Professional Documents
Culture Documents
DEHŞETLER
VE UZMANLAR
J
)i:jl;''"'r;f Wliiiillil
~ ... ...,
~
metis
Aİ:l~;P..h\lli~s
·· . ., · ·. . . .' :.'.-'f\ :·· ·_:·
• • .• '... ... '
, •• 1 , .....
DEHŞETLER VE UZMANLAR
Adam Phillips
İngilizce Basım: Terrors and Experts
Faber and Faber, 1995
©Adam Phillips, 1995
©Metis Yayınları, 1997
Yayına Hazırlayanlar:
Bülent Somay, Orhan Koçak
ISBN 975-342-215-6
,·. ·:
DEHŞETLER' "~.~
VE UZMANLAR \_
Çeviren:
TUNA ERDEM
METİS YAYINLARI
içindekiler
Teşekkür 9
ônsöz 11
1. Otoriteler 34
2. Semptomlar 49
3. Korkular 62
4. Rüyalar 79
5. Cinsiyetler 91
6. Zihinler 106
Kaynakça 117
Mia Rose için
Kimileri belki de şaşalar ve haykırır: "Bu ani değişiklik
de nereden çıktı?" Buna verecek tek cevabım vardır:
"Ben beşikte değiştirilmişim zaten." Bence bu dolu do-
lu bir cevaptır.
Andrew Marvell,
The King 's Speec/ı (Kralın Nutku)
il
111
nes için Aphanisis yani arzunun ölümüdür; Klein için ölüm içgüdüsü-
nün diktatörlüğüdür; Winnicott için sınır ihlali ve bırakılmadır; Bion
için bağlantı kurmanın olanaksızlığıdır; Lacan için gösterge sistemi-
nin yıkılmasıdır, vs. vs. Ya insan olmaya içkin, ensest arzusu, ölüm
içgüdüsü, bağımlılık gibi bir şeyden mustaribizdir, ya da ilk çevremiz
ve oluşturucu ilişkilerimiz farazi doğamızı sorunlu hale getirmiştir.
Günümüzde sorunun daha çok her iki durumun birbirine girdiği bir
kör dövüşü olduğu kabul edilmektedir: hem doğamız hem de yetişti
rilme biçimlerimiz sakatlayıcıdır ve kusursuzluğun diktatörlüğüne
tek çare, Freud'un ikiz-değerliliğidir.
Gelgelelim kuramcılar, kabul edilemezi, bize acı çektireni ya da
korkmamız gerekeni yeniden tanımladıkça, acımızın efendilerine dö-
nüşürler. Mutsuzluğumuzun altını çizerek onu okunaklı hale getirir-
ler. Tıpkı dini ve siyasi liderler gibi, bize mutsuzluğumuzun kaynak-
lan konusunda ikna edici öyküler anlatarak, bundan nasıl kurtulacağı
mızı ima ederler. Bizim adımıza formüle ettikleri korkuyla ilişkimizi
(ve kendi ilişkilefini) değiştirmek isterler. Önce uzman dehşeti, sonra
da dehşet uzmanı yaratır. Çözümün parçası olan, sorunun da bir par-
çasıdır. Başka bir deyişle uzmanlar bize, yeni yöntemlerle mutsuz ol-
mamızı sağlayacak tanımlar sunarlar.
Dehşetler ile uzmanlar arasında bir suç ortaklığı olduğu sürece -
nasıl olmasın ki?- Aydınlanmacı Freud sorunun aynlmaz bir parçası
dır '("UNICEF'in olduğu her yerde açlık vardır," der Frederick Seidel
"Recessional" [Çıkış İlahisi] isimli şiirinde). Ancak bize Aydınlan
ma'nın verimli bilgi projesini etkisiz kılacak araçlan, bilinçdışını, rü-
ya-çalışmasını, aktanmı veren Freud, sözlerinden etkilenenlerimize
ikircikli bir mesaj da bırakmıştır: Bize kendimizle ilgili gerçekleri an-
latır, sonra da ona neden inandığımızı sorar. Bize bizimle ilgili bir öy-
kü anlatır ve hemen ardından nasıl olup da öykü dinlemeye bu kadar
meraklı hale geldiğimize dair bir başka öykü daha anlatır. İnancın ço-
cukluktaki köklerini göstererek, çocukken uzmanlara ihtiyaç geliştir
memize neden olan dehşetleri anlatarak, inanç kavramının kendisinin
kükenlerini merak etmemize neden olur. Sanki insan olmak inançlara
değilse bile inanmaya bağımlı olmak demektir. Freud-sonrası Freud,
hastanın inanma isteğini çözümler.
Elbette çocuğun ebeveynine ne inancı ne de imanı vardır, sadece
onların otoritesini ve kendine sundukları bakımı veri kabul eder. (Fre-
ud l 897'de Fliess'e "inancın bilinçdışında bir karşılığı yoktur," diye
GİRİŞ 31
iV
Otoriteler
il
Ferenczi Freud'a, "o zaman ben zulüm manisi aşamasını alt edip, yeri-
ne megalomaniyi geçirmeyi başarmış bulunuyorum."
Eğer psikanaliz bir paranoyaysa, o zaman kendi kuramının terim-
leri uyarınca, erkekler arasındaki aşktır. "Paranoya," diye yazar Fe-
renczi Freud'un sözlerini hemen hemen harfiyen tekrarlayarak, "belki
de gizli eşcinsellikten başka bir şey değildir." Kişinin kendi hemcinsi-
ne karşı beslediği sevgide öylesine katlanılmaz bir yön vardır ki, aşk
nefrete dönüştürülür, sonra bu nefret başkalarına yansıtılır ve zulüm
kisvesi altında tekrar dışarıdan kişiye geri döner. Hatta Ferenczi, er-
keklerin hemcinslerine besledikleri aşktan korunmak için kadınlara
ilgi gösterdiklerine, sonra da anlan erkek olmadıkları için suçlayıp
nefret ettiklerine, kadınların da hem kendilerini hem de erkeklerini
tatmin edemedikleri için yetersizlik hissettiklerine inanır. Ferenczi,
"Erkek Eşcinselliğinin Sınıflandırılması"nda şöyle yazar: "Günümüz
erkeğinin saplantılı heteroseksüelliğinin*, bu dokunaklı yerdeğiştir
menin sonucu olduğuna yürekten inanıyorum; kendilerini erkekler-
den kurtarmak adına kadınların kölesi oluyorlar." Peki ama erkekler-
de nasıl bir özellik var ki, erkeklerin arkalarına bakmadan kaçmaları
na neden oluyor? Ferenczi'nin Freud'a kimi zaman kuram adına, kimi
zaman da doğrudan, daha farklı ve daha az temkinli bir talebi biçimin-
de sorup durduğu soru buydu.
Her ne kadar Freud, kuramsal olarak çiftcinselliğin -her iki ebe-
veyn ile de aşk, nefret ve rekabet ilişkisinin yaşanıyor oluşu- bağlı
kaldıysa da, her şey yolunda gittiği takdirde heteroseksüelliğin galip
geleceği varsayımı psikanalizde ağır basmaktaydı (kimilerince hala
da böyledir). Örneğin psikanalitik kuramda, karşı cinse mensup ebe-
veyne duyulan aşka "pozitif Oidipus kompleksi", aynı cinse mensup
ebeveyne duyulan aşka ise "negatif Oidipus kompleksi" denilmekte.
Başka bir deyişle ne yapmamızın beklendiği gayet açık. Gelgelelim
Ferenczi'nin mektuplarında ve "bilimsel" yazılarında da belirttiği gibi
heteroseksüellik, başka ne olursa olsun aynı zamanda bir kendinden
nefret etme biçimidir. Kendi cinsimizde neyi böylesine tatsız buluyo-
ruz ki, kayıtsız şartsız karşı cinsi arzulamak zorunda kalıyoruz? Psi-
kanalizin paranoya ile eşcinsellik arasında kurduğu ilginç bağ, Freud
ile Ferenczi'nin tam olarak formüle edemedikleri, daha rahatsız edici
* Heteroseksüel için önerilen "zıtcinsel" sözcüğündeki "zıt", "farklı/öteki" anlamına
gelen "hetero" öntakısını karşılamadığı için, terminolojide bir tutarsızlık hissi yar::ııması
n::ı rağmen heteroseksüel sözcüğünü kullanmayı yeğledik. (ç.n.)
DEHŞETLER VE UZMANLAR
40
111
Semptomlar
diyordu. Semptom, bir şeyi tümüyle açık etmeden bilinir kılma isteği
nin göstergesidir. Hem bir talep, hem de bir davetiyedir. Daha doğru
su iki ayn taleptir: Doğru biçimde tercüme edilme ya da tanınma tale-
bi -kişinin arzu nesnesinin şakayı anlayacağı, diyelim sürekli göz
kırpmanın ona bakma isteği olduğunu kavrayacağı umudu- ve tatmin
edilme talebi. Arzunun bir bölümü her zaman yasak olduğundan, her
istek kaçınılmaz olarak ikiz-değerlidir, kendi kendisinin can düşmanı
dır. Böylesi bir psikanalitik tablo karşısında iletişim kunnaktan ve
birbirimizi hayrete düşünnekten başka çıkar yol yoktur. Daima çok
fazla ve daima çok az şey biliriz, o ünlü şarkıda söylendiği gibi her za-
man ilk bilen ve son öğrenenizdir.
Bu yüzden Freud hastalan na -ve okurlarına- iki faydalı paradoks
sunmuştur. Birincisi, kişinin kendi kendisine bir sırını açıklamasının
tek yolu, onu bir başkasına söylemektir. İkincisi, insan sadece başka
larının sağır olduğu (dinlemeye gönülsüz ya da kifayetsiz) olduğu
oranda delidir (anlaşılmazdır). Dehşetin kaynağı sadece güzellik de-
ğil, dinlemektir de. Psikanaliste fazla konuşmasın diye para ödenir,
çünkü konuşmak dinlememenin en iyi yollarından biridir. Dinlen-
mek, yani kişinin kelimeler ve kelimeleri yaratan bedeni aracılığıyla
varlığını karşısındakine hissettinnesi, en iyi durumda kişinin konuş
ma iştahını kabartır. Semptomlar, yani bedenin kelimelerin yerini al-
ması, bir kur değişimidir.
Peki o zaman psikanalist ne tür bir uzmandır? Eğer gerçekten bir
bildiği varsa, bunun hastanın ve ailesinin bildiklerinden öteye gitmesi
mümkün müdür? Bir aile çocuğunu bana getirirse onlara verip verebi-
leceğim, çocuk gelişimi konusundaki bilgilerim, çocuk ve aile terapi-
si konularındaki klinik deneyimlerim (ki bunlar da bir dizi kuramdan
esinlenmiştir), dinleme hevesim ve çocuklar ile ailelerin nasıl yaşa
ması gerektiği hakkındaki ahlaki değerlerimden ibarettir. Kendimi
çocuklar hatta hayat konusunda bir uzman gibi görebilirim. Ya da
kendimi, ailenin kendi dillerini öğrenmesini sağlayan biri olarak gö-
rebilir ve elimden geldiğince mistifikasyon ve dolaylı baştan çıkarma
potansiyelini en aza indirmeye çalışabilirim. Örneğin panik atakları,
bir ailede kuşaklar boyu süregiden heyecanlılık halleri bağlamında
ele alındıklarında, insanın gözüne psikanalitik bakış açısından görün-
düklerinden bambaşka görünebilir. Psikanalist ortak bir dil -buna psi-
kanalitik yorum diyelim- kullandığını, bir tür standart İngilizce ko-
nuştuğunu varsayabilir, oysa söz konusu ailenin tüm aileler gibi ken-
SEMPTOMLAR
51
dine özgü bir dili vardır (aile içi şakaları düşünün). Başka bir deyişle
psikanaliz, açıklamaya soyunduğu yaşamları bağlamları dışına taşı
maya çok yatkındır. (Her kuram için şu soruyu sormakta yarar var: İşe
yaraması için neyi dışarıda bırakması gerekiyor?) Psikanalistler ru-
hun resmi bir dili olduğuna ve herkesin bu dili konuştuğuna ya da ko-
nuşması gerektiğine inanma riskiyle karşı karşıyadır. Öyle ya, neden
herkes cinselliğin temel bir zihin karışıklığına neden olduğuna inan-
sın ya da herkesin aslında buna inandığı varsayılsın ki? (Bu olasılığı
hayal bile edemiyor olmam sorunun ayrılmaz bir parçasıdır.) Kim
herkesi tanır ki? Psikanalist, kulağa aynı zamanda hem tanıdık hem
de yabancı gelen şeyleri söyleyen biri olarak faydalı olabilir (ki bu da
zaten, hastanın farkına varmaksızın sürekli yaptığı şeydir). Hastaya
ait şeyleri dinleyince bunların nasıl aidiyet kazandığı, hangi öykülerin
parçaları olabilecekleri konusunda öneriler geliştirebilir. Gelgelelim
hepimiz gibi psikanalistlerin de tercih ettikleri öyküler vardır. Bu öy-
külere inanan ya da onları faydalı bulan psikanalistler de, öykülerle
ilişkilerini -kelimelerle iş görmeyi- kendi ailelerinde öğrenmişlerdir.
Başka bir deyişle psikanalist, eğitim kurumlarının sadece psikana-
litik metinleri öğreterek gözden gizlemeyi başardıkları bir açmazla
karşı karşıyadır. (Psikanaliz, Freud'un da fark ettiği gibi, edebiyatın
bilmediği hiçbir şeyi bilemez.) Ya en iyi öyküleri kendisinin bildiğine
inanacak ve hastasını onların geçerliliğine ikna etmeye çalışacaktır ya
da kendini kurmacaların işlevlerinin farkında olan uzman bir dinleyi-
ci olarak, yani insanların kafalarına takılan acil sorunlarını dinlerken
içinde uyananları kaldırabilecek ve işleyebilecek bir kişi olarak göre-
cektir; tanımı gereği geçici olanla ilgilenen ve kendisine inanılmasına
gerek olmayan biri; zorla ikna etmeyi daima sorun olarak gören,
(Winnicott bir zamanlar deliliğin inanılma ihtiyacı olduğunu söyle-
mişti) fanatizmin tutku olduğu fikriyle baştan çıkmayan bir kişi.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
52
il
bölümü bu kadardı.
Tom tam da kendinde yeni bağımsızlık ve özerklik parçaları keş
fettiği sırada annesi ona yeni doğmuş bir bebek gibi bağlanmıştı. Gel-
gelelim Tom annesinin bu gecikmi~ -ya da engellenmiş- keşfini ken-
dini aşan bir talep olarak algıladı. Uçlü ilişkilere uyanıyor olması ge-
reken bir dönemde, egzama zırhını kullanarak annesi ile arasına bir sı
nır çizdi. Ancak psikanalitik bakış açısına göre tüm semptomlar gibi
bu semptom da derin bir biçimde çoğul-belirlenimliydi (semptomlar
çıkarcıdır: ellerinden gelenlerin tümünü birden yapmak isterler). An-
nesinin aşırı kaygısı, Tom'da öz-korumacı bir öfkeyi harekete geçir-
miş ve bu da kendine yansımıştı. Tom, dünyaya karşı geliştirdiği her
yeni merak seferinde egzamaya yakalanıyor, böylelikle annesine dün-
yanın tehlikeli bir yer olduğu, bu yüzden daima ona ihtiyaç duyacağı
güvencesini veriyordu, belki tam da annesinin Tom'un doğumunda
olduğu gibi kendisini tükenmiş ve lüzumsuz hissettiği zamanlarda.
Egzama her ne kadar Tom'un annesinin sevgisini ve ilgisini uyandırı
yorduysa da aynı zamanda oğlunun acısını dindirme yetisinin sınırla
rını belirliyor ya da anımsatıyordu. İlginçtir, insan egzamaya yakalan-
dığında kendini başkalarına kaşıtmaya kalkışmaz.
Gelgelelim Tom'un daha ileriki bir tarihte annesinin bir adamı red-
dedişine tanık olduğunu da unutmamak gerekir. Aile öyküsüne bakı
lacak olursa, anne beraber yaşamaya başladıklarından kısa bir süre
sonra babayı, "iğrenç" olduğu gerekçesiyle "kapının önüne koymuş"
tu. Dahası, anne bu hayati kelimenin menşeini (en azından bana) tam
olarak açıklayamıyordu, Bu durumda olası, ama kaçınılmaz olarak
ancak deneme kabilinden sayılabilecek bir olay düşünebiliriz. Tom'
un yaşamının daha başında bir devamsızlık-Winnicott'ın terminoloji-
siyle bir "bırakılma"- deneyimi yaşadığını, ancak tutunmaya yetecek
bir ortam oluşturan hastane ile anneanne tarafından büyük ölçüde te-
lafi edildiğini, annenin ise bu duruma tali bir katkıda bulunduğunu
varsayabiliriz. Yine de bu deneyim, geride, ayrılmayı ve bağımsızlığı
koparılıp atılmayla eşitleyen, daha iyi bir terimin yokluğunda adına
"hafıza izi" dememiz gereken tortuyu bırakmıştır. Derinlerinde bir
yerde, ne kendini derisinin içinde muhafaza edebileceğine ne de mu-
hafaza edilebileceğine aşırı derecede inanıyordu (ama "inanmak" da
doğru terim değildir). Dolayısıyla Tom, çevresini, yani hem derisinin
oluşturduğu çevreyi, hem de derisinin ötesindeki dünyayı sınamak
için neredeyse saplantılı bir biçimde risklere atılıyordur. Amaç hem
DEHŞETLER VE UZMANLAR
58
etrafındakilerin farklı olup olmadığını anlamak hem de orada, onun
için kimin ya da neyin bulunduğ.~nu ~e bunların ney~ ~enzed!ğini an-
lamaktır. Sözgelişi bunlar onun ofl<esıyle parçalanabılırler mı? Yakın
çevresi egzamasını nasıl okuyor? Ailesi bunu ne tür bir davetiye ola-
rak algılıyor? Ortadan yok olmalarına ve geri dönmelerine ne sebep
oluyor? Dahası Tom'un, geri dönüp baktığında ilk koparılışını, annesi
ile babasının ayrılışına aktararak anlamlandırmış, yani Oidipal öncesi
bir deneyimi Oidipal bir deneyim olarak okumuş olması da mümkün
(ki bu pekiilii hepimizin yaptığı bir şey olabilir).
Tom'a göre, Oidipal düzlemde erkekler iğrenç oldukları için red-
dediliyorlarsa, erkek olmak (baba gibi olmak) için iğrenç olmak gere-
kir: eğer iğrençsen annen seni reddeder. Bu da özdeşleşmenin bilinç-
dışı mantığı gereği, çocuğun kendindeki iğrençliğin erkekliği olduğu
sonucunu çıkarmasına yol açmış olmalıdır. Umarım artık Tom'un so-
rununun bir hayli karmaşık olduğu anlaşılmıştır. Son derece rahatsız
edici bir görüşmenin sonunda Tom'un ne tür bir erkek olmak istediği
ne karar vermeye çalıştığını söyledim ve Tam görüşme boyunca ilk
kez kaşınmaya başladı ama bir hayli nazik bir edayla. Her ne kadar
derisi düzelmiş, okula dönmekten memnun olmuş, yeni bir yakın ar-
kadaş edinmiş, yani durumunda bir iyileşme başlamış olsa da,
Tom'un birkaç özel görüşmeye gelmesini önerdim ve Tam da buna
çok olumlu yaklaştı.
Sonuç yerine, bu bireysel psikoterapinin ilk bölümüne ilişkin bir-
kaç gözlemimi aktarmak istiyorum. Tom'la altı görüşme yaptık ve bu
terapi, "kriz" sonucu hastaneye yatırılmasıyla başlayan süreci pekiş
tirdi. Kabaca özetlemek gerekirse babanın uzun uzadıya ve hayal gü-
cüne geniş pay tanıyarak işlenmesi, anneye (ve babaya) yönelik öfke-
yi daha dayanılır kıldı. İkide bir annenin ürettiği baba imgesini düşün
mekten vazgeçmeyi başardığında, annesinin de iyileşebilir olduğuna
ve oğlunun duygularının yoğunluğuyla başa çıkabileceğine güveni
arttı. Egzaması geçtikçe, annesinin deyimiyle daha "başa çıkılmaz",
daha az uysal bir çocuğa dönüştü. Tom'la görüştüğüm altı hafta içinde
anne de kendi annesinin evinden ayrılarak bir arkadaşıyla yaşamaya
başladı ve bir sevgili edindi.
Tom ilk görüşmemize gelir gelmez hevesle çizim masasına gitti
veı bir şövalye çizmeye başladı. Annesinin Tom'un egzamasını bir
:ıırh olarak tanımlamış olduğunu anımsattım. Beni duymazlıktan ge-
ı~-ek kendini tümüyle çizimine kaptırdı. O çizedursun, ben de yirmi
SEMPTOMLAR
59
dakika sessiz oturdum. Birden bir yandan zırh çizerken bir yandan da
bana konuşursam konsantrasyonunu bozacağım hissini vermekte ol-
duğunu fark ettim. Burada bir aradaydık, aramızda bir sınır vardı ama
engel yoktu.
Bu etkileyici çizimi bitirdikten sonra yoğun ama boş bir merakla,
aynaya bakar gibi baktı çizdiklerine. Ona zırhını çıkardığında şöval
yeye ne olduğunu sordum. "İnsanlar gelip ona bakar ... ve havlar," de-
di. "Bu bir rüyaya benziyor," dememle, zırhını çıkaran bir adamla il-
gili rüyasını anlatmaya başlaması bir oldu: "Dost olduğunu sandığı
köpekler gelip onu ısırdı." "Korkutucu," dedim, o da "hayır değil çün-
kü uyandım," cevabını verdi. "Isırmazsan yiyemezsin," dedim, güldü
ve aslan kükremesine benzer sesler çıkardı. "Belki de kaşındığında, o
aç köpekleri kaşıyorsundur," dedim. "Evet, ama artık konuşma," dedi.
Sonra yapacak başka bir şey bulmak istercesine odayı kolaçan etmeye
başladı ve "Uhun var mı?" diye sordu. "Dur bir düşüneyim," dedim.
Birdenbire daha önce onda hiç görmediğim kaprisli ama sevecen bir
hava takınarak "düşüneyim, düşüneyim," diye yarı alaylı bir taklidimi
yapmaya koyuldu. Sonra duraksayıp "Düşünmek ne demek?" dedi.
"Senin için ne demek?" dediğimde inatla "Önce ben sordum!" dedi.
"Ne istediğini hatırlamaya çalışmaktır," dedim. O da hayali bir iktida-
rın tadını tam anlamıyla çıkararak "Ben uçmak istiyorum," dedi. Geri
dönüp bu görüşmeye baktığımda ilginç bir geçiş yaptığımızı düşünü
yorum: Uhu talebinden, beni şaşırtan ve kışkırtan düşünmeyle ilgili
bir soru aracılığıyla uçma isteğine.
111
Korkular
biz d~.' ~ir başkasının bizim yeri~ize d~.r! serpmesi sayesinde kaplan-
ları duşunmek zorunda kalmadıgımızı ogrenıp rahat bir nefes alabili-
riz. Belli ki Hoca'nın kaplanları unutmaya hiç niyeti yoktur. Dan
serpmek onları akılda tutmanın bir yoludur.
Bu öykünün açılımlarını sınırlayarak-yani onu yorumlayarak-sa-
vunmalar olarak adlandırılan, ya da otomatik ve itkisel yönlerini (ço-
ğunlukla bilinçdışı işledikleri gerçeğini) vurgulamak amacıyla savun-
ma mekanizmaları olarak anılan psikanalitik kavrama ışık tutmaya ça-
lışacağım. Ego savunmaları, korku karşısında devreye girerler ve kor-
kuyu düzene sokmayı amaçlarlar; organizmanın uyaran fazlasıyla bo-
ğulmasını engellemeye çalışırlar. Egonun (belki de bilinçdışı düzlem-
de) kaplanların ne olduğunu, neyi temsil ettiğini daha en başından bil-
diğini, korktuğumuz ve başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz her
neyse onu zaten bildiğini varsaymak durumundayız (gerçi filozof
Sartre gibi biz de bu bilgiyi nereden edindiğini bilmek isteyebiliriz).
Dahası egonun (Nasreddin Hoca diyelim) başvurabileceği bazı katı
ahlaki ve estetik kriterlere sahip olduğunu, henüz kendine tam olarak
kaplanın ne olduğunu bilme iznini vermese bile, kaplanın "kötü" ol-
duğunu bilebileceğini varsaymalıyız. (Savunmacı ego, korku sonucu
oluşan, dereyi görmeden paçaları sıvayıcı bir tür ahlaka sahiptir. Yar-
gılamak ve üzerinde çok fazla düşünmek zorunda kalmamak için ön-
yargılar geliştirmiştir.) Bu terimlerle ele alındığında Hoca'nın öyküsü
bize, arzu gibi korkunun da kendi nesnesi hakkında çok az şey ele ver-
diğini söylemektedir. Bir açıklama yapılmaksızın dandan kaplanlara
ulaşmak olanaksızdır. Öz-savunma biçimlerimiz, kendimizi neden
koruduğumuzu ya da neden korktuğumuzu aşikar kılmak zorunda de-
ğildir. Bu yüzden yoruma ihtiyaç duyarız. Hoca'nın açıklaması, açık
lanmaya muhtaçtır. Gerçekten de ilkel savunmalar (Klein'ın yarılma
kavramı gibi) tanımları gereği, korkunun baştan beri nesnesiz oldu.ğu
yanılsamasını yaratırlar. Bu bağlamdan bakılacak olursa, bizim de In-
giltere'deki kaplanlara karşı dan kullanmamız olmayacak iş değildir.
Hoca'nın dansının aksine bazı savunmalar bizi sadece varsayımsal
korku nesnesinden korumakla kalmaz, böyle bir nesnenin var olduğu-
. na ilişkin bilgiden de korur. Peki bastırma, yarılma, yansıtmacı özdeş
leşme, yadsıma gibi savunmalarımızı yapılandırma yollanmı_z, ne?en
korktuğumuz hakkında bizi bilgilendirebilir mi? Akl-ı selım b_ıze,
zırhtan yola çıkarak düşmanı tahmin edebileceğimizi, nesnes~yle
uyumlu olmayan korkunun kendi kendisinin sonunu hazırlayacagını
DEHŞETLER VE UZMANLAR
64
söyler. (Gerçi Auden'in "Kalkan bir silah mıdır?" sorusu işleri bir
miktar kannaşıklaştınnaktadır.) Hoca'nın öyküsü bize korkunun bilgi
ile batıl inanç arasında bir eşik, bir tür geçiş durumu olabileceğini
göstennektedir. Son tahlilde Hoca'nın öyküsü ya kaplanların dandan
korktuğunu ya da ortada kaplan maplan bulunmadığını kanıtlayacak
tır. Bu tür savunmaları bunca etkili kılan tam da şüphenin askıya alı
nışı, belirsizliğin rahatlatıcılığıdır zaten. Hoca kaplan olasılığını, yani
tehlikeli bir macera olasılığını el altında bulundurmakta; savunması
kaplan olasılığını canlı tutmaktadır.
Psikanalitik bakış açısından savunmalarımızı yapılandırma biçim-
lerimiz, korktuğumuz şeyi davet ettiğimiz ya da en azından onunla
ilişkimizi sürdürmeye çalıştığımız izlenimini bırakır. Dan serpmek,
kaplanları düşünmenin yolu olup çıkar (tıpkı mutsuzluğun, yaşamı
mızdaki eksikleri düşünmenin yolu olması gibi). Korkuyu bir arzu
nesnesi olarak kurgulayan, özel bir heyecan türü olarak yeniden ta-
nımlayan psikanaliz, korku nesnesini -korkunun ikametgahını, kap-
lanları- bir paradoksa dönüştürmüştür: Hem ulaşılamaz hem de karşı
konulamaz. Yeni keşfettiği ikiz kardeşi arzu nesnesi gibi, korku nes-
nesini de, ne bulabilir ne de ondan kaçınabiliriz. Aynı nevrozda oldu-
ğu gibi bir şeyi kaçarak kovalamaktayızdır. (Nevrotik daima kaçtığı
yere varır.) Psikanalizin iddia ettiği gibi her korku aslında bir istekse,
korkularımız arzularımızın ipuçlarına dönüşür; iğrenme daima bir ca-
zibeyi gizler. Korku, yoldaşları tiksinti ve utanç gibi ruhsal bir çaba-
nın ürünleri; kendi yaratılanmızdır. Freud'un ortaya çıkardığı gibi
korku, hem yanıbaşımızdaki bir zevkin (ve/veya acının) farkına varıl
masıdır, hem de başlı başına gizli bir zevktir. İnsanlar korkularıyla
övünmüyorlarsa belki de bu onları kaybetmekten korktukları içindir.
Psikanaliz kendi söz dağarcığının kelime oyu~larıyla, korkunun
salt bir refleks ya da doğal bir tepki değil tersine, kendi yarattığımız
bir şey olduğunu gösterebilir bize. Daha da önemlisi korkuyu, ondan
korunma yollarımız sayesinde yarattığımızı gösterir. Aşırı korunmuş
çocuk, dışarıda bu denli korunmasını gerektirecek neler bulunduğunu
merak eder, fanteziler kurar. (Hüsrana uğratma konusunda Ham-
let'ten daha ileri gitmeye çalışan Laertes, eski bir kelime oyununa baş
vurarak "En iyi güvenlik korkuda yatar,"* der.) Başka bir deyişle, psi-
l· ·,, ıhebest security lies in fcar." Burada "lie" fiili hem "yatmak" hem de "yalan söy-
.ıek anlamındadır. (ç.n.)
KORKULAR 65
il
Korku bir tür beklenti, çarpıtılmış bir umutsa, korkudan söz etmek,
geleceğe ilişkin fantezilerimizden ve bu fantezilerle ilişkilerimizden
söz etmek demektir. Korkumuzun hedefi, -kaynağı farazi geçmişi
mizde bile yatsa- gelecek günlerin beraberinde getirebileceği, o çok
yerinde tabirle hoşnutsuzluk (saadetin olumsuzlanması) dediğimiz
duyguyu içeren her neyse odur. Freud, dehşete kök salan insan özne-
sinin savaşa akraba bir ortamda geliştiğini düşünür. Bu göğüs göğüse
bir savaştan ziyade, haraç mezat varılan huzursuz bir ateşkesi andırır.
İnsan yavrusunun ilk korkusunu betimlediği Psikanalizin Temelle-
ri'nde ( 1938) mafya filmlerini andıran bir senaryo kurar:
Çocukluğun ilk döneminde oluşan zayıf ve olgunlaşmamış ego, yaşamın o
dönemine özgü tehlikeleri uzaklaştırma gayretinin yarattığı stres yüzünden ka-
lıcı zarar görür. Çocuklar dış dünyanın tehdit edici tehlikelerinden, ailelerinin
vesveseleri sayesinde korunurlar. Bu güvenliğin bedelini de, dış dünyanın tehli-
keleri karşısında çaresiz bırakılmalarına yol açacak bir sevgi yitimi korkusuyla
öderler.
her anın, kazanılmış her hazzın bir bedeli vardır. Tatminin varlığı,
içinde yarınki yokluğunun dehşetini taşır. Bugünün hediyesi, yarının
olası hırsızlığıdır. Korku yok olma numaralan yapar; yok olanları
kurtarmaya yeltenir. "Çocuklar, dış dünyanın tehdit edici tehlikelerin-
den ebeveynlerinin vesveseleri sayesinde korunur; bu güvenliğin be-
delini, dış dünyanın tehlikeleri karşısında çaresiz bırakılmalarına yol
açacak bir sevgi yitimi korkusuyla öderler." İlk senaryoda -ya da ilk
Freudcu senaryoda- korku, gerçeğin dile gelmesi, geleceği yerle bir
edebilecek bir yokluğun kendini bireye tanıtmasıdır (her intihar, umut
diktatörlüğünden kaçma girişimidir). İnsanı tümüyle etkisi altına al-
mayan (ya da dondurup hareketsiz bırakmayan) her korku, eyleme ge-
çiren itici güç işlevi görür; bireyler yokluk.lan geri getirmek, geleceği
ele geçirmek için her şeyi yaparlar. Talep ederler. Kaybetme olasılı
ğıyla baştan zehirlenmiş aşkı garanti altına almaya çalışırlar. Bu an-
lamda korku, egonun fail olma yanılsamasının, her zaman elinden ka-
yıp gidecek olan hakimiyetinin (Nasreddin Hoca'nın temsil ettiği pa-
radoksal hakimiyetin, kaplanlardan darıyla korunmanın) olanaksızlı
ğının çerçevesi ve temelidir.
Korkuya -öncelikle sevgiyi kaybetme korkusuna- tepkisel yakla-
şan kişi, kendini yoklukları sağaltmaya adamış bir geleceğe ışınlanır.
Tüm bu çabaları, korkusuna içkin yapısal bir gerçek tarafından boşa
çıkarılır: Korku yetersizliğin göstergesidir, neyin eksik olduğuna işa
ret eder. Gündelik sağduyu açısından, sevgiyi yitirme korkusu, sevgi-
yi güvence altına alma projesini devreye sokar. Psikanaliz açısından
sa Freud'un tanımlaması daha paradoksal bir şeye işaret eder: Sevgiyi
yitirme korkusu, tanımı gereği güvence altına alınamayacak bir şeyi
güvence altına alma projesini devreye sokar. Korku, azimli bir inkara
ilham kaynağı olan bir gerçeğin algılanmasıdır. Bu biçimlendirici
Freudcu korkuyla, geleceğin garanti altına alınamayacağını kabulle-
nir, sonra da onu garanti altına almaya soyunuruz. Korku, kaçınılmaz
kaybetme potansiyelini açığa çıkararak çocuğu bir çelişki olarak ar-
zuyla yüz yüze getirir: Boşluğun daima onu dolduracak olanın biçimi-
ne göre belirlendiği, boşlukla doluluk arasındaki o sonsuz gelgit. Kor-
ku, çocuğun projesini yürürlüğe koyan farkındalığın bedelidir. Kor-
ku, kaçınılmaz belirsizliğini zaten algıladığımız gelecekleri yaratma
ilhamı verir. Korktuğumuzda ve belki korkmadığımızda, inanmayı
!!r ~ alamadığımız gelecekler inşa ederiz. Sadece megalomanlar söz
verirler.
KORKULAR 69
Önermekte olduğum gibi, korku, nesnesi gelecek olan ama kuşku
suz ancak geçmişten türetilebilecek bilginin yarattığı zihinsel durum-
dur. İster Rank'ın öne sürdüğü ve Freud'un da kısmen onayladığı gibi
doğuştan gelsin, ister sonraki deneyimlerden türetilmiş olsun, gelece-
ğe dair bu bilginin yitimden ve yoksunluktan dokunmuş bir arka planı
vardır. Freud'un sonradan kaygı kuramına dönüşen yalın korku tanı
mı, epistemolojik bir çatışkının, karşılanmayan talebin verdiği acıyla
deneyimlenen ve tekrarlanan bir çatışkının yaşandığı zihinsel durum-
dur. İlk sevgi yitimi korkusunu yaşadığında çocuğun, geçmişten taşı
dığı epistemolojik bir inanç -varlığın yoklukla gölgelenmiş olduğu
nun kesinliği- ve derin bir kuşkuculuk -varlığın yoklukla gölgelen-
mesinin yarattığı kahredici belirsizlik- arasında denge kurmaya çalış
tığını (ya da iki arada bir derede kaldığını) hayal etmeye çalışmamız
gerekir. Çocuk hem kesinliği hem de belirsizliği "bilir". Yani, çocu-
ğun arzu ya da ihtiyaç deneyimi ona, geleceğin belirli olmadığı para-
doksal bilgisini aşılar. (Bu bağlamda, tekrarlama inancı bir umut etme
biçimidir ve tabii ki çocuklar iş tekrarlamaya gelince son derece tut-
kulu olurlar.) Freud'un "inkar ile kabulleniş arasındaki gelgit" diye ta-
nımladığı durumdaki çocuk şunu söylemeye çalışmaktadır: İstediğim
şey istemeyi olanaksız kılar; bildiğim şey bilmeyi olanaksız kılar. İs
tenilenin elde edilişi, içinde hem geçmişe dair bir deneyim, hem de
geleceğe dair bir olasılık olarak kaybetme korkusunu taşır. İstemenin
bedeli, elde edileni yitirmenin dehşetidir - elde edileni gelecekte de
elde bulunduracağının garantisinin olmayışıdır. Korku içindeyken
bildiğimiz budur.
Korku hallerinde bilinen veya sezilen gelecek, geçmişin olasılık
lar repertuandır. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku
anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir. Bana neden
korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim.
Gelgelelim aynı nedenle, korkudan doğan bilgi geleceğin kapılarını
kapatır. Neden korktuğunu bilmek, daima geçmişte yaşayabilmenin
en iyi yoludur. Darı serpen Hoca gerçekten de kaplanları uzaklaştırı
yor olabilir ama aynı zamanda geleceği de, kaplansız düşünemediği
geleceği de, uzaklaştınyordur. Kaplanlar, geleceğin tahmin edilebilir-
liğini garanti altına alır.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
70
111
is~emsiz ?ir ke~din.i bilme~ir. Freu~·~ g~re bil.inebilecek tek ben, geç-
mış benlıklerdır kı Sartre ın kendını bılmeyı absürd bulmasına yol
açan tam da budur. Sartre'a göre kendini bilmek bir tür kötü niyettir.
Sartre'ın öyküsündeki genç kadın, kocası gittiğinde dışarı çıkacak
olsa başına ne gelir? Neye, kime dönüşür? Sartre için korkunun temel
nedeni bu soruların cevabını bilmiyor, bilemiyor oluşudur. Korkusu,
bilinemez bir geleceğin gerçekleşmesini engeller, o korkusunu bir en-
gel olarak kullanır. Psikanaliz, Freud'un Küçük Hans'ının -o da dışarı
çıkmaya korkanlardandır- korkusunun (ya da psikanalitik terminolo-
jide fobisinin), bilinen bir geleceğin yeniden yaşanmasını engelleme
çabası olduğunu onaylar. Elbette Sartre'a göre tekrarlama kuramının
kendisi bir kötü niyet örneği, elverişli bir mazerettir. Gerçekten de bu
şüpheyle Küçük Hans vakasına baktığımızda, tekrarlamaya inanma-
sak, korkuyu ya da sözde kendini bilmeyi nasıl tanımlayacağımızı
merak edebiliriz. Tekrarlama diye bir şey yoksa, korkuyu neyi açıkla
mak için kullanıyor oluruz? Tekrarlama diye bir şey yoksa -böyle bir
şeyin varlığına inanmaktan vazgeçersek- geriye bilinebilecek bir ben
kalır mı?
iV
Rüyalar
Karanlık ya da kanşık bir içeriği olan her rüyada, gizli kalmak zorunda olan
rüya-düşüncelerine rastlamam gerekir. Gelgelelim eğer başkalanna danışma
dan kendi kendime analizi sürdürürsem (ki, rüya kadar kişisel bir deneyim hiç-
bir biçimde başkalanna ulaşmayı amaçlıyor olamaz), er geç beni şaşırtan, içim-
de var olduğunun farkında olmadığım, bana sadece yabancı değil nahoş da ge-
len düşüncelere varmalı ve dolayısıyla analizde gelişen düşünce zincirinin o
yöndeki amansız basıncına rağmen bu düşünceleri hararetle inkar etmeliyim.
Bu da söz konusu düşüncelerin gerçekten de zihnimde bulunduğunu ... ama
içinde bulundukları kendine özgü psikolojik durum yüzünden bilinçli olarak
farkına varamadığımı varsaymak demektir. .. Böylece rüya-çalışmasının bir
ürünü olan ve farklı kılığa sokmayı yani saklamayı amaçlayan "rüya çarpıtma
sı" kavramına vanyoruz.
il
111
iV
Cinsiyetler
Eğer Freud'un Ego ve fdde öne sürdüğü gibi, kişiliği oluşturan özdeş
leşme, egonun kendini bir zamanlar sevmiş olduğu şeye benzetmesiy-
se, o zaman kişilik dediğimiz şey de taklidin taklidi bir karikatürden
çok farklı değildir. Hepimiz, Platon'un yasaklamak istediği sanatçılar
gibi kopyaların kopyalarını çıkarıyoruz. Gelgelelim Platon'un sanat-
çısının aksine bizim elimizde bir orijinal yok. Tüm yapıp ettiğimiz,
nereden bakarsak bakalım aslında var olmayan birisiyle aramızda
sonsuz bir benzerlikler silsilesi derlemekten ibaret. Freud'un kişilik
nosyonu, Platonik sanat eserinin parodisidir; özdeşleşme yoluyla kişi
lik oluşumu kuramı ise, herhangi biçimde ciddiye alınabilecek bir ki-
şilik kavramının alaya alınması. Ego hep bir yerlere gitmek üzere ta-
kıp takıştırmaktadır (şair Jane Miller, kimlikten "statü pozu" diye söz
eder). Olmak, aslında "gibi olmak" demekse, "gerçek" benliklerden
ve çekirdek toplumsal cinsiyetlerden söz edilemez. Ne de olsa özgün-
lük anlayışımı ancak içinde yaşadığım toplumun özgünlük anlayışın
dan türetebilirim. Bu bağlamda "gerçek benlik" yerine "tercih edilen
benlik"den (ya da benliklerden) söz etmek daha doğru bir ifade olur.
Ben, bilinçli ve bilinçdışı tercihlerimin oyuncusuyum.
Lacan'ın ayna evresi, mimetik gelişim biçimlerinin yarattığı has~
ra tanıklık eder. Mikkel Borch-Jacobsen ve özellikle de Leo Bersanı,
Freud'un özdeşleşme kuramındaki şiddet ve totolojiyi, "gibi olmanı~"
içerdiği karşılıklılığı ve suç ortaklığını ortaya çıkarmışlardır. Bu tehlı
kelere gebe özdeşleşme kavramı, bir dizi tartışmalı konunun oda~
noktasıdır zira bizi öteki insanları ne adına kullandığımızı ve ne denlı
DEHŞETLER VE UZMANLAR
92
öteki olduklarını merak etmeye davet eder. Hatta Freud'un kafa yor-
duğu, nesne ilişkileri ve ilişkisel psikanaliz ekollerininse veri kabul
ettiği bir soruyla yüz yüze bırakır bizi: Başkalarıyla ilişki diye adlan-
dırdığımız şeyi ne anlamda yaşıyoruz? Ve belki de daha önemlisi, iliş
kinin ne olduğuna nasıl karar veriyoruz? Ya da kim bunu karara bağ
layabilecek konumda? Bir ilişki içinde olmadığını nasıl bilebilirsin?
Cinsellik Üzerine Üç Deneme'de Freud, nesnenin içgüdüye sade-
ce "lehimlendiğini ", birincil bağlılığımızın arzunun nesnesine değil,
arzunun kendisine olduğunu ileri sürüyordu. Böylece, birbirimize dü-
şündüğümüz şekillerde bağlanmadığımızı da söylemiş oluyordu. Rü-
yaların Yorumu'nda olduğu gibi bu kitabında da Freud, egonun çokeş
li hareketliliğine göz atmaktaydı. Özellikle de rüyalar, yaşadığımız
hayatlar öyle olmasa bile, ruhsal hayatımızın şaşırtıcı derecede hare-
ketli ve maceraperest olduğunu açık ediyordu (aktif çiftcinsellerin sa-
yısı çok sınırlıdır ama ruhsal açıdan herkes çiftcinseldir). Freud bu tu-
tarsızlığı, deyim yerindeyse birincil süreçlerimiz denli cesur olamadı
ğımız gerçeğini açıklamak, kuramında Faustiyen egoyu temellendire-
bileceği bir yer açmak ve kimi zaman güvenilmez gibi görünse de bu
egonun bağlılıklarını tanımlamak zorundaydı. Egonun kaypak bir
müttefik olduğu çok açıktı, dolayısıyla Freud, egonun sevdiği ve nef-
ret ettiği ötekilere bağlılığını kanıtlar görünen yas kavramına can si-
midi gibi sarıldı. Yas içimizi rahatlatan bir kavramdır çünkü o olmasa
kolayca şüpheye düşeceğimiz bir konuda, ötekilere bağlılığımız ko-
nusunda bizi ikna eder. Yasın koruyucu acısı, psikanalizin bizi sorgu-
lamak zorunda bıraktığı bir şeyi teyit etmektedir: sevdiğimiz ve nefret
ettiğimiz kişilere uzlaşma kabul etmeyecek biçimde kendimizi adarız.
Rüyalarımızın sunduğu kanıtlar ne olursa olsun, sonsuz ikame kabili-
yetimiz yetersiz kalmaktadır. Bu bağlamda yas kavramı, psikanalizin
daha radikal olasılıklarını dengeleyen bir safradır: deyim yerindeyse,
Prometheus'un mıhlandığı kaya.
İlk bakışta, Freud için egonun aşırılıklarını yaratanın da ona had-
dini bildirenin de Oidipus kompleksi olduğunu söylemek daha yerin-
deymiş gibi görünebilir. Gelgelelim Melanie Klein'ın da gösterdiği
gibi, egoyu pekiştiren tam da Oidipus kompleksinin çözülmesine iç-
kin yastır. Birincil nesnelerin ardından yas tutmadığımız sürece, bü-
yülü aile çemberinden kurtulmamız mümkün değildir. Gerçekten de,
bir bakıma K.lein'in çalışmaları sayesinde, yas birçok psikanaliz çeşit
lemesinde gelişmenin temel taşı sayılmıştır. Öyle ki yas kavramı psi-
CİNSiYETLER
93
kanalizde yan-dini bir statü kazanmıştır. Analistler yasa inanı 1
~
E ger h b" 1 r ar.
asta, ır zaman ar Emerson'ın da yaptığı gibi yasın "sığ" oldu-
ğunu öne sürmeye kalkışıyorsa, onun "ilişki kurmaktan aciz" olduğu
na hükmedilir. Adeta tüm ima ettikleriyle birlikte yas tutma kapasite-
si, insan topluluğunu var eden şeyin ta kendisidir. Nasıl ki cezasız bir
dünya hayal edemiyorsak, mahrumiyetin olmadığı bir dünya da hayal
edemiyoruz.
Kuşkusuz, yas tutmak, bağlılıklarımız yüzünden çarptınldığımız
bir ceza gibi gelebilir bazen. Dışardan bakan, o anda kendisi yaslı ya
da üzüntülü olmayan kişi açısından, yasın bir zaman israfını -
zamanın son kertede kaçınılmaz sonucu olan israfı- andırması da
mümkündür. (Sözgelimi yasın evrimsel bir değeri olabilir mi?) Her
yaşamın bol miktarda kayıp içermesi ve kendi ölümümüzün kaçınıl
mazlığı, kaynaklarımızı harekete geçirse bile, kayıp olgusunun inatçı
varlığı ve dile gelmez niteliği yaratıcılığımıza sınır koyar. Maharet,
Oidipus'un yaptığı ve Narkisos'un yapamadığını yapmak, yani kayıp
larımızı kazanca çevirmektir (imkansızlık karşısında yılgınlığa düş
memek mümkündür). Psikanaliz iyi yaşamın, yerlerine tatminkar ika-
meler bulunabileceği garantisi olmaksızın bir şeylerden vazgeçebil-
meye bağlı olduğunu söyler gibidir. Pragmatist, Freud'un Yas ve Me-
lankoli'de sorduğu gibi, acımasız hatta anlamsız gelebilecek bir soru
sormak isteyebilir: Yastan nasıl kazançlı çıkabiliriz? Ya da çabucak
iyileşebilmemiz bile şeytani geliyorsa bize, nasıl oluyor da kazançlı
çıkıyoruz? (Dostoyevski'nin ünlü sözündeki gibi, insan her şeye
uyum sağlayabilen hayvandır.) Kaybı, yaşamın dayanağı olan umuda
nasıl bağlayabiliriz? Kayıp, iyiliğimizi muhafaza etmemizi sağlayabi
lir mi?
Az çok aynı şekilde Judith Butler da, radikal makalesi "Melanko-
lik Toplumsal Cinsiyet I Reddedilen Özdeşleşme"de, toplumsal cinsi-
yeti bir gösteri, bir kendini inşa ve icat etme biçimi sayan şenlikli gö-
rüşüne ağırlık ve ciddiyet kazandırmak için, yas kavramını kullanır.
Bu makalenin en takdire şayan yönü, Butler'ın iddiasını, elemden her
dem vurulduğunda ortaya çıkan o zorba sofuluğa indirgememeyi ba-
şarmasıdır. Yas hepimizi ahlakçı yapıp çıkar. Ancak ve ancak icat
edip sahnelediğimiz sayıda toplumsal kimliğe sahip olabiliriz. Dola-
yısıyla psikanalistler gibi gerçeklik, ruh sağlığı ya da olgu~luk adına
repertuarımızı kısıtlamaya çalışanları tebrik etmeye heveslı olmama-
lıyız. Kaç farklı cinsin var olduğunu biliyor olabiliriz ama kaç farklı
DEHŞETLER VE UZMANLAR
94
toplumsal cinsiyet kimliğine büıiinmeye muktedir olduğumuzu hiçbir
zaman bilemeyeceğiz.
Günümüzde uygulamada olmasa bile kuramda, tüm toplumsal
cinsiyet çeşitlemelerinin çatışkılarla, dolayısıyla sorunlarla dolu oldu-
ğunu söylemek artık bir klişe durumundadır. Butler'ın melankolik öz-
deşleşme göıiişü yani "erkeklik ve kadınlığın, ardından yas tutulamaz
bir aşkın izleri olarak belirdiği, melankolik toplumsal cinsiyet kültü-
ıii" görüşü, toplumsal cinsiyete ilişkin eski bir sorunun yeni bir biçi-
midir. Hiç de uygun olmadığı halde "negatif Oidipus kompleksi" ola-
rak adlandınlan eşcinsel bağlılıklar, neden yaşanırken öyle deneyim-
lenmemiş olsalar bile tiksintiyle betimlenirler? Tutku dolu oldukları
su götürmeyen bu aşklar neden inkar edilmekte, yası tutulamaz hale
getirilmekte, tanınmamakta ve başkalarında göıiildüğünde cezalandı
rılmaktadır? En asgari düzeyde bu yayılmacı kültürel eşcinsel düş
manlığının, hem ruhlar-arası hem de ruh-içi bir hasetten kaynaklandı
ğı gayet açıktır. (Küçümseme, üstlenilmek istenmeyen utançtır.) Na-
sıl ki AIDS öncesi dönemde, kimi heteroseksüeller açıkça eşcinselle
rin rasgele cinsel ilişkide bulunmasını kıskandıysa -"Biz niye ona bu-
na takılamıyoruz?"- günümüz heteroseksüelleri de, kimilerinin hem-
cinsleriyle kurdukları mahremiyetin tadını çıkarıp katmerlendirmele-
rini kıskanmaktadırlar. Gelgelelim Butler'ın öne sürdüğü gibi "erkek-
lik" ve "kadınlık", kısmen inkar edilen yasın yarattığı özdeşleşmeler
yoluyla pekişiyorsa, bu yası kabul ve tasdik eden, üstümüze alınmadı
ğımız ya da ilişiğimizi kestiğimiz toplumsal cinsiyet kimliklerimizin
yasını sonuna kadar tutmamıza olanak tanıyan bir dünyada yaşasay
dık ne olurdu? Adına psikanalitik cemaat dediğimiz o yerde ve daha
geniş cemaatlerde ne değişmeli ki, insanların tüm bastırılmış toplum-
sal cinsiyetlerinin yasını tutabileceği (ya da bunları diriltmeye yelte-
nebileceği) bir toplumsal yapı oluşabilsin? Bu sorular, yası idealize
etmedikleri, düzmece kefaretler olarak kullanmadıkları, bastırmanın
ya da belirsizliğin ıstırabının suni bir tedavisine dönüştürmedikleri
sürece ilgiye değer sorulardır. Kararlı bir heteroseksüel erkek But-
ler'ın dediği gibi "çifte bir inkarın etkisi altına girebilir: hem hiç sev-
memiştir, hem de hiç kaybetmemiştir". Öyleyse söz konusu hetero-
seksüel durumundan görece memnun olduğunu iddia etse bile psika-
nalitik projenin bu inkarı çözümlemesi ya da çözülüşünün olanakları
nı hazırlaması mı gerekmektedir? Butler'ın savının son derece makul
mw .• gı bizi, çok şey söyleyen klinik bir açmazla yüz yüze bırakır.
CİNSİYETLER
95
Son tahlilde hasta için neyin sorun olduğuna kim karar verecektir? Ve
bu kararın kriterleri nelerdir? Varsayımsal heteroseksüellik en az tüm
diğer varsayımsal konumlar kadar önemli bir "sorun"dur (ne de olsa
tüm semptomlar yüklü ikna olma halleridir). Tüm toplumsal cinsiyet
kimliklerine içkin bedeli ve yoksunluğu hatırda tutmakta yarar vardır.
Bu çaresizlik önlemlerini zorunlu kılan dehşetler de cabası. Butler,
"özdeşleşmenin arzunun zıddı olmasını ya da arzunun reddedilmeyle
beslenmesini gerektiren hiçbir zorunlu neden yoktur," diyor. Ancak,
belli bir tür psikanalitik mantığın zorunlu kıldığı bir neden elbet var-
dır. Freud'a göre sahip olamadığımız şeye dönüşürüz ve kendimizde
reddetmek zorunda kaldığımız şeyleri arzularız (ve cezalandırırız).
Peki bu seçimler niye? Niye her ikisini birden hatta bir üçüncü şeyi de
yapamıyoruz? Ve neden özellikle bu seçeneklerle karşı karşıyayız?
Bunlar Judith Butler'ın Gender Trouble (Toplumsal Cinsiyet Der-
di) kitabında tartışmaya açılan konulardır. Toplumsal cinsiyet kimlik-
lerinin özde performatif ve kurgulanmış doğası, repertuarımıza getiri-
len her türlü kısıtlamayı yapmacık ve gereksiz derecede baskıcı kıl
maktadır. Gelgelelim nasıl ki her performans başka bir alandaki bir
ketlenmenin sonucunda oluşuyorsa, performans ne denli çekici olursa
olsun, hiçbir kimlik de eşliğinde bir acı olmadan gelmez. Eğer perfor-
mans fikri, kimliği serbest bırakıp (bazen gönüllü) imkan durumları
na açılmasını sağlıyorsa, yas da aynı kimlikleri, tekrarları ve israfla-
rıyla -görünürde seçeneklerimizi kısıtlayan bu parametrelerle- birlik-
te bilinçdışı tarihlerine geri yollar. Yas ve performans -ve yas duygu-
muzu oluşturan performanslar- işe yarar bir çift oluştururlar. Perfor-
mans fikri olmadan, yas sözcüğün düz anlamına indirgenir; hakikatin
ta kendisi olup çıkar: En derin edimimiz olarak belirir. Yas fikri olma-
dan performans ise aşırı bir talebe dönüşür: bilinçdışı yokmuş gibi ya-
palım, sonra da ne istersek onun gibi yapalım. "Bütün içtenliğimle
inanıyorum ki," der Valery, "eğer bir insan kendisininkinin yanı sıra
birçok hayat daha yaşayamasaydı, kendi hayatını da yaşayamazdı."
Valery'nin bu ironik içtenliği -hayatlarının hangisinin içinden konu-
şuyordur ki?- bizi bir tür ruhsal zorunluluk olarak benlik versiyonla-
rımızın sayısını artırmaya çağırır, böyle yapmamanın kaybına daya-
namayacakmışız gibi. Ama bir analist hastasında kaç hayat fark ede-
bilir, ya da ondan kaç hayat talep edebilir; çok kolaylıkla bir talep ha-
line dönüşebilen bu fark etmenin sınırlan nedir? Benlik olanakları re-
pertuarı ancak kültürden gelebilir, ama gene de olabilecek kimliklerin
DEHŞETLER VE UZMANLAR
96
deyim yerindeyse gen havuzu, durmadan mutasyona uğrar, durmadan
bir şeyler eklenir. Psikanalitik durum potansiyel olarak yeni benlik-
lerden söz etmeye elverişli bir yer gibi görünür. Gelgelelim analist,
kendisindeki ve hastasındaki yeni bir benliği, bir dirençten (ya da so-
rundan) nasıl ayırabilir? Hele bu yeni benlik çoğu kez numara ya da
korku kılığında ortaya çıkıyorken.
il
söz konusu değilse de, mesleğiyle ilgili konuşurken kullandığı dil, bir
özgünlük jargonundan başka bir şey değildir (bütünlük, dürüstlük, gü-
ven, hakikat, benlik, içgüdü, vs.). Performansın dilini klinik açıdan
kaypak bulup bir kenara atmak kolaydır kolay olmasına ama bu da
analizin teatral yönüne kör kalmak demektir (psikanalizde tek fark iz-
leyicinin görünmez olmasıdır). Özdeşleşme kavramı, performatif ola-
nı analitik çerçeveye yeniden yerleştirir; daha şaşırtıcı olanıysa, kim-
liklerimizi yaratma sürecinin içkin bir parçası olan teatralliğin ince
ayarını yapmak için yasadan faydalanmamız, kendimizi kayıpları
mızdan inşa etmemizdir (cinsel ilişki kurma kapasitemiz). Neyse ki
yazarlar da psikanalize meraklılar; ne de olsa yazarlar, psikanalistle-
rin aksine, klinik uygulamanın hipnotize edici etkisiyle sınırlandırıl
madan düşünce üretmekte serbesttirler. Müzisyenler, sporcular veya
analistler gibi iyi performansçılar, yaptıkları iş hakkında konuşmayı
beceremezler, kısmen işi yapan onlar olduğu için. Bir işi gerçekten
yapmak kadar sınırlayıcı bir şey yoktur.
Dahası bir işi yapmak, tıpkı bir yaşamı yaşamak gibi, sadece iki
cinsin bulunduğunu şu ya da bu şekilde kabul etmeyi gerektirir. Oysa
tek başına bu gerçek, olası toplumsal cinsiyet repertuarı hakkında hiç-
bir şey söylemez. Judith Butler'ın savının mantığı, Freud'da bulduğu
türden yol gösterici tutarsızlık, bir imkan duygusunu analitik uygula-
maya yeniden kazandırmaktadır. Yine de Butler'ın şeffaflığı başka tür
bir düşünceyi de kışkırtıyor. Kimi zaman sadece iki cinsin var olması
na yazıklanmamak elde değildir. Her şeyden önce de bu cinsiyet far-
kını çoğu işimizi görmemizi sağlayacak bir paradigmaya dönüştürdü
ğümüz için (kuşkusuz cinsler arasındaki fark, diyelim canlı bir beden
ile ölü bir beden arasındaki farktan hem daha heycan verici hem de
daha dile gelirdir). Hiç var olmamış, dolayısıyla da yasını tutamaya-
cağımız bu üçüncü cinsin kaybı bir tür entelektüel melankoli yaratır.
Bu üçüncü cins, çiftin büyüsünü (ya da mantığını) bozabilen, çocu-
ğun kendisine ilişkin belirleyici ve bastırılmış fantezilerinden biridir
(ilksel sahneye bulunan bu büyülü çözüm ile sentez ve kefaret fantezi-
leri arasında bir ilişki olduğu açıktır). Ne de olsa Freud'un "birincil sü-
reç" dediği şey, karşılıklı dışlamanın silinmesi ve mantığı reddeden
mantıktan başka bir şey değildir. Üylc görülüyor ki bu tılr hir cürncrt-
lik (ya da radikallik) ikincil sOrcç hcnliklcrinıizc türnüyk yabancıdır.
DEHŞETLER YE UZMANLAR
98
111
* Orta Grup'tan söz ederken özellikle Winnicott, Khan, Milner, Ry.crof~ ve ~~in~ gibi
İngiliz psikanalistlerini kastediyorum. Christopher Hill'in 17. yüzy~lı dıyebılecegı~ız şey
-yani, 1640'1arın o esinli Muhalifleri- ile İngiliz psikanalizindekı Orta ya da Bagımsız
Grup arasında gizli bir bağlantı vardır.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
100
müzde farklılığa bağımlı hale gelmiş olmamızın nedenlerinden biri
de, farklılığın rekabete olanak tanımasıdır ve rekabet utancın ilacıdır.
iV
düşüncelerini kontrol edemeyiz - bu, şer kılığına ginniş bir hayır olsa
bile. Psikanaliz, yorumları nasıl kontrol altında tutmaya çalıştığımızı
ve bunu başaramadığımızda nasıl bir riske atıldığımızı gösterebilir bi-
ze. Başkaları için bir nesne olabilmek, dehşet olduğu kadar özgürlük
de içerir.
v
(Ah bu metafor enflasyonu! Kendim hariç her şeye
benziyorum.)
John Banville, Athena
Zihinler
il
ayının yapar:
"Zihinsel" ve "fiziksel" sözcüklerini zıt anlamlı kabul etmeye alışkınız ve
!!ündelik yaşamda bu zıtlığı sorgulamayız. Gelgelelim bu kavramlann bilimsel
bir tartışmada zıt anlamlı sunul malan bambaşka bir meseledir.
tık bakışta, hakikat arayışına çıkılırken bir yandan zihin ile bedene
yer değiştirtip, diğer yandan da gündelik konuşmanın yerine bilimsel
tartışmanın geçiriliyor olması, bir paradoks gibi görünüyor. Bilimsel
bir bakış açısından, diye yazar Winnicott, "psiko-somatik varoluşun
ilk anından itibaren gelişim başlar", yani beden, bir psike ve bir so-
ma'dan müteşekkildir. Burada somayı biyolojik bir varlık, et ve ke-
mikten müteşekkil bir organizma olarak, psikeyi ise "somatik parça-
lar, duyumlar ve işlevlerin aynntılı bir tahayyüllü" olarak almamız
gerekmektedir. (Winnicott'ın "soma" kavramını tanımlamamayı seç-
mesinin tesadüfi olmadığına inanıyorum.) Eğer ilk gelişim süreci "tat-
min edici" yaşanmışsa, "zihin, bireyin şeyler şemasında ayn bir varlık
olarak yer almaz". Winnicott'a göre zihin, "sahte bir varlık ve sahte bir
ikametgiihtır". Kuşkusuz "sahte varlık" nosyonu açıklanmaya muhtaç-
tır. Winnicott devamla, iyi zihnin kendi kendine yeterlilik adına çev-
resel eksiklikler hakkında bir anlayış geliştirerek, anneyle ilişkinin ve
anne ihtiyacının süregitmesini sağlayan bir benlik parçası olduğunu
söyler. Kötü zihin, yani Corrigan ile Gordon'ın "zihin-nesne" adını
verdikleri "sahte varlık", çevresel sınır ihlallerinin yarattığı travmaya
tepki olarak oluşur ve hem ihtiyacı hem de nesneyi yok etmeye soyu-
nur. Yani, yeterli anne bakımı, (Winnicott'ın bu terimlere yüklediği
özel anlamda) sayesinde zihin aşın bir meşguliyet değil, kişinin ruh-
sal yaşamının sıradan bir katılımcısı olur- her an "gidici" bir annenin
ikamesi değil, kişinin veri olarak kabul edebileceği bir annenin deva-
mıdır. Bu nedenle Winnicott'ın bakış açısına göre, Descartes'ın k.endi-
ni "düşünen varlık" olarak tanımlaması semptomatiktir, gelişimsel bir
eksikliğin betimlenmesidir. Özde insani olanın tanımı hatta ikametga-
hı olmak şöyle dursun, zihin psikosomatik gelişimdeki bir çarpıklık
tır. Descartes ile Winnicott'ın kullandıkları özel dil, şu pek nadide "bi-
limsel tartışma" bir yana bırakılırsa, burada söz konusu edilen, en iyi
ihtimalle insanın ne olduğuna ilişkin inançlarımızdır.
Descartes'ın anlatıcısı kendinden "ancak düşünen varlık olarak
gerçekten ve LLimüyle var olan bir şey" olarak söz eder. Winnicott ise
ruhsal ölümden kaçmak için zihinlerini sömürmek zorunda kalan ço-
cul<lara ve "bu biçimde gelişen bireye, her şeyin gerçekdışı geldiğin-
ZİHİNLER ııı
111
iV
ve Ferenczi, S., Tlıe Correspoııdeııce, cilt 1, yay. Eva Brabant, Ernst Fal-
--zeder, Patrizia Giampieri-Deutsch, Cambridge, Harvard University Press,
1993.
Gellner, E., Reason and Culture, Oxford, Blackwell, 1994.
Goux, J.-1., Oedipus, Plıilosoplıer, çev. Catherine Porter, Stanford, Stanford
University Press, 1993.
Hill, C., Tlıe World Turned Upside Down, Londra, Penguin, 1975.
__ Tlıe Experience of Defeat, Londra, Faber, 1984.
Jabes, E., A Foreigner Carrying in tize Crook of his Arma Tiny Book, çev. Ro-
semary Waldrop, Hanover, Wesleyan University Press, 1993.
Jones, E., "A Valedictory Address", lntemational Journal of Psyclıoanalysis,
xxvn. 1946: ı ı -ı 2.
__ Papers on Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth Press, 1948.
__ Sigmund Freud, life and Work, Londra, Hogarth Press, 1953.
Kafka, F., Parables and Paradoxes, New York, Schocken, 1961.
Khan, M. M. R., Tize Privacy of tize Self, Londra, Hogarth Press, 1974.
Lacan,J., Ecrits, Londra, Tavistock, 1977.
__ Tlıe Four Fundamental Concepts of Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth
Press, 1977.
Lentricchia, F., Modernist Quartet, Cambridge, CUP, 1994.
Miller, J., Tlıe Suppressed Madness of Sane Men, Londra, Penguin, 1979.
Pontalis, 1. B., Frontiers in Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth Press, 1981.
Putnam, H., Pragmatism, Oxford, Blackwell, 1995.
Rickman, J., Selected Contributions to Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth Press,
1957.
Sartre, J.-P., Tlıe Transcendence of the Ego, çev. Forrest Williams and Robert
Kirkpatrick, New York, Farrar, Straus and Giroux, 1975.
Seidel, F., My Tokyo, New York, Farrar, Straus and Giroux, 1993.
Shah, 1., The Exploits of the lncomparable Mulla Nasrudin, Londra, Pan, 1975.
Skinner, Q., "Moral Ambiguity and the Renaissance Art of Eloquence", Essays
in Criticism, cilt XLIV, sayı 4, Ekim 1994.
V alery, P., alıntılayan Step hen Dunn, Walking light, New York, Norton, 1993.
Winnicott, D. W., The Child, The Family and the Outside World, Londra, Pen-
guin, 1964.
__ Througlı Paediatrics to Psychoanalysis, Londra, Hogarth Press, 1975.
__ Human Nature, Londra, Free Association Books, 1988.
Wittgenstein, L., On Certainty, Oxford, Blackwell, 1968.
__ Plıilosoplıical lnvestigations, Oxford, Blackwell, 1953.
Wordsworth, W., The Prelude, yay. J. C. Maxwell, Londra, Penguin, 1972.
METiS / ÖTEKiNi DiNLEMEK
Slgmund Freud
NARSIZM ÜZERiNE ve SCHREBER VAKASI
(Tek ciltte)
D.W. Wlnnlcott
OYUN VE GERÇEKLiK
Helnz Kohut
KENDILIGIN ÇÖZÜMLENMESi
Helnz Kohut
KENDILIGIN YENiDEN YAPILANMASI
Slgmund Freud
UYGARLIGIN HUZURSUZLUGU
Melanle Klein
HASET VE ŞÜKRAN
Otto Kernberg
SAPIKLIKLARDA VE KiŞiLiK BOZUKLUKLARINDA
SALDIRGANLIK
Otto Kernberg
SINIRDA DURUMLAR VE PATOLOJiK NARSiSiZM
Sigmund Freud
HAZ iLKESiNiN ÖTESiNDE ve BEN VE ID
(Tek ciltte)
Anna Freud
ÇOCUKLUKTA NORMALLiK VE PATOLOJi
Edith Jacobson
KENDiLiK VE NESNE DÜNYASI
METiS I ÔTEKINI DiNLEMEK
D.W. Wlnnlcott
OYUN VE GERÇEKLiK