmez. Partimi ayakta tutmalıyım diye
haksızlığı, hırsızlığı görmezden gelemez, hırsızlık itiraflarının üstünü örtmek için düzmece ses
raporlarıyla millete yalan söyleyemezsin.

Hükümetim ayakta durmalı diye hakkın üstünü örtüp, gerçekleri yamultamaz, suçsuz günahsız
10 bin vatan evladını sürgün edemezsin. Partiyi ayakta tutmak insanı cennete sokmaz ama yetim
malının yenmesinin, hırsızlığın, beytülmal yağmalanmasının üstünü örtmek insanı cehenneme
sokar.

37
Utanmadan, “Senin liderine ‘Fetoş’ diye hakaret ediyorlardı. F Tipi örgütlenmeydiniz siz. Sizi
devletin en üst organları düşman olarak görüyordu. Hocaefendinize örgüt lideri deniyordu. 11
seneden beri bu var mı?” diye canlı yayında konuşuyor Arınç…

Bunların besbeteri var. MGK’da sivillerin emriyle Hizmet gündeme alınıp, açıklama yaptırılıyor.
“Fetoş” dense artık hakeret bile sayılmayacak. Çünkü senin hırsızlığını savunduğun
liderin “Örgüt lideri” de diyor “Örgütün ele başı”da diyor, “Haşhaşi, sülük, itikadı bozuk, in,
virus, vatan haini, içi boş alim müsveddesi, yalancı peygamber, itikadı bozuk sapıklık içinde” de
diyor. Bunları 28 Şubat’ın zalimleri demedi. 28 Şubat’ın zalimleri, Ergenekon’un zalimleri,
Hizmet müesselerinin kapılarına kilit vurmadı.

Binlerce gencin imanı adına büyük hizmetler gören müesselerin kapısına kilit vuruldu ve o
yasanın altında Arınç imzası var. Neredeyse “kafir” dediğiniz Süleyman Demirel’in böyle bir
imzası yok oysa. Demirel böyle bir hesap vermeyecek. Ama “Bülent Abi” böyle bir hesap
verecek. Allah, kendi çocuklarını gönderdiği bu kutlu müesselere başkalarının da çocuklarını
göndermesine engel olmanın hesabını sormayacak mı Arınç kuluna… Bir diğer konu da
dershanelerin kapatılması kararından vazgeçilmesi için

Başbakan’ın bizzat kendisinin cemaate mensubiyetlerini iddia eden kişiler tarafından tehdit ve
şantaja maruz kaldığı konusu. Uzunca bir süredir “cemaati bitirme adımlarının” alt yapısını
oluşturmak isteyenler böyle tehdit ve şantaj hikayeleri anlatıyor. Kimisi karısıyla kendisinin
görüntülendiğini, kimisi telefonlarının dinlendiğini, kimisi montajlı kaset yapıldığını çeşitli
hikaye versiyonlarıyla anlatıyor. Bu hikayeler belli ki cemaatle gönül bağı yok edilmek istenen
Arınç’a da bol bol anlatılmış.

Başbakan da Bakanlar Kurulu üyelerinin dershane konusundaki farklı görüşlerini, itirazlarını


bastırmak için aynı hikayeye sarılmış görünüyor. Zaten bu hikayelerin planlayıcıları ve tüm
versiyonları “danışman ekibi” patentli.

Etrafında her daim onlarca güvenlik görevlisi ve istihbaratçı bulunan, devletin tüm kurumları
emrine amade Başbakan çıkıp, “beni şu kişi, şurada, şu zamanda, şu şekilde tehdit etti, şantaj
yaptı” diyemiyor. Çünkü yok böyle bir konu.

Arınç gibi vicdanı suküt etmemişleri Cemaatten kopartmak için uydurulan bu hikayeler azıcık
mantık süzgecinden geçirilse, sorgulansa hemen çökertilecek. Ancak söylem öylesine baskın ve
korkutucu, öylesine güçten besleniyor ki, vicdan sahibi olanlar bile “inanmak isteyerek”, hiç
sorgulamayarak bir nevi bilinçaltında kendi vicdanlarını bastırıyor, güce teslim oluyorlar.

Dershane konusu ortaya çıktığında Hizmet; gizli kapaklı, kapalı kapılar ardında şantaj yaparak
değil, en aleni biçimde tepkisini ortaya koydu. Taslağı ilk kez Zaman yazdı. “Yok böyle bir
taslak” dendi ama varlığı tüm adımlarıyla ortaya çıktı. Sonra Arınç, “yüreğinizi ferahlatın” dedi.
Ama yürekleri yakan tüm adımlar atıldı. Süreler düşürüldü, dershane öğretmenlerine 6 yıl
çalışmış olma şartı getirildi, bedelsiz verileceği söylenen arsa ve binalar bedelli hale getirildi
vs…

38
Üstelik Başbakan hem grup toplantısında hem de meydanlarda dershaneleri kapatmaktaki
niyetini bizzat itiraf etti. Ne eğitim reform dedi ne de tehdit ve şantajdan bahsetti. Dediği şuydu:
“Paralel yapının hesabını bozmak için dershaneleri kapatıyoruz”…

Meydanlarda ise “Bunların okullarına dershanelerine çocuklarınızı göndermeyin” dedi. Mesele


dershaneleri özel okula çevirmek de değildi çünkü. Dershakneden sonra ikinci adım olarak
“bunların okullarına çocuklarınızı göndermeyin” cümlesi geliverdi. Gerçekler böyle buz gibi
ortaya çıkıyor.

Arınç ve diğer vicdan sahipleri, vicdanlarını bastırmak için tehdit ve şantaj hikayelerine
inanmaya kendilerini zorlayabilirler. Ama halkın vicdanı, Hakkın divanı bunları sorgulayacak ve
kararını verecektir. Bu da vicdanını bastıranların kaybettiği gün olacaktır. “Fethullah Gülen
Türkiye’ye gelirse bir olumsuzlukla karşılaşmaz” buyurmuş. “Dershaneler birşey olmayacak
yüreğinizi soğutun” diye de buyurmuştu.

Başbakan’ın “örgüt” “örgüt ele başı” “bunları inlerinden çıkartıp yargı önüne
çıkartacağız” dediği, İstanbul ve Ankara adliyesinde savcı ayarladığını yedi düvelin duyduğu bir
ortamda, lafının ağırlığı saçının ağırlığına düşürülmüş bir Başbakan Yardımcısına gelin de
güvenin. “Emniyet’te, yargıda, HSYK’da önlemler alınmasaydı ortada ne hükümet ne
parlemento kalırdı” diyor bir de.

Ortada “hak, hukuk, adelet” kalmadı. Aslolan budur sayın Arınç. “Hükümet” dediğin lideri
“başçalan” olarak anılan, oğluyla hırsızlık konuşan, yolsuzluğun üstünü davul zurnayla örten,
hiçbir itibarı ve meşruiyeti kalmamış bir insan kümesi. Parlamento dediğin ise itibarı sıfıra inmiş,
her gün bir muhalif vekilin kanlar içinde bırakıldığı arena… Yetim hakkı korunsaydı, devlet
güven içinde yoluna devam ederdi. Daha güçlü hükümet, daha itibarlı bir parlamentomuz olurdu.
Yetim hakkı yenildi Bülent Abi…

Haramzadeler göbeklerini şişirirken sen de, o güçlü hitabetinle Ebu Cehil’in şairleri gibi ortalıkta
şakımaktasın. Hamlarla hasların ayrıldığı, rabbimin maskeleri bir bir düşürdüğü, korkakların
‘haksızlığı gördüğü halde’ zalimlerin kuyruğunun altına saklandığı günlerden geçiyoruz.
Koskoca Bülent Abi, vicdanın sesi Bülent Abi, geldi geldi Mehmet Metiner oldu… Bugünler
geçecek…

Tarihin; “duruşuyla büyük hizmetlere vesile olmuş bir siyasetçinin, hayatının son deminde bir
Hırsızın peşine takılarak intiharını yazması” ise çok acı olacak.

FUAT AVNI

04 MART 2014

Kaynak: https://twitter.com/fuatavni/status/440853991744733184

39
Yahudi lobisi: Cemaatı bitirmek zor, Erdoğan kolay iş

Erdoğan, 2015 genel seçimlerini beklemeden 2014 baskın cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte 7
haziran 2015’de erken genel seçime gitti. Eğer beklerse, daha fazla yıpranacağını, partinin
eriyeceğini, ikiye çatlıyacaklarını ve halk tarafından cumhurbaşkanı seçilmesinin riske
gireceğini görüyordu. Ergenekoncuları çıkartırsa Türk ordusunu da arkasına almış olacağını
hesaplıyor. Böylece kimse darbe yapamaz diye düşünüyor. KCK ile PKK’ya Büyük Kürdistan
kurduruyor, dış güçlerin bir dediğini zaten iki etmiyor. Kim tutarmış Tayyibimi, ‘halifeyim’ dese
kimsenin gıkı çıkamazdı ve öylede oldu.

14 Aralık 2013 idi. Yaklaşık 1.5 yıldır Ergenekon’un karakutusu sayılan Tuncay Güney’i
aramıyordum. Bir kaç gündür televizyonlara çıkmış, gazetelere demeçler vermiş, bir sorayım
dedim; onun yorumuna göre Türkiye’de neler oluyor. Lafı bir espiri ile açtım: “Gözünaydınlık
olsun, beddua mı ettin, ahın mı tuttu nedir bana. AKP ile MİT’in birlikte yürüttüğü bir asimetrik
psikolojik savaş sitesi beni MOSSAD ajanı ilan etti, hedef gösterdi, kod adım bile var: Kabak..
Güler misin, ağlar mısın?”. Epey güldü Tuncay ve lafı gediğine koydu:

“Sen şanslısın, MOSSAD ajanlığı yaftası, cemaata atılan “terör örgütü” iftirası yanında çok
masum kalıyor. Kimse senin MOSSAD ajanı olduğuna inanmaz, ama cemaata “casusluk” ve
vatan hainliği” davası açmaya çalışan karanlık şebeke başbakanı esir almış gözüküyor. Bu kara
leke, cemaatın tüm dünyadaki hizmetlerini etkiler.”

“Ciddi olamazsın, yoksa sen de mi cemaata örgüt operasyonu yapılacağını sanıyorsun?” diye sert
çıkıştım. Hiç oralı olmadı, “tahmin etmiyorum, eminim” dedi ve ekledi:

40
“New York’taki Yahudi dostlarım merkezi hükümeti, AKP’yi, Recep Tayyip Erdoğan’ı bu
süreçte destekleme kararı aldılar. Aslında biliyorsun, sevmezler. Bağımsız olan ve satın
alınamayan Cemaatten ise çok korkuyorlar. AKP’yi bitirmek çocuk oyuncağı, ANAP gibi
kağıttan kaplan, bir üflesek yıkılır ama cemaatın kemiği sağlam, yıkılması zor diyorlar. Hedef
cemaatı zayıflatmak, daha sonra Erdoğan’ı safdışı bırakmak kolay iş, o kadar fazla açığı var ki.
Cemaat’de aydın, çok sağlam bir kesim var. Oysa AKP’dekiler toplama kampı gibi, çıkarları bitti
mi bir düdükte saf değiştirirler.”

Tepkim anında oldu: “Cemaatı bitirmek planı haince, Türk milleti Erdoğan’ı af etmeyecektir,
ayrıca AKP ve Erdoğan kendi kendine Voyvoda kazığı geçiriyor, kendi ayağına kurşun sıkıyor,
AKP gemisi hızla su alıyor. Bu kadar aptallığı yapmak için nasıl bir danışmanlık
alıyorlar?” Tuncay uzun bir kahkaha attı ve tesbitini iletti:

“Erdoğan’ın etrafındaki dalkavuklar ve yalakalar öyle demiyorlar ama. Cemaatten kurtulunca


güçleneceklerini sanıyorlar. Pek çok tarikat ve cemaat Erdoğan’ın korkusundan ve
menfaatlerinden dolayı cemaata savaş açtı, cemaate küfür ettikce değerleri artıyor. Erdoğan güya
herkesten biat almış, cemaat ise direniyormuş. Direncini kırmak, siyasetin emrine sokmak için
her türlü şantaj ve tehdit devrede. Paralel örgüt iddiası bundan, silahsız örgütde oluyormuş
demek! Bak şimdi de Ergenekoncuları, Balyozcuları Silivri’den salıyorlar ve cemaatın üzerine
saldırtacaklar. İntikam alacaklar.”

“Aman çok korktum” demişim, bu darbecileri bırakırlarsa, sadece hukuki ihlal olmaz, bir daha
AKP hangi yüzle seçimde sandıkta halktan oy ister? 2011’de dediklerinin tam aksini yapan bir
konuma savruldular. Bu adamları acaba hipnotizma yaparak, siz devletsiniz büyüsü filan mı
yapıyorlar, hepsi zombiye döndü sanki! Eğer bugün yaptıkları İslam düşmanı icraatı o zaman
yapsalardı, seçim meydanlarında halka anlatsalardı, yüzde 20 bile oy alamazlardı. Bu iki
yüzlülük AKP’yi tam ortadan ikiye çatlatır. Parti üç aya kalmaz, 30 Mart 2014’den sonra ikiye
bölünür. Korku duvarı, yerel seçimde yüzde 40 altı oy alınmasıdır, çatır çatır gümlerler. Tuncay
sazan gibi bu yorumum üzerine atladı:

“Yapma yav! Hiç böyle düşünmemiştim. Erdoğan’dan çok korkuyorlar, AKP içinde bir tane bile
liderlik yapacak adam yok sanıyordum. Kendisini çok güçlü gören bir iktidarın parçalanması
ANAP’laşma sürecidir”. Erdoğan, 2015 genel seçimlerini beklemeden bu yaz cumhurbaşkanlığı
seçimi ile birlikte erken genel seçime gidecektir. Eğer beklerse, daha fazla yıpranacağını,
partinin eriyeceğini, ikiye çatlıyacaklarını ve halk tarafından cumhurbaşkanı seçilmesinin riske
gireceğini görüyor. Ergenekoncuları çıkartırsa Türk ordusunu da arkasına almış olacağını
hesaplıyor. Böylece kimse darbe yapamaz diye düşünüyor. KCK ile PKK’ya Büyük Kürdistan
kurduruyor, dış güçlerin bir dediğini zaten iki etmiyor. Kim tutarmış Tayyibimi, ‘halifeyim’ dese
kimsenin gıkı çıkamaz. Tuncay patladı:

“Aman Faruk, sende olmasan millet doğruları öğrenemeyecek. Medyada o kadar salak gazeteci
türedi ki, insan konuşmaya çekiniyor, çarpıtıyorlar. Bana akıllı ol, Erdoğan’a destek ver, yoksa
Ergenekon’u ortaya çıkartan gazeteci olarak seni sanık yaparız, kapatılan eski davalarını açtırırız
diye dolaylı tehdit ediyorlar. Cemaat mensubu ve MOSSAD olmadığımı anlatmam yıllarımı aldı,
gazeteci ve yazar takımı kaz kafalı, bir defa da değil 10 yılda anlıyor.”

41
Tuncay, “yolsuzluk, rüşvet ve Muta nikahlı zinalar biliniyordu, peki AKP’lileri tuzağa düşürüp
şantaj için seks kasetleri çekenler kim, cemaat mi?” diye merakından sordu. Cevap belli değil
mi? Erdoğan da biliyor bunu: “Sarı Levent’in ve Doğu Perinçek’in İngiliz ekibi cayır cayır
çalışıyor. Kasetleri servis yaparlar, nasıl olsa cemaatın üstüne yıkacaklar. Medyanın ve
Erdoğan’ın kullandığı dil Perinçekce, nefret dili oldu. Az konuş Tuncay, ortam berbat. Benim
gibi çok konuşup, çok yazıp hedef olma. Twitter’da bombaladım gerçekleri. Sen kimsin
diyorlar? Ben Şemsi Tebriziyim, Behlül Danayım, Ebu Cendelim, Ebu Dücaneyim, Niyazi
Mısrıyim, Ebu Zer Gifariyim diyorum, aval aval bakıyorlar. Onlarda kim yahu diyorlar!” Tuncay
gülmekten yerlere yattı ahizenin öbür ucunda:

“Müslüman entelektüellerin bilgi hazineleri kıt, seni anlamazlar, aydın bir müslümanla
tartışamazlar, zekadan yoksunlar, çok kapasitelerini zorlama, motor kaynatırlar! Ergenekon’dan
ve Odatv davasından dışarı çıkan gazeteci Ahmet Şık, Toronto’daydı, Kanada Gazeteciler
Derneği, yılın gazetecisi ödülünüvermiş, aradı röportaj için, konuşmak istemedim. Cemaat
aleyhine konuşmak moda oldu, beni de kullanmak istiyorlar. Mehmet Ali Birand’ın oğlu aradı
32. Gün’den, çıktım, konuştum. ABD, 22 ülkede sınırları değiştirmeye karar verdi, Büyük
Kürdistan demek zaten, Türkiye, Irak, Suriye ve İran’ın topraklarının parçalanması anlamına
geliyor. Cemaat önlerinde engel, derin Amerikalılar ve Yahudiler biliyorsun, cemaatı bu nedenle
hedef haline getirdiler. AKP tribünlere oynuyor, cemaatın ülkeyi sattığı yalanı tutmaz, ama
operasyon için savcıya malzeme gerekliydi.”

“Çorumlu hemşerim, ben bunu biliyorum, sen biliyorsun da, neden Türkiye, neden aydınlarımız
bir akıl tutulması yaşıyor? Vatanını seven evlatlarımıza ne oldu?”Tuncay acı acı güldü bu defa:

“Onlar şimdi sürgün yedi. Pek çokları satıldılar dostum. Hemde pek ucuza. Kimi makama
mansıba, kimi mala mülke, kim şan ve şöhrete kimisi İran’dan, Orta Asya’dan, OrtaDoğu’dan,
Fas’tan, Tunus’tan getirilen güzel bir cariyeye tav oldu. Sen herkesi kendin gibi saf dava adamı
mı sanıyorsun! Dua edelimde, ülkemiz oynanan asıl büyük oyunu Erdoğan görsün”.

“Suudi şeyhi Yasin El Kadı ile Suriye’de muhaliflere silah satan oğlu ve ortakları var iken
Erdoğan uyanmaz bu uykudan. Suriye’de yapılan milyonların kanı bulaştı ellerine” diye sıkışıp
kalan başbakanımızın ve AKP’lilerin ruh halini özetleyince Tuncay lafını esirgemedi:

“Sadece Erdoğan mı, AKP mi Suriye’ye silah gönderiyor? İsrail ve ABD, her iki tarafa da silah
satıyor, savaş bitirilmiyor. Bu türlü kirli işlere bulaşanları gizlemek için cemaat günah keçisi
yapıldı. Sen ne diye kendini yırtıyor, paralıyorsun. Cemaatı satanlar utansın! Tabi utanırlarsa.”

FARUK ARSLAN

5 OCAK 2014

Kaynak: http://malatyasonhaber.com/index.php/t%C3%BCrkiye/item/15735-yahudi-lobisi-
cemaati-bitirmek-zor-erdo%C4%9Fan-kolay-i%C5%9F.html

42
“Algılar Savaşı” dine kaydı!

Ülkemizin gittikce kutuplaşması, “beyaz” ve “siyah” kuvvetlere bölünmesi ve arada hiç bir renk
bırakılmaması, darbe şartlarının olgunlaştırıldığı 1980 öncesine benziyor. Algılar savaşı yürüten
AKP medyası ve cemaat medyası kamuoyunu ikna ededursun, “Eski Türkiye”nin sahipleri laik
Kemalistler tiyatrodan memnun! Ergenekon ile ilgili beş kitap yazan, hakkında açılan sayısız
dava nedeniyle milletvekili yapılan gazeteci ve yazar Şamil Tayyar, nihayet derin uykudan
uyandı. Tayyar, birilerinin hem AKP hemde cemaatı birbirine düşürdüğünü ve her iki tarafıda
tasfiye etmek istediğini vurguladı.Beni endişelendiren husus, algılar savaşının dine kayması ve
ilahiyat dilinin kullanılması ile şeytanlaştırmadan kafirleştirmeye geçilmesi…

Tayyarcığımı endişelendiren tablo ise, AKP’nin uçuruma, siyasi intihara doğru koştuğunu
görmesinden kaynaklanıyor. AKP ve cemaatı ateşe atıp fitne kazanı kaynatanlar, Tayyar’danda
intikam alma niyetinde. 28 Şubat sürecinde kullanılan bazı isimleri bugün kiralayanlar, medyada
“yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat” fitne çetesi kurdu. Kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülüyor.
Tayyar ile büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu düğmesine basan Savcı Zekeriya Öz,
Twitter’da ağza alınmayacak sözlerle birbirine hakaret etti. Hem AKP hemde cemaat ayağında
müthiş bir algı oluşturma savaşı yaşanıyor. Daha dün sarmaş dolaş olan iki kardeş arasına sanki
kan davası girdi. AKP’li partizanlarda ve fitne ordusunda seviye bel altına kadar indi.

Türk toplumu, derin güçlerin yönettiği bu inanılmaz algılar mücadelesini ibretle ve şaşkınlıkla
izliyor. Dershaneleri kapatma savaşını başlatarak düğmeye basan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın “cemaat devlette paralel devlet kurdu” söyleminin halk nezdinde karşılığı yok.
Ancak “benim gibi alnı secdeli bir lidere itaat etmiyorlar, fitne çıkartıyorlar” politikasının
maalesef karşılığı var. Toplumun en küçük tabakalarına kadar inmiş, köylere kadar canan
sohbetleri götürmüş, talabe hizmeti ile gönüllerde taht kurmuş bir hizmet hareketini yıpratmak
kolay değil. Derin güçler sıkı plan yapmış bu kez. Halk gözünde kahramanlaştırılan, güvenirliği
sağlam, mert isim Erdoğan, cemaatı bitirme derdinde! Neden acaba?

43
Ergenekon ve Balyozcuları mahkemenin kesinleşmiş mahkumiyet kararına rağmen serbest
bırakma girişimine Erdoğan’ın onay vermesi halkı uyandırdı. Yargıtay’ı by-pass yapmaya
çalışan, 2010 referandumunda elde edilen kazanımları tek tek yok etmeye yönelen Erdoğan, artık
epey korkutuyor. Halkta şüphe dalga dalga yayılıyor: “Acaba Erdoğan, derin güçlerin bir koçbaşı
olabilir mi?” Birileri, “cemaatı sat, devlet senin olsun” pazarlığı yapmış olabilir mi? Son aylarda
Erdoğan’ın izlediği daha önceki tavırlarına zıt ve halkın sağduyusuna ters politikalar sırıtmaya
başladı. Neden diyenlerin teorileri çeşit çeşit.

Toplumda ilginç komplo savunma veya izah getirme teorileri doğdu. Erdoğan’ın kızkardeşi bile
abisinden şüphelenmiş, soluğu Gaziosman Paşa’nın meşhur cinci hocasında almış bile. Abisine
büyü yapıldığından, kötü cinlerin etkisiyle 180 derece döndürüldüğünden kuşkulanan kızkardeşi
haklı olabilir mi? Bu konudaki en sıkı komplo teorisi Erdoğan’ın İran’lı yeni cumhurbaşkanı
Ruhani ile görüşmesi sırasında kötü büyünün başlatıldığı yönünde. Görüşmeyi izleyen biri,
“Ruhani Erdoğan’a dokunduğu anda Erdoğan bayıldı ve 3 dakika kendine gelemedi, tüm
gazeteciler şahittir” dedi. Bir arkadaşım, “Papaz büyüsü yapılmış, bu onu yok edebilir” dedi.
Diğeri, “Erdoğan Menzilci bir hocanın muskası ile korunuyor, İran büyüsü işlemez” dedi.
“Başbakan, 28 Ocak’ta İran’a gidecek, yapılanan büyünün tekrarı lazım” diyen bile var.
“Erdoğan’ın gözlerindeki nefrete bak, bu benim başbakanım değil” diyenlerin sayısı artıyor.

Bir Sosyolog gazeteci olarak sebep sonuç ilişkilerine bakmam gerekmiyor mu? O halde bakalım.
Algı savaşı öncesi, 1 Ocak 2012’den itibaren başbakan MİT’e talimat vererek cemaatın 4800
anahtar adamının yakın takibe alınmasını, izlenmesini, fişlenmesini ve devlette stratejik
konumda olanların derhal temizlenmesini talep etti. Ortada henüz seçilmiş İranlı lider Ruhani
yoktu, dolayısıyla “muska suska, cin min” hikayesi kurgulanmamıştı. Toplam bin kişi son iki
yılda devlet içinde sessizce sürgün yedi. Bu arada Erdoğan, kamuoyu önünde cemaat ile
ilişkilerini sıcak tutu, hatta iki defa Türkçe olimpiyatları konuşmalarında, “gelin hocam ülkenize,
gurbet bitsin” bile dedi. Oysa MİT, cemaatı sessiz sedasız “terör örgütü” ve cemaat üyelerini
ise “iç düşman”listesine almıştı. Yapılan bu densizlik ve hazırlanan cemaatle savaş planı
biliniyordu. O halde kim, ne nane yiyor, ülkenin istikrarını bozmaya çalışanlar kimler?

Cemaat ile AKP arasındaki güven bunalımını doğuran başbakanın tek lider olma ve mutlak itaat
beklentisi, cemaatı siyasetin emrine alma çabasıyla hız kazandı. Erdoğan’ın bağımsız bir yapıya
sahip cemaatı kontrolüne alabileceğine inandıran sebepler vardı. Cemaatı kuran 12 isim arasında
sayılan Kemalettin Özdemir, “cemaatın başına Gülen’den sonra geçecek isim” diye Erdoğan’a
aslında 2008 yılında pazarlanmıştı. Erdoğan, bu nedenle Said Nursi’nin talabesi Said Özdemir’in
oğlu olan Seyyit Kemalettin’e özel ilgi göstermiş, devletin kasasını sonuna kadar açmış, “Nur
cemaatlerini AKP’ye oy verdirmeden sorumlu” gizli danışmanı yapmıştı. Bu adımı ilk kuşkuyu
beraberinde getirmiş, güven krizine giden “fitne yolu” açılmıştı. Kemalettin krizi, hasıraltı
edilsede cemaat tabanında dalga dalga yayıldı, bugün ise bilmeyen kalmadı. Kemalettin bey,
bırakın cemaate lider olmayı, bir küçük grubu dahi kopartamadı, cemaati ikiye bölemeyeceğini
MİT’in ve Erdoğan’ın anlaması ise beş yılı aldı. Erdoğan, Anadolu sathında tüm cemaatlerden
biat aldı, kendisine ya “Halife” veya çok yakın olanlara hatta “Mehdi” diye biat ettirdi. Mehdi
biatı ettirdiğini Kemalettin Özdemir’in kardeşinden duyanlar ve kendilerininde Efendi’yi Mehdi
gördüklerini söyleyen ortak dostlarımız var. Kulaklarımla duymadan inanmak istemedim. Ancak
Kemalettin bey 1980’li yıllardan benim eski abim, ortak dostlarımız var.

44
Başbakanı, “Mehdi ve Halife” yapma iddiaları sanırım Hocaefendiyi çileden çıkardı. İddia değil
gerçek olduğu net olarak öğrenildi, şok yaşandı. Cemaat, AKP ile kopma noktasına gelmişti ama
“köprü geçerken at değiştirilmez” atasözüne uyuluyor, arkadan saplanan hançere, tüm
hezeyanlara rağmen susuluyordu. “Dershaneleri kapatın, cemaatın ana finansman ve talabe
kazanma kaynağını kesin” tavsiyesini başbakana yapanın Kemalettin Özdemir olduğunu
cemaatte bilmeyen yoktu. Yalçın Akdoğan ve Kemalettin beyin yakın akrabaları MİT’te üst
düzey görevlerde yönetici olunca cemaata operasyon, “devlet güvenliği” haline
geliverdi. Başbakan Erdoğan, “dershaneleri kapatacağım” diye algı savaşına başlamasaydı,
belkide Taraf Gazetesi’nde yer alan “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” başlıklı
haber gün yüzüne çıkmazdı. Bu haberde şu denilmek istendi: Ergenekon, Balyoz ve 28
Şubatcıların MGK’da aldığı hukusuz yargısız infaz kararları altında sizinde imzanız var, bir gün
sizi de yargılayabilirler. Bu haber, Erdoğan’ı uyandıracağına kızdırdı, savaş baltasını çıkardı,
uzun zamandır satın aldırdığı medya kalemşörlerinde savaş tamtamları çalındı, iftira ve
hakaretler bir emirle başlatıldı. Türk medyası aklını yitirmiş gibiydi, devletle paralel gazeteciler,
cemaatı paralel devlet gösteriyordu.

Ergenekon davasıyla yıldızı parlatılan Şamil Tayyar bile twitter mesajlarında,“Doğru Cemaati
bitirme kararı 2004′de alındı; sonra emniyet cemaate bağlandı, dersane ve okul sayısı patladı,
AK Partiye kapatma davası açıldı. Fitneye destek verenleri görünce sorunun fitneciyle sınırlı
olmadığı anlaşılıyor” diyor, cemaatı “öcü” sayıyordu. “Günah keçisi” yapılan cemaat artık tüm
“kötülüklerin babası”ydı. Devletin kaymağını yiyenler, yolsuzluk, rüşvet ve gulul günahıyla
boğazlarına kadar çamura batmış olan AKP’liler, cemaatı suçlayarak yırtacaklarına pek
sevindiler. Maskeler düşmüş, insanların tıyneti ortaya saçılmıştı. Üstad Said Nursi’nin ifadesiyle
“cismaniyet ve hayvaniyetten çıkıp kalp ve ruh insanı” olamayan “ehli dünya çete”, cemaat
düşmanlığında birleşmişti. Hocaefendi’yi en fazla yaralayan hançer, Nursi’nin yaşayan bazı
talabelerinin cemaatı infaz hamlesine onay vermesiydi. Bunun iki sebebi vardı. İlki Risalelerin
sadeleştirilmesine sert muhalefet etmekle kalmamışlardı, cemaatı artık Nur cemaatı olarak
görmüyorlardı. İkincisi, Kemalettin Özdemir, Başbakanının Ayasofya Müzesini camiye
çevireceğini ve Risaleleri devlet eliyle bastırıp devlet okullarına tavsiye ettireceğini
müjdelemişti. Bu iki işaret güya üstadın belirttiği hususlardı ve Erdoğan’ın Mehdi olduğunu
gösteriyordu. Halbuki üstad, risaleleri kendisi yaşarken bile bir kaç kez sadeleştirmişti. Ben
Mehdiyim diyenin Mehdi olamayacağını, Mehdinin bir şahsı manevi olma ihtimalini belirtmişti.

Başbakan Erdoğan, algılar mücadelesinin dini alana kaydırıldığını ve gerekirse ilahiyat dilini de
kullanacaklarını meşhur Dolmabahçe toplantısında 46 cici gazetecisiyle duyurdu. Bir iddiaya
göre, İstanbul surları altında bulunan Hz. Musa’nın kutsal 10 emir tabutu ortaya çıkartılacak.
Neden mi? Bu işaret,“Mehdi’nin çıktığının delili” sayılıyor bazı zayıf hadislerde. Daha düne
kadar fıkıh üstadı saydığımız Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer’in tarafını AKP yanında
seçmesi ile devlet ilahiyatçıları arasına yenileri de eklenmiş oldu. “İslam halifesinin beytülmal
denilen hazinenin beşte birini kullanma hakkı”nın bulunduğuna dair dini fetvalar ortalığa
çıkabilir. Zaten AKP’liler kesinlikle yolsuzluk ve rüşvet, hatta alınan yüzde 10 komisyon
iddialarını kabul etmiyorlar. “Her şey devlet, her şey şeriat içinmiş” ve cemaat ülkeye şeriatın
gelmesini istemiyormuş! “Şii, Caferi olana Muta helal, sünni olana Kur’ana göre dört kadın
helal, sana ne bizim İslami (!) yaşantımızdan, zina iddialarınız şeriata aykırı” diyorlar. Hatta
daha da ileri gidip, “devletin selameti için cemaatı infaz veya cemaat kurmaylarını yok etme
fetvası gereklidir, normaldir, fetva alınmış ise isabet olmuş” bile diyorlar. Bu kadarına pes

45
diyorum, demek ki insanın içindeki hayvaniyet ve cismaniyet özellikleri ortaya çıkınca insanlık,
vicdan, Hak aşkı ölüyormuş…

AKP ve cemaatın dine kayan üslup savaşını izleyen Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul
Özkök, “iki tarafın kullandığı dini dilden hiç bir şey anlamıyorum, algı savaşında özel, sırlı, gizli
bir dini dil konuşuyorlar” diye laik Kemalistlerin bakışını özetlemiş. Dini dil savaşının varacağı
yer bol bol gıybet ve ceheennem çukuruna yuvarlanmaya yol açacak kalplerdeki imanı
sorgulamaktır. Gıbta ile başlayan fitne, önce kıskançlığa dönüştü. Sonra eski kin ve nefretler
depreşti, ayrımcılığa, ötekileştirmeye evrilen nefretlerin hedefindeki cemaat şeytanlaştırıldı.
Bundan sonraki aşama kafirleştirmedir. Bir müslüman başka bir müslümana kafir derse,
karşısındaki kafir değilse kafir olmadan ölmez. AKP ve cemaat savaşını fitleyen perde
arkasındaki global ve yerli şeytanların, Eski Türkiye’yi hortlattıklarını ve bizzat AKP’ye bunu
yaptırarak AKP’yi halk nezdinde küçük düşürdüklerini akıl ve kalp sahipleri görebiliyor. Aklını
ve kalbini iki ayrı kampa ayırmışlar büyük fitneyi göremiyor. Sıffın savaşı ve Cemel vakasında
bazı sahabeler bile fitneyi evvelden görememiş, yanlış cenahta yer almıştı. İki taraftanda
ölenlerin şehit olduğu veya cehenneme gittiği Sıffın savaşı, müslümanların basiretlerinin
bağlanabileceğini gösteriyordu. Hz. Ali, kalbinde nefret olan Haricileri huzurundan kovmuş,
Zübeyir bin Avvam’ı öldürmekle övünen cahile, “cehennemde yerin hazır” hadisini
hatırlatmıştı.Yüzbine yakın sahabi ve Ehli Beyt, Sıffın’den sonra hortlayan aşırı Arap
milliyetçiliği nedeniyle başka diyarlara hicret ettiler ve İslam’ın yayılmasında öncü oldular.
Görünürde zulmeden Yezid müslüman halife ve Haccacı Zalim müslüman alimdi. Sufi
müslüman, tokadı Allah’ın vurduğunu bilir, vesile ele bakmaz, sabreder.

Ameller niyetlere göredir, yanlış cenahta yer alsan bile Allah seni gerçek, saf niyetin ile
yargılar. Kim haklı, kim haksız, bunu zaman gösterecek. Alimlerin içtihatlarında keramet vardır.
Tek bir tesellim var: Her şeyde mutlaka bir hayır vardır, Allah şerleri hayra çevirir, bekleyelim
ve görelim: Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler. Aktif tevekkül ve doğruyu söylemek zor
zamanların işidir.

Darbe olsaydı, ne olurdu?

Mar 9

Yazan: maserivicdan

46
Dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım pek meraklı! Sohbetimiz esnasında, hem sosyal medya
üzerinden hemde telefon açıp ülkemizde ne zaman askeri darbe olacağını öğrenmek istiyorlar.
Bazen kendimi darbeleri erken haber vermeden sorumlu gazeteci gibi hissediyorum. Herkes
ülkemizde olan bitenlere bir anlam veremediklerini söylüyor, sitem ediyor ve soruyorlar:“Darbe
yakın mı?” Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Darbe olması için daha ne olması gerekiyor
acaba!

“Twitter’da elinde kılıç önüne geleni kesip doğruyorsun, ne oldu sana Allah aşkına?” diyenler
halime pek şaşkın! Takipçim twitter’da bir ayda 4 binden 35 bine çıkmış, her makalemi yüzbin
kişi okuyormuş. 8 yıldır faaliyet gösteren kişisel siteme yoğun girişler olduğu için kapasite artık
taşımıyor. Açık açık yazayım mı, eğer bir darbe olsaydı, ne olurdu! Bir dostum, “sen bir
fenomen oldun ama sakın Türkiye’ye gelme, öldürürler” diyor.

Niye diye sormadım. Ülkeye bir paranoya hakim, aslında bir darbe oldu kimse adını koymak
istemiyor. Başbakan, “dostmodern” diye tanımlamak istedi “post kurtarma” darbesini! Benim
tesbitim, bu bir “Yeşil Neo-28 Şubat ” sivil darbedir ama askerler arkada saklanıyor.

Eğer bir darbe olsaydı, HSYK’da bir değişiklik yapılır, 12 Eylül 2010’da halkın referandumda
evet dediklerine itiraz edilir ve hayır denilirdi. Üstünlerin hukuku geçerli olur, elit bir oligarşi
halkla alay eder gibi tasfiye yapardı. Bir darbe olsaydı, ilk önce HSYK yasası yeniden
değiştirilirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, darbeleri engelleyen, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve 28 Şubat
operasyonlarını yapan 2000 polisi darbeciler hemen sürgün ederdi.Bir darbe olsaydı,
Ergenekon’un intikamını darbecileri soruşturan savcılardan alırlar, savcı ve yargılayan hakimler
sürgün edilir, yetkileri tırpanlanır, tenzili rütbeye uğrarlardı!

47
Eğer bir darbe olsaydı, medya organlarına devlet el koyardı, devletleştirir, tekel haline getirir,
çok sesliliğe izin vermez, sustururlardı. Bir darbe olsaydı, devlete paralel gazeteci ve yazarlar
türer, devlete yaslanırlar, çirkefleşirler, toptan tüm medya pespayeleşirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, Anadolu’nın bağrından çıkmış dindar vatan evladı şeytanlaştırılır, devlet
kurumuna sızdı diye kapı önüne konur, itibarı zedelenirdi. Bir darbe olsaydı, iftira, yalan ve
çamur atmada yarış yapılır, hatta ülkenin en temiz insanlarına ‘Haşhaşin’ denirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, ülkemizin yurt dışında medarı iftiharı, alnımızın akı olan Türk okullarını
kötüleme furyası başlatılır, devletin büyüğü büyükelçilerine talimat gönderir ve karalama
kampanyası yapardı. Bir darbe olsaydı, Türk okullarını kötüleyen ‘devletlü’ olurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, abuk sabuk kız erkek evler tartışması yapılır, özel hayata karışılır,
yasakları izah için dini terminoloji kullanılır, İslamcılık yozlaştırılır, dünyevileşen müslümanlar
dindar sanılırdı. Bir darbe olsaydı, dershaneler kapatılır veya dönüştürülürdü!

Eğer bir darbe olsaydı, yolsuzluk, rüşvet, komisyon, hortum, hırsızlıkların üstü örtülür, devleti
yönetenler bizzat yanlışları örtbast eder, yargıya müdahale ederlerdi. Bir darbe olsaydı, dürüst
savcı ve polisler diyar diyar sürülür, hakimlerin gözü korkutulurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, MİT tüm cemaatleri eskiden fişlediği gibi fişlemekle kalmaz, despotlaşır,
fişlemelerde “vatan haini”, “devlet düşmanı” ve “casus”gibi notlar düşülürdü. Bir darbe olsaydı,
hakkı söyleyen ve darbecileri takip eden TEM polisleri intihar süsüyle Özel Harp tarafından
infaz edilir, topluma korku, endişe, belirsizlik pompalanırdı!

Eğer bir darbe olsaydı, ülke bir Muherabat, istihbarat ve istibdat devletine döner, birbirinin
ayağını kaydırmak isteyen dönekler, namussuzlar türer, fırsattan istifade müfteri olurlardı. Bir
darbe olsaydı, kardeş kardeşi ispiyonlar, baba oğulu satar, müslüman müslümanı hançerlerdi,
herkes birbirine küfreder, toplum tam ortadan ikiye bölünür, çatlardı!

Eğer bir darbe olsaydı, ülkede muhalefet partisi kalmaz, tek adam zihniyeti hortlar, “dediğim
dedik çaldığım düdük” diyen bir “diktatör”, tüm nimetleri kendinden menkul görürdü. Bir darbe
olsaydı, bu tek adam kendisini halka zorla cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışır, seçime hile
karıştırmak için devlet gücünü kullanır, muhalifleri sindirirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, devlete göbekten bağlı kılınmış, midesine endeksli, makam düşkünü
aydınlar, akademisyenler susar, gazeteci ve yazarlar devlet kulu olur, makam korkusu, işten
atılma endişesi had safhada olurdu. Bir darbe olsaydı, insanlar zulmü iliklerine kadar hisseder,
sıranın kendisine ne zaman geleceğini kurbanlık koyun gibi beklerdi!

Eğer bir darbe olsaydı, fetva verecek bir hoca mutlaka bulunur, yapılan tüm yanlış işlerin
devletin bekası için gerekli olduğuna vicdanlar inandırılır, gerekirse vatan evlatlarının infazına
ses çıkarılmazdı. Hatta onca devlet ihalesi üzerinden komisyonun ve rüşvetin devlet yararına
alındığına halk inandırılır, zina ve yolsuzluk alenileşirdi! Bir darbe olsaydı, takiye yapanlar,
münafıklar çoğalır, doğruları söylemek elde tutulan ateş, bir kor olurdu!

48
Eğer darbe olsaydı, sivil toplum öldürülür, sivil toplum örgütleri devletten maliyeleşmemişse ve
devlet tarafından kontrol edilmiyorsa sakıncalı görülür, emir eri olmazlarsa yok edililirlerdi. Bir
darbe olsaydı, ülkenin en büyük cemaatının gözyaşına bakılmaz, gulyabanileştirilir, öcüleştirilir,
karalanır, örgüt davası hazırlanırdı!

Eğer bir darbe olsaydı, hapishanedeki bölücüsü, darbecisi, mafyası dışarı çıkarılarak toplumsal
bir barış olacağına halk inandırılır ama cemaatler tehlikeli görülür hapsedilmeleri için fitneler,
yalanlar, kasetler çıkarılırdı! Mutlaka MİT’in ürettiği sahte haberler merkezi olurdu ve
utanmadan yargısız infaz yaparlardı! Bir darbe olsaydı, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye
sataşmak, küfür ve hakaret etmek caiz olurdu!

Eğer bir darbenin halen olmadığını sanıyorsanız ve askeri darbe ne zaman olacak diye saf saf
bekliyorsanız, ben size daha ne diyeyim!

“Göktürk” adlı yeni derin devlet, fesat oligarşik komite, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle
sivil bir darbe yaptırdı. Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde davrandığı gibi
davrandı ve darbenin yönetimine geçti, iktidarını, yani zevahiri kurtarıyor.

“Uluslararası komplo” filan yok dostlar, darbeyi yapan “paralel devlet” ama adı “Göktürk”. KCK
denen paralel diğer devlet “Kürdistan” ile ortak hareket ediyor. “PYD” denilen “cemaat paralel
devleti” tam bir yalancı hayalet!

Sorun kendinize ve cevabını net olarak düşünün. Eğer bir darbe olsaydı, bugün yaşananlardan
daha fazla ne olabilirdi?

Cevabını ben vereyim, bunlar yaşanırdı. Tek farkı olurdu, binlerce insan hapishanelere alınır ve
işkenceden geçirilir veya işlerinden edilirdi. Sakın bana, “olmaz bunlar” demeyin.

Eğer bu darbe daha da sertleştirilmek isteniyorsa, “Göktürk Komitesi”, bundan sonra ne


yapacaktır? Bir darbe olsaydı, “Türk ordusunda Fethullah Gülen yapılanması” isimli çakma
hazırlanmış kurgu bir yazı dizisi Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü ve Abdurrahman Şimşek adlı
iki gazeteci ismi kullanılarak yayınlanır ve kamuoyunda Gülen ve cemaat nefreti patlamaya
hazır volkan hale getirilirdi!

Ve casusluk ve vatana ihanet ettikleri gerekçesiyle örgüt davası açılır, MİT tarafından 3 yıldır
izlenen 4800 kişiye anında operasyon yapılırdı. 40 gazeteci hapsi boylardı. Savcı ve polisleri
devreden çıkartan soruşturmada MİT mensuplarına özel görevler verilirdi!

Kimse sormazdı, 1999 ile 2008 arasında Gülen tam 9 yıl, örgüt davasından yargılanıp beraat
etmedi mi? Hatta Yargıtay Genel Kurulu’na kadar giden davada tam aklanmadı mı? Bu nasıl kin
ve nefret ki, Hak dostlarını hedef alan fesat komitesi elbise değiştirip aynı yerden milleti tekrar
sokabiliyor ve saçmasapan iftiralarla göz boyayıp halka yutturabiliyor?

Bir darbe olsaydı, inanın bana bu bile olurdu! Linç edilen hak dostlarının ve son davanın
koruyucusunun Allah olduğu unutulurdu! Gayretullaha dokunan zulüm, Allah’ın kılıçları Hz.
Ömerleri, Hz. Halid Bin Velidleri, Hz. Alileri ve Hz. Ebu Dücaneleri yardıma gönderirdi!

49
Maziden bir nostalji. 4. Türkçe Olimpiyadı’nın düşündürdükleri

Türkçe’ye verdiği önem nedeniyle devlet madalyasına layık görülmesi gereken gözyaşlı manevi
dinamiğimize TBMM Başkanı Bülent Arınç sahip çıktı. 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyadı ödül
törenininde herkes oradaydı, dört kesim hariç. Milliyetçiler, CHP, bazı dini cemaatler ve
askerler…

23 Nisan Çocuk bayramında her yıl çeşitli ülkelerden getirdiğimiz çocuklardan farklı olarak 84
ülkeden gelen 355 dünya çocuğu, Türkçe konuşup yarışıyor, vicdanında zerre kadar insaf kalmış
herkesi ağlatıyordu. Gelecek sene 120 ülkeden, 10 sene sonra BM’e kayıtlı olan ve olmayan tüm
ülkelerden öğrencilerin katılacağı spikerler tarafından açıklandı. Yani tüm dünyada Türk okulu
ve dil merkezi açılmıştı veya açılacak; meyveleri gelecekti.

TBMM Başkanı Bülent Arınç, ”İstanbul Kongre ve Gösteri Merkezi”nde düzenlenen 4.


Uluslararası Türkçe Olimpiyadı ödül töreninin finalinde oldukça duygulu bir konuşma yaptı. Bu
başarının önderini methettiği konuşmasında gururlu, mutlu ve heyecanlı olduğunu, bu çocuklarla
ve onlara Türkçe’yi mükemmel şekilde öğreten gönüllüler hareketiyle iftihar ettiğini üzerine
basa basa vurguladı. Tüm çocukların ülkelerine ödül ile gönderilmesini istedi. Daha konuşmasını
bitirmeden Zaman gazetesi sahibi Ali Akbulut, her öğrenciye 1000 USD doları hediye ettiğini bir
not ile bildirdi. Tam 355 bin doları gözünü kırpmadan veren Akbulut, milliyetçi, ulusalcı geçinip
icraat yapmayanlara okkalı bir ders verdi: Devletin cebinden değil kendi cebinizden Türkçe’ye,
milletinize hizmet ediniz.

Arınç, gelecek sene katılacak öğrencilere TBMM Özel Ödülü verileceğini açıkladı.
Konuşmasında Moğolistan konusunda verdiği örnek ilgimi çekti. Nurullah Genç’in naat
yarışmasında birinci olan meşhur Yağmur şiirini okuyan Moğol öğrenci dereceye girememişti.
Doğrusu şiiri okuyan öğrencinin telaffuzu nedeniyle bu sonucu bekliyordum. Arınç’ın üzüldüğü
belliydi. Bu nedenle kapalı kutuyu açtı. Ulanbatur’a büyükelçi olacağını duyunca elinden bardak
düşen, ben orada yaşayamam diye isyan eden bir diplomatın ruh haletini anlattı. Oysa bu
büyükelçi 5000 USD doları maaşla, kendisine tahsis edilen özel makam aracı ve konutda
yaşayacak, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecekti. Moğolistan’a direkt uçuş yoktu,
gidebilmek için Çin, Kazakistan veya Japonya’dan aktarma yapılmalıydı. Oraya giden ve Türk
okulları açan muhabbet fedailerini bu engeller durduramamıştı. Üstelik 300 usd gibi düşük bir
maaşa neredeyse karın tokluğuna çalışıyorlardı. ODTÜ, Bilkent veya Boğaziçi bitirmeleri
farketmiyordu, tayin kurasından kime neresi çıkarsa gidiyorlardı. Büyükelçinin beklediği gibi
torpil yaptırmak akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Dönmeye değil sanki ölmeye gidiyorlardı.
Ve samimi çabaları başarılı oluyordu.

Arınç’ın konuşması beni 1991 yılına götürdü. Moğolistan’dan ilk defa milletvekili Moğol Kazak
Kadir bey, 29 öğrenciyi Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Kuran ve Türkçe öğrenmeleri
amacıyla İstanbul’a göndermişti. 15 günlük tren yolculuğuyla Rusya- Bulgaristan üzerinden
gelmiş ve perişan bir halde Büyük Çamlıca Kuran Kursu’na teslim edilmişlerdi. Türkiye
yüzölçümünün iki katına sahip Moğolistan’da sadece 2 milyon insan, 20 milyon at, küçük ve
büyük baş hayvan yaşıyordu. Çin’de kalan Aşağı Moğolistan’dan zaten dünyanın haberi yoktu.
Kazakistan’a yakın Bayan Olgey kentinde 150 bin Kazak Türkü yaşıyordu; bu ilk gelenler
oradandı. Çin, Rusya ve Moğollar arasında sıkışmış, ilkel bir hayat yaşayan, neden yaşadıklarını

50
bilmeyen Moğolistan Kazakları, içki, uyuşturucu girdabındaydı. Göktürkler’in tarihi Orhun
Kitabeleri’ni barındıran topraklar insan kaynakları açısından böyle çoraktı.

O yıllarda doktor yardımcısı olarak Çamlıca’nın revirine bakıyordum. Ayrıca Bulgaristan’dan


gelen ve kursta kalanlarla ilgileniyordum. Moğolistan’dan gelenlerin halini gören Harun bey, bu
gariplerin rehberliğini başka bir garipe tarafıma verdi. Kursta Kuran hocası çoktu, ama Türkçe
hocası yoktu. Zoraki olarak Türkçe öğretmenliği tevdi edilince ne yapacağımı şaşırdım. Onlar
Kazakca ve Moğolca biliyordu. Bense henüz 20 yaşında roman denemesi yazmış 21 yaşında
genç bir yazar adayı olmama, Çamlıca öğrencileriyle Muhabbet adlı bir dergi çıkartmamıza
rağmen henüz Türkçe’yi bile iyi bildiğimden kuşkuluydum. Tarzanca Türkçe öğretmenliği
yaptım ve 4 ay sonra şakır şakır Türkçe konuşmaya başladılar. Sünnetsiz oldukları için 15-30 yaş
arasında olan bu gençleri Doç. Dr. Ümit beyle sünnet ettik. Kadir bey, 4 ay sonra gelip
öğrencilerin Kuran ve Türkçe öğrendiğini görünce hemen 100 öğrenci daha göndermeye karar
verdi. İlk öğrenciler aslında zor öğrencilerdi. Neler çekildiğini tahmin edemezsiniz. Büyüğümüz
gerekirse kolunuzu kesin onlara yedirin, elinizi onlara kaldırırsanız affetmem demeseydi,
doğrusu o çileye sabredilir miydi bilemiyorum…

Bu zor öğrenciler, öğrencileri Türkiye değil kendi ülkelerinde eğitme fikrini önplana çıkarmıştı.
Böylece Moğolistan’a giderek orda öğrenci seçme fikri ortaya atıldı. Mustafa Tezcan ve Enver
Hoca’dan oluşan ekip benle beraber Moğolisan’a gidip 2 ay kalacaktı. O sırada Azerbaycan’dan
gelen ekip, Çamlıca’dan birini isteyince kendimi bir anda Moğolistan yerine Bakü’de gazete
kuracak ekibin içinde henüz gazeteci olmadığım halde buldum. Giderken aksakalımıza orada ne
yapacağız diye soran saf bir arkadaşımıza şunları söylemişti: Ne yapacağınızı bilmiyor
musunuz? Temsil görevi yapacaksınız. Hiçbir şey bilmesenizde düzgün bir müslüman olarak
yaşamanız yeterli. Krilden Latin alfabesine geçip Türkçe’yi öğrenmelerini sağlayacaksınız. 21.
yüzyılda Türkçe bilim dili olacak. Türkiye’yi tanıtacak hasret köprüleri kuracaksınız.

Bazı arkadaşlarımızın bunu ütopya olarak gördüğünü hatırlıyorum. Türkçe bilim dili olacak ve
21. yüzyıla damgasını vuracak ha! 1992 başındaki bir diyalogdan bahsediyorum. Bugün bunun
ütopya olmadığını görüyoruz.

Bu arada Bayan Olgey’de 5 Kuran Kursu açtığını iddia eden, ilk getirdiği öğrencilerin
ailelerinden rüşvet alan ve para sızdırmaya çalışan Kadir beyin foyası ekip Moğolistan’a gidince
ortaya çıkmıştı. 2 ay çadırda kalan ve sivrisneklerle mücadele eden ekip daha sonra Çamlıca’da
eğitim gördükten sonra Türk lise ve üniversitelerinden mezun olan 29 öğrenciyi anahtar olarak
kullanıp 3 Türk okulu açmayı başardı. Türkçe olimpiyadına şiir okuyan kız öğrenci, işte 15 yıllık
bir emeğin meyvesi olarak Arınç’ı duygulandırmayı başardı. O sahneye o kız gelene kadar nice
emekler harcandı, bilen bilir…

Türkçe olimpiyadında muhtemelen çağrıldığı halde yerlerini almayan Türk milliyetçiliğinin


temsilcileri olduğunu söyleyen MHP’liler acaba kıskançlık mı duyuyorlar? MHP lideri Devlet
Bahçeli, en azından bu tür etkinlikleri kaçırmayan Namık Kemal Zeybek’i orada görmek
isterdim. Jüride yer aldığı açıklanan Yeni Çağ gazetesi yazarı Arslan Tekin de yanılmıyorsam
orada değildi. Yıllarca Türkçe’ den yurtdışındaki Türklerden bahseden ve bu yönde politika
izleyenlerin bu samimi çalışmayı takdir etmesi beklenirdi. Oysa rahmetli Ebulfey Elçibey ile
1998 ve 2000 yıllarında yaptığım röportajlardan biliyorum: Türk okullarının Türkçe

51
öğretmediğini İngilizce öğreterek ABD’ye çalıştığı iddiasını ileri sürüyorlar. Bu safsataya inanan
ülkücü sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Elçibey, ölmeden önce verdiği son röportajda
tarafıma pek çok ülkede 50 bin insana Türkçe öğreten insanın ayağını öperim diyerek emaneti
ehline teslim etmişti. Bu röportajın kasedini tarihi bir delil olarak halen saklarım. Başbuğ
Alparslan Türkeş’inde ölmeden önce takdir hislerini çekinmeden ilettiğini biliyoruz. O halde
günümüz milliyetçilerine ne oluyorda burun kıvırıyorlar? Ulusalcı akımları çıkartarak
milliyetçileri yeni amaçlar doğrultsunda kullananlara bu soruyu sormak lazım. Safkan ülkücüler
masumdur.

CHP Lideri Deniz Baykal ve CHP’lileri de orada göremedim. Oysa pek çok CHP’linin Türk
okullarını ziyaret ederek takdir hislerini ziyaretçi defterlerine çekinmeden yazdığı biliniyor.
Japonya’da Osaka’da açılacak Türk Dil Kursu’nun parasını himmet edecek kadar duygulanmıştı
CHP Belediye başkanları. Tokyo’daki Dil kursunu ziyaretlerinde bir yıl içinde 6000 Japonun
Türkçeyi öğrendiğini duymuş ve Türkiye’yi tanıtmanın en iyi yolunu bulan gençleri aralarında
para toplayarak ödülendirmişlerdi.. Pekala neden yoktunuz olimpiyad töreninde muhteremler?
Eğer geldilerde canlı yayında göremediysem özür dilerim. Diğer katılamayanlara girmek
istemiyorum. Bazı medya organlarının haberi veriş tarzı sorunluydu. Böyle bir etkinliği mesela
Aydın Doğan düzenleseydi veya Türk okullarının elde ettiği başarıya Koç veya Sabancı’nın
eğitim kurumları ulaşsaydı; acaba kör ve şaşı olarak bakmayı sürdürürler miydi? Niyetim
zaptiyelik yapmak değil. Elbette isteyen istediği yere katılır veya katılmaz. Ama medyanın
çelişkili tavrı eleştirilmeli ve sorgulanmalı. CHA aracılığıyla 44 ülkede ve 40 yerel televizyonda
canlı yayımlanan bir tören sıradan değildir; en azından haber değeri taşır.

Bu yazıyı kendime pay çıkarmak için yazmadım. Görmeyen gözlere ve hissetmeyen kalplere
ulaşmak zordur. Bu başarıya neden kendilerinin ulaşamadığını sorguluyorlardır. Herşeyin para
ile olduğunu sanan maddeciler bile bu işin para ile olamayacağını kavradı. Rahmi Koç, bir kaç
okulun hakkından gelemediklerini 100 ülkede 500 okulun nasıl yürüdüğünü merak ettiğini
söylemişti. Sadece insan faktörüyle de izah edilemez. Netice itibariyle üniversiteden yeni mezun,
çok genç insanlar bu okulların öğretmenleri. Maddi destek verenler küçük ve orta ölçekli
esnaflar, öyle büyük holdingler değil. Onlar almak değil vermek için çırpındıkları için bazılarının
gözünde çok büyütülüyorlar. Kısmeti olmayanın zaten hayırlı işte bezi olamaz. Bu kadar fakir ve
garip bir topluluk peki nasıl oluyorda başarıya ulaşabiliyor?

Elbette Allah’ın inayeti ve yardımıyla… Duayla… O gözüyaşlı gurbet hüzünlüsünün isim isim
alperenlerine dua ettiğini biliyorum. Burunları kanamadan gittikleri çok tehlikeli bölgelerde
hizmet edebiliyorlarsa bunda bir keramet vardır. Her kim kendine pay çıkartıyorsa şirke giriyor
demektir. Ben yaptım, ben ettim mırıltıları şeytanın kulak tırmalayan gürültüsüdür. Allah
kullarını kullanır. Rahmetine nail edecekse vesile kılar. Doğru zamanda doğru yerde olmak
elbette önemlidir. Ancak Allah’ın inayeti yoksa en zengin ve en zeki insanlarda olsanız kalplere,
gönüllere giremezsiniz. Samimiyet ve ihlasınız yoksa, Alah rızası için haraket etmiyorsanız tüm
şartlar lehinize gibi gözüksede verim alamazsınız. Arınç bu gerçeği, hiçbir çıkar peşinde
koşmayan, dönmek için gitmeyen ışık ordusundan verdiği örneklerle simgeledi, taşı tam gediğine
koydu.

Ne mutlu küçükte olsa bu kutlu seferberliğe destek verenlere, emek harcayanlara… Gözyaşı
damarları kuruyanlara ne desek abesle iştigaldir. 19 Haziran 2006, sonsaniye.net

52
Hasidili Hazar Yahudisi Türk Pakman bakın nasıl çarpıttı:

Feto’nun Azerbaycan’a girişi

Posted on 29/09/2016 by bpakman

53
FETÖ, Türkiye’de mi, yoksa Azerbaycan’da mı daha güçlü?
Yanıt arayışına başlayabilirim:
Gazeteci İlhami Yangın’ın kitabı çıktı:
“Cemaat’in İlk Darbesi.” (Tekin Yayınları)
Kitabın isim babası benim. Gazeteci Yangın kitabını çıkarmadan önce okumamı istedi.
Yazdıkları ilgimi çekti. Çünkü…
İlhami Yangın bir dönem; Azerbaycan Halk Cephesi lideri/Cumhurbaşkanı, Atatürk aşığı
Ebulfez Elçibey’in yanında bulunmuştu; ve kitap o dönemin karışık siyasi atmosferini ele
alıyordu. (Kitaptan öğreniyoruz ki, Elçibey üzerinde gizlice hep bir Atatürk rozeti taşırmış.)
Kitapta Cemaat’in ilk darbesinden kastedilen; Türkiye değil, Azerbaycan’dı!..
Azerbaycan, Sovyetler Birliği’nden ayrılarak 30 Ağustos 1991 tarihinde, bağımsızlığını ilan etti.
Ama bu iş hiç kolay olmadı…
Ermenistan uluslararası desteği arkasına alarak Azerbaycan’a saldırdı.
“Uluslararası destek” derken aklınıza sadece diaspora Ermenileri gelmesin; Ermeni Ulusal
Hareketi’nin lideri Levon Ter Petrosyan’ın kayınpederi Yahudi Fraim Abramovich Pliskovsky’in
de büyük katkısı oldu!
Ermenistan karşısında dağınık Azeriler pek varlık gösteremedi. (Azerbaycan milli ordusunun
kurulması için yıllarca görev yapan emekli Tümgeneral Yaşar Demirbulak Paşa’yı da rahmetle
analım.)
Azerbaycan petrollerinde gözü olan ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere, çok sayıda Batı
ülkesi, Azerbaycan’a el altından müdahale ediyordu. Peki…
O günlerde Fethullah Gülen ne yapıyordu?..
İlk büyük himmet

54
Fethullah Gülen 12 Eylül 1980 darbesinden kolayca kurtulunca vaazlarına başladı. İlk olarak, 13
Ocak 1989 tarihinde, İstanbul Üsküdar Valide Sultan Camisi’nde, büyük bir kalabalığa hitap etti.
Vaaz konuları tamamen değişti; eski konuşmalarında genellikle İslâm büyüklerinden bahseden,
dinî hikâyeler anlatan Fethullah Gülen, yeni vaazlarında “Orta Asya’daki esir Türk kardeşlerim”
diye söze başlıyor; “kulağıma çatırdılar geliyor” diyerek, “Sovyetlerin dağılışını görür gibi
olduğunu” anlatıyordu.
Süleymaniye Camisi’nde verdiği “meşhur” vaazının tamamını Orta Asya’ya ayırdı. Kürsüde
ağlayarak, “kardeşleriniz orada perişan durumdayken, nasıl burada rahat uyuyabiliyorsunuz?”
diyerek Nahçıvan’a yardım edilmesini söyledi. Ardından, Zaman gazetesi yardım kampanyası
başlattı. Ve…
İlk büyük himmet paraları böyle toplandı; Faisal Finans, Kuveyt Türk, Vakıfbank ve Ziraat
Bankası’nda açılan hesaplara para yağıyordu! İyi de…
Ermeniler Nahçıvan’a saldırmadı ki! Asıl yardıma ihtiyacı olan, Elçibey liderliğindeki
Azerbaycan Türkleri idi. Keza…
Nahçıvan tarım ve hayvancılık bakımından çok zengindi; ülkede yiyecek sıkıntısı söz konusu
değildi.
Neler oluyordu?..
Nahçıvan’da Haydar Aliyev vardı. Cemaat; Elçibey ile değil, Aliyev ile işbirliği yapıyordu.
Nedense Cemaat, Elçibey karşısındaki Aliyev’in güçlenmesini istiyordu. Haberlerinde yalan
yazmaktan geri durmuyorlardı. Örneğin, Aliyev Ermenistan’ın Sisiyan Köyü doğumluydu ama
Zaman gazetesi, hep Nahcıvan doğumlu olduğunu yazıyordu!
Fethullah Gülen o günlerdeki rüya yorumlarında Aliyev’in bir gün mutlaka Azerbaycan’ın
cumhurbaşkanı olacağını söylüyordu!
“Meclis’in İmamı” denen AKP eski milletvekili ve halen tutuklu olan İlhan İşbilen ile; halen
kaçak Ali Bayram o dönemin karanlık ilişkilerini bir gün anlatır mı?
Cemaatçi subaylar

55
Tarih: 26 Nisan 1991.
Azerbaycan yangın yeriydi. Oluk oluk kan akıyordu. Ve…
Cemaati’n kilit isimlerinden Halit Esendir ve İlhan İşbilen Bakü ve Nahçıvan’da Zaman gazetesi
bürosunu açıp; gazetenin yayımlanması için izin aldılar.
Zaman gazetesinin yurt dışında yayımlandığı ilk ülke Azerbaycan oldu. Böylece…
Azerbaycan’da resmî kayıtla faaliyete başlayan ilk yabancı şirket Zaman gazetesini çıkaran Feza
Gazetecilik AŞ oldu. Yılmaz Polat Zaman gazetesi Bakü temsilcisi oldu.
Bu işler nasıl bu kadar kolay oluyordu; çünkü, Günaydın gazetesinin savaş muhabiri İrfan
Sapmaz, Bakü’ye izinsiz girdiği için, Bakü havaalanında tutuklandı. Türk hükümetinin araya
girmesiyle ancak 75 gün sonra serbest bırakıldı.
Oysa “birilerine” kapılar kolay açıldı:
Cemaatçi Hilmi Öney, İstanbul’daki fabrikasını tasfiye ederek, Cemaatin Azerbaycan’daki
faaliyetlerini organize etmek üzere Bakü’ye gitti; ve burada ticarî faaliyete başlayan ilk yabancı
işadamı oldu!
Bu nasıl işadamı ise, Zaman gazetesi Bakü Temsilcisi Yılmaz Polat ile, 1991 yılı eylül ayında,
özel uçakla Nahçıvan’a geçip Haydar Aliyev’le röportaj yaptı!
Cemaate kapıları kolayca açan güç neydi?
Cemaat Haydar Aliyev’i neden parlatıyordu? Elçibey’e neden düşmandılar?
Fethullah Gülen tarafından bizzat seçilen Halil İbrahim Avcı, Mustafa Nuri Atalay, Muharrem
Menekşe’den oluşan üç kişilik bir Cemaat ekibi gazeteci kimliğinde Azerbaycan’a sokuldu. Bu
üç kişi de, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden re’sen emekli edilmişti. Yani, sıradan Cemaat şakirti
değil, profesyonel eğitim almış uzman askerdiler! Görevleri Aliyev’e istihbarat toplamaktı!
Faruk Aslan gibi kimi “gazeteci” kimlikli aslen asker kökenli Cemaat ajanları deşifre edilip
ülkeden kovuldu. Dönemin Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Gülerce ile Ankara
temsilcisi Hidayet Karaca, “muhabirleri” Faruk Aslan’ın CIA ile ilişkisini anlatsalar da tüm
detayları öğrensek!

56
Aradığımız soru şu:
FETÖ, Türkiye’de mi Azerbaycan’da mı daha güçlü?
Azerbaycan Cumhurbaşkanı seçilen Ebulfez Elçibey, ilk yurt dışı seyahatini, 24-27 Haziran 1992
tarihleri arasında Türkiye’ye yaptı. Hayranı olduğu Atatürk’ün mezarını ziyaret etti ve Anıtkabir
şeref defterine şunu yazdı:
“Gayrı söylenecek başka söz kalmadı. En güzelini sen söyledin; Ne Mutlu Türk’üm Diyene…
Senin askerin Ebulfez Elçibey/ Azerbaycan Cumhurbaşkanı”
TBMM’de konuşma yapan Elçibey, Azerbaycan’ın Mustafa Kemal Paşa’nın çizgisinde olacağını
söyledi. Başbakan Süleyman Demirel’le görüşme yaptı; bazı yardım talepleri oldu; alamadı.
Elçibey, 30-31 Ekim 1992’de yine Türkiye’ye geldi; Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi’ne
katıldıktan sonra Başbakan Demirel’le görüşme yaptı. Ve yine…
Para istedi, Ankara vermedi.
Silah istedi, Ankara vermedi.
Elçibey, son olarak, “hiç olmazsa bir helikopter verin de, cephedeki ölü ve yaralılarımızı
taşıyalım” dedi. Onu bile vermediler!
Demirel nedense Elçibey’e karşıydı!
Ankara’yı soğutan Bakü merkezine Şah İsmail’in heykelinin dikilmesi miydi? Elçibey İrancı
mıydı? Hayır. Atatürk’ün heykelinin dikilmesi çalışmalarını da başlatmıştı. Keza…
Kiril alfabesi yerine Latin harflerine geçilmişti.
Türkçe konuşma -yazma zorunluluğuna geçilmişti.
Tüm bunlara rağmen Ankara, Elçibey’den ısrarla uzak durmayı tercih ediyordu.
Öyle ki…
Ankara isteseydi; Azerbaycan petrol-doğalgaz tesisleri Türkiye’nin desteğiyle yeniden çalışmaya
başlar; çıkartılan petrol ve doğalgaz hızlı şekilde dünya pazarlarına ulaştırılırdı. Ama… Ankara
isteksizdi; Elçibey’e soğuktu!
BP (İngiltere), Amoco (ABD), Pennzoil (ABD), Unocal (ABD), Exxon (ABD), McDermott
(ABD), İtochu (Japon) Türk cumhuriyetlerini adeta istilâ ediyordu; ve gözleri petrol zengini
Azerbaycan’da idi!
Elçibey tam bağımsızlık için direniyordu…
Albaylar isyanı

57
Elçibey direniyordu ama…
Türkiye; -Azerbaycan topraklarını işgal eden- Ermenistan’a elektrik hatları çekip elektrik
verdi; Alican sınır kapısını açıp Ermenistan’a her türlü malın rahatça girmesini sağladı; Türkiye-
Ermenistan hava koridorunu açtı ve en sonunda Ermenistan’ı tanıdı!
Elçibey direniyordu ama…
Demirel’in onayıyla Alpaslan Türkeş, Yahudi işadamı Jak Kamhi ile Azeri petrolünün
Ermenistan üzerinden taşınması için lobi yapmaya başladı! (Alparslan Türkeş, yanında
götürdüğü oğlu Tuğrul’la birlikte 13 Mart 1993 tarihinde Paris’te Ermeni lider Petrosyan ile bile
görüştü.)
Elçibey direniyordu ama…
CIA, “Ilımlı İslam” senteziyle Ortaasya’ya Cemaat faaliyetleriyle sızmaya başlamıştı.
“Mustafa Kemal’in Askeri” Elçibey yapayalnızdı.
Büyük Oyun sahnedeydi; hedef Elçibey’in kellesiydi!
– Ermeniler tekrar saldırıya geçti…
– Azeri Komutan Albay Suret Hüseyinov darbe için isyan bayrağı açtı…
– Azerbaycan’da Fars kökenli Talişler, Albay Alikram Hummatov liderliğinde ayaklandı.
Elçibey, Demirel’den yardım istedi.
Demirel’in cevabı kısa oldu: “Nahçıvan’dan Aliyev’i çağır. Onu Millî Meclis Başkanı yaparsan,
o olayı çözer!”
Çaresiz Elçibey, Haydar Aliyev’i Bakü’ye davet etti.
Elçibey “büyük oyunu” anlayamadı.
Hele Cemaat’i hiç tanımıyordu.
FETÖ bu işlerin neresindeydi?
Petrolcülerin darbesi

58
Azerbaycan’da doğru dürüst gazete yoktu. Savaştan perişan olmuş halk, kapısının önüne bedava
getirilen Zaman gazetesinden öğreniyordu ne olup bittiğini!
Zaman gazetesi, manipülasyonla halkı Aliyev lehine bir araya getirdi. Sonuçta…
Özel bir uçakla, 9 Haziran 1993’te Bakü’ye gelen “büyük kurtarıcı” Haydar Aliyev’i, Zaman
gazetesinin organize ettiği gruplar coşkuyla karşıladı!..
Aliyev Milli Meclis Başkanı yapıldı.
Ve hemen Suret Hüseyinov ile anlaşarak Cumhurbaşkanı Elçibey’e darbe yaptı.
Ülke ikiye bölündü; bir kısmı
Elçibey’in hâlâ cumhurbaşkanı olduğunu söylüyordu.
Zaman gazetesi yine devreye girdi; Aliyev taraftarlarıyla röportajlar yaparak, Elçibey aleyhine
konuşan kim varsa manşete taşıdı.
Ardından…
Haydar Aliyev cumhurbaşkanı; ve darbeci Albay Suret Hüseyinov başbakan oldu!
Aliyev’in yaptığı ilk icraat; Elçibey döneminde petrol ve doğalgazla ilgili yapılan anlaşmaların
tümünü, 26 Haziran 1993 tarihinde, iptal etmek oldu!
Ardından Aliyev, Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR’ın ikinci başkanlığına, (Yahudi asıllı
eşi Zarife Aliyeva’dan doğan) oğlu İlham Aliyev’i getirdi. (Ne tesadüf; Ermenistan lideri
Petrosyan’ın eşi de Yahudi’ydi! Savaşan iki ülkenin arasını bulmak isteyenler de Yahudi
işadamlarıydı!)
Sonuçta… Azeri petrolü paylaşıldı: SOCAR (Azerbaycan) yüzde 20, BP (İngiltere) 17.12,
Amoco (ABD) 17.01, Lukoil (Rusya) 10, Pennzoil (ABD) 9.82, Unocal (ABD) 9.52, Statoil
(Norveç) 8.56, Mc Dermont (İskoçya) 2.45, Ramco (İskoçya) 2.08, TPAO (Türkiye) 1.75, Delte
Nimir (Suudi Arabistan) 1.68…
“Asrın anlaşması” adı verilen bu ilk sözleşmeden sonra ardı ardına 29 ticari anlaşma daha
imzalandı.
Yıllar sonra… İngiltere’nin etkili gazetelerinden Sunday Times, şu haberi
yayınladı: “Azerbaycan’da 1993’teki Cumhurbaşkanı Elçibey’in devrildiği darbenin arkasında
İngiliz petrol şirketi BP ve ABD petrol şirketi Amoco vardı.” (26.3.2000)
İngiliz gazete FETÖ’nün bu darbedeki rolünü atlamıştı! Örneğin şunu bilmiyor olamazlardı:
Cumhurbaşkanı Elçibey, İngilizce eğitim vereceği için Cemaat’in Azerbaycan’da okul açmasına
izin vermedi. Aliyev ise cumhurbaşkanı olunca Cemaat, Azerbaycan’ın her ilinde okullar,
dershaneler açtı!
Bu okullardan mezun olanlar bugün Azerbaycan’da ne yapıyor?.
Evet… Aliyev tarafından “devlet madalyası” ile ödüllendirilen FETÖ, bu ülkede bugün ne kadar
güçlü?..

59
CIA ile ilişkisi deşifre olduğu için Azerbaycan’dan kaçıp Kanada’ya yerleşen Faruk Arslan
Azerbaycan’daki amaçlarını “İlk Muhacirler” kitabında, “Yağmur Gözlüm” diye hitap ettiği
Fetullah Gülen’in Azerbaycan’dan beklentisini yazdı:
“Yağmur Gözlümün, ‘Bir kuşak yetiştirmek en az 25 sene ister. Olmuyor, diye ümitsizliğe
kapılmayın, sabırlı olun’ tavsiyesinden yola çıktık. Kısa süre içersinde ürün beklenmiyordu.
Fakat çiçekler çok çabuk açacaktı…”
Azerbaycan’da çabucak açan çiçekleri bir Azeri gazeteci yazdı…
Adı, Agil Alesger…
“Terörün Gülen Yüzü” adlı kitabı Türkiye’de şu isimle çıktı:
“Sessiz İşgal/Azerbaycan’da FETÖ Örgütlenmesi” (Kırmızı Kedi)
Azerbaycan’daki FETÖ faaliyetlerini 2006’dan beri yazan gazeteci Alesger’in başına gelmeyen
kalmadı. Cemaat, Türkiye’de yaptığı Tahşiye kumpasını Azerbaycan’a ulaştırıp Alesger’i
tutuklatmak istedi! Ama o, geri adım atmadı; kitap yazdı.
Okuyunca anlıyorsunuz ki…
Cemaatin, 20 yılda Azerbaycan’da kontrol altına almadığı polis-asker-yargı-bürokrasi ve ticaret
gibi kurum-alan kalmamıştı.
Örneğin, başta petrol, inşaat ve gıda olmak üzere ticarette büyük güç sahibi olmuşlardı.
Kurdukları TÜSİAB (Türkiye Sanayici ve İşadamları Birliği) aracılığıyla Türkiye’den
Azerbaycan’a gelecek işadamlarını bile tekellerine almışlardı. FETÖ’den vize almayan işadamı
Azerbaycan’da iş yapamaz hale gelmişti.
Bugün… FETÖ şirketlerinin Azerbaycan’daki öz sermayesi yaklaşık 3 milyar dolar idi.
Alesger’in kitabında İhsan Kalkavan’dan Mübariz Mansimov’a kadar çok işadamının adı var!..
SOCAR’ın himayesinde

60
Sahi…
Dünyanın büyük petrol şirketlerinden Azerbaycan SOCAR, bu 20 Eylül 2016’da halka
açılacaktı; ne oldu?
Bu halka arz Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. SOCAR, Türkiye’de faaliyetlerini 30 Aralık
2011 tarihinden itibaren SOCAR Turkey Enerji A.Ş. adıyla sürdürüyor.
Peki…
Azerbaycan’da parasal olarak çok büyüyen FETÖ ile petrol devi SOCAR arasında nasıl bir ilişki
var?
Kısa bir süre önce… SOCAR Türkiye CEO’su Kenan Yavuz ve SOCAR Türkiye 1. Başkanı
Samir Kerimli -FETÖ kapsamındaki soruşturmaların ardından- görevden alındı!
SOCAR 20 Eylül 2016’da Azerbaycan’da halka açılacaktı; fakat 20 Eylül 2016’da Türkiye’de
PETKİM’e polis operasyonu yapıldı!
Biliyorsunuz… PETKİM, 30 Mayıs 2008’de gerçekleşen özelleştirme ihalesi sonucunda “blok
satış” yöntemiyle 2 milyar 490 milyon dolar bedelle SOCAR’a verildi.
FETÖ kapsamında yapılan soruşturma sonucu; PETKİM Genel Müdürü Sadettin Korkut,
SOCAR Türkiye Genel Müdür Yardımcısı Azerbaycan uyruklu İlgaz Mehmetoğlu, Kurumsal
İletişim Müdürü Memduh Taşlıcalı, İnsan Kaynakları Müdürü Azerbaycan uyruklu Rakif
Farajov, Satın Alma Yöneticisi Selim Bal, Satış Yöneticisi İbrahim Aydın gibi isimler
tutuklandı!
Türkiye’de bulunanlar açığa çıkarılıyor; Azerbaycan SOCAR’daki FETÖ gücü bilinmiyor!
Bilinen Cemaatin Azerbaycan’da beyin merkezi olan Kafkas Üniversitesi’nin SOCAR’ın
himayesinde olduğudur. Keza…
Cemaat okulları da SOCAR himayesine alındı!
Gazeteci Alesger’in kitabından öğreniyoruz ki; FETÖ’nün Azerbaycan’daki tüm kurumları isim
değiştirerek görevlerini sürdürüyor. Eskiden “Çağ” idi, şimdi ismini değişip “İstek” oldu!
Gülen’in onursal başkan olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Azerbaycan bölümü Diyalog
Avrasya Platformu hâlâ aktif çalışıyor. Vs.
FETÖ’yü Azerbaycan’da kimler koruyor?
Bu koruma-saklama işinin “mimarı” olduğu iddia edilen SOCAR Başkan Yardımcısı Halik
Memmedov kimin emriyle hareket ediyor? (Halik Memmedov’un oğlu Kenan Memmedov
SOCAR`ın Türkiye temsilcisi; ve PETKİM Yönetim Kurulu Üyesi!)
Gülen’in ses kaydı

61
“Azerbaycan İmamı” Enver Özeren, Azerbaycan’daki organizasyonları hakkında Fetullah
Gülen’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Muhterem Fetullah Gülen Hocaefendi… Hizmet harekatımızın Azerbaycan’daki durumuyla
ilgili olarak kendi kanılarımı ilginize sunmak istiyorum. Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı’ndaki
dostumuzun girişimleri ve destekleri sayesinde İçişleri, Adalet, Maliye, Olağanüstü Durumlar ve
Eğitim Bakanlığı’nda elemanlarımızın koltuk sahibi olmaları dilediğimiz istikamette ilerleme
kaydetmiştir.
Özellikle Azerbaycan Gençlik Örgütü’ne çok sayıda genç Hizmet hareketi mensubunun alınması
faaliyetimiz açısından fevkalade öneme haizdir. Şöyle ki, Azerbaycan’da önemli devlet
görevlerine genç elemanlar bu örgütten seçilerek atanıyor…”
Türkiye, FETÖ konusunda Azerbaycan’a baskı yapınca Cemaat’in kendini nasıl sakladığı da
mektuptan anlaşılıyor:
“…Aynı zamanda tüm bakanlıklar ve devlet kademelerindeki adamlarımızı da mevcut durumun
hassasiyetini anlatarak ihtiyati tedbirler almaları için uyarmış bulunuyoruz. Özellikle de
Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı’ndaki arkadaşımıza daha dikkatli olunması ve ihtiyati tedbirlerin
artırılmasıyla ilgili tavsiyenizi de ilettim…
Yurtdışındaki lobilerden Azerbaycan hükümetine yapılacak baskıların buradaki Hizmet
askerlerinin yükünü bir hayli hafifleteceği kanısındayım. Cumhurbaşkanlığı’ndaki arkadaşımızın
belirttiği üzere halihazırda Azerbaycan devletiyle ABD arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi
yönünde lobi faaliyetleri hızlandırılmış durumdadır. ABD’deki arkadaşlarımızın bunu göz
önünde bulundurarak faaliyet yürütmelerinin de faydalı olacağı kanısındayım…”
FETÖ’nün “Cumhurbaşkanlığı’ndaki arkadaşı”; Elnur Aslanov idi.
Cumhurbaşkanlığı Siyasi Tahlil ve Enformasyon Temini Şubesi Müdürü’ydü.
Ve… CIA elemanlarıyla mektuplaştığı da ortaya çıktı. Keza… “Gölge CIA” olarak nitelenen
özel istihbarat kuruluşu Stratfor’la sıkı temasları da vardı.
FETÖ, CIA ve Stratfor Azerbaycan’da iç içeydi!
Toparlarsam:
Geçen yıl Azerbaycan’da Fetullah Gülen’in ses kaydı ortaya çıktı.
Gülen ses kaydında; Azerbaycan Savunma Bakanı’nı tebrik edip ilişkileri iyi tutma talimatı
veriyordu…
Yani:
İlham Aliyev, ABD-İsrail gölgesinden çıkarsa başına ne geleceğini hesap ediyor mu?
Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişiminden yeterli dersi çıkardı mı? Pek öyle gözükmüyor…
Soner Yalçın’ın Sözcü gazetesindeki:
Komşudaki FETÖ 27 Eylül 2016 http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-
yalcin/komsudaki-feto-1413314/
Hedefteki Cumhurbaşkanı. 28 Eylül 2016 http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-
yalcin/hedefteki-cumhurbaskani-1415445/
Petrol devindeki FETÖCÜLER 29 Eylül 2016 http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-
yalcin/petrol-devindeki-fetoculer-1417578/

62
yazılarından yorumsuz alıntıdır. Görüşler yazarına aittir. Bülent Pakman. Eylül 2016. İzin
alınmadan ve aktif link verilmeden alıntı yapılamaz.

Nifakcı Bülent Pakman Hasidiki Kapadokyalıdır.

KAPODOKYALILAR TESCİLLİ DEVLET TERÖRÜ YAPAN KATİLLERDİR

Yeşil’in PKK Macerası

Hacı, Sakallı, Terminatör, Metin Atmaca, Ahmet Demir, Ahmet Yeşil, Mehmet Kırmızı, Hasan
Tanrıkulu adlarıyla da tanınan Mahmut Yıldırım ile ilgili hiç bir yerde bugüne kadar yazılmamış
şok bilgiler edindim. PKK olayına yeniden el atan Yeşil, yeni süreçte tekrar göreve getirildi.
Kaynağım Yeşil ile Tunceli’de 1994 ve 1995 yılında operasyonlara çıkan bir özel tim elemanı.
Kanada’ya iltica ettiği için ismini ricası üzerine gizliyorum. 1994 yılına kadar Yeşil’in görev
yerinin Almanya ve vazifesinin PKK’lıları eğitmek olduğunu biliyor muydunuz? Peki ne
olmuşta da Yeşil birden PKK düşmanı kesilmişti? Mahmut Yıldırım’ın ailesi 1994 yılında PKK
tarafından öldürülmüş. Bu bilgileri veren şahıs sağlam bir kaynak. Almanya’dan hemen dönüş
yaparak Tunceli’ye gelen Yeşil, karıştığı karanlık işlerden dolayı güvenilir bir eleman değildir ve
kendisine referans olacak birine ihtiyacı vardır. Ailesinin intikamını almak istemektedir.
Tunceli Bölge Komutanı İsmail Kuru’nun yanına gider ve yalvarır. Kuru, ona bir şans

63
daha vermek için insiyatifini kullanır ve Yeşil Tunceli’de Özel Tim’e alınır, kod adı Palet
33 olur.

Ergenekon tarafından öldürülen Albay Kazım Çillioğlu’nun infaz kararını veren Tunceli Bölge
Komutanı İsmail Kuru, Yeşil’i denemek için suikastla görevlendirir. Yeşil genelde kurbanlarını
enseden vurur, bir tanede kafadan sıkar. Yeşil bu işte tek başına değildir. İsmail Kuru, infazdan
bir gün önce görevden alınmıştır ama sahte otopsi raporunu lojmanda hazırlatmayı
başarmıştır. İzmir’de görevliyken rahmetli Eşref Bitlis tarafından 1993’de Diyarbakır Alay
Jandarma Komutanlığı’na atanan Çillioğlu ile Kuru’nun arası bir yıldır açıktır. PKK’ya karşı
operasyona giderken Çillioğlu ‘Kuru geri çağırır’ diye telsizini kapatmaktadır. Terörle
mücadelede içeriden bilginin Kuru’nun ekibi tarafından sızdırıldığından şüphelenmektedir. Yeşil
tetikçi ama Kuru Azrailidir şehit albayımızın. Parmaksız Zeki kodlu Şemdin Sakık, ‘kendi
generallerini öldürecek kadar kudurmuşlardı’ diyor savcıya ifadesinde. Daha ne desin?
Şiddete karşı barışa taraftar oldukları için infaz edilen Eşref Bitlis, Hulusi Sayın gibi
generallerimizi kast eden Parmaksız, şehit 33 er olayını da içimizdeki Ergenekoncu
subayların tezgâhladığını itiraf etti. Çillioğlu soruşturmasını kapatan Savcı İnayet Taş’ta
suça ortaktır, cinayete intihar süsü verilmiştir. Nihayet ki dava yeniden açıldı sürüyor
bugün. Yeşil ve Kuru, ayrıca savcı Taş yargılanmalıdır! Yeşil’i kahraman yapan Kurtlar
Vadisi Pusu dizisine yazıklar olsun!

Yeşil, Kontrgerilla elemanıdır. Kurtlar Vadisi Pusu dizisine 2011 sezonunda eklemlenen ‘Kara’
adlı Yeşil, zannedildiği gibi yer altında filan yaşamıyor. 1994’den 1998’e kadar PKK’ya karşı iç
operasyonlarda resmen ordu elemanı olarak görev aldı. Kuru, ilk görevinden sonra nam
salması için Yeşil’e ikinci görevini verir. PKK’nın uyuşturucu trafiğinde kendilerine zorluk
çıkartan bir ekibi tasfiye etmesi gerekmektedir. Verilen evlere baskın düzenleyen Yeşil, tek
başına temizlik yapar ve kısa sürede Tunceli alayına 29 PKK kellesi ile gelir. Artık o bir
kahramandır ve özel timin gözünde tek başına hareket etme yetkisine haiz efsanedir.
Komandolar Yeşil’in konumunu içine sindirememektedir, Mazgit operasyonunda ferdi
hareket etmesine kızan askerin keskin nişancı snipperla Yeşil’i vurmasına yine Kuru engel
olur. Yeşil’in Tunceli’de karıştığı sayısız yargısız infaz var, tüm bunlar halkı devletine
düşman yapmış ve daha fazla sivilin PKK’ya katılmasına yol açmıştır. Adeta estirilen
devlet terörü ile Kürtler dağa postalanmıştır.

Kuru’nun verdiği üçüncü görev o dönemde PKK içinde kendilerine sorun çıkartan Doktor
Baran’dır. Baran işkence ile Yeşil tarafından öldürülür ve PKK’nın Öcalan’a muhalif bir
kanadı daha kopartılır. Dördüncü görevi, ‘Parmaksız Zeki’ kod adlı Şemdin Sakık’a
Öcalan’a karşı geldiği için ders verilmesidir. 1959 Muş doğumlu Sakık’ın 18 kardeşi vardır.
Sakık, tarlasında ev yapmasına izin vermeyen babasını bir kurşunla yaralar, bunun üzerine
babası Sabri kendisine pusu kurup öldürmek ister. Sevdiğine istenen başlık parasını bulamaz ve
dağa çıkar. 18 yıl en kanlı terör saldırılarını yönetir ama bir gün PKK Lideri Abdullah Öcalan ile
arası bozulur ve sürgüne gönderilmek üzeredir. Sakık’ı işkenceye alan Yeşil, tüm el ve ayak
parmaklarını yakar, bu nedenle Parmaksız Zeki’de parmak izi bulunmamaktadır. Kuzey
Irak’ta Duhok kenti yakınlarında 13 Nisan 1998 tarihinde başına silah dayayarak
yakalayan kişi yine ‘Yeşil’ dir

64
Şemdin Sakık’ın kardeşi DTP Milletvekili Sırrı Sakık hakkındaki iddiaları korkunç.
Milletvekili Sakık’ın PKK’nın yüz binlerce dolarını yediğini, baba mirasını üzerine
geçirdiğini ve milletvekilliği için bölücü başı Abdullah Öcalan’dan icazet aldığını, gerçekte
ortaokul diplomasına bile sahip olamadığını, Ankara’da barış yanlısı görünüp, bölgeye
gittiğinde ise terör örgütüne ‘savaşın’ dediğini biliyor muydunuz? Sakık, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’a ve medyaya gönderdiği mektupda 120 DTP’linin adını vererek,
“Bunları partiden atarsanız PKK’nın partideki etkisini kırarsınız.” diyordu. Savcılara
engel olursanız ne PKK’nın DTP üzerindeki etkisi kırılır nede uyuşturucu trafiği sona
erer!

Yeşil’e o günlerde neden Sakık’a işkence yaptırıldığını anlamak için Sakık’ın faili meçhul
cinayetleri araştıran Diyarbakır’daki özel yetkili savcılara verdiği ifadeye bakmak yeterli, şöyle
diyor: Abdullah Öcalan’ın örgüt içinde başarısız eylemler gerçekleştirenler ve yönetici olma
potansiyeli bulunan militanlarının da içinde bulunduğu 2 bine yakın kişiyi öldürterek Bekaa
Vadisi’ne gömdü. Öcalan’ın izlediği taktik, kendi grubu dışındaki herkesi hain, işbirlikçi, ajan
kişilikler olarak ilan etmekti. Sadece kişiler değil, kurumlar da bu saldırıdan nasiplenir.
Güçlendikçe daha da saldırganlaştı. İlk kurşunu solculara ve Kürtlere sıktı. Bunun onlarca
örneğini göstermek mümkün. Mehmet Şener, Resul Altınok, Çetin Güngör gibi. PKK’dan
ayrılan şiddet karşıtı eski yöneticiler halen örgütün ölüm listesinde. Bunların başında Öcalan’ın
eski eşi Fatma kod adlı Kesire Yıldırım var.

PKK’lıların en büyük geliri uyuşturucudur. Van Başkale ve Hakkari’den ülkemize


eşeklerle katırlarla sokulmakta ve Van’da işlenerek Avrupa’ya çıkarılmaktadır. Bu
trafikte devletlülerin eli vardır. Sakık bunun yasaklanması için Öcalan’a teklifte
bulunmuş Ancak Öcalan Sakık’a şu cevabı vermiş: “Örgütü ayakta tutmak kolay değil.
Uyuşturucu geliri olmazsa bu kadarı insanı nasıl doyuracağız.” dedi. Yeterince açık değil
mi? Savcılara engel olmak isteyen AK Parti, PKK’lılara KCK’lılara yol vererek mi yoksa
darbecileri, uyuşturu ağında parmağı olan generalleri serbest bırakarak mı Kürt açılımı
yapacak?

İşte zurnanın zırt dediği yer burası. PKK uyuşturucu ticaretini Ergenekoncu askerlerle ve
mafya babaları ile birlikte yürütüyor. Yeşil tüm bu karanlık olaylara vakıftı ve
nemalanıyordu. 1998’de Macaristan’da dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’a ‘şerefsiz’ diyerek
yumruk attırmasından sonra ortadan kayboldu. Daha doğrusu eski Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in emriyle başka görevler verildi. Bir süre Romanya’nın Köstence’sinde Çingene
mafyasını yöneten Oflu Ali Sabit’in yanında kaldı. Burada PKK’nın uyuşturucularını Avrupa’ya
sokmasına aracılık etti. Daha sonra yurtdışında verilen özel görevler nedeniyle Arnavutluk,
Afganistan, Rusya ve Beyaz Rusya’da bulundu. Askeri üniforma ve albay rütbesi taşıyordu,
diplomatik dokunulmazlığı vardı. Son görev yeri Lübnan’da Beka Vadisidir. Başka bir isme
çıkartılmış pasaport kullanıyor, bunu henüz tesbit edemedim.

13 Mayıs 2012’de Yeşil’in Romanya yıllarında sağ kolu olan Abdullah Argun Çetin’den
Lübnan’dan eposta, mesaj aldım. Kullandığı yeni pasaport ismini yazmayayım da deşifre
olmasın. Zira söz verdim. ‘Patronlarımız değişti ama yaptığımız çirkin işler değişmedi’
diyordu. ‘Siz Ergenekon’u tasfiye ettiğinizi sanıyorsunuz, oysa yeni bir yapı kuruluyor ve
kara para düzenini yöneten kirli eller sadece el değiştiriyor’ diye yakındı. Şu anda ne

65
yaptıklarını sordum. Aldığım cevap korkunçtu: Maalesef ülkemizle Suriye’yi savaşa
sokmak için malum devletin gözetiminde ve emriyle provokasyonlar hazırlıyoruz ve
kendimi ülkeme ihanet ettiğim için çok kötü hissediyorum. Bu yazdıklarım sanal bir dizi
senaryosu veya komplo teorisi değil acı gerçekler… Daha fazlasını yazmaya mezun değilim,
mesajı alacak almıştır umarım! Suriye ile savaş demek ekonominin batmasıdır.
Kurtlar Vadisi Pusu dizisine kahramanlaştırılan Yeşil ve avanesinin piyonluktan öte yaptığı
icraat yoktur. 250. Madde’yı çıkartarak uyuşturucu tacirlerini, mafya babalarını ve Ergenekoncu
subaylarımızı, generallerimizi Silivri’den çıkartmaya çalışan AK Parti, nasıl bir aymazlık
içindedir anlayamıyorum. Habur fiyaskosu ile sonuçlanmış Kürt açılımı oyununda başrol
alan İrancı damarın temsilcisi Beşir Atalay’a PKK ile barış yaptık açıklaması yaptırmak
üzere olan AK Parti ve ‘Derin Devlet’dir. Bir önceki gün PKK’nın Avrupa Sorumlusu
Zübeyir Aydar’ın twitter’da buna tepkisini gördüm, şöyle dalga geçiyor: AK Parti rüya
görüyor… Bu makaleyi yazmadan bir gün önce ise Zübeyir Aydar’ı gerçekten rüyamda
gördüm, AK Parti’ye Derin Devletin verdiği görevde başrol oyunculuğu verilmişti! Daha
fazlasını anlatmayayım…

AK Parti Oslo’da hakem devlet gözetiminde PKK’yı muhatap alarak MİT’e bir yanlış
yaptırmıştır. Oysa isteseler hem MİT hem Polis için bugün PKK’dan ayrılan veya ayrılmayan
yüzlerce militanı yakalamak çocuk oyuncağı. Teröristi devlet tarihimizde hiçbir devlet
yetkilimiz muhatap almamış ve masaya oturmamıştır. Eğer KCK’ya af ilan edilirse, işte o
zaman Türkiye Filistinleşmeye doğru gider. Zira İsrail’de Yahudiler devletlerini kurmadan
önce yıllarca etnik terör estirmişler ve İngilizleri hakem yaparak vaat edildiğini iddia ettikleri
toprakları koparmışlardı. Oslo’da aracı devlet yine İngilizlerdi ve Oslo görüşmelerini PKK
aracılığıyla yine Büyük Britanya istihbaratı MI6 ve MI5 tarafından basına sızdırıldı. Alman
istihbaratından Profesör Udo Steinbach ise militan Kürtlerin akıl hocaları, bize yüzyıl önce
yuttuğumuz benzer bir oyunu oynuyorlar. Eski PKK’lılar başta Irak olmak üzere birçok ülkede
tek başlarına ve rahatça dolaşıyor. Onları alıp getirmek zor değil. Örneğin Murat Karayılan’ı
almak ne kadar zorsa, Osman Öcalan’ı almak o kadar kolaydır. Irak’ta ABD ve Kürt liderlerin
istedikleri anda, Karayılan başta olmak üzere yakalayıp Türkiye’ye teslim edemeyecekleri tek bir
yönetici yoktur. Avrupa’da Almanya ve Fransa’da PKK’nın uyuşturucu ile kara para aklama
operasyonuna el konuldu ve yılda bir milyar dolar akladıkları ortaya çıktı. Avrupalı güvenliğini
düşünüyor, peki bizim halkımızın canı can değil mi, güvenlik, huzur, barış içinde yaşamayı hak
etmiyor mu?

Terörün beslendiği kaynağı kesersen terör biter. Avrupa Birliği ülkeleri teröre karşı sert
önlemler alırken, ülkemizde özel yetkili savcıların yetkilerini tırpanlamak ve ülkemizi ceset
tarlasına dönüştürenleri yargılamadan azat etmek neden? Yeşil gibiler bu oyunda kasten
abartılan küçük piyonlardır, devlet adına katil olan Yeşil’in icraatlarını anlatmaya
kitaplar yetmez. Asıl mesele büyük balıkları yakalamakta! Savcılar ve polisler pek çoğunu
yakaladı yakalamasına ama derin yapıyla uzlaştığı imajı veren AK Parti gulyabanileri,
ekonomiyi batırmak isteyenleri ve iç savaş çıkartmaları için çaba gösterenleri sanki salacak
gibi gözüküyor… Bu adım sadece AK Parti’nin bitişi demek değildir, eski karanlık yıllara
dönüşünde sinyalidir. Allah sonumuzu hayreylesin… AK Parti, yılanları çıyanları,
akrepleri meydana salarsa, oy verenler haklarını helal etmeyecektir (4).

66
Rahmetli şehit Muhsin Yazıcıoğlu, “Oğuz veya Türkmen soyundan bir lider ve aydınlanmışlar
grubu ülkemizi milli çıkarlarımıza göre yönetene kadar çakma derin devletçilik ve
Ergenekonculuk oynayanlar güruhunun fitneleri bitmeyecek” derdi. “Yüzyıldır bizi yönetenler
milli değil” diye sitem ederdi ve taşı gediğine koyardı: Türk milleti öksüzdür, zira bu milletin
iradesinin vesayetsiz tecellisine ve milletin manevi değerlerine yürekten bağlı birinin başa
geçmesine asla tahammülleri yok... Foyaları ortaya çıkacak diye onu şehit ettiler. Ne kadar haklı
olduğunu 2007’den beri resmen ortaya çıkartılan sekiz kollu ahtapot Ergenekon sayesinde
toplumumuz yeni anladı. Resmen diyorum, çünkü daha önce kimseyi inandıramıyorduk. Bu
yüzsüzler topluluğunun iç yüzünü 1998’den beri yazıyorum. Yüzlerce haber, köşe yazısı, beş de
kitap yazdım. Bana pek çokları en hafif tabirle, “Donkişot”, “Deli” veya “Komplo Teorici”
yakıştırması yaptı. Yıllarca marjinalleştirilmeye ve yok sayılmaya çalışıldım. Şimdi
Ergenekoncular ve onları sevenler marjinalleşti. Yazdıklarımıza, anlattıklarımıza artık kimse
şaşırmıyor! Pandora’nın kutusu açıldı, hiç bir şey gizli kalmıyor. Yeşil, Kara ve Kürt Ergenekon
konusuna kitaplarımda detaylarıyla değindim. Kırmızı PKK ‘Yeşil’leşirken, bunları kamuoyunun
bilmeye hakkı var. Biraz açayım.

Her ülkeye milli bir derin devlet lazımdır. Dış güçlere bağlı olan ve toplumun ana inancının
tersine giden, kısacası şeytana hizmet edenlere karşıyım! Osmanlı devletinde Fatih Sultan
Mehmet dönemine kadar derin devletin yönetimi ve icraat Çandaroğullarındaydı. İstanbul’un
alınmasına karşı çıkınca Fatih tarafından tasfiye edildiler. Derin devlette Anadolu kliğinin sonu
geldi, ‘Türk Rumeliler’ ve ‘Devşirme Rumeliler’ devri başladı. Osmanlının başvezir ve
vezirlerine bakınız, çoğu devşirme Rum, Sırp, Hırvat, Boşnak veya Arnavut kökenlidir. Saray’ı
ele geçiren bu klik, ülkeye hizmet ettiği sürece problem yoktu. Galata Bankeri zengin Ermeniler
ve Büyük Pazar’ın esnafı Yahudiler, hep Rumeli atına oynamış ve hep kazanmışlardır. Türkleri,
“idraksız, cahil Türkler”, Arapları “necip millet”, Türkmen Alevilerini ise Farsa hizmet eden “Şii
hainler” olarak gösterdiler. Oğuzlar, askeriyeyi yöneten ama emir eri memurlardı, Türkmenler
ise çiftci köylülerdi... Bizi bölen, merkeze yerleşen Sünni Oğuz ve çevredeki Alevi Türkmen
rekabetiydi. Türk-İslam sentezinden ziyade müslüman kardeşliği esas iken ayrımcılık azdı.

Cumhuriyeti kuran Atatürk’ün çevresini kuşatanlarda Rumeli kliğiydi! Selanik’ten getirtilen


devşirme Sebataycı güruh, İttihat ve Terakki’nin dışlanmış “B takımı” olarak gruba eklemlendi.
Atatürk,“A takımı”nın çoğunu, 1908 ile 1918 arasında koca imparatorluğu yanlış politikaları ile
uçuruma sürüklemeleri ve iktidarı paylaşmak için darbe hazırlamaları nedeniyle, 1926’da İzmir
suikastı bahanesiyle ipte sallandırdı. Bir kısmını da Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkas veya Rumeli
kökenli tetikçilerine veya İstiklal Mahkemeleri’ne temizletti! Rumeliler, Kafkas kökenlileri
aralarına almamak için direnselerde, Atatürk büyük yararlılıklar gösteren, nüfusları kabarık
Çerkezlere istihbaratı teslim ederek ödüllendirdi. Onlarda Gürcü, Azeri, Tatar, Çeçen ve
Özbekleri yanlarına çekti ve Rumeli kliğini dengelemeye çalıştı. Neredeyse bir asır böyle geçti.

NATO üyeliğimiz öncesi İsmet İnönü döneminde başlayan bugünkü Ergenekon yapılanmasında
halkın ana inancı sünni Müslümanlık ve Alevilik dışlandı, Kürtler yok sayıldı. Nüfusun yüzde
80’i iç düşman kabul edildiler ve devlete yaklaştırılmadılar. Bu yöntem, İngiliz ve Fransızların
meşhur azınlıkların çoğunluğu yönetmesi politikasıdır. İpleri yabancı örgütlerin eline tamamen
geçmiş Ergenekon ahtapotunun bazı kolları son operasyonlarla kesildi, ancak yerine başka kollar
monte edildi. Bazı damarlar ise boşluğu değerlendirerek güçlendi. Çerkezler ve Kürtler, yeni
Ergenekon’da güçlenen kesimlerdir. Kürt Ergenekon’u destekleyen klik, Diyarbakır ve Elazığ
67
grubudur. Rumeliler, her zaman Ergenekon’un kara gücüydü, Kürtleri sahaya süren Yeşil kodlu
Mahmut Yıldırım ise Elazığlı Türk milliyetçisi bir Kürttü, ama Kürt ve Alevilere düşmandı!

Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde ‘Kara’ adıyla simgeleştirilen Yeşil karakteri, yeni klikin sahte
kahramanıdır! Hapiste öldürülen Kaşif Kozinoğlu, yıllarca Perinçekğilleri besleyen istihbarattaki
kara koyundu! Peki Yeşil nerede, neden bugün ortaya çıkartılıyor ve hangi kliğe hizmet ediyor?
Yeşil, yakında kirli çamaşırları ortaya dökülecek Mehmet Ağar grubunun geçmişteki pisliklerini
aklamak, örtbast etmek ve kamuoyunun beynini güya PKK’ya karşı sert mücadele konusunda
yıkamak için ortaya çıkartıldı! 62 yaşında emekli olmuş bir devlet memuru, Ankara’da Yeni
Mahallede, tam MİT binasının karşısında 13 yıldır özgürce yaşıyor! 1998’den beri Arnavutluk,
Kuzey Irak ve Afganistan’da dış görevlerde bulundu. Albay rütbesi verildi ve ordu üniforması
giydi. İnanmayan, CHP’nin en üst organı Merkez Karar Yürütme Kurulu eski üyesi Tunceli
Milletvekili Sinan Yerlikaya, Mehmet Ağar ve Yeşil’i yıllarca kullanan istihbaratçılar Teoman
Koman, Veli Küçük, Arif Doğan, Mehmet Eymür, Hanefi Avcı ve Levent Bektaş’a sorabilir…

Uzun süredir Yeşil’in nerede olduğunu sormuyordum. Temmuz 2011 yazında Toronto’nun polis
şefi William Bill Blair, yardımcıları Kim Derry, Tony Warr, Henry Ford ve eşleriyle, Ontario
Eski Adalet Bakanı David ile eşini Türkiye’de gezdiriyordum. İzmir Emniyet Müdürü Ercüment
bey bize üç tane özel koruma ve özel eskortlar verdi. Eskiden Polis Özel Timinde 1990’larda
Yeşil ile beraber çalışmış bir polis, konu açılınca ben sormadan söyledi: Geçen sene Şanlı
Urfa’da bir akrabamın emeklilik işi vardı, sağ olsun Yeşil o işi çözdü. Yeşil yaşıyor, hatta epey
iyi gördüm. Eski günlerini arıyor. Emekli olmuş, artık hiç bir işe karışmıyormuş, kafasını
dinlemek istiyor!

‘Eski günler geride kaldı, artık Yeşil gibilerine yer yok. Terörle mücadelede temiz bir sayfa
açılıyor. Polis gücü, öldürmek için değil halkı yaşatmak için bölgeye geliyor’ diye değişen
şartlara vurgu yaptım. “Beni de çağırdılar, gidip gitmemekte kararsızım. Bu hükümete güvenilir
mi sence demez mi?” ‘Git’ dedim ve ekledim: Artık Yeşil veya Kırmızı gibi kime çalıştığı
belirsiz tiplerin faili meçhul cinayetler işleme devri kapandı. Müsade edilmeyecek, devlet
yargısız infaz yapmayacak, cinayet işlemeyecek…

Şu endişesini dile getirdi: Geçmişte polis güçleriyle askerler ve JİTEM birbirlerine silah çektiler,
çatıştılar. Askerler, ülkenin ve bölgenin hakimi biziz, polis de kim oluyor tavrındaydı. Polisi
kimse takmıyordu. Şimdi devran değişti ama halen koordinede aksaklık olur ve henüz tamamen
temizlenemeyen Ergenekoncu askerlerle bölgede çatışırız gibime geliyor… Haksız sayılmaz.
Ergenekoncu askerler ordudan temizlenebilseydi, PKK zemin bulamaz ve çoktan teslim olurdu!
2011 başından beri PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskınlarla gelir yolları tıkandı.
Fransa’da açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK’nın adamları
tutuklandı ve peşin para gönderdiği kurye sistemi çökertildi. Hakkâri’deki Kavaklı ve Kazan
Vadisi’nde ana terörist yetiştirme kampları dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir yapılanması
çökertildi. Uyuşturucu ticaretinin merkezi olan Van kentini ise deprem vurdu. Halen Van’ın
Başkale sınır kapısı, Hakkâri, Yüksekova uyuşturucu yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu
taşınıp Van’a getiriliyor. İşlenmiş halde Van’a İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, buradan
İstanbul’a ve Avrupa’ya pazarlanıyor. Belki de deprem Allah’ın bize uyarısıydı… Van’ın halkı

68
dindar olmasına rağmen yüzde 80′nin araçları uyuşturucu taşımaktan sabıkalı! Kimin
uyuşturucusu bu? Elbette Ergenekon ve PKK’nın (5).

1998’den beri, yani Yeşil veya adamları eski Başbakan Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yumruk
atıp, burnunu kanattığından beri Yeşil öldü gibisinden kamuflajlar yapılıyor. Yeşil, Mehmet
Eymür'ün MİT'te adamıydı. ABD dönüşü AK Parti ile dirsek temasında çalışan Eymür Yeşil'in
geçmişte ve bugün neler yaptığını biliyor. Ama konuşmamaya devam ediyor. Yeşil bir gün
çözüldüğünde, ucunun kendisine dokunacağını da biliyor. Eymür, ‘öldü, bir dönem bitti’
gibisinden Yeşil işini kapatmaya çalışıyor. Eğer öldüğünü biliyorsa, nerede, ne zaman, hangi
olayda, nasıl öldüğünü de bilmesi lazım. Eymür bunları da açıklamak zorunda. Bakınız... Devlet
Yeşil'i ne öldürür, ne de yargılar. Yeşil mahkeme önüne çıkarılırsa her şeyi anlatır. Öldürülürse
de, sağlam birine emanet ettiği kasetler ortaya çıkar. Bu yüzden Yeşil'i yakalamak da, ortadan
kaldırmak da istemiyorlar. Yeşil hâlâ kuvvetli biri. Devlet, Yeşil konusunda samimi değil.
İnanmayan, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Hanefi Avcı’ya da sorabilir, eminim nerede
olduğunu biliyorlardır.

Ergenekon sanığı olan Veli Küçük, kirli işlerini yaptırdığı Yeşil’in öldürüldüğü iddiasını
kamuoyuna 1998’dan beri kasten pompalattı. Yeşil’in imajı, kurumu değiştirildi, ölmedi.
Yaşıyor. Çünkü Yeşil'de cinayetlerin kasetleri var. Kontrgerilla elemanıydı. Kurtlar Vadisi Pusu
dizisine eklemlenen Kara adlı Yeşil, zannedildiği gibi yer altında filan yaşamıyor. Oğlu
tarafından kitaplaştırılan Yeşil, artık emekli bir devlet memuru...

Peki Yeşil nerede? En son 1998’de Macaristan’da dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’a ‘şerefsiz’
diyerek yumruk attırmasından sonra ortadan kayboldu. Daha doğrusu Eski Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel’in emriyle başka görevler verildi. Zaman gazetesi, müthiş bir gazetecilik
yaptı ve 1997 yılında Yeşil'in telefon konuşmalarının tam dökümünü yayınladı. Bunu neden
yaptı? Çünkü 2. MİT raporuna Gülen'in adını da karıştırmak isteyen Ergenekon çetesi Yeşil ile
muhterem Gülen Hocaefendi’nin görüştüğü iftirasını ortaya atarak kamuoyunu aldatmıştı.
Zaman'ın haberiyle ilk defa maskesi düşen Yeşil'in MİT Başkanı Teoman Koman'dan
Cumhurbaşkanı Demirel'e, hatta Genelkurmay Başkanlığı'na kadar herkesle rahatca direkt
konuşabilen devletin pervasız tetikcisi olduğu tescillendi. Yeşil gibi katillerle Gülen'in ilişkide
olmayacağı ise açıktı. O, Ergenekon'un adamıydı, yani Gülen'in düşmanlarının infaz
memuruydu... Kimilerine göre katil kimilerine göre vatanperver kahramandı. Esasen O,
Ergenekon'un Yakup Cemili idi. Sonu cehennem olan bir yoldaydı. Nerede olduğunu aslında pek
çok devlet görevlisi biliyordu.

Mesela 2000 yılı sonbaharında Yeşil’in nerede olduğunu sorduğum bir Emniyet İstihbarat
yetkilisi gülerek şunu söylemişti: Albay rütbesinde Arnavutluk’ta geziyor ve Kosova’da
UÇK’nın milis güçlerine gayri nizami harp konusunda askeri eğitim veriyor. Bir kaç yıl sonra
nerede olduğunu bir askeri yetkiliye sorduğumda yine acı acı güldü ve şunu fısıldadı: Benden
duymuş olma ama Afganistan’a NATO çerçevesinde gönderdiğimiz Türk Barış Gücü’nde Albay
rütbesinde Afgan emniyet güçlerini eğitiyor. Eski istihbaratçı astsubay Hüseyin Oğuz'a göre
Yeşil Belarus’ta yaşıyordu. Oğuz İzmir polisine ve medyaya şöyle dedi: “Bu kişinin ismini İzmir
Emniyeti’nde verdiğim ifadede söyledim ve emniyet güçleri şu anda bu kişiyi arıyor. Yeşil’e

69
ilişkin olarak da bazı yazılar yazıldı. Yeşil hakkında Mehmet Altan, Belarus’ta olma ihtimalini
yazmış. Doğru yazmış.” (6).

Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, “geçmişe dair” Takvim’e 27.12.2011'de
önemli açıklamalarda bulundu. Oğuz, adı karanlık cinayetlere karışan ve yaşayıp yaşamadığı
yılan hikayesine dönen Yeşil’in hayatta olduğunu söyledi. Oğuz, “Yeşil kod adlı Mahmut
Yıldırım sağ. Halen Belarus’ta yaşıyor” dedi. Eski istihbaratçı Oğuz, iddialarına şöyle devam
etti: “Yeşil hala devlet tarafından korunuyor. Yıldırım yani Yeşil’in hakkında Kırmızı Bülten
olmasına rağmen hala yakalanamıyor. Çünkü arkasında derin bir yapılanma var. Yeşil zaman
zaman Türkiye’ye giriyor. Varın gerisini siz düşünün. Mahmut Yıldırım, Türkiye’de
gerçekleştirdiği her olaydan sonra Belarus’un başkenti Minsk’e tatile gönderilirdi. Yani
ödüllendirildi. Tüm bildiklerimi devlete anlattım. Ancak buna rağmen tanık korumaya
alınmadım. Bu konu ve diğer konulara ilgili tüm bildiklerimi gerekli yerlere ilettim. Yakında
piyasaya çıkacak olan ‘Karanlık Güçler Çeteler ve Faili Meçhul Cinayetler’ adlı kitabımda da
tüm bilgileri anlattım. Ben hala yaşam mücadelesi veriyorum. Maddi ve manevi olarak bittim.
Bana çobanlık bile yaptırmadılar. Buna rağmen yine de bildiklerimi açıkça söylüyorum. Ancak
yine de size her şeyi anlatamam. Çünkü bildiklerimin onda dokuzunun bende kalması ‘yaşamam’
için gerekiyor (7).

TBMM’nin, çok sayıda cinayetin faili olduğu iddia edilen ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım
muammasının çözülmesi için çok önemli bir girişimde bulundu. TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu, 1992 yılında Yeşil tarafından işkenceyle öldürüldüğü belirtilen Ayten Öztürk’ün
babası Hıdır Öztürk’ün ifadelerinden yola çıkarak, Mahmut Yıldırım hakkında suç duyurusunda
bulunmuştu.Söz konusu suç duyurularının 19 Aralık 2011 tarihinde yapıldığını kaydeden İnsan
Hakları İnceleme Komisyonu’ndan bir uzmana göre, Tunceli ve Elazığ savcılıklarına Meclis
adına suç duyurusunda bulunuldu. Alt komisyonumuzda konuşan Hıdır Öztürk’ün ifadeleri de
başvuruya eklendi. Daha önceki açıklamalarında ‘Yeşil’in yaşadığına inandığını’ söyleyen
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı AKP’li Ayhan Sefer Üstün’ün, alt
komisyonun çalışmalarının ardından inisiyatif alarak bu girişimde bulundu. TBMM İnsan
Hakları İnceleme Komisyonu Üyesi ve CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün de Meclis’in
bu adımının olumlu sonuçlar doğurabileceği inancında:

“Onca delile ve tanıklığa rağmen bugüne değin savcılar ve mahkemeler Yeşil hakkındaki
iddiaları soyut bulduklarını ifade ettiler. Ancak eğer bu girişimin ardından ilgili savcılar Meclis’i
dikkate alırlarsa Yeşil hakkında yakalama kararı çıkartılabilir. Ve bu durumda Yeşil’in sorumlu
olduğu iddia edilen dosyalarda, örneğin 1992 yılında öldürülen Ayten Öztürk’ün dosyasındaki
zamanaşımı tehlikesi de bertaraf edilmiş olur.”

Aygün, Yeşil’in yaşayıp yaşamadığı şeklindeki soruyu şöyle yanıtladı:

“Bu çok zor bir soru. Ancak Ayhan Çarkın’ın ifadeleri aydınlatıcı olabilir. Çarkın bazı çalışma
arkadaşlarının eceliyle ölmediğini söylüyor. Yeşil’in hayatta olup olmadığını tartışırken bu
devlet içi tasfiyeler iddialarını da değerlendirmek gerek.”

Dikkat ediyor musunuz bilmiyorum ama son zamanlarda Ergenekon’un etrafındaki ayak izleri
hep aynı adreste kesişiyor. Ergenekon Davası’nın kaçak sanığı Bedrettin Dalan’ın, İnternet

70
Andıcı Davası’nın üç numaralı sanığı olan Tümgeneral Musatafa Bakıcı’nın, tavana bakılarak
geçiştirilen ve kim olduğunu hala resmen öğrenemediğimiz ‘Dalan’a çantayla para götüren şike
sanığının’ hep aynı adreste ortaya çıktığını görüyoruz. Belarus’un başkenti Minsk’den söz
ediyorum. Neden Minsk? Çünkü Belarus ile aramızda ‘suçluların iadesi’ konusunda bir anlaşma
yok. Diyorum ki Yeşil de sakın Minsk’de olmasın? Sahi, acaba Yeşil Minsk’te mi? (8).

Kıbrıs Postası’ndan yazar Polat Alper’inde şöyle bir iddiası var, okuyalım:

Geçen hafta aldığım bir okuyucu mektubu, Türkiye`de kırmızı bültenle aranan Yeşil kod adlı
Mahmut Yıldırım`ın uzun süredir KKTC`de yaşadığını ve bu bilginin, TC ve KKTC istihbarat
birimleri tarafından bilindiği halde buna göz yumulduğunu idda ediyordu. Mektubu gönderen
kişi, kendisinin de bu teşkilatın mensubu olduğunu bu sebepten kimliğini açıklayamayacağını
söylüyordu. Bu bilgiyi özellikle Kıbrıs`ta geniş bir kitleye hitap eden Kıbrıs Postası Gazetesi
aracılığıyla paylaşmayı tercih ettiğini belirtiyordu. Yeşil, MGK, 1992 yılında “Teröre, terörün
kullandığı araçlarla son verme” kararını aldıktan sonra, JİTEM bünyesindeki 7 bölgede ağırlıklı
olarak Güney Doğu’da operasyon timleri kurdu. Bunların başında sonradan generalliğe terfi eden
Albay Veli Küçük vardı. Mahmut Yıldırım ise bu timin basit bir elemanıydı. Hatta PKK’ya haraç
(yardım) veren iş adamlardan tahsil edilerek bankaya yatırılan paraları bile kendisi çekemiyordu.
O işi Jandarma Astsubay Ahmet Demir yapıyordu. Karışıklık, Ahmet Demir ismini Mahmut
Yıldırım’ın kod adı olarak kullanmasından kaynaklanıyordu. Yine tesadüf eseri bir başka Ahmet
Demir bölge illerinden birinde Emniyet Müdürü idi. JİTEM resmi kadrosu olmayan onayla
kurulmuş bir birimdi. Hem istihbarat hem de operasyon birimleri aynı çatı altındaydı.
Emniyet’teki gibi ayrı birimlerde değildi. İstihbaratı kendisi yapıp imha etme emrini kendisi
veriyordu. Hukuken böyle bir timin kabul edilmesi söz konusu bile olamazdı. JİTEM dağıtıldı,
kimi general oldu, kimi uluslararası nakliyat filosu kurdu, kimi de Yıldırım gibi, Romanya’da
uzun süre dolaştıktan sonra şimdilerde Kıbrıs’ta dinleniyor. Önceki yıllarda, Uzan ailesinin,
Abdullah Çatlı`nın, Yaşar Öz`ün, hava korsanlarının ve daha birçok kanundan kaçan kişilerin
KKTC`de saklandığı gündeme gelmişti. Peki tüm Türkiye`de aylarca konuşulan, kırmızı bültenle
aranan Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım`ın KKTC`de yaşaması kimin umurunda? (9).

Tekrar İzmir’e dönelim. Polis memuru, eski özel tim elemanı arkadaşla geçirdiğim günde
geçmişte neler olduğunu beraber hatırladık. JİTEM bünyesinde başlayan iç çatışma nedeniyle
Arif Doğan-Cem Ersever ekibi ile Veli Küçük-Mahmut Yıldırım (Yeşil) ekibi 1993’de karşı
karşıya geldi. Arif Doğan'ın Ankara'ya çekilmesi, Cem Ersever'in emekliye ayrılmasıyla Batman
üçgeninde Yeşil döneminin de önü açıldı. Bu dönemin başlangıcı ise, 20 Eylül 1992 tarihinde
Musa Anter'in öldürülmesiyle başladı. 1992-1993 yılları arasında bölge'de yoğunlaşan faili
meçhul cinayetler, 1997 yılında Başbakanlık Susurluk Raporu'na kadar taşındı. Bu cinayetlerle
yetinmeyen ekipler, uyuşturucu, adam kaçırma, şantajla para sızdırma gibi ekonomik alana da
yöneldi. 1993 yılı Mayıs ayında Turgut Özal'ın ölümünün ardından Başbakan Süleyman
Demirel'in Çankaya Köşkü'ne çıkması, DYP'nin başına geçen Tansu Çiller'in Başbakanlık
koltuğuna oturmasıyla da faili meçhul cinayetler Adana, Ankara ve İstanbul gibi kentlere sıçradı.
JİTEM içerisinde başlayan iç çatışma, Ankara'da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Lice'de
Bahtiyar Aydın ve Mardin'de Albay Rıdvan Özden gibi muvazzaf subaylara kadar ulaştı.
JİTEM’I kontrolu altına alan Veli Küçük, iddialara göre önüne çıkan, şiddetin bitmesini isteyen
barış yanlısı askerleri Yeşil’e infaz ettirdi.

71
İşte tam bu sırada Çiller, hedef hainler listesini açıkladı. Çiller'in İstanbul Holiday Inn Oteli'nde,
'Türkiye milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı
karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamı ve sanatçıların isimlerini biliyoruz. Hesap soracağız'
açıklamasının ardından Batman'da DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar öldürülürken, ekim
ayında ise JİTEM'deki ayrılıklar nedeniyle basına konuşmaya başlayan Cem Ersever, JİTEM
elemanı Kemal Uzuner'in Aydınlıkevler'deki evinden alınarak Bolu'da bulunan Başbakanlık Atış
Poligonu'nda sorgulandıktan sonra Yeşil tarafından öldürüldü. Ersever ile birlikte sevgilisi
Nevval Boz ile Mustafa Deniz de öldürülen isimler olarak kayıtlara geçti. Öldürülmesi gereken,
sözde PKK’ya yataklık yapan 10 bin kişiyi bin operasyonla temizleme fikri tamamen Mehmet
Ağar’ındır ve bunu MGK’da 1992 yılında Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e de kabul
ettirmişti. Hatta Güreş’in bu ortaya çıkarsa hepimizi sallandırırlar dediğini duymuştum. Şimdi
yaptıkları hatanın, ektikleri nefret tohumunun hesabını vermenin vakti geldi.

Ersever'in elinde bulunan ve Doğu illerinde birçok eylemde kullanılmaya başlanan patlayıcıların
ölümü sonrasında Ankara ve İstanbul'da peşpeşe meydana gelen patlamalarda ortaya çıkması,
Yeşil'in Ankara'daki izini açığa çıkardı. Ve Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına
alınan Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın sorgusuna bizzat Ankara Emniyet Müdürü Orhan
Taşanlar da katıldı. Bu dönem iki Mehmet arasında krize yol açan Yeşil, kaburgaları kırık bir
halde Mehmet Eymür'e teslim edildi.

Cem Ersever'in ölümü sonrasında başlayan tartışmalarda taraf olan Aydınlık Dergisi ve Doğu
Perinçek, Ersever'in Yeşil tarafından öldürülmediğini, Hanefi Avcı ve ekibi tarafından
korunduğuna dikkat çeken yayınlar yaptı. Adnan Akfırat'ın Eşref Bitlis'e ilişkin yazdığı yazılar
ile Doğu Perinçek'in 'Çiller Özer Örgütü' isimli kitabında JİTEM korunurken, Emniyet İstihbaratı
açıkça suçlandı. Gözaltından çıkan Yeşil, MİT bünyesinde yeni bir görev için Şam'da yaşayan
PKK elebaşısına suikast için Şam’a uçtu. Bu suikastta kullanılacak olan patlayıcılar ise
Viranşehir Belediye Başkanı Halil İbrahim Keleşabdioğlu'nun organizesiyle Ceylanpınar'ın
Reselayn Kapısı'nda Şam'a gönderildi.

Çiller’in siyasi rakibi Mesut Yılmaz’ın Yalçın Küçük’e ulaştırdığı notla suikastdan haberdar olan
Öcalan, suikastın başarısız olmasını sağladı. Yılmaz, hoşlanmadığı Mehmet Eymür ve Yeşil
gözden düşürmeye çalışmıştı. Şam merkezinde zamansız patlayan bomba, iki Mehmet arasındaki
kavgayı derinleştirdi ve Mehmet Eymür görevinden alınmasının ardından ABD'ye uçtu. Eymür,
tüm bu yaşananları kurduğu Atin.org sitesinde bir bir deşifre etti. Ersever'in ölümünün ardından
büyük kentlere sıçarayan cinayetler zincirinde Kürt kökenli işverenleri, avukatlar, Kürt kökenkli
aydınları hedef alınmaya başlandı. Bu dönem büyük kentlerde JİTEM bünyesinde bulunan
itirafçılarının yanısıra eski ülkücüler, polis memurları ve mafyaya uzanan bir ağa kadar ulaştı. Bu
dönem Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay, avukatlar Medet Serhat,
DEP Ankara İl Başkanı Faik Candan, HADEP Yüreğir İlçe Başkanı Rebih Çabuz, İzzettin Görnü
gibi çok sayıda insan öldürüldü. Devlet, siyaset ve mafya üçgeninde örgütlenmiş yapılar
tarafından işlenen siyasal cinayetlerin yanısıra ekonomik rantlar sağlanması adına, Kumarhaneler
Kralı Ömer Lütfi Topal, Tefeci Nesim Malki'ye ulaşan bir dizi cinayet daha işlendi.

Yeşil, Bingöl, Solhan ilçesi Dicnik Köyü'nde 1951 yılında doğdu. MHP kökenli, 1973'te Bingöl
Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından kullanıldı ve ilişki aynı yıl MİT Tatvan Bölge

72
Müdürlüğü'ne devredildi. Kasım 1975'te askerden geldikten sonra Milli Görüş hareketi içinde
MİT adına çalıştı. Yıldırım, Elazığ'da 1977'de Etibank Ferro Krom tesislerinde puantör olarak
göreve başladı. İşlemleri 20938 sicil numarası üzerinden yapılıyordu. Tam dört yıl sonra farklı
bir göreve soyunup, farklı bir isimle anılmaya başladı. Yeni adını gözlerinin rengi olan
"Yeşil"den aldı. Susurluk kazasından sonra ortaya dökülen ilişkiler, pek çok cinayetin tetikçisi
olduğunu ortaya koydu. Herkes Yeşil'den söz etti, ancak bulunamadı. Dönemin Başbakanı Mesut
Yılmaz, aldığı bilgileri aktarırken Yeşil'in öldürüldüğünü söyledi.

Ancak kısa bir süre sonra Yeşil, 1999’da İHD Başkanı Akın Birdal'ı vuranların arkasındaki isim
olarak ortaya çıktı. Daha sonraki bilgiler Yeşil'in hala hayatta olduğunu ortaya koydu. Susurluk
Raporu'nda da Yeşil'e 12 sayfalık özel bir yer ayrıldı. Ahmet Demir, Mehmet Kırmızı sahte
kimliklerini kullanan, Güneydoğu'da "Sakallı" adıyla bilinen Solhanlı Mahmut Yıldırım'ın
geçmişi bir ölçüde deşifre edilebildi. Bir dönem MİT'te, bir dönem JİTEM'de görev aldığı
anlaşıldı. JİTEM subayı Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesinden, Güneydoğu'daki pek çok faili
meçhul cinayete kadar sayısız olayda tetikçilik yaptığı belirlendi. Hatta Abdullah Öcalan'ın
Suriye'de öldürülmesi için görevlendirilen ekipte de yer aldığı öne sürüldü. Afyon Cezaevi'nde
öldürün Sabancı suikastı sanıklarından DHKP - C'li Mustafa Duyar'ı Türkiye'nin Şam
Büyükelçiliği'nden alıp getiren ekipte onun da adı sayıldı. Ancak istihbarat birimlerinin
kamuoyuyla pek de paylaşmadığı kanıya göre, aslında Yeşil tek bir kişinin değil, birden fazla
görevlinin kullandığı ortak kod adı.

Yeşil kodunu kullananlardan biri de üst düzey görevlerde bulunan Veli Küçüktü. Bir dönem
Güneydoğu'da PKK'ya karşı yürütülen mücadelede özel operasyonlar, karşı gerilla eylemleri ve
taktikleri onun yönetiminde yürütüldü. Ankara'da bir pavyonda eğlenirken olay çıkarttığı için
gözaltına alınan, götürüldüğü Emniyet Müdürlüğü binasında Orhan Taşanlar ve ekibi tarafından
kaburgaları kırılana kadar dövülen Yeşil'i polisin elinden alan ve MİT'te tedavi ettiren kişi
Mehmet Eymürdü. Üzerinde taşıdığı 0542 214 50 21 numaralı telefonla aradığı yerler arasında
resmi kurumların yanı sıra, Abdullah Çatlı, Sami Hoştan, Sedat Peker gibi isimler de bulunuyor.
Mesut Yılmaz'a Budapeşte'de yumruk atanlar da Yeşil'in telefonundan arananlar arasında yer
alıyor. Yeşil adının korkuyla anılması Susurluk çetesi tarafından tahsilat amacıyla kullanıldı.
Susurluk çetesinin tehditle para topladığı kişileri arayan hep Yeşil idi.

Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmeden önce para yatırdığı Ziraat Bankası Ankara Heykel
Şubesi'ndeki hesabın sahibinin de Ahmet Demir kimliğini kullanan Yeşil olduğu ortaya çıktı.
Mahmut Yıldırım, sıradan bir memur olarak başladığı yaşamını bugün herkesin bildiği ancak
kimsenin tanımadığı kanlı bir tetikçi olarak sürdürüyor veya öldü. Kaçak olarak nerede
yaşadığını kesin olarak saptayabilen yok. 30 yıldır çalışmadığı istihbarat teşkilatı kalmadı.
Doğu'da pek çok karanlık faili meçhul cinayete birlikte kalkıştığı, PKK'ya karşı gayrinizami harp
yürüten Binbaşı Cem Ersever ve arkadaşlarını, fazla konuştukları için Çatlı ve Haluk Kırcı'ya
çekinmeden öldürtecek kadar derin bir adamdı. Tüm devlet başkanları, başbakanlar,
Genelkurmay, MİT ve Emniyet teşkilatında çok sevilmesede gözüpek işleri nedeniyle çok iyi
tanınan, saygı duyulan Yeşil, kontragerilla çalışmalarıyla devletin düşmanlarını infaz eden,
ettiren delikanlı bir istihbaratçıydı. Kosova'da UÇK'nın askeri eğitimi, Afganistan, Bosna,
Çeçenistan ve Kuzey Irak'ta gizli operasyonlar dahil pek çok yurtdışı kirli operasyonun
organizatörüydü. Haziran 1996’de Eymür’ün verdiği son görevini ifa ettiği yurtdışı görevinden
döndükten sonra birden ortadan kayboldu. Eğer bundan sonraki görevi ülke içindeki mafya
73
yapılanması ve yolsuzluğun kan damarlarına girmekse öldü gösterilmesi elzemdi. Kürt asıllı
olmasına rağmen vatansever bir ülkücü, ulusalcı, Alevi Kürtlerin ve PKK'nın can düşmanıydı
(10).

Radikal Gazetesinden Sayın İsmet Berkan 12 ve 13 Temmuz 2000 tarihlerinde Yeşil'in ifadesine
değinen "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz?" başlıklı yazıları yazmıştı. "Yeşil, para
alabileceği her yerden para almaktan çekinmediğini, Ceylanlar dahil herkesi haraca bağladığını
('vergi' diye adlandırıyor, aynen PKK gibi) bir devlet kurumu olan MİT'e rahatça söylüyor ve
başına hiçbir şey gelmeden oradan ayrılabiliyordu. Aynı Yeşil, 'faili meçhul' bir cinayete kurban
giden Kürt yazar Musa Anter'i bir PKK önde geleni aracılığıyla nasıl kandırıp tuzağa
düşürdüğünü de yine MİT'e adeta övünerek anlatıyordu. Bu anlatımdan hareketle Musa Anter'i
Yeşil'in öldürdüğüne kuşku duyulamaz artık. Tek bilinmeyen Yeşil'in talimatı kimden aldığı."
Yeşil'in anlatımları arasında Emniyet Genel Müdürlüğü'nün en önemli birimlerinden birinin,
Özel Harekat Dairesi'nin başındaki bir insanın (İbrahim Şahin) çeşitli işadamlarını haraca
bağladığı, o işadamlarının da 'vergi' adı verilen bu paraları çeşitli rütbeli polisler aracılığıyla
gönderdiklerini, bu paralardan kendisinin de nasiplendiğini anlatıyordu. MİT'in suçla mücadele
ve suçluyu yakalama gibi bir görevi yok belki ama en azından vatandaşlık bilinci mesela
Yeşil'in, İbrahim Şahin'in, Abdullah Çatlı'nın, 'Arnavut Sami'nin, Mehmet Ağar'ın, Korkut
Eken'in vs. savcılara ve teftiş kurullarına ihbar edilmesini gerektirmiyor muydu? (11).

Berkan'ın yukarıdaki soru ve tenkitlerine Mehmet Eymür kapatmadan önce kendi site sayfalarıda
cevap vermeye çalıştı: Esasında konu birçok karanlık bölümleri bulunan bir devri ve sistemi
ilgilendirdiği için, bu sistemin içinde belli bir rolü olan ve bu dönemin bir bölümünde (1994-96)
resmi görevi bulunan beni fazlasıyla aşıyor. Ben yine de kendi sorumluluk sahamda kalarak bazı
yanıtlar vereceğim. Bahsi geçen dönemde iki tip illegal faaliyet yürütülmüştür. Birincisi "Terör
ve PKK ile mücadele kapsamında" yürütülen illegal faaliyetlerdir.

"Birinci tip" diye adlandıracağımız bu faaliyetler, demokrasi rejimi ile bağdaşmasa da


"yaşadığımız olağanüstü terör yılları", "şehit verdiğimiz ve ölen sayısız insanımız" nedeniyle
haklı nedenler taşıyabilir. Yani "olağanüstü" şartlardaki, "olağanüstü mücadele yöntemidir"
Diğeri, yani "ikinci tip" illegal faaliyetler, "ülke yararına" görünümü altında yürütülen "maddi ve
politik çıkar sağlamaya yönelik" -çete- faaliyetlerdir. Her iki faaliyet iç içedir ve her iki
faaliyetin oyuncuları aşağı yukarı aynı kişilerdir. Hukuken bu iki faaliyeti bunlar suç, bunlar
diğeri değil diye ayırabilmek mümkün değildir. Resmi olarak inkâr edilse de, "ülke yararına
yönelik illegal faaliyetler" belli bir karar mekanizması tarafından harekete geçirilmiş, belli bir
emir ve komuta zinciri içinde yerine getirilmiştir. Emirleri icra eden kişiler, ulvi bir görevi
yerine getirdikleri inancıyla bu işleri yapmışlardır. Emirler genellikle şifahen verildiği için, bu
emri verenlerin sıkıştıklarında bu hususu inkâr etmeleri ve suçu astlarına atmaları mümkündür.
İcracı kişilerin, bazı hallerde menfaate yönelik faaliyetlerde, bilmeden kullanılmış olması da
imkan dahilindedir.

Tamamına yansımasa dahi, birçok olayda, her iki tip faaliyeti yürütenlerin aynı kişiler olduğu
görülmektedir. Bu ise şahısların "ikinci tip" faaliyetler ve suçlardan dolayı itham edilmesini
zorlaştırmaktadır. Hukuk karşısında ağır neticeler getirebilecek olan ikinci tip "çete"
faaliyetlerin ortaya çıkma ihtimali, emir ve komuta zincirindekileri telaşlandırmakta ve bu

74
nedenle bu zincirdekiler, "ikinci tip" faaliyetleri tasvip etmeseler dahi, suçlu etrafında bir koruma
halkası oluşturmaktadırlar. Esasında suç işleyenlerin başlangıçta devlete hizmet felsefesi ile yola
çıktıkları, gözlerinde çok büyüttükleri hedeflerini devletin imkânlarını kullanarak kolayca
bertaraf ettikten sonra devletin gücünü kendi güçleri gibi gördükleri, kolayca elde edilen büyük
rantlardan sonra devlet işlerini tamamen unuttukları, rahatlıkla ifade edilebilinir. Diğer önemli
bir zorluk, her iki tip faaliyeti yürütenlerin ulusal güvenliğimizi korumakla görevli
teşkilatlarımıza ve politik hüviyete mensup kişilerden oluşmasıdır. Bu teşkilatlarımıza has özel
statüler ve politik kimlik, bir cins dokunulmazlık kabuğu yaratmakta ve adaletin düzgün
işlemesini ve adil neticeler alınmasını önlemektedir. Neticede günümüzde yaşadığımız gibi,
dokunulmazlık kabuğu en ince olan "bir kaç polisin" ve sivil vatandaşların yargılanmasının
ötesine gidilememektedir. (12).

Zaman’da yazar iken Fehmi Koru’da 1998'deki bir Taha Kıvanç yazısında dönemin Ankara
Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar'a atfen şunu nakletmişti: Yıl 1995. Ramazan ayı. Taşanlar iftar
için eve her gidişinde, çorbayı kaşıklayamadan bir yerlerde patlama olduğu duyuruluyor. "Bir
değil, iki değil, üç değil... Bombalarda 'Yeşil' imzası çok belirgin... Araştırın bakalım, buralarda
mı?" diye tâlimat vermiş... O gece Ulus'taki gece kulüplerinden birinde bulmuşlar Yeşil'i... İçeri
aldıkları kişinin Yeşil olduğunu polisler biliyor, ama muhataplarına çaktırmıyorlar... 'Yeşil'
olduğunu hiç açık etmeden, ama 'Yeşil' imiş gibi ayrıntılı bir ifadesi alınıyor... "Ertesi gün, bizim
elimize düşmesinden hiç mutlu olmayan devlet birimleri devreye girdi; tahmin edemeyeceğiniz
kadar yukarılardan bir ilgi gösterildi. Biz de kendisini teslim etmek zorunda kaldık..." (13).
En iyisi Yeşil’i ona görevler veren eski MİTci Eymürden dinleyelim: Yeşil'in güvendiği paşa
Kemal Yılmazdı, o tarihlerde MİT'deki Yavuz Ataç, Orhan Çoban, Kaşif Kozinoğlu gibi "Özel
Kuvvetler Komutanlığı (Özel Harp)" kökenli emekli subaylarla yakın ilişki içindeydi. Bu kişiler
MİT Müsteşarı olacağına muhakkak gözüyle baktıkları Kemal Yılmaz'a devamlı bilgi
taşıyorlardı. MİT'teki asker kökenliler Kemal Yılmaz'ın başlarına geleceğine o kadar kesin
bakıyorlardı ki, nakledilenlere göre Yavuz Ataç ve Orhan Çoban, yeni yapılanma ile ilgili
listeleri tanzim ederken makam kavgasına girmişler, aralarında sert tartışmalar çıkmıştı.

Kemal Yılmaz'ın, Genelkurmay'daki Çevik Bir ekibinden olduğu biliniyordu. Normal şartlarda
MİT Müsteşarlığına gelmesi pek mümkün görülmediğinden, bunun ancak askeri bir müdahale
sonra olması mümkündü. Yeşil'in bütün anlatımlarına rağmen MİT tarafından kullanılmaya
devam edilmesi, "kanuni" yönden olmasa bile, "ahlaki" yönden çirkin gözükebilir. Zamanın MİT
Müsteşarı Sönmez Köksal da bu konuda bir hayli tereddütlüydü. Yeşil'in bütün mazisinin MİT'e
monte edilmesinden endişe duyuyordu. Ben Yeşil'in ortalarda denetimsiz bırakılmasının daha
vahim neticeler vereceğini düşünüyordum. Mehmet Ağar, resmi bir toplantı için MİT'e
geldiğinde MİT Müsteşarının yanında kendisine mealen "Bu adamı siz de, Jandarma da
kullanmış, şimdi ortalarda bırakmışsınız. Bu tip adamları sahipsiz bırakırsanız "suç makinası"
haline gelirler, buna bir şekil bulun" dedim. Ağar, Jandarma ile konuşacağını söyledi, ancak bir
netice çıkmadı. O tarihlerde, Yeşil'e milli menfaatler doğrultusundaki bazı yurtdışı faaliyetlerde
görev vermiştik. Bu faaliyetler ile ilgili bağlantılar kurmuş, çalışmalar yapmıştı. Çok hassas bazı
operasyonlarımızı biliyordu. Bu bakımdan devam etmesinin hem faaliyetlere yarar sağlıyacağını,
hemde kendisini Ankara'dan ve suçtan uzak tutacağını düşündük. Zaten, belirttiğimiz gibi,
yaşadığımız günlerdeki "suç" Yeşil'i çok aşan organize bir faaliyet niteliğindeydi. Ayrıca Yeşil,
bu açıdan iyi bir haber kaynağıydı. Terör ve organize suç faaliyetlerinde en iyi kaynaklar o
faaliyetin içinde olan kişilerdir. Bu istihbaratın temel unsurlarından biridir.

75
Üzerinde PKK/ARGK ve İnsan Hakları Derneği'ne ait üye kimlik kartı taşıyan Yeşil, bizim
açımızdan, uygun vasıflara sahip, bir çok engeli kolayca aşabilen, yetenekli bir faaliyet
elemanıydı, çalışmalarımıza olumlu katkıları oldu. Yeşil'le ilk görüşmelerimiz 1994'ün son
aylarına rastlar. Bu görüşmelerde kendisine, yer aldığı operasyonların başarı ile neticelenmesi
halinde yüksek miktarda parasal bir mükâfat verileceği söylenmiştir. Yeşil cevaben, kendisinin
bu güne kadar para karşılığında iş yapmadığını, böyle bir mükâfatı kabul etmeyeceğini
belirtmiştir. Yeşil'e ayrıca, çalışmalar esnasında meydana gelecek makul masrafların
tarafımızdan ödeneceği, ihtiyaç hasıl olması durumunda, teknik alet ve malzeme sağlanacağı,
Türkiye içinde kanunsuz hiç bir faaliyetine müzahir olunmayacağı, kendisine Teşkilatımızla
arasındaki bağın ortaya çıkmasına neden olabilecek herhangi bir belge verilmeyeceği, görev
esnasında yurt dışında şehit olması durumunda, ailesinin geçiminin ve çocuklarının okul
masraflarının Teşkilatımız tarafından karşılanacağı, görevini ifa ettiği esnada yurtdışında
tutuklanıp mahkum olması halinde de, ailesinin ve çocuklarının masraflarının karşılanacağı,
böyle bir durumda, kendisiyle olan ilişkimizin inkar edileceği belirtilmiştir.

Yeşil, ailesini garantiye aldıktan sonra gerekirse intihar eylemlerine bile katılabileceğini, bir
tutuklanma halinde, PKK itirafcısı olarak ifade vereceğini söylemiştir.. Bu sözlü anlaşmada
belirtildiği gibi, MİT'in Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan Yeşil'le ilgili,
dolaylı veya dolaysız hiç bir teşebbüsü olmamıştır. Beyanlarına göre, Yeşil'in Korkut Eken ve
Polis ile problemleri, 1994'ün son aylarında başlamıştı. Kemal Horzum'dan her ay aldığı 250
milyon lira yardımın azalması üzerine, Kürt Ahmet lakaplı Ahmet Turgut'tan para istemesini
neden gösteriyordu. Daha sonra Arnavut Sami olayı, ilişkileri iyice gerdirmişti.

Kasım 1994 sonunda Korkut Eken'in, İstanbul'da Kürşat Yılmaz, Yavuz Bıçakcı ve Ahmet Güzel
isimli arkadaşlarını gözaltına aldırıp, hakkında bilgi topladığını öğrenmişti. Kürşat Yılmaz ile
bağlantı kurduğunu ve Kürşat'ın, kendisine "kendine dikkat et, seninle ilgili bilgi almak için bizi
çok hırpaladılar" dediğini söylüyordu. Kürşat kendisinden tabanca ve bir cep telofonu talep
etmiş, Yeşil, birilerine 5.000.000 lira rüşvet vererek istediklerini cezaevine iletmişti. Yeşil bu
konuyla ilgili olarak şunları anlatıyordu:

"Aynı günlerde Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Şubesi'nde görevli H. Yarbay'dan çağrı
aldım ve hemen görüşmeye gittim. H. Yarbay bana 'Bugün Korkut Eken Genel Komutan'a geldi,
bir süre görüştüler. Korkut Yarbay, komutana biz Ahmet YeşlL'i tutuklayacağız, sizinle herhangi
bir bağlantısı var mı? diye sormuş, Genel Komutan da, jandarma ile bu şahsın hiçbir bağı yok,
tutuklayabilirsiniz şeklinde cevap vermiş, ancak tutuklama gerekçesini bilmiyoruz, Genel
Komutan'a soramadık. Korkut Yarbay gittikten sonra Genel Komutan, B. Paşa'yı çağırıp,
Emniyet Müdürlüğü'nün tutuklama kararını sana iletmesini istemiş, B. Paşa da bana emir verdi,
Korkut Yarbay kararlıymış " dedi.

Olaydan 10 gün kadar önce, A.Çatlı da telefon ile aradı ve dikkatli olmamı tenbih etti, aynı
günlerde oğlumun devam ettiği Karate Salonuna gelen telsizli iki şahıs oğluma, benimle ilgili
sorular yöneltmişler. Yine aynı tarihlerde Cumhurbaşkanlığı'na gittim ve burada Cumhurbaşkanı
Danışmanı olan dostum ile görüştüm. O da Mehmet Ağar ve benim gibi Elazığlı. Görüşme
sırasında bana Cumhurbaşkanına ait altın bir dolma kalem hediye etti. Sohbet ederken bana
"Mehmet Ağar ile iyi geçinmiş olman lazımdı" şeklinde bir cümle kullandı, ancak o gün için bu

76
konunun üzerinde hiç durmamıştım. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma ile bugüne kadar
hiçbir sorununun olmadı, tutuklanmam için ortada hiçbir gerekçe yok."

Yeşil'e göre, Ankara'da yeraltı dünyasında adı geçen Kürt Ahmet lakaplı şahıs kendisinin
varlığından tedirginlik duyuyordu. Kürt Ahmet'ten 100 Milyon TL almış, Kürt Ahmet bunu Ünal
Erkan'a aktarmıştı. Kürt Ahmet, Ünal Erkan 'a ismiyle hitap ediyordu, Emniyet Müdürlerinin
kararnamesinde bile Kürt Ahmet'in onayı vardı. Kürt Ahmet bir süre önce tedavi maksadıyla
Amerika'ya gitmiş ve gitmeden önce kendisinin pasifize edilmesi için Korkut Bey'den yardım
talep etmişti. Korkut Bey, Kürt Ahmet'e bu konuda teminat vermişti. Kendisinin aranmasını
Korkut Bey'in sözünü yerine getirme çabası olarak mütalaa ediyordu. Korkut Eken'in yanısıra,
İçişleri Bakanı danışmanı Mehmet Kıvanç Özer de kendisi ile uğraşıyordu. Aydın'lı Özer, sanki
İçişlerinin değil Kürt Ahmet'in danışmanıydı. Zira devamlı Kürt Ahmet'in yanındaydı. Özer'in
çağrı numarası 3 6 2- 1 2 8 6 idi, araştırılırsa ne kadar büyük işler çevirdiği anlaşılırdı. Kemal
Horzum kendisine her ay 250 milyon lira para verirken, bunun 50 milyona düşürmüştü. Bunun
nedenini Kürt Ahmet'in yönlendirmesine bağlıyordu. Şöyle diyordu: "Kemal Horzum'un
dışındaki bütün Kürt işadamları PKK'ya yardım ediyor. K.Horzum'un, PKK'lı Metın Kod adında
bir ortağı vardı. Benim baskım neticesinde ortaklıktan ayırdı ve Horzum'un çevresinden
uzaklaştırıldı. Başbakan ve Cumhurbaşkanı korumaları, boş zamanlarında ve izinlerinde
Horzum'un bürosuna gelerek koruma yapıyorlar. Son görüştüğümde Horzum bana 'Seni Zülküf
Ceylan'la görüştüreceğiz' dedi. Zülküf halen İsviçre'de hasta imiş. Döndükten sonra
belirleyecekleri bir tarihte İstanbul'da Horzum, Zülküf ve Ceylan'ların kirvesi Emniyet Müdürü
H. ile toplanıp görüşeceğiz. Birşey sormuyor ve herşeyden haberim varmış gibi davranıyorum.

Oynamayı planladıkları senaryoya göre, sözde devletin elinde terör örgütüne para yardımı yapan
kürt iş adamlarının isim listesi var ve sözde devletin içindeki bazı güçler benim kanalımla bu
şahısları enterne ediyorlar. Dolayısıyla ben parayı alınca Ceylan'lara yönelik herhangi bir
eylemde bulunmayacağım. Horzum'un daha önce benim adımı kullanarak aynı senaryo ile
tahsilat yaptığını biliyorum. Ancak herşeyden haberdarmışım gibi davrandığım için açık açık
kimlerden para tahsil ettiklerini soramıyorum. Şu anda ekonomik yönden çok kötü durumdayım.
Etlik'teki evimin 2 milyon liralık telefon parasını ödeyemiyorum, Diğer telefonun 7 milyon
borcu vardı, ödeyemediğim için kapattılar. Her şey paraya bakıyor, araba hala sanayide rehinde.
Sonuçta, maddi durumum berbat, para olmadan hiç bir iş yürümüyor. Ne yapacağımı bende
şaşırmış durumdayım Aslında buraları bana göre değil, bölgedeki halimi özlüyorum. Beni maddi
yönden bitirdiler, Şehirde paranız olmayınca gücünüz de olmuyor."

Yeşil, parasal sorunları ve polisle olan problemlerini halletmek için bazı temaslarda bulunmuştu.
şöyle anlatıyordu: "Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Hayrettin Gökdemir'in beni Köşke çağırdı, 'bir
sıkıntın varsa söyle" dedi. Bakmak mecburiyetinde olduğum sekiz adamım var. Bunlar için
döşeli iki ayrı eve, geçimlerini temin için bilardo salonu benzeri bir işyerine ihtiyacım var.
Sanayide rehin duran iki arabamı kurtarmam lazım dedim. Bana 'Yakında Rusya'dan bir
işadamının döneceğini, onunla konuşarak isteklerimi karşılayacağını söyledi. 'Ceylan ailesi
zamanında Baba'yı ayakta tuttu, şimdi biraz da sana baksınlar. Baba için vinç lazım ama sana bir
parmak hareketi yeter' dedi. 10 gün önce çağrı alınca İbrahim'le buluştuk. Maltepe'deki Monako
Pavyona gittik. Korkut Eken ile anlaşmazlığım konusunu açtım. İbrahim anlaşmazlığın
boyutlarının sıkıntı yarattığını, Korkut Eken'in Emniyet Genel Müdürlüğünde normal bir memur
odasında sığıntı gibi oturduğunu, acz içinde olduğunu, sorunu çözmeye yardımcı olabileceğini,
77
büyütmemeleri gerektiğini söyledi.
Korkut Eken, 12 Aralık 1994 günü ekibi ile Azerbaycan'a gitti. Benim hakkımda ' ülkücü katili'
şeklinde konuşmalar yapıyormuş. Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şubesinde
görevli A. Binbaşı Korkut Eken'le benim için görüştü, beni müdafaa etti. Ancak görüşmeden
bozuk ayrılmış. Mehmet Ağar bütün gelişmelerden haberdar. A. Binbaşının elinde M.Ağar ile
ilgili 42 milyar liralık bir yolsuzluk belgesi var, fakat kullanamıyor."

Aynı tarihlerde Yeşil'in "adamlarımdan biri" diye bahsettiği bir kişi kaçarken polisler tarafından
ayağından vurulmuştu. Yeşil, "Ayın 1.nde İstanbul'da polisler Osman Özbek isimli adamımı
kaçarken ayağından vurdu. Ne kadar malzeme varsa gitti. Ev, araba, cep telefonları, çağrı
cihazları, elbiseler hepsi gitti. Adamım şimdi İstanbul'a giremiyor. Bu çocuğun yaptığı özel bazı
mafyavari işler vardı." diyordu. Yeşil'in kastettiği kişi Osman Gürbüzdü. Hani Veli Küçük’ün
Necip Hablemitoğlu’nu öldürttüğü tetikçi. Halen Ergenekon sanığı olarak içeride...

Yeşil, Ankara Emniyet Müdürlüğüne alınmadan bir hafta kadar önce, polisler onun yakın
arkadaşlarını gözaltına almışlardı. Bu konuyu ise şöyle naklediyordu Yeşil. "Sorgu çok ağır
geçmiş, işkence yapılmış. Ankara Emn. Md. Orhan Taşanlar bizzat sorguya katılmış. Sorguda
ağırlıkla benim üzerimde durmuşlar. Cem'in yazdığı kitabı açarak Tunceli'den, Muş'tan
başlayarak sorular yöneltmişler Çocuklar, istiyorsanız telefon ve çağrı numarasını verelim,
arayın buraya çağırın, kesin gelir, gelmez ise bizi öldürün demişler. Gerçekten de çağırsalardı
giderdim. Devletten kaçmak olmaz, ben devlet ile uğraşamam. Adamların sorgulanmasında
tamamen beni hedef aldılar, bana göz dağı vermek istiyorlar. Bana açıkca "çalışacaksan, bizim
hesabımıza çalış" şeklinde Mehmet Ağar kaynaklı bir mesaj ilettiler. Ben Mehmet Ağar'ın kim
olduğunu gayet iyi biliyorum. Sorguya alınan çocukların ikisinin üzerinde silah vardı. Hakan'ın
üzerindeki Kırıkkale silah daha önce öldürülen ve İstihbaratta çalışan polisin kendi silahıydı. Ben
onun Hakan'ın üzerinde olduğunu bilmiyordum. Bir kenarda duruyordu. Tesadüfen o gün Hakan
üzerine almış. En çok o silahtan korkuyordum. Ancak olayı kapattılar. Sadece ruhsatsız silah
taşımaktan muamele yapacaklar.

Çocuklardan iki şekilde ifade almışlar. Adliye'ye gönderilecek olan ifade de, silahları Yeşilden
aldıklarını söylemişler. Kendilerine sakladıkları ifade de ise silahın birini Jitem'den aldım diye
ifade vermesini istemişler. Hakan'da baskı üzerine, Diyarbakır'da Jitem'de çalıştığını söylediği
ancak gerçekte var olmayan Zülfü Astsubay diye birinden aldığını söylemiş. Mart 1996'da
yurtdışına gönderildi. Dönüşünde Türkiye içinde büyük bir trafik kazası yaptı. Arabayı kendi
kullanıyordu. Herhalde yine bir konuya kitlenmişti. Kaza neticesinde boyun kemiklerinde
kırıklar meydana gelmiş, ilk yardım ve doktor tedavisinden sonra dinlenmeye Antalya'ya
gitmişti. O günlerde "Antalya'da evin nerede?" diye sormuştum. "Lara'da Ofo otelinin tam
karşısında" diye cevapladı. "Ofo otelinin arkasındaki sitede de benim ev var, şu anda kirada,
kaça aldın?" dedim. "Ben para vermedim, Gazinocu Ömer Lütfü Topal hediye etti. Jandarmadan
ve polisten bir iki arkadaşın daha orada dairesi var diye" konuştu. Ömer Lütfi Topal, Yeşil'e
daireleri kendisini koruması için hediye, etmişti. Antalya'ya gidince rahat ettiğini, yemeğinin de
gazinodan yollandığını söylüyordu.

Yeşil'i Mart ayında DEP Milletvekili Ahmet Türk aramıştı. Sırrı Sakık'ın bürosunda buluşup hep
birlikte yemeğe gitmişlerdi. Türk'ün bir derdi vardı. Akrabası "Zekiye" PKK'dan kaçmıştı.

78
Avrupa'ya göndermek için pasaport çıkarmışlar, bilahare Avrupa'ya gönderirlerse iyi
olmayacağını, tekrar örgüte bulaşacağını düşünmüşlerdi. Devlet'e teslim etmeyi de
düşünmüyorlardı. İtirafçı konumuna düşüp halkına zarar vermesini istemiyorlardı. Her an
yakalanacağından korkuyorlardı. Bu sorunu Yeşil halledebilirdi. Yeşil, bu şartlarda yardımcı
olmasının imkansız olduğunu söyledi "ya Avrupa'ya gönder yada Devlet'e teslim et" diye
cevapladı. Türk, bu cevaptan hoşnut olmamıştı ama bozuntuya vermedi. Yeşil'e şaka yollu
"arkadaş çok sıkışırsam senin evine gönderirim, Zekiye senin yeğenin sayılır sen ne yaparsan
yap" diyerek konuyu kapattı. Orhan Taşanlar'ın Ankara Emniyet Müdürlüğünden gitmesinden
sonra Yeşil daha rahat hareket ediyordu. Antalya'da Emniyet Müdür Muavini ile görüşmüştü. Bir
sorunu yoktu. Ankara'da ise Emniyet Müdürü ile Çiftlik Merkez Lokantasında yemek yemişti.
Yemek fotoğrafı Yeşil'in MİT'deki yöneticileri tarafından fotoğraflanmıştı. Bir akşam
İşkembeci'ye gittiğinde Mehmet Ağar ve Ünal Erkan ile karşılaşmıştı. Ayaküstü kısa bir
konuşmaları olmuştu. Yeşil, Ağar'a karşı tavırlı hareket ettiğini söylüyordu. Polis ve
Jandarma'dan verilen hüviyetleri hala taşıyor, Yurtdışı görevlere giderken bunları MİT'teki
yöneticilerine bırakıyordu. (14).

Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e (Radikal'de iken) verdiği röportajda CHP'li Sinan Yerlikaya,
Yeşil’in tüm işlerini kasetlere aldığı için devletin ona dokunamadığını savundu. Yeşil'i kimin
koruduğunu, haraç işlerini, derin devletin suç ve suçluyla ilişkilerini sürdürme ısrarını, Yeşil'i
yakından bilen, Yeşil'in kim olduğunu kamuoyuna ilk duyuran kişi olan CHP'nin en üst organı
Merkez Karar Yürütme Kurulu üyesi Tunceli Milletvekili Sinan Yerlikaya’ydı. Yerlikaya,
Yeşil’in kim olduğunu şöyle izah ediyordu:

“Yeşil itirafçı değil. PKK veya TİKKO sempatizanı olup dağa çıkmış, sonra da dağdan inmiş biri
değil o. Yeşil, devletin yetiştirdiği bir operasyon adamı. Direkt halkın içinden alınmış bir adam
o. Yeşil, Bingöl Solhanlı bir vatandaş. Ailesi Elazığ'a yerleşmiş. Yeşil de, Elazığ'da doğmuş
büyümüş. Elazığ'da devlete ait Ferro Krom tesislerinde işçilik de yapmış. Bu vatandaşın asıl adı
Mahmut Yıldırım. 'Yeşil', onun kod adı. Bir kod adı daha var: 'Sakallı'. Yeşil, adını ilk Tunceli'de
duyurdu. O zaman 'Sakallı' kod adıyla ünlüydü. Olağanüstü Hal döneminde devlet, Yeşil türü bir
sürü insanla çalıştı. Abdullah Çatlı gibilerine, kimlikler, paralar, silah izin belgeleri, yeşil ve
kırmızı pasaportlar verildi. Yeşil de bu insanlardan biri işte. Yeşil, önce MİT'e çalıştırıldı. Sonra
JİTEM'e kaydırıldı. Emniyet'te ise hiç çalışmadı. 90'da Tunceli'nin Ovacık ilçesinde avukatlık
yapıyordum. Yeşil'i o zaman tanıdım. Emrinde 20-30 kişilik bir özel tim vardı. Bunların arasında
İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'ı vuran Haydar kod adlı zat da vardı. Bu adamlar
asker elbisesine benzer elbiseler giyiyorlardı. Yeşil bazen de sivil dolaşıyordu. Bunlar köylere
operasyonlar yapıyor, insanlara işkence ediyorlardı. Dağa gidip PKK'yla çatışmıyordu bunlar.
Normal vatandaşla uğraşıyorlardı. Yeşil ve adamlarının yaptıkları çok korkulu bir hal almıştı.
Yeşil, Ovacık'ta bir kahveye veya lokantaya girdiğinde orası hemen boşalırdı. Yeşil, Ovacık
Emniyet Amirliği'nin üst katında kalıyordu. Benim bürom da emniyetin yanındaydı. Yeşil'i sık
sık görüyordum. Zaten bizim karşılıklı konuşmamız da dağ başında olmadı. Bir lokantada,
kahvede de olmadı. Emniyet amirliğinde oldu.

Yeşil ve adamlarının işkencelerini vatandaş yetkililere şikâyet ediyordu ama çare bulamıyordu.
O, köylüleri dövüyor, suya batırıyor, onları çırılçıplak soyup karın içine sokuyor, bazılarını da
karısının önünde çırılçıplak soyuyordu. Elinde hep iki defterle dolaşırdı. Size isminizi ve
köyünüzü sorardı. Sonra o defterlere bakıp sizinle ilgili bütün bilgileri söylerdi. O defterler, ona
79
verilmişti. Yeşil, terörle mücadele kapsamında görevlendirilmiş biriydi. Onun gözünde herkes
PKK'lıydı, her Kürt potansiyel suçluydu. Zaman zaman Abdullah Çatlı'nın da bölgeye geldiği,
bunlarla hareket ettiği söyleniyordu. İşte ben o dönemde, Ovacık'ın tek avukatıydım. Vatandaş
bana geldi. Ben de durumu savcıya, kaymakama söyledim. 'Biz karışamayız' dediler. Hatta
jandarma komutanı yüzbaşı çok iyi biriydi. 'Bizim bu adamla uğraşmamız mümkün değil. Bu
adam direk yukarıya, Genelkurmay'a bağlı. Gidin, derdinizi oraya anlatın. Yoksa burada daha
çok pislikler yapacak bu. Benim yapabileceğim bir şey yok' dedi. Ovacık'ta Yavuz bey diye bir
savcı vardı. Ondan, beni Yeşil'le görüştürmesini rica ettim. Çünkü bu savcı bey, Yeşil'le çok
samimiydi. Onunla emniyetin bahçesinde sık sık tavla oynuyordu, lokantaya gidip rakı içiyordu.
Savcı Yeşil'in vatandaşlara neler yaptığını biliyordu. Olayları tüm çıplaklığıyla anlatıyorum.
Yorumu da artık size bırakıyorum. Savcı bir akşam beni aradı ve 'Yeşil seni emniyet amirliğinde
bekliyor' dedi. Yanıma üç kişi alıp, gittim. Bir polis bizi emniyet amirinin odasına aldı. Az sonra
Yeşil geldi ve emniyet amirinin makamına oturdu. Kendisine bu insanların terörist olmadığını,
devletine bağlı insanlar olduklarını anlattım. Bana, 'Sen ne karışıyorsun' dedi. 'Avukatım'
dediğimde de, defterini açtı. 'Senin dosyan da çok kabarmış. Yakında senin hesabın da
görülecek. Milletvekili olmak istiyorsun, unut' dedi. Düşünün ben o zaman Sosyal Demokrat
Halkçı Parti'nin ilçe başkanıydım. PKK'li değilim, DEP'li değilim. Yeşil'in birçok cinayet
işlemesine rağmen bir dokunulmazlığı vardı anlaşılan.

Düşünün. Bir savcı, bir yüzbaşı, kendilerinin görev alanında türlü olaylara karışan Yeşil'le ilgili
'Biz onunla uğraşamayız. Ona bir telkinde bulunamayız' diyorlardı. Yeşil'e bu dokunulmazlığı
tabii ki devlet sağlıyordu. Derin devlet dediğimiz yapı koruyordu onu. Devletin içinde ona bu
dokunulmazlığı sağlayan kimdi derseniz... Bu, ya JİTEM'dir, ya da MİT'tir. Yeşil, o dönemde
JİTEM'e çalışıyordu. Sonsuz yetkileri vardı. Ne kaymakam ne de yüzbaşı ona kimse
karışamıyordu. Onu, Olağanüstü Hal Valiliği tanıyordu. Gittiği ilin valisi ve emniyet müdürü de
tanıyordu. Elinde resmi bir belge olmalı ki, gittiği yerlerde resmi binalarda kalıyordu. Gittiği
ilçelerin kaymakamı, emniyet amiri ve yüzbaşısı da onu tanıyordu. Eski OHAL Valisi Ünal
Erkan, Hayri Kozakçıoğlu Yeşil'i çok iyi tanırlar. Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Mehmet
Ağar da onu çok iyi tanır. Üstelik o da Elazığlı. MİT'in eski önde gelenlerinden Mehmet Eymür
zaten tanıdığını söyledi. Yeşil, MİT'te Eymür'ün adamıydı. Hatta Eymür Yeşil için 'öldü' dedi.

Yeşil ölmedi, yaşıyor. Ama kamuoyuna öldüğü söyleniyor. Gündemden çıkarılmak istendiği için
ölmüş gösteriliyor. Çünkü bu adam onlarca faili meçhul cinayet işledi. Şavaş Buldan'lar, Musa
Anter'ler, Behçet Cantürk'ler... Bütün bu cinayetlerin içinde Yeşil var. Elazığ'da bir doktorla
avukat infaz edilmişti. Tunceli'de genç bir kız kaçırılıp öldürülmüştü. O olaylarda da Yeşil vardı.
Ama bu cinayetlerle ilgili Yeşil hakkında hiçbir dava açılmadı. Yeşil'in hakkında askeri
mahkemede itirafçılarla birlikte yargılandığı tek bir dava var. O davanın da ne olduğu belli değil.
Ciddi bir dava değil o. Oysa Yeşil'le ilgili binlerce dosya olması gerekirdi. Ben Yeşil'in
yaşadığını biliyorum. Daha geçen baharda, Yeşil'i eskiden beri bölgeden tanıyan bazı insanlar
bana onunla görüştüklerini söylediler. Birkaç müteahhit bana, 'Yeşil'le oturduk Ankara'da
lokantada yemek yedik' dedi. Bunlar benim tanıdığım kişiler. Bu müteahhitler, Elazığlı,
Diyarbakırlı ve Bingöllü. İnsanlar Yeşil'in arkasındaki desteğin çok kuvvetli olmasından
korkuyorlar. Bunu yaşadılar çünkü. İnsanlar öldürülmekten korkuyor. Yeşil'in kim olduğunu
kamuoyuna ilk açıklayan benim. Kumarhaneci Topal öldürüldükten sonra, Topal'ın Kızılay'da
bir bankanın hesabına Mahmut Yıldırım adına 10 milyon dolar yatırdığı haberi gazetelerde çıktı.
Bu adamın kim olduğunu kimse anlamadı. Mahmut Yıldırım'ın 'Yeşil' olduğunu basın benden

80
öğrendi. Onun robot resmini de ben çizdim basına. Zaten Yeşil, Topal cinayetinden sonra
konuşulmaya başlandı. 97'nin Şubat'ıydı. CHP Genel Merkez'den Yeşil beni telefonla aradı.
Konuşmaya, küfürle, hakaretle, tehditle girdi. 'Benden ne istiyorsun? Her şeyi devlet adına
yaptım ben' dedi. Ben de, 'Büyük pislikler yaptın. Gel bunların hesabını ver. Bunlar kayıt dışı
kalsın diye devlet seni zaten bir gün öldürtür. Konuşmaman için seni öldürürler' dedim. 'Kimse
bana dokunamaz. Ben tedbirimi aldım. Yaptığım bütün işleri kasetlere aldım. Kim bana emir
vermiş, kim bana ne demiş, hepsini, yaptığım her şeyi kasetlere anlattım. Adam öldürüyorsam,
devletim için yapıyorum. Bu kasetleri ilgili yerlere verdim. Eğer bana bir şey olursa kasetler ve
ilişkiler ortaya çıkacak' dedi. Sonra da, benimle buluşmak istedi. Ankara'da Gölbaşı'ndaki parkta
randevu verdi. 'Yalnız gel' dedi. Odamda arkadaşlarım vardı. Onlara, 'Arkamdan gelmeyin. Bu
adam istese beni zaten istediği yerde vurur' dedim. Parka yalnız gittim. Ama Yeşil gelmedi.
Baktım arkadaşlar üç arabayla gelmişler. Yeşil sonra beni aradı, 'Sözünde durmadın. Niye onları
getirdin' dedi. Bir süre sonra da Akın Birdal'ı vuran Haydar kod adlı kişi aradı. 'Bizimle
uğraşmaktan vazgeç, bu işlerin peşini bırak' dedi.

Yeşil, G. Doğu'da daha çok devletin talimatlarıyla iş yapıyordu. Ama zamanla kimliği ortaya
çıkınca, devletin bazı kesimleri ona G. Doğu'dan el çektirdi. Onu Batı'ya aldılar. O da Batı'da
işin kuralına göre görevini yapıyor. Haraç alıyor. Yeşil, Doğu'dan Ankara'ya ve İstanbul'a
geldikten sonra lüks yaşamın içine girdi ve para toplamaya koyuldu. Kumarhaneci Topal'ın onun
adına bankaya yatırdığı 10 milyon doların akıbeti hiç sorulmadı. Bu para ne için yatırıldı, devlet
bunu ortaya çıkarmadı. Bu da dahil,Yeşil'in her türlü olayı kapatıldı. Yeşil de yakalanmadı. Bir
ara Antalya'da Yeşil'in yazlığına operasyon yapıldı. Yok yarım saat önce, yok on dakika önce
kaçtı açıklamaları oldu. Polisten yarım saat önce kaçan adam yakalanmaz mı? Çok kolay
yakalanır. Devlet, Yeşil konusunda ciddi değil. Üstelik Yeşil öldü gibisinden de kamuflajlar
yapılıyor.

Kısacası devlet, Yeşil konusunda samimi değil. Her şeyi bilen ve bulan emniyet Yeşil'i nasıl
bulamaz? İnsanlar onun Ankara'da Mercedes'le dolaştığını, Sakarya çevresindeki barlara
gittiğini, lokantalarda yemek yediğini görüyorlar. Yeşil'in oğlu İstanbul'un göbeğinde
adamlarıyla yakalandı. Yeşil'in de aynı evi kullandığı söyleniyor. Yeşil destek almasa İstanbul'da
çete kurabilir mi? Hayır kuramaz. Yeşil'in maddi ve manevi desteği olmadan oğlunun silahlı
çeteye sahip olması, haraç toplaması mümkün değil. Ama ben Yeşil'in o evde olduğunu tahmin
etmiyorum. Yeşil işi olgunlaştırır, adamlara emir verir ve sonrasını tepeden takip eder. Üstelik
Türkiye'de sadece Yeşil'inki değil bir sürü çete var. Devletimiz maalesef bu konuda çürümüşlük
içinde. Ama bakıyoruz, Yeşil'in oğlunu yakalayan, Yeşil'i deşifre edenler de devlet görevlileri.
Devlet görevlileri kendi içlerinde bir güç çekişmesi yaşıyorlar. Devletin içinde, kurumlarında bu
işlere karşı çıkan, dürüst, namuslu, iyi niyetli görevliler de var. Yeşil, JİTEM'in yani Jandarma
İstihbarat'ın adamı olarak tanınıyor. Ama son zamanlarda Silahlı Kuvvetler'in dürüst ve şeffaf bir
yapıya kavuşmak için çok ciddi çalışmalar yaptığını görüyoruz. Ordunun zirvesi temiz bir yapı
isterken, ordunun içinde birileri eski ilişkileri sürdürmeye çalışıyor. Terörle mücadelede sap ve
saman karıştırıldı. 'Gerçek suçludan ziyade, potansiyel suçlular arandı. Askeriyede, JİTEM'de bu
tür yanlışlıklar çok oldu. Mesela Veli Küçük. Onun da kendine göre çetesi vardı. Ama doğru
dürüst yargılanmadı. Bunları yargılamaktan ziyade, dışlayarak yavaş yavaş temizleme yoluna
gidildi. Şu anda düzgün olmayan işlere bulaşmış kişileri temizleme gayretleri var. Ama bu kişiler
yargıda cezalandırılsalar, sonuç daha etkin olur. Tabii bir de hükümetler devletin içindeki
çetelere, askeriyenin, JİTEM'in, MİT'in işine fazla giremediler ya da girmek istemediler. Biz 91-

81
95'te DYP'yle koalisyon kurduk ama İçişleri ve Savunma gibi bakanlıklara hep OHAL valilerini
getirdiler. Susurluk'ta adı geçenler bürokrasiye getirildi, bakan yapıldı. Bu işleri çözmek bu
nedenle mümkün olmadı. Herkesin yargılanabildiği, kimsenin dokunulmaz olmadığı, şeffaf,
demokratik bir devlet olmadıkça, içindeki suçluları tümüyle ayıkladığına inandığımız bir devlete
sahip olamayız. Bakın... Susurluk sırasında Mersin Cezaevi'nden biri bana telefon etti. 'Ben
bunlarla bir dönem çalıştım. Susurluk'taki kazada araba sayısı iki değil, üç' dedi. 'Birinci arabada
Çatlılar vardı. İkincide korumalar. Üçüncüde eroin. Bursa'da Çelik Palas'a gidiyorlardı. Yeşil
malı almak için onları otelde bekliyordu. Zaten Yeşil zaman zaman Berlin'e gider. Orada
Türkiyem spor diye bir kulüp var. Orada malı dağıtırlar' dedi. Ben bunu açıkladım. Konu Alman
parlamentosuna da gelmiş, operasyon yapılmış, olayın doğru olduğu çıkmış. Telefondaki adam
benimle daha çok şeyler paylaşacaktı ama bağlantı koptu, ailesini aradığımda, 'öldü' dediler.
Bütün bu yaşananlar, bir gün yargılanacak” (15).

Neşe Düzel’in röportajında Sinan Yerlikaya’nın anlattıkları pek çok kimseyi şaşırtmadı. Yıllarca
Doğu ve Güneydoğu'da görev yapan eski Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tuzlu, JİTEM'in
varlığının tartışılmasının abes olduğunu söyledi. Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesindeki bir
duruşmada JİTEM'in varlığının Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı'na sorulmasına
karar vermişti. Bunun üzerine tartışmalar yeniden alevlenirken, Özcan Tuzlu, JİTEM'in
faaliyetlerinin dönemin içişleri bakanları ve bölge valileri tarafından bilindiğini anlattı.
"Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. Merkezi Ankara idi, yetkileri sınırsızdı."
diyen Tuzlu'ya göre 'Yeşil' de yaşıyor. Özcan Tuzlu, Doğu ve Güney-doğu'da JİTEM'in
kurucularından Cem Ersever, Abdülkerim Kırca ve 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım ile
Ergenekon terör örgütünün tutuklu sanıklarından Veli Küçük ile İstanbul'da birlikte çalışmış.
Zaman'a konuşan Tuzlu, JİTEM'in varlığını tartışmanın, resmiyetini aramanın sadece bir
oyalama taktiği olduğunu anlatıyor. JİTEM'in çok profesyonel bir teşkilat olduğunu söyleyen
Tuzlu, şu bilgileri veriyor: "İz bırakmadan çalışırdı. İyi eğitimli kişilerden oluşuyordu. JİTEM'i,
Doğu ve Güneydoğu bölgesinde aklı başında herkes bilir. Çünkü halkın, korucuların ve polisin
bile arasına girmişti. JİTEM çalışanları, ordu mensupları içinde tanınmaları için beyaz renkli
Renault marka araçlarla dolaşıyordu. Her biri çok iyi derecede Kürtçe biliyordu ve tam yetkiye
sahiptiler."

Özcan Tuzlu, 1991 yılında JİTEM bölge müdürlükleri ile çalışanlarının ordu içinde ayrı ayrı
telsiz kodlarının olduğunu ve bu kodlarla telsiz üzerinden bağlantı kurulduğunu anlatıyor: İşte
Tuzlu'nun açıklamaları: "1991 yılının mayıs, haziran aylarında JİTEM'in de içinde bulunduğu
telsiz kodları hazırlanıp dağıtıldı. Buna göre, terörle mücadelede sıcak temas sağlandığında,
yasadışı unsurların kaçmalarına karşı, 'Süngü'den izci istiyorum' koduyla çağrı yapılıyordu.
'Süngü' Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı'ndaki JİTEM bölge müdürlüğünün koduydu.
'İzci' ise o zamanki lakabıyla 'müdür' olarak anılan Mahmut Yıldırım'dı. 'Yeşil', çağrı üzerine
helikopterle ve ekibiyle anında olay yerine götürülürdü. Yıldırım, o dönem ordu içinde JİTEM'ci
olarak bilinmesi için boynuna (yeşil) kaşkol takardı. Daha sonra adı kaşkolun renginden yola
çıkılarak 'Yeşil' olarak anılmaya başlandı. Cem Ersever ve Abdülkerim Kırca Ekrem, Levent
Temizöz ise 'Fırat' kodunu kullanıyordu. Bunlar, onların telsizdeki il JİTEM kodları idi.
JİTEM'in bölge müdürlükleri bir timden oluşuyordu ve 7 ayrı tim olarak Türkiye genelinde
faaliyet gösteriyordu. Doğu ve Güneydoğu Komutanlığı'nın merkezi Diyarbakır'dı.
Diyarbakır'daki bürosu Sur içindeydi. Elazığ'da 8. Kolordu Komutanlığı'ndaki askeri
mahkemenin altında, Batman ve Mardin'de il jandarma komutanlığında, Şırnak'ta ise Silopi

82
Botaş içinde faaliyet gösteriyordu. Diyarbakır, Maraş ve Urfa'ya; Elazığ, Tunceli'ye; Bingöl,
Muş, Mardin'e, Batman ve Şırnak ise diğer bölgelere bakıyordu. İstanbul ve Ankara'da birer büro
vardı. Buraların birer merkezi timi bulunuyordu. JİTEM birimleri asayiş komutanlarının emriyle
bölge valisinin bilgisi dahilinde çalışıyordu. Resmi varlığı bilinmesine rağmen JİTEM direkt
yazışmalar yapmıyordu. Bilgileri asayiş komutanlığı istihbarat şubesine, oradan ilgili yerlere
gönderiliyordu. JİTEM'i dönemin İçişleri bakanları, polis yetkilileri ile bölge valileri de
biliyordu. Çünkü jandarma asayiş komutanlarının denetiminde, bölge valisinin bilgisi dahilinde
çalışılıyordu. Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. Bölgeleri vardı ama yetkileri
sınırsızdı. Bir bölgeden Türkiye'nin farklı bir ucuna gidip iş yapabiliyorlardı. Her şeyi
resmileştirilen JİTEM halen JİT adıyla görev başında." Özcan Tuzlu, o dönemde görev
arkadaşlarını sık sık uyararak yapılanların yanlış olduğunu ilettiğini ancak dışlandığını vurguladı.
Diyarbakır'da sırasıyla Ersever, Kırca ve Temizöz'ün JİTEM bölge komutanı olarak görev
yaptığını kaydeden Tuzlu, Yeşil'in ise halen yaşadığını ileri sürerek şu iddiayı dile getirdi: "Eski
çalışma arkadaşım Levent Göktaş'a Ergenekon'dan gözaltına alınmadan önce Ankara'ya
gittiğimde Yeşil'in ne olduğunu sordum. Bana, Yeşil'in Ankara Yenimahalle'de olduğunu ve
tecrit edildiğini, normal bir hayat sürdüğünü anlattı." (16).

Ergenekoncuları mahkûm etmenin en sağlam yolu, JİTEM davalarının Ergenekon ile


birleştirilmesidir. Yıllardır infiale uğrayan kamuoyu, JİTEM suçlularının cezalandırılması ile bir
nebze olsun rahatlayacaktır. Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye’de korku imparatorluğu kuranlara,
halkın özgürlüğünü elinden alanlara, işkencecilere yer yoktur. Onların yeri hapishanedir. Yeşil,
bugün 62 yaşında bir emeklidir ve yargılanması gerekir. Öte yandan Yeşil, Kurtlar Vadisi'ndeki
Polat Alemdar'ın ekibine hiç yakışmadı. Ağar'ı kurtarmak için Yeşil'i Vadi'ye kahraman olarak
monte etmek diziyi yer bitirir... Belki izleyici kaybeden diziye bir süre izleyici ve reklam
kazandırabilir, o kadar. Yeşil aklanamaz beyler... Kara karadır... PKK konusunda eğer AK Parti,
Emniyet, Askeriye veya İstihbarat birimleri tekrar yararlanmak istiyorsa, 1993 ile 1996 yıllarında
yaşanan kaos yıllarına geri dönülüyor demektir. Kürtlerin Türklere ve devletlerine tekrar
inanmaya ve güvenmeye ihtiyacı var. Ne zaman ki Kürtler ile Türkler kafa kafaya vermişse
süper güç olmuş, dünyayı yönetmiştir. Bu birliğe engel olmak isteyenlerin amacı iki millet
arasında güven bunalımı meydana getirerek ipleri koparmaktır. Yeşil'in tarzı ile kardeşlik ve
güven iklimi değil düşmanlık ve nefret ortamı oluşur (17).

Gayretullah’a dokunur zulüm

Global Agarta Ergenekon’un PKK’ya 2012 yazı başlarken yaptırdığı Dağlıca saldırısını 4 gün
öncesinden haber veren bir makaleyi nasıl yazmıştım? Yeşil’in sağ kolu Abdullah Argun Çetin,
Lübnan’dan Beka Vadisi’nden Yeşil’in yanından bildiriyordu. Saldırı öncesi ve sonrası
oluşturulan çakma atmosfer üzerine makalemi yeniledim. Devir değişti, ne post modern darbe,
nede hükümete direk el koyan bir askeri darbe mümkün. Lakin darbeden daha kötüsü olabilir.
Ülkemizi Mısır’daki firavunlara benzer bir diktatör yönetebilir. Veya askeri vesayeti devam
ettirmek isteyen rövanş peşindeki Silivri şürakası, Roma’yı yakan Neron gibi ellerinden güç gitti
diye ülkemizi baştan sona yakabilir. Müneccim değilim, ulaştığım haber kaynaklarından gelen
bilgileri analiz ederek sonuca ulaşıyorum. Bu nedenle yorumum şahsidir, yanlış olabilir ve
öngörülerimin hatalı çıkması sadece beni bağlar. Silivri’de azı meskûn, çoğu dışarıda şeytani
planlar yapanların kötü niyetleri ve tuzakları malum oldu. Üç aşamalı yeni bir şer planı

83
yaptıklarını basireti olanda görebilir. Bazı dost bildiklerimizde oyunun içinde olmasa, üç ayrı
kaynaktan gelen, birbiri ile irtibatı imkânsız üç aykırı uçtan dökülen bilgilere “komplo teorisi”
der geçerdim. Darbe tehdidi geçti sananlara kötü bir haberim var. Suriye ile Türkiye’yi savaşa
sokmak isteyen yerel derin çete ve küresel fitne şebekesi, inanılması güç bir fitne peşindeler. Bir
taşla kuş katliamı yapacaklar!

İlk atışı Dağlıca’da yaptılar, PKK’nın Fehman Hüseyin yönetimdeki Suriye kolu, Kandil’i Suriye
ile Türkiye sınırında Afrin’e taşımayı tamamlar tamamlamaz ilk ses getiren terörünü yaptı.
Bundan sonra PKK içindeki bölünmeler ile Leyla Zana, Murat Karayılan, Abdullah Öcalan,
Zübeyir Aydar ve Fehman Hüseyin taktik gereği ayrı ayrı telden çalacaklar ve terör oyuncağını
kuranları perdeleyecekler. 5 ayrı PKK ile karşı karşıyayız, hangisi ile barış görüşeceksiniz,
buyrun buradan yakın! Bu noktaya nasıl gelindi? Özel Harbimizin gözde elemanları ve “Sakallı”
Yeşillerimiz, MOSSAD ve CIA ile el ele vermiş, Lübnan’da Beka vadisinde harıl harıl hazırlık
yapıyordu. MİT, dedesi şeyh olan PKK’nın Avrupa sorumlusu Zübeyir Aydar ve Sabri Ok ile
Oslo’da barış deyince damarlar çatladı. Hürriyet gazetesine röportaj veren Leyla Zana’nın
‘sorunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çözer’ mesajının ardından gelen Dağlıca baskınıyla
ordu, millet, hükümet el ele oldu. Al sana yeni bir çakma toplum mühendisliği daha! Gazeteci ve
Yazar Avni Özgürel, Karayılan’la görüşüp zeytin dalı güya uzattı, ama nedense barış baltalandı.
Öcalan’a ev hapsi önerisi ve Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması jestlerinden sonar olanlar oldu.
BTP Lideri Selahattin Demirtaş, ‘PKK silah bıraksın’ dedi, Kürdistan lideri Mesut Barzani ve
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ardı sıra. İncirlik’te ABD gözetiminde tüm taraflar
arasında yapılan görüşmelerden sonra nedense şehitler, ihanetler arttı. Ortalık maymundan
geçilmiyordu!

‘Global Ergenekon’un yerli işbirlikçilere uygulatacağı planı deşifre ediyorum. Beka’da


hazırladıkları Suriyeli muhalifleri ve PKK’lıları Suriye ordusu kıyafetinde başta Hatay, Adana ve
Mersin olmak üzere askerlerimizi, polislerimizi, sivil vatandaşlarımızı öldürmeye yönelik büyük
provokasyonlara imzalar atacaklar. Günahın faturası PKK’ya kucak açan Şam yönetimine
kesilecek. Rejim PKK karşıtı tüm Kürt liderleri yabancı istihbaratların tetikçilerine ve yerli
ajanlarına Suriye’de öldürttü. İsrail’in Simbet ve İran’ın Lashgare 23 Takavar özel saldırı infaz
timleri birlikte çalışıyordu. Fethullah Gülen’e veya A takımına ABD toprakları içinde ortak
operasyon yapmayı planlayan iki şer özel infaz timini haber veren Yeşil’e teşekkür mü
etmeliyim, yoksa kızmalı mıydım? Tüm şeytanlar aynı saftaydı! İnfaz listeleri kabarıktı,
ülkemizde yeni gazeteci, aydın, politikacı suikastlarına hazır olun! Dertleri Suriye’de Esad
rejimini devirip, akan Müslüman kanını durdurmak değil, gayeleri ülkemizde Müslüman kanı
akıtmak ve 10 yıllık kazanımları kesip doğramak… İsrail kaybettiği konumu tekrar istiyor
ülkemizde.

AK Parti, “Yerli ve Global Derin Devlet” ile anlaşma yapınca kirli bağırsakları tasfiye sürecinin
sonlandırılacağı belliydi! 250. Madde krizi çıkartarak özel yetkili savcıları budamak isteyen AK
Parti’nin asıl amacı yakın vadede bu değildi. Bu taviz dayatılıyordu. Savcı ve hakimlerin tepki
göstererek tayinlerini istemesi bunu gösteriyordu. HSYK’nın 2012 Yılı Adli ve İdari Yargı
Kararnamesi ile 2 bin 335 hakim ve savcının yerini değiştirmesi yanlış yorumlandı medyada!
Star yazarı, AK Milletvekili Şamil Tayyar’a kanacak olursanız, “yargı AK Parti’ye darbe
yapıyordu.” Hayır Tayyar efendi, yargı AK Parti’ye derin devletle anlaştığı ve yargıya müdahale
etmek istediği için rest çekiyordu. Yeni hakim ve savcıların atanmasıyla Ergenekon, Balyoz,
KCK, Şike gibi davalar tepetaklak olacak ve en az altı ay süresince yeni gelenlerin davalara vakıf

84
olması gerekecekti. Bu zaman kaybıdır, peki bu zamana kimin ihtiyacı var? Hani davalar uzun
sürüyordu da yüce Türk adaletinin bir an önce tecelli etmesini merakla bekliyorlardı. Külliyen
yalan. Yargıya zerre kadar güvenmiyorlar, sonuç ne olursa olsun razı değiller, zaten kabulde
etmeyecekler, takmayacaklar…

Peki kibirleri yüksek bu ekabir takımı ne planlıyor? 2013 yılı öncesi veya yıl
içinde Silivri’dekiler tutuksuz yargılanmak için başvuracaklar, hakim ve savcısı değişen
davaların aksamasından dem vuracaklardı. Bizde toplum olarak aptalız ya, onlara acıyacağız ve
zararsız olduklarına hükmedip Silivri’den çıkmalarını arzulayacağız. Koskoca paşalar kaçacak
değil ya! Bedrettin Dalan kaçmışsa onun suçu canım! Savcı ve hakimlerin delilleri gizleme,
karartma, değiştirme kabiliyetleri ve güçleri nedeniyle tutuklu yargılattığı sanıkların neredeyse
masum olduğuna inandıracaklar bizi. Çıkar çıkmaz tövbe edip hacca gidenlerin olacağına bile
inandırılan saflarımız olacaktır. Bu kadar numarayı yermiyiz bilemiyorum ama ikinci aşama
korkunç!

Lübnan’da Beka’da aylardır askeri eğitim gören kışkırtma ekibine beş koldan inanılmaz
provokasyonlar yaptırılacak ve Türk medyasında hep savaş tamtamları çalacak! Sonunda toplum
Türk milliyetçilerinin isyanıyla patlayacak, Genelkurmay ve Başbakanlık, el ele verip
vatandaşını koruma hakkını kullanıp, Şam’a hak ettiği dersi vermek için Suriye’ye girecek.
Kimse karşı çıkmayacak dünyada, hatta alkışlanacak. Buraya kadar problem yok, militan
PKK’ya destek veren Kürtler dışında kimse Türk ordusu ve hükümetinin komşuya adalet ve
demokrasi götürmesine ses çıkarmayacaktır! Zaten ne ABD nede AB ülkelerinin petrolü, madeni
olmayan ülkelere demokrasi götürmeye hevesi kalmamış! İş bitsin, paylaşım savaşında masada
aptal (!) Türklerden savaş kazanımlarını geri almak nasıl olsa çantada keklik!

Savaş, Ankara’nın tahmin ettiğinden uzun sürecek, kayıplar artacak. Genelkurmay, ülkede
olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan edecektir. Al sana askeri darbe! Hükümet başkanı ve
cumhurbaşkanı ordunun sembolik olarak başı olsada tüm güç merkezleri ve kaynakları yönetim
askeri bürokrasinin eline geçecektir. Vay siz misiniz, savaşı yönetecek kudretli, tecrübeli
paşalarımızı Silivri’de yargılayan, tutuklayan, gereksiz yere mağdur eden, hırpalayan,
küçümseyen! Rövanş vakti gelmiştir.

Haziran ayında internete düşen 4 ses kaydının sahiplerinin ve bunların hitap ettiği astlarının,
tepedeki isimlerin bulundukları psikolojileri ve akıl sağlıkların normal olmadığı ortada!
Mahkeme sürecinde illegal işler yaptıklarını itiraf etmediler mi? Polisin topladığı milyonlarca
belge ne olacak peki? Elinde belge olmadan karar veremez yargı elemanı. Ya doğrudur kanuna
göre yada yanlış…

AK Parti, 250. Madde’yi bu dönem çıkartamayacağını biliyordu, ama kredisiyle oyun oynadı ve
halka rağmen geçirdi. Peki oyun nedir? Oyun, izinsiz dinlemelerle kayıt altına alınan ses
kasetlerinin yayınlanmasını durdurmak, engellemek! Basına sansür yasası çıkartarak bunu
yapabileceklerini sanıyorlar. Bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları sallamış,
kontrol edemediği her durum ve alan için kanun çıkarıyordu. Sadece kendini düşünüyordu.
Yıpranmaktan, yıpratılmaktan ödü kopuyordu. AK Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan bir
gazeteciyi hapse tıkmak istiyorsa, kendi pisliklerinin ortaya çıkmasından korkuyor demektir. Siz
çıkardığınız sansür yasasıyla gazeteciyi, mesela beni içeri tıkarsınız ne olacağını söyleyeyim:
Ben dosyaları yayınlayacak mecra mutlaka bulurum. Bir gerçeği yaymanın yolları sonsuz

85
sayıdadır. Bütün yolları kapatsanız da fısıltı gazetesine, twitter’e, facebook’a da sansür
uygulayamazsınız. Yolsuzluk dosyaları, hortumculuklar, ihaleye fesat karıştırmalar, imam
nikâhlı kaçak eşler, zamparalıklar, ahlaksızlıklar, rüşvet, yani bilumum zulüm er geç varsa ortaya
çıkar. Kalbimiz çok temiz, fitne çıkarma, biz haram ve helal dengesinde yaşayan, devletin
kuruşuna dahi dokunmayan dava erleriyiz iddiasındaysanız yandınız, zira ihlâslı, samimi
olamayanların karizması Hak ve Hak dostlarınca çizilir.

İşte üçüncü aşamada savaş bahanesiyle yapılan darbenin en vahşet ve dehşet planı sahneye
konur. Sansürle susmayan gazeteci ebediyen susturulur. Eski dönemde 6 milyon insanımızı
fişledikleri için ellerinde epey liste var ama listeleri netleştirmeleri gerekiyor. Son aylarda
öldürülmesi gereken ilk yüz kişi, bin kişi, tutuklanması hapiste çürütülmesi gereken ilk on bin
kişi listeleri hazırlamışlar, dost bildiklerimizle diz dize, el ele… Bu “kelle avcıları” herkese her
şeyi layık görüyorlar ama, kendilerine bunların yüzde birinin yapılmasına razı değiller..
Kendilerinden çok eminler, ama akılsızca ve ahlâksızca işler yapıyorlar..Yaşananlardan ders
almıyorlar.. Belki de bunların adli takiple birlikte bir de psikolojik terapiye ihtiyaçları var.
İktidarın muktedir sarhoşluğu zayıflığın işaretidir. Üç aşamalı darbe planına AK Parti dur
diyemezse, elbette Gayretullah’a dokunur zulüm (18).

2012 Eylül’ünde Türkiye’ye tatile gittiğimde Abdullah Argun Çetin’e verdiği özel telefondan
mesaj çekerek konuşmak istedim. Ancak ‘hatta hemen konuşmaya yapmaya gelirim’ diyen
Çetin, ancak 22 gün sonra eposta ile bana döndü. Mesajı bir çeşit kutlama gibiydi: Kutlarım, AK
Parti’nin yanlışına yazılarınla, uyarılarınla engel oldun ve Türkiye’nin Suriye ile savaşa
girmesini geciktirdik. Çok sıkı bir beş altı ay geçirdik. Şimdi rahatladık, artık konuşabiliriz.
Çetin’e tek cümlelik mesaj yazdım: Çok hızlısın, 22 gün sonra döndün, ihtiyaç kalmadı.

12 Nisan 2012’den beri Suriye ile ülkemizi savaşa sokmaya çalışan küresel ve yerel Ergenekon’a
karşı hedefi 12’den vuran onlarca Türkçe ve İngilizce makaleler yazmıştım. Suriye süratle
Lübnanlaşıp iç savaş derinleşirken, ülkemizde dozajı kasten artırılan hormonlu terör eylemleriyle
Türkler ile Kürtler ayrıştırılıyordu. Son 10 yılda Suriye’ye 62 defa giden Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Esad rejimi ile önce “kanka” oldu, sonra ise “düşman”. İhvanı Müslim atına oynayan
Ankara halen şaşkın, ama ordusunu Suriye’ye zorla sokmaya çalışan global çeteye direniyordu.

Gelinen noktada Türkiye, Suriyeli Kürtlerin otonom içerikli siyasi taleplerini geri çevirirse savaş
çıkabilir. Zaten çoğu Türk vatandaşı veya Türkiyeli Kürtlerle akrabalar. Yakında Tunceli, Van,
Hakkari, Şemdinli, Cizre, Şırnak, Mersin, Şemdinli ve Diyarbakır’da “sivil itaatsizlik” soslu iç
savaş planlayan PKK, ülkede Türk ve Kürt gerilimini yabancı servislerinin istihbarat, lojistik,
akademik, strateji, medya ve yazar katkılarıyla tırmandırıyor ve Suriye kartını mükemmel
kullanıyor. PKK’ya teorisyenlik yapan yabancı servisler ve yerli işbirlikçi baronlar, zamana
yaydıkları üç ana Kürt politikasına oynuyorlar ve iç savaş senaryosu adım adım titizlikle
hazırlanıyor.

Birincisi, Suriye’de bir iç savaş yaşanıyor, savaşın dışında kalan Kürtler, ne Esad rejimiyle
çatışıyorlar ne de Suriye muhalefetine katılıyorlar. Kürtler kendi özerk bölgelerini kuruyorlar.
PKK güdümünde sanılan PYD de PKK gibi ulusalcı ve Kürt milliyetçisi! İkisi de gerek
Suriye’deki gerek Türkiye’deki Kürtlerin statü talepleri peşindeler, dinden uzaklar, seküler
fikirleri ve hayatı benimsiyorlar. Sanıldığı gibi PYD, PKK’nın kurduğu, yönettiği bir örgüt ve
siyasi parti değil. PYD’nin geçmişi 1950’lere kadar gidiyor. Aralarında bir ast-üst ilişkisi yok.

86
Bugün PYD’yi PKK yönetmiyor. Suriye Kürtleri PKK’nin yönetimini kabul etmezler ama
birlikte hareket etmeyi kabul ederler. Bugün Suriye Kürtleri kendi yaşadıkları bölgelere uygun
siyasal yapılar oluşturuyorlar. Suriye’de bir Kürt siyasi yapısının oluşması PKK’ya moral
veriyor.

AK Parti’ye Türkiye’de “Kürt açılımı” adı altında teröristlere siyasetin önü açmasını salık
verenler, PKK’nın eli kanlı militanlarını siyasallaştıran Almanya! Hedefleri, PKK lideri
Abdullah Öcalan’ın Nelson Mandela havasıyla milletvekili yapılması ve dağdaki teröristlerin
genel afla şehre inip paralel devlet yapılanmasının başına geçmelerinin sağlanması. KCK’lıları
salan AK Parti’ye hata yaptırıldı, Beşir Atalay’a yazıklar olsun!

İkincisi, Öcalan, Kürt nüfusunu artırmak için çocuk yaptırma politikasına yöneldi. Her Kürtden
dokuz on çocuk sahibi olması talep ediliyor. Türkler iki çocukta kaldığına göre, 25 yıl sonra 14
milyonluk Kürt nüfusu üç katına çıkacak ve Türk nüfusuna karşı psikolojik üstünlük sağlanacak.
Örnek vereyim. Adana’da Hürriyet Mahallesi, Dağlıoğlu Mahallesi, Çamlıbel Bulvarı, Şehit
Erkut Akbay Mahallesi, Şakir Paşa Mahallesi ve Gülbahçesi Mahallesi, doğu illerimizden göç
etmiş Kürtlerle kaynıyor ve buralara Türkler giremiyor.

Bu mahallere kaçak ve legal sigara satışı yapan bir dostum, şahit olduklarını şöyle anlattı: Birbiri
içine geçmiş evlerde her odada bir kadın vardı. Kahvede erkekler tüm gün sigara içip, kağıt, tavla
ve okey oynuyorlar, çalışmıyorlar, tek görevleri her yıl iki adet eşlerinden birer çocuk yapmak. 5
veya 10 milyara başlık parası ile satın alınan Kürt kızlarını sömürüyorlar burada ve Kürt nüfusu
çoğaltılıyor. Çocuklara sokaklarda seyyar satıcılık yaptırılıyor, polise taş attırılıyor. Çocuk asker
kullanan PKK elebaşlarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verirsek, belki bu çocuk
istismarcılarından kurtulabiliriz. Varsın Avrupalı düşünsün, bizim teröristlerle uğraşması kolay
mı, hem İmralı sakinini beslediğimiz yeter!

Üçüncü politika, her Kürt ekonomik bağımsızlığını kazanacak, Türklere muhtaç olmadan
yaşayacak, iş yeri sahibi olacak ve Türkleri emrinde çalıştıracak politikası. Örnek verelim.
2003’de 300 milyon dolarlık bir güç iken bugün 30 milyar dolarlık tiran haline gelen Mesut
Barzani ve aşireti kara parasını başta Mersin ve Gaziantep olmak üzere ülkemizde aklıyor. Vigor
marka sigara üreten European Tobacco Genel Müdürü Hulusi Kaymaz’ın da bulunduğu toplam
33 kişi, sigara kaçakçılığından geçtiğimiz yıl Eylül ayında tutuklandı. European Tobacco,
Türkiye’de sigara üretme ve ihraç etme yetkisine sahip 7 firmadan biri. Firma ürettiği sigaraların
tamamını yurtdışına ihraç kaydıyla üretiyor ve bu nedenle vergi ödemiyor. Sattığı her dört
sigaradan biri kaçak.

Bu şirketin yüzde 40 ortağı görünen Ermeni asıllı Lübnanlı Nasri Kardeşler, Kürt Bölgesel
Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin kasası olarak biliniyor. Şu anda şirketin çoğunluk
hisseleri, Saskatchewan’da mercimek fabrikaları ile bir dev haline gelen Arbel’in Saskcan veya
borsadaki şekliyle Alliance Trader’in büyük hissedarları Mahmut Arslan, Hasan ve Hüseyin
Arslan kardeşlerle Hulusi Kaymaz’ın elinde. Emniyet, Kaymaz’ın Azerbaycan’da çok üst düzey
bazı isimlerle gayri resmi ortaklıkları olduğunu belirledi. Kaymaz ayrıca Yunanistan’da da güçlü
bir ilişkiler ağına sahip.

Mahmut Arslan, bu iddiaları yalanlıyor, Nasri Grup’la 2005’te yollarını ayırdıklarını,


Barzani’yle ortaklık iddialarının doğru olmadığını ileri sürüyor ama tüm Mersinliler gerçeği

87
biliyor! 2004 yerel seçimlerinde Mersin Büyükşehir Belediye Başkanlığı için AKP’den aday
olan Mahmut Arslan’ın evi bundan bir yıl sonra PKK tarafından bombalandı. 1.5 milyar dolar
cirolu, 165 milyon dolarlık ihracata sahip Arbel Gıda’nın patronu Arslan, fabrikalarında
çalıştırdığı PKK’lılardan ve bu zamana kadar verdiği haraçlardan kurtulmaya çalışıyor.
MÜSİAD ve TUSKON üyesi olan Arslan’ın şirketi European Tobacco polis takibindeyken,
devlet bakanı Ali Babacan’la kaçakçılıkla mücadele toplantısındaydı. Müthiş bir ironi!

Kürtlerin en büyük geliri uyuşturucu, insan kaçakçılığı, İstanbul’da fuhuş ve eğlence merkezi
işletmeciliği dışında petrol kaçakçılığı taşeronluğu! 2006 yılında akaryakıt kaçakçılığı
konusunda Meclis Araştırma Komisyonu’nun yayınladığı 310 sayfalık rapora göre, kaçakçılığın
sadece yüzde 10’u sınır ticareti kapsamında ya da sınır ihlalleri yoluyla yapılıyor, geri kalan
yüzde 90’ını, kaçak akaryakıttan asıl büyük payı alanlar ise büyük holdinglere bağlı dağıtım
şirketleri yürütüyor.

Komisyonu’nun tespit ettiği ve kamuoyundan gizlenen kaçakçı şirketler arasında Koç Holding
bünyesinde faaliyet gösteren Opet, Türkiye akaryakıt sektörünün yabancı şirketleri Total, Shell
ve Shell tarafından satın alınan Turcas, Turgay Ciner’in de ortağı olduğu Aytemiz Petrol ve
Petrol Ofisi A.Ş. (POAŞ) de bulunuyor. Bu şirketlere ek olarak, irili ufaklı pek çok akaryakıt
şirketi de, daha düşük miktarlarda olmak üzere kaçakçılık faaliyetinin içerisinde yer alıyor.

Rapordaki bu veriler, akaryakıt kaçakçılığında Irak’a akaryakıt taşıyan tanker şoförlerinin ya da


katırlarla veya sırtlarında mazot taşıyan köylülerin günah keçisi ilan edildiğini, Kürtleri bahane
eden Beyaz Türkler’in vurgun yaptığını gösteriyor. Sektör uzmanları, 2003 yılı sonunda
yürürlüğe giren Petrol Piyasası Kanunu’nun akaryakıt ithalatını serbest hale getirmesinin,
akaryakıt kaçakçılığının artmasında en büyük etken olduğunu belirtiyorlar. Aynı kanunla birlikte
devletin sektörde denetim olanaklarını yitirdiği de yapılan değerlendirmeler arasında.
Özelleştirme uygulamalarıyla ise akaryakıt piyasasında devletin müdahale olanakları tamamen
ortadan kalktı. Hatırlanacağı gibi, ülkenin en büyük dağıtım şirketi olan POAŞ, 2000 yılında
Aydın Doğan’a, Türkiye’nin akaryakıt ürünleri üreten tek şirketi Tüpraş ise Koç-Shell
Ortaklığı’na satılmıştı. Birileri Kürtlerle iç savaş senaryosu, provokasyonu hazırlarken, birileri
şahane soygun yapıyordu (19).

AK Parti hükümeti Suriye tuzağını nihayet 2012 yaz sonuna doğru gördü. Olayların başından bu
yana Türkiye’yi kontrolsüz bir şekilde Suriye‘ye sokmak isteyen hayli geniş bir
koalisyonun olduğu ortadaydı. Hatta Batılı birçok müttefikimiz ‘yürüyün
arkanızdayız’ diyordu. Fakat Ankara tuzağı gördüğü için ilk andan bu yana devreye BM ve
Arap Ligi’nin girmesi için çalışıyordu. Bugüne kadar kısmen de başarılı oldu. Önce uçağımızın
düşürülmesi sonrasında da top saldırısı ile hem içeride hem dışarıda muhtelif çevreler savaş
çığırtkanlığına başladı. Oysa unutmamak gerekir ki savaşa girmek hiçbir şeyi çözmeyeceği gibi
bölgesel bir felaketi de beraberinde getirirdi. O yüzden, bütün tahriklere rağmen
soğukkanlılığımızı koruyarak, uluslararası kurulları harekete geçirip BM ya da NATO
eliyle sorunu çözmek zorundayız. Neyse ki hükümet cephesi Türkiye’ye kurulan tuzağın
farkında ve artık temkinli adımlar atıyordu (20).

88
PKK Dolu Rüyalarım

İlim öğrenmek soru sormakla başlar. ‘Annen hangi türküyle düğün dernekte oynardı?’ sorusunu
29 Nisan 2012’de rüyamda PKK Lideri Abdullah Öcalan’a soruyorum. Akademik tezimin
sunumunda heyetin önünde orada hazır bulunan muhatabım doğrudan doğruya Öcalan. 40 yıl
düşünsem böyle bir soru aklıma gelmez, rüya işte! Şaşırıyor. Cevap veremiyor. Cevap
veriyorum, ‘Gelin Oy (Bir Bülbül Gül Dalında) Ağlatma Gelem Gelem’ türküsüyle. Türkünün
sözlerini mırıldanıyorum, Öcalan ağlamaya başlıyor. ‘Biz Türkler ve Kürtler, bin senedir İslam
milletinin kardeşleriyiz. Aynı türkülerle duygulanır, oynarız, ağlarız. Kız alır, kız veririz, bizi
kimse birbirimizden ayıramaz’ diyorum. Öcalan başını omzuma koyuyor ve hüngür hüngür
ağlamaya başlıyor. Teskin ediyorum ve Kürt sorununun çözümleneceğini, el ele tüm dünyaya
birlikte tekrar kardeş olarak meydan okuyacağımızı, tüm fitneleri dağıtacağımızı söylüyorum.
Bana güveniyor ve ‘işte Kürt sorunu böyle çözümlenir diyor, ortak gönlümüz türkülerimizle’
diyor.

İşte o türküyü en güzel okuyanlardan Ferdi Öztaş’tan dinleyin. Bu türküden daha önce haberdar
değildim, rüyama girmese olacağı da yoktu. Hayatımda cereyan edecek önemli olayları genelde
olmadan önce rüyamda görürüm. Evleneceğim hanımı da, olacak biri erkek biri kız çocuğumu da
daha önce rüyamda gördüm ve gördüğümle evlendim ve gördüğüm çocuklarım oldu. Şaka
yapmıyorum, çok ciddiyim. Hepimiz Allah’ın Levhi Mahfuz’da daha önce yazılı olan kaderimizi
oynuyoruz. O biliyor, biz bilmiyoruz. Kaderin denk noktasında, yol ayrımında vereceğimiz
kararlarda cüzi irademiz rol oynayabilir. Sonuçta Allah ne karar vereceğimizi de bildiği için
Allah’ın dediği olur.

Rüyamın ayrıntılarına geleyim. Rüyayı gördüğüm sıralar akademik tezim için konu seçme
aşamasındayım. Aklımda tamamen farklı bir konu vardı, hatta Wilfred Laurier Üniversitesi’ne ve
York Üniversitesi’ne 2011’in Ocak ayında sunduğum tezlerin konusu Irak ve Suriye’den
ülkemize gelen ilticacı ve mültecilerin Türkiye’deki statü, sosyal, kültürel, siyasi ve hukuki
konum ve sosyal yardım sorunlarıydı. Kürtlerle ilgili tek kelime bile geçmiyordu. Şimdi
anlıyorum ki, yazmam gereken tez konusu, Türkler ve Kürtlerin ortak paydaları üzerinde
yoğunlaşmalı ve Kürt sorunun çözümünde bam teline dokunmalıyım.

Rüyam aslında oldukca uzun. Abdullah Öcalan niye tezimi sunduğum komisyonda dinleyici
tanık olarak yer alıyor, halen çözebilmiş değilim. Kürt sorunu tezimi, Osmanlı döneminden beri
devam eden bir süreç olarak takdim ediyorum. Tarihsel arka planını verdikten sonra Cumhuriyet
döneminde yapılan yanlışlara değiniyorum ve PKK’nın ortaya çıkışını detaylarıyla anlatıyorum.
Konu gelipte Abdullah Öcalan’ın PKK’nın başına CIA, MOSSAD ve MİT işbirliği ile KGB’nın
planını bozmak için nasıl geçirildiğine gelince, Öcalan sinirleniyor. Asıl onu çileden çıkartan
bilgi BABEK projesi. Bu projenin ne olduğunu henüz bende bilmiyorum. Tezimde işlediğime
göre bileceğim.

BABEK projesini hayata geçiren koordinatör, bir sınır ilimizin MİT ve asker kökenli bir Özel
Harp elemanı, adı Saadettin Suruç. Bu ismi tanımıyorum, ismini daha önce hiç duymadım. Kim
olduğunu araştıracağım, tabi gerçekten böyle biri varsa! Suruç’a destek veren birde vali var
rüyamda. Onun ismini bilmiyorum, çünkü rüyamda deşifre olmadı. 1980 tarihli BABEK projesi,
Öcalan’ın önünü açmak ve PKK’nın başına geçirmek isteyen üçlü istihbarat koalisyonunun

89
PKK’yı asıl kurduran KGB elemanı veya aşırı sol görüşlü Kürtleri ortadan kaldırmasıyla ilgili.
MİT’in Özel Harp elemanları epey lider temizliyor. Öcalan bunları duyunca oturduğu yerden
ayağa fırlıyor, gözleri nefretle neredeyse beni yiyecek, ateş püskürüyor. Hiç aldırmıyorum.
Konuşmaya devam ediyorum.

MİT’in Öcalan analizi, tesbitleri ve eksik teşhisi ile başlıyorum:

İlk başlarda MİT için Apo Kürt milliyetçisi veya Kürtçü bir akımın lideri değildi. O dönemin
(1970–1979) MİT raporlarına baktığınız zaman görürsünüz, Apo dosyalara uzun süre sol
faaliyetleri nedeniyle girmişti. Aşırı solcu bir Kürt olarak nitelendirilirdi. Fazla da
önemsenmezdi. Zaten Kürt hareketleri 1970′lerde Kürtçülükten çok sol faaliyetler çerçevesinde
ele alınırdı. İzlenirler, ne yaptıkları bilinir; ancak genelde solun içinde bulunduklarından dolayı,
bu yönleri ön plana çıkarılırdı. Biz MİT olarak gerçeği biliyorduk; ancak devleti hiçbir zaman
ikna edemedik. Bize inanmadılar veya inanmak istemediler.

Daha sonra ontolojik ve epistemolojik durum tesbiti yapıyorum, nede olsa sosyologuz:

Türkiye 12 Eylül 1980′e dayandığında, sol orijinli terör örgütlerinin yanında özellikle Doğu
bölgesinde ismini yeni yeni duyurmaya başlayan Ala–Rızgari ve Apocular gibi birkaç yasa dışı
grup ufak tefek dikkat çekmeye başladı. Bu grupların ortak özelliği, “Kürtlük” unsuru üzerinde
durmalarıydı. Ala–Rızgari grubu, 80 öncesinde yayınlanan Rızgari dergisinin etrafında toplanan
kişilerden oluşuyordu. PKK, 1978′de Lice’nin Fis köyünde kuruluşunu ilan edip, oluşturulan
Merkez Komite etrafında örgütlenmesine karşılık, bu grup “Apocular” olarak biliniyordu.
Öcalan’ın en yakın arkadaşlarından Haki Karel, 1977′de Gaziantep’te öldürüldü. 1979′da ise
Elazığ ve Diyarbakır’da, “Apocular”a önemli bir darbe indirildi. Geniş tutuklamalar yapıldı,
Merkez Komite üyesi Şahin Dönmez de tutuklandı. Bu sırada Abdullah Öcalan’ın izine de
Diyarbakır’da ulaşıldı. Bir güvenlik yetkilisi, olayı şöyle anlatıyor:”Öcalan, Kesire Öcalan ile
birlikte Diyarbakır’da Günaydın Apartmanı’nda kalıyordu. Polis yerini tespit etti. Milli İstihbarat
Teşkilatı da biliyordu. Ancak, hemen baskın yapılıp alınması yerine, izlenip bir örgütsel faaliyet
sırasında tutuklanması düşünüldü. Eğer o sırada gözaltına alınsaydı bir süre sonra serbest
bırakılırdı.” Kesire Yıldırım ile 24 Mayıs 1978 günü Ankara’da evlenmişlerdi. Belki de o
tarihlerde fazla önemsenmediğinden yeterince izlenmediği için Öcalan, 1979′un Temmuz’unda
izini kaybettirip Urfa üzerinden Suriye’ye kaçmayı başardı. İlginçtir, Öcalan bu tarihte asker
kaçağıydı.
Bunlar bilinen bilgiler, yakın tarihe kadar bilinmeyenlere geliyorum: Kesire Öcalan’ın CHP’de
etkin konumdaki Tuncelili aşiret lideri Ali Yıldırım adlı MİT’in Kürt Şubesi başkanının kızı
olması zaten MİT ile ilişkisini inkâr edilemeyecek biçimde ispatlıyor. Pilot Necati ile Öcalan’ın
devşirilmesi ve 1980′lerde üç defa yakalanmasına rağmen Genelkurmay tarafından serbest
bırakılmasına değiniyorum. Henüz 1980′de CIA’nın MİT’e yaptığı öneris açıkca durumu
özetliyor: 12 Eylülde sol görüşlü KGB destekli örgütleri biçtiniz ama KGB rahat durmaz, birini
açık bırakın, içine sızın ve liderini kendiniz koyup örgütü yönetin. Diyarbakır’da Tapu
Kadostra’da sıradan bir memur iken okumaya Mülkiye’ye giden, gençliğinde namaz kılarken
Deniz Gezmiş gibi bir anda aşırı solcu olan Öcalan gözümün önünde canlanıyor. Her şeyi
devletin kontrol ettiği ve tayin ettiği siyasi atmosferde Öcalan’ın Albay Hakim Baki Tuğ
tarafından MİT’den gelen yazıyla 1971′de serbest bırakılması çok normal geliyor bana.

90
Ardından rüyamda kendi gözlemlerime, bilgi ve akademik referanslara, gazetecilik kaynaklı
dayanaklarımla sosyopolitik durumu tesbite geçiyorum: İlk PKK baskınlarına derin devletin
verdiği destekle Eruh’ta gerçekleşiyor. Rahmetli Özal’ın bir kaç çapulcu dediği yıllar. Ordu
içindeki Ergenekoncu askerlerin kimliklerini tek tek açıklıyorum. Öcalan artık sus pus olmuş
beni dinliyor. Bugüne kadar gelinen noktayı JİTEM cinayetlerini, PKK içindeki cinayetleri,
yabancı istihbaratların oyunlarını ve PKK sorununu ele geçirmek için yaptıkları amansız
mücadeleyi sağlam akademik verilerle detaylandırıyorum. Bir yandanda gözüm Öcalan’ın
üstünde, artık tepki vermiyor, sessizce dinliyor. En son AK parti’nin yaptığı yanlışlara geliyorum
ve Kürt sorununun çözümünde Fethullah Gülen’in sunduğu vizyonu açıklıyorum.

Sonuç bölümünde çözüm önerilerimi sıralıyorum. Öcalan’a bir soru yöneltiyorum: Annen düğün
dernekte hangi türküyle oynardı?

Öcalan şokta. Belli ki böyle bir soru sormamı beklemiyor. Şaşkın şaşkın bön bön bana bakıyor.
Cevap veremeyince sorumu üç defa tekrarlıyorum. Yanıt gelmeyince ben cevaplıyorum: ‘Gelin
Oy (Bir Bülbül Gül Dalında) Ağlatma Gelem Gelem’ türküsüyle.

Türkünün sözlerini mırıldanıyorum, elimdeki metinden sözlerini okuyorum. Öcalan ağlamaya


başlıyor. Bam teline dokunuyor ve tarihi konuşmayı yapıyorum: Biz Türkler ve Kürtler, bin
senedir İslam milletinin kardeşleriyiz. Aynı türkülerle duygulanır, oynarız, ağlarız. Kız alır, kız
veririz, bizi kimse birbirimizden ayıramaz.

Öcalan başını omzuma koyuyor ve hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Teskin ediyorum ve Kürt
sorununun çözümleneceğini, el ele tüm dünyaya birlikte tekrar kardeş olarak meydan
okuyacağımızı, tüm fitneleri dağıtacağımızı söylüyorum. Bana güveniyor ve ‘işte Kürt sorunu
böyle çözümlenir diyor, ortak gönlümüz türkülerimizle’ diyor. Doğrusu Öcalan’ın Türk olan
annesi gerçekten bu türkü ilemi oynardı, ondan bile emin değilim.

Tezimi kabul edip etmediklerini görmedim, çünkü Azeri eşim Suna, ‘Faruk kalk uykudan
çocukları okuldan alman lazım, geç kalıyorsun’ diye uyandırdı. Yarı uyanık biçimde on dakika
direndim ve rüyamın ayrıntılarını hemen hatırlamaya çalıştım. Tam uyansam detaylar
kaybolacak. Hanımın fırçası, sesi berk yükseldi, kulaklarımı tırmaladı da, mecburen uykudan
uyandım. Ana hatlarıyla yakaladığım ve şimdi kağıda döktüğüm rüyamın sadık olduğunu
sanıyorum. Doğrusunu Allah bilir (21).

Öcalan'ı daha önce defalarca yakalanmasına rağmen kimler serbest bıraktırdı? sorusuna yanıt
arıyorum. 1972 yılında hakkında ağır iddialarla gözaltına alınan Abdullah Öcalan'ın salıverilmesi
bir muammadır. Yıllar önce usta gazeteci Uğur Mumcu olayın peşine düştü. Dosyanın savcısı
Baki Tuğ'la görüştü. O sırada Tuğ, DYP'den milletvekiliydi. Mumcu, Öcalan'ın içeriden gelen
yazı üzerine salıverildiğini öğrendi. Yazının kimden geldiğini ve içeriğini bilmek istiyordu. Tuğ,
Mumcu'ya "Arşive bakayım, o notu bulursam seninle paylaşırım." dedi. Bir hafta sonrası için
randevulaştılar. Meclis'teki odasında görüşeceklerdi. ncak o buluşma gerçekleşmedi. Daha
doğrusu gerçekleşemedi. Çünkü Uğur Mumcu suikasta kurban gitti. Puslu bir Ankara sabahında
aracı bombayla havaya uçuruldu. Mumcu'nun üzerinde çalıştığı 'Abdullah Öcalan'ın Milli
İstihbarat Teşkilatı ile ilişkileri' dosyası kayıp... 12 Mart, yargıda askerî etkinin en kesif olduğu
olağanüstü bir dönemdi. Savcı Tuğ gözaltındaki boykotçu öğrenciler arasında en ağır cezayı
Abdullah Öcalan ve iki arkadaşı için isterken serbest bırakılmaları, cevabını bulamamış soru

91
işaretidir. AK Parti'den milletvekili seçilen meslektaşımız Şamil Tayyar 'Kürt Ergenekonu' diye
bir kitap yazdı. Abdullah Öcalan'ın istihbarat örgütüyle ilişkisini irdeledi. TV8'de Erkan Tan'ın
programında açıkladığı bir bilgi yıllar öncesinin soru işaretine cevap mahiyetindeydi. Söylediği,
iddia da olsa çok önemli... Nedense pek yankı uyandırmadı. Tayyar, Savcı Baki Tuğ'un Öcalan
hakkında önce çok ağır ifadeler kullandığı iddianamedeki görüşlerini bir anda değiştirmesini
sorgularken şunları söyledi: "Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp
arıyor ve 'Öcalan adamımızdır, serbest bırakın' diyor. Ve iddianame değiştiriliyor." Tayyar'ın
kitabında bu bilgi yok. Daha sonra öğrendi. İddia görmezden gelinecek gibi değil. Çok çarpıcı,
'Kürt Ergenekonu' tespitini doğrulayacak türden... Üzerine gidilmesi gerekir. Turgut Sunalp Paşa
gerçekten Öcalan'ın bırakılması için devreye girmiş olabilir mi? Hayatta olmadığı için doğrulama
veya tekzip etme imkânı yok. Ancak iddiaya açıklık getirecek başkaları var. En başta da Baki
Tuğ... Tuğ'u milletvekilliğinden tanıyorum. Bu konularda konuşmayı sevmeyen bir isimdi.
Bugün bu iddia karşısında sessiz kalması doğru değil. Gerçeğin bilinmesi için konuşmalı. Turgut
Sunalp, benim için sıradan bir isim değil. Mesleğe yeni başladığım yıllarda, 1990'ların başında
sık görüştüğüm biriydi. İstanbul Moda'daki evinde TSK ve politikada yaşadıklarını çok kez
dinledim. Sağ ve milliyetçi duruşu olan biriydi. Sunalp, renkli bir kişilikti. Bir dönem
büyükelçilik de yaptı. 12 Eylülcülerin teklifi üzerine MDP diye bir parti kurdu. Geçiş döneminin
başbakanı olması planlandı. Ancak sandık hesabı bozdu. Sunalp, 12 Mart döneminin en etkili
generallerinden... Adına sıkça rastlanır. Hemen her olayın içinde vardır. Sadece kışlada değil,
hayatın diğer alanlarında da aktif. 1973'te Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı seçilmesi için
milletvekillerini Genelkurmay'a çağırarak konuşan ve sonrasında imzalarını alan da o... 12 Mart
döneminin öne çıkan siyasetçilerinden Hasan Korkmazcan o günleri anlatırken Turgut Sunalp'ten
de söz eder. Nasıl mı? Şöyle: "12 Mart muhtırasını verenlerin cumhurbaşkanı adayı Faruk
Gürler'di. Destek için partilerle toplantı yapıyorlardı. Bizi de çağırdılar. O toplantılarda Turgut
Sunalp'le tartışmıştık. Sunalp Paşa 'Eğer bizim dediğimizi yapmazsanız sizleri toplatırım' dedi."
Şamil Tayyar'ın, Öcalan'ın serbest bırakılmasını sağlayan kişi olarak Turgut Sunalp ismini ortaya
attığını duyunca ilgisiz kalamadım. Doğrusu bu iddia bana 'inandırıcı' geldi. Çünkü 12 Mart
döneminin kudretli olduğu kadar, etkin de olan isimlerinin başında... Eğer bu iddia doğruysa
yakın tarihin birçok sayfasını yeniden yazmak gerekebilir (22).

Ancak halen BABEK planı nedir öğrenememiştim. Bilmezsem aklıma kurt düşer, uyamamam.
Yaptığım araştırmalar sonuçsuz kalınca aklıma Emre Uslu geldi. Nede olsa bir yılı Toronto,
Kanada’da, sekiz yılı ABD’de Utah’da toplam 9 yıl Kürt sorunu konusunda doktora tezi yazmıştı
ve o sırada bir yıllığına ziyaretçi öğretim görevlisi olarak ABD’de idi. Yazdığım epostada ona
rüyamı aktardım, telefonunu istedim ve aldım. Sorularım aklımda yazılı, arka arkaya soruyorum,
Emre’de maşallah makineli tüfek gibi otomatik cevaplıyor, telefonda tam bir buçuk saat
konuşmuşuz. Ortaya çıkan bilgilerden iki makale yazdım. Önce BABEK planına gelelim.

Bir kere Babek değil Bavbekmiş. Babek, Hürremiler haraketi olarak bilinen, İslam ordularına
karşı yirmi yıl dağlarda savaşan ve en sonunda kolları ve ayakları çapraz kesilerek ve derisi
soyularak öldürülen asi Azeri Türk liderdir. Emre çok zeki, hemen anladı Babek’in kim
olduğunu ve rüyamda bahsedilen Bavbek’in kim olduğunu.

1980 öncesi aşırı sol hareketlerin içinde yer alan ‘aşırı milliyetçi’ virüsü taşıyan Kürtler,
atalarının dini İslam’a sırtlarını dönmüştü. Bu virüs kimin kanına girse fitne uyanmıştır. Baştan
sona CIA tarafından organize edilen askeri darbe sonucu devlet başkanı olan Kenan Evren,
92
İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Bal ve İstihbarat Şube Başkanı Ümit Bavbek’i çağırarak Kürtler
konusunda brifing aldı. Ülkücü geçinen veya görünen milliyetçi Bavbek, CIA’nın öngördüğü
plan çerçevesinde solcu Kürt gruplardan birinin içine sızıldığını, liderini koymaları halinde
sorunu kontrol altında tutacaklarını söyledi. Böylelikle ‘Bavbek planı’ doğdu. KGB’nin
kurdurduğu, Beka vadisinde kamp imkanı sağladığı PKK, CIA’nın gözüne kestirdiği zayıf
örgüttü. Bavbek Diyarbakır’a gitti, kendisi gibi işkenceci bir polis müdürü, Özel Harp
elemanları, bir sınır ilçesi kaymakamı ve bir valimizle toplantı yaptılar. Bu karanlık toplantı
sonrası, Abdullah Öcalan’ın önünün açılması için potansiyel Kürt liderler öldürüldü. Diyarbakır
cezaevinde Kürtlere insanlık dışı işkenceler yaparak halkın devletine düşman olmasını ve dağa
çıkmasını sağlayan aynı ekipti. Yoksa kimsenin dağa çıkmaya niyeti yoktu. Kürt sorunu çıksın
diye toplum sosyolojisini zorlamışlardı. PKK’yı destekleyen ordumuzdaki kara koyunlardı,
halende destekliyorlar.

Bavbek’i 28 Şubat döneminde kurulan en çirkin tezgah olan Fadime Şahin-Müslüm Gündüz ve
Ali-Emire Kalkancı skandallarında organizatör olarak görüyoruz. Şok ilişkiye dikkat edin,
Kalkancı ile Bavbek’i tanıştıran isim o dönemde İşçi Partisi Mersin İl Başkanı olan Bayram
Çiçek. Biri ülkücü, diğeri Maocu sosyalist aynı cephede buluşuyor. Çiçek bugün İşçi Partisi
Genel Başkan yardımcısı.1980 öncesi orduya söven, Kıbrıs’taki askerimize işgalci diyen, orduya
sayısız ajan sokan Doğu Perinçek, 1980 sonrası birden Kemalist ve Atatürkçü, ordu yanlısı
oluyor. 2001’den sonra Küçük tarafından mafya lideri yapılan Sedat Peker ile “Kızılelma
koalisyonu” kuruyor, Ergenenekon için Öztürkleri birleştirme misyonu üstleniyor. İşin kötü
tarafı hiç biri Türk değil, ya cibilli olarak İslam düşmanılar veya etnik yapıları “kripto
ecnebi!” Ergenekon soruşturmasının merkezinde İşçi Partisi’nin olması, fitne ocağının merkezi
olmalarından! Gerçek müslüman Türk ve Kürtler asla aşırı milliyetçilik yapmaz. Oyunları
sırıtıyor.

“Perinçek virüsü” diye bir hastalık var. Kime bulaştıysa ömür boyu çıkmıyor! İkna gücü yüksek
Perinçek, Bavbek’i tepe tepe kullanıyor. Uğur Dündar ve Ali Kırca’nın karşısına televizyona
Kalkancı’yı çıkarmadan önce Bavbek Nişantaşı’nda bir berberde Kalkancı’yı tıraş ettiriyor, ne
söyleyeceği ezberletiliyor. Bu senaryoları darbeciler adına Veli Küçük ve Perinçek organize
ediyor. ‘İhale’, Turgut Yağ Sanayi’nin sahibi Turgut Büyükdağ’a veriliyor. Küçük’le Büyükdağ,
bir akşam Harbiye Orduevi’nde buluşarak baş başa yedikleri yemekte ’senaryonun’ ayrıntılarını
konuşuyorlar. Senaryonun finansörü Büyükdağ, organizatörleri, Strateji Dergisi’nin Genel Yayın
Yönetmeni Ümit Oğuztan, Sisi olarak bilinen transseksüel Seyhan Soylu ve Polis Müdürü
Bavbek. Bütün görüşmeler, Büyükdağ’ın sahibi olduğu, Nişantaşı Akkirmanlı Sokak’taki Strateji
Dergisi’nin ofisinde yapılıyor. Oğuztan, Aksaray’da, sonradan Hanedan Restoran olarak değişen
pavyonda konsomatrislik olarak çalışan Fadime Şahin’i bu iş için ayarlıyor. Bugün uyuşturucu
taciri olan Kalkancı’yı ünlü bir işadamının kızı olan Emire Ersoy ile evlenmeleri bile tezgah!
Kızını alkolik, işsiz bir adama vermeye yanaşmayan baba, kendisi hakkında tutulmuş bazı şantaj
dosyalarıyla ikna ediliyor. Toplum sosyolojisinin anası ağlatılıyor!

Fadime, sahte Aczmendi Tarikatı’nın Lideri Müslüm Gündüz’le tanıştırılıyor, sonra Fatih’te
‘staja’ tabi tutuluyor. Ünlü işadamının güzel kızının, bir tarikat şeyhi tarafından nasıl
kandırılarak tuzağa düşürüldüğü hikayesine kamuoyu bayılıyor, medya manşetlerinde aylarca
tartışılıyor. Senaryoyu yazanlar, istedikleri sonucu almakta gecikmiyorlar. Bir yandan Sincan’da
tanklar yürütülüyor, diğer yandan da Türk basınının etkin gazete ve televizyonları, ‘irtica’
kampanyaları başlatıyor. Aylardır süren ‘Bırakın’ baskısı, art arda patlayan skandallar sayesinde

93
sonuç veriyor ve hükümet düşüyor. Planda yer alan herkes tezgahda tiyatro oyuncusu! Başta
Süleyman Demirel’in iki dünyada da yatacak yeri yok!

Bavbek aslında 1995’de emekli olmuş bir polis müdürü. Tuncay Güney, ‘Veli Paşa’nın Cipe
ihtiyacı var’ diye 2001’de buna gidiyor. Veli Paşa için Cip arıyorlar. Hakan Erel diye bir şahıs,
‘Raşit Dostum’a daha önce tahsis ettiğim Cipi verelim’ diyor. Olayda adı geçen Süleyman
Gürleyen diye bir şahıs, kendisini JİTEMci diye tanıtan Güney’e inanıyor , Bu Cip geri
gelmeyince Gürleyen durumu Ümit Bavbek’e bildiriyor. Şikâyetçi oluyorlar, polis Bavbek ve
Süleyman Gürleyen, 26 Mayıs 2001’de gözaltına alıyor, sevkedildikleri DGM’de haklarında
işlem yapılıyor. Ayrıca Emniyet Teftiş Kurulu, bu durumu araştırınca Tuncay Güney içeri
alınıyor, bülbül gibi öterek Ergenekon’u anlatıyor. İşte hiç hesapta olmayan bir sosyolojik gerçek
daha! Sinek kadar değer vermedikleri kuryeleri onları satıyor!

Toplumu çok zorladıkları için ekonomi, siyaset dünyası ve medya iflas ediyor. 2002’de bu
enkazdan AK Parti doğuyor. Abdullah Öcalan, 2004’de İmralı’dan Kandil’e “AK Parti güçlendi.
Kemalist güçler buna engel olmalı. Türkiye’ye saldırıları artıralım” mesajı gönderiyor. Celal
Talabani ve Mesut Barzani’den aldığı mesajı devletin zirvesine ileten gazeteci İlnur Çevik,
Hürriyet’in patronu Ertuğrul Özkök tarafından Turkish Daily News’ün genel yayın
yönetmenliğinden alınıyor. Süleyman Demirel ve Necmeddin Erbakan’a danışmanlık yapan İlnur
Çevik’in ipini PKK ile Ergenekon ittifakını deşifre edince çekiyorlar. Özkök kime çalışıyor
dersiniz? Doğan ve Ciner medyasında şafakın atması boşuna değil. Sıraları geldi.

Fitne kazanı kaynatanlar, Kürt sorununun çözümlenmesini baltalamak için beş koldan yine
devrede. Öcalan’a en eski Komünizm örneği olan Mazdekizm ile ilgili kitap yazdırılıyor. 40
yıldır Kürtleri oyalayan Komünizm öldü, olmadı Fars sosyalizmi verelim mantığı! Yapma
Öcalan, bunu yeni nesil Kürtler yemez! MOSSAD, İranlılarla ortak hareket ederek Kürt
Hizbullah’ını bölgede yeniden canlandırıyor. İsrail’de kurulmuş “Yahudi Aleviler” grubu, Hacı
Bektaş’a seferler düzenleyerek Alevileri ve Kürt Alevileri kullanmaya çalışıyor. Tunceli,
Pazarcık, Hatay, Mersin hattında müthiş bir hareketlilik var.

Osmanlı’nın ilk ittihatçılarından Kürdistan İslam Teali Cemiyeti benzeri yapıyla yeniden bir
“Kürt İslamı” inşa etme projesi göze çarpıyor. The Cemaat’ın Kürtlerin güvenini kazanması
kıskanılıyor ve Kürtlerin genlerinde mevcut gerçek İslami potansiyelin ortaya çıkartılmasının
önü çakma İslami yapılarla kesilmeye çalışılıyor. Kürt Hizbullah’ı ile Sünni Kürtleri birbirine
düşürüp PKK’nın İslami zemine arabulucu olarak kaydırılması planlanıyor.

Geçmişte MİT eski başkanı Teoman Koman tarafından kurdurulan Hizbullah ile PKK’nın
savaştırılması nasıl tezgâhsa, bu tiyatroda elbette çakma ve toplumun sosyolojisine yeni
gulyabaniler, kâbuslar eklemeye yönelik! Kısacası kimse Kürt sorununu çözmek istemiyor,
Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia ederek dağda gezenler kimin kucağına otursa onun
borusunu çalıyor (23).

İkinci yazdığım ‘Toplumun sosyolojisini bozanlar hesap vermeli!’ başlıklı makalem daha fazla
ses getirdi. Köşe yazarı olduğum Çorum Manşet gazetesinde ve Alperen Ocakları’nın Temmuz
2012’de yayınladığı Terör özel sayısında müstear ismim olan Ali Alperen mahlasımla yerini aldı.
Türkiye’de etnik savaşı körükleyen ne MOSSAD, CIA, BND gibi yabancı istihbarat örgütleri,
nede MİT ve Genelkurmay Başkanlığı, sosyolojik gerçeklerle savaşamaz. 1826’da Sultan 2.

94
Mahmud’un Fransız annesi ve eşinin etkisinde kalarak, Osmanlı’da merkezi sisteme geçmesi,
Balkan ve Ortadoğu milletleri başta olmak üzere Kürtlerin eyalet özerkliğinin kaldırılması,
Fransa’dan kopyalanan aşırı Türk milliyetçiliği virüsünün dolaşıma sokulması, eğitimsizlik,
ayrımcılık, ırkçılık, fakirlik ve devlete yaslanarak yaşama kültürü asalaklık, tembellik ve kimlik
bunalımı Kürt sorununun ana nedenleridir. İki yüzyıla yakın süredir devam eden kin, nefret,
ayrımcılık politikalarının oluşturduğu psikolojik travma, sanıldığından daha koyu ve derindir.

Batı’yı modernleştirip, endüstirileştirirken, Doğu’da Kürtlerin yaşadığı bölgeleri devletleştirme


politikaları, sivil toplumu yok etmiştir, halkı çifte terör kucağına itmiş ve askerlerin hoyratça
davranmasına yol açmıştır. Bölgeler arası eğitim, kültür ve ekonomik farklılıklara, 1925 Şeyh
Said isyanından sonra Kürt kimliğini toptan yok sayma yanlış politikası eklendi. 1960 ve
1970′lerde dünyayı kasıp kavuran Sosyalizmin ayrılıkçı akımlara ilham olduğu dönemde PKK ve
benzeri illegal örgütlerin Kürtler arasında ortaya çıkması çok normaldi.

1990′da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile Markizm ve Sosyalizm’de mevta oldu, ideoloji ve
argümanlarını kullanan ayrılıkçı sosyal hareketler bir bir evrim geçirdi, değişen dünyaya ayak
uydurdular, halen dünyada PKK dışında pek az Markizm’de inat eden örgüt kaldı. PKK lideri
Mazdekizm ile İran felsefesi ithal etmeye kalksa da İslam dini ile çatıştığı için Kürtlerin
çoğunluğundan veto yedi. Çakma ideolojilerden çok çeken, halen medet uman bazı Kürtler, ne
zaman gerçeklerle yüzleşecek diye merakla bekliyorum. Yeniden sivil toplum kurulmadan,
bölgede etnik ayrımcılıktan beslenen, kinden, nefretten medet umanların topluma baskısı,
korkutma, sindirme politikaları, antidemokratik tutumu, aşırıya kaçan kimlik mücadelesi, sosyal,
kültürel, ekonomik ve politik çarpıklıklar bitmez, tükenmez. Sorun aslında PKK’dan ziyade
devletçi Ankara bürokrasisidir; merkezi idarenin yol açtığı yıkımlar, devletleştirmenin getirdiği
arızalar büyüktür. Kürt toplumunun sosyolojisi bilinmeden PKK ile silah bıraktırma görüşmeleri
yapmak, genel af ilan etmek veya sorunu rölantiye almak abesle iştigaldir. Hiç bir istihbarat
örgütü ve devlet, yıkılmış gönülleri, harap edilmiş ekonomiyi, yasaklanmış dil ve kültürü dikkate
almadan kimlik boşluğunu dolduramaz, Kürt sorununu kalıcı biçimde çözemez.

Peki nasıl çözülür sorun? Elbette öncelikle bölge halkının refah seviyesini yükseltecek adımlar
atılmalıdır. Suriye, Irak ve İran ile Türkiye arasında sınırlar kaldırılmalıdır, Osmanlı döneminde
olduğu gibi bölge halkı özgürce ticaret yapabilmeli, Diyarbakır’da, Hakkari’de Van’da ürettiği
koyunu Bağdat’da Şam’da satabilmelidir. Pasaport kullanmadan, vizeye ihtiyaç duymadan, terör
endişesi, eşkıyalara haraç verme belası, askerlerin yol kesip kimlik sorma derdi olmadan ticaret
yapmalı ve bol para kazanmalıdır. Buna liberal ekonomi veya kontrol edilmeyen, edilmemesi
gereken serbest piyasa ekonomisi diyoruz. Liberal ekonomi olmadan liberal demokrasi oluşmaz,
demokratik bilinç gelişmez, bireyler özgürleşmez, düşünceler baskı altında kalır, paralar ise
yastık altında. Dağa çıkarak özgürleşeceğini sanan geçmişteki şiddete dayalı çeteler, insani yönü
ağır basan, hukuk çerçevesine giren özgürlükcü devrimcilerin akıllı çocukları tarafından devrim
şartları ortadan kalkınca hep yenmiş, yutulmuştur. PKK ve Türkiye devleti ve askerinin bölge
halkına yaptığı birbirinin kopyası benzer zulümlerdir, aynı kibirde baskı rejimidir. Bölgede
bugün Kürdistan kurulsa ve PKK yöneticileri ülkenin bakanları, PKK üyeleride polisi ve askeri
olsa bile, Türkiye polisi, askeri ve bürokrasisinden daha fazla halkı ezecek, sömürecek,
zulmedecektir. Bu sosyolojik gerçeği PKK’ya destek veren vermeyen tüm Kürtler ve Türkler
biliyor.

95
Tek sosyolojik gerçek, halkın nasıl mutlu olacağıdır. Evvela bölgede asker sayısı minimuma
indirilmeli, PKK silah bırakıp yuvaya ön şartsız dönmeli, askeriyenin devletleştirdiği emlaklar
kamu yararına açık okul, hastane, üniversite, kültür ve dil merkezi, park şeklinde halka geri
döndürülmelidir. İki tarafta birbirine hiç güvenmiyor iken bu nasıl olacak? Askerin yerini alacak
aha dindar, halkın dilinden, kültüründen, örf ve geleneklerinden anlayan sivil polisin güvenliği
sağlaması ve hukukun herkes için uygulanabilir hale getirilmesi gerekir. İki kardeş halk birbirine
güvenmelidir. Eşitlik, adalet ve özgürlük olursa PKK dağdan iner ve halka karışır. Eğer
inmiyorsa amacı demek ki Kürt halkının refahı, haklarını savunmak değildir. PKK’nın
kurdurulan ve etnik milliyetçilik yapan Kürt partilerini ve politikalarını toptan kontrol ve
yönetme siyaseti hormonludur ve liberal demokrasi değerleriyle bağdaşmaz. Neticede PKK, Kürt
toplumunun tamamını temsil kabiliyetinden yoksundur, AK Parti bölgede oyların yarısını alıyor.
Avrupa’da PKK taraftarlarının siyasi destek bulması Türkiye’de onlara Kürtlerin tamamı adına
pazarlık hakkı vermiyor. Kürtlerin sessiz çoğunluğu konuşmaya başladığında kuşkusuz PKK
marjinal kalacaktır, belki yok olmayacaklardır, zaten yok olmalarına da gerek yoktur.

Demokrasilerde radikal görüşler her zaman faydalı olur. PKK’nın varlığı Kürtlerin hafızasında
neyin doğru yapılması konusunda ortak aklı bulmaya yardımcı olabilir. Hatta bölgede gerçek
demokratik, barışçıl ve huzurlu zemin keşke olsa da, Hizbullah’tan MHP’ye kadar her kesim
gelip kendi karakter ve mizaçlarına uygun insanlara özgürce hitap edebilseler. Devletin çakma
kurdurduğu yapılanmaların temizlendiği bu günlerde, bölgede şiddete başvurmadan insan gibi
görüşlerini ifade eden, bağımsız, gururlu, mert her bireye ihtiyaç vardır. Eğer ‘the Cemaat”a bile
bölgede yaşam hakkı tanımayanlar korkuluk gibi dolaşabiliyorsa, samimiyetle devletten kuruş
yardım alınmadan yapılan onca eğitim ve sosyal yardım hizmetleri görmezden gelinebiliyorsa,
ne yurt dışında zenginleşen Kürt vatandaşlarımız, ne Batı’da Kürt eliti, nede Türkiye’nin taşın
altına elini koyması gereken sivil toplum örgütleri gelir, Kürt kardeşlerine daha fazla hizmet
sunar. Elbette iyi ki, iman, irade, vicdan ve adaleti eden temsil eden, insani ilişkilere önem veren
‘The Cemaat’ var da, bölgedeki varlığı herkese ilham oluyor ve iyilik peşinde olan samimi
gönüllere su serpiyor. ‘The Cemaat’ı bitirme politikası izleyen küçük güruhun eğer ıslah olmaları
mümkün değilse, zaten yakın gelecekte Allah’ın gazabına uğramaları kaçınılmazdır, ilahi
adaletin gereğidir. Islah olmayacaklara beddua etmek caizdir. Avrupa’da PKK’nın liderlerinden
Zübeyir Aydar gibi dedesi tarikat şeyhi olan akil yöneticilerin, kendi tabanlarında erkeklerin
çoğunun muhafazakar eğilimli, bayanların ise neredeyse yüzde 80′inin geleneksel veya modern
başörtüsü takan, İslam dinine sonsuz saygılı, Peygamberine hürmetli insanlardan oluştuğunu
görmemesi mümkün değildir. Dinin sosyolojisi açıktır, hiç bir birey aşirı milliyetçi
dürtülerini hormonlu biçimde sonsuza kadar devam ettirerek mutlu olamayacağını ve iç barışa
ulaşamayacağını bilir, iki dünyada saadet arayan bireylerin Allah’ın rızasını kazanma
zorunluluğu önplana çıkar, şiddet ve nefret kaybeder.

AK Parti’nin attığı adımlar bugüne kadar siyasi şovdu, pratikte uygulamalar hep aksadı. Bakın
daha neler yapılmadı? Yerel idarelerin yetkileri artırılarak sağlık, sosyal hizmetler, vergisiz
serbest ticaret gibi bazı hususlarda belediyelerin önleri açılmadı. Bu nedenle bölge halkının
yüzde 45 ile 50′si halen elektirik paralarını merkezi hükümete ödemiyor veya kaçak elektirik
kullanıyor, vergilerini zaten yatırmıyor. Fiilen merkez, bölgeden hiç bir şey kazanmadığı gibi
halen elimde tutayım diye bol kazan kepçe verdikçe veriyor. Asalaklaşan bölge insanı devlet
verirse sormadan alıyor, vermezse sövüyor, PKK’ya katılıyor.

96
İlk yapılması gereken halen yapılmadı. Said Nursi’nin 1910′da Sultan Reşad’a sunduğu, 1922′de
ilk T.B.M.M.’de Mustafa Kemal’e kabul ettirmeye çalıştığı ama başaramadığı Kürtçe eğitim
yapan üniversite projesinden tam yüzyıl geçti, halen kurulmadı. Oysa Kürt dili bölge
üniversitelerinde okutulmalı, ana okulundan lise sona kadar devlet okulları Kürtçe eğitimi
seçmeli, Kürt nüfusun yoğunlukta yaşadığı bazı bölgelerde zorunlu ders yapmalı, özel eğitim
kurumları sivil inisiyatif kullanarak bölgede Kürtçe eğitim veren okullar açmalıdır. Bölgede
Türkçe farz, Arapça vacip, Kürtçe caiz olmadan, sorunun çözümünde bir milim bile gidilemez.
Üniversitelerde Kürtçe master ve doktora bölümleri olmalıdır. Kürtçe Tv ve radyolar kurulmalı,
özgür dergi ve gazeteler çıkmalıdır. Nefret dili yerini sevgi diline bırakmalıdır. Kürtçe yayın
yapan medya organları, bölücülük değil birlik mesajları vermelidir. Bunlar olursa PKK’nın talep
ettiği kültürel özerklik zaten kendi kendine gerçekleşir.

Siyasi bağımsızlık peşinde olan Kürt sayısı ülkemizde oldukca azdır. Bölünme korkusu
yaşayanlar halen Sevr sendromunu pomplayan küçük, çukur adamlardır. Keşke milli ve bağımsız
Kürdistan’ı tek parça kurabilecek iman, kabiliyet ve özgüven olsa, böyle bir durumda Osmanlı
döneminde olduğu gibi Türkiye büyüyecek, Kürtler Doğu’nun bahadır islam kahramanları
olacaktır. Batı’ya entegre olan Mersin, Gaziantep, Konya, Adana, İzmir, Antalya, İstanbul,
Bursa ve Ankara’ya yerleşip zengin olan Kürtler, geldikleri ana baba topraklarına yatırımlar
yapmalı ve iş istihdam olanaklarını halkına sunmalıdır. Bölgede hükümetin yeni açıkladığı teşvik
paketinin amacı budur. Ancak geçmiş dönemlerde de böyle paketlerin çıktığı, devleti
dolandırarak kredi çeken bazı uyanıkların yüzde 10 oranında Ankara bürokrasisine rüşvet
verdikten ve sadece yatırım diye dört kuru duvar çektikten sonra yine kapağı büyük kentlere
attığı ve kendi halkını sattığı unutulmamalıdır. Denetleme mekanizması iyi kurulmamış her
kredi, umutları söndüren bir zehir olur, güveni yıkar. Yurt dışındaki Kürtler, öz ana topraklarına
dönüp bilgi, tecrübe ve sermayelerini aşırı milliyetçilik, nefret siyaseti yerine olumlu
milliyetçilik ve ekonominin gelişmesi, Kürt halkının refah seviyesinin Batı ile eşitlenmesi
yolunda gayret göstermelidir. Miting yapmakla, intihar bombacısı göndermekle, polise askere taş
atmakla, okul, hastane, fabrika yakıp yıkmakla, öğretmen, doktor öldürmekle, yurt dışında her
fırsatta Türkiye’ye nefret kusmakla, öz vatanlarının düşmanı şeytanların kucağına oturmakla bu
bölgede Kürdistan kurulabilir düşüncesi, saflık veya aldatılmışlıktır.

Bölge halkı her şeyi devletten bekleme tembelliğinden kurtulmalıdır. Gerçek sivil toplum
örgütleri, şiddete bulaşmışlar ve toplumun nefret duyduğu bireyler yerine, daha temiz ve dürüst
olan akil, erdemli, imanlı Kürtler tarafından kurulmalıdır. Kürt aydını vicdanının sesini
yükseltmeden liberal ekonomi ve liberal demokrasi asla işlemez. Halkı zenginleşen, çocuklarını
okutan, kendi dil ve kültürlerini özgürce yaşayan bir toplum dağa çıkıpta terör estirmez, kimseyi
öldürmez, öldürtmez. Katil olmak kolay değildir, normal, mutlu, huzurlu, barış dolu bir hayat
yaşamak isteyen bölge halkı, gerçek insanlığa ulaşmış samimi Müslümanlar Türklerle geçmişte
olduğu gibi bugünde kolayca anlaşır, iki asırdır bir umut ışığı bekliyorlar. Hatta dindar olmayan
Kürtler bile geçmişte hep başındaki idarecinin Allah korkusu olan dindar insanlardan seçilmesinş
veya atanması tercih etmiştir. Çünkü Doğu’nun kalbi dindir, İslam milleti kardeşliği olmadan
menfi milliyetçilik Türkler ve Kürtler arasında sürüp gider. Dış mihraklarda Türk ve Kürtlerin
aşırı milliyetçilik zafiyetini kullanır ve iki gadim dost ve kardeş halkı birbirine kırdırır.

Doğu insanı merttir, asildir, misafirseverdir, yüreği geniştir, yumuşaktır. Mezopotamya,


asırlarca yüksek medeniyetlere beşiklik etmiştir. Bu müthiş cevheri ortaya çıkarmak için zemin
oluşturulmalı, öncelikle devletçilik politikalarına Ankara son vermelidir. Bölgenin emlakını,

97
toprağını devletleştiren kurumlar artık emaneti Kürt halkına geri vermelidir. Hakkını gasp
edilmiş gören Kürt halkı, hakkını devletten almadan Kürt sorunu bitmez, Türkiye büyük devlet
olmaz, olamaz. Kürt sorununu adil biçimde aydın Türkler ve Kürtler el ele verip konuşmalı,
tartışmalı, sanat dilinden tiyatroya kadar barış dilini konuşturan çözüm formülleri devreye
sokulmalıdır. Kürt vatandaşlarına 2. sınıf vatandaş muamelesi yapan, insan yerşne koymayan
Türkiye’yi hiç bir İslam ülkesi dinlemez, bölgesel yıldız veya dünya politikalarında söz sahibi
lider olamaz. İslam’ın Sufi kültürüne hakim ve haiz Türkler, Kürtlerle ortak kardeşlik dili olan
Müslüman kardeşliğini, İslam milliyeti çatısı altında bulmuş, kim kimden üstün tartışmasını fitne
ve şeytan işi saymıştır.

Ortadoğu’da Kürtler demiyor mu, ‘bizi dört ülkeye bölmüşler, 35 milyonluk nüfusumuz baskı
altında’ diye. Haydi, o zaman sınırları kaldıralım, ticareti artıralım, bakalım toplumun doğal
süreçte sosyolojik eğilimi nereye doğru akacak! Etnik nefreti, şiddeti salık verenlere doğru
yönelim olmayacağına bahse girerim, baskı unsurları olmayan demokratik bir ortamda ekonomi,
yani refah hedefi her zaman için tercih edilecek değişmez insan fıtratı ve tek gelişim
ideolojisidir. Alman düşünür Nietzsche’nin ifadesiyle tüm ideolojiler çöplüktür, ama
unutulmamalı ki İslam asla bir ideoloji veya stratejik bir siyasi doktrin değildir. Bölgenin kalbi
asırlardır inançla atar, Müslümanlık Kürtlerin kimliğinin ayrılmaz parçası, karakteri, öz ruhu
olmuş ve gerçek Müslümanlığın yaşandığı dönemde Kürtlere izzet, şeref, zenginlik, onur, barış,
adalet, özgürlük ve eşitlik getirmiştir (24).

PKK’lı Çocuk Askerler

2 Mayıs 2012’ın ertesi günü PKK’nın önde gelen sosyolog ve akil adamlarından Hadi Eliş ile
buluşacaktım. Yazdığım üç makale dikkatlerini çekmişti. Önce kabul etmek istemedim.
1988’den beri Kanada’da da yaşayan PKK’nın kurucu isimlerinden Hadi bey, Kuzey Amerika
Kürt Araştırmalar Merkezi’nde Amerikalı ve Kanadalı akademisyen ve istihbarat elemanlarıyla
toplantılar yapan ve Kanada’daki PKK toplumunun önde gelen önemli bir ismiydi. ‘Milyonlarca
sayfa belge var elimizde var, istersen senle paylaşabiliriz diye yem atmıştı’. Dayanamadım ama
şunu özellikle altını çizerek vurguladım: Ben sizle cemaat elemanı olarak görüşmüyorum.
Biliyorsun, sizinkiler Zaman gazetesi yazarı ve eski müdürü Hüseyin Gülerce ile görüştü, başına
gelmedik kalmadı. Ben bağımsız ve yalnız bir bireyim, gazeteci, yazar ve sosyologum, bu
görüşmeyi PKK ile cemaat buluşması olarak algılamayın.

Hadi bey, ‘merak etme, bende senle PKK’lı olarak değil sosyolog olarak görüşeceğim. Bu
görüşmemizi bizimkiler duymasın ve medyaya yansımasın’ deyince rahatladım. Durumu Emre
Uslu’ya tekrar telefonla arayarak aktardım. ‘Dikkatli ol, bunu kullanmak isteyebilirler’ dedi. Bir
yandan da ne gibi belge ve bilgiler verecekler diye merak etti. Gitmem vacip hale geldi. Emre
Uslu, telefonu kapatmadan bana önemli bir bilgi daha verdi.’Yarın PKK’nın Çocuk Askerleri’
başlıklı bir makalem Taraf gazetesinde yayınlanacak, bu yazıdan sonra PKK’nın resmi sitesi
çocuk askerlerin hikâyelerini oradan temizleyecektir. Ben yerinde olsam siteye girer hikâyeler
silinmeden hepsini kaydederdim’. Sabaha kadar uyumadım, yüze yakın çocuk asker dramını
bilgisayarıma fotoğraflarıyla indirdim. Biri beni çok etkiledi. Beritan henüz 16 yaşlarında eline
silah verilmiş, PKK'ya katılmış bir Kürt kızıydı. 12 yaşında evlerinden kopartılan siyasi ve silah
eğitiminden geçirilen pek çok çocuk, kendi iradelerinin dışında, oyuncakla oynayacak yaşta iken
'Child Soldier' oluyordu. Uluslararası Çocukları Koruma Anlaşmasına göre bu bir insanlık

98
suçuydu. Birleşmiş Milletlere üye 194 ülkenin onayladığı bu anlaşma, PKK'nın pek umurunda
değildi. Eminim, dava açılırsa Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi, PKK gibi düşünmeyecekti.

Telefonda, ‘Abdullah Öcalan ve eli kanlı yönetici lider kadrosu serbest kalsa bile milletvekili
olamazlar, Avrupa’da hapse tıktırırız ‘diyen Emre Uslu’nun makalesi bam teline şöyle
dokunuyordu: Geçen aylardan Bingöl’de sağ yakalanan ve askerin parkasını verdiği PKK’lı
henüz 16 yaşında bir çocuktu. Nedende kimse bu çocuğun PKK’daki durumunu sorgulamadı.
Türkiye’de çocuk işçiler, çocuk evlilikleri büyük gürültüyle gündeme getirilir. Ama PKK’nın
istihdam ettiği çocuk savaşçılar konusunun kapağını bile açmıyor. Örneğin İnsan Hakları
Dernekleri PKK’daki çocuk gerillalar konusunda bir raporu bırakın bir kelime bile açıklama
yapmamıştır. Batılı gazeteciler Kandil’deki çocuk savaşçılara mutlaka kamera tutar. Bizim
gazeteciler Kandil’e gider, PKK içindeki çocuk askerleri de görürler, ama bunun insanlığa karşı
işlenen bir suç olduğunu belirtip PKK liderlerine karşı iki kelimelik bir eleştiri yazmazlar. Bu
yüzden çocuk savaşçılar konusunda şimdiye kadar Türk medyası iki kelimelik haber
yapmamıştır. Oysa kuruluşundan beri PKK’daki çocuk savaşçıların oranı hayli yüksekti. Çocuk
savaşçılar meselesi uluslararası literatürde insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde sayılıyor.
En son geçen haftalarda eski Liberya Devlet Başkanı Charles Taylor uluslararası mahkeme
tarafından savaş suçlusu ve insanlığa karşı suç işlemekten suçlu bulundu. Sierra Leone iç
savaşında Taylor özellikle çocuk savaşçıları iç savaşta kullandığından dolayı savaş suçlusu ve
insanlığa karşı suç işlemekten suçlu bulundu.

Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarını Koruma Konvansiyonu ve Opsiyonel Protokolü’nde yer


alan düzenlemelere göre çocuk savaşçılar kullanmak temel insan hakkı ihlali olarak
tanımlanıyor. Bu bağlamda çocuk savaşçıların herhangi bir silahlı guruba katılmasını sağlamak
insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde değerlendiriliyor. Zaten mahkemenin Charles
Taylor’a verdiği ceza bu yasanın hukuksal uygulamasına örnek teşkil ediyor.
Konuyu PKK açısından değerlendirdiğimizde durum çok net. Tıpkı Charles Taylor gibi başta
Abdullah Öcalan olmak üzere tüm PKK liderleri çocuk savaşçı kullanmak ve onları PKK’ya
kazandırmaktan insanlığa karşı suç işliyorlar. Üstelik bu suçlarını öylesine bir şekilde itiraf
ediyorlar ki devlet belgelerine bile başvurmaya gerek yok. Bizzat PKK’nın sitesinde yer alan
şehitler albümünde yer alıyor bu bilgiler.
Charles Taylor davası PKK liderleri açısından süreci öylesine kritik kılıyor ki artık medeni
dünyada hareket etme olanakları neredeyse yok. Diyelim ki MİT’in önerdiği protokolleri taraflar
kabul etti, PKK liderleri Norveç gibi bir Batı ülkesine gitti. Diyelim ki Abdullah Öcalan da
hapisten çıkıp Meclis’e geldi. Çocuk savaşçı kullanmak uluslararası hukukta savaş suçu ve
insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edildiğinden herhangi bir kurum veya kişi eğer PKK
liderlerini insanlığa karşı suç işlemekten dolayı şikâyet eder ve uluslararası hukuk
mekanizmasını çalıştırırsa PKK liderleri de tıpkı Charles Taylor gibi yargılanır. Bu suçlar
insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisinden olduğundan milletvekili dokunulmazlığı dahi
kazansalar uluslararası mahkeme önüne çıkmaktan kendilerini kurtaramazlar.
Bizzat PKK’nın yayınladığı bilgilere göre PKK’ya çocuk yaşta katılanların oranı yüzde 35. Yani
bir bakıma PKK çocuk savaşçıların omuzlarında sürdürüyor bu savaşı. Bu konu uluslar arası
çocuk hakları örgütlerinin gündeminde. Örneğin AFP’nın Kandil’de çektiği ve 15 yaşındaki
PKK’lı militanların yer aldığı görüntüler bu örgütlerin sitelerinden duyuruluyor ve uluslararası
kamuoyunun dikkati bu konuya çekilmeye çalışılıyor.

99
PKK kaynaklarına baktığımızda 12 yaşında PKK’ya katılmış kız çocukları bile var. Örneğin H.İ.
bunlardan biri. PKK’nın kendi sitesinde yer alan bilgilere göre H.İ. 1984 yılında doğmuş ve 1996
yılında PKK’ya katılmış. Bunun gibi 12 ve 13 yaşında PKK’ya katılmış, eline silah tutuşturulup
insan öldürmeye gönderilmiş yüzlerce çocuk var. Bunları da bizzat PKK sitesi yayınlıyor. İşte bu
uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenmiş bir suç.
12 ve 13 yaşında çocukların gönüllü olarak PKK’ya veya başka bir silahlı gruba katılmaları
hukuken kabul edilebilir bir durum değil. Bu nedenle de her ne kadar silahlı guruplar bu
çocukların gönüllü olarak PKK’ya katıldığını iddia etse de uluslararası mahkeme bunu çocukları
alıkoyma ve köleleştirme olarak görüyor. Charles Taylor ayrıca bu suçlardan da ceza aldı. Peki,
PKK ile her platformda mücadele eden devlet PKK’nın bu çocuk savaşçılarını uluslararası
hukukun dikkatine sunup, PKK liderlerinin insanlığa karşı suç işlediklerini belirtip
yargılanmalarını neden istemiyor?

Çünkü devlet Güneydoğu’da olan çatışmanın uluslararası hukukta bir iç savaş olarak
tanımlanmasını istemiyor. Bunun bir terör sorunu olduğunu savunuyor. Eğer iç savaş olarak
tanımlanırsa uluslararası camianın müdahale etme hakkının olduğundan devlet PKK’daki çocuk
savaşçılar sorununu uluslararası hukuka taşımıyor kendi hukuk sistemi içinde de yargılanmasını
istemiyor. Çocuk istismarına çok duyarlı numaraları yapan medya da bu nedenle suskun ve
konuyu gündeme getirmiyor. Bu durum PKK liderlerini sorumluluktan kurtarmıyor. Nitekim
Charles Taylor devlet başkanı olmasına rağmen şimdi yargılanıyor. Yarın bu kirli savaş biterse
PKK liderlerinin insanlığa karşı suç işlemekten yargılanması halen masada duracak. Bu savaş
biraz da bu nedenle kirli. Hem PKK hem de devlet bu savaşta çocukların kirli bir şekilde
kullanıldığını biliyor. İkisinin de işine geldiğinden kimse bu insanlığa karşı suça sesini
çıkarmıyor (25).

Yapılan araştırmalara göre terör örgütünde kadınların oranı yüzde 25. Bunların bir kısmını
Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olmasına rağmen kız çocukları oluşturuyor.
Terör örgütü, kadınları, silahlı eylemci, istihbaratçı olarak görevlendiriyor. İllegal çalışmanın en
elverişli elemanları olan kadınlar, şehirlerdeki çalışmalar çoğunlukla onların elleriyle
yürütülüyor. İntihar eylemlerinde de görevlendirilen kadınlar, terörist başı Abdullah Öcalan
yakalanmadan önce koruma örgütünün en aktif ve en güvenilir elemanları oldu. Çatışma alanı
dışındaki yerlerde hizmet işlerinde çalıştırılan kadınlar, yönetici takımla ilişkiyi reddettikleri,
muhalefet ettikleri ya da muhalif gibi davrandıkları belirlendiği zaman 'ajan' olarak nitelendirilip
tutuklanıyor, işkenceye tabi tutuluyorlar. Ajan diye şüphelenenlerin tutuklanması halinde ise
daha çok bilensinler, duygusallıktan uzaklaşsınlar diye işkenceci olarak görevlendiriliyorlar.
Terör örgütündeki kadınlar sorununu Cihan Haber Ajansı'na (Cihan) değerlendiren Kürt siyasetçi
ve yazar İbrahim Güçlü, PKK'daki kadın sayısının yüzde 35 olduğunu söyledi. Kürt toplumunda
kadınların en fazla ezilen toplumun en büyük kesimi olduğuna dikkat çeken Güçlü, PKK'nın bu
sistemi değiştirmek, kadını özgürleştirmek adına yeni bir bağımlılık sistemini oluşturduğunu
vurguladı.

"Kadını güya kocasına karşı, sıradan erkeğe karşı özgürleştirirken, kadınları PKK'ya bağımlı hale
getiriyor. PKK, özel bir kişilik olmadığı için, PKK adına da lidere ve liderlere bağlılık
geliştiriyor." diyen Güçlü, kadınların en fazla Öcalan'a bağlı olduğunu belirtti. PKK kadınlarıyla

100
şeyh-mürit arasındaki ilişkiden daha sıkı, daha fanatik bir bağımlılık ilişkisi bulunduğunu anlatan
Güçlü, "PKK, Öcalan'ın, 'öl dediği zaman ölecek' 'intihar et dediği zaman intihar edecek',
'hepiniz benim kadınım olacaksınız dediği zaman onun kadını olacak', 'şu ya da bu yere saldırın
dediği zaman saldıracak' tehlikeli, saldırgan, patalojik, duygulardan arınmış bir kadın kategorisi
yaratmıştır ve bu sahiplikle kadınları hoyratça bir yapı içinde hareket ettirmektedirler." dedi. Asıl
şeflerin hükmü altında, üst ve alt düzeylerde yetkilendirildiğini dile getiren Güçlü, konuya ilişkin
yazılanlarda kadın mahpuslara yapılan işkencelerin 5 Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevinde
yapılanlardan daha şiddetli ve kötü olduğunun ifade edildiğini aktardı.

PKK'nın 5 Nolu Diyarbakır Askeri Hapishanesi'nde uygulanmayan işkence türlerini de


uyguladığına dikkat çeken Güçlü, PKK'nın şiddetle aileye karşı olduğunu vurguladı. Öcalan'ın
ailesiz, aileden koparılan, kimsesiz, erkek ve kız çocuklarının terörist olmasını heyecanla
istediğini anlatan Güçlü, şöyle devam etti: "Bunların, kendisine ve PKK'ya karşı muhalefet
etmelerinin olanaksız olacağını, ya da muhalefet etmelerinin çok zayıf bir ihtimal içinde
olacağını, onların rahatlıkla her eylemde kullanılabileceğini, özellikle de muhaliflerin ve halkın
infazı eylemlerinde sorunsuz olacaklarını doğal olarak sosyo-psikolojik ve toplumsal anlamda
saptıyorlar. Öcalan açıkça yeniçeri niteliğinde bir savaşçı ordunun yaratılmasını amaçlıyor,
bunun için çabalıyor. Bu nedenle, kadın ve erkek gerillaların kendi ailelerinden uzaklaşmaları,
aile kurumuna düşman olması için özel telkinler ve eğitimler yapıyorlar." diye konuştu. Güçlü,
şunları söyledi: "Aile düşmanlığı, geleneksel bir toplum olan Kürt toplumunda kadınların
erkeklere karşı konumlanması, erkekleri horlamaları, dışlamaları, gelenek dışı davranmalarıyla
becerilmeye çalışılıyor. PKK'ya katılmadan önce evli olanların birbirinden kopması, birbirinden
uzaklaşması telkin ediliyor. Bunun pratikçe gerçekleşmesi sağlanmadığı zaman, evli kadın ve
erkeğin birbirini görmemesi, aile olarak ilişkilerini geliştirmemesi ve devam etmemesi için
birbirinden uzak ve bilinmez yerlerde görevlendiriliyorlar. Aynı işlem ve uygulama, gerillalara
katıldığında birbirini seven, sözlü, nişanlılar için de geçerli. PKK'ya katılmadan önce, bir birine
âşık olup da PKK'ya katılan kadın ve erkek gerillaların aşklarına son vermeleri için direktif
veriliyor. Direktifin sökmeyeceği de düşünüldüğü için de, birbirine aşık ve evlenmek isteyen
çiftler birbirin görmeyecek yerlerde görevlendiriliyorlar. Ayrıca PKK'ya yeni katılan kadın ve
erkek gerillaların evlenmeleri, âşık olmaları yasaktır. Âşık olan ve evlenmek isteyen kadın ve
erkek gerillalar, şiddetle cezalandırılıyorlar. Buna karşılık, Öcalan başta olmak üzere PKK
yöneticilerin kadın gerillalarıyla ilişkilerinde pervasız oldukları, PKK'dan kaçan yöneticilerin,
kadın ve erkek gerillaların yazdıklarında rahatlıkla saptanmaktadır."

PKK'nın 18 yaşından küçük erkek ve kız çocukları dağa çıkarmasının yeni bir sorun olmadığını
belirten Güçlü, örgütün temel ideolojik, kültürel, toplumsal yaklaşımlarından biri olduğunu ifade
etti. "Kız çocukları, toplumdaki ve aile içindeki baskıdan bunaldığı için, kız çocuklarının dağa
çıkarılması daha kolay olabiliyor." diyen Güçlü, erkek ve kız çocuklarının dağa çıkarılmasının
belli vaatlerle aldatılmalar, Kürdistan'ın özgürlüğü ve bağımsızlığı konusunda beyin yıkaması,
zor ve kaçırma metoduyla gerçekleştiğini vurguladı. 'PKK'nın çocuk savaşçıları' sorununun
hayati bir konu olduğunu belirten Güçlü, Türkiye genel kamuoyunun, siyaset sınıfı ve
aydınlarının bu konuda duyarsız ve sağır konumda olduklarına dikkat çekti. "Yapısal nedenleri
ve kuruluş felsefesi gereği PKK savaşmadan var olamaz. Savaş ve çatışmanın son bulması
PKK'nın hayatının son bulması ve sönmesi demektir." diyen Güçlü, "Bulunduğumuz aşamada,
PKK ile ilgili gerçeklerin deşifre olmaya başlaması, silahlı mücadeleye inancın azalması,
demokratik ve sivil yoldan sorunların çözümlenmesinin egemen düşünce olmaya başlaması

101
nedeniyle PKK'nın, toplumsal ve siyasal olarak zorlandığından, PKK yeniden savaşçılılarını 18
yaşındaki çocuklardan seçmektedir. Benim tespit ve gözlemlerime göre, PKK'nın son günlerde
de 18 yaşından küçük çocukları, belirttiğim eski metot ve yaklaşımıyla yeniden dağa
çıkarılmalarda bir artış olduğu görülmektedir." şeklinde konuştu. PKK'nın kuruluş felsefesinin,
tahayyül ettiği otoriter ve faşizan toplum projesinin; tek ideoloji, tek lider, tek lider sisteminin
yapılandırılmasının; toplumsal değerlerden uzak, biat eden, baş eğen, itiraz etmeyen insan tipi
oluşturması paradigmasının bir sonucu olduğunu dile getiren Güçlü, "Öcalan'ın parti
yöneticilerine gönderdiği bir talimatında dile getirdiği görüşler, çocuk savaşçıların konumlarına
daha bir açıklama getiriyor. Öcalan, eğitim düzeyleri, yaşları itibarıyla PKK'ya uygun insanlarla
ilgili diyor ki: Üniversite öğrencileri, eğitimli oldukları için, soru soran ve kendi akıllarına uygun
olmayanlara itiraz eden insanlardır. Bunları şekillendirmek ve PKK'ya uygun militan, savaşçı
haline getirmek olanaklı olmuyor. Öcalan, liseli gençlerle ilgili de aynı sakıncalı ve tehlikeli
durumdan bahsediyor. PKK'ya en uygun insanların, eğitimsiz olan her yaş grubundaki insanlar,
eğitimliler arasında da ilköğretimin ilk 5 ya da 8 yılını bitirenler. Bu nedenle de, iç infazlara
kurban olanlar, kitlesel olarak üniversiteli gençler ve eğitimli diğer yaş grubundaki kesimler
olmuştur." ifadelerini kullandı (26).

Zerdüştlük Özentisi

Hadi Eliş ile görüşmemiz çok ilginç geçti. ‘Senin yazdıklarınla bizim düşüncelerimiz arasında
bir çizgi kadar bile fark bulunmuyor, ama Öcalan’a terör elebaşsısı demen kanımıza dokunuyor,
bizde Gülen’e benzer ifade kullansak nasıl tepki verirsin, lütfen Kürt özgürlük hareketinin
önderine karşı saygılı olun, sayın deyiniz’ dedi. PKK’nın düzenlediği Kürt festivallerine
katıldığımı, PKK’nın yayın organı Sinews’u çıkartan Metin beye Diyarbakır cezaevinde yapılan
işkence ve aşağılamaları öğrenince vicdanımın kanadığını söyledim. Kürt festivallerinde
gördüğüm Kürt kadınlarının Anadolu kadınları gibi başörtülü ve dindar olmasına rağmen
Marksist, dine mesafeli, dağdaki militanların namaz kılmasına ve oruç tutmasına izin vermeyen,
Allah’ı inkar eden, namus anlayışı gibi, töre ve kültürel değerlere saygısız PKK’nın Kürtler
arasında nasıl taban bulduğunu çözemediğimi ilettim. Hadi bey, ‘Biz İslam’a karşı değiliz,
Müslüman Kürtleri de dışlamıyoruz. Ancak PKK lideri Abdullah Öcalan, Mazdekizm ve
Zerdüştlük dininin Kürtlerin asıl dini olduğuna dair kitap yazdı. Öcalan ne diyorsa odur.
Farsların eski dini olan Zerdüştlük ve peygamberi Zerdüşt aslında Kürt kökenlidir. Kürtleri eski
dinlerine kavuşturmanın neresi yanlış’ deyiverdi.

Hiç renk vermedim. Zerdüştlük konusunu araştırmam farz olmuştu. ‘Zerdüşt böyle buyurmuştu
Kürtler!’ başlıklı makalemi PKK’nın dünya çapında eylemler yaptığı 15 Ağustos 2012 tarihine
denk getirdim. PKK’nın, Zerdüştlüğü/ Mecusîliği ‘Kürtlerin dini’ olarak ilân etmesini önceleri
bir şaka olarak algılamış, ciddiye almamıştım. İmralı ve Kandil’e yakın sağlam başka bir Kürt
kaynağından edindiğim bilgi değişik istihbaratlarla teyit edilip birleşince şok oldum. Kürt kimlik
kalkışmasının manevi önderi sayılan Abdullah Öcalan’a 2012 yılında gerçektende Mazdekizm
ile ilgili din, felsefe kitabı yazdırılmış veya pek inanmıyorum ya kendisi isteyerek yazmıştı. Bu
eserde Öcalan, 4. Zerdüştlüğe soyunduruluyor, yani bir nevi peygamberliğini ilân etmekle
kalmıyor, Mecusîlerin tanrı kabul ettiği ‘Ahura Mazda’ rolünü de benimsemiş
gözüküyordu.

102
İslam dini kardeşliği ile Kürtlerin Türklerle birlikte bin seneyi aşkın süredir sürdürdükleri ortak
dava, ortak vatan, ortak ülkü zeminine dinamit koyanlar Zerdüştlerin kötülükler kralı, şeytanı
olan ‘Ehriman’ olmalıydı! Neden Zerdüşt? M.S. 644 de İslam orduları İran’ı feth edince, Zerdüşt
dininden olanları “Ehli Kitap” gibi kabul etmişlerdi. Kuran’da yer alan (40:78) “Senden önce de
peygamberler yolladık; bunlardan bazılarını sana duyurduk, bazılarındansa
bahsetmedik”sözlerinde “bahsedilmeyen” peygamberden birinin Zerdüşt olması muhtemeldir.
Zerdüşt’e eski Yunanlılar ve Romalılar ilgi duymuşlardı. Nietzsche’nin “Zerdüşt böyle
konuştu..” başlıklı eseri, Richard Strauss’un aynı adlı senfonik şiiri, İrlandalı şair Yeats’in
Zerdüşt’ten sıkça bahsetmesi, bu meçhul insana ilginin sona ermediğini yansıtır. Zerdüştlerin
çoğu İslam’ı kendine çok yakın buldu ve hemen Müslüman oldular. Zira miraca çıkıp tek Tanrı
ile görüşen, cennet ve cehennemi tarif eden, sırat köprüsünü anlatan, yetmiş büyük günahdan
sakındıran Zerdüşt, Maneizm’in taassup anlayışına, yobazlığına, dini sömürüsüne karşı bir ahlak
manzumesi sunmuştur, zamanla Zerdüşt rahiplerin elinde din yozlaşmış, mükemmel din İslam ile
bu dine gerek kalmamıştır. İran, Afganistan ve Orta Asya’da Türkler ve Kürtler arasında İslam
yayılınca Zerdüştlük silindi; dünyada halen 250 bin Zerdüşt bulunuyor.

Ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzsche kitabında, Zerdüşt’ten çıkarım yapar ve ‘üstün insan’
felsefesiyle Tanrı’dan iradenin, özgürlüğün alınarak insana verildiğini savunur. Bireysel
özgürlüğün esasları belkide Doğu’da üç bin beş yüz sene önce İran’da Zerdüşt ile atılmıştı, ama
Batı medeniyeti ona egoizm, bencillik kattı, birey özgürlüğü diye bugün yutturulmaktadır. 483
yılında Mazdek isyanını başlatan Mazdek tek Allah’lı bir din getirdi, ancak daha sonra Zerdüşt
rahipleri, ‘kadın ve servet ortak’ olmalı görüşünü savunarak bu dini de kirletti. Namuslarına
düşkün Kürtlerin kadınların ortak mal olarak kabul edildiği bir toplumda yaşaması imkânsızdır.
Kadın, erkek eşitliği ilkesini dile getiren, sınıfsal ayrımlara karşı olan Zerdüşt, ‘Yeşil’ veya
‘Kırmızı’ Komünizm’inde ilk babasıdır. Ancak Almanları iki dünya savaşında yerin dibine
batıran, kana dayalı üstün ırk ırkçılığı ve totalitarizmi din haline getirten teorisyenlerden
Nietzsche’den esinlenen Öcalan, Zerdüşt’ü çarpıtıyor ve Kürtleri yanlış etkiliyor. Bu filozofun,
‘Tanrı öldü, yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!’
sözü bir asır insanlığı uçuruma sürükleyen hem Sosyalizmin hem de Nasyonal Sosyalizm’in din
düşmanlığını ne güzel anlatıyor. Nietzsche öldü ama Tanrı zaman ve mekândan münezzeh,
yaşıyor.

KCK ile Türkiye’de despot ve faşist bir paralel Kürt özerk veya bağımsız yapılanma kurmak
istediklerini açıkça belli eden Murat Karayılan, Zerdüştlüğü öven ve İslâmiyet’e hakaret eden
açıklamalar yaptı. Bölücü ve ayrılıkçı gruplarıyla Kürtler ve Türklerin çimentosu olan
İslamiyet’in gücünü kırmak istiyor ve Kürt vatandaşlarına Zerdüştlük propagandası yapıyorlar.
Propagandanın etkisini artırmak için Zerdüşt’ün Kürt olduğu iddiası yayılıyor. Kürtçü yayın
yapan internet siteleri ve yayın organları son dönemde giderek artan bir şekilde Zerdüştlüğü
anlatıyor. Zerdüşt’le ilgili kitaplar ve makaleler yazıyor, şarkılar besteliyorlar. ‘Zerdüşt’ serisi
albümleriyle tanınan Reşo da bunlardan biri. Dağdaki militanlara Zerdüştlük dersleri,
örgütün üst düzey yöneticileri Suriye uyruklu Fehman Hüseyin (Bahoz Erdal), Duran
Kalkan (Abbas) ve Cemil Bayık tarafından veriliyor. Suriyeli teröristler dinsizlik
konusunda çok baskınlar, dağda domuz eti çoktan helal yapılmış durumda. BDP, ‘Sivil
itaatsizlik’ adı altında Cuma Namazlarını yozlaştırırken, dağda namaz kılmaya ve oruç
tutmaya izin yok. Müslümanlık paydası yıkılıyor.
Batılı kaynakların 6 bin yıllık Kürt tarihinden bahsettiğini anlatan, yıllardır İsveç’te kaçak
yaşayan Mehdi Zana, “Kürtler İslamiyet’i kabul ettiklerinde kaybettiler” diyor. İsveç’te

103
“Kürdistan Zerdüşt Cemaati” adında bir propaganda merkezi var ve bu merkez eliyle
2012’nin Haziran’ında “Kürt Zerdüşt Tapınağı” açıldı. Mehdi’nin eski karısı Leyla Zana ise,
‘Kürtlerin kılıç zoruyla Müslüman‘ olduğunu söyleyip çuvalladı, sonra ‘benim dedem şeyh idi,
Müslüman’ım’ diye toparladı, ama kimse yemedi! KCK operasyonu sonrasında KCK
Siyaset Akademileri’nde Kürtlerin dininin Zerdüştlük olduğu şeklinde dersler verildiği ortaya
çıktı. Kandil’de PKK’lıların yaptığı Zerdüşt ayini gazetelere yansıdı. Haberlerde yer alan
fotoğraflarda militanların terörist başı Öcalan’ın resimlerinin de olduğu bir mekânda Güneş’e
tapındıkları görülüyordu. PKK militanları içinde Zerdüştlük dini yüzde 34 oranında, oldukça
yaygın. Zerdüştlük dininde kutsal sayılan birçok isim örgüt kamplarına, örgütçülere veriliyor,
telsiz kodu veya parola olarak kullanılıyor. Murat Karayılan “Medya” telsiz kodunu kullanıyor.
Medya Zerdüştlük dininin kurucusu Zerdüşt’ün doğduğu yer. Kürt bayramı diye lanse edilen
Nevruz’u kullanan PKK, Zerdüştlük bağlantısı sayesinde İran Kürtlerini kazanmanın hesabını da
yapıyor. Kadim bir İran inancı olan Zerdüştlüğü kullanan örgüt, bölgedeki nüfuz savaşında elini
güçlendirmek istiyor. Kürt ırkçılığı ilhamını Türk ırkçılığından alıyor. Aşırı ırkçı Türklerde
tarihin İslam öncesi evrelerine özel bir gurur ile sığınıyor, cahiliye dönemine dair ırki seyahatler
düzenliyor, mitolojinin efsunkâr rüzgârıyla coşup, folklorik gösterilere başvuruyor.
Her iki ırkçı zümrenin de görmediği; daha doğrusu görmek istemediği bir gerçek var. Türkler de,
Kürtler de Müslümanlığı kültürel bir fantezi olarak algılamıyor; onu varoluş gerçeği olarak
bizzat yaşıyor. Örgütlerin göz ardı ettiği bu hakikati vatandaş görüyor. Kürtlerin en büyük
talihsizliği, “Kürt Aydını”nın kendisine cesur bir söylem seçememesidir. Devlet hakkında
olabildiğince cesur konuşanlar, söz örgütten açılınca birden suspus oluyor. Oysa bir topluluğun
yanlışını bir başka topluluk tashih edemez. Kan, kin bağı üzerine kurulmuş bir nefret medeniyeti
istemiyor medeniyetler beşiği Anadolu insanı. Derin ve karanlık eller, dini bütün Kürt
kardeşlerimizi silah zoruyla Zerdüştlük üzerinden berduşluğa davet ediyor. Umarım ırkçılık
yoluyla yürütülen bu saçma sapan, felsefi kalmış, özü tahrif edilmiş meşum Zerdüştlüğü
hortlatma planı da akim kalır. Üstad Bediüzaman Said Nursi, gücünü halkın millî ve manevî,
İslam değerlerinden alan “müspet milliyetçilik” ile sorunun çözümleneceğini öngörüyor.

Zerdüştülük dinini yakından tanıyalım: Avesta, Zerdüştlüğün kutsal kitabıdır. Tek tanrılı bir dini
anlatan bu lirik şiirimsi yazılmış kutsal kitap üç ana bölümden oluşur. Yasna adını taşıyan ilk
bölümde dini törenlerde okunan ilâhiler yer alır. Zerdüşt e ait olduğu kabul edilen Gatha lar da
bu bölümdedir. Toplam 896 mısradan oluşan Gatha’lar, Gat denilen beş manzumedir.
Manzumeler Esnud Gat, Uştad Gat, Spentmend Gat, Vaşnu Hişter Gat ve Vehiştvet Gat adlarını
taşırlar. Çeşitli ilâhilerin oluşturduğu ikinci bölüm Yast adını taşır. Videvdat denilen üçüncü
bölüm de “şeytanlara karşı kanun” biçiminde adlandırılır. Bu bölümde şeytanlara karşı tılsımlar
ve temizlenme kuralları yer alır. Zerdüştlük dini, ateşin kutsal sayıldığı dinlerden biridir ve ateş,
bu inancın tanrısı Ahura Mazda’nın ruhu ve oğludur. Bununla ilişkili olarak ateş, iyi ve kötüyü
birbirinden ayıran Tanrısal bir güce sahip. Yaşayan yıldız star olarak nitelenen Zerdüşt ve dininin
oluşturan üç peygamberden bahsedilir. I. Zerdüşt yaklaşık olarak M.Ö 3000 yıllarında yaşayan
Mahabat, II. Zerdüşt yaklaşık olarak M.Ö 2040 yıllarında yaşayan Haşeng (bunun Hz. İbrahim
de olduğu söylenir), III. Zerdüşt ise M.Ö 660 yaşayan Zerdüşt ün kendisidir. 3. Zerdüşt bilge ve
ileri bir düşünce adamı ve filozoftur. K kurduğu dinin adına Mazdeizm denilir. Zerdüşt
Mazdeizm le tek tanrılığa yönelirken, egemenlerin gücüyle bütünleşen çok tanrılığı aşar ve
tanrıyı egemenlerden alarak, insanlığın özlemleriyle birleştiren bir güce dönüştürür. Soran,
sorgulayan tanrının kötülükleri affetmeyeceğine inanır, bu nedenle kötülüklere karşı savaşımını
bir tanrı emri olarak öne sürer.

104
Zerdüşt ün güçlü bir filozof ve düşünce adamı olduğunu, doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin
bilimsel perspektiflerinde görmek mümkündür. Örneğin Antikçağ Yunan filozoflarının hareket
noktası, Zerdüşt inanışının geliştirdiği kavramlara dayanır. M.Ö 538 dönemlerinde yaşayan
Theopampos, Ahura Mazda ve Ehriman arasındaki mücadeleyi tabiatın kendi içindeki kanunu
olarak algılar. Bu noktada yeri gelmişken doğru anlaşılabilmesi açısından hemen açıklama gereği
duyuyorum ki, Zerdüştlük inancında Tanrı kabul edilen Ahura Mazda “Aklın Efendisi” ile
sembolize edilir, Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil eder. Ve iyilik-kötülük mücadelesi bu
noktada başlar. Eflatun, Zerdüşt’ü hocası olarak kabul eder. Yunan felsefesinin Zerdüşlük’ten
etkilenme yönündeki diğer bir örneğini ise Heraklitos’da görebiliriz. Heraklitos (Anadolu da
Efes de yaşayan Sokrat öncesi filozoftur. Heraklitos doğadaki her şeyin sürekli değişim içinde
olduğunu öne sürmüştür) hareket kuramında Zerdüşt ün karşıtlar mücadelesi çizgisinden
etkilenir. Bundan yola çıkarak, Zerdüşt ün gök, ışık, güneş ve diğer göksel varlıkların
çözümlenmesini yorumlar, bununla fiziksel evrenin öz devinimlerini formüle eder. Zerdüşt ün
felsefi inancının dünyanın beş temel elementten oluştuğunu belirtir. Bunlar toprak, su, ateş, hava
ve bitkidir.

Zerdüştlük inancına göre Tanrı kadın ve erkeği bir arada ve birbirine arkadaş yaratmıştır.
Arkadaşlar arasında eşitliği temel alan bu inançta kadın ve erkek eşit olarak kabul edilmektedir.
Zerdüşt inancının gelişip yayıldığı bölgelerde çok eşliliğin azaldığı ve tek eşliliğin arttığı
görülmüştür. Zerdüştilikte, doğru yaşama, ahlaki emirlere uyma esastır. Ahlaki emirler; iyi
düşünce, iyi söz, iyi iş diye özetlenir. Fakirlere cömert davranma, yabancılara misafirperverlik,
bütün lekelerden uzak kalma, toprağı sürme, sığırlara bakma, sıkıcı şeyleri imha da faziletli
işlerden sayılır. Bazı cinsi konular ve ölü bedenine temas, kirlenmeye yol açar, özel ayinler
gerektirir. Yine Zerdüşt inancı her alanda tarım ve hayvancılıkla uğraşılıp bol üretimin
sağlanmasını tavsiye etmektedir. Temiz hayvanlardan sayılan köpek ve kedinin öldürülmesini
büyük günah saymaktadır. Döllenmeyi ve çiftleşmeyi önleme kesin olarak yasaklanmıştır. Bu
inançta şarap içkisi için, dini ibadetle ilgili olup, dini düşüncelerin geliştirilip derinleştirilmesi ve
ruh gözünün açılması amacıyla içilmekte olduğu vurgulanır. Avesta’nın Gatha bölümünde
belirtildiğine göre dini inanç alanında şarkı ve şiirlerin önemli bir yeri olduğu görülür. Cenneti
şarkılı bir yer olarak değerlendirir (27).

Maalesef, PKK, Kürtleri 1980’den beri epeyce evirmiş ve dönüştürmüştür. Kürtlerin, özellikle
genç Kürtlerin ülkeye aidiyet duygusunu yok etmiştir. Kürtleri toplumdan-devletten bütünüyle
ayırmak için önünde tek bir engel var. Her ne kadar son zamanlarda Kürtlerin dini duygularını
yok edemeyeceğini, İslam’a dair derin kökleri yıkamayacağını farkederek dini kendi lehine
kullanmaya çalışsa, nevzuhur hocalarla halkı kandırmaya uğraşsa da örgüt Marksist, ateist,
pozitivist bir yapıdadır. Allah’la, dinle, diyanetle, camiyle medreseyle bir alakası yoktur. Lider
kadrolarına baktığınızda örgüt bu özellikleri size haykıracaktır. Zira PKK’nın, BDP ve KCK’nın
liderleri, militanları Allahsız, peygambersiz, herhangi bir ahlaki kaygı taşımayan, bohem bir
hayat yaşayan ateist-Marksist tiplerdir. Bunların Zerdüştlükle de bir ilgileri yoktur; bari
Zerdüştlüğün değerlerine, emirlerine uysalar; ama örgüt için Zerdüştlük genç Kürtleri İslam’dan
uzaklaştırmanın, toplumdan koparmanın aracından öte bir şey değildir.

İslam, bizim medeniyetimizin temeli, blokajıdır. Müslüman toplumların kültürel kodları, değer
yargıları, toplumsal dinamikleri, birlikte yaşam ilkeleri İslam’a dayanır. İslam kardeşliği,
beraberliği, dayanışmayı, paylaşmayı teşvik eder. Her türlü terörü ve anarşizmi reddeder.
Türklerden daha önce İslam’la tanışan Kürtler ise toplumun ortalamasından daha dindardır;
105
muhafazakârdır. Bu durum, örgütün hedeflerine ulaşması, Kürtleri ırkçı-şoven hale getirebilmesi
ve kullanabilmesi için büyük bir engeldir.

Örgüt pek çok diğer sebebin yanında iki temel nedenden dolayı İslam’a düşmandır. Açıktan,
toplum karşısında hedef alamasa da, İslam’ı erozyona uğratmanın, Kürtler arasında etkisiz
kılmanın, hayattan dışlamanın yollarını aramaktadır. Örgüt, Marksist’tir; materyalisttir. Özellikle
İslam’a Karl Marks’ın dediği gibi “insanları uyutan afyon!” olarak bakmaktadır. Örgüte göre
eğer Kürtlerin bir dini olacaksa Zerdüştlük olabilir. Tek Parti dönemindeki Şamanizm’e dönüş
çabalarına benzer şekilde, örgüt Zerdüştlüğü İslam’dan kopuşu sağlamak, Kürt kimliğini “milli”
bir dinle desteklemek için kullanmaktadır. İslam’a bu kadar katı davranan PKK-KCK, öte
yandan örgüt içindeki “Kürt”, “Alevi Kürt” görünümlü Kripto Ermenilerin Hıristiyanlık
çalışmalarına göz yummakta, desteğini aldığı batının din ve kültürüne tolerans göstermektedir.

Örgüt ve arkasındaki güçler zaman zaman yalanlasa ve inkâr etse de, bir Kürt devleti
peşindedirler. Kürt devletinin olabilmesi için, etle tırnak gibi olmuş, iç içe geçmiş Kürtlerle
Türklerin ayrışması, vuruşması ve düşman olması gerekmektedir. “Birlikte yaşanamaz”
olduğuna dair tabloların oluşması ve bunun dünya kamuoyuna da fotoğraf şeklinde verilmesi,
arkasından da U.A. kuruluşların devreye girmesiyle bu ayrışmanın fiilen temin edilmesi
gerekmektedir. BOP çerçevesinde Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurmak isteyen batılı
dostlarımızın(!) ve onların maşası örgütün bu amacının önündeki en büyük engel “İslam”dır.
Zira toplumun, Türklerle Kürtlerin müşterek temeli, çimentosu, ortak paydası İslamdır. Örgüt ve
arkasındaki güçler bu nedenle Kürtleri, özellikle genç nesilleri İslam’dan uzaklaştırmanın,
İslam’ın toplum üzerindeki etkisini erozyona uğratmanın türlü yollarını denemektedirler.

Uzun süre İslam’a ve değerlerine doğrudan düşman olan örgüt bunun kolay yıkılamayacağını
gördüğü için son birkaç yılda taktik ve strateji değiştirmiş; daha faydacı davranmaya başlamıştır.
Naylon hocalar bularak, ayrılıkçı Cuma namazları tertipleyerek, İslam’ın Kürtçü söylemlerini
geliştirerek İslam’ı doğrudan hedef almak yerine, sureti haktan görünerek, asıl niyetini
perdeleyerek Kürtleri yozlaştırma, İslam’dan uzaklaştırma yöntemleri uygulamaktadır.

Örgüt ortaya çıktığı 1984 yılından bu tarafa bölgede etkin olan tarikatların, medreselerin, din
adamlarının etkisini kırmış, onları itibarsızlaştırmış, toplum üzerindeki kredisini yıkmıştır.
Muhafazakâr bir toplum olan Kürtler arasında mahremiyet duygusunu, ahlak anlayışını, namus
düşüncesini tarumar etmiştir. Dini eğitim veren kurumları tehditle veya baskıyla sindirmiş, din
adamlarının ve kanaat önderlerinin örgüte rağmen söz söylemelerine engel olmuştur.

Örgütün 30 yıllık çabalarıyla, devletin 28 Şubat gibi dönemlerde uyguladığı katı laikçi
yaklaşımlarıyla, Güneydoğu’da dindarlık sözde kalmış, İslam toplum üzerindeki etkisini epeyce
yitirmiştir. Daha önce İslam bölgede birincil faktör, unsur iken, yoğun propaganda çalışmaları ve
Şoven Kürtçü söylemler-eğitimler nedeniyle bu gün özellikle 25-30 yaş altı gençlerde İslam
etkisizleşmiş; ama Kürtçülük, Kürt olmak çok öne çıkmış ve baskın hale gelmiştir. Tarikatlarla
içli dışlı olan Kürtler tasavvuf ekollerinden uzaklaşmıştır. Örgütün propagandası, devletin ve
muhafazakâr AKP hükümetinin de ihmalleri sonucu bölgede seküler, hınçlı, militan bir Kürt
nesli ortaya çıkmaktadır. Bu gün örgüt bölgede sözünü dinlemeyen imamları öldürmekte, yurtları
basmakta-yakmakta, STK’ları tehdit etmekte, cemaatlere hayatı dar etmektedir. Din adamlarını
sadece kendi söylemlerini seslendiren figüranlar yapmaya çalışmaktadır. Bu noktada hükümetin

106
ve İslam adına hareket ettiğini söyleyen cemaatlerin ve cemiyetlerin, STK’ların büyük vebali
vardır. Zira bu kesimler bölgeyi bütünüyle örgüte bırakmışlar, bölgede İslam’ın anlatılmasını
dahi örgütün naylon hocalarının, imamlarının inisiyatifine terk etmişlerdir. Örgüt Kürtleri epeyce
evirmiş ve dönüştürmüştür. Kürtlerin, özellikle genç Kürtlerin devletle ortak bağını koparmıştır;
ülkeye aidiyet duygusunu yok etmiştir. Kürtleri toplumdan-devletten bütünüyle ayırmak için
önünde tek bir engel vardır: İSLAM. Bu güçlü bağı, ortak paydayı, müşterek zemini bazen inkar
ederek, erozyona uğratarak; bazen de istismar ederek Kürtçülük ve Kürt devleti namına
yıkmakta, yıpratmaktadır. Örgüt bölgede ciddi bir toplumsal taban oluşturmuş, genç kitleleri
devşirmiştir. Kaybedilen bu zemini yeniden kazanmanın, örgütün bölgede toplumsal tabanını
zayıflatmanın yolu bölge insanında var olan dini duyguları yeniden beslemek ve
güçlendirmektedir. Örgüt kendisine engel olan bu dinamiğin farkındadır. Sürekli ve sistematik
olarak bu dinamiği ve değerlerini yıpratmaktadır. Ancak ne devlet, ne hükümet, ne de birlik ve
bütünlük yanlısı kesimler bu güçlü argümanı, etkili ortak değeri bölgede gerektiği gibi
kullanamamaktadırlar (28).

Öte yandan PKK ve yandaşlarının Zerdüştlük'ten sonra şimdi de Yezidilik faaliyetleri yürütmesi
Güneydoğu bölge halkının tepkisini çekiyor. Kürtlerin, Zerdüştlük ve Yezidilikle alakası
olmadığını vurgulayan bölge STK'ları, “PKK ve uzantıları Kürtleri İslam'dan, kültüründen ve
asıl kimliklerinden uzaklaştırmayı planlıyorlar. Çünkü İslam'ı benimseyen hiç kimse PKK'ya
destek vermez” diyorlar. Örneğin Memur-Sen ve Diyanet-Sen Bitlis Şube Başkanı İsmet Alca,
Zerdüştlük ve Yezidilik faaliyetlerini yürütenlerin dinsiz olduğunu söyleyerek, “Bu kişiler
bölgedeki gençleri camiden uzaklaştırıyor. Örneğin sivil Cuma namazları gibi. Ayrıca bu kişiler;
sazlı, gitarlı, alkollü, karılı kızlı eğlenceler düzenleyip gençleri dinden koparıyor. Bu şekilde
gençleri dinden uzaklaştırıp istedikleri gibi yönlendirmeye çalışıyorlar. Gençleri kolayca dağa
çıkarıyorlar, güvenlik güçlerine taş attırıyorlar, okul yaktırıyorlar. Devlet ve diyanet gençlere
sahip çıkmalı. Çünkü İslam'ı benimseyen hiç kimse PKK'ya destek vermez” diye konuşuyor.
İHH Mardin İl Temsilcisi ve USTAD (Uluslararası Stratejik Tahlil ve Araştırmalar Merkezi)
üyesi Mehmet Timurağaoğlu ise, PKK ve yandaşlarının Kürtlerin içine farklı farklı inançları
sokmak istediğini dile getirerek, “Bir zamanlar ‘biz Hıristiyanlarla amcaoğluyuz' dediler, hatta
Kürtçe İncil bile dağıttılar. Bir zamanlar ise, ‘Yahudilerle amcaoğluyuz' dediler. Şimdi de
Zerdüştlük ve Yezidiliği çıkardılar. Bu faaliyetler sistematik ve planlı bir şekilde yürütülüyor.
Kürtleri İslam'dan, kültüründen ve asıl kimliklerinden uzaklaştırmayı planlıyorlar. Bu şekilde
onları ele geçirmeye çalışıyorlar. Mahalle baskısı ve silah zoru ile milleti susturmaya çalışıyorlar.
Artık Kürtlerin yakasından düşsünler. Bölge halkı insanca yaşamayı hak ediyor” ifadelerini
kullanıyor (29).

Başbakan Erdoğan’da Elazığ Havalimanı’nın açılış töreninde yaptığı konuşmada bu konuya


dikkati çekti. Bölge halkının terörle arasına mesafe koyması gerektiğini savunan Erdoğan,
Iğdır'da öğretmenleri PKK'nın elinden alan köy halkını örnek verdi. Erdoğan,'Bunlara prim
vermeyin. Onlar sizi insan yerine koymuyor. 'Sevgili kürt kardeşim bu terör örgütüne
tepkini koy ki bölgede abad olmasın. Bu teröristlerin yeri belli. Bunlar zerdüşt. Bunlar
Yezidilikten bahsediyorlar. Bu tür ayinleri yapıyorlar.'Terör başta olmak üzere kronik
sorunları kardeşlik ruhuyla dayşanışma halinde aşacağız. Bize husumet besleyen her çevrenin
dilediği gibi kullandığı bu kuklayı, bu maşayı Allah'ın izniyle bertaraf etmek için çok boyutlu ve
kararlı bir mücadele yürütüyoruz'' dedi (30).

107
Küresel perspektiften baktığımızda Kürtlerin maşa olarak kullanıldığı Zerdüştlük projesinin
mimarı acaba kimler ve neden şimdi bugünlerde gündeme geldi? Özellikle son dönemde sessiz
sessiz dünyadaki krizi izleyen İsrail’in meşhur ”Mesih Planı” gündemde olmasa da
Evanjelistlerin bu plandan vazgeçtikleri yok. Evanjelist Bush’un diskilafiye olması onlar için
fazla bir kayıp değil. Obama’nın etrafının dikenlerle çevrili olması ve giderek sıkıştırılması,
Ortadoğu’daki karışıklığa farklı bir bakış açısı getirmektedir. Obama ikinci defa seçilir seçilmez
İsrail’in Gazze’ye düzenlediği kanlı savaş, bu hoyratlığın işaretidir. Güç bizde, ABD arkamızda,
son Filistinli’yide öldürür bu sorunu kökünden çözeriz yaklaşımı devam ediyor. Düşünce
itibariyle İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ında üyesi olduğu Hüccetilerle birlikte aynı
düzlemde olan Evanjelistlerin birlikte aynı amaca hizmet ederek bölgeyi karıştırmak istemeleri
sıradan bir durum değil. Suriye krizi ile Ankara, İsrail ve İran’ın ortak çalıştığını daha yeni
anladı. ABD’nin kredi notunun düşürülmesinin arkasındaki hedef hem önümüzdeki seçimlerde
2008′de başlayan ekonomik kriz, Avruapa’da Yunanistan’ın ardından İtalya, ispanya ve Portekiz
ekonomilerini de batırmaya, Alman ve Franszıların bu ülkeleri ekonomik olarak tamamen işgal
etmesine gebe. Arap baharının Arap kışına dönüşmesi, Ortadoğu’nun karışması bir tesadüften
ibaret değildir. 2001′de ABD’nin Afganistan’dan sonra Irak, İran ve Suriye ile birlikte Sudan’ı
değiştirme düşüncesi ise son düzlükte İran’ı yanına çekme stratejisine dönüştü… Buradaki en
büyük etkenlerden biri Evanjelistlerin Obama üzerinde baskı oluşturmasından
kaynaklanmaktadır. Pentagon’un 120′ye yakın ülkede gizli savaş yürütüyor olması ve El-
Kaide’den sonra yeni bir hedef belirleme düşüncesi ise önümüzdeki dönemde Evanjelistlerin tüm
etkinliklerine rağmen yerine getirilmesi zor gözüküyor. Küresel baronların bu süreci atlatmak
için ellerindeki son kozu oynayacakları zaten 2008′in ortalarında ve son Washington toplantısın
da ortaya çıkmıştı. Tür askerine korkusuzca ve dengeleri gözetmeden saldıranların neye hizmet
ettikleri biraz perdenin arkası ile ilgili.

Bu bağlamda Abdullah Öcalan diskalifiye edildi, PKK barış istedi, yok istemiyor tartışmaları
anlamlıdır. Malum, devletin başındaki şahısta PKK’yı Öcalan’nın yönettiğini zannederek uzun
bir süredir onunla istişare ediyordu. Silvan’dan sonra uyandı ama geç uyandı. 2009′dan beri
söylenen uyarıları dikkate almayan, saçma sapan danışmanlar – görevlendirmeler ve YAŞ
kararları alan bir strateji ile ancak buraya kadar… İstediğimiz kadar PKK’ya, KCK’ya operasyon
yapalım. Kiminle ve ne ile yapacaksın. Karlofça’dan beri savaş kazanamayan ve Mustafa
Kemal’den itibaren alt yapısını Alman bir generalin kurduğu ve içerisinde PKK’lı, CIA’cı ve
MASON BEKTAŞİLER’in kol gezdiği bir ordu ile mi operasyon yapacaksın? PKK’lı bir itirafçı
diyor ki; Bize haritalar getirildi. Askerî, özel haritalar. Krokiler de vardı. Karakolların nerede
olduğunu, asker sayısı, mühimmat durumu, komutanların özel ve genel durumları gibi bilgiler
gelirdi. Devamında rütbeliler Kandil’e gidip geliyordu diyor. Yahu kardeşim bunların olduğunu
bizler bu halimizle 1999′dan beri biliyoruz da, siz devletin yöneticileri bunları bilmiyor
musunuz. Hala anlamadıkları şey şu; MASON BEKTAŞİ sisteminin 150 yıllık bir sistem
olduğunu ve bunların temizliği yapılmadan ”sa-va-şı-la-mayacağı. Kimseye güvenemez ve
hamle yapamazsınız.. Orada ölenler yine Müslüman Türk askerleri olacak. Diğer hainlerde elleri
bellerinde ayinlerini yapmaya devam edecekler. Unutmamak lazım, Türkiye’yi değiştiren AKP
değil, AKP’yi değiştiren Türkiye’dir. Bundan sonraki değişimde yine milli irade ile olacaktır.
Yaşanan olaylara -Ortadoğu’da karışıklık veya PKK’nın barış istemiyoruz saldırıları- nazarı ile
bakmak sadece bir gaflet ve basiretsizliktir. PKK’yı elindeki figüranlarla 4-5 parça halinde
kullananlar ise küresel baronların Ortadoğu temsilcisi kanalı ile sürdürülmektedir. Bölgedeki en
büyük kanlı stratejileri ise Şİİ-ALEVİ-NUSAYRİ üçgenidir. Bir nevi Şİİ HİLALİNİN MASON

108
BEKTAŞİ versiyonudur. Tatar İsmail Gaspıralı’nın ifade ettiği gibi İslam en büyük darbeyi
Moğol istilası ile yemiştir. Bir nevi Osmanlı’da bu daralma ve baskılar sonucunda ortaya
çıkmıştır… Mevlana ve Yunus Emre’ler ise bu yıkıntılar arasında doğmuştur. O yüzden
meseleye ümitsizlik nazarı ile bakmak beyhudedir. Allah’a inanlar üzerlerine düşen vazifeyi
bihakkın yerine getiriyorsa zafer yakındır..O yolda dökülecek her kan kutsal ve gereklidir. Ne
baştakilerin basiretsiz ve gaflet içinde olmaları ne de Yaratan’a yakın kalplerin azlığı- bu işin
önüne perde olamayacaktır. Ortada olan ve görünmeden yaşanan bir -DİN’LER- savaşı vardır.
Bir tarafta Evanjelist-Siyonist-Zerdüşt Tapınakçı kadroları ve diğer tarafta Müslüman Türk
evlatları. Bir taraf hem para hem sayı olarak çok önde… Diğer taraf ise hem maddi hem de sayı
olarak çok geride. Ancak aradaki en büyük fark; üç harf. Bir taraf kan, diğer taraf Hak diyor
(31). İlk ve son sözü her zamanki gibi yine Hak söylüyor; ”Göklerin ve yerin orduları
Allah’ındır. Allah Aziz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir. Hakim
(her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan)dır” (32).

Altıncı Bölüm

PKK'ya ihale edilen yeni görev

'İnternet andıcı' davasının en önemli sanıklarından olan ve hakkında tutuklama kararı bulunan
Tümgeneral Mustafa Bakıcı'nın Kuzey Irak yolunu kullanarak Türkiye'den kaçtığı ortaya çıktı.
Şırnak'ta 23. Tümen komutanlığı yapan Bakıcı, hakkındaki tutuklama kararına rağmen Ağustos
2011'de tümgeneralliğe yükseltilmiş ancak daha pasif bir göreve getirilmişti. Bakıcı, 2008-2009
tarihleri arasında Genelkurmay İç Güvenlik Harekât Daire Başkanlığı görevini yürütürken aynı
zamanda bilgi destek daire başkanlığına vekâlet etmişti. Ancak onun ismini 23. Tümen komutanı
iken duymaya başladık. Gelin onunla ilgili en önemli tartışmayı hatırlayalım... Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın seçim mitingi yapacağı 24 Mayıs'tan birkaç gün önce 12 Mayıs 2011
tarihinde Şırnak'ta 12 PKK'lı öldürüldü. Askerler, Tümgeneral Bakıcı'nın talimatıyla cesetleri
almayarak arazide bıraktı. Sivil insanların sınırı geçerek cesetleri getirmesine göz yumuldu.
Daha sonra öldürülen militanların, örgüte yeni katılan tecrübesiz gençler olduğu anlaşıldı.
Bakıcı, cenazeleri adli tıp uzmanının bulunduğu Diyarbakır veya Malatya'ya göndermek yerine
Şırnak'a getirdi. Cenazeler üzerinden Güneydoğu'da büyük olaylar yaşandı. 2. Ordu komutanı,
Şırnak'a gelerek olaylara el koydu.

Aynı Bakıcı, 12 PKK'lının öldürülmesinden bir hafta önce çevresindekilere bile haber vermeden
Kuzey Irak'a gitmişti. Yüksek rütbeli bir subayın teklifsiz bir şekilde Kuzey Irak'a gitmesi ve
bunu gizli tutması kafalarda soru işaretlerine neden olmuştu. Bakıcı'nın orada kimlerle gizli
görüşmeler yaptığı ise hâlâ bilinmiyor. Mustafa Bakıcı'nın yine aynı yolu yani Kuzey Irak
yolunu kullanarak Rusya'ya kaçtığı ortaya çıktı. Burada, Bakıcı'nın Genelkurmay'daki görevinin
İç Güvenlik Harekât Daire başkanı olduğu bilgisini bir kez daha hatırlamakta fayda var.
Türkiye'de bunlar yaşanırken, dünya da bir başka olayla sarsıldı. Sekiz Türk ve bir Yunanlıyı
öldüren Milliyetçi Demokratik Parti'nin bünyesinde Alman istihbaratına mensup 100'e yakın
köstebeğin olduğu ortaya çıktı. Bu sayı size küçük gibi gelebilir ancak bu, söz konusu partinin
yüzde 15'i demekti. Devlet-terör örgütü ilişkisi, üzerinde çok derin incelemeler gerektiren bir

109
konu. Ancak el yordamıyla, hasbelkader öğrendiğimiz bilgilere baktığımızda dünyadaki bütün
terör örgütlerinin ya kendi devletinin ya da bir başka devletin yardım ve yataklığıyla ortaya
çıktıkları, hayatlarını bu yolla devam ettirdikleri çok net bir şekilde görülüyor. PKK'nın da her
kritik evrede ortaya çıkıp provokatif eylemlerde bulunması ve süreçleri statükonun istediği
yörüngeye sokması, bu örgütün ne işe yaradığını iyice tartışılır hale getiriyor.

Bundan sonra üzerinde durulması gereken en önemli konu; PKK'ya ihale edilen yeni görev
olacak sanıyorum. Taraf Gazetesi'nden 18 Kasım 2011’de Kurtuluş Tayiz'in yazdığı yazı da bu
konuyu iyice deşifre ediyordu. Tayiz, bakın ne diyor: "Kürt medyasındaki Gülen düşmanlığı,
1990'lar Türkiye'sini ve 28 Şubat medyasını hatırlatıyor bana. İstihbaratın aşırdığı Gülen
videoları her akşam haber kanallarının birinci gündemiydi. Gazetelerin manşetleri de öyle.
Devletin eski sahiplerinin veya askerî bürokrasinin Gülen düşmanlığını sanki bugün PKK
devralmış gibi davranıyor. Yayınlarda kullanılan jargon 28 Şubat medyasından, OdaTv ve İşçi
Partisi'nden tanıdık. Hatta bu konuda neredeyse birebir aynı sözcük ve kavramları kullanıyorlar.''

PKK; artık devlette bazı birimlerin faaliyet gösteremez hale geldiği konulara el atıyor ve Gülen
hareketiyle mücadele işini üzerine alıyor. Bu da PKK'nın aslında nasıl bir örgüt olduğunu net bir
biçimde gözler önüne seriyordu. Bakıcı olayı, Alman İstihbaratı'nın yaptıkları, Aselsan'daki
mühendislerin ölümü, Abdullah Öcalan'ın Turgut Sunalp tarafından serbest bıraktırılması vs.
Bunların hepsi aslında terör örgütlerinin bir simülasyondan ibaret olduğunu ortaya koyuyordu.
İyice anlaşılıyor ki devletler terör örgütlerini istediği zaman devre dışı bırakabiliyor. Yeter ki bu
konuda iyi niyetli ve kararlı olunsun (33).

PKK politikalarını yakından takip eden Kurtuluş Tayiz'in yazısı, muhafazakâr medyacıların da
ilgisini çekti. (Taraf, 18 Kasım) Tayiz, Fırat Haber Ajansı'ndan internet sitelerine, PKK uzantısı
medyanın, Fethullah Gülen Cemaati'ne niye yüklendiğini sorguluyordu.
Mesela PKK komutanı Murat Karayılan, kasım başındaki bir söyleşisinde, elinde cemaatle ilgili
dosya bulunduğunu... Bu dosyayı Türkiye'deki TV ve gazetelerle paylaşmak istediğini
söylüyordu. Dosyaya verdiği isim neydi dersiniz? Sıkı durun: "Yeşil Ergenekon"!
Kurtuluş Tayiz ayrıca PKK'nın kullandığı dilin, 28 Şubat darbe medyasının kullandığı dile
benzemesinin altını çiziyor. Sonra da, "PKK'nın bu Gülen düşmanlığı nereden çıktı" diye
soruyor: Nasıl oldu da PKK çevresi cemaati neredeyse "baş düşman" ilan etti?
Yazar bu soruya cevap ararken, Leonardo Di Caprio'nun başrolünü oynadığı "Inception" filmine
gönderme yapıyor ve PKK'nın kafasına bu fikri Ergenekon yapılanmasının, derin devletin
soktuğunu söylüyor.

"Kurtuluş Tayiz yanılıyor" diyemem. Çünkü seçim döneminde PKK-BDP çizgisinin güttüğü
inanılmaz politikalara hep birlikte şahit olduk: Güneydoğu'da CHP'yi, hatta yer yer MHP'yi
desteklediler... Daha ne olsun!
Ayrıca "sivil iktidarla" değil, "askeri vesayetle" ittifak kuruyorlar. "Kimle savaşıyorsak, barışı da
onunla yaparız" diyerek askere göz kırpıyorlar.
Dolayısıyla, askeri vesayetin hedefe koyduğu, Ergenekoncuların "bitirme planları" yaptığı Gülen
cemaatine, onlar da yükleniyor. Bu analize kategorik bir itirazım yok. Ama bence PKK'nın
Gülen düşmanlığının daha basit bir açıklaması var... Başbakan Erdoğan, seçim konuşması
için Diyarbakır'a gittiğinde hep iki temayı öne sürüyor:

110
1) "Kimlik" politikasına karşı, "cüzdan" politikası. Yani ekonomik kalkınma... 2) Din bağı, din
kardeşliği... Niye? Çünkü Kürt vatandaşların yarısı BDP'ye oy verirken, diğer yarısı AK Parti'ye
oy veriyor. Bu gerçeği oluşturan dinamiklerden biri de, elbette Başbakan Erdoğan'ın altını
çizdiği din kardeşliği...
Bu durum, PKK'nın, "Kürt sorununun temsilcisi benim" iddiasını havada bırakıyor.
Gelelim Cemaat faktörüne: Gülen cemaatinin üyeleri her yerde olduğu gibi, Güneydoğu'da da
fedakârca çalışıyor.
Ne mi yapıyorlar? Örneğin "Okuma Salonları" adlı bir girişimleri var. Yoksul ailelerin
çocuklarına ekstra öğretim görme imkânı sağlanıyor.
Ben geçen yıl Diyarbakır'a gittiğimde, bu salonlardan birini gezmiştim: Okuma salonları,
"dershane, kütüphane, yardım evi, kültür ocağı" arası bir organizasyon.
Para talep edilmeden, çocukların öğretimdeki eksikleri tamamlanıyor. Kimi kırık notlarını
düzeltiyor, kimi sınavlara hazırlanıyor.
Devletten beş kuruş alınmıyor. Girişimi tamamen gönüllü işadamları finanse ediyor. Ramazanda
çocukların ailelerine erzak gidiyor, akşam birlikte iftar yapılıyor. 2010 Ağustos ayı itibariyle
kentteki 21 okuma salonunda, 4 bin çocuk vardı.
Salonu gezdiğimin ertesi günü, "İslamcı" siyasetten, "Kürt ulusalcılığına" deplase olan, (BDP'nin
bağımsız milletvekili) Altan Tan ile konuşmuştum.
Okuma salonlarının asıl işlevinin, Kürt çocuklarını asimile etmek olduğunu söylemişti kaşlarını
çatarak! Velhasıl PKK'lılar... Gülencilerin din kardeşliğini sağlamlaştırdığını... Yoksul Kürt
çocuklara yeni ufuklar açarak, militanlaşmalarını engellediğini görüyor... Ve fena halde gıcık
oluyor! KCK'ya karşı yapılan operasyonların, cemaatin çalışmalarını rahatlattığı bir dönemde,
PKK'nın Gülencilere yüklenmesi normal değil mi? Olayın bu yönüne de bakmak gerek (34).

Terör örgütü PKK, köşeye sıkıştıkça ne yapacağını ve kime saldıracağını şaşırdı.

Yardımcı Doç. Dr. Mahmut Akpınar, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kürt sorununun
çözümüne yönelik çalışmaların örgütü telaşlandırdığını söyledi. Bu rahatsızlıktan dolayı, sadece
Gülen Hareketinin değil, bölgedeki önemli din adamlarının da PKK tarafından karaladığını ifade
eden Akpınar; “Marksist bir örgütün bölge üzerindeki uygulamaları sonucunda, bölgede din
unsurunun etkisini yitirdiğini görebiliyoruz. Bu açıdan, örgüt Türk ve Kürt halkının ortak
paydası olan din unsurunun yeniden canlanmasını istemiyor. Örgüt bundan dolayı bazı din
adamlarını montajlarla, iftiralarla değersizleştirmeye çalışıyor.”dedi.

Sivil toplum kuruluşlarının bölgede pek fazla etkisinin olmadığını kaydeden Akpınar, bunun
yerine eğitim faaliyetlerini yürüten bazı kurum ve kuruluşların mevcut olduğunu dile getirdi. Bu
eğitim kurumlarının, geniş bir tabana yayılması ve örgütlü yapılanmalarından dolayı, PKK’nın
bu yapılandan ciddi rahatsızlık duyduğunu ifade eden Akpınar şöyle konuştu:

“Örgütün eğitim faaliyetlerini hedef almasının nedenleri arasında, eğitilen bölge insanın dağa
çıkamayacağını biliyor. O kurumlardan geçmiş birinin dini değerlere, ülkenin değerlerine sahip
çıkacağı düşüncesi ile PKK siyasal faaliyetlerinde etkili olamayacağı endişesi içerisinde. Örgüt
bu açıdan, eğitim faaliyetlerinin geleceğine zarar vereceği düşüncesinde ve karşısında. PKK,
bölgeden bu dini faaliyetleri yürüten kişileri çıkararak Stalinist bir baskı kurmayı hedefliyor.
Dini unsurlar olmasın, var olanları da bir şekilde tehditle kaçıralım, düşüncesiyle bölgede baskı

111
oluşturmayı hedefliyorlar. Amaçları kendi egemenlik alanlarını genişletmektir.”

Türk uluslaşma sürecinde de İslam’dan önceki dine ait vurgular yapıldığını hatırlatan Mahmut
Akpınar bu durumu, Kürt uluslaşma sürecinde de gördüğüne dikkat çekti. PKK’da İslam’ın Kürt
kimliğini yıprattığı düşüncesinin hakim olduğuna işaret eden Akpınar; “Şimdi gecikmiş bir Kürt
buluşması yaşanıyor. Maalesef PKK bunu yapıyor. 21. yüzyılda bu ulaşlaşmayı yaparken
Kürtleri Zerdüştlük Dini’ne döndürmeyi amaçlıyor. Ancak pragmatist ve popülist bir takım
temellerle Kürt halkını yanında tutmayı amaç ediniyor. Samimi olmaksızın, bir takım imamlar
çıkararak o insanlar üzerinde Kürtlerin hem Kürtçü damarlarını hem de dini duygularını tatmin
etmeyi amaçlıyor.”ifadelerini kullandı.

Mahmut Akpınar, bazı aydınların KCK operasyonlarına gösterdiği tepkiyi de eleştirdi. KCK
operasyonlarının bu aydınlar tarafından perdelediğini düşündüğünü kaydeden Akpınar şöyle
konuştu:

"Bunlara, bazı beyaz aydınlar dediğimiz, sistemin kanını emen, sistemden sağladıkları
avantajlarını sürdürmek için PKK ve KCK üzerinden ayrıcalıklarını sürdürmek
eğilimlerindedirler. Bu liberal aydınların etkisinden yararlanan bir kısım aydınlarda o rüzgârın
etkisi ile KCK’yı bilmeksizin, BDP’nin tanıtmalarıyla bu yapıyı ılımlı, şirin görme
eğilimindedirler. Meselenin cemaate yansıtılmasına gelince bence orada bir saptırma var.
Meselenin gerçek boyutlarını görmek istemeyenler hedef saptırıyorlar.”

PKK’nın uluslararası boyutları ile ilgili değerlendirmelerde de bulunan Akdoğan, Ortadoğu


yapılandırılırken uluslararası güçlerin, ülkeler arasında anlaşmazlıklar çıkarmak için PKK’yı
yeniden yapılandırdığını savundu. Suriye ile İran’ın da bölgede müttefik olduğunu dile getiren
Akpınar, Suriye’deki Esad Rejimi’nin ortadan kalkmasının bölgede en çok İran’a zarar
vereceğini vurguladı. Suriye yönetimin değişmesinin ve demokratikleşmesi yolunda adımlar
atılmasının bölgede Türkiye’nin varlığını güçlendireceğini anlatan Mahmut Akpınar, “Suriye'nin
toplumsal yapısı Türkiye’ye yakındır. Dolayısıyla, İran’ın ve Suriye yönetiminin bu ülkede bir
değişimin yaşanmasını sağlamak isteyen ülkelere karşı tavır alması, yaptırım kullanması
anlaşılabilir bir şeydir.” yorumunda bulundu (35).

Güneydoğu’yu ve bölgeyi iyi bilen biri için, hatta sıradan bir vatandaş için bile şu durumu tesbit
etmek zor değildi: "Burada bir PKK, bir de Gülen cemaati var."

30 yıldır PKK terörü ve "Kürt meselesi"nin çözümü konusunda atılmış en önemli adım,
2009’dan itibaren hamiyet sahibi bazı işadamlarının Doğu ve Güneydoğu'muzla kurmaya
başlattığı "gönül köprüleri" oldu. Artarak devam eden bu faaliyet, yine hem terör hem de "Kürt
meselesi"nin çözümünde eğitimle birlikte en önemli faktör olan din ve din kardeşliğinin bilhassa
"Gülen cemaati" tarafından teoriden pratiğe aktarılmasıyla birlikte yürümektedir. Söz konusu
gönül köprüleri ilk kurulmaya başladığı zaman, terör ve "Kürt meselesi"ni besleyen bazı iç ve dış
çevrelerin bundan ne kadar büyük rahatsızlık duyduklarını içeride ve dışarıda bazı yayınlarda
müşahede etmiştim. O günden başlayan bu rahatsızlıklar, 2011’den sonra daha üst perdeden ve
daha geniş çevrelerce dile getiriliyordu.

112
Türkiye'de KCK ve PKK operasyonlarına karşı çıkan ve devleti PKK ile masa başında
buluşturmaya çalışan bazı liberal çevreleri anlamak için de Fethullah Gülen Hocaefendi'ye karşı
duyulan ciddî bir rahatsızlığı görmek yetecektir. Meselâ, Kürşat Bumin, eline fırsat geçtiğini
düşündüğünde bu rahatsızlığı bir şekilde dile getirir. Habermas'la karşılaştırılmak Hocaefendi'ye
artı katkı yapacakmış gibi, bir zaman Hocaefendi'nin Habermas'la karşılaştırılmasını da
eleştirmiş bulunan Bumin, meselâ, İsrail'in nükleer silahlarına karşı çıkmaz ama, İsrail'in var
diye İran'ın da olmalı mı diye üst üste altı yazı yazabilir. İsrail'in Gazze saldırısına ses çıkarmaz;
bir şeyler söyleme mecburiyeti duyunca da İsrail'i bir cümle ile eleştirip, yazısının kalan kısmını
Filistinlileri tenkide ayırır. Dünyadaki 50 milyon Yahudi'nin sadece 5 milyonunun İsrail devlet
sınırları içinde, Ermenilerin çoğunluğunun diasporada yaşıyor olması Bumin için İsrail ve
Ermenistan devletlerinin varlığına mâni değildir; fakat mültecî Filistinlilerin varlığının
Filistin'dekilerden daha fazla olmasını, F. Taştekin, S. İdiz ve Amerika'nın Felluce katliamını
bile savunabilmiş Cengiz Çandar'ı da yanına alarak, bir Filistin devletinin kurulmasına ve
Türkiye'nin BM'de bunu desteklemesine mâni görür. Bumin, KCK ve hattâ PKK'ya karşı
operasyonlara karşıdır; Hocaefendi'nin "kötek"ten başka bir şeyi hak etmeyen teröristlere hak
ettiğinin verilmesi gerektiğini söylemesini eleştirir; fakat meselâ ABD'nin "el-Kaide" üzerinden
Müslümanlara karşı sürdürdüğü terör savaşını, Üsame b. Ladin'i hem de başka bir ülke
toprağında, hem de yargılamadan öldürüp denize atmasını hiç kınamaz; zaten Ali Bayramoğlu da
bu konuda, "saldırganı en ağır şekilde cezalandırmanın" haklılığından söz eder. Bumin, Aysel
Tuğluk'un seçimlerden 5 hafta önce sarf ettiği "Çok kötü şeyler olacak..." sözünü tehdit değil
tesbit olarak niteler ama aynı günlerde Mahmut Alınak'ın "Seçimlerden sonra AKP hükümeti 6
ay içinde düşürülecek" sözünü duymaz. Tabiî, daha sonra PKK'nın Çukurca ve Silvan saldırıları
aleyhinde tek kelime yazmadığı gibi, 25 askerimizin şehid edildiği son Çukurca saldırısı
hakkında söylediği de sadece "8 koldan yapılan terör saldırısı" ifadesinden ibarettir; ne bu
saldırıyı kimin yaptığını kaydeder, ne de bir kınama cümlesi olsun sarf eder. BDP'nin özerklik
ilanı çalışmalarını sadece zamansız görerek eleştirir; Öcalan için "bölücübaşı" tabiri
kullanılmasını da kınar. AB'yi Egemen Bağış'a dayanarak bir barış birliği olarak gören Bumin,
Almanya'da Türklerin vahşice öldürülmesini ise ne görür, ne duyar. "Türk Milleti" tabirinden ya
da Türk Milleti'nin övülmesinden de öyle rahatsızdır ki, Sayın Ulaştırma Bakanımızın söylediği
"Son yaşadığımız Van depremi bir kez daha göstermiştir ki, Türk milleti büyük bir millettir..."
değerlendirmesini hazmedemez ve sanki sayın bakan "Türk milleti tek veya en büyük
yardımsever millettir." demiş gibi, yardımseverliği millîleştirme olarak tenkit eder. "Kürt
meselesi"ni, KCK ve PKK operasyonlarını anlamada işte bir ölçü (36).

KCK: Paralel Devlet

10 yıl önce bir kısmı gözaltına alınıp serbest bırakılan 300 PKK’lı, bugün KCK’nın ana
kadrosunda yer alıyor. O zaman görmezden gelinen örgüt üyeleri, şimdi ülkeyi tehlikeye
sürüklüyor. Planlardan biri, BDP’nin kapattırılması. KCK/PKK yapılanması, eylem türleri ve
kirli, derin ilişkileriyle farklı bir örgüt profili çiziyor. Sıradan bir gerilla hareketi olmaktan çıkan
örgütün tüm ayakları sürekli hareket ve gelişim hâlinde. Hem silahlı çatışmayı sürdürüyor hem
kendilerine örtülü destek veren siyasetçilerin üzerindeki baskıyı sürdürüp olmadık işler
yaptırıyor hem de topluma karşı psikolojik harekât uyguluyor. İddiaya göre, KCK/PKK, Barış ve
Demokrasi Partisi’nin (BDP) Anayasa Mahkemesi tarafından bir an önce kapatılmasını istiyor.
Bunun için de parti temsilcilerini, KCK ile irtibatını güçlendirecek şekilde yönlendiriyor. Çünkü,
bir Kürt partisi daha kapatılırsa oluşacak mağduriyet psikolojisi örgüte yarayacak. Hatta KCK,

113
partinin kapatılması için mayıs ayını milat olarak seçti. Mayısa kadar ya dava açılmış olacak ya
da parti, kapatılmayı sağlayacak eylemlerin içine çekilecek. Bu yönde talimatlar çoktan verildi.
BDP’li siyasetçilerin “Ben de KCK’lıyım” diye kendini ihbar etmesinin altında yatan sebep bu.

Diğer taraftan yargı organlarının yürüttüğü KCK operasyonlarının devam edeceği söyleniyor.
Alınan bilgilere göre, Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da kapsayan operasyonların perde
arkasında ilginç bilgiler var. Adı geçen avukatlar, Öcalan-Kandil-Avrupa arasında KCK’nın
talimatlarını taşıyan kişilerden oluşuyor. Özellikle İrfan Dündar, yurtdışında olduğu için
yakalanmayan Mahmut Şakar gibi kişiler avukat operasyonunun ‘kilit isimleri’ konumunda.
Öcalan ile Dündar’ın 120, Mahmut Şakar’ın 74 görüşme yaptığı tespit edildi. Görüşmelerin
çoğunda eylem kararı alındı ve sonrasında birtakım saldıralar gerçekleşti. Öcalan’ın Haziran
2004’ten itibaren avukatlar aracılığıyla KCK’nın silahlı kanadına saldırı talimatları verdiği artık
kesinlik kazanmış durumda. Gözaltına alınan avukatların içinde Öcalan ile görüşmeyenler olsa
da, çoğu KCK yapılanmasındaki ‘Hukuk birimi’ içinde yer alıyor. Öcalan’ın vekâlet verdiği
avukat sayısı aslında 250 civarında ve önemli bölümü KCK yapılanmasında ismi geçmeyen
kişilerden oluşuyor.

KCK’nın örgüt şemasına bakıldığında operasyonların kimlere yapılacağı anlaşılıyor. KCK’nın


ovadaki vesayetini sağlamanın vasıtası görülen kişi ve kurumlara karşı yeni operasyonlar
yapılacağı söylenebilir. Zira bazılarına göre sıradan bir şema olarak nitelendirilen yapılanmanın
unsurları bir bir harekete geçiriliyor. KCK/PKK bu şekilde canlı tutuluyor. KCK-BDP ilişkisinin
bir an önce ortaya konulup partinin kapatılması örgütün istediği bir şey. Diyarbakır’da görülen
KCK davasında çıkacak bir karar BDP’nin örgütün yan kuruluşu olduğunu ortaya çıkaracak,
dolayısıyla partiyi suçlu konumuna getirecek. Bu sonuçların doğuracağı problemler hesaba
katıldığında Türkiye’nin önümüzdeki süreçte yine KCK üzerinden bir kaosun içine sürüklenmek
istendiği ifade edilebilir.

Peki, bazı siyasiler ve gruplar tarafından eleştirilen KCK operasyonları gerçekten haksız mı?
Sorunun cevabını bulmak için, gözaltına alınan veya tutuklananların geçmişlerine bakmak
gerekiyor. Mesela Öcalan’ın avukatlığını yapan hukukçuların önemli kısmının KCK
sözleşmesinde geçen yemini ettikleri belirtiliyor. Aslında sorulması gereken soru şu: KCK
yapılanması nasıl oldu da bir anda çok sayıda dernek, vakıf ve sendika içinde yer alabildi ve bazı
kişiler üzerinden örgütü yönlendirmeye başladı? Bunun için biraz geriye gitmekte fayda var.
Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp tutuklanmasından sonra örgüt bir bocalama dönemine
girdi. Fakat, artık adına Ergenekon denen yapılanma daha önce PKK ile zayıflayan ilişkisini
yeniden tesis etmeye başladı. ‘1999 Ergenekon-Analiz-Yeniden Yapılanma’ belgelerinde geçen
‘terör örgütleri ile işbirliği’ maddesi bu dönemde ortaya çıkıyor. Bu sürede dokunulmayan
Ergenekon kendisini 2001’den başlamak üzere yeniden yapılandırdı. Son olarak 2002 yılında
mevcudiyetini resmileştirdi. Bu belgelerin hepsinde ‘faydalanılması gereken terör örgütleri’
listesinde PKK hep bir numara oldu. Bir iddiaya göre, Ergenekon yapılanması örgütün yeniden
yapılandırılması için harekete geçti ve bazı subaylar örgüte katıldı. 2001’de dağdakiler dâhil
şehirde yaşayan 300 kişilik bir PKK’lı listesi güvenlik birimleri tarafından dönemin Adalet
Bakanlığı’na sunuldu. Hatta o tarihte birçok kişi örgüte yardım ve yataklık ettiği gerekçesiyle
gözaltına alınıp tutuklandı; ama tuhaf bir şekilde serbest bırakıldı. Örneğin bu kişilerden biri şu
anda PKK’nın medya ayağının önemli ismi olan Baki Gül’dü. 300 kişilik listedeki kişiler
hakkında somut deliller olmasına rağmen işlem yapılmadı, yapılanlar ise düzeltildi. Tuhaf bir el,
114
2001’de hazırlanan 300 PKK’lı listesini sümen altı etti. Aksiyon’un yıllar sonra ulaştığı listede
ilginç isimler var. Bugün adı KCK ile anılan ve yapının ‘beyin takımı’ olarak geçen kişilerin ismi
ön planda. O listede adı geçenlere yönelik herhangi bir hukuki işlemin yapılmamış olması
PKK’yı yeniden toparlamaya yetti. 2002 örgütün yeniden dirildiği yıldı. Sonrasında 2004’te
çıkartılan ‘savaş’ kararı ile KCK/PKK güçlenerek ortaya çıkan bir yapı oldu.

Bugünkü neticeden dönemin Adalet Bakanlığı sorumlu tutuluyor. İşin ilginç tarafı, şu anki KCK
davasında adı geçenlerin yüzde 90’ı 2001’deki listede yer alıyor. Bu kişiler KCK’nın ana
damarlarını oluşturan mevkilerde görevli. Yine güvenlik güçleri tarafından 2010’da hazırlanan
300 kişilik bir başka listede aynı kişilerin adı geçiyor. Ancak bu kez iş şansa bırakılmadı. Bazı
şahıslar KCK operasyonlarında gözaltına alınırken bazılarının ismi yerel güvenlik birimlerine ve
gümrük kapılarına verildi. Bu isimler aynı zamanda İnterpol’e bildirildi. Listede Aleviler
üzerinde ayrıca çalışılmış. KCK’lıların yüzde 40’ının Alevi kökenli olduğu ileri sürülüyor.
Özellikle Tunceli kökenli Alevilerin örgütteki varlığının artması ayrı bir tartışma konusu. Kripto
Ermeniler olarak işaretlenen isimler de dikkat çekiyor.

KCK/PKK yapılanmasının kendi yayın ve medya organları aracılığıyla psikolojik savaş


yürüttüğünü söylemek mümkün. Bu savaşı veren, çoğu zaman bazı sivil toplum oluşumlarına
yönelik kara propaganda yapan ve KCK’nın yayın akışını düzenleyen üç isim ön plana çıkıyor:
Baki Gül, Mustafa Karasu ve Duran Kalkan. Bu kişilerin ortak noktaları bir hayli fazla. Örgütte
‘yönetici’ adına birçok açıklamayı bu kişiler yapıyor. Bu şahıslar özellikle Fethullah Gülen
Hareketi’ne yönelik başlattıkları kara propaganda ile Kürtler üzerinde etkili olmaya çalışıyor. Üç
kişinin derin kadronun bir parçası olması ve birlikte çalışması dikkat çekici. Duran Kalkan ve
Mustafa Karasu, PKK’nın kuruluş aşamasında yer alan ve Ankara Grubu olarak bilinen ekipten.
Özellikle Karasu’nun Ergenekon bağlantısı, tanıklar ve birtakım belgelerle sık gündeme geldi.
Örgütün şahin kanadını Cemil Bayık ile birlikte bu kişiler yönetiyor. Fakat örgütte sevildikleri
pek söylenemez. Hem Kalkan hem de Karasu’nun muhtemel bir operasyonda Türk güvenlik
güçlerinden çok, kendi militanları tarafından öldürülmekten korktuğu belirtiliyor. Bu aynı
zamanda onların sağ ele geçirilmesini istemeyenlerin de beklentisi. Derin devlet ve KCK/PKK,
üç kişinin sağ ele geçirilmesi durumunda örgütün bütün karanlık ilişkilerini ortaya
dökmelerinden korkuyor ve bu yüzden tetikte bekliyor. Dolayısıyla bu kişilerin hayatta kalma
şansları neredeyse yok gibi.

Derin kanatla birlikte çalışan ancak pek bilinmeyen diğer isim Baki Gül ise ‘Derin’ kadronun
önemli ayağını oluşturuyor. PKK yanlısı TV ve gazetelerde boy göstermesiyle tanınan Gül’ün
geçmişinde izah etmekte zorlandığı karanlık noktalar bulunuyor. Sümen altı edilen 300 kişilik
listede adı kırmızı kalemle çizilenlerden. Gül’ün karanlık ilişkileri örgüt içinde de biliniyor.
Tunceli merkeze bağlı Okurlar nüfusuna kayıtlı 1974 doğumlu Gül’ün adı ‘derin kadronun
basıncısı’ olarak geçiyor. 2001 yılında adı listede olmasına rağmen Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen
basın konferansına katıldığını tanıklar anlatıyor. Zaman zaman kırsalda bulunan, örgüt
kamplarını dolaşan Gül, ‘PKK medyasının her şeyi’ olarak da anılır. 2004 yılında hakkında örgüt
üyeliğine dair çok sayıda belge ve delil olmasına rağmen adliyede serbest bırakılması kafaları
karıştırdı. Çünkü kendisinden daha az örgüt bağlantılı olan arkadaşları tutuklanıp cezaevine
gönderilirken, o ‘gizli el’in kurtardıkları arasındaydı.

115
KCK/PKK içinde başlayan ve giderek derinleşen diğer bir kavga Alevi-Sünni çatışması. Derin
Alevi kanat çözüm istemiyor ve sürecin bu şekilde devam etmesinden yana. Örgütte hayli etkili
konumda olan Aleviler KCK/PKK yapılanmasını da şekillendirecek güce sahip. Ancak Sünni
PKK’lılarla son dönemde araları açılıyor. Önce Zazalarla çatışmaya giren Aleviler onları
örgütten uzaklaştırmayı başardı. Şimdi ise Sünni örgüt mensuplarını sindirmeye çalışıyorlar.
Kendilerinden yana olmayanları yetkisizlendiren Derin Alevi kadro şu anda örgütün tek hâkimi
durumunda. Onlar KCK’yı yönlendirdiği gibi, örgüt adına resmî görüşmeleri de yapıyor.
Mustafa Karasu isminin sık sık görüşmelerde geçmesi boşuna değil.

KCK yapılanması şeması içinde siyasi alan kısmında yer alan Kürdistan Aleviler Birliği, tam bir
örgüt okulu olarak çalışıyor. KCK bir dönem DHKP-C’nin etkili olduğu ve kullandığı Alevi
vatandaşlarımızı aynı yöntemle kullanıyor. Daha çok “Ali’siz Aleviliği” savunan ve İslamiyet
karşıtı bir propaganda yürüten örgüt, Alevileri, dinî duygularını istismar ederek örgüte
kazandırıyor.

İstihbarat birimleri, son dönemde örgüte katılanların dinî-mezhebî profilini çıkarmış. Buna göre,
örgüte katılanların yüzde 60’ı Alevi kökenli, yüzde 35’i Sünni, yüzde 5’i ise diğer dinlere
mensup. Aslında bu durum geçmişten beri devam ediyor. 300 kişilik listede Tuncelili ve Alevi
olarak geçenlerin sayısı ise 25.

KCK, Kürtleri fişliyor KCK/PKK yapılanmasının kent meclislerine bağlı mahalle örgütlenmeleri
adı altında istihbarî bilgi toplama dışında bölgede yaşayan Kürt vatandaşları da bir bir fişlediği
ortaya çıktı. Operasyonlarda ele geçirilen dokümanlar arasında çok sayıda kişiye ait özel
bilgilere ulaşıldı. Bu bilgiler Diyarbakır merkeze gönderilmek üzere her ilin Kent Meclisi
tarafından tanzim ediliyor. 28 Şubat’takileri aratmayan türden fişlemeler dikkat çekici ayrıntılar
içeriyor. Örneğin, bir şahısla ilgili fişlemede maaşı, kaç çocuğu olduğu, çocuklarının yaşı, hangi
okula gittikleri, bir cemaat veya vakıfla ilgisi olup olmadığı gibi bir dizi soruya cevap aranıyor.
A. isimli şahıs hakkında tutulan fişleme raporunda şöyle deniyor: “Bu Kürt bizden değildir.
Kendisi Kürt, karısı Kürt ve yerli olmasına rağmen örgüte yardım ve destekte bulunmuyor. Üç
çocuğu var. Bir çocuğu … cemaatine ait okuma salonuna gidiyor. Ama büyük kızı bir yere
gitmiyor, biz bunu kullanabiliriz. Ayrıca aile namaz kılıyor ve x televizyonlarını seyrediyor.
Küçük oğulları girdiği sınavlarda başarılı oluyor, xx dershanesine devam ederse gerçek bir Kürt
olmaktan çıkacaktır. Bu ailenin en az bir ferdini kazanmalıyız.” Kişilerin ne zaman eve girip
çıktıkları, hangi komşularıyla samimi oldukları dahi fişlemelerde yer alıyor.

Gizlenen listeden bazı isimler 2001 tarihinde hazırlanan, dağdaki teröristleri kapsayan ancak
onlara yardım eden veya onlarla irtibatlı olanların da yer aldığı listede ilginç isimler bulunuyor.
Bugün KCK yapılanmasında da bu isimleri görmek mümkün. Söz konusunu listede şu anda
örgütten ayrılanlar da var. Bunlardan biri Osman Öcalan. Hâlen geçerli olan isimlerden bazıları
ise şöyle: Zübeyir Aydar, Remzi Kartal, Rıza Altun, Duran Kalkan, Murat Karayılan, Ali Haydar
Kaytan, Gülüşan Sever, Sakine Cansız, Nilüfer Koç, George Aryo, Gönül Tepe, Nuriye Kespir,
Muzaffer Ayata, Sabri Ok, Makbule Eksen, Dündar Alparslan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu,
Dursun Ali Küçük, Pınar Yıldırım, Mustafa Okçu, Suna Parlak, Rukiye İncesu, Baki Gül, Reşat
Ok, İrfan Dündar, Mahmut Şakar, Osman Özçelik, Hüseyin Cengiz, Fatma Gül, Mehmet
Gündüz, Nedim Seven, Ruhşen Mahmutoğlu, Hamit Bayram, İsmet Öğet, Fehmi Atalay, İsmail

116
Nazlıkul (Kasım Engin), Nurettin Demirtaş, Sebehat Tuncel, Bengi Yıldız, Nejdet Atalay,
Lokman Özdemir (37).

Akit'in Ankara Temsilcisi ve Yazarı Yener Dönmez, Öcalan'ın orijinal el yazısı ile verdiği
eylem talimatına ulaştı. Mektubu Öcalan Temmuz 2011’de yollamıştı. Öcalan'ın İmralı'dan
örgütü yönettiği; avukatları aracılığıyla sözlü ve yazılı talimatlar ilettiği çokça yazıldı
çizildi.. Ama bizzat Öcalan'ın kaleme aldığı böyle bir mektuba hiçbir gazeteci
ulaşamamıştı. 10 sayfalık bu mektup çoğaltılarak tüm örgüt üst yöneticilerine dağıtılmıştı.
Nitekim mektup Siirt Pervari'de 19 Ağustos 2011'de güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölü
ele geçirilen sözde Botan Eyalet Sorumlusu Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer'in cebinden çıktı.
Öcalan'ın mektubu örgüt yöneticilerine avukatları aracılığı ile ulaştırıyordu. Öcalan önceden
kaleme aldığı 10 sayfalık talimat mektubunu avukatlarına, emniyet güçlerinin ele geçirdiği
tarihten 23 gün önce yani 27 Temmuz 2011'de yaptığı görüşmede verdi. KCK operasyonunda
gözaltına alınan avukatların Öcalan'dan aldıkları talimat mektubunu çoğaltarak, BDP ve
KCK yöneticileri üzerinden Kandil'deki örgüt yöneticilerine ulaştırmıştı. Mektubun bir
başka nüshasının ise PKK'ya yakın olan ANF ve Roj Tv gibi yayın kuruluşlarına
dağıtıldığı ve bu sayede kamuoyunun yanlış yönlendirilmeye çalışıldığı ortaya çıktı. Şok
mektupta terörist başı, PKK militanları ve KCK yöneticilerine talimatlar yağdırıyor;
örgütün pasif durumdan çıkarak, aktif olarak eylemler yapmasını emrediyordu. Öcalan,
mektubunda şöyle diyordu: “Kandil de, BDP de şunu bilmeli, ikide bir ‘Biz halkı
tutamıyoruz, biz kitleyi durduramıyoruz, kitle patlama noktasındadır' diyorlar. Bırak o
zaman patlıyorsa patlasın. ‘Sorun çözülmezse devrimci halk savaşını başlatırız, savaşa da
barışa da hazırız' diyorlar. Seni tutan mı var, yap! Yapar mısın yapamaz mısın sen
bilirsin.”

Nitekim mektuptan 23 gün sonra 19 Ağustos'ta örgütün sözde Botan Eyalet Sorumlusu Zerdeşt
Kod adlı Ali Gezer'in asker kıyafetiyle şehre inerek, Pervari'de karakola saldırı gerçekleştirmiş,
çıkan çatışmada ölü ele geçirilmişti. Öcalan'ın talimat mektubu bu örgüt yöneticisinin cebinden
çıkmıştı. 19 Ağustos 2011'deki bu saldırıyı gerçekleştiren Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer ile Ferzat
Nucevan adlı PKK'lı alkollüydü. Teröristlerin adli tıp raporlarında incelemenin iki gün sonra
yapıldığı ve saldırı anında teröristlerin yaklaşık 150 promil alkollü oldukları tespitine varıldı.
Başbakan Erdoğan, örgüt yöneticilerine ulaştırılmış olan bu şok Öcalan mektubundan haberdar
edildi. Devletin zirvesinde bir dizi görüşme gerçekleştirildi. Başbakan Erdoğan ve devletin
zirvesine, Öcalan'ın dağa nasıl eylem talimatı verdiğinin yol haritası en ince ayrıntılarına kadar
anlatıldı. Öcalan'ın avukat görüşmelerinin engellenmesi kararı, ele geçen bu mektup ve ardından
yapılan görüşmeler üzerine alındı. Böylelikle Başbakan Erdoğan'ın “Öcalan İmralı'dan
PKK'ya talimatlar verdiği için görüşmeleri yasaklandı” açıklamasının perde arkası aralanmış
oldu. Terörist başının 10 sayfa olarak kaleme aldığı mektubun tamamı incelendiğinde PKK ve
KCK'ya yönelik talimatların yer aldığı göze çarpıyordu. Öcalan mektupta örgütün artık pasif
durumdan çıkmasını ve aktif olarak eylemler yapmasını emrediyordu. Öcalan'ın mektubunda
Kandil ve KCK'yı pasif davranmak ve eylem yapmamalarından dolayı sıkça eleştirmesi de
dikkat çekiciydi. Terörist başı çokça “sözün bittiği yerdeyiz” ifadesini kullanarak, artık silahlı
olarak devrimci mücadelenin olması gerektiği uyarısında bulunuyordu. Başbakan Erdoğan ve
Türkiye'ye hakaretler savuran Öcalan, mektubunda iki gazetecinin isminden ise olumlu
bahsediyordu. Bunlar Cengiz Çandar ile Ahmet Altan idi. Öcalan mektubunda direkt Taraf Genel
Yayın Yönetmeni ve Yazarı Ahmet Altan ve Radikal Yazarı Cengiz Çandar'a hitap ediyordu.

117
Terörist başı mektubunda Cengiz Çandar'ın Kürt raporuna ilişkin “Cengiz de bir şeyler
yazmış. Bir şeyler anlatıyor ama o da derinliğini anlamamış. Çok yetersiz kalıyor. Hepiniz
birbirinize benziyorsunuz, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” diyordu.

Öcalan mektupta şunları söylüyordu: “Açık bir şekilde KCK'ye de, Devlete de
söylüyorum. Beni taşeron olarak kullanamazsınız. KCK de beni taşeron olarak kullanıyor.
AKP de gelen heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak
kullanmaya çalışıyor.”

“Kandil de bana ‘Yazdıklarınızdan çok istifade ediyoruz, önümüzü aydınlatıyorsunuz'


diyor. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Her iki tarafın da beni
taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum.”

“Türkiye de ikide bir ‘Bitireceğiz, şöyle bitireceğiz' diyor. Eğer bitirmezsen senden daha
rezili yoktur. İşte ‘İşte Sri Lanka gibi olacak' diyorlar. Eğer 300 uçağı kaldırıp Kandil'i
bombalamazsan, eritemezsen sen de şerefsizsin. Sen de hazırsan Sri Lanka olmadığını
ispatla o halde...”

“Ahmet Altan yazısında savaşın gümbür gümbür geldiğini, bunu durduracak tek kişinin ben
olduğumu yazıyor. İyi de ben burada ayda-yılda bir yaptığım bir-iki saatlik görüşmeyle mi bunu
başaracağım? Yapabiliyorsa o koşullarda gelsin kendisi yapsın. Ona söylemeli Öcalan rolünü
oynaması için hükümetin adım atması lazım, irade göstermesi lazım. Onlar da üzerine düşeni
yapmalı. 30 yıldır Kandil tüm yükü omuzlarıma atmış. Kandil'i de uyarıyorum. 30 yıl dışında 13
yılda burada sırtımda taşıyorum. Benim bu önderlik tarzıma alışmışlar. Benden bu Önderlik
tarzımdan sürekli yardım almaya çalışıyorlar. BDP onlar o kadar konuşacaklarına doğru-dürüst
karar versinler. Kararlarını da uygulasınlar.” (38).

Başbakan Erdoğan, Ekim 2011’de Makedonya’ya yaptığı gezi dönüşü uçakta gazetecilere, bazı
Alman vakıflarının BDP'li belediyeler üzerinden PKK'ya yardım ettiklerinin tespit edildiğini
açıklamıştı. Erdoğan'ın işaret ettiği Alman vakıf ve dernekleri, Heınrich Böll Stiftung Derneği,
Konrad Adenaeur Vakfı, Friedrich Ebert, Friedrich Naumann isimli kuruluşlardı. Polisin yaptığı
KCK operasonları kapsamında Profesör Büşra Ersanlı'yı tutuklaması Almanları kızdırmıştı.
Çünkü Ersanlı, bu Alman kuruluşlardan biri olan Heınrich Böll Stiftung Derneği tarafından
Türkiye'nin iç meselelerinin konuşulacağı yuvarlak masa toplantısına katılmış ve KCK’nin gölge
Kürdistan devleti kurulması projesine akademik destek vermişti. 14 Eylül 2011 günü Heınrich
Böll Stiftung Derneği'nin Ersanlı ile kurduğu irtibat Ersanlı'nın sorgu tutanağına da
yansıdı. Soruşturmada ayrıca, KCK'nın İstanbul yapılanmasında görev alan birçok örgüt
mensubunun yanı sıra Osman Kavala'nın da Heınrich Böll Stiftung Derneği'ndeki
toplantılara katıldığı belirlendi.

Ersanlı'nın, PKK'lı öğrencilere Marmara Üniversitesi'nde Yüksek Lisans kontenjanı ayarladığı da


ortaya çıktı. Savcılık kararıyla bir süredir telefonları dinlenen Ersanlı ile Yüksel isimli bir kişi
arasında geçen görüşmede, PKK'nın yayın organlarından Dicle Haber Ajansı'nda çalışan 4 kişiye
Marmara üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü'nde Yüksek Lisans kabulü almalarını istediği
görülüyordu. Ersanlı görüşmede sınava giren 4 kişinin durumuyla ilgileneceğini söylüyordu.

118
Ersanlı, BDP Parti Meclisi üyesiydi. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışıyordu. Spekülatör George Soros'un Helsinki Yurttaşlar
Derneği'nin kurucularındandı.1972 yılında TİİKP örgütü içerisindeki faaliyetlerinden dolayı
tutuklanmıştı. Bu davada "Hükümetin izni olmadan belli ideolojide veya yurtdışı destekli
cemiyetleri kurmak ve işletmek suçundan 15 yıl ağır cezasına çarptırılmış ama çıkarılan af
kanunuyla 1974 yılında tahliye edilmişti. Eski eşi İş Adamı Mehmet Ali Zarifoğlu geçmişte
TİKB örgütü mensubu olarak faaliyet gösterdiği için çeşitli tarihlerde gözaltına alınmıştı. Doğu
Perinçek'in kurucusu olduğu Türkiye İşçe Köylü Partisi'nde faaliyet göstermiş ve 1970 yılında bu
gazeteyi dağıtırken gözaltına alınmıştı. Diğer eski eşi Lazare Cem Behar da öğretim üyesiydi.
Ablası Fatma Sırma Evcan, İşçi Partisi Genel Başkanı ve halen Ergenekon davasında tutuklu
yargılanan Doğu Perinçek'in eski eşiydi. Emine Büşra Ersanlı Van ve İstanbul'daki Siyaset
Akademilerinde Toplumsal Cinsiyetçilik Dersleri veriyordu. Ayrıca, Siyaset Akademilerinde
ders verecek eğitimcileri yetiştiriyordu. Ersanlı'nın verdiği derslerde, PKK kaynaklarını
kullandığı ve PKK'nın ideolojik çerçevesi içinde hareket ettiği açıktı. Örneğin derslerinde
kullandığı ve evinde yapılan aramalarda ele geçirilen "Kadının Toplusal Sözleşmesi" isimli
doküman, PKK'nın kadın yapılanması olan Partiya Azadiya Jin a Kurdistan'ın anayasasıydı.
Sözde siyaset akademilerinde sınıflara PKK'lıların isimlerinin verildiği görülüyordu. O
sınıflardan bazıları şöyleydi:

Sınıflardan birine ismi verilen Müslüm Doğan, 18 yaşında iken Abdullah Öcalan'ın
yakalanışının protesto edildiği Adıyaman'da 2010 15 Şubat'ında düzenlenen eylemde kendini
ateşe vererek hayatını kaybetmişti. Şerzan Kurt da, Muğla Üniversitesi'nde öğrenci olduğu
sırada 12 Mayıs 2010 tarihinde öğrenci olaylarında hayatını kaybetmişti. Aydın Ertem ise,
Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nde öğrenci iken 6 Aralık 2009 tarihinde terör örgütü adına korsan
gösteri ve yürüyüş eyleminde çıkan olaylarda hayatını kaybetmiş bir isimdi (Bugün,
Habervaktim, 2011).

Ersanlı'nın da aralarında bulunduğu KCK tutukluları tarafından Siyaset Akademileri'nde verilerin


derslerin, terör örgütünün Kandil'deki kamplarında verdiği derslerle birebir aynı olduğu
görülüyordu. İşte PKK'nın dağdaki kamplarda verdiği dersler ile KCK'nın Siyaset
Akademileri'nde verilen derslerin karşılaştırılması:

119
Abdullah Öcalan'ın talimatıyla, PKK'ya nitelikli kadrolar yetiştirmesi için kurulduğu tespit edilen
siyaset akademilerinde eğitimler veren Büşra Ersanlı'nın evinde ele geçirilen el yazması
dokümanlar, siyaset akademilerinin işlevi konusunda önemli ipuçları veriyordu. Siyaset
akademilerindeki eğitim müfredatı ile PKK'nın dağ kamplarındaki eğitim içeriğinin aynı
olduğu görülüyor. Büşra Ersanlı'nın el yazması notlarında, PKK'nın terör örgütü
listesinden çıkması gerektiğinden, Kürt devletinin kurulması için şartların uygun
olduğundan, özerkliğin tek taraflı olmayacağı ama devlet kurmanın tek taraflı
olabileceğinden, Kürdistan devletinde tüm kamusal alanların Kürtler tarafından
yönetileceğinden bahsediliyordu.

Büşra Ersanlı'dan ele geçirilen belgeler arasında, Siyasi Partiler ve Sivil Toplum Örgütleri
Komisyonu tarafından hazırlanan bir rapor da bulunuyordu. Raporda iki başlık altında yapılan
faaliyetlerle ilgili değerlendirmelere yer verilmişti."İkinci Etap Faaliyetimiz" başlığında; "KCK
Diyarbakır davası duruşmalarına dönük yapılan çağrı, görüşme ve iletişimlerdir. İstanbul,
Ankara ve Diyarbakır merkezli yürüttüğümüz bu çalışmada planlanan, öngörülen ve
Hedeflenenlere ulaşıldığı gerçekleşen duruşmalar sürecinden gözlemlenerek,
görülmüş" ifadelerine yer verilmişti. 2009'da Diyarbakır'da açılan KCK davasın baskı altına
alınmasına yönelik faaliyetlerin raporlaştırıldığı görülüyordu. KCK duruşmalarına yönelik, dava
duruşmalarının izlenmesi ve destek sağlanması faaliyetlerinin ilk 3 gününün değerlendirildiği
raporda, KCK duruşmalarına destek veren STK, gazeteci yazarlar ve aydınlar isim isim yer
verilmiş durumdaydı. Raporda Gazeteciler/Yazarlar başlığı altında, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır,
Altan Öymen, Oral çalışlar, Murat Belge gibi kamuoyunun yakından tanıdığı ve KCK
soruşturmasına ilk günden karşı çıkan isimler dikkat çekiyordu. 11 Kasım 2010 tarihli 4 sayfalık
raporun son değerlendirme cümlesinde ise; Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Altan Öymen ve Murat
Belge'nin isimlerine tekrar yer verilerek, bu isimlerin yanısıra birçok gazeteci, düşünür ve
televizyon kanalları haber ve yorumlarla beklenen istikamette bir yayın politikası izlemişlerdir
ifadeleri yer aldı. KCK duruşmalarına destek veren akademisyen arasında Osman Kavala, Eşber
Yağmurdereli ve Gencay Gürsoy isimleri dikkat çekiyordu.

120
Büşra Ersanlı'nın, terör örgütü PKK'nın ortalığı savaş alanına çevirdiği molotoflu eylemlerine de
katılmıştı. Ersanlı'nın, Hatip Dicle'nin adaylığının YSK'da iptalinin ardından 26 Haziran'da
Taksim'de düzenlenen eylemde yerini aldı. Hatip Dicle'nin milletvekilliği adaylığının
düşürülmesi üzerine PKK yandaşları tarafından 26 Haziran 2011'de Taksim meydanında izinsiz
protesto eylemi gerçekleştirilmek istenmişti. BDP organizesinde Cevahir İşmerkezi önünde
Halaskargazi caddesi üzerinde toplanan kalabalık, polisin izin vermemesi üzerine, yolu trafiğe
kapatmış, yüzleri kapalı PKK yandaşları da etrafa molotof atarak, taşlı sopalı saldırılarda
bulunmuştu. PKK yandaşlarının gerçekleştirdiği bu eylemlerde toplam 9 polis yaralanırken, 28
işyerinde ve park halindeki araçlarda hasar meydana gelmiş, olaylar sonrasında 42 PKK
sempatizanı gözaltına alınmıştı. Operasyon öncesi şüpheler üzerine telefonları dinlenen Prof.
Ersanlı'nın yaptığı bir görüşmede polis gazından etkilendiğini söylüyordu. Resmi dinleme
kayıtlarına göre, Ersanlı, 22 Haziran 2011 günü Meral Danış Bektaş isimli şahısla telefonda
konuşurken, polis gazı yediğini anlatıyordu. Büşra Ersanlı'nın sadece Hatip Dicle'nin adaylığının
iptal edilmesi sonrasında değil, başka birçok PKK sempatizanının düzenlediği yasadışı protesto
eylemine katıldı. Soruşturma dosyasına yansıyan başka bir bilgide de Ersanlı'nın PKK marşı
söylediği ve Öcalan lehine sloganlar attığıydı.
Ersanlı'nın 27 Mart 2011'de “Kürt sorununda yürütülen çözümsüzlük politikalarına tepki
vermek” adı altında İstanbul Demokratik Kent Konseyi ve Barış ve Demokrasi Partisi'nin
desteğiyle Taksim'de çadır kurularak bekleme eylemi olduğu kesindi. Bekleme eylemine
katıldığı belirlenen Ersanlı'nın diğer eylemciler ile birlikte PKK terör örgütünün marşlarının
söylemiş ve Abdullah Öcalan lehine slogan atmıştı. Soruşturma dosyasına yansıyan bu bilgiden
de Ersanlı'nın, PKK yandaşlarının 22 Haziran 2011'de İstanbul Taksim'de gerçekleştirdiği ve
Tarlabaşı Bulvarı'nın trafiğe kapatılması ile İETT otobüsüne hasar verilmesi ve 1 polis
memurunun yaralanması ile sonuçlanan eyleme katıldığı anlaşılıyordu (39).

"KCK operasyonlarını eleştirenler, Türkiye'nin vücuduna yeni kanser hücreleri zerk ediyorlar"dı.
Bugün gazetesinde yazan eski savcı Gültekin Avcı, KCK'nın HPG adına yaptığı açıklamaları
sorguladığı yazısında, 'PKK'nın KCK bünyesinde bir ideolojik cephe' olduğunu ifade etti.
KCK'nın gençleri dağa çağırdığını belirten Avcı, KCK'nın bu eylemlerinin dahi operasyonların
bugünkü yoğunlukta yapılmasını gerektireceğine dikkat çekti. BDP'nin bir siyasi parti olmadığını
belirten Avcı, "KCK'yı maskelemek ve dikkatleri üzerine çekmek için sahneye sürülen çekici bir
mankendir." dedi ve bu partinin misyonunun "İşgal ettiği siyasal statünün hak ve imtiyazlarına
dayanarak KCK'yı mümkün olduğunca demokratik siyasal alan içine gizlemek ve
konuşlandırmak" olduğunu ifade etti.

PKK'nın sıkça çökertilen web sitelerinden birinde TSK'nın hava operasyonunda ölen üst düzey 7
teröristle ilgili KCK açıklaması vardı. 21 Ekim 2011 tarihli açıklama hâlâ sitede duruyordu.
Hava operasyonunda ölen teröristlerden Rüstem Cudi KCK Yürütme Konseyi üyesiydi. PKK'nın
askeri aparatı olan HPG Askeri Konsey Üyesi Guhar Çekirge, HPG Askeri Konsey Üyesi Alişer
Koçgiri de hava operasyonu sonucu ölenler arasındaydı. Kalan 4 kişi PKK-HPG militanıydı.
KCK Yürütme Konseyi ne diyordu açıklamasında?

"Bu değerli öncü konumundaki arkadaşlarımızın şahadeti bizler için ciddi bir kayıp ve acı verici
bir olaydır. Bu değerli komutan ve savaşçı arkadaşlarımızın şahadetinden dolayı tüm Kürdistan
halkına başsağlığı diliyoruz. Onların anısını, özgürlük mücadelesini yükselterek yaşatacağımız
sözünü tüm kamuoyun önünde veriyoruz."

121
Çukurca'da 24 asker evladımızın haince şehit edilmesinden sonra KCK yine açıklama yapmıştı:

"Kürdistan halkının öz evlatları olan HPG komuta ve savaşçısının bu fedai ruhu ve performansı
olduğu müddetçe hiç kimse Kürt halkının iradesini yok sayamaz ve istediği gibi saldırı yapamaz.
Bu büyük devrimci eylemde şahadete ulaşan 7 HPG savaşçısının direnişi ve kahramanlığı büyük
bir gerçeği ifade etmiş ve bu yiğitlerin şahsında büyük bir başarıya imza atılmıştır."

KCK, 24 askerimizin şehit olduğu Çukurca saldırısının, hava operasyonunda öldürülen HPG
teröristlerinin anısı için gerçekleştirildiğini açıkça ilan etti.

KCK, PKK terör örgütünün askeri aparatı HPG adına neden açıklama yapıyordu acaba?

Yapabilirdi zira PKK KCK bünyesinde bir ideolojik cepheydi. KCK'nın bu açıklamalarını
özellikle KCK operasyonlarını eleştirenler okumalıydı. Hele KCK'nın şu ifadeleri her şeyi açıkça
ortaya koyuyordu:

"...Hareketimizin bütün komuta, kadro ve savaşçılarını, tüm değerli sempatizanlarını, gerillada


ve serhildanda mücadeleye tüm gücüyle katılmaya, Kürdistan gençliğini gerilla saflarına
katılarak kahraman şehitlerimizin anılarına sahip çıkmaya çağırıyoruz."

Açıklamaların hepsi PKK'nın veya PKK askeri aparatı HPG'nin değil KCK'nın açıklamalarıydı.
Bazı KCK körleri yazar ve akademisyenler olaya şaşı bakıyordu. Oysa KCK, Kürt gençlerini
açıkça dağlara çağırıyordu. Siyaset veya piknik yapmak için değil tabii ki. Size hukukun gereği
olan KCK operasyonlarını bile eleştirme haddi veren, demokratik sisteminizi koruyan güvenlik
güçlerinizi kanlı bir şekilde kucağınıza vermek için çağırıyordu. Bu zamana kadar KCK diye bir
şey bilinmeseydi de sadece bu açıklamalar görülseydi bile, KCK operasyonlarının bugünkü
yoğunlukta yapılması gerekirdi. Gazeteciliği, hukukçuluğu, aydın kimliği de bir tarafa bırakın.
KCK'nın bu açıklamalarını okuyan normal, orta zekâlı bir vatandaş KCK'nın PKK'dan daha
vahim ve şümullü bir yapı olduğunu anlardı. Şunu artık herkes anlamalıydı: BDP diye bir
gerçeklik yoktur. Böyle bir siyasal parti de yoktur. BDP, KCK'yı maskelemek ve dikkatleri
üzerine çekmek için sahneye sürülen çekici bir mankendir. BDP'nin misyonu; işgal ettiği siyasal
statünün hak ve imtiyazlarına dayanarak KCK'yı mümkün olduğunca demokratik siyasal alan
içine gizlemek ve konuşlandırmaktır. Ayrıca KCK kadrolarında yoğun sayıda BDP siyasi
kimliklerine görev verilmesinin sebebi, Selahattin Demirtaş ve Hasip Kaplan'ın söylemiyle
"hepimiz mi teröristiz" imajıyla KCK soruşturmalarının ciddiyetini darbelemek ve terör
örgütselliğine siyasal meşruiyet kazandırmaktır. KCK operasyonları çok geç kaldı. Umarım
kanser metastaz yapmamıştır.
KCK operasyonlarını eleştirenler, Türkiye'nin vücuduna yeni kanser hücreleri zerk ediyorlardı
(40).

Prof. Büşra Ersanlı gözaltına alınmıştı ama 2012’de KCK davasında başta Almanya ve ABD’nin
baskısıyla ilk salıverilen tutuklu olmuştu. Neymiş, acaba KCK operasyonları abartılıyor
muymuş! Profesör olunca tüm suçlardan ömür boyu beraat ilamı mı veriyorlardı? General
fetişizminden kurtulduk şimdi de akademisyen fetişizmi mi başlamıştı? Ersanlı'nın neden

122
soruşturulduğu açıktı. Terör suçunu sadece elinde silah olanlar veya fiilen saldırıda bulunanların
işlediğini kabul ederseniz, Öcalan'ı derhal serbest bırakmanız gerekirdi. Murat Karayılan'ı elinde
silah adam öldürürken gören var mıydı? Ama yana yakıla arıyorsunuz adamı. 70.000 kişinin
ölümüne imza atan Peru'daki Aydınlık Yol terör örgütünün lideri felsefe profesörü Dr. Guzman
da elinde silah sağa sola ateş açmamıştı.

Şamil Tayyar, BDP/ KCK/ PKK ilişkilerine dair açıklamalarda bulundu. BDP'lilerin ikili
oynadığını belirten Tayyar, bunun sebeplerini açıkladı. AK Parti Milletvekili Şamil Tayyar, bazı
BDP'li milletvekillerinin dost sohbetlerinde KCK operasyonlarını yerinde bulduklarını ifade
ettiklerini fakat, PKK vesayeti nedeniyle bunu resmi açıklamalarına yansıtamadıklarını belirtti.
Tayyar, KCK operasyonlarıyla beraber, artık şehirlerde eskisi gibi eylem yapılamadığını, eylem
kabiliyetlerinin büyük ölçüde sınırlandığının herkes tarafından daha iyi görüldüğünü ifade
etti. BDP’nin KCK operasyonlarına karşı sert tavır almasının altında bir inançtan öte PKK
baskısının bulunduğunu, BDP’lilerin her gün ‘fırça yediğini’ ve dolayısıyla onların da bu
‘fırçanın gereğini yerine getirdiğini’ ifade eden Tayyar çok önemli de bir iddiaya da yer verdi.
Şamil Tayyar, “Bazı BDP’li milletvekilleri dost sohbetlerinde bu operasyonların yerinde
olduğunu söylüyorlar. Çünkü, bu operasyonlar arttıkça BDP’li siyasetçiler de daha özgür ifadeler
kullanmaya başladılar. KCK operasyonları Kürt siyasetçisini, Kürt aydınını, Kürt entelektüelini
özgürleştirme operasyonudur. Bunu kabul eden ve gören bazı BDP’li milletvekilleri var ve bunu
özel sohbetlerde ifade ediyorlar ancak, PKK vesayeti nedeniyle resmi açıklamalarına bunu
yansıtmıyorlar ve resmi platformlarda çok ağır ifadeler kullanıyorlar. Yani ikili oynuyorlar
diyebiliriz.” dedi.

Daha önce, PKK vesayetinin bölgede ortadan kaldırılması halinde BDP’nin Türkiye genelindeki
oyunun yüzde 1’i bile geçmeyeceği iddiasında bulunduğunu ifade eden Tayyar, “Bu iddiamın
hala arkasındayım.” dedi. BDP’nin şu anki yüzde 5-6 oy aralığına da Doğu ve Güneydoğu ile
İstanbul, Mersin gibi büyükşehirlerde vatandaşların, PKK tarafından tehdit edilmesiyle
ulaştığını belirten Tayyar,“Hatta Bazı BDP’li yöneticiler başka yerlere oy verme ihtimali
bulunan aşiretlerin ve kurumların telefonlarını Kandil’e vererek, Kandil’den tehdit edilmelerini
sağlamışlar.” diye olayı özetledi (41).

Öte yandan terör örgütünün PKK'nın Avrupa'daki üst düzey yöneticilerinden Sabri Ok, devlet
yetkililerine skandal bir mektup göndermişti. Bu devrede Türkiye'nin son dönemde PKK ile
gerçek anlamda mücadelesi, Kavaklı ve Kazan Vadisi'nde yaptığı başarılı operasyonlar sonuç
vermeye başlamıştı. Köşeye sıkışan, alt ekiple irtibatı kopan, yaptığı eylemlerle bölge halkı
tarafından da ciddi tepki toplayan PKK, Ok eliyle devletteki açılımcı ekibe mektup yazarak
Öcalan'ın tekrar muhatap alınması, hem askeri hem de KCK operasyonların durdurulması dahil
bir dizi skandal talepte bulundu. Mektubun yazan, Oslo'da gerçekleşen MİT-PKK görüşmesinde
PKK'yı temsil etmiş isim olan Sabri Ok’tu. PKK tarafından böyle bir mektubun devlet içindeki
açılımcı kanada gönderilmesi ayrı bir tartışma konusuydu ama o mektubun içeriği PKK'nın
içinde bulunduğu durumu çok açık ve net bir şekilde özetliyordu. Eğer PKK ile gerçek anlamda
mücadele edilirse, askeri operasyonlar ve KCK operasyonları kesintisiz devam ederse çok değil
kısa bir süre içerisinde PKK kendisi gelip masaya oturmak isteyecekti.

“Öldürebildiğimiz kadar Türk öldürelim” mantığıyla emrindeki örgüt üyelerine yön veren PKK
yöneticisi Fehman Hüseyin'de ve örgütün Avrupa Kadrosu'nda taktik değişiklikler başlamıştı. Bu

123
güvenlik güçlerinin başarılı operasyonları ve Kürtlerden yükselen tepkiler nedeniyle zorunlu bir
değişiklikti. Çocuğu PKK saflarında ölen ebeveynler bile artık PKK ve BDP'ye tepki
gösteriyordu. Kartepe feribotunu kaçıran teröristin annesinin cenazede Emniyet Amiri'ne
söylediği,“Bunları görmezden gelin, bunlar bizi dinlemiyor, istemiyorum bunları”sözleri
manidardı. PKK'ya Güneydoğu'dan ve Kürtlerden yükselen tepki örneklerini çoğaltmak
mümkündü. Bu tepkiler, terör örgütünü ciddi biçimde rahatsız etti. Bastırmak için önce şiddeti
Kürtlere yönelttiler. Anne karnındaki bebeklerden, 17 yaşındaki kızların taranmasına kadar
sivillere yönelik saldırılar gerçekleşti. 90'lı yılların bu taktiği tutmadığı gibi ters tepti.
Van depremi sonrası pekişen kardeşliğimiz bunu iyice artırdı. Fehman Hüseyin, altındaki ekibe
“Van bölgesinde eylem yapmayın, çok tepki alıyoruz Sivas bölgesine geçin” diye talimat verdi.
PKK'nın yaptığı bölge taksimi bizim bildiğimizden farklıydı. Sivas bölgesi oldukça geniş bir
alan dikkat edilmesi gerekiyordu. Van bölgesi ise daha çok Güneydoğu illerini kapsıyordu ve bu
bölgeden örgüte yoğun tepki vardı. Kepenk kapatma için baskı yapan KCK'lılar dayak yemeye
başladı mesela. Silahlı kanattan Fehman böyle panikte, beyin takımından Sabri Ok ise daha
taktiksel davranıyordu. Oslo'daki görüşmelerde PKK'yı temsil etmiş isim olan Sabri Ok,
“Devletin içinde Açılımı Savunan Ekibe” Kasım 2011’de bir mektup göndererek, bazı taleplerde
bulundu ve yeni bir barış süreci başlatmak istediğini iletti.

Mektup şu talepleri içeriyordu:

1- Abdullah Öcalan'ı yeniden muhatap alın ve görüşmeleri başlatın

2- KCK operasyonlarını derhal durdurun

3- PKK'nın dağ kadrosunun artan saldırıları Öcalan üzerinden kontrol altına alınabilir.

4- Askeri Operasyonlar hemen durdurulmalı…

Sabri Ok'un önerdiği yol haritası ve talepleri böyleydi. Kavaklı ve Kazan Vadisi operasyonları
sonrası ciddi kayıp veren, KCK operasyonlarıyla alan hakimiyetini büyük ölçüde kaybeden,
zaafa uğrayan, alt ekiple irtibat kuramaz hale gelen, para akışında ciddi aksaklık yaşayan PKK
Üst Yöneticileri ve destekçisi güçler, böylece yeni bir süreç başlatarak “zaman kazanmak”
istiyorlardı. Şu an örgüt için silahtan, paradan, kandan, ses getirmekten çok daha öncelikli şey
“zaman kazanmaktı”… Bu mektubun öncesi de vardı tabi ki. Sabri Ok başta olmak üzere
Avrupa'da yerleşik kanat, bölgeye giderek Murat Karayılan'la toplantı yaptılar. Bu toplantılarda
özellikle 2011 yaz ve sonbaharında yapılan operasyonlarla PKK'nın aldığı ağır yenilgi sonrası
yeni bir strateji geliştirme kararı alındı. Alınan kararlar şöyleydi:

1- Öcalan'ın devlet tarafından kabulünün sağlanması ve görüşmelerin devam etmesi

2- PKK'nın ateşkes ilanının Öcalan tarafından Kandil'e emir olarak iletilmesi sonrası ateşkesin
sağlanması

3- Sınır ötesi ve bölgede yapılan askeri operasyonların pazarlıkla durdurulması

124
4- KCK operasyonlarının sona erdirilmesi ve gözaltına alınanların bıraktırılmasının pazarlıkla
sağlanması…

Alınan kararlardan bazıları bunlardı. Toplantıda başka kararlar da alındı ama özellikle bu
kararlar yukarıda bahsettiğim mektuba yansıtıldı. PKK'nın tepesi panikteydi ve yeni bir strateji
ürettiler. Önemli olan “Devlet Aklı”nın bu zokayı yiyip yemeyeceğiydi (42).

PKK ile mücadele bu dönemde hızlandı ve önemli mesafeler alındı. Bir yandan 'bazı çevrelerin
yanlış öngörüleri yüzünden iki yıl geciktirilen' KCK operasyonları kararlılıkla yapılıyordu. Öte
taraftan da diplomatik adımlarla örgüt köşeye sıkıştırılıyordu. Özellikle Kuzey Irak yönetimi ve
Amerika ile yapılan görüşmeler sonuç verdi. İlk etapta İncirlik üssüne 4 adet Predatorlar geldi.
Gerçi ABD'nin İncirlik'e yolladıkları sadece izleme-istihbarat amaçlıydı. Silahlı modelini
Türkiye'ye vermediler. Ama şunu da hatırlatalım, ABD silahlı Predatorları bugüne kadar başka
bir ülkeyle de paylaşmadı. Ayrıca Süper Cobralar da yoldaydı. Bununla birlikte Kandil'e
yönelik hava akınları aralıksız olarak sürüyordu. Yurtiçinde de sığınaklar bir bir imha
ediliyordu. Eylem hazırlığında yakalanan teröristler de polisin başarısıydı. Yani ‘tam saha
pres' sonuç veriyordu. Tabii ki bu durum her şeyin güllük gülistanlık olduğu
anlamına gelmiyordu. Ama bu ülke Kürt sorununu çözmeden önce mutlaka PKK'yı bertaraf
etmek zorundaydı. Bir başka ifadeyle kalıcı bir barışı tesis edebilmek için öncelikle savaşmak
gerekiyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın grup konuşmalarında izlediği tavizsiz
politika, Ankara'nın kararlılığını yansıtma açısından çok önemliydi. Erdoğan, KCK'nın ne
olduğunu bilmeden sahip çıkanlara sert yükleniyordu. Ama aynı zamanda BDP'ye de rest
çekiyordu. Özellikle de Meclis'i boykot tehdidine rest çekmiş ve sonuç almıştı. BDP'nin tek
gündemi PKK idi. Bu aşamada BDP'nin Erdoğan'ın elini rahatlatması ipleri gevşetti. BDP, hep
siyasi partiden çok örgütün uzantısı gibi davrandılar. Depremzedelerle değil de terörist
cenazeleriyle uğraştılar. KCK'lıları kurtarmak için yargıyı tıkamaya çalışıyorlardı. KCK'nın
talimatıyla 'Meclis'ten çekilmekle' tehdit ediyorlardı. Bu hem siyaseten hem de pratikte tutarsız
bir restti. Ayrıca çekilseler nereye gideceklerdi? Öte yandan çekilmenin neye yarayacağı da ayrı
bir soruydu. Üstelik tehdit ettikleri Erdoğan 'giderseniz gidin' havasındaydı. Bütün bu
gelişmelerin yanında perde gerisinde çok önemli bir gelişme daha var ki bundan sonraki süreç
için önemli ipuçları barındırıyor.

Malum olduğu üzere PKK'nın en büyük kozlarından birisi Roj TV idi. Özellikle ajite edici,
abartılı ve örgüt tabanını motiveye yönelik yayınlarla bildiğimiz Roj TV'nin kapatılması için
Türkiye yıllardır mücadele veriyordu. Bu mücadelede zaman zaman kendi hatalarımız, zaman
zaman da Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü politikaları nedeniyle mesafe alınamadı. Bu arada Roj TV
iki yedek kanal daha kurdu. Kopenhag'da süren kritik bir dava vardı. Davanın seyrine
bakarak Roj TV için yolun sonu yakındı. Nitekim öylede oldu ve kanal kapatıldı. Ancak
kapanmadan önce kanalın yönetimi de davadan umutsuz olduğu için televizyonu sessizce İsveç'e
taşıdılar. Stockholm'de 'Rohani' (aydınlık) adında bir kanal kurup Kasım 2011’in ilk haftası
itibariyle test yayınına başladılar. 31 Ekim 2011 gecesi Newroz TV'de yeni kanalın haberleri
yayınlandı. Kayıtlara göre Roj TV'nin eski direktörü M. Tahsili Zoonozi yeni kanalın da genel
direktörü olarak gözüküyordu. Roj TV kapandı ama yayınlar Rohani üzerinden devam etti.
Örgütün medya cephesindeki gelişmeler bununla sınırlı değildi. Bir yandan da Norveç'te Suriye
Kürtleri'ne hitap edecek Sterk TV isimli bir kanal daha kurdular. Kanal önce iki saat yayın
yapmaya başladı. Görünüşte "Rohani" gibi Suriye Kürtleri'ne hitap edecekti. Danimarka'daki

125
göstermelik ofis dışında tüm yayınını Brüksel'den yapan Roj TV'nin kapanmaması için BDP'nin
ağır topları Danimarka'da kulis yaptı ama pek yüz bulamadılar. Tabii son dönemde PKK içinde
Suriyeliler'in ağırlığını artırması yanında örgütün Suriye Kürtleri'ne yönelik bir kanal kurması da
üzerinde durmaya değer bir durumdu (43).

Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, KCK operasyonlarında tutuklanan bazı KCK'lıların, istihbarat
elemanı olduğunu söyleyince dananın kuyruğu koptu. MİT ve askeri istihbaratın KCK
yapılanmasına sızdırdığı bazı personelin KCK'da il sorumlusu düzeyine çıktığını iddiasını dile
getiren Uslu, KCK eylemlerinden en ön sırada bulunan bu şahısların MİT mensubu olduğunu
bilen emniyetin bir süredir bu isimlere dokunamadığını ileri sürdü. MİT'in içindeki sola yakın bir
kesimin operasyonlara direnmesinin sebebinin bu olduğunu dile getiren Uslu, "Bu damar uzun
süre KCK operasyonlarına direndi. Hatta bazı elemanları KCK operasyonlarında tutuklanınca
Emniyet birimlerine sert çıktılar. Ben en azından dört önemli ilde tutuklanan KCK il
sorumlularının bizzat istihbarat elemanları olduğunu biliyorum." dedi. Terör ve güvenlik
konularında çarpıcı açıklamalar yapan Uslu, KCK operasyonları ve süreçle ilgili önemli iddiaları
dile getirdi. Uslu, 'KCK yöneticileri istihbarat elemanı' başlığıyla kaleme aldığı yazıda, MİT ve
Askeri istihbarat içinde yer alan bir grubun, KCK operasyonlarına karşı olduğunu dile getirdi.
Yazısında KCK operasyonlarıyla ilgili son dönemde medyaya yansıyan en kritik bilginin Şamil
Tayyar'ın paylaştığı, 'MİT'in KCK tutuklularının salıverilmesini istediği' bilgisi olduğunu aktaran
Uslu, bu bilginin doğru ama eksik olduğunu ifade etti. MİT'in içindeki sola yakın bir kesimin
istihbaratın önemli kesiminin KCK operasyonlarından rahatsız olduğun aktaran Uslu yazısında,
"Bu kesim medyada sola yakın birtakım kişilere bu rahatsızlığı kurumun rahatsızlığı olarak lanse
etmiş olabilirler. Özellikle 2009 yılındaki KCK operasyonları o kesimler ile Emniyet'i kimi
illerde karşı karşıya getirdi. Şimdilerde bazı aydınların 'Devletin bir kesimi KCK
operasyonlarına karşı' diye yaygara koparması bundan. İstihbaratçılar içindeki o kesim bazı
aydınları maniple ederek KCK operasyonlarını cemaat operasyonları gibi göstermeleri de
şaşırtıcı değil bu nedenle. Zira başından beri o kesim KCK operasyonundan rahatsızdı.
Rahatsızlığın nedeni KCK üzerinden PKK'ya yeni bir kaynak yapmak istemeleriydi. Ne demek
PKK'ya KCK üzerinden kaynak yapmak? İstihbarat teşkilatlarının doğal görevlerinden biri
mücadele ettikleri örgütlere sızmaktır. KCK yapılanması yeni bir yapılanma olarak ortaya
çıkınca istihbarat birimleri de bu alanı bir fırsat alanı olarak görüp PKK içine sızmak için
değerlendirmiş olabilir. Buraya kadar aslında her şey normal. Peki, KCK networkuna
sızdırdığınız elemanlardan ne beklersiniz? PKK'nın yapacağı eylemleri güvenlik birimlerine
bildirip eylemler olmadan önce önlenmesini beklersiniz değil mi? Hayır bizde böyle olmadı
olmuyor. MİT ve Askerî İstihbarat birimlerinin KCK yapısı içindeki elemanları 'İl Sorumlusu'
seviyesine çıktılar, serhildan eylemlerinde toplumu galeyana getirmek için yüzleri poşulu en
önde yürüyenler arasında onlar da vardı; hatta en önde gidenler çoğu zaman onlardı. Polis de
bunların kim olduğunu biliyor ve eylemlerde bunlara dokun(a)mıyordu." ifadelerini kullandı.

KCK yapılanmasını iller bazında bizzat yöneten ve yönlendirenler aslında Hakan Fidan'dan
önceki MİT içindeki bir damarın ve Askeri İstihbarat elemanlarının yer aldığını belirten Uslu,
"Bu damar uzun süre KCK operasyonlarına direndi. Hatta bazı elemanları KCK
operasyonlarında tutuklanınca Emniyet birimlerine sert çıktılar. Ben en azından dört önemli ilde
tutuklanan KCK il sorumlularının bizzat istihbarat elemanları olduğunu biliyorum. (KCK
üzerinden bir kesim istihbaratçı PKK'yı kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışırken
diğer kesim istihbaratçıların Devrimci Karargâh üzerinden sızma/yönlendirme girişimi yapmış

126
olabileceği unutulmamalı) Bu noktada bir hatırlatmayı yapayım. MİT-PKK görüşmesinde Afet
Güneş KCK'nın başı Sabri Ok'a 'Şehirleri bomba doldurdunuz hepsini biliyoruz' derken nereden
biliyordu? Bizzat KCK networkunun illerdeki sorumlusu kendi elemanları olduğundan biliyordu.
Peki, bunu Emniyet birimleriyle paylaşıp yakalattılar mı? Hayır. Hatta KCK operasyonu yapan
Emniyet birimlerine çok kızdılar. Sahi KCK sanıklarının eli kelepçeli o fotoğrafını kim sızdırdı
medyaya? Neden? Sakın KCK'ya operasyon yapıp Diyarbakır'da terör estiren, terör estirilmesine
göz yuman, istihbaratçı KCK yöneticilerini içeri alan Emniyet müdürünü görevden aldırmak için
olmasın?" ifadelerini kullandı.

Uslu yazısına şöyle devam etti: "Yeni devlet PKK ile mücadele ederken istihbarat birimlerinin
KCK içindeki elemanları şehir sorumlusu seviyesine gelmişti ama asıl görevleri olan PKK'nın
şehirlerde yapacağı eylemleri bildirmek bir yana o eylemleri bizzat organize ediyordu. Emniyet'e
de aslında hem PKK ile hem de o kesim istihbarat görevlileri ile mücadele etmek düşüyordu. Bu
noktada kendisini sol ideolojiye yakın biri olarak tanıtan istihbaratçıların "KCK'yı, ovada PKK
vesayeti" gibi tanımlayıp KCK operasyonlarına buna rağmen karşı çıkması ile sol-liberal
aydınların "KCK operasyonlarını devlet değil cemaat yapıyor, devlet KCK operasyonlarına
karşı" diye tempo tutmaları size de anlamlı gelmiyor mu? KCK operasyonlarına destek veren
sol-liberallerin Başbakan'ın net açıklamalarına rağmen "Devlette bir kesim bunu istemiyor"
deyip bu tutumu ısrarlı bir kampanyaya dönüştürmelerini siz de anlamlı buluyor musunuz?
MİT'in başına geldikten sonra bir süre Hakan Fidan'da teşkilatındaki o etkili ve güçlü damarın
telkiniyle –ve Öcalan/PKK ile müzakere sürecinde– KCK'ya karşı sert tutum alınmasına soğuk
bakmış olabilir. Ancak KCK networkunun ne olduğunu görmeye başlayıp kurumuna hâkim
olmaya başladıktan sonra işin rengi değişti. En son MİT ve Emniyet ortak KCK raporu
hazırlayarak manzaranın fotoğrafını net ortaya koydular. Askerî İstihbarat birimleri için aynı şeyi
söylemek biraz daha zor. Necdet Özel'in bu kesimler üzerinde etkisi var mı emin değilim.
Reşadiye saldırısından bir gün önce Ankara'dan Tokat'a sivil bir Hyundai arabayla giden
Jandarma İstihbarat yöneticisine halen Reşadiye saldırısından önce Tokat'ta ne arıyordun,
kimlerle toplantı yaptın, diye soran yoksa, çok şey değişmemiştir o cenahta... (Sahi o istihbaratçı
komutanın askeri olarak askerlik yapan Nurettin Demirtaş nerede bilen var mı?) Boşuna "PKK
sadece PKK değildir" demiyorum. Bu örgütü, liderleri, istese de tam olarak kontrol edemezler.
Kimin eli kimin cebinde belli değil. Olan gariban çocuklara oluyor. Kime çalıştığı belli olmayan
KCK liderleri, hatta milletvekilleri olduğu sürece, onların peşine takılıp eyleme giden, dağa
çıkan çocuklar ölmeye devam edecek... Peki, ne oldu da son on günde 14 PKK militanı ellerinde
silahlarıyla birlikte bir kurşun atamadan yakalandı? Yedi PKK militanı bir kamyonette
silahlarıyla birlikte nasıl yakalanır? PKK mı değişti yoksa en azından MİT'teki istihbarat anlayışı
mı değişti?" (44).

Hemen bu devrede olan bitenlere Fethullah Gülen Hocaefendi’de sessiz kalamadı. Terör örgütü,
açıklamalardaki bazı bölümleri ‘kes-yapıştır’ yöntemini kullanarak, Gülen'in, sanki bölge
insanına şiddet uygulamasını istiyormuş gibi propaganda yapmaya başladı. Oysa Hocaefendi,
sohbetinde bölge insanıyla kucaklaşmak gerektiğini anlatıyordu. Hocaefendi, bölge insanına
kulak vermek gerektiğinin altını çizdi. Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri'nin yıllar önce
yaptığı bir tavsiyeye dikkat çekti. Bediüzzaman, 100 yıl önce Van'da Kürtçe eğitim veren büyük
bir üniversitenin kurulmasını istemişti. Mesela Gülen’in konuşmasındaki şu bölüm ezberleri
bozacak mahiyetteydi: "Neden okullarda Kürtçenin de öğretilmesine fırsat verilmedi?
Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika'da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve

127
kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur. Bir dönem balyoz gibi
tepelerine inerek bunları sindiririz zannettik. Hâlbuki her balyoz sadece kini ve nefreti kamçıladı.
Ve bunu arkadan gelen nesiller tevarüs etti ve bir milleti yutacak hale geldi. Meselenin üzerine
bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil; akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir."

Hocaefendi, bölge insanına daha çok hizmet götürülmesini istiyor ve bölge halkının dertlerine
deva olunma çabasının, yıllar önce başlaması gerektiğini vurguluyor. Gülen açıklamasında
‘keşke o insanları kucaklayabilecek devlet memurları gönderilebilse’ diyordu. Bazı
yazarlar Gülen’in açıklamalarının PKK’yı paniğe sevk ettiğini bu yüzden Hocaefendi aleyhinde
propaganda yapıldığını vurguladı. Kürt sorununun çözümü Gülen Hocaefendi’nin dile getirdiği
görüşlerin PKK’yı rahatsız ettiğini söyleyen Yazar Mümtaz’er Türköne, “PKK’nın varlığı ve
geleceği Kürt sorununun çözümüne bağlı. Hocaefendi de sorunun çözümü için çok önemli şeyler
söyledi. Sorunun çözümü için bugüne kadar sorgulanmamış politikalar geliştirdi. Sorunun
çözümü için atılan adımlar PKK’yı gereksiz hale getireceği için PKK yağa kalkıyor, itiraz
ediyor, lâfebeliği yapıyor. Hocaefendi’nin sorunun çözümü noktasındaki mesajlarının
PKK’yı paniğe sevk ettiğini düşünüyorum. PKK kendi tabanını kemikleştirmek için
Hocaefendi’ye savaş açtığını düşünüyorum.” diye konuştu. PKK’nın Hocaefendi’nin sözlerini
çarpıtmasını Marksist Leninizm taktiğine benzeten Türköne, “Karşısındakinin sözlerini
amacından saptırmaya çalışıyor. Kürtlerin de artık PKK’nın silahlı vesayetini tasfiye etmesi
gerekiyor. Şuandaki karşımızdaki tablonun tamamı PKK’ın silahlı vesayetinin yol açtığı
vesayetten ibaret. Silahın üstünlüğünün sona ermesi gerekiyor.” ifadelerini kullandı (45).

Sabah Gazetesi Yazarı Mahmut Övür ise Gülen’in açıklamalarının çok olumlu mesajlar
içerdiğini belirtti. Özellikle Kürtçe’nin serbestliği ile ilgili değerlendirmelerin radikal bir çıkış
olduğuna vurgu yapan Övür, “Türkiye’deki muhalefet ya da siyasi erkler hep karşısındakinin
negatif tarafını ortaya çıkararak baktı olaya. Burada da onu görüyorum. Hoca sağduyuya
çağırıyor. O camia açısından radikal bir çıkış yapıyor. Bu olumlu tarafına bakmıyorlar. Oradan
bir cümlesini cımbızlayarak siyaset yapıyorlar. Ben bunu doğru bulmuyorum. Bu halklar
arasında dostlukları değil, düşmanlığı getiren bir yaklaşım bu. Bunu her kesimde görmek
mümkün. PKK bunu en iyi yapanlardan biri.” diye konuştu. PKK’nın kendisi dışında hiç
kimsenin çözüm üretmesine tahammül edemediğini dile getiren Övür, “Sadece Gülen hocanın
değil, diğer sivil toplum hareketlerinin de çözüm üretmesinden rahatsız oluyor. Bizim eski
devlete benziyor. Kürt vatandaşları bu konuda daha sağduyulu yaklaşıyor diye düşünüyorum.
Çok büyük oranda sağlıklı bakan kesim var.” şeklinde konuştu (46). PKK’nın Gülen aleyhinde
yaptığı kara propagandayı bölgenin siyasetçileri de eleştiriyor. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK
Parti) Diyarbakır Milletvekili Mehmet Galip Ensarioğlu, Hocaefendi’nin ‘bölge halkıyla
kucaklaşılmalı’ gibi ifadelerinin PKK’yı rahatsız etmiş olabileceğini söyledi. Gülen hakkındaki
kara propagandanın PKK’nın yayın organlarında son dönemde sıkça yapılmaya başlandığına
dikkat çeken Ensarioğlu, “Fethullah Gülen cemaatinin bölgedeki yapılanmasına karşı mücadele
edilmesi gerektiği, hatta savaşılması gerektiği gibi ağır ifadeler de kullanılıyor. Kendinden
olmayana tahammül etmeyen kendine tahammül beklemesin. Kendinden olmayana bu şekil
muamele ederse bu olmaz. Bu onların samimiyetini de sorgular hale getirir. Her fikre her görüşe
saygı göstereceğiz. Bu kucaklaşma meselesi herhalde rahatsız ediyor onları. Acaba bizim
zeminimiz mi elimizden gidiyor? Diye kaygı var. Bölgeye ilgi duymaları olumlu laflar etmeleri
herhalde rahatsız ediyor onları.” şeklinde konuştu (47). Gülen aslında ne demişti. Sohbetinin
soru ve cevapları özetle şöyleydi:

128
Soru: 1) Milletimiz bir kere daha yürek dağlayan şehit haberleriyle sarsıldı. Terör hadisesini ve
arkasından ülkemizde hakim olan genel havayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

▪ İnsanların pek çoğunun yitirdiği değerlerden biri de, ızdırap duyulması gereken meseleler
karşısında ızdırapsız olmalarıdır. Yürek dağlayan hadiseler karşısında yüreği yanmayan
kimselerin problemlere çareler bulmaları mümkün olmadığı gibi, birilerini teselliye matuf
“âh u vâh”ları da yalandır. İhmal, ayrı bir günah; kâmetinin çok üstünde bir tavır sergilemek
de ayrı bir yalan ve günahtır. (01:00)
▪ Herkesin kendini yeterli gördüğü, her şeyin hakkından geleceğine inandığı ve hayatını ona
göre planladığı bir dünyada siz en doğruları bile kimseye duyuramaz ve o zihniyetteki
vazifelilere, sorumlulara hiçbir şey kabul ettiremezsiniz. Bu da önemli bir handikaptır; çok
ciddi stratejiler ve çareler üretsek de maalesef bugün kimse dinlemez. Hatta -artık mümkün
değil, o peygamberlere nasip olmuştur ama- vahiy ve ilhama müstenid bir kısım mesajlar
getirseniz, onu bile dinletemezsiniz. (04:11)
▪ Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce,
kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade
edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27
Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon
insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara
atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa
hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından
gelemiyorsun. (05:48)
▪ Böyle bir dönemde, senelerin ihmalinden dolayı bir kısım müesseseleri tenkid manasına
gelecek sözler sarfetmek ve onları suçlamak doğru değil. Ne var ki, bu mübarek vatanın
parçalanması tehlikesi karşısında, Gandi’nin Hindistan hakkındaki sözlerini hatırlıyorum ve
gözlerim doluyor. Hindistan’ın bölündüğü, Pakistan’ın ayrıldığı günlerde Gandi, Muhammed
Ali Cinnah’a der ki; “Beni testere ile ortadan biç, ikiye böl; fakat, Hindistan’ı bölme!” İşte, o
ölçüde bir ızdırap olmayınca, gerekli stratejiler üretilemez ve o gâilenin hakkından
gelinemez. (08:42)
▪ Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye
gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden
gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın
karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre
muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir
sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar
verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin
içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden
insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun
dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece
başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını
kapatsaydık. Otuz sene değil, on sene evvel bile ülkeyi idare edenlerin aklı bu işe erseydi ve
bunlar bugüne kadar gerektiği ölçüde yapılabilseydi, bugün o problemler kökünden
kurutulamasa da en aza indirilmiş olacaktı. (10:20)
▪ İnsan öldürerek bir yere varmak ve bir hedefe ulaşmak hiçbir peygamberin, hiçbir Hak
dostunun defterinde yoktur. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke-yi
Mükerreme’de presleniyor gibi bir baskı altında yaşamış ama bir karıncaya bile ayağını

129
basmamıştır; o mütemerrid, o mütegallip, o mütehakkim insanlara karşı her zaman insanca
davranmıştır. İşte, bu ruhun o insanlara anlatılması lazımdır ki dağa çıkmanın önü
kesilebilsin. Evet, kim yaparsa yapsın, insan öldürerek ve kan dökerek bir hedefe varmaya
çalışmaya ancak vahşet denir, cinayet denir, zulüm denir ve bunlarla da insanlık adına hiçbir
hayır elde edilemez. (15:45)
▪ Bediüzzaman Hazretleri o bölgenin insanıdır. Bir dönemde Ermeni Taşnaksiyonu’na karşı
talebelerini arkasına alıp gönüllü savaşan, Rus işgaline karşı alay komutanı olarak mücahede
eden, bacağı kırılan, esir düşen, Kosturma’da hapis kalan ve harikulade bir şekilde oradan
kaçıp Türkiye’ye dönen, İstiklal Mücadelesi’ni destekleyen, kendisine meclise girme yolu
açılan, fakat siyasetle hizmet edemeyeceğine inanınca Erek Dağı’nda inzivaya çekilen Üstad
Hazretleri, çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda
dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret
zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza
kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket
memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim.
Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin
defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said
topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır. Fakat,
kat’iyen olumsuz bir tavır sergilememiş ve milletin huzurunu kaçıracak hiçbir harekete izin
vermemiştir. (17:12)
▪ Ben O’nun çırağı, kapıkulu, kölesi sayılmam ama ben de onca senedir burada kendi
vatanımdan cüdâyım. Mevcudiyetim oradaki genel ahenge zarar verir diye burada gönüllü
duruyorum. Peki siz neden o canavarlığa tevessül ediyorsunuz?!. Öyle bir hak aramanın
misali yoktur geçmişte. Ne peygamberlerin nurânî hayatında, ne bir kısım toplum
liderlerinin, Zerdüştlerin, Hermeslerin, Budaların, Brahmanların hayatında yoktur öyle bir
şey. O ancak şeytan çizgisinde olabilecek bir şeydir. (19:49)
▪ Bizim en büyük problemimiz, bizi birbirimize bağlayacak tutkal mahiyetindeki çok önemli
bir dinamik olan dini değerlendiremeyişimiz olmuştur. (21:13)
▪ Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir
üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin
caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden
okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta
Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük
devlet olmanın hususiyeti budur. (21:35)
▪ Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi zerre kadar
incitmemiş, “intikamımı alın” dememiş; hatta kendisine o teklifte bulunanlara şöyle cevap
vermiştir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler
yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz
Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir.
Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz.” İşte bu sâlim düşünce herkese
mal edilmeliydi ama maalesef bu hususta muvaffak olunamadı. (24:30)
▪ Bugüne kadar pek çok fırsat kaçırılmıştır ama bu her şey bitmiş demek değildir. Belki bir
kısım mütemerridleri kuvvetle sindirme ve baskı altına alma da düşünülebilir; fakat, esas o
toplumun ruhuna girme yolları açılmalı, kardeşlik ruhu yeniden canlandırılmalı, vifak ve
ittifak stratejileri oluşturulmalı ve onlarla tevfik-i ilahiye davetiyede bulunulmalıdır. (27:14)

130
Soru: 2) Çeyrek asırdır tekrar edip duran terör hadiseleri ve herbiri arkasından yapılan benzer
açıklamalar milletimizde bir güven bunalımı da hasıl etti ve bazı kimseleri provokasyonlara açık
hale getirdi. Bu zaviyeden, sağduyu çağrıları nasıl anlaşılmalı ve hem teröre hem de görevini
hakkıyla yapmayan sorumlulara karşı tepkiler hangi suretle seslendirilmelidir? (29:30)

▪ Türkiye’nin, uluslararası arenada denge unsuru olan ve bölgede gözünün içine baktıran
büyük bir devlet olmasını istemeyen hasımların varlığı görmezlikten gelinmemelidir. Böyle
bir hasımlık önceden bir kısım müstemlekeci Avrupa ülkelerine mahsustu. Günümüzde,
çevremizde ve Ortadoğuda bölünmüş, parçalanmış, kendi felsefelerine bağlı sistemlerini
kurmuş devletler de sizin büyümenizi çekemiyorlar. O dağın şu anda kimler tarafından
desteklendiğini bilmiyoruz. Yoksa, nereden alacaklar onca silahı.. nereden bulacaklar onca
imkanı.. dağ doğurmuyor ki onları... Mutlaka birileri onlara yardım ediyor sizi dize getirmek
ve pazarlığa çekmek için. Böyle çepeçevre kuşatılma karşısında bulunan bir millet çok
tedbirli ve temkinli hareket etmelidir. (30:00)
▪ Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da
onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı
karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim,
27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer
provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların
damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi
saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların
sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta sonunda meselenin Birleşmiş
Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir. (32:48)
▪ Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok
dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele “mukabele-i bilmisil” kaide-i
zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”
sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve
tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki
raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler. (37:11)
▪ Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle
gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim “hakkı, kötek olanlar” istisna edilirse, o toplumun yüzde
doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir.
(40:03)
▪ Herkes bu meselenin halli için duanın gücüne de sığınmalı; her fırsatta gönüllerini Yüce
Dergâh’a açıp “Allahım, birliğimizi sağla, aramızı te’lif buyur, bizi vifak ve ittifaka
muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına
salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri
hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz,
evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir.” diye niyaz etmelidir. (40:32) (48).

131
PKK'yı ancak Kürt aydınları bitirebilir

Kürt aydınları Kemal Burkay, İbrahim Güçlü ve Orhan Miroğlu, 2011 ve 2012’de çarpıcı
açıklamalar yaparak PKK’nın Kürtleri tek başına temsil etme yetkisini elinden almaya çalıştılar.

Orhan Miroğlu Bir açıklamasında: “Kürtlerin silahlı mücadelesi meşru değildir. Geçmişte de
devletin baskıcı politikalarını eleştiriyordum. Şimdi bu geride kaldı. Kürtlerle savaşmak isteyen
bir devlet yok. Kürtlerin haklarını silah ile bastırmak isteyen devlet de yok. PKK’nın
silahlı stratejisi hem Kürtlere hem de Türklere zarar veriyor. Bugün PKK’nın dışında aydınları
hedef alacak marjinal bir yapı, çete, Ergenokvari örgütlenme kalmadı. Adam öldürme Türkiye’de
bir tek grubun tekelindedir. O da PKK’dır. Dağa insan kaçırmak, polisin arkasına yaklaşıp
kafasına sıkmak, imam infaz etmek, köylüleri öldürmek bir tek PKK’ da var” dedi. 28 Şubat
sürecinin tartışıldığını ancak kritik bir konunun gündemden kaçırıldığını ifade eden Miroğlu, “28
Şubat süreci gündemde ama PKK hiç konuşulmuyor. O döneme ilişkin Öcalan’ın “Tansu Çiller’i
bize öldürme teklifi yapıldı” şeklinde sözleri var. Neden kimse bunu sorgulamıyor? 28 Şubat
gündemde iken Öcalan’a kimlerin Çiller’i öldürme teklifi yaptığı sorulmuyor. Bu atlanacak bir
konu değil” diye konuştu. Yapımcılığını ve Sunuculuğunu Gazeteci- Yazar Aslan
Değirmenci’nin Kanal 5’te yaptığı haber programı ‘Son Gündem’ e konuk olan Kürt Yazar
Orhan Miroğlu, PKK ve medya’yı sert sözlerle eleştirdi, Suriye, İran ve PYD ilişkisini ortaya
koyan açıklamalarda bulundu. Orhan Miroğlu, “Kürtlerin silahlı mücadelesi meşru değildir.
Geçmişte de devletin baskıcı politikalarını eleştiriyordum. Şimdi bu geride kaldı. Kürtlerle
savaşmak isteyen bir devlet yok. Kürtlerin haklarını silah ile bastırmak isteyen devlet de
yok. PKK’nın silahlı stratejisi hem Kürtlere hem de Türklere zarar veriyor” dedi.
“Medya, özellikle de bazı liberal yazarlar PKK’ya tolerans tanıyor” diyen Miroğlu, “Ve PKK
bundan çok iyi yararlanıyor. Şemdinli de yaşananları farklı yansıtmak PKK’ya hizmet
etmektir. Liberal yazarlar son süreçte hatta Suriye’de PYD dışındaki hiçbir Kürt yapıyı
görmeyerek PKK propagandası bile yapıyor. Gerçekleri görmezden geliyorlar. 15-16 Kürt partisi
yok sayılıyor. Özgür Suriye ordusunda bulunan Kürtler bile hedef alınıyor” diye konuştu.
Medya’ya yönelik eleştirilerini sert ifadelerle dile getiren Miroğlu, “Bunlara itiraz ettiğimizde
andınçlandıklarını iddia ediyorlar. Oysa biz bunları dile getirdiğimizde andınçlanıyoruz. Hem de
PKK’ya andıçlatıyorlar. Hem hedef yapıyor hem de baskı uyguluyorlar. Kuzey Irak’ta, Suriye’de
muhalif Kürtlerin başına gelenler ortada. Bugün PKK’nın dışında aydınları hedef alacak marjinal
bir yapı, çete, Ergenokvari örgütlenme kalmadı. Adam öldürme Türkiye’de bir tek grubun
tekelindedir. O da PKK’dır. Dağa insan kaçırmak, polisin arkasına yaklaşıp kafasına sıkmak,
imam infaz etmek, köylüleri öldürmek bir tek PKK’ da var. Ama böyle bir durumda bizlerin
medya tarafından hedef alınması sorgulanmalıdır. Aynı kalemler, akademisyenler bazı
programlarda, panellerde elinde silah olanları eleştiremedi. Panellerde şiddet politikalarına hiç
değinilmedi. PKK’nın strateji gündeme getirilmedi. Aynı şekilde askerlerin benimsemediğimiz
politikalarını yerden yere vuranlar Kürt silahlı örgütünü vesayetini neden konuşmuyorlar. Ne
yani bizimde mi Kandile çıkmamız gerekiyor?” diye sordu. Milat Gazetesi Ankara Temsilcisi
Aslan Değirmenci’nin sorularını cevaplandıran Miroğlu, “Şuanda liberaller ve ulusalcılar ile
PKK’nın çıkarları örtüşüyor. Bunların umudu PKK… AK Parti’ye muhalif bütün kesimlerin
umudu şiddet olayları oldu. Şiddet olayları ile hükümetin sarsılmasını bekliyorlar. AK Parti’yi
yenememenin nefreti bu. Psikolojik harbe liberaller ve ulusalcılar destek veriyor. Oysa 90’lı
yıllarda insanlar sokaklarda infaz ediliyordu. Tüm hakları ellerinden çalınıyordu. Bugün böyle
bir durum yok. Bu gündeme getirilmiyor. Uzman olduğu iddia edilenler PKK’nın öldürdüklerini

132
gündeme bile getirip, sorgulamıyorlar. Kandil’in politikalarını eleştiren bir tek yazılarına
rastlamıyoruz. Uludere konusu evet önemlidir. Bu konuda tepkilerimi dile getirdim. Uludere
sorgulanmalı. Ama Uludere konusunu gündeme getiren bazıları neden Gaziantep bombalı
saldırısında aynı tepkiyi göstermiyor? Bu çelişkiyi yakalamak gerekiyor. Uludere’de
koyduğumuz tepkiyi Gaziantep’de de göstermeliyiz” şeklinde konuştu. Bazı çevrelerin ise
muhalif Kürtleri “devletin Kürdü” olarak tanımladıklarını hatırlatan Miroğlu, “Kim devletin
kürdü kim değil aslında belli. Geçmişte bazı karakolların basılmasına, facialara, katliamlara
baktığımız zaman işbirlikleri görebiliriz. Türkiye henüz konuşmadı. Demokratikleşme süreci
umarım Fırat’ın ötesindeki sayfanın açılmasına da sebep olurda Türkiye bunları konuşmaya
fırsat bulur. Köylerin yakılması, boşaltılması, faili meçhul cinayetler üç-beş kişinin işi değil. Bir
derin ilişki sonucunda bunlar gerçekleşti. İnsanlığa karşı işlenen suçlar var. Bu suçların bir
ayağında da İstanbul burjuvazisinin temsilcileri, medya var. 28 Şubat süreci gündemde ama PKK
hiç konuşulmuyor. O dönemle ilişkin Öcalan’ın “Tansu Çiller’i bize öldürme teklifi yapıldı”
şeklinde sözleri var. Neden kimse bunu sorgulamıyor? 28 Şubat gündemde iken Öcalan’a
kimlerin Çiller’i öldürme teklifi yaptığı sorulmuyor. Bu atlanacak bir konu değil” dedi.

Suriye krizine ilişkin de önemli değerlendirmelerde bulunan Miroğlu sözlerini şu şekilde


sürdürdü: “Suriye ile PKK ciddi bir ilişki içinde… Aynı şekilde İran ile PKK yakınlaşması da
ortada. Sadece Suriye’de değil İran’da da PKK kampları mevcut. PKK’ya bölgede bir manevra
alanı sağlandı. Suriye devriminin başlamasıyla birlikte İran’ın PKK politikası değişti. İran,
Suriye ve PKK ayakta durmanın yolunun bir birine verecekleri desteğe bağlıyor. PYD, PKK ve
Esed ordusu beraber yaşıyorlar. Etnik ve mezhepsel çatışma çıkartarak ayakta durmaya
çalışıyorlar. Temel hedefte Türkiye’yi plan dâhilinde sıcak çatışmaya çekerek süreci
derinleştirip, zaman kazanmak… Bir Vietnam beklentileri var. Ama şu bir gerçek bu son bir
çırpınış. Tutmaz. Diktatörün 30- 40 bin kişinin öldürmesi sokağa dökülerek ‘savaş istemiyoruz’
diyenleri etkilemiyor. Esed’i destekleyen eylemler yapılıyor. Aynı gruplar şimdi savaş karşıtı
sahte bir kimlikle karşımıza çıkıyorlar. Ama onların da etkileri tükenmek üzere…” (49).

‘Vur kendini dağlara’ başlıklı yazısının Taraf gazetesinde sansürlenerek yayınlanmaması üzerine
gazete ile yollarını ayıran Orhan Miroğlu’nun bu makalesini Rotahaber yayınladı.
Miroğlu, Taraf gazetesine gönderdiği, ‘Vur kendini dağlara’ adlı son yazısının gazetede yer
almadığını belirtmiş, “Taraf’ın benim için miadı doldu” demişti. Yaşanan bu gelişmenin
ardından Miroğlu’nun sansürlenen yazısı büyük merak uyandırmıştı. İşte Orhan Miroğlu’nun 3
bölüm halinde yayınlamayı düşündüğü yazısının Taraf’a gönderdiği ve sansürlenen ilk bölümü
ve yayınlanmayan 2. bölümü…
VUR KENDİNİ DAĞLARA!
VUR KENDİNİ MAXMUR’A!
Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice koptu,derin bir ulusal huşu
içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar tükenmiyor, nereye baksan sıra sıra tabutlar, ağıt yakan
kadınlar var.
Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor.
Kürtler ise suskunluk,endişe ve psikolojik harp arasında bir araftalar.
Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık.
Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi imkanlara değil,
dağdakilerin ellerinde tutuğu silaha ve psikolojik harbe güveniyorlar.
Bir yanda devlet, bir yanda PKK.

133
İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini psikolojik harbe bağlamış
görünüyor.
Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay
olmadı.
Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20
yıl ülkenin belli bir bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi gösterildi.
Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de sürmüş, sivillere karşı binlerce
faili meçhul cinayet işlenmiş, köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç
hareketi meydana gelmiş ve resmi açıklamalara göre 28 bini PKK’li olmak üzere 35 bin insan
hayatını kaybetmişti.
Bu iç çatışma manzarası, ‘düşük yoğunluklu savaş olarak’ tanımlandı.
Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde, artık ortada üstü örtülecek bir
şey kalmamıştı.
PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü olarak yaptığı savunmalar
aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu.
Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde HADEP büyük bir başarı
sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da olduğu beş büyük şehrin belediye başkanlığını
kazanmıştı.
1999 Türkler’in ve Kürtler’in, Kürt sorununda gerçeklerle yüzleşmeye başladığı yıl olarak
görülebilir.
Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç
militandan ibaret bir örgüt olmadığını anlamıştı.
Ama PKK’de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve açıklamalarıyla kabul
etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi.
Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere terk etmiş ve siyasetin
gerçeği halktan gizleyen psikolojik harp metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir
işlevi kalmamıştı.
Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük bir değişim geçirdi.
Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası haline gelen, iç içe geçen PKK’yle
mücadele stratejisinde artık psikolojik harbi esas alan bir yerde durmuyor.
Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı.
İzlenen politika geçmişte PKK’yi askeri ve siyasi manada yok edeceğine inananların hayata
geçirdiği politikalardı, ama sonuç vermedi.
Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle birileri kaldıysa da,
onlar süreci belirleyen bir konumda değiller artık.
Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik reformların devam
etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor.
Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu hakikatleri milliyetçi
hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke barındıracak söylemlerden önemli oranda kaçınarak
kamuoyuyla paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti.
O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve 9 kişinin hayatını kaybettiği
saldırıdan sonra bile, Başbakan Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını
ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı değildi.
Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin silahı bırakması halinde her şeyi
konuşabileceklerini açıklamıştı.

134
Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle BDP çevrelerinin dillendirdiği ‘bu
hükümet Sri-Lanka modelini esas aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek ‘ yollu
propagandanın kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü ‘psikolojik harpten’ başka bir şey olmadığı
ortaya çıktı.
PKK, Şemdinli baskınlarından sonra ‘psikolojik harbe’ dört elle sarılmış bulunuyor.
Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor.
PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da, maalesef BDP’ li liderler ve şiddet
meselesine, bugün artık hiçbir geçerliliği kalmamış, mağduriyet teorileriyle yaklaşan ve
PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans gösterenler taşıyor.
Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl yorumlamak gerekir?
Perşembeye devam edelim.
Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp bizim kampımızdır ve adı
Maxmur’dur!
CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na
üye vermeyecek.
Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım silahların ve delillerin ortadan
kaldırılması!
Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt sorunu
nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret etmelerini öneriyorum. İnanın bu daha faydalı olur hatta
artık yazılması yılan hikayesine dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar. Apaydın kampı bugün
var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin
vatandaşı. Vize yok, kampa girmek, geceyi orada geçirmek serbest. Diyarbakır CHP il
Başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim Özkoyuncu’ya program
hazırlaması için bir telefon yeterli.
Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş!
Not: ‘Kürt Aydınının Trajedisi’ yazılarının üçüncüsü ve sonuncusu cumartesiye kaldı, merak
edenlere duyurulur. /
BU DA MİROĞLU’NUN 3 BÖLÜM HALİNDE YAYINLAYACAĞI YAZININ 2. BÖLÜMÜ
DAĞA VE BAYRAĞA DAİR..
Borsada değeri giderek artan hisse senedi gibi dağ mistifikasyonu sanki her geçen gün daha bir
değer kazanıyor.
Gece PKK’liler dağlara bayrak asıyor, gündüz olunca bu sefer de askerler aynı bölgeye kocaman
bayrakları götürüp dikiyor.
PKK, son zamanlarda Şemdinli üzerinden ilginç bir pskolojik harp uyguluyor, ve BDP bu
psikolojik harbin tam ortasında yer alıyor.
Siyasi temsil bakımından Meclisin dördüncü büyük partisi olan bir partinin, umudunu ve
geleceğini PKK’nin önüne koyduğu psikolojik harbe bağlaması, başta bu partiye oy veren Kürt
seçmenler olmak üzere, bütün Türkiye için bir kayıptır.
Sayın Demirtaş Şemdinli hadiselerinden sonra ortaya bir iddia attı.
Buna göre hükümet gerçeği halktan gizliyor çünkü Şemdinli kırsalı ve 400 kilometrekarelik bir
alana yayılan bir toprak parçasını, devlet değil artık PKK kontrol ediyor.
Hem de 700 kişiyle..
Bence ortada PKK’nin ve onun isteği üzerine de BDP’nin realitelerden koptuğu bir durum söz
konusudur
Keşke PKK daha fazla geç kalmadan gerçeğe uyanabilse..
Bunun olabilmesini en çok arzu edenlerdenim.

135
Ama nafile bir temenni ve nafile bir arzu bu; öyle görülüyor ki, Türkiye’nin siyasi zemini, ve bu
zeminin giderek demokrasi yönünde güçlenecek olması hiçbir şekilde PKK’yi tatmin etmeyecek
ve PKK, demokrasi güçlendikçe silahın ve şiddetin önde olduğu psikolojik harp yöntemlerine
dört elle sarılmaya devam edecek.
Bir hayli hazin ve bir o kadar da ironik bir durumla karşı karşıyayız.
Çünkü devletin PKK’ye karşı mücadelede psikolojik harbi terk ettiği ve hakikate dönmeye
başladığı bir dönemde, PKK filmi tekrar başa sarıyor ve ‘kurtarılmış bölge’ hayalleriyle hem
kendini hem Kürt siyasetini, hem de kendisine inananları reel siyasi bir zeminde değil, sadece
ulusal hissiyattan, dahası etnik hınç ve öfkeden beslenen psikolojik bir zeminde tutmaya
çalışıyor.
Devletin Kürt sorununda tamamen güvenlik eksenli bir politikayı cumhuriyetten bu yana
sürdürüyor olmasının maliyetini nasıl ki bu halk ödediyse, PKK’nin ‘savaş stratejisinin’
maliyetini de bugün, hiç kuşku yok ki 15-16 yaşlarında savaşa sürülen Kürt gençleri ve halkın
kendisi ödüyor.
Demirtaş, ‘Şemdinli’yi PKK ele geçirdi, PKK başka toprakları ele geçirmeden gelin onunla
anlaşın’ demeye gelen çağrılar yaptı.
Yani, Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkin gerçekleşmiş olduğunu ve ‘devletin egemenliği
altında bulunan topraklardan bir kısmının devletin egemenliğinden çıktığını’ açıkladı.
Açıkçası ‘devrimci savaş stratejisinin’ sonuç verdiğini ilan etti.
Sanki kimsenin farkında olmadığı bir gerçeğe dikkatlerimizi çeker gibi yaptı, ama yaptığı şey
psikolojik harpten başka bir şey değildi. Çünkü o da böyle bir durumun söz konusu olmadığını
biliyordu, nitekim daha sonra bir araya geldiği medya mensuplarına söylediklerinin yanlış
anlaşıldığını ifade etti.( Ezgi Başaran, Radikal2 Eylül.)
Sayın Demirtaş’ın açıklamasını baştan sona okudum. Eğer ben de bu açıklamadan psikolojik
harp sezmiş ve bu yazı bana iki yazı yazdırmışsa, sıradan vatandaşı artık varın siz düşünün.
PKK uzun zamandır bu psikolojik harbi, BDP ve gönüllü medya üzerinden sürdürüyor.
Önce CHP Milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılıyor, ardından, BDP’nin öncülüğünde PKK’lilerle
bir mizansen buluşma gerçekleşiyor.
Sonra internete gece karanlığında dağların tepesine bayrak asmaya çalışan bir PKK’ linin
görüntüleri düşüyor..
Devlet de geçmişte o bölgede dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesini bembeyaz taşlarla
veya kireçle yazdırır, Ertürk Yöndemlere ‘Anadolu’dan Görünüm’ programları yaptırır, Türkçe
bile bilmeyen Kürt ağalarını TRT’ye çıkartarak, psikolojik üstünlük sağlamaya çalışırdı.
Bugün artık, böyle şeylere itibar etmeyen ve geçmişten ders çıkaran bir devlet ve hükümet var.
Psikolojik harbi devlet terk etti, şimdi PKK sürdürüyor.
Psikolojik harp senaryosunun buraya kadar olan kısmını anlamak zor değil ve ben bunu
anlayabilecek durumdayım.
Anlamadığım şey Taraf gazetesinin bu psikolojik harbe bir takım haberlerle
ve manşetlerle katkıda bulunmasıdır.
Felaketi haber verir gibi atılan ve Suriye’de, ‘ikinci Kürt devletinin kurulduğunu ‘ispatlayan’
manşetlerden sonra, Şemdinli için atılan manşetler barışa ve yumuşamaya değil, PKK’nin
psikolojik harbine hizmet ediyor.
Psikolojik harbin her türlüsü çok kötüdür ve hiçbir şekilde meşru değildir.
Bir ülkenin, bir halkın hakikatten kopuşu, psikolojik harbe inanmakla ve ona başvuranların haklı
olduğunu kabul etmekle başlar.
Kürtler ve Türkler otuz yıl boyunca devletin psikolojik harbine yenik düştü.

136
Şimdi PKK’nin psikolojik harbiyle karşı karşıyayız.
Daha birincisinin yol açtığı vahamet ve acı bitmeden, Türkiye bir psikolojik harbe ikinci kez
yenilmemelidir.
Ve kendi kişisel hikayesi, Kürtlerin haklı davasına yazılmış bir yazarın, Kürtlerin psikolojik
harbini yazmak zorunda kalması gerçekten de çok trajiktir ve üzücüdür.
Bu durumda galiba o yazarın, ‘ulusal saflarla’ onun arasında akıp giden bir nehrin korunaklı
tarafına doğru iyice geri çekilmesi ve aynı nehrin öbür yakasından atılacak taşlardan kendini
iyice koruması gerekecektir (50).

Derin devlet ile AK Parti’nin 2011’den itibaren anlaşmasından sonra güvenlik kuvvetlerine,
giderek sivillere ve kendi militanlarına yönelik şiddeti tırmandırması karşısında, hükümette ve
hükümete kayıtsız şartsız destek veren çevrelerde PKK silahlı isyanının ancak yasak, baskı ve
şiddetle, kısaca askerî yöntemlerle bastırılabileceği düşüncesi ağır basmaya başladığı. Başka bir
deyişle, 1990'ların zihniyetine dönüş sinyalleri çoğalmaktaydı. Sapla samanı ayırmaksızın
yapılan KCK tutuklamalarının yaygınlaşması... BDP'ye yönelik suçlamaların tırmanması...
Öcalan ile görüşmelerin son bulması; avukatlarıyla dahi görüşmesine izin verilmemesi...
PKK'nın örtük-açık şekilde faaliyet gösterdiği Avrupa ülkelerine dönük eleştiri ve talepler...
Irak'tan çekilmekte olan ABD ile insansız hava araçlarını İncirlik'e yerleştirmesi için varılan
anlaşma... Ankara'ya gelen Barzani'ye, "Karayılan ile görüşün, ateşkes ilan edip, silahı
bıraksınlar... Ortalık yangın yerine dönse de askerî operasyonlar sürecek. Eğer PKK silahlı
mücadeleye devam ederse, siz de zarar görürsünüz..." mesajının verildiğine ve PKK'nın hareket
yeteneğinin kısıtlanması için belirli anlaşmalar yapıldığına dair haberler... Hepsi, bu defa sivil
yönetimin askerî çözüme meylettiğinin işaretleriydi. Hükümetin verdiği izlenim, Kürt sorunu
konusunda siyasi çözüm için bugüne kadar attığı adımlardan ileri gitme konusunda isteksiz;
gerekli güvenlik önlemleri alınırsa, PKK'nın bitirilemese bile marjinalleşeceği düşüncesinde
olduğuydu.

Öncelikle belirtilmesi gereken şunlardı: PKK'nın yürüttüğü sivilleri hedef alan terör eylemlerini
de içeren silahlı isyan ve bunun desteklenmesine yönelik yasa dışı örgütlenmeler elbette ki hiçbir
şekilde meşru görülemez. Silahlı isyancılara karşı olabildiğince etkin güvenlik önlemleri
alınması şarttır. Bugüne kadar yaşanan istihbarat yetersizliklerinin; gerilla yöntemleri uygulayan
isyancılara karşı mücadelenin düzenli orduyla, profesyonel kadrolarla değil zorunlu askerlik
hizmeti gören, silahı yeni eline almış elemanlarla verilmesinin doğurduğu kayıpların mazur
görülebilir yanı yoktur. Hükümet, güvenlik önlemlerini etkinleştirme yönünde attığı adımlarda
haklıdır. Ne var ki, hükümetin çeşitli sözcülerinin zaman zaman altını çizdikleri, güvenlik ve
özgürlük dengesinin korunmasında yanlışlar yapılacak olursa; bu bağlamda büyük sorun arz
eden TMK ve TCK'nın (değiştirilmesi ihtiyacı hükümet sözcüleri tarafından da dile getirilen ve,
her nedense, değiştirilmesinde ağır davranılan) hükümleri kullanılarak, barışçı yöntemlerle
yapılan muhalefet ile şiddet eylemleri aynı sepete koyulacak olursa, bundan sadece ve sadece
şiddet yanlılarının yararlanacağının hiçbir şekilde unutulmaması gerekir.

Silahlı isyancılara karşı güvenlik önlemlerinin güvenlik-özgürlük dengesi gözetilerek


etkinleştirilmesi elbette gereklidir; ama Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet ancak sorunun
halliyle bitebilir. Kürt kimliğinin serbestçe yaşanması önündeki bütün engeller ortadan
kalkmadan, Kürtleri Türkleştirme politikasından tümüyle vazgeçilmeden, Kürtlerin ortak
demokratik talepleri karşılanmadan, Kürtler gönülleri ve zihinleriyle kazanılmadan Türkiye,

137
istikrar ve huzura kavuşamaz; bölgesinde oynamak istediği (ve oynaması gereken) özgürlük ve
demokrasi kalesi rolünü asla üstlenemez. Liderleriyle müzakere edilerek militanlarının
olabildiğince geniş bir siyasi afla dağdan inmelerinin, silahlı mücadeleyi bırakıp sivil, siyasi
mücadeleye katılmalarının yolu açılmadan da silahlı isyanı bitirmek mümkün olmayacaktır.

Deniyor ki, PKK'nın amacı devlet içinde devlet olmak, Kürtler üzerinde vesayet kurmaktır. Evet,
PKK'nın en azından bir bölümünün, KCK örgütlenmesinin de amacı bu olabilir. Kürt sorunu
çözülür, silahların susması ve terk edilmesi sağlanır, Kürtler bütün farklı sesleriyle siyaset
sahnesinde özgürce yer alırsa, kim onlar üzerinde vesayet kurabilir ki? O zaman PKK'yı bizzat
Kürtler bitirecektir. Zaten PKK'yı ancak Kürtler bitirebilir (51). Kimsenin eli silahlı bir örgütle
mücadele yapılmasına itirazı olamaz. Mesele PKK nede Kürt sorunu.. Ancak şu soruyu da göz
ardı etmeyelim; bu mücadelenin sonunda nasıl bir Türkiye doğacak? Tecrübeyle sabit; PKK ile
mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi
herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor,
çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler
yükseliyor, hoşgörüsüzlük ve güvensizlik artıyor. Sonunda iş gelip bizim ‘nasıl yaşadığımız’a
dayanıyor. Bu nedenle, sorun ne PKK ne de Kürt meselesi olarak kalıyor; bizim, hepimizin
sorununa dönüşüyor. PKK saldırdıkça özgürlükler vazgeçilebilir, hukuk esnetilebilir görülüyor
insanlara. Devlet de, toplum da sertleşiyor. Dün ‘açılım’ politikasına destek verenlerin büyük bir
kısmı bugün ‘açılımın yanlış olduğu’ kanısında. Kimse de sormuyor; iyi de ‘açılım’ denilen proje
yürütüldü mü ki? Habur ve Tokat’ın ardından açılım adına ne yapıldı? Toplumsal ve siyasal
zeminde ‘açılım’ yapmanın siyasal riskleri ortaya çıkınca, devlet bu işi ‘tepeden’ Öcalan’la
görüşerek halletmeye çalıştı. O da olmadı. Bakın, Öcalan-MİT görüşmesi geçen yıl deşifre
olduğunda ‘ne olmuş yani, devlet terörü bitirmek, PKK’yı silahsızlandırmak için elbette örgütle
görüşebilir’ diyenlerden eser kalmadı şu günlerde. Meselenin güvenlik tedbirleriyle
çözülemeyeceğini söyleyenler hemen ‘müzakereci’ sıfatıyla PKK’ya yapıştırılmaya çalışılıyor.
Kısaca, Türkiye daha ‘sert’ bir iklime doğru gidiyor, ağır bir kış yaşayacağız… Bunun siyasal
uzantısı BDP’li milletvekillerinin ‘dokunulmazlıklarının kaldırılmasına’ varacak gibi. Bir adım
sonrası da BDP’nin AYM tarafından kapatılmasıdır. BDP’nin terörle, şiddetle, PKK ile arasına
mesafe koymadığı sır değil. Bu durum kuşkusuz partinin demokratik meşruiyetini ciddi olarak
zedeliyor. Kapatılması kimseyi şaşırtmaz. Peki, iki milyona aşkın seçmenini ne yapacağız? Bir
diğer soru PKK ile alakalı; PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler
hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkânlarının sınandığı ve de
tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor. Tamam
da bu, denenmemiş bir yöntem değil ki! Devlet PKK’yı silah yoluyla bitirme stratejisini zaten
hiç bırakmadı. Şimdiye kadar 30 binin üzerinde PKK’lı öldürüldü. Hatta eski Genelkurmay
Başkanı İlker Başbuğ ‘PKK’yı beş defa bitirdik’lerini ilan etti. Ama PKK terör eylemlerine hâlâ
devam edebiliyor. Bu ortamda söylemesi kolay değil, ama gerçekçi olmak adına sormak
zorundayız; PKK şimdiye kadar silah yoluyla bitirilemediyse bundan sonra nasıl bitirilecek?
Niyetim elbette moral bozmak falan değil; mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak
lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir
bölgesel ortamı hiç bulmamıştı. Dün, Profesör Sedat Laçiner dile getirdi; ‘Türkiye bugün dört
devletle savaşıyor’: Suriye, İran, Irak ve İsrail. Savaş belki abartılı bir ifade, ama bu dört ülkeyle
çok derin sorunlar yaşadığımız, siyasal ve diplomatik çatışma içinde olduğumuz kuşkusuz. Peki,
doğrudan fiilî bir çatışmaya girmeden bu ülkelerin bize karşı yürütecekleri yıpratıcı strateji neye
dayanır? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz; PKK. Sonuç şudur; PKK tarihinde görmediği

138
bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak
yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek. Türkiye 1990′ların psikolojik ortamına geri
döndü; ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’ noktasındayız. Bunun sonuçlarını eminim
hatırlayanlar vardır. Ne PKK biter ne Kürt sorunu çözülebilir mevcut koşullarda. Korkum, son
on yıllık demokratik kazanımların da feda edileceği bir noktaya doğru kaymak. Devlet buna
hazır, toplum da hazır hale geliyor (52).

Dokuzuncu Bölüm

PKK Başarabilir mi?

PKK, Temmuz 2012’den itibaren yeni eylem biçimleriyle bir stratejik hamle deniyordu.
Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, en vurucu makalesini’ PKK Başarabilir mi?
başlığıyla Taraf gazetesinde yazdı: PKK kaynaklarının anlattığı kadarıyla bu stratejik
hamlede hedef 2012 yılı içinde “sonuç almak”. PKK’nın almak istediği sonuç ise en
azından Türkiye’nin bir bölümünde, örneğin Hakkâri, mümkünse Şırnak, KCK sistemini
fiilen uygulamaya koymak. KCK sistemini uygulamaya koyabilmek için öncelikle PKK’nın
hedefe koyduğu bölgelerde toplum üzerinde “psikolojik kuşatılmışlık hissi” yaratması gerekiyor.
Yani insanlar bu coğrafyada devlet yok PKK var bu nedenle devletin sistemine göre değil
PKK’nın sitemine göre kendimi ayarlamalıyım diye düşünmeye başlaması gerekiyordu.
Bu strateji için Şemdinli kritik bir yer, çünkü Şemdinli halkı çoğunlukla gönüllü olarak PKK
sistemini kabul etmiyordu. Bu nedenle de PKK zorla Şemdinli üzerinde psikolojik
kuşatılmışlık hissi yaratmaya çalışıyordu.
Hatta son aldığım bilgilere göre Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylere gelen PKK militanları
halkı silahlandırmak için köylülere baskı yapmaya başlamışlardı. Köylerde yaşayan gençlere
silah dağıtacaklarını ifade edip herkesin PKK’nın dağıtacağı silahları almak zorunda olduğunu
belirtmişlerdi. Bir nevi devletin kurduğu koruculuk siteminin benzerini PKK kendine
müzahir köylerde kurmak istiyordu. KCK sistemi içindeki öz savunma gücü mantığın biraz
daha genişletip halkı silahlandırarak burada ben hâkimim duygusunu yerleştirdikten sonra bir
halk savaşı başlatmak istiyordu.
Ancak Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylüler dâhil PKK istediğini yapabilmiş değildi ve
2012’de yapamadı, e başarısız yılı oldu. Örneğin, köylerinizde gençler silah alacak diye
zorladıkları köylülerin bir kısmı köylerini boşalttı. Bazı köylüler çocuklarının zorla
silahlandırılmasını önlemek için çocuklarını Kuzey Irak’a gönderdi.

Bütün bu veriler bize PKK’nın en azından Şemdinli de “sonuç alıcı hamle” için işinin kolay
olmayacağını gösteriyordu. Ancak psikolojik kuşatılmışlık hissi yayma noktasında da PKK’nın
şimdiden hedeflerine ulaşmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. PKK kuşatılmışlık
duygusunu genişlettiği için 2011’de yapılan operasyonlarla devletin eline geçen psikolojik
üstünlük PKK’nın eline geçmiş durumdaydı. 2011 yılında faaliyetleri durdurulan “KCK
mahkemeleri” ve “vergi” sorumluları harıl harıl çalışıyor ve halkı devletin sistemine değil kendi
sistemine göre yaşamaya zorluyordu. Bu zorlama nedeniyle de PKK’ya haraç vermek istemeyen
bazı zengin aileler Şemdinli ve Hakkâri’nin ilçelerinden göç etmeye hazırlanıyordu. Hatta
bazıları göç etti bile. Bu açıdan bakıldığında, evet, PKK en azından kendi psikolojik ortamını

139
yaratma noktasında başarılı oluyor denebilir. Ancak psikolojik ortam yaratıp bunu muhafaza
edebilmek çok zor bir iştir. Bir operasyonda verilecek büyük kayıplar, devletin Uludere
öncesindeki nokta operasyonları konseptine yeniden dönmesi bu havayı tekrar tersine çevirebilir.
PKK’nın hedeflediği sonucu alıp alamayacağına ilişkin değerlendirilmesi gereken diğer faktör
kuşkusuz Suriye’nin içinde bulunduğu durumdur. Eğer Suriye’deki mevcut kaos durumu bu
şekilde devam ederse, yani taraflar yenişemezse, ve Esad iktidarını bir süre daha korumayı
başarışa, örneğin bir iki yıl, bu PKK’nın elini kolaylaştıracaktır. En azından Suriye’de kurduğu
PKK devleti sayesinde terörü batı bölgelerine kaydırarak Hakkâri civarında kurduğu psikolojik
iklimi koruyabilirdi. Nitekim 2012’de gerek Antep gerekse Kayseri Pınarbaşı’nda patlayan
bombaların Suruç ile ilişkisi çok dikkate değer bir ayrıntıydı. Ne oldu da Suruç birden bire
PKK’nın otomobil bombalarıyla yaptığı eylemlerin merkezi hâline geldi?
Bu soruya cevap vermek için Suruç’un karşısında yer alan Kobani’nin uzun bir süredir
PKK’nın Suriye’deki kolu PYD’nin kontrolünde olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Davutoğlu
ve Beşir Atalay Kobani’de olanları küçük göstermeye çalışıyor ama etkisi Antep’ten,
Kayseri’den hissediliyor. Yani Antep’te, Kayseri’de ve önümüzdeki dönemde Urfa, Hatay,
Maraş, hatta İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde patlayacak bombaların izleri
Kobani’den, Afrin’den çıkacaktır. Bu yönüyle bakıldığında PKK şimdiye kadar
başaramadığını başardı; terörü ülkenin batısına yayarak psikolojik kuşatılmışlık hissini
derinleştirdi denebilir.
Son olarak, PKK’nın başarısı biraz da devletin toplumsal duyarlılığı nasıl yönetip
yönlendireceğiyle ilgilidir. Görüldüğü kadarıyla devlet PKK’nın psikolojik kuşatma hamlesine
karşı hazırlıksızlık yakalanmıştı. Nitekim Şemdinli’de iki hafta süren çatışma döneminde toplum
PKK propagandasına maruz kaldı. Buna karşı devlet etkili bir açıklama bile yapamadı. Özellikle
twitter’ın bu kadar etkin olduğu bir yerde bilgi saklayarak, yalana dayanarak toplumsal dalgayı
yönetmeye kalkarsanız bu ters teper. Devlet tam da bunu yapmaya çalışıyordu. Bu da devletin
hazırlıksız olduğunu gösteriyordu.

İşte PKK devletin bu hazırlıksızlığını kendi avantajına dönüştürerek yaptığı eylemleri twitter gibi
sosyal medyada köpürterek toplumsal yarılma sağlamaya çalışıyordu. Kürt-Türk çatışmasının
fitilini ateşleyici eylemeler yapıp bunları twitter’dan paylaşarak Türkleri Kürtlere karşı
kışkırtıyordu. Zira muhtemel toplumsal tepki ile Kürtler ile Türkler arasındaki duygusal
bağ tamamen kopacak bu da PKK’nın Devrimci Halk Savaşı hamlesini kolaylaştıracaktır.
Doğrusu PKK’nın başarıya ulaşmasını sağlayacak en zayıf halka da burası. Bir toplumsal
çatışma PKK’nın istediği sonucu alması sürecini hızlandıracaktır (53).

Kürtçe yayın sayısını merak ediyor musunuz? Evet ben de ediyordum. Bu nedenle de araştırdım
ve belli rakamlara, verilere ulaştım. Belki bunları sizinle paylaşmam, sizin merakınızı da giderir
düşüncesi ile hareket ettiğim için, bu makaleyi kalem aldım.

Şöyle ki;

1. Yazılı basında ve televizyon kanallarında, Kürtler ve Kürtçe konusunda bilgisi olan olmayan
hemen hemen herkes yazıyor, konuşuyor. Yaşamı boyunca Doğu / Güneydoğu Anadolu
bölgelerine adımını dahi atmamış olanlar bile Kürt meselesikonusunda “uzman” olup
televizyonlara çıkabiliyor. Söz konusu zevat,Türkiye’deki bunca değişime rağmen, hâlâ “Kürtçe
üzerinde baskı ve engellerin varlığından” bahsedebiliyor. Bu zatların hangi zaman diliminde
yaşadıklarını gerçekten merak ediyorum.

140
2. TRT-6′nın günde 24 saat Kürtçe yayın yaptığı, Mardin, Muş, Diyarbakır vs. illerindeki Devlet
üniversitelerinde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümünün açıldığı, ayrıca Kürtçe seçmeli dersin
konulduğu, “Kürdoloji” üzerine sempozyumların düzenlendiği, Kültür Bakanlığı’nca Kürtçe
kitap neşrine başlandığı, bazı Valiliklerce (Diyarbakır, Van vb.) vatandaşları bilgilendirme
amaçlı Kürtçe afişlerin asıldığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izniyle bölgedeki camilerde Kürtçe
hutbe / vaazların verildiği bir dönemde, hâlâ baskı, yasak ve engellerden söz edilebiliyorsa,
bunda bir art niyet aramak gerekir.
3. Öte yandan, Kürtçe öğretim kursu vermek, televizyon /sinema filmi-dizisi çekmek, konser,
konferans, sempozyum düzenlemek, kitap, dergi, gazete, broşür, plak, kaset, cd çıkarmak için
herhangi bir kısıtlama da yok zaten.
4. Buna rağmen, “Kürtlerin anadillerini yazmaktan mahrum oldukları” iddiasında bulunanlara
sormak lazım: Türkiye’de hâlihazırda 35′ten fazla Kürtçe süreli yayının neşredildiğinden
haberiniz var mı acaba?
5. Merak ettim ve araştırdım. İşte, 2012 yılı itibarıyla Türkiye’de Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe çıkan
dergi ve gazeteler: Asima, Avesta, Azadiya Welat, Banga Heq li Kelha Amed, Bawerî, Birca
Belek, Bîr, Çira, Çirûsk, Dema Nû, Demokratik Modernite, Demokratik Yaşam, Hawara Botan,
Hêvîya Jinê, Hinar, Jiyan,KirmanciyaBeleke, Mizgîn, Multîkultî, Munzur, Newaya Jin, Newede
Dersim, Nûbihar, Nûbûn, Nûkurd, Rewşen, Roja Kurd, Serbestî, Şopa Rojê, Tîgrîs, Tîrêjên
Tamara, Tîroj, Toplum ve Kuram, Vesta, W, War, Zend vs.
6. Kürtler konusunda kitap basım-dağıtım işi yapan Kürt yayınevleri de bir haylidir: Alan, Aram,
Arya, Avesta, Beybûn, Çetin, Deng, Dilan, Doz, Fırat, Hêvî, Jan, Komal, Koral, Kürt Enstitüsü,
Lîs, Melsa, Mem, Müjde, Nûbihar, Nûjen, Öz-Ge, Pelêsor, Pêrî, Ronahî, Sîpan, Tevn, Vate,
Welat vs. gibi onlarca isim sayılabilir.
7. Ayrıca birçok Radyo ve TV kanalında da Kürtçe yayın mevcut.
8. Bu gerçekleri, Kürt meselesi konusunda kendilerini “uzman” diye takdim edenlerin bilgisine
sunuyor ve onları birazcık insaflı olmaya davet ediyorum ki; bu da hakkım olsa gerek, değil mi?
(54).

Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyordu. Kürt şair, yazar ve siyasetçi Kemal Burkay, yasaklı
olduğu için 30 yıldır İsveç'te yaşıyordu. 2011’de Türkiye’ye döndü. Konuşuyor, röportajlar
veriyordu. O da Kürt sorununun çözümünü istiyordu. Ama PKK-KCK-BDP çizgisinden çok
farklı bir duruşu, söylemi vardı. Burkay, Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda şunları
savundu (55):

"Yükselen barışçı Kürt siyasetine karşı geçmişte, kontrgerilla devreye kondu. Kontrgerilla
eylemleri, halka yönelik baskılar, bir bakıma barışçı biçimde gelişen mücadeleyi, şiddete
yöneltmek için yapıldı. 1960-70'lerde barışçıl ve kitlesel biçimde gelişen Kürt hareketi,
1980'lerde PKK eli ile şiddete yöneldi ve giderek harekete, şiddetin dili ve yöntemleri egemen
oldu. PKK bizden sonra sahneye çıktı ve bizleri hedef gösterdi. Bizlere şiddet uyguladı. Bu tavır
1980'lerde de bugün de aynı. Belki yöntemi biraz yumuşadı, ama bakış aynı. "Kürtleri ben temsil
ederim, benden başkası haindir" anlayışı, bizim diyalog çabalarımıza rağmen değişmedi.

(Kürtler, PKK vesayetinden kurtulmaya, bunu talep ve ısrar etmeye hazır mı?) "Şimdilik bu
yönde kitlesel ve çok etkili bir hareket yok. Kitlelerin gönlünde olsa da bu, henüz söze ve eyleme
yeterince dökülmedi. Çünkü silahların sesi, kitlelerin sesini bastırıyor. Onların taleplerini, duygu
ve düşüncelerini özgürce dile getirmeyi engelliyor. Bana göre bir korku var.

141
"Tabii ki açılım ve çözüm sürecindeki duraklamada, AK Parti'nin yalnız kalmasının payı büyük.
Bu süreçte CHP ve MHP'nin açılıma destek vermemesini, siyaseten haklı bulmasam da
anlayabilirim, ama beni asıl hayal kırıklığına uğratan BDP ve PKK oldu. Onlar ilginçtir, ne
demokratik açılıma ne de Ergenekon davalarına yeterince destek vermediler.

"Ergenekon davası ürkütüyor. Ergenekon birtakım ilişkilere ışık tutuyor. Bu ilişkiler ağının açığa
çıkmasından korkuldu herhalde... Ergenekon hem devletin içinde örgütlenmiş, hem de solun ve
Kürt hareketinin içine elini uzatmış. Ergenekon ortaya çıkarken bu kesimlerin tedirgin olması
veya karşı çıkması ancak böyle izah edilebilir.

"PKK'nin eylemsizlik ilan ettiği dönemde ordu, AK Parti'nin açılım politikalarına rağmen
operasyonlara devam etti. Operasyonların durduğu zamanda bu kez Reşadiye olayı, Dörtyol ve
Kastamonu olayları oldu. Bunlar kuşkulu ve çözüm sürecine hizmet etmeyen eylemlerdi. Hele 12
Haziran seçimlerinden sonra BDP'nin boykotu, PKK'nin ise eylemlerini tırmandırması son
derece yanlış oldu.

(1999-2004 arasındaki çözüm şansı vardı. Kullanılamadı mı sizce?) "Demek ki dağda PKK'lı
silahlılar olmasını istediler. PKK'yi yedekte tuttular... Kanımca en başta PKK'yi Güneyli
Kürtlere, yani Kürdistan Federe bölgesine karşı kullanmak için. Biliyorsunuz geçmişte de PKK
birçok kez (1992, 1995 ve 1997'de) Güneyli Kürtlere, KDP ve KYB'ye karşı savaştı. Bunda
Kürtlerin hiçbir çıkarı yoktu, ama özellikle Suriye ve İran'ın etkisiyle PKK bu işe sürüklenmişti.
Nitekim bir ara Karayılan'ın kendisi, 'Türkiye bizim Güneyli Kürtlerle savaşmamızı istiyor' diye
açıklama yaptı. Öcalan bir keresinde görüşme notlarında, 'Benimle görüşen subay, tüm gerillaları
güneye geçirme, 500 kadarı içerde kalsın, lazım olur' dediğini açıklamıştı. Nitekim lazım oldu
da. PKK 1999-2004 döneminde silahlı eylemleri durdurmuştu. Ama AK Parti'nin seçimleri
kazanıp hükümet kurmasından itibaren durum değişti.

"AK Parti'ye karşı Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı vb. bir dizi darbe planının devreye konduğu
dönemde, daha önce 'hata yaptık, silahları tümden bırakıyoruz' diyen Öcalan ve PKK, 1 Haziran
2004'te yeniden silahı devreye soktu. Bu dönem, tam da AK Parti'ye karşı cunta hesaplarının
yapıldığı dönemdir. Belli ki derin devlet, AK Parti'ye iktidar olanağı vermemek, hem Kürt
sorununun çözümünü hem de Türkiye'nin AB üyeliğini ve demokratikleşme sürecini engellemek,
başka bir deyişle statükoyu korumak için harekete geçti..." (56).

“Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi?” konusu Türk ve Kürt aydınlarının sürdürdüğü bir
tartışma. Star gazetesi yazarı, liberal düşüncenin önde gelen isimlerinden Berat
Özipek ile en önemli konuda hemfikiriz. Demokratikleşme ister PKK’yı zayıflatsın ister
güçlendirsin olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu nedenle tartışmamız biraz daha teknik bir
alana iniyor. Demokratikleşme PKK’yı güçlendirir mi zayıflatır mı? Kürt sorunu uzmanı
Emre Uslu, 2004 yılından bu yana PKK’yı canlı tutan şeyin antidemokratik uygulamalar
değil güçlü PKK network’u olduğunu savunuyor. Bu konuda Emre ile de aynı düşüncedeyiz.
Özipek ise demokratikleşme olmadığından PKK’nın kitle desteğinin devam ettiğini
demokratikleşirsek PKK’nın kitle desteğinin zayıflayacağı görüşünde. Tartışmamızın esası
burada odaklanıyor. Özipek’in son argümanlarını (http://haber.stargazete.com/yazar/sorun-
cozulurse-pkk-biter-mi/yazi-688452) linkten okuyabilirsiniz. Emre Uslu’ya göre tartışmanın

142
doğası gereği biraz ETA’ya odaklanmak durumundayız. ETA ile PKK arasında paralellikler
kurabilir miyiz? Özipek ETA’nın bitiş hikâyesini anlatırken demokratikleşme sayesinde
ETA’nın bölündüğünü ve marjinalleştiğini, ana gövdenin siyasette kaldığını, 30 yıl
süren ETA’nın eski ETA’dan farklı olduğunu ve daha küçüldüğünü anlatıyor.
Doğru, ETA’da bölünmeler oldu ama bu bölünmeler Özipek’in anlattığı gibi demokrasiyle
ilgili değil ETA’nın stratejik tercihleriyle ilgiliydi. ETA’da ilk bölünme Özipek’in de
vurguladığı gibi 1974 yılında oldu. Büyük grup (ETApm) strateji olarak demokratikleşmeyle
birlikte “Siyasi ve askerî bir strateji izleyip bir yandan siyasette var olurken bir yandan da
militan eylemler yapmalıyız” diyordu. Daha küçük olan grup (ETAm) ise “hayır siyaset
mücadelenin özüne zarar verir çünkü kıt kaynaklarımızı iki alana da dağıtmak zorunda
kalırız” diye karşı çıktı ve sadece silahlı mücadeleyi savundu ve “siyasete girerseniz askerî
eylemler anlamsızlaşır” diye itiraz etti.

13 Eylül 1974 yılında Madrid’de polis karakoluna bitişik bir restoranda patlatılan bomba
ayrışmayı hızlandırdı. ETA müşterilerinin çoğunun polis olduğu varsayımıyla bombayı patlattı
ve 13 kişi öldü. Bunlardan beşi çocuktu ve sadece bir tanesi polisti. Bu olay ETA içinde büyük
tartışmalara neden oldu. Zaten stratejik tercihlerde ayrışan iki grup farklı yollara gitti ve ETApm
ve ETAm olarak ikiye bölündü. Keşke PKK’nın içinde de siviller ölünce böyle tartışma olsa ama
PKK’da böyle tartışmalar olmaz çünkü PKK’nın kodlarında demokrasinin ’D’si yoktur. Bu
nedenle demokratikleşmenin PKK’yı zayıflatacağı tezi yanlıştır. Özipek ve tabii ki birçok aydın
da bu bölünmeyi demokrasiyle ilişkilendiriyor. Eğer Özipek’in anlattığı gibi bölünme
demokrasiyle ilgili olsaydı bölünme 1974 yılında değil demokrasiye geçişin olduğu 1978 ve
sonrasında olması gerekirdi. Nitekim Batılı analistler de ETAm’in haklı çıktığını, Özipek’in
anlattığının aksine, siyaset ve terör eylemlerini birlikte götürmeye karar veren ETApm’in
rakamsal olarak ETAm’den daha büyük olmasına rağmen silahlı mücadeleyi uzun süre devam
ettiremediğini, 1977 yılında kendi içinde bir bölünme daha yaşayarak ETApm’in içindeki askerî
kanadın örgütten ayrılarak ETApm’in daha küçüldüğünü ve etkisizleştiğini vurgular. Bu süre
içinde sadece askerî stratejiyi seçen ETAm’in ise militan ve silah gücü olarak daha güçlendiğine
1978 yılından itibaren eylemlerinin büyük tırmanışa geçtiğine ve silahlı mücadelenin dominant
grubu olduğuna vurgu yapar. Rakamlar da bu analizi doğrular. Ayrılmadan önceki ETA’nın
askerî kanadı üyelerinin toplamda daha az olduğunu, demokrasiye geçişin de olduğu 1978
yılında bu rakamın 300/350 civarında olduğunu, daha sonraki yıllarda bu rakamın 500’e kadar
çıktığını biliyoruz. Yani demokratikleşme ETA’ya katılan hard-core militan sayısını
azaltmadı arttırdı.
1982’den itibaren ise ETA’ya katılan militan sayısında bir azalma görülüyor. Çünkü örgütün
artan eylemleriyle birlikte İspanya kolluğu da hızlı bir şekilde tutuklamalar yapıyor. Bu dönemde
tutuklanan ETA üyelerine bakıldığında çok sayıda tutuklamanın olduğu görülüyor. Çok kısa bir
süre içinde çok fazla ETA üyesi ve sempatizanı tutuklanınca örgüt yeni eylemci bulmada
zorlanıyor. Yeni örgüte katılım çarkı yavaşlatılıyor. ETA asıl darbeyi, Özipek’in söylediği gibi
demokrasiyle değil, bizzat polis operasyonuyla 29 Mart 1992 tarihinde alıyor. Bu tarihte
ETA’nın tüm liderleri Fransa’nın güneyinde tutuklanıyor. Bu gerçeği ETA üzerine çalışan
tüm kaynaklar teyit ediyor. Bu tarihten sonra örgütün kendisine gelemediğini ve ana gövdeyi
oluşturan militan sayısının yüzlerin altına düşütünü ve etkisizleştiğini biliyoruz.
ETA’nın yeni eleman kazanımı ve varlığını sürdürmek için tıpkı PKK gibi geniş bir
network ağı kurduğunu ve bu sayede 30 yıldan fazla yaşadığını biliyoruz. Sanırım buna
Özipek de itiraz etmez. ETA’nın network’unu zayıflatan asıl darbenin de 1998 yılında İspanyol

143
hâkim Garzon’un başlattığı bizdeki KCK operasyonlarının çok daha kapsamlısı operasyonlar
zinciriyle ETA ile legal alanda çalışan tüm diğer network’ların arasında kurduğu ilişkinin
belirlenip network’un illegal ilan edilip tüm üyelerinin tutuklanması ile birlikte, network’un
çökertilmesi sayesinde olduğunu tüm literatür yazar. Eğer Hâkim Garzon’un yaptığı
operasyonun oransal olarak bir benzeri bizde yapılsaydı; yani KCK operasyonları tüm PKK
network’unu çökertecek biçimde ve tabii ki daha hassas yapılsaydı bugün PKK network’u
çalışmazdı ve PKK çok zorlanırdı. Ancak devletin içindeki müzakereciler ve aydınların
katkılarıyla bu operasyonlar durduruldu Uludere’de bilerek öldürülen köylülerle de dağdaki
militanlara yönelik operasyonlar durduruldu PKK’ya can suyu verildi.

Özipek teorik bir argümanla konuyu demokrasiyle ilişkilendirip, demokrasiyi bağımsız değişken
gibi anlatıyor. Bu nedenle de ETA’nın militan yapısına ve çelik çekirdeğine bakmıyor. ETA’ya
yönelik toplumsal destek azaldığı için ETA zayıfladı diyor. Oysa rakamlar da Özipek’i
doğrulamıyor. 1978 yılında tam olarak siyasete giren, Özipek’in büyük ETA’yı şiddeti bitiren
ETA olarak tanımladığı ETA’nın siyasi kanadının aldığı oy oranları demokrasi olgunlaştıkça
artmadı. Aksine hep aynı kaldı hep yüzde 10 civarında, 150 bin civarında kaldı. Bir tek 1998
yılında oylarını 224 bin civarına çıkardılar, o da seçimlerden bir ay önce ateşkes ilan edildiği
için. Yani ETA’ya destek veren kor sempatizan kitlenin siyasal tercihlerinde artma veya azalma
yok. Bu nedenle de Özipek’in argümanı doğru değil.

Eylemsellik rakamlarına bakıldığında da Özipek’in argümanını destekleyen rakamlar yok.


ETA’nın eylemleri demokrasiye geçiş döneminde 78-81 yıllarında tavan yapıyor. Bunu Özipek
mantıklı bir tez ile açıklayabiliyor. Ancak Özipek’in açıklaması gereken iki farklı dönem daha
var. ETA eylemleri 1987 yılında ve 1991-92 yılında da tırmanışa geçiyor. Eğer ETA’nın
eylemleriyle demokratikleşme arasında bir ilişki olsaydı demokrasiye geçişten sonra süreli bir
azalma olması gerekirdi ve sonunda bitişi görmeliydik. Oysa ETA eylemlerinin 92 yılında
liderlerin tutuklanmasından sonra birdenbire düştüğünü görüyoruz ki bu da benim argümanımı
daha çok doğruluyor.

Peki, ETA neden bitti? Elbette demokratikleşmenin ve insanlara farklı kanallar sunmanın etkisi
olmuştur ama ETA’nın network’u çökertilmese ETA bugün de devam ederdi. ETA’nın çöküşünü
anlamak için onun uyguladığı üç farklı stratejiyi anlamak gerekiyor. Kuruluş 1977 (ayaklanma),
1978-92 (yıldırma savaşı) ve 1992-2003 (Ulusal Cephe ya da Demokratik alternatif) stratejisi.
ETA 1977’ye kadar ayaklanma savaşı yürüttü. Ancak özellikle ılımlı Bask milliyetçilerinin ve
diğer partilerin destek vermemesi nedeniyle bu strateji başarıya ulaşamadı. 1978-1992 arasında
ETA da tıpkı PKK gibi, “silahlı mücadelenin amacını düşmanı yenmek değil, bu mümkün de
değil, ama uzun süren savaşla onu bıktırıp istediğimiz bölgeden çekilmesini sağlamak olarak”
benimsemişti. Bugün PKK’nın kabul ettiği 4. Stratejik Mücadele’nin mantığı ETA’nın
uyguladığı stratejisiyle aynıdır. Bu yüzden AKP’yi bıktırıp bölgede izole edip çekilmesini veya
taleplerine evet demesini istiyor. ETA 1978 yılında tıpkı PKK gibi neredeyse bire bir şartlar
sürmüş ve stratejisini devleti bu şartları kabul ettirmeye zorlamak olarak belirlemişti. Bu şartlar,
kendi kaderini tayin hakkı, hapisteki ETA üyeleri için af, Bask bölgesi için anayasal garanti, ve
İspanyol güvenlik güçlerinin Bask ülkesinden geri çekilmesi.

1988 yılında tıpkı PKK ve bugünkü bazı müzakerecilerin dediği şeyi söylüyordu ETA: “Biz
İspanya’yı yenemeyeceğimizi biliyoruz. Bu bizim hedefimiz de değil. Ancak şunu da
biliyoruz İspanya’da bizi yenemez.” Yine devlet ile ETA arasında 1975 yılından başlayıp

144
1976, 1977 yılında devam eden ve 1983 yılında sıklaşan görüşmeler oldu. ETA bu görüşmeleri
yapan İspanya hakkında ne düşünüyordu? “İspanya zayıf olduğu için bizimle barış görüşmesi
yapmak istiyor.” Tam da bu nedenle her görüşme öncesinde veya sonrasında tıpkı PKK’nın
yaptığı gibi elini güçlendirmek için eylem yapıyor, insanları öldürüyordu.
ETA bu eylemleri yaparken hükümete güçlü olduğumuzu göstermeliyiz onları bıktırmalıyız ki
istediğimizi alalım düşüncesiyle yaptı. Yoksa ETA’nın içinde bir bölünme yoktu ve savaş
isteyenler bu eylemleri yapmıyordu. Tıpkı PKK’nın devletin 2. Müzakere girişimi başlatmayı
planladığı ve Avni Özgürel ile 2012’de zemin yokladığı haziran ayından hemen sonra eylemleri
tırmandırması gibi.

ETA 1992 yılında liderleri yakalandığında yeni stratejisini ilan etti: “Demokratik Alternatif”
(Ulusal Cephe). Buna göre devletle görüşüp pazarlıkla istediğimizi almak yerine Bask
bölgesindeki diğer Basklılarla birleşip taleplerimizi tüm Basklıların talebi olarak sunalım.
Böylece devlet bu toplumsal talebe karşı çıkamayacaktır düşüncesini geliştirdiler. Bu strateji
çerçevesinde özellikle siyasileri hedef alan eylemler yaptılar. Demokratik alternatif size de
tanıdık geldi mi? PKK da 2005’ten itibaren Demokratik Özerklik ilan edip DTK ile ulusal cephe
kurmaya çalışmıyor mu? Ancak özellikle 1998 yılında Garzon’un ETA network’una başlattığı
operasyon ile 9/11 ortamı birleşince ETA liderleri de zaten hapiste olduğundan ETA bitti. Yoksa
ETA’ya destek veren tabanda hiçbir değişiklik olmadı hep yüzde 10 civarında kaldı ve
demokrasi Özipek’in anlattığı gibi ETA’ya desteği azaltmadı. ETA’yı bitiren şey
demokratikleşme değil uyguladığı üç farklı stratejinin de işe yaramaması ve zaman içinde
anlamsızlaşmasıydı. Ayrıca ETA, bu stratejiyi uygularken devletin dayanıklılığının ne kadar
olacağını hesaplayamadı. Kısaca İspanyol devleti ETA’nın beklediğinden daha dayanıklı çıktığı
için ETA 30 yıl içinde eridi.

Oysa bizde devletin en azından stratejik aklı kayış atmış durumda ve PKK’yı bitiremeyiz diye
inanmış. Siyasetçileri de inandırmış durumda. İşte bu düşünce PKK’yı azdıran ve Devrimci Halk
Savaşı’nı cesaretlendiren temel düşüncedir. Eyleminden stratejisine PKK il ETA arasında ne
kadar da paralellikler var. Ne kadar da tanıdık değil mi? Fark bu gerçeği göremeyen, aynı
yanlışları illa da yapmak zorunaymışız gibi bize yaşatan ve yaşatmak isteyen yöneticiler ve
aydınlarda sanırım. ETA’ya dair bilgiler Cuenca’nın “The persistence of nationalist
terrorism: The case of ETA” adlı makalesinden özetlendi (Uslu, 2012).

Berat Özipek ve Murat Aksoy, Emre Uslu’nun ETA yorumuna itiraz ediyorlar.
Özipek “Demokratikleşme konusunda ısrarla ve inatla yoluna devam eden sivil hükümet
kazandı. ETA’nın taban desteği zayıfladı, örgütün ana kütlesi silah bıraktı. Tamam, ETA
adlı bir örgüt saldırılarına daha yıllarca devam etti. Ama o ETA, artık o baştaki büyük
ETA değildi” diyor. Doğru 2010 yılına geldiğinde ETA’nın desteği azaldı ancak buraya gelene
kadar otuz yıl geçti. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi sorusu her Türk vatandaşının sorduğu
bir soru. Emre Uslu bu soruya ve Özipek’in argümanına şöyle yanıt veriyor: Demokratik
anayasadan sonra ETA 30 yıl daha varlığını sürdürdü. Özipek’in argümanı doğruysa şu soruya
tatmin edici bir cevap vermesi gerekiyor: ETA’nın gücünün zayıflaması neden demokratik
anayasanın kabulünden sonraki 15-20 yıl gibi uzun bir süre içinde gündeme gelmedi de
2001 yılından sonra oldu bu? Cevabını Uslu veriyor: ETA’nın desteğini yitirmesinin nedeni
2001 yılındaki kritik 9/11 saldırılarıdır. El-Kaide’nin New York’taki terör saldırılarıyla bir
anda tüm dünya Amerika’nın önderliğinde terör örgütlerine karşı bir duruş sergiledi ve şiddetin
meşrulaştırılması dönemi kapandı. Yani artık benim teröristim senin özgürlük savaşçın algısı

145
yıkıldı. Bu dönemden sonra özellikle AB ve ABD terör örgütleri listeleri çıkardı. Bu listelerde
ETA’da vardı. Hatırlayın bu konjonktür PKK’yı da etkilemişti. Özellikle 2004 yılındaki El-
Kaide’nin Madrid bombaları İspanya’da terör algısını kökten değiştirdi. Artık insanlar Bask
bölgesindekiler de dâhil terörün korkunç yüzünü global ölçekte gördü. 2004 Madrid
bombasından sonra da tüm Avrupa gibi İspanya’nın gündeminde kendi lokal problemleri değil
“ithal problemler” oturdu. Avrupa artık özellilikle Müslüman dünyadan gelen göçmen sorunu ve
bununla ilişkilendirdikleri terör sorununu bir numaralı gündemlerine oturttu. Bu da hâliyle
ETA’nın arada bir yaptığı eylemleriyle gündemde tutmaya çalıştığı ana gündemi bastırdı ve
ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı. ETA’nın silah bırakma sürecine giden 2006 yılındaki
ateşkes ilanının 2004 yılından sonra gelmesi çok tesadüf olmasa gerek.

Bu noktada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor: PKK’dan farklı olarak ETA hiçbir zaman
kendisinden farklı partileri tehditle yok etmedi. 1979 seçimlerinden beri Bask bölgesinde
seçimlere giren ve önemli miktarda olan en az beş farklı parti var ki ETA’nın desteklediği
partiler genellikle üçüncü sırada geliyor oy oranlarıyla. ETA’ya desteği azaltan network’lar işte
Bask bölgesinde her zaman ETA’dan fazla oy alabilen diğer partilerdi. Ayrıca ETA’nın
desteğinin azalmasına neden olan en kritik olay 2006 yılındaki Madrid Havaalanı bombasıydı.
Hapisteki 400 ETA militanının yerlerinin değiştirilip Bask bölgesine daha yakın hapishanelere
taşınması görüşmelerinin yapıldığı dönemde patlatılan o bombadan sonra ETA’ya destek veren
parti ETA ile arasına mesafe koydu. Bu saldırıdan sonra ETA’nın siyasi kanadı ipleri eline aldı
ve askerî kanadın söz söyleme üstünlüğü zayıfladı. Bu da ETA’ya verilen halk desteğini azalttı.
Bizde durum böyle mi? Silvan saldırısından sonra BDP’nin bırakın PKK’ya mesafe koymasını
PKK’nın sözcülüğünü yaparken hangi bilimsel veri ile demokratikleşme PKK tabanını zayıflatır
diyorsunuz? Yeniden söyleyeyim, ETA’dan farklı olarak PKK alternatif hiçbir parti veya
network’a izin vermiyor. O hâlde demokratikleşmenin yeni network’ların oluşumunu
sağlayacağını, bunun da PKK’nın tabanını savunacağı argümanı (Murat Aksoy’un
argümanı) tamamen temelsiz. Zira mevcut demokratik ortamda bölgede PKK’ya alternatif
partilerin ve network’ların oluşumun engelleyen şey Türk devleti değil
PKK. Demokratikleşme daha da gelişirse PKK’nın vicdanı mı kabaracak da alternatif
network’ların oluşumuna izin verecek? Ayrıca PKK neden buna izin versin?

ETA’nın zayıflamasında 2001 sonrasındaki polis operasyonlarının azımsanmayacak etkisi vardır.


Bir nevi bizdeki KCK operasyonlarının benzerini İspanya hükümeti yapmış Fransa’nın da
desteğiyle ETA’yı bitirme noktasına gelmiştir. Silah bırakma pazarlıkları da bu sürecin sonunda
ETA’nın bileği bükülüp dışarıda sadece 30-50 arasında aktif ETA militanı kalınca başlamıştır.
Pazarlıkların içeriği de bizdeki gibi bölgeyi KCK’ya bırakmak üzerine değil, ETA tutuklularına
bir af sağlanıp sağlanmayacağı üzerine yürütülüyor. Özetle 11 Eylül sonrası ortamında değişen
uluslararası ortam ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı ve ETA’nın desteği azaldı. ETA’nın
bitiş süreci (salt) demokratikleşme sayesinde değil (öyle olsa 2001 öncesi 20 yılda bitmesi
lazımdı) 2001 sonrasındaki konjonktürü İspanya hükümetinin iyi kullanıp etkili polis
operasyonlarıyla ETA’nın bileğini bükmesi sonucunda akıllı bir pazarlık süreci yürütmesiyle
mümkün olmuştur. Demokratikleşme PKK’nın tabanını zayıflatır diyenlerin bir diğer tezi
şu: “PKK’nın kullandığı argümanları demokratikleşmeyle elinden alırsanız PKK hangi
gerekçeyle dağda kalacak?”Bunu düşünenler PKK’nın toplumsal taleplerden doğan bir
argümandan dolayı dağda kalmasını meşrulaştırdığını sanıyor. Oysa durum tam tersidir. PKK
Kürt toplumuna kendi argümanlarını dikte ediyor, kabul ettiriyor. Yani bir argümanlar
manzumesinin sonucu değil bizzat argümanların üreticisi. Dolaysıyla taleplerin de

146
üreticisi. Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması.
Anadilde eğitim diye bir argümanı yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir
argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabi ki PKK ve/veya Kürt
entelektüeli. Bu bakımdan PKK’nın argümanını elinden almak diye bir şey sözkonusu değil.
Demokratik talepleri karşıladıktan sonra da PKK kendi argümanını üretip dağda kalmaya devam
edecektir. Tıpkı Kürtçe tv’lere izin verildikten sonra onları “korucu tv” diye ötekileştirip kendi
argümanlarını ürettiği gibi. Bu argümanların üretim kapasitesi toplumsal taleplerin
karşılanmasıyla değil PKK network’unun ne kadar etkin çalıştığıyla ilgilidir (57).

Onuncu Bölüm

PKK ve KCK nereye koşuyor?

Şırnak'ın Cudi Dağı'na yapılan sonbahar 2012 operasyonlarında PKK'nın sapık yüzü bir kez daha
gözler önüne serildi. Bu operasyonlar terör örgütü PKK 'nın sapkın ilişkilerini bir kez daha
ortaya çıkardı. Cudi Dağı 'na yapılan operasyonda aralarında Kadınlar Sorumlusunun da olduğu
5 terörist öldürüldü. Kış hazırlıkları yapan teröristlerin mağara ve sığınaklarında aramalar
yapıldı. Ele geçirilen malzemeler arasından çıkan doğum kontrol hapları ve benzeri malzemeler
kirli ilişkilerin delili. Bunlar örgüt içindeki ahlaksızlığın ilk delilleri değil. Terörist başının kürt
kadınları ile ilgili konuşmaları örgütte nasıl bir iğrençlik yaşandığını ve tesis edildiğini
anlatmaya yetiyordu. Terör örgütü KCK 'nın sahte Cuma imamı Abdullah Taş 'ın, kardeşinin eşi
K.T. ile sapkın bir ilişkisi ortaya çıkmıştı. İstanbul'da BDP 'nin organize ettiği sivil cuma eylemi
ile adını duyuran 5 çocuk babası Taş'ın, 4 çocuk annesi olan yengesi ile çarpık ilişkisi deşifre
olmuştu. Taş'ın bütün yapıp ettikleri iddianamede yerini aldı. İşte terör örgütü PKK ve üst
yapılanması KCK'daki bir başka ahlaksızlık skandalı daha. İstanbul'da 44 kişinin tutuklandığı
KCK operasyonunda, Ümraniye'deki sözde siyaset akademisine de baskın yapılmıştı (58).

Terör örgütü KCK'yı yönetenlerin kadın eğitmenlere tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı. Kadın
eğitmenin, 'KCK'lı yönetici bana tecavüz etti' diye yazdığı şikâyet mektubu, baskında polisin
eline geçmişti. Genç kadın mektupta taciz ve tecavüz mağduru olduğunu anlatıyordu. PKK
kamplarından kaçan Nemrut kod adlı bir kadın teröristin itirafları da tüyler ürpertiyordu. Nemrut,
Örgüt içinde kadın teröristlere nasıl kötü muamele ve tecavüz edildiğinden bahsediyordu. Örgüt
içinde defalarca kadın ve erkek teröristler arasındaki sapkınlıklar gündeme geldi. Terör
Örgütünün öne çıkardığı isimlerin örgüt dışında da, Ehl-i namus bölge halkının aile ve kızlarına
yönelik cinsel saldırılarda bulundukları daha önce de gündeme gelmişti (59).

Bu arada Hakkâri son teknoloji ürünü "şahin göz "kameralarına kavuştu. Kaşif adı verilen casus
balonlarla artık kentte kuş uçurtulmayacaktı. Şehir eşkıyaları ve huzur kaçırmak isteyenlerin işi
artık daha zordu. İçişleri bakanlığının desteği ile Hakkari'de kurulan mobese merkezi ve uydu
takip sistemi polisin adeta eli ayağı oldu. Sokak ve caddeler adım adım bu merkezden takip
ediliyor. Herhangi bir suç unsuru olduğunda ise anında müdahale geliyor. İl merkezi ve ilçelere
25 şahin göz ve 117 mobese kamerası yerleştirildi. Kameralar gece görüşüne sahip ve kendi
ekseni etrafında dönebiliyor. Şahin gözler 10 kilometreye kadar net görüntü sağlıyor. Nihayet

147
devlet Hakkâri’ye geldi. Kullanılan teknoloji sadece kameralarla da sınırlı değil... İnsansız hava
araçları da polis tarafından kullanılıyor. Teknolojinin kullanılmasından bu yana, yasa dışı
gösterilerde kayda değer bir azalma var.
Üstelik birçok olay da mobeseler yardımıyla aydınlatıldı. Yüksekova'da Kuran-ı Kerim kursuna
malzeme almaya giderken saldırıya uğrayan polis memurunun katilleri kameralardan
bulunmuştu. 6 Ekim 2012´de de yol kesen bir grup kameralar sayesinde anında tespit edildi.
Uydu takibi ile saklandıkları yer belirlenen şüpheliler yakalandı. Şemdinli ilçesindeki 5 terörist
ise böyle yakayı ele vermişti. Yeniliklerin bu kadarla da sınırlı kalmayacak ve bu mağdur ilimiz
Türkiye’ye ait olduğunu hissedecek, şehri kurtarılmış PKK bölgesi yapmak isteyen iç ve dış
güçlerin hevesleri kursaklarında kalacaktı. Yakın zamanda Hakkâri’de Aselsan tarafından
üretilen Balonlu Keşif Gözetleme Sistemi kullanılmaya başlanacaktı. Sistem, yüksek irtifadan
gerçek zamanlı gözetleme yapılabilecekti. Uzmanlar teknoloji kullanımının güvenlik açısından
hayati öneme sahip olduğunun altını çiziyordu.

KCK'nın eğitim boykotuna karşı çıkan, teröriste karşı öğretmenini koruyan Hakkâri’de eğitim
için dev yatırım kararı alındı. 16 anaokulu, 15 ilkokul, 9 lise, 2 spor salonu, pansiyon ve
öğretmenevi yapımı için 120 milyon dolarlık eğitim kompleksi kuruluyordu! Bugün'den Bilal
Şahin'in haberine göre Hakkâri'de esnaftan memura, işadamından işçisine, taksiciden öğrenciye,
her kesim terör örgütünün baskısından dert yanıyor. Yöre halkı, devletin kendilerine yüzde yüz
güvenlik sağlaması halinde örgüte olan desteğin tamamen kırılacağını vurguluyor.KCK'nın
talimatlarına aykırı hareket edenlerin "çocuklarını kaçırırız, dükkânını yakarız" diye tehdit
edildiği belirtiliyor. Hakkârililer ilk olarak PKK'nın eğitim boykotuna karşı çıkarak örgüte toplu
tepki gösterdi. Şemdinli Bağlar'da öğretmeni silahla tehdit eden teröristlerin karşısında veliler
durdu. Ekim ayı başında boykot nedeniyle öğretmenleri tehdit edip propaganda yapan dört
teröristi Bağlar halkının toplu tepkisi geri adım attırdı. Şemdinli merkeze bağlı bir köyde üç defa
terörist baskınına uğrayan okulda da veliler gece-gündüz nöbet tutuyor. Okullara yönelik
molotoflu ve bombalı saldırılara rağmen eğitim aralıksız devam ediyor. Hakkâri'de eğitimin
önündeki engellerden birinin lojman ve derslik sıkıntısı olduğunu tespit eden İçişleri Bakanlığı
gerekli çalışmaları başlattı. Buna göre kentteki okullar kampüs halinde bir yerde toplanacaktı.
120 milyon lira ödenek ile 16 anaokulu, ilköğretim için 79 derslikten oluşan 15 okul, 9 lise, 2
kapalı spor salonu, 20 odalı iki lojman, 300'er kişilik iki pansiyon ve barınma sıkıntısı çeken
öğretmenler için 120 odalı öğretmen evi inşa ediliyordu. 2014 yılında bitecek olan eğitim
kurumlarının temelleri atıldı. Yüksekova'da da eğitim kampüsü inşa edilecek. Liseler 2014'te
bitecek olan kampus çatısı altında toplanacaktı. Mevcut liseler ortaokula çevrilerek sınıflar en
fazla 30 kişilik olacak. Kampüste spor salonu, yemekhane, havuz ve pansiyon bulunacaktı.
Güvenlik ve diğer hizmetler ihalelerle özel şirketlere devredilecek. Eğitim kampüsü uygulaması
ilk olarak Eskişehir ve Hakkâri’de faaliyete girecek ardından Türkiye geneline yayılacaktı.

Taş atan çocukların en çok gündeme geldiği Hakkâri ve Şırnak'ta çocukların vakit geçirebileceği
bir tek oyun parkının dahi olmaması dikkat çekiyor. Bir lokanta işletmecisi belediyenin özellikle
park yapmadığını iddia ediyordu. Hakkâri Belediyesine çocukların vakit geçirebileceği alan
yapması talebinde bulunmalarına rağmen herhangi bir cevap alamadıklarını belirtiyordu. Daha
önce İl Özel İdaresi tarafından yapılan parkların KCK tarafından çocuklara hedef gösterilerek
kullanılamaz hale getirildiği aktarılıyordu. Bölgenin önemli sorunlarından biri de yatırım
eksikliği. Hakkâri İşadamları Derneği Başkanı Hüseyin Biçer ildeki güvenlik sıkıntısı nedeniyle
Hakkârili iş adamlarının bile farklı illerde yatırım yaptığını belirtti. Teşvikte Van, Gaziantep,

148
Batman ve Şanlıurfa ile birlikte 6. Bölge il olmasının büyük dezavantaj getirdiğine dikkat çeken
Biçer bu illerle aynı bölgede yer aldıklarından dolayı yatırımın gelmediğini vurguladı (60).

PKK, uzun zamandır füze temin etme peşindeydi. Bunu 2012 sonbaharından beri başarmış
görünüyor. Özellikle son dönemde Suriye üzerinden terör örgütüne uçaksavar ve füze girişi
yapıldı. Bu donanımların iç bölgelere kadar da taşındığı söyleniyor. Duyumların maalesef bu
bilgiyi teyit ettiği, KCK‘nın son dönemlerde özellikle Doçka ve füze tarzı silahları çok temin
ettiği bir gerçek. İşin kötü tarafı bunları yurtiçine aktarmış olup, hakim noktalara yerleştirmiş
olması. Irak merkezi yönetimine karşı Barzani‘yi ve Esad rejimine karşı Suriyeli muhalifleri
açıktan destekleyerek sorunlara taraf olan Türkiye’nin bu tavrına karşılık, KCK bu silahları İran,
Irak ve Suriye’den son dönemlerde rahatlıkla sağladı. Hatta İran PKK’ya doğrudan yardım
ederek örgütün bu silahları Türkiye sınırına kadar getirmesine refakat etti. İran’ın her konuda,
özellikle silah ve mühimmat konusunda PKK’ya daha çok yardım ettiği, PKK teröristlerinin İran
topraklarından Türkiye’ye geçmelerini güvenle yoğun şekilde sağladığını istihbarat makamları
biliyor. Bugün gazetesinde eski savcı Gültekin Avcı, Kandil’in nereye koştuğunu şöyle
betimliyor: Ne gariptir ki bu konuda kamuoyunda daha çok Irak ve Suriye ön plana çıkartılıyor.
Bu da devlet içinde konuşlu İran muhiplerinin psikolojik harekâtı olsa gerektir. Bunun yanında;
PKK’nın bölgede kaçakçılık yapan vatandaşlardan şimdiye kadar komisyon adı altında para
aldığını biliyoruz. Bu aşamadan sonra terör örgütünün planlaması değişiyor. Bundan sonra
kaçakçılık yapan vatandaşları sınır geçişleriyle mühimmat ve silah taşımada daha aktif
kullanabilecekleri istihbaratı alınmış durumda. Uludere olayıyla “vahim bir yanılgı”ya itilen
devleti yumuşak karnından avlamak istiyorlar. Dolayısıyla terör örgütünün her
fırsatta Uludere olayını kaçakçılara psikolojik baskı aracı olarak kullanabilecekleri güçlü bir
ihtimaldir. Belli ki daha sofistike gelecekler. Propaganda faaliyetlerinde Kur’an ayetlerini bile
kullanmayı tasarlıyorlar. Düşünebiliyor musunuz?

Zerdüştlük ayinleri yapıp, İslam’a bin bir hakarette bulunan PKK, mütedeyyin Kürt kitlelerini
Kur’an ayetleriyle avlamayı düşünüyor. “Ya tutarsa” kabilinden akla gelen ve gelmeyen her yolu
deneyecekleri besbelli. 2 ay önce Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren KCK üst yöneticileri tarafından
eleman temin etmek gayesiyle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bölgesinde seferberlik ilan
edildi.
Bu amaçla her evden bir erkek-bir kız olmak üzere acil olarak birer kişinin örgüte çağırıldığı,
çocuk olan bu örgüt mensuplarının büyük şehirler başta olmak üzere çeşitli bölgelere
gönderilerek eylem yapacakları duyumları var. KCK emriyle yapılan eylemler sonucunda
devletin yaptığı her kanuni düzenleme, KCK cephesinde galibiyet olarak algılanıyor. Vahim olan
ise KCK’nın devletin attığı adımları Kürtler’e yönelik zafer ve propaganda aracı olarak kullanıp,
baskıyla oturduğu zemini güçlendirmesidir. KCK okul boykotlarına çok önem veriyor. Özellikle
bu boykotların Cizre, Şırnak ve Hakkâri‘de mutlaka uygulanmasını istiyor. Okulların boykot
edilerek veliler tarafından bir süre işgal edilmesi, öğretmen ve öğrencilerin derse girmemeleri
gibi planlamaları ise KCK Türkiye Meclisi yürütüyor.

Bunlar bir yana, Kandil’in (KCK Yürütme Konseyi) verdiği çok ilginç bir talimat var.
Kandil, BDP’li belediyelerden bölgede faaliyet gösteren Gülen Hareketi bünyesindeki dershane
ve okulların deprem yönetmeliklerine uygun olmadıkları, yangın merdivenlerinin olmadığı gibi
bahanelerle kapatılmasını istiyor. PKK bünyesindeki "Kürdistan Halk İnsiyatifi" tarafından
yapılan 17 Kasım 2012 bildirisinde Gülen Cemaati de özel olarak hedef alındı. Kürtleri resmi

149
eğitim müfredatını ve okulları şiddetle boykot etmeye çağıran İnisiyatif, Gülen
cemaati bünyesindeki dersane ve yurtların “ajanlaştırma ve düşürme” yerleri olduğunu
savundu. Cemaate ait bu kurumların hedef alınması ve bölgeden köklerinin kazınmasını isteyen
İnisiyatif, “Özellikle özgürlük mücadelemize bağlı yurtsever Kürt ve demokratik öğretmenler
sömürgeci AKP-devletine karşı net tavır almalı, kendi anadilinin öncüsü olmalıdır." dedi.
Hatırlarsanız Karayılan‘ın devletten çok Gülen Hareketi’ne husumet beslediğini gösteren
ifadeleri evvelce basına yansımıştı. PKK bunu neden ister? PKK, kardeşlik, hoşgörü, şiddeti
reddetmek, gönülleri fethetmek, Kürt çocuklarının idrak seviyesini yükseltmek gibi slogan ve
uygulamaların örgütle Kürtler arasına aşılmaz mânialar diktiğini iyi biliyor. Belli ki Türk-Kürt
ekseninde ayrılıkları değil asırlara dayanan müşterekleri öne çıkaran Gülen Hareketi’nin eğitim
sistemi, kanla beslenen KCK/PKK eksenini zehirliyor. PKK cinnetinin geniş Kürt kitleleri
nezdinde kabul görmesini ve meşruiyet kazanmasını engelliyor (61).

Kasım 2012 sonu Pakistan’a giden Başbakan Erdoğan’ın dönüşte uçakta gazetecilere
söylediği birkaç cümle bir cilt kitaba denkti. “Silahların susturulması değil, silahların
bırakılması” diyor önce ve sonra da ekliyor: “Silah bırakıldığı andan itibaren başka ülkelere
gitmeleri gündeme gelebilir.” Bu sözlerin önünü, arkasını ve aradaki boşlukları uzun uzun
doldurmak ve olup bitenlerle ilgili çok kritik sonuçlar çıkartmak mümkün. Birincisi: Demek
ki uzlaşma sadece Öcalan’ın yeniden sahneye çıkışı ve açlık grevlerinin sona erdirilmesi ile
sınırlı kalmamış. Masaya oturulmuş ve çözüm için müzakerelere başlanmış. Kiminle?
Sahneye Öcalan çıktığına göre onunla olmalı. Peşinen Oslo’daki gibi, İmralı ile Kandil
arasındaki ‘network’ün yeniden tesis edildiğini varsayabiliriz. İkincisi, Başbakan’ın iki
cümlesinin gösterdiği üzere bu müzakerelerde PKK, ateşkes karşılığı lider kadronun
güvenli bir şekilde bir üçüncü ülkeye yerleşmesi şartını öne sürmüş. Hükümet ise bu şartı
kabul etmiş, sadece “ateşkes” yerine “silahlar bırakma” şartında ısrar ediyor. “Ateşkes” adı
üzerinde elinizdeki silahın tetiğindeki parmağınızı çekmeniz; “silah bırakma” ise daha ileri
bir adım. Beşir Atalay’ın sözleri aradaki boşlukları doldurmamıza imkân sağlıyor.
Yurtdışına çıkacak PKK yöneticisi sayısı 130 civarında. Geri kalanı için eve dönüşü mümkün
kılacak bir genel af planlanıyor. Üçüncü ülke ise Polonya veya Beyaz Rusya. Kısaca Oslo
süreci, kaldığı yerden devam ediyor.
Zaman yazarı Mümtaz’e Türköne’ye göre, başbakan’ın sözlerinden öte bu sözlerle kamuoyu
önüne çıkmasından çıkartılacak çok önemli bir sonuç var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
işbaşındaki hükümeti müzakereyi kamuoyuna açık yürütüyor. Bu şeffaflığın amacı, Kürt, Türk
ve uluslararası kamuoyunun baskısını PKK’ya yönlendirmek olmalı. “Devlet terör örgütünü
muhatap almaz” eşiği aşıldığına göre bu yaklaşım tutarlı. PKK’ya gelince: Hükümet ile masaya
oturup yönetici kadronun sınır dışına çıkması, geri kalanının eve dönmesi karşılığında “ateşkes”
yerine “silah bırakma” şartını müzakere ediyorsa kendi varlık sebebiyle ilgili üç ihtimal söz
konusu. Birincisi, “silahlı mücadelede yenildik” tezi. Örgüt, askerî açıdan yenilmiş olsa da, bu
gerekçeyi öne sürmez. İkincisi; silahlı mücadelenin gerekçesi olan “red ve inkâr” politikalarının
sona erdiğini, böylece amacın gerçekleştiğini söylemek. Silahlı mücadele ile sonuç aldığını ve
maksadın hasıl olduğunu öne sürmek. Üçüncüsü, ikisi arasında bir yer: “Silahlı mücadelenin
gerekçeleri devam ediyor. Ama artık bu amaca silahla değil, sivil siyasetle ulaşacağız” tezi.

150
İki taraf için de doğrusu şu olmalı: Başbakan PKK’ya güvenmiyor. Müzakere masasını ne zaman
ve hangi saikle devireceğini kestiremiyor. Reşadiye, Silvan saldırıları bu güvensizliğin gerekçesi
olarak yeterli. Ama açık müzakere yöntemi ile karşı tarafın elindeki argümanları çürütmeyi
hesaplıyor. Böylece PKK’nın inandırıcılığını ve itibarını kendi sempatizan kitlesi önünde teste
zorluyor. PKK ise, her zaman olduğu gibi kış kampına çekilmiş durumda. Bu sene askerî
hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremedi. “Vur-kal” taktiği ve “devrimci halk savaşı” stratejisi
iflas etti. Yaralarını sarmak ve bahara hazırlanmak için bu müzakereleri taktik bir nefes alma
aralığı olarak kullanabilir. Zira bölgede PKK’nın elindeki silahla rol alabileceği diplomasinin
şartları hâlâ devam ediyor. Yine de “Ne değişti de, PKK bu sefer silah bırakmaya razı oluyor?”
sorusunun inandırıcı bir karşılığı yok. Tersine, uluslararası konjonktür PKK’ya fırsatlar sunuyor.
Öyleyse umuda kapılmak için çok erken. Daha henüz işin başındayız (62).

Bizde barış bir kasımpatı gibidir. Kasım ayında açar baharda solar. Barış çiçeğinin açması için
her kasımda bir gazeteci Kuzey Irak’tan barış mesajları estirir. Bu kasımda kim gidip
özlediğimiz barışı getirecek, diye sormuştum. Hasan Cemal sağ olsun zahmet edip oralara kadar
gidip barış mesajları getirmiş. Fakat bu sefer daha kompleks bir barış ışığıyla karşı karşıyayız.
Bir yandan Kuzey Irak’tan geldi barış mesajları öbür yandan da İmralı’dan açtı kasımpatı
çiçekleri. Sanırım her sonbaharda oynanan bu barış tiyatrosu inandırıcılığını kaybettiğinden daha
etkili bir senaryoya ihtiyaç duyuldu. Bu yüzden de uzun bir gerilimden sonra mutlu sonla bitecek
bir açlık grevi tiyatrosu kondu sahneye. Sonunda Abdullah Öcalan İmralı’dan haber gönderdi 68
gün süren açlık grevi tiyatrosu son buldu. Bu, “bir gerilim tiyatrosu”ydu çünkü oyunu yazan
zaten ne zaman ve nasıl sonlanacağını biliyordu. Başbakan da biliyordu bu tiyatronun detaylarını
Abdullah Öcalan da. Zira tiyatroyu sahneye koyanlar aynı zamanda büyük başarı ile bu süreci
sonlandırdık diye kendilerine pay çıkaranlardı.
Sadece önümüzde oynanan ölüm oyununu dışarıdan seyreden bizler tiyatroyu gerçek sandık. Ne
Abdullah Öcalan bizim medya kadar ciddiye aldı bu oyunu ne de Başbakan Erdoğan. İkisi de
oyunun sonunu biliyordu. Bu arada bu ölüm oyunundan mutlaka ölüm çıkarmak isteyen KCK
yapısı da vardı, ancak oyunu yazanlar yan etkileri de göze alarak oynadılar bu oyunu. Örneğin
hapishanedeki açlık grevleri yapanların normal açlık grevlerinde alınmayan birtakım vitaminler
aldıkları da bizzat yetkililer tarafından açıklandı. Açlık grevindeyken kilo almalar bu nedenledir.
İmralı’dan her seferinde barış ışığı görenler de (bunlara bakılırsa yakında güneş İmralı’dan
doğacak) adadan mucize çıkaranlar da şu sorulara neden cevap vermez: Madem Öcalan ölüm
oruçlarına ilkesel olarak karşıydı, açlık grevlerini sonlandırın demek için neden 70 gün bekledi.
Adaya koster kalkmıyordu da ondan mı? Oysa Ada’ya inen helikopterin sayısı Kato dağına
operasyona giden helikopterin sayısından daha az değildi bu süreçte. Resmî açıklamalara
bakılırsa MİT yetkilileri AKP kongresinden önce de sonra da görüştü Öcalan’la. Bu süreçte en az
beş görüşme yapıldı. Bu da her hafta bir görüşmeye denk geliyor neredeyse. Yine, Mehmet
Öcalan 21 Eylül 2012’de yani açlık grevleri başladıktan on gün sonra görüştü. Ekim ayı içinde
biri üst düzey olmak üzere en az üç defa MİT yetkilileri Öcalan ile görüşmeler yaptı. Eğer
gerçekten de ışık huzmeleri arasında gördüğünüz büyük barış mucizesi Abdullah Öcalan ilkesel
olarak ölüm orucuna karşıysa neden bu ziyaretlerden birini vesile yapıp açlık grevlerini bitirin
mesajı vermedi? Çünkü bu oyunda Abdullah Öcalan’a verilen rol gerilimin zirveye tırmandığı
anda ortaya çıkıp bir mucize göstermesi ve bir sözüyle ölümleri durdurup üzerimize barış ışıkları
saçmasıydı. Sonrası kendiliğinden gelecekti ve Öcalan büyük barış adamı olarak yeniden
sahneye çıkacaktı. Çıktı da…

Peki, bu tiyatro neden yazıldı? Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, bu soruyu şöyle cevaplıyor:
151
Abdullah Öcalan son bir yılda PKK’daki İran eğilimine yakın şahin kanadın kontrolü ele
geçirmesinden sonra kendi liderliğini sürdürebilmek için şahinlerden yana tavır koymaya
başladı. Öcalan buna mecburdu, çünkü PKK’ya posta koyup oradan ayrılma lüksü yoktu. PKK
Öcalansız da savaşabildiğini gösterdi. Daha önce de bir kaç defa belirttiğim gibi, PKK’nın
Öcalan’a değil Öcalan’ın PKK’ya ihtiyacı var. Bu nedenle Öcalan tercihini PKK içindeki
şahinlerden yana kullandı. Nitekim 21 Eylülde kardeşi ile yaptığı görüşmede “Silvan saldırısında
PKK’nın sorumluluğu yok” diyor. Bu açıkça kendisine rağmen yapılmış Silvan saldırısını
onaylıyorum demektir.
Oysa tiyatroyu yazan istihbarat teşkilatının hesabına göre barış ancak Öcalan, Murat Karayılan
çizgisi üzerinden müzakere ile mümkün. Bu nedenle de Öcalan’ın yeniden PKK’nı tartışmasız
lideri olması gerekiyor, Karayılan’ın da pozisyonunu koruması. Bu nedenledir ki MİT’in etki
alanı altındaki gazeteler ve gazeteciler Murat Karayılan’ı barış yapılabilir bir lider olarak
sunuyor. Ona toz kondurtmuyor, hastaysan doktor gönderelim diye mesaj gönderiyorlar. Bütün
şeytanlıkları da Bahoz Erdal’a yüklüyorlar. Öcalan için de aynı durum geçerli.

Yani açlık grevi tiyatrosu Öcalan’ın geri dönüşü için büyük bir PR operasyonuydu. Başarılı da
oldu. Hatırlayın, Öcalan, geçen yıl temmuz ayında Silvan saldırısıyla rütbeleri sökülüp onursal
başkan konumuna düşürülmüştü. Son açlık grevi tiyatrosu Öcalan’a rütbelerini iade etme töreni
için yazılmış bir gerilim tiyatrosuydu. Uzun süren gerilim sahneleri sonunda Öcalan ortaya
çıkartıldı ve bir kurtarıcı olarak yeniden barış mucizesi gerçekleşti. Yeniden “ışıklar” içinde bir
lider olarak doğdu. Tarihsel olarak Öcalan da PKK da istihbarat teşkilatının yazdığı bu tiyatrolar
sayesinde büyümüştür. MİT 1978’de Türk solunu bölmek için oynadı bu oyunu. Kürt sorunu
olarak karşımıza çıktı. Şimdi aynı oyunu oynuyor, yakında Kürt devleti olarak göreceğiz
sonucunu. Acı olan şu: hükümet de bu illüzyona inanmış, kendi rolünü oynuyor: Türklere gaz
veriyor Öcalan’a söz veriyor. Başbakan Türk mahallesinde Öcalan’ı asıyor, Kürt mahallesinde
kurtarıyor. Bu bir gerilim tiyatrosundan skeç değilse ne?
Bazıları Öcalan’ın bu tiyatro oyununu bir mucize göstererek gerçeğe dönüştürecek sihirli
değneği olduğunu sanıyor. Oysa barış bir tiyatrodan daha ciddidir. Öcalan, “PKK ülke dışına
çekilsin” çağırısı yapıp PKK da bu çağırıya uyana kadar bu tiyatroya inanmayacak kadar
tecrübeli bir TC vatandaşıyım ben. Bu tiyatroya başlık seçseydim herhalde “Kışın seviş yazın
savaş” olurdu. Ancak ölüm gerçeği İmralı’da Kandil’de ve Yeni Mahalle’de sahnelenen barış
tiyatrosundan daha gerçek, barış mucizesinden daha sahici, barış ışıldaklarından daha yakıcıdır.
Çünkü bunu sadece barış Pollyannaları değil herkes görür (63).

Gazeteci ve yazar Rıdvan Akar ise, açlık grevleri sayesinde Öcalan’ın tekrar liderlik rolünü
kaptığını düşünüyor. Açlık grevleri iki biçimde bitebilirdi. Kandil açlık grevlerinin bitmesi
talimatı verebilirdi. Ancak Kandil’in böylesi bir niyeti olmadığı KCK Yürütme Konseyi Başkanı
Murat Karayılan’ın 22 Ekim 2012’de Roj TV’de yayınlanan mesajında ortaya çıkıyordu.
Karayılan, cezaevlerinde yapılan açlık grevleri ile PKK’nın bir ilgisi olmadığını, eylemlerin
“kendiliğinden” başladığına dikkati çekiyor ve “PKK geleneğinde cezaevlerinde bir eylemin
yapılması kararı vermeyecekleri gibi, ‘bitir’ talimatını da kimsenin veremeyeceğini bu kararı
sadece açlık grevi başlatanların verebileceğini” söylüyordu. Karayılan’a göre açlık grevlerini
Öcalan değil, Başbakan Erdoğan bitirebilirdi.
Her ne kadar Karayılan böyle dese de ikinci seçenek hiç kuşkusuz Öcalan’dı. Öcalan’ın “bitir”
talimatı/çağrısı eylemin sonlandırılması için yetti de arttı. Ancak Öcalan’ın çağrısında
“dışarıdakilere” dönük bir eleştiri de mevcuttu. “Dışarıdakilerin” kendilerinin yapmaları gerekeni
cezaevlerindekilere yüklediği mealindeki eleştiri kulak ardı edildi. Oysa Karayılan aynı söyleşide

152
açlık grevlerinin tarihi bir dönüşümün başlangıcı olabileceği yönündeki görüşleri mevcuttu. Yani
açlık grevlerine böylesi bir mana ve ehemmiyet yüklendiği anlaşılıyordu. Şimdi bu yeni ahvalde
iki ilginç tutum dikkati çekiyor. Birincisi, MİT doğrudan Öcalan ile yeniden iletişime geçmiş
görünüyor. Bu iletişimi Hükümet-Öcalan diyaloğu olarak da tanımlayabiliriz. Zira Adalet Bakanı
Sadullah Ergin “gerekirse Öcalan ile de görüşülebileceği” yönünde demeçler verirken, Başbakan
Erdoğan’ın henüz dumanı üzerindeki “Biz iktidarda kaldığımız sürece ev hapsi olmaz. Cezasını
İmralı’da çekecek” şeklindeki açıklamalarına rağmen, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “silah
bırakılması halinde Öcalan’a ev hapsinin de gündeme alınabileceğini” söylüyor.

Peki bu keskin U dönüşüne neden gerek duyuldu? Erdoğan Öcalan’a görüş yasağının konulduğu
1.5 yıl içinde Kürt Sorunu’nun çözümünde muhatap arayışında ciddi bir sıkıntı yaşadı. Önce
farklı mecralarla Kürt Sorunu’nu görüşeceğini söyledi. Olmadı. Sonra sadece yasal
temsilcileriyle görüşeceğini belirtti. Yani BDP’yi muhatap alacaktı. O da olmadı. Hal böyle
olunca da milliyetçiliğin hamaseti ile malul bir “silahla çözeriz” politikasına sarılındı.

Ancak İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Öcalan’a görüş ambargosunu sürdürelim. Terörle
mücadelede çok başarılı bir dönemden geçiyoruz” telkininin bir yumuşak karnı vardı. Dağda
silahlı, şehirlerde taş ve molotoflu Kürt militanlar yerine siyaseti açlıkla terbiye/tehdit eden
yepyeni bir direniş biçimi ezberleri bozdu. İşte bu ahvalde “terörle mücadeledeki azimli ve
başarılı kararlılık” pek de etkili olamayacaktı. Oysa cezaevlerinden gelebilecek kitlesel ölüm
haberleri ülkeyi yeniden kan ve ateşle imtihana sürükleyebilirdi. Bu koşullarda yeniden malum
adrese başvuruldu. Öcalan devreye girdi ve sorunu çözdü. Krizin biricik kazananı da Öcalan
oldu. Bir kez daha örgüt ve Kürtler üzerindeki etkisini kanıtladı. 1.5 yıllık uzaklığa rağmen
gücünden hiçbir şey yitirmediğini gösterdi. Dahası belki tersten “çakarak” da olsa kendisinin
uzak kaldığı dönemdeki cari dinamikler/muhataplar olan BDP/Kandil eksenine kifayetsizlik
eleştirisi yapmış oldu. Şimdi Öcalan yeniden muhatap alınması gereken tek makam olarak öne
çıkıyor. Dahası açlık grevlerindeki duruşu itibarıyla da “akil” bir konuma yükselmiş görünüyor.
Hele avukatlara görüş izninin verilmesi halinde bu sürecin çok daha içerikli parametrelerini
göreceğimizi ön görüyorum.

Yani Öcalan giderek fiili siyaset yapan, örgütü yöneten kadrolarla arasına mesafe koyarak,
eleştiri ve “silahla çözüm olmaz” yaklaşımıyla devletle PKK arasında “aracı” bir konum elde
etmek isteyebilir ya da o konumu “pazarlıklar muvacehesinde” devlet tarafından öne çıkarılmak
istenebilir. İlginç bir sürece gireceğiz. İmralı’da pazarlıklar sürecek. Öyle anlaşılıyor. Bakalım
bu pazarlık sürecinde Kandil “biz de buradayız” vurgusunu yine kanla yazacak mı? Bakalım
Öcalan ile devlet ve Öcalan inisiyatifi ile Kandil arasındaki bu bilek güreşini kim kazanacak?
Umarız telaffuz edildiğinde bile adeta PKK söylemi gibi algılanan “barış” bu kez
provokasyonlara daha dayanıklıdır (64).

AKP içindeki bir damar da yeni bir fitne vesilesi olarak, Milat Gazetesinden Adem Çaylak’ın da
ifade ettiği şekliyle; ‘doğuda PKK ile mücadele eden the cemaattir. Ve şiddete başvuran güvenlik
güçleri de the cemaatin elemanlarıdır’ şeklinde absürt bir söylem geliştirmektedir. Gazeteci ve
akademisyen Önder Aytaç, bu süreç içerisinde muhtemel olabilecek terör eylemlerini 30 madde
halinde ve PKK sorununda gelinen noktaya parmak basarak iki makalesinde şöyle özetliyor.

153
1. Öncelikle burada yazdıklarımız bizim öngörülerimiz ve bu konudaki uzmanlığımız
sonucundaki çıkarsamalarımızdır demeliyim.

2. Bu yazdıklarımızdan sonra, -daha önceden de defaatle olduğu gibi- ya bu olayları


yapmalarında eylem sayısı bağlamında bir azalama ya da yapılma süresini öteleme / geciktirme
ve hatta hiç yapamama söz konusu olabiliyor. Olabiliyor çünkü terör örgütlerinin yapacaklarının
önceden söylenilmesi / yazılması, örgütte çok ciddi moral bozukluğuna vesile oluyor ve içsel
hesaplaşmalara da neden oluyor ki bu da ülkemiz adına güzel bir durum…

3. Sn. Muammer Güler bundan sonraki siyasi hayatına herhalde Mardin’de devam edemez.
Edemez çünkü Büyükşehir Yasası sonucunda Mardin de BDP’nin dışındaki partiler sadece nal
toplayacaklar. Bu nedenle, eğer bu büyükşehir yasası ile ‘Kürdistan’ın haritası çizilmiyorsa,
yasanın uygulamasından geri adım atılmalı. Atılmazsa, çok kısa geçecek belli bir süre sonrasında
‘biz size demiştik ama anlamadınız’ demek zorunda kalacağız…

4. Eğer Sn. Beşir Atalay’ı Sn. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül her ne hikmetse ısrarla tutmaya ve
kollamaya devam ederse, terörle mücadele de ve açılım konusunda atılan adımlarda ciddi
saçılımlar ve polis özel harekât ve jandarma özel harekâtın ortaklaşa yaptıkları nokta vuruşlu ve
caydırıcı adımlar akim kalmış olacak…

5. Yapılan bu açlık grevleri ile suni bir gündem oluşturdular ve bunu da Öcalan’a çözdürerek onu
yeniden önemli ve kutsanmış hale getirdiler.

6. Bölgede kaçakçılık yapan kaçakçılar da asla terörün bitmesini istemiyorlar. Özellikle de sigara
ve mazot kaçakçılığı yapanlar için bu durum daha fazlası ile söz konusu. Sınır ötesinden 1’e
getirilen mallar Türkiye’de 5’e satılabiliyor ki rantta bu konuda çok büyük.

7. Sınırlar adeta kevgire dönmüş gibi. Sınır güvenliği çok önemli olmasına rağmen böylesi bir
güvenlik nerede ise yok. Coğrafi şartların kötülüğü de bir diğer dezavantaj. Sınırda çok kör
noktalar var. Yalnızca insana dayalı kontroller değil, onun yanında elektronik ve teknik
kontroller de çoğaltılmalı.

8. Emniyet güçleri, jandarma ve karacılar gerçekten de son 3-4 ayda terörle mücadelede çok
başarılılar. Ama bu başarılarını yeterince anlatamıyorlar. Medyada da bu anlamda başarılar
yeterince yer almıyor. PKK, psikolojik çöküntüsünü izale etmek ve tabanına moral aşılamak için
yeni bir Uludere benzeri saldırı yapmak istiyor. Ya da batıdaki petropol şehir merkezlerinde terör
saldırısı yapmaya çalışacaklar.

9. Bu bağlamda güvenlik güçleri açısından en büyük engel ve en büyük terörle mücadeleyi


yavaşlatacak unsur olarak gözüken ise AK Parti Hükümetinin yeniden müzakereler diyerek
görüşmelere başlaması ve mücadeleyi sonlandırması ki bu durum PKK’ya yeniden nefes almayı
ve kendini düzenleme hakkını vermiş olacak…

10. PKK’nın özellikle dağ kadrosunda da inanılmaz çarpıklıklar söz konusu. Çocuk yaşta dağa
çıkan kızlara ve erkeklere kaşarlanmış teröristlerce tecavüz, yoz ilişkiler, homoseksüel

154
çarpıklıklar, doğum kontrol hapları, pejmurdelik alabildiğine söz konusu ve bununla ilişkili terör
örgütünün kendi içinde de çok ciddi sıkıntıları mevcut.

11. Doğuda yapılan operasyonları azaltmak ve hatta engelleyebilmek için, batıdaki büyük illerde
patlayıcı maddelerin yığınakları yapılmakta. Bu amaçla batı illerinde de bol bol eylemler
gerçekleştirilecek…

12. TSK belki de PKK ile mücadele tarihinde ilk kez şu anda en etkin şekilde mücadelesini
yapmakta. Jandarma da bu anlamda gerçekten de çok başarılı bir şekilde JÖH olarakta gerçekten
de başarılı adımlar atmakta. TSK’da artık etkin bir şekilde terörle mücadelede polisle birlikte
aktif katılım sağlamakta. Darısı MİT’in de başına demekte de yarar var… Hakkari ve Şırnak da
bu anlamda önemli olan 2 ilimiz..

13. Terör bölgesinde görev yapan valilerin çoğu başarı ancak bazı illerde adı yolsuzluğa bulaşan
kişiler de acaba var mı? Kaymakamlar da eskiye göre daha aktifler. Ancak hala tırsık olan bazı
kaymakamlarda var. Bunların yerine de aktif kaymakamların getirilmesinde yarar var…

14. MİT kurumsal anlamda sanki oldukça sıkıntılı. Bir diğer anlatımla çağı yakalayamamış bir
durumda adım atıyor. Hakan Fidan’ın MİT’i iyileştirme ve çağdaşlaştırma adımları olsa da
maalesef ki hantal yapı karşısında yeterli olmıyor…

15. Dağda olan terörist sayısı 3500 kadar olduğu ifade edilen bu yapının, Temmuz 2012’den bu
tarafa neredeyse 500’e yakını ölü olarak ele geçirildi ki bu neredeyse son 30 yıldaki terörle
mücadeledeki en başarılı olunan dönemdir bile denilmesine neden oluyor. Dağda yaşayanlar ise
kış gelmesine rağmen mağaralarına giremiyorlar çünkü PÖH ve JÖH tarafından ortak
operasyonlarla yakalanıyor ya da öldürülüyorlar. Bu nedenle de dağdaki teröristler de çok
perişan bir durumdalar. BU durumda örgütte çok ciddi infiallere ve iç eleştirilere de neden
olmakta (65).

2012’nin Temmuz ayından bu tarafa neredeyse 500’den fazla terörist öldürüldü. Bu verilen
rakamlar daha önceki yıllarda güvenlik güçlerince ifade edilen abartılmış / şişirilmiş rakamlar
gibi de değil. Hatta bunun fazlası vardır ama azı yoktur. Dağdaki silahlı teröristlerin 3500 kadar
olduğu düşünülürse 1 / 7 kadar olan bir oranda teröristin ölü olarak ele geçirilmesi söz konusudur
ve bu oldukça da önemlidir diyerek, ilk makaleden sonra kaldığımız yerden maddeler halinde
yazmaya devam edelim. Şöyle ki;

16.Şu anda her yıl olduğu gibi bu yıl daha ateşkes sağlayamamış olan PKK, kış uykusuna
geçemedi ve mağaralarına / inlerine giremedi. Çok sayıdaki öldürülen teröristten dolayı da, PKK
militanları dağlarda aç ve sefil olarak durmaktalar, mağaralarına girememekteler ve bunların da
büyük bir çoğunluğunun yaşı da 15 ve civarında olan çocuklardan oluşmakta...

17.Bu anlamda BDP’nin ölüm oruçları şeklinde tavır sergilemesinin nedeni de, dağdaki PKK’nin
sıkışmış olması ve örgütün kısmen de olsa rahatlatılması amaçlı...

155
18.Türkiye’deki başkanlık sistemine doğru rejimin yönlenmesi de güçlü bir başkanın yanında
çok zayıflatılmış bir yargının, yetkileri budanmış bir yasamanın ve güçsüz olan bakanların ortaya
çıkmasına neden olur ki, bunun kabul edilmesi de çok da doğru değil…

19.Tek adam yönetiminin ve 3 dönemden beri devam eden tek parti iktidarının istikrar açısından
faydaları olmakla birlikte, demokrasi siteminin neredeyse rayından çıkmasına da neden olmakta.
Bu çerçevedeki Sn. Erdoğan’ın olduğu bir başkanlık sistemindense; yasama, yürütme ve yargının
kuvvetler ayrılığı siteminde devam ettiği bir yapının olması çok daha sağlıklı olsa gerek…

20.PKK açısından 2012 yılı Kürt Baharı’nın olduğu bir yıl şeklinde geçirilecekken, neredeyse
örgüt bağlamında hezimet yılı oldu. Örgütün hala bu sene içinde sıklıkla yapılan
operasyonlardan dolayı, kış tertiplenmesini yapamaması söz konusu. Yine terörle mücadelede,
son 30 yıldır ilk kez sağlıklı, sabit karakol ve karargahlardan beklenilme ve av olmak şekliyle
değil, mobil sistemlerle hareketli ve Jandarma Özel harekat (JÖH) ve Polis Özel Harekatın
(PÖH) ortaklaşa ve uyum içinde çalıştığı bir yöntemle, PKK ile mücadele söz konusu ve bunda
da çok ciddi başarılar elde edilmekte...

21.Şemdinli de ilk kez 11 yaşındaki Faris Demirci’nin teröristlerce patlatılan bir bomba ile
öldürülmesi sonrasında, ailesinin PKK’ya karşı takındığı tavır, Şemdinli de bu olaydan dolayı
PKK istediği için değil ve fakat PKK’ya tepki olarak dükkanların esnaflar tarafından kapatılması
ve okullara yapılan terörist saldırılarda, çocuklarının okuma hakkının engellenmemesi için,
velilerin PKK’lılara karşı tepkilerini göstermesi, son yıllarda bölgede asla gözükmeyen halkın
PKK’ya karşı yaptıkları protestolar var ve bunlar da gerçekten de çok önemli...

22. Eğer devlet ve hükümet; teröre karşı istikrarlı bir şekilde mücadele edecek olsalar ve
güvenlik güçleri de teröristlerle yapılan çatışmalarda başarılı sonuçlarını arttırarak devam
ettirseler, zaten PKK’den bıkkınlık duyan yöre halkının da yeniden devletin yanında yer alması
söz konusu olacak… Bunun tek handikapı ise teröristle müzakere yolunun yeniden açılma
tehlikesinin mevcudiyeti. Böylesi bir garabet ise maalesef ki, bir kez daha yeniden yöre halkının
PKK’nin saflarına doğru yönlenmesine neden olacak…

23.Bir örgüt düşünün ki tabandan örgüte devşirilenler en fazla 8-10 yıl dağ hayatı yaşıyorlar ve
sonrasında da ya öldürülüyorlar ya da hapse gidiyorlar. Ama üst düzey yöneticilerin hepsi de, en
az 28 yıldır hala üst düzey yönetici olmaya devam ediyor ve bunlara da hiç bir şey de olmuyor.
O zaman PKK üst düzey yönetimi acaba görevli muvazzaflar mıdır ki? O nedenle de hala onlar
görevlerine mi devam etmektedirler? Ya da onlara karşı neden operasyonlar
düzenlenmemektedir? İsrail’in Hamas liderlerine, İran’ın PJAK yöneticilerine, Rusya’nın Çeçen
yöneticilerine yaptığı suikast saldırılarının aynısının tıpkısı, neden PKK’nın üst düzey
yöneticilerine karşı düzenlenmemektedir? Bunlar o zaman ya devletin görevli elemanları mıdır
ya da devletin istihbarat birimleri hiç de iyi çalışmadıkları için bunlara karşı bir operasyon
düzenlenememektedir?

23.PKK’nin üst düzey yöneticilerine yapılacak operasyonlarda başarı sağlanması, beraberinde


örgütün tabanının da moral kaybına neden olacak ve örgütün çözülmesine de katkı
sağlayacaktır…

156
24.ABD, terörle mücadele bize yeterince bilgi vermemekte ve fakat bizim yapacağımız
operasyonlarda ise mutlaka / kesinlikle 24 saat öncesinden kendisine bilgi verilmesini ve
gidilecek koordinatların nereleri olduğunu da istemektedir. ABD operasyonel bilgileri bizimle
paylaşmamakta ve verdiği bilgiler bağlamında da oldukça bayat verileri paylaşmaktadır…

25.Örgütün kendi içinde de son dönemlerde operasyon üstüne operasyon yemesi nedeniyle ve
çok sayıda ölü vermesinden dolayı, ciddi anlamda iç mücadeleler ve kendi kendisini
sorgulamaları söz konusudur. Alandaki başarısız olan liderlerin hepsi de tabandaki genç
militanlar tarafından da artık sorgulanmakta / eleştirilmektedir…

26.PKK’nin terör sorununu, Öcalan ile uzlaşarak çözeceğiz yaklaşımının tek nedeni ise güvenlik
güçleri ile mücadelede başarısız olan terör örgütünün bitmesini önleme çabası olsa gerektir.
Beşir Atalay’ın bunu istemesi de sanki farklı bir acem-i oyunu mu diye de düşünülebilir…

27.PKK tamamıyla uluslararası taşeron bir projedir ve asla ama asla Kürt halkının haklarını
savunmamaktadır…

28.AKP içindeki bir damar da yeni bir fitne vesilesi olarak, ‘doğuda PKK ile mücadele eden the
cemaattir söylemi geliştirdi. Ve şiddete başvuran güvenlik güçleri de the cemaatin elemanlarıdır’
şeklinde olayı çarpıtıyor. Bunu da AKP’nin içindeki acem(l)-i bir grup da benzer şekilde ifade
etmektedir… Hâlbuki bu durum, güvenlik güçlerinin hepsini de Erdoğan Hükümetinin tayin
ettiği ve göreve getirirken de 3 hafta kadar MİT’te de istihbaratlarının yaptırıldığı kişilerdir…
Ama AKP’de başının sıkıştığı her yerde ve özellikle terör ile ilgili konularda; ‘ben yapmadım,
onlar yaptılar’ deme sendromundan kurtulmalıdır (66).

Türkiye’nin en çok konuştuğu kişilerden biri Abdullah Öcalan’dır ama medyada derli toplu bir
Öcalan analizi yapılmamıştır. Türkiye’de yazılan kitaplar ekseriyetle ya Öcalan’ı kutsamak için
ya da yerin dibine batırmak için yazılan psikolojik harekât amaçlı kitaplardır. Bunun için
kuşkusuz bir kitap yazılmalı. Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, maddeler hâlinde Öcalan’ın
PKK içindeki konumunu, ne istediğini, ve neyi yapabileceğini şöyle anlattı:

1) Abdullah Öcalan KCK yapılanması kurulup oturduktan bu yana PKK’nın lideri değil
sözcüsüdür.

2) PKK’yı yöneten KCK Yürütme Kurulu’dur ve bunun en etkili ayakları da Avrupa


kanadıdır.

3) Abdullah Öcalan’ın üzerlerinde etkisinin en az olduğu PKK yapısı Kandil ve HPG iken en
fazla olduğu yapı hapishanedeki örgütçülerdir. Özellikle hapishanelerdeki örgütçülere yazdığı
özel mektuplar nedeniyle bu etkisini giderek derinleştirmiştir. Son açlık grevlerini bu ilişkiyi
bilmeden anlamak mümkün değildir. Bu bağlamda açlık grevleri öncesinde, Öcalan’ın
İmralı’dan giden mektupları vasıtasıyla veya başka bir biçimde PKK’lı mahkûmlarla Öcalan
arasında ne gibi temaslar olmuştur? Sorusu önemlidir.

157
4) Abdullah Öcalan kendisi özellikle halk üzerindeki etkisini kullanarak pozisyonunu koruma
siyaseti gütmektedir. Bu nedenle PKK içindeki değişen güç dengelerine göre kendisini
ayarlamakta duruma göre pozisyon almaktadır.

5) En son Silvan saldırısı ile birlikte Abdullah Öcalan’a gündem dayatma ile başlayan ve
şahinlerin PKK’da liderliği ele geçirmesinden sonra Abdullah Öcalan da pozisyonunu belirleme
çabasına girmiştir.

6) Abdullah Öcalan 2010 yılından sonra bir dönem bitiğini iktidarı AKP’nin ele geçirdiğini
düşünüyordu. Bu nedenle de Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na mektuplar yazmaya başlamıştı.
Ancak Uludere faciasından sonra o eski derin devletin halen yaşadığını görmüş ve tavrını
belirleme konusunda aceleci davrandığını düşünerek PKK içindeki güç dengelerin bakımından
şahinlerden yana tavır koymuştur.

7) 2004 yılındaki avukat görüşmeleri incelenirse o dönem de böyle bir sürecin yaşandığını,
Abdullah Öcalan’ın kendisine gündem dayatan Duran Kalkan ve Cemil Bayık’a hesap soracağını
söylediğini görürsünüz. Ancak savaşı başlatarak kazanan taraf Bayık ve Kalkan ekibi olunca
Öcalan da dümeni Bayık ve Kalkan tarafına kırmış ve kendi pozisyonunu KCK Yürütme
Konseyi kurarak kurtarmaya çalışmıştır. Bundan sonraki süreçte de Öcalan PKK’nın
sözcüsü olmuştur. Silvan saldırısıyla birlikte sözcülük pozisyonu da sarsılmıştır. Bu arka planı
bilmeden Öcalan hakkında yapılan yorumlar boştur.

8) Öcalan devlete sürekli “bu şartlar altında örgütle bağım yokken örgüt üzerinde etkili
olamam. Bana örgütle irtibat kuracağım gerekli araçları vermeden bir şey yapamam”
şeklinde çağırılar yapar. Devlet bu çağırıları Öcalan’ın kendini İmralı’dan kurtarmak için
yaptığı taktik çağırılar olarak okur. Bu nedenle de Öcalan’ın ev hapsi istediğini
düşünür. Ben de uzun süre böyle düşünmüştüm. Ancak Öcalan devlete “elimi güçlendirin”
çağırısı yaparken aslında bir stratejik akılla hareket ediyor. Şunu demek istiyor: “Ben PKK’nın
lideri değilim. Ancak devletten bir şeyler koparabilirsem, devletin beni ciddiye aldığını
gösterebilirsem, halkın üzerindeki etkimi de kullanıp PKK’nın etkililerine Öcalan geri geliyor
mesajı verip devletten aldığım ‘ödün’ ile PKK’daki liderliğimi geri alabilirim. Bu nedenle beni
tekrar PKK’nın lideri yapacak gerekli araçları verin.”

9) Abdullah Öcalan PKK’nın sözcüsü olduğundan dolayı müzakere sürecinde etkisi sanıldığı
kadar büyük değildir. Öcalan bu süreçte ancak bir ortam yumuşatıcı olarak
değerlendirilebilir. Müzakerede PKK’nın tutumuna ancak KCK Yürütme Konseyi karar
verebilir.

10) Bu nedenle Öcalan’a yüksek düzeyde siyasal tanınmayı da çağrıştıracak heyetler


göndermek yanlıştır. Öcalan ile veya PKK liderleri ile yapılacak görüşme alt düzey
istihbaratçılar aracılığıyla yapılmalıdır. Ne zaman ki PKK sınır dışına çekilmeyi kabul
eder o zaman görüşme sürecinde kıdem arttırılabilir.

158
11) Unutmayın ki Abdullah Öcalan gibi liderler için en önemli mesele yola çıktıkları projelerini
tamamlamaktır. Yapamıyorlarsa onun altyapısını kurup tarihe iz bırakmak isterler. Dolayısıyla
Abdullah Öcalan’ın yola çıkış projesini tamamlaması için elindeki en güçlü enstrümanı, PKK’yı
tasfiye etmesini beklemek dünyanın en saçma beklentisidir. Yaser Arafat nasıl FKÖ’yü
tasfiye etmeden, örgütü koruyarak bir barış sürecini başlattıysa Öcalan da benzer bir model ile
barış getirmek istiyor. Bunu bilmek gerek…

12) Öcalan’ın en güçlü tarafı devleti Tayyip Erdoğan’dan bile iyi tanıması ve Türkiye’deki
siyasetçilerin çoğundan çok daha iyi analitik düşünebilme yeteneğine sahip olmasıdır. En
zayıf tarafı ise komplo teorilerine fazla inanması ve narsist yapısı ile aşırı kuşkuculuğudur
(67).

Kırmızı PKK ‘Yeşil’leşirken kazanıyor mu? AK Parti’nin geçen on yılık başarısının en önemli
sırrı algı yönetimini kusursuz yapması. Bu süre içerisinde toplumun algılarını öylesine güzel
yönetti ki hem kendi tabanını dönüştürmeyi başardı, hem de ülkede oluşabilecek toplumsal
muhalefetin önünü kesmiş oldu. AK Parti algı yönetimi konusunda sanırım bir stratejik akla göre
hareket ediyor. Yaptıkları her şeyi planlı yapıyor, her lafı planlı konuşuyor, her adımı planlı
atıyor ve her süreci planlı yürütüyor. •Bu sürecin yönetimine ilişkin en güzel örnek yüzde 50
psikolojik sınırı algısını yerleştirip yönetmek. Herhangi bir anket şirketi AK Parti oylarını yüzde
50’nin altında gösterdiği anda bir AK Parti yetkilisi çıkıp bir başka anket sonucu açıklayarak
“acaba AK Parti yüzde 50’nin altına mı düşüyor” algısının tabana yayılmasını önlüyor. Yine bu
kapsamda alternatif oluşturabilecek Numan Kurtulmuş gibi kişileri transfer ederek algı
yönetimi noktasında gerçekten pürüzsüz bir övgüyü hak ettiklerini kayda geçirmem gerekiyor.
Emre Uslu, algı yönetimi konusunda bu kadar başarılı olan AK Parti’nin Kürt sorununun
çözümü konusunda aynı başarıyı göster(e)mediğini düşünüyor. Şöyle devam ediyor: Türkiye
genelinde algı yönetimini bu kadar kusursuz yapan bir partinin Kürt sorunu konusunda özellikle
PKK’nın ekmeğine yağ sürecek birtakım işler yapıp “PKK vurdukça kazanıyor” algısını
oluşturmadaki başarısızlığını doğrusu ben AK Parti’nin aklıyla bağdaştıramıyorum. Bu büyük
tezat ancak bilinçli yapılır gibi de düşündüğüm oluyor. Aslında AK Parti PKK ile anlaştı
ve“sözde mücadeleci özde müzakereci” bir tutumla Türk tarafına yönelik bir algı inşası mı
yapıyor diye de düşündüğüm oluyor. Zira bir yanda sözüne en güvenilir bir siyaset adamı
BaşbakanErdoğan çıkıp “APO’yu asarım” diye nutuk atarken, perde arkasında
müsteşarını Öcalan’la görüşmeye gönderiyorsa, Oslo’ya taviz vermeye gönderiyorsa o
zaman aslında Başbakan bu mücadeleci çıkışlarıyla Türk milliyetçilerinin algılarını maniple
ederken Kürt milliyetçileri ile pazarlık mı yapıyor, diye sormadan edemiyor insan. En son
açlık grevlerinde de durum aynısı olmadı mı? Erdoğan Almanya’da “öyle bir oruç eylemi
yok”dedi “halk idamı istiyor” dedi ama KCK sanıklarını salacak dördüncü paketin
çıkacağının da sinyalini verdi. Yani Türklere vurucu Kürtlere verici bir siyaset anlayışında algı
yönetimi nerede? Bütün bu süreçlerden hep PKK kazançlı çıkmıyor mu? AK Parti’nin amacı
Kürtlerin haklarını teslim etmek mi yoksa gerçekten de Oslo’da uzlaşıldığı gibi KCK’yı bölgede
büyütüp, psikolojik üstünlüğünü temin edip bölgeyi KCK’ya bırakmak mı? Eğer AK Parti’nin
politikası Kürtlerin haklarını vermek ise, ki bunu sonuna kadar destekliyorum, o hâlde neden
PKK ile pazarlık yapıyor, neden bir takvim açıklayıp bunu bir takvime bağlayarak vereceğini
açıklamıyor da her PKK eyleminden sonra bir kısmını verip PKK’ya pirim kazandırıyor?
En son anadilde savunma hakkını örnek alalım. 30 Eylül 2012’deki AK Parti’nin 2023 vizyon
belgesinde bu hakkın tanınacağı açıklanmıştı. Peki, ne oldu? PKK’lılar açlık grevine gitti.

159
Başbakan çok sert açıklamalar yaptı. PKK’yı ve Öcalan’a idamı gündeme getirdi. Sonra
dün bakanlar kurulu kararı ile anadilde Savunma hakkı apar topar gündeme getirildi ve
bütün krediler PKK’ya aktarıldı. Bunun amacı nedir? Algı yönetiminde bu kadar başarılı bir
parti bu işi bilinçli yapmıyorsa, bu yöntemin PKK’nın işine yaratığını, PKK’yı büyüttüğünü
görmüyor mu? Aynı şeyi anadilde eğitim için de söyleyebiliriz. Bunu sağlamak için bir takvim
açıklayıp, bir pilot proje başlatmak için yeni bir PKK eylemi mi bekliyor AKP? Bu süreç
yeni de değil. Geçen seçimlerden bu yana devam eden bir süreç. AK Parti bölgede kaybedeceğini
bile bile hem yerel seçimlerde hem de genel seçimlerde bölgede zayıf adaylar çıkardı. Bu
yöntemin bölgeyi BDP’ye terketmek olduğunu sağır sultan bile biliyordu. AK Parti bunu
neden yaptı o hâlde? Aynı şeyi Büyükşehir Belediyeleri Yasası’nda da yapıyor. Yeni yasa
ile Mardin ve Van bir daha geri kazanılamayacak şekilde BDP’ye terk ediliyor. Bundan
sonra haritaya baktığımızda bölgede AK Parti’nin kazandığı adacıklar olmayacak. Tamamen
BDP’ye terk edilmiş olacak. Bu da insanların zihinlerinde algısal bölünmeyi daha da
netleştirecek. Peki, AK Parti bu algı yanlışını neden yapıyor? İnsanın söylemeye dili varmıyor
ama Cemil Bayık 4. Stratejik Mücadele Dönemi’ni anlatırken amaçlarının “bölgeden AKP’nin
silinmesi” olduğunu belirtip “böylece devlet bizimle masaya bizim istediğimiz şartlarda
oturacak” demişti. AKP Parti Kütlerin haklarını bir bütün olarak, PKK eylemlerinden
bağımsız olarak bir takvime bağlayıp deklere etmek yerine PKK eylemlerinden sonra
veriyor. Hâliyle PKK bölgede psikolojik üstünlük elde ediyor kendi tabanında da “vurdukça
alıyoruz” algısı ile daha net dayanışma sağlıyor. Bu da PKK’nın daha da güçlenmesine yol
açıyor. Bu yapılanlara bütüncül pencereden bakınca Cemil Bayık’ın argümanlarının haklı
çıktığı görünüyor. Maalesef en azından bölgedeki algı bakımından PKK kazanıyor Türkiye
kaybediyor. Buna da AK Partinin bu tuhaf politikaları etken oluyor.

Soru şu: bölgede psikolojik üstünlüğünü kabul ettirmiş, açlık grevleriyle iktidarın bileğini
bükmüş, devleti Öcalan’ın ailesine yalvartıp Öcalan’dan yardım dileyen pozisyonuna
düşürmüş, Suriye’de fiili bir devlet kurmuş bir PKK, açılımın başladığı 2009 öncesinden
daha mı güçlü daha mı zayıf görünüyor? Açılımın amacı PKK’yı zayıflatmak terör
sorununu çözmek değil miydi? Bu açılım yöntemi PKK’yı güçlendirdi mi zayıflattı
mı? Daha da önemlisi AK Parti ne yapmaya çalışıyor; amaç Kürt haklarını vermek mi
PKK’yı güçlendirmek mi? Bu bir akıl tutulması mı bir planın parçası mı? Plansa kimin
planı? (68).

Türkiye'yi 12 parçaya bölerek yönetmeyi hedefleyen terör örgütünün, 2010-2011 yıllarında


'topyekün savunma' stratejisi için mesafe almaya çalıştığı ama 2012’de polis özel timin başarılı
operasyonları karşısında ne serhildan denilen halk ayaklanmasınja cesaret edebildi nede
Hakkari’yi kurtarılmış bölge ilan edebildi. Güvenlik güçlerinin operasyonları, örgüt açısından
strateji değişikliği sürecini baltaladı. Terör örgütü PKK/KCK sözleşmesi, örgütün 'anayasası'
hükmünde. Sözde Yasam-Yürütme-Yargı hiyerarşi ile 'Önderliği' şekillendiriyor. 46 asıl, 4 ek
maddeden müteşekkil metinde organlarla temel faaliyetlerin nasıl yürütüleceği anlatıyor. 11.
maddesi 'Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi'nin kurulduğunu, liderinin Abdullah
Öcalan olduğu ifade ediliyor. KCK'nın Türkiye'nin yanında Suriye, Irak ve İran'ı kapsadığına
dikkat çekiliyor. KCK'nın Suriye'de Demokratik Birlik Partisi (PYD), Irak'ta Kürdistan Çözüm
Partisi (PÇDK), İran'da Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) üzerinde faaliyette olduğu
vurgulanıyor. Ankara'nın Kumrular Caddesi'nde 5 kişinin öldüğü 40 kişinin de yaralandığı
bombalı terör saldırısıyla ilgili hazırlanan iddianamede, terör örgütü PKK/KCK yapılanması

160
anlatılıyor. KCK veya KCK/PKK terör örgütü, hangi harf grubunu kullanırsa kullansın aynı
terörist örgüt olduğunun altı çiziliyor.

Terör örgütünün 5 bin ile 5 bin 500 civarında silahlı bir kadroya sahip olduğu belirtiliyor. Örgüt
tarafından Türkiye eyaletlere bölünmüş ve 12 bölgeye ayrılmış. Her bölgeye bir isim verilirken,
buralarda kaç kişilik terörist grubu olduğu da anlatılıyor. Bunlar sırasıyla şöyle: "Samsun-Tokat-
Amasya-Giresun (Karadeniz Açılım Grubu) hattında 20-25 kişilik grup; Sivas ve çevresindeki
alanını kapsayan alanda (Koçgiri Eyaleti) 5-10 kişilik grup; Malatya-Adıyaman-Gaziantep-
Kahramanmaraş (Güneybatı Eyaleti) bölgesinde 9-10 kişilik grup; Tunceli ve çevresinde
(Dersim Eyaleti) 180-200 kişilik grup; Elazığ'ı da kapsayacak şekilde Diyarbakır ve çevresinde
(Amed Eyaleti) 170-190 kişilik grup; Erzurum'dan Bingöl'e kadar uzanan (Erzurum Eyaleti)
bölgede 80-85 kişilik grup; Batman-Bitlis-Muş bölgesini (Garzan Eyaleti) kapsayan alanda 90-
95 kişilik grup; Mardin ve çevresinde (Mardin Eyaleti) 35-40 kişilik grup; Siirt ilini de
kapsayacak şekilde Şırnak çevresinde (Botan Eyaleti) 315-350 kişilik grup; Ardahan-Kars-Iğdır
hattında (Serhat Eyaleti) 75-80 kişilik grup; Van ve çevresinde (Van Eyaleti) 110-120 kişilik
grup; Hakkari ve çevresini kapsayan alanda (Zağros Eyaleti) 370-410 kişilik gruplar bulunuyor."

Ayrıca sınıra yakın alanlardan Haftanin Bölgesinde 270-300 kişilik grup; Behdinan Bölgesinde
700-750 kişilik ve Hakurk bölgesinde 290-310 kişilik gruplar yer alıyor. Bunların dışında da
ülkenin geri kalan kısımlarında metropollerde ve yurtdışında da azımsanmayacak sayıda örgüt
mensubu bulunuyor. Terör örgütünün stratejisi, 'pasif-aktif-topyekün' savunma aşamalarından
oluşan Meşru Savunma Stratejisi. Uzun süreli halk savaşının aksine aşamalar doğrusal olarak
ilerliyor. Geri dönüşler söz konusu olabiliyor. Bugüne kadar 'pasif ve aktif savunma' süreçleri
yaşanmış olması ve eylemlerin en yoğun olduğu dönemin örgütçe aktif savunmanın ileri aşaması
olarak tanımlanması ise topyekün savunma aşamasına hiç geçilmediğini gösteriyor. 2011 yılı
Haziran ayında yapılan genel seçimler sonrası örgüt ve müzahir yapılar tarafından sıklıkla dile
getirilen Devrimci Halk Savaşının stratejik açıdan karşılığı da bulunmuyor ve içeriğine ilişkin
net açıklamalar yapılmıyor. Son dönemde yakalanan örgüt mensupları ise 'Devrimci Halk Savaşı
tartışmalarının yaklaşık bir yıldır devam ettiği, tartışmanın özellikle 2010-2011 kış üstlenmesi
sürecinde gerçekleştiği, stratejinin temel mantığının halkın da içerisine dahil edildiği topyekün
bir mücadele olduğu, tam olarak uygulanması için bir psikolojik hazırlık süreci gerektiği, bunun
da basın yayın organlarıyla yapılacak propaganda ile sağlanacağı, hazırlık aşamasında HPG
mensuplarının illerde-ilçelerde Öz Savunma Birliği (ÖSB) mensuplarının faaliyet yürüteceği'
şeklinde konuşuyor.

2011 yılı içerisinde terör örgütünün kırsal ve metropol alan faaliyetlerinin şiddet eylemlerinin
stratejik açıdan karşılığı meşru savunma stratejisi. Yurt içindeki ve yurt dışındaki konjoktürel
gelişmeler, genel seçimler, Ortadoğu'daki gelişmeler, ABD'nin Irak'tan çekilme süreci ise terör
örgütünü alan kazanmaya yönelik bir çabanın içine soktu. Alan kazanmaya yönelik kitlesel
eylemler üzerinden örgütün mesafe almaya çalıştığı belirlendi. Ancak örgüt kadrolarına,
yapılanmalarına yönelik gerçekleştirilen polisiye operasyonları örgütü yeni strateji değişikliğine
itti.

2011 yılında bölücü terör örgütü Meşru Savunma Stratejisi kapsamındaki kırsal metropol alan
faaliyetleri, HPG ve bağlı silahlı unsurlar tarafından örgütün 2010 yılı Mayıs ayından itibaren

161
takip ettiği eylem stratejisine uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmiş kırsal alanda HPG'ye bağlı
kırsal kadrolar ve sözde Özel Kuvvetler, metropollerde ve şehir merkezlerinde ise Öz Savunma
Birliği, Özel Kuvvetler, Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) ve Apocu Gençlik İntikam Tugayı
(AGİT) gibi yapılanmalar şiddet eylemleri üzerinden mesafe almaya çalıştı. 2011 yılı içerisinde
özel kuvvetlerin faaliyetleri bağlamında mayınlı-bombalı saldırılarla, özellikle araçla seyir
halindeki güvenlik kuvvetlerine yönelik saldırıların nitelik ve nicelik açısından arttığı, diğer
sahalara patlayıcı aktarımında artış olduğu, kırsal alanda ilçelerde özellikle polis özel harekât
birimleri ile çatışmaktan kaçınılmayan bir tavrın izlendiği tespit edildi. TAK ismi, örgütün
uluslararası alandaki terörist imajından kurtulmak ve örgüt üzerindeki baskıya hafifletmek
amacıyla özellikle kullanılıyor. TAK adıyla üstlenilen tüm eylemlerin bizzat KCK terör
örgütünce gerçekleştirildiğini vurgulanıyor. "Ayrıca amaç ve hedeflerine ulaşmak amacıyla
sürekli yeni taktikler ve yöntemler geliştiren KCK terör örgütü, Kürt kökenli vatandaşları
güvenlik güçleri ve devlete karşı kışkırtmak amacıyla yan kuruluş olarak öz savunma birlikleri
adlı yapıyı hayata geçirdiği, kent ve ilçe merkezlerinde örgütlenen bu oluşum farklı çıkarlar
sağlamak yoluyla bünyesine kattığı grupları halkta devlet unsurlarına karşı bir direniş oluşturmak
maksadıyla kullandığı bu çerçevede Ankara Kızılay'da meydana gelen bu soruşturmanın konusu
olan bombalı eylemin örgütün eylemsizlik kararının kendileri için geçerli olmadığı tarzında
açıklamalarla tak yapılanması tarafından üstlenildiği anlaşılmıştır." deniyor.

Terör örgütü, yandaşlarınca işletilen işyerlerinden gelir sağlanıyor. Özellikle İstanbul’da eğlence
merkezleri para basıyor. Kaçakçılık faaliyetlerinde haraç alınıyor. Sağlanan paralar ise kuryeler
vasıtasıyla örgüt kadrolarına aktarılıyor. Bazen küçük miktardaki rakamlar güvenilir örgüt
mensuplarının hesapları aracılığıyla ya da para transfer şirketleri üzerinden gerçekleştiriliyor.
Yüksek miktardaki para transferleri ise genellikle bizzat Avrupa'daki örgütlenmelerin başındaki
kişiler üzerinden sağlanıyor. Terör örgütü, her türlü teknik haberleşmenin yanı sıra doğrudan
kurye de kullanıyor. Uydu üzerinden yayın yapan tv kanalları, radyolar, çeşitli dergi ve gazeteler,
internet siteleri aracılığıyla iletişim faaliyetlerini gerçekleştiriyor. Terör örgütü KCK, 2007
yılında aktif hale geldi. Irak'ın Kuzey'inde KCK Yürütme Konseyinin başında Cemal kod adlı
Murat Karayılan bulunuyor. Türkiye topraklarında örgütsel faaliyetleri yürütmekle görevli
KCK/TM yapılanmasının başında ise Refah kod adlı Sabri Ok yer alıyor. Remzi Kartal da
örgütsel yapı içerisinde Kongre-Gel Başkanı olarak gösteriliyor. Duran Kalkan, Cemil Bayık,
Mehmet Tören, Mustafa Karasu, Nuriye Kesbir, Newroz Ceren gibi örgüt mensupları da KCK
sözde Yürütme Konseyi üyeleri. Yurt dışındaki örgüt yöneticileri Nizamettin Toğuç, Tahir
Kemalizade, Hasan Yirik, Aynur Hülakü, Dolakay Şanlı, Muzaffer Ayata, Fahrettin Gülşen
dönemsel olarak rolleri değişecek biçimde örgütsel faaliyetlere katkı sunuyor.

PKK içerisinde Ergenekon'un bir kolu olduğunu vurgulayan Kürt aydınları Kemal Burkay ve
İbrahim Güçlü gibi BDP'nin özgürce siyaset yapamadığını ifade ediyorlar. BDP'nin, Kandil ve
İmralı'dan gelen talimatlara göre hareket ettiğini dile getiren Burkay, "Farklı sesler yükseldiğinde
ise PKK tarafından susturuluyor. Silahların gölgesinde özgürce siyaset yapılamaz. Oysa talepler
silahsız dile getirilmeli." dedi. Kanal 5'de konuşan Burkay, geçmişte açlık eylemlerinden dolayı
bir çok insanın hayatını kaybettiğini hatırlatarak, böyle ansızın açlık grevine gitmenin insanın
kendi kendisine yaptığı bir işkence olduğunu kaydetti. Gençlerin hayatlarının tehlikede olduğuna
dikkat çeken Burkay, "İnat ile sonuç alınmaz. Bu kabul edilemez bir durum. Sesleri duyuldu ve
belli adımlar atılıyor. Kamuoyunda duyarlılık var. Artık açlık grevleri sona erdirilmelidir." diye
konuştu. "PKK, pek umut vermiyor. İnsan hayatına değer veren bir örgüt değil." diyen Burkay,

162
şöyle devam etti: "BDP, etkilerini kullanmalıdır. 'Devam edin' şeklinde tavır takınmamalıdır.
Ölümlerin gelmesi soruna çözüm sağlamaz, aksine gerilimi yükseltir. Olaylar iyice karmaşık
hale gelir."

Ergenekon davasında tanık olarak ifade veren Şemdin Sakık'ın; Doğu Perinçek, Yalçın Küçük ve
Ergenekon hakkındaki iddialarını da değerlendiren Burkay, "PKK içerisinde Ergenekon'un bir
kolu olduğundan şüphem yok. Ergenekon, 1950 yıllarında kurulan kontrgerillanın devamıdır.
NATO tarafından kurulan Gladio'dur. Özel Harp Dairesi'ne hizmet etti, Ergenekon adını aldı
ama kuruluşu kontrgerillaydı. Sadece devletin kurumları içerisinde değil, sağ ve sol örgütlerin
içine de girmişti. Bunlardan biri de PKK'dır. Perinçek ve Küçük olayı hayli ilginçtir. Perinçek,
bir dönem 'PKK'ya destek vermeyen Kürtler bölücüdür' diyordu. Yalçın Küçük de farklı değil.
İşin içerisinde çok derin bağlar var. PKK ile ilişki kurulurken ince hesaplar var. Bunlar tam
olarak açığa kavuşmadı. Fırat'ın ötesindeki Ergenekon eylemleri açığa kavuşursa çok şey
anlaşılır." şeklinde konuştu. "Kürt sorununun çözümü için öncelikle şiddet eylemleri terk
edilmeli, silahlar susmalıdır." diyen diyen Burkay, şöyle dedi: "Silah ile bir çözüm sağlanamaz.
Çok büyük bedeller ödendi. Kürtlerin şiddete sarılması hiçbir çözüm getirmedi. Devletin inkar
politikaları da çözümsüzlük üretti. Hepimiz artık ders çıkartmalıyız. Şiddet ile sonuca
varılamayacağı görülmeli ve sağduyu hakim olmalıdır. Son yıllarda hükümet ciddi reformlar
yaptı. Eksiklikler olabilir ama sonuçta var olan iyileşmeler görülmelidir. Gerilimden uzak
durulmalıdır. Sonra reform süreçlerinde ciddi provokatif olaylara tanıklık ettik. Statükodan yana
olan çevreler, hükümete geri adım attırmak için her yolu denedi. Oslo süreci, Habur olayı ve
sonrasında yaşananlar bunun göstergesidir."

Hükümetin önemli iyileştirmelere imza attığına dikkat çeken Burkay, askeri vesayetle mücadele
edildiğini ve başarılı olunduğunu ifade etti. Bu olumlu gelişmelerin bile eleştirildiğini, hatta
soldan bile değişime tepki geldiğini anlatan Burkay, "Oysa sol, değişime açık olmalıdır. Ama
aksini gördük. Bir devrim olmasa da demokratikleşme yolunda ciddi adımlar atıldı ve atılan
adımlar halktan yanaydı. Bu süreçte Kürtler de bir bütün olarak olumlu davranamadı. Bu
değişime karşı çıktılar. Atılan iyi adımları tuzak olarak göstermek istediler. BDP, CHP gibi TRT
Şeş'e karşı çıktı. PKK, insanları tehdit etti. Toplumun beklentilerinin aksine gelişmeler
yaşanmasına neden olundu. Kaldı ki PKK halk savaşı tezine sarıldı. Bu tez sürüldü ortaya.
Hedeflerinin de açıkça AK Parti olduğunu deklare ettiler. Silahların susması beklenirken, PKK
aksi bir duruş sergiledi. PKK süreç içerisinde Öcalan'ı bile bypass etti. Bu gelişmeler ile diyalog
ortamı darbe yedi. Tabi bu durumda hükümetin duruşu da sertleşti. Geçmiş hükümetlerle
kıyaslarsak çözüm için en önemli adımları bu hükümet attı. Ama stratejiyi, AK Parti'yi yıkmak
üzerine belirlemek doğru değildir. Kaldı ki önceki dönemlerde yaşananlar var. Sistematik
işkenceler, köy boşaltmalar ve faili meçhuller... Onlar bu dönemde sona erdi. Geçmiş dönemleri
unutmamak lazım. AK Parti düşmanlığı üzerinden siyaset yapılmamalı. Gerçekçi olmak
zorundayız." dedi.

Hükümetin, askeri vesayet ile ciddi bir mücadele içine girdiğini belirten Burkay, ancak bu
süreçte terör örgütü PKK'nın silahlarının Kürt siyaseti üzerinde vesayetine devam ettiğine dikkat
çekti. Bunun, Demoklesin kılıcı gibi halen durduğunu dile getiren Burkay, "BDP, özgürce
siyaset yapamıyor. BDP, Kandil ve İmralı'dan gelen talimatlara göre hareket ediyor. Farklı sesler
yükseldiğinde ise PKK tarafından susturuluyor. Silahların gölgesinde özgürce siyaset yapılamaz.
Oysa talepler silahsız dile getirilmeli. Silahlar dışında siyaset yapılsa Kürtler daha memnun olur.
163
Çok acılar çekildi. Artık bu acılar sona ermeli." ifadelerini kullandı. "Fırat'ın ötesinde sadece
Kürtler öldürülmedi. Oradaki çete ile ters düşen generaller ve albaylar da ortadan kaldırıldı."
diyen Burkay, şöyle devam etti: "Bugün savcıların olayları incelediğini görüyoruz. Bu, çok
önemli... JİTEM mutlaka ortaya çıkartılmalıdır. Çok geç kalındı. Çeteler ve JİTEM ortaya
çıkartılmalıdır. Kontrgerilla eylemleri, Özal suikastı, Eşref Bitlis olayı, Bahtiyar Aydın, gazeteci
ve aydınlara yapılan suikastlar devlet sırrı gibi saklanıyor. Bu nasıl sırdır ki cumhurbaşkanına
suikast, Gaffar Okkan'a yapılan saldırı açığa çıkartılmıyor. Büyük bir tuzak var. Bu tuzak Kürt
sorununun çözümsüzlüğe itilmesidir. Bu tuzağı bozmak, Fırat'ın ötesindeki yapıya ulaşmak ile
mümkündür. Nasıl ki Özal bu konuyu çözmek için uğraştığında 33 er olayı oldu, suikast girişimi
yaşandıysa benzer tuzakları yaşamaya hep devam ettik. Belli ki çözüm istemeyen iç ve dış
yapılar var. PKK'nın ve devletin derinlerinde çatışmalardan faydalananlar var. Gerçekler ortaya
çıkartılmalı ki yangın sönsün" (69).

AK Parti Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan’ın Genel Merkez’e sunduğu rapor, Güneydoğu’da
uyuşturucu bağımlılığının ulaştığı boyutu gözler önüne serdi. Raporda uyuşturucu kullanım
yaşının 11’e kadar düştüğü ve terörle anılan mahallelerde yaygınlaştığı belirtiliyor. Rapora göre,
son iki yılda uyuşturucu ekimi ve satışı ile ilgili 600 olay gerçekleşti. 50 kilodan fazla eroin, 21
ton esrar, 2 bin adet ecstasy hap ve 6 milyon Hint keneviri kökü ele geçirildi. Savcılığın
verilerinde de son üç yılda 342 çocuğun madde bağımlılığı sebebiyle denetimli serbestliğe tabi
tutulduğu ifade edildi. Raporda, 400 aile ile yapılan görüşmelere de yer veriliyor. Aileler,
Diyarbakır’da uyuşturucu pazarının her sokakta, parkta ve okul önünde kurulduğunu söylüyor.
Halit Advan, bu tabloyu şöyle özetliyor: “Maalesef esrar, bölgenin geleneksel tarım ürünü haline
geldi. İntihar vakaları artıyor.” 30 yılı aşkın süredir terörle boğuşan Doğu ve Güneydoğu
Anadolu, bir yandan da uyuşturucu tehdidi altında. Terörün en yoğun olduğu bölgelerde esrar
tarlaları boy gösteriyor. Diyarbakır-Bingöl arasında uçsuz bucaksız uyuşturucu tarlaları
bulunuyor. Diyarbakır kırsalında yılda ortalama 500 ton esrar yetiştiriliyor. Bu korkunç tablo
karşısında harekete geçen AK Parti Diyarbakır İl Başkanlığı bünyesinde Uyuşturucu ile
Mücadele Komisyonu oluşturuldu. Komisyon, yaptığı alan tarama çalışmalarını bir rapor halinde
Genel Merkez’e sundu. Rapora göre terör örgütü faaliyetlerinin yoğun olduğu Bağlar ilçesi
Kaynartepe, 5 Nisan ve Muradiye mahalleleri, Yenişehir ilçesi Seyrantepe, Dicle, Ferit Köşk ve
Fiskaya mahalleleri ile Sur ilçesi Saraykapı ve Hançepek mahallelerinde uyuşturucu madde
kullanımı ve satıcılığı had safhada.

Bu durum raporda şöyle anlatılıyor: “Uyuşturucu kullanımının ve satımının birinci dereceden


etkisinin yoksulluğun ve terör örgütü faaliyetlerinin birleştiği alan üzerinde yoğunluğu
komisyonumuz tarafından fark edilmiştir. Diyarbakır kentimizde yine çocukların terör örgütü
eylem faaliyetlerinin içinde yer almaları, kuşkusuz çocukların ailelerinin denetim eksikliğinden
kaynaklanmaktadır. Çocukların uyuşturucu madde kullandıktan sonra yapmış oldukları terör
örgütü gösterilerinde bir banka binasının yakılması girişiminde bulunmaları kısa bir örnek olarak
durumun ciddiyetini ortaya koyabilir niteliktedir.”

Raporda ayrıca, şehrin diğer problemlerine de dikkat çekiliyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun
(TÜİK) verilerine göre son 5 yılda 333 kişinin intihar ettiği, İş-Kur verilerine göre işsiz sayısının
50 bin civarında olduğu, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü istatistiklerine göre de kentte 11 bin
500 sabıkalı hırsız bulunduğu bilgileri sıralanıyor. Terör örgütünün dini de kullanmaya
başladığına vurgu yapılan raporda, “Mele açılımı, müftülüklerin iyi yönlendirememelerinden
ötürü beklenen sonuçları henüz verememiştir.” itirafı da yapılıyor. Buna karşılık ‘PKK’lı
imamlar’ın çok iyi organize olarak ciddi anlamda propaganda yaptığına ve kimi yerlerde başarılı
olduğuna dikkat çekiliyor. “Bölgede cami cemaatinin sayısı batı illerine nazaran ciddi ölçüde
fazladır. Ancak bu denli inançlı bir toplumun BDP’ye yüzde 58 oranında oy vermesinin altında

164
yatan gerçeklerin sosyolojik analize muhtaç olduğu aşikardır.” deniliyor. AK Parti Diyarbakır İl
Başkanı Halit Advan, raporu şöyle yorumluyor: “Maalesef esrar, bölgenin geleneksel tarım
ürünü haline geldi. Uyuşturucu kullanımı ve intihar vakaları artıyor. İşsizlik yüksek. İnsanlar
mutsuz.” Advan, yetkilileri tedbir almaya çağırıyor (70).

Gazeteci ve akademisyen Önder Aytaç, KCK ve PKK’nın nereye koştuğunu özetleyen


makalesiyle kitabımıza son noktayı koyuyoruz: Abdullah Öcalan’ın 2011 yılında Suriye’ye
ilişkin verdiği talimatlarda; “Suriye Kürtlerinin hem Beşir Esad hem de muhalif gruplar ile
diyalog içerisinde olunmasını, hangi taraf olumlu yaklaşıyorsa da o tarafa taleplerini
dayatmalarını ve gerektiğinde silah da kullanarak öz savunmalarını yapmalarını” istemekte. Bu
şekliyle hareket tarzını sürdüren örgüt, Suriye’de, özellikle de Suriye’nin kuzeyine kalıcı bir
şekilde yerleşmeyi hedeflemekte… PKK / KCK terör örgütü, Birleşik Kürdistan amacı ile son
zamanlarda Suriye’deki faaliyetlerine büyük bir önem vermekte. Bu durum yalnızca Türkiye
açısından değil, bölgedeki diğer Kürt kesimler ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IBKY)
bağlamında da öncelikli bir konudur. Suriye’deki Kürt kesimlerin derin-milliyetçi bilinci ve
dolayısıyla da temel refleksleri IBKY lehine bir görüntü ortaya koyarken, aktif gençlik
hareketleri ise daha çok PKK / KCK’nın paravan örgütlenmesi olan PYD yanlısı görüntüler
sergilemekte. IBKY, Suriye Kürtlerinin, Suriye Ulusal Muhalefetiyle işbirliği içinde bir duruş
sergilemesini, bununla birlikte, Kürtlerin temel taleplerinden taviz verilmeden birlik içinde
hareket edilmesini arzulamakta. PKK / KCK ise, bir yandan PYD üzerinden Barzani’nin
desteğine haiz diğer Kürtlerle işbirliği içinde hareket ederken, diğer yandan da Suriye Kürtleri
üzerindeki ağırlığını arttırmaya çalışmakta… Abdullah Öcalan’ın 2011 yılında Suriye’ye ilişkin
verdiği talimatlarda; “Suriye Kürtlerinin hem Beşir Esad hem de muhalif gruplar ile diyalog
içerisinde olunmasını, hangi taraf olumlu yaklaşıyorsa da o tarafa taleplerini dayatmalarını ve
gerektiğinde silah da kullanarak öz savunmalarını yapmalarını” istemekte. Bu şekliyle hareket
tarzını sürdüren örgüt, Suriye’de, özellikle de Suriye’nin kuzeyine kalıcı bir şekilde yerleşmeyi
hedeflemekte… İşte bu nedenle de; bölgedeki faaliyetlerini her geçen gün hızlandırarak,
özerkliğin ilan edilmesine yönelik çalışmalarını yoğunlaştırmaktadır. Bu bağlamda;

1. PKK-KCK, PYD üzerinden; Afrin, AynElArap (Koban) ve Kamışlı civarında, gençliğin


organize edilmesi ve Suriye Kürtleri üzerinde hâkimiyet kurulduğu izlenimi yaratılması
hedeflenmekte,

2. Kanımızca 2013 Nevruz’undan önce Suriye’de özerklik ilan edilmesi arzulanmakta,

3. Yine; "Kürt Dil Okulu" adı altında eğitim ve kültür merkezi bu bölgede açılmakta,

4. Politika ile ilgili eğitimler verilmekte ve örgütlenme çalışmaları yapılmakta,

5. Örgüte ait kamplarda ideolojik ve askeri eğitimler verilmekte,

6. Suriye’den örgüte katılımlarda da bir hayli artış yaşanmakta,

7. Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, Suriye’de de köklü bir yerleşim hedeflenmektedir…

165
Suriye’de PKK militanı olarak yaklaşık 1500 kadar kişi bulunmakta ve her hafta Irak’ın
kuzeyinden yeni yeni geçiş yapan grupların katılımlarıyla da bu sayı artmaktadır. Yine bazı
bölgelerde örgüt mahkemeler kurulduğu, cezaevleri oluşturulduğu ve kaçakçılık / vergilendirme,
şehirlerin giriş ve çıkışlarında da inzibat faaliyetleri yürütmektedir.

Suriye’deki bu karışık durum devam ettiği için, önümüzdeki zaman diliminde şu soruların
yanıtlarına dikkat edilmelidir. Şöyle ki;

1. Beşir Esad yönetimi, rejimi devam ettirmek için, PKK-KCK’nin Suriye’nin kuzeyindeki
yapılanmasına zımnen izin vermeye devam edecek mi?

2. PKK içindeki Suriyeli militanların sayısı daha da fazlalaşacak mı?

3. Suriye üzerinden, Amanoslara ve özellikle de kırsaldaki jandarma bölgelerine yönelik


olarak, militan ve mühimmat transferi artarak devam edecek mi?

4. Bu bağlamda da, Suriye üzerinden gelen terör, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya,


Şanlıurfa, Mersin ve hatta Antalya’ya doğru terör uzanabilir mi?

5. Yine PKK’nin kendi lehine alan ve şehirleri devşirmesinin nedeniyle, Halep’teki Arap ve
Türkmen nüfus ciddi anlamda tepki gösterecek ve taraflar arasında muhtemel bir iç-
çatışma olacak mı? Ve bu durumun ülkemize yansıması da olumsuz olacak mı?

6. Bu nedenle de Irak’taki üslenmeye benzer hatalı bir durumun, Suriye’de de olmaması


için çok dikkat edilmeli ve PKK’nin buradaki alan ve zaman hakimiyeti zayıflatılmalı ve
hatta bitirilmeli mi?

Ne dersiniz?..

Şimdi de yola gene devam edelim ve PKK-KCK’nin ses getirici eylem arayışlarına da
beraberce irdeleyelim.

PKK-KCK yapısı son dönemde hem şehir merkezlerinde hem de kırsalda yapılan sonuç
odaklı operasyonlarla ciddi sıkıntılar yaşadığı için, kendisince ses getirici saldırılarda
bulunarak bir çıkış yolu bulmayı arzulamaktadır…

PKK-KCK;

1. Kırsal arazilerde dağınık hareket edilmesini ve fakat grupların parçalanarak güçlerinin


dağıtmamasını ve eylem amacıyla bir araya gelinmesini,

2. Düzenlenen her saldırıların kameralarla kaydedilerek, propaganda saikiyle Fırat Haber


Ajansı aracılığı ile haber yapılmasını,
166
3. Yaz aylarında jandarma (JÖH) ve polis (PÖH) tarafından operasyon yememek için,
sıklıkla (15 gün gibi) kamp noktalarının değiştirilmesini,

4. Güvenlik güçlerini yanıltmak saikiyle kıyafetlerin farklı olmasına dikkat edilmesini ve


silahların görünmemesinin sağlanılmasını,

5. Anadolu’daki yapımı devam eden barajlara yönelik bir eylemin gerçekleştirilmesini,

6. Özellikle ve öncelikle kalburüstü sivil, asker, bürokrat ve mülki amirlerin saldırılarda


hedef alınmasını,

7. Ayrıca, güvenlik güçlerine yönelik, pusu, mayınlama, taciz ateşi gibi riski az eylemlerin
artarak devam edilmesini,

8. Mevcut eylem tıkanıklığını da aşmak için, metropoller ve şehir merkezlerinde de


saldırılar düzenlemeyi,

9. “Şehir gerillacılığı” adı altında; sabotaj, suikast, bombalama gibi saldırı yöntemlerine ve
bunlarla ilgili eğitimlere ağırlık vermeyi,

10. Bu bağlamda Öz Savunma Birliklerini (ÖSB) metropol şehirlerde, daha yaygın, etkin
ve sürekli bir şekilde yapılandırılmayı istemektedir…

Kanımızca bundan sonraki süreçte PKK-KCK terör yapısı, Diyarbakır mliserkez olmak
üzere, bazı diğer metropol şehirlerde de, ÖSB’li kişilerin eylemleri ile valilik ve önemli
devlet binalarına, çarşı iznine çıkan askerlere, daha önce keşfi yapılan resmi / sivil polis
arabalarına ve yerleşim yerleri tespit edilmiş terör ve istihbarat konusunda uzman olan
akademisyenlere ve polislere yönelik silahlı / bombalı saldırı eylemleri yapılması söz
konusu olacaktır. Eğer bu bağlamda burnum bile kanayacak olursa bunun sorumlusu
Başbakan Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Başer Atalay, Ankara Valisi Yüksel ve Emniyet
Genel Müdürü Kılıçlar ve Polis Akademisi Başkanı Remzi Fındıklı’dır…

Gediktepe + Hakur + 250 örgüt mensubunun + saldırı + Tekeli taburu + Şemdinli ilçe merkezi +
Gomani + Efkar dağları kelimelerini birleştiren bir cümlenin kurulması durumunda olacak her
şeyden sizce kim sorumlu olacaktır?

PKK-KCK’nin bütün çabalarına karşın, şiddet içerikli sokak gösterilerine yurttaşlarımız asla
teveccüh göstermemektedir. Neredeyse Öcalan’ın 27 Temmuz 2011’den bu yana avukatlarıyla
görüştürülmemesini protesto etmek için, BDP organize ettiği bazı illerde yapmaya çalışılan
eylemlerde bile vatandaşların kandırılamadığı çok net bir şekilde görülmektedir…

BDP milletvekilleri, PKK-KCK kadrolarının tüm yönlendirmelerine rağmen, 27 Temmuz’daki


eylemler alabildiğine sönük geçmektedir ve çok az sayıda katılım sağlanmaktadır… Adıyaman,

167
Batman, Diyarbakır, Hakkâri, İstanbul, Mardin, Mersin, Şırnak ve Van da yapılmaya çalışılan
eylemlerde Kürt yurttaşlarımız asla itibar etmemiş ve hepsine birden katılanların sayısı 2000
rakamını bile bulamamıştır…

Hiç bir yurttaşımız bu sokak gösterilerine katılmamakta ve itibar etmemektedir. İtibar


etmemektedir çünkü, son dönemlerde yapılan KCK operasyonlarının bu duruma artı değer
katması söz konusudur.

Özellikle de Eylül 2011’den Ekim 2012’ye kadar yapıla gelen ve en az kesintisiz 1 yıl daha
devam etmesi gereken bu KCK operasyonları sayesinde; örgütçe kitleleri eylemselliğe
yönlendirebilecek kadroların bulunmasında büyük sıkıntılar yaşanmaktadır ve artık sokak
eylemlerinde ciddi anlamda düşüşler yaşanması söz konusudur…

PKK-KCK önümüzdeki haftalarda ve aylarda ne melanetler yapabilir?

1.Öcalan her fırsatta gündeme getirilerek, yeniden onunla irtibat kurulmasına çalışılacak mı?

2.Hakkâri / Dağlıca ve Kayseri / Pınarbaşı gibi bir terör eylemi ile ses getirici, büyük çaplı şiddet
eylem arayışları ile kırsalda pusu, taciz ateşi, mayınlama gibi saldırı girişimleri yapılabilir mi?

3.Özellikle de Hakkâri ve Siirt kırsal alanlarında, etkili saldırılar gerçekleştirilmeye çalışılacak


mı?

4.Amanoslar ve Karadeniz bölgeleri takviye edilerek, ses getirici eylemlere tevessül edilebilir
mi?

5.Canlı bomba, fedai türü eylemler de dâhil olmak üzere, şehir merkezlerindeki bombalı saldırı
arayışlarına devam edilecek mi?

6.Suriye’nin kuzeyindeki örgütsel varlığın güçlendirilmeye ve bu sayede Türkiye’deki terör


olaylarının da artırılmaya çalışılması var mı?

7.Yol kesme, adam kaçırma, iş makinesi yakma türünden saldırılar ile kritik altyapılara yönelik
eylemlerin yapılması söz konusu mu?

8.Çeşitli bahanelerle, sokak eylemlerinin arttırılmasına çalışılacak mı?

PKK-KCK terör örgütü saldırıları için çözüm nedir?

1.Hakkari / Şemdinli Çukurca’da bir hareketlilik söz konusu mudur? Çünkü; PKK-KCK, son
zamanlarda, özellikle Hakkari iline yoğunlaşmaktadır ve bu bağlamda da Şemdinli ve Çukurca
ilçelerine yönelik sanki eş zamanlı olarak saldırılar mı planlamaktadır?

168
2.PKK-KCK acaba 1980 ve 1990’lı yıllarda olduğu gibi, bu yerlere yine 300-400 kişilik
saldırılar mı düzenlemeyi düşünmektedir?

3.Şemdinli’de PKK militanlarının mevzilendiği Gomani tepesi ve Günyazı köyüne yakın Yiğitler
mezrası çevresi JÖH ve PÖH tarafından kontrol altına alınmış mıdır?

4.Şemdinli’de emniyet ve asker ortaklaşa ve etle tırnak gibi bütünleşerek PKK-KCK’nin


yapacağı saldırıları püskürtmüş müdür?

5.PKK-KCK’ya karşı operasyonların arttırılarak ve kesintisiz 1 yıl devam ettirilmesi gerekli


midir?

6.Kırsalda ve sınır ötesindeki üslenme bölgelerine yönelik, istihbarat destekli, teknik imkânların
çok etkin kullanıldığı önleyici hava / kara operasyonlarının arttırılması gerekli midir?

7.Bu konuda özellikle jandarma ve askeri birimlerin yönlendirilmesi zaruri midir?

8.Karacı yapılanmanın bir an önce re-organize edilmesi ve mutlaka ‘bekle-öl’ şeklinde değil,
‘saldır-vur’ şeklinde konuşlandırılması mı gereklidir?

9.PKK-KCK’nın içinde de inanılmaz derecede ideolojik bunalım, strateji geliştirememe, örgüt


içinde hizipleşme, iç hesaplaşmalar, derin devlet ile çok sıcak birliktelikler ve liderlik
çekişmeleri gibi sorunlardan acaba yararlanılabilmekte midir?

10.Öcalan’ın izole edilmesinin devamlılığı ve PKK-KCK örgütünü itibarsızlaştıran /


etkisizleştiren uygulamaların üzerine hassasiyetle gidilmesi gerekli midir?

11.PKK-KCK’nin üst düzey yöneticilerine, İsrail’in FKÖ’nün, İran’ın PJAK’ın, Rusya’nın


Çeçenler’in üst düzey yöneticilerine yaptığı nokta ve sonuç odaklı yaklaşımın aynısının
tıpkısının yapılması artık bir an önce gerçekleştirilmeli midir?

12.Yine bu paralelde, şehirlerde halk ayaklanması ve alternatif devlet yapılanmasını amaçlayan


illegal KCK oluşumlarına yönelik operasyonların aynı hassasiyetle sürdürülmesi gerekli midir?

13.PKK-KCK yapısına yurtdışı kaynaklı desteğin kesilmesine yönelik atılması gereken bütün
adımların aksatılmaksızın arttırılması lazım mıdır?

14.Bu bağlamda, Irak’ın kuzeyindeki PKK-KCK devletinin kurulmaması ve Suriye’deki


karışıklığın örgütsel bir kazanıma dönüşmesinin önlenmesi yapılmalı mıdır?

15.Kamuoyunda, “terörle müzakere” edilebileceği gibi bir algının oluşturulmasının önüne


geçilmesi amacıyla; kesinlikle ve özellikle bölge halkının sorunlarının teröristler ile pazarlık

169
konusu ol(a)mayacağı, çözüm sürecinde rol almak isteyenlerin silahla ilişkilerini sonlandırmaları
gerektiği net bir biçimde vurgulanmalı mıdır?

16.Kamuoyunda, “terör olaylarının artmasına paralel olarak uzlaşma zemini arandığı” izlenimine
asla ama asla ve hatta Beşir Atalay’ın rağmına meydan verilmemelidir değil mi?

17.Örgüt üst düzey sorumlularının yerlerinin tespit edilmesinde büyük fayda sağlayacak ve
örgütteki çözülmeleri hızlandıracak mıdır?

18.Terörle Mücadele Kanunu Kapsamına Giren Suçların Faillerinin Yakalanmasına Yardımcı


Olanlara Verilecek Ödül Hakkında Yönetmeliğin ışık hızıyla hayata geçirilmesi gerekli midir?
Elzem midir? Olmazsa ihanet midir?

19.PKK-KCK örgütünün içinde bulunduğu sıkıntılardan dolayı örgütsel problemlerin /


ayrışmaların, son dönemde alabildiğine fazlalaştığı ve örgütten kaçışların / ayrılmaların
inanılmaz arttığı kamuoyuna yeterince anlatılmakta mıdır?

20.PKK-KCK yapılanması Şemdinli ve Yüksekova’da neredeyse 5000 sivil halkın ölmesinin


örgütçe göze alınması söz konusu mudur?

21.Mesut Barzani’nin terör örgütünü açıktan desteklediği ve hatta bol miktarda askeri kamuflaj
ve kıyafet temin etmesi doğru mudur?

22.Şemdinli’ye yönelik saldırı girişimi öncesinde başka bir oyun çevirip, güvenlik güçlerini
başka bir bölgeye çekmeye çalışacakları, sonrasında ilçe merkezinde güvenlik güçlerinin
sayılarının azalmasından faydalanarak saldırıya geçmeleri mi söz konusu olacaktır?

23.Gediktepe + Hakur + 250 örgüt mensubunun + saldırı + Tekeli taburu + Şemdinli ilçe
merkezi + Gomani + Efkar dağları kelimelerini birleştiren bir cümlenin kurulması durumunda
olacak her şeyden sizce kim sorumlu olacaktır?

24.Yüksekova sorumlusunun kim olduğu, Yüksekova ve Şemdinli’nin ele geçirilmesi,


Çukurca’nın çevresinin sarılması, sonunda da bütün Hakkâri’nin ele geçirilmesi çalışması var
mıdır?

25.Dalamper Dağının Hakurk Bölgesi’ne bakan tarafında sınıra yakın bir yerde 1800 kadar
militanın beklediği, 16-17 katıra yüklü şekilde ağır makineli silahları ve bol miktarda ilkyardım
malzemesinin varlığı söz konusu mudur?

26.Yüksekova’ya 700 örgüt mensubunun gönderildiği, askeri operasyonların neticesi ne olursa


olsun Şemdinli ve Yüksekova’yı basmaya kararlı oldukları doğru mudur?

27.Diyarbakır – Lice içinde böylesi bir basma planının varlığı söz konusu mudur? (71).

170
PKK terör örgütünün Avrupa ülkelerinde vakıf, dernek, vb. kuruluşlar adı altında topladığı
yardımlar gelir kaynakları arasında büyük meblağları ifade etmektedir. Bu kuruluşlar Almanya,
Hollanda, Rusya, İsviçre, Danimarka, İsveç, ABD, Kanada ve Fransa gibi ülkelerde kurulu olup,
toplanan para trafiği Kürt Demokratik Halk Birlikleri (ERNK) tarafından kontrol edilmektedir.
Sayıları 165'i bulan bu dernekler 9 federasyonun çatı kurumu olan KON-KÜRD tarafından
organize edilmektedir. PKK terör örgütü Almanya'da resmen yasaklanmasına rağmen
faaliyetlerini farklı isimlerde kurulan dernek ve kuruluşlarca sürdürmektedir.
Öte yandan PKK terör örgütünün diğer gelir kaynaklarını şu şekilde sıralamak mümkün:
Yandaş devletlerin yardımlarını da unutmayalım. Özellikle PKK terör örgütünün kurulduğu
yıllarda doğrudan parasal olarak yapılan yardımlar halen devam etmekte fakat ABD'ye yapılan
terör örgütü saldırısı sonucu terörün algılanışının farklılaşması ve günümüzdeki yeniden
yapılanmalar sonucu yerini kısmen dolaylı yardımlara bırakmıştır. Bu dolaylı yardımlar ise
yandaş devletlerin topraklarında barınma izini, terör örgütü üyelerine verilen eğitimler şeklinde
sıralanabilir. Yakalanan teröristlerin ifadelerinden Türkiye ve çeşitli Avrupa ülkelerinden
Yunanistan'a gönderilen PKK terör örgütü üyelerinin bu ülkede patlayıcı madde eğitimi aldıkları
anlaşılmaktadır. Uyuşturucu ticareti en büyük gelir kalemidir. Türkiye'nin jeopolitik konumu
düşünüldüğünde, Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan Türkiye'nin, Orta Doğu'dan Avrupa
ülkelerine yapılan uyuşturucu ticareti için uygun güzergâha sahip olduğu görülmektedir. PKK
terör örgütü, nakliyesi kolay, müşterisi hazır, para ile takası kolay ve geliri giderlerine göre çok
yüksek olan uyuşturucu maddelerin ticaretini gerçekleştirmekte ve bu ticaretten yüksek gelir elde
etmektedir. Yakalanan terör örgütü üyesinin ifadesine göre Van'dan İstanbul'a götürülen
uyuşturucu maddenin kilosu 5 bin 500 Euro olurken Avrupa'ya çıkartılan uyuşturucu maddenin
kilosu 17 bin Euro'ya ulaşıyor. Diyarbakır Valiliği'ne göre; 2010 ve 2011 yıllarında bölgeden
geçirilirken yakalanan uyuşturucu madde miktarının 39,3 ton ağırlığında olması terör örgütünün
finansal kaynakları arasında uyuşturucu ticaretinin büyük önemi olduğunu gösteriyor. PKK, her
türlü kaçakçılık işleri yapmaktadır. Bunlar içerisinde silah, petrol ve petrol ürünleri, insan, sigara
vb. kaçakçılığını sayabiliriz. Özellikle son yıllarda sigara ve petrol ürünlerindeki yükselen
fiyatlar nedeniyle vatandaşlar alternatif arayışlara girmiş ve özellikle İran ve Irak'tan getirilen
kaçak sigara ve petrol ürünlerine talep artmıştır. Ülkeye kaçak olarak getirilen sigara ve petrol
ürünleri vergisiz olarak ve yüksek kâr marjı ile satılmakta, sağlanan gelir ise PKK terör örgütüne
verilmektedir. Yurtiçinden ve yurtdışından topladığı haraçlar her sene artmaktadır.
Haraç ile ifade edilen ise PKK terör örgütü ile ilgisi olan veya olmayan kişi ve kuruluşların terör
örgütüne zorla yaptıkları mali desteklerdir. Bu yol ile toplanan gelirin yıllık 150 milyon Euro
civarında olduğu tahmin edilmektedir. Fransa’da açılan PKK davasında bir milyar ABD doları
rakamı telaffuz edilmiştir. Hıristiyan misyonerler vasıtasıyla sıcak paralar Avrupa’dan ülkemize
taşındığı içim kimse gerçek rakamı bilemiyor. Soygun ve gasp yapan PKK, özellikle büyük
şehirlerde aktiftir. Ünlü türkücü İbrahim Tatlıses’ten bile gasp yoluyla paralar alınmıştır. Tüm
zengin işadamları hedefleridir. Terör örgütü üyeleri tarafından gerçekleştirilmekte olan soygun
ve gasptan sağlanan kaynakların büyük meblağlar olmadığı düşünülse de, devletimizi ve
vatandaşlarımızı hem maddi hem de manevi olarak kayıplara uğratmaktadır. Sahtecilik almış
başını gitmiştir. Günümüzde baskı teknolojisinin de ilerlemesi ile para basımı için gerek duyulan
araç ve gereçler kolaylıkla elde edilebilmekte, terör örgütünün ihtiyaç duyduğu kaynak sahte
para basılıp piyasaya sürülerek sağlanmaktadır.
Görüldüğü üzere PKK terör örgütü hayatımızın her alanına girerek kendisine para kaynakları
yaratmaktadır. Bizim bu bataklığı tamamen kurutabilmemiz için mutlaka finans kaynaklarına
inilmesi ve milletimizin çok uyanık olması gerekmektedir (73).

171
Zirve Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (OSAM) Müdürü
Doç. Dr. Gökhan Bacık, terör örgütü PKK'nın, her yıl ihtiyaç duyduğu milyarlarca dolar parayı
sınır bölgelerinde kaçakçılardan ''vergi'' adı altında topladığı haraçlardan elde ettiğini belirtiyor.
Doç. Dr. Bacık, terör örgütü PKK'nın, 2011-2012 yılında bir teröristin dağda barınması için
günde ortalama 70-80 dolar harcadığını, söz konusu teröristin bir yerden bir yere eylem yapmaya
gitmesi durumunda ise maliyetin katlandığını kaydediyor. Maliyetler karşısında örgütün büyük
paralara ihtiyaç duyduğuna işaret eden Doç. Dr. Bacık, ''Terör örgütü PKK'nın, silahlı mücadele
süresi uzadıkça, haraç ve bağış yoluyla elde ettiği gelirlerinde ciddi oranlarda düşüş görülüyor.
Örgüt, her yıl ihtiyaç duyduğu 4-5 milyar doları sınır bölgelerinde kaçakçılardan 'vergi' adı
altında topladığı haraçlardan elde ediyor. PKK, terör örgütünün varlığını sürdürebilmesi için
mutlaka büyük bir ekonomik kaynak oluşturması gerekiyor. Örgüt, uyuşturucu, silah kaçakçılığı,
göçmen ticareti gibi işler oluşturarak ciddi maddi gelirler elde etmeye çalışıyor'' diye konuşuyor.
Türkiye'de sadece PKK'nın değil, faili meçhullerden, darbelere kadar bütün negatif yapıların
ekonomik yapısının bulunduğunu, bu illegal ekonomik yapıların mutlaka çökertilmesi
gerektiğini, aksi takdirde milyar dolarlık uyuşturucu ve sigara kaçakçılığı pazarının olduğu yerde
bu kaynağa talip olanların da mutlaka çıkacağını dile getiren Doç. Dr. Bacık, şunları tesbit etmiş:
''Tabii ki, PKK da diğer örgütler gibi finansal kaynaklarını diri tutmak isteyecektir. PKK ve
benzeri örgütler, Afganistan üzerine gelip Türkiye üzerinden Avrupa'ya giden göçmen
kaçakçılığı işinden de ciddi gelir elde ediyor. Ancak terör örgütü PKK'nın, bu kadar parayı bunca
yıldır bu kadar rahat bulması çok çok problemli bir sorundur. Türkiye gibi büyük iddiaları olan
bir devletin, gücüne paralel bir şey değildir. Bu gayri meşru ekonomik güç ortada durduğu sürece
de, istediğiniz kadar operasyon yapın, temizlik yapın, o yine yeşerip ortaya çıkar. Terör
örgütünün para muslukları kesilmedikçe, örgütün yok edilmesi veya silah bırakmaya zorlanması
imkânsız. Polisin ve jandarmanın gerek sigara, gerekse de uyuşturucu kaçakçılarını yakalaması
büyük bir başarıdır. Ama insanlar doğudan gelen uyuşturucuyu Türkiye üzerinden batı pazarına
götürdüğü sürece, ne terör biter, ne de bu bölgedeki istikrarsızlıklar biter'' (74).
Terör örgütünün ulusal ve global mali kaynaklarının yer aldığı Mali Suçları Araştırma Kurulu
raporu, PKK'ya yapılan yardımları mercek altına aldı. Raporda, Türkiye'de bulunan terör
örgütüne yakın derneklere Avrupa'dan yüklü miktarda para aktarımı gerçekleştirildiği ortaya
çıktı. MASAK'ın, söz konusu raporunu MİT, emniyet ve savcılığa gönderildi. Raporda yer alan
belgeler, Avrupa'nın terör örgütüne yaptığı mali yardımları tescil ediyor. Mali Suçları Araştırma
Kurulu (MASAK), bir ihbar üzerine Diyarbakır merkezde bulunan ve özellikle kadın ve
çocuklara yardım etmek için kurulduğu öne sürülen 'Umut Işığı Kadın Kooperatifini' yakın
takibe aldı. 2008'de kurulan derneğin mali hesaplarını inceleyen MASAK, Umut Işığı Kadın
Kooperatifine Avrupa'daki tanınmış yardım vakıflarından 3 yıl içinde toplamda 760 bin İsveç
Kronu, 100 bin Amerikan Doları ve 125 bin lira para aktarıldığı ortaya çıktı. MASAK uzmanları
bu paranın PKK'ya aktarıldığını iddia ediyor. 2008'de kurulan Umut Işığı Kadın Kooperatifi'ne
mali destek sağlayan kuruluşların izini süren MASAK, Avrupa'daki İsveç Kürt Kültür Vakfı'na
ulaştı. Vakıf üzerinde araştırma yapan MASAK uzmanları, Stockholm Kürt Kültür Derneği ve
bazı oluşumların yasal kılıf altında PKK'nın dağ kadrosuna militan temin ettiğini iddia etti.
Raporun konu ile ilgili kısımlarında "Umut Işığı Kadın Kooperatifine para transfer eden Kürt
Kültür Vakfı hakkında internet üzerinden yapılan taramada; Stocholm Kürt Kültür Derneğinin de
içinde bulunduğu bazı oluşumların yasal kılıf adı altında PKK'ya dağ kadrosu ve militan temini
amacıyla hizmet verdiği, bunların aynı zamana PKK militanlarının buluşma noktası olduğu Türk
ve Kürt iş adamlarını tehdit ederek çok miktarda nakit temin ettikleri, bürolarında uyuşturucu

172
ticaretini ve organize fuhuşu yönettikleri, İsveç hükümetinin PKK'yı terör örgütü olarak
tanımakla birlikte bu tür paravan kuruluşlara müsamahakâr davrandığı iddia edilmektedir"
ifadeleri yer aldı.
Maliye Bakanlığı'na bağlı Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) PKK'ya finans desteği
sağlayan oluşumları yakın takibe aldı. 2 yıl süren çalışmanın ardından Avrupa'daki vakıflardan
Chest Vakfı, Global Fund Children ve Ashoka General gibi kuruluşların Diyarbakır'da PKK'ya
yakınlığıyla bilinen 'Umut Işığı Kadın Kooperatifi' adlı kuruluşa yüklü miktarda para aktardığını
tespit etti. MASAK tarafından hazırlanan raporunun MİT, emniyet ve savcılığa gönderildi.
Raporun konu ile ilgili kısmında: " Umut Işığı Kadın Kooperatifi'nin doğrudan kendi hesaplarına
yahut ortak veya çalışanlarının hesaplarına yurt dışından 'Kürt Kültür Vakfı (Kurdiska
Kulturstiftelsen)' tarafından toplam 469,800 SEK, Vansterpartiet Jarfalla (İsveç Sol Parti)
tarafından 290,000 SEK, Global Fund For Children tarafından 15,000 USD, Ashoka General
tarafından 26,435,63 USD ve Chrest Foundation tarafından 45,598 USD tutarında para transfer
edilmiştir. Diğer yandan İsveç İstanbul Başkonsolosluğu tarafından Kurdiska Kulturstiftelsen
adlı kuruluşa 140,931 SEK tutarında para transfer edilmiştir" bilgileri yer alıyor (75).
Terör örgütünün beslendiği en önemli finans kaynaklarının başında uyuşturucu ticareti geliyor.
Emniyet'in raporlarında da PKK-uyuşturucu ilişkisi konusunda çarpıcı veriler yer alıyor. Buna
göre 1981'den beri yapılan operasyonlarda 60 PKK sığınağında yüksek miktarda uyuşturucu ele
geçirildi. Bu kapsamda 839 terörist tutuklandı. Operasyonlarda 4 bin 253 kilo eroin, 22 bin 830
kilo esrar, 4 bin 305 kilo bazmorfin, 8 kilo afyon sakızı ve 710 kilo kokain yakalandı. Güvenlik
güçleri, teröre de finansman sağlayan uyuşturucuya yönelik operasyonlarını son yıllarda
sıklaştırdı. 1988'de zehir tacirlerine 2 bin 737 baskın yapılmışken, bu sayı 2011’de 18 bin 24'e
çıktı. Öte yandan terör örgütünün uyuşturucu bağlantısı Avrupa Birliği polis teşkilatı
EUROPOL, NATO Ekonomik Komitesi ve Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Programı'nın
raporlarına da girdi. Emniyet Genel Müdürlüğü arşiv verilerine göre terör örgütüne yönelik
operasyonlarda 60 PKK sığınağında yüksek miktarda uyuşturucu ele geçirildi. Son 27 yılın arşiv
verilerinde 363 uyuşturucu operasyonunda zehir tacirlerinin PKK, DHKP/C, TKP-ML, Devsol
ve Asala gibi terör örgütleriyle bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Son yıllarda terör örgütünün
finansman kaynakları arasında olduğunun net bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte uyuşturucu
operasyonlarına büyük önem verildi. Örneğin 1998 yılında uyuşturucu tacirlerine yönelik 2 bin
737 operasyon yapılmışken 2011'de bu sayı 18 bin 24'e çıktı. 1999'da uyuşturucudan yakalanan
şüpheli sayısı da 6 bin 121 kişi iken 2011 sonunda bu sayı 38 bin 534'ü buldu. Terör örgütlerinin
eylemlerinin devam etmesi büyük ölçüde finansal kaynakların yeterliliği ve devamlılığına bağlı.
Örgütlerin silah, barınma, beslenme, iletişim, propaganda gibi ihtiyaç ve faaliyetleri büyük çapta
finansal kaynak gerektiriyor. Terör örgütü PKK için de uyuşturucu kaçakçılığının en önemli gelir
kaynaklarından biri olduğu ifade ediliyor. Emniyet Genel Müdürlüğü arşiv kayıtlarında terör
örgütü mensuplarının ifadeleri ve ele geçirilen belgelerdeki para kayıtları PKK'nın
uyuşturucudan finansman sağladığını açıkça ortaya koyuyor. Türkiye'de istihbarat birimlerinin
narko terör raporlarına göre PKK artık dünya raporlarına uyuşturucu kaçakçısı olarak girmemek
için özel bir önem gösteriyor. Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi yerlerde daha rahat hareket
edebilmek amacıyla uyuşturucu kaçakçılığı işlerini örgütle direkt bağlantısı ortaya çıkmayan
kişilere yaptırıyor. Ancak yine de her yıl yayınlanan uluslararası raporlar örgütün zehir tacirliğini
ortaya çıkarıyor. Avrupa Birliği polis teşkilatı EUROPOL tarafından yayımlanan 'AB Terörizm
Durumu ve Eğilim Raporu (TE-SAT 2012)' başlıklı raporda PKK'nın Avrupa'daki üyelerinin
işlediği suçlar arasında uyuşturucu kaçakçılığı da sıralanıyor. PKK'nın uyuşturucu
kaçakçılığından kazandığı parayı terörist faaliyetlerde kullandığı ifade edilen raporda,

173
Avrupa'nın PKK için lojistik destek üssü durumunda olduğu vurgulanıyor. PKK'nın örgütsel
faaliyetlerini finanse etmek için Avrupa içinde ve dışında uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı
belirtiliyor. Terör örgütünün, militan devşirme ağını endişe kaynağı olarak gören raporda kara
para aklama, uyuşturucu ve insan kaçakçılığının örgüt için temel finansman kaynağı olduğu
tespiti yapılıyor. NATO Ekonomik Komitesi 2009'da hazırladığı 'Terörün ekonomik ve maddi
boyutu' başlıklı gayri resmi raporunda PKK'nın finans kaynaklarına dair çarpıcı bilgiler veriyor.
Terör örgütlerinin finans kaynaklarına ilişkin uluslararası istihbarat kurumlarından elde edilen
bilgiler doğrultusunda hazırlanan raporda, Avrupa'dan PKK'ya 200 milyon Euro aktarıldığı
belirtiliyor. Raporun 70. maddesinde bu miktarın 25 milyon Euro'sunun bağış olarak toplandığı,
geri kalan miktarın ise uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve kara para aklama gibi yasa dışı işlerden
toplandığı vurgulanıyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Programı (UNODC) 2011 yasa
dışı uyuşturucu kaçakçılığı analizlerinde de PKK'nın rolünden bahsediliyor. Uyuşturucu
ticaretiyle silahlı terör örgütlerinin ilişkisinin irdelendiği 2012 raporunda da PKK örneği
veriliyor. UNODC 2007 raporlarında, terör örgütünün uyuşturucu madde kaçakçılığının imalat,
taşıma, aracılık, satış ve sokak satıcılığı gibi her safhasında yer alarak, finansal destek
sağladığına dikkat çekiliyor. Avrupa'da uyuşturucu ticaretini kontrol altında tutan PKK'nın,
Afganistan, Pakistan ve Irak üzerinden getirilen uyuşturucuyu İtalya, Bulgaristan, Yunanistan ve
Romanya'daki yasa dışı örgütler ile işbirliği içerisinde Avrupa'ya nasıl aktardığı ve pazarladığı
belgeleriyle ortaya konuluyor. 30 Mayıs 2008 tarihinde, ABD yönetimi tarafından 'Yabancı
Narkotik Çeteleri Belirleme Yasası' çerçevesinde 3 PKK terör örgütü yöneticisi uyuşturucu
kaçakçıları listesine dahil edildi. ABD Hazine Bakanlığı bünyesindeki Yabancı Varlıkların
Kontrolü Ofisi tarafından 14 Ekim 2009 tarihinde yapılan açıklamada söz konusu şahısların
'Özel Olarak Belirlenmiş Uyuşturucu Kaçakçısı' olarak ilan edildiği bildirildi. Bu bağlamda bahsi
geçen terör örgütü PKK yöneticilerinin ABD'de bulunan malvarlıklarının dondurulmasına ve
Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının bu şahıslarla ekonomik veya ticari nitelikli bir işlem
yürütmesinin yasaklanmasına karar verildi (76).
“PKK Terörü Neden Azdı(rıldı)?” SDE Stratejik Planlama Kurulu’ndan Aydın Bolat, PKK
Matruşkasını şöyle yorumluyor: “Bilinmelidir ki bugün PKK uluslararası bir terör markasıdır ve
taşeron bir örgüttür. PKK’nın varlığının ve eylemlerinin, Kürt halkının talepleri ve Kürt
sorunuyla bir ilişkisi yoktur. PKK çok parçalı ve dağınık bir yapılanmadır, homojen bir
bütünlükten uzaktır. Yeknesak bir iradesi ve tek tip çizilmiş bir stratejisi yoktur. Kandil artık
uluslar arası bir terör kampıdır. Türkiye üzerinde ve bölgede hesabı olan bütün devletlerin
kullandığı bir terör ve savaş aracıdır. ABD, İsrail, İran, Irak, Suriye, İngiltere, Almanya, Rusya
ve Ermenistan’ın ayrı ayrı ya da birleşik PKK’sı vardır. Türkiye’nin Arap Baharı, Yeni Ortadoğu
ve özellikle Suriye üzerindeki politika ve inisiyatiflerini engellemek, sınırlamak veya kontrol
etmek amacıyla yumuşak karnımız PKK terörü güç müdahalesinin bir enstrümanı olarak
kullanılmaktadır. PKK markasıyla yapılan saldırılar Yeni Türkiye vizyon ve politikalarına PKK
silahıyla bedel ödetmek operasyonlarıdır. Suriye bu işin ancak figüranı olabilir. Türkiye’nin
bölgesel gücüne ve küresel rolüne karşı hamle yapan küresel güçler, Suriye iç savaş ve krizini bu
hamle için bahane ve fırsat olarak istismar ediyorlar. PKK’nın uluslararası kullanım değeri ve
kabiliyeti bitene kadar bu mücadele devam edecektir. Terörün ahlaksızca diplomatik bir silah
olarak kullanıldığı biliniyor. Bu konjonktürde maalesef uluslararası sistem PKK’yı tasfiye
etmemize izin vermiyor çünkü onu kullanıyor. Suriye’deki sorun çözülse de çözülmese de PKK
terörü bitmez. Türkiye yeni yükseldiği uluslararası ligde bölgesel gücünü ispatlarsa, diplomasi ve
siyaset kurma becerisi ile PKK’nın son kullanma tarihini uluslararası aktörlere kabul ettirebilirse

174
bu beladan o zaman kurtulacaktır. Tarihin ve konjonktürünün fırsatları bizim oyun kurma
kabiliyetimizle birleşince PKK kartı çöpe atılacaktır.
Suriye, Irak ve İran sınır üçgeninde, güneydoğunun en uç bölgesindeki Türkiye’nin en son
yerleşim yeri olan ilçe Şemdinli’dir. 23 Temmuz 2012’de aşlayan 2 haftadan fazla devam eden
700 kişilik PKK görünümlü ağır silahlarla donanımlı terörist saldırı Şemdinli’yi ele geçirip alan
hakimiyeti sağlayarak kurtarılmış bölge yaratıp bayrak dikme amacını taşıyordu. PKK’nın
Suriye menşe’li Fehman Hüseyin kolunun etkili olduğu saldırı Suriye himayeli, İsrail destekli,
çok uluslu konsorsiyum motivasyonlu planları çok önceden hazırlanmış sıra dışı bir saldırıdır.
Şemdinli ve köylerinde halkın arasına karışmış terör gruplarıyla asker ile halkı karşı karşıya
getirmek amaçlanmıştır. Halktan insanların hedef haline getirilerek öldürülmesiyle oluşacak
tablodan işte ‘Kürt Baharı’ diyebilecekleri bir senaryoyu sergilemek istediler. Eş zamanlı olarak
Çukurca’da karakollara yapılan saldırılar dikkatleri dağıtmak içindi. Ancak Şemdinli halkının
PKK’ya prim vermeyen sağduyulu tutumu hain emellerin planlarını bozdu. Halk PKK’yı dışladı
ve terörist gruplar askerle karşı karşıya kaldılar ve çok ağır bir hezimete uğradılar. 500’ün
üzerinde militan Şemdinli dağlarında telef oldu. Hem emellerine ulaşamadılar hem de büyük
kayıplar verdiler. İşte bu ağır yenilgiyi unutturmak için PKK-KCK-BDP’liler bölgede Psikolojik
Savaş hamleleri yaptılar. Amaç‘yıkılmadık ayaktayız, bölge bizden sorulur’ edalarıyla bozulan
moralleri düzeltmek ve güç gösterileri olabilecek eylemler yapmak oldu. Milletvekili kaçırmak,
asker kaçırmak, Gaziantep bombalı saldırısı, Foça’da Askeri servise bombalı saldırısı nihayet
PKK’lı silahlı teröristlerle BDP’li milletvekilinin kucaklaşması Şemdinli yenilgisinin atlatılması
ve moral çöküntüsünün önlenmesi için yapılan intikam ve güç gösterisi eylemleridir.
Son PKK saldırılarını planlayan, düzenleyen, destek veren bölgesel ve küresel güç merkezleri
yani PKK taşeronunun patronları Türkiye’yi bir iç savaşa ve kardeş savaşına sürüklemeye
zorluyorlar. Türkiye’yi izlediği Suriye ve bölge politikasından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Özgür
Suriye ordusuna karşı PKK kartını masaya sürüyorlar. Antep saldırısıyla Şam’daki bombalamaya
misilleme yapıyorlar. Maalesef istihbarat örgütlerinin konuşma dili terörle oluyor. Gayri nizami
savaşın ve asimetrik harbin silahı da terördür. Hakkari dağ yolundaki BDP’li sözde vekillerle
üniformalı ve silahlı PKK’lı teröristlerin buluşmaları hasretle, hayranlıkla kucaklaşmaları acı bir
itiraf ve ibret tablosudur. Bu sahne BDP’nin gemileri yaktıklarının, sondan bir önceki adımı
attıklarının, silahlı siyaseti tercih ettiklerinin, kanun, hukuk, otorite tanımadıklarının devlete,
demokrasiye, hukuka ve her şeye kafa tuttuklarının düpedüz terörist olduklarının itirafıdır. Bu
binlerce şehidin ve canın kanları üzerinde cüretkar, küstah, pervasızca meydan okuyarak halkın
sinir uçlarına basmak, milleti tahrik etmek, partilerini kapattırmak kendilerini canlı bomba gibi
feda etmek, hedef yapmak, hapse atılmak ve nihayet Türk-Kürt çatışmasının fitilini ateşlemek,
duygusal kopuşun ipini kesmek için ibretlik haince bir provokasyon ve ağır bir tahriktir. Bu tablo
PKK’nın silahlı mücadelesini BDP üzerinden meşrulaştırmak istediğinin kanıtıdır. BDP de
meclisi bu amaç için kullanıyor. BDP terör örgütünün vesayeti altında değil onun Ankara
TBMM’deki şubesi durumundadır. BDP normal bir siyasi parti değil, Kürt halkının değil terör
örgütünün iradesini temsil ediyor. PKK’nın bölgedeki baskılarıyla ‘korku oyları’ile seçiliyorlar.
Siyaset üretmiyorlar, çözüm dertleri de zaten yok. Yeniden ihanet kucaklaşmasına dönersek, bu
ağır tahrike kapılarak o meş’um niyetlerin kurbanı mı olmalıyız? Yoksa yine soğukkanlılıkla,
sabrımızın limitlerini zorlayarak, hukuku, adaleti tehir mi edelim? Bundan sonraki adımı
düşünebiliyor muyuz? Bu hangi çizgidir, bu limitin sonu nedir, neresidir? Kimse bundan sonrası
için bu milletin sabrını test etmeyi aklından bile geçirmesin. Buna Türk’ün de, Kürt’ün de
kimsenin cüreti olamaz, olmamalıdır. Eleştirilere ‘demirden korkan trene binmez’ kabadayılığı
ile cevap verenlerin Kürt sorununun çözümünde zerre miskal samimiyeti yoktur. BDP’yi

175
kapatmak çare değildir tabi ki ancak; teröre arka çıkanlar, teröristle sarmaş dolaş olanlar, şiddeti
ve nefreti milletin gözüne gözüne sokanlar da TBMM koltuklarına bütün bunların küstahlığı ile
kurulup millete, ülkeye demokrasiye ve hukuka meydan okuyamamalıdır.
Sonuç: Kervan yürüyor. Hükümete büyük görev düşüyor. Yaşanan olaylarda güvenlik zafiyeti
apaçık görülüyor. Şemdinli’de topyekun PKK saldırısına karşı sağlanan başarıyı unutturmaya,
pervasız cüretlerini sergilemeye fırsat ve imkan verilmemeliydi. Zira bundan sonra bir şey
yapmak daha zordur ve bedeli de daha ağırdır. Türkiye zor bir dönemden geçiyor. İçeri ve
dışarıdaki tehditlerle ilgili risk analizini doğru yaparak stratejilerini belirlemelidir. Mal, can ve
yaşama güvenliğinin olmadığı yerde özgürlüğün esamesi bile okunamaz. Hukuk otoritesini ve
kamu güvenliğini sağlamak hükümetlerin ilk görevidir. Millet sabreder çünkü devlet bu meseleyi
çözer, gereken tedbirleri alır inancındadır. Büyük devlet olmanın bedelleri olduğu gibi
sorumlulukları da vardır. Her şeye rağmen Ankara, hem Suriye’de hem ‘Yeni Ortadoğu’da hem
de Türkiye içinde yoluna devam ediyor, kervan yürüyor” (77).

Kırmızı PKK, yeniden hortlatılan Zerdüştlükle, sahte mollalarla, çakma Cuma namazları ile
Yeşil’leşirken uyuşturucu ticaretiyle tıpkı bir Rus Matruşkası haline geldi. Kürt aydınları, dini
kanaat önderleri neden susuyorlar? Konuşmanın vakti geldi, geçiyor. Sivil toplum oluşur, liberal
demokrasi ve liberal ekonomi gerçek İslam kardeşliği ile bölgeye yerleşirse Kürt sorunu kalmaz,
tam tersine Kürtler Türkiye’nin bölgesel güç olmasında sağlam bir sura, kaleye çevrilebilir…

Kaynaklar

1- Arslan, Faruk. Ejder ve Baron’un Hakkâri oyunu! Canadatürk gazetesi. 01.07.2011.

2- Arslan, Adem Yavuz. PKK, Kandil'i Hakkâri'ye taşıdı. Bugün gazetesi. 29.11.2011.

3- Arslan, Faruk. 2011.

4- Arslan, Faruk. Yeşil, Kara ve Kürt Ergenekon! Farukarslan.com. 30.11.2011.

5- Arslan, Faruk. Yeşil’in PKK Macerası ve AK Parti’nin Aymazlığı! Çorum Manşet,


10.06.2012.

6- Arslan, Faruk. Yeşil Yaşıyor. Peki Nerede? Ankara’da veya Belarus’ta! Farukarslan.com.
11.11.2011.

7- Arslan. 2011.

8- Altan, Mehmet. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın adresi. Star 24.12.2011.

9- Alper, Polat. “Yeşil” KKTC`de yaşıyor, kimin umunurunda… Kıbrıs Postası. 2011.

10- Arslan. 2011.

176
11- Berkan, İsmet. "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz?" Radikal Gazetesi.12 ve 13
Temmuz 2000.

12- Eymür, Mehmet. "Terör ve PKK ile mücadele kapsamında" yürütülen illegal faaliyetler. 10
Mayıs 2003. Kapandığı için internet ulaşımı yok. Atin.org.

13- Kıvanç, Taha. Bir değil, iki değil, üç değil. Zaman. Yeni Şafak. 1995 ve 2005.

14- Eymür. 2003.

15- Düzel, Neşe. Yeşil Yaşıyor. Sinan Yerlikaya röportajı. Radikal gazetesi. 2006.

16- Tuzlu, Özcan. Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. 2006.

17- Arslan.2011.

18- Arslan, Faruk. Çorum Manşet, 16.06.2012

19- Arslan, Faruk. Kürtlerle iç savaş senaryosu! Çorum Manşet, 24 Eylül 2012.

http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=6950

20- Arslan, Adem Yavuz. Hükümet Suriye Tuzağını Gördü. Bugün. 5.10.2012

21- Arslan, Faruk. Annen hangi türküyle oynardı Abdullah Öcalan? Farukarslan.com.
01.05.2012.

22- Ünal, Mustafa. Öcalan'ı kim serbest bıraktırdı? Zaman Gazetesi, 20.11.2011.

23- Arslan, Faruk. Toplumun sosyolojisini bozanlar hesap vermeli! Çorum Manşet gazetesi. 22
Mayıs 2012. İnternet ulaşımı http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=6513.

24- Arslan, Faruk Toplumun sosyolojisini bozanlar hesap vermeli! Farukarslan.com. 02.05.2012.
Alperen, Ali. Alperen Dergisi. Terör Özel Sayı. 01.07.2012.

25- Uslu, Emre. PKK’nın Çocuk Askerleri. Taraf, 2.05.2012.

26- Cihan Haber Ajansı. PKK'nın sinsi planı ortaya çıktı. 19.11.2012.

27- Arslan, Faruk. Zerdüşt böyle buyurmuştu Kürtler! Farukarslan.com. 15.08.2012.

28- Gezgin, Yusuf. PKK-KCK’nın İslam’la Derdi Nedir? 10.11.2011. İnternet ulaşımı

http://numannuh.com/author/yusufgezgin19/page/2/

177
29- Akit. Müslüman Kürt, Zerdüşt PKK’yı desteklemez! 21.10.2012.

30- AA. PKK Zerdüşt Prim Vermeyin. 20.10.2012.

31- Polat, Rauf Atilla. Evanjelist PKK’nın Zerdüşt Kalkışması… 18.08.2011. İnternet ulaşımı

http://kriptoecnebiler.blogcu.com/evajelist-pkk-nin-zerdust-kalkismasi/10990206

32- Kuran’ı Kerim. Fetih Suresi 7.

33- Kamış, Mehmet. PKK'ya ihale edilen yeni görev. Zaman Gazetesi 19.11.2011.

34- Aköz, Emre. PKK niye cemaate düşman kesildi? Sabah Gazetesi, 19.11.2011.

35- CHA. Terör örgütü PKK, köşeye sıkıştıkça ne yapacağını ve kime saldıracağını şaşırdı.
18.11.2011.

36- Ünal, Ali. 'Kürt meselesi' ve 'Gülen Cemaati' rahatsızlığı. Zaman Gazetesi, 26.11.2011

37- Söylemez, Haşim. KCK’nın amacı BDP’yi kapattırmak. Aksiyon. 30.11.2012.

38- Dönmez, Yener. Apo'dan Elyazılı Talimatlar. Akit. 27.11.2011.

39- Bugün, Habervaktim.com. İşte Büşra Ersanlı Gerçeği. 17.11.2011.

40- Avcı, Gültekin. Yeni Kanser hücreleri zerkediyorlar. Bugün gazetesi. 17.11.2011.

41- Tayyar, Şamil. Şamil Tayyar'dan Çarpıcı 'BDP İddiası'!

42- Dönmez, Yener. Sabri Ok'tan Mektup Var. Yeni Akit. 17.11.2011.

43- Arslan, Adem Yavuz. PKK Roj TV'yi yedekledi, Suriye Kürtleri'ne de TV kurdu. Bugun
Gazetesi 17.11.2011.

44- Uslu, Emre. 'KCK yöneticileri istihbarat elemanı'. Taraf gazetesi. 17.11.2011.

178
45- Türköne, Mümtaz’er. Gülen'den PKK'yı panikleten sözler. CHA.15.11.2012.

46- Övür, Mahmut. 15.11.2011.

47- CHA. 15.11.2011.

48- Gülen, Fethullah. ‘Terör ve Izdırap’. 15.11.2011. İnternet ulaşımı


http://tr.fgulen.com/content/view/19767/17/

49- Miroğlu, Orhan. Öcalan’a derin talimatı kim verdi? Kanal 5. 7 Ekim 2012.

50- Miroğlu, Orhan. İşte Miroğlu’nun sansürlenen o yazısı. Rotahaber.com. 04.09.2012.

51- Alpay, Şahin. Zaman Gazetesi, 19.11.2011

52- Dağı, İhsan. ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’. Zaman. 4.09.2012.

53- Uslu, Emre. PKK Başarabilir mi? Taraf gazetesi. 25.08.2012.

54- Aytaç, Önder. Anadolu’da Kürtçe Yayın Sayısı. Rotahaber.com. 28.08.2012.

55- Aksoy, Murat. Yeni Şafak gazetesi. Kemal Burkay’la röportaj. 17.11.2011.

56- Gülerce, Hüseyin. Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyor. Zaman Gazetesi. 18.11.2011.

57- Uslu, Emre.ETA nasıl bitti, PKK ile paralellik kurabilir miyiz. 18 Eylül 2012. İnternet
ulaşımı euslu.com

58- Uslu, Emre. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi? (3) 12 Eylül 2012. İnternet ulaşımı
http://euslu.com/2012/09/12/kurt-sorunu-cozulurse-pkk-biter-mi-3/

59- Samanyolu Haber, Bugün, Haber7. İşte PKK'nın sapık ve iğrenç ilişkileri! 17.11.2012.

60- Şahin, Bilal. Hakkari’ye Dev Yatırım. Bugün gazetesi. 17.11.2012.

61- Avcı, Gültekin. Kandil’in düşündüren talimatı. Bugün, 29.11.2012.

62- Türköne, Mümtaz’er. PKK silah bırakacak mı? Zaman. 25.11.2012.

63- Uslu, Emre. Kışın seviş yazın savaş. Taraf gazetesi. 18.11.2012.

179
64- Akar, Rıdvan. Öcalan’a biçilen yeni rol. 25.11.2012. Internetden, 24.com.tr

65- Aytaç, Önder. Kasım ve Aralık'ta terör takvimi! 21. 11.2012. İnternet ulaşımı
http://www.medyafaresi.com/yazi/1018/onder-aytac-kasim-ve-aralik-ta-teror-takvimi.html

66- Aytaç, Önder. Kasım içinde PKK terörü ve iktidar. Rotahaber 22.11.2012.

67- Uslu, Emre. Abdullah Öcalan ne düşür. Taraf gazetesi. 07.11.2012.

68- Uslu, Emre. PKK kazanıyor. Taraf gazetesi. 10.11.2012.

69- Burkay, Kemal. İşte PKK'nın yeni stratejisi! Kanal 5. Cihan Haber Ajansı. 12.11.2012.

70- Dönmez, Ahmet. Kürt çocukları esrarın pençesinde. Zaman gazetesi. 30.10.2012.

71- Aytaç, Önder. PKK-KCK Nereye Koşuyor? Rotahaber.com. 28.10.2012.

73- Ban, Ünsal. PKK Terör Örgütünün Para Kaynakları. Bugün gazetesi. 13.11.2011.

74- Bacık, Gökhan. Terör Örgütünün en büyük gelir kaynağı. Sabah Gazetesi. 13.07.2012.

75- Kılıç, Mustafa. İşte PKK’nın para kaynaklarının belgesi. Milli Gazete. 21.09.2012.

76- Sarıkaya, Salih.PKK sığınakları uyuşturucu deposu. Zaman gazetesi. 27.09.2012.

77 Bolat, Aydın.PKK Terörü Neden Azdı(rıldı)? SDE Stratejik Planlama Kurulu. 01.09.2012.
İnternet ulaşım. http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/1189/pkk-teroru-neden-azdi-rildi.aspx

180
Almanya Üzerine Sosyolojik Anekdotlar

Yazı uzun ama sizin yerinizde olsam yine de okurdum. Goethe’nin dediği gibi; “Uzun yazdığım
için hakkınızı helâl edin, kısa yazacak vaktim yoktu.”
- Avrupa kıt’âsında bulunan Almanya, Merkezî Avrupa bölgesindedir. Ülkenin başkenti Berlin,
uluslararası trafik plaka remzi “D”, Avrupa Birliği (AB) üyesi olduğu için para birimi “Euro”
(EUR)’dur (1 EUR = 100 Cent). Almanya, 357 bin 111 km² büyüklüğünde bir ülkedir. Beni
saymazsak, nüfûsu 82 milyon 2 bin 356’dır.
- Almanya nüfûs bakımından dünyanın 13. büyük ülkesi, yüzölçümü bakımından ise dünyanın
61. büyük ülkesidir. Yüzölçümü Türkiye’den daha küçük, fakat nüfûsu Türkiye’den daha
fazladır. Türkiye yüzünü Batı’ya, Almanya çatıya çevirmiştir; kiracılar çatı katında otururlar.
Türkiye’nin nüfûsu daha yakışıklı, fakat Almanya’nın nüfûsu daha güzeldir. Almanya’nın nüfûsu
“selvi boylum”, Türkiye’nin nüfûsu “al yazmalım”, Almanya’da yaşayan gurbetçilerin nüfûsu ise
“selvi boylum al yazmalım”dır. Gurbetçiler ne çekmişse Türkiye’de enflasyondan, Almanya’da
entegrasyondan çekmiştir. Gurbetçiler çok çalışkandır, karı – koca yıllarca çalışıp para
biriktirmişlerdir; koca makinaları, karı paspasları temizlemiştir; çok çok çalışıp çok çok para
biriktirmişlerdir, paralarını ne Hans’a, ne de Hasan’a koklatmışlardır fakat sonunda hepsini
Kombassan’a kaptırmışlardır. Almanya’dakileri Alman devleti, Türkiye’dekileri Türk devleti,
Türkiye’den Almanya’ya gelmiş gurbetçileri ise her iki devlet birden öpmüştür. Almanya’nın
kalbi Alanya’da, Türkiye’nin kalbi Kreuzberg’de atmaktadır. Fazıl Say Türkiye’dekilerin
korkusundan Alman’laşmış, Christoph Daum da Almanya’dakilerin korkusundan Türk’leşmiştir.
Gurbetçiler yılda bir kez izin yapmakta, ayda bir kez maaş almakta, haftada bir kez alışveriş
yapmakta, fakat günde 20 kez televizyon seyretmektedir; babalar oğullarıyla futbol maçı, anneler
kızlarıyla pempe dizi bakmaktadır. Almanlar hafta sonları balkonda uzanıp güneşlenmekte,
gurbetçiler ise misafirliğe gitmektedir; misafirlikte birlikte televizyon izlenmekte, iki paket
çekirdek bitirilmektedir. Almanlar’ın en sevdiği yemekler lahmacun ve döner kebab,
gurbetçilerin ise Nutella ve Milch Schnitte’dir. Yeni ehliyet alan Alman gençlerin arabalarında
Tarkan CD’si, yeni ehliyet alan gurbetçi gençlerin arabalarında ise Monrose CD’si çalmaktadır;
ikisi bir araya geldiklerinde ise ortak zevkleri olduğu için İsmail YK dinlemektedir. Almanlar
kahvaltılarını Türk çayıyla, gurbetçiler de Alman kahvesiyle yapmaktadır. Gurbetçiler vatanı çok
özlemekte, bu özlem konsolosluk önünde kuyruklar oluşturmaktadır. Gurbetçiler oğullarını ve
kızlarını Almanya’da büyütmekte, fakat Almanya’da büyümüş oğlanlara ve kızlara kötü gözle
bakmakta, Almanya’da büyümüş oğullarını ve kızlarını Türkiye’de evlendirmektedir;
Türkiye’den getirtilen damatlar parasızlık, Türkiye’den getirtilen gelinler ise yalnızlık
çekmektedir. Çocuklar babalarının, babalar kadınlarının, kadınlar da annelerinin sözünden dışarı
çıkmamaktadır. Almanlar çok çocuk yapanları takdir etmekte, gurbetçiler ise hor görmektedir.
Velhasıl uzatmaya gerek yok: Onlar biz olmuşlar, biz ise onlar. Burada herkes okula gitmekte,
insanlar okuma yazma öğrenmekte, fakat hiç okuyup yazmamaktadır. Burada insanlar az
evlenmekte, fakat çok boşanmaktadır; firma açan erkekler karılarını, Facebook adresi açan
kadınlar da kocalarını boşamaktadır. Türkiye’deki bütün günlük ulusal gazeteler burada da
çıkmaktadır; bu gazetelerimiz Türkiye’de “Türkiye Türklerindir” logosuyla, burada ise
“Almanya Hepimizindir” logosuyla çıkmaktadır. Bu gazetelerimiz Türkiye’de “başörtü
yasağını”, burada ise “başörtü özgürlüğünü” savunmaktadır; bu gazetelerimiz Türkiye’de “tek
dil, tek ırk, tek ideoloji” propagandası, burada ise “farklılıklar zenginliktir” propagandası
yapmaktadır. Almanya’nın durumu gittikçe kötüleşmekte, Türkiye’nin durumu da gittikçe
iyileşmektedir. Eskiden burada Almanlar gurbetçilere hava atmakta, gurbetçiler de memlekete
181
gidince Türkiye’dekilere hava atmaktaydı; şimdi ise burada gurbetçiler Almanlar’a hava
atmakta, memlekete gidince de Türkiye’dekiler gurbetçilere hava atmaktadır. Türkiye ileriye
gitmekte, Almanya geriye gitmekte, gurbetçiler ise iki ileri bir geri gitmektedir. Fakat yine de ne
Almanya ne Türkiye, gönüllerin şampiyonu Sivasspor’dur.
- Almanlar kendilerine “Deutsch”, Almanya’ya da “Deutschland” derler. “Karl May des
Orients” (Doğu’nun Karl May’ı) tarafından kaleme alınan “Adını Arayan Coğrafya” kitabının
35. sahifesinde yazıldığına göre “Deutsch” (Alman) kelimesinin kökeni, Eski Almanca’da
“halk” anlamına gelen “diota” sözcüğüdür. Gotça’daki “thiuda” ve Cermence’deki “theude”
sözcükleri de aynı anlamda kullanılıyordu. Almanya’nın ve Almanlar’ın isminin bugün dış
dünyada anılmasında, pekçok kişi farkında değildir ama, çok garip bir durum sözkonusudur.
Bugün bu ülkede yaşayan kavmin ismi “Deutsch” (okunuşu Doyç) olup, bu kavim, tarihte
yaşamış Cermen ve Alman (Alaman) kavimlerinin soyundandırlar. Yani biz bunlara her ne kadar
Alman, dillerine Almanca, ülkelerine de Almanya diyorsak da, bunlar Alman değildirler.
Cermenler ve Almanlar, bunların atalarıdırlar. Fakat onlar tarihte kaldı, artık yaşamıyorlar. Şu
anda burada “Deutsch” (Doyç) kavmi yaşamaktadır ve bu kavim, tarihteki Cermenler’in ve
Almanlar’ın soyundan gelen kavimdir. Ancak bugün dış dünyadaki insanlar, bu kavmi kendi
isimleriyle değil de, tarihte yaşamış olan atalarının ismiyle anmaktadırlar. Bazı dillerde bu halk
ve bu ülke, ataları olan Almanlar’ın ismiyle anılırken (örneğin Türkçe’de “Almanya”,
Arapça’da “Almaniye”, Fransızca’da “Allemagne” gibi), bazı dillerde de bu halk ve bu ülke,
yine başka bir ataları olan Cermenler’in ismiyle anılır (örneğin Kürtçe’de “Cermenistan”,
Yunanca’da “Ğermania”, İngilizce’de “Germany” gibi). Oysa Almanlar da Cermenler de artık
yaşamamaktadırlar; fakat bugün yaşayan Doyç halkının atalarıdırlar. Aslında dış dünyada böyle
ilginç bir muamaleye maruz kalan tek ülke Almanya değildir. Meselâ İran da dış dünyada aynı
muameleye tabi tutulmaktadır. İran’ın Almanca’daki ismi “Persien”, İngilizce’deki ismi de
“Persian” şeklindedir. Almanca’da Farsça’ya ise “Persisch” denir. Halbuki Persler tarihte
kalmış bir kavimdir ve şu anda yaşamamaktadırlar. Bugün orada yaşayan halk Fars kavmidir ve
dilleri de Persçe değil Farsça’dır. Persler bunların atalarıdır. Persler de tıpkı Almanlar ve
Cermenler gibi “En az 3 çocuk” kuralını ihlal ettikleri için Hakk’ın rahmetine kavuşmuşlardır.
Aynim punun kibi, Yunanistan’ın isminde de benzer bir karışıklık ortaya çıkmıştır. Burada da
Yunan kavminin Yunan, Elen ve Grek isimlerinden kaynaklanan bir farklılık göze çarpmaktadır.
Yunanlar kendi ülkelerini Elen ismiyle irtibatlandırarak “Ellás” diye anarken, örneğin Türkçe’de
Yunan ismine dayalı “Yunanistan”, İngilizce ve Almanca’da Grek ismine dayalı “Greece” ve
“Griechenland” isimleri kullanılmaktadır.
- Almanya’nın iki denize kıyısı vardır. Bunlar, kuzeybatıda Kuzey Denizi, kuzeydoğuda ise
Baltık Denizi’dir. Almanya haritasını bir insan vücûduna benzetirsek, bu iki deniz, o insanın sağ
ve sol omuzlarındaki iki su kovası gibi durur. Ancak Almanlar Baltık Denizi’ni bu ismiyle
anmazlar; onlar bu denize “Ostsee” (Doğu Denizi) derler.
- Her iki deniz de adalar yönünden oldukça zengindir ve Almanya’nın ikisi üzerinde de pek çok
adası vardır. Kuzey Denizi (Nordsee) üzerinde kıyıya paralel bir şekilde bir baştan bir başa
Frizya Adaları uzanır. Bunlar batıdan doğuya (aynı zamanda güneyden kuzeye) Borkum, Lütje
Hörn, Kachelotplate, Memmert, Juist, Norderney, Baltrum, Langeoog, Spiekeroog,
Wangerooge, Minsener Oog, Oidoog, Alte Mellum, Neuwerk, Scharhörn, Trischen,
Blauort, Nordstrand, Nordstrandischmoor, Südfall, Pellworm, Süderoog, Süderoog – Sand,
Norderoog – Sand, Jarpsand, Hooge, Habel, Gröde, Oland, Langeneß, Amrum, Föhr ve
Sylt adlı adalardır. Bunların haricinde yine Kuzey Denizi üzerinde, anakaradan uzak bir noktada

182
Helgoland adası ile hemen yanıbaşındaki küçük Düne adası bulunur. Ancak ikisi birden de idarî
olarak Helgoland olarak anılır. Helgoland, Almanya’nın “anavatana uzak olan” yegâne
adasıdır. Ada yüzyıllarca Britanya egemenliği altında kalmıştır; ada halkı da Britanya kökenli
olup “Almanlaşmıştır”. Helgoland adasında konuşulan Almanca kulağa çok ilginç gelir; ada
halkı Almanca’yı İngilizce aksanıyla konuşmaktadır. Yani konuştukları dil Almanca olduğu
halde sesleri çıkarırken sanki İngilizce’deki harfleri okuyormuş gibi çıkarırlar. Almanya’nın,
diğer denizi olan Baltık Denizi (Ostsee) üzerinde de adaları vardır. Almanya’nın Baltık
Denizi’ndeki ada sayısı, Kuzey Denizi’ndeki ada sayısından çok daha azdır ama ordaki adalara
nisbeten çok daha büyüktürler. Bunlar batıdan doğuya (aynı zamanda kuzeyden güneye) sırasıyla
Fehmarn, Hiddensee, Rügen, Vilm, Ruden, Greifswalder Oie ve Usedom adlı adalardır.
Bunlardan 926 km² büyüklüğündeki Rügen, Almanya’nın en büyük adasıdır ve benim gibi
uçak bileti bulamayan fukara Almanlar’ın tatil yaptıkları bir adadır. En doğudaki Usedom ise
Almanya ile Polonya arasında ikiye bölünmüş bir adadır. Adanın batısı Almanya, doğusu
Polonya topraklarıdır. Adanın Almanca adı “Usedom”, Lehçe (Polonya dili) adı “Uznam”,
Venetçe adı ise “Uznjöm” şeklindedir. Şimdi diyeceksiniz ki, “Her yazıda ortaya yeni bir dil ve
yeni bir kavim çıkartıyorsun. Bu Venetçe’yi hangi ‘venetler’ konuşuyor?” Öncelikle
gösterdiğiniz ilgi ve alakadan dolayı çok teşekkür ederim. Ben şehîd olduktan sonra bu yazılarım
da ajandaya koyulup kitaplaştırılacağı için, gördüğünüz gibi hiçbir kavim ve topluluğu ihmal
etmemeye, dünyada konuşulan tüm dillerden mümkün mertebe söz etmeye çalışıyorum.
Venetler, Batı Slav kökenli bir kavimdir ve bunlar 7. yy’da, bugünkü Kuzey ve Doğu Almanya
topraklarının genişçe bir alanında yaşıyorlardı. O dönemlerde bu coğrafyanın adı da “Germania
Slavica” (Slav Almanyası) şeklinde idi. Elbe Nehri kıyısında yaşadıkları için bunlar şu anda
“Elbslaven” (Elbe Slavları) olarak anılırlar ancak sayıları yok denecek kadar azalmıştır.
- Kuzey Denizi’nde, Frizya coğrafyasına paralel şekilde ve hilâl gibi kavis çizerek batıdan
doğuya (aynı zamanda güneyden kuzeye) uzanan Frizya Adaları, Frizya ülkesinin adalarıdırlar.
Frizya, üç ülke (Hollanda, Almanya ve Danimarka) arasında üçe bölünmüş bir coğrafyadır
ve bu coğrafyada Frizler yaşarlar. Avrupa tarihi boyunca Hollandalılar, Almanlar ve
Danimarkalılar tarafından katliâmlara ve asimilasyon politikasına maruz kalmış, bu
asimilasyon politikasının bu üç devlet tarafından halen dahi sürdürüldüğü bir kavim olan
ve Frizce konuşan Frizler, Avrupa kıt’âsında Hristiyanlık dînini en son kabul etmiş olan
topluluktur ve kılıçla, katliâmla kendilerine dayatılan Hristiyanlık’a karşı yüzyıllarca
direnip mücadele ettikten sonra da gönüllü olarak değil, kılıç zoruyla ve baskıyla
Hristiyanlaştırılmışlardır. Hollanda, Almanya ve Danimarka tarafından uygulanan
asimilasyon politikaları sonucu bugün Frizce de tıpkı ülkemizdeki Lazca gibi tamamen
unutulma ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üçe bölünmüş ve parçalanmış olan
Frizya (Friesland) ülkesinin batı toprakları bugün Hollanda’nın, doğu toprakları
Almanya’nın, kuzey toprakları ise Danimarka’nın egemenliği altındadır. Ben Hollanda
Frizyası’nı karış karış gezdim, Almanya Frizyası’na bir defa sadece gittim, Danimarka
Frizyası’na ise henüz hiç ayak basmadım. Günün birinde tüm Frizya’yı adım adım gezip orada
aylarca kalmayı, Frizya, Frizler ve Frizce hakkında kapsamlı bir çalışma yapmayı düşünüyorum;
Frizya (Friesland), yaşadığım coğrafyadaki “kayıp ülke” olduğu için.
- Almanya’nın tam 9 tane komşusu vardır. Bunlar; kuzeyde Danimarka, batıda Hollanda,
Belçika, Lüksemburg ve Fransa, doğuda Polonya ve Çek Cumhuriyeti, güneyde ise Avusturya ve
İsviçre’dir (Danimarka ve Polonya hariç, hepsini gezdim). Almanya’nın güneyindeki her üç ülke
de (Avusturya, İsviçre ve Liechtenstein) Almanca konuştukları için, Almanya’nın güneyinden
ülkeyi nereden terk ederseniz edin, sınırın öte yanında dil sorunu yaşamazsınız. Çünkü ülkeyi

183
güneyden terk ettiğinizde, sadece Almanya’yı terk etmiş olursunuz, Almanca’yı değil.
Almanya’nın haritasına baktığınızda, aslında bu ülkenin de ne kadar stratejik bir konumda
bulunduğunu hemen anlarsınız. Zira Almanya, dört ayrı kıt’â bölgesinin tam ortasındadır.
Almanya’nın güneyi (kendisi de dahil olmak üzere) Merkezî Avrupa, doğusu Doğu
Avrupa, batısı Benelux, kuzeyi ise İskandinavya topraklarıdır. Almanya, genelde komşuları
tarafından sevilmeyen bir devlettir. Bunun tarihten gelen haklı sebepleri vardır, kuşkusuz.
Sömürgecilik ve emperyalizmin dünyayı kasıp kavurduğu 19. yy’ın ikinci yarısı ile 20. yy’ın ilk
yarısında (o dönemlerde insanlar ve devletler göklere pek hâkim değildiler ve en büyük güç,
suya hâkim olmaktan geçiyordu), İngiltere, Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya, İspanya ve
Portekiz gibi emperyalist devletler gemicilikte oldukça ilerlemiş ve üstün bir deniz gücüne sahip
oldukları için, tâ Afrika, Asya ve Amerika kıt’âlarına uzanıp sömürgecilik faaliyetlerini icra
ediyorlar, deniz gücüne sahip olmayan ve fakat aynı emperyalist karaktere sahip olan Almanya
ise mecburen elindeki tek güç olan kara gücüyle bu işi götürmeye çalıştığı için ancak
komşularına saldırabiliyor, Afrika ve Asya’ya uzanamadığı için ancak komşu ülke ve toprakları
işgal edebiliyordu. Dolayısıyla, örneğin Afrika halkları için bugün İngiltere, Hollanda, Belçika,
Fransa, İtalya, İspanya ve Portekiz zihinlerde neyi çağrıştırıyorsa, Avrupa’nın “edilgen” halkları
için de Almanya zihinlerde aynı şeyi çağrıştırıyor. (Güzel bir tesbit oldu bu; bir yere
kaydedeyim, başka bir yazımda gene kullanırım.)
- Federasyonla yönetilen Almanya, 16 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyettir. Bunlar;
başkenti Münih (München) olan “benim canım memleketim” Bavyera (Bayern), başkenti
Stuttgart olan Baden – Württemberg, başkenti Wiesbaden olan Hessen, başkenti Mainz olan
Renanya – Palatina (Rheinland – Pfalz), başkenti Saarbrücken olan Saarland, başkenti
Düsseldorf olan Kuzey Ren Vestfalya (Nordrhein – Westfalen), başkenti Hannover olan Aşağı
Saksonya (Niedersachsen), başkenti Hansestadt Bremen olan Bremen, başkenti Hansestadt
Hamburg olan Hamburg, başkenti Kiel olan Schleswig – Holstein, başkenti Schwerin olan
Mecklenburg – Ön Pomeranya (Mecklenburg – Vorpommern), başkenti Magdeburg olan
Saksonya – Anhalt (Sachsen – Anhalt), başkenti Erfurt olan Thüringen, başkenti Dresden olan
Saksonya (Sachsen), başkenti Potsdam olan Brandenburg ve aynı zamanda federal
cumhuriyetin de başkenti olan Berlin’dir. Almanya’da her eyalet içişlerinde serbesttir; ayrı
parlamentosu, ayrı anayasası, ayrı hükûmeti, başbakanı, iç ve dış işler bakanı,
milletvekilleri, ayrı bayrağı vardır. Yaşadığınız eyaletteki kanunlar hoşunuza gitmiyorsa veya
ordaki rahatlık batıyorsa başka bir eyalete taşınıp yerleşebilirsiniz. Aslında Almanya
dediğimizde bir değil, tam 16 ayrı devletten bahsetmiş oluyoruz.
- Almanya’nın cumhurbaşkanı geçenlerde ülkemizi ziyaret eden Christian Wulff, başbakanı
dünyalar güzeli Angela Merkel, dışişleri bakanı Guido Westerwelle, içişleri bakanı Thomas de
Maizière, oturduğum kasabanın muhtarı da Walter isminde bir adamdır. Bu Walter dediğim
adam çok hoş bir insandır, yemin ederim siz de tanısaydınız çok severdiniz. Ne zaman
karşılaşsak kendisine takılır, mahsus kızdırırım. Geçen sabah pastaneye gidip bröçin alayım
dedim, baktım bizim reis Walter de orda. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra mahsus takılmak
için “Walter, ne olacak şu Deutschland’ın hali?” dedim, “Bak eskiden biz sizin ülkenize gıpta ile
bakıyorduk. Siz zengindiniz, biz fâkirdik. Bizim insanlarımız buraya gelebilmek için tarlasını,
öküzünü satıyordu. Şimdi ise siz dibe vurdunuz, kriz belinizi büktü, her tarafta işsizlik. Türkiye
ise tam tersine sürekli gelişiyor, dünyanın sayılı ekonomileri arasına girdi. Şimdi de siz bize
gıpta ile bakıyorsunuz.” Öyle bir kızdı ki, pastanede herkesin içinde “Türken Raus, Türken
Raus!” diye bağırdı. Baktım yatışacağı yok, dedim “Walter, ich bin kein Türke lan, ich bin
Kurde, Kurde! Ich bin Elazığspor. Hani var ya, çayda çıra, cevizli sucuk, dut pestili, üzüm

184
pekmezi.” Bunun üzerine daha da öfkelendi ve şöyle dedi: “Na und?? Was geht mich das an?
Hepiniz Raus, hepiniz! Hepiniz burdan Raus”...
- Almanya’nın en büyük eyaleti olan “benim canım memleketim” Bavyera, aynı zamanda
Almanya’nın en dîndar eyaletidir. Okullardaki sınıfların duvarlarına “Haç” asılmasının yasal
olarak mecburî olduğu tek eyalettir. Ülkenin aynı zamanda en zengin eyaleti de olan Bavyera,
“devlet içinde devlet” gibidir. Almanya’nın 16 eyaletinden 13’ü, belli bir coğrafyaya ve toprak
parçasına sahip eyaletler iken, 3 tanesinin durumu biraz farklıdır. Başkent Berlin şehri, tek başına
eyalettir (tıpkı Avusturya’daki Viyana, Belçika’daki Brüksel, Pakistan’daki İslamâbâd,
Hindistan’daki Yeni Delhi, Endonezya’daki Jakarta, Avustralya’daki Canberra, Somali’deki
Mogadişu veya Brezilya’daki Brasília gibi). Hamburg eyaleti ise ülkenin 2. büyük şehri olan
Hansestadt Hamburg şehri ile Kuzey Denizi sularındaki küçücük ve üzerinde sadece 44 insanın
yaşadığı Neuwerk ile hemen yakınındaki yine küçücük ve üzerinde insan yaşamayan Scharhörn
ve Nigehörn adlı üç adacıktan oluşur. Bremen eyaleti de ülkenin 10. büyük şehri olan Hansestadt
Bremen şehri ile Kuzey Denizi kıyısındaki Bremerhaven kentlerinden ibarettir. Yani Berlin
eyaleti sadece bir şehirden, Bremen eyaleti iki şehirden, Hamburg eyaleti ise bir şehir ve ikisinde
insan yaşamayan üç adacıktan oluşur. Trafik plaka remzi HH olan Hansestadt Hamburg ile trafik
plaka remzi HB olan Hansestadt Bremen şehirleri kastedildiğinde genelde sadece Hamburg ve
Bremen denilir. Oysa bu yanlış bir kullanımdır. Çünkü Hamburg veya Bremen dediğinizde
kastedilen, eyaletler olmalıdır ve bu durumda Hamburg derken sadece bir şehir değil, bir şehir ve
üç ada birden, Bremen derken de iki şehir birden (Hansestadt Bremen ve Bremerhaven)
kastedilmelidir. Sadece şehirlerden söz edildiğinde Hansestadt Hamburg ve Hansestadt Bremen
şeklinde zikredilmesi daha doğru bir kullanım olur. Çünkü işte o zaman sadece o şehri kastetmiş
oluruz. (Almanya’nın 16 eyaletinden 12 tanesini şimdiye kadar gezdim; sadece dördünü
görmedim.)
- Almanya’nın tek yerli kavmi Almanlar değildir; bu ülkede konuşulan tek yerli dil de Almanca
değildir. Göçmen nüfûsun konuştuğu dillerin yanısıra, Almanca haricinde ülkede yerli azınlık
halkların konuştuğu diller de vardır. Bunların başında, yukarıdaki paragraflarda da “dil”e
getirdiğimiz Frizce gelir. Frizce, Frizya’da yaşayan Frizler tarafından konuşulur. Frizya ülkesi,
Hollanda, Almanya ve Danimarka arasında üçe bölünmüş, parçalanmış ve halkı
biribirinden kopartılmış bir ülkedir. Yüzyıllar boyunca Hollanda, Almanya ve Danimarka
devletleri tarafından, bilhassa Almanya ve Danimarka tarafından asimilasyon
politikalarına maruz kalan ve yok edilmek istenen Frizce’yi bugün ne yazık ki sadece
yarım milyon kadar insan konuşmaktadır. Bunların da 450 bin kadarı Hollanda Frizyası’nda
yaşarlar ki, yine bunların da 350 bin kadarı Frizce’yi günlük yaşamlarında anadil olarak
konuşmaktadırlar. Hollanda devleti Frizler’e ve Frizce’ye karşı daha esnek, hoşgörülü ve
özgürlükçü bir yaklaşım sergilemiştir (2001 yılında iki haftalık bir araba turuyla Hollanda
Frizyası’nın tamamını gezdim; Texel adası da dahil olmak üzere), fakat Almanya ve Danimarka
yüzyıllar boyunca tamamen asimilasyoncu ve düşmanca bir politika takip etmişlerdir ve mazlum
Friz halkına karşı bu ırkçı – şoven politikalarını HALEN DAHİ DEVAM
ETTİRMEKTEDİRLER. Frizler Hollanda ve Almanya’da anayasal olarak “etnik azınlık”
olarak tanınmışlardır. Her iki ülkede “Friesland” (Frizya) adında birer vilayet vardır.
Frizce, Hollanda’nın Friesland (Frizce adı Fryslân) vilayetinde (merkezi, Flamanca adı
Leeuwarden, Frizce adı Ljouwert olan şehir) vilayetinde Flamanca’nın yanında ikinci
resmî dildir. Almanya’nın Frizya bölgesinde de tüm resmî tabelalar ve trafik işaretleri
Almanca ve Frizce’nin ikisiyle birlikte yazılır. Almanya’da diğer bir azınlık dili de, ülkenin en
kuzeydoğusundaki eyaletlerde konuşulan Sorpça’dır. Sorplar, Batı Slav kökenli bir halktır ve

185
Sırplar’la isim benzerlikleri de tesadüfî değildir; Sorplar ve Sırplar akrabadırlar (Almanya’daki
Sorplar’ın bayrağı da Sırbistan bayrağıyla aynıdır. Sorplar bir Batı Slav topluluğu, Sırplar da bir
Güney Slav topluluğudur. Zaten “Yugoslavya” ismi de, Sırpça’da “Güney Slavya” demektir.).
Sorpça, Almanya’nın Brandenburg eyaletinde (Sorpça adı “Bramborska”), ayrıca
Saksonya eyaletinin (Almanca adı “Sachsen”, Sorpça adı “Swobodny stat Sakska”) Sorpça
konuşulan bölgelerinde devletin ikinci resmî dilidir. Almanya, bu ülkenin ilk yerlileri olan,
Almanlar’dan bile daha önce bu topraklarda yaşayan Frizler’in konuştuğu Frizce’ye bile
böyle bir hak vermemişken, sayıca Frizler’den çok daha az olan (Türkiye’deki bir ilçenin
nüfûsu kadar) Sorplar’ın konuştuğu Sorpça’ya böyle bir hak tanımış olması oldukça ilginç
ve hatta düşündürücüdür. Almanya’nın Saksonya eyaletinin Bautzen (Sorpça adı Budyšin)
kentinde bulunan DOMOWINA adlı Sorp Enstitüsü tarafından açıklanan rakamlara göre bugün
Sorpça’yı konuşan insanların sayısı 20 bin ilâ 30 bin arasındadır ve bunlar Almanya’nın
kuzeydoğusunda yaşarlar. Sayıca bu kadar az olmalarına rağmen Sorplar, yaşadıkları bölgelerde
pek çok gazete ve dergi çıkarmaktadırlar. “Serbske Nowiny” (Sorp Gazetesi) adlı günlük
gazete, “Nowy Casnik” (Yeni Gazete) adlı haftalık gazete, “Rozhland” (Bakış) adlı aylık kültür
dergisi, “Płomjo” (Alev) adlı çocuk dergisi, Katolik kilisesinin çıkardığı “Katolski Posoł”
(Katolik Elçi) adlı gazete, Protestan kilisesinin çıkardığı “Pomhaj Bóh” adlı gazete (gazetenin
ismini “Allâh yardımcın olsun” şeklinde tercüme edebiliriz) bu bahsimizde zikredebileceğimiz
gazete ve dergilerdir. Bununla birlikte, DOMONIWA tarafından altı ayda bir yayınlanan
“Lětopis” adlı bilim gazetesini ve ayrıca pedagoglar tarafından çıkartılan “Serbska Šula” (Sorp
Okulu) adlı uzmanlık dergisini de listeye ekleyebiliriz. Yazılı basının yanısıra görsel ve işitsel
basında da aktif olan Sorplar’ın televizyon ve radyo kanalları da vardır.
- Almanya’nın bayrağı, yukarıdan aşağıya doğru “siyâh – kırmızı – altın” renklerin dizildiği
bayraktır ve bu anayasanın 22. maddesinin 2. paragrafında belirtilir. Bu renklerin kökeni, 1813
tarihinde Napoléon Bonaparte komutasındaki Fransız işgal kuvvetlerine karşı verilen Kurtuluş
Savaşı’na kadar dayanır. İşgal kuvvetlerine karşı destansı bir kurtuluş savaşı veren kahraman
Alman milletinin 1813 tarihindeki ulusal kurtuluş savaşına gönüllü olarak katılıp, asker
olmadıkları halde Alman ordusunun saflarında yiğitçe savaşan ve harp esnasında büyük
kahramanlıklar gösteren bir birlik vardı. “Lützowsche Freikorps” (Lützow Gönüllü Kolordusu)
adlı bu birlik, Prusya ordu kuvvetleri bünyesinde savaşan gönüllü bir birlik idi ve Major von
Lützow komutasında oldukları için bu isimle anıldılar. Kurtuluş savaşında Lützow Gönüllü
Kolordusu’nda savaşan bu gönüllülerin giydiği askerî kıyafetler “siyâh – kırmızı – altın”
renklerinde idiler. Bu birlikler kurtuluş savaşında büyük kahramanlıklar göstermiş, gönülllü
olarak katıldıkları savaşta sergiledikleri kahramanlıklar dilden dile dolaşmıştı. Haliyle, giydiği
kıyafetler bile bir efsanenin sembolü haline gelmişti. Savaştan sonra, bu hatırâyı canlı tutmak
adına, ilk olarak 1815 tarihinde Jena Üniversitesi, bu üç rengi, kurduğu öğrenci birliğinin
renkleri olarak kabul edip yaşatma kararı alınca, bu renkler daha çok popüler oldu. Ardından,
Renanya – Palatina (Rheinland – Pfalz) eyaletinin Neustadt an der Weinstraße (o zamanki adı
Neustadt an der Haardt) kentinde bulunan Hambach Şatosu (Hambacher Schloß) altında 27 – 30
Mayıs 1832 günlerinde düzenlenen Hambach Festivali’nde bu renkler “Almanya’nın birliğinin
sembolü” olarak kullanıldı. Daha sonra gittikçe sembolleşen bu renkler, Alman bayrağının millî
renkleri olarak kabul edildi. (Yoruldum vallâh. Çok geç oldu, uykum geliyor. Yarın devam
ederim. Hadi bana Şevbaş.)
- (Bir gün sonra) Alman İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 18 Ocak 1871, bugünkü Federal
Almanya Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi ise 23 Mayıs 1949’dur. Ancak o tarihten itibaren dünya
haritasında iki Almanya birden vardı; çünkü Alman toprakları kapitalist ve komünist bloklar

186
arasında bölüşülmüştü. Batıda Federal Almanya Cumhuriyeti (Bundesrepublik Deutschland /
BRD), doğuda ise Alman Demokratik Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik /
DDR). Almanlar, her iki Alman devletinin başharflerinden (BRD ve DDR) esinlenerek, iki
Almanya’yı “Bernd ve Diederich adlı iki kardeş” olarak nitelemişlerdir ki, Bernd ve
Diederich, ikisi de Alman erkek isimleridir... İlkinden yirmi yıl sonra, 1939’da başlayıp, 1945’e
kadar süren İkinci Dünya Savaşı’nda, Almanya, faşizan ve razist saldırganlığının cezasını çok
ağır ödemişti. Adolf Hitler “führerliğindeki” Almanya’nın yenilgisiyle biten savaştan dört yıl
sonra, 1949’da ikiye bölündü Almanya. Sovyetler Birliği, Mart 1952’de ABD, Büyük
Britanya ve Fransa’ya bir “dostluk anlaşması” önerdi. Buna göre, Almanya yeniden
birleşmeli ve tek devlet haline gelmeli, ama “yansız” olmalıydı. Doğu’ya da, Batı’ya da
bağımlı olmamalıydı. Ancak, Batı Almanya’nın Batı Bloku’na bağımlı olmasında kendileri
açısından yarar gören Batılılar, SSCB’nin bu önerisine yanaşmadılar. Zira Batılılar,
bağımsız bir birleşik Almanya’nın, Doğu Bloku’ndan yana bir çizgiyi benimsemesinden
korkuyorlardı. Üstelik o zamanki muhâfazakâr koalisyon hükûmeti, yani “Christlich
Demokratische Union” (Hristiyan Demokrat Birlik / CDU), “Christlich Soziale Union”
(Hristiyan Sosyal Birlik / CSU) ve “Freie Demokratische Partei” (Hür Demokrat Parti / FDP) de
Batı Bloku’na bağlı kalmaya kararlı bir politika izliyorlardı. 1952’den sonra iki Alman devleti
arasındaki ayrışma, her geçen zaman daha da büyüdü. 1956’da BRD ve DDR’in kendi özel
orduları oldu. İki Alman devleti, düşman iki komşuydu sanki. DDR’de ekonomik sıkıntıların
başgösterdiği yıllarda, BRD, ekonomik olarak günden güne daha da büyüyordu. Doğu Almanya
(DDR) tam bir sefaleti yaşarken, Batı Almanya (BRD), Avrupa’nın en zengin ülkesi olmaya
doğru yol alıyordu. Bu yıllarda binlerce Doğulu Alman, Batı Almanya’ya kaçtı ve iltica etti.
Sonunda DDR, Batı’ya olan sınırını kapattı ve Batı Almanya ile olan sınırını silâh zoru ile
korumaya başladı. 1961’de Berlin’de sınır duvarının inşâ edilmesiyle de Batı’ya olan son gedigi
de kapattı, Doğulular. Bir nokta çok önemli: 1952 ile 1969 yılları arasındaki “soğuk savaş”
boyunca iki Alman ülkesi arasında iktisadî kontakt vardır sadece. Haziran 1953’te Doğu
Berlin’de ve DDR’in diğer şehirlerinde komünist dikta rejimine ve berbat ekonomik politikalara
karşı büyük bir grev ve gösteri dalgası başgösteriyor. Asayişi yine Sovyet tankları sağlıyor.
Batı’da ise tam tersi, halkın büyük çoğunluğu devletten ve rejimden hoşnuttu. Bununla beraber,
altmışlı yılların sonlarına doğru Batı Almanya’da, kapitalist ekonomi politikalarına ve ABD’ye
bağımlılığa karşı güçlü protestolar ve öğrenci gösterileri gerçekleşti. İki Alman devleti arasındaki
politik görüşmelerin başlangıcı, 1969 yılındadır. Bu, dönemin başbakanı Willy Brandt ve O’nun
sosyaldemokrat – liberal hükûmetinin “Ostpolitik” (doğu politikası) adıyla Alman siyaset
literatüründe yer alan meşhur politikasının attığı ilk adımlardı. 1972’de DDR ve BRD arasında
bir “Grundlagenvertrag” (Esaslar Sözleşmesi) imzalanıyor. Politik ve ekonomik kontaktlar, iki
ülke arasında bu kontrattan sonra iyileşmeye başlıyor. Bu antlaşmaya göre, birçok Batılı Alman,
DDR’deki akrabalarını her zaman ziyaret edebilir, ancak çok az sayıdaki Doğulu Alman, BRD’yi
ziyaret edebilirdi. İlk bakışta hiç de adil olmayan ve Batı Almanya’dan yana gibi görünen bu
anlaşma, sonraki yıllarda iki Almanya’nın da kaderini çiziyordu. 1989 güzünde beklenmedik bir
olay oldu: Macaristan Cumhuriyeti (Magyar Köstársaság), Avusturya (Österreich) ile olan
sınırını açtı. Böylece birçok DDR’li Alman’a, Batı Almanya’ya kaçma fırsatı doğdu. Binlerce
Doğulu Alman, Macaristan ve Avusturya üzerinden Batı Almanya’ya firar etti. Uçaklarla,
Macaristan’ın başkenti Budapeşte (Budapest)’ye giden Doğu Almanya vatandaşları, ordan da
karayoluyla Avusturya üzerinden Batı Almanya’ya kaçıyorlardı. Batı Almanya’daki kaçaklardan
haber bekleyen diğer “kaçak adayları” da, daha önce Batı Almanya’ya kaçmış olanların onlar
için elde ettiği oturma ve ilticâ izni yardımıyla, Polonya (Polska)’nın başkenti Varşova

187
(Warszawa) ve Çekoslovakya (Češk – o – Slovenská)’nın başkenti Prag (Praha) üzerinden uçakla
Batı Almanya’ya kaçıyorlardı. Yakın bir zaman içinde başta Leipzig ve Dresden olmak üzere
DDR’in büyük şehirlerinde yönetime karşı kitle gösterileri başlıyor. Bu gösteriler başta “özgür
dış seyahat” (bilhassa Batı Almanya’ya serbestçe seyahat özgürlüğü), “özgür seçimler, seçme ve
seçilme hakkı” ve “liberal ekonomi” için, bu üç olgu içindi. Ancak daha sonra gösterilerin rotası
değişti ve kalabalık gösterici kitlelerinden “Wiedervereinigung” (yeniden birleşme) sloganları
yükseldi ve her geçen gün bu sloganlar daha bir gür çıkıyordu gırtlaklardan. Bu muhâlefet
grupları karşısında, “Sozialistische Einheitspartei Deutschland” (Almanya Sosyalist Birlik Partisi
/ SED) birkaç hafta içinde tüm gücünü ve iktidarını yitirdi. Berlin Duvarı yıkıldı, Doğu Almanya
tarihe karıştı ve toprakları Federal Almanya Cumhuriyeti’ne eklemlendi, Almanlar da tek çatı
altında birleştiler. 1961 ile 1988 yılları arasında 200 binden fazla insan DDR’den kaçtı, yaklaşık
410 bin insan da yasadışı yollardan seyahat ederek geldi Batı Almanya’ya. Sadece 1989 yılında
350 bin civarında Doğu Almanyalı kaçtı Batı Almanya’ya. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günlerin
sıcak ortamında, Batı Berlin Belediye Başkanı, bir basın toplantısında, 9 Kasım 1989 Perşembe
günü, akşam saat 18:55’te şunu söylüyordu: “Bu gece dünyanın en mutlu halkı,
Almanlar’dır.” Gönül isterdi ki bu mutlulukları öyle de sürsün ama, gelişmeler arzu edilenin
tam tersi bir seyir izledi. Bugün itibariyle, dış dünyada eski itibarını yitirmiş, ekonomik krizle
boğuşan, işsizlik sorununu bir türlü halledememiş, gerek kendi beceriksizliğinden ve bir “göç
ülkesi” olduğunu geç kabullendiği için kendi hatasından, gerekse ülkedeki göçmen nüfûsun
çeşitli kaygılardan kaynaklanan inatçı karşı koyuşundan kaynaklanan sebeplerle “entegrasyon”
politikalarında da arzuladığı başarı seviyesini yakalayamamış mutsuz bir Alman halkı vardır....
Son bir şey daha: Berlin Duvarı’nın yıkıldığı (1989) ve o günden bu yana Almanya’da en büyük
resmî bayram olarak kutlanan 3 Ekim günü için kullanılan “İki Almanya’nın birleşmesi”
ifadesi yanlıştır. Çünkü “İki Almanya’nın birleşmesi” diye bir olay yaşanmamıştır; yaşanan,
bir Almanya’nın tarihe karışması, diğer Almanya’nın ise topraklarını genişletmesidir. 3 Ekim
1989 tarihinde bu coğrafyada yeni bir devlet kurulmamıştır. DDR adlı devlet yıkılmış, tâ 23
Mayıs 1949’da kurulmuş olan FAC ise o yıkılan devletin topraklarını da alarak daha da
genişlemiştir. Federal Almanya Cumhuriyeti, 3 Ekim 1989’a kadar 10, 5 eyaletli bir ülke iken, o
tarihten sonra 16 eyaletli bir ülke olmuştur. Fakat ülke aynı ülke, devlet aynı devlettir. İki devlet
kendini feshedip birleşmemiş, Almanlar yeni bir devletin çatısı altında birleşmemiştir; bir devlet
diğer bir devleti yutarak topraklarını genişletmiştir. 3 Ekim 1989’dan sonra FAC’nin sadece
başkenti değişmiştir; Bonn’dan Berlin’e alınmıştır. Zaten 3 Ekim günü Almanya’da “İki
Almanya’nın birleşmesi” adıyla değil, “Alman Birliği Günü” (Tag der Deutschen Einheit)
adıyla kutlanır. Zaten dikkat edilirse (ben ettim), eski Doğu eyaletleri bugün Almanya’da “yeni
eyaletler” (neue Bundesländer) olarak da nitelendirilir.
- İki denize kıyısı olan Almanya, göller yönünden de oldukça zengindir. Almanya’nın en büyük
gölü, Almanya – Avusturya – İsviçre arasında bulunan Konstanz Gölü (Bodensee)’dür. Biz bu
platformdaki gezi yazılarımızda onlarca kez Konstanz Gölü’nden bahsetmiş, bu gölle ilgili pek
çok yazı kaleme almıştık ki, siz bu gezi yazılarını ben Hakk’ın râhmetine kavuştuktan sonra
kitap olarak da okuyacaksınız. 536 km² büyüklüğündeki Konstanz Gölü, Almanya’nın en
güneyindedir. Almanya’nın ikinci büyük gölü ise, tamamı Almanya topraklarında bulunan
Müritz Gölü’dür. Mecklenburg – Ön Pomeranya eyaletinde bulunan Müritz Gölü’nün
büyüklüğü 117 km²’dir. Üçüncü sırada ise yine tamamı Almanya topraklarında ve “benim canım
memleketim” Bavyera eyaletinde bulunan 80 km²’lik Chiem Gölü gelir. Lakabı “Bavyera’nın
Denizi” olan bu güzel gölü de, “Bir Günde 4 Ülke ve Alpler’in Eteklerinde 4 Gün” adlı gezi
dizimizin 4. bölümünde sizlere tanıtmış, fotoğraflarını çekip sizlerle paylaşmıştık. Dördüncü

188
sırada ise Mecklenburg – Ön Pomeranya topraklarında bulunan 61, 54 km²’lik Schwerin Gölü
gelir. Almanya’nın beşinci büyük gölü ise, yine Bavyera topraklarında, yine daha önceki gezi
yazılarımızda sizlere tanıttığımız, fotoğraflarını çekip paylaştığımız (Türkiye’deki Meke Gölü
gibi kuruduğu için, sadece gezi yazılarında değil, çevre bilinci ile ilgili makalelerimizde de sıkça
andığımız) Starnberg Gölü’dür ve büyüklüğü 56 km²’dir. Akarsular bakımından da bir hayli
zengin olan Almanya’ya “nehirler ülkesi” dersek, sanırım yanlış bir nitelemede bulunmamış
oluruz. Avrupa’nın en uzun 2. ırmağı olan 2888 km uzunluğundaki Tuna Nehri (Donau),
Almanya topraklarında doğar, Baden – Württemberg eyaletinin Freiburg ilinin Schwarzwald –
Baar – Kreis (merkezi Villingen – Schwenningen) ilçesine bağlı Donaueschingen kasabasında
akıntısına başlar ki, doğduğu yerleşim birimi de, zaten “Donau” (Tuna) adıyla anılmaktadır.
“Su: Akarsa Nehir, Düşerse Şelâle, Durursa Göl Olur” adlı gezi yazımızın 16. bölümünde
sizleri Tuna’nın doğduğu kaynağa götürmüş, tam 10 ülkenin topraklarını sulayarak Karadeniz’e
dökülen bu “dertli” akarsuyun toprağın altından nasıl doğduğunu sizlere fotoğraflarıyla
göstermiştik. Gezi yazıları vesilesiyle yakından tanıdığınız diğer bir ırmak olan Ren Nehri
(Rhein) ise, Almanya’nın 2. büyük akarsuydur. 6 ülke dolaşan Ren Nehri, en çok Almanya
topraklarında akmaktadır. Aynı zamanda Almanya’nın iki ayrı ülkeyle (güneyden İsviçre,
batıdan Fransa) sınırını da çizmektedir. Almanya’nın 3. büyük ırmağı ise, akıntısını bu ülkede,
Hamburg’un Kuzey Denizi’ne açılan limanında tamamlayan Elbe Nehri’dir. Almanya,
Tuna’nın doğduğu, Ren’in en çok aktığı, Elbe’nin ise bittiği ülkedir.
- Almanya coğrafî şekil olarak da çok ilginçtir. Ülkenin güneyi, tüm Avrupa’nın en yüksek
bölgesi olan Alpler’in bir parçasıdır ve oldukça dağlıktır. Ülkenin kuzeyindeki Frizya coğrafyası
ise deniz seviyesinden bile daha aşağıda olan bir coğrafyadır ve bir tane bile dağ yoktur.
Almanya’nın güneyi dünyanın en yüksek yerlerinden, kuzeyi de dünyanın en alçak
yerlerindendir. Böyle olduğu için Almanya’da ırmaklar genelde Nil Nehri gibi “güneyden
kuzeye doğru” akarlar. Almanya’nın en alçak noktası, Kuzey Frizya coğrafyasında, Schleswig –
Holstein eyaletinin Kreisburg ilçesine (merkezi Itzehoe) bağlı Wilster köyünün Neuendorf
mezrâıdır ve rakımı – 3, 54 m’dir. Almanya’nın en yüksek noktası ise Alpler bölgesinde, tam
Avusturya sınırında, Bavyera eyaletinin Yukarı Bavyera (Obetbayern) iline bağlı Garmisch –
Partenkirchen ilçesindeki Zugspitze adlı dağdır ve yüksekliği 2 bin 962 m’dir. “Alpler’in En
Başından En Sonuna ve En Tepesinden En Aşağısına” adlı gezi yazımızda tam 3 bölüm gibi
uzun bir süre boyunca sizlerle o dağın tepesinde oturup sohbet etmiştik.
- Almanya’nın üçte biri ormanlıktır. Ormanların 4 milyon hektarının işletmesi devlete, 3
milyon hektarının işletmesi ise şahıslara aittir, özel mülkiyettir. Ormanlardan yılda yaklaşık
30 milyon m³ kereste elde edilir.
- Almanya’da nüfûsu üç milyonun üzerinde olan sadece bir şehir, nüfûsu bir milyonun üzerinde
olan sadece dört şehir vardır. Almanya’nın en büyük şehirleri olan bu şehirler, büyüklük sırasına
göre, 3 milyon 431 bin 675 nüfûslu başkent Berlin, 1 milyon 772 bin 100 nüfûslu Hansestadt
Hamburg, 1 milyon 326 bin 807 nüfûslu Münih (München) ve 1 milyon 298 nüfûslu Kolonya
(Köln) şehirleridir. Bunlardan Hansestadt Hamburg, aynı zamanda tüm Avrupa Birliği
(AB) toprakları içinde “başkent olmayan en büyük şehir” durumundadır. Büyüklük
bakımından beşinci sırada bulunan Frankfurt (Frankfurt am Main) 664 bin 838, altıncı sırada
bulunan Stuttgart 600 bin 68, yedinci sırada bulunan Dortmund 584 bin 412, sekizinci sırada
bulunan Düsseldorf 584 bin 217, dokuzuncu sırada bulunan Essen 579 bin 759, onuncu sırada
bulunan Hansestadt Bremen 547 bin 360, onbirinci sırada bulunan Hannover 519 bin 619,
onikinci sırada bulunan Leipzig 515 bin 469 kişilik nüfûslara sahiptirler. Büyüklük listesinde

189
Duisburg 15., Wiesbaden 22., Gelsenkirchen 25., Saarbrücken 43., Neuss 52., Darmstadt 55.,
Würzburg 57., Ulm 60., Offenbach am Main 65., Bottrop 66., Hanau 95., tüm Almanya’ya
değişmeyeceğim Konstanz 100., tüm dünyaya değişmeyeceğim Aschaffenburg ise 125.
sıradadır.
- Almanya’da nüfûs artış oranı çok düşüktür; anne başına 1, 3 çocuk düşer. Buna rağmen km²’ye
222 kişinin düştüğü Almanya, nüfûs yoğunluğu bakımından Avrupa’da ilk sıradadır. Almanya
neredeyse tamamen şehirleşmiştir; 82 milyonluk Almanya’da, nüfûsu 2 binden daha az olan
köylerde yaşayan insan sayısı sadece 5 milyondur. Genel nüfûsun üçte biri, yani 30 milyona
yakın insan, nüfûsu 100 binden daha fazla olan şehirlerde yaşamaktadır.
- 82 milyon nüfûslu Almanya’nın % 91’i (75 milyon) Alman vatandaşıdır. 75 milyon Alman
vatandaşının 7 milyonu göçmen kökenli olup sonradan Alman vatandaşı olmuşlardır. “Sonradan
görme” Alman vatandaşlarının % 51’i Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra yıkılan SSCB’den
(başta Kazakistan olmak üzere) getirtilen Almanlar, % 34’ü de Polonya göçmenleridir. Alman
devleti henüz yeni yeni anlamaya başladı ama, Almanya bir göç ülkesidir. Almanya’da 7 milyon
255 bin 949 “Ausländer” (yabancı) yaşamaktadır. Ancak “göç ülkesi” olduğunu resmî olarak
nihayet kabul etmiş olan Almanya, yine de “Palu mu daha büyüktür yoksa Türkiye mi?”
sorusuna halen dahi cevap bulamamıştır. Tıpkı Belçika’nın “Emirdağ mı daha büyüktür yoksa
Türkiye mi?”, Hollanda’nın “Karakoçan mı daha büyüktür yoksa Türkiye mi?”, İsveç’in “Kulu
mu daha büyüktür yoksa Türkiye mi?” sorularına cevap bulamamış olması gibi. Almanya’da en
büyük yabancı grubu 1 milyon 713 bin 551 kişilik nüfûsla Türkiye kökenliler oluşturmaktadır
(Alman vatandaşı olanlar “vatan haini” oldukları için bu sayıya dahil değildir). İkinci sırada
İtalyanlar (528 bin 318), üçüncü sırada Polonyalılar (383 bin 808), dördüncü sırada ise Yunanlar
(294 bin 891) gelir ancak onlardan bize ne? Almanya’da yaşayan Çingeneler’in nüfûsu ise 70
bindir. Almanya dünyada en fazla göçmen nüfûs barındıran 3. ülke durumundadır.
- Hristiyan bir ülke olan Almanya’nın % 30, 7’si Katolik, % 29, 9’u Protestan, % 3’ü Ortodoks,
% 0, 44’ü ise Yeni Apostolik olarak adlandırılan (bunlar da kim yaa?! Ali Bulaç değilim ki
hepsini bileyim) Hristiyanlar’dır. Bunun dışında % 0, 2’lik orana sahip olan Yehova Şâhidleri
denen acayip kılıklı adamlar da var. Almanya’nın yeni eyaletlerinde ise, durum biraz daha
değişiktir; orası uzun yıllar komünist bir yönetim altında kaldığı için halkın büyük çoğunluğu
ateisttir ve hiçbir kiliseye bağlı değildir. Yeni eyaletlerde halkın % 34, 9’u ateisttir. Bu oran
Thüringen eyaletinde % 67, 7, Saksonya – Anhalt eyaletinde ise % 81, 7 gibi yüksek bir seviyeye
çıkar. Fakat komünizmi yaşamamış olan batı eyaletlerinde ateist sayısı çok azdır. Almanya’nın
ikinci büyük dînî topluluğu Müslümanlar, üçüncü büyük dîni topluluğu Budistler, dördüncü
büyük dînî topluluğu ise Yahudîler’dir. Özellikle Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra Doğu
Avrupa, Ukrayna, Rusya ve Kazakistan’dan gelen göçler sonucu sayıları daha bir artan
Yahudîler’in Almanya’da şu andaki nüfûsu 106 bindir. Almanya, Fransa ve Büyük Britanya’dan
sonra Avrupa’da en fazla Yahudî nüfûsu barındıran üçüncü ülkedir. Almanya’daki Budistler’in
nüfûsu ise 250 bindir. Bunların yarısı Asya göçmeni, yarısı da Budizm’i seçmiş olan
Almanlar’dır. Almanya’daki Müslüman nüfûs yaklaşık 4 milyondur. Müslümanlar’ın 732 bini
Alman vatandaşıdır ve bu sayı genel Alman nüfûsunun % 0, 9’una tekabül eder. Almanya’da 4
milyon kadar Müslüman yaşamaktadır fakat yine de geçen aylarda İrşad Kitabevi’nde yaptığım
konuşmayı sadece 20 kişi dinlemeye gelmiştir. Onlar da arkadaşlarımdı zaten.
- Şunu çok rahatlıkla söylebiliriz ki, dünyada bilime ve eğitime en fazla önem veren ülke
Almanya’dır ve bu yönüyle her türlü takdiri hak etmektedir. Almanya’nın her tarafında eğitim ve
öğretim ücretsizdir; okullarda çağdaş ve bilimsel bir eğitim verilmektedir. Bu, Almanya’nın

190
tüm dünya ülkelerine örnek olması gereken bir özelliğidir. Türkiye’deki gibi ezberci ve
ideolojik eğitim verilmez, çocuklara herhangi bir ideoloji de aşılanmaz. Çocuklara sadece bilim
öğretilir ve bu da çağdaş ve modern ölçülere uygun olarak gerçekleştirilir. 6 – 18 yaş arası
öğrenim mecburîdir. İlkokul 4 yıldır. Ondan sonra üç ayrı kategoriye ayrılan ortaöğrenim ve lise
dönemi başlar; ilkokulu en başarılı bir şekilde bitirenler ortaöğrenimini “Gymnasium” denen
okullarda, orta derecedekiler “Realschule” denen okullarda, düşük derecedekiler ise
“Hauptschule” denen okullarda devam ettirirler. Yani Türkiye’deki gibi herkes liseyi bitirene
kadar aynı sürünün içinde başıboş bir şekilde getirtilip, sonra herkes tek bir sınava (üniversite
giriş sınavı) sokulup çocukların bütün gelecekleri üç saatlik bir sınav sonucu belirlenmez. Bilakis
çocukların gelecekleri 5. sınıftan itibaren kademe kademe şekillenir. Çocuklar ilkokulu
bitirdikten sonra, ya temel okulun devamı kabul edilen 5 yıllık esas okulla, ya 6 yıllık ortaokulla,
ya da 9 yıllık lise arasında seçim yaparlar. Esas okulu bitirenler “Berufschule” denen 3 yıllık
meslekî okullara da giderek meslek sahibi olurlar. Tekrarlamak istiyorum: Almanya’daki
mükemmel eğitim sistemi dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Üniversitelere gelince:
Almanya’da pekçok üniversite vardır. Ülkede bilim ve teknik öğrenimi yapılan 196
yükseköğrenim kurumu vardır ki bunların 100’den fazlası üniversitedir. Almanya’nın ilk
üniversitesi, 1386 tarihinde kurulan Heidelberg Üniversitesi, ikinci üniversitesi ise 1476
tarihinde kurulan Tübingen Eberhard Karls Üniversitesi’dir ve her ikisi de Baden –
Württemberg eyaletinde olup adres olarak biribirlerine fazla uzakta değildirler. 19. yy’ın
sonunda kurulan Berlin Teknik Üniversitesi ile de Almanya, çapdaş eğitimin temellerini
atmıştır. Bunların haricinde, yine Hannover Leibniz Üniversitesi de dünyaca ünlü diğer bir
üniversitedir. Bugün ülkede yaklaşık 1 milyon 100 bin öğrenci yüksek öğrenim görmektedir ki
bunların 58 bin kadarı göçmen işçilerin çocuklarıdır. Ancak bu kadar gelişmiş modern eğitim
sistemine rağmen Almanya’da 3 milyon insan analfabettir, okuma – yazma bilmemektedir.
Bunlar da genelde Türk gazetelerinde ve televizyonlarında çalışmakta, gazetecilik ve
muhabirlik yapmaktadır. Önemli bir kısmı da Türk çatı kurumlarında ve derneklerinde
yönetim kurulu üyesidir. Alman devleti göçmenlerle ilgili konularda bunları muhatap
almaktadır.
- Almanya’da basın ve yayın çok gelişmiştir. Ülkede yayınlanan 373 gazetenin toplam tirajı 19
milyon 298 bindir. Noel Bayramı’nda (25 – 26 Aralık) gazeteler yayınlanmaz, Almanlar
gelişmeleri Türk gazetelerinin 3. sayfasından takip ederler.
- Almanya, dünya çapındaki firmalarıyla meşhur bir ülkedir. Ülkenin en büyük firması, Bonn
şehrinde bulunan Deutsche Post AG’dir (Alman Posta Teşkilatı). Bünyesinde 475 bin 100 kişinin
çalıştığı bu firmanın yıllık cirosu 63 milyar 512 milyon Avro’dur. Münih şehrinde bulunan ve
yıllık cirosu 72 milyar 488 milyon Avro olan Siemens AG firmasında 398 bin 200 kişi,
Wolfsburg şehrinde bulunan ve yıllık cirosu 108 milyar 897 milyon Avro olan (Almanya’nın en
çok kazanan firması) Volkswagen AG firmasında 329 bin 325 kişi, Stuttgart şehrinde bulunan ve
yıllık cirosu 99 milyar 399 milyon Avro olan Daimler AG firmasında 272 bin 382 kişi,
Düsseldorf şehrinde bulunan ve yıllık cirosu 64 milyar 337 milyon Avro olan Metro AG
firmasında ise 242 bin 378 kişi çalışmaktadır. Bundan yıllar önce Edeka’nın önünde açtığımız ve
müşteri gelmediği için kızarttığımız dönerleri kendimiz yediğimiz küçük döner büfesini ise benle
kayınçom çalıştırıyorduk.
- Almanya, enerji üretiminin % 52, 2’sini madenlerden, % 17, 7’sini ise nükleer enerjiden elde
etmektedir. Almanya’da iktidardaki CDU bu nükleer santrallerin varlığını savunmakta,
muhalefetteki SPD, Yeşiller ve Sol Parti bunlara karşı çıkmakta, bu satırların yazarı da kahvesini

191
içip bu kavgayı seyretmekte, bu arada bilgisayarımda Nena’nın “99 Lufballons” şarkısı
çalmaktadır.
- Almanya’da tarım, bugün itibariyle modern usûllerle yapılmaktadır. 1949 yılından sonra büyük
bir hızla gelişen tarım, bugün büyük devletlerle boy ölçüşecek duruma gelmiştir. Ülke
topraklarının % 35’i ekime müsaittir. Elde ettiği ürünler arasında en başta gelenler; buğday,
çavdar, arpa, yulaf, patates ve şekerpancarıdır. Şekerpancarı, Alman ekonomisinde büyük yer
tutar. Ülkede pek çok şekerpancarı tarlası vardır. Bunun için biz Elâzığlılar burada kendimizi
memlekette gibi hissederiz. Bunun haricinde Almanya’nın her tarafında, defalarca gizlice içeri
dalıp mısır çaldığım mısır tarlaları, defalarca kiraz çaldığım kiraz ağaçları ve defalarca elma
çaldığım elma ağaçları vardır.
- Almanya’da hayvancılık oldukça gelişmiştir. Büyükbaş hayvancılığı ülkede önemli bir yer
tutmaktadır. Sığır yetiştiriciliği yaygındır. Büyükbaş hayvancılığın yanında tavukçuluk da
gelişmiştir. Ülkede yaşayan Müslümanlar’ın en önemli sorunlarından biri de “helâl kesim”
mes’elesidir; bu sorun özellikle Kurban bayramlarında daha görünür bir şekilde ön plana
çıkmakta, ancak devlet bu konuda katı tutumunu ısrarla sürdürmektedir. Almanya’da “helâl
kesim” gibi bir dertleri olan iki topluluk vardır; biri Müslümanlar, biri de Yahudîler.
Almanya bu konuda Yahudîler’e bu özgürlüğü verirken, aynı konuda Müslümanlar’a aynı
özgürlüğü vermemekte veya verirken sorun çıkarmaktadır. Ancak Müslümanlar’ın bu
konudaki mücadelesine en büyük destek Yahudîler’den gelmektedir. Fakat yine de
bayramlarda büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpülmekte, Alman devleti bu konuda
herhangi bir müdahalede bulunmamaktadır.
- Almanlar Cuma günleri kırmızı et yemezler; balık yerler. Bunun da dînî inanca dayalı sebepleri
vardır.
- Almanya geniş otobanları ile meşhur bir ülkedir. Avrupa’nın “hız limiti olmayan”
otobanlarına sahip tek ülkesidir. Ancak otobanların hız limiti olan yerlerinde ve özellikle de
şehir içlerinde araba kullandığınız zaman çok dikkatli olmak zorundasınız. Çünkü her yere radar
koymuşlar. Dünyanın ilk otobanı Almanya’da, 1921 tarihinde başkent Berlin’in güneyinde
yapıldı. İsmi AVUS’tur. Alman Karayolları tarafından açıklanan rakamlara göre, Almanya’da
toplam 12 bin 531 km uzunluğunda otoban vardır. En genişi Frankfurt’taki 5 şeritli otobandır ve
bu yönüyle uluslararası üne sahiptir. Adolf Hitler zamanında yapılan bu otoban, savaş
uçaklarının saldırıya uğraması halinde yere acil iniş yapabilmeleri amacıyla 5 şerit
genişliğinde yapılmıştır. Almanya’daki federal karayolların toplam uzunluğu ise 40 bin 711 km
iken, yerleşim dışı normal yolların toplam uzunluğu 86 bin 597 km, yerleşim içi yolların toplam
uzunluğu da 91 bin 520 km’dir. Şehir içlerinde 50 km hız limitini aşmanız yasaktır; yayaların da
kullandığı yollarda ise bu limit 30 km’ye düşer.
- Almanya aslında en çok da tren yolları ile meşhur bir ülkedir. Ülkedeki demiryollarının toplam
uzunluğu 35 bin kim’dir. Bunun 2 bin km’si hızlı tren seferleri için de kullanılır. Almanya’da
günlük ortalama 50 bin insan tren yolculuğu yapar. Havayollarından ise hiç bahsetmeme
gerek yok; biliyorsunuz zaten. Almanya’da nasıl ki karayolu denince akla ilk olarak benim 94
model Opel Corsa’m geliyorsa, havayolu denince de akla ilk olarak Lufthansa gelir. Yıllık
ortalama 50 milyon insan Lufthansa uçakları ile uçmaktadır. Bu ise Almanya’nın toplam
nüfûsunun yarısını aşmaktadır. Frankfurt şehrindeki Frankfurt Ren – Main Uluslararası
Havaalanı, Almanya’nın en büyük, Avrupa’nın ise Londra Heathrow Havaalanı ile Paris
Charles de Gaulle Havaalanı’ndan sonra üçüncü büyük havalimanıdır. Dünyada ise 9.

192
sıradadır. Lufthansa’nın merkezi buradadır. 8 Mayıs 1936 tarihinde hizmete açılan Frankfurt
Ren – Main Uluslararası Havaalanı, 1940 hektarlık bir alanda kurulu muhteşem bir
havalimanıdır ve buradaki 500 ayrı firmada toplam 71 bin kişi çalışmaktadır.
- Almanya bugüne dek pekçok filozof ve düşünür yetiştirmiştir. Beni ve İrşad Kitabevi’ndeki
arkadaşlarımı saymazsak, Almanya’nın yetiştirdiği filozoflar arasında Nikolaus von Kues,
Gottfried Wilhelm Leibniz, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Arthur
Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Karl Marx, Friedrich Engels, Theodor W.
Adorno, Max Horkheimer ve Jürgen Habernas sayılabilir. Marksizm’in kurucusu Karl Marx,
Alman’dır ve Renanya – Palatina eyaletinin Trier şehrindendir. Yıllar önce, 1998 yılında
Selahaddin Eş ağabey Trier şehrine gitmişti ve Selam Gazetesi’nde Trier ve Marx ile ilgili çok
güzel bir yazı yazmıştı, okumuştum. Eline, kalemine sağlık Selahaddin abi. Yazını okumuş ve
oldukça istifade etmiştim ancak bu istifade uzun sürmedi, aradan 12 yıl geçtiği için hiçbir şey
aklımda kalmamış. Selam ve dûâ ile.
- Almanya’da bugüne dek pekçok dünyaca meşhur bestekâr ve müzisyen yetişmiştir. Zaten her
ikisi de Alman olan Avusturya ve Almanya, özellikle bu yönleriyle ön plana çıkmış ülkelerdir.
Bizim Mustafa Özcan Güneşdoğdu ve ilahî grubunu saymazsak, Almanya’da yetişen bestekârlar
arasında Heinrich Schütz, Dietrich Buxtehude, Georg Friedrich Händel, Georg Philipp
Telemann, Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart, Franz
Schubert, Robert Schumann, Felix Mendelssohn Bartholdy, Carl Maria von Weber, Hans
Pfitzner, Max Reger, Richard Strauss, Richard Wagner, Johannes Brahms, Anton Bruckner ve
Gustav Mahler gibi isimleri sayabiliriz.
- Almanya’da bugüne dek pekçok ünlü edebiyatçı ve şâir de yetişmiştir. Mehmet Pamak abinin
Duisburg’dayken yazdığı gurbet şiirlerini saymazsak, Almanya’da yetişen edebiyatçılar arasında
Walther von der Vogelweide, Johann Wolfgang von Goethe, Friedrich Schiller, Jacob ve
Wilhelm Grimm kardeşler, Heinrich Heine, Kurt Tucholsky, Bertolt Brecht, Thomas ve Heinrich
Mann kardeşler, Hannah Arendt, Theodor Mommsen, Paul Heyse, Gerhart Hauptmann,
Hermann Hesse ve Heinrich Böll gibi ünlü isimleri “zikr”edebiliriz.
- Almanya’da bugüne dek pekçok ünlü seyyâh da yetişmiştir. Selahaddin abinin Avusturya ve
Bosna’ya yaptığı gezileri saymazsak, Almanya’da yetişen seyyâhlar arasında en başta Karl May
(tam adı Karl Friedrich May) olmak üzere Hans Dernschwam, Jacob Philipp Fallmerayer,
Reinhold Rubenau, Ogier Ghislain de Busbecq, Salomon Schweigger, Hellmut von Gerlach, Carl
Ritter gibi isimleri anabiliriz.
- Almanya’da bugüne dek pekçok ünlü bilim adamı da yetişmiştir. Benim her akşam dolapta ne
bulduysam hepsini küçük küçük kesip bir tavaya doldurarak (tıpkı şu an okuduğunuz bu yazı
gibi) karıştırıp pişirdiklerimi, her akşam yeni bir yemek türü icâd etmemi saymazsak,
Almanya’da yetişen ünlü bilim adamları arasında en başta Albert Einstein olmak üzere,
Alexander von Humboldt, Max Planck, Werner Heisenberg, Max Born, Wilhelm Conrad
Röntgen (soyisminden, neyin mucidi olduğunu anlıyorsunuz), Heinrich Hertz, Nicolaus Otto,
Rudolf Diesel (soyisminden, neyin mucidi olduğunu anlıyorsunuz), Gottlieb Daimler, Carl Benz
(Mercedes Benz otomobilinin mucidi; karısını çok sevdiği için, ürettiği otomobile hânımının
ismini vermiştir), Otto Hahn, Jusus von Liebig, Johannes Gutenberg, Werner von Siemens
(soyisminden, neyin mucidi olduğunu anlıyorsunuz), Wernher von Braun, Konrad Zuse, Philipp
Reis, Adam Ries, Friedrich Bessel, Richard Dedekind, Carl Friedris Gauß (Matematik’teki
Gauss Yöntemi’nin mucidi), David Hilbert, Emmy Noether, Bernhard Niemann, Karl

193
Weierstraß, Johannes Müller ve Christiane Nüsslein – Volhard gibi bilginleri sayabiliriz. Dünya
tarihinin belki de en ünlü bilim adamlarından biri olan Albert Einstein, 14 Mart 1879 tarihinde
Baden – Württemberg eyaletinin Ulm şehrinde doğmuştur. Bunu özellikle belirtmemizin
sebebi, bu platformda sizlerle birlikte yaptığımız hemen hemen tüm gezilerimizi, iki
ablamın yaşadığı Ulm şehrinden başlatmamızdır.
- Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı (1914 – 18)’na Almanya’nın yanında girmiştir ama bu
konuya girmek istemiyorum. Engin Ardıç daha güzel anlatıyor bu konuyu.
- Almanya özellikle 1961 yılında başlayan “işçi göçü” ile birlikte bizler için “ikinci vatan”
olmuştur. Almanya ile Türkiye arasındaki işgücü anlaşması 30 Ekim 1961 tarihinde
imzalanmıştır. II. Dünya Savaşı (1939 – 45) sonrasında Almanya’nın, işgücü açığını “yabancı
işçi” ile kapatmaya karar vermesi sonunda önce İtalya (1955), sonra İspanya (1960) ve
Yunanistan (1960) ile işgücü anlaşmaları yapmıştır. Buna rağmen işgücü açığı kapatılamamıştır.
Arkasından Türkiye (1961), Fas (1963), Portekiz (1964), Tunus (1965) ve Yugoslavya (1968) ile
anlaşmalar yapılmıştır. Türkiye ile Almanya arasında 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanan işgücü
alımına ilişkin anlaşmada, diğer ülkeler gibi teklifi yapan Türkiye olmuştur. Türkiye’deki 27
Mayıs 1960 askerî darbe sonrası kurulan askerî hükûmet, “ülkeyi modernleştirme” politikası
kapsamında “ihtiyaç fazlası” işgücünü süreli olarak yurtdışına göndererek, bir yandan iş
piyasasının yükünü hafifletmeyi, diğer taraftan acilen gereksinim duyulan dövizin Türkiye’ye
aktarılmasını ve ileride yurda kesin dönüş yapacak kalifiye elemanların getirecekleri deneyim ve
teknik bilgi birikimiyle ülkenin çağdaş ekonomik gelişimini teşvik amacını gütmektedir. Türkiye
yoğun işsizliğin önünü kesmek ve birkaç yıldır zaten Alman işverenler tarafından başlatılmış
olan işgücü alımını, yasal düzenlemelerle bir sisteme bağlamak istiyordu. Türkiye’nin teklifi
karşısında Almanya oldukça çekingen davranmıştır. Bu anlaşmanın yapılmasında Türkiye bütün
kozlarını ortaya koymuştur. Anlaşmanın yapılmasında en önemli neden Türkiye’nin NATO
üyeliği olmuştur. Berlin Duvarı’nın örülmesinin ve “Türk – Alman silâh arkadaşlığının” bu
sözleşmenin yapılmasında rolünün olup olmadığı da tartışmaya açık bir konudur. Önümüzdeki
yıl, 2011, Anadolu’dan Almanya’ya göçün 50. yıldönümüdür.
- İNANMASI ÇOK GÜÇ AMA GERÇEK: Almanya’ya göçün başladığı yıllarda bu ülkede
insanlarımız evlerinin oturma odalarını mescîd yapıp cemaatle namaz kılarken, bugün
Almanya’da büyük – küçük, minareli – minaresiz yüzlerce camiî vardır. Ben daha önce
çalıştığım bir günlük ulusal gazetede Almanya’daki cemiyetlerimiz ile ilgili bir dizi yazı
hazırladığım için, - inanması hakikaten çok güç ama - Almanya’daki tüm camileri tek tek ziyaret
etmeye başladım. Ülkenin en büyük eyaleti olan ve Avrupa’daki birçok ülkenin
topraklarından daha geniş olan Bavyera eyaletindeki bütün camileri, istisnasız bütün
camileri tek tek ziyaret ettim, hepsinin mescînin kapısının önünde ayakkabılarımı çıkarıp
içeri girdim. Bavyera’da ziyaret etmediğim, kapısının önünde ayakkabılarımı çıkarıp içeri
girmediğim bir tane bile cami yoktur. 50 yıllık göç tarihinde böyle ilginç bir olay yaşamış
olan tek insan benim. Burada görev yapmış ve halihazırda yapan tüm DİTİB görevlileri
dahil olmak üzere, 50 yıllık göç tarihinde bu ülkeye gelmiş milyonlarca göçmen içinde bu
olayı benden başka yaşayan ikinci bir insan yoktur. Bütün camileri tek tek gezerek, günde 3
ilâ 5 cami arasında ziyaret ediyordum ve hangi camideyken karanlık çöktüyse geceyi o cemiyette
geçiriyordum. Camilerde yatıp kalkarak Bavyera’daki bütün camileri gezdim. Dediğim gibi,
başardığım bu olayı, 50 yıllık göç tarihinde benden başka gerçekleştirmiş olan ikinci bir insan
yoktur. Bu çalışmam esnasında yaptığım gezileri de sizler burada “gezi yazıları” olarak
okudunuz; hatta o yazılarda, ziyaret ettiğim cemiyetlerden bazılarını da tanıma imkânı buldunuz.

194
Bavyera’daki yüzlerce camiyi bitirdikten sonra, sıra Baden – Württemberg’deki yüzlerce camiye
gelmişti; eyalet eyalet gidecektim. Baden – Württemberg’deki yüzlerce camiden de – diyebilirim
ki – yarısından fazlasını gezmiştim ve sonra yaz tatili girince ara verdim. Tatilden sonra kaldığım
yerden devam edecektim ancak tam o esnada başlayan ekonomik kriz nedeniyle çalışmayı devam
ettiremedim. Fakat “kendi memleketim” olan Bavyera eyaletindeki yüzlerce caminin istisnasız
hepsini gezdim ve bu benim günlerimi, haftalarımı değil, aylarımı almıştı. Bugün Bavyera
eyaletinde benim kapısının önünde ayakkabılarımı çıkarıp içeri girmediğim bir tane bile
cami yoktur. 50 yıl boyunca buraya gelen milyonlarca göçmen arasında yalnızca ve
yalnızca bana nasib olan bir özelliktir bu.
- Almanya’ya ilk gelen (siz “giden” okuyun) işçiler burada davul zurnayla karşılandığı halde,
daha sonraki yıllar içinde, özellikle son yıllarda Almanya’da başta Türkiye kökenliler olmak
üzere başgösteren ırkçılık ve yabancı düşmanlığını sebeplerini irdelerken, vak’ayı doğru bir
şekilde değerlendirmek lazım. Bunun elbetteki birden fazla ana ve yan faktörleri olabilir. Ancak,
Almanya’daki yabancı düşmanlığının en başta gelen sebebi, yani asıl sebebi, ne
Türkiye’dekilerin iddiâ ettikleri gibi Alman halkının genlerinde Nazilik olması gibi karalayıcı
ithamlardır, ne de Almanlar’ın kendilerini savunurken iddiâ ettikleri gibi Türkiye’den gelenlerin
buraya uyum sağlayamaması, kriminal işlere karışması gibi mesnetsiz ithamlardır.
Almanya’daki yabancı düşmanlığının en başta gelen sebebi, hayatın hemen her alanında,
siyaset, ekonomi, sanat, edebiyat, spor, müzik, medya, hemen her alanda Türkiye’den
gelen göçmenlerin Almanlar’dan çok daha başarılı olması, çok daha başarılı işlere imza
atması ve “ürkek bir misafir” olmayı terk edip Almanya’nın siyasetine, ekonomisine,
sanatına, sporuna, her şeyine ama her şeyine yön vermeye başlamasıdır. Yani buradaki
yabancı düşmanlığının asıl sebebi, IRKÇILIK DEĞİL KISKANÇLIKTIR. Oysa Türkiye’de
bu konuya çok ezberci ve düz mantıkçı bir bakışla yaklaşılmaktadır. Almanya’daki yabancı
düşmanlığını Türkiye’deki laik ve sol çevreler genelde Nazilik’le, Hitler rûhuyla, muhafazakâr
ve sağ çevreler ise daha ucube ve daha mantıksız bir yaklaşım göstererek işi tâ Haçlı rûhuna
kadar götürerek yorumlamaktadırlar. Oysa ki daha 30 sene kadar önce el üstünde tutulan
yabancılara karşı bugün ciddî bir sosyal problem haline gelen düşmanlığın sebebini anlamak
gayet basittir. En kolayından şöyle bir örnekle anlatayım: Benim babam, Alman komşumun
babasının firmasında işçi olarak çalıştığında bizden iyisi yoktu; fakat Alman komşumun oğlu,
benim oğlumun firmasında işçi olarak çalışmaya başlayınca problem de başlamış oldu. Elbette ki
bu düşmanlığı yapan şahıs veya grupların, bunu yaparken, kullandıkları argümanlarda Hitler
rûhunu veya Haçlı rûhunu çağrıştıran ifade ve söylemler olabilir; sonuçta her davranışın
yaslandığı bir kök, bir dinamizm olmalıdır. Fakat yabancı düşmanlığının asıl sebebi ne
Nazizm’dir, ne Haçlılık’tır, ne de İslamofobia’dır. Bunlar sadece argümanlardır. Gerçek sebep,
kıskançlıktır. (Bu konuyu daha sonraki günlerde bağımsız makale halinde ve daha genişçe ele
alacağımız için şimdilik sadece bu paragrafla yetinelim)
- “Bundesliga” (Federal Lig) olarak anılan Almanya profesyonel futbol liglerinde oynayan ve
hepsi de “zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklı olan” pekçok Türkiye kökenli futbolcu olduğu gibi,
Almanya millî takımının formasını giyen Alman vatandaşı Tükiye kökenli futbolcular da vardır.
Alman millî takımında Türkiyeli iki oyuncu oynamaktadır. Bunlardan biri, şu anda
İspanya’nın Real Madrid takımında top koşturan 15 Ekim 1988 doğumlu Mesut Özil,
diğeri de şu anda Almanya’nın VfB Stuttgart takımında top koşturan 24 Nisan 1987
doğumlu Serdar Taşçı’dır. Mesut Özil, Diyarbakır’dan Zonguldak’a göçüp Devrek ilçesinin
Hışıroğlu köyüne yerleşen bir ailenin çocuğu olarak Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya
eyaletinin Gelsenkirchen şehrinde doğmuştur. Alman millî takımının da yıldızı olan Mesut, 21

195
kez giydiği Almanya forması altında şimdiye dek 3 gol atmıştır ki, sonuncusu Ekim ayında
Berlin’de Türkiye’ye karşı kaydetmiştir. Artvin’in Yusufeli ilçesinden olan bir ailenin çocuğu
olarak Baden – Württemberg eyaletinin başkenti Stuttgart yakınlarındaki Esslingen am Neckar
kasabasında doğan Serdar Taşçı da defansta oynayan bir oyuncu olup 14 kez millî formayı
giymiştir. Her ikisinin maçlarını da canlı olarak izleyip her ikisiyle de söyleşi yapıp sohbet etme
imkânı bulduğum Mesut Özil ve Serdar Taşçı dışında, Alman millî takımında oynayan diğer
yabancı kökenli futbolcular, Tunus kökenli Sami Xedira (babası Tunuslu, annesi Alman’dır; 4
Nisan 1987 doğumlu olup Mesut’la birlikte İspanya’nın Real Madrid takımında top koşturuyor;
daha önce Serdar’la birlikte VfB Stuttgart’ta oynuyordu), Gana kökenli Jérôme Boateng (3 Eylül
1988 doğumlu olup İngiltere’nin Manchester City takımında top koşturuyor), Polonya kökenli
Lukas Podolski (4 Haziran 1985 doğumlu olup Almanya’nın 1. FC Köln takımında top
koşturuyor), Brezilya kökenli Cacau (mâlumunuz olduğu üzere, Brezilyalı futbolcular gerçek
isimlerini kullanmazlar, takma isimlerle oynarlar, Cacau’nun gerçek ismi Claudemir Jeronimo
Barreto’dur; 27 Mart 1981 doğumlu olup Serdar’la birlikte VfB Stuttgart takımında top
koşturmaktadır), Granada kökenli Mario Gómez (babası Granadalı, annesi Alman’dır; 10
Temmuz 1985 doğumlu olup Almanya’nın Bayern Münih takımında top koşturmaktadır),
Polonya kökenli Miroslav Klose (babası eski bir fubolcu olan Josef Klose, annesi ise Polonya
bayan hentbol millî takımının oyuncusu olan eski hentbolcü Barbara Jez’dir; 9 Haziran 1978
doğumlu olup Bayern Münih takımında top koşturmaktadır; bugüne kadar 105 kez giydiği
Alman millî takımı formasıyla 58 gol atma başarısı göstermiş olan Klose, 68 golü olan Gerd
Müller’den sonra Almanya adına en fazla gol atan 2. futbolcudur, ancak aktif fubol hayatını
halen sürdüren ve henüz genç olan Klose, Müller’in rekorunu sadece 11 gol daha atarsa
kıracaktır; Klose son 2 golünü Ekim ayında Berlin’de Türkiye’ye atmıştır), Nijerya kökenli
Dennis Aogo (babası Nijeryalı, annesi Alman’dır; 14 Ocak 1987 doğumlu olup Almanya’nın
Hamburger SV takımında top koşturmaktadır), Polonya kökenli Piotr Trochowski (22 Mart 1984
doğumlu olup Hamburger SV takımında top koşturmaktadır)’dir. Bugün Alman futbol
kulüplerinde de pekçok Türkiye kökenli futbolcu forma giymektedir. SV Werder Bremen’de
oynayan Onur Ayık, Borussia Dortmund’da oynayan Nuri Şahin (Türkiye millî takım oyuncusu)
ve Yasin Öztekin, Eintracht Frankfurt’ta oynayan Halil Altıntop (Türkiye millî takımı
oyuncusu), Ümit Korkmaz (Avusturya millî takımı oyuncusu) ve Cenk Tosun, SC Freiburg’da
oynayan Ömer Toprak, Hamburger SV’de oynayan Tunay Torun, TSG 1899 Hoffenheim’da
oynayan kaleci Ramazan Özcan (Avusturya millî takımının da kalecisidir), 1. FC Köln’de
oynayan Taner Yalçın, Bayer Leverkusen 04’te oynayan Eren Derdiyok (İsviçre millî takımı
oyuncusu) ve Burak Kaplan, 1. FSV Mainz 05’te oynayan Malik Fathi (Almanya millî takımı
oyuncusu), 1. FC Bayern München’de oynayan Hamit Altıntop (Türkiye millî takımı oyuncusu),
1. FC Nürnberg’de oynayan İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici, FC St. Pauli’de oynayan Deniz
Naki ve VfL Wolfsburg’da oynayan Tolga Ciğerci’dir. Bunlardan Ümit Korkmaz ve
Ramazan Özcan Avusturya millî takımı, Eren Derdiyok İsviçre millî takımı, Hamit
Altıntop, Halil Altıntop ve Nuri Şahin de Türkiye millî takımı oyuncularıdırlar. İsviçre
millî takımının yıldızı olan Eren Derdiyok, Tuncelili bir ailenin çocuğudur. Türkiye millî
takımında oynayan Nuri Şahin, Kırşehir – Kamanlı bir ailenin, Hamit Altıntop ve Halil Altıntop
kardeşler ise Malatyalı bir ailenin çocuklarıdırlar. Halil ve Hamit, ikizdirler. Almanya’da top
oynayan futbolcular arasında her ne kadar Serdar Taşçı ile Mesut Özil’in Alman millî takımını
seçmesi bizi derinden yaralamış ve üzmüş, büyük kederlere garketmişse de, Hamit Altıntop,
Halil Altıntop ve Nuri Şahin’in Türk millî takımını tercih etmesi tüm yurtta, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde ve tüm dış temsilciliklerimizde sevinç ve coşku ile karşılanmıştır.

196
- Almanya futbolda 3 kez dünya şampiyonu, 3 kez de Avrupa şampiyonu olmuştur. Niye
şaşırdınız ki? Almanya bu; boru değil! Almanya dünya şampiyonluklarını 1954, 1974 ve 1990
yıllarında, Avrupa şampiyonluklarını da 1972, 1980 ve 1996 yıllarında kazanmış, bizim TRT ilk
üçünü siyah – beyaz, son üçünü renkli göstermiş, daha sonra yayına başlayan TRT 3 ise maçları
banttan yayınlamıştır. İsviçre’de düzenlenen 1954 Dünya Kupası’nda Almanya ile Türkiye aynı
grupta yer alıp iki kez karşı karşıya gelmiş, Almanya her iki maçı da çok farklı bir şekilde
kazanmış (4 – 1 ve 7 – 2), “Berlin panteri” Turgay Şeren bu kez bizi kurtaramamış, Lefter
Küçükandonyanidis’in golleri hiçbir işe yaramamıştır. Fakat Türkiye liglerindeki “ezelî rekabet”
bu olaydan etkilenmemiş, yıllar sonra Derwall Galatasaray’ı, Daum Beşiktaş’ı, Löw
Fenerbahçe’yi, Briegel de Trabzonspor’u çalıştırmış, bu duruma isyan eden Mustafa Denizli de
Alemannia Aachen’in başına geçmiş, Aachen Üniversitesi’nden mühendislik diplomasını alan
Erbakan Türkiye’ye dönüp siyasî parti kurmuş, Refah Partisi birinci parti olmuş, asker Sincan’da
tank yürütmüş, ordan kopan AK Parti ile yeni bir sayfa açılmış, Erdoğan ile Merkel birlikte maç
seyretmiş, Mesut gol atınca Erdoğan üzülmüş, maçtan sonra Merkel Mesut’u tebrik etmek için
apart topar soyunma odasına koşmuş, çocuğu duşun içinde yakalayıp “Mein Sohn! Mein Sohn!
Ich bin stolz auf dich” diyerek ona sarılmıştır. Yurda üzgün bir şekilde dönen Erdoğan ise
kurmaylarına emir vererek, Türkiye’ye gol atanlar ile Ilısu Barajı’na karşı çıkanların aynı kişiler
olup olmadıklarının araştırılmasını istemiştir.
- Türkçe’den Almanca’dan geçen sözcüklerin olduğunu biliyor muydunuz? Türkçe’den
Almanca’ya geçmiş olan sözcükler, son yıllarda geçmiş olan “döner” ve “ayran” gibi
sözcüklerden ibaret değildir; geçmişi yüzyıllar öncesine kadar dayanan sözcükler de vardır.
Bunlardan biri “joghurt” (yoğurt) sözcüğüdür. Türkçe’deki “yoğurt” sözcüğü Almanca’ya
“joghurt”, İngilizce’ye “yoghurt”, Fransızca’ya “yaourt”, İspanyolca’ya da “yogur” şeklinde
geçmiştir. Almanca’daki “dolmetscher” (mütercim, çevirmen) sözcüğü de yine Türkçe
kökenlidir ve kaynağı “dil-meçer” (dil çeviren) sözcüğüdür. Aynı şekilde Almanca’daki
“horde” (ordu) sözcüğünün kaynağı da Türkçe’deki “ordu” sözcüğüdür. Sözcük İngilizce ve
Fransızca’ya da aynı şekilde, “horde” şeklinde geçmiştir. Almanca’da kullanılan “ziffer”
(rakam) sözcüğü de Arapça’dan geçen bir sözcüktür ve kaynağı, Türkçe’de de kullandığımız
“sıfır” (0) sözcüğüdür. “Sıfır” (0) rakamını Arap Müslümanlar bulduğu için, Batı toplumlarında
“rakam” için “ziffer” sözcüğü kullanılmaktadır ve bu sözcüğün kaynağı Arapça’daki “sıfır”
sözcüğüdür. Bununla birlikte, Almanca’dan Türkçe’ye geçmiş sözcükler de vardır. Örneğin
Türkçe’de kullanılan “bröçin” sözcüğünün kaynağı Almanca’daki “brötchen” sözcüğüdür ve
“ekmekçik” (küçük ekmek) demektir. Türkçe’de para birimi olarak kullanılan “kuruş”
sözcüğünün kökeni de Almanca’daki “groschen” sözcüğüdür. Aynı şekilde, Türkçe’de çatı katı
pencereleri için kullanılan “vasistas” sözcüğünün kaynağı Almanca’daki “Was ist das?” (Bu
nedir?) soru ifadesidir. Yine Türkçe’de kullanılan “şnitzel, şalter, bira, doçent, dram, element,
genetik, otoban, tekniker, panzer, filinta” gibi sözcüklerin kaynağı Almanca’dır.
- Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Almanya’da yetişen seyyâhlar arasında en başta Karl May
(tam adı Karl Friedrich May) gelir. Dünyaca meşhur olan Karl May, tüm Avrupa çapında
“seyahatname” alanında bir ekol durumundadır. Karl May, bir “Batılı gözüyle” Doğu ülkelerini
gezmiş, Doğu toplumlarını “bir Batılı gözüyle gözlemleyerek” kaleme alıp Batı toplumlarına
aktarmıştır. Yani bizim yıllardır burada yaptığımızın tam tersini yapmıştır. Daha doğrusu biz,
yıllardır burada gezi yazılarımızla, Alman seyyâh Karl May’ın 19. yy’da yaptığının tam tersini
yapmaktayız. Burdan şuraya gelmek istiyorum: Yaptığım geziler ve yazdığım gezi yazılarında
işte sözünü ettiğim bu durumdan dolayı, Alman medyası bana “Karl May des Orients”
(Doğu’nun Karl May’ı) sıfatını yakıştırmıştır. Almanya’nın Konstanz şehrinden yayın yapan

197
“Südkurier” gazetesinin 9 Nisan 2010 günkü sayısında bu gezi yazılarımız hakkında bir yazı
kaleme alınmıştır. Kirsten Schlüter imzalı “Fremde Augen auf Konstanz” (Konstanz Üzerinde
Yabancı Gözler) başlıklı bu yazıda şu ifadeler kullanılmıştır: “Nasıl ki Karl May Doğu
ülkelerini geziyordu ve gezi izlenimlerini Batı toplumu için kaleme alıyordu, İbrahim
Sediyani de Batı ülkelerini geziyor ve gezi izlenimlerini Doğu toplumu için kaleme alıyor.
Karl May ‘Batılı’ bir gözle Doğu ülkelerine ve toplumlarına bakıyordu, İbrahim Sediyani
de ‘Doğulu’ bir gözle Batı ülkelerine ve toplumlarına bakıyor.”
Bu yazımızda sizlere genel hatlarıyla Almanya hakkında bilgiler vermeye, Avrupa’nın tam
ortasındaki bu dev ülkeyi tanıtmaya çalıştık. Umarız ilginizi çekmemiştir; binbir umutla bu
ülkeye göç etmeye kalkıp bizim gibi buralarda sürünmezsiniz.
Türk edebiyatının yaşayan en büyük temsilcilerinden biri olan sevgili Alev Alatlı, 4 ciltlik
“Or’da Kimse Var mı?” adlı roman serisinin bir yerinde, romanının kahramanı Günay
Rodoplu’nun ağzından şöyle demektedir: “Almanya’nın 3 ayrı tarihi vardır: Biri Nazi olan
Almanlar’ın Almanya tarihi, biri Nazi olmayan Almanlar’ın Almanya tarihi, biri de Alman
olmayanların Almanya tarihi.”
Bizimkisi de “dördüncü” oldu galiba.
Selam ve dûâ ile. Tschüss...
01 Kasım 2010 Pazartesi
Ibrahim Sediyani
Haksoz haber
http://www.haksozhaber.net/almanya-uzerine-sosyolojik-anekdotlar-18567yy.htm

GENELKURMAY ARŞİVİNİ KİM ÇALDI?

• Genelkurmay arşivini kaçıran Almanya 2005 yılında Türkler sözde Ermeni


soykırım yaptı dedi!..
• Osmanlı ordusunun kontrolü ve komutası 1914-1918 yıllarında Alman
Genelkurmayındadı!..

Son günlerde Ermeni iddiaları ile tartışılanların adı her ne ise Osmanlı Genelkurmay'ının 1913-
1918 tarihleri arasında Almanya'nın kontrolünde olduğunu ve Hans Von Seeck 5 Kasım 1918
tarihinde giderken bütün arşivi yanında götürdüğünü bilmeden konuşulmaz!... Nihayetinde
Genelkurmay arşivini kaçıran Almanya, 2005 yılında "Türkler Ermeni soykırım yaptı" bile
demiştir.
- Neden hiçbir tarihçi veya yetkili "bizim komutamız Almanlardaydı, bütün arşivi de çaldılar"
demedi?
O dönemi kısaca hatırlayacak olursak, ordusunda reform yapmak isteyen Osmanlı 27 Ekim 1913
tarihinde, "General Liman von Sanders komutasındaki Alman Askeri Yardım Heyeti Hizmet

198
Sözleşmesini, Bahriye Nazırı ve Harbiye Nazırı Vekili Çürüksulu Mahmud Paşa tarafından 5
yıllık bir süreyi kapsayacak şekilde imzalandı." (*) Bunun üzerine, Alman-Prusya sisteminde
olduğu gibi, savaşlarda asıl karar verici olan Genelkurmay örgütlenmesinin bir benzerini Erkan-ı
Harbiye -i Umumiye Dairesi -Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı'na verdi. Bu amaçla, başlangıçta
tümen komutanı olması planlanan "Prusya Albayı Bronsart von Schellendorf , Erkan-ı Harbiye -i
Umumiye Dairesi Erkan-ı Harbiye Reis-i Saniliği-Genelkurmay Birinci Yarbaşkanlığı-
Genelkurmay Karargahı Kıdemli Başkanlığı görevine getirildi." (*) Ve Osmanlı ordusunun
bütün kritik noktalarını Alman subaylar komuta etmeye başladı.
Yapılan düzenlemeler ile Enver Paşa yetkisizleşti ve Alman von Schellendorf fiilen
Genelkurmay Başkanlığı görevine getirildi. "Hatta bu tarihten sonra bazı belgelerde von
Schellendorf'tan ‘Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi' şeklinde bahsedilmeye başlandı. Aynı
iradeyle Genelkurmay teşkilatı yeniden değiştirildi ve Kritik Merkez Şube Müdürlüğü doğrudan
von Schellendorf'a bağlandı." (*) Anlaşılacağa üzere, 1914 yılından itibaren Osmanlı
ordusundaki bütün yazışma, plan ve diğer tüm evraklar Almanların kontrolüne geçti.
Osmanlı Genelkurmay başkanı von Schellendorf , 20 Ağustos 1914 tarihinden itibaren "olası
savaş durumunda açılacak cephelerle ilgili planları"(*) hazırladı. Osmanlı’da Alman komutasına
muhalif subaylar istifa etti veya pasif görevlere getirildi. I. Dünya savaşı başladığında ise "artık
denetim mutlak olarak von Schellendorf'un, dolayısıyla Alman Genelkurmayı'na" geçmişti.
"Alman denetimindeki Osmanlı Genelkurmayı bütün önemli kararları, sefer planlarını ve her tür
yığınağı zaten Alman Genelkurmayı'nın emir ve denetimi altında yapmaktaydı." (*)
İlgili yazışma ve arşiv kayıtlarına Osmanlının "en üst düzey komutanlar dahil, hiçbir Türk subayı
plan ve yazışmalara ulaşamıyordu. Bu uygulama savaşın son dönemine kadar titizlikle devam
ettirildi..."(*)
Alman Genelkurmayı’nın kontrolüne giren Osmanlı ordusuna en dikkat çekici tavır ve uyarı 20
Eylül 1917 tarihli raporu ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'dan geldi. Mustafa Kemal,
Enver Paşa ve Talat Paşa'ya gönderdiği raporda Suriye-Filistin cephesindeki durumu
vurgulayarak acilen, "içinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlar'la beraber bulunarak kurtulmak
zaruri ise de, Almanlar'ın bu zaruretten imdadı ve harpten istifade ederek bizi müstemleke
şekline sokmak ve memleketimizin bütün menabiini (kaynaklarını) kendi ellerine almak
siyasetine muarızım (karşıyım) ve rical-i devletin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar kadar
müstakil ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm..." (*) diyecekti. Bunun üzerine Alman
Genelkurmayı birlikte savaştığı daha doğrusu savaştırarak öldürttüğü Osmanlı askerlerinin
başına von Schellendorf'un yerine 17 Aralık 1917 tarihinde İstanbul'a gelen Tuğgeneral Hans
von Seeckt (22 Nisan 1866 - 27 Aralık 1936) atandı. Hans von Seeck ise "5 Kasım 1918 günü
sabah saatlerinde" (*) Osmanlı Genelkurmayı’ndaki belgelere göre, 1914 yılından itibaren
yapılan bütün yazışma ve evraklar ile Alman Genelkurmayı ile yapılan yazışmaların tamamını,
üstelik 1 Kasım 1918 tarihinde Genelkurmay ile ilgili tüm sorumluluklarını devretmesine ve "31
Ekim 1918 gün ve 6083 sayılı tamim gereğince bu evrakların Merkez Şubesi'nde veya Riyaset
Yaverliği makamında bulundurulması" (*) gerekirken Almanya götürmüştür.
- Neden götürmüştür?
Bu sorunun yanıtı, bugün sözde Ermeni soykırım yalanları ile Türkiye'yi parçalamak
isteyenlerin, Türkleri nasıl birbirlerine düşürdükleri ile toprakları ellerinden nasıl alındığı
konusunda ortada "belge ve akıl" bırakmamak içindir.
Tarihte, zamanın kendisi çok önemlidir. Vicdanları olamayan bazı Ermeni veya paralı tarihçiler,
İngiliz ve Fransız kuvvetleri 19 Şubat 1915 tarihinde ikinci büyük bir taarruzla Çanakkale'yi topa
tutarken, Osmanlı topraklarında, tehcir veya adı ne olursa olsun 2 Şubat 1915 yılında soykırımı

199
başlatırlar ve son ayalara kadar devem ettirirler. Çanakkale savaşı da 19 - 20 Aralık 1915
tarihleri arasında, Arıburnu ve Suvla'yı boşaltılması sonrası 8-9 Ocak 1916 tarihinde tamamı
sona erer ve diğer tarafta ise aynı ordu Ermeni vatandaşlarına soykırım uygular!!!
Bugün, ABD gibi çok donanımlı bir ordunun Irak'ta başına gelenleri gördükten sonra olanlara
inanmayı bir tarafa bırakın, 1914-1918 tarihleri arasında akan kanı, kaybedilen toprakların
belgeleri ile birlikte Alman Genelkurmayın emri ve komutasında olan Osmanlı ordusunun başına
gelenleri, ayrıntıya girmeksizin;
- 19 Aralık 1914 Sarıkamış harekatı,
- 1914 -1915 tarihleri arasında Çanakkale savaşı,
- 1916 Irak ve
- 9 Aralık 1917 Kudüs işgali de dahil olmak üzere bir bir öğrenelim.
Sonra da Almanya'nın 2005 yılında nasıl ve hangi hakla sözde soykırım tanıdığına bakalım....
Ayrıca, "...Enver Paşa bir kısım İttihat Terakki ileri gelenleriyle birlikte, 8/9 Kasım 1918 gecesi
U-67 numaralı Alman denizatlısı ile İstanbul'dan kaçtı. İşin ilginç tarafı, bu grubun Türkiye'den
kaçmadan önce İttihat Terakki arşivinin önemli bir kısmını yok" (*) etmesinin ise not olarak bir
yerlere yazalım ve günümüzün ittihatçılarını bir bir tespit edelim... Tabii ki savaş, "yönetme
siyasetinin iflasıdır." Hiç kuşku yok ki yaşanan acıların başlangıcında, ABD tarafından
Anadolu'da Protestanlaştırılan Ermenileri hatırlamakta fayda var. Dikkat edin, - Gelişen Yahudi-
Kürt müttefikliğini bizler seyrettik. Filistin ve İsrail topraklarında, 400 bin Yahudi Kürt
olduğunu çok kişi bilmez. Eski Genelkurmay Başkanlarından Moşe Yalom da, Türk
vatandaşlığından atılmış ve Mardin'li bir Kürt'tür (Yalçın Bayer, Hürriyet gazetesi,10 Ekim
2007). Fakat, Türkiye'de 25-30 bin civarında Yahudi yurttaşımız varken, sözde Kürdistan'ı 19.
yüzyılın ortalarına doğru gezen Haham David'in 1827 yılında aktardığı verilere göre, "toplam 15
sinagog ve 1.875 ailenin varlığından" söz eder.
Yer Aile Sinagog
Gaziantep (merkez) 152
Şanlıurfa (merkez) 402
Cermul (Jermuk) 402
Diyarbakır 401
Zaho 6001
Musul 6001
Dahok 101
Sador 1001
Amadiye 2002
Şuş ? ?
Suho 301
Erbil 200 2
Toplam 1.875 Aile 15 (Dr. A. MEDYALI, Kürdistanlı Yahudiler, birinci baskı 1992)
- O zaman, 400 bin (!) Yahudi Kürt nüfus nasıl bulundu?
- Kürtsüz bir Kürdistan kurmak için bulunur!...
Önemli olan, AB-D'li sapkınlar yarın Türklere, "bu sefer de Kürtlere soykırım yaptı" dememeleri
için, ilk önce 1914-1918 yıllarında dökülen İNSAN kanı ile kaybedilen Osmanlı topraklarının
hesabını Alman Genelkurmay arşivlerinde mutlaka aramamız gerekiyor...

18 Mart 2010
Saygılarımla

200
Muammer KARABULUT
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
--

(*) Toplumsal Tarih dergisinin Kasım 2000 tarihli sayısında, "Birinci Dünya Savaşı'ndaki Alman
Askeri Yardım Heyeti'nin Bilinmeyen Bir Yönü" isimli makaleden alınmıştır.

OSMANLI DEVLETİNİN

İSTANBUL’DAKİ ÇEŞİTLİ BAKANLIKLARINI YENİDEN YAPILANDIRMAK İÇİN

1916 YILINDAN İTİBAREN ALMANYA’DAN GÖNDERİLEN UZMANLAR

Dr. Mete Soytürk

18 Mart 2007

Kaiserslautern-Almanya

Birinci dünya savaşı sürerken, 1916 yılından itibaren, Almanlar, birçok bakanlığın çalışmasını
yeniden düzenlemek ve yapılandırmak için bir çok uzmanı danışman (müsteşar) olarak
Türkiye’ye yollarlar. Ordu’daki Tümgeneral rütbesine eşit bir konumla görevlerine başlayan bu
uzmanların çoğu savaş sonuna kadar Türkiye’de görevlerinde kalırlar.

Prof. Dr. Franz Schmidt Eğitim ve öğretim bakanlığında Başdanışman, Türk Kültür
politikalarının belirleyicisi, Fransızca yerine Alman kültürü ve dilinin Türk okullarına girmesinden
sorumlu.

Dr. Gräve Türk Maliye Bakanlığında, Demir Para basımı bölümünde.

Dr. Albert Hahl Türk Tarım bakanlığında, daha önce Alman Koloni dairesinde Samoa adaları
genel valisi

Dr. Vassel Türk Maliye bakanlığında, Genel müfettiş, sonra maliye Reformu komisyonu Başkanı,
daha önce ise Yüzbaşı rütbesi ile 6. Ordu’da İran’a yapılacak operasyonlarda Mareşal Golz’un
kurmayında, 7/1916’ya kadar İran’da çeşitli yerlerde Konsolos

Dr. Karl Rudolf Heinze Türk Adalet bakanlığında danışman, ayrıntılar için aşağıya bakınız.

Karl Orth Türk Posta ve Telgraf Bakanlığında

Albert Hopman, Tümamiral, Türk Donanma Bakanlığında iyileştirme/geliştirme tasarımcısı.

Emil Kautz Ziraat Bankası Başkanlığına getirilir.

Hugo Mayer Savaş Bakanlığına bağlı Gıda işleri dairesinde Başdanışman

201
Friedrich von Fürstenberg Süvari Yüzbaşı, 1916-1917’de Osmanlı Tarım bakanlığı Traktör
biriminde, Gıda işleri başkanı

Yüzbaşı Prof.Dr. Weickmann(Weichmann) 1916 Türkiye'deki meteroloji, Hava gözlem


istasyonları sorumlusu, Leipzig üniversitesinden gelir ve İstanbul’daki merkezi yönetir.

Veit Ticaret Bakanlığında Orman işlerinden sorumlu

Dr. Karl Rudolf Heinze 1916-1918 yılları arasında İstanbul’da Türk Adalet bakanlığında
Başdanışmanı olarak çalışmış ve Talat Paşa dahil o dönemin bütün siyasileri ile çok iyi ilişkileri
olmuştur.

Talat Paşa 15. Mart 1921 Berlin’de öldürüldüğü sırada, İngilizlere Talat Paşayı bağlayan üç neden
var. Birincisi; Mart başında Sevr anlaşmasının iyileştirilmesi icin, Londra'da bir konferans
düzenlenmiş ve Londra’da Ankara hükümetini temsilen Bekir Sami Bey bulunuyordu. Bütün
dünya, Ermeniler dahil, Talat Paşa’da bu olayları takip ediyordu. İkincisi; Talat Paşanın
öldürülmesinden bir kaç gün önce bir İngiliz casusu olan Herbert Aubrey ile Londra’daki bu
görüşmeler de dahil kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Üçüncüsü; Ingilizler Almanlardan Versay
anlaşması gereği savaş suçlularının cezalandırılması veya geri gönderilmelerini istiyordu. Talat
Paşa da kağıt üzerinde ceza almış ve savaş suçlusu sayılıyor, bu yüzden başka bir kimlikle kaçak
olarak Almanya'da kalmasına göz yumulmasına rağmen, resmen aranıyordu. Versay anlaşması
savaş tazminatı verilmesi, askersizleştirme ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere
kendilerine( İngilizlere ve Fransızlara) verilmesini öngörür. Talat paşa cinayetinden sonra 5. Mayıs
1921 tarihinde Ingilizler Londra ultümatomunu verdiler. Ya bu dediklerimizi 6 gün içinde
yaparsınız, ya da Ruhr bölgesini işgal ediyoruz. Bunun üzerine hükümet değişikliği olur. 10.
Mayıs'ta Wirth başkanlığında yeni bir hükümet kurulur. 11. Mayısta İngilizlerin istedikleri kabul
edilir. ( Erfüllungspolitik). Bunu askerler ve aşırı sağ partiler kabul etmez ve Almanya`da siyasi
cinayetler devri başlar bir çok siyasi liderler öldürülür. Talat Paşa cinayeti sanığı 3 Haziran
1921’de yapılan ikinci celsede serbest bırakılır.

Başbakan Fehrenbach Kabinesi: Adalet bakanı Dr. Karl Rudolf Heinze 25.Haziran 1920 - 4. Mayıs
1921

Başbakan Wirth Kabinesi : Adalet bakanı Eugen Schiffer 10.Mayıs 1921 – 22. Ekim 1921

Talat paşanın yargılanmasının sürdügü sıralar Fehrenbach Başkanlığında Alman Bakanlar kurulu
görevdeydi. İşin ilginç yanı bu kabinenin Başbakan yardımcısı ve Adalet Bakanı, yani cinayeti
cezalandırmaktan sorumlu bakanı yukarıda Talat paşanın İstanbul’dan bakanlıklardan çalışma
arkadaşı DVP partisine üye Dr. Karl Rudolf Heinze’dir. Türk Adalet Bakanlığının başdanışmanı
Heinze anlaşılan bu konuda Talat Paşa lehine kılını kıpırdatmamış. Vefasız çıkmış anlaşılan.
Yukarıda dediğim gibi, Fehrenbach kabinesi 6.Mayıs 1921’de istifa eder. 10.5.1912’de Wirth
kabinesi kurulur. Bu kabinenin Adalet Bakanı ise Eugen Schiffer’dir. Duruşmanın 3.Haziran
1921’de yapılan ikinci celsesinde Talat Paşa’nın katili güya akli dengesi yerinde olmadığı için
serbest bırakılır.

STANBUL ÜNİVERSİTESİNİ YENİDEN DÜZENLEMEK AMACIYLA

202
1915 ve 1916 YILINDA ALMANYA’DAN GETİRİLEN ÖĞRETİM ÜYELERİ

Prof. Dr. Friedrich Giese Ural-Altay dilleri dersleri veriyor, Berlin’den geldi.

Prof. Dr. Lehmann-Haupt Tarih ve Eski Orta Doğu Halkları dersleri veriyor, Berlin’den geldi.

Prof. Dr. Zarnik Zooloji(Hayvanbilim) Dersleri veriyor, Würzburg’dan geldi.

Prof. Dr. Schönborn Kamu hukuku dersleri veriyor, Tübingen’den geldi.

Prof. Dr. Jakoby Filozofi dersleri veriyor, Greifswald’dan geldi.

Prof. Dr. Hoffmann Siyasi iktisat(ekonomi) dersleri veriyor, Hannover’den geldi

Prof. Dr. Fritz Arndt Anorganik Kimya dersleri veriyor, Breslau’dan geldi.

Prof. Dr. Dr. Erich Nord Avrupa medeni hukuku dersleri veriyor, Alman Büyükelçiliğinde
Çevirmen

Dr. Fester Teknik kimya dersleri veriyor, Frankfurt’tan geldi.

Dr. Walter Penck Jeoloji dersleri veriyor, Leipzig’ten geldi.

Dr. Leick Botanik(Bitkibilim) dersleri veriyor, Greifswald’dan geldi.

Dr. Georg Anschütz Pedagoji ve Psikoloji dersleri veriyor, Hamburg’dan geldi.

Dr. Fleck Maliye Bilimi dersleri veriyor, Kiel’den geldi.

Dr. Bergsträßer Karşılaştırmalı semitik Dilbilimi dersleri veriyor, Leipzig’den geldi.

Dr. Obst Coğrafya dersleri veriyor, Marburg’dan geldi.

Dr. Hoesch Organik Kimya dersleri veriyor. Berlin’den geldi.

Dr.Unger Arkeoloji ve eski paralar dersleri veriyor, İstanbul’da Arkeolog

Dr. J. H. Mordtmann Tarih Metodolojisi dersleri veriyor, İstanbul Alman Büyükelçiliğinde


konsolos

Dr. Richter Alman dili ve edebiyatı dersleri veriyor, Greifswald’dan geldi.

Yukarıda görüldüğü gibi yalnızca ordu değil, devletin her kademesi Almanların idaresi ve
kontrolü altındadır. Ülke politikalarını tamamen Almanlar belirlemektedirler. İşlerine öyle
uyduğu için bir taraftan Osmanlı’ya Cihad ilan ettirerek hem ülkede hem de dünyada
İslamcılığı körüklerlerken, yine işleri savaş ve doğu politikalarına uygun olduğu için ülkede

203
milliyetçiliği sürekli pompalamaktadırlar. Yani Türkçülüğün arkasında da bunlar,
İslamcılığın da. İşte aşağıda belgesi. Bu konuda, Hans Humann’ın Jaeck’le
mektuplaşmalarından bölümler.

Sn. Dr. Soytürk’ün Alman Subaylar ve Askeri Hekimleri hakkındaki çalışmalarını geçmişte
iletmiş bulunuyorum. Bu makalesi Tümgeneral seviyesinde ülkemizde bulunan bürokrat ve
bilimadamlarının bazılarının listesini ve görevlerini öğrenmekteyiz.

2002 yılında bir İş adamımız ile iddiaya girişmiştim. Halen, Almanya’nın devlet erkinin önemli
köşebaşlarında Askerlerin ( sivil gibi görünün) görev yaptığını ifade edince. Bana inanmamıştı.
Bu iş adamımız 2006 yılında Ankara’ya gelen Alman Çalışma Bakanlığı yetkilisi ile akşam
yemeğinde birlikte olduğu esnada, benim ona söylediklerimi, bu yetkiliyi aktarmış. Aldığı cevap.
Evet bende askerim. İş adamımız ertesi günü. Sen bunun asker olduğunu nerden biliyordun?
diye sorunca. Vermiş olduğum cevap

“ sistemden”. Giden Büyükelçileride, İnternet’te biyografisini yayımlamtı ( yarbay ).

Hemen Sn. Soytürk’ün iletide ve ekte yazdıklarına dönmek istiyorum. Almanların

Osmanlıyı müstemleke ( kolonileştirme ) yapmak için ülkemizde bulunduklarını birçok

arşiv belgesinden anlamaktayız. Alman Amiral Souchon direk Alman Kaiseri ile yazışan

şahsiyet ve Kaisere gönderdiği bir telgrafta ( Almanların çeşitli hileleri ile) “Ruslarla savaşa
girişen Türkleri dinamitliğin üstü fırlatıldığını” anlatmış.

Die türkische Verzögerungstaktik um einen Kriegseintritt war allzu deutlich geworden und
Souchon kommentierte sein Zutun an dem Angriff gegen Russland: “Ich habe die Türken in ein
Pulverfass geworfen und den Krieg zwischen Russland und der Türkei entzündet.”

( Langensiepen, Halbmond und Kaiseradler, S. 27 )

O dönemde Osmanlı Savunma Bakanlığının muhatabı olan Liman von Sanders

Osmanlının Ruslara savaş tutuştuğunu bilmez. Almanlar Osmanlıyı intihar ettirmişlerdir.

Interessant in diesem Zusammenhang ist, dass Liman von Sanders offensichtlich nicht in diese
Pläne eingeweiht war, da er in seinen Erinnerungen vermerkt:

„Für mich kam die Nachricht über den Kampf überraschend, weil ich weder vom deutschen
Botschafter, noch vom Admiral Souchon, - den ich seit unserer Differenz über die Aussichten
eines türkischen Angriffes gegen Ägypten nicht mehr gesprochen hatte, - darüber unterrichtet
war, dass die türkische Flotte bei der immerhin gespannten Lage in das Schwarze Meer
auslaufen sollte. Als mir einige Wochen vorher, gegen den 20. September, von zuverlässiger
Seite mitgeteilt worden war, dass Freiherr von Wangenheim beabsichtige, „Göben“ und
„Breslau“ unter deutscher Flagge in das Schwarze Meer zu entsenden, war ich nach Therapia

204
gefahren und hatte den Botschafter dringend davor gewarnt.“ ( Sanders, Fünf Jahre Türkei, S.
45 )

Araştırmacıların bir husus dikkatinden sürekli kaçmaktadır. Osmanlıda iki Tip Alman vardır.
Birisi ilişkilerin güzergahında ilerleyen Almanlar. İkinci grup ise tilki Kaiser’in

özel ekibi. Protestan olan Kaiser Osmanlının içerisine, İngiliz ve Amerikan misyonerleri

gibi özel bir ekip daha sokmuş ve bunlar ile iş bitirmekte. Papaz Lepsius’a Bulgaristan’da

Alman-İngiliz-Rus-Fransız-Bulgar ve Ermenilerden kurulan ajan oluşumuna katkıyı yine

Aynı Kaiser sağlamakta.

Yeni bir şey daha yazayım. Çok teknik bir mesele. Ama Lepsius’un üzerinde oynadığı

söylenen belgelerde hangi bölümlerde değişiklik yapılması gerektiğini söyleyen bir

Alman dışişleri yetkilisi var. Ve bu adam bir yerlerde Konsolosluk görevi yapmış.

Görev yaptığı yerden sürekli Osmanlı aleyhine şifre telgrafları göndermesi dikkatimizi

çekmişti. İşte bu adam belge operasyonunun baş mimarı. Hepsi önümüzdeki aylarda

gündeme gelecektir. Osmanlıyı yaktıkları gibi bizide yakacaklarını zannediyorlar.

Kıçlarıda tutuşmaya başladı.

10 Nisan 2007 tarih ve 00:47 TRT’nin Telegün’ün de şöyle bir haber geçildi :

Hükümet soykırımı inkarını ceza hükmüne bağlayan karar taslağı hazırlayan Avrupa

Birliğini uyardı; „ Bu taslak hem ifade, hem bilimsel özgürlüğü ortadan kaldırıyor“.

Cemil Çiçek, bu taslağın ilişkilerde meydana getireceği yanlışlığı AB’ye anlatmaya

Çalıştıklarını belirtti. Sözcü C. Çiçek, Bakanlar Kurulu toplantısının ardından, bu ay gündeme


gelmesi beklenen soykırım inkarını Ceza hükmüne bağlayan AB karar taslağının sakıncalarına
dikkat çekti.

Çiçek, taslağın hayata geçirilmesini engellemek için çaba harcadıklarını belirtirken, tarihi

bir olayın soykırım olarak kabul edilmesi için uluslararası mahkemenin kararı gerektiğini

hatırlattı.

205
„Bu taslakta, uluslararası mahkeme kararı aranmaksızın, milli mahkemeler, bir devlet
kurumunun bir tarihi olayı soykırımı olarak kabul etmesi, bu taslağın kapsamı için girebilecektir“
diyen Çiçek, „ Türkiye olarak bu konuda ciddi bir çabanın içindeyiz. Yoğun

bir çalışmayı Dışişleri Bakanlığı zaten yürütüyor. „ Biz Bakanlık olarak yürütüyoruz. Hükümet
olarakta bunun yanlışlığını ilişkilerde meydana getirebileceği sakıncaları,

yeni tartışmaların Avrupa açısından gündeme gelebileceğini ifade etmek istiyoruz“

dedi.

Neymiş efendim. AB medeniyet projesi imiş? Bizim Lejyoner ördeklerimiz,

yemlendikçe vrak-vrak diye ötüyorlar. Vrak’larını kakalayacak keriz bulabilecekler mi?

Dr. Soytürk’ün Talat Paşa ve İngiliz planları hakkındaki başka bir bilgiyi

15 Mart 2005 tarihinde Başkent Üniversitesinde bir konferansı veren Sn.

Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in ifadeleriylede örtüşmektedir. Sn. Özdemir bu

Konferansta:

„Tahsin Uzer 1922 yılında şu yazıyı yazıyor: “15 Mart 1921’de Talat Paşa Berlin’in en kalabalık
bir caddesinde şehit edildi. Halk tarafından tutulan katil serbest bırakıldı.

-sayın konuklar burası çok önemli, bu üçüncü bulgu-

Talat Paşanın şahadetinden 3-4 ay sonra, -yani Mart üçüncü ay, 3-4 ay sonra Haziran, Temmuz
gibi, bakınız bütün yollar Roma’ya çıkıyor.

Berlin İngiliz Sefaretiyle temasta bulunan asil ve zengin bir Hintli kendi şoförü tarafından
katledilmişti, -yani İngiliz Sefaretiyle temas halindeki bir Hintli kendi şoförü tarafından
katledilmişti. Şoförün muhakemesinde Hintlinin karısı veya metresi “kocamı İngilizler öldürttü,
çünkü Talat Paşayı katleden komiteye, -yani Ermeni grubuna- İngiltere Sefaretinden verilen
mükafata ve daha bu gibi mühim sırlara vakıftı” diyor.

Hintlinin karısı veya metresi bu şekilde bir şahadette bulunuyor. Kocasının mahkemesinde bu
çok enteresan bir bilgi. Mahkemenin bu zabıtlarını bunu bizim Tahsin Uzer Bey Eski İzmir
Valisi tehcir sırasındaki Ermenilere çok iyi davranan ve Ermeni mebuslardan bu nedenle
teşekkür alan valimiz. “mahkemenin bu zabıtlarını bütün Alman gazeteleri büyük harflerle
yazdılar“.

Gelelim Sn. Dr. Soytürk’ün Pantürkizm ve Panislamizin Almanlar tarafından toplumumuza


enjekte edilmesine. Daha evvel gönderdiğim bir yazımda, Almanların Osmanlıdaki medyamızı

206
hangi miktarlardaki paralar ile yemlediğini belirtmiştim. İşte Osmanlıdaki bu medya ve Alman
medyası o yıllarda halkı Pan’cılıkta gaza getiriyorlardı.

Pancermenist Prof. Wayt, „ Türkizm Rusyanın, İslamizm batı ve Amerikanın katilidir“ derken,
zavallı Türk halkı Osmanlı yönetiminin tabiri ile „ etrak-ı bi idrak“ ( idraksiz, algılama niteliği
olmayan Türk) konumunda. ( Osmanlıya da – ki benim köklerimden

geliyorlar- vatandaşına kafatasçı diyen günümüz Osmanlılarını da bu düşüncelerinden

dolayı protesot ediyorum ) .

Budapeşte’de tesis edilen Turan Cemiyetinin başında bulunan başka bir Alman, Knot Teleki,
halkı gaza getirmek için Istanbul’a yerleşir. Alman hükümeti teorisyen Prof. Dr.

Ersnt Jaeche’yi de „ Pantürkizm’in resmi yöneticiliğine atayarak“ tamamen kendi

Ggüdümlerinde bir ortam yaratmışlardır.

Ve bu ahlaksız domuzlar, sanki bunları bilmiyorlarmış gibi günümüzde saldıraya geçmektedirler.


Neymiş efendim, İttihatçılar milliyetçiymiş. Anadoluyu azınlıklardan

boşaltarak Türk yurdu yapmak istiyorlarmış. Bu palavraları kime kakalayacaksınız.

23 Mayıs 1863 tarihinde kurulan Alman Sosyal Demokrat partisinin sloganı :

FREHEIT-GLEICHEIT-BRUDERLICHKEIT.

Ittihatçılarda bu sloganın fransızcasını kullanıyorlardı :

LIBERTE – EGA LITE – FRATERNITE

Batıda olunca sosyal demokrat, doğuda olunca milliyetçi faşist. Sevsinler bu

Gavatları…

Hadi bunun ile tatmin olmadınız. Pekiyi 4 Şubat 1902 yılında Paris’te yapılan Sosyalist

Enternasyonaline katılan Daşnak-Sutyun ve Prens Sebahattin terörden yana

olduklarını deklare ederken, aynı toplantıya İttihatçılar adına katılan Ahmed Rıza ( Osmanlının
gelecekteki Parlamento Bşk.) ilk iki grubun söylemlerini reddetmiş ve Evrim teorisinin şemsiyesi
altında yeni bir Avrupa düzeninden bahsetmiştir.

Sn. Dr. Soytürk’ün sunduğu belgeler meseleyi tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

207
Kendisine ayrıca teşekkür ederim. Yukarıdakı Telegün haberinde, düşünceyi ve araştırmayı
yasaklama çabalarından, kimlerin gerçek faşist olduğunu öğrenmekteyiz. Başka bir yazıda da Felix
v. Luschan’ın 1900Rlerin başında Protestan Misyon Gazetesinde yazdığı „ KAFATASÇILIK,
IRKLAR VE LİSANLARI“ konusunu işleriz. Başbakanımızın danışmanları tarafından
konuşmalarına sokulan cümlelerin kaynaklarına ineriz…

Kalın sağlıcakla

Rehan Gündoğmuş

ALMAN İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ

Prusya’yı, Avrupa’nın büyük devletleri arasına sokan Kral Büyük Frederik (1712-1786) bir
devletin iç ve dış güvenliğinin istihbarat olmadan olmayacağını o zamanlardan anlamış ve
önmeler almıştır. Özellikle de askeri istihbarata çok önem vermiştir. Dönemin kusursuz örgütleri
arasında sayılan istihbarat servisini özenle oluşturmuştur. Alman Birliğinin kurucusu ve
Avrupa’nın şekillenmesinin mimarlarından Bismark’da (1815-1898) Frederik in yolundan
yürümüş, ayrıca siyasi istihbarat açığını da bu alana verdiği büyük önem sayesinde kapatmayı
bilmiştir. Yani Hitler’in iktidara gelişine kadar Almanya’da güçlü ve kusursuz çalışan iki büyük
istihbarat oluşumu gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birisi Genelkurmay istihbaratı (Abwehr),
diğeri siyasi istihbaratı yönlendiren Alman Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Servisi’dir. Bu iki
kuruluş organize halde ve beraberce çalışmışlardır.
Hitler’de istihbarata son derece önem vermiştir. Abwehr onun döneminde 5 şube olarak şöyle
organize olmuştur:
1- Geheimer Meldedienst adı verilen organizasyon. Bu şube espiyonaj ve kontrespiyonaj (
casusluk ve karşı casusluk) ile görevliydiler. Bu şubenin emrinde kara, hava ve deniz birlikleri ve
olanakları vardır. Ayrıca bu alanlarda uzmanlaşmış çok sayıda personele sahiptiler.
2- Sabotaj işleri: Bu şubece yerine getirilmiştir. Bu alanda uzman bombacılar, özellikle elde
tutulur bunların rahat kullanabilecekleri ve değerlendirecekleri bomba türleri geliştirmişlerdir.
Özelikle bomba patlatma ve yerleştirme konusunda bu şube uzmandırlar. 1960 dan sonra
Almanların bu konudaki uzmanlıklarından Türk asker ve sivil istihbaratçıları da eğitimler
yoluyla yararlandırılmışlardır.
3- Güvenlik olarak adlandırılan bu şube Almanlara karşı girişilecek sabotaj ve diğer casusluk
faaliyetlerinin eylemlerine karşı organize olmuştur.
4- Dış ülkelerdeki faaliyetlerle bu şube ilgilidir. Bunlar adam kaçırma, elde etme ve
organizasyonları sağlamakla görevlidiler.
5- Bu şubenin görevi ise merkez koordinasyonunu sağlamak ve eşgüdüm içinde sorunsuz
çalışılmasını gerçekleştirmektir.
Almanlar istihbaratı hep çok önemsemiştirler. 1939 yılında yalnız Berlin’de Abwehr’de ünlü
casus şefi Canaris’in emrinde çalışan ajan sayısı ( Bunlara V= Vertrauen= mutemet denirdi)10
binin üzerindeydi. Bunlara hizmet veren teknik uzman kadrosunun sayısı ise 18 bini aşıyordu.
Ajan V ler ünlü Majino hattı planlarını ele geçirmişlerdir. Canaris’in emrindeki bu kadro ayrıca
1937-1939 yılları arasında İngiliz, kara, deniz ve hava kuvvetlerine ait çok önemli planları ,
bilgileri, savaş düzenlerini öğrenip bu güçlerin hareket ve idari yapılarına kadar bütün
bilinmeyenleri çözmüşlerdir.

208
Hitler Abwehr’e ilaveten 1933 yılında saldığı dehşetiyle ünlü olan Gestapo ( Geheime
Staatspolizei) adlı devlet gizli polis teşkilatını kurmuş ve 1939 da bütün polis servislerini
merkezileştirme yoluna giderek bu yapıyı dev bir organizasyon haline getirmiştir. Buna da
RSHA ( Reichsicherheitshauptamt) adı verimiştir.Ancak Abwehr de çalışmalarına devam
etmiştir. Alman Güvenlik Yüksek Dairesi olarak adlandırılabilecek olan RSHA veya Alman
casusluk ve mukabil casusluk teşkilatı başlıca 7 daireden oluşmuştur. Bunlar:
1. Daire: Personel
2. Daire: İdari ve ekonomik işler
3. Daire: Parti işleri
4. Daire: Gestapo ( rejim düşmanları, kilise ve yahudilerle mücadele ve yurda girip çıkanları
kontrol)
5. Daire: Kripto- cinayet polisi, devlet organizmasıyla ilgili işler
6. Daire: Dış istihbarat espiyonaj
7. Daire: Dini ve ideolojik çalışmalar-belgeler, biyografiler, arşiv.
Hitler ordularının 2. Dünya Savaşında yenilmelerinin ardından Almanya’nın ikiye bölünmesi
üzerine zafer kazanan devletler öncelikle RSHA’yı dağıtmışlardır. Ortadan kalkan RSHA’nın
yerine ikiye bölünen Almanya’da Doğu ve Federal Alman istihbarat teşkilatları yeniden
örgütlenmiştir. İki Alman istihbaratı artık iki düşmandır.

FEDERAL ALMAN İSTİHBARAT TEŞKİLATI BUNDESNACHRİCHTENDİENST ( BND)

Federal Almanya İstihbarat Servisi= Gehlen teşkilatıdır. Münih’e bağlı Pullach’da, General Von
Gehlen’in idaresinde kurulan Federal İstihbarat Servisinin emrinde 10 bin uzman ve ajan
çalışıyordu ve bütçesi de 40 milyon markın üzerindeydi. General Gehlen’in çok kısa bir süre
önce teşkilattan ayrılmasına rağmen Gehlen Teşkilatı adıyla da anılan Federal Alman’ya
İstihbarat Servisi, küçük hücreler şeklinde örgütlenip çalışmıştır. Dost veya düşman ayırd
etmeden aynı titizlikle çalışan teşkilat Almanya’nın özel statüsü gereği bu yıllarda CIA ile de
büyük paslaşmalar ve dayanışmalar içinde çalışmıştır.
Almanlar iç istihbarat konusunda ise özel olarak oluşturdukları “Batı Almanya Anayasasını
Koruma Ajansı”ndan yararlanmaktadırlar. Bu kuruluş aynı zamanda karşı casusuluk örgütü
olarak da faaliyet göstermektedir.Amerika’daki FBI’ya denk olan kuruluşun karargahı Köln’e
bağlı Ehrenfeld’de çalışmalara başlamıştır. Merkez teşkilatında bine yakın görevlinin bulunduğu
kuruluşa o zamanlar polis teşkilatı ile askeri istihbarat da yardım vermiştir.
Alman istihbaratında askeri bölüm çok önemlidir. Çünkü burada oluşturulan ve FOİ ( Field
Operations İntelligence) adı ile anılan grup vurucu güçtür ve eylemleri yapar. Eylemlerinde ünlü
ve acımasızlığıyla bilinen bir güçtür.
Karargahı Bonn’da bulunan BUNDESKRİMİNİLAMT da casusulukla mücadele eder. Bu
birimin çok ünlü laboratuvar ve teknik olanakları vardır.
Almanya’nın savaş sonrası statüsü gereği CIA Frankfurtta, Berlinde, Stuttgart’da bürolar
açmıştır. Frankfurt’taki CIA bürosu DAD (Department of Army Detachment), Münih’teki büro
SD (Special Detachment) adını, Stuttgart ve Berlin gibi yerlerdeki bürolararı ise US Mission (
ABD Misyonu) adını alırlar. Bunların ana amaçları komünizme karşı mücade etmektir. Bu
kapsamda Narodno Turudoyoz Soyuz adlı anti komünist Rus müyteci teşkilatına öğretmen
verirler.Bu dönemde Almanlar ile CIA nın işbirliği sonucu 1949 da Hür Hukukçular Birliği
kurulur. Bu birlik Batıya ilticaları teşvik eden bir istihbarat yan kuruluşudur.
Alman makamları 1968 yılında yaptıkları bir açıklamada ülkelerinde 15-16 bin kadar casusun

209
Doğu Bloku lehine çalıştığını sandıklarını, 1967 yılında bunlardan 167 , 1968 de de 350 kişinin
yakalanarak mahkemeye sevkedildiğini belirtmişlerdir.
BND’nin kuruluş yasası bulunmamaktadır. 12 Temmuz 1955 tarihli Bakanlar Kurulu Kararına
dayanılarak kurulmuştur. BND içinde yaklaşık 7 bin personel görev yapmaktadır. 1995 de
BND’nin Başkanlık koltuğunu Başbakan Kohl, muhalefet partisinden bir milletvekiline
vermiştir. BND değerlendirmelerinde Almanya’yı bir süper güç olarak yorumlayıp ona göre
analizler ve eylemler planlamaktadır.
BND bugün askeri istihbarat, siyasi istihbarat, teknolojik ve bilimsel istihbarat, dış istihbarat,
terörizm, uluslararası kaçakçılık, illegal geçişler ve Almanyaya sığınmalar konusunda istihbarat
çalışmaları yapmaktadır. İnsan, teknoloji, değerlendirme, idari işler, güvenlik, merkezi faaliyetler
olarak yapılanan BND etkinliği çok güçlü bir istihbarat örgütü konumunda bulunmaktadır.
Almanya’da önemli bir kurluşta Federal Anayasayı Koruma Teşkiltı (BfV) dir. 3 bini aşkın
personeli ile çalışan kurum, 27 Eylül 1950 de kurulmuştur. Teşkilatın iç yapılanmasında her ana
ünite, toplama ve kıymetlendirme olarak iki bölümde konumlanmıştır. Toplama bölümleri
operasyonları yürütmektedir. Eyaletlerin teşkilatları ile işbirliği bu bölümlerde esasdır.
1. daire arşiv işleri ve üniteler arası koordinasyon,
2. daire sağ terör ve radikal sağcı örgütlenmelerle ilgilenir,
3. daire sol terör ve radikal sol örgütlenmelerle ilgilenir,
4. daire kontr espiyonaj ile ilgidir
5. daire araştırma ve güvenlik ile ilgili işleri yürütür
6. daire idari işlerle sorumludur.
16 eyalette örgütlenmiş durumda bulunan BfV demokratik yapının korunmasından da
sorumludur. Eyaletlerde örgütlü bulunan LfV adınrdaki servisler ise bağımsız hareket etmekle
birlikte , aralarındaki koordinasyonu BfV gerçekleştirmektedir.

DOĞU ALMANYA İSTİHBARAT SERVİSLERİ


MFS = Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı.
Almanların ayrılmasının sonunda Sovyet nüfuz alanında kalan Doğu Almanya casusluğun adeta
yüreği olmuştur. Öyküleringerçeklerle karıştığı olaylar yaşanmıştır casusluk adına Doğu ve Batı
Almanya arasında. Doğu Almanya’da gizli servis geleneğini geliştiren ve burasını Avrupa yani
Batı dünyası içinde bir ileri karakol gibi kullanan Moskovadır.
1950 yılında mevcut oluşumların tek çatı altında toplanmasıyla Doğu Almanya Devlet Güvenlik
Bakanlığı kurulmuştur. KGB bu bakanlığı oluşturduğu bir konseyle kontrol altında tutmuştur.
Bakanlığın emrinde 22 bin subay, 5 bin polis, 3 bin komünist partili memur çalışmıştır. karargahı
Doğu Belirlin’de Normannenstrasse’de bulunan MFS’in Batı Almanya ‘da adam kaçırma ve
öldürme , yıkıcı faaliyet ve propaganda işlerinde kullandığı 16 bini aşkın ajanının bulunduğu
bilinmektedir. İstihbarat bakanlığının başlıca daireleri ve görevleri şunlar olmuştur:
1. Daire : Doğu Almanya ordusu içinde iç istihbarat yapmak, askerlerin rejime sadakatini
sağlamak.
2. Daire : Batılı ülkelerde casusluk faaliyetlerinde bulunmak.
3. Daire : Sovyet işgal bölgesinde her türlü ekonomik faaliyet sahasında casusuluk çalışması
yapmak.
4. Daire : Din ile mücadele müesselere ortadan kaldırma.
“R” Dairesi : Berlindeki müttefik askeri misyonların faaliyetlerini izlemek.
MFS ayrıca idarecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla 6300 kişilik bir muhafız kıtası da
oluşturmuştur.

210
Ayrıca HVA= Ana İstihbarat Dairesi adı altında Doğu Almanya Komünist İstihbarat Teşkilatı
adı altında Batılı ülkelerde casus şebekeleri kurmak ve istihbarat işleriyle görevli bir birim daha
vardır. HVA MFS’e bağlı bir birimdir ama ayrıca bir casusuluk okulu da vardır. Bu teşkilatların
koordinasyonundan ise VFK = Koordinasyon Dairesi adı verilen birim sorumludur. Bu da bir
gizli servis gibi çalışır. Elbe nehri üzerindeki Klietz’de bir casus okulları faaliyet göstermiştir.
Bunların teknik laboratuvarlarında gizli mürekkepler ve sahte belgeler üretimi
gerçekleştirilmiştir. Doğu Alman gizli servisi belge üretiminde oldukça başarılı ve ünlü bir servis
olmuştur. Bu konu gizli servislerde büyük önem taşımaktadır.
Ancak bu iki servisin kanlı bıçaklı günleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme kararının
ardından tek çatı altında ortak çalışmaya dönmüştür. Bu birleşme sırasında Doğu Alman
casuslarla Batı Alman muhbirler büyük sıkıntılar çekmişler ama Batı Alman istihbarat çatısı
altında birleşmeyi başarmışlardır. Çok geniş bir arşivi bulunan MfS ile 1991 birleşmesinden
sonra çıkan durum sonucunda Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı sorumlu kılınmıştır. Arşiv
bilgilerinin incelenmesi görevi bu teşkilata verilmiştir.
Bu birleşmeden ortaya çıkan bilgi ve ilişkiler ağı dünyanın en büyük istihbarat arşivini ortaya
çıkarmıştır. Önümüzdeki dönemde Almanların bundan kaynaklanan güçlerini diğer ülkeler
üzerinde kullanacaklarından hiç şüphe yoktur. Arşiv bulgileri içinde Türklere ait bilgilerin çokça
olması da doğaldır. Yani önümüzdeki günlerde Almanya hesabına casusluk yapacak Türklerin
sayısında bir artışın olması da doğaldır.

GEHLEN ÖRGÜTÜ VE ALMANYA

Reinhard Gehlen (1902-1979) Nazi Almanya’nın ve Hitler’in Doğu cephesinden ve komünist


Sovyetlerden sorumlu casus şefi 22 Mayıs 1945’de Amerikan ordusunun CIC(Counter
Intelligence Corps: Kontra İstihbarat Birlikleri)’ne teslim olduğu ana kadar herhalde hiç kimse
Nazilerin bu efsanevi istihbaratçısının kariyerinin geri kalan kısmında düşman örgüt CIA ve
onun evsahipliğini yapan ülke A.B.D. ile işbirliğine hasredileceğini tahmin edemezdi. Hayat
sürprizlerle dolu… Alman Gizli Servisi’nin (BND) arşivleri, 2011 yılbaşından itibaren
tarihçilerden oluşan 4 kişilik bir ekibin araştırmasına açıldı. Araştırmacılar, öncelikle
kuruluşundan 1968’e kadar başkan olan, faşist Reinhard Gehlen zamanında ne kadar Nazi’nin
kurumda görev aldığını ortaya çıkaracak. Yayınlanan belgeler ve bazı mahkeme kararları
BND’de sanıldığından çok daha fazla eski faşistin çalıştığını ortaya çıkarmıştı. Bu araştırma,
CIA ve İngiliz gizli servisi MI.5 ve MI.6’nın eski faşistlerle Soğuk Savaş dönemindeki ilişkisini,
eski Nazi kadrolarının üç ülkenin gizli servislerinde ne ölçüde görev aldığını ve batı dünyasının
anti komünist mücadele amacıyla hangi karanlık ilişkiler içinde olduğunu da ortaya çıkaracak.
Ancak, Almanların çıkan her belgeyi önce, ABD ve İngilizlere gösterecekleri belirtiliyor.
BND, 1956’da ‘Organisation Gehlen’in devamı olarak kuruldu. Kısa bir hatırlatma: Hitler’in
generallerinden Reinhard Gehlen, savaşta Hitler’in hizmetine sunduğu teşkilatını, 1947’de
ABD’nin isteği üzerine ‘Organisation Gehlen’ adıyla Federal Almanya için kurdu. Gehlen,
generalken de istihbarattan sorumluydu. Kariyerini, toplama kamplarında tutsakları sorgularken
yaptı. Asıl başarısını, Hitler’in işgal ettiği ülkelerde yakalanan gizli servis elemanlarının,
subaylarının taraf değiştirmeye zorlanmasında ve beyin yıkama faaliyetlerinde gösterdi. Gehlen,
Doğu Yabancılar Birliği Komutanı iken, bir ilke imza atmış ve devşirdiklerinden antikomünist,
‘çok uluslu bir gizli servis’ kurmuştu. Gehlen, Almanya yenildiği, faşistler yargılandığı halde bu

211
işten sıyrılmasını da bu organizasyon yeteneğine borçlu. Bir keresinde şunları söylemişti: “Batı
cephesi savaştan sonra Rusya’ya karşı olacaktır. Burada batı güçleri komünizmle mücadelede,
bana, ajanlarıma, bilgilerime büyük ihtiyaç duyacaktır. Çünkü ben her milletten insana taraf
değiştirttim ve ajanlaştırdım. Kimsenin benim kadar bilgisi ve adamı yok…”
Batı Almanya’nın ve ABD’nin bu antikomünist kadroları özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı
kullandığı kesin. Gehlen’in tam da Truman Doktrini’nin hayata geçtiği, komünizm tehlikesi
altında olan ülkelere maddi ve manevi yardım yapılacağının açıklandığı dönemde tekrar iş başına
getirilmesi de hiç tesadüf değil. Gehlen’ın adamlarının Truman Doktrini gereği Türkiye’de
çalışmalar yürüttüğünü tahmin etmek de zor değil. Bakalım, bu araştırmalar sonucunda tarihçiler
Türkiye’den de bahsedecek mi?
Aslında BND’nin Nazilere sahip çıktığına dair çeşitli belgeler bulunmakta. Örneğin, BND’nin
Yahudi soykırımı sorumlularından ve Hitler’in önemli adamlarından Adolf Eichmann’ın
Arjantin’de takma isimle yaşadığını, 1952’den beri bildiği ama hiç bir şey yapmadığı ortaya
çıkmıştı. Ta ki, İsrail, Eichmann’ın Mısır’da yaşadığına inanırken, 1957’de bir tesadüf sonucu
Arjantin’de olduğunu öğrenmişti ve 1960’da da MOSSAD Eichmann’ı İsrail’e kaçırmayı
başarmıştı. İsrail’de yargılanan Eichmann, 31 Mayıs 1962’de ‘insanlığa karşı suç işlemekten’
idam edildi. Bu zamana kadar İsrail’de idam edilen tek isim Eichmann oldu.
Araştırma, devlet yöneticilerinin faşistlerle ilişkisini, kimlerin gizli servise çalıştığını ya da gizli
servisçe izlendiğini açığa çıkarması açısından da ilginç olacak. Örneğin Almanya’nın 1959’dan
1969’a kadar Cumhurbaşkanı olan Heinrich Lübke’nin, toplama kampı planlarında bulunan
imzasının sahte mi gerçek mi olduğu da ortaya çıkacak. Lübke, sahte olduğunu iddia etse de
diğer belgeler Hitler’e çalıştığını kanıtlamıştı.
Ancak basın, BND’nin ‘asıl sırlarının’ hiçbir zaman açık edilemeyeceği endişesi taşıyor. Çünkü
tıpkı bizdeki gibi Almanya’da da ‘devlette süreklilik esastır’ kuralı işliyor. BND’nin 1956’da
Başbakanlığa bağlı olarak kurulması ve zamanın Başbakanlık Müsteşarı Hans Globke’nin,
Hitler’in İçişleri Bakanı ve 1935’te çıkarılan Yahudi düşmanı ve polisin yetkisini artıran
Nürnberger Rassengesetze’nin mimarı olması, buna yeterince iyi bir örnek oluşturuyor.
Lyon Kasabı Klaus Barbie de BND’de çalıştı. Birçok kez savaş suçlusu olarak mahkûm olan
Klaus Barbie’nin de aranırken BND’de çalıştığı ortaya çıkmıştı. Gestapo yöneticilerinden ünlü
komünist avcısı Barbie, Hitler’in önde gelen işkencecilerindendi. İşkencelere bizzat katılacak
kadar hırslıydı da. Ancak savaştan sonra, basının geçen yıl ortaya çıkardığı belgelere göre
Barbie, 1966’da BND için çalıştı.
Klaus Barbie adı, Almanya’nın Hollanda ve Belçika’yı işgal etmesiyle, ‘işkence uzmanı’ olarak
gündeme gelmeye başlamıştı. Fransa’da direniş önderi Jean Moulin’in öldürülmesinden de bizzat
sorumlu tutuluyordu. Kayıtlara göre Barbie, Fransa başta olmak üzere birçok ülkede direniş
üyelerine, Yahudilere, partizanlara, komünistlere, kadın ve çocuklara işkence yaptı.
Sorgulananların dişlerini kırmak ve söküp çıkarmak için kerpeteni bizzat kullanıyordu. Sıcak su
banyosu işkencesini icat etti. İnsanları ölünceye kadar parmaklarından astırdı. Fransa’da
yetimhanede kalan Yahudi çocuklarının öldürülmesi olayından sonra ‘Lyon Kasabı’ olarak
anılmaya başlandı.
Savaş bittikten sonra ABD gizli servisi, Barbie’yi ‘antikomünistliğinden yararlanmak için’ işe
aldı. ABD, Sovyetlere karşı gizli servis elemanı arıyordu ve elbette eski faşistler bunun için
biçilmiş kaftandı. ABD Karşı İstihbarat Birimi'nin (Counter Intelligence Corps-CIC) ajanı
Robert S. Taylor, Barbie için üstlerine “Kesin kararlı bir antikomünist. İdealist bir Nazi. Barbie
bize, hapiste olduğundan daha yararlı olacaktır” diye yazmıştı. ABD, Barbie’ye önce
‘Organisation Gehlen’de iş verdi, sonra da kendi himayesine aldı.

212
Değerli bir antikomünist olan Barbie’yi ABD, arandığı Avrupa’da bırakmadı ve 1951’de
Bolivya’ya gönderdi. Barbie, Klaus Altmann adıyla Bolivya vatandaşlığına geçti. 1964'te,
General René Barrientos Ortuño darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Barbie, Ernesto Che
Guevara’nın Bolivya’ya gelmesi üzerine İçişleri Bakanı’nın ve darbeci Başkan’ın danışmanı
olarak çalışmaya başlamıştı. Paramiliter faşist güçlerle polisleri eğitti. Bolivya Özel Harekât
Birliği'ni dizayn etti. 1967'de, Barrientos'un birlikleri Che 'yi pusuya düşürdü ve katletti. Alman
gazeteci Kai Hermann, Barbie’nin Che’nin yakalanmasında ve öldürülmesinde ‘kesinlikle’
parmağı olduğunu dile getiriyor.
Bolivya’da kalan Barbie, Vietnam savaşında yaralıların ihtiyacı artınca, ABD’ye kinin ihracı
yaptı ve sonra diktatör Suárez ile uluslararası silah ticaretine başladı. 1970’te Nazi avcısı Beate
ve Serge Klarsfeld, Klaus Barbie’nin Bolivya’daki yerini tespit etti. 1972’de ünlü Fransız
devrimci ve kuramcı Régis Debray ve Alman kökenli Bolivya vatandaşı Monika Ertl, Barbie’yi
kaçırıp Fransa’ya getirmek için plan yaptı. Ertl, Che’nin öldürülmesinden sonra yeniden kuruluş
dönemi yaşayan Bolivya Kurtuluş Ordusu (ELN) militanıydı ve örgüt Barbie’nin Fransa’da
yargılanmasını sağlamak istiyordu. Ancak eylem başarısız oldu. Bolivyalı devrimci Monika Ertl,
12 Mayıs 1973’te kurşuna dizildi. Herkes Monika’yı Klaus Barbie’nin öldürdüğünü biliyordu.
Ama öldürmeden önce işkenceye uğrayıp uğramadığı anlaşılamadı, çünkü cenazesi ailesine
verilmedi.
Hernán Siles Zuazo devlet başkanı olunca, Bolivya polisi Barbie’yi 19 Ocak 1983’te yakaladı.
1987’de Fransa’ya verdi. Barbie, Fransa’da 842 insanın ölümünden sorumlu tutuldu.
Yargılanırken, “O zamanlar savaş vardı, ben sadece görevimi yaptım” dedi. 1991’de Lyon’da
hapiste, görevini tamamlamış bir paçavra gibi öldü.
(Selami İnce, Birgün gazetesi. 10 Nisan 2011. Hitler'in polisleri
http://www.birgun.net/worlds_index.php?news_code=1302426649&year=2011&month=04&day
=10 )

Aynı biçimde Ergenekon iddianamesi kamuoyuna yansıyınca ortaya bir Agarta Efsanesi çıktı.
Aslında Agarta ile Ergenekon arasındaki bağlantı o kadar zayıf değildir. İtalya’da 1990’larda
parlamento soruşturması sonucu ortaya dökülen kanıtlar, Avrupa ve Amerika’da konuyu
araştıran bazı gazeteci ve yazarların bulguları, Gladyo içinden bazı fraksiyonların özellikle böyle
bir mistik zırhı üzerlerine geçirdiğine işaret ediyor. ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ diye
özetlenebilen, tam olarak ne sağ ne sol olarak adlandırılabilecek, salt güce dayalı bir ideolojik
anlayışla siyaseti ve toplumu kukla gibi oynatan bu gruplar, kendi başlarına hareket ederek
Gladyo içinde Gladyo oluşturdu. Siyasi kökenleri nasyonal sosyalizm ve faşizme dayanan
Gladyo ortaklarının oluşturduğu bu gruplar, bombalamalar ve suikastler yoluyla toplumları
sindirmeyi amaçlıyordu. Eski patronları olan dış istihbarat örgütleriyle de pazarlık edecek ve
onların da gözlerini boyamaya çalışacak güce ulaşmışlardı.

Gladyo'nun şekillendirilmesinde rol oynayan önemli şahıslardan General Reinhard Gehlen aynı
zamanda bir Naziydi. İşin ilginç tarafı ise bu kişinin İsrail'in gizli servisi MOSSAD'la da
bağlantısının olmasıydı. Bütün bu bağlantılar Gizli Dünya Devleti'nin geri plandaki faaliyetleri
hakkında önemli ip uçları veriyor olmalı. General Gehlen, Gladyo'nun oluşturulması ve
şekillendirilmesi merhalesinde önemli rol oynadı ve bu konuda Hitler'in yanında edindiği
tecrübeden yararlandığı tahmin edilmektedir. Gladyo'nun siyonizmle bağlantısı hakkında
Richard Deacon, The Israeli Secret Service adlı eserinde şu işaretleri veriyor: "Almanya'daki

213
kontrgerilla hareketi Gehlen Organizasyonu savaş sonrası dönemde istihbarat toplamak üzere
kurulan bir örgüt. Örgütün başı Reinhard Gehlen, CIA yoluyla ABD'den destek alıyor. Bu örgüt
için çalışan Alman yetkililerden biri Nasır'ın (Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Abdünnasır'ın)
danışmanlığını yapıyor. Gereken bilgileri yetkililere aktarıyor. Organizasyonda İsrail'le
bağlantıdan haberi olan çok az kişi vardı. Bağlantılar daha ileriki safhalarda Fransız istihbarat
servisindeki MOSSAD ajanına haber verilerek Paris'te yürütüldü. Fransa bir NATO üyesiydi ve
bu MOSSAD ajanının da NATO ülkeleri arasında askeri istihbarat edinme yolları vardı." Aynı
eserde General Reinhard Gehlen'in MOSSAD hesabına çalıştığı da özellikle vurgulanmaktadır.
Richard Deacon'a göre Gehlen 1950'lerde soğuk savaş konusunda Amerika'nın en önemli
elemanlarından biriydi. "İngiliz yazar Sefton Delmer şöyle diyor; İsrail öyle bir pozisyondadır ki,
Mısır'la Federal Almanya arasındaki belgeleri ele geçirebilmektedir. Bundan hiç şüphem yok.
Üstelik İsrail'in bu iki ülkede de elçiliği yok. "İsrail, Gehlen Organizasyonu'yla sadece Mısır
hakkında bilgi toplamıyor, aynı zamanda Batı Alman İstihbaratı'nın işleyişini ve CIA'yle sağlam
bağlantılarını da inceliyordu." (The Israeli Secret Service, Richard Deacon, sf.145) "Mossad
hesabına çalışan BND şefi Reinhard Gehlen, ellilerde, Soğuk Savaş sırasında Amerikalıların en
önemli adamıydı. 1953'te Berlin direnişi ve 1956'da Macaristan olayları gibi pek çok devrimin
organize olmasına yardımcı oldu. Ayrıca Sovyetler Birliği'ne yüzlerce ajan soktu." (The Israeli
Secret Service, Richard Deacon, sf.149)

Gladyo'nun İtalya kanadının ise bu ülkenin en çok ismini duyuran P-2 Mason locasıyla yakın
irtibat içinde olduğu, hukuki soruşturmalar neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu locanın üstad-ı azamı
Licio Gelli aynı zamanda İspanya iç savaşında faşistler adına savaşmış bir isimdi. İtalya'nın
mafyayla ve Gladyo ile yakın irtibatı olduğu tespit edilen eski başbakanı Giulio Andreotti de bu
locanın üyesiydi. Meşhur Temiz Eller Operasyonu'nda sorguya çekilen Andreotti başbakanlığı
döneminde Gladio'yu savunmuştu. P-2 locasının Gladyo ve mafya bağlantısı araştırıldığında bu
locanın üyeleri arasında 43 parlamenter, 54 üst düzey devlet görevlisi, başta Genelkurmay
başkanı Amiral Giovanni Torrisi olmak üzere 8'i amiral 30'u general 183 askeri yetkili, 19
hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete sahipleri, yazarlar, baş yazarlar, 58
profesör, siyasi parti liderleri ve haber alma servisinin 3 eski başkanı olduğu tespit edilmişti. Bu
durum ülkede Gladyo'ya destek veren mason locasının ne kadar geniş bir alana yayıldığını ortaya
koyuyordu. P2-Mafya-Gladyo bağlantısının gün yüzüne çıkması sebebiyle başlatılan hukuki
soruşturmada birtakım ilginç gerçeklerle de karşılaşıldı. Locanın başkanı Gelli, İtalya
seçimlerinde Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçimi kazanması için naylon operasyonlar
düzenlemiş ve bunun için CIA'den yardım almıştı.

Almanya’da “Anti-komünist Saldırı Birliği” adını alan Gladyo örgütünün başkanı, aynı zamanda
1945-1968 yılları arasında Alman İstihbarat Örgütü BND’nin de başkanlığını da yapan emekli
Nazi generali Reinhard Gehlen’den baikası değildi. Alman kontrgerillası, “Gehlen harekatı”,
“Stay Behind”, “Sword” gibi adlarla da bilinmektedir. 1950 yılında kurulan “Alman Gençlik
Örgütü (BDJ)” de bu nitelikteydi. Örgütün eski ajanlarından Dieter von Glahn, basına BDJ’nin
CIA tarafından finanse edilen çok sayıdaki örgütten biri olduğunu açıklamıştı.
Reinhard Gehlen, 1955-1968 yılları arasında Batı Almanya'nın gizli servisinin yöneticiliği
görevini üstlenen kadar ABD'ye de çalıştı. 1942 yılında Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na

214
atandı ve burda Sovyet savaş suçlularına ve sivillerine karşı acımasız bir tutum sergiledi.
Loringhoven birliği 17 Temmuz 1944 tarihinde Gehlen'e Stauffenberg'in Adolf Hitler'e suikast
hazırlığı yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu başkaldırıdan sıyrıldı. 1944 yılının Aralık ayında
tümgeneralliğe terfi etti. Nisan 1945 tarihinde Hitler intihar edince Gehlen de ordu
komutanlığından ayrıldı. Mart ayında Gehlen ve casusları pekçok gizli SSCB belgesinin
mikrofilmini çekti ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik davulların içine gizledi. Gehlen, Mayıs
ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaşlarına teslim etti. O dönem Sovyetler'le ilgili
fazla bilgiye sahip olmayan Amerikalılar bu bilgilerden ötürü Gehlen'e minnettar kaldı.

Bu aşamanın ardından, Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu (İngilizce: Office of Strategic


Services, OSS) ve CIA bünyesine faaliyet gösterecek olan Gehlen istihbarat örgütünü kuruldu.
350 eski Alman ordu istihbarat elemanı bu örgütün ilk kadrosunda yer alıyordu. Gehlen örgütü,
CIA adına Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki istihbarat çalışmalarını sürdürdü. Örgüt,
1956'da şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda Federal Almanya Gizli Servisi'nin de (Almanca:
Bundesnachrichtendienst, BND) kuruluşudur. Bu örgütün başına getirilen Gehlen, 1968
Nisan'ında Sovyet gizli servisi KGB adına casusluk yapan Heinz Felfe'in kimliğinin deşifre
edildiği operasyonun ardından istifa etti. Felfe skandalına rağmen istihbarat tarihinin en önemli
isimleri arasında anılan Gehlen 1979 yılında öldü.

Ama belki de Alman-Aryan Gehlen kendisini Anglo-Saxon-Aryan Amerikan kuzenleri yanında


hiç de yabancı hissetmedi, kimbilir. Belki de yabancı olan tek(outsider!) Nazi Avusturyalı(?)
Adolf Hitler’di. Fakat her ne olduysa ve nasıl olduysa Gehlen Nazi Almanya’nın III. Reich’nın
sürme şansının olmadığını daha 1942’lerde anlamıştı. 20 Temmuz 1944’de Hitler’e karşı
gerçekleştirilen ünlü suikast ve darbe girişimi bilindiği üzere başarısızlığa uğramış ve Hitler
müteşebbisleri intihar(sebuku) ya da infaz seçeneklerinden biri ile muhatap kılmıştı. Gehlen’in
bu komplo teşebbüsündeki rolü “minor” düzeyde olsa gerek ki Gehlen kellesini bu tehlikeli
operasyonda korumasını bildi dahası Alman ordusunda Korgeneralliğe bile yükseldi. Ve suikast
girişiminden daha bir yıl geçmeden ‘doğru adamlar’a teslim olma ferasetini de gösterdi. Ama bu
işi yapmadan önce “self-preservation”(kendi kendini koruma) içgüdüsü olsa gerek ki Sovyetlere
ait çok değerli arşivini bir davul içinde Bavyera Alplerinde yalnızca kendisinin bildiği bir
‘location’a saklamayı da ihmal etmedi. Gehlen Amerikan 12. Ordusunun istihbarattan sorumlu
tuğgenerali Edwin Sibert’i yalnızca Sovyet Ordusuna ve politik liderlerine ilişkin derin bilgileri
ile değil fakat belki de daha önemlisi Amerikan Komünist Partisine sızmış Amerikan OSS(Office
of Strategic Services: CIA’in ata örgütü) ajanlarının isimlerini sayma yeteneği ile de şaşırttı.
Amerikalılar için okyanus ötesindeki bir Nazi’nin Amerikan Komünist partisindeki kendi
adamlarını bilme yeteneği fazlasıyla ikna ediciydi.

Gehlen Amerikalı kuzenlerine basit bir anlaşma önerdi. Eğer Amerikalılar esir kamplarındaki
Gehlen’in arkadaşlarına ve Gehlen’e özgürlüklerini bağışlarlarsa Gehlen’de Amerikalılar için
çalışmayı ve kendi kaynaklarını onlarla paylaşmayı kabullenecekti. 20 Eylül 1945’te Gehlen ve
üç yakın arkadaşı A.B.D.’ye uçtular ve ünlü Alman-Amerikan işbirliğinin tohumları atıldı.
Gehlen org. çalışmalarına “Güney Alman Endüstriyel Gelişme Organizasyonu” isimli bir “cover
up” yapılanma altında başladı. 350 Alman casusu ile işe başlayan Gehlen org. kısa zamanda
4000 “undercover agents”la ‘operate’ eden devasa bir casus şebekesine dönüşecek ve Soğuk
Savaş boyunca Amerikan CIA’in Sovyetler Birliği’ndeki ve Varşova Blok’undaki gözü kulağı
olacaktır. Bu rakama artık Amerikan vatandaşı olup CIA’in bizatihi kendi gövdesinde görevini

215
sürdüren Nazi-Amerika’lıların da dahil olmadığını düşünürsek Gehlen org’un nelere kadir
olduğunu anlamak bakımından belki ufak bir fikre sahip olabiliriz.
Hitler döneminde Gizli Alman Devlet Polisi (Gestapo)’ nun yöneticisi olan Heinrich Müller,
Güvenlik Başdairesi' nde (RSHA) planlanmış, hazırlanmış ve organize edilmiş hemen hemen
bütün faaliyetlerde üst düzey görevli olarak önemli rol oynamıştı. Eylül 1939 başlarında siyasi
karşıtların "özel muameleye" tabi tutulmaları, yani katledilmeleri talimatını vermiştir. Keza
Eichmann' ın başında bulunduğu "Yahudi Şubesi" de Müller' in sorumluluğu altındaydı.
Sovyetler Birliği Yahudilerinin katledilmesi planının uygulamaya konmasının en ufak ayrıntısına
kadar Müller' in doğrudan etkisi olmuştur. Üstü olan Heydrich' in kendisine verdiği talimatların,
kendi birlikleri tarafından yerine getirilmesini sağlıyor ve gerçekleştirilen eylemleri rapor ve
tebliğ ediyordu. Heinrich Müller, Nazi Rejiminin en güçlü ""masabaşı" katillerinden biriydi.
Rütbesi SS ve polis kurumu korgeneraliydi. Kızıl Ordu' nun Berlin'e girmesinden beri kayıptır.
Söylentilere göre ise, albay rütbesinde Sovyet KGB’sinde yaşamına devam etmiştir. Bu
söylentilerin kaynağı ise, 1 mayıs törenlerinde halka gösterilen alman savaş esirlerinin, KGB
kıtasında Müller' i görmüş olduklarına dayanmaktadır. Müller ile Gehlen’in beraber çalıştıkları
iddiası yabana atılacak cinsten değildir.

Gestapo Müller lakabıyla anılır. Joseph Trento tarafından 2001'de yayınlanan The Secret History
of CIA isimi kitapta Müller'in CIA tarafından Gehlen Organizasyonu bünyesinde
görevlendirildiği iddia edilmiştir. 1980 yılında bir CIA görevlisi ile isviçre'de yaptığı mülakat
Gregory Douglas tarafından kitaplaştırılmıştır. Kitaptaki en ilgi çekici yerlerden biri mülakatı
yapan kişinin Müller'e Bormann'ın Arjantin'e kaçmasıyla ilgili bir soru sorduğu bölümdür.
Müller şöyle cevap vermiştir:
"Bana devamlı Bormann'ı sorup duruyorsunuz. size defalarca söyledim. Bormann öldü am sizin
istihbaratçılar ve gazetecileriniz hep kendi bildiklerini okuyorlar. Aslında Bormann şu anda ayın
yüzeyinde bir SS kolonisiyle yaşıyor. Yanlarında taş gibi kızlar var. Oraya benim Reichstag'ın
tepesinde bağlı duran zeplinime binip gittiler. Eğer Berlin'i dolaşırsanız, Bormann'ın kendilerine
giderken el salladığı yönünde ifade verecek yüzlerce görgü şahidi bulabilirsiniz."
Bu sözlerle CIA yetkilisine ayarın kralını vermiştir… Gehlen org. binlerce anti-komünist Doğu
Avrupa ve Rus kökenliyi Oberammergau kampında casusluk eğitiminden geçirip Komünist
Blok’a sızdırmaktan Rus suikast timi SMERSH’i deşifre etmeye ve Berlin Duvarı’nın altına inşa
edilen ünlü Berlin Tünel’i aracılığıyla Sovyet ve Doğu Avrupa elektronik komünikasyonlarının
izlenmesine kadar pek çok önemli işi de yürütmesini bildi.Gehlen org. bu süreçte başarısızlıklar
da gördü fakat (Nazi) disiplinininden çok bir şey de yitirmedi ve pek çok bakımdan Amerikalı
kuzenlerine de ilham kaynağı oldular. Bu arada Gehlen org.’un NATO’nun gizli örgütü
Gladio’nun baltası-“axe of Gladio”- ve ODESSA organizasyonunda da merkezi bir role sahip
olduğunun da iddialar arasında yer aldığını belirtelim.

( Murat Sofuoğlu, Ekopolitik. Gehlen.org işbaşında.


http://www.ekopolitik.org/public/printnews.aspx?id=704)
Aynı örgütlenmeler Gehlen’in öncülüğünde tüm Avrupa ve demirperde ülkeleri ile Asya
ülkelerine kadar sıçradı. En önemli ve kalıtsal olan vaka ise İtalyan örgütlenmelerinde ortaya
çıkan bürokrasi, ordu, polis erkleriyle masonik ilşkiler kurulması ve kullanılan tüm fertlerin
kendilerini bir devlet bağımsızlığı için antikominist bir örgütlenme içinde kendilerini görme

216
yanılgısıdır. En haince olanı ise toplumsal kaos ve ya kanı değişikliği (beyin kontrolü ) için
yapılan kitlesel eylemlerdir. İtalya'da tren garı bombalamaları, aşırı sağcı nasyonel sosyalistlerin
öldürülmesi bunlardan bazılarıdır. Kızıl Tugaylar'ca üstlenilmiş ancak Gladyo tarafından
yapıldığı soruşturmalar sonunda anlaşılmıştır.
Federal Almanya'da bugünde, ülkenin gizli servisi tarafından da "Sessiz Şebeke"olarak
tanımlanan "Stay Behind -örgütü" adında bir örgüt faaliyet gösteriyor. NATO'nun İtalya'daki
kuruluşunda da Roma tarafından kısaca "Gladyo" olarak biliniyor. Kuşkulu Gladyo Örgütünün
arkaplanı ve Kızıl Ordu'nun bir ileri hareketi durumunda örgütün partizanlarını kendi safına
çağırması hakkında komşu Avrupa ülkelerinin gazetelerinde yazılar çıkarken, Federal
Almanya'da hiç kimsenin en küçük bir bilgisi yoktu. Komşu ülkelerin parlamentolarında
araştırma önergeleri verilip, hükümetler bu gizli konunun üzerine günden güne daha çok
eğilirken, Bonn'da sessizlik egemendi.
Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde ortaya çıkarılan Stassi Olayı'nın çözülen her düğümü
medyalarda yoğun şekilde yer alırken, bir gazetecinin Federal Almanya'da da bir Gladyo
birliğinin varlığı hakkında sorusu gündeme geldi. Bundan sonra çok uluslu NATO örgütünün
dışında bir kuruluş olduğu ortaya çıktı.
İlk başta, doğal olarak kimse araştırmalardan netice alınmasını beklemiyordu, çünkü hiç kimse
bir şey bilmiyordu. Tüm olası sorumlu hükümet üyeleri işi yokuşa sürüyordu. Kendisinden bilgi
istenen savunma bakanı, ilk önce kendi memurlarını gizli örgütlerin peşine düşürdüğünü öne
sürüyordu. Hatta 30 Eylül 1980'e kadar Brüksel'deki NATO askeri karargahının komutanı, Batı
askeri ittifaklarının en ileri gizli bilgi taşıyıcısı, eski genel müfettişi Wolfgang Altenburg hiçbir
şey bilmediğini açıklıyordu. 1950’li yılların sonunda sadece bir "ahbap çavuşlar klübünün
bulunduğu ve buna öylesi bir örgüt denemeyeceği kanısındaydı, general Altanberg. Hiçbir şey
bilmeyenlerin listesi uzayıp gidiyordu. Başbakanlık gizli servis koordinatörlerinden Horst Ehmke
(SPD), WaidemannSchreckenber-ger (CDU), BND'nin eski başkanlarından Klaus Kinkel ve
Heribert Hellenbroich gizli servis için gizli gündemle toplanan "Parlamento Kontrol
Komisyonu"nun federal meclis üyeleri bunlardan bazılarıydı. Herkes üç maymunu oynuyordu.
O zamanki ABD başkanlık güvenlik danışmanı Henry Kissinger, bir İtalyan gazetesine verdiği
demeçte Gladyo hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söylüyordu. Oysa ki bunların tümü bu örgüt
hakkında herşeyi bilmek zorundaydılar. Çünkü görevlerini yeminle ve anayasal gerekle
üstleniyorlardı.
Federal Almanya'daki Gladyo örgütü hakkında tüm bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Gizli
servise bağlı "Savunma Hazırlıkları" hiçbir zaman sadece bazı önemsiz gizli önlemlerle
yetinmiyordu. BND başkanları, iddia edildiği gibi görevleri sırasında dükkanlarının tüm
bölümlerini tanıyamamışlar mıydı? Başbakanlık gizli servis kontrolörünün sorumluluğu,
savunma durumunda alınan tüm gizli önlemler hakkında bilgisi olmadığından mı
açıklanamıyordu? Halkın temsilcileri, kırk yıl önce Federal Alman Meclisinde gizli servis
karargahları üzerinde demokratik kontrollerini yapabilmişler miydi ve bugün iddia edildiği gibi
mensupları gerçekten "hiçbir' şey bilmiyorlar mıydı?
Bazı muhalif politikacılar, seçim kampanyalarındaki çeşitli konuşmalarında bu örgütün
kokusunu hissettirmeye başlamışlardı. İlkin sosyal demokratların hükümetleri zamanında bu
konuya parmak basıldı. 14 Kasım'da SPD silahsızlanma uzmanı HermannScheer'i kamuoyu
önüne çıkardı. Scheer gerçi sadece bir parlamenterin açıklamasından başka bir şey yapmamıştı,
adaletin müdahalesini talep ediyordu:"Federal savcılığın bir sorunu bu."
"Parlamentonun ve hükümetlerin kontrolünün dışında silahlı askeribir gizli örgütün varlığı -ve
resmi Silahlı Kuvvetlerin statüsünün dışında- anayasal legaliteyle birleştirilemez ve bu hukuki

217
takibatı gerektirir," sonucuna ulaşılmıştı. Bu çağrı sonuçsuz kaldı.Hermann Scheer savcılığa
hiçbir suç duyurusunda bulunmadı. Parlamento Kontrol Komisyonu'nun partili arkadaşı Wilfried
Penner'e1969'dan 1982'ye kadarki yılların sosyal liberal koalisyonunun sorumluluk payını sordu.
Penner gazetecilere sonucu söyledi: Rapor yoktu!
Soru yöneltilenlerin hiçbirinin ne Gladyo'dan ne de benzeri örgütlerden haberi vardı! Penner,
basının önünde "mafyavari müdahalelerden söz ediyor ve "pisliklerin herkesin önünde
sergilenmesini" istiyordu.
Federal Gizli Servis (BND)'in, mesleğinin çiçeği burnunda başkanı Konrad Porzner, herşeyi
güzelce örtbas ettiğini göstermişti. 1974'den 1980'e kadar Helmut Schmidt'in başkanlığı sırasında
sosyal liberal sorumlulardan Manfred Schuler Spiegerde o zamanki BND şefi Gerhard Wessel'i
ilk kez önlemler hakkında bilgilendirdiğini açıkladığını anımsıyordu.
Büyük muhalefet partisi çok çabuk sessizliğe gömüldü. Kirli işlerin açığa çıkarılması için
yapılan tüm çağrılar bir haftada sus pus edilmişti. Eski yasama döneminin son oturumlarında
sosyal demokratlar meclisteki Parlamento Kontrol Komisyonu'nda -doğal olarak gizli- sorunu
gündeme getirdiler. Sorunla doğrudan ilgili öteki taraflar hakkında hiçbir şey sormadılar.
Savunma Komisyonu ve İçişleri Komisyonu,"Yeşiller"in Gladyo hakkında Federal Meclisteki
müzakerede verdikleri bir öneriyi CDU; CSU, FDP ve SPD'nin oybirliğiyle reddetti. "Yeşiller"
hükümet tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Yasama döneminin başında oluşan,
Parlamento Kontrol Komisyonu'nda temsil edilmeyen Federal Meclis'teki tek fraksiyon Yeşiller,
sonuçta bir anahtar rolü oynadılar. Böylece az da olsa pisliklerin ilk kez gözler önüne serilmesine
neden oldu.
Yeşiller, Parlamento Kontrol Komisyonu'nun önceden belirlenmiş oturumundan önceki birkaç
gün, hükümetin üyeleri, Gladio hakkındaki tüm bilgileri Penner'in başkanlığındaki Parlamento
Kontrol Komisyonu oturumunda -doğal olarak gizli- sergilemeleri; Dossier Spiegelin hemen bir
sonraki sayısında hemen yayınlattı. Buna göre Başbakanlığın Vl.ncı bölümünün yöneticisi
Hermann Jung bunu yazışmalara geçirdi. NATO Avrupa Başkomutanlığının arzusuyla Gladyo
geri çekildi, "müttefiklerin haberalma servislerinin korunması savunma durumunda da hesaba
katılmalıdır." Bu istek "1950’li yıllarda" gerçek oldu. Hem ulusal gizli servisin sorumluluğunu,
1954'den itibaren "Shape" adıyla Gladyo birlikleri olarak görevler üstlendi, hem de Avrupalılar
NATO Silahlı Kuvvetlerinin en yüksek askeri karargahı tarafından koordine edildi. 1959'da
federal gizli haberalma servisinin resmi üyesi oldu.
Aşağı yukarı 1973'e kadar" sabotaj grupları görevlerini yerine getirdiler. DüşürülenNATO
pilotları ya da işgal altındaki ülkelerdeki düşmanın el ulağı bilim adamlarının nasıl kurtarılacağı
"düşman hatlarının arkasında direniş güçleri oluşturmak" şeklinde ifade edildi. Bu gibi
operasyonlar için "kaynak ağı" olarak 50 asker, 125 genel ve 25 "kaynaktan kökenli" eleman el
altında tutulmuş V- olayında işgal altındaki ülkedensavaş için önemli kişilikler toplanmıştır.
BND'nin bünyesinde "yönetici örgüt" denilen75 kişilik birim kuruluydu. Zamanla bu aparat
güçlü bir biçimde yoğunlaştırıldı.
1981'de BND'nin bünyesindeki dört birim sabotaj eylemlerine ayrıldı ve "yönetici örgüt" 35
kişiyle sınırlandırıldı. "Eylem grupları" bu arada tümüyle dağıtıldı. BND bünyesindeki "Stay
behind - örgütü" tümüyle Almanlara geri kaldı. Yeraltı örgütlenmesinin korunması için
NATO'nun ilgili bölümü 1954'den itibaren "Tüm Koordinasyon Komitesi" adım aldı. 1990
Ekiminin sonunda Brüksel'de henüz işlevselliğini koruyordu, öteki özel birimler "Stay behind"
örgütünün telsiz sistemine özel sızmalar yapıyordu.
Daimler şubesi AEG/TSTde "zıpkın" adıyla teknikli telsiz gereçlerinden 854 BND siparişi henüz
yeni değildi. Bununla Avrupa çapında Gladyo ağını denetleyebilecekti. Toplam fiyatı aşağı –

218
yukarı 130 milyon marktı. Sadece 130 gereç, BND'nin tasarrufundaydı. Geri kalanı
"müttefiklere" veriliyordu. Bunun için Federal Almanya devlet kasasından 25 milyon mark
çıkıyordu, bunu kamuoyu duymalıydı. Başbakanlığın enformasyonu dışında önce bir milletvekili
sonunda, bilinmek istenenin sözünü etti. Bonn parlamentosunun en gizli çevresinden, Federal
Alman meclisinin sosyal demokrat Güvenilir Kişiler Kumlu'ndan Rudi Walther sözünü söyledi.
Bu kurulda haber alma servisinin bütçe planlan kontrol ediliyor ve onaylanıyordu. Bütçe
komisyonunun üyeleri seçilirken doğal olarak Yeşiller bunun dışına bırakılıyordu. Başkan Rudi
Wallher'in "Stay behind"in varlığından haberi vardı. Federal Alman Gladyo birliklerinin
milyarlar değerindeki giderleri, yakın döneme kadar örgüt tarafından düzenli olarak ödeniyordu.
Başbakanlık, en son raporunda örgütün "savaş sonrasındaki yıllara, olabildiğince geri giden"
tarihçesi hakkında hiçbir bilgi vermiyordu. Parlamento Kontrol Komisyonu milletvekillerinin
raporunda "Buradaki açıklama BND'ye düşer" deniliyordu. Aynı zamanda Gladyatörlerin
eylemleri hakkında da hiçbir bilgi yoktu.
Münih-Pullach'daki BND merkezinde ya da kamufle edilmiş ikametgahlarda görev dağılımı
yaparak tüm Federal Almanya Cumhuriyetine yayılan eylemlerdi bunlar. Gizli "değerlendirme
örgütü" tarafından ölçülen ve emir verilen eylemler hakkında da şöyle ya da böyle bilgi
yoktu.Tümüyle nihai açıklığıyla ortada olan Parlamento Kontrol Komisyonunun olurumdan önce
devlet bakanı ve başbakanlıktaki gizli servis koordinatörü Lutz Stavenhagen, Federal Alman
Gladyo ordusunun ortaya konulmasının yaklaşık bir zamanını telafuz etti: 1991 ilkbaharı.
Gevşemenin dönemi aşağı yukan aynı şekilde tekrarlandı durdu. Devlet Bakanı Bild an
Sonntag'da çıkan bir konuşmasında yeni bir enformasyon kapısını araladı.
Gladyo örgütünün NATO'nun kuruluşu karşısında Federal Almanya'nın "çok erken bir
yükümlülük açıklaması olarak" 1959'da temeli atılmıştır. Bu zaman noktasında artık ellili yılların
başında Almanya'da, Fransa'da, Benelux ülkelerinde, Danimarka'da, Norveç'te ve Avusturya'da
direniş grupları hemen hemen oluşturulmuştu ve ortak taktik kontrol altına girmişti. İttifakın gizli
servisleri arasındaki sağlam birlikler, 1951'den itibaren kuruldu ve tek tek Batı Avrupa'da
operasyon yapılacak ülkeler saptandı.
Başlangıcı Fransa ve İtalya yaptı. Yeraltı ordulannın ilk merkezleri Fransa'da bir yerdi ve
"Clandestine Committee for Planning"(CCP) olarak adlandırılıyordu. Ağ, 1959'a kadar Avrupa
çapında örüldü. 1964'de Belçika'daki son noktasıyla "Allied Clandestine Committee" (ACQ)'deki
merkezi değiştirildi. Bu haber alma ajansı hakkında daha sonra sızıntılar oldu, ancak henüz
hukuksal bir temeli yoktu, çok kaygan bir zemindeydi.
1968'de Başbakanlığın o zamanki şefinin ağzından telaffuz edildi ve sonradan Federal Almanya
başkanı olan Karl Carstens, Federal Alman haberalma servisi için bir"genel talimatname" emri
verdi. Sözde şöyle demişti emrinde: "BND, başbakanlık şefıyle anlaşarak savunma durumu için
gerekli hazırlıklara ve düzenlemelere girişebilir."
Savunma Bakanlığından bunun tersine yapılan açıklamalar karşısında, yedeklerin ciddi olarak
devreye sokulmaları hakkında Bundes-wehr'le danışmada bulunması, istihbarat aktarımında özel
görevdi. Onlar gününde ortaya çıkmayacak, tersine yer altında kalacaktı. Daha sonra 22
Kasım'da Bonn parlamentosunda çok sıkı gizlilik içinde Parlamento Kontrol Komisyonu
oturuma geçerken, hükümet milletvekillerine bilgi vermek çok resmi idi.
Skandal enformasyon yalanlar şeklinde ortaya çıktı. Parlamento Kontrol Komisyonu üyelerinin
haberlerine inanılabilseydi, hükümet nerdeyse otuz yıldan daha fazla süredir "Stay behind"
örgütünün eylemleri hakkında tek bir kanıt bulamayacaktı.
İlkyeraltı birliklerinin dayanaklarından 1977'ye dek, gizli servisin tarih yazımında bir beyaz
nokta temel oluşturmuştu. Bu eylemlerin arka planı, sorumluluğu ve ölçüsü soğuk savaşın

219
bilinen aşamalarında açıklık yerine daima bir bulanıklık içinde kaldı. Bundestag
milletvekillerinin gözünde, gizli servisin böylesi gevşek eylem girişimlerine nasıl kalkıştığı bir
bilmece olarak kaldı.
Devlet Bakanı Stavenhagen'in Federal Alman Gladyo şubesi hakkında böylesine tahrif edilmiş
belgelerle bilgi vermesi, aynı şekilde karanlıkta kalınca, parlamento ve kamuoyuna büyük ikna
gücüyle yönelttiği sorunun cevabını aradı: "Stay behind" hiçbir zaman iç politik eylemlere
kalkışmamıştı güya. Bu "o kadar açıktı ki" "tümüyle normal haber alma servisi birimi"şeklinde
davranılmıştı ve "hoş olmayan sürprizler" asılsızdı.
Lutz Stavenhagcn Parlamento Kontrol Komisyonunun oturumundan sonra Frankfurther
Allgemeinen Zeitungdaki bir spekülasyon dışında "Stay behind"le aşın sağcılar arasındaki bağı
yalanlıyordu. Gazete, 1981'de Uelzen'de yeraltına depolanan gizli silahların bulunduğundan söz
etmişti. Aşırı sağcı Lembke de aynı şekilde U-Haft'da sorgunun başlamasından önceki bir gün
bulunan silahlardan bahsetmişti. Devlet Bakanı "Stay behind"le ilişkinin "hiçbir zaman
olmadığını" açıklıyordu.
Ve Stern - TV'nin magazin televizyonunda, Gladyo'nun öncüsü, ilk kez 1950'li yıllarda
oluşturulan "Alman Gençlik Birliği" (BDJ) hakkında ilk belgeleri sergiliyordu, aynı şekilde Lutz
Stavenhagcn’ de bunu şiddetle reddediyordu. Alman Gençlik Birliği'nin aralarında Herbert
Wehner'in de bulunduğu ölüm listesi güya hiçbir zaman varolmamıştı.
Parlamento Kontrol Komisyonu üyeleri Burkhard Hirsch (FDP) ve Wilfried Penner(SPD), o
kadar eleştirmelerine rağmen bu düşünceye katılıyorlardı. Böylece FederalAlmanya Cumhuriyeti
demokratik dönüşüm davasında Avrupada ilk kez ciddi bir dümen neferi haline geliyordu. Öteki
sorular da benzeri küstahlıklarla karşılandı. Gazete muhabirlerinden biri Stavenhagen'in
işbirlikçiliğinin "bizim devletimizde de kamuoyu tarafından bilinmeyen gizli şeyler vardır"
sözleriyle de belgelendiriyordu. Pek çok günlük gazetede bu politik enformasyonun başarısı
hemen görüldü.
Enformatif parlamento oturumundan sonraki bir gün örneğin manşet şöyleydi:"Gladyo'ya giden
soruşturma izleri kapandı."Sayın Devlet Bakanı "açıklanmayan görüşme"nin sonunda sorunun
kapanmasını arzuediyordu. Sessiz Şebeke, en azından Federal Almanya'da ilk halkasının
bulunduğunu ortaya koyuyordu. Enformasyon politikasının stratejileri, aynı şekilde pek çok
Avrupa hükümetlerinde de görülüyordu. Medyalardan da ilk aktörlerinden hiç söz etmeksizin
sadece resmi açıklamalar yapılıyordu. Daha sonra hükümet sözcüleri, çeşitli ayrıntılar sunacaklar
ve gayrıresmi açıklamalarla daha çok şaşırtıcı eylemlerin lanse edilmesine başlanacaktı.
Telsiz telgraf aparatı tipleri hakkında halka açıklamalar yapılırken,"Gladyo"nun kökeni ve
kuruluş aşamasından sonraki ilk onyıllarından hiçbir şekilde sözedilmiyordu. Bonn Hükümeti,
Federal Almanya Cumhuriyetini tertemiz bir ülke olarak takdim ediyordu: Hiçbir zaman "iç
düşman"a karşı eylemler düzenlenmemişti, yapılan herşey tümüyle iyi niyete dayanıyordu,
hemen hemen komple bir şey yoktu ve olanlar her ülkede görülebilen tümüyle normal bir askeri
"önlem"den başka bir şey değildi.
Oysaki Bundeswehr'de; savaş durumunda Gladyo-Stratejisine benzer roller üstlenecek ve işgal
edilen ülkede ordu ve haberalma servisi için bir köprübaşı oluşturacak, her üç kolordusunda birer
"uzaktan gözetleme bölüğü"nün bulunduğu bir gerçekti. Partizan savaşı yürütecek böylesi
"special forces"a Bavyera'daki Amerikan kışlasının bulunduğu Bad Tölz'de beceri
kazandırılabiliyordu. Askeri tatbikatlarıneğilim planında, modem bir gerilla savaşı için gerekli
olan herşey bulunuyordu: Kurbağa adamlar, ekstrem durumlarda kurtarmalar, ev içinde savaş,
sessizce öldürme...

220
Tümü orada eğitilen GIS, örneğin kaçırılan uçaktan rehinelerin kurtarılması için kurulmuştu.
Oniki kişinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu birlikler, ayrıca tamamlayıcı özel bilgilerle
de donatılıyordu. Bunların eğitimini, telsizciler, doktorlar ve sabotaj uzmanlarından oluşan
birlikler sağlıyordu. Bad Tölz'deki (1937'de SS-Junker okulu olarak yapılmıştı) ABD kışlasında
Almanlar da eğitim görüyordu. Aynı zamanda tatbikat yapılan bu arazide, öteki bağlantıların ağı
da örülüyordu. Burada ayrıca bir İtalyan "Gladyo'su da bulunuyordu.
Bad Tölz'de de düzenli olarak konumlandırılan askerlerin sayısı hakkında ABD ordusu sessizdi:
"No comment" (yorum yok) diyorlardı.
Varşova Paktı devletlerinin üniformaları ve onların kullandıkları silahlarla da kamufulajlı olarak
donatılıyorlardı. Kamufle edilmiş Doğu Birliklerine ek olarak hazırlanan GIS için de özel bir dil
eğitimi veriliyordu. Kusursuz Almanca, Rusça, Polonyaca, Slovakça, Arapça ve İran dillerini
öğreten ekipler vardı. Aynca düşman bölgelerine yapılacak teröre hazırlanma ekipleri de
bulunuyordu. NATO'nun "Special Forces Section" ek yönetimi altında koordine ediliyordu bu
birlikler ve İngilizler de aşağı yukarı aynı şekildeydi: "Special Air Services" (SAS) Falkland
savaşında ek olarak devreye sokulmuştu.
Stay behind’a geri dönelim. Kamuoyu bir yandan bunun hakkında daima çok az bilgilendiriliyor,
hem de buna karşılık her zaman da çok iyi enforme ediliyordu. BND'deki "stay behind'
örgütünde bir "köstebek" vardı. Doğulu kadın ajan Heidrun Hofer, 1976 Aralığında ispiyoncu
olarak tutuklandı. BND'nin IV'ncü Bölüm'ünde sekreter olarak çalışıyordu.
"Krizler ve Savunma Durumunda Alınacak Önlemler" için 41D ve 43B kodlarıyla raporlar
hazırlıyordu. Gizli "stay behind" birliklerinin yönetimi hakkında raporlar da vardı elinin altında.
Heidrun Hofer ispiyon faaliyetleri yüzünden yargılanmıştı. Maskesi düşürüldükten sonra
ifadesinin alınışı sırasında Bavyera Cinayet Masasının 6'ncı kat penceresinden kendisini atmıştı.
Federal savcı, basına; 36 yaşındaki BND memurunun hayati tehlike taşımayan yaralarla
hastaneye kaldırıldığını açıklıyordu. Heidrun Hofer, 6 ncı kattan atladıktan sonra ağır yaralı
olmasına rağmen hayatta kaldı. Üç yıl kadar sonra sanık olarak ceza mahkemesi önüne
çıkarıldığında artık dava ilginçliğini yitirmişti. Uzmanlar medyalarda, olayın hukuksal
tartışmasının gizli servise çok zarar vereceğini belirtmişlerdi.
On yıl sonra, 1987'de Heidrun Hofer'e açılan dava zamanaşımı yüzünden düştü. İspiyoncuların
ortaya çıkarılmasından sonra, BND'deki önemli yeniden yapılanma milyonlarca masrafla
sağlanmıştı. Heidrun Hofer'in Demokratik Almanya Cumhuriyeti devlet güvenlik servisine ya da
Sovyet KGB'sine ulaştırdığı notlarla ciddi endişeler doğurduğu, BND gizli karargahının dışında,
Batı ülkelerinde işlenildi durdu. Heinz Höhne ve Hermann Zolling'in uzman olarak çizdikleri
tabloya göre; BND'nin ana karargahlannda biri "özel hava alanları ve limanlarla ABD'nin arka
bahçesi Atlantik kıyılarında" bulunuyordu.
Federal haberalma servisi, ispiyon olaylarının ortaya çıkışından sonra, yeni gizli karargahlar
aramak zorundaydı. "Stay behind" eylemlerinin hangi ciddi sonuçları olduğunu Pullach'lıların
duvarları dışında bugüne kadar hiç kimse bilemedi."Stay behind"ve Gladyo hakkında, en ileri
derecede gizlilik aşamasındaki belgelerin BND'nin NATO üssü 13 Heinz Höhne/Hermann
Zolling: PuHach'ın İçindeydi. ( Der Spiegel Sayı: 11/ 1971).
Bağlantı memurunun "kozmik" parmaklarının arasına nasıl girdiğini Heidrun Hofer de tam
olarak biliyor muydu acaba? Demokratik Almanya Cumhuriyetinin yıkılmasından sonra Avrupa
ağındaki kadın ajanların kaç tane olduğu açıklanabilecek miydi? Durum artık tuhaf bir hal
almıştı: Federal Almanya'da ve öteki devlelerde; partizan ağının gizli tutulmasına anayasaların
aldırış etmediği, potansiyel muhaliflerin önemli gerçek kararlarıyla ortaya çıktığı biliniyordu.

221
Almanya’nın doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasından sonra kurulan Federal Almanya
Cumhuriyeti aynı zamanda emperyalizmin Batı Avrupa’daki komünizme karşı mücadelenin
kalesi oldu. Ülkenin ikiye bölünmesinin bütün faturasının sosyalizme yüklendiği bir dönemde,
antikomünist mücadelenin temel dayanağını ise, Kızılordu tarafından ezilen Hitler faşizminin
çömezleri oldu. II. Dünya Savaşı sırasında düşman kampta bulunan nasyonal sosyalister, bu yeni
tabloda, komünizme karşı, emperyalizmin Batı Almanya’daki en önemli dayanakları oldular.
İtalya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde çeşitli vesilelerle kontrgerilla örgütlenmesi defalarca
gündeme gelip sorgulanmasına, hakkında çeşitli araştırmalar yapılmasına rağmen,
Almanya’daki bu örgütlenmenin izine ise bugüne kadar çok ciddi bir şekilde ulaşılabilmiş değil.
Çalışması ve planlamasıyla tam anlamıyla kontrgerilla örgütlenmesi olan bazı oluşumlar, süreç
içinde yeni kılıfla piyasaya sürülürken, en büyük antikomünist güç olan neonazilere ise, gladyo
projektörü nedense çok az tutuldu.
2000’li yıllardan bu yana Almanya’da devam eden ’neonazi ajanlar’ tartışması, geniş
kamuoyu tarafından hep bir ucundan sıradan bir durum olarak gösterilerek kapatılmaya
çalışılıyor. Halbuki, ortada tekil bir olay ya da kişi değil, sistematik bir örgütlenme ağı
bulunuyor. Dolayısıyla ortaya çıkan neonazi ajanlar, Almanya’daki kontrgerillanın bir yönünü
oluşturuyor.
17 Eylül 1990’de İtalya Başbakanı Giulion Andreotti’nin açıklamalarıyla, II. Dünya
Savaşı’ndan sonra başta Türkiye, Yunanistan ve İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde
kontrgerilla ya da gladyo (Kısa Kılıç) resmen ortaya çıkarılmıştı. Ancak, bütün çabalara rağmen,
gladionun varlığı diğer ülkelerde devletler tarafından kabullenmedi. Sonra, 3 Kasım 1996’ da
Susurluk yakınlarında meydana gelen ’Susurluk Kazası, gladyonun Türkiye boyutunu bir
yönüyle açığa çıkardı. Tam da, devrimcilerin ve sosyalistlerin uzun yıllardan beri tarif ettiği
tarzda, devlet-mafya-politikacılar denkleminde kurulan kontrgerillanın, böylece Türkiye boyutu
da bir biçimiyle ortaya çıktı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ise tüm tabloyu gözler önüne
serdi.
Ama kontrgerillanın Almanya boyutu hep gizli kaldı. Bazı kaynaklara göre, Alman gladyosunun
ilk temelini Stany-Behind-Organisation (SBO) oluşturuyor. SBO hakkında uzun yılar muhalif
basın ve partiler tarafından ortaya çıkarılan bilgilerin tümü devlet tarafından yalanlandı ve bu
kurumun gladyo olmadığı ileri sürüldü. 1991’de, SBO hakkında yayınlanan bir raporda, Federal
Ordu’nun teşkilata tatbikat malzemesi ve eğitim personeli sunduğu, bu örgütün Federal
Haberalma Örgütü’nun (BND) tesislerinden yararlandığı resmen kabul edildi. Bu raporda,
gladyo ile NATO arasındaki bağlantı sürekli olarak gizlendi. Resmi iddialara göre SBO,
BND’nin bir parçasıydı.
Aslına bakılırsa, temel kuruluş felsefesi komünizme karşı mücadele etmek olan gladyoya en çok
da Almanya’da ihtiyaç vardı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyada oluşan ekonomik ve
politik dengeler, Federal Almanya’ ya özel bir önem yüklüyordu. Bir taraftan ülkenin
bölünmesi, diğer taraftan ise coğrafik olarak Doğu Almanya’ya olan komşuluk, özellikle de
ABD emperyalizmi açısından oldukça önem arz ediyordu. Hitler sonrası F. Almanya’nın
kapitalist batının bir müttefiki olarak, ’sosyalist doğu’ya karşı tutum alması, emperyalizm
açısından vazgeçilmez bir stratejinin parçasıydı.
Ülkenin ekonomik ve politik yapılanması, bir bakıma “ antikomünist dinamik” üzerinden
şekillendirildi. Bunu için de, temel kadro hiç şüphesiz, Hitler faşizmi döneminde üst düzeyde
görev yapan bakanlar, bürokratlar ve polis şefleri oldu. 1945’te Hitler faşizminin Kızılordu
tarafından yerle bir edilmesine rağmen, bütün mekanizma, ABD ve İngiliz emperyalizmi
sayesinde dağıtılamadı. Dışişleri diplomatları, yargıçlar, Gestopo ajanları, Hitler faşizmi

222
döneminde olduğu gibi görevlerini sürdürüyorlardı. Hitler faşizminin ekonomik olarak en büyük
destekçisi olan Siemens, Krupp, Deutsche Bank, Flick, ABS gibi tekeller de ülkenin en büyük
tekelleri olmaya devam ediyorlardı. 1949 yılında ilk kez toplanan Federal Parlamento oturan her
sekiz milletvekilinden birisi Hitler’in partisi üyesiydi. Yine, Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU)
partisinin ilk başkanı olan Konrad Adenauer başkanlığında kurulan ilk hükümette neonazi
geçmişi olan bakanlar ve müsteşarlar bulunuyordu.
Bütün bunlar, II. Dünya Savaşı’ ndan sonra kurulan Federal Almanya hükümetinin en temel
özelliklerinin başında antikomünizm olduğunu açık olarak gösteriyor. Ayrıca, Hitler faşizmi
yıkıldığı halde, eski naziler örgütlenmelerini dağıtmamaya çalıştılar. Hitler’in partisi yeniden
kuruldu, ancak 1952’de Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandı. Bu arada, başka neonazi
örgütleri de kurulmaya başladı.
Alman gazeteci Olaf Goebel’in yazdığına göre, F. Almanya’da gladionun ilk kurucusu,
Türkiye’de MİT’in de kurulmasında önemli rol oynayan Reinhard Gehlen’dir. Gehlen, Hitler
faşizmi döneminde önemli katliamlara katılan yüksek rütbeli bir general idi. Doğu Yabancı
Orduları’nı yöneten Gehlen, savaş sonrasında çevresinde topladığı beşbin adamla birlikte
ABD’nin hizmetine girdi. O dönem ABD’nin emri ile Gehlen, savaş sonrası Almanya’sında yine
neonazilerden oluşmuş, antikomünist arkadaşlarıyla ilk istihbarat örgütünü kurdu. 1947 yılının
sonundan itibaren ‘Servis’adıyla çalışan Gehlen grubu, 1949’da ise CIA’nin resmen güdümüne
girdi. Gehlen’in savaş sonrası Almanya’sının istihbarat örgütünün merkezi olarak seçtiği Münih
yakınlarındaki Pullach, 1 Nisan 1959 yılında yine Gehlen’in öncülüğünde kurulan Federal
Haberalma Örgütü (BND)’nin de üssü oldu ve halen de olmaya devam ediyor. BND’nin
kurulmasında öncü rol oynayan nazi general Gehlen’in Türk Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’in
oluşumunda da Fuat Doğu ile birlikte çalıştığı biliniyor.
NPD içindeki “ istihbarat görevlilerinin sıradan eylemci olmayıp faşist partinin eylemlerine yol
gösteren politikaların belirlenmesinde etkili rol oynayan kişiler olmalarıyla devletin gizli servis-
faşist parti organizasyonu üzerinden icraat göstermesi, devlet ajanlarının faaliyetlerini daha da
ilgi çekici kılıyor. Normal olarak ajanlar, eğer bir örgütü izlemekle görevlendirilmişlerse,
örgütün ya da örgütlerin eylemlerini önleme ve o örgütlerin darbe yiyerek çökmelerini sağlamak
üzere çaba göstermeleri gerekir. Ama, eğer ajanlar izlemekle görevli oldukları örgütü
zayıflatmaya değil de güçlendirmeye çalışıyorlarsa, o zaman hedef örgütler üzerinden devletin
gerçekleştirmeye çalıştığı amacın kapsamı genişleyip farklılaşıyor demektir.
Devlet ajanları sızdıkları ya da NPD’de görüldüğü gibi kurucusu oldukları örgütün politikasında
belirleyici oluyorlarsa ve bu örgütün büyümesi için çaba gösteriyor, enerji harcıyorlarsa, bütün
bu eylem ve çabalar devlet kurumlarının bilgisi dahilinde gerçekleşiyorsa, bu tür örgütleri devlet
örgütü’ olarak görmek ve adlandırmak için yeterli neden var demektir. Bu durumda faşist-ırkçı
partiler içindeki devlet ajanları, bu parti veya partilerin eylemleri içinde, eylemlerin etkili
olmasını sağlamak üzere faaliyet gösterirken, sıkıştıkları herhangi bir durumda, ceplerinden
istihbarat kimliklerini çıkararak, Hitler selamıyla ‘Heil ajan!’çekmeleri, sıradan bir tutum haline
gelebilir! Eski İç İşleri Bakanı Otto Schily’nin geçmişte sergilediği ırkcı tutumuna bakılırsa, bu
tür olayların çoğalmasına şaşmamak gerekir. Almanya’da ırkçı örgütler içinde ortaya çıkan
neonazi ajanlar skandalı, bu söylediklerimizin bir fantezi değil, yaşanan gerçekler olduğunun
göstergesidir. Bu türden örgütler içinde ya da bunların yönetimlerinin tümü açısından ajan
kullanılması amaca uygun düşüyordu. ( Yücel Özdemir. Evrensel gazetesi. Almanya’nın neonazi
Gldyosu. 29 Mart 2002 http://www.evrensel.net/v1/02/03/29/dosya.html.)
Durum böyle olunca, ırkçı NPD içinde ortaya çıkan ajanların faaliyetiyle bu tür parti ve
örgütlerin faaliyeti ve hedefleri arasında temelde bir amaç farklılığı bulunmuyor. Ortaya çıkan

223
belgelerin bu ırkçı partilerin önemli bir kısmının devletin ajanları tarafından kurulduğu ve
eylemlerine yön verildiği düşüncesini güçlendiriyor. Sonraki bölümde Gehlen sonrası Almanya,
iki Almanya’nın birleşmesi sürecinde yaşananlar ve yeni dünya düzeni BND’nin yeniden
yapılandırılmasını inceleyeceğiz.

GEHLEN SONRASI BND

Gehlen Batı Almanya bünyesinde de 1968’e (1956’a kadar 1. adam olarak) kadar görevini
sürdürdü ve 1979’da 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hatıratını Servis adlı kitabında topladı.
Soğuk Savaşın belki de en soğuk casus şeflerinden biri olan Gehlen ve onun organizasyonu
Gehlen org. o zaman bu zaman özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Komünist dünyanın
önemli ölçüde çökmesiyle unutulmuş gibi gözüküyordu. Fakat Gehlen org. New York Times
(“German Intelligence gave U.S. Iraqi Defense Plan, report says”, Michael R. Gordon, 27 Şubat
2006)’ta yayımlanan Irak savaşındaki istihbarat savaşına ilişkin bir raporla kendini tekrar bize
gösterdi. Rapor Irak savaşı öncesi gelişmeler kadar savaşı temellendiren istihbarat mücadelesine
ilişkin de çok ilginç kimi gerçekleri su üzerine çıkartıyor.

Rapor 18 Aralık 2002 yılında Saddam Hüseyin liderliğinde toplanan Irak savaş konseyindeki
tartışmalar dahil olmak üzere Irak savaş planının bir kopyasının Amerikan Genel kurmayına
sızdırılması işini Bağdat’taki Alman istihbarat ajanlarının gerçekleştirdiğini açıkça belirtiyor.
İşin daha garibi Alman ajanlar işlerini bitirdikten sonra sığındıkları yerin de Fransız
istihbaratının üssü olan Fransız Büyükelçiliği oluşu. Kuşkusuz resmi görüşü Irak’taki savaşa
karşıtlık olarak ortaya çıkan ve Fransız meslektaşı Chirac’la birlikte alenen Amerika’ya karşı
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde tavır alan Alman Hükümeti “chancellor”ü Gerard
Schröder’in kendi istihbarat örgütünün(eski deyişle Gehler org) içişlerine karışma yetkisinin olup
olmadığı düşünülebilir. Dünyada kendi istihbarat örgütünün yaptıklarından habersiz pek çok
Başbakan ve Hükümet olduğu veya Başkan’ların bile kendi istihbarat örgütlerince kurban
edilebildiği düşünülürse bu gelişme de sürpriz sayılmasa gerek. Fakat rapor tam tersini söylüyor.
Schroder ve Başkurmayı Frank-Walter Steinmeier -ki şimdiki Merkel liderliğindeki hükumette
Dışişleri Bakanı-‘in operasyondan bütünüyle haberdar olduğunu rapor ısrarla ortaya koyuyor(II.
bir rapor için bkz. “Berlin File says Germany’s spies aided U.S. in Iraq”, NYT, 2 Mart 2006). Bu
arada listede Yeşillerin lideri Schroder’in Dişişleri Bakanı Fischer’in de olduğunu not edelim.
Gariplikler burada da bitmiyor. Alman ajanlar Amerikalı meslektaşlarına Bağdat’taki askeri ve
polis hedeflerinin karakteri ve konuşlanmaları kadar moral durumu da aktardıkları ve daha
ilginci Sinagogların ve “Torah rolls”(Tevrat metinleri)nin bulundukları siteleri bile bildirdikleri
raporun ortaya koyduğu birkaç gerçekten biri. Herhalde Gehler org’un varlığının doğası gereği
olsa gerek ki Amerikan Genelkurmayının hazırladığı Irak savaşı ile ilgili ortaya konan tavırlar
perspektifinde hazırlanan bir “uluslar listesi”nde Almanya “noncoalition but
cooperating”(koalisyon dışı fakat işbirliği yapıcı) bir statüde listelenmiş. Bu arada Suudi
Arabistan ve Mısır’ın “silent partners”(sessiz partnerler) olarak listede yer aldığını da
hatırlatalım.(Mısır kendi hava sahasını Amerikalılara açıp Süveyş Kanalı’nında Amerikan
gemilerince kullanımına müsaade etmiş. Suudiler ise Delta Force ve Amerikan Özel
kuvvetleri’nin Arar’daki özel bir üsten Irak içine operasyon düzenlemesine müsaade etmiş.
Resmi Suudi açıklaması ise bölgeyi sel felaketinden kurtulanlar için bir sığınma alanı olarak
designate ediyor.)
Tabii ki bu raporda Türkiye eksik olsaydı resim tamamlanamazdı. Awacs radar uçakları ve

224
Patriot misil baterilerinin Türkiye’ye gönderilmesi hararetli bir şekilde NATO’da tartışması
sürerken ilk etapta bu plana karşı çıkan ülke de tuhaf bir şekilde Almanya olmuş. Fakat Irak’a
Kuzey’den bir cephe açma kaygısıyla Türkiye’yi ikna etmeye çalışan A.B.D. Almanları bir
şekilde hem de çabucak ikna etmişler dahası Almanlar misil baterilerinin gönderilmesinde de
aktif bir rol oynamıştı. Gehler org.’un Amerikan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Irak ayağında
görev yapan üç değerli üyesi Amerikan Üstün Hizmet Madalyası(American Meritorious Service
Medals) ile ödüllendirildi. ( Murat Sofuoğlu, Ekopolitik. Gehlen.org işbaşında.
http://www.ekopolitik.org/public/printnews.aspx?id=704)

Bir başka örnekte Rusya’dan verelim. 9 Aralık 2007 Cuma günü Rusya'da Kuzey Avrupa gaz
boru hattının ilk bölümünün başlangıç noktasında içten bir tören yapıldı. Törene katılan Alman
ve Rus yetkililerin çoğu Almanya tarafında projenin güvenliği ile ilgilenen kurumun Alman Dış
İstihbarat Servisi (BND) olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değildi.
BND, 2. Dünya savaşından sonra eski Wehrmacht istihbarat görevlisi Reinhard GEHLEN'in
Amerikan gözetimim altında oluşturduğu "Gehlen Organizasyonu" (OG) ismi ile bilinen oluşum
temelinde 1956 yılının Nisan ayında kuruldu. Batı blokundaki diğer istihbarat organizasyonlarına
benzer biçimde BND de geleneksel olarak teknik istihbarata önem verdi ve bu alanda etkileyici
başarılar kazandı. Aynı dönemde ajan (Humınt-insana dayalı istihbarat) kullanımı ile alakalı her
alanda Doğu Alman rakiplerine –STASİ- karşı kaybediyordu. Ajan kullanımındaki zayıflık
bütün servis çalışmalarını etkiliyordu. Gehlen tarafından kurulan örgütün aralarında Berlin krizi
ve Berlin duvarının inşası (1961),Sovyet lideri Kruşçev'in yönetimden uzaklaştırılması (1964),
orta menzilli Sovyet SS-20 balistik füzelerinin Avrupa'ya konuşlandırılması (1974), İran'da
Şah'ın devrilmesi (1979), Afganistan'a Sovyet müdahalesi (1979), Sovyetler birliğinin çöküşü ve
Almanya'nın yeniden birleşmesi (1991) gibi 20. yy ın ikinci yarısındaki önemli uluslararası
olayların çoğunu önceden öngöremediği söylenebilir. Yinede 1968 İlkbaharında Gehlen,
istifasından kısa bir süre önce, Sovyet ordusunun Çekoslavakya'yı işgal etme olasılığına ilişkin
uyarıda bulunmuştu.

20. YÜZYILIN SONU

Almanya'nın 1991 de resmen yeniden birleşmesinden önce Batı Alman dış istihbaratının
faaliyetlerinin yaklaşık %40 ı ülkenin doğu bölümü hakkındaki bilgilerin toplanmasına ilişkindir.
Korkutucu doğulu rakipleri ortadan kalktıktan ve onun gizli servisi STASİ lağvedildikten sonra
BND kaynaklarının Doğu Avrupa'da elde ettiği pozisyon yeniden düzenlendi. Bu süreç
Almanya'nın doğuya doğru ekonomik ve politik genişlemesi sürecine paralel olarak yaşandı ve
bu sürecin başarısını sağladığı söylenebilir.
1991'den sonra ilk olarak BND aktif bir biçimde ajan kadrolarının yeniden düzenlenmesi ve
1994'e kadar Almanya'da kalan Rus askeri heyetinin asker yetkilileri arasında bilgi toplamakla
uğraştı. Buna paralel olarak BND 80'lerin sonundan itibaren Sovyetler sonrası oluşan boşlukta
Almanya'yı sıkıntıya sokan göçmen akımında ülkeye gelen göçmenlerin sorgulanması ile uğraştı.
Böylece Alman istihbaratı Rusya hakkında kapsamlı politik, ekonomik ve askeri bilgiler topladı.
Benzer şekilde BND'nin resmi temsilcisi olarak birçok Avrupa başkentinde ve hatta Tacikistan'ın
başkenti Duşanbe'de görev yapan Alman istihbarat topluluğu koordinatörü Bernd
SCHMİDBAUER 'in çabaları sayesinde 1990 ların sonunda BND çalışanları resmi veya
diplomatik görünüm altında 80'den fazla yerde aktiftiler. Özellikle İran, Suriye, Lübnan ve
bölgedeki diğer ülkelerin istihbarat servislerinin yöneticileri, iktidar elitleriyle yakın ilişki

225
kurdukları Ortadoğu'daki başarılarının not edilmesi gereklidir. Bunun yanında BND İsrail
istihbarat servisleri ile geleneksel olarak iyi ilişkiler geliştirdi. 1993 den sonra organizasyon
Filistin Özerk yönetiminin güvenlik kurumlarının oluşturulmasında aktif bir şekilde yer aldı.
Ayrıca Lübnan Hizbullah'ının liderleri ile ilişki kurdu.
Bu sayede 90 lı yılların sonundan bu yana BND profesyonel seviyesini dikkate değer şekilde
yükseltti. Bu süreçte zaman zaman skandallarla sarsılmasına rağmen kuzey Atlantik ittifakının en
güçlü ve verimli çalışan istihbarat örgütlerinden biridir. Bünyesinde 6000'den fazla ajan görev
yapmaktadır ve yıllık bütçesi 400 milyon Euro dur.
Almanya'nın yükselen uluslar arası konumu ve güvenlik tehditlerinin küreselleşmesine uygun
olarak BND'nin faaliyetleri de son yıllarda küresel bir görünüm kazandı.
1997 yılı verilerine göre organizasyonun öncelikleri arasında ilk sırayı Rusya, İran, Irak, Suriye,
eski Yugoslavya'dan ayrılan devletler ve Arnavutluk hakkındaki bilgilerin toplanması
oluşturmaktadır. İkincil önemdeki konular arasında Çin, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan Angola,
Güney Afrika, Suudi Arabistan, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Tacikistan ülkeler bulunmakta.
BND nin ilgi alanındaki 3.grup ülkeler içinde Baltık devletleri, Çek Cumhuriyeti, Romanya,
Bulgaristan, Afganistan, Kongo, Zimbawe bulunmakta. Alman Dış İstihbaratının en az
ilgilendiği en son grupta ise bütün AB bölgesinin kapsamakta. Organizasyonun bugünkü
öncelikleri ise biraz farklı 11 Eylül saldırısı ve Avrupa dahil bütün Dünya'yı kaplayan terörizm
dalgası uluslararası terörizme karşı mücadeleyi öncelikler listesinde en üst sıraya çıkardı.
Uluslararası terörizm terörist altyapıların onların finans bağlantılarının ve dünya üzerindeki
herhangi bir yerde teröristlerce rehin alınan Alman vatandaşlarının yerlerinin tespit edilmesi ve
kurtarılması sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu alanda yapılması gereken çok şey bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi Schroder zamanında hükümetin yönetim şefi Steinmeir'den dolayı Amerikalı
muhatapları ile bozulan karşılıklı ilişkilerin normalleşmesini sağlamaktır. Ayrıca NATO ve AB
düzeyinde terörizme karşı ortak bir strateji geliştirilmesi ve açık/somut yöntemlerin karşılıklı
olarak uygulanması gerekmektedir. Buna karşın yazarın elindeki bilgilere göre Amerikan
tarafının Alman meslektaşlarına yönelik şikayetleri devam etmektedir.
Son yıllarda terörizme karşı savaşın yanında uluslararası organize suçla mücadelede oldukça
önemli hale gelmiştir. Almanya'da yasadışı göçmen dalgası, insan, uyuşturucu, silah ticareti
açısından büyük patlama yaşanmaktadır ayrıca sahte ve kara para Alman finans sisteminde
aklanmaktadır. Organize suç türlerinin en tehlikeli şekli konvansiyel olamayan silahların
(radyoaktif materyaller, kimyasal ve zehirli maddeler v.s.) ticaretidir. İlgi alanlarının yeniden
belirlenmesine paralel olarak BND nin belirli ülkelere yönelik yaklaşımı da değişti. İran, Çin,
Rusya, gibi ülkelere yönelik üst düzey ilgisini korurken Afganistan, Özbekistan, Gürcistan,
Bosna Hersek, Makedonya, Kosova, Bahreyn, Cibuti, Etyopya ve Eritre gibi Almanya askeri
gücünün bulunduğu ülkeler – 2004 yılında bu ülkelerdeki Alman askerlerinin sayısı 7000 den
fazlaydı- BND açısından birinci sıraya yükselmişlerdir. Bunun yanında BND'nin Almanya'nın
başta Polonya olmak üzere Çek cumhuriyeti ve Baltık ülkeleri gibi AB ye üye olan doğu
komşularına yönelik ilgisi de arttı. Polonyalılar Alman karşıtı tutumları, ABD askeri üslerinin
ülkesinde bulunması, Kuzey Avrupa gaz boru hattının inşasına karşı çıkması ve çevrelerindeki
Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile kıtada alternatif bir jeopolitik blok yaratabilecek olması
sebepleriyle önem kazanmaktadır. Almanya'nın Baltık ülkelerine yönelik ilgisinin öncelikli
sebebi ise AB nin Rusya sınırında istikrarsız bir bölge oluşturmasıdır. Berlin etno-politik
oluşumların öngörülemeyen gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olacağından korkmaktadır.
BND'nin faaliyetlerinin yönünü uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele doğrultusunda
yeniden belirlemesine rağmen Rusya sahası bu organizasyon için en temel alanlardan biri olarak

226
kaldı. Alman liderliği tarafından Rusya, aynı anda hem enerji tedariki için istikrarlı bir kaynak,
hem Alman sermayesinin yatırımları için elverişli bir ülke ve hem de uyuşturucu, kara para,
organize suç ihracatı, gibi çeşitli tehditlerin kaynağı olarak görülmektedir. Alman ekonomisinin
Rusya'dan gelen petrol ve gaza bağımlılığının artması Rusya'nın iç politikası, ekonomik ve
sosyal durumu hakkındaki bilgilerin toplanmasını Almanya açısından stratejik önemde bir görev
haline getiriyor ve bu görevde BND'ye verilmiştir. Bugün diğer şeyler yanında organizasyon
Kuzey Avrupa gaz boru hattı gibi büyük ekonomik projelerin durumunun izlenmesi ile de
meşgul olmaktadır.
Yeltsin yönetimi sırasında Alman dış istihbaratının Yeltsin'i muayene eden Alman doktorlar
arasında ajanları vardı. 1994 yılında BND Rus meslektaşları ile konvansiyonel olmayan
silahların ve bu silahların yapımında kullanılan teknolojilerin yayılmasına karşı birlikte mücadele
edilmesine ilişkin bir anlaşma imzaladı. Son 15 yıl boyunca BND şefleri Rusya başkentini tekrar
tekrar ziyaret ettiler. 2000 yılının Nisanın da August HANNİG'in Çeçenistan cumhuriyetini
ziyareti Almanya'da büyük yankı uyandırdı. Alman basını ve bir çok milletvekili Alman
istihbaratının başkanını Moskova'nın Kafkaslardaki eylemlerini dolaylı olarak meşrulaştırmakla
suçladılar. Aynı zamanda Alman medyası BND'nin FSB'ye Çeçen ayrılıkçıların uluslararası
terörist organizasyonlarla olası bağlantılarıyla alakalı bilgiler aktardığına ilişkin haberler
yayınladı. Alman istihbarat kurumlarının koordinatörü Ernst UHRLAU Rus ve Alman istihbarat
servisleri arasında uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele alanında karşılıklı bilgi
değişimi yapıldığını kabul etti. BND nin CIS ve Rusya ile bağlantılı faaliyetleri arasında
Almanya'ya yönelik yasadışı göç ile alakalı 1997 yılında Alman yönetimine verilen özel raporda
yer aldı. Rapor eski Sovyet cumhuriyetleri vatandaşlarından 1.2 milyon kişinin önümüzdeki
yıllarda Almanya'ya yasadışı yollardan gireceğini iddia ediyordu.
Rus karşı istihbaratı (FSB) nın resmi temsilcileri Rusya topraklarındaki istihbarat
faaliyetlerinden dolayı BND yi bir kez bile açıkça suçlamadı. Örneğin BND çeşitli Alman refah
fonlarını bir örtü olarak kullanmakla itham edildi. Benzer şekilde BND çalışanlarının
Moskova'da diplomatik kimlik altında hareket ettiği ve Rus politikacılar, iş adamları ve hükümet
üyeleri arasında bilgi toplamakla meşgul olduğu ileri sürüldü. Buna karşın Moskova'daki Alman
elçilik çalışanlarının casusluk suçlaması ile en son 1995 Mayısında göz altına alındıkları
biliniyor. O zamandan beri son 10 yıldır bu tür olayların meydana gelmediği anlaşılıyor. Artık
Alman casuslar çok daha dikkatli hareket ediyorlar ve Rus muhatapları da değişen politik
durumu göz önünde tutmaya başladılar. Bu yüzden şu sıralar yeniden gürültülü casusluk
skandalları yaşanmıyor. (Simon Araloff, AIA European section, Çeviri Cem ŞENOL, Alman
istihbaratı Berlin-Moskova eksenini koruyorö 10.07.2007.)

Alman Gizli Servisi (BND) Alman Derin Devleti Gladio İsrail Ergenekon PKK
ve Neoconlar

2009 Mayıs 23

Yakında bir çok gerçek daha aydınlanacak …


31 Mart ihtilali ve İttatçıların Almanya bağlantısı
Alman Kiliselerinin Kudüs Sevinci
Alman Vakıfları ve Türk Siyaseti

227
Ergenekon ve Alman Gladiosu – fikir ve strateji alışverişi
PKK Yöneticileri nasıl ve neden himaye ediliyor?
Kapatılması istenen Alman Irkçı partisi NSDP Başkanı aslında Derin Devlete’ mi çalışıyordu?
Mesut Yılmaz Mavi Akım Macaristan’da kırılan burun
Almanya’nın Türkiye’de yürüttüğü kirli savaş (Grey WAR)
Altın aramaları protesto eden köylüleri kim nasıl yönlendirdi?
Aydın Doğan Medyası ve Axel Springer Verlag’ın bağlılık yemini

Alman derin devleti hangi parti ile aynı yatağı paylaşmaktadır?


Alman derin devleti İslamı neden düşman olarak algılar ve Almanya’da islam karşıtlarını
örgütleyerek maddi finansman sağlar?
Alman derin devleti Aksa Vakfını Hamas mensuplarına (filistinin yarısı) yardım yaptığı için
kapattırmış parasına el koymuş mudur?
Alman derin devleti PKK’yı niçin himaye eder.

2009 Mayıs 24
Fehim Taştekin

Almanya, İslama derin kin besler aleviliği din olarak tanırken İslam’ı din olarak görmez
haklarını tanımaz.
Devasa bütçesi olan Uyum programları çerçevesinde O.. Sibel Kekilli’yi Türk Toplumuna model
olarak sunar.
İslami vakıf ve kuruluşlara baskın düzenler müslümanları baskı altında tutar.

Avrupalılar, adam devşirme sistemini Osmanlıdan öğrendiler.. avrupalılar, osmanlının devşirdiği


yeniçerilerden çok çektiler, atillanın hunlarından bile çekmediler, yeniçerilerden çektiklerini..
olayı iyi analiz edip çözümlediler.. şimdi bizden aldıklarını bize satıyorlar.. türkleri alıyorlar,
türkiye içinde ve dışında yuroçeri haline getirip üzerimize salıyorlar.. bizde ikiyüz yıldır inim
inim inliyoruz bu yuroçerilerden.. bunlardan çektiğimizi hiç bir gavurdan çekmedik.. etme bulma
dünyası işte..

Osmanlı Birinci Dünya savaşına alman hayranlarının oyunuyla girdi ve sonuçta parçalandı alman
hayranları günümüzdede etkin bir şekilde Alman dostlarıyla bir olup Türkiye üzerinde oyun
oynuyorlar doğan+chp bu oyunun baş aktörleri

Almanya’da kurulan Aksa Vakfı Mescidi Aksa’nın bakımını üstleniyor ve Almanya’da resmi
olarak yardım topluyordu. Alman Devleti Hamas’a yardım ediyor gerekçesi ile Vakfı kapattı,
hesaplarına el koydu buna benim bağışımda dahil.
Almanyada suçlu olmak için yapmanız gereken tek şey İsraili eleştirmektir ben bu yüzden içerde
yattım. Bir başka Siyasetçinin durumu benden daha kötü idi onunda paraşütü açılmadı.
Tekerlemeci Ergenekon ekibi malumatı olmadan internet üzerinden kirli savaş yürütüyor.Ama
yakında her şey ortaya çıkacak hesap kesilecek.

Diyarbakır (babil yine işin içinde) Almanya hiç bir zaman dostumuz olmadı I.dünya savaşındada
yanımızda gibi gözükmesinin asıl yüzü osmanlının yanında erketecilik yapmıştır.olaki yeni
kurulacak T.C yi başka ellere ve yönetimlere kaptırmamaktı.Yeni T.C nin ilk vekillerinin kimler

228
oldugunu uyruklarını ve dinlerini araştırın anlarsınız.Tam 63 tane siyonist vekil var ilk vekillerin
arasında.Şimdi bunlar yokmu oldular yok sa gizlendilermi soyadı kanunu ile.

Siyonist Yahudiler ve Masonlarca yönetilen Almanya Türkiyemize karsi cirkin söylemlerde


bulunarak hem Alman milletiyle aramizin daha da acilmasina sebep oluyorlar hem de bizim
avrupa birligine girip avrupa´yi yönetmemizin önüne engel olmak istiyorlar.Türkiye´nin
bulundugu bir acrupa birligi Türkiye´nin kontrolünde olacagindan SIYONIST YAHUDILERIN
iki isbirlikcisi MERKEL ve SARKOZY bizi engelleme yolunu seciyorlar.Avrupali insanlardan
uzaklastirmayacaklardir cünkü Fatih´in yönetimi Bizanslilarca begenilmisti.

Türkiye’de terör olaylarına karışıp da hakkında “kırmızı bülten” çıkarılmış onbinlerce terörist,
suç dosyalarındaki cinayet ya da benzeri suç fiillerine bakılmaksızın, iade edilmek bir yana,
“sığınmacı” statüsünde kabul görüp, sosyal yardımlarla bizzat Alman Devleti tarafından
beslenmektedir. En son yaklaşık 30.000 Türk vatandaşının ölümünden sorumlu Abdullah
Öcalan’ın yargılanması ile ilgili olarak bu ülkenin takındığı tutum, bir hukuk devleti olmanın
ötesinde, oportünist bir faşist devletin tüm belirtilerini ortaya koymaktadır.

ALMAN DERİN DEVLETİ

Alman İstihbaratı Bundesnachrichtendienst (B.N.D), II. Dünya Savaşı sonrasında en az C.I.A. ve


Mossad kadar özgün bir yapılanmayla ortaya çıkmıştır. Örneğin, “askeri istihbarat”, “sanayi-
teknoloji istihbaratı”, “karşı istihbarat” gibi klasik uğraş alanlarının yanısıra, Doğu Almanya ile
bütünleşme dahil her alandaki stratejilerinin oluşturulmasında ve hayata geçirilmesinde; doğu
blokundan -yukarıda bahsedildiği gibi- göçmen getirtilmesinde önemli görevler üstlenmiştir.
Bölgedeki güç dengeleri arasında ikili oynamak konusundaki ilk başarı da, 1972’de Münih
Olimpiyatları sırasında Sovyet Hükûmeti’nin tahrik edilmesi ve sonucunda oluşan tepkinin
“Sovyetler Birliği’ni Öğrenme Enstitüsü”nün kapatılma gerekçesi olarak kullanılması ile
sağlanmıştır. Böylece, A.B.D.’nin onayı da alınarak doğu bloku ile ilişkiler yoluna konulmuştur.
Daha sonra ekonomik ve siyasal açıdan ağırlığını iyice hissettiren Almanya; A.B.D. ve İngiltere
gibi ülkelerden bağımsız stratejiler geliştirmiştir. Örneğin, batılı müttefiklerine rağmen İran’la
askeri-ticari ilişkilerin geliştirilmesi; Birleşmiş Milletler ambargosu öncesi Libya ve Irak’la
askeri-ticari ilişkilerin sürdürülmesi; özellikle Irak’daki muhalif kürt gruplarına ülkesinde kucak
açıp destek sağlarken, Irak yönetimine Halepçe Katliamında kullanılan Hardal Gazı başta olmak
üzere her türlü kimyasal ve konvansiyonel silâh ve askeri amaçlı elektronik araç ve gereçleri
satması gibi.

Alman İstihbaratı BND, “arka bahçe” olarak nitelendirilen ve ekonomik açıdan “hayat alanı”
kabul edilen Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova, Ukrayna,
Beyaz Rusya, Estonya, Letonya, Litvanya, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan,
Tacikistan, Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Afganistan, İran, Türkiye
ve Irak gibi ülkelerin yeraldığı geniş bir coğrafyada, Alman Devleti’nin çıkarlarını koruyup
kollama görevini fonksiyonel biçimde yerine getirmektedir. Klasik istihbaratçıların yanısıra,
ilgili tüm ülkeler hakkında “key-man’s” niteliğinde özel olarak hemen her alanda, örneğin
filolog, tarihçi, araştırmacı-gazeteci, antropolog, sosyal antropolog, arkeolog, sosyolog,
mühendis, çevreci, insan hakları uzmanı, sanatçı, sanat tarihçisi, ruhban, asker, demografi
uzmanı, tıpçı, ziraatçı, siyaset bilimcisi, halkbilimci, jeolog gibi farklı meslek dallarına mensup

229
elemanlar da istihdam edilmektedir. A.B.D.’nde Jamestown Vakfı, Hoover Enstitüsü gibi
akademik nitelikli kuruluşların örneklerine, Almanya’da Humboldt Vakfı ve Üniversitesi,
Osteurope Enstitüsü, Gettysburg Koleji, Bamberg Üniversitesi gibi çok sayıda “ilişkili”
akademik kuruluşlarda rastlamak mümkündür. İstihbarat servisi veren masum görünüşlü
vakıfların yanısıra, tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de olduğu gibi sözkonusu servisler tarafından
kurdurulan ve yönetilen-yönlendirilen sivil toplum örgütleri, Almanya için de aynen ve de
fazlasıyla sözkonusudur. Başta İnsan Hakları olmak üzere, azınlıklar, göçmen ve mültecilik
konularında bu servisler ve bağlantılı vakıflar, enstitüler ve sivil toplum örgütleri birbirleriyle
sürekli paslaşmakta; enformasyon alışverişinin yanısıra birbirlerini de sürekli yakın takip altında
tutmaktadırlar.

Alman Servisi BND’nin, A.B.D. ve İngiliz Servislerinin nitelikli profesyonel kadrosuna oranla
daha fazla “gönüllü” elemana sahip olmasının temelinde, bu toplumun adeta genlerine işlemiş
milliyetçilik duygularının ve de bilincinin yattığını kabul etmek gerekir. Aynı duruma İsrail’de
de rastlamak mümkündür. İsrail’de de tüm Yahudilerin -ister A.B.D., ister Rusya Federasyonu
ve isterse de dünyanın herhangi bir yerinde yaşasın- birer doğal Mossad elemanı olduğu kabul
edilir. Nasıl Yahudiler için Mossad’a çalışmak ve görev verildiğinde sorumluluk üstlenmek ve
yerine getirmek bir ulusal onur-dinsel vecibe olarak kabul ediliyorsa, aynı durum Almanya için
de daha yumuşatılmış olarak böyledir.

Ancak, Almanya, profesyonel istihbaratçıların yanısıra, yukarıda da belirtildiği gibi


akademisyenlerden, gazetecilerden ve de avukatlardan fazlasıyla yararlanmaktadır. Alman
Servisi, adeta küçük bir avukat ordusuna sahip bulunmaktadır. “Hayat Alanı” ya da “Arka
Bahçe” olarak nitelendirilen hedef ülkelerdeki azınlıkların her türlü legal-illegal ve hatta terörist
örgütlerinin temsilcilerine, militanlarına kendi ülkesinde yaşama hakkı tanımaktadır. Bu iş için
Kiliselerden Mason localarına kadar pekçok kuruluşu ve özel olarak oluşturulan yardım (!)
amaçlı sivil toplum örgütünü (NGO) kamuflaj olarak kullanan Alman Servisi, buralarda “ajan”
olarak kullanabilecekleri işbirlikçileri saptama ve yetiştirme fonksiyonunu yerine
getirebilmektedir.

Keza, hedef ülkelerdeki yetenekli, gelecek vaad eden ve Almanya’ya karşı önyargısı
bulunmadığı anlaşılan politikacıların, özellikle de etnik ve dinsel sorunu mevcut olan
politikacıların yanısıra, genç akademisyenlere de akademik nitelikli burs dağıtan vakıflar yolu ile
deyim yerinde ise “çengel” atılmaktadır. Aynı şekilde, hedef ülkelerin üniversitelerinde paraya
zaafı olan yetenekli akademisyenlere, o ülkenin “aile yapısı”, “toplumsal sorunları”, “dinsel
farklılıkları”, “azınlıkların kültürel özellikleri”, “bölgelerarası ekonomik farklılıklar”, “insan
hakları” gibi doğrudan dikkat çekmeyecek ama sosyal-siyasal ve kültürel istihbaratta
kullanılanılan verilerin elde edilmesini sağlayacak bilimsel projelere destek sağlanmaktadır.

Saptanmış eleman adaylarına belli bir yönlendirme sürecinin sonunda gereksinim duydukları
alanda her türlü destek sağlanmaktadır (tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de sözkonusu olduğu gibi).
Almanya’da yaşayan yabancılardan sözkonusu standarda sahip olan, bir başka deyişle nitelikli
gençlere aynı yolla “çengel” atılırken, kontrolünde güçlük çekilen ama işe yarayan militan-
teröristler de avukatlar aracılığıyla sevk ve idare edilmektedir.

230
Örneğin, kabul edilebilir eylem sınırlarını aşan, Alman Devletine ters düşen ya da dıştaki imaj
açısından tutuklanması gerekenler, gözaltına alınmakta; sonra da bağlantılı avukatlar devreye
sokulmaktadır. Gözetim süresinde pazarlık ve yönlendirme yapıldıktan sonra, tutuklananlar
kontrollü olarak ama Alman Servisinin denetiminde serbest bırakılmaktadır. Hiç bir ülke
Servisinde bulunmayan bu kadar çok avukat, Alman “Derin Devleti”nin karakteristiğini
oluşturmaktadır.

KONTROL EDİLEBİLİR İSTİKRARSIZLIK STRATEJİSİ

Hedef ülkeyi elde tutmanın ya da güçsüz düşürmenin en kolay, en güvenli ve ekonomik


yolu, “kontrol edilebilir istikrarsızlık” stratejisini uygulamak, bu yolda sürekli politikalar
üretmektir.

Bu stratejiyi dışpolitikasında en sık kullanan ülkelerin başında A.B.D. ve A.B. ülkeleri


gelmektedir. Bu stratejinin en etkili yolu, önce hedef ülkedeki zaaf noktalarının bir başka
ifadeyle “yumuşak karın bölgeleri”nin saptanmasından geçmektedir. Bu bağlamda hedef ülkede
mevcut etnik-dinsel azınlıkların tüm boyutları ile profilinin çıkarılması ve potansiyelinin çok
yönlü belirlenmesi; ayrılıkçılığın tahrik ve teşvik edilmesi; tarihsel husumetin körüklenmesi;
terörün elaltından desteklenmesi ile ekonomik-siyasal-toplumsal kaos ortamının yaratılması;
ulusal birliğin zaafa uğratılması; zayıf ve kişiliksiz yöneticilerin desteklenmesiyle hedef ülkenin
dış müdahalelere sürekli açık hale getirilmesi vb. Bu stratejide ikili oynamanın her türlüsü var,
ancak doğrudan düşmanlık yok, müttefik görünmek ise ön koşul. Ne sizin yıkılmanızı istiyorlar,
ne de bölgedeki emperyalizmin belirlediği güç dengelerini bozacak biçimde kalkınarak
güçlenmenizi.

Türkiye’deki her ekonomik krizde Alman parmağı dikkat çekiyor. Her fırsatta karamsar
Türkiye raporları açıklayarak krizi tetikleyen, yada kriz ortamı hazırlayan Deutsche Bank, 1994
ve 2001 krizini de tetikledi.

Alman Axel Springer’la (Unutmadan kuruluş maddelerinden ikincisi _


axelspringer.de/artikel/Aussoehnung-zwischen-Juden-und-Deutschen_40888.html İsrail İşgalini
savunmak olan) (AS) ortaklığı bulunan Baron Aydın Doğan’a ait gazete ve TV’lerinin,
Almanya’nın Türk ekonomisini hedef alan operasyonlarıyla paralel yayın yapması dikkatlerden
kaçmıyor.

ABD’de başlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin başlarında, Türk ekonomisi için sürekli
felaket senaryoları çizen Doğan Grubu’na bağlı gazete ve TV’ler Deutsche Bank’ın felaket
raporlarını büyüterek verdi.

Doğan Grubu’nun Türkiye’deki krizi tetikleyici açıklamalarıyla eleştirilerin hedefi olan


Deutsche Bank’la ortak bir şirketi de bulunuyor. Deutsche Bank ile Doğan Grubu’nun
ortaklığında kurulan Türkiye’nin ‘ilk’ konut finansmanı şirketi DD (Deutsche & Doğan) Haziran
2008′de faaliyete başladı.

Siyonist yahudilerin kontrolündeki Almanya hem kendi milletiyle bizim aramizi acan politikalar
üretiyor hem de bizi ic savasa sürüklemek isteyen ISRAIL´e en büyük destegi sagliyor. 40 yil

231
önce olmayan PKK´yi kuran ISRAIL + ABD + ALMANYA gibi VAHSI BATI diye tabir
ettigimiz BARBAR terörist ülkeler ERGENEKON´u besleyerek MASON DARBECI
PASALARA güneydogumuzu bombalatip, faili mechuller yaptirip, uyusturucu kacakciliginda
rol aldirip PKK´nin kurulmasini ve büyümesini sagladilar!

O almanlar tarih eser avcıları. Koca artemis tapınağının giriş kapısını bile götürdünüz.Her şeyi
ama her şeyi götürdünüz.Daha doymadınız mı ? .Sonra kandırıyorlar işte “Sanat dünyanın
malıymış” yapma ya 1 Biri tarih eser avcısı,biri yeraltı zenginlikleri canavarı(İngiltere,biri toprak
avcısı (israil) ….say say bitmez.Hepsi açgözlü!.Bir de dost olacaklar.İşte dostlar
?Dizilerle,sinemalarla,dünya kamuoyuyla işte İsrail Çok güçlüymüş.Yerim ben onun
gücünü.Onların gücünü gördük.Çocukları ,tankların,arabaların önüne kelepçeleyerek
savaştıklarını gördük.İşte onların gücü bu kadar.! Bu kadar değersiz. Kendilerini bir şey
sanıyorlar.Bu adamlar kudretli olduklarından değil ;biz sesimizi çıkardığımızdan böyle
görünüyorlar.Bize toprağını teslim etmiyen hangi düşmanımız var ki ; onlara gıpta edelim! Ben
bunların hiç birisinden korkmuyorum.Gelsin öldürsünler.gelsin hapishaneye tıksınlar.gelsinler
kaybetsinler.Hadi ! Bunlar bütün teşkilatlarıyla gelseler ;yüreğiyle savaşan bir Türkü yok
edemezler.Güçleri yetmez.Rüşvetle,tehditle,vaadlerle satın alıyorlar insanları.Alsınlar bakalım
!Ben sizle tek başıma savaşırım .Arkamda da hiç bir güç yok.İnsanların değer verdikleri şeyleri
arkalarına alarak konuşuyorlar,hareket ediyorlar.Ama gel kendini ortaya koy desen yapamam ki
diyor .Yapamaz tabi.!

Avrupa birliğine girmek istiyorlar.50 yıldan beri bizi uyutuyorlar.Çık karşılarına deki ” Sana bir
hafta mühlet.Eğer Türkiye ‘yi Avrupa birliğine almazsanız.Anadolu Birliği adı altında bir
topluluk kuracağız deyin.” hadi göreyim o sarkozy ,merkeri .O zaman o sarkozy ,merker
yalvaracaklar ne olur alıyoruz sizi …. Pkk yı yok edemiyorlar.Sınır boyunca termal kameraları
kur ,o iki kamera arasındaki solucanları böcekleri daha göreceksin.nerden kazanıyorlar bunlar
finansmanları uyuşturucu,kalpazanlık,çetecilik ….finansmanlarını da durdur.hadi ne yapacaklar
bakalım.O bir kaç ağa bozuntusu var.Bir devletin yüzüne gülüyor;bir de sahibinin yüzüne
gülüyor.iToprak satım alımları,silahlar ve bilgilerle donatıyolar.Ama şunu unutmasınlar biz o
toprakları almasını biliriz.işte “Şunu yaparım ,bunu yaparım,” ne yapacaksan yap.Gitsinler
salyalarını başka yere akıtsınlar .!

Bunlar yardıma geliyor sözde tabi.gemiyle geliyor organla dönüyor,turist kafilesi gelir bir
bakarsın kırım kongo hastalığı çıkar,avrupadan kuşlar gelir hiç bir ülkeye bulaşmazda bizim
ülkemize bulaşıyor.devir teslim töreni bir bakarsın yer gök sallanıyor.İşte biz yardım için
geliyoruz,sizin dostununuz.falan ,filan. diyorlar hepsi hikaye .Bunlar öyle bir şeyler yapıyorlar ki
böyle gizli kapaklı işlerini kitaplarda,resimlerde,…vb her yerde saklamışlar.Ama ben bunları
deşifre ettim,kartlarını yere serdim.Hala da sereceğim.Gelsin öldürsünler bakalım.O silah
fabrikasını patlattıkları günü unutmadık.Ama bunun hesabını verecekler.Ne kadar çok olurlarsa
olsunlar ne yaparlarsa yapsınlar .Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkamıyacaklar.Bizim birlik ve
beraberliğimizi bozabilerler ama biz o birlik ve beraberliği tekrar sağlarız.Bunlar gerçekleri
kirletip gömenlerden.Halklarına ,insanlarına bir şey demiyoruz.Devletleri ,teşkilatları ve ruhani
pislik denilen derin örgütlerine lafımız.Sonra anti manti demesinler.O da bir oyun ya ! O ülkesini
satanlara ne demeli ! Sırf menfaat ve çıkarları için,para için, kadın için, makam ,güç için bilmem
ne için satanlara ne demeli !Yazıklar olsun.! Ben her ay 30 ytl ye geçiniyorum.arkamda ,yanımda
hiç bir yerimde hiç kimse yok.Ve buna rağmen yüreğimle bu pisliklerle savaşıyorum.işte diyorlar

232
“Bunlara bulaşma,karışma,konuşma.,öldürürler,hapishaneye tıkarlar,kaybederler” çeşke yapsalar
o zaman milyonlarca kahramanlar çıkardı.Bu hurriyet gerçek bir değer kanla alınmış;zevk ve
eğlence aleti değil.Bunlar bütün teşkilatlarıyla gelseler gene diyorum milyarlarca insanla karşıma
gelseler yemin olsun Devletim için gözümü kırpmadan savaşıcağım.işte diyorlar “edebiyat
yapıyor, felsefe yapıyor,kompo yapıyor,kahramanlık yapıyor,..vb.” şu söylediklerini hangisi
yanlış şey..Sen ne için öleceksin;vatanın için .Bak ben kendimi feda ediyorum.Hadi
öldürsünler.Hadi ! Bunlar hastaysa ben bunlardan on kat hastayım. ;bunu samimiyetimle
yüreğimle söylüyorum.Daha ne oyunlar var hepsini deşifre edeceğim bunların pisliklerini
göstereceğim.İnsanlar hiç düşünmüyor ;dünyaya demir atan birisi var mı ? İnsan niçin
yaratıldığını hiç düşünmüyor mu ? Çok güçlülermiş,yok şöylelermiş bu söylenenlerin hepsi
kurnazca yapılmış bir telkin.!Bende bu telkinleri
bozacağım.İtalya,fransa,ingiltere,israil,almanya…vb bu ülkelerin hiçbirini sevmiyorum.Sevmek
zorundada değilim.Hepsinin Allah belasını versin!Hepsine de meydan okuyorum.!Bunlar ne
yapabilirler,ya öldürürler,ya tıkarlar,ya iftira atarlar… yani bütün pislikler üzerlerinde birikmiş
.iyi şeyler beklemeyin.yapacakları başka hiç bir şey yok.gelip te erkek gibi
savaşmazlar.savaşamazlar ki çünkü yollarında yalan,bozgunculuk,sahtekarlık…vb her pislik
var!Ama Bir Türk asla korkmaz,asla esir düşmez ve asla kaçmaz ! Artık bir kahraman veya bir
kurtarıcı beklemeyin ;kötülerle ,insanlar mücade etsin.Çok eski günlerde yaşananları değil de
;bugünü düşünelim !Yüreklerinizi temiz ve güçlü tutun.Olur ya savaş açarlar.Bizde onlara bu
süprizi yapalım.Görsünler bakalım.O teknolojileri,paraları,bilmem nelerin ;bu yüreklere gücü
yetecekmiymiş.Para,makam,güç her şey sizin olsun kardeşlerim;yeterki bunlara boyun
eğmeyelim.Lütfen!

Her gün Allah’a dua ediyorum.”Sana sığındım yarabbim.Yalvarıyorum düşmanlarımızın


karşısında boynumuzu bükme;onlara karşı savaşımızda bizi muzaffer kıl.İnşallah İyi insanlar
kazanır.Herkes doğru yola ulaşır.Kötü insanların oyunlarını tersine çevir.Bozgunculuklarıyla
bocalıyıp dursunlar .ülkemizdeki birlik ve beraberliği sağlayalım.Ülkesini satanlar yanlış yoldan
dönsünler.Amin!” her gün ama her gün.Şimdi kulp takarlar hemen severler böyle şeyleri
;şeriatçı,milliyetçi,komunist,Atatürkçü ,….vs seç beğen hepsi sizin olsun.İlla bir kulp
takacaksınız.Benim kulbum Türkiye.Suç mu ?,

III.Şuppiluliuma bir numara en büyük .Cehennemden çıkan çılgın Türk .Helal olsun

Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde de yer alan Aydın Doğan’ın Alman istihbaratı ile
olan sıkı işbirliği gözden kaçmamıştı.

İddianamede SESAR Başkanı İsmail Yıldız’ın, emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’e, “Aydın
Doğan, Alman istihbaratıyla olan ilişkisinin deşifre edildiğini düşündüğü için zor durumda”
şeklinde ifadeler kullanılmıştı.

Vakit’in elde geçirdiği bir başka belgeye göre, 3 Nisan 2009’da Anayasayı Koruma Teşkilatı
Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı’na gönderilen, “Türk Medyası”
başlıklı yazıda, Alman Axel Springer’in ortağı olan Doğan Yayın Grubu’na övgüler dizilirken,
‘dinci’ olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV için “Deniz Feneri e.V davasında
Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır” şeklinde ifadeler kullanılıyor.

233
BND ve PKK Baglantisi.

Alman derin devletinden bahsederken, BND nin Alman Sirketleri ve Türkiye deki Eneji
Ihalelerine bir göz atmak gerekiyor. Sadece Almanya dan Ankaraya ucan Almanlarin nereden
geldiklerine baksaniz yeter. Ankara yi kendilerine ihale kapma yeri edinmisler. Bu Almanlarin
neler yaptigini gözeten yok. Türkiye de yabanci ajanlarinin yürürlükte olmasi anayasamiza
aykiridir, hatta bunlarin toplanip desifre edilmesi gerekiyor. Keske Türkiyeninde bu kadar
basarili bir örgütü olsa. 90 larda Almanya ya sözde PKK li ailelerin göc etmesinin sadece
ekonomik nedenlerden dogdugunu bile bile aldilar ve onlara maas bagladilar. Kagit üstünde
gerekenleri saten kürtler Türkiyeden rüsvetle almislar. Simdi Türkiye nin bu konuda sorun
olmadigini bildirmesi yüzünden Kürt siginmacilar Almanya dan sürülme korkusuyla yasiyorlar.
Türkiyenin bu kürtlerin Türkiye ye geri dönmesinde cikari olmadigindan sessiz kaliyorlar.
Alman makamlari kürtlerin sosyal devlete pahalliya patladigini anladiklarindan artik Kürt
politikalarinda denisiklikler yapmak zorundalar. Son zamanlarda TSK ya yaptiklari iftiralari
bilerek ve PKK li azginlarin dilleriyle yaziyorlar. Amerikanin PKK yi terör örgütü ilan etmesiyle
Almanya da bu konuda üstüne düsen görevi istemeyerek de olsa gerceklestirmek zorunda, fakat
hic bir mahkeme PKK aktiflerini dogru sekilde yargilayamiyor, sebebi PKKlilarin Almanya da
dahi hakimlerini tehdit ve korkutmak oldugundan. Almanlar cok korkak bir millet, tahminen
PKK lilar kendilerine gelecekte daha da fazla zarar verecektir. Bunun bilincinde olduklarindan
kürtlere karsi hicbir sey yapamiyorlar. Umarim bu konuda Türkler ilgilenmez ve istenilen ic
catisma gerceklesmez. Gerceklestigi vakit planlanan emeller kaos ortamiyla Almanyada irkci
saldirilarin gerceklestirelmesi olacaktir. Türkiyenin kendi icinde PKK lilarla basarisiz
kaldigindan Almanyadaki PKK lilara gelemiyor. Almanya da PKK lilarin yeni cikan ceza yasasi
(§§ 129, 129a, 129b Strafgesetzbuch: Mitgliedschaft in einer terroristischen Vereinigung) na
göre yargilanmasi gerektigi halde hic bir sey yapmiyorlar. Bize dokunmayan yilan bin yil yasasin
demekle kalmiyor yilani daha besliyorlar ve cogalmasina calisiyorlar, yani bir nevi Türkiye ye ve
Türklere hazirlanmis düsmani güclendiriyorlar. Bir an evvell bu konuyu uluslararasi camialarda
ve NATO zirvesinde görüsülmesi gerekiyor. Neden PKK halen Almanyada aktif anlamak zor bu
kanun oldugu halde. 3 dakikayi gectiginizde Alman yasalari ensenize yapisir ama konu daha
önemli konu olan terör örgütü olanci hic bir sey yapilmiyor. BND ve Alman makamlari her sei
biliyorlar ve Türkiyeyi zayiflatmak icin hareketsizler.

Keni kanunlarini uygulayamiyan Almanya ya demokratik ve hukuk devleti olarak tanimlamak


sacmaliktir. Almanya mecburen sosyal devlettir. Issizlik ve cocuk parasini mecburen
yürütüyorlar, hatta bavyera eyaleti bir ara Alman olmiyanlara cocuk parasini kaldirmak istedigini
hepimiz sahidiz. Issizlik parasi saten verilmeden sürülmek icin gerek yabancilar kanunu var. Bu
konuda dahi uluslararasi görünümleri bozulmasin diye ara sira uygulamaktalar.
http://www.wsws.org/de/2005/jul2005/bing-j28.shtml
Almanya da mecburen herkezin Alman vatandasi olmasi gerekiyor. Dikkat edin siz Federal
Almanya vatandasi degil Alman vatandasi oluyorsunuz mecburen. Yabancilar yasasina göre bir
ufak sicilde dahi sürülme olasaligi mevcut. Diyelim bir trafik kaza yaptiniz ve haksizsiniz size
hemen ceza yasasi uygularlar Türkseniz ve aradan bir kac hafta gecmeden Almanya da oturma
izniniz yandigini yazarlar.
Sorunun öbür yüzü ise Alman vatandasi olmanizdir, yani Alman olmak mecburiyeti. Kurtarilmis
bir Almanya olmadigindan Alman vatandasi oluyorsunuz. Federal Almanya Cumhurriyeti gecici

234
bir sirkettir aslinda. http://www.deutsche-finanzagentur.de/. Bu sirket ileride cözülecek ve
Almanya kurulacak o zaman Alman olarak tanimlanacaksiniz. Yani Almanya vatandasligi diye
bir sey yoktur. Alman vatandasisiniz. Bu ne demek oldugunu arastirdiktan sonra anlarsiniz.

Dogan Holding Kurumunun Alman Hitleri Merkelle olan baglantisini fazla abartmaya gerek yok.
Dogan holding toplantisini Almanya da nefes alabilmesi icin mecburen yapmistir. Aydin Bey e
bu konuda iftira atmanin bir manasi yok. Tek anlamadigin konu kendi kanallarinda neden
Almanca programlari dahi etmesidir. EURO D de bakmissiniz Alman kanali cikiyor. 2 Mio Türk
yasiyor Almanya da hangi Alman kanali Türkce yayin veriyor ???

sükrü gülmüs almanyada iki almani yaralamaktan tutuklandi,ama ceza almadi,kendisine görev
verdildi,ve görevi almanyadaki devrimcilerin ihbar edilmesi idi.
bunun icin direk bnd parasiyla sükrü gülmüse nasname sitesi kuruldu,ve ip numaralari dahil
olmak üzere her yazilan yazi bnd nin kontrolüne girdi.
ayrica sükrü gülmüs sürekli kendi sitesinde devrimcilerin adreslerini ve faliyetlerini acik ve aleni
yazdi,arananlarin nerde yasadigini acikladi,bir cok devrimcinjin yakalanip tü+rkiyeye teslim
edilmesi sükrünün faliyetleri sonucu gerceklesti.
kimsenin bilmedigi bir cok evrimci insanin adresini nasnamede verdi.
fetullah gülen ve akp medyasina haberler servis yapti,ihbarlarda bulundu,bence bend ve alman
gladyosunun sükrü gibi elemanlarini her zaman göz önünde bulundurun.onlardan uzak durun

Wolfgang Feuerstein adinda, sözde bir akademisyen, BND icinde


Lazlarin ayri bir ulus oldugunu kanitlamak (sic!) amaciyla bir birim
meydana getirmistir, Özcan Soysal soysuzu da bu adamin hayranidir,
talebesidir. Bu birimin destekledigi, yayinladigi dergi, kitap
halkin beynini yikamak icin Türkiye'ye gönderilmistir.
Söylesin Özcan, "degerli bilim adami" Wolfgang Feuerstein'i" taniyor
mu? Bu adam neden Türkiye'ye giremiyor? Neden sinirdisi edildigini
biliyor mu?
Cengiz Kibaroglu'nu taniyor mu?

Zafer Güler- Alman Derin Devleti, Truva Yayinlari, 2006, 2. baski,


ISBN 9944-975-49-4, konuyla ilgili bölüm sayfa 196'dan itibaren.
Gerci kitabin baska bir bölümünde bazi eksiklerini gördüm, fakat
konumuzla iliskili degil. Yazar eski DSP milletvekili, merak
edenlere bilgi.
So´n yazilarinizda genelkurmay cetesinin görevlendirdigi bir iki kisinin
burada bir kac maslah kullanarak sirretlik yöntemi ile insan kovalamaya
calismaya devam ettiginiz anlasildi.
Bu grup bu usenet kurulali beri basarili da oldunuz.
Türkiye toplumunda vicdan saibi insanlarin cogalmasi ve seslerini
yükseltmesine paralel burasi da bu pislikten arinacak.
Iki yöntem var.
Birisi bir "dost" beni siddet kullanarak cezalandiracakmis ta vazgecirilmis.
Bu tür tehdidlerin bana viz geldigi en azindan internette 1995 ten beri
bilindigine göre, hedef buraya gelecek vicdan sahiplerinin korkutulmasi

235
hedeflenmektedir olsa olsa.
Ikincisi benim kendime ait görüslerimin olmadigi, Alman istihbarat servisi
BND nin görüslerini aktardigim iftirasi var.
Bu iftira BND nin kötü mü iyimi oldugundan degil, benim sahsima yönelik bir
hakaret olmasi sebebi ile mahkemelik bir konudur.
Necip Hablemit oglu adli melun böyle iddialar ileri sürmüstü.
Hesabini mahkeme önünde sormaya vakit birakmadi.
Arkadaslari olan diger melunlar tarafindan bir kiralik katile basina
sikilmak sureti ile öldürüldü.
Kiralik katiller de paralari kumar masasinda yediklerini acikladilar.
DSP Istanbul eski milletvekili yazdigi kitabi okumadim.
Eger orada bana yönelik ,Hablemitoglu adli melunun iftiralarini kullanarak
saldirmis ise konunun mahkeme önüne geleceginden emin olmasi gerekir.
Bilinen o ki, Genelkurmayin olusturdugu bir *** cete icinden sadece
Ergenekon cetesi ,yine genelkurmay marifeti ve bir uzlasi cercevesinde
tasfiye ediliyor.
Bu ceteyi kuran zihniyet ,degismeden genelkurmay tepsinde hükmetmeye devam
ediyor.
Buraya bu cetenin adina yazi gönderen insan müsveddesi de herlde gayya
kuyusunun dibinde bocaliyor olmali ki, bu pis meslegi icra etmeye devam
ediyor.
Bir yandan da zavalli demek gerekiyor.
Müsvedde de olsa agzi , burnu kulaklari ile insana benzemekte.
Diger yandan bu igrenc meslegi icra etmek ve bu yolla gecimini saglamaktan
baska cikisi olmamak kendisine "allahin" verdigi bir ceza olarak kabul
edilebilir.
Özcan SOYSAL
KITAPDAN
Bahsettiğimiz ülke, bizim üzerinde yaşadığımız vatanımız. Dünya'nın en stratejik bölgesinde
nefes alıp veriyor. Ortadoğu'nun ve Avrasya'nın geçit noktasını oluşturuyor, binlerce yılın
izlerini taşıyor... Ölümü ve yaşamı, var olmayı ve yok olmayı hepsini birlikte yaşıyor. Tüm
güçlerin hareket noktası. Dünya ticaretinin, siyasetinin, hatta medeniyetinin dönüm noktası;
gelecek elli yılın ülkesi... Bu ülkenin insanları bin yıldır batıya yürüyor... Dünya'da hiçbir millet
bu kadar uzun zaman yürüyemez ve çok az ülke vardır ki bu denli üzerine oyunlar oynanan,
bahisler açılan... Yine çok az ülke vardır bu kadar çeşitli kültürü içinde barındırıp yoluna devam
edebilen; düşse de kalksa da yoluna devam etmiş, kaybetse de kazansa da var olmak isteyen.
Bunu hiçbir ülke başaramadı; hepsi parçalanıp ayrıldılar ve bu oyunun baş aktörlerinin arka
bahçesi oldular... Bu kitapta Türkiye'nin Nükleer Enerji Lobilerini, Hablemitoğlu ve Sabancı
suikastlerini, Alman gizli örgütlerinin iz bırakmadan ustaca oynadıkları oyunları ve bu kitabın
anlatmak istediğinin çok ötesindeki farklılıkları anlamaya ve düşünmeye çalışacaksınız.

Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş...

Bilgin TÜRK Zaman 09/02/2009 -


236
Ergün Poyraz; Musa’nın Gülü kitabını yazmasıyla gündeme oturmuş ve AKP’lilerin saldırılarına
maruz kalmış, Erdoğan ve Gül’ün açtığı davalardan beraat etmiş, sonrada bir soruşturma
kapsamında cezaevine girmişti. O günlerde kimse Ergenekon’un adını bilmiyordu ve duymamıştı.
Ulusalcı kesim tarafından kulak kabartılarak takip ediliyordu. Ben dahil birçok kişi tarafından
AKP’nin kendine muhalifleri tasfiyesi olarak görülüyordu ya da o amaçla başlatılmıştı. Sonraki
süreçleri burada anlatmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz. 14 Mart’ta İlhan Selçuk’ların sabaha
karşı evlerinden alınması sonraki süreçte, Mustafa Balbay’lardan Sinan Aygün’lere kadar
Türkiye’nin tanınan birçok ismi Ergenekon’la bağdaşlaştırıldı. Sokaktaki adam bile bende mi
Ergenekoncuyum? diye sordu. Toplumun üzerine korku ve kin sarıldı. Artık hemen hemen herkes
Ergenekon’u konuşmaya başladı.
İslamcı kesim kalemşorları Ergenekon’u o kadar büyüttüler ki Cumhuriyet döneminin en önemli
davası haline getirdiler. Ahmet Taner Kışlaların, Bahriye Üçokların, Abdi İpekçilerin hatta ve hatta
Başbakan Erdoğan’ın bile bu ülke Hablemitoğlu cinayeti yaşamış, sonrada her şeyi örtbas etmiş
bir ülke dediği Hablemitoğlu cinayetlerini bir tarafa bırakarak en önemli davayı Ergenekon
yaptılar. Tabii bu Ergenekon safsatasını çıkaranların Hablemitoğlu cinayetiyle de ilişkileri var.
Bunu da yazımın ilerleyen kısımlarında açıklayacağım; ama öncelikle BND, BFV, GSG9 Alman
istihbarat birimleri hakkında kısaca bilgi sahibi olalım. Alman istihbarat birimleri ve vakıflarının
Hablemitoğlu cinayetiyle ilişkisi üzerinde kısaca durmak istiyorum. Böylece Ergenekon’da ele
geçirilen silah ve bombaların bu birimlerle bir ilişkisi olup olmadığını sorgulayalım…
BND, 1948’de Federal Almanya Başbakanı Kondrad Adenauer’un isteği ve ABD’nin izniyle Nazi
Almanyası’nın SS istihbaratının ünlü Gehlen grubunun oluşturduğu kadrolarla 1956’da Alman dış
istihbarat servisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2. Dünya Savaşı sonrası güçlenen Sovyetler’e karşı
CIA’nin bizzat içinde yer alan ve NATO’ya üye ülkelerde kurulan istihbarat servisleri arasında en
ünlü iki isimden birisidir. Diğeri de meşhur İngiliz istihbaratı MI6’dır. 1952 yılında Korgeneral
Daniş Karebelen tarafından kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu'nun, gayriresmi adı olarak
Ergenekon kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında, güçlenen Sovyetler Birliği'ne karşı,
Paramiliter bu yapılanmanın en bilindik isimleri; İtalya'da “Gladio”, Belçika'da “Rüzgar Gülü”,
Almanya'da “Gehlen Harekatı” olarak ortaya çıktı. Avrupa'da NATO'ya üye olan her ülkede
1950'lerin başında yapılandırılan bu güçler, diğer Avrupa ülkelerinde deşifre edilip ya tasfiye
edildi ya da değişik görevlerde kullanılmaya başlandı.
BND, özellikle Sovyet ve Doğu bloğuna karşı en etkili ve başarılı istihbarat birimi olarak
bilinirdi. Sovyetler’in dağılmasıyla artık önemini yitiren BND, 90’lı yıllardan sonra uyuşturucu işi
ile uğraştı ve Almanya için iç ve dış istihbarat toplamaya başladı. BND, özellikle emperyalist
devletlerin sanayi devriminden sonra hammadde gereksinimden dolayı dünyada kendilerine uydu
devletlerin daha yararlı olacağını keşfetmesinden sonra, Almanya’nın uydu devlet olarak gördüğü
ülkelerde köstebek ve işbirlikçi bulmak için çalışmaya başladı. Almanya, büyüyen ve görev alanı
genişleyen BND alt kolları olarak iç istihbarat BFV’yi (Anayasayı koruma Teşkilatı), operasyon
timi olarak da GSG9 timini kurmuştur. GSG9 timi 1972 yılında Filistinli ‘Kara Eylül’ adlı grubun
Münih olimpiyatlarından kaçırdığı İsrailli sporcuların ve teröristlerin ölmesi üzerine vurucu güç
olarak kurulur. Alman Hava Yolları Lufthansa uçağı, Filistinli teröristler tarafından Somali’ye
kaçırılır ve GSG9 timinin operasyonuyla tüm rehineler kurtarılır. Almanya’da sonraki birçok
terörist eylemlerde kullanılan ve başarılı olan GSG9, Almanya’nın içerde ve dışarıda kullandığı
en güçlü vurucu timi olmuştur.
GSG9 adı, özellikle Hablemitoğlu’nun katledilmesinde en çok adı geçen timdir. 21. Dönem DSP
İstanbul Milletvekili olan Zafer Güler’in Alman Derin Devleti kitabında belgeleriyle ortaya

237
konuluyor. Bu konu üzerinde çok fazla durmayacağım; ancak şunu da belirtmek isterim ki bu
yazımın en büyük kaynaklarından birisi de Zafer Güler’in “Alman Derin Devleti” kitabıdır.
Zafer Güler’in kitabındaki Hablemitoğlu’yla ilgili kısımları Rauf Atilla Polat’ın kaleminden size
kısaca aktaracağım. Bu ufak alıntımdan umarım rahatsızlık duymazlar. İşte Hablemitoğlu
cinayetindeki Alman parmağı:
“Hablemitoğlu, öldürülmeden 6 ay önce Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının
hazırlamış olduğu raporda, Hablemitoğlu’nun Alman vakıflarını ve şirketlerini araştırdığını ve
çıkan kitabının raflardan indirilmesi gerektiğini yazıyorlar. Bu konuda başarılı olamayınca sıcak
teknik takibe alınıyor. Yine cinayetten 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timi
İstanbul’a geliyor. Ancak bu tim Havaalanı’ndan diplomatik pasaportlarla giriş yapıyor. Bu
grubun çeşitli eğitimlerden geçmiş anti-terör birimi olması da ayrı bir ilginçlik taşımaktadır. Tabii
bu grubun Türkiye’ye niçin geldiğini ne MİT, ne TSK, nede Emniyet biliyor. İşin garip tarafı
Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir şekilde Türkiye’den ayrılmaları. Hablemitoğlu
öldürülmeden üç saat önce bölgedeki baz istasyonlarının bozuluyor olması da ayrı bir soru işareti
taşıyor. Cinayetten 2 gün sonra da Türkiye’de görev yapan diplomatların ve vakıflarda çalışan
yetkililerin Türkiye’ye geri dönmesi de çok dikkat çekici bir husus. Çünkü onlar geldikten sonra
basın yavaş yavaş, cinayetin üzerine gitmemeye başlıyor. Emniyet birimlerinin ipuçları yok oluyor,
istihbaratçılardan artık ses çıkmamaya başlıyor ve cinayet Başbakanı’nda dediği gibi örtbas
ediliyor.
Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarının, son on beş yılda AKP-MHP-DSP dışındaki
partilere 300 milyon Euro’ya yakın para yardımı yapmış olması, Emniyet güçlerimizin de son
yirmi yılda 200 milyon Euro’ya yakın yardım alması çok riskli ve tehlikeli bir yol olmuştur. Ayrıca
Alman emniyetinin her yıl açmış olduğu kurslara Türk emniyetinin katılması ve onlardan eğitim
alması, Alman emniyeti ile Türk emniyetinin iç içe olması bizim açımızdan büyük bir problemdir.
Bu iç içe bulunmanın vesilesiyle Alman narkotiği bizim bütün içyapımızı öğrenme şansı yakalamış
oluyor. Türk polisi Alman vakıfları üzerinde iz toplayıp ve bazı yerleri basmaya başladıktan sonra;
Dışişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na şöyle bir yazı gönderiyor; Alman Hükümeti
soruşturmadan rahatsız olmaktadır. “Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin” deniyor.
Ne yazık ki Emniyetimiz olayı çözmeye başlarken, 2001 yılında ki Dışişlerimiz geliyor, buna
engel oluyor.
Hiçbir demokratik hukuk devletinde olmayacak bir acziyeti bizim ülkemizde yaşamak zorunda
kalıyoruz.”

Burada bir de kısa bir not aktarmak istiyorum: Hablemitoğlu’nun katledişinden sonra çıkan
“Köstebek” kitabında Hablemitoğlu DSP koalisyonu döneminde Dışişleri ve İçişleri Bakanı olarak
görev yapan Sadettin Tantan ve İsmail Cem’in Alman vakıflarına üye olduğunu yazmıştır. Sanırım
o dönemde Sadettin Tantan’ın ve İsmail Cem’in tehditlerin ve koruma istenmesi olaylarının
üzerine gidilmesini istememesini çok da yadırgamamak gerekir; çünkü Hablemitoğlu’nun aldığı
tehditlere rağmen dönemin İçişleri Bakanlığı tarafından bir polis koruması verilmemesi ve bir nevi
Hablemitoğlu’nun cinayetine davetiye çıkarılması Hablemitoğlu’nun Tantan’la Cem’in Alman
vakıflarıyla ilişkisi olduğunu doğrular görünüyor.
1952’de Daniş Karebelen Seferberlik Tetkik Kurulu’nun gayriresmi adı olarak ortaya çıkan
Ergenekon, 1970’lerde Ermeni Terör Örgütü Asala’nın 42 diplomatımızı katletmesi üzerine yine
CIA odaklı olarak Asala’yı çökertme planında kullanıldı. 1990’larda özellikle Özal döneminde

238
kullanılmaya ve palazlanmaya devam etmiştir. NATO'nun özel harp stratejisi kapsamında kurulan
istihbarati vurucu güçler, Özal sonrasında görevi bitince hem konumu hem de düşmanının fazla
olması bakımından Türkiye’de saklı iç güç olarak Özel Harp Dairesi’ne aktarılan ve gereksinim
duyulmayan kişilerin tasfiye edilmesiyle CIA odaklı bu NATO planı son bulmuştur. Ancak Mesut
Yılmaz’ın Can Dündar’ın programında söylediği gibi, bu planın enstrümanı olarak kullanılan
kişiler, zaman içinde kendi çıkarları için çalışmaya başladığından dolayı devletin başına bela
oldular. Kendi çıkar çetelerini kuran bu kişilerin; Susurluk, Ömer Lütfi Topal gibi olaylara
karışması sonunca toplumda yanlış bir “derin devlet” anlayışı doğurdu. NATO’nun bu özel harp
stratejisi; İtalya, Belçika, Türkiye gibi ülkelerde sarpa sararken İngiltere Almanya gibi ülkelerde
ülke çıkarlarını koruyan çok etkin istihbarati güçler haline geldi.
Sovyetlere karşı istihbarati güçler olarak ortaya çıkan Ergenekon’u, bugün tamamen AKP
muhalifi olanların, AKP’nin kendisine karşı olanları tasfiye etmesi olarak görürken… AKP
yandaşı ve Türk Silahları Kuvvetleri karşıtlarının da ulusalcı ve TSK’nin işi olarak birbirlerini
suçladığı bir soruşturmaya döndü. İşte bu da tam emperyalist devletlerin istediği planın
gerçekleşmesi demektir. İçeride büyük bir kaos ortamı ve karmaşayla herkes birbirine düşman.
Dünya’nın herhangi bir yerinde yola bomba döşeyip 5 kişinin ölümüne sebep oluyorsanız
Almanya’dan siyasi irtica talep edebiliyorsunuz. Dünyadaki birçok köktendinci gruplar ve birçok
terör örgütü, Almanya’da elini kollunu salla sallaya dolaşıyor. Birçoğu, Alman derin devleti olan
BND, BFV, BKA ve GSG9 ile içli dışlılardır. Tabii ki 11 Eylül sonrası süreçte ABD’nin bastırması
ve Alman halkının korkması üzerine bu ikili ilişkiler yeraltına indi. Almanya, kendine uydu
yapmayı düşündüğü bütün ülkelerin bu aşırı örgütleriyle bağlantılar kurarak o devletlerde sürekli
iç karışıklıkların mimarlarından oldu. Dünya altın piyasasının iki liderinden biri olan Almanya’nın,
özellikle altın rezervlerine sahip ülkelerde daha çok iç karışıklıklar yaratmaya çalıştığı, bilinen bir
konudur. Ancak Almanya’nın gücü yetmeyeceği ABD, Kanada, Güney Afrika, Avustralya, İtalya,
Fransa, İspanya, Yunanistan, Finlandiya, İsveç gibi ülkeler vardır. Ancak bu ülkelerde milli ve
ekonomik çıkarlarına ters düşen altın üretimine karşı, Almanya, gözüne dört ülke kestirmiştir. Bu
ülkeler; Türkiye, Hindistan, Peru, Gana’dır. İşte Ergenekon soruşturmasıyla biz de tam bir kaosun
içine girmiş durumdayız ve birçok noktayı gözümüzden kaçırıyoruz…
Burada sorulması gereken en önemli soruları işte bu yüzden kaçırıyoruz:
1- Ergenekon savcılarına bu istihbaratları kim veriyor? (Bu sadece Tuncay Güney’in söyledikleri
veya bir kişinin fal bakarmış gibi bakıp da tutması olayı değildir.)
2- Ergenekon savcılarının yurtdışındaki istihbarat birimleriyle veya içerdeki dış istihbaratlara
bağlı kurumlarla herhangi bir bağlantıları var mıdır?
3- Dünyadaki neredeyse bütün köktendinci gruplarla ilişkisi olan Alman derin devletinin,
Ümraniye’de bulunan ve eşlerinin çoğu köktendinci gruplarca kullanılan bombalarla bir ilişkisi
var mıdır?
4- Kendi ekonomik çıkarlarına ters olduğu için sürekli olarak düşman gördüğü Türkiye’de
Alman vakıfları ve derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç
eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer alıyor?
5- Osman Pamukoğlu’nun da belirttiği gibi, Ankara Sincan’da yeraltından çıkan silah ve
bombaların çok yakın bir zamanda gömüldüğü belli oluyor. Alman derin devletinin o silah ve
bombaların gömülmesiyle herhangi bir ilişkisi var mıdır?

239
6- Ergenekon soruşturması daha çok bugün BND, Mİ6, CİA gibi hem istihbarat hem de gizli
vurucu güçlerin Türkiye’deki şekli olan Özel Harp Dairesi’ni yıpratıp, çökertme amacında mı
ilerletilmek isteniliyor?
7- Ergenekon soruşturmasında dış güçlerin parmağı var mıdır?
8- Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı
olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kapsamına alacak mıdır?
9- Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman
vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır?
10- Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli İstihbarat Servisinin bu
olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir?
11- Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon
soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır?
Bugün sorulması gereken bu sorular büyük bir deformasyona uğratılarak hasıraltı ediliyor.
Herkes birbirini suçluyor, birbirine suç atıyor ve 1970’li yıllar gibi “bizden” ve “bizden değil” diye
keskin kamplara ayrılıyoruz. Kuşkusuz ki bu işten sadece ve sadece biz, yani TSK ve Türk halkı
zararlı çıkıyor. Türkiye’nin ekmek gibi parçalanıp ufalmasını isteyenlerse bütün emellerine
ulaşmış oluyor. Burada suçlular, devlet çıkarını değil kendi çıkarlarını düşünüp bir de devletimizi
alet ediyorlarsa tabii ki üzerine gidilip gerekli cezası verilmelidir. Ancak safsatalarla, ne olduğu
belirsiz kişilerin sözleriyle suçsuz insanları yok yere cezalandırmak, en önemlisi siyasi çıkarlar
için ülkemizi ileride çok büyük bir kaosa sürükleyecek adımlardan kaçınılmalı, ülkemizi bölmeyi
amaçlayanların ekmeğine yağ sürülmemelidir…

bilgin.turk@politikadergisi.com

Deniz Feneri Davası Alman Derin Devletinin mi işi?

23 May 2009

Fehmi Koru, Deniz Feneri davasının Alman istihbaratının Türk siyasetini etkilemek için
tezgahlanan bir dava olduğunu açıkladı. Koru, davadaki istihbarat izlerini şöyle sıraladı:
Deniz Feneri’nde Alman istihbaratı izleri

Yeni Şafak gazetesi yazarı Fehmi Koru, Akşam gazetesinden Gülay Altan’a konuştu. Deniz
Feneri davasının Alman istihbaratının Türk siyasetini etkilemek için tezgah olduğunu açıkladı.
Koru davada, “Her şeyiyle öyle olduğunun izlerini bulabilirsiniz. Almanya Deniz Feneri’nde de
bir yanlışlık varsa, içine adam sızdırarak Almanlarca yapılmıştır. ” dedi.

Alman istihbaratı Deniz Feneri’yle Türk siyasetini etkilemeye çalışıyor

Almanya’daki Deniz Feneri davasının Alman istihbarat örgütünün işi olduğunu yazdınız…

240
Her şeyiyle öyle olduğunun izlerini bulabilirsiniz o davada. Almanya’daki Deniz Feneri ile
Türkiye’dekini ayırmak lazım. Türkiye’dekinin olaylarla ilgisi olmadığını gayet kuvvetle tahmin
ediyorum. İçinde değilim ama dışarıdan baktığınızda en ufak bir leke konulabileceğini sanmam.
Zaten o kadar insanın aldatma üzerine bir araya geleceklerini düşünemem bile. Almanya Deniz
Feneri’nde de bir yanlışlık varsa, içine adam sızdırarak Almanlarca yapılmıştır.

Bundan nasıl bu kadar eminsiniz?

Almanya’daki Anayasayı Koruma Örgütü baştan sona bu olayın içinde. Komiser Böhm bu
örgütün bir elemanı. Özel bir mahkeme olduğu da anlaşılıyor. Yargılamadığı, mahkum etmediği
insanlar hakkında karar metnine ifadeler koyuyor. Bir de haber gönderiyorlar, ‘Biz de buraya
müdahil olalım’. Hangi davada olunmuş ki bunda olsun. Bir tür intikamcı duygularla hareket
etmek ancak Türkiye siyasetine ağırlık koymak isteyen istihbarat örgütlerinde olur. Nitekim
hatırlayalım, ilk konu gündeme geldiğinde siyasi bağlantılardan bahsettiler, hatta Tayyip
Erdoğan’ın ismi bile yine Almanlar tarafından telaffuz edildi. Belli ki bu işten başka şeyler
çıkartmaya çalışıyorlar. Almanlar’dan biri çıkıp da ‘Bunu nereden uyduruyorsun’ demedi bana.

Alman derin devletinin 42 yıllık sırrı


26/05/2009
1967"de Batı Almanya"nın siyasi iklimini sertleştiren, Kızıl Ordu Fraksiyonu"nu yeraltına iten
cinayeti bir Doğu Alman casusunun işlediği ortaya çıktı. Berlin"de 40 yıl önce Benno Ohnesorg
isimli bir üniversite öğrencisinin polis tarafından öldürülmesi, Almanya ve Avrupa"yı 10 yıl
sürecek olan büyük bir şiddet sarmalının içine itti. 20 yıl önce birleşen Almanya"da geçmişle
ilgili yürütülen araştırmalar, tarihin o karanlık dönemlerini ve sırlarını da gün yüzüne çıkarıyor.
Arşivlere göre 68 hareketinin radikalleşmesine yol açan 2 Haziran 1967"deki Benno Ohnesorg
cinayeti Doğu Alman İstihbarat örgütü Satasi"nin bir operasyonu. Tetiği çeken Batı Alman Polis
Karl-Heinz Kurras ise Satasi hesabına bir casus.

1967"de meydana gelen olaylarla ilgili yeni belgeleri gündeme getiren Alman İkinci Televizyonu
ZDF ve “Frankfurter Allgemeine Zeitung”, iddialarını Doğu Alman istihbaratıyla ilgili belgeleri
araştıran uzmanlara dayandırdı. Araştırmacıların ortaya çıkardığı son belgelere göre Karl-Heinz
Kurras, 1955"ten itibaren Stasi olarak bilinen Doğu Alman Kamu Güvenliği Bakanlığı hesabına
çalışmaya başladı. Kurras, Doğu"ya Berlin polisi hakkında bilgi aktarmakla görevliydi.

Stasi: Faaliyet durdurulsun

Ohnesorg"un ölümünden sonra Stasi"nin Kurras"a şu notu geçtiği öğrenildi:

“Dökümanlar derhal imha edilsin. Faaliyet şimdilik durdurulsun. Olay çok vahim bir kaza olarak
değerlendirilmektedir.”

Stasi belgelerinin araştırılmasından sorumlu kurumun bir uzmanı, Alman Televizyonu ZDF"nin
sorularını yanıtladı.

Görevli, “Olay anında polis memuru olarak görevli Kurras"ın Ohnesorg"u öldürme talimatı

241
aldığına dair somut bir belge yok” dedi.

“Frankfurter Allgemeine Zeitung” ise olaydan kısa bir süre sonra Karl-Heinz Kurras"ın
Stasi"deki personel dosyasının imha edildiğini, 2 Haziran 1967 tarihinden sonra da dosyaya
erişilemediğini kaydetti.

Berlin, 2 Haziran 1967. Şah Rıza Pehlevi"nin ziyaretini protesto eden öğrencilerden Benno
Ohnesorg polis kurşunuyla can verdi.

Sivil kıyafetiyle göstericilerin arasına karışan polis Kurras, Ohnesorg"un birbuçuk metre
arkasından ateş ederek öldürdü.

DÖNÜM NOKTASI OHNESORG CİNAYETİ

2 Haziran 1967"de İran Şahı Rıza Pehlevi"nin Almanya gezisini protesto etmek için toplanmış
yüzlerce öğrenciden biriydi Benno Ohnesorg. Sıradan bir Alman Dili ve Edebiyatı öğrencisiydi.

Onun sesi de “Şah Şah Şarlatan” diye bağıran binlerin sesine karışmıştı, ta ki sırtından bir kurşun
girene kadar. Öldüğü gün Almanya"da iklim sertleşmişti adeta.

Adını o günden alan 2 Haziran Hareketi kurulmuş, Baader Meinhof olarak da anılan Kızılordu
Fraksiyonu"nun (RAF) yeraltına inmelerini sağlamıştı.

Bugün 27 yaşında öldüğü yerde Göstericinin Ölümü adlı Alfred Hrdlicka"nın yapıtı insanlığı
selamlıyor, doğduğu Hannover"de ise adına bir köprü var, şehrinden geçen Ihme nehri ise hâlâ
onun için ağlıyor.

Karanlık bir dönemi başlattı

Benno Ohnesorg"u tek kurşunla öldüren polis memuru Karl-Heinz Kurras"ın Doğu ajanı çıkması
aslında birçoklarını şaşırtmadı.

1991"den sonra bir olan, ancak yıllarca ikiye bölünmüş Almanya"da Duvar"ın iki yakası daha
önce defalarca ateşe benzin dökmeyi tercih etmişti. Alışılagelmiş bir ajan-provakatör olan
Kurras, Doğu Alman Devlet Güvenlik Bakanlığı (Stasi) üyesiydi.

Her ne kadar Demokratik Almanya"daki sosyalizmin ateşli savunucusu olsa da, Şah Pehlevi"ye
karşı toplanan binlerce sol görüşlü öğrencilerden birini öldürerek, Batı Almanya"nın en karanlık
dönemecine girmesine neden olmuştu.

Gençlik cinayetten sonra yeraltına indi

Alman gençliğinin patlamasına neden olan 2 Haziran 1967"deki Benno Onhesorg"un katli,
döneminin Zeitgeist"ına uygun olarak dünyanın çeşitli coğrafyalarında filizlenen Kızılordu
Fraksiyonlarından Almanya ayağını da doğurmuştu.

242
Çekirdek kadrodan Andreas Baader ile Ulrike Meinhof"un soyadları ile de anılan RAF,
1970"lerde fırtına gibi esecekti. Almanya"nın en saygın entelektüellerinden biri olarak görülen
gazeteci Meinhof"un birikimiyle Andreas Baader"in buluşması Almanya"da iklimi değiştirmişti.

Filistin"de eğitildikten sonra Batı Almanya"ya geçişte Doğu"dan yardım alan militanlar sayısız
eyleme imza atmıştı. 1972"de tutuklananlardan Holger Meins, açlık grevi nedeniyle ölürken
Andreas Baader ile Jan Carl Raspe"nin yazgısı beraber çizilecekti.

Yargılama sürecinde Ulrike Meinhof 9 Mayıs 1976"da Stammheim"da tecrit edildiği hücresinde
intihar ederken çok değil birkaç yıl öncesine kadar yazdıklarının ateşli savunucusu olan birçok
Alman aydını ona sırtını çevirmişti.

28 Nisan 1977"de militanlar ömürboyu hapse çarptırıldığında Almanya yepyeni bir dönemece
girmişti. Bir Alman Sonbaharı olarak adlandırılan dönemde neredeyse her gün bir olay patlak
vermişti, 18 Ekim 1977"e dek.

Militanların serbest bırakılması için kaçırılan Lufthansa uçağına dalan Grentzschutgruppe


(Alman anti-terör birimi) hava korsanlarını etkisiz hale getirir...

Bundan sonrasıysa hâlâ bilinmiyor. Tek bilinen üç ölü, bir yaralı. Baader 719 numaralı
hücresinde ensesinden 7,65"lik tabanca ile vurulmuş bulunur. 716 numarada Raspe 9 mm."lik
tabancasına davranmıştır.

Baader"in sevgilisi Gudrun Ensslin hoparlörün kablosunu kullanır, Irmgard Möller ise kendisini
bıçaklar. Raspe ve Möller hastaneye kaldırılırsa da, bir Möller kurtulur.

Haber: YELDA ÖZCAN

Kundaklamalar Alman Derin Devleti'nin İşi mi?

Bir toplumu göçe zorlamanın ve bulunduğu coğrafyadan atmanın en kestirme yolu, o coğrafyayı,
o insanlar için güvensiz hale getirmektir. Canlarının ve mallarının tehdit altında olduğunu
hissettirmektir. Kendini güvensiz gören toplumlar daha güvenli gördükleri yerlere doğru göç
edeceklerdir.

Balkanlar ve Kafkaslar son 2 asır içinde can yakıcı ve hazin göçlere sahne olmuştur. Osmanlı
Devleti’nin gücünü yitirmesiyle birlikte Müslüman Osmanlı tebaası batılıların ve Rusların
tehdidiyle, tehciriyle karşı karşıya kalmışlardır. Kimi zaman devlet gücüyle ve askerler zoruyla
yapılan tehcir; genellikle sivil çeteler, tedhiş örgütleri eliyle yaptırılmıştır. Müslümanların
mallarına ve canlarına kasteden Sırp, Bulgar, Yunan vs çeteleri 500 yıllık memleketlerinden
Müslümanları, Türkleri sürüp çıkarmak için olmadık yollar denemişlerdir. Bir nüfus temizliği
hedefleyen batılı güçler ve onların yerli işbirlikçileri balkanları ve Avrupa’yı Müslüman nüfus
için yaşanmaz hale getirmişlerdir. Müslüman Osmanlı tebaasının çoğunlukta olduğu balkanlar,
uzun süren planlı bir tehcir sonucu Müslüman-Türk nüfustan arındırılmış, Müslümanlar-Türkler
o coğrafyalarda korunmasız bırakılarak azınlık durumuna düşürülmüşlerdir. Avrupa topraklarını
Müslüman nüfustan arındırma meselesi belli aralıklarla, süregelmiştir. 1989 yılında Bulgarların

243
Türklere uyguladığı baskı ve yıldırma, Sırpların Boşnaklara ve Arnavutlara uyguladığı
katliamlar, cinayetler son tehcir hadiseleridir.

Bu gün ermeni soykırımı diye dünyayı ayağa kaldıran Ermenilerin, 1915 öncesi yaptıkları da
farklı değildi. Batının ve Rusya’nın istismar ettiği Ermeniler büyük Ermenistan’ı kurma
hayaliyle Doğu Anadolu’da ki Müslüman halka olmadık zulümler ve cinayetler yaparak tehcire
zorlamışlardı. 1915 öncesi dönemde milyonlarca Müslüman halk Ermeni çetelerin zulmünden
dolayı batıya doğru göç etmişti. Hedef balkanlarda olduğu gibi Müslüman-Türk nüfusu göçe
zorlayıp homojen bir ermeni coğrafyası oluşturmaktı. Ama Ermeniler umduklarının aksiyle
karşılaştılar ve 7 düvelle savaşan kendi devletlerine (Osmanlıya) ihanetlerinin cezası olarak
yaşadıkları topraklardan sürüldüler.

Sistemli tehcirlerin hemen hepsinin görünen tarafında çeteler, suç örgütleri, ırkçı yapılar vs varsa
da arkasında nüfus politikası uygulayan devletler vardır. Bir coğrafyada siyasi hedefleri olan
güçlü devletler, o coğrafyada ki nüfus dengelerini değiştirmek için baskı, tehdit ve tedhiş
yöntemlerini kullanmışlardır. Dünya kamuoyunda mahkûm olmamak ve eleştirilerden
korunmak için nüfus dengelerindeki değişikliği araçlar ve aracılar vasıtasıyla yaparlar. Bu
araçlar bazen dazlaklar olur, bazen ırkçı faşist guruplar olur, bazen çeteler, cinayet
şebekeleri olur. Devletin resmi organları kundakçıları, çeteleri, canileri kınar, hatta bazen
yakalar ve cezalandırır. Ama arzu edilen nüfus temizliği ve tehcir politikası bir taraftan
işler.

2. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan işgücü açığını Almanlar ve diğer Avrupa ülkeleri ucuz
işgücü deposu olarak görülen Türkiye’den karşılamışlardı. Gelecek ve ekmek umuduyla pek çok
vatandaşımız Avrupa yollarına düştü. Nice aile dramları, hasretler, ayrılıklar gurbetler yaşandı.
Ve pek çok insanımız Avrupa’yı Almanya’yı kendine vatan edindi. Çoluk çocuğuyla oralara
yerleşti, yer yurt edindi. Ama son yıllarda Avrupa ve Almanya’da işsizlik arttı. İstihdam
imkânları azaldı. Avrupalılar, vatandaş olsalar bile göçmenleri kendilerine rakip görmeye
başladılar. Göçmenlerin, özellikle Türklerin batı toplumları içinde erimemesi, kendi dillerini,
dinlerini ve kültürlerini koruma konusunda gösterdikleri direnç, hem hükümetlerin, hem de ırkçı
kesimlerin göçmenlere cephe almasını sonuç verdi. Demokrasinin beşiği!, insan haklarının
anayurdu! Avrupa’da göçmenleri yıldırmak ve kaçırmak için insan haklarına, demokrasiye
sığmayan uygulamalar baş göstermeye başladı. İnsanlar açıkça ayrımcı, dışlayıcı tutumlara
maruz kalmaya başladılar. Demokrasinin nimetlerinden yararlanmada ve temel insan haklarında
bile çifte standartla karşılaştılar. Ne partilerde, ne devlet organlarında hak ettikleri temsil
imkânını elde edemediler. Toplum tarafından dışlandılar ve “yabancı”, “kara kafalı” görülmekten
kurtulamadılar.

Bu gün, Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika vs göçmenleri vücudunda bir “safra” olarak
görmekte ve kurtulmanın yollarını aramaktadır. Şartları sürekli ağırlaştırarak Avrupa’yı
göçmenler için yaşanmaz kılmaya çalışmaktadır. Son dönemlerde naylon gerekçeler üreterek
sınır dışı etmeler hızlanmıştır. Vatandaş olanlar için dahi geldiği ülkeye göndermenin yolları
aranmaktadır. 11 Eylül sonrası batı toplumlarına pompalanan İslama-fobi Müslüman
göçmenlerin ve Türklerin durumunu iyice zorlaştırmıştır. Batı medyasında sürekli İslam’a ve
Müslümanlara hakaretler edilmekte, İslam karalanmaktadır.

244
Almanya hem doğu Almanya ile birleşmenin, hem de AB’ye yeni katılan ülkelerin yükünü
çekmektedir. Bu nedenle ekonomisi epeyce zayıf düşmüş, işsizlik artmıştır. Ekonomik durumları
kötüleşen, işsiz kalan Almanlar, bütün olumsuzlukların faturasını göçmenlere, özellikle de
Türklere yıkmaktadırlar. Pek çok Alman’a göre, Türklerin görevi bitmiştir ve ülkelerine geri
dönmelidirler. Bu dönüşü hızlandırmak için Türklerin kendilerini güvensiz hissetmesi, tedirgin
edilmesi gerekmektedir.

Yasal düzenlemelerle, devletin oluşturduğu mengenelerle göçmenler ve Türkler epeyce rahatsız


edilmişti.

Son günlerde yaşanan kundaklamalarda, Türkleri Almanya’dan kaçırma hedefinin etkili


olduğunu düşünüyorum. Dazlaklara, ırkçı Almanlara fatura edilen kundaklama ve
tedhişlerin arkasında Alman derin devletinin olabileceği ihtimalini göz ardı etmiyorum.

Avrupalı, Almanyalı Türkler maruz kaldıkları psikolojik yıldırma ve tedhişlerle hukuk


çerçevesinde mücadele etmesini öğrenmeliler. Her platformda haklarını arayarak batılıların
kendilerini kullanılmış bir mendil gibi atmalarına fırsat vermemeliler. Kolay olanı, Anadolu’ya
dönmeyi değil, mücadele etmeyi ve oralarda kalmayı tercih etmeliler.

Hükümetin ve başbakanın bizzat giderek gurbetçilere verdiği destek önemlidir. Gurbetçilere


destek ve ilgi artarak devam etmelidir. Gurbetçilerimiz arkasında Türk devletinin gücünü
hissetmelidirler.

Yoksa Türkiye yeniden büyük bir göç dalgasına maruz kalabilir.

Yazar: Mahmut KARAKÖSELİ


http://www.stratejikboyut.com/ sitesinden 04.07.2009 tarihinde yazdırılmıştır.

Alman Derin Devleti ve Aydın Doğan Ortaklığı


2008 Kasım 1

Türkiye’de sessiz sedasız operasyonlar yapan Almanya yine devreye girdi.

İstihbarat çevrelerinde Almanya’nın Türkiye üzerinde, iz bırakmadan yaptığı


operasyonlar sürekli konuşulur.

Hatta Mahir Kaynak, en beğendiği istihbarat örgütünün Alman İstihbarat Örgütü BND olduğunu
sürekli ifade eder. Bülent Orakoğlu gibi istihbaratçılar da Almanya’nın bu gücüne sürekli vurgu
yaparlar.

MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür de, geçtiğimiz günlerde yaptığı
açıklamada, Deniz Feneri Davası’nın Alman İstihbaratı’nın Ergenekon’a karşı bir operasyonu
olduğunu söylemişti.

245
Almanya bu istihbarat etkinliğinin yanında, Türkiye’nin en büyük medya grubu Doğan Yayın
Holding’le önemli ortaklıklara sahip. Deniz Feneri Davası da Doğan Grubu üzerinden
yürütülmüştü.

Şimdi ise Almanya farklı bir operasyon yapıyor. Dünya “güven eksikliği” temelli ekonomik
krizle sarsılırken Türkiye sürekli güven pompalanmasıyla aşırı derecede etkilenmemişti.

Ancak Almanya’dan öyle bir açıklama geldi ki piyasalarda ilk sarsıntıyı yaptı. Bu operasyon
devam ederse, sarsıntılar da sürecek

DOĞAN’IN ORTAĞI DEVREDE


2001 krizindeki açıklamaları ile piyasaları sarsan ve en son önceki gün “Türkiye’nin 90 milyar
$’a ihtiyacı olabilir” diyerek tepki çeken Deutsche Bank’ın, Doğan’la ortak şirketi olduğu ortaya
çıktı. DD Mortgage isimli şirketin yüzde 49′u Almanlara, yüzde 51′i ise Aydın Doğan’a ait

Deutsche Bank ile Doğan Grubu’nun ortaklığında kurulan Türkiye’nin “ilk” konut finansmanı
şirketi DD Mortgage geçtiğimiz haziran ayında faaliyete başladı.

DEUTSCHE VE DOĞAN ORTAKLIĞI

Mortgage kredisi alanında faaliyet gösteren DD Mortgage’nin (Deutsche & Doğan) Yönetim
Kurulu Başkanı ise piyasaların yakından tanıdığı bir isim. Bir dönem Kamu Bankaları Ortak
Yönetim Kurulu Başkanlığı da yapan Vural Akışık, halen Deutsche Bank ve Doğan Grubu’nun
ortak şirketi olan DD Mortgage’nin yönetim kurulu başkanlığı görevini yürütüyor. Pamukbank’a
el konulmasına ilişkin telefon kayıtlarında ismi olduğu iddia edilen Akışık’ın, finans
piyasalarında deneyimli bir isim olduğu belirtiliyor.

SERT HAREKETLERİ TETİKLEDİ

Kriz dönemlerinde Türkiye’den para çıkışını körüklediği iddia edilen Deutsche Bank ile ilgili
özellikle 2001′deki kriz süresince ‘felaket’ açıklamaları gelmiş ve bu yüzden döviz piyasasında
ciddi oynaklıklar yaşanmıştı. Bu noktada önemli bir ayrıntı gözlerden kaçmadı. 2001 krizinde,
kriz gecesi Aydın Doğan’ın bankası olan Dışbank, Merkez Bankası’ndan yüklü döviz alımı
gerçekleştirdi. Kendisinden büyük bankalar olan Akbank, İş Bankası ve Garanti Bankası’ndan
daha büyük alım gerçekleştiren Dışbank’ta bu işlemi o dönem bankanın başında bulunan Vural
Akışık’ın organize ettiği iddia edildi. Bu döviz operasyonu Doğan Grubu’na ciddi bir kur
kazancı olarak yansıdı. Banka, Merkez Bankası’ndan sadece bir gecede 258 milyon dolar döviz
alımı gerçekleştirmişti.

Dışbank’a servet kazandırdı

Deutsche Bank ve Doğan Grubu ortaklığında faaliyet gösteren DD Mortgage isimli şirketin
Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı piyasaların yakından tanıdığı bir isim olan Vural Akışık yapıyor.
Hatırlanacağı üzere Akışık, Dışbank Yönetim Kurulu’nda görev yaparken 2001′de Kamu
Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanlığı’na getirilmişti. Bu atamada Alman ekolünden
geldiği dillendirilen Mesut Yılmaz’ın önemli rol oynadığı konuşulurken, Akışık 2002 yılında bu

246
görevinden de ayrılarak yeniden Dışbank’ın başına geçirildi. Deutsch Bank’ın piyasaların
dengesini alt üst eden açıklamalarının geldiği 2001 krizinde, krizden bir gece önce Dışbank 258
milyon dolarlık döviz alımı gerçekleştirmişti. Ertesi gün yaşanan sert döviz yükselişi nedeniyle
Dışbank ciddi karlar elde etti. Bu operasyon Akışık’ın büyük başarısı olarak lanse edilmişti.

Yiğit Bulut'un İma Etmeye Çalıştığı

Son dönemlerde Türkiye ile ilgili meselelerde her taşın altından Almanya çıkıyor. Deniz Feneri
e.V. olayı burada patlak verdi. Almanya’da olan bu olay, hükümetle ilişkilendirilmeye, hatta
Ergenekon davasına misilleme olarak kullanılmaya kadar vardı. Bu dava, Doğan medyası
aracılığıyla Türkiye gündemine sokuldu.
Doğan grubundan ayrılarak Habertürk’e geçen Yiğit Bulut, son zamanlarda Almanya’nın
Türkiye üzerindeki operasyonları üzerinde duruyor ve Almanya kaynaklı hükümet aleyhindeki
dosyalara dikkat çekiyor. Yiğit Bulut, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul
Özkök’ün ‘Almanya bağlantısını’ ise ısrarla ima etmeye devam ediyor.
Vatan gazetesinde köşe yazan ve CNN Türk’te program sunan Yiğit Bulut, Ertuğrul Özkök’e
dokundurduğu “balina” yazısından sonra Doğan grubuyla ipleri kopardı. Habertürk yazarı Bulut,
Doğan grubundan ayrılmasına sebep olarak Ertuğrul Özkök’ü gösteriyor ve amiral gemisi
kaptanının, Doğan medyası üzerindeki etkisine işaret ediyor.
Yiğit Bulut, birkaç kez gündeme getirdiği Almanya’nın Türkiye’ye yönelik operasyonlarını
Habertürk’teki ilk yazısında biraz daha açıyor: “Bugün var olan hükümet aleyhine bütün
dosyaların tamamı aynı ülke kökenli ve en önemlisi "içerideki sivil sürece" karşı yapılan
yayınların da tamamı sermaye ve felsefi anlamda aynı köklere doğru gidiyor, aynı kişilere
dayanıyor! İlişkilerin "özkökleri" ortak!”
Gelelim Doğan grubunun Almanya ile olan ilişkisine; Doğan grubunun Almanya’yla arası
“oldukça” iyi. Malum Aydın Doğan, Almanya’nın en büyük medya kuruluşlarından Axel
Springer’la ortak. Doğan medyanın yüzde 25’i Axel Springer grubuna ait. Kasım 2006’da
imzalanan bu ortaklık sonrası, Doğan medya grubunun yönetiminde sürekli bir Alman yönetici
var.

Axel Springer grubunun Almanya’da en çok satan gazetesi Bild’in Genel Yayın Yönetmeni
Kai Dikman, Ertuğrul Özkök’ün yakın dostu. Dikman - Özkök ikilisi, karşılıklı olarak
birbirlerinin yönetim kurullarında yer alıyorlar. Birbirleriyle haber ve röportajlar paylaşıyorlar.
Ertuğrul Özkök’ü mü kastettiği bilinmez ama Yiğit Bulut’un Habertürk’te kaleme aldığı ve
Almanya bağlantısına dikkat çektiği yazısının bir bölümü de aynen şöyle: “Yabancı gazetelerin
genel yayın yönetmenlerinin "verdiği akılla" yönettikleri kurumları bu hesaplaşmada
"pozisyon tutmaya" zorlayan medya yöneticilerini, gerçekler açığa çıktıkça, çok ama çok
zor günler bekliyor... Türkiye "ağırlıklarından" kurtulacak! Derin ilişkilerin "özkökleri"
kopacak!”
Alman ortağı Axel Springer’e hisse satışında hile yaparak vergi kaçırdığı iddiasıyla 1 milyar
TL’ye yakın ceza yiyen Aydın Doğan’ın, Almanya istihbaratıyla ilişkisi olduğu iddia ediliyor.

247
Bu iddia, Ergenekon’un ikinci iddianamesinde yer alıyor. Ergenekon İddianamesinin ek delil
klasöründe yer alan ve Ergenekon’un derin kulağı Tuğgeneral Levent Ersöz ile SESAR Başkanı
İsmail Yıldız arasındaki konuşmada, İsmail Yıldız, ‘Aydın Doğan'ın Alman gizli servisleri ile
bağlantısı olduğunu, Alman gizli servislerinin Aydın Doğan'ı ciddi anlamda şantaja tabi
tuttuğunu ve Doğan'ın her an bu ilişkisinin deşifre edileceğinden korktuğunu’ söylüyor.

Yine geçtiğimiz günlerde Vakit gazetesinde yayınlanan ve Alman istihbaratının, Alman İçişleri
Bakanlığı’na gönderdiği belgede, Doğan grubuyla yapılan işbirliğinden bahsediliyor. Belgede
Doğan grubundan övgüyle bahsedilirken, ‘dinci' olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV
eleştiriliyor.

Alman istihbaratından sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla
Alman İçişleri Bakanlığı'na gönderilen 3 Nisan 2009 tarihli “Türk Medyası” başlıklı yazıda,
bakın neler söyleniyor:

“Aydın Doğan’ın medyası Türk halkı arasında çok sayıda okur ve seyircisi olan önemli bir
ortaktır. Adı geçen Yayınevi (Doğan Grubu),
Deniz Feneri e.V. davasında bizim lehimize haberler yayınlamış ve bununla birlikte
kendilerine her zaman işbirliği yapma konusunda güvenebileceğimizi göstermiştir. Oysa
dinci televizyon kanalları Kanal 7 ve STV Samanyolu TV, Deniz Feneri e.V. davasında
Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır. Bu vesile ile Aydın Doğan Grubu ile
Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı arasında yapılan işbirliği sayesinde Almanya’da
yaşayan yerli Türk halkının dini ve sosyo-politik entegrasyonunu iyileştirme amaç
edilmiştir.”

Bakalım Yiğit Bulut, tam olarak neyi ima ettiğini ileriki günlerde açıklayabilecek mi? Hep
beraber göreceğiz. Ama şu bir gerçek ki; her taşın altından Almanya’nın çıkması, medya
üzerinden operasyon yapılması tesadüf olmasa gerek.

Son bir not; Ergenekon sanıklarının avukatlarına dağıtılan bir ek CD’de, Ergenekon’un Almanya
bağlantısıyla ilgili ilginç bilgiler yer alıyor. CD’de bir dönem Alman istihbaratında görev yapmış
olan Araştırmacı-Yazar Talip Doğan Karlıbel’in, çeşitli medya kuruluşlarında yer alan
Ergenekon-Almanya bağlantılarına ait açıklamalarına yer veriliyor.

Karlıbel, Ergenekon’un tutuklu sanıkları Veli Küçük ve Kerinçsiz’in sık sık Almanya’ya
geldiklerini ve Alman faşistleriyle toplantılar yaptıklarını ifade ediyor. Yine Ergenekon
örgütünün Alman faşist grupların oluşturduğu derin devlet yapısıyla benzer özellikler
gösterdiğine dikkat çekiyor.
(Erol Metin, Aktif Haber, Yiğit Bulut'un İma Etmeye Çalıştığı 29 Haziran 2009 Pazartesi)

Güya Vakit’in ele geçirdiği şok belgeye göre, 3 Nisan 2009'da Alman istihbaratından sorumlu
Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı'na
gönderilen "Türk Medyası" başlıklı yazıda, Alman Axel Springer'in ortağı olan Doğan Yayın
Grubu'na övgüler dizilirken, ‘dinci' olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV için "Deniz

248
Feneri e.V davasında Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır" şeklinde ifadeler
kullanılmıştı.

ORAKOĞLU: ALMAN DERİN DEVLETİ, KRİZ PEŞİNDE

Konuyla ilgili Vakit'e konuşan Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkanı Bülent Orakoğlu, Alman
İstihbaratı'nın Aydın Doğan hakkında "Güvenilir" notu vermesinin Alman derin devletinin "böl-
parçala-yut" stratejisinin bir parçası olduğunu söyledi. Almanya'nın Türkiye'nin 100 yıllık dostu
gibi görünmesine rağmen, ekonomik krizler çıkararak kaos ortamı oluşturmaya çalıştığını
belirten Orakoğlu, "Alman derin devletinin hedefinde ekonomik kriz çıkarmak var. 1994 krizinin
altında da Alman Deutch Bank'ın olduğu biliniyor. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra başlatılan etnik
dinsel çatışmayı körüklemenin yerini ekonomik istikrarsızlık oluşturma almıştır. Almanya derin
devleti, Türkiye ekonomisini istikrarsızlaştırmak istiyor. Bu yüzden operasyonlar yapıyor" dedi.
Orakoğlu, "Almanya'nın Türkiye'de siyasi partilere ve sivil toplum örgütlerine yaptıkları
yardımları biliyoruz. Sözde dost, özde düşman ülkeler ve amaçlarına dikkat etmek gerekir." diye
konuştu.

KARLIBEL: DENİZ FENERİ e-V DAVASI DOĞAN MEDYASININ BİR TERTİBİ

Öte yandan Almanya'da uzun yıllar Narkotik İstihbaratta görev yapmış olan Araştırmacı-Yazar
Talip Doğan Karlıbel ise, Vakit'e yaptığı açıklamada Alman istihbaratının Deniz Feneri e.V
davasını tertiplediğini ve bunun bir plan dahilinde gerçekleştiğini hatırlatarak, Türkiye'deki
Deniz Feneri e.V davasıyla ilgili Doğan medyasındaki yayınların da bu tertibin bir parçası
olduğunu iddia etti.

ALMAN BÜYÜKELÇİLİĞİ VE DOĞAN HOLDİNG SUS PUS

Şok belgelerle ilgili olarak Almanya'nın Türkiye büyükelçiliğine ve Doğan Holding'e; Alman
istihbaratının Türkiye'deki bir medya kuruluşuyla ilgili ne tür bir işbirliği içerisinde olabileceği
ile ilgili yazılı sorular yönelttik. Ancak söz konusu kuruluşların sorularımız karşısında sessiz
kalmaları manidar bulundu.

249
Turkuaz'dan Hablemitoðlu suikasti

Doç. Dr. Necip Hablemitoðlu’nun evinin bulunduðu Portakal


Çiçeði Sokaðý’ndaki bütün baz istasyonlarý, cinayet günü
19.30’da devreden çýkarýldý. Yedek sistemler de çalýþmadý.
Þebekelerin ölüm sessizliðine büründüðü 20.30’da
Hablemitoðlu cinayeti iþleniyordu. Bölgedeki GSM
operatörleri, uydudan yapýlan müdahaleyle dört saat devre dýþý
býrakýldý. Eþi Þengül Hablemitoðlu’nun çocukluk arkadaþý
eski DSP milletvekili Zafer Güler’in kitabýndaki iddialar
üzerine 24 CHP’li, Meclis araþtýrma komisyonu kurulmasý için önerge verdi. Hablemitoðlu
dosyasýný açacak komisyonun kurulmasý için AKP’nin desteði bekleniyor.

Doç. Dr. Necip Hablemitoðlu, 18 Aralýk 2002 tarihinde Portakal Çiçeði Sokaðý’ndaki evinin
önünde suikasta kurban gitti. Olay yerinde Ruger marka silahtan çýkan iki boþ kovan dýþýnda
delil bulunamadýðý için Hablemitoðlu dosyasý faili meçhuller rafýna kaldýrýldý. Türk istihbarat
ve güvenlik birimlerinin olayý aydýnlatamamýþ olmasý hiçbir adli týp uzmanýna mantýklý
gelmiyordu. Kusursuz cinayet olmadýðýný savunan adli týpçýlara göre, katiller olay yerinde
ipucu býrakmýþ olmalýydý. Dört yýl sonra ortaya atýlan bir iddia adli týpçýlarý haklý çýkaracak
gibi görünüyor. Ýddiaya göre, cinayetin iþlendiði 20.30’dan bir saat önce bölgedeki bütün GSM
operatörlerinin baz istasyonlarý ayný anda bozuldu, yedek sistemler devreye girmedi. Garip
arýza, teknik ekiplerin tüm müdahalelerine raðmen giderilemedi. Çankaya’daki þebekeler
cinayetten ancak 3 saat sonra kendiliðinden çalýþmaya baþladý.

Araþtýrmacý Doðan Karlýbel’in ortaya attýðý, daha sonra konsept danýþmanlýðýný yaptýðý
DSP eski Ýstanbul Milletvekili Zafer Güler’in kaleme aldýðý “Alman Derin Devleti” isimli
kitapta yer alan iddialar TBMM tutanaklarýna geçti. CHP’li 24 milletvekili, bu iddialarýn
araþtýrýlarak cinayetin üstündeki giz perdesinin aralanmasý talebiyle Meclis araþtýrma
komisyonu kurulmasý için önerge verdi. CHP’liler önergelerinde, baz istasyonlarýndaki
arýzanýn yaný sýra Hablemitoðlu’nun Alman vakýflarýyla ilgili yazdýklarýndan dolayý dýþ
güçler tarafýndan öldürülüp öldürülmediði konusunun araþtýrýlmasýný istiyor.

Hablemitoðlu dosyasýnýn yeniden açýlmasýný saðlayacak iddialarýn kaynaðý, cinayetin


iþlendiði tarihte ‘T...’ GSM þirketinde görev yapan bir uzman yetkili. Þu anda söz konusu
þirkette çalýþmayan ve adýnýn açýklanmasýný istemeyen uzman, suikast gecesi Çankaya’da
yaþanan gariplikleri þöyle anlatýyor: “Galatasaray-Ankaragücü maçýnýn olduðu gün saat
19.30’da Portakal Çiçeði Sokaðý’nýn da içinde bulunduðu bölgedeki baz istasyonlarý birdenbire
devre dýþý kaldý. Arýza durumunda yedek sistemin 30 dakika içinde devreye girmesi
gerekiyordu. 1-1,5 saat geçmesine raðmen sistem devreye girmeyince bölgeye ekip gönderdik.
Teknik ekibin bütün uðraþlarýna raðmen arýza giderilemedi. Baz istasyonlarý 23.15’te
kendiliðinden çalýþmaya baþladý.”

Bir iki baz istasyonunun arýza yapmasý normaldi; ancak ayný bölgede birden çok baz
istasyonunun ayný anda devre dýþý kalmasý dikkat çekiciydi. Durumdan þüphelenen uzman,
ayný bölgede yaptýðý teknik araþtýrma sonunda daha da garip bir durumla karþýlaþmýþ. Ayný

250
bölgedeki T... GSM þirketinin baz istasyonlarý da ayný saatlerde devre dýþý kalmýþtý.
Bölgedeki bütün GSM operatörlerinin sustuðu, yedek sistemlerin devreye girmediði zaman
diliminde Portakal Çiçeði Sokaðý’nda Hablemitoðlu cinayeti iþleniyordu. Söz konusu uzman, bu
kadar büyük çaplý bir müdahalenin bölgede (bir minibüs içine) yerleþtirilen mobil bir sistem
kullanýlarak uydular aracýlýðýyla yapýlabileceðini söylüyor. Mobil sistem sayesinde operatörler
susmamýþ görünüyordu. Herhangi bir numarayý arayanlar, aradýklarý kiþinin telefonunun
çaldýðýný; ancak açýlmadýðýný zannediyorlardý. Çünkü yapýlan bütün çaðrýlar baz
istasyonuna deðil, o bölgede bulunan mobil bir istasyona ulaþýyordu.

Emniyet yetkilileri sýcaðý sýcaðýna yaptýðý açýklamada, muhtemel faillerin bulunmasý için
GSM operatörlerinin bölgedeki baz istasyonlarýnda olay saatinden 24 saat öncesi ve sonrasýnda
yapýlacak araþtýrma raporlarýný beklediklerini söylemiþlerdi. Olayýn üzerinden dört yýl
geçmesine raðmen emniyetten telefon kayýtlarýna iliþkin herhangi bir açýklama yapýlmadý. Söz
konusu uzman, uydudan yapýlan müdahalelerde, baz istasyonlarýndaki bütün arama
kayýtlarýnýn silindiðini, bu sebeple emniyetin büyük bir ihtimalle herhangi bir kayda
ulaþamadýðýný söylüyor. Zafer Güler ise kitabý yazarken emniyetten konuyla ilgili bir uzmanla
yaptýðý görüþmede, güvenlik güçlerinin de önemli operasyonlarda benzer bir yöntemle,
operasyon bölgesindeki bütün iletiþim hatlarýný bloke ettiklerini öðrenmiþ. Güler, MÝT,
jandarma ve polisin elindeki teknik imkanlarý kullanarak baz istasyonlarýnýn dýþarýdan yapýlan
bir müdahaleyle bloke edilip edilmediðinin ortaya çýkarýlabileceðini söylüyor.

Vicdanlarý rahatsýz eden cinayeti araþtýracak komisyonun Meclis’te kurulabilmesi için bir AKP
milletvekilinin önergeyi Meclis Baþkanlýðý’na sunmasý gerekiyor. Zamanýn baþbakaný
Abdullah Gül, cinayet sonrasýnda Hablemitoðlu’nun eþi Þengül Hablemitoðlu’na açtýðý taziye
telefonunda ‘Cinayetin aydýnlatýlmasý için tüm otoritenin kullanýlacaðýný ve ilgili bütün
birimlere talimat verdiðini’ söylemiþti. Araþtýrma komisyonu kurulursa; Türkiye’deki Alman
diplomatlarý aleyhinde deliller ýþýðýnda soruþturma yolu açýlacak. Zafer Güler’e göre AKP,
Hablemitoðlu dosyasýný yeniden açtýracak Meclis Araþtýrma Komisyonu’nun kurulmasýna
destek verirse Danýþtay saldýrýsýnýn rövanþýný almýþ olacak.

Þengül Hablemitoðlu:
Keþke devletten yana bir derin devlet olsa

Ben bu memlekette yazýlan çizilen þeylerin insanlara gösterildiði gibi olduðuna inanmýyorum.
O kitabýn (Alman Derin Devleti) kýsmen baþka bir tarafý aklamaya yönelik olduðunu
düþünüyorum. O kitabý yazarken benimle de konuþmalýydýlar. Yetersiz olduðunu
düþünüyorum. Bu ülkede benim kocamýn cinayetiyle ilgili hiçbir þey yapýlmamaktadýr.
Özellikle yapýlmamaktadýr. Bunu düþünmesi gerekenlerin düþünmesi gerekiyor. Benim
söyleyebileceðim hiçbir þey yok. Beni anlayabildiðinizi umuyorum.

... Buradaki (Alman) vakýflarýn temsilcileri benim eþimi telefonla arayýp tehdit ettiler defalarca.
Siz biliyor musunuz bunu? Çoðu Türkçe konuþuyor; ama programlara çýktýklarýnda, “Tek
kelime Türkçe bilmiyoruz.” dediler. Yalan yanlýþ haberlerin dolaþtýðý bir memlekette benim
söyleyebilecek hiçbir þeyim yok. Ben bir sürü þey söyleyebilirim; ama söylemem.

... Keşke Türkiye’de devletten yana bir derin devlet olsa. Türkiye’de baþka devletlerden yana

251
derin çeteler var. Mantýklý olan, ülkesini seven, olaylarý takip eden herkes bunu söyleyebilir.
Birtakým istihbarat örgütleri, benim eþimin üstünde çalýþtýðý insanlar ve tabii ki Türkiye’deki
çeteler söz konusu. Hükümetler kendi varlýklarýný sürdürebilmek için isterlerse, gerekli
bulurlarsa cinayetin kodlarýný çözerler. Birkaç tane salaðý tutar, gösterirler; bunlar yaptý derler.
Bu kadar basit. Danýþtay saldýrýsý böyledir. Adam sersem gibi gitmiþtir ve yakalanmak
istemiþtir. Umarým Meclis Araþtýrma Komisyonu kurulur, çok sevinirim böyle bir þey olursa.
Bakalým ne tür trajikomediler sergilenir yine. Anlarýz hep birlikte.

KAYNAK: zamanonline/Turkuaz eki

SONUÇ

15 temmuz katliamı failleri 6 ve 7 Eylül 1955’de de benzer soykırımı yapmıştı. ÖKK Komutanı
Sabri Yirmibeşoğlu yönetti. Bugün talabeleri Engin Alan, Saldıray Berk, Zekai Aksakallı Süfyan
ile ortak yönetiyor. Neden şaşırıyorsunuz? Gerçeklere kendinizi kapattığınız için olabilir mi?

Akan Meriç Değil https://youtu.be/zdafE8f57cg via @YouTube Sebo dokmus icini! Meric filmi
yapmaliyiz, muzikleri hazir; metni hikayesi hazir ve hepsi gercek. Toronto’daki filmcilere
duyurulur; yoksa Almanya; ABD; Fransa; Isvectekiler mi yapsin! Sufi mi yapsin? Daha ne
bekliyoruz canlar…

Sufyan her ulkeyi karistirma konusunda usta! Insan kacirdigi ulkelerde bu suca bulasan iktidarlar
yikiliyor ve halka; cihana hesap veremiyor. 15 temmuz yalanlarini kimse satin almadi;
kudurdukca kudurdular. Sufyan idare edemez ve haps edilir sonunda! Seytanlar arkasindaki
ETOcu!

Erdoğan Ankara’ya,İstanbul’a ve Muğla’ya saray yaptırdı, Malazgirt’e yaptıracak diyorduk.


Meğer 10 Milyon $ da Moldova ‘da harcanmış.

ADEM YAVUZ ARSLAN added,

Mahir ZeynalovVerified account @MahirZeynalov

Turkey donated $10 million to renovate the presidential building in Moldova. And Moldova
expelled 7 Turkish nationals wanted by Turkey https://nyti.ms/2MPuupP

Sufi terapist added,

Ahval @ahval_tr

Af Örgütü’nden Moldova’nın 7 Türkiye vatandaşını sınır dışı etme kararına tepki Moldova
basınına göre Türkiye’nin Moldova cumhurbaşkanlığı binasını…

252
SIS; bilinmeyen bir yere goturmus ve TC mafyozlarina verememis! TC den gelen bir ucakta yok!
ABD, AB ve insan haklari orgutleri net tepki koydu ama hala sakliyorlar. Sufyan; 10 milyon
dolar Moldava sarayi icin rusvet verdi. Para mi onurlu hukuk mu gorecegiz. Ucak RUS olabilir
dedim ama Erivan üzerinden yine insan kaçırdılar!! 15 temmuz suç ortakları Rusya idi.

Fethullah Gülen’e nefretleri saikiyle Trump’ın Hilary Clintona karşı seçimi kazanması için dua
eden 100 binlerce Fetih dağıtan ikiyüzlü cenah,bu günlerde Rahip Brunson ve artan dolar
üzerinden gitmesi için dua ediyorlar İşte bu iki yüzlü dindarlardan nefret ettim.

Bu lotu usagi Gurcu Azerisidir ve tum ailesi bir kisi haric mafyadir 26 yildir bakude. O haric biri
Ali Bayramli kolejinde talabemiz oldugu icin mafya olmamisti ama MIT onu da 15 temmuzda
Ataturk hava Limaninda eline silah verip mafya yapti. Moskova hapsinden MIT&Putin cikarmis!

Sufi terapist added,

Letonya Muhtarı @letonyamuhtar

Gülen Cemaatine yurt dışında saldırılar yapmak için mafya da devreye sokuldu Bir devlet;
mafyalarla işbirliği yapıyorsa o devlet mafya devletidir. Devlet, mafya muamelesi görür.
Faturayı millet öder. http://aktifhaber.com/iskence/gulen-cemaatine-yurt-disinda-saldirilar-
yapmak-icin-mafya-da-devreye-sokuldu-h122426.html#.W5IqwiO42Uo.twitter …

Gülen Cemaatine yurt dışında saldırılar yapmak için mafya devreye sokuldu Hükümete yakın suç
örgütü lideri Sedat Peker’e yakınlığı ile biliinen Azerbaycanlı “Lotu Guli” “Türkiye’de ve tüm
eski Sovyet mekanında Gülencilerle amansız mücadeleye başlıyor” d…

Asylum seeking Turkish teacher and her 3 children stranded in Paris airport
http://bit.ly/2M2uaie via @StockholmCF

Katiller değişmez Türkiyede iktidar görünenler değişir…

Mirim İstanbul eskiden böyle miydi, vatandaş takım elbisesi, yazlık özel kesim elbisesi olmadan
lince çıkmazdı. Çok bozuldu bu şehir, eski giyim kuşamdaki kibarlığa bakar mısınız? (6-7 Eylül
1955)

253
254
255
Mahkeme, ‘çözüm süreci’nde yaptıkları konuşmalar nedeniyle Selahattin Demirtaş’a 4 yıl 8 ay,
Sırrı Süreyya Önder’e ise 3 yıl 6 ay hapis cezası verdi.

Turkey charges 5 students with terrorism over following pro-Kurdish HDP’s former leader on
Twitter http://bit.ly/2MQjaJU via @StockholmCF

Erdoğan’la ilgili en saçma propaganda filmini yapan yönetmene mahkemeden ‘terörist kararı’
çıktı

15 Temmuzda darbe oyunu ütenler ödüllendirilir.

bazı insanlar ne kadar önemli, ne kadar vazgeçilmez

ümit kıvanç added,

Yüksekova Haber @yuksekovahaber

Şaban Dişli Hollanda Büyükelçisi olarak atandı http://dlvr.it/QjQm1Z

Moldova Başbakan Yardımcısı, Dışişleri ve Avrupa Entegrasyonu Bakanı Andrei Galbur İkinci
resimde sağ taraf TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam #MoldovaStopExtradition

256
Ne karınca zayıf olduğu için aç kalır, Ne de aslan pençesinin zoruyla karnını doyurur. “Rızk
sadece Allah’a aittir.” Kimi insana az verir, kimine de çok! Ama ikisini de İMTİHAN eder… Az
verdiğinden “Sabır ”, çok verdiğinden ise “Şükür” ister.

257
süleymancı yurdunda çocukların yanarak öldüğü aladağ davasında yurt müdürü cuma ali genç ve
dernek başkanı ismail uğur tali kusurlu oldukları gerekcesiyle tahliye edildi kaynak: evrensel

Ekonomist Maynard Keynes der ki; “Eğer bankaya 100 $ borcunuz var fakat bunu ödeyecek
gücünüz yoksa ciddi bir sorunla yüz yüzesiniz demektir.Öte yanda, eğer bankaya 1.000.000 $
borcunuz var fakat bunu ödeyecek gücünüz yoksa banka ciddi bir sorunla karşı karşıya
demektir.”

258
Dogru bakis; Rusya yapiyor darbeleri ve Turkiye’nin Rusya’ya bagimliligi yuzde 90 oraninda!
Bati klubune ne Erdogan ne ETO donebilir. Demek ki Afganistan; Suriye; Iran ve Yemen’den
beter olacak ulke! Keske Irak gibi biraz demokrasiye denge gelse Ona bile raziyiz. Ne hale
gelindi

Sufi terapist added,

Tr724 @tr724com

Gidişatın perde arkası sorumlularını bilmem de, hukuken sorumlusu olan Erdoğan’ın Türk
tarihindeki yeri, Enver Paşa’dan bir alt basamakta olacak! Tabi geriye bir tarih kalırsa… …

Ah benim güzel kardeşlerim Güzel Vatanimin Güzel emanetleri… Rabbim sizi en yakın
zamanda kurtarsın Zalimlerin elinden Yine güldürsün o gül yüzünüzü. ..

Dâne added,

259
melek ç @Umutlu30996907

Harbiyeli papatyalar müebbet aldi #Unutmamalı

3:06 PM – 7 Sep 2018

HİÇ BİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR

“Beş kişiydiler..
Beş farklı insan..
Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..
Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve Sabri Yirmibeşoğlu..
61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.
1955 yılının 6-7 Eylül’ünden sonra hayatları birden bire değişti.
*. *. *
Yıl 1955 idi..
5 Eylül’ü 6 Eylül’e bağlayan gece..
Selanik’te Atatürk’ün evi bombalandı..
Türkiye olayı TRT Radyo’nun öğlen 13.00 haber bülteninden duydu..
Ardından İstanbul Ekspress Gazetesi “Yıldırım Baskı” yaptı..

260
Normalde 20 bin satan gazete o gün tam 290 bin adet basılmıştı.
Özellikle Rumlar’ın yoğun olduğu semtlerde dağıtıldı..
İstanbul Ekspress tam sayfa verdiği haberde “Atamızın evi bombayla hasara uğradı” başlığını
kullandı..
Gazete bombayı Yunanlılar’ın attığını yazıyordu..
İşte ne olduysa bundan sonra oldu..
Ülkede “Rum Avı” başladı.
Başta İstanbul olmak ùzere sahil kentlerindeki Rumlar’ın işyerleri ve evleri talan edildi…
15 Rum öldürüldü, 300 kişi yaralandı..
30’dan fazla kadına tecavüz edildi..
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile fabrika, otel, bar gibi 5317
mekan talan edildi..
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi..
İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
İki gün süren yağma, talan ve linçten sonra sıkıyönetim ilan edildi..
Türkiye’deki tüm gazeteler olayda “Yunan kışkırtması” olduğunu ve Yunanlılar’ın Atatürk’ün
evinin bombalayarak halkı tahrik ettiğini yazdı..
*. *. *
Yunanistan hükümeti olayın aydınlanması için hemen soruşturma başlattı..
Öncelikle Atatürk’ün evinde hiçbir hasar yoktu..
Atılan bir ses bombasıydı..
Üstelik görgü tanıkları vardı..
Yunan makamlarına göre Atatürk’ün evini iki Türk, konsolosluk görevlisi Hasan Uçar ile
üniversite öğrencisi Oktay Engin bombalamıştı.
Hasan Uçar yardım etmiş, Oktay Engin bombayı atmıştı
İkisi de hemen tutuklandı..
Bombacı Oktay Engin 21 yaşında ve Batı Trakya Türklerindendi.
Türkiye’nin verdiği bursla Selanik’te hukuk fakültesinde okuyordu..
Bir süre sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak ùzere serbest bırakıldı..
Yunanistan dışına çıkması yasaktı ama nasıl olduysa Türkiye’ye kaçtı..
Yargılaması bittiğinde 3 yıl 6 ay hapis cezası aldı..
Yunanistan cezasını çekmesi için Oktay Engin’in hemen iadesini istedi..
Türkiye vermedi..
*. *. *
Oktay Engin Türkiye’ye geldikten sonra elini kolunu sallayarak dolaştı..
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan eğitimine devam etti..
Üniversiteye kayıt yaptırırken, Selanik’de eğitim gördüğüne dair geçerli belge getirmesi
gerekiyordu..
Nedense ondan istenmedi.
Okurken İstanbul Belediyesi’nde maaşa bağlandı..
Mezun olunca kaymakamlık sınavını kazandı..
Çankaya kaymakamı oldu..
Ancak dönemin emniyet müdürü tarafından özel olarak istendi ve Emniyet Genel Müdürlüğü
Siyasi İşler Müdürlüğü’ne atandı..
Eşi benzeri görülmemiş, inanılmaz bir terfiydi bu..

261
Bu göreve gelmek için en az 15 yıllık bir tecrübe gerekiyordu..
Acemi kaymakam Oktay Engin basamakları ikişer üçer çıkıyordu..
Sanki birileri “Yürü ya Oktay” demişti..
Ardından vali oldu..
Nevşehir Valisi..
Atatürk’ün Selanik’teki evini bombalayan adam artık bir Türkiye Cumhuriyeti valisiydi..
*. *. *
Ya diğerleri..
Oktay Engin’i hiç bir tecrübesi olmamasına ragmen siyasi şubenin başına getiren kişi Emniyet
Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu idi..
İlginçtir..
Hayrettin Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının olduğu gün Beyoğlu kaymakamıydı..
Emniyet Müdürlüğü’nün ardından Adalet Partisi Kayseri Milletvekili oldu ve 1970 yılında İmar
İskan Bakanlığı yaptı..
*. *. *
O gün “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle yıldırım baskı yapan ve Rumlar’ın yoğun olduğu
semtlerde dağıtılan İstanbul Ekspress gazetesininin sahibi Mithat Perin’di.
Olaylardan kısa bir süre sonra Demokrat Partiden İstanbul Milletvekili oldu..
Daha sonra Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı, Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu
Üyeliği, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyetlerinin başkanlığını yaptı..
*. *. *
İstanbul Ekspress Gazetesi’nin o dönem ki Genel Yayın Yönetmeni ise Gökşin Sipahioğlu’ydu..
Yıldırım baskıyı hazırlayan kişiydi..
1960’larda SIPA Press’i kurdu..
Askeri kriz yaşanan ve kimsenin girmeyi cesaret edemediği ülkelere girdi..
Bu ülkelerden dünya medyasına fotoğraflar geçerek tanındı..
1969’da SIPA Press dünyanın en büyük fotoğraf ajansı seçildi.
SIPA Press olay çıkacak ülkelere daha önceden muhabir göndermesiyle ünlendi..
O dönem Sipahioğlu’nun MİT’in Avrupa’daki önemli kaynaklarından birisi olduğu iddia edildi.
Yıllar sonra patronu Mithat Perin, 6-7 Eylül’de Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Gökşin
Sipahioğlu’nu kullandığını itiraf etti..
*. *. *
Beşinci kişi Sabri Yirmibeşoğlu..
6-7 Eylül’de Özel Harp Dairesi’nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevliydi..
Sonra Özel Harp Dairesi’nin Başkanı oldu..
1974 yılında Kıbrıs’ta Özel Harp Dairesi’nin sivil direnişi örgütleyen lideri olarak nam saldı..
Sabri Yirmibeşoğlu’nun yıllar sonra “6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir
örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” demişti.
23 Eylül 2010 tarihinde Habertürk gazetesine ise şunları söylemişti.
“Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz
sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını
gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini
artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami
yaktık biz. Cami yakılır mesela.”
*. *. *
Beş kişiydiler..

262
Beş farklı insan..
Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..
Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve Sabri Yirmibeşoğlu..
61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.
1955 yılının 6-7 Eylül’ünden sonra hayatları birden bire değişti..
Sanki Allah hepsine “yürü ya kulum” demişti..
Casus filmi senaryosu gibi değil mi?.
Casus filmi demişken..
6-7 Eylül olaylarının olduğu günler İngiliz Sunday Times Gazetesi’nin muhabiri de
İstanbul’daydı..
Hem de İstiklal Caddesi’nde..
Olayların tam ortasında..
Üstelik Atatürk’ün evinin bombalandığı Selanik’ten yeni gelmişti..
Kimdi o biliyor musunuz?..
Ian Fleming..
“007 James Bond” karakterini yaratan dünyaca ünlü yazar..
Ve İngiliz istihbarat örgütü MI6’ın ajanı..
Herkese iyi haftalar dilerim..”
(Sedat Kaya, Datça)©️
#1955EylülOlayları
#Septembriana
#Σεπτεμβριανά
#1955EylülOlayları
2018 yıldönümünde Sevgili Ülkü Angılı paylaşmıştı.

Yıkımlar, hicretler ve yeni oluşumlar

Mevlana Celaleddin (1207 M.)’de Behl’de doğdu. Küçük yaşında baba Bahâüddin-i Veled
Hazretleriyle beraber, Moğol istilasının hunharlığından çekinerek, Bağdad, Mekke, Şam yoluyla
o zaman güvenli bir yer olan Anadolu’ya geldi. Bu hicretle 16 sene süren uzun bir seyahatten
sonra Konya’da karar kıldı. Seyyid Burhaneddin gibi büyük bir bilgeden de ders aldı. Babasının
vefatından sonra 1230’da müderris olarak ders vermeye başladı. Bu sıralarda Şems-i Tebrîzi ile
karşılaştı… Şems-i Tebrîzi Hazretlerinin Mevlana Celâleddin üzerindeki tesiri, külle kaplanmış
bir ateşi ortaya çıkarmaya, üzeri örtülmüş bir güzellik üzerinden perde ve peçeyi kaldırmaya
benzer.

Eflâkî Dede, Menâkıbü’l-Ârifin isimli kitabında Şems Hazretlerinin nasıl bir hakikat ikazcısı
olduğunu şöyle anlatıyor:

Bir gün Vezir Nasîrüddin hangâhında büyük bir merasim vardı. Bir zâta şeyhlik rütbesi
vereceklerdi. Bütün ulemâ, meşâyih, ârifler, fâzıllar, ümerâ orada hazır idiler. Her biri, muhtelif
ilim ve fenlerde sözler söylüyor ve tatlı sohbetlerde bulunuyorlardı. Bir köşede murakabeye
dalmış olan Şems-i Tebrizî birdenbire kalktı ve onlara: “Ne zamana kadar şundan bundan rivayet

263
edip; övünecek ve atsız eğere binip erlerin meydanında koşacaksınız? İçinizde ‘Kalbim bana
Rabbimden şu haberi veriyor’ diyecek yok mu? Ne zamana kadar başkalarının âsâsı ile ayakta
yürüyeceksiniz?’ dedi. Sonra da “Hadisten, tefsirden, hikmetten v.s. den naklen söylediğiniz
sözler, o zamanda yaşayan ve her biri kendi akrânı arasında erlik makamında oturan ERLER’în
sözleridir. Onlar kendilerine gelen haberlerden anlatırlardı. Madem ki, bu ASRIN ERLERİ
sizlersiniz, o halde, sizin sırlarınız ve sözleriniz nerede?”

Mevlana Celaleddin Hazretlerinin yaşadığı zaman, İslam âleminin ictimaî nizamının Moğol
işgal, istila ve baskısının altında tamamen sarsıldığı bir zamandı. Moğolların önünden kaçan
âlimler, sanatkârlar, şeyhler, dervişler, o zaman sığınılacak bir yer, bir dâr’ül-amân arıyorlardı. O
devirde bu yer, hiç şüphesiz Büyük Alâeddin Keykubat’ın memleketiydi. Bu Sultanın idaresinde
Anadolu, 95 kadar kervansarayı ile, büyük ticaret yollarının kavşak noktası olmasıyla,
dârüşşifâları, medreseleri, büyük ilim-fen müesseseleri, âsâyiş ve emniyetiyle o günkü dünyanın
hem gıbtasını, hem de tamah ve hırsını çeken bir diyardı. Moğolların önünden kaçanlar,
arkalarında harap olmuş şehirler, sönmüş hânümânlar, mahvolmuş dünya saltanatları
bırakıyorlardı. Bir gün evvel sultan olanlar, öbür gün köle; zengin olanlar da fakir, dilenci
oluyordu.

Bu yıkımlar karşısında İslam ümerasının, idarecilerinin ümidleri kırılmıştı. Yukarı tabakadan


avam halka kadar bir karamsarlık hüküm sürüyordu. Putperest bir kavim olan Moğolların Âlem-i
İslamın koskoca medenî devletlerini ve saltanatlarını yıkarak, onlara hâkim oluşları, idarecilerle
bir kısım halkın ümitlerini hatta İslâmiyete olan inançlarını sarsmıştı. İşte böyle bir hengâmede,
Mevlana Hazretleri gibi büyük mürşidler zuhur etmeye başladı. Bu mübarek zatlar, büyük Haçlı
orduları karşısında savaşmış, İznik müdafaası, Eskişehir muharebeleri, Konya civarı harpler,
Bolkar dağı savaşlarını vermiş, âdeta teşekküle ulaşmış bir vatan telakkisine sahip Anadolu
çocuklarına BU VAZİYETİN BİR İMTİHAN OLDUĞUNU, İSLÂM’IN YİNE MUZAFFER
OLACAĞINI telkin ediyorlardı. İşte bu mürşidlerden biri ve belki de en büyüğü Mevlana idi.

Mevlana Hazretleri, Moğolları, Anadolu’nun diğer büyük mânevî mürşidleri gibi kâfir olarak
değil, istikbaldeki Müslümanlar olarak görüyordu. Bundan dolayı bir şiirinde şöyle söylemişti:
“Sen Tatarlar’dan korkuyorsun, Allah’ı tanımıyor demektesin; ben ise onlara (İslamiyetin
güzelliklerini göstermek için) iki yüz iman sancağı ile hücum ediyorum.” Nitekim Abaka’nın
hanımı ve Selçuklu Prensesi olan Hudâvend Selçuk Hâtun’un terbiye ettiği Mahmud Gâzân Han
İslamiyeti kabul edince, Mevlana Hazretlerinin torunu Ulu Ârif Çelebiyle görüşmeyi arzu
etmişti. Eflâkî’nin rivayetine göre Ulu Arif Çelebi Tebrize gelince, M. Gâzân Han’ın bir yakını
kendisine onun büyüklüğünden bahseder. Hân da daima sohbetinde bulunan şeyh efendilerine
Mevlânâ Hazretlerinin hallerini sorar. Onlardan Necmeddin Atabek, Hazretin keşif ve
kerametlerinin büyüklüğünden bahseder ve delil olarak da Han’a yukarıda zikrettiğimiz şu
beytini okur:

264
“Ben Yârin (Cenab-ı Hakkın) küpünden bir kadeh erlik şarabı çıkarırsam, iki dünyanın bütün
güzelliklerini ortadan kaldırırım. Sen Allah’ı tanımadığın için Tatar’dan korkuyorsun. Fakat ben
ikiyüz iman sancağıyla Tatar tarafına hücum ederim.”

M. Gâzân Han, bu şiirler için bir cübbe yaptırılmasını, üzerine bu beyitlerin yazılmasını ve altın
sırma ile işlenmesini emreder. Tahta oturduğu zaman bu cübbeyi daima giyer ve “Mevlana
Celâleddin Rumî, bu gazeli benim için yazmıştır. Çünkü bu zamanda Moğollar arasında iman
bayrağını ben kaldırdım. Bu Tatar tâifesi bu zamanda Müslüman oldu.” diye övünürmüş. Yine
sonradan İlhan olan Keyhatu da Konya’yı yağmalamak isterken, rüyasında Mevlânâ Hazretlerini
görerek, bundan vazgeçer, ayrıca uyanıp tevbeler eder. Sonra da ziyaretine gider.

Evet askerlerin yapamadığını, köşelerinde oturan o büyük mürşidler Allah’ın inayetiyle


yapmışlardır.

Tarih bir nevi, yani ayniyle değil de misliyle tekerrür eder. Yaşadığımız sürece bazı yönleriyle
benzeyen o günlerden, bilhassa büyük mürşid Mevlana Hazretlerinin yaptıklarından ibret alalım.
Bilhassa günümüz Mevlanasının, Şefik Can’ın Mevlana Hazretleri üzerine yazdığı kitabın
takdimi için kaleme aldığı şaheseri de okumayı unutmayalım.

Çünkü bugün Hz. Mevlana’yı nasıl anlamamız gerektiğini de öğrenmiş oluruz.

Abdullah Aymaz

aaymaz@samanyoluhaber.com

265
Hocaefendi işte bundan büyük | FUAT BARAN

Hocaefendi işte bundan büyük.

Gerçekten büyük adamsın Hocaefendi.

Bunu bugünlerde bir kere daha görüyoruz.

Ve saygım daha da artıyor.

Neden mi?

Bunca pisliğin , ahlaksızlığın olduğu ortamda tertemiz bir nesil yetiştirdiğin için.

Bunca ahlak yoksunu bir toplumdan, ahlaklı bir nesil çıkardığın için.

Ölen kızının cenazesine sahip çıkmayacak kadar insanlıktan bihaber bir toplumun çocuklarından,
karıncaya basmayan vicdanlı bir nesil yetiştirdiğin için.

Bir düşünüre sorulmuş;

“Bu kadar ahlaklı olmayı kimden öğrendiniz” diye, cevap, “ahlaksızlardan” olmuş.

Bu cevabın hayat bulduğu zamanları yaşıyoruz.

266
Kapkara bir dönemde, anlıyoruz aydınlık insanların değerini ve neler başardıklarını.

Düşünün, hırsızlığa ses çıkarmayan, ses çıkarmayı bir tarafa koydum, buna destek verip, “çalıyor
ama çalışıyorlar” ile formüle ettikleri ahlak yoksunu bir toplumun içinden, kendisine teklif
edilen rüşvetlere, makamlara “hayır” diyerek, hapse girmeyi, sürgün edilmeyi, bedel ödemeyi
göze almış bir nesil yetiştirdi Hocaefendi.

Öyle bir topluluk yetiştirmiş ki Hocaefendi, onca haksızlığa ve zulme rağmen, bir kişi bir tane
taş atmadı kimseye.

Öyle bir topluluk yetiştirmiş ki Hocaefendi, onca zulme rağmen, hala şiddete bulaşmadı ve
dayanmaya çalışıyor.

Öyle bir topluluk yetiştirmiş ki Hocaefendi, koca bir devletin tüm kurumları, yıllardır, didik
didik inceledikleri halde, kurumlarında, ne bir yolsuzluk, ne bir usulsüzlük bulunmadı.

Öyle bir topluluk yetiştimiş ki Hocaefendi, yıllardır yapılan ve soykırıma varan zulme rağmen,
inandıklarından vazgeçmediler.

Bir zamanlar cami kürsüsünden şöyle demişti Hocaefendi:

Yeni bir altın nesil yetişiyor, sahabenin izdüşümü bir nesil.

Ebubekir değil ama Ebubekir gibi.

Ömer değil ama, Ömer gibi.

Ben şu dönemde yaşananlara bakınca ve bunca olay karşısında bazı insanların duruşlarını
görünce, o gün Hocaefendi’nin dediği bu sözleri daha iyi anlıyorum.

Bu zamanın Ebubekirlerinin adları, Ahmet, Mehmet, Muammer.

Ömürlerini verip, onca ter ve gözyaşı ile elde ettikleri mallarına haramilerce el konulduğunda,
şiddete bulaşmayan, isyan etmeyen, zalime boyun eğmeyip dimdik duran, “bana pazarın yolu
göster” diyen sahabi gibi, onca zengin yaşamından sonra, pizza dağıtan, bulaşık yıkayan, inşaatta
çalışan zamanın Ebubekirlerini gördüm.

Bu zamanın Ömerlerin adı, Zafer, Can, Tahir.

Haksızlık karşısında adaletin yanında duran, bu duruşun bedelini hücrelerde hayatta iken ölüme
terkedilerek, kendi ülkesinde gizlenerek, yaşlı yatağında zalimlerin zulmüne uğrayarak ödeyen
Ömerler gördüm.

Zaman gösterdi ki, şom ağızlılar ağızlarında salyalar ile bu nesle saldırsa da, kumpaslar kursa da,
dünyada yeni bir baharın bahçıvanları yetişmiş.

267
Bugünler o bahçıvanların bağlarının talan edildiği, çiçeklerinin koparıldığı, sularının kesildiği
günler olsa da, bahçıvalarımız kendilerine yeni bağlar, bahçeler kuruyor dünyanın dört bir
tarafında.

Sadece güller yetişmiyor artık o bahçelerde.

Menekşeler, papatyalar, zambaklar, orkideler yetişiyor bu bahçelerde.

Dünyanın tüm renklerinin, tüm tatlarının harman edildiği bağlar yeşeriyor dünyanın her
tarafında.

Zalimler onları bitirmek için savursa da, savrulan tohumlar fidanlar açıyor dünyada.

Bu bahçıvanların ustası, onları yetiştiren, onlara yol gösteren, bir kaneviçe dokur gibi, hassas
davranan Hocaefendi, bunca dikenin, ayrık otunun içinden, bu çorak topraklarda hem çiçekler
yetiştirip, hem bahçıvanlar yetiştirdiği için büyük insan.

Tüm büyük insanlar gibi O da anlaşılmadı içinden çıktığı toplum tarafından.

O da anlaşılmadı en yakınları tarafından.

O hep, diyegamlıktan, fedakarlıktan, yaşatma için yaşamadan bahsederken, en yakınındaki


insanların içinde bile O’nu anlayamayan, hatta O’na ihanet edenler çıktı.

O, bu kişileri bilip, yaptıklarını gördüğü halde, onların ahiretleri adına sustu ve onlara dua edip,
düzelmelerini bekledi.

O’nun bu iyi niyetini suistimal edenler hala O’nu anlamamakta ve ihanetlerine devam etmekte.

Hala zehirlerini yetiştirdiği çiçeklere boşatma derdinde, yapılan bağları bozma derdindeler.

Her türlü sabır ile imtihan olan Hocaefendi, galiba sabrın en büyüğünü bu insanlara karşı veriyor.

Ve bunu yaparken bile büyüklüğünü göstererek, onların ahiretlerini düşünüyor.

Kendisine onca hakaret ve küfür edenler için bile hidayet dileyen ve cemaatini onlara karşı
düşmanlık beslememeleri için telkinler veren, kalp ve vicdan sahibi bir insan olduğu için büyük
Hocaefendi.

Bunca dışardan ve içerden yıkma çabalarına karşın, cemaatini kandan, irinden deryalardan
geçirme adına, onca kabiliyetsiz ve basiretsiz çevresine rağmen, bunun için gecesi gündüzü dua
ile geçen bir insan olduğu için büyük Hocaefendi.

Bana öyle geliyor ki, Hocaefendi’nin en büyük özelliği, yaşantısı.

268
Ömrünün tümü neredeyse vaaz ve sohbetlerle geçmiş, tüm konuşmaları ve yazdıkları ortada olan
bir insanın, bunca kin dolu insanların saldırmalarına karşı, ona karşı kullanacakları bir açığının
olmaması, karanlık bir noktanın bulunamaması, yaşadığı hayatın ne kalitede olduğunun en büyük
göstergesi.

Evet, lideri olduğu cemaatte, kanı beş para etmez insanlar var.

Evet, lideri olduğu cemaatte, hainler var.

Evet, lideri olduğu cemaatte, makam, mansıp, para sevdalısı idareciler var.

Evet, lideri olduğu cemaatte, yüzüne bakılmayacak insanlar var.

Ama, bu yaşadığımız süreçte şunu gördük ki, bunca kire ve pasa rağmen, Hizmet Hareketi,
Türkiye’deki cemaat ve tarikatlerin içinde, en temiz ve pak kalmış, zalime biat etmeyerek bunun
bedelini en ağır şekilde ödemiş, en önde gelen cemaattir.

Hataları, yanlışları elbette vardır Hocaefendi’nin.

Ama şunu rahatlık ile söyleyebilirm ki, Hocaefendi, şuanda cemaati bir arada tutan ana unsurdur.

Cemaati Hocaefendi’ye inanıyor ve işte ona olan bu inançları ve yaşantısı ile, bunca bedele
rağmen hala bulundukları yerde sabit duruyorlar.

269
Tiksindim… | FUAT BARAN

270
Ben bir hainim bu ülkede.

Zira hala insanım.

Ben bir hainim bu ülkede,

Zira hala bir vicdanım var.

Ben bir hainim bu ülkede.

Zira hala kalp taşıyorum.

Ben bir hainim bu ülkede.

Zira hala gözüm yaşarıyor.

Ben bir hainim.

Hırsız olmadım, ihanet ettim ülkeme.

Ben bir hainim.

Vatan toprağını satmadım.

271
Ben bir hainim.

Yolsuzluk yapmadım.

Ben bir hain babayım.

Oğullarımın gemicikleri yok, milyon dolarlara 3-5 kuruş demiyorlar.

Ben bir hain anayım.

Haram lokma yedirmedim evlatlarıma.

Ben bir hain kocayım.

Burs verdim fakirlere.

Ben hain bir kadınım.

Sarma sardım muhtaçlara.

Ben hain bir memurum.

Rüşvet yemedim, kimsenin önüne yatmadım para için.

Ben hain bir öğretmenim.

Bana emanet edilen çocuklara tecavüz etmedim.

Ben hain bir işverenim.

Katletmedim madenlerde işçilerimi.

Ben hain bir mütahitim.

Çalmadım inşaat malzemesinden.

Ben bir hain askerim.

Kıyamadım bana emanet edilen ana kuzularına.

Ben hain bir polisim.

Elim kalkmadı ninem yaşındaki analara.

Ben hain bir işadamıyım.

272
Usulsuz ihaleler toplayıp, kimsenin kucağına oturmadım.

Ben hain bir insanım.

İnsanlığa kıyamadım.

Ben hain bir erkeğim,

İnsanları dinine göre ayırmadım.

Ben hain bir kadınım.

İnsanları ırkına göre yargılamadım.

Ben hain bir vatandaşım.

İnsanları mezheplerine göre bölmedim.

Ben hain bir siyasetçiyim.

İnsanların kendi ana dillerinde konuşmalarından rahatsız olmadım.

Ben hain bir çocuğum.

Hırsızlığı babamdan öğrenemedim.

Ben hain bir kız çocuğuyum.

Babamın çaldığı paraları sıfırlamaya çalışan abime yardım için babam tarafından
gönderilmedim.

Ben hain bir akademisyenim.

Savaşa hayır dediğim için.

Ben hain bir anneyim.

Çocuklar ölmesin dediğim için.

Ben hain bir bebeğim.

Anam beni doğurduğu için.

Ben hain bir kürdüm.

Ana dilde eğitim istediğim için.

273
Ben hain bir aleviyim.

Cemevi ibadethane olsun dediğim için.

Ben hain bir solcuyum.

Herkes eşit olsun dedim diye.

Ben hain bir kemalistim.

Atatürk’ü seviyorum dedim diye.

Ben hain bir müslümanım.

“Allah var gam yok” dedim diye.

Ben hain bir müminim.

Kula kulluk etmedim diye.

Ben hain bir köylüyüm.

“Zeytin ağaçlarımı kesmeyin” dedim diye.

Ben hain bir şehirliyim.

“Şehrime kıymayın beyler” dedim diye.

Ben hain bir çiftçiyim.

Yerli tohum kullanmak istediğim için.

Ben hain bir işçiyim.

İnsanca yaşamak istediğim için.

Ben hainim.

Hainlerin hükümdar olduğu ülkede.

Ben bir hainim.

İhanetin vatanseverlik olduğu ülkede.

Ben bir hainim.

274
İhanetimin cezası;

Madenlerde ölmek,

Hücrelerde çürümek,

Zindanlarda büyümek,

Vebalı muamelesi görmek,

Faili meçhullerle katledilmek,

Horlanmak,

Dışlanmak,

Açlığa mahkum edilmek,

Ağaç kökü yemeye zorlanmak,

Bir yudum suya muhtaç edilmek.

Ben bir hainim bu ülkede.

İhanetimle gurur duyuyorum.

Hain olduğum için övünüyorum.

Vatansız kalmayı, ihanetime takılan bir şeref madalyası olarak kabul ediyorum.

Gece saat on gibi idi.

Çocuklarıma; “yatma vakti artık yatın” dedim ve beraber yatak odalarına çıktık.

Kızım uyumuştu zaten kucağıma alıp yatak odasına oğlumla beraber gittik.

Oğlum, “baba benimle kalır mısın?” dedi.

“Tamam” dedim ve “haydi yana geç yanında ben de yatayım” dedim.

Oğlum inanılmaz bir sevinçle yana kaydı.

Oğluma, “bu sefer ben senin koynunda uyumak istiyorum” dedim.

Hem şaşırdı hem de sevindi ve kolunu uzattı ve oğlumun koynuna yattım.

275
Hem oğlum bana sarıldı sıkı sıkı hem de ben sıkıca sarıldım oğluma.

Kokusu, sıcaklığı inanılmaz bir haz veriyordu içime.

Oğluma sarılırken aklıma Türkiye’de ve dünyada çocuklarından ayrı kalan babalar, babalarından
ayrı çocuklar geldi.

Hem daha sıkı sarıldım oğluma, hem de yüreğim daha da acı vermeye başladı bana.

Gözümün önüne, babasının resimlerine bakarak ağlayan çocuklar geldi.

Gözümün önüne, babasını rüyasında görünce mutlu olan çocuklar geldi.

Gözümün önüne, annesiyle beraber hapiste olan çocuklar, bebekler geldi.

Gözümün önüne, görüş günlerinde hapishane önlerinde babalarını görmek için bekleyen
çocuklar geldi.

Gözümün önüne, evladına sarılarak, Meriç’in soğuk ve derin sularında kucak kucağa can veren
analar geldi.

Gözümün önüne, ölmüş evladınının cesedi bozulmasın diye günlerce yavrusunun cesedini
buzdolabında saklayan anam geldi.

Gözümün önüne, sokak ortasında katledilen annesinin cenazesini günlerce alamayan, hayvanlar
yemesin diye nöbet tutan evlatlar geldi.

Gözümün önüne, yıllardır evlarına hasret kalan babalar, analar geldi.

Gözümün önüne, çocuğunun son anlarında yanında olamayan, cenaze törenini kameradan
izlemek zorunda kalan babalar geldi.

Gözümün önüne, evlatlarını ve eşini bir anda azgın sularda kaybeden acılı babalar geldi.

Gözlerimi açtığımda oğlumun yüzünü gördüm ve daha da sıkı sarılıp öpmeye başladım.

Yüreğimde inanılmaz acılar ile beraber inanılmaz bir mutluluk ve şükran hisleri oldu.

Şükrettim halime.

Evlatlarımla beraberdim.

Onlar babasız, ben evlatsız değildim.

Onları öpebiliyor, onlarla oynayabiliyordum.

276
Hem acım, hem oğluma sarılma isteğim arttı.

Tüm bu düşüncelerden habersiz oğlum, uyuyakalmıştı.

Usulca yanından kalktım ve uyumaya gittim.

Yatakta uyumak ne mümkün.

Bunca acının, bunca zulmün olduğu şu karanlık zamanlarda, insanın kendi çocuğunu sevmesinin
bile acı verdiği şu günlerde uyumak ne mümkün.

Bu düşünceler ile uyuyakalmışım.

Gece 3 gibi bir mesaj sesi ile uyandım.

Hemen yatağımın başındaki telefonumu aldım ve Moldova’da öğretmenlerin zorla gözaltına ve


kaçırılmaya çalışıldıklarına dair bir mesajı okudum.

Yüreğim yerinden çıkacak gibi oldu.

Yataktan hızlıca kalkıp daha detaylı bilgi almak için sosyal medyada biraz araştırma yaptım ve
haberin daha yeni olduğunu ve çok kişi tarafından paylaşılmadığını gördüm.

Sonra Moldova’dan bir arkadaş bana hem bilgi hem de videolar atmaya başladı.

İlk videoyu görünce sinirden elim ayağım titredi.

Bir çocuğu bir minibüse koymaya çalışıyorlar ve annesi feryat ediyordu.

Hemen videoyu kaydedip paylaştım ve detayları yazmaya başladım.

Sabah 6-7 eylül olayları hakkında yazı yazmayı planlarken, yine bir utanç gününe, yine bir utanç
ile uyanacağımızı anladım.

Bitmedi bu topraklarda alçaklıklar ve zulümler.

Devlet denilen ve yıllarca kutsanan canavarın yaptığı zulümler devam ediyor.

Dün Ermenilere, sonra Alevilere, sonra kürtlere, şimdiler de Hizmet mensuplarına ve yine
kürtlere yapılan bunca zulüm ve bu zulümlere sessiz kalan insanlar.

İnsan kendi milletinden, ülkesinden tiksinir mi.

Evet tiksiniyorum.

Tiksiniyorum bu zulümleri yapanlardan.

277
Tiksiniyorum bu zulümlere susanlardan.

Tiksiniyorum bu zulümleri din adına, millet adına yaptıklarını söyleyen alçaklardan.

Tiksiniyorum zulümleri cami kürsülerinden öven din adamlarından.

Tiksiniyorum, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen zihniyetten.

Ve tiksiniyorum kendimden.

Tiksiniyorum kendimden, zira dün kürtlere bu zulüm yapılırken gerektiği gibi ses çıkarmadığım
için.

Tiksiniyorum kendimden, dün alevilere bu zulümleri yaparlarken gerektiği gibi itiraz etmediğim
için.

İnsan olmaktan tiksindim.

Bu hayattan tiksindim.

Tiksindim.

“Hiçbir kişisel çıkar bulunmadığı zaman; iyi yazılır, iyi düşünülür.”

Andre Gide

Yazı yazmak gerçekten büyük bir iştir.

Bir konu hakkında fikirlerinizi, kendi kelimelerinizle, kendi cümlelerinizle ifade etme, bunu
yazıya dökmek, hem çok zevkli hem de çok büyük bir eylemdir.

Bir cesaret ister.

Zira bir meydana çıkıyorsunuz.

Glatyatörlerin eranaya çıkması ve hayatta kalma adına verdikleri mücadele kadar tehlikeli ve
risklidir.

Hele yazdıklarınız, toplumun genel geçer doğrularına ve inandıklarına aykırı ise.

Bu, yelkenli bir kayık ile okyanusları aşmaya girişmeye benzer

Yelkeninizi hareket ettirecek rüzgarınız söcükleriniz, o kayığa yön verecek dümeniniz


vicdanınızdır.

Sözcükleriniz ve vicdanınızın dışında bir sermayeniz yoktur yazı yazarken.

278
Kaleminiz sizin tek silahınızdır.

Kendinizi savunurken de, doğruları ifade ederken de tek silahınız vardır.

Kaleminiz.

Bir yazar için her sözcük, her cümle birer tohumdur.

O tohumlarını eker toğrağa.

Bazen bu tohumlar fidan verir ağaç olur ve yeni meyveler verir.

Bazen bu ağaçlar, ilerde birilerinin serinlemek amacıyla altında oturduğu bir ağaç olur.

Bazen bu ağaçlar meyve verir, birilerinin ağzında birer tat bırakır.

Bazen de bu tohumlar ölürler, başka ağaçların yetişmesi adına birer besleyici unsur olur.

Ama, her atılan tohum bir işlevi vardır ve onu yapar.

Yazar tohum atar toprağa.

Bazen tohum ile toprak uyumsuzdur bu nedenle ürün alamaz.

Bazen toprakta o gün için su yoktur, sadece toprağın altındaki nem ile suyu bekler ve zamanı
gelince fidan açar.

Fakat mutlaka bir iş görür bu tohumlar.

Birileri bulur bunları ve istifade ederler.

Bana göre bir yazar, yazdıklarının okunması veya insanları değiştirmesi için yazmaz yazılarını.

Bir yazar, hissettiklerini ve doğru bildiklerini yazar.

Yazar kendinden ve kendi penceresinden toplumda gördüklerini, duygularını yazar.

Yazar yalnızdır.

Yalnızlığı onun en büyük lüksüdür aslında.

Kendi krallığında yaşar.

Yazdıkları karakterlerdir o şatonun üyeleri.

Onlarla yaşar.

279
Bazen dışardan bakanlar bunu anlayamazlar ve deli derler.

Bazen bencil derler.

Bazen kibirli derler.

Yazar kendisini beğendirmek için çaba sarfetmez.

Bağırmaz kendisini pazarlamak için.

Ne kendini pazarlamanın derdindedir ne de bir şeyleri pazarlamanın peşindedir.

Kalemin bir namusu vardır.

Gerçek yazar kalemine ihanet etmez, namusunu kirletmez kalemin.

Kimsenin adına yazmaz, kimsenin tetikçisi olmaz.

Toplumla karşı karşıya gelmeyi göze alır.

Toplumun doğrularını kabul etmek zorunda değildir.

Toplumun estirdiği rüzgara doğru sürmez gemisini.

Doğru bildiği ve vicdanının doğrusuna doğru gider gemisiyle.

Rüzgarın aksi yönde esmesi, dalgaların gemisini alabora etme tehlikesine aldırış etmez.

Bu yola çıktığında, O tüm bunları göze almıştır.

Yazdıkları, bazılarının hoşuna gitmeyebilir.

Yazdıkları, bazılarını sinirlendirebilir.

Yazdıkları, bazılarını rahatsız edebilir.

Yazarın, aslında bir misyonu da rahatsızlık vermektir.

Toplumdaki genel kabul edilen yanlışlara karşı bir rahatsızlık verme.

Kurulu hakim düzene karşı bir rahatsızlık verme.

Kişilerin kendilerinden bile sakladıkları yanlışlarına karşı bir rahatsızlık verme.

Yazar bunu yapmak için yazmaz.

280
Ama yazdıkları buna neden olur.

O, bu durumdan ne haz alır, ne de üzülür.

Doğru olduğuna inandığı için yazar.

Sonuçlarının ne olacağına çok odaklanmaz.

Sonuç odaklı değildir.

Doğru odaklıdır.

Kendi doğrularını yazar.

Bu doğruları dikte etmez.

Ortaya koyar, alan alır almayan almaz.

Biraz küstahlık vardır her yazarın ruhunda.

Kendini beğenmişlik vardır.

Bu kendini beğenmişlik, başkalarına üstten bakma değildir.

Kendini beğenmişlik ve küstahlığın verdiği cesaret ile aslında işini gerçekten yapabilir.

Yazar için anlaşılmak diye bir derdi yoktur.

“İnsan yazarken sadece anlaşılmak değil, muhakkak ki aynı zamanda anlaşılmamak da ister.”,
der Nietzsche.
Anlaşılmamak da bir tercihtir yazar için.

Anlaşılmamanın, lüksüne ve mahrumiyetine de aynı anda sahiptir.

Bir yazar tek bir kişi değildir aslında.

Tek bir kişiliği barındırmaz içinde.

Şizofrenliğe varacak kadar bölünmüş bir kişiliği vardır.

Hayatı boyunca kendi bölünmüşlüğünü bile bir araya getiremez.

Bu bölünmüşlük sayesinde binlerce okuyucu, binlerce farklı karakter, binlerce farklı ruh
kendisinden bir şeyler bulur yazılarında.

Her okuyucu farklı olsa da, kendini bulur okuduklarında.

281
Gerçek yazar zaman ve mekandan bağımsızdır.

Zamana göre yazmaz, mekanın etkisinde kalmaz.

Bağımsızdır.

Kendi hükümranlığını sürer, kendisine ait dünyasında.

Yazdıkları, dünyasına açılan birer kapı penceredir.

Davetkar değildir.

Aman herkes bu dünyaya gelsin derdinde değildir.

Yazar, dipsiz bir kuyu gibidir.

Çekiçidir ama o derece korkutucudur.

Yazarlık bir tercih meselesi değildir gerçek yazarlar için.

O isteyerek seçmez bunu.

Olmuştur bu.

Kendisini orada bulmuştur ve yazar.

Yazmak bir tercih değildir aslında yazar için.

Yazmak bir mecburiyettir.

Ne tehditler, ne dışlanmalar, ne bedel ödemeler bundan alıkoyamaz.

Hapiste de olsa, sürgünde de olsa o kendisini hep yazarken bulur.

Kalem kağıt olmasa da yazar.

Zihninde yazılar yazar, dünyalar kurar.

Ve ilk fırsatta bunlar, birer kağıda dökülere birer eser olarak ortaya çıkar.

Yazarlıktan benim anladığım budur.

Katılırsınız katılmazsınız bilemem.

282
Hocaefendi’yi ağlatmayalım!

Yorum | Cemil Tokpınar

Bundan birkaç yıl önceydi. Küçük oğlum evin salonunda oyuncaklarıyla meşguldü. Yeni bir
yapboz almıştım, ondan ev yapıyordu. Ben kendi odamdaydım. Ne kadar zaman geçti
bilmiyorum, güçlü bir ağlama sesiyle hemen salona koştum. Ağlayan bizim küçük çocuktu.

– Niye ağlıyorsun oğlum, dedim. Ne oldu?

– Baba, yaptığım ev yıkıldı!

Yapboz malzemeleriyle yapılan evin parçaları salona dağılmış, ufaklığın harcadığı emek boşa
gitmişti. Acaba çok yüksek yapınca mı parçalar devrilmişti, bilmiyorum.

– Olsun oğlum, tekrar yaparsın, bunun için ağlanır mı, dedim.

Çocuk içini çeke çeke hem ağlıyor hem bana cevap veriyordu:

– Ama baba, ben onu zorlukla yaptım.

283
– Canım benim, onun adı yapboz. Ağabeyinle beraber daha güzelini yaparsınız. Hatta ben bile
yardım ederim.

Biraz sakinleşmiş, ağabeyi de gelmiş ve tekrar daha güzel bir ev yapmaya koyulmuşlardı.

Olayın üzerinden yıllar geçmişti, ama benim gözümün önünden hâlâ gitmiyordu o ağlayış.

Oysa bir oyuncaktı yıkılmasına üzüldüğü ev.

Hatta bir yapbozdu. Ama çocuk ağlıyordu.

Yenisini yapabilirdi, o malzemelerden nice evler, arabalar, bahçeler çıkarabilirdi. Yapar, bozar,
tekrar yapar ve o malzemelere hiçbir şey olmazdı, zaten bu oyuncak o maksatla yapılmıştı.

İçine vura vura ağlayışın sırrı şu cümlede saklıydı:

“Ben onu zorlukla yaptım.”

Yıkılan, dağılan bir emekti. Ve henüz yıkılma zamanı gelmemişti. Belki de yetmiş dakikalık bir
emekti. Bu bile takdiri, tebriki, alkışı hak ediyor, çocuk kalbi zamansız yıkılmasını istemiyordu.

İşte bu yüzden minik gözlerden süzülen billur damlaları hiç unutamam ve belki de ömür boyu
unutmayacağım.

Şimdi, yetmiş yıl öncesine gidiyorum.

Belki de Hocaefendi henüz on yaşında iken başlayan Hizmet sevdasının büyüyüp gelişmesi ve
önce bütün ülkeyi, sonra bütün dünyayı sarmasını düşünüyorum.

Yetmiş yıldır ülke ve dünya çapında yapılan hizmetler ortada ve erbabına malum olduğu için
onları tekrar saymayacağım.

Sadece şu acı gerçeği hayal etmenizi isteyeceğim: Hocaefendi’nin ömrünü ve bütün mesaisini
vakfettiği bir hareketin beş yıldır uğradığı zulüm ve tahribatı düşünelim. Onun bu durum
karşısında nasıl bir acı ve ıztırapla üzüldüğünü, ağladığını, inlediğini, kıvrandığını hayal
edebiliyor muyuz?

İnsan kalbi bir yapbozun bile yıkılmasına dayanamayıp ağlarken, bin bir emekle kurulan
müesseselere, eğitilen nesillere, oluşturulan muhteşem hizmetlere kıyılmasına Hocaefendi’nin
kalbi dayanabilir mi, gözyaşları kuruyabilir mi, gönlü rahat edebilir mi?

Asla! Suya düşen bir karıncayı kurtarmak için yarım saat çırpınan, odasında ölen bir arının
arkasından ağlayan bir gönül insanı, hapislerde, yollarda, hicrette acı çeken hatta manevî
şehitliğe ulaşan talebelerine kim bilir ne kadar üzülüyor, ne kadar acı çekiyordur.

284
Şehit Mehmed Özyurt Hocanın vefatından sonra, “Ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem
sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim” diyen gönül insanı,
hapiste, hicrette işkence görenlere, Meriç’te şehadete eren çocuklara, yaşlılara, gençlere,
hanımlara kim bilir ne kadar ağlıyor, ne kadar ıztırap duyuyor; tahmin etmek hiç de zor değil.

Haydi insanlara gelen musibetlere uhrevî semereleri için katlanıp teselli bulsun diyelim; ya tahrip
edilen binlerce, on binlerce hizmet kurumunun acısını düşünelim. 2014 başında dersanelerin
kapanması kararlaştırıldığında kendi sesinden dinlediğimiz “Sefinem gark oldu dert deryasına”
türküsünün acısı, hâlâ yüreğimizde yangın, gözümüzde inşallah cehennem ateşini söndürecek bir
gözyaşı selidir.

İnanın asıl ıztırap bu da değil. Hizmet kurumları yine kurulur, hem de daha iyi bir şekilde. Ancak
asıl ıztırap, asıl dert, iman ve Kur’an hizmetinden istifade edemeyen milyonların kaybettiği ebedî
imtihanın, sonsuz davanın acısıdır. Şu anda bin yıl İslâma bayraktarlık yapan bir milletin
torunlarında ateizm, deizm yayılıyor, genç nesiller gününü gün etmekten başka bir şey
düşünmüyorsa, işte asıl ıztırap budur.

Bu öyle bir acıdır ki, Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa,
Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem,
Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân
olur” diyecek kadar fedakarlık göstermiştir.

Yeni nesillerin iman derslerinden mahrumiyetini resmeden Zübeyir Gündüzalp ise, “Teessür ve
ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin
atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.” sözleriyle bu ıztırabı dile getirmiştir.

Hocaefendi gibi Üstad Hazretlerini ve onun güzide talebesi Zübeyir Ağabeyi çok iyi tanıyıp
onların yolundan ve izinden giden, 70 yılını imandan mahrum milyarlarca insanın Rabbini
tanımasına vakfeden bir şahsiyetin bu alanda nasıl bir acı çektiğini ve nasıl bir ıztırapla
kıvrandığını biliyorum.

Tüm bu acılar, ıztıraplar ona gülmeyi, sevinmeyi, huzuru, yemeyi, içmeyi ve uykuyu unutturur –
ki zaten ne zaman rahat bir uyku uyumuştur, ne zaman yeme içme sevdasına düşmüştür ki–
uykusuz geceler ve gözyaşlarıyla dolu dualar arkadaşı olur. Elbette derin ve iniltili zikir ve
dualara İlâhî karşılık muhteşem olur, rahmet ve inayet muaazzam olur, eyvallah. Ancak o da bir
insandır, büyüğümüzdür, bugün derdini paylaşmayacaksak ne gün dertleneceğiz, bugün
tavsiyelerine uymazsak ne gün uyacağız, bugün yepyeni hizmet projeleriyle ona müjdeler
sunmayacaksak ne gün sunacağız, bugün yepyeni atılımlarla onu müteselli etmeyeceksek ne gün
teselli edeceğiz, bugün yeni fetih ve zaferlerle onu sevince gark etmeyeceksek ne gün edeceğiz?

Dostlar, kusurumu bağışlayın, Üstadımızın “Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan
kimseler nazar etmesin” dediği gibi, bugün ıztırabımın bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim.
İşte zikrettiğim sıkıntıların onun sağlığını, huzurunu ve hatta hayatını riske attığını düşünerek
belki 15 yıldır, her gün hiç olmazsa 20-30 defa dualarımda, tesbihatta ve özel tazarrularda ismen
anarım.

285
Son günlerde Hocaefendiye yaptığım dualara yeni bir dua ilave ettim. Kastamonu Lâhikasında
Üstad kendisine yapılan bir duadan şöyle bahsediyor:

“Aydınlı Hasan Atıf’ın, Hafız Ali’nin mektubunun haşiyesinde yazdığı misli görülmemiş şu dua,
‘Yâ Rab, güldür Said’i, ta gülmelerinden güller açılsın’ diye pek garip fıkrası, Risale-i Nur’a
onun sadakat ve ihlasının acip bir kerametidir ki, otuz günde bir defa gülmeyen o biçare Said, bir
günde otuz defa güldüğünün yazılması ve size o mektubun gönderilmesi zamanına tam tamına
tevafuk ediyor.”

Ben de o hatıradan hareketle sık sık, “Yâ Rab, güldür Hocamızı, ta gülmelerinden güller açılsın.
Gönül yarasına tuz biber eken şu hadiselere karşı onu teselli et, hizmetteki başarılarla beşaretler
lütfet, bizleri de onun yüzünü güldürmeye ve mesut etmeye vesile kıl” diyerek dua etmeye
başladım.

Peki biz onu güldürmeye ve mesut etmeye nasıl vesile olacağız?

Biz onu her gün üzüyoruz, her gün ağlatıyoruz, ona her gün yeni gam ve keder yüklüyoruz.

Nasıl mı? Bizden istediklerini yapmayarak ve hoşnut olmayacağı şeyleri yaparak…

Bizden ne istiyor?

1. Süreçte maddî ve manevî kayıpları olanlara muavenet etmemizi istiyor.


2. Beş yıldır kaliteli bir namaz, derinlikli ve uzun dualar etmemizi tavsiye ediyor.
3. Zulmü cihana duyurun, zalimin işini kolaylaştırmayın, diyor.
4. Yepyeni atılımlar ve projelerle muhteşem hizmetler sergilememizi istiyor.
5. Ve tüm bunları yapabilmemiz için dillere destan bir şekilde kardeşlik, birlik ve beraberlik içinde
olmamızı arzu ediyor.

Allah aşkına bunları ne kadar yapabiliyoruz? Hakkını ne kadar veriyoruz? Yarın “Keşke
yapsaydım” dememek için bugün hakkını versek daha güzel olmaz mı?

Özellikle birlik ve beraberlik konusunda Hocaefendi o kadar yaralı ki, eğer okumamışsanız
Süleyman Sargın’ın 16 Ağustos 2018 tarihli “Kısa, öz ama sitemkar” başlıklı yazısını okuyun da
görün. Ben o yazı yayınlanınca yer yerinden oynayacak sanmıştım ama, ne gezer! Hocaefendinin
gündemiyle bizim gündemimiz arasında uçurumlar var sanki…

Buyrun, o yazıda yer alan notlardan bir bölüm:

“Unutun! Hayır hasenat adına yaptıklarınızı unutun! Fakat kardeşlerinizin yaptığı en ufak
iyilikleri bile unutmayın, onları nazara verin, kardeşlerinizle iftihar edin.

“Tam burada Hocaefendi’ye şöyle bir soru soruluyor: ‘Mü’minler arasında vahdet-i ruhiyenin
olamaması bu süreçte yaşanan bazı zorlukların tesiri ile mi alakalıdır?’

286
“Cevap yine aynı sitemkâr tonda geliyor: ‘Hayır, Müslümanlar olarak bu başımıza gelenler birlik
şuurunun zedelenmesinin bir neticesidir. Bir kere, Allah’la aramızdaki münasebet açısından
vifak ve ittifak tevfîk-i ilâhînin vesilesidir; onu kaybediyoruz. Bir de günaha giriyoruz bu
mevzuda. Bir de belki farkına varmadan birilerini İslâm’dan uzaklaştırıyoruz. Ama ne olur yani
kardeşlerimizin kusurlarına karşı gözlerimizi yumsak. Enerjimizi o mevzuda kullanmasak!”

Dostlar, kendimizi kandırmayalım. Vallahi tam bir birlik ve beraberlikle, tam bir organizeyle
yapılanların on katını yapabiliriz, daha rantabl, daha etkili ve verimli çalışabiliriz. Ve buna
mecburuz, mükellefiz.

Gelin bir daha okuyalım İhlas ve Uhuvvet Risalelerini. Özel programlar yapalım. Birlik ruhunu
güçlendirelim, tavsiyelere kulak verelim ve yeter artık Hocaefendiyi ağlatmayalım, güldürelim.

Hizmet bana ne öğretti ve ne kazandırdı?

Yorum | Cemil Tokpınar

Dindar bir şehirde ve dindar bir ailede dünyaya geldim. Babam ve annem Bediüzzaman
Hazretlerini tanıyıp sevmiş, Risale-i Nur’u yazıp okumuş ve namazını kılan kimselerdi. İsmimi
namaz tesbihatındaki Esma-i Hüsna bölümünden hareketle vermişlerdi.

287
İmam hatip lisesinde ve ilâhiyat fakültesinde okudum. Küçük yaşlarda her akşam Risale
derslerine gitmeye başladım. Eserleri defalarca okudum, anlamaya çalıştım ve elimden
geldiğince iman hizmetinde koşturdum.

Daha lise yıllarında başlayan ve ilahiyat fakültesindeyken devam eden bir derdim vardı. Evet,
çocukluktan beri din eğitimi alıyor, asrın müceddidini tanıyor ve Risale-i Nur’u okuyordum.
Ama sanki bir şeyler, belki de çok şeyler eksik gibiydi. İçim sıkılıyor, gönlüm daralıyor, ufkum
kararıyor, istediğim aşkı, şevki bulamıyor, içimdeki bazı soruları cevaplayamıyordum.

Neydi bu sorular?

Risale-i Nur’da anlatılan aşk, şevk, ihlâs, uhuvvet, tesanüd, mesailerin tanzimi gibi hususlar nasıl
gerçekleşir; bu muhteşem eserler bütün dünyaya nasıl yayılır, evrensel bir hizmet nasıl yapılır;
Nur hizmetinin iman hizmetiyle birlikte hayat safhası nasıl gerçekleştirilir gibi sorular hiç
aklımdan çıkmıyor, ancak doyurucu cevabı bulamıyordum.

1970’li yıllardan itibaren yaptığım araştırmalarım, okuma, dinleme ve gözlemlerim neticesinde


gördüm ki, bu suallerime cevap, dertlerime deva, problemlerime çözüm Muhterem M. Fethullah
Gülen Hocaefendi ve oluşturduğu hizmet idi.

Ancak içinde bulunduğum hizmet ortamı, nefis ve hislerin önüme çıkardığı engeller vardı. Farklı
bir cemaatte bulunmanın verdiği rekabet, meyl-i tefevvuk ve meyl-i rüçhaniyet, tarafgirlik,
enaniyet, hased gibi hastalıklarla mücadele ederek ihlâs ve hakperestlik limanına demirledim
diyebilirim. Bunu yapmak için Üstadım Bediüzzaman Hazretlerini, talebelerini, eserlerini terk
etmeye gerek yoktu. Tam tersine daha çok sarıldım, daha çok sevdim ve daha çok anladım.
Çünkü din veya cemaat değiştirmiyordum, sadece eksiklerimi tamamlıyor, problemlerimi
çözüyor, daha bir aşk ve şevkle hizmete sarılıyordum.

Bu çok uzun konuyu özetlemekle yetinerek hemen dünyaya yayılan Hizmetin bir fert olarak bana
neler kazandırdığını sıralayayım:

Öncelikle hizmet hareketinin başında bulunan M. Fethullah Gülen Hocaefendi’deki mümtaz


vasıflar beni derinden etkilemiş ve kendisine meftun etmişti. Şimdiye kadar tanıdığım ve
sevdiğim birçok büyük zatın birkaç özelliği öne çıkıyordu. Ama Hocaefendi’de ilim, irfan,
hikmet, iman, ibadet, dua, ihlâs, ahlâk, zühd, takva, aksiyon gibi özelliklerin bütün kısımları ve
detaylarıyla bir arada ve ileri derecede olması, bana modelleme gayreti ve şevki vermişti.

İlim-amel birlikteliği ve dengesini öğrendim. Bilgiler dudaktan kalbe ve eylemlere yansıyordu.


Hizmetteki arkadaşlarda büyük hedefler belirleyip gece gündüz koşturmayı, fedakârlığı, şevk-i
mutlak içinde aşk ve ümitle hizmet etmeyi gördüm ve ben de yapmaya çalıştım.

Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabe aşkı beni öylesine etkilemişti ki, sanki
Asr-ı Sadette yaşıyormuşuz gibi, sanki onlar evimizin bir ferdi gibi bir şuur, heyecan ve duygu
seli kazanıyorduk. Efendimizin (s.a.v.) Allah için ağlamayı teşvik eden hadislerini dinliyordum,
ama gözümden bir damla yaş gelmiyordu. Onu tanıdıkça sohbet dinlerken, namaz kılarken veya
dua ederken ağlamayı öğrenmiştim.

288
Hocaefendi’de ve talebelerinde müthiş bir ufuk vardı. Sürekli yeni hedefler, yeni projeler, yeni
gayretler içinde çırpınıyorlar, durup dinlenmeden koşturuyorlardı. Söz gelişi, ülke içinde ve yurt
dışında yardım ve kurban kesim faaliyetlerinden çok etkilenmiştim. Hizmet bana infakı, canını
acıtırcasına vermeyi ve bundan zevk almayı öğretti.

Yurt içindeki hizmetlerin eğitim (dershane, yurt, lise, üniversite), yayıncılık (gazete, dergi,
radyo, televizyon), iş dünyası (sanayi, ticaret, ziraat) gibi alanlarda müesseseleşerek yapılması,
kalıcılık ve yaygınlaşması açısından muhteşemdi. İnsan ister istemez, ben ne yapabilirim diye
çırpınmadan duramıyordu.

Allah’ım bu nasıl bir hizmet aşkıydı böyle! Toplumun hiçbir kesimi ihmal edilmiyordu.
Çocuklar, gençler, yaşlılar, hanımlar, meslek grupları için özel kurumlar, vakıflar, dernekler
kuruluyor ve orijinal projeler uygulanıyordu.

Ülkedeki hiçbir kesim dışlanmıyor ve birlikte yaşama azmiyle diyaloglar kuruluyor, barış ve
kardeşlik köprüleri inşa ediliyordu. Liberaller, Kürtler, Alevî kesimler asla dışlanmadan
kucaklanıyor, anlaşılmaya çalışılıyor ve ortak paydalarda birlikte yaşamanın mümkün olduğu
vurgulanıyordu.

Kafamda yıllardır cevabını bulamadığım bir soru vardı. Nasıl oluyordu da Hizmet hareketindeki
daha genç ve ilmi daha az birisi veya bir grup, çok daha bilgili ve tecrübeli bir kişiden veya
gruptan daha fazla hizmet ediyordu? Cevabını Üstadımızın ilk talebesi Hulusi Yahyagil
Ağabeyin şu tesbitinde buldum:

“Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır vereyim mi? Nur talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse, o
Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nurun şahs-ı
manevîsinin ruh-u manevîsi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet
ruhu çökünce, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzat artık
gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor, fakat marifeti, istikameti ve
ihlâsı artmıyor.”

Demek ki, Hizmet hareketinde bulunan arkadaşlardaki kardeşlik ruhu, teslimiyet ve itaat sırrı,
mesailerin tanzimi başarının temel dinamikleriydi.

Yurt dışında açılan Türk okulları muhteşem bir hizmetti. Bir yazar olarak buradaki öğrencilerden
mektup aldığımda hem sevinmiş, hem şaşırmıştım. Onlar kitaplarımı Türkçe olarak okuyorlardı.
Binlerce eserin Türkçeden farklı dillere çevrilmesinden daha önemli bir hizmet, insanların
Türkçe öğrenmesiydi. Çünkü böylece milyonlarca eseri orijinal dilinden okutmak mümkündü.
Bu ise, sadece benim için değil, bütün sanat ve edebiyat erbabı için muhteşem bir kazanımdı.
Mesela, Risale-i Nur’un farklı dünya dillerine çevrilmesi büyük bir hizmetti. Ancak 180 ülkede
Türkçeyi öğretip bu eserleri orijinal dilinden okutmak daha muhteşem bir hizmetti.

Yıllardır Türkçe olimpiyatlarını ağlayarak izlerdim. Daha sonra Uluslararası Dil ve Kültür
Festivali olarak devam eden çalışmalar, benim gibi 40 yıldır yabancı dillerdeki müzik ve sanat
yarışmalarında milletinin başarısızlığını gören birisi için mutluluk ve ümit bahşeden müjdelerdi.

289
Hizmet bana dertlerimi paylaşacağım bir kitle sundu. Yazdıklarımı okuyan, programlarımı
izleyen, dinleyen çok seviyeli, edepli, kültürlü bir kitle. Hizmet’teki kardeşlerimize yönelik
programlara 1994’te başladım, özellikle son beş yıldır radyo, TV, konferans tarzında sayısız
program yaptık. Ömür boyu unutamayacağımız ve inşallah cennet bahçelerinde seyredeceğimiz
nice hizmetler ve nice güzellikler paylaştık.

Ve en önemlisi hizmet beni ve ailemi “muhacir” yaptı. Belki maddî ve dünyevî çok kayıplarımız
oldu. Ama bunlar hiç önemli değildi. 4 Mart 2016’da zulüm saltanatı kayyım adıyla Zaman
gazetesini gasp ettiği gün, desteğe gelen kardeşlerimize kısa bir konuşma yapmıştım. Bir yerde,
“Yapılan zulümlerin binde birine razı olmaktansa, çektiğimiz acıların bin katını çekmeye
razıyız” demiştim. Zaman gösterdi ki, eksik söylemişim. Meğer zulümlerin milyonda birisini
desteklemek yerine çektiğimizin milyon katına razı olsak değermiş.

Ümidimiz odur ki, bir gün gelecek, Rabbimiz şu anda gasp edilen bütün müesseseleri, engellenen
bütün hizmetleri on, belki yüz katıyla telâfi edecek.

Yaklaşık 30-35 yıllık uzun bir maceramı niçin özetledim?

Geçmişi değerlendirip geleceğe hazırlanmak adına çok önemli olan nefis muhasebesini, her
fırsatta cemaati eleştirmek şeklinde uygulayanlara; çekilen sıkıntılardan dolayı ümidi
sarsılanlara; sürekli zulme maruz kaldığımız için morali bozulanlara, “Meselenin bir de bu yönü
var” demek istiyorum. İnanın bu yazdıklarım, meselenin bu yönüyle ilgili çok az şeyler.

Ve “meselenin bu yönüyle” ilgili birkaç yazı daha yazmayı düşünüyorum.

Not: Bu yazı, Yeni Ailem dergisinin Temmuz sayısında yayınlanan yazımın biraz daha
genişletilmiş halidir. Gördüğüm lüzum üzerine burada da yayınlamayı uygun buldum. CT

290

You might also like