You are on page 1of 191

BİLİM, İDEOLOJİ VE GENÇLİK

*
S.OKTAY SİNANOĞLU
RIDVAN TURAN

Çalışmamızdaki katkılarından dolayı Ayla yoldaşa


sonsuz teşekkürler.
BİLİM, İDEOLOJİ
VE
GENÇLİK

S.OKTAY SINANOGLU
RIDVAN TURAN

KASEM LTD ŞTİ 4


KİTAP DİZİSİ: 4
BİLİM, İDEOLOJİ VE GENÇLİK
NİSAN 1997

KASEM Ltd. Şti. Adına Sahibi ve Yazı İşleri


Müdürü: Erdenay TÜRKER Adres: Moda
Caddesi Çakıroğlu İş Merkezi Kat: 4/87
Kadıköy-İSTANBUL

Baskı: Papirüs Basım-İstanbul

4
İÇİNDEKİLER:
ÖNSÖZ.............................................................................................. 7
I.BÖLÜM......................................................................................... 17
A-GENÇLİK TANIMI.................................................................... 19
B-GENÇLİK KATEGORİLERİ ....................................................30
B. l-İŞÇİ GENÇLİK......................................................................... 30
B.2-KÖYLÜ GENÇLİK................................................................... 32
B.3-ÖĞRENCİ GENÇLİK ............................................................... 34
B.3. l-ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN
"İDEOLOJİK OLARAK" KÜÇÜK
BURJUVA OLDUĞU YANILGISI................................................... 48
B.3.2-ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN ÖZGÜNLÜĞÜ............................... 53
C-TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜ AÇISINDAN
ÖĞRENCİ GENÇLİK.....................................................................58
C. l-AKADEMİK ALANIN ANALİZİ VE
EĞİTİM-ÜRETİM BAĞINTISI ....................................................... 58
C. 1.1- BİLİM İDEOLOJİ VE AKADEMİK ALAN ..........................58
C. 1.2-BİLİMİN TUTSAKLIĞI.........................................................64
C.1.3-İDEOLOJİ VE İDEOLOJİNİN İŞLEVİ ..................................69
D-EĞİTİM NEYE HİZMET EDER?..............................................82
D.l- MADDİ KOŞULLARIN YENİDEN ÜRETİMİ.........................82
D.2-ÜRETİM İLİŞKİLERİNİN YENİDEN ÜRETİMİ ....................83
E-BİR REFORM TALEBİ OLARAK
ÖZERK-DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE ...................................... 92
E. l-BİLİMSEL (AKADEMİK) ÖZERLİK ÜZERİNE ..................... 94
E.2-İDARİ ÖZERKLİK ................................................................... 95
E.3-MALİ ÖZERKLİK .................................................................... 96
F-ALTERNATİF OLARAK POLİTEKNİK ÖĞRETİM .............. 99
G-GENÇLİĞİN KENDİLİĞİNDEN HAREKETİ
VE BİR PERSPEKTİF OLARAK
SEKTÖREL ÖRGÜTLENME..................................................... 1O5

II.BÖLÜM ..................................................................................... 111


A-GENÇLİK ÖRGÜTLERİ KATEGORİLERİ ..........................113
A. l-BİR KADRO ÖRGÜTÜ OLARAK KOMSOMOL ..................115
A.l.l-KOMSOMOL NEDİR? ........................................................115
A.1.2-"İDEOLOJİK-POLİTİKBAĞIMLI,
ÖRGÜTSEL BAĞIMSIZ" KAVRAMINDAN
NE ANLAŞILMALI?......................................................................118
A. 1.3-EKONOMİK VE SİYASİ MÜCADELE NEDİR?.................130
A.1.4-ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN AKADEMİK
VE SİYASİ MÜCADELESİ
VE ÜNİVERSİTER ALAN............................................................. 136
A.2-TÜRKİYE'DE GENÇLİĞİN DKÖ'LERİNİN
KISA TARİHİ................................................................................. 140
B-GEÇEN YILIN SİYASAL PANORAMASI
VE KOORDİNASYONLAR .........................................................153
C-MEVCUT DURUM VE ÖRGÜTLENME
PERSPEKTİFİMİZ.......................................................................157
D-SEKTÖREL ÖRGÜTLENMEDEN DEV-GENÇ'E ................ 163
D. l-ÜNİVERSİTEDE ÖRGÜTLENME TARZI ............................. 163
D.l.l-ÜRETİM ALANI .................................................................171
D.2-MAHALLE-VAROŞ ÖRGÜTLENMELERİ ...........................173
D.3-GENÇ İŞÇİ ÖRGÜTLENMELERİ ......................................... 175
D.4-MESLEKİ VE TEKNİK LİSE ÖRGÜTLENMELERİ.............. 177
D.5-DEV-GENÇ YEREL ............................................................... 180
D.6-SONUÇ...................................................................................181
E-NEDEN DEV-GENÇ, NASIL DEV-GENÇ?............................. 183
F-SON SÖZ YERİNE .................................................................... 191
NOTLAR.............................................................................................. ....193
ÖNSÖZ

Çoğu kez onlar adına ilk sözü 'başkaları' söylemiş, ni-


hayetinde ilk sözü söyleyenler, sonsözü söyleme hakkını
da kendilerinde bulmuşlardır. Bu anlamda burada bir 'ön-
söz' başlığı altında söylenenleri gençlik adına söylenmiş
ilk söz olmaktan çok, "Gençliğe Bir Kılavuz İp" niteliğin-
deki bu çalışmaya dair 'bir kaç söz' olarak algılamak daha
yerinde olur.
Onlar; bir anlamda kuralsızlığı, sınırsızlığı, zamansızlı-
ğı, ...özcesi sıradışılığı anlatırlar. Bazen dayanılmaz bir
aşık, bazen yatağına sığmayan bir seldirler. Bazen gürül
gürül akan bir çağlayan, bazen anlaşılmaz duygularla yük-
lüdürler. Bazen militanlıklarıyla zamanı teslim alır, bazen
zaman tünelininin derinliğinde yiterler. Bazen bir meltem
kadar ılık ve sarmal, bazen bir poyraz kadar sert ve kırıl-
gandırlar. Zaten, onlar bu yüzden gençtirler, bu yüzden
genç olmayı hak etmektedirler. Ve onlar, bu yüzden insan-
lığın özgün bir kategorisini oluşturmaktadırlar.
Elinizdeki bu çalışma; gençliğe, genç(lik) olarak bütün
düzeylerde bilimsel bir içerik, devrimci bir pratik öneriyor.
Gençliğin ayırdedici niteliklerinden, kategorik olarak
gençlik örgütlenmesine giden yolda gençliğin önüne yeni
ufuk(lar) açıyor. Gençliği, farklı kılan öğeleri ve ayırdedi-
ci nitelikleri, geleneksel söylem ve nitelemelerden çok, bir
biçimde geleneksel söylem ve nitelemeleri de içeren eleş-
tirel bir söylem ve analitik bir yaklaşımla ele alıyor.
"Garip bir rastlantıyla Lenin'de, Mustafa Kemal'in de
geleceği emanet ettiği," sistemin bekasından sorumlu
olanların da, geleceği ellerine almak isteyenlerin de kayıt-
sız kalamadığı bir kategoriden söz ediyoruz. Geleceği bu-
günden kurmak isteyenler, gençliğin gelecek, geleceğin
sosyalizm olacağından kuşku duymuyorlarsa eğer, bugün
kü gençlik tasavvurlarının aynı zamanda sosyalizm tasav-
vurları olduğunu belleklerinde her zaman diri tutmalıdır-
lar.
" Gençliği diğer toplumsal kategorilerden farklı kılan
ne?" ya da "gençliği kapitalizmde kayıtsız kalınamayacak
toplumsal ve siyasal bir güç konumuna yükselten nedir,
acaba?" gibi sorular, yanıtlarını ağırlıkla "biyolojik for-
masyon" ekseninde bulageldi. Ama, sırf 'biyolojik formas-
yon'dan ötürü gençliğin mücadelesine ayrı araç(lar) öner-
mek, günü ve geleceği biyolojik referanslarla açıklamak
demektir. Gençlik üzerine yapılan bu niteleme ve katego-
rilendirmenin günümüz ve gelecek açısından bir açmaza
ve yanılsamaya yol verdiğinin altını çizmek gerekir.
"Genç, toplumsal olarak kimlik edinme sürecini yaşa-
yan ve henüz toplumsal rolü belirlenme aşamasındaki bi-
reydir.(...) Genç henüz yabancılaşma sürecinin başında dü-
zene eklemlenme evresindedir. Emeğini, bedenini ve gele-
ceğini kendisine ait görür, irade ve otorite olarak kendi bi-
lincini tanır."
Ne ki, gencin "emeğini, bedenini ve geleceğini" kendi-
sine ait görmesiyle, kapitalizmin gence gelecekte biçtiği
rol ve buna ait projeleri tamamen farklıdır. Kapitalizmin,
gençte oluşturmak istediği 'benlik' ile gencin verili 'öz-
benliği' tüm zamanlarda çelişik bir durum arz eder. Bu çe-
lişik duruma yol veren mantalite "sıradışı olmak"la "sıra-
dan kılmak" arasındaki temel bir çelişmedir ve esas çatış-
ma alanını bu nokta oluşturur.
Çalışmada da son derece açık bir biçimde ifade edildiği
gibi, "Gencin kişiliğini çok yönlü geliştirme ve kendini
özgür, yaratıcı bir varlık olarak oluşturma talebiyle, ege-
menin ona biçtiği rol arasındaki bir çelişkidir."
Gencin özbenliği ile kapitalizmin gencin özbenliğinden
tamamen farklı nitelikteki bir gençlik tasavvuru dikkate
alındığında bu çelişkinin anlamlı olduğunu düşünmek ge-
rekir.
Üretimin ve yeniden üretimin sürekli kılınmadığı hiç
bir toplum varlığını sürdüremez. Bu zorunluluk, üretim ve
yeniden üretimin niteliğine göre değişir ve doğal olarak
kendi karakterine uygun insan tipolojisi yaratmayı başat
sorun olarak görür. Nesneyi eksen alan kapitalizm ile in-
sanı eksen alan sosyalizm; farklı nitelikteki iki toplumsal
formasyon olarak doğası gereği, üretim ve yeniden üretim
sürecinde de farklı nitelikte iki insanı tasavvur eder. Birin-
cil olan evcilleştirdikçe nesneleştirir, ikincil olan özgür-
leştirdikçe insanlaştırır.
Althusser'e göre " bir toplumsal formasyonda insanlar
kendilerini önceden belirlenmiş ilişkiler içinde bulurlar.
Toplumsal formasyonun pratikleri (ki bunlar son kertede
üretici güçlerin gelişme düzeyince belirlenmiştir) içinde
insanların oynayacakları roller de çizilmiştir. Bu nedenle
bir toplum, bireyler-arası ilişkilere indirgenemez. Çünkü
bireyler bu ilişkilere, belirleyici özneler olarak değil, ken-
di ilişkiler içinde belirlenen bireyler olarak girmektedirler.
(...) Ne var ki toplumsal formasyonunun işleyişi içinde,
ilişkilerin bütününü hiç bir zaman görmeyen bireyler, ken-
dilerini özneler olarak görmektedirler."
Althusser'in bu ilginç ve önemli incelemesi marksistler
arasında marksist teori açısından çok yönlü bir tartışma
konusu olmaya devam ettiği bilinmektedir. Ancak, burada
gençlik açısından bilince çıkarılması gereken ve çalışmada
da üzerinde ısrarla durulan nokta şudur: Kapitalist bir top-
lumsal formasyon içerisinde "kendini bulma" arayışındaki
gencin, 'aile'sinden başlayarak çevresine doğru attığı her
adımda önceden belirlenmiş ilişkiler ağıyla çepeçevre sa-
rıldığı, yerleşik değer ve kalıplarla kuşatıldığıdır. Bu an-
lamda gencin, daha ilk elden 'çekirdek'te ana-babasıyla
gerilim yaşaması, öğretim alanında komutan edalı yöneti-
ciler tarafından körpecik bedenlerinin bekaret kontrollerine
zorlanması, intihara varan dayanılmaz baskıların uygu-
lanması bundandır.
Kapitalizmin nasıl bir genç ya da gence vaat ettiği gele-
ceği birde çalışmadan dinleyelim: "Kapitalizm genci üre-
tim sürecinin sürekliliği için bir önceki üreticilerin yerini
alacak bir kuşak olarak şekillendirirken, esas olarak üretim
sürecinin zorunluluklarına uygun olarak yabancılaştırır."
"Toplumsal otoriteye boyun eğişi sağlamak için (...) ya-
bancılaşmaya karşı direncinin kırılması..." gerekir.
Direnci kırma ya da evcilleştirme süreci pozitif bilim
alanında olduğu gibi gibi mekanik ve donuk değil, canlı ve
dinamik süreç olarak işlerlik kazanır ve hemen her zaman
çamurdan ev yaparcasına istenilen biçimlere büründürüle-
mez. Zaten, bu süreci canlı ve dinamik kılan da budur. Ya-
ni, kapitalizmin tasavvur ettiği insan tipolojisi yaratma gi-
rişimleri ile gençliğin sosyalizmin evrensel değerleri ile iç-
selleşmiş (bu bilince çıkarılmış bir durum değildir.) doğal
karakteri arasındaki mücadeledir.
Bu mücadelede, bir anlamda sıradışı olmak durumunu
koruma arzusundaki gençlik, kendisini sıradan olmaya

10
zorlayan kapitalist formasyon içerisinde hangi sınıfsal ka-
tegoride yer almaktadır? Kapitalizm, özel mülkiyete ve ar-
tık-değere dayalı eşitsizliklerle içselleşmiş nitelikte/karak-
terde bir toplumdur. Kapitalizmin bu eşitsiz niteliği hiç
kuşku yok ki, gençliği de bu eşitsiz ilişkiler içerisinde eşit-
siz kılmakta, farklı sınıfsal yön çizme eğilimlerini güçlen-
dirmektedir. Bu nedenle gençliği bir bütün olarak tek bir
sınıfa dahil etmek olanaklı değildir. "İşçi, köylü gençlik sı-
nıfsal bir yön çizer" ken, "öğrenci gençlik ise tek bir sınıfa
dahil olmama özelliğiyle farklılık arz eder."
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, gençliğin hangi sınıf-
sal kategoriye dahil olduğu özellikle, öğrenci gençliğin ko-
numu geçmişten beri sosyalist ve devrimcilerin ideolo-
jik/teorik mülahaza konularının başında yer almıştır. Gü-
nümüzde de konunun hala önemli bir yer tuttuğunu ve zi-
hinsel bir karmaşanın yaşandığını belirtmek yerinde olur.
Burada sürekli gözönüne alınması gereken önemli nokta
şudur: İster işçi,ister köylü,öğrenci gençlik olsun; henüz
toplumsal iş bölümünün sınıfsal bir biçimlenme düzeyinde
algılanamadığı evrede, hemen herkesin 'zorunlu öğretim -
eğitim' adı altında okullar ağına takıldığı unutulmamalı-
dır. Dolayısıyla, 'öğretim-eğitim alanı' gencin kendine ya-
bancılaştırılması ve nesneleştirilmesi sürecinin belli bir sü-
rekliliği ve sistematiği olan en etkili araçlarından biridir.
Çünkü, "bir önceki kuşağın bilgi ve birikiminin üretici ve
yöneticilere aktarılması gerekir. Bunun için gencin kimlik
arayışı içerisinde ona mesleki bir rol ve kimlik kazandırıl-
ması büyük önem..." taşır, "öğretimle bilimsel bilgi aktarı-
lır, eğitim yoluyla adeta insan yeniden yaratılır. Eğitim sü-
reci esas olarak üretim için işlerlik kazanır ve sınıfsal bir
niteliğe bürünür."
Kapitalizmin, nesneyi eksen alan bir toplumsal formas-
yon olduğunu ve dolayısıyla "insan için üretimi değil, üre-

11
tim için insanı şekillendirdiğini" söylemiştik. Dolayısıyla
'öğretim-eğitim alanı'ndan söz ederken, gelip geçer her-
hangi bir alandan değil, sınıflar mücadelesinde Grams-
ci'nin söylemiyle vazgeçilmez bir 'hegemonya alanı'ndan
söz ediyoruz demektir. Ancak, bir hegemonya alanından
söz edilmesi şu soruyu akla getirmektedir: Bilimsel bilgi
aktarımı (öğretim) olmadan, biçimlendirme (eğitim) ola-
mayacağına göre, kapitalist sınıf bu hegemonyayı bilim
üzerinden mi kurmaktadır? Bu soru ya da benzeri sorula-
rın yanıt(lar)ı özellikle, bu çalışmanın niteliği açısından
pratik yanıt ve kaba çözümlemeleri içermediği bilinmeli-
dir.
Bilim nedir, bilimi doğuran faktörler nelerdir? Bilim;
en genel anlamıyla "maddenin ve toplumun hareket yasa-
larının açığa çıkarılmasıdır. İnsanın doğayı tanıma, algıla-
ma ve onu gereksinmeleri doğrultusunda değiştirme zo-
runluluğundan doğmuştur." Marksist teori açısından bilim-
sel bilginin üretimi esas olarak, "Maddi dünya (maddenin
zorunlu yasaları) ve maddi dünyanın insan beyninde yan-
sıması" biçiminde iki eksen üzerinden gelişir. Bilime sınıf-
sal içerik; pozitif bilim(ler) alanında teknoloji, toplum bi-
lim(ler) alanında da ideoloji aracılığıyla kazandırılır. Tek-
noloji, forme edilmiş maddi gerçeklik iken, ideoloji maddi
gerçekliğin deforme edilmiş görüngüsünün düşünsel ifa-
desidir. İşte maddi gerçekliğin deforme edilmiş görüngüsü
ideoloji, teknolojiden farklı olarak bilinçli bir tercihle ya-
pılır ve bilimsel bilgi adı altında kuşaktan kuşağa aktarı-
lır, bilimsel gerçekliğin yerine ikame edilir.
Dolayısıyla, "ideolojik yanılsamalardan kurtulabilmek
ideolojiyi koşullayan realitenin değişmesiyle mümkün ola-
caktır. Bu da devrimci dönüşümden başka bir şey değil-
dir."
Bu çalışmada toplumsal yaşamın farklı düzeylerine ser-

12
pilmiş gençliğin hangi sınıfsal kategoriye dahil oldukları
sorusu değinildiği gibi marksist teoriye/tezlere dayalı ola-
rak geniş ve çok yönlü bir biçimde irdeleniyor. Bu irdele-
me ve tezler gençliğe; Gramsci, Althusser gibi marksist
düşünürlerin mücadelenin çeşitli düzeylerine (ideolojik,
politik...) dair ileri sürdükleri tezlerle zenginleştirilmiş öz-
gür bir düşünsel alan açıyor ve çok yönlü bir tartışma ze-
mini yaratıyor.
Gençliğin, özgün bir toplumsal kategori olarak, kendi
geleceğini belirleme girişimleri, politikaları ve bu yönlü
mücadelesi özgün bir alan faaliyetini ve örgütlenmesini
gerektirir. Gençlik örgütlenmesi yaşlı kuşağa göre daha
gelişmiş bilimsel, teknolojik, sanatsal, kültürel zeminler
üzerinde yeşeren ve boy veren gençliğe ebeveynlerden
farklı koşullarda, farklı form ve mücadele rotası izlemesi-
nin yeni buluşlar peşinde koşabilmesinin zorunlu bir gere-
ğidir. Bağımsız bir araştırma-inceleme, öğrenme, sorgula-
ma, eleştirme, özcesi yaşama müdahil olmada kendi prati-
ğini realize edebilme olanağı sağlamak gerekir.
Çalışmada, verili toplumsal formasyon içerisinde onla-
ra karşın oluşmuş ve yaşamın şu ya da bu alanlarına serpil-
miş gençliğin, bu serpilişin örgütlü mücadele arenasında
yansıyan düzeylerine dair, dünya ve yerel tarihsel planda
realize olmuş örgütlenme perspektifi ve ürettiği sonuçlar
içeriliyor. Gençliğin mücadele yaşamına örgütlü bir tarzda
müdahil olma çabaları, gençliğe hem en rafine sonuçlar
biçiminde sunulurken, yeni toplumsal ve siyasal koşullar-
da gençliğin geleceğini belirleme mücadelesinde rasyonel
ve fonksiyonel bir örgütlenme anlayışı ve formu da öneri-
liyor. Bu anlayış ve form önerileri bir anlamda gençliğin
amaçladığı yaşam ile geçmişteki sosyalist siyasal ve de-
mokratik örgütlenme, mücadele birikim ve deneylerinin
bilimsel eleştirisine dayalı bir sistematiğe sahip. Böyle bir

13
sistematikle gençliğin her düzeydeki mücadelesine ışık
tutacak referans kaynağı olma özelliği de taşıyor. Gençli-
ğin her zamankinden daha fazla bir alternatif düşünüş sis-
temine ve örgütlü yaşamaya gereksinmesi var. Bir alterna-
tif düşünüş sistematiği oluşturma ve örgütlenme; gençli-
ğin, verili toplumsal ve siyasal koşullar içerisinde ki en ba-
şat sorunu durumunda.
Özellikle dünya tarihsel planda monolitik sosyalist sis-
temlerin peşpeşe çökmesiyle beraber sosyalizm ve sınıf
mücadelesi olabildiğince geri noktalara savruldu. Bu sav-
ruluş süreci yerel ölçekte 'eylül'le birleşince toplumsal ve
siyasal mücadelenin değişik düzeylerindeki asli dinamik-
ler atomize oldular ve siyasal yaşamdan adım adım çekil-
diler. Hiç kuşkusuz, böyle bir siyasal konjonktürde sosya-
list solun başta siyasal alan olmak üzere hemen hemen bü-
tün alanlardan çekilmiş olması doğal olarak gençliğin si-
yasal örgütlenme mücadelesini de ciddi problemlerle yüz
yüze getirdi.
Sosyalizmin ezilen yığınlar nezdinde bir toplumsal ve
siyasal alternatif olmaktan çıkışı ve 'Eylül realitesi' 60'lı,
70'li yılların aksine 80'li yıllar; genç olmakla çelişen bir
'gençlik'in doğmasına ve daha doğarken ölmesine neden
oldu. Gerçektende 'Eylül'lü yıllar ve 'Eylül'lü yılları deği-
şik biçimler altında yemden üreten siyasal süreç, çoğun-
lukla 'Eylül'ün tasavvur ettiği insan tipolojisini yetiştir-
mek için attığı burjuva ideolojik tohumların adım adım ye-
şertildiği ve boy verdiği bir süreçtir. Bir başka söylemle bu
yıllar; gençliğin bir 'ihanet çemberi'yle sıkı sıkıya sarıldığı
ve bizatihi yine 'gençlik' eliyle, gençliğin ve geleceğin
karartılmaya çalışıldığı yıllardır.
Kabul etmek gerekir ki, adeta tek tip bir fabrikadan üre-
tilen bu gençlik, çoğunlukla öyle bir gençlik ki, yeşerdik-
çe kuruyan, kurudukça etrafını çölleştiren ölü bir gençlik;

14
ölü bir kuşak...
Ne var ki, bütün bunlara karşın yaşam sürüyor. Yaşamın
sürüyor olmasının sosyalist ve devrimciler açısından siya-
sal terminolojik ifadesi, sosyalizm ve sınıf mücadelesinin
sürdüğüdür. Sosyalizm ve sınıf mücadelesinin sürüyor ol-
masıysa, dün bir 'ihanet çemberi'nde boğulmak istenen
'küçük insan'ların, azımsanamayacak bir bölümünün bu-
gün artık genç(lik) olarak, kendi geleceklerini kendi elle-
riyle karartacak bu çemberi kırdıklarını gösteriyor.
Hiç kuşkusuz, gençliğin kendi geleceğini belirme süre-
cine girmiş olması ya da yeniden devrimci mücadeleye atı-
lıyor olması üç nokta üzerinde özenle durulmasını gerekti-
riyor: Birincisi, özellikle 'reel sosyalizm'in yenilgisi ve
'Eylül'le birlikte aşınan birikim ve devrimci değerlerin ta-
rihsel dağarcımızdan çıkarılarak, gençlik hareketine yön
verecek devrimci bir dinamizmin ve coşkunun yeniden ka-
zandırılması, ikincisi monolitik sosyalizmin referanslarıy-
la oluşmuş politik kültürün ve siyaset tarzının aşılması,
sonuncusu ise, ülke sosyalist hareketine yeni bir çığır açan
geçmiş devrimci gençlik mücadeleleri ve deneylerinin
dogmatik değil, devrimci bir tarzda ele alınması ve bilim-
sel bir eleştiri süzgecinden geçirilmesi ve yeniden üretil-
mesi...
Geçmiş mücadele birikim ve deneylerinin devrimci bir
tarzda ele alınması ve bilimsel bir eleştirici süzgecinden
geçirilmesi demek; verili iktisadi, siyasal, sosyal koşulla-
rın gerektirdiği irdelemeleri, toplumsal sınıf ve diğer ezi-
len kesimlerin karşılıklı ilişki ve çelişkileri, bu çelişkilerin
alacağı olası çeşitli biçimler gibi bir dizi asli unsurun bir
bütünlük içerisinde irdelemekle sahici bir anlam kazanabi-
lir. Bir devrimci teori ancak bir devrimci pratikle bütünleş-
tiği ve yeniden üretilebildiği ölçüde yaşam şansı bulabilir.
Hiç bir mücadelenin başarısı, ona yön veren referansların

15
teorik bütünlüğünün klişeciliğini yapmaktan değil, içinde
bulunduğu toplumsal ve siyasal koşulların isterlerine yanıt
verebilecek, onu az çok değiştirip dönüştürebilecek bir
dinamizme ve araç(lar)a sahip olmaktan geçer.
Bu boyutuyla elinizdeki çalışıma gençliğin tüm sorun-
larına önceden yanıtların verildiği, her sorunun çözümüne
dair formüllerin ve belli ölçeklerin içerisine sığdırılmış ka-
lıpların önerildiği bir çalışma değil. Tam tersine genç ol-
mak ve genç olarak yaşamak isteyen gençliğe; kendini ta-
nıma yollarını açacak, onu kendine yabancılaştıracak ya-
nılsamaları gün ışığına çıkaracak, geleceği kazanabilmede
bilimsel yol ve yöntemleri gösterecek bir yol gösterici, bir
'Kılavuz İp' niteliği taşıyor.
Eğer bu çalışma için söylenen şu 'bir kaç söz'den sonra
bir son söz söylemek gerekirse, şunları söylemek anlamlı
olur: Gençliğini genç olarak yaşamak ve geleceğini
ellerine almak isteyenlere özgü iyi bir yol gösterici. Bilim-
sel araştırma, inceleme yapmak ve bilimsel bir bakışa sa-
hip olmak isteyenlere iyi bir referans kaynağı. Ve nihaye-
tinde yaşamı devrimci bir öğreti ışığında kavramak ve dev-
rimci bir tarzda dönüştürmek isteyenlere tutarlı bir teori ve
pratik seçeneği.

GÜNAY KUBİLAY

16
I.BÖLÜM

17
A-GENÇLİK TANIMI

Bir kategori olarak gençlik, esas itibariyle kapitalizmin


kendisiyle birlikte bir siyasal güç olarak tarih sahnesinde
boy göstermeye başladı. Özellikle 68 hareketinin tüm dün-
yada yarattığı sarsıcı etki (68 hareketinin sınıfsal ve siya-
sal yanları da göz ardı edilmeden) esas olarak gençliğe da-
yanıyordu.
Şüphesiz her şey Vietnam'ın ABD emperyalizmince iş-
gali sonrası başlamış ama 68' salt anti-emperyalist bir ha-
reket olarak gelişmemişti. Beatles'la, Rock'n Roll ile,
hippylerle, cinsel özgürlükle, Marksizm'le... vb. fakat te-
mel dinamiğini gençliğe ve onunda ötesinde öğrenci genç-
liğe dayandırarak patlak vermiş, bir takım kırılmalara da
uğrayarak tüm dünyayı etkisi altına almıştı. 68', istisnaları
da içinde olmak kaydıyla gençliğin ilk "bağımsız" baş-
kaldırısının adıydı.
Kapitalizm öncesi toplum biçimlerinde çoğu kere söz-
lüklerde bile bulunmayan gençlik ve çocukluk kavramları
kapitalizmle birlikte adeta topraktan fışkırırcasına siyasal
ve toplumsal arenaya fırlamıştı. Lenin'in de, Kemal'in de
"garip" bir tesadüfle geleceği emanet ettiği gençlik neydi?
Sınırları nerede başlar nerede biterdi. Genci diğer toplum-

19
sal kategorilerden ayıran, farklı kılan, siyasallaştıran şey
neydi?
Marksizm saflarında Lenin'den bugüne üzerinde çokça
tartıştığımız, örgütlenmelerini kurduğumuz gençliğin/gen-
cin ne olduğu konusunda böylesi bir belirsizliğin oluşu hiç
şüphesiz trajik bir durum olsa gerek. Ne Marks'ta ne Le-
nin'de genç ve gençlik konusunda doyurucu bir tanımla-
ma, açılım bulmak mümkün değil. Bu konudaki deneyim-
lerin ve basılı materyallerin %90'ı devrim sonrası döneme
ait. Gençliğin ne olduğuna dair bu güne dek yapılan çalış-
maların büyük bir çoğunluğu gençliği biyolojik kavram-
larla açıklamaya yönelik. Gençliği "16-24 yaş grubuna gi-
ren herkes" diye tanımlamanın, gençliğin yönelimlerini
salt bu yaş dönemindeki biyolojik değişimlerle açıklamaya
çalışmanın ve bu çabayı bilimsel kabul etmenin bizi ne-
relere sürükleyeceğine bir bakmak gerekiyor. Gençliğin
neden bir başka toplumsal sistemde değil de kapitalizmde
kendisini bir siyasal ve toplumsal güç olarak ortaya çıkar-
dığı sorusuna biyolojik formasyonun içinden cevap vere-
bilmek mümkün değil. Biyolojik farklılıklarından ötürü
gençliğe ayrı örgütlenmeler önerildiğinde yine benzer bi-
yolojik farklılıklarından ötürü yaşlılara (örneğin menopoz,
andropoz., vb. değişimler), kadınlara ve erkeklere de ayrı
örgütlenmeler önermek gerekmeyecek mi? Hatta daha ileri
gidip, yaşlı parti, genç parti, yaşlı halk, genç halk ...vb.
gibi ayrımlara gitmemizi, bu sistematik dahilinde kim, na-
sıl engelleyebilir? Bu sistematik Marksizm'in doğayı ve
toplumu analiz yöntemiyle ne kadar bağdaşır?

Gençliği ilerici, dinamik, atak gibi kavramlarla tanım-


lamanın, "genç neden böyledir?" sorusuna, nasıl bir yanıt
vereceği merak konusudur ki, bu yanıt "hormonlarından
dolayı"nın ötesine taşamıyorsa, bu tanımında gerçekte bi-

20
yolojik sistematiğin dışına taşamadığını bize göstermez
mi? Marksistler doğayı ve toplumu tarihsel, felsefi, ekono-
mik ve politik kavram ve kategorilerle açıklarlar. Bizim
açımızdan gençlik tanımına da aynı sistematik içerisinden
yaklaşmak bir zorunluluktur.

Daha öncesinde de bahsettiğimiz gibi gençlik kapita-


lizmle birlikte siyasal arenada boy göstermeye başlamıştır.
İlkel topluluklarda bebeklik dönemi, biyolojik bir dönem
olarak tanımlanırken gençlik ve hatta çocukluk ayrı bir ka-
tegori olarak tanımlanmıyordu. Toplumsal işbölümü içeri-
sinde çocuklar ve gençler, üzerlerine düşen işi yani topla-
yıcılığı kolaylıkla yerine getiriyor ve klanın eşit öznelerin-
den biri oluyordu. İş-bölümü ve onun yarattığı yabancılaş-
ma sınıfsal ve cinsel bir ayrışmayı koşullarken gençler ve
çocuklar da üretimin içinde yer alıyor, gençliğe ve çocuk-
luğa ait henüz özel bir yabancılaşma yaşanmıyordu. Çocuk
kıyafetlerinin ve ayrı çocuk oyunlarının ortaya çıkışı dahi
feodal toplumun ilk yarısından sonraya denk düşmekte idi.
Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışıyla birlikte kentler ve
makineler olağanüstü boyutlarda emek-gücü soğurmaya
başladılar. Makinelerin tarımda kullanılıp, yaygınlık ka-
zanması ile birlikte, kırlarda ortaya çıkan artık iş-gücü
kentlere akmaya başladı. Bu akım kentin ve makinenin so-
ğuracağından çok fazlaydı. Kentlerde yoğun bir işsizlik
salgını baş sürmeye başladığında önce çocuklar, gençler ve
kadınlar iş yaşamının dışına itildiler. Feodal toplumdaki ile
kıyaslanmayacak ölçüde derinleşen ve yaygınlaşan işbölü-
mü, bu işbölümüne uygun nitelikli emek-gücü talebini do-
ğurdu. Bu talep karşısında, önceleri sadece yüksek sınıfla-
rın çocuk ve gençlerinin devam ettiği okullar, yaygınlaştı-
rılarak diğer sınıfların çocuk ve gençlerine de hizmet verir
duruma getirildi. Okul ve eğitim süreci çocuk ve gençleri

21
süratle üretimin dışına savurdu. Zaman içerisinde okul ve
eğitim süreci daha uzun evreleri kapsamaya başladı. Bu
süreç giderek kendi kültürünü de yaratmayı başardı. Yetiş-
kinler, gençler ve çocuklar ayrı ayrı yaşamları yaşar oldu-
lar. Çocuklar ve gençler için ayrı oyunlar, giyim tarzları,
programlar, diziler vb. ortaya çıktı. Genç bütünüyle top-
lumsal yaşamın dışına savrularak yaşadığı topluma yaban-
cılaştırıldı. İster eğitim görsün isterse çalışsın genç; eriş-
kinlerden ve gerçek yaşamdan uzaklaştı. Evlenme yaşının
uzaması, bekarlık, yeniyetmelik, genç kızlık gibi kavram-
ları da beraberinde yarattı. Yeniyetmelerin ve genç kızların
artık evli erişkinlerin dünyasında yeri yoktu. Bir yanda
erişkin olma arzusu, diğer yanda erişkinlerin köleleşmiş
yaşamı genci bir ikilemle karşı karşıya bıraktı.

İlkel komünün bağrında, insan "maymun" soylarından


farklı olarak kendisi dışında bir dünyanın farkına vararak,
kendinde varlık olmanın ötesine taşmış, kendisi için varlık
olmayı kavramıştır. Emek aracılığıyla doğayla girdiği sa-
vaşımda, içgüdüsel bir tepkinin ötesinde yaşam ve ölüm
kavramlarını, kendisi ve kendisi olmayanı bilince çıkart-
mıştır. Bu kavrayışa erdiğinde insan, kendi ve "kendisi ol-
mayan"ın tek sahibi olduğunu öğrenmişti. Doğa onun gö-
zünde kendi ve kendinden olanlarla birlikte savaşılarak,
keşfedilecek, uyum kurulacak, sahiplenilecek bir nesney-
di. Tüm dünya insanın "mülküydü". Kendi ürettiği ve ken-
disi olandı. Herkesin her şeyin sahibi, üreticisi olduğu bu
toplumda, insanlar ne kendi varlıklarına ne emeklerine
(yarattıkları ürüne) ne de doğaya karşı bir yabancılaşma
yaşamıyordu.
İşbölümünün ortaya çıkışı ile birlikte, işbölümü sırasın-
da ortaya çıkarılan ürün, bu süreçte kullanılan alet ya da
doğa parçası, o işbölümünde yer almayanlara (üretimdeki

22
emeğe ortak olmayanlara) giderek yabancılaştı. İşbölümü
ile birlikte, üretimin bütününden kopanlar giderek sadece
kendi ürettiklerinin sahibi olmuşlar, kendilerinin değil baş-
kalarının ürettiklerine ise yabancılaşmışlardı. İşbölümü-
nün yarattığı bu süreç, işbölümünde yer alanlara, kendi
ürettiklerini mülk edinme şansı tanırken, üretim araçların-
daki gelişme de, üretim aracı sahibine kendi emek-gücünü
harcamadan başkalarının emeğiyle geçinme olanağını ya-
ratmıştı. Ve özel mülkiyet süreç içerisinde sahibi dışındaki
herkese karşı yabancılaştı. Bu zorunluluk kaçınılmaz bi-
çimde daha çok iş bölümünü doğurmuştu...
İşbölümünün derinleşmesi ve yaygınlaşması, üretilecek
ürünü parçalara bölmüş ve herkesin bu küçük parçalar üze-
rinden birbirinden kopuk ve bağımsız olarak üretim yap-
masına yol açmış ve insan ortaya çıkacak ürünün ne oldu-
ğunu kavrama olanağını da yitirmişti. Bütünü kavramak-
tan uzaklaşan insan, ürettiği ürüne/metaya yabancılaştı.
Üretilen ürün, aslında onun üretimine hiç katılmayanların
mülkü haline geldi. Bu "akıl dışı" süreç, kapitalizmle bir-
likte doruk noktasına erişerek egemen üretim biçimi/halini
aldı.

Dünyaya gözlerini açan her insan, tıpkı ilkel soyları gi-


bi, kendi varlığını ve kendisi olmayanı farkeder. Kendi ve
kendisi dışındaki her şey onundur. Ev onundur, anne onun-
dur, koltuk onundur, dünya onundur. Her şey onun ilgi ala-
nına girer. O sınırsız bir tanıma, kavrama ve öğrenme sü-
recini yaşar. İlkel komünal toplumda her bireyin her şeyin
sahibi olduğunu düşünmesi doğalken (ki zaten her şey her-
kesindir) erişkinlerin dünyasında "akıl dışı birşey'" doğal-
mış gibi çocuğa kabul ettirilmeye çalışılır. "Bu dünya se-
nin değil." Herkesin her şeyin sahibi olduğu ilkel komün
yaklaşık 30.000 yıl sürmüştü. Özel mülkiyetin yaşandığı

23
sınıflı toplumlar 5.000 yıldır devam etmekte. Gerek ebe-
veyni, gerekse bütün bir toplum, dünyaya gözlerini açan
bu insanı karşı alarak, "insan doğasına" aykırı, "akıl dışı"
birşeyi O'na kabul ettirmeye çalışır. O yine tıpkı ilkel soy-
ları gibi doğayı ve kendini adeta "içgüdüsel" bir çabayla
yeniden yaratmak ister. Köleci ve feodal topluluklarda bi-
yolojik engeller aşılır aşılmaz çocuk ve gençler erişkinle-
rin yaşamına dahil edilirken, kapitalist toplum tersine bir
süreçle çocuk ve gençleri erişkin yaşamının dışına iter. Ço-
cuklar ve gençler okullarında, çetelerinde, ıslahevlerinde,
yetimhanelerde, atölyelerde birlikte ve benzer bir yaşamı
göğüslerler. Anlayamadıkları, kavrayamadıkları bir dünya-
nın acılarını, umutlarını birlikte paylaşırlar. Kapitalizm
genci erişkin yaşamının dışına iterek toplumsal yabancı-
laşmayı derinleştirmiş, yabancılaşma sürecini uzun bir ev-
reye yaymış ve tarihte ilk kez gençleri bir araya toplayarak
oluşturduğu kurumlarda örgütlemiştir. Kapitalizm genci
üretim sürecinin devamlılığı için, bir önceki üreticilerin
yerini alacak bir kuşak olarak şekillendirirken, esas olarak
üretim sürecini zorunluluklarına uygun olarak yabancılaş-
tırır. Bütün diğer faktörler bir yana gençliği tanımlayan
şey, bu yabancılaşma sürecinin ta kendisidir.

Genç; henüz yabancılaşma sürecinin başında, düzene


eklemlenme aşamasındadır. Emeğini, bedenini, geleceğini
kendisine ait görür. İrade ve otorite olarak kendi bilincini
tanır. Gençliğe yönelik olarak söylenegelen "başında ka-
vak yelleri esmek", "delikanlı", "başına buyruk" vb. bir
çok deyim, gencin kendi otoritesi dışındaki otoritelere, bo-
yun eğmeyişinden doğan bu doğal başkaldırısına karşı, ki-
mi zaman gizil bir hayranlığın, kimi zamanda bir yerginin
ifadesi olmuştur. Genci sisteme uyumlulaştırabilmek, top-
lumsal otoriteye boyun eğişini sağlamak için sistem her

24
yönden genci kuşatır. Kuşatmadan beklenen gencin yaban-
cılaşmaya karşı gösterdiği direncin kırılmasıdır. İdeoloji-
nin, törelerin, ahlakın, kuralların vb. gücünün yetmediği
koşullarda fiziki zorda devreye sokularak genç "adam"
edilir. Şüphesiz gencin toplumsal kastrasyonunda ilk görev
ailenindir. İlk cinsel kimlik, itaat, otorite, egoizm vb. bura-
da koşullanır. Özellikle kız çocuklarına (ki dezavantajlı
olan odur) zerafet, temizlik, kırılganlığın vb, davranış bi-
çimleri dayatılırken, kimi kız çocukları bunun tersine er-
kek oyunlarına ilgi, kirlilik, kabalık, şiddet gösterileri vb.
davranış biçimlerini benimseyerek kendilerine dayatılan
role karşı koyarlar. Gencin, kendisine yabancılaşmamış
kimliğini, aile tek başına boyunduruk altına alamaz. Ar-
dından okul, işyeri, ideoloji ve zor devreye girer. Genç bi-
rey bu kuşatmaya ve bu açık ya da gizli saldırılara direne-
bildiği, düzene eklemlenmediği, diğer bir değişle yenilme-
diği müddetçe "genç" kalır. Yenildiği an, gençlik denilen
kesit sona erer. Genç birey yabancılaşmaya karşı her dire-
nişinde birey olabilmenin kavgasını verir. Bu kavga gencin
kimliğinde kendiliğinden doğan, gelişen ve net bir bilince
denk düşmeyen isyanı doğurur. Çoğu genç bu süreci kendi
iç dünyasında, kendi yalnızlığı içerisinde yaşar. İsyan
kimi zaman aile otoritesine başkaldırı, dünyaya ilgisizlik,
boş vermişlik, kimi kez çetecilik, fanatizm ya da bir başka
marjinal biçime (pop yıldızlarına duyulan tutkular, futbol
fanatizmi, şiddete eğilim, seks bağımlılığı, uyuşturucu
alışkanlığı., vb.) bürünerek yaşanır. Bu başkaldırı kendisini
ne şekilde hissettirirse hissettirsin, özünde gencin ya-
bancılaşmaya karşı isyanından başka bir şey değildir. Gen-
cin toplum içinde ayrı bir kategori olarak şekillenmesine
yol açan öz, biyolojik temellerin dışında işte bu özdür. Ya-
bancılaşmaya karşı gösterilen bu direngenlik ve isyan, ça-
kıştığı ideoloji doğrultusunda genci devrimci ve dinamik

25
kılmaya muktedirdir. Ancak bu başkaldırı, örneğin İslam
fundamentalizminde ya da faşizmde olduğu gibi bir başka
akımla birleştiğinde bir o kadar gerici karaktere de bürüne-
bilir. Gencin yabancılaşmaya karşı isyanı, farkına varsın
veya varmasın onu sistemle karşı karşıya getirir. Sistem
kendi iç dinamikleriyle yarattığı bu fenomeni, bütünüyle
yok etme ya da sindirme şansına sahip değildir. İsyanın
açığa çıkarttığı bu devasa enerji sistemin kendisini tehdit
etmeyecek başka alanlara akıtılmaya çalışılır. Sistem bu-
nun kanallarını hazırlar. Kimi kez başkaldırı biçimleri, bü-
tün bir toplumun onayı alınmasa da görmezden gelinir.
(Futbol fanatizmi, seks bağımlılığı, tarikatlar, uyuşturucu
da olduğu gibi) Buna uygun sektörler gizlice korunurlar.
Kimi kez bu enerjinin şiddet aracılığıyla deşarjı, militariz-
min faşizmin "şefkatli" kollarında gerçekleştirilir. Genç
kendisine verilen rolü kabul etmediğinde kendisine "uy-
gun" yeni rollerde yaratılır.

Yukarıda adı geçen tüm faktörlerin yanında sistemin


gençlikten beklediği üretim sürecinin devamlılığının sağ-
lanmasıdır. Bir önceki kuşağın bilgi ve birikiminin yeni
üreticilere ve yöneticilere aktarılması olgusu vazgeçilmez
bir zorunluluktur. Gencin kimlik arayışı içerisinde ona
mesleki bir rol ve kimlik kazandırma çabası üretim süreci
açısından büyük önem kazanır. Kapitalizmle birlikte bü-
yük ölçüde yaygınlaşan ve niteliksel değişimlere uğrayan
eğitim kurumları, temel olarak üretim sürecinin devamlılı-
ğı için organize edilirler. İşte bu olgu gencin yabancılaş-
maya karşı yönelteceği mücadelede, yabancılaşmanın ken-
disini yaratan üretim tarzının hedeflenmesi açısından bi-
rincil önem kazanır. Eğitim sistemine her karşı çıkış, üre-
tim sistemine karşı yapılmış bir saldırıdır. Tersinden üre-
tim sisteminin değiştirilmesi, eğitim sisteminin ya da eği-

26
timin kendisinin değiştirilmesi sonucunu doğurur.

Tüm bu çıkarsamalardan sonra gençlik tanımımızı aşa-


ğıdaki soyutlama ile ifadelendirebiliriz.

Genç; diğer tüm yönleri çıkartılırsa toplumsal olarak


kimlik edinme sürecini yaşayan ve henüz toplumsal rolü
belirlenme aşamasındaki bireydir. Edineceği rol ulusal,
cinsel, mesleki vb. henüz düzen tarafından adapte edilme-
miş, belirlenmemiştir.
Gencin kişiliğini çok yönlü geliştirme ve kendini özgür,
yaratıcı bir varlık olarak oluşturma talebiyle, egemenin
ona biçtiği rol arasındaki çelişki, kimlik arayışı sürecindeki
gencin temel çelişkisini oluşturur.
Gencin kişiliğini "çok yönlü geliştirme ve kendini öz-
gür ve yaratıcı bir varlık olarak oluşturma talebi" insan ol-
manın talebidir. Doğa ve insanın kaçınılmaz mücadelesi-
nin zorunlu bir sonucudur. Köleci toplumdan kapitalist
topluma dek uzanan ve en üst aşamasını kapitalist toplumla
ifadelendiren süreç, insan için üretimi değil üretim için
insanı şekillendirmiştir. Bir sonraki üretim sürecinde, bir
önceki üreticilerin ve yöneticilerin yerini alacak gençlik,
özgür ve yaratıcı ortamından koparılarak işbölümünün ge-
reklerine uygun hale getirilir. Bu andan itibaren tüm insa-
nal özelliklerinin önüne set çekilerek insan, programlandığı
işi yapan makinelere dönüştürülür. İşbölümü içerisinde bir
meslekle kendini betimleyen bu "makineler" kimi zaman
bir savcı, mühendis, işçi, doktor, polis, fahişe vb. olarak
ortaya çıkarlar. Genç, adeta bir kader gibi önüne serilen
rolle, kendi özgürlüğü arasındaki çelişkiyi farkeder.
Genç, çelişkiyi hangi alanda hissederse hissetsin (aile-
genç, öğrenci-öğretmen, usta-çırak...) tüm bu çelişkiler te-
mel çelişkiden doğarlar. Temel çelişki üzerinden bir çö-

27
zümleme yapılmadığında, gencin içinde bulunduğu baskı-
lar zincirinden kurtulabilmesi mümkün değildir. Kapita-
lizm genci iş bölümündeki rolüne hazırlarken, zorunlu ola-
rak bir araya getirerek kurumlar içerisinde örgütler. Okul,
fabrika, spor kulübü, vb. kurumlar gençlerin toplu olarak
bulunduğu ve birbirlerine benzer yaşamları sürdürdükleri
yerlerdir. Sosyalistler gençle hangi alanda karşılaşırlarsa
karşılaşsınlar genci yaşadığı çelişkinin temel kaynağını
onlara göstermeli, sekonder çelişkiden temel çelişkiye
uzanan politik hattı oluşturmalı ve farklı alanlarda ortaya
çıkan kendiliğinden örgütlenmeleri mücadeleleri ortak bir
potada birleştirmelidirler. Gencin karşı çıkması gereken
toplumsal işbölümünde üstleneceği rol değil, o rolü ortaya
çıkaran işbölümünün ta kendisidir. Bir kez işbölümü yara-
tılınca o işbölümüne uygun insanların yaratılması da kaçı-
nılmazlaşır. İşbölümü kişiyi makineye (üretim aracına) bir
ömür bağımlı kılar. Üretimi bütününden kopararak onu
üretiminin çok küçük bir parçasına mahkum eder. Bu kü-
çük parça üzerinde derinlemesine bir bilgi birikimine, ya
da o parçanın denetimine sahip olunsa bile üretimin bütü-
nü üzerinde bilgi ve denetime sahip olunmadan/işbölümü
ortadan kaldırılmadan yabancılaşmadan kurtulunamaz.
Yabancılaşmanın doğal sonucu olarak özgürlük ve yaratı-
cılık biter.
Gençlik için temel oluşturan çelişkinin, toplumsal çeliş-
kiler içinde sadece bir parça oluşu ve çelişkilerin tek başı-
na çözülemeyeceği gerçeği, bu parçanın sınırlarını aşıp ge-
niş bir toplumsal bakış açısı kazanmakla mümkün hale ge-
lir. Alana özgü çelişkinin sınırlarını kabul ederek yaklaş-
mak buna ait çözüm yollan üretmeye çalışmak ancak ken-
diliğinden bilincin sınırlarına kadar uzanabilecektir. Ken-
diliğinden bilince teslim olmak ekonomizme açılan yega-
ne kapıdır.

28
Gençlik çelişkisinin çözümü, bu biçim altında kavran-
madıkça, mücadele bu hedefe yönelmedikçe başarılı ola-
mayacaktır. Bu hedefe yönelecek bilinç, kendiliğinden bi-
linci aşıp, sunduğu toplumsal proje ile ona volontarizmi
katan bir bilinç olma zorunluluğundadır. Sosyalistlerin
kendiliğinden mücadelenin ötesine taşarak, kendiliğinden
mücadeleyi daha ileri bir mücadelenin gelişiminde
tüketecekleri iradi müdahalelerin programını ve eyleminin
muhtevasını bu bakış açısı ve çözümleme oluşturmalıdır.
Genci belirleyen, onun kimlik edinme sürecisin başında
oluşudur. Aynı belirleyeni ve aynı temel çelişkiyi taşıyor
olsa da, gençlik kendi içerisinde üç ayrı kategoride
karşımıza çıkar. İşçi gençlik, köylü gençlik ve öğrenci
gençlik. Bir bütün olarak gençliğin tek bir sınıfa dahil edi-
lemeyeceği bir gerçeklik olmakla birlikte, gençliğin içeri-
sinde işçi ve köylü gençlik grupları sınıfsal bir yön çizer-
ler. İşte bu sınıfsal yön ki gençliğin kendi içerisinde kate-
gorilere ayrışmasının temelini ortaya çıkarır. Öğrenci
gençlik ise tek bir sınıfa ait olmama özelliğiyle bu üç ka-
tegori içerisinde bu yönüyle de bir farklılık arz eder. Genç-
lik mücadelesinin ve gençliğin farklı alan ve kategorileri-
nin kendine özgü çelişkilerini ortaklaştırmak ve onları sı-
nıfsal bir zeminde birleştirmek gibi hedef ortaya konuldu-
ğunda, bu farklı gençlik kategorilerinin "farklılıkları-
nın"da ortaya konulması gerekmektedir.

29
B- GENÇLİK KATEGORİLERİ

B.l- İŞÇİ GENÇLİK

Genel gençlik tanımımız çerçevesinde "...toplumsal


olarak kimlik edinme sürecini yaşayan ve henüz toplum-
sal rolü belirlenme aşamasında olan birey" olarak soyutla-
dığımız gençlik, işçi gençlik öznelinde, işçi gencin top-
lumsal rolünün bir bölümünün net olarak belirlenmemişli-
ğiyle bir farklılık arz eder. İşçi genç, toplumsal işbölümü
içerisinde işçi rolünü üstlenmiş ya da meslek lisesi öğren-
cileri ve çıraklarda olduğu gibi üslenmek üzere olandır.
Özellikle çalışma yaşının ondörtlü yaşların altına düştüğü
Türkiye'de gençlik içerisinde en büyük yelpazeyi işçi
gençlik oluşturmaktadır. İşçi genç, bir meslek olarak işçi-
lik yapıyor olsa da, hiç şüphesiz rutin ve döngüsel işin par-
çası haline henüz dönüşmemiştir. O yabancılaşma süreci-
nin henüz başındadır. İşçi gencin bu rolü bütünüyle benim-
seyişi askerlik ve evlilik süreçlerinin sonuna ve ebevey-
ninden iktisadi ve sosyal olarak bağımsızlaşmasına kadar
sürer. Bu süreç tamamlanıncaya dek yabancılaşmaya karşı
kendiliğinden karşı koyusunun yarattığı başkaldırıyı sür-
dürür. Özellikle işçi sınıfı mücadeleleri tarihine bakıldığın-

30
da gerek sendikal gerekse politik hareketin genellikle ilk
olarak genç işçilerce başlatıldığı görülecektir. Önünde da-
ha uzun bir gelecek olan genç "alın yazgısına" henüz tes-
lim olmamıştır. Hayallerini, umutlarını henüz yitirmemiş-
tir.

Toplumda hakim olan genotokratik bakışın sınıf içinde


yarattığı yansımaların sonucu olarak, fabrika hiyerarşisinde
genç (acemi) işçi en altta olandır. Erişkin işçilerin kendi
aralarında yarattıkları kastlaşmada genç işçiler kolay
kolay yer edinemezler. Aynı fabrikada da aynı işi yapıyor
olsalar dahi, en çok angaryaya gönderilen, üzerine şiddet
uygulanan hatta kimi kez tacizlere uğrayanlar ve en az üc-
reti alanlar hep genç işçilerdir. Tecrübesizlikleri ya da bi-
rikmiş tazminatlarının az oluşunu nedeniyle işten en çabuk
çıkartılacak olan yine genç işçiler olmaktadır. Aynı rutin
işi, çok uzun zamandır yapıyor olan ve bunun yarattığı
alışkanlığı yaşayan erişkin işçilerin tersine, henüz yabancı-
laşma sürecinin başında oluşları nedeniyle sınıfsal çelişki-
leri en kolay hissedenler ve bunu bilince çıkaranlar yine
genç işçilerdir.

Meslek liselerinde öğrenci ya da çıraklık biçiminde ge-


leceğin işçileri olmak üzere eğitim gören genç işçiler ise
bir yandan eğitimden kaynaklanan çelişki ve sorunları ya-
şarken diğer yandan iş yerlerinde ucuz emek-gücü satıcıla-
rı olarak işçi olmanın sıkıntılarını göğüslerler. Meslek lise-
si öğrencilerinin tüm bu gerçekliğin yanında bir "aydın-
lanma" sürecini yaşadıkları göz ardı edilmemelidir. Bu an-
lamıyla meslek liseleri öğrencileri, sınıf içinden çıkacak
sosyalist aydınların tabanını oluşturur. Meslek liseleri öğ-
rencileri iş yaşamında da kalifiye işçi olarak yer alırken,
eğitim aracılığıyla kazandıkları bilgi ve beceriyle kısa sü-

31
rede fabrika hiyerarşisinde stratejik yerler edinirler. Mes-
lek lisesi öğrencileri sendikal ve ekonomik mücadelenin
yanında aynı anda akademik mücadelenin içinde yer ala-
rak sınıfla öğrenci gençlik arasında kurulacak bağda köprü
görevini üstlenirler. Meslek lisesi öğrencileri bu ikili ka-
rakterleri nedeniyle gerekli çabalar gösterildiğinde kısa sü-
rede politize olurlar.
Bir bütün olarak işçi genç bir yandan mensubu olduğu
sınıfın çelişkilerini en yakıcı biçimde yaşarken diğer yan-
dan da genç olmaktan kaynaklanan çelişkileri de yaşarlar.
Sınıfsal bir devrimi önüne hedef olarak koyan sosya-
listler açısından şüphesiz işçi gençlik birincil derecede
önem taşır. Yine aynı nedenle sosyalist devrim nihai hede-
fini önüne koyan her gençlik örgütlenmesi işçi gençlikle
çakışmanın yol ve yöntemlerini yaratmak zorundadır. (Bu
bölüm için bkz. 'Bir Kadro Örgütü Olarak Komsomol)

B.2 -KÖYLÜ GENÇLİK

Kapitalizm koşullarında yok olmakta olan ve feodal


toplumdan devralınan bir sınıfı oluşturan köylülük, geliş-
miş kapitalist ülkelerle kıyaslandığında halen nüfus içinde
önemli bir orana sahiptir. Köylülük kendisine ait işbölümü
içerisinde, aynı işi yeni kuşaklara aktarmaya ve kendi sı-
nıfsal kimliğini (her geçen gün erozyona uğrasa da) yansıt-
maya devam etmekte. Özellikle basılı ve görsel yayınların
köylere ulaşması ile birlikte, kimlik oluşum sürecindeki
köylü genç, köyün kendisine vermeye çalıştığı kimlikle,
köyün dışındaki "bir başka dünyada" edinebilme umudunu
taşıdığı kimlikler arasında oluşan gerilimi şiddetle yaşıyor.
Köyden kente göçte, tüm ekonomik ve siyasal etkenlerin
yanında bu gerilimin (köylü kalma korkusu) etkisi de inkar
edilemez. 1970'li yılların "tütün ve haşhaş eylemleri" ha-

32
tırlandığında köylülüğün halen gözardı edilmemesi gere-
ken bir politik yanının olduğu da saptanmalıdır. Özellikle;
demokratik devrim aşamasında işçi sınıfının müttefiği ola-
rak düşünülen yoksul köylülüğün kazanılması açısından şu
an olmasa bile önümüzdeki dönemlerde köylü gençliğe
ulaşabilmek hayati bir önem taşıyacak. Yaşanan sosyalist
devrimlerin hemen hepsinde en ivedi sorunlardan birini
köylülüğün oluşturduğu unutulmamalıdır. Kurulacak kol-
lektif çiftliklerin ve köyde sosyalizasyonun temelini hiç
şüphesiz köylü kökenli gençler atacaklar. Fakat bütün bu
olguların yanında kapitalizm koşullarının köylülüğü orta-
dan kaldıracak, büyük kapitalist çiftlikleri koşulladığı ve
köylülüğün tarım proletaryasına dönüştüğü bir veri olarak
ele alınmalı. Sosyalizm koşullarında dahi uzun dönem var-
lığını sürdürecek köylülüğün kazanılması genç köylülerin
kazanılmasıyla mümkün olacaktır.
Köylü genç, kendisine dayatılan rolle, kendisinin edin-
mek istediği rol arasındaki çelişkiyi yaşıyor. Özellikle köy
koşullarında, köylü gencin babasının sahip olduğu toprak-
lar üzerinde, babası ölmeden kendi iktisadi ve sosyal öz-
gürlüğünü kazanması imkansız. Köy koşullarının gelenek,
töre ve tabularla sınırlanmış dünyasında ne aşklar ne de
umutlar özgürce yaşanıyor. Köyden kente okumaya, çalış-
maya giden gençlerin, gidemeyenlere anlattıkları hülyalı
dünyalar ve gerekse o gençlerin bir başka insan olarak kö-
ye dönüşleri, köylü gencin kuşatılmış dünyasında büyük
fırtınalar koparmaya devam edecek. Miras yoluyla bölü-
nen toprakların yarattığı yoksullaşma, bir yandan tarım dı-
şında başka hiçbir işi bilmiyor oluşun, ortaya çıkarttığı
korkuyla, küçülen toprağa, mülküne karşı duyulan bağlılık
köylü gencin diğer çelişkilerini oluşturuyor. Köylü genç
kadının köydeki köleleşmiş yazgısı ile işçi kadının görece
özgürlüğü arasındaki açı, genç kadının dünyasında dep-

33
remler yaratacak kadar büyük. Köylü gençliğe ulaşmada,
genç öğretmenlerin önemli bir köprü oluşturacağı da unu-
tulmamalı.

B.3- ÖĞRENCİ GENÇLİK

Gençliği üç ayrı kategoride sınıflandırırken, işçi ve


köylü gençlik için baz alınanın ait oldukları toplumsal sı-
nıf olduğunu belirtmiştik. Fakat konu öğrenci gençlik ol-
duğunda baz aldığımız tek bir sınıfa ait olma durumu orta-
dan kalkıyor ve hareket noktamız kurumsal bir okul eğiti-
mi alınıyor oluşa dönüşüyor. Öğrenci gençlik bir sınıfsal
mozaik çizmekle beraber, tek tek ele alındığında her biri-
nin bir sınıfın mensubu olduğu görülür. Öğrenci genç be-
lirli bir sınıfsal kökenden gelen ama kendisi "sınıfsız" olan
bir varlık değildir. Toplumsal sınıf diye tabir edilen olgu
tek tek insanlarla değil, aynı nesnelliği taşıyan insanlar bü-
tünüyle tanımlanır. Bir burjuvanın eş ve çocukları da özel
mülkiyetin sahibi olmasalar bile burjuva sınıfının mensup-
ları olarak kabul edilirler. Burjuva olan eşlerinin veya ebe-
veynlerinin sömürdüğü emek-gücü ve gasp ettiği artı-de-
ğerle yaşamlarını idame ettirirler. Aynı biçimde bir prole-
terin eş ve çocukları da fabrikada doğrudan artı-değer üret-
meseler de, emek güçlerini satmasalar da, onlar işçi sınıfına
dahil edilirler. İşçinin eş ve çocukları da fabrikada har-
canan emek-gücünün yeniden üretilebilmesi için emek-
güçlerini kapitalistin hizmetine sunmuşlardır. Somutlar-
sak; işçi karşılığı tam olarak ödenmemiş emek-gücünü ka-
pitaliste ücret karşılığı satarken, tüketilen emek-gücünün
yerine idame edilebilmesi için yalnız kendisinin değil eş
ve çocuklarının geçim ücretini de alır. Eş bu geçim ücreti-
nin karşılığında, eşinin fabrikada tükettiği emek-gücünün,
yerine yeniden korunabilmesi için kendi emek-gücünü "ev

34
içi-emeği" olarak tüketir. Ev içi-emeği; yemek, çamaşır,
bulaşık, temizlik, eşin psikolojik olarak rahatlatılması, hat-
ta küçük üretim vb. kapsar. Çocukların geleceğin emek-
gücü satıcıları olarak hazırlanması da bu görevlerin arasın-
dadır. Burjuva, proleterin karşılığı ödenmemiş emek-gücü-
ne el koyar. Üretim süreci denilen şey, üretim ve yeniden
üretimin diyalektik birliğinden başka bir şey değildir. Şim-
di buradan tekrar öğrencinin sınıfsal konumuna dönebili-
riz.
Öğrenci bir sınıfın mensubu olarak okula gelir. Okul bi-
tince ne olur?
Sınıf—> Okul —>Sınıf denkleminde okul genci nasıl
bir değişikliğe uğratır. Okul eğitimi gencin sınıfsal ko-
numunda nasıl bir değişiklik yaratır?
Burjuva sınıfından gelen öğrenciler için sorun çok ba-
sit. Onların sınıfsal konumunda hiçbir değişiklik olmaz.
Babalarının (çoğunlukla babalarının) üretim araçlarının
sahipliğini üstlenirler/paylaşırlar. Ancak, okul eğitimini
alan genç, burjuva sınıfından değil de, diğer sınıflardan ge-
liyorsa durum ne olur? Okul eğitimi sınıfsal durumunu na-
sıl etkiler? (Bilindiği üzere burjuva yetiştiren bir eğitim
kurumu yoktur) Ya da yaygın söylemle, okul kapısından
giren genç herhangi bir sınıfın mensubu iken, nasıl olurda
"küçük burjuva" oluverir?
Biz bu tartışmanın Sınıf—> Okul —> Sınıf denkle-
mi açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.
Devam edelim; Örneğin, tekstil işçisi bir ailenin çocu-
ğu tekstil mühendisi olursa ne olur? Tekstil mühendisimiz
ebeveyninin çalıştığı fabrikada iş bulduğunda; ebeveyni
aynı fabrikada emek-güçlerini satarken (kas güçlerini)
kendisi de aynı fabrikada zihinsel gücünü emek-gücü ola-
rak satar. Şüphesiz emek-gücünün niteliği değişmiştir.
Tekstil mühendisimizin emeği vasıflı emek statüsündedir.

35
Ona vasfı kazandıran gördüğü eğitimdir. Her iki durumda
da zihinsel olsun, kas gücü olsun harcanan emek-gücünün
karşılığı ödenmemiş kısmına kapitalistçe el konulur. Teks-
til mühendisimiz hangi sınıftandır? Burjuva sınıfından ol-
madığına eminiz. Burjuva olmak üretim araçları sahipli-
ğiyle özdeştir. Genel yargı, tekstil mühendisimizin artık bir
"küçük burjuva" olduğu yönündedir. Marx ve Engels'in
küçük burjuva terimiyle kastettikleri "küçük ölçekli üretim
ve küçük mülkiyettir". Tekstil mühendisimizin ne küçük
üretimi ne de küçük mülkiyeti vardır. (Varsa konumuz dı-
şı) O'nun emek-gücünü satmaktan başka bir geliri yoktur...

Bir başka örnekle devam edelim. İktisat Fakültesi me-


zunu gencimiz bir bankada işe girmiş olsun. Ve geçsin bil-
gisayarın başına. Karşılığı ödenmemiş miktarı da içinde,
günde sekiz saat, emek-gücünü banka sahibine satsın.
Emek-gücünü satmak dışında geliri olmayan iktisatçımız
hangi sınıftandır? Küçük burjuva olmadığına göre..!
O'nun bir memur olduğu söylenir. (!) (Marks'ın beyaz ya-
kalı işçisi) Memur hangi sınıftandır? Proletarya mı, küçük
burjuva mı, ara sınıf mı, sınıfsız mı? (Örneklerin, kurgu-
muzu sistematize etmesi açısından yeterli olduğunu düşü-
nerek örneklendirmeye devam etmiyoruz)
İddiamız, tekstil mühendisinin de, banka memuru ikti-
satçımızın da birer işçi ve işçi sınıfının parçası oldukları
yönünde. Genelde itirazlar iki nokta üzerinden şekillenir.
Birinci itirazın hareket noktası; "banka memuru iktisatçı-
mızın da, tekstil mühendisimizin de artı-değer üretmediği,
işçiliğinse artı-değer üretimi ile ortaya çıktığı" önermesine
dayanır. İkinci itiraz ise ideolojiler alanından gelir ki, bu
konuya yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.

Bizim tekstil mühendisimiz/banka memuru iktisatçımız

36
doğrudan artı-değer üretmezler mi? Evet, üretmezler. Artı-
değer üretimi, içinde değişim değeri taşıyan meta üretimi
sırasında ortaya çıkar. Banka memuru para giriş-çıkışlan-
nı, kredileri, faizleri vs. bilgisayara işlerken bir değişim
değeri, dolayısıyla doğrudan artı-değer üretmez. Ancak
banka memurumuzun bir "değer" ürettiği de göz ardı edi-
lemez. Kapitalist, banka memurunu çalıştırıp, ondan bir
fayda sağlamasaydı, fayda sağlamayan bir işe ödediği üc-
ret yüzünden kapitalistin bir "enayi" olduğunu söylemekte
yerden göğe kadar haklı olacaktık. Hiç de enayi olmayan
kapitalist, banka memurunu çalıştırarak ondan bir "kar" el-
de eder. Hatta bununla da kalmaz, bu karı ortaya çıkaran
bir sömürü ilişkisini de kurar. Bilindiği üzere sömürü salt
doğrudan artı-değer üretimi ya da emeğin içinde kristalize
olduğu ürünlerin bölüşümünden doğmaz. Sömürü harca-
nan emek gücünün karşılığı (değeri) olarak verildiği söy-
lenen ücrette gizlidir. Verilen ücret ile harcanan emek-gü-
cü arasındaki çelişki sömürüyü ortaya çıkarır. Patron ban-
ka memurunun ücretini nasıl belirler? Tıpkı, doğrudan artı-
değer üreten işçinin ücretinin belirlenmesi gibi yani
"emeğinin ürünü ile değil, onun özgül emek-gücünün üre-
tim ve yeniden üretiminin maliyeti ile" (Marks) belirler.
Kapitalist bu ücreti banka memuruna bir takım özel hiz-
metleri için değil, kendine yatırılan sermayenin değerinin
genişletilmesini sağlaması amacıyla öder. Sermayenin ge-
nişleyen kısmı kar olarak kapitalistin cebine girer. Okurla-
rın hoşgörüsüyle, Marks'in bu gibi büro işlerinde çalışan,
doğrudan artı değer üretmeyen, bizim dil alışkanlığı ile
söyleye geldiğimiz "memur"lara "ticari işçi" dediği ve bu
işçiler üzerinden elde edilen karın mekanizmasının anlatıl-
dığı Kapital'in III. cildinin Ticari Kar bölümünden, biraz
uzun ama oldukça çarpıcı bir pasajı aktarmak istiyoruz.

37
"Ticari işçi doğrudan doğruya artı-değer üretmez ama
emeğinin fiyatı emek-gücünün değeri ile şu halde bunun
üretiminin gideriyle belirlenir. Oysa, bu emek-gücünün uy-
gulanması, kullanılması, enerji harcanması, aşınıp yıpran-
ması, öteki bütün ücretli emekçilerde olduğu gibi hiçbir şe-
kilde değeri ile sınırlı değildir. Bu nedenle de, ücreti, ger-
çekleştirmesinde kapitaliste yardım ettiği kar kitlesi ile zo-
runlu bir orantı içerisinde değildir. Kapitaliste neye mal
olduğu ile, onun için neler sağladığı, iki ayrı şeydir. Doğ-
rudan doğruya artı-değer yaratmaz, ama karşılığı öden-
meyen emek harcanması ölçüsünde, artı-değeri gerçekleş-
tirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalis-
tin gelirini arttırır. Sözcüğün gerçek anlamında ticari işçi,
emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve ortalama eme-
ğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler
sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalistin üretim tarzının
gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile düşme eğilimi gös-
terir. Bu kısmen bürodaki işbölümünden ileri gelir ve eme-
ğin kapasitesinde tek yanlı bir gelişme olduğu için, bunun
gideri bütünüyle kapitaliste yüklenmez, çünkü işçinin be-
cerisi, işini yapa yapa kendi başına gelişmiştir ve işbölü-
mü bunu tek yanlı yaptığı ölçüde de, bu gelişme o kadar
hızlı olmuştur. Sonra, gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı
dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgi-
de daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden
üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini
vb. pratik amaçlara yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin
yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu
işlere girmeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulu-
nan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. Üstelik bu,
arzı arttırdığı için rekabeti de arttırır. Pek az istisna ile bu
kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki ge-
lişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı

38
halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerçekleştiri-
lecek değer ve karı arttıkça, bu işçilerin sayılarını arttırır.
Bu emekteki artış hiçbir zaman artı-değerdeki artışın ne-
deni değil, daima onun bir sonucudur." (K.Marks, Kapital
III. Cilt. Sy. 264-265)
Ne yazık ki, Marks'ın el yazmalarının bu bölümünde
iki sayfa kadar boşluk var. Marks'ın elyazmaları tam 132
yıl öncesine ait...
F. Engels 1894'de bu bölüme bir dip not düşmeyi ihmal
etmemiş.

"Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865'de


bulunulan bu tahmin, zaman içinde nasıl doğrulandığı,
bütün ticari işlemlerde eğitim görmüş, üç-dört dil bilen
yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle -ki
bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır- Lon-
don City'de boşu boşuna iş aramalarıyla görülmektedir. El
yazmasındaki iki boş sayfa, bu noktanın daha uzun boylu
ele alınacağını göstermektedir..." (a.g.e. F. Engels sf. 265)

Marks'dan anladığımız kadarıyla genel olarak ticari iş-


çiler, özel olarak da bizim banka işçimiz (memurumuz)
üniversite bitirmişte olsa, bilgisayar kullanabilse de, iki
yabancı dil de edinse, doğrudan artı-değer yaratmasa da,
harcadığı karşılığı ödenmemiş emek-gücü ölçüsünde, artı-
değeri gerçekleştirme giderini azaltarak vasıflı bir işçi ola-
rak, proletarya saflarına girmekten kurtulamıyor.
Biz burada iktisatçımızın çalıştığı bankanın özel ya da
devlet bankası olup olmadığına hiç değinmedik. Bankanın
tipinin, ücret sisteminde yani karşılığı ödenmemiş emek-
gücüne el koyulusunda, hiç bir değişikliğe yol açmıyor
oluşu, devlet bankası ya da özel bankada çalışan ticari iş-
çinin, sınıfsal durumunda herhangi bir değişiklik yarat-

39
maz. Tıpkı bir devlet teşekkülü olan Zonguldak Maden İş-
letmesi'ndeki maden işçilerinin işçiliğinin, özel madende
çalışan işçiden farkının olmaması gibi.

Şimdi artık tekstil mühendisimizin özgül konumuna


dönebiliriz. Bilindiği gibi tekstil mühendisinin fabrikadaki
asıl görevi üretimi arttırmak ya da en azından maliyeti dü-
şürmektir. O bu işlevini kol kuvvetini değil, zihinsel emek-
gücünü, kullanarak yapar. Kapitalist onun karşılığını tam
olarak ödemediği emek gücünü, örneğin, günlük sekiz saat
için satın alır. Şüphesiz tekstil mühendisimizin emek gücü
nitelikli (vasıflı) emek-gücü kapsamına girer. Tekstil
mühendisimiz, tıpkı ticari işçi gibi doğrudan artı-değer
üretmeyerek, fabrikada yaptığı, teknik, idari vb. düzenle-
melerle artı-değerin üretim maliyetini azaltarak dolaylı, ya
da kimi zaman, kullanımı özel bir beceri gerektiren maki-
nayı bizzat kullanarak vb. doğrudan artı-değer üretimine
katılır. Karşılığı tam olarak ödenmeyen emek-gücünü bir
ücret' karşılığı satan, emek-gücü dışında pazarda satabile-
ceği hiçbir şeye sahip olmayan ve emek-gücünü satacağı
kapitalisti seçmekte özgür olan kişiye işçi=amele=proleter
denir. Tümcemizin sonuna "belirli bir tarihsel kesitte
oluşmuş insan topluluğu" ibaresini de eklerseniz proletar-
ya=işçi sınıfı tanımına ulaşırsınız. Bu Marks'ın tahlil etti-
ği proletaryanın tanımıdır. Proleteri, köleden ve serften
ayıran, ücret sistemi ve emek-gücünü satmaktaki özgürlü-
ğüdür. Sınıf nedir sorusunun cevabını Lenin'den alalım.

"Tarihen belirlenmiş bir sosyal üretim sistemi içinde


üstlendikleri rolle, üretim araçları karşısındaki durumla-
rıyla (çoğu zaman yasalarla getirilen ve tespit edilen) sos-
yal emek organizasyonu içerisinde oynadıkları rolle ve do-
layısıyla da, kendi paylarına düşen sosyal servertin büyük-

40
lüğüyle birbirinden ayırt edilen geniş insan gruplaşmala-
rına sınıflar denir. Sınıflar belirli bir sosyal ekonomi siste-
mi içinde tuttukları yer sonucunda, biri öbürünün emeğini
kendisine mal edebilen insan topluluklarıdır." (Lenin)

Üretime yönelik (maddi üretime) sektörlerde üniversi-


ter eğitim alan öğrenciler, okul sonrası eğer burjuva sını-
fından gelmiyorlarsa, ücretli emek sistemi içerisinde, pro-
letarya saflarına katılırlar.
Ancak üretime yönelik olmayan eğitim sektörlerinde
(bürokrasi, zor aygıtıyla, ideolojik alan...) eğitim gören öğ-
rencilerin sınıfsal durumlarındaki değişimleri de örnekle-
meler üzerinden analiz etmeliyiz.

Hizmet sektöründen, eğitim ve sağlık alanını örnekle-


memize dahil edelim:
Kapitalist üretim kendisini yalnızca meta üretimiyle ta-
riflemez, aslolan artı-değer üretimidir. Artı-değer oluşu-
munun tek yolu, artı-emeğe el koymaktır. Artı-emeğe el
konuluşunun ya da bir başka değişle artı-değer üretiminin
iki biçimi vardır. Belirli bir işgünü içerisinde işçinin,
emek-gücünün değerine eşit bir değer ürettiği noktadan
daha fazla çalıştırılmasıyla ortaya çıkan artı-emekle elde
edilen değere artı-değer, ürüne artı-ürün, bu yolla elde edi-
len değer üretimine, mutlak artı-değer üretimi denir. İşçi
sınıfının uzun yıllardır, uğruna bedeller ödemek pahasına
verdiği mücadeleler sonucu, mutlak artı-değer üretimi sı-
nırlandırılmıştır. Bu andan itibaren mutlak artı-değer yerini
yeni bir olguya, nispi artı-değere bırakmaya başlamıştır.
Mutlak artı-değer üretiminin arttırılması iş saatlerinin sı-
nırlandırılmasıyla (genel olarak 8 saat) imkansızlaşmış an-
cak işgününün gerekli-emek, artı-emek zamanı diye ikiye
bölünerek, gerekli-emeğin karşılığı olarak ödenen üretim

41
değerini daha kısa sürede üretmeyi sağlayacak yöntemler-
le, gerekli-emek zamanı kısaltılmış ve aynı işgünündeki
artı-emek zamanı uzatılmıştır. Bu yöntemle elde edilen
"ek" artı-değere, nispi artı-değer denilmiştir. (Nispi artı de-
ğer üretme yöntemleri aynı zamanda, mutlak artı-değer
üretme yöntemlerini de oluşturur) Nispi artı-değer üretimi
sayesinde, işçi, işgününün çok küçük bir bölümünde, ücre-
tinin karşılığı olan değeri üretmek için çalışırken, geriye
kalan işgünü müddetince de kapitalist için çalışır hale gel-
miştir. Hiç şüphesiz, nispi artı-değer üretimi, toplumsal ya-
pıyı baştan sona değiştirmiştir.
Artı-değer üretimini artırmak demek, emek üretkenliği-
ni arttırmak demektir. Günümüz koşullarında emek-üret-
kenliğindeki artış, teknoloji aracılığıyla sağlanır. Teknolo-
ji, kendini kullanacak nitelikli emeğe ihtiyaç duyar. Gerçi,
teknolojinin işi basitleştirdiği doğrudur. Ancak, milyarlık
bir teknolojinin kullanımına sunulacağı işçinin kol kuvveti,
el becerisi dışında, başka yetilerinin de olması bir zo-
runluluktur. Yine sık sık değişen, yenileşen ve gelişen tek-
nolojiye işçinin uyum sağlayabilmesi de bir nitelik gerek-
tirir. Bütün bunların dışında eğitim görmüş bir işçinin iyi
bir tüketici olacağı da göz ardı edilemez.
Bu ön açıklamalardan sonra eğitim sektöründen bir ör-
nekle analizimizi sürdürelim. Eğitim fakültesi mezunu öğ-
renci, öğretmen olarak göreve başladığında sınıfsal konu-
mu ne olur?

Öğretmenin de tıpkı, proleter gibi emek-gücünü bir üc-


ret karşılığı satmak dışında bir geliri yoktur. Ancak, öğret-
menin meta üretmediği ve artı-değer üretimine doğrudan
katılmadığı da bir gerçek. Şimdi aklımıza takılan soru şu-
dur; öğretmen ne üretir?
Öğretmen; üretim ve yeniden-üretimin bitmeyen dön-

42
güsüne, insan üretir. O, vasıfsız emeği alır, ona zihinsel-
emeğini katar, ortaya yeni bir ürün çıkarır. Bu ürün nitelikli
emek ve nitelikli emekçidir. Biraz önce anlattığımızı tekrar
anımsarsak; nispi artı-değer üretimini arttıracak tekno-
lojiyi kullanacak ya da üretecek insanı, öğretmen üretir.
Şüphe yok ki nitelikli emek-gücü ortaya çıkartmaya yara-
yan, öğretmenin zihinsel emek-gücü de üretken bir emek
olacaktır. Şimdi bu noktada yüzümüzü bir kez daha
Marks'a dönelim:

"Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan


örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde
emek harcanmasının yanı sıra, eğer okul sahibini zengin-
leştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir emekçi
sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine
öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştir-
mez. Demek oluyor ki, üretken emekçi kavramı, yalnızca,
iş ile yararlı etki arasındaki, emekçi ile emek ürünü ara-
sındaki ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda tarih-
sel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan artı değer yarat-
ma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişki-
sini de anlatıyor." (Karl Marks, Kapital, Cilt I. Sy. 520).

Okulun özel ya da devlet okulu oluşu, ne okulun işlevi-


ni ne de öğretmenin durumunu değiştirmiyor. Devlet, bur-
juvazi adına; burjuvazinin eğitim alanına yatırım yapmadı-
ğı/yapamadığı durumlarda ya da özel okula ücret ödeyerek
okuyabilecek insan kitlesinin, kapitalizmin ihtiyaç duydu-
ğu emekçi kitlesini karşılayamadığı koşulda, bu alana ya-
tırım yaparak eğitim işini üstlenir. Devlet okulunda da,
özel okulda da öğretmenin karşılığı ödenmemiş emek-gü-
cüne el konulur. Bu duruma, üretimin diğer sektörlerinde
de rastlanır. (Örneğin, demir-çelik üretimi gibi) Devlet, ka-

43
pitalist adına yatırım yapar. Burada çalışan işçinin, işçili-
ğinde hiçbir değişiklik olmaz.
İşbölümü sonucu, kollektif emekçilerin ürettiği ürün ar-
tık toplumsal ürüne dönüşür. Emek sürecinin bu ortaklaşa
niteliği giderek daha belirginlik kazandıkça üretken emek
ve emekçi kavranılan genişlik kazanırlar. Üretimin kolle-
kif nitelik kazandığı safhada artık üretken biçimde çalış-
mak için kas-gücü ile çalışmanız da gerekmez, kollektif
emeğin safhalarının herhangi birinde yer alarak kollektif
emeğe katılıyor olmamız bizi üretken-emek kapsamına so-
kar. Üretimin toplumsal niteliğinin genişlemesiyle birlikte
toplum esas olarak sömürücü azınlık burjuvazi ve üretken
proletarya olmak üzere iki sınıfa bölünür.

Bir örnekte sağlık sektöründen seçelim. Örneğin tıp fa-


kültesi öğrencileri doktor olduklarında sınıfsal konumlan
ne oluyor?
Nispi artı-değer işçinin karşılığı ödenmiş gerekli emek
zamanının, artı-emek lehine kısaltılmasıyla artıyordu ve
Nispi artı-değeri arttırmak teknoloji ve emeğin vasfının ar-
tışı ile mümkündü. Doktor (bir bütün olarak sağlık sektö-
rü) doğrudan emek ve emeğin vasfı üzerinde yarattığı et-
kiyle kendisini üretim sürecine dahil eder. Emeğin vasfının
ölçüsü, yapılan işe, kullanılan araca göre önemli farklılık-
lar gösterse de, genel olarak sürat, az-hata, kalite, değişime
uyum, süreklilik vb., özelliklerle tanımlanır. İşçinin kendi-
sinden beklenen bu vasıfları yerine getirebilmesi, onun ne
kadar sağlıklı olduğuyla da doğrudan ilintilidir. Doktor zi-
hinsel ve fiziksel emek-gücünü önündeki hastaya/ürüne
aktararak sağlıklı bir insan yaratır. Vasfını yitirmiş emeğe
(işçiye) vasfını yeniden kazandırır.

Eğer doktorun kendisine ait bir özel mülkü yoksa (mu-

44
ayenehane, klinik, hastahane vb.) yani emek-gücünü, bir
ücret karşılığı satıyorsa ya da değeri ödenmemiş emek-gü-
cüne el konuluyorsa, doktor, doğrudan artı-değer üretmese
de, artı-değerin toplumsal üretiminin bir parçası olarak
üretken bir emeğe sahiptir. O, işçi sınıfının bir parçasıdır.
Buradan doktorun salt proleterin sağlığıyla ilgilendiği gibi
saçma bir yargıya varılamaz. (Tıpkı fabrika işçisinin
emek-gücünden bütün bir toplumun yararlanması gibi)
Doktor yalnızca hastaları iyileştirmekle kalmaz, aynı za-
manda alacağı önlemlerle üretimin kesintisiz sürmesini de
sağlar.1

Proleter kökenden dahi gelse, üniversiter eğitimin öğ-


renciye "kendi işini kurma" imkanı sağladığı bir gerçeklik.
(Mimar için mimarlık bürosu, doktor için muayenehane,
mühendis için mühendislik bürosu vb.) Ancak bu duru-
mun, henüz tekelleşme sürecini tamamlayamamış Türkiye
gibi ülkelere has olduğu unutulmamalı. Gelişmiş kapitalist
ülkelerde böylesi özel işyerleri açmak bir hayalin ötesine
taşmıyor. Ülkenin tamamını saran dev mühendislik şirket-
leri ya da klinikler zinciri vb. karşısında özel işyeri açıp
ayakta kalmak imkansız. Mühendis, mimar, avukat, için
yapılacek en iyi şey, bu tekelleşmiş şirketlerin bünyesinde
bir iş bulmak. Ülkemizde işçilerin bile hala kendi işini kur-
ma şansı mevcut. Eğitim sistemi küçük burjuvalar yarat-
mıyor. İktisadi sistemin kendisi halen küçük burjuvaların
doğuşuna olanak tanıyor. Tekelleşmenin en ileri gittiği ül-
kelerde dahi tekeller arası boşlukların olacağı, siyasi ter-
cihlerin, kara paranın yeni tekeller, küçük burjuvalar doğu-
rabileceğini de belirtmek gerekiyor. Ama bütün bunların
eğitim sisteminin, özelinde üniversiter eğitimin küçük bur-
juva yarattığı ile bir ilgisi yok.

45
Artı-değerin doğrudan üretimin olmadığı branşlarda
yasal işçi statüsünde de rastlanır. Örneğin, temizlik işçile-
ri, ulaşım işçileri, vb. Bu branşlar artı-değer üretiminde
doğrudan yer alınmasa da nispi artı değer oranını arttırıcı,
diğer bir değişle, gerekli emek zamanını düşüren her
emek, üretken-emek kapsamına girer. Proleteri belirleyen,
tüm diğer verilerin yanında (emek-gücünü satmaktaki öz-
gürlüğü, emek-gücünü satmak dışında bir gelirinin olma-
yışı vb.) harcadığı emek-gücünün üretken emek kapsamı-
na girmesidir de. Birer ücretli olmalarına karşın, emek-
güçleri üretken-emek kapsamına girmeyen sektör ve bu
sektörlerin çalışanları işçi sınıfına dahil edilmezler.
Öğrenci gençlik içinde ayrı bir kesit oluşturan, askeri
okul, polis okulu ve devletin ideolojik ve yönetsel aygıtla-
rına eleman yetiştiren okullar bu anlamıyla öğrencilerin sı-
nıfsal konumlarında değişiklikler yaratabilirler. Bahsi ge-
çen sektörlerin bir kısmı, sınıflı toplumların tarihsel gelişi-
mi içerisinde doğup gelişmiş/hep varolmuş bir kısmı ise
kapitalist üretim tarzıyla birlikte doğmuşlardır. Ve ayrı ka-
tegorilerde değerlendirilirler. Bu sektörleri devletin zor ay-
gıtları, ideolojik aygıtlar, bürokrasi ve tekellerin yönetim
organları olarak sınıflandırabiliriz.2
Devletin zor aygıtlarını oluşturan asker, polis, özel gü-
venlik birimleri ve istihbarat teşkilatlan üretimin hiçbir
evresinde yer almazlar. (Zor aygıtının olmadığı koşulda
üretim kesintiye uğramaz) İşbölümü içerisinde bir meslek
olarak şekilendiği andan itibaren, zor aygıtlarının görevi
genel olarak sistemin iç, özel olarak da dış tehditlere karşı
korunmasıdır. Bu işlevlerini yerine getirirken (kapitalizm
koşullarında) emek-güçlerini ücret karşılığında satarlar.
Ücretleri üretilen artı-değerden kendilerine ayrılan payla
karşılanır. Büyük oranda toplumun burjuvazi dışındaki sı-
nıflarından devşirilirler.

46
İdeolojik üretim aygıtları esas olarak, burjuvazinin or-
ganik aydınları ve bilim insanlarından oluşur. Üniversiter
eğitim sektörleri içinde yer alan toplum bilimler alanı (fel-
sefe, sosyoloji, mantık, iktisat, ilahiyat...) bütün alt kolla-
rıyla beraber, ideolojik üretim aygıtlarına eleman yetiştirir-
ler. Bu yığının içinde en yetenekliler stratejik noktalarda
görev alırlar. Bilim ve ideoloji konusuna yazının ilerleyen
bölümlerinde tekrar döneceğiz.

Bürokrasi ise kapitalist toplumda üretilen ideolojinin


politika ve hukuk aracılığıyla uygulanması/pratiğe geçiril-
mesi yanında, ideolojinin toplumun en küçük birimlerine
kadar nüfuzunu sağlayarak, hegemonyanın gerçekleştiril-
mesi işlevini yüklenir. "Son tahlilde, bir sınıfın diğer bir sı-
nıf üzerindeki baskı, zor ve tahakküm aracı" olan devlet
çoğu kez bu "son tahlile" gerek kalmadan, kendi egemen-
liğini ve sistemini topluma kabul ettirir. Önceleri parla-
mento bu iş için yeterliyken giderek daha organize araçlara
ihtiyaç duyulmuştur. Kapitalist toplumun karmaşık iş-
bölümü, gerek burjuvazinin kendi arasındaki ilişkileri, ge-
rekse burjuvazinin diğer sınıflarla ilişkilerini kontrol et-
mek, denetlemek, nüfuz etmek için devasa bir aygıt (dev-
let) süreç içerisinde yaratılmıştır. Kimi kez İsviçre örne-
ğinde olduğu gibi, bürokrasi neredeyse tek başına tüm top-
lumu kontrol eder olmuştur. Kapitalist topumda devlet üç
işlevi yüklenir. İktisadi, hegemonik ve zor olarak şekille-
nen bu işlevlerde bürokrasi hegemonik işlevi yerine geti-
rirken iktisada da müdahalelerde bulunur. Bürokrasiyi üc-
retli çalışanlar oluşturur. Bir devlet dairesindeki "sıradan"
memurdan genel müdüre kadar geniş bir skala çizen bü-
rokrasi, o meşhur kuvvetler ayrımı "yasama, yürütme, yar-
gı"yı bünyesinde toplayarak bütün toplumu egemen sınıf

47
burjuvazi adına denetim altına almaya çalışır. Bürokrasi-
nin elinde hukuk, asıl olarak özel mülkiyet sistemini garan-
tiye alacak tedbirleri uygularken bir yasama organı olarak
da bireyin "kişilik haklarını", devlete karşı koruyormuş iz-
lenimini yaratır. Hukuk kurumu, bir bütün olarak ezilenle-
rin üzerinde bir baskı aracı olarak şekillenir. Vergi kuru-
mu, "sosyal-iktisadi" eşitliğin aracıymış gibi görünmekle
birlikte, gerçekte ezilen sınıfların "haraca" bağlandığı bir
aygıttır vs. Bürokrasi bir bütün olarak maddi üretimin dı-
şındadır. Devletin çıkarı onun çıkarıdır. O da devlet gibi
"sınıflar üstü"dür. Bürokrasi yalnızca sömürünün üretim
ve yeniden üretimini daim kılar. Bürokrasiyi oluşturan me-
murlar emek-güçlerini ücret karşılığında satmalarına rağ-
men emek-güçleri, üretken-emek kapsamına girmez. Bu
anlamıyla işçi sınıfı dışında değerlendirilmek zorundadır-
lar. Ancak bu değerlendirmeden bürokrasiyi oluşturan me-
murların (üst düzey bürokratlar hariç) proletaryanın karşı-
sında oluşmuş bir kast olduğu sonucuna varılamaz. Yaşam
biçimi ve standartları bakımından bu insanlar, proletarya-
dan hiç de farklı değildirler. Aslında onlar, kutsal devletleri
tarafından ihanete uğramışlardır ama her şeye rağmen
devlete ait olmanın avantajlarını da yaşarlar (rüşvet almak,
iş bitirmek vb.) Bürokrasi alanına eleman yetiştiren üni-
versiter eğitim sektörleri gencin sınıfsal konumunda deği-
şiklikler yaratabilirler.

B.3.1- ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN "İDEOLOJİK


OLARAK" KÜÇÜK BURJUVA OLDUĞU
YANILGISI

Egemen sınıf burjuvazi, diktatörlüğünü temel olarak


toplumsal onay mekanizması üzerine kurar. Bu onay, ege-
men sınıfın, egemen fikirlerinin diğer sınıflar üzerinde dü-

48
şünsel bir hegemonya olarak şekillenmesiyle ortaya çıkar.
Hegemonya kendini egemen ideolojiyle ifadelendirir. Ege-
men ideoloji, egemen ekonomik ilişkilerin fikri bir şekilde
tezahür etmesinden başka bir şey değildir. Bu anlamıyla
egemen ideoloji egemen sınıfın egemenliğinin fikri ifade-
sidir. Egemen ideoloji devletin ideolojik aygıtları vasıta-
sıyla toplumun tamamına nüfuz ettirilerek, burjuva sınıfı
dışındaki sınıfların da burjuva gibi refleks vermeleri sağ-
lanmaya çalışılır. Bu başarıldığı ölçüde devlet, diktatörlü-
ğünü fiili baskı ve zor aracını devreye sokmadan, toplum-
sal onay ve meşruiyet aracılığıyla sürdürür. Onayın ger-
çekleşmediği ve meşruiyetin kaybolduğu oranda fiili baskı
ve zor aygıtı devreye sokulur.
"Bilim, ideoloji ve akademik alan" bahsinde ayrıntılı
olarak tekrar değineceğimiz üzere, egemen burjuva ideolo-
jisinin toplumun tamamı üzerinde, "eksiksiz" bir hege-
monya olarak gerçekleştirilebilmesi mümkün olmamakta
farklı sınıflar ve tabakalar egemen ideolojiye karşı kendi
ideolojilerini de üretebilmektedir.

Öğrenci gençliğin "ideolojik olarak" küçük burjuva ol-


duğu tezi, iki noktadan eleştirilmelidir. Birincisi; küçük
burjuva ideolojisinin öğrenci gençliğe olan yansımasının
biçimi, ikinci olarak; sahip olunan ideolojinin sınıfsal ko-
numunu değiştirip değiştirmediği.
Daha öncede tanımladığımız gibi küçük burjuva terimi,
küçük üretim ve küçük mülkiyet üzerinden şekillenmiştir.
Küçük üretimle kastedilen; aynı kişinin hem üretim aracı-
na sahip oluşu, hem de bu üretim aracında kendi emek-gü-
cüyle çalışmasıdır. Küçük aile işletmeleri, küçük ticaret,
zanaatkarlık biçimleri, küçük toprak sahipliği, vb. bu kap-
sama girerler. Bir kişinin kendine ait emek-gücünü sömü-
remeyeceği bilindiğine göre ortada iktisadi bir sömürü

49
yoktur.
Küçük mülkiyet ise, kişinin sahip olduğu üretim aracın-
da kendisi ve ailesinin dışında, aralıklı olarak az sayıda üc-
retli işçi çalıştırdığı mikro işletmelerdir. Dünyada, bugüne
dek salt burjuvalar ve proleterlerden oluşan arı bir kapita-
lizm olmadığı, kapitalizmin gelişmişliği ölçüsünde (tekel
dışı alanlarda yoğunlaşmış olarak) küçük burjuvazinin her
kapitalist ülkede az ya da çok bulunduğu bilinir. Kapitalist
üretim tarzının gelişmesiyle birlikte küçük burjuvazi ya
çeşitli yollarla burjuvaziyle bütünleşecek ya da kitlesel
olarak proleterleşecektir.
Küçük burjuva ideolojisi tam da bu maddi temelden do-
ğar. Küçük burjuva bir yandan tekelleşme süreciyle birlik-
te yok olacağını görmekte bu yanıyla burjuvazinin karşı-
sında varolmaya ve siyasal olarak yer almaya çalışmakta
(anti-tekel yasaları, eşitlikçilik, küçük sanayiyi koruma ka-
nunları, sübvansiyonlar vs.) diğer yanıyla aşağıdan gelebi-
lecek bir proleter devrimle, özel mülkünün yarattığı göre-
ce ayrıcalıklı durumunu yitirme korkusunu yaşamaktadır.
Bir yanda varolan statükonun korunması talebi, diğer yan-
da ise kapitalizmin kendisini de yok edecek zorunlu dönü-
şümünün engellenmesi. (Küçük burjuva en çok serbest re-
kabetçi dönemi sevmiştir) işte devlet tam burada devreye
girer. Devlet bir sınıf diktatörlüğü olmasına karşın, sınıflar
üstü ve bir sınıf uzlaşması- ve onayı aygıtı görünümüy-
le/yanılsamasıyla küçük burjuva ile özdeşleşir. Küçük bur-
juva olağan koşullarda devleti kendi koruyucusu ve kolla-
yıcısı olarak görürken o da devletin koruyucusu ve kolla-
yıcısıdır. Ancak küçük burjuva, devletin onay ve uzlaşma
aygıtı konumunu yitirdiği durumda kendi çıkarlarını koru-
yacağını düşündüğü (devletin yeniden restorasyonu ile)
herhangi bir muhalif hareketinde destekçisi olabilir.3
Küçük burjuvanın içinde bulunduğu ideolojik karmaşa,

50
kimi kez muhalifliği, kimi kez devletçiliği, sık kullanılan
değimi ile kaypaklığı, öğrenci gençliğin özellikle yüksek
öğrenim gençliğinin okulda ve sonrasında yaşadığı çelişki
ile benzeştirilmiş, bir bütün olarak öğrenciler ve kafa işçi-
leri küçük burjuva sayılmışlardır. Küçük burjuva, bir hayal
olarak sınıfsal konumunda değişiklik yaratarak, orta ya da
büyük burjuva olmayı arzulasa da, küçük burjuvada esas
olan, bulunulan konumun muhafazasıdır. Küçük burjuva-
nın politik salvoları, kararsızlığı buradan kaynaklanır. Öğ-
renci gençlikte ise konumun muhafazasından bahsetmek
mümkün değildir. Öğrenci genç (yüksek öğrenim gençliği)
gelecekte ulaşmayı hedeflediği toplumsal konum ve bu
konumun yaratacağı ayrıcalık hayaliyle, içinde bulunduğu
yabancılaşma sürecinin köleleştirici etkisinin kişiliği yok
etmesi karşısında oluşan başkaldırı arasında bocalar. Kendi
kişiliğini bağımsız ve özgürce yaratma istemi onu düzenle
karşı karşıya getirirken, gelecekte sahip olmayı düşlediği
ayrıcalıklı konum onu düzene bağlar. Bu görüngünün bir
yanıdır. Diğer yan ise artan kafa-emeği arzının karşısında,
kafa-emeğine verilen ücretin sürekli düşme eğiliminde
oluşudur. Kapitalizm ilk dönemlerinde, oldukça sınırlı
sayıda bulunan kafa-emeği, emekçiye pazarlık şansı
tanırken ve küçük arzın büyük talep karşısında yarattığı
"ayrıcalık" yaşanırken, bu durum süratle tersine dönmüş-
tür. Kafa-emeği ayrıcalığını bir çok branşta yitirmiş, kafa-
emeğine ödenen ücret (ayrıcalık) kalifiye kol emeğinin ge-
risine düşmüştür. Kafa-emekçileri arasında en çarpıcı so-
run, emek-gücünün değerinden çok, emek-gücünü satabi-
leceği bir işin bulunabilmesidir. Türkiye'de 1993 yılında,
sadece 17.000 ziraat mühendisinin işsiz olduğu hatırlanınca
durumun vahameti ortaya çıkar. Nispi artı-değeri arttırmak
amacıyla, teknolojide yapılan her gelişimin kol-eme-ği
oranını giderek düşürdüğü bilindiğinde, kafa-emeğinin

51
giderek proletarya içinde çoğunluğu oluşturacağı da görü-
lür. Kafa-emekçilerine küçük burjuva demeye devam edil-
dikçe, burjuvazinin yaratmaya çalıştığı kafa-emeği, kol-
emeği ayrımı da derinleştirilecektir. Gelecek toplum kur-
gumuz açısından ise kafa-emeği, kol-emeği ayrımının or-
tadan kaldırılması demek, kol emeğinin teknolojik gelişim
ile kafa-emeğine dönüştürülmesi demektir.
Kaldı ki, tüm bunların yanında insanların sahip olduk-
ları ideolojiler onların sınıfsal konumunu belirlemez. Ör-
neğin faşizm bir burjuva ideolojisi olmakla beraber, bu
ideolojiyi benimseyen işçiler işçi olmaktan çıkmazlar. Bir
sınıfa dahil olmak, daha önce de açıkladığımız gibi "mad-
di" bir olgudur. Burjuva egemen sınıf olarak, kendi maddi
koşullarının ideolojisini yaratır. Onun varlık nedeni bu
maddi olgunun korunmasına bağlıdır. Burjuvazi, maddi
üretim araçlarını elinde tutarken, aynı zamanda zihni üre-
tim araçlarının kontrolünü de elinde tutar. Yarattığı hege-
monya ile kendi düşüncelerini/ideolojisini, "doğru ve haklı
olan tek ideoloji" olarak kendisi dışındaki sınıflara kabul
ettirir. Yalnız öğrenci değil, bir proleter de burjuva gibi dü-
şünmeye başlar. Kendisinin çıkarmadığı bir savaşta, cansi-
perane "vatanını" korur. Ülkesinin aydınlık geleceği uğru-
na ücretsiz çalışmayı teklif edebilir. İşsiz kalma pahasına
özelleştirmeyi destekler. Kendi çıkarlarıyla hiçbir ilintisi
olmamasına rağmen "köy yakmaların" güvenlik için ne
kadar gerekli olduğunu anlatı verir. Feurbach'ın dediğinin
tersine (hegemonya diye bir şeyden haberdarsak) "bir sa-
rayda ve bir çadırda" çoğu kez ayrı ayrı şeyler düşünül-
mez. Marksizm de bilindiği üzere, işçilerin kendi kendile-
rine buldukları bir şey değildir. Şüphesiz burjuva ideoloji-
nin bütün sınıflara aynadaki yansıma gibi (ki aynada gö-
rüntü ters yansır) yansıdığı söylenemez. Her sınıf bu ide-
olojiyi bir miktar değişikliğe, "karmaşaya" uğratır. Hege-

52
monyanın kırıldığı bu noktada yeni ideolojiler boy göste-
rir.
Öğrenci gencin yaşadığı karmaşayı ortadan kaldırmak,
onu içinden geldiği ve tekrar içine döneceği sınıfla yanya-
na getirecek, kader birliği yaptıracak yöntemlerin bulun-
masıyla mümkün olacaktır.

Hiç şüphesiz burjuvazi kendi egemenliğini sürdürecek


olan mekanizmalarda yer alan insanları salt hegemonya
yoluyla kendisine bağlamaz. (Yeterince güvenli değildir)
Bu insanlara diğerlerinde olmayan bir takım ayrıcalıklar
sağlanır. Örneğin, rüşvet alma ayrıcalığı böylesi bir ayrıca-
lıktır. (Bir proleter kimden, nasıl rüşvet alabilir?) "Sıra-
dan" bir vergi memuru bu ayrıcalığı sayesinde, küçük çaplı
"terör" estirme, daha rahat yaşama, saygınlık görme şan-
sına sahiptir. Üst düzey yöneticilere daha başka avantajlar
da sağlanır. Hatırı sayılır yüksek ücretler, makam arabaları,
lüks lojmanlar, hatta kimi kez üretim araçlarından paylar
da verilir. Birçok general, genel müdür vb. lerinin büyük
şirketlerin hissedarları oldukları artık herkesçe bilinen
gerçeklerdir. Bu andan itibaren artık birer ücretli olmaktan
çıkılır. Onlar burjuvazinin organik bir parçasına dönüşür-
ler.

B.3.2- ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN ÖZGÜNLÜĞÜ

Öğrenci gençlik hiç şüphesiz 20 yy.'in son yarısında


politik mücadele alanının en çok konuşulan kesimlerinden
birisini oluşturmuştur. Dünya genelinde yaşanan örnekler,
gençlik hareketlerinin hatta bir çok politik hareketin ilk
önce öğrenci gençlik içinden boy verdiği ve oradan diğer
katmanlara yayıldığını bize göstermektedir. Öğrenci genç-
liğin bu görünümü, politika alanında kendisine yer edin-

53
meye çalışan tüm akımların dikkatini çekmiş ve gençliğin
kendiliğinden eylemliliklerini kendi politik ve sınıfsal kul-
varlarına çekmeye çalışmışlardır. Bu çaba hangi politik
gruptan gelirse gelsin, karşılıklı bir etkiyle, gençlik, dahil
olduğu politik akımı da kendi hareketliliğinin içine kat-
mıştır.

Öğrenci gençlik hareketlerini en çok etkileyen ve dola-


yısıyla bu hareketlilikten de en çok etkilenen siyasal hare-
ketlerin başında sosyalistler gelir. Sosyalist kulvarda genç-
lik gerek tartışmalar, gerekse kitle tabanı açısından özel bir
önem taşımasına rağmen gençlik alanına ilişkin teorik
planda ve pratik alanda ciddi bir muğlaklık mevcuttur. Ço-
ğu kez reel sosyalist ülkelerin deneyimleri ya da devrim
durumu koşullarının gençlik örgütlenmeleri bir şablon şek-
linde benimsenerek Türkiye özneline monte edilmeye ça-
lışılmıştır. Bazen tersinden bir anlayışla gençliğin kendili-
ğinden hareketleri kutsanmış, hareketin kendisi, neden ve
süreç göz ardı edilerek, olduğu biçimiyle model alınmıştır.
Her ne şekilde olursa olsun Türkiye'de Sosyalist hareket,
içinden doğduğu gençlikle, sosyalist mücadelenin gerekle-
rine uygun bir bağı yakalayamamıştır. Bu güne dek sunu-
lan örgütlenme modellerinin hiçbiri, hayatın içinde kendi
karşılığını yaratamamıştır. Şüphe yok ki sorun salt gençlik
örgütlenmelerine sunulan modelden kaynaklanmıyor. Di-
ğer bir değişle reel sosyalizmin çöküş sonrası yaşadığı ge-
nel bunalımın gençlik örgütlenmelerine doğrudan yansıdı-
ğı bilinse de, gençlik örgütlenmelerinin kendi çerçeveleri
içinde dahi başarılı olduğu söylenemez.

Dünya ve tarih planında öğrenci gençliğin üç farklı tip-


te hareketine rastlarız:

54
1- 68 Öğrenci Hareketleri
2- Reel Sosyalizmin çöküşü sırasında ortaya çıkmış öğ
renci hareketleri (Çin, Romanya, Macaristan...)
3- Güney Kore Öğrenci Hareketi

Bu üç farklı tipte hareketin kendi içerisinde önemli or-


tak paydaları yanında ciddi ayrımları da mevcuttur. Çoğu
kere, bu üç tip hareketin bütün halinde değerlendirmeleri-
nin dışında tek bir biçimin mutlaklaştınldığı, kutsandığı
durumlara da rastlanır. Kimi kez öğrenci gençliğin devrim-
de öncü rolüne varan söylemlerden, küçük burjuva öğren-
ci gençliğin hiç de önemli olmadığına, oradan gençliğe da-
ir makyavelist tarzda yaklaşımlara uzanan geniş bir skala
çizilir.
Öğrenci gençliğe bu farklı yaklaşımların örneklerine
Türkiye sosyalist hareketleri öznelinde de sıkça rastlamak
mümkündür.
Şüphesiz bu üç tipteki öğrenci hareketinin analizi başlı
başına bir çalışma konusunu oluşturmaktadır. Ancak temel
vurguları itibariyle bu üç farklı hareketin bir takım ortak
noktalarını ortaya çıkarabiliriz. Kitlesellik ve militanlık
hemen göze çarpan ortak noktalan oluşturur. Her üç tipte
de, örneğin Çin'de Tianenmen alanında göğüslerini tank-
lara siper eden öğrencilerin görüntüleriyle, Güney Kore'de
polisle neredeyse bir meydan savaşı yaşayan öğrencilerin
görüntüleri hemen hafızamızda canlanacaktır. 68' hareketi
ve reel sosyalizm sonrası öğrenci hareketlerinde talep ay-
nıdır. "Öğrenciler, düzenlerinin kendisine sunamadığını ta-
lep etmektedir." Bu talep haklılığını ve meşruluğunu kendi
ekseninde taşır. Aynı talep 68' Çiçek Çocukları'nda öz-
gürlük, bağımsızlık, barış sloganına dönüşürken sosyaliz-
min evrensel talepleriyle örtüşerek sosyalistlerin sempati
ve desteğini kazanır. Reel sosyalizm sonrası yaşanan ör-

55
nekler yine benzer bir sloganı (özgürlük, eşitlik) dile geti-
rirken emperyalistlerin hayranlığını ve desteğini kazan-
mıştır. İki ayrı noktaya evrilse de öğrenci gençlik kendisi-
ne dayatılana (zor, yabancılaşma, tutsaklık, eşitsizlik..vb.)
karşı çıkmasını bilmiştir. Romanyalı, Çinli, Çekoslovakya-
lı... öğrenciler, karşı çıktıkları düzen yerle bir olurken, bir
başka ve şüphesiz çok daha acımasız, çirkin bir sistem ya-
ratmaya zemin hazırladıklarının farkında değildiler.

Güney Kore öğrenci hareketinin bir başka özgünlüğü


içerisinde, taşıdığı anti-emperyalist yan ve sosyalizme
duyduğu sempatidir. Kore halkının emperyalizm tarafın-
dan ikiye bölünmüş oluşu, Kore gençliğini, Amerikan em-
peryalizmine karşı bir eylemliliğe sürüklerken, aynı za-
manda birleşmeye duyulan özlem ve Kuzey Kore'nin
"sosyalist" oluşu bu anti-emperyalist karakterli eylemi
sosyalist bir kulvara doğrudan sürüklemektedir. Güney
Kore öğrenci hareketinin dikkat çekici bir diğer yanı ise
öğrenci hareketinin, Güney Kore işçi sınıfı başta olmak
üzere diğer bütün ezilen sınıf ve katmanlarda yankı ve des-
tek buluyor oluşudur. Ancak süreç içerisinde öğrenci hare-
ketinin sınıf hareketiyle çakışamaması durumunda kitle-
selliğini ve militanlığını daha ne kadar ileriye götüreceği
ya da sürdürebileceği henüz bilinmemektedir.
Öğrenci gençliğin bu üç hareketinin de, ortak bir diğer
noktası da (reel sosyalizme karşı öğrenci hareketleri de da-
hil) taleplerin sosyalizmin evrensel talepleriyle çakıştığı
ya da paralel olduğudur. Ancak öğrenci gençliğin kendili-
ğinden hareketlerinin fudamentalist ve faşist hareketler ör-
neğinde olduğu gibi dönemsel olarak gerici karakterlere de
büründüğü unutulmamalıdır. Özellikle sosyalizmin geri
çekildiği dönemlerde öğrenci mücadelesinin kendi iç çe-
lişkileri dolayımıyla yaşadığı hareketlenmelerin, toplum-

56
sal mücadelelerin en geri noktalara savrulduğu böylesi an-
larda marjinalliğe hapsolarak, kendi özünü ideolojilerin
potasında erittiği de gözlenir. Bu nesnellik bize, sınıf hare-
ketinin bulunduğu düzey ile öğrenci hareketinin düzeyi
arasında (nicel ve nitel) bir paralelliğin zorunluluğunu
gösterir. Bu paralellik sağlanamadığında, öğrenci hareketi,
sınıf hareketi ve toplumsal muhalefet hareketinin çok önü-
ne fırladığında ve aradaki bağın koptuğu durumlarda ye-
nilgilerin ve savruluşların kaçınılmazlığıyla karşılaşılır.
Adeta öğrenci hareketleri ya da daha genel adıyla gençlik
hareketlerinin tarihi, sınıf ve toplumsal muhalefetle arala-
rındaki paralelliğin ve bağın kopuşunun trajik öyküleriyle
doludur. Önümüzde duran sorun kitlesel ve militan bir öğ-
renci hareketi yaratmanın yanında, bu hareketin sınıfla ba-
ğının yaratılması sorunudur da.
Öğrenci gençlik bünyesinde taşıdığı aceleciliğiyle, sol
sekterizme, kimi durumlarda eylem fetişizmine doğru sav-
rulurken, özellikle mücadelenin beklenenden uzun bir ev-
reye yayıldığı dönemlerde (ki çoğunlukla böyle olur) öğ-
renci gençliğin çabuk yılan, sabırsız karakteri onu refor-
mizme ve pasifizme doğru iter. Özellikle Türkiye öznelin-
de bir çok sosyalist hareketin, salt önderliğinin değil kitle
tabanının dahi çoğunlukla öğrenci gençlik ve gençlikten
kazanıldığı düşünüldüğünde bu tip sosyalist hareketlerin
içine düştüğü kaosu anlamakta kolaylaşır. Öğrenci gençli-
ğin karakterini doğrudan yansıtan böylesi hareketlerin sı-
nıf adına ürettikleri politikalar, bir türlü sınıfın istem ve
yönelimlerini karşılamazken, Leninist oldukları iddiasın-
daki bu örgütlenmeler siyasi polisin kontrol ve denetimin-
den bir türlü kurtulamazlar. Geçmiş pratikler en "konspira-
tif' olduğu sanılan örgütlerin siyasi polisin en kolay sızdı-
ğı örgütler olduğunu tanıtlamıştır.

57
C- TOPLUMSAL İŞBÖLÜMÜ AÇISINDAN
ÖĞRENCİ GENÇLİK

C.1- AKADEMİK ALANIN ANALİZİ VE


EĞİTİM-ÜRETİM BAĞINTISI

Öğrenci gençliği karakterize eden en önemli ayracın


içinde bulunduğu akademik alan olduğu şüphe götürmez.
Akademik alan üzerine bir yaklaşım sunarken ortak dilin
yakalanması açısından bilim ve ideoloji kavramlarından
ne anladığımıza dair bir açıklık getirmemiz gerekiyor.

C.1.1- BİLİM, İDEOLOJİ VE AKADEMİK ALAN:

Bilim, en genel tanımıyla maddenin ve toplumun hare-


ket yasalarının açığa çıkartılmasıdır. Bilim, insanın doğayı
tanıma, kavrama ve onu kendi gereksinimleri doğrultusun-
da değiştirme zorunluluğundan doğmuş, bu başarıldığı öl-
çüde insanlık ayakta kalabilmiş, bunun da ötesinde gelişip
ilerleyebilmiştir. İnsanın doğayı gereksinimleri doğrultu-
sunda değiştirme edimi, üretim olarak şekillenmiştir. Üre-
tim sürecinde insanlar kendilerinin ve gruplarının dene-
yimlerini, pratiğin verilerini bir sonraki kuşağa aktarmış-

58
lar, bu sayede bir sonraki kuşak, bir önceki üreticilerin bil-
gi ve birikimlerini yeniden yaratmak zorunda kalmadan,
hazır olarak almış ve üzerine yenilerini ekleyerek kendi-
sinden sonraki kuşaklara aktarmıştır. Üretim ve yeniden
üretim eylemi sırasında maddi dünyayı çözümlemişler,
maddenin görüngülerinin ötesinde içindeki "giz"e ulaş-
mışlardır. İşte maddi dünyanın görüngüler ötesinde kendi
zorunlu iç yasalarının keşfedilmesi ve bu yasaların sem-
bolleştirilerek bilince sıçratılması eylemi bilim olarak nes-
neleşmiştir. Doğayla insan arasında zorunlu olarak sürege-
len pratik yaşamın/yapılan eylemin, insan beynindeki yan-
sıması bilginin tek oluş kaynağıdır.
İnsanın doğayla arasında kurduğu zorunlu ilişki, emek
aracılığıyla doğayı dönüşüme uğratırken, aynı biçimde
emek süreci, kendisini yaratan insanı da dönüşüme uğrat-
maktadır. Maddenin zorunlu yasaları, aynı zorunluluğu
üretim sürecindeki insan ve insanlar arası ilişkilere de yan-
sıtarak onu da biçimlendirir. Maddenin zorunlu yasaları
aynı zamanda toplumun da zorunlu yasalarıdır. Bugün po-
zitif bilimler ve toplum bilimler olarak ikiye ayrılan bilim-
ler aslında tek bir çatı altındaki aynı disiplinin iki farklı
alandaki tezahüründen başka bir şey değildirler. İnsanın
doğaya egemenlik kurma çabasının sonucu olarak ortaya
çıkan bilim ve onun ürünleri (alet, araç, makina,.. teknolo-
ji) ortaya çıktığı andan itibaren, kullanıcısını da (insa-
nı/toplumu) kendi zorunlu yasaları uyarınca biçimlendirir.
Toprağın işlenmesini mümkün kılan araçların (örneğin,
karasabanın) bulunuşuyla birlikte, insanlığın önünde, ta-
rımsal üretimin kapıları açılmıştır. İnsanlık, üzerinde ta-
rımsal üretim yapılması mümkün olmayan toprağı işleye-
rek tarıma uygun hale getirmiş, toplumsal faaliyetin gelişi-
mi ise insanlar arası ilişkileri baştan sona etkilemiştir. Top-
layıcılığın zorunlu sonucu olan göç durmuş, yerleşik yaşa-

59
ma geçişin önü açılmış, artan tarımsal faaliyet, üretim iliş-
kilerinin gelişimini sağlamıştır. Mekanik bilimindeki ge-
lişmeler, teknolojik bir ürün olarak el tezgahlarını ve seri
üretim makinalarını insanın hizmetine sunduğunda, feoda-
litenin sonunun maddi temellerini de hazırlayarak yeni bir
sınıfı da tarih sahnesine çıkarmıştır.
Pozitif bilimlerdeki her gelişme, toplum bilimler ala-
nında zorunlu bir yansıma yaratırken, kendisi ile birlikte
toplumu da değiştirmiştir. Hiç şüphesiz aynı örnekleri ter-
sinden incelemekte mümkündür. Toplumsal formasyon,
kimi zaman pozitif bilimler alanında yeni gelişmelerin iti-
cisi/önünü açıcı bir faktörü olurken, kimi kez de engelleyi-
cisi olmuştur.

Pozitif bilimlerle, toplum bilimlerinin aynı disiplin al-


tında toplanması çabasına yöneltilen eleştiriler genel ola-
rak "deney" alanından gelirler. Pozitif bilimler alanında
ortaya çıkarılan maddenin hareket yasaları, doğa ya da la-
boratuvar şartlarında defalarca denenme şansına sahipken,
toplum bilimler alanında deneyin yapılamayacağı iddiası
bu eleştirinin esasım oluşturur. Deneyden bağımsız bilgi-
nin, dolayısıyla bilimin olabileceğini düşünmek olanaklı
değildir. Maddi dünyanın dışında bir "bilim" yaratmak gibi
bir iddiaya sahip değilsek (ilahi bilimler, parapsikolo-ji...)
diğer bir değişle bilginin kaynağını zihinde değil de,
maddenin kendisinde görüyorsak, bilimsel her yasanın de-
ney ve pratiğin alanından geçmesi zorunludur. Bilimsel
yasalar ve varsayımlar farklı şeylerdir. Varsayımlar o ana
dek biriken gelişmelerin üzerinden kurgulanabilirler ya da
tamamen zihinsel süreçlerle kurgulanabilirler, ancak her
iki halde de deney yoluyla sınandığında, pratiğin (deneyin)
verileri varsayımımızı doğruladığında bilimsel yasaya dö-
nüşürler. Şüphesiz, bir varsayımın kendini oluşturan sis-

60
tem aracılığıyla, kendi iç tutarlılığı açısından da irdelenip,
deneye gerek kalmadan çürütülebilir de, ama bir varsayım
kendi iç tutarlılığı açısından doğrulansa dahi varsayımdan,
bilimsel yasaya evrilecek yolun, deney safhasından geç-
mesi bir zorunluluktur. Deney, varsayımın, önceden belir-
lenmiş, sınırlandırılmış bir çerçevede pratiğe indirgenmesi
işlevidir. Örneğin su 100°C kaynar dendiğinde beraberinde
belirli şartları da (deniz seviyesinde, saf suyun vb.) betim-
liyoruz demektir. Deneyin sonuçlan, kurduğumuz sistem
ölçüsünde, bize tümevarım ve tümdengelim yöntemiyle
genelleştirme ve özelleştirme imkanı sağlar. Ancak her ge-
nelleştirme ya da özelleştirmede özelin genele göre bir
özerkliğinin olabileceği de unutulmamalı, deneyin sınırları
bu özerkliğin sınırlarını aşacak ölçüde genişletilmemeli-
dir. Eğer varsayımları deney alanından geçirmeden, salt
kendi iç tutarlılıkları açısından analize tutup, bu analiz so-
nucunda tutarlı çıkan görüşleri bilimmiş gibi kabullensey-
dik gerçekten zor durumda kalırdık. Örneğin Hegel'in sis-
temi kendi iç tutarlılığı açısından mükemmel sistem oluş-
turmakla beraber, deney alanına sokulduğunda darmada-
ğın olmuştur. Diyalektik ve tarihsel materyalizmde kendi
iç sistematiği açısından kusursuzdur. Fakat biz bununla ye-
tinmeyip onu da deney alanına sokarız. Denenmemiş var-
sayımlar ne oranda bir iç tutarlılığa sahip olurlarsa olsun-
lar, nasıl bir bilimsel yöntem kullanırlarsa kullanılsınlar,
bilimsel yasalar olarak kabul edilmeyip, varsayımlar ola-
rak kalırlar.
Örneğin; bilimsel bir analizle 2H+O= Su olduğunu id-
dia etsek de laboratuvarda bunu oluşturamadığımız ya da
tersinden suyu, Hidrojen ve oksijen moleküllerine ayıra-
madığımız müddetçe bilimsel bir varsayımın ötesine taşa-
rak 2H+O= Su yasasına varamayız. Bize yakın galaksiler-
de zeki canlıların olduğu varsayımı, onlarla gerçekten kar-

61
şılaşıncaya dek bir varsayımın ötesine taşamayacaktır.

Toplum bilimler alanında oluşturduğumuz var sayımla-


rı nasıl sınarız?
Pozitif bilimlerde, önceden belirlenmiş koşullar koru-
narak aynı durum defalarca yaratılabilir ve varsayımın
doğruluğu, yanlışlığı defalarca sınanabilir. Gerçi pozitif
bilimler alanında dahi deneyin sınırlandırılmak zorunda
kalınan kurgusunun, durumu değiştirdiği noktalara da rast-
lanılabilir.
Toplum bilimler alanında deney sadece tarih üzerinden
yapılabilir. Toplum bilimin sonsuz verilerinin tümünü ka-
tarak, ya da bir kısmını soyutlayarak oluşturduğumuz ku-
rulu bir deney gerçekleştirilemez. Deney yapılmaya kalkıl-
dığında ise deney, anın bütünü kapsayacağı için aynı za-
manda durumu da geri döndürülemez biçimde değiştire-
cektir. Ancak Tarih varsa, sonsuz sayıda deney de vardır.
Varsayımlarımız bu deneyler üzerinden, doğruluğu ve yan-
lışlığı açısından sınanabilirler. Ve bu durum bilimsellik ko-
nusunda hiçbir problem yaratmaz. Örneğin; zorunlu uy-
gunluk yasasını ele alalım. Üretici güçlerle üretim ilişkileri
arasında zorunlu bir uygunluğun bulunduğu, bu uygun-
luğun bozulduğu durumda toplumsal bir dönüşümün ola-
cağı ve uyumun yeni baştan kurulacağı, biçiminde açımla-
nan yasanın salt bir varsayım mı yoksa sadece feodalizm-
den kapitalizme geçişte rastlanır, "özel" bir yasa mı oldu-
ğu sorularının cevabını (bunu deneyini de diyebiliriz) yü-
zümüzü tarihe dönerek kolayca bulabiliriz. Bu yasayı kul-
lanıma sokmak ise politika aracılığıyla gerçekleştirilir. Po-
zitif bilimler alanında bunu teknoloji dolayımıyla yapıyor-
duk. Her iki durumda da şüphesiz bir deney mevcuttur.
Ancak burada denenen yasanın kendisi değil, yasanın na-
sıl kullanılacağına ilişkin pratiktir. Bunun sonuçları da tek-

62
nolojiye ve politikaya dair bir bilgi kaynağını oluşturacak-
tır. Zorunlu olarak teknolojide, politikada bilimsel bilginin
kendisini bilenlerce yaratılabilir.
Bilimin pozitif ve toplum bilimler olarak birbirinden
yalıtık parçalara bölünmüşlüğü işbölümünün ve uzmanlaş-
manın derinleşmesiyle birlikte, kendi kategorileri içerisin-
de de parçalara bölünmüştür. Eğitim alanında bu parçalan-
mışlığın tipik örneklerine rastlarız. Örneğin; pozitif bilim-
ler kategorisi içerisinde, matematik, fizik, kimya, biyoloji
olarak dört ana dal görünmekle birlikte, bu dört ana dal da,
kendi içerisinde neredeyse sonsuz parçalara bölünmüş ola-
rak görülür. Bütün bu parçalar birbirinden mümkün oldu-
ğunca koparılmış bir biçimde incelenir. Gerçeklikte, ne
matematiksiz bir fizikten ne de fiziksiz bir kimyadan söz
edebiliriz. Örneğin, integral eğrinin alanını bulmak gibi
nesnel bir amaç için kullandığında, yani soyuttan somuta
gelindiğinde bir anlam kazanmasına rağmen, çoğu kere
öğrencinin zihninde ne logaritmanın, ne difransiyelin ne
de integralin nesnel bir yansıma yaratmadığına tanık olu-
ruz. Neredeyse bir bütün olarak matematik bakkal, kasap
hesabı dışında soyut bir şeydir. Pozitif bilimlerin kendi ka-
tegorisinde yaşadığı parçalanmışlığı toplum bilimlerde
kendi kategorisinde yaşar. Sosyoloji, mantık, psikoloji,
antropoloji...vb. birbirinden mümkün olduğunca bağımsız
bir şekilde incelenir. İşçinin psişik sorunlarını çözmeye ça-
lışan psikolog, işçinin yaşadığı bunalımın çözümünde, iş-
çinin fabrikada makine ile kurduğu ilişkiyi, ailesini, top-
lumsal statüsünü, inançlarını...vb ve bunlar arası zorunlu
ilişkileri değerlendirmeden, toplum bilimlerin tümü üze-
rinde bütünlüklü bir bilgiye sahip olmadan, işçinin yaşadığı
psişik sorunları irdeleyemez.
Öğrenci pozitif bilimlerle, toplum bilimler arasındaki
bağı kavrayamadığı için en azından iki alandan birisine

63
karşı yabancılaşır. Öğrenci, bilimin parçalara bölünmüşlü-
ğü nedeniyle, edindiği bilginin ne anlama geldiğini bütünü
kavrama noktasında onu nasıl kullanacağım çözümleye-
mez. Bir uzmanlık dalında yüksek öğrenim görmek dahi,
öğrenciyi, bütün içinde çok küçük bir parçanın derinleme-
sine bilgisine ulaştırmak dışında onu cahil olmaktan kurta-
ramaz. Öğrencinin yaşamının önemlice bir bölümünü ver-
diği eğitim sürecinde hiç olmazsa yaşamın bilgisini bütü-
nüyle kavrama talebi, aslında "bilimin zincirlerinden kur-
tarılması" talebiyle örtüşür.

C.1.2- BİLİMİN TUTSAKLIĞI

Bilimsel bilginin üretimi iki temel üzerinden gelişir.


Maddi dünya (maddenin zorunlu yasaları) ve maddi dün-
yanın insan beyninde yansıması.
Bilimin (bilginin) ortaya çıkışının ilk koşulu gözlemdir.
Gözlem salt bir fotoğrafın kağıda yansıması gibi, insan
beynine yansımaz. İnsan yansıyan bu görüntüye, kendi yo-
rumunu katarak onu kavramlaştırır. Arşimed'i hatırlaya-
lım; Arşimed suyun kaldırma kuvvetini keşfettiği hamamla
ilk kez karşılaşmıyordu. Kralın tacının saf altından olup
olmadığı sorusu, Arşimed'in algı alanında bir farklılık ya-
rattığında, onun duyum alanını genişlettiğinde, daha önce
defalarca karşılaştığı şeyler, Arşimed'e her zaman ifade et-
tiği anlamın çok dışında bir başka şeyi ifade eder oldular.
Su dolu kurna içine bir cisim daldırıldığında, o cisme karşı
kuvvet uyguluyor ve uyguladığı kuvvet oranında, ağzına
dek dolu kurnadan suyu taşırıyordu. (Şüphesiz New-ton'a
gelinceye dek bir çok insanın "kafasına düşen elmalar"
ancak, Newton'un duyum alanının genişliğiyle karşı-
laştığında, bir meyvenin yere düşmesi dışında bir anlam
kazandı.)

64
Buradan bilimi oluşturan ikinci öğeye ulaşıyoruz. Bilim
insanının duyum (algı) alanının genişliği.
Arşimed'den devam edelim. Arşimed "evraka" çığlık-
ları arasında hamamdan fırladığında, karşısında oluşan
varsayımın doğruluğunu, sınırlarını ve güvenilirliğini test
etmek istedi. Aynı olayı, laboratuvarında, ağırlığı, hacmi
vb. belirlenmiş maddelerle defalarca denedi.
Bu da üçüncü öğemiz. Deney. Gözlem ve algılarımızın
kafamızda oluşturduğu fikri yeniden pratiğe indirmek.
Pratiğin sonuçlarını yeniden değerlendirmek, bu bizi şu üç
durumla karşı karşıya bırakır.
1- Varsayımımız tamamen yanlıştır.
2- Varsayımımız bütünüyle doğrudur.
3- Varsayımımız pratiğin sonuçlarına göre yeni bir var
sayıma dönüştürülmelidir. Bu andan itibaren yeni varsa
yım yeniden denenmelidir. Ta ki bu varsayım bütünüyle
doğrulana dek.

Varsayımımız bütünüyle doğrulandığında bilimin ger-


çekleştirilişinin son safhasına ulaşırız. Varsayım artık var-
sayım olmaktan çıkarak, bilimsel bir yasaya dönüşür. Bü-
tün bu anlattıklarımızı bir önerme biçiminde özetlersek;
gözlem-duyum-varsayım-deney-yasa= Bilimsel sonuç.
Bilimin sona ermez döngüsü içinde aslında her bilimsel
sonucun yeni bir gözleme kaynaklık edeceğini biliyoruz.
Duyum ve bilimsel sunuş evreleri arasında bir başka öğe
var ki en az diğerleri kadar önem taşıyor. Bu öğe daha ön-
ce de değindiğimiz gibi bir olguyu incelerken kullandığı-
mızı düşünce sistemi. Eğer sistemimiz önümüzde duran
olguyu analiz ederken bizi yanlış noktalara sürüklüyorsa
(ki bunun yolu düşüncenin pratiğin sınavına sokulmasıdır.)
ya da sistemimiz bizi sınırlı bir çerçeveye mahkum ediyor-

65
sa ki bu durumda da, çerçevenin dışında bir fenomenle
karşılaşıldığında sistemimiz kendi içinde ne kadar tutarlı
olursa olsun, bilimsel bir sonuca ulaşılamaz. Frederich En-
gels böylesi bir durumun yarattığı sonuçları Kapital II.'ye
yazdığı o eşsiz önsözde şöyle anlatıyordu:

"Geçen yüzyılın sonuna kadar, filojistik teorinin hala


egemen olduğunu biliyoruz. Bu teoriye göre, yanmanın as-
lında şundan ibaret olduğu varsayılıyordu: Varolduğu ka-
bul edilen bir töz.filojiston adında mutlak yanıcı bir mad-
de, yanan cisimden ayrılıyordu. Bazı olaylarda epeyce zor-
lanması gerekmekle birlikte bu teori, kimyasal olayların
çoğunu açıklamaya yetiyordu. Ne var ki, 1774'te Priest-
ley'in elde ettiği bir tür hava 'öylesine saf ya da filojiston-
dan ayrılmıştı ki, normal hava buna göre çok karışık görü-
nüyordu O, buna 'filojistik olmaktan çıkarılmış hava adı-
nı verdi. Ondan kısa bir süre sonra Scheele, İsveç'te aynı
türden bir hava elde etti ve bunun atmosferde varlığını
gösterdi. Ayrıca O, bu tür havanın, kendi içerisinde ya da
normal hava içerisinde bir cisim yandığı zaman yok oldu-
ğunu gördü ve bu yüzden ona, 'ateş hava' adını verdi. 'Bu
olgulardan şu sonuca ulaştık ki, filojiston ile atmosferin
öğelerinden birisinin birleşmesinden (yani, yanmadan)
doğan bileşim, tüpten kaçan ateş ya da sıcaklıktan başka
bir şey değildi."

"Priestley ve Scheele, ellerinin altındaki şeyin ne oldu-


ğunu bilmeksizin oksijen üretmiş oluyorlardı. Bunlar, 'ken-
dilerine ulaştığı biçimiyle' filojistik 'kategorilerin tutsağı
olarak kalıyorlardı.' bütün filojistik görüşleri altüst edecek
ve kimyada devrim yaratacak bir öğe, onların elinde kısır
ve meyvesiz kalıyordu. Ama Priestley hemen bu buluşunu
Paris'teki Lavoisier'e bilirdi ve o da bu buluş aracılığıyla

66
bütün filojistik kimyayı tahlil ederek, bu yeni tür havanın
yeni bir kimyasal öğe olduğunu ve yanmanın, filojistonun
yanmakta olan cisimden ayrılmasından değil, bu yeni öğe-
nin o cisimle birleşmesinden ileri geldiği sonucuna ulaştı.
Böylece filojistik biçim içerisinde başaşağı duran bütün
kimyayı ilk kez ayakları üzerine yerleştiren o oldu. Ve o,
daha sonra iddia ettiği gibi, oksijeni, diğer ikisi ile aynı
zamanda ve onlardan bağımsız olarak üretmiş olmakla
birlikte, onu yanlızca ne ürettiklerini bilmeksizin üretmiş
bulunan ötekiler karşısında oksijenin gerçek bulucusu-
dur." (F. Engels-Kapital Cilt II. Sy. 23-24 Sol Yayınlar).

Gözlemden, bilimsel sonuca ulaşılan evrede Priestley


ve Scheele'nin düştüğü duruma düşülmek istenmiyorsa se-
çilen sistemin sağlıklı olması zorunludur. Bilim insanının
bilime ulaşabilmesinin yegane yolu onun düşüncelerinin
sınırsız (hatta çılgınca) özgürlüğüdür.

İşbölümünün ve bunun sonucu uzmanlaşmanın giderek


toplumun tamamını kapsamasıyla birlikte bilim küçük bir
aydınlar zümresinin eline geçmiştir. Bilindiği üzere köleci
toplum ve feodal toplumda bir çok bilimsel buluş sıradan
insanların eseriyken, kapitalizmin emperyalizm aşamasın-
da bilimsel buluşlar üniversiteler ve tekellerin dev labora-
tuvarlarının eseri olarak biçimlenmiştir. İşbölümüyle bir-
likte bilirn insanlarının oluşturduğu azınlık tıpkı yönetici-
ler kliğinde olduğu gibi egemen sınıfa yaklaştırılarak ege-
men sınıf gibi refleks vermeleri sağlanmak istenmiştir. An-
cak bilim insanının bilimi gerçekleştirebilmesinin yegane
koşulu, duyumunun uzandığı nesneler dünyasının genişli-
ği ve bütünü kavrama yetisinin yanında özgür düşünebile-
ceği koşulların yaratılmış olmasıdır da. Bu zorunluluk sağ-
lanamadığında maddenin ve toplumun içindeki "giz"i bu-

67
lup çıkartmak mümkün olmayacaktır. Ki bilim tarihi, bilim
insanlarının trajik sonlarının örnekleriyle de doludur.

"Calvin, Servetus'un kan dolaşımını bulmak üzere ol-


duğunu anlayınca, onu, iki saat canlı canlı ateşte kızartmış
yaktırmıştı; bununla birlikte, Engizisyon; Giordano Bru-
no'yu, yanlızca yakmakla yetinmiştir." (Engels)
Copernicus, kilise otoritesine, ancak ölüm yatağında
kafa tutma cesaretini gösterebilmiş, hazırladığı yapıtını ki-
lisenin yüzüne çarpmıştı.

Yaşananlar, bilim insanının bilimi algılayışı ile, ege-


menlerin bilimi algılayışı arasındaki derin farkı ortaya çı-
karır. Kapitalist açısından bilim, kendi kişisel çıkarlarıyla
ilintilidir. Bilimde kapitalisti ilgilendiren, yaratılan bilim-
sel buluşun kar getirip getirmediği ya da sistemin meşrulu-
ğu ile olan bağıntısıdır. Bilim insanı, kapitalist tarafından
ne biçimde tasarlanırsa tasarlansın, bilim kendi zorunlu
yasalarını işletir. Bilim insanı, madde ile karşı karşıya kal-
dığında özgürdür. Ortaya çıkmamış bir bilgi, bilinçte yan-
sımadığı ve kapitalistin kullanım amacı için ne ifade ettiği
bilinmediği müddetçe, kapitalist bu alana (bilime) müda-
hale edemez. Maddenin gizil bilgisinin ortadan kaldırıla-
mayacağı ve değiştirilemeyeceği de bilindiğinde kapitalis-
tin pozitif bilime müdahalesi bilimin kullanımının seçimi
(teknoloji) dolayımıyla gerçekleşir. Kimi kez bilimsel ger-
çeğin duyurulmasıda engellenmeye çalışılır. Kendisi sınıf-
sal olmayan bilime, sınıfsal içerik pozitif bilimler alanında
teknoloji aracılığıyla kazandınlırken, toplum bilimler ala-
nında "alternatifi" (ideoloji) yaratılarak gerçekleştirilir.
Kapitalist bilimde de nesnede de kendi sınıfsal çıkarlarını
arar ve onu ön plana çıkartır. Kapitalistin, bilimin, kendi
sınıfsal çıkarları doğrultusunda geliştirilmesi talebi, bili-

68
min toplum yararına değil, egemen sınıfın yararına kulla-
nılması sonucunu doğurur. İşte bu realite bilimin tutsak
edilişinin nesnel nedenidir.
Kapitalist için bilim, kişisel ve sınıfsal çıkar sağladığı
müddetçe devam etmelidir. Üretilen bilginin ne anlama
geldiği ortaya çıktığı andan itibaren kapitalist bu bilgiyi
kontrol etmeye çalışır. "Galileo'nun dünyanın döndüğünü
ortaya koyması şeklinde gün ışığına çıkmış olan nesnenin
bilgisi, ancak bu oluştuktan sonra ne anlama geldiği, kul-
lanımda neyin hizmetinde olduğu ortaya çıktığı andadır ki,
engizisyon, Galileo'yu ölüme mahkum etmiştir." Bu çaba
bilimin tutsak edilişinin çabasıdır. Bilimin baskılanması
pratikte bilim insanının baskılanması olarak kendisini his-
settirir. Kapitaliste bilim insanını karşı karşıya getiren re-
alite budur. Sınıfsal köken olarak bir burjuva olan Fried-
rich Engels'i bir bilim insanı olarak sınıfına ihanet ettiren
şey, işte bu nesnelliktir.

Toplum bilimler alanında bilimsel gerçeğe müdahale-


nin ideoloji aracılığıyla gerçekleştiğini söylemiştik. Bilim-
sel bir gerçeğin toplum bilimler alanındaki kastrasyonu-
nun analizine girmek ve akademik alanda bunun yansıma-
larını bulup çıkartmak zorundayız.

C.1.3- İDEOLOJİ VE İDEOLOJİNİN İŞLEVİ

İdeoloji sözcüğü birçok "oloji" ile biten sözcük gibi


"talihsiz" bir durumla karşı karşıya kalmıştır. "Oloji" söz-
cüğü tek başına kullanıldığında bilim anlamına gelirken ve
bileşik kullanımda önüne geldiği sıfatın bilimi olarak an-
lam kazanırken, ters çevirme işlemi yaşayarak, sıfatın ken-
disi olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin, morfoloji sözcüğü,
morf (görünüş) ve oloji (bilim) yani görünüşleri inceleyen

69
bilim anlamından çıkarak, görünüşün kendisi anlamında
kullanılmaya başlanmıştır. "Morfolojik olarak kaktüsgille-
re benzer" dendiğinde, o bitkinin dış görünüş olarak kak-
tüse benzediğini ifade ederiz. Biyoloji sözcüğü canlılar bi-
limi anlamının dışında, canlının kendisi olarak da kullanı-
lır. "İnsan biyolojisi AIDS virüsü karşısında çaresiz kal-
mıştır" derken bahsettiğimiz, canlı olarak insanın kendisi-
dir. Günlük konuşma dilinde bu ters çevirme önemli bir
sorun çıkarmamakla birlikte, ideoloji de olduğu gibi kav-
ramın kendisi inceleme konusu edildiğinde ikilemle karşı-
laşmak kaçınılmaz bir hal alıyor. İde (fikir) ve oloji (bilim)
sözcüklerinin kaynaşmasından türeyen ideoloji kavramı,
başlangıçta fikirleri inceleyen bilim anlamına gelirken, ay-
nı ters çevrilmeyi yaşayarak fikrin, fikir sistemlerinin ken-
disi anlamına dönüşmüştür. İdeolog fikirleri inceleyen
(oluşumlarını, tarihlerini, anlamlarını.... vs) bilim insanı
anlamından çıkarak, fikir (ideoloji) üreten insan anlamına
gelmiştir.
Günlük konuşma dilinde ideolojinin birbirinden çok
farklı betimlemelerle kullanıldığı da düşünüldüğünde ger-
çekten çapraşık bir durumla karşı karşıya olduğumuzu an-
larız. Örneğin; bir kahve sohbetinde arkadaşınız size "ide-
oloji yapmanın alemi yok" diyorsa bilin ki size "anlaşıl-
maz, dogmatik, tek yönlü, taraflı" konuşmamanız gerekti-
ğini hatırlatıyor demektir.

Marks'ın ideoloji kuramını geliştirdiği, Alman İdeoloji-


si (1856), Kapital I. Cildinde 'Meta Fetişizmi' bölümü
(1867) ve 1844 El Yazmaları adlı eserleri, kronolojik sıra-
sıyla bir gelişim trendi çizerek kuramı esas olarak yaban-
cılaşma kavramına yaslarlar. Marks sonrasında da ideoloji
tartışması devam etmiş ve hatta katkı sayılabilecek önemli
açılımlarla ideoloji kuramı zenginleştirilmiştir.

70
Macar Marksist Georg Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci
(1922) adlı tanınmış eserinde Marks'ın yabancılaşma ve
yanılsama vurgularının dışına taşarak, ideolojiye farklı bir
anlam verir. Marksizmden "proletaryanın ideolojik ifade-
si" olarak bahsederken yaptığı şey Marks'ın "ideolojinin
gerçekliğin yanılsamalı görüngüsü" tanımlamasını dışına
taşarak fikrin, salt yansıtma süreci değil, hareket içerisin-
deki yaratıcı, dönüştürücü etkisine dem vurarak ideolojile-
rin bütünüyle yanılsama yaratmadıklarından bahseder. Lu-
kacs'a göre yanlış olan, ideolojinin yanlış bilinçle tanım-
lanmasıdır. Lukacs, bilim ve gerçeğin bütünüyle ideoloji-
nin karşısına koyulamayacağını ifade eder.

İtalyan Komünist Antonio Gramsci, ideoloji kavramı-


na, hegemonya tanımlamasıyla yeni bir içerik kazandırır.
Hegemonya ideolojiden daha geniş bir kategoriyi kapsar.
İçerisine ideolojiyi alır ancak, ideolojiye indirgenemez.
Gramsci hegemonya tanımı ile, bir yönetici erkin iktidarı-
nın devamı için, baskı altında tuttuğu, yönettiği sınıfların
onayım kazanma biçimini betimler. Hegemonya salt ikna
ve meşruluk yolu ile işlemez, ikna ve meşruiyetin sağlana-
madığı koşulda zor devreye sokulur. Gramsci, hegemon-
yanın onay yoluyla sağlanmasında; egemen sınıfın kendi
fikirlerini (ideolojisini) tek ve mutlak fikirmiş, realitenin
kendisiymiş ya da bu fikirler birer bilimsel gerçekmiş gibi
yansıtılması yönteminin kullanıldığını anlatır. Gramsci'de
hegemonyanın araçları "sivil toplum" dediği, "devlet dı-
şı" kurumlardır. (Sendikalar, okul, kilise...) ve bu kurum-
lar aracılığıyla ideoloji, salt fikirsel bir yansıtmanın ötesi-
ne uzanarak pratik nitelikler de kazandırılarak detaylandı-
rılır. Gramsci'de ideoloji, durağan bir çerçeve çizmez. İde-
oloji "sivil toplum" içerisinde doğar, gelişir, ölür ve yeni-

71
den doğar. Bu tanımlama ile ideolojinin hareket biçimleri
de günışığına çıkartılır. İktidarı ele geçirmeye çalışan sını-
fın, hegemonyanın parçalanmasına yönelik, "kültür" alanı-
na ilişkin bir savaşım vermesi gerekliliğini dile getirir.
(Karşı hegemonya). Bu mücadelede, bilinci proletaryaya
taşıyacak "organik aydınların" gerekliliğine özel önem
verir.

Şüphesiz, ideoloji tartışmalarında adını anmadan geçe-


meyeceğimiz isim Louis Althusser'dir. Ünlü makalesi
"İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları "nda, özgün bir
ideoloji kavramını savunmuştur. Althusser, Lukacs'ın ter-
sine "bilim" ve "ideoloji" arasında keskin bir ayrım yapar.
Gramsci'nin "sivil toplum" dediği şey, Althuser'de Devle-
tin İdeolojik Aygıtlarıdır. (DİA) DİA'ların, devletin baskı
aygıtlarının tersine "ideolojiyi" kullanarak işlediklerini
söylerken baskı aygıtlarının kendi bünyelerinde de, kendi
yeniden üretimlerini sağlamak amacıyla, ideolojiyi kullan-
dıklarını da ifade eder. Ancak, DİA'larda ideolojinin işle-
vi başattır. Althusserin önemli tespitlerinden birisi de,
DİA'ların "onay" aygıtı vurgusunun yanında, aynı zaman-
da "sınıf mücadelelerinin bir çarpışma alanı" olduğu
açıklamasıdır.
Marks'ın Alman İdeolojisi'nde söylediği; "gerçekliğin
yanılsamalı görüngüsü" kavramını, Freud'un "rüya" tanı-
mı ile benzeştirir. Rüyanın "tersine bir gerçeklik" olduğu-
nu ve bu olgunun ideolojisinin hayaliliğiyle benzeştiğini
savunur. Althusser, toplumsal pratikte insanların kendin-
den bağımsız biçimde, belirli roller aldığını, tek tek birey-
lerin bu ilişkiler manzumesinde nesneler olduğunu, ancak,
bütünü göremeyen bireyin kendisini özne kabul ettiğini ve
ideolojinin gerçekte, nesne olanın, özne olma talebiyle
oluştuğunu ve bu dönüşümün, (nesneden, özneye) ideolo-

72
ji aracılığıyla olduğu kadar, ideolojiyi de yarattığını söyler.
Althusser'in meşhur "çağırma" tezi bireyin özneleşmesi
açısından oldukça çarpıcıdır:

"...Bir yandan (genel olarak arkadan) bir çağırma du-


yulur; Hey siz oradaki! Bir birey (yüzde doksan çağrılan
bireydir) kendisiyle ilgili olduğunu bilerek-şüphelenerek-
sanarak, yani çağırmanın yöneldiği kişinin gerçekten ken-
disi olduğunu tanıyarak, arkasını döner. Fakat gerçeklikte
olaylar böyle bir sıralama olmadan gerçekleşir. İdeoloji-
nin varoluşu ile bireylerin özneler olarak çağrılmaları ve-
ya adlandırılmaları bir ve aynı şeydir."

Althusser'in ideoloji kuramının, Mark ile keskin bir ay-


rım noktası çizdiği yer esas olarak, ideolojinin ebediliği te-
zidir. İdeoloji bireyler olduğu sürece hep var olacaktır. İde-
oloji; "insanların kendi varoluş koşullarının isterlerini ye-
rine getirmeleri için geliştirilmeleri, dönüştürülmeleri ve
hazırlanmaları gereken her toplumda, vazgeçilmez bir un-
surdur." (Althusser, Marx'tan yana) Komünizmde, insan
bilincinin her türlü koşullamadan kurtulacağı savı, Althus-
ser tarafından hümanist bir hata olarak tanımlanır.

İdeoloji üzerine tartışmalar bugün de süregelmektedir.


Biz ideoloji kavramını kullanırken çıkış noktası olarak
Marks'ı ele alacağız. Kendi adımıza farklı bir ideoloji ku-
ramı oluşturmak ya da bir "sentez" yaratma iddiasında de-
ğiliz. Fakat şüphesiz kullanacağımız kavram herşeye kar-
şın, bize ait olanı da içinde barındıracaktır.

İlk olarak üzerinde durulması gereken nokta, bilim ve


ideoloji kavramlarının ayrılığıdır. Bilim maddenin bilgisi-
ni dolayımsız yansıtmanın ya da bu çabanın kendisiyken,

73
ideoloji varolanı ters çevirir ya da çarpıtır. Bizce geçerli
olan tanımıyla ideoloji; "maddi gerçekliğin deforme edil-
miş görüngüsünün fikri ifadesidir." Bütün ideolojiler mad-
di bir gerçeklik üzerinden doğarlar. Maddeden bağımsız
ideoloji yoktur. Ne zaman bir ideolojiden bahsediliyorsa
aynı zamanda onu koşullayan bir gerçeklikten de bahsedi-
yoruz demektir. Bu nesnel zorunluluk, ideolojilerin; nasıl
bir ters çevirme ya da çarpıtma yaratıyor olurlarsa olsun-
lar, iddia edildiği gibi bütünüyle bir "yanlış bilinç" taşıma-
dıkları, gerçeğin bilgisini embriyon halinde de olsa, taşı-
dıklarını ortaya çıkarır. İdeolojinin gerçek dünyayla ilişki-
si, en gerçek dışıymış gibi görünen din kavramından yola
çıkılarak, dinin nasıl bir mekanizma ile maddileştiği
Marks tarafından şöyle anlatılır.

"Dini insan yapar, insanı din yapmaz. Din kendisini he-


nüz bulamamış ya da artık yitirmiş olan insanın kendi bi-
linci, kendi öz saygısıdır. Ama insan dünyanın dışında du-
ran soyut bir varlık değildir. İnsan, insan dünyası, devlet
ve toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dini, tersine çevrilmiş
bir dünya bilincini üretir...
... Dinsel azap aynı zamanda gerçek azabın dışa vuru-
mu, gerçek azaba yöneltilmiş bir protestodur. Din ezilen
kulun feryadı, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dün-
yanın ruhudur. Din halkın afyonudur. Halkın yanılsamalı
mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak istemek, onların
gerçek mutluluğunu istemektir. Gerçek duruma ilişkin ya-
nılsamalardan vazgeçilmesi talebi, yanılsamalara ihtiyaç
duyan bir dünya tanımından çıkma talebidir." (K.Marks
Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi)

İdeolojiler nasıl doğarlar? Ya da diğer bir deyişle, in-


sanlar yanılsamalara neden ihtiyaç duyarlar? Nasıl olup
da

74
maddi gerçekliği dışında bir hayali gerçekmiş gibi algılar-
lar?
Bu soruya verilen klasik ve ilkel cevap, kötü insanlar
teorisidir. Bütün suç egemenlerde ya da kötü niyetli kişi-
lerdedir. İnsanlar, bilinen ilk ideoloji olan dine inanırlar-
ken, boyun eğerlerken, gerçekte bu kötü insanlara boyun
eğerler. Bu kurnaz insanlar, iyi ama saf bir sürü insanı uy-
durdukları yalanlarla kandırmış ve sonra bu kandırma edi-
mini daha ustalıkla yapabilmek, etkili kılabilmek için ku-
rumsallaştırmışlardır. Zor aygıtıyla da güvenceye alınan
bu kurumlardan insanların kendilerini sıyırabilmesi de he-
men hemen imkansız hale gelmiştir vs... En eski teori olan
iyiler-kötüler kuramı, bugün bize komik gelmekle beraber,
halen insanlığın kurtuluşunu nasılsa bir gün ortaya çıkacak
iyi, akıllı, kahraman önderlere (kurtarıcılara) bağlandığını
görmek oldukça düşündürücüdür. İdeolojilerin doğuşlarını
Marks, Alman İdeolojisi'nde şöyle anlatır:

"İnsanlar, kendi anlayışlarının, fikirlerinin vs. üretici-


sidir. Kendi üretim güçlerinin ve güçlere karşılık gelen iliş-
kinin, en yüksek biçimlerine kadar, belirli bir gelişme dü-
zeyi ile koşullanmış olan gerçek, etkin insanlar. Bilinç, hiç-
bir zaman, bilinçli varoluştan başka bir şey olamaz ve in-
sanın varoluşu onun fiili yaşam sürecidir. Eğer her ideolo-
jide insan ve onun içinde bulunduğu koşullar, bir camera
obscura'da olduğu gibi tepetaklak görünüyor ise, tıpkı
nesnelerin retinada ters çevrilmesinin insanın fiziki-yaşam
sürecinden kaynaklanıyor olması gibi, bu fenomen de insa-
nın tarihsel-yaşam sürecinden kaynaklanmaktadır."

Eğer ideolojiler ya da diğer bir söylemle yanılsamalar,


insanın tarihsel-yaşam sürecinden kaynaklanıyor ise, insa-
nın bu "yazgısına" karşı koyacağı, onu dönüştüreceği pra-

75
tik etkinlik, yanılsamaları bir başka biçime sokacak, son
tahlilde ortadan kaldıracaktır. Marks'ın ideoloji kuramı
devrimci etkinlikten ayrı düşünülemez. İdeolojik yanılsa-
malardan kurtulmak, son tahlilde ideolojiyi koşullayan re-
alitenin değişmesiyle mümkün olacaktır. Marks'ın terimle-
riyle fiili-yaşamın değişimi bilinci de değiştirecektir. Ya-
nılsamayı yaratan şeyi bulduk.
"İnsanın tarihsel-yaşam süreci." Öyleyse şimdi şu soru-
yu sormalıyız. İnsanın tarihsel-yaşam süreci nasıl oluyor
da idelojileri yaratıyor?
Marks bu soruya da bir yanıt verir. Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı'nın önsözüne yüzümüzü dönelim:

"insanlar, kendi hayatlarının toplumsal üretiminde,


kendi iradelerinden bağımsız ve zorunlu olan belirli ilişki-
ler, kendi maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişme düze-
yine karşılık gelen üretim ilişkileri içine girerler. Bu üretim
ilişkilerinin genel toplamı, üzerinde bir yasal ve siyasi üst
yapının yükseldiği ve kendisine belirli toplumsal bilinç bi-
çimlerinin tekabül ettiği gerçek temel olan, toplumun ikti-
sadi yapısını oluşturur. Maddi yaşamın üretilme tarzı, top-
lumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecinin genelini
şartlandırır, insanların varlığını belirleyen bilinçleri değil
tam tersine, bilinçlerini belirleyen onların toplumsal var-
lığıdır."

İnsanların kendi aralarında kurdukları zorunlu ilişkiler,


o ilişkilerle uyumlu bir bilinç yaratır. Ve bu bilincin bazı
biçimleri ideolojileri koşullar. İnsanların kendi aralarında
kurdukları zorunlu ilişkiler, bazı toplumsal koşullarda, in-
sani güç (emek-gücü), ürün ve bunların denetimini özne-
nin kontrolünden çıkartırlar. Ve sanki özerk bir varoluşları
varmış gibi biçim alırlar. Bu şekilde kendi faaliyetlerinden

76
uzaklaşan fenomenler, sonrasında kendi yaratıcıları üze-
rinde despotik bir iktidar kurarlar. İnsan kendi yarattığı
'şey'in kölesine dönüşür.

"Meta, bu nedenle, gizemli bir şeydir; çünkü metada,


insan emeğinin toplumsal karakteri, insanlara, söz konusu
emeğin ürünü olan şey üzerine kazınmış nesnel bir karak-
ter gibi görünür; çünkü üreticilerin kendi emeklerinin ürü-
nü olan şeyler arasındaki bir toplumsal ilişkiymiş gibi su-
nulur... İnsanlar arasındaki belirli bir toplumsal ilişki on-
ların gözünde şeyler arasındaki bir ilişki gibi fantastik bir
biçim alır. Bir benzetme yapmak için dinsel alemin sisli
bölgelerine girmemiz gerekir. Bu alemde, insan beyninin
ürünü olan şeyler, hem birbirleriyle ve hem de insanlık ile
ilişkiye giren, canlı, bağımsız varlıklar olarak görünür.
Metalar dünyasında da insanların kendi elleriyle yarattık-
ları şeyler aynı durumdadır" (Marks, Kapital Cilt l, Meta
fetişizmi bölümünden)

Örneğin, günümüzde yaşanan borsa krizleri insanın


kendi yarattığı şeye tutsak oluşunun tipik bir göstergesidir.
Kendi elleriyle yarattıkları şirketlerin "soyut" hisselerini
alan insanlar, hatta borsa spekülatörleri, spekülatörlerin
kendi yarattıkları dalgalanmalarla, salt sıradan yatırımcıları
değil, kimi kez kontrolden çıkan krizlerde, kendilerini de
iflasa sürüklediklerine tanık oluruz. İdeoloji insanın kendi
yarattığı şeyin (makina, efendi, devlet, ordu, parti, tanrı...
vb.) boyunduruğu altına girişinin fikri ifadesi olarak ortaya
çıkar. İşbölümünün yarattığı parçalanmışlık içinde bütünü
kavrayamayan insanın, kendi yarattığı şeyin, tutsağı
olmaktan kurtuluşu imkansızdır. Her boyunduruk, kendi
meşruluğunu koşullayacak ideolojiyi de yine kendisi yara-
tır. Emek-gücü, ürettiği ürün ve kendi varlığı bütünüyle

77
efendisinin elinde olan aşağılanmış köle için, kendisinin
"insan" olacağı ya da kendisini "insan" kabul edeceği tek
yer, kafasında yarattığı hayal dünyasıdır. Bu dünya köle
için daha yaşanası bir dünyadır. Efendi içinse; bir sömürü-
cü, katil, despot olmaktan kurtulmanın yolu, yaratacağı ve
orada kendisini meşru kılacağı hayal dünyasıdır. Bu hayali
dünya, efendi için hükmetmenin, sömürünün ideolojisine
dönüşür. İki farklı yöne evrilse de aynı maddi realiteden
doğan ideolojiler trajik bir biçimde aynı noktada buluşur-
lar. "Sistemin meşruluğu", ideolojinin egemen sınıflar açı-
sından vazgeçilmezliği işte burada yatar. Son tahlilde bir
sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskı, zor ve tahakküm ara-
cından başka bir şey olmayan devlet, bütün yaşanmış sınıflı
toplum biçimlerinde, kendisini zor aygıtı formunun dı-
şında tanımlama çabası içinde olmuştur. Küçük bir sömü-
rücü azınlık dışında toplumun tamamına sistemli olarak
uygulanan zor, kaçınılmaz bir biçimde kendi karşıtı olan
bir başka zoru yaratır (uzun süre diktatörlüğünü sürdüre-
mez). Zor ve karşı zorun sürekli bir çatışma içinde olduğu
bir üretim biçiminin, kendi üretim ve yeniden üretim faali-
yetini sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle yaşa-
nan, sınıflı toplumlara ait bütün üretim biçimleri, kendi sü-
rekliliklerini devam ettirebilmek için, zor dışında başka
araçlarda geliştirmişlerdir. "Devletin İdeolojik Aygıtları"
olarak adlandırılan bu mekanizmalarla, devlet olağan du-
rumlarda, zor aygıtını bütünüyle kullanmadan, toplumun
tamamını diktatörlüğün kendisine, uygulamalarının gerek-
liliğine, zorunluluğuna vb. ikna edebilmiştir. Zor aygıtının
kendi meşruluğu da yine DİA'lar aracılığıyla sağlanır.
DİA'lar olarak betimlenebilecek pek çok kurumdan bah-
sedebiliriz. Örneğin; bir bütün olarak dinsel kurumlar, ai-
le, hukuk, sendikalar, parlamento, siyasi partiler, eğitim
kurumları hemen akla gelen aygıtlardır.

78
Daha öncede sözünü ettiğimiz gibi devletin zor aygıtla-
rı, fiziki zoru kullanarak çalışırken, ideolojik aygıtlar ide-
oloji aracılığıyla ikna yöntemini kullanırlar. Gerçi zor ay-
gıtının kendisi de aynı zamanda ideolojiyi kullanırsa da
(vatan kurtarmak, masum insanları korumak, meşru müda-
fa...) temel işlevi ideolojinin yetmediği, iknanın meşruiye-
tin gerçekleşmediği koşulda, fiziki zoru uygulayarak ikna
olmayanların sindirilmesi ya da ortadan kaldırılmasıdır.
İdeolojik aygıtlarında kendi içlerinde zor kullanmasına
sık sık rastlanır. Örneğin, siyasal bir partinin üyelerini ih-
raç etmesi, kendi iç disiplinini sağladığı gibi aynı zaman-
da taraftarlarının da disipline edilmesi eylemidir. Bütün
ideolojik aygıtların ürettiği ideolojilerin, sınırlarını belirle-
yen, zor aygıtını ve devleti elinde tutan sınıfın ideolojisi-
dir. Egemen ideoloji kendisini anayasa ile, zor aracıyla,
geleneklerle vb. güvence altına alır. Herhangi bir koşulda
ideolojik aygıtlardan herhangi biri, egemen ideolojinin sı-
nırları dışına taştığı an zor devreye girer. Bir ideolojinin
meşruluğu, kendisine evrensellik kazandırabildiği oranda
artar.
Bu evrede gözden kaçırılmaması gereken nokta, ideolo-
jik aygıtların her koşulda ve her yönüyle egemen sınıfın
ideolojisiyle birebir çakışmadıkları gerçeğidir. Bu görece
özerklik ideolojik aygıtların, sınıf mücadelesindeki rolleri
açısından yaşamsaldır. Egemen sınıfın, egemen ideolojisi,
ne türde bir yanılsama yaratırsa yaratsın, içerisine gizledi-
ği gerçeği, 'embriyon' halinde olsa dahi, bütünüyle ve son-
suza dek örtemez. İdeolojik aygıtların görece özerklikleri
de buradan doğarlar. Her ideolojik aygıt kendi alanından
görebildiği gerçekliğin ideolojisini yaratır. Bu nedenle
(görülen alanın farklılığı nedeniyle) kendi aralarında fark-
lılıklar ve çelişkiler taşırlar. Egemen ideoloji bütüne dair
yanılsama yaratırken, yaşanan bu bölünmeyle bütün ara-

79
sında bir çelişki doğar. Olağan koşullarda bu çelişki bir so-
run teşkil etmezken, maddi koşullardaki derin değişmeler,
ideolojiler arasındaki çelişkileri de derinleştirir. Örneğin;
kriz dönemlerinde sendikalarını yaşadığı durum gibi; üc-
retlerin geri çekilişi karşısında sendika (en sarısı dahi) gi-
derek, patronla-işçi arasında yaratmaya çalıştığı arabulu-
cu, uzlaştırıcı rolünü yitirir. İşte bu realite ideolojik aygıt-
ları aynı zamanda, üzerinde sınıf savaşımlarının gerçekleş-
tirildiği alanlara dönüştürmüştür. Maddi koşullardaki her
değişim, maddi koşulların yarattığı ideolojiyi de değişmek
zorunda bırakır. İdeolojiler kendini yaratan maddi koşulla-
rın ötesine uzanacak yanılsamaları yaratamazlar, maddi
koşullar ideolojilerin sınırlarını da belirler. Ücretli emeğin
egemen olduğu bir toplumsal formasyonda, hiçbir ideolo-
jik tasarım köleliğin meşruluğuna insanları inandıramaz.
Kadınlar, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu emek-gücü talebi
karşısında emek pazarına artan oranlarda çekilir; kadınla-
rın eve kapatılmasını, iş yaşamının karmaşıklığı, zorluğu
karşısında, kadınların, zihinsel kapasite ve fizik gücünün
yetersizliğiyle açıklayan erkek egemen ideolojinin çatla-
ması yine maddi koşullardaki değişimin zorunlu bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır.

Bütün ideolojiler sadece kendini koşullayan maddi ger-


çekliklerden doğarlar. Maddi gerçekliğin ötesinde bir ide-
oloji varolamaz. Üretim tarzı ve onun yarattığı yabancılaş-
ma ortadan kalktığında, ideolojilerde kendi ölümlerini ya-
şayacaktır.

İdeolojinin bütünden kopmuşluğu, sınırlılığı karşısında


felsefe, bir toplumsal formasyonda egemen ideoloji çevre-
sine kümelenmiş ideolojilerin örgütlenip, bir sistem etra-
fında birleştirilmeye, bütünsellik kazandırıldığı yapının

80
adıdır. Felsefeler ideolojilerden farklı olarak, kendi içeri-
sinde, bir "aşma" ilkesini taşırlar. Felsefe kendini oluştu-
ran (sentezleyen) ideolojileri bir sistem içerisinde birleşti-
rirken, tükenmeye yüz tutan ideolojilere yeni yüzler ka-
zandırırken, onlara oluşturduğu sistematik içinde, sağlam-
lık ve evrensellik kazandıracak "ispatlar" da yaratırlar. Da-
ha önce de sözünü ettiğimiz gibi evrenselleşmek isteyen
ideolojiler, felsefenin bütünlüğü içerisinde eriyerek bunu
gerçekleştirirler. Felsefe içine aldığı ideolojilere, "hakikat"
katar. Onlara ahlak, hukuk, akıl, ebedilik sunarak toplum
yaşamının bütününe nüfuz ettirirler. Felsefe bir anlamıyla,
dünyanın bütün sorularına, yanıtlar üretme çabasıdır. Pozi-
tif bilimler alanında ortaya çıkarılan gelişmelerle beraber
felsefe pozitif bilimler alanından çekilmiştir. Gerçekte tek
bir bütünlük olan pozitif ve toplum bilimler, yaşanılan bö-
lünmüşlük sonrasında, toplum bilimler alanı felsefenin
doğum ve egemenlik alanına dönüşmüştür. Felsefeler kimi
kez efendilere, krallara başkaldırmış olsalar dahi yapılan
şey, bilimin nüfuz edemediği alanlarda, dünyanın soruları-
na cevap verme çabasıdır. Felsefenin ulaştığı en son nokta
Hegel'dir. Marksizmin pozitif bilimlerle, toplum bilimler
arasındaki ayrımı ortadan kaldırışı felsefenin sonu olmuş-
tur.

Köleci ve feodal toplumlarda temel ideolojik aygıt din


kurumuydu. Kapitalist toplumun ortaya çıkışıyla birlikte
temel ideolojik aygıt işlevini parlamento üstlenmiştir. İn-
sanların kendi kendini yöneten özneler oldukları, yanılsa-
masını perçinleyen parlamentonun dışında, bir diğer aygıt
toplum içerisinde etkisini, gücünü ve nüfuzunu gün geçtik-
çe artırmaktadır ki, bu aygıtın adı eğitim kurumudur.

81
D- EĞİTİM NEYE HİZMET EDER?

Böylesi bir analize girmeden önce eğitim sürecinin te-


mellerini oluşturan, onun ideolojik karakterini koşullayan,
üretim süreci kavramını tanımlamamız bir zorunluluktur.
Üretim süreci, maddi koşulların yeniden üretimi ve üretim
ilişkilerinin yeniden üretimi olmak üzere iki başlıkta de-
ğerlendirilmelidir.

D.l- MADDİ KOŞULLARIN YENİDEN ÜRETİMİ

"Eğer bir toplumsal formasyon üretimde bulunurken,


aynı zamanda üretim koşullarını da yeniden üretmezse,
hayatını bir yıl bile sürdüremeyeceğini bir çocuk bile bi-
lir" (Karl Marks, Kugelmann'a Mektup'tan)

İnsan ihtiyaçlarını karşılayan tüketim maddelerinin üre-


timi dışında onları üreten üretim araçlarının üretim ve ye-
niden üretimi, bu başlık altında değerlendirilmelidir. Ham-
madde, makina, yıpranan parçalar eskiyen binalar vb. Bir
diğer nokta üretimi yapan insanın, emek-gücünün yeniden
üretimidir. Kapitalizm bunu, işçinin bir iş günü boyunca
harcadığı emek-gücünü yeniden yerine koyacağı şartları

82
sağlayarak yapar. Yemek, dinlenmek, uyumak, eğlenmek,
aşk....vb. toplamı emek-gücünün biyolojik gereksinimleri-
dir. Harcanan emek-gücünün (Marks'ın değişen sermaye
dediği şeyin) yerine konulmasının dışında bir başka unsur-
da, tükenen işçilerin yerine, yeni işçilerin konulması süre-
cidir. Belirli bir beceriye, tecrübeye sahip işçinin aynı işi
aksatmadan yaparak yeni işçiyle değiştirilmesi. Yani, yeni
emek-güçlerinin yaratılması. Her yeni emek-gücü üretimi-
nin kendisinden beklenen, aynı işi devam ettirebilmenin
yanında, yeni gelişmelere de uyum sağlayacak işçilerin ya-
ratılmasıdır. Eğitim süreci dediğimiz, eğitim ve öğretim
süreçlerinde, öğretime düşen, maddi koşulların yeniden
üretimini sağlayacak, bilimsel ve teknik bilgi, beceri ve
deneyimin kazandırılması işlevidir. Olgunun ikinci yanını
ise üretim ilişkilerinin yeniden üretimi oluşturur.

D.2- ÜRETİM İLİŞKİLERİNİN YENİDEN ÜRE-


TİMİ

Maddi üretim süreci alt yapıyı belirlerken, maddi ko-


şullar kendisine uygun bir üst yapıyı da yaratırlar. Ahlak,
kültür, sanat, hukuk, politika, din... vb. Bütün bu oluşum-
lar üst yapı içerisinde konumlanırlar. Maddi üretimin ken-
disinin de toplumsal bir yaşama dönüştürülmesi de burada
gerçekleştirilir. Üst yapının bütün unsurları, eğitim süre-
cinde (eğitim başlığı altında) yeni kuşaklara aktarılır. Bir
yandan maddi üretimin yeniden üretimini sağlayacak in-
sanlar yaratılırken, aynı zamanda yasalara saygılı, uysal,
erkek egemen, milliyetçi, dindar... insanlar da yaratılır. Bu
fikirlerle biçimlendirilmiş insanlarla, üretim ilişkilerinin
yeniden üretimi de sağlanmış olur. Bir yandan bu vasıflara
sahip insanlar üretilirken, aralarından değişen maddi ko-
şullara uygun yeni üst yapıyı yaratacak insanlar da seçilir-

83
ler. Eğitim süreci, öğretim ve eğitim parçalarından oluşur.
Öğretimle bilimsel bilginin aktarımı yapılırken, eğitim yo-
luyla adeta insan yeniden yaratılır. Eğitim süreci esas ola-
rak üretim için yapılırken, eğitim yoluyla ideolojinin akta-
rımı da yapılır. İşte bu yön eğitime sınıfsal bir nitelik ka-
zandırır.
Kapitalist toplumda aile kurumu hariç, bütün bir toplu-
mun eleklerinden geçirildiği bir başka kurum yoktur. Ka-
pitalizm öncesi üretim biçimlerinde eğitim kurumlan, sa-
dece egemen sınıfın çocuk ve gençlerine bilimi ve yönet-
me erkini öğretmek amacıyla kullanılırken, kapitalist top-
lumda eğitim bütün sınıflar için uygulanır hale getirilmiş-
tir. Önceleri yalnızca ilköğretim herkes için zorunlu kılı-
nırken, giderek süre uzatılmış ilk ve ortaöğretim zorunlu
kılınmıştır. Artık insan yaşamının en az sekiz yılı bu ku-
rumların içerisinde geçirilmek zorundadır.
Kapitalist toplumda teknoloji, her geçen gün üretimi
basitleştirmesine rağmen, (artık 'ne iş olsa yaparım'ın ka-
pıları ardına dek açılmıştır.) kapitalizm, giderek daha fazla
eğitim gören elemanı tercih eder hale gelmiştir. Üretim
süreci açısından bu bir zorunluluktur. Makineleri kullan-
mak basitleşmiş, ancak milyarlık bir teknolojinin teslim
edileceği işçinin, dikkat, titizlik vb. öğretimle kazanılmış
yeteneklerine daha fazla ihtiyaç duyulur hale gelmiştir. Ay-
rıca, öğretim süreciyle ilgi alanı, dolayısı ile ihtiyaçları ve
arzuları artmış bir işçinin iyi bir tüketici olacağı da gözö-
nüne alınmalıdır. Örneğin, bilgisayar satmak için buna ge-
reksinim duyan ve giderek gereksinimleri artan bir insan
kitlesinin süreğen olarak bulunmasının zorunluluğu gibi.
Ya da hisse senetleri satabilmek için, borsa işlemlerini ta-
kip edecek matematik bilgisine sahip insanların olması vb.
Yine bilgi ve beceri yönünden zenginleşmiş, kalifiye insan
arzının artışı, talebin üzerine çıkarak rekabeti yaratmış, re-

84
kabet ücretleri düşürerek karı artırmıştır. Bu aynı zamanda
işçi dayanışmasının önüne bir engel olarak sunulmuştur.
Eğitim süreci ne kadar geniş bir tabana yayılırsa, kapitaliz-
min gereksinimlerini sağlayarak yetenekli insanların seçi-
lip kullanılması da o kadar kolay olacaktır. Eğitimi paralı
hale getirerek, egemen sınıfın çocuklarını ayrıca yetiştirme
olanağı da sağlanırken, ihtiyacın en güvenilir sınıflardan
elde edilmesinin yolu da açılmış olur.

Eğitim sürecinin "yararlan" bunlarla da bitmez. Hatta


öğretim tek başına verildiğinde "tehlikeli" de olabilir. Bur-
juva sınıfı dışındaki sınıflardan gelen ve bilimle şöyle ya
da böyle tanışan gençler bilimin neden ve nasıl sorularını
kendi lehlerine, egemenlerin aleyhine sormaya ve yanıtlar
üretmeye başlarlar. Genç, bir yandan nesnenin gizli bilgi-
sine bilime ulaşırken, kapitalistin bilimi kar için kullanma
çabasıyla, bilimin bağımsız gelişme dinamiklerini engelle-
diğini farkeder. Bu çelişki öğrencide, bilim insanı-kapita-
list arasında yaşanana benzer bir ikilemi yaratırken, kendi
kişiliğini çok yönlü geliştirme ve özgür ve yaratıcı bir var-
lık olma talebiyle; eğitim kurumu aracılığıyla, egemenin
ona yüklemeye çalıştığı role ve kimliği karşı çıkışı, ikile-
min asıl yönünü ortaya çıkarır. Bu çelişki doğal olarak
gencin kafasında nasıl bir eğitim sorusunu oluşturur. Eği-
timle üretimin içeçeliği bilindiğinde nasıl bir eğitim soru-
su, nasıl bir üretim sorusunu da içermek zorunda kalır. Bu
nedenle, sınıflı toplumlarda eğitim süreci sadece
öğretimle sınırlandırılmamıştır. Eğitim sürecinin eğitim
adı verilen parçasında belirlenmiş ideolojilerde gence,
bilimmiş gibi aktarılır. Böylece sistemin, üretim
ilişkilerinin devamlılığı da sağlanmaya çalışılır.

"Herşey son derece iyi kurgulanmıştır. Okulların şekli-

85
ni gözümüzde canlandıralım. Örneğin ilkokulları; bir tapı-
nağı andırırlar. Çevresi yüksek duvarlarla çevrili, gri 'taş
sunaklar', otoriter 'herşeyi bilen egemenlik kurması kolay
olsun diye kürsüsü yüksekte bir öğretmen, tek tip giysili
öğrenciler, sıkı bir disiplin...Sabahları her kelimesi özenle
seçilmiş, damıtılmış bir and defalarca haykırılır. 'Türküm,
doğruyum, çalışkanım!' Doğru olmak, çalışkan olmak,
Türk olmakla özdeşleştirilir. (Damardan şovenizm) 'Varlı-
ğın Türk varlığına armağan olsun'(!!!) Hiç bir olgunun,
neden-sonuç ilişkileri verilmez. Belirli, kalıplaşmış metin-
ler ezberletilir. Fen bilgisi dersinde çaydanlığın buharıyla
yağmurun oluşumu anlatılırken, din dersinde meteoroloji-
den sorumlu meleğin (Mikail) yağmur yağdırdığı anlatılır.
Öğrenci aradaki çelişkiyi farketse dahi soramaz. Sınıf baş-
kanlığı sistemiyle ilk ispiyoncular yetiştirilir. Sınav sistemi
ile rekabet ve hırs ön plana çıkartılırken, vazgeçilmez bir
'eğitim metodu olarak, şiddet ve aşağılama sistemli bir bi-
çimde uygulanır. Genç beyinler körleştirilir, kişilikler ezi-
lir. Kız, ve erkek çocuklar arasında cinsel ayrımlar ve
"ayıp" kavramı burada sistemleştirilir. Kız çocukları te-
miz ve düzenli olmakla mükellef kılınır. İlk ve ortaöğretim-
de tarih dersleri tiksinti verecek biçimde şovenizm ve ırk-
çılık doludur. Dersin adı bile bu çağrışımı yapmaya yeterli;
Milli tarih, burada; " Avusturya-Macaristan Veliahtının
Sırplar tarafından öldürülüşü, dünya savaşının nedeni
olarak gösterilir. Savaşı hazırlayan diğer bütün etkenler
(pazar paylaşımı, sömürgecilik...vb) önemsiz ayrıntılara
indirgenirken savaşın çıkışı suikastlerle açıklanır(!) Rus-
lar, Baltacı Mehmet Paşanın Katerina'ya aşkından dolayı
yenilgiden kurtulmuşlardır. Türkler işgal ettikleri bütün
coğrafyalara barış, huzur ve medeniyet götürmüşlerdir.
Ancak bunu anlayamayan sömürgelerimiz, hıristiyanların
kışkırtmalarıyla Balkan Savaşı çıkartmış, din kardeşimiz

86
Müslüman Araplar da yine aynı kışkırtmalar neticesinde
bize karşı sık sık ayaklanmışlardır. Oğlan çocuklarının
ebeveynlerinin ellerinden 'zorla' alınıp
müslümanlaştınlması ve Yeniçeri yapılıp kendi vatanlarına
karşı savaştırılmaları, sadece Türk Uygarlığını diğer
uluslara taşımak için yapılmıştır. Kazığa oturtmanın,
Osmanlı ceza yöntemiyle hiçbir alakası yoktur.
Ermenilere ve diğer dinsel ve ulusal azınlıklara hep
hoşgörüyle, sevecenlikle davranılmış ama onlar her
fırsatta bizi kesmişlerdir. Topraklarını işgal ettiğimiz
Yunanlılar, nedendir bilinmez bize hep düşmanlık
beslemişlerdir. Kürtler zaten dağlı Türklerdir. Yüzyıllardır
kardeşçe yaşamışızdır. Dünyanın kendisini doyuran yedi
ülkesinden biriyizdir. Köylü milletin efendisidir. İthal etmiş
olduğumuz, et, buğday, muz, pirinç, tütün... halkımız ucuz
yesin diyedir. Dünyanın en zeki ulusu olarak henüz bilim
alanında kayda değer bir buluş yapamamışızdır. İbni Si-
na'nın İranlı olduğu yalandır. Osmanlı sarayında, Tanrı-
nın da lanetlediği homoseksüellik hiç yaşanmamıştır. Pa-
dişah olanın kardeşlerini boğdurması iktidar hırsından de-
ğil, vatanın ve milletin selameti için gözyaşları içinde ya-
pılan bir eylemdir....vb."
Bizim ironik bir dille yazdığımız bu anımsatmalar, ders
kitaplarında ciddi, bilimsel(!) kayıtlar olarak yıllardır anla-
tılmaktadır.

Normal liselerden farklı olarak, meslek liseleri salt ka-


lifiye işçilerin mesleki bilgilerle donatıldığı yerler olmakla
kalmayıp, aynı zamanda fabrika hiyerarşisinin de öğre-
tildiği kurumlardır. Genci geleceğe hazırlama iddiasındaki
kurumda, örneğin, "sendikal mücadele ve grev silahı" di-
ye bir ders okutulmaz, ama tersi vurgular sık sık yapılır.
Okul müddeti boyunca, sistemin haklılığını ve meşrulu-
ğunu sağlamaya yönelik sıkı bir ideolojik bombardımanın

87
yanında, yönetme-yönetilme ilişkisi, hiyerarşi, ayrımcılık,
kurallara, kanunlara, yetkiye boyun eğme.... vb. ilişki bi-
çimleri de kurumun içerisinde gence aktarılır. Aktarımın
da ötesinde günlük yaşamın pratiğinde bir alışkanlık hali-
ne getirilir. Okul aynı zamanda kendisini "ölüm-kalım me-
selesi" halinde tarifler. Sekiz yıllık eğitimin bitirilememe-
si, insanın yaşam boyu, bir utanç olarak alnında taşıyacağı
bir lekedir. İlk eğitimini bile tamamlayamamış olmak, ta-
savvur edilemeyecek kadar ürkütücü bir beceriksizliktir
toplumumuzda. Yaşamın kapıları bir anda yüzümüze kapa-
nıverir. Bu geri dönüşsüz yola bir kere girildi mi artık ya-
pılabilecek fazla bir şey yoktur. Her şeye boyun eğip bu-
radan sağsalim çıkmak. Ancak bu şekilde "insan" katego-
risine dahil olunabilir. Bu kademe geçilince bu da yetmez
olur. Daha çok eğitilmemiz gerekir. Üniversite hala toplu-
mun pek azının erişebildiği bir mertebedir. Okul gence bir
düşünce sistemini de aşılar. Sorgulama, kimi zaman red-
detme olanakları elimizden alınır. Büyük bir titizlikle ha-
yal gücümüz ve yaratıcılığımız iğdiş edilir.

Üniversite, bütün eğitim kademeleri içerisinde özgün


bir yeri ifade eder. Ortaöğretim meslek eğitimine hazırlık
aşamasıyken (meslek liselerini bunun dışında tutuyorum),
üniversite meslek eğitiminin verildiği yerlerdir. Burada
eğitimin yönü bir başka tarafa çevrilir. Üniversiteler esas
olarak kapitalizmin ihtiyaç duyduğu teknokrat ve bürok
ratların yetiştirildiği yerlerdir. Yine ideolojinin yeniden
üretimini sağlayacak ideologlar da burada yetiştirilir. Üni
versite eğitiminin, maddi üretimin devamı için özelleştiği
pozitif bilimler alanında, eğitim sürecinin öğretim yanı
ağır basar. Bu alanın temel görevi üretimi sürdürmektir.
(Organize etmek, bilim üretmek, teknolojiyi kullan
mak/geliştirmek .... vb) Üretimin o an ki biçimi, eğitimin

88
yönünü ve biçimini de belirler. İdeoloji bu alanda, işçi yö-
netimi, patronun çıkarlarının koruyuculuğu ve kar reali-
zasyonunun önceliği üzerine güdülenir. "Teknokrat bir iş-
çi değildir, olmamalıdır" yaklaşımı meslek eğitimi sırasın-
da güdülenirken, fabrika hiyerarşisiyle de realize edilmeye
çalışılır. İşçi ile yakınlaşan bir mühendisin işçileri yönete-
meyeceği söylenir. Teknokrat bir patron da değildir. İşyeri
hiyerarşisinde patronla, işçi arasında bir yerde ama yüzü
patrona dönük olarak durur. Bütün bu vurgular eğitim sü-
recinde kimi kez açık, kimi kez gizli bir biçimde vurgula-
nır. Gerçekte kendisi de bir ücretli işçi olan teknokratın iş-
çi gibi davranması, yaratılan statü farklarıyla engellenme-
ye çalışılır.

Üniversiter eğitimin pozitif bilimler dışındaki alanları,


devletin üç işlevinden (ekonomik, ideolojik ve zor) ideolo-
jik işlevin yerine getirilmesi ve yeniden üretimi için kurgu-
lanmıştır. Toplum bilimler başlığı altında toplanan bu eği-
tim alanlarında, eğitim sürecinin (eğitim ve öğretim) nere-
deyse tamamı ideoloji üzerine kurulur. Örneğin; tarih üze-
rine eğitim veren bir kurumda bilim ya dışlanmak ya da
çarpıtılmak durumundadır. Egemen ideolojiye eklemlen-
miş olarak sunulan tarih karşısında, tarihçiye düşen, verili
ideolojiyi aktarmak ve aktarımın yanında yaşanan tarihi de
ideolojikleştirmektir. Hukukun kendisi, bir sınıfın diğer bir
sınıf üzerinde baskı ve zor uygulamalarını bir sistem altın-
da toplanmasının yanında, bu zoru meşrulaştırma işlevini
de üstlenir. Sözde, Hukuk herkese (her bireye, her sınıfa,
her cinse) eşit olarak uygulanır. "Hukuk sınıflar üstü bir
eşitleme aracı" görünümündedir. Hukuk bu anlamıyla bir
ideolojinin uygulanışı olduğu kadar, aynı zamanda ideolo-
jinin kendisidir de. Hukukçu hem bu ideolojiyi uygular
hem de yaşamın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek biçimde

89
yeniden üretir. İlahiyat fakülteleri, bir ideoloji olarak dinin
yayıldığı ve üretildiği alanlardır. Toplum bilimler alanın
bütün parçaları maddi üretimin dışına savrulmuşlardır.

Üstyapı başlığı altında incelediğimiz toplum bilimler


alanı, altyapının, üstyapıyı belirlemesiyle ortaya çıkarlar.
Yani o tarihsel kesitteki eğitimi, ahlakı, hukuku, sanatı ....
vb. maddi üretim koşullar. Üstyapı bir kez kurulduğunda
benzer bir süreçle, altyapıyı da etkiler. Altyapıdaki her de-
ğişim aynı hızla üstyapıya yansımaz. Üstyapıda kendisine
yer edinen ve çıkar sağlayan sınıflar ve "kastlar" değişme-
ye direnç gösterirler. İşte bu andan itibaren üstyapı kurum-
ları ve ideolojisi, maddi üretimin önüne bir set olarak çe-
kilirler. Bu realite kendisini, eğitim sürecindeki eğitim ve
öğretim ayrışmasında da gösterir. Bilimsel gerçeklikler ve
onlara kazandırılmaya çalışılan ideolojik karakter arasın-
daki çelişki (eğitim sürecinde eğitim ve öğretim çelişkisi)
bir süre sonra bilimi engellemeye başlar. Örneğin, eski
sosyalist ülkelerde yaygın olarak kullanılan miyopi ameli-
yatlarının, optik sanayinin direnci karşısında kapitalist ül-
kelerde uzun zamandır yaygınlık kazanamaması, ya da
burjuva tarih "biliminin", "özel mülkiyetin insan doğasın-
dan kaynaklandığı" tezinin, yeni bulunan ilkel kabilelerde-
ki komünal yaşam gerçeğini hasıraltı etme çabalarında ol-
duğu gibi. Bir bütün olarak bilime ayrılan ödeneğin her za-
man en büyük parçasının silah geliştirmeye harcanması
hemen akla gelen örneklerdir.
Toplum bilimler alanında ideolojinin üretimi bilinçli bir
tercihle yapılırken, pozitif bilimler alanında ideoloji bilime
değil, bilimin uygulandığı alana (teknoloji) müdahale
eder. Bilimsel bir bilgi, henüz ortaya çıkarılmadan ne oldu-
ğu bilinmeden, ona müdahale edilemeyeceğinden, pozitif
bilimler alanında bilim insanı görece özgürdür. Onun öz-

90
gürlüğü bilimsel gerçek ortaya çıkarıldığında elinden alı-
nır. Nükleer reaksiyondan dünyanın enerji gereksinimini
karşılamak mümkünken, bilim insanından, bu bilimsel
gerçeği bomba yapımında kullanması istenir.

Sosyalizm mücadelesi açısından egemen burjuva ide-


olojisinin çatlatılması vazgeçilemez bir gerekliliktir. Bu
amaçla, eğitim-öğretim alanında eğitimin kendisine karşı
çıkılmalıdır. Öğrenci burjuvaziden eğitim değil, herkes
için öğretim talep etmeli ve bunu bir şiar olarak yükselt-
melidir. Öğretim sürecindeki her türlü yabancılaşmaya
karşı çıkılmalı, son tahlilde uzmanlaşma ve işbölümünün
kendisine karşı çıkarken, bunu teşvik edici ve sürdürücü
bir öğretim biçimine de karşı çıkmalıyız. Burjuvazinin bir
ideolojik kurum olarak da sürdürdüğü eğitime karşı bizim
alternatifimizin ne olacağının da somutlanması bir zorun-
luluktur.

91
E- BİR REFORM TALEBİ OLARAK ÖZERK-DE-
MOKRATİK ÜNİVERSİTE

Özerk Demokratik Üniversite (ÖDÜ) talebi, bilimin


üzerindeki sınıf egemenliğinin yıkılması, bilimin zincirle-
rinden kurtarılması amacına giden yolda öğrenci gençliğin
ele geçirmesi gereken önemli bir mevzidir. Talebin doğası
gereği ÖDÜ düzenin sınırları içinde kalınarak, burjuvazi-
nin siyasal olarak esneyebileceği alan içinde elde edilebi-
lecek bir kazanımdır. Bir takım grupların ifade ettiği gibi,
burjuvazinin şu anda ki tahammülsüzlüğü baz alınarak
ÖDÜ talebinin bir devrim sorunu olduğunu anlatmak bizi
yanılgıya götürür. Burjuvazinin tahammülsüzlüğü, en kü-
çük ödün konusunda dahi görülmektedir. Ancak Türkiye
burjuvazisinin şu an durduğu tahammülsüzlük noktası do-
ğaldır ki sınıf mücadelesince, bu mücadeledeki güçlerin
karşılıklı olarak konumlanışıyla belirlenmektedir.
Bir sınıf olarak proletarya siyasal arenada etkin bir güç
olmaya başladıkça, burjuvaziye karşı içerdiği potansiyel
tehlike giderek arttıkça, demokratik hak ve taleplere ege-
menler daha fazla tahammül göstermek zorunda kalacak-
lardır. Çünkü demokratik istemler kendilerini kitlesel siya-
sal talepler olarak ifadelendirmeye başlamışlardır. İşte

92
böylesi süreçler, düzenin yıkılmamış olmasıyla birlikte
karşılıklı güçler dengesi açısından şu anda egemenlerce
kabul edilebilirliği mümkün görünmeyen demokratik hak-
ların, kazanımların elde edilebildiği anlardır. İşte Özerk
Demokratik Üniversite talebi bu nedenle düzen içinde de
gerçekleşebilir.
ÖDÜ bir anlamda, yarınki toplumda kuracağımız Poli-
teknik Üniversite'lere bir hazırlanma safhası, politeknik
üniversitelerin bir ön çalışması, eskizi gibi görülebilir.
ÖDÜ kavramı, içinde mali, yönetsel (idari) bilimsel (aka-
demik) özerklikleri barındıran bir anlama sahiptir. Burada
belki de en önemli madde olan bilimsel (akademik) özerk-
lik ancak mali ve idari özerkliğin var olduğu bir ortamda
mümkün olur.
Tokyo'da 31 Ağustos-6 Eylül 65 tarihleri arasında top-
lanan Uluslararası Üniversiteler Birliği'nin aldığı kararlara
göre bir üniversitenin özerk sayılabilmesi için
Bir üniversite kendisini ilgilendiren bütün seçim ve ata-
maları bizzat kendisi yapmalıdır.
Okutacağı öğrencilerin seçimi tümüyle bizzat kendisine
ait olmalıdır.
Eğitim programlarını bizzat kendisi hazırlayabilmeli,
vereceği diploma ve belgelerin hangi düzeydeki bilgi ve
beceri karşılığı verilmesi gerektiğini kendisi tayin etmeli-
dir. Bunlar, kanun, tüzük ve yönetmeliklerle belirlenmiş
olsa da, hazırlanmalarında temel sorumluluk ilgili üniver-
siteye verilmiş olmalıdır.
Araştırma programlarını istediği gibi düzenleyebilmeli-
dir.
Kendisi bütçesini geniş yetki sınırları içerisinde istedi-
ği gibi kullanabilmelidir.
Şeklindeki 5 temel hüküm kabul edilmiştir. Türkiye
üniversitelerinde eylül öncesi yakalanılmaya çalışılan -

93
ama hiçbir zaman yakalanılamayan- bu standartlar 2547
sayılı Y.Ö. Kanunu ile ortadan kaldırıldı.

E.l- BİLİMSEL (AKADEMİK) ÖZERKLİK ÜZE-


RİNE

Broşürümüzün daha önceki bölümlerinde, akademik


alanın bilimsel bilginin üretildiği ve aktarıldığı bir alan ol-
duğu ve bilimin, maddi dünyanın bilinçteki yansımalarının
yasalar koyucu tarzda örgütlenmesi olduğunu ve bundan
dolayı da bilimin üretiminin zorunlu olarak diyalektik ma-
teryalist bir esasa bağlı kalmak zorunda olduğunu belirt-
miştik.
Yine önceki bölümlerde, bilimin üretim aşamasında de-
ğil ama aktarım ve kullanım aşamasında ideolojikleştiril-
diğinden, sınıf egemenliğine teslim edildiğinden burjuva-
zinin bunu üniversitelere müdahale ederek yaptığından sö-
zetmiştik. İşte burjuvazinin bilginin ideolojikleştirilmesi
çarpıtılması ve kendi sınıf egemenliklerini stabilize etmek
için kullanılması amacıyla üniversitelere yönelik müdahale
politikaları, temelde bilimsel akademik özerkliğin yok
edildiği bir seyir izler. Oysa ki bilimin gelişme dinamiği,
çok yönlü araştırma, tartışma ve herşeyden önce bilimsel
şüpheciliktir. Bu yönüyle bilim sınıflar ve siyasetler üstü
bir niteliktedir. Ancak burjuvazinin sınıflar üstü olan bi-
limsel bilgiyi, kendi sınıf tekeline almaya çalışması, onu
bir anlamda evcilleştirmeye çalışması bilimsel bilginin
çarpıtılması, ideolojikleştirilmesiyle mümkün olur.
Bunu mümkün kılmanın yolu da başta bilim insanları
olmak üzere bilimi uğraşı alanı olarak kabul etmiş her çe-
şit araştırıcının araştırma ve öğrenme olanaklarını maddi
veya siyasal baskı mekanizmalarıyla kısıtlamasından geç-
mektedir. Bilimin ilgi alanı sınırsızken bu sınırsızlık burju-

94
vazi tarafından dar bir alana mahkum edilmeye çalışılmak-
tadır.
Burjuvazi üniversiteler üzerindeki bu denet mekaniz-
masını bilim insanlarının düşünce, konuşma, yayın yapma
özgürlüğünü ihlal ederek, onları işsizlikle tehdit ederek ve
üniversitelerin politik veya bilimsel etkinliklerini üniversi-
te dışı anti-demokratik(YÖK, Üniversitelerarası Kurul
vb.) kurumların denetimine açarak yapar. Aynı amaca yö-
nelik olarak elde edilen ya da aktarılacak olan bilimsel bil-
gi ideolojikleştirilerek öğrencilere yansıtılmaya çalışılır.
Türkiye üniversitelerinde hiçbir zaman varolmamış
olan bilimsel özerklik özellikle 12 Eylül'den günümüze
kadar iyice iğdiş edilmiştir. Bugüne kadar pek çok öğretim
üyesi, konuşmaları, yayınları nedeniyle kovuşturmaya uğ-
ramış, işten el çektirilmiş, kurulan YÖK saçmalığıyla bir-
likte üniversiteler iyiden iyiye işlevsizleştirilmiş, bilimin
egemen olması gereken üniversiteler resmi ideoloj'iin bi-
limsellikten uzak kaleleri haline getirilmiştir.
Tüm bunlara karşılık, bilimsel özerk bir üniversite bi-
lim insanlarının araştırma, tartışma vb. özgürlüklerinin te-
minat altında olduğu, bilimsel araştırmalar için kaynakla-
rın rahatça sağlanabildiği, gerçek anlamda bilimsel bilgi-
nin üretiminin ve aktarımının siyasi erkin baskısı olmaksı-
zın üniversitenin kendi kendine programlayabileceği bir
üniversite olmalıdır.

E.2- İDARİ ÖZERKLİK

Fakat bilimsel özerk bir üniversitenin olması için önko-


şul bu üniversitenin idari ve mali olarak özerk olmasıdır.
Üniversitenin tek bir odaktan yönetildiği koşullarda bi-
limsel özerkliğin oluşabilmesi mümkün değildir. Nasıl ki

95
özgür ve demokratik olmayan bir toplumda bilimde özgür
değilse, canlı bir tartışma ortamının olmadığı, yönetim ka-
demelerinde son derece diktacı bir tarzda egemen sınıfın
temsilcilerinin bulunduğu üniversitelerde bilimsel özerklik
var olamaz. O halde bilimsel özerklik ancak yönetim kade-
melerinde, üniversitenin tüm çalışanlarının ve DKÖ'lerin
temsilcilerinin bulunduğu yönetim kurullarınca yönetilen
üniversitelerde var olabilir. Üniversiteler YÖK vb. gibi
akıl dışı, gerici, ya da yönetim kurulları gibi salt öğretim
üyelerinden oluşan organlarla yönetilmemeli, tüm çalışan-
lar yönetim kurullarında temsil edilmelidir.
Böylece oluşturulan kurullar üniversitenin her türden
sorununa çözüm yolları arayan, tam yetkili kurullar olma-
lıdır. Üniversitedeki her mesleki grubun kendi mesleki ör-
gütlenmesi içinden seçilen temsilcilerin katılımıyla oluşa-
cak bu kurullar, yine bu mesleki örgütlerce denetlenmeli
(taban tarafından) ve seçilen temsilciler gereğinde geriye
çağrılabilmelidir. Öğrenciler de kendi dernekler içinden
seçtikleri temsilcileri bu kurula göndermeli, gençliğin ta-
lepleri yönetim kademesinde bizzat öğrenci gençlik tem-
silcilerince tartıştırılmalı somut çözümlere bağlanmalı aynı
zamanda yarının büyükleri olan öğrencilerin demokrasi
kültürü, denetleme, yönetme becerileri de bu sayede geliş-
tirilmelidir.
Hem bilimsel olarak hem de yönetsel olarak özerk ol-
manın temel ve tamamlayıcı koşullarından biri de üniver-
sitenin mali olarak da özerk olmasından geçer.

E.3- MALİ ÖZERKLİK

Mali özerklik, üniversitelerin, mali kaynaklarını, kendi


ihtiyaçları doğrultusunda ve kendi denetim mekanizmaları
vasıtası ile, hakim siyasi erkin baskı ve tahakkümü olmak-

96
sızın kullanılmasıdır.
Temelde üniversiteler belli başlı iki mali kaynaktan
beslenir. Bunlardan birincisi, devlet ikincisi de üniversite-
nin kendi olanaklarıdır. (Verilen hizmetler, döner sermaye
vb.)
Ancak mali kaynakların devletten veya kimi zaman ba-
ğış vb. yoluyla sermayedarlardan geldiği koşullarda, bu
kaynağın hangi ihtiyaca cevap vereceği ya da vermeyeceği
konusu kaynağı sunanlarca belirlenmek istenecektir.
Dolayısıyla bu üniversitenin bilimsel ve idari özerkliğini
de ihlal edecektir. Bu açıdan üniversite mümkün olduğun-
ca kendi kaynaklarını yaratmalıdır. Üniversiter öğretim,
üretime yönlendirildiğinde üretimle birleştirildiğinde, üni-
versite toplumda aynı zamanda bir üretici konumuna geti-
rildiğinde bu sorun kısmen aşılabilir. Şimdi, son derece ya-
şamdan kopuk öğretim veren fakülteler, o zaman insan ih-
tiyaçlarına göre üretimin -yaşamın- içine girmiş olurlar.
Örneğin ziraat fakültesi aynı zamanda, bir zirai ürünler
araştırma, geliştirme vb. üretim merkezi olarak, mühendis-
lik fakültesi, kendi mühendislik dalında hizmet veren bir
fabrika ya da büro olarak iş görebilir ve üniversiteye kay-
nak sağlayabilir. Böylece bir anlamda üretimle öğretimin
içice geçmesi sağlanmış ve üniversitelerin de kalitesinin
artması sağlanmış olur. Ancak ihtiyaçların salt bu yöntem-
lerle karşılanmaya çalışılması, üniversitenin ticarethane
haline dönmesini de sağlayabilir. Bu yüzden, devletin ayır-
dığı kaynağın daha fazlalaştırılması ve bu kaynağın kulla-
nımının tamamen üniversitelere bırakılması genel akade-
mik ve demokratik üniversite mücadelesinin bir parçası
olarak talepleştirilmelidir.
Üniversitenin demokratik olması, salt demokratik ve
çoğulcu bir yönetim kadrosuna sahip olmasıyla mümkün
olmaz. Üniversiteler aynı zamanda tamamen parasız olma-

97
lı, yabancı öğrencilere ana dilde öğretim hakkını tanınma-
lı, üniversitelerden polis, jandarma, vb. çekilmeli, her tür-
den gerici ve faşist örgütlenme dağıtılmalı, programlar ge-
rici ve şoven konu ve kavramlardan temizlenmeli, bilim-
selleştirilmeli, disiplin yönergeleri demokratikleştirilmeli
ve her şeyden de önemlisi öğrencilere örgütlenme özgürlü-
ğü ve siyaset yapma hakkı sağlanmalıdır. Üniversiteler si-
yasi erkten bağımsız, özgür tartışma ve bilim kurumlan
haline getirilmelidir.
Bu taleplerin kazanılmasında en büyük görev öğrenci-
lere ve akademisyenlere düşmektedir. O açıdan ortaklaşa
sorunlara da sahip bu iki kesimin (bilimin özgürleştirilme-
si, tekellerin baskılarından kurtarılması, konuşma yazma
vb. özgürlükleri sorunları) birlikte örgütlenebileceği ku-
rumlar sektörel bir perspektifle tartışılmalıdır.
Sözünü ettiğimiz kavramlar ÖDÜ mücadelesinde so-
mut birer talep olarak yükseltilmelidir.

98
F- ALTERNATİF OLARAK POLİTEKNİK
ÖĞRETİM

"Yarının eğitiminin çekirdeğinin ilk kez fabrika sistemi


içinde yeşerdiğini görmek için Robert Owen'in kitaplarım
okumak yeterlidir; bu öyle bir eğitim olacaktır ki, belli bir
yarın üzerindeki tüm çocukların eğitiminde üretim çalış-
masıyla öğretim ve jimnastiği kaynaştıracaktır. Üstelik bu
uygulama toplumsal üretimi artırmak için bir yöntem ol-
makla da kalmayarak, tam insan üretmekte yegane yöntem
olacaktır." (K. Marx)

Karl Marx'ın kapitalden aldığımız bu pasajı yarının


eğitiminin temel vurgusunu üretim-öğretim-jimnastik üç-
lüsü üzerine yöneltiyordu. Politeknik öğretimin temelleri-
ni kapitalizmde oluşturularak ve politeknik öğretim asıl
ola-rak sosyalizmde ifadesini bulacaktı. Ancak yaşanan
reel sosyalizm deneyimleri, toplumsal yaşamın bütün
hücrelerine nüfus eden ekonomizmin, politeknik öğretim
alanına da derinlemesine yayıldığını gösterdi. Reel
sosyalizmler politeknik öğretim alanında ciddi
deneyimler sunmakla beraber, temiz örnekler bırakmayı
başaramadılar. Politeknik öğretim, sosyalizmden
komünizme geçişte, kafa-eme-

99
ği ile, kol-emeği arasında ayrımın giderilmesinde zorunlu
bir süreç olarak, yanlız öğrencinin değil bütün bir toplum
için öngörülmüştü.

İşbölümü, emeğin tarihinde, insanlığın gelişimini sür-


dürebilmesinin zorunlu koşulu olarak doğmuştu. İnsanın
kendi emeğini kullanmadan başkasının emek-gücünü gas-
pederek yaşayabildiği sınıflı toplumlar üretimin gelişme-
siyle birlikte tarihte yerlerini aldılar. Özel mülkiyetle ta-
nımlanan sınıflı toplumlar üretimin gelişmesiyle birlikte
tarih sahnesine fırlamıştı. Özel mülkiyetle tanımlanan sı-
nıflı toplumlar salt, üretim aracı sahipleriyle, üretenler ara-
sındaki çelişkiyi ortaya çıkartmakla kalmamış aynı zaman-
da bir yönetme-yönetilme çelişkisini de koşullamıştır. Bü-
tün bu çelişkiler kendi kurumlarını da oluşturmuş ve maddi
üretimden kopan gruplar kısa zamanda entellektüel üretim
alanını ele geçirmişlerdir. Maddi üretimi ve insanı tüketen
çalışma şartlarına zorlanan emekçiler, süratle entellektüel
üretim alanının dışına itilmişlerdir. Entellektüel üretim bir
yanıyla kültürel gelişimi ifade ederken, diğer yanıyla da
üretimin ve toplumsal yaşamın yönlendirilmesini de
sağlamıştır. Sınıfsal bölünmenin temelini hazırlayan
üretim araçlarındaki gelişme bir süre sonra tersinden
işleyerek, kafa ve kol-emeği arasındaki ayrıma son vere-
cek teknik temelleri de hazırlamaktadır. Bilindiği gibi ka-
fa-emeği, kol-emeği çelişkisine son vermek demek; kafa-
emeğinin, kol-emeği yerini alması demektir. Kapitalizm-
de, üretim araçlarının kullanımında özel beceriler gerekti-
ren her durum, kapitalisti, o üretim aracını kullanan insana
bağımlı kılar. Üretim aracının kullanımı için gerekli beceri
işçinin elinde pazarlık gücü olarak değer kazanırken,
burjuvaziyi de beceriyi asgariye indiren makinelerin yapı-
mına iter. Bir işçiyi diğerinden ayıran her türlü farklılık

100
teknolojik gelişmelerle ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bu
gelişim uzmanlaşmanın gerekliliğini ortadan kaldırırken
aynı zamanda bir işçinin üretim sürecinin tüm alanlarında
faal hale gelmesinin önünü açarak, sosyalizmin teknik te-
mellerini hazırlamaktadır. Her bireyin bilgilenimi ve bilgi-
ye ulaşma olanakları farklılık gösteriyorsa, bireylerin ya-
şamı algılayışları ve yaşama müdahale olanakları/ediş bi-
çimleri de farklılık gösterir. Bu durum bir kişinin, başkası
üzerinde egemenlik kurmasının ön koşulunu hazırlar. İşte
politeknik öğrenim bireyler arasındaki farklılıkları (eşit-
sizlikten kaynaklanan) bütün üretim süreçlerinin bilgisini
vererek, her türlü üretim alanında üretimde bulunacağı bil-
gilenimi ona sunarak, bütünü kavrayaşın önünü açarak, or-
tadan kaldırmaya çalışır. İş ortadan kalkmaz ancak insan-
ları işe göre konumlandıran, sınırlar koyan işbölümü orta-
dan kalkar.

Politeknik öğretim, okulu yaşama yaklaştırma kuramı-


nın, toplum bilimler ve pozitif bilimler açısından teknik te-
mellerinin öğretildiği ve pedogojik örgütlenme yöntemle-
rini de ifade eden bir kavram olduğu gibi kısaca; öğretim
bilgisinin devrimci bir tarzda üretimle birleştirilmesinin
yöntemi olarak da tanımlanabilir.
Politeknik öğretim sosyalizmin kurumudur ve kapitalist
ekonomi politiğin ve insan tipinin eleştirel yorumu üzerin-
de inşaa edilir. Politeknik öğretim genel öğretim ve uygu-
lamalı öğretim olmak üzere iki temel üzerinden şekillenir.
Öğrenciler, genel öğretim kavramı içerisinde maddenin
hareket yasaları olan pozitif bilimlerle, toplumların hare-
ket yasaları olan toplum bilimleri, diyalektik bir bütünlük
içinde kavrarlar. Kapitalist eğitimin tersine fizik, kimya,
biyoloji... vb. pozitif bilimler birbirinden ayrılıp kopartıl-
madan verildiği gibi, yaşamdaki karşılıkları üzerinden de

101
somutlamalara giderek öğretilir. Şüphesiz, bilginin kulla-
nımı için gereken soyutlamalar ve sınırlandırmalar yapılır-
sa da, pratiğin alanına girildiğinde, soyutlamalarımız so-
mutun içerisinde erimelidirler. Örneğin, bir gemi yapmak
için bir fizik yasası olarak Arşimet'in "suyun kaldırma
kuvveti" yasasını bilmek yetmez ya da bir çekirdek etra-
fında farklı enerji seviyelerine göre dizilen elektronların
hareketi, kimyadan soyutlanarak salt fizik yasalarıyla
açımlanamaz, bunların herbiri bilimin bütünüyle ilgilidir.
Fiziğin içinde öğretilen matematik, kimya vb. önce labora-
tuvarda, sonra fabrikada, tarlada, yaşamın pratiğinde sına-
nırlarken, aynı zamanda toplum bilim alanındaki yansıma-
ları yönünden de değerlendirilmelidirler. Politeknik öğre-
tim sırasında öğrenci salt öğrenen (kendisine bilgi depola-
nan) olmaktan çıkar. O aynı zamanda bir üreticidir de.
Toplum bilim alanında öğrenilenler ise önce tarihin labo-
ratuvarında sınanırlarken, politika alanında da denenirler.
Çünkü öğrenci politikanın da aktif bir unsurudur. (Partinin
bir üyesi, bir sendikacı, Sovyetlerde bir delege... vb) Fabri-
kadaki her yeni tekniğin, her üretimin toplum bilim alanın-
daki yansımalarının da bizzat farkına varır. Öğrenci bir de-
netleyici yönetici, üretici olarak sosyal hayata müdahale
eder. Kapitalist toplumda pek alışılmış olmayan bir biçim-
de öğrenciler, toplumun diğer üyeleri gibi politikanın da
üreticisi durumundadırlar. Öğrenci okulda soyut olarak öğ-
rendiği sosyolojiyi (bütün alt kollarıyla) ülke ölçeğinde
görme, uygulama ve üretme şansına sahiptir. O, kapitalist-
ten farklı olarak, fabrikada kullanılan teknolojinin üretimi
artırıp artırmadığını bilmek dışında, bu teknolojinin ülke
ekonomisi ve sosyal yaşam üzerindeki etkilerini de bilmek
durumundadır. (Araba sayısı, araba lastiği üretiminden
fazla ise arabalar bir işe yaramaz. Kullanılan teknolojinin
çevreye ve insana etkisi irdelenmelidir. Teknoloji ne denli

102
üretken olursa olsun insana ve doğaya zarar veriyorsa uy-
gulanmalıdır vb. gibi) Politeknik öğretim öğrencilere so-
yutlama yapma ve senteze ulaşmayı öğretmeli, tümevarım
ve tümdengelimin diyalektik birliğini kavratmalıdır.
Politeknik öğretim, öğrenciye (işçiye) birden fazla işi
yürütebilecek bilgi ve beceriyi sağladığı için monoteknik
eğitimde olduğu biçimiyle işçiyi sadece bir işe, makinaya
mahkum etmez. Üretim sürecinin farklı safhalarında, çe-
şitli sürelerde iş yapan/yapabilen işçi bütünü kavrayarak
ürettiği ürüne yabancılaşmaz. Emek (insan) bir işe ve ma-
kinaya bağımlı olmaktan çıkar. Kapitalizmde varolan mo-
noteknik eğitimin zorunlu sonucu olarak doğan "ya o işi
yapmak ya da işsiz kalmak" olgusu ortadan kalkar. Poli-
teknik öğretim bütünün bilgisini verdiği ölçüde kafa ve
kol-emeği arasındaki ayrımı da ortadan kaldıracak temeli
hazırlar. Fabrikada bilgisayar kumandalı torna tezgahında
çalışan işçi, sahip olduğu bilgi ve becerilerle fabrikanın
denetleyicisi ve yöneticisi de olabilir. Üretim sürecinde
kullanılan yüksek teknoloji ve işçilerin niteliğindeki artış,
üretkenliği arttıracak ve böylece birim zamanda üretilen
ürün miktarının artışı gerçekleşecektir. Bu artış günlük ça-
lışma süresini (işgünü) süratle azaltacak ve işçi kendine
ayıracak uzun bir zamana sahip olacaktır. (Proleterin yaşa-
mı mesai bitince başlar-Marks) Politeknik öğretim, sosya-
lizmin koşullarında emeğin insancıllaşması ve insanın öz-
gürleşmesinin yolunu açacaktır.

Politeknik öğretimin kapitalizm koşullarına (kapitalizm


işleyiş yasaları gereği) uygulanması mümkün değildir. An-
cak, yine aynı koşullar politeknik öğretimin karikatürleri-
nin yaratılmasını da zorlamaktadır. Özellikle meslek lise-
leri ve üniversiter eğitimde uygulanan stajlar, böylesi bir
karikatürün tipik örnekleridir. Staj, ucuz emek-gücü sağla-

103
masının yanında asıl olarak işbölümünün pratikte
pekiştirilmesi işlevini yürütür. Bütünü kavratmak,
işbölümünü ortadan kaldırmak gibi amaç gütmez.
Kapitalizm üretim sürecinde, üretim organizasyonu
alanında yeni arayışlara yönelmiştir. Fordist yöntem çeşitli
iş kollarında terkedilirken, yerine uygulamaya konulan
"esnek uzmanlaşma" yöntemi, yine benzer bir karikatürü
önümüze sunmaktadır. Esnek uzmanlaşma; "emeğin
değişken (politeknik) nitelikte olmasını, işçilerin karar
alma mekanizmasına katılmasını, işçilerin kafa-
emeklerinin de kullanılmaya başlamasını, böylece
üretimin yoğunlaştırılmasını öngörmektedir." (El-ger
1991, Brahurd ve Fullgrabe) Ama, kapitalizmin elinde bu
niteliklere sahip işçiler yoktur. Uygulanan monoteknik
eğitimin böylesi insanlar yaratarak, bu üretim organizas-
yonuna izin vermesi mümkün değildir. Ancak bu çaba dahi
"Marksizmin yüzyıllık öngörülerinin utangaç, çekingen bir
onayından başka birşey değildir." Politeknik öğretim,
dünyanın bütünlüklü kavranışının yollarını açmak ve bu
temel üzerinden komünist insanı yaratmak üzere kurgulan-
mış ve kurgulanacak bir öğretim modelidir.

104
G- GENÇLİĞİN KENDİLİĞİNDEN HAREKETİ
VE BİR PERSPEKTİF OLARAK SEKTÖREL ÖR-
GÜTLENME

Gencin, kişiliğini çok yönlü geliştirme ve kendini özgür


ve yaratıcı bir varlık olarak oluşturma talebi, mesleki ve
teknik eğitim alanında (bu yönü taşıması nedeniyle aynı
zamanda üniversiter alanda da) genci iki tür çelişki ile kar-
şı karşıya bırakır. Temel çelişki olarak daha önce de belirt-
tiğimiz gibi egemenin ona yüklemeye çalıştığı rol ve kim-
lik ile gencin kendisinde görmek istediği kimlik ve rol ara-
sındaki çelişki, ikincil olarak alanın kendi iç dinamikleri-
nin dayattığı bilim ve ideoloji anasında ortaya çıkan çeliş-
ki. Bu çelişkiler genci kendiliğinden bir mücadele ile karşı
karşıya bırakır. Devrimci bir özü de içinde barındıran,
öğrenci dernekleri, konseyler, koordinasyon...vb. mücade-
le örgütlülükleri önlerine "nasıl bir eğitim?" sorusunu koy-
muş ve yanıtlar üretmeye çalışmıştır.
Tam da bu noktadaki, üretim-yeniden üretim bağıntısı,
nasıl bir eğitim sorusuyla, nasıl bir üretim sorusunu çakış-
tırmaktadır. Diğer bir deyişle, üretim süreci ve gelişme di-
namikleri dikkate alınmadan, eğitim süreci ve dinamikleri
algılanamaz. Gencin mesleki ve teknik eğitim sürecinde

105
yaşadığı sorunları ve talepleri, nasıl bir mesleki kimliğe
(sınıfsal) yöneldiği dikkate alınmadan kavranamaz ve for-
müle edilemez. Benzer biçimde üretim süreçlerinde işçinin
yaşadığı sorunlar; eğitimin üretim için yapıldığı (maddi
üretim-üretim ilişkilerinin üretimi) gözönüne alındığında,
eğitim süreçlerinin gerçekte üretim sürecinin sorunlarını
da her gün yeniden ürettiği saptanır. İşte bu tespit bizi üre-
tim ve yemden üretim süreçlerini yani üretimi ve eğitimi
ortak bir kavrayışla ele almaya yöneltmiştir.

Üniversiter eğitim pozitif bilimler alanında, direkt ola-


rak üretim sürecine kalifiye eleman yetiştirdiği bilindiğin-
de, işbölümü temelinde örgütlenmiş ve farklı sektörlere
bölünmüş kapitalist üretim biçiminin yine kendi örgütlen-
me modelini Üniversiter eğitim alanına yansıtacağını sap-
tarız. Kapitalist üretim, her sektöre uygun bilgi, birikim,
yetenek ve ideolojik donanıma sahip insanlara ihtiyaç du-
yar. Bu nedenle kendi üretim sektörlerine uygun düşecek
yansımalarla eğitimi de sektörlere ayırır.
Farklı eğitim sektörlerinde farklı eğitim politikalarını
belirleyen, o sektörün ihtiyaçları ve o üretim sektöründe
izlenen üretim politikasının ta kendisidir. Örneğin; otomo-
tiv sektöründe montaja dayalı bir üretim politikası izleni-
yorsa, mühendislik fakültelerindeki eğitim biçimi de bu
politikaya uygun olarak şekillenir. Kalite kontrol ve iş ida-
resi, bilimsel buluş, yenileştirme ve geliştirmenin önüne
geçer.... vb.
Sistem her sektörde farklı bir eğitim-öğretim biçimi iz-
lerken, her sektöre özgü farklı insan tiplerini yetiştirmeyi
hedefler. Bu noktadan bakıldığında ilk bakışta homojen gi-
bi görünen Üniversiter eğitimin gerçekte oldukça heterojen
olduğunu farkederiz. Bu bağlamda üniversiteli gençlik de
aynı kimliği taşıyan özdeş insanlar bütünü olmaktan çıkıp,

106
alanın farklı sektörlerinde yoğunlaşmış ortak yönleri ve
sorunları kadar spesifik farklılıkları, sorunları ve hareket
alanları bulunan kompleks bir yapı oluşturur. Böylesi spe-
sifik farklılıkları, çelişkileri ve hareket alanları olan üni-
versiteli gençliğe, hepsini kesen onu tek ve homojen bir
yapı olarak ele alan bir örgütlenme ve mücadele programı
sunmak bugüne kadar görülen örgüt ve hareket tiplerinin
ortak hatasıdır. Şüphesiz bütün üniversiteli gençliği kesen
ortak bir eksenin olmadığını söylemiyoruz. Bu ortak ek-
sen; sorunun temel kaynağını oluşturan üretim tarzının ta
kendisi olup, sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik her
çaba siyasal bir mücadelenin anaforuyla birleştiğinde reel
bir anlam kazanacaktır. Örgütlenme biçimimiz ne olursa
olsun, eğer sektörel bir anlayışla biçimlenmiyorsa, doğal
olarak farklı sektörlerden gelen öğrencilerin ortak paydasını
sekonder çelişkiler oluşturmakta, mücadelenin ekseni
YÖK, harçlar, beslenme, ulaşım, barınma... vb. ayrıntılar
üzerine yönelmektedir.
Nasıl bir eğitim sorusu, farklı mesleki eğitim branşları-
nın üretim ve üreticilerden kopukluğu da gözönüne alındı-
ğında anlamsızlaşmakta, nasıl bir eğitim sorusu, nasıl bir
üretim sorusuyla bütünleşmediği noktada siyasal bir içerik
kazanma şansını da yitirmektedir. Bu tip bir temel argü-
man ve realite üzerinde yükselmeyen, her tür siyasallaşma
çabası, öğrenci hareketini süratle sağ ve sol sekterizme it-
mekte, bu yapıların araç üzerinden sürdürdükleri kapışma-
lar "ideolojik" ayrımlarmış gibi algılanır hale getirmekte-
dir. Diğer yandan böylesi bir biçim, aynı mesleki kategori-
de, aynı sorunları yaşayan öğrencilerin eğitimden/üretim-
den kaynaklanan sorunlar etrafında biraraya gelme olanak-
larını da ortadan kaldırmaktadır. Bu kurgu içerisinde öğ-
rencilerin asıl olarak meslek edinmek, geleceklerini kazan-
mak için okulda oldukları gerçeği de silinip gitmekte,

107
okulda sürdürdüğü mücadelenin yansımasını üretim alan-
larında göremeyen öğrenci, okul sonrası yaşamda hem de-
mokratik hem de siyasi mücadelenin dışına düşmektedir.
Eğitimin üretim için yapıldığı gerçeği gözönüne alındı-
ğında üretim alanının sorunları konusunda bilgilenme ve
çözüm önerileri ortaya atılmadan, bütünlüklü bir kavrayı-
şa ulaşılmadan, eğitimin sorunları üzerine doğru tespitler-
de bulunmak da mümkün olmamaktadır. Ciddi bir gelecek
kaygısı içinde bulunan genç, gelecekte karşılaşacağı so-
runların, bugün karşılaştığı sorunlarla olan bağını göreme-
dikçe ya da yaygın deyimiyle sınıfla bağ kuramadığında,
öğrenci gençliğin mücadelesi okul sonrasında devam et-
memekte, alanda elde edilen bilgi ve birikimde heba olup
gitmektedir.
Bu karmaşadan sıyrılabilmenin yolu, üniversite gençli-
ğini, "nasıl bir eğitim sorusunu, nasıl bir üretimden yana-
yız sorusu" ile birleştirecek bir örgütlenme perspektifinin
hayata geçirebilmekten geçmektedir. Biz bu perspektife
Sektörel Örgütlenme adını veriyoruz.

Kitlelere yaşamı bütünlüklü algılama olanağı vermeyen


örgütlenmeler, sosyalist müdahaleye de olanak sunamaz-
lar. Bu anlamda okulda yaşanan, yemek, barınma, harç vb.
sorunlara yanıtlar arayarak sosyalist çözümlere ulaşmak
boşuna bir çaba olacaktır. "Kişiyi kendi sınırlarından alıp
daha yeni bir perspektife taşıyan, bu anlamıyla da sorun-
ları, neden ve oluşum mekanizmalarıyla sorgulamaya iten,
bugünün sorunlarını, yarınıyla ele alan, gençliğin bugü-
nünü ve yarınını birlikte örgütlemeye çalışan biçimler an-
cak sosyalist müdahalelere olanak sağlarlar." Öyleyse:
Sektörel Örgütlenme ile öğrenci gençlik bugünden ha-
zırlandığı, yarın taşıyacağı mesleğin sorunlarını önüne
koymalıdır. Bulunduğu sektörde üretim faaliyetinde bulu-

108
nan kişi, kendi alanının sorunlarının bir parçası olarak, o
alana eleman yetiştiren ve eğitim kurumunun sorunlarını
(üretim alanının çelişkilerinin yeniden üreticisi olarak)
önüne koymalıdır. Bu andan itibaren sendikal mücadele,
eğitimin sorunlarım da kapsayarak farklı bir savaşım, işçi
açısından bütünü kavramanın önünü açarak, siyasi tavır
alıp zemin hazırlayacaktır.
Kafa ve kol-emeği arasındaki bölünmeyi, kafa-emeği-
nin özgün bir biçim olan bilim üretimini de dikkate alarak,
her sektörde bilim (yeni bilgiler üretilmesi), üretim ve eği-
timin sorunlarını ortak bir anlayış ve kavrayışla ele alacak
ve çözümler üretmeye yönelecek, bilim emekçilerini, işçi-
leri ve öğrencileri (mesleki ve teknik eğitim alan gençliği
de) kapsayacak, meşru zeminlerde presendikalist sektörel
örgütlenmeler yaratmak önümüzde duran bir görevdir. (Bu
bölüm için Bkz. II. Bölüm, "Sektörel Örgütlenmeden Dev-
Genç'e")

109
110
II. BÖLÜM

111
112
A- GENÇLİK ÖRGÜTLERİ KATEGORİLERİ

Bu bölümde, gençliğin örgütsel sorunlarını, kadro-kitle


örgütü boyutuyla tartışmaya çalışacağız. Bu tartışma esna-
sında, mevcut duruma yönelik çözümlemelerimizle, öneri-
miz olan sektörel örgütlenme perspektifli Dev-Genç proje-
sini, daha fazla açımlamaya, ete-kemiğe büründürmeye ve
aynı zamanda ilk bölümdeki teorik tespitlerimizin pratik
ayaklarını, kaidelerini oluşturmaya çalışacağız.

Örgüt sorununu kadro-kitle örgütü bağlamında tartış-


mak, aslında örgütün nitelik sorunsalına yönelik bir tartış-
ma açmayı gerektirmektedir. Her örgütün, programında
ifadesini bulan bir veya bir takım amaçları vardır. Bu
amaçların niteliği aynı zamanda (ve buna uygun olarak ta
eylemselliği) örgütün niteliğini ifade eden asli öğedir. Ay-
nı zamanda, programın belirleyiciliği altında tüzükte ifa-
desini bulan üyelik normları da örgütün niteliğine yönelik
olarak bize ipuçları verir. Örneğin; iktidarı zorla ele geçir-
meyi programatik olarak hedefleyen bir örgüt, kuşku yok-
tur ki buna uygun bir üye normuna, çalışma tarzına ve ey-
lemselliğe ihtiyaç duyacaktır. Bu öğeler o örgütün niteliği-

113
ni belirler. Bu örgüt mevcut toplumsal koşullar da dikkate
alındığında, amacına ancak, nitelikli, sıkı örgütlenmiş, di-
siplinli ve gizliliğe önem veren bir profesyoneller -kadro-
faaliyeti ile ulaşılabilir. Bu örgütün, ne kadar kitlesel olup
olmadığı tartışma konusu olmaksızın, bu bir kadro örgütü-
dür.
Aynı şekilde, bir örgütü "kitle örgütü" yapan temel be-
lirleyici de onun programıdır. İktidarı zorla almayı hedef-
lemeksizin, (düzen dışı bir niteliğe sahip olmaksızın) ikti-
darı hedeflesin (örneğin siyasal partiler) ya da iktidar üze-
rinde baskı uygulamak suretiyle onu geriletmeye ve ödün-
ler kopartmaya çalışsın ya da iktidarı hedeflemesin (sivil
inisiyatif örgütleri, İHD, Baro, Sendikalar, Öğrenci Der-
nekleri) demokratik işleyişe sahip bu kurumlar birer De-
mokratik Kitle Örgütleridir. Demokratik Kitle Örgütleri,
kadro örgütlerinin tersine yatay olarak ve aşağıdan yukarı
örgütlenirken, kadro örgütleri yukarıdan aşağıya ve dikey
örgütlenmek zorundadırlar. Kitle örgütleri, nispeten çok
daha gevşek bir üyelik kriterine sahiptirler. Üyelerde, pro-
fesyonellik kriterleri aranmaz. Kitle kavramı, toplumun
ortak amaçlar ekseninde örgütlü ve en duyarlı, hareket ka-
biliyetine sahip insanlarını ifade etmektedir. Bu yüzden,
hiçbir özelliğe sahip olmayan insanların oluşturduğu, yığın
olarak ifade edilebilecek topluluklardan farklılığı göz
önünde tutulmalıdır. Kitle kavramına yüklediğimiz anlam
göz önünde tutulduğunda "kitle çizgisi" anlayışının kimi-
lerinin anladığı gibi, "kitlelerin geri yönlerine takılmak"
anlamına gelmeyeceği görülmektedir. Tam tersine kitle
çizgisi, toplumun en duyarlı ve örgütlü bu kesiminin, poli-
tika sahnesine daha etkin, daha güçlü olarak girmesi için,
devrimcileşebilmesi için göz önünde bulundurulması gere-
ken, insanlara kendi pratiklerinden öğrenme fırsatını vere-
rek onları daha aktif kılmayı gözeten bir anlayış, eylemsel-

114
lik çizgisidir. Kitleyle birlikte hareket etmek, onu, çelişki-
lerinden ve çekincelerinden kurtararak devrimcileştirmek,
-elbette geri yönlerine teslim olmadan- eğer devrimi tek
başımıza yapmak gibi bir düşünceye sahip değilsek mutlak
bir zorunluluktur. Bu yüzden kitle çizgisi, bir kadro örgütü
ile kitle örgütü arasında önemli bir değiş noktasıdır. Çift
yönlü olarak, hem kadro örgütünü, hem de kitle örgütünü
besleyecek ve geliştirecek, etkin kılacak bir perspektiftir.
Gençlik alanında da gençliğin kadro örgütleri ile kitle
örgütleri arasındaki ilişki bu perspektifle kurulmalıdır.
Gençliğin mücadele geçmişi, bu perspektifin yanlış kav-
randığının kanıtlarıyla doludur. Kimi gençlik gruplarının
kendisine yakıştırdığı "öncü" misyonu nedeni ile kitleden
kopuk hareketi, kimi grupların kitle çizgisi diye, kitle dahi
olmayanların pasifist isteklerinin arkasına takılması, siya-
sal arenada birbirini takip edip bugüne kadar gelmiştir. An-
cak bugün gençliğin temel sorunu bizce, bir program çer-
çevesinde örgütlenen merkezi, demokratik bir kitle örgütü-
nün olmayışıdır. Kitlesel gençlik hareketlenmelerine rağ-
men bu hala bir eksiklik olarak baş köşede durmaktadır.
Fakat şimdilik bu sorunu sonra tartışmak üzere bir kenara
bırakarak gençliğin kadro ve kitle örgütlerine daha ayrıntılı
bir göz atalım.

A.1- BİR KADRO ÖRGÜTÜ OLARAK KOMSO-


MOL

A.l.l- KOMSOMOL NEDİR?

Komsomol, kısaca partinin gençlik örgütü olarak ta-


nımlanabilir. Henüz sosyalizmle tanışmış gençleri politik,
teorik, sanatsal, estetik vs. disiplinlerde yetkinleştiren,
marksist bilimi kavratmaya çalışan, siyasi polise ve devle -

115
tin her türden saldırılarına karşı uyanıklığın kazandırıldığı
örgütsel bağımsız bir örgütlenmedir komsomol. Yani bir
anlamda partinin hazırlık okuludur.
Partinin politikalarının gençlik alanında devamının ve
yayıcılığının garantisi olan gençlik örgütü komsomol,
gençliğin ileri unsurlarınca oluşturulur. Bu yönüyle kom-
somol, demokratik kitle örgütünden farklılaşarak, gençli-
ğin - tüm sınıf ve tabakalardan gençliğin- partiye hazırlan-
dığı bir kadro örgütü halini almaktadır.
Komsomol, gençliğin var olduğu bütün alanlarda siya-
si çalışma sürdüren siyasi bir örgüttür. Temel olarak işçi-
emekçi gençliği saflarına katmaya çalışması, onun öğrenci
gençliğe mesafeli duracağı anlamına gelmemektedir. Aynı
şekilde, siyasi faaliyetin nispeten kolaylığı ve daha çabuk
örgütlenebileceği düşüncesi ile salt öğrenci gençlik içinde
var olmak da handikaplı bir durumdur.

Komsomolun çalışmalarını salt öğrenci gençlik zemin-


inde yürütmemesi, siyasi ve örgütsel çalışmasını işçi-
emekçi gençliğe yöneltmesi gerekir. Partinin ağırlıklı ola-
rak proletarya içinde yürüttüğü çalışmaları, diğer sınıf ve
tabakalara yönelik çalışmalarla koordineli bir biçimde yü-
rütmesi gerektiği gerçeğinden hareket edersek, komsomol
da partinin çalışmalarını yürüttüğü bütün sınıf ve tabakala-
rın genç unsurlarını örgütlemeye çalışacaktır/örgütleye-
cektir.
Ancak komsomolun çalışma alanı salt genç işçi-emek-
çi kesim değildir, olmamalıdır. Önemli olan işçi-emekçi
gençlerin biraz daha ekseriyetle bulunduğu, gençlik kitle-
sini partiye hazırlama misyonudur. Fakat, parti üyesi ol-
masının kriterini de hangi sınıfsal zeminden gelindiği
oluşturmaz. Çünkü;

116
"Parti üyesi olmanın kıstası, proleter kökenli olmak de-
ğil, komünist olmaktır. Kişisel yaşamını proleterya partisi-
nin yaşamıyla bütünle sürebilmek, gerektiğinde 24 saatim
parti çalışmalarına verebilmektir. Bir öğrenci komitesi işe
yaramaz, istikrarlı değildir, çok doğru. Ama bundan çıka-
rılması gereken, bir profesyonel devrimciler komitesi kur-
mamız gerektiği sonucudur. Ve bir öğrencinin mi, yoksa bir
işçinin mi profesyonel devrimci olabileceği sorunu önemli
değildir." (V.İ.Lenin).

Öğrenci gençlik içinde taban bulmak, öğrenci gençliğin


"yarı aydın" konumu, çabuk kavrayışı vb. nedenler dolayı-
mı ile daha kolaydır. Ancak konuya ilişkin temel yönelim,
öğrenci gençlik içindeki kazanılacak kadroları, işçi gençli-
ğin, örgütlenmesine seferber etmek şeklinde olmalıdır.
Belli bir örgütlülük seviyesine gelindiğindeyse, işçi genç-
lik, kendi kendisini örgütleyebilecek niteliğe kavuşacaktır.
Öğrenci gençlik, farklı alanların örgütlenmesine yönlendi-
rildiğinde, içinde olduğu alanı aşacak, toplumsal muhale-
fetin ve mücadelenin geneli hakkında bilgi sahibi olacak
ve ayrıca örgütçü, ajitatör, propagandist özelliklerini de
geliştirecektir.
Doğaldır ki, sosyalist hareketin sınıfla yeterince çakışa-
madığı, sosyalist hareketle sınıfın ayrı mecralarda devindi-
ği içinde olduğumuz süreçte, komsomol çoğunlukla öğren-
ci gençlikten oluşmak zorunda kalmaktadır. Ancak anlık
koşullar teorileştirilmemeli, işçi, emekçi gençliği saflara
kazanabilmek için en iradeci şekilde faaliyet sürdürülmeli-
dir. Bütün nesnel zorlamalara rağmen temel şiarımız işçi,
öğrenci ve köylü gençliğin aynı komünist gençlik örgütü
içinde, aynı çatı altında örgütlenmesi olmalı, bizde de geç-
mişte tartışılan tarzda -işçilerle öğrencilerin çok farklı dün-
yalara sahip oldukları gerekçesi ile- çift komsomol (öğren-

117
ci komsomolu, işçi genç komsomolu) gibi sapmalardan
uzak durulmalıdır. Zira komsomol, bir okul olma işlevini
ancak gençliğin farklı kesimlerine ve farklı sınıf ve taba-
kalarının bilgisine sahip olabildiğinde yerine getirebilir.
Aksi taktirde işçi gençlik komsomolu dünyaya kendi, öğ-
renci gençlik komsomolu da kendi gözüyle bakacaktır ki,
bu bakış bütünü kavrayamayacak ve dönüştüremeyecek
olduğu için marksist olmaktan oldukça uzak olacaktır.

Sınıf mücadelesinin içinde olduğu nesnellikten dolayı,


yukarda sözünü ettiğimiz tarzda öğrenci gençliğe fazlasıy-
la dayanan bir komsomol içinde tehlikeyi de fazlasıyla ta-
şımaktadır. Çünkü, öğrenci gençliğin sahip olduğu "küçük
burjuva" zaafların ve ruh halinin parti saflarına sızma ihti-
malinin kuvvetle mevcut olduğu durumlar başlı başına bir
risk faktörüdür. Bu tür durumlar göz önüne alınarak, kom-
somolun aday üyesi, uzunca bir süre organlı faaliyette göz-
lenmeli, yetenekleri, disiplini, kararlılığı, cesareti değer-
lendirilmeli, üyeliği içinde belli sayıda yoldaşın önerisi
göz önünde tutulmalıdır. Siyasal mücadele içinde en yet-
kin militandan, en yeni sempatizana kadar herkes kabul et-
tikleri sorumluluklar karşısında denetlenmelidir. En büyük
tehlike denetlenemeyen ilişkilerdir.

A- 1.2 "İDEOLOJİK-POLİTİK BAĞIMLI, ÖR-


GÜTSEL BAĞIMSIZ" KAVRAMINDAN NE ANLA-
ŞILMALI?

Komsomolu yukarıda tanımlarken, "örgütsel bağımsız"


sıfatını kullanmıştık. Ancak bu tanım -örgütsel bağımsız-
lık- ancak "ideolojik-politik bağımlılık" koşulu göz önün-
de bulundurulduğunda anlam kazanabilir. Sosyalist genç-
lik örgütü (komsomol) partiye ideolojik ve politik olarak

118
bağımlı, örgütsel olarak bağımsız şekilde örgütlenmek zo-
rundadır. Nedir ideolojik-politik bağımlılık, örgütsel ba-
ğımsızlık? Bundan ne anlaşılmalıdır? Sözünü ettiğimiz
ideolojik-politik bağımlılık örgütsel bağımsızlık tamlaması
ilk elden iki durumu saptamaktadır. (Hem bağımlılık
hem bağımsızlık)

l- Komsomol partinin doğal bir uzantısı değil, özgül bir


alan olan gençlik içinde faaliyet gösteren, içinde olduğu
alanın özgüllüğüne göre şekillenmiş "ayrı" bir örgüttür.
Gençlik toplumsal bir kategori olarak daha önce de dillen-
dirdiğimiz gibi henüz bir kimlik edinme sürecini tarifle-
mektedir. Toplumsal rolü henüz belirleme aşamasında olan
genç henüz düzene adapte edilmemiştir. Bu yüzden genç
bireyin oluşturmaya çabaladığı kimlikle, düzenin ona ver-
meye çalıştığı kimlik arasındaki çelişki, gencin kapitalist
toplumda yaşadığı temel çelişkidir. Bu temel çelişki bu
alanın özgüllüğünü yaratmaktadır.
Sınıfsal konumu her ne olursa olsun, bu çelişkiyi tüm
gençler yaşamaktadır. Gencin kendisini özgür ve yaratıcı
bir birey olarak varetmeye çalışması ile düzenin onu tek
tipleştirmeye çalışması arasında var olan çelişki, gencin
içinde olduğu alanın özgüllüğüne göre de farklı şekillerde
ortaya çıkar.
Sistemin genci tektipleştirme ve yabancılaştırmaya yö-
nelik saldırısı, şekli olarak değişir. Üniversitede bu tektip-
leştirme ve yabancılaştırma, bilimin ideolojikleştirilmesi
ve parçalara bölünmesi şekliyle olur. Bilimin ideolojikleş-
tirilmesi ve parçalanması üniversitedeki gencin bilime ya-
bancılaşmasını, üniversitede bilimi bütünlüklü kavraya-
mamasını sağlar. Bilimin nesnel yasaları, gencin kendini
özgür ve yaratıcı bir birey olarak varetmesinin temel ko-
şullarını oluşturur. Yaşanan yabancılaşma, genci burjuva

119
ideolojisine yakınlaştırır, sisteme entegre eder. Bu yaban-
cılaşmaya her karşı koyuş, bilimin özgürleşmesi talebini
de içermek suretiyle, bir anlamda burjuva ideolojisine bir
karşı koyusu ifade eder ki bu karşı koyuş politiktir. Entel-
lektüel alanda bu yabancılaşma, gencin, düzene adaptas-
yonu, bilimin çarpıtılarak aktarılmasıyla olacağı için daha
dolaylı bir seyir izler. Bu alanda gençlerin yan aydın ko-
numu göz önünde bulundurulduğunda, daha çabuk kavra-
yabildikleri göz önünde tutulduğunda öğrenci gençlerin bu
yabancılaşmaya karşı neden daha çabuk mücadele safları-
na katıldıkları anlaşılabilir.

Üretim sürecinde ise, genç işçinin geleceğe dönük ha-


yalleri ile yaşamın nesnel gerçeklerinin çatışması sözünü
ettiğimiz gençliğin temel çelişkisinin alan özgülündeki
yansımasını oluşturur. Yaşanan bir bakıma, üretim süreci-
nin tektipleştirici ve yabancılaştırıcı etkisi ile gencin ken-
disini özgür ve yaratıcı bir birey olarak üretme isteği ara-
sındaki çelişkidir. Genç işçi geleceğine dair kendisine ait
bazı planlara sahiptir. Kendisinde, geleceğin tayin hakkını
görür, bu yanıyla yabancılaşmamıştır ve aynı zamanda
kendi dışındaki güçlerin (patron, kapitalizm vb.) "nelere
kadir olduğunun" henüz farkında değildir.
Genç işçiler, çoğunlukla, ileride kendilerine ait bir işye-
rinin sahibi olmak ya da kendi patronları olmak gibi hayal-
leri taşırlar. Bu hayaller, kendi geleceklerini kendilerinin
tayin etme isteğini içinde barındırdıklarından ötürü gencin
yabancılaşmamış olduğunun kanıtı niteliğindedir. Kendi
geleceklerine kendilerinin dışında müdahale edecek güçle-
rin nelere kadir olduğunu henüz yeterince kavramamış ol-
duklarından ötürü, geleceğe yönelik niyetlerinin, istedikle-
ri gibi bir gelecek kurmak için yeterli olduğunu düşünür-
ler.

120
Genç işçiler, düzene daha az değiş noktasına sahip ol-
duklarından dolayı (evlilik, aile sorumluluğu gibi) iş kay-
betme korkusunu genç olmayan -düzene entegre olmuş-
işçilere göre daha az yaşarlar. Geleceğe yönelik kendi ha-
yallerine sahip olmaları, ev, aile sorumluluklarına sahip ol-
mamaları (genç işçilere oranla), henüz düzene yeterince
engetre edilememiş olmaları, onları diğer işçilere göre da-
ha isyancı ve daha heyecanlı kılar. Grevlerde, direnişlerde
genç işçilerin daha önde olmalarının temelindeki neden iş-
te budur.

Üretim süreci içinde geçirilen yıllar, bir bakıma düzene


adaptasyonu sağlayan en önemli etkendir. Geçen yıllar
içinde, genç işçi, kendi geleceğinin temel belirleyeninin
kendisinin olmadığı, kapitalizmin "görünmeyen elinin" ol-
duğunu farkeder. Bu fark ediş, makina karşısında geçirilen
yıllar içinde, işçinin kendi üretimini denetleyememesi ve
yönetememesi -yani ürününe yabancılaşması- nesnel ze-
mini üzerinden şekillenir.
Üretim süreci, gençler için, genç olmayanlara nazaran
bir çok zorluklarla, engellerle doludur. Her ne kadar, genç
ya da değil işçi son tahlilde aynı sömürü ilişkisine tabi ka-
lıyorsa da, bu ilişkinin yoğunluğu genç işçiler için daha
farklı kılınmıştır.
Genç işçi henüz yabancılaşma sürecinin başındadır.
Onu düzene mümkün olduğunca kısa sürede ve yeterince
kuvvetli bir şekilde bağlamak için gerekli olan yöntemler
elbette ki zaten kendisine ve ürününe yabancılaşmış olan
düzene tamamen entegre olmuş genç olmayan bir işçiden
farklı olacaktır. Genç işçi mümkün olduğunca kısa bir sü-
re içinde, üretimin içinde bir makina gibi çalışan, sömürü-
yü kanıksamış, hakkını aramaya teşebbüs etmeyen, bu
devranın böyle gelmiş olduğuna ve böyle de gideceğine

121
inanan bir birey şekline sokmak gerekmektedir.
Egemenler bunu becerebilmek için, işçi gençlik içinde,
çıraklık diye belirledikleri 19 yaşına kadar olan kesimi
ayırmış, bunu bir eğitim süreci olarak ifadelendirmek su-
retiyle, tamamen ayrı yasal düzenlemelere tabi tutmuş ve
yabancılaştırmayı -eğitimi- kısa sürede başarabilmek için-
de bu kesimi izole etmişlerdir.
Bugün ülkemizde 3.5 milyon genç işçi, çıraklık diye
adlandırılan bu "yola getirme" (yabancılaştırma=eğitim)
süreci içinde yer almaktadırlar. Çıraklık diye adlandırılan
bu kategori içinde yer alan bu 3.5 milyon işçi gencin sade-
ce %23 'ü ücretli ve maaşlı çalışmaktadırlar. Bunlar da, bu
kategoriye özel olarak hazırlanmış 3308 sayılı yasa ile be-
lirlenmiş "çırak maaşı asgari ücretin %30'undan az ola-
maz" hükmüne rağmen (ki bu oranda çok düşüktür) asgari
ücretin %30'undan daha az maaş almaktadırlar. Aynı yasa,
bu işçi gençleri kendi iş kolundaki ortalama bir işçiden
hiçte az çalışmadıkları halde, öğrenci olarak nitelemek su-
retiyle, ücret, sigorta sendikal haklar gibi sosyal haklardan
mahrum bırakmıştır. Ayrıca bu kesim en çok çalıştırılan ve
en çok iş kazasına uğrayan kesimdir. Egemenler, çıraklığı
bir eğitim süreci olarak görmektedirler ve bu eğitim süreci
tabi olduğu özel yasalarla bir düzene uyumlulaştırma süreci
olarak işlev görmektedir.
Bu kesime dahil olmayan genç işçilerin durumları da
çok farklılık göstermemektedir. Gençler her yerde olduğu
gibi üretim sürecinde de potansiyel bir tehlike olarak gö-
rülmektedir ve en ağır, en yıpratıcı işler onlara yaptırıl-
maktadır.

Bir kimlik edinme sürecini ifadelendirdiğinden dolayı,


gençlik, egemenlerce sunulan kimliği kabul etmesi için
üretim sürecinde dört bir yerden kuşatılmıştır. Hem üretim

122
sürecindeki hem dışarıdaki çok yönlü baskılar sonucu,
gençlik sosyal, ekonomik, psikolojik bir çok sorunu, genç
olmayan işçilerden farklı olarak yaşamaktadır. Yaşanan bu
süreçler sonunda kendi emeğine ve ürününe yabancılaş-
mayı yaşayan işçi, sisteme entegre olmuştur. Toplumsal
rolü kesinleşmiştir.
Sistemin işleyişi, ona zorla da olsa kendi patronunun
olamayacağını göstermiştir. Yaşanan yabancılaşma ve tes-
limiyetle, geleceğe yönelik hayallerinin yok olmaya başla-
ması ve ilerleyen süreçte aile sorumluluğu, askerlikte
"adam edilmiş" olunması ile işçinin toplumsal rolü artık
tam anlamıyla netleşmiştir. Artık evcilleştirilmiştir. Böyle-
ce yaştan bağımsız bir şekilde gençlik yok edilmiştir.
İşçi genç açısından, gençlik yitiminin nesnel zeminini
üretim sürecinde yaşanan yabancılaşma oluştururken, bu
yabancılaşmayı, toplumsal "zorunluluklar" evlilik, asker-
lik, özlemi duyulan yaşam standardı vb. daha da güçlendi-
rir.
İşçinin de patronun da aynı ulustan olduğu, ortak çıkar-
lara sahip oldukları, çalışmanın kutsallığı gibi kapitalist-
lerce uydurulan demogojik söylemlerle, işçiler ideolojik
bir pranga altına alınarak sisteme entegre edilirler. Bir an-
lamda sistem "gençliğe düşmandır." Yukarıda sözünü etti-
ğimiz gençlik özelliklerini yok ederek, onu "yaşlılaştırma-
ya" çalışır.
Bu çabalar sonuç verdiğinde, düzene entegrasyon ta-
mamlandığında, geride siyasal statükodan yana olan, mis-
kinleşmiş, dinginleşmiş bireyler kalır.
İşçi genç, bu yabancılaşmayı üretim sürecinde yer aldı-
ğı için ve öğrenci gençliğe göre entellektüel faaliyetlerden
daha uzakta olduğu için daha dolayımsız olarak yaşar.

Görüldüğü gibi gençlik, kimlik edinme süreci olması

123
itibariyle, bu süreçte yaşanan çelişkileri aşmış bireylere
göre de farklılıklar taşırlar. Bu farklılıklar gençliğe prole-
tarya partisinden farklı bir örgütlenmeyi dayatmaktadır.
Şimdi asıl sorun bu örgütünün niteliğinin nasıl olacağında-
dır. Gençliğe önereceğimiz örgütlenme, nasıl bir gençlik-
ten yana olduğumuzla, gençlikten ve gelecekten ne bekle-
diğimizle dolayımsız bir şekilde ilişkilidir. Sorunun temeli,
araştırıcı, sorgulayıcı, militan, yeninin yaratıcısı, kendi
kararını verebilen, dinamik bir gençlikten yana mıyız, de-
ğil miyiz noktasında düğümlenmektedir. Eğer ilk söyledi-
ğimizden yanaysak, tercihimiz kesinlikle bağımsız gençlik
örgütü olmalıdır.
Yaşadığı temel çelişki göz önünde tutulduğunda, genç
bireyin evrilebileceği iki düzlem vardır. Kendisi için be-
nimsemeye çalıştığı kimlik ile düzenin ona vermeye çalış-
tığı kimliğin yarattığı çelişki ya aşılabilecek, ya da bu çe-
lişkiye teslim olunacaktır. Çelişkinin aşılabilmesi, gencin
sisteme rağmen kendisini muhalif, çok yönlü, yaratıcı vb.
tarzda üretebilmesi bir araçla; Bağımsız Gençlik Örgüt-
lenmesi (BGÖ) aracıyla mümkün olabilir. Alanları çok
yönlü olarak görebildiği, düzen muhalifi siyasal bir araç
olduğu için yabancılaşma karşısında da bir garanti sağlar.
Çelişkinin aşılamadığı koşullarda da çelişkiye teslim
olmak kaçınılmazdır. Bu birlikte, sisteme entegrasyonu da
getirir.
Bağımsız gençlik örgütlenmesi, yaşlı kuşağa göre daha
gelişmiş bilimsel, teknolojik, toplumsal sanatsal zeminler
üzerinden boy vermiş gençlere, Lenin'in tabiriyle "sosya-
lizme babalarından (analarından-YN) farklı şekilde, başka
yollarda, başka biçimlerde, başka koşullarda" ilerlemesi-
nin, yeni keşiflerde bulunmasının koşullarını oluşturur.
Çünkü böylesi örgütlenmeler, gençlere bağımsız bir araş-
tırma, öğrenme, sorgulama, mücadele etme, kendi pratiği-

124
ni hayata geçirme olanağını tanır. Komsomolun "okul"
olabilme işlevi ancak böyle mümkün olur. Gençlerin kişi-
liklerini çok yönlü olarak geliştirmelerinin, nitelikli sosya-
listler olarak yetişmelerinin ve düzenin gençlere dayattığı
tek tip insan basıncını parçalayabilmelerinin yegane koşu-
lu bağımsız gençlik örgütlenmesidir.
Bağımsız gençlik örgütlenmesi, gençlerin karar alma ve
yönetme yeteneklerini geliştirir. Devrim diye bir iddiası
olan siyasi örgütlenmelerin, statükoya, dinginliğe ve sağa
savrulmaya karşı sigortasını oluşturur bağımsız gençlik ör-
gütleri.

Tüm bu saydıklarımızın garantisi, kendi kararını alan,


kendi pratiğini özgürce gerçekleştirebilen, örgütsel bağım-
sız, ideolojik-politik bağımlı gençlik örgütlenmesidir. Tam
tersine, ana örgüte örgütsel olarak da bağlı olan gençlik ör-
gütleri, gençliğin kendisini özgür ve yaratıcı bir şekilde
geliştirebilmesine olanak tanımaz. Gençler aldıkları her
kararı "ağabeylerinin-ablalarının" denetiminden geçirmek
zorundadırlar. Bu denetim ve sansür anlayışı gençlerin,
faklılıklarının üstünü örtme çabasından başka bir şey de-
ğildir. Böylesi örgütlenmelerde gençlik faaliyeti, aslen
gençleri genç olmayanlara uyumlu kılma faaliyeti şekline
dönüşür. Gençlik süreç içinde, genotokratik anlayışın da
etkisiyle, sıradan rutin getir götür işleriyle memur edilme-
ye başlanır. Böylece gençler siyasal faaliyeti bütünlüklü
olarak kavrayamazlar, yabancılaşmaya ve uyumlulaşmaya
başlarlar. Bu egemenlerin yaptığına sol bir kisve giydir-
mekten başka bir anlama gelmez. Her iki koşulda da yara-
tılanlar tek tip emirerleridir, devrimci militanlar değil...

Gençlik örgütlenmelerine yönelik başka bir yanlış kav-


rayış, "sosyalistin gencinin yaşlısının olmayacağı bu yüz-

125
den de gençlik örgütüne ihtiyacın olmadığı" görüşüdür.
Sosyalistlerin gencinin yaşlısının olmayacağı, propagandif
olarak doğrudur. Çünkü sosyalistler yabancılaşma kuşat-
masını parçalamışlardır. Ama nesnel olarak parti içinde
genç-yaşlı ayrımının olmadığının iddiası gerçeği tahrif et-
mektedir.
Genç yaşlı ayrımının olmamasını istemek başka bir
şeydir ancak gençlerle yaşlıların siyasal örgütlerde eşit ol-
duğunu söylemek nesnelliğin inkarıdır. Yaşlılar tecrübe,
birikim yönünden çoğunlukla gençlerden ileridedir. Bu bir
yana, iktidar erki ezici çoğunlukla yaşlıların elindedir.
Sosyalizme varmak için "babalardan/analardan" farklı
yollar, başka biçimler aranmaya başlandığında, önderlik
otoritesi ile karşı karşıya kalınır. Böyle örgütlenmeler ister
istemez, gençlik üzerinde yaşa dayalı-genotokratik- bir
baskı inşaa etmek suretiyle, bağımlı gençlik örgütünde ol-
duğu gibi tektip bireyler yaratır. Nesnel olarak eşit olma-
yanları aynı hiyerarşik yapı içinde aynı örgütte konumlan-
dırmak, bu eşitsizliği onaylamak ve sürdürmek demektir.
Bu anlayış komutanlar ve emirerleri yaratma sevdasında
olan bir anlayıştır. Ve yine bu anlayış, gençliğin özgüllüğü-
nü kavrayamamış bir anlayıştır.

Gençlik örgütünün bağımsızlığını savunmamızın tek


nedeni, hayatın determinizmini göz önünde bulundurma-
mız değil şüphesiz. Savunumuzun temelinde tarihsel süreç
içindeki yaşanmışlıklar da var. Komünist gençlik örgütleri
tarihinin izlediği yol bizi zorunlu olarak bağımsız gençlik
örgütleri fikrine sevkediyor.
Genç Muhafızlar, Belçika İşçi Partisi bünyesinde kuru-
lan dünyanın ilk gençlik örgütü. İlk gençlik örgütü olması-
na rağmen, böyle bir örgüt ancak araştırılırsa tarihin derin-
liğinden bulunup çıkartılabilmekte. Kendisini kültürel

126
eğitsel çalışmalarla sınırlayan ve İşçi Partisi'nin deneti-
minde olan bu örgüt, hiç bir zaman yeninin yaratıcısı, ger-
çek bir gençlik örgütü olamadı.
Örgütün İşçi Partisi'ne bağımlılığıyla başlayan süreç,
gençlik örgütünün bir çevre örgütüne hatta "kanarya se-
venler derneği"ne indirgenmesiyle ve böyle bir ilişkinin
zorunlu sonucu olarak genotokrasiyle devam ediyor, hego-
monya ilişkisi doğuyor. Sonuçta genç mi, yaşlı mı olduğu
belli olmayan bir sürü emir eri gençlik örgütü Üyesi. An-
cak elbette Genç Muhafızlar da tarihsel bir öneme sahip.
Ancak "nasıl yapılmaması" gerektiğini anlatan tarihsel bir
öneme...
Öte yandan II. Enternasyonal partilerinin ihanetine, sol-
dan bir cevap niteliğindeki çıkışlarıyla, II. Enternasyonal
partilerinin gençlik örgütleri deneyimi de var. Gençliğin,
ana örgütten bağımsızlığının, ne denli büyük bir sigorta ol-
duğunu ispatlarcasına yüz yıl öteden bugüne ışık tutuyor-
lar. Yine bağımsız bir gençlik örgütü olarak RKGB (Rus-
ya Komünist Gençler Birliği) ve ardıllarının tarihe altın
harflerle yazılı mücadelesi bugünlere uzanıyor.

Ve Dev-Genç!..
TİP bünyesinde kurulmuş Fikir Klüpleri'nden Dev-
Genç'e uzanan süreç aynı zamanda, bağımlı gençlik örgü-
tünden bağımsızlığa, statükodan devinime ve ihtilalciliğe
uzanan bir yol. Tarih, gençlik için bağımsızlığın, "gerçek-
lerle hayaller arasında bağ kurabilmenin" ve tarih adlı ki-
tabın ihtilal sayfalarına yazı yazabilmenin tek yolu oldu-
ğunu gösteriyor.

Son olarak sözü Lenin'e bırakalım; "... biz kesinlikle


gençlik birliğinin örgütsel bağımsızlığından yanayız.
Yalnızca oportünistler böyle, bağımsız-

127
lıktan korktukları için değil, konunun yapısının ta kendisi
nedeniyle.
Çünkü onların kesin bağımsızlığı olmazsa, aralarından
iyi sosyalistler yetiştirmeyi ya da kendilerini, sosyalizmi
ileri götürmeye hazırlamayı başaramayacaklardır." (Le-
nin T.Eserler Cilt 13 s. 164)

2- Komsomolun bağımsızlığı, tarafsızlık ya da adem-i


merkeziyetçilik değildir. Çünkü komsomol, ilk elden
Marksist-Leninist dünya görüşünün tarafıdır. Aynı zaman-
da, bu dünya görüşünün maddi bir güce dönüştüğü işçi sı-
nıfı partisine de ideolojik-politik olarak bağlıdır. Bu bağlı-
lık komsomolun program ve tüzüğüne de yansımaktadır.
Komsomol, özgül bir alanda kurulan özgül ve bağımsız bir
örgüttür. Ancak, partinin politikalarının gençlikte yayılma-
sında ve partinin her türlü eyleminde komsomol partinin
destekçisidir. Aynı zamanda partinin tespitlerini, ideolojik
yönelimlerini benimsemek ve yaymak durumundadır. Po-
litik ve ideolojik üretimin kaynağı partidir. Çünkü gençli-
ğin geneli kavrayan teoriler, politikalar vs. ler oluşturması
genellikle mümkün olmaz. Çünkü, öncelikle gençler ge-
nellikle yeterli bilgi, deneyim ve birikime sahip değildir-
ler. Ayrıca gençlik alanı sınırlı bir alan olduğundan geneli
kavrayacak bir perspektife de sahip olmamalarıdır. Oysa ki
teori oluşturmak, politik önermeler sunabilmek, ancak ye-
terli entellektüel birikime ve alanın bilgisinin bütününe sa-
hip olmaktan geçer. Bu da siyasi alanı bütünlüklü görmek-
le mümkündür. (Bu açıdan gençlik daha çok kendi alanının
bilgisine sahip olduğundan kendi politikalarını oluşturabi-
lir) Sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı teori ve politika
üretimi genellikle partiden kaynaklanır. Fakat bu, gençli-
ğin teorik üretim alanının dışında tutulacağı anlamına gel-
mez. Teorik üretimin yaşla değil, yeterlilikle (entellektüel

128
yeterlilik ve farklı alanların, tüm sınıf ve tabakaların bilgi-
sine sahip olmak) ilişkisi vardır. Böylesi gençler varsa, el-
bette ki parti düzeyinde teori ve politika üretimine katıla-
caklardır. Ancak tahmin olunacağı üzere bu kaideleştirile-
meyecek istisnai bir durumdur.

Parti teori ve politikalarını gençliğe ikna temelinde ak-


tarmak zorundadır. Parti politik yönelimlerini, teorilerini
vb. gençlik örgütüne, gençlik örgütü üyesi parti üyeleri
(çifte üye) ve sirkülasyonları vasıtasıyla ikna temelinde
aktarır. Bu aynı zamanda komsomolla parti arasında güven
ilişkisini yaratan olumlu bir durumdur. Aynı zamanda po-
litik ve ideolojik olarak komsomolun MK'sı partinin
MK'sına bağlı hareket eder. Bu anlatılan bağımlılık ilişkisi
(çifte üyeler ve MK bağımlılığı) bir ayağı küçük burjuva
zaaflarla dolu, kaypak bir zemine basan gençlik örgütünün
sapmalara karşı garantisini oluşturur.

Komsomol -işçi, öğrenci, köylü- gençliğin siyasi müca-


dele aracıdır. Bu araç, devrimci mücadelede süreğenliğin
en önemli öğe olduğu göz önüne alarak, örgütlenmesini,
bizim gibi ülkelerde oligarşinin denetleme ve saldırı alanı-
nın dışında inşa etmek durumundadır. Siyasal bir gençlik
örgütünün gizliliğinin temel belirleyeni, toplumsal koşul-
lardır. Koşullar, gizliliği "en önemli, bütün koşulların ona
göre belirlenmesi gereken", bir koşul olarak şekillendire-
bileceği gibi, 3. Enternasyonal Partileri gibi açık alanda da
kurdurabilir. Açıklık, yasallık anlamında kavranmamalıdır.
ML bir parti, sınıf savaşımında burjuvazinin geriletilmeye
başlandığı dönemde kendisim egemenlere dayatarak,
kongre ve konfreranslarını açık alanda yapabilir. Parti açık
olduğunda dahi yasa dışıdır ancak egemenlerin onu çöker-
tecek gücü yoktur. Bu, karşılıklı konuşlanmış güçlerin

129
dengesi ile ilgili bir durumdur. (Bkz. III. Enternasyonal
Partileri).
Ayrıca gizlilik, yeraltı, sosyalistlerin son çare olarak
yok olmamak için yaptıkları bir tercihtir. Burjuvazinin de
kitle bağlarını kopartmak için yaptığı basınç sosyalistleri
yeraltına sokmaya yöneliktir.
Komsomolun zemini göz önünde tutulduğunda, üyele-
rinin siyasi polise karşı asgari bir uyanıklık ve tecrübe sı-
nırının üstünde olması gereklidir.

A.1.3- EKONOMİK VE SİYASİ MÜCADELE NE-


DİR?

Toplumsal mücadeleler alanında asli olarak üç mücade-


le biçiminden bahsedilebilir. "Ekonomik, siyasi ve teorik"
(Engels) mücadele alanları.
Tarihsel olarak işçi sınıfının boy göstermeye başlaması-
nın ardından, işçilerin içinde oldukları çalışma koşularını
iyileştirmek, sömürüyü ortadan kaldırmak değil ama hafif-
letmek, daha iyi koşullarda sömürüyü kabul etmek şeklin-
de kendiliğindenci bir tarzda verdikleri mücadele iktisadi
reformlar mücadelesinin bir başlangıcıdır. Ve bu mücade-
lenin, ortak paydasında işçilerin biraraya gelmesiyle şekil-
lenen işçi birlikleri ile (sendikalar) işçi kitle örgütleri ola-
rak günümüze değin varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak
bu örgütlenme ve mücadele pratiği, işçi sınıfını tarihin de-
ğiştiricisi, dönüştürücüsü, devrimci sınıfı olma özelliğini
belirginleştirecek niteliğe sahip değillerdir. Birbaşka de-
ğişle salt iktisadi mücadele alanı işçilerin sınıf bilinçli,
devrimci işçiler haline gelmesi için yeterli olmayan bir
alandır. Çünkü bu alan salt işçi ve işvereni karşılıklı olarak
konumladığı için, diğer sınıf ve tabakaların bilgisini içer-
mez. Bu anlamda, "iktisadi mücadele işçileri, sadece hü-

130
kümelin işçilere karşı tutumunu kavramaya yöneltir." (Ne
Yapmalı S. 100) Bu kavrayış tek başına yeterli olmayacağı
için de sınıf bilincini iktisadi mücadelenin dışına siyasal
sınıf mücadelesi alanına taşırmak gerekmektedir. Fakat;
"siyasal sınıf bilinci, işçilere, dışardan verilebilir, yani an-
cak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler ara-
sındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde
etmenin mümkün olduğu bir tek alan, bütün sınıf ve taba-
kaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar
arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır." (Ne Yapmalı S.
100)

'Bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle iliş-


kisi alanı bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanı',
siyasal alanı tarif etmektedir. Demek ki, işçi sınıfı, siyasal
sınıf bilincine ulaşmak için bu alandan beslenmek zorun-
dadır. İşte tam bu noktada bu bilincin, bütün sınıflar ara-
sındaki karşılıklı ilişkiler alanından, iktisadi mücadele ala-
nına taşınması, ajitatör, propagandist vb. görevlerle görev-
lendirilmiş profesyonel devrimcilerin görevidir.
Siyasal sınıf bilincini taşıyan ve üretim sürecinde mad-
di bir güç haline getirmeye çalışan sosyalistler elbette ikti-
sadi mücadelenin dışında durmayacaklardır.
Sosyalistler iktisadi iyileştirmeler, reformlar mücadele-
sine sonuna kadar her boyutta katılacaklardır. Ancak bu
mücadeleye katılırken sosyalistler iktisadi taleplerin dahi
salt iktisadi alan içinde kalarak tam anlamıyla elde edile-
meyeceğini bilirler ve bu açıdan da bu alanı her çeşit istek-
lerinin yerine getirilmesini sağlamak için kullanmazlar.
"Sosyal demokrasi iktisadi ajitasyonu, sadece hükü-
metten her türden önlemleri yerine getirmesini istemek
için değil aynı zamanda (ve esas olarak) hükümetin bir
otokratik hükümet olmasına son verilmesini istemek

131
de kullanılır. (Siyasi demokrasi talepleri, YN.) Üstelik dev-
rimci sosyal demokrasi, hükümete karşı bu istemlerini yal-
nızca iktisadi mücadele temeli üzerine dayandırarak değil,
aynı zamanda, toplumsal ve siyasal yaşamın genel olarak
bütün alanlarına dayandırarak ileri sürmeyi görev bilir.
Kısaca devrimci sosyal demokrasi, bütünün bir parçası
olarak reformlar uğruna mücadeleyi, özgürlük uğruna ve
sosyalizm uğruna devrimci mücadeleye tabi kılar." (Ne
Yapmalı S. 81)

Günümüzde iktisadi mücadele, siyasi mücadeleden çok


kesin sınırlarla ayrılamaz. Her ne kadar, iktisadi mücadele,
kendiliğindenciliğe çağrışım yapsa da, en fazla "embriyon
halinde", bir demokratik bilinci yaratsa da, direk olarak sı-
nıfların birbirleriyle ilişki ve çelişki alanından beslenmese
de, belirli ölçülerde siyasi mücadeleyle iç içe geçmiş du-
rumdadır.
İktisadi mücadele, siyasal demokrasi mücadelesine göre
genellikle daha az kapsamlı, ve daha az kitlesel bir tarzı
adlandırıyorsa da, tek bir fabrikada, iş yerinde, işçilerin iş
saatlerinin azaltılması, ücretlerin arttırılması, kadınlar için
kreş vb. lerinin açılması için verilen mücadele (ekonomik
mücadele) emperyalizm koşularında demokratik bir anlam
da ifade etmektedir. Yani bir bakıma işçilerin çalışma
koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi ekonomik olduğu
gibi, nispeten demokratik bir muhtevayı da içermektedir.
Çünkü bu talepler kitlesel olabildiği, ekonomik alanın
dışına taşabildiği koşullarda siyasal bir nitelik taşırlar. Fa-
kat iktisadi mücadeleye göre daha ileri bir mücadele tarzı
olan demokratik mücadele, ekonomik alanın dışında, var
olan siyasal sistemin yapısına göre bir takım haklar elde
etmeyi hedefleyen bir mücadele de olsa siyasal iktidarı di-
rekt olarak altüst etmeyi, değiştirmeyi hedeflemediği için

132
yine de reformlar uğruna verilen siyasal bir mücadele şek-
lidir. Örneğin bir fabrikadaki işçilerin, ücret artışı istemleri
iktisadi bir taleptir. Ve sınıf bilincine sahip olmayan iş-
çilere verebileceği en büyük fayda, hükümetle veya işve-
renle, kendilerinin arasındaki karşılıklı duruşu fark ettir-
mesidir. Bu anlayış en fazla embriyon halindeki demokra-
tik bir bilinci yaratır. Tek bir fabrikadaki iktisadi talepler
farklı fabrikalara da sıçradığında, genel olarak talepler bir
sınıf olarak işçilerin devletle karşı karşıya gelmesini sağla-
dığında, devletten birtakım hak istemlerine dönüştüğünde -
ki bu ancak mücadelenin iktisadi alanın dışına tasmasıyla
mümkündür- talepler iktidarı devirmeye yönelik olsun ya
da olmasın siyasi taleplere dönüşmüştür.

İktisadi alandan siyasi alana geçildiğinde de sosyalist-


lere düşen iki ana görev vardır. Birincisi, yukarıda da kısa-
ca anlatmaya çalıştığımız gibi siyasal demokrasi mücade-
lesi görevi, ikincisi de sosyalizm mücadelesi görevi. Birbi-
rinden kopmaz bağlarla bağlı olan bu iki savaşımdan birin-
cisi siyasal özgürlükler ve demokratik bir toplum için ve-
rilen bir mücadeledir. İkincisi ise kapitalizmi tarihin çöp-
lüğüne gönderip yerine sosyalist toplumu kurma hedefini
taşıyan savaşım.

"Sosyal demokratlar en yakın ekonomik istemlerin te-


meli üzerinde işçiler arasında ajitasyon yaparak, işçi sını-
fının en güncel siyasal gereksinmelerine, sıkıntılarına ve
istemlerine bağlı ajitasyonu, yani grevlerde işçilerle ser-
maye sahipleri arasında çıkan her çatışmada kendini gös-
teren polis terörüne karşı ajitasyonu, genel anlamda Rus
yurttaşları olarak ve özel anlamda en çok ezilen, en çok
haktan yoksun sınıf olarak işçilerin haklarının kısıtlanma-
sına karşı ajitasyonu, mutlakıyetin, işçilerle yakın ilişkisi

133
olan ve işçi sınıfına köleleşmesini nesnel biçimde gösteren
her seçkin temsilcisine ve uşağına karşı ajitasyonu da bu-
nunla çözülme biçimde bağlantılı yaparlar." (İşçi Sınıfı
Partisi Üzerine S.161) Ve bu ajitasyonu da kaçınılmaz ola-
rak iktidarın devrilmesi ve sosyalist bir yeniden inşanın
gerekliliği ajitasyonuna bağlarlar ve tabi kılarlar.

İktisadi mücadele araçları yukarıda da bahsettiğimiz gi-


bi mesleki örgütler, sendikalardır. Sendikaların iktisadi
mücadele örgütleri olması, sendikaların kendisini salt ikti-
sadi mücadele ile sınırlandıracağı anlamına gelmemelidir.
Ücret artışı talebi, ekonomik bir talep olarak, bir iş ko-
lundaki işçilerin tümünün tarafı olduğu bir taleptir. Ancak
yine aynı işkolunda belki de az sayıda işçi, -sınıf bilincine
sahip olduklarından dolayı- süren kirli savaşın durması ta-
lebinin taraftandır. İşte böylesi bir durumda, sınıf içinde
mücadele eden sosyalistler, ücret artışını isteyen işçilere,
bu ekonomik talebin, dolayımsız olarak ikinci taleple ilin-
tisini göstermek zorundadırlar. Ekonomist bakış açısı her
ne kadar, ekonomik talebi mücadelenin ana ekseni, baş-
langıcı ve sonu olarak kavrasa ve onu -çoğunlukla işçilerin
bilinçlerinin çok geri olduğu gerekçesiyle- demokratik ta-
leplerden uzak tutmaya çalışsa da, gerçek sosyalistler en
basit ekonomik talebi dahi mümkün olduğu ölçüde -düze-
nin teşhiri üzerinden- siyasal bir talebe çevirmeye çalışma-
lıdırlar.
Eğer örnek üzerinden tartışmayı sürdürecek olursak,
süren kirli savaşın giderlerinin bir sınıf olarak emekçilerin
sırtından karşılanmaya çalışıldığını, savaşın toplumdaki
şovenist ve militarist eğilimleri güçlendirdiği, bu eğilimle-
rin de her tür demokratik insani talep gibi grevli-toplu söz-
leşmeli sendika hakkı önünde bir engel olduğunu ve bu en-
gelin sınıf ve kitle sendikacılığının önünü tıkadığını, bu tı-

134
kanıklığın da koşulsuz olarak en basit ekonomik talep olan
ücret artışını dahi zora soktuğu sosyalitlerce gösterilmez-
se, salt ücret üzerinden giden bir mücadele hattı, sonuçta
ücretin yükselmesini sağlasa dahi sınıfın bilincinde -emek-
çiler karşısında bir bütün olarak burjuvazinin tüm aygıtla-
rını, siyasi amaçlarım kavratamadığı ölçüde- niteliksel bir
değişim yaratmaz. Parti veya komsomolun siyasal müca-
dele içinde işçilere kavratması gereken şey, burjuvazinin
her hangi bir saldırısının örneğin; sendikasızlaştırmanın,
özelleştirmenin, hayat pahalılığının vb. hangi toplumsal ve
siyasal nedenlere bağlı olduğudur. Ekonomik de olsa her-
hangi bir talebin toplumsal ve siyasal nedenine neşter vur-
mayan mücadele hattı sınıfın hafızasında yer tutamaz.
Ücret artışı için greve giden işçilere saldıran polis veya
jandarma aynı nedenlerle demokrasi sorunsalına bağlan-
malı, sistemin teşhirine gidilmelidir.
Komsomol sınıf içinde bu tarz çalışmasını yaparken,
genç işçileri hedef almalıdır. Sınıf bilincini kavramaya
başlayan işçi gençler, siyasal olarak, komsomolun önderli-
ğinde kurulan fabrika komitelerinde faaliyet sürdürmeli-
dirler. Fabrika komiteleri, komsomola bağlı olduğu için
partiye politik bağımlı, örgütsel bağımsız mesafede dur-
malıdırlar. Komsomola bağlı fabrika komitesi, partinin
fabrikadaki her tür kampanyasına, eylemine, komsomol
dolayımıyla destek vermek, partinin politikalarının genç
işçiler içinde propagandasını yapmakla yükümlüdür. An-
cak kendi alanlarına yönelik kararları, (örneğin genç işçi-
ler içinde sürdürülecek çalışma yöntemlerini) kendileri
alırlar.
Genç işçiler sendikal çalışmalarını, parti ile birlikte, an-
cak komsomolun bilgisi ve iradesi içinde sürdürürler. Sen-
dikal sorunlar, genel olarak yaşlı veya genç işçiyi aynı dü-
zeyde etkilediği, bir anlamda her iki grubun da ortak pay-

135
dası olduğu için sendikal mücadele yaşlı-genç işçi ayrımı
olmaksızın partinin denetimi altında yapılır.
İşçi gencin yaşadığı kimlik edinme süreci, işçi genci
sosyalizm saflarına kazanmak için tam da müdahale edil-
mesi gereken andır. Bu müdahale, fabrikada siyasal olarak
komsomola bağlı fabrika komitelerince yapılmalıdır. Fab-
rika komiteleri, işçi gençliğe denetleme, yönetme yeteneği
kazandıran, siyasal eğitim üsleri halinde kurgulanması ge-
reken birimlerdir. Ve işçi gençliğe egemen sınıf olarak ör-
gütlenme yetisi sağlayacak şekilde örgütlendirilmelidir.

A.1.4- ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN AKADEMİK VE


SİYASİ MÜCADELESİ VE ÜNİVERSİTER ALAN

Herhangi bir alana sunacağımız örgütlenme perspektifi


doğaldır ki, alanın temel çelişkisi gözönünde tutularak
oluşturulur. Bu bakımdan akademik alanı tartışmaya baş-
larken de doğru olan öncelikli olarak alanı tahlil etmektir.
Broşürümüzün daha önceki bölümlerinde konu üzerinde
durulduğu düşüncesiyle sadece alanın temel çelişkisini so-
yutlamaya çalışacağız. Akademik alan bilimsel bilginin
üretildiği ve aktarıldığı alandır. Bilim, nesnel dünyanın bi-
linçteki yansımalarının, yasalar koyucu tarzdaki örgütlen-
mesidir. Bu açıdan bilimin üretilmesi diyalektik materya-
list bir anlayışla şekillenmek zorundadır. Ancak bilimin
üretimi sonrası yani aktarımı ve kullanımı sürecinde ken-
disinin denk düştüğü üretim tarzına uygun yaşama uygu-
lanmasıyla bilim ideolojikleştirilmeye başlanır.
Bir bilim insanı, dünya görüşü, sınıfsal kökeni ne olur-
sa olsun, bilimsel bir çalışmada diyalektik materyalist ol-
mak zorundadır. Bilimin üretimi bu yönüyle bilimsel mad-
deciliğin kurallarına göre şekillenir. Bilimin aktarımı ve
ondan öte kullanımında ise yöntemi belirleyen bilimsel

136
maddeciliğin kuralları değil, üretim ilişkilerinin, yani ka-
pitalizmin kurallarıdır. Bilimsel bilgi, üniversite ve benzeri
kurumlarda kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda, bü-
tünsellikten uzak bir şekilde aktarılır ve kullandırılır. Bu-
rada belirleyici olan, toplumsal fayda değil piyasanın baş-
ka değişle kapitalistlerin yarandır, karıdır.

Üniversiteler bilimsel bilginin üretildiği (Bu üretim ka-


pitalizmin gönümüz koşullarında geldiği boyutlarda üni-
versite dışındaki holdinglere bağlı laboratuvar ve araştır-
ma kuruluşlarına kaymıştır. Türkiye'de ise üniversitelerde
sistemli bir bilimsel bilgi üretimi hiç bir zaman olmamış-
tır. Olagelen bilgi parçalarının bütünsellikten uzak, üreti-
min ihtiyaçları doğrultusundaki aktarımıdır) ve aktarımda
bulunulduğu kurumlardır. Bu nitelikleri nedeni ile burju-
vazi bilimi denetimine almanın bir alanı olarak üniversite-
lere müdahalede bulunur. Bu müdahale bilimin zincir altına
alınmasıdır. Bu eylem vasıtasıyla da akademik alanın
temel çelişkisi bilimsel bilginin aktarımı ve bunun kullanı-
mı arasında yaşanır. Bu anlayışla akademik alandaki faali-
yetimiz, bilimi zincirlerinden kurtarma mücadelesi, bilimi
özgürleştirme mücadelesi şekline bürünmelidir. Bu müca-
delenin kendisi de zaten düzen sınırlarını aşan taleplere sa-
hip, devrime tekabül eden bir mücadeledir. Bu açıdan da
asli olarak ideolojik, politik bir mücadele hattına sahip ol-
malıdır.
Bilimin zincirlerinden kurtarılması mücadelesi, bilimin
üzerindeki her türden baskının ortadan kaldırılarak, bilimi
sokulmaya çalıştığı ideolojik kalıptan kurtararak, toplu-
mun yararına kullanılabilirliğini sağlamaktan geçer. Bu
mücadelenin bir ayağı akademik alanda (Özerk-Demokra-
tik Üniversite Mücadelesi bu yolda bir durak olarak görül-
mesi gereken akademik ve demokratik içeriğe sahip bir

137
mücadeledir) Bir diğer ayağı da siyasi alanda (demokrasi
ve sosyalizm mücadelesi alam) kurulmuştur. Özerk de-
mokratik üniversite (ÖDÜ) talebi ve mücadelesi bir bütün
olarak toplumsal kurtuluş mücadelesi (siyasi mücadele) ile
ilişkilendirilemediği koşullarda, tek başına ÖDÜ mücade-
lesi başarıya ulaşsa da, bilimin zincirlerinden kurtarılması,
son tahlilde 'emeğin zincirlerinden' kurtarılmasıyla müm-
kündür.
Bu talepler, üniversite gençliğinin kendiliğinden müca-
delesiyle kazanılabilecek talepler değildir. Kendiliğinden
mücadele ile proletarya nasıl salt ekonomik mücadele düz-
lemine saplanıp kalıyorsa, siyasal demokrasi ve sosyalizm
mücadelesi için gerekli bilgilerin üretim sürecinin (patron-
işçi) dışındaki alanlardan gelmesi gerekiyorsa üniversiter
alandaki verilecek mücadele de kendiliğindenliğe bırakıl-
dığında kaçınılmaz olarak akademizme kanalize olacaktır.
(Buradan akademik mücadeleyi küçümsediğimiz anlamı
çıkmamalıdır.)
Akademik talepler, demokratik taleplerle belirli oran-
larda ilişki içindedir. Ancak hiçbir zaman kendiliğinden
akademik mücadelenin, demokratik mücadeleyi ve istem-
leri doğurması mümkün olmaz. Zira demokrasi mücadele-
si, siyasal mücadelenin bir alt başlığı olarak talebi düzen
içi ya da dışı olsa da kaçınılmaz olarak siyasal bir birikime
ihtiyaç duyar. Ancak siyasal bir birikime sahip sosyalist
gençlerce, kitle gerektiğinde akademik, gerektiğinde siya-
sal ajitasyonla -ama her koşulda birinciyi ikinciye tabi kı-
larak- siyasal demokrasi mücadelesine ve sosyalizm mü-
cadelesine kanalize edilebilir. Reformistlerin dillerden dü-
şürmedikleri akademik alanda asli mücadelenin akademik
mücadele olduğu "akademik mücadele ve kazanımların si-
yasal mücadeleyi doğuracağı onun için de önce akademik
mücadeleden başlanılması gerektiği", sözünü ettiğimiz

138
nedenlerden dolayı hiçbir pratik anlama tekabül etmeyen
sözlerdir.
Akademik alanda genç sosyalisterin yapması gereken
ne akademik talepleri reddeden ne de demokratik ve sos-
yalist talepleri reddeden bir perspektifle ama özgürlük ve
sosyalizm mücadelesine, akademik talepleri tabi kılan bir
çalışma tarzıyla faaliyet sürdürmektir.

Fakültelerde öğrencilerin sıkça kendiliğinden bir tarz-


da, ders geçme notuna, sınav sistemine vb. itiraz ettikleri
görülür. Bu itirazlar ve talepler genel olarak üniversiter
sisteme, bilimin üzerindeki baskılara ve siyasal sisteme vs.
bağlanmadığı sürece, kazanımlar elde edilse de, edilmese
de, öğrencilerin belleğinde bir birikime neden olmadan
yok olup gider. İşte böylesi bir durumda sosyalist gençler,
akademik talepleri, iktidar sorunsalına bağlayabilecek si-
yasal ajitasyonlar geliştirmelidirler.

Böylesi bir durumda reformistlerse akademik taleplerin


tamamen arkasında dururken, (ki aslında akademik müca-
deleyi de yanlış kavrayarak yemek, yurt vb. sorununa in-
dirgeyerek) kitle korkar, çekinir psikozuyla talepleri siya-
sallaştırmaya yeltenmez (reformistlerin en çok ileri sür-
dükleri argümanlardan biri de akademik mücadelenin meş-
ru temelde kitleselleşmeyi sağlayacağı iddiasıdır. Refor-
mistler savundukları argümanlarla aslen kendilerini kitley-
le özdeşleştirmekte ve çoğunlukla da onların gerisine düş-
mektedirler. Ayrıca reformistler bilmelidir ki 68' öğrenci
hareketleri, FKF '•• Dev-Genç deneyimi kitleselliğini
SBF'nin yemeklerini veya yurtların rahatsızlığını protesto
ederken yakalamamıştır. Kitlesellik dünyada da onlarca
örneği olduğu üzere, anı kavrayarak, anın ihtiyaçlarına so-
mut siyasi önermeler sunarak sağlanabilir) ve yaptığı işi de

139
demokrasi mücadelesi addederler. Bu yapılan demokrasi
mücadelesini akademizme teslim etmekten başka bir anla-
ma gelmez. Bu tavrı gösteren reformistlerle akademik ta-
lepleri hiçe sayan görmezden gelen öznel radikaller de-
mokrasi mücadelesinin içini boşaltmak, siyasal niteliğini
görmezden gelmek konusunda son tahlilde aynı kulvarlar-
da yarışırlar.
Tartışmaya çalıştığımız teorik belirlenimler ışığında
akademik alanda faaliyetimizi sürdüreceğimiz iki belli
başlı örgütlenme formundan sözedilebilir.
1- Akademik alanda gençliğin kadro örgütü ki bu pratik
olarak komsomola tekabül eder. Bu açıdan tekrar komso-
molu ele almayacağız.
2- Gençliğin Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ) bunlar
dernekler, kollar, kulüpler, cepheler şeklinde kurulmuş
olan örgütlülük formlarıdır. Kendisine göre bir tüzük ve
program etrafında örgütlenen bu örgütler, kitleyle sosya
listlerin değiş noktası yakalayabilecekleri, birlikte politika
yapabilecekleri, kitlenin kendi eyleminden öğrenmesinin
koşullarının sağlandığı geniş örgütlülüklerdir. Üniversite
lerde bu örgütlülükler kitlenin ve sosyalistlerin akademik
ve demokratik (birbirinden kopuk olmaksızın) talepler ek
seninde örgütlenmesini sağlamaktadırlar.

A- 2 TÜRKİYE'DE GENÇLİĞİN DEMOKRATİK


KİTLE ÖRGÜTLERİNİN KISA TARİHİ

DKÖ'ler birçok yerde gençliğin ilk defa siyasetle iliş-


kilenmesini sağlamış özel öneme sahip örgütlülüklerdir.
60'lı yılların sonlarında kitlesel öğrenci muhalefetiyle si-
yasetin gündemine oturan Fikir Klüpleri deneyimi anlattı-
ğımız doğrultuda, geniş öğrenci kitlelerinin mücadele ala-
nına kanalize olmalarını sağladı.

140
Sosyalist teorinin ancak dil bilen aydınların tekelinde
olduğu 60'lı yılların sonunda sosyalizm, denilebilir ki Tür-
kiye de ilk kez kitlelerle kucaklaştı. 60'lı yıllara kadar te-
ori, bir kısım dil bilen aydınların tekelinde iken 60'lı yılla-
rın sonu itibariyle, çeviri eserlerin ülkeye girişinin artma-
sı, (Demokrat Partinin baskıcı yönetiminin altında da olsa)
özellikle öğrenci gençlerin sosyalist bir perspektifle politi-
ze olmasını sağladı. Bu kitlesel politize ortam daha önce
de sosyalist örgütlerin varlığına rağmen ilk defa üniversi-
telerdeki DKÖ'lerle sağlandı. Fikir Klüpleri bu açıdan ta-
rihsel öneme sahip öğrenci örgütlülükleridir.

Fikir Klüplerinin tarihsel olarak Türkiye'deki en kitle-


sel sosyalizan odaklar haline gelmesinin belli başlı iki ana
grupta toplanabilecek nedenleri vardır. Bunlardan birincisi
o anki dünya konjonktürü. Başta Vietnam olmak üzere
dünyanın birçok bölgesinde emperyalist sömürgeciliğe
karşı silahlı direnişler sergilenirken, emperyalist blok hem
iktisadi olarak hem de siyasi olarak ciddi bir buhran için-
deydi. Ho Chi Mihn, Che Guevara gibi efsanevi gerilla ön-
derlerinin kimliğinde sembolleşmiş anti-emperyalist, sos-
yalist devrimci ruh, özellikle metropollerde sistemin çar-
pıklıklarından bunalmış gençlik içinde çok ciddi sempati
doğurmaktaydı. Bu siyasal atmosfer henüz ayakta olan
Sovyetler Birliği ve diğer reel sosyalist ülkelerce tamam-
lanıyordu. O yıllar, emperyalist kapitalist sistemin yarattığı
2. paylaşım savaşının yıkıcılığının da etkisiyle, sosya-
lizmin uluslararası boyutta çok büyük prestij kazandığı
yıllardır. Böylesi bir politik atmosfer içinde, başta emper-
yalist metropollerin, sistemin yarattığı erozyondan etkile-
nen ve sisteme karşı tepki duyan gençliği ilk eylemlilikleri
başlattı.

141
ABD'de Vietnam savaşı eksenli olarak başlayan genç-
lik gösterileri, çok kısa bir sürede kıta avrupasındaki em-
peryalist-kapitalist ülkelere sıçradı.
2.Paylaşım savaşı ertesinde, bir anlamda halkların sos-
yalizme meyil etmelerini engellemek amacıyla, geliştirilen
"sosyal devlet" anlayışının yarattığı nisbi demokratik or-
tamda, geniş gençlik yığınları kısa sürede siyasallaştı.
Bu etki, 61 Anayasasının, ülkede yarattığı nispi demok-
ratik ortamda güçlenerek Türkiye üniversitelerine -başta
SBF olmak üzere- sıçradı. İşte FKF deneyimi böyle bir
nesnel zemin üzerinden doğdu ve gelişti.

FK'lerinin kitleselleşip güçlenmesinde en az dünyada-


ki ve Türkiye'deki nesnel siyasal konjektür kadar gençli-
ğin örgütlenme perspektifi de önem arzetmektedir. Fikir
klübü örgütlenmesi esas olarak TİP bünyesinde kurulmuş
bir gençlik komisyonu şeklindeydi. Gençliğin, TİP nede-
niyle kendi kararlarım kendilerinin alamıyor olması
FK'lerin örgütlenme açısından en büyük engeliydi. FK'lar
TİP bünyesinden koptuklarında, örgütsel olarak da geliş-
meye ve büyümeye başladılar. Fikir klüpleri canlı ve mü-
cadeleci politik hatları sayesinde giderek güçlendiler.
FK'leri ilk mücadelelerini TİP reformizmine karşı vere-
rek bağımsızlaştılar. Bağımsız bir örgüt haline döndükle-
rinde de örgüt içi canlı ideolojik atmosfer sayesinde iç fikri
mücadeleleri yürüttüler. Sosyalist Devrim, Milli De-
mokratik Devrim tartışmaları ve ayrışmaları temelde böy-
lesi zengin tartışmalar esnasında belirginleşmiştir.

Tüm bunlar yaşanırken FK'lerin federasyonlaşması,


farklı üniversitelerdeki, fakültelerdeki fikir klüplerinin ey-
lemsel eşgüdümünü sağlarken, aynı zamanda örgütün bü-

142
yümesini sağlayarak birtakım küçük örgütçüklerin
FKF'ye katılmasını sağladı. Hatta esas olarak denebilir ki,
siyasal konjektür vb. bir yana FKF deneyiminin 68'li yıl-
lara damga vurmasının en temel nedenlerinden biri merkezi
demokratik bir örgütlenmeye sahip olması nedeniyledir.
FKF, merkezi federatif bir örgüt olarak, fakülte ve üni-
versitelerdeki ayaklar -birim örgütler, fikir klüpleri- üzeri-
ne inşa olmuştu. (İlkin birkaç fakültenin FK'lerinin katılı-
mıyla başlamış ama sonra katılımlar çoğalmıştır). FK'leri
dünyadaki siyasal atmosferinde etkisiyle, eylem ve müca-
dele çerçevelerini akademik taleplerle sınırlı tutmadı.
FKF, bir bütün olarak yurt ve dünya sorunlarını masaya
yatırarak bu sorunlara gençlik cephesinden cevaplar üret-
meye çalıştı.

Fikir klüplerinin federasyonlaşması konusunda en bü-


yük işlevlerden birini, sosyalist düşüncenin yayılmasına
yaptığı katkılardan dolayı Dönüşüm Dergisi yerine getir-
miştir.
FKF deneyimi, bir programa ve tüzüğe sahip olduğu
için, gerek üyeler örgüt arası hukuğun belirlenmesinde, ge-
rekte çalışma tarzı, eylem stratejileri ve varılmaya çalışılan
amaçlar konusunda belirsizliğe düşmeden -her tür iç tartış-
malara rağmen- belirlenmiş bir çerçeve içinde fikri ve ey-
lemsel birliği yakalayabilmiştir.

Değişen toplumsal siyasal etkiler bir süre sonra FKF ti-


pi değil, tüzük ve program itibariyle daha ihtilalci örgütle-
re ihtiyaç gösterdiğinde, bu örgütlerin kurucuları, kadroları
da yine FKF deneyimi içinden çıkmıştır. Bu bakımdan
denilebilir ki, aslen FKF Dev-Genç deneyimi kendinden
önceki gençlik örgütleri de hesaba katıldığında, kendinden
sonraki siyasal süreçlere taşıdığı kan itibariyle gençliğin

143
ülkemizde yarattığı en büyük örgütlerdir. FKF Dev-Genç
içinden çıkan THKP-C, TKPML-TİKKO, THKO gibi
siyasal örgütler, liderleri düzleminde oligarşi tarafından
yenilgiye de uğratılmış olsa 70'li yıllar, FKF-Dev Genç
deneyiminden alınan nitel ve nicel birikim, sözünü ettiği-
miz siyasal örgütlerce daha da güçlendirilerek 70'lere ta-
şınmıştır.
70'li yıllar boyunca hızla gelişen ve daha çok ta anti-fa-
şist bir perspektifle politize olan toplumsal muhalefet güç-
leri, bir kez daha farklılıklarıyla birlikte bir arada duracak,
mücadele edecek FKF türü bir merkezi DKÖ oluşturama-
dılar. 80' öncesi yukarıda da belirttiğimiz gibi, marksizm
dil bilen aydınların tekelindeyken, bir bakıma yetmişli yıl-
lar boyunca da kurulan ve birbirlerini meşru görmeyen
herbir örgütün tekelinde (!) olmaya başladı. Tek doğrunun,
kendi örgütsel doğrulan olduğu genel kanısı, bir anlamda
farklı grupların meşruiyetini tartıştırırken, birarada iş ya-
pabilmenin koşularını da zora sokuyordu.
Bu tarihsel süreçte sekterizm güçlü bir politik reaksi-
yon olarak hemen her örgütte belirginleşti. Sekterizmin
böylesi bir tarzda boy vermesi doğal olarak, sosyalistler
arası ilişkileri yıprattı. Bu yönelim genel olarak sosyalist
siyasal arenayı erozyona uğratırken özelde de demokratik
kitle örgütlerini vurdu. Farklı fikirlerin, farklı insanların
belirli ilkeler çerçevesinde birarada ortak bir program ve
tüzük içinde çaba göstermeleri gereken DKÖ'lerde gide-
rek fikri özdeşlik aranır oldu. Aynı DKÖ içinde malum ne-
denlerden dolayı bir arada olamayan sosyalist gruplar hem
demokratik, hem de kitle örgütü olduğu şüpheli kendi
"DKÖ"lerini kurdular. Hangi DKÖ içinde hangi örgüt ha-
kimse kendi programatik görüşünü, DKÖ'lerin siyasal ör-
gütlerden var olan farklılıklarını görmezden gelerek ikame
etti. Bu süreç sekterizmin çok daha ciddi boyutlarda ya-

144
sandığı öğrenci gençlik içinde daha sert yaşandı.
Sınıf içinde nisbeten kitlesel DİSK gibi, TÖB-DER gi-
bi örgütler kurulsa da gençlikte FKF Dev-Genç deneyi-
minden sonra hiçbir zaman kalıcı merkezi DKÖ'ler kuru-
lamadı. Sonuç olarak da daha çok sayıda insanın mücade-
leyle tanışabilmesinin olanakları bonkörce harcanmış ol-
du.

80' yenilgisinden sonraki ilk yıllarda öğrenci gençlik


mücadelesi yine ilk defa DKÖ'ler -dernekler- vasıtası ile
ortaya çıkmaya başladı. Öğrenci gençlik, dernekçilik faali-
yeti ile 80' yenilgisinin ardından yeniden siyaset arenasına
çıkış yollan buldu. İlk dernekçilik faaliyeti 84' yılı içinde
başladı. Çoğunlukla YÖK, 44. Madde vb. karşı, öğrenci
gençlik, (daha çok da sosyalist gençlik) çok kan kaybet-
miş, çok gerilemiş mücadele hattını dernekçilik vasıtasıyla
ileriye taşımaya, kitleyi yeniden politize etmeye çalıştı.
Akademik sorunların daha çok işlenmesine neden olan, as-
keri diktatörlüğün kitleler nezdinde yarattığı korku ve tah-
ribat öğrenci gençlik mücadelesinin siyasallaşmasını pek
olası kılmıyordu. Bu tip olumsuzluklara, kısa zamanda
devletin baskıcı tutumu eklendi. Devlet, dernekleşme ça-
lışmalarını yasadışı ilan etti ve dernek faaliyetleri yasadı-
şı, gizli örgüt muamelesi görmeye başladı. Dernek faali-
yetlerine katılan öğrencileri sosyalist öğrencilerden ayır-
maya, sosyalist öğrencileri tecrit etmeye çalıştı. Ancak bu
yaptıklarında pek de başarılı olamadığını gören egemenler
bu defa, ilgili yasayı değiştirerek tek tip öğrenci dernekleri
yasasını çıkardı. Bu yasa özünde muhalif öğrenci kitle-
sinin tepkilerini "evcilleştirmeye", onları denetlemeye yö-
nelik siyasal bir aldatmacaydı.
Tüm bunlara rağmen dernekçilik faaliyeti kitleselleş-
meye üniversitelerde etkin bir güç halini almaya başladı.

145
Nisbeten kalabalık öğrenci kitlesinin akademik ve demok-
ratik talepler ekseninde siyasetle tanışmasını sağladı. Bu
dönemde dernekler, farklı grup ve anlayışları içinde barın-
dıran tüzük ve ilke tartışmalarına sahne olsa da gerçek
DKÖ'ler görünümünü veriyordu.

Gelişen siyasal atmosferle birlikte siyasi gençlik örgüt-


lerinin (SGÖ) belirginleşmeye başlamasıyla birlikte, der-
neklerde şekil değişimine uğramaya başladılar. Sözünü et-
tiğimiz SGÖ'lerin belirginleşmesinden değil ama, bu ör-
gütlerin dernekleri, DKÖ'leri kavrayışlarındaki sakatlık-
tan ötürü kısa zamanda sekterizm, ikamecilik gibi hastalık-
lar derneklerin işleyişine zarar vererek, dernek içi enerji-
nin dışarıya yansıtılmasını, iç tartışmalarla bloke olmasını
sağladı.
Çok geçmeden kısır tartışmalar, "biz yapıyoruz, gelen
gelirci" davranışlar dernekleri, SGÖ'lerin vuruşma alanı-
na, paylaşım savaşı verdikleri bir alana dönüştürdü. Der-
neklerde giderek artan gerilimler dernek içi saflaşmaları
doğururken, mücadele alanına dernekler vasıtasıyla adım
atan bağımsız dernekçi öğrencilere seçilecek iki yol kal-
mıştı. Ya vuruşan gruplardan birine angaje olacaklardı, ya
da dernek faaliyetlerinin ve dolayısıyla mücadelenin dışı-
na düşüceklerdi. Bu kısır döngü (nesnel başka nedenlerle
birlikte) kendini gittikçe besleyerek dernekleri siyasi plat-
formlara, eylem birlikleri platformlarına indirgedi. Der-
nekler giderek kitleden, bağımsız unsurlardan koptu ve
"onlar için, onlara rağmen" politika yapılan marjinal yapı-
lara dönüştü. Derneklerin meşruluğunun iyiden iyiye tartı-
şılmaya başlandığı bu süreç, derneklerin yasallaşmasının
da önünü tıkadı.
Derneklerde belirginleşen reformist yönelimlerle, mar-
jinal radikal yönelimler derneklerin işlevselliğini iyiden

146
iyiye engelledi. (Reformistler daha önce de anlattığımız gi-
bi dernek faaliyetlerini akademik sorunlara endekslerken,
marjinal radikal gruplar da akademik sorunlara dahi dev-
rim sonrası sorun olarak bakmaktaydılar.)

Ancak, derneklerin içine düştüğü bunalımı fark eden


birçok grubun ifade ettiği gibi bizim de yukarıda söyledi-
ğimiz tıkanıkların nedeni salt sekterizm, ikamecilik, tak-
vim devrimciliği gibi öznel sorunlar olsaydı, sorunun çö-
zümü kolay olacaktı. Bu nedenler kişi ya da grupların ha-
talı davranışlarından kaynaklandığı için, kişi ya da grupla-
rın kendilerini düzeltmeleri ve sekterizm, ikamecilik vb.
hatalı davranışlara girmemeleri yeterli olabilirdi. İleriki si-
yasal hayatımıza yönelik olarak da buradan çıkaracağımız
ders, "bir öğrenci örgütü yaratırken sekterizm, dar grup-
çuluk gibi hastalıkları kapının dışında bıraktığında, ör-
gütsel işleyiş düzene girecektir" şeklinde olacaktı. Ve öyle
de oldu. Öğrenci dernekleri deneyiminin ardı sıra tartışıl-
maya başlanan kol, klüp çalışmaları, "cehenneme giden
yolların iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu" bilmiyormuş-
casına, faaliyet sekterizmden, ikamecilikten uzak iyi niyet-
lerin kutsanmasıyla başlıyordu. Ve daha önce de milyon-
larca örneği olduğu üzere, tarihten ders çıkarmayanlar, onu
tekrarlamaya mahkum olduklarından kol, klüp çalışmaları
da aynı akıbete uğradılar.
Bu öznelci yaklaşımlar, (sekterizm, ikamecilik vb.) tek
tek doğru oldukları halde, derneklere yönelik sistematik
bir inkar için yeterli gelmiyordu. Yine bu öznelci yakla-
şımlar, nesnelliği, maddi koşulları göz ardı ettiği için de
objektif olarak idealizme saplanmaktan kurtulamıyordu.

Buradan yola çıkarak toplumsal alana bir dönüş yapa-


cak olursak, bu alanda da nesnel ve öznel koşulların sıkı

147
bir karşılıklı etkileşiminden söz edebiliriz. Her toplumsal-
politik olay bu koşulların belirleyiciliği altında ortaya çı-
kacaktır.
Tarih boyunca her yeni üretim ilişkisi kendisine has bazı
sınıfları, bireyleri, ahlaki, felsefi, hukuki, dini vb. çeşitli
algı ve davranışları yaratmıştır. Aynı zamanda tüm bu
öznel durumlar nesnel üretim ilişkileri üzerine de etkide
bulunmuşlardır. O açıdan hiçbir toplumsal formasyon için-
deki insanların davranışlarıyla ahlaki, hukuki, dini vb. ina-
nışlarıyla açıklanamaz. Açıklanmaya çalışılsa da yeterli
olamaz. Bu yüzden tarihsel materyalizmin öngördüğü şe-
kilde, bu açıklama nesnel altyapı birincil koşul olarak göz
önünde tutulmak suretiyle, bu nesnelliğe uyum sağlamış
(nesnellikçe belirlenen ve onu belirleyen) bir öznel üstyapı
ile gerçekleştirilebilir. Örneğin kapitalizmi salt üretimin
kollektivizmi, üretim araçlarının bireysel mülkiyeti, eme-
ğin kendisini pazarlamaktaki özgürlüğü, pazarın belirleyi-
ciliği ile ya da ürününe, dolayısıyla kendisine ve topluma
yabancılaşmış, yalnızlaşmış birey, devasa bir tüketim top-
lumu, çıkarcı, bireyci insan tipolojisi, para fetişizmi, in-
sanlardaki ahlaki, kültürel vb. yozlaşmaya açıklamaktan
ziyade her ikisiyle birlikte açıklamak bilimsel olandır.

Nasıl ki bir insan toplumuna yön veren temel dinamik


insanların tek tek niyetlerinden bağımsız bir şekilde toplu-
mun nesnel hareket yasalarıysa, bir anlamda öğrenci der-
neklerini daralmaya götüren bir neden de tek tek öğrenci-
lerin niyetlerinden bağımsız bir şekilde var olan örgütlülü-
ğün maddi örgütsel yapısı ve siyasal, toplumsal konjektür-
dür.
Sol siyasal rüzgarların topluma hakim olduğu bir süreç-
te toplumsal muhalefet zaten yüksek olacağı için, emekçi-
lerin her türden örgütlenmesinin kitleselleşmeye başladığı

148
bir toplumda öğrenci örgütlülükleri de kitlesel bir niteliğe
sahip olacaklardır. (Bkz. FKF Dev-Genç Deneyimi) Ancak
siyasal-toplumsal konjektürü en azından kısa vadede de-
ğiştirecek durumda olmadığımız için, nesnelliğin belki de
en önemli öğesi olan "toplumsal-siyasal konjektür" tartış-
masını bir yana bırakarak, nesnelliğin diğer öğesi olan ör-
güt anatomisine, modeline değinmekte fayda olduğuna
inanıyoruz.

Öğrenci derneklerinin, 80' sonrasında çoğunlukla 44.


madde gibi YÖK gibi sorunlar ekseninde şekillenmeye
başladığından söz etmiştik.
Örgütlenmenin somut bir sorun etrafında ve bir ihtiyaç-
tan dolayı oluştuğu hatırlandığında ihtiyacın sadece örgütü
genel olarak değil, iç dizaynına kadar da etkileyeceğini
kavramak zor olmaz. Yani bir bakıma örgütü tarifleyen te-
mel etkenler, örgütün çözümlemeye çalışacağı sorunlar
olacaktır. Siyasi iktidar üzerinde baskı oluşturmak suretiy-
le onu bir takım demokratik ödünler vermeye zorlayan ve
kendisini bununla sınırlayan bir sivil toplum örgütü ile, ik-
tidarı zorla almak niyetinde olan siyasal bir örgütün, temel
sorunsalı farklı konduğu için farklı niteliklere sahip olacağı
açıktır.

Bu saptamadan yola çıkıldığında, görülen o dur ki, öğ-


renci dernekleri 80' sonrasında, çoğunlukla YÖK, 44 mad-
de gibi sorunlar ekseninde çalışmalar sürdürdüğü için ken-
di anatomik şekillenişini de bu sorunlara göre gerçekleştir-
miştir.
YÖK'ün eleştirel analizi üzerinden, YÖK üniversitele-
rine alternatif üniversiteler ve bu bağlamda tartışılan
Özerk-Demokratik Üniversite ekseninde bir mücadele hat-
tı oluşturulmuştu. YÖK'e karşı ve Özerk-Demokratik

149
Üniversite mücadelesi ile sınırlanan dernekler YÖK'e karşı
organize oldukları için bu sorunların belirleyiciliğiyle
oluşan bir örgüt yapısını edindiler ki bu yapı hiçbir zaman
üniversite toplum-üretim-eğitim bağlamında bir perspektife
sahip olamadı.

Oysa gözden kaçırılan şu idi: YÖK mevcut sistemin


üniversiteye düşen gölgesidir. Bir bakıma sadece bir gö-
rüngüdür. Ve iki boyutlu bu görüngüyü üç boyutlu bir
madde bütünlüğüyle kavramanın tek yolu üniversitelerin
siyasal sistem içinde, eğitim politikaları, eğitim süreci ve
üretim süreci bağlamında kavranmasıyla mümkündür.
Toplumun en önemli varlık koşulu olan üretimle, üretim
politikaları ve bunların eğitim politikalarıyla ve kurumla-
rıyla olan ilintisi kavranamadığı koşullarda, YÖK'ü dahi
yeterince kavramak mümkün olamıyordu. Sorun bu tarzda
konulduğunda ve kavrandığında ise YÖK bir anda alt baş-
lıklardan biri haline gelecektir. Elbette sorun tarif ettiğimiz
şekliyle ele alınmadı ve öğrenci gençlik, ağaca bakarken
ormanı asla fark edemedi.

İşbölümünün iyice arttığı ve her bir fakültenin bir diğe-


rinden kendi sektörüne dair farklı binlerce sorunu taşıdığı
üniversite koşullarına sunulan örgütlenme şekli (Öğrenci
Derneği) bu özgüllüğün farkına varamadı ve sözgelimi bir
mühendislik fakültesi öğrencisini, bir tıp fakültesi, bir idari
bilimler öğrencisiyle eşitleyerek örgütlemeye çalıştı.
Çünkü öğrenci derneği, fakülte derneklerinin temsilcileri-
nin oluşturduğu merkezi üniversite derneği, üniversite
temsilciliklerinin oluşturduğu üniversiteler federasyonu
şeklinde kurgulanmıştı. Bu kurguda üniversite derneğini
oluşturan farklı fakültelerden gelen temsilcilerin (işbölü-
münün böylesine yaygınlaştığı günümüz toplumunda ve

150
hele üniversitede) ortak paydasını da, özgül sektörel so-
runlar değil, herkesi kesen sorunlar (yemekhane, ulaşım,
YÖK, jandarma, polis vb.) oluşturmaktaydı.
Nasıl bir eğitim-öğretim sorununa, nasıl bir üretim so-
runu çerçevesinden bakıp çözüm üretemedi.
Dernekleşme sürecinde tonla tartışma yapılmasına rağ-
men dernekleşme çalışmaları üniversite, eğitim, mücadele
vb. tanımsız ve programsız kaldı. Doğal olarak da net ola-
rak tanımlanamamış bir alanda faaliyetin tanımlanması da
yürütülmesi de mümkün olmayacağı için kaos kaçınılmaz
oldu.
Kurulan birim dernekler kendi alanlarındaki mesleki
demokratik kuruluşlarla ilişkilenmediler, bu da kaçınılmaz
olarak akademik alanda verilen, verilmeye çalışılan müca-
delenin izole olması sonucunu doğururken, derneklerin
öğrenci gençliğin yarınına müdahale etmesinin (yani mes-
leki demokratik örgütler vasıtası ile gelecekteki mesleki ve
demokratik sorunlara müdahale edebilme) olanaklarını or-
tadan kaldırdı. Öğrenim süreci ile üretim sürecinin (ve bu
alandaki ekonomik ve siyasi mücadelenin) bir bütünün
parçaları gibi algılanamamış olması (eklektik algılanışı)
aynı zamanda alana bakış açısındaki teorik yetersizliklerin
de bir göstergesi olarak mücadeleyi parçaladı. Dernek ça-
lışmaları sektörel bir perspektiften hep uzak kaldı.
Birim derneklerin federatif veya konfederatif bir tarzda
bir çatı altında birleştirilememiş olması yani merkezileşe-
meme sorunu da derneklerin hızla güç yitimine uğraması-
nı sağlarken, akademik alandaki ve toplumdaki etkinlikle-
rinin de zayıflayarak sıfırlanmasına yol açtı.

Sonuç olarak dernekler akademik ve siyasal demokra-


tik mücadelelerin verileceği, sosyalistlerin kitlelerle bağ
kuracağı, onların kendi eylemlerinden öğrenmelerinin ze-

151
minini hazırlayacağı, geniş kitlelerin mücadele zeminine
adım atacağı kitlesel ve demokratik içerikli kurumlar ol-
maktan çıkarak etkisizleşti.
Özetleyecek olursak, bize göre öğrenci derneklerinin tı-
kanma nedenleri şunlardır:

Öznel Nedenler:
Sosyalist demokrasi kavranılamamış, sosyalist demok-
ratik ilişkilerin geliştirilememiş olması, bununla birlikte,
sekterizm, ikamecilik, sağ ve sol sapmalar vb.

Nesnel Nedenler:
a- Yurt ve dünya konjonktürü, reel sosyalizmin yenilgi-
si, dünyaya hakim milliyetçi, gerici rüzgarların etkisi,
b- Derneklerin Programatik ve Örgütsel yapılarının
yanlışlıkları, eğitim-üretim ilişkilerinin kavranamaması,
örgütsel ve programatik bir lisana aksettirilememesi,
c- Öğrenci derneklerinin merkezileşememesi.

152
B- GEÇEN YILIN SİYASAL PANAROMASI VE
KOORDİNASYONLAR

Geçtiğimiz yıl, epey bir süredir güç kaybına uğramış


öğrenci gençliğin tekrar mücadele alanına çıktıkları bir dö-
nem oldu. Bu defa mücadele alanına çıkış, öğrenci dernek-
leri tarzından çok, koordinasyonlar, cepheler, kol ve klüp
çalışmaları şekline büründü. Eski tarz örgütlülüklere naza-
ran, daha gevşek, kapsadığı kitle itibariyle de nisbeten kit-
lesel olan bu örgütlülükler bir anlamda öğrenci gençliğin
üzerine atılmış olan ölü toprağını kaldırmak için olumlu
çaba sarfettiler. Böylece tekrardan başlayan eylemli süreç,
bir tarafta koordinasyonlarla, diğer tarafta da koordinas-
yonları sağ, pasifist vb. olarak suçlayan Üniversite Öğren-
cileri Platformu ile sene sonuna kadar, daha çok paralı öğ-
retim ve üniversite harçları konulu hareketlenmelerle ta-
şındı.
Koordinasyonlar cepheler tarzındaki birim örgütler va-
sıtası ile oluşturuldu, içinde bir şekilde düzene muhalif
kimlik taşıyan tüm öğrencilerin gelip çaba sarfedebilecek-
leri bir şekilde örgütlenmişti. Örgütlü, örgütsüz, sosyalist
veya değil mümkün olabildiğince çok genci barındırması,
gevşek örgütlenme tarzına ve anlayışına sahip olmasıyla

153
mümkün olmuş olsa da, yine de bir başarıydı
Üniversitelerdeki somut anlık sorunlara -harç vb- karşı
tepki veren tüm muhalifleri, herhangi bir bağlayıcılığı ol-
madan bir arada tutmaya çalışan bu bir araya gelişler bir
dönem kitlesel eylemler gerçekleştirdiler. Bu açıdan oli-
garşinin yüzyıllık korkusu olan geçmiş öğrenci hareketle-
rini hatırlatarak dostu güvendirdiler, düşmanı yerindirdiler.
Öğrenci gençlik içinde de sempati uyandırdılar. Ancak bu
sıralarda koordinasyonlar içinde bazı sorunlar da ufukta
görünmeyi başladı.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, koordinasyonlar gev-


şeklikleri sayesinde yeterince taraftarları için bağlayıcı
olamadılar. Bağımsız bol miktarda unsuru barındırmakla
birlikte, demokratik merkeziyetçiliğin işletilemeyişi, grup-
çu refleks ve anlayışlar neticesinde, bağımsızların iradesi
kararlara net olarak yansımıyordu. Merkezileşemediği
içinde -örneğin Türkiye Öğrenci Koordinasyonları Fede-
rasyonu vb.- eylemsel eşgüdümü ve bilgi akışını sağlaya-
mıyor ortaklaşa karar alma süreçleri yeterli işletilemiyor-
du.
Ve en olumsuzu, öğrenci koordinasyonları, var olan
gündemlere tepkilerini ortaya koyuyorlardı ama, akademik
alanı bütünlüklü olarak değerlendirerek programatik bir
bakış açısı yaratılamamıştı. Üzerinde anlaşılmış, ortakla-
şılmış uzun vadeli perspektiflerden yoksundular. Öğretim
ne için? sorusuna yanıt vermeyen, öğretim ile üretim ara-
sındaki bağı yeterince yakalayamayan bir araya gelişlerdi
koordinasyonlar. Programsızlık kaçınılmaz olarak, belir-
lenmiş gündemlerin arkasına takılarak en fazla o gündem-
lere yönelik tepkilerin dile getirilmesini sağlıyor ancak öğ-
renci hareketinin gelişimini siyasallaşmasını önlüyordu.
Koordinasyon hareketi merkezileşemediği için yeterin-

154
ce bağlayıcı olamıyor, yine merkezi bir yapısı olmadığı
için de tüzüğü, programı oluşturmada bağlayıcılıklar yara-
tılamıyordu. Koordinasyon hareketleri herhangi bir sorun
etrafında verilen refleks cevaplarla özdeşleşmeye başladı.
Ana ilişkin anlamlı olan bu refleksler uzun vadede saydı-
ğımız nedenlerden dolayı, objektif olarak tıkanmaya, iş-
levsizleşmeye mahkumdu.

İlk koordinasyon eyleminden sonra, koordinasyonların


sağ ve pasifist bir çizgide olduğunu savunan bir takım si-
yasi gençlik gruplarının biraraya gelişleriyle Üniversite
Öğrencileri Platformu oluşturuldu.
Öğrenci Platformu yerini, koordinasyonların yarattığı
meşru ortam üzerinden aldı. Koordinasyonlar sayesinde
hem öğrenci kitlesini, hem de genel olarak toplum nezdin-
de yaratılan meşruiyet ortamını zemin alarak çıkan öğren-
ci platformları kitlesel denebilecek eylemlere imzasını attı.
Koordinasyonlardan daha solda oldukları iddiası ile ve
koordinasyonların reddi üzerinden mücadele arenasına çı-
kan platformun örgütsel anatomisi, somut herhangi bir so-
run karşısında, siyasetlerin soruna yönelik olarak biraraya
gelişleriyle ortaya çıkan eylem birliği şeklindeydi. Ancak
bu anatomik yapı da öğrenci gençliğin uzun erimli sorun-
larına cevap verecek bir tarzı ortaya çıkartmadı, çıkarta-
madı.
Öncelikle, siyasetlerin eylem birliği tarzı, karar alma
süreçlerine bağımsız unsurların yeterince katılmasını sağ-
layamadı. Çünkü kararların alınması için siyasetlerin hem
fikir olması yeterliydi. Bu karar alma süreçlerinde demok-
ratik işleyişin kurulmasını engelledi.
Öğrenci platformu, aynı koordinasyonlar gibi somut so-
runlar karşısında refleksler gösterirken, tanımlanmış prog-
ramatik amaçları olan, işleyişi belirli bir öğrenci hareketi

155
haline dönüşemedi. Daha sol ve sekt söylemlerin sözcüsü
olan ÜÖP deneyimi, tanımsızlık, programsızlık ve hukuk-
suzluk konusunda Öğrenci Koordinasyonları'yla aynı kul-
varda yer almaktan kurtulamadı. ÜÖP'te koordinasyonlar
gibi öğrenci gençliğin kitle örgütü haline gelmeyi becere-
medi. Ve sonuç olarak da dağıldı.

156
C- MEVCUT DURUM VE ÖRGÜTLENME PERS-
PEKTİFİMİZ

Siyasal sürecin büyük bir hızla aktığı ülkemizde nere-


deyse anın fotoğrafını çeken her yaklaşım, kısa süre içinde
tarih oluyor. Ana yönelik olarak yapılan değerlendirmeler
deyim yerindeyse kalem kağıttan ayrılmadan demode hale
geliyor.
Ancak yine de siyasetin temel bileşenlerinde var olan
stabilite en azından siyasal değerlendirmeleri daha müm-
kün kılıyor. Siyasal sürecin sahip olduğu akışkanlık, siya-
sal değerlendirmelerin ilk tespiti, olmazsa olmaz kuralı ha-
line dönüşüyor. Siyasal sürecin sahip olduğu akışkanlık,
patolojik anlamıyla burjuva dikdatoryasının başına musal-
lat olan istikrarsızlık ve krizin öz evladı olarak ortada du-
ruyor. Burjuva dikdatoryal sistemin hastalığı ampirik ve
palyatif yöntemlerle tedaviye çalışıldıkça her deneme ya-
nılgı ve sonuçsuzluğu ve her yanılgı ve sonuçsuzluk siya-
sal dalgalanmayı doğururken, yan ürünü olarak da yeni de-
neme ihtiyaçlarını gündeme sürüyor.

Parlamento seçimlerinin sonuçsuz kalması ardından


bugüne kadar denenen birçok hükümet bileşiminin başarı-

157
sizliği en son çare olarak Refah-Yol heyulasını yaratırken,
Refah-Yol iktidarının daha ilk aylarından burjuvazinin he-
gomonya sorununa çare bulamayacağı ve Refah-Yol'un
çıkaryol olmadığını gözler önüne serdi. Çıkar yol olmanın
tersine hükümetin Refah kanadı, referans aldığı İslami
fundamentalist zihniyet doğrultusunda ortaya koyduğu la-
iklik anlayışı, hukuk sistemi, toplumsal düzen anlayışı ne-
deniyle, bunalım, ara rejim, darbe ihtimallerini de tartıştı-
racak şekilde derinleştirmiş oldu.
Buna ek olarak, kapitalist ekonomik işleyişin doğal is-
tençleriyle, devletin bürokratik ve statükocu işleyişi ülke-
de egemenler düzeyinde bunalımlar yaratıyor. Ekonomik
istikrara sahip piyasa patronların talebiyken, sıvaları dö-
külmüş ve binbir yerinden çatlamış Kemalist ideolojinin,
askeri, bürokratik devlet anlayışı şovenizmle süslenmiş
vatanperverlik edebiyatı ile sürdürülen kirli savaş burjuva-
zi içinde de farklı eğilimlerin birbiriyle ve hatta bu eğilim-
lerin devletle kapışması sonucunu doğuruyor. Kürt sorunu
konusunda burjuvazi içinde yaşanan kutuplaşma, örneğin
ithal otomobil konusunda da farklı cepheleri gündeme ge-
tirdi.

Nüanslar değişse de, Kürt sorunu hala ülkenin en büyük


sorunu olmaya devam ediyor. İleri derecede ekonomik ve
insani kaynağı soğuran kirli savaş aslen ülkedeki ekono-
mik ve siyasi bunalımın da sorumlusu durumunda. Siyaset
her boyutuyla Kürt sorunu ekseninde tıkanıklık yaşamak-
ta. Burjuva siyasetini bir kenara bırakalım, sosyalist siya-
sette de Kürt sorunu en önemli öğe haline gelmiş durum-
da.
Bu haliyle Kürt sorunu, sosyalistler açısından önemli
sorunlardan biri olarak değil, belki de en önemli sorun ola-
rak görülmek ve kavranmak zorundadır.

158
Burjuva-liberal anlayışa sahip olan kimi eğilimler dev-
letin küçülmesini, eğitim gibi, sağlık gibi, haberleşme gibi
alanlardan çekilmesini vaaz ederken, kirli savaş devlette
herhangi bir yapısal değişikliği olası kılmıyor. Tersine dev-
let savaş politikaları ve savaş makinası sayesinde giderek
daha bürokratik bir hal alıyor. Devletin sivil aygıtları gide-
rek işlev yitimine uğrarken, örneğin parlamento ve siyasi
partiler birer incir yaprağından da daha sembolik hale ge-
lirken, militarist aygıtlar, yürütme giderek güçleniyor. Ül-
kenin yönetiminde etkinliği neredeyse sıfıra yakın olan
meclis, MGK önerilerinin onay mercii haline dönüşüyor,
etkisini giderek daha da yitiriyor. Devletin sahip olduğu
katı duruş, YDD ve globalizmin dünya ölçeğindeki "esnek
ve küçülmekte olan devlet" anlayışıyla ciddi bir gerilimi
yaşıyor. Bu gerilim devletin yapısal (maddi ve ideolojik)
konumunu tartışma gündemine sokarken, başta Kürt soru-
nu olmak üzere muhalefet hareketleri ve siyasal islam ol-
gusu devletin bu yapısında ciddi gedikler, çatlaklar meyda-
na getiriyor.
Resmi ideoloji ve resmi devlet anlayışı tamiri olanaksız
bir şekilde çürüyüp dökülüyor.
Devlet stabilitesini Kürt sorunu, Kıbrıs, Yunanistan vs.
gibi dış politik sorunlarda şovenizmi körükleyerek halk
üzerinde şovenist bir dalga estirerek sağlamaya çalışırken,
bu da kaçınılmaz olarak belirli anlamlarda devletle içice
geçmiş faşist örgütlerin, ( MHP, BBP gibi) çetelerin güç-
lenmesi sonucunu doğuruyor. Yine aynı devlet, kendi do-
ğal uzantılarının kanunsuzluğuyla mafyalaşıyor.
Rantiyeye, faize, savaş tacirlerine ucuz kredi olarak
emekçilerin alınterleriyle biriktirdikleri fonlarda toplanan
paralar bağışlanıyor.
Bir taraftan emekçilerin parasını çalan, mafya ve faşist
örgütlerle birlikte iş yapan, bütün bunlara karşı çıkanları

159
zindanlarda süründüren, insan kaçıran, planlı insan öldü-
ren, insan hakların ihlal eden, ceberrut yüzünü emekçilere
gösterirken, diğer taraftan çok uluslu tekellerle, patronlar-
la, tefeciler, rantiyecilerle, mafyacılarla vb. dostane ilişki-
ler sürdüren, aynı zamanda onların organik uzantısı haline
gelmiş bir devlet var karşımızda.

Tüm bunlara karşılık, emek güçlerinin yeterli bir örgüt-


lenme düzeyinden söz edebilmek mümkün olmasa da, top-
lumsal muhalefetteki hissedilir yükselme bunun olanakla-
rını bize sunmakta. Türkiye de kamu emekçilerinin nisbe-
ten daha hareketli durumları bir yana, geçen yıl gençlik
alanı, öğrenci gençlik üzerinden hareketlenmelere tanık ol-
du.
Çoğunlukla paralı öğretim ve YÖK konusunda, politi-
ze olan ve sokağa çıkan gençlik, görünen o ki, önümüzde-
ki süreçte de ülkenin gündemine damgasını sıkça vuracak.
Öğrenci gençliğin her sokağa çıkışı, burjuvazinin 12 Eylül
öncesi paronayasını gündeme sürüyor. Bunun içindir ki,
hiçbir konuda esneme kaabiliyetine sahip olmayan devlet,
gençlerin bu "itaatsizliğini" elinden gelen en ağır şekilde
cezalandırmaya çalışıyor. Polis terörü, hemen her eylemin
değişmez unsuru haline geliyor. Tüm bu baskı politikaları-
na rağmen, şu an öğrenci gençlik hissedilir öneme sahip
bir momenti yakalamış durumda. Son yıllarda, giderek di-
be vuran demokratik öğrenci hareketi, şu an belli bir dere-
cede toparlanma ve kitleselleşme aşamasına girmiş görü-
nüyor.
Kuşkusuz, gelinen nokta bir öncesi göz önünde bulu-
nulduğunda birçok olumluluğu barındırıyor. Ancak bu tam
tersten düşünüldüğünde, yani yarını ve varmak istediğimiz
noktayı göz önünde bulundurduğumuzda ise gelinen nok-
tanın yetersizliği de ayan beyan görülüyor.

160
İşte tam da bu tespit öğrenci gençliğin üzerine ciddi so-
rumluluklar yüklemekte. Öğrenci gençlik bir "öğrenci ha-
reketi" oluşturmuş durumda. Ancak yaratılan öğrenci hare-
keti, bir kararsızlığı da içinde taşıyor. Bu yönüyle süreğen
bir örgütten çok, geçici bir ara form -hareket- olma özelli-
ğine sahip görünmekte. Bellidir ki, sözünü ettiğimiz "ara
form" için belli başlı iki yönelim söz konusu olacaktır. Ya
yakalanılan moment, "kararsız ara form", üzerinde yete-
rince çalışılmadığında, iradeci davranılmadığında, heba
olacak, oluşturduğumuz hareket ve örgütlenme derecesi
yaşamın erozyonuna dayanamayıp çözülecek yok olacak-
tır. (Bu durum şu ana kadarki çabalarımızın da boşa gittiği
anlamına gelir.) Ya da, bu kararsız ara forma, ciddi ve ira-
deci tavır alışla bu ana form bir örgüte dönüşecektir.
Geçen yılki temel mücadele dinamiklerinin bu yıl da
değişmediği tesbitiyle, gençliğin üniversitelerde ve mahal-
lelerde bu sene de mücadelenin taşıyıcılığını yapacakları
görülüyor. Geçen sene olduğu gibi bu sene de üniversite-
lerde varoşlarda gençlik sıcak sınavlar verecek. Ancak ve-
rilecek sınavlar ortaklaştırılmadığı, kitlesel kılınamadığı
ölçüde yeterince politik bir lisana sahip kılınamayacağı
aşikar. Bu açıdan bakıldığında ayakları üniversitelere, lise-
lere, mahallelere, işçi sınıfı içine basan ve gençliği kitlesel
bir şekilde, (hiç bir zaman tüm gençliği kapsayacak bir ör-
güt yaratmanın mümkün olmadığı da bilinerek) ve farklı-
lıklarıyla kucaklayacak, ortak bir mücadele oluşturabile-
cek hata sahip bir araç yaratılması önemli bir ihtiyaca te-
kabül etmektedir.
Bu yüzden öğrenci gençliğin temel yönelimi, içinde fa-
aliyet sürdürdüğümüz öğrenci hareketinden koordinasyon-
ları örgütlülük açısından aşacak bir örgüt yaratma faaliyeti
olmalıdır. Tüm olumsuzluklara rağmen ( Bu olumsuz-
lukların bir nedeni de kuşkusuz bazı gurupların sekter tu-

161
tumları ve koordinasyonları kendilerinden menkul gören
anlayışlarıdır.) içinde olduğumuz süreç, böylesi bir çalış-
manın birçok koşulunu içermektedir. Yeter ki yaşam karşı-
sında iradeci olalım.

162
D- SEKTÖREL ÖRGÜTLENMEDEN
DEV-GENÇ'E

D.l- ÜNİVERSİTEDE ÖRGÜTLENME TARZI

Daha önceki bölümlerde, üniversitede yaşanan temel


çelişkinin bilimsel bilginin üretilmesi (üretim olmadığında
bilimsel bilginin bütünlükten uzak bir şekilde aktarılması)
ile onun kullanılması arasında olduğunu ifade etmiştik. Bu
çelişki genel olarak, tüm fakülteler, yüksek okullar vb. için
geçerlidir. Ancak bu temel çelişki ayrıntılara inildikçe
farklı özelliklere bürünmekte, fakültelerin özgül durumları
karşısında farklı görüngülerle ortaya çıkmaktadır. Örneğin
bilimsel bilginin üretiminin, zorunlu olarak diyalektik
maddeci yasalara göre olması gerekirken ve bu bilimsel
bilginin üretildiği bütün sektörler için geçerliyken, bilginin
kullanımı, sektördeki ihtiyaca göre (sistemin ihtiyacına
göre) değişecek ve bu kapitalistlerce belirlenecektir. Siste-
min ihtiyaçları, bilimsel bilginin kullanımını belirlerken
aynı şekilde, sektördeki insanın tipolojisini de yine siste-
min ihtiyaçları doğrultusunda belirlemektedir. Yani bir ba-
kıma bilimsel bilgi ideolojikleştirilip "sınıfsallaştırılırken"
alanda bilimle uğraşan bireyde sistemin ihtiyaçları doğrul-

163
tuşunda, "ideolojikleştirilmekte", sistemin çıkar savunucu-
ları haline dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bilimsel bilgi-
nin ve bireyin "ideolojikleştirilmesi" ve sistemin ihtiyaçla-
rına göre şekillendirilmesi, eğitim öğretimin, hakim üretim
tarzıyla, pazarın ihtiyaçlarıyla ilişki kurduğu spesifik bir
alandır. Kuşku yok ki, alana sunacağımız örgütlenme tar-
zı, bu özel ve özgül durumun üzerinden atlamamalı, onu
görmezden gelmemelidir.
Her bir fakülte, sistemin ondan beklediği (maddi ve
ideolojik üretimi) görevleri yerine getirebilmek için, farklı
ve özgül bir eğitim öğretim politikasıyla koşullandırıl-
maktadır.
Burada çıkan sonuç şudur. Ne üniversite, ne üniversite-
liler, ne de üniversite eğitim öğretimi homojen bir bütün-
lük arz etmemektedir. Sektörün ihtiyaçları, aynı fakültede
okuyanları, aynı kimlik, aynı eğitim-öğretim politikası, ay-
nı amaç ekseninde "aynılaştırırken" doğal olarak diğer fa-
kültelerle farklılaştırmaktadır. Demek ki aynı üniversite
içinde dahi homojenlikten bahsetmek mümkün görünme-
mektedir. Ancak, bilimsel bilginin üretimi ile kullanımı
arasındaki çelişki bakımından teorik olarak, bütün fakülte-
ler için söz konusu olacak bir ayniyetten bahsedebiliriz.
Yine YÖK gibi, polis, jandarma terörü, faşist terör, Özerk-
Demokratik Üniversite istemi, yemek, barınak sorunu vb.
üniversitedeki tüm öğrencileri kapsayan sorunlardır. Bu
yönüyle de öğrenci gençlik homojen bir bütün olarak kar-
şımıza çıkar. (Aynı biçimiyle teknik lise ya da meslek oku-
lu içinde durum bundan farklı değildir)
O halde üniversiteye sunacağımız örgütlenme biçimi;
tek tek fakülteler göz önüne alındığında, sistemin fakülte-
lerden elde etmeye çalıştığı, sistemle barışık insan tipine
ve hakim sistemin çıkarlarına uygun üretim şekline karşı,
tüm fakültelerin ortak ihtiyaçları ve sorunları ekseninde

164
bütünsel bir tarzda tasarlanmalı ve tüm fakültelerin ve sek-
törlerin birbirinden farklı yanlarını ve sorunlarını görerek,
bu farklılıkları dikkate alarak, farklılıkları eşitlemeye ça-
lışmaksızın, tüm fakültelerin ve sektörlerin kendi içinde,
sektörden kaynaklanan ortak sorunları etrafında beraber
örgütlenmesini de sağlamalıdır. Aksi halde öğrenci der-
neklerinin yaptığı gibi, farklılıkları göz ardı ederek salt or-
tak noktalar üzerinden örgütlenmeye çalışmak, başarısızlı-
ğa direkt olarak açılacak bir kapıyı aralamak olacaktır.
Eğitim süreciyle, üretim arasında var olan diyalektik
ilişki, eğitim sürecindeki örgütlülüklerle diyalektik olarak
üretim sürecindeki örgütlülüklerin birlikte ve karşılıklı
olarak örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır. Zira eğitim sü-
reciyle, üretim sürecinin sorunları sistemden dolayı aynı
kökenlere sahiptir. Bu örgütlenme perspektifinin pratik te-
zahürü şöyle olmalıdır. Aynı sektörde yer alan fakülteler,
yüksek okullar, mesleki ve teknik liseler vb. sektörün or-
tak sorunları karşısında, ortak bir tüzük ve program etra-
fında örgütlenmeli, bu örgütlülükler kendi alanlarındaki
mesleki örgütlülüklerle eşit özne olarak ilişkiye geçmeli,
her sektörde yer alacak örgütlülükler, kendi içlerinde kon-
federatif merkezi bir yapıya kavuşmalı, konfederatif yapı-
ların, sektörlerin özgül problemlerinden kaynak alan prog-
ramatik farklılıklarına karşın, tüm öğrenci gençliğin ortak
sorunları ekseninde mücadele programatiği ortaklaştırıl-
malıdır.
Savunduğumuz perspektifimizin temel belirleyeni öğ-
renci örgütlülükleri ile, kafa ve kol emekçilerinin örgütleri
arasında program ve mücadele birliğinin sağlanmasıdır.
Öğrencilerle emekçiler arasında sağlanacak birlik ve
dayanışma ruhu sınıf dayanışmasının koşullarını sağlaya-
caktır.

165
Taraftarı olduğumuz böyle bir örgütlenmenin pratikte
ne gibi getirilen olabilir? Karşılıklı ilişki içindeki örgüt-
lenme anlayışı, bir zorunluluktan öte, sınıf mücadelesinin
pratik bazı sorunları açısından somut çözümleri taşımakta-
dır.
Her bir fakültenin kendi sektöründeki, sendika ve mes-
lek odalarıyla ilişkisi mücadele güçleri arasında, öteden
beri bir türlü yaratılamayan dayanışma kültürünün yaratıl-
masında önemli işlevler görecektir. Öğrenci gençliğin, sı-
nıfla arasında var olan yabancılık bu tarz bir örgütlenmey-
le aşılarak gerektiğinde sınıfın öğrenci gençlik için, öğren-
ci gençliğin de işçi sınıfı için refleksler geliştirebilmesinin
nesnel koşullarını oluşturur.

Programımız öğrencilerin, yarın içine girecekleri mes-


leki koşulları önceden kavrayabilmelerini ve meslekten
olanlarla birlikte mesleğin ekonomik, siyasal çıkarları için
mücadele olanağını sağlayacaktır. Başka bir söylemle öğ-
renci gençliğin yarınına müdahale edebilmesinin koşulla-
rını yaratacaktır.
Öğrencilerin mücadelesi ile meslekten olanların arasın-
da sektör doğrultusunda örgütlü bir bütünlük sağlandığın-
da, okul bitiminde her sene yaşadığı gibi yüzlerce öğrenci
mücadele dışına düşmeyecek, direkt olarak kendi mesleki
örgütlenmelerine kanalize olacaklardır.
Tersten düşünüldüğünde bu tarz bir örgütlenme, mes-
lekten olanların geçmişlerine müdahale olanaklarını, üre-
timden kaynaklı güçleri dolayımıyla yaratmaktadır.
Açıktır ki, savunusunu yaptığımız model, öteden beri
bir türlü sağlanamayan, öğrenci hareketinin, emek hareke-
tiyle birliğini, mücadele ortaklığını sağlayacak bir model-
dir. Bu ortaklık, toplumun en dinamik kesimi olan öğrenci
gençliğin dinamizminin, emekçilerin üretimden gelen güç-

166
leriyle birleştirilebilmesini sağlayacak, hem öğrenci genç-
liğin, hem de emekçilerin bilgi ve tecrübelerinin gelişme-
sini, nitelik ve nicelik olarak iki kesimin de güçlenmesini
sağlayacaktır.
Projemiz, öğrenci gençliğin eskiden beri bir türlü sahip
olmadığı/olamadığı mücadeleyi bütünlüklü kavrayabilme
becerisini sağlayacaktır. Çünkü savunduğumuz model,
eğitim süreci-üretim ikilemi üzerinden üniversite ile sendi-
kaların, meslek odalarının yani üretim sürecinin birlikteli-
ğini hedef aldığı için, üniversiter mücadelenin dünyayı salt
üniversiteden görmesini, üniversiteye sıkışıp kalmasını en-
geller bir özelliğe sahiptir. Üniversitede mücadele eden her
bireye, eğitim öğretim ve üretim ilişkisini kavrattığı ölçü-
de, üniversite mücadelesinin de paralı öğretimin de, kendi-
lerine denk düşen üretim tarzının, (siyasal başka faktörlerle
birlikte) üniversiter alandaki birer yansıması olduğunu
kavrattığı için projemiz, mücadele alanındaki sis perdesini
kaldırarak, "ağaca takılıp ormanı görmememizi" engelle-
yerek yel değirmenleriyle değil, gerçek ordularla cenk et-
memizi sağlayacaktır. Çünkü haklarımızı gasp ve ihlal
eden uygulamalara karşı çıkışımız salt üniversiter alanla
sınırlı kalmayacak direkt olarak sistemi de hedef alacaktır.
Hem de bu hedef alışı üretimden gelen güçle birlikte ola-
caktır. Egemenlerin üretim sürecindeki icraatlarının -örne-
ğin özelleştirme, taşeronlaştırma vb.- üretim süreci öncesi-
ni yani üniversite, lise vb. nasıl koşullayacağının bilgisi,
sendikalar ve meslek odalarıyla kurulacak ilişki sonucu
çok daha net olarak elde edilebilecek, bu aynı zamanda,
akademik mücadelemizi de daha maddi ayaklar üzerine
oturtmamızı alana programatik bir bakış açısına sahip ol-
mamızı sağlayacaktır. 87' Öğrenci Dernekleri deneyimle-
rinden bugüne kadar, bir türlü becerilemeyen üniversiter
alana yönelik programatik bakış açısı, alandaki kurumsal

167
yapılanmalarımızın teorik temellerini oluşturacaktır.
Perspektifimiz, öğrenci örgütlerinin, kafa ve kol emek-
çilerinin örgütleriyle birlikte bir bütünlük içinde örgütlen-
mesinin gerekliliğini dile getirmektedir. Bunun için, pers-
pektifimiz, artı değer üretimine direkt veya dolaylı olarak
katılacak, toplumsal yararlı emek sahibi olacak olan, kafa
ve kol emekçilerini yetiştiren teknik liseler, meslek okulla-
rı, yüksek okullar ve fakülteler için geçerlidir. Bu okullar-
da yetişenler nesnel olarak işçi sınıfının birer üyesi olduk-
larından ötürü, üretimden gelen ve toplumsal devinimi
sağlayacak tek gücün de gelecekteki sahibidirler. Bunlar
pratikte maddi mal ve hizmet üreten sektörlerde eleman
yetiştiren okulları kapsamaktadır.
Bunların dışında kalan, toplum bilimler alanına dahil
eğitim öğretim kurumları, sistemin ideolojik olarak deva-
mını sağlayacak olan bireylerin yetiştirilmesi amacına hiz-
met ederler.
Sistemin ideolojik olarak devamının sağlanması, pra-
tikte, ideolojik üretimin ve yeniden üretimin sağlayıcıları
olan ekonomistlerin, siyaset uzmanlarının, bürokratlarının
yetiştirilmesiyle mümkündür. İşte, toplum bilimleri alanına
dahil iktisat, maliye, uluslararası ilişkiler, hukuk vb. gibi
bölümlerin temeldeki amacı budur. Eğitim ve öğretim
programlarını bu amaca göre düzenlemişlerdir. Ancak bu
demek değildir ki, bu okullardan mezun olanların hepsi
bürokrat, siyaset uzmanı vb. olmaktadırlar. Hatta tam ter-
sine yükseköğretim kurumlarında bu bölümlerde eğitim
görenlerin en çok başarılı olanları veya birinci sınıf üniver-
sitelerden mezun olanları, bu ideolojik yeniden üretim sü-
recinde bürokrat, ekonomi ve siyaset uzmanı olarak iş gör-
mektedirler. Bunlarda genele oranlandığında, ancak bir
azınlığa tekabül etmektedirler. Çoğunluk ise kendisine ya-
kın bir hizmet sektöründe ücretli bir emekçi olarak çalış-

168
mak zorunda kalmaktadır. (Bir maliye bölümü mezununun
banka memuru olarak çalışması gibi)
Ancak yine de bu bölümlerin kurgusu, sistemin ideolo-
jik yeniden üretimi için gerekli bireyleri yetiştirmek ama-
cına göre yapıldığı için ve üretimle kurgusal olarak dahi
hiçbir ilişkisi olmadığı için eğitim sürecinin üretim süre-
ciyle ortaklaşa örgütlenmesi mümkün olmamaktadır. Aynı
zamanda bu bölümlerin amacı, üretken ve toplumsal yararlı
emek sahibi, artı-değer üreticilerini yaratmak olmadığı
için, bu bölümlerin denk düştüğü meslekten olanlarda kafa
ya da kol emekçisi değildirler. Dolayısıyla üretimden
gelen bir gücü temsil etmezler, bundan dolayı da toplumun
temel devindirici gücü olamazlar. Bu yüzden eğitim öğre-
tim süreci, üretim süreciyle birlikte örgütlenemez.
Fakat bu bölümler, eğitim süreciyle üretimin birlikte
örgütlenmesini sağlamak için olmasa da yine de kendi
mesleki örgütleriyle (tabii ki ilerici mesleki kuruluşlarla)
ilişkilenmesi doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu ilişkilenme,
öğrencilerin mesleki sorunlara da duyarlanmasını, demok-
rasi bilincinin gelişmesini, mesleki örgütlerin güçlenmesi-
ni sağlayacaktır.
Fakat bunlar bir yana, bu tarz örgütlenmelerin asıl işle-
vi, yeniden üretiminin kısmen bu alandaki okullar ve mes-
leki kuruluşlarca yapıldığı hakim ideolojiye karşı birer al-
ternatif bilinç odağı, yaratmak olmalıdır.
Bu alternatif odaklar, ideolojinin alandaki etkisinin sı-
nırlandırılmasına ve zayıflatılmasına yönelik çalışmalarda
bulunmalıdırlar. Hukuğa, felsefeye, iktisada, maliyeye vb.
sinmiş burjuva ideolojisiyle, hesaplaşarak onun alternatifi
yaratılmalı ve yayılmalıdır. Bu pratik olarak, örneğin hu-
kuk fakültesi öğrencisinin, hukuğun anlamını, yasaların
çifte standardını, taraflılığını ve hakim üretim ilişkilerini
koruyucu ve kollayıcı niteliğini kendi mesleki örgütüyle,

169
deşifre etmek için birlikte çalışmalarıyla mümkün olacak-
tır. Resmi ideolojiyle, hukuk alanı vasıtasıyla, uluslararası
ilişkiler, kamu yönetimi vb. alanları vasıtasıyla hesaplaşıl-
masını sağlayacak bu perspektif resmi ideolojinin hem
kampüste, hem de kampus dışında güç kaybetmesini
sağlayacaktır. Kuşkusuz bu hesaplaşma her türden
eylemselli-ğiyle birlikte, siyasal bir muhtevayla
mümkün olabilir. Ana mantıksal perspektif böyle
koyulduktan sonra, örgütlenme şeması sektörel
örgütlenme şemasına benzer şekilde projelendirilebilir.
Yukarıdaki satırlarda, eğitim öğretimle üretim arasında-
ki ilişkiden bahsederken, üretimin (üretim ilişkileri, üretim
tarzı) eğitim öğretim kurumları üzerindeki belirleyiciliğin-
den (eğitim öğretim politikaları ile) söz etmiştik. Bu belir-
leme ışığında sürecini, denk düştükleri üretim süreçleri
doğrultusunda sektörlere ayırmaya çalışalım.

170
D.1.1- ÜRETİM ALANI

A. MADDİ ÜRETİM SEKTÖRLERİ İDEOLOJİK


ÜRETİM
SEKTÖRLERİ
(SİYASAL VE
I.MADDİ
TOPLUM
MAL ÜRT. II. HİZMET ÜRETİM SEKTÖRÜ BİLİMLER)
SEKTÖRÜ

Mühendislik 11/2 11/4 İletişim


Fakültesi II/I Sağlık ll /3 Turizm Alt
Eğit/Öğretim Haber. Banka İşletme
Alt Sektörü Alt Sektörü Sektörü Alt Sektörü
Mesleki ve Tıp Eğitim Turizm İşlet- Basın Yayın İktisat
Teknik lise Fakültesi Fakültesi mecilik Y.O Yüksek Okulu

Fen-Edebiyat
Hemşirelik Turizm Büro Halkla
Fakültesi Maliye
Yüksek Okulu Yüksek Okulu İlişkiler
Bölümleri

Veterinerlik
Ekonometri
Fakültesi

Diş Hekimliği Çalışma


Fakültesi Ekonomisi

Fizik Tedavi
Hukuk
Rehabilitasyon
Tıbbi Uluslararası
Biyolojik İlişkiler
Bilimler

Çocuk Sağlığı ve
Eğitimi Yüksek
Okulu

171
SEKTÖRDEKİ MESLEKİ VE SENDİKAL
EMEKÇİ ÖRGÜTLERİ

Mühendislik Tabipler Öğretim Üyeleri OLEYİS Basın-İş


Odaları Odası Derneği
Sosyal-İş

Mimar Müh. Eczacılar Öğretim


Elemanları Bank-Sen Yargı-Sen
Odaları Odası Sendikası
Tekstil Diş Hekimliği Araştırma Gör. Tüm Haber Sen
Sendikası Odası Derneği

B.Metal-iş Veteriner Eğitim-Sen Haber-İş


Sendikası Hek. Odası

Lastik-İş. SES
Sendikası

Petrol-İs.
Sendikası

Petkim-İs
Sendikası

Deri-İş.
Sendikası

Tarım
Sendikası

Not: Bir bütün olarak yukarıdaki sektörler değerlendirildiğinde


maddi üretim ile ideolojik üretimin birbirlerinden çok kesin mate-
matiksel formülasyonlarla ayrılamayacağını görebiliriz. Örneğin
Hizmet üretimi sektörüne dahil ettiğimiz Basın-Yayın Yüksek
Okulları haberleşme, bilgi akışı vb. hizmetlerine karşın, ideolojik
üretime de katkıda bulunmaktadır. Güzel Sanatlar Fakülteleri de
keza yine aynı durumdadır. Bu yüzden yukarıda yaptığımız
sistematik genel olarak ele alınmalı ve kavranmalıdır.

172
D.2- MAHALLE - VAROŞ ÖRGÜTLENMELERİ

Üniversiteye yönelik sektörel perspektifli örgütlenme


projemiz bugün ihtiyaç olarak tespit ettiğimiz, gençliğin
bağımsız, demokratik, merkezi kitle örgütünün en önemli
ayağını teşkil etse de bütünlüklü olarak projemiz göz
önünde tutulduğunda, sektörel perspektifli üniversite aya-
ğının önemli olmakla birlikte yine de bir ayrıntıya tekabül
etmekte olduğu görülecektir. Ancak önemli bir ayrıntıya...
Gençliğin bağımsız, demokratik, merkezi kitle örgütü
(bundan sonra Dev-Genç) kaynağını, salt üniversiteden ve
üretim süreçlerinden almayacaktır/almamalıdır. Dev-Genç
aynı zamanda yerleşim alanlarından yükselmelidir. Dev-
Genç'in temellerinden biri, yoksul kent varoşları olmalı-
dır. Toplumsal muhalefetin son yıllarda çizdiği grafik göz
önüne alındığında, ve bunun içinde varoşların etkisi ince-
lendiğinde yoksul kent varoşlarının, ne denli önemli bir iş-
lev gördükleri daha net görülebilir. Son yıllarda, devlete
karşı isyan çığlıkları giderek güçlenen bir solukla en çok
varoşlardan yükselmektedir.
Çeşitli nedenlerle (çoğunlukla da köy yakmalarla yaşa-
nan büyük göçler sonucu) büyük şehirlere gelen ve metro-
pollerin çevrelerinde yerleşmek zorunda kalan insanların,
gerek pastadan en küçük dilimini paylaşmak zorunda kal-
maları gerekse de devletin bu yerleşim alanlarını potansi-
yel birer "terör" yuvası olarak görmesi ve giderek yoğun-
laşan baskılan ile düzene karşı iyice tepkilenmiş insanlar,
varoşlarda muhalif bir ortam yaratmaktadırlar. Aslında
ciddi bir devrimci faaliyetle sosyalizmin saflarına kazanı-
labilecek olan bu insanlar şu an çoğunlukla RP gibi "dü-
zen dışı" düzen partilerinin ideolojik sultası altında yaşa-
maktadırlar. Ancak yine de Gazi, l Mayıs, Okmeydanı

173
olayları gibi düzen karşıtı bu potansiyelin ne denli ciddi bir
güce sahip olduğunu ve bu gücün egemenleri ne denli pa-
niğe sevkettiğini göstermek açısından önemli örnekleri
teşkil etmektedirler. Varoşlardaki devrimci patlamaların
nesnel zemini, artan gelir dağılımı eşitsizliği ile, siyasal
baskıların giderek daha fazla artmasıyla, sokak infazları,
göz altı kayıplarıyla her geçen gün daha da güçlenmekte-
dir. Ancak bu muhafelet, süreğen devrimci bir faaliyetle
birleşmediği koşullarda gelişme olanağına da sahip görün-
memektedir. Bu açıdan varoşlar, devrimci faaliyetin önemli
mevzileri, çalışma alanları olarak belirginleşmiştir.
Gençlik varoşlardaki hemen her çeşit patlamanın fün-
yesi olma özelliğini dün olduğu gibi bugünde sürdürmek-
tedir. Varoşlarda yeniden devrimci bir dalganın yaratılma-
sında görünen odur ki, yalnız ve yalnızca bu dinamik ve
genç militanlarca sağlanabilecektir. Gençlik, varoşlarda ta-
rihsel rolünü yeniden oynamaya hazırlanmalıdır.
Kuşkusuz bu denli önemli potansiyelleri barındıran va-
roşlara Dev-Genç ilgisiz kalmayacaktır. Dev-Genç ilkin
pilot çalışma alanlarından başlayarak, varoşlarda yeniden
bir devrimci dalganın yaratılmasında paha biçilmez rollere
sahip olacaktır.

Bu faaliyetin örgütsel mekanizması, mahallelerde, va-


roşlarda faaliyet sürdürecek, mahalle ve varoşlardaki
gençler tarafından oluşturulacak devrimci gençlik birim-
leri olmalıdır. Varoşlarda gençliğin demokratik kitle örgü-
tü şeklinde örgütlenecek olan birimler, varoşlarda verile-
cek anti faşist mücadeleden, siyasal teşhir kampanyaları-
na, yardımlaşma, dayanışma faaliyetlerinden varoşun ken-
di özgül sorunlarının çözümüne kadar birçok faaliyet ala-
nına sahip olmalı ve Dev-Genç'in varoş zeminindeki karar
ve icraa organı olarak faaliyet sürdürmelidir. Devrimci

174
Gençlik birimleri, emekçilerin ya da öğrencilerin kendi
alanlarından yükselttikleri taleplerin varoşlarda halk için-
de yankı bulması için çalışmalıdırlar.
Toplumsal muhalefetin parçalılığı göz önünde tutuldu-
ğunda varoş birimleri, emekçilerin toplumsal dayanışma
bilinçlerinin ve güçlerinin artmasına olanak tanıyacaktır.
Birimler kendi yerellerinde bağımsız karar alma hakkı-
na sahip olmalı, örgütsel olarak yerel Dev-Genç komitesi-
ne bağlı olmalıdır.
Varoşlarda yaratılacak hareket sayesinde çok sayıda
genç, devrimin saflarına kazanılacaktır Ve belki de en
önemlisi Devrimci Gençlik birimleri, siyasal islamın biz-
lerden ödünç aldığı varoşları geri alabilmemizin en ola-
naklı ve en meşru yöntemidir.

D.3- GENÇ İŞÇİ ÖRGÜTLENMELERİ

Söylemler bir kenara bırakıldığında, nesnel olarak işçi


gençlikle, öğrenci gençliğin, aynı örgüt içinde mücadele
pratiklerinin oldukça cılız olduğunu görürüz. Bir istisna
olarak, toplumsal muhalefetin ivmelendiği dönemlerde, bu
muhalefetten beslenen gençlik örgütlerinin işçi, öğrenci
hatta köylü gençliği aynı örgütsel birlik içinde taşıdığı gö-
rülebilir. Muhalefetin cılız olduğu dönemlerde ise genç işçi
ve öğrencileri içeren örgütlenmeler ancak teorik söy-
lemlere konu olmaktadır. Ancak, toplumsal muhalefete ek
olarak, bu iki kesimin birliğinin sağlanamamasının önemli
bir nedeni de araç sorununa karşılık gelmektedir. Yani
sorun aynı zamanda bu iki kesimi bir araya getirecek olan
aracın -örgütün- niteliğinde yatmaktadır. Oysa çoğunluk-
la, bu konuda fikir beyan edenler bu iki kesimin birliğinin
sağlanamamasının nedenini, bu iki kesimin "dünyalarının
farklı olduğu" bilimsel (!) argümanı ile ispatlamaya çalış-

175
maktadırlar. Oysa ki sorun bilinç sorunudur, öğrenci olma-
nın, işçi olmanın hatta burjuva olmanın dahi bu açıdan
önemi yoktur. Farklı kaynaklara, kökenlere hatta sınıflara
ait olsa da tespit edilen sorunlara ortak çözüm önerileri ge-
tirmek diğer farklılıkları, önemsiz kılar. Bu söylem "dün-
yaları farklı olanlar" için de geçerlidir. Ancak burada
önemli olan, ortak sorunların tespit edilip ortak çözümle-
rin hayat bulmasını sağlayacak, bu iki kesimi hem fiziki
olarak hem de bilinçsel olarak bir araya getirebilecek nite-
likte bir örgütün varlığıdır.

İddiamız, savunusunu yaptığımız sektörel örgütlenme


perspektifinin, aynı sektördeki genç işçilerle öğrencileri
aynı ortak bilinç ve toplumsal çıkarlar (sektörden dolayı)
ekseninde (özgüllükler göz ardı edilmeksizin) örgütlemek
suretiyle, yaşama çok farklı bakan bu kesimleri devrimci
bir paydada birleştireceğidir. Çünkü bu tarz örgütlenmey-
le, sektörün ihtiyaçları bu iki kesimi bir arada tutan önemli
bir çimento niteliğine bürünmüştür. Daha önceki satırla-
rımızdan hatırlanacağı gibi, aynı sektördeki genç işçilerle
öğrenciler arasındaki ilişki, sektörde mücadele eden emekçi
örgütleri yani sendikalar, meslek odaları vasıtasıyla ku-
rulacağından söz etmiştik. Ancak, ülkemizdeki sendikalaş-
ma oranları gözönüne alındığında, sözünü ettiğimiz yön-
temlerle kitleselleşmenin ve genç işçilerle yeterince ilişki-
ler kurmanın mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca,
aynı zamanda perspektifimiz sendikal alandaki genç işçi-
lerle yetinmekten ziyade sendikalara genç işçileri taşıya-
bilmeli, üye kazandırabilmelidir. Bu yüzden genç işçilerle
ilişki, direkt olarak sendikalar vasıtasıyla ve aynı zamanda
işyerleri, fabrikalar vasıtasıyla kurulmalıdır. Kısaca Dev-
Genç, fabrikalarda, işçilerin oturduğu semtlerde faaliyet-
ler sürdürmek ve örgütlenmek suretiyle, buradan kazandı-

176
ğı ilişkileri (direkt olarak) işyeri birimleriyle ve aynı za-
manda bu birimleri sektördeki sendika ile ilişkilendirmek
suretiyle bünyesine katmalıdır. Genç olmayan işçilerle de
sendikalar vasıtasıyla ilişkilenmek (sektörün sorunları do-
layımıyla) doğru bir adımdır.
Genç işçi örgütlenmesi faaliyeti, mahalle-varoş örgüt-
lenmeleriyle özellikle birlikteliği düşünülerek yapılmalı-
dır. Mahalle örgütlenmeleri de mümkün olduğunca, önemli
fabrikalarda çalışan genç işçilerin yaşadığı yerler düşü-
nülerek bir öncelik sıralamasına tabi tutulmalıdır.

D.4 MESLEKİ VE TEKNİK LİSE ÖRGÜTLEN-


MELERİ

Mesleki ve Teknik Liseler sistemin ihtiyaç duyduğu


teknik elemanları yetiştirmek için kurulmuşlardır. Genel
orta öğretimin (yaklaşık 1.800.000 öğrencisi vardır) yakla-
şık %40'ını kapsayan bu okulların büyük bir bölümü üre-
timle hali hazırda pratik bir ilişkiye sahip değildir. Genel
orta öğretimin içinde %26'lık bir kısım meslek lisesi olma
niteliğini kaybetmiş (mezunlarının çok büyük bir kısmının
kendi sektörlerinde çalışmadığı öğretmen lisesi, sağlık ko-
leji ve kız meslek lisesi) okullar ve gerici dinsel ideoloji-
nin etkisi altındaki İmam-Hatip Liselerinde eğitim-öğre-
tim görmektedirler. Orta öğretimdeki öğrenim görenlerin
%14'ü gerçek anlamda teknik öğretime devam etmektedir-
ler. Yani mesleki ve teknik liselerde öğrenim gören 751
binden fazla öğrencinin ancak % 20'si gerçek anlamda
mesleki ve teknik eğitim-öğretim görmektedirler. Ayrıca
200 bin kadar öğrenci de çıraklık okullarında eğitim gör-
mektedir.
İşte bizim üretimle ilişkili tarzda örgütlenmesini öner-
diğimiz kesim bu genel orta öğretim içindeki %14 ve yak-

177
laşık 200 bin çıraktır. Bu kesimin üretimle ilişkilerinden
dolayı kendi sektörlerindeki teknik ve yüksek okullarla
birlikte, aynı tüzük ve program çerçevesinde örgütlenme-
lidirler. Ardından bu örgütlenmeler, kendi sektörlerindeki
emekçi örgütleriyle ilişki kurmalıdırlar.
Bu sözünü ettiğimiz kesim lise bitiminde çoğunlukla
kendi teknik bilgi ve becerileri doğrultusunda üretim süre-
cine girmektedirler. Yine bu kesimin az bir kısmı da ya
başka bir sektöre geçmekte ya da kendi alanlarında bilgi ve
becerilerini daha da arttırmak için üniversiteye devam et-
mektedirler.
Bu okullar temelde sanayinin ihtiyaç duyduğu nitelikli
emek gücünü yaratmak için kurulmuşlardır. Sahip oldukları
nitelikli, kafa ve kol emeklerini kullanıyor olmaları, ge-
lecek toplum projemizin temel dayanaklarından birinin bu
kesim olmasını sağlamıştır. Bu yüzden de bu kesimin ör-
gütlenmesi büyük bir öneme sahiptir. Örnekleyecek olur-
sak, bir endüstri meslek lisesinin makina bölümü, kendi
sektöründeki diğer okullarla, örneğin makina mühendislik-
leriyle vb. aynı tüzük ve program altında örgütlenmeli, öğ-
rencilerin oluşturdukları bu örgütlere, o sektördeki makina
mühendisleri odalarıyla, sendikalarla (Birleşik Metal gibi)
birlikte örgütlenmesi planlanmalıdır.

Bu örgütlenme, yarının üreticisi, proleteri olacak olan


liseli gence sınıf bilincini, siyasal ve sendikal mücadeleyi
kavratmak açısından yararlı olacaktır ve bir mücadele oku-
lu olarak fayda sağlayacaktır. Bu liseler, hem teorik hem
de pratik öğretim yaptıklarından ötürü, öğrencilerde bir
anlamda öğrenci-işçi özelliğini taşımaktadır. Dolayısıyla
hem kafa hem de kol emeklerini kullanıyor olmaları onları,
sınıf mücadelesi açısından hem önemli hem de -bilinçlen-
dikleri ölçüde- yararlı kılmaktadır.

178
Orta öğretimdeki öğrencilerin %60'ını da, herhangi bir
meslek kazandırmayan klasik liselerde öğrenim gören öğ-
renciler oluşturmaktadırlar. Bu oranın yaklaşık olarak l
milyon öğrenciye tekabül ettiği görülmektedir ki, teknik
ve meslek liselerinde gerçek anlamda mesleki ve teknik
öğretim gören yaklaşık 250 bin öğrenciye göre 4 kat daha
fazla öğrenci öğrenim görmektedir. Burada da klasik lise-
lere önereceğimiz örgütlenmenin, Dev-Genç içinde daha
yaygın ve kitlesel olacağı görülmektedir. Böyle bir kitle-
selliği yaratacak ve kucaklayacak örgütlenme liselerde,
demokratik kitle örgütü tarzında kurulacak örgütlenmeler-
dir. Pratikleri yaşanmakta olan Dev-Lis, DÖB, Genç
Umut vb. örgütlenmeleri bu alanı, kitlesel olarak örgütle-
yebilecek örgütlenmelerdir. Bu ancak, Liseli gençlik ör-
gütlenmelerinin bir araya gelmeleri, işbirliği yapabilmeleri
hatta yeni ve ortak bir liseli gençlik örgütü oluşturmalarıy-
la mümkün olabilir. Bu alandaki mücadele, herhangi bir
sektöre dahil olmadıkları için, liseli olmanın özgün sorun-
ları ekseninde yürütülmelidir. Gerici şoven müfredatı, di-
siplin yönetmeliği, faşist baskılar ve daha başka sorunları
da içerecek mücadelede, ilerici öğretmenlerden ve eğitim
emekçileri sendikalarında (Eğitim-Sen) destek alınmaya
çalışılmalı, oralarla ilişkiler sıcak tutulmalıdır.
Lise öğrencisi olmaktan kaynaklanan ortak sorunlar ek-
seninde, mesleki ve teknik liseler, klasik liselerle mücadele
birliği yapmalıdırlar. Örneğin gerici disiplin yönetmeliği
ya da müfredat (orta öğretimde okutulan tarih, inkılap
tarihi vb.) mesleki teknik ve klasik lisenin ortak sorunu ol-
duğu için, sorunla, birlikte mücadele etmelidirler.
(Not: Yukarıda verilen rakamlar için bkz. Petrol İş 93-
94 yıllığı Sy.488)

179
D.5- DEV-GENÇ YEREL

Dev-Genç'in üniversiteler, liseler, mahalleler ve genç


işçiler olmak üzere dört alan üzerinden inşaa edildiğini
gördük. Dev-Genç Yerel belli başlı bu dört ayağın yereldeki
merkezi aygıtıdır. Üniversite, mahalle, işçi gençlik ve li-
selerin temsilcilerince oluşturulacak bu yerel aygıt, bu
alanların bilgilerinin merkezileştirildiği ve alana yönelik
olarak faaliyetin organize edildiği bir karar organı olarak
düşünülmelidir. Ayrıca bu aygıt, alanlar arasında eylemsel
eşgüdümünde sağlayıcısı olmalıdır. Yine bu aygıt merkez-
le yerel arasındaki ilişkinin, bilgi akışının düzenliliğini ve
sürekliliğini sağlamalıdır.
Sektörel özgünlüklerden dolayı, üniversiteler ve liseler
Dev-Genç yerelde genel sorunlar ekseninde temsil edil-
melidirler. Örneğin, tıp, tekstil müh., ziraat vb. bölümler
kendi sektörleri doğrultusunda özerk olarak örgütlenirken,
DG Yerel aygıtında bu farklılıklar üzerinden değil, tıp öğ-
rencilerini de, tekstil müh. Öğrencilerini de idari bilimler
öğrencilerimde ortaklaştıkları, özerk demokratik üniversi-
te, faşist terör, paralı eğitim vb. gibi sorunlar ekseninde yer
almalıdırlar. Bu mesleki ve teknik liseler için de geçerli
olan bir durumdur.

D.6. SONUÇ

Dev-Genç, çalışma ve yaşam alanlarından yükselen bir


gençlik örgütü olacaktır. Bu yüzden de, kitleselliğini ve
meşruiyetini bu alanlarda yapacağı faaliyetlerden elde et-
melidir. Kuşku yok ki Dev-Genç bir anda binlerin örgütü
haline gelmeyecektir. Kitleselleşme ancak ve ancak uzun
erimli, yaşamın her köşesinde var olan çetin bir siyasal sü-
reç sonucu elde edilebilecek bir kazanımdır. Dev-Genç

180
gençliğin militan mücadele aracı olmalıdır. Böyle bir ara-
cın ancak kavganın içinde kurulabileceğinin bilinciyle tüm
militanlar, çetin sınavlara hazır olmalıdırlar. Toplumsal ko-
şullarında giderek daha uygun hale geldiği dikkate alındı-
ğında, kavga örgütünü kurmak için tek gerekli olan şey
azami iradedir.
Dev-Genç yaşamın her köşesinde yer almalıdır. Dev-
Genç için, Dev-Genç'liler için yoksul bir varoşta yardım-
laşma-dayanışma kampanyası organize etmek de, grevdeki
işçilere kitlesel destekler vermek de, lisedeki faşist yu-
valanmayı dağıtmak da, üniversitede özgürlük mücadelesi
vermek de önemli birer görevdir. Dev-Genç bir taraftan
örneğin eğitim-öğretim sektörü hakkında sistematik araş-
tırmalar yaparken, ve çözüm önerileri yaratırken, aynı za-
manda, eğitim-öğretim emekçileri ile sokaklara çıkmalı,
teorileri yaşamla kucaklaştırmalıdır. Dev-Genç'in faaliyet
alanı salt ne üniversite ne mahalle ne de başka bir yerdir.
Faaliyet alanı, yettiğimiz oranda yaşamın her köşesi, her
ayrıntısıdır. Yaşanan süreç, zor bir süreç olacaktır. Fakat
başarı her zaman olduğu gibi ancak hak edenlerce kazanı-
labilir.
Dev-Genç kazanacaktır. Çünkü;
Dev-Genç, parçalanmış toplumsal muhalefet güçleri-
nin, birleşmesini sağlayacak, bu güçler arasında bir daya-
nışma kültürünü yaratacaktır.
Dev-Genç gençliğin militan mücadele ve kitleselleşme
aracı olarak, gelişen süreçlere gençliğin ani etkili ve eşgü-
dümlü (tüm Türkiye'de aynı anda) refleksler vermesini
sağlayacaktır.
Dev-Genç, egemenlerin özelde gençlik, genelde tüm
toplum üzerine yönelttiği ideolojik saldırıların, kitlesel ve
meşru eylem hattıyla zayıflatılmasını sağlayacaktır. Bu yö-
nüyle aynı zamanda Dev-Genç etkin bir ideolojik mücade-

181
le aracıdır.
Dev-Genç, süren kirli savaşa karşı savaştan en çok za-
rar gören kesim olan gençliğin kitlesel, anti-militarist bir
savaş aracıdır.
Dev-Genç farklı anlayışlara mensup gençlerin bu fark-
lılıklarına rağmen ortak sorunlar ekseninde birlikte müca-
dele etmelerini sağlayacaktır. Bu zemin aynı zamanda
farklılıkların tartışıldığı bir zemin olacaktır.
Dev-Genç, çalışanlarla, öğrenciler arasındaki yabancı-
lığı kıracak, öğrenci gençlerin militanlıklarıyla, çalışanla-
rın üretimden gelen güçlerinin birleştirilmesini sağlaya-
caktır.
Dev-Genç yaşamı üretim ve eğitim ekseninde gören ve
buna uygun olarak muhalif tüm toplum kesimlerinin yer
alabileceği tek örgüt formu ve mücadele aracıdır.
Özetle Dev-Genç, gençliğin tüm kesimlerinin, çoğul-
cu (düzene muhalif tüm ilerici güçlerin grup ya da bi-
rey olarak diledikleri gibi varoldukları, farklılıkların
meşru görüldüğü) bağımsız (farklı siyasi anlayışların
bir arada bulunuyor olmasına rağmen, hiçbir siyasal
grubun, partinin, peyki ya da çevre örgütü olmayan,
emek cephesindeki tüm örgütlere eşit uzaklıkta olan,
kendi kararlarını kendi örgütsel mekanizmalarında
alan ve kendi organlarıyla uygulayan) demokratik
merkeziyetçi (tüm yönetici organların seçimle geldiği,
gerektiğinde geri çağrılabileceği, kararların demokra-
tik mekanizmalarda alındığı, azınlığın çoğunluk olma
hakkının saklı olması koşuluyla, alınan karara herke-
sin uyduğu, ülke çapında merkezi olarak örgütlenen),
tüzüksel ve programatik olarak tarif edilmiş (eğitim-
öğretim ile üretim eksenli) kitle örgütüdür.

182
E- NEDEN DEV-GENÇ, NASIL DEV-GENÇ ?

Tüm dünyada devrimci savaşların yaşandığı, emperya-


lizmin günbe gün geri cephelere çekildiği bir sürecin, ülke
topraklarındaki yansısıydı Dev-Genç. Siyasal Bilgiler Fi-
kir Kulübü'nden başlayıp, son Dev-Genç toplantılarına
kadar geçen süreç, hala dersler çıkarılması gereken, son
derece öğretici tarihsel pratikler olarak dünden bugüne ışık
tutuyor. Belki yaşanan tarihsel pratiği her yönüyle tanım-
lamak, tartışmak hiçbir zaman mümkün olmayacak ama
yaşanan pratikten sonuç çıkarmak için yapılacak tüm çalış-
malarda, mutlaka dikkatimizi çekecek olan özellikler mili-
tanlık, meşru eylem anlayışı ve kitlesellik olacak. Belki de
Dev-Genç'in en kısa tanımı bu. Bir öğrenci örgütü olarak
doğmasına rağmen, Ege'de, Akdeniz'de, Karadeniz'de
üretici mitinglerinden, 15-16 Haziran direnişine, gecekon-
du halkıyla dayanışma eylemlerinden, Anti-faşist çatışma-
lara, 6. Filo protestolarına, Filistin kamplarına kadar yaşa-
mın her köşesinde var olması ve bir gençlik örgütü olma-
sına rağmen etkin ve yaşamın içine işlemiş olması göz
önüne alındığında bu tanım çok ta haksız görünmüyor.
Bu yüzden denilebilir ki Dev-Genç , Türkiye devrimi-
nin yaşamın dilinden deklere edilmiş manifestosuydu.

183
DEV-GENÇ ÖRGÜT ŞEMASI

M: Mahalle-Varoş Birimleri L: Lise Birimleri


İ: İşçi Gençlik Birimleri İY: İş Yeri
Ü: Üniversite Birimleri

184
Önemli sayılabilecek bir birikim devralmadı Dev-Genç.
Kendi kendine hem öğrendi, hem daha doğruyu keşfetti,
daha çok kavga etti ve kavga ettikçe ülkenin dağına taşına,
varoşuna ve en önemlisi tarihine kazıdı adını. Eşitlik, öz-
gürlük idealiyle ve insanlık onuruyla eş anlamlı olarak
anıldı yoksul halkın dilinde. Patrona bezirgana korkulu bir
rüya, yoksula ezilene dostça bir selam oldu.
Bu bakımdan Dev- Genç özel bir öneme sahip. Sade-
ce etkin bir mücadele örgütü olmasıyla değil, aynı zaman-
da gençliğin eseri olmasıyla da önemli Dev-Genç. Ege-
menlerin her türden tarihsel deformasyon çabalarına, tari-
hi çarpıtma uğraşılarına karşın ayakta tutulması gereken,
ondan da öte, militanlığıyla, coşkusuyla, meşru eylem hat-
tıyla ve kitleselliğiyle yeniden yaratılması gereken bir isim
Dev-Genç.
Dev-Genç ismi, tarihsel bir öneme sahip; dün olduğu
gibi bugün de bu isim, dost yüreklerde sevgi ve coşkuya,
düşmanlarda korkuya ve sinikliğe neden olmakta.
Dev-Genç ismi, hem siyasal-tarihsel referanslarımız
nedeniyle ve hem de eylemimizin ve hedeflerimizin niteli-
ği nedeni dolayımıyla örgütümüzün adı olmalıdır. Tarih-
sel-siyasal nedenler ve Dev-Genç'in kendi dönemindeki
devrimci muhalefet içinde nitelik ve nicelikçe tuttuğu yer
göz önüne alındığında, bu ismi kullanmanın aynı zamanda
büyük bir iddia olduğu görülmektedir. Bir bütün olarak
gençlik hareketlenmeleri göz önüne alındığında, bu iddiayı
gerçekleştirebilecek, içini doldurabilecek birikimin genç-
likte var olduğu net olarak ortaya çıkmaktadır. Şu anda
gençlik, militanlığıyla, cesaretiyle, kitleselliğiyle bu ismi
taşımaya aday hale gelmiştir. Şimdi her zamankinden daha
iradeci davranmak bir zorunluluktur. Gençlik bu zor görevi
taşımaya adaydır.
Bu ismi sahipleniyor oluşumuz bir tür "geçmişi tekrar

185
etme" niyeti olarak algılanmamalıdır. Aynı nehirde iki kez
yıkanılamayacağının bilincindeyiz. Ayrıca böyle bir iddi-
aya da sahip değiliz. Ne var ki, zaten önerimiz incelendi-
ğinde, önerimizin teorik kurgusunun, perspektiflerinin, ör-
güt modelinin vb. geçmiş Dev-Genç'ten farklı olduğu da
görülmektedir. Zira bu iki deneyim, farklı toplumsal, siya-
sal koşulların sonucu olarak doğmuşlardır.
Hatırlanacağı gibi Dev-Genç dünyada anti-emperyalist
rüzgarların bütün gücüyle estiği, ulusal kurtuluş mücadele-
lerinin yoğun yaşandığı bir süreçte ortaya çıkmıştı. Bu ba-
kımdan antiemperyalist niteliği Dev-Genç'in en temel ni-
teliğiydi denilebilir. Ne var ki Dev-Genç'in anti-emperya-
list niteliği mevcut koşullardan dolayı millici bir karaktere
sahipti. Dev-Genç'in emperyalizme karşı mücadelesinde
önerdiği "Milli Cephe" anlayışı, "Millli Sınıflar"ın bir ara-
da emperyalizme karşı mücadelesini mümkün görürken,
kemalistleri, askerleri, bürokratları da bu mücadelede müt-
tefik olarak almaktaydı. Hemen hemen tüm Türkiye solun-
da olduğu gibi Dev-Genç'te de Kemalizm'in etkileri had
safhada yaşanmaktaydı.
Devrimci gençlerin verdikleri antiemperyalist mücade-
lenin karşısına egemenler, çok geçmeden faşist terörü çı-
kardı. Anti-emperyalist kavganın boğulması amaçlanırken,
kısa sürede anti-faşist kavgada boyutlanmaya başladı.
Tüm bu koşullar altında Dev-Genç "emperyalizm ve fe-
odal kalıntılara karşı verilen, halkımızın Milli Demok-
ratik Devrim mücadelesinde sosyalist gençliğin düşün-
ce ve eyleminin geliştirilmesi" amacıyla ortaya çıktı.
Sosyalist klasiklerin Türkçe'ye yeni çevrilmiş olması,
ideolojik yetersizlikler, teorik ve siyasal tahlillerin yeter-
sizliği gibi nedenlerle Dev-Genç kimi konularda ciddi so-
runlar ve yetersizlikler yaşadı. Örneğin, Kemalizm hiç bir
zaman gerçek anlamda tahlil edilemedi. Doğal bir sonuç

186
olarak ta ulusal sorunu kavrayan çözümler ve politik öner-
meler sunamadı, Misak-ı Milli anlayışını aşamadı. Yine
bunun doğal bir sonucu olarak anti-şovenist bir yönelime
ve orduyu müttefik olarak görüyor olması nedeniyle anti-
militarist bir yönelime sahip olamadı. Yine Dev-Genç cins
ayrımcılığı ve kadın sorunu konusunda teorik/pratik üre-
timlerde bulunamadı.
Dev-Genç, 68 dönemi Türkiye'sinin toplumsal-siyasal
zemini üzerinde boy vermişti. Hem teorik, hem de örgüt-
sel planda bu süreç bir bakıma, Türkiye Sosyalizmi'nin
emekleme dönemiydi. Bu yüzden de bu süreç teorik ve si-
yasal eksikliklerin sıkça yapıldığı bir süreç oldu.
Her şeye rağmen, Dev-Genç deneyimi bu topraklarda
ihtilalci sosyalizmin ilk filizi olarak doğdu.
Dev-Genç deneyiminin üzerinden yaklaşık 30 yıl geç-
ti. Bu 30 yıl içerisinde Türkiye siyasası çok önemli deği-
şimler yaşadı. 80' yılına kadar güçlenerek gelen sosyalist
hareket, darbeyle birlikte derin bir çözülüş ve dağılış süreci
yaşamaya başlarken, süreci reel sosyalizmin yıkılışı ve
dünya çapında prestij yitirişi güçlendirdi. Bu olumsuzlu-
luklara çok geçmeden, karşı devrimin giderek etkinleşen
gücü de eklendi. Tüm bu değişimlere rağmen, son on on-
beş yıl içinde siyasal-toplumsal sürece en fazla etkide bu-
lunan güç ise hiç kuşku yok ki Kürt Ulusal Mücadelesi ol-
du. Kürt sorunu, çok derin tarihsel toplumsal kökenlere sa-
hip olmakla birlikte, 84' çıkışı ile ilk defa ulusal ve
uluslararası boyutta bu kadar fazla yer işgal etmeye başla-
dı. Ve gelinen noktada bu sorun, Türkiye'nin yaşanan
yüzlerce, binlerce sorunu arasından en önemlisi haline
geldi. Kirli savaş ve Kürt sorunu hiç tartışmasız ekonomik
ve insani kaynaklan en fazla soğuran sorun haline geldi.
Hala kirli savaş, sendikal mücadeleden öğrenci gençlik
mücadelesine, insan haklan sorununa, hayat paha-

187
lılığına kadar birçok sorunun düğüm noktasında yer alıyor.
Bir bakıma, bir demokrasi sorunu olarak Kürt sorununun
siyasal yoldan çözümü, diğer sorunların çözümü için uy-
gun siyasal-toplumsal ortamı hazırlayacak durumda. Bu
yüzden kirli savaşın siyasal, demokratik bir çözüme bağ-
lanması, üstünden atlanılmaması gereken bir sorun olarak
ortada duruyor.
Toplumsal mücadeleler alanında her savaşımın önemli
öznesi olan gençlik, kuşku yok ki savaş karşıtı mücadele-
nin de önemli aktörleri olmak zorundadır. Gençlik varol-
duğu her alanda, kirli savaşın gerçek yüzünü açığa çıkara-
cak teşhir kampanyaları yapmalı, şimdiye kadar faşist gös-
terilere zemin olan asker cenazeleri, savaş karşıtı eylemle-
re evrilmelidir. Bu açıdan Dev-Genç, ilkesel düzeyde anti-
şövenist mücadelenin yürütücülüğünü yapmalıdır. Anti-
şo-venist mücadele, anti-militarist mücadeleden ayrı ele
alınmamalıdır.
Dev-Genç emperyalizmin Türkiye ve Kürdistan üze-
rindeki emperyalist politikaları ve çıkarlarına karşı ideolo-
jik ve siyasal mücadele yürütmelidir. Bu anti-emperyalist
mücadele anlayışı kuşkusuz Dev-Genç dönemindeki "milli
cephe"ci, asker ve bürokratları müttefik gören anti-em-
peryalizm anlayışına benzer değildir. Geldiğimiz noktada
bürokratların, askerlerin vb. nın emperyalizm ve onun yerli
işbirlikçileri yanındaki tutumu, Kürt sorununun da geldiği
yer itibarıyla dünden daha nettir. Dolayısıyla emperya-
lizme karşı mücadelemizde müttefiklerimiz yalnız ve yal-
nızca emperyalizmden ve onun yerli işbirlikçilerinden bes-
lenmeyen, onlarla çıkar ilişkisine sahip olmayan emekçi
kitlelerdir.
Emperyalizmin Türkiye ve Kürdistan'daki çıkarlarına
karşı savaşım, emperyalizmin ve onların yerli işbirlikçile-
rinin çıkarları doğrultusunda zorla egemenlik altında tutu-

188
lan ezilen ulusun bağımsızlığı için anti-şovenist mücade-
leyi de içermek zorundadır.
Emperyalizme, şovenizme karşı mücadelemiz, daha
önce çeşitli örnekleri olduğu üzere egemenlerce faşist ha-
reket tarafından terörize edilmek istenecektir. Şurası kesin-
dir ki, şu anda egemen blok içinde var olan çatlak egemen-
ler arası yeni bir konsensusla onarılırken, faşist çeteler de
yeni ve muhtemelen eskisinden daha gerici öğeler taşıyan
konsensüs uyarınca, verilen konsensüs dışı muhalif unsur-
lar üzerinde terör estirme işini yerine getirmeye çalışacak-
lardır. Sağlanan konsensüsün gericiliği oranında faşist te-
rörün azgınlığı da artacaktır. Bu yüzden Dev-Genç ilkesel
olarak militan bir anti-faşist karaktere sahip olmalıdır. Ay-
rıca militan bir anti-faşist karaktere sahip olunmadan ne
emperyalizme ne de şovenizme karşı kavga verebilmek
olası değildir.
Dev-Genç, şimdiye kadar çoğunlukla tali görülmüş ya
da erkek egemen bir perspektifle kavranmaya çalışılmış
olan genelde cinsel sömürü ve baskıya, özelde de ezilen
cins -kadın sorunu- karşısında cins ayrımcılığına karşı il-
kesel bir tutum geliştirmelidir. Dev-Genç anti-cins ayrımcı
bir mücadele perspektifine sahip olmalıdır.
Dev-Genç, genelde bireyin, özelde de gençliğin özgür
ve demokratik bir ortamda askeri, bürokratik, ekonomik,
siyasi baskılar olmaksızın, bilimsel ve çok yönlü gelişimi-
nin mümkün olacağı bir toplumdan yana olmalıdır.
Dolayısıyla böyle bir bireysel girişimi ve toplumsal ta-
savvuru engelleyici ulusal, sınıfsal, cinsel baskı, önyargı
ve sömürüyle mücadele etmek Dev-Genç'in ilkesel tutu-
mu olmadır. Pratikte bu Dev-Genç'in ilkesel düzlemde an-
tiemperyalist, anti-faşist, anti-şovenist ve anti-cins ayrımcı
bir teorik ve pratik donanıma sahip olmasıyla mümkündür.

189
Bu teorik ve pratik ilkeler doğrultusunda Dev-Genç,
eski Dev-Genç'ten farklı olarak sisteme muhalif (sosyalist
veya değil) tüm genç unsurları bünyesinde toplamalıdır.
Dev-Genç ancak bu şekilde bir bütün olarak (işçi, işsiz,
öğrenci, köylü) gençliğin yukarıda ifade ettiğimiz amaç
doğrultusunda siyasal söz ve eylem aracı haline gelecektir.
Artık bu, yarına ertelenemez bir ihtiyaçtır.

190
F- SON SÖZ YERİNE

Sonrasında tartışma ihtimalini yok etmemek için, pro-


jemizi çok fazlaca ayrıntılandırmadık. Dileğimiz odur ki,
bizim gibi böyle bir örgütlenmenin ihtiyaç olduğunu düşü-
nen tüm arkadaşlarla, projemizi hem ayrıntılandıralım,
hem de ete-kemiğe büründürelim.
Son olarak tasarlamaya çalıştığımız projemiz nedeniyle
kimi arkadaşlar tarafından hayalcilikle suçlanacağımız bi-
lincindeyiz. Arkadaşlarla sonra daha yetkin platformlarda
tartışmak umudu ile yoldaş Lenin'in Pissarev'den yaptığı
aktarmayı okurun affına sığınarak buraya alıyoruz.
"Çelişme vardır, çelişmecilik vardır. Benim rüyam olay-
ların tabi seyrinin hiçbir zaman götüremeyeceği bir doğ-
rultuya dümen kırabilir. Birinci halde, rüyadan hiçbir kö-
tülük gelmez, çalışan insanın enerjisini destekler, güçlen-
dirir bile. Böyle rüyalarda, çalışma gücümüzü yıpratacak
ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Tam tersine eğer
insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun ol-
saydı, arasıra zihni ilerilere atlayarak, ellerinin henüz bi-
çim vermeye başladığı ürünü bütün ve tamamlanmış res-
mini gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insanı,
sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve kesin işlere

191
girişmeye hangi itici gücün sürükleyebileceğini tasavvur
edemez.... Eğer rüya gören kimse, rüyasını ciddi olarak
inanırsa, hayatı dikkatle gözler, gözlemini muhayyilesinde
kurduğu şatolarla kıyaslarsa ve eğer genel olarak, rüyası-
nın gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile
gerçek arasındaki çelişmenin hiçbir zararı olmaz. Rüya-
larla hayat arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır"
(Ne Yapmalı V.İ. Lenin S. 212)
NİSAN 1997

192
NOTLAR:
1- Sağlık giderlerinin kimi kapitalist ülkelerde devlet
tarafından karşılanması, devletin 'hayrına' yaptığı bir iş
değildir. Emek-gücünün yeniden üretim bedeli olarak, iş
çiye verilmesi gereken sağlık giderlerinin (tıpkı yemek,
giyim, barınma gibi) işçiye verilmeyip, bir fonda toplan
ması yoluyla olur. devletin 'kıyak' yapılıyor diye göster
diği bu hizmetin bedeli, işçi tarafından zaten ödenmiştir.
Ayrıca sırf bu amaçla, koruyucu sağlık hizmetleri çerçe
vesinde, 'işyeri hekimliği' disiplini oluşturulmuştur. 50
proletere l işyeri doktoru düşecek şekilde organize edilen
bu disiplin, temelde emekçi sağlığını tehdit edecek ortam
ların düzenlenmesini öngörerek sağlık giderlerinin müm
kün olduğunda ucuza getirilmesini de sağlamaktadır.

2- Şüphesiz bu sınıflandırmada kesin hatlar çizebil


mek mümkün değildir. Zaman zaman birbirinin içine gir-
mişliklere, zaman zamanda sınıflandırmanın dışına taşan
örneklere rastlanabilir. Anlatmak istediğimiz genel çerçe
vesi içinde kurgulanmıştır.

3- Refah Partisi'nin küçük-burjuvazi arasında taban


buluşunun temelinde bu gerçekliğinde önemli bir rolü
vardır. Refah, meşruiyetini yitirmekte olan devletin ve
onun resmi ideolojisi olan Kemalizm karşısında muhalif
bir konum sergilerken, aynı zamanda 'adil düzen (dev
let)' sloganıyla da anti-kapitalist ve anti-sosyalist bir söy
lemi yükseltir. Adil düzen onlara fırsat eşitliği sağlaya
cak, az kazanandan az, çok kazanandan çok alarak, tekel
leşmeyi önleyecek ve bir proleter devrime de izin ver
meyecektir vs.

193

You might also like