You are on page 1of 262

GÜNCEL YAYINCIUK: 165

Açık Bilim:l5

ISBN 975-8621-40-8
Bilimin Büyük Sorulan
Harriet Swain

.

Kitabın orijinal adı: Big Questions in Science

Genel Yayın Yönetmeni: Aysel Akdaş

Kapak uygulama: Talip Aktaş

Birinci Basım: 2003

Ofset Hazırlık
Güncel Yayıncılık ltd.

Baskı ve cilt: Kayhan Matbaacılık

© Harriet Swain 2002


© Individual Contributors 2002
© Güncel Yayıncılık ltd. Şti .
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar clışında
}'llyıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

GÜNCEL YAYINCIUK LTD. ŞTİ.


Çatalçeşme Sok. No: 19 Kat, 3
Cağaloğlu - İstanbul
Tel: O 212 511 2237, Fax: O 212 522 86 68
c- mail: konıiki(cl_)ıurk.neı
Bilimin
Büyük Soruları

Harriet Swain

�=GÜNCEL
� YAYINCllJK
İçindeki lir

Önsöz 7

Giriş 8

Tann Var mı? 13


Evren Nasıl Başladı? 27
Zaman Nedir? 39
Bilinç Nedir? 51
Düşünce Nedir? 63
Düş Nedir? 75
Zeki Nedir? 89
Dil Nasıl Evrimleşti? 101
Bizi Biçimleyen Doğa mı, Yetişme mi? 113
Kadın ve Erkek Nasıl Farklıdır? 125
Aşk Nasıl Başlıyor, Nasıl Bitiyor? 139
Saldırganlığın Sebebi Nedir? 153
Doğaya Müdahale Etmemiz Doğru mu? 165
Hastalıktan Sona Erdirebilir miyiz? 177
Acıyı Sona Erdirebilir miyiz? 191
Açlığı Sona Erdirebilir miyiz? 203
Hfila Evrim Geçiriyor muyuz? 2 15
Başka Gezegenlerde Hayat Var mı? 227
Dünya Nasıl Sona Erecek? 237
Hayatın Amacı Nedir? 249
lönsöz
"Bir bilim adamının söz dağarcığı 'merak' kelimesiyle başlar" di­
yor, Cambridge Queens Üniversitesi'nin eski rektörü John Polking­
home. Ona göre "bu merak duygusu, fiziksel dünyanın soruşturmamı­
za teslim olan harika düzeni tarafından uyandırılır."
Birçok insanın söz dağarcığı da merak duygusuyla başlar; fakat in­
sanların bu merak duygunu tatmin etmek için bilim adamlarına göre
daha az şanstan var gibidir. Bu kitabın amacı hemen herkesin zaman
z:ıman kafa. patlatmış olduğu sorular vasıtasıyla insanlara bu şansı bir
kez daha vermektir.
Bunlar gerçekten büyük sorular. Dünya nasıl başladı? Hayat neye
dairdir? Bunlar bilim adamlannın cevap bulmaya çalıştığı, hatta bazı
örneklerde cevabı bulur gibi olduğu sorulardır.
Bilim adamları bütün hayatlarını soru sorarak geçlrirler. Sorun şu
ki bu sorulan bizlerin anlayamayacağı bağlamlar içinde sorarlar ve bul­
duktan yanıtlar epey tanışmalıdır. Bu yüzden, burada gazetecilerden
her bir soruya, cevaplann gerisindeki bağlamları ve tanışmalan öne çı­
kararak giriş yapmalan istenmiştir. Giriş yazılannda gazeteciler geç­
mişte veya diğer araştırmacılar tarafından bulunan cevaplan betimli­
yor ve yeni soruşturma alanlannı tanışıyorlar.
Böylesi devasa konulan çözme uğraşında yardımlanndan dolayı
hem gai.eteci, hem akademisyen katılımcılara, Ed FitzGerald'a, Sian
Grifffiths'e, Yal Pearce'e, Tracey Tucker'a ve Neil Tumer'a; jonathan
Cape'den Poppy Hampson ile Will Sulkin'e teşekkür ederim.
Yazarların çoğuyla ilk inibata giren TIIES (Times Yüksek Eğitim
Eki) editörü Mandy Gamer ile bu kitabı mümkün kılan zamanı ve des­
teği yaratan eski TIIES editörü Auriol Stevens'a teşekkür ederim.

Harriet Swain

7
Giriş
I Bilim tıpkı John Polkinghome'un Angilikan kilisesi gibi geniş bir
kilisedir. Bilimin yinni büyük sorusu söz konusu olduğunda, en az bi­
lime ilgili insan sayısı kadar farklı liste vardır. Üstelik bir yanda bilimci­
lerin, öte yanda bilimci olmayanların bilimden farklı beklentilere sahip
olması bu listeyi daha da kabanklaştınyor.
Herkesin diline düştüğü üı.ere bilim adamlannın büyük sorulan di­
ğer ölümlülere çok küçük gelir. Charles Daıwin son ı;o yıldır bir sal­
tanat süren evrim teorisini bulmadan önce, kafayı Galapagos Adala­
n 'nda yaşayan ispinozların gagalarının biçimlerine takmıştı. Max
Planck ise ısıtılmış nesnelerden yayılan radyasyonun niteliği için - bil­
dik bir kalorifer peteğinin ısısı hissedildiği halde görünmezken, erimiş
çelik kınnızı renkte parlar- bir açıklama ararken, karşıt-sezgisel kuan­
tum mekaniğinin temellerini atmakla nihayet bulmuştur. Bilimin he­
yecanı kısmen, küçük sorulara verdiği cev.ıplann dunnadan daha bü­
yük sorulara sebep olmasından gelir.
Aşağıdaki sayfaları kaplayan Yinni Büyük Soru, herkesin aklına ta­
kılan sorular olmanın avantajlanna sahiptirler. Zaten hepimiz bilmek
isteriz dünyanın nasıl varlığa geldiğini ve (eğer olacaksa) nasıl sona
ereceğini. Ve başka hiçbir diline benzemeyen ve bütün bunlan tartış­
mamaa imkan sağlayan insan dilleri nasıl ortaya çıktı?

Büyük soruların birçoğu da yine pratiktir. Yani olması gerektiği gi­


bi. Eğer bilim biı.e evrenin nasıl başladığını anlattığı iddia ediyorsa, ne­
den ve nasıl aşık olduğumuz veya açlığın ve acının yok edilip edileme­
yeceği (ve nasıl yok edileceği) hakkında aydınlatıcı bir şeyler söyleye­
miyorsa, bu iddia tartışmalı hale gelir.
Yine de bu tür problemlerin pratik çözümleri genellikle bilimin ko­
nusu dışındadır. Brain Heap'in dünyanın yiyecek kaynaklan üı.erine
olan yazısından bu net bir biç im de anlaşılmaktadır: Fiziksel yiyece k
e ksikliği belli başlı yiyecek üreten ülkelerin tarife rejimleri ile yoksul
,

8
ülkelerin küçük çiftçilerin ekonomik refahına karşı sık sık gözlem le­
nen ilgisizliklerinden daha önemsizdir.
·Kanaatimce, önümüzdeki on yıl da bilimsel bilginin uygulaması
hakkındaki etik tanışmalarla geçece ktir. Örneğin Prozac insan mutlu­
luğu için kabul edilebilir bir yol mudur? Ve Mary Wamock'un insanlık
durumunun ilerletilmesinde mühendislik nosyonunu takdire şayan
bir biçimde tedbirli bir şekilde hoş karşılaması, daha hızlı eylemlere
dair sabırsız talepler karşısında daha ne kadar dayanacak?
Kitabın her soruyu iki f.ırklı dii7.eyde ele alma planı, cevabın ne ka­
dar belirsiz olabileceğini çok iyi gösteriyor. Sorulan formüle etmek -
hatta cevaplamak - adına yapılan daha önceki denemeleri açıklamak
için yola çıkangiriş mahiyetindeki gazeteci anlatılar, bundan önce ge­
nellikle ne kadar çok yanlış başlangıç yapıldığını kanıtlıyor. Bu makale­
leri kendi konusunda uzman insanların söz konusu soruya kesin bir ce­
vap verme denemeleri takip ediyor. Tahmin ederim ki okuyucuların ço­
ğ�, görevin bu kısmının yerine getiriliş biçimindeki mütevazılıktan ve
denemeci ruhtan etkilenecektir. Very little it seems, is cut and dried.
Bu büyük sorulara verilen cevaplardan ancak çok azı aç ık görünü­
yorsa, hiç kimse hayal kınklığına uğramamalı. Önümüzde uzanan yol­
dan kuşku duymak, Kopemik'in beş yüzyıl önce evrenin merkezine
Dünya yerine Güneş'i otuntuğu zamandan beri bilimin bir özelliği ol­
muştur.
Bu bilimsel hakikat diye bir şeyin olmadığı anlamına gelmez. New­
ton on yedinci yüzyılda kendisine ait yeni "yerçekimi yasası"ndan
Dünya'nın küre şeklinde olması gerektiği sonucunu çıkardığında hak­
lıydı, en azından yaklaşık olarak. Çünkü Dünya tam bir küre değildir,
yörüngesi dolayısıyla kutuplardan basıktır ve bu olgunun Newton'un
daha genel mekanik teorisiyle tutarlı olduğunu görme k kolaydır .
Einstein'ın 1917 yılında Newton'un yerçekimi yasası nı daha geniş
bir felsefi ç e rçeveye o tun ması (bu n u yaparken teoriyi düzeltmesi)
Newton'u bir aptal kılmadı: onun bir dahi olduğ�nu kanıtladı. Sonuç
9
o lara k , istisnalar (uzak bir yıldızın ışığının Güneş tutulmasınca yön de­
ğiştirilmesi) Einstein'ın kuralını kanıtladı ve hila Newton,açıklamaları­
nın kullanıldığı şartlan genel olarak daha anlaşılır kıldı.
Bu birbirini takip eden düzeltmeler Kopemik-sonrası bilimde iler­
lemenin neleri içerdiğini göstermektedir. Sorular ne kadar anlaşılır
ise, sebep oldukları araştırma programlan o kadar zor, onaya çıkan so­
nuçlar o kadar şaşırtıcıdır. En büyük sürprizler, henüz soracak kadar
zeki olmadığımız soruların cevaplandır. Bilimsel girişim bitmemiş bir
projedir ve sonsuza kadar böyle kalmaya devam edecektir. Dünyayı
kavrayışımız Kopemik'ten beri büyük ölçüde genişlemiş olmasına kar­
şın, henüz, belki, yeni başlamıştır.
Eğer bilimde cevaplar açık değilse, sorular da değildir. Bu kitabın
ilk sorusu "Tanrı var mı?" sorusudur, buna ilerde bilimsel bir yanıt bu­
lacağımıza inanmıyorum. Açık konuşmak gerekirse, ben inançlı deği­
lim, daha kesin konuşmak gerekirse inanca karşıyım (umarım çok kes­
kin bir şey değildir söylediğim), fakat bunun basit bir mantık mesele­
si olduğuna inanıyorum: bilimin doğaüstü bir rehber tinin gerçekliği
hakkında, şu ya da bu şekilde, söyleyecek hiçbir şeyi olamaz.
Daha aykırı bir itirafım da var: büyük patlamaya da ikna olmadım.
Gerçekten de onu bir tür masal olduğuna inanıyorum. Sir William
Herschel'den beri en meşhur Astronomer Royal olan Martin Rees say­
fa 18'de bunu aksini iddia ediyor. İnsanın aklını çelen bir makale. Ev­
renin nasıl başladığına dair bir anlatı olarak büyük patlamanın üç de­
vasa üstünlüğü var: neredeyse tanımı gereği bize genişleyen bir evren
veriyor, evrende var olan ve yıldızlar tarafından üretilmiş olması
imkansız olan ağır hidrojen (deuteriyum) ve helyumun mevcudiyeti
için ve dünyada etrafımızı kuşatan bütün diğer elementler için doğal
bir açıklama getiriyor ve evrenin her köşesini dolduran düşük-sıcaklık­
ta radyasyon için doğal bir açıklama öneriyor.
Fakat gizli engeller var. Büyük patlamanın basit bir genişletilmesi
hize. içinde yaşadığımız homojen göıiincn evre n e göre daha az ho-
10
mojen ve daha sarsak bir evren sunar. Dahası, uzam-zamanın eğik ol­
ması gerekir (Einstein'ın genel görelilik kuramının söylediği biçimde),
oysa düz görünür. Bu güçlüklerin üzerinden Sir Manin'in gönderim­
de bulunduğu şişen evren teorisi (inflationary universe) aracılığıyla
maharetle gelinmiştir, fakat bu aygıt bana çekici gelmeyecek kadar
çok sorun doğuruyor.
Şüpheciliğim için özür dilemiyorum, fakat ileri sürecek daha iyi bir
evren modelim olmadığını kabul ederim. Ne de mükemmel olmayan
bilimsel teorilerin rastlanmadık bir şey olduğunu. Büyük patlama ev­
.
rensel olarak kullanılan bir evren modelidir ve kozmologlar yeni veri­
leri ona uydurmanın yollarını aramaktadır. Kusurları çoğalmadıkça ve­
ya biri şaşınıcı bir fikirle çıkıp gelmedikçe bu rolü korumaya devam
edecektir. İnsan genomu ve aşağıdaki sayfaları dolduran insanın geli­
şimindeki doğa ve yetişmenin görece önemine dair tanışma için de
aşağı yukan aynısı söz konusudur.
Hiç kimse bizim tümüyle genlerimizin ürün olduğumuzu iddia et­
miyor. Fikri sabit "genetik belirlenimcilik" dar bir bakış açısıdır. Micha­
el Rutter'in işaret ettiği gibi hem genetikçilerin hem de psikologların
doğa ile yetişmenin karşılıklı ilişkisi hakkında öğrenecek çok şeyi var.
Genetikçileri için ilk zorluk, tıpkı hemofilide olduğu gibi yatkınlığın tek
bir genden değil birçok genden geçtiği şeker hastalığı nevinden hasta­
lıkları genetik olarak anlamlandırmaktır. Aynca hücre içindeki genle­
rin, hem iç hem de dış sinyallerle nasıl düzenlendiklerini ayrıntılarıyla
anlama görevi varciır. Kendi başına ele alındıklarında bunlar, büyük
öneriler söz konusu değil, fakat insanlar bunlara hayatlarını adıyorlar
ve bir kısmı şaşınıcı ve devrimci sezgiler kazanacaktır. Örneğin bakte­
riler için anık neredeyse kesin bir bilim haline gelmiş olan genetik de­
ğiştirme, doğal olarak meydana gelen DNA'yı nasıl birleştirip böleceği­
ni öğrendiği zaman kendi bitkileri ve hayvanlarıyla çıka gelecektir.
Psikologların tırmanmaları gereken dağ daha yüksektir. Bildiğimiz
şekliyle sinirbilim, neredeyse tümüyle yirminci )'Üzyılın ürünüdür ve
11
beynin, bı rJkın daha önce hiç raşanmamış şerleri h aya l etmeri, basit
ka rarlar vermek için bile, düşünme mizi nasıl mümkün kıldığı hata net
değildi r Yine de bilim bir şekilde bütün öğrenme ve deneylerimizin
.

birleştirilmiş bir kaydıdır, belki de Susan Greenfield'in söylediği gibi


(sayfa ..) beynimizdeki sinir hücrelerinin sayısız bağlantısında mevcut­
tur bu kayıtlar. Özellikle beynin bedenin geri kalanı üzerindeki etkisi­
nin mekanizması, cinsiyet hormonlarının cinsel davranış üzerindeki
etkileri haricinde hali aydınlat ılamadığı için, evrimci psikologlann ilgi
çekici varsayımlannın atom bilim kadar sağlam bir temele dayanması
için daha nice on yıllar gerekecektir.
Bu bir skandal değil, sadece bilimin nasıl süreklilik arz eden bir te­
şebbüs olduğunu gösteren bir şey. Eliniı.deki kitap, yirmi büyük soru­
ya cevap olmaktan ziyade, bunlann nasıl çözüme kavuşabileceklerine
veya nasıl başka sorularla yer değiştireceğine dair bir işarettir. Peki öy­
leyse gelecekte ne tür cevaplar bizi bekliyor?
Bana sorarsanız, insan ırkının, yaklaşık 4,5 milyon yıl önce Büyük
Maymunlardan insan çizgisinin ayrılarak, Homo erectustan (ayakta
durabilen) geçerek muhtemelen dil kullanımının son 125,000 veya da­
ha az yıldır Dünya'nın bütün yüzeyine yerleşmelerini mümkün kıldığı
Homo sapiens'e kadar olan otantik tarihinin tümüyle aydınlatılması
sadece birkaç on yıl meselesidir. Bu genetik bilimcileri (özellikle insan
cenini gencileri) ile klasik palaeoantropoloji arasında bir ortaklıkla
mümkün kılınacaktır. Daha ötede ise bizi hayatın evrim ağacının en in­
ce aynntılanyla resmedilmesi beklemektedir.
Bu bize Dünya'nın yüzeyinde hayatın nasıl başladığını anlatacak
mı? Kendini üretebilen ilk moleküllerin şu anda modem hayatta bul­
duklanmıı.dan çok daha küçük kimyasallar olduklanna inanmak için
epey bir sebebimiz var. Şu anda daha ziyade bizimkine benzer gezgen­
ler arayışı anlamına gelen başka gezegenlerde hayat arayışı, başarı lı
,

olursa, dünyadaki ye ri mize dair bakış açımızı tümüyle değiştirebilir.


Fakat hayatın Dünya'nın �·ü7,eyinde 100 milyon ile 4,000 milyon rıl ara-
12
sında bir yerlerde nasıl başladığı nı öğrenmediğimiz sürece, bu konu­
da fazla ilerleme kat edemeyec eğiz .

Hayatın kökenine dair büyük soru çok ihmal edilmiş bir soruştur­
ma alanıdır. Fakat önümüzdeki on yıllar, DNA'nın hayatın gizi olduğu­
nun kanıtlanmasının üzerinden elli yıl geçmeden, şu anda laboratuvar­
ları kavuran hayat süreçlerinin daha iyi anlaşılması görevinde büyük
ilerlemelere tanık olacaktır.
Bu keşiflerin sadece tıp alanında değil, fakat ga.egenin yönetimi
hususundaki yararlan John Sulston, Brian Heap ve Ronald Melzıck'ın
tarif ettiği gibi devasadır. Bu faydaların önündeki tek tehlike (bilim
adamlarının da bağışık olmadığı) müşterek sabırsızlığımızdır. Sadece
şirketlerin genetik aktarımlı ürünleri güvenliğini yeterince kanıtlama·
dan pazarlama hırsına bakın veya Mary Warnock'un genetik bilimdeki
ilerlemelerin ölümlülüğü yararsız bir şey haline getirebileceği uyarısı­
na bakın yeter. Bir de kuşkusuz, mutluluk arayışının, ka7.ananlardan
çok kaybedenlerin olduğu değil, ancak ortak bir girişim olabileceğini
kanıtlamanın bildik güçlükleri var.

john Madclox

13
Tanrı Var mı
l "Eğer evrime dair bilimsel bilgi ile yaratıcı Tann fikri arasında
uzlaştınlamaz bir çelişki varsa, benim bundan haberim yok," di­
yor ABD insan genomu programının arkasındaki adam olan
Francis Collins. "Ben bir genetikç iyim; fakat Tann'ya ina n ıyorum."
Collins yalnız değil. Son birkaç on yıldır birçok meşhur bilim ada­
mı, hem Tann'ya hem bilime olan inancını açık açık dile getinniştir.
Bunlar arasında, İklim Değişikliği Devletlerarası Paneli bilim adamla­
n çalışma grubunun başkanı Sir john Houghton; Cambridge Queen
Üniversitesi eski rektörü ve bir parçacık fizikçisiyken Anglikan bir ra­
hip olan john Polkinghome; New York Yestiva Üniversitesi'nde bağı­
şıklık uzmanı ve bir Tevrat akademisyeni olan Cari Feit; Açık Öğretim
Üniversitesi'nde fizik profesörü ve İngiltere Kilisesi'nde bir İncil yo­
rumcusu olan Russel Stannard gibi isimler de var.
Herkes aynı fikirde değil. Oxford Üniversitesi'nde profesör ve dü­
şüncelerini açık açık dile getiren bir ateist olan Richard Dawkins dini
inancı bir kenara atmakta tereddüt bile etmez. Yaratıcı bir Tann'yı sa­
vunan herkese "bilimsel cahil" adanı takar ve dini "bir virüs" olarak
adlandınr. Diğerleri dini ve bilimi farklı bir paradigma olarak görür;
meşru, fakat birbiriyle ilişkisiz.
Ne var ki yaratıcı tek Tann fikri yaklaşık 3,000 yıl önce onaya atıl­
dıktan sonra, bilimin insanın genetik yaradılışım anlamaya ve kontrol
etmeye uğraştığı ve güçlü teleskoplann evrenin büyük patlama köke­
ninin tam kalbine bakmamızı mümkün kıldığı bir çağda bile, Tann
kav ramı var olmaya devam e tmektedir. O popüler bilim kitaplannın
en gözde konusudur, hem teistleri hem ateistleri düşündürüp duru­
yor ve bugün konu, her zamankinden daha tanışmalı.
Oxford Üniversitesi'nde Hıristiyan felsefesi profesörü olan Richard
Swinbume, evrenin tek, mükemmel iyi yaratıcısına olan inancına ilk
olarak İ.Ö. 1.000 yı lı dolaylarında İsrail'de rastlanabileceğini ileri s ür­
mektedir. Hakkında bilgi sahibi old u ğ umuz neredeyse bütün to pl um­
lar. bir kutsal güce inanır görünmektedir. Sanki insanlar, toplumlann-
16
da bir yanıt bulamadıkları sorular iç in hep kutsal olana bakmıştır.
Başından beri bir sürü meydan okuma olmuştur. Durham Üniver­
sitesi Azizjohn Koleji'nde bir rahip olan astrofizikçi David Wilkinson'­
a göre, modem tanışmalann asıl konusu bir yaratıcının doğasından
ziyade onun var olup olmadığıdır.
19. yüzyılın onalanna kadar din ve bilim, Batı toplumunda büyük
ölçüde el ele ilerlemiştir. Bilim adamlan, araştırma güdülerini tipik
olarak dini terimlerle açıklardı ve birçok bilim adamı önce bimt din
adamıydı. Bilim ve din arasındaki çatışmaya sürekli olarak örnek gös­
terilen Galileo'nun Kilise tarafından yargılanmasında bile, o, her ne
kadar insanın evrenin merkezindeki yerini tartışmalı hale getirse de,
Tann'nın varlığını inkar etmiyordu.
On yedinci yüzyılın bilimsel devrimi, mikroskobun da dahil oldu­
ğu araçtan geliştinniş olmasıyla -bilim adamlannın doğanın ve dolayı­
sıyla Tann'nın harikalarına hayran kalmasını mümkün kıldı. Wilkin­
son'a göre Dizayn Teorisi -doğanın tesadüf eseri olamayacak kadar iyi
ve güzel tasarlanmış ve mutlaka bir Tann tarafından yaratılmış olma­
sı gerektiği fikri- Yunan yazında bile bulunabilir, "Ne var ki," dıye de­
vam ediyor, "gelişip yayılması bilimsel devrimle olmuştur."
On sekizinci yüzyılda bilim adamları dine karşı çıkmaya başladı,
on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde doğal dünyanın, Tanrı'nın temel
bir aynası olduğu fikri artık saldın altındaydı. Bazılanna göre yaratıcı
bir Tanrı'ya nihai meydan okuma 1859 yılında Türlerin Kökeni'ni ya­
yınlayan Charles Daıwin'den geldi. Daıwin, dizayn teorisi ve insanla­
rın biricik statüsü dahil olmak üzere, imana hizmet eden birçok gele­
neksel argümanı sarstı.
Bir zamanlar rahip olmayı isteyen Daıwin dine saldırmak için bili­
mi kullanmama taraftarıydı. O dönemde bile bazı kilise üyeleri onun
fikirlerine açıktı ve eserini inançlarına katmayı başardılar. Ne var ki
bazı bilim adamları o kadar hoşgörülü değildi. Thomas Huxley'in, Ox­
ford Piskopos'uyla girdiği efsanevi tanışma, evrimci bilimi kesin b ir
17
şe ki lde Tanrı'ya inancın karşısına çıkarmıştı. Dönemin iki kitabı -Wil­
1874 tari hinde yayınlanan Din ve Bilim arasındaki Ça­
lam Drape r i n
'

tışmanın Tarihi ile Andrew Dickson White'ın 1896 tarihinde yayınla­


nan Hıriseiyanlıkta Bilimin Dinle Savaşının Tarihi, bugün bile devam
eden karşıtlık imgesini yaratmada büyük etkisi olmuş kitaplardır.
Oxford Üniversitesi'nde bilim ve din profesörü olan John Broo­
ke'a göre, Darwin-sonrası dönem bilim ile din arasında basit bir çatış­
manın dönemi değil, bilimin profesyonelleşip dünyevileşmesini ateş­
leyen ve bilim ile 1850'li yıllara kadar teolojiden gelip inançlı Hırisci­
yanlar olması gereken pratisyenlerini ayıran bir hareketti.
Yirminci yüzyılın başında çok sayıda bilim adamı aıtık Tanrı'ya
inanmıyordu. ABD'li bilim adamlarına dair 1916 tarihli bir alan çalış­
ması, bilim adamlarının yüzde 60'ının Tanrı'ya inanmadığını veya O'­
nun varlığından kuşku duyduğunu gösteriyor. Bu araştırmayı yapan
kişinin, eğitimin yayılmasıyla artacağını düşündüğü bir yüzdeydi. Fa­
kat eğitimin yaygınlaşmasına, bilimsel kavrayıştaki -bazılarının yaratı­
cı bir Tanrı ihtiyacının önüne geçeceğine inandığı genetik ve kuan­
tum teorisi alanlarındakiler başta olmak üzere- ilerlemelere rağmen,
1996 tarihli bir alan araştırması ABD'li bilim adamlarının yüzde 40'ının
Tann'ya inandığını bulguladı.
İnsanın bizzat hayatı kurcalayabildiği bir çağda, Tann'ya yer var
mı? Evrenin, hayatın yeşermesi için tam gerekli koşullara sahip olma­
sı gerçeğinin, Tann'yı işaret ettiğini söylüyor, Tanrı tarafını tutan biri.
Swinbume göre "Evrenin hassas ayarına dair son zamanlardaki bilim­
sel çalışmalar, doğanın ilk maddelerinin ve yasalarının organizmaların
evrimleşmesi için gerçekten de gerekli çok özel ko�ullara sahip oldu­
ğunu ortaya çıkarmıştır." Evrenimizin gerekli özelliklere sahip olması
gerçeği bir tesadüf veya çok sayıda evrenin varlığının bir işareti de
olabilir. Veya kutsal bir elin izi.
Maddeni n davranı şının temel yasalarının var oluşu da, bir ya ra tıcı
Tanrı'nın varlığına delalet olarak gösteıilmiştir. "Bu çok olağani.istü,"

18
diyor Swinburnc. "Tanrı'nın bir sebebi olduğuna inanıyorum. Madde­
nin bu şekilde davranması yalnızca güzel değil, aynı zamanda bizim
gibi sınırlı varlıkların var olmasını ve dünya ve birbirleri üzerinde de­
ğişiklikler yapmasını mümkün kılıyor."
Bazıları, evrimsel baskılarca empoze edilen talepleri büyük ölçü­
de şan ve evrenin karmaşıklığını algılamamızı mümkün kılan bilişsel
yeteneklerimizin Tann'ya delalet ettiğini iddia ediyor. Diğerleri kanıt
olarak hayatın kökenini tümüyle anlayabilmek için bilimin yetersizli­
ğini işaret ediyor. Her ne kadar birçok bilim adamı biyolojik evrim fi­
kirlerini desteklese de, doğal seçimin nasıl başladığı konusunda daha
az fikir birliği vardır. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Sağlık Enstitü­
sü, Ulusal Genom Araştırma Enstitüsü Müdürü Collins kendini, "Tan­
rıcı evrimci" diye tarif ediyor. "Eğer Tann ilişkiye girebileceği insanlar
yaratmaya karar verdiyse, bunu yapmak için neden evrim mekaniz­
masını seçmiş olmasın?" diye sorar. "Nihayetinde güzel bir fikir."
Kendi inançlarına sebep olarak kutsal kitapları ve insanın dini tec­
rübesinin sağlığını gösteren bu teistleri, hiçbir bilimsel veri, Tanrı ka­
nıtı yolundan alıkoyamıyor. Bu teistler, bilimin Tanrı gibi ince bir şe­
yin farkına varmasının mü�kün olmayabileceğini ileri sürüyorlar.

Başkaları daha ileri gidiyor. ABD Lehigh Üniversitesi'nde bir biyo­


kimyacı olan Michael Behe, Darwinci evrimin yaşayan dünyadaki her
şeyi açıklamada yetersiz olduğunu söylüyor. "Tann'nın parmak izle­
ri," diye devam ediyor, "organizmaların basit bileşenlerden evrimleş­
mesi imkansız olan 'indirgenemez bir �içimde karmaşık' kısımlarında
kesin olarak görülebilir." Zeki bir tasarımın varlığına dair argümanla­
rına, özellikle -İncil'deki Yaradılış hikayesini kelime anlamıyla algıla­
yan- bilimsel yaradılış taraftarlarının etkili bir güç olduğu ABD'de bi­
le, birçok bilim adamı karşı çıkmıştır.
Harward'lı palaentolog Stephen .Jay Go uld gibi diğer bilim adam­
ları, Tanrı olasılığını bir kenara atmasa da, bil im ve dini birbirlerinden

19
mantıksal olarak farklı, amaçlarda ve araştırma üslupla n nda tümüyle
birbirinden ayn iki disiplin olarak görmektedir. Bilimin "nasıl" soru­
lan sorarken dinin "niçin" sorulannı sorduğunu ileri sürüyor. Gould
,

bir bireyin zengin bir hayat kurması için her ikisine de ihtiyacı oldu­
ğunu vurguluyor. Ona göre, "bilim ve din, her biri insan hayatı için
farklı biçimlerde yaşamsal öneme sahip alanlannın kendi efendisi ola­
rak, eşit, karşılıklı olarak saygılı onaklar olmalıdırlar."
Kutsal olana pek o kadar saygı beslemeyenler, evrenin bilimsel
kavranışı genişledikçe Tann'nın yerinin daraldığını ileri sürmektedir.
Bu kişiler bilimi ve Tann'yı aynı yerde banndırmak yerine, bilimin bil­
ginin önünde tek güvenilir patika olduğuna inanıyorlar. Dawkins bi­
lim ve din arasında uzlaşmaz bir çatışma görüyor. Darwinci evrimin
savunuculuğunu yapan Dawkins, bu teorinin hayatın çeşitliliğini açık­
lamak için tek başına yeterli olduğunu iddia ediyor. Ve onun herhan­
gi bir düzene veya amaca sahip olmayan evren görüşü, "neden bura­
dayız" türünden sorulara yanıt arayanlara kulak tıkıyor.
Nobel Ödüllü fizikçi Steven Weinberg "Evren anlaşıldıkça anlam­
sız görünüyor," diyerek Dawkins'in tutumuna katılıyor. Kötülerin
egemenliğinin ve mutsuzluğun, esirgeyen bir tasanmcının var olma­
dığına kanıt teşkil ettiğini ileri sürüyor.

julla Hinde
Bilim ve eğitim alanlannda serbest yazar

20
Tanrı var mı?
John Polkinghorne

l
Queen Üniversitesi, Cambridge eski rektörü ve Anglikan rahip

üç büyük tektanncı inanç, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'ın


ortaklaşa inandığı kavramlar tarafından tanımlandığı haliyle
Tann'nın varlığına olan inanç, gerçekliğin bir anlamı olduğu ve
onu anlamak için gerekli ana açıklayıcı ilkenin dünyanın kutsal bir
amilin eseri olduğunun kabul edilmesinden geçtiği anlamına gelir.
Bu, sonuç olarak, savunulması gereken dön yargı ima eder: dünyanın
düzeninin gerisinde bir zihin vardır; dünya tarihinin gerisinde bir
amaç vardır; varlığı bu şekilde ayan olan O tapılmaya değerdir ve
Tanrı tükenmeyen bir umudun dayandığı temeldir.
Bir bilim adamının söz dağarcığı 'merak' kelimesiyle başlar, "bu
merak duygusu, fiziksel dünyanın soruşturmamıza teslim olan harika
düzeni tarafından uyandırılır. Temel fizik alanında çalışan bizler için,
bu duygu bilhassa yoğundur; çünkü bugüne kadar doğa yasalarının
yanlış anlaşılmaya izin vermeyecek bir matematiksel güzellikle ifade
edilmiş olduğunu gördük. Evrenin hem aklın önünde şeffaf, hem de
rasyonel bir güzelliğe sahip olması, başka bir deyişle, bilimin hem
mümkün olması, hem de karşılığını fazlasıyla alması sadece bizim şan­
sımız mı? Şahsen, bu dikkate değer olgunun yalnızca mutlu bir tesa­
düf olduğunu düşünemiyorum. Dünyanın bir zihnin işaretleriyle dolu
olması, ancak, onun kozmik düzeninin gerisinde gerçekten de kendi
Yaratıcı'sı duruyorsa anlaşılabilir. Bu sav, tanışmaya son noktayı koyan
bir sav olmasa da, tutarlı ve entelektüel olarak tatmin edicidir.
Bildiğimiz evren elli milyar yıl önce büyük patlamayla başladı. İna­
nılmaz derecede basit ve neredeyse her yerde tekbiçimli bir genişle­
meye sahi p bir enerji topuvdu. Şu anda zengin ve çeşitli yapılara sa-

21
hiptir. Bir bilince sahip insanoğlunun var olmaya başlamasıyla birlik·
te evren, kendinin farkına varmaya başladı; bu, elli milyar yıllık tarih·
te bildiğimiz en şaşırtıcı gelişmedir bu. Bu olgular tek başına, evrenin
tarihinde şeylerin birbirini körce takip etmesinden daha fazla şeyin
olduğuna delalet etmeye yeterlidir. Dahası, yeryüzünde herhangi bir
hayat formunun ortaya çıkışı on bir milyar yıl sürse de, evrenin daha
başından bu hayata gebe olduğuna dair açık işaretler var.
Entropi ilkesi başlığı altında toplanan bilimsel içgörüler, karbon­
temelli hayatın gelişmesinin, ancak, dünyanın fiziksel dokusunu tanı­
mayan doğa yasalarının özel ve eksiksiz ayarlanmış bir biçim alması
dolayısıyla mümkün olduğunu söylemektedir. Güneş gibi yıldızların
evreni kuşatan hayatın gelişmesini beslemek için gerektiği bir biçim­
de milyarlarca yıl hiç durmadan yanabilmesinin, yerçekimi ile elektro­
manyetizma arasında ince bir dengeyi zorunlu kılması, bunun bir ör­
neğidir. Hayat için olmazsa olmaz karbon ve diğer elementlerin ilk
kuşak yıldızların iç ocağında biçimlenmesi için nükleer güçlerin tam
ayarında olması da.
Fakat yine de, entropik ince-ayarın, sadece inanılmaz güzel bir te­
sadüf veya dünyamızın, hepsi de farklı yasalara sahip gözlemlenemez
diğer evrenlerin devasa bir koleksiyonu içinden gelen amaçsız bir
ödüJ olup olmadığı sorulabilir. Fakat bu iddialardan teist için daha
inandırıcı olanı, entropik olarak be reketli evrenin, onun bereketli ta­
rihinin kutsal yaratıcı amacı dışa vurmasını mümkün kılan ince bir
şekilde ayarlanmış şartlarla bi�likte, Tanrı tarafından bahşedilmiş ol­
duğudur.
Elbette bu kozmik potansiret, evrimsel süreçler vasıtasıyla ger­
çekleştirilmiş�ir. Bu, "şans" (anlamsız bir tesadüfilik olarak değil, fa­
kat olumsal bir kendine özgülük olarak) ile "zorunluluk" (entropik
olarak eksiksiz ayarlanmış yasa) arasındaki bir karşılıklı oyunu ihtiva
eder. Olası lıkları n bu şaşırtıcı oyununun keşfi teisc için bir sorun
,

oluşcurnıaz. Tann'n111 yaratımı kutsal bir kukla oyunu değildir: çünkü

22
Tann kozmik bir tiran değildir. Mahluka karşı kutsal iyilik, onlara bah­
şedilmiş münasip özgürlükler olduğunu ima eder.
Din adamı Chales Kingsley'in, Charles Daıwin'in "Türlerin Köke­
ni" adlı eserinin yayınlanmasından sonra türettiği bir ifadeyle dile ge­
tirmek gerekirse, tannbilimsel bir bakış açısından evrim geçiren bir
dünya, yaratıklann "kendilerini yaratma" iznine sahip olduğu bir dün­

yadır. Bu, özgür varlıklar eksiksiz bir şekilde programlanmış otomat­


lardan daha değerli olduğu için, hazır-yapım yaratımdan daha büyük
bir iyiliği işaret eder; fakat evrimci keşfin kör vadileri biçiminde zo­
runlu bedelleri vardır.
İnananlar daha büyük bir güçlükle, yani iyi ve kudretli bir Tanrı'­

nın yaratımı olduğu iddia edilen dünyada böylesine çok kötülüğün ve


ıstırabın var olması gerçeğiyle karşı karşıya kaldıklarında bilim, yine
mütevazı desteğiyle yardıma koşar. Yeni hayat biçimleri genetik mu­
tasyonlarla onaya çıkmıştır, fakat bu aynı biyokimyasal süreçler, diğer
mutant hücrelerin habisleştiği anlamına gelir. Biri olmadan diğeri ola­
maz. Dünyada kanserin var olmasının sebebi Tanrı'nın yetersizliği ve­
ya ilgisizliği değil, kendi kendini üretmesine izin verilen yaratımın ka­
çınılmaz bir bedeli olması dolayısıyladır. Bunun acı çekmenin var ol­
masının yarattığı güçlüklere kesin bir cevap olduğunu asla düşünmü­
yorum, fa kat en azından söz konusu hastalığın mevcudiyetinin gerek­
siz olmadığını gösteriyor.
Tapılmaya değer bir O'nu hesaba katmak, akıl yürütmeyi değerin
varlığı ve doğasına yöneltir. Bilim nasıl dünyanın mevcut düzeninin
soruşturulması olarak savunuluyorsa, inançlı kişi de, insan kültürü­
nün, en derinde bir icat olnıayıp, bir keşif olduğunu, insan tarafından
üretilen sistemlerin bir inşası olmayıp, gerçekliğin doğasına bir tepki
vermek olduğunu iddia edecektir. Bu iddia, hakkında çok t artış ı la n ,

bazen anlaşılan devas a genişl ik te ve burada ayrıntılarıyla ele alınması


mümkün olmay an meseleleri canlandırmaktadır. Burada sadece de­
rin ahl:ıki ilkelerin, örneğin doğrunun yal:ından daha iyi olduğu veya

23
insanlann araç olmaktansa amaç olması gerektiği gibi ilkelerin, ne
gizli hayatta kalma stratejileri ne de faydalı toplumsal gelenekler ol­
duğunu; fakat geçekliğe dair sezgiler olduklannı ileri sürmek isterim.
Ahlak bilgimiz gerçektir. Aslında, bana öyle geliyor ki sevginin nefret­
ten daha iyi olduğunu, bildiğim diğer her şeyden daha kesin olarak
biliyorum.
Eğer ahlaki ilkeler yalnızca beklentiler veya bireysel seçim mese­
lesi değilse, nereden geliyorlar ve bir erke nasıl sahip oluyorlar? Teist
bunu, iyiliğin veya Tanrı'nın iyi dileğinin bilgisi olarak görecektir.
Benzer bir şekilde estetik haz, gerçeklikle samimi karşılaşmanın bir
boyutu, inanlann Yaratıcı'nın yaratımındaki güzelliğini idrak etmesi­
dir. Dünya inanç geleneklerinin tanıklık ettiği kutsal olanla karşılaş­
ma, kutsal varlıkla bir karşılaşmadır.
Tanncılığın tutarlılığı ve ikna gücü, kısmen, içinde yaşadığımız
gerçekliğin zengin ve çok katmanlı doğasını takdir etmeye bağlıdır.
Bir olay aynı zamanda hem fiziksel dünyada gerçekleşen bir şey, hem
bir güzelliğin taşıyıcısı, heı:n ahlaki karann karşısında bir meydan oku­
ma, hem de kutsal olanla bir karşılaşma olabilir. Çünkü din sahibi
olanlar için ibadet, sık sık bütün bu boyutlann hepsini birden içerir.
Tann'ya olan inanç, bu çeşitli tecrübe düzeylerini birbirine bağlar, ak­
si taktirde bu rastlaşmalar sadece bir tesadüf olarak görünecektir.
Tann ibadet edilmeye layıktır, çünkü O iyinin, doğrunun ve güzelin
nihai temelidir.
Peki ya umut? Öleceğimizi biliyoruz ve evrenbilim bize evrenin
eninde sonunda çökeceğini veya yok olacağını söylüyor. Peki bütün
bunlar nihayetinde ne anlama geliyor? Yoksa kozmik tarih salak biri
tarafından anlatılan bir hikayeden ibaret miydi? Sanırım insan kalbin­
de bunun tam aksi olduğuna, her şeyin sonunda iyi olacağına dair de­
rin bir sezgi var. Marksist felsefeci Max Horkheimer, katilin kurban
üzerinde zafer kazanmamasına dair bir arzuyu ifade etmiştir. Tann'­
nın sonsuz vefakarlığı, böylesi bir umudun tek muhtemel desteğidir.
24
Tanrı'ya bu şekilde bel bağlamak, kutsal doğa hakkında ve Yaratı·
cı'nın gerçekten de bireysel yaratıklarla herhangi bir şekilde gerçek­
ten ilgilenip ilgilenmediğine dair bir dizi daha öte soruyu davet edi·
yor. Bu sorulara yanıt vennek, genel tanncılıktan uzaklaşıp Hz. İsa'·
nın doğasına ve dirilişe yönelmeyi gerektiriyor. Bu özel Hıristiyan id­
dia�n (çok istesem de) savunmak için yerimiz kalmadı, fakat sorular
üzerine düşünmek bize, Tann'nın varlığına inanan milyarların nere­
deyse tümünün soruları duygusuz bir felsefi yolla değil, inanlannce­
maatinde yaşamanın tecrübesi içinde cevaplandırdığını hatırlatıyor.
Bu, sonuç olarak inanç geleneklerinin, kutsal olanla karşılaşmadaki
ortak zeminlerinde ve bu kutsal karşılaşmanın açığa çıkardığı şeylerin
bimirinden çarpıcı bir biçimde farkh betimlemelerinde, kendilerini
bimirleriyle nasıl ilişkilendirdikleri sorusunu uyandırıyor. Bu, tannbi­
limin daha yeni yeni ciddi bir biçimde ele almaya başladığı bir mese­
ledir. Yirmi birinci yüzyılda ve muhtemelen sonrasında bu mesele,
gündeminin en önemli maddesi olacaktır.

25
Evren Nasıl Başladı
I
Geleneksel olarak birço k kültürde evrenin kökeni, katı Yeryü­
zü'nün yaratılıp su ve gökten ayrılması hikayeleri şeklinde açık­
lanmıştır. Gökler ile Yeryüzü arasında arabulucu işlevi gören
bir cihaz veya varlık inancı, bu hikayelerde ortak bir özellik olarak gö­
rünmektedir. Örneğin göksel takımyıldızlarında gerçek veya efsanevi
insanlar veya insanları gönnektedirler.
Modem çağda, insanların çoğu bunları, bilimsel olmaktan ziyade
kültürel tarihin bir parçası olan renkli gelenekler olarak görüyorlar.
Bununla birlikte bu hikayelerden bazıları hayatta kalmıştır; örneğin
evrenin yaklaşık 6,000 yıl önce birkaç günde yaratıldığına dair Hıristi­
yan inanç.
Evrenin kökenine dair bu ilk açıklamaların hepsinin eksiği, ilgile­
rini tümüyle Yeryüzü'nün ve içinde yaşayan canlıların oluşumuna yö­
neltmiş olmalarıdır. Oysa son birkaç yüzyıldır Dünya'nın devasa bir
evren içinde küçücük bir nesne olduğu ve sadece biz insanlar için­
de yaşadığı için ilgiye layık olduğu açıkça anlaşılmıştır. Dünya, mo­
dem evrenbilimde bir dipnotun dipnotu kadar bile önem arz etme­
mektedir.
Evrenin kökeninin araştırılması, günümüz yetişkinlerinin ömrü
süresi içinde, spekülasyonlar için uygun bir alan olmaktan, teorilerin
giderek çoğalan temel verilerle sınırlandırıldığı gerçek anlamda de­
neysel bir bilime dönüşmüştür. Bu değişimin ana amili teleskop ol­
muştur.
Astronomlar teleskopları uzayın derinliklerine bakmak için kulla­
nır; oysa bir evrenbilimci için teleskoplar zamanın içine de bakabilir.
Güneşin ötesindeki en yakın yıldızını ışığının bize ulaşması dön yıl
sünnektedir; yani bir yıldıza baktığımızda onun dön yıl öncesine ba­
karız. Fakat modern teleskoplar u1..ayın öyle derinlerine bakarlar ki
evreni, tarihinin ilk aşamalarındaki haliyle görebilirler.
Ayrıca, modern teknoloji, yalnızca insan gözüne görüneni d eğil,
fiilen bütün e le kt roman yetik tayfı görmemize olaak sağlamaktadır.
28
Bu birçok sezgiye yol açmıştır; bunlardan en şaşınıcı olanı Nobel
ödüllü fizikçi Amo Penzias ile Robert Wooclrow'un, büyük patlama­
dan arta kalan sıcaklık olduğu sanılan ve radyo dalga boylan olarak öl­
çülen kozmik arkaplan radyasyonun keşfidir. Bu keşif, neredeyse bü­
tün evrenbilimciler tarafından, evrenin kökenine dair büyük patlama
teorisini, on ikiden vuran ispatı olarak yorumlanmıştır.
Aynca Amerikalı Astronom Edwin Hubble'ın yirminci yüzyılın ba­
şındaki evrenin genişlediği tespiti, evrenin kökenini anlamada bir
anahtar işlevi görmüştür. Bu durumun keşfine yol açan, uzak galaksi­
lerin tayflannda görülen çizgilere bilinen atomlarin durum değiştir­
mesinin yol açtığı elektron enerjilerinin yol açtığı; fakat bizden uzağa
doğru olan hareketleri yüzünden dalgaboylannın Dopler etkisiyle
(bir nesnenin saçtığı radyasyonun frekansının gözlemciye yaklaştıkça
artar gibi görünme etkisi) değiştiğinin fark edilmesi oldu.
Bu derin bir kavrayıştı, laboratuvar fiziğindeki onlarca yıllık çalış­
mayla, astrofiziksel ışın tahlilini mümkün kıldı. Aynca bu, evrenin ve
uzak galaksilerin ölçüsünü belirlemeye dair zahmetli çalışmalara da
dayanmaktadır. Son yıllarda evrendeki madde miktarına, evrenin ya­
şı ile genişlemenin can alıcı öneme sahip ilk dönemlerine dair daha
fazla şey bulduk. İlk olarak Massachussetts Teknoloji Enstitüsü'nden
Alan Guth'ın onaya amğı evrenin kısa bir dönem için inanılmaz bir
hızla genişlemiş olabileceği olgusu, bütün bilim adamları tarafından
değilse bile, çoğunluk tarafından kabul gördü. Bu ilk dönem hakkın­
daki bilgi, görelilik ile kuantum teorisindeki gelişmelerle birlikte ha­
reket eden gözlemsel astronomi tarafından mümkün kılınmıştır.
Bu konular karmaşık, hatta neredeyse anlaşılmaz görünebilir. Fa­
kat göreliliğe dair ilk görülerin, bilimdeki en uzun süreli sorulardan
birine kesin bir çözüm olduğunu hatırlayalım. Bin yıl boyunca Güneş
de dahil olmak üzere yıldızların nasıl parladığını açıklamak için yüz­
lerce fikir geliştirildi. Cevabı ancak yirminci yüzyıldaki nükleer fizyo­
nun keşfiyle bulduk. Aynca yıldızların, -güneş sistemindeki Dünya ve
29
diğer nesnelerin v�ır olduğu bağımsız bir biçimde kanıtlanan- milyar­
larca yıl parlayacağı da kanıtlanmıştır. Bilim adamları bu bilgiyi, birço­
ğu yıldızların çekirdeklerinde üretilmiş olan kimyasal elementlerin
yaratımı ve dağılımı da dahil olmak üzere, evrenin diğer temel veçhe­
leri hakkındaki büyük soruları aydınlatmak için kullanmıştır.
Modern kozmolojiye göre evren elli milyar yıllık varoluşu boyun­
ca üç aşağı beş yukarı hep aynı yer olarak kalmıştır. Dünya'da geçerli
olan kuralların uygulanabileceği ve öngörme gücüne sahip olduğu
bir yerdir bu. Örneğin, güneş sisteminin -Güneş, gezegenler ve uydu­
ları- göktaşlannın ve kuyruklu yıldızların ortaya çıkışı anlaşılabilir bir
olaydır ve hatta eksiksiz bir şekilde modeli çıkarılabilir ve etrafında
gezegen aileleri ve onların oluşmuş olabileceği toz diskleri keşfedilen
yıldızlarla ilgili gözlemlerle karşılaştırılabilir. Aksi gibi, evrenin ilk dö­
nemleri hakkında düşünmek bizi zaman ve mekan konusundaki nor­
mal fikirlerimizin geçersiz olduğu bir dünyaya götürmektedir.
Fakat evrenin ilk anlarında hüküm süren aşırı şartlar altındaki
madde ve enerji hakkında fikirler geliştirmenin bir yolu var. Nasıl bir
teleskop milyarlarca yıl önceki geçmişe bakmamızı mümkün kılıyor­
sa, elimizdeki ve gelecekte yapılması planlanan parçacık hızlandıncı­
lan da, evrenin ilk zamanlarındaki koşullan yeniden üretmemizi
mümkün kılmaktadır. Bunları kullanan bilimsel cemaat ile teleskop
temelli cemaat ve bir grup güvenilir teorisyen, birbirlerine yardım et­
mektedir.
Karşılaştıkları ana güçlüklerden birisi, teleskoplar ile diğer araçlar­
ca görülemeyen, fakat yerçekimsel etkisi gözlemlenebilir olan ve ev­
renin yapılmış olduğu kıyasen daha iyi bildiğimiz maddeyi çok geride
bırakabileceği kuşkusunu uyandıran "kara madde"dir. Onun ışık saç­
maması gözlemlenemez olduğu anlamına gelmemektedir. Probleme
astronomik yaklaşımlar arasında, yıldızlan arkasında saklayan küçük
kara madde nesneler aramak d:J. vardır. Problemin üstüne, aynı za­
manda, parçacık fiziği yaklaşımı aracılığıyla gidilmektedir. Örneğin

30
evrenin, rıldızların saçtığı, fakat uzun zamandan beri kütlesi olmadı­
ğı düşünülen, nötrino denilen parçacıklarla dolu olduğu bilinmekte­
dir. Bunlar küçücük bir kütleye sahip olsa bile, kayıp kütle sorunu çö­
zülmüş olur. Ayrıca bilinmeyen tür bir maddenin, kayıp kütleden so­
rumlu olması da bir o kadar mümkündür.
Adaylardan biri WIMP'tir (zayıf etkileşimli kütlesel parçacık).
WIMP'ler, eski madenlerde ve iyice yalıtılmış başka yerlerde yapılan
deneylerle aranmaktadır. Bunların doğaları gereği tespit edilmesi
zordur. Çünkü diğer maddeyle ancak zayıf bir şekilde etkileşiyorlar;
keşfedildiklerinde, bu maddenin sınıflandırılması bilgimize büyük bir
ilave olacaktır.
Fakat kayıp kütlenin açtığı sorular, sadece, neredeyse bütün bilim
adamlannın inandığı "standan model"in gücünü göstermeye hizmet
etmektedir. O, evreni oluşturan parçacıklar ile kuvvet biçimlerini ar­
tık nihai noktasına gelen bir dizi ilişki içinde birleştirmektedir. Evre­
nin büyük bir kısmının, kütle açısından, bir laboratuvarda bugüne ka­
dar gözlemlenmemiş bir maddeden oluşabileceği keşfi bile, bu teori­
nin temel doğruluğunun köktenci bir tavırla gözden geçirilmesine se­
bep olmamıştır. Standart modelin görünürdeki istikrarının kısmi ne­
deni, kısmi olarak onun geniş kanıt temelidir. Astronomik metotlar
ile laboratuvar metotları, karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiren so­
nuçlara ulaşmıştır.
Bu işbirliğindeki bundan sonraki adım, aygıtların ve amaçların
paylaşılması olacaktır. İsviçre ile Fransa'nın altında inşa edilen The
Large Hadron Collider (LHC) adlı maddenin neden kütlesi olduğunu
açıklayan Higgs Boson'un, muhtemel varlığını keşfetme amacıyla ku­
rulmaktadır. Higgs Boson, standart model içinde varlığı öngörülen,
fakat bugüne kadar ele geçirilemeyen bir parçacıktır. LHC içindeki
marjinal koşullar, evrenin kökenindeki koşullara bugüne kadar yara­
tılan en yakın koşullar olacaktır.
Uzayda, 1990'lardaki başarıların ardı ndan, Amerika Birleşik Dev-
31
letleri'nin kozmik mikrodalga arkaplanın hassas yapısını i ncele me
misyonu olan Mikrowave Anisotropy Probe (MAP) gibi bir dizi aygıt
inşa edilecektir. Bu aygıtın elde ettiği veriler, büyük patlamadan son­
raki ilk hareket ve galaksiler gibi büyük ölçekli yapılann ortaya çıkma
biçimine dair bilgiler verecektir: MAP bir uzay projesidir.
Yeryüzündeki ve uzaydaki yeni teleskoplar, bilh� Hubble Spa­
ce Teleskopu'nun halefleri de, zamanın derinliklerine bakmakta ve
evrenin birinci milyar yılına ait nesnelerin gözlenmesine imkan tanı·
maktadır.
Kozmoloji, kozmogoni ve fizik arasındaki bağlantı şu anda birbir­
lerini öyle yakından onaylayarak biçimleniyor ki, bir gün daha fazla
ileri gidilemeyecek, eksiksiz bir resim sunacaklannı varsaymak işten
bile değil. Fakat bu konunun kapanacağını düşünmeye eğilimli her­
kes, geçen yüzyılın radyoaktivitenin, fotoelektrik etkinin ve görelili­
ğin keşfinden önceki fiziğini hatırlamalıdır. O dönemde bilgimizin
mükemmelliğe yaklaştığına duyulan yüksek güven, unutmayalım ki,
evren algımızı baştan sona değiştirecek kadar büyük sonuçlar doğu­
ran beklenmedik keşiflerle, daha önce eşi görülmemiş bir dönemin
başlangıcı olmuştu.

Martin ince
Times Yüksek F,ğitim Eki liditör Yardıması

32
Evren Nasd Başladı?
Sir Martin Rees

1
Cambridge Astronomi Profesörü

Evrenin sıcak bir başlangıcı olduğuna dair kanıtlar, radyo astro­


nomlann, uzayın tamamen soğuk olmadığını .ve mutlak sıfınn
üç derece üstünde bir sıcaklığa sahip olduğunu keşfettiği 1965
yıllanna uzanır. Gerçekten de evrenimizin tümü, sıcak yoğun ilk du-
· rumdan geriye kalan ışık olan mikrodalgalarla doludur. 1965'ten beri
bu kanıt daha sağlam hale gelmiştir. Sonuç olarak, elimizdekilerden
hareketle kozmik tarihin, evrenin yalnızca birkaç saniye genişlemiş
olduğu durumuna dair çıkanmlar, en az, örneğin jeologlann veya pa­
leontoloji bilginlerinin Dünya'nın ilk durumu hakkında söyledikleri
kadar ciddiye alınmalıdır; üstelik onların sonuçları daha eşit ölçüde
dolaylı ve genel olarak daha az nicelikseldir.
Oysa doğum öncesi maddenin deneyi imkansız kıl� bir yoğunlu­
ğa ve basınca sıkıştığı başlangıçta -bir saniyenin ilk küçücük parçasın­
da- neler olduğuna dair sağlam kanıtlar bulma arayışında hala el yor­
damıyla ilerliyoruz. Bununla birlikte son iki yıldır kozmologlar, evre­
nin nasıl genişlediğine ve gelecekte nasıl görüneceğine dair dikkate
değer bir anlaşma sağlamışlardır.
Yaklaşık beş milyar yıl içinde Güneş ölecek; Dünya da onunla bir­
likte. Hayatın rolünün o zaman ne hal alacağı, hayatın kendini nasıl
bir biçime sokacağını öngöremeyiz; onadan kalkabilir veya bütün ga­
laksiyi etkisi altına alan bir egemenlik kurabilir. Bu tür soyut akıl yü­
rütmeler bilim kurgunun konusudur; fakat saçma denilip, bir ken ara
atılamazlar. Şunun şurasında, ilk çok hücreli organizmanın evrimleş­
mesi bir mi lya r yıldan ancak biraz daha az b ir zaman almıştır ve bu sü­
re Güneş'in. kalan ömrünün sadece beşte biridir.

33
Peki daha u;r� ı k gelecekte neler olacak? Cevap evrensel genişleme­
n i n ne kadar azalacağı ile i lg i l i di r. Her ne k ad a r her şey, geri kalan her
şey üzerinde ye rçe k i msel bir çekiş un�ula.'ia da, he sa p lar gösteriyor
ki, eğer evrendeki bütün atom la r aynı uzaya eşi t b i r şe ki l de dağılmış­
sa, bir dış kuvvetin yoklu ğu n da , genişlemeyi yavaşlatmaya yetecek ka­
dar çekim gücü uygulayamazlar. Bu , sürekli genişleme demektir. Ga­
la ksi le r , fiilen görebildiğimiz maddenin kat be kat daha fazlasına
denk düşen bir çekimi 'hissederler' Ü ze rleri n de , bunun birçoğu "ka­
ra m add e" di r. Fakat kara maddeyi hesaba katsak bile, evrenin geni ş­
lemesini durdurmaya yetecek kuvvet söz konusu değildir. Galaksiler
daha da uzaklaştıkça görünür olmaktan çıkacak ve yıldızlan yakıtları­
nı tüketeceklerdir.
Son zamanlarda genişlemenin yavaşlamadığı, fakat hızlandığına
dair kanıtlar ortaya çıkmıştır. Bu, yer çekiminin kozmik ölçekte itici
özelliğe sahip bir tür kuvvetçe aşıldığı anlamına gelir. Böyle bir kuvve­
tin varlığı 1917 yılında Einstein tarafından ortaya atılmıştı. O 1.ama nl ar
Astronomlar yalnızca bizim galaksimizi biliyordu (1920'lere kadar "spi­
ral nebula" olarak bilinen Andro me da'n ın ve benzeri spiral biçimli yıl­
dız adaların ın aslında ayrı galaksiler oldukları ve bi ıd mkiyl e kıyaslana­
bilir bir büyüklüğe sahip oldukları bilinmiyordu) . Bu yüzden Einstein
için evrenin durağan o ldu ğu n u -genişlemediğini veya küçülmediğini­
varsaymak normaldi. Fazladan bir kuvvet yerçek i m in e ka rşı etkide bu­
lunmuyorsa, evrenin durağan kalamayacağını bulgulamıştı.
Bu varsayımı ortaya atma ihti}'aCı, 1929 yılı nda Edwin Hubble'ın
evre n i n genişlediğini keşfetmesiyle birlikte gereksizleşti, fakat varsa­
yımın değeri azalmadı. Aksine b oş uzay, artık sadece basit bir şey ola­
rak görünüyor. İç in de ki bütün p arçacık la r gizildir (latent) , hatta daha
küçük ölçe k te uyum içinde bir stri ng demeti içinde geçe rli d i r. Bizim
çağdaş soru n u muz, neden bir kozmi k i tici olması gere k tiği deği l , boş
uzayda gizil d u ru mda bu l u nan e ne rj i ve k uvvetin neden daha yü ksek
olmadığıdır.

34
Evrenin içeri kleri n i ölçmen i n birbi rlerinden bağı msız yön t e mle ri
arJsında, bugün, dikkate değer bir uyu m sağlanmıştır. Öyle görü n ü ­
yor ki atomlar, evrendeki toplam enetjinin yalnızca yüı.de 4'ünü , ka­
ranlık madde y ü 1.d e 20 ile 30'unu ve geri kalanın ise evrende gizil du­
rumda bulunan "karanlık enerji" tedarik etmektedir. Bu tuhaf karışı­
mın hiçbir şeyi doğal görünmemektedir. Peki o zaman evren nasıl or­
taya çıktı ve evren neden şimdi olduğu gibi genişliyor?
Evrenimiz, bir saniye yaşında yalnızcabiçimsiz bir ateş topuyken,
birkaç rakam onu tarif etmeye yeter: sıradan atomların, karanlık mad­
delerin, rady-.ısyonun oranı ve genişleme hızı vs için. Basit cevap da­
ha önce, saniyenin küçücük bir parçasından daha küçük bir parçasın­
da, şartların hiç bilmediğimiz bir aşırılıkta olduğu bir anda ne olduğu
sorusunun cevabından gelecektir. Bir saniyenin ilk trilyonda biri için­
de, her parçacık, Cenova'daki Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuvarı
CERN'deki en güçlü hızlandıncılann ulaşabileceğinden çok daha faz­
la enerjiyi taşıyabilirler. Bu ultar erken dönem hakkındaki fikirler h:1-
la farazidir, fakat yine de bu alanda büyük ilerlemeler kat edilmiştir.
En temel muamma evrenimizin neden genişlediği ve neden bu ka­
dar büyük olduğudur. Patlama örneğine başvuran benzetmeler, ciddi
biçimde yanlış yönlendiricidirler. Yeryüzündeki bombaların veya koz­
mor.daki süpernovaların patlamasının sebebi, iç basınçtaki ani bir yük­
selmenin içerdeki maddeyi basıncın daha düşük olduğu bir çevreye it­
mesidir. Fakat evrenin ilk 1.amanlarında basınç her yerde aynıydı ve dı­
şarıda hiçbir boş bölge yoktu. En ikna edici cevap, genişlemenin hız­
lanan bir karakterde old u ğ u şişme dönemi denilen şeyi içermektedir;
ölçek iki katına çıktı, sonra iki katına, sonra bir daha iki katına.
İddia ediliyor ki saniyenin yaklaşık lff"''da birinde, cenin halinde
bir evren bugün gördüğümüz her şeyi ka psaya n bir ge ni ş l i ğe şişmiş
olabilir. Evrenin mikroskobik bir şe}'den şiştiği te me l fi k rini n çe k i ci l i ­
ği . o n u n , evrenin nc<len genişl iyor o l d u ğu n u aç ı kl a m a s ın d a n kay na k­
l:ın makr:ıd ı r. As l ı nda h içbi r �ey anlatm ıyor gibi görü nebi l i r. Fak:ıt işin

35
asl ı bu değil. Bunun sebebi şu andak i devasa evrenimizin toplamda
sıfır enerjiye sahip olmasıdır. Bütün atomlar bir kütlesi olduktan için
enerjiye sahiptirler (Einstein'ın me'si) . Fakat aynı zamanda diğer her
Şeyin çekimsel kuvveti dolayısıyla bir negatif enerjiye sahiptirler. Bu
yüzden evrenimizdeki kütle ve enetjinin genişlemesi adeta bedavaya
gelir.
Şişme, şu anda gözlemlediğimiz evrenin evrimleşmesine yetecek
büyüklükte mikroskopik bir yol açıyor kendine. Gerçekten de şişme­
ye gereğinden fazla önem verme hatasına düşüyor olabiliriz. O zaman
evrenimiz "esneyerek düzelen" bir şey, daha ziyade yeterince esneti­
lirse yüzeyi düzleşen, kırışık bir yüzeyin parçası gibi bir şey olarak ni­
hayet buluyor.
Birçok kuramcı genişleme teorisine daha iyisi gelene kadar sanla­
caklan güzel bir başlangıç kavramı olarak bakıyorlar ve üstelik yeni
bir şeylerin yolda olduğuna dair işaretler var; bild* üç boyutun öte­
sinde fazladan uıamsal boyutlar, bizi başka bir paradigmaya yönelte­
bilir, fakat ayrıntılar belirsiz fiziğe dayalı.
Mevcut evrenimizin bazı özelliklerini gözlemlemek, rakip teoriler
arasından birini seçmemize yardımcı olabilir. Örneğin şişme teorisi,
gökyüzündeki arkaplan sıcaklığın tekörnek olmaması olarak kendini
gösteren ve galaksilerin ceninleri olan "dalgacıklar" için bir köken ile­
ri sürüyor. Bunlar mikroskobik ölçekte üretilmiş, gökyüzünü kapsa­
yacak kadar şişmiş olan kuantum titreşimleridir -kozmoz ile mikro­
dünya arasında muazzam bir bağlantı. Genişleyici evren teorisinin ba­
zı çeşitleri bizim büyük patlamamızın tek patlama olmadığını onaya
atıyor. (Bu akıl yürütme, bizim gerçeklik kavramımızı ciddi biçimde
genişletiyor ve evrenimizin tarihini sınırsız çok-evren içinde ufak bir
ana dönüştürüyor.) Astronomlar, yerçekiminin söz konusu olmadığı
yerlerde, sadece labo rr u varlanna bakarak konuşurlar. Belki de artık
laboratuvarlarda test edilemeyecek olan " uç fizik"lerle ka rşım ıZ:ı çıka­
bilirler.
36
Keşiflerin anışı, içinde bulunduğumuz on yıl boyunca dt""Vam ede­
cek görünüyor. Büyük teleskoplar öyle uı.aktaki nesneleri görebilir­
ler ki, onların ışıklan even şimdiki yaşanın daha onda birindeyken
gönderilmiştir. Diğer teknikler de büyük patlamanın ilk saniyelerini
araştırabilir. Önümüzdeki on yıl içinde egemen karanlık maddenin
ne olduğunu bulacağımıı.a ve evrenin yaşı hakkında önemli rakamla­
ra ulaşacağımıza bir maaşıma bahse girerim. Eğer bunlar gerçekleşir·
se kozmoloji için büyük bir başarının işareti olacaklardır. Nasıl son
birkaç yüzyılda Dünya'nın ve Güneş'in boyutlarını ve biçimlerini öğ­
rendiysek, o ı.aman da evrenin gerçek boyutlarını öğreneceğiz.
Kuramcılar, uzun vadede çok erken dönemlerin uç fiziklerini
açıklamak zorundadır. Hfila elimizden kaçmaya devam eden yerçeki·
mi ile mikrodünya, kozmoz ile kuantum arasındaki sentezdir. Her şey
tek bir teoride birleştirilemediği müddetçe, evrenin ta en başta var
olan ve her şeyin, kuantum dalgalanmalannın bütün evreni sallayabi­
leceği kadar sıkışmış olduğu temel özelliklerini anlamaya muktedir
olamayacağız.
Ben paramı, süper stringlerden yana veya bizim olağan üç boyu­
tumuzdaki her noktanın yedi veya daha fazla boyutun, iyice sıkıştırıl­
mış origamisi olduğunu söyleyen M teorisinden yana koyuyorum. Bu
ince matematiksel teori ile ölçebildiğimiz herhangi bir şey arasında
halci aşılamamış bir mesafe bulunmaktadır; fakat boy uı.aydaki gizil
enerjinin doğasını ve ortaya çıkışını anlayabilmemiz için böyle bir te·
oriye ihtiyacımız var.

37
Zaman Nedir
I
Nedir zaman? "Eğer hiç kimse sormazsa," diye yazıyordu Aziz
Agustine dördüncü yüzyılda, "o zaman biliyorum; ama eğer ba­
na soru soran birine açıklayacaksam, açıkçası bilmiyorum."
Yaklaşık on altı asır sonra soru her zamanki kadar cevaplanması zor.
Zaman neden bir nehir gibi akıyor ve bu nehrin suyu nereden geli­
yor? Amerikalı fizikçi John Wheeler bir defasında "zaman her şeyi ay­
nı anda olmakta alıkoyan şeydir" demişti; tuhaf bir şekilde çekici, fa­
kat �n az ilk soru kadar karmaşık bir tez.
Alman felsefeci Immanuel Kant, "Saf Aklın Eleştirisi" eserinde, bir
insanın mekanın dışında veya ı.amanın yokluğunda hiçbir şey hayal
edemeyeceğini söylemişti. "Bunlar, duyarlılığın öznel koşullarıdır,"
diye yazıyordu. Kanta'a göre nasıl bir prizma ışığı belirli bir düzen
içinde sıralayarak çeşitli renklere ayırıyorsa, zihin de gerçekliği ı.a­
man ekseni etrafında bölüyor. Peki zaman gerçekten bir yanılsama
veya algılamanın bir sonucu mu? H�rhangi bir canlı olmadan ve dola­
yısıyla herhangi bir algı olmadan önce de yok muydu? Bugün, mo­
dem fizik zaman ın karakterini evrenin ilk baştaki haline kadar takip
ediyor ve fiziğin temel yasaları içindeki yerini sorguluyor.
lsaac Newton'un hareket denklemleri zamanı kapsamasına kapsı­
yor, fakat biraz suya sabuna dokunmaya bir tavırla. Dünya, Güneş'in
etrafında sürekli dönerken, yerçekimi Dünya'nın hareketi üzerinde
her küçük zaman aralığında hesaplanabilir değişiklikler yapıyor. Fa­
kat bu türden bir zaman, sadece kuru matematiksel hesabın bir yan
ürünü. Newton için uzam da zaman da mutlaktır: U7.am, içinden nes­
nelerin geçebileceği tam anlamıyla bir boşluk, zaman ise, kaçınılmaz
bir şekilde arka plandan gelen tik tak sesleridir. Daha sonra Albert
Einstein bu zamanın esnetilip değiştirilebileceğini ve madde ile ener­
jiden etkilendiğini ortaya çıkardı.
Fakat zaman nehri bazı yerlerde diğe r yerlere göre daha hızlı akı­
yor ve önüne çıkan engellerle yavaşlıyorsa bile, bu hala zamanın ne
olduğunu ve niçin bir yöne sahip olduğunu açıklamamaktadır. Üste-
40
lik tecrübe zamanın bir yönü olduğu nu gösteriyor. Çamaşır makine­
leri tıpkı ayakkabılar ve otomobiller gibi kullanıldıkça eskiyor ve asla
ilk saf yeniliklerine geri dönmüyorlar. Dağ dorukları parçalanıp vadi­
le re dökülüyor, asla tersi olmuyor ve kapağı açılan bir parfüm şişesin­
den kaçıp odayı dolduruyor; fakat asla bunu tersi olmuyor. Bu olgu­
lar, zamanın tek bir yöne sahip olduğunu gösteriyor. Şeyler bu yön­
de yıpranıyor, yayılıyor, eriyor ve genel olarak düzen düzensizliğe dö­
nüşüyor.
Bu temayül, aynca kuramsal bir açmaı.a yol açar. Parfüm şişeleri,
dağ doruklan ve öteki büyük ölçekli şeyler, kendi atomlannın ve mo­
leküllerinin yasalannı takip etmek zorundadır. Fakat, atomik dünya,
çevremizdeki dünyanın tersine geçmiş ve gelecek arasında bir aynın
yapmaz görünüyor. Birkaç atomun davranışlannı filme kaydedin ve
geriye sararak izleyin, tu haftır, hiçbir şey görmeı.siniz -tersine hareket
de fizik yasalarına göre olacaktır. Fakat dağılmış bir kaya filminin ge­
riye sanlmış görüntüsü, parçaların koptuklan yerlere koşup yapışma­
lan, bildiğimiz haliyle gerçekliğe ters bir görüntü oluşturacaktır.
Öyleyse, atomik dünyadaki zamanın yönsüzlüğü nasıl olur da da­

ha büyük ölçekte zamana bir yön verir? Bu çok önemli bir sorudur ve
iki kısımdan oluşur: ilk kısım görece "kolay"dır ve bir asırdan daha es­
kidir, ikincisi ise daha zordur ve hala tartışması devam eden bir me­
seledir.
Neden parfüm şişesinden kaçıyor da asla kendi başına şişeye gir­
miyor? On dokuzuncu yüzyılın sonunda Avusturyalı fızikçi Ludwig
Boltzmann, aşağıdaki şekilde akıl yürütüyordu: Varsayın ki epey kala­
balık sayıda parfüm moleküllerini odanın içinde üç aşağı beş yukarı
eşit u zaklıklarla kaç değişik yolla yerleştirebileceğinizi hesaplıyorsu­
nuz. Şimdi de aynı sayıda molekülü bir şişenin içinde tutarak bunu
yapmanın yollan nı hesaplayın. İ lk rakam, Bolt7.mann'ın kanıtladığı
üzere, ikinci rakamla karşılaştırıldığına inanılmaz derecede büyüktür.
Birinci rakamın iki ncisine oranındaki sıfırlar, Britanya Kütüphanesi'-
41
ndeki büıün kiıapları do ld u rm a �ra yeıccek kadardır.
Şimdi, paıfüm molekülleri birbirlerine çarpıp durmaktalar ve rJSt·
lantısal şekilde bir ayrıntılı düzenlemeden ötekine geçiyorlar. Bolt­
zman iddia ediyor ki bu durumda bu paıfüm bir şekilde engellemez­
se, temiz bir şekilde şişenin içinde paketlenmiş olarak durmaktansa,
onun dışına dağılacaklardır. Bütün her şeyi bu iki ayrı durumun ger­
çekleşmesinin önündeki olasılık sayısıyla ilgilidir.
Hesapladığınız sayı ne olursa olsun, paıfüm moleküllerinin farklı
u1..aklıklarla düzenlenme ihtimali, eşit u1.aklıklarla düzenlenme olası­
lığından her zaman daha fazladır. Düzensizlik düzene karşı büyük bir
sayı üstünlüğüne sahiptir ve bir sonuç olarak evrenimizdeki şeyler bir
tür düşük ölçekli kaos durumuna sürüklenmek gibi doğal bir eğilime
sahiptir. Bu termodinamiğin ikinci yasasıdır: herhangi bir örgütleyici
dış gücün yokluğunda şeyler, daha büyük bir düzensizlik veya entro­
pi yönünde hareket ederler.
Boltzmann'ın düşün me biçimi, bize 1.amanın doğasına dair ilk çar­
pıcı kavrayışı kazandırır. Çünkü bu düşünme biçimine göre bizim öz­
nel zaman d u ygu m u z şeylerin birbirine k a rışı p örgütlü olmaktan çık­
ma özelliği ile vakından
.
kuşatılmıştır. Büyük Alman fizikçi Eıwin
'
Shcrödinger bir keresinde şunları söylemişti: ''Fizikte hiçbir bakış açı-
sı bana Boltzmann'ınkinden d aha önemli gelmemiştir." Düzenden
düzensizliğe akış, tek yönlü bir akış gibi görünmektedir ve zamanda
sürekli bir yöne sahip olmamızın, kırılmamış şarap şişesini veya yep­
yeni ayakkabıları onların parçalanmış ve yıpranmış torunlarından ön­
ceye almamızın sebebi bu .
Fakat Boltzmann'ın mucizevi bakış açısı bizi yalnızca sorunun da­
ha derin kısmına getiriyor. Düzenin düzensizliğe doğru evrimleşme
eğilimi, 1.amanın n ede n bir yön ü o ld u ğu n u aç ık lar. Fakat açıklama,
ancak evrenin nasıl olup da ilk başta d ü ze n l i hale geldiğini açıklama­
yı başarı rsak işe y�ırJyac:ıktı r. Tı pkı odanın içindeki parfüm molekül­
leri gibi bir dağın ı k l ı k olara k da haşlamış olabi l i r. Bu d u ru mda, daha

42
büyük bir düzensizliğe yönelme ve herhangi bir zaman yönü o lmaya­
caktır. Zamanının yönünü açıklamak, evrenin başında büyük bir ör­
gütlenme olduğunu varsaymaktan geçmekted i r .

Bugü n birçok bilim adamının dikkatini yoğunlaştırdığı yer burası­


dır. Parfüm benzetmesinde devam edersek, evrenimizi oluşturan mal­
zeme, büyük patlamadan hemen sonra, on veya on beş milyar yıl ön­
ce "bir şişenin içi nde"ydi. 1990'ların başlarında Cosmic Microwave,
Background Explore r teleskopunu kullanarak, evreni dolduran mik­
rodalga radyasyonun soluk yansımasının nasıl eşit bir biç imde dağıl­
mış olduğunu bulguladı ve büyük patlamadan 300,000 yıl sonranın ne­
ye benzediğine dair bir görüntü sağladı. Maddenin o zamanki dağılı­
mının 100,000'de 1 ora nında daha birörnek olduğu nu bulguladılar.
Bu gözlemler erken evrene dair kuramlara kesin sı n ırlamal ar ge­
tirdi. Küçük yaştaki evrenin maddesinin düzenlenebileceği bütün yol­
lar arasında, yalnızca küçük bir olasılık, evrene astronomların teles­
koplarının gösterdiği düzgünlüğe sağlayabilirdi. Yani dünya dikkate
değer ölçüde özel bir koşula bağlıdır. Önceden hazırlanmış ve zama­
nı başlatmaya bırakılmış. Fakat böyle bir şey nasıl gerçekleşti?
Yaygın açıklamaya göre, erken evrenin özel bir "şişme dönemi"
yaşadığı söylenir. Bu, evrenin inanılmaz hızlarla genişlediği ve evre­
nin içeriğinin dağılımındaki neredeyse bütün dalgacıkların hızla ütü­
lendiği bir dönemi şart koşmaktadır. Genişleme fikri, düzgünlüğü
özel olmaktan çıkanr. 1998 yılında Antarktika üzerinden uçan bir te­
leskopun, kozmik mikrodalga arkaplan ölçümleriyle bu teori destek
kazanmıştı. Bu teleskop, erken dönem evrendeki dalgacıklann dağı­
lımını, tıpkı şişme fikri tarafından öngörüldüğü şekliyle bulgulamıştır.
Ne var ki herkes aynı fikirde değil veya en azından onun her şeyi
açıkladığına inanmıyorlar. Çünkü böyle bir teori çok tuhaf bir gelece­
ği öngörebilir: Örneğin eninde sonunda büyük bir çatırdıyla kendi
içine çö k eceği ve bu sürede 7.aman ı n tersine dön ü p ters akacağı ve
şeylerin d üzensizli kten düze n l i l iğe geçerek termod i namiğin i k i nci ya-

43
sasını ihlal edeceği bir evren varsaymaktadır.
Bö��ece zamana dair baştaki merakımız bizi çağdaş evrenbilimde­
ki en derin meselelerin eşiğine getirdi. İ.Ö beşinci yüzyılda Yunan fel­
sefecisi Parmenides, hakiki gerçeklik sonsuz ve değişmez olduğu için
bütün zaman meselelerinin yanılsama olarak adlandıracak kadar ileri
gitmiştir. Bugün bazı fizikçiler ve felsefeciler, onunla aynı fikirde ola­
bilirler. Fakat yanılsama ya da değil, zamanın en derin gizemi ortaya
çıkarılmayı beklemektedir.

Mark Buchının
Fizikçi ve bilim yazan

44
Zaman Nedir?

John Banow
Cambridge Astronomi, Milenyum Matematik Projesi mü.dürü ııe
matematik bilimleri profesörü

I
Yirminci yüzyı l ı n başlanna kadar ı.aman, saat in bütün faaliyet­
lerini ölçülebileceği değişmez tiktaklan olarak görülüyordu.
Hiçbir şey zamanın metronom ilerleyişini değiştiremezdi ve
geçiş hızı her yerde aynıydı. "Şimdi" müphem bir nosyondu ve zama­
nın h ızı nda herhangi bir değişme, Henry Twells'in aşağıdaki şiirde bi­
ze anlattığı gibi öznel olmak zorundaydı:
Bir bebekken uyurdum, ağlardım sürekli zaman ise sürünürdü./
Çoc uk ken kon uşu r gülerdim./ Zaman yürürdü./ Sonra büyüdüm,
,

adam oldum, zaman koşuyordu./ Fakat yaşlanınca zaman anık uçu­


yordu.
Alben Einstein'ın, uzam ve zamanın herhangi bir bi l im kurgu ya­
zannın hayal edebileceğinde n çok daha karmaşı k olan kavramlarını
ortaya serdi. Zamanın akışı on u n iç indeki kütle ve enerji tarafında be­
lirleniyordu. Bunun bir sonucu olarak mutlak zaman, faklı gözlemci­
ler için "şimdi"nin müphem nosyonu ve farklı gözlemcilerin olayların
aynı zamanda geçtiği konusunda hem fikir olması ihtimali diye bir şey
yo kt u anık. Bu teorinin çarpıcı sonuçları vardı. Zaman güçlü yerçe­
kim alanlarında ve hareketli gözlemciler için daha yavaş akıyordu. Bü­
tün b u karşı t sezgisel zamansal e t k i ler o günden bu yana sürekli göz­
- ,

lenmiştir ve evrenin kend i ke nd iyle tutarlı simetrik yasalarının içine


d eri nd en işlenmiş ti
.

Peki zaman gerçekten de temel bir şey mi? Belki de, kuatum teo­
risinin klasik bir sınırlılı ğı olarak, ancak düşük enerji ve ısı ortamların­
da onara ç ı ka n hasiıleştiıici hir yaklaş ık nosyon olahilir. Atomların,

45
molekülleri n , si zi n ve be n i m \'ar olmamız i ç i n , bu t ü rden "seri n " ko­
şu ll a rı n var olması ge rek ir . Oysa en e rji ve sı cakl ı ğ ı n ço k daha bü yü k
o ldu ğu evren in b ü yük patlam a so n rası geni şle mes i nin ilk anlarında,
geçm iş i le gelece k arJSında çok fa rkl ı i li ş ki ler söz konusu o lm alı ; 1..a­
man dah a ziyade uzama benziyordu .

Zamanı köken o la ra k astronomiden gelen, fakat i n sa n s ı olan bi­


rimlere (günler, aylar ve y ı l lar) ayırırız. Bununla birli kte zamanın sa­
dece doğan ı n yasaları ve sabi tl ikleriyle tanımlanan insanüstü bir biri­
mi de vardır. Süre olarak inanılmaz kısa bir san iye nin l0-'-1ıte biri. Bu
i nsanü st ü saat açı sı ndan evrenimiz, 10"' yaşın dadır . Çarpıcıdır, karma­
şıklık ve hayat için gerekl i k i m yasal elementlerin üretilmesi için en az,
10\9 birim ge reki r. Evren yaln ı zca bu zaman birimlerinden b irkaç ta­
nesi yaşındayken, zamanın doğasına egzotik biçimde kua n tu m olan
bir şeyle r olmuş olmalı. Burada her ne o ld u ysa , yerçe ki mi , görelilik
ve kuantum belirsizliği , evreni b içimlendi rme k için eşit ortaklar o la­
rak bi rleşti .
Böylesi bir onaklığı açıkla m ak için ilk aday, M (i s te ry) [gizem] te­
o ri si olamk bilinen string kurJmıdır. Bu kummın öngörüsüne göre
bi ldiği miz üç uzam ve bir 1.aman boyu t u ndan daha fazla boyut va rdır.
Fizikçiler, ge nel olarak bütün bu fazlad a n boyutların uzamsal o l d uk­
larını ve üç boyut u o luş tu ran bütün diğer boy u tl arı n , etkilerinin öl­
ç ülmesi çok zor olacak şe k il de küçük o ld u ğu n u varsaymaktadır. Ya
bu fazladan boyutların hepsi de uzamsal deği lse? Belki bazı la rı fazla­
dan zaman boyutla rıd ı r. Bunun anlamı nedir? Hangi fenomen böyle
bir şeye izi n verebilir? Bu boyut pa rç acı k ları n çok hızlı bozu n ması na
sebep olabilir mi veya "gözle m c i leri n" var olmasını e ngell eyeb ili r mi?
Fazladan 1.aman boyut l ar ı değişmez olanın değişmesinin yo l l a rı nı
açmaktadır. Biz, fizi ks el gerçekliğin d o k us u n a demir atmış be l i r l i 7..a­
mansız yapı t aşl arı nın va rlığı n a inanıyoruz. Bu n l arı "do�ıanın sabi t l i k­
leri" olarak ad land ırıyor ve onları daha kes i n bir şekilde ölçme n i n ve
neden şu anda sah i p oldukları i izcl rakamsal değerlere sah i p okl u k-

46
larını açı kl ama n ı n yol larını anroruz. Konuyla ilgi l i araştırmamızda bu­
güne kadar, epey başa rı kaydettik; ikinci konuda ise elimizde koca bir
sıfır var. Doğanın temel sabitliklerinin neden şu anda sahip oldukları
rakamsal değerlere sahip olduklarını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz şey,
eğer bu sabitlikler var olmasaydı, bizim veya soru sorabilecek herhan­
gi bir gelişmiş yaratığın varolmayacağıdır. Fakat eğer üçden fazla bo­
yut söz konusuysa, o zaman doğanın hakiki sabitlikleri bütün bu bo­
yutlarda tanımlanmaktadır ve onların üç boyutlu laboratuvalarda gör­
düğümüz "gölgeleıi" fazladan boyutlar herhangi bir boyut değişikliği
yaşadığı zaman değişecektir.
Şu anda bile, gözlemlenen bazı "sabit"lerin deneysel kesinliğinin
sınırlarında araştırıldığında sabit olmayabileceklerine dair bazı şaşırtı­
cı ipuçları söz konusudur. Gelecekte, doğanın bu sabitliklerine ve
bunların zamana nasıl direndiklerine özel bir ilgi gösterilecektir.
Dünya'da bulunan çok büyük kesinliğe sahip ve yıllarca çalıştırılan
atomik saatlerin ölçümüyle veya uzak astronomik nesnelerin atomik
tayflanyla Dünya'da bulunan aynı atomların tayflarının karşılaştırılma­
sı yoluyla testler yapılabilir. Uzak kuasarların çevresindeki maddede­
ki atomik değişimlerden gelen ışığın teleskoplarımıza ulaşması, nere­
deyse on üç milyar yıl sürmektedir. Bu durum, söz konusu tayfsal ışı­
ğın evreni aşan yolculuğuna çıktığı zamanın ve çok uzakların fiziğinin
nasıl olduğunu anlatan bir zaman kapsülü görevini gö rmek ted i r.
Zaman kaç yaşında? 1970'lerin ortalarına kadar kozmologlar, bir
zamanlar zaman diye bir şeyin olmadığına dair çok güçlü kanıtlara sa­
hip oldukları na inanıyorlardı. Camb ri dge' li kuramsal fi zikçi Stcphen
Hawing ile Oxford'lu matematiçi Roger Penrosc, yerçekiminin çekici
do ğa sı n ı n , geçmişin sonlu olduğu anlamına geldiğini gösteren güçlü
bir matematik kuramı geliştirdiler.
1 980'1i yıllarda işl e r değişmeye başladı. Pa rçacı k fiziğinin yen i teo­
rileri sa n k i yerçckimscl anlamda it i c i güce sahipmiş gihi , ken di ken­
d i le ri yle i l et i ş i me gi rmdcri nc sebep olan hir geri l i me sah i p . olası
47
madde biçimleriyle dolu. Ancak bu değişikliğin ardından, sadece za.

manın bir başlangıcına dair kanıtlar, matematiksel olarak ilgiye değer


oldu. Kendisine dayandıkları varsayımlann geçmişte de geçerli olduk·
lanna inanmak için hiçbir iyi sebep yok.
Bu itici güce sahip yerçekimsel madde biçimlerine dair birçok il·
ginç sonuca ulaşıldı. Bu maddeler, evrenin genişlemesinin ilk anlann­
da çok hızlı bir şekilde ivme kazanmış olmasına sebep olabilir ve bu
sayede onun nasıl böylesine büyük, yaşlı ve galaksiler ile yıldızlar için
_
hammadde tedarik eden yumru ve tümsekler haricinde nasıl böylesi­
ne bir örnek olduğunu açıklayabilirler. Şu ana kadar bu "şişen" evren
teorisinin aynntılı öngörüleri, evrende gözlemlenen radyasyon dağı·
lımı tarafından doğrulanmıştır. NASA'nın Haziran 2001 yılında ba§latı·
lan bir uzay projesi olan Microwave Anisotropy Probe'un (MAP) ama­
cı, bu kuramı daha önce elde edilememiş bir kesinlikle test etmektir.
Teorinin zaman betimimizi potansiyel olarak sonsuz derecelerde
karmaşıklaştıran olağanüstü bir yan ürünü var ki bu, MAP'in gücünü
aşmaktadır. Buna göre evrenin küçük kısımlannın ivme kazanmış ge·
nişlemesi, kendi kendini üreten, ne bir sona ne bir başlangıca ihtiyaç
duyan bir süreçte, sonsuza kadar devam edecektir. Bu hızlı genişle­
me dönemleri, tıpkı bizim görülebilir evrenimize benzeyen evrenler
yaratırken, diğerleri ufkumuzu aşan ve uzam ve zamanın büyük bo­
yutlannın sayılannın bile farlı olabileceği şanlar yaratabilecektir.
Zaman yolculuğu mümkün mü? Einstein, Avustralya asıllı ABD'li
felsefeci ve matematikçi Kun Gödel onun uzam, zaman ve yerçekimi
teorisinin zaman yolculuğuna izin verdiğini keşfettiğinde, çok şaşır·
mıştı. Belki de evren tarihçilere göre bir yer değildi. Fakat zaman yol­
culuğunun ilkesel anlamda mümkün olması, onun pratikte de müm­
kün olduğu anlamına gelmez. Fizik yasalan, kırık bir bardağın parça­
lannın harika bir şarap kadehi oluşturmak için tekrar birleşmesine
izin verse d e cam parçacıkları iç i n ge rekl i hareketlerin gerçekleşme
,

i h t i mali çok d ü ş ü k olduğu içi n , bugüne kadar böyle bir şeye tan ı k ol-
48
madık. Benzer bir şekilde zaman yolculuğu, mikroskobik ölçek dahil
olmak üzere, gerçekleşmesi imkansız koşullar talep ediyor olabilir.
Umudumuz, deneysel sonucu önemli ölçüde zaman yolculuğuna da­
ir bilgi transferi kanallarının varlığına bağlı olduğu, ölçülebilir kuan­
tum süreçleri bulma� bağlıdır. Öte yandan, eğer zaman yolculuğu
mümkünse, neden bunun kanıtlarını görmüyoruz? Belki de zaman
yolculuğunun sonuçları her zaman ölümcüldür, belki de medeniyet­
ler hepsi öz-yıkıcı olduğu için veya uzaydan gelen kıyametimsi bir
sonla son buldukları için veya teknolojik gelişme için gerekli kaynak­
larını tükettikleri için ulaşamadıkları bir teknolojik gelişmişliği gerek­
tirmektedir. Belki de çok pahalıdır. Eğer pahalı değilse, zaman yolcu­
luğunun şu anda gerçekleşmediğine dair en çarpıcı kanıt, para piya­
salarında faiz oranlarının varlığıdır. Ancak faiz oranlan sıfırsa, zaman
yolcuları arbitraj alım satımları yoluyla büyük kazançlara ulaşamazlar.
Eğer bu şekilde para kazanıyorlarsa, faiz oranlarının sıfıra inmesine
�bep olacaklardır!
Zamanın bir geleceği var mı? Evrenbilimcilerin bugün çözmek is­
tedikleri problem evrende ne kadar madde olduğunu bulmak ve ge­
nişlemesinin, gözlemlerin gösterdiği gibi son zamanlarda başlayıp
başlamadığını belirlemektir. Bu gözlemler artan bir kesinlikle saflaştı­
nldıklarında, gelecekteki torunlarımızın ne kadar zamanı kaldığını
gösterecektir. Evrenimiz tekrar küçülmeye yetecek bir yavaşlıkta ge­
nişlemiyor. Görünüşe göre, sonsuza kadar genişlemeye devam ede­
cek. Evrenin sonsuza kadar genişlemesi, onun sürekliliğinin daha sı­
nırlı bir ömrü olduğu anlamına gelir. Gezgenler ve yıldızlar yörünge­
lerinden çıkacak ve ölecek; madde bozunacak ; kara delikler yaklaşan
kıyametle beslenecek; karanlık, yalnız ve sadece radyasyon ile basit
temel parçacıkların olduğu bir evren yaratarak yok olacaktır. Hayat
devam edecekse, kendine daha cisimsiz, uçucu bir biçime kavuşmak
için kendini reforma etme zorunda kalacaktır. Fakat evren gerçekten
de sonsuz bir hızlanan genişleme sürecine daha yeni girmişse, bu so-
49
yut 'hayat' fonnu bile, sınırlı bir geleceğe sahip olacaktır. Belki de
maddeciler için gerçek umut, geriye doğru ı.aman yolculuğundadır.
Zaman kendi sonunu sabırla bekliyor.
Bilinç Nedir
1 Eski Amerikan Başkanı George Bush'un "Beyin On Yılı" dediği
1990'lı yıllarda, bilince dair bilimsel kuram, kalan son meydan
okuma, bilginin son cephesi olarak adlandırılıyordu. Neredey­
se bir yüzyıl süren bir ambargodan sonra bilinç araştırmaları tekrar
gündemdeki yerini almıştı. Felsefeci Joh n Searle'a göre bu ambargo,
bilimsel psikolojinin öznel zihin durumlarını araştırmak yerine, ken­
dini gözlemlenebilir fenomenlerle sınırlandırması gerektiğini iddia
eden davranışçılığını meşruiyetinden kaynaklanmıştı. Uzunca bir sü­
re kognitif bilimlerde bilinç sorununu onaya atmak, öyle düşük bir
beğeni olarak kabul ediliyordu ki, üniversite öğrencileri bile böyle bir
şeyi duyduklarında gözlerini havaya dikip ıslık çalıyordu. Peki 1990'·
lardaki büyük değişme nereden geldi?
Bazıları bilinç araştırmalarının akademik saygınlığını, Nobel Ödül­
lü Francis Crick ile Gerald Edelman'ın, 1980'lerde bu alanda çalışma­
ya başlamasıyla tekrar kazandığını ileri sürmektedir. Kognitif beyinbi­
limde bir öncü olan Londra Üniversitesi'nden Semir Zeki, bunun
doğru olmadığını söylüyor. Ona
.
göre bu yeni ilginin kaynağı, psiko·
'
logların bilincin sinirsel korelasyonlarını renkli bir biçimde gözlemle-
mesini mümkün kılan beyin tarama teknolojilerindeki gelişmedir. Fa­
kat davranışçılık ve Of? Un doğrudan gözlemlenebilir olmayan herhan­
gi bir şeyi hesaba katmayı reddi, öylesine katıydı ki, bu teknolojinin
mevcut olduğu daha önceki on yıllarda B ile başlayan bu korkulu ke­
lime, ambargo altındaydı. Belki de sosyoloji onun rönesansını daha
iyi açıklar. Zira 1990'1ı yıllara gelindiğinde, 1960'lı yılların birçoğu bi­
lincin değişik durumları hakkında kişisel ilgi geliştiren öğrencileri, ar­
tık kognitif bilim bölümlerinde yönetici görevlere gelmişlerdi.
Her ne kadar bilinç problemine dair konuşma çok yaygın. olsa da,
gerçekte bunların ne kadar çakıştıklarına dair üç farklı sorun ve görüş
ayrılığı vardır. İ lk bilinç sorunun teknik ismi -Avustralyalı felsefeci Da­
vid Chalmers'ın "zor zorun" dediği· "üretim sorunu"dur; yani maddi
konfıgür:ısyon veya süreçlerin nasıl olup da bi l i nçl i tecrübeyi ürettiği
52
sorunu. Biyolog T.H. Huxley, 1866 yılında sorunu şu şekilde tarif et­
miştir: "Bilinç durumu gibi dikkate değer bir şeyin nasıl olup da bir si­
nir dokusunun uyarılmasıyla meydana geldiği sorusu, Aladdin'in sihir­
li lambayı ovarak cini onaya çıkarması kadar cevaplanamaz bir şeydir."
Felsefeci Jerry Fodor'a göre, o zamandan beri çok küçük bir iler­
leme kaydettik: "Hiç kimse maddi bir şeyin nasıl olup da bilince sa­
hip olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip değildir," diyor Fodor.
"Hatta maddi herhangi bir şeyin bilince sahip olması hakkında bir fik­
re sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyor kimse. İşte bi­
linç felsefesi buraya kadar gelebildi."
Bazı felsefeciler bu problem hakkında daha fazla vakit harcama­
mamız gerektiği sonucuna varıyor. Fodor'un Rugers Üniversitesi'nde­
ki meslektaşı Colin McGinn bu çözülmezlik konusunda hem fikir ol­
masına karşın, zamanının çoğunu bu konu üzerine yazmakla geçir­
miştir. Oxford'lu matematikçi Roger Penrose veya Toroto Üniversite­
si'nden felsefeci Bili Seager gibi diğer "bilinmezci"ler sorunu "en az
bilinmez ilkesi"nden hareketle (kuantum mekaniği bir muammadır,
bilinç bir muammadır, belki de bu ikisi tek ve aynı muammadır) çöz­
mek için kuantum mekaniğinden idealizme (yalnızca zihnin gerçek
olduğunu söyleyen teori) , kamuruhçuluğa (her şey zihinsel bir özel­
liğe sahiptir) kadar bütün teorileri işe koşuyorlar.
Bilincin bir muamma olduğu gerçeği, Fodor'un Massachusetts Tek­
noloji Enstitüsü'nden psikolog Steven Pinker ile hem fikir olduğu tek
konudur. (Pinker "Zihin Nasıl Çalışır" diye bir kitap yazmış, Fodor ise
buna "Zihin Öyle Çalışmaz" kitabıyla karşılık vermiştir.) Bununla birlik­
te Tufts Üniversitesi'nden evrimci teorinin diğer taraftan olan Daniel
Dennett ise, farklı düşünmektedir. Dennett'e göre eğer bilişsel yete­
nekler için işlevsel nörolojik ve evrimci terimlerle yeterli açıklamalar
sunabiliyorsak, başka bir "öte" bilinç sorunu diye bir şey yoktur.
Kaliforniya Ün i versi tes i 'nde n Beyin felsefecileri Paul ve Patricia
Church land, gelecek k uşak ların gözünde "bilinç sorunu"nun "hayat
53
soru nu'' gi b i görünmeyL><:eğini il e ri sürerek, bu görüşe büyük destek
vermektedirler. Bilinci bir muamma olamk gö ren leri n , bir zamanlar
hayat ı n fiziksel olmayan bir iç güç taşıdığı için kimyasal veya fiziksel
açıklamalara i nd irgenemeyeceği ni iddia eden "hayatçı"lann torunlan
olduğunu ileri sürmektedi rler.
Belki de bu ta nışmayı sonuca bağlama şansı en yü ksek olanlar, bi­
lincin üretim sorununun, zihni matematikçi ve felsefeci Rene Descar­
tes' ın (1;69-1650) onaya attığı bir bakış açısından, fiziksel karakterin­
den ayn olarak var ola n bir şey olarak gören, düalist dünya görünü­
şünün bir ürünü olduğunu söyleyen insanlardır. Londra İ ktisat Fakül­
tesi'nde Doğal ve Sosyal Bilimler Felsefe Merkezi'nde kıdemli bir
araştırmacı olan Nicholas Humphrey, farkında olma durumunu, sade­
ce sinir sisteminin bi r faal iyeti olarak görmektedir. Ona göre hisset­
me, böyle bir faaliyetin algılamaktan ziyade bir işleve sahip olan ev­
rimleşmiş bir biçimidir. Onun ilkel köken leri ni tek hücreli organiz­
malarda bile görebiliriz.
Diğe r yazarla r, bilinci birinci tek il şah ıs pe rspekt ifi nde n inceleyen,
bir Kıta fel sefes i geleneği olan fenomenolojiden faydal anan kuramlar­
la paralell ik göstermektedir. Fransız Ulusal Araştırma Merkezi'nden
Francisco Varela, bilinç problemini çözmek istiyo rla rsa, beyi n bi limi n,
feno me no loj i n i n ve davra nı ş bilimlerinin bir araya gelmesi gerektiği­
ni i le ri sürüyor. Oysa, aralarında Berkeley, Kalifomiya Üniversitesi'­
n de n nö robiyo log Walter Freeman'ın, St. Luis Washington Üniversi­
tesi'nden felsefeci Andy Clark gibi isimlerin old u ğu diğer yazarlar, be­
den/zi hin sorununu çö1ınck için, ortaya çıkış ve kaos teorilerinden
fayd alan maktad ırl ar. B u ki ş ile r , bilinç varlıklannın, bilincin yapılmış
olduğu unsurların anlık dalgalanmaları vası tas ıyl a onaya çı ktığı ve bu
yü zden bu unsurlardan hareketle kehan ette bulunmanın inıkinsız ol­
duğunu ileri sürmektedir.
Bi ri ncisirle alakalı ikinci bilinç sorunu ise "kendi" (sdf) sorunu­
d u r. Kendi hakkında k i modern raıı ışm:ılar. her ne k:ıdar .John Lockc.·

54
ile David Hume gibi on sekizinci yüzyıl felsefecilerin görüşlerinden
çok şey almış olsalar da, antik düşüncenin iki okulu içinde bir bağla­
ma o cu rt ulabilirler. Antik Yunan felsefecisi Aristoteles'e göre "Kim o l­
duğum, benim fiziksel cisimleşmeme yakından bağlıdır. Ruh ve be­
den tek bir birlik oluştururlar ve ruh hareket etmekten felsefi tema­
şaya kadar birçok işlevden sorumludur." Pitagorasçı ve Platoncu dü­
şünürler tarafından ortaya atılan muhalif düşünce ise, ruh ve bedeni
birbirinden ayırmış ve doğrudan doğruya Descanes'in bedensiz ben
teorisine yol açmıştır.
Locke, " İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme" adlı eserinde kimlik
sorunun ele almış ve kendi'nin zaman içinde var o lduğu duygusunu
hafızaya bağlamıştır. Hume "kendi"yi ince lemeye başladığı nda , var ol­
d uk larına dair hiçbir kesin kanıt olmayan bir demet izlenimden baş­
ka bir şey bulamamı ştı r. Bu yüzden kendi'yi hayal gücünün bir uydur­
ması olarak bir kenara atmıştır.
Modem zihin felsefesi bu gözlemi daha da ağırlaştırmak dışında
çok az şey yapmıştır. Felsefeci Anthony Kenny, kendi'nin dönüşlü za.
mirin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olan felsefeci saçmalığından
başka bir şey olmadığını söylerken, yine bir felsefeci olan Robert No­
z ick kendilinik fikrinin "dönüşlü kendine gönderimde bulunma eyle­
minde oluştuğu, yani sadece dönüşlü olmanın (refleksive) bir ürünü
olduğuyla hemfikirdir.
Dennett'in kendi'yi "anlatısal çekimin ekseni" olduğu, yani yarar­
lı bi r açıklayıcı role sahip kuramsal bir uydurma olduğu görüşü, sağ
ve sol beyin koordinasyonunu yitiren hastalar üzerine yapılan deney­
lerce desteklenmektedir. Danmouth Üniversetisi'nde bir bilişsel be­
yinbilimci olan Micahel Gazzaniga'nın bu tür hastalar üzerinde yaptı·
ğı araştıımalar, kendi kavramının beynin sol yanm küresinde bulunan
"yorumlama" mckani:rması tarafından nasıl ol uş turu lduğu n u göster­
mektedir. Bazı beyi n hasarlı hastalarda oııad:ın ka l kabi len bu işlev, is·
tikrarl ı hir kendi duygusunu muhafaza etmeye yetecek kadar sürekli-

55
liğe sahip, hayali bir anlatı oluşturmaktadır. Sosyal psikologlar ile an­
tropologlar da kendi kavramının kültürden kültüre devasa farklılıklar
sergilediğini ve bu kendi'lerin toplumsal etkileşim içinde oluşturul­
duklarını kanıtlamışlardır -"Toplumdaki aynalar yoksa, zihinde ayna
yoktur."
Son ı.amanlarda yapılan yayınlar, bilhassa James Austin'in "Zen ve
. Beyin" çalışması, kendi hakkındaki felsefi şüpheciliği, Doğu meditas­
yon uygulamalarının içgörüleri ni ve bilişsel beyi n bilimleri deneyleri­
nin bulgularını uzlaştırmaya çalışıyor. Austin'in öı.deyişi "Bilinç, ken­
d i ç özü lü nce ortaya çıkar," Amerikalı beyinbilimcisi Andy Newberg'­
i geleneksel olarak meditasyon uygulaması ve d i ni misti sizmle ilişki­
lendirilen kendi/benlik çözü lmesi duygusuyla ilişkili beyin mekaniz­
malarını bulmaya teşvik etmiştir.
Bilincin, kendi/benlik meselesiyle yakından il gili üçüncü sorun,
ami l sorupudur. Eğer kendi/benlik anlatısal bir uydurmaysa, bilincin

istemli eylemlerinin aktörü kimdi r? Daha önemlisi, eğer özne (bel i r­


len i mci) fizik yasaları na tabi olmak zorunda olması gerektiği açık ka­
nıtının karşısında, özgür amil duygumuzu haklı çıkarmak nasıl müm­
kündür?
Bu üç bilinç sorunu arasındaki kesişmenin derecesi konusunda
çok az fikir birliği vardır. Chalmers'a göre his veya duyarlılık, (termos­
tat da dahil olmak üzere) bütün işlevsel sistemleri n bi r özelliğiyke n,
kendilik/benlik duygusuyla, özgü r amilin dildeki karmaşık sistemler­
le belirlenen bir şeydir. Ö te yandan Dennett, belirlenimcilik ile özgür
i rade arasındaki i ddia edilen çelişkiyi, evrimci oluşumun içerimlerini
sonuna kadar izlemekte başarısız olduğumuz vakitlerde ortaya çıkan
sahte karşıtlıklardan biri olarak görmektedir. Kaos köşesinde oturan
Freeman ile müritleri, bunların Hume'un "nedensellik" nosyonunun
insan psikolojisine ait bir yapı olduğu iddiasını reddetmenin sebep
olduğu s.ahte sorunlar olarak görmektedir.
"&fi n On Yı l ı " n ı n başlamasının ard ından on yıl sonra, bilinç araş-

56
tırmaları alanında çok az bir kavramsal netlik olduğunu ve bilincin bi­
limsel açıklamasına en az ilk başladığımız anki kadar u?.ak olduğumu­
zu iddia edebiliriz.

Keith Sunderland
Bilinç Araştınnalan Dergisi Yönetid &litörii

57
B�ç Nedir?
Susan Blackmore
Balı İngiltere Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde
misafir okuınıan.

1 Neden buradayım? Ben gerçekte kimim? Neden her şeyi böyle


görünüyor, böyle hissediliyor ve böyle can acıtıcı? Bu sorulan
hatırlayamadığım bir :zamanda beri kendime sormaktayım, ya
da başkaları bana soruyor. Yıllarca cevabın para-normalde olduğunu
düşündüm, - eğer para-normal diye bir şey gerçekten varsa- ürünsüz
bir uğraş. Şimdi soru büyü k bir soruyla birleşir görünüyor: bilinç ne­
dir?
Bilinç sorunu, diğerlerinden farklı olarak gerçek ve derin bir so­
rundur. Dü n, Devon Yar'larının yükseklerinde yürü rken, başımın üs­
tünde manılar uçuşurken, mutlu bir bilinç içindeydim. Botlanma sü­
rünen çimen öyle. . . çi me n siydi ki? Yeşildi, nemliydi, ış ı ld ıyordu Ye
ben yürüdükçe, sü rekli renk deği ş ti riyo rdu. Bu çimsilik, benim tecrü­
bem. Tam olarak o bak ı ş aç ıs ında n edind iği m görü bu görüydü. Yine
de -işte sorun burada- o yarlarda gerçek çimlerin büyüdüğüne, nes­
nel olarak var olan gözlerimin ı şığı iç i ne a ld ığına ve kafamın içinde
nesnel olarak v:ır olan beyi n hücrelerinin benim görmemi sağladığı ­
na inanıyoru m. Böyle bir şey nasıl mümkün oluyor? Beyin hücreleri
gibi nesnel ş eyl er, nasıl oluyor da " ç i mle ri n üzerinde yürüyorum" gi­
bi öznel tecrübeleri üretebiliyor?
J}Jvid Chalmer, bu boşluğa "zor soru n" diyor. Viktoıyen düşünür­
ler, bu soruna "büyük büyü" veya "dipsiz u çu ru m " adını vermişlerdi.
Bu so111n , antik beden/ruh soru n u n u n moder n bir versiyonudur; fa­
kat beyi n hakkı nda ne kada r bilgi sa hibi o l u rsak, o kadar karmaşık gö-
58
rünmcktt..'Clir. Bey i nbil im , beynin renkleri nasıl ayırt ettiğini, sorunla­
rı nasıl çözdüğünü ve eylemleri nasıl örgütlediğini açıklayabiliyor; fa.
kat zor sorun çözülemiyor. Dış dünrJ orada, dışarıda, fakat öznel de­
neyim burada, içeride ve bu ikisi birbirinden kökten farklı şeyler gibi
görünüyor. Bunlardan birinin, diğerini nasıl ürettiği sorusu, bir saç­
malık gibi görünüyor.
Bilinç sorununu bu kadar ilginç ve zor kılan da işte bu. Eğer so­

run size zor gelmiyorsa (onu zor bulmanızı sizden istemem için hiç­
bir mazeret göstermeden) bir çay bardağı veya dolma kalem gibi bir
şeyi elinize alıp bakmanızı istiyorum. Orada gerçekten bir bardak ol­
duğuna inanıyor musunuz? Yani yaşadığınız şey, bard!ığın si � özel,
öznel bir deneyimi değil mi? Bu nasıl mümkün? İsterseniz mazoist de­
yin; fakat kendime günün çeşitli saatlerinde bu tür acılar çektirmeyi
çok severim.
Sorunun inatçı doğası, bilinç hakkında düşünme biçimimizde te­
mel bir hata yaptığımızı düşündürüyor bana -belki de ta en başta. Pe­
ki nerede bu başlangıç? l890 yılında yazmış olduğu "Psikoloji'nin İl­
keleri" haklı olarak bir klasik h aline gelen William james, hayatımızı
oluşturan duyguların, h eyecanları n, algıların ve fikirlerin sürekli deği­
şen kesintisiz akışı. bizim ' n lcir edilemez "bilinç akışı" tecrübemiı.dir.
Bu düşünceler ve duygular sürekli akar ve onları "akış halinde" tecrü­
be ederim. Açıklanması gereken işte bu akıştır.
Peki eğer ya böyle değilse? Ya akış d iye bir şey yoksa? Acaba bu
olasılığı algılayabilir miyiz? Son dönemlere ait bazı deneyler, algıla­
mak zo ru n da kalabileceğimizi söylüyor. Bu deneyler, "değişiklik kör­
lüğü" denilen bir şeyi ortaya ç ıka rıyo r. Var sa�ı n ki karmaşı k bir man -
1..araya bakıyorsu nuz, mesela pencerenizden görünen caddeye. Muh­
temelen sizin bilinç akışı n ızd a dışarıdaki binaların, i nsa nla rın, otomo­
b il le ri n ve ağaçların ayrın t ı l ı ve zengi n bir temsiline sah ip o ld u ğu n u­
zu düşü nüyorsunuz. Fakat ne zaman gözl e ri n izi ba şka bi r ya n a çc Y ir ­

scn i z ycy;ı kı rrsan ız, manzara olduğu yerde d u ru r gibi görü n ü r. Muh-

59
temelen, eğer bir şey değişseydi, mutlaka fark ederdim di�·orsunuz
kendinize. Fakat <suk büyük bir ihtimalle yanılıyorsunuz.
Değişiklik körlüğü deneylerinde jnsanlara böyle bir manzara gös­
terilir; fakat insanlar gözlerini başka yöne çevirdiklerinde resimdeki
bir şeyleri değiştiren zekice tasarlanmış göz yanılmaları veya diğer
tekniklerin eşliğinde. Örneğin bir ağaç kaybolabilir, başka bir yere ye­
ni ağaçlar eklenebilir ve uı.aktaki bir otomobilin yerine bir otobüs ko­
nabilir. Benim kendi yaptığım deneylerde ve birçok başka deneyde
insanlar, değişiklikleri görmede başarısız olmuşlardır.
Bu çok tuhaf. Eğer değişme gözler açıkken yapılırsa, insanlar onu
hemen fark etmektedir. Bunun sebebi, beynimizde nesneler hareket
ettiğinde onlan fark etmemiz için tasarlanmış özel dedektörler olma­
sıdır. Fakat bu dedektörler, göz tümüyle hareket ettiği ı.aman işleye­
miyorlar. Eğer değişme gözlerin doğrudan baktığı bir nesnede mey­
dana gelirse, dedektörler bunu fark etmektedir, tersi durumlarda
sanki hiçbir şey olmamış gibidir.
Bu tuhaf etki, laborat�var koşullarına özgü bir gariplik olarak bir
kenara atılamaz. Harward Üniversitesi'nden Dan Simon, huzursuz
edici ölçüdeki olağan durumlarda aynı etkinin var olduğunu göster­
miştir. Deneyi yapan ve öğrenci konuşurken, iki kişi yerdeki bir kapı­
yı alıp aralarından geçerler. Zavallı öğrenci anık başka biriyle konuş­
maktadır. Şaşırtıcı bir biçimde öğrenci değişikliğin farkına varmaz ve
sohbete kaldığı yerden devam eder.
Bu deneyden şu sonuç çıkar gibidir: kafamızın içinde çevremizde­
ki dünyanın zengin, ayrıntılı bir resmine falan sahip değiliz. Ayrıntı
gördüğümüz anlar, sadece baktığımız küçük alanlardır. Gözlerimizi
öteye çevirdiğimiz ı.aman, söz konusu ayrıntı, hafıı.ada soluk bir ize
dönüşerek yok olur. Bütün hepsinin, bilinç akışının bir parçası olma­
ya devam ettiğine inanırız; çünkü olur da bir şeyi unutursak, tekrar
ay n ı yere bakarız ve işte karşımızdadır. Dış dünyanın kendisini bir ha­
fıza olarak kul lanabiliriz, bu yüzden beynimizi n her şeyi kaydecmesi-
60
ne gerek yoktur. İşte bu nedenle ayrıntıların her zaman orada oldu­
ğu yanılsamasını yaşarız. Tek başına bu bile bilinç akışı hakkında, tü­
müyle yanıldığımızın kanıtıdır
Buna Büyük Yanılmasa teorisi denir, peki neden böyle bir yanılsa­
madan mustarip olalım? Belki de cevap, sadece, dış dünyada beyinde
tutulamayacak kadar çok aynntının var olduğu gerçeğinde yatmakta­
dır: sadece küçük bir resmin bile, bir bilgisayarda ne kadar yer kapla­
dığını düşünün. Fakat yanılsama hfila daha derindir.
Hiç şöyle bir şey yaşadınız mı? Telefonun veya saatin alarmının çal­
dığını sonradan fark ettiğiniz oldu mu? Tam bu fark etme anında, bi­
linçli olarak işitmediğiniz telefon çalmalannın sayısını hemen çıkarabi­
lirsiniz. Peki ya şuna ne dersiniz? Arabayla eve gidiyorsunuz, eve ulaş­
tığınızda durduğunuz hiçbir ışığı, karşıdan karşıya g�enlere çarpma­
mak için yavaşlamalannızdan hiçbirini hatırlamıyorsunuz. Besbelli ki
inanılmaz ölçüde bilinçli bir süre yaşadınız, aksi takdire ölürdünüz; fa­
kat yine de sanki, bütün bu süre boyunca başka bir yerdeydiniz, belki
radyo dinliyor, belki yanınızdakiyle sohbet ediyordunuz.
Bu yolculuğun herhangi bir aşamasında birdenbire uyanabilir ve
son birkaç dakikadır bilinçli olduğunuzdan kesin olarak emin olabilir­
siniz. Bu durum, yalnızca çok uzun sürdüğü anlarda bize tuhaf gel­
mektedir. Bu, gündelik hayatımızı bir tür dalgınlık içinde yaşadığımı­
zı getiriyor aklıma. Zaman zaman uyanıyoruz. Bu uyanma anında, hi­
kayeyi o anda yaşamakta olduğumuz şeylere kadar tekrar kuruyor.
Benlik, bilinç ve onu gözlemleyen benlik, aynı anda ortaya çıkıyor ve
ikisi de yanılsama.
Yanılsama doğru sözcük. Bir yanılsama varolan fakat göründüğü
gibi olmayan şeydir. Yani bu dünyayı kesintisiz bir şekilde tecrübe
eder görünen "ben" yok değil, fakat o sanıldığı gibi bir bilince ve öz­
gür iradeye sahip sürekli bir gözlemci değil.
Nasıl oluyor da "ben" bir yanılsamadır diyebiliyorum? Elbette ben,
Suc Blackmorc, tıpkı sizin gibi bir benliğe sahibimdir? H e m evet, hem

61
hayır. Yıllarca üzerine düşününce benlik duygusunun başına ko mi k
şeyler geliyor. Yalnızca bahsettiğim deneylerin sonuçlanyla boğuşup,
özgür irade olmadan yaşamayı uygulamaya çalışmadım: aynı zaman­
da, zamanımın büyük bir kısmını hiçbir şey yapmadan, yalnızca sey­
rederek geçi rdim. Bir şeyler tecrübe eden benliğe ne kadar dikkatli
bir biçimde bakarsanız, onun varlığı o kadar belirsizleşiyor. Gerçek­
ten de, benin ve ötekinin birbirinden ayn olmadığı durumlarda ya­
şanmaktadır. Açıklaması biraz zor, fakat olduğu zaman bunu hepimiz
açık açık hissederiz.
Sanının bu yanılsamalann üstesinden gelmede, daha kat edilecek
çok yolumuz var. Fakat biZ?.at tecrübenin doğasına dair karartı göz­
lemler ve deneyler yapmamız gerekiyor. Belki bundan sonra, bir bi­
linç akışı veya onu gözlemleyen bir benlik yerine, şeyleri olduklan gi­
bi göreceğiz. İ şte ancak bundan sonradır ki, zor sorun onadan kalka­
cak ve dipsiz uçurum kapanacaktır.

62
Düşünce Nedir
1 Rene Descartes "Düşünüyorum, öyleyse varım," diye ilan etti·
ğinde, düşünmeye bilimin erişemeyeceği kadar yüksek bir pa·
ye vermişti. Evreni öyle bir şekilde sınıflandırmıştı ki bütün
maddi şeyler ölçülebilir, tartılabilir ve sayılabilirdi; fakat düşünce za.
man ve mekanın ölçülür dünyasına ait değildi. Bunun bir sonucu ola·
rak· anatominin gelişmesini ve hekim William Haıwey'in kan dolaşı·
mını keşfini kapsayan bilimsel bir altın çağ olan on yedinci yüzyıl, dü·
şünme süreci ile insan biyolojişini birleştiren hiçbir deneme görme-
di. Bu tabu, üç yüz yıl kadar sürdü.
Felsefi ön yargıya ek olarak, zihin,tbeden ilişkisi teknik sorunlar
yüzünden araştırılamadı. Düşünen bir beyin nasıl incelenebilirdi ki?
Önemli bir ilerleme, 1860 ile 1870 yıllannda otopsi raporlannın belir·
li hastaların dil yetilerindeki bozulma ile beynin sol yarım küresinde
belirli alanlardaki hasar arasında bağlantıyı göstermesiyle yaşandı. O
günden beri, ister kaza ister hastalık dolayısıyla belirli beyin hasarları
olan hastalann incelenmesi beyin bilimcileri için önemli bir kanıt kay­
nağı oldu.
Fizyologlar ölü kobayların beyinlerini incelerken, deneysel psiko­
lojinin babası Wilhelm Wundt (1832-1920) , içebakış yöntemiyle canlı
kobayların zihinlerini araştırdı. Örneğin, gönüllülerin bir flaşı veya bir
sinyali duyma hızını, göze veya kulağa ulaşan bir izlenimin bilinçli bir
düşünceye dönüşme zamanın bir ölçüsü olarak aldı. Başka bir deney·
!er dizisinde kobaylardan düşüncelerinin ayrıntılı içeriği anlatılması
istendi. Wundt, bütün duygu ve düşüncelerinin yaratılmasına çeşitli
yollarla katılan bir dizi temel zihinsel duyumlar olması gerektiğine
inanıyordu. Amaç eksiksiz bilinçli tecrübeyi yaratan karmaşık zihinsel
durumların arkasındaki zihinsel "elemender"in, tıpkı kimyasal ele·
mentler tablosu gibi bir hiyerarşisini ortaya çıkarmaktı.
Bilimsel açıdan titiz görünüşü bu projeye başlangıçta bir popüler­
lik kazandırsa da, öznel raporlar arasındaki tutarsızlıklar ile Wundt'un
takipçileri arasında çıkan kamusal tartışmalar içebakış yöntemine
,

64
gölge düşürdü. Sen bir tepkiyle psikoloji, diğer uç olan davranışçılı­
ğa, yani, insanlann zihinlerinde olup bitenlerin tek gerçek bilimsel öl­
çüsü dışsal olarak gözlemlenebilen davranıştır, diyen öğretiye kaydı.
Bu, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, elli yıl boyunca psikolojide ege­
men öğreti oldu.
Neyse ki, psikoloji düşünceyi incelemeyi reddederken, işler fizyo­
loji cephesinde ilerlemeye devam ediyordu. Beyinde hiç acı-duyarlı
sinir hücresi yoktur, bu yüzden -kulağa ne kadar kötü gelse de- in­
san uyanıkken lokal anestezi altında kafatasım açıp beyin (Hercule
Poirot'un gri hücreleri) kabuğu üzerinde çalışmak mümkündür.
1930'lann ilk yıllanndan başlayarak Kanadalı beyin cerrahı Wilder
Penfıeld, hastalarla (kız kardeşi de dahil olmak üzere) ameliyat sıra­
sında konuşmak için bu gerçekten faydalanmıştır. Asıl ilgi alanı bu
yöntemi epilepsi tedavisinde kullanmaktı. Penfıeld, beyin kabuğunun
nöbetlere sebep olduğu şüphelenilen kısımlannı, ihtimal dahilinde
olan kısımlan hafif elektrik şoklanyla uyararak tespit ediyordu. Her
uyan hastanın aklına davetsiz bir düşünce getiriyordu ve hasta daha
önceki bir nöbetin başlangıcıyla ilişkili bir düşünceyi dile getirdiğin­
de, Penfıeld sorunlu bir bölge bulmuş olduğunu biliyordu. Bu teşhis
çalışmasının bir yan ürünü olarak Penfıeld, beyin kabuğunun belirli
kesimlerinin belirli tür düşünce veya duyumlarla ilişkisini gösteren
çok sayıda kanıt toplamaya başladı.
Bugünü yüksek teknoloji eseri beyin tarayıcılan, nörobilimciler
için, gönüllü kobaylann üstlendikleri çeşitli zihinsel görevler sırasın­
da �ynin ne yaptığını gözlemlemek için, daha az tehlikeli yollar sağ­
lamaktadır. Bu makineler tarafından üretilen bilgisayar imajlan, bey­
nin farklı kısımlannın "ışıldadığını" göstermekte ve anık neredeyse
"insanlann düşünmesini görme"yi mümkün kılmaktadırlar. Fakat bu
yanlış. Tarayıc ılann okuduğu şey, sadece beynin farklı kesimlerinde­
ki görece farklı kan akışlarını gösterdiği için sadece dolaylı kanı t su­
narlar ve heyin kabuğu faal iyetinin düzeyi, burJdan hareketle çıkarıl-
65
mak zoru ndadır. Hal böy leyke n bile bu te kni k lerin , hayvanlar üzcrin­
��i . daha doğrudan çalışmalar ve en yüksek bilgi sayar tekniklerin­
deı:ı faydi.ıfanan.· kuramsal fikirlerle birlikte, deneysel psikolojide uy­
·$J\.llaımiası-:dwsüi'i"ıne . µzerindeki ilk ge rçek anlamda bilimsel at.ış tır­
.

-�;- bili�ı bilinün {Çpgoi�iv:e science) ilerlemesine katkıda bulun-


·

ıri�fttadır.,
Birçok ·.ı(�nıti-f'.'b.iliirıc..ı ıı �)w�tgı·.-temel düşünce modelinde
.beyin· bir m�l1:1�t-!şlCmcls1dtt.llıia'Stf,Pµ:''llQef>. kam�ra ışık dalgalan ile
ba\ia basınCi kalıpiannı ahp,: bir. se's/göruı)t{iba�i:okiş�µrmak iç i n bu
·

malum.atı ımsır birıeşt.i_rip ,dönü$ı,kuyqrsa;::dUvu-=ö1'8'!JIUlnaıı.:ı -benze­


. ri.. fukat ç9k clal)a kannaşık,yoll;ırla -chş:Etü�yad� �nfa�: aJd ı ğı,
sonra b1,1nun bey!iı- taraJınd,an bi_tl�tirilipJşt��rek,:ttµşPl)te'<led(ği '.
miz zihin durumlarına döniiŞtıigü Ycırsayilmaktadır-. :r.ıasiı bir.Pi���·
·

yar belirli girdi lere - belirli bfr yolla ·cepki veClll�Y� ·, p


ro.g�l)'il;µı�lit"Se
beyin sinir h ücre leri de (nöroıilar) ciu� organlanncful: AeietjJjP.�:,_
sinyallerine tepki vererek mal umati işlemek.tedit.
Daha 1940 ' l ar gibi erken bir zamanda, nö ronların , bir : bUgisayat
.

devresi gibi i şled iğinin ilk defu ortaya atılmasıyla birlikte, beyrn siste"
minin ne kadar karmaşık olması gerektiğinin farkına varılmıştır. De­
vasa bir hücreler ş ebekesi vardır ve bir nöro nun ateşlemesi binlerce
başka nöronu etkiler. Geri besleme dö ngüle ri, nöron A nöron B 'nin
at eş l emes ini uyardığında, bunun tekrar A'nın ateşlemesin i uyarabile­
ceği ve orijinal si nyali pekiştirecek şekilde patlayıcı bir etkiye sebep
olduğu anlamına gelir. Pekiştirmeden yoksun olan diğer sinyaller za­
manla yok olacaktır. Farklı gi rd i l ere te pk i olarak ateşleme yapan hüc­
relerin d üzeni , kognitif bilimde ana araştırma alanını o luşt urmak ta­
dır. Nöron grupları birbirlerine doğaları gereği bağlı olup, bu yüzden
de her zaman uyum içinde hareket etmek zo run da mıdır? Yoksa aynı
girdilere bile farklı tepkiler olarak düşüncenin ve davranışı n farklı ol­
masına yol açan bir " es n e kl ik " mi söz konusudur? Öğrenme belirli şe­
bek e l eri n oluşt u rul ması ve nı uhafai'.a ed il mesi n i mi içe rmektedir? Bu

66
soru larJ veri lecek olan cevaplar düşünce, be l le k. algılama ve bütün
zihinsel hayatın gizlerini elinde tutmaktadır.
Bir zamanlar adını söyle meye bile cesaret ede meyen kognitif bi­
lim, son on yıldır durdurulamaz bir popülerlik kazanmıştır. Bir yan­
dan başka alanlardan örneğin Nobel Ödüllü ünlü DNA'cı Francis
Crick gibi çok önemli isimleri kendine çekerken, öte yandan Susan
Greenfıeld gibi daha önce tanınmayan nörobilimciler için, en çok sa­
tan yazar, bir medya şahsiyeti olmanın, hatta Greenfıeld örneğinde
Lortlar Kamerasının kapılannı açmıştır.
Yeni kazandığı popülerliğe ve görünür özgüvenine rağmen kogni­
tif bilim, hata soru bakından zengin, cevap bakımından yoksuldur.
Örneğin hafıza örneğine bakın. 1960'1ı yıllarda hafızanın bir "çok-kat­
lı-bellek" modeli geliştirilmiş ve popülerlik kazanmıştı. Duyulara kısa
süreliğine gelen bütün bilgilerin, hızla kısa dönemli belleğe, ardın­
dan, uygun olan yerlerde, uzun dönemli belleğe aktarıldığı düşünü­
lüyordu. On yıl içinde bu şemanın aşın basitleştirilmiş bir şe ma oldu­
ğu ortaya çıktı. Kısa dönemli belek işler bellekle, uzun dönemli bel­
lek ise birbirinden farklı iki tü re ayrıldı : epizodik ve semantik. Yine de
bütün bu bulguların istisnaları olduğu ortaya çıkmış ve yeni bulgular
problemlerin sayısını arttırmıştır. Başka bir ala n , bir insan nasıl ismi­
ni unutur da "ismimi unuttum" cümlesini kurabilir türünden sorular­
la ilgilenmektedir. Bunun için ortaya atılan "örtük" ve "açı k" bellek
ayrımı etkileyici görünmek ve geniş ölçüde kabul edilmekle birlikte,
her şeyi açıklamamaktadır.
Bu arada, zihin/bedene malumat işleyen bir bilgisayar gibi davran­
ma girişiminin tü m ü , Oxford ' l u ma tematikçi Roger Penrose'dan zihin
felsefecisi John Searle'a kadar çeşitli akademisyenlerin muhalefetiyle
karşı laş maktad ı r .
Searle'in fizikçi tutumla (sloganı "beyin zihne sebep oluyor") zi­
hi nsel duru mları n beyi n durumlarına "indirgenemez" bir varoluşa sa­
hip olduğu ısrarı n ı bi rleşt i ren çok ayrı hir d u ruşu var. Bu d u ruş o n u .
67
hem zihin durumlannı (şerh düşmeden) fiziksel beyin durumlarıyla
betimleyen, hem de felsefeci Jerry Fodor gibi zihinsel durumların fi­
ziksel bir sistemin bileşenlerinin ilişkilerinde veya düzeninde cisim­
leştiğini söyleyen işlevcilerin karşısına koyuyor. İşlevcilere göre bir
sistemin yapılmış olduğu madde, onun desteklediği zihinsel durum­
la ilgisizdir. Bileşenler, insan beyin hücreleri de, bilgisayar çipleri de,
çöp tenekeleri de olsa, birbirlerine doğru şekilde bağlanmışlarsa, bil­
giyi doğru bir biçimde taşıyabilirler. Hem Searle hem de Penrose,
farklı savlar ileri sürerek, bu tür bir örgütlenmenin Oargonun) , bilinç­
li düşünme süreci için özsel olan kavrayışı ve anlamı asla ele verme­
yeceğini söyler.
Bu gerçekten büyük bir soruya sebep olmaktadır, David Chalme­
rin "zor sorusu"na: Evren nasıl oldu da bilinçli düşünceyi doğurdu?
Eğer bilinç, zaman içinde evrim geçirmişse, bilinç kapasite olarak da­
ha evrenin başında mevcut demektir. Bu bizzat Chalmer da dahil ol­
mak üzere bazı insanları bir tür kamu fizikçiliğe (panphsychism) it­
miştir, bu görüşe göre fiziksel dünya -ta atomik parçacıklar düzeyine
kadar- bir bilinç potansiyeline sahiptir. Diğerleri, örneğin kan koca
nöro-felsefe takımı Paul ve Patricia Churchland, bu sonuçtan kaçın­
mak için tam ters yöne savrulmuş ve zihinsel durumların gerçekliğini
tümüyle reddetmiştir. Nihai -fakat çok az işitilmiş- bir olasılık da, Des­
canes'a geri dönmek ve bilinçli düşünceyi fiziksel dünyanın ötesine
konumlandırmaktır.

Anthony Freeman
Bilinçlilik Araştırmaları Dergisi'nin Yönetici Müdürü

68
Düşünce Nedir?
Susan Greenfteld
Oxford Üniversitesi'nde farmakoloji Profesörü ve
Royal Enstitünün müdürü.

1 Bu soru ilk başta baş edilmez bir soru gibi görünüyor. Belki de
bunun nedeni, belirli bir deyişin bildik bir süreci -bir fiili- ele
geçmez bir şeye -bir isme -dönüştürmüş olmasıdır yalnızca.
Nöro-bilimcilerin kaçınılmaz bir şekilde zihinsel süreçlere eşit sayıla­
bilecek, bağımsız, tek-biçimli yapılar bulamadıklarını hesaba katarak,
"bir düşünce"yi "düşünme süreci" olarak çevirmeyi tercih ederim.
Bir kesinlik, bu karmaşık ve müthiş zihinsel sürecin ham bilinçten
sökülebilirliğidir, tıpkı "düşünmeden yaptım"da olduğu gibi. İnsanlar
gerçekten de, mesela bungee-jumping sırasında bir şeyler düşünü­
yorlar mı? Kendimi örnek göstermek gerekirse, geriye dönüp baktı·
ğımda, çok daha sakin hareketler içeren dans etme esnasında, duyu­
larıma teslim olmuş esnek bir sünger, davulun ve müziğin pasif bir
alıcısı olduğumu söyleyebilirim. Dahası, meme emen bir bebeğe ya
da akvaryumun içinden size ağzını açıp kapatarak mat gözlerle bakan
süs balığına şöyle bir bakmak, her ne kadar belirli bir bilinç durumu­
nun içinde olsalar da, düşüncenin hem bebeği hem balığı terk etmiş
olduğu sonucuna varmak için yeterlidir.
Fakat burada da herhangi bir düşünme veya plan yapma özelliğini,
insan haricindeki hayvanların elinden alırken çok acele davranmama·
mız gerekir. Psikologlar hayatlarını laboratuvar farelerinin dehası ve
bilişsel yetenekleri sayesinde kazanıyor ve onların kapsamlı araştırma­
ları hayvanların belirli amaçlara erişmek için stratejiler uygulayabildik·
terini gösteriyor. Maymunlar ve şempanzenler saatler sonrasını bazı ·

araştırmacılara göre günler sonrasını- planlayabilir. Aradaki fark sade·

69
ce, bu primat kuzenlerimi1jn bizimki kadar uzun süreli planlayamayı­
şılan ve düşüncelerine kadar götürcbilip, kendi sonlarını üzerine te­
maşa edemeyişleridir. Bu yüzden düşünmeniı ı, ::adece insanların im­
tiyazında bir şey olduğunu söyleyip, buradan hareket edemeyiz.
Yine de, her hayvanda varolan bilincin ötesinde, hem insanlarda
hem de hayvanlarda farklı derinliklerde vuku bulan ve gerçek düşün­
meyi tespit etme uğraşımızda yolu temizlemek gereksiniminde oldu­
ğumuz, belirli zihinsel işlev türleri vardır. Örneğin, hoş veya nahoş
deneyimlerin belirli bir nesne, kişi veya eylemle ilişkilendirmek, çaba
göstermeden, kendiliğinden meydana gelen pasif bir süreçtir. Ve,
başka bir yerde, satranç oynayan bir bilgisayann -aslında bütün bilgi­
sayarların- plan yapması, insafsızca adım adım düşünmesi, bizim dü­
şünceyi tanımlayama çalışırken yaptığımız şeyle pek aynı şey değildir.
Atom fizikçisi Niels Bohr'un bir zamanlar bir öğrenciyi azarladığı gibi:
"Düşünmüyorsun, mantık yürütüyorsun." Hepimiz bir düşüncenin
bir algoritmanın son ürününden daha fazla, her nasılsa daha orijinal
bir şey olduğunu düşünmeyi severiz. Peki bu harika süreç, beynimiz­
de nasıl vuku buluyor?
Herhangi bir nöro-bilimci orijinal, etkin düşünme -"biliş"- üzerine
düşündüğü zaman, neredeyse kesinlikle koneksi işaret eder. Burası,
beynin dış yüzeyini tıpkı bir ağacın kabuğu gibi saran alandır -ismi de
Latince ağaç kabuğu demektir. Koneks beynin ince dış katmanıdır ve
duyuların kaba bilinçaltı işlenmesini ve otomatik pilot türü hareket
koordinasyonunu aşan 'daha yüksek' işlevlerinin deposudur. Konek­
se en karmaşık işlevleri atfetmenin sebebi çok basittir; çünkü bir tav­
şanın veya bir farenin beyninde tümüyle dümdüz iken, insanda, kafa­
tasının genişlemeye görece imkan vermeyen küçük alanına yüzeyini
sığdırmak için kıpkınşık olmuştur. Hamileliğin son üç ayında geliş­
mekte olan bir insan koneksinin yüzeyi dümdüz bir şeyden, ceviz içi­
ni andıran bir şeye dönüşür. Bu süre içinde inanılmaz bir hücre üre­
t i mi vard ı r: Daki kada 250,000.
70
Korteksin yüzeyinin, türün karmaşıklığıyla amığını bir kenara bı­
raksak bile -gerçekten de korteksteki herhangi bir :zarar ciddi zihinsel
bozukluklara sebep olabilir- korteksi düşünme "için" merkez sayma
tu:zağına düşmemeliyiz. Bir tabağın içine konan bir korteks, o kadar
zeki olmayacaktır; önemli olan onun bütün beyin örgütlenmesine
olan katkısıdır.
Bugüne kadar biz bilimciler, korteksin "düşünme"ye, diğer kısım­
lardan daha çok dahil olan belirli kesimlerini tespit edebildik ve üste­
lik koneksin kısımlarının ve alt kısımlarının yüksek derecede etkin ol­
duğu belirli bilişsel senaryoları aydınlatabildik. Fakat etkin, orijinal
düşünme süreciyle korelasyon gösteren nöronların gövdesinde veya
u:zantılarında gerçekte neler olduğunu açıklayabilecek bir meslekta­
şım varsa beri gelsin. Beynin bir parçası olarak korteks, kendi başına
yeterli olmasa da gereklidir ve mikro yapısı ile kendine özgü operas­
yonları, temel sorumuzu aydınlatmada çok az yardımcı olmaktadır.
Her nasılsa tür ne kadar becerikliyse, onun beyni tecrübelerden
öğrenmeye ve tecrübeleri hakkında "düşünmeye" o kadar muktedir­
dir. Genom şirketi Celera'nın patronu Craig Venter bile vücuttaki
30,000 genin, bütün beden ve beyin özelliklerini hiçbir şekilde açık­
layamayacağını söylemektedir. Bu eşitsizlik özellikle beyinde daha
çarpıcıdır, sadece kortekste bir saniyede meydana gelen bağlantıları
hesaplamak, yaklaşık otuz milyon yıl tutacaktır. Dahası, koneksteki
bağlantılar tecrübeleri yansıtabilir, yani, bir birey hayatta ne kadar
tecrübe kazanırsa, bir birey olarak o kadar gelişir.
Beynin bu "esnekliği" Londralı taksi şoförleri üzerinde yapılan bir
deneyde gösterilmiştir. Taksi şoförleri Londra'nın bütün sokaklarını
ve oraya nasıl gidileceğinin 'bilgisi' sahiptirler. Bu deneyde, şoförlerin
beyin taramaları, beynin hafı:zayla i lgi l i belirli bir kısmının mimarisi­
nin, aynı yaştaki taksi şoförü olmayan insanlara göre farklı olduğunu
onaya çıkmıştır. Başka araştırmalar da piyano çalmayı öğrenmenin,
beyn in sayılarla i lgili kısımları n ı değiştirebileceği n i , hatta d ah a çarpı-

71
cı olan, yalnızca bir şeyi yapmayı düşünmenin bile onu yapmakla ay­
nı beyi n eckilerine sahip olduğunu göscermişcir.
Beyin sadece belirli beceri ve faaliyetleri öğrenmede değil, aynı
zamanda felçten sonra meydana gelen zararları celafı etmede ve gün­
delik hayatın daha yeknesak akışında, tecrübelerin ışığında, davranış·
lan ve tutumlan değiştirme yeteneğine sahiptir. Bu yüzden anatomik
ve kesin bir şekilde sınırlan belirgin olan makro beyin bölgeleri veya
açık ya da kapalı olan genler değil, fakat dinamik bir aracı düzey ara­
mamız gerekiyor. Beyin hücrelerinin birleşen veya aynlan şebekele­
rindeki bağlantılara. Bu yüzden kesinlikle bakmamız gereken yer,
anatomik olarak sınırlan kesin bir şekilde belirlenmiş beyin bölgeleri
veya belirli bir proteini üretmek için açılıp kapanan ve esneklikten
uzak olan genlerin mikro düzeyi değil; fakat birarada gerçekleşen
dinamik düzeyidir: birbirine bağlanan ve birbirinden aynlan beyin
hücreleri bağlantılan. Belki düşünceyi oluşturmaya uygun alt yapıyı
burada, beyin hücrelerinin yorulmak bilmez ve tepkisel çevrimlerinin
içinde bulacağız.
Bana göre, bu yavaş yavaş gelişen ve insan beyninin bütün ömrü
boyunca dinamik kalan bu nöronlar şebekesi, bizim dünyayı bireysel
kavrayışımızı belirlemektedir. Karşılaştığımız bürün süreçleri, kişileri
ve nesneleri, özel, bireysel bir "anlam" ile donatırlar. Beynin bu kişi­
leştirilmesi, benim bakış açıma göre bizim "zihin" kavramımıza uy­
gundur. Gündelik konuşmalanmızda beynin karşıtı olarak zihin keli­
mesini kullanınz, bunun sebebi terimin tıbbi kirlilikten uzak olması
değil, "açık-zihinli", "zihnini genişletmek" gibi ifadelerin, bizim birey­
sel bakış açımıza vurgu yapmasıdır.
Şimdide "zihni bulanmak", "zihnini zorlamak" gibi ifadeleri düşü­
n ün. Bu tür senaryolarda düşünme asgaridir, onu hemen duyularımı­
zın pasif bir alıcısına dönüştürürüz. Bebek ve süs balığı örneğini ha­
tırlarsak, sıfır düşünme, benim gördüğüm şekliyle bilincin inşa eden
y:ıpı taşlarıdır ve bu yüzden düşünce sürecinin olmadığı yerlerde de

72
göıii lebilir.
Bununla birlikte her zaman orgazmın tam ortasında değilizdir, ne
aklımızı yitirmiş derecede öfkeli, ne iple atlamayla soluğumuz kesil­
miş, ne de kendimizi güzel bir klarnetin sesinde yitiımişizdir. Aksine
dünyayı değerlendiriyor ve onunla etkileşime giriyoruzdur. Böylesi
vakalarcia, bizim önük, kendine has bağlantılanmız yüıii rlüktedir.
Karşılaştığımız şeylere karşı tutumuzu belirler ve "bilinçaltı", zihin
için temeller oluşturur.
Biz hala yaratıcı ve özgün düşünmenin peşindeyiz. "Bir şey düşü·
nüyorum", bizimi için "bir fikrim var'' anlamına gelir. Bu durumda be­
nim yaratıcı düşünce sorusuna cevabım şudur: nöronlar şebekesi bir­
birleriyle iletişime girdikçe, birbirinden daha önce bağımsız olan fi.
kirler de bağlantılı hale gelir. Bu rastlaşma belki de sahip olduğumuz
fikirlerin yeni bir değerlendirilmesiyle sonuçlanmaktadır. Aşağıdaki
örnekler buna dair güçlü örneklerdir: ABD'li kimyacı ve biyolog Unus
Pauling'in, kimyasal bağ fikriyle fizik ilkelerini kimyaya taşıma fikri,
Avustralyalı bağışıklık sistemi uzmanı Macfarlane Burnet'in Darwinci
evrim ile bağışıklık sistemi arasında bağlantı kuıması. Bir fikrin bir
alandan arada uçurum olana başka bir alana sıçraması, bir disiplinden
ötekine geçmesi, insan zihninin gelişiminin doruk noktası ve bir dü­
şüncenin en olgun halidir.

73
Düş Nedir
1 Düşler bizi büyüler. İster tekrarlanan kabuslar, ister iyicil, ger­
çek üstü imgeler olsunlar, onların ne anlama geldiklerini mut­
laka bilmek isteriz. Onları bir yorumlayabilsek, deriz kendimi­
ze,. kişiliğimizin gizli derinliklerine u laşabi l i r ve dünyaya ne kadar i l­
ginç insanlar olduğumuzu gösterebiliriz.
Düşler edebiyat, felsefe ve dinde büyük bir rol oynayarak farklı
çağlar ve kültürleri de büyülemiştir. Tarihte kaydedilmiş ilk düşler,
i.ö. 3100 yılına, Mezopotamyalı Sümerlere kadar uzanır. Aristoteles
düşleri, dış uyarandan yoksun olma hali olan düşlerin, iç duyumların
farkındalığını antırabilir bir şey olarak yorumlamıştı. " İlk Rüya Yoru­
mu"'nun ikinci yüzyılda yaşayan yazan Artemidorus, düşleri iki sınıfa
ayınnıştı: kehanetimsi ve gerçekçi, yani gündemdeki meselelerle ilgi­
lenen ve düş görenin ruh ve beden du rumu ndan etkilenen düşler.
Sümerlerden, Eski Yunandan günümüz psikoterapisine kadar insan­
lar düşleri yüksek bir iletişim biçimi olarak gönnüşlerdir: vahiyler, ya­
ratıcı ihlamlar, kehanetler veya gizli arzuların anahtarları. Bununla
birlikte birçok kişi de onları saçmalık olarak bir kenara atmıştır. Fran­
cis Baron 1625 tarihli "Makaleler"'inde düşlerin ve astrolojinin öngö­
rülerinin, "Kışın yapılan şömine önü konuşmaları" olarak bir kenara
atmıştı.
Ancak son zamanlara doğru düşler mistik ve edebi olan dünyadan
bilim dünyasına kaymaya başlamıştır. Yine de İ nternet'te düşle ilgili
sayısız sayfaya şöyle bir bakarsanız mistik yanın hala ağır bastığının
görürsünüz. Sigmund Freud 1900 yılında düşlerin bilimiyle cebelleşi­
yordu. Düşlerin Yorumu'nda düşleri "Bilinçaltına güvenilir bir yol"
olarak tarif etmişti, bu bilinçaltı uyanık düşünce tarafı ndan bastırılan
veya engellenen (genellikle cinsel) arzular tarafından biçimlenmişti.
Freud hastalarını düşleri hakkında konuşturarak, bilinçli ve bilinçaltı
düşünce arasındaki gerilimin örtüsünü kaldırdı ve sonuç olarak orta­
ya çıkan geril emeyi zihinsel hastalıkla ilişkilendirdi. Bu kitap, zihnin
nasıl çal ışcığına dair ilk sistematik bilimsel çalışmadır.
76
Freud ilk başta, hastalarında düşümsü hali uyandırmaya çalışarak
bilinçaltına ulaşmak için hipnozsal telkin yöntemini kullandı. Bura­
dan, daha sonra "sernest çağrışım" olarak tanınan yönteme kaydı. Bu
yöntemde basit bir şekilde hastadan aklına gelen ilk fikri söylemesi ve
bağlantısız fikirleri birbiri ardına söylemesinin istenmesi üzerine ku­
ruluydu. Bu, hastaların bilinçaltı hakkında ipuçları verse de, hastanın
bilinçli iradesinin direnişiyle karşılaştı. Freud buradan hareketle, iç­
güdüsel düşünceyi gösteren id; örgütlü, gerçekçi düşünceyi gösteren
ego; ahlak ve eleştiri işlevlerini karşılayan süperego olarak üç boyutlu
zihin teorisini oluşturdu.
Freud'un çalışması kimlik, yaratıcılık ve zihinsel sağlık fikirleri
üzerinde devasa bir etkide bulundu; yine de bazı teorileri şu anda gü­
nü geçmiş veya öznel görünebilir. Örneğin çalışmaları edebiyattaki
sürrealist hareket için can alıcı bir öneme sahiptir; bu hareketin taraf­
tarları kendi yazı denemelerinde onun bilinçaltı hakkındaki fikirlerini
kullandılar. Birçok yazar bugün otomatik yazma diye bilinen, doğru­
dan bilinçaltından geldiği ve engellenmemiş arzuyu temsil ettiği dü­
şünülen bir yazı tekniği geliştirdi.
Bununla birlikte Freud, yirminci yüzyıl dönümünde düşlere ilgi
gösteren tek bilimci değildi. Dutch psikiyatr ve yazar Frederik Van Ee­
den de bugün bile etkisi süren bir düş teori si geliştirmiştir. Ne var ki
vardığı birçok sonuç, bugünün bulgularıyla çelişmektedir. Düş görür­
ken düş gördüğünü bilme anlamına gelen "bilinçli dü ş" terimi ona ait ·

tir. Van Eeden 1896 yılından itibaren düşlerini toplamaya başladı ve en


ilginçlerini bir günlükte topladı. 1898 yıl ında , daha sonra bilinçli düş
denilen belirli bir düş tipini kaydetmeye başladı. 1913 yılında "Düşle­
re Dair Bir İ nceleme" adlı eserini yayınladı. Bu kitabında düşleri ilksel
ve hastalıklı düşlerden bilinçli ve sembolik düşlere kadar dokuz türe
ayırdı. Düşlerin tesadüfi olmadığına, onların arkasında bilimsel bir dü­
zen olması gerektiğine inanıyordu. " İ nkar etmek, e n az kabul etmek
kadar tehlikeli ve yanlış yönlendirici olabilir," diye belirtmişti.
77
Freud'un düşler teorisi konusunda en büyük çağdaşı ve rakibi
Cari Jung'dur. İlk başlarda Freud'un sadık bir takipçisi olan Jung, bir­
çok bilinçli düş ve arasıra gelen görüleriyle tanınır. Örneğin 1913'te
ona gelen bir göıiiye göre" dev bir sel tufan "Avrupa'yı yutar ve me­
deniyete son verir. Tıpkı Beden gibi, düşlerini ve göıii lerini dikkatle
kaydedip onlarda ortaya çıkan çeşitli arketipik figürleri betimledi.
Jung'un teorisine göre ruh üç kısımdan oluşur: ego veya bilinçli zihin;
akla çeşitli sebeplerle bastınlmış olanlar kadar kolayca geliveren ani­
ları kapsayan kişisel bilinçaltı; müşterek bilinçaltı- bütün insan davra­
nışlarını, özellikle duygusal davranışları etkileyen bazı anahtar sem­
boller ve mitlerin tanınmasını içeren bir tür insan tecıiibeleri depo­
sudur. Tıpkı Freud'da olduğu gibi düş, ruhun gizli bölgelerinin önü­
sünü kaldırmada veya duygusal ve diğer sorunları çözmede bir araç
görevi göıiiyordu.
Daha sonraki bilim adamları, örneğin gestalt terapinin kurucusu
Fritz Perls, Jung ile Freud'un düşlere dair çalışmalarını fenomenolo­
jik veya öznel hat boyunca geliştirdi. Perls, tıpkı Jung gibi duygularla
ilgili olmasına rağmen, düşleri bastırılmış anılarla ilişkilendirmekten
ziyade, hastasının şimdiki durumu üzerine yoğunlaştı. Amacı, insan­
ları rahatsız edici düşünceler, duyarlılıklar ve duygular nedeniyle ko­
parılmış oldukları tamlık duygusuna geri getirmekti. Hastalarından
düşlerini canlandırmalarını ve canlandırma esnasındaki duygularını
yorumlamalarını istedi. Düş gören ile canlandırdıkları düş nesnesi
arasında kurulan diyalog, hastayı kendini keşfetmekten alıkoyan en­
gelleri yıkmayı amaçlıyordu.
Yirminci yüzyıldaki diğer bir önemli şahsiyet psikolog Calvin HaH'­
dur. 1940'lı yıllardan 1985'teki vefatına dek, 50,000 düş raporu topla­
mıştır. Daha sonra bilişsel yaklaşım haline gelecek olan tutumu sergi­
lediği çalışmasında, düş içeriğindeki düzenlilikleri aradı ve düşleri
geçtikleri yerlere, karakterlere, duygulara, nesnelere vs. ayırdığı bir
niceliksel şifre sistemi geliştirdi. Teorisine göre düşler n e fse aileye,
.

78
arkadaşlara ve sosyal çevreye dair kavramları ifade ediyordu ve düşle­
rin belirli unsurlarının sıklığı uyanık haldeki kaygılan temsili yansıtı­
yordu. Dünyanın çeşitli yerlerinden insanlar üzerine yaptığı araştır­
malar, düşler arasında dikkate değer benzerlikler göstermişti ve has­
taların uzun süreli takibi düş içeriklerinde büyük bir sürekliliği ve bu
süreklilikte herhangi bir kesintinin uyanık hayattaki büyük bir değiş­
meyi işaret ettiğini ortaya çıkarmıştı. Düş içeriği ile uyanık hayat ara­
sındaki süreklilik, öyle dikkate değerdi ki Hali, düşlerin içeriklerinin
analizi yoluyla düş görenin davranışlarını ve hayat tarzını öngörebile­
ceğini düşündü.
1960'1ar, Düşbeden (Dreambody) teorisi düşleri, bedeni ve dü­
şünmeyi birbirine bağlayan psikoterapist Eugene Gendlin ve )uncu
psikolog Arnold Mindell'in eserleriyle düş teorisine ilgide yeni bir
uyanmaya tanık oldu. Mindell, "bütün beden problemlerinin", bede­
ne ait bütün semptomların beden yoluyla ortaya çıkmaya çalışan düş­
_ ler olduklarını ve "doğanım yolunu doğru bir şekilde takip etmenin"
ve düşlerden gelen sinyalleri belirgin bir şekilde onaya çıkarmanın,
:açık .ve· bastırmış olabileceklerimiz de dahi olmak üzere, hayatımızı
JO§;ı ett_iğirhii düzenin bilincine varmayı getirdiğini ileri sürdü.
'
Soh y!llarda ·ar.iştırma daha ziyade psikolojik olana kaymıştır. Has­
tiı:frih kontrol altında : tUttılan şartlarda gözlenebildiği uyku laboratu­
vartaii-kutı'.ılrouş·, �denirı;:tlyanık hayattakilere kıyasla düş imgelerine
verdiği kin1yasal reaksıyonlarda!<i t�pki lerini gösteren testler geliştiril­
miştir. Başka bir gelişme, beynin uyku sırasında en az uyanıkken oldu­
ğu kadar etkin olduğunu gösteren beyin-tarama teknolojisi olmuştur.
1950 yılında Chicago Üniversitesi, hızlı göz hareketleri (REM, ra­
pid eye movement) uykusu üzerinde bir dizi araştırma yapmış ve bu
araştırmalar düşler ile uykunun çeşitli aşamaları arasında bir bağlantı­
yı göstermiştir. Gözleri, göz kapaklarının altında hareket etmeye baş­
ladığı anda uyandırılan kişilerin, çoğunluklu düşlerini hatırladıklarını
bu lgu lanıışlardır.

79
O günden beri, düşlerin içerikleri hakkında -düş görme üzerinde
düşerin ve duyguların etkileri de dahil olmak üzere- birçok araştırma
yapılmış olsa da, vurgu düş görme sürecine kaymıştır. Bilgisayarlar
yaygınlaşınca, birçok bilim adamı tarafından REM'in bir bilgisayardaki
scandisk ile aynı işlevi gördüğü, beyni enesi güne hazırladığı veya bir
önceki günün olaylarını belleğe yerleştirmeden önce işlemden geçir­
diği iddialan onaya atılmıştır. Francis Crick ile Graeme Mitchison
1983 yılında Nature dergisinde "unutmak için düş gördüğümüz"ü
ileri sürdüklerinde epey bir karışıklık yaratmışlardı. Onlara göre düş­
ler, gündelik hayatın aşın yüklemesinden ana kalan zararlı ve gerek­
siz parçatanydı ve REM uykusu bir tür zihnin çöpçüsüydü.
Yakın zamanlarda Kolombiya Presbyterian Tıp Merkezi gözbilim­
leri bölümünü bir oküler psikoloji profesörü olan David Maurice,
REM uykusunun işlevinin, önceki günlerin hatıralarını işlemeye yar­
dımcı olmaktan ziyade, gözün korneasına oksijen tedarikini sağlamak
olduğunu ileri süren bir araştırma yayınlamıştır. Diğer bilim adanılan
ise genetik bir rol üzerinde durmaktadır. Düş Araştırmaları Vakfı'nın
bir üyesi olan bilgisayar programcısı Bradley York Bartholomew,
REM'in beynin nöronlarını uyanık bilinçlilikteki özel işlevler için
programlayan bir genin eylemini başlattığına inanmaktadır.
Aynca REM-dışı düş görmeye ilgi de giderek anmıştır. Düş Araştır­
maları Vakfı'nın eski başkanı Emest Hanmann, REM etrafındaki araş­
tırmalar, düş görme için en iyi koşulları sunan temel durumun biyo­
lojisini anık bildiğimiz anlamına gelse de, henüz düş görmenin ne ol­
duğunu bilmediğimizi ileri sürmektedir. Düşlerin, beynin dış menzil­
bc;
lerinde, duyguların reh rliğinde kendi kendini ilişkilendiren bir bi­
çimde işlerken, bilinçli düşüncenin genel malumat girdisi ve çıktısını
kapsayan daha sınırlı bir alanda i ş gördüğüne inanmaktadır. Travma
hastalan üzerindeki çalışmalarına dayanan savı, düşlerin görevinin
hafı zaya }'eni tecrübeleri dokumak ve olaylar arasındaki ilişkileri ço­
ğaltmak olduğuna inanmaktadır. Bu, kabuslann çocukların bağlantı­
ao
tar kurmaya yetecek kadar bir bellek bankası kurabildiği emekleme
dönemi nde oluşturulduğunu gösteren, bebekler hakkındaki çalışma­
larla tutarlı bir fikirdir.
Başka bir gelişme düşlere, yeni bilinç biliminde merkezi bir önem
ve rmiştir. Örneğin, Stephen LaBerge'in Bilinçli Düş Enstitüsü tarafın­

dan geçekleştirilmiş olan bi linçli düş görme teknikleri, zihnin çalışma


biçimine dair yeni kavrayışlara yol açmıştır. Enstitü kontrollü klinik
deneylerle insanların uyku sırasında bilinçli kalma becerisine sahip
olduğunu göstermiştir. Amaç, bu yeteneği kişisel gelişim için kullan­
mak, böylece klasik düş teorisinin bazı unsurlarıyla biyolojik yaklaşı­
mın laboratuvar temelli deneylerini birleştirmektir.
Ne var ki zihnin gizemlerini anlamada kat edilecek uzun bir yolu­
muz var. Diğer bir Düş Araştırmaları Vakfı'nın eski başkanı olan Patri·
cia Gardfıeld söylediği gibi : "Bu yüzyılda düşlerin mekaniği · gece bo­
yunca düş görmenin düzeni ile onun psikolojik içerikleri- hakkında
çok şey öğrenmemize rağmen, düşlerimizin anlamını kavramada çok
az bir gelişme kaydettik." Büyü devam ediyor.

Mandy Garner
Tbimes Yüksek F,ğitim Eki Makale F.ditörü

81
Düş Nedir?
Stephen laBerge

1
Kaliforniya, Palo Alto Bilinçli Düş Enstitüsü Müdürü

Her gece başka bir dünyaya, düşlerin dünyasına gireriz. Düş


gördüğümüz zaman, genellikle uyanık olduğumuza inarunz.
Düşlerin zihinsel dünyası öyle inandıncı bir şekilde gerçektir
ki, öteki insanlarla paylaştığımız 'dış dünya' ile kanştınnz onu. Bu na­
sıl olabilir? Neden oluyor? Günümüz ile gece yaşantımız arasındaki
ilişki nedir? Düş görme nereden geliyor ve işlevi nedir? İnanmak zor
ama, biyolojinin en çapraşık işleyişlerini bilimsel olarak anlayabildiği·
miz böyle bir çağda, bu sorulann yanıtıyla çok az bilimsel anlaşma
vardır.
Oxford İngilizce Sözlük, düşü "uyku sırasında zihinden geçen dü­
şünceler, arzular, imgeler zinciri" olarak tanımlıyor. Fakat böyle bir
tanım, düşlerin içinde yaşanan, tecrübe gerçekliğini yakalamada başa­
nsız kalıyor. Bana sorarsanız düşleri, tecrübeler olarak tanımlamak
daha doğru; yani, bir kişinin şahsen karşılaştığı bilinçli olaylar. Düşler
hakkında bilinçli tecrübeler demek size tuhaf gelebilir. Fakat bilinçli­
liğini temel ölçütü aktanlabilirliktir ve düşlerimizi bazen hatırlayabil­
diğimiz gerçeğin, onların bilinçaltına ait olmaktan ziyade, bilinçli zi.
hinsel süreçler olduklarını gösterir. Düşlerimizin içinde, tıpkı uyanık
hayatımızdaki gibi yaşarız. Bu açıdan bakıldığında düş görme bilincin
özel bir organizasyonudur.
Elbette bu, bir soruyu davet ediyor. Bana göre bi l i nç, olanın düşü·
dür. İster uyanık, ister uykuda olun, bilinciniz, beyninizin en yakın
bilgi kaynaklan nda n hareketle oluşturduğu kendinizin ve dü nyanızın
basitleştirilmiş bir modelidir. Model, uyanıkken şimdiki zamandaki
şartlar hakkında en yeni bilgileri sağla�r:ın duyumsal girdilerden, iç

82
bağlam, tarih ve güdüsel bilgiyle işlenerek elde edilir. Uyku sırasında
ise çok az dış girdi mevcuttur ve işlevleri yerinde bir beynin varlığında
nıodel, iç temayüllerle oluşturulur. Bunlar, geçmiş deneyimlerden, gü­
dülerden, dileklerden, örneğin Freud'un gözlemlemiş olduğu gibi kor­
kulardan vs. alınacaktır. Sonuç olarak, elde edilen tecrübe, içeriği bü­
yük korkularımız, umutlanmız veya beklentilerimizle belirlenmiş olan
düş dediğimiz şeylerdir. Bu perspektiften düş gönne, dışsal duyum gir­
dilerinin sınırlamasının yokluğunda ortaya çıkan özel bir algılama hiçi·
mi olarak görülebilir. Keza algılama da, duyum girdisi tarafından sınır­
landırılmış özel bir düş gönne durumu olarak görülebilir.
İki tür uyku vardır: büyüme, tamir ile bakım, gevşemiş bir beden
ile tembel bir beyinle bağlantılı Sessiz Uyku (SU) denilen enerji-koru­
yucu durum ile bundan çok farklı olan ve Etkin Uyku, REM veya Pa­
radoksal Uyku (PU) denilen diğer bir durum. Bu ikincisi, hızlı göz ha­
reketleri, kas kıvnlmalan, felç halinde bir beden ve çok aktif bir be­
yinle düş gönneyle ilişkilendirilmiştir. Her ne kadar PS insanların düş
görebileceği tek uyku durumu değilse bile, canlı düş görme için en
iyi koşullan sağlar -çalışan bir beyin, çalışmayan bir vücut.
Sık sık uyanık ve düş görme tecrübelerinin birbirlerinden farklı ol­
duktan varsayılmıştır. Örneğin düşlerin, üzerine düşünme eksikliği,
dikkat üzerinde hakimiyet yokluğu ve istençle hareket edebilme ye­
teneksizliğiyle nitelendirilmiştir. Fakat kanıtlar, düşlerin bu nitelendi­
rilişini sabit-fikirli ve düşünümden yoksun olduğunu göstermektedir.
Uyanıklık ile düş görme halini doğrudan karşılaştıran raporlar üzeri­
ne yapılan araş tı rma larda, meslektaşların Trach Kahan, Lynne Levitan
ve Phil Zimbardo ve ben , dü ş görmenin, uyanıklıkla karşılaştınldığın­
da, kamusal özbilinçliliği ve du ygu lan biraz daha sık, iradi seçimi bi­
raz daha seyre k içerdiğini bulguladık. Bununla birlikte diğer bilişsel
faaliyetler için düş görme ile uyanıklık arasında hiçbir ciddi farklılık
b u l u nama m ış , ölçülen bilişsel işlevlerden hiçbirinin düşlerde olmadı­
ğı veya nadir olduğu respir edi lememiştir. Aslında. her iki durum için
83
de neredeyse aynı düşünüm dereceleri kaydedilmiştir.
Düşlerde düş görenin pek fark edemediği ani karakter ve mahal
değiştirmelerin var olması durumu, bazen, düş görmede bir bilişsel
eksikliğe kanıt olarak gösteril mi ştir Buradaki varsayıma göre, eğer
.

bu uyanıkken olsaydı, insan bunu hemen fark edecek ve buradaki sü­


reksizliği anlamaya çalışacaktır. Ne var ki bu varsayım temelsizdir.
"Değişiklik körlüğü" üzerine yapılan son dönem araştırmalar, insan­
ların çevrelerindeki değişimleri fark etmeye sağduyunun varsaydığın­
dan daha az yatkın olduğunu göstermektedir.
Düşler ile uyanık tecrübeler arasında hiçbir fark olmadığını iddia
etmiyorum. Örneğin düş dünyası uyanık dünyadan daha az i sti kra rlı ­
dır, çünkü düşte dışsal yapının -fiziksel gerçekliğin- i stik ra rı yoktur.
Aynı şekilde bir insan düşünde fizik ve toplum yasalarını, bunların so­
nuçlarına katlanmadan çiğneyebilir. Fakat duyusal sınırlılığın yokluğu
aradaki tek öı.sel farktır. Bir insan düşte olduğu halde kendinin, düş
görüp görmediğini bilemeyebilir. Aradaki farklar ne olursa olsun, on­
ların farklılıklarından çok benzerliklere sahip olduklarına inanıyorum.
Yirminci yüzyıl İ ngiliz hekimi ve yazarı Havelock Ellis'in söylediği gibi,
"Düşler sürdükleri sürece ge rçekti r. Peki hay<ıt da böyle değil mi?"
Ne var ki büyük ihtimalle PU, düş görmeden daha basit amaçlar
için evrimleşmiştir. Belki de tıpkı felsefenin, şiirin, müziğin veya so­
yut matematiğin doğal seçilim yoluyla onaya çıkan diğer özelliklerin
-örneğin genel amaçlı dilin- talihli bir etkisi olması gibi, düş görme de
insanların yaptığı ondan bir değer çıkardığı, fakat doğrudan evrim­
,

leşmeyen bir şeydir.


PU'nun hayat içindeki ve gece yaşantılarındaki ortaya çıkış sıklığı,
bu uyku durumunun en önemli fonksiyonlarına ipucu sunmaktadır.
PU, doğum öncesi ile doğum öncesi durumun beynin devasa sinirsel
çevrim şebekesini geliştirdiği son haftalarında en üst seviyesindedir.
Fransız uyku a raş t ı rmac ısı Michel Jouvet ile Standart Ü niversitesi'­
ndcn psi k iyatr Wi lliam Dcmen t'in PU' nun geneti k programlamanın

84
harekete geçmesinin içsel süreci işlevini gördüğü fikri , çekici bir fikir­
dir. PU'nun ortaya çıkışı, çocukluk döneminin sonuna doğru tedricen
yavaşlamaktadır; fakat beynin büyümeyi durdurduğu yetişkinlikte ta·
rnamen ortadan kalkıyor olması, PU'nun başka bir işleve hizmet edi­
yor olabileceğini ima etmektedir. PU'nun gece boyunca tedrici artı,şı,
uyanma vakti geldiğinde en yüksek noktasına ulaşması geçeği, onun
beynimizi uyanma eylemi için hazırlıyor olabileceğini, bir tür beyin
ayan olduğunu akla getirmektedir. Aynca gece boyunca her doksan
dakika gibi bir sürede tekrarlanan etkinleşmeler, yeni öğrenmeleri
pekiştiriyor olabilir.
Düşlerin en karakteristik özelliklerinden biri de, hatırlanmalannın
güçlüğüdür. Ortalama bir insan, gecede en az altı kez düş görür; fa.
kat haftada bir kez hatırlar. Düşlerin tipik olarak hızla unutulmasının
açıklamasını yine evrim vermektedir. İ nsanlar diğer insanlarla konu­
şarak, düşlerin diğer tecrübelerden farklı olduğunu öğrenir. Fakat di­
le sahip olmayan hayvanlar, birbirlerine düşlerin gerçeklerden nasıl
farklı olduğunu anlatamazlar. Bunlar için canlı bir düş potansiyel ola­
rak ölümcül kafa karışıklıklanna neden olabilir. Bu yüzden PU'nun
amacı ile -düşlerin yorumlanmasını bir kenara bırakırsak- düşlerin net
hatırlanmasının hiçbir alakası olamaz. Bununla birlikte insanlar, düş­
ler ile uyanık gerçeklik arasındaki farkı bildiği için, düşleri hatırlama
bize hiçbir zarar vermemeli, aksine gerçekliği düşlerimizle biçimlen­
dirmemiz için bize ilham vermelidir.
Düş görme hiçbir belirli biyolojik işleve sahip olmasa da, düşler
kendi başlarına belirli bir rolü yerine getirebilirler. Ö rneğin, sinir sis­
temindeki çeşitliliği arttırabilirler. Darwinci evrim değişkin soyları, bir
seçilim baskısını ve başarılı çeşitlemelerin yeniden ü retilmesinin araç­
lannı şart koşmaktadır. Belki de düş görme, değişen çevre şartlarına
uygun adaptasyonları seçtiği eylem ve algılara rehberlik eden geniş
bir davranışsa! şema ve senaryo ü ret m e kted ir Bu böyle olsa bile, ne­
.

den düş gördüğümüze ve ri le n yan ıtlar bu kada r dar bir açıdan bel i r-
85
lenmemelidir. Bazıları için yanıt: Neden düş gördüğümüzü bulmak
için düş görüyoruzdur. Şahsen ben şunu te rc ih ediyorum: kendimin
kim olduğunu , kendimi düşlediğim kişini n ötesinde bulmak için, düş
görüyorum.
Dünya modelleri olarak düşler görüşü, düşlerin ister tanrılardan
ister bilinçaltından gelsin, geleneksel mesajlar nosyonundan çok
uzaktır. Bununla birlikte düşlerin yorumu kişiliği aydınlatıcı, kazançlı
bir süreç olabilir. Eğer insanlann mürekke p lekelerine bakarak söyle­
dikleri onlar hakkında bilgi veriyorsa, kendi zihin içeriklerimizden ha­
reketle bizzat yarattığımız düşlerimiz neden bizim hakkımızdaki ger­
çekleri onaya çıkarmada yetersiz olsun? Düşler mesajlar içermeyebi­
lir; fakat onlar bizim en mahrem yaratımlanmızdır. Böyle olduktan
için, şaşmaz bir şekilde kim olduğumuz, ne olduğumuz ve ne olaca­
ğımızla belirlenmişlerdir.
Düşlerimiz öyle gerçek görünür ki, genellikle ancak uyandıktan
sonra onların kendilerine özgü zihinsel tecrübeler olduklarını anlaya­
biliriz. Her ne kadar genellikle düşleri bu şekilde tecrübe etsek de,
bunun önemli bir istisnası vardır: bazen düş görme sırasında bilinçli
olarak düş gördüğümüzü fark ederiz. Bilincin berrak bir görüşe sahip
olduğu bu duruma "bi l i nçli düş görme" denmektedir.
Bir kişi bilinçli düş görme esnasında net bir biçimde akıl yürüte­
bilir, uyanık hayat ı n ın şanların ı hatırlayabilir, düş sırasında düşüne­
rek veya uykudan önce planlayarak istediği gibi davranabili. Bütün bu
süre içinde şaşınıcı bir biçimde canlı görü n ü n bir düş dünyasını tec­
rübe ederken, derin bir uykudadır.
Geçmişten bugüne değin, araştırmacılar düş gören beyni n bu ka­
dar yüksek bir zihinsel ve bi l i nçsel faal iye t te bulunabilmesine kuşkuy­
la bakmışlardır. 1970'lerin sonlarında Stanford Universitesi'ndeki la­
boratuvar araştırmalarımız bi l i nçli düşün, gerçe kte n de uyku sırasın­
da gerçekleştiğini kan ıt l a m ı ş t ır. PU sırasındaki bazı göz hareketleri­
nin. düş görenin bakışı n ı n yönelttiği yönele okluğu na dair daha öncc-

86
ki araştınnalanmıza dayanarak, bilinçli düş görenlerden düş gördük­
. lerini fark ettikleri zaman belirli göz hareketlerini tekrarlamalannı is­
tedik. Poligrafı kayıtlannda onaya çıkan önceden belirlenmiş göz ha­
reketleri sinyalleri, öznelerin gerçekten de uyku sırasında bilinçli ol­
duklannı kanıtlamıştır.
Bunun ardından meslektaşlarım ve ben bilinçli düş görenlerin düş
içinde deneyler gerçeldeştinnemizi mümkün kılan becerileri sayesin­
de, zihne dair yeni araştırmalara başladık. Düş faaliyetlerinin psikolo­
jik etkilerinin uyanık hayattaki tecrübelerle hemen hemen aynı ol­
duklarını öğrendik. Örneğin, bilinçli düşlerde tahmin edilen zaman
aralıklannın yakın bir şekilde fiili saat zaman ına denk geldiğini, düş
gönne sırasındaki soluk alışlann, gerçek soluk almayla aynı olduğu­
nu, düşteki hareketlerin mukabil kaslann kasılmalanna sebep oldu­
ğunu ve düş esnasındaki cinselliğin, fiili cinsellikle aynı psikolojik
tepkiler gösterdiğini bulguladık.
Bilinçli düş görme, düş gönne bilinçliliği ile beden/Zihin ilişkileri­
ne dair bilimsel keşifler yapmanın etkili bir yolunun tedarik etme dı­
şında, başka birçok uygulama için dikkate değer bir potansiyele sa­
hiptir. Bunlar arasında kendini geliştinneye yardım -etme, özgüveni
yükseltme, kibuslann üstesinden gelme, hata zihinsel sağlığı ilerlet­
me, yaratıcı problem çözmeyi hayata sokma ve (tıpkı Tibetçi düş yo­
gasının binlerce yıllık uygulamasının gösterdiği gibi) zihni daha yük­
sek gelişmenin imkanlarına açma da bulunmaktadır. Bilinçli düş gör­
menin en geniş uygulaması, büyük ihtimalle, tasavvur edilebilir her­
hangi bir tecrübeyi yaşama kapasitesinden dolayı fantezilerin gerçek­
leştirilmesi olacaktır.
Bilinçli düş görenlerin sayısını küçük bir azınlıkla sınırlandıran
şey, her ne kadar bilinçli düş görme öğrenilebilir bir beceri o l sa da,
onun vakit ve emek gerektinnesidir. Bu yüzden araştırmalanmızın te­
mel hattı bil in çl i öğrenm eyi daha kolay erişilebilir hale getiren tekno­
loj i ve rekni kleri n gelişririlmesidir. Yen i gelişen bu "onciroreknolo-

87
ji"nin ilk modeli, PS sırasında kullanıcıya düş gördüğünü hatırlatan
ipuçları veren bir biyolojik uyan aygıtıdır: NovaDreamer(r) . Yeni ve
giderek artan etkili bilinçli düş görme cihazları, halen geliştirilmekte
ve bizi herkes için kişisel bir simülasyon dünyası düşüne gün geçtik­
çe daha çok yaklaştırmaktadır.
Düşler, edebiyattan bilime, mühendisliğe, resme, müziğe ve spor­
lara kadar bütün insani uğraş alanlarında öteden beri güçlü bir ilham
kaynağı olarak görülmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, August
K.ekule'nin kendi kuyruğunu ısıran yılan düşü, benzinin daha önce
varlığından kuşkulanılan çember yapısının keşfine ilham vermiştir.
Geçmişte yaratıcı düşlerin üzerinde ya çok küçük, ya da hiç hakimi­
yet sahibi değildik. Oysa düş durumunun fantastik ve bu yüzden ele
avuca sığmaz yaratıcılığının, bilinçli düş görme araçlarıyla anık bilin­
cimiz dahiline getirilebilmesi mümkün görünmektedir. Kekule'nin
1890 yılında bilimsel bir toplantıda düşten aldığı ilhamı sunarken
meslektaşlarına söylediği gibi: "Hadi düş görmeyi öğrenelim ... "

88
Zeki Nedir
1 Zeka geleneksel olarak zihinle ilişki kurulan bir nitelik olduğu
için, bahsi geçtiğinde insanı heyecanlandınr. Zeka nedir, onu
nasıl tanımlıyoruz, ne kadar kalıtsal gibi sorular, bilimin bugün
karşılaştığı ne tartışmalı sorulardandır. Bunlar yalnızca kendimizi na­
sıl gördüğümüzü değil, çocukl�rımızı nasıl yetiştirdiğimizi de belirle­
yen içerimlere sahip sorulardır. Ebevenylere anne karnındaki çocuğa
Mozan dinletme veya beslenme biçimini değiştinne nasihatleri, bu­
gün artık gelecek başarısında güzellikten veya fiziksel güçten daha
önemli görünen bir özelliği, zekayı geliştinnek için verilir.
Yetiştinnenin zeka üzerindeki etkisi, düşük zihinsel yeteneklere
sahip insanlara bir şey öğretmenin hemen hiç faydası olmadığını id­
dia eden Platon'dan beri tartışılmaktaydı. Fakat mesele Charles Dar­
win'in 1869'ta "Türlerin Kökenini'' yayınlanmasından sonra tekrar
öne çıktı. Daıwin'in yeğeni ve bir bilim adamı olan Francis Calton,
"Kalıtsal Deha"yı yayınlamış, kitabında meşhur ailelerin tarihlerini
analiz etmiş ve büyük insanların büyük akrabaları olması ihtimalinin
dikkate değer bir biçimde yüksek olduğunu bulmuştu. Buradan hare­
ketle zeka becerisinin kalıtsal olduğu sonucuna vannış; zeki anne ve
babanın çocukları için uyaran bakımından daha zengin bir çevre ya­
ratma ihtimalinin yüksekliğini hafife almıştı. Soy ıslahının insanın bi­
liş gücünü arttıracağına inanıyordu.
Galton zekayı basit bilişsel bulmacalara tepki verme zamanını test
ederek ölçmüştü. Bugünün belirli bir zihinsel işlevi ölçen zeka testi,
yinninci yüzyılın başlarında yaşayan Fransız psikologu Alfred Binet'ten
gelmektedir. İlk öğretimin Fransa'da zorunlu kılındığı ilk yıllardı ve Bi­
net'ten özel bir eğitim yardımı almadığı taktirde diğerlerinin gerisinde
kalacak çocukları tespit etmenin yollarını bulması istenmi�ti. Para say­
mak, bir listeyi ezberlemek gibi gündelik hayatla ilgili ve hafıza, sözel
yetenek ve yaratıcılık gibi zihinsel yetene k leri ölçen bir dizi zihinsel gö­
rev tasarladı . Çocuklar bütün testlerde elde ettikleri başarıların topla­
m ıy la değerlendiriliyordu. Biner ayrıca zi h i n ya ş ı kavramanı geliştirdi

90
(normal bir çocuğun belirli bir görevi başarması gereken yaş).
Binet, testinin yetişkinleri veya normal zeka yeteneklerine sahip
çocuklar arasındaki farklan bulmak için tasarlanmamış olduğunda ıs­
rar etti. Test sadece gelecekteki okul başarısını işaret ediyordu. Fakat
Binet zeka araşurmalannda iki büyük karşıtlığın yaratılmasına yardım
eden kişi oldu. İl k olarak, "genel zeka" denilen, ölçülebilir tekil bir
özellik tartışmalı fikrini ortaya attı. İkinci olarak, zekanın kalıtsallığına
dair tartışmaya girdi, genlerin bireyler arasındaki zeka farklarını ne
kadar etkilediği tartışmasına.
Çalışmalan hemen kabul görmüştü. Stanford Üniversitesi'nde
Amerika'lı bilişsel birpsikolog olan Lewis Terman, daha sonra Stan·
ford-Binet testi olarak tanınacak olan testi geliştirdi. Bu test, geri kal·
mış öğrencileri tespit etmekten ziyade "daha yüksek işlevleri" ölç·
mek için tasarlanmıştı. Kişinin test tarafından belirlenen zeka yaşıyla,
biyolojik yaşlannı bölüp, ardından yüzle çarparak, bireylere belirli bir
sayısal zeka kesri, IQ atfediyordu bu test.
Bu tekil, genel ve ölçülebilir zeka tipinden genellikle "g" diye bah·
sedilir ve ilk defa yirminci yüzyılın başında psikolog Charles Spearman
tarafından tespit edilmişti. Fikrin taraftarlan IQ'nun okul başansını ön·
görmede yararlı olduğunu, test sonuçlannın görece olarak bütün hayat
süresince sabit kaldığını ve testte bir zihinsel yetenekte yüksek notlar
alan insanlann genellikle diğer yeteneklerde de, yüksek notlar aldıkla·
nnı işaret ediyorlardı. 1980'li yıllarda Londra Üniversitesi'nden Alman
kökenli bir psikolog olan Hans Eysenck, IQ ile tepki verme zamanı ara·
sında daha yüksek bir korelasyonu göstererek "g" için daha çok kanıt
sağladı. Örneğin IQ'su yüksek olan insanlardan, bir ışığı görür görmez
bir düğmeye basmalan istenmişti ve bu kişiler düşük IQ'lu insanlara
nazaran düğmeye daha çabuk basma eğilimindeydi. Bu basit deney,
"g" eleştirmenlerinin testleri tanışmalı hale getirdiklerine inandıklan
k ü ltü re l çevresel ve eğitimsel etkileri elemiş görünüyordu.
,

" g yc inananlar. onun büyük ölçüde kalıtımsal olduğuna inanıyor.


"

91
Galton, bireyler arasındaki zeka farkının ne kadarının çevreye, ne ka­
dar genlere bağlı olduğunu ölçmek ve hangi genetik etkenletjn bas­
kın olduğunu bulmak amacıyla ilk defa, ikiz araştırmaları yapan kişi
oldu. O günden bugüne, farklı çevrelerde büyüyen normal veya tek
yumurta ikizleri veya kardeşler üzerine, yüzlerce araştırma yapılmış·
tır ve çeşitli sonuçlar elde edilmiştir. Son zamanlarda bazı araştırma­
cılar, örneğin Robert Plomin, bilişsel yeteneklerin ve özürlerin kalıt·
sallığından sorumlu belirli genleri tespit etmeye çalışmaktadır. Her
ne kadar Plomin, bu tür bir çalışmanın tek bir gen değil, birçok gene
bakmayı gerektirdiğini ifade etmiş olsa da fikir, ahlaki içerimlere dair
kaygılan olan sosyal bilimcileri çok rahatsız etmiştir.
Sakın bütün bilim adamlarının zekanın doğuştan olduğuna inan­
dığı sonucunu çıkarmayın: IQ'nun kalıtsal olduğuna dair tahmin hala
yüzde 40 ile 80 arasında bir yerlerdedir. İngiliz biyolog Steven Rose,
genetik ve çevresel faktörlerin birbirinden ayrılmasının güçlüğü dola­
yısıyla kalıtsallığı hesaplama yöntemlerinin tartışmalı olduğunu ileri
sürmektedir. Son zamanlarda bütün IQ test sonuçlarında görülen
yükselme ve farklı kültürlerde elde edilen sonuçlar arasındaki farkla­
rın azalmasını, çevresel faktörün önemli bir etkisi olduğuna işaret et·
tiğini söylüyor biyolog. Amerikalı bir psikolog olan Leon Kamin de,
IQ testlerinin yararlı bir ölçü olduğu ve zekanın genlerle ilgili olduğu
fikirlerine karşı çıkmasıyla ünlüdür. Kamin, İngiliz eğitim psikologu
Cyril Burt'ün, zekanın yaklaşık yüzde 80'nin kalıtsal olduğu teorisini
kanıtlamak için, ikiz araştırmalarının verilerini uydurduğunu iddia
eden ilk kişiydi.
Sahtekarlık zeka tartışmasına giren tek nahoş suçlama değildir. Bi·
net, kendi testini yarattığı günden beri , ırkçılık suçlamaları işitilmekte·
dir. Yirminci yüzyılın başında, bir Amerikan okulunda araştırma sorum­
lusu olan H.H.Goddard'ın, "zayıf-zekalılar" üzerine yaptığı deneyler,
New York Ellis Adası'na gelen göçmen Macarların, İ talyanların ve Rus­
ların beşte dördünün oıtalama zekan ı n altında o ld uğu n u göstermişti.
92
Onun taktığı adla " moronlar"ın çocuk yapmasını engellemek gereki­
yordu . Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri Ordu­
su' na giriş imtihanlannda kullanılan Roben Yerkes'in yürüttüğü ve alt
sınıflardan gelen siyah Amerikalıların ve göçmenlerin düşük puanlar al­
dığı test, yeni göçmen yasalannın j(atılığına katkıda bulunmuştu.
1969 yılında Arthur ]ensen, Harward Educational Review'de uzun
bir makale yayınladı. Bu makale siyah Amerikalıların IQ testlerinde sü­
rekli olarak beyazlann yüzde 15 altında kalmasını, çevresel ve sosyal
faktörlerin yanında genetik faktörlerle açıklıyordu. Büyük protestolara
sebep olan görüşleri, 1994 yılında yayınlanan Çan Eğrisi: Amerikan Ya­
şantısında Zeka ve Sınıf Yapısı adlı kitabında psikolog Richard Hernste­
in ile sosyal bilimci Charles Murray, onun görüşlerini geliştirdi. Bu ki­
tap, ekonomik ve sosyal gücün "g" tarafından belirlendiğini, birçok
toplumsal problemin düşük zekadan kaynaklandığını ve siyahlarla be­
yazlar arasındaki IQ farkının genetik farklılıklardan ve dolayısıyla siyah­
ların alt sınıflarda aşırı birikmesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu.
Irçılık tanışması fınınalar kopannaya devam ediyordu, Çan Eğrisi
görüşüne karşı çıkanlar, ırksal farkların öncelikle testlerdeki kültürel
ön yargılara ve farklı sosyalleşme biçimlerine bağlı olduğunda ısrar
ediyordu. Tuhaftır ki kadın ve erkek beyinlerindeki açık yapısal fark­
lılıklara rağmen, cinsel farklar hakkında benzeri bir tartışma olmamış­
tır. Cinsiyetlere göre değerlendirilen IQ sonuçları, kadınlarla erkekle­
rin aşağı yukarı aynı olduğu, en üstlerde ve en altlarda genellikle er­
keklerin olduğunu, erkeklerin daha çok geometri, kadınların ise sö­
zel yetenekte daha başarılı olduğunu göstermektedir.
Bu görev türlerindeki farklılıklar, g kavramının eleştirmenleri için
daha önemli hale gelmiştir. Bu eleştirmenler tek değil, birçok zeka tü­
rü o ld uğu n u ileri sürmektedir. Bu görüşleri ilk ileri sürenlerden biri
yirminci yüzyılın ortalarında bir Amerikalı mühendis ve psikolog olan
Louis Thurstone'dur. Thurstone , bir bireyin hayatta kalması ve başarı­
lı olması için gerekli bir dizi ilksel zihinsel beceri helirledi. Daha yakın
93
zamanlarda, Haıward Üniversitesi'n<le eğitim profesörü ve nöro-psiko­
log olan Howard Gardner, yedi zeka türü tespit etmiştir. Özürlü insan­
lan inceleyerek, beynin belirli görevleri yerine getirmek için kullandığı
kısımlannı tespit etmiş ve bu şekilde örneğin müzik, matematik, dil gi­
bi görevleri yerine getiren yedi farklı beyin bölgesi bulmuştur. Ameri­
kalı psikolog Robert Stemberg, bu çok sayıda zekayı yalnızca üçe indir­
gemiştir: Analitik, yaratıcı ve pratik. Steinberg, psikometrik testlerin
yalnızca bunlardan ilkini ölçebileceğini ileri sürüyor.
Son birkaç yıldır bu sahadaki araştınnanlar yeni bir zeka türünü
inceliyor: yapay zeka. İngiliz sibernetik profesörü K.evin Waıwick,
"Bir makinenin, bir gün bizi geçemeyeceği insan zekasının herhangi
bir alanını (hatta sadece insanlara özgü kabul edilen zeka yetenekle­
ri bile) tasavvur etmek çok güçtür," demektedir. Cambridgeli fizikçi
Stephen Hawking, makinelerin bir gün zeka geliştirip dünyanın yöne­
timini ele geçirebilecekleri uyarısını yapmaktadır. Hawking, bunu en­
gellemek adına, insanlann kendi zekalarını geliştirmek için genetik
mühendislikten geçirilmesini önermektedir.
Fakat makinelerin en azından bir zeka türünü edinmesi için, daha
çok beklemek gerekecektir: Duygusal Zeka. Gazeteci ve eski bir aka­
demisyen olan Daniel Goleman, 199; yılında yayınlanan "Duygusal
Zeka" adlı kitabında, yüksek IQ'nun illa da dünyevi bir haşan anlamı­
na gelmediğini ileri sürmektedir. Aslında yüksek IQ'lu insalar genel­
likle duygusal zayıflık noktasında geri kalmaktadır. Goleman'ın güdü­
lerin, karşısındakini anlama ve duygularla ilişkileri idam etme yetene­
ğinin bir bileşimi olarak tanımladığı duygusal zeka, ona göre, daha ya­
rarlı bir araçtır. Fikirleri genel halk ve iş adamlarınca çok tutulmasına
rağmen, akademisyenler tarafından bilimsel bulunmamaktadır. Bu
yargılardan hangisinin daha geçerli olduğu, belki de, sizin kendi zeka
tanımınıza bağlı olacaktır.
Harriet Swain
Times Vüksek Eğitim Eki Editör l'ardmıclSI
94
Zeki Nedir?
Robert Plomin
Londra, Iüng Kolej, Psikiyatri Enstitüsü, Sosyal, Genetik ve
Gelişimsel Psikiyatri Araştınna Merkezi, Tıbbi Araştınna

1
Konsülü araştınna profesörü.

Zekfı kelimesi o kadar çok farklı anlamlara gelir ki, kafa karışık-·
lığından kaçınmak için başka terimler kullanmak en doğrusu
olacaktır. Zekfı dediğimde, farklı bilişsel süreçlerin önemli bir
kesişmesine gönderimde bulunan "genel bilişsel beceri" veya kısaca
"g"yi kastediyorum. Bu kesişme, insani bilişsel beceriler konusunda
bireysel farklılıklarla ilgili yüzyıllık araştırmaların en tutarlı bulguların­
dan biridir. Çok az ortaklığa sahip görünen süreçlerin testlerinde bi­
le bulunmuştur, bu kesişme.
Örneğin, genel akıl yürütme, Raven'in Aşamalı Matrisleri gibi, öz­
nenin geo�etrik şekillerden oluşan bir matris serisi içindeki man tık­
sal ilerlemeyi bulması beklenen testler aracılığıyla değerlendirilmek­
tedir. Uzamsal beceri, labirentlerin çözülmesi, daha karmaşık biçim­
lerin içinde gizlenmiş olan basit geometrik şekilleri bulma ve bir şek­
lin diğerinin yön değiştirilmiş hali olup olmadığına karar verme gibi
şeyler aracılığıyla değerlendirilir. Kelime dağarcığı testleri daha önce­
ki öğrenmelerin ürününü değerlendirirken, hafıza testleri tipik ola­
rak ne kadar iyi hatırlandıklarını görmek için resim ve rakamlar sun­
maya dayanır.
Bu çeşitliliğe rağmen, bir testte başarılı olan bireyler diğerinde de
başarılıdır. John Carrol tarafından 1993 yılında yapı lan ve yüzlerce
farklı türde bilişsel testi içeren 322 araştırmanın meta analizinde orta­
lama kore lasyon 0.30 çı km ı ş t ır ki, bu ra ka m dikkate değer oranda
yüksektir. Bu kes i ş me yalnızca yukarıda sözü edilen geleneksel akıl
,

95
yürütme, uzamsal, söı.sel ve zihin yeteneklerin ölçümlerinde değil ,
ama aynı zamanda tepkisel verme zamanına dayanan öğrenme v e ma­
lumat işleme görevlerinde de görülmektedir.
Psikolog Charles Spearman, bilişsel becerilerdeki kesişmeyi nere­
deyse bir yüzyıl önce kabul etti. Bunu, zeka kelimesinin birçok çağn­
şımından kaçınmak için genel bilişsel beceriye yansız bir işaret yarat­
mak için g olarak adlandırdı. Bu g, en iyi şekilde ilkesel içerik analizi
denilen istatistik teknikle değerlendirilmektedir. Bu, farklı bilişsel öl­
çümlerde ortak olanı temsil eden bileşik bir boyutu betimler.
Bu analizler, g'nin insanlann bilişsel testlerdeki performansındaki
toplam farklılığın yaklaşık yüzde 40'ına aç ıkl ı k geti rd iği n i işaret et­
mektedir. Geri kalan farklılık ise uzamsal, söı.sel ve hafıza becerileri·
ni ve her teste özgü değişkenleri açıklar. Test ne kadar karmaşık ise,
g faktörü o kadar önemli görünmektedir. Örneği n g, Raven'in Aşama­
lı Matrisleri'nde görülen yüksek farklılığı açıklarken, basit hafıza, tep.
ki verme veya işleme hızı testleri için o kadar önemli değildir.
Fakat g sadece istatistiksel bir soyutlama değildir. Bilişsel ölçüm­
lerdeki korelasyonlann matrisine şöyle bir bakmak, kesin bir kesiş­
meyi işaret edecektir. Oysa g aynı zamanda, IQ testlerinde olduğu gi­
bi çeşitli bilişsel ölçümlerden ibaret bir sette kaydedilen basit toplam
puanda da, kendini hayli açık bir biçimde göstermektedir. Aslına ba­
brsanız g, davranışlar alanında en güvenilir ve sağlam özelliklerden
biridir; çocukluktan sonraki uzun dönemli istikran, diğer herhangi
bir özellikten daha fazladır, eğitim ve meslekle ilgili toplumsal sonuç­
lan öngörmede çok yararlıdır ve bilişsel yaşlanmayı göstermede
anahtar bir etkendir. Elbette birçok başka bilişsel olmayan beceriler
vardır, atletik beceriler gibi. Ayrıca g hiçbir şekilde okulda ve iş yerin­
de başannın garantisi deği ld i r. Başa n lar aynca bugün anık du ygusal
"

zeka" denilen kişilik, güdü ve sosyal becerilere bağlıdır. Fakat tıpkı


"çoklu zekalar'' popü ler kavramının yaptığı gibi bütün bu farklı bece­
rileri bir araya toplamak, bize pek bir şey kazandırmıyor görü n üyo r.

96
Her ne kadar insan türlerinde g'nin var olduğu kanıtı geniş bir ka­
bul görse de, kabul evrensel değil. Onun karşısındaki argümanlar,
onun yalnıı.ca egemen kültürün veya bilimsel amaçlann değer verdi­
ği bilgi ve becerileri yansıttığına dair kaygılar, daha ziyade ideolojik
meseleleri içeriyor. Bunlar, Howard Gardner'ın bilişsel olmayan dans
gibi becerileri de dahil eden, çok özel becerileri ileri süren, çoklu ze­
ka teorisi ve bilişsel becerilerin altında yatan bilişsel süreçleri tespit
etmeye çalışan Roben Stemberg'in "bileşimsel" bilişsel süreç teorisi
gibi, özel beceriler üzerine yoğunlaşmış teorileri kapsar. Ne var ki bu
teoriler olgusal bir tavırla incelendiğinde, g belirivermeye başlar. Ör­
neğin Stemberg, şu sonuca varmaktadır: "Elimizdeki kanıtlar,ezici bir
biçimde, insan zekasında bir tür genel faktörün varlığını destekle­
mektedir. Gerçekten de bu görüşü çürüten herhangi bir inandıncı
kanıt bulamadık."
İşler bellek (working memory) gibi kavramlar, bilişsel becerinin
geleneksel ölçümlerince daha yeni yeni değerlendirilmeye başlan­
mıştır, fakat şimdiye kadar aynı çıkmışlardır. Elbette g hikayenin ta­
mamını oluşturmaz -özel becerileri temsil eden ekenlerde önemlidir;
fakat bilişsel becerileri g'ye başvurmadan anlatmaya kalkmak, h i kaye­
nin kahramanını unutmaya benziyor.
g'nin mevcudiyeti, bilişsel süreçleri özel ve bağımsız süreçler sa­
yan günümüzün bilişsel sinirbilimiyle uyuşmuyor görünüyor. Fakat
bilişsel sinirbilimdeki araştırmalar ortalama performans üzerine
odaklanmıştır. Örneğin belirli bir görev yerine getirildiğinde beynin
hangi parçalarının sinir-taramasında parladığını. Üstelik g onalama
performansa dair değildir; performanstaki bireysel farklara dairdir ve
bazı görevlerde iyi performansa sahip olan bireylerin birçok başka gö­
revde de iyi bir performansa sahip olduğu olgusuyla ilişkilidir. Bu tür
analizlerde, veriler açık bir biçimde g'yi işaret eder.
Fakat g'nin var olması gerçeği, onun kaynağının, nöron dentritle­
ri n i n karmaşıkl ığı gi b i tek bir gene l fiziksel süreç olduğu a n la mı n a

97
gelmez. Kaynağının, snaptik esnekliği veya sinir iletiminin hızı gibi
fizyolojik olduğu veyahut işler bellek gibi tek bir psikolojik süreç ol­
duğu anlamına gelmez. Aksine, hep birden işlevsel sorunları çözme­
ye aday fizyolojik ve psikolojik süreçlerin bir zincirini temsil eder g.
Bir benzetme kullanmak gerekirse, atletik beceri motivasyon gibi psi­
kolojik süreçlere, oksijen taşınması gibi fizyolojik süreçlere ve kemik
yapısı gibi fiziksel süreçlere bağlıdır. Fakat atletik beceri, bunlardan
hiçbiri değildir, bunlann hepsidir.
g esasen kalıtımsal olduğu için, genetik araştınnalar da g hikaye­
sinde önemli bir yer tutar. g'nin genetik kökenini ele alan araştırma­
lar, insanın başka herhangi bir özelliğini ele alan araştırmalardan çok
daha fazladır. 8,000'den fazla üvey kardeş, 25,000 öz kardeş, 10,000
ikiz kardeş ve yüzlerce evlat edinilen üzerinde yapılan çalışmalar, hep
birden genetik etkenlerin g'yi ciddi bir biçimde etkilediğini göster­
mektedir. Her bir araştırma için kalıtımsallık tahminleri yüı.de 40 ile
80 arasında değişmekle birlikte, bütün verilere dayanan tahmin yak­
laşık yüzde 50'yi göstermektedir. Bugün artık bu kalıtımsallıktan so­
rumlu olan özel genleri arama araştırmaları başlamıştır. Bu araştırma,
insan genomu dizisinin taslağı yayınlanmışken, bugün, muhtemelen
daha da hızlanacaktır.
Fakat genetik araştırma sadece g'nin büyük ölçüde kalıtsal oldu­
ğunu göstermenin hali hazırda çok ötesine geçmiştir. özelikleri ara­
sındaki eş-değişkenlerin (covariance) genetik ve çevresel kaynakları­
nı analiz eden çok değişkenli gen araştırmasının, son derece önemli
bir bulgusuna göre g, genetik eylemin tarafında durmaktadır. Yani,
bilişsel becerilerde ortak olan şey, neredeyse tümüyle köken olarak
genetiktir. Bizi bütün testlerde başarılı kılan genetiktir, fakat sadece
bazılarında başarılı kılan kültüreldir. Bu, bilişsel süreçler arasındaki
genetik bağlantıların, evrim tarafından zihnin modülleri arasında et­
kili bir problem çözmeyi koordine etmek için oluşturulduğunu akla
getirmektedir.
98
Gen araş.t ınnası aynca testlerle ve sınıf geçmelerle değerlendiri·
len okul başarılara ile g arasında güçlü bir genetik kesişmeyi göster­
mektedir. Başka bir deyişle, g ile ilgili bireysel farklılıklara katkıda bu­
lunan aynı genetik faktörler, birçok bireyin okul başarısındaki farklı­
lıklardan da sorumludur. Beceri ve başarı arasındaki farka gelindiğin·
de, g büyük ölçüde çevreseldir. Bu bulgular, g için başarının değer·
lendirilmesinin genetik etkinin etrafından dolanacağı anlamına gelir.
Bu da, okullardaki eğitime bağlı seçim, değerlendirme ve katma de­
ğer meselelerinde derin içerimlere sahiptir.
Başka bir şaşırtıcı bulgu, g üzerindeki genetik etkinin ilk çocuk­
luktan orta çocukluğa ve ergenliğe doğru artmasıdır. Bu, çevresel et·
kilerin yaşla birlikte arttığı nosyonu için akla aykırı bir bulgudur. Bu
benim için, çocukların genetik eğilimlerinin gelişmesine yardımcı
olan çevresel şartlan ekin bir biçimde seçtikleri, değiştirdikleri ve hat·
ta yarattıklannı akla getiriyor. Bu yüı.den, g'yi bir yetenekten ziyade,
bir iştah olarak düşünüyorum. En basit düzeyinde bu, çocukların öğ·
renmeyi kolay buldukları şeyi öğrenmek istedikleri anlamına gelir.
Fakat sanının bununla kalmıyor: genlerin öğrenme süreçlerini etkile­
diği mekanizmalar, beynin fiziksel yapısından ziyade güdülerle ilgili
olabilir.

99
Dil Nasıl Evrimleşti
1 Neden birbirimizle konuşmaya başladık? İnsan evriminin hangi
aşamasında, diş gıcırdatma, omuz silkme veya el çırpmayla
mümkün olandan daha fazlasını söylemeye ihtiyaç duyduk? Ay·
nca her yeni kuşak, nasıl oldu da sohbete katıldı? Dil, düşünce biçimi­
mizle kim olduğumuı.a dair düşüncemizle ve birbirimizi nasıl anladı­
ğımızla öyle iç içedir ki, yüzyıllardır felsefeciler ve bilim adamlan onu
inan kimliğinin köşe taşlanndan biri olarak görmüştür.
Yunan, Norse ve Hint mitolojisinde dil, öyle özel kabul edilir ki,
tannsal bir müdahaleye atfedilir. Kutsal kitaptaki Yaradılış hikayesinde
ilk insan Adem'e, Tann tarafından Eden Bahçesi çevresinde gördükle­
rini adlandırma kudreti verilmiştir. Fakat dilin kökeni hakkındaki ilk ti·
tiz düşünme, Platon'a atfedilebilir. Dil üzerine bir Sokratik tartışma
olan Cratylus'ta, kelimenin tınısıyla temsil ettiği şey arasında organik
bir ilişki olup olmadığını veya kelimelerin, bir nesneye bağlanmış tesa­
düfi bir ses olup olmadığını inceler. Dilin kökenini anlamaya yönelik
daha sonraki uğraşlann çoğu, bu aynına değinmiştir. Güçlük, inanç di­
linin dqğal, fakat içgüdüden bir adım önde olmasından kaynaklan­
maktadır. Konuşma, fizyolojik gelişmemizden gelmek anlamında, hay­
vani bir ses çıkarma olsa da, yalnızca sesten daha fazladır.
Kelime dağarcığının, doğal kökleri olduğu ve bir kelimenin sesinin
onun anlamına bağlandığı fikri, yüzlerce yıl yaşamıştır. On dokuzuncu
yüzyılda birçok teori, dili içgüdüsel seslerin saflaşması olarak görüp,
insan konuşması ile doğal dünyadaki sesler arasında bir köprü bulma­
ya çalışmıştır. Bu teoriler arasında, dilin hayvan seslerinin taklidinden
doğduğuna inanan "hav-hav" teorisi, kelimelerin kızgınlık veya mut·
luluk gibi iç duygular olarak başladıklannı iddia eden "öf-öf' teorisi,
"mama" gibi bir kelimenin emme arayışında olan bir bebeğin ağzından

çıkan bir kelime olduğunu ileri süren "ding-dong" teorisi ve dili ko­
mün çalışmasına eşlik eden tekrar ve tezahüratın bir ürünü olduğunu
iddia eden "he-ya-mo-la" teorisi vardır. 1866 yılına gelindiğinde, niha­
yet, günün en önde giden dilbilim forumu Paris Dilbilim Topluluğu bu
1 02
kadannın yeterli olduğu na karar verdi: artık dili n kökeni üzerine hiç­
bir tartışma yapılmayacaktı ; çünkü bu hiçbir ıaman kanıtlanamazdı ve
aşın sayıda tu haf teori ciddiyete yakışmıyordu.
Fakat konu kapanmadı. Aksine evrimci biyoloji, dilbilim, genbilim
ve antropoloji gibi alanlardan alınan farklı eleştirel ve bilimsel araçlar,
dilin mekaniği hakkında ve onun ilk edinilme biçimi hakkında düşün­
meye uygulandı.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Sa­
ussure, dilin bir tesadüfi etiketler sistemi olduğunu iddia etti ve yapısal­
cı dilbilim okulunun temellerini attı. Bir kelimenin tek anlamının, . top­
lum tarafından verilen anlam olduğunu ileri sürdü. Ona göre dilin birey­
se l bir birimini anlamanın tek yolu, onun dilin diğer kısımlarıyla ilişkisin­
den geçiyordu. Bu, bütün söz dağarcıklarının, nerede ortaya çıktıklann­
dan bağımsız olarak, doğuştan değil kültürel bir göıii ngü olduğu anla­
mına geliyordu. Saussure, farklı dillerin kökeniyle ilgilenmiyordu.
Daha on sekizinci yüzyılda, birbirinden farklı göıii nen diller arasın­
da birçok bağlantı olduğu, bütün Hint-Avrupa dillerinin, İngilizce, İ tal­
yanca, Galce, İsveççe ve Sankristçe kadar farklı diller arasında birçok
bağlantılarla ortak bir adaya sahip olduğu, kesin bir şekilde biliniyor­
du. Fakat ı9;o·terde Noam Chomsky'nin Masachusetts Teknoloji Ens­
titüsü 'ndeki araştırması, bütün dillerde ortak dil altı yapıyı analiz edip,
bir "evrensel gramer" tanımlayarak bunu çok daha ileri götürdü.
Chomsky, çocuklann kültür veya coğrafyaya bağlı olmadan sahip ol­
dukları dili taklit ve öğrenme yeteneklerine sahip olduğunu buldu. İs­
ter Fransa'da Fransızca öğrenen bir çocu k olsun, ister Japonya'da Ja­
ponca öğrenen bir çocuk olsun, her ikisin de dil gelişiminde aynı te­
meller ve sınırlar söz konusuydu. Dil, her ne kadar kendi kendine or­
taya çıkmışsa da -i nsan larla temas kurmayan bir çocuk dil öğrenemez­
Chomsky, dili kültürel bir varlık olmaktan ziyade, fiziksel olan, doğuş­
tan gele n bir yeti olarak gördü.
Bu, dilin kökenlerini yalnızca dilde değil, konuşmacının biyol oji k
1 03
tarihinde aramanın yolunu açtı. M:ıssachusetts Teknoloji Enstitü­
sü'nden Steven Pinker gibi dilbilimci araştırmanlar, dile insan evrimi­
nin fizyolojik değişmelerle birlikte meydana gelen ve insan ailesi ağa­
cında geriye doğru takip edilebilecek başka bir veçhesi olarak bakma­
ya başladı. Dili ayrık bir kültürel özellik saymak yerine, bu bakış onu ,
"Afrika' dan gelen" insan evriminin içine yerleştirdi: Bu evrim teorisine
göre dil, yaklaşık 100 ile 150 bin yıl önce, bir yüzyıl öncesinden kulla­
nılmış olma ihtimali olan "proto-dil"inden evrimleşerek, Doğu Afri­
ka'da ortaya çıktı. Seslerin fosili yoktur; bu yüzden tarih belirleme, dil
edinimine sebep olabilecek etkenleri tespit etmeye bağlıdır.
Oxford Üniversitesi'nde iletişim ve dil profesörü Jean Aitchison,
"Dilin araçları ve ona duyulan ihtiyaçlar için birçok faklı şan bir araya
gelmiştir: İklim değişikliği atalarımızı kurumuş bir savanda, baskı altın­
da ve hayatta kalmak için iletişime girme zorunluluğu içinde bıraktı.
İnsan beyni büyüdü -belki de bitkiler azaldığı için daha fazla et yedik­
lerinden-; ayakta dik durmamız, birçok farklı sesi çıkarmamızı müm­
kün kıldı ve daha büyük bir beyin gücü, ağzımızı, dudaklarımızı, dili­
mizi ve konuşmak için gerekli diğer kastan daha iyi kullanmamızı sağ­
ladı . Başka insanların bakış açılarını hesaba katmaya muktedir olmak,
aldatma kapasitesi, nesnelerin isimlerini tanıma ve uygulama yeteneği
gibi entelektüel ön koşullar da katkıda bulundu," demektedir.
Profesör Aitchison, dilin onaya çıktıktan sonra, insan atalarımızın
Afrika'dan ayrılışının enesinde, temel hayatta kalma aracına dönüş·
müş olabileceğini söylemektedir. İlk insanların arasındaki farklı grup­
lar, muh temelen farklı kelimeler kullandılar; fakat şiveler ve söz dağar­
cıktan, kendi evrimsel iktidar mücadelelerine konu olmuş ve daha
güçlü grup lar, kendi dil oluşumların ı zayıf olanlara zorlamış olabilir.
Veyahut daha ileri bir dil oluşumuna sahip olan insanlar, bu örgü tlen­
me avantajını, yalnızca kaba konuşmayla sınırlı kalanlar üzerinde ege­
menlik kurmak için kullanmış olabilir.
Bu ola la r modeli, dili entelektüel ilerlemenin ani bir şimşek çakımı
1 04
olarak değil, öteki primatlardan aşamalı bir ayrılma olarak görür. Ve in·
san ile insan-olmayanlar arasındaki bu mesafe, insanlarda ses tellerinin
daha aşağı inmesi gibi fiziksel değişmelerle daha da açılmış olabilir. Bu
bizi öksürmeye daha yatkın hale getirse de, evrimsel bir ödül olarak, da­
ha çeşitli konuşma seslerini üretmeyi mümkün kılmıştır.
İnsan dilinin ilk adımdan tümüyle ilerlemiş duruma kadar ki değiş­
me hızı hata belirsiz kalmaktadır. Cambridge Üniversitesi'nde bir biyo­
linguist olan john I.ocke, insanların yalnızca. küçük bir "kelime reper­
tuarı"na sahip olduğu dilin ilk dönemiyle ile geniş bir söz dağarcığı ve
gramer yapısının gelişmesi arasında büyük zaman aralığı olabileceğini
söylemektedir. Dilin eksiksiz bir biçimde 100 bin yıl önce ortaya çık·
ması ile onun kullanılışının ilk tartışmasız kanıtı -yazılı olmak- çok az
kanıtın, çok fazla olasılığın olduğu bir süreçtir. Dilin, insan toplulukla­
rının tarım gibi bir faaliyet için yeterince örgütlü oldukları anda göre­
ce daha ileri bir aşamaya geçmiş olması mümkün olsa da, dilin çeşitli­
lik düzeyinin bilinmediği on binlerce yıl hata bir bilinmez olarak dur
maktadır. I.ocke göre, belirli akrabalık kelimelerinin örneğin mama
·

veya papa- türünden ebeveyne özgü kelimelerin, bütün dillerde onak


gibi görünmektedir. Bununla birlikte bu , adlandırmanın tesadüfiliği
ile ilgili bütün beklentilere aykırı düşmektedir.
Dilin kökeninin tam olarak anlaşılmayan başka bir veçhesi, konuş­
ma ile sağlak veya solak olmaya yatkınlık arasındaki ilişkileri içerir. Bir­
çok insanda özelleşmiş dil işlevleri, sol beyinde olmasına rağmen, so­
lak insanların büyük çoğunluğunda bu yer, sağ beyindedir. Oxford
Üniversitesi fonetik laboratuvarı müdürü john Coleman, ağırlıklı ola­
rak hangi eli nasıl kullandığımızın araştırılmasının, dilin köklerini keş·
fetmenin yollarından biri olabileceğini söylüyor. Auckland Üniversite·
si Psikoloji Bölümü'nde profesör olan Michael Corballis, insan dilinin
öncellerinin ses-temelli olmadığını, el işaretlerine dayan an bir işaret
dili biçiminde olduğunu ileri s ü rüyor .

Genbilim de, dilin evrimini incelemenin yollarını s un u yo r Ox- .

1 05
ford'taki The Wellcome Trust Center for Human Genetics, İnsan Ge­
nom Projesi'nden alınan bilgileri, konuşmayla ilgili genleri yöneten
proteinleri üreten geni belirlemek için kullanmıştır.
Oxford Üniversitesi psikiyatri bölümü müdür Tim Crow, bir insan
atasının Y kromozumunda ortaya çıkan tek bir genetik mutasyonun
dil edinme sürecini başlatabileceğini ileri sürmektedir. Bu teoriye gö­
re bumutasyonu miras alan insanlar, daha büyük bir dil yetisine sahip
olmuş olabilir. Bu yeti · sayesinde, öteki insanlar üstünde bir avantaj
sağlamışlardır ve böylece yavaş yavaŞ dil yetisine sahip olanların ege­
menliğini getirecek şekilde, daha büyük dil yetisine sahip olmuştur.
Buluşan Zihinler adlı çalışmasında Geoffrey Miller, dil becerileri
cinsel eşleri cezbetmenin araçtan olabileceği için, daha yetenekli dilci­
lerin genlerini yaymada daha başarılı olacaklannı söylemiştir. Bu, sos­
yal bir araç olaran dil hakkında daha başka anlayıştan davet etmekte­
dir. Örneğin, dilin büyük gruplar arasında ilişki-inşa etmenin, primat­
lar arasında yaygın olan fiziksel kur yapmadan çok daha etkili bir yol
olarak geliştiğini söyleyen teori.
Ghent Üniversitesi'nde mikrobiyolog ve Journal of Memetics'in
editörü Mario Vaneechoutte, "müzikal primat" teorisini ileri sürmüş­
tür. Bu teoriye göre dil, tedricen karmaşıklaşmış semboller ve anlam­
lara dönüşmüş olan ses desenerini kopya etme yeteneğiyle birlikte
şarkı ve müziklerden türemiştir.
Fakat Yale Üniversitesi dilbilimden emekli profesör Michael Stud­
denKennedy, dilin kökenlerine dair her araştırmanın insan tecrübe­
sindeki biricik yerinin hep farkında olması gerekecektir demektedir.
Üstelik dili analiz etmeye kalktığımızda kullanmak zorunda olacağımız
araç, yine dildir. "Dil, sadece düşüncelerimizi değiş tokuş etmenin bir
yolu değildir," der, Studden Kennedy. O, nasıl düşündüğümüzü gös­
teren ve bir o kadar biçimleyen bir düşünme aracıdır.
Sean Coughlan
Serbest l�ar
1 06
Dil Nasd Evrimleşti?
Geoffrey Miller

1
Evrimci Psikolog, New Me.xico Üniversitesi

Biz konuşabiliriz; fakat şempanzeler konuşamaz. Neden? Dili


açıklamak, insan evriminde 'büyük soru' ve kendi alanım olan
evrimci psikolojide temel bir meydan okuma olarak kalmaya
devam ediyor. Hayvan iletişimi hakkında ne kadar çok şey öğrenir­
sek, insan dili o kadar gizemli görünüyor.
Yirmi beş yıl önce dili açıklamak daha kolay gibiydi. 1960'lann ona­
lannda John Pfeiffer, " İnsanın Yükselişi" adlı kitabında dilin "Geç Yont­
ma Taş Devri"nin mağara sanatlarının, küçük oyma şekillerin, ölüm ri­
tüellerinin ve daha karmaşık aletlerin 40,000 yıl önce Avrupa'da bir­
denbire onaya çıkmasıyla aynı ı.amanda evrimleşmesi gerektiğini ileri
sürdü. 1970'lerin başlarında dilbilimleri profesörü Philip Lieberman,
Neanderthallerin, boğaz anatomileriyle ilgili fosil kanıtlarına bakarak,
konuŞamayacağını ileri sürdü. Üstelik Konrad Lorenz gibi hayvan dav­
ranışları araştırmanları, hayvanların dünya hakkında yararlı bilgileri bir­
birlerine ilettiği naif bakış açısını korumaya devam ediyor.
Şu açıklanması zor bir hikaye: dil insanımsı primatların diğer hiç­
bir türünde evrimleşmedi; sadece bizim türümüzde, bundan 40,000
yıl önce evrimleşti; ve gruplarla bilgi alışverişi için evrim geçirdi. Bir
kez evrim geçirince hemen kültürü ve medeniyeti yarattık.
Sorun şu ki yeni kanıtların ışığında, bu savlardan hiçbiri anık işe
yaramıyor. Eğer dil 40,000 yıl önce evrim geçirdiyse, en az 40,000 yıl
önce Avrupalılardan evrimleştiklerine dair genetik kanıt karşısında
Afrikalıların ve Avusturalyalı Aborijinlerin de konuşuyor oldukları ger­
çeğini nasıl açıklayacağız? Psikolog Steven Pinker, "Dil İçgüdüsü" ad­
lı kitabında dilin insan doğasının evrensel bir parçası olduğunu, in·

1 07
sanlar en az 100,000 yı l önce Afrika'da evrimleştiklerine göre, di l ini n
de bu kadar eski olması gerektiğini gösteriyor. Paleontolojistler Lie­
berman 'ın sessiz Neanderthaller id�iasını yerle bir etmiştir. Fosillerin,
en fazla, modem insanların çıkarabildikleri bütün sesleri üretmeye
muktedir olmadıklarını akla getirmektedir o kadar. Bu onların kom•­
şamadıkları anlamına gelmez.
Bu konudaki en önemli ilerleme, İngiliz hayvanbilimci Richard
Dawkins ile John Krebs'in 1978'deki hayvan iletişimi konusunda çığır
açıcı çalışmaları olmuştur. Bu ikili çalışmalarında hayvanların kendi
evrim hasımlarına yararlı bilgiyi vermenin yollarını evrimleştirmeleri­
nln, hayli tuhaf bir şey olduğunu ileri sürdüler. Bu anlamda iletişim
özgecidir ve özgeci davranışların evrimleşmesi çok zordur.
Dawkins -Krebs devriminden beridir, biyologlar hayvanların bir­
birlerine gönderdikleri sinyallerin çoğunun dünya hakkında değil,
kendileri hakkında olduğunu keşfetmişlerdir. Birçok hayvan sinyali
sadece, sinyalin ait olduğu türü, cinsiyeti, yaşı ve yeri açığa çıkarmak­
tadır. Diğerleri sinyal verenin ihtiyaçlarını göstermektedir; örneğin
yavru kuşların açlıklarını bildirmek için attıkları çığlıklar. Sinyaller ara­
sında en sık rastlanılanı, yırtıcı hayvanları onları kovalamaktan veya
rakiplerini onlarla dalaşmaktan alıkoymak ya da çiftleşme arayı şında
olan cinsel eşleri cezbetmek için sinyal verenin sağlamlığını -sağlığını,
enerji düzeyini, iyi beynini, iyi genlerini- gösteren sinyallerdir. Kuşla­
rın şakımalanndan, balinaların şarkılarına, meyve sineğinin dans ın­
dan e le k trik bal ığı n ı n voltaj dalgalarına kadar birçok hayvan sinyali,
şundan daha fazla bir şey söylemez: "Buradayım, erkeğim, sağlıklı­
yım, benimle çiftleş." S i nyali n formu karmaşık olabilir; fakat mesajı
basittir. Bazı sosyal böcekler, ö rneği n arılar, kardeşlerini yiyecek kay­
nakları hakkında b i lg il e ndirir bazı memeliler akrabalarını yınıcı hay­
,

vanlar hakkında uyarır. Fakat bu yiyecek veya yırtıcı hayvanlar hakkın­


da k i sinyaller bile , .basit, basmakalıp ve tembeldir -kan ak raba la rı n ı n
hayata kalmasına ya rd ı m etmekle minimum gerekliliğe hitap ederler.
1 08
Aksi takdirde, birçok hayvan dünya hakkında bildiklerini, hayli bencil
bir şekilde kendine saklar.
Bu, insan dilini Darwinci bakış açısından bir muamma haline geti­
riyor. Bize yakın akraba olmayan herhangi birine ilginç, doğru veya
ilişkili bir şey söyleme 7.ahmetine neden giriyoruz? Bu soruyu cevap­
landınrken, oyunu evrim kurallarına göre oynamalıyız. Dilin grubun
veya türün iyiliğine olduğunu söylemekle yetinemeyiz. Bugüne kadar
herhangi başka bir türde, gruptan olmayan bir üyenin yararına olan
herhangi bir özelliğe rastlanmamıştır. Aynca dilin büyük bir mutas­
yonla ortaya çıkıverdiğini söyleyemeyiz. Eğer konuşma özgeci bir
davranışsa, o zaman konuşmayı yaratan mutasyon, seçilim aracılığıy­
la hemen elenmiş olurdu.
Psikoloji, dilbilim ve genbilimin kanıtlan gösteriyor ki insan dili
karmaşık bir biyolojik adaptasyondur ve adaptasyonlar ancak binler­
ce yıllık kuşaklar içinde yavaş yavaş evrimleşebilir. Evrim geçirirler,
çünkü evrimsel faydalan sürekli olarak bedellerine ağır basar. Dilin
evrimsel bedeli, akraba olmayanlara faydalı şeyler anlatmaktır, bu on­
ların kendi genlerini bizim genlerimiz pahasına geliştirmelerini müm­
kün kılar. Peki konuşmanın hayatta kalmaya veya soyun üretimine
katkılan nelerdir?
Dil hakkındaki birçok popüler kitap, özgecilik sorununu ihmal
eder ve konuşmanın özel evrimsel faydalarını belinmez. Bu, Steven
Pinker'in "Dil İçgüdüsü", Jean Aitchison'un "Konuşmanın Tohumu",
Derek Bickenon'un "Dil ve İnsan Davranışı" ile Terence Deacon'un
"Sembolik Türler" kitaplarının zayıf tarafıdır. Bu aynca, "maymun-dili
araştırmaları" denilen şeylerin zayıflığıdır. Şempanzeler ancak, Sue
Savage-Rumbaugh gibi insan deneyciler, onlara yiyecek rüşveti verir­
se öğrenmektedir. Afrika savanlannda 200,000 ,000 yıl önce bizim ata­

larımıza, konuşması için kim rüşvet verdi?


İ ngiliz evrimci psikolog Robin Dunbar, özgecilik sorunun çözen
çok az teoriden birini geliştirmiştir. Dunbar, "Dedikodu ve Dilin Evri-
1 09
mi" adlı çalışmasında dilin primatların çiftleşme davranışlarından biri
olarak evrimleştiğini söyler. Sosyal primatlar diğer grup üyeleri ile
ilişkilerini günün epey uzun bir kısmında kur yaparak sürdürürler.
Dunbar, grubun büyüklüğü insan evrimi süresince antıkça, kur yap·
ma zamanının sürdürülemeyecek düzeylere yükseldiğini işaret eder.
Belki de dil, özellikle sosyal dedikodu, ilişkilerimize daha etkili bir
hizmet etme yolu olarak evrimleşmiştir. Tıpkı iyi ilişkilerde olduğu gi·
bi, primat sosyal gruplarda, sosyal faydalar, hem hayata kalma hem de
soyun devamıyla ödüllendirilmiş olabilir.
Sorun şu ki Dunbar'ın teorisi dilin neden bir içeriğe sahip olduğu­
nu açıklamada başarısız kalmaktadır. Neden yunuslardaki "imza ıslık­
lan" veya prirnatlardaki "temas çağrılan" gibi anlamsız şarkı tonlarıy­
la ilişkilerimize hizmet edemeyelim ki? Dunbar bu teorinin dedikodu­
nun büyük bir kısmının -Hava da çok güzelmiş", "Geri'nin kaç kilo
verdiğini gördün mü?"· neden beyhude olduğunu açıkladığı esprisini
yapıyor. Fakat bize klişe gelen, başka bir türe inanılQlaz derecede an­
lam bakımından zengin gelebilir. Eğer dil sadece sözsel kursa, neden
her şeyi içeriyor?
Özgecilik sorunun çözmek ve dilin neden bir içeriğe sahip oldu­
ğunu açıklamak için, sanırım antropolog Robbins Burling tarafından
1986 yılında teklif edilen bir teoriyi güncellememiz gerekiyor. Bur­
ling, bütün toplumlarda hitabet yeteneğine sahip olan erkeklerin
toplumsal statüler edindiklerini ve toplumsal statülerin çekici kadın­
larla üreme anlamına geldiğini kaydetmektedir. Yani dil belki de, tıp·
kı dişilerin en iyi şarkı söyleyeni seçtiği kuşlarda olduğu gibi, cinsel
seçilim yoluyla evrimleşmiştir. Clinton iyi bir konuşmacı, Monica ona
bu yüzden aşık oluyor. Clinton, tarih öncesi bir dönemde olsaydı,
nesline fazladan birkaç döl eklerdi, Monica'da zehir gibi bir dile sahip
bebekler üretmek için kendi genlerini onunkiyle birleştirme fırsatına
sahip olurdu. Böylece cinsel seçilim erkeklerin dil becerileri için, ka­
dınları n da dili an lama ve yargılama kapasiteleri için bir çıkış yolu
1 10
oluşturmaktadır.
Burling teorisinin sorunu, neden kadınların da konuştuğunu açık­
lamada başarısız olmasıdır. Birçok türde cinsel sinyal sadece erkekler­
de ortaya çıkmaktadır, bütün kuru erkek yapar, kadın seçer. Dişi kuş­
lar ve balinalar şakımazlar; eğer dil cinsel seçilim yoluyla evrim geçir­
diyse, kadınlar neden konuşuyor?
Birçok primatlardan farklı olarak insanlar uzun süreli ilişkiler ku­
rup genellikle ilişki içinde bebek yapıyor (her ne kadar aldatma epey
yaygın olsa da) . Erkek insanlar ilişkilerine ve çocuklarına diğer primat­
lardan daha fazla yatının yaptığı için, uzun süreli cinsel eş seçimlerin­
de daha seçici olma güdüleri vardır. Eğer atalarımız, akıcı konuşan ka­
dınları,·tconuşamayan veya sıkıcı kadınlara tercih ettiyse, o zaman cin­
sel seçilim kadın dil becerisini en az erkek dil becerisini geliştirdiği ka­
dar geliştirmiştir. İnsan eş seçiminin karşılıklılığı, yetişkin dil becerile­
rimizde cinsel bir eşitlik vermede hayati bir öneme sahipti.
Burling'in teorisi dil içeriğini açıklamada en az Dunbar'ın teorisi
kadar zayıf kalmaktadır. Sanırım bu sorun, büyük beyinli türlerin cin­
sel kur sırasında nelerin reklamını yapmak isteyecekleri üzerine dü­
şünülerek çözülebilir. Eğer zeki hayatta kalma ve sosyal yaşam için
önemli bir özellikse, cinsel eşleri, onların zekilan için seçmek iyi bir
fikir olabilir. Dil özellikle zengin içeriğinden dolayı, iyi bir zeki işare·
tidir. Düşüncelerimizi ve duygularımızı kelimelere dökeriz, böylece
potansiyel bir eşle konuştuğumuzda, o bizim düşüncelerimizi ve duy­
gularımızı değerlendirebilir. Dil aracılığıyla birbirimizi zihnini okuya­
biliriz, böylece eşlerimizi yalnızca bedenleri veya şarkıları için değil,
zihinleri için seçebiliriz. Başka hiçbir tür bunu yapamaz.
Dil, atalarımız bildiklerini, hatırladıklarını ve hayal ettiklerini daha
iyi sunabilenleri cinsel eş olarak seçtiği için evrimleşmiştir. Tarih ön­
cesi nin Cyra no l arı veya Şehrazatlan tarih öncesinin Simpson'ların­
'

dan daha başarı l ı üremişlerd ir. Her zaman dünya hakkındaki gerçek­
lerden b:ıhsetmeseler de, dil yetenekleri hep onlar hakkındaki ger-
111
çekleri, çocuk yetiştirirken ve ilişkiyi sürdüri,irken daha önemli olan
ki ş i li k le r
ile zihinsel niteliklerini gösteriyordu Dil yalnızca sözel kur
.

için kullanılmadı. Yine de dilin kökeninin atalarımızın işık alma bi­


çimlerinde yattığından kuşkulanıyorum.
Bizi Biçimleyen Doğa mı,

Yetişme mi
1 İnsan genomunun sıraya sokulması, genler ve çevrenin karşı­
lıklı etkileşimine dair yeni ilgileri uyandırmış olabilir; fakat do­
ğa mı yetiştirme mi tartışması, yüzyıllardır sürmektedir. 1700'­
lerde Voltaire "Doğa her zaman eğitimden daha fazla güce sahip ol­
muştur," diyerek nerede durduğunu sergiler. Oysa çağdaşı Jean-Jac­
ques Rousseau, insanın iyi doğduğuna, fakat içinde yaşadığı toplum
tarafından yozlaştınldığına inanmaktadır. Daha önce, Rene Descartes
bilinçli sebepleri olan iç itkilerden bahsetmiştir. Oysa on yedinci yüz­
yıl İngiliz fılozofu john Locke ve on dokuzuncu yüzyıl düşünürü
John Stuart Mili, davranışın bazı doğuştan itkilerden değil, gözlemle­
nen dış dünyadan geldiğini düşünüyordu.
Ancak son 150 yıldır bu soruyla bilimsel bir tavırla ilgilenilmeye
başlanmıştır. Kalıtım araştırmasının temellerini atan Gregor Mende!
ile en işe yarar kalıtsal özelliklere sahip organizmaların bu özellikleri
gelecek kuşaklara aktarma şansına daha fazla sahip olduğunu açıkla­
yan doğal seçim mekanizması tanımlayan, Charles Darwin'dir.
Sıradan bir keşişken Viyana'da bilim okuyan ve Brunn'daki manas­
tıra başkeşiş olarak dönen Mendel'in bilimsel ilgisi, 1'itki eşleştirme­
siydi. Birbirinden belirgin bir biçimde ayn özelliklere sahip bitkilerin
melezleri üzerine inceleme yapıyordu. Klasik deneyi, bezelye tanele­
rinin rengi ve biçimiyle ilgiliydi; bu taneler ya yuvarlak, ya kınşık, ya
yeşil ya da san oluyordu. Mende! bunların kalıtımlannın yasalarını or­
taya çıkardı ve bazı özelliklerin baskın, diğerlerinin çekinik olduğunu
ve bu özelliklerin ortaya çıkmasının aritmetik oranlarını gösterdi.

Kalıtımın bir kuşaktan ötekine gizli birtakım varlıkların, malumat


paketlerinin geçmesiyle ilgili olduğu açıktı. Mende! bu paketlerin ve­
ya bugünkü deyişimizle genlerin doğasını anlamıştı. Mendel'in çalış­
malarından haberdar olmayan Darwin'de bilmiyordu bunu. Fakat
hangi özelliklerin kuşaktan kuşağa geçtiğini bilmemek, Darwin'i do­
ğal seçilim teorisini oluşturmaktan alıkoymadı.
Fikirleıi bir dizi gözlem ve varsayı mdan alınmıştır. Yeni kuşaklar
1 14
ebeveynlerine benzemektedir -fakat tam olarak değil. Bütün organiz­
maların sonunda hayacca kalanlardan daha çok yavruladıklarını düşü­
nürsek, diye akıl yürütmüştü, bu çeşidemelerin en başarılısı, hayaua
kalıp üreme şansına en fazla sahip olandır. Bu, işe yarar özelliklerin
gelecek kuşaklara geçmesini garantiye alır. Zaman içinde, bu özellik­
ler nüfus içinde daha yaygın olacak ve böylece bir organizmanın ken­
di şanlarına uyumunu arttıracaktır.
Bu sürecin, canlılar dünyasında şaşınıcı çeşitlilikteki biçim ve işle­
ve yol açan evrimsel değişmeleri açıkladığı artık bütün biyologlar ta­
rafından kabul edilmektedir. Aynı şey birçok hayvan davranışı için de
geçerlidir. Fakat asıl sorun, insan davranışıdır. Duyu organlarımızı,
kaslarımızı ve beynimizi kalıtım yoluyla alıyoruz; peki bunları bir bil­
gisayar yapmada kullanmak için gerekli zekayı, onu çalıştırmak için
gerekli azmi veya başka birine hediye vermek için gereken cömenli­
ği de kalıtım yoluyla mı aldık?
Bu tür sorularla karşı karşıya kalan Avrupalılar ile Amerikalılar ce­
vaplarında farklı yerlere vurgu yapmıştır. Avrupa'da, on dokuzuncu
yüzyıl İngiliz felsefecisi olan Herbert Spencer, Oaıwin'in "Türlerin
Kökeni" çalışmasını, devlet müdahalesinin olmadığı denetimsiz bir
kapitalizmin bütün özelliklerini meşrulaştırmak için bir tür sosyal
Darwinizm yaratmak için kullanmıştır. Ve yirminci yüzyılın ilk yarısı
_J:>oyunca egemen etki, yetişmeden ziyade doğa olarak kalmıştır. Dar-
win'in öncü taraftarlarından biri de kuzeni Francis Galton'dur. İnsan
soyunu geliştirecek olan seçmeli çiftleştirme programına kendini
adamış acemi bir ögenik* hareketi başlatan kişi olmuştur Galton. Ge­
orge Bemard Shaw, Sidney ve Beatrice Webb gibi köktenci entelek­
tüeller, bu görüşlere yandaş olmuş, fakat kısa bir süre sonra Hitler ile
Üçüncü Reich'ın ögeniğe olan desteği, bu düşünceleri kabul edilmez
hale getirmiştir.

(*) ögenik. ing, eugenic. insan ırkının SO)'lçekim yoluıia zihnin \'e bedenen gelişıirilmesine
dair: gelecek nesillerin ıslahına aiı: kalııınıla geçen i)i hasfaılara sahip. Rcdhouse ıç.ıı . ) .

115
Sigmund Freud da bazı geniş kapsamlı doğuştan itkilerin mevcu­
diyetini kabul etmişti; fakat o, hayatın ilk dönemlerindeki olayların
onları etkileme ve biçimleme yollarının önemine vurgu yapmıştır.
Psikoanalitk d üşünce biçimi, içerikleriyle birlikte, Amerika'da, Avru­
pa'ya göre dah a çok kabul görmüştür.
Amerika'da psikoloji, yirminci yüzyılın ilk yarısının büyük bir kıs­
mında cidd i bir biçimde, yeni doğmuş bir beyinde çok az doğuştan
programlama olduğuna, belirİ i uyaranlara yanıt olarak tepki verdiği­
mize ve davranışlarımızın şartlanmamızın bir ürünü olduğuna inanan
davranışçılığın (egemenliği değilse bile) etkisi altındaydı. Psikolog
J.B. Watson ile, ardından B.F. Skinner, bu görüşün öncü taraftarlarıy­
dı. İ nsan zihnini bir tabula rasa [boş levh a] ve dolayısıyla insan toplu­
munu büyük ölçüde biçim verilebilir bir şey olarak gören Margaret
Mead ve d iğerleri gibi kültürel antropologlarla birlikte, toplum bilim­
lerinde paralel gelişmeler yaşand ı. Gerileyen biyoloji değil, kültürdü.
İsyan kaçınılmazdı. Tartışmanın en fazla saldırılan alanlanndan bi­
risi de, bil h assa ırkla ilişkili olarak, IQ'nun kalıtımsallığıydı. Amerika'­
da Arthu r }ensen ile Britanya'da Hans Eysenc gibi akademisyenler,
davranışlarımızın ve karakterlerimizin büyük bir kısmının kalıtımsal
old uğuna dair hayli reklamını yaptıkları d üşünceleri nedeniyle nefret
kaynakları olmuşlardır. Örneğin Eysenck, IQ'nun 1/4 oranında yetiş­
me ve doğa tarafından biçimlendirild iğini ileri sürmeyi severdi .
Doğa mı ye � işme mi tartışmasına dair daha tutarlı ve daha sağlam
Darwinci bir görüş, kısmen Konrad Lorenz, Niko Tinbergen ve en
önemlisi E.O. Wilson gibi bilim adamlarını yaptığı zahmetli hayvan
davranışları araştırmalarının kabul ed ilmesi dolayısıyla, yüzyılın son
üç on yılında yeniden ortaya çıkmaya başladı. Wilson, tarihsel bir öne­
me sahip 1975 yılın da yayınlanan "Sosyobiyoloji : Yeni Sentez" adlı ki­
tabında, insan davranışlarının kökenlerinin genetik olarak belirlen­
miş olma ve insan ile hayvan arasındaki bu açıdan yapılan ay rı m ın
yanl ı ş yönlendirilmiş hir ayrım olma ihtimalini açık bir biçimde yeni-
1 16
den dirilten kişi oldu.
Wilson hem entelektüel, hem de siyasi olarak bir fırtına yarattı.
ırkçılık ve cinsiyetçilikle suçlandı. Genlerin kader olduğuna inanan
biyolojik belirlenimci olarak bir kenara atıldı. Sosyobiyoloji kelimesi
öyle gözden düştü ki, Wilson'un düşüncesine yakınlık besleyenler bi­
le onu kullanmaya çekindi.
Bu esnada sadece biyologları değil, aynı :zamanda felsefecileri ve
sosyal bilimcileri barındıran bir grup Daıwin'e geri döndü ve evrimci
araştırmalarda yeni bir okulun temelini attı. Bu okulun görüşü, kaba­
ca bizim türümüz doğal seçilim yoluyla, uzun dönemli bir avcılık-top­
layıcılık varoluşuna uyum sağlamıştır, der. O zamanlar hüküm süren
çevresel ve sosyal örgütlenme bugünü nkinden dikkate değer biçim­
de farklıdır. Fakat biyolojik açıdan, o zaman ne isek şimdi de oyuz;
çünkü insanları değiştiren bir güç olarak biyolojik evrim büyük ölçü­
de yerini kültürel evrime bırakmıştır. Böylece öğrenilmiş insan davra­
nışının yeni programlan eski kalıtsal özelliklere eklenmiştir. Bizim tü­
rümüze neyin 'doğal' geldiğini öğrenmek istiyorsanız, on bin yıl önce
nasıl yaşadığımızı araştırın.
Psikolojiye uygulandığında bu , canlı tartışmalar yaratmış ve obez­
liğin baskınlığı, kalp hastalığının artışı gibi meselelerde nüfuz edici
kavrayışlara yol açmıştır. Fakat meseleler büyük ölçüde gelenek kar-
-� şıtı kalmıştır. İnsan davranışına aynı ilkeyi uygulama -bilinen ismiyle
evrimci psikoloji-, bu anlayışın açık bir biçimde atası olan sosyobiyo­
loji disiplinine dair eski tartışmaları yeniden canlandırmıştır. Evrimci
psikoloji karşısındaki savlar, daha az şiddetli ve daha sakindir.
Evrimci psikolojinin acımasız bir eleştirmeni olan biyolog Steven
Rose, beyin bilimi ile genetik bilimin ortaya çıkan sentezini nöroge­
netik diye adlandırmakta ve onun insan davranışı üzerindeki ileri sü­
rülen etkisini "nörogenetik belirlenimcilik" olarak betimlemektedir.
Rose "Ömür çizgileri" adlı kitabında şunları yazmaktadır: "Ancak en
aşırı indirgcrneciler Bosna savaşının kökenleri için Dr. Radovan Ka-
117
raclzic'in beynindeki sinir ileticilerinin mekanizmasındaki kusurlara
bakacak ve tedavisi için kitlelere Proı.ac önerecektir; nörogenetik be­
lirlenimcilik tarafından ortaya atılan savların büyük bir kısmı bu aşırı­
lıklardan pek uı.ak değildir."
Tartışmanın öte yanında Wilson, genlerin kader olduğunu söyle­
diğini bizı.at inkar etmekte ve sosyobiyolojinin yaratacağı kızgınlığı
tahmin etmekteki başarısızlığının, toyluktan kaynaklandığını kabul­
lenmektedir. Bununla birlikte, insanların davranış belirlemede atala­
rının etkisini kabul etmekteki mevcut isteksizliğini anladığını söylü­
yor: "Bütün zihinlerin aynı şekilde başladığını, bütün potansiyellerin
aynı olduğunu ve insanın davranışını herhangi bir yönde değiştirmek
için tek yapılması gerekenin çevreyi değiştirmek olduğunu söylemek,
daha rahat ve aynı ı.amanda daha kolay anlaşılacak bir duruştur."
İnsan Genomu Projesinin bulguları tanışmayı hangi yönde ve ne
kadar savuracağını baştan s söylemek zor. Genlerin büyük bir kısmı­
nın belirlenmesi kendi başına hiçbir şeyi değiştirmez. Fakat araştır­
macılar genler üzerinde çalıştıkça, onların çeşitli işlevlerini belirledik­
çe resim değişebilir. Gerçekten de doğa tarafında olan birçok kişi, ar­
tık rüzgarın kendilerinden yana estiğine inanmaktadır. tkiz araştırma­
larının sonuçlarının başlattığı şeyin, molekül biyolojisinde doğrulana­
cağına inanmaktalar.
Bununla birlikte birçoğu hiçbir etki altında olmayan genetik belir­
lenimciliğe karşı hiçbir etki altında olmayan çevresel belirlenimcilik
ürünsüz kutuplaşmasından kaçınmak içi elinden geleni yapmaktadır.
Birçok bilimci artık hem çevrenin hem de kültürün bir rol oynadığı­
na inanmaktadır. Tanışmanın odağı, onların mutlak etkilerinden ziya­
de görece etkilerine kaymıştır.

Geoff' Watts
Bilim ve Tıp yazan ve televizyon yayması

1 18
Bizi Biçimleyen
Doğa mı Yetişme mi?
Micbael Rutter
Londra, Iüng's Kolej, Psikiyatri Enstitüsü

1
gelişimsel psikopatoloji profesörü

Davranış gen bilimi, son 7.aman lara kadar ağırlıklı olarak doğa

ve yetişmenin psikolojik gelişme ve zihinsel ra tsızlıklar üze­
rindeki görece etkilerini incelemekle ilgiliydi. ikizler ve evlat­
lıklar üzerine yapılan araştırmalar öncelikle genetik ve çevresel etki­
leri birbirinden ayırmak için kullanıldı. Bulgular hem doğa hem yetiş­
menin gücünü göstermede tutarlı ve önemliydi. Her ne kadar gene­
tik faktörler bazı rahatsızlıklarda (örneğin şizofreni ve otizmde) açık
bir biçimde baskın, çevresel faktörler de (suç gibi) diğer şeyler için
aynı etkiye sahipse de, ikisinin etkileri toplamda yaklaşık olarak denk
görünüyordu.
Doğa ve yetişmeyi, ayn ve bağımsız saymanın yanlış yönlendirici
bir aşın basitleştirme olduğu, artık açıkça anlaşılmıştır. Etkiler, hem
korelasyonlar hem etkileşimler açısından, ikisinin karşılıklı oyununa
bağlıdır.
Onaya korelasyonların çıkmasının sebebi genlerin, çevresel risk­
lere maruz kalmadaki bireysel farklılıktan üç farklı mekanizmayla et­
kilemesidir. Birincisi ebeveynler, hem genlerini çocuklarına geçir­
mekte, hem de onların yetişme çevrelerini tedarik etmektedir. Gene­
tik ve çevresel etkiler arasındaki korelasyon, bir bütün olarak b�ıldı­
ğında, zihinsel rahatsızlıklar için yüksek bir riski içeren genlerini ak­
taran ebeveynlerin, aynı zamanda daha az optimal yetişme çevres i
sunmaya eğilimli olduğu gerçeğini yansıtır. Örneğin, kendi mükerre r

119
depresyonlarından veya sürekli uyuşturucu ve alkol sorunlarından
ciddi bir biçimde mustarip ebeveynlere, çocuk yetiştirme daha zor
gelebilir. Çocuklar için riskler, bu yüzden genetik ve çevresel olanın
bir bileşimidir. Geleneksel analizlerde, birleşik etki tümüyle genlere
atfedilmiştir, oysa gerçekte bu, doğa ve yetişmenin müşterek eylemi­
ni kapsar.
İkincisi, insanlar, kendi çevrelerini kendi davranışları vasıtasıyla
seçerler. Böylece, örneğin genetik etki altında müzikle ilgili, sponif
ve matematiksel yeteneklere sahip bir çocuk,. bu uğraşlara, diğer ço­
cuklara göre daha fazla (ve muhtemelen daha kaliteli) zaman ayıra­
caktır. Bu tür yeteneklerin daha ileri düzeyde gelişmesi, demek ki,
çocuğun genetik arkaplanı kadar bu çevresel avantajların etkisinde
olacaktır. Genler çevrenin biçimlenmesinde ve seçilmesinde hali ha­
zırda anahtar bir rol oynamışlardır; fakat etki, doğa ve yetişmenin bir
araya gelişini yansıtacaktır. Yine geleneksel analizler, etkileri , çevre­
nin ortam oluşturucu rolüne rağmen, genlere atfeder.
Üçüncüsü, insanların, genlerce etkilenmiş davranışları onların
başkalarıyla etkileşimine etki etmesidir. Örneğin anti-sosyal bireyler,
bir sosyal destek eksikliğine yol açan, ilişkileri sona bitmeye meyilli
hale getiren ve işlerini tehlikeye atacak düşmanlığı ve istenmemeyi
kışkınan biçimlerde davranmaya diğer insanlara göre daha eğilimli­
dir. Bütün bu etkiler, hayli önemli miktarda çevresel riskleri kapsar.
Burada da genler, bireylerin riskli çevreleri tecrübe etmeye az ya da
çok eğilimli hale gelmesinde önemlidir; risk, her ne kadar normalde
genetik etkilerin tahminine dahil edilse de, gerçekte hem genetiktir
hem de çevresel ortamdan gelmektedir.
Bu bu lgular, hem genetik hem psikososyal araştırma için can alıcı
öneme sahip içerimler taşımaktır. Genbilime yönelik mesaj , genetik
etkinin bir kısmının onun çevresel etkilere maruz kalma üzerindeki
doğrudan olmayan etkisinin varyasyonlarında yattığıdır. Demek ki
hem doğayı hem yetişmeyi kapsar ve onu sadece genetik olarak ad-
1 20
!andırmak yanlış yönlendiricidir. Psikososyal araştırma için mesaj ise
,paralel bir mesajdır: tümüyle çevresel görünen etkilerden bazıları,
gerçekte, kısmen genetik ortamdan geçmiştir.
Genetik etkinin yılmaz savunucuları, psikososyal araştırmadan,
bu zemihden hareketle kunulmak istedi. Fakat eleştirileri mesnetsiz­
dir; birincisi genetik bulgular, genellikle, varsayılan çevresel etkilerin
ancak bir azınlığının genetik onama maruz kalmış olduğunu göster­
diği için, ikinci olarak da genetik analiıler, çevresel risklere ortam
oluşturmanın m�vcudiyetini doğruladığı için. Örneğin, çevresel fak­
törlerin bütün genleri ortak olan tek yumurta ikizlerindeki sonuçla­
nn farklılığını açıklayabildiği kanıtlanmıştır.
Genler ve çevre arasındaki korelasyon için bu kadar yeter.
Gen/çevre etkileşimi biraz daha farklı bir mekanizmayı yansıtır. Çev­
resel risk araştırmasında çocukların (ve yetişkinlerin) tepkilerinde
devasa farkılıklar olduğu bulgusu evrenseldir. Çünkü herhangi bir ve­
rili çevresel tehlike için, bu tehlike ne kadar şiddetli olursa olsun, ba­
zı bireyler büyük ölçüde mustarip olurken, diğerleri ana aleyhte etki­
lerden kaçar görünmektedir. Genetik faktörler yatkınlık ve zayıflıkta­
ki bireysel değişmelerde can alıcı bir rol oynamaktadır. Bu tür etkiler
biyoloji ve tıpta da söz konusudur. Böylece, baharda çiçek tozlarına
maruz kalma, bazı bireylerde şiddetli saman nezlesine şebep olurken,
diğerleri hiçbir şekilde etkilenmemektedir. Bu bireysel farklılıklar ge­
netik etkilerle ilgilidir. Dahası bireysel yatkınlık genlerini inceleyen
moleküler genetik araştırma, genlerin ve çevrenin sigara içmeden,
baş dönmeleri ve enfeksiyonlara kadar çeşitli risk faktörleriyle ilgili
olarak, birlikte etkide bulunduğunu teyit etmiştir. Yatkınlık genleri­
nin yokluğunda bu tür bozuklukların vuku bulma ihtimali çok azdır,
üstelik ihtimal çevresel risk faktörlerinin yokluğunda da azdır. Bura­
da da eski tarz niceliksel genetik analiz, bu etkinin tümünü genlere
atfederdi , oysa fiilen o, doğa ve yetişmenin bileşiminden çıkıyor.
Gen/çevre korelasyonunun ve etkileşiminin varlığı ve yaygınlığı,
1 21
etkilerin herhangi bir değerlendirmesinin, asgari düzeyde, doğayı,
yetişmeyi ve bu ikisinin bileşik etkisini ele alması gerektiği anlam ına
gelir. Veriler bu bileşik etkinin görece boyutu hakkında herhangi bir
genel sonuç çıkarmaya yetmeyecek kadar azdır ve büyük ihtimalle
bu, farklı kişilik özellikleri ile düzensizliklere göre değişmektedi r.
Açık ki, bu önemsiz deği ldir, fakat önemini aşın vurgulamadan kaçın­
mak da, bir o kadar gere klid ir. ınıa, çevresel zıt etkilerden bağımsız
temel genetik etkilerin veya genetik olarak yatkın olmayan bireyler
üzerinde çevresel etkilerin var olup olmadığını sormamız gerekiyor.
Genetik etkilerin bağımsız önemi güçlü bir olgu temeline sahip­
tir. Örneğin hem şizofreni hem de otizmle ilgili kanıtlar, bu bozu k luk­
lar için genetik risklerin, çocukların herhangi bir çe!resel teh li keyle
karşılaşmalarına bağlı o lmadığını işaret etmektedir. Muhtemelen aynı
şey, belirli bir dereceye kadar, diğer fiziksel özellikler için de söz ko­
nusudur. Büyük ihtimalle genetik yatkınlık gerektirmeyen bazı çevre­
sel.etkiler mevcuttur; fakat bunlar açı k bfr şekilde gösterilememişti r.
"Doğa mı yetişme mi? sorusuna iki uyan eklenmelidir. İlk olarak,
genet ik olmayan etkiler, illa da özel çevresel etkileri kapsamaz. Bu­
nun sebebi biyoloj i k gelişmenin, belirlenimci olmaktan ziyade tesa­
düfü olmasıdır. Başka bi r deyişle evrimsel kökenli genetik program,
genel bir kuralı veya planı belilerken, her bireysel sinir hücresinin
(veya h erhangi bir h ücreni n) ne yaptığını belirlemez. Tesadüf ve ge­
nel düzensi zli k hafife alınmaz bir rol oynar. Böylece, her dişi iki X
kromozom u na sahipken, bunlardan yalnızca biri etkindir ve hangisi­
nin etkin olduğu büyük ölçüde tesadüf tarafından belirleni �örünü­
yor. Hangisinin etkin o ld uğu , bazı şanlarda önemlidir, çünkü bir X
babadan ve biri de anneden kalıt alınır. Genel düzensizlik biyolojik
genişlemede çok yaygındır. Böylece, çoğumuzun şu ya da bu türden
küçük anomalileri vardır (Örneğin fazladan bir meme ucu , fazladan
bir diş, eksik bir kas, göz kapağının t uhaf bir biç i mde katlanması, asi­
metrik ten oluşumları veya tuhaf bir biçimde duran kulaklar) . Bu tür
1 22
anomaliler grup düzeyinde daha anlamlıdır. Tek çocuklara göre ikiz­
lerde veya yaşlı annelerden doğan çocuklarda bu durum, daha fazla­
dır; fakat hiçbir belirgin çevrese l faktör, bireysel bir düzeyde vuku
bulmalanndan sorumlu görünmemektedir. Dahası birçok anomalinin
işlevsel bir sonucu yoktur. Bununla birlikte yine de önemli olabilirler,
çünkü gelişmenin hafif bir biçimde bozulduğunu göstermektedirler.
Düzensizlikler, herhangi bir çevresel risk tecrübesinin sonucu olmak­
tan ziyade, gelişimsel kusurlar ile genetik risklerin bir bileşiminin so­
nucu olabilir.
İkinci uyan şu ki, her ne kadar genetik ve çevresel etkileri nicele­
mek için bireysel farklılıklara bakmak gerekiyorsa da, bunların aynı
zamanda belirli bir özelliğin ortaya çıkma sıklığı üzerindeki etkisine
de bakmamız gerektiğidir. Son yanın yüzyıldır gençler arasında mad­
de kullanımı ile suçta, genç erkeklerde de intihar oranlannda devasa
bir artış görülmü ştü r. Bu atışların hızı, açık bir şekilde bir tür çevre­
sel etkiyi işaret etmektedir. Yirminci yüzyıl içinde ayrıca boyda ile IQ'­
da bir artış olmuş ve adet görme yaşı düşmüştür. Bundan da yine çev­
resel etkiler sorumludur. Araştırma bulgularının düzeni , belirli özel li­
ğin sorumlusu olan faktörlerin, bu özelliğin bütün nüfusta ortaya çı­
kış düzeyi veya sıklığından sorumlu faktörlerle illa de eş anlamlı ol­
madığını göstermektedir. Bu genetik faktörler, bireysel boy farkları
için büyük ölçüde sorumluyken, son yüzyıldaki ortalama boydaki de­
vasa artıştan (yirmi santimetre veya fazlası) sorumlu değildir, bu ne­
redeyse kesin bir şekilde beslenmeyle i lgili bir şeydir. Yüksek, hatta
çok yüksek bir kalıtımsallık çevresel şartlarda esaslı bir değişmenin
büyük bir fark yaratmayacağı anlamına gelmez.
Bu doğaca mı yoksa çevrece mi biçimlendirildiğimiz sorusu açısın­
dan ne demektir? Cevap her ikisi de olmak zorunda. Bununla birlikte
araştırma bulguları bu ikisi arasındaki karşılıklı oyundan daha fazlasını
işaret etmektedir. İnsanlar arasındaki farklılıkların büyük bir kısmı, do­
ğa ve yetişmenin birbirini beslediği bileşiminden gelmektedir.
1 23
Soru , bir anlamda yanlış bir sorudur. Kalıtımsallığın yü ksek veya
düşük olmasının yarattığı büyük farklar yoktur (tabii bu oran, yüzde
sıfır veya yüzde yüz değilse) . Asıl mesele, genetik ve çevresel etkile­
rin görece kuwetleri değil (çü nkü bu her durumda şartlara göre de­
ğişiklik gösterecektir) , bunların etkilerini uyguladıkları mekanizma­
lardır. Gelecek buradadır. Anti-sosyal davranış üzerindeki genetik et­
kiler, heyecan arayışı veya düşüncesiz hareketle ilişkili dolaylı riskler­
le mi , yoksa saldırganlıkla ilgili daha doğrudan risklerle mi, yoksa
yüksek kaygıyla ilişkili koruyucu etkiler aracılığıyla mı işliyor?
Moleküler biyoloji, rastlantısal süreçleri anlamada önemli bir rol
oynayacaktır. Bugüne kadar, zihinsel bozukluklar alanındaki birçok
araştırma, bir sonuç işaret etmemektedir; çünkü rastgele atış, ancak
bu kadar elde edebilirdi. Fakat moleküler biyoloji bir kez bir veya da­
ha fazla yakınlık geni belilerse ve işlevsel genom araştırması bu gen­
lerin proteinler ve protein ü rünlerin ortaya çıkardığı biyolojik süreç­
ler üzerindeki etkilerini gösterme noktasına varabilirse, altta yatan bi­
yolojik olarak tesadüfi mekanizmaların araştırmasını daraltmaya yar­
dım edecektir.
Ne var ki araştırma, ancak doğa ile yetişme arasındaki karşılıklı
oyunun soruşturmasını kapsıyorsa tam anlamıyla başarılı olabilir. Bu­
nun sebebi, sonuçlar üzerindeki hayati öneme sahip bazı genetik et­
kilerin özel çevresel risklere maruz kalmaları veya yatkın olmaları
üzerindeki etkisiyle ilgili olmasıdır. Yani araştırma hücre içinde işle­
yen süreçlerin ötesine, bireylerin kendi çevreleriyle nasıl etkileşime
girdiğini ve dolayısıyla genetik olarak etki altındaki yatkınlıkların be­
lirli davranışlara vasıta olan bireysel yollan kapsayan süreçlere doğru
genişlemelidir. Bu görev başarılabilir, fakat başarı kolay olmayacaktır
ve muhtemelen çok zaman alacaktır.

1 24
Kadın ve Erkek
Nasıl Farklıdır
l "Neden kadınlar bir erkek gibi olamıyor?" diye soruyor My Fa­
ir Lady adlı müzikalinde Henry Higgins, arkadaşlarının içgüdü­
sel sempatisini üstüne çekerek. Erkekler hayattaki önemli şey­
lerde çok daha iyidir. Susmanın erdemini bilirler. İhtişamla koşar, bir
topu şaşmadan hedefine fırlatabilir, bir aracı ilk denemede kusursuz
bir biçimde park edebilir. Ağlamaz veya ufak meselelerde alınganlık
göstermezler.
Son on yılda bilim adamları, erkeklerin yetenekler listesine yeni
maddeler eklerken, kadın başarılan ile ilgili aşılması zor bir indeks ha­
zırlamışlardır. Higgins'in himayesindeki Eliza Dolittle gibiler kadınla­
rın daha gelişmiş bir cinsiyet -dilde akıcı ve ifade gücü yüksek, oku­
mada üstün, gramerde usta- olduklarını fazlasıyla kanıtlamaktadırlar.
Kadınlar başkalarının niyetlerini ve ruh hallerini ustalıkla değerlendir­
me ve karmaşık bir sosyal ilişkiler ağını başarıyla yürütme kapasitele­
rine sahip, daha sakin yaratıklardır.
Mizahçılar ve felsefeciler asırlardır cinsiyet farkları üzerine yaz­
maktadır, birçoğu ortaya koy.duğu şeyin tartışmasız olduğuna inanı­
yordu. Ancak yirminci yüzyıla gelindikten sonradır ki toplumun ken­
di tiplerini oluşturduğu inancı güç kazanmıştır. Cinsiyetlere uygula­
nan fikir 1960'larda epey moda oldu ve sosyal bilimciler kadınların
davranışlarının ne dereceye kadar, özellikle rol modelleri ve medya
aracılığıyla, toplum tarafından dikte edildiğini ortaya çıkardı. Birçok
sosyal bilimci cinsiyet farklarının yaratılmasında (doğurganlık özelliği
hariç olmak üzere) hiçbir özelliğini biyolojik temelli olmadığına ina­
nıyordu. Bugün artık biyoloji temelli bir disiplin tarafından dogma­
tizmle suçlanmaktadırlar.
Yeni-Daıwinciler ihtiyatla hareket etmek zorundadır. Atalan -sos­
yal Darwinciler- Daıwin'nin doğal seçilim teorisini kölecilik, ırksal ay­
rımcılık ve işgalleri bilimsel görene bir temel sunmak için kullanmış­
tı. Bugün kendilerine evrimci psikologlar diyorlar ve cinsiye� ayrımla­
rı konusundaki duruşları şöyle: üreme için farklı stratejiler benimse-

1 26
miş olan farklı biyolojilerinin etkisindeki kadınlar ve erkekler, farklı
davranışlar, değerler ve dünyayı algılama biçimleri geliştirmiştir.
Bütün her şey, yolların aynlması, döllenmeden sadece on iki haf­
ta sonra, hormonlann büyük bir durulamadan geçmesiyle başlıyor.
Rahimde, küçük ceninin beyni bu ana kadar dişildir; bu andan sonra
eril ceninler androjenler olarak bilinen eril hormonlar salgılamaya
başlar. Bu hormonlar beyni yükseldiklerinde, bazı_ sinisel ağları güç­
lendirip, bazılarını güçsüzleştirerek, beyni biçimleyip yeniden örgüt­
lemektedir. Erkeklik başlamıştır.
Amniyosentez teknikleri bu sürece açılan bir penceredir. Rahim­
den küçük miktarda bir sıvı çekerek bilim adamları ceninin androjen
düzeyini ölçebilmektedir. Bundan sonra bunların bebeklik davranış­
larıyla daha önceki cenin çevresinin koşullarını korelasyona sokmaya
çalışırlar.
Cambridge'li bilimciler Svetlana Lutchmaya ve Simon BaronCo­
hen, böyle bir çalışmayı daha yakınlarda bitirmiştir. Konu olarak ken­
dilerine, normal sosyal gelişmede çok önemli bir yere sahip olduğu
düşünülen bir davranışı, diğer insanlarla göz temasını seçmişlerdir.
Evrimci teori, kız bebeklerinin daha büyük toplumsallaşma becerile­
rine giriş olarak duygulara ve yüzlere olan daha derin ilgilerinden do­
layı erkek bebeklere göre, daha fazla göz temasında bulunacağını ön­
görüyor.
Araştırmada, on iki aylık bebeklerde, ana rahminde en az androje­
ne tabi olanlann ebeveynleriyle en fazla göz teması kuranlar oldukları­
nı bulgulamışlardır. Bu usta iletişimciler, genellikle kızlardan oluşmak­
tadır, cinsiyetler arasında kesişmeler söz konusu olsa da bu kesişme,
rahimdeki androjen miktarlarındaki kesişmelerle aynı yöndedir.
Bu tür bulgular, kızların daha iyi sosy;ıl becerilerle doğmuş oldu­
ğuna doğrudan bir kanıt oluşturmayabilir. Aksine, erkek ve kız ço­
cuklannın cinse bağl ı ilgiler ve farklı tecrübeler arama güdüleriyle
doğmuş olma ihtimalini gösterir. Kızlar daha ilk gü nden itibaren yüz
1 27
ifadelerini, heyecanları 'gözlemlemeyle ilgilidir ve tedricen sosyal an­
lamda daha uyumlu hale gelmektedir. Bu , kalıcı beyin değişiklikleri­
ne yansıyor olabilir.
"Cinsiyet honnonlanna erken dönemde maruz kalma, beyin ör­
gütlenmesinde çok büyük olmayan farklılıklara yol açabilir, fakat bu
değişiklikler aynı 7.amanda oğlan ve kızlan bu ilk farkları yavaş yavaş
antıracak olan fualiyetlere yöneltir görünmektedir," diyor Male, Fe­
male, " İnsan Cinsiyet Farklannın Evrimi" adlı kitabın ya7.an, psikoloji
profesörü David Geary.
Üç yaşındaki çocuklar üzerine yapılan araştırmalar, başka farkları
da ortaya çıkarmıştır. Bazı çocuklarda rahimdeki hormon durulaması
ters gidiyor ve bunun bir sonucu olarak rahimse! adrenal aşın salgı­
laninası denilen bir durum oluşuyor, yani, yüksek androjen düzeyle­
rine maruz kalıyorlar. Londra City Üniversitesi'nden Melissa Hines'e
göre bu kızlar, böyle bir şeyden etkilenmeyen kızlara kıyasla atletik
anlamda daha rekabetçi oluyorlar. Oyuncak bebekler yerine mekanik
ve yapısal oyuncaj<lan, anne ve hemşire rolleri yerine, itiş kalkışı ter­
cih ediyorlar.
Sekiz ve on bir yaşlarında, yollann daha da aynldığına ve erkekler­
de u7.amsal becerilerin gelişmesine dair kanıtlar söz konusudur. Bu
yaştaki erkek çocuklan kızlara oranla daha fazla gezmektedir. Bu kıs­
men anne ve babalannca onlara daha fazla özgürlük tanınmasından
kaynaklanmaktadır; fakat araştırmalar, bu farklılığı hariç tutmaya ça­
lışmıştır. Kızlann büyük bir çoğunluğu nun keşif yapmaya daha az is­
tekli olmasına rağmen, gezmeye teşvik edildiklerinde yön bulma be­
cerilerini geliştirdiklerini bulgulamışlardır. Yine er�ek çocuklann iç­
güdüsel olarak aradıkları farklı çevresel tecrübeler, bazı beyin çevrim­
lerini etkin bir şekilde geliştirirken, diğerlerini yok ediyor olabilir.
Hormonlann etkisi yetişkinlikte de devam eder. Araştırmalar ka­
d ı nl a rı n dil yeteneklerinin ostrojen çevrimleriyle birlikte dalgaland ı­
ğını, cinsiyet değiş t i re n erkeklerin hormon tedavisinden sonra d il ye-
1 28
teneklerinde gelişme görüldüğünü göstermektedir.
Hormon düzeyleri ile davranış arasındaki bağlantı, beyin yapısı ile
davranış arasındaki bağlantıyı göstermekten daha kolay olmuştur. Ba­
zı bilim adamları kadın ve erkek beyinlerinde, yapısal farklılıklar. bul­
duğuna inanmaktadır. Örneğin Johns Hopkins Üniversitesi'nden
Godfrey Pearlson, manyetik titreşim imaj taraması aracılığıyla, beyin
kabuğunda iç-pariyetal lop denilen ve erkeklerde kadınlara göre
önemli ölçüde büyük olan bir beyin bölgesi bulduğuna inanmaktadır.
Fakat bu tür şeylerin çok azı doğrulanmıştır. Üstelik bugüne kadar bu
farkları davranışlarla korelasyona sokan davranışlar "hayli kabadır" di­
yor Kaliforniya Üniversitesi'nde bir beyin biyologu olan Roger Gors­
ki. "Bu zaten çok zor bir iştir; beyin, sayısız kontrol mekanizmasına
sahip."
Bilim adamları beyin faaliyetlerinde sürekli farklar bulgulamış gö­
rünüyor. En iyi bilinen örnek, belki de, dil konusunda görevli olan er­
keklerin ve kadınların beyin taramalarıdır. Birçok kadın hem sağ hem
sol beyin yanın kürelerini kullanırken, birçok erkek sadece bir tarafı
kullanmaktadır. Aynca iki yarım kürenin birden kullanılmasının, es­
nekliğe, akıcılığa ve bağlantıları daha kolay görme yeteneğini ortaya
çıkardığına inanılmaktadır.
Kızların ve erkeklerin farklı davranışlarının biyolojik bir içeriğe sa­
hip olduğuna inananları için ikinci adım, bunun sebebini anlamaktır.
Evrimci psikologlar, cevabı cinsel seçilim de aramaktadır. Birincisi, en
İyi uyum sağlayanın hayatta kalması olan Daıwinci evrimin, ikinci jl­
kesidir bu. Bir genin bir sonraki kuşağa geçmesini garantiye alah
şey,sadece hayatta kalma değildir, üreme başarısı da özseldir. Yani,
üreme başarısını gösteren genler kuşaktan kuşağa aktarılırlar. Tuhaf­
tır ki, kadı nlarda üreme başarısında sorumlu genler, erkeklerde başa­
rıyı sağlayanlardan farklıdır. Bunun sebebi, üremenin basit biyo lojik
gerçekleridir. Bir kadın ne kadar uğraşırsa uğraşsı n, ancak yılda bir
çocuk üretebilir, oysa erkeklerin üreme olasılıkları neredeyse sonsuz-
1 29
dur. Bu iki gerçekli f farklı eş bulma stratejilerini ge rekti rme ktedi r .

İ nsanlar da dahil olmak üzere hayvanlar aleminin büyük bir bölü­


münde eş bulma yöntemleıi, iki farklı bileşimden oluşur: eşlere ulaş­
mak için kendi cinsinizle rekabet ve/veya mevcut olanlar arasından
eşinizi seçme. Evrimci psikologlar erkek/kadın farklannın nasıl ona­
ya çıktığını anlamak için dön ilkesel mekanizma belirlemiştir: erkek­
erkek rekabeti ve kadın seçimi (en yaygını) , kadın-kadın rekabeti ve
erkek seçimi. Bu mekanizmalann hangisinin ne derece egemen oldu­
ğu kültürel ortama bağlıdır.
Birçok türde ve iddiaya göre insan toplumlannda dişilere ulaşmak
için rekabeti, erkek hayatındaki baskın faaliyettir. Başan birçok dişiye
ulaşımı tekelleştirmekten, hiçbir oğul veya kız üretmemeye kadar çe­
şitlilikler göstermektedir. Erkekleıin toplumsal egemenliğe ulaşması­
nı sağlayan genler, örneğin üstün dövüş gücü veya siyasi beceriler
aracılığıyla, yeni kuşağa geçecektir.
Hamilelik ve anneliğin ilk dönemlerinde geleneksel olarak korun­
masız olan ve daha küçük sayıda yavrunun refahı üzeıine önemli öl­
çüde yatırım yapan kadınlar, onlara maddi kaynaklar ve sosyal istikrar
tedaıik edebilecek erkekleri seçerlerse, daha büyük başan elde ede­
ceklerdir. Böylece kadınlara yönelik aynın gözetme, bazı erkek özel­
likleıini öne çıkarmaktadır; örneğin endüstıi öncesi toplumlarda, av­
cılıkta başan için atletik güç ve yön bulma becerileri vazgeçilmezdir.
Psikolog Oavid Buss'un dünyanın çeşitli yerlerinden otuz yedi ülke
üzeıinde yaptığı bir araştırmaya göre toplum, ister endüstıiyel, ister
endüstıi öncesi, Taş Devri, Batı, Doğu veya Afrikalı olsun, kadın be­
ğenileri aynıdır.
Arluya değer erkekler için, kadın-kadın rekabeti üçüncü mekaniz­
masının, öncelikle dilsel olduğu düşünülmektedir. Liverpoo l Üniver­
sitesi 'nden psikolog Robin Dunbar kızlann ve kadınların sohbetlerin­
de rakip olarak görülen kad ın l a rı n dışlanmasına yönelik bir eğilim
sergiled ikleri n i göstermişti r. Belki de bu , ded i kod u ve kadınsı h ı rçın-

1 30
lığın kökenidir. Çünkü, örneğin, cinsel sadakatsizlik hakkındaki dedi­
kcxlular bir kadının evliliğinin geleceğini etkiler.
Son yıllara ait keşiflerden en sansasyonel olanı nihai güce, erkek
seçimine işaret etmektedir. Buss'un araştırması dünyadaki bütün er­
keklerin kum saati biçimindeki kadınlardan hoşlandığını göstermek­
tedir. Daha kesin ko�uşursak 0,7 kalça ve bel oranı. Evrimci psikolog­
lar, belin kalçadan yüzde 30 daha küçük olduğunu gösteren bu ora­
nın, sağlık, gençlik ve doğurganlığı gösterdiğini ileri sürmektedir. Ö r­
neğin 0,85'in üstündeki bir oran kadınlan, bir dizi psikolojik rahatsız­
lık riskine sokmaktadır ve hamile kalma şanslarını azaltmaktadır.
Bu sonuçlar ve gözlemlerden bazıları ham gelebilir, fakat birçok
evrimci psikologun, bunun cinsiyet farklarını anlamamıza sadece bir
başlangıç oluşturduğu savını anlamak önemlidir. Biyolojik temelli
eğilimler çevrece desteklenebilir, tersine çevrilebilir, yön değiştirile­
bilir, karşı çıkılabilir, bastırılabilir. Kültür, erkek rekabeti içgüdüsünü
cinayete varan bir şiddete veya işte kariyer yapma hırsına dönüştüre­
bilir. Karşıt cinsten farklıyız, çünkü evrim bizi farklı olacak şekilde be­
lirlemiştir ve hormonlar bunun hammaddesini sağlar. Fakat bu mad­
deden ne yapacağımız, topluma kalmıştır.

Aisling lrwin
Ödüllü Bilim Yazan

131
Kadın ev Erkek Nasd Farklıdır?
Janet Radcliffe Richards

1
Bioetiks okutmanı, Londra Üniversitesi

Gelenekçiler kadın ve erkek konusunda haklı mıydı yani? Hep


cinsiyetlerin farklı olduklannı söylemiş ve bu farkları kadınlan
ikincil alanlarına hapsetmek için -gerektiği yerde- gerekçe ola­
rak kullanmışlardı. Eğer bilim, bu eski inanıştan şu anda teyit ediyor­
sa, feministler ve taraftarlan arasında yaygın bir alarm ile ısrarlı bir in­
kar varolmasına şaşmamak gerekir.
Geleneksel görüşe ilk meydan okuyan bilimsel yaklaşımdı. Cinsi­
yetler farklı görünebilir; fakat felsefeci john Stuan Mill'in işaret ettiği
gibi, erkek ve kadın bugüne kadar hep farklı çevrelerde bulunmuş ol­
duğu için, bu farklı görünüşlerin ne kadarının doğal farklılıkları yan­
sıttığını bilmek imkansızdır. Bu bilinmezciliğin yerini, sosyal bilimci­
lerin cinsiyetler arasındaki gözlemlenebilir farkların kültürel yapılar
olduklarına dair inancı alınca, gelenekçilik karşıtı görüş, daha bir güç­
lenmiş gibiydi. Feministler bu tür biyolojik olmayan farklan anlamak
için "gender" terimini benimsedi; "cinsiyet" kelimesi yerine "gender"
kelimesinin siyasi bilinçliliğin bir göstergesi haline gelmesi bile, femi­
nistler için toplumsal yapılar görüşünün nasıl vazgeçilmez olduğuna
bir işarettir.
Ne kadar geniş bir kitle tarafından kabul edilirse edilsin, psikolo­
jik farklılıklann sosyal yapılanma görüşü, hiçbir zaman ikna edici ola­
mamıştır. Eğer insanlar tümüyle doğal dünyaya ait varlıklar olarak,
duygular ile zeka da -ne kadar gizemli görünürse görünsünler- içeri­
de bağımsız bir şekilde var olan bir ruhun değil de maddenin fonksi­
yonları olarak görülecekse, zihinsel farklılıklar, eninde sonunda be­
densel farklılıklarla ilişkilidir. Eğer türler arasındaki ana sistematik ay-

1 32
nm, zihin farklarıyla ilgili herhangi bir korelasyondan kaçı n mayı ba şa­
rırsa bu şaşınıcı olacaktır; Mill'den beri epey bir yol kat etmiş olan bi­
lim, bunun tersini göstermektedir. Anık cinsiyetler arasındaki duygu­
sal ve zihinsel farklara dair doğrudan kanıtlara sahibiz; üstelik evrim­
ci psikolojinin sunduğu yeni yaklaşımdan daha fazlası geliyor.
Evrimci psikoloji, doğal farklar hakkında hipotezler üretmek için
evrimci süreçlere dair kavrayışımızı kullanarak, cinsiyetler arasındaki
b1ğlanndan çözülen doğal ve kültürel farklar sorunuyla uğraşmakta­
dır. Bizı.at Daıwin, evrim zeka ve hissetme yeteneğine sahip yaratık­
lar ürettikten sonra, bu niteliklerin evrimin kaderinde en az atalarımı­
zın kaderinde rol oynayan diğer şeyler kadar önemli bir rol oynayaca­
ğı· gerçeğini kabul etmişti. Ve -neredeyse hissetme yeteneğine sahip
bütün diğer türler de dahil olmak üzere- cinsiyetlere bu açıdan bakıl­
dığında, erkeklerin ve kadınların, sadece üreme sistemleri farklı oldu­
ğu için, dikkate değer ölçüde farklı mizaçlara sahip olmalarını bekle­
mek gerektiği aşikar hale gelmektedir.
Bütün gücünü üremeye harcayan bir insan dişisi bile, yalnızca yıl­
da bir çocuk üretebilir. Bir insan erilinin üreme potansiyeli yalnızca
kadınlara yaklaşma kapasitesiyle sınırlıdır. Bu bile tek başına evrimsel
başarı için farklı psikolojik özelliklerin gerektiğini akla getirir. Bir ka­
dın bir çocuk sahibi olmak için, hemen hiçbir aktif çaba göstermek
zorunda değildir, erkek ise, damızlık olarak kullanılmıyorsa, bunun
için özel çaba harcamak zorundadır. Kadının girdiği cinsel ilişki mik­
tarı onun üreme potansiyelini hiçbir şekilde arttırmaz, bu yüzden
eğer duygulan onu yüksek genetik kaliteye ve (tercihen) çocuklara
verecek güvenilir kaynaklara sahip erkekleri seçme yoluyla yavruları­
nın kalitesini antırmaya iterse, onun için en hayırlısı bu olduğu için­
dir. Öte yanda erkek daha büyük risklerin peşindedir, çünkü adil ola­
rak üzerine düşenden daha fazla çocuk sahibi olabilir, fakat aynı za­
ma nda daha büyük kaybetme risklerini üstlenir; çünkü bu eylemi ,
avucunu yalamakla nihaye t bulabilir. Evrimci rekabette başarı lı olmak
1 33
istiyorsa , kadınlannki nden hayli farklı duygusal özelliklere ihtiyJç du­
yacaktır erkek.
Bu minvalde yapılan akıl yürütme, kadın ve erkek arasındaki fark­
lara dair bir düzine hipotez doğu rmuştur. Sorun şu ki, kü ltürel indir­
genme diye son dönemlerin feminizmi tarafı ndan bir kenara atılan bu
hipotezlerin birçoğu, doğal seçilimin cinsiyetlerin doğasına derinden
işlemiş olabileceği farklara daird ir.
Ö rneğin evrimci akıl yürütme kadınların kendisinden destek ve

bağlılık be kledikleri , ciddi bir biçimde çocukların bakımını düşüne­


cek, etkileyici ve yüksek mevki sahibi erkekleri cazip bulduğunu ileri
sü rüyor. Erkekler rekabetçi, !D aceracı ve kadına sahip olup onun, cin­
selliğini kontrol altında tutan biri olmalıdır. Kadınlar da çoğunlukla
genç ve güzel olanı tercih etmeli, fakat herhangi bir cinsel fırsatla kar­
şılaştığında bunu tepmemelidir.
Sanki insan doğası bilimi, bütün o baştaki özgürlük taraftan vaat­
lerinden sonra, dosdoğru geriye, gelene ksel görüşe dönüyor. Hatta
buradan hareketle, dünyanın birçok yerinde psikoloji projesinin tü­
münün siyasi güdülere hizmet eden sözde bir bilim diye bir kenara
atılmasına şaşmamak gerekir, üstelik disiplin, genetik belirlenimcilik,
özcülük, aşırı basitleştirme, fa rklılık ve kesişmelere duyarsızlık, kate­
goıize etme, tek tipleştirme ve kaba cinsiyetçilik gibi birçok suçla­
mayla karşı karşıyadır.
Oysa cinsiyet farklarına dair yeni iddialar eskiler gibi görünmekle
birlikte, aslında hayli farklıdırlar.
İlk olarak, her ne kadar bu yeni bilim kadın ve erkek doğasına da­

ir geleneksel görüşleri doğrula� gibi görünse de, doğrudan değer biç­


me anlamına gelen hiçbir şey üretmemiş olduğuna di kkat edilmeli­
dir. Evri mci psikolojide kadının zekasının daha az olması , kadınların
kendi başının çaresine bakmaktaki veya çocuklannı yetiştirmede ye­
tersizlikleri , fiziki zayıflı kları (üst beden hariç) hakkındaki geleneksel
görüşleri destekleyecek h iç h i r şey yokru r.
1 34
Aynca çok daha kökten, daha alttan işleyen bir nokta var. Kadın
ve erkeğin farklarına dair modern iddialar gerçekten geleneksel iddi­
alara benziyor olsa da, gerçekte aynı şey değillerdir; çünkü doğaya
dair fikrimizde ve bir şeyin doğasını anlamaktan ne kastettiğimizde,
kökten değişiklikler olmuştur.
Söz konusu değişiklik, Mill'in en akıllı çağdaş eleştirmenlerinden
biri olan anti-feminist yargıç James FitzJames Stephen yazılanyla açık­
l�abilir. Stephen iddiasına, kadınla erkeğin "tepeden tırnağa farklı"
olduğu ve erkeğin "akla gelebilecek her açıdan" kadından daha güç­
lü olduğundan başlayıp, buna dayanarak evlilikte kadının erkeğe tabi
olma geleneksel durumunu savunmuştur. Bu açıkça saçmalıktır: za­
yıf, güçlünün yasal gücüne tabi tutmakla korunamaz, aksine onu da­
ha da güçsüzleştirirsiniz. Fakat onun inancına temel oluşturan şeyle­
ri kolayca görebiliriz. Çünkü "toplumu doğal olarak benimsediği ha­
liyle koruyacak" kurumlara duyulan ihtiyaçtan bahseder Stephen . Bir
kannın kocasına, bir erin çavuşuna itaat etmesi gibi boyun eğmesi ge­
rektiğini, yok eğer kadın bunun tersini yaparsa "kendisinin ne faadar
değersiz, nankör bir yaratık" olduğunu göstereceğini söyler. Üstelik
bütün bunların "insanoğlunun iki büyük türünün orta iyiliği" için ol­
duğunu söyler, nasıl bir bedenin farklı parçalannın farklı çıkarları
yoksa, kadın ve erkeğin de farklı çıkarları olamaz.
Bütün bunlar Stephen'in derin bir biçimde kök salmış, geleneksel
bir dünya görüşünden hareketle düşündüğünü gösteriyor. Bu dünya
doğal bir düzene sahiptir ve her şey kendine ait olan yerde kalırsa
uyumlu bir şekilde yaşamayı sürdürecek bir bütündür. Eğer şeyler
kötü gidiyorsa, bunun sebebi ya eşyanın doğal düzenine müdahale ya
da isyandır. Bu fikir birçok farklı çeşitlemeye sahiptir; bunların ara­
sında bizim için en tanıdık olanı evrenin karmaşıklığının gerisinde bir
zekanın düzenini gören -dinsel bakış açısıdır.
Bu tür geleneklerden bakıldığında bir şeyin doğasını anlamak,
onun eşyanın doğal di.izen içi ndeki yeri ni an lamaktır ve kadın ile cr-

1 35
keğin doğasını anlamak ise, on la rı n nasıl uyu m içinde yaşay:ıcaklannı
bilmektir.
Fakat Daıwin'in karmaşık bir şeyin basit bir şeyden baştan belir­
lenmiş herhangi bir amaç olmadan nasıl çıkabileceğini ilkesel olarak
gösteren doğal seçilim yoluyla evrim açıklaması, temelde bulunan
hiçbir ahlaki değerin veya herhangi bir doğal uyumun olmadığı fark.
lı bir dünya ortaya sermiştir. Bu dünyada -ve aslına bakarsanız mo­
dem bilimin dünyasında- bir şeyin doğasını betimlemek, onun doğal
yeri hakkında veya onun için neyin iyi olduğu hakkında hiçbir şey
söylemez. Sadece onun neye benzediğinin ve diğer şeylerle nasıl et­
kileşime girdiğinin tarafsız bir açıklamasını verir.
Mesele şu ki doğa hakkındaki bilim öncesi, Darwin öncesi fikirler,
teoride onları bir kenara atmış olan insanlar arasında bile var olmaya
devam etmektedir. Bu, evrimci psikolojinin iddialarına ben7.er savla­
rın yanlış yorumlanmasına, yanlış temsil edilmesine yol açmaktadır.
Örneğin Darwinci bir dünyada, eleştirmenlerin sık sık dile getir­
diklerinin aksine, kadın ve erkeğin duygularına evrimin şekil verme
biçimi hakkındaki iddialarda cinsiyetler içinde psikolojik bir aynılığa
veya ikisi arasında kesin çizgilere dair hiçbir ima yoktur. Doğal seçi­
lim yoluyla evrimin hammaddesi çeşitlilik olduğu için, bunun her 7.a·
man var olması beklenmelidir. Değişmez özlere veya doğal türler ara­
sında açık ayrımlara dair fikirler, yalnızca düzenli bir evrenden bahse­
den daha eski bir düşünceye aittir.
Darwinci bir dünyada, yine, cinsel farklılıklara ait iddialar hiçbir
genetik belirlenimcilik iması taşımazlar. Erkeklerin ve kadınların do­
ğaları dolayısıyla farklı olduklarını söylemek, onlann gelişmelerinin
ve eylemlerinin genler tarafından belirlendiğini söylemek değildir; sa­
dece farklı oldukları ölçüde, benzeri çevrelere farklı biçimlerde tepki
verecekler demektir.
Bir şeyin doğasını anlamak, tam olarak, bu doğanın hangi koşul­
larda değişeceğini anlamaktır. Yine doğanın değişmediği fikri Daıwin
1 36
öncesi dünyaya ait bir fikirdir ve evrimci psikolojinin iddialarıyla hiç­
bir şekilde ilişkili değildir.
En önemlisi, Oaıwinci bir dünyada, cinsiyetlere dair keşifler hiçbir
şekilde nasıl yaşamaları veya birbirleriyle nasıl ilişkiye girmeleri ge­
rektiği hakkında en ufak bir imada bulunmaz. Farklı cinslerin çıkarla­
rının -ister evrimsel ister kişisel olsun- rastlaştığım söylemek için en
ufak bir neden yoktur. Gerçekten de evrimci yam Robert Wright,
cinsiyetlerin neredeyse birbirlerini mutsuz etmek için tasarlanmış gö­
ründüklerini söyler. Doğal seçilim, ancak uyum üremeye katkıda bu­
lunuyorsa uyum üretir. Evrimci açıdan cinsler rakiptirler. Birbirlerine
yakışan veya iyi niyetli çiftler tarafından hangi sonuca ulaşılırsa ulaşıl­
sın, ev için uyum veya sosyal adalet için herhangi bir doğal reçete
yoktur. Başka şekilde düşünmek yine, düzenli bir evrene dair gele­
neksel fikirleri modem bilimin dünyasına ithal etmektir.
Aynı hata paradoksal biçimde çok karşı çıkılan Daıwinciliğin mü­
cadeleyi meşrulaştırdığı fikrinde de kendini gösterir. Bazı türlerin er­
kekleri arasında popüler olan bir fikre göre, eğer önüne gelenle yatıp
kalkma ve hatta önüne gelene tecavüz etme onlann evrimsel tema­
yülleri ise, onları engelleyerek evrimsel gelişmeyi kesintiye uğratma­
mamız gerekiyor. Fakat tek amaçlı ilerleme olarak evrim fikri de evri­
min ilerlediği doğal bir düzen fikrine dayanır. Oaıwinci evrimin önün­
de ve ötesinde bu tür yollar yoktur. Herhangi bir türden ilerleme için
bizim neyin ilerleme olduğuna karar vermemize ve sonra onu yarat­
maya çalışmamıza bağlıdır.
Yapmayı umut ettiğimiz şey ne olursa olsun, onu, karşı karşıya bu­
lunduğumuz şeyi anlamadan yapamayız. Eğer bilim bize kadınların ve
erkeklerin farklı olduklannı, kesinlikle öyle göründüklerini söylüyor­
sa, bu bilmemiz gereken bir şeydir. Yapmamız gereken son şey, insan
doğası hakkındaki Oarwinci fikirleri, Darwin öncesi dünyanın fosille­
riyle karıştırmamaktır.

1 37
Aşk Nasıl Başlıyor,
Nasıl -Bitiyor
1 Arzuladığımız birini görünce hepimiz duyanz o "ting!" �sini,
duygular karşılıklı olduğunda ses biraz daha güçlüdür, "TING"
diye. İçimizde ne oluyor böyle? Neden "zing" diye bir şey yaşa­
dığımızın yanıtı iki düzeyde verilebilir: ilk olarak bir insanı çekici kı­
lan şeyin ne olduğunu sorarak, ikinci olarak da, neden belirli özellik­
leri çekici bulacak şekilde evrimleştiğimizi sorarak. İlki hemen hisse­
dilen sebeplere dair bir soruyken, ikincisi cazibenin evrimsel önemi­
ni ele alır. Genellikle bu iki soru tipi farklı araştırmacılar tarafından
ele alınmıştır; ilkini araştıranlar psikolojik mekanizmalan odaklanır­
ken, ikincisini araştıranlar evrimsel faktörlere bakar. Fakat cinsel cazi­
beyle ilgilenen evrimci biyologlar, ikisini birden ele alır.
Hayvan davranışlannı inceleyen bu evrimci biyologlar, neden be­
lirli bir erkeğin, belirli bir dişiyle çiftleşmekle nihayet bulduğunu bil­
dikleri hususunda kendilerine çok güvenirler. Çünkü ya dişi erkeği
seçmiş, ya erkek dişiyi "lwanmak" için mücadele etmiş veya birbirle­
rinden hoşlandıktan konusunda bir fikir birliğine varmışlardır.
Cinsel cazibeyi evrimci bir bağlama ilk oturtan kişi Charles Dar­
win'di. Doğal seçilim hakkındaki fikirlerini formüle ederken, taşıyıcı­
sının hayatta kalmasına hizmet etmemiş olan özellikler hakkında kay­
gılıydı. Erkek kuşlann kibirli kuyruktan ve erkek geyiklerin hantal
boynuzlan, sahiplerini yınıcı hayvanlar için daha kolay görünen ve
onlara karşı daha korunmasız hala getiriyordu, öyleyse nasıl olmuştu
da doğal seçilim yoluyla evrim geçirmişlerdi? Darwin'in yanıtı cinsel
seçilimdi. Bu gösterişli özellikler muhtemelen onları yırtıcı hayvanlar
için daha kolay bir av haline getirmesine getirmişti, ama bu özellikler
taşıyıcılarına sunduğu rekabet avantajlan ve karşı cinsi daha cazip gel­
me ve bu sayede daha az süslü erkeklere göre daha çok çocuk -daha
fazla gen kopyası- sahibi olmakla bu zararlarını fazlasıyla telafi ediyor­
lardı.
Cinsel seçilim, erkeklerdeki ve dişilerdeki birçok şeyi açıklıyordu
ve Daıwin bunun iki süreç yoluyla işlediğini gördü : aynı cinsin üye le-
1 40
ri arasında rekabet -genellikle erkekler dişiler için rekabet ediyor- ve
bir cinsin öteki cinsin üyeleri arasından seçmesi -genellikle dişiler se­
çiyor. Erkekler arasındaki dişiler için rekabet, dişler, boynuzlar, pen­
çeler gibi silahlann evrimlerini, dişilerin erkek seçimi de aksi takdir­
de faydasız olan tüyler, renkler ve kokulan açıklıyordu. Cinsel seçilim
farklılaşan üreme başarısına dairdir -bireyler ne kadar çekici ve reka­
betçiyse, çocuk sahibi olma şanstan � kadar fazladır.
Darwin'in çağdaşlarının erkek-erkek rekabetiyle hiçbir problemle­
ri yoktu. Her çiftlikte bunun sürekli gerçekleştiğini görebiliyorlardı,
ayrıca cinselliğin eş arayışında olan erkekler tarafından yönlendirildi­
ği Viktoryen fikirle çok iyi çakışıyordu. Fakat dişilerin seçimi bambaş­
ka bir meseleydi. "Pek o kadar gerçekleşebilecek bir şey değil," diyor­
du erkekler, dişiler mu h temelen bu seçimi yapacak beyin gücüne 7.a·
ten sahip değil.
Darwin 1882 yılında öldüğünde, dişilerin seçtiği fikri onunla bir­
likte gömüldü ve tıpkı uyuyan güzel gibi yüzyıl süren bir uykuya dal­
dı. Uyandırıcı entelektüel öpücüğü veren ve bütün cinsel seçilim ala­
nının bambaşka bir yüksekliğe ulaştıran Gothenburg Üniversitesi'­
nden davranış bilimci Malte Anderson oldu. Kuşlann kuyruklarını
(makas ve yapıştırıcıyla) kısaltıp uı.attığı deneyler yaptı ve dişilerin
uzun kuyruklu erkekleri tercih ettiğini gösterdi. Dişilerin seçimi tek­
rar gündeme gelmişti; daha sonra yapılan benzeri araştırmalar, hay­

vanlar aleminde dişi seçiminin çok yaygın olduğunu gösterdi.


Davranışçı çevrebilimciler 1970'lerin başında keşfetti Daıwin' i . Bu
tıpkı diğerleri gibi sakar düşünmelerin ve sert muhalefetlerin olduğu
bir paradigma değişimi oldu. Örneğin 1981 yı l ı nda paleontolog Step­
hen jay Gould ve evrimci genetikçi Richad Lewontin davranışçı çev­
rebilimcileri kerameti kendinden menkul hikayeler anlatıp, ardından
bunlara uygun kanıt toplamakla suçladı. Fakat yaklaşım, kendini göz­
den geçirdi kten sonra zengin ödüllere kavuştu. Öncü davranışçı çev­
rehilimcilerden Mardin Daly ile Margo Wison'un çocu k istismarı ve
1 41
üvey anne babalık araştırmaların da gösterdiği gibi, akraba ve ak r.ıba
olmayanların ilişkileri hakkında evrimci yaklaşım birçok şeyi anlama­
mızı kolaylaştırıyordu.
Bir on yı l kadar sonra evrimci psikologlar onaya çıktı : Daıwin'in
psikolojik yeniden keşfi. Tarih kendini tekrar etti ve birçok dikkatsiz
akıl yürütme, birçok muhalefetten sonra, ödüller! Eh, kendi evrimi­
miz hakkında bazı ilginç ipuçları.
Evrimci psikoloji muhalif bir akımdır; çünkü insan davranışı hak­
kındaki varsayımları test etmek, kültürün etkisiyle kan ştı n lmıştır. Ba­
zı kafa kanşıklıklan yazı öncesi toplumları incelemekle çözülebilirse
de, yeryüzünde bu toplumlardan çok az sayıda vardır. Birçok evrimci
psikolog tarafından kullanılan alternatif, kendilerinin "evrenseller"
dediği ve bütün insan kültürlerinde aynı şekilde algılanan şeyler ara­
ma ktı r. İşte David Buss bunu yapmı ştı r. Bir dizi kültürü inceleyerek
bulduğu şey, erkeğin kadında çekici bulduğu şeyin ge nçlik ve güzel­
lik olduğuydu; çünkü kadını güzel yapan bütün özellikler (temiz bir
ten, gür saçlar ve ince bel vs.) doğurganlık işaretleridi r. Evrimin so­
ğuk ışığından bakıldığında erkekler .(genel l i kle bilinçsiz olarak) üre­
me ve çocu k istiyor. Kadınlar da tümüyle aynı şekilde davranmak için
programlanmışlardır, fakat onlar buna farklı bir yol la ulaşıyorlar.
Kadınların seçimi ne? Yanıt, örneğin Buss ile Ahlaki Hayvan kitabı­
nın yaı.an Roben Wright gibi evrimci psikologlar, kadınların özellikle
uzun dönemli ilişki seçimleri nde görünüşten ziyade statü, kaynaklar
ve bu kaynaklan paylaşmaya isteklilik aradığını söylemektedir. Kadın­
lar bebeklerini yet işt i rmek için kaynaklara ihtiyaç d uyarlar ve bu kay­
naklar genellikle statü ile aynı paketin içinde bulunur. Yazı öncesi kül­
tü rlerde , ö rneğin güney Amerika yerlilerinden Yanomami kabilesi gi­
bi kabi lelerde , reisin daha fazla karısı vard ır, daha fazla evlilik dışı iliş­
kiye girer ve diğer erkeklere göre daha fazla çoc uğa sa h i ptir. Elbe t te
e rk eği n yüksek statüsü ile ü re me baş ar ıs ı arasındaki ilişki kadın seçi­
minden ziyade kısmen e rke k -e rke k rekabeti nden d oğuyor olabi lir ve
1 42
b u n u nk i gibi durumlarda bu ikisini birbirinden ayırmak çok zordur.
Sosyal bilimciler evrimci psikologların araştırmalarına karşı eleşti·
rel bir tutum takınırlar, çünkü bu bilim adamları, sosyal bilimcilerin
daha büyük olduğunu düşündüğü benzerlikleri görmezden gelerek
bir cinsin öteki cinsten ne istediği üzerine yoğunlaşırlar. Evrimci psi­
kologlar, farkları ihmal edip benzerlikler üzerine odaklanmanın
DNA'ları insanlarla yüzde 98 ortak olduğu için şempanzeleri ve may-
• munları insan saymaya benzediği savıyla buna karşı çıkmaktadır.
Bununla birlikte sosyal bilimciler kadınların yüksek statülü erkek­
leri çekici bulduğunu kabul etmektedir. Peki erkek nasıl statü kazanı­
yor? Cevap: mümkün olan her yolla. Yüksek statü dediğimiz ı.aman
aklımıza devlet başkanları veya milyarlar kazanan futbolcular gelse
de, statü görece bir şeydir ve erkekler buna ulaşmak için çok çeşitli
yollar kullanır. "Buluşan Zihinler" kitabında Geoffrey Miller insanda
beynin boyutunun devasa ve hızlı evriminin cinsel seçilim -kadınların
başarılı erkekleri seçmesi- yoluyla meydana geldiğini ileri sürmekte·
dir. Miller meşhur şeylerden bahseder: Picasso ' nun resimleri, Balzac'­
ın " İnsanlık Komedisi" ve Rahmaninofun Üçüncü Piyano Konçerto­
su. Fakat en ufak bir şey yapmak bile, hiçbir şey yapmamaktan daha
iyidir. İspanya'nın yoksul kırsal kesimlerinde bir boğanın önünde
koşmak, prestij arttırıcı büyük bir stratejidir; bedeli büyükse de ödü­
lü de büyüktür. Eğer yeterince genç veya yeterince zinde değilseniz,
dişi güvercinlerin sizin güvercininizi seçip seçmediğini göreceğiniz
bir güvercin yarışı bekler sizi. Bu ne riskli, ne de seksi bir şeydir, fa­
kat hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir. Britanya'da benzeri örnekler
mahalli futbol takımının üyesi olmaktır, yok yeterince zinde değilse­
niz, dart takımı bekler sizi.
Toplamda erkekler daha sık rekabet ederler ve her şeyde kadın­
lardan daha aşındırlar. Bu nu doğrulamak için sadece Guinness Re­
korlar Kitahı'nın insan başarılan alanına bakmanız yeterlidir. Erkekler
aş ı r ı faaliyetlerde kadınlan büyük bir farkla geride hırnkmaktaclır. Şu

1 43
anda ihtiyaç duyulan şey, bütün insan eril faaliyetlerinin, ister farkın·
da olsunlar ister olmasınlar, cinsellik ile güdülendiğine dair evrimci
psikologların fikirlerini test edecek araştırmalardır. Örneğin arkadaş
gruplannda veya dünya ölçeğinde erkeklerin üreme başarılan ile sta·
tüleri karşılaştınlabilir. Buradaki sorun, fazladan çocuklan tespit et·
mek için moleküler analizlerin gerekmesi ve ahlaki nedenlerden do­
layı bunun imkansız oluşudur.
Cinsel seçilime dair klasik bakış açısı, şu anda, örneğin Anders­
son 'un "Cinsel Seçilim" kitabında onaya attığı soruyla uğraşmaktadır.
Her yerde hep daha üst konumda bulunan bazı erkekler vardır. Ka­
dınlar olurda bunlarla çiftleşmeyi başarırsa, bu onlara ne· ka7.andınr?
İlk olasılık, daha çekici erkeklerin genellikle genetik olarak daha üs­
tün olmasıdır ve bunun diğer hayvanlar için de doğru olup olmadığı
hakkında bir sürü tartışma sürmektedir. Daha tanışmalı başka bir ola­
sılık ise daha çekici erkeklerin, dişilerin çocuklannı yetiştirmesine
yardımcı olacak daha fazla kaynağa sahip olduğudur. Her ne kadar er­
keklerin statüleri ile kaynaklan onlara bütün toplumlarda kadınlann
beğenilerini kaı.andırsa da, daha alttan işleyen başka şeyler de söz ko­
nusudur. Eş seçimi karmaşık bir şeydir ve hem insanlarda hem de di­
ğer hayvanlarda eş seçmede kapsamlı bilgiler işin içindedir ve bunlar­
dan bazılan da yetişme dönemindeki tecrübelerle ilgilidir.
Örneğin Bengalese ispinoz üvey ebeveyni tarafından yetiştirilen
zebra ispinozlan, cinsel olgunluğa eriştikleri zaman, cinsel eş olarak
Bengalese ispinozlannı kendi türlerinin üyelerine tercih etmektedir­
ler: cinsel önceden belirlenme denilen bir fenomendir bu. "Bulduğu­
nuz Sevgiyi Korumak" adlı eserinde Harvile Hendrix, insanlarda da
benzeri bir durumun var olduğunu iddia etmektedir. Sorulması gere­
ken sorunun, bizlerin neden ebeveynlerimizin davranışlarının etkisi
altında eş seçimine gidecek şekilde evrimleşmiş olmamız sorusu ol­
duğunu söyler Hendrix. Erkeklerin annelerine, kadınlan ise babaları ­
na benzeyen eşler seçmesinin uyumlu olmasının sebebi ne? İ lk olarJk
1 44
Cambridge'den Patrick Bateson'un bıldırcınlar üzerine bir araştırma­
sından hareketle verilen muhtemel bir cevap, yakın akrabalarla çift­
leşmediğimizi varsayarsak, genetik ve kültürel olarak kendilerine
benzer bireylerle çiftleşen bireylerin, bunu yapmayanlara göre daha
fazla nesil ürettiğidir.
Son zamanlarda yapılan araştırmalar, vücut kokumuzun erkek ka­
litesi hakkında, mutlak anlamda değil, ama onunla ilişkili dişiye bir
şeyler anlattığını akla getirmektedir. Temel doku uyumu komplekSi
(MHC) hastalıklarla mücadele etme yeteneğinden sorumlu bir gen
setidir. Moleküler teknikler artık bir bireyin MHC'sinin "türünü" be­
lirlememize yardım etmektedir ve anlaşılıyor ki bu genler bireyden
bireye büyük değişiklikler göstermektedir. Erkekler MHC türlerini id­
rarlarındaki koku yoluyla bildiriyor olabilirler. Kendisiyle aynı türden
MHC'ye sahip bir erkekle aynı yerde yaşayan dişi bir fare, başka tip
MHC'si olan bir erkek aramaktadır. Aynı şey insanlarda da olmaktadır,
erkek vücut kokulan arasında tercih yapma şansına sahip kadınlar,
MHC'si kendisinden farklı olan erkekleri seçmektedir. Edinburgh
Üniversitesi'nden Claus Wedekind'ın yaptığı bu araştırmanın sonuçla­
rı, genel düşünceye aykırı görünmekle birlikte evrimsel bir anlama sa­
hiptir. Çocuk düşürme (hamileliğin erken dönemlerinde) MHC'leri
ortak olan çiftler arasında, farklı olanlara göre çok daha yaygındır. Kı­
saca bazı erkekleri seçmede birtakım genetik avantajlar saklı olabilir.

nm Birkhead
Sheffield Üniversitesi'nde davranışçı çevrebilim profesörii

1 45
Aşk Nasd Başlıyor?
Nasd Bitiyor?
Davicl M. Buss

1
Telesas Üniversitesi psikoloji profesörü

Bir insanın neden karşılaştığı binlerce insandan başka birine


değil de tek bir kişiye 3şık olması, derin oranlann bir muamma­
sı olarak kalıyor. Tesadüf, kimya ve iki küçük alıcı pencerenin
tam karşılaşma anında açılması, işleri zorlaştınyor. Bu muammaya

rağmen, bilim işık olmayı ve aşkın bitişini anlamaya dair bazı müteva­
zı gelişmeler kaydetmiştir.
Yirminci yüzyılda sosyal bilimlerde çok yaygın olan inançlara rağ­
men, aşk, birkaç yüzyıl önce Batı Avrupalı şairler tarafından icat edil­
miş bir şey değildir. .Kanıtlar tam tersi bir sonucu gösteriyor: aşk bü­
tün kültürlerde ortak olan evrensel bir duygu ve muhtemelen insanın
evrimsel tarihinin karanlıklannda uzun süreli ilişkinin onaya çıkışı
döneminden beri mevcut. Güney Afrika'daki Zulu'lardan Alaska'nın
kuzeyinde yaşayan İnuitler'e kadar birçok toplumda, Batı dünyasında
yaşayanların aşkla bağlantılandırdığı tutkulardan ve saplantılardan
bahsediliyor.
Antropolof Bili Jankowiak, 168 farklı kültürü kapsayan alan araş­
tırmasında romantik aşkın varolma yüzdesini yüzde 90 olarak tespit
etmiştir. Geri kalan yüzde 10 için ise antropolojik veriler kesin bir so­
nuca varamayacak kadar azdır.
Ayrıca dünyadaki birçok insan halihazırda 3şık olduğunu ifade et­
mektedir. Sosyolog Sue Sprecher ve çalışma arkadaştan, Rusya, Ja­
ponya ve ABD'de 1667 kadın ve erkekle görüşmüştür. Rus erkekleri­
nin yüzde 61'ninin, kadınların yüzde 63'ünün fişık olduğunu bulgula-

1 46
mışlardır. Japonlar için ise karşılaştı nnalı rakamlar erkekler içi n yüz­
de 4 1 , kadınlar için yüzde 63; Amerikalılarda erkekler için yüzde 53,
kadınlar içinse yüzde 63'tür.
Benim altı kıtadan ve beş adadan otuz yedi farklı kültürden 10,047
bireyin eş tercileri üzerine yaptığım araştınna da, aşkın önemini ve
evrenselliğini gösteriyor. Bütün kültürlerde, evlenebilecekleri insan­
larda on sekiz değişik olası özellik arasından en fazla seçilenin "aşk ve
birbirini anlama" olduğunu gördüm. Görünüşe göre kültürel hazır re­
çetelerin tuhaflıklarına, eş bulma sistemlerinin farklılıklanna, ekono­
mik şartların eşitsizliklerine, dinen caiz olanın baskısına rağmen, in­
sanlar her yerde aşk arıyorlar.
İnsanların bir eşte aradıklan temel özellikler insan eşleşmesinin
temel kurallarını tanımlar. Aaular kimin bize çekici geldiğini ve onla­
rı çekmek için hangi stratejilerin işe yaradığını belirler. Aauları yok
sayma çatışmalara ve evliliklerin yıkılmasına sebep olmaktadır. Bir
başkasının arzusunu karşılamak bir eş kazanıp onu muhafaza etme­
nin etkili bir yoludur. Aaulann gerçekleştirilmesi ise uzun süreli aş­
kın yaşama şansinı arttınnaktadır.
Otuz yedi kültürü kapsayan çalışma bu arzuların ne gibi içeriklere
sahip olduğunu eskisinden çok daha iyi aydınlatmıştır. Dünyadaki
herkes nazik, anlayışlı, zeki, güvenilir, duygusal olarak istikrarlı, ge-
,,. çimli, çekici ve sağlıklı eşler istemektedir. Fakat bu niteliklerin önce­
liği bir kültürden diğerine değişmektedir. Örneğin bekaret müstak­
bel bir eşte bütün ana kıta Çin'de hiçbir şekilde vazgeçilmez bir özel­
lik olurken, İsveç, Hollanda gibi ülkelerde konu dışıdır.
Evrensel cinsiyet farklarının varlığı, sosyal bilimcileri şaşırtmakta­
dır. Erkekler dünyanın her yerinde gençlik ve fiziksel çekici liğe daha
çok önem vermektedir, artık bu niteliklerin doğurganlık ve gelecekte­
ki üreme potansiyeli için önemli işaretler olduğu biliniyor. Yeryüzü­
nün her yerinde kadınlar hırslı, temiz sosyal statülerinden keyif alan,
kaynaklara ya sahip ya sahip olabilecek ve onlardan birkaç yıl önce
1 47
doğmuş olan erkekleri istemektedir. İnsan evrim tarihinin uzun bir
dönemi boyunca kadınlann çocukları, ona bağlı refah içinde bir erke­
ği seçmekle hayatta kalmış, daha iyi hayat şanlarına sahip olmuştur.
Peki aşk bir kişinin geçmişine dair kendi anlattıklannın hiç düşün­
meden onaylanması veya bizi kusurlara karşı körelten bir duygu mu?
Bir anlamda her ikisi. İnsanlar istedikleri niteliklere sahip olmayan in­
sanlara nadiren 3şık oluyorlar. Arkadaş bulma sayfalarında yazılanlara
kadınların ve erkeklerin tepkileri üzerine yapılan bir inceleme, erkek­
lerin öz betimlemelerinde fiziksel çekiciliklerinden ve genç bir yaştan
söz eden kadınlan tercih ettiklerini göstermektedir. Kadınlarsa düz­
gün bir geliri ve saygıdeğer bir eğitim düzeyini yazan erkeklerle te­
mas kurmaya yatkındır.
Kime 3şık olduğumuz köksüz bir faydacı mantığa sahip olsa da,
aşk bizi, 3şık olduğumuz kişinin kusurlanna kör edecek şekilde ev­
rimleştirmiş olabilir. Aşkın miyoplaştıncı etkisine dair en az iki bilim­
sel açıklama vardır. Çok az insan· bizim arzu ettiğimiz bütün özellikle­
re sahiptir ve çoğumuz ideal bir dünyada isteyebileceğimizden daha
azına fit olmak zorundadır. Herkesin arzu ettiği tipler, genellikle, her­
kesin arzu ettiği tiplerle birlikte olur. Bilimsel olarak en iyi kaydına sa­
hip olduğumuz birliktelik biçimi, mantıklı birliktelik, yani birbirlerine
benzer olan insanların birlikteliğidir. Zeki, eğitimli insanlar, onlann fi­
kirlerini ve tutkulannı paylaşabilecek insanlar istiyorlar. Güzellik abi­
deleri ise, Apollonu kıskandıracak erkeklerle birlikte oluyor. Her ne
kadar zıtlar birbirine çekse de, uzun dönemli bir ilişki söz konusu ol­
duğunda, 8'ler B'lerle, 6'lar 6'tılarla evleniyor.
Aşık olurken uzun uı.adıya kusurlar üzerine düşünmenin pek bir
faydası yoktur. Gerçekten de, yakınlarda yapılan bir araştırma, birçok
insanın birlikteliklerinin başarı ihtimali üzerine aşın derecede iyimser
olma "aşk yanılsaması"nı yaşadığını göstermektedir. Her ne kadar ev­
liliklerin yüzde 50'si boşanmayla sonuçlansa da, insanlann yalnızca
yüzde 1 1 'i evliliklerinin boşanmayla sonuçlanacağını düşünüyor. Evli
1 48
olmayan genç bireyler arasında yapılan bir araştırma, bunlann yalnız­
ca yüzde 12'sinin gelecekteki evliliklerinin boşanma riskinin yüzde 50
olduğuna inandığını gösteriyor. Oysa bugün evlenen insanlar için bo­
şanma riski yüzde 64'tür. Bu bulgular kuşkusuz hedefini tutturama­
yan binakım beklentilerin doğurduğu önyargılarla beslenmiş olabilir,
fakat haşan şansını antınyorlar. Çünkü aşk, bir ilişki sonunda bitse
de, zor ve kara günlerde inanların birlikteliklerinin devam etmesini
sağlayan bir duygu. Kısaca aşk, bizi iki şekilde kör edebilir; ilk olarak,
fantezilerimizdeki ideali karşılamayan birine fit olmamızı sağlar, ikin­
ci olarak bizi ilişkinin geleceği hakkında iyimser yapar ve bu sayede
onun haşan şansını 'antınr.
Evrimci ekonomist Roben Frank, aşkın bağlılık sorununa bir çö­
züm olduğunu ileri sürüyor. Eğer biri sizi mantıklı sebeplerden dola­
yı seçerse, bu "mantıklı sebeplere" daha uygun birini bulduğunda si­
zi aynı mantıklı sebeplerden dolayı terk edebilir. Bu, bir bağlılık soru­
nu yaratır: bir insanın size sıkı sıkı sanlacağından nasıl emin olabilir­
siniz? Eğer bir insan, çaresiz, kontrol edilemeyen, kendi seçimine
bağlı olmayan bir aşkla başka birine değil de size, yalnızca size bağlıy­
sa, o zaman bağlılık sarsılmayacaktır. Aşk aklı bastınr. O, çok daha ar­
zu edilebilir biri karşınıza çıkıp sizinle uzun süreli bir ilişkiye girebile­
ceği sinyalini verdiği zaman, birlikte olduğunuz kişiyi terk etmeyece-
.... ğinizi garanti altına alan bir duygudur.
Fakat sebepse! zincirin tersine işliyor olma ihtimali de vardır. Aşk
belki de bağlılık sorunu başarılı bir şekilde çözüldüğü zaman tecrübe
ettiğimiz psikolojik bir ödüldür. Eş seçimi, cinsel fetih, adanma ve
bağlılığın zaferle sonuçlandığını işaret eden bir beden/zihin afyonu­
dur belki aşk. Bilimsel açıklamaya göre evrim insan beynine, başarılı
üremeye yol açan faaliyetlere devam etmemiz için ödül mekanizma­
ları yerleştirmiştir. Kötü yanı, uyuşturucu bir süre sonra etkisizleş­
mektedir. Bazıları hazcı bir çemberin içine tutsak düşmekte ve aş ka
eşlik eden yüksek duyguların peşinden koşmaktadır. Yeni eşlerle mü-
1 49
kerrer başarılı eşleşmeler heyecanı geri getirmekle birlikte, hiçbir ı.a­
man eski düzeye ulaşılamıyor sanki.
Aşk bağlılık sorununa bir çözüm olabilir veya bunu çözmenin in·
sanı şarhoş eden bir ödülü de. Belki de her ikisi. Emin değiliz. Fakat
aşkın hep bağlılıkla ilişkili bir duygu olduğu konusunda bir kuşku
yoktur. Benim araştırmamda bir kişinin gerçekten 3şık olup olmadı·
ğını gösteren ı ı; eylem arasında, bağlılık işaretleri, örneğin evlilikten
bahsetme veya bir aile kurma isteğini ifade etme listenin en başında
gelmektedir. Aşkın en göze çarpan eylemleri, bir kişiye olan cinsel,
duygusal bağlılık ve sahip olunanı paylaşma isteğidir.
Ne yazık ki evrimci hikiye burada bitmiyor. Aşk arzusu var olun­
ca, sahtekirlık yapılabilir. Erkekler kısa dönemli cinsel başarılar için
aşk duygularının derinliklerine dair kadınlan aldatmaktadırlar. Kadın­
lar da buna karşılık cinsel istismara karşı savunma mekanizmaları ge­
liştirmişlerdir; örneğin seks yapmadan önce uzun süren bir flört aşa­
ması şan koşmak veya sözsel olmayan işaretleri okuma konusunda
üstün bir yetenek geliştirmek. Bu evrimsel karşı önlemler aldatmaya
karşı sürekli tetiktedir.
Başka bir sorun da insanlann en az 3şık oldukları kadar hızlı bir
şekilde soğumalandır. İleride hangi insanların soğuyacağını kesin ola­
rak bilemesek de, son dönemde yapılan bazı araştırmalar binakım
ipuçları sunmaktadır. Nasıl arzunun gerçekleştirilmesi aşık olmakta
büyük bir yer kaplıyorsa, arzuların gerçekleşmemesi çatışmayı işaret
eder. Nazikliği ve enerjisi yüzünden seçilen. bir erkek, ı.a.lim ve tem­
bel olduğu ortaya çıktığında terk edilir. Gençliği ve güzelliği için seçi·
len bir kadın, yeni bir model erkeğe göz kırptığında hemen terk edi·
lebilir. Daha önce çok düşünceli görünen bir eşin hor gören bir insan
olduğu onaya çıkabilir. Ayrıca birkaç cinsel ilişkiden sonra eşlerin gel­
diği üretimsizlik, her ikisini de daha verimli ilişkiler aramaya itebilir.
Tabii bir de eş piyasasının davul dengi dengine çalar ilkesini hesa­
ba katmamız gerekiyor. Kariyerlerine yeni baş lam ış bir çifti düşünün.
1 50
Eğer kadın kariyerinde hızla yükselirken, erkek işinden atılırsa, bu
durum ilişkinin üzerine büyük bir yük bindirir, çünkü anık bu kişile­
rin piyasa değerleri farklıdır. Kadın için bir ı.amanlar ulaşamayacağı 9'
·

tar artık elinin altındadır. Eş bulma evriminin balta ginnemiş orman­


larında kaybeden kocasına destek veren kadınlan beğenebiliriz. Fakat
atalarımız bunu yapmadı. Modem insanlar, ilişkide bulunmanın be·
delleri, aynlığın sonucu olarak tecrübe edilen bedellerden daha ağır
�tığında, satışa geçen atalardan gelmişlerdir.
Aşkı yitirmenin birçok karanlık yanı vardır. Çöküş kadın için fizik­
sel olarak tehlikeli, her iki cins için psikolojik anlamda travmatik ola­
bilir. Sevdikleri kadın tarafından reddedilen erkekler bu kadınlan ge­
nellikle duygusal ve bazen de fiziksel olarak istismar etmektedir. Son
dönemlere ait araştırmalarımızda korkutucu sayıda erkeğin, birden­
bire terk edildiklerinde cinayet fantezileri kurduğunu gösteriyor. Ev­
rim nasıl başarılı bir eş bulmayla içimizi hazla dolduran ödül mekaniz­
malan inşa etmişse, içimize eş bulmanın başarısız olduğu her yerde
psikolojik acıya yol açan mekanizmalar da yerleştirmiş olabilir.

1 51
Saldırganlığın Sebebi Nedir
1 Yalnız bir matador ve neredeyse çıldırmış bir boğa, güney İspan­
ya'nın güneşle kavrulan bir arenasında eski, vahşi bir ritüelde
kendi kadim rollerini oynuyorlar. 1964 yazında olmuştu, fakat
olayı gösteren film bugün hara üniversite anfilerinde gösterilmeye de­
vam ediyor. Boğa bütün gücüyle silahsız adama yöneldiğinde, adamın

kızıl kumaşı sarsılmaz bir şekilde ve bir matadorun o her ıamanki ener­
jisiyle tutmadığı görülür. Dengesiı.ce tutulmuş ve hareketsizdir. Aslın­
da sahanın onasındaki adam, beyin uzmanı jose Delgado, hayatında
daha önce kendisine saldıran bir hayvanla hiç karşılaşmamıştır.
Boynuzlar hiçbir ıaman doktora ulaşamaz. Boğa harekete geçtik­
ten saniyeler sonra Delgado elinde tuttuğu bir radyo-vericinin üzerin­
deki bir düğmeye basar ve boğa birdenbire olduğu yerde durur. Başka
bir düğmeye basar, boğa arkasını döner ve rahvan adımlarla uzaklaşır.
Kal.anan Delgado'dur. Beynin çalışma biçimini incelediği on beş
yılın ardından, beynin mekanizmasının anlaşılması ve hakimiyetinin
insana bir hayvanın saldırganlığını uzaktan kumandayla başlatma ve
bitirme gücünü verecek seviyelere geldiğini gösterişli bir biçimde ka­
nıtlamıştır. Beyne elektrik verme veya ilgili dokuları elektrikle uyarma
yoluyla maymunlarla bir oyuncak gibi oynadığını, onları kavga ettirdi­
ğini, çiftleştirdiğini, uyuttuğunu itiraf eder daha sonra.
"Zihnin incelenmesinde bir dönüm noktasına erişilmiştir," diye
ilan eder. "Tarihte ilk defa bilinçli bir beyinde keşfedilebilen zihinsel
faaliyetlerin ve sosyal ile antisosyal davranışların biyolojik temelleri­
nin anlaşılması, mevcut kaygılarımızdan bazılarına akıllı çözümler
bulma arayışında can alıcı bir öneme sahiptir." Bu tarih bilim adamla­
rının beynin çalışma biçimini yalnızca anlamak değil, ona -özellikle
antisosyal saldırgan davranışı engellemek için- müdahale etmek be­
cerisine inançlarının en yüksek olduğu andır.
Bugün bile Delgado ve çağdaşları, birçok ardılına ilham vermeye
devam etmektedir. Glasgow Üniversitesi'nden hayvan saldırganlığı
konusunda uzman olan Felicity Huntingford, Delgado'yu '!Bir öncü
1 54
ve bize neler yapabileceğimizi gösteren çok zeki bir bilimci. Birçok
insanı bu yola sokan o," diye betimlemektedir.
Fakat profesör Huntingford'a göre, yirminci yüzyılın onalarında
beyin süreçlerinin açıklanmasında ve tedavisinde fizyolojinin potansi­
yeline duyulan sınırsız güvenin karanlık bir yanı da vardır. Delgado'­
nun şovundan önceki otuz yılda, yalnızca ABD'de tahminen 40,000 ile
50,000 arasında insan genellikle normal dışı saldırganlıklarını engelle­
mek için lobotomize* edilmişti.
Bu tedavinin ABD'deki dur durak bilmez savunucusu Walter Fre­
eman, hastaların beynine tıbbi bir "buz iğnesi" batırıp beynin aşın he­
yecandan sorumlu olduğu teorize edilen talamus yakınlarındaki bir
dokusunu yok etmenin saldırganlığın ve bir dizi başka problemin se­
beplerini ortadan kaldırmaya yardımcı olacağına inanıyordu. Teorile­
rini destekleyen çok az kanıt söz konusuydu , fakat binlerce insan bu
operasyonlarla birer bitkiye dönüştürüldü (meşhur john F. Kenedy'­
nin kızkardeşi Rosemary de bunlardan biridir) .
O dönemden beri, akademik olarak daha saygın tedavilere karşı
bile öfkeli muhalefetler yapılmıştır. Bu tedavilerden biri de beyin cer­
rahı Vernon Mark ile psikiyatr Frank Erwin tarafından 1970'te ortaya
atılan tedaviydi. "Şiddet ve Beyin" adlı kitaplarında, tıpkı Delgado gi­
bi beynin hangi kısmının saldırganlıkla ilişkili olduğunu kesin bir şe­
kilde belirlediklerini iddia etmişlerdi. "Sorunlu bölgeler" yok edildik­
ten sonra hastaların davranışında büyük ilerlemeler göründüğünü id­
dia ettiler, oysa başkaları sonucun ciddi beyin hasarı olduğunu düşü­
nüyordu . Beynin aynı kısmına ulaşmak için kullanılan örneğin hfila
popüler olan Thorazine gibi kimsayal lobotomi ilaçlan, o günden be­
ri aynı şiddetli muhalefetle karşılaşmaktadır.
Lobotomiler, kimyasal lobotomiler ve benzeri tedaviler nasıl olu­
yor da sakinleştiriyor? Bu yöntemler kabul etmek gerekir ki saldırgan­
lığı tedavi etmede çok başarılı olmuşlardır. Freeman'ın beyni anlama-
t•) Beynin bir bölümünün alınması vey:ı bu dokulann öldürülmesi (ç.n.).
1 55
d:ıki eksikleri ne olursa olsun doğru bir şey yapıyordu; yöntemi , sal­
d ırgan insanları toplumun uysal ve itaatkar bireyle rine dönüştürme­
de işe yarıyordu. Fakat onun ve diğerlerinin sık sık yarattığı sırıtan
ölülerde rahatsız eden bir şeyler vardı.
"İnsanların geçmişte de günümüzde de bir türlü anlamadığı şey,
saldırganlık ve diğer zihinsel süreçlere dair kapasitemizin inanılmaz
derecelerde karmaşık ve iç içe geçmiş olduğudur," diyor Profeşör
Hu n tingfo rd "Mesele sadece beyni n bir bölümün çıkartmak, sorunu
.

çözmek değildir. Çünkü bizi kendimiz kılan şeyin merkezine çok ya­
kın bir şeyle ilgileniyorsunuz burada."
Anthony Burgess "Mekanik Portakal" romanında bu n o ktayı be­
lirtmiştir. Bu kitap anti-kahramanı Alex'in aşın saldırganlığının zorla­
yıcı bir tiksinme tedavisiyle başarılı bir şekilde tedavi edilişinin insanı
hayretlere düşüren bir anlatısını sunar. Tedavinin sonunda Alex artık
toplum için bir tehlike değildir, fakat aynı zamanda insanlığının can
alıcı bi r yanını da yitirmiştir. Burgess'e göre insan, hem "göz kamaştı­
rıcı bir biçimde yaratıcı, hem de vahşi bir yıkıcıdır. Biri olmadan diğe­
ri olamaz.
Beynin fizyolojisinin anlaşılması, Freman'ın basitleştirici kafatasçı­
lığı ndan bu yana çok yol kat etmiştir. Son zaman larda yapı la n araştır­
malar nörotransmitterler (sinirileticileri) -beyin hücreleri arasında
mesaj taşıyan kimyasallar- ve özelli kle saldırgan davranışa yakın bir
şekilde bağlı görünen serotonin denen bir transmitter üzerine odak­
lanmıştır. Araştırmalar hayvan lara se roton in düzeyle ri ni düşüren i l aç ­

lar vermenin onları bazen daha saldırgan yaptığını ve düzeyleri arttır­


manın da aksi etkilere sah i p o lduğu nu göstermiştir.
Fakat serotonin oynadığı rol dolaylı bir roldür. Beyin en az on
dört serotonin alıcısına sahiptir ve araştırmanlar henüz bunların her
birinin rollerini bilmiyor. Nörotransmitter düzeyleri ve depresyon ile
yeme bozuklu kları arasında bağlantı kurulmuş olsa da, bazı alıcı ların
(receptors) davranışları çok karmaşıktır. Örneğin IB diye bilinen bir
1 56
alıcı, etkin hale getirildiğinde maymunlarda ve farelerde saldırganlığı
antırmaktadır. Bununla birlikte etki, beklendiği gibi serotonin seviye­
sinin yükselmesiyle değil, a7.almasıyla ilişkili görünmektedir.
Nöro-transmiuer vasopressin ile saldırganlık arasında ilişki kuran
başka bir araştırma dizisi de, saldırgan davranışın beyindeki kimyasal­
ların karmaşık etkileşimi tarafından yönetiliyor olabileceğini işaret
ederek, suyu biraz daha bulandırmıştır.
Gen araştırması da aynı kafa karıştırıcı manzara görünümündedir.
Çarpıcı sonuçlar alınmıştır. Örneğin bir araştırma, Hollandalı bir aile­
de görülen aşırı şiddetin geçmişini, nörotransmitterlerin parçalanma­
sından sorumlu bir gen bozukluğuyla ilişkilendirmiştir. Araştırmacıla­
rın saldırganlık genini bulmaya çok yaklaştığına dair gürültü manşet·
ler, ne yazık ki sonuçlan yorumlama güçlüğünü gözden kaçırıyor. Ör­
neğin fareler üzerine yapılan bir laboratuvar deneyi, onların koku du­
yusunu yöneten genin kapatılması yüzünden daha çok kavga ettikle­
rini göstermiştir; hayvanlar pheromones kullanarak birbirlerine me­
saj verip çatışmadan kaçamamaktadırlar.
Başka araştırmalar, fareler üzerine yapılan bu tür incelemelerin in­
san şiddetini anlamada aşırı derecede sınırlı bir kullanıma sahip oldu­

ğunu ileri sürmüştür. Güney Kalifomiya Üniversitesi'nden Adrian Ra­


ine, fareler gibi alt memelilerde küçücük bir bölge olan bizim hayli
gelişmiş ön kafatası beyin kabuğunun saldırganlığın yönetiminde can
.alıcı bir öneme sahip olduğuna inanmaktadır. Araştırmalar katillerin
genellikle ön kafatası beyin kabuğunda, beynin bu bölgesinde bazı
sorunları işaret edecek şekilde düşük glikoz metabolizmasına sahip
olduğunu göstermektedir.
Birçok saldırganlık teorisinin beynin fıziksel yapısına bak maması
konunun karmaşıklığının bir göStergesidir. 1920'den beri yaklaşımlar
saldırganlığın dış bir kışkınma olsa da olmasa da var olan bütün in­
sanların içinde bulunan ölüm isteğinin dışsallaştınlması olduğunu
söyleyen Sigmund Freud'un teorisinden, Konrad Lorenz'in balıklar ve
1 57
kuşlar üzerine yaptığı hayvan davranışları araştırmasına dayanan ve
bunun insanların hayvanlar aleminin büyük bir kısmıyla paylaştığı bir
itki olduğunu ileri süren teorisine kadar çeşitlilik göstermektedir.
En verimli yaklaşımlardan birisi, biyolojik teorilerin bireylerin be­
yin durumları üzerine yoğunlaşmalannın aksine, saldırgan davranışın
güdülenip yönetilmesindeki sosyal kuwetlerin hayati rolüne bakmış­
tır. Eylül 200 1 tarihli Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon'a yönelik te­
rörist saldırılan düşünün. Her ne kadar bazı intihar bombacılannın
sistemlerindeki serotonin düzeyi daha düşük olabilse de, din, kültür,
ideoloji, otoritenin etkisi ve tarih neden o kadar çok insan öldürdük­
lerini açıklamakta daha çok işe yaramaktadır.
İnsanlığın entelektüel düşünce, öğrenme ve karmaşık iletişim ka­
pasitesi çoğu zaman bizi haywnlann üstüne bir yerlere yerleştirilmek
için kullanılmış olsa da, bu nitelikler de saldırgan davranışa katkıda
bulunabilir. Araştınnalar şiddete maruz kalan çocukların kışkırtıldık­
larında diğer çocuklara göre daha fazla saldırganlık sergilediklerini
gösteriyor. Batıda, televizyonlarındaki şiddetle saldırganlık arasında
yirmi beş yıllık bir çalışmanın 1994'te gömen geçirilmesi, bu ikisi ara­
sında önemli bir karşılıklı ilişki tespit etmiştir. Öte yandan Tahiti'de­
ki geleneksel topluluklar ile İnuit yerlileri üzerine yapılan araştırma­
lar, saldırgan davranışın kültür tarafından ciddi bir biçimde ayıplan­
ması sebebiyle antisosyal saldırganlığa pek rastlanmadığını göster­
mektedir.
Öncü bir sosyal öğrenme araştırmanı olan Albert Bandura, insanın
insanlık dışı davranışlarında saldırganlık kavramının yerini sorgula­
maktadı r "Beni asıl ilgilendiren saldırgan duygular değil, fakat ahlaki
.

ölçütler ve bu ölçütlerden kurtulmada ne kadar başarılı olduğumuz­


dur. Bu bana bir insana zarar verip veremeyeceğimizin veya onları ah­
laki endişelerimizin dışına çıkarıp çı karmadığı mızı n gerçek ölçütü gi­
bi geliyor. "
Bir insanın on bin sivili barındıran bir binaya bir yolcu uçağıyla ne-
1 58
den çarptığını ve hatta bir insanın yaşlı bir kadının cüzdanını niçin
çaldığını anlamak için, bu eylemle neyi başaracağını düşündüğünü ve
kurbanlarının acısını düşünmemeyi nasıl başardığını anlamak, belki
de o gün hissettiklerini anlamaktan daha önemlidir.

Chris Bunting
Serbest Gazeteci

1 59
Saldırganlığın Sebebi Nedir?

Dolf Zillmann

1
Alabama Üniversitesi psikoloji profesörü

Hayvanlara dair saldırganlık analizleri, evrim cetvelinin sonuna


doğru olanlar başta olmak üzere bütün türlerin hem kendi üye­
lerinde hem de diğer türlerde yaralama ve ölüme yol açtığı bir
dizi temel durumu ortaya çıkanyor. Yiyecek için yırtıcı davranış başka
bir türe yönelik yok edici davranışın en açık nedenidir. Yıyecek için
gereken şartlan tedarik eden bölgenin korunması şiddetin diğer bir
nedenidir. Kabaca dile getirirsek, kendini koruma çıkanyla gerçekleş­
tirilmiş bu durumlar, yiyecek ve barınak için saldırganlık anlamına gel­
mektedir. Aynı tür söz konusu olduğunda saldırganlık, kaynakların kıt
olduğu yerlerde aynı amaca hizmet etmektedir.
Tür içindeki saldırganlık, ilaveten, çiftleşmeye hazır dişilere ulaş­
mak için erkeklerin birbirleriyle kavga etmesi örneğinde olduğu gibi,
üreme amaçlı da .olabilir. Bu tür saldırganlık türün devamını sağlama
başlığı altında ele' alınmalıdır. Yine de, türler içindeki kavgaların yara­
lama veya ölaürme amaçlı olmadığına dair genel bir inanış vardır.
Onun amacı rakipleri kaynaklar üzerindeki rekabetten vazgeçirmektir.
İnsanlar arasındaki saldırganlık da aynı şartlar tarafından mı yaratılı­
yor? Bazı akademisyenler saldırganlığı kışkırtan durumlann bütün tür­
ler için özde aynı olduğunu ve insanlann saldırganlığının kendine has
bir yanı olmadığını savunmaktadır. Zaten, insanlar da yiyecek için baş­
ka türleri katleder, toprak için birbirleriyle savaşır, kendi değerlerini
empoze etmek için başkalarını yaralar veya öldürür ve değerli şeylerini
korumak için şiddete başvurur. Cinsel rekabette, hayli sık bir biçimde
şiddet davranışlarına yol açmakta� ır. İnsanlar, tıpkı diğer hayvanlar gibi
istedikleri şeyi elde etmek için yıkıcı güç kullanmaya hazır görünüyor.

1 60
Diğer akademisyenler bu benzetmeleri fuzla talepkar buluyorlar.
insan neokorteksini, onun zihinsel kapasitesinin diğer türleri çok aş­
mış olduğu gerçeğini işaret ediyorlar. Ahlaki düşünce -verili şartlarda
neyin iyi neyin kötü olduğunu yargılama yetisi-, ve irade kontrolü - ör­
neğimizde, bir insanın kendi eylemlerini ahlaki değerlendirmeleriyle
01ynı çizgiye getirmesi-, bu tür kuramsallaşnrmada önemli bir yer kap­
lamaktadır. Bu akademisyenler arkaik saldırgan güdülerin varlığını ka­
�ul edebilse de, !ikim bir kural oıarat< bunlan aşbğına inanmaktadır.
Bu yüzden diğer hayvanlardan hareket eden analojilerden çok az şey
öğrenileceği sonucuna varıyorlar.
Antik dönemlere ait kalıtsal mirasımızla bili�! yetilerimizin göre­
ce yakın 7.amanlardaki gelişmesini birlikte kabul etmek, daha bütün­
lükçü bir duruş gerektirir.
Genel olarak insan beyninin bir sürüngen çekirdekten geldiği dü­
şünülmektedir. Bu çekirdek !imbik sistem diye bilinen memeli öncesi
yapılarla çevriliridir, bu sonuncusu da yeni memeli yapısıyla, yeni kor­
tekste çevrilidir. Bilhassa büyük bir yeni konekse sahip olmamız bir
kenara, �·:·1lerimiz daha önceki evrim aşamalannı üç parçalı bir ya­
pıda birleştirmiştir. En önemlisiyse, bu yapılann bütün hayati insani
davranışlan üzerinde, tıpkı binlerce yıl öncesindeki gibi etkide bulun­
maya devam etmesidir.
Limbik sistem bütün insan heyecanlannı kontrol eder ve bu siste­
min bir parçası olan amigdala saldırganlığı kontrol etmede en önemli
yapı olarak onaya çıkmıştır. Bu yapı çevreyi tehlike ipuçlan için tara­
ma ve bu ipuçlarıyla karşılaştığında, insanlara onlarla etkili bir şekilde
fiziksel olarak mücadele etmeye yardım etmek için endokrin sürecini
başlatmayı kapsamaktadır.
Yakın tehlike tehditleriyle baş emek, bir bireye öncelikle tehdit
kaynağına saldırarak veya yavaş yavaş çekilerek hızlı önlem alabilmesi
için enerji tedarikini gerektirmektedir. Enerji ihtiyacı genellikle sinir
sistemini uyaran adrenal hormonlarının sistemli bir şekilde salınma-
161
sıyla ve iskelet kaslarına büyük miktarlarda glikoz tedarik edilmesiyle
sağlanmaktadır.
Bu tepkiler dizisi iyi tesis edilmiş bir kaç veya dövüş tepkisidir ve
ani, kuwet gerektiren eylemlerle sonuçlanacak acil davranışlar için
idealdir. Evrim açısından böyle bir eylemin mekanizmasının türe bü­
yük faydası dokunur. Aynı süreç, insanların da yınıcı hayvanlarla veya
düşman insanlarla beklenmedik karşılaşmalarda hayatta kalmasına
yardım etmiştir. Heyecanlanmak ve kızmanın, bir meydan okumayı
karşılayacak şekilde güçlü hissetmenin ve hemen bu ana ve buraya
odaklanmanın uyum değeri kanıtlanmıştır.
Bu uyum değerinden sadece modern toplumd� ödün verilmiştir.
Bir kural olarak, tehlike tehditleri anık doğrudan bir saldın veya ani
kaçışla çözülemez. Örneğin bir insanın evindeki radon gazının ters et­
kileri, beden onaya çıkan acil durumla ilgili olarak ne kadar çok ener­
ji tedarik ederse etsin, ani bir fiziksel eylemle ortadan kaldınlamaz.
Muhtemelen en önemlisi, sosyal kurallann , cezalandırma tehdidini
kullanarak, anadaki bir çarışmayı şiddet veya kaçış aracılığıyla çözüm­
lemeyi yasaklamasıdır. Arabası dikkatsiz bir sürüce tarafından çizilen
bir adamın ötkeye kapılıp onu dövmesi veya bir çocuğa bakmakla yü­
kümlü birinin ülkeden kaçması pek tavsiye edilir davranışlar değildir.
Bununla birlikte bütün bu kışkınma, kızdırma ve kafa karışıklığı ör­
nekleri arkaik beyin yapısını uyarıp, her ne kadar bu tepkiler büyük öl­
çüde yararlılıklarını yitirmiş olsa da, bahsi geçen tepkileri uyarmaya
devam etmektedir. Bu genellikle baş edilmez bir kızgınlığı uyarmakta
ve duygunun onaya çıkma şanlannı ortadan kaldırma yetisinden yok­
sun şiddet eylemini hareket geçirmektedir.
Korku ve kızgınlık duygularını anlamada, onlann son dönemlere
ait işlevsizlikleriyle birlikte eski işlevlerini hesaba katmak önemlidir.
Bu eski işlevler iki aşamalıdır. Bir eylemi yerine getirerek biriken ener­
jiden kurtulmak ve dikkati eylemin şimdi ve burada olmasına çevir­
mek. Eylem itkisi ve bilişsel eksiklik diye bilinen bu iki tepki h,I, kız-
1 62
gınlık ve öfkenin özellikleri arasındadır. Bunlardan birincisi eylemin
nihai faydasından bağımsız olarak saldırgan eyleme itmektedir. İkinci­
si ise, yakın durum üzerindeki bilişsel odaklanma nedeniyle, eylemin
daha sonraki sonuçlarını bireylerin ihmal etmesine sebep olmaktadır.
İnsanlan şiddet eylemlerinin sonuçlanndan habersiz hale getiren bu
bilişsel kontrol bozulması, sorumluluğu anadan kaldıran geçici bir de­
lilik olarak kabul edilecek kadar kötü kabul edilmektedir.
Yıkıcı şiddet eylemlerine girme eğilimi kuşkusuz hepimizde var.
Zarar verme veya alçaltma tehditleri, aşın düzeylere ulaştığında, kon­
trolsüz, ani saldırgan davranışlara yol açma ihtimali çok yüksek olan
tepkiler uyandırmaktadır. Gündelik hayatın bitmek bilmez güçlükleri
ve öfkelerinin tonulan genellikle özel durumlarda tepki olarak onaya
çıkmaktadır. Kızgınlık çok farklı kaynaklardan gelen uyarılarla yaratıla­
bildiği için, görünürde küçük bir anlaşmazlık genellikle öfke ve şiddet­
li çatışmalar sebep olmaktadır.
Şu ana kadar arkaik beyin yapılarının günümüzde işlevsiz olan et­
kilerini göz önüne aldık. Şimdi de bunların bizi diğer hayvanlardan ayı­
ran yeni yapıların, ilişki kurucu, tahmin edici ve sonuç çıkarıcı güçle­

riyle yeni korteks üzerindeki etkisine bakalım.


Saldırganlık üzerine çalışan birçok akademisyen, yeni korteksin bi­
ze sağladığı üstün akılcılığın şiddetin antikoru olduğuna inanıyor. Akıl­

cılık bütün insani saplantıların ilacı olarak görülmektedir. Akılcılığın sık


sık şiddet içeren patlamaları engellediği, engelleyebileceği tartışmasız­
dır. Fakat düşüncesiz, yıkıcı şiddete dair kayıtlara üstünkörü bir bakış,
şiddeti engelleme konusunda aklın sık sık yetersiz kaldığını gösterir.
Dahası, akılcılık yalnızca şiddete karşı etkili bir antido temin etme
konusunda başarısız olmakla kalmaz, aynı zamanda insanların birbiri
üzerine uyguladığı devasa miktarda bir şiddetin kaynağıdır. Başkaları­
nın değerli varlıklarını eylemimizin sonuçlarını asgariyi indirgeyecek
şekilde zorla alma nın iyi bir kazanma yolu olduğunu söyleyen akıl bi­
zim aklımızdır. Yine tahmin etme becerilerimiz şiddetin bedelini öde-
1 63
memek için stratejiler geliştirmede kullanılmaktadır. Bu yetenekler
bütün bireyleri saldırgan eylem yoluyla başkalannı zorlama riskine
sokmakla kalmaz, aynı ı.amanda organize şiddet ve savaşa ilham verir.
İnsan saldırganlığına hizmet eden sadece üstün tahmin becerileri
ve bunların getirdiği stratejiler değildir. İnsan saldırganlığı, aynı za­
manda, bazılannın en yüksek akılcılık formu olarak gördüğü ahlaki
akıl yürütme tarafından güdülenir. Ödeşme ve öç temel saldırganlık
kaynaklarıdır. Bizi kısa çöpü çeken tarafa koyan sosyal adalet karşılaş­
tırmalan, denk miktarda eşitsizlikle savaşa rağmen, kızgınlığa ve dola­
yısıyla saldırganlığa yol açmaktadır. Adalet duygumuzun çiğnenmesi
bizi öç almaya itmektedir. Eğer bize karşı bir yanlış yapılmışsa "ödeş­
memiz" gerekir. Ödeşerek adaleti sağlama arzusu sık sık kişisel çatış­
malara sebep olmaktadır. En büyük savaş nedenlerinden biri, birinin
halkı eskiden yapılmış bir haksızlığın cezasız kalamayacağına ikna et­
mesidir. Bazen ahlaken en kabul edilmez eylemler bile -genellikle kut­
sal bir otoriteye gönderimde bulunarak- haklı çıkanlır.
Öyleyse, yeni koneks, bizim sosyal sorunları ve küresel şiddet teh­
likelerini tanımamızı mümkün kılsa da, aynı zamanda saldırganlık için
yeni, nevi şahsına münhasır sebepler ve alanlar yaratmıştır. Fakat etki­
li saldırganlık için enine boyuna düşünülmüş kavram geliştirme strate­
jileri ve ahlaki kökene dayanan saldırganlık başka türlerde yoktur. Bu
saldırganlık sebepleri, o halde, bizi hayvanlardan ayıran şeylerdir. Oy­
sa bunlara ek olarak, ya da bunlann kendisine eklendiği, arkaik üçlü
beyin yapımızda bulunan saldırganlık güdülerini diğer primat ve tür­
lerle paylaşmaya devam ederiz.
Doğaya Müdahale Etmemiz
Doğru mu
1 Haziran 2001 yılında Amerika Temsilciler Meclisi insan klonlan­
ması teklifini reddetti. Fakat daha sınırlı, tedavi amaçlı bir klon­
lamaya izin verdi. Müzakere sırasında söz alan Oklahoma'dan
cumhuriyetçi kongre üyesi J.C.Watts şunları söyledi: "Meclis aklını yi­
tirmiş bilim adamlarına bize bahşedilmiş hayatla oynama izni verme­
meli. Klonlama insanlığa hakarettir. Bilimin aklını yitirmesidir." Üç ay
sonra bahsi geçen "aklını yitirmiş bilim adamlarından" ikisi -kök hüc­
re tekniklerini ve yapay döllenmenin öncüleri- Amerika'nın Nobel'i
olan Lasker Ödülü'ne layık görüldüler. Bilim çevrelerinde, bu kişilerin
çalışması insan bilgisinin antırılmasına büyük bir katkı olarak görüldü.
Bir kez daha, insanın merakı ile bu merakın sonucu olan bilimsel
ilerleme, olası yan etkilerine dair insani tedbirlilik ve keşfin gizli so­

nuçlarının yararlarını geride bırakacağı korkusu karşı karşıya gelmiş­


tir. Klonlama üzerine Amerika'da yapılan tanışma, kamuoyunun bilim
adamlarına duyduğu güvensizliği ve bilim adamlarının doğayla oyna­
malarının yanlış olduğuna dair endişelerini ortaya çıkarmıştır.
Bu korku yeni bir şey değil. Fakat Londra Üniversitesi'nden uygu­
lamalı biyoloji profesörü Lewis Wolpen'e göre gereksiz bir korkudur.
Wolpen, insan klonlamanın ortaya attığı yeni bir ahlaki meseleyi ken­
disine gösterecek olana bir şişe şampanya sözü veriyor ve bilim ile
onun uygulaması arasında bir aynın çizgisi çekiyor. Bilimin kendi ba­
şına değer dışı olduğunu ileri sürüyor; ahlaki bir değere sahip olan
şey, toplumun bilimle ne yapmayı tercih ettiğidir. Wolpert "Bilimin
Tarafsız Doğası" adlı kitabında 1945 yılında Hiroşima'da 200,000 insa­
nın ölümüne yol açan atom bombasını tanışmaktadır. Bomba, Eins­
tein'ın 1905'te yayınlandığı 'Özel Görelilik Teorisi'nde bulunan ve ba­
sit bir şekilde getirirsek, küçük bir madde parçacığından dev.ısa bir
enerji elde edilebileceğini ifade eden "e=mc111 formülünü istismar et­
miştir. Wolpen bomba yapma karannın, bilimsel olmaktan ziyade si­
yasi bir karar olduğunu iddia ediyor. Ona göre bilginini ilerlemesini
engellemek imkansızdır. Her ne kadar bilim adanılan çalışmalannın
1 66
olası sonuçlan konusunda kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğuna
sahip olsa da, bilginin uygulanması onların sorumluluğunda değildir.
Einstein olsaydı buna karşı çıkardı. Felsefeci Benrand Russel ile
birlikte, 1955 yılında termonükleer silahların getirdiği tehlikeleri tar­
tışmak için bütün siyasi sebepleri öne süren bir amentü yayınlandı.
Daha sonradan Pugwash Konferanslan olarak anılan ilk toplantı 1957
yılında yirmi iki meşhur bilim adamının katılımıyla yapıldı ve bu k<:ın·
feranslar bugün düzenli olarak devam etmektedir.
Doğa hakkında çok şey bilmenin kötü bir şey olduğu miti, mo­
dem bilimin doğduğu Batı kültüründe merkezi bir yere sahiptir. An­
tik Yunan mitolojisi Titan Prometheus'un, ateşi tanrılardan çalıp in·
sarılığa verdiği için kayaya zincirlenişini ve her gün kendini yeniden
tamir eden ciğerlerinin bir kartal tarafından yenilişini anlatır. Ad�m
ile Havva'nın cennetten kovulmasının sebebi gerçek bilgi ağacını
meyvesini yemeleridir. Hikayenin John Milton versiyonunda, 1667 yı­
lında yazılmış "Kayıp Cennet" adlı kitabında yılan, ağacı "Bilimin Ana­
sı" diye adlandırır. Oyun yazarı Chiristopher Marlowe's ortaçağ sim­
yacısı Dr. Faustus kahramanı bilgi karşılığında bedenini ve ruhunu
satmaya hazırdır.
Mary Shelley'in 1818 tarihli "Frankenstein Ya Da Modem Promet·
hus" adlı gotik romanı çok fazla şey bilmek isteyen ve doğaya müda­
hale eden bilim adamları için bir model olmuştur. Genç ve idealist bir
öğrenci olan Victor Frankenstein, hayatın gizini keşfeder ve bir yara­
tık yaratır. Yaratık başta nazik ve sevecendir, fakat korku ve toplumun
onu istememesi karşısında, intikam dolu bir canavara dönüşür.
Son beş yıldır "Frankenstein" kelimesi, bir organizmanın geno­
munu bir gen çıkararak veya başka bi r türden bir gen ekleyerek de­
ğiştiınlek anlamına gelen "genetik aktarımlı" terimleriyle neredeyse
eş anlamlı hale gelmiştir. Genetik olarak aktarımlı içeriklere sahip ve­
j etaıyen peyni rler ve domates salçaları şüpheci İngiliz paı.anna girdi­
ğinde, renkli basın hemen Frankenstein kelimesine sarılmıştır. Hal-
1 67
kın aşırı tepkisi perakendecilerin bu mallan çekmeye ve ürünlerini
GM-free (Genetik Aktanmlı değildir) diye etiketlemeye mecbur bı­
rakmıştır. Bu sürede de g<17.eteler Frankenstein ormanlanndan, Fran­
kenstein balıklardan ve Frankenstein bebeklerden bahsetmiştir. Bu
haberlerin ima ettiği şey şudur: bilim adamları doğanın fazla derinle­
rine girdiler ve bunun sonucu son derece tehlikeli olacaktır.
Yaygın görüş her zaman 'doğaya müdahale etmenin kötü sonuçla­
ra yol açacağı yönündedir. Bilim adamlannın, genetik aktanmlı ürün­
lerin gelişmekte olan ülkeleri beslemeye yardım edeceği ve kimyasal
haşere ilaçlarının ve gübrelerin kullanımını 37.altacağına dair iddialan
büyük ölçüde kulak ardı edilmiştir. Protestocular, teknolojinin tehli­
keli olduğunu iddia ederek, genetik aktanmlı ürün tarlaları na girmiş
ve bu tarlatan yok etmiştir. 1999 yılında Prens Charles GM ürünlerin
gereksiz ve çevresel anlamda tehlikeli olduğunu söyleyerek, onlara
karşı boykot çağnsı yapmışnr. Başbakan Tony Blair, bilim-karşıtı ol­
manın tehlikelerine karşı bir uyan yayınlamış ve bu uyanya temel bi­
limsel araştırmalan engellemenin hata olduğunu eklemiştir.
Bilimsel keşiflere dair korku tümüyle mesnetsiz değildir. Bilim
adamlarının, hamile kadınların sabah kusmalannı engellemek için re­
çete edilen thalidomide yatıştıncısının güvenli olduğuna dair sözle ri
buna bir örnek tir. İlk thalidomide bebek 19;6 yılında doğdu ve ilaç
ciddi kusurlu doğumlarla ve yüksek oranda düşükle ve bir yaşını dol­
durmamış kurl>anlann yüzde 40 oranında ölümüyle ilişkili olduğu ge­
rekçesiyle 1961 yılında piyasadan çekildi.
Fakat genel görüş tarafından lanetlenen ve reddedilen bazı diğer
teknolojilerin yararlı olduğu daha sonra kanıtlanmış ve geniş ölçüde
kabul görmüştür. 1798 yılında Edward jenner, ineklerde bulunan çi­
çek hastalığını küçük miktarlarda şırınga etmenin insanları çiçek has­
talığına karşı bağışık kıldığını keşfetmiştir. Bu aşı milyonlarca insanın
h ayat ı nı kurtarmıştır ve Dü nya Sağlık Örgütü'nün 1980 yılında hasta­
lığın tümüyle yok edildiğini ilan etmesine yol açmıştır. Ne var ki keş-
1 68
fın yapıldığı dönemde siyasi karikatüristler, inek çiçek hastalığı şırın­
ga edilen insanları bir inek kafasıyla resmetmiştir. Bazıları, ineklerden
alınan maddenin kendilerine şınnga edilmesinden korkmuş ve kur­
tuluşun tanrının daha düşük yınıtıklanndan gelmeyeceğini savun­
muşlardır. Çiçek hastalığı aşısı 1853 yılında mecburi kılındığında,
dünya protesto yürüyüşlerine sahne olmuştur.
Dk tüp bebek Louise Brown'un 1978'deki doğumu da halk tarafın-
. dan büyük bir endişeyle karşılanmıştır. İnsan yumurtasının yapay döl­
lenmesini kusursuzlaştıran İngiliz araştırmanlar Roben F..dward ve
Patrick Steptoe'nin öncü araştınnalan sakat doğumlar, insan/hayvan
arası hilkat garibeleri endişelerini doğurmuştur. Öyle ki hükümet
1982 yılında Dame Maıy Warnock başkanlığında bir denetleme komi­
tesi ve 1984 yılında bütün yapay döllenmeleri denetleyen bir kuruluş
kurmak zorunda kalmıştır. HFEA (İnsan Döllenmesi ve Cenin Otori­
tesi) 1991 yılında yasallık kazanmıştır.
İngiltere'deki bütün ceninler, ister depo amaçlı, ister araştırma
veya kısırlık tedavisinde kullanılsın HFEA tarafından izinli olmak zo.
rundadır. Kurum faaliyete geçtiğinden beri, yaklaşık bir milyon ceni­
nin yınıtılması için izin vermiştir; bunların yüzde 6'sı araştırmalara ay­
rılmıştır. Düşük, kısırlık tedavisi ve doğum kontrol araştınnalanna
kolayca izin alınabilmektedir. 200 1 yılındaki yasa değişiklikleri, cenin­
lerin ciddi hastalıkların tedavisi için kullanılmasına da izin vermiştir.
Bu, HFEA'nın aynı zamanda insan klonlamasından da sorumlu oldu­
ğu anlamına gelir.
Kolanlama tekniklerinin 1997 yılında F..dinburgh Roslin Enstitü·
sünden bi r grup araştırman tarafından halka açık bir sergide tanıtıl·
masıyla bu mesele hükümetler tarafından tanışılan bir konu haline
gelmiştir. Roslin ekibi somatik hücre çekirdeğinin transferi yoluyla
yaratılan Dolly koyununu tanıtmıştır. Bu klonlamada, bölünmeyen
bir hücrenin çekirdeği, çekirdeği alınmış bir hücreye eklenmiştir.
Eğer yumurta döllenirse, sonuç olarak onaya çıkan yavru o ri j i n a l yu-
1 69
murtanın değil, bu yumurtaya aşılanan çekirdeğin genetik malzeme­
sini taşıyacaktır. Kök hücreleri ceninlerin ilk gelişmesinin çok kısa bir
devresi için mevcuttur. Bu hücreler, insan bedenindeki herhangi bir
dokuya dönüşebilme kapasitesine sahiptir. Bilim adamlan, gelecekte
iki tekniği birleştirerek, hastalann klonlanmış ceninlerini yaratmayı,
kök hücrelerini hasat etmeyi ve zarar görmüş organla uyumlu doku­
lar yaratmak için kullanmayı umut etmektedir. Bilim adamlan tedavi
amaçlı klonlama diye bilinen bu sürecin, uzun dönemde kalp hasta­
lıkları, Parkinson ve Alzheimer hastalığı gibi doku zedelenmesiyle il­
gili hastalıkların tedavisinde kullanılabileceğine inanmaktadır.
Temsilciler Meclisi insan klonlanmasını yasaklasa da, İngiltere
Lonlar Kamerası 2001 Haziran'ında tedavi amaçlı klonlamaya izin ver­
miştir. HFEA anık kök hücreleri almak için cenin üretimine izin vere­
bilir. Bununla birlikte bilim adamları, bir cenini doğurması için bir ka­
dına şırınga etme hakkına sahip değildir.
Fakat İtalyan bir cenin uzmanı daha ileri gitmek istedi ve Dolly'yi
yaratmak için kullanılan teknikleri insan klonlamada kullanmayı plan­
ladığını ifade etti. Uluslararası hararetli tanışmalara yol açan Severino
Antinori, kısır çiftler için insan klonlama denemelerine başladığını ve
bunun için 200 çiftin hali hazırda gönüllü olduğunu söylemektedir.
İtalya Tıp Konseyi başkanı Giuseppe Del Borene bu çalışmayı, "Doğa­
ya yönelik insan onurunu ayaklar altına alan bir müdahale," olarak ni­
teleyerek, Antinori'yi denemeleri yaptığı takdirde İtalya'dan sürgün
edilmekle tehdit etmiştir. Bir Alman gazetesi Antinori'ye "İtalyan
Frankenstein" adını takmıştır.
Doğaya bilimsel müdahale endişeleri şu anda İnsan Genomu Pro­
jesi ve "Hayat Kitabı"nın ilk taslağının yayınlanmasına odaklanmıştır.
Bu taslağın yayınlanması hayli olumlu bir tepkiyle karşılanmıştır. Fakat
verilerin nasıl uygulanacağı konusunda bir dizi kaygı onaya çıkmıştır.
Hali hazırda, sayısız kürtaja sebep olabilecek doğum öncesi teşh is ve
sigorta şirketlerinin riski azaltmak için gen testini kullanmalan gibi b i r-

1 70
çok çözümsüz tanışma sürmektedir. Projenin bütçesinin yüzde beşi,
onun ahlaki, yasal ve sosyal sonuçlarını araştırmaya ayrılmıştır.
Fakat birçok insan, ahlaki tanışmaların bilimin alanı dışında oldu­
ğuna dair Wolpert'in görüşünü paylaşmaktadır. ABD'deki kök hücre­
leri araştırma yasağının, daha çok özgürlüğün olduğu İngiltere'ye
doğru bir beyin göçüne sebep olacağı endişeleri varctır. Ünlü bir araş­
tırmacı olan Roger Pederson'un, kök hücreleri üzerine devlet destek­
'
li bir araştırmasını yürütmek için ABD'deki siyasi iklimi yaşanması zor
olarak niteleyip Kaliforniya'daki laboratuvarını kapatması buna bir ör­
nektir. Yine, bazı Amerikan biyoteknoloji şirketleri Amerika dışında
klonlama şirketleri kurmaya karar vermiştir.
İnsan 'doğası' insan bilgisini arttırma güdüsüne hiçbir :zaman dire­
nememiştir. Fakat doğaya müdahale etmenin sonuçlarına dair kaygı­
lar eski olduktan kadar, 'doğal' görünüyorlar. Bu ikisi arasındaki mü­
cadele her şeyi bilene veya her şeyi bilmeye çalışırken kendimizi yok
edene kadar devam edecek gibi görünüyor.

Carollne Davis
Times Yüksek Eğitim Eki Muhabiri

1 71
Doğaya Müdahale Etmemiz
Doğru mu?
Mary Wamock
Ablak felsefecisi, Cambridge Girton Kolej bölüm başkanı,
1982-84 yıllan İnsan Üremesi ve Cenin Bilim Araştırma

1
Komitesi Başkanı,

Müdahale kelimesi bir bütün olarak bakıldığında olumsuz bir


anlama sahiptir: onun olası uygulamalarının doğaya müdahale
anlamına geldiğini düşünenler için bu kelime kuşkusuz böyle
bir anlama sahiptir. Fakat Prens Charles 2000 yılında yaptığı bir ko­
nuşmada biyologlardan eğer istiyorlarsa doğa hakkında daha çok şey
öğrenmelerini, fakat onu değiştirmemeye çalışmalannı rica ettiğinde,
babası ve kız kardeşi insanın doğayı insanlık tarihinin başından beri
değiştirdiği ve ona müdahale ettiğini işaret etmekte. gecikmemişler­
dir. Gerçekten de insanlar doğaya hiç müdahale etmemiş olsalardı,
şu anda vahşi bir hayat sürüyor olurduk ve bugünkü karmaşık zevk ve
uğraşlanmızdan hiçbiri tahayyül bile edilemezdi. Her ne kadar bu ko­
nu çok iyi anlaşılmış olsa da (hatta hiç müdahale etmeme yerine de­
nenmiş ve test edilmiş tanm teknikleri kullanılmasını tavsiye ederek
lafı çeviren Prens Charles tarafından bile) , biyoloji biliminin çok ileri
gittiği ve müdahale etmeye bir son verip doğayı kendi başına bırak­
mamız gerektiği görüşü hüküm sürmeye devam etmektedir.
Neyin doğal sayıldığına dair fikrimiz karmaşıktır ve yüzyıllar içeri­
sinde birçok değişikliğe uğram ıştır Şu anda en az iki hayati bileşen­
.

den oluşuyor bu fıkir, romantik ve Oaıwinci.


Fransız fılozof Jean-Jacques Rousseau "Emile" adlı romanına, do­
ğanın yarattığı her şeyin iyi ve insanın eline geçen her şeyin çürüdü-

1 72
ğü ifadesiyle başlar. Özellikle çocuklar üzerine konuşuyor olmasına
rağmen, iddiası genel bir anlam ifade eder. Bu andan itibaren doğa,
kendinde değerli ve toplumun değerlerinin karşıtı olarak düşünül­
müş ve böylece romantik idealin hayati bir kısmını oluşturmuştur.
On sekizinci yüzyılda, Rousseau'ya kadar, doğanın bizim ilerleme­
miz için var olduğuna inanılıyordu. Vahşi, eğitilmemiş doğa, işlenmiş
doğadan daha az değerliydi. Oysa hem İngiltere'de hem de Avrupa'·
nın tamamına hakim olan yeni romantizm ruhu, vahşi doğal dünya­
nın insanın kendi varlığını anlamasına yardım edeceğini ilan etmiş ve
ona yüce estetik sezgiler kazandıracak olan ilham verici bir kaynak
olarak bakmıştır. Doğanın değişmezliği ve yüceliği, aynı zamanda
yozlaşmaktan uzak oluşu, insanı, gerçekten ait olduğu yeri görmesini
mümkün kılarak, gerçek kimliğine döndürme gücüne sahipti.
Fakat yeni duyarlılıkla birlikte doğanın bilimsel araştırma için uy­
gun bir nesne olduğu fikri de gelişmekteydi. 1778'de ölen İsviçreli
Botanikçi Carolus Llnnaeus, modem sınıflandırmanın temeli olan bi­
yolojik terminolojinin iki terimli sistemini çoktan kurmuştu. Aynca
sayısız amatör günlük tutucu ve doğa izleyicileri vardı. Örneğin bun­
lardan biri olan Gilben White'ın "Doğa Tarihi" adlı kitabı çocuk Dar­
win tarafından büyük bir zevkle okunmuştu. Yavaş yavaş yerleşen fik­
re göre, nasıl Newtoncu fizik bütün maddenin davranışını yöneten
yasalan sunuyorsa, biyolojik dünyada da eşit ölçüde kaçınılmaz olan .
tarihsel gelişim yasalan vardı. Daıwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabı­
nın 1829'da yayınlanması türle.rin nasıl evrim geçirdiğine dair bir açık­
lama getirdi. Buna göre türler kaynakların kıt olduğu bir dünyada ha­
yatta kalmak için yarışıyor ve en iyi uyum sağlayan hayatta kalıyordu.
Daıwin, on iki yıl sonra " İnsanın Düşüşü"'nü yayınlandığında, bugün
hala koruduğumuz insan doğası kavramının temellerini atmış oldu.
Bununla birlikte, Daıwin'in evrim teorisi hala yeterince açıklayıcı
değildi. Çünkü bir tür içindeki çeşitlemelerden bazılarının nasıl ha­
yatta kaldığı, diğerlerinin ise nasıl başarısız olduğu Darwin için net
1 73
değildi. Bunun için yirminci yüzyıldaki genetik bilimin doğuşunu
beklemek zorunda kaldık. Anık hepimiz Daıwinciyiz, fakat makro
manı.ara üzerine yoğunlaşmak yerine -farklı türlerin davranıştan ve
gelişmesi-, ilgimiz mikro üzerindedir -bu gelişmenin mekanizmasını
belirleyen gen.
İnsan doğası anık, sadece romantik duyarlılığın bağlarıyla veya in­
sanın doğal dünyayı gözleme ve anlama arzusuyla değil, biyoloji bili­
minin yasalarıyla bir bütün olarak doğaya bağlanmıştır. Anık, insanla­
rın genleri tarafından belirlendiği fikrine inanılmaktadır. Fakat genler
bütün doğal dünya tarafından paylaşılıyor ve bütün yaratıktan, bitki­
leri, meyve sineklerini, erkeği ve kadını bir tür evrensel kardeşlik için­
de birleştiriyor. Bu yüzden doğaya müdahaleye karşı çıkanların -özel­
likle insanlarda genetik müdahaleye karşı çıkanların-, gerçekte, sade­
ce insanın mevkisinin alçalmasına, daha doğrusu evrendeki özel yeri­
ni kaybetmesine duyduktan öfkeyi mi ifade ettiklerini sormak müm­
kün. Bu durum, muhalefet edenleri, "Darwin'in köpeği" denilen T.H.
Huxley ile tanrıbilimcilerin evrim kuramına dair yirminci yüzyılı ikiye
bölen tanışmasında Kilise'nin konumuna iter görünmektedir.
Fakat doğru açıklamanın bu olduğunu sanmıyorum. Bu tartışma
büyük ölçüde teolojikti. Her ne kadar Prens Charles biyologların gen­
leri değiştirmekle "yalnızca ve yalnızca Tanrı'ya ait olan alanlara teca­
vüz" ettiğini söylemişse de, bu onun tanrıbilimsel bir konuşma yaptı­
ğı anlamına gelmez. Konuşmasındaki Tanrı sözcükleri yerine Doğa
kelimesine koyduğumuzda arada çok bir farkın olmadığını görürüz.
Prensin konuşması daha çok metaforik bir anlam taşıyordu. Tanışma
anık eskisinden farklıdır. Doğaya müdahale edilmesinin yanlış oldu­
ğunu düşünen insanlar, Darwin'in varsayımlarından çoğunu kabul et­
mektedir. O halde daha önceki zamanlarda yapılan ateşli tartışmalan
tekrar gündeme getirdiklerini söyleyemeyiz. Peki o zaman neden
"müdahale" gibi duygusal bir kelime kullanılıyor.
Bu tür terimleri kullanan insanların, doğa fikrimizin iki açıdan
1 74
tehdit altında olduğunu düşündüklerine inanıyorum. Birincisi, doğa­
nın romantik veya estetik doğa düşüncesinin genetik değiştirilme
tehdidi altında zayıflatılacağı düşüncesidir. Rousseau'cu anlamda do­
ğa insan elinin değmediği bir şeydir, tümüyle kontrol edilememesi ve
kısmen tesadüfi olması dolayısıyla vahşidir. Eğer tanm ürünleri gene­
tik mühendislikten geçirilirse, hayvanlar sürekli süt üretmeye başlar­
sa, meyveler bütün sezonlarda var olmaya başlarsa, bebekler an�e ba­
·balarının arzu ettiği öı.elliklere sahip olmaya başlarsa, bizim doğaya
olan tepkimizin bir parçası olan şaşkınlık, hayranlık veya hayal kınklı­
ğı ortadan kalkacaktır. Bizı.at bizim hayatlanmız doğallığını yitirecek- .
tir. Aynı şekilde, bizim Daıwinci fikirlerimiz de şu anda tehdit altında­
dır. Yeryüziinün Dostları'nın eski başkanı Jonathan Porritt, "Güvenli
Oyun" adlı kitabında şunlan yazmaktadır: "Farklı organizmalar ve tür­
ler arasındaki kesin çizgiler silinmeye başlamıştır. Anık bireysel gen­
leri bir organizmadan alıp tümüyle farklı, ilişkisiz başka bir organiz­
maya katabiliriz, doğanın hiçbir zaman bir araya getirmeyeceği ve ge­
tiremeyeceği bileşimlerle bütün biyolojik sınırları aşabiliriz." Daıwin'­
den beri kabul ettiğimiz biyolojik doğanın yasaları bile artık değişe­
cek gibi görünmektedir. Fakat herhangi bir evrensel ahlak yasasının
var olmadığının biı.e sürekli olarak anlatıldığı bir dünya, şimdiki dün­
yadan çok daha korkunç bir dünya olmaz mı?
Bununla birlikte makul düşünmeli ve "doğal" olana dair güı.el ko­
nuşmalann başımızı döndürmesine izin vermemeliyiz. Biz gerçekten
de doğal dünyanın bir parçasıyız, her ne kadar diğer hayvanlardan da­
ha parlak, daha zeki olup daha uzağı görüyor olabilsek de doğaya kar­
şı ve özellikle kendi türümüı.e karşı belirli görevlerimiz var Her şeyi
.

zararlı karşıtlıklar içerisinde ele almamız gerekir. Örneğin genetik ak­


tarımlı ya da organik, tedavi edilemez derecede hastalıklı bebekler ya
da önceden casarlanmış bebekler suni ikilemleriyle bakmamalıyız ko­
nuya. Araştırmaların devam etmesine izin vermeliyiz ki genetik akta­
rım tekniklerinin iyi sonuçlar alınacak ş e ki lde uygulanması devam et-
1 75
sin. Bu esnada gözlerimizi şarlatanların veya istismarcı şirketlerin zen­
ginleşmesi de dahil olmak üzere önceden tahmin edilemeyen zararlı
sonuçlar için açık tutmalıyız. Eğer pirinci elverişsiz hava koşullanna
daha dayanıklı hale getiren genetik aktarımın pirincin beslenmenin
temeli olduğu ülkelerde beslenme düzeyinde büyük bir fark yarataca­
ğı kanıtlanabilirse, o zaman insanhğın çıkan bu pirincin var olmasın­
dan yanadır. Eğer kök hücre naklinin bir insanın hasar gönnüş beyni­
ni etkili bir şekilde eskili haline getireceği kanıtlanabilirse, o zaman
her zaman tıbbın merkezinde olan insancıllık böyle bir tedaviye izin
vennelidir. Genetik aktanm, tıpkı cerrahide, uzman köpek veya at
soy ıslahının kendi başına kötü olmaması gibi, tek başına ne iyi ne de
kötüdür.
Kendi adıma, kesinlikle yanhş olduğunu düşündüğüm ancak tek
bir gelişme düşünebiliyorum. Bir gün birinin çıkıp, eğer insan bede­
nindeki belli hücreler yenilenebiliyorsa o halde bütün hücrelerin ye­
nilenebileceğini ve bu şekilde ölümün ortadan kaldınlabileceğini ve­
ya sonsuza kadar enelenebileceğini söylediğini varsayın. Bunu inanıl­
maz ölçüde yanlış bulurum. Bütün sanatlar, bütün bilimler ve bütün
ahlak, hayatın kınlganlığı üzerine inşa edilmiştir. Hayat fanidir. Fakat
belki benim bu söylediğim nihayetinde doğa retoriğine bir kaçıştan
başka bir şey olmayabilir.
Hastalıkları
Sona Erdirebilir miyiz
l 1980'lere kadar Batı, nihayet, hastalıktan tümüyle alt etmiş gö­
rünüyordu . Yirminci yüzyıl penisilinle, kalp nakilleriyle, tüp be­
bekleriyle baştan sona yeni tedaviler ve aşılarla doluydu. Sonra
birdenbire küt! Mezar taşı yetiştirilemez, doktorlar koruyucu kıyafet­
ler içinde sağa sola koşturur oldu. Ölümcül bir yeni hastalık, paniği
başlatmıştı: AİDS. Seksenlerden beri CJO hastalığının yeni bir for­
mundan gen bilimde bir devrime ilerledik. Her ne kadar henüz çok
erken olsa da, insan genomunun şifresinin çözülmesi ve insan pro­
tein zinciri üzerindeki çalışmalann raporlan, birkaç on yıl içinde -Alz­
heimer ve bazı kanser türleri de dahil olmak üzere- bütün hastalık
türlerinin tedavi edileceği umudunu veriyor. Bazı hastalıklann ONA
zincirlerinin çözülmüş olması, yeni ilaçlann geliştirilmesine yol aç­
mıştır. Ayrıca bir de Parkinson'un, şeker ve kalp hastalıklannın doku
erozyonu ve kaybını tedavi edebilecek kök hücre tedavisi, gen teda­
visi ve gen klonlaması var.
Bütün bu ilerleme konuşmalarının ardından, modern hastalık ve
enfeksiyon fikrinin iki yüz yıl kadar bile eski olmadığına inanmak çok
zor. Her ne kadar mikroskobun icadı ile mikroplann tespit edilmesi
on yedinci yüzyılda gerçekleşse de, hastalıklara sebep olanın mikrop­
lar olduğu on dokuzuncu yüzyılda bulunabildi. Ondan önce hastalı­
ğın Tann'nın veya tannlann bir cezası olduğu inancından miyazma
denilen kötü kokulu havayla ilişkili olduğu fikrine kadar çeşitli açıkla­
malar vardı.
Bir dizi bilim adamı, Joseph Lister, Roben Koch ve Louis Paste­
ur'un on dokuzuncu yüzyıldaki devrimci keşiflerine giden yolu hazır­
lamıştı . Bunlar arasında çiçek hastalığı üzerine çalışmalan dolayısıyla
bağışıklık sistemi çalışmalannın öncüsü Edward Jenner ve hastalığın
patolojik süreçleri modern kavramının kurucusu Rudolf Wirchow
vardı. Koch onun öğrencisiydi. Fakat modern tıbbın temelini atanlar,
hastalığın kan yoluyla taşınması üzerine çalışması, bakterilerin üretil­
mesi ve tespit edilmesi konusundaki teknik devrimleriyle ve verem
1 78
ile kolera hastalıkları basillerinin keşfiyle Koch, hastalığın mikrobik
kökenleri teorisi ve kuduz, şarbon aşılarını geliştirmiş olmasıyla Pas­
teur, cerrahi operasyon sırasında ve sonrasında enfeksiyonu önleme
çalışmalarıyla Lister olmuştur.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde keşifler daha bir hızlandı. Enfeksiyo­
nun temelleri ortaya çıkarıldığı için bilim adamları artık bir sonraki
aşamaya, onu engelreme ve tedavi etme aşamasına geçebilirdi. Yir­
minci yüzyılın başında penisilinin keşfinden beri, hastilıkları tedavi
etmek için bir dizi antibiyotik, hastalıkları daha başlamadan engelle­
mek için bir sürü aşı geliştirdik. Çiçek hastalığı ve çocuk felci gibi n:ıil­
yonlarca insanın ölümünden sorumlu olan hastalıkların ortadan kalk­
masına tanık olduk. Üstelik kalp hastalıkları ve kanser gibi durumla­
rın tedavisi için kullanılan cerrahi tekniklerde devrimci gelişmeler ya­

şadık. Hastalıkların genetik kökenlerine yönelik günümüzdeki ilgi Ja­


mes Watson ile Francis Crick'in ONA üzerine çalışmalarıyla başlamış­
tır ve zengin, her bireyin özel ihtiyaçlarına cevap veren bir tıbbı vaat
etmektedir.
Fakat birey üzerine yapılan bu vurgu, sağlık üzerindeki çevresel
ve toplumsal etkilerin inkarı anlamına gelmiyor. Kirlilik, aşın tütün
kullanımı, radyasyon, tanın ilaçları, yiyecek katkı maddelerinin hepsi,
mikroskobik olarak incelenmiş ve araştırmalar onların genetik faktör­
ler de dahil olmak üzere birçok başka faktörle etkileşimi üzerine
odaklanmıştır. Araştırma sonuçlan birçok alanda henüz doğrudan ve­
ya kanıtlanmış değildir. Ö rneğin astım bugüne kadar kirlilikle alakalı
bir şey olarak görülürken, son zamanlara ait araştırmalar, aşın temiz­
liğin de astıma yol açtığını göstermiştir. Tabii bir de genetik aktarım­
lı yiyeceklerin olası sağlık etkilerine dair korkular var.
Aynca bir de toplumsal yoksunluğun sağlık üzerindeki etkilerine
-ve ana karnındaki yetersiz beslenmenin uzun süreli etkilerine- dair,
temel bir araştırma alanı olarak, yeni bir ilgi söz konusudur. İngilte­
re'de, yoksul ile zengin arasında giderek açılan mesafe, bir yanda te-
1 79
daviye ihtiyaç duyan yaşlı insanların anması ve öte yanda sağlık hiz­
metlerine yatırım eksikliği dolayısıyla büyük yüklere sebep olan de­
mografik değişmeler, yoksullukla ilgili hastalıkların diğer yerlere gö­
re daha fazla olduğu bölgeler yaratmıştır. Bu alanlar yine "Genome
sonrası piyango"da en iyi tedaviye erişme şanslarını yitirenlerin yaşa­
dıkları yerler olarak onaya çıkmaktadır.
Dünya ölçeğinde, sağlık eşitsizlikleri, gelişmekte olan ülkeleri et­
kileyen hastalık türlerinde on dokuzuncu yüzyıldan bu yana çok az
değişme olduğu, yoksul nüfus kesimlerini etkileyen hastalıklara dair
ç�k az araştırma yapılmış olduğu anlamına gelir. Batıda kat edilen ge­
lişmelere rağmen, AIDS hariç olmak üzere, gelişmekte olan dünyanın
temel hastalık yükünü oluşturan bulaşıcı on hastalık geçen yüzyılla
aynıdır. Örneğin sıtma Mrika'da en az yılda bir milyon insanın ölümü­
ne neden olmak�dır. Bu, tüm ölümlerin yüzde 90'ına denk gelmek­
tedir. Birçok vakada AIDS'le ilişkili olarak ortaya çıkan verem, tedavi­
ye olan direncin antığı neredeyse bütün gelişmekte olan ülkelerde
yılda 1,9 milyon insanı öldürmektedir. Üstelik gelecek, hiç de aydın­
lık görünmemektedir.
Uluslararası bir acil tıp yardım örgütü olan MSFye göre (Medecins
Sans Frontieres) , ilaç üretiminin giderek özelleşmiş olması ve kamu
sektörlerinin ihtiyaç temelli yaklaşımda sergiledikleri başarısızlıklar,
yoksullara ait hastalıkların ihmal edilmesine yol açmıştır. Dahası, ilaç
geliştirme maliyetleri, Batılı tüketicilerin daha yüksek test standartla­
rı talebi ile ilaçların yan etkilerine dair kaygılan dolayısıyla epey yük­
selmiştir. Her ne kadar mevcut patent yasaları ile piyasa güçleri dola­
yısıyla pahalı olsa da, nihayet AIDS tedavisinde kullanılacak ilaçlar bu­
lunmuştur. Gelişmekte olan ülkeleri etkileyen birçok diğer hastalık
için, son yıllarda çok az yeni _ilaç geliştirilmiştir. Örneğin 500 , 000 in­
sanı etkileyen uyku hastalığı son dönemlere kadar arsenik temelli bir
ilaçla tedavi ediliyordu. MSF, küresel bir araştırma ve geliştirme gün­
demine, güvenilir bir uzun süreli kaynak sağlamaya ve ilaç fırmalannı
1 80
kfuiannın belirli bir yüzdesini ihmal edilen hastalıklara harcamaya
zorlayan küresel bir yasaya ihtiyaç duyulduğunu söylemektedir.
Bu görüş yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda pratik bir çözümdür;
çünkü küreselleşme, anık yoksul ve zengin ülkeler arasında geçilmez
bir çizgi çekmenin kolay almadığı anlamına gelmektedir. Örneğin son
yıllarda İngiltere'de tüberküloz hastalığında büyük bir artış görülmüş­
tür, bu vakalar büyük ölçüde gelişmekte olan ülkelerden gelmekte­
dir. Çoğu zaman yeterli kaynağa sahip olmayan mültecilere dair araş­
tırmalar, sağlık eşitsizliğinin küreselleşme ve hastalıklar arasındaki
ilişkide tek faktör olmayabileceğini işaret etmektedir. Örneğin Well­
come Trust Fellow'dan Roben Wilkinson, londra'da yaşayan Gujera­
tis'lerin, Asya'da yaşayanlara kıyasla daha düşük D vitamini düzeyleri­
ne sahip olduğunu ve bunlar arasında daha yüksek bir tüberküloz
oranına rastlandığını bulgulamıştır.
Yoksulluğu sona erdirmek hastalıklardan kunulmamızı sağlar mı?
Kuşkusuz etkilerini azaltacaktır, fakat refah ve 'ilerleme'nin kendine
özgü sorunları vardır. Daha uzun yaşıyor olmamız, yaşlılıkla ilgili has­
talıklarda bir anışa yol açmıştır. Doymuş hayvan yağıyla dolu aşın zen­
gin bir beslenme, daha fazla kalp hastalığı ve kanser getirmiştir. Üste­
lik işler iyiye gidecek gibi görünmüyor; araştırmanlar İngiltere'deki on
bir yaşındaki her üç kızdan birinin aşın kilolu, on kızdan birinin de
obez olduğunu gösteriyor. Beden emeği gerektirmeyen işlerin sayı­
sındaki anış, genel hareketsizleşme, modem hayatın hızlı ve istikrar­
sız hayatıyla ilgili stres, ailelerin parçalanmasındaki anış ve yirmi dön
saat/ yedi gün çalışma, olumsuz etkiler açısından birbirine eklenmek­
tedir. Her ne kadar stresin bir hastalık sebebi olduğu hara kanıtlanma­
mış olsa da, anık bir depresyon etkeni olduğu kabul edilmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü stresin önümüzdeki yirmi yıl içinde ikinci büyük
küresel hastalık yükü olacağını öngörmektedir. Ayrıca stresin bağışık­
lık sistemini bozduğuna dair bir fikir birliği vardır. Gerçekten de
AIDS'in bu alana kazandırdığı önemle birlikte, bağışıklık s is te m i n i bes-
1 81
lenme, alternatif tedavi veya başka yöntemlerle güçlendirmek, son yıl­
larda daha fazla bilim adamının ilgisini çekmeye başlamıştır.
Dahası küreselleşme ve kalkınma enfeksiyon zincirini hızlandır­
mıştır. Örneğin kentleşme enfeksiyon zincirleri için iyi bir beslenme
zemini yaratmış ve küresel ısınmanın hastalık taşıyan göçebe hayvan­
lar, örneğin sivrisinekler yoluyla kuzeyde ciddi bulaşıcı salgınları baş­
latacağına dair korkular uyandırmaktadır.
Bazen bilim kendi canavarlarını yaratır. Aşın antibiyotik tedavisi,
antibiyotiğe bağışıklık kazanmış bakterilerin gelişmesi korkusuna yol
açmıştır, çünkü bazı mikroplar onların etkilerine direnmeyi başarmış­
tır. Antibiyotikler zayıf rakiplerini öldürdüğü için bu süper-mikroplar
daha büyük bir hakimiyet kazanmaktadır ve sonuç olarak onaya met­
hisiline dirençli Staphylococcus aureus gibi yeni hastalıklar çıkmakta­
dır. Mevcut hastalıkların da giderek daha zor tedavi edildiği görül­
mektedir. Örneğin AIDS'e neden olan virüs ile tüberküloz basili, kim­
yacıların baş edemediği bir hızla evrim geçirmektedir. Hastaların be­
lirli bir tedaviyi sonuna kadar takip etmemesi de, ilaç direnişli mik­
ropların güçlenmesini neden olmaktadır.
Zengin toplumlar hastalıkların kökünü kurutmak bir yana, son yıl­
larda kronik yorgunluk sendromu gibi yeni gizemli hastalıkların do­
ğumuna yol açmıştır. Bu yeni bir psikosomatik hastalıktır veya hasta­
ların inanışına göre eski bir hastalığın -poliomyelitis- daha güçlü bir
şekilde onaya çıkışıdır. Semptomlar arasında aşın fiziksel zayıflık ve
acılı kramplar vardır. Şu anda her ne kadar hükümet onun bir hasta­
lık olduğunu resmen kabul etse de, bazı doktorlar bunun doğrulu­
ğundan kuşku duymaktadır. Hastalardan bazılarının ebeveynleri, ço­
cuklarının psikolojik tedaviye ihtiyaç duyduğunu kabul etmedikleri
için çocuk istismarıyla suçlanmaktadır. Diğer bir gizemli hastalık ise
Köıfez Savaşı Sendromu'dur, böyle bir hastalığın var olup olmadığı
bile tanışmalıdır. Sebeplerine dai r birçok teorinin doğruluğu araştırıl­
maktadır; bunlar arasında Körfez Savaşı'na katılan askerlere verilen

1 82
ilaç kokteyllerinden tutun da seyreltilmiş uranyum ve organik fosfat­
ların rolüne dair teoriler vardır. Yine de herhangi kesin bir karara va­
rılamamıştır. Bir de anık unutmak üzere olduğumuz hastalıklar var:
şarbon, hıyarcıklı veba, çiçek hastalığı. Bu hastalıklar yok ettiğimiz, fa­
kat askeri amaçlarla sakladığımız hastalıklardır. Biyolojik savaş olarak
tekrar ortaya çıkıp bizi yeniden pençelerine alabilirler. Bilim adamla­
rı onları yıllardır güçlendirdiği için belki bu defa hiçbir zaman alt edi­
lemeyecek bir bünyeyle çıkacaklar karşımıza. Yine, savaşlarda kulla­
nılmak üzere genetik aktarımlı yeni mikroplardan bahsedilmektedir.
Demek ki hastalıkların sebebine dair cehaletten çıkmış, onları ta­
mamen kontrol edemesek de, yönlendirecek, değiştirecek bir aşama­
ya gelmişiz. Ama aynı zamanda, bilim adamlarının Tanrı'nın rolünü
oynadıklarına dair inançtan, sıradan insanların bilimin işleyişini bil­
meyişlerine dair kaygılardan, otoriteye olan tepkinin değişmesinden,
BSE (Deli Dana) hastalığının etkilerinden kaynaklanan, bilime ve tıb­
ba karşı bir güvensizlik gelişmektedir. Bu durum beden ve ruh den­
gesi üzerine yoğunlaşan alternatif tıbba yönelik yeni bir ilgi uyandır­
mıştır. Alternatif tıp, on dokuzuncu yüzyıl öncesi hastalık tedavi fikir­
lerine geri dönmekte ve kabakulak, kızamık, kızılcık aşılarıyla ilgili
tıbbi korkulara yanıt aramaktadır.
Bütün bunlara rağmen hastalıkları anlama, onları tedavi etme be­
cerimizde kesinlikle büyük bir ilerleme söz konusudur.
Ne var ki hastalıkları doğuran birçok faktörün nasıl işlediğini tü­
müyle anlamaktan çok uzağız. Birçok bilim adamı bilimin bütün so­

rulan cevaplayabileceğine artık inanmamaktadır. Farklı alanlardan ge­


len bilim adamlarının bir araya gelip çözümler aramasına, hükümet­
lerin hastalıkların temel nedenleri ile hastalıkları engellemenin önün­
deki yoksulluk gibi temel zorluklarla mücadele etmek için küresel öl­
çekte kamusal yatırımlara başlamasına acilen ihtiyacımız var.
Mandy Gamet,
Times rüksek Eğitim Eki Editörü
1 83
Hastalıklan
Sona Erdirebilir miyiz?
john Sulston
İngiltere İnsan Genomu Projesine yöneticilik yaptığı

1
Sanger Centre'nin eski müdürü

Bazı yoksul ülkelerin standanlanna bakıldığında zengin ülke­


ler, birçok hastalığı hali hazırda yok etmiştir. Kamu sağlığı, an­
tibiyotikler, kanser tedavisi ve kalp cerrahisindeki gelişmeler
sayesinde, hastalığın normal sayıldığı bir aşamadan anormal sayıldığı
bir aşamaya geçtik. Fakat insanlar, hasta olmaya devam edecektir ve
bu kişilere bunun normal bir şey olmadığını söylemekte hiçbir tesel­
li yoktur. Bu yüzden, problemle mücadele etmek için, daha çok çaba
han:amamız gerekiyor.
İnsan genomunun haritasının ortaya çıkanlması bu çaba içerisin­
de çarpıcı; fakat abanılı bir şekilde ilan edilmiş bir adımdır. Patojen­
lerin (bakterilerin, virüslerin ve diğer parazitlerin) genom haritalannı
çıkarmak, hastalıkla mücadele açısından büyük bir ilerleme anlamına
gelecektir; diğer hayvanlann genom haritalannı çıkarmak ise kendi
bedenimizinkini anlamaya yardım edecektir.
Uzun dönemli bir bakış açısından bakıldığında duyulan heyecan,
gen şifrelerini toplaıiıanın temel önemince haklı çıkanlmaktadır. Pe­
ki önümüzdeki kestirilebilir gelecekte, bu ilerlemelerden neler uma­
biliriz? Patojenlerin genom haritalannın çıkanlması, ilaç ve antikorlar
açısından büyük bir ilerleme anlamına gelecektir. Bu sadece eski so­
runlan çözmek açısından değil, sürekli ortaya çıkan antibiyotiğe di­
rençli yeni bakteri ve virüslerin anan tehditleriyle mücadele etmek
açısından da önemlidir.

1 84
İnsan genomunda şu anda ağırlık, insanların kişiliklerini ve farklı­
lıklannı analiz etme, bulguları bireysel sağlık ve tıp problemleriyle
karşılaştırmak üzerinedir. Yaygın gen testleri, birlikte mahremiyet ve
insan haklan sorunlarını beraberinde getirse de, bir bütün olarak ba­
kıldığında büyük bir ilerlemeyi işaret etmektedir. Genetik farklılıkla­
rın, beslenme ve hayatın diğer yönl�riyle etkileşimi çok iyi şekilde bi­
linecek ve insanlara kesin tıbbi nasihatler vermemize yardımcı ola­
caktır. Hızlı ve ucuz test etme metotları geliştirildikçe, hastalığın kalı­
tım teşhisi, giderek daha kesin ve yaygın hale gelecektir. Aynı şekilde
ilaç tedavisine yatkınlık ve ilaçların yan etkilerinin teşhisini de. Bu,
hem mevcut ilaçların seçimi hem de yenilerinin tasarlanması yoluyla
en azından kritik vakalarda, tedavinin çok daha etkili olabileceği an­
lamına geli �. Bazılan, bu ilk yıllanmızcla, gen yönelimli ilaçlann klinik
pratikte diğer her şeyden daha büyük bir etkiye sahip olacağını tah­
min etmektedir.
Kesin teşhisler, gen aktanmı ve gen alınması yoluyla doğum önce­
si seçimde yeni olasılıklann önünü açmaktadır. Bu, gelecekte ciddi
kalıtsal hastalıklardan korunabilmek anlamına gelmektedir ve dolayı­
sıyla istenilen bir şeydir. Fakat neye izin verilebileceğine, neyin arzu
edilir olduğuna ve neyin normal olmadığına karar vermemiz gereki­
yor. Şu anda toplum, cenin seçiminin ahlaki sorunlarını tartışmakta­
dır. Bu tartışmanın bir ucunda, bu tür faaliyetlerin her durumda yan­
lış olduğunu söyleyen insanlar var. Öte ucunda ise, sakat doğmalan­
na izin verdikleri için anne babalarına dava açan çocuklar. Daha fazla
genetik sır açıklığa kavuştukçı cenin seçimi sınırlan, hiç olmazsa tıp
pratisyenlerini korumak için, daha net bir şekilde tanımlanmak zo­
runda kalacaktır. Bazı anne babalar en ince aynntılanna kadar seçim
yapmak isteyecek, hatta zeki gibi niceliksel özelliklere bile müdaha­
le edeceklerdir. Öte yandan birçok özürlü insan, doğmamış olmanın
mutlak haklannı savunacaktır. Daha aşırı bir normallik ölçütünün ha­
kim olduğu bir yerde, kendilerine kalsaydı kürtaj olmayı tercih ede-
1 85
cekleri için, anlaşılır bir şeydir bu .
Gen tedavisine, hatal1 genin sağlıklı bir kopyayla değişti rilmesine,
büyük emekler harcanmaktadır. Bu çaba, sağlıklı genin ona ihtiyaç
duyan hücrelere nakledilmesi ve orada doğru bir biçimde, istikrarlı
olarak işlemesini sağlama güçlükleriyle karşı karşıyadır. Fakat bu
yöntem, bağışıklık sistemi hastalıklarında, kullanılmaya başlanmışrır.
Çünkü bu hücreler, kıyasen genetik değiştinneye daha yatkındırlar.
Yakın bir gelecekte, bizi daha büyük başanlar beklemektedir.
Bugünlerde bizim için en korkunç hastalıklardan biri kanserdir.
Her ne kadar diğer birçok ölüm nedeni ortadan kaldınlmışsa da, kan­
serin var olmaya devam etmesi, hastalıklarla bu yeni mücadele biçim­
lerinde, henüz emekleme aşamasında olduğumuzu göstennektedir.
Kanser tedavisinde bugüne kadar büyük mesafeler kat edilmiştir. Fa­
kat tümörlerin aynntılı genetik analizlerinin, toksik ilaçlann zararlı
hücrelere daha iyi etkide bulunmasına yardım edeceğini ve bunun da
birkaç on yıl içerisinde büyük bir ilerleme anlamına geleceğini söyle­
mek sanının mübalağa olmaz.
İnsan genomunu okumanın en önemli yanı, onun bedenlerimizi
tümüyle anlamaya yönelik, anahtar bir hamle olmasıdır. Şifrenin ele
geçirilmesi, kendi başına ele alındığında o kadar önemli bir problem
çözücü olmamakla birlikte, bedenin sistemlerine dair araştınnada bir
kaynakrır. İşte bu yüzden herkese açık olması gerekir. Psikolojik yollar,
devasa bir karmaşıklığa sahiptir ve onların anlaşılması, şifrenin Çok öte·
sine giden deneyleri ve kavrayışları gerektirmektedir. Bedenin temel
talimatlarına erişmek, bizi hem güçlendirmekte hem de yapabilecekle­
rimize sınırlar getirmektedir.
Sonuç olarak bu sistemlerin ve onların kontrollerinin karmaşıklı­
ğı , genlerin ne kadar önemli olduğuna dair kuşkulan çürütmektedir.
Genlerimizin yaklaşık 30,000 40,000 kadar olduğunun açığa çıkma­
·

sının ardından , bu kuşkular daha bir yüzeye çıkmıştır. Fakat genler


çoklu bir etkileşim içi ndedir. Bu yüzden insan bedeninin olasılıkları
1 86
değerlendirilirken dikkate alınması gereken, genlerin sayısı değil, on­
ların kombinasyonlarıdır ve şimdilik bu, algımızı aşacak derecede bü­
yük bir rakamdır.
Bedenlerimizi daha iyi anlamak, yeni sorunlara yol açmaktadır.
Birçok insanın hayaanı karartan yaşlılık bile, bir hastalık olarak görü­
lebilir. Hayatın süresini .uı.atmanın, onun kalitesini arttınnadığımız
sürece hiçbir faydası yoktur. Bu yüı.den yaşlılığını olumsuz etkileriyle
mücadele, büyük ilgi çekmektedir. Peki ya ölüm? O da bir hastalık
mı? Onu da yok etmek istiyor muyuz? Benim için cevap kesinlikle ha­
yır. Giderek daha sık bir şekilde, başarılı görüldükleri için kendileri­
ne abaralı bir saygı gösterilen, benim yaşımdaki ve benden büyük in­
sanlardan ziyade gençlerden etkilendiğimi görüyorum. Kenara çeki­
lip, yeni kuşakların gelmesine izin vermek, en mantıklı davranış gibi
görünmektedir. Yine de ölümsüzlük, çok çekici bir düştür. Peki ona
nasıl erişeceğiz?
Cevaplardan biri, insan klonlanması fikri (daha doğrusu uygula­
ması) karşısında hissedilen hayranlıkta gizlidir. Fakat genetik klonla­
ma, pratik ve ahlaki zorluktan bir yana, bir insanın kendini birey ola­
rak yeniden yaratmasının yolu değildir. Bir insanın kendini klonması,
sadece kendinin, tek yumurta ikizini yaratmak anlamına gelir. Bu tek
yumurta ikizi, başka bir dönemde, başka ihtiyaçlar ve fikirler içerisin­
de, yani yeni bir kişilikle doğar. Daha mantıklı, fakat bununla birlikte
daha fantastik olanı, insan beyninin taranarak, bir robotu kontrol
eden bir bilgisayara aktarılmasıdır. Nakledilen zihin, genetik klonla­
maya göre, kişilik kopyasının çıkarılmasına daha yakın bir şeydir.
Peki acaba bedenlerimizi de muhafaza etmeli miyiz? Hasta olduk­
larında onları nasıl tedavi edeceğiz? Beden onarma yöntemleri, gele­
cekte daha karmaşıklaşıp kusursuzlaşacaktır. Genlerin değiştirilmesi,
insan genomu projesinin tek ürünü olmayacaktır. Bedenlerimizin na­
sıl çalıştığını gerçekten anlamanın sonuçlan, kısa bir süre sonra cer­
rahi ile biyokimya arasında hiçbir boşluk kalmayacağı anlamına gel-
1 87
mektedir. Birçok hastalık, birçok aracın kombinasyonu ile tedavi edi­
lecek ve protez aygıtlar daha yaygın, daha etkili ve daha kolay kulla­
nılır hale gelecektir.
Fakat insan bedenine ne kadar çok donanım sokup, hata ona in­
san bedeni diyebiliriz? Bu bir şaka değil. Protez araşurmanlan, sinir
sistemi ile bilgisayarlar arasında makul ölçülerde istikrarlı bir bağlan­
tı kurmayı başardıktan vakit - ki bu nokta çok uı.ak değil- o 7.aman ke­
sinlikle birçok beyin genişletilmesi talebiyle karşı karşıya kalacağız.
İnsanlar, aletleri kullanmayı çok çabuk öğreniyorlar. Kulaklannın iÇi­
ne işitme cihazı monte edilenler veya sanal gerçeklik cihazlarıyla
oyun oynayanlar, gelecekteki bu insan tipinin ilk örnekleri gibi görü­
nüyor. Birazcık daha hafıza ister misiniz? Ya biraz işlemci gücüne ne
dersiniz? Neden olmasın? Eğer cevabınız evetse, o 7.aman başka tür
bir ölümsüzlük, sokağın köşesinde bizi beklemektedir.
Bütün bu tartışmalar sadece züğürt tesellisi mi? Patojenlerle bit­
meyen mücadele, daha ziyade gelişmekte olan ülkelerin bir mesele­
sidir. Çünkü daha çok buralarda hastalığa sebep oluyorlar. Oysa, tro­
pik hastalıklar üzerine yapılan araştırmalara ayrılan kaynak komiktir.
İlaç şirketleri için en karlı ürül)ler, depresyon tedavisinde, yüksek ko­
lesterol ve sindirim sorunlannda kullanılan ilaçlardır. Yoksul insanlar
için üretilen ilaçlarda hiçbir kar yoktur. Bu durum düzeltilmedikçe,
dünya sadece adaletsiz bir yer olmayacak; fakat aynı zamanda ciddi
biçimde istikrarsız olacaktır. Piyasa güçleri, tek başına küresel eşitsiz­
liği anadan kaldırma gücüne sahip değildir. Daha ziyade, adil bir
dünya için, bilinçli bir arayış gerekmektedir. Bu arayışa bir katkı, Wel­
come Trust ve onaklannın insan genom haritasını serbest bir şekilde
yaymasıdır; bu, temel bir bilgiye herkesin kolayca ulaşabileceği anla­
mına gelmektedir.
Zengin ülkelerin kendi içinde de eşitsizliklerin antığına dair işa­
retler söz konusudur. Her ne kadar çok az tanışılsa da herkes, sağlık
hizmetlerinin eşit dağılımında artan güçlükler olduğunun bal gibi far-
1 88
kındadır. Eğer yeni tekno loj i nin faydalan, açı k am ıntmaya çıkarılmak
yerine herkes tarafından paylaşılacakSa, bilinçli ve demokratik bir
mücadele gerekmektedir.
Hastalıklara son verme, saygıdeğer bir amaçtır. Fakat daha acil
olarak çözüm bekleyen şeyin, hali hazırda sahip olduğumuz uzman­
lığı herkesle paylaşmak olduğuna inanıyorum. Hayat, daha çok şeyi
anladığımız sürece güzelleş�eye devam edecektir. Eşi tsizliğin doğur­
duğu tehlikeler, bazı rıbbi sorunlann çözülememesinin getireceği
tehlikelerden çok daha büyüktür.

1 89
Acıyı Sona Erdirebilir miyiz
l "İnsanın elde edebileceği en büyük mutluluk/ Zevk değil, acı­
dan uı.ak olmaktır," diyor şair John Dryden. Son üç asnn, ara­
mızdaki en imtiyazlılara, on yedinci yüzyılda hayal bile edile­
meyecek derecede acıdan kurtardığını öğrenseydi, herhalde sevinç­
ten uçardı.
Tıp bilimlerinin acı deneyimini ortadan kaldırdığını söyleyemeyiz;
fakat bu amacın haklılığı nadiren tartışma konusu olur. Bu, çoğu acı­
nın nasıl kaldırılacağı yerine, kaldırılmasının doğru olup olmadığını
sormaya daha yatkın olan atalarımızla çatışan bir yaklaşımdır.
İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında acı ya bir ilahi ceza, ya da eş­
yanın doğal düzeninin bir parçası olarak görülmüştür. Ona katlan­
mak , bir erdem işaretidir. Acı kontrolünün sınırlı veya namevcut ol­
duğu bir zamanda bu tür tutumlar, yalnızca makul değil, aynı 7.aman·
da mecburidir. Etkili acı kontrolünün ortaya çıkışıyla bu tür görüşle­
rin ortadan kalkması mantıklıdır. Fakat her ne kadar etkisini yitirmiş
olsalar da, tümüyle ortadan kalktıklarını söylemek doğru olmaz. İngil­
tere'nin en meşhur acı araştırmanı Patrick Wall, Papa il. John Paul'­
dan alıntı yapar: "Acı çekme kelimesiyle ifade ettiğimiz şey, insan do­
ğasının vazgeçilmez bir parçası gibi görünüyor. Acı çekme, Hz. İsa'nın
ıstıraplarını paylaşma, Tann'nın krallığı için acı çekmedir... Acı çek­
me, adeta, insanın ahlaki büyüklüğünü ve ruhsal olgunluğunu göster­
mektedir."
Wall, Papa'nın acı çekmeyi kabul etmekle kalmadığını, aynı
zamanda onu yücelttiğini işaret etmekte ve şunları eklemektedir: "Bu
güçlü ifade, bilhassa Katolik ülkelerde, bir takım pratik sonuçlar do­
ğurdu; özellikle ölümcül kanserlerin tedavisinde. Doktorlar, acıyı ve
ıstırabı durdurma konusunda tereddüt etti; çünkü tedavi, hastanın
kefaret eylemlerine müdahale anlamına gelebilirdi."
Acıdan kunulmanın yasaklanmasını isteyen hekimler bulmak için,
Katolik ülkelere gitmeniz veya din adamlarına kulak vermeniz gerek­
miyor. James Simpson'un, 1830'lu y ıl l arda çocuk doğurma sırasında
1 92
bir anestezi maddesi olarak kloroformu onaya atması, kuşku ve hat·
ta düşmanlıkla karşılanmıştı. Güvenilirliğine dair bir endişe duyulsay­
dı, bu anlaşılır bir şey olurdu; fakat birçok insan, çocuk doğurma sı­
nısında hissedilen acının eşyanın doğal düzeninin bir parçası olduğu­
nu ve bu yüzden ortadan kaldınlmaması gerektiğini ileri sürüyordu.
Kilise adamları, tartışmaya Tekvin'den alınrılar yaparak ("Doğururken
acı çekeceksin!") katıldı. Tartışma bir yirmi yıl daha devam etti ve so­
na ermesi, bp adamlan sayesinde değil, bir soylu sayesinde oldu. Kra­
liçe Viktorya, Prens Leopold'un doğumu sınısında kloroform kullan­
mayı kabul etti ve mesele kapandı.
Acıyı sınırlandırmanın doğal olmadığı iddiası, bizzat doğanın acı
aza!rıcı mekanizmalara sahip olduğunu düşündüğünüz zaman tuzla
buz olur. Savaş sınısında yaralanan erkeklerin, ciddi bir biçimde yara­
lanmış olduklarını, çatışma sona erene kadar fark etmediklerine dair
raporlar vardır. Ancak çarışma sona erdikten sonradır ki acı kendini
gösterir.
Bu tür mekanizmaların hayatta kalma açısından değeri yeterince
açıktır. Acı, organizmaya bir şeylerin yanlış gittiğini belirten bir meka­
nizmadır. Fakat, kolunun birini kaptırdığı kama dişli bir kaplandan
kaçan bir mağara adamı için acı sinyali gereksiz bir şeydir. Gerçekten
de burada acı, hayatta kalmaya hizmet etmez; yaralanmasının aşın far.
kında olma, onun hayatı için savaşma veya arkasını dönüp kaçma ça­
balarını engelleyecektir.
Acıyı yöneten sistem karmaşıkrır ve henüz yeterince anlaşılma­
mıştır; fakat bedenin analjesik (ağrı kesici) ilaç morfinin doğal karşı­
lığı olan endorfın denilen moleküller.ü rettiği bilinmektedir. Bunların

keşfi, savaş meydanında yaralanan ask�rin durumuna bir açıklama


getirmektedir: bu askerler kendi ağrı kesicilerini üretmektedirler. Ay­
nca morfin gibi uyuşturucuların neden etkili ağn kesiciler oldukları­
nı da açıklamaktadır: çünkü bedenin acı-bastırma mekanizmalarını
kullanmaktadırlar.
1 93
Dahası var. Bireylerin acıya tepkilerinin çeşitliliğine bir açıklama
bulma uğraşında olan Patrick Wall ile onun McGill Üniversitesi'ndeki
onağı Ronald Melı.ack, "acı kapısı teorisi" dedikleri bir teoriyi onaya
atmışlardır. Bazı sinirler acıyı beyne iletirken, diğerleri mesajı geri ta­
şımaktadır. Bu ikinciler, gelen sinyallerle kanşabilir ve onlan azaltıp
bloke edebilir (Melı.ack ve Wall'ın terimleriyle dile getirirsek, kapıyı
kapatabilir) . Tenin doğru yerlerine uygulanan ve kapıyı suni olarak
kapatmak için kullanabilen küçük elektrik uyaranlarla işleyen, trans­
cutaneous sinir uyanlması denilen acı kontrol yöntemine ulaşılması­
nı sağlayan, işte bu fikir olmuştur.
Her ne kadar ağnyla mücadele, modem doktorun en büyük uğ­
raşlanndan biri olsa da, Rönesans'tan önceki tıpta çok az yer kapla­
mıştır. Çünkü o 7.aman ın hekimlerinin adamotu, banotu ve alkol dı­
şında önerecekleri bir şeyleri yoktu. Afyonun bulunması, ağayla sa­
vaşta daha etkili yollara açılan bir kapı olmuştur. Fakat bizim bildiği­
miz morfin, kodein ve aspirin gibi ilaçlann ilk geliştirilmesi on doku­
zuncu yüzyılda oldu. Nitrius oksit, kloroform ve eterin icadıyla birlik­
te, cerrahlann becerili olduğukadar hızlı olması mecburiyeti onadan
kalktı ve hastalar, cerrahi müdahale sırasında bilinçli kalma ateşten
gömleğini giymekten kurtuldu.
İyi bir acı kontrolünün önündeki zorluklardan birisi, onun kişiden
kişiye değişmesidir. Doktorlar tansiyonu, kolesterolü veya şekeri ko­
layca ölçebilmektedir. Fakat sıra acıya gelince hastaya sormaktan baş­
ka çareleri yoktur. Beni "süründüren" acı, seni "gıdıklıyor" olabilir ve
tıp personelinin genel eğilimi ne yazık ki, acının şiddetini hafife al­
maktır. Genellikle ameliyat sonrası acılarla mücadelede işe yarayan
bir çare olarak, hasta kontrollü ağrı kesici de bulunmuştur {PCA, pa­
tient-kontrolled analgesia)
Bu tekniği kullanan hastaya, bir düğmeye bastığı zaman ağn kesi­
ci ilacı damara şınnga eden bir me kan i zma bağlanır Daha fazla ağrısı
.

olanlar, düğmeye daha çok basmaktadır. Sistem , kazara aşırı doz ve-
1 94
rilmesini engellemek için çeşitli önlemlere sahiptir ve kullanımı, ge­
niş ölçüde başarıyı işaret etmektedir. Raporlar gösteriyor ki, PCA kul­
lanan çok sayıda hasta için topl am ağn kesici tüketimi, doktorlar ta­
rafından ı.aten verilecek olan toplam ağrı kesici miktarıyla aşağı yuka­
rı aynıdır. Fakat bu sistem, onun dağılımını değiştinnektedir. Bazı
hastalar, daha az ağrı kesici kullanmaktadır.
Ağrı tedavileri, ağrının fiziksel bir kökeni olması gerektiği varsa­
yımlarıyla maluldür. Hem meslekten uzmanlar, hem sıradan insanlar
bu yanlış görüşe inanmaktadır. Ve kendilerine acının zihinsel bir şey
olduğu söylenen hastalar, bunun kendilerine canlannın aşın tatlı ol­
duğunu söylemenin kibar bir yolu olduğuna inanrn$ı.ıclır.
Kuşkusuz birçok acı, ister yanık, ister mikrobik bt l·nfeksiyon, is­
terse başka türden bir yaralanma sebebiyle olsun, fıziksel bir kökene
sahiptir; fakat her ı.aman değil. Açık bir sebebi olmayan kronik ağrı­
lar, doğru bir şekilde tedavi edilmeyen yaralara kesin bir tepki şeklin­
de onaya çıkmaktadır. Yara ve yaranın bütün gözlemlenebilir işaret­
leri iyileştiği halde, sinir sisteminde yaratılmış olan acı durumu de­
vam edebilmektedir. l.ondra'daki St Thomas Hastanesi Psikologu An­
drew Hodgkiss, acının fıziksel bir sebebi olduğu görüşünden kısmen
tıp adamlarının sorumlu tutulması gerektiğini ileri sünnektedir.
Ona göre, "Acı, insanların geçmişlerinde, duygusal durumlarında,
konsantrasyonlarında, duyusal alıcılarında olan kannaşık bir dene­
yimdir. Eğer bütün bu fikirleri bir kenara atmamış, bunlar yerine has­
talık ve acı arasında basit bir ilişkiyi seçmemiş olsaydık, onun zihinde
olup bittiğini söyleme mücadelesine girmek wrunda kalmayacaktık.
Acı elbette zihinseldir. Yaşanan bir deneyim, bir algılama, bir duygu
veya hepsi birdendir. Çok büyük bir yara söz konusu bile olsa, hisse­
dilen ac ı nın kaynağı zihindir
."

Hiçbir fiziksel sebebin bulunamadığı yerde, bu sebebi bulmak için


ısrarlı arayışın beyhudeliği, tedavi açısından önemli sonuçlara sahiptir.
Bu durum, vurguyu acıyı yok etme değil -yine de bunu denemeye de-
1 95
vam ediyorlar -hastaya acıyla birlikte yaşamasında yardım ·etmeye
çalışan bir avuç son-çözüm ağn kliniklerinin kurulmasına yol açmışnr.
Yaklaşımları büyük ölçüde, bilişsel davranışsa! psikolojiye dayanır.
Bu kliniklerin ilk amacı -ağrılan dolayısıyla etkinliğini yitirmiş
olan- hastalara fiziksel güçlerini ve sağlıklarını tekrar kazandırmaknr.
Sonrasında, ağnyı kötüleştirmeden, mümkün olan en normal hayatın
en iyi şekilde nasıl yaşanacağına dair tavsiyeler gelmektedir. Daha
sonra da resmi bir psikolojik yardım gelmektedir. Bu klinikler, acıyı
nadiren tümüyle ortadan kaldırabiliyor olsa da, onunla daha etkili bir
şekilde mücadele etmek için insanlara yardım etmektedir.
Gerçekten de acıdan annmış bir dünyada mı yaşamak istiyoruz?
Riskten arınmış bir dünyada yaşamaktan daha çok mu istiyoruz bunu?
Biz riske öyle bağımlıyız ki, tehlike tecrübesinin simülasyonları için
eğlence parklarını dolduruyor, emniyet içinde yaşamamızı amaçlayan
bütün resmi önle111lerin etrafında dolaşıyor, gereksiz, fakat gerçek­
ten riskli boş zaman faaliyetleri yaratıyor, kayalara tırmanıyor, para­
şütle atlıyoruz. Acaba gerçekten acıya bir son vermek istiyor muyuz?
En azından mazoşistler, bunu kesinlikle istemiyor. Acı çekmeyi göze
alamayanlar ·ise gidip, başkalarının acı çekmelerini seyrediyor. Yet­
mişlerde doruk noktasına erişen gösteri sanatları, vurulan, kesilen,
bir şeyler batırılan, delinen, korkutulan ve kendini yakan sanatçılarla
dolu. Üstelik bunu yaparken sadece daha fazla seyirci topluyorlar.
Kuşkusuz tıptan acının kaldırılmasını istiyoruz. Fakat acının tümüyle
yok edilmesi mi? Sanmam.

GeofJ Watts
Tıp ve bilim yazan, yayına

1 96
Acıyı Sona Erdirebilir miyiz
ıtonald Melzack

l
Mc Gill Üniversitesi ağrı araştınnalan profesörü

"Acılara son verin!", anerit, sinir zedelenmeleri ve diğer sebep­


lerle acı çeken sayısız hasta için, daha gelişmiş bakım isteyen
insanları birleştiren bir slogan oldu. Keskin, uzun süreli ağrılar,
bunlardan mustarip insanların hayatlarını zehir ediyor. Bu yüzden, bu
tür ağnlann bir an önce sona erdirilmesi lazım.
Bununla birlikte, başka tür ağrı biçimleri olduğunu da görmemiz
gerekir- olumlu yanları olan ağrılar. Genellikle bir yaralanma veya ilti­
hap sonrasında meydana gelen bazı kısa süreli, keskin ağrılar, gerçek
anlamda koruyucu bir etkiye sahiptirler. Bu ağrılar ve acılar, elimizi
hızla sıcak bir sobadan çekmemize; ayağımızı, batan bir şeyin üstün­
den hemen kaldırmamıza, karında veya göğüste ani bir rahatsızlık
hissettiğimiz ı.aman, ambulans çağırmamıza sebep olmaktadır. Ağrıya
yönelik bu tür hızlı tepkiler, bedene yönelik ciddi hasarları engelle­
me veya asgariye indirme amaçlıdır ve tehlikeli nesneler ve durumlar­
la gelecekte karşılaşmaktan kaçınmayı öğrenmek için önemlidirler.
İyileşme sırasında acıya aşın duyarlılık da, kendimizi yeniden yarala­
yıp, iyileşmeyi geciktirmemizi engeller.
Acı hissetme yeteneğinden mahrum olarak doğan insanlar, bazı
keskin ağrıların ne kadar değerli olabileceğine iyi bir kanıt teşkil eder­
ler. Bu insanların birçoğunda, çocukluk döneminden kalma geniş öl­
çekli yanıklar, morartılar, derin kesikler vardır ve kendilerinde ciddi
yaralar açan şeylerden kaçınmayı öğrenmede güçlük çekerler. Acı his­
setmeme alt karın bölgesinde şiddetli ağrılara sebep olan apandisit
yınılmasının ardından acı . hissedememe bir adamı az kalsın öldüre­
cekken, başka birinin çatlak bacak kemiği üzerinde kemik tamamen

1 97
kırılana kadar yürümesine sebep olmuştur. Aynı şekilde bir kadın far­
kına varmadan sayısız kesik ve yanık taşımaktadır; ağzı, çok sıcak içe­
cekler içmekten dolayı dağlanmıştır. Kızı da aynı hastalıktan musta­
riptir. Yedi yaşında duştan sonra kalçalarını yanmakta olan banyo ka­
loriferine dayamış ve hiçbir acı hissetmediği halde poposunda ömür
boyu iz bırakacak olan, dön büyük yanık yarasr açmıştır. Bu tür hika­
yeler, keskin ağrı ve acı hissetmekten tamamen kunulmak istemedi­
ğimizi açıklar. Ağrı hayatımızı ku narmaktadır.
Oysa kronik ağn, yıkıcıdır ve hiçbir kunarıcı özelliğe sahip değil­
dir. Kronik ağrının bir türü, kanser, anerit gibi bedenin dokularını ve
beden.işlevlerini, omurgada bir büyümeye veya kalp dokusuna yeter­
siz kan gitmesine sebep olacak şekilde tahrip eden, direngen hasta­
lıklarda görülür. Bu tür ağrıları yok etme çabalan, genellikle işe yara­
maktadır. Örneğin kanser ağrılan, genellikle etkilerini attırmak ve
muhafaza etmek için, diğer uyuşturucu türleri, psikolojik tedavi veya
diğer afyon kökenli ilaçlarla birlikte verilen uygun morfin dozlarıyla
azaltılmakta, bazı örneklerde de tümüyle yok edilebilmektedir. Ne
var ki, en gelişmiş teknolojilerle donanmış bazı hastanelerin ellerin­
den geleni en iyi şekilde yapmalarına rağmen, kanser hastalarının
yüzde 5 ile lO'u, ona dereceden yüksek şiddete kadar değişen ağrı­
larla yaşamak zorundadır. Hayatın sonuna yaklaşmışken, hiçbir yarar­
lı amaca hizmet etmeyen bu dinmez ağrılar, hayatı dayanılmaz hale
getirmekte ve bazı hastalan intihara sürüklemektedir. Bir gün bunlar­
dan kunulacak mıyız?
Mümkün. Yeni ilaçlar çıkmayı bekliyor ve talihin yardımıyla kan­
ser ağrısı özel lokal uyuşturucular ve diğer terapiler. aracılığıyla tü­
müyle dindirilebilir. Son yıllarda klinik ve labaratuvarlarda sürdürülen
ağrı araştırmalarının sayısındaki patlama, çok etkili, iki yeni ağrı kesi­
ci ilaç türünün keşfine sebep olmuştur. Bunların bu tür etkileri oldu­
ğu , daha önce bilinmiyordu ; epilepsi ile psikolojik depresyon tedavi­
si için geliştirilmişlerdi. Anti-epilepsi ilaçları, genellikle çevre si n i rl eri
-

1 98
nin patolojisiyle ilişkilendirilen, nöropathik ağrılar için kullanılırken,
antidepresanlar depresif olmayan hastalarda bile çeşitli türden· ağrıla­
rı dindirmektedir. Öyle ki ağn kesici eylemleri, onların depresyon
üzerindeki etkilerinden bağımsız olarak vardır. Son zamanlarda arte­
rit ağnlannı dindirmek için güçlü ilaçlar bulunmuştur ve daha güçlü­
leri yoldadır. Bedendeki temel, tanımlanabilir patolojilerle ilişkili kro­
nik ağrıların, sonunda teslim olması ve tıp dünyasında ağrısız bölge­
ler haline gelmesi mümkündür.
Ne yazık ki bu iyimser görünüş, hayalet mafsal ağrısı gibi, nedeni
belirlenemeyen kronik ağn türlerine uygulanamaz. Bir kolu veya bir
bacağı kesilen insanlar, neredeyse hemen "hayalet mafsal"ı hissediyor­
lar. Bu duygu onlara öyle gerçek geliyor ki, bazen olmayan ayaklan
üzerinde durmak için yataktan fırlıyor veya olmayan elleriyle telefona
uzanmaya çalışıyorlar. Hayalet mafsalın gerçekliği, özellikle keskin ağ­
rılar, kramplar, kaşıntılar hissedenlerin yüzde 60 ile 70'inde çok canlı­
dır. Ağrı, lokal anestezi enjeksiyonları veya bazı oral ağrı kesici haplar­
la kısa süreliğine geçirilebilmektedir. Fakat ne yazık ki, ağrının sebebi
öyle anlaşılmazdır ki, şu ana kadar etkili bir tedavi bulunamamıştır.
Sinir cerrahtan, kesiğin bittiği yerde oluşan, birbirine karışmış kü­
çük sinir yumağını alabilir; fakat ağrı, kısa bir süre onadan kalksa da,
genellikle geri dönmektedir. Daha sonra, genellikle umutsuz hasta
tarafından zorlanan sinir cerrahı, siniri omuriliğe giren kısmını, daha
sonra da omurganın içinde olan kısmı keser; fakat genellikle bu, ge­
çici bir süre rahatlatır. Bazen talamusun bir kısmını veya yakın bölge­
leri yakmak için beyne elektrotlar sokulur. Hatta koneksin kesik kas­
la sorumlu yeri bile alınabilir. Bu operasyonların hepsi, güvenilir bir
tedavi denemeyecek kadar, kısa ömürlü etkilere sahiptir. Hatta omu­
riliğin söz konusu kasla ilgili kısmı, bu kasla hiçbir iletişimin mümkün
olmayacağı şekilde alındığı nda bile vücudun hayalet kısımlarında kor­
kunç ağrılar (bu ciddiyette operasyonlar yapı labi lmes i için ağrıların
korkunç olması gerekir) devam etmektedir.
1 99
Sebep anık en azından kısmen nettir. Beyin hücrelerine giden du­
yu girdileri kesildiği ı.aman, bu hücreler kendi başlarına, ateşleme,
yapmaktadır. Sinir uyaranlannın patolojik hareketlerinin, ağrı algısı
yarattığı sanılmaktadır. Anti-epilepsi ilaçlan, bu hastalara faydalı ol­
maktadır; fakat birçoğu acı çekmeye devam etmektedir. Yine yeni
ilaçlar geliştirilmektedir ve bunlardan bazılan işe yarayabilir. Ne yazık
ki ufukta, bu korkunç, dinmek bilmez ağrılan durduracak kesin bir
ilaç görünmemektedir.
Fakat en azından, bu tür ağrılar daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır.
Birçok tür baş , sın, yüz kastan, iskelet ağrılan, kasık ve kann ağrılan
-

türünden- kronik ağrının çarpıcı bir özelliği onaya çıkarılmıştır. Bu


ağrılar, beynin tümünü kapsayan bir faaliyetin sonucudurlar. Ağrı çe­
ken insanlarda sadece duyulann algılandığı bölgeler değil, beynin bil­
gi işleme alanlan da aktiftir. Fakat bununla da kalmamaktadır. Limbik
sistemin alanlan (duygularda, motivasyonda, mutsuzlukta rol oynar),
bilişsel alanlarda (durumu değerlendiren, ona anlam veren ve gele­
cekte umut veya umutsuzluk gören) bu sürece katılmaktadır.
Baş ağnlannı ele alın. Bn yaygın iki türü tansiyon ile migren ağn­
landır. Araştırmalar, tansiyon ağnlannın her zaman baş ve boyun kas­
lannda anan gerilimle ilgili olmadığını ve migren ağnlannın da her
zaman, başın damar sistemindeki kan basıncı değişmeleriyle ilişkili

olmadığını onaya çıkarmaktadır. Stres de, her iki baş ağrısında önem­
li bir rol oynamaktadır; fakat önceden kestirilebilir bir rol değildir bu.
Bu üç faktör - kas gerginliği, kan basıncı ve stres- değişen dereceler­
de önemli olmakla birlikte, hiçbiri baş ağrısının türünü veya ne za·
man gelip ne zaman gideceğini tek başına bir belirleyecek özelliğe sa­
hip değildir. İşte bu yüzden bu faktörlerden birinin iyileştirilmesi, ye­
terince uzun bir süre boyunca, kayda değer bir fark yaratmamakta­
dır. Etkili tedaviler, genellikle üçünü birden ele alır.
Bazı baş ağrısı türleri için mükemmel ilaçlara sahip olsak da, son
yıllarda onları çok iyi anlamaya başlasak da, hepsini birden iyileştire-
200
ıniyoruz ve milyonlarca insanın baş ağnlarından mustarip olmaya de­
ram etmesi önümüzde uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Fakat yine

de iyimserliğe yer var. Beynin güçlü rolünü ve onun bütün katkıları­


nı duyusal, duygusal bilişsel- biliyor olduğumuz için, son dönemler­
·

de beynin bilinç yaratma, acı ve ıstırap algısı mekanizmalannı keşfet·


meye başladık. Gerçekten de ağn biliminde Kopemik'in on beşinci
yüzyılda, sağ duyunun aksine, Dünya'nın Güneş etrafında döndüğü­
nü söylemesine benı.er bir bilimsel devrimin eşiğinde olabiliriz. Dün­
ya'nın Güneş etrafında döndüğü gerçeğinin daha sonra teyit edilme­
si, beş yüz yıldan daha az bir zamanda, güneş sisteminin ve nihayet
bizim devasa, genişleyen evrenimizin keşfine yol açtı. Biz de, sağdu­
yunun söylediğinin aksine, beynin herhangi bir yaralanma, enfeksi·
yon veya hastalık olmadan acı üretebileceğini artık biliyoruz. Beyin,
yüzlerce milyar sinir hücresi, trilyonlarca bağlantısıyla inanılmaz dere­
cede kanınaşık bir şeydir; fakat bilimsel ilerlemenin, onun gizini so­
nunda açığa çıkaracağı kesindir. Bu gizlerin, dünyanın dön bir yanın­
dan insanlan etkileyen korkunç ıstıraplann, ağrı ve acıların onadan
kaldınlması yolunu aydınlatacağı umudu ise kesin bir umuttur.

20 1
Açlığı Sona Erdirebilir miyiz
1 1996 yılındaki Birleşmiş Milletler Dünya Yiyecek Zirvesi'nde
toplanın 186 ülke, yetersiz beslenen insanlann sayısını 201; yı­
lında yarıya düşürme karan aldı. BM Yiyecek ve Tanm Örgütü'­
ne göre hedefin tutturulma ihtimali düşük. Anlaşılan, teknolojik ge­
lişmemiz kendimizi beslemeye yetmiyor. Örneğin Yiyecek Siyasa
Araştırma Enstitüsü'ne (IFPRI) göre, her üç çocuktan biri yatağına aç
gidiyor ve "açlığın, fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerindeki V'dhşi etkile­
rini" yaşıyor.
Kuşkusuz açlık, bütün insanlık tarihi boyunca vardı. Tarihsel ola­
rak kaydedilmiş ilk açlık, belki de Tevrat'taki, bugün Filistin dediği­
miz topraklarda yaşanan kıtlığın içindeki Yusurun hikayesidir. İnsan­
lar, açlığın ortaya çıkış biçimlerini yüzyıllardır araştırmaktadır. 1798
yılında, bir kilise ve bilim adamı olan Thomas Malthus, yiyecek üreti­
ninmi aritmetik artışına karşın, nüfusun geometrik olarak armğını,
bu yü7.den yiyecek üretiminin geride kaldığını ve bunun, kaçınılmaz
bir şekilde, sınırlı nüfus büyümesine yol açacağını ileri sürmüştür.
196; yılında yazan Esther Boserup ise daha iyimserdir. Boserup, Malt­
hus'un aksine, demografik baskının tarımda yenilik ve daha yüksek
üretimi getirdiğini ve bu yü7.den yiyecek üretiminin nüfus artış hızını
yakalayacağını ileri sürüyordu.
Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen, 1981 yılında ya7.dığı Yok­
sulluk ve Kıtlık: Haklar ve Yoksunluklar Üzerine Bir Deneme adlı ki­
tabında, yakın tarihte birçok kıtlık yaşanmasına rağmen yiyecek mik­
tarının, daha önceki kıtlık yaşanmayan yıllardan pek o kadar da az ol­
madığını gösterdi. Böylece yiyecek eksikliğinin, kıtlığın en önemli
açıklaması olduğu görüşüne meydan okuyordu.
Yirmi yıl sonra birçok bilim adamı, altı milyarlık dünya nüfusunu
tümüyle beslemeye yeterli küresel yiyecek kaynaklannın var olduğu
konusunda hem fikirdi. Açlık, artık sadece üretimle ilgili basit bir me­
sele olmaktan �· i mıştı 1960'lann, 70'lerin, 80'lerin yeşil devrimi, güb­
. .

relere ve haşere ilaçlarına ek olarak, yüksek ürün veren bitki türleri-


204
nin kullanılmasıyla, bazı gelişmekte olan bölgelerde yüksek üretim ar­
tışlarına tanık oldu. Suni gübreler daha önceki bir tarih olan 1950'1er­
de kullanılmaya başlanmıştı; fakat bilim adanılan, bu gübrelerin gele­
neksel tahılların aşın büyümesine ve bu yüzden kınlıp dökülmelerine
neden olduğunu gördü. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonrajaponya'da ça­
lışan Amerikalı tanın danışmanlan, cüce tahıl çeşitlerini görmüş ve
bunları ABD'ye getirerek, yeşil devrimle ilişkilendirilen soy ıslahının te­
mellerini atmıştı. Bu bitkiler, aşın büyümeden kınlıp dökülmedikleri
gibi fotozentezlerinin büyük kısmı, köklerine değil, tanelerin üretimi­
ne gidiyordu. Pirinçle ilgili olarak da, benzeri bir çapraz dölleme prog­
ramı uygulandı. Bunun bir sonucu olarak kötü beslenen insanların sa­

yısı, 1970'1erdeki bir milyardan bugünün 800 milyonuna düştü; bu,


yüzde 30'1ardan yüzde 18'1ere bir düşüş anlamına gelmektedir.
Fakat üretim artışı, bütün gelişmekte olan coğrafyalarda hissedil­
mediği gibi, bu ülkelerdeki herkes tarafından da hissedilmedi. Örne­
ğin Sahara-altı Afrika'da, belki de tarım ve çiftçilik yöntemlerin farklı
oluşundan dolayı, yeşil devrimin teknik gelişmeleri kaçınldı. Bunun
bir sonucu olarak kişi başına üretim, 1960'lardan sonra düştü; ki bu
Afrika'daki açlığın açıklarnalanndan biridir. Londra Ekonomi Okulu'­
nda nüfus araştırmaları profesörü olan Tim Dyson, yaygın siyasi istik­
rarsızlığın, etnik olarak heterojen ulusal devletlerin, tanının hükü­
metler tarafından ihmal edilmesinin ve aşın derecede hızlı bir nüfus
büyümesinin de sorumlu olduğunu ileri sürüyor. Tek bir ulusun için­
de bile, hem aşın yiyecek üretimi hem de açlık görülebilmektedir.
Örneğin Hindistan, milyonlarca ton depo edilmiş tahıla sahipken,
dünyadaki açlığın üçte birine ev sahipliği yapmaktadır.
Essex Üniversitesi'nde toplum ve çevre profesörü olan jules
Pretty, bu insanlann yoksul olduktan için aç olduklarını söylüyor. Ne
yiyeceğe ne de yiyecek satın alacak kaynaklara ulaşabiliyorlar. İhtiyaç
duyulan şey, diyor Pretty, yoksulları gözeten istikrarlı bir siyasettir.
IFPRI genel müdürü Per Pinstrup-Andersen, dünyadaki açlığın yüzde
205
70 ile 75 gibi bir oranının kırsal kesimde olduğunu düşünürek, en iyi
yaklaşımın, çiftçilere ihtiyaçları ol:tn bütün aletleri vererek küçük çift­
liklerin üretimini arttırmak olduğunu söylemektedir. Kimileri ise,
hem kırsal hem de kentsel bölgelerde ekonomik büyüme, sağlığı ge­
liştirme ve eğitim düzeyini arttırma stratejilerine ihtiyaç duyulduğu­
nu ileri sürmektedir.
Açlığı sona erdirmeye dair mevcut stratejiler, bu tür siyasi ve coğ­
rafi çözümler üzerine odaklanırken, bilim de bir role sahiptir. Dünya
nüfusunun 2030 yılında, yüzde 30 bir artışla sekiz milyar olacağı tah­
min edilmektedir. Bu durum, aynı bölgelerde artan kentleşme ve nü­
fusun yaşlanmasıyla el ele gidecektir. Ekonomik zenginlik arttıkça,
beğeniler değişecek, insanlar daha fazla et tüketmeye başlayacak ve
tahıl ürünleri daha az etkili kullanılacaktır. Su kıtlığına ek olarak, top­
rağın yoksullaşması ve iklim değişikliği, muhtemelen çölleşmeye yol
açıp, çiftçilerin üretim kapasitelerini etkileyecektir.
F.dinburgh Üniversiteis Hücre ve Moleküler Biyoloji Enstitüsü'­
nde profesör olan Anthony Trewavas ve Oxford Üniversitesi'nden
Cristopher Leaver, azalan su kaynaklan ve çevreye zarar vermeme gö­
zetilirse, gelecek elli yılda yiyecek üretiminin aynı miktardaki tarım
toprıklannda, iki hatta üç katına çıkarılması gerektiğini ileri sürmek­
tedir. "Eğer teknolojiyi 1993 seviyelerinde tutarsak, 2025 yılında dün­
ya insanlarını beslemek için 800 milyon hektar ormanı yok etmemiz
gerekiyor," diyor Trewavas. "Fakat yine de elimize devasa, yeni top­
raklar geçmeyecektir. Eğer tarım üretimini arttırmak istiyorsak, tarım
teknolojisinde daha ileri gelişmelere ulaşmalıyız."
Son yirmi yıl içinde, hücrelerin ve organizmaların nasıl çalıştığına
dair yeni bilgiler, bitki biliminde devrimci ilerlemelere yol açmıştır.
Geleneksel soy ıslahı, arzu edilen özelliklere sahip melezler yaratmak
için, birbirine yakın türleri çaprazlamaya dayanıyor. Bir tür ile o türün
yakın a kraba la rında bulunan olumsuz özelliklerle sınırland ırı l mı ş ken ,
artık bilim adamları, bir türden istedikleri bir veya daha fazla geni se-
206
çebilir, başka bir türe doğrudan transfer edebilir durumdadır. Hatta
bakteriler gibi diğer organizmalardan bile genler alıp, bunları bitkile­
re aşılayabilirler.
Söz konusu teknoloji, bilim adamlarının, örneğin hasadı arttınnak
iÇin belirli genler katarak, belirli bir bitkinin daha etkili bir şekilde iş­
lemesini sağlamalarını mümkün kılmaktadır. Veya günümüzde tanın
ürünlerinin yüzde 40'ırun ölümüne yol açan tarım ilaçlan ile patojen­
lere direnci antıran ya da bitkinin aşın sıcaklara ve kuraklığa daya­
naklı hale gelmesini sağlayan genler katabilirler.
Dünya ölçeğinde, 2000 yılında 44 milyon hektar gen aktarımlı ürün
yetiştirilmiştir. Daha ziyade ABD'e geliştirilen; fakat Kanada, Arjantin
ve Çin'de de azımsanamayacak miktarlarda bulunan, ilk gen aktarımlı
ürünler, daha ziyade ayrık otlan ve haşereye yönelik ilaçlara direnci
antırmak için tek bir genin değiştirilmesinden ibaretti. Fakat insan sağ­
lığı ve çevre kaygılarının ağır bastığı ve bunun tüketicilere çok az yara­
n olduğunu düşünen Avrupa'da, devasa bir muhalefete sebep olmuş­
tur. Örneğin dünya ölçekli çevre baskı grubu Greenpeace, her türden
genetik aktarımlı organizmanın üretilmesine karşı çıkmaktadır.
Son on beş yıldır bitki biyoteknoloji araştırmalarına 100 milyon
dolar koyan, ABD bulunan hayır kurumu, Rockefeller Vakfı'nın başka­
nı olan Gordon Conway, gen aktarımlı ürünlerin, gelişmekte olan
dünyadaki risk ve fayda dengelerinin çok farklı olabileceğini ileri sür­
mektedir. Conwaw, çifte bir yeşil devrim çağrısı yapmaktadır. "Eski­
nin başanlannı tekrar eden ve daha dengeli, çevreyle daha dost bir
yeşil devrim." (Rockefeller Vakfı tarım için biyoteknoloji araştırmala­
rına ayrılan 2,5 milyar dolarlık kaynağın, sadece 75 milyon dolarının
gelişmekte olan ülkelere harcandığını tahmin etmektedir). Conway,
bu yeni devrimin "hasat tavanlarını yükseltmeye, kuraklığa, tuzlanma­
ya, haşere ilaçlarına ve hastalıklara dirençli, daha yüksek besin değe­
ri olan ürünler üretmeye yardım etmek" için kullanılması gerektiğini
söylemektedir.
207
Bugüne kadar elde edilen en ilginç genetik aktarım başarısı, her­
halde, pirinç tanelerine beta-caroten -Vitamin A-. üreten genler akta­
nlmasıdır. Beta-caroten, eskiden de çeltik yapraklannda bulunmakla
birlikte bitki ıslahı, onun taneye geçmesini sağlayamamıştı. Zürich'te­
ki bilim adamlan bunu, bir bakteri ile iki nergis geni aktararak, in­
sanın A vitamini ihtiyacını karşılayacak yeterli beta-caroten tedarik et­
me potansiyeline sahip bir pirinç bitkisi -Altın Pirinç- üreterek başar­
mıştır. Şu anda gelişmekte olan ülkelerde 150 milyon çocuk A vitami­
ni eksikliği çekmektedir ve bu durum bazı vakalarda kalıcı körlüğe ve
hatta ölüme sebep olmaktadır.
Genetik mühendislik aracılığıyla istenilen genlerin bitkiye sokul­
ması, geleneksel ıslah yöntemleriyle onlarca yıl süreeek bir şeyi bir­
kaç yıl içinde başarabilir. Şeker pancan virüsüne biyoteknolojik çö­
zümler getimıe üzerine araştırma yapan, Afrikalı öncü bitki genetik­
çilerinden Plorence Wambugu, genetik aktanmın, böcekleri kontrol
etmek için gerekli bütün teknolojilerin tohumun içine yerleştirilme­
sinden dolayı, Afrika için yeşil devrim tekniklerinden daha çok işe ya­
rayabileceğini ileri sürmektedir. Örneğin, tanın ilaçlannın kullanılma­
sı için çiftçilerin eğitilmesine gerek kalmayacaktır. Avrupa'daki gene­
tik aktarımlı ürünlere duyulan tepkinin, bunların Afrika'da üretimini
durdurabileceğinden endişe duymaktadır Wambugu.
Yine, siyasi bir meseleyle karşılaşıyoruz. Pinstrup Andersen için
ihtiyaç duyduğumuz şey, açlığı nasıl sona erdireceğimizi anlamak de­
ğil, bunu yapacak siyasi iradedir. "İktidarda olan insanlann kötü bes­
lenen çocukları yok," diyor. "Yiyecek, bu yüzden, onlann öncelikli
meselesi değil."

Julla Hinde
Bilim ve eğitim konulannda serbest yazar

208
Açlığı Sona Erdirebilir miyiz?
Brlan Heap
Nottingbam Üniversitesi'nde Profesör, Si Edmun Koleji başkanı,
Roya/ Society'de dış işler müdürü ve başkan yardımcısı

·ı Son yanm yüzyıl, dünyanın birçok yerinde yiyecek üretiminin; .


nüfus anışını geride bırakan ilerlemesine tanık oldu. Tanm
üretimi, aritmetik olarak anmış ve 1950'lerdeki kişi başına 300
kg'nin altında olduğu seviyeden, 1980'lerde kişi başına 350 kg'nin üs­
tüne çıkmıştır. Bu tarihten itibaren tahıl üretimindeki anış, nüfus ar­
tışının gerisinde kalmıştır. Fakat bunun sebebi, ne nüfusta anormal
bir patlama ne de soy ıslahında genetik bir sınıra gelmiş olmamı1.dır.
Daha ziyade Kuzey Amerika'daki ana üreticilerin, fiyattan kontrol et­
mek için üretimlerinde aı.almaya gitmesidir. Sahara�aıtı Mrika'daki
nüfus anışı, tahıl üretimini hayli geride bırakmıştır; fakat bu bölge
1970'1erden beri büyük kuraklıkların yaşandığı tek bölgedir.
Yiyecek üretimini antınp, yetersiz beslenmeyi aı.altmanın birçok
yolu vardır: mevcut ve yeni bilgilerden elde edilen uygun teknolojiler;
eğitimin ve kadınlann erkeklere oranla statülerinin geliştirilmesi; biz­
ı.at çiftçilerin öncülük ettiği yerel yenilikler; ticareti geliştiren, müba­
dele; yiyecek fiyatlarını düzenleyen uluslararası siyasetler ve piyasala­
ra erişimin kolaylaştırılması. Bugüne kadar tanm ürünleri, küresel ti­
' careti çok yavaş özgürleşmiştir; sanayi ürünlerine uygulanan gümrük
tarifeleri 1950'deki yüzde 40'ta:n, 2001 yılında yüzde 4'e düşmüşken,
tanın ürünleri tarifleri yüzde 40'1arda kalmıştır. Bu kasvetli gerçekler,
açlığı sona erdirmenin yalnızca yiyecek ve nüfusla ilgilenmekten daha
karmaşık bir mesele olduğunu hatırlatmaktadır. Yalnızca bir konuyla
ilgilenen iyi niyetli gruplar, işte bu tuı.ağa düşmektedir.
Nüfus artışı katlanarak artmaya devam etse de, teknoloji iyimser-

209
!eri bilim ve teknolojinin birçok insan için hayatın kalitesini arttırdığı­
nı ve arttırmaya devam edeceğini ileri sürüyor. Fakat felaketçiler, re­
havete kapılma tehlikesine karşı uyanda bulunuyorlar; çünkü bugü­
nün zorluklarının boyutları, insanlık tarihinde görülmemiş büyüklük­
tedir.
Açlık üzerine tartışma, insanları Manitoba Üniversitesi'nden Vac­
lac Smil'in bollukçular ve felaketçiler dediği iki grubu ayımuştır.
Londra Ekonomi Okulu'ndan Tim Dyson, eğer bir beklenmedik bir
felaket olmaı.sa , çiftçilerin talep hacmini karşılayabilecekleri konu­
sunda hayli iyimserdir. Gübre kullanımı artacak, küresel tahıl hasadı
hektar başına yaklaşık 4 tona çıkacak ve uydu vasıtasıyla uı.aktan algı­
lama ve ince tanını kapsayan bilgi-yoğun idare yordamları, nitrojen
uygulanmasının etkililiğini, toprak ve su kullanımının kalitesini yük­
seltecektir. Büyük bilimsel soru, herkes için yiyecek güvenliğine, çev­
reye :ıarar vermeden nasıl ulaşılacağı sorusudur.
Yiyecek güvenliği, mülklere, kaynaklara sahip olma veya bunlara
erişim hakkı ve riski u:ıaklaştırmak, şoklan atlatmak için gelir getiren
faaliyetlerde bulunma hakkı olarak tanımlamaktadır. Başka bir deyiş­
le, çiftçilerin hepsinin desteklenmesi değil, herkesin uygun bir bes­
lenmeye ulaşma araçlarına sahip olması zorunluluğudur, yiyecek gü­
venliği. Günümüz çiftçileri, dünyada herkese yetecek kadar yiyecek
üretebilmektedir; yine de 800 milyon kadar insan, büyüme, etkin bir
yaşam ve sıhhat için yeterli nitelik ve nicelikte yiyeceğe erişememek­
tedir. Eğer 1994 yılında, dünya yiyecek kaynaklan herkes arasında
eşit bir şekilde dağıtılmış olsaydı, 6,4 milyar insan için (fiili dünya nü­
fusundan daha fazla insan için) uygun bir beslenme olan günde 2,3;0
kalori tedarik edilebilirdi. Yiyeceğin eşit dağılımı, şu ana kadar uygu­
lanamaz ve ekonomik olarak gerçekleşemez bir şey olarak kalmıştır.
Böyle bir dağılım olsa bile, beslenme çeşitliliği ihtiyacını karşılayamaz
ve yerel küçük çiftçiler için -açlıkla her savaşın dikkate alması gerek­
tiği kesim- yeterli geliri üretemez.
21 0
Yoğun üretim sistemleri ve yeşil devrim, il. Dünya Savaşı'ndan bu
yana, anan nüfusun beslenmesine temel bir katkıda bulunmuştur. Ne
var ki bazı uygulamalar istikrarsızdır ve toprak yozlaşması, çölleşme,
kentleşme kayıplarıyla sonuçlanmıştır; ürün artışlannda görülen yük­
selme, gelişmekte olan ülkelerde düşmeye başlamış ve biyolojik çe­
şitlilik aı.almıştır. Küresel ölçekte, yiyecek üretimi için kişi başına 0,26
hektar tarım toprağı düşerken, bu oran 2050 yılında 0, 15'e düşecek­
tir. Ekilebilir alanların genişleme oranı yılda yüzde 0,2 aı.almaktadır
ve azalmaya devam etmektedir. Dünya yiyeceklerinin yaklaşık yüzde
40'ı sulama gerektirmektedir ve dünyanın kullanılabilir suyunun yüz­
de 70'i tarıma harcanmaktadır. Fazladan iki milyar insanı beslemek
için yiyecek üretimini arttırmak, bizi aynı miktarda toprağa daha az
suyla sulamak zorunda bırakacaktır.
Nasıl ki dünya, 1940'lann tarım teknikleriyle beslenemezse, otuz
kırk yıl sonra bugünün teknikleriyle beslenmeyi de umamaz. Daha
istikrarlı yöntemlerin uygulandığı yeni bir tarım devrimi olmadığı
müddetçe, gelişmekte olan ülkelefdeki insanlann kaderi karanlık gö­
rünmektedir. Hindistan ve Çin üç katlı bir sorunla karşı karşıyadır:
Nüfusa artışı, su kaynaklarının aı.alması ve ekilebilir alanlann aı.alma­
sı. Bununla birlikte Çin'de, yaşanan toprağın verimliğinde azalma,
başta sanıldığından daha bölgeseldir.
Biyoteknoloji bir çözüm getirecek mi? Tarih, bire tek bir kaynak­
ta fazla bir şey beklememiz gerektiğini söylüyor. Biyoteknolojideki
ikinci kuşak üretim (meyve ve sebreler dahil olmak ürere) , daha yük­
sek hasat verecek, daha uzun süre depolanabilecek ve daha iyi bes­
lenme kalitesine sahip olacak şekilde, genetik mühendislikten geçi­
rilmiş ü rünler getirebilir. Bazı tanın ilaçlanna ve hastalıklara karşı di­
rençli aşılar veya yüksek değere sahip ürünler sunabilirler. Eğer daha
az kimyasal uygulama gerektiren, kuraklığa karşı daha dayanıklı, elve­
rişsiz, hatta kısır topraklarda yetişebilen genetik aktarımlı bitkiler üre­
tilebilirse, daha istikrarlı bir ür�tim sistemi gel iş tirmeye katkıda bulu-
21 1
nabilirler. Çin'de genet ik aktanmlı ürünlerin ekildiği alanlar 1998'de
10,000 hektar iken , 2000 yılında 700,000 hektara çıkmıştır (dünya öl­
çeğinde 44 milyon hektardır). Yine de teknoloji hfila zenginlerin meş­
galesi olarak görülmektedir.
Yeşil devrimin babası Nobel ödüllü Norman Borlaug, düşük gelir­
li, yiyecek sorunu yaşayan ülkelerdeki çiftçilerini yeni ürünlere ihti·
yaç duymalanna rağmen, biyoteknolojiyi kullanmayı reddetmelerinin
ironisine işaret ediyor. Uluslararası şirketlere uzmanlıklannı kamu
araştırma enstitüleri ile paylaşmayı, belli başlı uluslararası paı.arlarda
bugün yüksek önceliğe sahip olmayan tanmsal sorunlan ele almayı
ve daha az gelişmiş ülkelerde yoksul çiftçilerin faydalanacağı bir bi­
çimde ayncalıklı fiyat belirleme yapılan inşa etmeyi tavsiye etmekte·
dir. Bu gerçekleşene kadar açlığın yalnızca pazarlann ve üretimin bir
yetersizliği değil, büyük ölçüde kurumlann, örgütlerin ve siyasetlerin
bir başansızlığı olarak kalacağına inanmaktadır, Borlaug.
Yoksul ülkelerdeki yönetimler, uzun ıamandan beri tanını ihmal
etmekte ve kırlık kesimleri ile çiftçilerden ziyade kentleri ve sanayile­
ri gözetmektedir. Daha az gelişmiş ülkelerin pazarlara ulaşımı, geliş­
miş ülkelerce engellenmiştir. Bu durum, Ekonomik İşbirliği ve Kal­
kınma Örgütüne üye ülkelerin tanın sektörüne şu anda, toplamda Af.
rika'nın bütün hasılatını aşacak miktarlar tutan, yıllık ödemeleri tara·
fından iyice kötüleştirilmiştir. Eğer artan yoksulluk tersine çevrilecek­
se, şu uygulamalı önlemler hemen alınmalıdır: konuyla ilgili araştırma
ve geliştirmelerin sonuçlannın uygulanması; toprak reformu; pazar
ürünleri içiri yollann iyileştirilmesi; pazarlara erişimi arttırmak ve bas­
kıcı rejimler ile yozlaşmış uygulamalar yerine iyi yönetimi teşvik et­
mek. Avrupa Birliği, Avrupa'nın geri kalmış yönlerini geliştirmekte
değerli tecrübeler edinmiştir. 2001 yılında GB ülkelerinin Cenova'da­
ki ziıvesinin gölge düşürdüğü, Sahara-altı Afrika'da gelişme için göre­
ce uluslararası bir inisiyatifi başlatma vakti anık gelmiştir. Hindistan'·
daki projeler, iletişim ve bilgisayar devrimlerinin bölgenin miyadı dol-
21 2
muş teknolojilerden, modem teknolojiye nasıl sıçrayış yapabileceği­
ne iyi bir örnek teşkil etmiştir. Entelektüel varlıkları korumanın ya­
saklayıcı maliyetini aşmak da bir gerekliliktir. Bitki biyoteknolojisinde
yeni tekniklerle evlerine dönen parlak genç bilim adamlan, entelek­
tüel varlıklarını korumalarına yardım edecek uluslararası merkezi bir
fon bulmaya teşvik edilmelidir. Bu tür bir inisiyatif, daha genç kuşa­
ğa, bu yüzyılda açlığı sona erdirme amacındaki sosyal, siyasi ve insani
niyete dair önemli mesajlar verecektir.
Bugün 1,3 milyar insan, günde bir dolar veya daha azı gelirle mut·
lak anlamda yoksuldur; iki milyar kadar insan da bu marjın hemen dı­
şındadır. Böyle bir durumun devam etmesine göz yumamayız; çünkü
açlığı sona erdirmek, soyut bir insani sorumluluk değildir; istikrarlı
bir gelişme için temeldir. Eğer sürdürülebilir kalkınma ciddiye alını­
yorsa, daha gelişmiş ülkelerin tüketim alışkanlıklarını değiştirmeleri
zorunludur. Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen'in söylediği gibi,
eğer değişme olmazsa, mesele insanlığın doğal dünyayı koruması
meselesi olmaktan çıkıp, insanlığın kendini insanlıktan koruması me­
selesi haline gelir.
Bu büyük bilim sorusuna verilen cevap evettir. Açlığı sona erdire·
biliriz. Fakat ancak, gerekli teknolojilerin araştırılması ve kalkınması­
nın yanında, gerekli siyasetler ve yatırımlar yapılırsa. Açlık, bırakın ye­
ni inisiyatifler kurmayı, resmi ve sivil kuruluşların mevcut programla­
n arasındaki koordinasyon boşluğu yaşanmaya devam ettiği sürece
sona ermeyecektir. Bu tür güçlüklerin üstesinden gelme başansızlığı
felaketçilere koz olmaktadır. Çünkü bu durum, 800 milyonun insan
haklanndan belki en asli olanını çiğnemektedir: kamını doyurma
hakkı.

21 3.
Hata Evrim Geçiriyor muyuz
1 Yaşadığımız modem çağda, insan türlerinin gelişimlerini ta­
mamladıklannı ve biraz utandıncı olan evrimsel tarihini geride
bıraktığını varsayıvennek istiyoruz. Peki ya, evrimsel kuı.enleri­
miz olduğu çok açık olan şempanı.elerle DNA'mızın yüzde 98'i aynıy­
sa? Modem bilim ve teknolojiyle tarihin bambaşka bir dönemine gir­
medik mi? Darwinci evrimin kılıcı, devasa öğrenme ve uyum gösterme
kapasitemizce köreltilmedi mi?
İngiltere'de hayat süresi 1700 ile 1900 yıllan arasında, çoğunlukla
daha iyi beslenme, temizlik, temiz hava ve temiz su sayesinde on ye­
diden, elli iki yıla fırladı. Elbette bu, modem tıp biliminin başanlanna
sadece bir başlangıça. Yirminci yüzyıl boyunca Amerika Birleşik Dev­
lederi'nde bulaşıcı hastalıklardan ölüm oranı, bir de binler gibi bir
oranla düştü. Örneğin, 19n·e gelindiğinde çiçek hastalığı tümüyle
yok edilmişti. Anık yapay kaslanmız var, nabız kontrol cihazlan, suni
kalpler, kan nakilleri; suni dokular ve organlar da yolda. Bilim adamla­
n yalnızca insan genomunun deqil, bizi tehdit eden mikroplann da ge­
nom haritasını çıkardı. Harvard Üniversitesi Kamu Sağlığı'ndan 8arry
Bloom'un işaret ettiği gibi "bütün insan patojenlerinin her geni, bütün
öğrencilerin ve araşarmanlann bilgisayanndan görülebilir." Hiç kuş­
kusuz bu, uyum yeteneklerimizi daha da anaracaktır.
Charles Daıwin'in betimlediği üı.ere organizmalar, biyolojik açıdan
doğal seçilim yoluyla evrimleşirler. Zinde, daha iyi uyum sağlayan bi­
reyler, daha uzun yaşama temayülündedir ve daha çok çocuk sahibi
olurlar; böylece daha az zinde olanlann genleri elenirken, bunlann
genleri yeni kuşaklara geçer. Peki ya tıp buna müdahale ederse? Bilim,
dünyanın ağır koşullannı büyük ölçüde hafifletmiş, doğal olarak ı.ayıf
olanı güçlendirmiş ve insan üreme sahasını "yapay olarak" destekle­
miştir. Acaba bu, evrim geçirmeyi bıraktığımız anlamına mı geliyor?
Hayır. Tabi cevabın aynntılan, "biz"den kimi kast ettiğimiı.e bağlı.
Son on yılda,araştırmanlar, 4,000 metrenin üstünde bir yükseklikte ya­
şayan Tibetli köylülerin, buna genetik olarak urum sağlamış o lduk l a -

216
nnı gösteriyor. En azından fazladan bir gen, kan hücrelerinin oksijen
tutmasına yardım ediyor; üstelik düşük oksijen koşullarında üreme
zindeliklerini de güçlendiriyor gibi görünüyor. Tibetliler, on bin yıl gi­
bi görece kısa bir süre içinde, genetik olarak çevrelerine uyumlu olmak
için evrim geçirmişler. Birçoğu, bu koşullarla baş edemediği için ölüp
gitmiş olmalı. Bu hiç de şaşırtıcı bir şey değil. Son yirmi yıl içinde Eve·
rest'e rırmanmayı başaran insan sayısı 1,173'tür. Bazıları filzladan oksi­
jen kullanırken, diğerleri havada mevcut serl>est oksijene bel bağlamış­
tır. Birçok insan, tırmanışın ardından aşağı inerken ölmüştür; durum,
oksijen desteği alanların hayatta kalma şanslarının, neredeyse üç kat
daha fazla olduğunu gösteriyor. Tibetlilerin -hatta hayli yakın 7.amanlar­
da· nasıl evrim geçirdiklerini tasawur etmek pJr değil bu yüzden.
Ölüm sebeplerinin yüzde 25'inin tıaıa tüberküloz, 7.atürree, Aids,
sıtma ve kaamık gibi bulaşıcı hastalıklar olduğu gelişmekte olan ülke­
lerdeki insanların genetik savunmaları, sayısız mikrobun kendini ge­
netik olarak geliştiren silahlarıyla mücadele etmeye devam ederken,
bu insanların hata çevreyle savaş halinde olduktan çok açıkar. Naturet
dergisinde yayınlanan son araşarmalar, Güney Afrika'da, bazı gen tip­
lerine sahip olan insanların, diğerlerine göre üreme yıllannın zirvesin­
deyken biraz daha uzun yaşamaya eğilimli olduktan için, yüzde 30 da·
ha fazla üreme şansına sahip olduğunu göstermiştir. Bu örneklerde,
evrimin sona erip ermediği hususunda hiçbir kuşkuya yer yoktur.
Yalnızca ''biz" ile gelişmiş Batı'ya gönderimde bulunduğumuzda,
evrimin bitip bitmediğini merak etmek biraz ilginç hale gelir. Londra
Üniversitesi'nden genetikçi Steve Jones, insanlar daha uzun yaşadıkta­
n ve farklı şekillerde öldükleri için, modem abbın doğal seçilimi bü­
yük ölçüde tablonun dışına attığını iddia etmektedir. ABD'de bütün
ölümlerin yüzde 50'sinden fazlası, üreme yıllarının ardından, hayatın
sonraki evrelerinde ortaya çıkmaya eğilimli kanser ve kalp hastalıkları
sonucunda olmaktadır. Gerçekten de kalp hastalıklanndan ölme payı,
büyük ölçüde anık insanlar bulaşıcı hastalıklara yenik düşmediği içi n ,
21 7
1900 'den beri dön kat anmıştır. Jones, evrimin durmamışsa bile, en
azıdan yavaşladığını ileri sürmektedir.
Bununla birlikte diğer bilim adamları, Batı'daki bizlerin sadece ev­
rim geçirmeye devam etmediğini, bunu eskisinden daha hızlı yaptığı­
nı ileri sürüyor. San Dieogo'daki Kalifomiya Üniversitesi'nden biyolog
Christopher Will, iklim değişikliği ve atmosferdeki ozon deliği gibi di­
ğer değişmelerin insanoğluna yeni çevresel baskılar getirdiğini iddia
ediyor. Dahası, daha fazla uluslararası yolculuk, göçün anması ve ön­
ceki bin yıl boyunca daha yalıtılmış kalan gen havuzlarının karışması
anlamına gelmektedir.
Comell Üniversitesi'nden antropolog Meredith Small , insanların
doğal seçilimin kurallarını hiç de değiştirmediğini ileri sürüyor. "Kül­
türe - ve onunla birlikte her türden tıbbi müdahale ve teknolojiye- sa­
hip olduğumuz için doğal seçilime karşı bağışıklık ka7.andığımıza ina­
nabiliriz," diyor. "Fakat doğa yoluna her zamanki gibi devam eder...
Kimileri yaşar, kimileri ölür; kimi insanlar ise diğerlerinden daha fazla
gen aktarır."
Demek ki, tanımı gereği, halfı evrim geçiriyoruz. Belki daha ilginç
olanı, nasıl evrim geçirdiğimiz, bilhassa kültürümüzün ve bilimin, ev­
rimi şu anda nasıl etkilediğidir. Ellerinizle çalıştığınızda, deriniz kalın­
laşır. Bu evrim değildir, uyumdur- en basitinden. Thalasomma bifasci­
atum, Lapina balığı, bir mercan kayalığı balığıdır ve daha çok dişiler­
den oluşan büyük bir balık sürüsü içinde yaşar. Herhangi bir zamanda
yalnızca birkaç erkek balık vardır. Eğer bunlardan biri anadan kalkar­
sa, o zaman dişilerden biri ci ns iyet değiştirir ve makul oranı koruyarak
erkek olur. Bu sadece bir uyum göstermedir, daha ziyade karmaşık
cinsinden.
Keza insan kültürü, genlerde depolanmamıştır. Sosyal yapılarda ve
alış kanlıkl a rda, dilde ve kütüphanelerde yatar ve bir kuşaktan ötekine
öğretilmesi ge rekir. Kültür, bilim de dahil olmak üzere, toplumumu­
zun öğrenilmiş bir uyumudur ve dar anlamda konuşursak, evrimin
21 8
doğrudan bir sonucu değildir (bununla birlikte o daha geniş beyinle­
rimizin bir sonucudur) . Tarihçi E.H.Carr, "evrimin kaynağı olan biyo­
lojik kalıtım ile tarihsel ilerlemenin kaynağı olan sosyal kazanım"ın bir­
birine kanştınlmasından doğabilecek, ölümcül bir yanlış anlamaya işa­
ret eder. Bu sosyal kazanım, mali refah, öğrenme veya sahip oldukla­
rınız olabilir. Her durumda genleri en azından bir süre el değmemiş
bırakarak, geleceği geri dönülmez bir biçimde değiştirirler.
Bu sava, 1976'da yayınlanan 'Bencil Gen' kitabının yazan Britanya­
lı zoolog Richard Dawkins tarafından farklı bir ivme kaı.andınlmıştır.
"Melodiler, fikirler, sloganlar ve modalar'' gibi kültürel kopya ediciler
(replicators) veya "öykünme birimleri" olan ve tıpkı genler gibi bir ku­
şaktan ötekine geçirilen "meme"ler fikrini geliştirmiştir, Dawkins. Fi­
kir, akademik dünyayı ikiye bölmüştür; felsefeci Daniel Dennett ile
psikolog Susan Blackmore gibi kimileri, fikri temel bir evrimsel etki
olarak heyecanla benimserken, diğerleri dikkate bile almamıştır. Pala­
eontolog Stephen jay Gould, onu bir "anlamsız metafor" olarak be­
timlerken, biyolog Steven Rose, kültürü "genimsi kopyalamayla zihin­
den zihne taşınan ve parçalara aynlmış yekpare bir şebeke" olarak ta­
savvur etmeyi saçmalık olarak nitelendirmiştir.
Fakat bunu nasıl başanyor olursa olsun kültür, biyolojik evrimi ke­
sinlikle etkiliyor. Bazı insanlann çocuk sahibi olmasını, bazılarının ol­
mamasını sağlayan sayısı belirsiz kuvvetler nelerdir? Bu kuvvetleri bir­
birinden ayırmak kuşkusuz güçtür; fakat bu kültürel etkiler, insan nü­
fusunun genleri üzerinde, birçok hastalığın arkasında yatan nadir ge­
netik bozukluklara göre çok daha hızlı etkide bulunan sonuçlara sa­
h ipt i r Small, ekonomik ve teknolojik gelişmenin ulusal ölçekteki ge­
.

nel sonuçlanndan birinin, doğum oranlannda dikkate değer bir azal­


ma olduğuna işaret ediyor. Şu anda en yüksek doğum oranlarına sa­
hip olan bölgeler Latin Amerika, Afrika ve Asya'dır. Bu yüzden bu nü­
fuslar, insan geleceğinin gen havuzu na daha fazla gen katmaktadırlar.
"Kültür 'doğal' bir güç olarak görü lm eye b i li r , diyor Small, "fakat o ,
"

21 9
çevremizin bir parçası olduğu için, en az hastalık, hava ve yiyecek kay­
naklan kadar doğaldır."
Elbette evrimsel güçler, uı.ak geçmişte daha iyi aletler kullanıp, da­
ha iyi karar veren ve daha büyük zihinsel kapasiteye sahip olanları göz
etmiştir. Wills, insan türlerinde bunun değiştiğini düşünmek için çok
az neden olduğunu ileri sürüyor. Tam tersi, belki de daha yüksek en­
telektüel kapasite, aşın nüfus anışı gibi sorunlann farkında olmayla
bağlantılıdır ve gerçekten 7.eki olanların soylannın ortalama sayısında
bir a7.almaya yol açıyor olabilir. Hal böyleyse, evrim ters yönde hare­
ket ediyor demektir.
Gelecek bizi nereye götürüyor? Biyolojik evrimin nihai kalesi ga­
mettir- cinsiyet hücresi. Hiçbir mutasyon veya fiziksel organizmanın
herhangi başka bir değişimi, gametin DNA'sında kodlanmadığı sürece
sonraki nesle geçemez. Bu, daha ne kadar süre doğru kalmaya devam
edecek? Gen tedavisi, gen havuzundaki bir DNA'nın bilinçli bir şekil­
de değiştirilmesini ne 7.aman mümkün kılacaktır? Yalnızca bir 7.aman
meselesi olan böyle bir şey gerçekleştiği vakit, insan türleri için biyo­
lojik ve kültürel miras arasındaki ayrım ortadan kalkacaktır. Kuşkusuz
o 7.aman bile evrimleşiyor olacağız.

Mark Buchının
Fizikçi ve bilim yazan

220
Hata Evrim Geçiriyor muyuz?
Micbael Ruse

1
Guelpb Üniversitesifelsefe ve zooloji bölümlerinde profesör

Daıwin'in bizzat farkına vanp, İnsanın Düşüşü'nde biraz karam­


sar bir biçimde tartıştığı gibi evrim, doğal seçilimden daha bü­
yük bir yer kaplamaktadır. Seçilimin işleyebilmesi için ham bir
çeşitliliğin olması gerekir. Eğer her şey ve herkes aynı olsaydı, o ı.a­
man farklılaşan bir üreme olmaz ve evrim dururdu. Her ne kadar Dar­
win, bu çeşitliliğin doğası ve sebepleri hakkında çok fazla fikre sahip
olmasa da -bugün onun nihai olarak DNA'daki tesadüfi değişmelere
dayanan mutasyon yoluyla gerçekleştiğine inanıyoruz, doğal seçilim
durdurulur veya yavaşlatılırsa, evrimin devam edeceğinin (belki de ye­
niden başlayacağının) farkındaydı. Eğer organizmalar içinde sürekli
yeni varyasyonlar onaya çıkıyorsa ve onları ortadan kaldıran veya yön­
lendiren hiçbir doğal seçilim yoksa, o zaman bu varyasyonlar kendi
başlarına çok hızlı bir biçimde büyük değişikliklere sebep olur.
Darwin, daha önceki bir çağda çocukken ölüp, talihsiz özellikleri­
ni sonraki kuşağa geçiremeyecek olan birçok insanın modem bp sa­
yesinde hayatta kalıp, yeni ve miras aldıkları zararlı varyantları sonraki
kuşaklara aktaracak olmasından büyük kaygı duyuyordu. İyi, şefkatli
bir insan olduğu için hasta ve sakat olanlara yardım etmeyi bırakma­
mızı istemiyordu. İyi bir özgürlükçü Viktoryen olarak insanları damız­
lık olmaya zorlama fikrinden herhalde tiksinirdi; fakat bu tür kötü uy­
gulamalann bitki ve havyanlar için kullanılmasına hiçbir ı.aman mu �a­
lefet etmedi.
Darwin'in bilimsel akıl yürütmesini haklı bulsam da -insanları se­
çilim güçlerinden korumak yalnızca evrimin başka yönlerde ilerleye­
ceği anlamına gelir -sonuçlar hakkında onun kadar kaygılı deği li m .

�1
Ben, yüksek tansiyona karşı hap kullanıyorum; fakat bu haplar, en az
gençliğimin yağlı, yüksek kolesterollü öğle yemeği sosisleri kadar çev­
remin bir parçası. İnsan kültürü, evrim kuvvetlerini değiştirdiği gibi,
bizi bu değişikliklerinin kötü yanlarından da koruyabilir.
I

Ne var ki, bugünkü insanın evrimi hakkında söylenecekler bunun-


la bitmiyor. Her ne kadar seçilimin güçlerinden kendimizi bir şekilde
koruyabileceğimiz doğruysa da, gelişmiş ülkelerde bile onları tümüy­
le ortadan kaldınnak diye bir şey söz konusu değil. Örneğin Afrika'da­
ki Aids hastalarından bazılarının, HIV virüsüne karşı güçlü bir doğal
bağışıklığı olduğu kanıtlanmış bir şeydir. Onların çocuklarının hayatta
kalıp, üreme şansları daha fazla .

Başka bir mevcut evrimsel değişme, modem seyahat araçları, eği­


tim ve bunların sonucu olan toplumsal karışma sayesinde ortaya çıkı­
yor. Irklar arasındaki farklar -renk, boy ve (biraz aykırı olacak ama) re­
ki farkları- çapraz çiftleşme yoluyla ortadan kalkmaktadır. ABD'de ya­
pılan son nüfus sayımına göre Asya ve Avrupa kökenliler, giderek da­
ha fazla birbirleriyle evleniyorlar. Irvine'deki Kalifomiya Üniversitesi'·
ndeki 30,000 parlak, temiz, reki, sağlıklı, cinsel olarak etkin genç öğ­
renciden yüzde 30'u Avrupa, yüzde 70'i Asya kökenliyse, başka ne
bekleyebilirsiniz ki? Bundan bin yıl sonra türümüz, birçok farklı ırkın
karışımı olan ve fiziksel gürellik, reki bakımından çok ilerde olan ye­
ni bir insana dönüşürse, bu beni rerre kadar şaşınmaz.
Bunlar görece doğal diyebileceğiniz evrim süreçleridir; hiç olmaz­
sa önceden planlanmamış evrim. Fakat Daıwin'den beri soy ıslahçıla­
rı, insanların evrimin hakimiyetini ele geçirip, daha iyi sonuçlar için
yönlendirme hayalini kurmaktadır. Elbette "neyin daha iyi" olduğuna
dair, bir sürü kuşku vardır. Üstelik Alman Nazi'lerinin süper kahra­
manlardan oluşan daha iyi bir ırk düşünden sonra, bugün ancak çok
az kişi, açık açık bilinçli ırksal çiftleşme programlarından yana olduğu­
nu söyleyebilmektedir. Ne var ki nüfusu biyolojik olarak biçimlendi­
ren bazı hoş olmayan şeyler, günümüzde mevcuttur ve daha da aıta-
222
cak gibi görünüyor. Cinsel seçilimi ele alalı m . Dünyanın bazı kısımla­
rında - örneğin dile düşmüş Hindistan'da-, ceninin cinsiyetini öğrenip,
istenilen cinsiyette olmadığında kürtaj uygulaması çok yaygındır. Uy­
gulamadaki istenmeyen cins, genellikle kızlar oluyor. Nüfus düzeyin­
de bu, (şu anda yaklaşık yüzde elliye yüzde elli olan) cinsiyet oranlan
üzerinde mecburen önemli etkilerde bulunacak ve belli başlı sosyal
sonuçlara yol açacaktır.
Bize insanoğlunun genetik doğasının bir haritasını bahşetmiş olan
İnsan Genomu Projesi, geleneksel türü her ne kadar epey yavaş olsa
da, potansiyel olarak yeni, hızlı ve çok farklı bi r evrim biçimine yol aça­
bilir. Kalıtımımızla oynayarak, geleneksel üreme yöntemlerini geride
bırakmak ve torunlarımızda istediğimiz özellikleri tasarlamak müm­
kün olabilir. Hiç bir şey yapmasak bile, ıaten var olan, arzu ettiğimiz
özellikleri biraz daha kusursuzlaştınp güçlendirebiliriz. Benim yaşım­
daki birçok insan, daha iyi beslenme, daha iyi çevre, sigarayı bırakma
gibi kültürel değişikliklerden dolayı, anne ve babalanndan daha uzun
yaşayacaktır. Belki biyoloji temelli ömür uıatma yöntemlerine de baş­
vurabiliriz.
Yine de, bunun gibi mütevazı bir şey bile tuhaf yan etkilere sahip
olabilir. Diyelim ki ortalama yetmiş beş yerine yüz yıl kadar yaşayacak­
sam, kendi adıma, bunun bel kemiğinde bir takım küçük değişiklerle

birlikte olmasını isterim. Fazladan bir yirmi beş yıl daha bel ağrısı çeke­
rek yaşamak istemem. Bunu nasıl tedavi edecek veya bundan nasıl ka­
çınacağız? Hiç olmazsa daha güçlü olmamız gerekiyor - daha büyük kas­
lar, daha güçlü bir iskelet- ve belki ağırlık hayati kemiklere veya eklem­
lere binmesin diye biraz öne eğik. O zaman da sürekli yere doğru bak­
maktan kaçınmak için daha uzl.!n ve yukarı kıvrık boyu nlara ihtiyacımız
olacak. Ve belki bacakları biraz kısaltıp, dengeyi sağlamlaştırmak için,
azıcık bükmek gerekecek. Kısaca, beli güçlendirmek bizi 'Yüzüklerin
Efendisi'nden kaçmış bir yaratığa benzer bir şeye dö nüştü recek ti r. Bel­
ki de, daha kısa bir hayat ve dik durma, her şeye rağmen daha iyidir.
223
Her ne kadar böyle ileri gidememiş olsak da, evrim -hem doğal
hem de planlı olarak- yoluna devam etmektedir. Fakat artık biyolojik
olandan kültürel olana geçmiştir. Kanatlarunız yok; fakat uçabiliyoruz.
Beyinlerimizde daha büyük matematik işlem modülleri yok; fakat es­
kisinden çok daha büyük rakamlan hesaplayabiliyoruz. Pençelerimiz
veya dişlerimiz daha büyük değil; ama milyonlan bir çırpıda öldürebi­
liriz. İşte bugünkü inSaıı evriminin püf noktası buradadır.
Son beş ala milyon yıl önce maymunsu yaraaklardan kalan evrim­
leşmenin sonrasına ait karmaşık aletlerin kalınalan, biz insanların, bi­
yolojinin bize sunduğu bütün her şeyden daha güçlü bir değişme yön­
temi geliştirdiğimizi gösteriyor. F'ıziksel dünyada değişmeler, tesadüfi
ve dolaylı yotrarla gerçekleşiyor. Ne ı.aman yeni ve sahip olmaya değer
-örneğin yeni ve etkili uyum mekanizması - bir şeyi kalıt alsak, bu her
kuşakta yeniden üretilmek ı.orundadır ve bu yü7.den, genel üreme sü­
reçlerinin başarısına bağlıdır. Fakat kültürün ortaya çıkışıyla birlikte -
düşünme, konuşma, aletler, sosyal sistemler, ritüeller- yeni ve faydala­
n olan bir fikir, grubun bütün üyelerince anında paylaşılır ve diğerleri
de onu geliştirip uygulamaya sokma üzerine çalışabilir.
Sorun çözme bir sanat, bir bilim veya .bir :zanaat olabilir; fakat ke­
sinlikle tesadüfi bir şey değildir. Kendimizi, neredeyse tümüyle, kendi
irademizle değiştirebiliriz. Varsayalım ki birkaç santim daha uzun ol­
manın, bizim hayruJ117.a olduğu kanıtlanmış olsun. Farklı genetik var­
yasyonlar üzerinde, biyolojik seçilim yoluyla böyle bir değişikliği ger­
çekleştirmek yıllar alacaktır. Oysa kültür, çözüm arama zekasını kulla­
narak sebepleri araştırabilir ve cevaplar keşfedildiğinde - bir hormon
şırınga edilmesi veya yeni bir beslenme biçimi-, bu bilgi hiçbir gecik­
me olmadan diğer insanlara aktanlabilir. İşte, "hata evrim geçiriyor
muyuz" sorusuna yanıt, bu yüzden evettir. İşte, yakın akrabalan mız
şempanzelerin değil de, biz insanların dünyaya egemen olmasının se­
bebi bu.
Biyolojik evrimin aldatıcı ve tutucu olduğu söylenmiştir. Doğa,
224
yaklaşık üç, üç buçuk milyar yıllık sürekli değişimden sonra, seçilim
sürecindeki en son devrimci gelişme tarafından geri dönülmez bir şe­
kilde ayanılmamayı öğrenmiştir. Kültürün her şeye egemen olduğunu
varsaymamalıyız. Aksine o, biyolojiye karşı değil de, onunla el ele ça­
lıştığında daha başarılı olmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda Amerika'­
da ortaya çıkan tuhaf dinsel sapmaları düşünün. Shakerlar, cinsel iliş­
kiyi yasaklamıştı. Şu anda iki veya üç yaşlı üyeden ibaretler ve onlar
hakkında tek hatırlanan, çok güzel mobilyalara sahip oldukları. Mor­
monlar, evliliğe ve çocuk sahibi olmaya vurgu yapmıştır ve şimdi tek
başlarına koca bir eyaleti dolduracak sayıdalar. Geçen yüzyılın başla­
rında bazı kibutzlar, bütün çocukların komün tarafından yetiştirilmesi
ve biyolojik anne babanın, çocuklara diğer insanlarla eşit mesafede ol­
ması gerektiğine karar verilmişti. Çok geçmeden herkes, çocuklarıyla
yalnız kalabilme fırsatı için olmadık yollara başvurmaya başladı. Çünkü
onlar, toplumsal öncüler olmadan önce birer primattı.
Ana fikir şu: Evet, kültürel olarak evrim geçirmesine geçiriyoruz;
fakat bu, biyolojik evrimin illa da etkileneceği veya kültürel evrimin ca­
nının istediği yöne, istediği hızla ilerleyeceği anlamına gelmez. Evrim
kör, dü şüncesiz bir süreçtir ve "genlerin bilgeliği"nden bahsedenler,
bunu sadece teşbih amaçlı söylüyorlar. Doğanı n ürettiği herhangi bir
şeyi değiştirmenin yanlış olduğu sonucuna varmak doğru değil Fakat.

doğal seçili m, süren ve durmak bilmez bir güçtür ve başarılı organiz ­

malar -biz insanlar kesinlikle başarılıyız- elleri nden gelenin en iyisini


yapacaklardır. Değişim, yavaş ve görece sarsıntısız olmalıdır. Evrimimi­
zin bir kısmıyla bizim kontrolümüzde, bir kısmıyla da kontrolümüz dı­
şında devam ettiğini düşünmek için elimizde çok sebep var. Fakat
hangi kısmın, nereye ait olduğu ve kendi irademizle bu kısımlan belir­
leyecek güce sahip olup olmadığımız sorusu, başka bir yazının konu­
sudur.

225
Başka Gezegenlerde
Hayat Var mı
1 Mars' ta hayatın kesin kanıtlan. Bu, Amerika uı.ay ajansı NASA
Ames Araştırma Merkezi'nden lmre Friedmann'ın, 2000 1 yılının
başlannda özgüvenle verdiği bir haberdi. Bunu ALH84001 diye
bilinen bir meteor üzerine yapılan araştırmalar takip etti. Fakat herkes
kendine Dr. Friedmann kadar güvenmiyor.
O ve arkadaşlannın kanıtladığı şey, ALH84001'ın manyetit diye bi­
linen bir maddenin kristal zincirlerini taşıdığıydı. Dünya'da yaşayan
bazı bakteriler, benzeri bir kristal zincir yapısına sahiptir; manyetit ha­
fif derecede manyetik olduğu için bakteriler, onun sayesinde kendile­
rini içinde yaşadıklan çamurda yönlendirebilirler.Mikrobiyologlar,
Alll8400 1 zincirleri biyolojik bir kökene işaret eden özelliklere sahip,"
diyorlar.
Eleştirmenler bu konuda hem fikirler. Onlara göre mesele, zincir­
lerin meteora nasıl ve ne zaman girdiğindedir. ALH84001 , ömrünün
13,000 yılını düştüğü Antarktikte geçirmiştir. Bu zaman zarfında ona
bir bakteri bulaşmış olabilir. Friedmann, bunu reddediyor. "Zincirler,
maddenin içine öyle kazınmıştı ki, ancak Mars'tan geliyor olabilirler ve
Antarktikte bu tür manyetit kullanan bir bakteri bulunamamıştır,"
diyor. Tartışma devam etmektedir.
Doğrudan sorulmuş sorulara dobra yanıtlar isteyenler için bu tar­
tışma insanın ruhunu karartan cinstendir. Eğer bilim adamları, güneş
sistemimizde, bu kadar yakınımızda hayatın mevcut olup olmadığı ko­
nusunda bir fikir birliğine varamıyorlarsa, galaksimizde başka bir yer­
de veya galaksimizin ötesinde hayatın var olup olmadığından nasıl
emin olacaklar?
Friedmann ve diğerlerinin takip ettiği astrobiyolojik yaklaşım, ya­
şayan sistemlerinin doğruöaR kanıtlarını araştırmaya dayanır. Fakat
bu, tek yol değildir. En bilinen alternatif SETI'dir. [Search for Extra­
Terrestrial Intelligence'ın (Dünya Dışı Zeki [Yaratıklar] Araştırması­
nın) kı sa l tmas ı ] SETi Enstitüsü , eğer başka bir yerde hayat varsa, en
.

az bizim kadar gelişmiş olabileceğini düşünmektedir. Hal böyleyse,


228
radyo iletişim teknolojisi de geliştirmişlerdir. Nasıl dünyadan sonsuz­
luğun içine sürekli olarak radyo dalgaları The Archers [Okçular] yayın­
lıyorsa, başka yerdeki medeniyetler de aynı şeyi yapıyor olabilir. Bu
yüı.den SETI araştırmanları, uzaydan gelen tesadüfi olmayan sinyaller
bulmak için elektromanyetik tayftan taramaktadırlar. Araştırmadan,
bugüne kadar sonuç alamamıştır.
Bu kadar az kanıt söz konusu olunca, güneş sistemi dışında "hayat
var mı?" sorusunun, teoriler ve spekülasyonlarla dolu olmasına şaşma­
mak gerekir. Evren milyarlarca galaksiden oluşmuştur. Romantik bir şe­
kilde samanyolu dediğimiz kendi galaksimiz, 100 milyardan fazla yıldız
içermektedir. Tann'nın hayatı, yalnıı.ca ve yalnızca bizim özel gezegeni­
mize yerleştirdiğini söyleyen dini iddialan bir kenara bırakırsak, insan­
ların yalnız olmayabileceği iddia edenler için sağlam bir olasılık zemini
var.

Fred Hoyle klasik bilimkurgu romanı 'Kara Bulut'ta, yüksek bir ör­
gütlülük düzeyine sahip, gaz bulutu biçiminde bir zeki hayal eder. Fa­
kat bizim gibi organizmalann varlığı, daha büyük bir ihtimaldir. Yeryü­
zündeki hayat, karbon atomlannın kendi aralarında ve diğer element­
lerle sayısız farklı şekilde olağanüstü birleşme yeteneğine dayanır. Her
atom karbonun çok yönlülüğüne sahip değildir, dolayısıyla eğer hayat
her yerde bizimkine benzer bir kimyaya dayanıyorsa, buna şaşırma­
mak gerekir.
Başka yerlerdeki hayatlar da, süreklilik için - ne çok sıcak, ne çok
soğuk- bir çevreye ihtiyaç duyarlar. Bu yüı.den, hayata zemin oluştura­
bilecek cisimlerin Dünya'ya benzemesi ihtimali çok yüksektir: Bir yıl­
dızın etrafında dönen katı, ılıman iklimli gezgenler. Gezegenlerin var
olduğunu biliyoruz; çünkü onları kendi güneş sistemimiı.de görebili­
riz. Son on yıldır ise birçok başka gezegenin de doğrudan kanıtlarını
elde ettik.
Aslına bakarsanız astronomlar, şu anda Güneş'imizden farklı yıldız­
ların etrafında dönen, elliye yakın gezegen belirlemiş o ldu kları nı iddia
229
ediyorlar. Birçoğu', tıpkı Jüpiter gibi, gazımsıdır ve mu htemelen haya­
tı desteklemiyorlar. Fakat Toronto Üniversitesi'nden Norman Murray,
2001 yılında Amerikan Bilim İlerlemeleri Vakfı'nın yıllık toplantısında,
galaksimizde çok sayıda Dünya-ben7.eri, katı gezegenlerin var olduğu­
nun yeni kanıtlannı sunmuştur.
Dön yüzün üstünde yıldızdan topladıktan örneklerle Murray ve ça­
lışma arkadaşları, bunlardan yarısının Dünya gibi olduğunu tahmin et­
mektedir. Bu, illa da onlarda hayatın ortaya çıkmış olduğu anlamına
gelmez. Oysa Murray'a sorarsanız, hiç çekinmeden galaksimizde haya­
tın yaygın olduğunu söyleyecektir.
Bazı bilim adamlan daha da ileri gidiyor. Hayatın başka bir yerde de
ortaya çıkmış olmasının yalnızca mümkün değil, yüksek bir olasılığa sa­
hip olduğuna inanmaktadırlar. Maddenin davranışının ve fiziğin yasala­
rının evrensel olduğunu varsayarak, bizim hayat dediğimiz bir molekü­
. ter örgütlenme sisteminin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu iddia
ediyorlar. Diğerleri ise daha da ileri gidiyor: Bğer böyle bir süreç başlar­
sa, burada, Dünya'da doğal seçilim yoluyla evrimi zorlayan kuvvetler,
kaçınılmaz olarak zeki hayan yaratacaktır. Fakat hangi sıklıkla?
Amerikalı astronom Frank Drake, kibre varan bir özgüvenle galak­
simizdeki teknolojik medeniyetlerin sayısını hesaplayacak bir denk­
lem kurdu. Drake denklemi şu şekilde ifade edilebilir: N= R x fp x
ne x ft x ft x fc x L
N onun hesaplamaya çalıştığı rakam - galaksimizde iletişim kurma
noktasına kadar gelişmiş medeniyet sayısı. R uygun yıldızların oluşma
oranı- uygun, burada gezgen oluşturma ihtimali olan demek. Sonraki
terim fp gezegenleri olan yıldızların oranını, ne herhangi bir yıldızın
etrafında dönen yaşanabilir bir sıcaklığa sahip gezegenlerin sayısıdır.
üç f faktörü, hayatın evrim geçirdiği gezegenlerin oranını (ft), zeki ge­
liştirme noktasına erişenleri (fi) ve iletişim teknolojisi geliştirenleri
(fc) temsil ediyor. Nihayet bir de zeki sahibi bir medeniyetin ister dış
bir kuvvet, ister kendi teknolojisinin yanlış kullanımı yoluyla yok edil-
230
meden hayata kalabilme süresini gösteren L.
Denkleme rakamlar koyan SETi personeli, yıldız oluşma oranını
yaklaşık yılda yinni olarak tespit ediyor. Artan tesadüfiliği göz önüne
alarak, yıldızların yarısının gezegen oluşumuna neden olacak bir yıldız
sisteminin içinde, hayatı destel(l.eyebilecek gezegen sayısı bir olacak ,
bu gezegenlerden beşte birinde hayat ortaya çıkacak ve evrimleşecek­
tir. Balinaların ve yunusların zekaları olduğunu; fakat hiçbir mnan tek­
noloji geliştinnediklerini unutmayarak, teknolojinin hayatın oluşumu­
na müsait şartların, gezegenlerin yarısında çıkacağını ileri sürüyorlar.
Bu rakamları denkleme yerleştirince şunu elde ediyorsunuz: N=
20 x 0.5 x 1 x 0.2 x O.S x L. Yani N=L. Türkçesi, galaksideki mede­
niyetlerin sayısı, ilerlemiş teknolojiye sahip bir medeniyetin ha'fatta
kalmayı umut ettiği süredir. Bu türden bildiğimiz tek medeniyet, el­
bette bizimkisidir ve o da yalnızca son elli yıldır ciddi bir biçimde tek­
nqlojik anlamda gelişmiştir. O halde galaksimil.deki ileri hayat fonnla­
nnın sayısı en az 50'dir.
Bu hesap elbette SETi kurumunu bağlar. Varsayımlar üzerine var­
sayımlarla Drake denklemi, istediğiniz rakamı üretmek için kullanıla­
bilir. Bununla birlikte, meteorlar ve üzerlerindeki basit hayat fonnlan
üzerine bir otorite olan, Britanya Doğal Tarih Müzesi'nden Mon ica
Crady, bilim adamlannın denklemi gerçekten ciddiye aldıklarını söylü­
yor. "Bu denklemin hali geçerli olduğuna inanıyorum, " diyor Cr:ıdy.
"Dünya dışı medeniyetler için bir çerçeve, bir olasdık tespit ediyor. En
azından mektubun üzerindeki adres hakkında bir fikir veriyor."
Başka bir yerde hayat olma ihtimalinin yan yarıya olduğuna inan ı­
yor Crady ve tıpkı diğerleri gibi herhangi bir hayat fonnu ile zeki sa­
hibi hayat fonnu arasında keskin çizgiler çekiyor; bunlardan birincisi
ikincisine yol açmadan ortaya çıkıp silinmiş olabilir. Zeka sahibi hayat­
lar arayışı konusunda birçok bilim adamı kuşkucu bir tutuma sahiptir.
Londr:ı Emperyal Kolej'den astrofizikçi Michael Rowan-Robinson, bü ­
tün gezegenlerin sınırlı bir ömrü olduğuna işaret ediyor. Enetji kay-
231
naldan içi n bağlı olduktan yıldızlar, eninde sonunda ölecektir (kendi
örneğimizden hareket edersek bu milyarlarca yıl demektir). Ancak
çok uzun ömürlü bir medeniyet, istediği hemen her şeyi yapacak tek­
nolojiyi geliştirebilir. Ölen yıldızlarına bir Çll'e bulmak, muhtemelen
en önemli proje olacaktır. Böyle bir medeniyet, yeni bir dünya için
başka gezegenlerle - belki sömürgeleştirmek için- iletişim kumlaya is­
tekli olacaktır. Başka bir deyişle, şimdiye kadar kendilerini göstermiş
olmalan gerekirdi.
"Başka bir yerde zeki sahibi bir hayatın varlığına kesin bir şekilde
inanan insanlar, bu noktada çok mistik bir tavır alıyorlar," diyor Ro­
wan-Robinson. " 'Ah, bizden giıleniyorlar, biz farkına varmasak da bi­
zimle iletişim kuruyorlar' gibi şeyler söylüyor. Ben bunu pek ikna edi­
ci bulmuyorum."
Belirli bir gelişme noktasına eren medeniyetlerin, kendi kendileri­
ni yok etmeye eğilimli olabileceklerini kabul ediyor. "Fakat gerçekten
çok uzun bir süre var olan bir medeniyetin, geride bir anıt bırakacağı­
nı sanıyorum," diyor. "Bizim gibi insanlara sinyaller gönderen bir işa­
ret. Belki de kendini yok etmek üzereyken, piramitler gibi işaretler bı­
rakmaya zaman yoktur! Her neyse, hiçbir şey bulamamış olmamız be­
ni şaşırtıyor."
Eğer bilim adamlan, bir gün başka yerde zeki sahibi hayatlann var
olduğunun kanıtını bulurlarsa, elbette bu araştırmanın sonu olmaya­
cak; sadece bir başlangıç olacaktır.

Geoff '\Vatts
Bilim ve hp alanlannda serbest yazar

232
Başka Gezegenlerde
Hayat Var mı?
Colin Pillinger
Açık Üniversite Gezegen Bilimleri Profesörü,
Avrupa Uzay Ajansı Mars F.xpres görevinin bir parçası olan

1
Beagle 2 projesinin lideri.

Hiç kimse başka gezegenlerde hayat olup olmadığını bilmiyor;


fakat Marslı meteorlardan ı.aman içinde toplanan yeni malumat­
lar meseleyi, bir kez daha bakmaya değer kılıyor. Ekibimin, so­
ruyu yanıtlamak için 2003 yılında uçurulacak olan Beagle 2 pro­
jesi için fon toplama çabalan, kuşkusuz meseleyi daha değerli kılıyor.
Konu, en azından iki asır boyunca değerli bir konuydu: günlük ha­
berlerde ilk onaya çıkışı 1780 yılıdır Ne var ki bu ilk hikaye, bir bilim
.

muhabirinden gelmiyor; bir mahkeme haberinden geliyordu: Cinaye­


te teşebbüs davasında savunma avukatı müvekkilinin deli olduğu ve
bu yüzCten de hareketlerinden sorumlu olmadığı savunmasını kullan­
maya karar vermişti; çünkü Güneş'te insanların yaşadığına inanıyordu.
(Bu tehlikeli bir savunma zeminiydi; çünkü dönemin kralının en sev­
diği astronom Sir Wılliam Herschel, hem Güneş'te hem de Ay'da ha­
yatın mümkün olduğuna inanıyordu).
Avukat, hiçbir ı.aman iddiasını savunmak zorunda kalmadı; çünkü
sanık ,belli ki çok rahatsız bir adamdı (göı.altındayken ölüm orucuyla
öldü) . Fakat hakim, savcının yargılama talebini ı.aten reddetmişti.
Olayla ilgili birçok tanık vardı; saldırgan si lahını olay mahallinde bırak­
mıştı, hedef kurbanın korsesinde ciddi yanıklar oluşmuştu; çünkü sa­
nık silahı ateşlediği ı.aman onun çok yakınındaydı. Fakat bütün bunla­
ra rağmen hakim, ateş eden silahın mermisi bulunmadığı sürece cina­
yet kastına karar verilemeyeceğini düşünüyordu. Her şey bir yana,
233
adamın hayatı söz konusuydu. Aynı kural bilim için de geçerlidir: Ne
kadar gösterişli bir iddianız varsa, o kadar çok kanıta ihtiyacınız vardır.
Neyse ki bilim, hukuktan f.ırklı olarak, eğer gerekiyorsa mermi arayı­
şını sonsuza kadar sürdürür; davamızı ilk duruşmada kanıtlamak zo­
runda değilizdir. Mars'ta hayat davası söz konusu olduğunda ise, her
duruşmada fikrimiz değişiyor görünüyor.
Amerikan uzay ajansı NASA tarafından· 1976 yılında başlanlan Vi­
king misyonu, kırmızı gezegene kalıcı hayat oluşumlannı araştırmak
için akla gelebilecek en iyi deney yetenekleri olan iki uzay aracı gön­
derdi. Çok kısa bir süre sonra ilk sonuçlar alınmaya başladı. Toprakta­
ki bir şeyin, olası herhangi bir Marslı organizma için muhtemel bir be­
sin kaynağı olarak gönderilen radyoaktif maddeyi kullandığı ortaya
çıktı. Görevde aynca bir radyoaktif karbon atomu olan karbondioksit
gönderilmişti ve etiketlenmiş olan bu gaz, tanımlanamayan bir amil ta­
rafından onanlmışn. Aynca toplanan örnekler nemlendirildiğinde,
başta oksijen olmak üzere bir sürü miktarda gaz ortaya çıkmıştı. Bu so­
nuçlardan en kötüsünden en az ikisi, biyolojik bir işleme sürecinin ka­
nın olarak kabul edilebilirdi.
Günün bilim adamları hikayelerini satıp, gazete manşetlerine çıkabi­
lirdi; fakat bir şey onları durdurdu. Uzay aracındaki aygıtlar tarafından
gerçekleştirilen ve Mars toprağındaki organik maddenin miktarını ölç­
meyi amaçlayan daha öte deneyler, birkaç basit molekül örneği dışında
herhangi bir şey bulamamıştı -bulunanlar da temizleme süreçlerinden
arta kalmış olabilirdi. Viking bilim adamları, bir ikilemle karşı karşıya

kaldılar. Ellerinde sebebini fiziksel olarak gösteremedikleri, biyolojik iş­


leve benzeyen bir şey vardı. Viking, bedeni olmayan bir hayat bulmuş
gibiydi. Bir karara varmayı erteleme dışında yapılacak hiçbir şey yoktu.
Aslına bakarsanız, bilim adamları, biraz daha ilerlediler; Mars'ın on­
lara büyük bir şaka yaptığını söylediler. Yüzey ortamı, inanılmaz derece­
de okside edici etkilere sahip olmanın emarelerini veriyordu; bu yüz­
den sonuçlar, biyolojiyi taklit eden bir kimya olayı olarak yorumlandı.
234
Herkes Viking'i, başka uzay projelerinin takip edeceğini ve çok
geçmeden 1976'da formüle edilen varsayımlann doğru mu yoksa yan­
lış mı olduğunu gösterecek, başka örneklerle dönüleceğini umuyor­
du. Fakat öyle olmadı. Kanıtlanmamış duruşma, suçlu olduğu yargısıy­
la sona erdi ve gerçekten de Mars'ın hayat için bir barınak oluşturama­
yacak kadar ters bir ortam olduğu, herkes tarafından kabul ecİilen bir
gerçek haline geldi.
Ne var ki, soruşturmayı başka açılardan takip eden bazı bilim adam­
lan için dava hiçbir zaman kapanmadı. Viking projesinin doğrudan bir
sonucu olarak, burada, yani Dünya'da, kızıl gezegendeki devasa çarpış­
malann etkisiyle Mars'tan gelen meteorlar olduğu anlaşılmışb. Bu kaya
parçalarının, biyolojik faaliyetin gerçekleşmesi için uygun sıcaklıklarda,
hayat için vazgeçilmez olan içeriklere - örneğin su- maruz kaldığı bin bir
güçlükle (her yeni bilgi parçasına büyük karşı çıkışlar oluyordu) ve çe­
şitli yollarla ortaya çıkarıldı. Biyolojinin kimyasal tapınağı olan organik
madde, karbonat ve suyun sebep olduğu bir mineralle birlikte bulundu.
Yeryüzünde karbonat içeren çökeltiler, petrol kaynağı kayalarında bu­
lunur -bu Mars'ta petrol olduğu anlamına gelmez- fakat petrol, Dünya'­
run hayat dolu geçmişinin en açık belinilerinden biridir.
Mars'taki karbon içeriklerinin ve organiklerin, karbon izotopu öı.el­
liklerinin çok farklı olduğu gösterilebilir; bir arada ortaya çıkan organik­
ler ile karbonatlann arasındaki izotopik farklar, Dünya'daki biyolojik fa.
aliyetin 4 milyar yıl önce başladığı şeklinde yorumlanıyor. Başka bir de­
yişle gezegen, hayata ortam oluşturacak kan bir hale gelir gelmez. Bu
bile tek başına hayatın, sadece Dünya'nın başına gelen özel bir durum
olmaktan ziyade, kolayca başlayan bir şey olduğunu göstermektedir.
Tabi bir de "Marslı Fosil" davası vardı; nanometre boyunda halka­
lan olan bir solucana be111.eyen bir şey. İster sevin ister nefret edin,
gerçek olsun ya da olmasın, geleneksel inanca çok aykın olan Marslı
fosil, Dünya'nın jeolojik tarihindeki en küçük öı.elliklerin arayışını baş­
lattı. Araştırmanlan hayata eşlik eden kanıtlan, örneğin manyetit gibi
235
biyomineralleri araştırmaya teşvik etti.
Peki şimdi hangi aşamadayız? Marslı meteorlardan öğrenilenlerin
çoğunluğunun, güneş sistemimizdeki komşumuzda gerçekleşmiş ol­
duğunu kesin bir şekilde kanıtlamak mümkünse de, birkaç önemli şey
kanıtlanamıyor. En önemlisi organik maddenin geldiği yeri bulamıyo­
ruz. İşte �e 2'nin yeni deneyler yapabilme kapasitesiyle Mars'a
dönmesinin sebebi bu.
Dava benzetmesinden hareket edersek, mermi için daha fazla araş­
tırma yapmamız gerekiyor; cesedi bulmak Viking için zordu. Fakat Be­
agle 2, yanmaya dayanan bir yöntem kullandığı için, bütün karbon
atomlarının her biçimini saptayacaktır. Oraya döküldüğünden beri ha­
reket etmemiş olan yüzey önüsünün altında, organik madde -kimya­
sal fosiller- arayacağız. Aynca kayclların içine de bakacağız. Yüzeyin al­
tına ve içlere bakmanın avantajı, organik maddenin buralarda, yüksek
ölçüde okside olan bir onamdan korunmuş alarak daha fazla hayatta
kalma şansına sahip olmasıdır.
Beagle 2'nin kütle spectrometresi, atmosferde biyolojik bir doğaya
sahip içeriklerin izlerini arama kapasitesine sahiptir. Eğer biyolojinin
ürünleri olmasaydı, Dünya'nın atmosferi inanılmaz derecede tekdüze
olurdu. Birçok maddenin, örneğin methanın atmosferde bulunmasının
sebebi, hayatın onu üretmeye devam etmesidir. Mars için de aynı şey
geçerlidir. Eğer okside atmosferin, methan gibi en basit metabolizma
reaksiyonunun ürünü olan indirgenmiş moleküller taşıdığını gösterebi­
lirsek, o zaman biyolojik bir köken olduğunu ileri sürebiliriz. Bu kaynak
yüzeyin 1,000 metre üstünde de altında da olsa var olmak zorundadır.
İnsanların yüzde 80'i başka gezegenlerde hayat olduğuna inanma­
yı seviyor. Kendi başımıza olmaktan hoşlanmıyoruz. Bana gôre insa­
noğlunun evrimin zirvesi olduğunu düşünmek, fazla kibirli bir şey.
Her ne kadar epey bir süre daha güneş sistemimizin dışındaki geze­
genler için kesin cevaplara sahip olamayacak olsak da, bilimde kanı t
yokluğunun, yokluğun kanıtı olmadığını unutmamakta fayda var.
236
Dünya Nasd Sona Erecek
1 Beşinci mührün açılmasıyla birlikte yıkıcı bir deprem olacak,
güneş kararacak ve yıldızlar gökyüzünden düşeCek; dağlar salla­
nacak. Beyinci borunun öttürülmesiyle birlikte, derinler kuyu­
sundan çıkan insan yüzlü, akrep kuyruklu çekirgeler, inan mayanlara
korkunç işkence ler y.tpacak. Yedi veba kıyamet üstüne kıyamet y.lğdı­
racak, insanda korkunç yanıklar açacak, kan ırmaklan geçtiği yeri y.t­
kacak kadar sıcak olacak.
İncil'in Vahiy kitabı, dünyanın sonu söz konusu olduğunda, insan
ruhunu tatmin edecek birçok hay.tti içeriğe sahip. Birçok medeniyet,
sonun özünde insan merkezli bir şey olacağına; kötünün bazı kutsal
ve kıyametimsi araçlarla ceı.alandınlacağına; hak edenlere yeni bir
dünyada kunuluşun geleceğine inanmaktadır.
Bu kehanet görüleri, asırlardır vardı; oysa şimdi genellikle ateist
olup, bilime inanan yeni bir kıyamet habercisi tipi daha var. Bu yeni
neslin bazı üyeleri de geleneksel bir kıyamet tellalı kadar fanatik olsa
da, önemli bir kısmı iddialarına hayli aklı başında kanıtlar gösteriyor.
Bu. kişilere göre, insanlık tarihinde eşsiz bir yerde bulunuyoruz; çün­
kü dünyanın y.t bü tün dünyanın ya da sadece insanlığın- sona erebi­
-

leceği yeni senaryoların gerçekleşmesinin mümkün olduğu bir çağda­


yız. Bu sonların, dini inanışlarla veya kutsal müdahalelerle hiçbir ala­
kası yoktur; gerçektirler ve olasılıkları hesaplanabilir, ölçülebilir ve ba­
zı örneklerde olduğu gibi, kaçınılabilir.
Bu yeni peygamberlerin betimlediği sonlardan bazıları tuhaf bir bi­
çimde eski çağların temalarını hatırlatmaktadır. Bir göktaşı Dünya'ya
çarpar, insan soyunu sona erdirir. Doğanın acımasız sömürüsü, insa­
noğlunun düşüşüne yol açar ve insanoğlunun, kendi dekadansının to­
humunu ta başından beri taşıdığını göşterir. Bunlar, her ne kadar geç­
miş kıyamet senaryoları nı hatırlatsa da, son elli yıllık iddialardan onla ­

n madden epey farklı kı lan bir yana sahiptir: bili min yü kselişi .
Bilim, doğal dünyayı daha iyi anlamamızı ve bu sayede daha önce
düşünülememiş olan kıyamet biçimlerini hayal edip, öngörmemizi
238
mümkün kılmıştır. Aynca bize isteyerek veya kal.ayla insan ırkını ve
belki tüm gezegeni yok edecek araçlar kaı.andınnıştır.
Adelaide Üniversite'sinden profesör Paul Con:oran, bu ihtimalin
elli yıl kadar önce atom bombasının patlatılmasıyla kesin bir hal aldı­
ğını ileri sürüyor. "Son, artık gerçek bir olasıhktır ve onu bir insanın
hayatının fiili şartı olarak kabul etmek için ne antik peygamberlere ne
de tannların müdahalelerine inanmak zorunlu değildir," diye yazıyor,
'Kıyameti Beklerken' adlı kitabında. "Bu, birdenbire pratik bir seçim,
hata yapma olasılıklanna indirgenmiş olan kıyametimsi bir görüdür...
Bu, son yanın asırdır, her açıdan sıradan bir entelektüel veya duygu­
sal karara indirgenmiştir."
Britanyalı astronom Martin Rees için yirmi birinci yüzyıl, kendi tü­
rümüzün devamı için can alıcı bir öneme sahiptir. Bunun sebebi, ken­
dimizi yok edebilmenin araçlarını elde ederken, tek bir gezgene ba­
ğımlıhğımızı aı.altacak olasılıkları arttıracak şekilde galaksiye yayılma
yolunu bulamamış olmamadır. Karşılaştığımız bu yeni risk, çeşitli sı­
nıflara ayrılmaktadır; bunların arasında en korkuncu, herhalde �sa­
noğlunun yine insanoğlu tarafından yeryüzünden silinmesidir. Nükle­
er savaş, ilk ihtimaldir. Kimileri, savaş yoluyla küresel yok oluşun, üret­
mesi ucuz, gizlemesi ko!ay ve kontrol edilmesi korkunç zor olan biyo­
lojik silahlarla geleceğini ileri sünnektedir. Sekiz milyon doktoru tem­
sil eden Dünya Tıp Birliği, başarılı bir biyolojik saldınnın sonuçlarının,
hele bu kolayca bulaşacak bir enfeksiyonu içeriyorsa, herhangi bir
kimyasal veya nükleer silahın etkilerini çok geride bırakabileceği uya­
rısını yapıyor.
Birkaç on yıldır bize sonun, genelli �e şeytani bir bilim adamının
emriyle hareket eden ve sonunda isyan edip, Dünya'yı hakimiyetini
eline geçiren robotlar tarafından geleceği anlatılmaktadır. Carnegie
Melon Üniversitesi robot bölümünün kurucusu Hans Moravec gibi bi­
lim adamları, bütün gecikmelere rağmen, makinelerin bilinç kaı.anma­
ya her yıl biraz daha yaklaştıklarını ilari sürüyor. Bizden daha zeki ha-
239
le geldiklerinde, bizi egemenlikleri altına alabilir, tümüyle onadan kal­
dırabilir veya bildiğimiz haliyle insanlığın sonunu temsil edecek biçim­
de bir insan-sonrası sentezde bizimle birleşebilir.
Dünyaya dair yeni tehlikelerin büyük bir kısmı, çok eskiden beri
var olan bir tema kokar: ahlaki iflasın getirdiği bir çöküş vey._ı düşüş.
Bu fikrin en son yeniden doğumu, çevresel felakettir. John McNeil,
'Güneşin Altında Yeni Bir Şey: Yinninci Yüzyılın Çevre Tarihi' adlı ki­
tabında, yinninci yüzyılın çevre kirliliğinin ölçeki açısından bütün di­
ğer çığları geride bıraktığını ileri sünnektedi'r.
İnsan merakı da, yine geleneksel olarak kıyametin bir sebebi ola­
rak görülmüştür. Bilim adamlan her ı.aman Pandora'nın kutusu, Fran­
kenstein gibi güdüleri ne kadar masum olursa olsun, dünyayı yok ede­
bilecek bir merak veya doğayla oynamayı hatırlatan metaforlarla yaşa­
mışlardır. Bu yıkıcı kuvvetlerin modem dirilişleri, genetik değişikliğe
uğratılmış mikroplan kapsar. Bu ihtimal, dünyanın sonunu ya -Ameri­
kalı bir iktisatçı ve çevreci olan Jeremy Rifkin tartıştığı bir olasılık ola­
rak- süper ayrık otlannın üretilmesiyle gelen bir çevre felaketiyle ya da
biyolojik silahlarla getirecektir.
Son, yine fızikçilerin maddeyle henüz pratik sonuçlan olmayan oy­
namalan sonucunda da gelebilir. Evrenin soyut fıziksel sorularının ce­
vabını bulmak amacıyla parçacık hızlandıncılanna gömülmüş bilim
adamlan, dünyayı yok edecek bir zincir tepkimeyi başlatabilirler. Piet
Hut ile Manin Rees, 1983 yılında Naturet dergisinde yayınlanan maka­
lelerinde, New York, wng Island'da bulunan "Relativistik Heavy lon
Colider in (RHIC) gezegenimizi yavaş yavaş yiyecek bir atomaltı kara
'

delik yaratabileceğini ileri sürmüştür. Ya da RHIC, strangelet denilen


ve karşılaştıktan bütün sıradan maddeyi yok edecek olan değiştiri lmiş
madde parçacı k ları yaratabilir.
Bu korkuları ele almak için yapılan bir panel, bu iki se naryoyu fii ­
len im kansız olarak reddetse de, eleştirmenler bunun ye terl i olmadı­
ğını söyleme k tedir. İ nsanlığın korunması söz konusuysa, kabul edile-
240
bilir tek yanıt, "tümüyle imkansız" yanıtıdır.
Fiziğin başka bir dalı olan nanoteknoloji de, egzotik bir sona sebep
olabilir. Mühendisler, on yıldır atomik ölçütlerde, küçücük makineler
üretmektedir. Bir gün, kendi kendilerini montaj edip, üretebilen bir
robot imal edebilecek duruma gelebilirler. Cerrahi operasyonlarda
büyük yararlar sağlayabilecek böylesi bir teknik, aynı zamanda ölüm·
cül ve kontrol edilemez bir şeye dönüşebilir. 'Yaratımıı:ı Mühendisleri'
kitabının yazan Eric Drexler'e göre bunlar, canlılar dünyasını bir iki
gün içinde toı.a çevirebilir."
Ne var ki, kıyamet, kendimizi yok etmeyi başarma noktasına gel·
meden önce, dış uı.aydan gelebilir. Bir zamanlar hiçbir şekilde önce·
den kestirilemeyen kıyamet türlerini inanılır kılan şey, kadirimutlak,
kutsal bir varlıktı. Oysa bugün, Dünya'nın kozmik önemi ile galaksinin
devasalığıdır bunu yapan. Astronom Duncan Steel, 'Şaşkın Meteorlar
v_e Kıyamet Uyduları' adlı eserinde, bir meteor tarafından yok edilebi·
leceğimizi ileri sürmektedir. Yine Dünya, gamına ışınlan patlaması ·
Güneş'ten daha fazla enetji üreten bulaşıcı bir patlama- ile de yok edi·
lebilir. Dünya'nın atmosferi ilk başta bizi ölümcül X-ışınlan ile gamına
ışınlarından koruyacaktır. Fakat bu ışınlar yavaş yavaş atmosferi pişire·
cek ve süreç atmosferi yok edecektir. Ozon tabakasının yokluğunda,
Güneş'ten gelen ultraviyole ışınlan, Dünya yüzeyine ulaşacak ve dün·
ya yiyecek zincirinin temelini oluşturan, okyanustaki fotosentetik
planktonlan öldürecektir.
Eğer -nadir olarak rastlanan- gama ışını patlaması bize ulaşamazsa,
kararsız bir kara delik ulaşabilir. Bilim adanılan galaksimizde yaklaşık
on milyon kara delik olduğunu tahmin etmektedirler ve bunlar genel­
likle yıldızların etrafında dönerler; bu, bize yaklaşma olasılıklarının çok
düşük olduğunu gösterir. Bununla birlikte, eğer biri olur da güneş sis­
teminin yanından geçerse, gezegenleriıı .. nrüngelerini boı.ac:ik bir çe­
kim uygulayacaktır. Dünya'nın yörüngesi tı.!' 'ı K bir biçim alabilir; bu
da, aşın ve ani iklim değişmelerine neden olabilir v-eya Dünya güneş
24 1
sistemi ni n dışına , soğuk dış uzaya fırlatılabilir.
Yıldızlardan gelen ve potansiyeline, uzay araçlarından gelen canlı
imgeler sayesinde, geçen yüzyıl bizzat tanık olduğumuz başka bir teh­
like daha var Güneş fırtınalan, Dünya'yı bombardıman eden ve elek­
.

trik kaynaklannı bozabilen manyetik patlamalardır. Fakat atmosferi­


mizin manyetik kalkanı, bugüne kadar bize iyi bir koruma sağlamıştır.
Ne var ki Güneş benzeri sıradan yıldızlann, arada bir normal fırtınalar­
dan milyon kez güçlü olan süper fırtınalara sahne olduğuna dair kanıt­
lar vardır. Yale Üniversitesi'nden Bradley Schaefer, her şeyiyle normal
görünen Güneş benzeri bazı yıldızlann kısa ve devasa bir parlaklığa
ulaşabildiğinde dair kanıtlar bulmuştur ve buna süper fınınaların se­
bep olduğuna inanmaktadır.
Eğer Dünya, manyetik kalkan korumasını yitirirse, böyle bir şey­
den endişelenmek için büyük bir sebebimiz olur. Jeologlar, her birkaç
yüz bin yılda bir bu manyetik kalkanlann neredeyse tümüyle onadan
kalktığını ve belki yüzyıl kadar bir süre içinde tekrar yavaş yavaş orta­
ya çıktığını kanıtlamıştır. Böylesi bir olay, en son 780,000 yıl önce ol­
du; dolayısıyla yenisi kapıda olabilir. Dünya'nın manyetik kalkanının
geçen yüzyılda yüzde 5 azalmış olması, bunun bir işareti olabilir. Man­
yetik kalkan koruması olmazsa Dünya, belirli fırtınalara, Güneş'ten ge­
len kozmik ışınlara ve ozon tabakasının daha ileri erozyonuna karşı
korunmasızdır.
Yirminci yüzyıla has korkulardan biri, uzaylılann eliyle gelen son­
dur. Bugün sadece SETI'nin zeka sahibi hayat formlan, sinyalleri için
uzayı taramamasıyla bitmiyor olay; aynı zamanda tannbilimciler ve fel­
sefeciler bizi uzaylılann keşfedileceği güne ahlaken hazırlıyor. Bu me­
sele üzerine düşünen çok zeki düşünürler, insanların dünyayı keşfet­
me zamanından hareketle, uzaylılardan gelecek en büyük tehlikenin
onlann hepimizi öldürmesi değil, yeryüzünü yağma etmelerinin
önünde dikilmenin sonuçlarını yaşamamızdır. Ya da kendileriyle bera­
ber, hiçbir bağışıklığımızın olmadığı hastalıklar taşıyabi lirler Nihayet,
.

242
Douglas Adams'ın 'Otostopçunun Galaksi Rehberi' adlı kitabında bah­
sett iği gibi, takım adalar arası bir yolun inşası için bizler dünyayla bir­
likte temizlenebiliriz.
Belki de bütün bunlardan önce, tanrısal bir müdahale yaşanacaktır.
Bunu bizzat Tann yapmasa bile, arammla kendini Tanrıya en çok ada­
yanlar yapabilir. Son (düşüş, kıyamet, hesap günü), birçok insan üze.
rinde büyük bir etkiye sahiptir ve bu günlerde onun gelişini hızlandır­
mak isteyen birçok küçük dini mezhep (örneğin Davut'un Kilisesi ve
Cennet'in Kapısı), bunun araçlarına daha. önce hiç olmadığı kadar ko­
laylıkla ulaşabilecek durumdalar. Neler yapabileceklerinin bir örneği,
1995 yılında Tokyo'da bir metro istasyonuna sinir gazı vererek 12 insa­
nın ölümüne, 5,000 kişinin hastanelik olmasına neden olan olayla ve­
ril miştir Eylül 2001'den beri, modem teknolojinin daha tehlikeli hale
.

getirdiği, eski bir fikir olan cihat kavramıyla karşı karşıyayız. Biyoloj i k
ve nükleer silahlara daha kolay erişim sayesinde son, insan eliyle gele­
bilir.

Aisling lnriıı
Ödüllü bilim yazan

243
Dünya Nasıl Sona Erecek?
john Leslie

1
Kanada Royal Sodety üyesi ve felsefeci

Galaksimiz, milyarlarca Güneş-benzeri yıldız içeriyor. Teleskop­


larımız, milyarlarca başka galaksinin aynntılannı görebiliyor. 'lı!­
ka sahibi hayatın kolayca evrim geçirdiğini varsayarsak, neden
dünya dışı hayatın herhangi bir işaretine rastlamıyoruz? Yoksa biz in­
sanlar, kozmik ormanın köşesinde evrim geçiren ilk zeki yaratıklar mı­
yız? Yeterli zaman verildiğinde, teknolojik olarak ilerlemiş başka bir­
çok tür çıkacaktır; fakat bizimki ilk mi? Kuşkusuz bu, yerimizi çok ay­
rıcalıklı kılar. Acaba, evet bizden önce birçok zeki tür evrim geçirdi, fa­
kat gelişmiş teknolojilere ulaştıktan hemen sonra kendilerini yok etti­
ler, demek daha mı mantıklı?
Şimdi bununla tümüyle aynı görünen başka bir akıl yürütmeye ba­
kalım. Siz ya da ben, şimdiye kadar doğmuş olan insanlar arasında mil­
yonuncu doğum olabilir miyiz? Böyle bir iddia, bizi inanılmayacak ka­
dar olağanüstü bir konuma otunmaz mı? Eğer bütün insanlar kendile­
rinin milyonuncu insan olduğunu düşünürse, bunlardan sadece bir ta­
nesi haklı olabilir. Britanyalı kozmolog ve matematikçi Brandon Car­
ter, 1980'lerde işte bu soruyu sormuştur kendine. Bu, onu "kıyamet
günü iddiası" denilen şeye, insanların kısa bir süre sonra yok olacağı
düşüncesine getirmiştir.
Eğer Brandon Caner'ın söylediklerini dikkate almadan insanoğlu­
nu bekleyen çeşitli tehlikelere bakarsak, insanoğlunun milyonlarca yıl
yaşama şansı ne kadar yüksektir? Ben yüzde 80 derdim. Fakat acaba
gerçekten bu kadar yüksek mi? Peki ya insanoğlu (birçok uzay bilim­
cinin düşündüğü gibi) , bundan çok daha uzun süre hayatta kalır ve
600 ,000 yıl gibi kısa bir süre içinde galaksinin çeşitli köşelerine yerle-

244
şirse? Bu size de inanılmaz gelmiyor mu?
Tümüyle inanılır bir cevap istediğinizde, bütün bunlar inanılmaz
geliyor. Son zamanlarda büyük bir nüfus patlaması yaşanmaktadır. Bu­
güne kadar yaşamış bütün insan nüfusunun yüzde onunu oluşturacak
bir kısım hayatta. Eğer insanoğlunun sonuna yakınsak, b� tarih içinde­
ki yerimiz olağanüstü bir öneme sahiptir: milyonuncu insandan daha
olağanüstü. Türümüzün hayatta kalmasının önünde gereğinden fazla
tehlike yok mu?
Bu tür bir akıl yürütme, her ne kadar alışılmadık olsa da, insan tü­
rü için "yakın kıyamet"in yüksek bir ihtimale sahip olduğunu gösteri­
yor. "Yakın" burada, galaksi sömürgeleştirmesi başlamadan önce anla­
mındadır. Bu da, önümüzdeki birkaç yüzyıl içindeki bir kıyamet anla­
mına gelebilir.
Türümüzün hızlı bir şekilde yok olabileceği üç yolu inceleyelim.
İkisi hayli tartışılmıştır. Bunlar biri kirlilik krizi, diğeri de biyolojik sa­
vaş yoluyla yok olmadır. Üçüncüsü, sizin için bir sürpriz olabilir. Bu­
nunla birlikte fizik dergilerinde ve Britanyalı astronom Martin Rees'in
'Başlangıçtan Önce' adlı son zamanlara ait kitabında bu konu, enine
boyuna tartışılmıştır. Bu, boşlukta çoğalabilen bir hastalık yoluyla so­
yun tükenmesidir.
Bir kirlenme krizi, birçok etkeni içerebilir. Ozon tabakası, Dünya'­
nın utraviyole ışınlarına karşı kalkanı, ciddi biçimde erozyona uğrayabi­
lir. Aynca zehirli kimyasallann geri alınamaz bir birikmesi de olabilir.
Daha çok gübre kullanmamıza rağmen toprak, üretim gücünü tümüyle
yitirebilir. Gübreler, kendi başına bir tehlike haline gelip, nehirlere, göl­
lere hatta denizlere ölüm getirebilir. En kötüsüyse, sera gazlarının birik­
mesi, sıcaklığı kısa bir süre içinde inanılmaz boyutlara yükseltebilir.
Devletlerarası İklim Değişiklikleri Pane li , siyasetçileri etkileyecek
gerekli bir mutabakata varmak için, en kötü durun senaryolarına ilgi
göstermiştir. Bu senaryolarda zararlı değişmeler, aynı türden daha faz­
la değişmeye yol açar. Ö rneğin bitkiler, aşırı sıcaktan ölebilir ve bitki-
245
lerini yitiren toprak daha sıcak hale gelir, böylece daha fazla bitkinin
ölümüne sebep olabilir ve bu da daha fazla sıcak ... vs.
Yine ısınan tundralarclan veya okyanuslann kıta kabuğu çökeltile­
rinden, miktar bakımından karbondioksiti hali hazırda yakalamış olan,
bir sera gazı olan methan çıkabilir. Şu anda hapsettikleri ısıdan daha
fazlasını yansıtan bulutlan oluşturma eğiliminde olan su buhan, so­
nunda, felaketimsi etkileri olan bir sera gazına dönüşebilir.
Kirlenmenin neden olduğu aşın ısınmadan daha kötü bir senaryo
ne olabilir? Doğal kontrol Ve denge mekanizmalan nın bugüne kadar
çevreyi istikrarlı tuttu� tezleriyle ünlü olan bağımsız bilim adamı Ja­
mes IDvelock 'Gaia' adlı kitabında bunun yanıtını veriyor. "Dünya,
"suyun kaynama noktasına yakın" bir dereceye kadar ısınabilir, diyor.
n

Boşluk metaistikrarlılığı kirlilikten daha az bilinen bir tehlikelidir,


bir yanılsama bile olabilir. Bu fikre göre içinde yaşadığımız uı.ay "boş­
luk", tümüyle boş olmaktan çok uı.aktır. Yönsüz alanlarla (scalar field)
doludur. Bunlann özellikleri yoğunluklandır; manyetik bir alanın mık­
natıs uçlanyla algılanabilir yönlülüğü değil. Okyanus dibindeki balık­
lar, yüulükleri her yerde aynı olan su basıncını bilemezler. Benzer bir
şekilde insan� da, teleskoptan ne kadar u?.ağa bakarsa baksın yönsüz
alanlan bilemezler. Fakat eğer mevcutlarsa, ki birçok bilim adamı bu­
na inanıyor, bijtün atomların yapısını değiştirebilirler. Böyle bir alan­

daki bir değişme, atomların yapısını değiştirecektir. Bunlan, potansi­


yel enerjilerini azaltacak şekilde değiştinne, bu değişme devasa bir
şiddetle yayılacaktır. Potansiyel enerjinin azaltılması, yokuş aşağı gi­
den bir topun yolunun üstünde bir çukura denk geldiği 7.aman olan
şeydir; burada "metaistikrar" başlar. Top, yapmak istediğini yapar. Yo­
kuş aşağı gider. Çok yüksek enerji yoğunluklannı soruşturan fizikçiler
yüzünden, etrafımızdaki u7.ay da, metaistikrarlı durumundan dışan fır­
layarak, istediği şeyi yapmaya karar verebilir.
Çok yüksek enerji yoğunluklannın fiziği hakkında, hala epey cahi­
liz. Eğer boşluk metaistikran kendini burada.gösterirse, fizikçiler, bir
246
gün mutlak çevresel felaketin başlatıası olabilirler. Hemen, ışık hızıy­
la genişleyecek olan küçük bir baloncuk üretebilirler; bu baloncuk,
önce geı.egenimizi, sonra güneş sistemini, sonra galaksimizdeki bü­
tün yıldızlan ve en san yakın galaksileri yok edebilir.
Bu süreç yarın başlayamaz, ne de önümüı.deki on yıl içinde. De­
neyciler, güvenli olduğu bilinen ve kozmik ışınların çarpıştırılması ye>­
luyla elde edilen, enerji yoğunluklarının ötesine geçmelidir önce. Şu
anda bizim parçacık hızlandınalanmız,bu enerjilerin milyonda biri ka­
dar azdır. Fakat Steven Weinberg, 'Nihai Bir Teori Düşleri' adlı kitabın­
da, bireysel olarak yüklü parçacıktan Planck enerjisine hızlandırmak
için güçlü lazer ışınlan kullanmaktan bahseder. Planck enerjisi, kaba­
ca "bir otomobilin benzin deposunu dolduracak kimyasal enerjiye"
eşittir. Kozmik ışınların çarpıştırılması bile, bu enerjinin yanında çe>­
cuk oyuncağı kalır.
Belki de yönsüz alanlar tümüyle kurnıacadır. Muhtemelen bu alan­
lar vardır ve vadinin dibindeki bir top kadar tümüyle istikrarlıdır. Fa­
kat eğer varlarsa ve sadece metaistikrarlı iseler, o ı.aman galaksiyi �
mürgeleştirmek bile insanoğlunu kurtaramaz. Uı.ay araçlarında dünya­
nın sebep olduğu kirlenmeden kurtulduktan için birbirini kutlayan in­
sanlar hayal edin. Bunlar, kısa bir süre sonra genişleyen baloncuğu gö­
recekler. Birkaç saniye sonra yutulacaklardır.
Çağımızın fıziği öyle güçtür ki, belki de ancak fıziksel deneyler onun
hiçbir risk içermediğini kanıtlayabilir. Martin Rees, kitabının "Erken Kı­
yamet?" başlığını kullandığı bir bölümünde tedbirin, vazgeçilmez oldu­
ğunu söylüyor." Ben şahsen, tümüyle yasaklanmasından yanayım.
Bununla birlikte insan soyunun erken tükenişinin en olası sebebi,
bana göre boşluk metaistikran veya kirlenmeden ziyade, biyolojik sa­
vaştır. (Ne var ki kirlenmiş, çökmekte olan bir çevre, böyle bir biyo!C>­
jik savaşın o lasılığı nı antınr). Bugüne kadar çevre kirliliğinin etkisini
en vahşi şekilde yaşayan ülkeler, güç kullanma şansı en az o lanlard ır;
çünkü aşırı yoksullaştırılmışlardır. Fakat virüsler, yoksulun atom bom-
247
bası haline gelebilir. Her ne kadar tarım ürünleri ve hayvanlar da he­
def olabilirse de, insan soyunun tükenmesi riski, en başta insanlara
saldırmak için tasarlarmış mikroplardan gelecektir. Daha önce büyük
fabrikalar gerektiren virüs üretimi için anık küçük bir kavanoz yeterli­
dir. Ve genetik mühendislikte kat edilmiş olan gelişme, mutlak anlam­
da, ölümcül organizmala.r yaratmayı mümkün kılmaktadır.
Saldırgan bir ulusun aşı programlan veya kendini korumak için al­
dığı diğer önlemler başarısız olabilir veya savaşı kaybeden bir ulus,
herkesi öldürme riskini göze alabilir. Terörist bir örgüt, insanlığı yok
etmekle tehdit edebilir ve talepleri reddedildiğinde, tehdidini gerçek­
leştirebilir. 1948'de yapılan bir deney, çiçek hastalığının mikrobunu
havadan dağıtan birkaç uçağın, Britanya nüfusunun neredeyse tümü­
nü etkileyebileceğini gösteriyor.
Dünyanın sonu bir kaza sonucu da gelebilir. Yakın zaman larda ge­
netik değişime uğratılmış çiçek hastalığı, mikrobun bulaştığı farelerin
hepsini birden öldürmüştür. Bu mikrop, Avustralyalı araştırmanlar ta­
rafından yaratılmıştır -yanlışlıkla!

248
Hayatın Amacı Nedir
1 İşte buradasınız; yoksul, yollan çatallı bir dünyaya fırlatılmışsı­
nız, ölüm sizi beklerken. Ne anyoruz biz burada? Birçok ceva­
bın gerisinde şu ya da bu türden bir hikaye var. Asıl mesele, hi·
kayeyi kimin anlattığı, kahramanın kim, amaan ne olduğudur.
Yinninci yüzyılın büyük bir kısmında bilimden gelen mesaj ve epey
miktarda varoluşsal kaygı yaratan ipucuna göre amaç, amacın olmadı·
ğıdır. Bu, İngiliz analitik felsefeci Berntrand Russel'ın evrenin sıcaklık
yüzünden nihai ölümüne dair haberlere verdiği tepki, daha doğrusu
aşın tepkiyle başlamıştır: "Ruhlann evi bundan sonra, ancak hiçbir ye­
re ulaştınnayan umutsuzluğun kesin temelleri üzerine inşa edilebi­
lir. "Atınış yıl sonra, moleküler biyolog Jacques Monod, felsefeci Jean·
Paul Sartre'ın evrenin insan amaçlarına kayıtsız olduğuna dair yargısına
bilimsel bir cila çekiyordu. Monod, hayatı "salt şansın, tümüyle özgür,
fakat kör" bir eseri olarak tarif ediyordu. Böylece hayatın anlamına da­
ir soruya yönelik tipik tepki, "Başka soru yok mu?" haline gelmiştir.
Bununla birlikte son zamanlarda anlamı bilimsel hikayelerden çı·
karma, hatta evren tarihinin epik bif anlatımına dayanan tuhaf bir laik
din biçimi kunna çabalanyla bir geri dönüş yaşanmaktadır. Tam post­
modernizm, bütün üst-anlatılan yok etmeye çalışırken bilim, on beş
milyar yıldan uzun süredir devam eden en üst anlatıyı bir araya getir­
meye çalışmaktadır. Üstelik bu anlatıda baş rolü hayat oynamaktadır.
Fakat bilimin hayatın amacı hakkında söyleyecek bir şeyleri oldu-

ğu düşüncesi nereden çıktı? Bu anlayışın kökleri, Batı'nın dünyayı an-


lamlandınna biçimlerinin tarihinin derinlerinde yatar. Yahudi-Hıristi­
yan gelenek, Amerikalı felsefeci Anhur Lovejoy'un 'Varlığın Büyük
Zinciri' kitabında betimlediği bir biçimde düzene sokulmuş; sabit, sı­
radüzenine tabi bir kozmos tanımı yapmıştır. Tanrı en üstedir; fakat
hemen altındaki insan, geri kalan her şeyin üzerinde egemenlik sahi­
bidir. Ve ebette bazı insanlar da diğerlerinin üstünde.
Nasıl ırk, cinsiyet ve varsayımları üzerine yeniden dü şünme
sınıf
modern çabamız, hala bu gel.e neğin izlerini taşıyorsa, ekolojiye ve do-
250
ğal çevreye tavrımız da aynı geleneğin izlerini taşıyor. Tarihçi vç kültür
eleştinneni Theodore Romk, 1970'lerde yazdığı kitaba modem rahat­
sızlığı kısmen, Tann 'yı başka bir alana taşımak anlamın� kullandığı
doğanın kutsallıktan anndınlmasına atfetmiştir. Bunu Hıristiyan tann­
cıhğın yükselişiyle birleştirmektedir. Eğer evren sadece hareket halin­
de bir madde - her ne kadar Tann ilk hareket ettirici olsa da- ve diğer
yaratıklar Kaıtezyen makinelerse o zaman insanlar, diğer yaratıkl_ara is­
tedikleri şeyi yapabilirler hatta birbirlerine bile. � eğer Tann tab­
lodan çıkarılırsa, bütün bağlann kopacağını ve doğal olarak yirminci
yüzyılın dehşetinin yaşanacağın ı ileri sünnektedir.
Modernliğin gelişiyle birlikte insanlar, daha dünyevi şeylerden
hoşlanmaya başlamıştır. Bizi bir yerlerde bekleyen bir cennet olabilir;
fakat maddi ilerleme, çabalamaya değer bir şefdir. Ve biyolog Steven
Rose'un ileri sürdüğü gibi, evrimci teorinin gelişmesiyle birlikte ilerle­
me, kültürel bir olasılık olduğu kadar doğal bir ilke haline gelmiştir.
Felsefeci Michael Ruse, kendilerinin ilerlemeci olduğunu reddeden
evrimci kuramcılann, evrimin bir şekilde ileri doğru hareket ettiği fik­
ri olmadan yapamadıklarına dair birçok kanıt sergilemiştir. Ruse göre
evrim, her zaman "dü nyevi bir dindi".
Sosyal davranış için biyolojik açıklamalar bulan sosyobiyoloji disip­
lininin Amerika'daki öncüsü E.O Wılson, evrimin hem insanlann ne­
den dine ihtiyaç duyduklarını açıkladığını hem de dünyevi bir dünyada
ulaşılabilir en iyi dini sağladığını ileri sürmektedir. 1970'lerin sonunda
yazdığı " İnsan Doğası Üstüne" adlı kitabında, bilimse maddeciliğin "in­
san zihni için, geleneksel dini yenilgiye uğratan, yeni bir mitoloji sun­
duğu" görüşünü benimsemektedir. Bu mitolojinin "anlatı formu epik­
tir ve evrenin, büyük patlamadan bu yana evrimini anlatır." Yirmi yıl
sonra Kesişmeler kitabında, "insanların kutsal bir anlatıya ihtiyaç duy­
duğu ... eğer kutsal anlatı, dini bir kozmoloji fonnunu alamıyorsa, insan
türlerinin maddi tarihinden elde edilecektir" fikriyle geri dönmüştür.
Birkaç yaı.ar Wılson'un uı.amğı ipucunu yakalamış ve evren tarihi
251
ni, bilhassa hayatın tarihini, dini terimlerle anlatmaya çalışmıştır. Biyo­
log Ursula Goodenough, kendi disiplinin anlamı üzerinde düşündüğü
"Doğanın Kutsal Derinlikleri" adlı kitabında şunları söylemiştir: "Bü­
yük patlama, yıldızların ve gezegenlerin oluşumu, insan bilincinin or­
taya çıkışı ve kültürlerin evrimi, işte hikaye bu; bizi birleştinne potan·
siyeline sahip tek hikaye; çünkü tesadüf bu ya, doğru bir hikaye."
Kimi bilim adamları ise, ku ramsal biyolog Stuan Kauffman'ın keli­
meleriyle "evrende kendi evimizdeyiz" demek için karmaşıklık ve ken­
di kendini örgütleme ile ilgili gözde teorileri üretmişlerdir. Bu başlığı
koyduğu kitabında Kauffman, "mutlak biçimde ihtimal dışı olarak gör­
düğümüz birçok şeyin, aslında görece basit birkaç kuraldan beklene­
cek sonuçlar" olduğunu ileri sünnektedir. Üstelik bunun, bilimin tarih­
sel rolünden radikal bir ayrılma olduğuna inanmaktadır.Anık o, kendi­
mize olan özgüvenimizi güçlendinnek için vardır. Kopemik, dirseğiyle
bizi evrenin merkezinden dışarı atmıştır. Darwin, evrimin milyarlarca
yıl boyunca nasıl bir zar oyunu sürdürdüğünü göstermiştir. Freud, ken­
di düşüncelerimize dair çok az şey bildiğimizi göstermiştir. Fakat Kauff­
man'ın mesajı, devasa bir evrenin sıradan bir köşesinde yaşadığımız ve
doğal seçilimin son ürünü olduğumuzdur. Monod'un kelimeleriyle di­
le getirirsek, "rüzgarın önünde savrulan bir yaprak"tan daha fazla de­
ğerimizi olmadığı modem görüşüne karşı çıkmaktadır.
Günümüz bilim adamları, Kauffman'ın düzenin kökenlerine dair
daha az Darwinci olan görüşünden ziyade, evrimci epiği destekler gö­
rünmektedir. Ursula Goodenough'ın çalışma arkadaşı, evrim hayranı
Amerikalı bilim yazarı ve militan çevreci Connie Barlow, "hayatın ihti­
şamını" ve evrimci evrenin harikalarını kutlayan bayramlar önennek­
tedir. Barlow, küresel çevresel krizlerin üstesinden gelmek için ,ge­
rekli olduğuna inandığı ekolojik değerlerin güçlendirilmesini müm­
kün kılan büyük bir hikaye aramaktadır. Üstelik Wilson'dan ilham al­
mış olmasına rağmen, Lynne Margulis gibi bakterilerin mikrokozmo­
sunu araştırmanın onu, evrimin itici gücü n ün rekabetten ziyade işbir-
252
liği olduğuna inandıran biyologlann görüşlerini de ödünç almaktadır.
Margulis ile birlikte, bütün yeryüzünün kendi kendini düzenleyen tek
bir canlı sistem gibi davrandığını ileri süren Gaya Teorisi'ni geliştiren
James l.ovelock, evrene dair hikayeleri anlatan insanlar tarafından ge­
nellikle laik bir aziz olarak anılmaktadır. 1.ovelock, her ne kadar insan­
lığın eşyanın büyük düzenindeki yeri hakkında kuşkulu olsa da, bilim­
sel görüsünün kökeninde ge7.egen için duyduğu sıcak duygular wrdır.
"Kendimi dünyaya tapılacak bir şey gibi bakarken görüyorum. Üzerin­
deki hayat onun müritleri," diye yazıyor. "Benim için bu, .sağlıklı bir
geı.egen yaratmak için elimden gelen her şeyi yapmama yeter."
Baknğı yerde harikalar gören çağdaş bilimsel zihniyete bakın, yeni
dini natüralizmin havarilerini görürsünüz. Fakat" bir sorunlan var. Ev­
rimci epiğin ölçeğine hayran olabilir, hayatın geri kalanJyla karşılıklı
bağlılığımızı hissedebilir (birçok genom projesi, diğer yaranklarla ne
kadar ortak yanımız olduğunu göstererek katkıda bulunmaktadır) ve
süreklilik için çabalayabiliriz. Fakat bizler karmaşık, derin izleyiciler
olarak konulmuşuz buraya. Bilinçli yaratıklar: olarak rolümüz, hikayeyi
ortaya çıkarmak, kutlamak, elimizden geldiği kadannı muhafuza edip,
biyolojik çeşitliliği kendi aşkına değerli bulmaknr. Gelecekte buna ta­
nıklık etmek için sonsuz fırsatlar yatmaktadır ve ehem . . şey. .. hepsi
.

bu.
Kimileriyse insanın merkezi yerini, onun evrimdeki sonraki sıçra­
mayı hızlandıracak kadar 7.eki olmasında görmektedir. Örneğin Kali­
fomiyalı gelecek bilimci Gregory Stor\ "Öteinsan" adlı popüler kita­
bında, Barlaw ile neredeyse aynı şeyi söylemektedir: "Anık hayann ve
kozmos tarihinin temel hatlannın, yaşamlarımızı ve dünya görümüzü
yönlendirmek için güçlü bir modem mit oluşturabilecek kadar zengin
olduğunu biliyoruz." Fakat onun gelecek görüsü kökten farklıdır. Şu
anda yeni bir evrimsel başkalaşımın eşiğindeyiz; öyleyse bırakalım ger­
çekleşsin. Hayatın, kültürün ve teknolojinin birleşmesinden doğan sü­
perorganizmanın ana hadan, hali hazırda görünür hale gelmiştir ve
253
önümüzdeki acil görev, onu hayata getinnektir. Aydınlanma projesi,
ölmedi; enfonnasyon teknolojisi, biyoteknoloji ve küresel sistemler
tarafından gerçekleştirilmeyi beklemektedir. Aşkın olan tıaıa bizi bek­
lemektedir; fakat bu maddecilerin aşkımdır.
Demek ki her iki düşünce okulu $, hayatın amaana dair kötüni·
ser cevaplat venneyi reddetmiştir. Genellikle Jacgues Monod'ın 1970'·
terde merakını paylaşırlar. Kuramsal fizikçi Weinberg'in İlk ÜÇ Dakika'·
sındaki, "evren anlaşıldıkça anlamsız görünmektedir'' sonucuna yanıt·
lan vardır. Onlar için evren, evrimin karmaşıklığı için kendi kendini ör-
'
gürleyen bir projedir. Peki ya soru, "Bir insan hayatının veya bütün in-
sanlığın hayatının bu kendini açarak gerçekleşen olasılıklar bağlamın­
da anlamı nedir?" olursa? Birbirinden kökten farklı yanıtların olması,
bu yanıtların doğrudan bilimsel sonuçlara dayanmadiğını gösteriyor.
Her 7.amanki gibi hikaye, wrolan en iyi bilimsel bilgilere dayanmasına
rağmen, içinde hazır bir ahlaki ders taşımıyor. Bunu bilim değil, hika­
yenin kendisi bulmak zorunda.

Jon Turney
Londra Üniversitesi bilim ve teknoloji
araştırma/an bölüm başkanı

254
Hayatın Amacı Nedir?

Steven Rose
Gresham Üniversitesifizik profesörü,
Açık Üniversite biyoloji profesörü

1 Nedir hayatın amacı? Cevap, bu soruyu sorduğunuz kişiye bağ­


lıdır. Büyük dinler ve laik felsefe, cevap vennede her zaman çok
istekli olmuştur: Tann'nın isteğini gerçekleştinnek için erdem­
li bir şekilde yaşamak veya sonunda Nirvana'ya giden doğum döngü­
sünün bir parçası olmak. Topluma hizmet etmek için, hayattan haz al­
mak için veya derviş sabrıyla tevekkül için gibi cevaplar verebilir inan­
mayan hümanistler. Yoksa umutsuz Machbeth'in söylediği gibi hayat,
hiçbir anlamı olmayan bir gürültü ve karmaşa mı?
Bütün bu klasik cevaplar, kaçınılmaz olarak soruyu insan hayatıyla
ilgili bir şey olarak yorumlar. Rene Descartes'tan beri geleneksel ola­
rak insan olmayanlar, hayatlarının bir amacı olmayan makineler olarak
görülmüşledir; sadece, kendisine bir ruh bahşedilmiş olan insanlann
hayatının bir amacı olabilir. On dokuzcunu yüzyılda iki devrimci biyo­
lojik söylem, hem soruda hem cevapta bir ihtilale sebep olmuştur. İlk
olarak maddeci fızyolojinin Kıta Avrupa kanadı, "amaç"ı bilimle ilişkili
bir şey olmadığı için bir kenara atmıştır. Tannbilim, amaç, telosdur ve
bir tür tanrıcılığın ve gizemciliğin arka kapıdan içeri ginnesidir. Bunun
yerine görev daha basit görünen; fakat nihai olarak, eşit ölçüde sorun­
sal bir soru üzerine yoğunlaşmaktır: Hayat nedir? Fakat sonra İngilte­
re'de Charles Darwin, hayatın hem hayvanlar hem de insanlar için bir
amaca sahipolduğunu ve hayvanların insanlara hizmet etmek için var
olmayıp, kendilerine ait bir amaca sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Benim gençliğimdeki biyoloji ders kitapları, fızyolojik yaklaşımı be­
nimsemişti ve canlı organizmaların karakteristiklerinin bir listesini içe-

255
riyordu. Bu özellikler çeşitli olmasına rağmen, genellikle metaboliz ­

ma, büyüme, onanın, geri dönülmezlik (yani, çevresel bir uyarana kar­

şı uyum göstererek tepki verme), dengeyi koruma, kendini düzenle­


me ve elbette üremefi içerirdi. 1950'lere gelindiğinde fizikçiler, Avus­
turyalı fizikçi Erwin Schrödinger'i takip ederek (fakat gerçekte doğa­
nın tasarımının Tann'nın varlığına işaret ettiğini ileri süren Rahip Wıl­
liam Paley'i tınısını kaparak) canlı yaratıkların örgütlenmeyle, entro­
piyle karakterize olduklannı ileri sürdüler. Onlara göre hepimiZ, ev­
rensel düzensizlik eğilimine direnen makinelerdik.
Bu tür sınıflandırmalar sorunlara yol açıyor. Örneğin, konuk bir
hücrenin dışında üreme kapasitesine sahip olmayan virüsler canlı mı
değil mi? Bu tanımsal sorunlar pratik öneme sahip olmaktan ziyade,
soyut sorunlar gibi görünüyordu; fakat heyecanlı ve pahalı bir mesele­
ye dönüştü (Mars'ta yaşam olup olmadığı tartışmalan, onun varlığını
tespit etme amaçlı birçok uzay yolculuğuna yol açtı) . Eğer karşımıza
antenleri olan yeşil yaratıklar çıkmazsa, bir hayat formuyla karşılaştığı­
mızı nereden anlayacağız? Hele mesele bilgisayar dünyasının ''yapay
hayat"ına gelince, sesler iyice yükselir. Bu tanımlayıcı özelliklerle ha­
yat, karbon yerine silikon kimyasında yaratılabilir (makineleştirilebilir)
mi? Kendi kendini yetiştirmiş bir biyolog olan Steve Grand, nomlar
denilen canlı yaratıkların simülasyonlannı yarattığında, dünya çapında
bir tartışmaya sebep olmuştu. Bu canlılar sadece bilgisayar ekranında
var oluyorlar; fakat kendi çevreleri içinde doğuyor, ölüyor, ürüyor ve
arkadaş nomlar da dahil olmak üzere çevreleriyle etkileşime giriyor­
lar. Bunların canlı oldukları söylenebilir mi? Hayır, en azından NASA
onlan uzay yolculuklannda kullanmaya kalkmayacaktır.
Yalnızca mekanizma ile ilgilenen fizyolojinin, soru hakkında söyle­
yecek fazla . b ir şeyi yok. Gerçekten de, bu soruyla hiçbir alakası olma­
masından adeta övünür. Bu nun yerine, bir zamanlar çok göı.de olan
sibernetik -malumatın i letişim i bilimini yaratmıştır.
-

Dü nyad a bir amaç aramaktansa, canlı yaratıklar olarak en azı ndan


256
bir amaca yönelik davranışlara sahip olduğumuz gösterilebilir. Biz de,
aşağı yukarı oda sıcaklığını belirli bir hedefin etrafında düzenleyen ter­
mostatlardan çok farklı olmayan bir şekilde, amaçlarla yaşarız.
Hayatın amacına dair yeni ve güçlü iddialar, soruya dair başka açık­
lamalar, hiçbir hoşgörü göstermeyen yeni (veya köktenci) Daıwincile­
re terk edilmiştir. Fizyolojinin yaklaşım süreçlerinin ardından, kökten­
cilerin "mutlak" dedikleri açıklamalar gelmiştir. Buradaki dini tonun
tesadüfi olmadığına dikkat edin. Onlar için hayatın telosu, amacı üre­
medir; bir canlının kendi genlerini - canlının kendi hücrelerindeki
ONA parçalarının aynısını veya buna benzer dizilimleri- bir sonraki ku­
şağa aktarmak. Organizmalar - bu ONA parçalarını taşıyan vücutlar­
ONA tarafından kendi kendini üretme amacını gerçekleştirmek için ta­
sarlanmış araçlardan ibarettir. Britanyalı evrimci biyolog Richard Oaw­
kin'in her zamanki kibirli tonuyla söylediği gibi "Filin ONA'sı 'Beni
Kopyala' diyen ve bunun için önce bir fil oluşturma dolaylı işine giren,
devasa bir programdır." Bu bakış açısında bir organizma, yalnızca bir
araçtır; genler tarafından onları kopyalamak için yaratılmış olan sakar
robotlardır. O halde organizmanın sahip olduğu amaç, haratta kalma
ve kendilerini üretme kapasitesine sahip maksimum yavru üretmek
veya akrabalarıyla aynı veya benzer ONA'ya sahip oldukları için kendi
türünün üyelerinin üremesine yardım etmek .
Bu açıklamanın basitlik ve tutarlılık gibi bir erdemi vardır. Tutarlı
bir dünya görüşü oluşturmakta ve bütün olası sorulara yanıt vermek­
tedir. Biyolog Bıian Goodwin ile sosyolog Dorothy Nelkin'in gözlem­
lediği gibi, bu tanrısız çağda dini amaçlara hizmet etmektedir. DNA'­
nın ACG'leri ve T'leri, benim ortodoks Yahudi yetiştirilmemdeki tanrı­
nın yerini almaktadır. Hatta evrimci bir ahlaktan bahsetmeyi bile
mümkün kılmaktadır. Bu iddiaya göre evrimci mekanizmalardan ve
dolayısıyla nihai olarak DNA'dan ahlaki ilkeler çıkartılabilir. Nasıl İncil,
'başlangıçta söz vardı' gizemli iddiasında bulunabiliyorsa, bu ONA kök­
t en ci l iği de, hayatın kökenini modern DNA'nın atalarını cansız bir harf
257
çorbasında bulmaktatlır.
Hayatın kökenine dair bu iddiayı reddediyor ve tavuğun yumurta­
dan önce geldiğini iddia ediyorum. DNA, gömülü olduğu hücresel
ağın dışında ne üreyebilir ne de işlevsel bir anlama sahiptir. DNA'nın
canlı kılınabilmesi, metabolizma, enerji, hücresel yapı - tek kelimeyle
örgütlenme- gerektirmektedir. Mars gezegeninden gelen meteorların
canlı organizmalar içerip içermediği tartışmasının, onlarda gözlemle­
nen mikropların, bütün canlı hücrelerinin sahip olduğu karakteristik
hücre zanna sahip olup olmadığında odaklanması düşündürücüdür.
Bu durum büyük biyokimyacı Frederick Gowand Hopkins'in hayatı,
"çok fazlı bir sistem elde eden, özel bir dinamik dengenin dışavuru­
mu" olarak tarif etmesine yol açmıştır. Hepimiz doğar, gelişir ve ölü­
rüz. Her birimiz insanız ve gerçekten bütün diğer canlı yaratıkların her
üyesi, zaman ve mekan içinde kendine özgü bir hayat çizgisidir.
Benim amaç sorusuna alternatif yanıtıma temel sağlayan, bir hayat
çizgisinin gene başvurmaktan ziyade, organizmaya gönderimde bulu­
nan dinamik gelişme kavramıdır. Organizmalar, genlerinde var olan
bir tasarımın veya programın ifadelerinden ibaret olan ve çevrenin sü­
rekliliği tarafından biçimlenen şeyler değillerdir. Organizmalar, sadece
genlerinden ziyade,sosyal hayattan hücresel hayata kadar çok katman­
lı çevre tarafından tedarik edilen ham maddelerden kendi kendilerini
ve hayatlarını kuran şeylerdir. Kendi kendini inşa etme süreci, farklı
isimler almaktadır. Felsefeci Susan Oyama, "malumatın ontojenisi" ve
"gelişimsel sistemler teorisi" terimlerini kullanmaktadır. Biyolog
Humberto Maturana ve Francisco Varela, bu kendini inşa süreci için
"autopoiesis" (kendini yansıtma) ifadesini kullanmaktadır .
. Sürece hangi ismi takarsak takalım, bu bize hayatın neye dair oldu­
ğu sorusuna başka bir yaklaşım biçimi , hem eski belirlenimciliği hem
de fizyolojinin araştırmaya dayalı reddini aşan bir rota sunmaktadır.
Hayat hem olma k hem de dönüşmeye dairdir; bizler sürekli değişim
durumunda yaş;ırız. Yeni doğmuş bebe k emer; birkaç ay içinde dişle r
258
geliştirir ve çiğner. Çiğnemek, sadece emmenin gelişmiş bir formu de­
ğildir: farklı kaslan, farklı sinirsel süreçleri gerektirir. Yani bebek, aynı
zamanda hem iyi bir emici, hem de iyi bir çiğneyici olmak zorundadır.
Olmak ve dönüşmek, kendi kendini örgütleyen içkin kontrol sistem­
leri tarafından, çoklu örgütlenme düzeylerinde gerçekleştirilir. Bu an­
lamda bütün organizmalar, her ne kadar şartlar kendi seçimlerine bağ­
lı olmasa da, kendi geleceklerini inşa ederler. Bu bütün hayatın amacı
olabilir ve inanlar için de reddedilemeyecek kadar doğrudur; büyük
beyinlerimiz, sosyal örgütlenmemiz ve bir anlamda, ne kadar kısmi
olursa ol::ıun karmaşık biyososyal tarihimiz bunun böyle olmasını en ­
gelleyemez. Gelecek ne kadar karanlık olursa olsun, ona dair bir fikir
edinmemizi sağlayan bizzat bu kapasitelerdir. Ve bu sınırlı zorunluluk­
lar beraberlerinde seçme, eyleme ve kendi geleceğimizle birlikte bir
parçası olduğumuz bütün insanlığın ve gezegen ekonomilerinin gele­
ceğini inşa etme özgürlüklerini getirmektedir.

259
AÇIK BİLİM DİZİSİ'NİN DiGER KİTAPLARI

Alice Kuantum Diyarında Roben Gilmor


Matematik Masalları Armand Herscovici
Marsta Yaşam Charles Frankel
Vahşi Sayılar Philiben Schogt
Geleceğe Yolculuk Nicolas Prantzos
Mantık ve Olasılık Hikayeleri Colin Bruce
Kuraklık kıranı Mikdat kadıoğlu
Bildiğiniz Havaların Son Mikdat Kadıoğlu
Kınlgan Bilim Robin Baker
Einstein Paradoksu Colin Bruce
Matematiğin Tarihi Richard Mankiewicz
Dünyanın Yaşı Pascal Richet
Bilimin 1001 Gece Masalları Philippe Bolanger
İki İki Daha Dön Eder Didier Nordon

261

You might also like