Professional Documents
Culture Documents
Açık Bilim:l5
ISBN 975-8621-40-8
Bilimin Büyük Sorulan
Harriet Swain
•
.
Ofset Hazırlık
Güncel Yayıncılık ltd.
Harriet Swain
�=GÜNCEL
� YAYINCllJK
İçindeki lir
Önsöz 7
Giriş 8
Harriet Swain
7
Giriş
I Bilim tıpkı John Polkinghome'un Angilikan kilisesi gibi geniş bir
kilisedir. Bilimin yinni büyük sorusu söz konusu olduğunda, en az bi
lime ilgili insan sayısı kadar farklı liste vardır. Üstelik bir yanda bilimci
lerin, öte yanda bilimci olmayanların bilimden farklı beklentilere sahip
olması bu listeyi daha da kabanklaştınyor.
Herkesin diline düştüğü üı.ere bilim adamlannın büyük sorulan di
ğer ölümlülere çok küçük gelir. Charles Daıwin son ı;o yıldır bir sal
tanat süren evrim teorisini bulmadan önce, kafayı Galapagos Adala
n 'nda yaşayan ispinozların gagalarının biçimlerine takmıştı. Max
Planck ise ısıtılmış nesnelerden yayılan radyasyonun niteliği için - bil
dik bir kalorifer peteğinin ısısı hissedildiği halde görünmezken, erimiş
çelik kınnızı renkte parlar- bir açıklama ararken, karşıt-sezgisel kuan
tum mekaniğinin temellerini atmakla nihayet bulmuştur. Bilimin he
yecanı kısmen, küçük sorulara verdiği cev.ıplann dunnadan daha bü
yük sorulara sebep olmasından gelir.
Aşağıdaki sayfaları kaplayan Yinni Büyük Soru, herkesin aklına ta
kılan sorular olmanın avantajlanna sahiptirler. Zaten hepimiz bilmek
isteriz dünyanın nasıl varlığa geldiğini ve (eğer olacaksa) nasıl sona
ereceğini. Ve başka hiçbir diline benzemeyen ve bütün bunlan tartış
mamaa imkan sağlayan insan dilleri nasıl ortaya çıktı?
8
ülkelerin küçük çiftçilerin ekonomik refahına karşı sık sık gözlem le
nen ilgisizliklerinden daha önemsizdir.
·Kanaatimce, önümüzdeki on yıl da bilimsel bilginin uygulaması
hakkındaki etik tanışmalarla geçece ktir. Örneğin Prozac insan mutlu
luğu için kabul edilebilir bir yol mudur? Ve Mary Wamock'un insanlık
durumunun ilerletilmesinde mühendislik nosyonunu takdire şayan
bir biçimde tedbirli bir şekilde hoş karşılaması, daha hızlı eylemlere
dair sabırsız talepler karşısında daha ne kadar dayanacak?
Kitabın her soruyu iki f.ırklı dii7.eyde ele alma planı, cevabın ne ka
dar belirsiz olabileceğini çok iyi gösteriyor. Sorulan formüle etmek -
hatta cevaplamak - adına yapılan daha önceki denemeleri açıklamak
için yola çıkangiriş mahiyetindeki gazeteci anlatılar, bundan önce ge
nellikle ne kadar çok yanlış başlangıç yapıldığını kanıtlıyor. Bu makale
leri kendi konusunda uzman insanların söz konusu soruya kesin bir ce
vap verme denemeleri takip ediyor. Tahmin ederim ki okuyucuların ço
ğ�, görevin bu kısmının yerine getiriliş biçimindeki mütevazılıktan ve
denemeci ruhtan etkilenecektir. Very little it seems, is cut and dried.
Bu büyük sorulara verilen cevaplardan ancak çok azı aç ık görünü
yorsa, hiç kimse hayal kınklığına uğramamalı. Önümüzde uzanan yol
dan kuşku duymak, Kopemik'in beş yüzyıl önce evrenin merkezine
Dünya yerine Güneş'i otuntuğu zamandan beri bilimin bir özelliği ol
muştur.
Bu bilimsel hakikat diye bir şeyin olmadığı anlamına gelmez. New
ton on yedinci yüzyılda kendisine ait yeni "yerçekimi yasası"ndan
Dünya'nın küre şeklinde olması gerektiği sonucunu çıkardığında hak
lıydı, en azından yaklaşık olarak. Çünkü Dünya tam bir küre değildir,
yörüngesi dolayısıyla kutuplardan basıktır ve bu olgunun Newton'un
daha genel mekanik teorisiyle tutarlı olduğunu görme k kolaydır .
Einstein'ın 1917 yılında Newton'un yerçekimi yasası nı daha geniş
bir felsefi ç e rçeveye o tun ması (bu n u yaparken teoriyi düzeltmesi)
Newton'u bir aptal kılmadı: onun bir dahi olduğ�nu kanıtladı. Sonuç
9
o lara k , istisnalar (uzak bir yıldızın ışığının Güneş tutulmasınca yön de
ğiştirilmesi) Einstein'ın kuralını kanıtladı ve hila Newton,açıklamaları
nın kullanıldığı şartlan genel olarak daha anlaşılır kıldı.
Bu birbirini takip eden düzeltmeler Kopemik-sonrası bilimde iler
lemenin neleri içerdiğini göstermektedir. Sorular ne kadar anlaşılır
ise, sebep oldukları araştırma programlan o kadar zor, onaya çıkan so
nuçlar o kadar şaşırtıcıdır. En büyük sürprizler, henüz soracak kadar
zeki olmadığımız soruların cevaplandır. Bilimsel girişim bitmemiş bir
projedir ve sonsuza kadar böyle kalmaya devam edecektir. Dünyayı
kavrayışımız Kopemik'ten beri büyük ölçüde genişlemiş olmasına kar
şın, henüz, belki, yeni başlamıştır.
Eğer bilimde cevaplar açık değilse, sorular da değildir. Bu kitabın
ilk sorusu "Tanrı var mı?" sorusudur, buna ilerde bilimsel bir yanıt bu
lacağımıza inanmıyorum. Açık konuşmak gerekirse, ben inançlı deği
lim, daha kesin konuşmak gerekirse inanca karşıyım (umarım çok kes
kin bir şey değildir söylediğim), fakat bunun basit bir mantık mesele
si olduğuna inanıyorum: bilimin doğaüstü bir rehber tinin gerçekliği
hakkında, şu ya da bu şekilde, söyleyecek hiçbir şeyi olamaz.
Daha aykırı bir itirafım da var: büyük patlamaya da ikna olmadım.
Gerçekten de onu bir tür masal olduğuna inanıyorum. Sir William
Herschel'den beri en meşhur Astronomer Royal olan Martin Rees say
fa 18'de bunu aksini iddia ediyor. İnsanın aklını çelen bir makale. Ev
renin nasıl başladığına dair bir anlatı olarak büyük patlamanın üç de
vasa üstünlüğü var: neredeyse tanımı gereği bize genişleyen bir evren
veriyor, evrende var olan ve yıldızlar tarafından üretilmiş olması
imkansız olan ağır hidrojen (deuteriyum) ve helyumun mevcudiyeti
için ve dünyada etrafımızı kuşatan bütün diğer elementler için doğal
bir açıklama getiriyor ve evrenin her köşesini dolduran düşük-sıcaklık
ta radyasyon için doğal bir açıklama öneriyor.
Fakat gizli engeller var. Büyük patlamanın basit bir genişletilmesi
hize. içinde yaşadığımız homojen göıiincn evre n e göre daha az ho-
10
mojen ve daha sarsak bir evren sunar. Dahası, uzam-zamanın eğik ol
ması gerekir (Einstein'ın genel görelilik kuramının söylediği biçimde),
oysa düz görünür. Bu güçlüklerin üzerinden Sir Manin'in gönderim
de bulunduğu şişen evren teorisi (inflationary universe) aracılığıyla
maharetle gelinmiştir, fakat bu aygıt bana çekici gelmeyecek kadar
çok sorun doğuruyor.
Şüpheciliğim için özür dilemiyorum, fakat ileri sürecek daha iyi bir
evren modelim olmadığını kabul ederim. Ne de mükemmel olmayan
bilimsel teorilerin rastlanmadık bir şey olduğunu. Büyük patlama ev
.
rensel olarak kullanılan bir evren modelidir ve kozmologlar yeni veri
leri ona uydurmanın yollarını aramaktadır. Kusurları çoğalmadıkça ve
ya biri şaşınıcı bir fikirle çıkıp gelmedikçe bu rolü korumaya devam
edecektir. İnsan genomu ve aşağıdaki sayfaları dolduran insanın geli
şimindeki doğa ve yetişmenin görece önemine dair tanışma için de
aşağı yukan aynısı söz konusudur.
Hiç kimse bizim tümüyle genlerimizin ürün olduğumuzu iddia et
miyor. Fikri sabit "genetik belirlenimcilik" dar bir bakış açısıdır. Micha
el Rutter'in işaret ettiği gibi hem genetikçilerin hem de psikologların
doğa ile yetişmenin karşılıklı ilişkisi hakkında öğrenecek çok şeyi var.
Genetikçileri için ilk zorluk, tıpkı hemofilide olduğu gibi yatkınlığın tek
bir genden değil birçok genden geçtiği şeker hastalığı nevinden hasta
lıkları genetik olarak anlamlandırmaktır. Aynca hücre içindeki genle
rin, hem iç hem de dış sinyallerle nasıl düzenlendiklerini ayrıntılarıyla
anlama görevi varciır. Kendi başına ele alındıklarında bunlar, büyük
öneriler söz konusu değil, fakat insanlar bunlara hayatlarını adıyorlar
ve bir kısmı şaşınıcı ve devrimci sezgiler kazanacaktır. Örneğin bakte
riler için anık neredeyse kesin bir bilim haline gelmiş olan genetik de
ğiştirme, doğal olarak meydana gelen DNA'yı nasıl birleştirip böleceği
ni öğrendiği zaman kendi bitkileri ve hayvanlarıyla çıka gelecektir.
Psikologların tırmanmaları gereken dağ daha yüksektir. Bildiğimiz
şekliyle sinirbilim, neredeyse tümüyle yirminci )'Üzyılın ürünüdür ve
11
beynin, bı rJkın daha önce hiç raşanmamış şerleri h aya l etmeri, basit
ka rarlar vermek için bile, düşünme mizi nasıl mümkün kıldığı hata net
değildi r Yine de bilim bir şekilde bütün öğrenme ve deneylerimizin
.
Hayatın kökenine dair büyük soru çok ihmal edilmiş bir soruştur
ma alanıdır. Fakat önümüzdeki on yıllar, DNA'nın hayatın gizi olduğu
nun kanıtlanmasının üzerinden elli yıl geçmeden, şu anda laboratuvar
ları kavuran hayat süreçlerinin daha iyi anlaşılması görevinde büyük
ilerlemelere tanık olacaktır.
Bu keşiflerin sadece tıp alanında değil, fakat ga.egenin yönetimi
hususundaki yararlan John Sulston, Brian Heap ve Ronald Melzıck'ın
tarif ettiği gibi devasadır. Bu faydaların önündeki tek tehlike (bilim
adamlarının da bağışık olmadığı) müşterek sabırsızlığımızdır. Sadece
şirketlerin genetik aktarımlı ürünleri güvenliğini yeterince kanıtlama·
dan pazarlama hırsına bakın veya Mary Warnock'un genetik bilimdeki
ilerlemelerin ölümlülüğü yararsız bir şey haline getirebileceği uyarısı
na bakın yeter. Bir de kuşkusuz, mutluluk arayışının, ka7.ananlardan
çok kaybedenlerin olduğu değil, ancak ortak bir girişim olabileceğini
kanıtlamanın bildik güçlükleri var.
john Madclox
13
Tanrı Var mı
l "Eğer evrime dair bilimsel bilgi ile yaratıcı Tann fikri arasında
uzlaştınlamaz bir çelişki varsa, benim bundan haberim yok," di
yor ABD insan genomu programının arkasındaki adam olan
Francis Collins. "Ben bir genetikç iyim; fakat Tann'ya ina n ıyorum."
Collins yalnız değil. Son birkaç on yıldır birçok meşhur bilim ada
mı, hem Tann'ya hem bilime olan inancını açık açık dile getinniştir.
Bunlar arasında, İklim Değişikliği Devletlerarası Paneli bilim adamla
n çalışma grubunun başkanı Sir john Houghton; Cambridge Queen
Üniversitesi eski rektörü ve bir parçacık fizikçisiyken Anglikan bir ra
hip olan john Polkinghome; New York Yestiva Üniversitesi'nde bağı
şıklık uzmanı ve bir Tevrat akademisyeni olan Cari Feit; Açık Öğretim
Üniversitesi'nde fizik profesörü ve İngiltere Kilisesi'nde bir İncil yo
rumcusu olan Russel Stannard gibi isimler de var.
Herkes aynı fikirde değil. Oxford Üniversitesi'nde profesör ve dü
şüncelerini açık açık dile getiren bir ateist olan Richard Dawkins dini
inancı bir kenara atmakta tereddüt bile etmez. Yaratıcı bir Tann'yı sa
vunan herkese "bilimsel cahil" adanı takar ve dini "bir virüs" olarak
adlandınr. Diğerleri dini ve bilimi farklı bir paradigma olarak görür;
meşru, fakat birbiriyle ilişkisiz.
Ne var ki yaratıcı tek Tann fikri yaklaşık 3,000 yıl önce onaya atıl
dıktan sonra, bilimin insanın genetik yaradılışım anlamaya ve kontrol
etmeye uğraştığı ve güçlü teleskoplann evrenin büyük patlama köke
ninin tam kalbine bakmamızı mümkün kıldığı bir çağda bile, Tann
kav ramı var olmaya devam e tmektedir. O popüler bilim kitaplannın
en gözde konusudur, hem teistleri hem ateistleri düşündürüp duru
yor ve bugün konu, her zamankinden daha tanışmalı.
Oxford Üniversitesi'nde Hıristiyan felsefesi profesörü olan Richard
Swinbume, evrenin tek, mükemmel iyi yaratıcısına olan inancına ilk
olarak İ.Ö. 1.000 yı lı dolaylarında İsrail'de rastlanabileceğini ileri s ür
mektedir. Hakkında bilgi sahibi old u ğ umuz neredeyse bütün to pl um
lar. bir kutsal güce inanır görünmektedir. Sanki insanlar, toplumlann-
16
da bir yanıt bulamadıkları sorular iç in hep kutsal olana bakmıştır.
Başından beri bir sürü meydan okuma olmuştur. Durham Üniver
sitesi Azizjohn Koleji'nde bir rahip olan astrofizikçi David Wilkinson'
a göre, modem tanışmalann asıl konusu bir yaratıcının doğasından
ziyade onun var olup olmadığıdır.
19. yüzyılın onalanna kadar din ve bilim, Batı toplumunda büyük
ölçüde el ele ilerlemiştir. Bilim adamlan, araştırma güdülerini tipik
olarak dini terimlerle açıklardı ve birçok bilim adamı önce bimt din
adamıydı. Bilim ve din arasındaki çatışmaya sürekli olarak örnek gös
terilen Galileo'nun Kilise tarafından yargılanmasında bile, o, her ne
kadar insanın evrenin merkezindeki yerini tartışmalı hale getirse de,
Tann'nın varlığını inkar etmiyordu.
On yedinci yüzyılın bilimsel devrimi, mikroskobun da dahil oldu
ğu araçtan geliştinniş olmasıyla -bilim adamlannın doğanın ve dolayı
sıyla Tann'nın harikalarına hayran kalmasını mümkün kıldı. Wilkin
son'a göre Dizayn Teorisi -doğanın tesadüf eseri olamayacak kadar iyi
ve güzel tasarlanmış ve mutlaka bir Tann tarafından yaratılmış olma
sı gerektiği fikri- Yunan yazında bile bulunabilir, "Ne var ki," dıye de
vam ediyor, "gelişip yayılması bilimsel devrimle olmuştur."
On sekizinci yüzyılda bilim adamları dine karşı çıkmaya başladı,
on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde doğal dünyanın, Tanrı'nın temel
bir aynası olduğu fikri artık saldın altındaydı. Bazılanna göre yaratıcı
bir Tanrı'ya nihai meydan okuma 1859 yılında Türlerin Kökeni'ni ya
yınlayan Charles Daıwin'den geldi. Daıwin, dizayn teorisi ve insanla
rın biricik statüsü dahil olmak üzere, imana hizmet eden birçok gele
neksel argümanı sarstı.
Bir zamanlar rahip olmayı isteyen Daıwin dine saldırmak için bili
mi kullanmama taraftarıydı. O dönemde bile bazı kilise üyeleri onun
fikirlerine açıktı ve eserini inançlarına katmayı başardılar. Ne var ki
bazı bilim adamları o kadar hoşgörülü değildi. Thomas Huxley'in, Ox
ford Piskopos'uyla girdiği efsanevi tanışma, evrimci bilimi kesin b ir
17
şe ki lde Tanrı'ya inancın karşısına çıkarmıştı. Dönemin iki kitabı -Wil
1874 tari hinde yayınlanan Din ve Bilim arasındaki Ça
lam Drape r i n
'
18
diyor Swinburnc. "Tanrı'nın bir sebebi olduğuna inanıyorum. Madde
nin bu şekilde davranması yalnızca güzel değil, aynı zamanda bizim
gibi sınırlı varlıkların var olmasını ve dünya ve birbirleri üzerinde de
ğişiklikler yapmasını mümkün kılıyor."
Bazıları, evrimsel baskılarca empoze edilen talepleri büyük ölçü
de şan ve evrenin karmaşıklığını algılamamızı mümkün kılan bilişsel
yeteneklerimizin Tann'ya delalet ettiğini iddia ediyor. Diğerleri kanıt
olarak hayatın kökenini tümüyle anlayabilmek için bilimin yetersizli
ğini işaret ediyor. Her ne kadar birçok bilim adamı biyolojik evrim fi
kirlerini desteklese de, doğal seçimin nasıl başladığı konusunda daha
az fikir birliği vardır. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Sağlık Enstitü
sü, Ulusal Genom Araştırma Enstitüsü Müdürü Collins kendini, "Tan
rıcı evrimci" diye tarif ediyor. "Eğer Tann ilişkiye girebileceği insanlar
yaratmaya karar verdiyse, bunu yapmak için neden evrim mekaniz
masını seçmiş olmasın?" diye sorar. "Nihayetinde güzel bir fikir."
Kendi inançlarına sebep olarak kutsal kitapları ve insanın dini tec
rübesinin sağlığını gösteren bu teistleri, hiçbir bilimsel veri, Tanrı ka
nıtı yolundan alıkoyamıyor. Bu teistler, bilimin Tanrı gibi ince bir şe
yin farkına varmasının mü�kün olmayabileceğini ileri sürüyorlar.
19
mantıksal olarak farklı, amaçlarda ve araştırma üslupla n nda tümüyle
birbirinden ayn iki disiplin olarak görmektedir. Bilimin "nasıl" soru
lan sorarken dinin "niçin" sorulannı sorduğunu ileri sürüyor. Gould
,
bir bireyin zengin bir hayat kurması için her ikisine de ihtiyacı oldu
ğunu vurguluyor. Ona göre, "bilim ve din, her biri insan hayatı için
farklı biçimlerde yaşamsal öneme sahip alanlannın kendi efendisi ola
rak, eşit, karşılıklı olarak saygılı onaklar olmalıdırlar."
Kutsal olana pek o kadar saygı beslemeyenler, evrenin bilimsel
kavranışı genişledikçe Tann'nın yerinin daraldığını ileri sürmektedir.
Bu kişiler bilimi ve Tann'yı aynı yerde banndırmak yerine, bilimin bil
ginin önünde tek güvenilir patika olduğuna inanıyorlar. Dawkins bi
lim ve din arasında uzlaşmaz bir çatışma görüyor. Darwinci evrimin
savunuculuğunu yapan Dawkins, bu teorinin hayatın çeşitliliğini açık
lamak için tek başına yeterli olduğunu iddia ediyor. Ve onun herhan
gi bir düzene veya amaca sahip olmayan evren görüşü, "neden bura
dayız" türünden sorulara yanıt arayanlara kulak tıkıyor.
Nobel Ödüllü fizikçi Steven Weinberg "Evren anlaşıldıkça anlam
sız görünüyor," diyerek Dawkins'in tutumuna katılıyor. Kötülerin
egemenliğinin ve mutsuzluğun, esirgeyen bir tasanmcının var olma
dığına kanıt teşkil ettiğini ileri sürüyor.
julla Hinde
Bilim ve eğitim alanlannda serbest yazar
20
Tanrı var mı?
John Polkinghorne
l
Queen Üniversitesi, Cambridge eski rektörü ve Anglikan rahip
21
hiptir. Bir bilince sahip insanoğlunun var olmaya başlamasıyla birlik·
te evren, kendinin farkına varmaya başladı; bu, elli milyar yıllık tarih·
te bildiğimiz en şaşırtıcı gelişmedir bu. Bu olgular tek başına, evrenin
tarihinde şeylerin birbirini körce takip etmesinden daha fazla şeyin
olduğuna delalet etmeye yeterlidir. Dahası, yeryüzünde herhangi bir
hayat formunun ortaya çıkışı on bir milyar yıl sürse de, evrenin daha
başından bu hayata gebe olduğuna dair açık işaretler var.
Entropi ilkesi başlığı altında toplanan bilimsel içgörüler, karbon
temelli hayatın gelişmesinin, ancak, dünyanın fiziksel dokusunu tanı
mayan doğa yasalarının özel ve eksiksiz ayarlanmış bir biçim alması
dolayısıyla mümkün olduğunu söylemektedir. Güneş gibi yıldızların
evreni kuşatan hayatın gelişmesini beslemek için gerektiği bir biçim
de milyarlarca yıl hiç durmadan yanabilmesinin, yerçekimi ile elektro
manyetizma arasında ince bir dengeyi zorunlu kılması, bunun bir ör
neğidir. Hayat için olmazsa olmaz karbon ve diğer elementlerin ilk
kuşak yıldızların iç ocağında biçimlenmesi için nükleer güçlerin tam
ayarında olması da.
Fakat yine de, entropik ince-ayarın, sadece inanılmaz güzel bir te
sadüf veya dünyamızın, hepsi de farklı yasalara sahip gözlemlenemez
diğer evrenlerin devasa bir koleksiyonu içinden gelen amaçsız bir
ödüJ olup olmadığı sorulabilir. Fakat bu iddialardan teist için daha
inandırıcı olanı, entropik olarak be reketli evrenin, onun bereketli ta
rihinin kutsal yaratıcı amacı dışa vurmasını mümkün kılan ince bir
şekilde ayarlanmış şartlarla bi�likte, Tanrı tarafından bahşedilmiş ol
duğudur.
Elbette bu kozmik potansiret, evrimsel süreçler vasıtasıyla ger
çekleştirilmiş�ir. Bu, "şans" (anlamsız bir tesadüfilik olarak değil, fa
kat olumsal bir kendine özgülük olarak) ile "zorunluluk" (entropik
olarak eksiksiz ayarlanmış yasa) arasındaki bir karşılıklı oyunu ihtiva
eder. Olası lıkları n bu şaşırtıcı oyununun keşfi teisc için bir sorun
,
22
Tann kozmik bir tiran değildir. Mahluka karşı kutsal iyilik, onlara bah
şedilmiş münasip özgürlükler olduğunu ima eder.
Din adamı Chales Kingsley'in, Charles Daıwin'in "Türlerin Köke
ni" adlı eserinin yayınlanmasından sonra türettiği bir ifadeyle dile ge
tirmek gerekirse, tannbilimsel bir bakış açısından evrim geçiren bir
dünya, yaratıklann "kendilerini yaratma" iznine sahip olduğu bir dün
23
insanlann araç olmaktansa amaç olması gerektiği gibi ilkelerin, ne
gizli hayatta kalma stratejileri ne de faydalı toplumsal gelenekler ol
duğunu; fakat geçekliğe dair sezgiler olduklannı ileri sürmek isterim.
Ahlak bilgimiz gerçektir. Aslında, bana öyle geliyor ki sevginin nefret
ten daha iyi olduğunu, bildiğim diğer her şeyden daha kesin olarak
biliyorum.
Eğer ahlaki ilkeler yalnızca beklentiler veya bireysel seçim mese
lesi değilse, nereden geliyorlar ve bir erke nasıl sahip oluyorlar? Teist
bunu, iyiliğin veya Tanrı'nın iyi dileğinin bilgisi olarak görecektir.
Benzer bir şekilde estetik haz, gerçeklikle samimi karşılaşmanın bir
boyutu, inanlann Yaratıcı'nın yaratımındaki güzelliğini idrak etmesi
dir. Dünya inanç geleneklerinin tanıklık ettiği kutsal olanla karşılaş
ma, kutsal varlıkla bir karşılaşmadır.
Tanncılığın tutarlılığı ve ikna gücü, kısmen, içinde yaşadığımız
gerçekliğin zengin ve çok katmanlı doğasını takdir etmeye bağlıdır.
Bir olay aynı zamanda hem fiziksel dünyada gerçekleşen bir şey, hem
bir güzelliğin taşıyıcısı, heı:n ahlaki karann karşısında bir meydan oku
ma, hem de kutsal olanla bir karşılaşma olabilir. Çünkü din sahibi
olanlar için ibadet, sık sık bütün bu boyutlann hepsini birden içerir.
Tann'ya olan inanç, bu çeşitli tecrübe düzeylerini birbirine bağlar, ak
si taktirde bu rastlaşmalar sadece bir tesadüf olarak görünecektir.
Tann ibadet edilmeye layıktır, çünkü O iyinin, doğrunun ve güzelin
nihai temelidir.
Peki ya umut? Öleceğimizi biliyoruz ve evrenbilim bize evrenin
eninde sonunda çökeceğini veya yok olacağını söylüyor. Peki bütün
bunlar nihayetinde ne anlama geliyor? Yoksa kozmik tarih salak biri
tarafından anlatılan bir hikayeden ibaret miydi? Sanırım insan kalbin
de bunun tam aksi olduğuna, her şeyin sonunda iyi olacağına dair de
rin bir sezgi var. Marksist felsefeci Max Horkheimer, katilin kurban
üzerinde zafer kazanmamasına dair bir arzuyu ifade etmiştir. Tann'
nın sonsuz vefakarlığı, böylesi bir umudun tek muhtemel desteğidir.
24
Tanrı'ya bu şekilde bel bağlamak, kutsal doğa hakkında ve Yaratı·
cı'nın gerçekten de bireysel yaratıklarla herhangi bir şekilde gerçek
ten ilgilenip ilgilenmediğine dair bir dizi daha öte soruyu davet edi·
yor. Bu sorulara yanıt vennek, genel tanncılıktan uzaklaşıp Hz. İsa'·
nın doğasına ve dirilişe yönelmeyi gerektiriyor. Bu özel Hıristiyan id
dia�n (çok istesem de) savunmak için yerimiz kalmadı, fakat sorular
üzerine düşünmek bize, Tann'nın varlığına inanan milyarların nere
deyse tümünün soruları duygusuz bir felsefi yolla değil, inanlannce
maatinde yaşamanın tecrübesi içinde cevaplandırdığını hatırlatıyor.
Bu, sonuç olarak inanç geleneklerinin, kutsal olanla karşılaşmadaki
ortak zeminlerinde ve bu kutsal karşılaşmanın açığa çıkardığı şeylerin
bimirinden çarpıcı bir biçimde farkh betimlemelerinde, kendilerini
bimirleriyle nasıl ilişkilendirdikleri sorusunu uyandırıyor. Bu, tannbi
limin daha yeni yeni ciddi bir biçimde ele almaya başladığı bir mese
ledir. Yirmi birinci yüzyılda ve muhtemelen sonrasında bu mesele,
gündeminin en önemli maddesi olacaktır.
25
Evren Nasıl Başladı
I
Geleneksel olarak birço k kültürde evrenin kökeni, katı Yeryü
zü'nün yaratılıp su ve gökten ayrılması hikayeleri şeklinde açık
lanmıştır. Gökler ile Yeryüzü arasında arabulucu işlevi gören
bir cihaz veya varlık inancı, bu hikayelerde ortak bir özellik olarak gö
rünmektedir. Örneğin göksel takımyıldızlarında gerçek veya efsanevi
insanlar veya insanları gönnektedirler.
Modem çağda, insanların çoğu bunları, bilimsel olmaktan ziyade
kültürel tarihin bir parçası olan renkli gelenekler olarak görüyorlar.
Bununla birlikte bu hikayelerden bazıları hayatta kalmıştır; örneğin
evrenin yaklaşık 6,000 yıl önce birkaç günde yaratıldığına dair Hıristi
yan inanç.
Evrenin kökenine dair bu ilk açıklamaların hepsinin eksiği, ilgile
rini tümüyle Yeryüzü'nün ve içinde yaşayan canlıların oluşumuna yö
neltmiş olmalarıdır. Oysa son birkaç yüzyıldır Dünya'nın devasa bir
evren içinde küçücük bir nesne olduğu ve sadece biz insanlar için
de yaşadığı için ilgiye layık olduğu açıkça anlaşılmıştır. Dünya, mo
dem evrenbilimde bir dipnotun dipnotu kadar bile önem arz etme
mektedir.
Evrenin kökeninin araştırılması, günümüz yetişkinlerinin ömrü
süresi içinde, spekülasyonlar için uygun bir alan olmaktan, teorilerin
giderek çoğalan temel verilerle sınırlandırıldığı gerçek anlamda de
neysel bir bilime dönüşmüştür. Bu değişimin ana amili teleskop ol
muştur.
Astronomlar teleskopları uzayın derinliklerine bakmak için kulla
nır; oysa bir evrenbilimci için teleskoplar zamanın içine de bakabilir.
Güneşin ötesindeki en yakın yıldızını ışığının bize ulaşması dön yıl
sünnektedir; yani bir yıldıza baktığımızda onun dön yıl öncesine ba
karız. Fakat modern teleskoplar u1..ayın öyle derinlerine bakarlar ki
evreni, tarihinin ilk aşamalarındaki haliyle görebilirler.
Ayrıca, modern teknoloji, yalnızca insan gözüne görüneni d eğil,
fiilen bütün e le kt roman yetik tayfı görmemize olaak sağlamaktadır.
28
Bu birçok sezgiye yol açmıştır; bunlardan en şaşınıcı olanı Nobel
ödüllü fizikçi Amo Penzias ile Robert Wooclrow'un, büyük patlama
dan arta kalan sıcaklık olduğu sanılan ve radyo dalga boylan olarak öl
çülen kozmik arkaplan radyasyonun keşfidir. Bu keşif, neredeyse bü
tün evrenbilimciler tarafından, evrenin kökenine dair büyük patlama
teorisini, on ikiden vuran ispatı olarak yorumlanmıştır.
Aynca Amerikalı Astronom Edwin Hubble'ın yirminci yüzyılın ba
şındaki evrenin genişlediği tespiti, evrenin kökenini anlamada bir
anahtar işlevi görmüştür. Bu durumun keşfine yol açan, uzak galaksi
lerin tayflannda görülen çizgilere bilinen atomlarin durum değiştir
mesinin yol açtığı elektron enerjilerinin yol açtığı; fakat bizden uzağa
doğru olan hareketleri yüzünden dalgaboylannın Dopler etkisiyle
(bir nesnenin saçtığı radyasyonun frekansının gözlemciye yaklaştıkça
artar gibi görünme etkisi) değiştiğinin fark edilmesi oldu.
Bu derin bir kavrayıştı, laboratuvar fiziğindeki onlarca yıllık çalış
mayla, astrofiziksel ışın tahlilini mümkün kıldı. Aynca bu, evrenin ve
uzak galaksilerin ölçüsünü belirlemeye dair zahmetli çalışmalara da
dayanmaktadır. Son yıllarda evrendeki madde miktarına, evrenin ya
şı ile genişlemenin can alıcı öneme sahip ilk dönemlerine dair daha
fazla şey bulduk. İlk olarak Massachussetts Teknoloji Enstitüsü'nden
Alan Guth'ın onaya amğı evrenin kısa bir dönem için inanılmaz bir
hızla genişlemiş olabileceği olgusu, bütün bilim adamları tarafından
değilse bile, çoğunluk tarafından kabul gördü. Bu ilk dönem hakkın
daki bilgi, görelilik ile kuantum teorisindeki gelişmelerle birlikte ha
reket eden gözlemsel astronomi tarafından mümkün kılınmıştır.
Bu konular karmaşık, hatta neredeyse anlaşılmaz görünebilir. Fa
kat göreliliğe dair ilk görülerin, bilimdeki en uzun süreli sorulardan
birine kesin bir çözüm olduğunu hatırlayalım. Bin yıl boyunca Güneş
de dahil olmak üzere yıldızların nasıl parladığını açıklamak için yüz
lerce fikir geliştirildi. Cevabı ancak yirminci yüzyıldaki nükleer fizyo
nun keşfiyle bulduk. Aynca yıldızların, -güneş sistemindeki Dünya ve
29
diğer nesnelerin v�ır olduğu bağımsız bir biçimde kanıtlanan- milyar
larca yıl parlayacağı da kanıtlanmıştır. Bilim adamları bu bilgiyi, birço
ğu yıldızların çekirdeklerinde üretilmiş olan kimyasal elementlerin
yaratımı ve dağılımı da dahil olmak üzere, evrenin diğer temel veçhe
leri hakkındaki büyük soruları aydınlatmak için kullanmıştır.
Modern kozmolojiye göre evren elli milyar yıllık varoluşu boyun
ca üç aşağı beş yukarı hep aynı yer olarak kalmıştır. Dünya'da geçerli
olan kuralların uygulanabileceği ve öngörme gücüne sahip olduğu
bir yerdir bu. Örneğin, güneş sisteminin -Güneş, gezegenler ve uydu
ları- göktaşlannın ve kuyruklu yıldızların ortaya çıkışı anlaşılabilir bir
olaydır ve hatta eksiksiz bir şekilde modeli çıkarılabilir ve etrafında
gezegen aileleri ve onların oluşmuş olabileceği toz diskleri keşfedilen
yıldızlarla ilgili gözlemlerle karşılaştırılabilir. Aksi gibi, evrenin ilk dö
nemleri hakkında düşünmek bizi zaman ve mekan konusundaki nor
mal fikirlerimizin geçersiz olduğu bir dünyaya götürmektedir.
Fakat evrenin ilk anlarında hüküm süren aşırı şartlar altındaki
madde ve enerji hakkında fikirler geliştirmenin bir yolu var. Nasıl bir
teleskop milyarlarca yıl önceki geçmişe bakmamızı mümkün kılıyor
sa, elimizdeki ve gelecekte yapılması planlanan parçacık hızlandıncı
lan da, evrenin ilk zamanlarındaki koşullan yeniden üretmemizi
mümkün kılmaktadır. Bunları kullanan bilimsel cemaat ile teleskop
temelli cemaat ve bir grup güvenilir teorisyen, birbirlerine yardım et
mektedir.
Karşılaştıkları ana güçlüklerden birisi, teleskoplar ile diğer araçlar
ca görülemeyen, fakat yerçekimsel etkisi gözlemlenebilir olan ve ev
renin yapılmış olduğu kıyasen daha iyi bildiğimiz maddeyi çok geride
bırakabileceği kuşkusunu uyandıran "kara madde"dir. Onun ışık saç
maması gözlemlenemez olduğu anlamına gelmemektedir. Probleme
astronomik yaklaşımlar arasında, yıldızlan arkasında saklayan küçük
kara madde nesneler aramak d:J. vardır. Problemin üstüne, aynı za
manda, parçacık fiziği yaklaşımı aracılığıyla gidilmektedir. Örneğin
30
evrenin, rıldızların saçtığı, fakat uzun zamandan beri kütlesi olmadı
ğı düşünülen, nötrino denilen parçacıklarla dolu olduğu bilinmekte
dir. Bunlar küçücük bir kütleye sahip olsa bile, kayıp kütle sorunu çö
zülmüş olur. Ayrıca bilinmeyen tür bir maddenin, kayıp kütleden so
rumlu olması da bir o kadar mümkündür.
Adaylardan biri WIMP'tir (zayıf etkileşimli kütlesel parçacık).
WIMP'ler, eski madenlerde ve iyice yalıtılmış başka yerlerde yapılan
deneylerle aranmaktadır. Bunların doğaları gereği tespit edilmesi
zordur. Çünkü diğer maddeyle ancak zayıf bir şekilde etkileşiyorlar;
keşfedildiklerinde, bu maddenin sınıflandırılması bilgimize büyük bir
ilave olacaktır.
Fakat kayıp kütlenin açtığı sorular, sadece, neredeyse bütün bilim
adamlannın inandığı "standan model"in gücünü göstermeye hizmet
etmektedir. O, evreni oluşturan parçacıklar ile kuvvet biçimlerini ar
tık nihai noktasına gelen bir dizi ilişki içinde birleştirmektedir. Evre
nin büyük bir kısmının, kütle açısından, bir laboratuvarda bugüne ka
dar gözlemlenmemiş bir maddeden oluşabileceği keşfi bile, bu teori
nin temel doğruluğunun köktenci bir tavırla gözden geçirilmesine se
bep olmamıştır. Standart modelin görünürdeki istikrarının kısmi ne
deni, kısmi olarak onun geniş kanıt temelidir. Astronomik metotlar
ile laboratuvar metotları, karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiren so
nuçlara ulaşmıştır.
Bu işbirliğindeki bundan sonraki adım, aygıtların ve amaçların
paylaşılması olacaktır. İsviçre ile Fransa'nın altında inşa edilen The
Large Hadron Collider (LHC) adlı maddenin neden kütlesi olduğunu
açıklayan Higgs Boson'un, muhtemel varlığını keşfetme amacıyla ku
rulmaktadır. Higgs Boson, standart model içinde varlığı öngörülen,
fakat bugüne kadar ele geçirilemeyen bir parçacıktır. LHC içindeki
marjinal koşullar, evrenin kökenindeki koşullara bugüne kadar yara
tılan en yakın koşullar olacaktır.
Uzayda, 1990'lardaki başarıların ardı ndan, Amerika Birleşik Dev-
31
letleri'nin kozmik mikrodalga arkaplanın hassas yapısını i ncele me
misyonu olan Mikrowave Anisotropy Probe (MAP) gibi bir dizi aygıt
inşa edilecektir. Bu aygıtın elde ettiği veriler, büyük patlamadan son
raki ilk hareket ve galaksiler gibi büyük ölçekli yapılann ortaya çıkma
biçimine dair bilgiler verecektir: MAP bir uzay projesidir.
Yeryüzündeki ve uzaydaki yeni teleskoplar, bilh� Hubble Spa
ce Teleskopu'nun halefleri de, zamanın derinliklerine bakmakta ve
evrenin birinci milyar yılına ait nesnelerin gözlenmesine imkan tanı·
maktadır.
Kozmoloji, kozmogoni ve fizik arasındaki bağlantı şu anda birbir
lerini öyle yakından onaylayarak biçimleniyor ki, bir gün daha fazla
ileri gidilemeyecek, eksiksiz bir resim sunacaklannı varsaymak işten
bile değil. Fakat bu konunun kapanacağını düşünmeye eğilimli her
kes, geçen yüzyılın radyoaktivitenin, fotoelektrik etkinin ve görelili
ğin keşfinden önceki fiziğini hatırlamalıdır. O dönemde bilgimizin
mükemmelliğe yaklaştığına duyulan yüksek güven, unutmayalım ki,
evren algımızı baştan sona değiştirecek kadar büyük sonuçlar doğu
ran beklenmedik keşiflerle, daha önce eşi görülmemiş bir dönemin
başlangıcı olmuştu.
Martin ince
Times Yüksek F,ğitim Eki liditör Yardıması
32
Evren Nasd Başladı?
Sir Martin Rees
1
Cambridge Astronomi Profesörü
33
Peki daha u;r� ı k gelecekte neler olacak? Cevap evrensel genişleme
n i n ne kadar azalacağı ile i lg i l i di r. Her ne k ad a r her şey, geri kalan her
şey üzerinde ye rçe k i msel bir çekiş un�ula.'ia da, he sa p lar gösteriyor
ki, eğer evrendeki bütün atom la r aynı uzaya eşi t b i r şe ki l de dağılmış
sa, bir dış kuvvetin yoklu ğu n da , genişlemeyi yavaşlatmaya yetecek ka
dar çekim gücü uygulayamazlar. Bu , sürekli genişleme demektir. Ga
la ksi le r , fiilen görebildiğimiz maddenin kat be kat daha fazlasına
denk düşen bir çekimi 'hissederler' Ü ze rleri n de , bunun birçoğu "ka
ra m add e" di r. Fakat kara maddeyi hesaba katsak bile, evrenin geni ş
lemesini durdurmaya yetecek kuvvet söz konusu değildir. Galaksiler
daha da uzaklaştıkça görünür olmaktan çıkacak ve yıldızlan yakıtları
nı tüketeceklerdir.
Son zamanlarda genişlemenin yavaşlamadığı, fakat hızlandığına
dair kanıtlar ortaya çıkmıştır. Bu, yer çekiminin kozmik ölçekte itici
özelliğe sahip bir tür kuvvetçe aşıldığı anlamına gelir. Böyle bir kuvve
tin varlığı 1917 yılında Einstein tarafından ortaya atılmıştı. O 1.ama nl ar
Astronomlar yalnızca bizim galaksimizi biliyordu (1920'lere kadar "spi
ral nebula" olarak bilinen Andro me da'n ın ve benzeri spiral biçimli yıl
dız adaların ın aslında ayrı galaksiler oldukları ve bi ıd mkiyl e kıyaslana
bilir bir büyüklüğe sahip oldukları bilinmiyordu) . Bu yüzden Einstein
için evrenin durağan o ldu ğu n u -genişlemediğini veya küçülmediğini
varsaymak normaldi. Fazladan bir kuvvet yerçek i m in e ka rşı etkide bu
lunmuyorsa, evrenin durağan kalamayacağını bulgulamıştı.
Bu varsayımı ortaya atma ihti}'aCı, 1929 yılı nda Edwin Hubble'ın
evre n i n genişlediğini keşfetmesiyle birlikte gereksizleşti, fakat varsa
yımın değeri azalmadı. Aksine b oş uzay, artık sadece basit bir şey ola
rak görünüyor. İç in de ki bütün p arçacık la r gizildir (latent) , hatta daha
küçük ölçe k te uyum içinde bir stri ng demeti içinde geçe rli d i r. Bizim
çağdaş soru n u muz, neden bir kozmi k i tici olması gere k tiği deği l , boş
uzayda gizil d u ru mda bu l u nan e ne rj i ve k uvvetin neden daha yü ksek
olmadığıdır.
34
Evrenin içeri kleri n i ölçmen i n birbi rlerinden bağı msız yön t e mle ri
arJsında, bugün, dikkate değer bir uyu m sağlanmıştır. Öyle görü n ü
yor ki atomlar, evrendeki toplam enetjinin yalnızca yüı.de 4'ünü , ka
ranlık madde y ü 1.d e 20 ile 30'unu ve geri kalanın ise evrende gizil du
rumda bulunan "karanlık enerji" tedarik etmektedir. Bu tuhaf karışı
mın hiçbir şeyi doğal görünmemektedir. Peki o zaman evren nasıl or
taya çıktı ve evren neden şimdi olduğu gibi genişliyor?
Evrenimiz, bir saniye yaşında yalnızcabiçimsiz bir ateş topuyken,
birkaç rakam onu tarif etmeye yeter: sıradan atomların, karanlık mad
delerin, rady-.ısyonun oranı ve genişleme hızı vs için. Basit cevap da
ha önce, saniyenin küçücük bir parçasından daha küçük bir parçasın
da, şartların hiç bilmediğimiz bir aşırılıkta olduğu bir anda ne olduğu
sorusunun cevabından gelecektir. Bir saniyenin ilk trilyonda biri için
de, her parçacık, Cenova'daki Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuvarı
CERN'deki en güçlü hızlandıncılann ulaşabileceğinden çok daha faz
la enerjiyi taşıyabilirler. Bu ultar erken dönem hakkındaki fikirler h:1-
la farazidir, fakat yine de bu alanda büyük ilerlemeler kat edilmiştir.
En temel muamma evrenimizin neden genişlediği ve neden bu ka
dar büyük olduğudur. Patlama örneğine başvuran benzetmeler, ciddi
biçimde yanlış yönlendiricidirler. Yeryüzündeki bombaların veya koz
mor.daki süpernovaların patlamasının sebebi, iç basınçtaki ani bir yük
selmenin içerdeki maddeyi basıncın daha düşük olduğu bir çevreye it
mesidir. Fakat evrenin ilk 1.amanlarında basınç her yerde aynıydı ve dı
şarıda hiçbir boş bölge yoktu. En ikna edici cevap, genişlemenin hız
lanan bir karakterde old u ğ u şişme dönemi denilen şeyi içermektedir;
ölçek iki katına çıktı, sonra iki katına, sonra bir daha iki katına.
İddia ediliyor ki saniyenin yaklaşık lff"''da birinde, cenin halinde
bir evren bugün gördüğümüz her şeyi ka psaya n bir ge ni ş l i ğe şişmiş
olabilir. Evrenin mikroskobik bir şe}'den şiştiği te me l fi k rini n çe k i ci l i
ği . o n u n , evrenin nc<len genişl iyor o l d u ğu n u aç ı kl a m a s ın d a n kay na k
l:ın makr:ıd ı r. As l ı nda h içbi r �ey anlatm ıyor gibi görü nebi l i r. Fak:ıt işin
35
asl ı bu değil. Bunun sebebi şu andak i devasa evrenimizin toplamda
sıfır enerjiye sahip olmasıdır. Bütün atomlar bir kütlesi olduktan için
enerjiye sahiptirler (Einstein'ın me'si) . Fakat aynı zamanda diğer her
Şeyin çekimsel kuvveti dolayısıyla bir negatif enerjiye sahiptirler. Bu
yüzden evrenimizdeki kütle ve enetjinin genişlemesi adeta bedavaya
gelir.
Şişme, şu anda gözlemlediğimiz evrenin evrimleşmesine yetecek
büyüklükte mikroskopik bir yol açıyor kendine. Gerçekten de şişme
ye gereğinden fazla önem verme hatasına düşüyor olabiliriz. O zaman
evrenimiz "esneyerek düzelen" bir şey, daha ziyade yeterince esneti
lirse yüzeyi düzleşen, kırışık bir yüzeyin parçası gibi bir şey olarak ni
hayet buluyor.
Birçok kuramcı genişleme teorisine daha iyisi gelene kadar sanla
caklan güzel bir başlangıç kavramı olarak bakıyorlar ve üstelik yeni
bir şeylerin yolda olduğuna dair işaretler var; bild* üç boyutun öte
sinde fazladan uıamsal boyutlar, bizi başka bir paradigmaya yönelte
bilir, fakat ayrıntılar belirsiz fiziğe dayalı.
Mevcut evrenimizin bazı özelliklerini gözlemlemek, rakip teoriler
arasından birini seçmemize yardımcı olabilir. Örneğin şişme teorisi,
gökyüzündeki arkaplan sıcaklığın tekörnek olmaması olarak kendini
gösteren ve galaksilerin ceninleri olan "dalgacıklar" için bir köken ile
ri sürüyor. Bunlar mikroskobik ölçekte üretilmiş, gökyüzünü kapsa
yacak kadar şişmiş olan kuantum titreşimleridir -kozmoz ile mikro
dünya arasında muazzam bir bağlantı. Genişleyici evren teorisinin ba
zı çeşitleri bizim büyük patlamamızın tek patlama olmadığını onaya
atıyor. (Bu akıl yürütme, bizim gerçeklik kavramımızı ciddi biçimde
genişletiyor ve evrenimizin tarihini sınırsız çok-evren içinde ufak bir
ana dönüştürüyor.) Astronomlar, yerçekiminin söz konusu olmadığı
yerlerde, sadece labo rr u varlanna bakarak konuşurlar. Belki de artık
laboratuvarlarda test edilemeyecek olan " uç fizik"lerle ka rşım ıZ:ı çıka
bilirler.
36
Keşiflerin anışı, içinde bulunduğumuz on yıl boyunca dt""Vam ede
cek görünüyor. Büyük teleskoplar öyle uı.aktaki nesneleri görebilir
ler ki, onların ışıklan even şimdiki yaşanın daha onda birindeyken
gönderilmiştir. Diğer teknikler de büyük patlamanın ilk saniyelerini
araştırabilir. Önümüzdeki on yıl içinde egemen karanlık maddenin
ne olduğunu bulacağımıı.a ve evrenin yaşı hakkında önemli rakamla
ra ulaşacağımıza bir maaşıma bahse girerim. Eğer bunlar gerçekleşir·
se kozmoloji için büyük bir başarının işareti olacaklardır. Nasıl son
birkaç yüzyılda Dünya'nın ve Güneş'in boyutlarını ve biçimlerini öğ
rendiysek, o ı.aman da evrenin gerçek boyutlarını öğreneceğiz.
Kuramcılar, uzun vadede çok erken dönemlerin uç fiziklerini
açıklamak zorundadır. Hfila elimizden kaçmaya devam eden yerçeki·
mi ile mikrodünya, kozmoz ile kuantum arasındaki sentezdir. Her şey
tek bir teoride birleştirilemediği müddetçe, evrenin ta en başta var
olan ve her şeyin, kuantum dalgalanmalannın bütün evreni sallayabi
leceği kadar sıkışmış olduğu temel özelliklerini anlamaya muktedir
olamayacağız.
Ben paramı, süper stringlerden yana veya bizim olağan üç boyu
tumuzdaki her noktanın yedi veya daha fazla boyutun, iyice sıkıştırıl
mış origamisi olduğunu söyleyen M teorisinden yana koyuyorum. Bu
ince matematiksel teori ile ölçebildiğimiz herhangi bir şey arasında
halci aşılamamış bir mesafe bulunmaktadır; fakat boy uı.aydaki gizil
enerjinin doğasını ve ortaya çıkışını anlayabilmemiz için böyle bir te·
oriye ihtiyacımız var.
37
Zaman Nedir
I
Nedir zaman? "Eğer hiç kimse sormazsa," diye yazıyordu Aziz
Agustine dördüncü yüzyılda, "o zaman biliyorum; ama eğer ba
na soru soran birine açıklayacaksam, açıkçası bilmiyorum."
Yaklaşık on altı asır sonra soru her zamanki kadar cevaplanması zor.
Zaman neden bir nehir gibi akıyor ve bu nehrin suyu nereden geli
yor? Amerikalı fizikçi John Wheeler bir defasında "zaman her şeyi ay
nı anda olmakta alıkoyan şeydir" demişti; tuhaf bir şekilde çekici, fa
kat �n az ilk soru kadar karmaşık bir tez.
Alman felsefeci Immanuel Kant, "Saf Aklın Eleştirisi" eserinde, bir
insanın mekanın dışında veya ı.amanın yokluğunda hiçbir şey hayal
edemeyeceğini söylemişti. "Bunlar, duyarlılığın öznel koşullarıdır,"
diye yazıyordu. Kanta'a göre nasıl bir prizma ışığı belirli bir düzen
içinde sıralayarak çeşitli renklere ayırıyorsa, zihin de gerçekliği ı.a
man ekseni etrafında bölüyor. Peki zaman gerçekten bir yanılsama
veya algılamanın bir sonucu mu? H�rhangi bir canlı olmadan ve dola
yısıyla herhangi bir algı olmadan önce de yok muydu? Bugün, mo
dem fizik zaman ın karakterini evrenin ilk baştaki haline kadar takip
ediyor ve fiziğin temel yasaları içindeki yerini sorguluyor.
lsaac Newton'un hareket denklemleri zamanı kapsamasına kapsı
yor, fakat biraz suya sabuna dokunmaya bir tavırla. Dünya, Güneş'in
etrafında sürekli dönerken, yerçekimi Dünya'nın hareketi üzerinde
her küçük zaman aralığında hesaplanabilir değişiklikler yapıyor. Fa
kat bu türden bir zaman, sadece kuru matematiksel hesabın bir yan
ürünü. Newton için uzam da zaman da mutlaktır: U7.am, içinden nes
nelerin geçebileceği tam anlamıyla bir boşluk, zaman ise, kaçınılmaz
bir şekilde arka plandan gelen tik tak sesleridir. Daha sonra Albert
Einstein bu zamanın esnetilip değiştirilebileceğini ve madde ile ener
jiden etkilendiğini ortaya çıkardı.
Fakat zaman nehri bazı yerlerde diğe r yerlere göre daha hızlı akı
yor ve önüne çıkan engellerle yavaşlıyorsa bile, bu hala zamanın ne
olduğunu ve niçin bir yöne sahip olduğunu açıklamamaktadır. Üste-
40
lik tecrübe zamanın bir yönü olduğu nu gösteriyor. Çamaşır makine
leri tıpkı ayakkabılar ve otomobiller gibi kullanıldıkça eskiyor ve asla
ilk saf yeniliklerine geri dönmüyorlar. Dağ dorukları parçalanıp vadi
le re dökülüyor, asla tersi olmuyor ve kapağı açılan bir parfüm şişesin
den kaçıp odayı dolduruyor; fakat asla bunu tersi olmuyor. Bu olgu
lar, zamanın tek bir yöne sahip olduğunu gösteriyor. Şeyler bu yön
de yıpranıyor, yayılıyor, eriyor ve genel olarak düzen düzensizliğe dö
nüşüyor.
Bu temayül, aynca kuramsal bir açmaı.a yol açar. Parfüm şişeleri,
dağ doruklan ve öteki büyük ölçekli şeyler, kendi atomlannın ve mo
leküllerinin yasalannı takip etmek zorundadır. Fakat, atomik dünya,
çevremizdeki dünyanın tersine geçmiş ve gelecek arasında bir aynın
yapmaz görünüyor. Birkaç atomun davranışlannı filme kaydedin ve
geriye sararak izleyin, tu haftır, hiçbir şey görmeı.siniz -tersine hareket
de fizik yasalarına göre olacaktır. Fakat dağılmış bir kaya filminin ge
riye sanlmış görüntüsü, parçaların koptuklan yerlere koşup yapışma
lan, bildiğimiz haliyle gerçekliğe ters bir görüntü oluşturacaktır.
Öyleyse, atomik dünyadaki zamanın yönsüzlüğü nasıl olur da da
ha büyük ölçekte zamana bir yön verir? Bu çok önemli bir sorudur ve
iki kısımdan oluşur: ilk kısım görece "kolay"dır ve bir asırdan daha es
kidir, ikincisi ise daha zordur ve hala tartışması devam eden bir me
seledir.
Neden parfüm şişesinden kaçıyor da asla kendi başına şişeye gir
miyor? On dokuzuncu yüzyılın sonunda Avusturyalı fızikçi Ludwig
Boltzmann, aşağıdaki şekilde akıl yürütüyordu: Varsayın ki epey kala
balık sayıda parfüm moleküllerini odanın içinde üç aşağı beş yukarı
eşit u zaklıklarla kaç değişik yolla yerleştirebileceğinizi hesaplıyorsu
nuz. Şimdi de aynı sayıda molekülü bir şişenin içinde tutarak bunu
yapmanın yollan nı hesaplayın. İ lk rakam, Bolt7.mann'ın kanıtladığı
üzere, ikinci rakamla karşılaştırıldığına inanılmaz derecede büyüktür.
Birinci rakamın iki ncisine oranındaki sıfırlar, Britanya Kütüphanesi'-
41
ndeki büıün kiıapları do ld u rm a �ra yeıccek kadardır.
Şimdi, paıfüm molekülleri birbirlerine çarpıp durmaktalar ve rJSt·
lantısal şekilde bir ayrıntılı düzenlemeden ötekine geçiyorlar. Bolt
zman iddia ediyor ki bu durumda bu paıfüm bir şekilde engellemez
se, temiz bir şekilde şişenin içinde paketlenmiş olarak durmaktansa,
onun dışına dağılacaklardır. Bütün her şeyi bu iki ayrı durumun ger
çekleşmesinin önündeki olasılık sayısıyla ilgilidir.
Hesapladığınız sayı ne olursa olsun, paıfüm moleküllerinin farklı
u1..aklıklarla düzenlenme ihtimali, eşit u1.aklıklarla düzenlenme olası
lığından her zaman daha fazladır. Düzensizlik düzene karşı büyük bir
sayı üstünlüğüne sahiptir ve bir sonuç olarak evrenimizdeki şeyler bir
tür düşük ölçekli kaos durumuna sürüklenmek gibi doğal bir eğilime
sahiptir. Bu termodinamiğin ikinci yasasıdır: herhangi bir örgütleyici
dış gücün yokluğunda şeyler, daha büyük bir düzensizlik veya entro
pi yönünde hareket ederler.
Boltzmann'ın düşün me biçimi, bize 1.amanın doğasına dair ilk çar
pıcı kavrayışı kazandırır. Çünkü bu düşünme biçimine göre bizim öz
nel zaman d u ygu m u z şeylerin birbirine k a rışı p örgütlü olmaktan çık
ma özelliği ile vakından
.
kuşatılmıştır. Büyük Alman fizikçi Eıwin
'
Shcrödinger bir keresinde şunları söylemişti: ''Fizikte hiçbir bakış açı-
sı bana Boltzmann'ınkinden d aha önemli gelmemiştir." Düzenden
düzensizliğe akış, tek yönlü bir akış gibi görünmektedir ve zamanda
sürekli bir yöne sahip olmamızın, kırılmamış şarap şişesini veya yep
yeni ayakkabıları onların parçalanmış ve yıpranmış torunlarından ön
ceye almamızın sebebi bu .
Fakat Boltzmann'ın mucizevi bakış açısı bizi yalnızca sorunun da
ha derin kısmına getiriyor. Düzenin düzensizliğe doğru evrimleşme
eğilimi, 1.amanın n ede n bir yön ü o ld u ğu n u aç ık lar. Fakat açıklama,
ancak evrenin nasıl olup da ilk başta d ü ze n l i hale geldiğini açıklama
yı başarı rsak işe y�ırJyac:ıktı r. Tı pkı odanın içindeki parfüm molekül
leri gibi bir dağın ı k l ı k olara k da haşlamış olabi l i r. Bu d u ru mda, daha
42
büyük bir düzensizliğe yönelme ve herhangi bir zaman yönü o lmaya
caktır. Zamanının yönünü açıklamak, evrenin başında büyük bir ör
gütlenme olduğunu varsaymaktan geçmekted i r .
43
sasını ihlal edeceği bir evren varsaymaktadır.
Bö��ece zamana dair baştaki merakımız bizi çağdaş evrenbilimde
ki en derin meselelerin eşiğine getirdi. İ.Ö beşinci yüzyılda Yunan fel
sefecisi Parmenides, hakiki gerçeklik sonsuz ve değişmez olduğu için
bütün zaman meselelerinin yanılsama olarak adlandıracak kadar ileri
gitmiştir. Bugün bazı fizikçiler ve felsefeciler, onunla aynı fikirde ola
bilirler. Fakat yanılsama ya da değil, zamanın en derin gizemi ortaya
çıkarılmayı beklemektedir.
Mark Buchının
Fizikçi ve bilim yazan
44
Zaman Nedir?
John Banow
Cambridge Astronomi, Milenyum Matematik Projesi mü.dürü ııe
matematik bilimleri profesörü
I
Yirminci yüzyı l ı n başlanna kadar ı.aman, saat in bütün faaliyet
lerini ölçülebileceği değişmez tiktaklan olarak görülüyordu.
Hiçbir şey zamanın metronom ilerleyişini değiştiremezdi ve
geçiş hızı her yerde aynıydı. "Şimdi" müphem bir nosyondu ve zama
nın h ızı nda herhangi bir değişme, Henry Twells'in aşağıdaki şiirde bi
ze anlattığı gibi öznel olmak zorundaydı:
Bir bebekken uyurdum, ağlardım sürekli zaman ise sürünürdü./
Çoc uk ken kon uşu r gülerdim./ Zaman yürürdü./ Sonra büyüdüm,
,
Peki zaman gerçekten de temel bir şey mi? Belki de, kuatum teo
risinin klasik bir sınırlılı ğı olarak, ancak düşük enerji ve ısı ortamların
da onara ç ı ka n hasiıleştiıici hir yaklaş ık nosyon olahilir. Atomların,
45
molekülleri n , si zi n ve be n i m \'ar olmamız i ç i n , bu t ü rden "seri n " ko
şu ll a rı n var olması ge rek ir . Oysa en e rji ve sı cakl ı ğ ı n ço k daha bü yü k
o ldu ğu evren in b ü yük patlam a so n rası geni şle mes i nin ilk anlarında,
geçm iş i le gelece k arJSında çok fa rkl ı i li ş ki ler söz konusu o lm alı ; 1..a
man dah a ziyade uzama benziyordu .
46
larını açı kl ama n ı n yol larını anroruz. Konuyla ilgi l i araştırmamızda bu
güne kadar, epey başa rı kaydettik; ikinci konuda ise elimizde koca bir
sıfır var. Doğanın temel sabitliklerinin neden şu anda sahip oldukları
rakamsal değerlere sahip olduklarını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şey,
eğer bu sabitlikler var olmasaydı, bizim veya soru sorabilecek herhan
gi bir gelişmiş yaratığın varolmayacağıdır. Fakat eğer üçden fazla bo
yut söz konusuysa, o zaman doğanın hakiki sabitlikleri bütün bu bo
yutlarda tanımlanmaktadır ve onların üç boyutlu laboratuvalarda gör
düğümüz "gölgeleıi" fazladan boyutlar herhangi bir boyut değişikliği
yaşadığı zaman değişecektir.
Şu anda bile, gözlemlenen bazı "sabit"lerin deneysel kesinliğinin
sınırlarında araştırıldığında sabit olmayabileceklerine dair bazı şaşırtı
cı ipuçları söz konusudur. Gelecekte, doğanın bu sabitliklerine ve
bunların zamana nasıl direndiklerine özel bir ilgi gösterilecektir.
Dünya'da bulunan çok büyük kesinliğe sahip ve yıllarca çalıştırılan
atomik saatlerin ölçümüyle veya uzak astronomik nesnelerin atomik
tayflanyla Dünya'da bulunan aynı atomların tayflarının karşılaştırılma
sı yoluyla testler yapılabilir. Uzak kuasarların çevresindeki maddede
ki atomik değişimlerden gelen ışığın teleskoplarımıza ulaşması, nere
deyse on üç milyar yıl sürmektedir. Bu durum, söz konusu tayfsal ışı
ğın evreni aşan yolculuğuna çıktığı zamanın ve çok uzakların fiziğinin
nasıl olduğunu anlatan bir zaman kapsülü görevini gö rmek ted i r.
Zaman kaç yaşında? 1970'lerin ortalarına kadar kozmologlar, bir
zamanlar zaman diye bir şeyin olmadığına dair çok güçlü kanıtlara sa
hip oldukları na inanıyorlardı. Camb ri dge' li kuramsal fi zikçi Stcphen
Hawing ile Oxford'lu matematiçi Roger Penrosc, yerçekiminin çekici
do ğa sı n ı n , geçmişin sonlu olduğu anlamına geldiğini gösteren güçlü
bir matematik kuramı geliştirdiler.
1 980'1i yıllarda işl e r değişmeye başladı. Pa rçacı k fiziğinin yen i teo
rileri sa n k i yerçckimscl anlamda it i c i güce sahipmiş gihi , ken di ken
d i le ri yle i l et i ş i me gi rmdcri nc sebep olan hir geri l i me sah i p . olası
47
madde biçimleriyle dolu. Ancak bu değişikliğin ardından, sadece za.
i h t i mali çok d ü ş ü k olduğu içi n , bugüne kadar böyle bir şeye tan ı k ol-
48
madık. Benzer bir şekilde zaman yolculuğu, mikroskobik ölçek dahil
olmak üzere, gerçekleşmesi imkansız koşullar talep ediyor olabilir.
Umudumuz, deneysel sonucu önemli ölçüde zaman yolculuğuna da
ir bilgi transferi kanallarının varlığına bağlı olduğu, ölçülebilir kuan
tum süreçleri bulma� bağlıdır. Öte yandan, eğer zaman yolculuğu
mümkünse, neden bunun kanıtlarını görmüyoruz? Belki de zaman
yolculuğunun sonuçları her zaman ölümcüldür, belki de medeniyet
ler hepsi öz-yıkıcı olduğu için veya uzaydan gelen kıyametimsi bir
sonla son buldukları için veya teknolojik gelişme için gerekli kaynak
larını tükettikleri için ulaşamadıkları bir teknolojik gelişmişliği gerek
tirmektedir. Belki de çok pahalıdır. Eğer pahalı değilse, zaman yolcu
luğunun şu anda gerçekleşmediğine dair en çarpıcı kanıt, para piya
salarında faiz oranlarının varlığıdır. Ancak faiz oranlan sıfırsa, zaman
yolcuları arbitraj alım satımları yoluyla büyük kazançlara ulaşamazlar.
Eğer bu şekilde para kazanıyorlarsa, faiz oranlarının sıfıra inmesine
�bep olacaklardır!
Zamanın bir geleceği var mı? Evrenbilimcilerin bugün çözmek is
tedikleri problem evrende ne kadar madde olduğunu bulmak ve ge
nişlemesinin, gözlemlerin gösterdiği gibi son zamanlarda başlayıp
başlamadığını belirlemektir. Bu gözlemler artan bir kesinlikle saflaştı
nldıklarında, gelecekteki torunlarımızın ne kadar zamanı kaldığını
gösterecektir. Evrenimiz tekrar küçülmeye yetecek bir yavaşlıkta ge
nişlemiyor. Görünüşe göre, sonsuza kadar genişlemeye devam ede
cek. Evrenin sonsuza kadar genişlemesi, onun sürekliliğinin daha sı
nırlı bir ömrü olduğu anlamına gelir. Gezgenler ve yıldızlar yörünge
lerinden çıkacak ve ölecek; madde bozunacak ; kara delikler yaklaşan
kıyametle beslenecek; karanlık, yalnız ve sadece radyasyon ile basit
temel parçacıkların olduğu bir evren yaratarak yok olacaktır. Hayat
devam edecekse, kendine daha cisimsiz, uçucu bir biçime kavuşmak
için kendini reforma etme zorunda kalacaktır. Fakat evren gerçekten
de sonsuz bir hızlanan genişleme sürecine daha yeni girmişse, bu so-
49
yut 'hayat' fonnu bile, sınırlı bir geleceğe sahip olacaktır. Belki de
maddeciler için gerçek umut, geriye doğru ı.aman yolculuğundadır.
Zaman kendi sonunu sabırla bekliyor.
Bilinç Nedir
1 Eski Amerikan Başkanı George Bush'un "Beyin On Yılı" dediği
1990'lı yıllarda, bilince dair bilimsel kuram, kalan son meydan
okuma, bilginin son cephesi olarak adlandırılıyordu. Neredey
se bir yüzyıl süren bir ambargodan sonra bilinç araştırmaları tekrar
gündemdeki yerini almıştı. Felsefeci Joh n Searle'a göre bu ambargo,
bilimsel psikolojinin öznel zihin durumlarını araştırmak yerine, ken
dini gözlemlenebilir fenomenlerle sınırlandırması gerektiğini iddia
eden davranışçılığını meşruiyetinden kaynaklanmıştı. Uzunca bir sü
re kognitif bilimlerde bilinç sorununu onaya atmak, öyle düşük bir
beğeni olarak kabul ediliyordu ki, üniversite öğrencileri bile böyle bir
şeyi duyduklarında gözlerini havaya dikip ıslık çalıyordu. Peki 1990'·
lardaki büyük değişme nereden geldi?
Bazıları bilinç araştırmalarının akademik saygınlığını, Nobel Ödül
lü Francis Crick ile Gerald Edelman'ın, 1980'lerde bu alanda çalışma
ya başlamasıyla tekrar kazandığını ileri sürmektedir. Kognitif beyinbi
limde bir öncü olan Londra Üniversitesi'nden Semir Zeki, bunun
doğru olmadığını söylüyor. Ona
.
göre bu yeni ilginin kaynağı, psiko·
'
logların bilincin sinirsel korelasyonlarını renkli bir biçimde gözlemle-
mesini mümkün kılan beyin tarama teknolojilerindeki gelişmedir. Fa
kat davranışçılık ve Of? Un doğrudan gözlemlenebilir olmayan herhan
gi bir şeyi hesaba katmayı reddi, öylesine katıydı ki, bu teknolojinin
mevcut olduğu daha önceki on yıllarda B ile başlayan bu korkulu ke
lime, ambargo altındaydı. Belki de sosyoloji onun rönesansını daha
iyi açıklar. Zira 1990'1ı yıllara gelindiğinde, 1960'lı yılların birçoğu bi
lincin değişik durumları hakkında kişisel ilgi geliştiren öğrencileri, ar
tık kognitif bilim bölümlerinde yönetici görevlere gelmişlerdi.
Her ne kadar bilinç problemine dair konuşma çok yaygın. olsa da,
gerçekte bunların ne kadar çakıştıklarına dair üç farklı sorun ve görüş
ayrılığı vardır. İ lk bilinç sorunun teknik ismi -Avustralyalı felsefeci Da
vid Chalmers'ın "zor zorun" dediği· "üretim sorunu"dur; yani maddi
konfıgür:ısyon veya süreçlerin nasıl olup da bi l i nçl i tecrübeyi ürettiği
52
sorunu. Biyolog T.H. Huxley, 1866 yılında sorunu şu şekilde tarif et
miştir: "Bilinç durumu gibi dikkate değer bir şeyin nasıl olup da bir si
nir dokusunun uyarılmasıyla meydana geldiği sorusu, Aladdin'in sihir
li lambayı ovarak cini onaya çıkarması kadar cevaplanamaz bir şeydir."
Felsefeci Jerry Fodor'a göre, o zamandan beri çok küçük bir iler
leme kaydettik: "Hiç kimse maddi bir şeyin nasıl olup da bilince sa
hip olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip değildir," diyor Fodor.
"Hatta maddi herhangi bir şeyin bilince sahip olması hakkında bir fik
re sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyor kimse. İşte bi
linç felsefesi buraya kadar gelebildi."
Bazı felsefeciler bu problem hakkında daha fazla vakit harcama
mamız gerektiği sonucuna varıyor. Fodor'un Rugers Üniversitesi'nde
ki meslektaşı Colin McGinn bu çözülmezlik konusunda hem fikir ol
masına karşın, zamanının çoğunu bu konu üzerine yazmakla geçir
miştir. Oxford'lu matematikçi Roger Penrose veya Toroto Üniversite
si'nden felsefeci Bili Seager gibi diğer "bilinmezci"ler sorunu "en az
bilinmez ilkesi"nden hareketle (kuantum mekaniği bir muammadır,
bilinç bir muammadır, belki de bu ikisi tek ve aynı muammadır) çöz
mek için kuantum mekaniğinden idealizme (yalnızca zihnin gerçek
olduğunu söyleyen teori) , kamuruhçuluğa (her şey zihinsel bir özel
liğe sahiptir) kadar bütün teorileri işe koşuyorlar.
Bilincin bir muamma olduğu gerçeği, Fodor'un Massachusetts Tek
noloji Enstitüsü'nden psikolog Steven Pinker ile hem fikir olduğu tek
konudur. (Pinker "Zihin Nasıl Çalışır" diye bir kitap yazmış, Fodor ise
buna "Zihin Öyle Çalışmaz" kitabıyla karşılık vermiştir.) Bununla birlik
te Tufts Üniversitesi'nden evrimci teorinin diğer taraftan olan Daniel
Dennett ise, farklı düşünmektedir. Dennett'e göre eğer bilişsel yete
nekler için işlevsel nörolojik ve evrimci terimlerle yeterli açıklamalar
sunabiliyorsak, başka bir "öte" bilinç sorunu diye bir şey yoktur.
Kaliforniya Ün i versi tes i 'nde n Beyin felsefecileri Paul ve Patricia
Church land, gelecek k uşak ların gözünde "bilinç sorunu"nun "hayat
53
soru nu'' gi b i görünmeyL><:eğini il e ri sürerek, bu görüşe büyük destek
vermektedirler. Bilinci bir muamma olamk gö ren leri n , bir zamanlar
hayat ı n fiziksel olmayan bir iç güç taşıdığı için kimyasal veya fiziksel
açıklamalara i nd irgenemeyeceği ni iddia eden "hayatçı"lann torunlan
olduğunu ileri sürmektedi rler.
Belki de bu ta nışmayı sonuca bağlama şansı en yü ksek olanlar, bi
lincin üretim sorununun, zihni matematikçi ve felsefeci Rene Descar
tes' ın (1;69-1650) onaya attığı bir bakış açısından, fiziksel karakterin
den ayn olarak var ola n bir şey olarak gören, düalist dünya görünü
şünün bir ürünü olduğunu söyleyen insanlardır. Londra İ ktisat Fakül
tesi'nde Doğal ve Sosyal Bilimler Felsefe Merkezi'nde kıdemli bir
araştırmacı olan Nicholas Humphrey, farkında olma durumunu, sade
ce sinir sisteminin bi r faal iyeti olarak görmektedir. Ona göre hisset
me, böyle bir faaliyetin algılamaktan ziyade bir işleve sahip olan ev
rimleşmiş bir biçimidir. Onun ilkel köken leri ni tek hücreli organiz
malarda bile görebiliriz.
Diğe r yazarla r, bilinci birinci tek il şah ıs pe rspekt ifi nde n inceleyen,
bir Kıta fel sefes i geleneği olan fenomenolojiden faydal anan kuramlar
la paralell ik göstermektedir. Fransız Ulusal Araştırma Merkezi'nden
Francisco Varela, bilinç problemini çözmek istiyo rla rsa, beyi n bi limi n,
feno me no loj i n i n ve davra nı ş bilimlerinin bir araya gelmesi gerektiği
ni i le ri sürüyor. Oysa, aralarında Berkeley, Kalifomiya Üniversitesi'
n de n nö robiyo log Walter Freeman'ın, St. Luis Washington Üniversi
tesi'nden felsefeci Andy Clark gibi isimlerin old u ğu diğer yazarlar, be
den/zi hin sorununu çö1ınck için, ortaya çıkış ve kaos teorilerinden
fayd alan maktad ırl ar. B u ki ş ile r , bilinç varlıklannın, bilincin yapılmış
olduğu unsurların anlık dalgalanmaları vası tas ıyl a onaya çı ktığı ve bu
yü zden bu unsurlardan hareketle kehan ette bulunmanın inıkinsız ol
duğunu ileri sürmektedir.
Bi ri ncisirle alakalı ikinci bilinç sorunu ise "kendi" (sdf) sorunu
d u r. Kendi hakkında k i modern raıı ışm:ılar. her ne k:ıdar .John Lockc.·
54
ile David Hume gibi on sekizinci yüzyıl felsefecilerin görüşlerinden
çok şey almış olsalar da, antik düşüncenin iki okulu içinde bir bağla
ma o cu rt ulabilirler. Antik Yunan felsefecisi Aristoteles'e göre "Kim o l
duğum, benim fiziksel cisimleşmeme yakından bağlıdır. Ruh ve be
den tek bir birlik oluştururlar ve ruh hareket etmekten felsefi tema
şaya kadar birçok işlevden sorumludur." Pitagorasçı ve Platoncu dü
şünürler tarafından ortaya atılan muhalif düşünce ise, ruh ve bedeni
birbirinden ayırmış ve doğrudan doğruya Descanes'in bedensiz ben
teorisine yol açmıştır.
Locke, " İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme" adlı eserinde kimlik
sorunun ele almış ve kendi'nin zaman içinde var o lduğu duygusunu
hafızaya bağlamıştır. Hume "kendi"yi ince lemeye başladığı nda , var ol
d uk larına dair hiçbir kesin kanıt olmayan bir demet izlenimden baş
ka bir şey bulamamı ştı r. Bu yüzden kendi'yi hayal gücünün bir uydur
ması olarak bir kenara atmıştır.
Modem zihin felsefesi bu gözlemi daha da ağırlaştırmak dışında
çok az şey yapmıştır. Felsefeci Anthony Kenny, kendi'nin dönüşlü za.
mirin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olan felsefeci saçmalığından
başka bir şey olmadığını söylerken, yine bir felsefeci olan Robert No
z ick kendilinik fikrinin "dönüşlü kendine gönderimde bulunma eyle
minde oluştuğu, yani sadece dönüşlü olmanın (refleksive) bir ürünü
olduğuyla hemfikirdir.
Dennett'in kendi'yi "anlatısal çekimin ekseni" olduğu, yani yarar
lı bi r açıklayıcı role sahip kuramsal bir uydurma olduğu görüşü, sağ
ve sol beyin koordinasyonunu yitiren hastalar üzerine yapılan deney
lerce desteklenmektedir. Danmouth Üniversetisi'nde bir bilişsel be
yinbilimci olan Micahel Gazzaniga'nın bu tür hastalar üzerinde yaptı·
ğı araştıımalar, kendi kavramının beynin sol yanm küresinde bulunan
"yorumlama" mckani:rması tarafından nasıl ol uş turu lduğu n u göster
mektedir. Bazı beyi n hasarlı hastalarda oııad:ın ka l kabi len bu işlev, is·
tikrarl ı hir kendi duygusunu muhafaza etmeye yetecek kadar sürekli-
55
liğe sahip, hayali bir anlatı oluşturmaktadır. Sosyal psikologlar ile an
tropologlar da kendi kavramının kültürden kültüre devasa farklılıklar
sergilediğini ve bu kendi'lerin toplumsal etkileşim içinde oluşturul
duklarını kanıtlamışlardır -"Toplumdaki aynalar yoksa, zihinde ayna
yoktur."
Son ı.amanlarda yapılan yayınlar, bilhassa James Austin'in "Zen ve
. Beyin" çalışması, kendi hakkındaki felsefi şüpheciliği, Doğu meditas
yon uygulamalarının içgörüleri ni ve bilişsel beyi n bilimleri deneyleri
nin bulgularını uzlaştırmaya çalışıyor. Austin'in öı.deyişi "Bilinç, ken
d i ç özü lü nce ortaya çıkar," Amerikalı beyinbilimcisi Andy Newberg'
i geleneksel olarak meditasyon uygulaması ve d i ni misti sizmle ilişki
lendirilen kendi/benlik çözü lmesi duygusuyla ilişkili beyin mekaniz
malarını bulmaya teşvik etmiştir.
Bilincin, kendi/benlik meselesiyle yakından il gili üçüncü sorun,
ami l sorupudur. Eğer kendi/benlik anlatısal bir uydurmaysa, bilincin
56
tırmaları alanında çok az bir kavramsal netlik olduğunu ve bilincin bi
limsel açıklamasına en az ilk başladığımız anki kadar u?.ak olduğumu
zu iddia edebiliriz.
Keith Sunderland
Bilinç Araştınnalan Dergisi Yönetid &litörii
57
B�ç Nedir?
Susan Blackmore
Balı İngiltere Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde
misafir okuınıan.
run size zor gelmiyorsa (onu zor bulmanızı sizden istemem için hiç
bir mazeret göstermeden) bir çay bardağı veya dolma kalem gibi bir
şeyi elinize alıp bakmanızı istiyorum. Orada gerçekten bir bardak ol
duğuna inanıyor musunuz? Yani yaşadığınız şey, bard!ığın si � özel,
öznel bir deneyimi değil mi? Bu nasıl mümkün? İsterseniz mazoist de
yin; fakat kendime günün çeşitli saatlerinde bu tür acılar çektirmeyi
çok severim.
Sorunun inatçı doğası, bilinç hakkında düşünme biçimimizde te
mel bir hata yaptığımızı düşündürüyor bana -belki de ta en başta. Pe
ki nerede bu başlangıç? l890 yılında yazmış olduğu "Psikoloji'nin İl
keleri" haklı olarak bir klasik h aline gelen William james, hayatımızı
oluşturan duyguların, h eyecanları n, algıların ve fikirlerin sürekli deği
şen kesintisiz akışı. bizim ' n lcir edilemez "bilinç akışı" tecrübemiı.dir.
Bu düşünceler ve duygular sürekli akar ve onları "akış halinde" tecrü
be ederim. Açıklanması gereken işte bu akıştır.
Peki eğer ya böyle değilse? Ya akış d iye bir şey yoksa? Acaba bu
olasılığı algılayabilir miyiz? Son dönemlere ait bazı deneyler, algıla
mak zo ru n da kalabileceğimizi söylüyor. Bu deneyler, "değişiklik kör
lüğü" denilen bir şeyi ortaya ç ıka rıyo r. Var sa�ı n ki karmaşı k bir man -
1..araya bakıyorsu nuz, mesela pencerenizden görünen caddeye. Muh
temelen sizin bilinç akışı n ızd a dışarıdaki binaların, i nsa nla rın, otomo
b il le ri n ve ağaçların ayrın t ı l ı ve zengi n bir temsiline sah ip o ld u ğu n u
zu düşü nüyorsunuz. Fakat ne zaman gözl e ri n izi ba şka bi r ya n a çc Y ir
scn i z ycy;ı kı rrsan ız, manzara olduğu yerde d u ru r gibi görü n ü r. Muh-
59
temelen, eğer bir şey değişseydi, mutlaka fark ederdim di�·orsunuz
kendinize. Fakat <suk büyük bir ihtimalle yanılıyorsunuz.
Değişiklik körlüğü deneylerinde jnsanlara böyle bir manzara gös
terilir; fakat insanlar gözlerini başka yöne çevirdiklerinde resimdeki
bir şeyleri değiştiren zekice tasarlanmış göz yanılmaları veya diğer
tekniklerin eşliğinde. Örneğin bir ağaç kaybolabilir, başka bir yere ye
ni ağaçlar eklenebilir ve uı.aktaki bir otomobilin yerine bir otobüs ko
nabilir. Benim kendi yaptığım deneylerde ve birçok başka deneyde
insanlar, değişiklikleri görmede başarısız olmuşlardır.
Bu çok tuhaf. Eğer değişme gözler açıkken yapılırsa, insanlar onu
hemen fark etmektedir. Bunun sebebi, beynimizde nesneler hareket
ettiğinde onlan fark etmemiz için tasarlanmış özel dedektörler olma
sıdır. Fakat bu dedektörler, göz tümüyle hareket ettiği ı.aman işleye
miyorlar. Eğer değişme gözlerin doğrudan baktığı bir nesnede mey
dana gelirse, dedektörler bunu fark etmektedir, tersi durumlarda
sanki hiçbir şey olmamış gibidir.
Bu tuhaf etki, laborat�var koşullarına özgü bir gariplik olarak bir
kenara atılamaz. Harward Üniversitesi'nden Dan Simon, huzursuz
edici ölçüdeki olağan durumlarda aynı etkinin var olduğunu göster
miştir. Deneyi yapan ve öğrenci konuşurken, iki kişi yerdeki bir kapı
yı alıp aralarından geçerler. Zavallı öğrenci anık başka biriyle konuş
maktadır. Şaşırtıcı bir biçimde öğrenci değişikliğin farkına varmaz ve
sohbete kaldığı yerden devam eder.
Bu deneyden şu sonuç çıkar gibidir: kafamızın içinde çevremizde
ki dünyanın zengin, ayrıntılı bir resmine falan sahip değiliz. Ayrıntı
gördüğümüz anlar, sadece baktığımız küçük alanlardır. Gözlerimizi
öteye çevirdiğimiz ı.aman, söz konusu ayrıntı, hafıı.ada soluk bir ize
dönüşerek yok olur. Bütün hepsinin, bilinç akışının bir parçası olma
ya devam ettiğine inanırız; çünkü olur da bir şeyi unutursak, tekrar
ay n ı yere bakarız ve işte karşımızdadır. Dış dünyanın kendisini bir ha
fıza olarak kul lanabiliriz, bu yüzden beynimizi n her şeyi kaydecmesi-
60
ne gerek yoktur. İşte bu nedenle ayrıntıların her zaman orada oldu
ğu yanılsamasını yaşarız. Tek başına bu bile bilinç akışı hakkında, tü
müyle yanıldığımızın kanıtıdır
Buna Büyük Yanılmasa teorisi denir, peki neden böyle bir yanılsa
madan mustarip olalım? Belki de cevap, sadece, dış dünyada beyinde
tutulamayacak kadar çok aynntının var olduğu gerçeğinde yatmakta
dır: sadece küçük bir resmin bile, bir bilgisayarda ne kadar yer kapla
dığını düşünün. Fakat yanılsama hfila daha derindir.
Hiç şöyle bir şey yaşadınız mı? Telefonun veya saatin alarmının çal
dığını sonradan fark ettiğiniz oldu mu? Tam bu fark etme anında, bi
linçli olarak işitmediğiniz telefon çalmalannın sayısını hemen çıkarabi
lirsiniz. Peki ya şuna ne dersiniz? Arabayla eve gidiyorsunuz, eve ulaş
tığınızda durduğunuz hiçbir ışığı, karşıdan karşıya g�enlere çarpma
mak için yavaşlamalannızdan hiçbirini hatırlamıyorsunuz. Besbelli ki
inanılmaz ölçüde bilinçli bir süre yaşadınız, aksi takdire ölürdünüz; fa
kat yine de sanki, bütün bu süre boyunca başka bir yerdeydiniz, belki
radyo dinliyor, belki yanınızdakiyle sohbet ediyordunuz.
Bu yolculuğun herhangi bir aşamasında birdenbire uyanabilir ve
son birkaç dakikadır bilinçli olduğunuzdan kesin olarak emin olabilir
siniz. Bu durum, yalnızca çok uzun sürdüğü anlarda bize tuhaf gel
mektedir. Bu, gündelik hayatımızı bir tür dalgınlık içinde yaşadığımı
zı getiriyor aklıma. Zaman zaman uyanıyoruz. Bu uyanma anında, hi
kayeyi o anda yaşamakta olduğumuz şeylere kadar tekrar kuruyor.
Benlik, bilinç ve onu gözlemleyen benlik, aynı anda ortaya çıkıyor ve
ikisi de yanılsama.
Yanılsama doğru sözcük. Bir yanılsama varolan fakat göründüğü
gibi olmayan şeydir. Yani bu dünyayı kesintisiz bir şekilde tecrübe
eder görünen "ben" yok değil, fakat o sanıldığı gibi bir bilince ve öz
gür iradeye sahip sürekli bir gözlemci değil.
Nasıl oluyor da "ben" bir yanılsamadır diyebiliyorum? Elbette ben,
Suc Blackmorc, tıpkı sizin gibi bir benliğe sahibimdir? H e m evet, hem
61
hayır. Yıllarca üzerine düşününce benlik duygusunun başına ko mi k
şeyler geliyor. Yalnızca bahsettiğim deneylerin sonuçlanyla boğuşup,
özgür irade olmadan yaşamayı uygulamaya çalışmadım: aynı zaman
da, zamanımın büyük bir kısmını hiçbir şey yapmadan, yalnızca sey
rederek geçi rdim. Bir şeyler tecrübe eden benliğe ne kadar dikkatli
bir biçimde bakarsanız, onun varlığı o kadar belirsizleşiyor. Gerçek
ten de, benin ve ötekinin birbirinden ayn olmadığı durumlarda ya
şanmaktadır. Açıklaması biraz zor, fakat olduğu zaman bunu hepimiz
açık açık hissederiz.
Sanının bu yanılsamalann üstesinden gelmede, daha kat edilecek
çok yolumuz var. Fakat biZ?.at tecrübenin doğasına dair karartı göz
lemler ve deneyler yapmamız gerekiyor. Belki bundan sonra, bir bi
linç akışı veya onu gözlemleyen bir benlik yerine, şeyleri olduklan gi
bi göreceğiz. İ şte ancak bundan sonradır ki, zor sorun onadan kalka
cak ve dipsiz uçurum kapanacaktır.
62
Düşünce Nedir
1 Rene Descartes "Düşünüyorum, öyleyse varım," diye ilan etti·
ğinde, düşünmeye bilimin erişemeyeceği kadar yüksek bir pa·
ye vermişti. Evreni öyle bir şekilde sınıflandırmıştı ki bütün
maddi şeyler ölçülebilir, tartılabilir ve sayılabilirdi; fakat düşünce za.
man ve mekanın ölçülür dünyasına ait değildi. Bunun bir sonucu ola·
rak· anatominin gelişmesini ve hekim William Haıwey'in kan dolaşı·
mını keşfini kapsayan bilimsel bir altın çağ olan on yedinci yüzyıl, dü·
şünme süreci ile insan biyolojişini birleştiren hiçbir deneme görme-
di. Bu tabu, üç yüz yıl kadar sürdü.
Felsefi ön yargıya ek olarak, zihin,tbeden ilişkisi teknik sorunlar
yüzünden araştırılamadı. Düşünen bir beyin nasıl incelenebilirdi ki?
Önemli bir ilerleme, 1860 ile 1870 yıllannda otopsi raporlannın belir·
li hastaların dil yetilerindeki bozulma ile beynin sol yarım küresinde
belirli alanlardaki hasar arasında bağlantıyı göstermesiyle yaşandı. O
günden beri, ister kaza ister hastalık dolayısıyla belirli beyin hasarları
olan hastalann incelenmesi beyin bilimcileri için önemli bir kanıt kay
nağı oldu.
Fizyologlar ölü kobayların beyinlerini incelerken, deneysel psiko
lojinin babası Wilhelm Wundt (1832-1920) , içebakış yöntemiyle canlı
kobayların zihinlerini araştırdı. Örneğin, gönüllülerin bir flaşı veya bir
sinyali duyma hızını, göze veya kulağa ulaşan bir izlenimin bilinçli bir
düşünceye dönüşme zamanın bir ölçüsü olarak aldı. Başka bir deney·
!er dizisinde kobaylardan düşüncelerinin ayrıntılı içeriği anlatılması
istendi. Wundt, bütün duygu ve düşüncelerinin yaratılmasına çeşitli
yollarla katılan bir dizi temel zihinsel duyumlar olması gerektiğine
inanıyordu. Amaç eksiksiz bilinçli tecrübeyi yaratan karmaşık zihinsel
durumların arkasındaki zihinsel "elemender"in, tıpkı kimyasal ele·
mentler tablosu gibi bir hiyerarşisini ortaya çıkarmaktı.
Bilimsel açıdan titiz görünüşü bu projeye başlangıçta bir popüler
lik kazandırsa da, öznel raporlar arasındaki tutarsızlıklar ile Wundt'un
takipçileri arasında çıkan kamusal tartışmalar içebakış yöntemine
,
64
gölge düşürdü. Sen bir tepkiyle psikoloji, diğer uç olan davranışçılı
ğa, yani, insanlann zihinlerinde olup bitenlerin tek gerçek bilimsel öl
çüsü dışsal olarak gözlemlenebilen davranıştır, diyen öğretiye kaydı.
Bu, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, elli yıl boyunca psikolojide ege
men öğreti oldu.
Neyse ki, psikoloji düşünceyi incelemeyi reddederken, işler fizyo
loji cephesinde ilerlemeye devam ediyordu. Beyinde hiç acı-duyarlı
sinir hücresi yoktur, bu yüzden -kulağa ne kadar kötü gelse de- in
san uyanıkken lokal anestezi altında kafatasım açıp beyin (Hercule
Poirot'un gri hücreleri) kabuğu üzerinde çalışmak mümkündür.
1930'lann ilk yıllanndan başlayarak Kanadalı beyin cerrahı Wilder
Penfıeld, hastalarla (kız kardeşi de dahil olmak üzere) ameliyat sıra
sında konuşmak için bu gerçekten faydalanmıştır. Asıl ilgi alanı bu
yöntemi epilepsi tedavisinde kullanmaktı. Penfıeld, beyin kabuğunun
nöbetlere sebep olduğu şüphelenilen kısımlannı, ihtimal dahilinde
olan kısımlan hafif elektrik şoklanyla uyararak tespit ediyordu. Her
uyan hastanın aklına davetsiz bir düşünce getiriyordu ve hasta daha
önceki bir nöbetin başlangıcıyla ilişkili bir düşünceyi dile getirdiğin
de, Penfıeld sorunlu bir bölge bulmuş olduğunu biliyordu. Bu teşhis
çalışmasının bir yan ürünü olarak Penfıeld, beyin kabuğunun belirli
kesimlerinin belirli tür düşünce veya duyumlarla ilişkisini gösteren
çok sayıda kanıt toplamaya başladı.
Bugünü yüksek teknoloji eseri beyin tarayıcılan, nörobilimciler
için, gönüllü kobaylann üstlendikleri çeşitli zihinsel görevler sırasın
da �ynin ne yaptığını gözlemlemek için, daha az tehlikeli yollar sağ
lamaktadır. Bu makineler tarafından üretilen bilgisayar imajlan, bey
nin farklı kısımlannın "ışıldadığını" göstermekte ve anık neredeyse
"insanlann düşünmesini görme"yi mümkün kılmaktadırlar. Fakat bu
yanlış. Tarayıc ılann okuduğu şey, sadece beynin farklı kesimlerinde
ki görece farklı kan akışlarını gösterdiği için sadece dolaylı kanı t su
narlar ve heyin kabuğu faal iyetinin düzeyi, burJdan hareketle çıkarıl-
65
mak zoru ndadır. Hal böy leyke n bile bu te kni k lerin , hayvanlar üzcrin
��i . daha doğrudan çalışmalar ve en yüksek bilgi sayar tekniklerin
deı:ı faydi.ıfanan.· kuramsal fikirlerle birlikte, deneysel psikolojide uy
·$J\.llaımiası-:dwsüi'i"ıne . µzerindeki ilk ge rçek anlamda bilimsel at.ış tır
.
ıri�fttadır.,
Birçok ·.ı(�nıti-f'.'b.iliirıc..ı ıı �)w�tgı·.-temel düşünce modelinde
.beyin· bir m�l1:1�t-!şlCmcls1dtt.llıia'Stf,Pµ:''llQef>. kam�ra ışık dalgalan ile
ba\ia basınCi kalıpiannı ahp,: bir. se's/göruı)t{iba�i:okiş�µrmak iç i n bu
·
devresi gibi i şled iğinin ilk defu ortaya atılmasıyla birlikte, beyrn siste"
minin ne kadar karmaşık olması gerektiğinin farkına varılmıştır. De
vasa bir hücreler ş ebekesi vardır ve bir nöro nun ateşlemesi binlerce
başka nöronu etkiler. Geri besleme dö ngüle ri, nöron A nöron B 'nin
at eş l emes ini uyardığında, bunun tekrar A'nın ateşlemesin i uyarabile
ceği ve orijinal si nyali pekiştirecek şekilde patlayıcı bir etkiye sebep
olduğu anlamına gelir. Pekiştirmeden yoksun olan diğer sinyaller za
manla yok olacaktır. Farklı gi rd i l ere te pk i olarak ateşleme yapan hüc
relerin d üzeni , kognitif bilimde ana araştırma alanını o luşt urmak ta
dır. Nöron grupları birbirlerine doğaları gereği bağlı olup, bu yüzden
de her zaman uyum içinde hareket etmek zo run da mıdır? Yoksa aynı
girdilere bile farklı tepkiler olarak düşüncenin ve davranışı n farklı ol
masına yol açan bir " es n e kl ik " mi söz konusudur? Öğrenme belirli şe
bek e l eri n oluşt u rul ması ve nı uhafai'.a ed il mesi n i mi içe rmektedir? Bu
66
soru larJ veri lecek olan cevaplar düşünce, be l le k. algılama ve bütün
zihinsel hayatın gizlerini elinde tutmaktadır.
Bir zamanlar adını söyle meye bile cesaret ede meyen kognitif bi
lim, son on yıldır durdurulamaz bir popülerlik kazanmıştır. Bir yan
dan başka alanlardan örneğin Nobel Ödüllü ünlü DNA'cı Francis
Crick gibi çok önemli isimleri kendine çekerken, öte yandan Susan
Greenfıeld gibi daha önce tanınmayan nörobilimciler için, en çok sa
tan yazar, bir medya şahsiyeti olmanın, hatta Greenfıeld örneğinde
Lortlar Kamerasının kapılannı açmıştır.
Yeni kazandığı popülerliğe ve görünür özgüvenine rağmen kogni
tif bilim, hata soru bakından zengin, cevap bakımından yoksuldur.
Örneğin hafıza örneğine bakın. 1960'1ı yıllarda hafızanın bir "çok-kat
lı-bellek" modeli geliştirilmiş ve popülerlik kazanmıştı. Duyulara kısa
süreliğine gelen bütün bilgilerin, hızla kısa dönemli belleğe, ardın
dan, uygun olan yerlerde, uzun dönemli belleğe aktarıldığı düşünü
lüyordu. On yıl içinde bu şemanın aşın basitleştirilmiş bir şe ma oldu
ğu ortaya çıktı. Kısa dönemli belek işler bellekle, uzun dönemli bel
lek ise birbirinden farklı iki tü re ayrıldı : epizodik ve semantik. Yine de
bütün bu bulguların istisnaları olduğu ortaya çıkmış ve yeni bulgular
problemlerin sayısını arttırmıştır. Başka bir ala n , bir insan nasıl ismi
ni unutur da "ismimi unuttum" cümlesini kurabilir türünden sorular
la ilgilenmektedir. Bunun için ortaya atılan "örtük" ve "açı k" bellek
ayrımı etkileyici görünmek ve geniş ölçüde kabul edilmekle birlikte,
her şeyi açıklamamaktadır.
Bu arada, zihin/bedene malumat işleyen bir bilgisayar gibi davran
ma girişiminin tü m ü , Oxford ' l u ma tematikçi Roger Penrose'dan zihin
felsefecisi John Searle'a kadar çeşitli akademisyenlerin muhalefetiyle
karşı laş maktad ı r .
Searle'in fizikçi tutumla (sloganı "beyin zihne sebep oluyor") zi
hi nsel duru mları n beyi n durumlarına "indirgenemez" bir varoluşa sa
hip olduğu ısrarı n ı bi rleşt i ren çok ayrı hir d u ruşu var. Bu d u ruş o n u .
67
hem zihin durumlannı (şerh düşmeden) fiziksel beyin durumlarıyla
betimleyen, hem de felsefeci Jerry Fodor gibi zihinsel durumların fi
ziksel bir sistemin bileşenlerinin ilişkilerinde veya düzeninde cisim
leştiğini söyleyen işlevcilerin karşısına koyuyor. İşlevcilere göre bir
sistemin yapılmış olduğu madde, onun desteklediği zihinsel durum
la ilgisizdir. Bileşenler, insan beyin hücreleri de, bilgisayar çipleri de,
çöp tenekeleri de olsa, birbirlerine doğru şekilde bağlanmışlarsa, bil
giyi doğru bir biçimde taşıyabilirler. Hem Searle hem de Penrose,
farklı savlar ileri sürerek, bu tür bir örgütlenmenin Oargonun) , bilinç
li düşünme süreci için özsel olan kavrayışı ve anlamı asla ele verme
yeceğini söyler.
Bu gerçekten büyük bir soruya sebep olmaktadır, David Chalme
rin "zor sorusu"na: Evren nasıl oldu da bilinçli düşünceyi doğurdu?
Eğer bilinç, zaman içinde evrim geçirmişse, bilinç kapasite olarak da
ha evrenin başında mevcut demektir. Bu bizzat Chalmer da dahil ol
mak üzere bazı insanları bir tür kamu fizikçiliğe (panphsychism) it
miştir, bu görüşe göre fiziksel dünya -ta atomik parçacıklar düzeyine
kadar- bir bilinç potansiyeline sahiptir. Diğerleri, örneğin kan koca
nöro-felsefe takımı Paul ve Patricia Churchland, bu sonuçtan kaçın
mak için tam ters yöne savrulmuş ve zihinsel durumların gerçekliğini
tümüyle reddetmiştir. Nihai -fakat çok az işitilmiş- bir olasılık da, Des
canes'a geri dönmek ve bilinçli düşünceyi fiziksel dünyanın ötesine
konumlandırmaktır.
Anthony Freeman
Bilinçlilik Araştırmaları Dergisi'nin Yönetici Müdürü
68
Düşünce Nedir?
Susan Greenfteld
Oxford Üniversitesi'nde farmakoloji Profesörü ve
Royal Enstitünün müdürü.
1 Bu soru ilk başta baş edilmez bir soru gibi görünüyor. Belki de
bunun nedeni, belirli bir deyişin bildik bir süreci -bir fiili- ele
geçmez bir şeye -bir isme -dönüştürmüş olmasıdır yalnızca.
Nöro-bilimcilerin kaçınılmaz bir şekilde zihinsel süreçlere eşit sayıla
bilecek, bağımsız, tek-biçimli yapılar bulamadıklarını hesaba katarak,
"bir düşünce"yi "düşünme süreci" olarak çevirmeyi tercih ederim.
Bir kesinlik, bu karmaşık ve müthiş zihinsel sürecin ham bilinçten
sökülebilirliğidir, tıpkı "düşünmeden yaptım"da olduğu gibi. İnsanlar
gerçekten de, mesela bungee-jumping sırasında bir şeyler düşünü
yorlar mı? Kendimi örnek göstermek gerekirse, geriye dönüp baktı·
ğımda, çok daha sakin hareketler içeren dans etme esnasında, duyu
larıma teslim olmuş esnek bir sünger, davulun ve müziğin pasif bir
alıcısı olduğumu söyleyebilirim. Dahası, meme emen bir bebeğe ya
da akvaryumun içinden size ağzını açıp kapatarak mat gözlerle bakan
süs balığına şöyle bir bakmak, her ne kadar belirli bir bilinç durumu
nun içinde olsalar da, düşüncenin hem bebeği hem balığı terk etmiş
olduğu sonucuna varmak için yeterlidir.
Fakat burada da herhangi bir düşünme veya plan yapma özelliğini,
insan haricindeki hayvanların elinden alırken çok acele davranmama·
mız gerekir. Psikologlar hayatlarını laboratuvar farelerinin dehası ve
bilişsel yetenekleri sayesinde kazanıyor ve onların kapsamlı araştırma
ları hayvanların belirli amaçlara erişmek için stratejiler uygulayabildik·
terini gösteriyor. Maymunlar ve şempanzenler saatler sonrasını bazı ·
69
ce, bu primat kuzenlerimi1jn bizimki kadar uzun süreli planlayamayı
şılan ve düşüncelerine kadar götürcbilip, kendi sonlarını üzerine te
maşa edemeyişleridir. Bu yüzden düşünmeniı ı, ::adece insanların im
tiyazında bir şey olduğunu söyleyip, buradan hareket edemeyiz.
Yine de, her hayvanda varolan bilincin ötesinde, hem insanlarda
hem de hayvanlarda farklı derinliklerde vuku bulan ve gerçek düşün
meyi tespit etme uğraşımızda yolu temizlemek gereksiniminde oldu
ğumuz, belirli zihinsel işlev türleri vardır. Örneğin, hoş veya nahoş
deneyimlerin belirli bir nesne, kişi veya eylemle ilişkilendirmek, çaba
göstermeden, kendiliğinden meydana gelen pasif bir süreçtir. Ve,
başka bir yerde, satranç oynayan bir bilgisayann -aslında bütün bilgi
sayarların- plan yapması, insafsızca adım adım düşünmesi, bizim dü
şünceyi tanımlayama çalışırken yaptığımız şeyle pek aynı şey değildir.
Atom fizikçisi Niels Bohr'un bir zamanlar bir öğrenciyi azarladığı gibi:
"Düşünmüyorsun, mantık yürütüyorsun." Hepimiz bir düşüncenin
bir algoritmanın son ürününden daha fazla, her nasılsa daha orijinal
bir şey olduğunu düşünmeyi severiz. Peki bu harika süreç, beynimiz
de nasıl vuku buluyor?
Herhangi bir nöro-bilimci orijinal, etkin düşünme -"biliş"- üzerine
düşündüğü zaman, neredeyse kesinlikle koneksi işaret eder. Burası,
beynin dış yüzeyini tıpkı bir ağacın kabuğu gibi saran alandır -ismi de
Latince ağaç kabuğu demektir. Koneks beynin ince dış katmanıdır ve
duyuların kaba bilinçaltı işlenmesini ve otomatik pilot türü hareket
koordinasyonunu aşan 'daha yüksek' işlevlerinin deposudur. Konek
se en karmaşık işlevleri atfetmenin sebebi çok basittir; çünkü bir tav
şanın veya bir farenin beyninde tümüyle dümdüz iken, insanda, kafa
tasının genişlemeye görece imkan vermeyen küçük alanına yüzeyini
sığdırmak için kıpkınşık olmuştur. Hamileliğin son üç ayında geliş
mekte olan bir insan koneksinin yüzeyi dümdüz bir şeyden, ceviz içi
ni andıran bir şeye dönüşür. Bu süre içinde inanılmaz bir hücre üre
t i mi vard ı r: Daki kada 250,000.
70
Korteksin yüzeyinin, türün karmaşıklığıyla amığını bir kenara bı
raksak bile -gerçekten de korteksteki herhangi bir :zarar ciddi zihinsel
bozukluklara sebep olabilir- korteksi düşünme "için" merkez sayma
tu:zağına düşmemeliyiz. Bir tabağın içine konan bir korteks, o kadar
zeki olmayacaktır; önemli olan onun bütün beyin örgütlenmesine
olan katkısıdır.
Bugüne kadar biz bilimciler, korteksin "düşünme"ye, diğer kısım
lardan daha çok dahil olan belirli kesimlerini tespit edebildik ve üste
lik koneksin kısımlarının ve alt kısımlarının yüksek derecede etkin ol
duğu belirli bilişsel senaryoları aydınlatabildik. Fakat etkin, orijinal
düşünme süreciyle korelasyon gösteren nöronların gövdesinde veya
u:zantılarında gerçekte neler olduğunu açıklayabilecek bir meslekta
şım varsa beri gelsin. Beynin bir parçası olarak korteks, kendi başına
yeterli olmasa da gereklidir ve mikro yapısı ile kendine özgü operas
yonları, temel sorumuzu aydınlatmada çok az yardımcı olmaktadır.
Her nasılsa tür ne kadar becerikliyse, onun beyni tecrübelerden
öğrenmeye ve tecrübeleri hakkında "düşünmeye" o kadar muktedir
dir. Genom şirketi Celera'nın patronu Craig Venter bile vücuttaki
30,000 genin, bütün beden ve beyin özelliklerini hiçbir şekilde açık
layamayacağını söylemektedir. Bu eşitsizlik özellikle beyinde daha
çarpıcıdır, sadece kortekste bir saniyede meydana gelen bağlantıları
hesaplamak, yaklaşık otuz milyon yıl tutacaktır. Dahası, koneksteki
bağlantılar tecrübeleri yansıtabilir, yani, bir birey hayatta ne kadar
tecrübe kazanırsa, bir birey olarak o kadar gelişir.
Beynin bu "esnekliği" Londralı taksi şoförleri üzerinde yapılan bir
deneyde gösterilmiştir. Taksi şoförleri Londra'nın bütün sokaklarını
ve oraya nasıl gidileceğinin 'bilgisi' sahiptirler. Bu deneyde, şoförlerin
beyin taramaları, beynin hafı:zayla i lgi l i belirli bir kısmının mimarisi
nin, aynı yaştaki taksi şoförü olmayan insanlara göre farklı olduğunu
onaya çıkmıştır. Başka araştırmalar da piyano çalmayı öğrenmenin,
beyn in sayılarla i lgili kısımları n ı değiştirebileceği n i , hatta d ah a çarpı-
71
cı olan, yalnızca bir şeyi yapmayı düşünmenin bile onu yapmakla ay
nı beyi n eckilerine sahip olduğunu göscermişcir.
Beyin sadece belirli beceri ve faaliyetleri öğrenmede değil, aynı
zamanda felçten sonra meydana gelen zararları celafı etmede ve gün
delik hayatın daha yeknesak akışında, tecrübelerin ışığında, davranış·
lan ve tutumlan değiştirme yeteneğine sahiptir. Bu yüzden anatomik
ve kesin bir şekilde sınırlan belirgin olan makro beyin bölgeleri veya
açık ya da kapalı olan genler değil, fakat dinamik bir aracı düzey ara
mamız gerekiyor. Beyin hücrelerinin birleşen veya aynlan şebekele
rindeki bağlantılara. Bu yüzden kesinlikle bakmamız gereken yer,
anatomik olarak sınırlan kesin bir şekilde belirlenmiş beyin bölgeleri
veya belirli bir proteini üretmek için açılıp kapanan ve esneklikten
uzak olan genlerin mikro düzeyi değil; fakat birarada gerçekleşen
dinamik düzeyidir: birbirine bağlanan ve birbirinden aynlan beyin
hücreleri bağlantılan. Belki düşünceyi oluşturmaya uygun alt yapıyı
burada, beyin hücrelerinin yorulmak bilmez ve tepkisel çevrimlerinin
içinde bulacağız.
Bana göre, bu yavaş yavaş gelişen ve insan beyninin bütün ömrü
boyunca dinamik kalan bu nöronlar şebekesi, bizim dünyayı bireysel
kavrayışımızı belirlemektedir. Karşılaştığımız bürün süreçleri, kişileri
ve nesneleri, özel, bireysel bir "anlam" ile donatırlar. Beynin bu kişi
leştirilmesi, benim bakış açıma göre bizim "zihin" kavramımıza uy
gundur. Gündelik konuşmalanmızda beynin karşıtı olarak zihin keli
mesini kullanınz, bunun sebebi terimin tıbbi kirlilikten uzak olması
değil, "açık-zihinli", "zihnini genişletmek" gibi ifadelerin, bizim birey
sel bakış açımıza vurgu yapmasıdır.
Şimdide "zihni bulanmak", "zihnini zorlamak" gibi ifadeleri düşü
n ün. Bu tür senaryolarda düşünme asgaridir, onu hemen duyularımı
zın pasif bir alıcısına dönüştürürüz. Bebek ve süs balığı örneğini ha
tırlarsak, sıfır düşünme, benim gördüğüm şekliyle bilincin inşa eden
y:ıpı taşlarıdır ve bu yüzden düşünce sürecinin olmadığı yerlerde de
72
göıii lebilir.
Bununla birlikte her zaman orgazmın tam ortasında değilizdir, ne
aklımızı yitirmiş derecede öfkeli, ne iple atlamayla soluğumuz kesil
miş, ne de kendimizi güzel bir klarnetin sesinde yitiımişizdir. Aksine
dünyayı değerlendiriyor ve onunla etkileşime giriyoruzdur. Böylesi
vakalarcia, bizim önük, kendine has bağlantılanmız yüıii rlüktedir.
Karşılaştığımız şeylere karşı tutumuzu belirler ve "bilinçaltı", zihin
için temeller oluşturur.
Biz hala yaratıcı ve özgün düşünmenin peşindeyiz. "Bir şey düşü·
nüyorum", bizimi için "bir fikrim var'' anlamına gelir. Bu durumda be
nim yaratıcı düşünce sorusuna cevabım şudur: nöronlar şebekesi bir
birleriyle iletişime girdikçe, birbirinden daha önce bağımsız olan fi.
kirler de bağlantılı hale gelir. Bu rastlaşma belki de sahip olduğumuz
fikirlerin yeni bir değerlendirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Aşağıdaki
örnekler buna dair güçlü örneklerdir: ABD'li kimyacı ve biyolog Unus
Pauling'in, kimyasal bağ fikriyle fizik ilkelerini kimyaya taşıma fikri,
Avustralyalı bağışıklık sistemi uzmanı Macfarlane Burnet'in Darwinci
evrim ile bağışıklık sistemi arasında bağlantı kuıması. Bir fikrin bir
alandan arada uçurum olana başka bir alana sıçraması, bir disiplinden
ötekine geçmesi, insan zihninin gelişiminin doruk noktası ve bir dü
şüncenin en olgun halidir.
73
Düş Nedir
1 Düşler bizi büyüler. İster tekrarlanan kabuslar, ister iyicil, ger
çek üstü imgeler olsunlar, onların ne anlama geldiklerini mut
laka bilmek isteriz. Onları bir yorumlayabilsek, deriz kendimi
ze,. kişiliğimizin gizli derinliklerine u laşabi l i r ve dünyaya ne kadar i l
ginç insanlar olduğumuzu gösterebiliriz.
Düşler edebiyat, felsefe ve dinde büyük bir rol oynayarak farklı
çağlar ve kültürleri de büyülemiştir. Tarihte kaydedilmiş ilk düşler,
i.ö. 3100 yılına, Mezopotamyalı Sümerlere kadar uzanır. Aristoteles
düşleri, dış uyarandan yoksun olma hali olan düşlerin, iç duyumların
farkındalığını antırabilir bir şey olarak yorumlamıştı. " İlk Rüya Yoru
mu"'nun ikinci yüzyılda yaşayan yazan Artemidorus, düşleri iki sınıfa
ayınnıştı: kehanetimsi ve gerçekçi, yani gündemdeki meselelerle ilgi
lenen ve düş görenin ruh ve beden du rumu ndan etkilenen düşler.
Sümerlerden, Eski Yunandan günümüz psikoterapisine kadar insan
lar düşleri yüksek bir iletişim biçimi olarak gönnüşlerdir: vahiyler, ya
ratıcı ihlamlar, kehanetler veya gizli arzuların anahtarları. Bununla
birlikte birçok kişi de onları saçmalık olarak bir kenara atmıştır. Fran
cis Baron 1625 tarihli "Makaleler"'inde düşlerin ve astrolojinin öngö
rülerinin, "Kışın yapılan şömine önü konuşmaları" olarak bir kenara
atmıştı.
Ancak son zamanlara doğru düşler mistik ve edebi olan dünyadan
bilim dünyasına kaymaya başlamıştır. Yine de İ nternet'te düşle ilgili
sayısız sayfaya şöyle bir bakarsanız mistik yanın hala ağır bastığının
görürsünüz. Sigmund Freud 1900 yılında düşlerin bilimiyle cebelleşi
yordu. Düşlerin Yorumu'nda düşleri "Bilinçaltına güvenilir bir yol"
olarak tarif etmişti, bu bilinçaltı uyanık düşünce tarafı ndan bastırılan
veya engellenen (genellikle cinsel) arzular tarafından biçimlenmişti.
Freud hastalarını düşleri hakkında konuşturarak, bilinçli ve bilinçaltı
düşünce arasındaki gerilimin örtüsünü kaldırdı ve sonuç olarak orta
ya çıkan geril emeyi zihinsel hastalıkla ilişkilendirdi. Bu kitap, zihnin
nasıl çal ışcığına dair ilk sistematik bilimsel çalışmadır.
76
Freud ilk başta, hastalarında düşümsü hali uyandırmaya çalışarak
bilinçaltına ulaşmak için hipnozsal telkin yöntemini kullandı. Bura
dan, daha sonra "sernest çağrışım" olarak tanınan yönteme kaydı. Bu
yöntemde basit bir şekilde hastadan aklına gelen ilk fikri söylemesi ve
bağlantısız fikirleri birbiri ardına söylemesinin istenmesi üzerine ku
ruluydu. Bu, hastaların bilinçaltı hakkında ipuçları verse de, hastanın
bilinçli iradesinin direnişiyle karşılaştı. Freud buradan hareketle, iç
güdüsel düşünceyi gösteren id; örgütlü, gerçekçi düşünceyi gösteren
ego; ahlak ve eleştiri işlevlerini karşılayan süperego olarak üç boyutlu
zihin teorisini oluşturdu.
Freud'un çalışması kimlik, yaratıcılık ve zihinsel sağlık fikirleri
üzerinde devasa bir etkide bulundu; yine de bazı teorileri şu anda gü
nü geçmiş veya öznel görünebilir. Örneğin çalışmaları edebiyattaki
sürrealist hareket için can alıcı bir öneme sahiptir; bu hareketin taraf
tarları kendi yazı denemelerinde onun bilinçaltı hakkındaki fikirlerini
kullandılar. Birçok yazar bugün otomatik yazma diye bilinen, doğru
dan bilinçaltından geldiği ve engellenmemiş arzuyu temsil ettiği dü
şünülen bir yazı tekniği geliştirdi.
Bununla birlikte Freud, yirminci yüzyıl dönümünde düşlere ilgi
gösteren tek bilimci değildi. Dutch psikiyatr ve yazar Frederik Van Ee
den de bugün bile etkisi süren bir düş teori si geliştirmiştir. Ne var ki
vardığı birçok sonuç, bugünün bulgularıyla çelişmektedir. Düş görür
ken düş gördüğünü bilme anlamına gelen "bilinçli dü ş" terimi ona ait ·
78
arkadaşlara ve sosyal çevreye dair kavramları ifade ediyordu ve düşle
rin belirli unsurlarının sıklığı uyanık haldeki kaygılan temsili yansıtı
yordu. Dünyanın çeşitli yerlerinden insanlar üzerine yaptığı araştır
malar, düşler arasında dikkate değer benzerlikler göstermişti ve has
taların uzun süreli takibi düş içeriklerinde büyük bir sürekliliği ve bu
süreklilikte herhangi bir kesintinin uyanık hayattaki büyük bir değiş
meyi işaret ettiğini ortaya çıkarmıştı. Düş içeriği ile uyanık hayat ara
sındaki süreklilik, öyle dikkate değerdi ki Hali, düşlerin içeriklerinin
analizi yoluyla düş görenin davranışlarını ve hayat tarzını öngörebile
ceğini düşündü.
1960'1ar, Düşbeden (Dreambody) teorisi düşleri, bedeni ve dü
şünmeyi birbirine bağlayan psikoterapist Eugene Gendlin ve )uncu
psikolog Arnold Mindell'in eserleriyle düş teorisine ilgide yeni bir
uyanmaya tanık oldu. Mindell, "bütün beden problemlerinin", bede
ne ait bütün semptomların beden yoluyla ortaya çıkmaya çalışan düş
_ ler olduklarını ve "doğanım yolunu doğru bir şekilde takip etmenin"
ve düşlerden gelen sinyalleri belirgin bir şekilde onaya çıkarmanın,
:açık .ve· bastırmış olabileceklerimiz de dahi olmak üzere, hayatımızı
JO§;ı ett_iğirhii düzenin bilincine varmayı getirdiğini ileri sürdü.
'
Soh y!llarda ·ar.iştırma daha ziyade psikolojik olana kaymıştır. Has
tiı:frih kontrol altında : tUttılan şartlarda gözlenebildiği uyku laboratu
vartaii-kutı'.ılrouş·, �denirı;:tlyanık hayattakilere kıyasla düş imgelerine
verdiği kin1yasal reaksıyonlarda!<i t�pki lerini gösteren testler geliştiril
miştir. Başka bir gelişme, beynin uyku sırasında en az uyanıkken oldu
ğu kadar etkin olduğunu gösteren beyin-tarama teknolojisi olmuştur.
1950 yılında Chicago Üniversitesi, hızlı göz hareketleri (REM, ra
pid eye movement) uykusu üzerinde bir dizi araştırma yapmış ve bu
araştırmalar düşler ile uykunun çeşitli aşamaları arasında bir bağlantı
yı göstermiştir. Gözleri, göz kapaklarının altında hareket etmeye baş
ladığı anda uyandırılan kişilerin, çoğunluklu düşlerini hatırladıklarını
bu lgu lanıışlardır.
79
O günden beri, düşlerin içerikleri hakkında -düş görme üzerinde
düşerin ve duyguların etkileri de dahil olmak üzere- birçok araştırma
yapılmış olsa da, vurgu düş görme sürecine kaymıştır. Bilgisayarlar
yaygınlaşınca, birçok bilim adamı tarafından REM'in bir bilgisayardaki
scandisk ile aynı işlevi gördüğü, beyni enesi güne hazırladığı veya bir
önceki günün olaylarını belleğe yerleştirmeden önce işlemden geçir
diği iddialan onaya atılmıştır. Francis Crick ile Graeme Mitchison
1983 yılında Nature dergisinde "unutmak için düş gördüğümüz"ü
ileri sürdüklerinde epey bir karışıklık yaratmışlardı. Onlara göre düş
ler, gündelik hayatın aşın yüklemesinden ana kalan zararlı ve gerek
siz parçatanydı ve REM uykusu bir tür zihnin çöpçüsüydü.
Yakın zamanlarda Kolombiya Presbyterian Tıp Merkezi gözbilim
leri bölümünü bir oküler psikoloji profesörü olan David Maurice,
REM uykusunun işlevinin, önceki günlerin hatıralarını işlemeye yar
dımcı olmaktan ziyade, gözün korneasına oksijen tedarikini sağlamak
olduğunu ileri süren bir araştırma yayınlamıştır. Diğer bilim adanılan
ise genetik bir rol üzerinde durmaktadır. Düş Araştırmaları Vakfı'nın
bir üyesi olan bilgisayar programcısı Bradley York Bartholomew,
REM'in beynin nöronlarını uyanık bilinçlilikteki özel işlevler için
programlayan bir genin eylemini başlattığına inanmaktadır.
Aynca REM-dışı düş görmeye ilgi de giderek anmıştır. Düş Araştır
maları Vakfı'nın eski başkanı Emest Hanmann, REM etrafındaki araş
tırmalar, düş görme için en iyi koşulları sunan temel durumun biyo
lojisini anık bildiğimiz anlamına gelse de, henüz düş görmenin ne ol
duğunu bilmediğimizi ileri sürmektedir. Düşlerin, beynin dış menzil
bc;
lerinde, duyguların reh rliğinde kendi kendini ilişkilendiren bir bi
çimde işlerken, bilinçli düşüncenin genel malumat girdisi ve çıktısını
kapsayan daha sınırlı bir alanda i ş gördüğüne inanmaktadır. Travma
hastalan üzerindeki çalışmalarına dayanan savı, düşlerin görevinin
hafı zaya }'eni tecrübeleri dokumak ve olaylar arasındaki ilişkileri ço
ğaltmak olduğuna inanmaktadır. Bu, kabuslann çocukların bağlantı
ao
tar kurmaya yetecek kadar bir bellek bankası kurabildiği emekleme
dönemi nde oluşturulduğunu gösteren, bebekler hakkındaki çalışma
larla tutarlı bir fikirdir.
Başka bir gelişme düşlere, yeni bilinç biliminde merkezi bir önem
ve rmiştir. Örneğin, Stephen LaBerge'in Bilinçli Düş Enstitüsü tarafın
Mandy Garner
Tbimes Yüksek F,ğitim Eki Makale F.ditörü
81
Düş Nedir?
Stephen laBerge
1
Kaliforniya, Palo Alto Bilinçli Düş Enstitüsü Müdürü
82
bağlam, tarih ve güdüsel bilgiyle işlenerek elde edilir. Uyku sırasında
ise çok az dış girdi mevcuttur ve işlevleri yerinde bir beynin varlığında
nıodel, iç temayüllerle oluşturulur. Bunlar, geçmiş deneyimlerden, gü
dülerden, dileklerden, örneğin Freud'un gözlemlemiş olduğu gibi kor
kulardan vs. alınacaktır. Sonuç olarak, elde edilen tecrübe, içeriği bü
yük korkularımız, umutlanmız veya beklentilerimizle belirlenmiş olan
düş dediğimiz şeylerdir. Bu perspektiften düş gönne, dışsal duyum gir
dilerinin sınırlamasının yokluğunda ortaya çıkan özel bir algılama hiçi·
mi olarak görülebilir. Keza algılama da, duyum girdisi tarafından sınır
landırılmış özel bir düş gönne durumu olarak görülebilir.
İki tür uyku vardır: büyüme, tamir ile bakım, gevşemiş bir beden
ile tembel bir beyinle bağlantılı Sessiz Uyku (SU) denilen enerji-koru
yucu durum ile bundan çok farklı olan ve Etkin Uyku, REM veya Pa
radoksal Uyku (PU) denilen diğer bir durum. Bu ikincisi, hızlı göz ha
reketleri, kas kıvnlmalan, felç halinde bir beden ve çok aktif bir be
yinle düş gönneyle ilişkilendirilmiştir. Her ne kadar PS insanların düş
görebileceği tek uyku durumu değilse bile, canlı düş görme için en
iyi koşullan sağlar -çalışan bir beyin, çalışmayan bir vücut.
Sık sık uyanık ve düş görme tecrübelerinin birbirlerinden farklı ol
duktan varsayılmıştır. Örneğin düşlerin, üzerine düşünme eksikliği,
dikkat üzerinde hakimiyet yokluğu ve istençle hareket edebilme ye
teneksizliğiyle nitelendirilmiştir. Fakat kanıtlar, düşlerin bu nitelendi
rilişini sabit-fikirli ve düşünümden yoksun olduğunu göstermektedir.
Uyanıklık ile düş görme halini doğrudan karşılaştıran raporlar üzeri
ne yapılan araş tı rma larda, meslektaşların Trach Kahan, Lynne Levitan
ve Phil Zimbardo ve ben , dü ş görmenin, uyanıklıkla karşılaştınldığın
da, kamusal özbilinçliliği ve du ygu lan biraz daha sık, iradi seçimi bi
raz daha seyre k içerdiğini bulguladık. Bununla birlikte diğer bilişsel
faaliyetler için düş görme ile uyanıklık arasında hiçbir ciddi farklılık
b u l u nama m ış , ölçülen bilişsel işlevlerden hiçbirinin düşlerde olmadı
ğı veya nadir olduğu respir edi lememiştir. Aslında. her iki durum için
83
de neredeyse aynı düşünüm dereceleri kaydedilmiştir.
Düşlerde düş görenin pek fark edemediği ani karakter ve mahal
değiştirmelerin var olması durumu, bazen, düş görmede bir bilişsel
eksikliğe kanıt olarak gösteril mi ştir Buradaki varsayıma göre, eğer
.
84
harekete geçmesinin içsel süreci işlevini gördüğü fikri , çekici bir fikir
dir. PU'nun ortaya çıkışı, çocukluk döneminin sonuna doğru tedricen
yavaşlamaktadır; fakat beynin büyümeyi durdurduğu yetişkinlikte ta·
rnamen ortadan kalkıyor olması, PU'nun başka bir işleve hizmet edi
yor olabileceğini ima etmektedir. PU'nun gece boyunca tedrici artı,şı,
uyanma vakti geldiğinde en yüksek noktasına ulaşması geçeği, onun
beynimizi uyanma eylemi için hazırlıyor olabileceğini, bir tür beyin
ayan olduğunu akla getirmektedir. Aynca gece boyunca her doksan
dakika gibi bir sürede tekrarlanan etkinleşmeler, yeni öğrenmeleri
pekiştiriyor olabilir.
Düşlerin en karakteristik özelliklerinden biri de, hatırlanmalannın
güçlüğüdür. Ortalama bir insan, gecede en az altı kez düş görür; fa.
kat haftada bir kez hatırlar. Düşlerin tipik olarak hızla unutulmasının
açıklamasını yine evrim vermektedir. İ nsanlar diğer insanlarla konu
şarak, düşlerin diğer tecrübelerden farklı olduğunu öğrenir. Fakat di
le sahip olmayan hayvanlar, birbirlerine düşlerin gerçeklerden nasıl
farklı olduğunu anlatamazlar. Bunlar için canlı bir düş potansiyel ola
rak ölümcül kafa karışıklıklanna neden olabilir. Bu yüzden PU'nun
amacı ile -düşlerin yorumlanmasını bir kenara bırakırsak- düşlerin net
hatırlanmasının hiçbir alakası olamaz. Bununla birlikte insanlar, düş
ler ile uyanık gerçeklik arasındaki farkı bildiği için, düşleri hatırlama
bize hiçbir zarar vermemeli, aksine gerçekliği düşlerimizle biçimlen
dirmemiz için bize ilham vermelidir.
Düş görme hiçbir belirli biyolojik işleve sahip olmasa da, düşler
kendi başlarına belirli bir rolü yerine getirebilirler. Ö rneğin, sinir sis
temindeki çeşitliliği arttırabilirler. Darwinci evrim değişkin soyları, bir
seçilim baskısını ve başarılı çeşitlemelerin yeniden ü retilmesinin araç
lannı şart koşmaktadır. Belki de düş görme, değişen çevre şartlarına
uygun adaptasyonları seçtiği eylem ve algılara rehberlik eden geniş
bir davranışsa! şema ve senaryo ü ret m e kted ir Bu böyle olsa bile, ne
.
den düş gördüğümüze ve ri le n yan ıtlar bu kada r dar bir açıdan bel i r-
85
lenmemelidir. Bazıları için yanıt: Neden düş gördüğümüzü bulmak
için düş görüyoruzdur. Şahsen ben şunu te rc ih ediyorum: kendimin
kim olduğunu , kendimi düşlediğim kişini n ötesinde bulmak için, düş
görüyorum.
Dünya modelleri olarak düşler görüşü, düşlerin ister tanrılardan
ister bilinçaltından gelsin, geleneksel mesajlar nosyonundan çok
uzaktır. Bununla birlikte düşlerin yorumu kişiliği aydınlatıcı, kazançlı
bir süreç olabilir. Eğer insanlann mürekke p lekelerine bakarak söyle
dikleri onlar hakkında bilgi veriyorsa, kendi zihin içeriklerimizden ha
reketle bizzat yarattığımız düşlerimiz neden bizim hakkımızdaki ger
çekleri onaya çıkarmada yetersiz olsun? Düşler mesajlar içermeyebi
lir; fakat onlar bizim en mahrem yaratımlanmızdır. Böyle olduktan
için, şaşmaz bir şekilde kim olduğumuz, ne olduğumuz ve ne olaca
ğımızla belirlenmişlerdir.
Düşlerimiz öyle gerçek görünür ki, genellikle ancak uyandıktan
sonra onların kendilerine özgü zihinsel tecrübeler olduklarını anlaya
biliriz. Her ne kadar genellikle düşleri bu şekilde tecrübe etsek de,
bunun önemli bir istisnası vardır: bazen düş görme sırasında bilinçli
olarak düş gördüğümüzü fark ederiz. Bilincin berrak bir görüşe sahip
olduğu bu duruma "bi l i nçli düş görme" denmektedir.
Bir kişi bilinçli düş görme esnasında net bir biçimde akıl yürüte
bilir, uyanık hayat ı n ın şanların ı hatırlayabilir, düş sırasında düşüne
rek veya uykudan önce planlayarak istediği gibi davranabili. Bütün bu
süre içinde şaşınıcı bir biçimde canlı görü n ü n bir düş dünyasını tec
rübe ederken, derin bir uykudadır.
Geçmişten bugüne değin, araştırmacılar düş gören beyni n bu ka
dar yüksek bir zihinsel ve bi l i nçsel faal iye t te bulunabilmesine kuşkuy
la bakmışlardır. 1970'lerin sonlarında Stanford Universitesi'ndeki la
boratuvar araştırmalarımız bi l i nçli düşün, gerçe kte n de uyku sırasın
da gerçekleştiğini kan ıt l a m ı ş t ır. PU sırasındaki bazı göz hareketleri
nin. düş görenin bakışı n ı n yönelttiği yönele okluğu na dair daha öncc-
86
ki araştınnalanmıza dayanarak, bilinçli düş görenlerden düş gördük
. lerini fark ettikleri zaman belirli göz hareketlerini tekrarlamalannı is
tedik. Poligrafı kayıtlannda onaya çıkan önceden belirlenmiş göz ha
reketleri sinyalleri, öznelerin gerçekten de uyku sırasında bilinçli ol
duklannı kanıtlamıştır.
Bunun ardından meslektaşlarım ve ben bilinçli düş görenlerin düş
içinde deneyler gerçeldeştinnemizi mümkün kılan becerileri sayesin
de, zihne dair yeni araştırmalara başladık. Düş faaliyetlerinin psikolo
jik etkilerinin uyanık hayattaki tecrübelerle hemen hemen aynı ol
duklarını öğrendik. Örneğin, bilinçli düşlerde tahmin edilen zaman
aralıklannın yakın bir şekilde fiili saat zaman ına denk geldiğini, düş
gönne sırasındaki soluk alışlann, gerçek soluk almayla aynı olduğu
nu, düşteki hareketlerin mukabil kaslann kasılmalanna sebep oldu
ğunu ve düş esnasındaki cinselliğin, fiili cinsellikle aynı psikolojik
tepkiler gösterdiğini bulguladık.
Bilinçli düş görme, düş gönne bilinçliliği ile beden/Zihin ilişkileri
ne dair bilimsel keşifler yapmanın etkili bir yolunun tedarik etme dı
şında, başka birçok uygulama için dikkate değer bir potansiyele sa
hiptir. Bunlar arasında kendini geliştinneye yardım -etme, özgüveni
yükseltme, kibuslann üstesinden gelme, hata zihinsel sağlığı ilerlet
me, yaratıcı problem çözmeyi hayata sokma ve (tıpkı Tibetçi düş yo
gasının binlerce yıllık uygulamasının gösterdiği gibi) zihni daha yük
sek gelişmenin imkanlarına açma da bulunmaktadır. Bilinçli düş gör
menin en geniş uygulaması, büyük ihtimalle, tasavvur edilebilir her
hangi bir tecrübeyi yaşama kapasitesinden dolayı fantezilerin gerçek
leştirilmesi olacaktır.
Bilinçli düş görenlerin sayısını küçük bir azınlıkla sınırlandıran
şey, her ne kadar bilinçli düş görme öğrenilebilir bir beceri o l sa da,
onun vakit ve emek gerektinnesidir. Bu yüzden araştırmalanmızın te
mel hattı bil in çl i öğrenm eyi daha kolay erişilebilir hale getiren tekno
loj i ve rekni kleri n gelişririlmesidir. Yen i gelişen bu "onciroreknolo-
87
ji"nin ilk modeli, PS sırasında kullanıcıya düş gördüğünü hatırlatan
ipuçları veren bir biyolojik uyan aygıtıdır: NovaDreamer(r) . Yeni ve
giderek artan etkili bilinçli düş görme cihazları, halen geliştirilmekte
ve bizi herkes için kişisel bir simülasyon dünyası düşüne gün geçtik
çe daha çok yaklaştırmaktadır.
Düşler, edebiyattan bilime, mühendisliğe, resme, müziğe ve spor
lara kadar bütün insani uğraş alanlarında öteden beri güçlü bir ilham
kaynağı olarak görülmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, August
K.ekule'nin kendi kuyruğunu ısıran yılan düşü, benzinin daha önce
varlığından kuşkulanılan çember yapısının keşfine ilham vermiştir.
Geçmişte yaratıcı düşlerin üzerinde ya çok küçük, ya da hiç hakimi
yet sahibi değildik. Oysa düş durumunun fantastik ve bu yüzden ele
avuca sığmaz yaratıcılığının, bilinçli düş görme araçlarıyla anık bilin
cimiz dahiline getirilebilmesi mümkün görünmektedir. Kekule'nin
1890 yılında bilimsel bir toplantıda düşten aldığı ilhamı sunarken
meslektaşlarına söylediği gibi: "Hadi düş görmeyi öğrenelim ... "
88
Zeki Nedir
1 Zeka geleneksel olarak zihinle ilişki kurulan bir nitelik olduğu
için, bahsi geçtiğinde insanı heyecanlandınr. Zeka nedir, onu
nasıl tanımlıyoruz, ne kadar kalıtsal gibi sorular, bilimin bugün
karşılaştığı ne tartışmalı sorulardandır. Bunlar yalnızca kendimizi na
sıl gördüğümüzü değil, çocukl�rımızı nasıl yetiştirdiğimizi de belirle
yen içerimlere sahip sorulardır. Ebevenylere anne karnındaki çocuğa
Mozan dinletme veya beslenme biçimini değiştinne nasihatleri, bu
gün artık gelecek başarısında güzellikten veya fiziksel güçten daha
önemli görünen bir özelliği, zekayı geliştinnek için verilir.
Yetiştinnenin zeka üzerindeki etkisi, düşük zihinsel yeteneklere
sahip insanlara bir şey öğretmenin hemen hiç faydası olmadığını id
dia eden Platon'dan beri tartışılmaktaydı. Fakat mesele Charles Dar
win'in 1869'ta "Türlerin Kökenini'' yayınlanmasından sonra tekrar
öne çıktı. Daıwin'in yeğeni ve bir bilim adamı olan Francis Calton,
"Kalıtsal Deha"yı yayınlamış, kitabında meşhur ailelerin tarihlerini
analiz etmiş ve büyük insanların büyük akrabaları olması ihtimalinin
dikkate değer bir biçimde yüksek olduğunu bulmuştu. Buradan hare
ketle zeka becerisinin kalıtsal olduğu sonucuna vannış; zeki anne ve
babanın çocukları için uyaran bakımından daha zengin bir çevre ya
ratma ihtimalinin yüksekliğini hafife almıştı. Soy ıslahının insanın bi
liş gücünü arttıracağına inanıyordu.
Galton zekayı basit bilişsel bulmacalara tepki verme zamanını test
ederek ölçmüştü. Bugünün belirli bir zihinsel işlevi ölçen zeka testi,
yinninci yüzyılın başlarında yaşayan Fransız psikologu Alfred Binet'ten
gelmektedir. İlk öğretimin Fransa'da zorunlu kılındığı ilk yıllardı ve Bi
net'ten özel bir eğitim yardımı almadığı taktirde diğerlerinin gerisinde
kalacak çocukları tespit etmenin yollarını bulması istenmi�ti. Para say
mak, bir listeyi ezberlemek gibi gündelik hayatla ilgili ve hafıza, sözel
yetenek ve yaratıcılık gibi zihinsel yetene k leri ölçen bir dizi zihinsel gö
rev tasarladı . Çocuklar bütün testlerde elde ettikleri başarıların topla
m ıy la değerlendiriliyordu. Biner ayrıca zi h i n ya ş ı kavramanı geliştirdi
90
(normal bir çocuğun belirli bir görevi başarması gereken yaş).
Binet, testinin yetişkinleri veya normal zeka yeteneklerine sahip
çocuklar arasındaki farklan bulmak için tasarlanmamış olduğunda ıs
rar etti. Test sadece gelecekteki okul başarısını işaret ediyordu. Fakat
Binet zeka araşurmalannda iki büyük karşıtlığın yaratılmasına yardım
eden kişi oldu. İl k olarak, "genel zeka" denilen, ölçülebilir tekil bir
özellik tartışmalı fikrini ortaya attı. İkinci olarak, zekanın kalıtsallığına
dair tartışmaya girdi, genlerin bireyler arasındaki zeka farklarını ne
kadar etkilediği tartışmasına.
Çalışmalan hemen kabul görmüştü. Stanford Üniversitesi'nde
Amerika'lı bilişsel birpsikolog olan Lewis Terman, daha sonra Stan·
ford-Binet testi olarak tanınacak olan testi geliştirdi. Bu test, geri kal·
mış öğrencileri tespit etmekten ziyade "daha yüksek işlevleri" ölç·
mek için tasarlanmıştı. Kişinin test tarafından belirlenen zeka yaşıyla,
biyolojik yaşlannı bölüp, ardından yüzle çarparak, bireylere belirli bir
sayısal zeka kesri, IQ atfediyordu bu test.
Bu tekil, genel ve ölçülebilir zeka tipinden genellikle "g" diye bah·
sedilir ve ilk defa yirminci yüzyılın başında psikolog Charles Spearman
tarafından tespit edilmişti. Fikrin taraftarlan IQ'nun okul başansını ön·
görmede yararlı olduğunu, test sonuçlannın görece olarak bütün hayat
süresince sabit kaldığını ve testte bir zihinsel yetenekte yüksek notlar
alan insanlann genellikle diğer yeteneklerde de, yüksek notlar aldıkla·
nnı işaret ediyorlardı. 1980'li yıllarda Londra Üniversitesi'nden Alman
kökenli bir psikolog olan Hans Eysenck, IQ ile tepki verme zamanı ara·
sında daha yüksek bir korelasyonu göstererek "g" için daha çok kanıt
sağladı. Örneğin IQ'su yüksek olan insanlardan, bir ışığı görür görmez
bir düğmeye basmalan istenmişti ve bu kişiler düşük IQ'lu insanlara
nazaran düğmeye daha çabuk basma eğilimindeydi. Bu basit deney,
"g" eleştirmenlerinin testleri tanışmalı hale getirdiklerine inandıklan
k ü ltü re l çevresel ve eğitimsel etkileri elemiş görünüyordu.
,
91
Galton, bireyler arasındaki zeka farkının ne kadarının çevreye, ne ka
dar genlere bağlı olduğunu ölçmek ve hangi genetik etkenletjn bas
kın olduğunu bulmak amacıyla ilk defa, ikiz araştırmaları yapan kişi
oldu. O günden bugüne, farklı çevrelerde büyüyen normal veya tek
yumurta ikizleri veya kardeşler üzerine, yüzlerce araştırma yapılmış·
tır ve çeşitli sonuçlar elde edilmiştir. Son zamanlarda bazı araştırma
cılar, örneğin Robert Plomin, bilişsel yeteneklerin ve özürlerin kalıt·
sallığından sorumlu belirli genleri tespit etmeye çalışmaktadır. Her
ne kadar Plomin, bu tür bir çalışmanın tek bir gen değil, birçok gene
bakmayı gerektirdiğini ifade etmiş olsa da fikir, ahlaki içerimlere dair
kaygılan olan sosyal bilimcileri çok rahatsız etmiştir.
Sakın bütün bilim adamlarının zekanın doğuştan olduğuna inan
dığı sonucunu çıkarmayın: IQ'nun kalıtsal olduğuna dair tahmin hala
yüzde 40 ile 80 arasında bir yerlerdedir. İngiliz biyolog Steven Rose,
genetik ve çevresel faktörlerin birbirinden ayrılmasının güçlüğü dola
yısıyla kalıtsallığı hesaplama yöntemlerinin tartışmalı olduğunu ileri
sürmektedir. Son zamanlarda bütün IQ test sonuçlarında görülen
yükselme ve farklı kültürlerde elde edilen sonuçlar arasındaki farkla
rın azalmasını, çevresel faktörün önemli bir etkisi olduğuna işaret et·
tiğini söylüyor biyolog. Amerikalı bir psikolog olan Leon Kamin de,
IQ testlerinin yararlı bir ölçü olduğu ve zekanın genlerle ilgili olduğu
fikirlerine karşı çıkmasıyla ünlüdür. Kamin, İngiliz eğitim psikologu
Cyril Burt'ün, zekanın yaklaşık yüzde 80'nin kalıtsal olduğu teorisini
kanıtlamak için, ikiz araştırmalarının verilerini uydurduğunu iddia
eden ilk kişiydi.
Sahtekarlık zeka tartışmasına giren tek nahoş suçlama değildir. Bi·
net, kendi testini yarattığı günden beri , ırkçılık suçlamaları işitilmekte·
dir. Yirminci yüzyılın başında, bir Amerikan okulunda araştırma sorum
lusu olan H.H.Goddard'ın, "zayıf-zekalılar" üzerine yaptığı deneyler,
New York Ellis Adası'na gelen göçmen Macarların, İ talyanların ve Rus
ların beşte dördünün oıtalama zekan ı n altında o ld uğu n u göstermişti.
92
Onun taktığı adla " moronlar"ın çocuk yapmasını engellemek gereki
yordu . Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri Ordu
su' na giriş imtihanlannda kullanılan Roben Yerkes'in yürüttüğü ve alt
sınıflardan gelen siyah Amerikalıların ve göçmenlerin düşük puanlar al
dığı test, yeni göçmen yasalannın j(atılığına katkıda bulunmuştu.
1969 yılında Arthur ]ensen, Harward Educational Review'de uzun
bir makale yayınladı. Bu makale siyah Amerikalıların IQ testlerinde sü
rekli olarak beyazlann yüzde 15 altında kalmasını, çevresel ve sosyal
faktörlerin yanında genetik faktörlerle açıklıyordu. Büyük protestolara
sebep olan görüşleri, 1994 yılında yayınlanan Çan Eğrisi: Amerikan Ya
şantısında Zeka ve Sınıf Yapısı adlı kitabında psikolog Richard Hernste
in ile sosyal bilimci Charles Murray, onun görüşlerini geliştirdi. Bu ki
tap, ekonomik ve sosyal gücün "g" tarafından belirlendiğini, birçok
toplumsal problemin düşük zekadan kaynaklandığını ve siyahlarla be
yazlar arasındaki IQ farkının genetik farklılıklardan ve dolayısıyla siyah
ların alt sınıflarda aşırı birikmesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu.
Irçılık tanışması fınınalar kopannaya devam ediyordu, Çan Eğrisi
görüşüne karşı çıkanlar, ırksal farkların öncelikle testlerdeki kültürel
ön yargılara ve farklı sosyalleşme biçimlerine bağlı olduğunda ısrar
ediyordu. Tuhaftır ki kadın ve erkek beyinlerindeki açık yapısal fark
lılıklara rağmen, cinsel farklar hakkında benzeri bir tartışma olmamış
tır. Cinsiyetlere göre değerlendirilen IQ sonuçları, kadınlarla erkekle
rin aşağı yukarı aynı olduğu, en üstlerde ve en altlarda genellikle er
keklerin olduğunu, erkeklerin daha çok geometri, kadınların ise sö
zel yetenekte daha başarılı olduğunu göstermektedir.
Bu görev türlerindeki farklılıklar, g kavramının eleştirmenleri için
daha önemli hale gelmiştir. Bu eleştirmenler tek değil, birçok zeka tü
rü o ld uğu n u ileri sürmektedir. Bu görüşleri ilk ileri sürenlerden biri
yirminci yüzyılın ortalarında bir Amerikalı mühendis ve psikolog olan
Louis Thurstone'dur. Thurstone , bir bireyin hayatta kalması ve başarı
lı olması için gerekli bir dizi ilksel zihinsel beceri helirledi. Daha yakın
93
zamanlarda, Haıward Üniversitesi'n<le eğitim profesörü ve nöro-psiko
log olan Howard Gardner, yedi zeka türü tespit etmiştir. Özürlü insan
lan inceleyerek, beynin belirli görevleri yerine getirmek için kullandığı
kısımlannı tespit etmiş ve bu şekilde örneğin müzik, matematik, dil gi
bi görevleri yerine getiren yedi farklı beyin bölgesi bulmuştur. Ameri
kalı psikolog Robert Stemberg, bu çok sayıda zekayı yalnızca üçe indir
gemiştir: Analitik, yaratıcı ve pratik. Steinberg, psikometrik testlerin
yalnızca bunlardan ilkini ölçebileceğini ileri sürüyor.
Son birkaç yıldır bu sahadaki araştınnanlar yeni bir zeka türünü
inceliyor: yapay zeka. İngiliz sibernetik profesörü K.evin Waıwick,
"Bir makinenin, bir gün bizi geçemeyeceği insan zekasının herhangi
bir alanını (hatta sadece insanlara özgü kabul edilen zeka yetenekle
ri bile) tasavvur etmek çok güçtür," demektedir. Cambridgeli fizikçi
Stephen Hawking, makinelerin bir gün zeka geliştirip dünyanın yöne
timini ele geçirebilecekleri uyarısını yapmaktadır. Hawking, bunu en
gellemek adına, insanlann kendi zekalarını geliştirmek için genetik
mühendislikten geçirilmesini önermektedir.
Fakat makinelerin en azından bir zeka türünü edinmesi için, daha
çok beklemek gerekecektir: Duygusal Zeka. Gazeteci ve eski bir aka
demisyen olan Daniel Goleman, 199; yılında yayınlanan "Duygusal
Zeka" adlı kitabında, yüksek IQ'nun illa da dünyevi bir haşan anlamı
na gelmediğini ileri sürmektedir. Aslında yüksek IQ'lu insalar genel
likle duygusal zayıflık noktasında geri kalmaktadır. Goleman'ın güdü
lerin, karşısındakini anlama ve duygularla ilişkileri idam etme yetene
ğinin bir bileşimi olarak tanımladığı duygusal zeka, ona göre, daha ya
rarlı bir araçtır. Fikirleri genel halk ve iş adamlarınca çok tutulmasına
rağmen, akademisyenler tarafından bilimsel bulunmamaktadır. Bu
yargılardan hangisinin daha geçerli olduğu, belki de, sizin kendi zeka
tanımınıza bağlı olacaktır.
Harriet Swain
Times Vüksek Eğitim Eki Editör l'ardmıclSI
94
Zeki Nedir?
Robert Plomin
Londra, Iüng Kolej, Psikiyatri Enstitüsü, Sosyal, Genetik ve
Gelişimsel Psikiyatri Araştınna Merkezi, Tıbbi Araştınna
1
Konsülü araştınna profesörü.
Zekfı kelimesi o kadar çok farklı anlamlara gelir ki, kafa karışık-·
lığından kaçınmak için başka terimler kullanmak en doğrusu
olacaktır. Zekfı dediğimde, farklı bilişsel süreçlerin önemli bir
kesişmesine gönderimde bulunan "genel bilişsel beceri" veya kısaca
"g"yi kastediyorum. Bu kesişme, insani bilişsel beceriler konusunda
bireysel farklılıklarla ilgili yüzyıllık araştırmaların en tutarlı bulguların
dan biridir. Çok az ortaklığa sahip görünen süreçlerin testlerinde bi
le bulunmuştur, bu kesişme.
Örneğin, genel akıl yürütme, Raven'in Aşamalı Matrisleri gibi, öz
nenin geo�etrik şekillerden oluşan bir matris serisi içindeki man tık
sal ilerlemeyi bulması beklenen testler aracılığıyla değerlendirilmek
tedir. Uzamsal beceri, labirentlerin çözülmesi, daha karmaşık biçim
lerin içinde gizlenmiş olan basit geometrik şekilleri bulma ve bir şek
lin diğerinin yön değiştirilmiş hali olup olmadığına karar verme gibi
şeyler aracılığıyla değerlendirilir. Kelime dağarcığı testleri daha önce
ki öğrenmelerin ürününü değerlendirirken, hafıza testleri tipik ola
rak ne kadar iyi hatırlandıklarını görmek için resim ve rakamlar sun
maya dayanır.
Bu çeşitliliğe rağmen, bir testte başarılı olan bireyler diğerinde de
başarılıdır. John Carrol tarafından 1993 yılında yapı lan ve yüzlerce
farklı türde bilişsel testi içeren 322 araştırmanın meta analizinde orta
lama kore lasyon 0.30 çı km ı ş t ır ki, bu ra ka m dikkate değer oranda
yüksektir. Bu kes i ş me yalnızca yukarıda sözü edilen geleneksel akıl
,
95
yürütme, uzamsal, söı.sel ve zihin yeteneklerin ölçümlerinde değil ,
ama aynı zamanda tepkisel verme zamanına dayanan öğrenme v e ma
lumat işleme görevlerinde de görülmektedir.
Psikolog Charles Spearman, bilişsel becerilerdeki kesişmeyi nere
deyse bir yüzyıl önce kabul etti. Bunu, zeka kelimesinin birçok çağn
şımından kaçınmak için genel bilişsel beceriye yansız bir işaret yarat
mak için g olarak adlandırdı. Bu g, en iyi şekilde ilkesel içerik analizi
denilen istatistik teknikle değerlendirilmektedir. Bu, farklı bilişsel öl
çümlerde ortak olanı temsil eden bileşik bir boyutu betimler.
Bu analizler, g'nin insanlann bilişsel testlerdeki performansındaki
toplam farklılığın yaklaşık yüzde 40'ına aç ıkl ı k geti rd iği n i işaret et
mektedir. Geri kalan farklılık ise uzamsal, söı.sel ve hafıza becerileri·
ni ve her teste özgü değişkenleri açıklar. Test ne kadar karmaşık ise,
g faktörü o kadar önemli görünmektedir. Örneği n g, Raven'in Aşama
lı Matrisleri'nde görülen yüksek farklılığı açıklarken, basit hafıza, tep.
ki verme veya işleme hızı testleri için o kadar önemli değildir.
Fakat g sadece istatistiksel bir soyutlama değildir. Bilişsel ölçüm
lerdeki korelasyonlann matrisine şöyle bir bakmak, kesin bir kesiş
meyi işaret edecektir. Oysa g aynı zamanda, IQ testlerinde olduğu gi
bi çeşitli bilişsel ölçümlerden ibaret bir sette kaydedilen basit toplam
puanda da, kendini hayli açık bir biçimde göstermektedir. Aslına ba
brsanız g, davranışlar alanında en güvenilir ve sağlam özelliklerden
biridir; çocukluktan sonraki uzun dönemli istikran, diğer herhangi
bir özellikten daha fazladır, eğitim ve meslekle ilgili toplumsal sonuç
lan öngörmede çok yararlıdır ve bilişsel yaşlanmayı göstermede
anahtar bir etkendir. Elbette birçok başka bilişsel olmayan beceriler
vardır, atletik beceriler gibi. Ayrıca g hiçbir şekilde okulda ve iş yerin
de başannın garantisi deği ld i r. Başa n lar aynca bugün anık du ygusal
"
96
Her ne kadar insan türlerinde g'nin var olduğu kanıtı geniş bir ka
bul görse de, kabul evrensel değil. Onun karşısındaki argümanlar,
onun yalnıı.ca egemen kültürün veya bilimsel amaçlann değer verdi
ği bilgi ve becerileri yansıttığına dair kaygılar, daha ziyade ideolojik
meseleleri içeriyor. Bunlar, Howard Gardner'ın bilişsel olmayan dans
gibi becerileri de dahil eden, çok özel becerileri ileri süren, çoklu ze
ka teorisi ve bilişsel becerilerin altında yatan bilişsel süreçleri tespit
etmeye çalışan Roben Stemberg'in "bileşimsel" bilişsel süreç teorisi
gibi, özel beceriler üzerine yoğunlaşmış teorileri kapsar. Ne var ki bu
teoriler olgusal bir tavırla incelendiğinde, g belirivermeye başlar. Ör
neğin Stemberg, şu sonuca varmaktadır: "Elimizdeki kanıtlar,ezici bir
biçimde, insan zekasında bir tür genel faktörün varlığını destekle
mektedir. Gerçekten de bu görüşü çürüten herhangi bir inandıncı
kanıt bulamadık."
İşler bellek (working memory) gibi kavramlar, bilişsel becerinin
geleneksel ölçümlerince daha yeni yeni değerlendirilmeye başlan
mıştır, fakat şimdiye kadar aynı çıkmışlardır. Elbette g hikayenin ta
mamını oluşturmaz -özel becerileri temsil eden ekenlerde önemlidir;
fakat bilişsel becerileri g'ye başvurmadan anlatmaya kalkmak, h i kaye
nin kahramanını unutmaya benziyor.
g'nin mevcudiyeti, bilişsel süreçleri özel ve bağımsız süreçler sa
yan günümüzün bilişsel sinirbilimiyle uyuşmuyor görünüyor. Fakat
bilişsel sinirbilimdeki araştırmalar ortalama performans üzerine
odaklanmıştır. Örneğin belirli bir görev yerine getirildiğinde beynin
hangi parçalarının sinir-taramasında parladığını. Üstelik g onalama
performansa dair değildir; performanstaki bireysel farklara dairdir ve
bazı görevlerde iyi performansa sahip olan bireylerin birçok başka gö
revde de iyi bir performansa sahip olduğu olgusuyla ilişkilidir. Bu tür
analizlerde, veriler açık bir biçimde g'yi işaret eder.
Fakat g'nin var olması gerçeği, onun kaynağının, nöron dentritle
ri n i n karmaşıkl ığı gi b i tek bir gene l fiziksel süreç olduğu a n la mı n a
97
gelmez. Kaynağının, snaptik esnekliği veya sinir iletiminin hızı gibi
fizyolojik olduğu veyahut işler bellek gibi tek bir psikolojik süreç ol
duğu anlamına gelmez. Aksine, hep birden işlevsel sorunları çözme
ye aday fizyolojik ve psikolojik süreçlerin bir zincirini temsil eder g.
Bir benzetme kullanmak gerekirse, atletik beceri motivasyon gibi psi
kolojik süreçlere, oksijen taşınması gibi fizyolojik süreçlere ve kemik
yapısı gibi fiziksel süreçlere bağlıdır. Fakat atletik beceri, bunlardan
hiçbiri değildir, bunlann hepsidir.
g esasen kalıtımsal olduğu için, genetik araştınnalar da g hikaye
sinde önemli bir yer tutar. g'nin genetik kökenini ele alan araştırma
lar, insanın başka herhangi bir özelliğini ele alan araştırmalardan çok
daha fazladır. 8,000'den fazla üvey kardeş, 25,000 öz kardeş, 10,000
ikiz kardeş ve yüzlerce evlat edinilen üzerinde yapılan çalışmalar, hep
birden genetik etkenlerin g'yi ciddi bir biçimde etkilediğini göster
mektedir. Her bir araştırma için kalıtımsallık tahminleri yüı.de 40 ile
80 arasında değişmekle birlikte, bütün verilere dayanan tahmin yak
laşık yüzde 50'yi göstermektedir. Bugün artık bu kalıtımsallıktan so
rumlu olan özel genleri arama araştırmaları başlamıştır. Bu araştırma,
insan genomu dizisinin taslağı yayınlanmışken, bugün, muhtemelen
daha da hızlanacaktır.
Fakat genetik araştırma sadece g'nin büyük ölçüde kalıtsal oldu
ğunu göstermenin hali hazırda çok ötesine geçmiştir. özelikleri ara
sındaki eş-değişkenlerin (covariance) genetik ve çevresel kaynakları
nı analiz eden çok değişkenli gen araştırmasının, son derece önemli
bir bulgusuna göre g, genetik eylemin tarafında durmaktadır. Yani,
bilişsel becerilerde ortak olan şey, neredeyse tümüyle köken olarak
genetiktir. Bizi bütün testlerde başarılı kılan genetiktir, fakat sadece
bazılarında başarılı kılan kültüreldir. Bu, bilişsel süreçler arasındaki
genetik bağlantıların, evrim tarafından zihnin modülleri arasında et
kili bir problem çözmeyi koordine etmek için oluşturulduğunu akla
getirmektedir.
98
Gen araş.t ınnası aynca testlerle ve sınıf geçmelerle değerlendiri·
len okul başarılara ile g arasında güçlü bir genetik kesişmeyi göster
mektedir. Başka bir deyişle, g ile ilgili bireysel farklılıklara katkıda bu
lunan aynı genetik faktörler, birçok bireyin okul başarısındaki farklı
lıklardan da sorumludur. Beceri ve başarı arasındaki farka gelindiğin·
de, g büyük ölçüde çevreseldir. Bu bulgular, g için başarının değer·
lendirilmesinin genetik etkinin etrafından dolanacağı anlamına gelir.
Bu da, okullardaki eğitime bağlı seçim, değerlendirme ve katma de
ğer meselelerinde derin içerimlere sahiptir.
Başka bir şaşırtıcı bulgu, g üzerindeki genetik etkinin ilk çocuk
luktan orta çocukluğa ve ergenliğe doğru artmasıdır. Bu, çevresel et·
kilerin yaşla birlikte arttığı nosyonu için akla aykırı bir bulgudur. Bu
benim için, çocukların genetik eğilimlerinin gelişmesine yardımcı
olan çevresel şartlan ekin bir biçimde seçtikleri, değiştirdikleri ve hat·
ta yarattıklannı akla getiriyor. Bu yüı.den, g'yi bir yetenekten ziyade,
bir iştah olarak düşünüyorum. En basit düzeyinde bu, çocukların öğ·
renmeyi kolay buldukları şeyi öğrenmek istedikleri anlamına gelir.
Fakat sanının bununla kalmıyor: genlerin öğrenme süreçlerini etkile
diği mekanizmalar, beynin fiziksel yapısından ziyade güdülerle ilgili
olabilir.
99
Dil Nasıl Evrimleşti
1 Neden birbirimizle konuşmaya başladık? İnsan evriminin hangi
aşamasında, diş gıcırdatma, omuz silkme veya el çırpmayla
mümkün olandan daha fazlasını söylemeye ihtiyaç duyduk? Ay·
nca her yeni kuşak, nasıl oldu da sohbete katıldı? Dil, düşünce biçimi
mizle kim olduğumuı.a dair düşüncemizle ve birbirimizi nasıl anladı
ğımızla öyle iç içedir ki, yüzyıllardır felsefeciler ve bilim adamlan onu
inan kimliğinin köşe taşlanndan biri olarak görmüştür.
Yunan, Norse ve Hint mitolojisinde dil, öyle özel kabul edilir ki,
tannsal bir müdahaleye atfedilir. Kutsal kitaptaki Yaradılış hikayesinde
ilk insan Adem'e, Tann tarafından Eden Bahçesi çevresinde gördükle
rini adlandırma kudreti verilmiştir. Fakat dilin kökeni hakkındaki ilk ti·
tiz düşünme, Platon'a atfedilebilir. Dil üzerine bir Sokratik tartışma
olan Cratylus'ta, kelimenin tınısıyla temsil ettiği şey arasında organik
bir ilişki olup olmadığını veya kelimelerin, bir nesneye bağlanmış tesa
düfi bir ses olup olmadığını inceler. Dilin kökenini anlamaya yönelik
daha sonraki uğraşlann çoğu, bu aynına değinmiştir. Güçlük, inanç di
linin dqğal, fakat içgüdüden bir adım önde olmasından kaynaklan
maktadır. Konuşma, fizyolojik gelişmemizden gelmek anlamında, hay
vani bir ses çıkarma olsa da, yalnızca sesten daha fazladır.
Kelime dağarcığının, doğal kökleri olduğu ve bir kelimenin sesinin
onun anlamına bağlandığı fikri, yüzlerce yıl yaşamıştır. On dokuzuncu
yüzyılda birçok teori, dili içgüdüsel seslerin saflaşması olarak görüp,
insan konuşması ile doğal dünyadaki sesler arasında bir köprü bulma
ya çalışmıştır. Bu teoriler arasında, dilin hayvan seslerinin taklidinden
doğduğuna inanan "hav-hav" teorisi, kelimelerin kızgınlık veya mut·
luluk gibi iç duygular olarak başladıklannı iddia eden "öf-öf' teorisi,
"mama" gibi bir kelimenin emme arayışında olan bir bebeğin ağzından
çıkan bir kelime olduğunu ileri süren "ding-dong" teorisi ve dili ko
mün çalışmasına eşlik eden tekrar ve tezahüratın bir ürünü olduğunu
iddia eden "he-ya-mo-la" teorisi vardır. 1866 yılına gelindiğinde, niha
yet, günün en önde giden dilbilim forumu Paris Dilbilim Topluluğu bu
1 02
kadannın yeterli olduğu na karar verdi: artık dili n kökeni üzerine hiç
bir tartışma yapılmayacaktı ; çünkü bu hiçbir ıaman kanıtlanamazdı ve
aşın sayıda tu haf teori ciddiyete yakışmıyordu.
Fakat konu kapanmadı. Aksine evrimci biyoloji, dilbilim, genbilim
ve antropoloji gibi alanlardan alınan farklı eleştirel ve bilimsel araçlar,
dilin mekaniği hakkında ve onun ilk edinilme biçimi hakkında düşün
meye uygulandı.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Sa
ussure, dilin bir tesadüfi etiketler sistemi olduğunu iddia etti ve yapısal
cı dilbilim okulunun temellerini attı. Bir kelimenin tek anlamının, . top
lum tarafından verilen anlam olduğunu ileri sürdü. Ona göre dilin birey
se l bir birimini anlamanın tek yolu, onun dilin diğer kısımlarıyla ilişkisin
den geçiyordu. Bu, bütün söz dağarcıklarının, nerede ortaya çıktıklann
dan bağımsız olarak, doğuştan değil kültürel bir göıii ngü olduğu anla
mına geliyordu. Saussure, farklı dillerin kökeniyle ilgilenmiyordu.
Daha on sekizinci yüzyılda, birbirinden farklı göıii nen diller arasın
da birçok bağlantı olduğu, bütün Hint-Avrupa dillerinin, İngilizce, İ tal
yanca, Galce, İsveççe ve Sankristçe kadar farklı diller arasında birçok
bağlantılarla ortak bir adaya sahip olduğu, kesin bir şekilde biliniyor
du. Fakat ı9;o·terde Noam Chomsky'nin Masachusetts Teknoloji Ens
titüsü 'ndeki araştırması, bütün dillerde ortak dil altı yapıyı analiz edip,
bir "evrensel gramer" tanımlayarak bunu çok daha ileri götürdü.
Chomsky, çocuklann kültür veya coğrafyaya bağlı olmadan sahip ol
dukları dili taklit ve öğrenme yeteneklerine sahip olduğunu buldu. İs
ter Fransa'da Fransızca öğrenen bir çocu k olsun, ister Japonya'da Ja
ponca öğrenen bir çocuk olsun, her ikisin de dil gelişiminde aynı te
meller ve sınırlar söz konusuydu. Dil, her ne kadar kendi kendine or
taya çıkmışsa da -i nsan larla temas kurmayan bir çocuk dil öğrenemez
Chomsky, dili kültürel bir varlık olmaktan ziyade, fiziksel olan, doğuş
tan gele n bir yeti olarak gördü.
Bu, dilin kökenlerini yalnızca dilde değil, konuşmacının biyol oji k
1 03
tarihinde aramanın yolunu açtı. M:ıssachusetts Teknoloji Enstitü
sü'nden Steven Pinker gibi dilbilimci araştırmanlar, dile insan evrimi
nin fizyolojik değişmelerle birlikte meydana gelen ve insan ailesi ağa
cında geriye doğru takip edilebilecek başka bir veçhesi olarak bakma
ya başladı. Dili ayrık bir kültürel özellik saymak yerine, bu bakış onu ,
"Afrika' dan gelen" insan evriminin içine yerleştirdi: Bu evrim teorisine
göre dil, yaklaşık 100 ile 150 bin yıl önce, bir yüzyıl öncesinden kulla
nılmış olma ihtimali olan "proto-dil"inden evrimleşerek, Doğu Afri
ka'da ortaya çıktı. Seslerin fosili yoktur; bu yüzden tarih belirleme, dil
edinimine sebep olabilecek etkenleri tespit etmeye bağlıdır.
Oxford Üniversitesi'nde iletişim ve dil profesörü Jean Aitchison,
"Dilin araçları ve ona duyulan ihtiyaçlar için birçok faklı şan bir araya
gelmiştir: İklim değişikliği atalarımızı kurumuş bir savanda, baskı altın
da ve hayatta kalmak için iletişime girme zorunluluğu içinde bıraktı.
İnsan beyni büyüdü -belki de bitkiler azaldığı için daha fazla et yedik
lerinden-; ayakta dik durmamız, birçok farklı sesi çıkarmamızı müm
kün kıldı ve daha büyük bir beyin gücü, ağzımızı, dudaklarımızı, dili
mizi ve konuşmak için gerekli diğer kastan daha iyi kullanmamızı sağ
ladı . Başka insanların bakış açılarını hesaba katmaya muktedir olmak,
aldatma kapasitesi, nesnelerin isimlerini tanıma ve uygulama yeteneği
gibi entelektüel ön koşullar da katkıda bulundu," demektedir.
Profesör Aitchison, dilin onaya çıktıktan sonra, insan atalarımızın
Afrika'dan ayrılışının enesinde, temel hayatta kalma aracına dönüş·
müş olabileceğini söylemektedir. İlk insanların arasındaki farklı grup
lar, muh temelen farklı kelimeler kullandılar; fakat şiveler ve söz dağar
cıktan, kendi evrimsel iktidar mücadelelerine konu olmuş ve daha
güçlü grup lar, kendi dil oluşumların ı zayıf olanlara zorlamış olabilir.
Veyahut daha ileri bir dil oluşumuna sahip olan insanlar, bu örgü tlen
me avantajını, yalnızca kaba konuşmayla sınırlı kalanlar üzerinde ege
menlik kurmak için kullanmış olabilir.
Bu ola la r modeli, dili entelektüel ilerlemenin ani bir şimşek çakımı
1 04
olarak değil, öteki primatlardan aşamalı bir ayrılma olarak görür. Ve in·
san ile insan-olmayanlar arasındaki bu mesafe, insanlarda ses tellerinin
daha aşağı inmesi gibi fiziksel değişmelerle daha da açılmış olabilir. Bu
bizi öksürmeye daha yatkın hale getirse de, evrimsel bir ödül olarak, da
ha çeşitli konuşma seslerini üretmeyi mümkün kılmıştır.
İnsan dilinin ilk adımdan tümüyle ilerlemiş duruma kadar ki değiş
me hızı hata belirsiz kalmaktadır. Cambridge Üniversitesi'nde bir biyo
linguist olan john I.ocke, insanların yalnızca. küçük bir "kelime reper
tuarı"na sahip olduğu dilin ilk dönemiyle ile geniş bir söz dağarcığı ve
gramer yapısının gelişmesi arasında büyük zaman aralığı olabileceğini
söylemektedir. Dilin eksiksiz bir biçimde 100 bin yıl önce ortaya çık·
ması ile onun kullanılışının ilk tartışmasız kanıtı -yazılı olmak- çok az
kanıtın, çok fazla olasılığın olduğu bir süreçtir. Dilin, insan toplulukla
rının tarım gibi bir faaliyet için yeterince örgütlü oldukları anda göre
ce daha ileri bir aşamaya geçmiş olması mümkün olsa da, dilin çeşitli
lik düzeyinin bilinmediği on binlerce yıl hata bir bilinmez olarak dur
maktadır. I.ocke göre, belirli akrabalık kelimelerinin örneğin mama
·
1 05
ford'taki The Wellcome Trust Center for Human Genetics, İnsan Ge
nom Projesi'nden alınan bilgileri, konuşmayla ilgili genleri yöneten
proteinleri üreten geni belirlemek için kullanmıştır.
Oxford Üniversitesi psikiyatri bölümü müdür Tim Crow, bir insan
atasının Y kromozumunda ortaya çıkan tek bir genetik mutasyonun
dil edinme sürecini başlatabileceğini ileri sürmektedir. Bu teoriye gö
re bumutasyonu miras alan insanlar, daha büyük bir dil yetisine sahip
olmuş olabilir. Bu yeti · sayesinde, öteki insanlar üstünde bir avantaj
sağlamışlardır ve böylece yavaş yavaŞ dil yetisine sahip olanların ege
menliğini getirecek şekilde, daha büyük dil yetisine sahip olmuştur.
Buluşan Zihinler adlı çalışmasında Geoffrey Miller, dil becerileri
cinsel eşleri cezbetmenin araçtan olabileceği için, daha yetenekli dilci
lerin genlerini yaymada daha başarılı olacaklannı söylemiştir. Bu, sos
yal bir araç olaran dil hakkında daha başka anlayıştan davet etmekte
dir. Örneğin, dilin büyük gruplar arasında ilişki-inşa etmenin, primat
lar arasında yaygın olan fiziksel kur yapmadan çok daha etkili bir yol
olarak geliştiğini söyleyen teori.
Ghent Üniversitesi'nde mikrobiyolog ve Journal of Memetics'in
editörü Mario Vaneechoutte, "müzikal primat" teorisini ileri sürmüş
tür. Bu teoriye göre dil, tedricen karmaşıklaşmış semboller ve anlam
lara dönüşmüş olan ses desenerini kopya etme yeteneğiyle birlikte
şarkı ve müziklerden türemiştir.
Fakat Yale Üniversitesi dilbilimden emekli profesör Michael Stud
denKennedy, dilin kökenlerine dair her araştırmanın insan tecrübe
sindeki biricik yerinin hep farkında olması gerekecektir demektedir.
Üstelik dili analiz etmeye kalktığımızda kullanmak zorunda olacağımız
araç, yine dildir. "Dil, sadece düşüncelerimizi değiş tokuş etmenin bir
yolu değildir," der, Studden Kennedy. O, nasıl düşündüğümüzü gös
teren ve bir o kadar biçimleyen bir düşünme aracıdır.
Sean Coughlan
Serbest l�ar
1 06
Dil Nasd Evrimleşti?
Geoffrey Miller
1
Evrimci Psikolog, New Me.xico Üniversitesi
1 07
sanlar en az 100,000 yı l önce Afrika'da evrimleştiklerine göre, di l ini n
de bu kadar eski olması gerektiğini gösteriyor. Paleontolojistler Lie
berman 'ın sessiz Neanderthaller id�iasını yerle bir etmiştir. Fosillerin,
en fazla, modem insanların çıkarabildikleri bütün sesleri üretmeye
muktedir olmadıklarını akla getirmektedir o kadar. Bu onların kom•
şamadıkları anlamına gelmez.
Bu konudaki en önemli ilerleme, İngiliz hayvanbilimci Richard
Dawkins ile John Krebs'in 1978'deki hayvan iletişimi konusunda çığır
açıcı çalışmaları olmuştur. Bu ikili çalışmalarında hayvanların kendi
evrim hasımlarına yararlı bilgiyi vermenin yollarını evrimleştirmeleri
nln, hayli tuhaf bir şey olduğunu ileri sürdüler. Bu anlamda iletişim
özgecidir ve özgeci davranışların evrimleşmesi çok zordur.
Dawkins -Krebs devriminden beridir, biyologlar hayvanların bir
birlerine gönderdikleri sinyallerin çoğunun dünya hakkında değil,
kendileri hakkında olduğunu keşfetmişlerdir. Birçok hayvan sinyali
sadece, sinyalin ait olduğu türü, cinsiyeti, yaşı ve yeri açığa çıkarmak
tadır. Diğerleri sinyal verenin ihtiyaçlarını göstermektedir; örneğin
yavru kuşların açlıklarını bildirmek için attıkları çığlıklar. Sinyaller ara
sında en sık rastlanılanı, yırtıcı hayvanları onları kovalamaktan veya
rakiplerini onlarla dalaşmaktan alıkoymak ya da çiftleşme arayı şında
olan cinsel eşleri cezbetmek için sinyal verenin sağlamlığını -sağlığını,
enerji düzeyini, iyi beynini, iyi genlerini- gösteren sinyallerdir. Kuşla
rın şakımalanndan, balinaların şarkılarına, meyve sineğinin dans ın
dan e le k trik bal ığı n ı n voltaj dalgalarına kadar birçok hayvan sinyali,
şundan daha fazla bir şey söylemez: "Buradayım, erkeğim, sağlıklı
yım, benimle çiftleş." S i nyali n formu karmaşık olabilir; fakat mesajı
basittir. Bazı sosyal böcekler, ö rneği n arılar, kardeşlerini yiyecek kay
nakları hakkında b i lg il e ndirir bazı memeliler akrabalarını yınıcı hay
,
dan daha başarı l ı üremişlerd ir. Her zaman dünya hakkındaki gerçek
lerden b:ıhsetmeseler de, dil yetenekleri hep onlar hakkındaki ger-
111
çekleri, çocuk yetiştirirken ve ilişkiyi sürdüri,irken daha önemli olan
ki ş i li k le r
ile zihinsel niteliklerini gösteriyordu Dil yalnızca sözel kur
.
Yetişme mi
1 İnsan genomunun sıraya sokulması, genler ve çevrenin karşı
lıklı etkileşimine dair yeni ilgileri uyandırmış olabilir; fakat do
ğa mı yetiştirme mi tartışması, yüzyıllardır sürmektedir. 1700'
lerde Voltaire "Doğa her zaman eğitimden daha fazla güce sahip ol
muştur," diyerek nerede durduğunu sergiler. Oysa çağdaşı Jean-Jac
ques Rousseau, insanın iyi doğduğuna, fakat içinde yaşadığı toplum
tarafından yozlaştınldığına inanmaktadır. Daha önce, Rene Descartes
bilinçli sebepleri olan iç itkilerden bahsetmiştir. Oysa on yedinci yüz
yıl İngiliz fılozofu john Locke ve on dokuzuncu yüzyıl düşünürü
John Stuart Mili, davranışın bazı doğuştan itkilerden değil, gözlemle
nen dış dünyadan geldiğini düşünüyordu.
Ancak son 150 yıldır bu soruyla bilimsel bir tavırla ilgilenilmeye
başlanmıştır. Kalıtım araştırmasının temellerini atan Gregor Mende!
ile en işe yarar kalıtsal özelliklere sahip organizmaların bu özellikleri
gelecek kuşaklara aktarma şansına daha fazla sahip olduğunu açıkla
yan doğal seçim mekanizması tanımlayan, Charles Darwin'dir.
Sıradan bir keşişken Viyana'da bilim okuyan ve Brunn'daki manas
tıra başkeşiş olarak dönen Mendel'in bilimsel ilgisi, 1'itki eşleştirme
siydi. Birbirinden belirgin bir biçimde ayn özelliklere sahip bitkilerin
melezleri üzerine inceleme yapıyordu. Klasik deneyi, bezelye tanele
rinin rengi ve biçimiyle ilgiliydi; bu taneler ya yuvarlak, ya kınşık, ya
yeşil ya da san oluyordu. Mende! bunların kalıtımlannın yasalarını or
taya çıkardı ve bazı özelliklerin baskın, diğerlerinin çekinik olduğunu
ve bu özelliklerin ortaya çıkmasının aritmetik oranlarını gösterdi.
(*) ögenik. ing, eugenic. insan ırkının SO)'lçekim yoluıia zihnin \'e bedenen gelişıirilmesine
dair: gelecek nesillerin ıslahına aiı: kalııınıla geçen i)i hasfaılara sahip. Rcdhouse ıç.ıı . ) .
115
Sigmund Freud da bazı geniş kapsamlı doğuştan itkilerin mevcu
diyetini kabul etmişti; fakat o, hayatın ilk dönemlerindeki olayların
onları etkileme ve biçimleme yollarının önemine vurgu yapmıştır.
Psikoanalitk d üşünce biçimi, içerikleriyle birlikte, Amerika'da, Avru
pa'ya göre dah a çok kabul görmüştür.
Amerika'da psikoloji, yirminci yüzyılın ilk yarısının büyük bir kıs
mında cidd i bir biçimde, yeni doğmuş bir beyinde çok az doğuştan
programlama olduğuna, belirİ i uyaranlara yanıt olarak tepki verdiği
mize ve davranışlarımızın şartlanmamızın bir ürünü olduğuna inanan
davranışçılığın (egemenliği değilse bile) etkisi altındaydı. Psikolog
J.B. Watson ile, ardından B.F. Skinner, bu görüşün öncü taraftarlarıy
dı. İ nsan zihnini bir tabula rasa [boş levh a] ve dolayısıyla insan toplu
munu büyük ölçüde biçim verilebilir bir şey olarak gören Margaret
Mead ve d iğerleri gibi kültürel antropologlarla birlikte, toplum bilim
lerinde paralel gelişmeler yaşand ı. Gerileyen biyoloji değil, kültürdü.
İsyan kaçınılmazdı. Tartışmanın en fazla saldırılan alanlanndan bi
risi de, bil h assa ırkla ilişkili olarak, IQ'nun kalıtımsallığıydı. Amerika'
da Arthu r }ensen ile Britanya'da Hans Eysenc gibi akademisyenler,
davranışlarımızın ve karakterlerimizin büyük bir kısmının kalıtımsal
old uğuna dair hayli reklamını yaptıkları d üşünceleri nedeniyle nefret
kaynakları olmuşlardır. Örneğin Eysenck, IQ'nun 1/4 oranında yetiş
me ve doğa tarafından biçimlendirild iğini ileri sürmeyi severdi .
Doğa mı ye � işme mi tartışmasına dair daha tutarlı ve daha sağlam
Darwinci bir görüş, kısmen Konrad Lorenz, Niko Tinbergen ve en
önemlisi E.O. Wilson gibi bilim adamlarını yaptığı zahmetli hayvan
davranışları araştırmalarının kabul ed ilmesi dolayısıyla, yüzyılın son
üç on yılında yeniden ortaya çıkmaya başladı. Wilson, tarihsel bir öne
me sahip 1975 yılın da yayınlanan "Sosyobiyoloji : Yeni Sentez" adlı ki
tabında, insan davranışlarının kökenlerinin genetik olarak belirlen
miş olma ve insan ile hayvan arasındaki bu açıdan yapılan ay rı m ın
yanl ı ş yönlendirilmiş hir ayrım olma ihtimalini açık bir biçimde yeni-
1 16
den dirilten kişi oldu.
Wilson hem entelektüel, hem de siyasi olarak bir fırtına yarattı.
ırkçılık ve cinsiyetçilikle suçlandı. Genlerin kader olduğuna inanan
biyolojik belirlenimci olarak bir kenara atıldı. Sosyobiyoloji kelimesi
öyle gözden düştü ki, Wilson'un düşüncesine yakınlık besleyenler bi
le onu kullanmaya çekindi.
Bu esnada sadece biyologları değil, aynı :zamanda felsefecileri ve
sosyal bilimcileri barındıran bir grup Daıwin'e geri döndü ve evrimci
araştırmalarda yeni bir okulun temelini attı. Bu okulun görüşü, kaba
ca bizim türümüz doğal seçilim yoluyla, uzun dönemli bir avcılık-top
layıcılık varoluşuna uyum sağlamıştır, der. O zamanlar hüküm süren
çevresel ve sosyal örgütlenme bugünü nkinden dikkate değer biçim
de farklıdır. Fakat biyolojik açıdan, o zaman ne isek şimdi de oyuz;
çünkü insanları değiştiren bir güç olarak biyolojik evrim büyük ölçü
de yerini kültürel evrime bırakmıştır. Böylece öğrenilmiş insan davra
nışının yeni programlan eski kalıtsal özelliklere eklenmiştir. Bizim tü
rümüze neyin 'doğal' geldiğini öğrenmek istiyorsanız, on bin yıl önce
nasıl yaşadığımızı araştırın.
Psikolojiye uygulandığında bu , canlı tartışmalar yaratmış ve obez
liğin baskınlığı, kalp hastalığının artışı gibi meselelerde nüfuz edici
kavrayışlara yol açmıştır. Fakat meseleler büyük ölçüde gelenek kar-
-� şıtı kalmıştır. İnsan davranışına aynı ilkeyi uygulama -bilinen ismiyle
evrimci psikoloji-, bu anlayışın açık bir biçimde atası olan sosyobiyo
loji disiplinine dair eski tartışmaları yeniden canlandırmıştır. Evrimci
psikoloji karşısındaki savlar, daha az şiddetli ve daha sakindir.
Evrimci psikolojinin acımasız bir eleştirmeni olan biyolog Steven
Rose, beyin bilimi ile genetik bilimin ortaya çıkan sentezini nöroge
netik diye adlandırmakta ve onun insan davranışı üzerindeki ileri sü
rülen etkisini "nörogenetik belirlenimcilik" olarak betimlemektedir.
Rose "Ömür çizgileri" adlı kitabında şunları yazmaktadır: "Ancak en
aşırı indirgcrneciler Bosna savaşının kökenleri için Dr. Radovan Ka-
117
raclzic'in beynindeki sinir ileticilerinin mekanizmasındaki kusurlara
bakacak ve tedavisi için kitlelere Proı.ac önerecektir; nörogenetik be
lirlenimcilik tarafından ortaya atılan savların büyük bir kısmı bu aşırı
lıklardan pek uı.ak değildir."
Tartışmanın öte yanında Wilson, genlerin kader olduğunu söyle
diğini bizı.at inkar etmekte ve sosyobiyolojinin yaratacağı kızgınlığı
tahmin etmekteki başarısızlığının, toyluktan kaynaklandığını kabul
lenmektedir. Bununla birlikte, insanların davranış belirlemede atala
rının etkisini kabul etmekteki mevcut isteksizliğini anladığını söylü
yor: "Bütün zihinlerin aynı şekilde başladığını, bütün potansiyellerin
aynı olduğunu ve insanın davranışını herhangi bir yönde değiştirmek
için tek yapılması gerekenin çevreyi değiştirmek olduğunu söylemek,
daha rahat ve aynı ı.amanda daha kolay anlaşılacak bir duruştur."
İnsan Genomu Projesinin bulguları tanışmayı hangi yönde ve ne
kadar savuracağını baştan s söylemek zor. Genlerin büyük bir kısmı
nın belirlenmesi kendi başına hiçbir şeyi değiştirmez. Fakat araştır
macılar genler üzerinde çalıştıkça, onların çeşitli işlevlerini belirledik
çe resim değişebilir. Gerçekten de doğa tarafında olan birçok kişi, ar
tık rüzgarın kendilerinden yana estiğine inanmaktadır. tkiz araştırma
larının sonuçlarının başlattığı şeyin, molekül biyolojisinde doğrulana
cağına inanmaktalar.
Bununla birlikte birçoğu hiçbir etki altında olmayan genetik belir
lenimciliğe karşı hiçbir etki altında olmayan çevresel belirlenimcilik
ürünsüz kutuplaşmasından kaçınmak içi elinden geleni yapmaktadır.
Birçok bilimci artık hem çevrenin hem de kültürün bir rol oynadığı
na inanmaktadır. Tanışmanın odağı, onların mutlak etkilerinden ziya
de görece etkilerine kaymıştır.
Geoff' Watts
Bilim ve Tıp yazan ve televizyon yayması
1 18
Bizi Biçimleyen
Doğa mı Yetişme mi?
Micbael Rutter
Londra, Iüng's Kolej, Psikiyatri Enstitüsü
1
gelişimsel psikopatoloji profesörü
Davranış gen bilimi, son 7.aman lara kadar ağırlıklı olarak doğa
�
ve yetişmenin psikolojik gelişme ve zihinsel ra tsızlıklar üze
rindeki görece etkilerini incelemekle ilgiliydi. ikizler ve evlat
lıklar üzerine yapılan araştırmalar öncelikle genetik ve çevresel etki
leri birbirinden ayırmak için kullanıldı. Bulgular hem doğa hem yetiş
menin gücünü göstermede tutarlı ve önemliydi. Her ne kadar gene
tik faktörler bazı rahatsızlıklarda (örneğin şizofreni ve otizmde) açık
bir biçimde baskın, çevresel faktörler de (suç gibi) diğer şeyler için
aynı etkiye sahipse de, ikisinin etkileri toplamda yaklaşık olarak denk
görünüyordu.
Doğa ve yetişmeyi, ayn ve bağımsız saymanın yanlış yönlendirici
bir aşın basitleştirme olduğu, artık açıkça anlaşılmıştır. Etkiler, hem
korelasyonlar hem etkileşimler açısından, ikisinin karşılıklı oyununa
bağlıdır.
Onaya korelasyonların çıkmasının sebebi genlerin, çevresel risk
lere maruz kalmadaki bireysel farklılıktan üç farklı mekanizmayla et
kilemesidir. Birincisi ebeveynler, hem genlerini çocuklarına geçir
mekte, hem de onların yetişme çevrelerini tedarik etmektedir. Gene
tik ve çevresel etkiler arasındaki korelasyon, bir bütün olarak b�ıldı
ğında, zihinsel rahatsızlıklar için yüksek bir riski içeren genlerini ak
taran ebeveynlerin, aynı zamanda daha az optimal yetişme çevres i
sunmaya eğilimli olduğu gerçeğini yansıtır. Örneğin, kendi mükerre r
119
depresyonlarından veya sürekli uyuşturucu ve alkol sorunlarından
ciddi bir biçimde mustarip ebeveynlere, çocuk yetiştirme daha zor
gelebilir. Çocuklar için riskler, bu yüzden genetik ve çevresel olanın
bir bileşimidir. Geleneksel analizlerde, birleşik etki tümüyle genlere
atfedilmiştir, oysa gerçekte bu, doğa ve yetişmenin müşterek eylemi
ni kapsar.
İkincisi, insanlar, kendi çevrelerini kendi davranışları vasıtasıyla
seçerler. Böylece, örneğin genetik etki altında müzikle ilgili, sponif
ve matematiksel yeteneklere sahip bir çocuk,. bu uğraşlara, diğer ço
cuklara göre daha fazla (ve muhtemelen daha kaliteli) zaman ayıra
caktır. Bu tür yeteneklerin daha ileri düzeyde gelişmesi, demek ki,
çocuğun genetik arkaplanı kadar bu çevresel avantajların etkisinde
olacaktır. Genler çevrenin biçimlenmesinde ve seçilmesinde hali ha
zırda anahtar bir rol oynamışlardır; fakat etki, doğa ve yetişmenin bir
araya gelişini yansıtacaktır. Yine geleneksel analizler, etkileri , çevre
nin ortam oluşturucu rolüne rağmen, genlere atfeder.
Üçüncüsü, insanların, genlerce etkilenmiş davranışları onların
başkalarıyla etkileşimine etki etmesidir. Örneğin anti-sosyal bireyler,
bir sosyal destek eksikliğine yol açan, ilişkileri sona bitmeye meyilli
hale getiren ve işlerini tehlikeye atacak düşmanlığı ve istenmemeyi
kışkınan biçimlerde davranmaya diğer insanlara göre daha eğilimli
dir. Bütün bu etkiler, hayli önemli miktarda çevresel riskleri kapsar.
Burada da genler, bireylerin riskli çevreleri tecrübe etmeye az ya da
çok eğilimli hale gelmesinde önemlidir; risk, her ne kadar normalde
genetik etkilerin tahminine dahil edilse de, gerçekte hem genetiktir
hem de çevresel ortamdan gelmektedir.
Bu bu lgular, hem genetik hem psikososyal araştırma için can alıcı
öneme sahip içerimler taşımaktır. Genbilime yönelik mesaj , genetik
etkinin bir kısmının onun çevresel etkilere maruz kalma üzerindeki
doğrudan olmayan etkisinin varyasyonlarında yattığıdır. Demek ki
hem doğayı hem yetişmeyi kapsar ve onu sadece genetik olarak ad-
1 20
!andırmak yanlış yönlendiricidir. Psikososyal araştırma için mesaj ise
,paralel bir mesajdır: tümüyle çevresel görünen etkilerden bazıları,
gerçekte, kısmen genetik ortamdan geçmiştir.
Genetik etkinin yılmaz savunucuları, psikososyal araştırmadan,
bu zemihden hareketle kunulmak istedi. Fakat eleştirileri mesnetsiz
dir; birincisi genetik bulgular, genellikle, varsayılan çevresel etkilerin
ancak bir azınlığının genetik onama maruz kalmış olduğunu göster
diği için, ikinci olarak da genetik analiıler, çevresel risklere ortam
oluşturmanın m�vcudiyetini doğruladığı için. Örneğin, çevresel fak
törlerin bütün genleri ortak olan tek yumurta ikizlerindeki sonuçla
nn farklılığını açıklayabildiği kanıtlanmıştır.
Genler ve çevre arasındaki korelasyon için bu kadar yeter.
Gen/çevre etkileşimi biraz daha farklı bir mekanizmayı yansıtır. Çev
resel risk araştırmasında çocukların (ve yetişkinlerin) tepkilerinde
devasa farkılıklar olduğu bulgusu evrenseldir. Çünkü herhangi bir ve
rili çevresel tehlike için, bu tehlike ne kadar şiddetli olursa olsun, ba
zı bireyler büyük ölçüde mustarip olurken, diğerleri ana aleyhte etki
lerden kaçar görünmektedir. Genetik faktörler yatkınlık ve zayıflıkta
ki bireysel değişmelerde can alıcı bir rol oynamaktadır. Bu tür etkiler
biyoloji ve tıpta da söz konusudur. Böylece, baharda çiçek tozlarına
maruz kalma, bazı bireylerde şiddetli saman nezlesine şebep olurken,
diğerleri hiçbir şekilde etkilenmemektedir. Bu bireysel farklılıklar ge
netik etkilerle ilgilidir. Dahası bireysel yatkınlık genlerini inceleyen
moleküler genetik araştırma, genlerin ve çevrenin sigara içmeden,
baş dönmeleri ve enfeksiyonlara kadar çeşitli risk faktörleriyle ilgili
olarak, birlikte etkide bulunduğunu teyit etmiştir. Yatkınlık genleri
nin yokluğunda bu tür bozuklukların vuku bulma ihtimali çok azdır,
üstelik ihtimal çevresel risk faktörlerinin yokluğunda da azdır. Bura
da da eski tarz niceliksel genetik analiz, bu etkinin tümünü genlere
atfederdi , oysa fiilen o, doğa ve yetişmenin bileşiminden çıkıyor.
Gen/çevre korelasyonunun ve etkileşiminin varlığı ve yaygınlığı,
1 21
etkilerin herhangi bir değerlendirmesinin, asgari düzeyde, doğayı,
yetişmeyi ve bu ikisinin bileşik etkisini ele alması gerektiği anlam ına
gelir. Veriler bu bileşik etkinin görece boyutu hakkında herhangi bir
genel sonuç çıkarmaya yetmeyecek kadar azdır ve büyük ihtimalle
bu, farklı kişilik özellikleri ile düzensizliklere göre değişmektedi r.
Açık ki, bu önemsiz deği ldir, fakat önemini aşın vurgulamadan kaçın
mak da, bir o kadar gere klid ir. ınıa, çevresel zıt etkilerden bağımsız
temel genetik etkilerin veya genetik olarak yatkın olmayan bireyler
üzerinde çevresel etkilerin var olup olmadığını sormamız gerekiyor.
Genetik etkilerin bağımsız önemi güçlü bir olgu temeline sahip
tir. Örneğin hem şizofreni hem de otizmle ilgili kanıtlar, bu bozu k luk
lar için genetik risklerin, çocukların herhangi bir çe!resel teh li keyle
karşılaşmalarına bağlı o lmadığını işaret etmektedir. Muhtemelen aynı
şey, belirli bir dereceye kadar, diğer fiziksel özellikler için de söz ko
nusudur. Büyük ihtimalle genetik yatkınlık gerektirmeyen bazı çevre
sel.etkiler mevcuttur; fakat bunlar açı k bfr şekilde gösterilememişti r.
"Doğa mı yetişme mi? sorusuna iki uyan eklenmelidir. İlk olarak,
genet ik olmayan etkiler, illa da özel çevresel etkileri kapsamaz. Bu
nun sebebi biyoloj i k gelişmenin, belirlenimci olmaktan ziyade tesa
düfü olmasıdır. Başka bi r deyişle evrimsel kökenli genetik program,
genel bir kuralı veya planı belilerken, her bireysel sinir hücresinin
(veya h erhangi bir h ücreni n) ne yaptığını belirlemez. Tesadüf ve ge
nel düzensi zli k hafife alınmaz bir rol oynar. Böylece, her dişi iki X
kromozom u na sahipken, bunlardan yalnızca biri etkindir ve hangisi
nin etkin olduğu büyük ölçüde tesadüf tarafından belirleni �örünü
yor. Hangisinin etkin o ld uğu , bazı şanlarda önemlidir, çünkü bir X
babadan ve biri de anneden kalıt alınır. Genel düzensizlik biyolojik
genişlemede çok yaygındır. Böylece, çoğumuzun şu ya da bu türden
küçük anomalileri vardır (Örneğin fazladan bir meme ucu , fazladan
bir diş, eksik bir kas, göz kapağının t uhaf bir biç i mde katlanması, asi
metrik ten oluşumları veya tuhaf bir biçimde duran kulaklar) . Bu tür
1 22
anomaliler grup düzeyinde daha anlamlıdır. Tek çocuklara göre ikiz
lerde veya yaşlı annelerden doğan çocuklarda bu durum, daha fazla
dır; fakat hiçbir belirgin çevrese l faktör, bireysel bir düzeyde vuku
bulmalanndan sorumlu görünmemektedir. Dahası birçok anomalinin
işlevsel bir sonucu yoktur. Bununla birlikte yine de önemli olabilirler,
çünkü gelişmenin hafif bir biçimde bozulduğunu göstermektedirler.
Düzensizlikler, herhangi bir çevresel risk tecrübesinin sonucu olmak
tan ziyade, gelişimsel kusurlar ile genetik risklerin bir bileşiminin so
nucu olabilir.
İkinci uyan şu ki, her ne kadar genetik ve çevresel etkileri nicele
mek için bireysel farklılıklara bakmak gerekiyorsa da, bunların aynı
zamanda belirli bir özelliğin ortaya çıkma sıklığı üzerindeki etkisine
de bakmamız gerektiğidir. Son yanın yüzyıldır gençler arasında mad
de kullanımı ile suçta, genç erkeklerde de intihar oranlannda devasa
bir artış görülmü ştü r. Bu atışların hızı, açık bir şekilde bir tür çevre
sel etkiyi işaret etmektedir. Yirminci yüzyıl içinde ayrıca boyda ile IQ'
da bir artış olmuş ve adet görme yaşı düşmüştür. Bundan da yine çev
resel etkiler sorumludur. Araştırma bulgularının düzeni , belirli özel li
ğin sorumlusu olan faktörlerin, bu özelliğin bütün nüfusta ortaya çı
kış düzeyi veya sıklığından sorumlu faktörlerle illa de eş anlamlı ol
madığını göstermektedir. Bu genetik faktörler, bireysel boy farkları
için büyük ölçüde sorumluyken, son yüzyıldaki ortalama boydaki de
vasa artıştan (yirmi santimetre veya fazlası) sorumlu değildir, bu ne
redeyse kesin bir şekilde beslenmeyle i lgili bir şeydir. Yüksek, hatta
çok yüksek bir kalıtımsallık çevresel şartlarda esaslı bir değişmenin
büyük bir fark yaratmayacağı anlamına gelmez.
Bu doğaca mı yoksa çevrece mi biçimlendirildiğimiz sorusu açısın
dan ne demektir? Cevap her ikisi de olmak zorunda. Bununla birlikte
araştırma bulguları bu ikisi arasındaki karşılıklı oyundan daha fazlasını
işaret etmektedir. İnsanlar arasındaki farklılıkların büyük bir kısmı, do
ğa ve yetişmenin birbirini beslediği bileşiminden gelmektedir.
1 23
Soru , bir anlamda yanlış bir sorudur. Kalıtımsallığın yü ksek veya
düşük olmasının yarattığı büyük farklar yoktur (tabii bu oran, yüzde
sıfır veya yüzde yüz değilse) . Asıl mesele, genetik ve çevresel etkile
rin görece kuwetleri değil (çü nkü bu her durumda şartlara göre de
ğişiklik gösterecektir) , bunların etkilerini uyguladıkları mekanizma
lardır. Gelecek buradadır. Anti-sosyal davranış üzerindeki genetik et
kiler, heyecan arayışı veya düşüncesiz hareketle ilişkili dolaylı riskler
le mi , yoksa saldırganlıkla ilgili daha doğrudan risklerle mi, yoksa
yüksek kaygıyla ilişkili koruyucu etkiler aracılığıyla mı işliyor?
Moleküler biyoloji, rastlantısal süreçleri anlamada önemli bir rol
oynayacaktır. Bugüne kadar, zihinsel bozukluklar alanındaki birçok
araştırma, bir sonuç işaret etmemektedir; çünkü rastgele atış, ancak
bu kadar elde edebilirdi. Fakat moleküler biyoloji bir kez bir veya da
ha fazla yakınlık geni belilerse ve işlevsel genom araştırması bu gen
lerin proteinler ve protein ü rünlerin ortaya çıkardığı biyolojik süreç
ler üzerindeki etkilerini gösterme noktasına varabilirse, altta yatan bi
yolojik olarak tesadüfi mekanizmaların araştırmasını daraltmaya yar
dım edecektir.
Ne var ki araştırma, ancak doğa ile yetişme arasındaki karşılıklı
oyunun soruşturmasını kapsıyorsa tam anlamıyla başarılı olabilir. Bu
nun sebebi, sonuçlar üzerindeki hayati öneme sahip bazı genetik et
kilerin özel çevresel risklere maruz kalmaları veya yatkın olmaları
üzerindeki etkisiyle ilgili olmasıdır. Yani araştırma hücre içinde işle
yen süreçlerin ötesine, bireylerin kendi çevreleriyle nasıl etkileşime
girdiğini ve dolayısıyla genetik olarak etki altındaki yatkınlıkların be
lirli davranışlara vasıta olan bireysel yollan kapsayan süreçlere doğru
genişlemelidir. Bu görev başarılabilir, fakat başarı kolay olmayacaktır
ve muhtemelen çok zaman alacaktır.
1 24
Kadın ve Erkek
Nasıl Farklıdır
l "Neden kadınlar bir erkek gibi olamıyor?" diye soruyor My Fa
ir Lady adlı müzikalinde Henry Higgins, arkadaşlarının içgüdü
sel sempatisini üstüne çekerek. Erkekler hayattaki önemli şey
lerde çok daha iyidir. Susmanın erdemini bilirler. İhtişamla koşar, bir
topu şaşmadan hedefine fırlatabilir, bir aracı ilk denemede kusursuz
bir biçimde park edebilir. Ağlamaz veya ufak meselelerde alınganlık
göstermezler.
Son on yılda bilim adamları, erkeklerin yetenekler listesine yeni
maddeler eklerken, kadın başarılan ile ilgili aşılması zor bir indeks ha
zırlamışlardır. Higgins'in himayesindeki Eliza Dolittle gibiler kadınla
rın daha gelişmiş bir cinsiyet -dilde akıcı ve ifade gücü yüksek, oku
mada üstün, gramerde usta- olduklarını fazlasıyla kanıtlamaktadırlar.
Kadınlar başkalarının niyetlerini ve ruh hallerini ustalıkla değerlendir
me ve karmaşık bir sosyal ilişkiler ağını başarıyla yürütme kapasitele
rine sahip, daha sakin yaratıklardır.
Mizahçılar ve felsefeciler asırlardır cinsiyet farkları üzerine yaz
maktadır, birçoğu ortaya koy.duğu şeyin tartışmasız olduğuna inanı
yordu. Ancak yirminci yüzyıla gelindikten sonradır ki toplumun ken
di tiplerini oluşturduğu inancı güç kazanmıştır. Cinsiyetlere uygula
nan fikir 1960'larda epey moda oldu ve sosyal bilimciler kadınların
davranışlarının ne dereceye kadar, özellikle rol modelleri ve medya
aracılığıyla, toplum tarafından dikte edildiğini ortaya çıkardı. Birçok
sosyal bilimci cinsiyet farklarının yaratılmasında (doğurganlık özelliği
hariç olmak üzere) hiçbir özelliğini biyolojik temelli olmadığına ina
nıyordu. Bugün artık biyoloji temelli bir disiplin tarafından dogma
tizmle suçlanmaktadırlar.
Yeni-Daıwinciler ihtiyatla hareket etmek zorundadır. Atalan -sos
yal Darwinciler- Daıwin'nin doğal seçilim teorisini kölecilik, ırksal ay
rımcılık ve işgalleri bilimsel görene bir temel sunmak için kullanmış
tı. Bugün kendilerine evrimci psikologlar diyorlar ve cinsiye� ayrımla
rı konusundaki duruşları şöyle: üreme için farklı stratejiler benimse-
•
1 26
miş olan farklı biyolojilerinin etkisindeki kadınlar ve erkekler, farklı
davranışlar, değerler ve dünyayı algılama biçimleri geliştirmiştir.
Bütün her şey, yolların aynlması, döllenmeden sadece on iki haf
ta sonra, hormonlann büyük bir durulamadan geçmesiyle başlıyor.
Rahimde, küçük ceninin beyni bu ana kadar dişildir; bu andan sonra
eril ceninler androjenler olarak bilinen eril hormonlar salgılamaya
başlar. Bu hormonlar beyni yükseldiklerinde, bazı_ sinisel ağları güç
lendirip, bazılarını güçsüzleştirerek, beyni biçimleyip yeniden örgüt
lemektedir. Erkeklik başlamıştır.
Amniyosentez teknikleri bu sürece açılan bir penceredir. Rahim
den küçük miktarda bir sıvı çekerek bilim adamları ceninin androjen
düzeyini ölçebilmektedir. Bundan sonra bunların bebeklik davranış
larıyla daha önceki cenin çevresinin koşullarını korelasyona sokmaya
çalışırlar.
Cambridge'li bilimciler Svetlana Lutchmaya ve Simon BaronCo
hen, böyle bir çalışmayı daha yakınlarda bitirmiştir. Konu olarak ken
dilerine, normal sosyal gelişmede çok önemli bir yere sahip olduğu
düşünülen bir davranışı, diğer insanlarla göz temasını seçmişlerdir.
Evrimci teori, kız bebeklerinin daha büyük toplumsallaşma becerile
rine giriş olarak duygulara ve yüzlere olan daha derin ilgilerinden do
layı erkek bebeklere göre, daha fazla göz temasında bulunacağını ön
görüyor.
Araştırmada, on iki aylık bebeklerde, ana rahminde en az androje
ne tabi olanlann ebeveynleriyle en fazla göz teması kuranlar oldukları
nı bulgulamışlardır. Bu usta iletişimciler, genellikle kızlardan oluşmak
tadır, cinsiyetler arasında kesişmeler söz konusu olsa da bu kesişme,
rahimdeki androjen miktarlarındaki kesişmelerle aynı yöndedir.
Bu tür bulgular, kızların daha iyi sosy;ıl becerilerle doğmuş oldu
ğuna doğrudan bir kanıt oluşturmayabilir. Aksine, erkek ve kız ço
cuklannın cinse bağl ı ilgiler ve farklı tecrübeler arama güdüleriyle
doğmuş olma ihtimalini gösterir. Kızlar daha ilk gü nden itibaren yüz
1 27
ifadelerini, heyecanları 'gözlemlemeyle ilgilidir ve tedricen sosyal an
lamda daha uyumlu hale gelmektedir. Bu , kalıcı beyin değişiklikleri
ne yansıyor olabilir.
"Cinsiyet honnonlanna erken dönemde maruz kalma, beyin ör
gütlenmesinde çok büyük olmayan farklılıklara yol açabilir, fakat bu
değişiklikler aynı 7.amanda oğlan ve kızlan bu ilk farkları yavaş yavaş
antıracak olan fualiyetlere yöneltir görünmektedir," diyor Male, Fe
male, " İnsan Cinsiyet Farklannın Evrimi" adlı kitabın ya7.an, psikoloji
profesörü David Geary.
Üç yaşındaki çocuklar üzerine yapılan araştırmalar, başka farkları
da ortaya çıkarmıştır. Bazı çocuklarda rahimdeki hormon durulaması
ters gidiyor ve bunun bir sonucu olarak rahimse! adrenal aşın salgı
laninası denilen bir durum oluşuyor, yani, yüksek androjen düzeyle
rine maruz kalıyorlar. Londra City Üniversitesi'nden Melissa Hines'e
göre bu kızlar, böyle bir şeyden etkilenmeyen kızlara kıyasla atletik
anlamda daha rekabetçi oluyorlar. Oyuncak bebekler yerine mekanik
ve yapısal oyuncaj<lan, anne ve hemşire rolleri yerine, itiş kalkışı ter
cih ediyorlar.
Sekiz ve on bir yaşlarında, yollann daha da aynldığına ve erkekler
de u7.amsal becerilerin gelişmesine dair kanıtlar söz konusudur. Bu
yaştaki erkek çocuklan kızlara oranla daha fazla gezmektedir. Bu kıs
men anne ve babalannca onlara daha fazla özgürlük tanınmasından
kaynaklanmaktadır; fakat araştırmalar, bu farklılığı hariç tutmaya ça
lışmıştır. Kızlann büyük bir çoğunluğu nun keşif yapmaya daha az is
tekli olmasına rağmen, gezmeye teşvik edildiklerinde yön bulma be
cerilerini geliştirdiklerini bulgulamışlardır. Yine er�ek çocuklann iç
güdüsel olarak aradıkları farklı çevresel tecrübeler, bazı beyin çevrim
lerini etkin bir şekilde geliştirirken, diğerlerini yok ediyor olabilir.
Hormonlann etkisi yetişkinlikte de devam eder. Araştırmalar ka
d ı nl a rı n dil yeteneklerinin ostrojen çevrimleriyle birlikte dalgaland ı
ğını, cinsiyet değiş t i re n erkeklerin hormon tedavisinden sonra d il ye-
1 28
teneklerinde gelişme görüldüğünü göstermektedir.
Hormon düzeyleri ile davranış arasındaki bağlantı, beyin yapısı ile
davranış arasındaki bağlantıyı göstermekten daha kolay olmuştur. Ba
zı bilim adamları kadın ve erkek beyinlerinde, yapısal farklılıklar. bul
duğuna inanmaktadır. Örneğin Johns Hopkins Üniversitesi'nden
Godfrey Pearlson, manyetik titreşim imaj taraması aracılığıyla, beyin
kabuğunda iç-pariyetal lop denilen ve erkeklerde kadınlara göre
önemli ölçüde büyük olan bir beyin bölgesi bulduğuna inanmaktadır.
Fakat bu tür şeylerin çok azı doğrulanmıştır. Üstelik bugüne kadar bu
farkları davranışlarla korelasyona sokan davranışlar "hayli kabadır" di
yor Kaliforniya Üniversitesi'nde bir beyin biyologu olan Roger Gors
ki. "Bu zaten çok zor bir iştir; beyin, sayısız kontrol mekanizmasına
sahip."
Bilim adamları beyin faaliyetlerinde sürekli farklar bulgulamış gö
rünüyor. En iyi bilinen örnek, belki de, dil konusunda görevli olan er
keklerin ve kadınların beyin taramalarıdır. Birçok kadın hem sağ hem
sol beyin yanın kürelerini kullanırken, birçok erkek sadece bir tarafı
kullanmaktadır. Aynca iki yarım kürenin birden kullanılmasının, es
nekliğe, akıcılığa ve bağlantıları daha kolay görme yeteneğini ortaya
çıkardığına inanılmaktadır.
Kızların ve erkeklerin farklı davranışlarının biyolojik bir içeriğe sa
hip olduğuna inananları için ikinci adım, bunun sebebini anlamaktır.
Evrimci psikologlar, cevabı cinsel seçilim de aramaktadır. Birincisi, en
İyi uyum sağlayanın hayatta kalması olan Daıwinci evrimin, ikinci jl
kesidir bu. Bir genin bir sonraki kuşağa geçmesini garantiye alah
şey,sadece hayatta kalma değildir, üreme başarısı da özseldir. Yani,
üreme başarısını gösteren genler kuşaktan kuşağa aktarılırlar. Tuhaf
tır ki, kadı nlarda üreme başarısında sorumlu genler, erkeklerde başa
rıyı sağlayanlardan farklıdır. Bunun sebebi, üremenin basit biyo lojik
gerçekleridir. Bir kadın ne kadar uğraşırsa uğraşsı n, ancak yılda bir
çocuk üretebilir, oysa erkeklerin üreme olasılıkları neredeyse sonsuz-
1 29
dur. Bu iki gerçekli f farklı eş bulma stratejilerini ge rekti rme ktedi r .
1 30
lığın kökenidir. Çünkü, örneğin, cinsel sadakatsizlik hakkındaki dedi
kcxlular bir kadının evliliğinin geleceğini etkiler.
Son yıllara ait keşiflerden en sansasyonel olanı nihai güce, erkek
seçimine işaret etmektedir. Buss'un araştırması dünyadaki bütün er
keklerin kum saati biçimindeki kadınlardan hoşlandığını göstermek
tedir. Daha kesin ko�uşursak 0,7 kalça ve bel oranı. Evrimci psikolog
lar, belin kalçadan yüzde 30 daha küçük olduğunu gösteren bu ora
nın, sağlık, gençlik ve doğurganlığı gösterdiğini ileri sürmektedir. Ö r
neğin 0,85'in üstündeki bir oran kadınlan, bir dizi psikolojik rahatsız
lık riskine sokmaktadır ve hamile kalma şanslarını azaltmaktadır.
Bu sonuçlar ve gözlemlerden bazıları ham gelebilir, fakat birçok
evrimci psikologun, bunun cinsiyet farklarını anlamamıza sadece bir
başlangıç oluşturduğu savını anlamak önemlidir. Biyolojik temelli
eğilimler çevrece desteklenebilir, tersine çevrilebilir, yön değiştirile
bilir, karşı çıkılabilir, bastırılabilir. Kültür, erkek rekabeti içgüdüsünü
cinayete varan bir şiddete veya işte kariyer yapma hırsına dönüştüre
bilir. Karşıt cinsten farklıyız, çünkü evrim bizi farklı olacak şekilde be
lirlemiştir ve hormonlar bunun hammaddesini sağlar. Fakat bu mad
deden ne yapacağımız, topluma kalmıştır.
Aisling lrwin
Ödüllü Bilim Yazan
131
Kadın ev Erkek Nasd Farklıdır?
Janet Radcliffe Richards
1
Bioetiks okutmanı, Londra Üniversitesi
1 32
nm, zihin farklarıyla ilgili herhangi bir korelasyondan kaçı n mayı ba şa
rırsa bu şaşınıcı olacaktır; Mill'den beri epey bir yol kat etmiş olan bi
lim, bunun tersini göstermektedir. Anık cinsiyetler arasındaki duygu
sal ve zihinsel farklara dair doğrudan kanıtlara sahibiz; üstelik evrim
ci psikolojinin sunduğu yeni yaklaşımdan daha fazlası geliyor.
Evrimci psikoloji, doğal farklar hakkında hipotezler üretmek için
evrimci süreçlere dair kavrayışımızı kullanarak, cinsiyetler arasındaki
b1ğlanndan çözülen doğal ve kültürel farklar sorunuyla uğraşmakta
dır. Bizı.at Daıwin, evrim zeka ve hissetme yeteneğine sahip yaratık
lar ürettikten sonra, bu niteliklerin evrimin kaderinde en az atalarımı
zın kaderinde rol oynayan diğer şeyler kadar önemli bir rol oynayaca
ğı· gerçeğini kabul etmişti. Ve -neredeyse hissetme yeteneğine sahip
bütün diğer türler de dahil olmak üzere- cinsiyetlere bu açıdan bakıl
dığında, erkeklerin ve kadınların, sadece üreme sistemleri farklı oldu
ğu için, dikkate değer ölçüde farklı mizaçlara sahip olmalarını bekle
mek gerektiği aşikar hale gelmektedir.
Bütün gücünü üremeye harcayan bir insan dişisi bile, yalnızca yıl
da bir çocuk üretebilir. Bir insan erilinin üreme potansiyeli yalnızca
kadınlara yaklaşma kapasitesiyle sınırlıdır. Bu bile tek başına evrimsel
başarı için farklı psikolojik özelliklerin gerektiğini akla getirir. Bir ka
dın bir çocuk sahibi olmak için, hemen hiçbir aktif çaba göstermek
zorunda değildir, erkek ise, damızlık olarak kullanılmıyorsa, bunun
için özel çaba harcamak zorundadır. Kadının girdiği cinsel ilişki mik
tarı onun üreme potansiyelini hiçbir şekilde arttırmaz, bu yüzden
eğer duygulan onu yüksek genetik kaliteye ve (tercihen) çocuklara
verecek güvenilir kaynaklara sahip erkekleri seçme yoluyla yavruları
nın kalitesini antırmaya iterse, onun için en hayırlısı bu olduğu için
dir. Öte yanda erkek daha büyük risklerin peşindedir, çünkü adil ola
rak üzerine düşenden daha fazla çocuk sahibi olabilir, fakat aynı za
ma nda daha büyük kaybetme risklerini üstlenir; çünkü bu eylemi ,
avucunu yalamakla nihaye t bulabilir. Evrimci rekabette başarı lı olmak
1 33
istiyorsa , kadınlannki nden hayli farklı duygusal özelliklere ihtiyJç du
yacaktır erkek.
Bu minvalde yapılan akıl yürütme, kadın ve erkek arasındaki fark
lara dair bir düzine hipotez doğu rmuştur. Sorun şu ki, kü ltürel indir
genme diye son dönemlerin feminizmi tarafı ndan bir kenara atılan bu
hipotezlerin birçoğu, doğal seçilimin cinsiyetlerin doğasına derinden
işlemiş olabileceği farklara daird ir.
Ö rneğin evrimci akıl yürütme kadınların kendisinden destek ve
1 35
keğin doğasını anlamak ise, on la rı n nasıl uyu m içinde yaşay:ıcaklannı
bilmektir.
Fakat Daıwin'in karmaşık bir şeyin basit bir şeyden baştan belir
lenmiş herhangi bir amaç olmadan nasıl çıkabileceğini ilkesel olarak
gösteren doğal seçilim yoluyla evrim açıklaması, temelde bulunan
hiçbir ahlaki değerin veya herhangi bir doğal uyumun olmadığı fark.
lı bir dünya ortaya sermiştir. Bu dünyada -ve aslına bakarsanız mo
dem bilimin dünyasında- bir şeyin doğasını betimlemek, onun doğal
yeri hakkında veya onun için neyin iyi olduğu hakkında hiçbir şey
söylemez. Sadece onun neye benzediğinin ve diğer şeylerle nasıl et
kileşime girdiğinin tarafsız bir açıklamasını verir.
Mesele şu ki doğa hakkındaki bilim öncesi, Darwin öncesi fikirler,
teoride onları bir kenara atmış olan insanlar arasında bile var olmaya
devam etmektedir. Bu, evrimci psikolojinin iddialarına ben7.er savla
rın yanlış yorumlanmasına, yanlış temsil edilmesine yol açmaktadır.
Örneğin Darwinci bir dünyada, eleştirmenlerin sık sık dile getir
diklerinin aksine, kadın ve erkeğin duygularına evrimin şekil verme
biçimi hakkındaki iddialarda cinsiyetler içinde psikolojik bir aynılığa
veya ikisi arasında kesin çizgilere dair hiçbir ima yoktur. Doğal seçi
lim yoluyla evrimin hammaddesi çeşitlilik olduğu için, bunun her 7.a·
man var olması beklenmelidir. Değişmez özlere veya doğal türler ara
sında açık ayrımlara dair fikirler, yalnızca düzenli bir evrenden bahse
den daha eski bir düşünceye aittir.
Darwinci bir dünyada, yine, cinsel farklılıklara ait iddialar hiçbir
genetik belirlenimcilik iması taşımazlar. Erkeklerin ve kadınların do
ğaları dolayısıyla farklı olduklarını söylemek, onlann gelişmelerinin
ve eylemlerinin genler tarafından belirlendiğini söylemek değildir; sa
dece farklı oldukları ölçüde, benzeri çevrelere farklı biçimlerde tepki
verecekler demektir.
Bir şeyin doğasını anlamak, tam olarak, bu doğanın hangi koşul
larda değişeceğini anlamaktır. Yine doğanın değişmediği fikri Daıwin
1 36
öncesi dünyaya ait bir fikirdir ve evrimci psikolojinin iddialarıyla hiç
bir şekilde ilişkili değildir.
En önemlisi, Oaıwinci bir dünyada, cinsiyetlere dair keşifler hiçbir
şekilde nasıl yaşamaları veya birbirleriyle nasıl ilişkiye girmeleri ge
rektiği hakkında en ufak bir imada bulunmaz. Farklı cinslerin çıkarla
rının -ister evrimsel ister kişisel olsun- rastlaştığım söylemek için en
ufak bir neden yoktur. Gerçekten de evrimci yam Robert Wright,
cinsiyetlerin neredeyse birbirlerini mutsuz etmek için tasarlanmış gö
ründüklerini söyler. Doğal seçilim, ancak uyum üremeye katkıda bu
lunuyorsa uyum üretir. Evrimci açıdan cinsler rakiptirler. Birbirlerine
yakışan veya iyi niyetli çiftler tarafından hangi sonuca ulaşılırsa ulaşıl
sın, ev için uyum veya sosyal adalet için herhangi bir doğal reçete
yoktur. Başka şekilde düşünmek yine, düzenli bir evrene dair gele
neksel fikirleri modem bilimin dünyasına ithal etmektir.
Aynı hata paradoksal biçimde çok karşı çıkılan Daıwinciliğin mü
cadeleyi meşrulaştırdığı fikrinde de kendini gösterir. Bazı türlerin er
kekleri arasında popüler olan bir fikre göre, eğer önüne gelenle yatıp
kalkma ve hatta önüne gelene tecavüz etme onlann evrimsel tema
yülleri ise, onları engelleyerek evrimsel gelişmeyi kesintiye uğratma
mamız gerekiyor. Fakat tek amaçlı ilerleme olarak evrim fikri de evri
min ilerlediği doğal bir düzen fikrine dayanır. Oaıwinci evrimin önün
de ve ötesinde bu tür yollar yoktur. Herhangi bir türden ilerleme için
bizim neyin ilerleme olduğuna karar vermemize ve sonra onu yarat
maya çalışmamıza bağlıdır.
Yapmayı umut ettiğimiz şey ne olursa olsun, onu, karşı karşıya bu
lunduğumuz şeyi anlamadan yapamayız. Eğer bilim bize kadınların ve
erkeklerin farklı olduklannı, kesinlikle öyle göründüklerini söylüyor
sa, bu bilmemiz gereken bir şeydir. Yapmamız gereken son şey, insan
doğası hakkındaki Oarwinci fikirleri, Darwin öncesi dünyanın fosille
riyle karıştırmamaktır.
1 37
Aşk Nasıl Başlıyor,
Nasıl -Bitiyor
1 Arzuladığımız birini görünce hepimiz duyanz o "ting!" �sini,
duygular karşılıklı olduğunda ses biraz daha güçlüdür, "TING"
diye. İçimizde ne oluyor böyle? Neden "zing" diye bir şey yaşa
dığımızın yanıtı iki düzeyde verilebilir: ilk olarak bir insanı çekici kı
lan şeyin ne olduğunu sorarak, ikinci olarak da, neden belirli özellik
leri çekici bulacak şekilde evrimleştiğimizi sorarak. İlki hemen hisse
dilen sebeplere dair bir soruyken, ikincisi cazibenin evrimsel önemi
ni ele alır. Genellikle bu iki soru tipi farklı araştırmacılar tarafından
ele alınmıştır; ilkini araştıranlar psikolojik mekanizmalan odaklanır
ken, ikincisini araştıranlar evrimsel faktörlere bakar. Fakat cinsel cazi
beyle ilgilenen evrimci biyologlar, ikisini birden ele alır.
Hayvan davranışlannı inceleyen bu evrimci biyologlar, neden be
lirli bir erkeğin, belirli bir dişiyle çiftleşmekle nihayet bulduğunu bil
dikleri hususunda kendilerine çok güvenirler. Çünkü ya dişi erkeği
seçmiş, ya erkek dişiyi "lwanmak" için mücadele etmiş veya birbirle
rinden hoşlandıktan konusunda bir fikir birliğine varmışlardır.
Cinsel cazibeyi evrimci bir bağlama ilk oturtan kişi Charles Dar
win'di. Doğal seçilim hakkındaki fikirlerini formüle ederken, taşıyıcı
sının hayatta kalmasına hizmet etmemiş olan özellikler hakkında kay
gılıydı. Erkek kuşlann kibirli kuyruktan ve erkek geyiklerin hantal
boynuzlan, sahiplerini yınıcı hayvanlar için daha kolay görünen ve
onlara karşı daha korunmasız hala getiriyordu, öyleyse nasıl olmuştu
da doğal seçilim yoluyla evrim geçirmişlerdi? Darwin'in yanıtı cinsel
seçilimdi. Bu gösterişli özellikler muhtemelen onları yırtıcı hayvanlar
için daha kolay bir av haline getirmesine getirmişti, ama bu özellikler
taşıyıcılarına sunduğu rekabet avantajlan ve karşı cinsi daha cazip gel
me ve bu sayede daha az süslü erkeklere göre daha çok çocuk -daha
fazla gen kopyası- sahibi olmakla bu zararlarını fazlasıyla telafi ediyor
lardı.
Cinsel seçilim, erkeklerdeki ve dişilerdeki birçok şeyi açıklıyordu
ve Daıwin bunun iki süreç yoluyla işlediğini gördü : aynı cinsin üye le-
1 40
ri arasında rekabet -genellikle erkekler dişiler için rekabet ediyor- ve
bir cinsin öteki cinsin üyeleri arasından seçmesi -genellikle dişiler se
çiyor. Erkekler arasındaki dişiler için rekabet, dişler, boynuzlar, pen
çeler gibi silahlann evrimlerini, dişilerin erkek seçimi de aksi takdir
de faydasız olan tüyler, renkler ve kokulan açıklıyordu. Cinsel seçilim
farklılaşan üreme başarısına dairdir -bireyler ne kadar çekici ve reka
betçiyse, çocuk sahibi olma şanstan � kadar fazladır.
Darwin'in çağdaşlarının erkek-erkek rekabetiyle hiçbir problemle
ri yoktu. Her çiftlikte bunun sürekli gerçekleştiğini görebiliyorlardı,
ayrıca cinselliğin eş arayışında olan erkekler tarafından yönlendirildi
ği Viktoryen fikirle çok iyi çakışıyordu. Fakat dişilerin seçimi bambaş
ka bir meseleydi. "Pek o kadar gerçekleşebilecek bir şey değil," diyor
du erkekler, dişiler mu h temelen bu seçimi yapacak beyin gücüne 7.a·
ten sahip değil.
Darwin 1882 yılında öldüğünde, dişilerin seçtiği fikri onunla bir
likte gömüldü ve tıpkı uyuyan güzel gibi yüzyıl süren bir uykuya dal
dı. Uyandırıcı entelektüel öpücüğü veren ve bütün cinsel seçilim ala
nının bambaşka bir yüksekliğe ulaştıran Gothenburg Üniversitesi'
nden davranış bilimci Malte Anderson oldu. Kuşlann kuyruklarını
(makas ve yapıştırıcıyla) kısaltıp uı.attığı deneyler yaptı ve dişilerin
uzun kuyruklu erkekleri tercih ettiğini gösterdi. Dişilerin seçimi tek
rar gündeme gelmişti; daha sonra yapılan benzeri araştırmalar, hay
1 43
anda ihtiyaç duyulan şey, bütün insan eril faaliyetlerinin, ister farkın·
da olsunlar ister olmasınlar, cinsellik ile güdülendiğine dair evrimci
psikologların fikirlerini test edecek araştırmalardır. Örneğin arkadaş
gruplannda veya dünya ölçeğinde erkeklerin üreme başarılan ile sta·
tüleri karşılaştınlabilir. Buradaki sorun, fazladan çocuklan tespit et·
mek için moleküler analizlerin gerekmesi ve ahlaki nedenlerden do
layı bunun imkansız oluşudur.
Cinsel seçilime dair klasik bakış açısı, şu anda, örneğin Anders
son 'un "Cinsel Seçilim" kitabında onaya attığı soruyla uğraşmaktadır.
Her yerde hep daha üst konumda bulunan bazı erkekler vardır. Ka
dınlar olurda bunlarla çiftleşmeyi başarırsa, bu onlara ne· ka7.andınr?
İlk olasılık, daha çekici erkeklerin genellikle genetik olarak daha üs
tün olmasıdır ve bunun diğer hayvanlar için de doğru olup olmadığı
hakkında bir sürü tartışma sürmektedir. Daha tanışmalı başka bir ola
sılık ise daha çekici erkeklerin, dişilerin çocuklannı yetiştirmesine
yardımcı olacak daha fazla kaynağa sahip olduğudur. Her ne kadar er
keklerin statüleri ile kaynaklan onlara bütün toplumlarda kadınlann
beğenilerini kaı.andırsa da, daha alttan işleyen başka şeyler de söz ko
nusudur. Eş seçimi karmaşık bir şeydir ve hem insanlarda hem de di
ğer hayvanlarda eş seçmede kapsamlı bilgiler işin içindedir ve bunlar
dan bazılan da yetişme dönemindeki tecrübelerle ilgilidir.
Örneğin Bengalese ispinoz üvey ebeveyni tarafından yetiştirilen
zebra ispinozlan, cinsel olgunluğa eriştikleri zaman, cinsel eş olarak
Bengalese ispinozlannı kendi türlerinin üyelerine tercih etmektedir
ler: cinsel önceden belirlenme denilen bir fenomendir bu. "Bulduğu
nuz Sevgiyi Korumak" adlı eserinde Harvile Hendrix, insanlarda da
benzeri bir durumun var olduğunu iddia etmektedir. Sorulması gere
ken sorunun, bizlerin neden ebeveynlerimizin davranışlarının etkisi
altında eş seçimine gidecek şekilde evrimleşmiş olmamız sorusu ol
duğunu söyler Hendrix. Erkeklerin annelerine, kadınlan ise babaları
na benzeyen eşler seçmesinin uyumlu olmasının sebebi ne? İ lk olarJk
1 44
Cambridge'den Patrick Bateson'un bıldırcınlar üzerine bir araştırma
sından hareketle verilen muhtemel bir cevap, yakın akrabalarla çift
leşmediğimizi varsayarsak, genetik ve kültürel olarak kendilerine
benzer bireylerle çiftleşen bireylerin, bunu yapmayanlara göre daha
fazla nesil ürettiğidir.
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, vücut kokumuzun erkek ka
litesi hakkında, mutlak anlamda değil, ama onunla ilişkili dişiye bir
şeyler anlattığını akla getirmektedir. Temel doku uyumu komplekSi
(MHC) hastalıklarla mücadele etme yeteneğinden sorumlu bir gen
setidir. Moleküler teknikler artık bir bireyin MHC'sinin "türünü" be
lirlememize yardım etmektedir ve anlaşılıyor ki bu genler bireyden
bireye büyük değişiklikler göstermektedir. Erkekler MHC türlerini id
rarlarındaki koku yoluyla bildiriyor olabilirler. Kendisiyle aynı türden
MHC'ye sahip bir erkekle aynı yerde yaşayan dişi bir fare, başka tip
MHC'si olan bir erkek aramaktadır. Aynı şey insanlarda da olmaktadır,
erkek vücut kokulan arasında tercih yapma şansına sahip kadınlar,
MHC'si kendisinden farklı olan erkekleri seçmektedir. Edinburgh
Üniversitesi'nden Claus Wedekind'ın yaptığı bu araştırmanın sonuçla
rı, genel düşünceye aykırı görünmekle birlikte evrimsel bir anlama sa
hiptir. Çocuk düşürme (hamileliğin erken dönemlerinde) MHC'leri
ortak olan çiftler arasında, farklı olanlara göre çok daha yaygındır. Kı
saca bazı erkekleri seçmede birtakım genetik avantajlar saklı olabilir.
nm Birkhead
Sheffield Üniversitesi'nde davranışçı çevrebilim profesörii
1 45
Aşk Nasd Başlıyor?
Nasd Bitiyor?
Davicl M. Buss
1
Telesas Üniversitesi psikoloji profesörü
rağmen, bilim işık olmayı ve aşkın bitişini anlamaya dair bazı müteva
zı gelişmeler kaydetmiştir.
Yirminci yüzyılda sosyal bilimlerde çok yaygın olan inançlara rağ
men, aşk, birkaç yüzyıl önce Batı Avrupalı şairler tarafından icat edil
miş bir şey değildir. .Kanıtlar tam tersi bir sonucu gösteriyor: aşk bü
tün kültürlerde ortak olan evrensel bir duygu ve muhtemelen insanın
evrimsel tarihinin karanlıklannda uzun süreli ilişkinin onaya çıkışı
döneminden beri mevcut. Güney Afrika'daki Zulu'lardan Alaska'nın
kuzeyinde yaşayan İnuitler'e kadar birçok toplumda, Batı dünyasında
yaşayanların aşkla bağlantılandırdığı tutkulardan ve saplantılardan
bahsediliyor.
Antropolof Bili Jankowiak, 168 farklı kültürü kapsayan alan araş
tırmasında romantik aşkın varolma yüzdesini yüzde 90 olarak tespit
etmiştir. Geri kalan yüzde 10 için ise antropolojik veriler kesin bir so
nuca varamayacak kadar azdır.
Ayrıca dünyadaki birçok insan halihazırda 3şık olduğunu ifade et
mektedir. Sosyolog Sue Sprecher ve çalışma arkadaştan, Rusya, Ja
ponya ve ABD'de 1667 kadın ve erkekle görüşmüştür. Rus erkekleri
nin yüzde 61'ninin, kadınların yüzde 63'ünün fişık olduğunu bulgula-
1 46
mışlardır. Japonlar için ise karşılaştı nnalı rakamlar erkekler içi n yüz
de 4 1 , kadınlar için yüzde 63; Amerikalılarda erkekler için yüzde 53,
kadınlar içinse yüzde 63'tür.
Benim altı kıtadan ve beş adadan otuz yedi farklı kültürden 10,047
bireyin eş tercileri üzerine yaptığım araştınna da, aşkın önemini ve
evrenselliğini gösteriyor. Bütün kültürlerde, evlenebilecekleri insan
larda on sekiz değişik olası özellik arasından en fazla seçilenin "aşk ve
birbirini anlama" olduğunu gördüm. Görünüşe göre kültürel hazır re
çetelerin tuhaflıklarına, eş bulma sistemlerinin farklılıklanna, ekono
mik şartların eşitsizliklerine, dinen caiz olanın baskısına rağmen, in
sanlar her yerde aşk arıyorlar.
İnsanların bir eşte aradıklan temel özellikler insan eşleşmesinin
temel kurallarını tanımlar. Aaular kimin bize çekici geldiğini ve onla
rı çekmek için hangi stratejilerin işe yaradığını belirler. Aauları yok
sayma çatışmalara ve evliliklerin yıkılmasına sebep olmaktadır. Bir
başkasının arzusunu karşılamak bir eş kazanıp onu muhafaza etme
nin etkili bir yoludur. Aaulann gerçekleştirilmesi ise uzun süreli aş
kın yaşama şansinı arttınnaktadır.
Otuz yedi kültürü kapsayan çalışma bu arzuların ne gibi içeriklere
sahip olduğunu eskisinden çok daha iyi aydınlatmıştır. Dünyadaki
herkes nazik, anlayışlı, zeki, güvenilir, duygusal olarak istikrarlı, ge-
,,. çimli, çekici ve sağlıklı eşler istemektedir. Fakat bu niteliklerin önce
liği bir kültürden diğerine değişmektedir. Örneğin bekaret müstak
bel bir eşte bütün ana kıta Çin'de hiçbir şekilde vazgeçilmez bir özel
lik olurken, İsveç, Hollanda gibi ülkelerde konu dışıdır.
Evrensel cinsiyet farklarının varlığı, sosyal bilimcileri şaşırtmakta
dır. Erkekler dünyanın her yerinde gençlik ve fiziksel çekici liğe daha
çok önem vermektedir, artık bu niteliklerin doğurganlık ve gelecekte
ki üreme potansiyeli için önemli işaretler olduğu biliniyor. Yeryüzü
nün her yerinde kadınlar hırslı, temiz sosyal statülerinden keyif alan,
kaynaklara ya sahip ya sahip olabilecek ve onlardan birkaç yıl önce
1 47
doğmuş olan erkekleri istemektedir. İnsan evrim tarihinin uzun bir
dönemi boyunca kadınlann çocukları, ona bağlı refah içinde bir erke
ği seçmekle hayatta kalmış, daha iyi hayat şanlarına sahip olmuştur.
Peki aşk bir kişinin geçmişine dair kendi anlattıklannın hiç düşün
meden onaylanması veya bizi kusurlara karşı körelten bir duygu mu?
Bir anlamda her ikisi. İnsanlar istedikleri niteliklere sahip olmayan in
sanlara nadiren 3şık oluyorlar. Arkadaş bulma sayfalarında yazılanlara
kadınların ve erkeklerin tepkileri üzerine yapılan bir inceleme, erkek
lerin öz betimlemelerinde fiziksel çekiciliklerinden ve genç bir yaştan
söz eden kadınlan tercih ettiklerini göstermektedir. Kadınlarsa düz
gün bir geliri ve saygıdeğer bir eğitim düzeyini yazan erkeklerle te
mas kurmaya yatkındır.
Kime 3şık olduğumuz köksüz bir faydacı mantığa sahip olsa da,
aşk bizi, 3şık olduğumuz kişinin kusurlanna kör edecek şekilde ev
rimleştirmiş olabilir. Aşkın miyoplaştıncı etkisine dair en az iki bilim
sel açıklama vardır. Çok az insan· bizim arzu ettiğimiz bütün özellikle
re sahiptir ve çoğumuz ideal bir dünyada isteyebileceğimizden daha
azına fit olmak zorundadır. Herkesin arzu ettiği tipler, genellikle, her
kesin arzu ettiği tiplerle birlikte olur. Bilimsel olarak en iyi kaydına sa
hip olduğumuz birliktelik biçimi, mantıklı birliktelik, yani birbirlerine
benzer olan insanların birlikteliğidir. Zeki, eğitimli insanlar, onlann fi
kirlerini ve tutkulannı paylaşabilecek insanlar istiyorlar. Güzellik abi
deleri ise, Apollonu kıskandıracak erkeklerle birlikte oluyor. Her ne
kadar zıtlar birbirine çekse de, uzun dönemli bir ilişki söz konusu ol
duğunda, 8'ler B'lerle, 6'lar 6'tılarla evleniyor.
Aşık olurken uzun uı.adıya kusurlar üzerine düşünmenin pek bir
faydası yoktur. Gerçekten de, yakınlarda yapılan bir araştırma, birçok
insanın birlikteliklerinin başarı ihtimali üzerine aşın derecede iyimser
olma "aşk yanılsaması"nı yaşadığını göstermektedir. Her ne kadar ev
liliklerin yüzde 50'si boşanmayla sonuçlansa da, insanlann yalnızca
yüzde 1 1 'i evliliklerinin boşanmayla sonuçlanacağını düşünüyor. Evli
1 48
olmayan genç bireyler arasında yapılan bir araştırma, bunlann yalnız
ca yüzde 12'sinin gelecekteki evliliklerinin boşanma riskinin yüzde 50
olduğuna inandığını gösteriyor. Oysa bugün evlenen insanlar için bo
şanma riski yüzde 64'tür. Bu bulgular kuşkusuz hedefini tutturama
yan binakım beklentilerin doğurduğu önyargılarla beslenmiş olabilir,
fakat haşan şansını antınyorlar. Çünkü aşk, bir ilişki sonunda bitse
de, zor ve kara günlerde inanların birlikteliklerinin devam etmesini
sağlayan bir duygu. Kısaca aşk, bizi iki şekilde kör edebilir; ilk olarak,
fantezilerimizdeki ideali karşılamayan birine fit olmamızı sağlar, ikin
ci olarak bizi ilişkinin geleceği hakkında iyimser yapar ve bu sayede
onun haşan şansını 'antınr.
Evrimci ekonomist Roben Frank, aşkın bağlılık sorununa bir çö
züm olduğunu ileri sürüyor. Eğer biri sizi mantıklı sebeplerden dola
yı seçerse, bu "mantıklı sebeplere" daha uygun birini bulduğunda si
zi aynı mantıklı sebeplerden dolayı terk edebilir. Bu, bir bağlılık soru
nu yaratır: bir insanın size sıkı sıkı sanlacağından nasıl emin olabilir
siniz? Eğer bir insan, çaresiz, kontrol edilemeyen, kendi seçimine
bağlı olmayan bir aşkla başka birine değil de size, yalnızca size bağlıy
sa, o zaman bağlılık sarsılmayacaktır. Aşk aklı bastınr. O, çok daha ar
zu edilebilir biri karşınıza çıkıp sizinle uzun süreli bir ilişkiye girebile
ceği sinyalini verdiği zaman, birlikte olduğunuz kişiyi terk etmeyece-
.... ğinizi garanti altına alan bir duygudur.
Fakat sebepse! zincirin tersine işliyor olma ihtimali de vardır. Aşk
belki de bağlılık sorunu başarılı bir şekilde çözüldüğü zaman tecrübe
ettiğimiz psikolojik bir ödüldür. Eş seçimi, cinsel fetih, adanma ve
bağlılığın zaferle sonuçlandığını işaret eden bir beden/zihin afyonu
dur belki aşk. Bilimsel açıklamaya göre evrim insan beynine, başarılı
üremeye yol açan faaliyetlere devam etmemiz için ödül mekanizma
ları yerleştirmiştir. Kötü yanı, uyuşturucu bir süre sonra etkisizleş
mektedir. Bazıları hazcı bir çemberin içine tutsak düşmekte ve aş ka
eşlik eden yüksek duyguların peşinden koşmaktadır. Yeni eşlerle mü-
1 49
kerrer başarılı eşleşmeler heyecanı geri getirmekle birlikte, hiçbir ı.a
man eski düzeye ulaşılamıyor sanki.
Aşk bağlılık sorununa bir çözüm olabilir veya bunu çözmenin in·
sanı şarhoş eden bir ödülü de. Belki de her ikisi. Emin değiliz. Fakat
aşkın hep bağlılıkla ilişkili bir duygu olduğu konusunda bir kuşku
yoktur. Benim araştırmamda bir kişinin gerçekten 3şık olup olmadı·
ğını gösteren ı ı; eylem arasında, bağlılık işaretleri, örneğin evlilikten
bahsetme veya bir aile kurma isteğini ifade etme listenin en başında
gelmektedir. Aşkın en göze çarpan eylemleri, bir kişiye olan cinsel,
duygusal bağlılık ve sahip olunanı paylaşma isteğidir.
Ne yazık ki evrimci hikiye burada bitmiyor. Aşk arzusu var olun
ca, sahtekirlık yapılabilir. Erkekler kısa dönemli cinsel başarılar için
aşk duygularının derinliklerine dair kadınlan aldatmaktadırlar. Kadın
lar da buna karşılık cinsel istismara karşı savunma mekanizmaları ge
liştirmişlerdir; örneğin seks yapmadan önce uzun süren bir flört aşa
ması şan koşmak veya sözsel olmayan işaretleri okuma konusunda
üstün bir yetenek geliştirmek. Bu evrimsel karşı önlemler aldatmaya
karşı sürekli tetiktedir.
Başka bir sorun da insanlann en az 3şık oldukları kadar hızlı bir
şekilde soğumalandır. İleride hangi insanların soğuyacağını kesin ola
rak bilemesek de, son dönemde yapılan bazı araştırmalar binakım
ipuçları sunmaktadır. Nasıl arzunun gerçekleştirilmesi aşık olmakta
büyük bir yer kaplıyorsa, arzuların gerçekleşmemesi çatışmayı işaret
eder. Nazikliği ve enerjisi yüzünden seçilen. bir erkek, ı.a.lim ve tem
bel olduğu ortaya çıktığında terk edilir. Gençliği ve güzelliği için seçi·
len bir kadın, yeni bir model erkeğe göz kırptığında hemen terk edi·
lebilir. Daha önce çok düşünceli görünen bir eşin hor gören bir insan
olduğu onaya çıkabilir. Ayrıca birkaç cinsel ilişkiden sonra eşlerin gel
diği üretimsizlik, her ikisini de daha verimli ilişkiler aramaya itebilir.
Tabii bir de eş piyasasının davul dengi dengine çalar ilkesini hesa
ba katmamız gerekiyor. Kariyerlerine yeni baş lam ış bir çifti düşünün.
1 50
Eğer kadın kariyerinde hızla yükselirken, erkek işinden atılırsa, bu
durum ilişkinin üzerine büyük bir yük bindirir, çünkü anık bu kişile
rin piyasa değerleri farklıdır. Kadın için bir ı.amanlar ulaşamayacağı 9'
·
1 51
Saldırganlığın Sebebi Nedir
1 Yalnız bir matador ve neredeyse çıldırmış bir boğa, güney İspan
ya'nın güneşle kavrulan bir arenasında eski, vahşi bir ritüelde
kendi kadim rollerini oynuyorlar. 1964 yazında olmuştu, fakat
olayı gösteren film bugün hara üniversite anfilerinde gösterilmeye de
vam ediyor. Boğa bütün gücüyle silahsız adama yöneldiğinde, adamın
kızıl kumaşı sarsılmaz bir şekilde ve bir matadorun o her ıamanki ener
jisiyle tutmadığı görülür. Dengesiı.ce tutulmuş ve hareketsizdir. Aslın
da sahanın onasındaki adam, beyin uzmanı jose Delgado, hayatında
daha önce kendisine saldıran bir hayvanla hiç karşılaşmamıştır.
Boynuzlar hiçbir ıaman doktora ulaşamaz. Boğa harekete geçtik
ten saniyeler sonra Delgado elinde tuttuğu bir radyo-vericinin üzerin
deki bir düğmeye basar ve boğa birdenbire olduğu yerde durur. Başka
bir düğmeye basar, boğa arkasını döner ve rahvan adımlarla uzaklaşır.
Kal.anan Delgado'dur. Beynin çalışma biçimini incelediği on beş
yılın ardından, beynin mekanizmasının anlaşılması ve hakimiyetinin
insana bir hayvanın saldırganlığını uzaktan kumandayla başlatma ve
bitirme gücünü verecek seviyelere geldiğini gösterişli bir biçimde ka
nıtlamıştır. Beyne elektrik verme veya ilgili dokuları elektrikle uyarma
yoluyla maymunlarla bir oyuncak gibi oynadığını, onları kavga ettirdi
ğini, çiftleştirdiğini, uyuttuğunu itiraf eder daha sonra.
"Zihnin incelenmesinde bir dönüm noktasına erişilmiştir," diye
ilan eder. "Tarihte ilk defa bilinçli bir beyinde keşfedilebilen zihinsel
faaliyetlerin ve sosyal ile antisosyal davranışların biyolojik temelleri
nin anlaşılması, mevcut kaygılarımızdan bazılarına akıllı çözümler
bulma arayışında can alıcı bir öneme sahiptir." Bu tarih bilim adamla
rının beynin çalışma biçimini yalnızca anlamak değil, ona -özellikle
antisosyal saldırgan davranışı engellemek için- müdahale etmek be
cerisine inançlarının en yüksek olduğu andır.
Bugün bile Delgado ve çağdaşları, birçok ardılına ilham vermeye
devam etmektedir. Glasgow Üniversitesi'nden hayvan saldırganlığı
konusunda uzman olan Felicity Huntingford, Delgado'yu '!Bir öncü
1 54
ve bize neler yapabileceğimizi gösteren çok zeki bir bilimci. Birçok
insanı bu yola sokan o," diye betimlemektedir.
Fakat profesör Huntingford'a göre, yirminci yüzyılın onalarında
beyin süreçlerinin açıklanmasında ve tedavisinde fizyolojinin potansi
yeline duyulan sınırsız güvenin karanlık bir yanı da vardır. Delgado'
nun şovundan önceki otuz yılda, yalnızca ABD'de tahminen 40,000 ile
50,000 arasında insan genellikle normal dışı saldırganlıklarını engelle
mek için lobotomize* edilmişti.
Bu tedavinin ABD'deki dur durak bilmez savunucusu Walter Fre
eman, hastaların beynine tıbbi bir "buz iğnesi" batırıp beynin aşın he
yecandan sorumlu olduğu teorize edilen talamus yakınlarındaki bir
dokusunu yok etmenin saldırganlığın ve bir dizi başka problemin se
beplerini ortadan kaldırmaya yardımcı olacağına inanıyordu. Teorile
rini destekleyen çok az kanıt söz konusuydu , fakat binlerce insan bu
operasyonlarla birer bitkiye dönüştürüldü (meşhur john F. Kenedy'
nin kızkardeşi Rosemary de bunlardan biridir) .
O dönemden beri, akademik olarak daha saygın tedavilere karşı
bile öfkeli muhalefetler yapılmıştır. Bu tedavilerden biri de beyin cer
rahı Vernon Mark ile psikiyatr Frank Erwin tarafından 1970'te ortaya
atılan tedaviydi. "Şiddet ve Beyin" adlı kitaplarında, tıpkı Delgado gi
bi beynin hangi kısmının saldırganlıkla ilişkili olduğunu kesin bir şe
kilde belirlediklerini iddia etmişlerdi. "Sorunlu bölgeler" yok edildik
ten sonra hastaların davranışında büyük ilerlemeler göründüğünü id
dia ettiler, oysa başkaları sonucun ciddi beyin hasarı olduğunu düşü
nüyordu . Beynin aynı kısmına ulaşmak için kullanılan örneğin hfila
popüler olan Thorazine gibi kimsayal lobotomi ilaçlan, o günden be
ri aynı şiddetli muhalefetle karşılaşmaktadır.
Lobotomiler, kimyasal lobotomiler ve benzeri tedaviler nasıl olu
yor da sakinleştiriyor? Bu yöntemler kabul etmek gerekir ki saldırgan
lığı tedavi etmede çok başarılı olmuşlardır. Freeman'ın beyni anlama-
t•) Beynin bir bölümünün alınması vey:ı bu dokulann öldürülmesi (ç.n.).
1 55
d:ıki eksikleri ne olursa olsun doğru bir şey yapıyordu; yöntemi , sal
d ırgan insanları toplumun uysal ve itaatkar bireyle rine dönüştürme
de işe yarıyordu. Fakat onun ve diğerlerinin sık sık yarattığı sırıtan
ölülerde rahatsız eden bir şeyler vardı.
"İnsanların geçmişte de günümüzde de bir türlü anlamadığı şey,
saldırganlık ve diğer zihinsel süreçlere dair kapasitemizin inanılmaz
derecelerde karmaşık ve iç içe geçmiş olduğudur," diyor Profeşör
Hu n tingfo rd "Mesele sadece beyni n bir bölümün çıkartmak, sorunu
.
çözmek değildir. Çünkü bizi kendimiz kılan şeyin merkezine çok ya
kın bir şeyle ilgileniyorsunuz burada."
Anthony Burgess "Mekanik Portakal" romanında bu n o ktayı be
lirtmiştir. Bu kitap anti-kahramanı Alex'in aşın saldırganlığının zorla
yıcı bir tiksinme tedavisiyle başarılı bir şekilde tedavi edilişinin insanı
hayretlere düşüren bir anlatısını sunar. Tedavinin sonunda Alex artık
toplum için bir tehlike değildir, fakat aynı zamanda insanlığının can
alıcı bi r yanını da yitirmiştir. Burgess'e göre insan, hem "göz kamaştı
rıcı bir biçimde yaratıcı, hem de vahşi bir yıkıcıdır. Biri olmadan diğe
ri olamaz.
Beynin fizyolojisinin anlaşılması, Freman'ın basitleştirici kafatasçı
lığı ndan bu yana çok yol kat etmiştir. Son zaman larda yapı la n araştır
malar nörotransmitterler (sinirileticileri) -beyin hücreleri arasında
mesaj taşıyan kimyasallar- ve özelli kle saldırgan davranışa yakın bir
şekilde bağlı görünen serotonin denen bir transmitter üzerine odak
lanmıştır. Araştırmalar hayvan lara se roton in düzeyle ri ni düşüren i l aç
Chris Bunting
Serbest Gazeteci
1 59
Saldırganlığın Sebebi Nedir?
Dolf Zillmann
1
Alabama Üniversitesi psikoloji profesörü
1 60
Diğer akademisyenler bu benzetmeleri fuzla talepkar buluyorlar.
insan neokorteksini, onun zihinsel kapasitesinin diğer türleri çok aş
mış olduğu gerçeğini işaret ediyorlar. Ahlaki düşünce -verili şartlarda
neyin iyi neyin kötü olduğunu yargılama yetisi-, ve irade kontrolü - ör
neğimizde, bir insanın kendi eylemlerini ahlaki değerlendirmeleriyle
01ynı çizgiye getirmesi-, bu tür kuramsallaşnrmada önemli bir yer kap
lamaktadır. Bu akademisyenler arkaik saldırgan güdülerin varlığını ka
�ul edebilse de, !ikim bir kural oıarat< bunlan aşbğına inanmaktadır.
Bu yüzden diğer hayvanlardan hareket eden analojilerden çok az şey
öğrenileceği sonucuna varıyorlar.
Antik dönemlere ait kalıtsal mirasımızla bili�! yetilerimizin göre
ce yakın 7.amanlardaki gelişmesini birlikte kabul etmek, daha bütün
lükçü bir duruş gerektirir.
Genel olarak insan beyninin bir sürüngen çekirdekten geldiği dü
şünülmektedir. Bu çekirdek !imbik sistem diye bilinen memeli öncesi
yapılarla çevriliridir, bu sonuncusu da yeni memeli yapısıyla, yeni kor
tekste çevrilidir. Bilhassa büyük bir yeni konekse sahip olmamız bir
kenara, �·:·1lerimiz daha önceki evrim aşamalannı üç parçalı bir ya
pıda birleştirmiştir. En önemlisiyse, bu yapılann bütün hayati insani
davranışlan üzerinde, tıpkı binlerce yıl öncesindeki gibi etkide bulun
maya devam etmesidir.
Limbik sistem bütün insan heyecanlannı kontrol eder ve bu siste
min bir parçası olan amigdala saldırganlığı kontrol etmede en önemli
yapı olarak onaya çıkmıştır. Bu yapı çevreyi tehlike ipuçlan için tara
ma ve bu ipuçlarıyla karşılaştığında, insanlara onlarla etkili bir şekilde
fiziksel olarak mücadele etmeye yardım etmek için endokrin sürecini
başlatmayı kapsamaktadır.
Yakın tehlike tehditleriyle baş emek, bir bireye öncelikle tehdit
kaynağına saldırarak veya yavaş yavaş çekilerek hızlı önlem alabilmesi
için enerji tedarikini gerektirmektedir. Enerji ihtiyacı genellikle sinir
sistemini uyaran adrenal hormonlarının sistemli bir şekilde salınma-
161
sıyla ve iskelet kaslarına büyük miktarlarda glikoz tedarik edilmesiyle
sağlanmaktadır.
Bu tepkiler dizisi iyi tesis edilmiş bir kaç veya dövüş tepkisidir ve
ani, kuwet gerektiren eylemlerle sonuçlanacak acil davranışlar için
idealdir. Evrim açısından böyle bir eylemin mekanizmasının türe bü
yük faydası dokunur. Aynı süreç, insanların da yınıcı hayvanlarla veya
düşman insanlarla beklenmedik karşılaşmalarda hayatta kalmasına
yardım etmiştir. Heyecanlanmak ve kızmanın, bir meydan okumayı
karşılayacak şekilde güçlü hissetmenin ve hemen bu ana ve buraya
odaklanmanın uyum değeri kanıtlanmıştır.
Bu uyum değerinden sadece modern toplumd� ödün verilmiştir.
Bir kural olarak, tehlike tehditleri anık doğrudan bir saldın veya ani
kaçışla çözülemez. Örneğin bir insanın evindeki radon gazının ters et
kileri, beden onaya çıkan acil durumla ilgili olarak ne kadar çok ener
ji tedarik ederse etsin, ani bir fiziksel eylemle ortadan kaldınlamaz.
Muhtemelen en önemlisi, sosyal kurallann , cezalandırma tehdidini
kullanarak, anadaki bir çarışmayı şiddet veya kaçış aracılığıyla çözüm
lemeyi yasaklamasıdır. Arabası dikkatsiz bir sürüce tarafından çizilen
bir adamın ötkeye kapılıp onu dövmesi veya bir çocuğa bakmakla yü
kümlü birinin ülkeden kaçması pek tavsiye edilir davranışlar değildir.
Bununla birlikte bütün bu kışkınma, kızdırma ve kafa karışıklığı ör
nekleri arkaik beyin yapısını uyarıp, her ne kadar bu tepkiler büyük öl
çüde yararlılıklarını yitirmiş olsa da, bahsi geçen tepkileri uyarmaya
devam etmektedir. Bu genellikle baş edilmez bir kızgınlığı uyarmakta
ve duygunun onaya çıkma şanlannı ortadan kaldırma yetisinden yok
sun şiddet eylemini hareket geçirmektedir.
Korku ve kızgınlık duygularını anlamada, onlann son dönemlere
ait işlevsizlikleriyle birlikte eski işlevlerini hesaba katmak önemlidir.
Bu eski işlevler iki aşamalıdır. Bir eylemi yerine getirerek biriken ener
jiden kurtulmak ve dikkati eylemin şimdi ve burada olmasına çevir
mek. Eylem itkisi ve bilişsel eksiklik diye bilinen bu iki tepki h,I, kız-
1 62
gınlık ve öfkenin özellikleri arasındadır. Bunlardan birincisi eylemin
nihai faydasından bağımsız olarak saldırgan eyleme itmektedir. İkinci
si ise, yakın durum üzerindeki bilişsel odaklanma nedeniyle, eylemin
daha sonraki sonuçlarını bireylerin ihmal etmesine sebep olmaktadır.
İnsanlan şiddet eylemlerinin sonuçlanndan habersiz hale getiren bu
bilişsel kontrol bozulması, sorumluluğu anadan kaldıran geçici bir de
lilik olarak kabul edilecek kadar kötü kabul edilmektedir.
Yıkıcı şiddet eylemlerine girme eğilimi kuşkusuz hepimizde var.
Zarar verme veya alçaltma tehditleri, aşın düzeylere ulaştığında, kon
trolsüz, ani saldırgan davranışlara yol açma ihtimali çok yüksek olan
tepkiler uyandırmaktadır. Gündelik hayatın bitmek bilmez güçlükleri
ve öfkelerinin tonulan genellikle özel durumlarda tepki olarak onaya
çıkmaktadır. Kızgınlık çok farklı kaynaklardan gelen uyarılarla yaratıla
bildiği için, görünürde küçük bir anlaşmazlık genellikle öfke ve şiddet
li çatışmalar sebep olmaktadır.
Şu ana kadar arkaik beyin yapılarının günümüzde işlevsiz olan et
kilerini göz önüne aldık. Şimdi de bunların bizi diğer hayvanlardan ayı
ran yeni yapıların, ilişki kurucu, tahmin edici ve sonuç çıkarıcı güçle
1 70
çok çözümsüz tanışma sürmektedir. Projenin bütçesinin yüzde beşi,
onun ahlaki, yasal ve sosyal sonuçlarını araştırmaya ayrılmıştır.
Fakat birçok insan, ahlaki tanışmaların bilimin alanı dışında oldu
ğuna dair Wolpert'in görüşünü paylaşmaktadır. ABD'deki kök hücre
leri araştırma yasağının, daha çok özgürlüğün olduğu İngiltere'ye
doğru bir beyin göçüne sebep olacağı endişeleri varctır. Ünlü bir araş
tırmacı olan Roger Pederson'un, kök hücreleri üzerine devlet destek
'
li bir araştırmasını yürütmek için ABD'deki siyasi iklimi yaşanması zor
olarak niteleyip Kaliforniya'daki laboratuvarını kapatması buna bir ör
nektir. Yine, bazı Amerikan biyoteknoloji şirketleri Amerika dışında
klonlama şirketleri kurmaya karar vermiştir.
İnsan 'doğası' insan bilgisini arttırma güdüsüne hiçbir :zaman dire
nememiştir. Fakat doğaya müdahale etmenin sonuçlarına dair kaygı
lar eski olduktan kadar, 'doğal' görünüyorlar. Bu ikisi arasındaki mü
cadele her şeyi bilene veya her şeyi bilmeye çalışırken kendimizi yok
edene kadar devam edecek gibi görünüyor.
Carollne Davis
Times Yüksek Eğitim Eki Muhabiri
1 71
Doğaya Müdahale Etmemiz
Doğru mu?
Mary Wamock
Ablak felsefecisi, Cambridge Girton Kolej bölüm başkanı,
1982-84 yıllan İnsan Üremesi ve Cenin Bilim Araştırma
1
Komitesi Başkanı,
1 72
ğü ifadesiyle başlar. Özellikle çocuklar üzerine konuşuyor olmasına
rağmen, iddiası genel bir anlam ifade eder. Bu andan itibaren doğa,
kendinde değerli ve toplumun değerlerinin karşıtı olarak düşünül
müş ve böylece romantik idealin hayati bir kısmını oluşturmuştur.
On sekizinci yüzyılda, Rousseau'ya kadar, doğanın bizim ilerleme
miz için var olduğuna inanılıyordu. Vahşi, eğitilmemiş doğa, işlenmiş
doğadan daha az değerliydi. Oysa hem İngiltere'de hem de Avrupa'·
nın tamamına hakim olan yeni romantizm ruhu, vahşi doğal dünya
nın insanın kendi varlığını anlamasına yardım edeceğini ilan etmiş ve
ona yüce estetik sezgiler kazandıracak olan ilham verici bir kaynak
olarak bakmıştır. Doğanın değişmezliği ve yüceliği, aynı zamanda
yozlaşmaktan uzak oluşu, insanı, gerçekten ait olduğu yeri görmesini
mümkün kılarak, gerçek kimliğine döndürme gücüne sahipti.
Fakat yeni duyarlılıkla birlikte doğanın bilimsel araştırma için uy
gun bir nesne olduğu fikri de gelişmekteydi. 1778'de ölen İsviçreli
Botanikçi Carolus Llnnaeus, modem sınıflandırmanın temeli olan bi
yolojik terminolojinin iki terimli sistemini çoktan kurmuştu. Aynca
sayısız amatör günlük tutucu ve doğa izleyicileri vardı. Örneğin bun
lardan biri olan Gilben White'ın "Doğa Tarihi" adlı kitabı çocuk Dar
win tarafından büyük bir zevkle okunmuştu. Yavaş yavaş yerleşen fik
re göre, nasıl Newtoncu fizik bütün maddenin davranışını yöneten
yasalan sunuyorsa, biyolojik dünyada da eşit ölçüde kaçınılmaz olan .
tarihsel gelişim yasalan vardı. Daıwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı
nın 1829'da yayınlanması türle.rin nasıl evrim geçirdiğine dair bir açık
lama getirdi. Buna göre türler kaynakların kıt olduğu bir dünyada ha
yatta kalmak için yarışıyor ve en iyi uyum sağlayan hayatta kalıyordu.
Daıwin, on iki yıl sonra " İnsanın Düşüşü"'nü yayınlandığında, bugün
hala koruduğumuz insan doğası kavramının temellerini atmış oldu.
Bununla birlikte, Daıwin'in evrim teorisi hala yeterince açıklayıcı
değildi. Çünkü bir tür içindeki çeşitlemelerden bazılarının nasıl ha
yatta kaldığı, diğerlerinin ise nasıl başarısız olduğu Darwin için net
1 73
değildi. Bunun için yirminci yüzyıldaki genetik bilimin doğuşunu
beklemek zorunda kaldık. Anık hepimiz Daıwinciyiz, fakat makro
manı.ara üzerine yoğunlaşmak yerine -farklı türlerin davranıştan ve
gelişmesi-, ilgimiz mikro üzerindedir -bu gelişmenin mekanizmasını
belirleyen gen.
İnsan doğası anık, sadece romantik duyarlılığın bağlarıyla veya in
sanın doğal dünyayı gözleme ve anlama arzusuyla değil, biyoloji bili
minin yasalarıyla bir bütün olarak doğaya bağlanmıştır. Anık, insanla
rın genleri tarafından belirlendiği fikrine inanılmaktadır. Fakat genler
bütün doğal dünya tarafından paylaşılıyor ve bütün yaratıktan, bitki
leri, meyve sineklerini, erkeği ve kadını bir tür evrensel kardeşlik için
de birleştiriyor. Bu yüzden doğaya müdahaleye karşı çıkanların -özel
likle insanlarda genetik müdahaleye karşı çıkanların-, gerçekte, sade
ce insanın mevkisinin alçalmasına, daha doğrusu evrendeki özel yeri
ni kaybetmesine duyduktan öfkeyi mi ifade ettiklerini sormak müm
kün. Bu durum, muhalefet edenleri, "Darwin'in köpeği" denilen T.H.
Huxley ile tanrıbilimcilerin evrim kuramına dair yirminci yüzyılı ikiye
bölen tanışmasında Kilise'nin konumuna iter görünmektedir.
Fakat doğru açıklamanın bu olduğunu sanmıyorum. Bu tartışma
büyük ölçüde teolojikti. Her ne kadar Prens Charles biyologların gen
leri değiştirmekle "yalnızca ve yalnızca Tanrı'ya ait olan alanlara teca
vüz" ettiğini söylemişse de, bu onun tanrıbilimsel bir konuşma yaptı
ğı anlamına gelmez. Konuşmasındaki Tanrı sözcükleri yerine Doğa
kelimesine koyduğumuzda arada çok bir farkın olmadığını görürüz.
Prensin konuşması daha çok metaforik bir anlam taşıyordu. Tanışma
anık eskisinden farklıdır. Doğaya müdahale edilmesinin yanlış oldu
ğunu düşünen insanlar, Darwin'in varsayımlarından çoğunu kabul et
mektedir. O halde daha önceki zamanlarda yapılan ateşli tartışmalan
tekrar gündeme getirdiklerini söyleyemeyiz. Peki o zaman neden
"müdahale" gibi duygusal bir kelime kullanılıyor.
Bu tür terimleri kullanan insanların, doğa fikrimizin iki açıdan
1 74
tehdit altında olduğunu düşündüklerine inanıyorum. Birincisi, doğa
nın romantik veya estetik doğa düşüncesinin genetik değiştirilme
tehdidi altında zayıflatılacağı düşüncesidir. Rousseau'cu anlamda do
ğa insan elinin değmediği bir şeydir, tümüyle kontrol edilememesi ve
kısmen tesadüfi olması dolayısıyla vahşidir. Eğer tanm ürünleri gene
tik mühendislikten geçirilirse, hayvanlar sürekli süt üretmeye başlar
sa, meyveler bütün sezonlarda var olmaya başlarsa, bebekler an�e ba
·balarının arzu ettiği öı.elliklere sahip olmaya başlarsa, bizim doğaya
olan tepkimizin bir parçası olan şaşkınlık, hayranlık veya hayal kınklı
ğı ortadan kalkacaktır. Bizı.at bizim hayatlanmız doğallığını yitirecek- .
tir. Aynı şekilde, bizim Daıwinci fikirlerimiz de şu anda tehdit altında
dır. Yeryüziinün Dostları'nın eski başkanı Jonathan Porritt, "Güvenli
Oyun" adlı kitabında şunlan yazmaktadır: "Farklı organizmalar ve tür
ler arasındaki kesin çizgiler silinmeye başlamıştır. Anık bireysel gen
leri bir organizmadan alıp tümüyle farklı, ilişkisiz başka bir organiz
maya katabiliriz, doğanın hiçbir zaman bir araya getirmeyeceği ve ge
tiremeyeceği bileşimlerle bütün biyolojik sınırları aşabiliriz." Daıwin'
den beri kabul ettiğimiz biyolojik doğanın yasaları bile artık değişe
cek gibi görünmektedir. Fakat herhangi bir evrensel ahlak yasasının
var olmadığının biı.e sürekli olarak anlatıldığı bir dünya, şimdiki dün
yadan çok daha korkunç bir dünya olmaz mı?
Bununla birlikte makul düşünmeli ve "doğal" olana dair güı.el ko
nuşmalann başımızı döndürmesine izin vermemeliyiz. Biz gerçekten
de doğal dünyanın bir parçasıyız, her ne kadar diğer hayvanlardan da
ha parlak, daha zeki olup daha uzağı görüyor olabilsek de doğaya kar
şı ve özellikle kendi türümüı.e karşı belirli görevlerimiz var Her şeyi
.
1 82
ilaç kokteyllerinden tutun da seyreltilmiş uranyum ve organik fosfat
ların rolüne dair teoriler vardır. Yine de herhangi kesin bir karara va
rılamamıştır. Bir de anık unutmak üzere olduğumuz hastalıklar var:
şarbon, hıyarcıklı veba, çiçek hastalığı. Bu hastalıklar yok ettiğimiz, fa
kat askeri amaçlarla sakladığımız hastalıklardır. Biyolojik savaş olarak
tekrar ortaya çıkıp bizi yeniden pençelerine alabilirler. Bilim adamla
rı onları yıllardır güçlendirdiği için belki bu defa hiçbir zaman alt edi
lemeyecek bir bünyeyle çıkacaklar karşımıza. Yine, savaşlarda kulla
nılmak üzere genetik aktarımlı yeni mikroplardan bahsedilmektedir.
Demek ki hastalıkların sebebine dair cehaletten çıkmış, onları ta
mamen kontrol edemesek de, yönlendirecek, değiştirecek bir aşama
ya gelmişiz. Ama aynı zamanda, bilim adamlarının Tanrı'nın rolünü
oynadıklarına dair inançtan, sıradan insanların bilimin işleyişini bil
meyişlerine dair kaygılardan, otoriteye olan tepkinin değişmesinden,
BSE (Deli Dana) hastalığının etkilerinden kaynaklanan, bilime ve tıb
ba karşı bir güvensizlik gelişmektedir. Bu durum beden ve ruh den
gesi üzerine yoğunlaşan alternatif tıbba yönelik yeni bir ilgi uyandır
mıştır. Alternatif tıp, on dokuzuncu yüzyıl öncesi hastalık tedavi fikir
lerine geri dönmekte ve kabakulak, kızamık, kızılcık aşılarıyla ilgili
tıbbi korkulara yanıt aramaktadır.
Bütün bunlara rağmen hastalıkları anlama, onları tedavi etme be
cerimizde kesinlikle büyük bir ilerleme söz konusudur.
Ne var ki hastalıkları doğuran birçok faktörün nasıl işlediğini tü
müyle anlamaktan çok uzağız. Birçok bilim adamı bilimin bütün so
1
Sanger Centre'nin eski müdürü
1 84
İnsan genomunda şu anda ağırlık, insanların kişiliklerini ve farklı
lıklannı analiz etme, bulguları bireysel sağlık ve tıp problemleriyle
karşılaştırmak üzerinedir. Yaygın gen testleri, birlikte mahremiyet ve
insan haklan sorunlarını beraberinde getirse de, bir bütün olarak ba
kıldığında büyük bir ilerlemeyi işaret etmektedir. Genetik farklılıkla
rın, beslenme ve hayatın diğer yönl�riyle etkileşimi çok iyi şekilde bi
linecek ve insanlara kesin tıbbi nasihatler vermemize yardımcı ola
caktır. Hızlı ve ucuz test etme metotları geliştirildikçe, hastalığın kalı
tım teşhisi, giderek daha kesin ve yaygın hale gelecektir. Aynı şekilde
ilaç tedavisine yatkınlık ve ilaçların yan etkilerinin teşhisini de. Bu,
hem mevcut ilaçların seçimi hem de yenilerinin tasarlanması yoluyla
en azından kritik vakalarda, tedavinin çok daha etkili olabileceği an
lamına geli �. Bazılan, bu ilk yıllanmızcla, gen yönelimli ilaçlann klinik
pratikte diğer her şeyden daha büyük bir etkiye sahip olacağını tah
min etmektedir.
Kesin teşhisler, gen aktanmı ve gen alınması yoluyla doğum önce
si seçimde yeni olasılıklann önünü açmaktadır. Bu, gelecekte ciddi
kalıtsal hastalıklardan korunabilmek anlamına gelmektedir ve dolayı
sıyla istenilen bir şeydir. Fakat neye izin verilebileceğine, neyin arzu
edilir olduğuna ve neyin normal olmadığına karar vermemiz gereki
yor. Şu anda toplum, cenin seçiminin ahlaki sorunlarını tartışmakta
dır. Bu tartışmanın bir ucunda, bu tür faaliyetlerin her durumda yan
lış olduğunu söyleyen insanlar var. Öte ucunda ise, sakat doğmalan
na izin verdikleri için anne babalarına dava açan çocuklar. Daha fazla
genetik sır açıklığa kavuştukçı cenin seçimi sınırlan, hiç olmazsa tıp
pratisyenlerini korumak için, daha net bir şekilde tanımlanmak zo
runda kalacaktır. Bazı anne babalar en ince aynntılanna kadar seçim
yapmak isteyecek, hatta zeki gibi niceliksel özelliklere bile müdaha
le edeceklerdir. Öte yandan birçok özürlü insan, doğmamış olmanın
mutlak haklannı savunacaktır. Daha aşırı bir normallik ölçütünün ha
kim olduğu bir yerde, kendilerine kalsaydı kürtaj olmayı tercih ede-
1 85
cekleri için, anlaşılır bir şeydir bu .
Gen tedavisine, hatal1 genin sağlıklı bir kopyayla değişti rilmesine,
büyük emekler harcanmaktadır. Bu çaba, sağlıklı genin ona ihtiyaç
duyan hücrelere nakledilmesi ve orada doğru bir biçimde, istikrarlı
olarak işlemesini sağlama güçlükleriyle karşı karşıyadır. Fakat bu
yöntem, bağışıklık sistemi hastalıklarında, kullanılmaya başlanmışrır.
Çünkü bu hücreler, kıyasen genetik değiştinneye daha yatkındırlar.
Yakın bir gelecekte, bizi daha büyük başanlar beklemektedir.
Bugünlerde bizim için en korkunç hastalıklardan biri kanserdir.
Her ne kadar diğer birçok ölüm nedeni ortadan kaldınlmışsa da, kan
serin var olmaya devam etmesi, hastalıklarla bu yeni mücadele biçim
lerinde, henüz emekleme aşamasında olduğumuzu göstennektedir.
Kanser tedavisinde bugüne kadar büyük mesafeler kat edilmiştir. Fa
kat tümörlerin aynntılı genetik analizlerinin, toksik ilaçlann zararlı
hücrelere daha iyi etkide bulunmasına yardım edeceğini ve bunun da
birkaç on yıl içerisinde büyük bir ilerleme anlamına geleceğini söyle
mek sanının mübalağa olmaz.
İnsan genomunu okumanın en önemli yanı, onun bedenlerimizi
tümüyle anlamaya yönelik, anahtar bir hamle olmasıdır. Şifrenin ele
geçirilmesi, kendi başına ele alındığında o kadar önemli bir problem
çözücü olmamakla birlikte, bedenin sistemlerine dair araştınnada bir
kaynakrır. İşte bu yüzden herkese açık olması gerekir. Psikolojik yollar,
devasa bir karmaşıklığa sahiptir ve onların anlaşılması, şifrenin Çok öte·
sine giden deneyleri ve kavrayışları gerektirmektedir. Bedenin temel
talimatlarına erişmek, bizi hem güçlendirmekte hem de yapabilecekle
rimize sınırlar getirmektedir.
Sonuç olarak bu sistemlerin ve onların kontrollerinin karmaşıklı
ğı , genlerin ne kadar önemli olduğuna dair kuşkulan çürütmektedir.
Genlerimizin yaklaşık 30,000 40,000 kadar olduğunun açığa çıkma
·
1 89
Acıyı Sona Erdirebilir miyiz
l "İnsanın elde edebileceği en büyük mutluluk/ Zevk değil, acı
dan uı.ak olmaktır," diyor şair John Dryden. Son üç asnn, ara
mızdaki en imtiyazlılara, on yedinci yüzyılda hayal bile edile
meyecek derecede acıdan kurtardığını öğrenseydi, herhalde sevinç
ten uçardı.
Tıp bilimlerinin acı deneyimini ortadan kaldırdığını söyleyemeyiz;
fakat bu amacın haklılığı nadiren tartışma konusu olur. Bu, çoğu acı
nın nasıl kaldırılacağı yerine, kaldırılmasının doğru olup olmadığını
sormaya daha yatkın olan atalarımızla çatışan bir yaklaşımdır.
İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında acı ya bir ilahi ceza, ya da eş
yanın doğal düzeninin bir parçası olarak görülmüştür. Ona katlan
mak , bir erdem işaretidir. Acı kontrolünün sınırlı veya namevcut ol
duğu bir zamanda bu tür tutumlar, yalnızca makul değil, aynı 7.aman·
da mecburidir. Etkili acı kontrolünün ortaya çıkışıyla bu tür görüşle
rin ortadan kalkması mantıklıdır. Fakat her ne kadar etkisini yitirmiş
olsalar da, tümüyle ortadan kalktıklarını söylemek doğru olmaz. İngil
tere'nin en meşhur acı araştırmanı Patrick Wall, Papa il. John Paul'
dan alıntı yapar: "Acı çekme kelimesiyle ifade ettiğimiz şey, insan do
ğasının vazgeçilmez bir parçası gibi görünüyor. Acı çekme, Hz. İsa'nın
ıstıraplarını paylaşma, Tann'nın krallığı için acı çekmedir... Acı çek
me, adeta, insanın ahlaki büyüklüğünü ve ruhsal olgunluğunu göster
mektedir."
Wall, Papa'nın acı çekmeyi kabul etmekle kalmadığını, aynı
zamanda onu yücelttiğini işaret etmekte ve şunları eklemektedir: "Bu
güçlü ifade, bilhassa Katolik ülkelerde, bir takım pratik sonuçlar do
ğurdu; özellikle ölümcül kanserlerin tedavisinde. Doktorlar, acıyı ve
ıstırabı durdurma konusunda tereddüt etti; çünkü tedavi, hastanın
kefaret eylemlerine müdahale anlamına gelebilirdi."
Acıdan kunulmanın yasaklanmasını isteyen hekimler bulmak için,
Katolik ülkelere gitmeniz veya din adamlarına kulak vermeniz gerek
miyor. James Simpson'un, 1830'lu y ıl l arda çocuk doğurma sırasında
1 92
bir anestezi maddesi olarak kloroformu onaya atması, kuşku ve hat·
ta düşmanlıkla karşılanmıştı. Güvenilirliğine dair bir endişe duyulsay
dı, bu anlaşılır bir şey olurdu; fakat birçok insan, çocuk doğurma sı
nısında hissedilen acının eşyanın doğal düzeninin bir parçası olduğu
nu ve bu yüzden ortadan kaldınlmaması gerektiğini ileri sürüyordu.
Kilise adamları, tartışmaya Tekvin'den alınrılar yaparak ("Doğururken
acı çekeceksin!") katıldı. Tartışma bir yirmi yıl daha devam etti ve so
na ermesi, bp adamlan sayesinde değil, bir soylu sayesinde oldu. Kra
liçe Viktorya, Prens Leopold'un doğumu sınısında kloroform kullan
mayı kabul etti ve mesele kapandı.
Acıyı sınırlandırmanın doğal olmadığı iddiası, bizzat doğanın acı
aza!rıcı mekanizmalara sahip olduğunu düşündüğünüz zaman tuzla
buz olur. Savaş sınısında yaralanan erkeklerin, ciddi bir biçimde yara
lanmış olduklarını, çatışma sona erene kadar fark etmediklerine dair
raporlar vardır. Ancak çarışma sona erdikten sonradır ki acı kendini
gösterir.
Bu tür mekanizmaların hayatta kalma açısından değeri yeterince
açıktır. Acı, organizmaya bir şeylerin yanlış gittiğini belirten bir meka
nizmadır. Fakat, kolunun birini kaptırdığı kama dişli bir kaplandan
kaçan bir mağara adamı için acı sinyali gereksiz bir şeydir. Gerçekten
de burada acı, hayatta kalmaya hizmet etmez; yaralanmasının aşın far.
kında olma, onun hayatı için savaşma veya arkasını dönüp kaçma ça
balarını engelleyecektir.
Acıyı yöneten sistem karmaşıkrır ve henüz yeterince anlaşılma
mıştır; fakat bedenin analjesik (ağrı kesici) ilaç morfinin doğal karşı
lığı olan endorfın denilen moleküller.ü rettiği bilinmektedir. Bunların
'·
olanlar, düğmeye daha çok basmaktadır. Sistem , kazara aşırı doz ve-
1 94
rilmesini engellemek için çeşitli önlemlere sahiptir ve kullanımı, ge
niş ölçüde başarıyı işaret etmektedir. Raporlar gösteriyor ki, PCA kul
lanan çok sayıda hasta için topl am ağn kesici tüketimi, doktorlar ta
rafından ı.aten verilecek olan toplam ağrı kesici miktarıyla aşağı yuka
rı aynıdır. Fakat bu sistem, onun dağılımını değiştinnektedir. Bazı
hastalar, daha az ağrı kesici kullanmaktadır.
Ağrı tedavileri, ağrının fiziksel bir kökeni olması gerektiği varsa
yımlarıyla maluldür. Hem meslekten uzmanlar, hem sıradan insanlar
bu yanlış görüşe inanmaktadır. Ve kendilerine acının zihinsel bir şey
olduğu söylenen hastalar, bunun kendilerine canlannın aşın tatlı ol
duğunu söylemenin kibar bir yolu olduğuna inanrn$ı.ıclır.
Kuşkusuz birçok acı, ister yanık, ister mikrobik bt l·nfeksiyon, is
terse başka türden bir yaralanma sebebiyle olsun, fıziksel bir kökene
sahiptir; fakat her ı.aman değil. Açık bir sebebi olmayan kronik ağrı
lar, doğru bir şekilde tedavi edilmeyen yaralara kesin bir tepki şeklin
de onaya çıkmaktadır. Yara ve yaranın bütün gözlemlenebilir işaret
leri iyileştiği halde, sinir sisteminde yaratılmış olan acı durumu de
vam edebilmektedir. l.ondra'daki St Thomas Hastanesi Psikologu An
drew Hodgkiss, acının fıziksel bir sebebi olduğu görüşünden kısmen
tıp adamlarının sorumlu tutulması gerektiğini ileri sünnektedir.
Ona göre, "Acı, insanların geçmişlerinde, duygusal durumlarında,
konsantrasyonlarında, duyusal alıcılarında olan kannaşık bir dene
yimdir. Eğer bütün bu fikirleri bir kenara atmamış, bunlar yerine has
talık ve acı arasında basit bir ilişkiyi seçmemiş olsaydık, onun zihinde
olup bittiğini söyleme mücadelesine girmek wrunda kalmayacaktık.
Acı elbette zihinseldir. Yaşanan bir deneyim, bir algılama, bir duygu
veya hepsi birdendir. Çok büyük bir yara söz konusu bile olsa, hisse
dilen ac ı nın kaynağı zihindir
."
GeofJ Watts
Tıp ve bilim yazan, yayına
1 96
Acıyı Sona Erdirebilir miyiz
ıtonald Melzack
l
Mc Gill Üniversitesi ağrı araştınnalan profesörü
1 97
kırılana kadar yürümesine sebep olmuştur. Aynı şekilde bir kadın far
kına varmadan sayısız kesik ve yanık taşımaktadır; ağzı, çok sıcak içe
cekler içmekten dolayı dağlanmıştır. Kızı da aynı hastalıktan musta
riptir. Yedi yaşında duştan sonra kalçalarını yanmakta olan banyo ka
loriferine dayamış ve hiçbir acı hissetmediği halde poposunda ömür
boyu iz bırakacak olan, dön büyük yanık yarasr açmıştır. Bu tür hika
yeler, keskin ağrı ve acı hissetmekten tamamen kunulmak istemedi
ğimizi açıklar. Ağrı hayatımızı ku narmaktadır.
Oysa kronik ağn, yıkıcıdır ve hiçbir kunarıcı özelliğe sahip değil
dir. Kronik ağrının bir türü, kanser, anerit gibi bedenin dokularını ve
beden.işlevlerini, omurgada bir büyümeye veya kalp dokusuna yeter
siz kan gitmesine sebep olacak şekilde tahrip eden, direngen hasta
lıklarda görülür. Bu tür ağrıları yok etme çabalan, genellikle işe yara
maktadır. Örneğin kanser ağrılan, genellikle etkilerini attırmak ve
muhafaza etmek için, diğer uyuşturucu türleri, psikolojik tedavi veya
diğer afyon kökenli ilaçlarla birlikte verilen uygun morfin dozlarıyla
azaltılmakta, bazı örneklerde de tümüyle yok edilebilmektedir. Ne
var ki, en gelişmiş teknolojilerle donanmış bazı hastanelerin ellerin
den geleni en iyi şekilde yapmalarına rağmen, kanser hastalarının
yüzde 5 ile lO'u, ona dereceden yüksek şiddete kadar değişen ağrı
larla yaşamak zorundadır. Hayatın sonuna yaklaşmışken, hiçbir yarar
lı amaca hizmet etmeyen bu dinmez ağrılar, hayatı dayanılmaz hale
getirmekte ve bazı hastalan intihara sürüklemektedir. Bir gün bunlar
dan kunulacak mıyız?
Mümkün. Yeni ilaçlar çıkmayı bekliyor ve talihin yardımıyla kan
ser ağrısı özel lokal uyuşturucular ve diğer terapiler. aracılığıyla tü
müyle dindirilebilir. Son yıllarda klinik ve labaratuvarlarda sürdürülen
ağrı araştırmalarının sayısındaki patlama, çok etkili, iki yeni ağrı kesi
ci ilaç türünün keşfine sebep olmuştur. Bunların bu tür etkileri oldu
ğu , daha önce bilinmiyordu ; epilepsi ile psikolojik depresyon tedavi
si için geliştirilmişlerdi. Anti-epilepsi ilaçları, genellikle çevre si n i rl eri
-
1 98
nin patolojisiyle ilişkilendirilen, nöropathik ağrılar için kullanılırken,
antidepresanlar depresif olmayan hastalarda bile çeşitli türden· ağrıla
rı dindirmektedir. Öyle ki ağn kesici eylemleri, onların depresyon
üzerindeki etkilerinden bağımsız olarak vardır. Son zamanlarda arte
rit ağnlannı dindirmek için güçlü ilaçlar bulunmuştur ve daha güçlü
leri yoldadır. Bedendeki temel, tanımlanabilir patolojilerle ilişkili kro
nik ağrıların, sonunda teslim olması ve tıp dünyasında ağrısız bölge
ler haline gelmesi mümkündür.
Ne yazık ki bu iyimser görünüş, hayalet mafsal ağrısı gibi, nedeni
belirlenemeyen kronik ağn türlerine uygulanamaz. Bir kolu veya bir
bacağı kesilen insanlar, neredeyse hemen "hayalet mafsal"ı hissediyor
lar. Bu duygu onlara öyle gerçek geliyor ki, bazen olmayan ayaklan
üzerinde durmak için yataktan fırlıyor veya olmayan elleriyle telefona
uzanmaya çalışıyorlar. Hayalet mafsalın gerçekliği, özellikle keskin ağ
rılar, kramplar, kaşıntılar hissedenlerin yüzde 60 ile 70'inde çok canlı
dır. Ağrı, lokal anestezi enjeksiyonları veya bazı oral ağrı kesici haplar
la kısa süreliğine geçirilebilmektedir. Fakat ne yazık ki, ağrının sebebi
öyle anlaşılmazdır ki, şu ana kadar etkili bir tedavi bulunamamıştır.
Sinir cerrahtan, kesiğin bittiği yerde oluşan, birbirine karışmış kü
çük sinir yumağını alabilir; fakat ağrı, kısa bir süre onadan kalksa da,
genellikle geri dönmektedir. Daha sonra, genellikle umutsuz hasta
tarafından zorlanan sinir cerrahı, siniri omuriliğe giren kısmını, daha
sonra da omurganın içinde olan kısmı keser; fakat genellikle bu, ge
çici bir süre rahatlatır. Bazen talamusun bir kısmını veya yakın bölge
leri yakmak için beyne elektrotlar sokulur. Hatta koneksin kesik kas
la sorumlu yeri bile alınabilir. Bu operasyonların hepsi, güvenilir bir
tedavi denemeyecek kadar, kısa ömürlü etkilere sahiptir. Hatta omu
riliğin söz konusu kasla ilgili kısmı, bu kasla hiçbir iletişimin mümkün
olmayacağı şekilde alındığı nda bile vücudun hayalet kısımlarında kor
kunç ağrılar (bu ciddiyette operasyonlar yapı labi lmes i için ağrıların
korkunç olması gerekir) devam etmektedir.
1 99
Sebep anık en azından kısmen nettir. Beyin hücrelerine giden du
yu girdileri kesildiği ı.aman, bu hücreler kendi başlarına, ateşleme,
yapmaktadır. Sinir uyaranlannın patolojik hareketlerinin, ağrı algısı
yarattığı sanılmaktadır. Anti-epilepsi ilaçlan, bu hastalara faydalı ol
maktadır; fakat birçoğu acı çekmeye devam etmektedir. Yine yeni
ilaçlar geliştirilmektedir ve bunlardan bazılan işe yarayabilir. Ne yazık
ki ufukta, bu korkunç, dinmek bilmez ağrılan durduracak kesin bir
ilaç görünmemektedir.
Fakat en azından, bu tür ağrılar daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır.
Birçok tür baş , sın, yüz kastan, iskelet ağrılan, kasık ve kann ağrılan
-
olmadığını onaya çıkarmaktadır. Stres de, her iki baş ağrısında önem
li bir rol oynamaktadır; fakat önceden kestirilebilir bir rol değildir bu.
Bu üç faktör - kas gerginliği, kan basıncı ve stres- değişen dereceler
de önemli olmakla birlikte, hiçbiri baş ağrısının türünü veya ne za·
man gelip ne zaman gideceğini tek başına bir belirleyecek özelliğe sa
hip değildir. İşte bu yüzden bu faktörlerden birinin iyileştirilmesi, ye
terince uzun bir süre boyunca, kayda değer bir fark yaratmamakta
dır. Etkili tedaviler, genellikle üçünü birden ele alır.
Bazı baş ağrısı türleri için mükemmel ilaçlara sahip olsak da, son
yıllarda onları çok iyi anlamaya başlasak da, hepsini birden iyileştire-
200
ıniyoruz ve milyonlarca insanın baş ağnlarından mustarip olmaya de
ram etmesi önümüzde uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Fakat yine
20 1
Açlığı Sona Erdirebilir miyiz
1 1996 yılındaki Birleşmiş Milletler Dünya Yiyecek Zirvesi'nde
toplanın 186 ülke, yetersiz beslenen insanlann sayısını 201; yı
lında yarıya düşürme karan aldı. BM Yiyecek ve Tanm Örgütü'
ne göre hedefin tutturulma ihtimali düşük. Anlaşılan, teknolojik ge
lişmemiz kendimizi beslemeye yetmiyor. Örneğin Yiyecek Siyasa
Araştırma Enstitüsü'ne (IFPRI) göre, her üç çocuktan biri yatağına aç
gidiyor ve "açlığın, fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerindeki V'dhşi etkile
rini" yaşıyor.
Kuşkusuz açlık, bütün insanlık tarihi boyunca vardı. Tarihsel ola
rak kaydedilmiş ilk açlık, belki de Tevrat'taki, bugün Filistin dediği
miz topraklarda yaşanan kıtlığın içindeki Yusurun hikayesidir. İnsan
lar, açlığın ortaya çıkış biçimlerini yüzyıllardır araştırmaktadır. 1798
yılında, bir kilise ve bilim adamı olan Thomas Malthus, yiyecek üreti
ninmi aritmetik artışına karşın, nüfusun geometrik olarak armğını,
bu yü7.den yiyecek üretiminin geride kaldığını ve bunun, kaçınılmaz
bir şekilde, sınırlı nüfus büyümesine yol açacağını ileri sürmüştür.
196; yılında yazan Esther Boserup ise daha iyimserdir. Boserup, Malt
hus'un aksine, demografik baskının tarımda yenilik ve daha yüksek
üretimi getirdiğini ve bu yü7.den yiyecek üretiminin nüfus artış hızını
yakalayacağını ileri sürüyordu.
Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen, 1981 yılında ya7.dığı Yok
sulluk ve Kıtlık: Haklar ve Yoksunluklar Üzerine Bir Deneme adlı ki
tabında, yakın tarihte birçok kıtlık yaşanmasına rağmen yiyecek mik
tarının, daha önceki kıtlık yaşanmayan yıllardan pek o kadar da az ol
madığını gösterdi. Böylece yiyecek eksikliğinin, kıtlığın en önemli
açıklaması olduğu görüşüne meydan okuyordu.
Yirmi yıl sonra birçok bilim adamı, altı milyarlık dünya nüfusunu
tümüyle beslemeye yeterli küresel yiyecek kaynaklannın var olduğu
konusunda hem fikirdi. Açlık, artık sadece üretimle ilgili basit bir me
sele olmaktan �· i mıştı 1960'lann, 70'lerin, 80'lerin yeşil devrimi, güb
. .
Julla Hinde
Bilim ve eğitim konulannda serbest yazar
208
Açlığı Sona Erdirebilir miyiz?
Brlan Heap
Nottingbam Üniversitesi'nde Profesör, Si Edmun Koleji başkanı,
Roya/ Society'de dış işler müdürü ve başkan yardımcısı
209
!eri bilim ve teknolojinin birçok insan için hayatın kalitesini arttırdığı
nı ve arttırmaya devam edeceğini ileri sürüyor. Fakat felaketçiler, re
havete kapılma tehlikesine karşı uyanda bulunuyorlar; çünkü bugü
nün zorluklarının boyutları, insanlık tarihinde görülmemiş büyüklük
tedir.
Açlık üzerine tartışma, insanları Manitoba Üniversitesi'nden Vac
lac Smil'in bollukçular ve felaketçiler dediği iki grubu ayımuştır.
Londra Ekonomi Okulu'ndan Tim Dyson, eğer bir beklenmedik bir
felaket olmaı.sa , çiftçilerin talep hacmini karşılayabilecekleri konu
sunda hayli iyimserdir. Gübre kullanımı artacak, küresel tahıl hasadı
hektar başına yaklaşık 4 tona çıkacak ve uydu vasıtasıyla uı.aktan algı
lama ve ince tanını kapsayan bilgi-yoğun idare yordamları, nitrojen
uygulanmasının etkililiğini, toprak ve su kullanımının kalitesini yük
seltecektir. Büyük bilimsel soru, herkes için yiyecek güvenliğine, çev
reye :ıarar vermeden nasıl ulaşılacağı sorusudur.
Yiyecek güvenliği, mülklere, kaynaklara sahip olma veya bunlara
erişim hakkı ve riski u:ıaklaştırmak, şoklan atlatmak için gelir getiren
faaliyetlerde bulunma hakkı olarak tanımlamaktadır. Başka bir deyiş
le, çiftçilerin hepsinin desteklenmesi değil, herkesin uygun bir bes
lenmeye ulaşma araçlarına sahip olması zorunluluğudur, yiyecek gü
venliği. Günümüz çiftçileri, dünyada herkese yetecek kadar yiyecek
üretebilmektedir; yine de 800 milyon kadar insan, büyüme, etkin bir
yaşam ve sıhhat için yeterli nitelik ve nicelikte yiyeceğe erişememek
tedir. Eğer 1994 yılında, dünya yiyecek kaynaklan herkes arasında
eşit bir şekilde dağıtılmış olsaydı, 6,4 milyar insan için (fiili dünya nü
fusundan daha fazla insan için) uygun bir beslenme olan günde 2,3;0
kalori tedarik edilebilirdi. Yiyeceğin eşit dağılımı, şu ana kadar uygu
lanamaz ve ekonomik olarak gerçekleşemez bir şey olarak kalmıştır.
Böyle bir dağılım olsa bile, beslenme çeşitliliği ihtiyacını karşılayamaz
ve yerel küçük çiftçiler için -açlıkla her savaşın dikkate alması gerek
tiği kesim- yeterli geliri üretemez.
21 0
Yoğun üretim sistemleri ve yeşil devrim, il. Dünya Savaşı'ndan bu
yana, anan nüfusun beslenmesine temel bir katkıda bulunmuştur. Ne
var ki bazı uygulamalar istikrarsızdır ve toprak yozlaşması, çölleşme,
kentleşme kayıplarıyla sonuçlanmıştır; ürün artışlannda görülen yük
selme, gelişmekte olan ülkelerde düşmeye başlamış ve biyolojik çe
şitlilik aı.almıştır. Küresel ölçekte, yiyecek üretimi için kişi başına 0,26
hektar tarım toprağı düşerken, bu oran 2050 yılında 0, 15'e düşecek
tir. Ekilebilir alanların genişleme oranı yılda yüzde 0,2 aı.almaktadır
ve azalmaya devam etmektedir. Dünya yiyeceklerinin yaklaşık yüzde
40'ı sulama gerektirmektedir ve dünyanın kullanılabilir suyunun yüz
de 70'i tarıma harcanmaktadır. Fazladan iki milyar insanı beslemek
için yiyecek üretimini arttırmak, bizi aynı miktarda toprağa daha az
suyla sulamak zorunda bırakacaktır.
Nasıl ki dünya, 1940'lann tarım teknikleriyle beslenemezse, otuz
kırk yıl sonra bugünün teknikleriyle beslenmeyi de umamaz. Daha
istikrarlı yöntemlerin uygulandığı yeni bir tarım devrimi olmadığı
müddetçe, gelişmekte olan ülkelefdeki insanlann kaderi karanlık gö
rünmektedir. Hindistan ve Çin üç katlı bir sorunla karşı karşıyadır:
Nüfusa artışı, su kaynaklarının aı.alması ve ekilebilir alanlann aı.alma
sı. Bununla birlikte Çin'de, yaşanan toprağın verimliğinde azalma,
başta sanıldığından daha bölgeseldir.
Biyoteknoloji bir çözüm getirecek mi? Tarih, bire tek bir kaynak
ta fazla bir şey beklememiz gerektiğini söylüyor. Biyoteknolojideki
ikinci kuşak üretim (meyve ve sebreler dahil olmak ürere) , daha yük
sek hasat verecek, daha uzun süre depolanabilecek ve daha iyi bes
lenme kalitesine sahip olacak şekilde, genetik mühendislikten geçi
rilmiş ü rünler getirebilir. Bazı tanın ilaçlanna ve hastalıklara karşı di
rençli aşılar veya yüksek değere sahip ürünler sunabilirler. Eğer daha
az kimyasal uygulama gerektiren, kuraklığa karşı daha dayanıklı, elve
rişsiz, hatta kısır topraklarda yetişebilen genetik aktarımlı bitkiler üre
tilebilirse, daha istikrarlı bir ür�tim sistemi gel iş tirmeye katkıda bulu-
21 1
nabilirler. Çin'de genet ik aktanmlı ürünlerin ekildiği alanlar 1998'de
10,000 hektar iken , 2000 yılında 700,000 hektara çıkmıştır (dünya öl
çeğinde 44 milyon hektardır). Yine de teknoloji hfila zenginlerin meş
galesi olarak görülmektedir.
Yeşil devrimin babası Nobel ödüllü Norman Borlaug, düşük gelir
li, yiyecek sorunu yaşayan ülkelerdeki çiftçilerini yeni ürünlere ihti·
yaç duymalanna rağmen, biyoteknolojiyi kullanmayı reddetmelerinin
ironisine işaret ediyor. Uluslararası şirketlere uzmanlıklannı kamu
araştırma enstitüleri ile paylaşmayı, belli başlı uluslararası paı.arlarda
bugün yüksek önceliğe sahip olmayan tanmsal sorunlan ele almayı
ve daha az gelişmiş ülkelerde yoksul çiftçilerin faydalanacağı bir bi
çimde ayncalıklı fiyat belirleme yapılan inşa etmeyi tavsiye etmekte·
dir. Bu gerçekleşene kadar açlığın yalnızca pazarlann ve üretimin bir
yetersizliği değil, büyük ölçüde kurumlann, örgütlerin ve siyasetlerin
bir başansızlığı olarak kalacağına inanmaktadır, Borlaug.
Yoksul ülkelerdeki yönetimler, uzun ıamandan beri tanını ihmal
etmekte ve kırlık kesimleri ile çiftçilerden ziyade kentleri ve sanayile
ri gözetmektedir. Daha az gelişmiş ülkelerin pazarlara ulaşımı, geliş
miş ülkelerce engellenmiştir. Bu durum, Ekonomik İşbirliği ve Kal
kınma Örgütüne üye ülkelerin tanın sektörüne şu anda, toplamda Af.
rika'nın bütün hasılatını aşacak miktarlar tutan, yıllık ödemeleri tara·
fından iyice kötüleştirilmiştir. Eğer artan yoksulluk tersine çevrilecek
se, şu uygulamalı önlemler hemen alınmalıdır: konuyla ilgili araştırma
ve geliştirmelerin sonuçlannın uygulanması; toprak reformu; pazar
ürünleri içiri yollann iyileştirilmesi; pazarlara erişimi arttırmak ve bas
kıcı rejimler ile yozlaşmış uygulamalar yerine iyi yönetimi teşvik et
mek. Avrupa Birliği, Avrupa'nın geri kalmış yönlerini geliştirmekte
değerli tecrübeler edinmiştir. 2001 yılında GB ülkelerinin Cenova'da
ki ziıvesinin gölge düşürdüğü, Sahara-altı Afrika'da gelişme için göre
ce uluslararası bir inisiyatifi başlatma vakti anık gelmiştir. Hindistan'·
daki projeler, iletişim ve bilgisayar devrimlerinin bölgenin miyadı dol-
21 2
muş teknolojilerden, modem teknolojiye nasıl sıçrayış yapabileceği
ne iyi bir örnek teşkil etmiştir. Entelektüel varlıkları korumanın ya
saklayıcı maliyetini aşmak da bir gerekliliktir. Bitki biyoteknolojisinde
yeni tekniklerle evlerine dönen parlak genç bilim adamlan, entelek
tüel varlıklarını korumalarına yardım edecek uluslararası merkezi bir
fon bulmaya teşvik edilmelidir. Bu tür bir inisiyatif, daha genç kuşa
ğa, bu yüzyılda açlığı sona erdirme amacındaki sosyal, siyasi ve insani
niyete dair önemli mesajlar verecektir.
Bugün 1,3 milyar insan, günde bir dolar veya daha azı gelirle mut·
lak anlamda yoksuldur; iki milyar kadar insan da bu marjın hemen dı
şındadır. Böyle bir durumun devam etmesine göz yumamayız; çünkü
açlığı sona erdirmek, soyut bir insani sorumluluk değildir; istikrarlı
bir gelişme için temeldir. Eğer sürdürülebilir kalkınma ciddiye alını
yorsa, daha gelişmiş ülkelerin tüketim alışkanlıklarını değiştirmeleri
zorunludur. Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen'in söylediği gibi,
eğer değişme olmazsa, mesele insanlığın doğal dünyayı koruması
meselesi olmaktan çıkıp, insanlığın kendini insanlıktan koruması me
selesi haline gelir.
Bu büyük bilim sorusuna verilen cevap evettir. Açlığı sona erdire·
biliriz. Fakat ancak, gerekli teknolojilerin araştırılması ve kalkınması
nın yanında, gerekli siyasetler ve yatırımlar yapılırsa. Açlık, bırakın ye
ni inisiyatifler kurmayı, resmi ve sivil kuruluşların mevcut programla
n arasındaki koordinasyon boşluğu yaşanmaya devam ettiği sürece
sona ermeyecektir. Bu tür güçlüklerin üstesinden gelme başansızlığı
felaketçilere koz olmaktadır. Çünkü bu durum, 800 milyonun insan
haklanndan belki en asli olanını çiğnemektedir: kamını doyurma
hakkı.
21 3.
Hata Evrim Geçiriyor muyuz
1 Yaşadığımız modem çağda, insan türlerinin gelişimlerini ta
mamladıklannı ve biraz utandıncı olan evrimsel tarihini geride
bıraktığını varsayıvennek istiyoruz. Peki ya, evrimsel kuı.enleri
miz olduğu çok açık olan şempanı.elerle DNA'mızın yüzde 98'i aynıy
sa? Modem bilim ve teknolojiyle tarihin bambaşka bir dönemine gir
medik mi? Darwinci evrimin kılıcı, devasa öğrenme ve uyum gösterme
kapasitemizce köreltilmedi mi?
İngiltere'de hayat süresi 1700 ile 1900 yıllan arasında, çoğunlukla
daha iyi beslenme, temizlik, temiz hava ve temiz su sayesinde on ye
diden, elli iki yıla fırladı. Elbette bu, modem tıp biliminin başanlanna
sadece bir başlangıça. Yirminci yüzyıl boyunca Amerika Birleşik Dev
lederi'nde bulaşıcı hastalıklardan ölüm oranı, bir de binler gibi bir
oranla düştü. Örneğin, 19n·e gelindiğinde çiçek hastalığı tümüyle
yok edilmişti. Anık yapay kaslanmız var, nabız kontrol cihazlan, suni
kalpler, kan nakilleri; suni dokular ve organlar da yolda. Bilim adamla
n yalnızca insan genomunun deqil, bizi tehdit eden mikroplann da ge
nom haritasını çıkardı. Harvard Üniversitesi Kamu Sağlığı'ndan 8arry
Bloom'un işaret ettiği gibi "bütün insan patojenlerinin her geni, bütün
öğrencilerin ve araşarmanlann bilgisayanndan görülebilir." Hiç kuş
kusuz bu, uyum yeteneklerimizi daha da anaracaktır.
Charles Daıwin'in betimlediği üı.ere organizmalar, biyolojik açıdan
doğal seçilim yoluyla evrimleşirler. Zinde, daha iyi uyum sağlayan bi
reyler, daha uzun yaşama temayülündedir ve daha çok çocuk sahibi
olurlar; böylece daha az zinde olanlann genleri elenirken, bunlann
genleri yeni kuşaklara geçer. Peki ya tıp buna müdahale ederse? Bilim,
dünyanın ağır koşullannı büyük ölçüde hafifletmiş, doğal olarak ı.ayıf
olanı güçlendirmiş ve insan üreme sahasını "yapay olarak" destekle
miştir. Acaba bu, evrim geçirmeyi bıraktığımız anlamına mı geliyor?
Hayır. Tabi cevabın aynntılan, "biz"den kimi kast ettiğimiı.e bağlı.
Son on yılda,araştırmanlar, 4,000 metrenin üstünde bir yükseklikte ya
şayan Tibetli köylülerin, buna genetik olarak urum sağlamış o lduk l a -
216
nnı gösteriyor. En azından fazladan bir gen, kan hücrelerinin oksijen
tutmasına yardım ediyor; üstelik düşük oksijen koşullarında üreme
zindeliklerini de güçlendiriyor gibi görünüyor. Tibetliler, on bin yıl gi
bi görece kısa bir süre içinde, genetik olarak çevrelerine uyumlu olmak
için evrim geçirmişler. Birçoğu, bu koşullarla baş edemediği için ölüp
gitmiş olmalı. Bu hiç de şaşırtıcı bir şey değil. Son yirmi yıl içinde Eve·
rest'e rırmanmayı başaran insan sayısı 1,173'tür. Bazıları filzladan oksi
jen kullanırken, diğerleri havada mevcut serl>est oksijene bel bağlamış
tır. Birçok insan, tırmanışın ardından aşağı inerken ölmüştür; durum,
oksijen desteği alanların hayatta kalma şanslarının, neredeyse üç kat
daha fazla olduğunu gösteriyor. Tibetlilerin -hatta hayli yakın 7.amanlar
da· nasıl evrim geçirdiklerini tasawur etmek pJr değil bu yüzden.
Ölüm sebeplerinin yüzde 25'inin tıaıa tüberküloz, 7.atürree, Aids,
sıtma ve kaamık gibi bulaşıcı hastalıklar olduğu gelişmekte olan ülke
lerdeki insanların genetik savunmaları, sayısız mikrobun kendini ge
netik olarak geliştiren silahlarıyla mücadele etmeye devam ederken,
bu insanların hata çevreyle savaş halinde olduktan çok açıkar. Naturet
dergisinde yayınlanan son araşarmalar, Güney Afrika'da, bazı gen tip
lerine sahip olan insanların, diğerlerine göre üreme yıllannın zirvesin
deyken biraz daha uzun yaşamaya eğilimli olduktan için, yüzde 30 da·
ha fazla üreme şansına sahip olduğunu göstermiştir. Bu örneklerde,
evrimin sona erip ermediği hususunda hiçbir kuşkuya yer yoktur.
Yalnızca ''biz" ile gelişmiş Batı'ya gönderimde bulunduğumuzda,
evrimin bitip bitmediğini merak etmek biraz ilginç hale gelir. Londra
Üniversitesi'nden genetikçi Steve Jones, insanlar daha uzun yaşadıkta
n ve farklı şekillerde öldükleri için, modem abbın doğal seçilimi bü
yük ölçüde tablonun dışına attığını iddia etmektedir. ABD'de bütün
ölümlerin yüzde 50'sinden fazlası, üreme yıllarının ardından, hayatın
sonraki evrelerinde ortaya çıkmaya eğilimli kanser ve kalp hastalıkları
sonucunda olmaktadır. Gerçekten de kalp hastalıklanndan ölme payı,
büyük ölçüde anık insanlar bulaşıcı hastalıklara yenik düşmediği içi n ,
21 7
1900 'den beri dön kat anmıştır. Jones, evrimin durmamışsa bile, en
azıdan yavaşladığını ileri sürmektedir.
Bununla birlikte diğer bilim adamları, Batı'daki bizlerin sadece ev
rim geçirmeye devam etmediğini, bunu eskisinden daha hızlı yaptığı
nı ileri sürüyor. San Dieogo'daki Kalifomiya Üniversitesi'nden biyolog
Christopher Will, iklim değişikliği ve atmosferdeki ozon deliği gibi di
ğer değişmelerin insanoğluna yeni çevresel baskılar getirdiğini iddia
ediyor. Dahası, daha fazla uluslararası yolculuk, göçün anması ve ön
ceki bin yıl boyunca daha yalıtılmış kalan gen havuzlarının karışması
anlamına gelmektedir.
Comell Üniversitesi'nden antropolog Meredith Small , insanların
doğal seçilimin kurallarını hiç de değiştirmediğini ileri sürüyor. "Kül
türe - ve onunla birlikte her türden tıbbi müdahale ve teknolojiye- sa
hip olduğumuz için doğal seçilime karşı bağışıklık ka7.andığımıza ina
nabiliriz," diyor. "Fakat doğa yoluna her zamanki gibi devam eder...
Kimileri yaşar, kimileri ölür; kimi insanlar ise diğerlerinden daha fazla
gen aktarır."
Demek ki, tanımı gereği, halfı evrim geçiriyoruz. Belki daha ilginç
olanı, nasıl evrim geçirdiğimiz, bilhassa kültürümüzün ve bilimin, ev
rimi şu anda nasıl etkilediğidir. Ellerinizle çalıştığınızda, deriniz kalın
laşır. Bu evrim değildir, uyumdur- en basitinden. Thalasomma bifasci
atum, Lapina balığı, bir mercan kayalığı balığıdır ve daha çok dişiler
den oluşan büyük bir balık sürüsü içinde yaşar. Herhangi bir zamanda
yalnızca birkaç erkek balık vardır. Eğer bunlardan biri anadan kalkar
sa, o zaman dişilerden biri ci ns iyet değiştirir ve makul oranı koruyarak
erkek olur. Bu sadece bir uyum göstermedir, daha ziyade karmaşık
cinsinden.
Keza insan kültürü, genlerde depolanmamıştır. Sosyal yapılarda ve
alış kanlıkl a rda, dilde ve kütüphanelerde yatar ve bir kuşaktan ötekine
öğretilmesi ge rekir. Kültür, bilim de dahil olmak üzere, toplumumu
zun öğrenilmiş bir uyumudur ve dar anlamda konuşursak, evrimin
21 8
doğrudan bir sonucu değildir (bununla birlikte o daha geniş beyinle
rimizin bir sonucudur) . Tarihçi E.H.Carr, "evrimin kaynağı olan biyo
lojik kalıtım ile tarihsel ilerlemenin kaynağı olan sosyal kazanım"ın bir
birine kanştınlmasından doğabilecek, ölümcül bir yanlış anlamaya işa
ret eder. Bu sosyal kazanım, mali refah, öğrenme veya sahip oldukla
rınız olabilir. Her durumda genleri en azından bir süre el değmemiş
bırakarak, geleceği geri dönülmez bir biçimde değiştirirler.
Bu sava, 1976'da yayınlanan 'Bencil Gen' kitabının yazan Britanya
lı zoolog Richard Dawkins tarafından farklı bir ivme kaı.andınlmıştır.
"Melodiler, fikirler, sloganlar ve modalar'' gibi kültürel kopya ediciler
(replicators) veya "öykünme birimleri" olan ve tıpkı genler gibi bir ku
şaktan ötekine geçirilen "meme"ler fikrini geliştirmiştir, Dawkins. Fi
kir, akademik dünyayı ikiye bölmüştür; felsefeci Daniel Dennett ile
psikolog Susan Blackmore gibi kimileri, fikri temel bir evrimsel etki
olarak heyecanla benimserken, diğerleri dikkate bile almamıştır. Pala
eontolog Stephen jay Gould, onu bir "anlamsız metafor" olarak be
timlerken, biyolog Steven Rose, kültürü "genimsi kopyalamayla zihin
den zihne taşınan ve parçalara aynlmış yekpare bir şebeke" olarak ta
savvur etmeyi saçmalık olarak nitelendirmiştir.
Fakat bunu nasıl başanyor olursa olsun kültür, biyolojik evrimi ke
sinlikle etkiliyor. Bazı insanlann çocuk sahibi olmasını, bazılarının ol
mamasını sağlayan sayısı belirsiz kuvvetler nelerdir? Bu kuvvetleri bir
birinden ayırmak kuşkusuz güçtür; fakat bu kültürel etkiler, insan nü
fusunun genleri üzerinde, birçok hastalığın arkasında yatan nadir ge
netik bozukluklara göre çok daha hızlı etkide bulunan sonuçlara sa
h ipt i r Small, ekonomik ve teknolojik gelişmenin ulusal ölçekteki ge
.
21 9
çevremizin bir parçası olduğu için, en az hastalık, hava ve yiyecek kay
naklan kadar doğaldır."
Elbette evrimsel güçler, uı.ak geçmişte daha iyi aletler kullanıp, da
ha iyi karar veren ve daha büyük zihinsel kapasiteye sahip olanları göz
etmiştir. Wills, insan türlerinde bunun değiştiğini düşünmek için çok
az neden olduğunu ileri sürüyor. Tam tersi, belki de daha yüksek en
telektüel kapasite, aşın nüfus anışı gibi sorunlann farkında olmayla
bağlantılıdır ve gerçekten 7.eki olanların soylannın ortalama sayısında
bir a7.almaya yol açıyor olabilir. Hal böyleyse, evrim ters yönde hare
ket ediyor demektir.
Gelecek bizi nereye götürüyor? Biyolojik evrimin nihai kalesi ga
mettir- cinsiyet hücresi. Hiçbir mutasyon veya fiziksel organizmanın
herhangi başka bir değişimi, gametin DNA'sında kodlanmadığı sürece
sonraki nesle geçemez. Bu, daha ne kadar süre doğru kalmaya devam
edecek? Gen tedavisi, gen havuzundaki bir DNA'nın bilinçli bir şekil
de değiştirilmesini ne 7.aman mümkün kılacaktır? Yalnızca bir 7.aman
meselesi olan böyle bir şey gerçekleştiği vakit, insan türleri için biyo
lojik ve kültürel miras arasındaki ayrım ortadan kalkacaktır. Kuşkusuz
o 7.aman bile evrimleşiyor olacağız.
Mark Buchının
Fizikçi ve bilim yazan
220
Hata Evrim Geçiriyor muyuz?
Micbael Ruse
1
Guelpb Üniversitesifelsefe ve zooloji bölümlerinde profesör
�1
Ben, yüksek tansiyona karşı hap kullanıyorum; fakat bu haplar, en az
gençliğimin yağlı, yüksek kolesterollü öğle yemeği sosisleri kadar çev
remin bir parçası. İnsan kültürü, evrim kuvvetlerini değiştirdiği gibi,
bizi bu değişikliklerinin kötü yanlarından da koruyabilir.
I
birlikte olmasını isterim. Fazladan bir yirmi beş yıl daha bel ağrısı çeke
rek yaşamak istemem. Bunu nasıl tedavi edecek veya bundan nasıl ka
çınacağız? Hiç olmazsa daha güçlü olmamız gerekiyor - daha büyük kas
lar, daha güçlü bir iskelet- ve belki ağırlık hayati kemiklere veya eklem
lere binmesin diye biraz öne eğik. O zaman da sürekli yere doğru bak
maktan kaçınmak için daha uzl.!n ve yukarı kıvrık boyu nlara ihtiyacımız
olacak. Ve belki bacakları biraz kısaltıp, dengeyi sağlamlaştırmak için,
azıcık bükmek gerekecek. Kısaca, beli güçlendirmek bizi 'Yüzüklerin
Efendisi'nden kaçmış bir yaratığa benzer bir şeye dö nüştü recek ti r. Bel
ki de, daha kısa bir hayat ve dik durma, her şeye rağmen daha iyidir.
223
Her ne kadar böyle ileri gidememiş olsak da, evrim -hem doğal
hem de planlı olarak- yoluna devam etmektedir. Fakat artık biyolojik
olandan kültürel olana geçmiştir. Kanatlarunız yok; fakat uçabiliyoruz.
Beyinlerimizde daha büyük matematik işlem modülleri yok; fakat es
kisinden çok daha büyük rakamlan hesaplayabiliyoruz. Pençelerimiz
veya dişlerimiz daha büyük değil; ama milyonlan bir çırpıda öldürebi
liriz. İşte bugünkü inSaıı evriminin püf noktası buradadır.
Son beş ala milyon yıl önce maymunsu yaraaklardan kalan evrim
leşmenin sonrasına ait karmaşık aletlerin kalınalan, biz insanların, bi
yolojinin bize sunduğu bütün her şeyden daha güçlü bir değişme yön
temi geliştirdiğimizi gösteriyor. F'ıziksel dünyada değişmeler, tesadüfi
ve dolaylı yotrarla gerçekleşiyor. Ne ı.aman yeni ve sahip olmaya değer
-örneğin yeni ve etkili uyum mekanizması - bir şeyi kalıt alsak, bu her
kuşakta yeniden üretilmek ı.orundadır ve bu yü7.den, genel üreme sü
reçlerinin başarısına bağlıdır. Fakat kültürün ortaya çıkışıyla birlikte -
düşünme, konuşma, aletler, sosyal sistemler, ritüeller- yeni ve faydala
n olan bir fikir, grubun bütün üyelerince anında paylaşılır ve diğerleri
de onu geliştirip uygulamaya sokma üzerine çalışabilir.
Sorun çözme bir sanat, bir bilim veya .bir :zanaat olabilir; fakat ke
sinlikle tesadüfi bir şey değildir. Kendimizi, neredeyse tümüyle, kendi
irademizle değiştirebiliriz. Varsayalım ki birkaç santim daha uzun ol
manın, bizim hayruJ117.a olduğu kanıtlanmış olsun. Farklı genetik var
yasyonlar üzerinde, biyolojik seçilim yoluyla böyle bir değişikliği ger
çekleştirmek yıllar alacaktır. Oysa kültür, çözüm arama zekasını kulla
narak sebepleri araştırabilir ve cevaplar keşfedildiğinde - bir hormon
şırınga edilmesi veya yeni bir beslenme biçimi-, bu bilgi hiçbir gecik
me olmadan diğer insanlara aktanlabilir. İşte, "hata evrim geçiriyor
muyuz" sorusuna yanıt, bu yüzden evettir. İşte, yakın akrabalan mız
şempanzelerin değil de, biz insanların dünyaya egemen olmasının se
bebi bu.
Biyolojik evrimin aldatıcı ve tutucu olduğu söylenmiştir. Doğa,
224
yaklaşık üç, üç buçuk milyar yıllık sürekli değişimden sonra, seçilim
sürecindeki en son devrimci gelişme tarafından geri dönülmez bir şe
kilde ayanılmamayı öğrenmiştir. Kültürün her şeye egemen olduğunu
varsaymamalıyız. Aksine o, biyolojiye karşı değil de, onunla el ele ça
lıştığında daha başarılı olmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda Amerika'
da ortaya çıkan tuhaf dinsel sapmaları düşünün. Shakerlar, cinsel iliş
kiyi yasaklamıştı. Şu anda iki veya üç yaşlı üyeden ibaretler ve onlar
hakkında tek hatırlanan, çok güzel mobilyalara sahip oldukları. Mor
monlar, evliliğe ve çocuk sahibi olmaya vurgu yapmıştır ve şimdi tek
başlarına koca bir eyaleti dolduracak sayıdalar. Geçen yüzyılın başla
rında bazı kibutzlar, bütün çocukların komün tarafından yetiştirilmesi
ve biyolojik anne babanın, çocuklara diğer insanlarla eşit mesafede ol
ması gerektiğine karar verilmişti. Çok geçmeden herkes, çocuklarıyla
yalnız kalabilme fırsatı için olmadık yollara başvurmaya başladı. Çünkü
onlar, toplumsal öncüler olmadan önce birer primattı.
Ana fikir şu: Evet, kültürel olarak evrim geçirmesine geçiriyoruz;
fakat bu, biyolojik evrimin illa da etkileneceği veya kültürel evrimin ca
nının istediği yöne, istediği hızla ilerleyeceği anlamına gelmez. Evrim
kör, dü şüncesiz bir süreçtir ve "genlerin bilgeliği"nden bahsedenler,
bunu sadece teşbih amaçlı söylüyorlar. Doğanı n ürettiği herhangi bir
şeyi değiştirmenin yanlış olduğu sonucuna varmak doğru değil Fakat.
225
Başka Gezegenlerde
Hayat Var mı
1 Mars' ta hayatın kesin kanıtlan. Bu, Amerika uı.ay ajansı NASA
Ames Araştırma Merkezi'nden lmre Friedmann'ın, 2000 1 yılının
başlannda özgüvenle verdiği bir haberdi. Bunu ALH84001 diye
bilinen bir meteor üzerine yapılan araştırmalar takip etti. Fakat herkes
kendine Dr. Friedmann kadar güvenmiyor.
O ve arkadaşlannın kanıtladığı şey, ALH84001'ın manyetit diye bi
linen bir maddenin kristal zincirlerini taşıdığıydı. Dünya'da yaşayan
bazı bakteriler, benzeri bir kristal zincir yapısına sahiptir; manyetit ha
fif derecede manyetik olduğu için bakteriler, onun sayesinde kendile
rini içinde yaşadıklan çamurda yönlendirebilirler.Mikrobiyologlar,
Alll8400 1 zincirleri biyolojik bir kökene işaret eden özelliklere sahip,"
diyorlar.
Eleştirmenler bu konuda hem fikirler. Onlara göre mesele, zincir
lerin meteora nasıl ve ne zaman girdiğindedir. ALH84001 , ömrünün
13,000 yılını düştüğü Antarktikte geçirmiştir. Bu zaman zarfında ona
bir bakteri bulaşmış olabilir. Friedmann, bunu reddediyor. "Zincirler,
maddenin içine öyle kazınmıştı ki, ancak Mars'tan geliyor olabilirler ve
Antarktikte bu tür manyetit kullanan bir bakteri bulunamamıştır,"
diyor. Tartışma devam etmektedir.
Doğrudan sorulmuş sorulara dobra yanıtlar isteyenler için bu tar
tışma insanın ruhunu karartan cinstendir. Eğer bilim adamları, güneş
sistemimizde, bu kadar yakınımızda hayatın mevcut olup olmadığı ko
nusunda bir fikir birliğine varamıyorlarsa, galaksimizde başka bir yer
de veya galaksimizin ötesinde hayatın var olup olmadığından nasıl
emin olacaklar?
Friedmann ve diğerlerinin takip ettiği astrobiyolojik yaklaşım, ya
şayan sistemlerinin doğruöaR kanıtlarını araştırmaya dayanır. Fakat
bu, tek yol değildir. En bilinen alternatif SETI'dir. [Search for Extra
Terrestrial Intelligence'ın (Dünya Dışı Zeki [Yaratıklar] Araştırması
nın) kı sa l tmas ı ] SETi Enstitüsü , eğer başka bir yerde hayat varsa, en
.
Fred Hoyle klasik bilimkurgu romanı 'Kara Bulut'ta, yüksek bir ör
gütlülük düzeyine sahip, gaz bulutu biçiminde bir zeki hayal eder. Fa
kat bizim gibi organizmalann varlığı, daha büyük bir ihtimaldir. Yeryü
zündeki hayat, karbon atomlannın kendi aralarında ve diğer element
lerle sayısız farklı şekilde olağanüstü birleşme yeteneğine dayanır. Her
atom karbonun çok yönlülüğüne sahip değildir, dolayısıyla eğer hayat
her yerde bizimkine benzer bir kimyaya dayanıyorsa, buna şaşırma
mak gerekir.
Başka yerlerdeki hayatlar da, süreklilik için - ne çok sıcak, ne çok
soğuk- bir çevreye ihtiyaç duyarlar. Bu yüı.den, hayata zemin oluştura
bilecek cisimlerin Dünya'ya benzemesi ihtimali çok yüksektir: Bir yıl
dızın etrafında dönen katı, ılıman iklimli gezgenler. Gezegenlerin var
olduğunu biliyoruz; çünkü onları kendi güneş sistemimiı.de görebili
riz. Son on yıldır ise birçok başka gezegenin de doğrudan kanıtlarını
elde ettik.
Aslına bakarsanız astronomlar, şu anda Güneş'imizden farklı yıldız
ların etrafında dönen, elliye yakın gezegen belirlemiş o ldu kları nı iddia
229
ediyorlar. Birçoğu', tıpkı Jüpiter gibi, gazımsıdır ve mu htemelen haya
tı desteklemiyorlar. Fakat Toronto Üniversitesi'nden Norman Murray,
2001 yılında Amerikan Bilim İlerlemeleri Vakfı'nın yıllık toplantısında,
galaksimizde çok sayıda Dünya-ben7.eri, katı gezegenlerin var olduğu
nun yeni kanıtlannı sunmuştur.
Dön yüzün üstünde yıldızdan topladıktan örneklerle Murray ve ça
lışma arkadaşları, bunlardan yarısının Dünya gibi olduğunu tahmin et
mektedir. Bu, illa da onlarda hayatın ortaya çıkmış olduğu anlamına
gelmez. Oysa Murray'a sorarsanız, hiç çekinmeden galaksimizde haya
tın yaygın olduğunu söyleyecektir.
Bazı bilim adamlan daha da ileri gidiyor. Hayatın başka bir yerde de
ortaya çıkmış olmasının yalnızca mümkün değil, yüksek bir olasılığa sa
hip olduğuna inanmaktadırlar. Maddenin davranışının ve fiziğin yasala
rının evrensel olduğunu varsayarak, bizim hayat dediğimiz bir molekü
. ter örgütlenme sisteminin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu iddia
ediyorlar. Diğerleri ise daha da ileri gidiyor: Bğer böyle bir süreç başlar
sa, burada, Dünya'da doğal seçilim yoluyla evrimi zorlayan kuvvetler,
kaçınılmaz olarak zeki hayan yaratacaktır. Fakat hangi sıklıkla?
Amerikalı astronom Frank Drake, kibre varan bir özgüvenle galak
simizdeki teknolojik medeniyetlerin sayısını hesaplayacak bir denk
lem kurdu. Drake denklemi şu şekilde ifade edilebilir: N= R x fp x
ne x ft x ft x fc x L
N onun hesaplamaya çalıştığı rakam - galaksimizde iletişim kurma
noktasına kadar gelişmiş medeniyet sayısı. R uygun yıldızların oluşma
oranı- uygun, burada gezgen oluşturma ihtimali olan demek. Sonraki
terim fp gezegenleri olan yıldızların oranını, ne herhangi bir yıldızın
etrafında dönen yaşanabilir bir sıcaklığa sahip gezegenlerin sayısıdır.
üç f faktörü, hayatın evrim geçirdiği gezegenlerin oranını (ft), zeki ge
liştirme noktasına erişenleri (fi) ve iletişim teknolojisi geliştirenleri
(fc) temsil ediyor. Nihayet bir de zeki sahibi bir medeniyetin ister dış
bir kuvvet, ister kendi teknolojisinin yanlış kullanımı yoluyla yok edil-
230
meden hayata kalabilme süresini gösteren L.
Denkleme rakamlar koyan SETi personeli, yıldız oluşma oranını
yaklaşık yılda yinni olarak tespit ediyor. Artan tesadüfiliği göz önüne
alarak, yıldızların yarısının gezegen oluşumuna neden olacak bir yıldız
sisteminin içinde, hayatı destel(l.eyebilecek gezegen sayısı bir olacak ,
bu gezegenlerden beşte birinde hayat ortaya çıkacak ve evrimleşecek
tir. Balinaların ve yunusların zekaları olduğunu; fakat hiçbir mnan tek
noloji geliştinnediklerini unutmayarak, teknolojinin hayatın oluşumu
na müsait şartların, gezegenlerin yarısında çıkacağını ileri sürüyorlar.
Bu rakamları denkleme yerleştirince şunu elde ediyorsunuz: N=
20 x 0.5 x 1 x 0.2 x O.S x L. Yani N=L. Türkçesi, galaksideki mede
niyetlerin sayısı, ilerlemiş teknolojiye sahip bir medeniyetin ha'fatta
kalmayı umut ettiği süredir. Bu türden bildiğimiz tek medeniyet, el
bette bizimkisidir ve o da yalnızca son elli yıldır ciddi bir biçimde tek
nqlojik anlamda gelişmiştir. O halde galaksimil.deki ileri hayat fonnla
nnın sayısı en az 50'dir.
Bu hesap elbette SETi kurumunu bağlar. Varsayımlar üzerine var
sayımlarla Drake denklemi, istediğiniz rakamı üretmek için kullanıla
bilir. Bununla birlikte, meteorlar ve üzerlerindeki basit hayat fonnlan
üzerine bir otorite olan, Britanya Doğal Tarih Müzesi'nden Mon ica
Crady, bilim adamlannın denklemi gerçekten ciddiye aldıklarını söylü
yor. "Bu denklemin hali geçerli olduğuna inanıyorum, " diyor Cr:ıdy.
"Dünya dışı medeniyetler için bir çerçeve, bir olasdık tespit ediyor. En
azından mektubun üzerindeki adres hakkında bir fikir veriyor."
Başka bir yerde hayat olma ihtimalinin yan yarıya olduğuna inan ı
yor Crady ve tıpkı diğerleri gibi herhangi bir hayat fonnu ile zeki sa
hibi hayat fonnu arasında keskin çizgiler çekiyor; bunlardan birincisi
ikincisine yol açmadan ortaya çıkıp silinmiş olabilir. Zeka sahibi hayat
lar arayışı konusunda birçok bilim adamı kuşkucu bir tutuma sahiptir.
Londr:ı Emperyal Kolej'den astrofizikçi Michael Rowan-Robinson, bü
tün gezegenlerin sınırlı bir ömrü olduğuna işaret ediyor. Enetji kay-
231
naldan içi n bağlı olduktan yıldızlar, eninde sonunda ölecektir (kendi
örneğimizden hareket edersek bu milyarlarca yıl demektir). Ancak
çok uzun ömürlü bir medeniyet, istediği hemen her şeyi yapacak tek
nolojiyi geliştirebilir. Ölen yıldızlarına bir Çll'e bulmak, muhtemelen
en önemli proje olacaktır. Böyle bir medeniyet, yeni bir dünya için
başka gezegenlerle - belki sömürgeleştirmek için- iletişim kumlaya is
tekli olacaktır. Başka bir deyişle, şimdiye kadar kendilerini göstermiş
olmalan gerekirdi.
"Başka bir yerde zeki sahibi bir hayatın varlığına kesin bir şekilde
inanan insanlar, bu noktada çok mistik bir tavır alıyorlar," diyor Ro
wan-Robinson. " 'Ah, bizden giıleniyorlar, biz farkına varmasak da bi
zimle iletişim kuruyorlar' gibi şeyler söylüyor. Ben bunu pek ikna edi
ci bulmuyorum."
Belirli bir gelişme noktasına eren medeniyetlerin, kendi kendileri
ni yok etmeye eğilimli olabileceklerini kabul ediyor. "Fakat gerçekten
çok uzun bir süre var olan bir medeniyetin, geride bir anıt bırakacağı
nı sanıyorum," diyor. "Bizim gibi insanlara sinyaller gönderen bir işa
ret. Belki de kendini yok etmek üzereyken, piramitler gibi işaretler bı
rakmaya zaman yoktur! Her neyse, hiçbir şey bulamamış olmamız be
ni şaşırtıyor."
Eğer bilim adamlan, bir gün başka yerde zeki sahibi hayatlann var
olduğunun kanıtını bulurlarsa, elbette bu araştırmanın sonu olmaya
cak; sadece bir başlangıç olacaktır.
Geoff '\Vatts
Bilim ve hp alanlannda serbest yazar
232
Başka Gezegenlerde
Hayat Var mı?
Colin Pillinger
Açık Üniversite Gezegen Bilimleri Profesörü,
Avrupa Uzay Ajansı Mars F.xpres görevinin bir parçası olan
1
Beagle 2 projesinin lideri.
n madden epey farklı kı lan bir yana sahiptir: bili min yü kselişi .
Bilim, doğal dünyayı daha iyi anlamamızı ve bu sayede daha önce
düşünülememiş olan kıyamet biçimlerini hayal edip, öngörmemizi
238
mümkün kılmıştır. Aynca bize isteyerek veya kal.ayla insan ırkını ve
belki tüm gezegeni yok edecek araçlar kaı.andınnıştır.
Adelaide Üniversite'sinden profesör Paul Con:oran, bu ihtimalin
elli yıl kadar önce atom bombasının patlatılmasıyla kesin bir hal aldı
ğını ileri sürüyor. "Son, artık gerçek bir olasıhktır ve onu bir insanın
hayatının fiili şartı olarak kabul etmek için ne antik peygamberlere ne
de tannların müdahalelerine inanmak zorunlu değildir," diye yazıyor,
'Kıyameti Beklerken' adlı kitabında. "Bu, birdenbire pratik bir seçim,
hata yapma olasılıklanna indirgenmiş olan kıyametimsi bir görüdür...
Bu, son yanın asırdır, her açıdan sıradan bir entelektüel veya duygu
sal karara indirgenmiştir."
Britanyalı astronom Martin Rees için yirmi birinci yüzyıl, kendi tü
rümüzün devamı için can alıcı bir öneme sahiptir. Bunun sebebi, ken
dimizi yok edebilmenin araçlarını elde ederken, tek bir gezgene ba
ğımlıhğımızı aı.altacak olasılıkları arttıracak şekilde galaksiye yayılma
yolunu bulamamış olmamadır. Karşılaştığımız bu yeni risk, çeşitli sı
nıflara ayrılmaktadır; bunların arasında en korkuncu, herhalde �sa
noğlunun yine insanoğlu tarafından yeryüzünden silinmesidir. Nükle
er savaş, ilk ihtimaldir. Kimileri, savaş yoluyla küresel yok oluşun, üret
mesi ucuz, gizlemesi ko!ay ve kontrol edilmesi korkunç zor olan biyo
lojik silahlarla geleceğini ileri sünnektedir. Sekiz milyon doktoru tem
sil eden Dünya Tıp Birliği, başarılı bir biyolojik saldınnın sonuçlarının,
hele bu kolayca bulaşacak bir enfeksiyonu içeriyorsa, herhangi bir
kimyasal veya nükleer silahın etkilerini çok geride bırakabileceği uya
rısını yapıyor.
Birkaç on yıldır bize sonun, genelli �e şeytani bir bilim adamının
emriyle hareket eden ve sonunda isyan edip, Dünya'yı hakimiyetini
eline geçiren robotlar tarafından geleceği anlatılmaktadır. Carnegie
Melon Üniversitesi robot bölümünün kurucusu Hans Moravec gibi bi
lim adamları, bütün gecikmelere rağmen, makinelerin bilinç kaı.anma
ya her yıl biraz daha yaklaştıklarını ilari sürüyor. Bizden daha zeki ha-
239
le geldiklerinde, bizi egemenlikleri altına alabilir, tümüyle onadan kal
dırabilir veya bildiğimiz haliyle insanlığın sonunu temsil edecek biçim
de bir insan-sonrası sentezde bizimle birleşebilir.
Dünyaya dair yeni tehlikelerin büyük bir kısmı, çok eskiden beri
var olan bir tema kokar: ahlaki iflasın getirdiği bir çöküş vey._ı düşüş.
Bu fikrin en son yeniden doğumu, çevresel felakettir. John McNeil,
'Güneşin Altında Yeni Bir Şey: Yinninci Yüzyılın Çevre Tarihi' adlı ki
tabında, yinninci yüzyılın çevre kirliliğinin ölçeki açısından bütün di
ğer çığları geride bıraktığını ileri sünnektedi'r.
İnsan merakı da, yine geleneksel olarak kıyametin bir sebebi ola
rak görülmüştür. Bilim adamlan her ı.aman Pandora'nın kutusu, Fran
kenstein gibi güdüleri ne kadar masum olursa olsun, dünyayı yok ede
bilecek bir merak veya doğayla oynamayı hatırlatan metaforlarla yaşa
mışlardır. Bu yıkıcı kuvvetlerin modem dirilişleri, genetik değişikliğe
uğratılmış mikroplan kapsar. Bu ihtimal, dünyanın sonunu ya -Ameri
kalı bir iktisatçı ve çevreci olan Jeremy Rifkin tartıştığı bir olasılık ola
rak- süper ayrık otlannın üretilmesiyle gelen bir çevre felaketiyle ya da
biyolojik silahlarla getirecektir.
Son, yine fızikçilerin maddeyle henüz pratik sonuçlan olmayan oy
namalan sonucunda da gelebilir. Evrenin soyut fıziksel sorularının ce
vabını bulmak amacıyla parçacık hızlandıncılanna gömülmüş bilim
adamlan, dünyayı yok edecek bir zincir tepkimeyi başlatabilirler. Piet
Hut ile Manin Rees, 1983 yılında Naturet dergisinde yayınlanan maka
lelerinde, New York, wng Island'da bulunan "Relativistik Heavy lon
Colider in (RHIC) gezegenimizi yavaş yavaş yiyecek bir atomaltı kara
'
242
Douglas Adams'ın 'Otostopçunun Galaksi Rehberi' adlı kitabında bah
sett iği gibi, takım adalar arası bir yolun inşası için bizler dünyayla bir
likte temizlenebiliriz.
Belki de bütün bunlardan önce, tanrısal bir müdahale yaşanacaktır.
Bunu bizzat Tann yapmasa bile, arammla kendini Tanrıya en çok ada
yanlar yapabilir. Son (düşüş, kıyamet, hesap günü), birçok insan üze.
rinde büyük bir etkiye sahiptir ve bu günlerde onun gelişini hızlandır
mak isteyen birçok küçük dini mezhep (örneğin Davut'un Kilisesi ve
Cennet'in Kapısı), bunun araçlarına daha. önce hiç olmadığı kadar ko
laylıkla ulaşabilecek durumdalar. Neler yapabileceklerinin bir örneği,
1995 yılında Tokyo'da bir metro istasyonuna sinir gazı vererek 12 insa
nın ölümüne, 5,000 kişinin hastanelik olmasına neden olan olayla ve
ril miştir Eylül 2001'den beri, modem teknolojinin daha tehlikeli hale
.
getirdiği, eski bir fikir olan cihat kavramıyla karşı karşıyayız. Biyoloj i k
ve nükleer silahlara daha kolay erişim sayesinde son, insan eliyle gele
bilir.
Aisling lnriıı
Ödüllü bilim yazan
243
Dünya Nasıl Sona Erecek?
john Leslie
1
Kanada Royal Sodety üyesi ve felsefeci
244
şirse? Bu size de inanılmaz gelmiyor mu?
Tümüyle inanılır bir cevap istediğinizde, bütün bunlar inanılmaz
geliyor. Son zamanlarda büyük bir nüfus patlaması yaşanmaktadır. Bu
güne kadar yaşamış bütün insan nüfusunun yüzde onunu oluşturacak
bir kısım hayatta. Eğer insanoğlunun sonuna yakınsak, b� tarih içinde
ki yerimiz olağanüstü bir öneme sahiptir: milyonuncu insandan daha
olağanüstü. Türümüzün hayatta kalmasının önünde gereğinden fazla
tehlike yok mu?
Bu tür bir akıl yürütme, her ne kadar alışılmadık olsa da, insan tü
rü için "yakın kıyamet"in yüksek bir ihtimale sahip olduğunu gösteri
yor. "Yakın" burada, galaksi sömürgeleştirmesi başlamadan önce anla
mındadır. Bu da, önümüzdeki birkaç yüzyıl içindeki bir kıyamet anla
mına gelebilir.
Türümüzün hızlı bir şekilde yok olabileceği üç yolu inceleyelim.
İkisi hayli tartışılmıştır. Bunlar biri kirlilik krizi, diğeri de biyolojik sa
vaş yoluyla yok olmadır. Üçüncüsü, sizin için bir sürpriz olabilir. Bu
nunla birlikte fizik dergilerinde ve Britanyalı astronom Martin Rees'in
'Başlangıçtan Önce' adlı son zamanlara ait kitabında bu konu, enine
boyuna tartışılmıştır. Bu, boşlukta çoğalabilen bir hastalık yoluyla so
yun tükenmesidir.
Bir kirlenme krizi, birçok etkeni içerebilir. Ozon tabakası, Dünya'
nın utraviyole ışınlarına karşı kalkanı, ciddi biçimde erozyona uğrayabi
lir. Aynca zehirli kimyasallann geri alınamaz bir birikmesi de olabilir.
Daha çok gübre kullanmamıza rağmen toprak, üretim gücünü tümüyle
yitirebilir. Gübreler, kendi başına bir tehlike haline gelip, nehirlere, göl
lere hatta denizlere ölüm getirebilir. En kötüsüyse, sera gazlarının birik
mesi, sıcaklığı kısa bir süre içinde inanılmaz boyutlara yükseltebilir.
Devletlerarası İklim Değişiklikleri Pane li , siyasetçileri etkileyecek
gerekli bir mutabakata varmak için, en kötü durun senaryolarına ilgi
göstermiştir. Bu senaryolarda zararlı değişmeler, aynı türden daha faz
la değişmeye yol açar. Ö rneğin bitkiler, aşırı sıcaktan ölebilir ve bitki-
245
lerini yitiren toprak daha sıcak hale gelir, böylece daha fazla bitkinin
ölümüne sebep olabilir ve bu da daha fazla sıcak ... vs.
Yine ısınan tundralarclan veya okyanuslann kıta kabuğu çökeltile
rinden, miktar bakımından karbondioksiti hali hazırda yakalamış olan,
bir sera gazı olan methan çıkabilir. Şu anda hapsettikleri ısıdan daha
fazlasını yansıtan bulutlan oluşturma eğiliminde olan su buhan, so
nunda, felaketimsi etkileri olan bir sera gazına dönüşebilir.
Kirlenmenin neden olduğu aşın ısınmadan daha kötü bir senaryo
ne olabilir? Doğal kontrol Ve denge mekanizmalan nın bugüne kadar
çevreyi istikrarlı tuttu� tezleriyle ünlü olan bağımsız bilim adamı Ja
mes IDvelock 'Gaia' adlı kitabında bunun yanıtını veriyor. "Dünya,
"suyun kaynama noktasına yakın" bir dereceye kadar ısınabilir, diyor.
n
248
Hayatın Amacı Nedir
1 İşte buradasınız; yoksul, yollan çatallı bir dünyaya fırlatılmışsı
nız, ölüm sizi beklerken. Ne anyoruz biz burada? Birçok ceva
bın gerisinde şu ya da bu türden bir hikaye var. Asıl mesele, hi·
kayeyi kimin anlattığı, kahramanın kim, amaan ne olduğudur.
Yinninci yüzyılın büyük bir kısmında bilimden gelen mesaj ve epey
miktarda varoluşsal kaygı yaratan ipucuna göre amaç, amacın olmadı·
ğıdır. Bu, İngiliz analitik felsefeci Berntrand Russel'ın evrenin sıcaklık
yüzünden nihai ölümüne dair haberlere verdiği tepki, daha doğrusu
aşın tepkiyle başlamıştır: "Ruhlann evi bundan sonra, ancak hiçbir ye
re ulaştınnayan umutsuzluğun kesin temelleri üzerine inşa edilebi
lir. "Atınış yıl sonra, moleküler biyolog Jacques Monod, felsefeci Jean·
Paul Sartre'ın evrenin insan amaçlarına kayıtsız olduğuna dair yargısına
bilimsel bir cila çekiyordu. Monod, hayatı "salt şansın, tümüyle özgür,
fakat kör" bir eseri olarak tarif ediyordu. Böylece hayatın anlamına da
ir soruya yönelik tipik tepki, "Başka soru yok mu?" haline gelmiştir.
Bununla birlikte son zamanlarda anlamı bilimsel hikayelerden çı·
karma, hatta evren tarihinin epik bif anlatımına dayanan tuhaf bir laik
din biçimi kunna çabalanyla bir geri dönüş yaşanmaktadır. Tam post
modernizm, bütün üst-anlatılan yok etmeye çalışırken bilim, on beş
milyar yıldan uzun süredir devam eden en üst anlatıyı bir araya getir
meye çalışmaktadır. Üstelik bu anlatıda baş rolü hayat oynamaktadır.
Fakat bilimin hayatın amacı hakkında söyleyecek bir şeyleri oldu-
•
bu.
Kimileriyse insanın merkezi yerini, onun evrimdeki sonraki sıçra
mayı hızlandıracak kadar 7.eki olmasında görmektedir. Örneğin Kali
fomiyalı gelecek bilimci Gregory Stor\ "Öteinsan" adlı popüler kita
bında, Barlaw ile neredeyse aynı şeyi söylemektedir: "Anık hayann ve
kozmos tarihinin temel hatlannın, yaşamlarımızı ve dünya görümüzü
yönlendirmek için güçlü bir modem mit oluşturabilecek kadar zengin
olduğunu biliyoruz." Fakat onun gelecek görüsü kökten farklıdır. Şu
anda yeni bir evrimsel başkalaşımın eşiğindeyiz; öyleyse bırakalım ger
çekleşsin. Hayatın, kültürün ve teknolojinin birleşmesinden doğan sü
perorganizmanın ana hadan, hali hazırda görünür hale gelmiştir ve
253
önümüzdeki acil görev, onu hayata getinnektir. Aydınlanma projesi,
ölmedi; enfonnasyon teknolojisi, biyoteknoloji ve küresel sistemler
tarafından gerçekleştirilmeyi beklemektedir. Aşkın olan tıaıa bizi bek
lemektedir; fakat bu maddecilerin aşkımdır.
Demek ki her iki düşünce okulu $, hayatın amaana dair kötüni·
ser cevaplat venneyi reddetmiştir. Genellikle Jacgues Monod'ın 1970'·
terde merakını paylaşırlar. Kuramsal fizikçi Weinberg'in İlk ÜÇ Dakika'·
sındaki, "evren anlaşıldıkça anlamsız görünmektedir'' sonucuna yanıt·
lan vardır. Onlar için evren, evrimin karmaşıklığı için kendi kendini ör-
'
gürleyen bir projedir. Peki ya soru, "Bir insan hayatının veya bütün in-
sanlığın hayatının bu kendini açarak gerçekleşen olasılıklar bağlamın
da anlamı nedir?" olursa? Birbirinden kökten farklı yanıtların olması,
bu yanıtların doğrudan bilimsel sonuçlara dayanmadiğını gösteriyor.
Her 7.amanki gibi hikaye, wrolan en iyi bilimsel bilgilere dayanmasına
rağmen, içinde hazır bir ahlaki ders taşımıyor. Bunu bilim değil, hika
yenin kendisi bulmak zorunda.
Jon Turney
Londra Üniversitesi bilim ve teknoloji
araştırma/an bölüm başkanı
254
Hayatın Amacı Nedir?
Steven Rose
Gresham Üniversitesifizik profesörü,
Açık Üniversite biyoloji profesörü
255
riyordu. Bu özellikler çeşitli olmasına rağmen, genellikle metaboliz
ma, büyüme, onanın, geri dönülmezlik (yani, çevresel bir uyarana kar
259
AÇIK BİLİM DİZİSİ'NİN DiGER KİTAPLARI
261