You are on page 1of 219

A. M.

CELÂL ŞENGÖR

zümrüt
A

name
ZÜMRÜTN ÂME

A li M e h m e t C e lâ l Ş engör, 24 M a rt 1955'te İstan b u l'd a d o ğ ­


du. 1973'te Robert A c a d e m y 'y i b itirdi. 1978'de A lb a n y 'd e k i
State U niversity of N e w Y ork 'tan suntrtta cunı laude derece­
siyle jeolog olarak m e z u n o ld u . 1979'da aynı üniversiteden
master d ip lo m ası, 1982'de de d o k tor u n v a n ı ald ı. 1981'de
ITU M a d e n Fakültesi, G enel Jeoloji k ü rsü s ü n e asistan olarak
atandı. 1984 y ılın d a “T ü rk iy e 'n in ve D o ğ u A k d e n iz 'in tekto­
nik g e lişim in in incelenm esine y a p tığ ı k atk ılardan ö tü r ü "
Londra Jeoloji C e m iy e ti'n in "B aşkanlık O d ü lü " n ü aldı.
1986'da T Ü BİT A K 'ın B ilim Ö d ü lü 'y le ö d ü lle n d irile n Şengör,
aynı yıl İTÜ M a d e n Fakültesi G enel Jeoloji A n a b ilim Dalı'n-
da doçent old u . 1988 y ılın d a d a ğ k uşa k la rın ın incelenm esine
yaptığı katkıların kalitesi ve k ap sa m ı nedeniyle kendisine İs­
viçre'deki N euchâtel Ü niversitesi Fen Fakültesi tarafın dan
şeref b ilim doktoru payesi verildi, 1988-1989 a k a d e m ik y ılın ­
da Royal Society'nin davetli araştırm acısı olarak O xford
Üniversitesi Yerbilim leri B ö lü m ü 'n d e çalışan Şengör, 1990"-
da A cadem ia Europaea'ya ilk T ürk üy e olarak seçildi. A y nı
yıl A vusturya Jeoloji Servisi m u h a b ir üy e liğ in e seçildi.
1991'de A vusturya Jeoloji D erneği şeref üyesi oldu. A ynı yıl
K ü ltü r B a k an lığ ı'n m Bilgi Ç a ğ ı Ö d ü lü 'n ü k azandı. 1992'de
İTÜ M a d e n Fakültesi G enel Jeoloji A n a b ilim D a lı'n d a profe­
sörlüğe yükseltildi. 1993'te T ürkiye B ilim ler A kadem isi k u ­
rucu üyesi o ld u , A k a d e m i K onseyi'ne ve aynı yıl TÜBİTAK
B ilim K u ru lu üy e liğ in e seçildi. Şengör, 1997'de de Fransız
Bilim ler A kad em isi tarafından yerbilim leri d a lın d a b ü y ü k
ö d ü l olan L u ta u d Ö d ü lü 'n e layık g ö rü ld ü . 28 M ayıs 1998'de
College de France'm geleneksel m adalyası tak d im edildi.
1999'da Londra Jeoloji Cem iyeti Şengör'ü Bigsby M a daly ası
ile ö d ü lle n d irild i.
146 araştırm a makalesi y azm ış olan ŞengöK ün ü çu İngilizce
biri de Çince olarak ya y ım lan m ış d ö rt kitabı ve 1990'dan be­
ri 50 kadar p o p ü le r b ilim m akalesi b u lunu y or. Hasan-Â li Yü­
cel ve Türk A ydınlanm asının M etabılinısel Temelleri adlı kitabı
]998'de Yükseköğretim K u ru lu 'n c a yayım lanm ıştır.
A. M. CELÂL ŞENGÖR

ZÜMRÜTN ÂME
Yapı K ie d i Y a y ın la r ı 1279
C o g it c 88

Z ü m r iitn â m e / A M C e lâ l Ş e n g ö r

K it a p E d it ö r ü : V e d a t Ç o r lu
D ü z e lt i: A le v Ö z g ü n e r

1. B ask ı: İ s t a n b u l, A r a lık 1999


1ÇPN] 975-08 0156-3

K a p a k T a s a r ım ı N a h i d e D ik e l
H asla A lla n M a t b a a c ılık L fd Ş ti.

Y a p ı K r e d i K ü l t ü r S a n a t Y a y ın c ılık T ic a re t v e S a n a y i A Ş- 1999

Y ap ı K ie d i K ü l t ü r S a n a t Y a y ın c ılık T ic a r e t v e S a n a y i A Ş.
Yapı K re d i K ü lt ü r M e rk e z i
is t ik la l C a d d e s i N o . 28 5 B e y o ğ lu 8 0 0 5 0 İ s t a n b u l
T e le fo n : (0 2 1 2 ) 2 5 2 4 7 0 0 ( p b x ) F ak s: (0 2 1 2 ) 29 3 0 7 23
h t t p : / / w w w . y k y k u l t u r . c o m tr
h t t p : / / w w w .s lio p .s u p e r o n lin e .c o m / y k y
e - p o sta : y k k u l t u ı @ y k y k u l t u r . c o m . t r
iç in d e k il e r

Önsöz (Orhan Bursalı) • 11


Zümrütten Aksedenler «15
I-Bilim Yalnız Bilmediğini Değil,
Bilemeyeceğini de Bilmektir. • 25
II-Çakıltaşları ve Konglomera • 28
III-Aklın Vekili • 33
IV-Cahit'in Vasiyeti • 34
V-Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? • 38
Vl-Ustünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları •
VII-Newton/ Goethe ve Sosyal BilinileK • \5
VIII-Hasan-Âli Yücel Yılı Bitmesin! • 48
IX-Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi • 51
X-Tiyatronun Hegel'i • 55
XI-Zümrütten Akis Konusu • 58
XII-Ortak ve Gerçek • 61
XIII-Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe • 64
XIV-Tartışamamak: Neden ve Sonuçları • 67
XV-Bilim Adamları ve Profesörler • 71
XVI-Masal Deyip Geçme! • 74
XVII-"Nihaî Gerçek" Meselesi • 78
XVIII-Klasiklerin Tercümesi • 81
XIX-17 Nisan! • 85
XX-Çocuk ve Bilim • 88
XXI-Çocuğunu Yiyen Satürn • 91
XXII-Doğu ve Batı • 95
XX[II-BılimseI Bir Kitapta Kendini Gösteren Bilimsel Kafa • 98
XXIV-Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl • 101
XXV-Türkiye'nin Kültür Sorunları • 104
XXVI-Yerbilimlerinin Geleceği • 107
XXVlI-Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya • 110
XXVIM-Collegc de France: Karşılıklı güven ve saygı ürünü
yüce bir gelenek «114
XXlX-Bilimler Akademisi (Paris) • 117
XXX- Ve Paris... • 120
XXXl-Deprem Kimi Vurur? • 124
XXXII Güncelcilik mi, Tekdüzecilik mi, Geçmişçilik mi? «128
XXXIII " İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates «131
XXXlV-Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark »134
XXXV-Uygarlık Nedir? • 137
XXXVI-Aferin İsviçre! »140
XXXVII-Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine • 143
XXXVIII-Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe »145
XXXIX-Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak • 148
XL-Hata ve Evrim • 151
XLI-''Osman Bey" ve Ekibi • 154
X! .11-Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak • 158
XLIII-Yalan, Bilim ve Yalancılar »161
XLIV-Les Alpes • 164
XLV-Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak
Görmek «167
X1.V!-İstanbvıl'da Depreme Karşı ^ivil Örgütlenme!?!? • 170
XLVII-Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,
Yerine Ne Koyacağız? • 173
XLVni-Onu Katlettiğimiz G ün • 176
XL1X-Bilimsel Dehâ • 175
L-Tiirk Aydınlanm asının M eşalelerinden Dostum
H âm it N âfiz Pamir • 183
LI-C.BTvde İki Yazı, Evrim ve Tarih • 186
LH-Santa Barbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararlan • 189
LlIJ-Her Dağa Tırman • 192
LJV- 101. Yaşında Türk Aydınlanmasının İkinci M imarı
Hasan-Âli Yücel • 195
LV-Eleştiri ve Suçlama • 198
Notlar • 201
Dizin • 209
Bu küçük kitap,
yaşamını halkının refah ve uygarlık düzeyini
yükseltmek için geçirmiş olan
Kâzım Taşkent'in
aziz hatırasına ithaf edilmiştir.
Ci sueno de ,a ra , , , produce m o n M , (A k h n ^

ıavarltir yaratır), Fm n c * c o d e G oya y L ucim tcs, l?97- ı 798


Önsöz

Bu kitabın kısa öyküsü, her cumartesi g ü n ü Cumhuriyet ga­


zetesiyle birlikte okurlara iletilen Cumhuriyet Bilim Teknik'i
(CBT ), 10. yayın hayatında yenileme projesiyle başlar.
Proje, CBT'yi daha kapsamlı, daha zengin içerikli, dünya
b ilim ini daha çok kucaklayan ve Türkiye'de bilim i, her yönüyle
gelişmesi için daha çok destekleyen bir yayın organına dönüş­
türm eyi hedefliyordu.
Ç ü n k ü bilim , genç Türkiye C um huriyetim izin üzerinde
k u ru ld u ğ u sacayaklardan, Türkiye aydınlanm a hareketinin, ay­
dınlanm a düşüncesinin dayandığı temellerden biriydi.
C um huriyet'in kurucusu Mustafa Kemal, bizlere, bizden
sonraki nesillere gerçekten de sadece bilimsel düşünm eyi, eleş­
tirel aklı miras bırakmıştır. Mustafa Kemal, evrenin 15 milyar,
yeryüzünün 4 m ilyar yıllık devinim iyle u y u m lu ve insanlığın
bütü n gündelik yaşamına, bütün kuramlarına m eydan okuyan,
doğanın geçerli tek devinim ini içeren şu sözleri, laf olsun diye
söylemedi:
"Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir don­
muş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasını ilim
ve akıldır."
***

CBT'yi geliştirme projesi, ülkede en çok ihtiyacım d u y d u ­


ğ u m u z bilim in, bilimsel düşünm enin, eleştirel akim yaygınlaş­
masına yönelirken, bu ilkeler ışığında D ünya ve Türkiye'deki
bilimsel gelişmeleri yoğuracak, yorumlayacak; tartışmalar aça­
12 Zümrümâme

cak, yeni bakışlara ve düşüncelere kapılar aralayacak; evreni ve


insan yaşamını bilimsel düşüncenin imbiğinden geçirerek da­
mıtacak, okurlara sunacak yeni yazarlara da yer verilmesini ön­
görüyordu.
Oluşturulacak köşelerde, bilimin ön cephesinde duran de­
ğerli bilim insanlarımızın dönüşümlü olarak yazmaları plan­
lanmıştı.

Celâl Şengör'e ise her hafta yazma önerisinde bulundum.


Bir A4 sayfasının hacmini üç parmak kadar aşan yazılar yaza­
caktı.
Önce duraladı ve "yazamam" dedi.
Güldüm. Tabiî ki yazardı.
Celâl, uzun yazan bir insan. Bir düşünceyi, bir savı, bir
olayı, hak ettiği ölçülerde, hak ettiği derinlikte, üzerinde yapı­
lan bütün tartışmalar ve olayın ilk çıkış kaynaklarıyla birlikte,
bulabildiği bütün referanslarıyla ve dipnotlarıyla zenginleşti­
rerek yazar. Böyle yazmazsa rahat da edemez, tatmin de ola­
maz. Bilimsel çalışmanın disiplini de ona böyle davranmasını
emreder. CBT de yayımlanan Pirî Reis gibi araştırma yazılan,
bu tutumun çok iyi örnekleridir. Ayrıca, tabiî ki, bilimsel dergi­
lerde yayımlanan meslekî bilimsel makalelerini de yine bu di­
siplin içinde yazmak zorundadır. Üzerinde düşüneceğiniz ve
yazacağınız konunun dününü ve bütününü iyi bilmezseniz,
düşüncelerinizi, tezlerinizi sağlam bir temel üzerinde yüksel-
temezsiniz. Hem eksik kalırsınız, hem de geçmişe haksızlık ya­
parsınız.
"Yazamam" derken, Celâl'in duyduğu sıkıntının nedeni
buydu.
İkinci bir görüşmemizde, köşe yazısıyla, geniş araştırma
yazısının farklılıkları üzerinde konuştuk.
Bir köşe yazısındaki düşüncenin ardında da, geniş bir araş­
tırma arka fonu vardı ve olmalıydı. Köşe yazısında düşünceler
biraz sıkıştırılmış' tı.
Ama, Celâl'in köşe yazılarının, araştırmaya dayalı bilim­
sel bir altyapısı zaten olacaktı. O, araştıran, okuyan ve oku­
duklarını da, zengin bilgi birikimiyle ve deneyimiyle yoğur-
Önsöz 13

duktan sonra büyük bir heyecanla dışa vurmaya can atan bir
insandır.
O yazamayacaktı da kim yazacaktı!
Yerbilimlerinde, kendi alanında dünyanın en usta az sayı­
da bilim insanları arasında yer alır. Önde gelen bütün yerbilim­
cileriyle tam bir bilimsel ilişki içindedir. Dünyanın en zengin
yerbilimleri yazılı kaynaklarına sahiptir. Amerikalı bilim insan­
ları bile gelirler ve onun evini bir kütüphane gibi kullanırlar.
Kendi alanını çok iyi izler. Yerbilimleri tarihini, bütün çevre bi­
limleriyle birlikte çok iyi bilir. Mesleki dergilerde yayımlanan
verilere bakar, onları yeniden yorumlayarak değerlendirir ve
yeni bilimsel sonuçlara vararak makaleler çıkartır.
Celâl, merakının peşinde koşar.
Bakmışsınız, Hasan-ÂIi Yücel'e dalmış. Yücel üzerine ne
yayımlanmışsa toplamış, evine kapanmış onları okuyor.
Veya Mustafa Kemal'e dalmış.
Veya, hiç okumadığı, ancak ideolojik olarak sinirlendi­
ği Kari Marx'ın Kapital'i ve diğer kitaplarıyla odasına kapan­
mış.
Bir gün gazetede sohbet ederken, çeşitli konular arasında
daldan dala sıçramalarına söz dokundurdum ve "Kendi dalın­
dan çok fazla uzaklara gitme" dedim. Niyetim, bazen beni si­
nirlendiren yorum ve değerlendirmelerine taş atmaktı.
"Bilim adamı, neye ihtiyaç duyarsa onun peşinden gider'
dedi.
Haklıydı. Uzun zaman uzmanlık alanının sınırları içine zo­
runlu olarak kapanıp kalan ve bunun semeresini de, Nature gi­
bi, dünyada makalesini yayımlayabilmek için herkesin can attı­
ğı bir dergide kapak konusu olabilecek araştırmalara imza at­
makla toplayan Celâl Şengör, bu süre içinde uzak kaldığı konu­
lara aç kurtlar gibi saldırmış, son iiç-beş yıl içinde Türkiye
Cumhuriyeti'ni, Mustafa Kemal'i, bugünün Türkiyesi'nin ger­
çeklerini, politikayı -bu konuda hâlâ emekleme aşamasında!-
vb. keşfetmeye girişmişti!
Sözü uzatmadan bitirmeliyim. Çünkü bu sadece bir önsöz,
bir Celâl Şengör biyografisi değil.
Celâl, kendisine emanet edilen köşeyi, ortak amaçlar doğ­
14 Zümrütnâme

rultusunda hakkıyla değerlendiriyor. Bu kitapta yer alan yazı­


ları bunun kanıtı.
Belki son bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Ya­
zarken duyduğu heyecan, satır aralarında değil, yer yer yazıla­
rının bütününden dışarı fışkırıyor. Bu heyecan da yazılarını da­
ha büyük bir keyifle okunur kılıyor.

Orhan Bursalı
Zümrütten Aksedenler

Bu kitapta toplanan makaleler, 1997 Aralık ayıyla 1998 yılı


içerisinde Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekinin 5. sahifesin-
deki "Züm rütten Akisler" başlıklı köşemde yayımladıklarımdır.
Bu köşe, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinin 560. sayısından itibaren
edindiği yeni çehrenin, ekin yayın yönetmeni Orhan Bursalı'nın
daveti üzerine oluşturulan bir parçasıdır. Bu kitaba ricam üzeri­
ne yazm ak inceliğini gösterdiği önsözünde Orhan, bu köşenin
hangi düşünce ve amaçlarla oluşturulduğunu anlatıyor. O n u n
bana verdiği görevi, bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden
eleştirel aklın, bilim in ve gündelik yaşamın her cephesinden
okurlara anlatılması şeklinde algıladım. Bu kitabı oluşturan de­
nem e/ fıkra arası makalelerin hemen hepsinin temelinde eleştirel
aklın tanıtılması, çerçevesinin çizilmesi ve insan yaşamının tüm
cephelerinde ve tü m safhalarında önem inin vurgulanması yat­
maktadır. Aydınlanm a Ç ağı'nın büyük filozof ressamı Francisco
de Goya y Lucientes'in "A klın uykusu canavarlar yaratır" sözü,
bu kitabın ana temasını çok güzel vurguladığından kitaba vecize
olarak seçilmiştir. Konuların yalnızca "züm rütten aksettikleri"
şekilde ele alınabilmiş olmasının nedenlerini bu kitabın XI. b ölü ­
m ünde anlattım. Kitabın adı ise Erhan Karaesmen'in "Z ü m rü t­
ten Akisler" köşesindeki yazılarıma koyduğu addır.1 Ben de
onun b u ld u ğ u ve çok hoşuma giden bu adı kitabıma koydum.
Yazıların bir kısmı o k u d u ğ u m herhangi bir eserin veya sö­
zün, yahut seyrettiğim bir film in veya televizyon program ının
bana verdiği bir ilham ın, diğerleri gündelik olayların, gezilerin
bende çağrıştırdıklarının, bazıları da belirli tarihlerin akla getir­
diklerinin ürünleridir. Bazısı kalem im den d ö k ü ld ü ğ ü gibi ba­
16 Z üm rütnâme

silmiş, bazıları meslektaşlarımla, dostlarımla tartışılıp elden ge­


çirildikten sonra Orhan'a teslim edilmiş, bu kitapta bulamaya­
cağınız bazıları da ya ben tatmin olmadığım, ya da Orhan uy­
gun bulmadığı için hiç basılmamışlardır. Yazılarda verilen bil­
giler elden geldiğince kaynaklara başvurularak kontrol edilmiş,
geliştirilen argümanlar en az bir kişiye daha okutularak man­
tıksal bir zayıflığın gözden kaçmamasına çalışılmıştır. Ayrıca
Orhan her makaleyi tek tek okuyarak kontrol etmiş, belirsizlik
gösteren her nokta için benimle temasa geçerek belirsizliğin or­
tadan kaldırılmasını temin etmiştir.
Yazıları yazarken önümdeki büyük ve tarafımdan erişilmesi
imkânsız örnekler, A. Adnan Adıvar2, Ekrem Akurgal3, M. Fuad
Köprülü4 ve Hasan-Âli Yücel'in5 deneme/fıkra mahiyetinde
yazdıkları yazılarıdır. Birincisi eşine ender rastlanan bir filo­
zof/bilim adamı/devlet adamı sentezi, ondan sonra gelen ikisi
büyük birer bilim ve kültür adamı, dördüncüsü de büyük bir fel­
sefeci/filozof/kültür ve devlet adamı ve eğitimci olan yazarların
makalelerini hom bilgi edinmek, hem düşünce ilhamı a lm a k ,
hem de keyiflenmek için, hatta bazı bedbinlik anlarında tekrar
cesaret bulmak ümidiyle, çok değişik yer ve zamanda, tekrar
tekrar okumuşumdur ve okumaya da devam etmekteyim.
Yazılarımın dili, gündelik konuşma dilimdir. Bu dil aynı
zamanda İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü'nde on sekiz yıl"
dır verdiğim derslerde kullandığım dildir. Ben, hâlâ, İstanbul
lehçesinin Türkçenin en zengin, en esnek, en akıcı, en kullanışlı
lehçesi olduğu ve Türkiye'de Türkçe öğretimine temel alınması
gerektiği görüşünün savunucularındanım. Hem ailemden hem
de okulda ben bu lehçeyi öğrendim. Dil nihayet bir düşünce ve
iletişim aracı olduğundan, onun zenginliğini, elastikiyetini, akı­
cılığını ve bilhassa kullanışlılığını zedeleyecek gereksiz özleştir­
melere, sözde sadeleştirmelere, kasıtlı fakirleştirmelere, nedeni
ve kaynağı ne olursa olsun, karşıyım6. Bu tür değişimler, hele
sık aralıklarla ve dil dışı maksatlı programlar çerçevesinde ya­
pılırlarsa, dilin en önemli fonksiyonlarından biri olan iletişim
imkânsız hale gelir. Meselâ ben Atatürk'ün 1927 yılında basıl­
mış olan Nııtuk'ımu zorlanmadan, elde bir Osmanlıca sözlük
bulundurmadan okuyamazken, İngilizce, Fransızca ve Alman-
Zümrütnn Aksedenler 17

Zümrüt'ten akisler
a m c oı

Uygarlık nedir?
44 I L.y.. | ,^
jı»*»ı4 » t*w ıi t-Iü«i mo*
« M # flj»V r««* j U« İM

* U .W . ^ ^ < İ -*
• i'—« * •* . ı •
yfiN K «/*•< P H / ‘ rf-> - t t t ^
< M m V (ı/9hKl|<^N4uıw< >J j i h
« "» * * W « ) • * jh * / “ * > •* J N a rw^<M
f « . W « lifi'* « la l« > - • - « «r ,
>• * ' I *" « ■ *. ı t ı a l ^ g ^
t * » - - h i i A l r i « ı M M İİM W - i ,
A l AutLkU <JfLhW • ->jj t * » ım * r * i) e Ig H
*Tr«lffHIWJ»aW«İM ^ , , 1^ , ,
/•«*<».>HN«— —Jn *tf *.

««imımon alfrttiÇ ^ r** p (u)ı<m /« « a --‘ I*


4»rwı **> l-ı■
f*i)IW' I 1 1’tfi tOtf‘1 +0* m ■ıMJİ J(w|at W*>*
ıy«u /i.fi., haVj ü»V3<>i «Miiıı^ul !«<■
■ dM d ||rm...t - ,
■V < * W |K>»lH t» luJltJi a ««.M»
* <ıuı•*mi• Aana •*■*••!-•*■ •<». *«■%»! ı >■ ~ m .
■ J i 1,4 ü fDI1 A. -%ı&l/OOT ı^JıM , ■ ■ * , İ- T J O I 4.
■Jti i.■• 4 - • I r* rt‘ ' ■ «■> »■■■ ■ «■» «ta • •■ >. » .
fa. (-_ J I ia A M ■ .. . -- 1 , t ıL Ş e k il I. A rs l.m K ^y n urd.^'m T/îT >nyı 5^-1
‘ *01 l A O M l UJ ■ * *■“ * * ! «A <‘k-4*> i| ia i t *«<tl • M J ti v * -J -
(HAğustos 1V9») te y.tyıml.ın.ıı\ Uyg-ırl'k
«•A » * • • M \ 1~~jM *tıfr«'r » « O <■ M M . Ih'iiif?" b.ışlıklı y .ızjlll (bk? bu kil.ıp X X X V
■«• * « ( * « • » » •* Inılutnj u/i'rm J*1 y.ıpli|*ı Turbç»- ^ ik^ lırın tjliTi
^ - « « I > iI m .t u n J» Lu
<*!*■*• « V H İ ı d 1 w - M M I ■«*•!<*••» 1^ . - „ A rb l.ııı Dı y brnıın kııl tandırı m kvliu1^,l4.’li•
•«Ijıı t,*«j< İI0II I • gaııifr- v •# »’fiKw
— m r * •> ■ 4 * u . r ^ iw k fw a . - «W * hı*m»?n bul.ıbıldijp O /iu rkçt1 k.ırfilıkl.ın
» 1 li I M « « M i »y « (« < A lıt'U ıi ' --- - j - t
y.ı/m ı>( b.ı/ı deyim, t^mt.ım.ı v b içinde gt^r**
■*• *.' » w « « um I»*
1 •*■^ V «i
* -!•*• ’*â MMfl# *ni|WU ve K 'lk ı d*.1bur.iti.ı^ı içerikk*kı kar^ılıkUifilliH
'• 'I * »e gereklisinden l.ım cinin ülnı.ıdıj*!
4 J ImIA— ■
»-1«■ x^iırt «<i« ı
" rsk i“ ki'lıııu'İL'iı du **ını ıj.ifelıylt* guslerlT>l>.
•* i s a *4*< * ^ a » ■-am* l><«wı «^«r«ı>ıu Tek bir yerde bir k ı'lın v y ı geu*k:i/ bulm uş, btr
• »•■. ■•«ngiıM(l(>A y*
« * n ^ ( U > U | *< M r ı M ■< ıDİK » # ^ f . « . . w « V M » di)*ı*r yerde de b u ld u ğu k.ır^tlıkl.ıtı l.ım eıviın
^ / a4 i • » t
« I »«<•* 1■>» «J ı ^ A . « T ^ i « m > h
o!m.ıdi)*ını j^ırvl rd rn b ir sıin ı •»*rx ’ •ı'k)enn>
l > 1 « » ıl ^ u - ^ n k«<
v'uk.ujd;» »>.ır\*« elliğ im >jıbı. beınnı A n i,w
» M fr- W W I . — M »H * » * 1 »t M « «M *»*»,
i*1dıilo#» »ıı*nıii<ı^»>ıtt» »■»t* Hey'in n ıh 'tlırın e lcrlııe eu kııçuk bir ılır.u ım
nınlw|a»M.«lJlAM «*W^ IM< rt» >»<Vl r<i-*^ıü«
İM. 4IİM dUl hMİ«m»>M<flİMIİw yokiur A ıu .ık m ıun .ık.ıdcm ık bir ekilim
-ojiiulu lervib i'dcgıldigı kelimeler, benm
günlük d ilim d e k ııllıin n u .ılışk^nlı^ım
# U . I I » W w > ■! M M «— *U H ^ I4 «|l
-1-'- -yV -1f > *>-ı-ı- ■*- ■•|- ^ ^ — -- ^ ^ - » — .İM O 'M fctftfti
ülın.ıy.ın kelim elerdir A ı^l.ın Eky felsefeci
k >♦ >» t> Iif f c ff<n1 ttM İ kimlimi ile d ılı ^ iır c ie ır ve inceleyen biı
üU ^ kl gH j l |m İJk M L<^l
I.MM L * • » ».T» /• • •* »*— * ^ M * Ö < A â ı j ı ^ « M] j’ nıî'u n iıyebidır H l i i ive dili, tı/ ırıııd e çıık
«#%** .. >4»< H^'J1m| (Jrmât~*ı «ufm ^ u «
/« A M « A M ■»>«» * *•»- JM M I j g j — i W ıM * < •
f ı/l.l lıiıiliu n e d e n ktıll.ıının kütlenin bir leın
*«»| (« W
fM»»t>• • Jl IM/^JİIİMİMf Ok -* Mim Denım k.ın.ı.ıhm, lıc ııı A r^ Lııı Dey'ııı
m ^ Aftrfo *0 p M «n#<aı •mİ* « w ta
«« *****■»■ b b tu m i\ a A «■< t a / a n buı.ıy.ı ı^.ırırl e»lt£ı yom. l^em de benim kul
X tm iüâMArui İMİ •<!« rf>< ı n a » < M )
•■ « > > * —h»%U ,* * < - * » * - f % f * l.ıııdığTm cr.ki kelimelerin k u ll.ın ih ıı d ilıın ı/d e
— » » » ıy «
»r» » » <»*ww
Jİ1UİM (kJıı«ı^, M
i IBM4M k.ılnı.ı^nm . Iürkmeyi ^en^mlt’şhrece^idır
VI tf«MW|İMNaU |U İW M usl^ 1.ı»<fıy»‘Ci zılım yel dili p< rij.ın etmekle k.ılıı\.ı/,
m-Hİleı ve b iliseler .ır.iMitd.ıki ile lı^ m i d r b.ıl
Lıl.-r (kı Im n u r böyle o ld uğu nu ben o ^ e n o
lenm Ve n^ln ın u^enndı •mekii K<ıjiuy<ıniınl
18 Züm rütnâm e

cada 17. hatta 16. y üzy ıld a basılm ış kitapları rahatlıkla -göz bir
kere yer yer g ü n ü m ü z d e k in d e n farklılıklar gi>steren imlaya
alıştıktan sonra- o kuyabiliyorum .
Ancak, yukarıda söylenenler b enim k u lla nd ığım dilin eleş-
tirilcmeyecek bir m ük e m m e llik te o ld u ğ u iddiasını içermez. Şe­
kil l'd e k i tıpkıbasım , sayın dostum felsefeci ve sahaf Arslan
K aynardağ Beyefendi'nin "U ygarlık nedir?" başlıklı yazım'
üzerinde yapm ış o ld u ğ u düzeltm eleri göstermektedir. Bunlar
arasında benim kabul edemeyeceğim tek bir düzeltm e dahi
yoktur. Bu sayfa, Arslan Bey'in benim yazılarım ın pek çoğu
üzerinde b ü y ü k bir dikkat ve özveriyle yaptığı düzeltmelerden
yalnızca biridir. Ben Arslan Bey'in düzeltm elerinden pek çok
şey öğrendim . Fakat belki de öğrendiğim en önem li şey, yaş1
benden bir hayli b ü y ü k olan Arslan Bey ile aram ızda kelime
hâzinesi k u llanım ınd ak i farklılıklardır. Arslan Bey benim kul­
lan d ığ ım kelimelerin tü m ü n ü tabiî ki biliyor, ama daha sonra
yaratılm ış olan öztürkçe veya öyle o ld u ğ u iddia edilen kelime­
leri tercih ediyor. Bu bir eğitim in sonucudur —Arslan Bey'in be­
ni hayrette bırakan bir kişisel d isiplin sonucu çoğunu uzun yıl"
lar boyunca kendi kendine verdiği bir eğitim in! Ben ise evimde
ve o k u lu m d a öğrendiğim Türkçeyi hiç zorlam adan, tüm zen­
ginlik ve elastikiyetiyle kullanm ayı yeğliyorum . Arslan Bey fel­
sefeci ve edebiyatçıdır. Dil, on u n esas meşgalelerindendir. Ben
ise doğabilim ciyim . Dil b enim için yalnızca bir araçtır.
Ben, üstelik 14 yaşım dan beri b ild iğim ve en az 25 yıld>r
profesyonel olarak kulland ığım İngilizcenin m u azzam g ü cü n ü n
önem li bir kısmını, kelime hâzinesini kaynağına hiç m i hiç ald ır­
m adan, hatta yerli dillerinden bile kelime devşirerek, genişlet­
mesinden aldığını gördüm . Amerikalı şair ve filozof Ralph Wal"
do Emerson ne diyor? "İngiliz dili g ök y ü zün ü n kapladığı her ci­
hetten gelen nehirlerin boşaldığı bir u m m a n d ır"8 Ben işte u m ­
mana akan nehirlerin hiçbiri üzerine baraj çekmemek taraftarı­
yım. Mesela küçük yaşımdan beri bildiğim Almanca aynı liberal
tutum u sergileyememiştir. Hele Fransızca, kelime hâzinesi açı­
sından İngilizceyle kıyaslanırsa iyice fakirdir.
Ancak söylediklerimden üstü kapalı bir şekilde Osmanhca-
yı savunduğum izlenimi asla edinilmemelidir. Osmanhca bir
Zümrütten Aksedenler 19

um m an değil, bir bataklıktır. Yapısı yeknesak olm ad ığı gibi, ba­


zen bir kesiminin diğerleriyle ilişkisi zam anda ve/veya m ekân­
da tamamen kesilir. Ne Sinan'ın Sâi Çelebi'nin kalem inden bize
ulaşan Osmanlıcası N edim 'inkine, ne N ed im 'in k i K âtip Çele-
bi'ninkine, ne Çelebi'ninki Şemsettin Sâm i'ninkiııe, ne de o n u n ­
ki Fikret'inkine benzer. Bunların hepsi ayrı kelime hâzineleri,
hatta ayrı yapıları olan dillerdir. Bunun nedeni, tabiî ki O sm an­
lI'nın kendi içinde bir arı kovanı gibi işleyen m uhtar bir ayd ın ­
lar kütlesinin, onu besleyen geleneksel okullarının ve bunların
kullandıkları bir b asın/yayın ü rün kaynağının olmamasıdır. O s­
manlıca kendine akan nehirlerin rejimlerini ve çığırlarını d üze n ­
siz aralıklarla değiştiren depremlerle ve yer kaym alarıyla ikide
bir sarsılan duraysız bir toprak parçası üzerindeki bir, hatta bir-
biriyle ancak arada bir temas eden birkaç su kütlesi gibidir. Ne
kendi yapısı, ne de su rejimi düzenli olabildiğinden burada
meydana gelen su birikintisi de işte ancak bataklık olur. A ta­
türk'ün dil devrim i, bataklığı, düzenli bir okyanus teknesi hali­
ne getirmeyi am açlıyordu, onu besleyen nehirleri kurutm ayı de­
ğil. Bir tek Hasan-Âli Yücel dışında, Atatürk'ten sonra gelen dil
devrimi tutkunlan, bataklığı u n u tu p nehirlere saldırdılar, H a­
san-Âli Yiicel'in bazen sabrının taşıp feveran ettiği gibi Türkçe
değil, mesela "Ataçça" konuşm aya ve yazm aya başladılar. Bu­
nun pek feci etkileri, Türkiye'de örneğin jeolojide m erhum En­
ver A ltınlı'nın yazılarında görülür. A ltm lı'n m Türk jeoloji çevre­
lerinde bazen "Enverce" diye betimlenen yayınları ve ders not­
ları nesiller boyu Türk jeologların önem li bir kesim inin ne bir­
birlerini ne de uluslararası fikir akım larını anlayam am aları so­
nucunu doğurm uştur. Ben bu tür yolları izlem edim . İstanbul'da
öğrendiğim Türkçemden fedakârlık etmeden yazdım .
O kurlarım dan gelen genel tepki de o lu m lu oldu. Pek çoğu,
yazılarım ın akıcı ve anlaşılır bir dille kaleme alınm ış o ld u ğ u n u
söylediler. Gelen birkaç olum suz eleştiri, benim dil devrim ini
tam izlem ediğim gibi ideolojik bir çizgide yoğunlaşm ıştır. Bu
eleştiriyi yapanlara verebileceğim tek cevap G. L. Levvis'in
1936'dan sonra A tatürk 'ün de kelime hâzinesinde bir ara cidd i­
yetle uyguladığı tasfiyecilikten vazgeçerek, eskiden k u lland ığı
pek çok Arapça ve Farsça kökenli kelimeyi, Ö ztürkçe karşılıkla­
20 Z ü m rü rn â m e

rı b u lu n m u ş veya icat edilm iş o ld u ğ u halde, tekrar konuşma ve


yazılarına aldığını belgeleyen çalışmasına bakm alarıdır.9 Ben
de dil devrim ini A tatürk ve Hasan-Âli Yücel kadar izlemek
yanlışıyım. Ne daha az, ne de daha fazla.10
Yazılara bir-iki yer hariç d ip no t ko y m adım . Pek çoğu dip­
notlarla zenginleştirilebilirdi. Ancak yazıların yazılış amaçları
--Orhan'ın önsözünde belirttiği gibi- okuru bir sürü kaynağa
götürm ek veya bir yazı içinde çeşitli düşünceleri vuvalandır-
mak değildi. Bu kitaptaki makaleler, bilimsel dergilerdeki maka­
leler gibi "mini-kitaplar" değildirler. Burada her makale tek bir
fikri veya tek bir tanıtım ı konu edinmiştir. A m aç, bir cumartesi
sabahı okuru, belki kahvesini y udum larken, bir fikir, bir olay
veya bir kişi etrafında düşünm eye teşviktir. M akale yalnızca bir
araç o ld u ğun d a n hızla okunarak aradan çekilmeli, dürünce ile
d ü şü n ü rü karşı karşıya bırakmalıdır. O rasından burasından
dipnotlar sarkan bir makale aradan kolay sıyrılamaz, ya d ü şün­
cenin ya da düşünenin bir tarafına takılır. Bu, belki fikirler ve
verilerle yüklü bilimsel bir kitapta veya m akalede arzulanır bir
hal olabilirse de denem e/fıkra türünde m inik makaleler okurun
defterinde veya kartlarında değil, beyninde işlenmelidir.
Dipnotların ender verilmesine tek istisna, her makaleye ek­
lediğim ilk yazılış ve yayım lanış tarihleri ve yerleridir. Her m a­
kalenin altındaki ilk (veya, genellikle o ld u ğ u gibi, tek) dipnott.ı
önce yazılış tarihi; bir kesir işareti (/) ile b u n d a n ayrılan yayım-
lanış tarihi; nerede yayım landığı (CBT=Cunıhuriyet Bilim Tek­
nik); sayı ve sayfa numarası bulunur. CBT kısaltm asının her de­
fasında verilmiş olması, kitabın kim i nüshalarının parçalanarak
bazı makalelerin tek başlarına dosyalanma olasılığı k a r ş ıs ın d a
kaynak kaydının kaybolmaması için d ü ş ü n ü lm ü ş bir tedbirdir.
İlk yazılış tarihleri diye verdiğim tarihler aslında bilgisayarı­
m ın kaydettiği son düzeltm e tarihleridir. N adir istisnalar d ışın ­
da bu tarih, makalenin ilk yazılış tarihinden ancak bir veya iki
gün uzaktır. İlk yazılış tarihlerinin verilmesindeki ısrarın sebe­
bi, yazıların ilham kaynakları ile ilgilenebilecek okura bir daya­
nak noktası sunmaktır.
Bu kitapta derlenen yazıların bazıları kim i yayın organla­
rında iktibas edildi. Ben bunların hepsine u laşam ad .ğım d an
Zümrütten Aksedenler 21

beni çok m u tlu etmiş olan b u iktibasların burada bir listesini


veremiyorum. Ayrıca yazılarım daki fikirler çeşitli yayın organ­
larında m uh te lif yazarlar tarafından eleştirildi, geliştirildi. Bu
tabiî ki bir yazar için çok hoşa giden bir d uru m d u r, insanın
boşluğa seslenmemiş o ld u ğ u n u gösterir. Bir ara b u yazıları da
yazarlarından izin alarak, bazılarına vermiş o ld u ğ u m y ay ım ­
lanm ış cevaplarla birlikte bu kitaba katm ayı d ü ş ü n d ü m . Bu d ü ­
şüncem den vazgeçmiş o lm am ın iki temel nedeni var: Birincisi,
yazıların u z u n lu k ve takdim şekilleri açısından b ü y ü k farklılık­
lar göstermeleri. Kim ileri birkaç paragraflık; kim ileri birkaç
sayfalık, resimlerle ve dipnotlarla zenginleştirilmiş; kim ileri ise
yalnızca şahsıma yazılm ış m ektuplar şeklinde. İkincisi, bazı
eleştirilerin polem ik şeklinde, bazılarının daha mesafeli, bazı
katkıların benim söylediklerim i geliştiren yazılar olm aları, bu
nedenle kitabın yeknesak havasını ve dolayısıyla okurun o ku­
yuş tem posunu ve düşünce akışını belki de yalpalatabilecek
farklılıklar sunmaları. Bu yazıların haberdar olabildiklerim in
kaynaklarını detaylı bir şekilde ilgili m akalenin bir d ipn o tun d a
göstererek bunları m utlaka o kum ak isteyen okura k ılavu z ol­
m akla yetinmeyi tercih ettim sonunda.
Bu kitapta derlenen fikirlerin herhangi bir kıymeti varsa, bu
benim son derece verimli bir ortam içinde çalışma fırsatını b ula­
bilen ender şanslı insanlardan biri o lm am dan kaynaklanm akta­
dır. 1981'den beri araştırıcılık ve öğretmenlik y aptığım İTÜ M a­
den Fakültesi Jeoloji B ölüm ü içindeki çalışma arkadaşlarımla
burada yazdıklarım hakkında çok sık konuşm uş, tartışmışımdır.
Her biri başarılı birer bilim adam ı olan dostlarımla pek ender
olarak tam am en aynı fikirde olm uşuzdur. Bu farklılıkların yarat­
tığı tartışma ortamı, kıyasıya yapılan fikir mücadeleleri, bu m ü ­
cadelelerden türeyen bilgi derleme ihtiyacı, benim en önem li teş­
vik kaynaklarım arasındadır. Bu çerçevede bilhassa m erhum ho ­
cam, b üy ü k bilim adam ı ve bilgin İhsan Ketin'i, ülkem izdeki
tüm yerbilimcilerin şu andaki duayeni hocam ve aziz dostum
Sırrı Erinç'i, Türkiye'nin g ü n ü m ü z d e en önde gelen yerbilimci­
leri olan sevgili çalışma arkadaşlarım Naci Görür, Aral O kay ve
Yücel Y ılm az'ı anm ak isterim. Aynı gruptan N üzhe t Dalfes'in,
insan bilgisinin b ü tü n lü ğ ü n ü ve yerbilimlerinin ancak bu b ü tü n ­
22 Z ü m rü tn â m e

lük içinde birşey ifade edebileceğini unu tm am a 1973 yılından


beri izin vermemesi nedeniyle, ayrı bir yeri vardır. Aykut Barka
ve M ehm et Sakınç'la yapılan pek çok sohbet ve tartışmaların da
bu kitapta yansımaları bulunur. Benzer şekilde, yerbilimleri
dünyasının dışından hocalarım m erh um K âzım Çeçen, M. Cen­
giz Dökmeci, Y. D oğan Kuban, M. N im e t Ö zd aş ve Erdoğan S.
Ş uhubi bana hem pek çok bilgi vermiş, hem de pok çok fikri il­
ham etmişlerdir. Türkiye'ye g eldiğim den beri G ürol Irzık felsefe
konusundaki en önem li danışm anım ve tartışma ortağım olmuş­
sa da, benim felsefî fikirlerimde kendisinin -otuz yıla varan
do stluğum uza rağmen- en ufak bir g ü n a h ın ın o lm adığını bura­
da bilhassa vurgulam ak isterim. A n a b ilim dalım ızın araştırm a
görevlilerinden Cenk Yaltırak bitip tükenm eyen enerjisiyle Tür­
kiye'de A tatürk'ün düşünceleri h ak kındak i fikirleri ve y ayınları
izleyebilm em de bana son yıllarda çok yardım cı olm uştur
N am ık Kemal Pak pek çok k o n u d a tartışma ortaklığı yap­
m akla kalm am ış, benim bilhassa Hasan-Âli Yücel konusuna
bulaşm am da en önem li rolü oynamıştır. B üy ük d âh in in ham a­
rat, cömert ve bilgili kızı C anan Yücel Eronat da babasının ya­
şamı ve çalışmaları ko nusundaki e ğ itim im i üstlenerek elindeki
m uazzam ve m untazam arşivi bana b ık ıp usa n m ad a n tanıtmış»
bu hâzineden rahatça faydalanabilm em i tem in etmiştir.
Burada Kemal G ürüz'e bu kitapla ilgili olarak çeşitli yönler­
den ve büyük oranda minnet borcum un o ld u ğ u n u vurgulayarak
belirtmeliyim. TÜBİTAK başkanı o ld u ğu andan itibaren Kemal
benim ve arkadaşlarımın çalışmalarına içten bir ilgi göstermiş, biz*
leri her yönden desteklemiştir. Beni, Türkiye'de başka türlü tanı­
ma şansımın pek olamayacağı geniş bir çevreye takdim etmiş, eği­
tim ile ilgili bazı projelere almış, buralarda bilim in, sesini kısmen
de olsa benim ağzım dan duyurm asını m ü m k ü n kılmıştır. Y Ö K
başkanı olduktan sonra bu ilgisi azalmamış, yardım elini her sı­
kıntımızda daha ben ve arkadaşlarım istemeden uzatmıştır Ayrıca
özellikle bilim politikası ve eğitim konularında Kemal her zam an
keyifli ve yararlı bir tartışma ortağı olmuştur. Bu kitaptaki pek çok
makalede onunla yapılan tartışmaların, sohbetlerin izleri vardır
A ilem in katkısını da burada şükranla anm alıyım . A nne m le
babam yalnızca büyük m a d d î ve m anevî katkılarla benim her
Z ü m r ü t t e n A k s e d e n le r 23

tiirlü ente le ktü e l ç a b a m ı d e ste k le m e k le k a lm a m ış la r , b ilh a ssa


C u m h u r iy e t ta r ih in in şah it o lm a k b a h tiy a r lığ ın a eriştikle ri g e­
niş k e s id in i b e n im le p a y la şm ışla r, b a n a p e k ço k k a p ın ın a ç ılm a ­
sını s a ğ la m ışla rd ır. F e d a k âr h a y a t a r k a d a ş ım O y a 'n ın e n g in
sabrı, b itip tü k e n m e k b ilm e y e n iyi n iy e ti, sadece g ü ç lü b ir ze­
k â n ın besleyebileceği b ü y ü k ve şefkatli sevgisi ve b ilim d ış ın d a
bana h e m e n h iç b ir s o r u m lu lu k b ır a k m a y a n h a m a r a tlığ ı o lm a ­
say dı, ben b u r a d a ta r tış tığ ım k o n u la r a kafa y o r a m a z , o n la rı d ü ­
şünecek rah a t ve s ü k û n u b u la m a z d ım . O y a ay rıc a z a m a n z a ­
m a n y a z ıla r ım ı o k u y u p eleştirecek v a k ti b ile b u la b ilm iş tir .
K itab ın h atırasına ith a f e d ild iğ i K â z ım T aşkent'in b e n im ye­
tişm e m d e d o la y lı ve d o la y s ız h ay atî katk ıları o lm u ş tu r. A n n e a n ­
n e m in teyzesinin ç o c u ğ u o la n K â z ım A ğ a b e y (a ile d e k e n d is in e
a n n e a n n e m h ariç herkes b ö y le h ita p ederdi; a n n e a n n e m ve b a ­
zen d e d e m y a ln ızc a A ğ a b e y d e rd i), R u m e li'd e n her şeyini a rk a ­
d a bırakarak gelen a ile n in o tu z lu y ılla rd a servet ve t o p lu m d a b ir
yer k a z a n m a s ın ın en ö n e m li â m ili o lm u ştu r. Ben b u servetten
fay d a la n a ra k o k u y u p y etiştim . A yrıca K â z ım A ğ a b e y b iz e b e lirli
aralıklarla Y apı ve K r e d i'n in , Doğan Kardeş'in, H ayat'ın vs. y a y ın ­
larını y o llard ı. B ü y ü k k a rto n k u tu la r iç in d e gelen b u k ita p la r be­
n im ilk o k u m a te m e lim i o lu ş tu rm u ş la r, b a n a ilk co ğra fy a , tarih
ve d o ğ a b ilim i z e v k in i tattırm ışlardır. A n n e a n n e m i ve d e d e m i
g örm ey e g e ld iğ in d e ben çok k ü ç ü k o ld u ğ u m d a n çok n a d ire n
sohbeti d in le y e b ilm iş im d ir . A m a d in le y e b ild iğ im h e r seferinde
K â z ım A ğ a b e y 'in sö y le d ik le ri b a n a m ü th iş ke y if verm iştir. O n u
en son a n n e m le b a b a m ın e v in d e g ö r d ü m . K ız kardeşi R abia
(A tag an ) A b la ile b irlik te a n n e m e a ile n in b a z ı fo to ğ ra fla rın ı ve
galiba en son k ita b ın ı ve rm e y e g elm işti. O ziyarette K a fk a s y a 'd a ­
ki Birinci D ü n y a S av aşı h a tıra la rın d a n sonra A ta tü r k 'le b ir a n ıs ı­
nı anlattı: "E sk işe h ir Şeker F a b rik a sı'n ın in şa a tı e sn a s ın d a A ta ­
türk g e ld i" d e d i. Ş an tiy e y i gezerken h e n ü z te m e lle rin d e n y ü k ­
selm em iş o la n fa b rik a n ın ne z a m a n b ite c e ğ in i s o rm u ş K â z ım
A ğabe y'e. "İlk m a h s u lü işleriz P aşam , d e d im . A ta tü r k y a n ın d a ­
kilere dö n e re k , 'B u ço cu k d e lid ir' d e d iy d i. A m a b e n ne d e d iğ im i
b iliy o r d u m . Fakat G ü le r c iğ im " d iy e a n n e m e d ö n e re k d e v a m etti
"b ir taraftan d a ta b a n c a m ı h a z ır la m ış tım ." K â z ım A ğ a b e y g ittik ­
ten sonra a n n e m in s ö y le d iğ i sözleri h iç u n u t a m ıy o r u m : "B a n a
24 Z ü m rü tn â m e

bak, bu var ya, hakikaten dediğini yapardı ha! O fabrika ilk mah­
sulü işleyemeseydi, Kâzım gitmişti!"
Orhan Bursalı'ya olan şükran borcum ise çok özeldir. Kendisi
bu yazıların yazılmasına sebep olan köşenin yaratılmasını istediği
gibi, yazılarımın vücut bulması esnasında da benim için en güve­
nilir eleştirmen, en faydalı danışman da olmuştur. Orhan'ın bili­
m in halka sunulması konusundaki çabalan burada anlatılamaya­
cak kadar bol, ülkemizde bugüne değin yapılamadığı kadar yük­
sek düzeyli ve bütün dünyada ender rastlanılacak kadar fedakar­
cadır. Beni popüler bilime eğilmeye zorlayan Orhan olmuştur.
Sosyal bilim, hele politika bilimi kökenli olması, geniş gazetecilik
tecrübesi ve doğa bilimlerine olan hayranlığı ve hakimiyeti, Or­
han'ın çeşitli konulara alışılmışın dışında geniş bir perspektiften
bakmasını sağlamış, beni sosyal tecrübesizliğim ve politik safdil­
liğim nedeniyle bazı çukurlara düşmekten kurtarmıştır. Sosyal bi­
limle politikanın o sisli ve sarp engebeli sınır bölgesinde Orhan ın
emin kılavuzluğu olmasaydı bir gazete eki köşesinin rahatlığ*
içinde bilim dışına sapıvermek işten bile değildi. Hele bir doğnbi-
limci için nice tuzaklarla dolu bu bölgeye her yaklaştığımda Or­
han bana büyük bilgin Fuad K öprülü'nün o sınırın ötesine geçti­
ğinde başına gelenleri hatırlatır, kendisine İsrail c u m h u rb a şk a n lı­
ğı teklif edildiğinde "Yapamam, çünkü objektif düşünmeye çok
alıştım" cevabını veren Einstein'ın izinden ayrılmamamı tavsiye
ederdi. Bu kitap, bir yerde benim kadar onun da çabalarının ve
katkısının sonucudur (ama bu onu benim fikirlerimden sorumlu
kılmaz). Orhan ayrıca bu kitaba bir önsöz yazmak nezaketini gös­
termekle beni bir defa daha kendisine borçlu bırakmıştır.
Nihayet bu kitabı Yapı Kredi Yayınları arasına büyük bir
hızla kabul eden Enis Batur'a da en içten hislerle teşekkür et­
mek isterim. O n u n bilgi düzeyinde bir entelektüelin ve onun
tecrübesine sahip bir yayımcının kitabımı yayıma değer bulm a­
sı benim için çok ciddî bir taltif olmuştur.

A. M. C. Şengör
A n a d o lu h is a rı, 8 Nisan 1999
I

Bilim Yalnız Bilm ediğini D eğil


Bilem eyeceğini de Bilmektir .11
,
Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan eğer.
Bir edib-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol.

NeH

Bilim, bilm eyi gerektirmez mi? Türkçede bilim bilmek söz­


cüğünden türer ve I. Z. E y ubo ğlu'nun etimoloji sözlüğüne göre
'bilinen, bellekte iz bırakan" anlam ına gelir. Batı dillerinin pek
çoğunda kullanılan scierıce terimi bir Hint-Avrupa dil kökü olan
ve "ayırabilmek, fark etmek" anlam larına gelen skei-'den türe­
miştir. Latince scientia Yunanca episteme’nin karşılığıdır ki, bu
kelime "anlayış, bilgi, b ilim " anlam larına gelir ve "bir şeyin
önünde durm ak, bir şeyle y ü z yüze gelm ek" anlam ında bir
kökten türemiştir. Arapça 'ilm kelimesi bilm eyi belirttiği gibi,
Çince "b ilim " anlam ına gelen xueshıı (şueşu okunur!) aynı za­
m anda "bilgi, öğrenim " anlam ındadır ve "öğrenm ek, incele­
mek" anlam ındaki xue'den üretilmiştir. Bu kısa listede görülen,
tüm büyük kültür dillerinde "b ilim " yerine kullanılan kelime­
nin o lum lu bir anlam ı o ld u ğ u ve bilm eyi simgelediğidir.
Ancak bilim tarihine bir g öz attığım ızda, b u n u n belki daha
doğru olarak bir yanılgılar tarihi olarak betimlenebileceğini g ö­
rürüz. Bugün, ne eski Yunan'ın görkem li doğa kuram ları, ne
Ortaçağ'ın m ütevazı keşifleri, ne de bize çok daha yakın olan
26 Z ü m rü c n â m e

R ö n e s a n s , A k ıl Ç a ğ ı, hatta 19. y ü z y ılın b ilim se l teorileri, ilk or­


tay a ç ık tık la rı şe k ilde ders k ita p la rım ız d a yer almaktadır. Pek
ço k b ilim d a lın d a , ö r n e ğ in b e n im ihtisas d a lım olan jeolojide,
b u g ü n o k u tu la n tem el teorilerin pek ç o ğ u n u n yaşı kırkı geçme­
m ek tedir. Kısacası, b ilim sürekli bir y a n ılg ıla r silsilesi içinden
geçerek g ü n ü m ü z e gelm iştir. A nc ak , g ü n ü m ü z d e kendimiz,
ç e v re m iz, d ü n y a m ız , hatta e v re n im iz h a k k ın d a bildiklerim iz
a ta la r ım ız ın b ild ik le r in d e n o k a d a r ço ktur ki, g ü n ü m ü z d e tüm
in s a n b ilg is i en çok her bir y ıld a bir ik iy e katlanm aktadır! Bu
h ız , d a h a geçen y ü z y ılın o rtasında her y ü z y ıld a birdi. Şim di şu
so ru k a r ş ım ız a ç ık m a k ta d ır: T ü m geçm işi bir y anılgılar tarihin­
d e n ibaret o la n bir faaliyet nasıl o lu y o r d a b u k adar o lu m lu iş­
ler y a p a b iliy o r, b u k a d a r çok b ilg i üretebiliyor? Bu soruya ce­
v a p v e re b ilm e k için b ilg in in nasıl e d in ild iğ in i tartışm am ız ge­
rekir. Bu d a bizlere, insan u y g a r lığ ın ın , bizleri d iğe r canlılardan
ço k fa rk lı y a p a n insan o lm a ö z e lliğ in in d e ö z ü n ü gösterecektir.
Tekil nesneleri d o ğ r u d a n d u y u la r ım ız la bile biliriz. Bu d u ­
y u la r ın sık sık y a n ılm a s ı, tekil nesnelerin "b ilin e b ilm e s in d e " te­
k ilin d ış ın a çık a n genel k a v ra m la rın k u lla n ılm a z o ru n lu lu ğ u
(ö r n e ğ in c a m bir b a rd a ğ ı "b ile b ilm e k " d u y u la r ım ız la algıladı­
ğ ım ız ın d a ö te sin d e cam ve b a rd a k k a v ra m la rın ın bilinm esini
gerektirir) g ü ç lü k le r çıkarır, am a b u g ü ç lü k le r kolay aşılabilir.
A n c a k genel k a v ra m la rı o n la rı o lu ştu ra n tekil nesnelerden ha­
reketle b ile m e y iz , zira b u n la r ın h e p sin i g özle m e y e ö m r ü m ü z
ve im k â n la r ım ız yetm ez (b ilim sel b ir p ro b le m olarak tü m evre­
n in e v r im in i d ü ş ü n ü n !). Ö r n e ğ in yerçekim i k a n u n la rın ı, dağ
o lu ş u m u n u n ne d e n le rin i, ca n lıların e v rim süreçlerini ancak
kendi uy durd uğum uz k u ra m la rla açıklay ab iliriz. Bu kuram lar,
u y d u r u ld u k t a n sonra eldeki g özle m le rle sınanırlar. S ınavı geçe­
m e y e n k u r a m la r d erh al terk edilir, sınavı ş im d ilik geçenler b i­
lim c in in b ir âleti o lara k k u lla n ım d a kalırlar; ta ki ters bir g ö z ­
le m , o n u d a geçersiz k ıla na kadar. O za m a n bilim c i, y an lışla n an
k u r a m ın a ç ık la d ığ ı tü m g ö zle m le ri ve a ç ık la y a m a d ığ ı g özle m i
d e a çık la y a c a k yeni bir k u r a m u y d u rm a y a çalışır. Bu şekilde
y e n i u y d u r u la n k u r a m la r giderek k e n d ile rin d e n öncekilerden
d a h a z e n g in g ö z le m d e m e tle rin i açıklay an zengin zekâ ü r ü n le ­
ri ve a y n ı z a m a n d a evren y o ru m la rı olarak insan b ilg isini ze n ­
B ilim Y alnız B ilm e d iğ in i D e ğ il, B ilem eyeceğini de B ilm e k tir 27

ginleştirmeye devam ederler. A ncak bilim ci, b ilim in başdöndü-


rticü başarılarına rağm en incelediği nesneler karşısında kendi
aczini b ild iğ in d e n , hiçbir zam an son gerçeğe ulaştığını id d ia
edemez; hatta bu n a tesadüfen ulaşm ış olsa bile b u n u fark ede­
meyeceğini bilir. B ilim i, insan bilgisine katkı y ap tığını iddia
eden ve içinde kesinlik idd iaları b u lu n a n tü m inanç sistemle­
rinden ayıran ve onların hepsinden daha başarılı kılan işte bu
h a d d in i b ilirlik ve aynı z a m a n d a inatçı sorgulam acılık/eleştiri­
cilik özelliğidir. İnsan, ilk g ün le rin d e n beri halk arasında "de-
neme-yanılma y ö n te m i" de denilen b u yöntem le bilgisini ge­
nişletm iş, kesin ve tartışılm az bilgiye ulaştığ ın ı id d ia eden hiç­
bir otoriteyi ciddiy e alm ay an, ancak her g ö r d ü ğ ü n ü ve d u y d u ­
ğ u n u sürekli sorgulay ıp eleştiren to p lu m la r tarihte uygar ve
m üreffeh olabilm işlerdir.
II

Çakıltaşları ve Konglomera 12
16 A ra lık 1995 tarih i tü m T ürk ve d ü n y a jeologlarının bü­
y ü k bir acıyla hatırlay acak ları bir tarihtir. 16 A ralık 1995 Cu­
m artesi g ü n ü sabaha karşı saat ikiye d o ğ ru y irm in ci yüzyıl en
ö n d e gelen je o lo g la rın d a n b irin i, T ürkiye b ü y ü k bir evlâdını,
in s a n lık da b a ş d ö n d ü r ü c ü başarıyla e n g in teva zuu bir bedende
birleştirebilen n a d ir ce n tilm e n le rin d e n birin i, ITÜ jeoloji profe­
sörü İhsan K e tin'i kaybetti. İhsan H oca ö lü m s ü z olalı iki koca
yıl geçti. İki k ü s u r asırlık İTÜ, b u iki y ıld a iki d evin i daha yitir­
di: K e tin 'in k e n d ile rin e b ü y ü k bir sevgi ve saygıyla bağlı o ldu ­
ğ u m eslektaşları, dostları, b ü y ü k b ilim a d a m la rı K â z ım Çeçen
ve R a tip Berker de her İT Ü 'lü n ü n son d u ra ğ ı olan Taşkışla dan
dost ve ö ğre n cilerinin elleri ü ze rin d e ebedî istirahatgahlarına
u ğ u rla n d ıla r.
R a tip H o c a 'n ın cenazesine y u rt d ış ın d a g örevli o ld u ğ u m ­
d a n k a tıla m a d ım , a m a y o ld a göreve g id erk en h e p o n u ve yol­
d a ş la rın ı d ü ş ü n d ü m : Bir R a tip Berker, b ir Bekir D iz io ğ lu , bir
M u s ta fa İn a n , b ir E m in O n a t, b ir İhsan K etin, bir K â z ım Çe­
çen; d a h a gerilere g id e lim : b ir K ari v o n Terzaghi, b ir P h ilip p
Forchheim er, b ir H ü s e y in Tevfik Paşa; d ah a d a geriye g id e lim
b ir H o ca İshak E f e n d i ve d a h a niceleri. H er biri, z a m a n ı n d a
T ü rk iy e 'n in en b ilg ili, en zeki insanları arasında. H ele hele Ra-
tipler, Bekirler, M ustafalar, E m inler, İhsanlar, K âzım lar, k e n d i­
lerine d ü n y a d a saygı d u y u la n adlar. B u g ü n IT Ü 'd e hatta daha
iyileri b ile var: O n la r ın öğrencileri, IT Ü 'ye m irasları, Y Ö K baş­
k a n ı Prof. K e m a l G ü r ü z 'ü n saygıyla "IT Ü 'n ü n v ırtü o z la rı" de-
Çakıltaşları ve Konglom era 29

cc
LU
Kaya parçaları J ’
UJ
ı/y
LU
—t
0Q M ineral parçaları

Doğal
çimento
/

KONGLOMERA (=ÇAKILTAŞI)

Ş e k il 2 .A. B ir kttnglomera ııın olu cum u. K ayaç kırıntıları ve m inem i parçaları ("çak ıllar") kum,
kil voy.ı kireçtaşındnn uluşnn doğal bir çim ento ile tutturuluraa ortaya ç ık a n yeni kayaca k o n ­
glom era (L atin ce coıı, rım ı'dan birlik te ve ghıııııs=top haline g e lin i; iplik, sözcüklerinden, "b ir
likte b ir top lıalin e g elm ek " anlam ında) adı verilir. Türkçe'de buna çakıltaşı da denm ektedir
<rak ıltaşları, d olay ısıy la, çak ılların doğnl b ir çim entoyla tultu ru lınalarından oluşan taştır.
30 Züm rücııâm c

d iğ i, tü m T ürk ü n iv e rs ite le rin in g ıp ta o d a k la r ı o canlı abide­


ler!
G e lg e le lim İTÜ, T ü rk iy e 'n in o her g e n c in y ü re ğ in d e çar­
pan , başbakanlar, c u m h u r b a ş k a n la r ı d o ğ u r a n , bence ü n iv e r s ite
olarak en iyi k u r u m la ş a b ilm iş 225 y ıllık d e v m üessesesi, vasat
bir Batı ünive rsite si bile d e ğ il. İç in d e k i v ir t ü o z la n n ın muadille-

Ş e k il 2. B. N orveç'ten (akılları çuk çeşitli kayaç türlerin d en


oluşan ("p o lijc ııik ") bir konglom era örn eğ i (ölçek 1 /2).
Burada dikkati çakılların çektiği, on ları b ir arada tutan çim e n ­
tonun ise belirgin hiçbir özelliğinin bu lu n m ad ığ ı g ö rü lm ek te­
dir. A ncak o "silik " görünü m lü çim ento olm asa, "g ö ste rişli"
çakılları birarada tutup konglom erayı y ap m ak m üm kü n
olma/.. İnsan toplum ların da dn durum boyledir. B irkaç p a rlak
kişilik tüm d ik k atleri üzerlerine toplar. D ü şü n ü lm ez k i, o
kişilikleri bir arad a tut.ın toplum çim entosu o lm asa o n la r o
parlak kon um ların ı olu ştu ram azlar B aşarılı top lu m lara
d ışarıd an bakanlar, d ik k at etm ezlerse san ırlar k i o to p lu m lar
başarılarım y a ln ız ca g öze çarpan birk aç p arlak kişility-
borçlud urlar. H alb u k i h içb ir toplum da birey tek b a f ın« bır»ı-y
y ap am az A m a o p arlak birey de olm azsa, toplum g- »tcrıyvU
bir ku m taşı k ü tlesi g ib i sıradanlaşır. D o lay ısıy la h em çim e n to
hem d e ça k ılla r tam b ir kon glom era için gereklidir.
Çakılcaşları ve Konglomera 31

rinin ancak dünyanın en öndeki üniversitelerinde bulunabil­


mesine karşılık, kendisi vasat bir üniversite bile olamamış. Bu
nasıl mümkündür?
Makedonya'ya otomobille giderken, yolda gözümün önün­
de Ratip Berker'in o asil ve kıymetli başı, hep bu muammayı
düşündüm. Düşünürken, birden yolda gözüme bir konglomera
takıldı. İri çakıl tanelerinin doğal bir çimento ile tutturulmasıy-
la oluşan bir kayaç. Ah! dedim birden: İTÜ'de konglomerayı
yapacak çakıl taneleri var da, aradaki çimentoyu oluşturacak
kum, siit, çakıl, su yok! Ender bulunan, zor olan var da, kolay
olan, sıradan olan yok! Ratip'i Mustafa'ya, Mustafa'yı Kâzım'a,
Kâzım'ı İhsan'a bağlayacak öğrenci yok, kütüphane yok, tek­
nisyen yok, insanları bilim düşünmekten alıkoyan fakirliği ber­
taraf edecek ciddî bir maaş yok. Türkiye ha babam nadide çakıl
toplayıp bunları boş bir kovaya atıyor, sonra neden konglome­
ra oluşmuyor diye hayıflanıyor. Çakıllar tek başlarına bir araya
gelerek konglomera yapamazlar. Çok çok, çarpışarak birbirleri­
ni kırar, ufalar, kum ve kil ederler, ortada çakıl kalmaz. Konglo­
mera yapacaksak, çakılları destekleyecek ara çimentoyu oluş­
turmamız şarttır.
Zaman zaman tüm devleti çöküntüden kurtaranlar arasın­
da yerini almış olan 225 yıllık ITÜ'ye, bu en eski üniversitesine,
Türk devleti bu sürede vasat bir üniversite olabilmesi için gere­
ken basit şartlan bile temin edememişse, Avrupalılar acaba bizi
aralarına neden istemezler diye daha uzun uzun sormamıza
gerek yoktur sanırım.
Şekil 3. Kanımca Atatürk'ün Türkiye'ye vermek istediği
yönü en iyi anlayan ve anladıklarını en içtenlikle tatbik
eden kişi, gelm iş geçmiş en başarılı ve en b üy ük M illî
Eğitim Bakanım ız o lduğu n da hemen herkesin fikir birliği
ettiği Hasan-Âli Yücel'di. Bu resimde A tatürk 'ü en iyi
anlayanla en iyi anlatanı yanyana görüyoruz. 1945 yılında
devrin M aarif Vekili Hasan-Âli Yücel Londra Halkevi'nde
o zam an Londra Büyükelçim iz olan Ruşen Eşref
Ü nay dın'la (Yücel, H.-Â., 1958, Ingiltere Mektupları, İş
Bankası K ültür Cep Kitapları, 8, Ankara, 105. sayfadan
önceki fotoğraf levhasından alınmıştır.). Daha sonra, Yücel
bakanlıktan, Ü nay dın da elçilikten ayrıldıktan sonra, ikisi
bir araya gelerek A tatürk'ün felsefî görüşlerini
anlam am ızda önem li rolleri olan Nutuk'tan önceki
kitapla nnı yayımlayacaklardır.
III

Aklın Vekili13

Bundan 2500 yıl önce Anadolu'nun batı kıyılan bugünkün­


den daha da girintili-çıkıntılıydı. Bugün artık olmayan girinti­
lerden birini güneyden çeviren bir burnun ucundaki ufak ama
hür şehirde yaşayan iki insan aklın ve duyuların -tüm eksiklik
ve yanıltıcıhklarına rağmen- kendimiz ve içinde yaşadığımız
evren hakkında bize en güvenilir bilgileri sağladığını keşfetti­
ler. Bu keşifleri önce doğa bilimlerini, hemen arkasından da do­
ğa bilimlerine dayanan insan uygarlığını doğurdu. Uygarlık gi­
derek büyüdü ve uygarlaşamamış olan kültürleri bir bir yuttu.
Ne Mısır'ın eskiliği, ne Hint'in zenginliği, ne de Çin'in inzivası
uygarlığı durdurabildi. Uygarlığa direnirim sananlar tarihin
sayfalarından bir bir döküldüler.
Osman'ın o muhteşem mirası uygarlıkla hep iç içeydi, ama
onu yüzyıllar boyunca yok saydı. Ona muhtaç olduğunu fark
ettiğinde artık iş işten geçmişti; tek dişli zannettiği canavarın
marifetli bir pehlivan olduğunu gördüğünde sırtı çoktan yer­
deydi. Osman'ın mirasçılarından sarı saçlı bir adam pehlivanın
oyunlarını o talihsiz güreş olurken gözlemişti: Osman'ın dev
mirası yerde bitkin yatarken o ufak tefek adam doğruldu, iri
pehlivanı yeni bir güreşe davet etti ve galip geldi. Pehlivanla el
sıkıştılar, sarı saçlı adam pehlivana oyunlarını nereden öğrendi­
ğini sordu. Pehlivan döndü, Osman'ın ülkesindeki yeşiJ bir sa­
hil ovasını işaret etti: "Bak!" dedi, sarı saçlı adama, "benim bil­
diklerimi öğretenler bir zamanlar orada yaşıyorlardı. Ben onla-
34 Zümrütnâme

rın kitaplarını okudum. Senin ataların oraları hep fethettiydi.


Siz onları okumadınız mı?"
Sarı saçlı adam o kitapları Osman'ın mirasçılarının da oku­
maları gerektiğini anladı. Ancak ömrü yeşil ovaya varmaya
yetmedi. Arkasından gelenlerden iri kaşlı güzel gözlü bir genç,
sarı saçlı liderin arayışını sürdürdü. Eskiden deniz olan yeşil
ovada yaşamış bilgelerin kitaplarını arattırdı, bulabildiklerini
Osman'ın mirasçılarının diline çevirttirdi. Onlara o kitapları
okuyabilecekleri okullar, üniversiteler, öğrendiklerini uygula­
yabilecekleri enstitüler, konservatuarlar yaptırdı, bunları anla­
tıp tartışabilecekleri kongreler düzenledi, öğrendiklerini ve bul­
duklarını başkalarına yazabilecekleri dergiler, ansiklopediler
bastırdı. Böylece Osman'ın mirasçıları, sarı saçlı adamın hayal
ettiği gibi pehlivanlar olmaya başladılar.
Ancak yüzü batıdaki yeşil ovaya dönük heyecanla çalışan
iri kaşlı ve güzel gözlü adam, doğudan gelen tehlikeyi göreme­
di. Sırtındaki hançerin sızısını hissettiği zaman iş işten çoktan
geçmişti. Cansız vücudu yüzükoyun sarı saçlı liderin mezarı­
nın dibine düştü. Hançeri tutan pençe, onun atölyesini de da­
ğıtmaya yeltendi, bir kısmını yok etti. Ancak hepsini yok ede­
meden sarı saçlı adamın pehlivanları yetiştiler, onu gırtlağın­
dan yakaladılar, çirkin salyaları o kutsal mezarların üzerine
damlayamadan kenara fırlatıp attılar. Genç pehlivanlar nitelik­
lerini tam anlayamasalar bile, eserlerin kıymetini biliyorlardı.
Ancak en gençleri sarı saçlı liderin dışındaki mezarda kimin
yattığını bilmiyordu - kendisine öğretmemişlerdi.
O gece rüyasında, eskiden deniz olan zümrüt ovayı eski
haliyle gördü. Denizin kenarındaki küçük şehirden iki bilge
çıktı, onun elinden tuttular, içinde kimin olduğunu bilmediği
mezarın başına getirdiler. "Burada" dediler, "akim vekili yatı­
yor. Senin neslinin uygar insanlardan oluşabilmesi için o bir
ömür tüketti. Sarı saçlı lideri en iyi anlayan oydu. Sen iyi bir
pehlivan olmak istiyorsan, onun yolunu ara, bul. Çünkü senin
ülkende ondan beri bizi artık kimse tanımıyor."
IV

Cahit'in Vasiyeti14

Cahit Arf ölmüş! Akşam eşim annesiyle telefonda konuşur-


■en birden dudaklarından bu kelimeler döküldü. Üstad epey
*>ır zamandır rahatsızdı. O velût, yaratıcı beyni adeta istirahat
etmek istiyormuşçasına giderek güçten düşen vücutla arasına
mesafe koymaya başlamıştı. Türk matematikçilerinin duayeni,
urk bilim dünyasının karanlık semasına ışık saçan o birkaç
muhteşem yıldızın en parlaklarından biri Cahit Arf, son yılla­
rında sırlarına nüfuz etmek istediği tabiat ile başka bir güreşe
tutuşmuştu. Süresi belli olmasa bile bu dengesiz mücadelenin
sonu herkesçe malumdu. Fakat Cahit A rf m yalnızca varlığı bi­
le pek çok bilim tutkununa cesaret veriyordu. O yüzden onun
ölmüş olduğunu duymak beni birden yerime mıhladı, ebevey­
nini kaybetmiş bir çocuk dehşetiyle kendimi birden pek yalnız
hissettim. Nasıl etmeyeyim ki? Dört aydan az bir zaman içinde
Türk bilim dünyası iki büyük istinat kolonunu, iki devini kay­
betti: Ratip Berker ve Cahit Arf. Her ikisinin de etkisi kendi
alanlarının çok dışına taşmış olan bu iki büyük insan, Türki­
ye de bilimsel düşüncenin, bilimin hâkim kılınması için ömür­
lerini tüketmişlerdir.
Cahit Arf m bilime bakışı tavizsizdi. Bilim, bilmek için, öğ­
renmek, keşfetmek, icat etmek zevklerini tatmak için yapılırdı
ona göre. Zeki bakışlarını çevirdiği her köşede Cahit Hoca mut­
laka çözüm bekleyen bir problem bulur, bunu ancak çocuklar­
da görülebilen bir heyecanla etrafındakilere anlatmaktan zevk
alırdı. Bilimsel faaliyetin etrafım sarmış olan tüm kurumlar, ku-
36 Zümriirnâme

rumların içinde dal budak veren bürokrasi, bu bürokrasiyi te1'


lara ayıran akademik hiyerarşi, onun gözünde en iyisinden ka<
lanılması belki gerekli olan çıbanlardı. İstanbul Üniversite'
i'nden istifa ederken rektörün, kendisine "Cahit, sem ordinar­
yüs yaptık, daha ne istiyorsun?" şeklindeki sorusuna Işı »1 0

yüzden gidiyorum" cevabını verdiğini zevkle anlatırdı.


CaHıt A rf m bilimin önceliklıği konusunda en küçük bir
kuşkusu yoktu Kendisini en son gördüğümde de bizlere bu
konuda çok açık bir mesaj daha verdi. Bu mesaj t o p l u m u m u Z '
da bilim dünyası dışında bulunanlar kadar ne yazık ki bilimci­
lerimi/m de pek çoğu tarafından tekrar tekrar işitilmesi gerekli
bir cağndır. Bu nedenle bu haftaki yazımı yalnızca o çağrıya
ayırmayı uygun buldum.
Türkiye Bilimler Akademisinin (TÜBA) İstanbul grubu­
nun toplantılarından bırındeydi. ITÜ'nün Maçka'daki sosyal
tesislerinde toplanmıştık. Yemekten once toplanan akademis­
yenler ar ısında heyecanlı bir tartışma başladı. Konu, sosyal bi­
limlerle doea bilimleri arasında bilimsel üretimin kişisel bazda

Ş c k il4 .c > rd l ‘ro< Ur A ı! <1910, Selanik -1 9 9 7 , İstan bu l). T Ü BİT A K /lifim t>r
ıcKiıık dorgısı c 31 (1998), no. ile v ıtılc n Cahit Ari Anıtına b.r-lıklı ek t cm.
Cahit’in Vasiyeti 37

karşılaştırılmasının nasıl yapılması gerektiği idi. Akademi'ye


uye seçerken hem konseyin hem de genel kurulun başına sil.
sık dert olan bu konu doğal olarak herkesin ilgisini çekiyordu.
Tartışmanın heyecanlı bir noktasında, daha once konuşmalara
hiç katılmamış olan Cahit Hoca' nın gür sesi birden bizleri ken­
dimize getirdi: "Yahu, burada biraz da bilim konuşalım!" Cahit
Hoca, bilim yapmak için kurulmuş Akademi'nın bilimsel prob­
lem çözümünden çok kendi iç organizasyonu halkındaki ko­
nulara vakit ayırmasına tahammül edememişti. Daha once dr
enzer davranışları nedeniyle onun "realist olmamat la", "ço
cuk gibi davranmakla", "ayakları yere basmamakla" suçlandı­
ğını duymuştum. Ancak Türk bilimi eğer bir gün gerçektc'iı
■unya çapında saygınlığa ulaşacaksa, bilimcilik oyunu olmak
tan 8erçekten bilim olacaksa, Cahit Arf gibi realist olma-
yan, Çocuk gibi davranan, ayaklan yere basmayan, bilim için
as as bağıran tutkunlara ihtiyacı olacaktır.
En r^a'1U k'raz da bilim konuşalım!" Konuşacağız aziz Cahit!

Rün ^arteım
ızru^unu
cuk Wln^ an kazı^arımız konuşacağız! Konuştukça da senin o ço
Şad edeceğiz. Belki, kim bilir, belki bir
İece *T ^ 1I7!I ve ilimcileri sana olan şükran borçlarını boy-
ruIT)0, ey0bİ,eceklerdir! Sana rahat uyuyabilirsin demek istiyo-
/ ama, bilmem ki, seni inandırabilir miyim?
V

Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi?'*

Bugün birisine "Büyük Coğrafî Keşifler" hangileridir di­


ye sorarsanız pek değişik cevaplar alabilirsiniz. İyi ve Avrupa
tarzı klasik bir eğitim görmüş bir insan bunları 15. yüzyıl so­
nu ile 16. yüzyılda yapılan ve Afrika, Amerika ve Uzak Do-
ğu'yu AvrupalIlara tanıtan keşifler diye betimleyebilir. Pro­
fesyonel bir coğrafyacı size büyük coğrafî keşiflerin halk ara­
sında yukarıda anlatılan şekilde bilinen keşifler olduğunu,
ancak bunlara eski çağda yapılmış olanlarla, daha sonra 18.
yüzyıla kadar yapılanların da eklenmesi gerektiğini söyler-
Eğer Amerikan eğitimi görmüş sol politika sempatizanı birisi­
ne çatarsanız o da size coğrafî keşif kavramının zırva olduğu­
nu, sözde keşfedilen Afrika, Uzak Doğu ve Amerika gibi ycr"
lerin de keşfedildikleri" tarihlerde meskûn olduklarını ve bu
"keşif" masalının sömürgeci ekonomik düzenin bir u y d u r m a ­
sı olduğunu söyleyebilir. Ben bu yazımda büyük coğrafî ke­
şifleri profesyonel bir coğrafyacının anladığı şekilde ele alaca-
ğım.
Büyük coğrafî keşiflerin ne zaman başladığını bilmek do­
ğal olarak mümkün değildir. Alman tarihçisi Richard Hennig
Bilinmeyen Yerler adlı büyük eserinde ilk belgelenmiş c o ğ ra fî
keşif gezisi olarak Mısır Kraliçesi Haçepsut'un M.Ö. 1493/2
yıllarında efsanevi Punt ülkesine (bugünkü Somali) yaptığ 1

geziyi anlatır. İlkçağ da coğrafî keşiflerde kuşkusuz Akdeniz


Büyük Coğrafî Keşifler B itti m i? 39

halkları en ön saftaydılar. Ortaçağ'da coğrafyanın lid e rliğ in i


Arapiar ve onlarla birlikte M üslüm an kültür to p lu lu ğ u n a k a ­
tılan halklar üstlenmişler, bu şekilde Sibirya sınırına kad a r
Asya, Afrika'nın kıyı bölgelerinin tamamı, H in t O kyanusu'-
nun tamamı büyük bir hassasiyetle haritalanabilm iştir. Bu b il­
gilerin Bizans, Sicilya ve İspanya kanalıyla 11. y ü z y ıld a n itib a ­
ren tedricen batı Avrupa'ya geçmesi yaklaşık dört y ü z y ıllık
bir "kuluçka" döneminden sonra, Ceneviz ve Venedik gibi
Italyan cumhuriyetlerinin Doğu ile yapılan baharat alışverişi
tekelleri sayesinde hızla zenginleşmelerinin yarattığı bir refah
dönemiyle birleşince burada bir coğrafî bilgi patlam asına yol
açmıştır. Bunlara ilâveten, hüm anizm in dirilttiği eski Y u n an
bilgilen, fakat daha da önemlisi eski Yunan araştırıcı ru h u ,
1ilgili bazı İtalyan denizcilerin, denizaşırı ülkelerde z e n g in lik
arayan İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin h izm e tin e girerek
bilinmeyenlere uzanmalarına neden olm uştur. B u n la rın en
Meşhuru kuşkusuz insanlığa belgelenmiş ilk o ky anus aşırı ke-
Şif gezisini hediye eden d en izci/bilim ci Kristof K o lo m b 'd u r .
Kolomb, zamanının tüm coğrafya bilgilerini g özden geçirerek
sürekli batıya gidildiği takdirde kısa bir za m a n d a A s y a 'n ın
r^°gu kıyılarına varılabileceği tezim geliştirmişti. Bu v a rsay ı­
mını sınamak için İspanya kralı ve kraliçesi kendisine p e k k ı­
sıtlı bir imkân verdiler. K um kapı'da eskiden çalışan k u m ta­
kalarından daha küçük üç gemicıkle Atlas O k y a n u s u n u ge-
Çen bu bilgili ve kahraman adam insanlığa o za m a n a k a d a r
hiçbir zaman hissedemediği bir kendine güven hissi verdi:
Yalnızca bilime güvenerek kendini bilinm eyenin içine ata n
Kolomb, varsayımının yanlış o ld u ğ u n u öğrenem eden ö ld ü ,
ama yeni bir dünya keşfederek b ü y ü k bir zafer k a z a n m ış tı ve
peşinden sayısız kâşifi ve bilimciyi sürükledi. O n u n iz in d e n
gidenler yeni yöntemler de geliştirerek üç y ü zy ıl gibi kısa b ir
zamanda kutuplar hariç dünyanın tü m denizlerini haritaladı-
lar, tüm kıtalarını birbirlerine bağladılar, kendi ülk e le rin i z e n ­
ginliklere boğdular ve sık sık iddia edilenin tersine, g ittik le ri
yerlerdeki halklara da uygarlık götürerek tü m insanlığın b ile i
ve refalı düzeyini yükselttiler. o
40 Zümrücnfıme

Büyük coğrafî keşiflerin günüm üzde sona erdiği, dünya­


da keşfedilecek yer kalmadığı bugün yaygın bir kanıdır. An­
cak büyük coğrafî keşiflerin günümüzdeki en önemli hedefi
Güneş Sistemi içindeki gezegenlerdir. İnsanlık bu yeni cephe­
de kendi geleceğini aramakta, Güneş Sistemi'nin iskânını düş­
lemektedir. Bu müstakbel sömürgelerde dünyayı zenginleşti­
recek kaynakların olduğu kesindir. Bugün bilimin insanlığı fe­
lakete sürüklediğini iddia eden bilgisiz ve düşüncesiz kişiler,
coğrafî keşiflerin uzandığı bu yeni âlemin insanlığın müstak­
bel yuvası olacağının farkında değildirler. Kristof Kolom b'un
12 Ekim 1492 sabahı (.uanalıanı adasına çıkışı nasıl insanlığa
yepyeni bir gelişme basamağı sunduysa, Neil A r m s t r o n g ' u n
'I 'emm uz 1969 günü Aydaki Sükûnetler Denizi'ne ayak
basması da benzer bir gelişme sıçramasının müjdecisiydi. Bir-

Şcl.ıl i A 12 Ekim 1-192. Kristof Kulom b ym undakileıle birlikte yerlilerin C u.ıııalıani ndııu
verdıl 'o n ad<ıy<ı ayak basarak yalnızca yeni bir kara parçası keşfetmiş olmakla kalmıyor, son
b u zu l çagm ın sona erm esinden ı* y hem en 10.000 yıldır birbiri eriyle hiç teması olm am ış
iki ınsaıı to p lu lu ğu n u «i ı 1 "■■■un ■ l'i K ültürel farklılıklar ve çevre koşullarının
yaşam üzerine y«ıpiigi etki 1onu I bilgisizlik bu ilk temasın çok acı bazı sonuçlar
« ıırm.v.nı.ı neden tltıı.ıl l.« beraber, uygarlık b u y iik coğrafî keşifler sayesinde tu m insanlığın
m.ılı «ılı m i-*, her köşesine uzanabılmiştir.
Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? 41

Şekil 5. B. 21 Tem muz 1969.


Am erika Birleşik Devletleri bayrağı
yanında A pollo 11 astronotu, Bu an
astronotun yaptığı, kendisinden 477
yıl önce K olom b'un y aptığından hiç
farklı değildir. Her ikisi de uygar
dünya için o ana kadar bilinmeyen
bir diyara, uygar dün y a da yaşayan­
ların çabalarının ortak sonucu
olarak -ellerinde kim in bayrağı
olursa olsun- gene uygar dü n y a
adına ilk adım ları atmışlardır. Ay'a
ilk ayak basan N eil Arm strong da,
kendisiyle Ay'a inişten sonra
konuşan devrin A B D Başkanı
Richard N ixon da bu ilk Dünya-Ay
konuşm asında b u n u n böyle
oldu ğu n u n altını çizmişlerdir. Nasıl
ki K olom b'un zaferinde Yunan,
Roma ve A rap coğrafyacılarının,
Venedikli Marco Polo'nun,
Floransalı Toscanelli'nin,
CompiĞgneli Pierre d 'A illy 'n in payı
varsa, Arm strong'unki de Ingiliz
Nevvton, Am erikalı G oddard,
A lm a n Oberth ve von Braun ve
daha niceleri tarafından
paylaşılıyordu. B ugün insan
uygarlığı b ü y ü k bir heyecan ve
şevkle uzayın sonsuz derinliklerine
uzanm akta, bügisini ve o bilgiye
dayanan güvenini geliştirmeye
çalışmaktadır (bkz. Şekil 6).
^ Zümrütnâme

birinden neredeyse 500 yıl uzak bu her iki olayda da, ne acıdır
ki, çocuklarına ne o zaman ne de şimdi doğru dürüst bir coğ­
rafya eğitimi ve anlayışı verebilen Türkiye'nin katkısı veya
herhangi bir şekilde katılımı yoktu!

.uDnıtf.» »U* 1°°°


AOOMEHHDPBOOBAM

ŞeUil f NASA Danışm a


K o n s e y i t a r a f ın d a n 1986
y ılın d a y a y ı m l a r m ı ş b ir
ra p o r: 2oon Yılı ve öteni
İçii»ı Gezegen Keşifleri
R ap or, çekirdek p r o g r a m
vg ö z e li ile g e n iş le t ilm iş
b ir p r o g r a m d a n o lu ş m a k
t a d ır B u r a p o r d a t e k lif
edilenlerin bir kısmı
g e r ç e k le ş m iş , b ir k ıs m ı d a
g e r ç e k le ş m e k ü z e r e d ir
VI

Üstünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları 16


I urkiye boyutlarında ve nüfusunda bir ülke eğer uzun bir
bilim geleneği geçmişine sahip değilse, bilimde üstün başarıya
ulaşması son derece zordur. Bilimde üstün başarı her şeyden ön­
ce üstün nitelikli bir altyapı ister: Zengin koleksiyonlara sahip ve
dünya ile bağlantıları güçlü kütüphaneler, günün ihtiyaçlarına
uygun araştırma mekânları, araç ve gereç, bunları gelişen gerek­
sinimlere göre hızla yenileyebilecek bürokratik yapı ve bütçeler,
dünya ile kolay entegre olmayı sağlayacak seyahat, telefon,
elektronik posta, elektronik konferans imkânları, bilimcileri ve
kütüphaneleri besleyecek uzman kitapçılar, bilimsel âlet edevat
satanlar ve bunların işlerini kolaylaştıracak gümrük mevzuatı ve
nihayet fikirlerin kolayca doğup pişeceği bir ortamın oluşabilme­
si için yeter sayıda birbiri ile sürekli temasta ve iyi beslenen bir
bilimciler nüfusu. Türkiye'nin bunu 70 küsur üniversitesinin ve
diğer bazı resmî ve özel araştırma kurumunun hepsinde derhal
gerçekleştirmesini beklemek hayalin de ötesinde, düpedüz akıl­
sızlıktır. Bunun görünen bir istikbâlde olabileceğini söyleyen ya
ahmak ya yalancıdır. Bunu dünyanın en zengin devleti ABD bile
gerçekleştirememektedir. O halde Türkiye ne yapmalıdır?
Bilimsel araştırma ve bunun yönetimi işinden bir nebze an­
layan pek çok bilgili ve akıllı kişinin bugüne kadar defaatla
yazdığı ve söylediği gibi, Türkiye, olan azıcık bilimsel gücünü
mümkün olduğu kadar az yere teksif etmelidir. Bu yerler, ola­
bildiğince, pek çok altyapı sorununu zaten halletmiş, diğer so-
44 Z ü m rü tn â m e

r u n la r ı d a m i n i m u m a in d ir m iş yerler o lm a lıd ır. Kısacası, Ang­


lo sa k so n â le m in d e centres o f excellenct ( ü s t ü n lü k merkezleri) di­
y e b ilin e n , a n c a k A lm a n la r ın ço k d a h a ön c e E instein'ı da kad­
r o s u n d a b a r ın d ır m ış o la n K a ise r VVilhelm E nstitüleri ile mode­
lin i o rta y a k o y d u k la r ı y erler g e re k m e k te d ir T ürkiye'ye. Burala­
r ın nerelerde o la b ile c e ğ in i b ir b aşka y a z ım a b ırakacağım . Bura­
d a ü s t ü n lü k m e r k e z le r in in b ir d e z a v a n ta jın a d ik k a t çekerek bu
d e z a v a n ta jın n a sıl b e rta ra f e d ile b ile c e ğ in i a n la tm a k istiyorum.
Ü s t ü n lü k m e rk e zle ri (ü n iv e rsite le r, enstitüler, araştırma
m e rk e zle ri veya b ir im le ri) a ra ş tırm a g r u p la r ın d a n oluşurlar.
A ra ş tırm a g r u p la r ı b ir k o n u n u n d e ğ il, b ir p r o b le m in etrafında
o p r o b le m i ç ö z m e k iç in ç a lışa n b ilim c ile r d e n o luşu r. Bu kişiler
g e n e llik le çok d e ğ iş ik a la n la r d a u z m a n la ş m ış , çok değişik ka­
rakterde bireylerdir. Y a y g ın o la ra k en k a lite li ara ştırm a g rupla­
rı, üy e le ri b ir b ir in d e n en fa rk lı k işile rd e n o lu şa n la rd ır. A n c a k
b u ç e ş itliliğ in b ir s o n u c u , a ra ş tırm a g r u p la r ın ın kısa ö m ü r lü ol­
m asıdır. G e n e llik le ü s t ü n d e ç a lış ıla n p ro b le m ç ö z ü lü n c e , hatta
b u n d a n b ile önce, iş b e lli b ir sa fh a y a g e ld i m i g r u p d a ğılır, en
a z ın d a n b a zı üy eler g r u p ta n ayrılırlar.
Ü s tü n lü k m erkezi eğer katı b ir iç y a p ıy a sahipse, erupların
u akıcılığına iz in verem ez ve z a m a n la iç sürtüşm eler, gereksiz
m ücadeleler, çekişm eler başlar ve çok kısa bir z a m a n d a merkez
?a ışarnaz hale gelir. T ürk üniv ersite lerinin g ünce l p r o b le m le r in ­
in n dur. A raştırm a g ru p la rın ın ö m ü r le r in in ortalam a bir­
an en ' on-onbeş y ıl olabileceği h e sap lanarak kurulan
ım k S. y;?,P ni nU V k ° nuc*an Ç°k p rob lem e d ö n ü k çalışm aya
nin İci„iU»en If kahcl id arî b ö lü m le rd e n çok bilirnci-
b
anC
s t ıntnt .l~
î SmS î î , T “nbir ştma' knk>mk>~ bölünmu*
1/:ln verm eyecek bir torba bütçe,
veren (nnXw f T iy‘ * rte9t,rm eyen, profesyonel idarecilere yer
eren (ancak fazla otorite tanım ay an) ve id ari k a d r o n u n her
a d ım d a d a n ışm a k zo ru n d a olacağı bilim ciler arasındaki rütbelen-
m eyı yalnızca ve yalnızca b ilim d e faziletin t a y i n ettiği bir h i y e r a r ­
şi, sanırım T ürkiye'deki bilim sel bir ü s tü n lü k m erkezi için en id e ­
al şartları o lu ştu rm a n ın başlangıç koşulları olarak a lın a b ilir B u
m erkezin tü m çalışanlarının şim d ik i devlet m e m u ru k a n u n u n u n
dışında tutulm ası, m erkezin başarısı için vazgeçilm ez bir şarttır
VII

Neırtorı, Goethe ve Sosyal Bilimler 17


1 -edenlerde bir toplantı için Zürih'teyken, toplantı aralıkla­
rında mutadım olduğu üzere sahhaf dükkânlarını dolaştım. Bu
dükk-'mların birinde meşhur fizikçi VVerner Heisenberg'in
Wandl imgen m den Grundlagen der N atunvissenschaft (Doğa Bili­
minin Temellerindeki Değişimler) adlı eserinin . baskısını bul­
8

dum lîır haftalık bir seyahatte kolayca okunabilecek boyutta


ol ,n 1u eseri satın aldım ve İstanbul'a gelmeden okudum.
n*l ■üzerimde büyük bir etki yaptı. Heisenberg bu kitaba
1

aldığı birçok makalesinde doğa bilimlerinin giderek soyutlaşan


'»'■-İliğine dikkat çekiyor, "Doğayı daha iyi anlamak için çaba­
ladıkça onun somut yanlarından da hızla kopmak zorunda ka-
!■>■ uz diyordu. Genelin anlaşılması, özel bilgiden feragat et­
mekle mümkün olabiliyordu Heisenberg'e göre. Özel bilgi ise
el tek toplandığı sürece kendi başına genel bir bilgiye götür­
müyordu insanı.
Heisenberg bu ikiliğe örnek olarak Goethe'nin Nevvton'un
optik teorisine karşı geliştirdiği renk teorisini veriyordu. Bilin­
diği gibi Nevvton beyaz ışığın değişik dalgaboylarına sahip ye­
di renkten oluştuğunu iddia etmişti. Goethe'ye göre ise bu, do­
ğaya bir aletle (cam prizma) müdahale sonucu elde edilen sunî
bir sonuçtu. Goethe beyaz ışığın insanın algıladığı şekilde ince­
lenmesi ve temel olay (Urphanomen) kabul edilmesi gerektiği
fikrindeydi. Goethe ışığı "anlamak" iddiasındaydı, Nevvton ise
ışığın tüm özelliklerinin önceden kestirilebilecek olaylara bölii-
46 Z ü m r ü tn â m e

Ş e k il 7. S ir Isa ac N e w to n (1642-1727).
C h a r le s Je r v a s 'ın tu v a l ü z e r in e
y a ğ lıb o y a ta b lo s u . 1717 y ılın d a S ir
Isa ac t a r a f ın d a n 1703'ten be ri
b a ş k a n lığ ın ı y a p m a k ta o ld u ğ u R o y a l
S o c ie ty 'y e h e d iy e e d ilm iş tir .

nerek i n s a n l a r c a k u l l a n ı l a b i l i r b i r n e s n e o l m a s ı n ı s a ğ la '
m ı ş t r B u G o e t h e 'y e g ö r e , d ü r ü s t b i r y a k l a ş ı m d e ğ i l d i . Iş ık , ış ık
o la r a k a n la ş ılm a lıy d ı.

KI . ^ e^ e n ^ er8' k ita b ın d a k i b ir m a k a le s in d e , " İn s a n G oe the 'ye


,•.. ,L|,Ki için değil, itirazını sonuna kadar götür-
tand-in k >n^ " G o e th e , N e w t o n 'u n tü m t e o r ile r in in şe y '
t a n d a n t ü r e d i ğ i n i s ö y l e m e l i y d i " d iy o r .

D ilthev'ın ° ~ X n H ' e ; ^ antik tanhçilerm , özellikle W ilhelm


ran,, a k h m , K-l,„ r!, bU'a" V" s“ h‘ " (anlam ak) k e ­
çiler bir olay, "olduüu*»bl~ ™ von.Rankf den beri sosyal tanh-
sarabilmek ^çin tariht.- rol I Z “e^ .a s ,n d ,d ,r U r Bunu ba-
rektiğıni iHH,n w l,.rı. , a , yan klŞIler'n 'anlaşılm ası" ge-
m ılf b n " r, l- j u aynen Goethe gibi bu "anlaşıl"
m aktan neyin kastedildiğini, bizlerden önce meydana eelmiş
olan ve izlerim ancak bölük pörçük b u lab ildiğim iz o la y la r d a
rol almış kişileri, onların som ut izlerini belirli bir soyut m o d e l
çerçevesinde incelemeden nasıl anlayabileceğimizi bir türlü
söylemezler. Tarihçilik adeta sihirli bir iş olup çıkar.
I3u d u ru m u n yarattığı çaresizliktir ki, kanaatimce, tarihte
Newton, Goethe ve Sosyal Bilimler 47

Şekil 8. Johann VVolfgang von


Goethe (1749-1832). George D aw e
tarafından 1819'da ya p ıla n bu
yağlıboya tablo VVeimer'daki Goethe
Ulusal M üzesi'ndedir.

-el üretmeyi tasvip edilmeyen bir iş haline getirerek mikro-


^ m°dasıyla tarih bilimini bir veri tufanına boğdurmak üze-
1

--lr-I lalbuki sosyal bilimleri yalnızca deney imkânının kısıtlı


n,ası doğa bilimlerinden ayırır. Bunun dışında, herhangi bir
lr>celemede doğa bilimlerinin akılcı yolunu terk etmek, insanın
1 aşılmasına doğanın diğer öğelerinin anlaşılmasına gidenden
alla başka bir yol olduğunu sanmak, sosyal bilimleri Goet-
le nın renk teorisinin uğradığı hezimete mahkûm eder.
Tek tek özellerin birikm esi b ilim değil, bilgi yığını oluştu­
rur. Bilgi yığınından b ilim in kendiliğinden çıktığı ise görülm e ­
miştir.
V III

H asan-Â li Yücel Yılı BitmesinZ18

U N E S C O 1997 yılını büyük Türk aydını ve eğitimcisi Ha­


san-Â li Y ü ce l'i an m a yılı olarak ilan etmişti. Geçen yıl hepimiz
T ü r k a y d ın la n m a s ın ın Atatürk'ten sonraki bu en büyük mima­
r ın ı b ir defa d a h a an d ık ve gördük ki, bugünkü karanlık sema­
m ız d a n A ta n ın k in d e n sonra sızan en güçlü ve ferahlatıcı ışıl*
o n u n k id ir . A şağıy a bu ışığın birkaç ışınını aldım: Ümit ederim
ki I lasan-Âli Yücel yılı bitmesin, onu bir daha unutmayalım,
o n u n b ü y ü k A tatürk'ünkilere paralel uzanan ve bizleri uygar
in s a n lığ a davet eden ışık huzmelerini artık milletçe izlemeye
başlay alım :
C u m h u riy e t, lâiklik ilkesiyle milletimizin ana meselelerini
ta* ıat üstü görüşten alıp tabiat içi anlayışa getirerek ce m iy e t
h a y a tım ız d a kesin, verimli bir değişme yaptı... Bugün a r tık ne
1 1 iy ° rsak' m u s Pet bilgiden ne istiyorsak, deneyli teknikten çiğ­
n iy o ru z. B ilim in ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, fixi~
g m ötesine aşıyoruz. Ancak bu alan, tek insanla, tek tanrının
Jir eştiği yerdir. Tek için, kendi varlığında her türlü inanış ve
anlay ış, bu birleşmede tam serbesttir."
"H u s u s î itikatlar bir vicdan meselesi olduğuna göre haya­
tın yaratıcılığı içinde serbest ve tabiî bir tarzda olgunlaşan fer­
d in v icdanını m uayyen bir dinî inanç şekline uydurmak devle­
tin işi değildir."
"H er ilerleme, hiç kimse tereddüt etmemelidir ki, pozitif
b ilim in ışıkları altında olmaktadır. Tarih içinde, Avrupa Röne-
H asan-Â li Y ü c e l Y ıl ı B itm e s in ! 49

sansı'ndan sonraki asırlarda ilerleyen m illetlere ay ak u y d u r m a ­


da zaman kaybetm iş bir m ille t olarak b iz, ara d ak i açığı k a p a t­
maya m ecburuz."
"M edeni bir kütle olarak geçm iş y a k ın d e v irle rim iz d e g ö r­
d ü ğ ü m ü z en fena alışkanlık y aln ız zek âya g ü v e n m e k , y a ln ız
sağduyularla yeterlenm ek ve denem e esasını k a b u le y a n a ş m a ­
yan vehimlerle m illet h ay atın da gölge o y u n la rı o ynatm ak tır.
Pozitif bilim , g ü n lü k hayata g irm edikçe, cem iyetin işleri, o işle­
ri bilenlerin to p lu fikirlerine d a y a n m a d ık ç a , hayat, fakir realite­
ler halinde kalm aya m a h k û m d u r. O n u n için, in san zekâsına en
geniş uçm a ve yükselm e im k â n ın ı veren p o z itif b ilim , m e m le ­
ketimizin hayat desteklerinden biri olacaktır."
"H akikat, ideal sayılm aya değer en n u r lu b ir am açtır. Sa­
adetinizi, ona yaklaşm akta b u lu n u z , genç a rk a d a şla rım ."
"C um h u riy et dev rinde orta tahsil m üesseselerim izin hedef

Ş < ? k il 9 H a san - Â li Y ü c e l (Ö n p la n d a e n s a ğ d a , b n d e r r b ıy ık lı) H ü s e y in R a h m i G ü r p ı n a r 'ı n k o l u ­


n a g irm iş , O d a P e y a m i S a f a 'n ııı e lin d e n tu t m u ş , 6 Şub«ıt 1943'te, ilk i m z a s ın ı e n a z e lli y ıl o n c e
Iıirfe b a s ın ın a v e r m iş u la n y a z a r la r iç in M illî E ğ it im B a k a n lığ ı'n e n d ü z e n le n e n " M u h a r r ir le r
J ü b ile s i" n e g id e r le r k e n . O g i in b a k a n o la n H a s a n - Â li Y ü c e l, t o p la n t ıy a g e le n p e k ç o k y a ş lı
y a z a rı b iz z a t k a rş ıla m ış , o n la r a iltifa t e tm iş ti
50 Ziimrütnâme

bildiği ana prensiplerden biri de m üspet ilimdir. Hâdiseleri ol­


d u ğ u gibi görm ek, onlara hiçbir mistik ve metafizik mülâhaza
karıştırmaksızın kanunlara yükselmek, öğretimde esaslı gaye­
lerim izden biridir. B ununla gençler, tecrübe ve müşahadeye
alıştırılıyor ve boylere dünyevi bir terbiye ve telâkki ile kâinata
bakabilm ek melekesini kazanm ış oluyorlar. Denemeden inan­
m ak, ind î mütealarla hayat ve dünyayı görmek sakim usulün­
den kurtuluyorlar Böylece yarınki C um huriyet eliti, hem va­
tansever, hem insaniyet dostu, hem ilim sahibi olmuş bir şekil­
de yetişecektir. Yeni programlar ve onun esas hedefleri hulâsa
olarak ^unlardır."
"Y ü zü geriye d ö n ük olanlar elbette rahatsızlık duyacaklar­
dır Hayvanına ters binm iş bir yolcu gibi bunların başı döner,
genden uzaklaştıkça eşyayı küçülm eye başlar görürler; sıkıntı­
dadırlar, ıstıraptadırlar ve bazen bunda samimidirler de ... Yü­
zü istikbale dönükler, uzakta küçücük gördükleri ideallerim
ona yaklaşm ak için sarf ettik’eri emekle her zaman büyümekte
görürler; onu, daima daha aydın, daha canlı bulurlar. Onun
için iyimserdirler, bahtiyardırlar, hayatları daima verimli olur.
Yürürler ve beraberlerinde başkalarını da yürütürler. Yeni in­
anlar, kendi yarattıkları tanrıların insanlarıdırlar. Bu türlü ide­
allerin doğduğunu duyanlaradır ki, kahraman diyoruz. Onlar
yeni hayata acıkmış yoldaşlarına göğüslerini yarıp kendi elle­
riyle ılık kanlan dolu yüreklerini yiyecek diye verebilenlerdir.
Fedakâr olmadıkça, özgeci olmadıkça bu sırra ermeye, bu mer­
tebeye yücelmeye yol yoktur "
IX

Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi 1


9
Bilimle dinin işbirliği, hiçbir yer ve dönemde 17. yüzyılda
Çin'de Cizvit tarikatının misyonlarında olduğu kadar içten ve ve­
rimli olmamıştır. Güney Çin'de Guangdong eyaletinin o zamanki
başkenti Zhaoqing'de 1582 yılında ilk defa küçük bir kilise ile işe
başlayan Peder Matteo Ricci (1552-1610) uzun, yorucu ve tehlikeli
uğraşlar sonucu 1601 yılında nihayet Ming Hanedanı'nın 14. im­
paratoru olan VVanli imparatoruna (1563-1620) hediyeler sunarak
Pekin'de Cizvit misyonuna kalıcı bir konak sağlayabildi. Daha
Zhaoqing'deyken Ricci, kültürlerinin eskiliği ve ihtişamıyla mağ­
rur olan Çinlileri Batı uygarlığının bilimiyle etkilemeyi kafasına
koymuştu. Orada kendilerine türlü güçlükler çıkaran mandarine
meşhur kartograf Abraham Ortelius'un (1527-1598) dünya harita­
sını gösterdi. Böyle bir haritayı hayatında ilk defa gören Çinli me­
mur, Ricci'ye niçin Merkezi Ülke'nin (Çin'in Çince adı: Zhonghua)
dünyanın ortasında olmadığını sordu. Ricci haritanın bir küre yü­
zeyinin düzlem üzerindeki projeksiyonu olduğunu anlattı. Çinli
bu haritadan bir tane kendisine Çin karakterleri ile yapmasını is­
tedi. Ricci mandarinin ricasını yerine getirdi, ama bu sefer orta
meridiyeni Çin'den seçerek Çin'i haritanın ortasına yerleştirdi.
İmparatora giden hediyeler arasında dinsel eşya yanında
Ortelius'un Theatrum Orbis Terrarunı adlı atlası, muhtelif saatler,
iki cam prizma, sekiz ayna ve çeşitli boyutlarda şişeler de var­
dı. Hediyeler, hele Çin'de daha önce görülmemiş saatler ve at­
las imparatoru pek memnun etmişti. Ricci Pekin'de kendisine
52 Z ü m rü tn âm e

v e rile n m e k â n d a d e rh a l faaliyete başladı: d in propagandası ve


b ilim e ğ it im i kol k o la g id iy o r d u . R icci'n in Ç in 'd e yazdığı 19 ki­
ta b ın d o k u z u m a te m a tik , coğrafya ve astronom i üzerineydi.
R ic c i'd e n sonra P e k in 'e gelen Peder Johann A dam Schall
v o n Bell (1592-166fS) h atırı say ılır bir astronom ve m a te m a tik ­
ç iy d i. Ç in li y ön e tic ile re Ç in 'd e k i B u d ist ve M ü slüm a n astro­
n o m la r ın y ö n te m le r in in batalı o ld u ğ u n u ispat ederek büyük
o to rite k a z a n d ı, Ç in 'in Astronomi Bitrosu'nun (chin tien chien)
ü y e liğ in e k a b u l e d ild i, h a n e d a n d e ğ iş ik liğ in e rağm en manda­
rın rü tb e s in e k a d a r y ü k s e ld i, b ir y ab a n c ın ın hayal dahi edeme­
y e ce ği b ü y ü k n iş a n ve rütbelerle d o n a tıld ı. Schall'in halefi Bel­
ç ik a lı Peder F e rd in a n d Verbiest (1623-1688) im paratorun otori­
tesini te m sil e de n ta k v im in y an lış h e sap land ığına işaret etti ve
ta k v im in to p la tılm a s ın ı sağlay arak Ç in 'd e o güne kadar görül­
m e m iş b ir otorite k a z a n d ı. Q in g h a n e d a n ın d a n aydın Kang Xi
im p a r a t o r u n u n (1 654-1722) desteği ile ilk defa m odern yöntem­
lerle Ç in in jeodezisi y a p ıld ı, m e şh u r C iz v it Atlası y a y ı m l a n d ı
(1 7 3 7 ) y

M I t J . <,.11 ılı<kı (.t/.vıl d e n e y in in b .ıyııu ıın ırl.trı; w>lıi.ın ■, - P cclcr M .ıiivo R ic ıı (6 E k im


12. M .K i n l . ı ll.tly.t H W->yı 1610,1*^1 m «di l.ı M a lo u ). Pcd rr Johann A d an ı
S c h a ll v o ıı B e ll (1 M a y ıs 1592, K ü ln , A lm a n İm p a ra to rlu ğ u 15 A ğ u sto s 1666. P o k ın .Ç in ; Ç in ce
a d ı T 'a n g Jo -W a n g ), P e d e r F e rd in a n d Verbiest (9 Ek im 1623, Pitthem , İspan yo l H o llan dası.
ş im d i B e lç ik a 23 O c a k 1688, P e kin , Ç in ; Ç in c e adı N a n H u ai-Jen ). Peder J B. D\ı H .ılde»n
i 7 3 6 'cl ii y a y ım la n a n Ut eri}flimi Gcugraphujııe, HistarUjuc, ChronoIogiqttc, Pulitûjuc. et I ,/ıy.n|Hı‘ ıfc
J fcnifiirc tie İn Clıine ct ılc İn Ttirfnrie Chiııaise a d lı d ö rt ciltlik b ü y ü k eserinin 3 cild in de n (Ç in ce
ç c v ir iy a z ı V V ade-G iles siste m in e fcöre).
B ilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi 53

Bütün bu bilimsel faaliyet yanında Hıristiyanlık propagan­


dası da yavaş fakat emin adımlarla ilerliyordu. Bizznt impara­
tor ailesinden dine kazanılanlar vardı. Ancak tam Cizvitler
Çin'de zafere ulaşacakken, birden yıllardır gizli gizli Papalık ile
sürdürülen savaş su üstüne çıktı: Dominikan ve Fransikan mis­
yonerleri, Cizvitleri Çinlilerin putperest âdetlerine göz yum­
mak, hatta bunları Hıristiyan tapınımıyia karıştırmaya izin ver­
mek suçuyla, yani küfre hoşgörü ile itham ediyorlardı Cizvit
misyonerleri ise, Çinlilerin kendi atalarına ve Konfüçyüs'e duy-

Şekil 11. K ang X i im paratoru (1645 1722). Bu resim Peder D u H alde'ın Şekil 10 da bahsedilen
eserirıin T. çild ir d endir

dukları saygının bir tapınma değil, bir anmadan ibaret olduğu­


nu savunuyorlardı. Aslında Cizvitler de yaptıklarının tam doğ­
ru olmadığını biliyorlardı. Bu yüzden dinden çok bilim yoluyla
gönülleri fethe yeltenmişlerdi. Ümitleri Hıristiyanlığın, bilimin
peşinden kendini hissettirmeden Çin'e sızmasıydı. Ama Papa­
lık, dine akıldan sonra yer veren bu yöntemi tasdik edemezdi.
Cizvitler birkaç defa sertçe uyarıldılar. Ama iki yüzyıldır ektik­
leri hasadı almadan toprağı çevirmeye Cizvitlerin gönülleri el
vermedi. Sonuçta, Cizvit Cemiyeti 1773'te kapatıldı ve yasaklan­
dı. Çin'deki büyük başarı vaat eden misyon parça parça oldu
ve Hıristiyanlık Çin'e bir daha giremedi. Cizvitlerin, her gördü­
ğünü sorgulayan, her doğruyu edinen ve her adımda yeni gö­
rüş üreten bilimle, kendi dışındaki doğrulara ve yanlışlara bak-
54 Zümriirnâme

madan önceden saptanmış belirJi kalıplar içinde kalmak zorun­


da olan dini harmanlayarak din ve kültür propagandasında ve
eğitiminde kullanma deneyleri, tüm bilimsel ihtişamına rağ­
men, geçmişteki pek çok benzen gibi, hem savunulan din, hem
bilim, hem de uluslararası ilişkiler açısından feci bir trajediyle
noktalandı.
X

Tiyatro'nurı Hegel'i 20
Bu başlık benim değil. Edebiyat uzmanı olmadığım için,
20. yüzyılın en çok tartışılan, kendisi hakkındaki görüşlerin ona
adeta tapanlarla ondan nefret edenler arasında kutuplaştığı Al­
man şairi ve tiyatro yazarı Eugen Berthold Friedrich Brecht'in
(Bertolt veya Bert Brecht) doğumunun 100. yılı nedeniyle yaza­
cağım eleştirel bir yazının başlığını kendim atmaya cesaret ede­
medim Buna karşılık bir Brecht uzmanının, T. Hürlimann'ın,
kendi amacıma en uygun bulduğum bir başlığını aldım21. He-
gel ve Brecht! Bu iki ismi bir köşede tartışıp karşılaştırmak ne
mümkün? Onun için derhal sadede gelmeliyim.
Bilindiği gibi Brecht, bilhassa Kari Korsch'un yanındaki
etütlerinden sonra tiyatroda politik bir tutuma yönelmiş, "bi­
limsel çağın tiyatrosu"nun temsilcisi olarak giderek artan doz­
da, ilk şekli daha 1918'de kaleme alınan Baal'de bile karşımıza
Çıkan "soğuk", bir yoruma göre "nesnel" eserler vermiş bir
edebiyatçı, bir toplum eleştirmeni olarak görülmüştür. Şiirlerin­
de dahi lirizmi adeta yeniden tanımlamış, kahramanlara ve öz­
nel öğelere değil, nesnel düşüncelerle toplumsal, gerçekçi me­
sajlara yer vermiş bir şair olarak betimlenegelmiştir. Ancak son
yıllarda giderek artan Brecht eleştirisi, felsefede Hegel'inkine
benzer bir çizgi boyunca, onun ne sanıldığı kadar nesnel, ne de
iddia edildiği gibi bilimsel çağın temel öğesi olan bilimin ger­
çekten etkisinde olduğunu belgelemeye başlamıştır.
Benim Brecht ile karşılaşmam Robert Kolej yıllarıma rast-
£ ii m riiın â m e
56

S e k il 12 E u g e n B e r th o ld
F rie d ric h B ıc c ^ l in
1£Î56) 1<33 1 y ılın d a B e r lin 'd e
P a u l H a m a n n tn ra f« n d a n
ç e k ilm iş b ir r e s m i.

lar. O yıllarda tiyatro k u lü b ü Brecht'in Galile'sini sahneye koy­


m uş, b ü y ü k bilim ciyi daha sonra şöhretli bir tarihçi olan Cemal
Kafadar oynam ıştı. Galile'y i okurken ben o zam an la r ister iste­
m ez Brecht'in piyesinde alaya a ld ığ ı G a lile 'n in karşıtlarına da
—kendi tü m eğilim lerim e rağm en- sem pati d u y m a k ta n kendim i
alam am ıştım . Bu d u r u m u n Brecht tarafından p la n la n m ış o ld u ­
ğ u n u çok sonradan öğrendim . Galile yazılırken H iroşim a'ya atı­
lan ilk atom bom bası Brecht'i k o rk u tm u ş, bilim e ku şkuy la bak­
m asına neden o lm uştu . Brecht'in b u tu tu m u daha sonra arala­
rında b ilim d ü ş m a n ı felsefeci, bir zam an la rın tiyatrocusu Pauî
Feyerabend de olan pek çoklarını etkiledi. Brecht m erakım beni
o n u n diğer eserlerini de o kum aya ve seyretmeye itince,
Brecht in gerçeği eleştirel bir tu tu m la arayan top lum sal bir g ö z­
lemci değil, inancını eleştiriye ta h a m m ü ls ü z bir tu tu m la h aykı­
ran bir yazar o ld u ğ u n u g örd ü m . 1930'da y azd ığı Önlem adlı
eserinde Brecht, partiye kendi eleştirel süzgecini ortadan k a ld ı­
racak derecede inanm ayan genci ö lü m e m a h k û m etm eyi savu­
nacak kadar bağnaz; S talin'in katliam larını bilm esine rağm en,
edıtoru Klaus-Detlef M ülleK in yakınlarda v u rg u la d ığ ı gibi,
Sovyetler B irliği'nin "tarihsel m isy o n u " nedeniyle "B ü y ü k Ö n ­
d e r e sadakat gösterilmesi gerektiğini 1950'lerde id d ia edecek
derecede de im anlıdır. Bu tu tu m d a adeta Prusya m utlak iy etini
yasallaştırmak için felsefe yapan H egel'in yansım asını g örürü z.
Ancak aynı "in a n çlı" Brecht, eserlerinde John F uegi'nin ge­
çen yıl yayım lanan kitabında22 belgelediği gibi Elisabeth Ha-
up tm a n n , Margarete Steffins, Ruth Berlau ve daha pek çok sev­
Tiyacro’nun Hegel’i 57

gilisinin ürünlerini onların adlarını anmadan veya telif hakla­


rından onlara tek kuruş vermeden kullanacak kadar da dürüst­
lükten taviz verebilmektedir.
Bütün bunlardan benim yıllardır varlığından şüphelendi­
ğim bambaşka bir Brecht manzarası çıkmaktadır tamamen öz­
nel, içe dönük nedenlerle oluşturulmuş eleştiriye kapalı inanç­
ların güdümünde, bir zamanlar Hegel'in dediği gibi kendi ya­
rattığının "kendisini nesnel olarak yaratan bir nihaî amacı" ol­
duğu konusunda tereddütü olmayan, "amaç aracı belirler" eği­
liminde bir politik düşünür ve kişisel reklamına düşkün bir ya­
zar. Bu özelliklere sahip bir insan, ne olursa olsun, ne bilim in,
ne de onu temel alan bilim çağının yazarı, şairi veya tiyatrocu­
su olabilir. Gerçeği aramak yerine ona sahip olduğu imanında
olan kişiler, doğal olarak "gerçeğin" her tutum ve davranışı
haklı çıkaracağı kanısında olurlar. Halbuki evrensel gerçeğin
veya gerçeklerin keşfedilmiş olduğu iddiası gayri bilimseldir.
Bilimsel düşünen insanlar, jeolog Charles Lyell veya fizikçi Ric-
hard Feynman gibi edebiyat yaptıkları zaman da, biyolog Jac-
ques Monod veya matematikçi Henri Poincare gibi felsefe yap­
tıkları zaman da, ne nesnellikten ne de dürüstlükten ayrılabil­
mişlerdir. Bilimsel düşünce, yalnız bilim için değil, tüm yaşam
ve uygarlık için asla vazgeçilmemesi gereken bir temeldir. Ama
Brecht'in 1923'te dediği gibi "şairler hep insanın kafasında can­
landırdığından başkadırlar."
XI

Zümrütten Akis Konusu

Bu köşe CBT de yayımlanmaya başladığından beri "Züm­


rütten Akisler" ibaresinin nereden geldiği konusunda birçok
soru ile karşılaştım. Hatta bir meslektaşım "bunu İslamcı bir
işaret sanan bile var" dedi! Bu merakları tatmin için ben de
zümrütten akisleri niçin köşeme isim olarak seçtiğimi a n la tm a ­
ya karar verdim.
Önce bu köşenin oluşturulmasını benden isteyen Orhan
Bursalı'nın bana verdiği görevi söyleyeyim: "Bu köşede bilimin
her konusunda ilginç ve öğretici bulduğun şeyleri okur ile pay­
laşmak!" Görev bu şekilde yöneltilince, ben de Orhan'a bütün
bilim tayfma birden bakmanın gözlerimi kamaştıracağını, bu­
nun benim yetenek ve bilgimi çok aşan bir iş olduğu gerekçe­
siyle itiraz ettim. Orhan her zamanki inanç ve cömertliği ile:
"Sen yaparsın" dedi; "ama önce köşene bir ad bul." Ben de "Pe­
ki" dedim. "O zaman tüm bilim tayfını bir zümrüt ayna i ç i n d e
seyretmek zorundayım ki, ışık zenginliği benim ancak belirli
bir ışık gücüne dayanabilecek olan gözlerimi rahatsız etmesin.'
Orhan, bu zümrüt ayna lafının nereden çıktığını sordu. Ben de
anlattım.
Konu M .S. 1. yüzyılda m eşhur Doğa Tarihi (Historia Natııra-
lis; bu adı belki de historia kelim esinin orijinal anlam ına göre
Doğu Araştırmaları olarak tercüme etmek daha doğru olacaktır)
kitabını yazan Romalı bilgin devlet adam ı Gaius Plinius Securı-
dus'un ("yaşlı Plinius": M.S. 23 veya 24-79) XXXVII. kitabının
Züm rütten Akis Konusu

i' İT îb p k ap ı Saray ıH azine Dairesi'nde sergilenmekte olan am orf züm rütler. Roma
im paı morlarının ku llandık ları zü m rü t aynalar m uhtem elen b u tür züm rütle rde n yapılıyordu

’ paragrafının son cümlesi olan "Nero princeps gladiatorum


pugnas speetabat in smaragdo" cümlesinden çıkmaktadır. Bu
cümle genellikle ekseri elyazmalarında görüldüğü gibi in edatı
I onulmadan "İmparator Neron gladyatörler arasındaki dövüşü
zümrütte seyrederdi" şeklinde tercüme edilmekteydi. Ancak
Bristol Üniversitesi Klasikler doçenti D. E. Eichholz, bunu en
eski elyazması olan 10. yüzyıldan kalma Codex Banıbergensis'te
görüldüğü gibi in edatıyla "İmparator Neron gladyatörler ara­
sındaki dövüşü yansıtan bir zümrütte İtam karşılığı ‘zümrüt
üstünde'] seyrederdi" şeklinde düzelterek, zümrütün genellikle
sanıldığı gibi bir mercek rolünde değil, fakat bir ayna olarak
kullanıldığını iddia etmiştir. Aynı paragrafta Plinius'un "Gözle­
rimiz bir başka nesneye bakarak yoruldukları zaman onları bir
zümrüte bakarak dinlendirebiliriz. Plaka şekilli zümrütler düz
yatırıldıkları zaman ışığı ayna gibi aksettirirler" cümleleri de
Eichholz'un okuyuşunun haklı olduğunu göstermektedir. Ger­
çekten de arenada beyaz kum (arena=kum) üzerinde dövüşen
gladyatörlere sürekli ve dikkatli bakışın gözleri kamaştıracağı
60 Zümrıitnâme

muhakkaktır. Bu kuvvetli yansımadan gözü korumanın bir yo­


lu, gözü dinlendirdiği muhakkak olan yeşil renkli zümrüt ay­
nalar kullanmaktır. Zümrüt ayna üzerinde seyredilen akisler
gozu korudukları gibi, bakılan nesne üzerinde dikkatin daha
kolayca teksif edilmesini de sağlarlar. Plinius'un bu paragrafın­
da, Eichholz'un da benim de anlamakta güçlük çektiğimiz söz
"zümrütler doğal olarak mııkavvestirler ve dolayısıyla îjiğ1
teksif ederler" cümlesidir. Belki de Neron gladyatör akislerim
büyütmek için içbükey zümrüt aynalar kullanıyordu. Ancak
bunun .-umrütün doğal bulunuşuyla olan ilgisi açık değil-Bel^1
de Plinius kristalden değil de Topkapı Sarayı'nda da teşhir edi­
lenler gibi amorf zümrütlerden bahsediyordu. Ama bunların
benim bugüne kadar gördüğüm örneklerinde yüzeyler içbükey
değil, dışbükeydir.
Zümrütten akis, doğal olarak hiçbir zaman doğrudan göz­
lem kadar güvenilir bilgi veremez; en azından renkler yeşil,e"
mel tarafından değiştirilir, zümrüt üzerindeki çatlaklar görün­
tüyü kırar. Ben /ümrıit ayna mecazını, bilimin göz kamaştın^
parlaklığı ile bonim tüm bilim tayfına bakışımda eksiklik vebo­
zuklukların kaçınılmaz olacağım bir arada v u r g u l a y a b i l m e k
için seçtim.
XII

Ortak ve Gerçek 2
4
Bir zamanlar Efes'te kral sülâlesinden gelen ve dolayısıyla
krallık unvanını taşıması gereken bir adam, bu şerefi ve ayrıca­
lığı kardeşine terk ederek daha önemli gördüğü bir işle uğraş­
maya karar vermişti. Herakleitos, doğanın gizemleriyle ve in­
sanoğlunun bu gizemleri anlamak için gösterdiği çabayla ilgi­
liydi. M.Ö. 500 gibi bir tarihte, filozofluğu krallığa bu yüzden
tercih etmişti. Fakat ne çağdaşları, ne de ondan sonra gelenle­
rin büyük bir çoğunluğu bu garip Efesliyi anlayabildiler. He­
rakleitos çağdaşlan olan Efeslilere o kadar kızmıştı ki "Hepsini
aşmalı" diyordu. “Doğa Üzerine" olduğu rivayet edilen kitabı­
nı yayımlatacak yerde bu yüzden gitti Artemis tapınağına sak­
ladı.
Kendinden sonra gelenler, hele meşhur Alman filozofu He-
gel'in öğrencileri, Herakleitos'un öğretilerinde diyalektiği bul­
duklarını sandılar; büyük Efesliyi Hegel'in, Marx'ın, hatta Hit-
ler’in öncüsü sayanlar bile oldu - ta ki Herakleitos'un bir ger­
çek meslektaşı, bir büyük doğabilimcisi onu ele alana kadar.
Kuantum fiziğinin babası Ervvin Schrödinger, 1954 yılında
Londra'da University College'da verdiği Shearman konferans­
larında Herakleitos'un derdini kısmen de olsa anlayabildiğini
gösterdi: Herakleitos duyularımızın gerçeğin anlaşılmasında
yeteri kadar güvenli olmadıklarını görmüştü. Dış dünya ile du­
yularımız dışında da bir temasımız olmadığına göre, gerçeğe
nasıl ulaşabilecektik?
62 Züm rücnâm e

Herakleitos duyularım ızın —ne kadar eksik olurlarsa olsun­


lar- doğarım ufacık da olsa bir kısmını doğru olarak yansıttık­
larını kabul ediyordu. Üstelik, her birey doğayı kendi açısın­
dan, yani değişik bir başvuru sistemi çerçevesinde tasvir edi­
yordu. Kanımca Herakleitos'un en büyük keşfi bu başvuru sis­
temlerinin önemini kavraması olmuştur. Pek çok açıdan görü-

Ş e k il 1 d R e ssa m v e " k o zm o g ra fy a c ı" (R ö n e san s term i-


ııcılo jisin dc " h arita y a p a n " ) D o n a t a B ra m a n tc'n in (1444
15 14] M i l a n o ' d a b u lu n a n P an ig aro la E v i'n d e y a p tığ ı
m e şh u r adam fre skle rin d e n b iri o la n " D e ın o k rilo s ve
H e ra kle ito s" a d lı hu m e şh u r resim , evd e b it k a p ı n ı n
ü ze rin d e hu lıı n iti a k ta d ır C u ra d a H e ra k le ito s i lk defa
Soneca'nm b ocası olan So tio n tarafından b e tim le n d iğ i
şe k liy le " a ğ la y ım filo zo f" Dennokrilos ise C ic e ro ve
H o ra tiu s ta ra fın d an ta n ıtıld ığ ı gib i "g ü le n filo zo f" o larak
k a rcım ıza ç ık m a k la d ır Gir başka ifad e ile freskte, bir
R ö n esan s san a tçısın ın e lin d e n , ilk ç a ğ ın iki b ü y ü k d â h isin
don b iri in s a n lığ ın a p ta llığ ın a a ğ la y a ra k , b iri d c g ü le re k
lo p ki verm ek ted ir
Ortak ve Gerçek 63

l ir nesnenin doğruya en yakın bir şekilde algılanabilmesi


için. p'-'V , »1 gözlemcinin gözlemlerini anlatması, bunların or­
tak van! irinin birleştirilerek doğruya en yakın olduğu şimdilik
kabul edilebilecek bir ifadenin elde edilmesi Herakleitos'a göre
en akılcı yöntemdi. İşte üzerinde herkesin anlaştığı bu "gerçeğe
en y.'.kın" ifadeye Herakleitos "ortak" adını vermişti. Ancak
Herakleitos "tartışılamaz gerçeğe" ulaşılamayacağı kanaatin-
deydi
1 ı•. uV Kfesli gerçeğe ulaşılamayacağı için mi "ortak" bir fi­
kir bir r.nriı peşmdeydi? Herakleitos'a bugünlerde pek moda
olan ve halk kütlelerinin ortak kararlarının en doğru karar ol­
ması gerektiği görüşünü temsil eden bir rölativizmi atfetmek
büyük bir haksızlık olur. Herakleitos'un, bizden bağımsız bir
dıınya, bir gerçek evren olduğu ve bu gerçeğin fikir ve düşiin-
•• rımız hakkmdaki en son hakem olması gerektiği konusun­
da en ufak bir şüphesi yoktu. Ortak ve gerçek aynı şeyler değildi.
■er gerçeğe ancak deneme-yamlma yöntemiyle ve tüm dene­
yimlerimizi birleştirerek yaklaşabilmekteydik. Ancak bir adam,
'e> başma bazı fikirlerin yanlış olduğunu ispat edebilirdi.
Herakleitos'un, fikirlerin tartılmasında insan kütlelerine
asla itimadı yoktu. İnsan kütlelerinin faydası, gerçeğin pek çok
oşesini bir anda görerek onun hakikate olabildiğince yakın bir
resmim ortaya çıkarmaktı. Bu resmin gerçekle çelişen tek bir
köşesini görmek için tek bir insan yeterdi. Ortakla gerçeğin ay­
nı olmadığını gösteren ve bu şekilde bilimle demokrasinin ara
kesidini 2500 yıl önce çırılçıplak ortaya koyan büyük Efesli bu
yüzden antidemokratlıkla suçlandı, kendisine sosyalistlikten
faşistliğe kadar her türlü felsefe yakıştırıldı. Halbuki o, doğa bi­
limlerinden hareketle, demokrasinin bir güruh sloganı olma­
ması gerektiğini, olursa doğanın gerçeklerine çarparak parçala­
nabileceğim vatandaşlarına anlatmak istiyordu.
O gün olduğu gibi bugün de Herakleitos'un çığlığı insanlı­
ğın çoğunluğunun sağır kulaklarına çarpıp boşlukta kaybol­
maktadır.
XIII

Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe2

T üm uygar ülkelerde, jeoloji ve jeofizik bölüm le ri yerbilimle­


rinde altm ışlı yıllarda başlayan ve levha tektoniği devriminın
ilk haberciliğini yaptığı baş d ö n d ü r ü c ü gelişmeler karşısında
birleşmek ihtiyacını duydular. A dları "yerbilim i b ö lü m ü " veya
"jeobilim ler b ö lü m ü " şekillerini aldı. Daha sonra uzaydaki ke­
şif gezileriyle bunların bazıları -ve en gelişmiş olanları- "yer ve
gezegen bilim leri b ö lü m ü " diye anılm aya başladılar. Daha son­
ra, yerbilim lerinin atmosfer bilim lerinden ayrılamayacağı, bu­
zullaşm a, paleoklim atoloji (eski ik lim bilgisi), paleoseanografi
(eski okyanus bilgisi) gibi en klasik bazı sorunların çözümüyle
beraber t ü m eksojen (dış) jeodinam iğin anahtarının a t m o s f e r
bilim lerinde yattığı g örüldü. Bu sefer yine bazı b ölüm lerin ad­
ları değişti: "yer, atmosfer ve gezegen bilim leri b ö lü m ü " oldu-
Bu gittikçe uzayan b ö lü m adlarına Fransız yerbilimcileri niha­
yet bir çare buldular: "kâinat bilim leri" (Sciences de l'Univers)-
Buna bugünlerde çevre bilim leri de, insan b o yu tu n u kazandır­
m ak işleviyle, katılm ak üzeredir.
Sonunda, değişik bir ad altında karşımıza, 19. y üzy ılın b ü ­
y ük doğabilim cisi ve "son evrensel d â h i" kabul edilen A lexan-
der von H u m b o ld t'u n ö lü m sü z eseri Kosnıos'ia bizlere s u n d u ğ u
"tü m kâinat b ilim inin " çıktığını görüyoruz. A m a d a h a o zam an
dünya, von H u m b o ld t'u n bilim ine bir ad yakıştırmıştı. İlk ça­
ğın büy ük evrensel dâhisi Eratostenes'in en önem li kitabına uy ­
gun g ördüğü bir isim: Coğrafya. Doğal o r ta m ı, içinde yaşayan
Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe 65

etk'*eyen in sanla birlik te k u c a k la y a n c o ğ r a fy a , 2500 y ıl


dı ^ k * te yaPllan ^ b ilim se l s p e k ü la s y o n la r ın d a komısııy-
J, . .r diğer deyişle ilk b ilim d i.
nı 1 1111 u bin yıllık bir aradan sonra in s a n lık ttk r a r coğrafya-
°ja "j0 ve sosyal bilim leri bir sentez iç in d e k u c a k la m a k
sonu' ,ea^n<^e birleşti. C oğrafya artık h e m e n her d o ğ a b ilim c in in
nQa ulaşmayı hayal ettiği bir " N ir v a n a " m e rte b e sin e g e ld i.

**k|*ıs. Mı.-™* T . ,
KctS'lı, (!,jp s , e n Bu z U,1 (1875-1950) f ır ç a s ın d a n S e y d î A l i
y ılın d a . ” " j İ0 k u Z k ild lr sas'ylî> A r a p D e n i z i 'n d e 1554
^ahriv T u f â n ı F îl ( H ü s n ü T e n g ü z , 1995, O s m a n lt

Komut ^ ’ ,n ' 'sı Resim A lb ü m ü : D e n iz K u v v e t le r i

■skondcTP^|' KUİ,Ur Y n y m la r l. S a n a t D iz is i, N o . 3, H a z ır la y a n
eotirj /. * * h l7> 05111311,1 d o n a n m a s ın ı b ir e n k a z h a lin e
O sm ül ■ S a h i,le rin e V u ra n b u fe la k e t, c o ğ r a f y a c a h ili
J ls in L>' 111 n d U n y il l n lp a ra t o r lu ğ u id d i a s ın ı f i z ik o la r a k ken-
terk rt ° ^ d aH a 8ÜÇSÜZ a m a c o 8 ra f y a b i lg i n i ü lk e le r e
fi m e s m ın h a z in a d ım la r ın d a n b ir id ir . N e M ıs ır K a p t a n ı
• 'y r u d d in H ı z ır B e y 'in 1568 y ılm d a k u z e y S u m a t r a 'd a k i
Ç»n u lt n m A l â ü d d m ın y a r d ım ç a ğ ır ış ın a c e v a b e n 22 g e m i
* B M ışi. n e d e M u r a t R e is 'in 17. y ü z y ıld a ta İ z la n d a 'y a v e
■"<-‘W lo u n d la n d 'a k a d a r y a p t ığ ı d e n iz a k ı n l a n O s m a n l I 'n ı n
Kalıcı b ilg i h â z in e s in e te k b ir d a m la ilâ v e e d e b ilm iş t ir . S o n
o k y a n u s a ş ır ı O s m a n lı seferi d e M u r a t R e is v e g e m ile r in in
■İ2H .le N e v v fo u n d la n d d ö n ü ş ü b ir f ır tın a y a t u t u la r a k k a y ­
b o lm a la r ıy la n o k ta la n m ış tı.
66 Züm rütnâm e

Tıp gibi, hukuk gibi, uygar ülkelerde dört yıllık bir eğitimin ken­
disine yetmediği, ancak temel kavramlarının daha ilkokul, orta­
okul sıralarında çocuklara en iyi bir şekilde verilmesi gereken bir
"süper-bilim", bir "yaşam kılavuzu", hatta "ya^am felsefesi" oldu
Ne yazık ki Türkiye'de bilimlerin bu kraliçesi, bu ilk tem­
silcisi, uygarlıkların ve imparatorlukların bu besin kaynağı
şim dilik sürgüne gönderilmiştir. Ne üniversitelerimizin her­
hangi birinde ona lâyık tek bir bölüm , ne de ilk ve ortaöğretim­
de ona lâyık bir eğitim kalmıştır. Bazı başbakanlar, bırakın coğ­
rafyanın modern kavramlarını anlamayı, kendi ülkelerinin şe­
hirlerinin yerini unutacak kadar coğrafya bilmez olmuşlardır-
Her g ün karşımıza çıkan ve binlerce vatandaşımızın hayatına
m al olan heyelan, sel, çığ gibi doğal afetler, Kardak kayalıkları
krizinde karşılaştığımız temel kartografya eksiklikleri, şu anda
pislikten ölmekte olan ve üzerindeki ilk çalışma geçen yüzyılda
b ü y ü k Rus jeologu Andrusov tarafından Sultan II. A b d ülha m ıt
tarafından tahsis edilen Selanik adlı gemide yapılan Marmara
Denizi hakkında süregelen bilgisizliğimiz ve umursamazlığı'
m ız, bizlere coğrafya bilgisizliğinin ne kadar pahalıya patlaya­
bileceğini her gün gösteren canlı örneklerdir.
Bunun muhakkak ticaretimizde de benim bilemediğim
yansımaları vardır. Doğan Kuban'm büyük şehirler için geliştir­
diği ve İstanbul'a uyguladığı "âni çöküş" kuramının temel teti­
ği coğrafya cehaletidir.26 T ü m uygar dünyanın, insanlığın ük'
çağdan beri ideali olan bütün kâinatın bilimsel kavranmasını
kendine konu edinmiş olan coğrafyayı -değişik adlar altında
olsa bile- tekrar ilgi odağı yaptığı şu günlerde Türkiye'nin her
düzeyde coğrafya eğitimini çok ciddî olarak gözden geçirmesi­
nin zamanı gelmiştir ve ne yazık ki hızla da geçmektedir.
XIV

Tartışamamak: Neden ve Sonuçları 27


Geçenlerde ABD'den sekiz meslektaşımız bir "beyin fırtı­
nası" kapsamında bir bilimsel sorunu detaylı bir şekilde tartış­
mak amacıyla İTÜ Jeoloji Bölümü'nde bizim grubu ziyarete
geldi. Bir iş haftası süren bu ziyaret esnasında benim ITÜ'deki
140 nı 'lik odam kelimenin tam anlamıyla bir arı kovanına dön­
dü. Amerika'dan ve Güney Afrika'dan tecrübeli yerbilimciler
1 urkıye'nin en önde gelen yerbilimcileriyle haritalar, kitaplar,
sismik profiller, ve beyaz tahtalar önünde kıyasıya tartışıyorlar­
dı. Hafta bittiğinde, her birimiz sorunumuz hakkında en azın­
dan ortak bir dil konuşur olmuş, ana problemlerin neler oldu­
ğunda anlaşmaya varmıştık.
Hafta sonunda eldeki doyurucu sonuca bakınca, aklım şöy­
le bir hafta içine doğru geri gitti: Bu verimli beyin fırtınasında en
Çok ne yaptık diye düşündüm. Bulduğum cevap tartışma idi; kı­
yasıya, kıran kırana tartışma! Bu tartışma, odamda sabahın doku­
zundan akşamın yedisine kadar çalışan grubun orada bulunma
sebebi ve tek çimentosuydu. Odamda hafta içinde gördüğüm
manzara ise, ne yazık ki, Türkiye'de kendine bilimsel adını ya­
kıştıran çevrelerde bile pek ender görmeye alıştığım bir manza­
raydı. Hafta sonu, haftalık bilimsel çalışmalarımızın yanı sıra, bu
üzücü gözlemimi de kafamda dolandırdım durdum. Biz millet­
çe niçin verimli bir şekilde tartışamıyoruz? Mesela, milletvekille-
rimiz niye verimli bir şekilde tartışmak yerine ikide bir -hem de
milletin gözü önünde- sille tokat birbirlerine giriyorlar?
£ « ı.ı ıl ı ti 'Ş t n g o ı 'ü n o d a s ı n d a 5 - 9 O c a k 1 9 9 8 ta r ih le r i a r a s ın d a y a p ıla n , A m erik alı ve Rus
y e r b i l i m c i l e r i n 1 i ı l d ı ğ ı t a r t ı ş m a t o p la n t ıs ın d a n b i r s a h n e A j t G re en y ere u zan m ış, kendisin*
H i n l e y e n l e r * » U ^ riL ı ü y j- r i n d c i z a h a t v r rîy n r Y ü c e l Y ı lm a z d a sa k a lıy la o y n ay an C elâlŞen g oı7*
A r f ı n a n l a t t ık la r ın ı y o r u m lu y o r

T ü r k i y e ' d e y e t iş e n in s a n la r ın o r ta la m a tartışına b e c e r is in i n
d ü ş ü k o l m a s ı n ı n b a ş lıc a s e b e b i, k a n ım c a , b iz e p e k küçük te n iti­
b a r e n a ş ı l a n a n n i h a î b ir gerçeğin o ld u ğ u ve o n u n insanlar tarafın'
elan b ilin e b ile c e ğ i in a n c ıd ı r . N i h a î g e rç e k —h e r ne k o n u d a olursa
o ls u n i n s a n l a r t a r a f ı n d a n b ilin e b iliy o r s a , k im s e o n u bilem em e
k ü ç ü k l ü ğ ü n ü k e n d i n e y a k ış t ır a m a z . Ya o g erçeği gerçekten bil"
d i ğ i n i s a n a r v e y a e n a z ı n d a n b i l d i ğ i n u m a r a s ın ı yapar. B ir laf'
t ı ş m a e s n a s ı n d a , k a r ş ıs ın d a k i b i l d iğ i n i id d ia ettiği g e r ç e ğ i n
d o ğ r u o l m a d ı ğ ı n ı is p a t e d e c e k g ib iy s e , o to rite k a y b ın ı ö n l e m e k
i ç i n t a r t ı ş m a y ı o v e y a b u ş e k ild e k e s m e k z o r u n lu lu ğ u hasıl
o lu r . B u y a S e n n e a n l a r s ın ? " ş e k lin d e b ir k ü ç ü m s e m e veya
" O n u b e n b i l i r i m " ş e k li n d e b ir o to r ite id d ia s ı veya " S e n .... 'd a n
i y i m i b i l e c e k s i n " d i y e b ir ü s t o to r ite y e m ü r a c a a t h a lin d e orta­
y a ç ı k a r . B u ş e k i l d e k e s ile n ta r tış m a la r la h e r h a n g i bir sonuca
v a r ı l a m a y a c a ğ ı g i b i , t a r t ış a n k iş ile r a r a s ın d a d iy a lo g da geçici
o l a r a k v e y a s ık s ık t a m a m e n k o p a r . Y a n i in s a n ın en ö n e m li vas­
f ı o l a n a k ı l c ı m u h a v e r e s o n b u lu r .
Tartışam am ak: N e d e n ve Sonuçları
69

> c k ıl 17. 1.ırt şiTtj I ft a s ı m ı so n u : r e s im d e g ö r ü le n e k ip T ü r k , A m e r ik a lı, G ü n e y A f r ik a lı v«


Kus je o lo g la rd a n o lu ş u y o r K a ra g ö z lü k le r , r e s m in o r ta s ın d a a k s aç la rıy la d u r a n Y iic e l Y ıtıı.« v 'ı
b a b a " r o lü n d e m-ete riy or (N o r m a l o la r a k o r o lü ü s tle n e n N a c i G ö r ü r b u e s n a d a d e k a n o ld ııftıı
•çln resim Çfl.i*lrk-.-n k im b ilir lıa n g i ço k c i d d î k o m is y o n v e y a y ö n e t im k ıı r u lu to p la n tıs ın * la y d ı!)

Ilıı şekilde bir diyalog kaybı her şeyden evvel çalışma


erııj rının kurulam am ası sonucunu doğurur, her iş ve atılım
tekil kışııer tarafından y ap ılm ak ve onların im k ân ve becerile­
riyle sınırlı olm ak zo ru nda kalır. G rup la rın kurulam am ası bu
yV ilde tartışam ayanların o lu ştu rd u ğu bir to p lu m d a kişinin be
cerilerini aşan b ü y ü k projelerin p lanlanıp icra edilm esini im ­
ansız kılar. Ayrıca, işler kişilerle sınırlı olm ak zorunda olaca­
ğından genellikle kişinin ö m rü n ü de aşamaz ve bu şekilde za­
m an içinde sürekli işler yapılam az. B üyük projelerin oluşam a­
ması ve bu tür işlerin bir an için oluşsalar bile sürekliliklerinin
olam am ası, kurum laşm ayı olanaksız kılar. Toplum kendini çi­
mentolayacak ve aynı zam and a sürekli kılacak akılcı kontrol
m ekanizm asından yoksun kaldığı gibi, içinde yetişen bireysel
yeteneklerin de etkileri hem m ekânda hem de zam anda sınırlı
olur.
Kanımca, sırf n ih aî bir gerçeğin o ld u ğu ve o nun insanlar
tarafından bilinebileceği inancı. T ürkive'nin ve 1 ürkive eibi se-
70 Z ü m rü tn â m e

ri k a lm ış t ü m t o p lu m la r ın n iç in geri k a ld ığ ın ı açıklayan sihirli


b ir a n a h t a r o la r a k k a r ş ım ız a ç ık m a k ta d ır . E ğ itim , b u inancın
d o ğ r u o l m a d ığ ın ı, y a n i n ih a î g e rçe k le rin —o ld u k la rın a inansak
b ile — k e s in b ilin m e le r in in hiçbir şekilde m ü m k ü n olmadığını,
b u n la r a a n c a k tartışarak yaklaşabileceğimizi anlatabilecek ş e k ild e
d ü z e n le n ir s e , uaııı bilim sel olursa, ta r tış a m a m a hastalığından ve
o n u n la b e r a b e r ş u a n d a b e lim iz i b ü k e n p e k çok sosyal h a s ta lık ­
ta n k u r t u la b ile c e ğ im iz b ü y ü k b ir ih tim a ld ir .
XV

Bilim Adamları ve Profesörler28

«sında ve televizyonda sık sık toplumun çeşitli kesimle­


rinden en alttan en üste kadar- pek çok kimsenin "bilim ada­
mından'' bahsederken tüm üniversite öğretmenlerini kastettiği­
ni 'oruyoruz !>ıı yanlış, çıg gibi artan üniversitelerimizin sayı­
larının pek çok katı bir hızla artan üniversite öğretmenlerinin
:>urel !j şişen adedine bakarak ülkemizin bilim adamlarınca da
hızla zenginleşmekte olduğu izlenimini vermekte olduğundan
•anımca son derece zararlı olmaktadır. ITÜ'nün efsanevî hoca­
sından Prof. Dr. Mustafa İnan, bir gün âlimlik taslayan, ancak
bi|ım adamlığı ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir meslek­
taşına sinirlenerek kendine has Adana şivesi ile, "Bah garda-
Şim demiş, "Einstein de adının önüne Prof. Dr. yazıyordu, sen
de. Sanmayasın ki ikisi aynı şeydir." Rahmetli Mustafa Ho­
ca nın çok çarpıcı bir şekilde dile getirdiği, bazen aynı unvan
altına gizlenen iki kavram arasındaki fark aslında çok önemli­
dir ve gerçek üniversiteler ile üniversite müsveddelerini birbi­
rinden ayırmaya yarar.
Bilim adamı, veya bugünlerde artık "bilimci" dediğimiz ki­
şi bilgi üreten kişidir. Bilgi üretimi büyük ölçüde yaratıcı bir iş­
tir, yani önceden olmayanı yaratmaktır. İnsan bilgi üretmek için
çeşitli yollara başvurabilir. Örneğin, doğrudan bilgi edinmek is­
tediği nesneyi gözleyebilir ve gözlemlerini kaydedebilir. Veya,
bilgi edinmek istediği nesne hakkında bugüne kadar yapılanla­
rı gözden geçirerek, bunlarda yanlış veya tutarsızlıklar olup ol-
72 Zümrütnâme

madiğim inceleyebilir veya bugüne kadar yapılan incelemeleri


dayanarak incelenen nesne veya süreçlerin yeni özellikleri mİ
keşfedebilir. Bu şekilde ya tasvirî ya da kuramsal olmak üzere
iki değişik tür bilgi üretilebilir.
Tasvirî bilgi, incelenen nesnenin gerçeğe mümkün olduğu
kadar yakın bir betimlenmesi diye tanımlansa bile, her b e t i m l e
me mutlaka bazı genel kavramlar gerektirdiğinden (örn. blı
bardağı betimlerken cam ve bardak genel kavramlarının gerek
mesi gibi) ve gözlem işlevi bazı yaratıcı unsurlar içermek /o
runda olduğundan (örn. bir portre ressamının yaratıcılığı gibi)
sanıldığı kadar sıradan bir iş değildir. Bu şekilde üretilen tasviri
veya kuramsal bilgi bilimsel yayınlarla dünyanın bilgisine ve
sınamasına sunulur. Bu şekilde bilgi ve değeri onu ürettiğini
iddia edenin şahsından menkul olmaktan kurtulur, herkesin
değerlendirmesine açılmış olur ve bu şekilde bilim âleminin
malı durumuna gelir.

______ t/V/ /"'tCZY^-T\nnNJ .. ... ... . ■


ıı ı. ı ----- - O M t n l lll ll j r^

İ
- BU NE CEHALET YAHU; PROFESÖR MÜSÜN YOKSA SEN?..

Şekil 18. Turhan Selçuk'un Milliyet gazetesinde doksanlı yılların başında yayımlanmış !>!»
karikatürü. Her profesörün m utlaka b ilim adam ı ve/veya bilg in olmayacağının en g ü /fl
ifadelerinden biri.
Bilim Adamları ve Profesörler 73

Sürekli sınanmayan, yenilenmeyen, yenisi yaratılmayan


l'll)’,ı olduğu gibi kalmaz. Kişiden kişiye geçerken iletişimdeki
I ıi'.ımlmaz eksiklikler nedeniyle aşınmaya uğrar ve pek kısa
ıim.mda yozlaşır. İlk- ve ortaöğretimde yapılamayan bilgi üre-
IMilini üniversite dengeler, buralarda yozlaşmayı önler. Bu ne-
, lı ııle üniversitede "nakl-i ilim" olamaz.
lîilgi üretmeyen kişi, unvanı ne olursa olsun, bilim adamı
"lı , ilığı gibi, bilgi üretmeyi öğretemeyeceğinden üniversite
11 1

İnn .ılığına da lâyık değildir. Üniversite öğrencileri hocalarını,


i MilIIikacılar üniversite profesörlerini, halk da karşısına muhte-
lıl ortamlarda, hatta siyasî partilerde bile, çıkan "akademik un-
vuıılllım" bilgi üretip üretmediği sorusuyla tartmalı, bunun için
,lı nrtlk ulaşması pek kolay olan muhtelif uluslararası atıf en-
•I* I '.Icrine mutlaka göz atmalıdır. Orada adı olmayanın üniver-
1111 ' hocalığında da yeri yoktur.
XVI

Masal Deyip Geçme! 29

Bugün, iki hafta önce yayımlammış (14 Mart 1998; CBT no.
573) bir yazıma30 CBT yayın yönetiminin eklediği bir öz cümle­
de yapılan bir yanlışı31 tartışmak niyetindeydim. Eyvah ki
m ümkün değilmiş! Eyvah ki 17 Mart Salı sabahı gazetelerde
halkbilimlerindeki büyük bilginimiz Pertev Naili Boratav'ın
ölüm haberini okudum! O Boratav ki, insanoğlunun bilimsel
yöntem kullanmadan veya, en azından, bunu bilinçli bir biçim­
de yapmadan ürettiği akıl ve el ürünlerininin bulunması, top­
lanması, sınıflanması ve yorumlanmasına bir omur vermiş bir
insanoğluydu. O Boratav ki, insanoğlunun fikir ve zevk zen­
ginliğinin ortaya dökülmesi için taban tepmiş, dirsek çürüt­
müştü. O Boratav ki, Atatürk'ün zindandan çıkardığı halkının
unutulmuş akıl ve el emeklerini bilimin korumacılığına almak
için didinmişti. O Boratav ki, Atatürk ve Hasan-Âli Yücel ay­
dınlığından sonra ülkemize çöken o meş'um gecenin ikiz zeba­
nileri aptallık ve cahillik tarafından yerinden, yurdundan, kür­
süsünden edildiği halde, elleri tuttukça, gözleri gördükçe, ku­
lakları duydukça, insanın yarattıklarının peşinden koşmaktan
geri kalmamıştı - yetişemediği, sokulmadığı yerlere sadık ha­
yat arkadaşıyla ulaşmıştı. O Boratav ki, insan olma onurunun
insana saygı duymakla başladığını anlatmak için nefes tüket­
mişti. Az Gittik Uz Gittik'in yazarı, Zaman Zaman içinde çalışan
Boratav'a kuşkusuz pek çok gerçek ağıt, pek çok da tekerleme
d üzülecektir. Ben ne birini ne de diğerini yapabilirim. Kaldı ki
Ş e k i l 19. B ü y ü k f o lk lo r b i l g i n i m i z P e rte v N a i l i
B o r a ta v (1 90 7 16 M a r t 1998). C u m h u r i y e t
G a z e te s i A r ş iv i.

o n u n ilk izcilerinden o ld u ğ u , insan b ilg isin i genişlettiği a la n ın


ben d o ğ ru d ü rü s t ne dinleyicisi ne de o k u ru o la b ild im . D e n e b i­
lir ki zaten b ir je olog un m asal âle m iy le ne işi vardır?
Benim m asal âle m in d e ç o c u k lu ğ u m d a n sonra y a p m a y a
başladığım ikinci gezinti Asya kıtasının jeolojik yapısı hakkın-
daki fikirlerin tarihçesini incelerken karşım a çıkan K aşgarlı
M a h m u d 'u n Divân-ı L û g a t- it- T ü rk 'ü n d e k i bir d ü n y a haritasıyla
başlam ıştı. 1077 y ılın d a B ağdat'ta y a p ıld ığ ı sanılan b u h aritada
Belhî ek o lü d en ilen A ra p beşerî coğrafyacılarının inkar edile­
m ez bir etkisi vardır. Dairesel şekil, bilhassa A sya yı çevreleyen
d ü n y a n ın neredeyse şem atik denilebilecek çizim i, deniz, nehir,
göl, şehir sem bolleri hep insana Belhî, al-İştahri, Ib n f av a ve
M ak sid i g ib i b ü y ü k coğrafyacıları içeren b u e k o lu n ü rü n le rim
hatırlatır. A n c a k iş A sy a 'n ın iç k ısım ların ı çizm eye gelince, Kaş-
g a rlı'n m k u lla n m ış o ld u ğ u açıkça g ö r ü l e n b ilg ileri hiçbir A ra p
coğrafyacısında b u la m ıy o ru z. H a tta al-H arizm î n in .»«raf a t
(D ü n y a n ın Resm i) a d lı kitabında verilen k o o rd in atla rd an 1 rot.
76 Z ü m rü tn âm e

F u a t S e z g in 'in b aşta n
k u r a b ild iğ i 9. y ü z y ılın
m e ş h u r M a 'm u n h a r ita ­
s ın d a b ile b u b ilg ile r
y o k tu r. K a ş g a r lı'n ın h a ­
ritası O r ta ve K u z e y A s ­
ya h a k k ın d a şaşılacak
derecede d o ğ r u b ilg ile r­
le d o lu d u r . Bu b ilg ile ri
in sa n Ç in k a y n a k la r ın ­
d a d a b u la m a z . Kaşgar-
lı, D iv â ıı'd a ne y a z ık ki
b u h a r ita n ın k a y n a k la n
h a k k ın d a h iç b ir şey
y a z m a m ış tır. Kaşgar-
lı'n ın k a y n a k la n O rta
A s y a 'd a 11. y ü z y ıld a
—ve h iç k u ş k u s u z b u n ­
d a n ö n c e d e- c id d î b ir
c o ğ ra fî b ilg i h a v u z u ­
nun v a r lığ ın ı g öster­
m e k te d ir. B u ta h m in ,
p e k kabaca d a olsa,
o n u n m e m le k e tlis i ve
çağ d a şı Y u s u f H a s Ha-
c ib 'in Kııtııdgu Bilik'ince d e d o ğ r u la n m a k ta d ır . E ld e başka y.ızılı
k a y n a k o lm a d ığ ın a g ö re b u c o ğrafî h â z in e y e n asıl ulaşılacaktır?
İşte b u r a d a m a s a lla r im d a d ım ız a y e tişm e k te d ir. B oratav'ııı
s ö y le y ip y a z m a k ta n u s a n m a d ığ ı g ib i, m a s a lla r k â ğ ıd a d ö k ü l­
m e m iş h a lk b ilg is in in en z e n g in a n o n im arşiv id ir. Bu nedenle
b ü y ü k b ilg in y a y ın la r ın d a " H e m genel o la ra k m a sa l o k u r u n u n ,
h e m d e h a lk b ilim i in c e le m e le rin d e T ü rk m a s a lın ın s o m u t, yeri
y u r d u b e lirli b e lg e le rin e b a ş v u r m a k isteyeceklerin y a ra rla n a ­
b ilm e le rin i s a ğ la m a k a m a c ın ı" g ü tm ü ş tü r . Bu yeri y u r d u belli
m asallar, b izle re d a ğ la r, ovalar, n e h ir ve g ö lle r g ib i yerci c o ğra f­
ya, h a tta v o lk a n iz m a , sel, d e p r e m g ib i jeoloji v e rile rin in h a lk
b ilin c in e g e ç m iş ş e k ille rin i s u n m a k ta , artık k a y n a k la rı kaybol-
Masal Deyip Geçme! 77

muş eski haritaların


hangi bilgi dağarcı­
ğının eseri oldukla­
rını, hatta bazen bu
bilgilerin nasıl top­
lanmış olduklarını
öğretmektedir.

\\ Boratav bize bilim­


ciyle halkın birbirle­
rine el uzattıkları o
henüz keşfedilme­
miş, haritalanmamış
âlemde kılavuzluk
eden bilgelerden bi­
riydi. Onun kıyme­
tini bilmek eserini
yaşatmak ve sürdür­
mekle mümkün ola­
caktır. Acaba onu
yapabilecek kadar
akıllandık mı?

Şekil 20. K a r a r lı M .ıhınutl un 1077 yjlım lo Bağdat tn bitiril­


d i sanılan Uiufiıt-t Lügat-it Türk’ü ım n dün yada bilinen tek
yazm a nüshası İstanbul’daki M illet K ütüphanesi tidedir ve Ar
4189 num arada kayıtlıdır. Bu tek nüshanın 22. ve 23.
Varaklarında bulu n an d ü n y a haritası bir Iü r k ü ıı yaptığını
sandığım ız en eski harita olm akla kalm ayıp, Orta ve Kuzey
A sya'nın da yer şekillerini yerel bilgiye dayanarak gösteren en
eski haritadır. Ne yazık ki Kaşgarlı, Lügat'ta b u haritanın kay
na kİ arım -kendisinin Türk illerinde çok gezdiğini söylemek
dışında-belirtm em iştir. Eldeki yazılı Ç in ve A rap
kaynaklarına ilâveten O rta A sya'nın masal ve destanlarından
bize ulaşan sözlü coğrafya bilgisi, ancak Pertev N aili Doratav
gibi bilginlerin çok b ü y ü k bir sabır ve sebat gerektiren
çalışmaları sayesinde g ü n ışığına çıkabilmektedir. Buradaki
resim K ültür Bakanlığı tarafından 1990 y ılında yayım lanan
Lügat'm bir tıpkıbasım ından alınmıştır.

i
XV II

"Nihaî Gerçek" Meselesi32

Üç hafta önce (14 M art 1998; CBT no. 573; bu kitapta s. 65)
"Z üm rü t'te n Akisler" köşem de yayım lanan 'T a r t ı ş a m a m a k :
N eden ve Sonuçları" başlıklı y azım için CBT yayın yönetiminin
k o y duğu öz cüm le '"N ih a î gerçeklerin olm adığını ve gerçeklere
sadece tartışarak yaklaşabileceğimizi öğrenm eliyiz" şeklindeydi
(27. dipnota bkz.). Bu köşedeki öz cümlelerin yazar dışında ko­
yulm asının bir faydası, yazarın m eram ını tam anlatamadığı du­
rum larda b u n u n pek çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmasıdır, iki
hafta önce de böyle olm uş. Ö z cüm le -aslında kendi içinde çeliş­
kili olm asının yanı sıra- benim anlatm ak istediğim in yalnız ya'
rısını doğru ifade ediyor. D o ğru ifade ettiği yarı, öz cümlenin
ikinci kısmı: gerçeklere yalnız tartışarak yaklaşabileceğimizi ög'
renmeliyiz (tabiî bu da aslında "gözlem sonuçları ışığında tartı-
şarak" olmalı). Yanlış olan kısmı ise "n ih a î gerçeklerin olm ad1'
ğı" iması. Eğer nihaî gerçeğin peşindeysek, onun olm adığını ön­
ceden iddia etmek, o ld u ğ u n u id dia etmek kadar yanlış bir dav­
ranıştır. N ihaî gerçeğin o lup olm ad ığını bilm iyoruz. Üstelik, kâ­
inat içinde sonsuz olgu b u lu n d u ğ u n a , en azından bizim gözle­
yebileceğimizden çok fazlası o ld u ğ u n a göre, kâinatın t a m a m ı n ı
içermek zorunda olan nihaî gerçeği bilebilm em iz de ihtim al d ı­
şıdır (benim 13 Aralık 1997, CBT no. 560'taki " B i l e m e y e c e ğ i n i
Bilmek" başlıklı köşe yazım a bkz.; bu kitabın I. bölüm ü).
Bu du ru m d a iki hareket tarzından biri seçilebilir: Ya nihaî
gerçeği nasılsa bilemeyeceğiz deyip, kâinatın sırlarını aram ak­
tan vazgeçmek - ki bu daha rahat, daha emin, daha verimli, da-
'N ihaî Gerçek’’ Meselesi 79

ha zevkli bir yaşam arayışından vazgeçm ekle aynı a n lam a gelir


ve insan doğasına, hatta biyolojik e v rim in y ö n ü n e aykırıdır. Ve­
ya, nihaî gerçeğin o ld u ğ u inancı istikam e tind e o n u n peşine d ü ­
şülür. A ncak bu ikinci seçim b irin cisind e n çok dah a tuzaklı bir
yol içerir. Ü zerindeki tuzakların en b ü y ü ğ ü de bir n o k ta d a o
veya şu şekilde n ih a î gerçeğin " b u lu n d u ğ u " z a n n ın ın e d in il­
mesidir. Bu zanna düşen kim se ik i hafta önce açıklam aya çalış­
tığım şekliyle şüphe yeteneğini kaybeder ve b u ld u ğ u n u —veya
bir başkası tarafından b u lu n ara k ke nd isine tebliğ e d ild iğ im
sandığı n ih a î gerçeğin de ötesinde b ir gerçeğin b u lu n ab ile c e ği
ihtim aline karşı d u y u la rın ı k a p am ış olur. İşte b u akıl haline es­
ki tabirle "nasçılık", b u g ün le rd e de "d o g m a c ılık " veya d o g ­
m a tizm " diyoruz.
N ih a î bir gerçeğe inancın d o g m a tik inançtan şu farkı var­
dır: D ogm atik o lm ad a n n ih a î gerçeğe d u y u la n inanç p a m u k ip ­
liğine bağlıdır. K endisine karşı s ağ la m g ö zle m e d a y a n a n bir fi­
kir geldiği an o ip lik kopabilir. Peki b u k a da r za y ıf bir in an cın
ne faydası var diye bir soru gelebilir akla. O nce in an cın z a y ıfı­
nın g ü ç lü s ü n ü n o lm a d ığ ın ı söylem ek isterim , inanç, yeter ı ne
den o lm a d a n bir şeyin o ld u ğ u n u k a b u l etmektir, «eterlı nes.en
olarak y ap ılan kabuller b ilg iy i oluşturur. Yeterli net en o m a
dan bir şeyin o ld u ğ u n u kabu l e tm enin g ü ç lu s u zayıfı o lm a z
(bu az veya çok ham ile o lm ak gibi bir şeydir! insan ya h a m ile
d»r ya değildir, b u n u n azı çoğu olm az). N ih a î gerçege in a n m a k ,
aslında b fzim d ışım ızd a gerçek bir âlem o ld u ğ u n a y a n m a k la ,
yani realist o lm akla aynı şeydir. Böyle bir alem o ld u ğ u n a in a n ­
m adan, tabiî ki o âlem i incelem eye k a lk ışam a y ız A le m in b .z .m
d ışım ızd a ve bizden b ağım sız v a rlığın a in a n m a k ise bize ge­
lem y ap m a im k â n ın ın olabileceğim bildirir. Bu da b iz im dışı
m ızd a k i âle m ile temas edebileceğim iz, dolayısıyla o n u öğrene­
rek kendi am açlarım ıza u y g u n k u lla n a b ile c e ğ im iz a n la m ın a
gelir: U yg arlığın tem eli de bu değil m id ir?
B izim d ışım ızd a bir âlem in o ld u ğ u inancı ise k e n d i içinde
y anlışlanab ilir bir öneri değildir. Bir d iğe r ifad e ile, realizm m e
tafizik bir inançtan ibarettir. D iğer inançlara tercih edilm esi ge­
reğinin nedeni de hem ku ram sal olarak gelişm e ve ilerlem eye
açık bir yaşam pro g ra m ına (yani b ilim e) im k â n vermesi, hem
80 Zümrücnâmc

de b u gelişme kuramının tarihten bildiklerimiz tarafından yan-


lışlanmamasıdır. Tüm diğer dogmatik inanç türlerinin ise son­
ları, tarihten bilebildiğimiz kadarıyla, hep hüsran olmuştur. Bu
nedenle, nihaî gerçeğe inanmak, ancak b u inançta dogmatik ol­
mamak v e nihaî gerçeğe tesadüfen ulaşmış olsak bile, kâinatta­
ki olguların sonsuzluğu nedeniyle bunu asla b ile m e y e c e ğ im iz i
bilmek bizleri sağlıklı, emin, rahat, verimli ve zevkli y a şa m a
götürecek en emin y o l d u r Bu yolun aracı da gözlem ışığında
akılcı, eleştiıel tartışmadır.
XVIII

Klasiklerin Tercümesi™

1Aralık 1935'te İzmir milletvekili Hasan-Âli Yücel "Okulla­


rımızda ileri memleketler edebiyatını gençlerimize tanıtmak,
büyük eserlerin tercemelerini yaparak geniş ölçüde eser neşret­
mek, seçme ve kritik etme kabiliyetini kazanmış bir okuyucu
kütlesi yapacak, yazıcılarımız da bu kütleyi doyurmak için iti­
nalı çalışmaya mecbur kalacaklardır" diye yazmıştı. Türk Ay­
dınlanmasının Atatürk'ten sonraki bu en büyük lideri ve baş
mimarı, tercüme faaliyetinin amacını "seçme ve eleştirme yete­
neğini edinmiş bir okuyucu kütlesi yaratmak" olarak belirliyor.
Rir okur kütlesinin bilgi ve fikir kalitesi doğal olarak okumak
için ele geçirebildiği malzemenin düzeyinin bir fonksiyonudur.
( imanlı döneminde Türkçeye yapılan tercümelere bir göz attı­
ğımızda, bunların uygarlığın bilgi ve görüş zenginliğini yansıt­
maktan çok uzak eserlerden oluştuğu dikkatimizi çekiyor. Ken­
di ihtisas dalım olan jeolojiden bir örnek vermek gerekirse, 1853
yılında Meclis-i Maarif üyesi Rusçuk'lu Mehmet Ali Fethi Efen­
di tarafından Arapça'dan (Al-Aqwâl al-Murdiya f i cîlm Bunyat al-
Kura al Ardiyya : Kahire H1257/M1841-42) Türkçeye çevrilmiş
olan İlm-i Tabakatü-l Arz başlıklı bir eserin orijinali 1832 yılında
Paris'te yayımlanmış Geologie Elementaire Applicfuee â l'Agricultu-
re et a l'Industrie avec un Dictionnaire des Termes Geologiques, ou
Manııel de Geologie'd ir. Bu minik popüler bilim kitabı, Paris'te bir
mineral ve fosil dükkânı sahibi olan amatör jeolog ve lise öğret­
meni Neree Boubee tarafından yazılmış ve derhal Almancaya,
İngilizceye, İtalyancaya ve Arapçaya çevrilmiştir. Ali Fethi Bey
bu eseri çevirmeye, seçildiği Meclis-i Maarife lâyık olabilmek
82
Z ü m rü tn âm e

iJ r & O J L O G Î S

l*OI>l I. VlKi;
' ' ' '"/»/< . r*. , (/
\ı*r1.1<>ı 11

i l ! -i\g '?'!3'fil li'CUt &• I İv i Ifcicbu SİT İ t

:NJ!*j !I^.:İ!Î!||| Üi-O'l rıBJöjlC.

&
F A R I M.

Htı ir tııı 'lı. Aonv<!:ııı Ihill<im i


N illlll'u llr İt «■«* iilll llt C«MI'I v
ı< rlı*t İ t . |. w , I —

Ş e k i I 21. A P a ris 'te b ir m i n e m i vtî fosil d ü k k a n ı s jlu b ı n ln n iim .ılo r jeolog ve lis«? ogreHtı*’111
N e r e e U c u b e e 'n in Genlogie Ulementatre Applûftıee n İ A g ricu ltıııv ut tı 11m ilis in e autıc un '
rfc’s Terme* Geolu^itjıu’ft, ou M nnııel tte Geolngie' iid lı e se rinin 1. baskısı

için karar v e rdiğin i söylüyor. Eser yayımlanınca baş k ı s m ı n d a


d o k u z adet de takriz (övgü) yazısı çıkmıştır. Bu övgü y a z ı l a r ı n ı n
y a za rla rın ın sosyal konum ları, kitaba verilen değerin en çarpıt
ifadesidir: 1) Eski Sadrazam Âli Paşa, 2) Serasker Mehmet i aş<>/
1) V id iıı Valisi Sam i Paşa, 4) Meclis-ü âlâ üyelerinden Yusuf 1a
m il Paşa, 5) Meclis i M aarif üyesi Rüştü Efendi, ) Hariciye Nâ- 6

zırı M e h m e t Fuat Efendi, 7) Mekâtib-i Umumiye Nazırı Kemal


Efendi, S) Meclis-i M aarif üyesi Subhi Beyefendi ve 9) Encümen-
i D â n iş (O sm a ıılı Akadem isi!) üyesi Ahmet Cevdet Efendi! Etki­
leyici, am a devrindeki bilim in cephesinin yerini ve tabiatını ifa­
d e d e n u z a k k ü ç ü k bir popüler eserin tercümesi, Osmanlı toplu-
m u n d a adeta dev bir bilim klasiği çevrilmişçesıne m e m n u n lu k
ve takdir hisleri uyandırm ıştır. Bıınun açık nedeni, hiç kuşku­
suz, O s m a n lı to p lu m u n u n 19. yüzyıl ortasında bilimin gerçek
K la s ik le rin Tercümesi
83

•* tp<>
/V r
t* . <, t . î- Î
*J lJ.1M- »A» Y * t
'* • #
. -p C\ .4

r / . 4 j .w
J j- t ' f s« , . -j»
• - * ( •-âl'1 * .U . - * 1
• J 1 J■ ^ * u s > * <* *

•• j - ,* i» . r ' " 1'-- .
> r
P i/P V a S - M V i’ SCtf" J J if * :*
tu ., > - . . » p » * **( ■ - r— < ) •
«4*4 f S j l . » J ' l
j'ui '1-î u) .
■ .:ü
£.» •
w* .1
y*-. - j- j/ 1 ,* 1, * .J j ■»*-
.=» i 1' i I V
/n i • ^ M# —
m 1

•* . *. , • . ‘r
jLt-'sl tcjl^î u »jTH J» * - y - ’y - jU S 'Jİ
İJİ -*Jl-j a» - • * . .. .
«1.1«İM -L . D * . J1
JWi .
- • * ' *

i
ft Î IL îIi r N e T / ° UbeC' nj İ” kİtablnln İlk b a s k ls ll’ ı n Kahirr-dc /II A , , a l M u r d i y a f î 'U m
Bunyat al K ura al A rdıyya, a d . a ltın d a 1841 ^ 2 y .lm d n y a p ,la n A r a p ç a te r c ü m e s i.

y üzünd en tam am en habersiz olmasıdır. İlginç olan 1852 y ılının


aynı zam anda Fransız jeologu Elie de B eau m o nt'un Notice sur
les Systemes des Montagnes (D ağ Sistemleri Üzerine) ad lı klasik
eserinin yay ım landığı yıl olmasıdır. Gene aynı yıl bir jeoloji kita­
bı çevirmeye kalkacak kişinin çevirebileceği m u h te lif boyutta o
kadar çok önem li, kaliteli, güncel ve m u h te lif seviyelerde kitap
vardı ki, bunlardan herhangi b irin in Türkçeye kazandırılm ası,
Türkiye'de yerbilim lerinin talihini çok k ö k lü bir biçim de etkile­
yebilirdi. A m a b u yapılm adı. O sm a n lı to p lu m u pek m ütevazı
ve o zam anki jeoloji hakkında genel fakat yüzeysel bilgileri ve­
rebilecek bir eserin ikinci elden çevirisiyle yetinm eyi tercih etti.
B ugün de uygar kültürlerden çeviri, özellikle bilimsel eserle­
rin çevirisi güncel bir sorunum uzdur. TÜBİTAK'ın yürütm ekte
o ldu ğu popüler bilim kitapları çeviri serisi her ne kadar takdire
şayansa da, bunlar ortaeğitim düzeyinde bilim e heveslendirme
ve üniversite düzeyinde de ihtisas dışı genel k ü ltü r arttırması
konusunda faydalıdırlar. Bunlara paralel bir b ilim klasikleri çevi­
84 Zümrütnâme

risi serisi acil bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Modern


bilimin ilk öncüleri olan eski İyonyalı "fizikçilerden", Arşi-
med'den, Strabon'dan, Plinius'tan modern bilimin yaratıcıları Ga-
lile, Descartes, Hooke, Newton, Linneaus, Euler gibilerin eserle­
rinden, Ortaçağ'ın devleri Al-Khwarizmi, Al-Biruni, Al-Haitham,
Ömer Hayyam, Roger Bacon, aydınlanma çağından ondokuzuncu
yüzyılın bilim ortamına uzanan Lavoisier, Hutton, Cuvier, Dalton,
von Humboldt, Lyell, Faraday, yirminci yüzyılın temellerini atan­
lar Helmholtz, Virchow, Darwin, Maxwell, Mendel, Koch, Pavlov,
De Vries, Planck, Einstein, ve daha niceleri, derhal çevrilmelidir.
Bu konuda bir kılavuz aranıyorsa buyurun, şuradan başlayın:
Horblit, H. D., 1964, One Hurıdred Books Famous in Science (Bilimde
Meşhur Yüz Kitap): The Grolier Club, New York. Ancak bu tür
gerçek klâasikleri oku­
yan beyinlerde Hasan-
Ali Yücel'in görmeyi ar­
zuladığı "seçme ve eleş­
tirme yeteneği" gelişebi­
lecektir. Bu yüzden değil
miydi ki dâhi Maarif Ve­
kili 1946'dan sonra ap­
tallık ve cehalet tarafın­
dan katledilen klasikler
çeviri faaliyetini başlat­
\S)jmj - “' ^ j i V W Jj l & J*-
mıştı!
■u:* ^ j. oJ j j Şekil 21. C. Rusçuk'lu A li Fethi
Ulo u-'*’: ‘i ’ 1 o ljU y * jlşiJj j l i Efendi'nin N6r£e Boub6e'nin kitabının
Kahire'de y apılan Arapça tercümesin­
den Türkçeye llm-i Tabakatii-l Arz adıyla
yaptığı çevirinin ilk metin sahifesi
(takrizler ve fihrist bu sahifeden
öncedir). Osm an lı böylece ilk defa 19.
■jti. JUJ üj ' * yüzyılın ortasında, sıradan bir popüler
jeoloji k itabının ikinci elden bir
çevirisiyle o y üzy ılın en popüler bilim i
olan ve özellikle ulusların zenginliğine
JU^Lâ ’j büy ük katkı yapan jeoloji hakkında bir
kitap sahibi oluyordu. Ancak b u n dan
sonra da, O sm an lı İm paratorluğu'na
sığınan Avusturya asıllı "M acarlı" Dr.
A b du llah Bey gibi entelektüellerin
gayretlerine rağm en, O sm anlı jeolojide
hemen hiçbir varlık gösteremedi.
X IX

17 Z
34
N isan

n I .isan dı! Hem neşe hem de h üzün doluyor insan 17


Nisan'dn Neşe, çünkü 17 Nisan tarihi 17 Nisan 1940'ın, Köy
Enstitük ı i'nın kuruluş kanununun kabulünün yıl d ö n üm ü d ür.
Bu kanunla, genç Türkiye Cumhuriyeti kendi insanlarının göz­
lemleriyle saptadığı bir temel sorununa, kendi insanlarının yap-
tıcı incelemeden elde ettiği sonuçlar ışığında, kendine has, ancak
evrenselliği de olan bir çözüm getiriyordu. Bu kanunla A n a d o ­
lu nun yüzyıllardır insanlık kavramı ve insan onuruyla alay
•di n seci zindanının kapıları açılıyor, orada ışığı ona hasret ola­
cak kadar bile tanıyamamış olan insanlara adeta güneşten parça-
'ar dağıtılıyordu Anadolu her şeyden önce okuyacaktı! O kuyan
nadolu öğrenecek, öğrendiğini kendi çevresine uygulayacak,
uygarlığı ayağına getirecekti. Uygar olan Anadolu evrensel uygar­
lıkla konuşacak, kendi içinde tartışacak, uygar dünya ile haberle­
şerek birleşecekti. Uygar dünyada yerini alan Anadolu uygarlık
yapıcısı olacak, bilim üretecek, "muasır medeniyet seviyesinin
üzerine çıkacaktı." Köy Enstitüleri kanununu çıkaranlar, A n a d o ­
lu'yu "irşad etmek" iddiasını şiddetle reddediyorlardı. Hayır!
Onlar artık Anadolu'ya hükmetmeyecekler, fakat onunla d ü ş ü ­
necek, konuşacak, tartışacak, paylaşacak, onun kendisinden giz­
lenmiş hâzinelerini ortaya dökerek Türkiye'yi herkesin m alı ve
aynı zamanda herkesin yuvası yapacaklardı. Bu uygarlık susa­
mışlığında oradan buradan alınmış akıldışı ideolojilere yer yok-
86 Züm rütnâm c

tu. Köy Enstitüleri aslında Anadolu'nun insanlığa hediyesi olan


"aklın" ve "müspet ilimlerin" ürünü olarak doğmuşlardı. Köy
Enstitüleri o büyük Anadolu çocuğu Herakleitos'un dediği gibi,
gerçeği bulabilmek için önce gerekli olan "ortak"ı yaratacaklardı:
herkes uygarlık dilini konuşacaktı, herkes bilimsel düşünecekti.
17 Nisan ne yazık ki neşeyle birlikte hüzün de veriyor insa­
na. Çünkü bu yukarıda sayılanların hiçbiri olamadı. Herakle­
itos'un o en büyük iki düşmanı, aptallık ve cahillik, ondan 2500 yıl
sonra Anadolu'da gene hortladı ve Köy Enstitüleri'ni yok etti -
onlarla beraber Anadolu insanının insanca yaşama ümidinin çok
önemli bir kısmını da. Birisi bir enstitüde şu sözleri görmüş:

Şpkil 11. K öy Enstitiılori'nin


kurucusu M illi E ğilim
Bakanı Hasan-Âli Yticel,
İzm ir K ızılçullu Köy
E nstitüsü'ııde bir atölye der
sini teftiş ederken ( 1941
y ılın d a y a y ım la n an ilk Koy
Enstitüleri başlıklı y ıllıktan'
Entelektüel bakanın
şalısm da to p la n m ış o lan
uygar d ü n y a göriişü,
iiy dm lık devlet felsefesi ve
saygılı lıalk sevgisi, başını
okşam akta o ld ııg u
öğrencinin g özle rind e
ckun-ibîlerı geleceğe d ııy u
laıı engin g ü v e n ve ülk esine
d u y u la n içten ın.ıncın
k a yn acıyd ı I ıy ı m t ı l u l c ı».
A l.ıttifk 'ıııı ı in|>. u m an ım
uygar d ü n y a n m H » parçası
y.npm.ı projesinin en ö n e m li
u z a n t ıla r ın ım h ır ıy d ı ı.ı 1 .
« rh .ll.- tv r a,.l.,||lk y .
o ııl.ırı
17 N isa n ! 87

"Bozkırları b iz donattık, Tanrı'nın noksanını ta m a m la d ık " ve


bunu yazan kahrolsun" diye d ü ş ü n m ü ş ! H erhalde b u zat ke n­
dini dindar, o k u d u ğ u n u da k ü fü r zann ediyo rdu! H iç k u ş k u s u z
bilmiyordu ki, b ü y ü k A lm a n jeologu Baron L eopold v o n B uch
Prusya Bilimler A kadem isi'ne seçildiği g ü n y ap tığı k o n u ş m a d a
jeologun görevinin "tabiatın eksik bıraktığı işi ta m a m la m a k " o l­
duğunu bütün dünyaya ilan ediyordu. Tabiî zeki, b ilg ili ve k ü l­
türlü Leopold von Buch, kendi d in in in kitabını iyi biliy or ve Tan­
rı nın insanı "kendi suretinde" yarattığını, ona y e r y ü z ü n ü k e n d i­
sine tâbi kılm asını" em rettiğini hatırlıyordu (Tekvin, 1). G o ethe
de insana d ünyanın kü çük tanrısı dem iyor m u y d u ? B ü y ü k b ilg in
l-eopold von Buch kendi d in i gereği b u n ları b iliy o rd u am a, "T an­
rı nın noksanını tam am ladık " ibaresini o kuyarak dehşete d ü ş e n
zavallı, kendi dini gereği Kur"an'm in sandan A lla h 'ın halifesi o la­
rak bahsettiğini b ilm iy o rd u (örn. Bakam, 30, En am, 165). A lla h 'ın
dünyayı bir deneme m ahalli olarak yarattığını (örn. Enfal, 28), el­
bette bu denemede bizlere eksik-gedik bir sürü şey v e rd iğ in i,
bunları tam am lam ak için de bizleri akılla d o n attığ ın ı en basit b ir
ün bilgisinin bile verebilecek olm asına karşın, K öy E nstitüleri'ne
saldıranlar, b u kadarından bile m ahru m d u lar. En am, 35, p e y ­
gambere Tanrı'nın d ü n y a d a y aratm adığı şeyleri y a p m a y ı den e­
mesini salık vermiyor m u ? K öy Enstitüleri'ne saldıranlar, insana
yaratıcılığı çok görmekle, gazabından korktukları Tanrı'ya en b ü ­
yük hakareti ettiklerinin farkıda olam ayacak kadar en b ü y ü k g ü ­
nah sayılan cehaletin (Ar'âf, 199; Hûd, 46) pençesindeydiler.
Köy Enstitüleri ve onların ru h u so n u n d a T ayland'a k a d ar
gitti ama Türkiye'de kö k salam adı. B u g ü n , 1946'dan g ü n ü m ü z e
yaşanan eğitim fiyaskosunu düzeltm e k için yola çık an ların b il­
mesi gereken en önem li şey, e ğ itim in ik i am acı o ld u ğ u d u r : ) 1

öğrenmeyi öğretmek, ) öğrenm eyi öğrenen in sanların birbirle-


2

rıvle iletişim sağlayabilecekleri ortak bir k ü ltü r ü geliştirm ek.


Köy Enstitüleri'nin amacı, 2. D ü n y a Savaşı'nın fakir T ürk iy e 'si­
nin ortam ında bunları başarm aktı. Son yıllarda T ü rk iy e 'n in k a r­
şılaştığı ve her biri ülk e n in em niyetini ve h a lk ın bekasını c id d i­
yetle tehdit eden m uhtelif sosyal sorunlar, K öy E n stitü le ri'n in
amaçlarına ulaştırılm am ış o lm alarının T ürkiye'ye ne k a d a r p a ­
halıya patladığının görm esini bilenler için en açık d e lilid ir
Çocuk ve Bilim35

Büyük Taarruz hazırlanırken, kesin ve hızlı bir sonuca vara­


bilmek için Atatürk çok cesur, ama cesur olduğu kadar da riski
bol bir plan kabul etmişti. Harbiye'den hocası olan 2. Ordu Ko­
mutanı Yakup Şevki Paşa, ülkenin tüm olanaklarını adeta bir
kumara süren bu plana şiddetle itiraz etmiş, hatta bu itirazını
defaatle tekrarlayarak yazıya bile dökmüştü. Tecrübeli ve bilgili
komutan, tecrübesinin ve bilgisinin sesine uyarak ihtiyatı elden
bırakmamak gerektiğini tavsiye ediyor, ama salık verdiği ihti­
yatla ülkenin eninde sonunda elden gitmesinin kaçınılmaz ola­
cağını göremiyordu. Atatürk, sonunda paşaya "Hocam" demiş­
tir, "burada Harbiye'deki harp oyunlarını oynamıyoruz. Mem­
leket için kesin neticeyi almak üzere her şeyimizi tehlikeye at­
maya mecburuz." Daha sonra muzaffer ordu hızla İzmir'e doğ­
ru ilerlerken, yolda Atatürk'ün arabasıyla karşılaşan Yakup Şev­
ki Paşa, "Sen, bizim göremediğimizi gördün" diyerek eski öğ­
rencisinin elini öpmeye teşebbüs etmiştir. Şevket Süreyya Ayde­
mir, daha sonra İzmiı'e girilen gecede, Nifteki karargâhta, Ata­
türk'ün ruh halini şöyle anlatır: "Ve bu gece kendini biraz da sı­
kan bu karargâh havası içinde isyan eden bakışlarla etrafını süz­
dü. Sonra maiyetine bağırdı: 'Yahu, İzmir'e girdiğimiz akşamdır
bu... Bu kadar sessiz mi olacak? Haydi bari biz kendimiz şarkı
söyleyelim...' Ve hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler."
Ç ocuk ve B ilim 89

Ş * k ıl 23. M u s ta fa K e m a l y a r ım d a y a v e r le r in d e n C e v a t A b b a s G ü r e r , k u c a ğ ı n d a m i n i k Ü l k ü v e
k a rş ıs ın d a ik i Kışfca ',o c u k o l d u ğ u h a ld e k e y ifle b ir a s ın ı y u d u m l u y o r ! B ü y ü k le r , a r k a d a v e
u zak ta, ço cu k lar ise o n u n d i z i n d e ve d i z i n i n d ib in d e . B ü y ü k d â h i , k e n d i n i ç o k y a k ı n h is s e t t iğ i
b u k ü ç ü k “y a ş ıtla r ın a " b ır a k .ır a k g it t i C u m h u r i y e t i. G e r ç e k te n d e o " ç o c u k l a r " d e f a a t le o n u n
b u g ü v e n in e lâ y ık o ld u k la r ın ı g ö s te rd ile r . C u m h u r i y e t i v e u y g a r y a ş a m i d e a l li n , d ö n e m d ö n e m
kafa k a ld ır a n a p ta llığ a ve c a h illiğ e te s lim e tm e d ile r (B u e n fe s f o t o ğ r a f ın b ir k o p y a s ı n ı b a n a
hediye ed e n k ıy m e tli d o s t la r ım S a y ın H ü s e y in G ü r e r B e y e f e n d i'y e v e e ş i M e l ik e G ü r e r
M a n ım e fe n d i'y e te ş e k k ü r b o r ç lu y u m ) .

Belki N if kararg âhındaki m uzaffer k o m u ta n ın m a iy e ti,


onun in an ılm a z başarısının arkasında yatan cevherin, o n a k a­
rargâhta bağıra bağıra şarkı söyleten çocuk y a n ı o ld u ğ u n u d ü ­
şünm emiş, g ü n ü n b irind e İzm it'te bir çay p a rtisin d e her tü r lü
protokolü hiçe sayıp anne ve ba b aların ın e llerinde n k u r tu la ra k
onların dehşet d o lu bakışları arasında G a z i'n in b o y n u n a atla­
yan çocuklar için "onlar b en im y aşıtlarım d ır" d iy eceğini a k im a
getirmemiştir A m a b ü y ü k d âh i, d e h â n ın h ız lı d ü ş ü n m e k y a­
.3 6

nında aynı zam anda d ü ş ü n d ü k le rin i ak lın d o ğ r u /y a n lış b ilg i


yüküne ezdirm eden şekillendirebilm ek o ld u ğ u n u d a b iliy o rd u .
Bunu yapabilm ek için ya o y ü k ü oluşturan bilg ileri çok b ü y ü k
bir hızla yeni düşüncelerle karşılaştırabilm ek veya o b ilg i y ü ­
künden yoksun o lm ak gerekmektedir. İşte M ustafa K em al, de­
hâ ile çocuğun ara kesidinin yalnızca ve yalnızca d e h â n ın b ilg i­
li olsa bile yaratıcı olabilen, çocuğun ise bilgisi o lm a d ığ ı için
90 Zümrütnâme

muhayyilesinin yarattıklarını saklamaya ihtiyaç duymadan


tüm çıplaklığı ile dile getirebilen yanları olduğunu anlamıştı.
Yakup Şevki Paşa da onun yaratıcılığını önce çocukluk sanmış,
sonra gerçekle sınanınca dehâ eseri olduğunu takdir etmişti.
Bilim ve bilimsel düşünce, insan toplumunu da içeren ev­
renin yapısını ve evrimini yöneten yasaların, ortaya atılacak ce­
sur varsayımların gözlemle sınanması ile bulunabileceği esası­
na dayanır. Hem bu cesur varsayımlar, hem de onları sınayacak
gözlemler ise yaratıcılık olmadan yapılamaz. İnsan yaratıcılığı,
doğanın sırlarını insan düşüncesinde baştan yaratmak demektir, hatta
bunun da ötesinde doğada olmayanları yaratabilmek, kurgulayabil­
mek anlamına gelir. İşte bu yüzden Atatürk, doğru/yanlış bilgi­
lerle eli-kolu bağlanmamış, hayal gücü "büyüklerinkinin" kat
kat üstünde olan çocuklarda bütün evreni ve hatta daha da faz­
lasını baştan yaratabilecek tanrılar görüyor, geleceğimiz olan
bu tanrılara en büyük saygı ve en içten özenin gösterilmesini
istiyordu. Bu tanrıları körleştirecek her türlü eğitim engelini or­
tadan kaldırmayı kendisinin ve kuracağı yeni Türk devletinin
en önemli görevi olarak kabul ediyordu: "Türk çocuklarının
yüksek kabiliyetine inanım tamdır. Bunun binbir delili görüle­
bilir" diye yazmamış mıydı 2 Kasım 1933'te? İşte bu delillerden
biri ve belki de en anlamlısı, ulusunu geçmişin otoriter baskı­
sından kurtardığı 23 Nisan tarihini küçük tanrılarına adamış ol­
masıdır.
O, büyüklerin çocuklardan kuşkusuz daha bilgili ama asla
daha akıllı olmadıklarını bilen, bu halkın yetiştirdiği en büyük,
en yüce çocuktu.
Bu 2 3 Nisan da daha nice 2 3 Nisanlar yaratacaklarından hiç
kuşkum olmayan Atanın tüm küçük tanrılarına kutlu olsun!
XXI

Çocuğunu Yiyen S a türn 37

■i,|e. ı h yÜmdan Türkiye'nin ufku, yoğunluğu ve kalınlığı


darlık , artan ^ara bulutlarla sarılmaya başlanmıştı. Sözde din-
"lası a'llna' inançlara ulusun bireylerinin kendi başlarına
dilin " T * ım^an verebilecek bütün bağları, ona yabancı bir
leiın V0 l*,urun baltalarıyla kesen; sözde milliyetçilik adına m il­
leri , U^^ar dünYa ile bağlarını kopararak onu, A tatü rk 'ü n biz-
men r ' SXk,p ^ ardl& cehalet ve bağnazlık batağına gö -
0 ]n ' . ı e serbest teşebbüs adına, içinde hiçbir hür düşüncenin
lı . r * 1 Ve hal<ikatte bağımsız olm ayan bir toplum yaratıp
iba 3 UîTlİt„edel:)^ecekleri en üst düzey yaşam ın işte bundan
arei olduğu savını tezgâhlayan bir zihniyet devlete egem en
oldu ve ülkeyi yönetti.
Bu zihniyet; demokrasinin çoğunluğun borazanı sanıldığı
’ir ortamda, içine çektiği tüm bireyleri kısa zam an d a kendileri­
ne nıe yabancı politik araçlar haline getiren gericilik girdabının
aranhğma ülkeyi tamamen çekti sanılırken, hiç beklenm eyen
•■ir şekilde orada burada bu karanlığı yırtan ışıklar yan m aya
başladı! 1990 yılında bu ışıklar önce T Ü B İT A K 'tan yükseldi
Kemal Gürüz ve arkadaşları birkaç yıl içinde Türk bilim d ü n ­
yasının Haşan-Ali Yücel'den beri görm ediği bir iyi niyet ve teş­
vik hissini araştırmacılar arasında yaym ayı başardılar. H em en
ardından TUBITAK çok ciddî bir tercüm e işine girişti. O tarih­
lerde Guruz'ün başyardımcısı olan Nam ık Kemal Pak "Ö nü
muzdekı örnek Hasan-Ali Yücel'in tercüm e serisiydi" diyor;
92 /m ıın lr n in K

:N

i
Ç ocuğunu Yiyen Satürn 93

"bizier gençken onlarla b ü y ü d ü y d ü k . Y ücel'in çapm a h e n üz


gelemedik, am a amaç o n u n çizgisini tutm aktır."
Ankara'da şafak b u şekilde sökerken, İstanbul kendi ka­
rakterine ve tarihine yaraşır bir sabaha hazırlanıy ordu. Burada
güneşin yükseleceği nokta 1773'te O sm a n lI'n ın çürüyen u z u v ­
larına hayat vermek için d o ğan Miihendishâne, yani IT Ü 'ydü.
ITÜ'nün iki başarılı m e zu n u , iki kaliteli m ü h e n d is v l 1aynı za­
manda becerikli iş adam ı, İzzettin Silier ve E riin A rıoe lu ,
194fı'dan beri, yani Hasan-Âli Yücel'in m aarif vekilliğinden ay­
rıldığı andan itibaren, T ürkiye'nin uzerrne çöken gecenin artık
bitmesi gerektiğini d üşünüy o rlard ı. İçinde yetiştikleri ortam
onlara bu geceyi yırtacak tek ışığın A ta tü rk 'ü n ve Hasan-Âli
Yücel'in tabiriyle "m üsp et ilim " o ld u ğ u n u söylüyordu. Bu

134 g o cu kla rın d a n b irin i yiye n Satürn. Francisco


1o y a y Lu cie n tcs'in M a d rid 'in d ış m ahallelerinden
ou inde bulunan v e 27 Şu b al 1819'da salın a ld ığı Qııtnhl
•i* urda nun (Sağır A d a m 'm İn z iv a E v i) alt katine* ,xi
ü'iUınuıı girişin in karşı d u va rın a y ap ılm ış ik i d ik resim -
W-n bin olan Satürn, a k lı ezm ek, y o k etm ek isteyen
■•im ö zgü rlü k d ü şm an ların ı, aklın ka rşısın d a yer alan
«iim irrasyonel güçleri tem sil ediyordu Bu resim ,
1« ız c r temalar işleyen ve Qf<ffita'nm d u varla rın a
yapılm ış "Kara Resim ler" serisin d en biridir. G o ya'm n
1•ı muhteşem resm inden önce de Satürn Ispan ya'd a
1‘lisenin b o yu n d u ru ğ u n d a geçirilen zam anlarda
ülkeyi elinde b u lu n d u ran k a ra n lık gü cü temsil ediyor
dit. G o ya'n ın çağdaşı YVilliam VVordsvvorth İspanyol
lartn 18Ü8'de N ap olyo n 'a karşı ayaklan d ıkları haberi
ıızerine "Ispanya'ya Satürn'ü n h ü kü m ran lığ ın ın
döneceği" endişesini d ile getirm işti. A yd ın lan m a nın
filozof ressamı olan G o ya , Satürn'de Ispan ya'n ın kendi
çocuklarını yiyen b ir d e v i anım satm asını veya
İspanyolların birb irlerin i yem eleri tem asını da ifade
etmek istem iş olabilir. Bu ko n u d a detaylı b ir tartışma
ve literatür için b k z M ueller, P., 1984, Go\/ıı s Binek
Paintings Tnıih ami Keason in Ugfıt and Libert»/: Hıe
H isp a n ic Society of A m erica, N ew York, 253 ss.
Bilhassa, ss. 167-177). G o ya 'n ın bu k o rk u n ç tabloda
d u vara boşalttığı his ve düşünceleri, insana ondan
neredeyse b ir y ü z y ıl sonra Te vfik Fikret in Tarih-i
Kuttim'inde m ısralara d öktü klerin i çağrıştırm ıyo r mu?
94 Z ü m rü tn âm e

m ü s p e t ilim okul Iaboratuvarlarından, üniversite kütüphanele­


rinden çıkm alı, halka u za nm a lı, halkı kucaklam alı ve halkı, ül­
keyi, A ta'nın hayal ettiği gibi, y aln ız gecenin değil, tüm "m u­
asır m edeniyetin üzerine" yüceltm eliydi.
İşte Silier ve A r ıo ğ lıı etraflarına topladıkları m erhum Kâ­
zım Çeçen eibi hocaları ve dostlarıyla halka bilim i öğretecek bir
Bilim Merkezi kurm ak üzere yola çıktılar ve kısa zam anda ina­
n ılm a z mesafeler aldılar. O yle ki, G ü r ü z ve arkadaşlarının A n ­
kara'da yarattıkları ayd ınlık, İstanbul'daki A rıo ğlu, Silier ve ar­
kadaşlarının sabahıyla adeta birleşti, devletle vatandaş bilim
için elele verdiler
İşte geçen C um artesi IT Ü ’n ü n tarihi Taşkışla sının 109 n u ­
m aralı salonunda BUim Şenliği etkinlikleri arasında yapılan
Ömür Boyu Eğitim uluslararası paneline ben bu düşünce ve his­
lerle katıldım . PanelH° Dünya Bilim Merkezleri 2 . Kongresi baş­
kanı ve Calcutta'Haki Bilim Şehri m ü d ü r ü Dr. Saroj Ghose de
b ize H in d ista n 'd a başarıyla y ü rü tü le n b ilim merkezleri prog­
ram ını anlatırken, bvı çerçevede köylerde y ap ılan öğretim i ve
köylüye verilen tarım, sağlık, zanaat vb. e ğitim in i iftiharla an­
lattı.
"A m an! A m an !" diye d ü ş ü n d ü m : "B izim Köy Enstitüleri-
'ni anlatıyor adam ! Türkiye'de aptallık ve cehaletin b o ğ d u ğ u
Köy Fnstitiileri'ni! Yaşasalardı Türkiye’yi pırıl pırıl a y d ın lık ya­
pacak o örnek k u ru m la n !"
Ü m it ederim ki o feci olaydan ders alm ışızdır. U m arım ar­
tık bunl.ır lnr *laha olınaz. Türkiye Satürn gibi kendi evlatlarını
yemekten vazgeçer Arıoglu, Silier v e etrafındakiler, serbest
müteşebbisler olarak, artık T ürkiye'nin A ta'nın ç izd iğ i akıl ve
bilim yoiunda gitmek istediğinin altını çiziyorlar. U m arım İs­
tanbul Bilim Merkezi, şehrim izdeki pek çok özel m üze, özel
okul ve daha başkaları, güçlerini birleştirerek b u n d a n sonra ü l­
kem izde akıl d üşm an lığın ın hortlamasına, hayattaki en hakikî
m ürşitten gene ayrılm am ıza bir daha izin vermezler.
XXII

Doğu ve Batı 38
Türk biliminin insan bilgisine yaptığı en önemli katkılardan
biri ve Bitti adını taşır. Büyük arkeolog, sanat ve kültür ta­
rihçimiz Ekrem Akurgal, 1966 yılında Orient und Okzident adlı
bir eser yayımlamıştı. Bu eser hızla pek çok diğer Batı diline, ba­
cılarına birden fazla, çevrildi ve hâlâ da Doğu-Batı kültür alışve-
nşmin tarihi konusunda dünyada en çok atıf yapılan başvuru
kaynaklarından biri (ama daha Türkçe'ye çevrilmedi!). Bu ese­
rin ana teması, Helen kültür çevresinde . yüzyıldan itibaren
8

görülen büyük kültürel uyanış, hatta sıçrayışın, malzeme ve


esin kaynağının hemen tamamen Ön Asya'da bulunan büyük
doğu kültürleri olduğu idi. Akurgal daha önce geliştirdiği stil
eleştirisi yöntemi ile güzel sanatların Doğu'dan Batı'ya doğru
nasıl geliştiğini büyük bir ustalıkla belgelemişti. Yalnız kanımca
Akurgal'ın bu çok önemli eserini sadece zengin bir arkeoloji bel­
geseli ve enfes bir sanat tarihi kitabının da ötesinde, büyük bir
fikir tarihi sentezi haline getiren özelliği, yazarının Helen sanatı­
nın ilham ve malzemesinin doğudan gelmiş olmasına rağmen,
yepyeni bir mentalitenin ve onun kontrolündeki parlak bir ça­
ğın müjdecisi olduğunu görmüş, bu büyük değişikliğin Helen-
lerin düşünce sürecinde yaptıkları mucizevî bir buluşun sonucu
olduğunu fark etmiş olmasıydı. Akurgal eserinin sonunda güzel
sanatlarda görülen bu büyük atılımın, aynı anda ve aynı yerde
şiirde ve tiyatroda da olduğuna ve bunun bugün doğa bilimleri­
nin doğuşunu simgelediğini bildiğimiz felsefî hareketle de za­
man ve mekânda çakıştığına dikkat çekerek, tüm bu yeniliklerin
96 Zümrücnâme

nrtak paydasını teşhis etmişti: Bireysel özgürlük üzerinde yükselen


eleştirel akılcı düşünce1Al urgal, büyük eserinden on yıl önce ver­
diği bir konferansta bireysel hürriyetin Batı'da toplumsal bir
gündem haline gelmesinden sonra Doğu'nun gelişmede Batı'yı
bir daha yakalayamadığının altını çizmişti (Ortaçağ'da Doğu­
'nun Batı'yı işgal ettiğini unutmamak gerekir!).

ORIENT UND
O K ZID E N T
İMİ. r; I. H U R T d e r o r i k c i i i s c h i n k u n s t
VON

IİK K E M A K U R G A I.

I I OI . I . I . VI KI. AC i: ' l)KN I' U n

Ş e k il 25 L’krom A kıırg*ırın Doğu w (O n o ıf ıınıf Ukzidcnt) «ıdlı esrri, y.-ılnız Türk


A r k e o lo jis in in ortaya k o y d u ğ u <»rijin.il bir arkculojı v. s.ınat tATihı sentezi değil, lu m Türk
b ilim d ü n y a c ın ın u ıc ttiğ i eıı öne m li ve o /g ü ıı düytıiK’P tarihi V.ryitaklarından biridir.
lJo jju ve Batı 97

S ö m ü r g e c iliğ in p e k ço k ç ir k in y ü z ü n ü n a çık seçik o rtay a


lö k ü lm e s i, s ö m ü r ü le n u lu s la r d a k e n d ile r in i s ö m ü r e n le r d e n
a y ıra n he r t ü r lü k o le k tif etikete karşı p e k h a k lı b ir a n tip a ti
u y a n d ır m ış , s ö m ü r e n u lu s la r ın a y d ın la r ı d a b u a n tip a tiy i p a y ­
la şm a k ta g e c ik m e m iş le rd ir. D o ğ u , orient, a n tip a ti d u y u la n b u
terim le r a ra s ın d a d ır . H a tta 20. y ü z y ılın ilk y a rıs ın ın s o n u n a k a ­
d a r b ir b ilim d a lı o la n oryantalizm d e s ö m ü rg e c i g ü ç le ri s im g e ­
le d iğ i iç in a d ın ı terk e tm e k z o r u n d a k a lm ıştır.
A n c a k so n z a m a n la r d a g id e re k a rta n d o z la r d a D o ğu - B atı
s e n te z in d e n b a h s e d ild iğ in i, B a tı'y ı ve D o ğ u 'y u tem sil e d e n k ü l ­
tü rle rin k a y n a ş a r a k o rtak , d a h a z e n g in b ir k ü lt ü r o lu ş tu ra c a k la ­
rı in a n c ın ın d ile g e tir ild iğ in i, d o la y ıs ıy la D o ğ u 'n u n re h a b ilite
e d ild iğ in i, d u y u y o r u z . Ö z e llik le ü lk e m iz d e g e ç tiğ im iz b ir y ıl
iç in d e p e k ço k e n te le k tü e lin y a z ı ve s o h b e tle rin d e —b a z e n h a lk ı­
m ız ın b ilin e n g ü n c e l s a n c ıla rın a a tıf y a p ıla r a k — b u in a n c ın d ile
g e tir ild iğ in i g ö r d ü m . E p e y b ir z a m a n ın ı A s y a 'n ın d e ğ iş ik ü lk e ­
le rin d e je o lo jik a ra ş tır m a la r y a p a r a k g e çirm iş b ir b ilim a d a m ı
o la ra k , b u in a n c ın , k ü lt ü r le r in d e her d ü ş ü n s e l sistem g ib i e v rim
g e ç ird ik le rin i, k ü ltü r e l ö ğ e le r in , y a ş a m ın in s a n a s u n d u ğ u so­
r u n la r a ö n e r ile n ç ö z ü m le r i te m sil e d e n h ip o te z le r o l d u ğ u n u gö-
z a r d ı e ttiğ i k a n ıs ın d a y ım . D e m o k r a tik id a re s iste m le riy le a n c a k
g ü n ü m ü z d e ta n ış m a y a b a ş la y a n D o ğ u 'n u n , t ü m ta rih i b o y u n c a
- H e le n b ilim in in v â ris i 7.-15. y ü z y ıl İs lâ m k ü lt ü r çevresi hariç-
b ilim s e l b ir g e le n e k g e liş tirm e m iş , gerek to p lu m s a l gerekse d e
d o ğ a l ç e v re n in ele a lın m a s ın d a eleştirel a k lı —is tis n a î ve ç o k
ö n e m li b a z ı bire yle r d ış ın d a — k u lla n m a m ış ve to p lu m a m a l e d e ­
m e m iş o lm a s ı, b u g ü n h e m e n t ü m D o ğ u 'n u n d a kendi isteği ile
geleneksel d ü ş ü n c e ta r z ın d a n a y r ıla r a k B a tı'n m , y a n i bilimsel
d ü ş ü n c e ta r z ın a g e çm e y e b a ş la m a s ı s o n u c u n u d o ğ u r m u ş t u r .
B u ra d a d a D a rv v in 'in e v r im m e k a n iz m a s ın ın e n ö n e m lile r in d e n
b iri ge reği ü s t ü n o la n d ü ş ü n c e siste m i, az g e liş m iş o la n ı d o ğ a l
o la ra k ta rih e g ö m m e k te d ir . Y an lışla d o ğ r u n u n " s e n t e z in d e n "
d o ğ r u n u n ç ık m a s ı - k im ne derse d e s in - m a n tık e n m ü m k ü n d e ­
ğ ild ir. Y a n lış d o ğ u r a c a k g a y ri b ilim s e l r o m a n tik s e n te z le rd e ıs­
rara k a lk m a k , ta r ih in d e fa a tle g ö s te r d iğ i g ib i, in s a n la r ın g ö m ü l ­
m e s iy le s o n u ç la n ır. M a rife t, in s a n la r ı d e ğ il, y a n lış lığ ı b e lg e le n ­
m iş d ü ş ü n c e le r i g ö m m e k tir .
XXIII

39
Bilimsel Bir Kitapta Kendini Gösteren
Bilimsel Kafa

"1919 senesi Mayısının 19. günü Samsun'a çıktım. Vazıyei


ve manzara-i um um iye:" Bu kelimelerin kendine "kültürlü" sı­
fatını yakıştıran herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına
tanıdık gelmemesi imkân dışıdır. Mustafa Kemal Paşa, 15-20
E k im 1927 tarihlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Kurulta­
y ın a altı günde o kuduğu ve içinde 1919-1923 yıllarının hesabını
verdiği b ü y ü k Nutuk'unu yukarıdaki sözlerle açmıştır Bilhassa
N utuk'u n içeriğini okuduktan sonra bu açış cümlesi bir diğer
b ü y ü k klasiğin, AvusturyalI büyük jeolog Eduard Suess'un bir
do ğa bilim i şaheseri olan Arzın Çehresi (Das Antlitz der F.rde) adlı
dev yapıtının açış ifadesini bana hatırlatmıştı: "Gezegenimize
göklerden yaklaşan bir gözlemci, kızılımsı-kahverengi bulutları
kenara iterek gözlerinin altında bir gün esnasında dönerek ken­
d in i ona takdim eden yerkürenin yüzeyinin genel manzarasını
görebilseydi... Suess'ün 1883-1909 yılları arasında dört büyük
cilt olarak çıkan eseri, 19. yüzyıl sonuna kadar yerbilimlerinde
yapılan çalışmaların bir özeti değildi. Suess, dağ kuşaklarının,
kıtaların ve okyanus havzalarının yapısı ve evrimi hakkında
1870 li yılların başından beri geliştirmekte olduğu yepyeni fikir­
lerini o zamana kadar tüm dünyanın yüzeyinde birikmiş olan
gözlem malzemesinin süzgecinden geçirmiş, yer yer bizzat bu
gözlem malzemesini eleştirmiş, fakat büyük ölçüde yapısal je­
olojinin eski kuramsal yapısını tamamen yıkarak yerine yepyeni
bir abide inşa etmiştir. Bu abide yapılırken Suess'in kullandığı
Bilim sel Bir Kitapça K en dini Gösteren B ilim sel Kafa 99

- JJ
^ AN I I J T Z Dİ U I Km

i I’I \
l'i» I I

^«■Vıl îa Elı.ştırel «ıkılcı düşünceyle ele aldık ları p roblem lerin çö z ü m şekillerini nnhıtnn iki
bilimsel ■iî.ıp M ustafa K em al'in Nuh/k'u n u n (1927) ve E dunrd Su ess'ün Düs A nt!it der
f'rrfe’sının birinci cildinin (1883) başlık snhifelerı.

teknikler kendinden önceki jeologların k u lla n d ığ ın d a n farklı d e ­


ğildi. O da yüzyıllardır biriken taş b ilgisini ku lla n m ış, kayaç
1iitlelerinin karşılıklı m ekân ilişkilerinden, herkesin k u lla n d ığ ı
aklıselim kurallarından istifade ederek, zam an ilişkilerine var­
mıştı; Suess'ün elindeki yerküresi fiziği bilgileri herkesinkinden
değişik değildi. Suess de fosilleri herkes gibi tanıyor, herkes gibi
yorum luyordu. A m a m eydana çıkardığı eser herkesinkinden o
derece farklıydı ki, yerbilim ciler haklı olarak b ü y ü k bir bilim sel
devrim ve o n u yaratan bir dehâ ile karşı karşıya old u k ların ı, A r­
zın Çehresi'n in daha ilk cildi y ay ım lan ır y ay ım lan m a z anladılar.
N eydi Suess'in eserini bu derece değişik yapan? O nasıl
o lup da herkesin elindeki im kânları kullanarak hiç kim senin ya­
p a m adığın ı yapmıştı? Bu soruların cevabının önem li bir kısm ı
b ü y ü k d âh in in kitabının içinde gizlidir. Suess, açış cüm lesinin
de gösterdiği gibi her şeyden önce gerçeği görm ek için gözlem
yapıyor, olabildiğince kim senin aklına gelm em iş yeni bakış açı­
ları yakalamaya çalışıyordu. H içbir teoriye bağlılığı yoktu, ama
kendinden önceki tü m teorileri detaylarıyla biliyordu: Suess'ün
100 Z u m rücnâm e

bilimsel literatür t-ilgisi efsanevîdir. En zırva fikirleri bile büyük


bir ciddiyetle ele alıyor, ancak en sarsılmaz görülen fikirleri bile
en acımasız bir şekilde eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Bıkıp
usanm adan fikir üretiyor, bunları değişik içeriklerde deniyor»
■özlemle çeliştiği su götürmez olanları, üzerinde ne kadar zah­
metle çalışmış olursa oisun, hemen eliyordu. K e n d i s i n e yönelti­
len «-k-şiırileri ancak somut bir yanlış veya tutarsızlık gösteriyor­
larsa ciddiye alıyor, örneğin kendisi ile "o jeolog değil, jeomııha*
b ir d ir veya jeoşair" diye alay edenlerin sözleri ise bir kulağında 1
giriyor, diğerinden çıkıyordu. Suess öldüğü zaman kendısiyle
dalga geçenler çoktan tarihin içinde kaybolmuştu, ama onun v ’
rattığı t*scr kendinden sonraki jeolojinin temeli olmuş, Suess e
gelmiş geçmiş en büyük yerbilimci sıfatını kazandırmıştı.
Nutuk' u o k u d u ğ u m zam an, onun Suess'ün eseri, içindeki
lerin de o nun yöntemleriyle gösterdiği benzerlik beni hayr*^L’
d ü şürm üştü tlo/.lemdeki kapsam, ısrar ve isabet, her fikre hur
met ancak her fikri gözlem ışığında acımasızca eleştiri, başkala
rının gözlem lenin bilmedeki bilginlik ve kullanmadaki maha
ret, gerçeği ve gerçeği arama azmi ve bu azimdeki -ken
d i fikirlerini de zam an zaman çöpe attıran— h o ş g ö r ü s ü z l ü k ,
Mustafa Kem al'in çalışma yönteminin en belirgin taraflarıdır
ve bunlar Suess'te olduğu Ribı onda da yöntemi bilimsel yap­
m aktadır O da Suess gibi kendisiyle dalga geçenleri mahcup
etmiş, o da tarihe -bıı .- fer toplumsal içerikli- bir beyaz dev­
rim kapandırarak, üstelik, sosyal bilimlerin de doğa bilimleriyle
c.ynı yöntemlerle yapılma i zorunda olduğunu göstererek, böy-
Iece yalnız Türkleri değil, tüm insanlığı bir adım daha ileri gö-
turerek bu dünyadan şerefle göçüp gitmiştir. Bu yüzden 1Q
Mayıs 1919 u, halkına akim vr bilimin yolunu açtığı o kutsal
yunu. insanlara e k tird iğ i açlardan ötürü tarihe- gommey. ka­
fasına koyduğu o ilkel kültür yüzünden h.çh.r zaman öğrene-
medıgı doğum gununun yerine kullanmıştır
XXIV

, ,
Sanat Nesnellik Bilimsellik, Akılw

I ü',ül yaşımdan beri resimde empresyonistlerden itibaren,


ırıu/ıl iı- de romantiklerden itibaren gelişen modern akımların
ürünlerinden bir türlü haz alamamışımdır. Bu ürünlerden hoş­
lanan pek çok dostum da benim bunları anlamadığımı, anla­
mak içııı çaba göstermediğimi söyleyip dururlar bana. Ben ise
biilun iyi niyetim ve yeteneğimle bunları anlamaya çalıştığımı
■«oyler, ama bunu başaramadığımı itiraf ederim.
Genellikle hep şu tartışmayla biter konuşmalarımız: sanat
sanat için midir, sanat başka şeylere de hizmet etmeli midir?
•'■en, bilhassa 20. yüzyıl sanat dünyasında, bundan daha temel
ır sorun olduğu kanısındayım: Sanat sanatçı için mi, yoksa baş­
kaları için mi? Bir diğer ifade ile, sanat bir iletişim aracı mı,
yoksa yalnızca bir kişisel tatmin vasıtası mıdır? Eğer sanat yal­
nızca bir kişisel tatmin vasıtası ise, bunu bir ikinci kişinin nasıl
değerlendirmesi beklenilebilir? Yani bu durumda resim, m ü­
zik, heykel, tiyatro, şiir, nesir, vb yarışmaları yapmanın bir an­
lamı kalır mı? Kalırsa burada kullanılacak kıstaslar nasıl belir­
lenmelidir?
Sanat tarihi ve arkeoloji dünyasının klasikleri arasında olan
Doğu ve Batı isimli büyük eserinde Ekrem Akıırgal sanatın evri­
minden bahsederek, Doğu'da binlerce yılda çok yavaş gelişen
sanatın, Batı'ya, yani Ege Denizi çevresindeki Yunan dünyasına
gelince birdenbire bir patlama yaptığını ve birkaç yüzyılda çok
gelişmiş bir hal aldığını söylüyor. Nedir Akurgal'ın gelişmişlik
kıstası? Tasviri sanatlarda üç boyutluluk, tiyatroda çokseslilik
102 Z ü m r ü tn â m e

ve h e p s in d e g erçekçilik ı .erçekten b u g ü n de gelişmiş toplum


la r ın s a n a t ta rih le rin e b a k tığ ım ız d a , y u k a rıd a sayılan bu kıstas­
la r ın " g e liş m iş liğ in " belirteci s a y ıld ığ ı görülüy o r, mesela mü­
z ik te ço k seslilik, O rta A.sya ve b azı A frika m üziklerinde (hatta
en ilk e l in s a n la r d a n o la n p ıg m e le rd e bile) çok sesli m ü zik bilin­
m e sin e r a ğ m e n , g e n e llik le - am a m o d e rn m ü z ik kuramcıları ta­
r a fın d a n d e ğ il!- g e liş m iş liğ in kıstası addedilegelmiştir. Ben
A k u r g a l'ın k u lla n d ığ ı kıst.ısl.ırda temel bir gerçeğin bulundu­
ğ u n u h e p his se ttiğim Halde, b azı sanatkâr ve /ve y a sanat-bilir
d o s tla r ım b a n a sa n a tın b u tür kıstaslarla ölçülem eyeceğini, sa­
n a tın s a n a tç ın ın k e n d i â le m in i b e tim le m e tarzı o ld u ğ u n u , yani
h e p te n ö z n e l b ir faaliyet o ld u ğ u n u söylem işlerdir. Tabiî bu ta­
m a m e n d o ğ r u o la m a z . D o ğ ru ise, sanat y arışm alarının anlamı
k a lm a z , san at m ü z e le r in e ve sergilerine y ap ılan ziyaretler, kon­
serlere g id iş le r d e bir a k ıl hastanesine y a p ıla n ziyaretlere indir­
genir.
Ben b u t ü r tartışm alarla b ir yere v a ram a zke n, m a te m a tik
y a n ı g ü ç lü o la n şöhre tli b ir jeolog d o s tu m , A k d e n iz 'in 5 m il­
y o n y ıl önce ta m a m e n k u r u d u ğ u n u n kâşifi, Z ü rih 'te k i Federal
Teknik Ü n iv e rsite (E T H ) pro fesörlerinden Kenneth J. H s ü m ü ­
zisy e n o la n o ğ lu y la ilg in ç b :r k e ş if y a p tık la rın ı söyledi bana:
" M ü z ik , d a h a d o ğ r u s u batı m ü z iğ i," d e d i Ken, "Beethoven'in
sun k u a rte tle rin e k a d a r fr a k ta l ge liy o r a zizim . O nlarla beraber
fr a tta l ö z e llik k a y b o lu y o r!" Fraktal, en kısa şekilde bir b ü tü ­
n ü n p a rç a la rın ın b ü t ü n ü n ta m a m ın a olan benzerlik derecesi
o la ra k ta n ım la n a b ilir K en'e, "B u sınır, b enim de m üzikteki be­
ğ e n i s ın ırım la tam çakışıyor," d e d im "Elbette," d iy e cevap
v e rd i " Ç ü n k ü fraktal m ü z iğ in , ıç yapısı klasik m im a rî gibi,
rasyonel. H a lb u k i fraktal o lm ay a n m iiz ik bu iç yap ıd an yok­
sun , irrasyonel "
O g ü n b u k o n u y a d e v a m edem edik. D aha sonra da bir d a ­
ha ona d ö n e m e d ik A m a K en'in ve o ğ lu n u n ilginç gözlem i be­
n im u z u n z a m a n d ır içim d e olan bir kanıyı g üçlendirdi Sanatın
d a nesnel kıstasları vardır O enellikle y a p tığ ım ız gıiııul/akıl uyı-
rımı gerçek d e ğ ild ir Her jey .ikildir A kıl dışı olan nihayet ref­
leks ve iç g ü d ü d ü r. Refleks ve iç g ü d ü y le de xan.ıt yapılabilir;
a m a o n u a n la m a k istiyorsak gene akis başvurm ak zorundavıv
Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl 103

Hislerine teslim olmak, nihayet hayvanlığa teslim olmak de­


mektir (bu her zaman olumsuzdur demek istemiyorum). Ancak
insandaki âşığı yaratan da, ondaki vahşî yanı ortaya çıkaran,
onu canavar yapan da, işte bu akıl dışı his olduğuna göre, aklın
emniyetinde yaşamak bana daha şayanı tercih geliyor. Bilimde
de, sanatta da, yaşamda da.
XXV

Türkiye'nin Kültür Sorunları41

Yukarıdaki benim başlığım değil. Ben böyle bir başlığı ve­


rinde gösterebilecek kapsamda bir yazıyı yazabıleo-k ne bilgiye
ne de cesarete sahibim. Başlık, yeni yayımlanmış bir kitaba ait.
Kitabın yazarı da, Türkiye'nin kültür zenginliğinin ad'-ta sem­
bolü olmuş, üstün düzeyli bilimcilik ile geniş alanlı kültür
adamlığını zarif, müşfik ve cömert bir kişilik içerisinde topla­
mayı becerebilmiş, seksenyedinci yaşında da bütün ömründe
olduğu gibi bilimin, insanlığın, ülkesinin ve halkının sorunla­
rıyla yakından ilgisini kesmeden, bunlara çözümler önermek­
ten bıkmadan yaşayan, kelimenin gerçek anlamıyla bir bilge
Uç hafta önceki yazımda, arkeoloji ordinaryüs profesörü hkıvm
Akurgal m Doğu ve Batı adlı klasik eserinden bahsederken
"Akurgal, büyük eserinden on yıl önce verdiği bir konferansta
bireysel hürriyetin Batı da toplumsal bir gündem haline gelme­
sinden sonra doğunun gelişmede Batı'yı bir daha yakalayama­
dığının altını çizmişti" demiştim. 1998 Mart'ında Ankara'da
Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye'nin Kültür Sorun­
ları adlı eserin 67. ve 79. sahifeleri arasında, orijinali 1956 yılın­
da Belleten dergisinde yayımlanmış olan "Tarih İlmi ve Ata­
türk" başlıklı bu konferansın tam metni yer alıyor. Ben bu kon­
feransı ilk defa Ekrem Bey'in bana göndermek nezaketinde bu­
lunduğu orijinal Belleten ayrıbaskısında okumuş ve müthiş he­
yecanlanmıştım. 20 Aralık 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakiiltesi'nde Prof. Akdes Nimet Kurat
tarafından tertiplenen kollokyumlardan biri olarak sunulmuş
Türkiye nin Kültür Sorunları 105

Şekil 27, A ta tü rk 'ü n başlattığı


ay dınlan m a hareketinin yetiştirdiği
en parlak y ıldızlardan biri, belki de
en b ü y ü ğ ü Ekrem A kurgal (1911-),
Celâl Şengör ve N ezih Başgelen'le
İzm ir1deki evinde çalışma odasında
(M art 1997). Ekrem Bey, bana soh­
betlerim izde sık sık, "insan bir
k u y u y a g irip, öm rü boyunca
yalnızca g ö k y ü z ü n ü k uyun un
dibinden seyrelmemeli" demiştir.
"K u y u d a n çıkmaya çalışarak
yeryüzüne ulaşm alı, başka kuyu
larda o lu ranlarla ilişki kurm alı,
onların öğrendiklerinden yararlan
malı ve bilgisini genişletip
genelleştirmeli, içinde yaşadığt
âlem i bir b ü lü n olarak anlam aya
çalışm alı." Ru geniş bakış açısı, sırf
belimlemeye değil, anlam aya y öne­
lik çalışma ve anladığını yalnız
bilim ciyle değü tüm insanlıkla
paylaşma arzusuyla kam çılanan bir
öğretm enlik, Ak u rg al'm başarısının
sırrım oluşturan bileşenlerdir

olan bu konferans, Doğu ile Batı arasındaki düşünsel farkları


detaylı bir tarih ve felsefe temeli üzerinde herkesin anlayacağı
bir dille irdeleyen ve Atatürk'ün çağdaşlaşma ve uygarlaşma
politikasında niçin herhangi bir Doğu-Batı sentezine yer ver­
mediğini bu temel üzerinde açıklayan bir çalışma. Ekrem
Bey'in Doğu ile Batı arasındaki en temel farkı Doğu'da hürriye­
tin olmaması ve demokratik devletlerin gelişmemiş olması şek­
linde özetleyen tezini okuyunca, kendisinden bu konferansı
güncelliği nedeniyle mümkün olan en kısa zamanda tekrar ya­
yımlamasını rica etmiştim. Hoca bir müddet nazlanıyor gibi
göründü. Ben de elbet bunun bir nedeni vardır diye beklemeye
aşladıydım. Geçenlerde "Türkiye'nin Kültür Sorunları"nın
imzalı bir nüshası önüme gelince, gecikmenin nedenini anla­
dım. Ekrem Bey, bu kitapta, bahis konusu konferansını Türki­
ye nin Cumhuriyet'ten ve bilhassa 1946'dan sonra yaşamaya
»aşla'lığı kişilik sorunu ile ilgili yazdığı diğer makalelerinden
106 Z üm rü tn âm e

o lu ş a n b ir çe rçeve iç in e alm ış, bu çerçeveyi de Anadolu uygar­


lık la r ın ın ta r ih i içeren ö z lü ve ö z g ü n bir sentezin üstüne asmış
E k r e m B e y 'd e n "B o ğ a B o y n u z u n u n Üstündeki Evrvn"den
" O r t a A s y a T ü r k S a n a tı"n a , "Batı K ültürü ve Türkler'den
" U l u s a l M im a r lığ ı m ız " a , " K ü ltü r I ,olılık.ım ız"dan, "Türki­
y e 'n i n D ış a T a n ıtılm a s ı" n a d a ir yazıları okuyunca insan tevarüs
e t t iğ im iz v e iç in d e y a ş a d ığ ım ız k ü ltü rü n zenginliği ve çok yön­
l ü l ü ğ ü ile h a y re te d ü ş t ü ğ ü gibi, tam am en uygar bir toplum ola­
r a k k ü l t ü r ü m ü z ü n D o ğ u lu elem anlarını da, Batı uygarlığından
t a v iz v e r m e d e n , y a n i ik isin i birbiriyle harmanlamaya kalkma­
d a n , n a s ıl k o r u y a b ile c e ğ im iz , on ların keyfine nasıl varabilece­
ğ i m i z o r ta y a çıkıy o r. E krem Bey, k ü ltü r öğelerinin el yordamıy­
la d e ğ il, b ilim s e l g ö z le m le , hislerle değil akıl yoluyla/ dar gö­
r ü ş lü r o m a n t ik m illiy e tç ilik veya üm m etçilikle değil, geniş,
u lu s la r a r a s ı b a k ış açısına sa h ip rasyonel bir ulusçulukla öğreni­
l i p k o r u n a b ile c e ğ in i anlatıyor. Sık sık A tatürk'ün b u k o nulard a­
k i g ö r ü ş ve p o litik a la r ın ı özetleyerek, onlardan yeri geldikçe
ö r n e k le r vererek, epey b ir z a m a n d ır akılcı ve bilim».*! yoldan
s a p m ış o la n k ü lt ü r iş le rim iz in nasıl tekrar düzene sokulabilece­
ğ i n i b iz le r e a n la tm a y a çalışıyor.
E k re m A k u r g a l, h e m b ilim hem de k ültür işlerinde b ü tü n
d ü n y a d a b ü y ü k s a y g ın lık k azan m ış bir insandır. Bilimsel kuru­
lu ş la r d a n a ld ığ ı b ilim s e l ö d ü lle r kadar, m uhtelif devletlerin
te m s ilc ilik le r in d e n uluslararası k ü ltü r alışverişine ve zenginleş­
m e s in e y a p t ığ ı k a tk ıla r için a lın m ış nişanları da herhalde göğ­
s ü n ü b ir k a ç kere k ap layacak kadardır. Dolayısıyla y ukarıd a
ö z e tle m e y e ç a lış tığ ım fikirleri u z u n ve çok başarılı bir meslek
y a ş a m ın ın d e n e y im le rin d e n g ü çlü bir zekâ tarafından süzül­
m ü ş g ö r ü ş le r d ir . E nte le ktüe lliği, her nasılsa rasyonalitenin ürü­
n ü o la n b ilim s e l g ö rüşle ri değil de, örneğin kültürel rölativizm
g;ibi a k ıl d ü ş m a n ı her tü r lü rom antik fikri savunm ak sanan, sa­
n a t ve k ü lt ü r ü n nedense b ilim in —hele doğa bilimlerinin- tama­
m e n d ış ın d a o ld u ğ u n u d ü ş ü n e n tü m "aydınlarım ıza"(!) Akur-
g a l'ın b u enfes p o tp u r is in i o k um alarını salık veririm.
XXVI

Yerbilimlerinin Geleceği42

Bu yazıya "Yerbilimleri ve Heisenberg" başlığını vermeyi


ile düşündüm, çünkü konu yerbilimlerinde giderek artan so­
yutlaşmanın bizleri nereye götüreceği sorunu. Yüzyılımızın bü­
yük fizikçilerinden Werner Heisenberg, fizikte doğayı yöneten
kanunlar hakkındaki bilgilerinvz arttıkça somut nesneler hak-
kındaki bilgilerimizin azaldığını iddia etmişti. Örneğin, ato­
mun yapısına giderek artan bir detayda nüfuz edildikçe, bu ya­
pı artık aklımızda canlandırabileceğimiz bir resim değil, bir
matematik ifade şeklini alıyor ve atom bir aklî resim olarak or­
tadan kalkıyor.
Yerbilimleri ise, geleneksel olarak, aklî resimlerin egemen­
liğinde inşa edilen modellerin anlayışımızı yönlendirdiği doğa
bilim dallarıdır. Hatta yerbilimlerinde okumak isteyen bir öğ­
renciye üç boyutlu tasavvur yeteneği yoksa, bu işten yol yakın­
ken dönmesi tavsiye edilir. Tarihte Georges Cuvier, Alexander
von Humboldt, Eduard Suess, Emile Argand gibi büyük yerbi­
limciler hep karmaşık üç, hatta dört boyutlu modelleri kurabi­
len kişiler olarak şöhret yapmışlardır (en karmaşık yapıları üç
boyutta düşünme ve çizme yeteneğinden ötürü Argand'ın ho­
cası, kendisi de büyük bir jeolog olan Maurice Lugeon, ona "si­
hirbaz" demişti).
Günümüzde ise, yerbilimleri teknolojideki büyük geliş­
meyi izleyerek giderek daha büyük ve daha küçük olaylarla
uğraşmaya başladı. Örneğin, jeokimya dev hamleler yaparak
108 Z ü m rü tn â m e

s o r u n la r ın ı a rtık m o lc k ü le r b o y u tla r d a tartışıyor, m a g m a evri­


m in d e ve ya ısı ve b a s ın ç a lt ın d a taş b a ş k a la ş ım ın d a (meta-
m o r f iz m a ) m o le k ü le r m o d e lle r in r o lü n ü ö n e çıkarıyor. Jeofi­
z ik ise 2900 k m . d e r in liğ e k a d a r in e n yer m a n to s u içindeki ya­
p ı ve h are k e tle ri d e n iz d e su s a th ın d a k i sa n tim e tre düzeyinde
o la n y ü k s e k lik fa r k lılık la r ın ı ölçerek in ce liy o r! K ıta defomıas-
y o n u , d e p r e m le r d e k i fay m e k a n iz m a s ı ç ö z ü m le r in d e n ve uy­
d u je o d e z is in d e n —y a n ı u y d u la r ın ö lç t ü ğ ü y ü k s e k lik ve uzak­
l ı k d e ğ e r le r in d e n — h are k e tle o lu ş t u r u la n m a te m a tik m o d e l l e r ­
l e iz le n iy o r. B ü t ü n b u n la r d a a rtık taşı e lde çekiç d o ğ r u d a n
g ö z le y e n je o lo g a a y r ıla n yer g id e re k d a r a lıy o r G erçekten de
y e r b ilim le r in d e e s k is in d e n çok d a h a fazla tem el e ğ itim im fi­
z ik veya k im y a d a , h a tta m a te m a tik te y a p m ış b ilim c ile r g ö rü ­
y o r u z . P eki b u y av a ş y a v a ş je o lo jin in fiz ik le ş tıg ı ve kim yalaş
tığ ı ve d o la y ıs ıy la o r ta d a n k a lk m a y a y ü z tu tt u ğ u a n la m ın a mı
g e liy o r?
B öy le b ir in d ir g e m e c i y o r u m d o ğ r u olsa m - hoş o l u r d u !
N ih a y e t her şey fiz iğ e in d ir g e n ir ve b iz k â in a tın sırlarına n ih a­
yet u la ş m ış o lu r d u k . A m a ne y a z ık ki gerçek â le m b öyle değil
H e is e n b e rg 'in so y u t k a n u n la r ı b ize a to m ik d ü z e y d e ve k âin a­
tın ta m a m ı ö lç e ğ in d e y a r d ım c ı o lu y o rla r, a m a b u n la r b i r petrol
k u y u s u d e lm e k için b ilin m e s i gereken y a p ıy ı b ize söyleyem e­
yeceği g ib i, M e rih g e ze g e n in d e k i b ir ç ö k ü n tü a la n ın ın nasıl
o lu ş t u ğ u n u d a söy le yem e z. B u ralard a elde çekiç jeologa veya
e lde jeofon veya m a n y e to m e tre je o fizikçiy e ih tiy a ç en a z ı n d a n
g ö r ü le b ilir b ir gelecekte bitm eyecektir. Y a ln ız b u y erbilim cıleı
a rtık eski u s u l tabiat â lim le ri de o lam ay aca k lard ır. Z ira b u n la ı
y eni g eliştirilen fizik, k im y a ve m a te m a tik tem elli m o d e l l e r i
b ilip b u n la r ın so n u ç la rın ı a ra zid e s ın a m a k , icap ederse yenile­
rini b u lm a k d u r u m u n d a d ır la r . Yani, yeni nesil y e rbilim ciler es­
k is in d e n çok d a h a fazla ve üst d ü z e y d e m a te m a tik , fiz ik ve
k im y a b ilm e k z o ru n d a d ırla r.
Y e rb ilim le ri g eleceğin b ilim le rid ir. G ü n e ş s is te m in in keşfi
g e liştik çe , b u ra d a k i g e ze g e nle rin in ce le n m e sin d e y e rb ilim c i­
lere ih tiy a ç başgöste rm ekted ir. Bu yerbilim ciler, kozm ologlar-
la b irlik te , artık servis d is ip lin le r i d u r u m u n a g e lm iş o la n m a ­
te m a tiğ in k e n d ile rin e s u n d u ğ u d il ile fiz ik ve k im y a n ın va-
Yerbilimlerinin Geleceği 109

zettiği genel çerçeveli k a nu n la rı kullanarak, sınayarak, değiş­


tirerek geleceğin Kristof K olom b'ları olacaklar, in sanlığın ge­
leneksel evinden dışarı açılışında köprübaşlarını kuracaklar­
dır.
XXII

Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya*3

Sevgili Mehmet,
College de France’ta bir aylık bir der-- vermek ü/ere Paris'e
gelişimin haftası dolmadan burada meşhur bir sahafta Barth£-
lemy Faujas-Saint-Fond'un Hıstoire Naturelle de h Monta%ne de
Saint-Pierre de Maestricht (Maastricht'de Aziz Petrus Dağı’nın
Doğa Tarihi) kitabını44 bulmayayım mı! Cuvier ile birlikte Jar-
dın des Plantes'da (şimdiki Millî Doğa Tarihi Müzesi) jeoloji
profesörü ve müzenin idarecisi olan Faujas ın 1799 yılmda ya­
yımlanmış olan ve ilk defa detaylı bir şekilde bir Mozazor ıs
keletini tanıtan bu eseri zamanında ne kadar meşhur olmuştu
Gerçi zavallı Faujas karşılaştırmalı anatomiden pek anlamadı­
ğı için Mozazor kafatasını bir timsah kafatası zannederek fosili
bir timsah fosili olarak tasvir etmişti. Kitapta, bildiğin gibi, da­
ha pek çok denizel sürüngenin ve omurgasız hayvanın fosili­
nin tasviri ve enfes gravürleri var. Kitabı satın almadığım tak­
dirde beni asla affetmeyeceğini düşünerek yüklü fiyatını saha­
fa takdim edip, kıymetli mal koltuğumun altında, dairem’
döndüm.
Ancak kitabı okumaya başladıktan sonra, seni tasvir edi
len ilginç fosiller ve bunları gözler önüne seren enfes gravür­
lerden daha çok mutlu edecek bir nokta ile karşılaştım. Moza­
zor fosili bulunduktan sonra (bulunuş tarihi tam bilinemiyor;
1770 ile 1774 arasında bir tarih tahmin ediliyor), bunu bulan
taşocağı işçileri fosili, fosillerle ilgilendiğini bildikleri Dr. Jo-
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Riiya 111

hann Leonhard Hoffmann'a (1710-1782) veriyorlar. Ama fosilin


değerini duyan ve taşocağınm üzerindeki arazinin sahibi olan
papaz Godding Hoffmann'ı mahkemeye vererek fosili elinden
alıyor. Zavallı Hoffmann kıymetli fosilinin kaybının da verdiği
acıyla 1782 tarihinde ölüp gidiyor. Bu arada Godding fosili
evine yerleştiriyor. "Hak, geç olsa da yerini buldu" diye hikâ­
yesine devam ediyor Faujas kitabının 61. sayfasında: Fransız
ihtilâl ordularından meşhur Sambre ve Meuse ordusu, gene­
raller Duhesme ve Marescot kumandasında 1794 senesinde
Maastricht'in kapılarına dayanıyor. Daha sonra Mısır'da 14
Haziran 1800'de katledilecek olan General Klebeı'in de destek
vermesiyle Maastricht, 4 Kasım 1794'te düşüyor. Ama kuşatma
esnasında sorumlu generale o sırada Kuzey Orduları Bilim Ko­
miseri olan (rütbeye bak!) dostumuz Faujas, papaz Godding'in
evini göstererek orada bulunan kıymetli fosili haber veriyor.
Tarihin adını ne yazık ki kaydetmediği bu asil asker derhal
Maastricht'i dövmekte olan topçu bataryalarına emir vererek
gösterilen eve katiyen nişan alınmamasını, bu evin korunması
gerektiğini söylüyor. İnan, sevgili dostum, Fransız askerleri-

Ş e k il 28 A Uartlıclem y Faujas-Saiııt-Fond'un Utstoırti Nnturelle ttt h Monlagnede Snint-lUerre de


Mnnslricfıt adlı eserinde (yanlış olarak tim sah d iye ) tanıttığı M ozazor kafatası fosili (Faujas'ın
eserinde IV. tablo).
/'.ümrurnâmc

Şr k il 28 11 M ozazo r fosilinin b u lu n u ş u n u gösteren tem silî robiın (FaMps'ın k itabının 37 ıayfa'


s ır d a başlık süsü).

nin, ülkelerinin bir ölüm kalım mücadelesi vermekte olduğu


bir savaşta, bir fosile gösterdikleri bu saygı benim gözlerimi
yaşarttı, hatıralarını şükran ve saygı ile andım. MaasUıcht'in
düşmesini izleyen dört gün içinde ihtilâl orduları meşhur fosili
harp ganimetlerinin arasına katarak 1795'in Şubat ayında Pa­
ris'e doğru yola çıkarmış bulunuyorlar. Fosil 23 Şubat'ta Pa­
ris'teki yeni evine yerleşiyor ve 23 Haziran'da aralarında Cu-
vier'nin de bulunduğu bir komisyon tarafından Maastricht'len
gelen sandıklar açılıyor.
Hikâyenin bundan sonrası herkesin bildiği: Fosil 1800'e ka
dar yanlış olarak bir timsah olarak tanıtılıyor. 1800'de Adrian
Camper Cuvier'ye yazdığı ve yayımlanan bir mektupta bunun
iguanaya yakın soyu tükenmiş bir kertenkele türü olduğunu
ortaya atıyor. Cuvier 1808'de bunun monitorlara ve iguanalara
yakın soyu tükenmiş bir kertenkele olduğunu doğruluyor ve
1822'dc İngiliz jeologu Conybeare bu fosile 'Mozazor' cins adl­
ın takıyor. 1829'da da ilk defa İguaııodon'u keşfetmiş olan İngi­
liz jeologu Gideon Mantell hayvana Mosasaıırus hoffmannii tür
adını veriyor.
Ancak bu mektubun amacı tabiî ki sana bildiğin bir terim
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya 113

tarihçesini anlatmak değildi. Burada yalnızca romantik bir dü­


şün eseri olan Fransız İhtilâli'nin kana buladığı Avrupa'da bir
sürüngen fosilinin akılcı ve akıllı insanlardan gördüğü ilgi ve
saygıyı vurgulamak istedim. Umarım, akıldan giderek uzaklaş­
tığını endişe ile izlediğim toplumumuz içindeki akılcı ve akıllı
insanlar da insanlığın en eski kültür yuvalarından biri olan İs­
tanbul'da oluşturmaya çalıştığımız doğa tarihi müzesi için aynı
ilgi ve saygıyı gösterirler, çocuklarımız içinde yaşadıkları doğa­
yı severek, sayarak, öğrenerek büyürler ve bazen, hayatları pa­
hasına da olsa, onlara bir fosili bombalamayı reddettirecek in­
sanlık şerefine yücelirler. Hasretle gözlerinden öperim, aziz ar­
kadaşım.
XXVIII

College de France:
Karşılıklı Güven ve Saygı Ürünü Yüce Bir Gelenek45

Hiç kuşkusu/ yaşayan en büyük yerbilimcilerden olan dos­


tum Profesör Xavier Le Pichon'un teklifi üzerine College de
France, jeolojinin taşkürenin yapısı ve evrimi ile ilgilenen brany
olan tektoniğin gelişmesine Fransız yerbilimcilerinin 19. yüzyıl­
da yaptıkları katkılar hakkında bir seri ders vermem için 1998
Mayıs ayı süresince beni Paris'e davet etti. Bu davet, Paris te
yaşayabilmem için yüklüce bir maaş ve Paris ın en mutena
semtlerinden birinin ortasında dayalı döşeli küçük bir apart­
man dairesini de içeriyordu. Buna karşılık benden istenen yal­
nızca birer saatlik dört ders vermemdi! Bu cömertlik karşısın­
daki hayret ve şükranlarımı ifade ettiğim Kolej Jeodinamik
Kürsüsü profesörü dostum gülerek "Ya benim d u r u m u m a ne
diyeceksin" dedi; "benim College de France profesörü o la r.ık
tek sorumluluğum yılda halka açık birer saatlik dokuz ders ver­
mekten ibaret!" Bunun nasıl ve niçin olduğunu s o r d u ğ u m d f ,
Xavier bana dünyada bir eşi daha bulunm ayan bu ilginç kuru
mun tarihini ve sorumluluklarını özetledi. D ünyanın önde ge­
len araştırma kurumlarından biri olan ve tarihte Fransa'nın en
önemli bilim adamlarından çoğunu hocaları arasında bulun­
durmuş olan College de France hakkında CBT okurlarının da
bilgi edinmek isteyeceklerini düşünerek, dostumun anlattıkla­
rını burada özetlemeyi düşündüm .
College de France 1530 yılında skolastik tutuculuktan kur-
College de France 115

tulamayan Sorbonne'a (yani Paris Üniversitesi'ne!) karşı bir ay­


dınlanm a hareketi başlatanların etrafında toplandıkları kraliyet
kütüphanecisi G uillaum e Bude'nin tavsiyesi üzerine halka açık
ders verecek altı "kraliyet öğretm eni"nin (lecteurs wyaux) Fransa
kralı I. François ve kraliçe Navarrelı Marguerite tarafından atan­
masıyla başlıyor: üçü İbranice, ikisi Yunanca, biri de matematik
için (gerçi Kolej'in adını anan ilk vesikanın tarihi 1567!). Z am an
içinde öğretmenlerin de öğretilen konuların da sayısı artıyor,
ama Kolej kendi binasına 18. yüzyıldan önce kavuşamıyor.
Kolej'i kendisi de bir profesör olan bir idarecinin altında
profesörlerden oluşan idare k urulu yönetiyor. Bu kurul yeni pro­
fesörleri atamakla da görevli. Her kürsü atanan profesörle birlik­
te kuruluyor, onun araştırma alanını temsil ediyor ve onun
emekliliği ile ortadan kalkıyor. Bu şekilde kolej belli bir müfreda-

Şckil 29. Celâl Şengör, 1993


yılm da verdiği bir semin erden
sonra annesi G üler Şengör'Ie
Paris'te "O k u llar Yolu"
üzerindeki College de France
binasının Önünde (13 Ocak)
Arkalarındaki heykel deney­
sel tıbbın kurucularından
b üy ük fizyolog C laude
Bernard'ıııdır,
I Ift Z ü m rürnâme

ta bn^lı olmadan her konudaki (hem sosyaJ, hem fen) gelişmeleri


izleyerek en yeni alanlarda kürsüler ihdas edip o alanın buluna­
bilecek en ivı araştırmacısını profesör atayabiliyor; 1992'den beri
bunların Fransız olması bile gerekmiyor! Kürsülere bağlı kütüp­
hane ve laboratuvariar kurulabiliyor, enstitüler oluşturulabiliyor,
bunlara memur ve teknisyenler atanabiliyor. Kürsü profesörleri
isterlerse herhangi hır üniversitede normal profesörlük de yapa­
biliyorlar, zira Kolej profesörlerinin tek sorumlulukları yılda hal­
ka açık birer saatlik dokuz ders vermekten ibaret ki bunların ne
sınavı ne diploma derdi var Tabiî hiçbir Kolej profesörü dokuz
dersi verip sonra yatmıyor. Her bin pozisyonlarını en hür bir şe­
kilde araştırma yapabilmek için kullanıyor. Kolej deneyler, kazı­
lar, geziler düzenliyor, misafir senıinerciler çağırıyor (1993'te ben
de Kuzey Anadolu Favı hakkında bir seminer vermiştim), misa­
fir profesörler getirtiyor, "halta açın" derslerin her biri profesyo­
nel toplantı ve sempozyumlar haline dönüşüyor. Bu derslerin
pek çoğundan uluslararası düzeydi* yayınlar türüyor ve her yılın
sonunda yayımlanan Kolej Yıllığı'nda (Annuaıre) her kürsü pro­
fesörü yıllık faaliyeti hakkında rapor veriyor. Tek başına College
de France'ın araştırma potansiyeli bugün herhalde birkaç Türki-
ye'ninkine e«it!
İnanılma/, bir özgürlüğe rağmen College de France'ın nere­
deyse 500 yıldan beri bırakın yozlaşmayı, bilakis sürekli gelişe­
rek dünyanın en saygın eğitim ve araştırma kurumlarmdan biri
haline gelmesinin kanımca tek sırrı kürsülerine gerçekten en
üstün düzeyde bilim adamlarını atayan ödün vermez seçkinci bir
jldeııvğe sahip olmadı Bu gelenek Kolej'de kaliteyi sürekli kılı­
yor, kalite de halkın ve onun temsilcisi olan hükümetlerin Ko-
loi'e güvenini ve saygısını garantiliyor Ödün vermez seçkinci
geleneV. Kolef ın bu güven ve saygıya da en güzel şekilde kar­
şılık vernı---ini sağlıyor lUı Rilı-nrl ve «“ •‘■■rılen karşılıklı gü
ven ve saygıdan bizim öğretim ve A ra ştırın a kurumlarımı/.ın
«la, lıalkımı/.ın da, hükümetlerimizin de sanırım öğreneceği pek
çok şey «»lm.ılıdır
X X IX

Bilimler Akademisi (Paris) 46

Fransa'da sürd ürülen hoş bir gelenek gereği, College de


France'ta m isafir profesör olarak k ü rsü işgal eden bir kim se o l­
mam dolayısıyla Kolej'de b enim davet e d ilm e m d e n s o ru m lu k i­
şi olan dostum Profesör Xavier Le Pichon tarafından 11 M ayıs
1998 Pazartesi g ü n ü saat 15:00'te Fransız M illî E n s titü s ü 'n ü o luş­
turan beş akadem inin en b ü y ü ğ ü n ü teşkil eden Bilim ler A k a d e ­
m is in in olağan toplantısı esnasında A k ad e m i'y e tak d im e d il­
dim. 1666 y ılında Colbert'in k ü tü p h an e sin i aralarında Roberval
ve Huygens gibi uluslararası b ilim a d a m ların ın da b u lu n d u ğ u
bazı entelektüellere toplantı m ahali olarak sunm asıyla d o ğa n ve
33 yıl sonra "G üneş Kral" XIV. Louis tarafından "Kraliyet B ilim ­
ler Akadem isi" adı altında Louvre Sarayı'na davet olunm asıyla
da resmî hüviyet kazanan bu saygın k u ru m , A v ru p a ’nın en eski
ve kuşkusuz en ihtişam lı b ilim y u valarından biridir. Şu anda
içinde b u lu n d u ğ u eski College des Q uatre N ations (D ört Ulus
Koleji) binasına A kadem i 1805 yılında taşınmış. Fransız İhtilâli­
ni yöneten ve "C um huriy etin bilginlere ihtiyacı yoktur!" diye
haykırarak, m odern kim yanın ve jeolojide fasiyes kavram ının
kurucusu olan Antoine-Laurent Lavoisier"nin kıym etli başını
gövdesinden ayıranlar, 7 Ağustos 1793'te Fransa'da tü m akade­
milerin de faaliyetini durdurm uşlardı. Pek çok kıym etli üyesini
ihtilâle kurban veren b u saygıdeğer k u ru m ancak N ap o ly o n 'u n
desteği ile tekrar kendine gelebilmiş, akadem i adını ise ancak 21
Mart 1 8 1 6 'daki restorasyondan sonra gene alabilmiştir.
Toplantım ızın o ld u ğ u salon gerçekten m uhteşem di. Eski-
I 18 Z iim r iir n â m e

n in s a y g ın lığ ı ile y v n in in ü s t ü n lü ğ ü n ü n k u c a k la ştığ ı bu mekâ­


n ın d u v a r la r ı ad eta b ilim in O ln n p o s u g ib iy d i. K im le r yoktu kı
o ze v k le l.u n b r ile n m * d u v a r la r d a : ta b lo la r ara sın d a g ö z ü m Pı-
erre d e F e rm a t'y ı, L a v o is ier'vi, L a g ra n g e 'ı, B u ffo n 'u , büstlerde
C a u c h y 'i, L e tro n n e 'u , G u e r ın 'i, a d ı d u v a r a y a z ıla n la rd a Reau-
m u r 'ıı, Vicq d 'A z y r 'i, M f'n g o îfie r b irad e rle ri, M allebranche'ı,
M o n ta ig n e 'ı, P a p in 'i seçti .. H e m e n a r k a m d a b ü t ü n ihtişam ıyla
La F o n ta m e 'in b ir h ey keli d u r u y o r d u . S a lo n loş o lm a sa y d ı hiç
k u ş k u s u z d a h .ı p e k çok ta n ıd ığ ı g öre c e k tim . A m a ben Akade-
m i'y e ta k d im e d ild ik te n h e m e n sonra o to p la n tın ın davetli ko­
n u şm a c ısı bir te p e g ö z e ş liğ in d e cinsel ç o ğ a lm a d a m e y d a n a ge­
len b o z u k l u k l a r h a k k ın d a b i r k o n u ş m a y ap tı. M e ğ e r b u ko nu o
to p la n tı için ko nferans m e v z u u a la ra k se çilm iş — k o n u şm acı da
ak a d e m is y e n d e ğ ild i H e r o la ğ a n to p la n tıd a b ö y le b ir davetli
k o n u şm a c ı b ilim a n la tırm ış! A h ! A k lım a ra h m e tli C a h it A rf gel­
di. O d a b iz im A k a d e m ı'y e "Y a h u b u ra d a b ira z b ilim ko n u şa­
lım " ih ta r ın ı y a p m ış tı47
Bilimler Akademisi (Paris) [ jq

^ Toplantıdan sonra Akademi'nin kütüphanesine ve arşivine


takdim edildim, istifademe sunulan ve ehil ellerde oldukları
açıkça görülen bu^koleksiyonlar Avrupa'nın, dünyadaki bilime
dayalı tek uygarlığın yaratıcısı olan kıtanın, hafızasının önemli
bir kısmını oluşturan hâzinelerdir. Arşiv, 1994'te Lavoisier'nin
katlinin 200. yıldönümünde büyük dâhiyi anmak için sergiler
düzenlemiş, toplantılar yapmış, kitaplar basmış. Bu yıl da Na-
polyon un Mısır seferinin 200. yıldönümü kutlanıyor, o seferi
insanlık için unutulmaz yapan Monge, Fourier, Saint-Hilaire,
Dolomieu, Berthollet, Nouet gibi bilimciler ve katkıları anılıyor.
Fransa insanlığa yaptığı muazzam katkıyla haklı bir kıvanç du­
yarken bu katkıyı mümkün kılan kurumlarına da büyük bir
şefkat ve saygı ile bakıyor, onları yaşatan insanlarını bağrına
basıyor.
İlk defa 1 Aralık 1997'de ödül almak için geldiğim Conti
sahilindeki muhteşem binadan dostum Xavier Le Pichon'la ak­
şama doğru ayrılırken gözümün önünde gayri ihtiyari iki hayal
canlandı: Mustafa Kemal Atatürk'le Hasan-Âli Yücel! Onlar
Türkiye'nin de böyle insanları, böyle kurumlan, ve en önemlisi,
böyle katkıları olsun istiyorlardı; her ikisi de bu rüya uğruna
hayatlarını feda etmişlerdi. Bu iki dehânın rüyalarını gerçek
yapmak görevi bugün bizlerindir. Bu sorumluluğun içime aynı
anda doldurduğu ürkeklik ve kararlılık hislerinin kafamda
ateşlediği yangını söndürmek maksadıyla dostumdan ayrıldım
ve Mustafa Kemal ve Hasan-Âli ile birlikte rüzgârlı Seine sahi­
linde yürümeye başladım...
XXX

Ve Paris...48

Küçücük bir köse yazısında modern uygarlığın yaratıldığı


merkezlerin hiç kuskusu/ en önemlilerinden biri olan koca Pa­
ris şehri tanıtılabilir mı? 7.aten l>u yazının amacı böyle imkânsız
l’ir işe kalkışmak de* idir. Benim bu haftaki maksadım, geçen
Mayıs ayını College d*1France'ın misafir profesörü olarak için-
<ie geçirdiğim bu muhteşem uygarlık odağının beni yakından
ilgilendiren, ve onun uygarlı} odağı olmasına hiç kuşkusuz
kati ıda bulunmuş olan tek bir özelliğine dikkati çekmektir.
Mayıs başında Paris'e varınca College de France'a ait Hu-
>’,ol Vakfı'nın apartman dairelerinden birinde oturacağım bildi­
rildi. Daire, Üniversite Sokağı 11 numarada. Haritada baktım,
bu sol k bir yan sokakla derhal Saint-Germain Bulvarı'na bağ­
.1

lanıyor. Oradan da yiırııycrvl. < ollege de France'a gitmek


mümkün. "Eh yarın yürüyerek giderim" diye düşündüm. Erte­
si gün de kalkıp, yürümeve başjadıın. Üniversite S o k a ğ ı'n d a n
Saint-Ceınıaın Bulvarı'na sapıncı ilk gözüme çarpan 1749'da
kurulduğunu bildiğim Ğcole des PonK et Chaussees (Köprüler
ve Yollar Okulu) oldu, hemen karşısında da Üniversite Rene
Descartes'm (eski 'îorbonne'un hir parçası) tıp fakültesi. Bulva­
ra çıkınca 1«4 numarada adını Jules Verne romanlarından bildi­
ğim ve 1821'de kurulmuş olan saygıdeğer Coğrafya Cemiyeti!
Saint-fiermame Bulvarı ile Saint Michrl Bulvarı kesişiyor­
lar. Saint-Midv'l'd.-n de meşhur rue d.>s Ecoles'a (Okullar Soka­
ğı!) dönülüyor O rue des Ecole«'da neler yok1Bu sene 800 yaşı­
na basan Sorbonne'un ana binası, hemen yanında 500 yıllık
V e P a ris. 121

College de France; az ileride 1 7 9 5 'te N ap oly on un k u rd u rd u ğu


Ecole Polytechnique. Rue des E co le hem en ileride son bulun ca
karşınızda dünyanın belki d e en çirkin binalarından biri o ld u ­
ğu halde dünyanın en önem li bilim m erk ezlerind en birini b a ­
rındıran Pierre ve M arie C u rie Ü niversitesi'nin (o d a eski Sor-
bonne'un parçalarınd an) tesisi. Çirkin binayı terk edince, bir­
den sokak isimleri dikkatinizi çek m eye başlıyor: Linne Sokağı,
Geoffroy Saint-H ilaire Sokağı, C u v ier Sokağı, Buffon Sokağı,
Lacepede Sokağı ... Bunların kucakladığı m u h teşem park ise
dünyanın en büyük doğa tarihi m ü zelerin d en birini barındırı­
yor içinde. Eski adıyla "K ralın B ahçesi" yeni adıyla da U lusal
Doğa Tarihi M üzesi": K arşılaştırm alı anatom inin, paleontoloji­
nin, biyostratigrafinin, deneysel jeolojinin, hatta u zay jeolojisi­
nin içinde d o ğd u ğu , bugün d e dünyanın en önem li zoolojik,
botanik, mineralojik örnek koleksiyonlarını ve dev bir k ü tü p ­
haneyi barındıran o kutsal m ekân.
Sorbonne ile C ollege de Fran ce arasından yokuş yukarı çı­
karsanız karşınızda Fransa'nın büyük insanlarını yatırdığı anıt­
kabir Pantlıeon'u (P an-teon=bütün tanrılar!) görü rsün üz. Ö n ü n ­
de Hukuk Fakültesi, hem en arkasında da Ecole N orm ale Supe-
rieure. Ecole N orm ale'd en iki adım ileride Jeoloji C em iyeti, on­
dan da gene az ileride m eşhur M adencilik Okulu. Yukarıda
saydığım bütün kurum lar benim oturduğum daireden y ü rü y e ­
rek ulaşılabilecek uzaklıkta. Eğer yü rüm ek istem ezseniz ara la ­
rında şehir otobüslerinden ve m etrodan da istifade edebilirsi­
niz. Üstelik gene benim otu rd u ğ u m daireden hem Louvre M ü-
zesi'ne, hem Millî Enstitü 'ye, hem de Millî K ü tüphane'ye de
yürüyerek yorulm adan gidebilirsiniz. Bu yetm ezm iş gibi, P a­
ris'in kitapçılarının ezici çoğu nlu ğu da burada anlattığım k ü çü ­
cük alan içinde bulunuyorlar.
Fransa bilimcilerine rahatça otom obil alacak kadar m aaş
veriyor. Am a bu insanların Paris içinde otom obillerine ihtiyaç­
ları genellikle olm adığı gibi, toplu taşım acılık vasıtalarına bile
ihtiyaç duym adan birbirleriyle rahatça buluşabiliyor, m uhtelif
^urum larm im kânlarından yararlanıyorlar. Hem rahat çalışı­
yorlar hem de doğal ortam ı pisletmiyorlar. Bir de İstanbul'u v e ­
ya Ankara'yı düşünün! O ucube Am erikan özentisi "k am p üs-
122 /.ümrüttıânıe
Ve Paris. 123

ler" (kam pus: L âtince "k a m p "!!!) arasın d a otom ob ille gid ip gel­
mek İstanbul'da b azen y arım g ü n e ih tiyaç göstereb iliyor! A n ­
kara'da ise k am p ü sler arası y ü rü m e y e k alk arsan ız arazi d e n e ­
yimine ihtiyaç başgösterebilir. H ele bir d e iyi bir k itap çıya ihti­
yacınız varsa, genellikle işiniz u y g a r bir ü lkede y a şa y a n bir
dosta düştü dem ektir. G ü lün ç m aaşlar ve akılsızca k u ru lan y e r­
leşm elerde bilim yapılsın d iye b ek liyoruz. R ahm etli d ed em
"Allah insanın önce aklını alır, son ra da h er şeyin i" d erd i. P a ­
ris'e bakınca bizim d erdim izin ne old u ğ u k o n u su n d ak i inan­
cım bir kat d ah a ku vvetlendi.

Ş e k il 31. l’a n s m " e n te le k tü e l" k ıs m ın ın e n te p e sin d e k i P a n th e o n


(MıK:* r tanrılar) İ lk b a ş ta P a r is 'in k o r u y u c u a z iz e si S a in t c G e n o v ie v e
için k ilise o la ra k y a p ılm a y a b a ş la n m ış o lan b u m u h te ş e m b in a , 18.
yüzyıl flıuı beri m u h a fa z a k â r d in c ile r le la ik le r a ra s ın d a ç e k iş m e l o n u -u
o lm u ştu r V iclor H u g o 'n u n 1 8 8 5 'd e k i c e n a z e s i ve K a to lik k ilis e s in in
şiddetli İtira z la rın a ra ğ m e n c e n a z e n in P a n th e o n a n a k le d ilm e s i lâ ik
tarafın / a s r in i te m sil e ttiğ in d e n P a ris g a z e te v e d e rg ile r in d e o g ü n le r le
bu koıvuda k a rik a tü rle r ç ık m ıştır B u ra d a H u g o 'n u n ö n ü n d e
1’an th eon M an k a ç m a k ta o la n b ir p a p a z ı g ö s te r e n k a rik a tü rü n a ltın d a
" D e z e n fe k s ıy o n -c e h o lc t y e rin i d e h â y a te rk e d iy o r " y a z m a k ta d ır
H u cn 'm m e lin d e taşıd ığ ı Asanın ü z e r in d e "ö z g ü r lü k " ib a re si
bu lu n u y or. P an th eo ıV u ıı da ü stü n d e b u g ü n h a la d u ra n "V a ta n ın ta k d ir
ettiği b ü y ü k a d a m la ra " ib aresi g ö r ü lm e k te d ir (Les G m m i es Ilom m esdit
P anthctnı ü n+ rod ııction pnr Jean -F ran c;o is C lıa n e tJ, 1996, E d itio n s d ıı
P atrim u in e, P a ris, s. 1 0 'd an).
XXXI

Deprem Kimi V urur ?49

/ deprem cahillerle aptalları vurur.


Depren ı tabiî l.ı deprem bölgesinde yaşayan herkesi etkiler,
ama yalnızca rahiMerle aptalları "vurur", onların canını, malını,
sevdiklerini ellerinden alır, hayatlarını karartır.
Deprem cahillen vurur, çünkü cahil depremin ne olduğu
nu bilmez, nerelerde olabileceğini kestiremez, hangi aralıklarla
geleceğini tahmin t'demez, geldiği zaman nerede ne tür hareket
oluşturacağını dnşünemez, meydana gelen hareketlerin yere
nasıl bir ivme kazandırabileceğini hesaplayamaz, bu ivmenin
yaşadığı yerlerdeki etkilerinin ne olabileceğini hayal bile ede­
mez. Deprem cahilleri vurur, çünkü cahil depreme dayanıklı
inşaat yapmayı bilmp' yaptığı yapıların ne tür ivmelerle sına­
nacağını öngöremez. uygun y.ıpı malzemelerini seçemez, plan-
layamaz, üretemez, yapılarının dizaynlarını depreme uygun
yapamaz, yapılmış bir di/.ıyn varsa bile onu anlayıp uygulaya-
m.ı/, yapısını ona göre inşa edrrnez, tesadüfen başkaları tara­
fından ııygun yapılmış olan yapılar varsa onlara bakamaz, ona­
ranı iz, bilimsel ve teknik gelişmelere göre yapılarının dizaynla­
rında, bakılma, onarılma yımlı-ml'-rınde gerekli değişiklikleri
yapamaz Deprem cahilleri vurun çünkü cahil oturduğu mekâ­
nı, koyii. kasnhayı, şehri, olası doğa âfetlerine karşı planlayarak
kuramaz suyunu, kanalizasyonunu, elektriğini ve doğal gaz
gibi, petrol >»ibi boruyla nakledilen enerji kaynaklarının şebeke­
lerini depreme dayanıklı bir şekilde yapamaz, yaşam birimi
ıcmde kendi yaşamını koruyacak olan itfaiye, sağlık hizmetleri
D e p r e m K i m i V u ru r;' 1 7 1)

ve diğer k u rtarm a ku ru lu şların ın p lan lan m a sın ı, eğ itim in i, ça


ğa u ygu n lu ğu n u s a ğ la y a m a z , h a b erleşm e ağının d e p re m d e
çökm em esini tem in ed em ez. D ep rem cah illeri v u ru r, çü n k ü ca
hil kendini, d o stu n u , k o m şu su n u , ç o lu ğ u n u , ç o c u ğ u n u d e p re m
konusunda eğitm ek im k ân ların d an y o k su n d u r, ne u z u n v a d e
de dep rem d en nasıl k o ru n acağ ın ı öğretebilir, ne d e p re m olu r
ken neler yap ılm ası gerektiğin i —k o cak arı tav siyeleri d ışında!
anlatabilir, ne de d e p rem d en so n rak i k a rg a şa d a en akılcı nasıl
hareket edilm esi gerektiğini bilebilir.
Demek depremden k o ru n m a n ın ilk şartı cehaletin ortadan k a ld ı­
rılm asıdır!
D eprem cahillerle birlikte ap talları da v u ru r, çünk ü ap tal,
her şeyden ön ce ceh aletten nasıl k u rtu lu n m a sı gerektiğin i bir
yana bırakın, ceh aletten k u rtu lu n m ası gerek tiğin i bile d ü şü n e ­
m ez. Ç o cu ğ u n u m o d ern d o ğ a bilim lerinin o k u tu ld u ğ u ça ğ d a ş
okullar yerine, h u rafelerin teren n ü m ed ildiği y e rle re g ö n d e r­
m eye kalkar. B ütü n m o d e m d ü n y an ın refah , e m n iy et ve b ek a­
sını tem in eden bilim ve teknolojiye sırt çev irerek d etayların ı
tarihçilerin bile bilem ediği g eçm iş çağ la rın k a ran lığ ın d a üm it
Ve kurtuluş a ra m a y a yeltenir. İlerideki refah ve rah atlık için b u ­
gün biraz sıkıntıya k atlan m ay a k atiyen g e le m e z , çünk ü ileriyi
düşünm e, ileriyi g ö rm e y eten eğ in d en m a h ru m d u r. Bu n ed enle
yıllarını zor ok ullarda g eçirm ey e, her y ap tığ ın ı ö n ce d e n d etaylı
bir şekilde d ü şü n ü p p lan lam ay a, yani k afacığm ı b iraz z o rla m a ­
ya, hatası kendisine işaret edildiği z a m a n b u n d an d ers çık ar­
m aya hiç niyeti yoktur. Ç ab a gö sterip b irşeyler ö ğ ren m ed en
diplom a kapıp sefil bir cem iy et için d e krallık ta sla m a y a , k en d i­
ne olm ayan bilgiler v eh m ed ip bilgiçlik s a tm a y a , her şeyin ve
her şeyin yalnızca kendisince m alû m o ld u ğ u n u etrafına e m p o ­
ze etm eye m eraklıdır. A ptal kendisi gibilerle vakit geçirir, iş
yapm aya kalkar, akıllıların etrafın d a b u lu n m asın a ta h am m ü lü
yoktur. A ptal, kendisine ve ço cu k ların a sa ğ la m bir gelecek için
m odern okullar, gerçek ün iversiteler, ç a ğ d a ş h astan eler, san at
m erkezleri, parklar, bahçeler, sevim li ve sağlıklı y a şa m ortam ı,
akılcı yasalar ve bu yasalara u y u lm asın ı sa ğ la y a ca k gerçek bir
»ukuk sistemi y aratacak u zu n vadeli v e gerçekçi d ü şü n en ve
unu anlatabilen dü rü st, bilgili ve akıllı p o litik acılara hiç iltifat
Z iim rü c nâm e

Ş e k jl 32. A d a n a d e p r e m in d e n b ir g ö r ü n tü

etmez. O yalanla kandırılm ak için yaratılmış gibidir, kendim


I andıranlardan da kandırıldığını anlam adığı için hesap bile
sormaz. Bilgi yerine hurafe, okul yerine m iskin yuvaları, hukuk
yerine orm an kanunu ister ve sanar ki kendisi bu ortamda her­
kesin üstüne çıkacak, herkesi sömürebilecektir. Doğa ile ilgisi
hiç yoktur. Zanneder ki birileri kendisini hep kollayacaktır
! latla doğa arada bir şamarını vu rduğu zam an bile kendine >>
lemez. Felaketi fatura edecek gerçek dışı sebepler bulur ve bu­
nu kendisi gibi aptallara heyecanla anlatır. O na buna yakarılır,
ondan l'undan medet um ulur, ama doğaya bakmak, ondan öğ­
renmek hiç aklına gelmez. Felaket aptala ders olamaz, çunku
aptalın zekâsı öğrenmeye müsait değildir.
Dı-ıttek depremden korunmanın ikinci şartı aptala fırsat verilme­
mesidir!
İşte yukarıda anlatılan tür cehalet ve aptallık Atatürk’ün
to p lu m u m u zd an kovmaya çalıştığı en büyük düşmanlardı.
Hunıın için o, en önemli zaferi savaş m eydanlarında d'-ğil.
okullarda, üniversitelerde, konservatuvarlarda, sanat atölyel»
rinde bekliyordu. O bir felaketten kurtardığı yurttaşlarının,
Deprem K im i Vurur? 127

bundan sonra gelecek her türlü felakete hazır olmalarını isti­


yordu. Aptalın cahili kandırmasını görmekten bıkmış, bezmiş­
ti. Halkının gerçekfelaketini aptalların hükümranlığında görüyordu,
bu yüzden ona cehaletten kurtulmasını tavsiye etmiş, bunu
yapabilecek imkânların temellerini atmıştı. Adana'da canını
veren 137 yurttaşımı, anasız babasız kalan mini mini yavruları
görmek, beni bizi Atatürk'ün çizdiği modern bilim ve fen yo­
lundan hurafe ve aptallık yoluna çevirerek bu cehalete, bu ac­
ze mahkûm edenlere kalbimin en derin köşelerinden lânet et­
tirdi. Gelin milletçe, Atatürk aydınlanmasını 1946'da Hasan-
Ali Yücel'in bırakmaya zorlandığı noktadan tekrar ele alalım,
sağlıklı, refah ve emniyetli bir geleceğe, Atatürk'ün milletine
lâyık gördüğü, uğruna hayatını verdiği o aydınlığa artık hep
birlikte yürüyelim.
XXXII

Giincelcilik mi, Tekdilzecilik mi, Geçmişçilik mi?50

Doğa bilim leri doğa tarihini de kapsamalarına rağmen,


halkın g özünd e doğabilim ci, genellikle bugünkü doğayı incele­
yen, yani tarihsel boyutu olmayan bir araştırmacıdır. İngilizce­
de doğa tarihi denince akla hemen tamamen arazide yapılan
zooloji ve botanik gelir. B unun kuşkusuz bir nedeni Hint-Avru-
pa dillerinde genellikle tarih yerine kullanılan kelime olan Yu­
nanca istoria'nın aslında "araştırarak öğrenmek" anlamına gel­
mesi, buna karşılık Sami v-r-h köküne dayanan tarih kt limesi-
nin belli bir zam an içinde olanların tasviri demek olmasıdır. Ya­
ni rıatural history, doğanın araştırılması diye de yorumlanabilir.
Ancak bir de gerçekten doğanın geçmişiyle, kökeniyle, bu­
g ün k ü halini alıncaya kadar geçirdiği evrimle ilgilenen hakiki
tarihsel doğa bilimleri vardır ki bunların başında jeoloji gelir.
Jeolojinin bir dalı biyoloji ile ortaktır: "Eski varlıklar bilimi an­
lam ına gelen paleontoloji yaşamın geçmişini inceler. 1929 yılında
Edvvin H ubble'ın "kızıla kaym a"yı keşfetmesiyle tüm kâinatın
geçmişini incelemek de im kân dahiline girmiştir. Bu işle uğra­
şan bilim dalı da kozmolojidir.
D oğanın geçmişi hakkında bilgi sahibi olm anın, insan kül­
türlerinin elimize gelen en eski yazılı belgelerinden öğrendiği­
m iz ilk yolu çeşitli nedenlerle uydurulm uş olan efsane, mitoloji
ve dinî inançların içinde bulunan uygun bölüm leri dünyanın
ve evrenin geçmişine uygulayarak bir yaratılış öyküsü k u n ı ı n k
tır. Bu öykülerin gözleme dayanan bildiğim iz ilk eleştirisi Mi
let'te Anaksimander'in ortaya attığı evrim kuramıdır. Anr.ksi-
Güncelcilik m i, Tekdüzecilik m i, G eçm işlilik mi? 129

mander'in ortaya attığı kuramın eski fikirlerden tek farkı, bü­


yük Milletlinin dünyanın geçmişinde varsaydığı olayları bu­
günkü benzer olaylara bakarak baştan kurmaya çalışmasıydı.
Örneğin Anaksimander başlangıçta dünyanın sularla kaplı ol­
duğunu farz ediyordu, çünkü en yüksek dağlarda bile bugün
denizde yaşayanlara benzeyen hayvanların fosillerini içeren ka-
yaçlar görmüştü. Bu şekilde geçmişteki olay ve nesneleri bu­
günkü olay ve nesnelerle karşılaştırarak baştan kurmaya çalış­
ma yöntemine jeolojide güncelcilik (aktüalizm) deniyor. Aslında
tarihçiler de açıkça ifade etmeseler bile aynı temel yöntemi kul­
lanarak tarihi incelemektedirler.
Tabiî, güncelciliğin katı bir şekilde uygulanabilmesi için
geçmişle günüm üz dünyalarının aynı olmaları gerekir. Geçmiş
teki olay ve nesnelerin bugünkülerden farklı olmadıklarını sa
vunan görüşe de tekdüzecilik (üniformitaryanizm) adı verilmek
tedir. Bugün jeolojide de tarihte de katı bir tekdüzecilik uygu­
lanmamaktadır.
Ancak güncelcilik ne kadar akla yakın gelirse gelsin, bazı
doğabılimciler, geçmişin günümüzden tamamen değişik oldu­
ğunu, bu nedenle tarihin yalnızca tarihsel verilere dayanılarak
yapılabileceğini iddia etmektedirler. Sosyal tarihte ilk defa Le-
opold von Ranke tarafından öne sürülen bu görüş, yerbilimle­
rinde de 19. yüzyılın ortasına kadar revaçtaydı. Ancak jeologlar
giderek geçmişten bize kalan bilginin ne kadar eksik olduğu­
nun farkına vardılar. Bu eksikliği tamamlamanın iki yolu vardı:
Birincisi bugünkü dünyayı başvuru standardı olarak kabul et­
mek ve geçmişin ürünlerini bunun ışığında yorumlamaya çalış­
mak. İkincisi de fizik ve kimya gibi temel bilimlerin yardımıyla
elimize yalnızca pek az ürünü geçmiş olan süreçleri anlamaya
Çalışmak. Özetle doğabilimciler, geçmişin ancak günümüzden
hareketle anlaşılabileceğini, geçmişin verilerinin tek başlarına
bize güvenilir bir yorum tabanı vermediğini daha 19. yüzyılın
ortasında anlamışlardı. Sosyal bilimlerde ise von Ranke'nin de­
taylı kaynak eleştirisi, yorumunun arkasında var olan dinî öğe­
yi gizlediği için, sosyal tarihin yalnızca ve yalnızca tarihsel ve­
rilere dayanılarak kurulan bir bilgi türü olduğu zannedilegelılı.
Bu, geçmiş hakkmdaki bilgiyi yalnızca geçmişin kalıntılarında
130 Z ü m rü c n âm e

a r a m a , y a n i g e ç m iş l i i i k , M a r k s iz m v e N a s y o n a l S o s y a liz m gibi
t o p lu m s a l te o r ile r in d e t e m e lle r in d e n b ir in i o lu ş tu r m a k ta d ır .
la r ıh s e l v e r ile r in a n c a k b a ğ ım s ı z b ir k u r a m ış ığ ın d a sağlık'
lı bir ş e k ild e y o r u m la n a b il e c e ğ i m u h a k k a k t ır . B u iş iç in gerekli
b a ğ ım d ı? k u r a m la r d a g ö z l e m t e m e li g ü n ü m ü z ü n d ü n y a s ı olan
te m e l b il im le r s a y e s in d e o lu ş t u r u la b ilir . B u n u n d ış ın d a k i tüm
g e ç m iş l i y o r u m la r , A n a k s i m a n d e r ö n c e s i d in s e l ö y k ü u y d u rm a
g e le n e ğ in in k a l ı n t ı l a r ı d ı r
XXXIII

İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates 5


1
Cumhuriyet gazetesi, Hasan-ÂIi Yücel'in Türk okurlarına
kazandırdığı klasikler serisini tekrar basmakla dev bir hizmetin
altına imza atmış olmaktadır. Bir insana verilebilecek en büyük
zenginlik düşünce becerisi ve bilgi zenginliğidir. İnsan uygarlı­
ğının üzerinde yükseldiği düşünce anıtlarını bir gazete fiyatına
okurlarına sunan Cumhuriyet, 1946 yılında cehalet ve aptallığın
ortak saldırıları sonucu o zaman Atatürk'ün koruyuculuğun­
dan artık mahrum kalmış olduğundan, yıkılan Türk Aydınlan­
masını tekrar ayağa kaldırmak için güçlü bir el uzatmıştır. Ülke­
mizi insan uygarlığının bir parçası yapmak, insanlarımıza bu
uygarlığın nimetlerinden faydalanma imkânını vermek ve on­
ları da bu uygarlığın saygın yapıcıları arasına katmak isteyen
herkes bu eserleri okumalı ve okutmalıdır. Ümidim, serinin
Hasan-Âli Yücel'in listesini de aşıp doğa bilimlerinin biiyük
klasiklerini de, İyonyalı "fizikçilerin" yazılarının eldeki kırıntı­
larını da, İslâm dünyasının, Çin'in ve Hint'in büyük doğa bili­
mi ve coğrafya eserlerini de kucaklamasıdır.
Tabiî, okumak demek, her okunulana inanmak, her okunu-
lanı beğenmek demek değildir. Bazen okuduğunu beğenmeme­
si insanı yeni düşüncelere sevk eder, yeni buluşlara yöneltir.
Ben de bu hafta, başlatılan klasikler serisinin ilk eseri olan Sok-
rates’in Savunması'nın kahramanı Atinalı filozof Sokrates'in ge­
nelde sanıldığı gibi gençliği eleştirel ve bağımsız düşünmeye
teşvik eden ve bilginin tek fazilet olduğunu söylediği halde
kendisinin bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu vur-
Zümrüt nüme
132

Ş e k il 33. Jacqu<«» L o u is D a v id 'in "Ç o k ra le s 'in Ö lü m ü " (W alfe V ak fı, 1933-, C « ıtlır ııı« L o rlllard
W o1fe K o le k s iy o n u ) S o k r a te s ö lü m ü n d e n so n ra tan rı k a lın d a s o n s u z a d e k m u tlu o la c a ğ ın d a n
e m in o lm a s a y d ı, ö lü m k a rş ıs ın d a bu k e n d in d e n e m in ta v n o rta y a k o y a b ilir m iy d i1 Bert ra nd
R u ssell bu .sorunun c e v a b ın d a n p e k em in d e ğ ild ir Bu resim de S c k ıa t e s in p e y g a n ib r r -
ta ra fın ı, T n ü rid leıin in o rta s ın d a , ço k g ü z e l ifa d e e tm e k te d ir

gulayan alçakgönüllü bir bilge olduğu tezinin doğru olmadığı­


nı savunacağım. Sokrates -öğrencisi Platon'un diyaloglarından
bildiğim iz kadarıyla- etrafındakilere insanın doğru ve iyiy*
kendi içindeki özel bir hasletle mutlaka bulabileceğini, olumsuz
olduğuna inandığı ruhun zaten bu doğru ve iyi bilgilerle teçhiz
edilmiş olduğunu, insanın tek yapması gerekenin dünyaya ge
liş sonucu bildiklerinin çoğunu "unutan" ruha bildiklerini ha­
tırlatmaktan ibaret olduğunu empoze etmeye çalışıyordu. Bu­
nun için geliştirdiği tekniğe Platon Theaitetos adlı diyalogunda
Sokrates'in annesinin mesleğine atıfla maiotike teline, yani ebelik
tekniği demişti. Bu teknik Sokrates'in karşısındakini sorgulama­
sından ibaretti. Sokrates sorularını öyle seçiyordu ki, sonunda
karşısındaki, ruhunun "unutm uş" olduğu bilgileri "k endiliğin­
den" hatırlıyordu (Platon'un atıamnesisi). mesela Meno adlı d i­
yalogda Sokrates genç bir köleye geometrinin bazı temel kabul­
lerini bu şekilde "hatırlatır" (yani "öğretmez" çünkü her şeyi
zaten bilen ruhun öğrenmeye ihtiyacı yoktur; sadece ebelik tek-
İnsan Merkezli Düşünceler” ve Sokrates 133

niğinı kullanarak ona "hatırlatmak" yetecektir). Bu yöntem,


I lescartes'ın şüpheciliği ile esasta aynıdır ve her ikisinin de te­
mel varsayımı Tanrı'nın insanı aldatmayacağı fikridir. Descar-
tes da gerçeği bulabilmek için işe her şeyi sorgulaması gerekti­
ğinden başlamış, sonra düşündüğünü bilmenin varlığını ispat
ettiğini ("Düşünüyorum, öyleyse varım!"), bunun da Tanrı'nın
varlığını ispat ettiğini, Tanrı da bizi aldatmayacağına göre, sez­
gilerimizin gerçeğin tek kaynağı olduğunu düşünmüştü. Bu tür
düşüncelerin Sokrates'ten sonra öğrencisi Platon'un totaliter
devlet modeline, oradan da Hıristiyanlık kanalıyla Engizisyon
mahkemelerine, Descartes ve Tanrı'nın otoritesinin yerine du­
yuların otoritesini koymaya çalışan Bacon üzerinden 18. yüzyıl
pozitivizmine, oradan da 20. yüzyılın milyonlarca insanın acı
içinde ölmesine neden olan faşist, komünist ve köktendinci to­
taliter devlet modellerine yol açtığı artık her bilim ve felsefe ta­
rihçisinin bildikleri arasındadır.
Sokrates bu fikirlerine, düşüncelerinin merkezine insan ye­
rine tüm doğayı alan Batı Anadolulu "fizikçileri", Tales'i, Anak-
sımander'i, Anaksimenes'i, Herakleitos'u, Anaksagoras'ı ve di­
ğerlerini eleştirerek varmıştı. Halbuki güya insanı düşünme­
dikleri için eleştirilen o doğa filozofları, açık veya gizli hiçbir
otoriteyi tanımayan, insanın içinde mutlaka doğruyu bulacak
gizli güçlerin varlığına inanmayan, gözleyerek, düşünerek ve
eleştirerek belki yanlışlardan armabileceğimizi, ancak doğruyu
bulmak için hiç kimsenin elinde sihirli değnek olmadığını in­
sanlığa ilk defa öğreterek ona doğanın yalnızca lalettayin bir par­
çası olduğunu, özgürlüğü ve mutluluğu bu mütevazı ama realist
görüş içinde aramasını söyleyen gerçek bilgeler, eleştirel al la
dayalı insan uygarlığının hakikî kurucularıydı. Sokrates ise on­
ların büyük ideallerini anlayamayan, insanı Tanrı gölgesinde
güya yücelten bir Doğu özentisinden ibaretti.
X X X IV

Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark

Geçen akşam eşim televizyon reklamlarını seyrederken ga­


zete promosyonu olarak dağıtılmakta olan kap kaçağa takıldı.
"Hani bu yasaklandıydı?" diye sordu. "Maksat" dedim, "gaze­
teyi okutmak değil de aldırmak olunca, değil kap kacak, afro*
dizyak dahi dağıtılabilir. Gazete ülkemizde ne yazık ki okuna­
cak bir metin ve eleştirilecek bir fikirler demeti değil, kullanıla'
cak b:r ambalaj kâğıdı olarak görülmektedir. Once okunacak
metinden, ilkel cinsel hisleri uyandıracak bir temaşa m alzem e­
sine, nihayet oradan da ambalaj kâğıtlığına indirildi rütbesi-
Bu sabah da Cumhuriyet'm arka sayfasında "okumada sınıl***
kaldık başlıklı minik habere ilişti gözüm: Ülkemizdeki okur
yazar sayısı 1965'tekinin onda birine inmiş, hem de üniversite ve
lise bitirenlerinin sayısının aynı zaman aralığında dört kat art­
mış olmasına rağmen! Nüfusumuzun yalnızca yüzde ikibuçu-
ğunun okuma yazma alışkanlığı varmış. Türkiye'de kitap oku­
ma alışkanlığı her geçen gün azalıyormuş.
Bu minik haber en büyük felaketin işaretidir. Günümüzde üze­
rinde yaşadığımız gezegen, yayılmayı öngördüğümüz evren ve
içinde hayatımızı sürdürmek zorunda olduğumuz insan toplu*
mu hakkındaki en basit bilgiler dahi yazılı metinler vasıtasıyla
insanlara ulaştırılır. Bu bilgiler gene yazılı metinler vastasıyla
eleştirilir, değiştirilir, geliştirilir. Bu bilgileri kullanarak, onlara
dayanılarak yapılan yasalar, bu yasaların öngördüğü düzen ge­
ne yazılı metinler kanalıyla tebliğ edilir. Bunları beğenmeyen­
ler, yazılı metinlerle fikirlerini beyan eder, geliştirirler. AHna'da
Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark 135

demokrasi Peisistratos'un bir yayınevi kurarak yazılı metni


halkın evine sokmayı başarmasından sonra filizlenip kök tut­
muştu. Rönesans, Gutenberg'in matbaayı icat etmesinden son­
raki 50 yıl içinde 60 milyon nüfuslu Avrupa'mın 20 milyon ki­
tap basmasıyla amacına ulaşmış, uygar Avrupa doğmuştu.
Matbaayı -hem de hareketli hurufatı- Gutenberg'den yüzlerce
yıl önce icat etmiş olan Çin, Avrupa hızında kitap basmadığı
için muazzam kültürünü uygarlığa çevirememiş, 19. yüzyılın
sonunda Avrupa'nın sömürgesi durumuna düşmüştü. Osman­
lI nın aczi 1729 ile 1928 arasındaki iki koca yüzyılda yalnızca
5.000 kitap basmış olması değil miydi?
Geçenlerde bir ahbap düğünündeydim. Hemen her davetli
zengin, en azından hali vakti yerinde kapitalist-burjuva gru­
bundan. Büyük çoğunluk Rumeli göçmeni. Bir başka ortak
özellik yüksek kültür düzeyi. Sık sık benim Cumhuriyet Bilim
Teknik'teki yazılarım hakkında fikirler duyuyorum: takdir, ten­
kit bir arada - ama çoğu okumuş yazıları. Yetmiş küsur yaşında
bir hanım, altmış küsur yaşında, geniş kültürüne ilâveten en az
uç dili fasih konuştuğunu bildiğim bir sanayici, masada oturu­
yoruz. Bir ara konu şiire geliyor, yaşlı hanım Nâzım Hikmet'in
şiirlerinden pasajlar okuyarak şiir kalitesini övüyor, benim
bunları bilmediğimi keşfedince de sıkı bir azar! Daha sonra Batı
müziğinin Türkiye'de nasıl öğretilmeye çalışıldığını, Atatürk'ün
bu konudaki gayretlerini anlatıyor. Sanayici bey, bu konuşmaya
babasının Atatürk çevresindeki anılarını anlatarak katılıyor,
kültür ve görgünün önemini vurguluyor. Okunmadan hiçbir
yere gelinemeyeceğini söylerken, bilgisiz ve görgüsüz bir top­
lumun Atatürk'ün hayallerini nasıl kısacık bir sürede iki para­
lık ettiğine hayıflanıyor. Çocukken babasının onu Atatürk'ün
bir hocasını ziyarete götürdüğünü hatırlıyor: "Atatürk bu ceha­
let yüzünden ümitsizliğe düştüğü bir anda hocasına 'ben kur­
tuluşu sağlayamadım, yalnızca çöküşü 50-60 yıl geciktirdim'
demiş - ne yazık ki gene haklı çıktı" diyor. "Aah, ah! Atatürk!"
diye hasret ve hüzünle iç geçiriyor yaşlı hanım. Bu düğündeki-
ler Atatürk devrimlerinin destekçisi, taşıyıcısı olmuş bir çevre­
nin çocukları, torunları. Atatürk'tü günlerin burada samimî öz­
lemi çekiliyor, onun fikirleri, görüşleri, zevk anlayışı aranıyor.
136 Züm rütnam e

Özlemi çekilen günler, aklın, bilginin, dogmaya, cehalete,


hurafeye galebe çaldığı, çalışkanlığın miskinliğe, d u rü s îl'ifc ü n
kapkaççılığa tercih edildiği günlerdi. O . .ünleri yaratanlar okul­
larında, kışlalarında gizli gizli u/.hm.iiji da aydınlanılan diye
elyazması gazete çıkaran adamlardı. <> günlerden c.ıp kacak
dağıtarak gazete aldırmaya çalıştığımız günlere d ü ş t ü k . Kap
kacak dağıtma modası yeni değil. B u yöntem gazete o k u th ıra b il-
seydı, okur yazar sayımız sürekli düşmez' lı Gazeteyi o k u m a k
için değil, eşya örtmek için alan bir toplum, üzerine kısa bir sü­
re sonra gazete kâğıdı örtülmesini hai etmiş bir toplum de­
mektir.
Ş e k il 34- A v r u p a ve AvrupalI, e n te le k tü e l k a v r a m la r d ır İ y o ııy a 'd a doğmuş
ü liiıı eleştirel .ik iIcı t u lu m u be n im se y e re k b ilim i k ü llü r iin e te m e l y a p m ış her
to p lu m g ü n ü m ü z d e " A v r u p a lı" sı fa t ly İn b e tim le n ir. 15u r e s im d e h e m e n h e m e n
gerdek re n k le rin d e g ö r ü le n A v r u p a 'n ın o rta sın a y e rle ş tir d iğ im , R a fa e llo
Sn ıızio ta ra fıııd iin I50H-I5M y ılk ın a ın s m d a V a tik a n 'd a " İ m z a O d a s ı" (Sinnzn
ild in Scgııahtra) için y a p ılm ış o la n " A t in a O k u l u " b a ş lık lı ta b lo , İ lk ç a ğ 'd a n
Kon e sili ısa k a d a r u y g a rlığ ı y a ra ta n (ve K ını esans'ta b ilin e n ) tü m L u iyük
d ü ş ü n ü r le r i ülk e , u lııs d il, ırk, d in , cins a y rım ı y a p m a d ım b ir ara y a
g e tirm iştir ( M ü s lü m a n E n d ü lü s A ra b i İbni R iiş d b ile b u r e s im d e b e y a z sarığı
ile kolayca ta u m a b ilm e k ted ir). A v r u p a u y g a r lığ ın ı K a fa e llo 'm ın b u ta b lo s u n ­
d a n d a h a g ü z e l tem sil edebilecek b ir s e m b o lü b e n b u la m a d ım
XXXV

Uygarlık Nedir?53

12 Haziran 1998 Cuma. Air France'm 443 sayılı seferiyle


Brezilya'da katıldığım bir jeolojik toplantıdan dönüyorum. Ra-
■'at koltuklarından dışarıyı seyretmekte olduğum narin yapılı
Airbus A 340-300, 1492'de Kristof Kolomb'un mini mini üç ge-
n ııc iğ iy le insanlara onların tüm kaderlerini değiştirecek ilk ok-
yanus-asırı keşfi hediye etmek üzere ayrıldığı Cadiz Körfezi
kuzeyinden, 11.900 metre irtifada, Avrupa semalarına girmek
üzere. Mahallî saat 04:52; kuzeydoğuya doğru on dakika kadar
once ufuk çizgisi yeni doğan günün ilk ışıklarıyla aydınlanma­
ya başladı. Avrupa şimdi pırıl pırıl; güneyde Afrika henüz ge­
cenin siyah örtüsünü atamamış durumda. Avrupa'nın göklerin­
de «ecenin kılavuzları olan yıldızlar yerlerini güneşin her yeri
birden aydınlatan ve ısıtan ışınlarına terk ederken Afrika henüz
l’irkaç yıldız kandiliyle orada burada delinen soğuk bir karan­
lıkla kaplı. Bulutlarla bezenmiş manzaranın insanı büyüleyen
güzelliğini doya doya içmeye çalışırken, sembolize ettiği muh­
teşem gerçek de zihnimi meşgul etmeye başladı: Avrupa! Uy­
garlığın büyüdüğü yuva, insanı insan olmakla onurlandıran
şeylerin çoğunun, hem de pek çoğunun doğduğu yer, diğer bü­
tün kıtalara ışık saçan o yalnızca 10 milyon kilometre karelik
aydınlık toprak parçası. Ama aynı Avrupa, aynı zamanda in­
sanlığın en büyük hatalarının, en derin acılarının da kaynak­
landığı yer değil mi? Daha yalnızca bu yüzyılda iki defa kendi
insanlarını kana, dünyayı da yeis ve endişeye boğan yer de o
küçücük kıta değil mi? Bu muazzam tezat, çok iyi ile çok kötü­
nün bir arada bu derece yaygın olarak bulunabilmesi, bu mini
138 Z üm rücnâm e

m in i kıtad a , A s y a 'n ın bu sahilleri dantelli yarımadasında nasıl


o la b ilm iş? Bu s o ru n u n cevabını ancak Avrupa'da doğan kotu
ile iy in in nasıl d o ğ d u ğ u n u inceleyerek verebiliriz.
A vrupa, her şeyden önce birey özg ürlüğü n e saygı fikrinin,
y ani d e m o k rasin in geliştiği yerdir. Bu güzel buluş hemen berabe­
rinde ö z g ü r bireylerden o luşan idaresi guç toplum sorununu da
getirm iş, bu soruna ç ö z ü m aranırken Avrupa, kitlesel temsilden
Asya tipi de sp o tluğa kadar tü m yöntem leri pek çok gözyaşına ve
hatta cana kıyarak denemiştir. Kişisel özg üriu ğ » «l.m d ü ş k ü n n i k
A v ru p a 'd a hiçbir z a m a n Asya, A frika, hatta Aztek veya İnka tipi
A m e rik an u s u lü dikta rejimlerine u z u n zam an r^in vermediği gi_
bi, burada din le r de d a h il her tü rlü düşünce ü rü r m ferdin eleşti­
risinden nasibini almıştır. H ıristiyanlık, Avrupa'ya Platon'un ve
o n u n takipçilerinin felsefesiyle evlenm eden giremediği gibi, As­
ya tipi d e sp o tlu ğ u A v ru p a'd a tanrı adına denemeye kalkınca pa
p az Luther'in tokadıyla parçalanm ıştır. Avrupa'yı Avrupa i/ii;*îh
özellik, her şeyi eleştirel aklın süzgecinden geçirerek denemek olmuştur.
A v ru p a hiçbir otoriteye u z u n d ö n e m d e boyun eğmemiştir Ken­
disine ve etrafına ke ndi gözleri ve aklıyla bakm ayı yeğlemiş/ bi­
tip tükenm ek bilm eyen m erakını ve daha iyiyi bulm a a r/usunu
tatm in için ceviz k a b u ğ u m isali takalarla okyanuslara açılaı.ı» kı­
talar fethetmek, ke n d i y ap tığı kanatlarla kuşlara rakip olma> ve
konserve k u tu su m isali araçlarla aya gitmeye kalkm ak c u n ' t ı n ı
göstermiştir. Bu m erak, b u tatm insizlik, hiç kuşkusuz, onu sık «**
yanlışlara sürüklem iş, başına hep dertler de açmıştır. Am a l*u
yanlışlar, bu dertler A vrupa'ya yeterli veya yetersiz ders olmuş,
her yanlıştan, her dertten eskisinden biraz daha akıllı, biraz daha
bilg ili, biraz daha becerikli olarak kurtulm uştur.
Işte b u kendi aklını, kendi d u y u ların ı kullanarak, deneye
rek, düşünerek, eleştirerek öğrenm e arzusunun, öğrendiğinden,
b u ld u ğ u n d a n asla tatm in olm ayarak ne pahasına olursa olsun
d a h a d o ğ ru y u , daha iyiyi aram a hırsının bir to p lu m u n ortak
hasleti o lm a haline b iz uygarlık diyoruz. Bu şekliyle uygarlık, bir
to p lu m u n geleneksel olarak akıl ve his âlem inin ürünlerinin ta­
m a m ın ı o luşturan kültürün bir parçasıdır. Bu nedenle içinde pek
çok m eraklı, eleştirel akılla d ü şün e n , öğrenm e hırsıyla tutuşan
birey yetiştirm iş o lm alarına rağm en, bu özelliklerin m uhtelif ne-
Uygarlık Nedir? 139

derilerle hiçbir zaman toplumsal karakteristik olamadığı büyük


Çin, Hint, İyonya ve 9.-11. yüzyıl İslâmî hariç Ortadoğu, Atrika
ve yerli Amerika kültürleri hiçbir zaman uygar olamamışlardır.
Uygarlık Avrupa'da büyümüş, o da onu bazen tatlılıkla bazen
de zor kullanarak tüm insanlığa yaymıştır. Eğer bugün birey açı­
sından insanlık tarihinin en özgür ve en emin döneminde yaşı­
yorsak, bunu uygarlığı icat eden İyonya ile onu büyütüp dünya­
ya yayan Avrupa'ya borçluyuz. Atatürk'ün bahsettiği ve bizlere
tavsiye ettiği tek ve evrensel uygarlık işte bu Avrupa uygarlığıdır.
Ancak ona sahip olan Avrupa'nın bir parçası olabilir.
XXXVI

Aferin İsviçre!51

Cumhuriyet Bilim Teknik'in U Temmuz 1^8 tarihli S90. sayı­


sının 11. sayfasında İsviçre'de yapılan bir halkoylamasında ge­
netik mühendisliğine kısıtlamalar getirilmesi teklifinin ülkenin
26 kantonunun tamamında reddedildiğini okudum. Bu karar,
basının aksı yöndeki telkinlerini bilim adamlarının yazı yaza-
hlîi- l<^ e/ lz^on VL’ r£|dyolarda konuşmalar yaparak çürütüp,
rmrııH, ’ m" n SorüŞunü başarıyla anlatabilmiş olmalarının so­
r, Verç.1 reyın genetik mühendisliğine sınırlama koyul-
dirric381 *eJ lîUe te(^G^1 ^meşinde bilim adamlarının aksi tak-

nm
alannmdah'kuşku-
nomisinın' CVIÇrenm ° nblnlerce İŞ yeri yitirebileceğim, eko-

bevinlprivi ‘
z a: şt r c: r i anlr
,
ış
n IsvıÇrelllerin midelerinden önce
Razotedler v7 Sandlklarının ba§ına gittiklerine inanıyorum,
büimcilerine^MH annda Nobel ödüllülerin de bulunduğu
si, isviçrelilerin düşünüyorum. En önemttr
bilimsel ç a lk a la r u ett,k 7 c n 7 W "" a(tamlan,u"
ğine inandıklarını görüyorum f /“ VönI^irilebılece-
n.l.m
"■»fui' ve u-kno' ,, günümüzde
etmiş 0
, yaşamımızın fıer
7“?«tıumızın her safhasına

durum kanaat,mce tüm ınsanlığm övünmesi gereken eöâsü-


muzu kabartacak bir vaziyettir. Artık en basit bir iltihap bifleri
bir azamızı kaybetmeye veya hatta ölüme mahkûm etmiyor.
Doğum, kadınların korkulu rüyası olmaktan çıktı Yıldırım her
yüksek binanın belâsı değil artık. 18. yüzy.lm ikinci yarısına
Aferin İsviçre! 141

kadar yapılamayan denizde yer tayini artık çocuk işi. İnsanlı­


ğın en büyük utancı olan bir kurumun yarattığı kölelerin yük­
lendiği işleri, artık aletlerimiz yapıyor. Bir yerden bir yere daha
hızlı, daha rahat, daha emin olarak gidebiliyoruz. Haberleşme­
miz daha hızlı, daha emin. Artan nüfusumuzu daha rahat bes­
leyebiliyoruz, onlara daha faydalı beslenme rejimleri uygulaya­
biliyoruz. Bilim ve teknoloji düşmanlarının bıkıp usanmadan
ileri sürdükleri o feci imha silahlarının yarattığı korku, her aklı­
na esen delinin dünya savaşı çıkarmasına mani oluyor. Bilimin
ve teknolojinin faydalarını burada saymak m üm kün mü? On-
larsız artık kim yaşamak ister? Kim onlarsız dünyada bir an ge­
çirmeyi göze alabilir?
Ama bilimin ve teknolojinin iki kenarı keskin bir kılıç oldu­
ğu muhakkaktır. Bilimin ve teknolojinin, cahil elinde bu geze­
geni ve hepimizi bir anda ortadan kaldırabileceği de artık bir
gerçektir. Ben gerçi böyle bir gücü yaratabilmiş insan cemiyeti­
nin üyesi olmakla övünüyorum ama bu cemiyetin bu gücü ger­
çekten kullanmayacak kadar bilimsel düşünebildiğinden de
emin olmak istiyorum. Bunun tek yolu, insanın kendi dışındaki
doğa ile iletişim kurmasını mümkün kılan bir eğitim sisteminin
tüm eğitimin temeli haline getirilmesi, insan yaratıcılığının sı­
nırsız bir şekilde geliştirilmesinin mümkün kılınması ıçm doğa
bilimi eğitiminin nesnel eleştiri içeren akılcı bir sanat eğitimiyle
desteklenmesi, sosyal bilgi disiplinlerinin doğa biliminden ko­
puk olmamalarına özen gösterilmesidir. En önemlisi insanların
hadlerini bilmeyi öğrenmeleri, bilgili veya bilgisiz olaral her
beyan ettikleri fikrin gözlemle sınanacağı veya mantık açısın­
dan irdeleneceğini, yani eleştirileceğini kabullenmeleri ve bun­
dan haz almaları gerekmektedir. Her yanıldıkları kendilerine
işaret edildiği zaman bilmelidirler ki böylece bilgilen artmakta,
dolayısıyla yaşam kalitelerinin bir nebze daha yükselmesi ihti
mal dahiline girmektedir. Doğa hakkındaki her hiikmiin nihai onay
mercii, doğada yapılacak gözlemlerdir. Bu gözlemleri bazen tel bir
kişi yapar, bazen sayısı binleri bulan bilimci/teknisyen tat imla
rı yapar. Ama şurası muhakkak ki, doğa hakkında ifade edile­
cek fikirlerin karar mercii, asla doğa bilimlerinde eğitilmemiş
bir kütlenin vereceği oylar olamaz. İsviçre halkı büyük bir olgun-
142 Zümriicnâme

hıkla, bilim hakkımia. bilimin nereye kadar gidebileceği veya gitmesi


Kcnktığf hakkında, kararı kendisinin değil, vergileriyle beslediği W'
timciler ordusunun vermesi gerektiğine karar vermiştir. Darısı dün
yanın geri kalan kısmının, bu arada Türkiye'nin de başına!
XXXVII

Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine55

Demokrasinin insanlara bahşettiği özgürlüklerin en önemli


sınırı kendimiz dışındaki bireylerin özgürlüklerine göstermek
zorunda olduğumuz saygıdır. Hiç kuşkusuz özgürlüklerin en
önemlisi yaşama özgürlüğüdür. Kendi yaşamını koruma nedeni
dışında hiç kimse hiçbir nedenle bir başkasının yaşama özgür-
'üğünü elinden alamamalıdır. Yaşama özgürlüğünden hemen
sonra emniyet özgürlüğü gelir. Herkes -başkasının emniyetini
■elıdit etmedikçe- istediği oranda emin yaşama hakkına sahip
olmalıdır. Bu durumda da kendi emniyetimizi korumak için
1azen başkasının emniyet sahasını ihlâl edebiliriz (mesela emin
seyahatimiz için otoyollar veya demiryollar yaparak, çevrede
yaşayan insanların arazide serbest dolaşma emniyetini sınırla­
rız), ama burada durum yaşam özgürlüğündeki kadar net çiz­
gilerle tanımlanamaz; sınırın yerinin belirlenmesinde karşılıklı
iyi niyet ve anlayış gerekir. Üçüncü derecede önemli olan öz­
gürlük düşünce özgürlüğüdür (bunun üçüncü derecede addedil­
mesinin tek nedeni daha önceki iki özgürlük türünün kişinin
yaşamını ve sağlığını emniyet altına almalarıdır; yaşamın ve
normal halde sağlığın olmadığı yerde düşünceden bahsedile-
meyeceği açıktır). Düşünce özgürlüğünün iki önemli alt sınıfı
vicdan ve inanç özgürlükleridir: "Sana yapılmasını istemediğini
başkasına yapma" önerisi hakkında bireyin ne düşündüğü
onun vicdanı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in gerçek olup
olmadığı hakkındaki fikirleri de inançları ile ilgilidir.
insan birkaç milyon yıl öncesinden itibaren, insan oldu­
ğundan beri yaşamını emniyet altına almak, sağlığını ve sev-
144 Z ü m riitn â m e

diklerini koruyabilmek ve düşüncelerini geliştirerek tatbik


mevkiine koyabilmek için pek çok âlet ve malzeme icaf ve keş­
fetmiştir. Bunlardan giyim ve yiyecek eşyaları ile barınakları­
mız o kadar kanıksadığım ız şeylerdir ki, bunların insan icadı
oldu ğunu nadiren d ü şün ürü z. Buna karşılık hareketimizi ko­
laylaştıran araçlar, g ü c ü m ü zü arttıran âletler ve makineler, ısın­
m am ızı veya soğum am ızı sağlayan icatlar, tıbbın hergün kul­
landığı ve “ilaç" dediğim iz maddeler, ve daha niceleri hele son
iki yüzyılda öyle başdöndiiriicü bir gelişme göstermişlerdir kf,
biraz aklı ve tahsili olan bir kişi bunlar karşısında hayret ve
hayranlık duyulam azlık edemez. Fin keşif ve icatlar bütün insanlı­
ğın malıdır, onları herkes kullanabilir ve kullanmaktadır dal
İnsanın geliştirdiği güç ve beceri g ü n ü m ü zd e koskoca bir
gezegeni kontrol edebilecek, hatta onu yok edebilecek düzeye
ulaşmıştır Bu gücün gelişmesine paralel gelişen demokrasinin
insana sunduğu özgürlük, bu gücü kullanarak dünyayı bir cen­
net yapabilecek kapasitededir. Dünyaya bu şe* ilde hükmetme gü­
cünü insana yalnızca ve yalnızca doğa bilimi vermiştir. Bu bilimi bil­
meden o giice sahip olmaya kalkmak, son model bir yolcu uçağını beş
yaşında bir çocuğa teslim etmeye benzer, yani sonucu h e r i rs ıç ır ı kor­
kunç bir felaket olur. Nasıl bir uçak beş yaşında bir çocuğa asla
teslim edilemezse, bilim ve onun yarattığı teknoloji de hiçbir
şekilde bilimi bilmeyene teslim edilmemelidir.
G ünüm üzde herkese açık olan bilim ve onun eseri ulan tek­
noloji yaşamımızın istisnasız her safhasına n üfuz etmiş, onu şe­
killendirip yönlendirmiştir. Yaptığımız hemen hiçbir şey yoktıir
ki bilim ve teknolojiyi kullanmasın. Bu nedenle, yaşam, emnııt t ve
düşünce özgürlüğüne sahip olmak isteyen birey ve toplumlar, bılırn ■
kalma özgürlüğünden feragat etmek mecburiyetindedirler. Okulların
da çocuklarına, gençlerine en gelişmiş doğa bilim i yerine başka
şeyler öğreten toplumlar, bireyleri bilimsel düşünce dışındaki
düşünce şekilleriyle yaşamayı tercih eden milletler, tek tek tarih
sahnesinden çekilip gitmekle kalmamış, en son ve en feci örneği
daha yarım yüzyıl önce Avrupa'nın göbeğinde g örüld üğ ü gibi,
tüm insanlığın beka ve refahını defaatle tehlikeye atmışlardır.
Buna bir defa daha göz yumulması beklenemez!
XXXVIII

Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe 56


Doğruluk ile gazetecilik arasındaki mesafe toplumun bi­
limsel düşünebilme kapasitesi ve becerisi ile ters orantılıdır. Bi­
limsel düşünebilme kapasitesi ve becerisi arttıkça doğruluk ile
gazetecilik arasındaki mesafe azalır. Gazeteci haberi zamanında
yetiştirme zorunluluğunun yarattığı acelecilik ve haber yelpa­
zesinin genişliğinin neden olduğu kaçınılmaz bir sığlık nede­
niyle pek çok kontrolüne rağmen gözünden istemeden kaçmış
olan birkaç hatayla sınırlı olarak haberlerini geçer. Tüm çabala­
rına rağmen gene de önemli bir yanlış baskıya sızmışsa bunu
düzeltmeyi, okurunu yanlış bilgilendirmemeyi, bir onur mese­
lesi addeder. Buna mukabil bilimsel düşünme, yani akıl ve bilgi
ışığında eleştiri yapabilme yeteneği olmayan veya pek az geliş­
miş bulunan toplumlarda "ne yazsan gider" kıstası geçerli ol­
duğundan, gazetecinin doğruyu yansıtma çabası az gelişmiştir.
Bilgisi, çok çok kendisi gibi yazanların gazete yazılarıyla, görsel
ve sesli yayın organlarının aynı düzeydeki programlarından
kulağında kalanlarla ve okuduğu bir-iki düzeysiz popüler ki­
tapla sınırlıdır. Eleştiri hissi ise en çok satanın, en çok bağıra­
nın, hatta sopayı elinde bulunduranın haklı olduğu varsayı­
mıyla belirlenmiştir küçüklüğünden beri.
Bu yazımın amacı Türk gazeteciliğinin bu iki uçtan hangi­
sine yakın olduğunu irdelemek değildir. Zaten akıllı, bilgili ve
görgülü, eleştiri yeteneği gelişmiş olan Türk okurları bu konu­
da temelli bir fikir sahibidir. Benim burada yapmak istediğim
geçenlerde Milliyet gazetesinin 18.218 sayılı ve 3 Ağustos 1998
tarihli nüshasının 3. sayfasındaki "Dinazorun ayak izleri bu-
Z ü m ru tn â m e
146

Ş e k i 1 35. D m a r a k r l ı m m d icat e d e n ve
" İ n g i l i z C u v i e r 's f d ıy * h ılın c rı hııyııb
;ın a t n m <3lr R lc R ^ ^ İ O w « ı (1804-1895] Bu
fnlnğraf 5u esenden alınmıştır: vaı Zilld. K.
A , 1901, H istory of Geology and Pal ■— a10»
in t he End of the Nineteenth Century, Çeviren:
M a rta M . O g i l v i e - G o r A * , VVajtet Scott,
I o n d n n , « iii +fi 1+562 sa (B u e s e ıd e k l
fn lo ğ r a f la r le r c u u ıe e d e n ta r a fın d a n k w > ^
d v ığ u iç in k i la b i n A lm a n c a o r ijin a lin d e y ok ­
tu r )

lu n d u " b a ş lık lı h a b e r d e k i tek b ir h a ta y la ilg ilid ir . H e m h a lk ım ı­


z ı y a n lış b ilg ile n d ir e n , h e m d e ö ğ r e n c ile r im iz ü z e r in d e fena te­
sir y a p a n b u y a n lış b a s ın ım ız ta r a fın d a n o k a d a r s ık te krarlan­
m a k ta d ır k i, b iz je o lo ji h o c a la r ın ı - b u n u y a z a r k e n k a h r o lu y o ­
ru m - b u n u n k a y n a ğ ın ın g a z e te c ile r im iz in ö ğ r e n m e y e göster­
d ik le r i d ir e n ç o l d u ğ u s o n u c u n a getiriyor.
H ,* . Ülker,e rd e a rt,k m i " ik ilk o k u l ö ğ r e n c ile r in in b ile bil-
1 S 2 v î,n H “ k TVCP,ark
f ,lm ın d e n s o n ra !) d in o z o r kelim esi
Ovven tar f* Vtl“ 'T1gl‘,Z a n a to ™ ve p a le o n t o lo ğ u S ir R ich ard
Ovven - r..fr u n u e d ile n ve Y u n a n c a "d e ,n o s '' (k o r k u n ç ) ve
m u s b?r t ir T f k e lim e le r in in b ir le ş tir ilm e s in d e n oluş-
™ e ? m tn in ü ’ • a ,f a b « i n i k u l l a n a n b ü t ü n d ille r d e b u
f ,M Î '4‘* î d' Ve " ° ' d u r <b a *ka h iç b ir y e rd e n hat.r-
f r ia ^ v e r ın M te le v ,*V o n d a k i T aşd ev rt çi z g i f ilm i n d e n ha-
t ır la y .v e r .n !); T u r k ç e m ız d e d e d u r u m b ö y le d ir . B u n u d in a z o r
ş e k lin d e y a z m a k c a h i ll iğ in d a n is k a s ıd ır . T ü r k iy e 'd e a s k e r lik
y a p m ış o la n h e r k e s in b i l d i ğ i g ib i, b ir li k b a h ç e le r in d e k o m u t a n ­
la r ın g ö lg e d e o t u r m a la r ın ı s a ğ la m a k iç in y a p ıl a n k a m e r iy y e le r e
k a m e ly a d e m e k k a d a r c a h illik tir , g ö r g ü s ü z l ü k t ü r .
Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe 147

Aynı haberin Yeni Yüzyıldaki (sayı 1327,3 Ağustos 1998, s.


24) şekli dinozorun imlâsını hatasız olarak içerdiği halde, Asso-
ciated Press olduğu belirtilen İngilizce kaynaktaki Late Cretace-
ous Era'yı Türkçeye çevirememenin sonucu, doğrusu "Geç Te­
beşir Devri" veya "Geç Kretase Devri" olması gereken bir ifade
Türkçe bir cümle içinde Lake Cretaceous Era (Tebeşir Göl Za­
manı) gibi hiçbir anlam taşımayan, zaten profesyonel jeolog ol­
mayan ve İngilizce bilmeyen okurun hiç anlayamayacağı tam
bir zırvalığa dönüşmüş.
Bir kelimeyi düzgün telâffuz edip yazmak o kelimenin kö­
künü bilmeyi gerektirmez; ama eğer kişi ilgili ise, o kökü bul­
mayı kolaylaştırır, kelime ile ifade ettiği anlam arasındaki köp­
rü boylece daha rahat kurulur, kişi kültürünü genişletir. Muhte­
rem gazetecilerimizden ricamız, ekmek paraları olan kelimele­
re, yazılı ifadelere biraz daha saygı göstermeleri, onların arka­
sındaki kavramların okurlarının beyin gıdaları olduğunu hatır­
lamalarıdır. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Güvenebile­
cekleri üniversite hocaları, kütüphaneler onların hizmetindedir,
ihtiyaçları olan bilgi bazen bir telefon hattının ucunda bedava
olarak emirlerindedir. Bu hassasiyeti ve titizliği kendilerine ve
okurları olan muhterem halkımıza lütfen çok görmesinler. Yok­
sa korkunç kertenkele yazayım derken korkunç zırvalıklara im­
za atıverirler, daha da fenası, 1946'dan beri kendi seçtiği hükü­
metlerce cehalet batağına itilen halkımızın beline can simidi de­
ğil, ayağına taş oluverirler!
X X X IX

Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak57

Bilimsel düşünce kısaca hatadan ders almak olarak tanım­


lanabilir. Bilim, önerileri gözlem raporlarına dayanılarak çüriıtülebı-
len düşünce sistemlerine verilen addır. Bilim varsayımlar ileri sü­
rer. Bunlar gözlemlerle sınanır. Sınava takılan öneriler terk edi­
lir, bunların yerine yenileri geliştirilir. Burada özetlenen yön­
tem yalnızca insan yaşamının her safhasında uygulanmaz. Do­
ğa da bu yöntemi kullanarak değişen fiziksel ortama g id e re k
daha iyi uyum sağlayan canlılar üretir. İnsan düşünceleri de sü­
rekli olarak hatalıların gözlemle sınanması sonucu elenerek ge­
lişir. Buna tek istisna, geçenlerde Arda Denkel'ııı de bu dergide
pek güzel özetlediği gibi58 mantıksal düşüncelerdir. Bunların
yanlış veya doğru olduklarını a priori (önceden) mantık kuralla*
rina dayanarak bilebiliriz: Örneğin "bir yanlış ifade ile bir doğ­
ru ifadenin birliğinden doğru bir ifade üretilemez" gibi
Toplumlar da bireyler gibi hatalardan ders alabilirler, Bu­
nun için belli bir toplumsal bellek oluşturacak kadar kültür dü­
zeyi yüksek bir toplum olması gerekir. Böyle topiumlarda lop-
lum bilimsel düşünebilir", politikacısını ona göre dinler, ga2'”
tesini ona göre okur, oyunu ona göre kullanır. Bilhassa Batı
dünyasında iktidarların sağ ve sol partiler arasında salındığım
görmekle kalmayız, bu partilerin zaman zaman kendi politika­
larında gerek kendi halklarının gerekse de uluslararası baskıla­
rın etkisiyle ufaklı büyüklü değişiklikler yaptıklarını, karşıla­
rında duran muhtelif problemleri çözmek için uğraş verdikleri­
ni, seçmen karşısına problem çözmek sözüyle çıktıklarını görü­
rüz. Problem çözemeyen parti iktidardan uzaklaştırılır; prob-
Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak 149

lem tanıyıp çözüm üretemeyen lider devrilir. Uygar ülkelerde


problem çözemediği halde sürekli iktidarda, parti başında ka­
lan, Sakıp Sabancı'nın pek güzel yakıştırmasıyla padişah gibi li­
derler bulunmaz.
Peki uygar olmayan toplumlarda ne olur? Buyrun bir örnek:
"...Mustafa Kemal Paşa'yı Meclis'te en çok rahatsız edenler, Mec­
lis'teki eski İttihatçılar Grubu'ydu ... Bahusus ki bunların başın­
da Enver Paşacı olanlar ve o gelip de ordunun başına geçmeyin­
ce, İstiklâl Savaşı'nın kazanılamayacağını düşünenler vardı" (Y.
K. Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda). O Enver Paşa ki, Falih Rıf-
kı'nın terimiyle, "Mehmetçiği kumarda kaybetmişti", Sarıkamış­
'ta 70.000'den fazla askerin bir hiç uğruna telef olmasına sebep
olmuştu. O Enver Paşa ki, 600 yıllık koca bir imparatorluğu bir­
kaç yıl içinde eritip yok etmişti. O Enver Paşa ki hayallerinden
başka hiçbir başarısı olduğu o güne kadar görülmemişti ve tek
bir hatasından bile herhangi bir şey öğrenebilecek bir kapasitesi
olduğunu gösterememişti. Şatafatlı üniformalı, ağzı kalabalık bu
"hiç"ten hâlâ medet umanlar vardı 23 Nisan 1920'de Ankara'da
açılan meclisimizde. İşte bunun nedeni eleştirel, bilimsel düşü-
nememekti. Problem çözümleri yerine adamlara tutunmak, fikir­
ler yerine insanlara itaat etmekti. İnsan cemiyetini de yöneten
anlaşılabilir kurallar olduğunu, bu kuralların doğayı yöneten
kurallar gibi ele alınması gerektiğini anlamamak, insan yöneti­
minin "yaptım, oldu" ile olabileceğini sanmaktı. Mustafa Kemal
Ankara'da bunun böyle olmadığını arkadaşlarına anlatmak için
çok dil döktü, dirsek çürüttü. Kurtuluş Savaşımız'ın en buhranlı
anlarında bile "ille de meşruluk" diye tutturması bu yüzdendi.
İnsan, ordu ve ülke yönetiminin bir bilim olduğunu meclisteki
vekillere anlatmak istiyordu. Yapılan hatalardan ders alınmalıy­
dı. Politika alanında ders alınmalı, yalnız İstanbul hükümetinin
hatalarından değil, örneğin Peygamber'den sonraki dört halife
devrinin hatalarından da ders alınmalıydı. Dört halifenin dördü­
nün de eceliyle ölmemiş olması uygulanılan sistemin duraysızlı-
ğını işaret etmiyor muydu? Askerlik alanında ders alınmalıydı.
Eğitim alanında ders alınmalıydı. Velhasıl, fikirler üzerinde d ü ­
şünülmeli, fikirler üzerinde konuşulmalıydı. Bu da konuşulacak
şeyler hakkında etraflıca bilgi edinilerek yapılmalıydı.
150 Zümrütnâme

G ün üm üz Türkiyesi'nin Atatürk'ten no derece ders aldığı


ortadadır. Enver'in yerme onu koyup gene de fikirler üzerine
eğilmemeyi, öğrenmemeyi becerdik. O bizi bırakıp gidince de o
beceriksizden bu beceriksize sürüklenip durduk. Gerçi onun
cansız naaşı yıkmak istediği bu pederş«ıhi gelenek yüzünden
bizi bir dereceye kadar hâlâ koruyabiliyor, onun hatırası Mec-
lis'in, yeni tür Envercilerin eline tam geçmesine öyle veya böyle
mani oluyor. Ama onun arzusu bu değildi. O bizim doğru yolu
onun bunun hatırası aşkına değil, düşünerek, öğrenerek, bilim­
le bulmamızı istiyordu, hatalarımızdan öğrenecek kadar uygar­
laşmamızı arzuluyordu. Bütün ömrünü hu umurda cömertçe
harcamamış mıydı?
XL

Hata ve Evrim 59

Charles Darvvin 1836 yılında Beagle gezisinden döndüğü


zaman, canlı türlerinin zamanla değiştiği fikri kafasında artık
reddedilemez bir hakikat olarak yer etmişti. Dâhi doğabilimci,
bu değişikliğin doğal çevrenin bu çevreye en iyi uyum sağla­
yan canlı türlerinin yaşam savaşını kazanarak, çevreye daha az
uyabilenleri elemesiyle olduğunu da anlamıştı. Ona doğaya ge­
niş bir perspektiften bakmayı öğreten dostu, modern jeolojinin
en büyük kurucularından Sir Charles Lyell'in, ilk baskısı 1830­
1833 yılları arasında yayımlanmış olan Jeoloji'nin Prensipleri adlı
klasiğinde gösterdiği gibi, fiziksel çevre de jeolojik nedenlerden
ötürü sürekli değiştiğine göre, canlılar âleminde de herhangi
bir duraylıhk mevzubahis olamazdı. Aynen fiziksel çevre gibi
ve ona bağlı olarak canlılar da sürekli olarak değişmek zorun­
daydılar.
Darwin'in bu fikirlerini içeren ve tüm insanlık tarihinin en
büyük bilim şaheserlerinden biri addolunan kitabın adı Türlerin
Kökeni'dir. Gelgelelim, bu kitapta tartışılmayan tek konu da tür­
lerin kökeni, yani nasıl ortaya çıktıkları konusudur. Darvvin, ye­
ni bir tür ortaya çıktıktan sonra onun yaşamak için doğada sü­
ren acımasız mücadeleye nasıl katıldığı, nasıl bu mücadelede
çevreye en iyi uyum sağlayanların doğal olarak seçildiği, doğal
olarak seçilenlerin nasıl yeni bir canlı nüfusu oluşturduğu, nasıl
değişen fiziksel ve nüfus şartlarının bu sefer bu yeni grup için­
den yeni elemeleri doğurduğunu ve dolayısıyla ilksel topluluk­
tan çok farklı bir topluluk elde edildiğini anlatmış, bunları son
derece akıllıca ve bilgince seçilmiş sayısız örneklerle destekle­
152 Z üm rütnâm e

miştir. Ancak, Darvvin yeni türlerin -veya eskilerin- nasıl ya


tıldığı konusunda tamamen sessizdir, adeta burada tanrıya açı^
I apı bırakmaktadır (her ne hikmetse bütün dünyada tanrıya g'i-
ya yapacak iş bırakmadığı için Darwın'e çatan köktendıncılef
o nun kitabındaki bu açık kapıyı bir türlü görememişlerdir).
Ancak Darvvin'in açık bıraktığı kapıyı 20. yüzyılda Hollan-
la ı otanikçi H ugo de Vries kapatmıştır. DeVries, 1906 yılınıİJ
canlı türlerinde yeniliğin, yani yeni türlerin ortaya çıkmasının
r..ıyna&m ın genetik bilgi iletişimindeki hatalar olduğunu gö?
ı° rm:ştir \ncak gerek bu halaların oluşumu gerekse de kromo­
zomlar yoluyla iletişimi pek çok küçük faktörün ortak bileşeni
olaraV oluştuğundan önceden kestirilmeleri ancak istatistik
yöntemlerin sınırları içinde m üm k ü n olabilmekte, bir diğer de-

Şekil 36. Charles Darvvın'ı ömrünün


son yıllarında gösteren bir fotoğraf
otoğraf şu kitabın başsahifesi
karşısındaki bir fotoğraftan
r Vppleman, P. (derleyen),
N79. - A Nurlu» Crılical
Mıfii «i i b.nKı W W» Nottun İt
' ■»»»• VurV xvi ^ 8 2 ss; X I,
bölüm ün ^ ■n»ı»ın.ı kOı.ı y«Vın(i.ın
ıl);ılnım t'k isleyen okuyuculara bu
enfes antolojiyi ‘kumalarım tavsiye
ederim).
Hata ve Evrim 153

yışle yeni türlerin nasıl, nerede ve ne zaman hangi şekilde orta­


ya çiî acagı muayyen bir şekilde bilinememektedir. De Vries bu
genetik hatalara Latince "değişme" anlamına gelen mutare'den
mıttasyon adını vermiştir. Hepimizin bildiği gibi mütasyonlarm
çoğu zararlı sonuçlar verir, hatta bazen değişime uğrayan canlı­
nın (mütant) ölümüne neden olur (iki kafalı buzağılar, beş
ayaklı atlar). Ama pek ender olarak mütasyon çevresiyle başa
çil ma yeteneği benzerlerinden çok üstün olan bir canlı ortaya
çıkarıverir. İşte bu "üstün" canlı yaşam savaşında diğerlerini
alteder ve onun genleri yeni bir tür doğurur.
Bilim de aynen canlılar âlemi gibi çalışır. Bilimde türlerin
yerini fikirler tutar. Yeni fikirler genellikle eskilerle çelişen (do­
layısıyla eskiler açısından "hatalı") düşüncelerden oluşur. Eski
fikirlerle çelişen fikirler çevre ile (yani gözlemlerle) eskilerden
daha büyük bir uyum içindeyseler, o zaman eski fikirler elenir
ve yeniler eskilerin yerini alırlar. Canlılar âleminde çevre nasıl
seçici bir etki yapıyorsa, fikirler âleminde de aynı şey geçerlidir.
Çevre ne kadar geniş olursa, fikirler o derece büyük bir hızla
elenir (ve dolayısıyla değişir, gelişir). Çevrenin dar olduğu yer­
lerde gelişen "endemik" (dar çevreye has) fikirler, çevrenin fa­
kirliğini yansıtacak derecede çelimsiz olurlar. Bu nedenle kapa­
lı toplumlar da gelişemez.
Bilgisayarların hata yapmalarına izin verilmediği için bun­
lar yenilik üretemez, yani kendilerini programlayamazlar. An­
cak hata yapan ve bu hatasını çalışma sistemine dahil edebilen
sistemler gelişmeye, yücelmeye açıktır. Hatasız sistemler fosil­
leşmeye, donmaya mahkûmdurlar. Hatasız olmak marifet de­
ğil, züldür. Marifet, hatayı değerlendirebilmektir.
XLI
"Osman Bey” ve Ekibi60

"Osm an Bey" dünya çapında ü n lu arkeolog Prof. Dr.


Manfred Korfm ann'a Troia'daki ekibinin lutap tarzı. Yıllar önce
bir köylü kadınım ız yakıştırmış ona bu ismi. Biz Troia kazıları
karargâhına gelince iyi bildiği Türkçe ile kendisini "Troia muh
tarı O sm an" diye takdim etti.
Troia macerası İstanbul Arkeoloji M üze sı'nin bahçesinde
ki bir akşam yemeğinde başlamıştı. Prof. Kortm ann'n dokuz
yaşındaki o ğlum A sım 'ın Troia m erakını söyleyince "derhal
getirin" demişti. Gerçekten de biz istendiği gibi 15 Ağustos sa­
bah saat 05:30'da Troia kazı karargâhına varınca Trol Korf-
mann Asım 'ı bizden alıp arkeolog D evrim Sazcı ya teslim etti
"Bugün ondan uzak d u ru n " dedi bize de. Eşim Oya, şoförüm
Cevdet M u tlu ve benden oluşan üçlüye de T übingen Üniversi­
tesi master öğrencisi Sinan Ünlüsoy rehber olarak verildi. i * n
Jale İnan'ın Perge kazısından sonra ilk defa bir arkeolojik kazı
alanım gezecektim. Am a bu yazının m aksadı kazı alanını tas­
vir etmek değil. Bu konuya ilgi duyanlara Birgit Brandau un
Iroiıı-Eine Stadt und ihr Mythos - Dıe neuesten Entdeckungerı"
(Troia-Bir Şehir ve Mitosu - En Yeni Keşifler) adlı eserini tavsiye
ederim. 1997 yılında Gustav Lübbe Verlag (Bergisch G lad
bach) tarafından yayımlanan bu kitaba Prof. Korfm ann güzel
bir önsöz yazmış (bir hayırsever bu enfes kitabı Türkçeye çe-
virse, halkım ıza çok çeşitli açılardan b ü y ü k bir hizm et yapm ış
olacak).
Benim bu yazıda vurgulamak istediğim Osm an Bey'in ve
“O s m a n Bey” ve E k ib i 155

ekibinin uluslararası bileşimi ve insanı hayran bırakan profes­


yonellikleri. Her şeyden evvel kazının çeşitli evrelerinde çalışan
pek çok Türk master ve doktora öğrencisiyle karşılaştık. Profe­
sör Korfmann kazı ekibinde Türk öğrenci ve arkeologların bu­
lunmasına özel bir önem vermiş. Türklerin yanında benim fark
edebildiğim kadar Almanlar ve Amerikalılar önemli yer tutu­
yorlar. Sonra İngiliz, Polonyalı, Rus, Bulgar, HollandalI, İsviçre­
li araştırıcılar var. Bu uluslararası ekip her gün sabah saat
05:00'te kalkıyor, 05:30'da hep birlikte "ilk" kahvaltı ediliyor ve
herkes kazı yerinin başına dağılıyor. Saat 10:00'da "ikinci" kah­
valtı için toplanılıyor. Öğle yemeği saat 14:00'de yeniyor. Bu sa­
atten sonra işçiler sekiz saatlik mesailerini doldurdukları için
ayrılıyorlar. Arkeologlar ve diğer araştırıcılar ise büro ve labo-
ratuvar çalışmalarını yapıyorlar. Bu mesai de saat 18:00'e kadar
sürüyor. Akşam yemeği 18:00'de yeniyor.
Prof. Korfmann bizlere laboratuvarlarını ve diğer çalışma
alanlarını bizzat tanıttı, sonra da kendi kullandığı bir Mercedes

Ş i k ıl 3“ Troia k ı / ı m u ık t r / in iıi b a h ç e s in d e A s ım , P ro f K o r f m a n n 'm a z ö n c e i m z a l a d ı ğ ı T ro ia


m İ ıv u z u h u y a k a la m ış , h a y r a n lık la y e n i e d i n d i ğ i " a r k a d a ş ın a " b a k ı y o r U z u n b îr ç a lış m a
g i in ü n s o n u n d a , b ir d e m is a fir le r iy le u ğ r a ş m a k z o r u n d a k a lm ış o la n P ro f K o r f m a n n 'm
y ü z ü n d e ise y o r g u n lu ğ u n u n y a n ın d a , b e lk i de a r k e o lo jiy e y e n i b ir tr a n s fe r y a p m ış o l m a n ı n
keyfi « k u r u y o r (15 A ğ u s to s 1998)
i Vt Z ü m rü t name

Ş e k il 38. Bir b ilim a d a m ı, b ilim e nasıl a d a m tavlar? A . A s ım ve D ev rim kazı yerinde A sım
heyecanla D e v rim 'in gösterdiği yeri k a /ıy o r B. A s ım pek keyifli galiba bil ?ey bu l,m ı*! C
A s ım arkeologlarla öğ le yem eğinde. D . K arşıların da “A k h ille u s 'u n m ezar. , IV * K orlm ann
genç d o stu n a T roıa'nm -ve insan u y ga rlığın ın - ih tişa m ım anlatıyor. (Korfmann'-.n b u fotoğraf
çekilirken söy ledik lerin in b .r kısm ı için şu y azıya bkz. Şengör, A M . C , 1998, l.'çuı» u İro ıa
savaşını biz k azanalım : Cumhuriyet, 75 yıl, 266.12. sayı [6 E y lü l 1998), s. 2).

arazı arabasıyla bizi Troas (Troia bölgesi) içinde dolaştırdı. Kazı


karargahında bulunan malzeme, bilgisayar olanakları, kütüp­
hane gerçekten msanı hayran bırakıyor. Fakat asıl hayran olu­
nacak şey Osman Bey in anlattıkları: "Kimseye burada çalı?’
demek zorunda kalmadım şimdiye kadar," diyor. "Herkes ken
d, sorumluluğunu biliyor. Ben de her gün mutlaka her kazı ye­
rini gu.ıp görüyorum, kazanın raporunu alıyorum. Sabah işçi­
lerimiz olmadığı için kahvaltı servisini kendimiz yapıyoruz.
Ben kamp şefi olarak en istenmeyen gün olan pazartesinin kah­
valtı servisini yapmayı üzerime aldım. Burada profesör ile, öğ­
renci ile, işçi arasında hizmet eşitliği açısından fark yok. Ben
prafesorıtm, öyleyim, böyleıjim, dolayısıyla şu i ş i yapmam diyene bu­
rada yer uok "
Böyle bir araştırma kampını idare etmenin bir araştırma
gemisini idare etmekten pek bir farkı olmasa gerek. Bu kadar
değişik kültür, huy, meslek temelinden gelen insanı bu zor şart­
"Osman Bey” ve Ekibi 157

lar a^mda bu kadar disiplinli çalıştırmak gerçekten alkışlana­


lı* bir şey. Bunu yapabilmenin sırrı insanın yaptığı işe, yani bi­
lme âşık olması ve insanları tanıması. Bunu Troia'yı Prof. Korf-
mann beraber gezerken her adımda hissediyor insan. "Celâl
ey' diyor büyük arkeolog, "burası öyle olmalı ki ben yarın bir
trafik kazasında ölsem, hiç aksamadan kazılar ve araştırmalar
sürmeli. 'Tek lüksüm ve tek servetim kitaplarımdır" diyen bu
1uyük bilimci aynı zamanda çok büyük de bir Türk dostu, ül­
kemizin dost olarak kazanmış olmakla iftihar edeceği büyük
lr insan. Osman Bey sağ olsun; ona bakarak pek çok Osman
Bey de bu halkın çocukları arasından çıksın. O da zaten o üm it­
le Çabalıyor, genç Türkleri alıp Tübingen'de, Troas'ta eğitiyor,
diğer ülkelerden meslektaşlarıyla tanıştırıyor (Asım'ı bile!).
Bundan iyi dostluk mu olur?
X L II

Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak •>



3 4 1 yıl öncp 6 E k im 1657'de (1067 Z ilh ic c e 'n in 27. Cumartes.
g u n u ) K a tıp Çeleb,, veya £!hl-i D iv a n 'm H acı H alifesi veya Hacı
Kalfa sı, A b d u lla h o ğ lu M u sta fa sabah kahvesini yudumlarken
■ır k a lp sektesinden ö lm ü ş tü . H e n ü z 48 y aşın da y dı. Bazı rahat­
l ı k l a r ı d a h a önce d e o lm u ş tu . Tesadüf o akşam h a m karpuz
yem iş, sab ah le y in d e s o ğ u k su ile y ık a n m ıştı. Â deta ö lü m ü n ge-
ecegını g o rm u ş g ib i, h a n ım ın a ve u şa ğ ın a o sabah "N e aceb bir­
birine m u h a lif işler etdik, bir za rard a n A lla h u Taâla hıfzeyliye"
■ em işti A lla h tan k o ru m a dileyen b u h e n ü z genç sayılabilecek
a d a m , az sonra ö lü m ü n pençesind.îvken can havliyle tıp kitap­
larına b a ş v u rm a y ı d ü ş ü n ü y o r d u : "...kahve içerken mütegayyir
j ^ atts ız >an ,p) e lin d e n fincan d üşe r ve b u telâşesi esnasın­
, J* 1 (tıp kitaplarına) m ü rac a at sadedinde
ı en k e nd i d a h i füce'ten vefat e d e r " K im d i b u 48 yaşında kalbı-
h ,V h T w 3lurkcn d in ^ b a p la r ın d a n , d u a la rd a n değil de
b ir b ilim k ita b ın d a n m ed et u m a n O s m a n h ?
> ,. , K a h p Ç elebl' O s m a n lı hayranlarına göre b ü y ü k bir âlim,
.lu K n m m I lalıl Y ın a n ç'a göre de z a m a n ın ın Descartes, Leibnız
g ib i d ah ile riy le karşılaştırılınca ancak o k u r yazar b ir a m a t ö r d ü .
B abasının ve k e n d is in in gayretleriyle o k u m a y azm a, hesap, d a ­
ha sonra da geleneksel dinsel ve tarihi bilgileri e din m işti. A n c a k
çocuk yaşta k e nd isine hesap öğreten hocanın d ü z e y in in hızla
ü s tü n e ç ık m ış o lm ası, zekâca çevresindeki ortalam a d ü z e y in üs­
tü n d e o ld u ğ u n u n ilk işaretiydi. İlk başlarda tarihe heves saldı ve
d o ğ u y a y a p ıla n seferlere katıldı. B urada ilk defa o n u n iyi bir
K â t ip Ç e le b i'y i H a tır la m a k 159

gözlemci, sadık bir betimleyici ve her şeyden önce yorulma bil­


mez bir kaynak meraklısı olduğunu görüyoruz. Gittiği yerlerde
sahaf ve kütüphanelerde kaynak eserlerini not etmeye başlamış­
tı. Daha sonra bu kaynaklar onun en önemli eserlerinden olan
dev doğu bibliyografyası Keşfü'z-zunûn an esami l-kütüb ve'l fi*
nü unu oluşturacaktır. 14.500 kitap ve risale, 10.Ü0Ü kadar da ya­
zar adı anılan bu eserde Çelebi, kitapların adlarını, konularını,
onlar hakkmdaki eserleri, atıflarını yapabildiğince vermiş, bu
eser 18. yüzyıldan beri çeşitli şekillerde Avrupa'da değişik diller­
de çıkan d'Herbelot'nun Bibliotheque Orientale'i gibi kayrak eser­
lerinin temelini oluşturmuştur; sonunda Almanca ve Latince bir
tam tercümesi Flügel tarafından 7 cilt olarak yayımlanmıştır.

• *1
1 A - /jV
r y t - ; \»
—A » • i* J ‘
•* <1 •

ı— .r-

J U., •. .I , k

. #.• A i . « 4 •«, Al *- - *
»•,**4 * _i -
---
-|

•1 •
*

^ ^

•• * »*.-*/ s
gl» I
I *-
---^ J ‘ # i , »*
. -A tâ

... -
---
---
---
--- v».-—W .*.,",-..
% A» i- (t_
__^ «

I v l
• /l 'M‘V1y * r jC-a

Ş e k i l 3<) İb r a h im M ü t e fe r r ik a 'n ın
1733 y ılın d a b a s tığ ı
C ilıannüına'nm ilk s a h ife s i.
16ü
^ümriirnânıe

ra fy a ! o 'T '" Ç M ' ^ “ *


b u l'a n ü s h a la n a » lm ıs olan v , f,. r , ° * » " nasılsa Istan-
^ u . ı n e a t r u r n \ ,j- b l-

& T S * wu",
^ n s onn , ?
r en 1 ^ ... . «“ "H H-••- ...^ r
su/lu *., düşüyor).
n t , , r MD herai 1 M enm ed Efendi ile tanıştırıyor,
fin kısası C . Mh' ‘V,0ry ' toıu te rcu ^ esın e soyunuyorlar. Uzun la-
ö n p m iî ^ l o rt" * an b u ra d a n bulabildiği güvenilir bilgi ile
y a 2 m a y« başlıyor H aritalar 4 dı-
ya r a m la r la sü sle d iğ e içinHe fosillerden bile bahsettiği bu esen,
j „ l , u su z O sm an lı nrn en önem li coğrafya eserini bitireme-
d en olHu gitti Ç elebi. A rk asın d a 20 tam veya b ü y ü k ölçüde bit­
m iş, J k ısm en bitm iş e se r b .rak an Ç elebi'nin ilgi alanı, tarihten
, r 1 ' rnntem atik ten astro n o m iy e, bibliyografyadan biyog-
! ? " . Y.G f ^ o ı o j ı y e k ad ar pek çok alan a yayılm ıştı. Mükrimin
11 ın aevdsjı gibi, kendi çağ d aşı A vrupalı entelektüel devlerle
vı»lrI?1 35 lri ',i,|,ecek hiçbir °e y y ap am ad ı Çelebi. A m a onu bü-
"n u tu lm a z y ap an , en büyük saygım ıza değer ya-
d ,k lan d ır, yap m ak arzusuyla öm­
rü n ü feda e til terid ir
k,k . S f lebl Ç° Ide n<îm '> bir çiçek değil, verim li bir ağaçtır, çün-
htıltM yVC v ,,rdıği m eyveler u y gar dü nyad a kullanıcı
s ,,ı V4UŞ' K*‘ katkı yap m ıştır A vrupai, rakiplerinin fizik-
V1I, ,,,, ^ n; Vl ,1," k a n ,a r*mn ufacık bir kısm ına bile sahip olama-
İiciM 1 • P*-1-* J^anı' ülkesinin ve kültür çevresinin bilgi fakir-
b r e u î ^ er kl leri e,e* tırerek’ bunu yırtm ak için um utsuz
İst™ ' Vf m ü cad eleye sonunda kalbı bile
diin va ' ' vı M d ü n y ad an alıyor, ulaşm ak istediği
s vl h n ! gönüllerine, u lu slarara s, ansiklopedilerin
sayfaların a göm ü yor. Rahat uyı, Çelebi! Ülkende bilei ve akla
su sam ış olan lar senin yolun dalar, seni unutm adılar 1953'te m e­
zarın tam ir e d , W dostun A r'n *n A d ,v ar kitabem yenilemişti.
Bızler d e insan bilgisine katkı yapabildikçe sen dostum uzu
şü k ran la an m ay a d ev am edeceğiz, yapabildikçe gelip seni ziya­
ret ed eceğ iz, yerin hem m ezarın d a, am a dah^ çok gönülleri­
m izd e olacak.
XLIII

Yalan, Bilim ve Yalancılar 62


Bilim yalanla başlar. İnsanoğlu, ilk defa yalnızca duyularıyla
bilebildiklerinin ötesine uzanma arzusunu duyduğu zaman,
doğada doğrudan gozleyemediği pek çok şey hakkında gözle­
diklerini tamamlayıcı nitelikte varsayımlar uydurmuştur-. D ün­
yamızı bir tepsi gibi düz addetmiş, güneşi bir insan ayağından
küçük diye düşünmüş, dünyanın uzayın merkezinde olduğuna
inanmış, dağların içlerinin boş olduğunu sanmıştır. Doğum ve
ölüm, muhtelif tanrılara atfedilmiştir. İnsanoğlu pek az bir kesi­
mini görebildiği, gözlemleyebildiği, inceleyebildiği nesne ve
süreçlerin ne oldukları ve nasıl oldukları konusundaki sonsuz
merakını bu tür masallarla dindirmeye çabalamıştır.
Bu masallar bir kişi, bir grup veya nesillerin eseri olabilir­
ler. Bir kişinin uydurduğu bir masal, onu dinleyenlerin ek bilgi
lerinin genişliği, muhayyilelerinin gücü ve hafızalarının kudre­
ti nispetinde onlar tarafından değiştirilip, genişletilip yeni bir
şekle sokulabilir. Bu şekilde bu tür masallar nesilden nesile ge­
çerek, insanın içinde yaşadığı gerçek âlemin yanında bir de bir
masal âleminin gelişmesine neden olmuşlardır. Bu masal âlemi
hem kişinin, hem de toplumun bekası için gerek ıdir, çünkü
içinde yaşadığımız dünya bilemediğimiz, açıklayamadığımız,
fakat bizim, yakınlarımızın, sevdiklerimizin yaşamını etkileyen
ve bizim kontrolümüz dışında sayısız etkenlerle doludur. Bun­
lar karşısında yaşama gücünü bulabilmesi için insanın bunların
üstesinden gelebileceğine inanması gerekir - bu doğru olmasa
bile. Gerçek âlem yanında insanın geliştırdıgı masal âlemi işte
insana bu gücü vermeye yarar.
162 Z ü m r ü tn â m e

A n c a k b a ze n b u m a sa l â le m in in m u h te lif öğeleri insan ya­


ş a m ın ı k ö tü d e etkileyebilirler. H a y a lı guçl'-rı teskin etmek için
ve rilen in s a n k u rb a n la r, b u g ü ç le rin h id d e tin d e n korum
için ö r n e ğ in A fr ik a 'd a k i kız s ü n n e ti gil-ı I Iindistan'daki oien
erkekle eşini d e y a k m a k ta n ibaret o lan satı gibi, bireyin yaşamı­
n ı körelten , h a tta tehlikeye atan vahşi âdetler de vardır. Bu ma­
sal öğeleri, b a z e n h içb ir işe y a r a m a d ığ ı kesin açıklayıcı e fs a n e ­
ler de olabilir. Ö r n e ğ in , de p re m le ri d e n iz tanrısı Poseidon un,
şim şekleri Z e u s 'u n y a p tığ ı gibi.
İnsan ak lı çok, am a çok u z u n bir z a m a n içinde (insanın 1

taya ç ık tığ ı 3 m ily o n yıl ön c e sin d e n 2500 yıl öncesine kadar


y ala n a d a y a lı m asa lları gerçek âle m le karşılaştırarak bilhassa
k e n d i y a ş a m ın ı etkileyenleri terk e d ip , yerine daha geniş hır
g ö z le m tem eli ile u y u m lu yeni m asallar k o y m a y ı öğrenmiş^11"-
M .Ö . . y ü z y ıld a , M ile t'te genel süreçler h a k k ın d a ort.ıya a tıla n
6

tü m v a rsa y ım la rın n ih ay e t m asal o ld u k la rı fark edilerek bunla­


rın m ü m k ü n o lan en b ü y ü k bir h ızla sınanarak d a h a iyilerinin
g eliştirilm esine ö n a y a k o lm a ları sağlanm ıştır, insan aklının uy­
durduğu masalların mutlaka ve mutlaka gerçek diinya ile s ı n a n m a s ı
gereğinin keşfi Milet'te bilim i doğurmuştur. B ilim ci, d e m e k k ı.
s ö y le d iğ in in y ala n o ld u ğ u n u n çok m u h te m e l o ld u ğ u n u herke­
se ila n eden ve k e n d i y a la n ın ı ortaya çıkaracak kişiye içten
şü k ra n d u y a n kişidir. Bilimde amaç yalan olmayacağı ürnidtU'f
varsayım üretmek, ama bunun çok büyük bir olasılıkla yalan olduğu
n u fark edip, daha iyisini, doğruya daha yakınını üreteceklere ı/"'
dınıcı olmaktır.
Bilimsel olmayan toplum ise kalıcı yalanla yaşayan toplumdur
Bu to p lu m la rd a y ala n ı d ü ze ltm e k için to p lum sal bir çaba g ö­
rü lm e z, zira to p lu m genel olarak y ala n ın farkında değildir.
Böyle to p lu m la rd a y alanın peşine d ü ş ü p d ü ze ltm e k m arifet ad ­
d e d ilm e d iğ i, hatta "b ü y ü ğ ü n y ala n ın ı veya yanlışını ç ık a r m a k
ay ıp tır" gibi aptalca tabular o ld u ğ u için buralarda yalancı bol­
lu ğ u başlar. H er d üzeyd e, her o rtam da, her işte yalan bulunur.
G ö zle m e dayalı akılcı tartışma o lm a d ığ ı için bu toplum larda
kararlar zorbalık tehdidiyle alınır. Bu to p lu m lar bu nedenle te­
sadüfen gerçekle karşılaştıkları za m a n çok fena çarpıhrlar, t ü m
d o k u ları parçalanır ve to p lu m u n k ü ltü rü iflas eder.
Yalan, Bilim ve Yalancılar 163

Akıl ve duyularla ulaşılmaya çalışılan gerçek dışında hiçbir


otorite tanımayan bilim, bu nedenle işe yalanla başladığı halde,
bunu açıkça itiraf ettiğinden yalana karşı en sağlam koruyucu-
muzdur. Yalana hiç bulaşmadığını iddia eden tüm otoriter sis­
temler ise yalan düzeltme mekanizmaları olmadığından tarihte
her zaman yalanın baş koruyucusu olmuşlardır.
X L IV

Les Alpe s63


Bu Fransızca başlık Alpler anlamına gelir. Türkçe bir yazıda
Fransızca başlık atmanın ne anlamı var diye aklınızdan geçiyor-
sa, Goethe'nin Faust'ı j n d a Dr. Faust'un genç bir kıza, G r e tc h e n e<
karşı duyduğu arzuyu dile getirdiğini duyan şeytanın gülerek
Şimdi bir Fransız gibi kcnuşuyorsun" dediğini h a t ır la y ıv e r in
Aşkın ve iştiyakın Alpler'le ilgisi ise bu yazının konusudur.
Uluslararası Jeolojik Bilimlerin Tarihçesi Komisyonu’nun (İN*
H I G E O ) b u s e n e k i y ıllık t o p la n t ıs ın ın a çış k o n u ş m a s ın ı yapm ak
iç in 6-17 E y lü l ta r ih le r i a r a s ın d a İsv içre 'y e d a v e tliy d im . Top-’an-
t ın ın k o n u s u y la ilg ili b ir i d o ğ u , d iğ e r i d e bati İsv içre 'de olm ak
^ ere ’ k* a ra z i g e z is i y a p ıld ı. D o ğ u d a k in i, b e lk i d e y a şa y an en
b ü y ü k A l p je o lo g u o la n ve k e n d is in e h o c a m d iy e b ilm e k te n
o n u r d u y d u ğ u m Prof. R u d o lf T rü m p y , b a t ıd a k in ı d e A lp jeoloji­
s in in g e n ç k u ş a k ü s ta t la r ın d a n , d o s t u m , L o z a n Ü niversitesi
p r o fe s ö r ü H e n r i M a s s o n y ö n e ttile r. G e z ile r e s n a s ın d a sadece
18. y ü z y ıld a n b e ri A lp le r 'in je o lo jik y a p ıs ı h a k k ın d a k i keşiflerin
y a p ıld ığ ı y e rle ri g e z ip y a p a n la r ı h a tır la m a k la k a lm a d ık , b u lu t ­
lu h a v a n ın m ü s a a d e s i n is p e tin d e k a n ım c a d ü n y a n ı n en g ü z e l
d a e la n o la n A lp le r 'i d e d o y a d o y a se y re tm e im k â n ın ı b u ld u k
Ben d o k to r a m ı A lp le ı'd e y a p t ım Je o lo jiy e ilk m e ra k sa rm a ­
ya b a ş la d ığ ım ç o c u k lu k y ılla r ım d a h a k k ın d a y a z ıla r o k u d u ğ u m ,
re s im le rim h a y ra n lık la s e y re ttiğ im ilk d a ğ la r A lp le ı'd i. Jeolojiyi
o k u ld a ö ğ r e n m e y e b a ş la d ığ ım z a m a n , d a ğ la r ın , h a tta k ıta la rın
o lu ş u m u h a k k ın d a k i ilk b ilim s e l te o rile rin A lp le r h a k k ın d a o rta ­
y a a tıld ığ ın ı g ö r d ü m . G ü n ü m ü z je o lo jisin in ilk h a bercileri o la n
k u r a m la r, A lp le ı'in k u c a ğ ın d a y e tiş m iş d â h ile r in o n la r hakkın-
Les Al pes 165

Sekil 4C A M odern A lp jeolojisinin en


ö n e m li kurucularından kabul edilen
Horace Benedict de Saussure'ün (1740-
1799)bug ün lerd e tedavülden kalk
makta d a n 20 İsviçre Franklık ban kn o ­
tun üzerindeki resmi.

ddki fikirlerinden oluşmaktaydılar. Alpler'e bakan jeolog onların


0 bitip tükenmek bilmeyen güzelliklerinde üzerinde yaşadığı­
mız gezegenin sırlarını, o sırları açığa vuran büyük jeologların
anılarını ve henüz insanlığın karşısında duran, çözüm bekleyen
bilimsel problemlerin görkem ve çekiciliğini görür.
Veni yağan karın ince tül örtüsünün ardında yapılarının gü­
zel çizgilerini daha da çarpıcı yapan beyaz ve koyu hatları tüm
Çapkınlıklarıyla sergileyen o zarif tepelere heyecanla bakarken,
grupta bulunan bilim tarihçisi bir Anglikan rahibi yanıma yakla­
şarak bu ihtişamın ve güzelliğin insana kutsiyet ilham ettiğini
söyledi. "Hayır, dostum" dedim. "Kutsiyet, anlaşılamayanda,
görülemeyende, temas edilemeyende, esrarengizde varsayılan
bir ululuğa, yüceliğe duyulan saygı ve sevgidir. Alpleı'in burada
bizleri etkileyen çekiciliği, güzelliği, görkemi, doğanın tüm im­
kânlarıyla ve fevkalâde karmaşık süreçler sonucu yaratmış oldu­
ğu bu abidenin bilakis anlaşılır olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu, anlayabildiğimiz, kucaklayabildiğimiz,
içine nüfuz edebildiğimiz bir güzelliktir.
Bizler Alpleı'le konuşabiliyoruz; bildiğiniz
gibi yüzyıllardır onlarla tatlı ve faydalı bir
söyleşi içerisindeyiz. Benim fark ettiğiniz şu 9 0 0 0 2 573 9 5

andaki heyecanım, bu yakışıklı, tatlı dilli, ,


yalan bilmeyen, benden önce nesillerce je-
oloğun dostu olmuş, benden sonra da nesil-

Şekil 40 B. Şekil 40 A 'da gösterilen bankno tun arka y üzü. Burada


Saussure ve arkadaşlarının 1787 yılında gerçekleştirdikleri ikinci
M ont Blanc tırmanışı resmedilmiştir. Saussure, b u tırmanışta
M ont Blanc'm yüksekliğini ilk defa barometrik olarak ölçm üştür
Banknotta M ont Blonc zirvesinin üzerine bir A m m o ııit fosilinin
hatları çizilmiştir. A lp le ı'in jeolojisinin anlaşılm asında en önem li
rolü oynayan b u fosillerin para üzerindeki şekilleri, yaratılan
kom pozisyonda jeolojiyi temsil etmektedir.
166 Zümrütnâme

lerce jeologun dostu olacağı kesin sevgililerim İl- tekrar kucakla-


şabilmekten kaynaklanan bir heyecandır. Onların doğal güzellik­
lerinde ben tabiatın ihtişamını, kucaklarında barındırdıkları kül­
türlerin çeşitliliğinde insan yaratıcılığının sınırsızlığım, hatırala­
rında bilimin banisi olan dâhilerin mirasını, soı unlarında da ge­
lecek bilimci nesillerinin zaferlerini temaşa ederek kelimeleri -.1

ifadesi m üm kün olamayacak büyük bir haz ve tatmin hissi du


yuyorum. Alpler tabiatın görkeminin olduğu kadar, insan zekâ­
sının da bir abidesidirler. Gerçek aşk ancak ırbırını tanıyan ve 1

anlayan taraflar arasında var olabilir. Benim bu açıdan Alpler'e


duyduğum aşkı, bir yabanînin doğal güçler karşısındaki cehale­
tinden kaynaklanan aczinin yarattığı kutsiyet kavramı ile bu ne­
denden ötürü asla karıştırmamak gerekir."

V O Y A O E S
D yl N S l E S yl L P E S ■
r u f t t li i ı

D ' U A E S S A I

SU R L ’H I S T O I R E N A T U Z IE L L E
.. J * i ' i * •< M t

I) I- I ’ L \ F
it ıı • . ,■ - w

7 . 'i r r " t i l i r •:

40 C . Hornce-öeııediet do
Sa ııssu rc'ü n Al p jeolojisinin
temellerim .*ıtnn on önem li eser­
lerden biri olan drirt ciltlik
Aiphrdc Gnnler adlı kitabının
birinci cild in in biişsayfnsı
XLV

Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi


Olarak Görmek64

Bilgili insan her şeyi bilen insan değildir. Bilgili insan çok
Şey bilen insan bile değildir. Bilgili insan neyi bilmediğini, neyi
nasıl öğrenebileceğini bilen insandır (bilgili insan Sokrates'in
pek böbürlendiği gibi hiçbir şey bilmediğini bilen insan da de­
ğildir, zira bu ifade kendisiyle çeliştiği gibi, bu çelişki dışında
bile doğru olamaz). Bir başka yazımda da ifade ettiğim gibi,
bilginin ne olduğu sorusuna ise iki cevap verilebilir. Bu cevap­
lardan biri ideal cevaptır: Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin
tüm özelliklerinin kodlanmış halidir. Cevapların İkincisi gerçekçi ce­
vaptır : Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin gözlemcinin ilgisini
çeken özelliklerinin kodlarıabilenlerinin tamamıdır. Demek ki biz bir
nesne veya süreç hakkında bilgi edinirken onun ilgilendiğimiz
kısımlarının kodlanabilenlerinin kodlarını belleğimize aktarı­
rız. Bu nedenle hiçbir nesne veya süreç hakkında tam bilgi id­
dia edilemez (zira hiçbir şey tam olarak kodlanamaz). Bilgiyi
tam yapan bizim hayal gücümüzdür. Kafamızda bir kısmını
kodlayabildiğimiz nesne veya sürecin tamamının ne olması ge­
rektiği konusunda oluşturduğumuz "hikâye" ışığında eksik
bilgimizi "tamamlarız". Eğer kafamızdan uydurduğumuz "hi­
kâye" (bilimde buna varsayım (hipotez), kuram (teori) veya doğa
yasası denebilir) tesadüfen gerçekle uyumlu ise bir keşif yapmış
oluruz. Yok değilse yanılmış oluruz. Yanılgı genellikle bizde ye­
ni ilgiler doğurarak yeni gözlem alanları açar önümüze ve bu
şekilde bilgimizi genişletmemize yardımcı olur.
168 Züm rütnam e

B ilg in in b iz im hayal g ü c ü m ü z ü n yarattığı biı şev olduğu


n u n farkında o lm ay a n lar b ilg ile rin in , bilgi edinm ek istedikleri
nesnenin y alnızca pek u fak bir kısm ıyla sınırlı o ld u ğ u n u göre­
mezler. H er şey apaçık karşıların da duruyor sanırlar. Halbuki,
sorg ulam ay ı bilm eyen, g ö rm e y i d r bilemez. Bu yüzden bak­
m ak, g örm e k için yeterli değildir. Hele kunu geçmiş hakkın-
d ak i bilg i o lunca, iş iyice çetrefilleşir. G eçm işin günüm üzden
farkı, geçm iş ha k k ın d a hiçb ir şeyi d o ğru d a n bilem em em ızdir
G eçm iş h a k k ın d a k i b ilg i bize geçmişten kalan yazılı veya ya
zısız belgeler y ard ım ıy la gelir. Tarih yazılı belgeleri, insan
eliyle y ap ılm ış anıtları k u lla n ır; paleontoloji l «illerden yarar
lanır; jeoloji kayaç kütleleri içind e geçm işin izlerini arar; koz
m oloji ışığın özellik le rind e n faydalanarak . a m alin gelişimini
inceler. Ancak hiçbir tarihsel belge geçmişin kendisi delildir
Tarih
çinin eline geçen belgeler geçm iş yaşam ın pek cuz'ı bir kısmı­
nı yansıtır; yaşam ış m ilyonlarca ve m ilyarlarca canlıdan bir­
kaç on, belki birkaç y ü z b in i ancak fosil olarak elim ize g^çmiŞ'
tir; aşınm a, m ag m a içinde erime, ısı ve basınç altında başka­
laşm a yoluyla m ilyonlarca kilom etre k ü p kayaç her an yok ol­
m akta veya "hafızası silinm ektedir"; ışık h âlâ u zayın d e r i n l i k ­
lerinde bize sürprizler yapabilm ektedir. Bu şartlar altınd.ı ta­
rihi ancak ve ancak bir d iğer y azım d a da d e d iğ im gibi belirli
bir varsayım ın ışığında eldeki sınırlı belgelerle tutarlı 0 la1
şekilde baştan kurabiliriz. Bu k u rg u y u da yeni belgeler ar.ı
m ak, eldekileri sınam ak için kullanırız. K u rg u m u z yeni l‘ır
belgeyle çelişince o n u terk eder, eski belgelerle birlikte bu ye­
ni belgeyi de açıklayacak daha geniş, daha iyi bir kuram la de­
ğiştiririz.
Eldeki eksik belgeleri geçmişin tam am ı zannedenler geçmi'
şi o ld u ğ u n d a n çok daha kısa, dar, kesikli sanırlar. N e s n e l e r d e k i
b ü tü n lü ğ ü , olaylardaki sürekliliği göremezler. İnsanlığın tarih
anlayışı, eldeki belgelerin tarih olm adığı, tarihin bunlarla
uy u m lu bir şekilde insan kafasında yaratılması ve sürekli sı­
nanm ası gereken bir bilgi o ld u ğ u anlayışının gelişmesi şeklinde
ilerlemiştir, ilkel ve m itolojik (veya dinsel) tarih anlayışı, tarihin
eldeki sınırlı belgelerin tam am ı o ld u ğ u ve insanın bunlardan
farkında olm adan ürettiği varsayımların gerçek o ld u ğ u zannın-
Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak Görmek 169

dan türemiştir. Eksik bir halk hafızası, birkaç kalıntı, bir iki
anıt, geçmişin tamamı sanılmış, mesela Sümer ve Mısır bütün
dünyanın oluşumunu bir nehirden yükselen kil tepeciği ile
açıklamaya kalkmıştır. Hayvan doğum unun hızını gören insan,
canlıların ortaya çıkışını da benzer bir olaya bağlayarak yaratı­
lış efsanesiyle açıklamaya çalışmış, dünyanın ortaya çıkışıyla
insan neslinin ortaya çıkışını bir tutmuştur. Ancak bilimin eleş­
tirisiyle bu çocuk masalı türünden fikirlerden vazgeçilerek da­
ha geniş, eldeki yeni verilerle daha uyumlu varsayımlara geçil­
miştir.
Tarihi bir sinema filmi olarak düşünmek lâzımdır. Bunun
içinden rastgele seçilen birkaç kareyle belki bir diyapozitif gös­
terisi yapılabilir, ama film oynatılamaz.
XLVI

İstanbul'da Depreme Karşı Sivil Örgütlenmel? !? 65

Her cumartesi sabahı ilk işim Cumhuriyet Bilim Teknik oku­


maktır. 26 Eylül sabahı da aynı işi yaptım . Ancak O rhan Bursa-
lı'n ın İstanbul'da deprem tehlikesi nedeniyle 1 devletin de ça­
lışm alarını izleyecek, güçlü, yetkili bir sivil örgütlenme gerek­
m ektedir" diyen başyazısını okuyunca, engel o l a m a d ı ğ ı m bir
gülm e aldı beni. O kadar ki, sonunda bu eşim in diki .'tini çekti-
"N eye gülüyo rsu n ?" diye sordu. "O rh a n 'a " dedim , "Hayaletle­
re yazm aya başladı." "N e hayaleti?" diye bu sefer e n d i ş e l e n e ­
rek sordu eşim. "İstanbul'da deprem olacak, adam gibi bir -1’■11
örgütlenm e lâzım diyor!" "Eee? N e var b u n d a gülecek? Sen d4- 1'
Aykut da, Fazlı Bey de aynı şeyi söyleyip durm uyor m u s u ­
nuz? K om ik olan da o ya" diye önleyem ediğim kahkahalar
arasında cevap verdim. "K im e söylüyoruz hiç aklım ıza g> hyor
m u? Biraz önce sen Cumhuriyet’m 3. sayfasında 'Yoksulluk s ı n ı ­
rı 224 m ilyon' diye bir haber o k u m a d ın m ı bana? Benim ma­
aşım ne, üniversite profesörü olarak? 270 m i l y o n . D o ç e n t in i- 1,
200 m ilyon. Yani koca bir doçent yoksulluk sınırının altında ya
şıyor. Artık yardım cı doçentleri, asistanları d ü şü n sen. Tabiî, di
yebilirsin ki, canım maaşı boş ver, devlet ona kâğıt, kalem, ki­
tap, araştırma olanağı temin ediyor!!!.. Ay! kasıklarım a ğ r ı d ı
gülmekten... Daha geçenlerde koca IT Ü 'nün rektörü k e n d i s i n e
kâğıt üzerinde devletin verdiği bütçenin 1 / 5 'ini kullanm a yet­
kisinin o ld u ğ u n u , b u nu n da yıl içinde Maliye Bakanlığı'nca
keyfî bir şekilde tırpanlandığını, ne planlam a ne de başka bir
şey y apabildiğini söylüyordu. Sefil üniversite hocası, sefil ü n i­
versite içinde, h e m de ülkem izin alnının güya akı, cumhurbaş-
İstan b u l’da D eprem e Karşı S ivil Ö rg ü tle n m e !?!? 171

kanlan yetiştiren 2 2 5 yıllık koca IT Ü 'd e! Bir de ad larına u ta n ­


m adan üniversite d en en o g ecek o n d u m üesseselerini d ü şü n
A n ad olu 'd a! Koca İ T Ü ki kütüphanesi yok! K itaplığına alabildiği
dergi sayısı A B D 'd e iyice bir üniversited ekin in ortalam a y ü zd e
biri!!! K aydında 2 5 0.000 kitap g ö zü k ü yo r, üniversitenin varlığı­
nı kanıtlayabildiği ise bu nu n d örttebiri bile değil! A kşam git
bak, ışığı yanan k aç lab oratu v ar, k aç derslik, kaç büro g ö rü r
sün. İTÜ ki hiç ku şk u su z ülkem izin en saygıd eğer, en çok bilim
üreten üniversitesidir, hiç değilse en tepedeki üç beş üniversite
den biridir. TÜBİTAK diyeceksin. Eh o d a bu gü n lerd e m üflis,
kabul edilm iş araştırm a projelerinin m ü tev azı paralarım öd e­
m ekten âciz! Z aten birkaç senedir ne yaptığını bilm ez bir halde!
D ünyaya açılan gö zü kulağı olan, beyni olan, üniversiuerı
ni bu hale getiren bir top lu m d ü şü neb iliyor m usun ' 1 >u felaket
ler du ru rk en, ülkenin beyni bu şekilde uyu ştu ru lu rk en , örne
ğin benim m esleğim in m ü h en d is odası bununla ilgilenm iyor
da, bu k onu lard a b an gır ban gır bağırm ak ihtiyacını d u y m u y o r
da, A m erikan donan m asın ın altıncı filosuyla ilgileniyor!.. I-u
kör dövü şü n ü n içinde, biz diye *.'uz ki. Efendim lstanhul da
deprem olacak, örgü tlen ip sesim izi du yu ralım . Bizi yöneten
ler, yu k arıd a anlattığım bu m u h teşem (!) üniversitelerin me­
zunlarıdırlar, böyle vazifeşinas (!) m eslek odalarının ü y eleridir­
ler. Birlikte sivil ö rg ü t k u rm aya kalkacağım ız diğer vatan d aşla­
rım ızın üniversite okum uşlarının çoğu da öyle. E^ız once bunia
ra dep rem in ne old u ğu n u anlatabilirsek, yatıp kalkıp şükrede­
lim. D eprem in yer sarsıntısı old u ğu n u bilirler — ve işte orad an
bir adım ötesini ne bilebilirler ne de anlayabilirler. Zira ondan
ötesi bilimsel d ü şü n ce gerektirir, sebep-sonuç ilişkisini u rab;!-
m eyi gerektirir, bu düşüncelerin varsayım lar şeklinde gelişiıgı
ni, bunların kontrol edilm esi gerektiğini düşünm eyi gerektirir.
Bunları yap m ak için bir bilim topluluğu olm ası gerektiğinin a n ­
laşılm asını gerektirir. Bilim topluluğunun karnını doyurabılen
insanlardan oluşm ası gerektiği, bunların kütüphanelere, ulusla­
rarası iletişim im kânlarına, iyi öğrencilere, gerçek m eslek ve bi­
lim örgütlerine gereksinim leri olduğun un bilinmesini gerekti­
rir. Ülkem izin neredeyse tam am ını temsil eden kırsal kültürün
bunları bilem eyeceğini, am a bunun dürü st, vazifeşinas, bilgi ı.
172 Zümrütnâme

a k ıllı, d e v le t a d a m lığ ı v a sılla rın a sahip politikacılarca kırsal


k ü lt ü r e a n la tılm a sı g e re k tiğ in in id ra k edilm esini gerektirir.
B ö y le v a sıfla ra s a h ip p o litik a c ıla rın enayi değil, bilakis imreni­
lecek in sa n ö rn e k le ri o ld u ğ u n u n b ilin m e s in i gerektirir.
İş te b ıitü n b u n la rı b ir d e n aklım a g e tird i O rh a n 'ın yazısı da
o n u n iç in g ü lü y o ru m . B i r to p lu m u n a k lı, so ru n la rın ı çözmede
g ö s te rd iğ i m a ha re tte o rta ya çıkar. B iz im ise 1946'dan bu yana
s o r u n la r ım ız m a şa lla h ka tla na ra k a rtıy o r. Z ira gelişmeyi, kendi
a k lım ı/ ın y a ra tıp d üny a ya s u n d u ğ u ü rü n le rd e değil, İstanbul a
kaçak y e ri*-şıp o c anım , d ü n y a in c isi ş e h ri cehenneme çeviren
k ö y lü a d ed ind e ; d e m iry o lu y e rin e asfa lt y o lla r d öşem ek g ^ 1
y a p tığ ım ız aptalca se ç im le rin b ız ı zo rla d ığ ı, b aşk asın ın akıl
ü r ü n le r in i k o p y a la d ığ ım ız çarpık sa na yileşm enin r a k a m l a r ı n d a
arayacak k a d a r a k ıld a n m a h ru m b ir to p lu m o ld u k. Gel bu top
lu m d a sen d e p re m g ib i çok y a n lı doğal b ir soruna ka rşı siv il ör­
g ü t k u r, h a h !"66
X L V II

Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,


Yerine Ne Koyacağız?67

Orta Amerika'nın küçük devletlerinden Honduras'ta vah­


şiler, Kristof Kolomb'u yargılamak için mahkeme kurmuşlar ve
unu adam kaçırma, etnik temizlik, soygun, tecavüz, istilâ, köle
ticareti, soykırım, işkence ve kitlesel ölümden suçlu bularak
ölüme mahkûm etmişler, elleri zincirli görülen bir tablosuna da
ok ve mızrak saplayarak cezayı infaz etmişler! Eh, yakında
Einstein'in nükleer bombalara temel olan çalışmaları, Nobel'in
dinamiti keşfi, Otto Lilienthal ve VVright biraderlerin bomardı-
manlarla savaşta, uçak kazalarıyla da barışta binlerce ve binler­
ce insanın ölmesine neden olan uçağı keşfetmeleri nedeniyle ve
daha nice bilimcinin benzer sebeplerle mahkûm edilmelerine
şahit olabiliriz.
Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinin hemen akabinde
bu kıtada yalnız bugünkü uygarlık düzeyinden bakıldığı za­
man değil, o zaman bile büyük insanlık suçu addedilen cürüm­
ler işlendiği muhakkaktır. Peki, bunları nereden biliyoruz? Ko-
lomb'la birlikte oraya giden Bartolomeo de las Casas gibi dost­
larının ve daha sonra gene Ispanya'dan oraya giden, Alvar Nu-
fıez Cabeza da Vaca gibi gönülleri insan sevgisi ile dolu, uygar
İspanyolların heyecanla yazılmış eserlerinden biliyoruz. Ameri­
ka'da İspanyollar tarafından işlenen cinayet ve soykırımlar, yal­
nız bir avuç Ispanyol tarafından mı işlenmiştir? Asla! Hem Orta
Amerika'da Cortez, hem Güney Amerika'da Pizzaro, mevcut
yerli düşmanlıklarını akıllıca kullanarak yerlileri birbirine vur-
durmuşlardır. Peki bu birbirine vurulma olayı İspanyolların
174 Z ü m r ü tn â m e

ic a t ettiğ i bir o la y m ıd ır? H âşâ! M ayalarla Azteklerin birbirleri­


nin ca n d ü ş m a n : o ld u k ları, her fırsatta birbirlerini boğazladık­
ları O rta A m e rik a tarihinin tem el konularındandır. Orta Ameri­
k a 'n ın ç ö z ü lm e m iş so ru n ların d an biri de Yucatan'daki muaz-
/ a m şe h irle rin A vru p alIların gelişinden çok önce niçin terk edil­
d iğid ir. P e ru 'd a za te n h an ed an m ensupları Atahuallpa ve Hu-
a s c a r b irb irlerin i yiyorlard ı. O zam anki Şili s ö m ü r ü l m e y e dahi
d e l m e y e c e k k a d a r fakir bulun m u ştu. Bu da Amerika'da vazı­
y etin K o lo m b 'u n gelişind en on ce pek de güllük gülistanlık ol­
m a d ığ ın ı g ö steriy o r.
Pek ' d u ru m u n vah am eti yalnızca yerlilerin sık sık birbirle­
rini v a h şice boğazlam asın.» neden olan sosyal ç a l k a l a n m a l a r
m ıy d ı? N e g e z e r! K olom b A m erik a'ya varm adan çok önce, bu­
ra d a y an lış tarım teknikleri toprağın artık tarımı t a ş ı y a m a z du­
ru m a geld iğ in i g ö steriy o rd u . Son zam anlarda yapılan arkeolo
jik /p e d o lo iik (p ed oloji= top rak b i!im ) çalışm alar, yerli tarım tek
n iklerin ın onb^-şînci yü zyıld a O rta A m erika'da yaşayanları tek­
ra r avcılık ve playıcılığa itm ek üzere olduğunu haber veri
yorlar. D ah a ku zeyd ek i avcılar ise Pleistosen (2 milyon yıl-10
bm yıl aralığ ı) b ü yü k b aş h ayvan topluluğunu büyük ölçüde m
k atm ış, bir tek b izona kalm ışlardı. Tekerleği bile icat e d e m e m iş /
b izo n u eh lileştirem em iş bu toplum un daha nice sosyal ve eko­
lojik d ertleri b u lu n m ak tayd ı.
K olom b , A lexan d er von H um boldt'un da y a z m a k t a n
u sa n m ad ığ ı gibi kaliteli bir bilim ci, cesur bir kâşifti. A m e r i ­
k a'd a yap ılan ve bizzat kültürlü İspanyolların bile midesini bu­
lan d ıran rezillikler, K olom b'un tayfa diye yanına almak zorun­
d a kaldığı h ap ish an e kaçkınlarının ve daha sonra Yeni Dün-
y a 'y a gidc^r* cahil m aceracıların işiydi Bunlar bazen K o l o m b ' u
d a tatsız işler y ap m ay a m ecb ur ettiler (hatta Kolomb sonunda
b u n ların bazılarını, bvı ar.ıda birkaç asili, m ahkem eye sevk ede­
rek id am ettirdi ve bu yü zd en İspanya Kralı ile başı derde gir­
di) A m a O k yan u s Denizi Am ir >li, büyük coğrafya bilgini KrıS-
tof K o lom b 'u n A m erika keşfinin yalnız Avrupa'ya değil, t ü m
in san lığa yeni bir uygarlık sıçram ası yaptırttığını, inhina o gü­
ne katlar bilin m eyen bir kendine güven hissi verdiğini inkâr et­
m ek m ü m k ü n m ü d ü r? H onduras'taki vahşilerin kullandığı
U y g a r lığ ı M a h k û m E t m e k ! P e k i, Y e r in e N e K o y a c a ğ ız ?

o
Se

!^ ekil 4 1 . B u ra d a k i Alnrıan p a ra s ın ın îtlçıd a ıı k o p y a s ı


ü z e rin d e g ö rü le n p ro fil. O k y a n u s D en iz i A m ira li,
A m e rik a 'n ın b ilg in k â şifi K risto f K o lo m b 'u n
y a şa m ın d a y a p ılm ış o la n b e lk i d e te k re s m id ir
(D y so n , ]. v e C h risto p h e r, P„ ly 9 1 , Columbus-For Cohl,
G o d , a n d G lo r y : \A kin g/ M adison P re ss, T o ro n to , s.
2 1 'd e n alın m ıştır).

m ahkem e" ve "insan hakları" kavram larını A m erika'ya geti­


ren bizzat Kolomb değil m iydi? Yerlilerin tarım larını kurtaran
Avrupa bilimi değil miydi? Onları büyücü yerine doktorla ta ­
nıştıran Kolomb değil m iydi? H onduras'taki vahşilerin Ko-
lomb'a hınçları aslında uygarlığa, akla yapılan bir başkaldır­
madır. Nasıl ki daha birkaç gün önce el ele tutuşarak türbana
özgürlük isteyenler, aslında A tatürk'ün bu ülkeye getirdiği akıl
ve uygarlığa düşm anlığa soyunuyorlarsa, bütün d ü nyada çe­
şitli kisveler ve renklerde özgürlük, hak, hukuk sloganlarıyla
cehalet partizanlığı yapanlar gerçekte bu kavram ların -b a z e n
endiler! farkında bile o lm ad an - en büyük dü şm anıdırlar
H onduras tak, sözde m ahkem e yalnız büyük kahram an Ko-
a'fSiS^ 1 Saldlnd^ ' i " - " 1* * ‘Ş en m iş
XLVIII

Onu Katlettiğimiz Gün 68


Onu katletmekle fâni Mustafa Kemal in bedeninin ortadan
kalkmasını kolaylaştıran etrafındaki cahil ve aptal dalkavuklar­
dan veya milletçe ona verdiğimiz dertlerin onu yıpratmasından
bahsetmeyeceğim. Bu konulan tarihçiler giderek art.ın bir cesa­
ret ve inatla incelemeye başladılar. Atatürk ü katletmekle be­
nim burada kastettiğim onun en çok korktuğu olum tarzıyla
onu öldürmek, yani onun kendi örneği ile halkına en çok ver­
mek istediği şeyi, hür, eleştirel, akılcı düşünceyi, katle» mt ■tir
Onun en büyük endişesi tanrılaştırılmak, putlaştırılmak, abıdf
leştirilmek ve bu şekilde kendi düşüncelerini kendi anısıyla
gölgelemekti. İkide bir kendisinin fani bedeninin elbet bir £"n
toprak olacağını, ama fikirleriyle kurduğu Türkiye Cumhuriye­
tinin ilelebet payidar olacağını söylerken, Cumhuriyet in ilel>‘
bet görmesini ümit ettiği itibarın kendi fikirlerinin fosilleşme­
siyle olamayacağını o herkesten iyi biliyordu; bunu defaatle her
fırsatta, çeşitli şekillerde dile getirmişti.
Peki, bu nasıl olacaktı? Türkiye Cumhuriyeti onun bulaca­
ğını muhakkak addettiği payidarlığa nasıl vâsıl olacaktı? Onun
vazettiği kanunları aynen uygulayarak mı? Yoksa onun devlet
yönetimine getirdiği çizgileri izleyerek mi? Veya onun toplum
hayatında kurmak istediği dengelere kilitlenerek mi? Yoksa
onun rejim kalıplarını koruyarak mı? Bunların hepsinin cevabı­
nı bizzat kendisi bir gün Yakup Kadri'ye vermemiş miydi? De­
miyor muydu ki doktrin olamaz, zira doktrin hareketi dondurur.
Biz donmayan, gelişen hareket istiyoruz. Devrim sürecek - o ka­
dar ki artık o "devrim" olmayacak, "toplum devinimi" olacak,
Jt-kil 42. Mutftafa Kûma! 1^37 Ağuslosu'nda yapılan Trakya m.mev rai arında, aralarında devrin
baybakını Ismel İnönü, Şükrü Kaya ve Tevfık Ruştıı Ar as'ın dd bulunduğu bir grupla birlikte
Herk*# aşnftı dugru bakarken. bir tek u babını kaldırmış, ba$k.ı bir yerlere yukarılara bakıyor*
. j resim onun tüm yaşamını en güzel şekilde oietlemiyor m u 1 Bilhassa bu resmt baktıkça, bu
hiç tanımadığım adamı ııo kad.ır özlüyorum, anlatamam (Muhterem dostum,
< uınlıurbaşkanlım B aşdanışm anı, kültürel antropolog l’rof F>r Bozkurt Guvenç'm
dudaklarından "b u resimde dehânın y alnızlığını g ü lü y o ru m ” sîzle ri do k ülii vermişti bu
fotoğrafı görür g ö r m e z )

evrim olacak, toplum sürekli değişecek, gelişecek, iyileşecek


Mark şistlerin hayal ettikleri son devrimin (veya Mao nun her
biri feci birer fiyaskoyla biten birbirinden k o p u k to p lu m sal he­
zeyanlarının), Hitler'in bin yıllık imparatorluğunun, Budistle-
rtn N i r v a n a s ı gibi veya Mesih'in dönüşü ümidi gibi rüyalar ol­
duğunu Mustafa Kemal b i l d i ğ i için o, doğanın sınır şartlarına
uygun bir evrim modeli içinde toplumunun gelişmesini düşü­
nüyordu Bu modelde tek bir Mustafa Kemal'in ilelebet liderliğine,
sonradan uydurulan "Ebedî Şef' kavramlarına asla yer yoktu, ola­
mazdı "Atatürkçü düşünce" onca ancak bir saplantı olarak addedile­
bilirdi “Atatürkçülük" hiç mi hiç olamazdı. O, bataktan, balçıktan
çekip çıkardığı halkının bitip tükenmeyen bir hazine olduğu inanan­
daydı. O sarsılma/, inanç onun göğsünü AnafartalaKda kale,
D u m lu p m a r 'd a mızrak, Meclis'te kürsü, Sarayburnu'nda kara-
178 Züm rütnâm e

tahta, Mersin'de dünyaya mesaj tahtası yapmıştı. İcabında ko­


mutan, icabında politikacı, icabında devlet adamı, gerektiğinde
öğretmen, hatta manken bile olabiliyordu. Olabiliyordu, çünkü
halkının içinde kendisi gibi düşünecek, kendisi gibi çalışacak Mustafa
Kemaller olduğuna inanıyordu. Verdiği her mücadele, bu Mustafa
Kemallerin varlığı aşkınaydı. Vatanı kurtarıp C umhuriyeti kur­
duktan sonraki tek işi. denebilir ki, bu Mustafa Kemalleri ara
maya, onlara imkân hazırlamaya, onların başanlı o l m a l a r ı n ;
kolaylaştırmaya, sayılarının artmasını temin etmeye h a s r e d i l ­
mişti. Bütün duvrimierınin nihaî maksadı Mustafa K e m a l l e r i
çoğaltmak, daha çok, daha verimli, daha yaratıcı ç a l ı ş a b i l m e l e ­
rini sağlamaktı. O ne bir önder, ne bir başbuğ, ne bir padişah/
ne bir halife, ne de bir peygamber olma heveslisiydi. Bu yönde
kendisine yapılan tüm teklifleri tiksinti ile reddetmiştir. Gelge-
lelim Mustafa Kemal de nihayet insandı. Şarkla garbı karşı kar­
şıya getireyim derken aile biie kuramadı, demokrat olayım der­
ken arkadaşlarından oldu. Ama bir an bile insan zekâsına, in­
san aklına olan inancını kaybetmedi. İnsan aklının eleştiri süz­
gecinden sürekli geçmediği takdirde yoktan var ettiği o i n a n ı l ­
maz eserin çok kısa zamanda tarumar olacağından hiç şüph ® » 1

yoktu.
Bu yüzden milletine tek bir vasiyet bırakmaya çalıştı: "Beni
hatırlayın ki benim gibilerini, benden çok daha iyilerini yetişti­
rebileceğinize olan imanınız sarsılmasın; zekânızı bileyin, aklı­
nızı kullanın ve eleştirel aklın hâkim olduğu bilimden başka
hiçbir kılavuzu asla tanımayın. Benim bundan başka bir mira
sim olduğunu söyleyenlere de sakın ha inanmayın!"
10 Kasım 1938 Perşembe günü saat 9'u 5 geçe büyük dâhi
son nefesini verir vermez, biz milletçe bu vasiyeti derhal çöpe
atıp onun artık bize hiçbir şey söyleyemeyecek olan fani bede­
nini allayıp pullayıp görkemli bir mezara yerleştirdik, onu Ebe­
dî Şef ilan ettik ve işte o an... onu katlettiğimiz gibi milletçe
kendi ölüm fermanımızı da imzalamış olduk!
XLIX

Bilimsel Dehâ 69

10 Kasım da hızım ı alam ad ım . O n u n için b u g ü n g e n e


( ^ndan bahsedeceğim . Bu belki d e bir tü r av u n tu . K en d i ü lk e ­
sinde, şehrinde, çevresin d e akıllı, bilgili, g ö rg ü lü in san kıtlığı
çeken bir insanın bir hatıra ile y aşam a isteği bu. K u şk u su z s a ğ ­
lıklı değil - am a ne yap alım ki pek sağlıklı bir y e rd e y a ş a d ığ ı­
mızı iddia edebilecek d u ru m d a da değiliz.
Son bir yıldır yazd ığım C B T yazıların a şö y le bir b ak tım .
Türkiye'de bilim den mi b ah sed eceğ im , bu k o n u d a y a p ıla n en
iyi işler hep ya onun zam an ın d a vey a o n u n k afasın d an çık an
program lar sonu cu yapılm ış. S an attan m ı b a h se d e ce ğ im , h e ­
men tüm önem li ad ım ları O attırm ış. A skerlik m i, en iyisini o
yapmış. Türkiye'yi d ü n y ad a tan ıtm ak m ı, en etkilisini v e en
yaygınını o becerm iş. Eğitim m i, en akılcısını o p la n la m ış v e
yaptırtm ış. D ünya çap ın d a d iplom asi m i, ülk em izin en h a y si­
yetli dönem ini onun zam an ın d a yaşam ışız. G ü zel g iy in m e k m i,
milletine en güzel m ankenliği o etm iş, giyin ip k u şan m asın ı ö ğ ­
retmiş. Reform m u , envai çeşidinin en etkili v e kalıcısını o y a p ­
mış. Devrim m i, tarihin gelm iş geçm iş en başarılı d e v rim cisi o l­
m uş... Bu listeyi bu köşenin sonu na k ad ar b ö ylece s ü rd ü rm e k
kabil. Bazen d ü şü n ü yoru m da acaba bu a d a m gökten zem b ille
mı inmişti diye. N eydi onun sırrı? N asıl b ö yle her tu ttu ğ u n u a l­
tın ediyordu bu ufak tefek, şehlâ bakışlı ad a m . T ra b lu sg a rp 'ta
Çet,e^-' SJellbolu' da taktisyen, S ak ary a'd a m e y d a n m u h areb esi
galibi, D um lupınar'da stratejisi, A n k a ra 'd a parti p o litik acısın -
ne^rM SyH N eydi bu sihirli
her ydeğnek
a p “ £ ‘ bî>?a n y>a bitm işti. H e m d e
ne şartlarda. ?
Z üm rütnâm e

Belki de b u nu çevresinde O n d a n az başarılı olmuş olanla­


ra bakarak bulabiliriz. Alalım Enver Paşa'yı. Buyuk hayallerin
a d a m ı olan bu rom antik zavallı, başkomutan vekili olduğu ko­
ca bir im p arato rlu ğu perişan etmekle kalmadı, küçük ve önem­
siz bir çarpışm ada kendini de yok etti. Sıkıntısı, hayalleriyle
gerçeği bağdaştıram am asıydı. Rüyada yaşadı, gerçek gelip çar­
pınca da telef oldu gitti. Alalım hocası Yakup Şevki Paşa'yı:
T ü m detayları ve gerçeği gören bu kaliteli asker, hayal gücün­
den m a h ru m d u . Hali çok iyi bildiği halde, iki adım ötesim gı>
rem iyordu. A lalım sevgili arkadaşı ismet Inönr'yü: Büyük bir
idareci becerisine sahip olan bu kurnaz adam inisiyatiften yok­
s u n d u , cesur karar alamıyordu. Alalım büyük bir saygı ile bagiı
o ld u ğ u Fevzi Paşa'yı: İyi yetişmiş, vatansever bir asker olan
Mareşal, gençliğinde edindiği belli kalıpların dışına çıkamayan
tutucu yaradılışta bir insandı. Yenilik ve atılımı beceremiyordu-
A la lım H alide Edip'i: Bir konuya pek çok açıdan hızla bakania-
yan bir tipteydi. Belki de bu açıdan aslında Fevzi Paşa'ya ben­
ziyordu. Alalım Hasan-Âli Yücel'i: Belki de O'nu tam anlaya­
b ilm iş tek kişi olan bu dâhi entelektüel, bir türlü, gerçeği labi­
rentler içinde saklama sanatı olan politikayı ö ğ r e n e m e m i ş t i
Yukarıda saydıklarımın hepsi büyük insanlardır, büyük bir
u lu su n kaderinin çizilmesinde iyi veya kötü rol o y n a m ı ş l a r d ı 1'/
bazıları çok büyul< ve faydalı işler yapmışlardır. Ama o n la r ın
hepsi O 'n u n gölgesini hile dolduramıyorlar. Çünkü O, gerçeğe
hep d ik dik bakmış, engin hayal gücünün ürünlerini hep o ger"
çekle sınamıştı. Bir konuda bir sonuca vardı mı, derhal inisiya­
tifi üstlenip harekete geçerdi. O 'nu sınırlayacak hiçbir a l ı ş k a n ­
lık, hiçbir tabu yoktu - yalnızca eleştirel aklın yönetiminde bilgiyi
hareket ederdi. Bir girişimi başarısız mı oldu, derhal geri dönme­
sini bilir, konuyu bu sefer bir başka açıdan hızla ele alır, yeni
görüşler üretir, tekrar aynı cesaretle ileri atılır, o iş için hangi
yöntem gerekiyorsa onu üstün başarıyla kullanırdı tşte burada
göruletı deneme-yanılma yöntemine bilimsel yöntem diyoruz. Yuka­
rıda saydığım insanlar nasıl bir Galile, bir Nevvton, bir Einstein
değillerse, bir Mustafa Kemal dt> değillerdir. İtalyanların Le-
onardo'su, Galile'si, İngilizlerin Nevvton'u ve Maxwell'i, Fran­
sızların Descartes'ı, Pasteuı'li, Almanların Goethe'si, Einstein ı,
B ilim sel D ehâ 181

DanimarkalIların Steno'su, Bohr'u, A v u s t u r y a lIla r ın Sue*s'ü,


^chrodınger'i, Rusların M endeleyev'i, Pavlov'u varsa, b izim de
Mustafa Kem al'im iz var. Bilimsel d âhiler k u lü b u n e kaydettire-
bıldığımız şim dilik tek üyem iz. N e dersek diy elim , m illetçe b u ­
nun bovle o ld u ğ u n u n pek fakında değiliz. K im im iz o n u hâlâ
ılitler'le, M ussolini'yle, Franko'yla, k im im iz d e Lenin, Stalin
veya Mao ile karşılaştırmaya çalışıyor!
O nun üye o ld u ğ u k u lü p değişiktir, sevgili yurttaşlarım , ge­
lin artık o k u lü b ü ve üyelik şartlarını öğrenmeye çalışalım.
182 Zümrütnâme
t-i I

Şekil 43. H âm it N âfiz P am ir (solda okla işaret edilen)


6-21 H aziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da
M aarif Vekili ve yakın arkadaşı Hasan-Âli Yücel'in
(sağda okla işaret edilen) emriyle toplanm ış olan
Birinci Coğrafya Kongresi delegeleri arasında. H âm it
Hoca, jeoloji denilince tüm yerbilimlerini kucaklayan
geniş bir ufuk anlıyordu. B ugün Türkiye'nin en önde
gelen yerbilimcileri arasında o n u n hem jeolojinin
kurucuları olan H utton, Lyell, von H u m bold t gibi­
lerinin hem de yerbilimlerinin gü n ü m ü zd e k i lider­
lerinin düşüncesiyle paralel olan bu geniş ufuklu
entelektüel görüşü hâkim dir.
L
Tiirk Aydınlanmasının M eş'alelerinden
Dostum Hâmit Nafiz Pam ir 70

Türkiye'.l jeoloji b ilim in in k u r u c u s u o la n O rd . Prof. H â ­


mil Nr.fi/ Pam ir'i 1973 y ılın d a ta n ıd ığ ım d a lise 3. sın ıf öğrenci-
iy dim . T ürkiye Şeker F a b r ik a la r ın ın k u ru c u s u , "Şeker K ra lı"
diye b ilinen H ayri İpar'ın eşi T evhide İp ar H a n ım e fe n d i a n n e ­
mi bir ziyareti esnasında jeolojiye o la n m e ra k ım ı ve H â m it N a ­
fiz Pamir'i tanım a a r z u m u ö ğre n ince k e n d is iy le b en i te le fo n d a
anıştırmıştı. Tevhide H a n ım , Pamir'’in geniş ve k a lite li d o st
züm resinin bir üyesiydi. D a h a sonra H â m it H o c a 'y ı E tiler
Ç am lık'taki dairesinde ziyaret ettim . Beni te m iz giysileri iç in d e
1arşılavan, bem beyaz saçları itin a ile taran m ış, zeki m a v i g ö z le ­
ri ışıldayan b u m is k o k u lu ih tiy a rın o lu ş tu r d u ğ u portreyi u n u t ­
m a m im kânsızdır. K o n u ş m a m ız d a b a n a g ö ste rd iğ i y a k ın lık , ne
yazık ki y alnızca iki b u ç u k yıl sürebilecek b ir d o s tlu ğ u n b a ş la n ­
gıcı o lm u ştu A m e rik a'y a jeoloji tahsiline g id erk en e lin i ö p m e ­
ye g ittiğ im d e " A m a n iyi stratigrafi öğre n de gel" d e m işti.
"Stratigrafi jeolojide her şeyin te m e lid ir ve ne y azık ki T ü rk i­
ye'de pek az b ilin ir." K e lim e a n la m ıy la " k a tm a n tasviri" o la n
stratigrafi aslında jeolojide m e k â n ilişk ile rin i z a m a n ilişk ile rin e
çevirm ekte k u lla n ıla n y ön te m le rin o lu ş tu r u ld u ğ u bir alt b ra n ş ­
tır ve gerçekten her şeyin tem elidir. H â m it H o c a 'n m ne k a d a r
haklı o ld u ğ u , y irm i k ü su r yıl sonra T ürkçe ilk ders k ita b ım ı
kendi b ran şım o lan tektonikte d e ğ il de stratigrafide M e h m e t
Sakınç ile birlikte y azm ay a b aşlam ış o lm a m d a g örülm e kte d ir.
H er iki y azarının da b u y u k bir zevkle a ld ık la rı karar d o ğ r u lt u ­
184 Zümriitnâme

sunda bu kitap bittiğinde Türkiye'de kaliteli jeohıjj :l«> kitabı


y azım ın ı da 1928'de U m um î Arziyat başlıklı kitabı ile başlatmış
olan H â m it N afiz P am iı'in aziz hatırasına ılluı! olunacaktır
İstanbul Üniversitesi Jeoloji M ühendisliği B ölüm ü bıı ka­
dirşinaslık örneği vererek Türkiye de jeo.ojinin kurucusu olan
H âm it N âfiz P am iı'i (1893-1976) bir toplanlı ile 11 Kasım 1998
g ü n ü andı. Ü sküp'te d o ğ u p orta ve lise tali .ılım Selanik te y»-
pan H âm it Hoca, A tatürk'ü de yetiştirmiş o'.ın Rumeli nin ay
din ve verim li çevresinde b ü y ü d ü , sonra unıvfrsite tahsili için
Cenevre'ye gitti. O rada kim ya lisansını izleyen mineraloji do
torasına başladı. Birinci D üny a Savaşı patlayınca doktorası ı
tam am layam adan ülkeye çağırıldı, İstanbul I >nruifünunu’nda
kendisinden sadece altı yaş b ü y ü k olan dâl • A lm an jeoloğu
VValther Penck'in yanına tercüman-asistan verildi. Esas jeolojiyi
burada öğrendi. 1933 reform unda üniversitede bırakılan tek je­
ologdu. Profesör y ap ıldı ve o andan itibaren m untazam tahsili­
ni yapam adığı bir konuda, bilim geleneği olm ayan bir ülkede,
tüm geleneklerin hızla değiştiği bir anda ve büyük ına«.Mî ola­
naksızlıklar içinde jeoloji gibi çok dallı budaklı, gelene*, bağım­
lısı bir bilim dalının k u ru lu p teşkilâtlanması görevini omuzla­
rında bu ld u . Yalnız üniversitede değil, M aden Tetkik ve A r a m a
Enstitüsü gibi kuruluşların, Türkiye Jeoloji K urum u gibi bilim ­
sel kurum larm oluşturulm asında en önem li rolü oynadı, or, lara
fikir babalığı etti. Yerbilimleri ile ilgili her faaliyette yer aldı,
önem li ve o lum lu katkılar yaptı. O m uzlarına yüklenen görevi
kanımca çok büyük bir başarıyla yerine getirdi.
Türkiye'de benim neslimdekiler de dahil, hiçbir jeolojik fa-
aliyet, bilimsel buluş yoktur ki, öyle veya böyle k ö k ü Hâm it
Hoca nın çalışmasına, oluşturduğu çevreye veya sağladığı dür
tüye bağlanmasın. "Biz jeologlar" diye yazmıştı bir seferinde,
...istersek, ülkenin b ü tü n bilim hayatında yepyeni bir çığır
açabiliriz. Atatürk ün başlattığı aydınlanm a hareketine olan
inancı tamdı. O hareketi en iyi anlamış olan Hasan-Âli Yücel'in
çok yakın dostuydu. Yücel son nefesini H âm it Hoca'nın kolla­
rında vermiştir. H âm it Hoca aydınlanm ayı bir insanlık projesi
olarak gördüğünden, Türkiye jeolojisinin uluslararası düzeyde
yapılmasına, sonuçlarının uluslararası ortamda duyurulm asına
Dostum Hâmit Nafiz Pamir 185

■ ■ >ı ın verirdi. Burada da kendisi öncülük etmiş, uygar


ülkelerde!'ı toplantılara katılmış, Fransız Jeoloji Cemiyeti ya­
bana başkanlığını yapmış, eski ve şöhretli Alman Leopoldina
Doı>a Bilimleri Akademisi'ne seçilmişti. Kendisini tanıyan tüm
yabancı bilim adamları ve İhsan Ketin ve Sırrı Erinç gibi büyük
Türk yerbilimcileri bilginliğinin, zekâsının ve kibarlığının üs­
tünlüğünde hemfikirdirler.
6 Haziran 1976 Pazar günü öldüğünde, arkasından onun
kurH.ıgu ortamda Türkiye'nin yetiştirdiği kuşkusuz en büyük
dor »bilimci olan, bir zamanki asistanı İhsan Ketin şöyle seslen-
mistr "Rüyük hoca, bizler ve yetiştirdiğin sayıları binleri bulan
her yajtaki Türk jeologları sana minnettarız. Çok sevdiğin va­
tan topragmda rahat ve müsterih uyu ! " 7 1Buna bugün tüm
Turi yerbilimcileri gönülden katılmaktadırlar.
LI

CBT 'de îki Yazı, Evrim ve Tarih 72


CBT'nin 24 Ekim 1998 tarihli 605. sayısı özellikle iki yazı­
dan dolayı bana çok büyük bir keyif verdi. Yazılardan biri Feza
Akça'nın hazırladığı "Dinozorların ve kuşların ortak geçmişi"
(ss. 8-9) adlı yazı. Diğeri de Ali Polat'ın "Dünyanın karanlık ta­
rihine açılan pencere" başlıklı makalesi (ss. 18-19). Her ikisi de
geçmişin nasıl araştırılacağı konusunda okura öğretici ipuçları
veriyor.
Akça'nın yazısı negatif veriden hareket etmenin ne denli
tehlikeli olduğunu belgeliyor. Darvvin evrim kuramını ortaya
attığı zaman, kendisinin de en çok canını sıkan veri kıtlığı "ara
türler" denebilecek bir türden diğerine yavaş yavaş değişmeyi
belgeleyen fosillerin eksikliği idi. Gerçi dâhi doğabilimci, bu
eksikliğin jeolojik geçmişin eldeki kaydının, yani dokümantas­
yonunun, çok çeşitli nedenlerle çok eksik olmasından kaynak­
landığını tahmin ediyordu. Ama Darvvin eksikliği abartmiştı.
Örneğin Tebeşir Devri de denilen ve İkinci Zaman'ın son devri
olan Kretase'yi 300 milyon yıl önce zannediyordu. Halbuki bu
devir yalnızca 65 milyon yıl önce bitmiştir. Dolayısıyla, Dar-
win'in bulunabileceğini tahmin ettiğinden daha çok ara tür bu­
lunmalıydı. Zaten öyle de oldu. Önce 1875'te Viyanalı büyük
paleontolog Melchior Neumayr, Paludina denilen bir tür yu-
muşakçanın Slavonya'daki Pliyosen (5-2 milyon yıl önce) taba­
kaları içinde yassı Vivipar tipinden köşeli Tulotom tipine nasıl
geçtiğini adım adım belgelemiş, evrim teorisine, karşı koyul­
ması güç bir destek sağlamıştı. 1866'da Bavyera'da bulunan
Archaeopteryx de sürüngenden kuşa geçişte köprü sağladığı
C B T ’de İki Yazı, Evrim ve Tarih 187

için evrim düşmanlarının aptalca saldırılarına hedef olmuş, bu


losilin "sahte" olduğu bile iddia edilmişti (tabiî, sonra sekiz ta­
ne daha bulununca bu salakça iddia ortadan kalktı!). Akça'nın
hazırladığı yazı ise, bu sefer Archaeopteryx ile dinozor arasında
bulunan halkalardan örneklerin bulunduğu ile ilgili Hem de .7 3

Caudipteryx adlı resmi de verilen dinozor, temelde Gerhard


I leümann'ın 1927'de yalnızca evrim teorisine dayanarak şeklini
lahmin ettiği ve Protoavis adını verdiği varsayımsal dinozor-
kuş arası tipe cidden çok benziyor. İşte bu önceden kestirme
yeteneği bir bilimsel kuramın en büyük marifetidir. Bu nedenle
de Çin'de yeni bulunan fosiller evrim kuramı için yeni ve muh­
teşem bir zaferdir. CBTnin 604 numaralı (17 Ekim 1998) sayısı-
daki köşe yazımda geçmişin ancak kuramlarla baştan kuru-
,7 4

Ş ekil 44. Ali Polat (solda) ve İhsan Ketin 10 Ocak 1992'de, İhsan Ketin'in evinde. Aralarında
yarım yüzyıldan fazla yaş farkı bulu n an iki jeolog; genç olan, yaşlının öğrencilerinin öğrencisi.
Ortak yanları: ikisi de başarılı, adları uluslararası bilim dünyasında bilinen adlar. Bilim i, ulus­
lararası düzeyde, b ilim in cephesini ilerletmek için yapm ak, yaşlının ö m ü r boyu kendine
k ılavuz ettiği prensip. Genç olan bu prensibi yaşlının “o k ulunda" öğrenm iş, dünyada
yaptıklarını hocalarının hocasıyla tartışmaya gelmiş. Bu sahneler merhum Ketin'e hayatta en
çok haz veren sahnelerdi.
188 Zümrıitnâme

labileceğini, bu kuramları da onlar ışığında <ınn.ıc.ık vırnı veri­


lerin denetleyeceğini yazmıştım. IşIr kıış/dinozor ıiıŞKilen bu
yönteme görkemli bir örnek sunmal ‘adıı Evrim düşmanlan
rihsel bilimlerin nasıl yapılabileceğim düşünmediklerinden, vc'i ek­
sikliğini veri yokluğu sanmaktadırlar. lîu yu/ılrn de her yem veri
bulunduğunda başlarını kelimenin tam anlamıyla taşa v rup
iddialarından geri çekilme durumunda kaiın ıktadırlar.
ITÜ'deki 17 yıllık hocalık deneyimimde kendilerine ojjr»'*"
menlik etmek bahtiyarlığına eriştiğim en uslun yetenekli ıkı öğ­
renciden biri olan Ali Polat'ın makalesi ise, aynı tarihsel w
yöntemini gezegenimizin ve onun üzerinde! ı yaşamın başİJ'
gıcına taşımakta, birkaç bazalt ve ultramaııtte ı (magnezyuı
ve silisçe zengin siyah katılaşım kayaçlar) tüm dünya mantosu­
nun (dünyanın 30 ile 2900 km. derinlik arasındaki katmanı) ev­
riminin, birkaç galen ve pirit kristalinden yaşamın ortaya çıkışı­
nın sırlarının nasıl arandığını, birkaç on kilometre k.ıre içindeki
mostralarla da geçmişteki kıtaların ne şekilde l 'uyuduğunun
nasıl incelendiğini anlatmaktadır. Doğa, Efesli memleketlimiz.
Herakleitos'un dediği gibi "sırlarını saklamayı sever." Onları
ancak kendisine akıllıca sorular yöneltenlere açar ve yalnızca
onlara saygın bir yaşam imkânı tanır. İnsan yaratıcılığının nrt.ı-
ya koyduğu kuramlar işte aslında bu akıllıca sorulardan ibaret­
tir. Doğaya yöneltilen o sorular bize bugünkü rahat ve emin ya­
şamımızı, kâinat hakkındaki muazzam bilgi hâzinemizi, ve en
önemlisi, insan olarak kendimize duyduğumuz savgı ve güve­
ni sağlamışlardır.
Bir insan omur boyu bilimle uğraşmaz da daha iyi ne is ya
pabılır? işte ben bunu anlayamıyorum!
L II

ianta Barbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararları75

t Aralı-, Santa Barbara günüdür. "Barbara" mantıkta her üç


terimi ile olumlu olan bir sillogizmi (tasımı) ifade ettiği gibi
(örn !-utün hayvanlar ölümlüdür; bütün insanlar hayvandır;
dolayısıyla bütün insanlar ölümlüdür), aynı zamanda "yaban­
cı" anlamına gelen Latince kökenli bir kız ismidir de. Bu isim
benim ailemin >;ok sevdiğim bir üyesinin adı olduğu için, ben
de Rarbara admı hep çok sevmişimdir. Ancak bu adın bana hiç
beklemediğim bir başka cepheden de yakın olduğunu yeni öğ­
rendim.
Geçen Eylül ayında İsviçre'de Vaud (VVaadt) kantonundaki
ex tuz madenlerini gezerken, burada gördüğüm kadın heyke-
ıne once bir anlam verememiştim. Bu heykelin hikmetini so­
runca, ev sahibimiz olan madenciler bana bunun Santa Barba­
ra nın heykeli olduğunu söylediler. Santa Barbara, Hıristiyan
aleminde madencilerin ve jeologların (ve dökümcülerin, metal
işçilerinin, topçuların) koruyucu azizesi olan kızdı. Gerçi bu
kızcağızın tarihsel kişiliği, hatta varlığı pek şüpheli. O kadar ki,
katolik kilisesi 1969 yılında bu azizenin adını azizler takvimin­
den çıkarmış. Ama madenciler Kilise'nin bu aşırı titizliğine rağ­
men, azizelerini bırakmamışlar. Hâlâ dünyada 4 Aralık günü
madenciler tarafından Santa Barbara günü olarak kutlanıyor.
Geçenlerde akşamüzeri fakülteden eve dönmek üzereyken,
Prof. Erdil Ayvazoğlu'nun odasında Prof. Şinasi Eskikaya ve
Prof. Senâi Saltoğlu'dan mürekkep bir madenci grubunu otur­
muş kaynatırken görünce ben de sohbete katılmak için araları­
na karıştım. Kendilerine Santa Barbara hakkında öğrendikleri­
190 Z ü m rü tn âm e

m i a n la tın c a her ü ç ü d e b e n im b u n u d ah a u n a 1, hem de bir ma­


d e n fa k ü lte s in in ö ğ re tim uyesı o la r a l, öğrenm em iş olduğuma
b ir h a y li h a y re t ettiler. H a tta bana bilm ediğim başka başka San­
ta B a rb ara efsaneleri anlattılar. Ülkenindi' de .| Artılık gut nün
madenciler gürıü olarak kutlandığını da im .n.itiu öğrendim. Ancak
h e r h a ld e T ü rk iy e n ü f u s u n u n ç o ğ u n lu ğ u n u n M üslüm an olma­
s ın d a n o la c a k , b u k u tla m a la rd a Santa Ilarbara'dan bahsedilmi-
y o r m u ş . A m a ü ç h o c a m ın geniş b ilg ile rin in di* ortaya k o y d u ğu
g ib i, S an ta B arbara b iz im m a de n cile r arasında da bilinen *>ır
kav ram .
B u sefer b en d e h o c a la rım d a n T ürkiye'deki madencilik
le n e k le ri h a k k ın d a b an a bir şeyler anlatm alarını rica ettim. P 1
sefer b ilg is iz liğ i itira f sırası her ü ç ü de tecrübeli madenci
o la n h o c a la r ım a g e lm işti. T ü rk iy e 'd e A v ru p a dakıne benzer gt
n iş ve eski b ir m a d e n c ilik ge le n eğin i bilm iyorlardı Ama bu va­
di da onlar bilmiyor anlamına gelmiyor. H er üç hocamın da suru­
m a c e v a p ve re m em iş o lm a la r ın ın sebebi, kişisel bilgisizlik!611
d e ğ il, T ü rk iy e 'd e fo lk lo ru , tarihi ve sanatıyla zengin bir maden­
ci g e le n e ğ in in g e lişm e m iş o lm a s ın d a n d ı. Hatta \nadolu ya
T ü rk le rin g e liş in d e n önce faal olan pek çok m aden daha sonra
terk e d ilm iş ti. F a tih 'in to p ların ı d ö k tü rtm e k için K ırk la t* -
li'n d e n d e m ir getirtm iş o ld u ğ u rivayetinin bile yapılan incele*
m e le r s o n u n d a d o ğ r u o lm a d ığ ı g ö rü lm ü ş tü . O rada burada «H
bet u fa k çapta m a d e n işletilm işti. A m a b u n u n yaygın bir ır»eS'
lek h a lin i a lm a d ığ ı ve bir gelenek o lu ştu rm a d ığ ı görülüyordu-
Fakat Şinasi Bey b u n a rağm en, T ürk m ade n ciliğinin tarihçi»!
ne d e b ü y ü k bir ciddiy etle e ğ ilin m iş o ld u ğ u n u n söylenemeye­
c e ğ in i v u rg u la d ı. T oplantım ız, T ürkiye'de m adenciliğin tarin
ne b ira z d a h a ciddiyetle eğilm e kararı a lm am ızla dağıldı.
K e n d il e r i n d e n a y r ıld ık t a n s o n r a e v e g id e r k e n a ra b a d a , IT t
M a d e n F a k ü lte s i h o c a la r ın ın y e n i y a y ım la m ış o ld u k la r ı bir
d e k la r a s y o n g e ld i a k lım a . B u r a d a h a k lı o la r a k m a d e n c iliğ e y a ­
p ı l a n v e ç e v r e c ilik m a s k e s i a lt ın d a k im is i iy i n iy e tli b ir cehalet­
te n , k im is i a rt n iy e tte n k a y n a k la n a n ç ir k in , ü lk e m iz e za ra r v e­
re n s a ld ır ıla r e le ş tirile re k t ü m b u tü r ta r tış m a la r ın b ilim s ü z g e ­
c in d e n g e ç m e s in in z o r u n l u l u ğ u v u r g u la n ıy o r d u . A n c a k b ilim i
k a ç k iş i a n la r ? E ğ e r d e d im , k e n d i k e n d im e , iy i b ir m a d e n c ilik
4 i ı liarbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararları 191

geleneğimiz ol-aydı, m ıdenciliğe bilen bilmeyen böyle saldıra-


blttr miydi? Ivi selene* ler, bazen bilimde de, mühendislikte de
pek faydalı o lu rla r Km:a ITÜ'yü bu yüzyıl başındaki en feci
günlerinde bile ayakla tutan gelenekten başka neydi? Madenci­
lere de onları halHa y»i ınl ıştıracak gelenek gerek - yoksa ithal
bile edilebilir
LIII

H er Dağa Tırman ?”
16 Aralık! Bu yıl İhsan Ketin'in aramızı l.uı ayrıldığı 16 Ara­
lığ ın ü çü n cü y ıld ön üm ü. Bir gün sonra, y.ını 17 Aralık d?. Ha-
san-Âli Yücel'in d o ğ u m u n u n 101. yıldonumıi Cumhunvei'in
k u ru lu şu n d a n sonra ülkemize gelen ay imliğin iki meşalesi.
Ketin 1914 d o ğ u m lu - demek Hasan-Alı ı ucvl'den 17 « >■kü­
çük. 1932'de biri talebe müfettişi olarak Atatürk'ün eğitim se­
ferberliğinin hizmetindeyken öteki o seferberliğin bir pnrç»sı
olarak A lm anya'ya doğru yola çıkıyordu, kayscri'de Türki'
ye'nin o zam an yalnızca on yedi lisesinden biri olan Kayseri ■ 1

sesi m üstahdem i Ali Efendi'nin oğlu İhsan, okuma bile bilme


yen babasının çalıştığı liseyi bitirmiş, devletin yurtdışı ımtıhJ'
nını kazanarak Almanya'ya yollanıyordu. Öğretmen olacak *1

O k u l m üdürleri olan Yunus Kâzım Köni kendisine bunu Sflltk


vermişti. İhsan ve arkadaşları ülkelerinde nesillerin goriTH ’d i ğ 1
bir heyecanla doluydular. Atatürk okullarını ziyaret edeı
o n u görm ek için okul duvarına tırmanan öğrencilerin ağır ' 1

la du var yıkılmıştı. Ama yıkılan duvarın lafı mı olurdu! C*.r


m ek istedikleri sarı saçlı adam koca bir imparatorluğu dev"
m işti, onunla beraber Türk milletini kul köle eden, ele güne re
zil eden bir dünya görüşünü devirmişti. Ülkelerini ellerinden
alırız sanan düveli muazzamayı devirmişti, İngiliz İmparator
lu ğ u 'n u n hüküm etini devirmişti. İhsan ve arkadaşları devrilen,
y ıkılan harabelerin üzerinden onun elinden tutarak atlamışla1-'
insanlığa, haysiyete, uygarlığa, bilime koşuyorlardı. Bu ç o c u k ­
larda kendilerine öyle bir güven vardı ki, gittikleri Almanya'da
A lm anların hayranlık dolu bakışları karşısında ev sahiplerini
Her Dağa Tırman 193

bile neredeyse küçük g örüy orlardı. Ç ü n k ü ü lk e le r in d e m is li


görülmemiş bir başarının tem silcisi o la n ve nereye g it t iğ in i b i ­
len bir idare, kendinden çok v a ta n ın ı seven idareciler, id a r e n in
nasıl olacağını bilen zeki ve b ilg ili b ir lid e r v a rd ı. H e r ş e y d e n
önce o ülkenin insanları o lm a k la k ıv a n ç d u y a n y u r tta ş la r ı v a r ­

Ne zaman gerçek bir h ik ây e y i a n la ta n The S onnd or M u s ic
müzikalinde77 başrahibenin, y a şa m ın a b ir y ö n a ra y a n g e n ç ra ­
hibe adayı Maria'ya bir şarkıyla v e rd iğ i tav siy ey i m ı n id a n s a m
aklıma hep İhsan K etin'in A ta tü rk 'te n a lg ıla m ış o ld u ğ u n u s a n ­
dığım tavsiye gelir:78
Her dağa tırman, alçakta ve y ükse kte aran.
f ler yolu, b ild iğ in her p a tik a y ı izle.
I ler dağa tırman, her dereyi geç,
I ler gökkuşağının p e şind e n git;
Ta ki rüyanı bu lana dek.
O rüya ki, verebileceğin tü m sevgiyi gerektirecek,
Yaşadığın sürece, y a şa m ın ın her g ü n ü .
Gerçekten de A lm a n y a 'd a n b ir jeolog o lu p y u r d u n a d ö n e n
Ihsan, her dağa tırm a n d ı, alçak y ük se k d e m e d e n a r a n d ı, h e r
yolu, bildiği-bilm ediği her p a tik a y ı y ü r ü d ü , h e r d e re y i g eçti,
ber gökkuşağının peşine d ü ş tü ve n ih ay e t h e m k e n d is in in h e m
de kendisine bu y olu gösteren b ü y ü k d â h in in r ü y a s ın ı b u ld u ,
bütün dünyayı kendisine ve ülk e sin e h a y ra n b ıra k a c a k b ir k e şif
yaptı. B ütün d ü n y a o n u n keşfini k o n u ş tu , y a z d ı, ç iz d i - h a tta
yerbilimleri tarihinin en b ü y ü k d e v r im i a ltm ış lı y ılla r d a y a ş a ­
nırken, bu devrim i y a p a n la rın en ö n e m lile r in d e n b ir i79 o n d a n
esinlenmiş o ld u ğ u n u söyledi. A v ru p a en b ü y ü k m a d a ly a la r ın ­
dan birini80 ona verdi. Bir s ü r ü u lusla rarası y e r b ilim i k u r u lu ş u
onu şeref üyesi olarak seçmek için yarıştılar. Ö ld ü ğ ü n d e , a y n ı
devrim in bir başka b ü y ü k ö n d e ri* 1 " y ü z y ılın en b ü y ü k je o lo g ­
larından birini kaybettik" d iy e y a zd ı Ö lü m ü n d e n s o n ra o n u n
adına ihdas edilen konferansları verm eye d ü n y a n ın en b ü y ü k
yerbilimcileri talip oluyorlar. İhsan Ketin, 1932'de k e n d is in e v e ­
rilen b ü y ü k görevi eşine ender rastla n ılan b ir b a şa rıy la y e rin e
getirmiştir.
Ama bu görevi yaparken... iki oğlu öldü gitti. Birini çocuk,
194 Z u m rü cn în u -

d iğ e r in i koca d e lik .in liy k e n k a y b e tti. İlk çalıştığ ı üniversite


o n tın iv r A ta 'n ın ) r ü y a s ın ı a n la y a m a d ı, Ih s a n K e tin oradan ay­
rıld ı. y eni hır yere g itm e k z o r u n d a k a ld ı. H e p k ıt kanaat geçi­
n e b ild i, b ir a p a r tm a n d a i r e m zu r a la b ild i. A m a rü y a sın ın ge­
rektirdi^» sev giy i b ir d ir h e m h ile e s ir g e m e d i, y a ş a d ığ ı sürece,
y a ş a d ığ ı h -r g ü n ! O se v ^ı o n u v a ta n ın a , a ile sin e , b ilim in e , çev­
resine ve ip s a n lıg a a y n ı sık ı b a ğ la r la b a ğ la d ı ve İhsan Ketin,
aşk, m u t lu lu k ve d o y u m lu lu ğ u n ta d ı d a m a ğ ın d a , g ülü m se y e ­
rek, A ta 's ın a g ö r e v in i y a p tığ ı h a b e r im m ü jd e le y e r e k b u d ü n y a ­
d a n a y rıld ı. N e m u t lu o na!
LIV
101. Yaşında Türk Aydınlanmasının
ikinci Mimarı Hasan-Âli Yücel82

CBTnın il Ocak 1998 tarihli ve 567 numaralı sayısındaki

idi
"ZümrüH<_*n Akisler" yazımın başlığı Hasan-Âli Yücel Yılı Bitme­
sin 8 3 Orada cumhuriyetle birlikte başlayan büyük aydınlan­
ma haroketinin Atatürk'ten sonra kuşkusuz en görkemli ismi,
hatta bu muhteşem hareketin ikinci mimarı denebilecek derece­
de sorumlusu olan gelmiş geçmiş en büyük, efsanevî M illî Eği­
tim Bakanı Hasan-Âli Yücel'in artık bir daha unutulmamasını
temenni etmiştim. Yücel, Atatürk'ün elinden 10 Kasım 1938
Per/ nıK- günü saat 9'u 5 geçe Dolmabahçe'de düşen, Türk'ü
avdmlatan uygarlık meş'alesini ilk kapan ve onu azîz ölünün
başının üzerinden göklere kaldıran, Türk halkının tüm uygar
'i uslar gibi pırıl pırıl bir aydınlıkta yaşaması için bütün yaşa­

‘iı
mım feda eden büyük bir medeniyet önderiydi. İçten bir adam-
Yaptığı her şeyi inanarak, duyarak, yaşayarak yapmıştı. Hal­
kına uygarlık yolunda hizmet etmek, yüzlerce yıldır horlanmış,
insan haysiyetinin temelini teşkil eden bağımsız düşünmeden
menedilmiş olan ulusuna eleştirel akıl yolunu göstermek ve in­
sanın en yüce ürünü olan bilime onu da ortak etmek adeta tek
yaşam sebebiydi. Bu büyük ve asil idealler uğruna çalışır çaba­
larken, çirkin ve kirli politikanın ayağına dolaşabileceğini, gön­
lü gibi aklı da dar insanların önüne çıkabileceklerini düşüne­
memişti. Bu akıl fakirlerinin oluşturduğu yığıntı önünü tıkadığı
zaman; büyük önderi ve "dava" arkadaşı Atatürk'ün ulusunu
içinden çekip çıkarmak istediği bataklığın kabardığını hissettiği
zaman bile küsmedi, işi dervişliğe vurup kalemine kâğıdına sa­
196 Zum rütnâm e

rıldı. Bakanlıktan idare ettiği aydınlanma hareketini yazı masa­


sınd an körüklem eye koyuldu. Ve 26 Şubat 1961 eunü vuralı
kalbi bu m ücadelede nihayet yenik düştü. Hasan-Âli Yücel'ın
fani bedeni A nkara'nın toprağına karıştı, soylu ruhu da koşj
rak Anıtkabir'e, hasretiyle yanıp tutuştuğu Ata'sımn yanına git­
ti. G eçtiğim iz 10 Kasım'da ulusunun şahlanan medeniyet aşfc-
nı A ta tü rk 'ü n yanında selamlayanlar arasında o da vardı! Ha
kıvla k im b ilir kaçıncı defadır kucaklaşan büyük önderin yanın
da, o da meslek yaşamı boyunca yetiştirdiği, yetiş, irttiğı, üzer
lerine titreciiğı o güzide öğretmenlerin yarattığı milletini, zırva
lığa "A rtık du r!" diye bağıran halkını, kıvançla bağrına bası
yordu.
17 Aralık 1897 dâhi M illî Eğitim Bakanımızın doğum günü
o ld u ğ u n a göre, yaşasaydı bu yıl 101. yaşına basacaktı. Haşan
 li Yücel ne yazık ki bu kadar yaşayamadı. Ama onun fikirleri­
nin, ideallerinin ölmemesini ulusal bekamız açısından gerekli
gören bazı uygarlık bekçileri onun hakkında kitaplar yayımla
m aya devam ettiler, onun bazı eserlerinin yeni baskılarını yap"
tılar. Bu çalışmalarda çok büyük bir pay ve yük üstlenen b ü y ü k
d âh in in kadirbilir ve çalışkan, vatansever kızı Canan Yücel htv*
nat beni tüm yıl boyunca bunlardan haberdar etmek n e z â k e tim
gösterdi, bana bu eserleri yolladı. Ben de burada Türk Aydın*
lanması nın tarihi, şimHiki durum u ve geleceği ile ilgilenen
herkesin m utlaka okuması gereken bu eserleri s ır a lıy o r u m
H akkındakı kitaplar: Doğumunun ıoo. Yıldönümünde Hasan-ÂU
Yücel Sempozyumu, Bildiriler (İzmir Üniversitesi Öğretim Ele­
m anları Derneği, İzmir, 199H), ır.o Doğum Yıldönümünde Hasan-
Âli Yijçi’! <A ta tü r k Kültür Merkezi Başkanlığı/UNESCO Türki­
ye M i l l î Kumısyonu, 1998); Yücel'in kendi kitapları: Dinle Ben­
den (K ültür IV k r .n lığ ı, H . Â . Yücel K tillıy .ıtı V I, 1998); Sızın İçin
(K ültür Bakanlığı, II Â Yücel Külliyatı VIII, 19^8), Sizin 'çır'
(resimli baskı. K ü lt ü r Bakanlığı, ÇocuV Kitapları, 1998): iyi Va­
tandaş, lyt tnsan 'M illî Eğitim B a k a n lığ ı, İnsan Hakları Eğitimi
Dizisi, 1998); Geçtiğim Günlerden (2 haslı. !!riı>ım r«**M Millî
Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçler (2 b.ı»kı. k u lim Bak.m lığı, II
A. Yücel Külliyatı l, 1998); Pazartesi Kı.>nu>nw.'.ırı (H. Â Yücel
Külliyatı; Kültür Bakanlığı, 1998).
H asan-Â li Y ü cel 197

Bu kitaplın okuyacaklar Atatürk aydınlanmasının o sıcak,


emin, keyifli havasının tekrar ciğerlerini doldurduğunu duya­
caklar, yıllardır önlerine düşmüş olan başlarının kendiliğinden
tekrar kalktığını hissedeceklerdir. Öğretmenler, kutsal meslek­
lerini ne zamandır hor gören sefilleri Yücel'in o yüce gölgesinin
ezdiğini ".örecekler, küçükler ellerini Atatürk'le beraber tutacak
bir gerçek büyüğü daha yanıbaşlarında hissedeceklerdir. Elle­
rinde çantaları okullarına giden çocuklar başlarını Anıtkabir'e
çevirdiklerinde oradan kendilerini uygarlığa davet eden ışınlar
arasında Y T tekrar seçebilecekler ve onunla birlikte, Ata­
j c i i

türk'ün bize gösterdiği akıl ve bilim yoluna sapacaklardır.


LV

Eleştiri ve Suçlamaw

Yıllardır Türklerin tartışmayı bilmediğini düşünür hayıfla-


ninni Çünkü tartışmayı bilmeyen bir toplumun bilimsel diişürıeme-
uccefr, bilimsel düşiinemeyen bir toplumun da uygar olamayacağı ka­
nısındayım. Uygar olamayan toplumlar da, tarihte Osmanlı,
Çin, Hint ve Aztek, İnka kızıJdenlı kültürleri örneklerinin her-
hangi hır yanlış yoruma neden olamayacak bir açıklıkla göster­
dikleri gibi, mutluluk ortalaması düşük, hasta cemiyetler oluş­
tururlar. eninde sonunda da uygar toplumlarm g üdüm üne gi­
rip sömürülürler
Tartışmayı bilememenin kanunca çok önem li bir öğesi
eleştiri ile suçlamayı birbirinden ayıramamaktır. Hangi düzey­
de olursa olsun, yurttaşlarım arasındaki tartışmalarda yanlış­
lardan ziyade, ysnlışı yapanın bulunm aya çalışıldığını, yanlı­
şın düzeltilmesi yerme, suçluyu cezalandırmayı tercih ettiği­
mizi, kendimi/, bir yanlış yaptığım ız takdirde ise bunu bir
suç bir günahmış tr.hı ..ıklamaya çalıştığımızı g ö z l e m i ş i m d i r .
*' P la k a c ıla rım ı* arasında hemen her gün olan düzeysiz
suçlamalar, görevi tartışarak doğruyu bulm ak olan bu insan­
ların dahi görevlerini yapabilecek anlayış düzeyinden ne de-
u ' a\ .^d“ klar,.nı göstererek halk, ü zü p üm itsizliğe it­
mektedir Vellıkle Ing ılızW arasındaki tartışmalarda ise bu­
nun lam UTSine yanlışların belirlonnu-v»* ve bertaraf edilmeye
çalışıldığını, kasıtlı ularaV bıı ms.ınn veya ' o p h ı m . , /.-»rar ver­
meyecek hallerde ise suçlu aranmamasına bilhassa o,.en eos-
»erıldığini gormüşumdııı Kammva bu tark şuradan kaynak
lanmaktadın
Eleştiri ve Suçlam a 199

Eğer hakikatin kişilerce kolayca görülebileceği veya kişile­


re "tebliğ » lilm i? " o ld u ğ u d üşünülürse, kişinin böyle "açıkta
duran" bir gerçeği görmemekte ısrar etmesi veya kendisine
"tebliğ edilen" hakikati göz ardı etmekte ısrar etmesi bir yanlış
değil, istenilerek yapılan bir şeydir. Bir başka ifadeyle, b u işte
bir kötü niyet olduğu d üşü nü lür. H alb u k i hakikatin karşım ızda
çıplak durmadığm ı, hele b u n u n bizlere "tebliğ e dilm e sin in " de
mümkün olm adığını düşünürsek, gerçeğin ancak zorlu aram a­
lardan sonra bulunabileceğini bilirsek, o zam an, on u b u la m a ­
mış kişilere kar^ı ho şg örüm üz artar. O zam an, "b u iş böyledir,
sen bunu niçin böyle y ap m adın?" şeklinde otoriter ve suçlayıcı
bir tavır takınmak yerine, "ben bu işin böyle o ld u ğ u n u sanıyo­
rum. ama senin b unu başka bir şekilde yapm ış o ld u ğ u n u g ö rü ­
yorum. Bana bunu niçin böyle y ap tığın ı anlatır m ısın ?" şeklin­
de Jaiıa alçakgönüllü, daha uzlaşm acı bir şekilde y aklaşım lar
sergileyebiliriz. Gerçekten de karşım ızdaki b izd e n daha haklı
olabilir O zaman biz de yeni bir şey öğrenm iş oluruz. Aksi tak­
dirde, karşımızdakini k ırm ad an, o n u geri d ö n ü lm e z bir sa v u n ­
maya itmeden, ona yanlışı gösterip, b u n d a n d ön m e sin i sağla­
yabiliriz.
Bir toplum yanılm az otoritenin varlığına bir defa in a n m ış­
sa, onu yukarıda anlatılan tarz a lç ak g ö n ü llü ve uzlaşm acı tar­
tışmaya alıştırmak çok zo rdur — am a im kân sız değildir. Ö rn e ­
ğin, uygar toplum larııı hepsinde halk Tanrıya, kutsal kitaplara
inanır, belirli günler topluca tapınm aya gider. A m a bu toplum -
iarda bir de bilim ve bilim sel düşünce vardır. B ilim in to p lu m u n
refah ve em niyetinin kaynağı o ld u ğ u buralarda yaygın bir ka­
nıdır. Bilim ve dinin çeliştiği yerlerde bilimin hep haklı olduğu artık
anlaşılmıştır. Buralarda d in, gerçekleri tebliğ eden bir otorite d e ­
ğil, insan vicdanını eğiten bir öğreti olarak görülür. Bu to p lu m
lardan b ü y ü k b ilim adam ları çıkmıştır. Bunların yaşam hikaye­
leri, çalışma tarzları, başarı ve başarısızlıkları biyografilerin, b i­
lim tarihlerinin, b ilim felsefesi tezlerinin, hatta rom an, hikaye,
piyes veya film lerin ko nusu olm uştur. H alk, g ü v e n d iği ve o n ­
suz y a ş a y a m a y a c a ğ ı n ı çok iyi b ild iğ i b ilim in nasıl y a p ıld ığ ın ı,
kabaca da olsa böyle öğrenir, b ilim de en b ü y ü k b ilg in in bile
otorite olm adığını, d ü n ü n varsayım larının b u g ü n ü n gerçekleri
200 Z üm rücnâm e

o l d u ğ u n u , b u g ü n ü n g e rçe k le rin in d e belki yarm ın yanlışlan


o la c a ğ ım t.ık d ır ed er. G e ıçe ğ ın a n ca k g ö zlem ve akılcı eleştiri
y o lu y la •.■îde ed ileb ileceğ in i, h iç k im sen in yan lıştan kaçamaya­
c a ğ ın ı fark ed er. A yıp olan ın y an lış y a p m a k değil, bunu sakla­
m a k o ld u ğ u n u g ö rü r. B un ıın için y an lış y a p a n a karşı hoşgörü­
lü d ü r. H a tta "y a n lış y a p m a m ış kişi, hiçb ir şey y a p m a m ı ş t ı r "
s ö z ü b u to p lu m la rd a pek y a y g ın c a söylenir. Kişiler yanlış yap­
m a m ış o lm a k la d e ğ il, b u lab ild ik leri v e y a k e n d i l e r i n e gösterilen
y a n lış la rın ı d ü z e ltm e y e ç a h ş m ış olm ak la öv ü n ü rler.
B ö y le bir to p lu m o lm ay ı ö z lu y o rs a k , bilim eğitim ine, özel­
likle d o ğ a b ilim lerin in e ğ itim in e h alk için d e her d ü z e y d e bü­
y ü k ö n e m v e rm e liy iz
Notlar

1 CBT sayı 589, s. 18.


2 Adıvar A. A 1^45, Bıl.-ı Cumhuriyeti Haberleri, Tasvir Neşriyatı, İstan­
bul, 263 ss: AHıva*, A A . 1950, Dur, Düşün: A hm et H alit Kitabevi, İs­
tanbul, 240 s s , Adıvar, H. E. (derleyen), 1956, Doktor Abdülhak Adnan
Adıvar, Ahınet îîj'ıt Yaşaroğlu, İstanbul, 240 ss. (Bu derleme kitaptaki
yazıların çı>ğu A dnan A dıvar hakkındadır. Yalnız 212. ve 223. sahifeler
arasında bazı yazılarından seçmeler, ss. 238-240 arasında da en son
makaİA^i yer almaktadır.)
3 Akun -J. E., 1995, Anadolu Uygarlıkları, 5. Baskı: Net Turistik Yayınlar
A. Ş '»Unhul, ss. 505-637; Akurgal, E., 1998, Türkiye'nin Kültür Sorun­
ları Ri!g; Yayınevi, Ankara, 223 ss.
4 Kopruliizade M Fuat, 1934, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar,
Kanaat Kitabevi, İstanbul, VII+311 s.; Halasi-Kun, T. (Toplıyan), 1964,
Demot'un Yolunda/On the Way to Democracy, Publications in N ear and
M>H<ile East Studies, C olum bia University, Series A, c. III, M o u to n &
o., London, The Hague, Paris, XXXII+[II]+928 ss.; K ö p rü lü, O. F.
(ilerleyen), 1972, Köprülü'den Seçmeler, M illî E ğitim Bakanlığı K ü ltü r
Yayınları, Devlet Kitapları, M illî E ğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul,
XI+184 ss.
5 Yücel, H.-Â., 1937, Pazartesi Konuşmaları, Rem zi Kitabevi, İstanbul,
1111+320 ss. (yeni baskısı: T. C. K ültür Bakanlığı Yaym lan/2105, Sanat-
Edebiyat D iz is i/170-35, 1998); Yücel, H.-Â., 1938, tçten-Dıştan, U lus Ba­
sımevi, Ankara, 109+[2] ss; Yücel, H.-Â., 1955, Hürriyete Doğru, İnkılâp
Kitabevi, İstanbul, 302+[2! ss. (bu kitap 1960'ta yayım lanan Hürriyet
Gene Hürriyet'in 1.-380. sayfaları arasındaki ilk kısm ım kapsar); Yücel,
H.-Â., 1960, Hürriyet Gene Hürriyet, Türkiye İş Bankası K ü ltü r Yayınları
seri 1, sayı 14, Ankara, XXXI+671 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet Gene
Hürriyet l, T. C. K ültür Bakanlığı Yayınları/2093, K ü ltü r Eserleri Dizi-
si/220, H. Â. Yücel Külliyatı V, XXIX+671+[3] ss.); Yücel, H.-Â., 1966,
Hürriyet Gene Hürriyet, 2. cilt, Eronat, C. Y. (Derleyen), Türkiye İş Ban­
kası K ültür Yayınları, Ankara, VII+985 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet
Gene Hürriyet 11, Eronat, C. Y. {Derleyen}, T. C. K ü ltü r Bakanlığı Yayın-
202 Z ü m rü tn â m e

la r ı/ 2 0 9 4 , K ü l t ü r Eserleri D izisi/2 2 0 , H.Â. Yücel Külliyatı V


IX+983+[3] ss.); Y ü c e l, H.-Â ., 1974, KültürÜzerineDiişünceitr, !| Banka­
s ı K ü l t ü r Y a y ın la r ı E d e b iy a t D izisi: 35, Ankara, 238 ss; Yucrt H Â.,
1995, Öğretmen-Öğrenci Köşesi, T. C . K ü ltü r Bakanlığı Yayınları/1791.
T ü r k k la s ik le r i D iz is i 41, H . Â . Y ücel K ülliyatı IV, Ankara, XVI+611 ss;
Hürriyet GeneHürriyet
Y ü c e l, H .- Â ., 1998, III, Eronat, C. Y. (Derleyen)
T. C . K ü l t ü r B a k a n lığ ı Y a y m la n /2 0 9 5 , K ü ltü r Eserleri Dızısı/220, H A.
Y a c e l K ü lliy a t ı V, [IJ+410+13] ss.); Hasan-Âli Yücel'in deneme/makale
t ü r ü n d e k i y a z ıla r ın d a n ö rn e k le r g örm ek isteyenler aynca şuraya da
Hasaı,'
! a l a b ilir le r : A y d o ğ a n , M . (y a y ın a hazırlayan), 1997, .Ûı U f l -
KoyEnstitüleri veKöyEğitimi ileİlgili Yazıları-Konuşmaları, Koy Fnstıtu
l«*rf t ^ j g d a ş E ğ it im V ak fı Y a y ın la n T anıtım Dizisi: 2, Ankara, ss. «>>397
fı A d n a n A d ıv a r 'ın şu s a tırla rın ı b u ray a alm ad an edemedim. "Altmışını
pçv^.ınıj b ir b ü y ü k b a b a d ü ş ü n ü n ü z ki hiç bir mecburiyet olma-!jn sırf
« . ı ı ı u n e v ı 1 u y g u n lu ğ u n u g öste rm e k için 'torunum a ımtihanUnnıta
m u v a f f a k iy e t in d e n d o la y ı h o caları çok alâka gösterıyorlaı' diyecek
v e r d e 't o n ır u ım llln s m a ç la rd a k i b a şa n la rın d a n ötürü öğretmeni « ı P *
ilg ile n iy o r l« ı desin. Bu b e d b a h t uzengeç (ben de iğrenç veznırde böy­
le b ir lehlin •• icat e ttim g a lib a )'iu ne kendi yaşındakiler ne de geMt*"1
t a r a f ın d a n .atV ıslanacağım s a n m a y ın ız . Ç ü n k ü bu zat gençlik için**'
k u v v e t li cl«*ğil e n z a y ıf bir karak ter o lan uysallığa ( Coııformısme) t * ı u‘
yor. ... B e lki v a ş lı'a r ın g e n ç lik le rin d e n beri konuştukları ana dillen»
k o n u ş m a la r ın d a b ir fa y d a •"•a vardır: O n ları dinleyen genç nesi', kim
b il ir b e lk i b ir e ü n «-.ki >ita p la rı o k u m a ğ a m erak edecek olursa ora
k e lim e le r , ta b irle r» karşı I »ir k u la k d o lg u n lu ğ u edinirler." (Adıvaı,
1945, a.g.e s 33)
7 B u k ita p ta X X X V . b o lu m
tt " T h e E n g lis h la n g tıa g e i ı 'h e sea vvhich receives tributaries from every
r e g ıo n u n d e r h e a v e n ", M r C 'n m K , C ran, W. ve M acNeil, R., 1986, The
'tory o fInglislı, Elisabetlı Sifton B*v>ks, I’enguin Books, New York, s. 11-
11 l <'wis (, L., 1997, T urkish Lnw>uj|^ rvlorın: the episode of the Sun-
L a n « n gt- T heory, Tıırkic Lnngttugcs, c 1, ss. 25-40. Levvıs burada çok
h a k lı o la ra k . A ta t ü r k 'ü n y a n ıld ıe m ı n lıd ıg ı .ında en sevdiği görüşle­
r in d e n b ile dt-rl«.ı! «I. .tm . -.ı b ile n b ü y ü k bir d!W*ı o ld uğun u , ancak ken­
d ile r in i o n u n iz in d e sa y a n la rın p e k çnftunun aynı zihin esnekliğini ve
b ilim s e l ta v rı «m iz le y e m e d ik le rin i ilgine orneMoıle vurgulamaktadır.
15u k ita p ta d a pek ro k yerde o k u y u c u Atıim-ı-'un hiçbir fikrin, hiçbir
g ö r ü ş ü n , h iç b ir d o g m a n ın « i n o lm a d a n m ı t m i ve eleştirol dujur-bıl
m e ş in in v u r g u la n d ığ ın ı görecektir.
İti f i l i k o n u s u n d a b ir no kta y a ila h a .l»>*ımn.-.U-ıı K«%onı«-y»-ıfjvlm sık stk
. lu y d ııfc u ın , o k u d u ğ u m "h a lk d ili" , "halkın ntıl.ıy.....£ı ,|||- Kavramı
ö z e l b i l i m s e l l«Tinınol<>|i 'W- y - ı / ı l n v f vı- am .ıV ın u ı. l. .».ıM .ırm ıZ|f.Vl;ı„_
Uf«.**Vlerı e s e r l e r i n d ı^ ın d .ı, h «-*k r*ın o rta k d ilin in d«* ö tesin de, ı-nteluk-
N o tla r 203

turllcr dıjuvla, bir dılı kastederse, kanım ca halkı k ü ç ü k görm e, hatta


lıalka hak. ret öğelerim içerir. Her ne kadar bir to p lu m u n kendi arasın­
da anlaş-ıbiie- eği tek bir dili olması ideal bir du ru m sa da, b u ideale
çok çeşitli nedenlerden ö lü rü pek ender hallerde yaklaşılabilir. Ancak,
ekonomik durum u, sosyal sınıfı veya herhangi bir diğer nedenden ö tü ­
rü, toplumun geri kalan kısmına nazaran kelime ve kavram hâzinesi
fakır kaimi] ifade ?eklı ilkel, hatta hatalı cüm lelerin ötesine geçememiş
toplum alt kümelerinin sonsuza kadar bu d u ru m d a kalacağını farzede-
rek yalnızca onlara seslenen bir yazın oluşturm ak, onları o ilkel halleri­
ne mahkûm etmek demektir. Antrolopog ve sosyal psikolog Robert B.
Kdgerton, mesela, ilkel kültürleri gelişmiş kültürlerle karşılaştırm ayı
onları küçümsemek olarak gören antropolojik ve sosyolojik görüşlere
karşı, bilakis ilkel bir toplum u gelişmiş bir toplum la aynı uygarlık d ü ­
zeyinde görmeye kalkm anın, ilkel to p lu m la n b u lu n d u k ları ilkellik d ü ­
zeyine mahkum etmek olacağını pek güzel anlatm ıştır (bkz. F.dgerton,
R B , t “92, ^ick Socıeties - Challenging the M ylh o f Prinıitive Harmony,
The Free Press, A Division of M acm illan, N ew York, 278 ss.). Yazar ola­
rak da betıım görevim, halkıma yapabileceğim in en iyisini, kendi ih ti­
sas dilimi yazılarıma bulaştırm adan, vermektir; yoksa kendi kendim e
halkın bulunduğu düzeyi vehm edip, ona göre bir m etin oluşturm ai
değil Yazın dünyasında pek çok beceriksizliğin ve yeteneksizliğin b u
tür özürler arkasına sığındığı da b ü tü n düny ada bilinen bir gerçektir.
11 c. Kasım 1997/13 Aralık 1997; CBT, sayı 560, s. 7.
12 24 Kasım 1997/20 Aralık 1997; CBT, sayı 561, s. 5.
13 24 Kasım 1997/27 Aralık 1997; CBT, sayı 562, s. 5. ilk y ayım landığı yer­
de bu yazı Hasan-Âli Yücel'in aziz hatırasına ithaf edilmişti.
14 17 Aralık 1997/3 Ocak 1998; CBT, sayı 563, s. 5.
15 27 Ekim 1997/10 Ocak 1998; CBT, sayı 564, s. 5.
16 27 Aralık 1997/17 Ocak 1998; CBT, sayı 565, s. 5.
M 24 Kasım 1997/24 Ocak 1998; CBT, sayı 566, s. 5.
1 * 19 Ocak 1998/31 Ocak 1998; CBT, sayı 567, s. 5.
19 18 Ocak 1998/7 Şubat 1998; CBT, sayı 568, s. 5.
20 8 Şubat 1998/14 Şubat 1998; CBT, sayı 569, s. 5.
21 Bkz. H ürlim ann, T., 1998, "Der Hegel des Theaters - Das Brechtsche
Dramaturgie-System", Nene Ziireher Zeitung, 219. yıl, sayı 31, 7 ./ 8 Şu­
bat, s. 65.
22 Brecht & Co. Biographic: Europaeische Verlagsanstalt, Ham burg, 1997
23 19 Ocak 1998/21 Şubat 1998; CBT, sayı 570, s. 5.
24 24 Kasım 1997/28 Şubat 1998; CBT, sayı 571, s. 5.
25 24 Kasım 1997/7 Mart 1998; CBT, sayı 572, s. 5.
2 6 B k z . K uban. D ., 1 9 9 4 , İs ta n b u l, 'a n i ç ö k ü ş 'ü y a ş a y a n b ir k e n t o ld u - C liT .
s a y ı 3 9 0 (1 0 E y lü l 1 9 9 4 ), ss . 8 - 1 0 , a y r ıc a ö n k a p a k .
2 7 1 8 O c a k 1 9 9 8 / 1 4 M a r t 1 9 9 8 ; CBT, s a y ı 5 7 3 , s. 5.
204 Z ü m rü tn âm e

28 3 O cak 1998/21 M art 1998 CBT, sayı 574, s. 5.


29 21 M a rt 1998/28 M art 1998 CBT, sayı 575, s. 5.
30 Bu kitapta XIV. bolum .
31 Yazım a yayın y önetim i tarafından eklenen öz cümle şuydu: ""Nihaî
gerçek lerin o lm a d ığ ın ı ve gerçeklere sadece tartışarak yaklaşabilece­
ğ im iz i ö ğre n m e liy iz." Haı'buki ben yazım da yalnızca nihaî gerçeklerin
olsalar bile bilinem eyeceğini, bunların tesadüfen keşfedilmiş o»malan
I launcie bile b u n u n farkına varılm asının m ü m k ü n olmadığım söyle­
m iştim Bu nedenle öz c üm le nin ilk kısm ı benim dediklerimi yansıtmı
v o rd u R enim m etafizik inancım b iz im dışım ızda gerçek bir âlemin
Cvrjru "n ih a i gerçeklerin") o ld u ğ u yönündedir. Bilimsel olmayan bu gö­
rüşü savunacak bir yazıyı, O rh an Bursalı'ya söz vermiş olduğum hal­
de ne yazıl kı za m a n d a rlığ ın d a n yazam adım (bir sonraki dipnota da
bkz).
32 27 M art 1908/4 N isa n 1998 C B T . sayı 576, sahife 5. Bu makalem ile ilgi
li olarak hkz. Bursaiı, O ., 199P., N ih a î gerçeği aramak: CBT, sayı 57fc, s.
3. Bursaiı b u yazısında nihaî gerçegın o ld u ğ u konusunu sorgulayarak,
b u n u n bınnnden ziyade ilâh iy a tın m evzuu o ld u ğ u n u söylüyor. Ben
kendisiyle aynı kan ıda değilim . N ih a î gerçek varsayılm adan -ona ula­
şam ayacağım ı»! veya tesadüfen ıılaşsak bile b u n u bilm em ize imkân ol­
m a d ığ ım bile bîj«-- b ilim y a p m a n ın im kânsız olacağı kanaatindeyim
O rh a n 'a kendisine <~F<T sayfalarında cevap vereceğimi söz vermiş ol-
m am a rağm en, dıger işlerim in ağırlığı ne yazık ki buna olanak tanıma­
dı. Bu k o n u d a do v tıtuc u bilgi edinm ek isteyen okur şu esere başvur­
m alıdır: Popper, K R., 1983. Realısm nnd the Aim o f Science, Rovvman
a n d I.ıttlefield, Totovva, xxxix+420+l3J ss.
33 14 M a rt 1998/11 N l u n CBT, sayı 577, s. 5
34 M M art 1 9 9 8 /1 8 N iM n 1998 CBT, sayı 578, s. 5.
35 21 N isan 1 9 9 8 /2 5 N isan 1998 CBT. sayı 579. s. 5.
36 A ta tü rk 'ü n b u sözlerini? paralel b ir tu tu m u n u M ina Urgan anlatıyor:
"M ıı4 a (a Kem al 'H anım efendi bu çocuk kim?* diye sordu. Annem d e
'k ızım , rfe n d ın ı’ dem ek zorunda kalmıştı Mustafa Kemal, karşıma gel­
d i, elini uzattı Ben de elini öpeceğime, >ılı sıkı tutup salladım. Annem,
op' dercesine, b***1 M ir s iz bir harekrt yaptı Mu%iafa Kemal, b u n u n da
farkına vardı H anım efendi, o l-enım arkadaşım, elim i neden öpsün
ki?' dedi. Sonra. 'Yiyecekmiş gibi, neden öyle bakıyorsun bana?' diye
sordu. 'E fendim , sızı daha once hiç norm «m iytim de ondan' dedim.
M ustafa Kemal, 'g-mn»»d«nse senin kabahatin Ç ankaya'daki evimi bil­
m iy o r m usun? Oraya pekâlft gelebilirdin. Artık beni tanıyorsun. Carun
istediği vakit oraya gel. b»-n« görm ek >*»rdıfcııu söyle.’" (U r g ın . M .
1 W (j, B ir rhnozorun A n ıla n . Yapı K n J ı Y « y m U n . Imtanbul. * 157)
37 K .ıy d « lilm r tn i| /2 M ayıs I W * C B T . Myı 5*10, •. 5
38 23 Şubat 1998/«» M a y » I W < «T, sayı 581. s 5
N o tlar 20 5

39 28 Nisan 1998/16 M ay ıs 1998 CBT, sayı 582, s. 5.


40 28 Nisan 1998/23 Mayıs 1998 CBT, sayı 583, s. 5. Bu m a k a le ile ilg ili
bkz. Tanyeli, U , 1QQfi Uzmanlık ne işe yarar? Arredantento M im arlık, sa­
yı 100+4 (Haziran 1908/06), ss. 10-11; Şengor, A. M. C., 1998, U z m a n lığ ın
tuzakları, Arrednmenlo Mimarlık, sayı 100+6 (Eylül 1998/09), s. 46; T an­
yeli, U., 1998. Sınat ve rasyonalite üzerine, aynı yerde, s. 47; K araesm en,
E . 1998, Bilimse! nesnelliği sanatta aramalı mı? CBT, sayı 589, ss. 18-19.
■I 28 Nisan l< w «/30 M .ıy ıs 1998 CBT, s a y ı 5 8 4 , s. 5
42 28 Nisan 1998/6 Haziran 1998 CBT, s a y , 585, s. 5.
43 15 Mayıs 1998/1^ H.ı/ıran I9Q8 CBT, sa y ı 586, s. 5. Bu yazı ilk y a y ım ­
landığında 1TU, Maden Fakültesi, jeoloji M üh e n d isliği B o lü m ü , G e n e l
jeoloji Anabilim T'tlı paleontoloji (eski yaşam b ilim i) doçenti se v gili
dostum Dr 'ehmet Sakınç a özellikle gençler arasında genelde d o ğ a ,
özelde de n.ıleontoloji aşkmı çok büyük bir başarıyla y a y d ığ ı için ith a f
edilmiştir
*4 Faup«-Saint !n n d , D 7 em e d e la R e p u b l i q u e [1799], Histoire Na-
turelledelaf'AontagnedeSaint-PierredeMaestricht, H . J. J a n s e n , P a r i s ,
263 ss
i 18 M jy ıs 1998/'20 H a z ir a n 1998 CBT, s a y ı 5 8 7 , s. 5 .
46 18 May\s 1008/27 H a z ir a n 1998 C B T , s a y ı 5 8 8 , s. 5.
47 Bkz. yukarıda IV. bölüm .
48 23 H aziran 1998/4 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 5 8 9 , s. 5 ­
49 lOT -mnruz 1998/11 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 5 9 0 , s. 5. B u y a z ı 2 7 H a z i ­
ran 19^* A d a n a - C e y h a n d e p r e m i m ü n a s e b e t iy le y a z ı l m ı ş t ı r .
50 ?Q N isan 1998/18 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 5 9 1 , s. 5.
51 19 Tem m uz 1998/25 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 5 9 2 , s. 5 . B u m a k a l e m l e i l ­
gi ı olarak bk z. Ö r s , Y., 1998, F e ls e fe d e İ y o n y a d o ğ a c ı l a r ı v e A t i n a o k u ­
lu, CBT, sayı 600, s. 15; Ş e n g ö r, A . M . C-, 1 9 9 8 , İ y o n y a d o ğ a b i l i m c i l e r i
ve A tina o k u lu ü z e rin e ..., C B T , s a y ı 60 4, s. 15. Ö r s , V., 1 9 9 8 , F e l s e f e n i n
evrim i ve felsefe o k u lla r ı, C B T , s a y ı 611, s. 15. B u r a d a d a Y a m a n Ö r s
■■□ra ile b a şla ttığ ı p e k fa y d a lı t a r t ış m a y a d e v a m e t m e k n i y e t i n d e o l ­
m am a ra ğ m e n , d iğ e r iş le r im in a ğ ı r l ı ğ ı b u n a e l v e r m e d i.
52 16 T em m uz 1998/1 A ğ u s to s 1998 C B T , s a y ı 5 9 3 , s. 5.
53 23 H a zira n 1998/8 A ğ u s to s 1998 C B T , s a y ı 5 9 4 , s. 5.
54 8 Ağustos 1998/15 A ğ u s to s 1998 C B T , s a y ı 5 9 5 , s. 5.
55 23 H a zira n 19 98/2 2A ğ u s to s 1998 C B T , s a y ı 59 6, s. 5.
56 12 A ğustos 1998/29 A ğ u s to s 1998 C B T , s a y ı 59 7, s. 5.
57 28 A ğustos 1998/5 E y lü l 1998 C B T , s a y ı 598, s. 5.
58 D enkel, A ., 1998, Felsefe, b il im v e d in d a r l ık : C B T , s a y ı 5 9 3 (1 A ğ u s t o s
1998), s. 18-20.
59 29 N isa n 1998/12 E y lü l 1998 C B T , s a y ı 59 9, s. 5.
60 28 A ğustos 1998/19 E y lü l 1998 CBT, s a y ı 60 0, s. 5.
61 18 E y lü l 1998/26 E y lü l 1998 CBT , s a y ı 601, s. 5.
206 Z üm rü c n âm e

62 28 Ağustos 1998/3 Ekim 1998 CBT, sayı 602, s. 5. Bu yazının y a y l a n ­


m asından hemen sonra bir iki dostum bana makalemde bilimin »maçı­
nın sanki yalan üretmekmiş gibi göründüğünü söylediler Bu kar utıa
y azının dikkatsizce okunm asından türediğini sanmakla birini. bili­
m in gerçeği bulm ak olan amacına varmak için kullandığı en in n üç
yöntem den birinin yalan üretmek olduğunun altını çizmek İsla mı Ta-
.1 kı a m a ç y a la n ü r e tm e k d e ğ il, d o ğ r u y u b ulm ak tır. A m a her ursa-
v ıı ı y e l'- rsiz v e r iy e d a y a n a n b ir m a s a l o ld u ğ u n a göre, varsa* mîan
ü r e f e n H 'ım c ıle r , y a z ım d a d a s ö y le d iğ im g ib i, varsayım larının , * bü-
v ü k bsr o la s ılık la d o ğ r u o lm a y a c a ğ ın ın bilin cin d e d irle r. Varsayın lann
te k v .ırh k ıırdı-nh-rı ö n c e k ile r d e n d a h a b aş a rılı b ir şekilde go*lrıri**ı
a ç ık la y a b ilm e le r id ir . H a tta b a z ı p ro b le m le r in ç ö z ü m ü n e bir yaklaşını
s a k la y a b ilm e k iç in , d o ğ r u o lm a d ığ ın ı b ild iğ im iz h ald e kullandırın ,r
v a r s a y ım la r d ü ş ü n c e le r v a r d ır k i b u n la r a h o y ristik (bulgusal, ıh
te k ş if î-* v a r s a y ım la r v e y a d ü ş ü n c e le r d e n ir (h o y ristik = keşfe, anlamaya
y a r a y a n , y n l g ö s te re n ; Y u n a n c a eu risk - e in 'd e n : b u lm a k ). Orn.: Einste
in , A ., 1905 1 r,->er e m e n d ıe E r z e u g u n g u n d V e rw a n d lu n g des Ij«
b e tr e ffe n d e 'i h « u r is tıs c h e n G e s ic h ts p u ıık t [Işığın üre tim i ve değlfiıni
ile il g il i h o v r is tik b ir b.ıK iş açısı ü z e r in e ), Aıttıaleıı
d er Physik,
4. '«iri c
17, s 132-14H A rr-a .Jo g r u o lm a d ığ ı b ir de fa k a n ıtla n a n hiçbir varsa''»'
b i l i m i n k a lıc ı v a r lığ ın d a k e n d in e y er e d in e m e z . Bir d iğ e r ifade ile için­
d e y a ş a d ı ğ ı m ı z ' I t i m vı-y* o n u n b ir k ıs m ın ın gerçek bir b e tim le n il'
o l m a d ı ğ ı k e s in le ş e n h ıç h ır h ip o te z b ilim in â le m h a k k ın d a k i bilgi hazı
n e s in in p a rç a s ı o la m a z B ilim i, m a s a l, m ito lo ji, d in ve benzeri hayal
ü r ü n l e r i n d e n v e y a a h iâ k ve h u k u k g ib i te m e li o rtak anlaşm aya d*y*-
" « I l u r a lla r t o p lu lu k la r ın d a n a y ıra n en ö n e m li ö z e llik bııdur.
63 20 P y lu l 19<J8/10 E l ım 1998 C B T . sayı 603. s. 5
64 8 A ğ u s t o s 19 9ti/ i / I k u n CW7. say ı 604, s 5.
65 î n F . k ı m l ‘r»H /2 4 » k im l'#9H LUr »:ıya M*
66 İ l l i M -ıd a -n I .ıkull<*%ı |« u l U tlu m u ı . i m r l |c<>lı>|i A n a b ı l i m D a lı ö ğre-
*l m u y d c n f K İ t - n J m l u m v e h o c a m P n > ! I ) r l-a x lı Y O k l a y , b u y * * * hit-
t ı k t r n v » n i ı i h .ın .t ( « t .ın b ııl B u v u k > v h i r l l t i r d i y n ı ' n d e b ir Zn n ıı» »
ı V | " r ı " A r u j 1 1 »im.i M u .lu ılii^ id m m k u r u M u ğ u n u h a b e r v e r d i . B u m u-
İ m İm,t u n ı» i 11vıı lı k k a t l e i z l e m e k h e r t s t a n b u l l u n u n ca n em n iy eti g e ­
r e ğ id ir !
67 2 C E k im 1998/31 F H m 1998 C B T . ...yı *06, s. 5.
68 10 E k im 19 9K /7 K a s ım 1998 C B T sayı 607, s. 5.
69 10 E k im 1 9 9 « /1 4 K a s ım 1998 C H T ^ y ı 608, s. 5.
70 15 K a s ım 1*^98/71 K a s ım 1998 C B T . ıy ıM M ,s 5.
71 K e tin , 1., 1976 TTırk m o d f r ıı ymılcıjtainin ku n ı< M *u n u yitirdik Alıı/r -ı
y ıl 27, -wıyı 10281(21 H a t ır a n 1^76). •. 2
7 2 2 5 E k i m l ‘« 8 / 7 H K.»-*ıın l ' « « « UT. s a y ı 610, s. S Pu m a k a le m le ilg ili
o l.tr a k b k z B u lu t s u z , S . K ilim d e n iy is i: C B T , sayı b \2, s. |s
N otlar 207

73 Yalnız Feza Akça'nın yazısındaki tuy » ■ğ- fi (s 9) sevgili dostum


Mehmet Sakınç'ın dikkatimi çektiği gt Protarchaeopteryx e ait dtgıl,
Archaeopteryx'e aittir.
74 Bu kitapta s. 106.
75 24 Kasım 1998/5 Aralık 1998 CBT, sayı M İ , s 5.
76 20 Kasım 1998/12 Aralık 1998 CBT. sayı 612. * S
77 "The Sound of Music" (Müzığm Sesi) Turl^'v*! çok uygunsuz bir ş»*
kilde "Neşeli Günler" başlığıyla çevrilmiş, hasrolleri Julıe Andrevvs ve
Chrıstopher Plummeı'ın paylaştıktan muhtfjern film 1966 yılında si­
nemalarda gösterilmişti.
78 Bu şarkının sözleri bu yazının CB1’d«* ilk baskısı esnasında bir bilgisa­
yar yanlışı nedeniyle hatalı dizilmiştir.
79 Prof. Dr. Dan P. McKenzie
80 Almanya'da Geologısche Vereınıgung b V tarafından verilen Gustav-
Steinmann Madalyası. Ketin bu önemli m a d aly a y a 1988 yılınd.» Uy.k
görülmüştü.
81 Prof. Dr. VValter C. Pıtman, III
82 15 Kasım 1998/19 Aralık 1998 CBT, sayı 613, s. 5.
83 Yukarıda VIII. bölüm.
84 10 Ekim 1998/26 Aralık 1998 CBT, say. 614, s. 5.
Dizin

1 ıc a rlı") A b d u lla h B e y 8 4 Bacon, Roger 8 1 , 133


A d ıva r, M a lid e E d ip 180 (Santa) Barbara 1 8 9 ,1 9 0
dıvar, A . A d n a n 1 6 ,1 6 0 Barka, Aykut 22
•'■ımet C evd et E fe n d i 82 Başgelen, Nezih 1 0 5
d Aiüy, P ie rre 41 Batur, Enis 2 4
Akça, Feza 186-7 de Beaumont, Elie 83
■urgal, E k re m 1 6 , 9 5 - 6 ,101 2 ,1 0 4 - 6 Beethoven, Ludvvig von 102
Acın S u lta n ı) A lâ ü d d in 65 Belhî 75
R u sç u k lu ) A li F e th i E fe n d i 84 B e ll, Jo h a n n A d a m v o n 5 2
,c;adrazam ) Â li Paşa 82 B e rk e r, R a tip 28 , 3 1 , 3 5
A naksagoras 133 B e rla ıı, R u t h 56
A n a k sim a n d e r 1 2 9 , 133 B e rn a rd , C la u d e 115
A n a ksim e n e s 133 a l- B ir u n i 84
A p p le m a n , P. 152 B o h r, N ie ls 181
A ra s, T e v fik R ü ş tü 177
B o n a p a rte , N a p o ly o n 9 3 ,1 1 7
A rf, C a h it 3 5 -7 ,1 1 8
Bo ra ta v , P e rte v N a ili 74-5, 77
A rg a n d , E m ile 107
Boubee, N e re e , 81-3
A rıo ğ lu , E r s in 93-4
B ra m a n te , D o n a to 62
A rm s tro n g , N e il 40,1
B ra n d a u , B ir g it 154
A rşim e d 84
B ra u n , VVernher v o n 41
Atagan, Rabıa 23
Bre c h t, B e rto lt 5 5 -7
A ta h u a llp a 174
Buc h, L e o p o ld v o n 87
Atatürk, Mustafa Kemal 11, 13, ie> Bu d e , G u illa u m e 115
19, 20, 32, 48, 74, 86, 88-91, (Ata)B u ffo n , C o m te de 118
94, 98, 100, 104-5, 119, 127 135
B u rs a lı, O rh a n 15-6, 24, 58 , 170
139, 149, 176-8, 180-1,' 184# 192
195-7
C hanet, Je a n-Fra nç o is 123
Atay, Falih Rıfkı 149
Cam per, A d ria n 112
Aydemir, Şevket Süreyya 88
Ayvazoğlu, Erdil 189 de la Casas, B a rto lo m e o 173
Cauchy, A u g u s tin e - L o u is 118
210 Züm rütnâm e

Christopher, Peter 175 Franko 181


Cicero 62 I. François 115
Colbert, Jean-Baptiste 117 Fuegi, John 56
Conybeare 112
Cortez 173 Galile, Galileo 56, 84, 180
Cuvier, Georges 84,107,112 (Sainte-) Genevıeve 12-
Ghose, Saroj 94
Çeçen, K âzım 22, 28, 31, 94 G oddard, Robert 41
G odding (Papaz) 111
Dalfes, N ü zh et 22 Goethe, Jolınnn Wolfgaı»g 45-7,
Dalton, John 84 164, 180
Darvvın, Charles 97,151-2, 186 Goyn (y Lucıentes), Francisco •I'’
David, Jacques Louis 132 se) de 15, 93
Dawe, George 47 Görür, Naci 21, 69
Demokritos 62 Green, Art 68
Denkel, Arda 148 Guerin, Camille i I 's
Descartes, Rene 84,133, 158, 180 Gutenberg, Johannes
Dilthey, VVilhelm 46 Gürer, Cevat Abbas 89
D izioğlu, Bekir 28 Gürer, Hüseyin 89
Dökmeci, M. Cengiz 22 Gürer, Melike 89
Dyson, John 175 Gürpınar, Hüseyin Rahm: 49
G ürüz, Kemal 22, 28, ■
Eichholz, D. E. 59, 60 Güvenç, Bozkurt 177
E instein, A lbert 24, 71, 84, 173,
180 Haçepsut (Mısır Kraliçesi) 38
Eratostenes 64 al-Haitham 84
Emerson, Ralph Waldo 18 D u Halde, J. B. 52-3
Enver Paşa 145,180 H am ann, Paul 56
Erinç, Sırrı 21,185 al-Harizmî 75
Eronat, Canan Yücel 22, 196 H auptm ann, Elisabeth 56
Eskikaya, Şinasi 189 H ayrüddin Hızır Bey 65
Euler, Leonhard 84 Hegel, G. W. F. 55, 56, 57, 61
Eyuboğlu, İsmet Zeki 25 Heilmann, Gerhard 187
Heisenberg, VVerner 45,107
Faraday, Michael 84 Helmholtz, Hermann von 84
Faujas-Saint-Fond, A. Barthplemy Henning, Richard 38
110-111 Herakleitos 61-3, 86, 133,188
de Fermat, Pierre 118 d'Herbelot, 159
Fevzi Paşa 180 (Saint-)Hilaıre 119
Feyerabend, Paul K. 56 Hitler, A dolf 61,177,181
Feynman, Richard 57 1loffmann, Johann Leonhard 111
Fikret, Tevfik 19, 93 Hooke, Robert 84
La Fontaine 118 Horatius 62
Fourier, Jean 119 Horblit, H. D. 84
Dizin 211

rtuascar 174 KtıKtn, Y. Doğ.ın 22, 66


Hubble, Edvvin 128 K urat, A *d e s N im et 104
1lugo, Victor 123
Humboldt, A lexander von 64. 107. L agran ge, Joseph 118
174 I j i vı ■ i b i i ' t . Anioin«- Lııır< ııl 84, 117-9
I lutton, James 8 4 ,1 8 2 Leibniz, VVilhelm l*»8
t luygens, Christian 117 Lenin 181
Hurlimann, T. 55 l.etronne, Jean Antoine 118
! I»iı ayin Tevfik Paşa 28 L«*wis, G. L. 19
Hsü, Kenneth J. 102 Lilienthal, O tto 173
Lınneaus, Cari von 84
Irzık, Gürol 22 XJ V. Louis 117
Lugeon, M aurice 107
İbn Havkal 75 Luther, M artin 138
İbn Rüşd 136-7 Lyell, C harles 57, 84, 151, 182
İnan, Jale 154
İnan, Mustafa 28, 71 M aksidi 75
İnönü, İsmet 177, 180 M allebranche 118
İpar, Hayri 183 M antell, Gideon 112
Ipar, Tevhide 183 M ao, Z edung 177, 181
al-Iştahri 75 fN avarreh) M arguerite 115
M arx, Kari 61
Jervas, Charles 46 M asson, Henri 164
M axwell, Jam es Clerk 84, 180
Kafadar, Cem al 56 M ehm et Ali Fethi Efendi 81
Karaesmen, Erhan 15 M ehm et Fuat Efendi 82
Karaosm anoğlu, Yakup Kadri 149, (Serasker) M ehm et Paşa 82
1/6 Mendel, G regor 84
Kaşgarlı M alım ud 75, 77 Mendeleyev, Dmitri 181
Kâtip Çelebi 19, 158 M ercator, Gerhard 160
Kaya, Şükrü 177 M im ar Sinan 19
Kaynardağ, Arslan 17-8 M onge, Gaspard 119
Kemal Efendi 82 M ongolfier (Biraderler) 118
Ketin, İhsan 21, 28, 185, 187, 192-4 M ontaigne 118
al-K hw arizm i Bkz. al-Harizm î M urat Reis 65
(General) Kleber 111 Mueller, Priscilla E. 93
Koch, Robert 84 Mussolini 181
K o lo m b , K risto f 39, 40, 109, 137. M utlu, Cevdet 154
173-5 Müller, Klaus-Detlef 56
K o n fü ç y ü s 5 3
K o rfm a n n , M an fred 154 N âz ım H ikm et 135
K o rsch , Kari 55 N ed im 19
K oni, Yunus K âzım 192 N e f î 25
K ö p rü lü , M Fuad 16, 24 N eron, 59-60
212 Züm rütnâm e

Neumayr, Melchior 186 S a ltu ğ lu , S e ııâ ı 189


Nevvton, Isaac 41, 45-6, 84, 180 ( V ıd in V a lisi) Sam ı Paşa 82
Nixon, Richard 41 S a n z ıo , K afa ellu 136-7
Nobel, Alfred 173 de S a u ssu re , H o ra ı-B e n .-dict 165-6
S a zc ı, D e v rim 134
Oberth, Hermann Julius 41 Sc h rö d in g e r, E r w ın 61, ı81
Ogilvie-Gordon, Maria M. 146 Se lç u k , T u rh a n 7 1
Okay, Aral 21 Seneca 62
Onat, Emin 28 S e y d î A li R e is 65
Ortelius, Abraham 51,160 S e z g in , F u a t 76
Osm an (Bey) 33 S h e a rm a n 61
Owen, Richard 146 S ilie r , İz z e ttin 93-4
S o k ra tes 131-3
Öm er Hayyam 84 S o tio n 62
Özdaş, M. Nimet 22 S ta lin , 5 6 ,1 8 1
S te ffin s , M a rg a rete ->t>
Pak, N am ık Kemal 22, 91 S te n o , N ic o la u s ; (N ıe ls Stensen)
Pala, İskender 65 181
Pamir, H âm it Nâfiz 182-4 S tra b o n 84
Papin, Deniş 118 S u b h i 82
Pasteur, Louis 180 S u e s s , E d u a rd 98-100, \ rl ,
Pavlov, İvan 84,181
Peisistratos 135 Ş e m s e ttin S â m i 19
Penck, VValther 184 (Ş e n g ö r), A s ım 154-6
Le Pichon, Xavier 114,117-9 Ş e n g ö r, G ü le r 115
Pirî Reis 12 (Ş e n g ö r), O ya 2 3 ,1 5 4
Pizzaro 173 Ş e y h M e h m e d E fe n d i 160
Planck, Max 84 Ş u h u b i, E rd o ğ a n S . 22
Platon 132-3
(Yaşlı) Plinius 58-60 T a le s 133
Poincare, Henri 57 T a p p o n n ie r, P a u l 118
Polat, Ali 186-8 T a ş k e n t, K â z ım 23-4
Polo, Marco 41 T e n g ü z , H ü s n ü 65
T o s c a n e lli 41
Ranke, Leopold von 46,129 T r ü m p y , R u d o lf 164
Reaumur 118
Ricci, Matteo 51-2 O n a y d ın , R u ş e n E ş r e f 32
Roberval, Giles 117 Ü n lü s o y , S in a n 154
Russell, Bertrand 132
Rüştü Efendi 82 da Vaca, A lv a r N u n e z Cabeza 173
V e rb ie st, F e rd in a n d 52
Safa, Peyami 49 V ic q d 'A z y r , F e lix 118
Sâi Çelebi 19 Virchovv, R u d o lf 84
Sakmç, Mehmet 22,183 de V rie s , H u g o 84, 152-3
Dizin 213

^atherıne Lorilland 132 Yusuf Has Hacip 76


’^svvorth, Wüliam 93 Yusuf Kâmil Paşa 82
"nSht kaderler) 173 Yücel, Hasan-Âli 13,16,19, 20, 22,
32, 48-9, 74, 81, 84, 86, 91, 93,
paşa 88, 9°, 180 119,127, 131,180, 182, 184, 192,
V ' Cenk22 195
' maz, Yücel 21, 68-9
man<:' Mükrımin Halil 158,160 Zittel, K. A. von 146
Y A P I K R E D İ Y A Y I N L A R I

Belirsizin Bilimleri Abraham Moles


COGITO Türkiye'de Popüler Kültür Ahmet Oktay
Doğu Avrupa'da Ö z e l l e jorme r: Apâlhyvd.
"Yıkanmak İstemeyen Çocuklar" Otalım Unsal Oskay
Fizik Aristoteles
Avcılık Üstüne Jose Orlega y Gasset
Retorik Aristoteles
Sevgi Üstüne Jose Ortega y Gasset
Seçimden KoaSsyona
Fuad Aleskerov Haşan Ersel Yavuz Sabuncu Üniversilenin Misyonu Josö Orlega y Gasset
Yeni Toplum Görüşü Robert Owen
Yok Felsefesi Gaston Bachelard
Gostergebilimsel Serüven Roland Barthes Osmanlı İmparatorluğunun Tarihsel Coğrafyası
Bilm, Din ve Eğitim Üzerine Düşünceler Hüseyin Batıiıan DonaJd Edgar Pitcher
Bilim ve Şarlatanlık Hüseyin Batuhan Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma
Modemizmin Serüveni Enis Batur Haz.: R. Prendergast - F. Stewar1
Güçsüzlük isteği - Uluslararası ve Stratejik Tutkuların X X Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim
Sonu mu? Pascal Bonıface Kuramları -1. Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler
Tartışılan Modernlik: Descartes ve SpinozaTûlin Bumin Mehmet Rifat
Hegel-Bilinç Problemi, KMe-Efendt Diyalektiği, XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim
Praksis Felsefesi Tülin Bumin Kuramlan - 2. Temel Metinler Mehmet Rifat
İnsan Üstüne Bir Deneme Ernst Casslrer Din İle Bilim Bertrand Russell
Bir Özyaşamöyküsü R.G. Coiiingwood İnsanlığın Yannı Bertrand Russell
Gazzali ve Şüphecilik İbrahim Agâh Çubukçu Sartre Sartre'ı Anlatıyor Jean-Paul Sartre ile Söyleşi
Moda, Kültür ve Kimlik Fred Davis Beşinci Disiplin Peter M. Sage
Osmanlı Beyliğinin Kuruluyu Sencer Divitcioğlu Doğayla Sözleşme Michel Serres
Her Şey Türk İşi Margret Spohn
Euro İçin Küçük SOzlük
Türk Aydınının Din Anlayışı Necdet Subaşı
Daniel Cohn-Bendit Olivier Duhamei
Zümrutnâme A. M. Celâl Şengör
Türkiye'de İşsizlik ve İstihdam
Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri Bülent Tanör
Seyfettin Gürsel - Veysel Ulusoy
ÇokkuNurculük Charles Taylor
Felsefe Nedir? G. Deleuze - F. Guattari
Yazın Kuramı Derleyen: Tzvetan Todorov
Ansiklopedi Dıderot-D Aiembert
Demokrasi Nedir? Alain Touraine
Kurban - Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı
Modernliğin Eleştirisi Alain Touraine
Kurban FUtüelteıi Gürbüz Erginer
Denemeli Denemesiz Nermi Uygur
Doğu Avrupa Devrimhrı F. Feher-A.Heller
İnsan Açısından Edebiyat Nermi Uygur
Ders Özelleri Michel Foucault
Yaşama Felsefesi Nermi Uygur
Değişen Dünya Değişen Dil Macıt Gökberk
Salkımlar Nermi Uygur
Kant ile Hetder in Tarih Anlayıştan Madt Gökberk
Dilin Gücü Nermi Uygur
Kükürün ABC'sİ Bozkurl Güvenç
Güneşle Nermi Uygur
Hunlar ve Tannnın Kılıcı Atilla Nemeth Gyula
E d m u n d Husseri de Başkasınn Beni Sonını Nermi Uygu
UBotajr Olarak T e lo * w Bfcn Jurgen Habermas
Bunalımdan Yaşama Kültürü Nermi Uygur
Profesör Heidegger, 1933"te Neler Oldu?
Felsefenin Çağnsı Nermi Uygur
Martin Heidegger ile Söyleşi
Kuram-Eylem Bağlamı Nermi Uygur
Felsefe Yazıları Selahattin Hilav
Kültür Kuramı Nermi Uygur
Edebiyat Yazılan Selahattin Hilav
Tadı Damağımda Nermi Uygur
Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe Edmund Husserl
Başka-Sevgisl Nermi Uygur
Mutlak Albert Jacquard Abbe Pierre
Aşk Ahlakı Hilmi Zıya Ülken
Marksizm ve Blçtm Fredre Jameson
Kan Davası Artun Unsal
Dosloyevski den S ırt» a Varoluşçuluk Wafter Kaulmann
Anlatı Yeriemleri Tahsin Yücel
Pera Peras Poros Haz.: Ferda Keskin - Onay Sözer
Ahlaki ve Siyasi Hoşgörü Melih Yürüşen
Yaban Düşünce Claude Levi-Strauss Sonsuz Yanılgılar Karşısında John Waterbury
Hüzünlü Dönenceler Claude Levi-Strauss
Tractatus Ludwig VVıttgenstein
Ûntter Devle! - Bölgeselleşmeyen Küreselleşmeye
Gorbaçov Türkiye'de -İstanbul ve Ankara Konferansları
Atilla Nalbant
Akdeniz'in Kitabı Predrag Matv vıc
http://www.shop .superonline.com/yky

K R E D İ Y A Y I N L A R I
L
Züm rütnâm e, d ü n y a n ı n ö n d e g e l e n yerbilimcilerinden biri olarak
a n ı l a n C e l â l Ş e n g ö r ’ ün, 1 9 9 7 - 1 9 9 8 yıllarında kaleme aldığı dene­
m e l e r i n i bir a r a y a getiri yor.

Ü r e t k e n bir bilim a d a m ı o l a n v e çeşitli ül kelerde yayımlanmış bilim­


sel m a k a l e l e r i n i n y a n ı sıra, p o p ü l e r bilimsel makale ve dene­
m e l e r i n d e d e bilim a d a m ı t av r ınd an a s l a ödün vermeyen Şengör,
Zü m rü tn â m e ’de b ili mi n v e b i l i m s e l d ü ş ü nc e n i n özgürleştirici,
a y d ı n l a t ı c ı , y ol g ö s t e r i c i o l d u ğ u n u bu n e de n l e de vazgeçilemezliği­
ni s a v u n a n bir bilim d ü ş ü n ü r ü o l a r a k çıkıyor karşımıza.

Züm rütnâm e, bilim t ar ihi nde n bilim f el sef es ine, gündelik hayatın
yorum undan gezi n o t l a r ı n a ; A t a t ü r k ’ten Ihsan Ketin’ e, Herak-
l e i t o s ’ tan C h a r l e s Darvvin’e, Kâtip Ç e l e b i ’den Hasan-Âli Yücel ve
Ek r em A k u r g a l ’ a u z a n a n , d ü ş ü n c e c o ğ r a fy as ı nd a renkli bir yolculuk.

JO U .
T Ü R K İ Y i: Ç ö l . O l.M A S I N I
(0 2 1 2 ) 281 IO 27

IS B N 9 7 5 - 0 8 - 0 1 5 6 - 3

You might also like