You are on page 1of 122

ADA1'1 P H I L L I PS

DEHŞETLER
VE UZMANLAR

J
)i:jl;''"'r;f Wliiiillil
~ ... ...,

~
metis
Aİ:l~;P..h\lli~s
·· . ., · ·. . . .' :.'.-'f\ :·· ·_:·
• • .• '... ... '
, •• 1 , .....

DEHŞETLER VEpz:MA!NLAR.:_:, .... ~ '..: .. .


; .-.~·-~.·-·. ,:~~. ~~ .. :.'.\ .' ::~;-~
Adam Phillips, Lonc{ra'daki Wolverton Gardens Ço-
cuk ve Aile Danışma Merkezi'nde (eski Charing·c:ros§ · ... ::·· "
Hastanesi) Çocuk Psikoterapisi Bölüm BaŞk:i.nı' ôlarak' "
çalışmıştır. Psikanalizin yanı sıra edebiyat ve yayıncı-
lıkla da ilgilenen Phillips'in yapıtları arasında Winni-
cott (1988), On Kissing, Tickling and Being Bored
(1993; Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine, Ay-
rıntı, 1996), On Flirtation (1994; Flört Üzerine, Ay-
rıntı, 1997), Monogamy (1996; Tekeşlilik, Metis,
1997) adlı kitapları sayabiliriz.
Metis Yayınlan
İpek Sokak 9, 80060 Beyoğlu, İstanbul

DEHŞETLER VE UZMANLAR
Adam Phillips
İngilizce Basım: Terrors and Experts
Faber and Faber, 1995
©Adam Phillips, 1995
©Metis Yayınları, 1997

Birinci Basım: Kasım 1998

Yayına Hazırlayanlar:
Bülent Somay, Orhan Koçak

Kapak Resmi: Selçuk Demirel


Kapak Tasanmı: Semih Sökmen
Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Sedat Ateş

Kapak ve İç Baskı: Yaylacık Matbaacılık Ltd.


Cilt: Sistem Mücellithanesi

ISBN 975-342-215-6
,·. ·:

ADAM PHILLIPS ~ l; "· .. :. "!

DEHŞETLER' "~.~
VE UZMANLAR \_
Çeviren:
TUNA ERDEM

METİS YAYINLARI
içindekiler

Teşekkür 9

ônsöz 11

Dehşetler ve Uzmanlar: Giriş 18

1. Otoriteler 34

2. Semptomlar 49

3. Korkular 62

4. Rüyalar 79

5. Cinsiyetler 91

6. Zihinler 106

Kaynakça 117
Mia Rose için
Kimileri belki de şaşalar ve haykırır: "Bu ani değişiklik
de nereden çıktı?" Buna verecek tek cevabım vardır:
"Ben beşikte değiştirilmişim zaten." Bence bu dolu do-
lu bir cevaptır.
Andrew Marvell,
The King 's Speec/ı (Kralın Nutku)

Aklı başında hiç kimsenin uzay yolculuğuna çıkmak is-


temeyeceğini kabul etmeye hazırım. Ne de olsa herse-
yahat teklifi karşısında insan, daha öteye mi yoksa daha
kötüye mi gittiğini bilmek ister. Kendi oğlum bile on
iki yaşlarındayken ve akranlarının tümü gibi uzay yol-
culuğuna meraklıyken, bir keçinin doğum yaptığını
görmüş ve şunı,ı diyecek kadar etkilenmişti: "Bu uzay
yolculuğundan daha iyi." Gerçekten de bu, tümüyle ya
da metafizik olarak uzay yolculuğundan daha iyidir,
çünkü hiçbir yerden buraya yolculuk etmektir.
William Empson,
Donne ıhe Space Man (Uzayadamı Donne)

Kaçınız kendi kendinizi rezil etme biçimlerinizin liste-


sini çıkardı, bilemiyorum.
J. L. Austin, A P/eafor Excııses
(Bahaneler için Ricaname)

lnsandışı varlıklar rollerini dayatmamalıdırlar.


Veronica Forrest-Thomson,
Not Pastoral Enouglı (Yeterince Pastoral Değil)
Teşekkür

Bu kitabın bölümlerinin farklı versiyonları daha önce Landon Review


of Books, Raritan, Psychodynamic Counselling, /sland Review (Tas-
manya), Belçika Psikanaliz Cemiyeti Yıllığı ve Psychoanalytic Dia-
logues'da yayımlandı. 6. Bölüm'ün farklı bir versiyonu The Mind Ob-
ject (Nesne-Zihin) derlemesinde (Corrigan ve Gordon, New Jersey,
Aronson, 1995) yer aldı.
Bir kez daha, özellikle Landon Review of Books'tan Mary-Kay
Wilmers'e ve Raritan'dan Dick Poirier ve Suzanne Hyman'a teşekkür
borçluyum. Bu dergiler ve yayıncıları, benim yazdığım tür şeyleri
olanaklı kılıyorlar.
Bu kitabın bölümlerinde yer alan klinik çalışmalar, Alex Coren,
Glenda Fredman, Paul van Heeswyk, Morian Roberts ve Peter Wil-
son ile yaptığım konuşmalardan kaynaklanıyor. Jacqueline Rose, ki-
tabı yazmayı daha zevkli bir iş haline getirdi. Hugh Haughton her za-
manki gibi vazgeçilmez bir okuyucuydu. Lawrence Jacobsen, Debbie
Waxenberg ve John Forrester ile yaptığım konuşmalar bu kitaba onla-
rın sandığından çok daha fazla şey kattı.
Ön söz

iris Murdoch, herhangi bir filozofun çalışmalarını anlayabilmemiz


için kendimize onun neden korktuğunu sormamız gerektiğini söyle-
mişti. Bir psikanalistin gerek pratisyen gerek yazar olarak çalışmala­
rını anlayabilmek için kendimize onun neyi sevdiğini sormamız gere-
kir. Çünkü psikanaliz, ayrı tutmayı tercih ettiğimiz ama Freud'un ay-
rıştırılamaz olduğunu keşfettiği iki kavramla, aşkla ve kabul edilemez
olanla ilgilenir. Eğer sahte bir görkem bahşetmeden psikanalizden bir
skandalmişçesine söz etmek mümkünse, bunun en basit yolu, Fre-
ud'un aşkın, dışlaması gereken her şeyle sinsice akraba olduğunu keş­
fettiğini söylemektir. Başka türlü söylemek gerekirse -ki edebiyatın
büyük kısmı bu başka türlü söyleyişlerdir- aşkın uzmanı yoktur. Ve
aşk başka pek çok şeyin yanı sıra, dehşettir.
Freud'a göre ilk aşklarımız hem yasaklayıcı hem de yasaktır. Ebe-
veynlerimiz (ya da bize bakan kişiler) bizi açlık, soğuk, terk edilme-
nin yıkımları gibi çocukluğun olağan felaketlerinden korumalı ve aynı
zamanda onlara karşı beslediğimiz cinsel arzuyu sınırlandırmalıdır.
Oidipus kompleksinin mantığı gereğince hayatta kalmayı başaran ki-
şi, hüsran yoluyla bir aşığa dönüşecektir. Dünyanın haşinliği ile içgü-
dülerinin acilliği arasında sıkışıp kalan çocuk, doğduğu andan itibaren
dehşete kapılmaya hazırdır. Psikanaliz, insan olmanın başa çıkılamaz
bir yönü bulunduğunu ve insanı insan yapanın tam da bu olduğunu id-
dia eder. Bebeğin öfkesi, çocuğun huysuzlukları ya da fobileri, yeni-
yetme mahcubiyetinin paniği: Şeytani olan her şey, yabancı anlamla-
rın ruhumuzu ele geçirişi, evde başlar. Korku daima akrabamızdır.
Çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğren­
mek zorundadır. (Bu sırayı takip etmek şarttır.) Ancak psikanalitik
bakış açısından arzu ile yasak, cinsellik ile ele geçirilemez arasında
kaçınılmaz bir yakınlık vardır. Haz, kendi kendinin cezasıdır. Psika-
12 DEHŞETLER VE UZMANLAR

naliz, kendi kendimize fazla geldiğimiz öyküsüyle başlar. Yani bir


anlamda duygularımızın aşırılığından, arzunun olanaksızlığından
dehşete düşeriz. Ve bizi uzmanların kucağına iten de hep dehşet ol-
muştur. Philip Larkin'in "Days" (Günler) şiirinde yazdığı gibi dehşet,
"Papazla doktoru getirir/ uzun paltolarıyla/ tarlaları aşarak". Tıp ve
din gibi psikanaliz de paniği anlama dönüştürür. Korkuyu ilginçleşti­
rerek dayanılabilir hale getirir. Dahası bunu en sıradan yöntemle, ko-
nuşma yoluyla yapar. Freud'un hala yeniliğinden bir şey yitirmemiş
olan bu tedavisi, "başkaları bunun için vardır, fark yaratmak için," de-
mektedir. Konuşmak, olaylara başka türlü bakmamızı sağlar. Başka
bir deyişle Freud, temel bir soruyu hiçbir zaman gözden kaçırmamış­
tır: İnsanlar ne işe yarar? Dolayısıyla, psikanalistte insanın ihtiyaç du-
yabileceği ya da kullanabileceği ne vardır? Uzmanlarla ilişkimiz, ihti-
yaç duyma biçimimizin tablosudur. İnsanlar uzmanlara başvurup on-
lara inandıklarında ne yapmakta, neye kalkışmaktadırlar? Ya da daha
önemlisi insanlar, kavramın tüm çapraşık tarihini yüklenerek kendile-
rini bir uzman olarak görmeye başladıklarında ne yapmakta, neye kal-
kışmaktadırlar? Oxford İngilizce Sözlüğü "uzman"ın iki anlamı oldu-
ğunu söyler. Hem "denenmiş, deneyimle kendini kanıtlamış ... otorite,
mütehassıs," demektir hem de "ilişkisi olmayan, ... dan mahrum, ... dan
özgür". Freud bu tür çift anlamlı kelimelerin bizim için ne işler başar­
dığını göstermiştir.
Bu kitap psikanalistlerin ne (veya neyin) uzmanı oldukları sorusu-
nu ele alıyor. Çocukluk uzmanı mı, cinsellik uzmanı mı, aşk, gelişme,
rüya, sanat, bilinçdışı ya da mutsuzluk uzmanı mı, nasıl yaşanmalı ve
kim olunmalı uzmanı mı? Ayrıca Freud'un bilinçdışı kavramının, uz-
manlık kavramına, psikanaliz dahil herhangi bir konuda yetkin ve ye-
terli olma fikrine neler yaptığını irdeliyor. Freud, bilinçdışını ve rüya-
çalışmasını tanımlayarak, uzmana -her konudaki uzmana- yeni bir
tartışma alanı, yeni bir iş ortağı ve tabii ki yeni bir dehşet kaynağı sun-
du. Eğer Freud'un öne sürdüğü gibi kendi evimizin efendisi değilsek,
kerıdimiz için ne tür taleplerde bulunabiliriz? Ne yaptığımızı nasıl bi-
ıebiliriz? Psikanalitik bakış açısından insan, sadece söz veren bir hay-
van değil, aynı zamanda sözlerini tutmamaktan kendini alıkoyama­
yan hayvandır da.
Günümüzde, çocuk yetiştirmek başta olmak üzere, yas tutmaktan
aşık olmaya kadar her şey gitgide bir uzmanlık alanına dönüşüyorsa,
eğer uzmanlık çağında yaşıyorsak, o zaman psikanaliz, bu otorite ara-
ÖN SÖZ 13

yışı projesine topyek~n bir ~leşti~ sunabilir. Uzmanlık adını verdiği­


miz şeye aslında neym tabı oldugunu ayrıştınnamıza ve elbette uz-
manlığın alternatiflerinin ne olabileceğini gönnemize yardım edebi-
lir. (Eğer şiir formlarını öğrenip şiir okumak kişiyi şair yapmaya yet-
miyorsa, ne yetebilir? Bir kalp uzmanına duyduğum ihtiyaç ile bir fi-
lozofa duyduğum ihtiyaç aynı değildir.) Bu kitapta psikanalist, başka
şeylerin yanı sıra uzmanlığın ironilerinin simgesi, yetkinlik bulmaca-
larının timsalidir. Psikanalizin de gösterebileceği gibi, hayran oluna-
cak ya da gıpta edilecek bir beceriye sahip olmakla insanlara hükmet-
me isteği arasında işlevsel bir fark vardır. Bütün kültürlerde yetenek
bir silah olarak algılanmaz. Bir şeyleri yapmanın alışılmamış yollan,
şüpheleri dağıtmak için sadece üstünlük iddiasını gerekli kılar.
"Bir uzmanlar sınıfı," der filozof John Dewey, "her zaman kamu
çıkarlarından öylesine yalıtılmıştır ki, özel bilgiyle donatılmış bir sı­
nıfa dönüşür. Bu da, toplumsal konular söz konusu olduğunda bilgi
bile sayılamaz." Psikanalitik bakış açısından, özel bilgi diye bir şey
yoktur; sadece gizlenmiş bilgi vardır. (Batıni psikanaliz terimlerde
çelişkiden başka bir şey değildir.) Psikanalistin bildiği tek bir şey var-
sa, o da kimi özel hayat biçimlerinin yol açtığı acıdır. Nitekim semp-
tomlar özel bilgi biçimleri, özel ilgi alanlarının ifadesidirler. Psikana-
liz, hem özeli sosyale dönüştürebilir, hem de anti-sosyali yorumlana-
bilir hale getirebilir. Aynı zamanda özel kavramını neye karşı korun-
mak için kullandığımızı merak etmemizi sağlayabilir.
Bu kitabın her bir bölümünün farklı bir perspektiften ortaya koy-
maya çalıştığı gibi psikanaliz, yetkinlik çeşitlemelerimizi ve profes-
yonel kimlik nosyonlarımızı radikal biçimde ters yüz eder. (Rüyalar
hiç profesyonel değildirler.) Ve kuşkusuz aktarımı çözümlemek, insa-
nın inanma ihtiyacını, uzmanlara özlemini çözümlemektir. Düşen ko-
şucuları ya da komik bulmadığımız komedyenleri kutlamayız. Batı
demokrasilerinde politikacılar, tereddüt etme kapasiteleri, çelişkili
görüşleri bir arada barındırma hevesleri, fikir değiştinne kabiliyetleri
ya da rakiplerinin bakış açısını destekleme heyecanları yüzünden se-
çilmezler. Psikanaliz bize bu durumun farkına vannamızı ve neden
böyle olduğunu merak etmemizi sağlayacak dili sunar, dolayısıyla
"Bir analisti iyi analist yapan nedir?" sorusunu sonnamıza olanak ya-
ratır. Freud'un hem dalaşıp hem de yeşerttiği uzmanlık mitinin bir
parçası da, kabul gören ya da geçerli eğitimi alan kişilerin, eğitildikle­
ri alandan daha geniş bir alanda söz sahibi oldukları inancıdır. (Bir şe-
14 DEHŞETLER VE UZMANLAR

vi kitabına uygun yapmak, farklı biçimde yapmamanın yoludur.) Bir


kulübe üye olmak, kişinin iyiliği ya da kurnazlığı hakkında hiçbir bil-
!!i vermez. Psikanalistlerin Freud'a, kuramlanna ve eğitim kurumları­
~a yönelik aktarımları ket vurucu olmuştur ve artık Freud öncesi te-
rimlerle söylemek gerekirse bir şaka olmaktan çıkmıştır. (İronik oldu-
ğunu iddia etmek, haksızlık olur.) Psikanalistler kendilerini ve profes-
yonelliklerini çok fazla ciddiye almaktadırlar, oysa kendi kuramları­
nın onları şüphelenmeye itmesi gerekirdi. Owen Chadwick, Kardinal
Newman hakkında şöyle yazar: "Makamı kabulünde tevazusundan
hiçbir şey yitirmedi." Kimseye makam kazandırmayan bilinçdışı, te-
vazuun sürekli (ve dünyevi) bir anımsatıcısı olmalıdır.
Bence her kim bir ücret karşılığında, insanlarla nasıl yaşamak iste-
dikleri üzerine konuşurken Freud'un aktarım, bilinçdışı ve rüya-
çalışması kavramlannı kullanıyorsa, ona psikanalist denir. Psikanaliz
eğitiminin varlığı -ki psikanalizin ilk ortaya çıktığı ve en yaratıcı ol-
duğu dönemde böyle bir eğitim yoktu- ve psikanalistlerin örgütlenme
yöntemleri, "Psikanaliz nedir?" ya da daha doğrusu "Psikanaliz neye
benzer?" sorusunu gündeme getirir. Tıbba mı, müziğe mi, dostluğa
mı, kabule mi, meteorolojiye mi, ebeveynliğe mi, tahmin yürütmeye
mi? Ve elbette "Öğrenmek ne demektir?" sorusunu da gündeme geti-
rir. Psikanaliz, bütün bu soruları geleneklerin bugüne kadar izin ver-
diğinden daha ilginç, daha eğlenceli hale getirebilir. Örneğin bir psi-
kanalist, ne yaptığını bilmemeyi ve yine de yapmaya devam etmeyi
öğrenmek zorundadır.
Buna rağmen psikanaliz, Wordsworth'ün The Prelude (Prelüd) ad-
lı yapıtındaki ünlü pasajında "iktidar kaybıyla satın alınan bilgi" diye
adlandırdığı şeyin paradigmasına dönüşme riskini de içinde taşır ve
kuşkusuz buradaki kullanımıyla iktidar, baskıdan ziyade ilhama akra-
badır. Hepimizin bildiği gibi psikanaliz, son derece pahalı bir bilgidir.
Her anlamda büyük bir maliyeti bulunduğundan kendi seçkinciliğini
besler. Ve seçkincilik ile bir zamanlar ruh sağlığı adı verilen, oysa iyi
yaşamak denmesi gereken kavramlar birbirlerini tamamen dışlarlar.
i'sikanalistlerin, Freud'un sözde "yeni bilim"inin ilk yıllarında,
prestijli tıp bilimiyle müttefik olma çabalarıyla başlayan seçkincilik-
lerinin, asimilasyon kaygısına karşı bir tepki olduğunu düşünüyorum.
Başta soru, "Freud'un icat ettiği psikanaliz, mevcut çağdaş tıbbi uz-
manlıklarla nasıl bağdaşabilir?" idi. Sonradan, belki de daha korkutu-
cu bir soru baş gösterdi: "Nazizm'den kaçan psikanalistler, yerleştik-
ÖN SÖZ 15

)eri yeni ülkelerinde kendilerine nasıl yer edinecekler?" Psikanaliz, in-


sanların içinde yaşadıkları kültürlerle daima ters düştükleri yolları or-
taya çıkarıyorken bu mülteciler, nasıl olup da meşruiyet kazanacak-
lar? Freud kısa zamanda düz anlamıyla gerçeğe dönüşen bir şey keş­
fetmişti: Tüm insanlar takma adlarla yaşarlar. Anlaşılabilir nedenlerle
bu ilk analistlerin saygınlığa direnmesi çok zordu. Yine de psikanali-
zin, tanımı gereği, mevcut ahlaki söz dağarcıklarıyla çeliştiği de orta-
daydı. Ne de olsa bilinçdışı bizim uyum sağlamadan katılan yönümü-
zün tanımıydı.
Psikanalizin dili çarçabuk, uyuşması mümkün olmayan o eskimiş
"irade" diliyle karıştırıldı (ve hala karıştırılmakta). Oysa bilinçdışı söz
konusu oldu mu, deneyemezsin, çabalayamazsın, kendini serbest çağ­
rışım yapmaya ya da dilinin sürçmesini sağlamaya zorlayamazsın, rü-
yalarını planlayamazsın. Ancak bu iki dili birbirine bulaştınnak her
psikanaliz çeşitlemesini aleni bir ahlaki emre dönüştürür: iyi olmaya
çalış (Klein), kendiliğinden olmaya çalış (Winnicott), kendini şaşırt­
maya çalış (Lacan). Eğer bilinçdışı uyumsuz olanın tanımıysa, neden
psikanalizin de uyumsuz ve kendi başına buyruk türlerine tahammül
etmekte bu kadar zorlanıyoruz? Psikanalitik grupların bölünmesinin
bir sorun olarak algılanması saçma: Psikanalist tanımı gereği, muhalif
seslere kulak kabartan kişidir. Gelgelelim, psikanalistin bu seslere an-
cak tepeden bakabilen bir kişiye dönüşmesi riski vardır. Psikanalistler
insanların nasıl yaşamaları gerektiği konusunda uzmanlara dönüştük­
leri sürece, yani bir çeşit guru, resmi ya da gayri resmi herhangi bir tür
uzman oldukları sürece, boyun eğmiş olurlar. Psikanalist, yetkinliğini
ancak kendi otoritesine karşı koyduğu sürece devam ettirebilen pro-
fesyoneldir. Freud'un tanımladığı biçimiyle bilinçdışı, guruların ölüm
ilanından başka bir şey değildir.
Psikanalistler insanlara nasıl yaşamaları gerektiğ,ini söyleyemese-
ler de, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak zorunda-
dırlar, bunu çoğu zaman beklenmedik yollara başvurarak yapsalar bi-
le. (Gelişmeyi tespit edecek konumda olan yalnızca hastadır.) Başka
bir deyişle psikanaliz, o kendisinden en beklenmeyecek şeye, ilgi çe-
kici bir hedonizme dönüşmek durumundadır. Ancak psikanaliz, fazla-
sıyla ihtiyaç duyduğu ve hem psikanalize parası yetenlerin hem de
yetmeyenlerin psikanaliz kurumunun devam etmeye değer olup ol-
madığına karar vermesine olanak tanıyacak toplumsal sorgulama ve
zeki saldırılarla daha yeni yeni karşılaşmaktadır. Hiç kimsenin psika-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
16

nalize ihtiyacı yoktur ama kimilerimiz psikanaliz isteyebilir. Kuram


ve uygulaması ile psikanaliz, önemliymiş gi~! görünmeyi bırakıp,
kendini daha ilginç kılmaya yoğunlaşmalıdır. (Onemlilik hiçbir şeyin
ilacı olamaz.) Profesyonel literatürü okuyan biri, asıl önemli olanın
psikanalizin konusu değil de kendisi olduğunu sanır. Hiç kimse psika-
nalizin geleceği konusunda kafa yormamalıdır. Asıl, bizim için en
önemli şeyleri, en çok neden ve ne için acı çektiğimizi, neden ve nasıl
haz aldığımızı ifade edecek dili bulmak için kafa yormalıyız. Kimi za-
man, kimileri için bu dil psikanaliz olabilir. Neyse ki böyle düşünme­
yenlerin sayısı da hayli kabarıktır; hiçbir dil cehaletimizi tekeline ala-
maz.
Bu kitabın da göstermeye çalıştığı gibi psikanaliz, bize cehaletimi-
zin anlamını -yüceliğini- çoğu zaman ne dediğimizi bilmediğimizi
öğretir. (Bu da şeytani olanı tanımlamanın başka bir yoludur: sözüm
bana rağmen, benim bağımdır; hep söylemeye razı olduğumdan daha
fazlasını söylerim.) Ne kadar bilimsel araştırma yaparsak yapalım,
sözcüklerimizin dik başlılığını yola getiremeyeceğiz, aykırılığın yay-
garası hiç dinmeyecek. Psikanalistler de belirsizliğin düşmanlarına
karşı koymak için son derece elverişli bir konumda duruyorlar. Ancak
psikanalistler birbirleriyle çok fazla vakit geçirmeye başlayınca, psi-
kanalize inanmaya, dini bir kültün üyesiymişçesine bilgiççe konuş­
maya başlıyorlar. Gören de bir şeyleri anladıklarını sanır. Kısacası tek
yaptıklarının öyküler hakkında öyküler anlatmak olduğunu ve her öy-
künün, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok olası yorumu bulunduğu­
nu unutuverirler. Harita ayaklarının altındaki toprağa dönüşür ve hari-
talar daima topraktan daha küçüktür. Psikanalistler kurmacanın büyü-
süne ve sözcüklerden çıkartılacak hisselere karşı tetikte olmalıdırlar.
Oysa onlar hep, akla yakın yorumlar silsilesinin, "ne, ne zaman söy-
lenmelidir" in uzmanı olmanın cazibesine kapılırlar. Bilinçdışına hita-
bet dersleri vermek beyhude bir çabadır. Psikanaliz yeni görgü kural-
larının ve taze saygınlık biçimlerinin ticaretini yaptığı sürece, radikal
m\ıasına, kişilerin ister istemez kendileriyle deneylere giriştikleri bir
konuşma biçimi olma mirasına ihanet eder. Psikanaliz, hem yatıştırıp
hem de tedirgin etme kapasitesini ve biri olmadan diğerinin olamaya-
cağı modern kavrayışını kaybettiği anda, ya zorlama bir radikalizme
ya.da e~ki itaatkiirlıkları öğrenmenin yeni bir biçimine dönüşür. Fre-
u? un hıtap ettiği, itaatkarlığın kurnazlığıydı ne de olsa. Psikanaliz ki-
şısel üsluba giden yol olamıyorsa, özel söz dağarcığıyla insanları hip-
ÖN SÖZ 17

notize etmekten başka bir şey yapmıyor demektir.


Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır.
Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yete-
rince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyle-
dim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyo-
rum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan buluna-
bilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur.
Dehşetler ve Uzmanlar:
Giriş

Ne de olsa insan, ancak konuşmayı öğrenmişse bir


şeysöyleyebilir.
Wittgenstein, Plıilosoplıisclıe Untersuclıungen
(Felsefe Soruşturmaları)

Çocukların anne babalarını birer yaşam uzmanı olarak görmeleri ka-


çınılmazdır. Onlar ve diğer yetişkinler, çocukların gereklilikleri öğ­
rendikleri kişilerdir. Gelgelelim çocuklar, yetişkinlerin ne yapacakla-
rını şaşırmalarına neden olan taleplerde de bulunurlar. Mesela, ko-
nuyla ilgilenen herkesin gayet iyi bildiği gibi yetişkinler, çocukların
kimi sorularına tatmin edici cevaplar üretmekten acizdirler. Neden
cinsel ilişkide bulunulduğu ya da bebeklerin nereden geldiği türü so-
ruları "hayatın gerçekleri" diye geçiştirmek, bırakın çocukları, hiç
kimseyi tatmin edemez. Çocuğun bakış açısından, çoğu zaman cevap-
lar sadece soruların önünü keser. Çocuklar ister eğlenceli ister sinir
bozucu, ister sevimli ister büyümüş de küçülmüş gibi olsunlar, konuş­
mayı öğrendikleri andan itibaren sözcüklerle ne yapacakları konusun-
da tedirgin olur ve tedirgin ederler. Paradoksal biçimde, yetişkinlerin
ellerindeki otoritenin sınırlarını fark etmelerini sağlayan şey, kendi
iktidar araçları olan sözcüklerin ta kendisidir. Yetişkinler kendi araç-
larına tümüyle hakim değildir ama çocuğun başvurabileceği başka bir
merci de yoktur. Elbette çocuklar sorular yöneltmeyi sürdürürler ama
eninde sonunda yetişkinlerin bezgin sabırsızlıkları ve yaşamın kur-
macaları y la yetinmek zorunda kalırlar, soruların en az cevaplar kadar
kafa karıştırıcı olduğunu fark ederler. Freud, Rüyaların Yorumu'nda,
· bilinçdışında hiçbir şey sonlandırılamaz, hiçbir şey geçmiş ya da
unutulmuş değildir," der. Her ebeveynin bildiği gibi, merakın sonu
gelmese de cevaplar sonludur.
Lacan, analistin "bildiği varsayılan kişi" olduğunu söylerken bu
olguya işaret etmekteydi: Çocuklar anne babalarının uzmanlığını veri
GİRİŞ 19

kabul ederler ya da etmek zorunda kalırlar; dolayısıyla hasta da ana-


listiyle aynı şeyi yapacaktır. Bir yerlerde, bilen ve anlayan birileri bu-
lunmalıdır. Bu, bağımlılığın ilk halinden başka bir şey değildir, kendi-
ni bilinmeze teslim etmektir (Tanrı'ya inanmak veya baştan çıkarıl­
mak gibi). Ancak Lacan'ın da bildiği gibi, analist aslında bildiği var-
sayılan kişi değil, bildiğinin varsayıldığını bilen kişidir. Bu da sıra dı­
şı sonuçlar doğuran bir bilgidir: her çocuğun an gelip kavradığı gibi,
hiç kimsenin cevapları bilmediğini bilmektir. Çocukluğun masumiye-
ti safdil bir güven değil, inanmazlıktır. (Çocuğun bastırmak zorunda
olduğu bir tür ironik kuşkuculuktur bu.)
Yetişkinler çocukların bakımını üstlenebilir (bunu onların yerine
yapacak başka kimse de yok zaten) ama tüm cevapları bilemezler.
(Yine de neyin cevap sayılacağına karar verebilecekleri paradoksal
bir konuma sahiptirler.) Tek yapabilecekleri çocuğa merak ve bakım,
arzu ve sağlıkla ilgili öyküler anlatmaktır. (Psikanaliz bu öykülerden
sadece bir tanesidir.) Çocuğun yaşamak için gereksinim duyduğu dili
ona ancak yetişkinler verebilir. Çocuğun bakış açısından dil, daima
uzmanların dilidir. Bu yüzdendir ki çocuklar, dilin boşluklarına düş­
tüklerinde delirdiklerini sanma eğilimindedirler. Yetkinlik, yetişkin­
lik, bu boşlukların etrafından dolaşmayı bilmektir. Dilin tutarlı, yetiş­
kin kullanıcıları, ne dediklerini biliyormuş izlenimi bırakmak zorun-
dadırlar - kullandıkları dilin bilmediği şeyleri bilebilirlermişçesine.
Analistler işlerini ancak ve ancak ebeveynler gibi ya da ebeveynler-
den farklı yapabilirler çünkü insanın ne olduğunu, yaşamın anlamını,
yaşamın nasıl yaşanması gerektiğini bilen, yani bu konularda inandı­
rıcı öyküler anlatabilenler onlardır. (Bu öykülerden biri de "bu soru-
nun cevabını kimse sana söyleyemez," demek olabilir.) Psikanalistin
odasından içeri adım atmak, tıpkı bir aileye adım atmak gibi, insanın
ne olması gerektiği hakkındaki bir dizi ayrıntılı öykünün içine düş­
mektir. Gelgelelim eğer analistler hastaların kendilerine miras kalan
aile öykülerini idrak etmelerine yardım edebiliyorsa, hastaya ve ana-
liste, analistin öykülerini anlamakta kim yardımcı olacaktır?
Analistin ebeveyn yerine, yani bir çeşit otorite yerine konulma tu-
zağına düşmesi ve bunu reddetmesi, psikanalitik uygulamanın ayrıl­
maz bir parçasıdır. Aktarım, yani farkına varmadan geçmiş ailevi iliş­
kilerin yeniden yaratılıp tekrarlanması yoluyla analist ve hasta, hem
hastanın uzmanlık anlayışını, en iyi kimin bildiği konusunda zihninde
oluşturduğu tabloyu kavrayabilir, hem de belki daha önemlisi, hasta-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
20

nın çocukken baş başa bırakıldığı sorularını, isteklerini, şüphelerini


(bilinçdışı kavramında toplanan talepler panteonunu) yeniden formü-
le etmesini sağlayabilir. Analist hastanın sorularını cevapsız bıraka­
rak, hem hastanın geçmişteki cevapları tekrarlamasını, hem de kendi
içindeki cevap veren sesleri yeniden keşfetmesini sağlar. Eğer cevap-
landırmayı reddetmek hasta için travmatik bir deneyime dönüşmezse
-en kötü ihtimalle, ki terapide genellikle en kötü ihtimal geçerlidir, bu
durum ele geçirilemez ebeveynin yarattığı çocukluk travmasının tek-
rarlanmasına yol açar- bir insanın diğer insanları ne için ve nasıl kul-
landığı açığa çıkarılır (diyelim, kendi düşüncelerinin dallanıp budak-
lanmasının önünü kesmek için kullanmaları gibi). Başka bir deyişle
psikanaliz bize, cevapları nasıl ve ne için kullandığımızı, neye razı
geldiğimizi gösterir. Dolayısıyla da, nelerin -örneğin "Ben hangi cin-
se mensubum?" gibi soruların- cevap adını verdiğimiz olgunun mu-
hatabı olmadığını veya olmayabileceğini anlamamızı da sağlayabilir.
Hiç değilse, psikanalizde cevaplar soruların tedavisi sayılmazlar.
Bu tekniğin (ve kuramın) temelinde yatan işlevsel paradoks, bir
anlamda sadece hastanın cevaplan bildiği ve bir bakıma tüm cevapla-
rın birer soru, birer istek olduğu varsayımıdır. Bilgi arzuya dairdir;
neyi istediğimize ve neleri kaçırdığımızı düşündüğümüze dairdir ve
arzu daima bir talep biçimine bürünür. İnsan olmak, ister durumda ol-
maktır. Bağımlılık olduğu sürece, yani başka bir kişinin bizim tatmin
kaynağımız olduğunu kabullendiğimiz andan itibaren, tüm talepler so-
ruya, "isterim", "alabilir miyim?"e dönüşür. "Özne," der Lacan, "hiç-
bir zaman talep etmekten başka bir şey yapmamıştır. Başka türlüsü de
elinden gelemezdi zaten; biz de işe buradan devam ederiz." İstekleri­
mizin bilmeceleriyle dolup taşanz ve ancak talep ederek hayatta kala-
biliriz. Gelgelelim, büyüme sürecinde isteklerimiz çığırından çıkabi­
lir.
Öyleyse ne istediğimizi nasıl bilebiliriz? Çocuğun bakış açısından
bu soru "Ne istediğimi bana kim söyleyebilir?" diye ifade edilecektir.
~~erhangi birisinin bize bu sorunun cevabını verebilecek konumda ol-
duğuna nasıl karar verebiliriz? Örneğin sözcükler gibi isteklerin de üç
aşağı beş yukarı doğru olduğunu, bizi gerçek şeylere doğru yöneltebi-
leceğini bize kim söyleyebilir?
. Başlangıçta çocukların istekleri, onlara bakan yetişkinler tarafın­
d~n belirlenir, yani dile getirilir ve cevaplanır. Mimik ve çığlıklara
bırtakım anlamlar atfedenler onlardır. Çocuğun niyetleri konusunda
GİRİŞ
2l

tek söz sahibi, ebeveynler ya da yetişkin bakıcılardır. Çocuğun otori-


teyle ilk karşılaşması böylelikle gerçekleşmiş olur. Bebeğin ağlaması
yorumlanmak zorundadır ve yorum geri tepebilir. Örneğin çocuk aç
olmadığı halde yedirilebilir. (Ve çocuk bir sorunu olduğu zaman hep
yediriliyorsa, ihtiyacı olan tek şeyin yiyecek olduğu düşüncesiyle bir-
likte bu düşünceye inanan bir sanal benlik geliştirebilir.) İdeal durum-
da çocukluk bir karşılıklı uzlaşmalar dizgesidir (ya da günümüzde
kullanılan zorlama benzetmelerin diliyle bir "akort etme" dizisidir).
Psikanalistler istedikleri kadar zorlama normatif iyi ebeveynlik ör-
nekleri yaratsınlar ve bunların propagandasını yapsınlar (eskiden psi-
kanalizin ütopyası normallikti, şimdi yerini çocuk gelişimi aldı), ço-
cuk için dil yetisinin hem Tanrı vergisi bir lütuf, hem de bir dayatma
olduğu gerçeğinin üstünü örtemezler. Çocuk ancak dil yoluyla yaratı­
cı olabilir ama dil onun yaratısı değildir. Bir anlamda, çocuğun yetişip
yakalaması gereken bir şeydir dil. Küçük çocuğun bakış açısından dil,
ötekilerin kullandığı bir şeydir; hatta ötekilerin ta kendisidir. Çocuk
için dili öğrenme sürecinin, paradoks içeren bir travma (hatta travma-
nın paradigması) olması kaçınılmazdır, çünkü bu travma ancak onu
yaratan araç tarafından, sözcükler tarafından işlenebilir ve çocuk bu
travmaya ancak retrospektif olarak bir anlam atfedebilir. Sanki tek çö-
züm, sorunun daimi bir parçasıdır. Tüm yetersizliklerine karşın dil,
çocuğun talep etmesinin en iyi yöntemidir. Ancak dil, arzulamanın
bir tür boyun eğiş olduğu hissini uyandırır. Ne istediğini bilebilmek
için oyunun kurallarına uymak zorunludur.
Freud'un kullandığı dilde nevroz, ne istediğini bilmemenin bir yo-
1udur; bir dili öğrenip sonra da unutmaya benzer. Bu önerme, istekle-
rin bilinebileceğini ya da en azından psikanalizde isteklerin birer bilgi
nesnesi olabileceğini varsayar. Kendinden emin, Aydınlanmacı bilim
adamı kimliğiyle Freud, "kendimizi kabul edilemez bulabiliriz ama
kendi kendimize yabancı değiliz," demektedir. Öyle ya, kendi belir-
sizliğimiz kaçınılmaz olsaydı, analist ne işe yarardı ki? Bu bakışa gö-
re psikanalist, acının bir yabancı dil gibi tercüme edilebildiğine inan-
malı, hastanın gerekli sözcükleri bulmasına yardım edebilmelidir.
Sanki hastanın tek eksiği, çocukluğunda ve travmada olduğu gibi, bir
dil, bir söz dağarcığıdır (oysa bundan başka hiçbir durumda, burada
eksik olanın değil eklenenin dil olduğunu düşünmeyiz nedense). Psi-
kanaliz, tanımı gereği, hiç var olmamış, sözcükleri aşan bir şeyi değil,
kaybedilenleri kazandırır.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
22
"Bu noktaya kadar söylenenler," diye yazar Freud Giriş Dersleri'
nde,
nevrozun bir tür cehaletten, kişinin bilmesi gereken birtakım zihinsel süreçleri
bilmemesinden kaynaklandığı izlenimini bırakıyor. Bu da bizi, kimi ünlü Sok-
ratcs doktrinleriyle üç aşağı beş yukarı aynı noktaya getiriyor. Bu doktrinlere
göre kötülükler bile cehaletten kaynaklanır.
Teşbihte hata olur. Sağlık ile erdem ne denli akrabaysa, psikanaliz
ile Sokrates doktrinleri de birbirlerine ancak o kadar benzeyebilir.
Psikanalizde cehaletin karşıtı bilgi (ve dolayısıyla erdem) değil, arzu-
dur (ve dolayısıyla öngörülemez ve ahlaki açıdan muğlak bir şeydir).
Freud burada kıyas kabul etmez yaşam ve dil biçimlerini üst üste bin-
direrek psikanaliz ile, kültürel prestij sahibi ve dolayısıyla güven tel-
kin eden klasik Atina arasında bir akrabalık yaratmaya çalışıyor. Yir-
minci yüzyıl başlanndaki Viyana'da bilgi, salt iyiliğin bilgisi değildi.
Hatta Freud için tam tersi geçerliydi, iyiliğin kasıtlı bir cehalet türü
olması kuvvetle muhtemeldi. (Parodiler gerçeğe hayli yaklaşırlar.)
Yine de Freud'un nevrotiği, Sokrates'in kötü, cahil adamı gibi bil-
giyi reddetmekten mustarip sayılır. Bilebileceği bir şeylerin var oldu-
ğu, mutlak biçimde bilginin sınırlan dışında kalan hiçbir şeyin ise bu-
lunmadığı varsayılır. Nevrotik, çeşitli kabiliyetleri olan ama kendince
geçerli nedenlerle bunları kullanmayan kişidir. Yine de bu kabiliyet
onun içinde gizlidir ve hasta kendi kendisinin ulağıdır. Sokrates gibi
analist de (Freud'un psikanalizi Sokratesçiler'e uygun bir meslek ola-
rak tasarlamasında bilinçdışı bir ironi olsa gerek) hastanın zaten bildi-
ği bir şeyi bilmesini sağlamakla, adeta bir yeteneği yeniden keşfetme­
sine olanak tanımakla görevlidir. Ne de olsa hastanın tek derdi kendi-
ni unutmuş olmasıdır ve analist bir cehalet biçimleri uzmanı, öz sa-
vunma adına cehaletin bürünebileceği biçimlerin uzmanıdır.
Yoksa psikanalistin, cehaletin kaçınılmazlığı konusunda uzman
olduğıınu söylemek daha mı doğru olur? Mesela bir istek bilebileceği­
ll';L. değil de ancak deneyebileceğimiz bir şey, bir olgu değil de bir de-
ney olamaz mı? Psikanaliz hastanın ne istediğini bilmesini sağlaya­
maz, sadece öğrenmeyi göze almasını sağlayabilir. (Bu bağlamda
sapkınlıklar, yani kişilerin tam olarak ne istediklerini bildikleri ruh
halleri, bilmek kavramının adını kötüye çıkarırlar.) Aydınlanmacı
Freud, tıpkı Sokrates gibi, kim olduğumuzu anımsamamıza, bir za-
manlar ve her daim bilip istediklerimizi kendimize hatırlatmamıza
yardımcı olabilir. Oysa hep kendini aşan ve bizim de ancak yeni yeni
GİRİŞ 23

yakalamaya başlayabildiğimiz Freud-sonrası Freud, tam da bu Aydın­


lanma projesinin ironisini yapmaktaydı.*
Aydınlanmacı psikanalist insanların ne istediğini, Freud-sonrası
analist ise isteklerin sözcüklerden inşa edildiğini bilir. Aydınlanmacı
Freud insanlara ihtiyaçlar atfeder, bunlara içgüdü der, sonra da bunla-
rı niye ve nasıl reddettiğimizi bize açıklamaya koyulur. Freud-sonrası
Freud ise kim olduğumuzu bilmenin, diyelim iki içgüdünün -Eros ve
Thanatos'un- ilişkisi sayesinde oluştuğumuzu düşünmenin sadece bir
totoloji ve daima eskimiş bir tanım olduğunu söyler, çünkü bilinçdışı­
nın uzmanlığından söz etmek bir terimler arası çelişkidir. Aynaya ba-
kan kişi, daima kendisini bakarken görecektir.
Freudcu bilinçdışı kavramı bir kez ortaya çıktı mı, "kendini bil"
emrinin tutunacak dalı kalmaz. Benliğimizin bilen parçasına nasıl gü-
venebiliriz ki? Bilinebildiğini varsaydığımız benliğin nasıl bir şey ol-
duğunu sanıyoruz? Bir tür ufuk, bir tarla, bir üçgen mi? Dahası gerçek
bilgiyi oluşturanın ne olduğuna kim karar verecek? Freud-sonrası
Freud'dan sonra artık soru "(Yasak) bilgimize nasıl katlanacağız?" ol-
maktan çıkmış, "Kaçınılmaz cehaletimize nasıl katlanacağız?"a dö-
nüşmüştür.
Başka bir deyişle, Freud-sonrası Freud, kişinin kendi kendinden
şüphe etmesinin gerekliliğini ya da (geleneksel) değerini savunuyor
değildi. O, bir bilgi nesnesi (ve meta) olarak benlik düşüncesinin ta
kendisini sorguluyordu. Eğer kişi, bilinebilir bir dizi oluşturucu un-
surdan, mizaçlardan, yeteneklerden, eğilimlerden ve içgüdülerden
meydana gelmiyorsa, neyin eksik olduğunu nasıl tespit edebiliriz?
Çocukluğun kaçınılmazlığı, içgüdüsel yaşamın kural tanımazlığı, dil
edinmenin kafa karıştırıcılığı ve cinsellikle bağı, bilinçdışı ve rüya-
çalışması... Tüm bunlar Freud için temel ve radikal bir yetersizliğe,
bilgiyle çözülemeyecek şeylerin varlığına işaret etmekteydi. Freud-
sonrası bilinçdışı tanımıyla birlikte, bütüncül insan düşüncesinin de
sonu geldi. Aradığımız bütünlük değil. Aydınlanmacı Freud'un tat-
min etmek, ıslah etmek, gelişmek ya da kendini bilmek arayışlarıyla
da ilgilenmiyoruz; eksikliklerimize tahammül etmenin en iyi yolları­
nın peşindeyiz artık. (Yetersizliklerimizin mahvımıza neden oluşu

* Bu terimleri bir farkın simgeleri olarak kullanıyorum. Günümüzde Aydınlanma te-


rimi, çoğu birbiriyle çelişen birçok farklı olguya atıfta bulunuyor. Bir anlamda _Freud-
sonrası Freud diye adlandırdığım şeyi mümkün kılan, Aydınlanmacı düşünce demlen şe­
yin ta kendisidir.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
24

trajedi, bunlann tadını çıkarışı_~ı~ ise ko~~didir.) Kimi za~~n s~~p­


tomları tedavi etmeyi başarabılırız ama bılınçdışının tedavısı, bılınç­
dışı arzunun çözümü yoktur. Onun sonunu bilgi değil, ancak ölüm ge-
tirebilir.
Eğer Aydınlanmacı Freud yeni bir kendini bilme ya da kendiyle
tanışık olma bilimini öğretiyorsa, Freud-sonrası Freud kendini bilme
projesinin sorunun ta kendisi olduğunu, tedavi kılığına bürünmüş bir
semptomdan başka bir şey olmadığını öne sürer. Adeta benliği bir
nesneye dönüştürmüşüzdür (Aydınlanmacı Freud'un projesi budur),
hatta bir idole dönüştürmüşüzdür de, artık psikanaliz bu modern ben-
lik dinini unutmamıza yardım edecektir. Bilinçdışı, yani kendimizde
bize tuhaf ya da yabancı gelen her şey, bilmek ve anlamak türü eski
alışkanlıklarımızı anlamsızlaştırır, çatlak seslere dönüştürür. Bilinçdı­
şı içimizde taşıdığımız bir revizyonisttir, bize bunca zamandır dama
kurallarıyla satranç oynamakta olduğumuzu bir çırpıda gösterircesi-
ne, yetkinliğimizi elimizden alıverir. Başka bir deyişle, kendini bil-
menin her zaman yaptığı gibi kendini karikatürleştirmeye dönüşmesi­
ni engelleyen, bilinçdışıdır. (Kendini tanımlama ile kendini alaya al-
ma daima el ele verir.) Dilimiz sürçtüğünde, içimizdeki bir şey söz sı­
rasının ona gelmesini beklemeden konuşmuş demektir. Daha doğru
konuşmaz; sadece o da söz alır. O anda bu sesin nereden geldiğini çı­
karamaz, bir an duraksarız. Eleştirmen Mark Edmundson'ın şiir için
söylediği, psikanaliz için de geçerlidir: "Muhakeme pahasına yaratıcı­
lıktan yana olmak gerekir."
İki proje arasında taraf tutmamak, hem Aydınlanmacı Freud'u
hem de Freud-sonrası Freud'u, hem bilmeyi hem de bilme sorunsalını
içinde barındırmak zorunda olan günümüz psikanalisti, yeni bir uz-
manlık alanı yaratır ve belirsizliğin hakikatlerinin uzmanı olup çıkar.
Psikanalist, her insanın eldeki insan tanımlarını yenileyebileceği, bu
tanımları tehdit edebileceği gerçeğini kabullenmek zorundadır. Böy-
lece işlevselliği batıl inanç olarak gören psikanaliz, teknoloji et-
hos'unun ironik bir eleştirisine, neredeyse kaba bir taşlamasına dönü-
şür. Psikanalitik bakış açısından bizi biz yapan, hatalarımız, sapmala-
rımız ve dalgınlıklarımızdır. (İlham, kesintiye uğratandır.) Tutarsızlık
hayati bir gerekliliktir. Bunun taşıdığı risk ise günümüz psikanalisti-
nin, ağzı laf yapanlara has süslü Sokratik sözleri ihmal etmeyen bir
paradoks derleyicisine, ustalaşmanın absürdlükleri alanında bir usta-
ya dönüşmesidir; riyakarlığın hükümranlığı olarak bilgelik!
GİRİŞ 25

"Bilinçdışı kavramı," der Ernest Gellner, "hem bireyin özerkliği­


ni, hem tüm içsel akılcı zorlamalarımızı, hem de kanıta yüklediğimiz
otoriteyi değersizleştirir." Bir kez içgörü, ustalık ve ampirizm yerine
dili, arzuyu ve rüya-çalışmasını koyduk mu, psikanaliz cehaletin ge-
rekliliğinin başucu kitabına, bilginin ironilerinin yılmaz anımsatıcısı­
na dönüşür. Dolayısıyla sahte alternatiflerin düşmanı olup çıkar. Sil
baştan, yeniden ve yeniden konuşmayı öğrenmek gibi.

il

İnsanlar, mekanik hareketleri öğrenmeye atlardan


daha yatkındırlar. Bu durum atların cömertliği ile
birleştiğinde, birçok yetersiz binicinin ortaya çık­
masına neden olmaktadır.
Vicki Hearne,
Tracking Dogs, Sensitive Horses and tlıe Traces of Speeclı
(İz Süren Köpekler, Duyarlı Atlar ve Konuşma İzleri)

Psikanaliz bize asla dilin söylediğinden fazlasını söyleyemez ve hiç-


bir dil de herhangi bir başka dilin anahtarı olarak kullanılamaz. Nasıl
ki korktuğumuz zamanlarda iç üstünlüğümüze sığınıyorsak, aynı bi-
çimde, kendimizi sakil hissettiğimiz zamanlarda da otoriter ve terci-
han teknik bir dil (psikanaliz gibi) kullanmaya eğilimli oluruz. Dünya-
da insanları bilgiye ilişkin iddialan denli huzursuz etmeyi başaran baş­
ka hiçbir şey yoktur (tabii cinsellik dışında). Özel jargonlar tıpkı cinsel
teknikler gibi bu rahatsızlığımızı gizlememize yardımcı olurlar.
Aydınlanmacı Freud için yarı bilimsel terminolojisiyle psikanaliz,
temelde bilgiyle ilgiliydi. Gerçekten de Melanie K.lein, epistemofil
bir içgüdümüz (bilme içgüdüsü) olduğuna inanmış ve bunun terimler-
de çelişki (ya da ölümcül bir dindarlık biçimi) olduğunu hatırına bile
getirmemişti. Analist gibi hastanın da bir yarı bilim adamı olduğu var-
sayılmıştı oysa kuramın diğer bölümlerinden edinilen izlenim hasta-
nın daha ziyade bir sevgili, komedyen ya da mistik olduğu yolunday-
dı. Hasta bilmek ya da bilmemek, düşünmek ya da düşünmeyi reddet-
mek, hatırlamak ya da unutmak gibi sorunları takıntı haline getirmiş
biri olarak betimlenmekteydi. Kendini korumak, kendinin belli bir
versiyonuna tutunmak adına cehaletini ince ince işlerdi.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
26

Oidipus'un psikanaliz için bu denli önemli olmasının nedeni, orta-


ya çıkarılabilecek, bilinebilecek bir eylemde bulunmuş olmasıydı.
ED-er tüm aktörler ne olup bittiğini anlamadan şapşal şapşal sahnede
d;lansalar, Oidipus oyunları bize alışageldiğimizden çok farklı bir ti-
yatro deneyimi sunardı kuşkusuz (oyun nasıl sona ererdi?). Kurmaca
Oidipus, gerçeklerden kaçınmanın ve gerçeklerin peşine düşmenin
paradigmasına dönüşerek, gerçek diye bir şeyin var olduğu fikrini
canlı tutar. Oidipus, bakış açınıza göre, keşfedecek bir gerçeği olacak
kadar şanslı ya da şanssız bir adamdır; bastırmayı başaramayandır.
(Kuşkusuz bastırmayı başaranlar hakkında hiçbir şey bilmeyiz. Öyle
ya, yaptığı Oidipus'un yanına kalsaydı psikanalizin hali nice olurdu?)
Eğer bilgi suçun kanıtı, benlik de bir suçlu olarak ele alınırsa, o za-
man her ikisi de anlaşılabilir. Ortada bir suç varsa "Gerçeği bilmek
neden daha iyi olsun?" sorusu da, "Daha iyi olup olmayacağını bilme-
miz olanaksızdır," cevabı da, ya kaçamak ya da kaba kaçacaktır. Ti-
yatroda ve mahkemede, bilginin değeri ve gizemin ahlaksızlığı 1artış­
maya yer bırakmayacak kadar barizdir. (Gelgelelim trajedi sadecece-
zalandırırken, komedi pekala kutlayabilir de.) Öyle ya, suçları ve in-
sanları gün ışığına çıkarmaktan başka ne yapabiliriz ki? Gerçek kav-
ramı bizi erdemli kılar, hangi tarafta yer almamız gerektiğini gösterir,
suçlamamıza, affetmemize ve cezalandırmamıza olanak tanır.
Ancak Freud'un yaptığı gibi Oidipus'a ayrıcalık tanımanın bir so-
nucu, hastanın öyküsünün bir trajedi, asıl projesinin de bilmek ve an-
lamak olduğunu varsaymaktır. Oysa hastanın sorununun önemli bir
bölümü, tek bir türe kapanıp kalması, olası tüm türler arasında özgür-
ce hareket edememesi, diyelim forslarını bile trajedi olarak duyumsa-
masıdır. Her çocuğun gayet iyi bildiği gibi, bilgiden öte açlıklar da
vardır ve her yetişkinin farkında olduğunu umduğumuz gibi, içgörü-
nün getirdiği cinsel haz ile cinsellikten alınan cinsel haz aynı değildir.
Eğer Oidipus bir trajediyse, psikanalist hastanın bilmesine yardımcı
0~..icaktır; yok eğer Oidipus bir kara mizah yapıtıysa (ki baş kahrama-
nın safdillikleri gerçekten de sersemleticidir) analist kendi rolü konu-
sunda bu kadar emin olamayacaktır. Bilmek ile bir şakayı anlayabil-
mek aynı şeyler değildir. Komedyen şaka uzmanı değil, şaka anlatma
uzmanıdır. Zaten bir şaka uzmanı ne işe yarardı ki? Bir şakaya onu
daha iyi yapacak ne eklenebilir? Aydınlanmacı Freud'un tehlikesi, şa­
k~yı .açı~~a~arak tadını kaçırmasıdır. Kimse "Şakalar ve Bilinçdışı ile
İlışkılerı nı şakaları için okumaz.
GİRİŞ 27
Freud, bir kez Oidipus'u psikanalizin trajik kahramanı ilan edince
-onu bir perde-anı, yorumlanmayı bekleyen bir rüya karesi, Jean-
Joseph Goux'nun öyküsündeki başarısız olmuş çırak olarak değil, bir
tür mutlak gösterilen olarak ele alınca- ne yaptığını bilebilir hale gel-
di. Bir detektif, bir doktor, merhametli bir entrika çözücüsü, devletin
selametinin koruyucusu olabilirdi artık. Gerçekten de Oidipus komp-
leksi ve ensest arzusu olmasa Freudcu bilinçdışı anlamını yitirir. Ka-
bul edilemez olanın da bir başlangıç noktası bulunmalıdır ve onu dev-
reye sokan ensesttir.
Oysa bilinçdışının anlamı tam da anlamsızlığıdır. Bilinçdışı söz
konusu oldu mu nerede olduğunuzu asla bilemezsiniz. Aydınlanmacı
Freud için Oidipus kompleksi paradoksal biçimde bilinçdışını anlam-
lı kılar, ona gözle görülür bir işlev yükler; öykünün, yasak yaşamları­
mızın öyküsünün devamını sağlayan bir temel dizge sunar. Ensest ar-
zusu, yasak bilgi kavramına bir köken, bir kaynak oluşturur. (Oidipus
da bu tehlikeli topraklardaki öncümüzdür.) Oidipus öyküsünü temel
alan, Oidipus'u bir çeşit ilksel bilimsel kahramana dönüştüren psika-
naliz, yasaklanmışın ve kabul edilemez olanın bilimine dönüşürken,
nevrotik de başarısız bir bilim adamı olup çıkar. Freud'un Oidipus'u
yeniden keşfiyle aslında "iyi yaşam"ın yeni bir çeşitlemesi betimlen-
mekteydi. Freud'a göre suçlu, bilim adamına dönüşmeliydi; bu onun
temel yaşam modellerinden biriydi. Suç işlemek bir işe yaramaz, ama
bilmek yarar. Eğer Oidipus kompleksi varlığımızın temel bilgisiyse,
ki kendimizi kurgulama biçimlerimiz arasında temel bir yeri olduğu­
nu yadsımak olanaksızdır, o zaman psikanalist de "bilirkişi"dir.
Suçtan bilime giden yolda sanatı aracı olarak kullanmak, sadece
yeni bir meslek erbabı olarak değil, Freud'un keşfettiği yeni bir kişilik
olarak, psikanalistin içermek zorunda olduğu dramdı. Psikanalist ge-
lişme ve ilerleme mitine inandığı ölçüde bilim adamı olabilirdi. Oysa
psikanalizin bize şimdi her zamankinden daha sık anımsattığı gibi, in-
sanlar bilgi bağımlısı olmadan önce ve kaşarlanmış (Oidipal) suçlula-
ra, suçu kanıtlanana kadar her daim suçlu sayılan kişilere dönüşme­
den önce, birer bebektiler. Analistin odasına gelen her hasta, konuşa­
madığı için gelmektedir. Hasta, yaşamına sözcüklere sahip olmadan,
ama onlar tarafından kuşatılmış olarak başlamıştır. O, sadece bilgiyi
reddeden biri değil, aynı zamanda bir zamanlar bilgi diye bir şeyin var
olmadığı bir dünyada yaşamış olan biridir. Herkesin başlangıçta be-
bek olduğu bilgisi, herkesin pek bildiği bir şey değildir.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
28
Demek ki her tür uzmanlık, özellikle de bedenleri sözcüklere bağ­
lama isteğini temel alan psikanaliz, hem çocukluğun hem de dili öğ­
renmenin (ve sonra da Oidipus kompleksinin) can damarını oluşturan
otorite ve bilgi krizini yeniden yaratacaktır. Bilme edimi, varsayalım
bir şey veya biri tarafından yutulma ediminin aksine, bilinecek ne ol-
duğunu çözme sorunundan daha büyük bir sorundur. (Ya da bilme so-
runu, nesnelerinin göz alıcılığı yüzünden gözden kaçan bir sorundur.)
Bilgiden önce yaşam, sözcüklerden önce kişi vardır. Her yaşam, onu
önceleyen kuşaklar tarafından bilinmeyen bir mirastan yoğrulur.
("Öyle bir tahtta oturur ki çocukluğumuz/ Tüm unsurlardan fazladır
iktidarı," der Wordsworth Prelüdün beşinci bölümünde.) Oidipus'un
başına gelenler, deyim yerindeyse olay örgüsünü kışkırtan şeyler,
onun doğumundan önce ve o daha bir bebekken yaşandı (ebeveyninin
tarihçesi, kehanet, terk edilişi, vs.). Hepimiz gibi Oidipus da, tüm bu
olaylan yaşayıp geride bıraktığında bile, kendi yaşamının ne uzmanı
ne de yaratıcısı olabildi. Elinden gelen sadece yaşamak ve yaşanımın
dallanıp budaklanışını izlemekti. (Seçim, bugünden geriye baktığı­
mızda, tesadüfe verdiğimiz addır.) İnsanları kendi yaşamlarının (ye-
gane) yazarları olarak tanımlamak, onları cezalandırmanın bir başka
yoludur.
Kuşkusuz Oidipus'u anlaşılabilirmiş gibi göstermek, psikanalitik
mirasın ayrılmaz bir parçasıdır. (Bir psikanalist Oidipus'a şöyle diye-
bilir: "Yaşamını, onu örnek alacakların yaşayacağı gibi yaşa.") Peki
gelinen şu noktada psikanaliz bu öyküye ne katabilir ki, Oidipus ken-
di kendisi için ne denli anlaşılmaz idiyse bizim için de o denli anlaşıl­
maz hale gelsin? En kötü ihtimalle psikanaliz, yorumu oyunun önüne
geçirerek oyunu bir fazlalık haline getirir gibidir. (Ne kadar insan var-
sa, o kadar da yorum vardır.) Oysa Aydınlanmacı Freud hep uzlaşma
dayatır, bilgiyi üç aşağı beş yukarı paylaşan bir cemaat yaratmakta ıs­
rar eder. (Günümüzde bu cemaat, psikanalitik eğitim kurumlan ya da
az çok aynı görüşleri paylaşanların oluşturduğu bir grup olabilir.) Oi-
dipus oyunlarının sonunda kahraman ile izleyici olup bitenlere ortak
tir anlam yüklemiş olurlar. (Anlamın suç ortağına ihtiyacı vardır.)
Son tahlilde her birimiz birer uzman kesiliriz, oysa bir bakıma hiçbir
şey açıkla~~amıştır. Neden bir insan annesiyle sevişmek ister? Me-
rak nedir? Onemli sorular bize nereden gelir?
. Psikanalist, hastanın kendi üzerinde uzmanmış gibi davranma bi-
çımlerinin, yani uzlaşma ve uyumun çekimine kapılışının uzmanıdır.
GİRİŞ
29
Aydınlanmacı Freud bize aramızdaki ortak noktaları anlatmak ister·
onun hem işbirlikçisi hem de düşmanı olan Freud-sonrası Freud is~
anormalliklerin erbabıdır. Freud-sonrası Freud bize farklılıklarımızı,
özellikle de kendi kendimizle aramızdaki farklılıkları neden ve niçin
inkar ettiğimizi anlatır. Onun örnekleme nesneleri kuramlar ve veriler
değil rüyalardır. Çünkü rüyalar özgün hallerinde anlaşılabilir ve pay-
laşılabilir değillerdir (başka insanlar ancak rüyalarımızın öykülerini
bilebilirler). Üstelik rüyalar ölçülemez.

111

Tann her şeyi hiçlikten yarattı. Ama hiçliğin izleri


kendini belli ediyor.
Paul Valery, CEuvres il (Yapıtlar il)

Aydınlanmacı Freud'un iki aşikar uzmanlık alanı vardır. O her şeyden


önce, muhtemel kör noktaların yayıldığı alanı, ensest arzusu ve şiddet
gibi kabul edilemez ve yasaklanmış olanlardan müteşekkil kültürel
repertuarı bilir. İkinci olarak da insanların neden bu kör noktalan ya-
ratıp onlara tutunduklarını, cehaletlerini nasıl garanti altına aldıklarını
bilir. Freud ile takipçilerinin tanımladıkları tüm savunma mekanizma-
ları -yadsıma, bastırma, yarma, yansıtma, görmezden gelme ve ben-
zerleri- daha önceki farkındalıklardan -tehlikelerin ya da tehdit ola-
rak algılanan karmaşık durumların farkına varmaktan- müteşekkildir.
Aydınlanmacı psikanalist -Sokratik analist- için cevaplanması gere-
ken sorular şunlardır: Hastanın cehaleti nasıl çalışıyor? Nasıl oldu da
bu cehaletin gerekli olduğunu hissetti? Neyin bilinmemesinin daha
iyi olduğuna karar verilmiş ve buna kim karar vermiş (bir başkası has-
tayı ikna etmiş olabilir)?
Hastanın sorunu ise, Aydınlanmacı psikanalistin aşağı yukarı has-
tanın neyi bilmek istemediği konusunda peşin hüküm vermiş olması­
dır. Gerçekten de Freud'dan başlayarak tüm psikanaliz kuramcıları, in-
sanların anımsamaya, deneyimlemeye ya da bilmeye tahammül ede-
medikleri bir dizi temel dehşeti betimlemişlerdir. Bu dehşetler insa-
nın, ya da insan olabilmek için dışladıklarımızın tanımıdır. Psikanaliz
dayanılmaz olanın, bilmemeyi tercih ettiklerimizin kuramıdır. Freud
için bu, ensest arzusundan kaynaklanan hadım edilme dehşetidir; Jo-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
30

nes için Aphanisis yani arzunun ölümüdür; Klein için ölüm içgüdüsü-
nün diktatörlüğüdür; Winnicott için sınır ihlali ve bırakılmadır; Bion
için bağlantı kurmanın olanaksızlığıdır; Lacan için gösterge sistemi-
nin yıkılmasıdır, vs. vs. Ya insan olmaya içkin, ensest arzusu, ölüm
içgüdüsü, bağımlılık gibi bir şeyden mustaribizdir, ya da ilk çevremiz
ve oluşturucu ilişkilerimiz farazi doğamızı sorunlu hale getirmiştir.
Günümüzde sorunun daha çok her iki durumun birbirine girdiği bir
kör dövüşü olduğu kabul edilmektedir: hem doğamız hem de yetişti­
rilme biçimlerimiz sakatlayıcıdır ve kusursuzluğun diktatörlüğüne
tek çare, Freud'un ikiz-değerliliğidir.
Gelgelelim kuramcılar, kabul edilemezi, bize acı çektireni ya da
korkmamız gerekeni yeniden tanımladıkça, acımızın efendilerine dö-
nüşürler. Mutsuzluğumuzun altını çizerek onu okunaklı hale getirir-
ler. Tıpkı dini ve siyasi liderler gibi, bize mutsuzluğumuzun kaynak-
lan konusunda ikna edici öyküler anlatarak, bundan nasıl kurtulacağı­
mızı ima ederler. Bizim adımıza formüle ettikleri korkuyla ilişkimizi
(ve kendi ilişkilefini) değiştirmek isterler. Önce uzman dehşeti, sonra
da dehşet uzmanı yaratır. Çözümün parçası olan, sorunun da bir par-
çasıdır. Başka bir deyişle uzmanlar bize, yeni yöntemlerle mutsuz ol-
mamızı sağlayacak tanımlar sunarlar.
Dehşetler ile uzmanlar arasında bir suç ortaklığı olduğu sürece -
nasıl olmasın ki?- Aydınlanmacı Freud sorunun aynlmaz bir parçası­
dır '("UNICEF'in olduğu her yerde açlık vardır," der Frederick Seidel
"Recessional" [Çıkış İlahisi] isimli şiirinde). Ancak bize Aydınlan­
ma'nın verimli bilgi projesini etkisiz kılacak araçlan, bilinçdışını, rü-
ya-çalışmasını, aktanmı veren Freud, sözlerinden etkilenenlerimize
ikircikli bir mesaj da bırakmıştır: Bize kendimizle ilgili gerçekleri an-
latır, sonra da ona neden inandığımızı sorar. Bize bizimle ilgili bir öy-
kü anlatır ve hemen ardından nasıl olup da öykü dinlemeye bu kadar
meraklı hale geldiğimize dair bir başka öykü daha anlatır. İnancın ço-
cukluktaki köklerini göstererek, çocukken uzmanlara ihtiyaç geliştir­
memize neden olan dehşetleri anlatarak, inanç kavramının kendisinin
kükenlerini merak etmemize neden olur. Sanki insan olmak inançlara
değilse bile inanmaya bağımlı olmak demektir. Freud-sonrası Freud,
hastanın inanma isteğini çözümler.
Elbette çocuğun ebeveynine ne inancı ne de imanı vardır, sadece
onların otoritesini ve kendine sundukları bakımı veri kabul eder. (Fre-
ud l 897'de Fliess'e "inancın bilinçdışında bir karşılığı yoktur," diye
GİRİŞ 31

yazmıştı.) Ebeveyninin sevgi ve korumasına muhtaç olan Oidipal ço-


cuk, onlarla cinsel ilişkiye giremez ama buna en yakın alternatifi ger-
çekleştirir: onlara inanır. Her fanatik hayranın gayet iyi bildiği gibi,
safdillik bir cinsel edim, inanç da bir arzulama biçimidir. Psikanalitik
bakış açısından sorulması gereken soru sadece "Uzman, ebeveyn, psi-
kanalist, star ne diyor?" değil, aynı zamanda "Ona neden inanıyoruz,
bizi inanmaya iten nedir?"dir.
Freud'un bize gösterdiği gibi, inanç arzuyu evcilleştirir. Uzmanlar
bizi, en iyi hallerini görebileceğimiz yerde tutarlar.

iV

Deli mantığım yitirmiş kişi değildir. Deli, mantı­


ğından başka her şeyini yitirmiş kişidir.
G. K. Chesterton, Orrlıodoxy (Ortodoksluk)

Freud'un bilinçdışı tanımı düşüncelerimizde kaybolduğumuzu öne sü-


rer ama insanlar psikanalize nerede ve kim olduklarını bulmak için
gelirler. Aydınlanmacı Freud onlara yol gösterebilir ama Freud-
sonrası Freud ile bu hastaların amaçları çatışır. Öyle ya, yetişkinler
kaybolmak üzere yola düşmezler (aslında bunu neden yapmadıkları
sanıldığı kadar aşikar değildir) ve dünyadan bihaber olduklarını öğ­
renmek için bir kucak dolusu para ödemeye de pek teşne değildirler.
Darmadağınık olmak ya da öyleymiş izlenimini bırakmak bir çeşit ge-
rileme hali olarak görülegelmiştir. Tıpkı içgörüler, yani benlik bilgisi
parçacıkları gibi semptomlar da, hiç değilse insanın kendini tanımla­
masına, "ben şunu şunu yapan türde bir insanım" yollu cümleler kur-
masına olanak tanır. Gelgelelim, bilinçdışı "sahibi" olmak, Freud'un
ileri sürdüğü gibi insanın kökten kendine yabancı olması ya da yaban-
cı hale getirmesi demekse -karakterine hem uyuyor hem de uymuyor-
sa- o zaman analist hastasına (ya da hastası için) ne yapsa yeridir?
Onları daha bilgili mi kılmalıdır, bilmiyor oluşlarına tahammül etme-
lerini mi sağlamalıdır yoksa bilinmezlik bulutlarından zevk almayı mı
öğretmelidir? Cehaletleri sayesinde batmayıp yüzebildiklerini mi söy-
lemelidir yoksa sahile kadar yüzmelerine yardım mı etmelidir? "Top-
lumun gelişmesini istiyorsan şayet/ henüz tanımadığın insanlara/ da-
ha çok vakit ayırmaya gayret et" önerisinde bulunuyor John Cage.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
32
Freud ise bunu yapmamanın zaten elimizde olmadığını söylüyor, çün-
kü ona göre henüz tanışmadığımız kişi, kendimizden başkası değil.
Fre;d'a eoöre insan
,
olmak, kendi kendine yabancı olmaktır - tam
anlamıyla, başka biriymişçesine durmaksızın kendi kendinle tanış-
maktır. ("Yabancı," der Edmond Jabes, "seni yabancıya dönüştüre­
rek, kendin olmanı sağlayan kişidir.") Asıl şaşırtıcı olan, nasıl olup da
kendimize şaşmadığımızdır (tekrarlan mızı taklit ederek içimizi rahat-
latınz). "Kendimde fark ettiğim ve geri kalan zihinsel yaşamımla bağ­
Iantılandıramadığım tüm eylem ve tezahürlerim, başkasına ait kabul
edilerek yargılanmalıdır," der Freud Bilinçdışı'nda. "Kabul edilerek",
çünkü elbette bunlar aslında başkasına ait değildirler ve kişi yaşamına
ruhi geçerlilik kazandırabilmek için kendi kendisini bir yabancıya,
belli ki tanıyamayacağı bir başkasına dönüştürmek zorunda kalmıştır.
Freud, kendine yabancılaşmanın bizi inkar ettiklerimizle tehlikeli bir
yakınlık kurmaktan koruduğunu göstermiştir. Uzak ya da tuhaf bul-
duğumuz her şey aslında rahatsız edici derecede yakınımızdadır. "Te-
kinsiz Üzerine" başlıklı makalesinde Freud, "tekinsiz bulduğumuz
her şey bizi istisnasız her zaman bastırılmış tanıdık bir şeye götürür,"
der. İnsana dair hiçbir şey yabancı değildir ama insana dair hiçbir şey,
kendini koruyacak yabancı kavramı olmaksızın var olamaz.
Aydınlanmacı Freud için amaç yeniden tercüme etmek, hastaları
kendi kendileriyle yeniden tanıştırmak, tanrılannı insanlaştırmaktır.
Analist hatırlatıcıdır. Bastınlmış bilinçaltı davetsiz bir misafir olabilir
ama hasta da daha misafirperver olmayı öğrenebilir. Öyleyse psikana-
list bir yabancı uzmanı değil -zaten yabancı uzmanı olmak nasıl bir
uzmanlık olurdu ki?- insanların neden ve nasıl kendilerine yabancı­
laştıklarının uzmandır. (Başkalaşım, sürekli kaçarak yaşamanın bir
başka adıdır.) Aslında hastalar kendi kendileriyle içli dışlıdırlar. Ana-
list iyi bir ev sahibi gibi, gene de herkesi herkesle tanıştırır. Bu her za-
man hoş bir iş olmasa bile, en azından olanaksız da değildir. Bastırıl­
mış bilinçdışı böylece en azından potansiyel bir bilinebilirliğe kavu-
~ur. Aydınlanma prensibi uyarınca yaptığımız her şeyi -yasaları, ana-
y~sa~arı, bastırılmışı- bilmeli ve yeniden yapabilmeliyiz. İnsanın ken-
dı :~ıy~e ~aptığı hiçbir şey, bu kendi karakteri bile olsa, geri dönüşsüz
degıldır. işte psikanaliz tam bu noktada, muştulayıcısı 19. yüzyıl Av-
rup_a ronıanıyla buluşur. (Freud'un ego kavramı, diyelim Stendhal'ın
Julıen Sorel'i gibi, kurmaca bir karakterdir.)
Gelgelelim Freud'a göre yabancılığın kaynaklarından biri, bir sa-
GİRİŞ 33

vunma önlemi olarak yabancılaştırılmış ve yadırgı kılınmış kabul edi-


lemezlik ise, psikanalitik (ya da başka türlü) bir tanımlamaya kolay
boyun eğmeyecek başka bir kaynağı da "kavranamaz" diye adlandır­
dığımız şeydir: Deneyimlerimiz arasında mantık kurallarına uyma-
yan, bizi şaşırtan veya tam da şaşırttığı için ilham veren her şey, yani
temsil etme gücümüz. Bu öteki bilinçdışı, yani sınırların dışında kalı­
şı yasanın (bastırmanın) sonucu olmayan, çocukluk olgusu, yaklaşan
ölüm ya da g~lecek gibi şeylerden oluşan bilinçdışı, hem bilebilecek-
lerimizin sınırlarını hem de yaşamlarımızda bilme ve uzmanlık kav-
ramlarının yersiz kaçacağı alanları belirler. Kabul edilemez olan, bir
yere kadar bilinebilir; kavranamaz olanın ise sadece varlığı kabul edi-
lebilir. İhlal yoluyla yasak olana ulaşırız, ancak diğer sırlara ulaşma­
nın eşdeğer bir yolu yoktur. Aynı şeyi başka türlü ifade etmek gere-
kirse, psikanaliz sanatı, neyi yorumlamamak gerektiğini bilmektir.
Buradaki risk, psikanalistin hastayı ne zaman kendi haline bırakması
gerektiğini bilememesidir.
Psikanalist konuşulabilir olanı, R.P. Blackmur'un şiir için söyledi-
ği gibi "el altındaki gerçeklik stokunu artırmayı" hedefler. Aydınlan­
macı Freud ile hastası, kültürel sermaye biriktirmekte, içgörüyle gele-
ceğe karşı sigortalanmaktadır. Freud-sonrası Freud ile hastası ise ge-
çici bir yatının yapmakta ve belirsizlikle kumar oynamaktadır. Her
iki projenin de varisi olan günümüzün psikanalisti tıpkı hastası gibi,
neyin söylenebileceğini ve söyleyeceklerinin sonuçlarını hiçbir za-
man bilemez. Belki de aradığımız sürprizden başka bir şey değildir.
1

Otoriteler

Ciddiyetini muhafaza etmek, başarılı bir bastırma


yöntemidir.
Sandor Ferenczi, Giilme

Psikanalizi bir tür zihin okuma ya da geleceği görme biçimi olarak


düşünmeye hep direnç gösterilmiştir; en azından psikanalistler tara-
fından. Psikanalistler, sıradan konuşmalarımızın birçoğunun bir tür
zihin okuma olmasına karşın, belki de tam da bu yüzden, kendi yap-
tıklarını farklı, hatta rasyonel göstermeye gayret etmişlerdir. Psikana-
liz irrasyonelle ilgilenir ama kendisi irrasyonel değildir. ("İnsan uyan-
dığında," diye yazar Ferenczi alaylı bir dille Freud'a, "anlamsız ya da
mantıksız bir şeyler düşünmüş olduğunu hiçbir biçimde kabullenmek
istemez.") Freud için psikanalizin bir mantıksızlık kültüne dönüşme­
mesi önem taşıyordu. Bilinçdışına itibar edilmese de olurdu, ama psi-
kanaliste edilmeliydi. Ama aynı Freud'un bilinçdışı tanımı, profesyo-
nel yetkinliğin daha saygıdeğer biçimlerinin bir parodisi ve onlara yö-
nelik bir tehdit niteliğindeydi. Eğer psikanalist bilinçdışının nelerden
oluştuğunu ya da nasıl çalıştığını biliyorsa, özel bir uzmanlık alanına
sahip olabilirdi. Yok eğer bilinçdışı öngöıülemeyenin tanımıysa, bi-
linmeyenin uzmanı nasıl olunabilirdi ki? Freud'un Macar müridi Fe-
renczi'ye yazdığı ilk mektuplardan birinde söylediği gibi "Elbette kö-
tü hava asla insanın özenle incelemekte olduğu bölgeden gelmez."
Psikanaliz edebiyat ile toplum bilimlerinin arasında bir yerlere ko-
numlandıktan sonra, geçerli ve anlaşılabilir bir toplumsal uygulama
0 larak görülmeye başlandı - mesleğe yeni başlayanlar için artık bir

gizem değil, gerçek kuralları ve bilgi birikimiyle edinilebilecek bir


beceriydi. Aşırı normal olmayı kendine iş edinen nevrotik gibi psika-
naliz de, kendini din, göz boyama, mistisizm, radikal politika, para-
normal ve günah keçisi ilan edilen tüm "alternatif' terapiler gibi şak-
OTORİTELER
35
Jabanlık sayılagelen her şeyden uzak tutmak için çabalayıp dunnuş­
tur. Yani psikanaliz, bilinçdışı keşfini kendini meşrulaştınnak için
kullanmıştır. Buna bir zamanlar ironi denirdi. Tedavi olarak psikana-
liz, kişinin marjinal yönlerini yeniden sahiplenmesi olabilir, ama mes-
lek olarak psikanaliz azimle ana akıma bağlı kalmıştır ve bu, şu an
için, bilim ile çeşitli edebi anlatı kuramlarına bağlı olmak anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla psikanalizin bir zamanlar doğaüstü diye anı­
lan alanı özellikle küçümsemesi -marazileştirmesi- pek de şaşırtıcı
değildir. Psikanaliz okumalarımızı kökten değiştiren Freud ile Fe-
renczi arasındaki olağandışı mektuplaşmalar -psikanalizin gayri res-
mi tarihi- açıkça göstermektedir ki, cinsellik ve bilinçaltı dediğimiz
şeyler, gizeme, bilme kapasitemizin ötesinde kalana, insanların bir-
birleri üzerindeki tuhaf ve açıklanamaz etkilerine verdiğimiz, yeni ve
bilimsel prestije sahip adlardan başka bir şey değildir. Doğaötesi, ero-
tik kisvesi altında psikanalize geri döner. Bilimsel incelemenin sınır­
larını ve bilinçdışını rasyonalize etme çabasının psikanalizin amacı
olduğu kadar ona ihanet etmek de olduğunu Freud'a anımsatmak, Fe-
renczi'ye, başka bir açıdan da Jung'a düştü~ Ferenczi 1911 'de Freud'a,
"gizeme karşı savaşı çocukça buluyorum," diye yazdığında, psikana-
litik projenin içkin bir parçası olarak gördüğü ve Freud'un inkar etme-
ye fazla hevesli olduğunu düşündüğü bir şeyi -açıklanamaz insan
güçleri diye adlandırabilecek şeyi- canlı tutmaya çalışıyordu.
Bir sistemin amacı, istemediği şeyleri göndereceği bir dışarı yarat-
maksa, o sistemi, sistemin kendi kendini nasıl gördüğünü ve nasıl gö-
rülmek istediğini anlayabilmek için, fırlatıp attıklarına -çöplerine-
bakmamız gerekir. Herhangi bir kuramın mecburi söz dağarcığı, tav-
siye edilen söz dağarcığı denli açıklayıcıdır (örneğin, tasasızlık ve
pervasızlık, güven ve bütünleşme kadar psikanalitik terimler değil­
dir). Görünen o ki, Freud psikanaliz bilimine cinsellik ile şiddeti kat-
mış, ama iş gizemli fenomenlerin araştırılmasına gelince geri adım at-
mıştı. Eğer cinsellik psikanalizin kabul edilemeziyse, acaba ne tür bir
cinsellik büyücülük sayılmış ve bizzat yasakların ustası tarafından
men edilmişti acaba? (Birazdan göreceğimiz gibi, bu sorunun cevap-
larından biri eşcinsellikti.) Freud'un, Ferenczi'nin makalelerini bir
araya getiren kitabının önsözüne yazdığı gibi, "Ferenczi, psikanalitik
sorunların olanca karmaşıklığıyla, başka kimsenin olmadığı denli içli
dışlıdır." Kuramsal yazılarının aksine mektuplarında Ferenczi adeta
Freud'un bastırılmış bilinçdışıdır - sürekli daha fazlasını talep eden
DEHŞETLER VE UZMANLAR
36

hayırsız evlattır. Psikanalitik kuramın işaret ettiği, ancak Freud'un


kendi sorunlanyla kaçınılmaz ilişkisi yüzünden unutmayı seçtiği bazı
sonuçlan, Freud'a kimi zaman şaka yollu kimi zaman ciddiyetle
anımsatan Ferenczi'ydi. Son tahlilde insanlar arasında oluşan yakın­
lık, tıpkı doğaüstü fenomenler gibi hayret vericidir. Ferenczi'nin de
bildiği gibi Freud, özel yaşamında tutkudan, profesyonel yaşamında
ise mistisizmden uzak dunnaya özen gösteriyordu. (Ne de olsa misti-
sizm, tanımı gereği resmiyetten mahrum edilmiş bilgiydi.) Ferenczi
için psikanaliz, insanlar arasındaki gizemi yok etmenin bir yolu oldu-
ğu kadar, Freud'la samimi bir ilişkiyi sürdünnenin de yoluydu. (Tabii
ki Freud, Ferenczi'yi iki kez kısa süreyle analiz etmişti.) Ancak Freud,
Ferenczi'nin aksine sırlara bayılırdı ve onların çarçur edilmesine ya
da samimiyet adına düzmece bir değiş tokuş aracına dönüştürülmesi­
ne karşıydı. Yani Freud için psikanaliz, aynı zamanda konuşulmayan­
lara da saygı göstennekti; Ferenczi'ye, "aşırı bir iyi niyetle sırlannın
tümünü kurban etme," demişti. "Sırlann kurban edilmesi", her zaman
hangi Tanrılara sunuldukları belli değilse de, psikanalizin filli tanı­
mıydı.

il

Mümkün(?) müdür bilinçdışıyla dost olmak?


Sandor Ferenczi, Notlar ve Fragmanlar

Ferenczi ilk makalelerinden birinde, "Freud bir süreci hazırlıksız ya-


kalamayı ... tam iş üstündeyken, deyim yerindeyse suçüstü yakalama-
yı başardı," diye yazmıştı. Sözünü ettiği süreç rüya gönnekti ve belli
ki Freud'u gizleri ortaya çıkaran ve özel yaşamı ihlal eden biri olarak
gönneyi çok c~,,ıp buluyordu. Ancak Ferenczi'nin hiçbir zaman tam
anlamıyla '.dbul edemeyeceği bir psikanalitik bakış açısına göre, in-
san s1 • saklayan hayvandı. (Freud'un bilinçdışı kavramıyla kastettiği
v ;ıerden biri de buydu.) Ferenczi ise, deyim yerindeyse her şeyi dibi-
ne kadar gönnek isterdi. Ona göre Freud'un keşfettiği cinsel sırlar da-
ha geleneksel, folklorik büyülerin gizemleriyle aynlmaz bir bütünün
parçalarıydı. Elbette yüzyıl dönümünde sadece sıradan insanlar değil,
birçok "sanatçı ve entelektüel" de, bilimsel bir geçerlilik atfetmek için
OTORİTELER
37

ruhsal araştırmalar adını verdikleri alanla ilgilenmekteydiler. Freud


bile 1911 yılında Ruhsal Araştırmalar Derneği'nin onur üyesi olmuştu
ama, Ferenczi ile yazışmalarından da anlaşılabileceği gibi, psikanali-
zin bilimin kıyısında köşesinde kalmış alanlarla özdeşleştirilmesi ko-
nusunda son derece temkinli davranıyor, psikanalizi bir seans olarak
değil tıbbi bir müdahale olarak görmeyi tercih ediyordu. Ancak Fre-
ud'un tüm bu kuşkularına karşın Ferenczi, 1909'da birlikte Ameri-
ka'ya yaptıkları ziyaretin hemen ardından, Freud'un da onayını alarak
bir medyuma, Frau Seidler'e gitti. Freud ile Ferenczi'nin mektuplarını
yayına hazırlayanlar, bu ziyaretin asıl amacı konusunda şüpheye ka-
pılmamızdan korkmuş olmalılar ki, ziyaretin "parapsikolojik feno-
menleri inceleme maksadıyla" yapıldığını yazma ihtiyacı duymuşlar.
(Bu, Ferenczi "erotik fenomenleri incelemek maksadıyla" porno satın
aldı demeye benziyor biraz.) Ferenczi vakit kaybetmeden pür heves
sonuçları Freud'a, öteki gizemlerin yılmaz fatihine bildirdi ve onun
"şoke olmasına" neden oldu. Freud ona "bir süre bundan kimseye söz
etme," diye telkinde bulundu. Bundan beş gün sonra yazdığı bir başka
mektubunda ise fikrini değiştirdi: "Bu konuda mutlak bir sessizlik be-
nimseyelim ... Bu deneyim yüzünden kendimizi büyücülüğe mi ada-
yacağız? Elbette adamayacağız, olup biten düşünce aktarımından baş­
ka bir şey değil." Peki ama düşünce aktarımı nedir ve nasıl çalışır?
Freud'un tüm yaptığı bir tür gizemli alışverişin terimlerini, eş derece-
de gizemli bir başkasınınkiyle değiştirmekten ibaret. Ya (mektuplar-
daki anahtar sözcük olan) dürüstlüğe, Freud ve psikanalizin gurur
kaynağı olan açık bilimsel araştırma ruhuna ne olmuştu? Psikanalist
kendini cinsellikten koruyabiliyordu, ama paranormal tarafından kir-
letilmeye karşı koyamayacağından korkuluyordu.
Gelgelelim, düşünce aktarımı üzerine hiçbir zaman hayata geçire-
mediği bir kitabın planlarını yapmakta olan Ferenczi, klinik çalışma­
ları sırasında, kendine özgü ruhsal uygulamalar sayesinde anlamlan-
dırabildiği bir keşif yapmanın arifesindeydi. Bu öyle bir keşifti ki, psi-
kanalistlerden hak ettiği ilgiyi görebilmesi (daha doğrusu psikanalist-
lerin ilgi gösterecek cesareti toplayabilmesi) için fiilen günümüze ka-
dar beklemek gerekti. Ferenczi zaman zaman hastanın konuşmaların­
da sunduğu sözel malzemeyle ilgili kendi çağrışımlarının hastanınki­
lerle birebir örtüştüğünü, adeta analistin, hastanın (bastırılmış) düşün­
celerini düşündüğünü -sanki onları devam ettirdiğini- keşfetmektet
di. Dolayısıyla analist, hastanın tahammül edemediği duygu ve du-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
38
sünceleıinin medyumu olup çıkmaktaydı, medyum sözcüğüne biraz
farklı bir anlam yükleyerek de olsa. Düşünce aktarımı yoluyla hasta,
inkar ettiği yönlerini analistte uyandırmaktaydı. (Aslında bu gündelik
konuşmalarda sık karşılaşılan bir durumdur: Kişiler karşılarındakinin
inkar edilmiş sesiyle konuşurlar.) Parapsikoloji, insanlar arasında bir
tür gizli ruhsal alışveriş olduğunu, bilincin kontrolü dışında bir duygu
karaborsasının işlediğini edepsizce açığa çıkarmaktaydı. Ferenczi'ye
göre, eğer gerçekten oluyorsa bunun iki yönlü bir trafik olacağı da
aşikardı: Sadece hastanın analiste yaptığı bir şey olamazdı bu, analist
de aynını hastaya yapıyor olmalıydı. Bu tespit, psikanalizi, Freud'un
kararlı bir biçimde bilimsel ve yan-tıbbi modelinin izin veremeyeceği
denli çift taraflı bir rizikoya dönüştürmekteydi. İki kişi konuşmaya
başlamayagörsünler, kısa sürede birbirlerinden ayırt edilemez hale
gelirler: sözcükler bulaşıcıdır. Freud ile Ferenczi birbirleriyle konuş­
mayı sürdürdükleri müddetçe, bu deneyimin yoğunluğuyla başa çıka­
bilmek için, insanlara konuşurken (ve dinlerken) neler olduğu konu-
sunda kuramlar geliştirmek ihtiyacını hissettiler. Freud adeta psikana-
litik ilişkiyi samimiyetten kaçacağı bir sığınak inşa etmek için keşfet­
miş gibiydi. Samimiyetin incelenebileceği, samimiyet hakkında, ama
kendisi "gerçekten" samimi olmayan bir ilişki. Ferenczi de ona, inat-
la, samimiyet ya da samimiyetin reddi olmaksızın konuşma diye bir
şey olamayacağını göstermekteydi.
Yazışmalarının kapsadığı yıllar boyunca gelişen ilişkilerinin bir
noktasında, Freud ile Ferenczi'nin eşcinsellik ve paranoya (aynılık ve
farklılık) arasındaki ilişkiye değinmeye başlamaları tesadüf değildir.
1911 'de Freud Schreber vakasını yayımlarken ("Ben Schreber'im,
Schreber'den başkası değilim," diye yazar Freud Ferenczi'ye), Ferenc-
zi de "Paranoyanın Oluşumunda Eşcinselliğin Rolü"nü (1922) ve dik-
kate değer makalesi "Erkek Eşcinselliğinin Sınıflandırılması"nı ya-
yımladı. Yazışmalarının son döneminde Freud, tüm bunları bir araya
getirmeye çalıştığı bir taslak olan Totem ve Tabu'yu yayımladı. Fe-
renczi Freud'u "yeni ve müthiş, bilinçdışı anlayış yoluyla aktarım fik-
ri" dolayısıyla içtenlikle kutladı. Bu, Ferenczi'nin parapsikolojiden tü-
rettiği ve yıllarca Freud için "taşıdığı" fikirdi. Mektuplarının yayıncı­
larının, en iyi ihtimalle bilinçdışı bir ironiyle belirttikleri gibi, "Freud
ile Ferenczi fark edildiğinden daha çok ortak iş çıkarmışlardır". Psi-
kanalizin de bize gösterdiği gibi, kuram, her şeyden önce yerel duygu-
sal politikadır. "Eğer psikanaliz paranoyaysa," diye şaka yollu yazar
OTORİTELER 39

Ferenczi Freud'a, "o zaman ben zulüm manisi aşamasını alt edip, yeri-
ne megalomaniyi geçirmeyi başarmış bulunuyorum."
Eğer psikanaliz bir paranoyaysa, o zaman kendi kuramının terim-
leri uyarınca, erkekler arasındaki aşktır. "Paranoya," diye yazar Fe-
renczi Freud'un sözlerini hemen hemen harfiyen tekrarlayarak, "belki
de gizli eşcinsellikten başka bir şey değildir." Kişinin kendi hemcinsi-
ne karşı beslediği sevgide öylesine katlanılmaz bir yön vardır ki, aşk
nefrete dönüştürülür, sonra bu nefret başkalarına yansıtılır ve zulüm
kisvesi altında tekrar dışarıdan kişiye geri döner. Hatta Ferenczi, er-
keklerin hemcinslerine besledikleri aşktan korunmak için kadınlara
ilgi gösterdiklerine, sonra da anlan erkek olmadıkları için suçlayıp
nefret ettiklerine, kadınların da hem kendilerini hem de erkeklerini
tatmin edemedikleri için yetersizlik hissettiklerine inanır. Ferenczi,
"Erkek Eşcinselliğinin Sınıflandırılması"nda şöyle yazar: "Günümüz
erkeğinin saplantılı heteroseksüelliğinin*, bu dokunaklı yerdeğiştir­
menin sonucu olduğuna yürekten inanıyorum; kendilerini erkekler-
den kurtarmak adına kadınların kölesi oluyorlar." Peki ama erkekler-
de nasıl bir özellik var ki, erkeklerin arkalarına bakmadan kaçmaları­
na neden oluyor? Ferenczi'nin Freud'a kimi zaman kuram adına, kimi
zaman da doğrudan, daha farklı ve daha az temkinli bir talebi biçimin-
de sorup durduğu soru buydu.
Her ne kadar Freud, kuramsal olarak çiftcinselliğin -her iki ebe-
veyn ile de aşk, nefret ve rekabet ilişkisinin yaşanıyor oluşu- bağlı
kaldıysa da, her şey yolunda gittiği takdirde heteroseksüelliğin galip
geleceği varsayımı psikanalizde ağır basmaktaydı (kimilerince hala
da böyledir). Örneğin psikanalitik kuramda, karşı cinse mensup ebe-
veyne duyulan aşka "pozitif Oidipus kompleksi", aynı cinse mensup
ebeveyne duyulan aşka ise "negatif Oidipus kompleksi" denilmekte.
Başka bir deyişle ne yapmamızın beklendiği gayet açık. Gelgelelim
Ferenczi'nin mektuplarında ve "bilimsel" yazılarında da belirttiği gibi
heteroseksüellik, başka ne olursa olsun aynı zamanda bir kendinden
nefret etme biçimidir. Kendi cinsimizde neyi böylesine tatsız buluyo-
ruz ki, kayıtsız şartsız karşı cinsi arzulamak zorunda kalıyoruz? Psi-
kanalizin paranoya ile eşcinsellik arasında kurduğu ilginç bağ, Freud
ile Ferenczi'nin tam olarak formüle edemedikleri, daha rahatsız edici
* Heteroseksüel için önerilen "zıtcinsel" sözcüğündeki "zıt", "farklı/öteki" anlamına
gelen "hetero" öntakısını karşılamadığı için, terminolojide bir tutarsızlık hissi yar::ııması­
n::ı rağmen heteroseksüel sözcüğünü kullanmayı yeğledik. (ç.n.)
DEHŞETLER VE UZMANLAR
40

başka bir noktayı açığa çıkarmaktaydı: En azından psikanalizde hete-


roseksüellik, çok derinde yatan, belki de oluşturucu bir kendinden
korkma duygusundan kişiyi arındırmak için ödenen bedeldi. Kuram-
sal olarak psikanaliz her iki cinse de aşık olmanın değerli hatta gerekli
olduğunu savunuyordu. Freud'un aksine Ferenczi bu kuramın çıka­
rımlarını hayata geçirmek-ya da psikanalistlerin küçümsercesine ifa-
de edeceği gibi "denemek"- ve bunu da Freud ile yapmak istiyordu.
Ya da yayıncılarının toplu mektuplarının ilk cildine yazdıkları makul
önsözde dendiği gibi Ferenczi'nin "özel yaşamı ile profesyonel yaşa­
mı arasında çizdiği koruyucu sınır belirsiz ya da zayıftı". Bilinçdışı­
nın profesyonel yaşamı yoktur. Tabii psikanaliz dışında.
Ferenczi, bu eski kavrama psikanalizin getirdiği yorumun özgüllü-
ğünü vurgulamak için, "çiftcinsel" [biseksüel] yerine "her-iki-cinsel"
[ambiseksüel] terimini kullanmayı önerdi. Ferenczi'ye göre bu terim,
çocuğun yaşadığı çıkmazı, yani kökende nesnesiz olan erotizmini er-
kek veya kadın cinsine ya da her ikisine birden bahşetme potansiyeli-
ni daha iyi tanımlıyordu. Çevirmenin seçtiği "bahşetme" sözcüğü gü-
nümüzde kulağa yabancı gelse de, arzunun ihsan edilen bir şey oldu-
ğu duygusunu aktarmayı da başarıyor. Çocuk da yetişkin de arzuyu
bir hediye olarak deneyimler: Onlar her zaman kendilerine bahşedilen
bu onuru fark etmeseler bile, insanları onlara yönelik arzumuzla özel
kılarız. Mektuplarının inanılmaz bir açıklıkla gösterdiği gibi Ferenc-
zi, hatırı sayılır miktardaki çocukça yakınlaşma potansiyelini Freud'a
ihsan etmiş ve Freud da daha az tutkulu olsa da, asla Ferenczi'ye ye-
terli gelmeyen bir özen ve cömertlikle karşılık vermişti. Ferenczi Fre-
ud'a, hem iltifat hem de sitem olarak okunabilecek şu cümleyi yazar:
"Gerçekten de ancak tüm dünyadan bağımsız olduğunda kendini iyi
hissedebiliyorsun." Ferenczi de Freud da, psikanaliz sürecinde oldu-
ğu gibi, birbirlerinden ne istedikleri sorusuyla yüzleştiler ve bu yüz-
leşme sonucunda psikanalizin peşini bir türlü bırakmayacak olan so-
ruyla karşı karşıya kaldılar: İstekler anlaşılmalı mıdır yoksa karşılan­
malı mıdır? Freud psikanalizin isteklerin karşılanarak boşaltıldığı de-
ğil, Üzerlerine düşünüldüğü bir tedavi olduğu görüşündeydi. Ferenc-
zi'ye göreyse, hastayı çok uzun süre tatminsiz bırakmak, çok fazla
h~srana uğratmak, tedaviyi gerekli kılan çocukluk travmasının, teda-
vı .~ıra.s~nd~ aynen yaşanmasına yol açmak demekti. İsteğin tatmin
e?• ".>ı~ır bır şey mi, yoksa varlığıyla tatminin olanaksızlığını dile ge-
tıren bır şey (arzu ile nesnesi arasındaki zorunlu mesafe) mi olduğu,
OTORİTELER
41

Freud ile Ferenczi'yi birbirlerine bağlayan ve geleceğin psikanalitik


tartışmalarını belirleyen sayısız çekişme konusundan biriydi. Arzu,
en iyi şartlar altında olgunlaşıp düşünceye (ve kurama) mı dönüşüyor,
yoksa tam tersi mi söz konusu? Freud ile Ferenczi'nin gerek mektup-
ları gerekse de 1908 ile 1914 arasında yayımlanan kuramsal çalışma­
ları (Freud'un kırk, Ferenczi'nin elli altı adet), başlangıcından bu yana
birbirlerinde yarattıkları, hakikat ve dürüstlük konularının tümüyle
kuramsal bir eşcinsellik sorunuyla iç içe geçtiği yaratıcı çalkantının,
iki erkeğin birbirlerine karşı (başka önemli ilişkiler bağlamında) his-
sedebileceği şeylerin belgeleridir. Böylesi kuramsal aşk mektuplarını
okuma olanağına nadiren kavuşulur. Kuşkusuz aşk mektuplan da, ol-
dum olası gerçeği itiraf etme fantezileriyle bağlantılandırılagelmiş bir
türdür.

111

Hiçbir duyguyu dayatma; hele de ikna olma duygu-


lannı.
Sandor Ferenczi, Notlar ve Fragmanlar

Freud'dan 17 yaş küçük ve ondan duygusal açıdan çok daha coşkulu


olan Ferenczi için psikanaliz, "dürüstlük ideali" diye tanımladığı kav-
ram üzerine düşünmenin faydalı bir yoluydu. "Çocuksu olan her şey
hor görülmemeli," diye yazar, ilişkilerinin ilk yıllarında Freud'a, "ör-
neğin ancak yanlış eğitimle yoldan çıkabilen gerçeği bilme tutkusu ...
Dürüstlüğün değil, lüzumsuz gizliliğin anormal olduğu inancımı hala
koruyorum." Bu Freud ile aralarındaki lüzumsuz gizliliğe bir gönder-
meydi. Ferenczi'ye göre çocuk, yetişkinlerin komplolarıyla yoldan çı­
karılma potansiyeli taşıyan bir doğruyu söyleme içgüdüsüne sahiptir.
"Birçok zeki çocuk," diye yazar erken dönem makalelerinden birinde
("Analiz Sırasında Oluşan Geçici Semptom Yapıntılan", 1912),
henüz "büyük gözdağı"nı atlatmamışken, daha gizillik döneminde göze çarpan
bastırma aşamasındayken, yetişkinleri tehlikeli ahmaklar olarak görür, cezalan-
dırılma riskini göze almadan onlara hiçbir hakikatin söylenemeyeceğine inanır
ve tutarsızlıkları ile dengesizliklerinin hesaba katılması gerektiğini düşünür. Bu
açıdan çocuklar, pek de haksız sayılmazlar.

Çocuklar açısından ebeveynler gizemli fenomenler gibi görünebilir.


Çocuklar ve bu çocukların dönüştüğü yetişkinler, anne ve babalarının
DEHŞETLER YE UZMANLAR
42
onların hakikatini onaylama konusundaki isteksizliklerinin ya da ye-
tersizliklerinin kurbanıdırlar. Yetişkinler, çocukların sorularını ce-
vaplamasalar bile, hiç değilse bu soruları ilgiye değer sayabilirler. Fe-
renczi 'ye göre yetişkinlere güvenilemez. Oysa psikanaliz bize şu so-
ruyu sordurabilir: Kendimize ilişkin ne tür bir tablo yaratıyoruz ki gü-
ven fikri bu denli önem kazanıyor? Çocukluk hakkında -psikanaliz
gibi- modern öyküler, güvene ilişkin batıl inançlarla dolup taşar: san-
ki güven hakikatin temel taşıymış ya da sözcüklerle yaptığımız tek
şey onlara güvenmekmişçesine.
Elbette Freud'a göre çocuklar hakikati söylemiyor, sadece ebe-
veynlerini arzuluyorlardı. Öyleyse, Ferenczi'nin ima ettiği gibi, arzu-
lamanın hakikati söylemenin bir yolu olduğu sonucunu mu çıkarmalı­
yız? Yoksa sarsılmaz hakikat inancımız, en azından psikanalitik bağ­
lamda, arzu denilen yasaklanmış karmaşanın üzerini örten asil ve ma-
sum -masum olduğu için asil- bir öykü mü sadece? Freud çocukların
seks hakikatini yaşadığına, Ferenczi ise hakikat hakkında gerçeği
söylediklerine inanıyordu. Adeta "ilk erdem" psikanalize gizlice yeni-
den sokulmakta, Rousseau arka kapıdan geri gelmekteydi. Öyle ya,
eğer Freudcu anlamda bir bilinçdışı varsa, çocuğun "ihtiyaç duyduğu"
hakikat ne olabilirdi ki? "Lüzumsuz gizlilik" Freud insanının bastırıl­
mış bilinçdışına verilen farklı bir isimden başka bir şey olmayabilir.
Ferenczi'nin bir türlü tam olarak açıklığa kavuşturamadığı nokta, ço-
cuğun sözde hakikatleri söyleyerek neye ulaşmaya çalıştığıdır. Bu
Freudcu bir sorudur. Ferenczi'nin yorumunda çocukluk bir boyun eğ­
me durumu olduğundan, tüm suç kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
ebeveyndedir ve çocukların yaradılışlarından gelen sorunlu doğaları
fiilen ellerinden alınmaktadır. ·
En iyi halinde Ferenczi'nin çalışmaları günümüzde çok önemse-
nen bir olguya parmak basar: Çocuklar kendilerine kulak verildikçe
büyürler; yetişkinler çocuklara kulak vermenin kendilerinde uyandı­
racağı karışık duygulardan korkarlar; bazı aile sırları çocukları birer
uyurgezer" dönüştürür; çocuklar için ebeveynler anlaşılmazdır. Ama
Fererır dnin yapıtı, en kötü yanlarıyla, çocuklara anlayamayacakları
vr ı<aldıramayacakları bir çeşit yan-kahin konumunun sorumluluğu­
nu da yükler. Ne de olsa hakikat fantezilerini de yetişkinler kurgular
ve çocuklar bunları yetişkinlerin dünyasından öğrenirler. Çocuklar,
ebeveynlerinin onlar için yarattığı doğa bir yana bırakılırsa, doğal ola-
rak ~içbir şey değildirler. Gelgelelim Freud ile Ferenczi'nin ele aldığı
OTORİTELER
43

biçimiyle tüm bu konular günümüzde çocuklara yönelik cinsel taciz


tartışmalarının temellerinden birini oluşturmaktadır. Ferenczi'nin
mektuplarında tekrar tekrar işlediği "dürüstlük ideali" teması, yorum-
lamanın dinlemeyi reddetmek olabileceğine, hastaya inanmanın -ki
bu da hastanın sözlerine inanmak demekti- başarılı bir analizin ol-
mazsa olmaz koşulu ve daha da önemlisi temel bir iyicillik biçimi ol-
duğuna psikanalistlerin dikkatini çekti. "Analistin hatasını kabul et-
mesi," diye yazar Ferenczi 1933 tarihli "Dillerin Karışması" başlıklı
temel çalışmasında, "hastanın güvenini artırınıştır". Utancı gizlemek,
samimiyeti baltalar.
İyi ama insanların söylediklerine inanmak ile onlarla aynı fikirde
olmak ne bakımdan aynı anlama gelebilir? Dahası bana söylenenlere
inanıp inanmadığımı nasıl bilebilirim? Eğer karşımdakinin söyledik-
lerinde, kendisinin duymadığı bir şeyi duyuyorsam, bu ona inanmadı­
ğım anlamına mı gelir? Freud hakikat ve güven kavramlarını, Ferenc-
zi'nin her zaman fark edemediği kadar ve kaçınılmaz biçimde karma-
şık hale getirmiştir. Hatta Freudcu kuramın dolaylı sonuçlarından bi-
ri, uzlaşımsal, kutsal-üstü bir idol olarak hakikat fikrinin -hepimizin
etrafında birleşeceği bir gerçeğin- farklılıkları yok saymayı amaçla-
yan baskıcı bir girişim olabileceğidir. Mektuplarının çeşitli aşamala­
rında Ferenczi, konuşma özgürlüğü vaadi yüzünden psikanalizin de
böylesi bir birleştirici güç olabileceğine işaret etmiştir.
Gelgelelim Freud, genç meslektaşının dürüstlük idealini, aslında
olduğundan daha karmaşık bir çağrı olarak algıladı. Tam kendinden
beklenebileceği gibi, Ferenczi'nin sık sık dile getirdiği açıklık ve dü-
rüstlük isteğinin ardında yatan talebi yakaladı. "Bir düşünün," diye
yazar Ferenczi Freud'a 1910'da, "insan herkese, babasına, hocasına,
komşusuna hatta krala bile gerçeği söyleyebilseydi neler olurdu?
Tüm sahte, dayatılmış otoriteler cehennemi boylar, doğru olan doğal
olurdu." Ferenczi, psikanalizin devrimci potansiyelini herkesten, hat-
ta Freud'dan bile daha iyi kavramıştı. O, insanların birbirleriyle farklı
konuşmaya başlamalarının dünyayı değiştirdiğini biliyordu (ancak,
hakikati konuşmak istediği kişilerin, cinsiyetlerini açıkça belirttiği
her durumda erkek olmaları da gözden kaçacak gibi değildi). Ferenczi
bize, herkese -kişi bunun ne olduğunu sanırsa sansın- gerçeği söyle-
yebilmenin neden ve nasıl baskıcı otoriteleri yıkacağını açıklamıyor
ama Freud mektuba cevabında bu sözleri, ikisi arasında daha özgür
bir iletişim kurma talebi olarak okuduğunu belli ediyor ki, gerçekten
DEHŞETLER VE UZMANLAR
44

de amaç bu olmalı. Ferenczi'nin de belirtmekte hiç gecikmediği gibi,


Freud onun için bir baba, hoca ve kraldı. "Her şeyle başa çıkabileceği­
mi hissediyorum," diye cevaplar onu Freud ihtiyatlı bir biçimde, "ve
eşcinselliğimi alt edişimi onaylıyorum, zira bu daha bağımsız olmam-
la sonuçlanıyor." Freud için özgürlük, hiç değilse bilinç düzeyinde eş­
cinsel benliğini alt etmek, susturmak demekti; Ferenczi içinse özgür-
lük benliğin kendini özgürce ifade etmesi olabilirdi ancak. Öyle sanı­
yorum ki Freud, Ferenczi'nin dürüstlük fantezisinin, yani insanların
birbirlerine h'er şeyi ama her şeyi söylemelerinin, aynı zamanda bir
ortakyaşam fantezisi, yani insanlar arasındaki tüm farkların silinişi
fantezisi olduğunu sezinlemişti. (Eğer birbirimize her şeyi söylersek,
hiçbir zaman birbirimizi dışlamış olmayız.) Oysa psikanalitik tedavi,
kimileri için özgürce konuşmanın nasıl ölümcül bir tehlikeye dönüş­
tüğünü anlamamızı sağlayabilir. Freud, aklına eseni söylemenin tera-
pide yapılması gereken bir şey olduğuna inanırken, Ferenczi, psikana-
litik ilişkinin sosyal ilişkilerin paradigması olmasını istiyordu. Gelge-
lelim bu, analistin de hastaya aklına geleni söylediği bir psikanaliz çe-
şidi olmalıydı. Karşılıklı yorum ve karşılıklı serbest çağrışım: Kralla-
ra hayır!
Bugün artık, Freud eşcinselliği nasıl bir şey olarak görüyordu ki
bağımsızlığını korumak için "alt etmesi" gerektiğine inanıyordu, diye
sormak durumundayız. Freud'un, en azından karşılıklı yazışmaların­
da, Ferenzci'yi hem babasını baştan çıkarmaya hem de babasını anne-
ye dönüştürmeye çalışan bir oğul gibi gördüğü izlenimini elde ediyo-
ruz. Ferenczi ise, Jung'un karısına yazdığı bir mektupta hiç de incelik-
li olmayan bir üslupla Freud'un "bir dost olarak kendini tümüyle ver-
meye karşı antipatisinden" söz eder. Yazışmalarında Ferenczi'nin sık
sık ima ettiği gibi, Freud mu yakınlaşmaktan çekiniyordu, yoksa Fe-
renczi'nin ikisi arasındaki farklara, kuşak ve mizaç farkına ve sevgiyi
gösterme biçimlerindeki farka tahammülü mü yoktu? Dahası, tümüy-
le verilebilecek bir şey olarak tahayyül edilen bir benlik nasıl bir ben-
likti? (Hediye olarak benlik, modern benlik öykülerinin ayrılmaz bir
parçasıdır.) Farklılık mı savunma mı? Bu psikanalizin altından kalka-
madığı bir açmaz olagelmiştir. Hasta analistin yorumlarından farklı
mıdır yoksa sadece bu yorumlara direnç mi göstermektedir? Ve kim,
buna karar verecek konumdadır? Freud ile Ferenczi için bu kafa kanş­
tırı~ı meselelerle sakınarak da olsa uğraşmanın yollarından biri eşcin­
sellık üzerine kuramlar geliştirmek idiyse, daha az çekişme yaratan
OTORİTELER
45

bir yolu da yaşamlarındaki kadınlardan söz etmekti. Daha doğrusu,


ikilinin daha genci olan Ferenczi'nin, Freud ile yaşamlarındaki kadın­
ları konuşmasıydı. Bayan Freud, Freud'un sırlarından biriydi.
Freud'un tüm yazışmalarında erkekler, psikanalitik antrenman sa-
hası olarak kadınları seçmişlerdir. Psikanalitik. "hareket", her daim
çevresinde birleşip ayrışabilecekleri son derece zindeleştirici bir ko-
nuyken, kadınlar, hep beraber taşımaları gereken bir yük gibidir. Ka-
dınlarla başa çıkma sorunu -mesela Freud bir mektubunda Lou And-
reas Salome'den "tehlikeli ölçüde zeki bir kadın," diye söz eder- ve
sözde kafirler, Freud'un psikanalitik grubunu bir arada tutan harcı
oluşturuyordu. Freud ve Ferenczi arasındaki mektuplaşma ilişkisinin
dramı, hem Jung'un ünlü başkaldırışının dramından, hem de Ferenc-
zi'nin kendinden yaşça büyük Gizella isimli sevgilisi ve müstakbel
eşiyle ilişkisinden ve önce Ferenczi'nin, ardından da Freud'un hastası
olan, Gizella'nın kızı Elma'nın dramından beslenmekteydi. Ferenczi,
sonunda bir başkasıyla evlenen Elma ile kısa bir nişanlılık geçirmişti.
Ferenczi ile Freud'un mektuplarının da açıkça gösterdiği gibi Jung,
gizemcilik ve anti-semitizmle suçlanarak günah keçisi ilan edilmişti.
Jung'a yöneltilen suçlamalar doğru olsun olmasın bu durum, psikana-
liz çevresinin onu ne amaçla kullandığını gösteriyor. Gün gelecek,
Ferenczi'nin profesyonel itibarı da varsayımsal erotik ve duygusal
dengesizliği sebebiyle, retrospektif olarak sarsılacaktı. Radikal karşı
görüşler ve alışılmamış yaşam biçimleri söz konusu olduğunda psika-
naliz çevresi, ne ilk ne de son kez olarak, çamur atmadaki uzmanlığını
sergilemekteydi. Bilinçdışının bir karşı-kültür oluşturmasına izin ve-
rilemezdi. Asimile edilmesi gerekiyordu.
İlk dönem mektuplarından, Ferenczi'nin hem Freud ile ilişkisini
koruyup hem de kendini ondan kurtarmaya çalıştığı anlaşılıyor.
"Jung," diye yazar Ferenczi l 912'de Freud'a, "psikanalizi itiraf ile öz-
deşleştiriyor. Belli ki günahların itirafının psikanalitik terapinin göre-
ce önemsiz işlevlerinden biri olduğunu anlamıyor. Asıl önemli olan
baba imagosunun yok edilmesidir, ki itirafta bu hiçbir biçimde ger-
çekleşmez." Ferenczi psikanalizin geleceğinin, analistlerin Freud'la
ilişkilerini -aktarımlarını- anlamalarına bağlı olduğunu fark etmişti.
(Bazen insanlar, onlarla yapacak başka bir şey bulamadıklarında ba-
balarını öldürürler.) Ne de olsa Freud son derece paradoksal bir du-
rum yaratmıştı: Tüm otorite türlerini yok etmek üzerine kurulu bir ~e­
davi olarak psikanaliz bilimini, yani yeni bir otorite türünü keşfetmış-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
46
ti. Bu insanları çıldırtan bir kördüğüm olup çıkacaktı - çılgıncasına
konformist ya da çılgıncasına aykırı. l 914'te, ~.irlikte geçirdikleri tati-
lin ardından Ferenczi, Freud'a şunları yazdı: "Ozellikle sizin karşınız­
daki durumumun hiila tümüyle doğallaşamadığını ve varlığınızın ben-
de hiila çeşitli ketlenmelere neden olarak eylemlerimi ve hatta düşün­
celerimi etkilediğini, kimi zaman beni neredeyse paralize ettiğini
acıyla fark ettim." Böyle bir rahatsızlığı yaratmak için en az iki kişi
gerekir.
Freud, yazışmalarında Ferenczi'ye, her zaman aşırı tepki göster-
meye eğilimli biri muamelesi yapar. Halbuki Freud'un Histeri Üzeri-
ne Denenıeler'i, bir bakıma kişinin aşırı tepki vermesinin olanaksız
olduğunu göstermekteydi. Bu gerçekten de Freud'un çalışmalarının
en radikal yönlerinden biridir: Hastaların başlarına gelenlere göster-
dikleri tepkileri anlaşılır kılarak meşrulaştırmıştır. Freud Yeni Giriş
Dersleri'nde hastanın semptomlarının onun cinsel yaşamının ta ken-
disi olduğunu öne sürdüğünde, hastalarının cinselliğinin yaratıcılığı­
nı, kaynaklarının zenginliğini savunmakta ve kendimizi en iyi cinsel-
lik yoluyla ifade ettiğimizi, çünkü kafamızı en çok cinselliğin karıştır­
dığını söylemekteydi. Ferenczi, Freud'un tedavi ettiği histerik denilen
hastalardan birini anımsatırcasına psikanalize ve psikanalizin kaşifine
zor talepler dayatmıştı ve bu talepler psikanalizin gelecekteki canlılı­
ğının kaynaklarına dönüşmüştü. (Öyle ya, tedavi edemediği semp-
tomlar olmasa psikanalizin hali nice olurdu?) Nasıl olur da iki kişi bir
odada oturup konuşur ve birinin diğerinden daha yetkili olduğuna
inanmaya devam edebilir? Sevişmek dururken neden karşımızdakini
anlamak, hatta tedavi etmek isteyelim? Travmalar ile anlan tedavi et-
mek için bulunan teknikler arasında ne tür bir suç ortaklığı var?
("'Özdeşleşme'nin gözden kaçırılmış motivasyonlarından biri de, hor
gören bir yüz ekşitme olarak taklittir," diye yazar Ferenczi yaşamının
son demlerinde.) Bilinçdışı varmışçasına yaşamaya başladığımızda
yetkinlik hayallerimize, kusursuzluk fantezilerimize ne olur? Birine
dostane davranmaksızın onun iyiliğini düşünmek nasıl mümkün ola-
bilir? Ferenczi'nin gayet iyi bildiği gibi, psikanalitik kuram bu sorula-
n kaçınılmaz kılmıştır. Psikanalitik kurumlar ise gündemden çıkarıp
atmıştır.

Ferenczi'nin de bildiği gibi psikanaliz eğitimi, önceki kuşaklara


aşırı önem vermek adına öğrencileri kaskatı dondurma -hatta gösteri-
~~•1 dindarca hürmetin boyutlarına bakılırsa, yıldırma- potansiyelini
OTORİTELER 47
taşır. Ferenczi, psikanalizin hem kuşaklar arasındaki farkı yeniden
güçlendirmek ve güvence altına almak için, hem de kuşak farkı misti-
ğini sabote etmek için kullanılabileceğini açıkça görüyordu. Psikana-
liz, bilgeliğin yaşlılığın gereği olduğu düzmece inancının son kalele-
rinden biri olsa gerek. (Herhangi bir saygın psikanalitik eğitim kuru-
muyla en sıradan ilişki bile, hemencecik bu kalelerden birinin kötüye
kullanılmasıyla sonuçlanacaktır.) Freud'un kuramının iddia ettiği gi-
bi, psikanalizin kişilikle çok, deneyimle ise pek az işi vardır. Aktarım,
eleştirilemez uzmanlık fantezilerinin ölüm ilanıdır.
"Ferenczi," der Jones, Freud'un biyografisinde:
onu anında bilinenin sınırlannın ötesine taşıyan, geniş bir hayal gücüne sahipti.
Öylesine dürüst ve samimi bir insandı ki, dil sürçmelerine ve kendini açığa vu-
ran diğer "semptomatik edimlere" alışılmadık oranda yatkındı. Üstelik bunları
herkesin önünde şen şakrak çözümlemeye girişirdi. Bu nedenle aramızda ona
"Parapratisyenler Kralı" derdik.
Başarılı bir analizden geçmiş bir kişi -diyelim sahiden iyi bir insan-
Ferenczi gibi "dil sürçmelerine alışılmadık oranda yatkın" bir insan
mıdır, yoksa daha ziyade Freud gibi, adını verdiği sürçmelerin pek
azını kendisi yapmış biri midir? Jones'un eski analistine yönelttiği kı­
sa ömürlü şükran ve övgü (Ferenczi "zor" bir kişiye dönüştüğünde,
onu marazileştirmeye fazlasıyla hazırdı) bizi, psikanalizi ve psikana-
liz tarihini can evinden vuran bir soruyla karşı karşıya bırakır: Otorite
hata yapma kabiliyeti midir yoksa hataların üzerini örtme iradesi mi?
Ahlakçılığı ve gerçeklik iddialan haklı olarak saldırı altında olan bir
meslekte, Ferenczi'nin yaşanmış hayatı ve yaşanmış yazıları bize, psi-
kanalizde nadir bulunan bir şeyi, düzensizliğin akıcılığını ve hataların
ilhamını sunmaktadır. Psikanaliz esnek ruhlu olamamıştır- ne de olsa
ikna yasadan kaynaklanır. Beceriksizler için yeni bir panteona ihtiya-
cımız var. Psikanaliz, hiç değilse sulu komediyi yeniden ideallerimiz
arasına yerleştirmektedir.
Ferenczi, psikanalizde profesyonelleşmenin savunmacı işlevini
açığa çıkarmış ve dolayısıyla, takınılacak hiçbir profesyonel kimlik
pozunun, dışlamak üzere yapılandığı şeyleri anlayamayacağını (ya da
tadını çıkaramayacağını) göstermiştir. Klinik Günlüğü'nde Ferenczi,
karşılıklı analizi -analistin hasta tarafından analiz edilmesini- dene-
mesinin nedeninin "analistteki duygusal direncin ya da daha doğrus~
duygusuzluğun farkındalığı" olduğunu belirtmiştir. Yani Ferenczı,
hastalarından korkmakta olduğu gerçeği ile ilgilenmekteydi. Psikana-
48 DEHŞETLER VE UZMANLAR

!itik kuram ve tekniklerin çoğu, analistlerin sık sık hastalarından


korktukları basit gerçeğini saklar. Ferenczi, psikanalizde kendine öz-
gü riskler alarak bize bunun utanılacak bir şey olmadığını göstermek-
teydi. Daha doğrusu bu bir utançtı ve dolayısıyla üzerinde düşünül­
meye değerdi.
49

Semptomlar

Acının herhangi bir şeye bağlı olduğunu söyleyen


kural nedir?
Rachel Wetzsteon, Parables of Flight
(Kaçış Kıssaları)

İnsanlar sır saklayamaz hale geldiklerinde psikanalize giderler - ya


da konuşacak birini seçerler. Bir zamanlar özel olan şey, kişinin ken-
dine rağmen, dayanılmaz hale gelmiş, bir devşirme biçimine, bir me-
saja dönüşmüştür. Semptom daima bir sırrın açığa çıkmasıdır. Arzu
gibi acı da gizlemeyi başaramayabileceğimiz bir sırdır. Acı, kendi
kendimize yeterlilik fantezilerimizi yerle bir ettiğinden, başkalarıyla
ilişki kurmanın ve alışverişte bulunmanın meşru aracısıdır ve bu yüz-
den hem istenir, hem de korku uyandırır. Acı, başkalarında ihtiyacı­
mız olan bir şeyin bulunduğuna inanmamızı sağlar. İlk kez acı çekti-
ğimizde, çocukken, insanları ararız; iletişim ihtiyacımız ile avutulabi-
leceğimize inanma irademiz aciliyet taşır. Ancak her ebeveynin (ve
çocuğun) bildiği gibi, istenilenin ne olduğu her zaman açık değildir.
Bir ihtiyacımızın karşılanması -ki bu tümüyle bağımlı olduğumuzun
onaylanması demektir (ve bizi tatmin edebilen insana karşı potansiyel
bir haset doğurur)- görmezden gelinmek denli büyük bir risktir. Eğer
gerçekten yardım diye bir şey varsa -ki bu kavram her zaman sayısız
günahın üstünü örtmüş ve çoğu zaman da sado-mazoşizmin kulağa
daha hoş gelen bir ifadesi olmuştur- bir ihtiyaç nasıl bilinebilir, biri-
sinden bir şey (herhangi bir şey) istemek tam olarak ne demektir, gibi
soruları da beraberinde getirir. Kendimizi yardım istemekten alıkoya­
madığımız için, ne yaptığımızın farkında olmaktan da alıkoyamayız.
Arzu gibi acı da, özeli sırra dönüştürür. Psikanalitik açıdan semp-
tom, (yasak) bir şey istemenin (gizli) yoludur. Freud, semptomların
hastanın cinsel yaşamının ta kendisi olduğunu söylerken bunu kaste-
50 DEHŞETLER VE UZMANLAR

diyordu. Semptom, bir şeyi tümüyle açık etmeden bilinir kılma isteği­
nin göstergesidir. Hem bir talep, hem de bir davetiyedir. Daha doğru­
su iki ayn taleptir: Doğru biçimde tercüme edilme ya da tanınma tale-
bi -kişinin arzu nesnesinin şakayı anlayacağı, diyelim sürekli göz
kırpmanın ona bakma isteği olduğunu kavrayacağı umudu- ve tatmin
edilme talebi. Arzunun bir bölümü her zaman yasak olduğundan, her
istek kaçınılmaz olarak ikiz-değerlidir, kendi kendisinin can düşmanı­
dır. Böylesi bir psikanalitik tablo karşısında iletişim kunnaktan ve
birbirimizi hayrete düşünnekten başka çıkar yol yoktur. Daima çok
fazla ve daima çok az şey biliriz, o ünlü şarkıda söylendiği gibi her za-
man ilk bilen ve son öğrenenizdir.
Bu yüzden Freud hastalan na -ve okurlarına- iki faydalı paradoks
sunmuştur. Birincisi, kişinin kendi kendisine bir sırını açıklamasının
tek yolu, onu bir başkasına söylemektir. İkincisi, insan sadece başka­
larının sağır olduğu (dinlemeye gönülsüz ya da kifayetsiz) olduğu
oranda delidir (anlaşılmazdır). Dehşetin kaynağı sadece güzellik de-
ğil, dinlemektir de. Psikanaliste fazla konuşmasın diye para ödenir,
çünkü konuşmak dinlememenin en iyi yollarından biridir. Dinlen-
mek, yani kişinin kelimeler ve kelimeleri yaratan bedeni aracılığıyla
varlığını karşısındakine hissettinnesi, en iyi durumda kişinin konuş­
ma iştahını kabartır. Semptomlar, yani bedenin kelimelerin yerini al-
ması, bir kur değişimidir.
Peki o zaman psikanalist ne tür bir uzmandır? Eğer gerçekten bir
bildiği varsa, bunun hastanın ve ailesinin bildiklerinden öteye gitmesi
mümkün müdür? Bir aile çocuğunu bana getirirse onlara verip verebi-
leceğim, çocuk gelişimi konusundaki bilgilerim, çocuk ve aile terapi-
si konularındaki klinik deneyimlerim (ki bunlar da bir dizi kuramdan
esinlenmiştir), dinleme hevesim ve çocuklar ile ailelerin nasıl yaşa­
ması gerektiği hakkındaki ahlaki değerlerimden ibarettir. Kendimi
çocuklar hatta hayat konusunda bir uzman gibi görebilirim. Ya da
kendimi, ailenin kendi dillerini öğrenmesini sağlayan biri olarak gö-
rebilir ve elimden geldiğince mistifikasyon ve dolaylı baştan çıkarma
potansiyelini en aza indirmeye çalışabilirim. Örneğin panik atakları,
bir ailede kuşaklar boyu süregiden heyecanlılık halleri bağlamında
ele alındıklarında, insanın gözüne psikanalitik bakış açısından görün-
düklerinden bambaşka görünebilir. Psikanalist ortak bir dil -buna psi-
kanalitik yorum diyelim- kullandığını, bir tür standart İngilizce ko-
nuştuğunu varsayabilir, oysa söz konusu ailenin tüm aileler gibi ken-
SEMPTOMLAR
51
dine özgü bir dili vardır (aile içi şakaları düşünün). Başka bir deyişle
psikanaliz, açıklamaya soyunduğu yaşamları bağlamları dışına taşı­
maya çok yatkındır. (Her kuram için şu soruyu sormakta yarar var: İşe
yaraması için neyi dışarıda bırakması gerekiyor?) Psikanalistler ru-
hun resmi bir dili olduğuna ve herkesin bu dili konuştuğuna ya da ko-
nuşması gerektiğine inanma riskiyle karşı karşıyadır. Öyle ya, neden
herkes cinselliğin temel bir zihin karışıklığına neden olduğuna inan-
sın ya da herkesin aslında buna inandığı varsayılsın ki? (Bu olasılığı
hayal bile edemiyor olmam sorunun ayrılmaz bir parçasıdır.) Kim
herkesi tanır ki? Psikanalist, kulağa aynı zamanda hem tanıdık hem
de yabancı gelen şeyleri söyleyen biri olarak faydalı olabilir (ki bu da
zaten, hastanın farkına varmaksızın sürekli yaptığı şeydir). Hastaya
ait şeyleri dinleyince bunların nasıl aidiyet kazandığı, hangi öykülerin
parçaları olabilecekleri konusunda öneriler geliştirebilir. Gelgelelim
hepimiz gibi psikanalistlerin de tercih ettikleri öyküler vardır. Bu öy-
külere inanan ya da onları faydalı bulan psikanalistler de, öykülerle
ilişkilerini -kelimelerle iş görmeyi- kendi ailelerinde öğrenmişlerdir.
Başka bir deyişle psikanalist, eğitim kurumlarının sadece psikana-
litik metinleri öğreterek gözden gizlemeyi başardıkları bir açmazla
karşı karşıyadır. (Psikanaliz, Freud'un da fark ettiği gibi, edebiyatın
bilmediği hiçbir şeyi bilemez.) Ya en iyi öyküleri kendisinin bildiğine
inanacak ve hastasını onların geçerliliğine ikna etmeye çalışacaktır ya
da kendini kurmacaların işlevlerinin farkında olan uzman bir dinleyi-
ci olarak, yani insanların kafalarına takılan acil sorunlarını dinlerken
içinde uyananları kaldırabilecek ve işleyebilecek bir kişi olarak göre-
cektir; tanımı gereği geçici olanla ilgilenen ve kendisine inanılmasına
gerek olmayan biri; zorla ikna etmeyi daima sorun olarak gören,
(Winnicott bir zamanlar deliliğin inanılma ihtiyacı olduğunu söyle-
mişti) fanatizmin tutku olduğu fikriyle baştan çıkmayan bir kişi.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
52

il

Gerçekten dünyaya yakınlaşmak istiyorsa eğer,


dünya ile arasına mesafe koymalıdır. ..
Maurice Blanchot, Adolplıe, ya da Gerçek
Duyguların Balı/sız/ığı

Bütün bu söylenenlerin ışığında ve genel hatlarıyla nesne ilişkileri


ekolünün bakış açısına denk düşen bir çerçevede, bir semptomun, ye-
di yaşındaki bir çocuğun egzamasının, işlevi ile anlamı arasındaki far-
kı açıklamayı amaçlıyorum. Bu yaklaşım, arkası da gelecek üç soruyu
akla getiriyor hemen. Hasta semptomunu, mesajının alıcısı olarak na-
sıl birini kurmak için kullanıyor? Bu ne tür bir ilişkiyi gerekli kılıyor
ve semptomun projesi ne, bu semptom ne tür bir dünya yaratır?
Kuşkusuz bu tür psikosomatik semptomlar, tanıdık ve açılımlara
gebe bir noktada, sözcüklerin bedenlere neler yapabileceği konusunu
odağa çekerler. Psikanaliz, sözcüklerin bedenleri cezbedip, tekrar söz-
cüklere başvurmaya ikna etmesini ister; örneğin, semptomları farklı
bir düşünme şekli olarak değil, düşünmeyi başaramamak olarak görü-
rüz. (Oysa bedenin kimi bölgelerini -ten, cinsel organlar ve diğer de-
likleri- kimi özel düşüncelerimizi enine boyuna tartmaya son derece
yatkın bulabilirdik.) Ancak, hiç değilse psikanalizde bu konuda sanal
bir mutabakat vardır. Nina Coltart'ın da yazdığı gibi "zihnin bir bölü-
mü, bedendeki psikotik bir adaya yerleşmiştir... düşünülemeyecek
olan içeriğin ne olduğunu sormamız gerekir... Zihin/beden ayrımını
gerçekten aşacak bir köprüyü nasıl inşa edebiliriz?" Bu tür vaka su-
numlarına girizgah kabilinden, kelimelerin bedenlere neler yapabile-
ceğine, bedenin içinde nasıl iş gördüklerine dair düşüncelerimizi sor-
gulamakta fayda vardır. Bunun tam tersini de, yani bedensel semp-
tomların -bedenini kaşıyan bir oğlan çocuğunun taşkınlığının- kendi
sözcüklerimizi ve bedenlerimizi nasıl etkilediğini de sorgulamak ge-
rekir. Bir beden, başka bir bedenin kimi şeyleri düşünmesine ve söy-
lemesine engel olabilir mi? Gerçekten de ilişki kurmayı, kimi düşün­
~e ve duyguları olanaksızlaştırmak için isteriz (bir semptom nesnenin
ıtıı~t etmek zorunda olduğu bir kuraldır hep). Egzama insanın tenine
ışler.
SEMPTOMLAR 53

Dolayısıyla, Winnicott'ın terimleriyle, çocuğun semptomlarının


ailesinde ve tedavide yarattığı ortam türünü ("rahatsızlık değerini"),
kaşıntının konuşmalarımızın neresine ünlem koyduğunu ve bunun ne
tür bir ünlem olduğunu betimlemek istiyorum. (Geriye dönüp baktı­
ğımda "orkestrasyon"un, ünlemekten daha iyi bir terim olduğunu dü-
şünüyorum.) Bu bakış açısından semptom, daha ziyade bilinçdışının
somatik bir yatkınlığı sömürerek belli bir ortam yaratma girişimi ola-
rak görülür. Yeni başlamış vakalarda bunun amaç değil olsa olsa so-
nuç olduğu söylenebilirse de, ikincil yararın -yani semptoma yol aç-
mış olan acıyı maskeleyen zevkin- mantığı uyarınca sonuçlar amaçla-
rın bir parçası haline gelir. Örneğin pediatristin mektubundan öğren­
diğime göre annesi Tom'un kaşınmasından öylesine şikayetçiymiş ki,
çoğu zaman Tom'u birlikte yattıkları odadan kovuyor, salonda uyu-
masını söylüyormuş. Demek, semptomu Tom'un başka yerlere gitme-
sini sağlıyor, baba işlevi görüyordu (onu annesinden ayınyordu, ki
kuşkusuz bu sadece babanın işlevi değildir). Sonradan öğrendiğime
göre annesi, babasının da evden gitmesine neden olmuştu ki bu da bu
bağlamda önemliydi. Semptomu sayesinde Tam babayla çifte bir öz-
deşleşmeye giriyordu: hem anneye ulaşmayı yasaklayan babayla,
hem de anneye ulaşması yasaklanmış babayla. Bilindiği gibi öfke, ço-
ğu zaman kafa karışıklığını çözer. Ama semptomların üstlendikleri
daha birçok ruhsal iş vardır.
Pediatristin gönderdiği mektupta şunlar anlatılıyordu: Tom ilk kez
emekleme çağında egzamaya yakalanmış, babasının evden gitmesin-
den altı ay kadar önce egzaması nüksetmiş ve o gün bugündür de geç-
memiş. Tom "okulda alay konusu oluyor, hırpalanıyor ve hakaret işi­
tiyordu ve bu yüzden, egzamadan önce çok sevdiği okuluna gidemez
olmuştu". Kısa bir süre önce iki hafta hastaneye yatırılmış -annesi
onunla kalmamıştı- ve bu da "mükemmel sonuç vermiş, derisi son de-
rece sağlıklı bir duruma gelmiş ve taburcu olduğunda daha mutlu gö-
rünmüştü". Pediatrist ayrıca Tom'un annesinin, yeni bir eve geçmek
için başvuruda bulunduğunu ve kendisinden başvuruyu desteklemesi-
ni istediğini çünkü Tom'u yaşadıkları mahallenin kaşındırdığını söy-
lediğini belirtiyordu. Belli ki hem anne hem de oğul, sakatlayıcı bul-
dukları bir şeyden uzaklaşmaya -onu tahliye etmeye- çabalıyorlardı.
Tam hastaneye ilk geldiği gün "ağlamaklıydı ve annesinin onu ist~­
mediğini söylemişti." Kopmada değilse bile her ayrılıkta bu hem bır
korkunun hem de bir isteğin ifadesidir. Kuşkusuz bir ailenin, aile dı-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
54
şından birilerinden talepte bulunduğu her durum birçok şeyi ele verir,
çünkü bu durumda adeta ailenin kendi kaynaklarıyla üstesinden gele-
meyeceği bir şeyin ortaya çıktığı varsayılmaktadır.
Tom ilk görüşmemize annesi ve anneannesi ile birlikte geldi. Der-
li toplu, mahcup ama yüzünde belli belirsiz bir küstah ifade olan kü-
çük bir oğlan çocuğuydu. Anne, Tom'un egzamasının bir hayli iyileş­
tiğini ancak evin koşullarından herkesin rahatsız olduğunu anlattı.
Tek bir yatak odası vardı, gürültülüydü ve tüm bunlar yetmezmiş gibi
sığırcık kuşları içeri girmek istercesine pencerelere çarpıp duruyordu.
Anne sığırcık kuşlarından söz etmeye başlar başlamaz Tom ilk kez
deliler gibi kaşınmaya başladı. O ana kadar, demin de belirttiğim gibi,
uslu, utangaç, kendi halinde ufak bir ÇQ_CUk izlenimi bırakıyordu ve
annesinin konuşmasını önemli bir konferanstaymışçasına pür dikkat
dinliyordu. Anne Tom'un sığırcık kuşlarından dehşete düştüğünü söy-
ledi. Tom'a kuşların kendilerini dışarıda bırakılmış hissedip hissetme-
diklerini sordum. Soru tüm dikkatini toplamasını gerektiriyormuşça­
sına kaşınmayı bıraktı ve "Hayır ... numara yapıyorlar ... aslında dışarı­
da olmayı seviyorlar," dedi. "Belki de onları unutacaksın diye korku-
yorlardır," dedim; onayladı ve deliler gibi kaşınmaya başladı. Ona so-
runun mu yoksa cevabın mı kaşındırıcı geldiğini sordum. Umudunu
kaybetmişçesine omuzlarını silkip, "cevap," dediğinde birden içimi
bir hüzün kapladı. "Çocuklar bazen annelerinin onları unutacağından
korkarlar, bazen de annelerinin onları unutmasını isterler," dedim.
Ayıp bir fıkra anlatmışım gibi kıkırdadı. Tam bu noktada annesi araya
girip Tom'un çocuk olmadığını, nasıl ki kendi annesi onun en yakın
arkadaşıysa, Tom'un en yakın arkadaşının da kendisi olduğunu söyle-
di. Çocuk muamelesi görmek istediğinde Tom'un ne yapması gerekti-
ğini sordum. Egzamanın "dikkat çekrne"nin bir yolu olmasından kay-
gılandığını, Tom'un kimi zaman arkadaşlarıyla, özellikle de erkek ar-
kadaşlarıyla konuşurken kendini dışlanmış hissederek kaşınmaya
başladığını söyledi. (l!ikkat çekmeye çalışan biri olarak tanımlanan
kişilerde -dikkat, peşinde koşmaya değer şeydir- neyin dikkate muh-
taç olduğunu olduğunu hep sormak gerekir.) Anneye Tom bunu yaptı­
ğında kendisine nasıl bir mesaj ilettiğini düşündüğünü sordum ve "ba-
na:• ~iyacı var," cevabını aldım. Bunun kimi zaman işine gelip gelme-
... ığini sordum ve sırıtarak beni onayladı.
Her ikisinin de kafasının karışmış olabileceğini, her an birlikte mi
yoksa her an ayrı mı kalmak istediklerine karar veremiyor olabilecek-
SEMPTOMLAR
55
lerini belirttim. Tekrar kaşınmaya başlayan Tom kısık sesle "birlikte
birlikte," ~e?i. Egzam~n~n annesinin Tom'a bakmasını sağladığın;
ama onun ıçın herhangı bır şey yapmasını da engellediğini söyledim.
Ama daha minik nutkumu bitirmeme kalmadan kadın araya girdi ve
abartılı bir tiksintiyle "Ama çok iğrenç!" dedi. Bir şey beni kışkırtmış
olmalı ki, bunun üzerine Tom'un babasını soruverdim. Anne, üzgün,
yılgın, acılaşmış bir sesle babanın "iğrenç" olduğunu ve iki yıl önce
onu kapı dışarı etmek zorunda kaldığını söyledi. Ne açıdan iğrenç bir
adam olduğunu sordum. Tom bu soru üstüne kaşınmaya başladı, anne
ise cevap vermek istemediğini belirtti. Tom kendini iğrençleştirerek
babasına mı tutunmaya çalışıyor acaba diye sordum. Tom dünyaya
geri dönerek kaşınmayı kesti ve "Hayır!" diye bağırdı. Babasının bir
domuz olduğunu, onu hiç düşünmediğini ve asla düşünmeyeceğini
söyledi. Belki de ailede herkesin babasının kötü bir insan olduğu ko-
nusunda hemfikir olmak zorunda olduğunu sanıyor, dedim. Bu yoru-
mum üzerine odaya bir ölüm sessizliği çöktü. Ağır bir kaygı kendini
hissettiriyordu, dolayısıyla hemencecik evin sorunlarını konuşmaya
geri döndük.
Kuşkusuz ev sorununu da ciddiye aldım, hem de onların istedikle-
ri açıdan. Ev konusunda hiçbir şey yapamayacağım için üzgün oldu-
ğumu, elimden gelenlerin sınırlı olduğunu belirttim. Ancak herkesin
savunmalarının geri çekildiğine ikna olduğum anda ve Tom'un yorul-
duğunu, burasına geldiğini fark ettiğimde, lafı bağlamak amacıyla ai-
lenin egzamadan mustarip başka bir üyesi olup olmadığını sordum.
Anneanne bana annenin egzama öyküsünü anlatmaya başladı: Ana
kuzusu bir çocuktu ve ergenlik çağından hemen önce egzamaya yaka-
lanmıştı. Tahmin edilebileceği gibi bu hikaye Tom'u biraz canlandırdı
ama her halinden daha önce defalarca dinlemiş olduğu anlaşılıyordu.
anneye egzamadan nasıl kurtulduğunu sordum. Büyük bir keyifle,
"insanların kollarımı görmesini istediğimi anladığım anda kendi ken-
dimi tedavi ettim," dedi. "Ailenin dışındaki insanların seninle ilgilen-
mesini istediğin zaman mı?" diye sordum, onayladı. Sonra da anne-
siyle beraber son derece sevecen bir biçimde, yeniyetmeliğinde ne ka-
dar "çılgın" bir kız olduğunu anlatmaya başladılar. "Belki de sizin ai-
lede insanlar ailenin dışındaki dünyayı keşfetmek istedikleri?de e~za­
maya yakalanıyorlardır," dedim. Bu yorum hepsinin ilgisinı ç.ektı. ve
Tom gözle görülür biçimde sakinleşti. Onlara heps!ni? bi~b~rlenne
göz kulak olmak için bir hayli çaba sarf ettiğini ama bırbırlennı neden
DEHŞETLER VE UZMANLAR
56

korumaya çalıştıklarını da anlamaya çalışmamız gerektiğini söyle-


dim. (Aile içinde kişiler birbirlerine semptomlarıyla göz kulak olur-
lar.) Tom'a bireysel psikoterapi önermeden önce ailece bir kez daha
görüşmeye karar verdik.
Bir sonraki görüşmeye vaktinde geldiler ve işe Tom'un egzaması­
nın iyileşmeye devam ettiğini söyleyerek başladılar. Kısa bir duraksa-
madan sonra anne, son görüşmemiz üzerine düşündüğü bir şeyi söyle-
mek zorunda olduğunu belirtti. Aslına bakılırsa geçen hafta "bunalı­
ma girmiş" ve bundan başka bir şey düşünememişti. Bu itiraf temelde
Tam ile ilişkilerinin tarihiydi. Tom'un erken doğmuş bir bebek olma-
masına karşın yaşamının ilk birkaç haftasını kuvözde geçirdiğini, çok
genç olan annenin (on beş) kendini "deneyimsiz" hissettiğini ve lohu-
sa koğuşundaki "tek bebeksiz anne" olduğunu öğrendim. Bu korkunç
ayrılıktan sonra anne Tom'a dokunmaya pek heves edememiş adeta
"bir aşamayı atlamışlar" gibi hissetmişti. Bebekle hiçbir zaman doğru
dürüst bir yakınlık kuramamış ve eve döner dönmez çocuğun bakımı­
nı annesine bırakmıştı. O zamanlar hiila annesiyle yaşıyordu, babası
hamileliğinden hemen önce evi terk etmişti, Tom'un babası ise kendi
ailesiyle çok yakında oturmaktaydı. Belli ki baba oğlunu seviyor ve
onla ilgileniyordu ama çiftin ilişkisi baştan beri fırtınalı geçmişti. An-
latılanlardan anladığım kadarıyla anne Tom'u eve getirip kendi anne-
sine teslim etmiş -Tom anneannesinden çok büyük sevgi görmüştü-,
bir hayli dertli ve kafası karışık bir halde "çılgın" yeniyetmeliğine ge-
ri dönmüştü. Nereden bakarsanız bakın üzücü bir öykü olduğu aşikar­
dı. "Öyleyse Tom'la birbirinizi tanımanızın bir yolunu bulmanız ge-
rekmiş olmalı," dedim. Onayladı ve Tom'un ilk kez emeklemeye baş­
ladığı ve "tehlikeye bayıldığı" dönemde egzamaya yakalandığını söy-
ledi. Alışverişe çıktıklarında Tom'un alıp başını gitmesi, ya da priz tü-
ründen tehlikeli şeyleri keşfetmeye kalkışması gibi birkaç olay anlat-
tı. Tam risk almaya ve egzamaya yakalanmaya başladığından beri
onu düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. "Öyle anlaşılıyor ki doğ­
duğunda Tom'u kaybetmişsiniz ve Tom kendini kaybetmeye başladı­
ğında onu yeniden bulmuşsunuz. Gelgelelim onu buluşunuz bunca
zamandır içinizde kilitli kalmış o kadar yoğun bir sevgiyi ortaya çı­
karmış ki, Tam da kendini egzamayla biraz olsun korumak zorunda
kalmış," dedim. Belli ki bunu mantıklı buldu ve "Evet, bir zırh gibi,"
dedi. Tüm bunlar olup biterken Tom dikkatle dinliyor ve bir yandan da
yere bir ev resmi çiziyordu. Bu görüşmede olup bitenlerin en önemli
SEMPTOMLAR 57

bölümü bu kadardı.
Tom tam da kendinde yeni bağımsızlık ve özerklik parçaları keş­
fettiği sırada annesi ona yeni doğmuş bir bebek gibi bağlanmıştı. Gel-
gelelim Tom annesinin bu gecikmi~ -ya da engellenmiş- keşfini ken-
dini aşan bir talep olarak algıladı. Uçlü ilişkilere uyanıyor olması ge-
reken bir dönemde, egzama zırhını kullanarak annesi ile arasına bir sı­
nır çizdi. Ancak psikanalitik bakış açısına göre tüm semptomlar gibi
bu semptom da derin bir biçimde çoğul-belirlenimliydi (semptomlar
çıkarcıdır: ellerinden gelenlerin tümünü birden yapmak isterler). An-
nesinin aşırı kaygısı, Tom'da öz-korumacı bir öfkeyi harekete geçir-
miş ve bu da kendine yansımıştı. Tom, dünyaya karşı geliştirdiği her
yeni merak seferinde egzamaya yakalanıyor, böylelikle annesine dün-
yanın tehlikeli bir yer olduğu, bu yüzden daima ona ihtiyaç duyacağı
güvencesini veriyordu, belki tam da annesinin Tom'un doğumunda
olduğu gibi kendisini tükenmiş ve lüzumsuz hissettiği zamanlarda.
Egzama her ne kadar Tom'un annesinin sevgisini ve ilgisini uyandırı­
yorduysa da aynı zamanda oğlunun acısını dindirme yetisinin sınırla­
rını belirliyor ya da anımsatıyordu. İlginçtir, insan egzamaya yakalan-
dığında kendini başkalarına kaşıtmaya kalkışmaz.
Gelgelelim Tom'un daha ileriki bir tarihte annesinin bir adamı red-
dedişine tanık olduğunu da unutmamak gerekir. Aile öyküsüne bakı­
lacak olursa, anne beraber yaşamaya başladıklarından kısa bir süre
sonra babayı, "iğrenç" olduğu gerekçesiyle "kapının önüne koymuş"
tu. Dahası, anne bu hayati kelimenin menşeini (en azından bana) tam
olarak açıklayamıyordu, Bu durumda olası, ama kaçınılmaz olarak
ancak deneme kabilinden sayılabilecek bir olay düşünebiliriz. Tom'
un yaşamının daha başında bir devamsızlık-Winnicott'ın terminoloji-
siyle bir "bırakılma"- deneyimi yaşadığını, ancak tutunmaya yetecek
bir ortam oluşturan hastane ile anneanne tarafından büyük ölçüde te-
lafi edildiğini, annenin ise bu duruma tali bir katkıda bulunduğunu
varsayabiliriz. Yine de bu deneyim, geride, ayrılmayı ve bağımsızlığı
koparılıp atılmayla eşitleyen, daha iyi bir terimin yokluğunda adına
"hafıza izi" dememiz gereken tortuyu bırakmıştır. Derinlerinde bir
yerde, ne kendini derisinin içinde muhafaza edebileceğine ne de mu-
hafaza edilebileceğine aşırı derecede inanıyordu (ama "inanmak" da
doğru terim değildir). Dolayısıyla Tom, çevresini, yani hem derisinin
oluşturduğu çevreyi, hem de derisinin ötesindeki dünyayı sınamak
için neredeyse saplantılı bir biçimde risklere atılıyordur. Amaç hem
DEHŞETLER VE UZMANLAR
58
etrafındakilerin farklı olup olmadığını anlamak hem de orada, onun
için kimin ya da neyin bulunduğ.~nu ~e bunların ney~ ~enzed!ğini an-
lamaktır. Sözgelişi bunlar onun ofl<esıyle parçalanabılırler mı? Yakın
çevresi egzamasını nasıl okuyor? Ailesi bunu ne tür bir davetiye ola-
rak algılıyor? Ortadan yok olmalarına ve geri dönmelerine ne sebep
oluyor? Dahası Tom'un, geri dönüp baktığında ilk koparılışını, annesi
ile babasının ayrılışına aktararak anlamlandırmış, yani Oidipal öncesi
bir deneyimi Oidipal bir deneyim olarak okumuş olması da mümkün
(ki bu pekiilii hepimizin yaptığı bir şey olabilir).
Tom'a göre, Oidipal düzlemde erkekler iğrenç oldukları için red-
dediliyorlarsa, erkek olmak (baba gibi olmak) için iğrenç olmak gere-
kir: eğer iğrençsen annen seni reddeder. Bu da özdeşleşmenin bilinç-
dışı mantığı gereği, çocuğun kendindeki iğrençliğin erkekliği olduğu
sonucunu çıkarmasına yol açmış olmalıdır. Umarım artık Tom'un so-
rununun bir hayli karmaşık olduğu anlaşılmıştır. Son derece rahatsız
edici bir görüşmenin sonunda Tom'un ne tür bir erkek olmak istediği­
ne karar vermeye çalıştığını söyledim ve Tam görüşme boyunca ilk
kez kaşınmaya başladı ama bir hayli nazik bir edayla. Her ne kadar
derisi düzelmiş, okula dönmekten memnun olmuş, yeni bir yakın ar-
kadaş edinmiş, yani durumunda bir iyileşme başlamış olsa da,
Tom'un birkaç özel görüşmeye gelmesini önerdim ve Tam da buna
çok olumlu yaklaştı.
Sonuç yerine, bu bireysel psikoterapinin ilk bölümüne ilişkin bir-
kaç gözlemimi aktarmak istiyorum. Tom'la altı görüşme yaptık ve bu
terapi, "kriz" sonucu hastaneye yatırılmasıyla başlayan süreci pekiş­
tirdi. Kabaca özetlemek gerekirse babanın uzun uzadıya ve hayal gü-
cüne geniş pay tanıyarak işlenmesi, anneye (ve babaya) yönelik öfke-
yi daha dayanılır kıldı. İkide bir annenin ürettiği baba imgesini düşün­
mekten vazgeçmeyi başardığında, annesinin de iyileşebilir olduğuna
ve oğlunun duygularının yoğunluğuyla başa çıkabileceğine güveni
arttı. Egzaması geçtikçe, annesinin deyimiyle daha "başa çıkılmaz",
daha az uysal bir çocuğa dönüştü. Tom'la görüştüğüm altı hafta içinde
anne de kendi annesinin evinden ayrılarak bir arkadaşıyla yaşamaya
başladı ve bir sevgili edindi.
Tom ilk görüşmemize gelir gelmez hevesle çizim masasına gitti
veı bir şövalye çizmeye başladı. Annesinin Tom'un egzamasını bir
:ıırh olarak tanımlamış olduğunu anımsattım. Beni duymazlıktan ge-
ı~-ek kendini tümüyle çizimine kaptırdı. O çizedursun, ben de yirmi
SEMPTOMLAR
59

dakika sessiz oturdum. Birden bir yandan zırh çizerken bir yandan da
bana konuşursam konsantrasyonunu bozacağım hissini vermekte ol-
duğunu fark ettim. Burada bir aradaydık, aramızda bir sınır vardı ama
engel yoktu.
Bu etkileyici çizimi bitirdikten sonra yoğun ama boş bir merakla,
aynaya bakar gibi baktı çizdiklerine. Ona zırhını çıkardığında şöval­
yeye ne olduğunu sordum. "İnsanlar gelip ona bakar ... ve havlar," de-
di. "Bu bir rüyaya benziyor," dememle, zırhını çıkaran bir adamla il-
gili rüyasını anlatmaya başlaması bir oldu: "Dost olduğunu sandığı
köpekler gelip onu ısırdı." "Korkutucu," dedim, o da "hayır değil çün-
kü uyandım," cevabını verdi. "Isırmazsan yiyemezsin," dedim, güldü
ve aslan kükremesine benzer sesler çıkardı. "Belki de kaşındığında, o
aç köpekleri kaşıyorsundur," dedim. "Evet, ama artık konuşma," dedi.
Sonra yapacak başka bir şey bulmak istercesine odayı kolaçan etmeye
başladı ve "Uhun var mı?" diye sordu. "Dur bir düşüneyim," dedim.
Birdenbire daha önce onda hiç görmediğim kaprisli ama sevecen bir
hava takınarak "düşüneyim, düşüneyim," diye yarı alaylı bir taklidimi
yapmaya koyuldu. Sonra duraksayıp "Düşünmek ne demek?" dedi.
"Senin için ne demek?" dediğimde inatla "Önce ben sordum!" dedi.
"Ne istediğini hatırlamaya çalışmaktır," dedim. O da hayali bir iktida-
rın tadını tam anlamıyla çıkararak "Ben uçmak istiyorum," dedi. Geri
dönüp bu görüşmeye baktığımda ilginç bir geçiş yaptığımızı düşünü­
yorum: Uhu talebinden, beni şaşırtan ve kışkırtan düşünmeyle ilgili
bir soru aracılığıyla uçma isteğine.

111

Dedi ki, anne ve babamıza hayatı dar ettiğimizde,


kendimiz için bir hayat yaratırız.
Thomas Bemhard, Anılar

Bir çocuk, bedeninin annesinin kontrolü altında olduğuna ya da olma-


dığına dair fanteziler geliştirmişse, ona durmaksızın annenin sözleri-
nin sınırlarını anımsatan egzama gibi bir semptom, yatıştırıcı bir etki
bırakabilir: sözler kaşınmayı durdurmaz. Çocukların çoğu ebeveynle-
rinin ve diğer yetişkinlerin (bunlara analistler de dahildir) onlara çok
fazla anlam atfetmelerinden mustarip olduklarından, psikosomatik bir
DEHŞETLER VE UZMANLAR
60
semptom, ele geçirilemezliği ile paradoksal bir özel alan yaratmaları­
nı sağlayabilir: Kimsenin burnunu sokamayacağı ama yine de si~! ih-
tiyacınız olan insanlarla ilişki halinde tutan bir benlik parçası. Oyle
sanıyorum ki bu da, gelişimsel açıdan çocuğun en büyük paradoksuna
tümüyle uygundur (gerçi bunun ergenlik çağındaki tekrarı daha belir-
gindir): Yeterince iyi bir ortam ancak onu tehlikeye atarak oluşturula­
bilir (tıpkı yeterince iyi bir kuram gibi). Egzama gibi psikosomatik bir
semptom, bedenin ve ailenin bütünlüğünü sınar. Deri, kendi başına
da, dolaylı olarak da tehlikeye atılabilecek bir yerdir. Çocuk gelişimin
belli duraklarında, sık sık içinde bulunduğu ortamı sınamak zorunda-
dır. Anzieu'nün "deri egosu" tanımından yola çıkılarak denilebilir ki,
geçirgenlik ve esneklik arayışındaki çocuk, hem benliğin hem de aile-
nin derisini sınamalıdır. "Bebeğin, öfkesinin sınırlarını tanıması sağ­
lıklıdır," diye yazar Winnicott; "eğer bir bebek öfke içinde ağlayarak
çevresindeki her şeyi ve herkesi yok ettiğini hisseder de çevresindeki-
lerin sakin ve sağlam olduğunu görürse, bu deneyim onun gerçek ola-
rak duyumsadığı her şeyin illa ki gerçek olması gerekmediğini algıla­
ma kabiliyetini güçlendirir." Eğer psikanalizin amaçlarından biri,
alışveriş olanakları repertuarını genişletmek, hastanın kendini unuta-
rak serbest çağrışım yapabilmesini sağlamaksa, her semptom (ki her
zaman çoğul-belirlenimlidir; birden fazla amacı vardır, birden çok
efendiye hizmet eder) ve her birey (ki karmaşıklığı her zaman hem bi-
zim, hem de bireyin kendisinin gözünden kaçar) için ayrı ayn hangi
tür alışverişlerden kaçınılmakta olduğunu çözmemiz gerekir. Bu tür
alışverişlerin ne tür facialara davetiye çıkardığının sanıldığını da. Ya
da, başka türlü söylemek gerekirse, çözümleme yaparken hep kişinin
yaşamını nasıl bir hak kazanımı duygusu etrafında ördüğünü çözüm-
lemeye çalışıyoruzdur: yani hak eden benliğin kazandığı sıfatlar (aç-
gözlü, bencil, acımasız, cömert, kibirli, anarşist, bağımlı, kıskanç,
umut vadeden, yetenekli, vb.) etrafında. Kendi başlarına ne denli acı
veya zevkli olurlarsa olsunlar, semptomlar aynı zamanda daima kişi­
nin dehşete ya da esrikliğe karşı geliştirdiği bir kendini tedavi, insan-
ların birbirlerine yönelttikleri isteklerin ve hislerin yoğunluğunu
uyuşturmanın bir yöntemidir de. Psikanalizin yaptığı gibi semptomla-
rın bir çeşit tedavi, bir nevi lokal anestezi olduğunu fark etmek, psika-
nalizin kendisinin ne tür bir semptom olduğunu merak etmemize yol
~~biı:~. Psikanalizin amacı da insanları çatışkılarından kurtarmak de-
l!' .ıu çatışkılan şevkle yaşamalarının yollarını bulmaktır.
SEMPTOMLAR
61

William James'in pragmatizmini yorumlayan Frank Lentricchia


James'in tüm yazdıklarında şu soruyu sormakta olduğunu öne sürer;
"Bir inanç dünyaya salıverildiğinde, dünyanın değeri artar mı yoksa
azalır mı?" Hastanın semptomları aracılığıyla-ki zaten her semptom
bir inanç, benlik hakkında emin olma durumudur- sorduğu soru tam
da budur ve bizim de bu semptomları yorumlayan kuramlara bu soru-
yu yöneltmemiz gerekir. Bu analistin kuramlarını feshetmesi gerekti-
ği anlamına gelmez-bunu nasıl yapabilirdi ki zaten?- ama bu kuram-
ların savunmacı bir işlevi olduğunu kabullenmesi de zorunludur.
Analistin kuramlarını neyi duymamak için kullandığı konusunda her
an tetikte olması gerekir. Psikanalitik kuramlar ve psikanalitik uz-
manlık hastayla ikisinin arasındaki bir orta noktada buluşmaya bile
yanaşmama riskini taşır. Psikanalist, öteki insanlardan ziyade psika-
nalizle ilgilenmesinin işine geldiğini düşünebilir. Ne de olsa psikana-
liz kişinin uzmanlaşabileceği bir alandır.
3

Korkular

Evrensel komplonun kanıtlarını nasıl ele


geçirebilirim ki?
Anthony Kenny, Faitlı and Reason (İnanç ve
Mantık)

Farklı kültürlerde farklı çeşitlemelerinin


de bulunduğunu tahmin etti-
ğim, İdris Şah tarafından aktarılan bir Sufi fıkrası vardır. Nasreddin
Hoca bir sabah evinin önündeki avluya dan serpmekteymiş. Yoldan
geçen bir adam durup şaşkın göilerle Hoca'ya bakmış. "Hoca," de-
miş, "neden etrafa dan saçarsın?" Hoca, "Kaplanlar uzak dursun di-
ye," cevabını vermiş. "İyi de buralarda kaplan yok ki," demeye kal-
madan Hoca cevabı yapıştırmış: "Gördün mü bak, demek ki işe yarı­
yor". Bu fıkrayı korkuya ilişkin psikanalitik mesellerimden ilki olarak
kullanmak istiyorum. Fıkra, akla bir dizi soru getiriyor: Hoca gerçek-
ten kaplanlarla karşılaşmıştı da dan sayesinde onları uzaklaştırmayı
mı başarmıştı? Yoksa bu nesilden nesle aktarılan bir tür sembolik ritü-
el, daha kapsamlı bir kozmolojinin ayrılmaz bir parçası mıydı? Ho-
ca'nın yaşamında gerçekten bir kaplan tehdidi oluşmuştu da Hoca darı
çözümünü uyduruvermiş, bu da tesadüfen işe mi yaramış, darıyı serp-
miş, kaplanlar bir daha geri gelmemiş, Hoca da tüm sistemini bu veri-
nin üzerine mi inşa etmişti?
Kuşkusuz böylesi bir öykü, daha doğrusu bir fıkra, bu tür yorucu
akıl yürütmelerin önünü kesmeyi amaçlar; dan gibi o da sadece işini
görür. Fıkra, Hoca'nın hatalı, saçma ya da çılgın davrandığı sonucuna
varmamızı şaşırtıcı derecede zorlaştırır. Kendimizi böylesi yukardan
bakan, aydınlanmış bir konuma yerleştirmeye kalkarsak komik duru-
ma düşmemiz işten bile değildir. Fıkra bize yaşamımızın ne kadarını
~arı ~, ı!mekle geçirdiğimizi, kendi kişisel kaplanlarımızın ne oldu-
w· .. ı.J merak ettirir. Hocayı sorguya çekmekten vazgeçen adam gibi
KORKULAR
63

biz d~.' ~ir başkasının bizim yeri~ize d~.r! serpmesi sayesinde kaplan-
ları duşunmek zorunda kalmadıgımızı ogrenıp rahat bir nefes alabili-
riz. Belli ki Hoca'nın kaplanları unutmaya hiç niyeti yoktur. Dan
serpmek onları akılda tutmanın bir yoludur.
Bu öykünün açılımlarını sınırlayarak-yani onu yorumlayarak-sa-
vunmalar olarak adlandırılan, ya da otomatik ve itkisel yönlerini (ço-
ğunlukla bilinçdışı işledikleri gerçeğini) vurgulamak amacıyla savun-
ma mekanizmaları olarak anılan psikanalitik kavrama ışık tutmaya ça-
lışacağım. Ego savunmaları, korku karşısında devreye girerler ve kor-
kuyu düzene sokmayı amaçlarlar; organizmanın uyaran fazlasıyla bo-
ğulmasını engellemeye çalışırlar. Egonun (belki de bilinçdışı düzlem-
de) kaplanların ne olduğunu, neyi temsil ettiğini daha en başından bil-
diğini, korktuğumuz ve başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz her
neyse onu zaten bildiğini varsaymak durumundayız (gerçi filozof
Sartre gibi biz de bu bilgiyi nereden edindiğini bilmek isteyebiliriz).
Dahası egonun (Nasreddin Hoca diyelim) başvurabileceği bazı katı
ahlaki ve estetik kriterlere sahip olduğunu, henüz kendine tam olarak
kaplanın ne olduğunu bilme iznini vermese bile, kaplanın "kötü" ol-
duğunu bilebileceğini varsaymalıyız. (Savunmacı ego, korku sonucu
oluşan, dereyi görmeden paçaları sıvayıcı bir tür ahlaka sahiptir. Yar-
gılamak ve üzerinde çok fazla düşünmek zorunda kalmamak için ön-
yargılar geliştirmiştir.) Bu terimlerle ele alındığında Hoca'nın öyküsü
bize, arzu gibi korkunun da kendi nesnesi hakkında çok az şey ele ver-
diğini söylemektedir. Bir açıklama yapılmaksızın dandan kaplanlara
ulaşmak olanaksızdır. Öz-savunma biçimlerimiz, kendimizi neden
koruduğumuzu ya da neden korktuğumuzu aşikar kılmak zorunda de-
ğildir. Bu yüzden yoruma ihtiyaç duyarız. Hoca'nın açıklaması, açık­
lanmaya muhtaçtır. Gerçekten de ilkel savunmalar (Klein'ın yarılma
kavramı gibi) tanımları gereği, korkunun baştan beri nesnesiz oldu.ğu
yanılsamasını yaratırlar. Bu bağlamdan bakılacak olursa, bizim de In-
giltere'deki kaplanlara karşı dan kullanmamız olmayacak iş değildir.
Hoca'nın dansının aksine bazı savunmalar bizi sadece varsayımsal
korku nesnesinden korumakla kalmaz, böyle bir nesnenin var olduğu-
. na ilişkin bilgiden de korur. Peki bastırma, yarılma, yansıtmacı özdeş­
leşme, yadsıma gibi savunmalarımızı yapılandırma yollanmı_z, ne?en
korktuğumuz hakkında bizi bilgilendirebilir mi? Akl-ı selım b_ıze,
zırhtan yola çıkarak düşmanı tahmin edebileceğimizi, nesnes~yle
uyumlu olmayan korkunun kendi kendisinin sonunu hazırlayacagını
DEHŞETLER VE UZMANLAR
64
söyler. (Gerçi Auden'in "Kalkan bir silah mıdır?" sorusu işleri bir
miktar kannaşıklaştınnaktadır.) Hoca'nın öyküsü bize korkunun bilgi
ile batıl inanç arasında bir eşik, bir tür geçiş durumu olabileceğini
göstennektedir. Son tahlilde Hoca'nın öyküsü ya kaplanların dandan
korktuğunu ya da ortada kaplan maplan bulunmadığını kanıtlayacak­
tır. Bu tür savunmaları bunca etkili kılan tam da şüphenin askıya alı­
nışı, belirsizliğin rahatlatıcılığıdır zaten. Hoca kaplan olasılığını, yani
tehlikeli bir macera olasılığını el altında bulundurmakta; savunması
kaplan olasılığını canlı tutmaktadır.
Psikanalitik bakış açısından savunmalarımızı yapılandırma biçim-
lerimiz, korktuğumuz şeyi davet ettiğimiz ya da en azından onunla
ilişkimizi sürdürmeye çalıştığımız izlenimini bırakır. Dan serpmek,
kaplanları düşünmenin yolu olup çıkar (tıpkı mutsuzluğun, yaşamı­
mızdaki eksikleri düşünmenin yolu olması gibi). Korkuyu bir arzu
nesnesi olarak kurgulayan, özel bir heyecan türü olarak yeniden ta-
nımlayan psikanaliz, korku nesnesini -korkunun ikametgahını, kap-
lanları- bir paradoksa dönüştürmüştür: Hem ulaşılamaz hem de karşı
konulamaz. Yeni keşfettiği ikiz kardeşi arzu nesnesi gibi, korku nes-
nesini de, ne bulabilir ne de ondan kaçınabiliriz. Aynı nevrozda oldu-
ğu gibi bir şeyi kaçarak kovalamaktayızdır. (Nevrotik daima kaçtığı
yere varır.) Psikanalizin iddia ettiği gibi her korku aslında bir istekse,
korkularımız arzularımızın ipuçlarına dönüşür; iğrenme daima bir ca-
zibeyi gizler. Korku, yoldaşları tiksinti ve utanç gibi ruhsal bir çaba-
nın ürünleri; kendi yaratılanmızdır. Freud'un ortaya çıkardığı gibi
korku, hem yanıbaşımızdaki bir zevkin (ve/veya acının) farkına varıl­
masıdır, hem de başlı başına gizli bir zevktir. İnsanlar korkularıyla
övünmüyorlarsa belki de bu onları kaybetmekten korktukları içindir.
Psikanaliz kendi söz dağarcığının kelime oyu~larıyla, korkunun
salt bir refleks ya da doğal bir tepki değil tersine, kendi yarattığımız
bir şey olduğunu gösterebilir bize. Daha da önemlisi korkuyu, ondan
korunma yollarımız sayesinde yarattığımızı gösterir. Aşırı korunmuş
çocuk, dışarıda bu denli korunmasını gerektirecek neler bulunduğunu
merak eder, fanteziler kurar. (Hüsrana uğratma konusunda Ham-
let'ten daha ileri gitmeye çalışan Laertes, eski bir kelime oyununa baş­
vurarak "En iyi güvenlik korkuda yatar,"* der.) Başka bir deyişle, psi-

l· ·,, ıhebest security lies in fcar." Burada "lie" fiili hem "yatmak" hem de "yalan söy-
.ıek anlamındadır. (ç.n.)
KORKULAR 65

kanaliz, gelişim kuramı ve yeniden yapılandırma yoluyla bize, korku-


larımızı (el emeği göz nuru antikalar gibi) ince ince işleyerek yarattı­
ğımızı gösterebilirse de, ne kadar isterse istesin, her zaman neden
korktuğumuzu göstermeyi başaramaz. En kötü olasılıkla, bütün yapa-
bildiği, kişiyi, korku nesnesinin ve kaynağının ne olduğu konusunda
ikna etmektir. Bu açıdan bakıldığında iki farklı psikanaliz vardır: Biri
hastanın korkularının yerini belirleyip buna uygun yaşamasına yar-
dım eder, diğeri hastaya korkularını ne için kullandığını, onlara nasıl
bir işlev yüklediğini gösterir. (Korkuyla ilişkimiz, korku nesnesinin
bilinçdışı bir portresini de içerir.) Düşmanı ortaya çıkarmaya ant iç-
miş bir psikanaliz -örneğin kendini dehşete düşmüş bir halde ölüm iç-
güdüsüne adayan Kleincılık- ile, paradoks gibi görünse de, düşmana
ihtiyaç duymadan çatışkı ya bağlı kalan bir psikanaliz arasındaki fark
budur. Kuşkusuz bir insana zorla bir korku atfetmek, en temel dikta-
törlük biçimidir (bir insanı ya da onun bir parçasını katıksız kötü ola-
rak tanımlamak da öyle). Tüm selamet ve kefaret yöntemleri, neden
korkulması gerektiği konusunda bir uzlaşmaya ihtiyaç duyarlar.
Tüm farklı biçimleriyle psikanaliz, bize neden korkulması gerekti-
ğini anlatan bir öyküdür. Zaman zaman bir açıklama getirmeyi başar­
dığı semptomlar gibi kendi kökü de dehşettedir. İçgüdüler, arzu, ap-
hanisis, ölüm içgüdüsü, hadım edilme, sınır ihlali, ayrılma, atılma de-
neyimi, içsel olgunlaşmamışlık, özgün olamama, toplumsal cinsiyet
sorunu, imgeselin şiddeti ... Tüm bu kavramlar ve daha niceleri psika-
nalitik kuram ve uygulamanın temel taşlarıdır. Psikanaliz ne kadar öz-
selci olamamaya özenirse özensin, insanın gelişimi hakkında anlat-
madan edemediği öyküler gözdağı vermeye gebedir. Büyümek bir
travmadır ve bin bir biçimiyle travma, psikanalizin temel konusu,
hammaddesidir. Aynı nedenle her psikanaliz versiyonu, farklı bir
umudun bezirganlığına soyunur (ki bu da başlı başına diktatörce bir
talebe dönüşebilir). Gelgelelim korku üzerine kurulmuş bir kuram,
korkuyu konu edindiğinde sonsuza kadar kendini tekrar etmekten öte-
ye gidebilir mi? Kaplanları darıdan ayırmayı başarabilir mi? Yoksa
her zaman işe yaramayacağını bile bile darı saçmaya devam etmek
zorunda mı kalır? Korku, ya da korkunun fenomenolojisi olarak psi-
kanaliz, bize nasıl bir gelecek hazırlar?
DEHŞETLER VE UZMANLAR
66

il

Korku sizi her zaman kurtarmasa da, hiç değilse


şansınızınyükünü hafifletir.
Tobias Wolff, in Plıaraolı 's Army (Firavunun Ordusunda)

Korku bir tür beklenti, çarpıtılmış bir umutsa, korkudan söz etmek,
geleceğe ilişkin fantezilerimizden ve bu fantezilerle ilişkilerimizden
söz etmek demektir. Korkumuzun hedefi, -kaynağı farazi geçmişi­
mizde bile yatsa- gelecek günlerin beraberinde getirebileceği, o çok
yerinde tabirle hoşnutsuzluk (saadetin olumsuzlanması) dediğimiz
duyguyu içeren her neyse odur. Freud, dehşete kök salan insan özne-
sinin savaşa akraba bir ortamda geliştiğini düşünür. Bu göğüs göğüse
bir savaştan ziyade, haraç mezat varılan huzursuz bir ateşkesi andırır.
İnsan yavrusunun ilk korkusunu betimlediği Psikanalizin Temelle-
ri'nde ( 1938) mafya filmlerini andıran bir senaryo kurar:
Çocukluğun ilk döneminde oluşan zayıf ve olgunlaşmamış ego, yaşamın o
dönemine özgü tehlikeleri uzaklaştırma gayretinin yarattığı stres yüzünden ka-
lıcı zarar görür. Çocuklar dış dünyanın tehdit edici tehlikelerinden, ailelerinin
vesveseleri sayesinde korunurlar. Bu güvenliğin bedelini de, dış dünyanın tehli-
keleri karşısında çaresiz bırakılmalarına yol açacak bir sevgi yitimi korkusuyla
öderler.

Freud'a göre söz konusu dönemin başlıca tehlikeleri, içgüdülerden


kaynaklanan içsel tehditler ve düşmanca bir dünyanın daha aşikar teh-
likeleridir. Yaşamı yaşanır kılan ebeveynlerimizin korumasıdır. Onla-
rın koruma yöntemlerinin yarattığı yaşanabilirlik biçimi de, sonraki
yaşamımızın şablonunu oluşturur. Freud'un, yayımlanan en son yazı­
larından birinde (16 Haziran 1938) dediği gibi "sonraki deneyimleri-
mizin aksine, ilk deneyimlerimize gösterdiğimiz her tür tepki kalıcı­
dır." Freud'un ebeveynlerin ilk koruma ve kollamalarının mirasını di-
le getirme biçimi ilginçtir. Çocuklar, der, "bu güvenliğin bedelini de,
dış dünyanın tehlikeleri karşısında çaresiz bırakılmalarına yol açacak
bir sevgi yitimi korkusuyla öderler." Belli ki ebeveynlerin, sundukları
güvenlik hizmeti karşılığında bu korkuyu çocuklarına kendilerinin
aşıladığı sonucunu çıkarmamamız beklenmektedir. Yine de bu ilk ve
kal~cı k~rku, sevgiyi yitirme korkusu, bir ödeme biçimidir. Ortada ka-
rar ..c bır alışveriş, bir tür ruhsal sözleşme dönmektedir. Ebeveynler
KORKULAR 67

kişiye sonradan kaybetmekten korkacağı bir şey verirler: sevgi. Gele-


cek sahibi olmak isteyen kişi, bunun karşılığında bir korkuya, olası
bir kaybın korkusuna katlanmak zorundadır. Sevgiyi yitirme korkusu,
hem geleceğin bedeli, hem de geleceği canlı tutan şeydir. Bu korku
çocuğun bir gerçeği, kendi kendine yeterli olmadığı gerçeğini, iliğin­
de kemiğinde hissetmesinin ağır sonucudur. Freud'un betimlediği
sözleşmede çocuk, her nasılsa yaşamla birlikte gelen çaresizliğin far-
kındadır ve sözleşme gereği kendine düşen yükümlülükleri yerine ge-
tirerek, kalıcı sevgi yitimi korkusuyla kendine ve ebeveynine borcunu
öder. Bu belirleyici (yan Faustvari) sözleşme, gelişim sürecinin tüm
belli başlı kriz anlarında önemli değişikliklerle tekrarlanır: memeden
kesilme, hadım edilme kaygısı, ilksel sahne fantezileri bu anlaşmanın
yankılarından, yetersizliğin onaylanmasından başka bir şey değildir.
"Çaresiz bırakılmak" -Freud'a göre insanlık durumunun tanımıdır
bu- ebeveyn sevgisiyle defedilmesi beklenen bir felakettir. Denebilir
ki çocuklar, sevilerek yaşamın yaşanmaya değer olduğuna inandınlır­
lar - kısmen, tüm yetişkinlerin bu konuda şüphe taşımalarının sonu-
cudur bu (ve dahası, kimi çocuklar ebeveynlerinin umutlarını boşa çı­
karmamayı ahlaki bir ödev addedebilir). Çoğu zaman yaşam, insanla-
rın yaşama sevgisinden daha güçlüdür.
Freud'un elinde, ona göre kişinin korkularının hem hedefi hem de
kaynağı olan bu ilk çaresizlik, daha gelişkin ve ayrıntılı kuramlara
kaynaklık edecek olan bu basit içgörü, güçlü bir yorumlama aracına
dönüşür. Bir Yanılsamanın Geleceği'nde (1927) şöyle yazar: "Çocu-
ğun çaresizliğinin, onu devam ettiren yetişkinin çaresizliği ile ilişkisi,
dinin oluşumuna yol açan güdüyü yaratır." Korku, nevrozların olduğu
gibi dinlerin de yaratıcısıdır. (Kötü insan yoktur, korkmuş insan var-
dır.) Freud'un yazılarında korku, açıkça bağımlılık ve dolayısıyla fail
olma sorunuyla bağlantılıdır. Korku hem kendi yokluğunun fark edil-
mesi hem de görece bir kısıtlama haline gelir: korku özerklik fantezi-
lerimizi törpüler. Ancak korku aynı zamanda çocuğun fail olma soru-
nuyla tanışmasına neden olur. İnsan yavrusunun ve çocuğun evrilen
sorusu şudur: Geleceğimi güvence altına alacak bir donanıma sahip
miyim? Çocuğun edindiği ilk donanımlar tümüyle ebeveyninin işbir­
liğini sürdürmenin hizmetine koşulur. (Freud, tabii ki, bir anlamda ço-
cuğun gelecek sahibi olmayı isteyeceğini varsayar.) Çocuğun kendi
girişimiyle ortaya çıkan her başarılı edim ya da haz veren deneyim,
beraberinde kaybetme olasılığını getirir. Gelecek yaşamdan çalınmış
DEHŞETLER VE UZMANLAR
68

her anın, kazanılmış her hazzın bir bedeli vardır. Tatminin varlığı,
içinde yarınki yokluğunun dehşetini taşır. Bugünün hediyesi, yarının
olası hırsızlığıdır. Korku yok olma numaralan yapar; yok olanları
kurtarmaya yeltenir. "Çocuklar, dış dünyanın tehdit edici tehlikelerin-
den ebeveynlerinin vesveseleri sayesinde korunur; bu güvenliğin be-
delini, dış dünyanın tehlikeleri karşısında çaresiz bırakılmalarına yol
açacak bir sevgi yitimi korkusuyla öderler." İlk senaryoda -ya da ilk
Freudcu senaryoda- korku, gerçeğin dile gelmesi, geleceği yerle bir
edebilecek bir yokluğun kendini bireye tanıtmasıdır (her intihar, umut
diktatörlüğünden kaçma girişimidir). İnsanı tümüyle etkisi altına al-
mayan (ya da dondurup hareketsiz bırakmayan) her korku, eyleme ge-
çiren itici güç işlevi görür; bireyler yokluk.lan geri getirmek, geleceği
ele geçirmek için her şeyi yaparlar. Talep ederler. Kaybetme olasılı­
ğıyla baştan zehirlenmiş aşkı garanti altına almaya çalışırlar. Bu an-
lamda korku, egonun fail olma yanılsamasının, her zaman elinden ka-
yıp gidecek olan hakimiyetinin (Nasreddin Hoca'nın temsil ettiği pa-
radoksal hakimiyetin, kaplanlardan darıyla korunmanın) olanaksızlı­
ğının çerçevesi ve temelidir.
Korkuya -öncelikle sevgiyi kaybetme korkusuna- tepkisel yakla-
şan kişi, kendini yoklukları sağaltmaya adamış bir geleceğe ışınlanır.
Tüm bu çabaları, korkusuna içkin yapısal bir gerçek tarafından boşa
çıkarılır: Korku yetersizliğin göstergesidir, neyin eksik olduğuna işa­
ret eder. Gündelik sağduyu açısından, sevgiyi yitirme korkusu, sevgi-
yi güvence altına alma projesini devreye sokar. Psikanaliz açısından­
sa Freud'un tanımlaması daha paradoksal bir şeye işaret eder: Sevgiyi
yitirme korkusu, tanımı gereği güvence altına alınamayacak bir şeyi
güvence altına alma projesini devreye sokar. Korku, azimli bir inkara
ilham kaynağı olan bir gerçeğin algılanmasıdır. Bu biçimlendirici
Freudcu korkuyla, geleceğin garanti altına alınamayacağını kabulle-
nir, sonra da onu garanti altına almaya soyunuruz. Korku, kaçınılmaz
kaybetme potansiyelini açığa çıkararak çocuğu bir çelişki olarak ar-
zuyla yüz yüze getirir: Boşluğun daima onu dolduracak olanın biçimi-
ne göre belirlendiği, boşlukla doluluk arasındaki o sonsuz gelgit. Kor-
ku, çocuğun projesini yürürlüğe koyan farkındalığın bedelidir. Kor-
ku, kaçınılmaz belirsizliğini zaten algıladığımız gelecekleri yaratma
ilhamı verir. Korktuğumuzda ve belki korkmadığımızda, inanmayı
!!r ~ alamadığımız gelecekler inşa ederiz. Sadece megalomanlar söz
verirler.
KORKULAR 69
Önermekte olduğum gibi, korku, nesnesi gelecek olan ama kuşku­
suz ancak geçmişten türetilebilecek bilginin yarattığı zihinsel durum-
dur. İster Rank'ın öne sürdüğü ve Freud'un da kısmen onayladığı gibi
doğuştan gelsin, ister sonraki deneyimlerden türetilmiş olsun, gelece-
ğe dair bu bilginin yitimden ve yoksunluktan dokunmuş bir arka planı
vardır. Freud'un sonradan kaygı kuramına dönüşen yalın korku tanı­
mı, epistemolojik bir çatışkının, karşılanmayan talebin verdiği acıyla
deneyimlenen ve tekrarlanan bir çatışkının yaşandığı zihinsel durum-
dur. İlk sevgi yitimi korkusunu yaşadığında çocuğun, geçmişten taşı­
dığı epistemolojik bir inanç -varlığın yoklukla gölgelenmiş olduğu­
nun kesinliği- ve derin bir kuşkuculuk -varlığın yoklukla gölgelen-
mesinin yarattığı kahredici belirsizlik- arasında denge kurmaya çalış­
tığını (ya da iki arada bir derede kaldığını) hayal etmeye çalışmamız
gerekir. Çocuk hem kesinliği hem de belirsizliği "bilir". Yani, çocu-
ğun arzu ya da ihtiyaç deneyimi ona, geleceğin belirli olmadığı para-
doksal bilgisini aşılar. (Bu bağlamda, tekrarlama inancı bir umut etme
biçimidir ve tabii ki çocuklar iş tekrarlamaya gelince son derece tut-
kulu olurlar.) Freud'un "inkar ile kabulleniş arasındaki gelgit" diye ta-
nımladığı durumdaki çocuk şunu söylemeye çalışmaktadır: İstediğim
şey istemeyi olanaksız kılar; bildiğim şey bilmeyi olanaksız kılar. İs­
tenilenin elde edilişi, içinde hem geçmişe dair bir deneyim, hem de
geleceğe dair bir olasılık olarak kaybetme korkusunu taşır. İstemenin
bedeli, elde edileni yitirmenin dehşetidir - elde edileni gelecekte de
elde bulunduracağının garantisinin olmayışıdır. Korku içindeyken
bildiğimiz budur.
Korku hallerinde bilinen veya sezilen gelecek, geçmişin olasılık­
lar repertuandır. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku
anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir. Bana neden
korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim.
Gelgelelim aynı nedenle, korkudan doğan bilgi geleceğin kapılarını
kapatır. Neden korktuğunu bilmek, daima geçmişte yaşayabilmenin
en iyi yoludur. Darı serpen Hoca gerçekten de kaplanları uzaklaştırı­
yor olabilir ama aynı zamanda geleceği de, kaplansız düşünemediği
geleceği de, uzaklaştınyordur. Kaplanlar, geleceğin tahmin edilebilir-
liğini garanti altına alır.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
70

111

Yeni doğrular, değişimlerin aracıları, yumuşatıcıla­


ndır.

William James, Pragmatism (Pragmatizm)

Korkuya ilişkin ikinci meselim için, Sartre'ın Janet'den duyduğunu


belirterek Transcendence de !'Ego (Egonun Aşkınlığı) adlı yapıtında
"olasılığın baş döndüıücülüğü" adını verdiği kavramı açıklamak için
kullandığı öyküyü, bir miktar değiştirmek istiyorum. Sartre'ın "olası­
lığın baş döndüıücülüğü" dediği şeye biz, sırf neden bazı özgürlük bi-
çimlerine korkuyu yakıştırdığımızı, özgürlükte korkunun ne aradığını
merak etmemizi sağlasın diye, daha mülayim bir isim vererek "özgür-
lük korkusu" diyebiliriz. Eğer can sıkıntısı geleceğe inanma alışkanlı­
ğımızı kırmanın yollarından biriyse, o zaman korku da, geleceği sür-
dürmenin yollarından biridir.
Söz konusu öyküde, yeni evli genç bir çift her sabah alt kata inip
birlikte kahvaltı ederler, sonra da kadın kocasına paltosunu giydirip
işine uğurlar. Genç kadın bütün gününü pencerede oturup kocası dö-
nene kadar ağlayarak geçirir. Bu hayli demode ve çağdışı öykü, ilginç
bir yorumlama açmazıyla karşı karşıya bırakır bizi. Geleneksel, yan-
psikanalitik bir yorum, bize kadının derdinin ayrılma kaygısı, belki de
geçmişteki daha sorunlu ayrılıkların yankısı olduğunu öne sürebilir.
Ne de olsa kadın, kocası eve döndükten sonra kendini daha iyi hisset-
mektedir. Yani psikanaliz hastaya, doğru olmayan bir varsayımı doğ­
ru sayarak yaşadığını, diyelim boş zaman sanki cinsel bir zamanmış
gibi, ya da cinsel partnerler aslında polismiş gibi yaşadığını gösterir.
Varoluşçu bir yorum bu psikanalitik açıklamayı, asıl sorunu pekişti­
ren, hatta onun parçası olan bir kuram sayar. Ayrılık kaygısından ve
uzak geçmişten dem vurmak suç ortaklığıdır, en az kadının "sempto-
mu" kadar zararlı bir inançtır, zira kadın, sabahlan kocası gittikten
sonra, belli sınırlar içinde de olsa dilediğini yapmakta serbesttir. Ka-
dın, özgürlük korkusunu bir tür yas tutmaya dönüştürmüştür. Yasını
tut~ğ~ şey ise, bir çe~it hapishane gardiyanına, en azından aşırı vesve-
selı b~r ebeveyne dönüşmüş olan koruyucusunun kaybıdır. Kocası gi-
d~r gıtme 7 '.adın şu soruyla yüz yüze kalır: Zamanımı nasıl değerlen­
dırmeı .stiyorum, ne yapacağım? Korktuğu için, cevap da "hiçbir şey
KORKULAR 71

yapmayacağım" olur, daha doğrusu ağlayacak ve kocasının dönmesi-


ni bekleyecektir. Geçmişi özlemeye ve dönüşünü dört gözle bekleme-
ye başlayacaktır. Gelgelelim kadına tez elden kara çalan bu yorumda,
korkusunun içeriği açıklanmamaktadır. Eğer kocasının yerine korku-
yu ikame etmiyor olsaydı kadın ne yapıyor olurdu? Kocasını ve diğer
ilişkilerini kendini neye karşı korumak için kullanıyor?
Kuşkusuz bu soruların doğru cevaplarını bir tek kadının kendisi
verebilir. Bu cevapların yokluğunda kendimizi onun yerine -deyim
yerindeyse gıyabında- korkular hayal etmek, yakıştırmak gibi tuhaf
bir konumda bulmamız işten bile değil. Elbette özgürlük psikanalitik
bir terim değildir. Özgürlük korkusu da, psikanalitik kuramların ezici
çoğunluğuna uyum gösteremeyecek bir kavramdır. Peki bu kadına ne
atfetmeliyiz ya da özgürlük kavramına ne eklemeliyiz ki bu kavram
korkutucu hale gelebilsin? Özgürlük nasıl bir şey olmalıdır ya da neyi
içeriyor görünmelidir ki bizi korkutup kaçırabilsin? Saıtre'a göre ola-
sılığın kendisi korkutucudur ve bu öykünün kahramanı, seçim yapma
gücü olduğu gerçeğiyle yüz yüze bırakılmaktadır. Sartre öyküye fail
kavramını eklemektedir. Bir failden söz etmek, insanın yaşamını
kontrol eden hiç kimse (Tanrı ya da başka biri) ve hiçbir "şey" (içgü-
dü ya da farazi bir geçmiş) olmadığını söylemektir. Öyleyse Sartre'a
göre bu kadını korkutan, her yaşamın, kökten kutsanamaz olan ya da
kısaca yasaları aşan bir yaşamın, tekil doğasına ilişkin bir şeydir.
Semptomları, korkusunun bir ifadesi olmaktan ziyade, korkusunu
kendisinden gizlemek için geliştirdiği bir yöntemdir. Bu bağlamda
korku, özgünlüğe giden potansiyel yoldur. Korku, kendini (Sartre'ın)
kötü niyetinden kurtarabileceği temas noktasıdır. Varoluşçu çözümle-
menin amacı kadını korkularıyla ve onları nasıl bir kıyamet habercisi
olarak gördüğüyle yüzleştirmektir. Diğer açılardan son derece antipa-
tik olan bu görüşün psikanalizle tek ortak noktası, korkunun değerli,
belki de en değerli şeyimizle akraba olduğu inancı, dolayısıyla da en
çok değer verdiğimiz ya da yaşamlarımızın en ayrılmaz parçası addet-
tiğimiz şeylerin bizi korkuttuğu inancıdır. Korku, geçerliliğin kefili
olup çıkar. İster içgüdüsel yaşam olsun, ister geçmiş arzularımızın sa-
pıklığı, isterse de seçimlerimizin bizi içine çektiği bilinmez gelecek,
belirdiği her yerde olanca karmaşasıyla korku, bizi hale yola sokar.
Öyleyse korku bir bilgi ya dar istihbarat biçimi, bir çeşit aşırı far-
kındalık mıdır? Bir anlamda neden korkmamız gerektiğini hep bilir
miyiz? Yoksa korku bu yetilerimizi yitirdiğimizin bir göstergesi mi-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
72
dir? Bilişin bittiği yerde mi başlıyor korku? Saıtre'ın örneğindeki ka-
dının bilinçdışında da olsa sözümona özgürlüğüyle ne yapmak istedi-
aini bildiğini, ama bu yasaklanmış isteğini ağlayarak geçiştirdiğini mi
~arsaymalıyız bir psikanalistin yapacağı gibi? Yoksa tam tersine kor-
ku, kadının kocası gittiği anda bilinmeyen ve bilinemez bir geleceğe
adım atmasıyla mı başlıyor? Başka bir deyişle, psikanaliz gibi deter-
minist görüşler korkuya bir nesne tahsis ederler (diyelim hadım edil-
me ya da korunmasız bir geçmiş). Sartre'ın varoluşçuluğu gibi görüş­
lerde, temelde yatan ve kendinden menkul bir neden ortadan kalktı­
ğından, korkunun tutunacak dalı kalmaz, korkunun nesnesi, tabii bu-
na nesne denilebilirse eğer, boş bir kategoriye dönüşür (bilinemez
olan ya da gelecek). Korkuyu nereye konumladığımız ve ikincil ola-
rak bunu nasıl becerdiğimiz, kim olduğumuzu sandığımızı ele verir.
"Korktuğumu bilirim" önermesi Sartre'a göre terimlerde çelişki, Fre-
ud'a göreyse, bilinçdışı nedeniyle mutlak doğrudur. Dolayısıyla "Bi-
linçdışı var mı?" diye sormak yerine "Bilinçdışı varmış gibi yaşama­
nın bize ne yaran dokunabilir?" diye sorabiliriz.
Freud'a göre korku bizi, halihazırda bildiklerimize geri götürür.
Korku bilginin, geçmişe dair ve geçmişten edinilen bir bilginin semp-
tomudur. Freud'un dediği gibi, tekinsizlikte kendimizi evimizde his-
sederiz. Sartre'a göre korku bizi bilinmezliğe doğru yöneltir. Korku
bize hiçbir şeyi geri getiremez, olsa olsa bizi sözde tanıdık kendilikle-
rimizden uzaklaştım. Sartre için korku yeninin şoku, Freud içinse es-
kinin şoku, matemidir. Eğer Freud korkunun bilgi, şok kılığına bürün-
müş, heyecanla örtünmüş bilgi olduğunu, Sartre ise korkunun bilginin
yokluğuna işaret ettiğini düşünüyorsa, o zaman bu terimi kullanışla­
nnda -eğer varsa- nasıl bir türdeşlik vardır? Kuşkusuz her ikisi için
de korku bir mesajdır, kaynakların bolluğuna ya da yokluğuna karşı
geliştirilen bir tepkidir ve her ikisi de kendi projelerini bu mesajın şif­
resini çözerek ifade ederler. Dahası, her ikisi de korkuyu ironik bir öz
savunma biçimi olarak görür: Freud için geçmişe karşı, Sartre içinse
(absürd bir biçimde) geleceğe karşı bir savunma. Onlar için korkunun
i arattığı felç durumu, en önem verdikleri şeye, bir çeşit benlik bilgisi-
ne ya da bir çeşit benlik bilgisi olanaksızlığına giden şatafatlı yoldur.
s.aı:re'a göre korku, gelecekteki benliklerin bilinemez olduğu özbilgi-
sının reddidir. Onlar öngörülemez ancak yaşanabilir. Onları yaratan,
g~miş. : ,5ildü, bilinçdışı gibi faillerden etkilenmeyen seçimlerimiz-
dır. r ,eud'a göre korku, kılık değiştirmiş de olsa geçmişle yüzleşme,
KORKULAR 73

is~emsiz ?ir ke~din.i bilme~ir. Freu~·~ g~re bil.inebilecek tek ben, geç-
mış benlıklerdır kı Sartre ın kendını bılmeyı absürd bulmasına yol
açan tam da budur. Sartre'a göre kendini bilmek bir tür kötü niyettir.
Sartre'ın öyküsündeki genç kadın, kocası gittiğinde dışarı çıkacak
olsa başına ne gelir? Neye, kime dönüşür? Sartre için korkunun temel
nedeni bu soruların cevabını bilmiyor, bilemiyor oluşudur. Korkusu,
bilinemez bir geleceğin gerçekleşmesini engeller, o korkusunu bir en-
gel olarak kullanır. Psikanaliz, Freud'un Küçük Hans'ının -o da dışarı
çıkmaya korkanlardandır- korkusunun (ya da psikanalitik terminolo-
jide fobisinin), bilinen bir geleceğin yeniden yaşanmasını engelleme
çabası olduğunu onaylar. Elbette Sartre'a göre tekrarlama kuramının
kendisi bir kötü niyet örneği, elverişli bir mazerettir. Gerçekten de bu
şüpheyle Küçük Hans vakasına baktığımızda, tekrarlamaya inanma-
sak, korkuyu ya da sözde kendini bilmeyi nasıl tanımlayacağımızı
merak edebiliriz. Tekrarlama diye bir şey yoksa, korkuyu neyi açıkla­
mak için kullanıyor oluruz? Tekrarlama diye bir şey yoksa -böyle bir
şeyin varlığına inanmaktan vazgeçersek- geriye bilinebilecek bir ben
kalır mı?

iV

Sex Pistols'ın en büyük başansının, istisnasız tüm


önemli anlarda hayal kınklığı yaratmayı becermek
olduğuna yürekten inanıyorum. İş başa düştüğünde
hep çuvalladık.
Johnny Rotten, lnterview dergisi

Tekrarlama, ortada tekrarlanabilecek denli tanıdık bir ilişki kalıbı, bir


senaryo, bir itki ya da bir korkunun bulunduğunu ima ettiği ölçüde
içimizi rahatlatır. Tekrar, kavrama gücümüzün, tanıdık olanla olma-
yanı ayırma yetimizin onaylanmasıdır. Yaşamımızdaki tekrarlar, gü-
venilir kişisel referanslar koleksiyonumuzu oluşturur. Adına korku
dediğimiz bilgi, ya da korkunun bizi koruduğu bilgi, tekrardan ya da
tekrar olasılığından doğar. Bir kez hoşnutsuzluk deneyimini yaşama­
ya görelim, hemen beklenen tekrarının önünü kesmeye soyunuruz.
Korkutucu bir deneyim ve onun olası tekrarıyla başa çıkmak için sık
sık bu tekrarı tamamlayan başka bir tekrara başvuruyor oluşumuz ilgi
DEHŞETLER VE UZMANLAR
74
çekicidir. Hem kaplanlarla yüzleşen Hoca, hem de kocasının yoklu-
auyla yüzleşen kadın, korkuyla baş edebilmek için bir ayin geliştirir­
kr. Her sabah aynı şeyleri yaparak, şaibeli olduğunu bildikleri, gele-
ceğin garanti edemeyeceği bir kesinlik, bir tahmin edilebilirlik, bir
güvenilirlik yanılsaması yaratırlar. Korktuklarının ne olduğunu bili-
yormuş gibi davranırlar zira bildiklerine inanmasalar çözüm de bula-
mazlar: korkulan birer inanç eylemidir. Korkularının görece sabit bir
referansı olmazsa, çözüm olarak geliştirdikleri ayinler de umutsuzca-
sına işe yaramaz görünecektir. Eğer korkulan, kaplanlar ya da büyük
olasılıkla filler, hatta belki de kurtlar olsaydı Hoca ne yapacağını şaşı­
rırdı.
Freud'un betimlemeleri ışığında sürecin şöyle işlediğini tahmin
edebiliriz: Çocuk bir hoşnutsuzluk deneyimi yaşar sonra da bunun
tekrarlanabileceğini varsayar. Korku, hoşnutsuzluğun olası tekrarının
farkına varılmasıdır. Gelgelelim eğer bu tekrarlama varsayımı doğ­
ruysa, korkunun konusunu, neyin geri gelme olasılığı olduğunu belir-
lememiz gerekir - söz gelimi bu sevginin yitimi olabilir; ya da açlık
veya soğuk. Demek ki korktuğumuzda, geleceğin geçmişe benzeye-
ceğini varsayar ve geçmişin nasıl bir şey olduğunu bildiğimize inanır,
biliyormuş gibi davranırız. Başka bir deyişle korku bizi fazla akıllı ya
da en azından yanlış yola saptıracak kadar bilgili kılar. Bilmek dereyi
görmeden paçaları sıvamaya dönüşür. Korktuğumuzda, tahmin ede-
bilme isteği anında tatmin edilir, adeta kesinlik -gelecek- şimdiden
olup bitmiştir.
"Korku veya sevinç yaratan bir yüz (korkunun ya da sevincin nes-
nesi)," diye yazar Wittgenstein Felsefi Soruşturmalar'da, "salt buse-
beple korkunun veya sevincin nedeni sayılamaz, ama denilebilir ki
bunların hedefidir." Oldukça farklı bir perspektiften de olsa, Freud da
Wittgenstein'inkine benzer yalın bir soru sormaktadır: Korkunun bir
nesnesi var mıdır yoksa sadece bir ikametgahı mı vardır? (Neden
korktuğumuzu bilebilir miyiz?) Korku baştan beri içimizdedir de kış­
kırtılmayı, ilhamını, tekrar tekrar yerine yerleştirilmeyi mi beklemek-
tedir? Mesela korkunun bir nedeni olmadığını ama kişide bir neden
yakıştırma isteği yarattığını öne süı:ebiliriz. Belki de kabullenilmesi
ve katlanılması en güç şey, korku denilen duygunun nedensiz ve nes-
nesiz oluşudur. Kesin olan şu ki, en azından bir psikanalitik bakış açı­
~ll" 5öre korku, bizim nedenselliğe (tedaviye) inanmamıza yol açar.
.nsan yavrusunun çaresizliği ve Oidipus kompleksiyle kritik doruğu-
KORKULAR 75

na (ya da tüketilişine) ulaşan içgüdüsel yaşam veri kabul edildiği za-


man, korku tanımlanabilir nedenlere kavuşur. Gelgelelim Küçük
Hans vakasında kullanıldığı biçimiyle kaygı kavramı devreye girdi-
ğinde, "Korkunun nesnesi mi vardır yoksa ikametgfilıı mı?" sorusu
geçici olarak karmaşıklaşır.
Psikanaliz bu soruyu bir dayatmayla, basit bir ayınmla, psikanali-
zin bize şüphe etmemiz gerektiğini öğrettiği türde bir netlikle cevap-
layagelmiştir. İlk İngiliz psikanalistlerinden John Rickman'ın sözle-
riyle ifade etmek gerekirse korku, "gerçek bir nesne karşısında ortaya
çıkar. [Kaygının] tanımlayıcı özelliği ise, bitmek bilmez bir beklenti
duygusu yaratsa da, nesnesinin olmamasıdır." Dolayısıyla psikanali-
zin amaçlanndan biri kaygıyı korkuya dönüştürmek, egonun kaygı
yoluyla kendi kendisinden gizlemeyi başardığı korku nesnesini bulup
açığa çıkarmaktır. Korku gerçekliğin ta kendisidir, bu da bilme kapa-
sitesiyle sarmalanmış güven içindeki bir insan öznesinin var olduğu
anlamına gelir. Oysa kaygı, korkunç bir kuşkuculuk, meşum beklenti-
lerle dolu bir bilinmezliktir. Korkunun nesnesi, kaygının ise ele geçi-
rilemez bir mekanı vardır. Kaygı, korkuya karşı bir savunma, neden
korktuğumuzu bilmeyi reddetmektir.
Freud'un yaptığı tanımla korkunun ilk aşamalan, dereyi görmeden
paçayı sıvama süreci, öz savunmanın hizmetindeki, yanlış yola saptır­
ma potansiyeli taşıyan, kehanet benzeri bir bilgidir; geleceğin geçmi-
şe benzeyeceği yanlış inancıdır. Freudcu düşünceye bağlı kalan Rick-
man, korkuyu gerçeğin kabullenilişi, kaygıyı ise gerçeğe karşı gelişti­
rilen bir savunma olarak sunar. "Bitmek bilmez beklentisiyle" Rick-
man'ın kaygısı, Freud'un çocuktaki sevgi yitimi korkusu olarak tanım­
ladığı duyguya hem benzer, hem benzemez. Bu gerçek bir nesnesi ol-
duğu, çocuğun sevgiyi yitirme deneyiminden kaynaklandığı oranda
bir korkudur ve ancak bu korkudan kaynaklandığı halde bilinçli ola-
rak ona atfedilmeyen sürekli bir rahatsızlık biçimine büründüğünde
kaygıya dönüşür. Bu modele göre kaygı, insanın kendi kendisinden
bir şeyler gizlemesinin yoludur. Gelgelelim "gerçek bir nesne karşı­
sında ortaya çıkan korktt' da pekala, insanı fantastik sonuçlar çıkar­
maya itebilir, yani kaygıya dönüşebilir. Psikanalitik terminolojiye ~ö­
re kaygının ilk aşaması korkudur (korku daima kaygıdan önce gelır).
Sevginin yitirilmesi tabir edilen duygu diyelim eldeki bir işi bitirme
kaygısına dönüşebilir. Halbuki korku ile kaygı arasındaki bu aynın,
yani sorunun referans noktası ile referansın kendisinin sorun olması,
DEHŞETLER VE UZMANLAR
76

psikanalitik uygulamayı araçsal akıl yürütmelerle aynı kefeye koyar.


Korkularımızın yerini tespit etmeli ve ona göre hareket etmeliyiz.
Sanki hiç değilse öykünün başlangıcında nerede/kim olduğumuzu bi-
liyonnuşuz da, korkularımız yüzünden bu bilgiyi bir gizem perdesi-
nin altına gömüyormuşuz gibi.
Freud'un gözetiminde babası tarafından tedavi edilen beş yaşında­
ki Küçük Hans, sokakta bir atın kendisini ısırmasından ve dolayısıyla
sokağa çıkmaktan korkuyordu. Freud bu tuhaf vaka öyküsünde şöyle
yazar: "Bastırılmış bir erotik isteğe denk düşen Hans'ın bu kaygısı,
tüm çocuksu kaygılar gibi, başlangıçta bir nesneden mahrumdu, halii
korku değil kaygıydı." Savunmacı çocuk egosunun amacı, korkuyu
kaygıya dönüştürmek, korkuyu nesnesinden ayırmaktı. Psikanalitik
yorumun amacı ise kaygıyı korkuya dönüştürmek, korkunun nesnesini
bulmaktı. Korku, referansı olan rasyonel, anlaşılabilir ve yorumlana-
bilir bir şeydi; kaygı ise bir at tarafından ısırılmak gibi irrasyonel, ger-
çekdışı, ele avuca sığmayan bir şeydi. Asli ve kökten bir anlaşılabilir­
lik taşıyan ama kabul edilemez, fazla acı verici olan bir şeyin üstü, ger-
çek kimliğini saklamaya yeminli darmadağınık bir şey tarafından örtü-
lür. "Bir kez kaygı devreye girdi mi," diye yazar Freud, "kaygı diğer
bütün duyguları yutar... tüm etkilenimler kaygıya dönüşebilir." Kaygı,
tam da ayrım yapmayı olanaksızlaştırdığı için başarılı bir savunmadır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Freud'un korku fikrini, özünde
gerçekçi, kendi kendini anlayabilen ve ancak korku yüzünden kaygı­
nın kafa karıştırıcılığına sürüklenen bir insan öznesini tanımlayabil­
mek için kullandığıdır. Freud'un çocukların cinselliği konusundaki
kuramlarını teyit ettiğini ısrarla belirttiği Küçük Hans vakasında, terk
edilme ve hadım edilme gibi "gerçekçi" korkuların, irrasyonel kaygı­
lara dönüştüğü "nevrotik" bir gelişim süreci sunulmaktadır.
Küçük Hans'daki yoğun ruhsal çalışma sonucunda at, Freud'un de-
yimiyle "kaygının nesnesi düzeyine yükseltiliyordu", yani fobinin
oluşumu idealizasyona adanmış bir eylem niteliğindeydi. "Hans'ın
hastalığının özü," diye yazar Freud, "bütünüyle, defedilmesi gereken
içgüdüsel bileşenlere bağlıydı... Fobisinin içeriği öyleydi ki, hareket
özgürlüğünü kısıtlayan dayatmalar getiriyordu ve asli amacı da buy-
du. Dolayısıyla aslında annesine yönelttiği karanlık hareket itkilerine
karşı güçlü bir tepkiydi." Hans bir bakıma korkusunu kaygıya dönüş­
türmek suretiyle istediğini elde eder: dışarı çıkmayı reddederek, so-
runlu bir ';ocuk olarak, annesinden daha çok ilgi görür ve vaka tarih-
KORKULAR
77

çesinin de gösterdiği gibi babasının asli meşguliyeti halini alır kız


kardeşinin doğumundan önce aile içindeki konumunu güçlendirir.
Oysa Freud'un bakış açısından Hans'ın kaygısı ona geçmişi sunar
korkusu ise geleceği. Kaygısı -ki art niyeti de budur- onun aile il;
bağlarını pekiştirirken olanaksız bir projeyi, ebeveyni ile cinsel ilişki
kurma projesini de canlı tutar. Korku, bir kaybı kabullenmeye, ebe-
veyniyle erotik bir yaşam sürdürmenin olanaksızlığıyla yüzleşmeye
davet ederken, kaygı onu olduğu yerde dondurur. Kaygının amacı ge-
leceği geçmişten bir bıçak darbesiyle ayırmakken, bir gerçekçilik bi-
çimi olarak korkunun amacı geçmişin kumaşından, bilinemez bir ge-
lecek biçmektir.
İkna edici bir mantığa yaslansa da, kanımca Freud'un bu vaka ana-
lizine bir düzen kazandırmak için kullandığı ayrımın aşırı kesinliği,
gizli bir kuşkuyu da bünyesinde taşımaktadır. Hans, iki hudutsuz güç
sahibi yetişkinle, Freud'la ve babasıyla karşı karşıya bırakılmıştır.
Hans'ın kaygıları, Freud'un ise korkular hakkında bilgisi vardır. Hans'
ın babası, vaka öyküsüne eklediği sonsözde şöyle der: "Hans'ın rahat-
sızlığının izleri hiila görülmektedir... ama sadece normal soru sorma
içgüdüsü alanında." "Bir keresinde beni sorularıyla bezdirdikten son-
ra," diye yazar Hans'ın babası safdillikle, "ona 'Sorduğun her soruyu
cevaplayabileceğimi mi sanıyorsun?' diye sorduğumda bana 'Eh, at
işini bildiğine göre bunu da bilirsin diye düşündüm,' dedi." Öyle anla-
şılıyor ki, bu sistemde kaygıları korkulara çevirebiliyorsanız, her şeyi
biliyor olmanız gerekir. "Çözümlenmemiş bir tortu kaldı," diyor
Hans'ın babası, "çünkü Hans, çocukları dünyaya anne getirdiğine gö-
re babanın çocukla ne ilişkisi olduğunu anlamak için kafa patlatmaya
devam ediyor." Yaka analizinde, Hans'ın annesine ilişkin nadir ve ço-
ğu küçümseyici atıftan anlaşıldığı kadarıyla annesi Hans'ın sözlerini
olduğu gibi kabul ediyor, tercüme etmeye çalışmıyordu. Bu durumda
Hans'ın "Babanın çocukla ne ilişkisi var?" sorusu vaka öyküsüne ba-
kılarak cevaplanabilir: Baba, çocuğa neden korktuğunu söyleyen;
korku ile kaygı arasındaki farkı bilen kişidir. Hans'ın bu derin sorusu,
kuşkusuz aynı zamanda babası ile Freud'un ilişkisine yönelikti.
Freud korku ile kaygıyı ayırarak, açığa çıkarmaya çalışır göründü-
ğü bir farkı fiilen yaratır. Psikanaliz de bu fark üzerine kuruludur. Fre-
ud'un ısrarla söylediği gibi korku gerçekçi midir, yoksa korku kavra-
mı, gerçeklik kavramını cebren ve hile ile dayatmanın bir aracı mıd~~?
Ya da başka bir şekilde sormak gerekirse, korku mu kaygının gerçegı-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
78

dir yoksa kaygı mı korkunun gerçeğidir? Analist, terk edilme, içgüdü,


ensest arzusu, hadım edilme gibi ikna edici referanslar sunarak kaygı­
lan, onları destekleyen korkulara geri mi döndürür? Yoksa var olan
referansları -en bağımlılık yaratıcı olanları- hafifleterek, korkuları
kaygıların içine mi salıverir? Korkunun bir nedeni mi yoksa sadece
bir hedefi mi vardır? Psikanalizde neden korktuğumuzu (psikanalistin
önceden bildiği nedenleri) ortaya çıkarabilir miyiz? Yoksa olsa olsa
arapsaçı korkularımızın hatıralarını mı yad ederiz? Freud'un otoritesi,
tüm otorite biçimleri gibi, insanların neden korktuğunu bilmek, kor-
kularımıza en ikna edici açıklamaları sunmak üzerine kuruludur. (Ör-
neğin psikanaliz, çocukluk deneyiminin önemini vurgulayarak yetiş­
kinlerin çocuklardan korkmasına yol açmıştır.) Küçük Hans gibi bi-
zim de bu.korku repertuanna razı olmaktan başka çaremiz yoktur, zi-
ra bu nza olmaksızın psikanalizin bize sunabileceği hiçbir şey yoktur.
4

Rüyalar

Uyuyan herkes kahramanca uyur.


Keith Waldrop, Lullaby in January
(Ocak Ayında Ninni)

Freud'un bilinçdışı tanımı bize sır saklamanın yeni yollarını ve neden-


lerini gösterir. Rüyalar gizemlidir, yorumu davet eder, bizi kışkırtır,
çünkü Freud'un rüya-çalışması adını verdiği süreç sonucunda rüyalar,
kabul edilemez olan bir şeyi, tuhaf, şaşırtıcı bir şeye dönüştürmekte­
dir. Rüyayı yorumladığımızda bu kabul edilemezi fark edeceğimiz ve
anlayacağımız varsayılır çünkü o bize aittir, bu saklambaç oyununu
kendi kendimize oynamaktayızdır. Yasaklanmış olan, rüyada sadece
sıradışı ya da şaşırtıcı derecede banal bir şeye dönüşebilir, ama yal-
nızca tanıdık olan daima kılık değiştirmiştir. Yorumcu, rüya uzmanı,
paradoksal biçimde sıradanı arayan kişi olup çıkar. Freud, "Rüyalar
Üzerine" başlıklı yazısında "rüya çözümlemesinde insanın kaçınama­
yacağı kimi deneyimler vardır," diye yazar:

Karanlık ya da kanşık bir içeriği olan her rüyada, gizli kalmak zorunda olan
rüya-düşüncelerine rastlamam gerekir. Gelgelelim eğer başkalanna danışma­
dan kendi kendime analizi sürdürürsem (ki, rüya kadar kişisel bir deneyim hiç-
bir biçimde başkalanna ulaşmayı amaçlıyor olamaz), er geç beni şaşırtan, içim-
de var olduğunun farkında olmadığım, bana sadece yabancı değil nahoş da ge-
len düşüncelere varmalı ve dolayısıyla analizde gelişen düşünce zincirinin o
yöndeki amansız basıncına rağmen bu düşünceleri hararetle inkar etmeliyim.
Bu da söz konusu düşüncelerin gerçekten de zihnimde bulunduğunu ... ama
içinde bulundukları kendine özgü psikolojik durum yüzünden bilinçli olarak
farkına varamadığımı varsaymak demektir. .. Böylece rüya-çalışmasının bir
ürünü olan ve farklı kılığa sokmayı yani saklamayı amaçlayan "rüya çarpıtma­
sı" kavramına vanyoruz.

Freud'un yorumlama yöntemi, aslında hiçbir düşüncenin insana ya-


bancı olmadığını ortaya çıkarıyor: sadece nahoş oldukları için yaban-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
80

cıJaştırılıyorlar. Üstelik bu yöntem daha da paradoksal biçimde, be-


nim tek uzmanımın ancak kendim olabileceğini, zaten aslında bir uz-
man olduğumu ama yabancıya dönüşmek için çabaladığımı da ortaya
çıkarıyor. Yabancıymışım gibi yapanın çünkü ben tahammül edeme-
dikJerimin uzmanıyımdır. Rüya bizi, kendi kendimizi nasıl tercüme
ettiğimiz ve tercümanın da yine kendimiz olduğu ironisiyle yüz yüze
bırakır. Bu, çift taraflı casus olduğunu gizlemek için, üç taraflı casus
olmaya benzer.
Bu bağlamda Freud'un parantez içinde dile getirdiği, rüya kadar
kişisel bir şeyin bir başkasına hitap ediyor olamayacağı, yani rüyala-
rın hiçbir biçimde insanların tüketimi için var olmadığı varsayımı iro-
niktir. Freud rüyanın mesajının birilerinden, kendimizden değilse o
halde başkalarından gizlenmesi gerektiği konusunda ısrarlıdır (adeta,
bir anlamda kişiye özel olan, yasak ve ahlaksız olandır; özel yaşam
gizli yaşamdır). Peki ama şiddetle kişisel olan şeyler, kişinin kendine
bile aslında yabancı değilse, neden başkalarına yabancı gelsin? Daha-
sı, Freud ısrarla rüyaların birer değiştokuş aracı olmadığını, sadece
rüyayı gören kişi için yaratıldıklarını söylüyorsa, psikanalistlerin ana-
lizde yaptıkları işe ne demeli?
Eğer Freud bize, kendimizi kendimize saklamamızı -kendi kendi-
mize psikanaliz yapmamızı- öneriyorsa, aynı zamanda uzman psika-
nalist kavramını karmaşıklaştırıyor demektir. Kendi kendimizi kabul
edilmez bulduğumuz sürece, ki bu Sansürcü ve Muhalif olmak üzere
en az iki farklı benliğimizin bulunduğu anlamına gelir, kendimizi bir
sırra dönüştürmek (kendi kendimize yalan söylemenin yollarını bul-
mak) zorundayız. Kendimizden saklayacağımız ilk sır da iki farklı
benliğimizin bulunduğu olmalıdır ki, kendimizi az çok tanıdığımız
varsayarak davranabilelim (gaipten ses gelmesinden hoşlanmayız
çünkü çoğu zaman seslerin nereden geldiğini biliyormuş gibi yapa-
rız). Adeta ya arzularımızı, algılarımızı, geçmişimizi anlaşılmaz kıl­
mamız ya da en azından şüphe üstü bir konuma getirmemiz gerek-
mektedir. Oysa Freud'a göre yaptığımız aslında temelde tanıdık bir
şeyi, açık seçik, sıradan ve bir açıdan da olsa bilinen bir şeyi tuhaflaş­
tırmaktır. Bu öyle bir şeydir ki ancak bir uzman ya da belki bir yön-
temle açığa çıkarılabilir. Freud "Psikanaliz ve Hukuki Soruşturmalar­
da Gerçeğin Saptanması" yazısında "Terapist, sorgu hakimiyle aynı
görevP .ahiptir. Gizlenmiş ruhsal delilleri ortaya çıkarmamız gerekir.
B11 . ..ı başarabilmek için çeşitli detektiflik gereçleri keşfettik ve öyle
RÜYALAR
81
anlaşılıyor ki bunlardan bazılarını şimdi siz hukuk adanılan taklit
edeceksiniz," diye yazar. Gelgelelim Freud'a göre kişi hem suçlu hem
detektif hem de suçun ta kendisidir.
Freud, rüyaların bir şeyin kanıtı olduğunu söylüyordur aslında.
Gelgelelim öylesine korkutucu, utanç verici, dehşete düşürücü bir şe­
yin kanıtıdır ki asla paylaşılmamalıdır. Freud'un dediği gibi "rüya ka-
dar kişisel bir deneyim hiçbir biçimde başkalarına ulaşmayı amaçlı­
yor olamaz". Rüya imzasız ve adressiz bir mektuba benzer (kurbanın
bilmemesi gereken bir şantaj?). Kuşkusuz Freud'un "hiçbir biçim-
de"yi aşın vurgulama olarak kullanması, birtakım biçimlerin müm-
kün olduğunu düşündürtüyor. Yine de bu korkunç mesaj, rüya gibi
gülünç ve anlaşılmaz bir yerde saklı olduğu için kendimizi şanslı his-
sedebiliriz.
Rüya başkalarına iletilebilecek ve anlaşılabilecek bir şey içerir
ama iletilmemeli ve anlaşılmamalıdır. Freud insana, başkalarına ilete-
bileceğimiz en korkunç şeylerin neler olabileceğini merak ettirir.
(İlişkiler, ötekine söylemeye asla cesaret edemeyeceklerimiz üzerine
kuruludur.) Buna rağmen Freud 1895'te "Rüyalar Üzerine"yi yazma-
dan çok önce dostu ve ortağı Fliess'e "Bir gün bu evin kapısına '24
Haziran 1895 günü rüyanın sım kendini Dr Sigm. Freud'a açtı' yazan
mermer bir plaka asılacağına inanıyor musun?" diye sormuştur. Eğer
rüya bu kadar utanç verici bir şey içeriyorsa, kişinin kendi rüyasının
şifresini çözmesi, en özel hakikatlerinin en muhteşem kahramanına
dönüşmesi demektir. Gelgelelim aynı sebeple genel olarak rüyalardan
anlamak, başkalarının rüyalarını anlamak, teşhir etmeye ve tecavüze
tehlikeli derecede benzer. Ne de olsa Freud'un keşfettiği üzere insan-
. lar, ne bildiklerini bilmek istemedikleri için rüya görürler. Rüyaların
ardında yatan gerçeği açığa çıkarmanın yegane kabul edilebilir nede-
ni, insanların sahte cehaletleri yüzünden acı çekmeleridir. Hakikat bi-
zi kurtaramaz ama Freud'un da bildiği gibi (psikanaliz kefaretle alay
eder) cehalet ıstırabımızı şiddetlendirebilir.
Yalnızca kendimizi cezalandırmak amacıyla bile olsa, dehşetleri­
mizi ayakta tutmak için ter dökeriz. Freud'un inanışına göre eşsiz bir
kişisel haber kaynağı olan rüyalar, bize bir seçenek sunarlar: Rüyaları
yaşamımıza nasıl dahil edebiliriz (tabii onları görmekten başka - zira
onlar bizi, biz istesek de istemesek de yaşamlarına dahil ederler) ~e
bunu yapmayı neden isteyelim? Kuşkusuz benzer sorular :insel!ık
için de sorulabilir. ilıten Freud için rüyalardan söz etmek, cınselhk-
82 DEHŞETLER VE UZMANLAR

ten söz etmektir. Cinsellik de hiçbir biçimde başkalarına ulaşmayı


amaçlayamayacak kadar kişisel bir deneyim olamaz mı? Başka bir
deyişle Freud'un bize gösterdiği, samimiyetin, özellikle de kendi ken-
dimizle geliştirdiğimiz samimiyetin bizi asosyal yaptığıdır.

il

Her kişi, rüyasını gördüklerinin Tantalos'udur.


Charles Madge, Delusions il (Kuruntular II)

Kafka'nın "Tapınaktaki Leoparlar" başlıklı bir kıssası vardır; bu başlı­


ğı duyduğumuz anda, leoparların tapınakta ne işi olduğunu merak et-
meye başlarız. Bu başlık, bir beyanat, bir soru ya da bir yardım çığlığı
olabilir (ki Kafka'nın başlıklarının çoğu birer yardım çığlığıdır). Kıs­
sanın kendisi ise sadece bir tek cümleden ibarettir:
Leoparlar tapınağı basıp, adak testilerindeki kutsal suyu son damlasına ka-
dar içerler, bu durum defalarca tekrarlanır, sonunda önceden öngörülebilir hale
gelir ve ayinin bir parçasına dönüşür.

O halde bir zamanlar ihlal sayılan, bir dönüşüm halini almıştır.


Kafka bize, leoparların ayini daha mı zenginleştirdiği, yoksa ayinin
içermek zorunda kaldığı bir şey haline mi geldiği hakkında hiçbir ipu-
cu vermiyor. Sadece tapınaktaki leoparlar kadar öngörülemez ve
anormal bir şeyin, öngörülebilir ve normal bir şeye dönüştüğünü söy-
lüyor. Öyleyse rüya gibi bir şey (sözcüklerle cinsellik), psikanaliz gi-
bi bir ritüelin parçasına dönüştüğünde ne olur? Bu kıssayı iki farklı
ama bağlantılı süreci, rüyaların geceleri ruhsal yaşamın üzerine püs-
kürmesi ve rüyaların psikanaliz dediğimiz konuşma türünü önce istila
etmesi sonra buna dahil edilmesi süreçlerini yorumlamak için kulla-
nacağım. Her iki bağlamda da yani hem ruhlar-arası hem de ruh-içi
duro:.1ıda rüyalar, önce istila eder sonra da tekrarlanan bir ritüele katı­
ıırlar: bir yanda uyuma ritüeli diğer yanda ise analiz ritüeli. Sorulması
gereken soru şudur: Rüyaları, uyku gibi seçme şansımızın olmadığı
bir bağlama taşıdığımızda ne olur? Leoparların katkısıyla değişime
uğrayan şey sadece ayin değildir. Onların katılımını varsaydığımız
~da ~eoparlan da farklı bir gözle görmeye başlarız. Tapınaktaki, ayi-
n• · oır parçası olan leoparlar, bırakın bir tapınağı, herhangi bir bina-
RÜYALAR 83
nın içinde bile hayal edemeyeceğimiz yaratıklardan alabildiğine fark-
lıdır. ~sikolojik açıklamalardan bile isteye m~af tutulmuş bu rüya gibi
kıssa ınsanı meraklandırıyor: Leoparlann ayıne dahil edilmesinin se-
bebi dehşet mi (insanlann zorunluluğu erdeme dönüştürerek uzlaşma­
sı mı), teslimiyet mi (insanlann en kestirme yolu seçmesi mi), yoksa
merak mı (insanlann tesadüfi keşiflere kışkırtılması mı)? Benim oku-
malanm açısından ise soru şudur: Analistlerin rüyalan terapi ayinine
dahil etmeleri nasıl bir ruh halinin sonucudur? Ve belki de daha
önemlisi, hastalar ne tür bir ruh hali sonucu aynı şeyi yapmaktadır?
Analistin bakış açısına göre leoparlar zaten baştan beri tapınaktaydı­
lar ama hastanın bakış açısından iş böyle değildir. Ona göre ya leopar-
lar bambaşka bir ayinin parçasıdırlar ya da hasta, analistin ayinine ka-
tılmak için rüyalann şart koşulduğunu bilmektedir.
Eğitimlerini, kurumlannı ya da daha geniş anlamda profeyonel
dünyalannı kuşanmış olan terapistlerin, bu bağlam sorununu gözden
kaçırmalannın çok kolay olduğunu düşünüyorum. Psikanalistlerden
oluşan bir grubun içindeyken yaptığım Freudcu dil sürçmesi ile bir
vaaz verirken ya da telefonda gazete ısmarlarkenki sürçmelerim ara-
sında bir anlam farkı vardır. Psikanalistlerin arasındaki sürçmelerim,
bilinçdışı bir şaklabanlık, grup üyelerinin sevimli ve paylaşılabilecek
tanıdık bir şeyin etrafında birleşmesi isteği ya da ortak inanç sistemi-
nin iç rahatlatıcıhğının onaylanması isteği anlamlanna gelebilir. "Rü-
yalann analizdeki kullanım lan," diye yazar Freud, "asıl amaçlarından
çok farklıdır." Bu hayli önemli saptama, Freud'un ya rüyalann asıl
amacının ne olduğunu bildiği ya da rüyaların analizdeki kullanımıyla,
daha önemli kullanımlannın arasında bir fark bulunduğunu hissettiği
anlamına gelir. Bu saptama bize en azından iki şey anımsatır: analiz-
de rüyalan kullandığımız gerçeğini ve rüyalann analiz ya da benlik
bilgisi ile yakından uzaktan ilişkisi olmayan bir amaç ya da kullanıma
sahip olabileceklerini.
Demek ki, analistler rüyalarla tanımlanması güç ve son derece
özel bir ilişkiye sahiptirler ve bu ilişki, en azından analizin başlangı­
cında hastanın rüyalar ile kurduğu ilişkiden çok farklı olabilir. Hasta-
lanna onlann rüya kuramlannın ne olduğunu soran, yani rüyalann ne
olduklannı düşündüklerini, ne işlev yüklendiklerine inandıklannı ve
onlarla nasıl bir ilişki kurduklannı soran analist sayısının çok sınırlı
olduğunu düşünüyorum. Hangi ekolden olursa olsun. analize girm:k
demek, rüyaların kişinin yaşamında son derece özel bır amacı oldugu
DEHŞETLER VE UZMANLAR
84
fikriyle (buna dünyevi bir kehanet oldukları fikriyle de diyebiliriz) ta-
nıştırılmak ya da buna inanmaya ikna edilmek demektir. ("Nedenlerin
bittiği yerde," diye yazar Wittgenstein "ikna başlar.") Tanımı gereği
analist, hastaya oranla, rüyalara ilişkin çok daha ayrıntılı ve sarih bir
inançlar dizisine sahiptir. Tedavinin başlangıcında, analistin hastanın
rüyalarından bekledikleriyle, hastanın kendi rüyalarından beklentileri
(eğer bir beklentisi varsa) oldukça farklı olabilir. Zaten neden aynı ol-
sun ki? Leoparlar tapınağı bastığında, ayine nasıl katılacaklarına kim
karar verir, karar mercii kimdir? "Rüyaların analizdeki kullanımı, asıl
amaçlarından çok farklıdır." Bu cümle, rüyaların amaçlarını kendi iç-
lerinde taşıdıklarını ve bu amaçların bizim tarafımızdan yaratılama­
yacağını ima etmektedir. Psikanalitik bakış açısından, rüyalarımız
hakkındaki inançlarımızın, rüyalarımıza oranla isteğin daha az etki-
sinde olduğuna inanmamız için hiçbir neden yoktur.
Aslında bu, kendisi basit ama sonuçlan karmaşık bir şeyi söyle-
menin çetrefil yoludur: Hasta rüyalarının analizde kullanılmasını ka-
bul ettiği oranda bir şeylere itaat etmiş olabilir. Bir ayini, leoparlar da-
hil her şeyiyle kabul etmiştir. Analist açısından bu "sürece izin ver-
mek" olarak adlandırılabilir, ama hasta bunu, bir şeyi kabullenmek ya
da bir şeye boyun eğmek olarak deneyimleyebilir. Çocuğun gözünde
bok harika bir şey olabilir ama yine de fırlatılıp atılacaktır. Çocuğun
bokla ne yapılması gerektiği konusunda birçok başka fikri olabilir
ama son tahlilde yapılacak başka bir şey yoktur: atılmak zorundadır.
Bok, rüyalar gibi diğer bedensel ürünlerimizin aksine, sınırlı kullanım
olanağı sunar. Çocuğun bok hakkındaki yorumlar repertuarı ne denli
geniş olursa olsun, genel olarak söylemek gerekirse başına gelecek
olan tek bir şeydir. Ebeveyn ne denli yaratıcı ya da hoşgörülü olursa
olsun sonuçta çocuk (ve ebeveyn) ebeveynin yorumuna, bokun atıla­
cak bir şey olduğu görüşüne boyun eğer.
Paradoksal bir durum olsa da kanımca analitik ayinin kimi öğeleri­
nin paradigması tam da budur (kararı ebeveyn verir). Elbette hasta,
analistin rüya yorumlarını kabul etmeye mecbur değildir. Gelgelelim
yorumdan önce, rüyaların belli bir biçimde yorumlanabileceğini ve -
bu ilişki ister bastırılmış arzuların kamufle edilmiş tatminleri, ister ka-
bul edilemez olanın dönüşü, isterse de duygusal yaşamın işlenmesi
(ki bu da başka bir düşünme biçimidir) ya da başka bir şey olsun- da-
ha bilinçli uyanık yaşam ile rüyalar arasında işlevsel bir ilişki bulun-
du?' .• ıu kabul etmek zorundadır. Buradaki tehlike, hastanın rüyalany-
RÜYALAR 85
la kendine özgü ilişkisinin, terapistin rüyalarla terapötik ilişkisi tara-
fından yutulmasıdır. Ne de olsa hasta, deneyimli bir rüya görücüsü-
dür. Hastanın, rüyalara ilişkin kültürel klişelerin dışında, kendine öz-
gü bir rüya kuramının, kendi özel rüya kullanımlarının var olmaması­
nın çok küçük bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Hasta aşın derece-
de korkak ya da merak fukarası değilse eğer, leoparların her gece tapı­
nağı bastıklarının, zihninde rüya adı verilen tuhaf işlerin döndüğünün
farkında olmakla kalmaz, dahası doğrudan veya dolaylı olarak rüya-
larla ilgili çeşitli kuramları öğrendiği bir aile ve çevrede yetişmiştir
de. Çocuklar, rüyaların anlatıldığını ya da anlatılmadığını, rüyalara
bazı özel biçimlerde tepki verildiğini ya da verilmediğini, başlı başına
bir konu olarak konuşulduklarını ya da konuşmalarda onlara atıfta bu-
lunulduğunu hemen fark ederler. Örneğin birisi "rüya gibi," der ve ço-
cuk "Bir şey ne zaman rüya gibi olur?" hatta "rüya ne gibi bir şeydir?"
diye meraklanır. Kısacası rüya, hem benliğin içinde hem de çevresin-
de, diğer nesnelere hem benzeyen hem de benzemeyen bir biçimde,
kendine özgü bir nesne olarak uzun bir tarihe sahiptir (örneğin rüyala-
rı norm kabul edersek, dil bize gerçekdışı görünmeye başlayabilir).
Çocuğun rüya fikri ve deneyimiyle evrim geçiren. bir ilişkisi vardır:
rüyaların ruhsal yaşamın görünürdeki devamlılığını nasıl imlediği ya
da kimi zaman kopardığı konusunda. Her çocuk kabus görmüştür, do-
layısıyla kendi içinde bir yerlerde rüyaların nelere kadir olduğunu bil-
mektedir ve rüyaların sıradan konuşmalara, yokluklarıyla bile olsa
nasıl yerleştiğinin bilincindedir.
Ne de olsa rüyalar çok tuhaf bir konuşma biçimidirler (cümleler
halinde gelmezler, sessizdirler); betimlemedeki bütün sözcükleri an-
lasak bile çoğu zaman betimlenen sahne anlamsızdır (tapınaktaki leo-
parlar gibi). Bir zamanlar çocuk olan yetişkin, terapiye girerek, rüya
ve çağrıştırdıklarının hala tuhaf gelse bile konuşmanın ayrılmaz par-
çası sayıldığı hatta kimi analistler için psikanalitik diyalogu diğer di-
yaloglardan ayıran önşart olarak kabul edildiği bir konuşmaya giriş­
mektedir. Burada rüya, en azından bir yere kadar anlamlandınlabilir,
hatta yerli yerine oturtulabilir. Gelgelelim bir yaşamı oluşturan tüm
parçaların, her düşünce, duygu, edim ve rüyanın birbiriyle bağla.n~ı­
landırılabileceğine ya da yerli yerine oturtulabileceğine inanmak ıçın
hiçbir neden yoktur. İnsanların acı çekmesinin başlıca nedeni yaşamı
tutarlı kılma ve bir kalıba sokma çabalarıdır. (Semptomlar tutarlılık
dayatmanın yollarıdır.) Amacım, bir kişinin bu geçişi yapmasının, ya-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
86
· ı oparlann tapınağa girmesinden ayinin bir parçasına dönüştürül-
nıesine ~ · · vurgu 1ama k . T era-
e geçmesinin ne denlı· tuha f ge1e b"lı ecegını
;st zate~ bu geçişi yaşamış durumda~ır ama ~asta i.çi~, terapi hakkın­
da ne denli bilgili olursa olsun bu geçış tedavıyle bırlıkte başlayacak­
nr. Hasta tedaviye başladığında, leoparlar tapınağı çoktan basmışlar­
dır ama ayin daha yeni başlamaktadır. Rüya ve yorumlanmasından
oluşan ayin, tedavinin ayrılmaz bir parçası olan şu soruyu sormamıza
neden olur: Bu ayin kimin ayinidir ve karar hakkı kimdedir? Bu soru-
lar da başka sorulara gebedir: Rüyalar ne işe yarar? Yorumlanmayan
ya da anlatılmayan rüyalara ne olur ya da bunların işlevi nedir? "Aca-
ba rüyalarım kimin için?" sorusu, "Bunlar kimin rüyaları, kime ait-
ler?" sorusuna dönüşür. Analitik uygulamanın, o kadar zorunlu saydı­
ğı ve öylesine veri kabul ettiği rüya yorumu, bir mülk edinme krizinin
mekanına dönüşür. Hastaların kolayca hatta hevesle rüyaları üzerinde
çalışmaları beni hep şaşırtmıştır; bu yüzden sadece yoruma karşı ge-
liştirdikleri dirençleri değil yorumlama sürecinin kendisine karşı di-
rençlerini de dinlemeye çalışırım. Kurama göre rüyalarımızda ne den-
li maskelenmiş olsak da, itaatkarlığımız en alt düzeydedir, oysa rüya-
larımızın analizde kullanılması sürecinde en itaatkar halimize bürüne-
biliyoruz. Terapist, mevcut kuramı sorgulamaksızın kabul edip kulla-
nırken, hasta ise rüyalarını getirip yorumlamaya teslim ederken itaat-
kar davranıyor olabilir.

111

İnsanlar olmalarını beklediğinizden çok daha eg-


zantriktirler.
Randa!! Jarrell, Pictures from an lnstitution
(Bir Kurumdan Resimler)

Bu çetrefil sorunsal çerçevesinde-rüyalar ne tür bir değiş tokuş aracı­


dırlar ya da ne tür bir değiş tokuş aracına dönüştürülmüşlerdir?- rüya-
lara ilişkin yeni çalışmalarda vurgunun yer değiştirdiği gözlemlen-
mektedir. Yorumların rüyayı çalıp gasp edebileceğinin farkında olan
Mesud Khan ve J. B. Pontalis, kuramın rüyanın anlamındansa rüya
deneyiminin kendisinde odaklanması gerektiğini belirtmektedirler.
Bu durumda analistin görevi, rüyayı açık içeriğinden daha geçerli var-
RÜYALAR
87
sayılan ikame bir paralel metne tercüme etmek değil, yaşanmış rü a
deneyimini, rü~anın duyg_usal içeri~i~i yen.iden canlandınnak, açı~a
çıkarmaktır. Ruyanın betımlenmesını teşvık eden analistin hastaya
(ve kendine) sorduğu soru da "Bu ne anlama geliyor, gizil rüya düşün­
celeri nelerdir?" olmaktan çıkacak ve tersine "Orada olmak nasıl bir
duygu, hasta bu biricik alanı ne yapmak için kullanıyor?" sorulanna
dönüşecektir. Rüya farklı benlik deneyimi çeşitlemelerinin denenebi-
leceği, farklı seslerin duyulabileceği bir mekan, ruhsal bir alan açar.
Rüya bilgilendirici değil çağnştıncı ve sezinletici bir nesnedir (bu iki
tür nesnenin birbirini dışlaması da gerekmez). Hastanın rüyasını ana-
listin yorumlama (etkileme) makinesinin dişlilerinden korumaya ça-
lışmanın tehlikesi ise, rüyayı görenin kendine özgü deneyimini ideali-
ze etmektir. Dahası anlam ile deneyimi zıt kavramlar olarak sunarak
ve bilgilendirici nesne olarak rüya ile çağnştıncı nesne olarak rüyayı
karşı karşıya getirerek Khan ile Pontalis, zaman zaman deneyim adını
verdiğimiz gerçek bir şey olduğunu ve onu anlama indirgediğimizi,
yani yorumun yozlaşma olduğunu ima eder gibidirler. Oysa iyi yorum
doğru yorum değildir. İyi yorum az çok ilgi çekici olmayı başaran,
doğurduğu sonuçlar bakımından bir nebze de olsa verimli olan yo-
rumdur. Ama Pontalis ve Khan'ın "Ruhsal Deneyimde Rüyanın Kul-
lanımı ve Kötüye Kullanımı" ile "Nesne Olarak Rüya" başlıklı yazıla­
rında yapmaya çalıştıklannın, hastadan çalınamayacak olanı -rüyada
mülkiyetin ötesinde kalan şeyi- saptamaya çalışmak olduğunu düşü­
nüyorum. Bir rüyanın anlamı konusunda rekabet edilebilirse de dene-
yimi konusunda edilemez. Sözcüklerle konuşuyor olabiliriz ama söz-
cüklerle rüya görmeyiz.

iV

Dünyanın eskimiş tasvirlerinden yorgun ...


Wallace Stevens, The Lalesi Freed Man
(Son Kurtanlmış İnsan)

Psikanaliz, leoparlan tapınağa davet eden ve onlan ayinin aynlmaz


bir parçasına dönüştüren kuramsal aygıttır. Ancak deminden beri öne
sürdüğüm gibi, "Kimin için rüya görüyoruz?" sorusu, "Bizim için rü-
ya ne tür bir nesnedir?" veya "Rüyalan bizim adımıza ne yapsınlar di-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
88

ye kullanıyoruz?'.'~~ib~ ~orul.arda~. ayrıl.~m~~-.. Fr~u?'un Rüyaların Yo-


runıu'nda söyledıgı gıbı -kı bu one surdugu goruş açısından en az
kendi keşifleri kadar önemlidir- insanlar bu sorulara farklı zaman ve
farklı kültürlerde farklı cevaplar vermişlerdir. Rüyaların da rüyaların
kullanımının da bir tarihi vardır. Eğer rüyaların bize (geçmişe ilişkin
ya da arzularımıza ilişkin) sır vermesini istiyorsak, yani rüyalara içi-
mizdeki çift taraflı casus (ya da casus olarak sanatçı) muamelesi yapı­
yorsak, rüyaların oldum olası böyle görülmediğini ve gelecekte de gö-
rülmeyebileceğini akılda tutmamızda yarar vardır. Her birimiz, ken-
dimizi rüyalarla ilişkilendirme konusunda üzerimize düşeni yaparız.
Bu ilişki hem kişisel ve kültürel bir tarihi hem de belirsiz bir geleceği
olan bir ilişkidir. Yarın rüya bize ne ifade edecektir?
Rüya yorumu, yüzmek gibi bir kere öğrenilip sonra da sonsuza ka-
dar az çok başarıyla ama fazla yenilik katmadan yapabileceğimiz bir
şey midir? (Psikanalitik kuram öyle olduğunu öne sürer gibidir.) Ne
de olsa herhangi bir alanda yapabileceklerimizin bir sınırı vardır ama
nesne olarak rüya bize ne gibi sınırlar dayatmaktadır? Rüyaları kul-
lanmamıza getirilen sınır nedir? Ve kim bunlara karar verecek ko-
numdadır? Rüyanın nasıl bir nesne olduğunu sormak, "Rüyanın nasıl
bir şey olduğunu düşünüyoruz?" diye sormak demektir. Ya da sıradan
bir konuşma, hangi anlamda rüyadan daha az afallatıcıdır? Rüyayı si-
nemaya mı, kehanete mi, bulmacaya mı benzetiyoruz? Kimin için rü-
ya gördüğümüz, bunu nasıl hayal ettiğimiz, tümüyle bu sorulara ver-
diğimiz cevaplara bağlıdır. Rüyaların Yorumu'nun 1914 baskJsına ek-
lenen önemli bir dipnotta Freud şöyle yazar: "Rüyaları görünür içerik-
leriyle bir tutmak köklü bir alışkanlıktır. Gelgelelim artık, rüyaları, gi-
zil rüya-düşünceleriyle karıştırmak hatasına düşmekten de aynı oran-
da kaçınmamız gerekmektedir." Freud burada bir hayli kafa karıştırıcı
sorulara cevap bulmaya çalışmaktadır: Rüya ne ile eşdeğerdir? Eğer
rüya ne görünür içeriğiyle ne de gizil rüya-düşünceleriyle eşitlenebili­
yorsa ne ile eşitleyebiliriz? Rüya ne tür bir nesnedir? Ona ulaştığımızı
nasıl anlarız? Öyle sanıyorum ki Freud rüyaları, ele avuca sığmaz bi-
rer nesne, elden kayıp gidenin paradigması, asla tümüyle kabullene-
meyeceğimiz anlamlara çıkarılan birer davetiye olarak görüyordu.
(Rüyalar makine değildir, nasıl çalıştıklarını bilen uzmanlarla birlikte
gelmezler.) Rüya her zaman, onun hakkında söyleyebileceklerimiz-
d~n da"·L fazla, daha başka bir şeydir ve bu açıdan bizi hep kendi ken-
dı"" .L.le eşit olmadığımız gerçeğiyle yüzleştirir. Rüya görüyoruz de-
RÜYALAR
89
mek, içimizde neler olup bittiğini bilmiyoruz, içimizde geçerli dili an-
lamıyoruz demektir.
Gelgelelim aynı sebeple, kıyaslamalar yapmaya, benzerlikler ara-
yıp ~ulmaya_ dev~~ ederiz. Bu ~~nzerlikler_ rüya_ı:ıın kendisi değildir
belkı, ama hıç degılse onun çeşıtlı veçhelerıdir. Oykünün sürmesini
rüyanın yoluna devam etmesini sağlarlar. Yorumcu hiçbir zaman ye~
terince işinin ehli değildir; rüyalar tüketilemez. Rüya, hakkında söyle-
yecek ne bulabiliyorsak odur ve aynı zamanda söylediklerimizle dışa­
rıda bıraktığımız her şeydir. Her yorumda bir olasılığı hatırlatır. Elde-
ki malzeme yoruma boyun eğmez. En asgari düzeyde rüya, dünyanın
yeni bir tanımı, yeninin şaşkınlığıdır.
Rüyalar farklı biçimlerde kullanılabilirler. Örneğin, Pontalis'in de-
yimiyle "deneyimleri ya da deneyimlerin reddini" temsil etmek için
hem ruhlar-arasında (insanlar arasında) hem de (Freud'un itirazlarına
karşın) ruh-içinde kullanılabilirler. Onlar için bulabileceğimiz tüm iş­
levleri yüklenebilirler. Gelgelelim eğer rüyalar sayısız işleve sahipse
o zaman rüyanın bir veçhesi üzerinde anlaşmaya varılmış demektir:
rüya bir iletişim biçimi, bir tür mesajdır. Rüyayı konuşmak için kulla-
nırız ya da daha doğrusu rüya bizi konuşmak için kullanır; kiminle ve
ne hakkında konuştuğu ise tartışma götürür. Yine de bu tartışmayı, iç
seslerin veya bakış açılarının repertuan olarak kullanabiliriz. Gerçek-
ten de çoğul-belirlenim kavramını ciddiye almak demek, rüyaların
birden çok amaca hizmet etmek için görüldüklerini varsaymak de-
mektir. Rüya, analist için bir mesaj olduğu oranda ne söylemektedir?
Sahte-benlik açısından hangi mesajı taşımaktadır? Ya eşcinsel benlik
bu rüya ile ne yapmaya çalışıyor olabilir? Vesaire. Rüya benliğin fark-
lı parçalan arasındaki tartışmalı işbirliğinin sonucudur. Yoğunlaştır­
ma, yer değiştirme, temsil kaygılan yani Freud'un rüya-çalışması ola-
rak tanımladığı her şey, bakış açısı fazlası olarak yorumlanabilecek
bir durumun tek çatı altında toplanmasını sağlama girişimleridir. (Fre-
ud'un başka bir önemli dipnotta söylediği gibi "rüya-çalışması, rüya-
nın anlamının ta kendisidir.") Karabasana dönüşmemiş her rüyanın,
rakip içsel talepleri geçici olarak uzlaştırmış olduğu ortadadır. Bu
bağlamda, kabul edilmez olan, dikkate alınmaması gereken bakış açı­
sıdır. Eğer Freudcu isek bu bakış açılarının çocukluğumuzdan kalma,
çocuk cinselliğinin kılık değiştirmiş biçimleri olduğuna inanırız. Eğer
Kleincı isek daha da "ilkel" bir şeyleri kastediyoruzdur. Bir Freudcu
olarak, rüyayı derin bir nostalji olarak algılamalıyız ama post-Freudcu
DEHŞETLER VE UZMANLAR
90
olarak rüyayı aynı zamanda indirgenemez karmaşık.lığımızın ruhsal
bir tezahürü olarak da görmemizde fayda var. Belki de rüyalara ilişkin
içine düştüğümüz çağdaş açmaz da bu durumun bir yansımasıdır. Fre-
udcu, Kleincı, Jungcu gibi kavramsal sistemlerimiz, içsel karmaşık.lı­
ğımızı, muhalif seslerimizin çokluğunu akıtabileceğimiz kaplardır;
zaran asgariye indirme denemeleridir. Leoparlar tapınağı basarlar ve
onları ayinin bir parçası haline getiririz getirmesine ama iş burada bit-
mez. Başa çıkmak durumunda olduğumuz tek sorun leoparlar değil­
dir. İşin içinde bildiğimiz yaratıkların yanı sıra adını bile duymadıkla­
rımız da vardır. Ve ayinlerimizin hiçbiri sonsuza kadar sürmez.
"Eğer rüyaları birer nesne olarak kabul edersek," diye yazıyor
Pontalis, "ve nostalji nesnesiyle yakından ilişkili olduğunu varsayar-
sak ... tek bir ilişkiye değil, birçok 'kullanım olanağına' işaret ederler
ve her kişi için farklı işlevi yüklenirler." Eğer Pontalis'in iddia ettiği
gibi, rüyanın herkes için aynı işlevi yüklenmediği doğruysa, o zaman
rüyayı ayinimize nasıl dahil edeceğiz? Sadece hastanın kişisel rüya
deneyimlerine değil, aynı zamanda kendine özgü rüya işlevine de eği­
len bir psikanaliz nasıl bir şey olurdu? O zaman sadece "Bu hastanın
rüyasının anlamı ne?" diye sormakla kalmaz "Bu kişi rüya görmeyi ne
amaçla, ne yapmak için kullanıyor?" diye de sormak zorunda kalırdık.
Rüya var olan tek nostalji nesnesi değildir. Aynı zamanda rüya
yöntemlerimizi de nostaljiyle anabilir hatta yasını tutamaz hale gele-
biliriz. Eğer Quentin Skinner'ın dediği gibi "tanımlarımızı zenginleş­
tirmek yerine onlara kafa tutup yerlerine yenilerini geçirmeye çalışı­
yorsak", rüyalara ilişkin kuramlanmız en az rüyalarımız kadar tuhaf
ve kapsamlı olabilir. Yorumlama yöntemlerimiz bizi rüyadan koru-
mak için kullanılabileceği gibi, her kişinin kendi özel rüya yorumun-
dan korumak için de kullanılabilir. Rüya uzmanı kimdir ve otoritesini
tam olarak nereden almaktadır? Freud, rüyaların yorumcuyla dalga
geçtiğini ima ediyordu. Rüyalar görülmek için vardır. Gelgelelim bir
kez biri onları dinlemeye kalkıştığında neler olabileceğini kimse bile-
mez. Belki de psikanalist, ne eksik ne fazla, yalnızca rüyaların anlatıl­
dığı, böyle şeylerle ilgilendiği bilinen biridir. Eğer rüyaların işlevi her
birimiz için farklıysa, rüya yorumlama yöntemlerimiz de tartışmaya
açıktır. Leoparlar farklıysa, ayin de farklıdır.
5

Cinsiyetler

Narkisos'tan söz etmek, ikna olmaktan söz et-


mektir. ..
Stephen Dunn, Wanting To Get C/oser
(Yaklaşma isteği)

Eğer Freud'un Ego ve fdde öne sürdüğü gibi, kişiliği oluşturan özdeş­
leşme, egonun kendini bir zamanlar sevmiş olduğu şeye benzetmesiy-
se, o zaman kişilik dediğimiz şey de taklidin taklidi bir karikatürden
çok farklı değildir. Hepimiz, Platon'un yasaklamak istediği sanatçılar
gibi kopyaların kopyalarını çıkarıyoruz. Gelgelelim Platon'un sanat-
çısının aksine bizim elimizde bir orijinal yok. Tüm yapıp ettiğimiz,
nereden bakarsak bakalım aslında var olmayan birisiyle aramızda
sonsuz bir benzerlikler silsilesi derlemekten ibaret. Freud'un kişilik
nosyonu, Platonik sanat eserinin parodisidir; özdeşleşme yoluyla kişi­
lik oluşumu kuramı ise, herhangi biçimde ciddiye alınabilecek bir ki-
şilik kavramının alaya alınması. Ego hep bir yerlere gitmek üzere ta-
kıp takıştırmaktadır (şair Jane Miller, kimlikten "statü pozu" diye söz
eder). Olmak, aslında "gibi olmak" demekse, "gerçek" benliklerden
ve çekirdek toplumsal cinsiyetlerden söz edilemez. Ne de olsa özgün-
lük anlayışımı ancak içinde yaşadığım toplumun özgünlük anlayışın­
dan türetebilirim. Bu bağlamda "gerçek benlik" yerine "tercih edilen
benlik"den (ya da benliklerden) söz etmek daha doğru bir ifade olur.
Ben, bilinçli ve bilinçdışı tercihlerimin oyuncusuyum.
Lacan'ın ayna evresi, mimetik gelişim biçimlerinin yarattığı has~­
ra tanıklık eder. Mikkel Borch-Jacobsen ve özellikle de Leo Bersanı,
Freud'un özdeşleşme kuramındaki şiddet ve totolojiyi, "gibi olmanı~"
içerdiği karşılıklılığı ve suç ortaklığını ortaya çıkarmışlardır. Bu tehlı­
kelere gebe özdeşleşme kavramı, bir dizi tartışmalı konunun oda~
noktasıdır zira bizi öteki insanları ne adına kullandığımızı ve ne denlı
DEHŞETLER VE UZMANLAR
92
öteki olduklarını merak etmeye davet eder. Hatta Freud'un kafa yor-
duğu, nesne ilişkileri ve ilişkisel psikanaliz ekollerininse veri kabul
ettiği bir soruyla yüz yüze bırakır bizi: Başkalarıyla ilişki diye adlan-
dırdığımız şeyi ne anlamda yaşıyoruz? Ve belki de daha önemlisi, iliş­
kinin ne olduğuna nasıl karar veriyoruz? Ya da kim bunu karara bağ­
layabilecek konumda? Bir ilişki içinde olmadığını nasıl bilebilirsin?
Cinsellik Üzerine Üç Deneme'de Freud, nesnenin içgüdüye sade-
ce "lehimlendiğini ", birincil bağlılığımızın arzunun nesnesine değil,
arzunun kendisine olduğunu ileri sürüyordu. Böylece, birbirimize dü-
şündüğümüz şekillerde bağlanmadığımızı da söylemiş oluyordu. Rü-
yaların Yorumu'nda olduğu gibi bu kitabında da Freud, egonun çokeş­
li hareketliliğine göz atmaktaydı. Özellikle de rüyalar, yaşadığımız
hayatlar öyle olmasa bile, ruhsal hayatımızın şaşırtıcı derecede hare-
ketli ve maceraperest olduğunu açık ediyordu (aktif çiftcinsellerin sa-
yısı çok sınırlıdır ama ruhsal açıdan herkes çiftcinseldir). Freud bu tu-
tarsızlığı, deyim yerindeyse birincil süreçlerimiz denli cesur olamadı­
ğımız gerçeğini açıklamak, kuramında Faustiyen egoyu temellendire-
bileceği bir yer açmak ve kimi zaman güvenilmez gibi görünse de bu
egonun bağlılıklarını tanımlamak zorundaydı. Egonun kaypak bir
müttefik olduğu çok açıktı, dolayısıyla Freud, egonun sevdiği ve nef-
ret ettiği ötekilere bağlılığını kanıtlar görünen yas kavramına can si-
midi gibi sarıldı. Yas içimizi rahatlatan bir kavramdır çünkü o olmasa
kolayca şüpheye düşeceğimiz bir konuda, ötekilere bağlılığımız ko-
nusunda bizi ikna eder. Yasın koruyucu acısı, psikanalizin bizi sorgu-
lamak zorunda bıraktığı bir şeyi teyit etmektedir: sevdiğimiz ve nefret
ettiğimiz kişilere uzlaşma kabul etmeyecek biçimde kendimizi adarız.
Rüyalarımızın sunduğu kanıtlar ne olursa olsun, sonsuz ikame kabili-
yetimiz yetersiz kalmaktadır. Bu bağlamda yas kavramı, psikanalizin
daha radikal olasılıklarını dengeleyen bir safradır: deyim yerindeyse,
Prometheus'un mıhlandığı kaya.
İlk bakışta, Freud için egonun aşırılıklarını yaratanın da ona had-
dini bildirenin de Oidipus kompleksi olduğunu söylemek daha yerin-
deymiş gibi görünebilir. Gelgelelim Melanie Klein'ın da gösterdiği
gibi, egoyu pekiştiren tam da Oidipus kompleksinin çözülmesine iç-
kin yastır. Birincil nesnelerin ardından yas tutmadığımız sürece, bü-
yülü aile çemberinden kurtulmamız mümkün değildir. Gerçekten de,
bir bakıma K.lein'in çalışmaları sayesinde, yas birçok psikanaliz çeşit­
lemesinde gelişmenin temel taşı sayılmıştır. Öyle ki yas kavramı psi-
CİNSiYETLER
93
kanalizde yan-dini bir statü kazanmıştır. Analistler yasa inanı 1
~
E ger h b" 1 r ar.
asta, ır zaman ar Emerson'ın da yaptığı gibi yasın "sığ" oldu-
ğunu öne sürmeye kalkışıyorsa, onun "ilişki kurmaktan aciz" olduğu­
na hükmedilir. Adeta tüm ima ettikleriyle birlikte yas tutma kapasite-
si, insan topluluğunu var eden şeyin ta kendisidir. Nasıl ki cezasız bir
dünya hayal edemiyorsak, mahrumiyetin olmadığı bir dünya da hayal
edemiyoruz.
Kuşkusuz, yas tutmak, bağlılıklarımız yüzünden çarptınldığımız
bir ceza gibi gelebilir bazen. Dışardan bakan, o anda kendisi yaslı ya
da üzüntülü olmayan kişi açısından, yasın bir zaman israfını -
zamanın son kertede kaçınılmaz sonucu olan israfı- andırması da
mümkündür. (Sözgelimi yasın evrimsel bir değeri olabilir mi?) Her
yaşamın bol miktarda kayıp içermesi ve kendi ölümümüzün kaçınıl­
mazlığı, kaynaklarımızı harekete geçirse bile, kayıp olgusunun inatçı
varlığı ve dile gelmez niteliği yaratıcılığımıza sınır koyar. Maharet,
Oidipus'un yaptığı ve Narkisos'un yapamadığını yapmak, yani kayıp­
larımızı kazanca çevirmektir (imkansızlık karşısında yılgınlığa düş­
memek mümkündür). Psikanaliz iyi yaşamın, yerlerine tatminkar ika-
meler bulunabileceği garantisi olmaksızın bir şeylerden vazgeçebil-
meye bağlı olduğunu söyler gibidir. Pragmatist, Freud'un Yas ve Me-
lankoli'de sorduğu gibi, acımasız hatta anlamsız gelebilecek bir soru
sormak isteyebilir: Yastan nasıl kazançlı çıkabiliriz? Ya da çabucak
iyileşebilmemiz bile şeytani geliyorsa bize, nasıl oluyor da kazançlı
çıkıyoruz? (Dostoyevski'nin ünlü sözündeki gibi, insan her şeye
uyum sağlayabilen hayvandır.) Kaybı, yaşamın dayanağı olan umuda
nasıl bağlayabiliriz? Kayıp, iyiliğimizi muhafaza etmemizi sağlayabi­
lir mi?
Az çok aynı şekilde Judith Butler da, radikal makalesi "Melanko-
lik Toplumsal Cinsiyet I Reddedilen Özdeşleşme"de, toplumsal cinsi-
yeti bir gösteri, bir kendini inşa ve icat etme biçimi sayan şenlikli gö-
rüşüne ağırlık ve ciddiyet kazandırmak için, yas kavramını kullanır.
Bu makalenin en takdire şayan yönü, Butler'ın iddiasını, elemden her
dem vurulduğunda ortaya çıkan o zorba sofuluğa indirgememeyi ba-
şarmasıdır. Yas hepimizi ahlakçı yapıp çıkar. Ancak ve ancak icat
edip sahnelediğimiz sayıda toplumsal kimliğe sahip olabiliriz. Dola-
yısıyla psikanalistler gibi gerçeklik, ruh sağlığı ya da olgu~luk adına
repertuarımızı kısıtlamaya çalışanları tebrik etmeye heveslı olmama-
lıyız. Kaç farklı cinsin var olduğunu biliyor olabiliriz ama kaç farklı
DEHŞETLER VE UZMANLAR
94
toplumsal cinsiyet kimliğine büıiinmeye muktedir olduğumuzu hiçbir
zaman bilemeyeceğiz.
Günümüzde uygulamada olmasa bile kuramda, tüm toplumsal
cinsiyet çeşitlemelerinin çatışkılarla, dolayısıyla sorunlarla dolu oldu-
ğunu söylemek artık bir klişe durumundadır. Butler'ın melankolik öz-
deşleşme göıiişü yani "erkeklik ve kadınlığın, ardından yas tutulamaz
bir aşkın izleri olarak belirdiği, melankolik toplumsal cinsiyet kültü-
ıii" görüşü, toplumsal cinsiyete ilişkin eski bir sorunun yeni bir biçi-
midir. Hiç de uygun olmadığı halde "negatif Oidipus kompleksi" ola-
rak adlandınlan eşcinsel bağlılıklar, neden yaşanırken öyle deneyim-
lenmemiş olsalar bile tiksintiyle betimlenirler? Tutku dolu oldukları
su götürmeyen bu aşklar neden inkar edilmekte, yası tutulamaz hale
getirilmekte, tanınmamakta ve başkalarında göıiildüğünde cezalandı­
rılmaktadır? En asgari düzeyde bu yayılmacı kültürel eşcinsel düş­
manlığının, hem ruhlar-arası hem de ruh-içi bir hasetten kaynaklandı­
ğı gayet açıktır. (Küçümseme, üstlenilmek istenmeyen utançtır.) Na-
sıl ki AIDS öncesi dönemde, kimi heteroseksüeller açıkça eşcinselle­
rin rasgele cinsel ilişkide bulunmasını kıskandıysa -"Biz niye ona bu-
na takılamıyoruz?"- günümüz heteroseksüelleri de, kimilerinin hem-
cinsleriyle kurdukları mahremiyetin tadını çıkarıp katmerlendirmele-
rini kıskanmaktadırlar. Gelgelelim Butler'ın öne sürdüğü gibi "erkek-
lik" ve "kadınlık", kısmen inkar edilen yasın yarattığı özdeşleşmeler
yoluyla pekişiyorsa, bu yası kabul ve tasdik eden, üstümüze alınmadı­
ğımız ya da ilişiğimizi kestiğimiz toplumsal cinsiyet kimliklerimizin
yasını sonuna kadar tutmamıza olanak tanıyan bir dünyada yaşasay­
dık ne olurdu? Adına psikanalitik cemaat dediğimiz o yerde ve daha
geniş cemaatlerde ne değişmeli ki, insanların tüm bastırılmış toplum-
sal cinsiyetlerinin yasını tutabileceği (ya da bunları diriltmeye yelte-
nebileceği) bir toplumsal yapı oluşabilsin? Bu sorular, yası idealize
etmedikleri, düzmece kefaretler olarak kullanmadıkları, bastırmanın
ya da belirsizliğin ıstırabının suni bir tedavisine dönüştürmedikleri
sürece ilgiye değer sorulardır. Kararlı bir heteroseksüel erkek But-
ler'ın dediği gibi "çifte bir inkarın etkisi altına girebilir: hem hiç sev-
memiştir, hem de hiç kaybetmemiştir". Öyleyse söz konusu hetero-
seksüel durumundan görece memnun olduğunu iddia etse bile psika-
nalitik projenin bu inkarı çözümlemesi ya da çözülüşünün olanakları­
nı hazırlaması mı gerekmektedir? Butler'ın savının son derece makul
mw .• gı bizi, çok şey söyleyen klinik bir açmazla yüz yüze bırakır.
CİNSİYETLER
95

Son tahlilde hasta için neyin sorun olduğuna kim karar verecektir? Ve
bu kararın kriterleri nelerdir? Varsayımsal heteroseksüellik en az tüm
diğer varsayımsal konumlar kadar önemli bir "sorun"dur (ne de olsa
tüm semptomlar yüklü ikna olma halleridir). Tüm toplumsal cinsiyet
kimliklerine içkin bedeli ve yoksunluğu hatırda tutmakta yarar vardır.
Bu çaresizlik önlemlerini zorunlu kılan dehşetler de cabası. Butler,
"özdeşleşmenin arzunun zıddı olmasını ya da arzunun reddedilmeyle
beslenmesini gerektiren hiçbir zorunlu neden yoktur," diyor. Ancak,
belli bir tür psikanalitik mantığın zorunlu kıldığı bir neden elbet var-
dır. Freud'a göre sahip olamadığımız şeye dönüşürüz ve kendimizde
reddetmek zorunda kaldığımız şeyleri arzularız (ve cezalandırırız).
Peki bu seçimler niye? Niye her ikisini birden hatta bir üçüncü şeyi de
yapamıyoruz? Ve neden özellikle bu seçeneklerle karşı karşıyayız?
Bunlar Judith Butler'ın Gender Trouble (Toplumsal Cinsiyet Der-
di) kitabında tartışmaya açılan konulardır. Toplumsal cinsiyet kimlik-
lerinin özde performatif ve kurgulanmış doğası, repertuarımıza getiri-
len her türlü kısıtlamayı yapmacık ve gereksiz derecede baskıcı kıl­
maktadır. Gelgelelim nasıl ki her performans başka bir alandaki bir
ketlenmenin sonucunda oluşuyorsa, performans ne denli çekici olursa
olsun, hiçbir kimlik de eşliğinde bir acı olmadan gelmez. Eğer perfor-
mans fikri, kimliği serbest bırakıp (bazen gönüllü) imkan durumları­
na açılmasını sağlıyorsa, yas da aynı kimlikleri, tekrarları ve israfla-
rıyla -görünürde seçeneklerimizi kısıtlayan bu parametrelerle- birlik-
te bilinçdışı tarihlerine geri yollar. Yas ve performans -ve yas duygu-
muzu oluşturan performanslar- işe yarar bir çift oluştururlar. Perfor-
mans fikri olmadan, yas sözcüğün düz anlamına indirgenir; hakikatin
ta kendisi olup çıkar: En derin edimimiz olarak belirir. Yas fikri olma-
dan performans ise aşırı bir talebe dönüşür: bilinçdışı yokmuş gibi ya-
palım, sonra da ne istersek onun gibi yapalım. "Bütün içtenliğimle
inanıyorum ki," der Valery, "eğer bir insan kendisininkinin yanı sıra
birçok hayat daha yaşayamasaydı, kendi hayatını da yaşayamazdı."
Valery'nin bu ironik içtenliği -hayatlarının hangisinin içinden konu-
şuyordur ki?- bizi bir tür ruhsal zorunluluk olarak benlik versiyonla-
rımızın sayısını artırmaya çağırır, böyle yapmamanın kaybına daya-
namayacakmışız gibi. Ama bir analist hastasında kaç hayat fark ede-
bilir, ya da ondan kaç hayat talep edebilir; çok kolaylıkla bir talep ha-
line dönüşebilen bu fark etmenin sınırlan nedir? Benlik olanakları re-
pertuarı ancak kültürden gelebilir, ama gene de olabilecek kimliklerin
DEHŞETLER VE UZMANLAR
96
deyim yerindeyse gen havuzu, durmadan mutasyona uğrar, durmadan
bir şeyler eklenir. Psikanalitik durum potansiyel olarak yeni benlik-
lerden söz etmeye elverişli bir yer gibi görünür. Gelgelelim analist,
kendisindeki ve hastasındaki yeni bir benliği, bir dirençten (ya da so-
rundan) nasıl ayırabilir? Hele bu yeni benlik çoğu kez numara ya da
korku kılığında ortaya çıkıyorken.

il

(Elbette artık biliyorum ki iyi hal ve gidiş, zayıflara


ve çocuklara yaraşan tavırdır.)
Jamaica Kincaid, A Sınall Place (Küçük Bir Yer)

Kuşkusuz analizde tehdit altında olan tek toplumsal cinsiyet hastanın­


ki değildir. Hem analist hem de hastası arzularını taşımaya çalışmak­
tadır ve arzu da farklılığa dayanır. Her daim başka bir şey daha, yete-
rince (ya da görünüşte) farklı bir şey bulunmalıdır. Aphanisis'in haya-
leti yani Emest Jones'un arzunun ölümü kavramı -sonradan bastırıl­
mış olan bir kavram- tüm sürece eşlik eder. Her ne kadar arzu farklılı­
ğa bağlıysa da sadece sevdiğimiz f arklılıklan severiz (Coleridge Def-
terler'inde "Neden farklılık hep nefretle ilintilendirilir?" diye sorarak
bu ilintinin nereden çıktığını merak etmemize neden olur). Arzu edi-
lebilir ya da tahammül edilebilir kümesi, arzuyu taşıyabilir farklılık,
kimse için sonsuz değildir. Psikanalizin konusu da, bu biçimlendirici
sınırlan nerede çizdiğimizdir.
Tüm pratisyenler, adına semptom (başka bir bakış açısından da
Oidipus kompleksi) denilen, olasılıkları kısıtlayıcı bilinçdışı oluşu­
mun fazlasıyla bilincindedirler. Oysa tabii ki, başka her yerde olduğu
gibi analizde de, olasılıkları belirleyen analistin kuramsal paradigma-
ları ve uygulaması hakkında konuşurken seçtiği dildir. Psikanaliz ola-
naksız meslektir türü böbürlenmelerin aksine psikanaliz, biz onu ne
katlar zorlaştırırsak ancak o kadar zordur aslında. Örneğin klinik ba-
kış açısından, Judith Butlcr'ın Toplumsal Cinsiyet Derdi'ndcki siyasi
iradecilik, analistlerin gardını almasına neden olur. Oysa analistlerin
uygulamaları ı ıcJa Bııtler'ın onlardan talep ettiği ndcn daha az hayal gll··
cU Kahihi qJırıası için glirUnUrdc hiçbir sebep yoktur. Bilinçdışıııa ina-
nan 1 ; ı analistin kendini fü.g!ln yaşamın ıcııısi le isi olarak ıasarlımııısı
CİNSİYETLER 97

söz konusu değilse de, mesleğiyle ilgili konuşurken kullandığı dil, bir
özgünlük jargonundan başka bir şey değildir (bütünlük, dürüstlük, gü-
ven, hakikat, benlik, içgüdü, vs.). Performansın dilini klinik açıdan
kaypak bulup bir kenara atmak kolaydır kolay olmasına ama bu da
analizin teatral yönüne kör kalmak demektir (psikanalizde tek fark iz-
leyicinin görünmez olmasıdır). Özdeşleşme kavramı, performatif ola-
nı analitik çerçeveye yeniden yerleştirir; daha şaşırtıcı olanıysa, kim-
liklerimizi yaratma sürecinin içkin bir parçası olan teatralliğin ince
ayarını yapmak için yasadan faydalanmamız, kendimizi kayıpları­
mızdan inşa etmemizdir (cinsel ilişki kurma kapasitemiz). Neyse ki
yazarlar da psikanalize meraklılar; ne de olsa yazarlar, psikanalistle-
rin aksine, klinik uygulamanın hipnotize edici etkisiyle sınırlandırıl­
madan düşünce üretmekte serbesttirler. Müzisyenler, sporcular veya
analistler gibi iyi performansçılar, yaptıkları iş hakkında konuşmayı
beceremezler, kısmen işi yapan onlar olduğu için. Bir işi gerçekten
yapmak kadar sınırlayıcı bir şey yoktur.
Dahası bir işi yapmak, tıpkı bir yaşamı yaşamak gibi, sadece iki
cinsin bulunduğunu şu ya da bu şekilde kabul etmeyi gerektirir. Oysa
tek başına bu gerçek, olası toplumsal cinsiyet repertuarı hakkında hiç-
bir şey söylemez. Judith Butler'ın savının mantığı, Freud'da bulduğu
türden yol gösterici tutarsızlık, bir imkan duygusunu analitik uygula-
maya yeniden kazandırmaktadır. Yine de Butler'ın şeffaflığı başka tür
bir düşünceyi de kışkırtıyor. Kimi zaman sadece iki cinsin var olması­
na yazıklanmamak elde değildir. Her şeyden önce de bu cinsiyet far-
kını çoğu işimizi görmemizi sağlayacak bir paradigmaya dönüştürdü­
ğümüz için (kuşkusuz cinsler arasındaki fark, diyelim canlı bir beden
ile ölü bir beden arasındaki farktan hem daha heycan verici hem de
daha dile gelirdir). Hiç var olmamış, dolayısıyla da yasını tutamaya-
cağımız bu üçüncü cinsin kaybı bir tür entelektüel melankoli yaratır.
Bu üçüncü cins, çiftin büyüsünü (ya da mantığını) bozabilen, çocu-
ğun kendisine ilişkin belirleyici ve bastırılmış fantezilerinden biridir
(ilksel sahneye bulunan bu büyülü çözüm ile sentez ve kefaret fantezi-
leri arasında bir ilişki olduğu açıktır). Ne de olsa Freud'un "birincil sü-
reç" dediği şey, karşılıklı dışlamanın silinmesi ve mantığı reddeden
mantıktan başka bir şey değildir. Üylc görülüyor ki bu tılr hir cürncrt-
lik (ya da radikallik) ikincil sOrcç hcnliklcrinıizc türnüyk yabancıdır.
DEHŞETLER YE UZMANLAR
98

111

Daha doğrudan ve daha az derli toplu.


Yirginia Woolf, Günlük, 22 Haziran 1940

Başka çaremiz olmadığına göre, birbirinin karşıtı, alternatifi ya da ta-


mamlayıcısı olarak tanımlanan iki cinsten yola çıkmak zorundayız
ama bu da bizi yaşanan, konuşulan deneyimlerle uzak yakın ilgisi ol-
mayan kısıtlayıcı bir mantığa, bir çift-değişkenli sisteme hapsediyor.
Bu ikilik, psikanalitik dilin yanlış yönlendirmelere fazlasıyla yatkın
bölümünü oluşturan, iç/dış, birincil süreç/ikincil süreç, sadizm/ma-
zoşizm, hasta/analist gibi başka çift-değişkenli ikiliklerle suç ortaklı­
ğına girer. Oysa çelişkilerden ve karşılıklı dışlamalardan değil para-
dokslardan ve spektrumlardan söz ediyor olmalıydık (ve paradoksla-
rın dünyası intikamın olmadığı bir dünyadır: misilleme, çelişkiye ge-
tirilen sahte çözümdür). Freud "Psikanalizin Bilimsel İddialan" adlı
makalesinde, "bilinçdışı birden çok lehçeyle konuşur," der. Ses daima
çoğuldur ve bilinçdışı mantık, asgari alternatif yanılsamasını yerle bir
eder. Başka bir deyişle psikanaliz, "ne yardan ne serden" fikrini alıp
başaşağı çevirir ve bize ikiyüzlülüğün sistemli bir biçimde hakkının
yenmekte olduğunu gösterir. Asla şu ya da bu değiliz, daima bir derle-
meyiz. (Herhangi bir verili günün ne kadarını eşcinsel ne kadarını he-
teroseksüel olarak geçiririz ve aradaki farkın her an ayırôında olma-
mız mümkün mü?) Kimlikler ilişkileri değil, ilişkiler sözde kimlikleri
oluştururlar. Bu da benliklerin daima gelgeç ve koşullara bağımlı ol-
duğu, ya/ya da dizgesinin yaratıkları olmadığı anlamına gelir (acı çek-
mek çoğu zaman, benliğin bir yere sabitlenmemiş olduğu duygusuna
kapılmaktır). Kendimize bunu fark etme iznini versek de vermesek de
koşullar durmadan değişir. Tüm savunmalar, gelip geçici olana karşı
savunurlar.
Her çocuk ve yeni yetme doğal olarak, dışlanma (ya da farklılık ya
da ayrılık ya da kimlik) dışında bir konumun bulunup bulunmadığını,
bırakmanın ve dışarıda bırakılmanın ortadan kalktığı bir dünyanın
mümkün olup olmadığını merak eder. Bu düşünce başka bir düzlem-
de, sıp·~ıarı olmayan dolayısıyla kimsenin aşağılanmadığı bir toplum
Y"'" ~lmayı hedefleyen ütopik sosyalizm tarafından ele alınır. Aptalca
CİNSİYETLER
99
düşünceler değildir bunlar - ancak sınır kavramını fetişleştirmekle ve
her şeyin en iyisini bilmekle ayakta durabilen resmi psikanaliz tara-
fından kenara itilmiş olmalarına rağmen (fetişin zıddı serüvendir). İn­
giliz Orta Grup psikanalistlerinin kurama yaptıkları katkılardan biri
benliğe özel mülkiyet olarak ayrıcalık tanımak ve benliğin ilgasını~
hem maraziliğini hem de kaçınılmazlığını betimlemekti (Winnicott
ve Marion Milner'ın öncülleri Freud ve Melanie Klein olduğu kadar
Mil ton ve Winstanley'dir). * Saflık fantezilerinden ilham alan bu ben-
lik anlayışı serbest çağrışımın düşmanı olup çıkar; değiş tokuştan
dehşete düşer, amacı gerçek düşüncesini tanımlayıp sabitlemek, ben-
liği doğru tutmaktır. Oysa Oidipus kompleksinin çözülmesi, birçok
şeyin yanı sıra gerçek diye bir şey olmadığını, "gerçek şey" fikrinin
tüm dışladıklarıyla suç ortaklığına girişen bir fetiş olduğunu gösterir.
Oidipal çocuğun sorunu gerçek şeye duyduğu ihtiyaç ve inançtır.
Toplumsal cinsiyeti ya da diğer sözde kimlikleri tanımlarken dış­
lama fikrine ihtiyaç duymayan bir tablo ya da öyküye rastlamak son
derece zordur. Tahliye etme fikri ve deneyimi ile iç ve dış fikrinden
doğan farklı tanımlamalar, en azından psikanalitik kuram üzerinde
büyüleyici bir etki bırakmaktadır. (Psikanalizin görece yakın tarihin-
de Michael Balint, "Balık mı suyun içindedir yoksa su mu balığın
içindedir?" diye sormaktaydı.) Baştan savılması gereken hiçbir şeyin
bulunmadığı bir dünya hayal etmek neden bu kadar zor geliyor? Söz-
gelimi erkeklerin, benliklerinin kadın yönünü elden çıkarmak zorun-
~a hissetmedikleri bir dünyayı hayal etmek? İhraç eden benlik, hariç
tutan ve benzersiz benliktir. Atıklarımız neyse, biz de oyuz.
Farklılığın söz dağarcığı, yani psikanalitik gelişim kuramının be-
zirganlığını yaptığı ruhlar-arası ve ruh-içi sınırlan oluşturmanın yol-
ları, tanımı gereği aynılığın dilinden kıyas kabul etmeyecek denli ge-
niştir (kuşkusuz aynılık, sadece özdeşlik değildir). Farklılık hakkında
konuşulabilir. Bir bakıma konuşmak bundan başka bir şey değildir,
dil tam da buymuş gibi görünür. Eşcinsellikten söz ederken, sadece
aynılığı küçümseyen terimleri kullanmak yangına körükle gitmektir.
Farklılık gibi aynılık da doğal bir olgu değil (motive edilmiş) bir fan-
tezidir; bir kurgudur ve zamanının tüm kurguları gibi gelgeçtir. Günü-

* Orta Grup'tan söz ederken özellikle Winnicott, Khan, Milner, Ry.crof~ ve ~~in~ gibi
İngiliz psikanalistlerini kastediyorum. Christopher Hill'in 17. yüzy~lı dıyebılecegı~ız şey
-yani, 1640'1arın o esinli Muhalifleri- ile İngiliz psikanalizindekı Orta ya da Bagımsız
Grup arasında gizli bir bağlantı vardır.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
100
müzde farklılığa bağımlı hale gelmiş olmamızın nedenlerinden biri
de, farklılığın rekabete olanak tanımasıdır ve rekabet utancın ilacıdır.

iV

Çünkü bir tek ben imzamı kusursuz biçimde taklit


edebilirim.
Jan Richman, "Why I'm the Boss" (Patron Niçin Benim)

Psikanalistlerin emlak komisyoncuları gibi kullanmakta ısrar ettikle-


ri, özdeşleşme ve yas gibi nosyonları mümkün kılan sınırlar termino-
lojisi, kaçınılmaz olarak insanın ne olduğu ve olabileceği konusunda
özgül bir dizi varsayımın bezirganlığını yapar. Kişinin, saflık ve mül-
kiyetin dillerinden yararlanılarak yapılmış bir tasviridir - ya da Mary
Douglas'ın daha kesin terimleriyle söylemek gerekirse saflık ve tehli-
ke dillerinden. Toplumsal cinsiyet öykülerimizi kurarken hatlar ve sı­
nırlardan ziyade, ton farklılıklarından ve bulanık sınırlardan söz et-
mek, paradoksun dilini kullanmak daha faydalı olabilir. Performansın
dili, yani bitimsiz kendini yaratma ve farklı yönlerimizi deneme süre-
ci, hiç değilse tanımlamayı hareket halinde tutar. Zaten başka hangi
halde olabilirdi ki?
Freud, Haz ilkesinin Ötesinde'de "talep edilen tatminin bazı ile
gerçekte elde edilen haz arasındaki fark, ulaşılan hiçbir konumda dur-
maya izin vermeyen itici gücü temin eder. Şairin dediği gibi, unge-
bandigt immer vorwarts dringt (ileri daima ileri, boyun eğmeden)".
Tatmin olmak olanaksızdır. Hiçbir konum tatmin edici değildir çünkü
her zaman başka bir konum vardır. Lacan'ın öne sürdüğü gibi olma-
yan bir şeyin peşine düştüğümüz için hep bir şeylerin peşindeysek
eğer, o zaman Freud'un dikkatimizi çektiği o boşluk, arzu ile nesnesi
arasındaki kaçınılmaz farklılık, aynı zamanda bizi yaratıcı ve esnek
kılan, kendimize yer açmamızı sağlayan şeyin ta kendisidir. Bu boş­
luk sahnedir ve sahnelenecek piyes cinselliktir.
Ecce Homo'nun önsözünde "her şeyden öte beni olmadığım şey ile
lanetleme," der Nietzsche. Freud'a göre, her daim olmadığımız şeyle
la~etleniriz; bunun en canlı biçimi de cinselliğimizde çıkar karşımıza.
(Paradoksal biçimde psikanalizde kişi, hem kabul ettikleri hem de
reddı"']deridir.) Dahası, hiçbir zaman insanların bizim hakkımızdaki
CİNSİYETLER 101

düşüncelerini kontrol edemeyiz - bu, şer kılığına ginniş bir hayır olsa
bile. Psikanaliz, yorumları nasıl kontrol altında tutmaya çalıştığımızı
ve bunu başaramadığımızda nasıl bir riske atıldığımızı gösterebilir bi-
ze. Başkaları için bir nesne olabilmek, dehşet olduğu kadar özgürlük
de içerir.

v
(Ah bu metafor enflasyonu! Kendim hariç her şeye
benziyorum.)
John Banville, Athena

Bugün psika!'lalitik kuramların çoğu, görgü kitabının çağdaş bir çeşit­


lemesi durumunda, çünkü içsel davranışlarımızı düzeltiyor ve en uy-
gun cinsel davranışlar (ki buna da genellikle olgunluk, ruh sağlığı ya
da merkezsizleştirilmiş benlik deniyor) hakkında öğütler veriyor. Psi-
kanalizin amacı insanlara ne denli tuhaf olduklarını fark ettirmek de-
ğilmiş de, kendilerini anlamalarını sağlamakmış gibi, psikanalizin
çarçabuk mantıklı tutkuların bilimine dönüşmüş olması gerçekten de
hayal kırıcı. Psikanaliz ne zaman ki fazla mantıklı olmaya ya da çok
fazla şeyden mantık çıkarmaya başladı, o zaman tedavi etmeye çalıştı­
ğı semptoma, savunmacı bilgiçliğe dönüştü. Oysa benlik bilgisini ala-
ya alma konusunda hiçbir şey cinsellikle yarışamaz kuşkusuz. Hiç de-
ğilse cinsel yaşamımızda tercihlerimizle standartlarımız her zaman ör-
tüşemez. En tuhaf şeylerden ve kimi zaman da insanlardan tahrik olu-
ruz.
En iyi halinde psikanaliz cinselliğin karmaşıklığını yani doğası
gereği çelişkili olduğunu, acı ile zevkin birbirinin çeşitlemesi olduğu­
nu, seksten bahsettiğimizde neden bahsettiğimizi bilmediğimizi, iş­
levsel biçimde kabullenir. Buna rağmen psikanalitik literatürde, cin-
selliğin bir tür kutlama olduğunu ya da gerçek cinsel tatmin durumla-
rının var olabileceğini, cinselliğin insanı kendinden geçirebileceğini
ima edecek bir şeylere rastlamak şaşırtıcı derecede zordur. İş, günü-
müz kuramının soyutlamalarına kalsaydı, insanlann cinsel kimlik sa-
hibi olmayı iyi vakit geçirmeye yeğledikleri ve kuralları yapıp boz-
maya, bu kurallann içeriğinden daha meraklı olduklan sonucunu çı­
karmamız gerekirdi. Cinsel devrime ilişkin psikanalitik öyküler ge-
nellikle monarşinin yeniden inşası ile sonuçlanır. Ne de olsa Freud'un
DEHŞETLER VE UZMANLAR
102

çocuk cinselliğini keşfetmesi ve 1960'1ardan bu yana cinsel ahlaktaki


radikal değişimler sadece Norman O. Brown'un yazılarına ve Herbert
Marcuse'un daha akademik incelemelerine dayanan saman alevi gibi
çabucak sönüveren bir cinsel Ütopyacılığı tutuşturabildi (bastırma
fazlası gibi bir kavram olsa olsa üniversitede fazla ders vermekten
kaynaklanmış olabilir). Kıtlık ustaları, insanın elini kolunu bağlayan
yokluk ve yoksunluk terminolojileriyle meydanı ele geçirmekte ge-
cikmedi: Depresif konumun "hakikati" (Klein), babanın yasasının ge-
rekliliği (Lacan); "sarsılmaz sınır"lara, "özerk ego"lara, fark edilebilir
toplumsal cinsiyet kimliklerine duyduğumuz ihtiyaç. Psikanalitik li-
teratüre göre, insanların düşünmeyi okşamaya tercih ettikleri, tutkulu
bir cinsellik ile şefkatten ziyade duygusal olgunluk ile benlik bilgisi
veya özgünlük peşinde oldukları gayet açıktı. Kendiliğindenlik, cin-
sellik hakkında yazan psikanalistlerin belirlemeye yanaştıkları tek er-
demdi; oysa kendiliğindenlikten sadece konformistler zevk alabilir
(ve tüm çocukların bildiği gibi hayatta en kolay öğrenilen şeydir).
Seks bir mutsuzluk biçimine dönüştürüldü ve dolayısıyla tüm baskıcı
rejimlerde olduğu gibi acı verici olanın doğru olduğunu zannetmeye
başladık. Bu psikanalizin daha hazin ironilerinden biridir çünkü kendi
kendini cezalandırma kuramlarının -yoksunluk ideolojileri- neden
hep ahlaki prestij taşıdığını bize Freud'dan daha iyi anlatan (Nietzs-
che dışında) hiç kimse yoktur. Bazı insanlar için mutsuzluk ahlaki bir
yükümlülüktür ve Freud, alışkanlığın, görevin yeni adı olduğunu ima
etmiştir. İş rutinlere geldiğinde hepimiz birer sofuyuz.
Bizzat psikanalitik ilişki, bu yeni aydınlanmış mazoşizm için ideal
tabloyu sunmaktaydı: Hasta, doktora kendisine dokunmaması için pa-
ra veriyordu. Ferenczi ya da Reich gibi bu durumu sorgulamaya kal-
kışan herkes kısa sürede ya deli ilan edildi ya da delirdi (yani ahlaki
açıdan korkutucu ve/veya anlaşılmaz hale geldi). Bir bakıma bu zo-
runlu sofuluk psikanalizi, büyük dinlerle benzer bir noktaya getirmiş­
tir (sözgelimi bir çeşit Yahudi Budizmi). Oidipal yasağı korumak, te-
davinin ayrılmaz bir parçasıdır ve öyle de olmalıdır. Gelgelelim orta-
da ne katı otoritelerin ne de esnek hedonistlerin çözebileceği bir sorun
vardır: Psikanalitik bakış açısından kimse cinselliği bilemez, kimse
cinsellik konusunda ayrıcalıklı konumda olamaz (anne babanın cin-
s~ll!ği yaşıyor olmaları, onu bildikleri anlamına gelmez). Şu veya bu
bıc•· :de bir cinsellik kanunu oluşturmak, deyim yerindeyse en kestir-
,,e yöntemdir. Öyle ya, bu kadar çok yol yordam gerektirdiğini dü-
CİNSİYETLER
103

şündüğümüz bir cinsellik nasıl bir cinselliktir? Adeta oyunun ne oldu-


ğunu bilmede~ ~uralları koyu_y?r ve sanki ku~allar oyunun ne olduğu­
nu keşfetmemızı engellemek ıçın konulmuş gıbi davranıyoruz.
Eğer psikanaliz bize cinsel açıdan büyümenin yolunu yordamını
anlatıyorsa -gelişim kuramı, ele avuca sığmaz bilinçdışından bir kur-
tuluş, şeytani olanın bilimsel tedavisidir- aynı zamanda cinsel varsa-
yımlarımızı, özellikle de tatmin olasılığı ve tatminin doğasına dair bi-
linçdışı inançlarımızı sorgulamak için de bir dil sunmaktadır. ("Neden
zevk aldığımıza veya alabildiğimize kim karar verir?" sorusu psikana-
lizi ayrılmaz biçimde siyasetle iç içe geçirir.) Asık yüzlü gerçekçiliğin
sesi olarak psikanaliz, bize hayal kırıklığının gerekliliği üzerine ikna
edici öyküler anlatmaya biraz fazla hevesli hatta şüphe uyandıracak
denli aşın meraklı olmuştur. ("Feragati bir davranış biçimi olarak be-
nimsemiş herkes," der Adorno "kendine geri verileninden daha fazla-
sını verir yaşamının.") Gerçekten de Freud'un "kendi kendini hüsrana
uğratma isteği" kavramının en iyi örneği, çoğu zaman kararlı biçimde
erotizm karşıtı olan psikanalitik cinsellik ve kimlik kuramlarıdır. Gü-
nümüzde kimlik ne kadar fazla olursa o kadar iyidir ama iş cinselliğe
geldi mi "fazla" sorunlu bir sözcük olup çıkar.
Kuşkusuz cinsellik ve kimliğin kaçınılmaz ikizliği görece yeni bir
olgu; birini öbüründen ayn tahayyül edemeyişimizin olumlu yönleri
kadar olumsuzlukları da belirginleşiyor bugün. Ne de olsa ikisi depo-
tansiyel olarak birbirine karşı geliştirilmiş bir savunmadır, birbirinin
reddidir. Eğer şeytani olan psikanalitik kuramda bastınldıysa -
"zorlantıh tekrar" olarak marazileştirildiyse ve böylece yoğun heye-
can da mani ya da sapkınlık olarak damgalandıysa- bir "teşhis irade-
si" olarak geri dönmüş olduğu da söylenmelidir. Psikanalitik kuram
insanlara isimler takmaya pek meraklıdır -sınır durum, psikoz, hete-
roseksüel, narsisistik- ve bu merak kimi bağlamlarda aşın derecede
otoriter bir izlenim bırakır (teşhis, her daim psikanalistlerin kendi
kendilerine kim olduklarını ilan etmelerinin bir yolu olmuştur). Ge-
nelleme yapmak, profesyonel olmak demektir. Gelgelelim teşhis, çok
daha kapsamlı bir kimlik edinme teknolojisinin sadece küçük bir par-
çasıdır. Buradaki risk -ki hiçbir yerde varsayımsal cinsel kimlik ihti-
yacında olduğu denli belirgin değildir- tanımlanma isteğinin kontrol
edilme isteğinin ayrılmaz bir parçası olmasıdır (ya da daha merhamet-
li bir dille, "göz kulak olunma ihtiyacının"). Cinselliğimizle tanımlan­
mayı istiyor oluşumuz, tanımlanma isteğimizin bir semptomundan
DEHŞETLER VE UZMANLAR
104

başka bir şey olmayabilir. Ancak Freud'un betimlemesine göre bilinç-


dışının daima bulandırıcı bir etkisi vardır (ne dediğinizi bildiğinizi sa-
nırsınız sonra bir dil sürçmesi veya kelime oyunu sayesinde başka bir
şey söylemekte olduğunuz çıkar ortaya). Başka bir deyişle psikanaliz,
artık işlevsel bir klişeye dönmüşmüş olan bir gerçeği, cinselliğin kim-
liği hem gerekli hem de olanaksız kıldığı gerçeğini dolaşımda tutar.
Cinsellikte kendimizi kaybettiğimiz için, nerede olduğumuzu bilmek
isteriz.
Kaybolma ve bulunma alternatifleri, deneyimlerimizin temel dü-
zenleyicileridir. Yahudi-Hiristiyan dinleri gibi psikanaliz de hep ye-
tişkinlerin çocuklarla benzerliklerini sömüregelmiştir (onları aslında
çocuk olduklarına ikna edebilirseniz eğer, yetişkinler çocuklardan da-
ha çok sömürüye açıktırlar; nitekim baştan çıkarma da çoğu zaman
böyle gerçekleşir). Gelgelelim bulunmanın yani tanınmanın, bir şeyle
aynı, benzer olmanın, paylaşmanın dili, kaybolmanın zevkini görün-
mez kılabilir. İster açık ister örtük biçimde cinsellikten yan-dini te-
rimlerle, kefaretin ve selametin diliyle söz etmenin, konuşmaları bas-
kı altına alması ise cabası. Laik terimlerle, bulunmak, eldeki kategori-
lerden birine üç aşağı beş yukarı sokulmak demektir. Burdaki risk,
herkesin farklı olduğunu ama kimilerinin diğerlerinden daha farklı ol-
duğunu düşünmeye başlamamız ya da bulunmayı tam tamına doğru
oranda farklılık ve aynılığa sahip olmak sanmamızdır. Asıl soru şu­
dur: Daha iyi genellemeler (daha çok kuram) mı istiyoruz yoksa ge-
nelleme projesini olduğu gibi rafa kaldırmak (daha çok şiir ve roman
okumak) mı istiyoruz? Her hastanın bildiği ve her psikanalistin bil-
mesi gerektiği gibi, serbest çağrışım kuramın ölümüdür. Cinsellik
üzerine konuşmak daima, ortak noktalarımızın ne olabileceği ve ne
olmayabileceği üzerine konuşmaktır ve ortak noktalarımızın ne olup
olmadığı konusundaki şüphelerimiz ortak noktalarımızdan biridir.
Farklılığın inkarı, cehaletin reddidir. Gruplar dış düşmanlara karşı
birleşmezler, ortak bilginin çevresinde birleşirler. Şimdilerde cinselli-
ği kullanma biçimlerimizden birinin şu olduğu da düşünülebilir: ge-
nellemeler yapmanın mümkün, faydalı, ilginç olup olmadığını konuş­
mak. Kategorilerimizi cevaplar olarak değil sorular olarak, her bir
öğenin göçebe olduğu geçici gruplaşmalar olarak düşünmeliyiz; iç ra-
hatlatıcı olduklarını bilmeli ama anlan fetişe dönüştünnekten de ka-
ç_ı~_malıyız. Kategorilerle cinselliği tedavi etmek yerine pekiilii cinsel-
hgı kategorizasyonun modern tedavisine dönüştürebiliriz.
CİNSİYETLER
105

Şu anda yapılanmış olduğu biçimiyle cinselliğin paradoksu bizi


diğer insanlara bağlarken kendi kendimizle çelişkiye düşmemize ne-
den olmasıdır. Normal aşk diye bir şeyin var olamayacağı yolundaki
psikanalitik görüş, özgürleştiricidir; hem daha çok insana hem de da-
ha çok insanın daha çok sayıda çeşitlemesine yer açar. Yine de cinsel-
liği anlamanın bize ne kazandıracağını ve eğer anlaşılabiliyorsa ne ol-
duğunu sandığımızı sormak gerekir. (Şöyle de düşünebiliriz: Cinsel-
likle onu anlamaya çalışmaktan başka ne yapabiliriz ki?) Aşk sözcü-
ğünü yasaklasaydık, kendimizi birbirimize ne söylerken (ya da ne ya-
parken) bulurduk acaba?
Psikanalitik bakış açısından normallik bir semptom olduğuna gö-
re, yerine ne koyduğumuza dikkat etmemiz gerekir. Artık psikanali-
zin esas ihtirası olarak, (en genel Freudcu anlamda) cinsel haz yerini
"hakikat"e bıraktığına göre, kapıdan kovulan normallik bacadan geri
dönüyor demektir. Kimse bana haz almadığımı söyleyemez, olsa olsa
almamam gerektiğini söyleyebilir. Kimse bana gerçeği söylemediği­
mi öne süremez, olsa olsa söylemem gerektiğini öne sürebilir. Haz
tutkusu olmaksızın (bilinçdışı olmaksızın) psikanaliz olsa olsa, parıl­
tılı veya asil keyif kaçıncılardan biri olabilir. Psikanalizde iki kişinin
nasıl olup da bir odada oturup birbirlerinin hazzını öldürmeyi becere-
bileceklerini görmek çok kolaydır. Analizin amacı bunun nasıl ger-
çekleştiğini anlamak ve bu iki kişinin yeniden birbirlerinin varlığın­
dan zevk almasını sağlamaktır.
Eğer böyle bir şey mümkünse bile, cinselliği anlamak ancak bir
başlangıç olarak işe yarayacaktır. Asıl zorlu sorun hangi tür sevme bi-
çimlerini kabul edilebilir olduğuna nasıl karar vereceğimizdir. Anla-
mak, ahlakımızı belirlemez, ahlakımız anlama biçimlerimizi belirler.
Hazzın dili ile adaletin dili ayrıştırılamaz. Bunu ifade etmenin yeni
bir yolu olan psikanaliz, önyargılarımızı pekiştirmek için işe koşula­
bileceği gibi, bu önyargılann ne için var olduğunu bize göstermek
için de işe koşulabilir.
"İnsanlar," diyor filozof Hilary Putnam "kendi kendilerini şaşırtan
yaratıklardır." Cinsel yaşamımız sürprizlerle dolu olduğu oranda, ar-
zularımızı törpülemeye ve üzerimize ölü toprağı serpmeye hevesleni-
riz. Freud'un Eros ile Thanatos arasındaki mücadeleden dem vurur-
ken kastettiği, atalet ile canlılık arasındaki bu sıcak savaştı. Freud bi-
ze her iki cephede de sürprizler bulunduğunu ama aslolanın sürprizin
kendisi olduğunu göstermiştir.
6

Zihinler

Nedense hiç "Neden biliyorsun?" ya da "Nasıl


inanıyorsun?"diye sormayız.
J. L. Austin, Other Minds (Öteki Zihinler)

Zihnin (Batılı zihnin) öyküsünün en ünlü, hatta belirleyici episodla-


nndan biri, Descartes'ın kendini tek başına odasında oturmuş, "kap-
samlı şüphe" diye adlandırdığı işle meşgul bir karakter olarak tasarla-
dığı öyküdür. Tek başına giriştiği bu kesinlik araştırmasında -gerçek
olduğuna, gerçekten orada olduğuna kati olarak güvenebileceği şeyi
bulma seferinde- "zihin kendi özgürlüğünü kullanır ve varlığından en
ufak bir şüphe duyduğu her şeyin aslında var olmadığını varsayar.
Bunu yapmakla da, tüm bu süre boyunca kendisinin var olmamasının
olanaksız olduğunu fark eder." Gerçekliğin peşindeki bu katı şüphe
projesi, "Zihni duyulardan uzaklaştırmanın en kestirme yolunu suna-
rak ... bizi önyargılarımızdan arındırır". Descartes'a göre bu bizim,
"zihin ile bedenin doğalarının sadece farklı değil bir anlamda zıt oldu-
ğunu fark etmemize" neden olur. Burada "zıt"tan kasıt birbirinin kar-
şıtıdır kuşkusuz ama belki de aynı zamanda beden ile zihnin karşılıklı
olarak birbirlerini dehşete düşürmeye çalışan sabotajcılar olduğunu
da öne sürmektedir. Descartes bütün bütüne bedenden kurtulmamız
gerektiğini öne sürmemektedir; daha ziyade güvenilir temeller, ikna
olunabilir durumlar aramaya başladığımızda vereceğimiz ilk firenin
beden olduğunu söylemektedir. Birazdan daha detaylı olarak görece-
ğimiz gibi "nesne-zihin", ihtiyaçları olan bir bedenin var olmadığına
inanmak ve suç ortakları bularak bu inancını kanıtlamak zorunda
olan, iç dünyamıza ait bir figürdür. Sorunu çözüp, çalkantıyı ortadan
kaldırmak için icat edilmiş bir kurmacadır. Beden insanı yanlış yola
düşürür, çünkü kişiyi ilişkilere, dolayısıyla bağımlılık ile riskin tehli-
ke ve heyecanlarına doğru iter; bize diğer insanların varlığını anımsa-
ZİHİNLER
107

tır. Bu anlamda nesne-zihin, yani kişinin içindeki özerk bir şey-kişi


olarak tasarlanan zihin, sapkın bir beden kuramcısıdır.
Elbette Descartes, bedeni bir kuşku nesnesi, gerçeğin düşmanı
olarak gören ilk kişi değildi. Bedenden ibaret olmamanın, arzulan ve
ölümüyle bedene alternatif oluşturabilecek daha iyi bir şeylerin arayı­
şı, hem Platonizm'in hem de Hıristiyanlığın aynlmaz bir parçasıdır.
Bedeni defettiğimizde geriye doğruluk ve selamet (Gerçek) kalır.
(Sanki sonlu olmak bedene ait bir günah ya da hatadır da bu yüzden
bedenin aşılması gerekmektedir: psikanaliz aşkınlık kavramını gök-
lerden yere indirip ayaklarının yere basmasını sağlar.) Bedenin ihti-
yaçlan ve bedenin ölümü bizi düşünmeye sevk eder. Birazdan daha
detaylı göreceğimiz gibi Winnicott'a göre zihin dediğimiz şeyin en
aşın biçimini, bir tür içişleri uzmanı olarak zihnin icat edilmesini sağ­
layan ölümün ta kendisidir, ama bu sondaki değil baştaki ölümdür;
gözdağı veren ve geçici ruhsal ölüm. Eğer gelişimimizin ilk evrelerin-
de, Winnicott'ın deyimiyle "bedensel canlılığımız", "var olmaya de-
vam edişimiz" dumura uğrarsa; varoluşumuz başa çıkılamayan bir
çevresel talebin tehdidi altında kalırsa, kendimizi korumak için zihin-
lerimizi kullanınz. Nerede "nesne-zihin" iş başındaysa, orada kabul
edemediğimiz bir kayıp ya da bir ihlal, ya da bir dehşet vardır.
Descartes, felsefi bir soruşturma çerçevesiyle sınırlı da olsa, şüphe
etmeye başladığı anda varlığının ta kendisinin, varlığına olan inancı­
nın tehdit edildiğini açıkça göz önüne serer. Ta ki, düşünen "ben"i bu-
lana kadar. "Descartes şuna kani oldu," diye yazar Stanley Cavell,
"sadece düşündüğüm ya da ancak ve ancak düşündüğüm sürece va-
rım. Öyle anlaşılıyor ki onu, zihnin her daim düşündüğünü iddia et-
meye iten de bu çıkarımdır." Descartes için düşünmek, insanlann var-
lıklarını (kendi kendileri nezdinde) garanti altına almalannın, dünya-
daki yerlerini sağlama bağlamalarının yolu olup çıkar. Düşüncelerim
benlik duygumdan ayrıştırılamaz, benlik duygumun ta kendisidirler,
bu duygumun var olabileceği tek biçimdirler. Meditasyonlar' da Des-
cartes için düşünce, onun dünyaya kök salmasını sağlayan keşifti; zi-
hin, düşmesine engel oluyordu. "Sonunda," diye yazar "İkinci Medi-
tasyon"da:
onu keşfettim - düşünceyi; bir tek bu benden ayrıştırılamaz. Benim, varım - bu
kesin. Ama ne kadar süre için? Düşündüğüm sürece. Eğer tümüyle düşünemez
olursam, tümüyle var olmaz olurum. Şu an için zorunlu olarak doğru ol~dan
başka bir şeyi kabul etmiyorum. Demek ki en kesin anlamıyla düşünen bır şe-
!08 DEHŞETLER VE UZMANLAR

yim; yani bir zihinim ya da zekayım ya da akılını ya da mantığım - bu güne ka-


dar anlamlannı hakkıyla idrak edemediğim sözcükler. Ama tüm bunlar sayesin-
de ben gerçek bir şeyim ve gerçekten vanm. Ama ne tür bir şey? Demin de be-
lirttiğim gibi, düşünen bir şey.

Descartes'ın keşfi psikanalitik bir bakış açısıyla yeniden keşfedilebi­


lir. Söz gelişi bu tam da çocukluk döneminin temel sorunlarından de-
ğil midir? "Ben"den ayrıştırılamaz olan nedir? Neden ayrılmaya da-
yanamam? O zaman, ya da öyle ise, ben nasıl bir şeyim? (Nasıl bir şe­
yim ya da olabilirim sorusu, çocukluğun temel sorusu, nakaratı olan
"Ne kadar?", kaç saniye, kaç dakika, kaç saat sorusuna bağlıdır.) Bu
temel sorularla karşı karşıya kalan Descartes zihninde, ya da daha zi-
yade bir zihin olarak, düşünen bir şey olarak huzur bulur. Zihin, zeka,
akıl, mantık: gereksinmeden doğan ve geleceği emniyet altına alan
sözcükler. Düşündüğü sürece burada olduğunu, nerede olduğunu bi-
lir. Gelgelelim zihin adeta varlığından şüphe etmeyeceği tek yer olup
çıkmıştır. Descartes'ın keşfini açıklamanın bir başka yolu, psikanalist
Corrigan ve Gordon'ın anlamlı sözlerine başvurarak, zihni kadar ye-
terli olduğunu söylemektir.
Psikanaliz açısından Descartes'ın Meditasyonlar'ı, hem tekinsiz
hem de ilginçtir. Örtüşen ilgi alanları gayet açıktır ama bize farklı
dünyalarda yaşadığımızı anımsatan açıklayıcı pürüzler de yok değil­
dir (özellikle de söz dağarcığı ve imalar düzeyinde: mesela ben Des-
cartes'ın Latince metninin İngilizce çevirisini kullanmaktayım). Des-
cartes'ın Meditasyonlar'ından, psikanalitik "nesne-zihin" kavramına
düz bir çizgiyle ulaşamıyorsak bile (ki ulaşamayız; buna yeltenmek
yığınla bağlamı gözardı etmek olurdu) faydalı bağıntılar bulmamız
yine de mümkündür (Descartes'ın rüya ile uyanıklık paradigmasını
kullanıyor oluşu bile yeterince cezbedicidir). Elbette Kartezyen sis-
temde bilinçdışına yer yoktur ama zaten bilinçdışına nasıl yer buluna-
bilir ki? Eğer Descartes, Gerald Bruns'un dediği gibi "her şeyin zihnin
çalışmasıyla belirlendiği ya da anlaşılır kılındığı yeni bir epistemolo-
jik düşünme çağının açılışını yaptı" ise, bunun Freud'un psikanalizin-
den ya da "nesne-zihin" kavramından ne farkı vardır? Psikanalitik ku-
ramın (ve uygulamanın) bir "nesne-zihin"e dönüşmesinin önünde en-
gel var mıdır? Bilinmeyeni de içerecek bir sistem, bir ruhsal aygıt nasıl
yaratılabilir'l Bilinçdışının varlığına rağmen psikanaliz, hep gizli bir
Descartes'cılığa meyletmiştir. Psikanaliz bilinmeyenin gözden yitiril-
memesini nasıl sağlayabilir? Psikanalizin kimi zaman olduğunu iddia
ZİHİNLER
109
ettiği gibi, bilinmeyenin kuramı, bilinmeyenin bilgisi olabilir mi?
.,~?nnicott'ın olağan~stü ma~alesi "Zi~in ve Psike-Soma ile İlişki­
lerı nı ( 1949) Descartes ın Medıtasyonlar ının bir eleştirisi, patolojik-
leştirilmesi (eleştirdiği konuya hiçbir açık atıfta bulunmaması açısın­
dan tam anlamıyla Winnicott'cı bir makaledir bu) ve psikanalize dair
bir kuşku olarak okumayı amaçlıyorum.

il

Entelektüel sağlık teriminin hiçbir anlamı yoktur.


W. Winnicott, Hurruın Nature (İnsan Doğası)

Winnicott makalesine, Clifford Scott'ın "Psikoterapide Beden Şema­


sı" başlıklı çalışmasında karşılaştığı bir Emest Jones alıntısıyla baş­
lar. "Tüm filozofları şaşkına çeviren antitezin, bir yanılsama üzerine
kurulu olduğunu tahmin etme cüretini göstereceğim," diye yazmıştır
Jones, "Başka bir deyişle zihnin bir mevcudiyet olarak varlığına inan-
mıyorum. Herhalde bu bir psikolog için şaşırtıcı bir iddia olsa gerek
(vurgu Winnicott'ın)." Onaylamaya girişeceği bu iddia sayesinde
Winnicott, Descartes ve diğerlerine ("tüm filozofları ... " biraz fazla
iyimser tınlıy9r) dolaylı olarak atıfta bulunmak için Jones'dan yararla-
nır. Eğer Winnicott Scott'ın alıntıladığı cümleden önceki cümleleri
okumuş olsaydr, Jones'un tıpkı Descartes gibi bir köken arayışında ol-
duğunu anlardı. Psikanalizi, özlere ulaşmak isteyen bir tür Kartezyen
arayış olarak tanımlayan Jones şöyle yazar: "Kanımca, indirgenemez
zihinsel öğelerin, özellikle de dinamik bir doğaya sahip olanlarının
nelerden oluştuğunu belirlemek, en heyecan verici hedeflerimizden
biridir."
Nasıl ki Descartes öykünün başına zihni yerleştirdiyse, Jones ile
Winnicott da bedeni yerleştireceklerdi. Ama ne tür bir beden? Bir te-
rimin yerine diğerini yerleştirmek, bir köken ve gerçek bir başlangıç
arayışı adına beden-zihin ikiliğini baştan savmak, bir özselciliğin ye-
rine bir başkasını koymaktan öteye gidememe tehlikesini barındırır.
Bedenin "hakikati" bizi hakikat diye bir şeyin var olduğuna inandır­
manın bir diğer yolundan başka bir şey olmayabilir.
Winnicott Jones'un iddiasını kendisininkine, yani beden şemasın­
da "zihin için' açık seçik bir yer yoktur," iddiasına katarak, şöyle bir
DEHŞETLER VE UZMANLAR
1!O

ayının yapar:
"Zihinsel" ve "fiziksel" sözcüklerini zıt anlamlı kabul etmeye alışkınız ve
!!ündelik yaşamda bu zıtlığı sorgulamayız. Gelgelelim bu kavramlann bilimsel
bir tartışmada zıt anlamlı sunul malan bambaşka bir meseledir.
tık bakışta, hakikat arayışına çıkılırken bir yandan zihin ile bedene
yer değiştirtip, diğer yandan da gündelik konuşmanın yerine bilimsel
tartışmanın geçiriliyor olması, bir paradoks gibi görünüyor. Bilimsel
bir bakış açısından, diye yazar Winnicott, "psiko-somatik varoluşun
ilk anından itibaren gelişim başlar", yani beden, bir psike ve bir so-
ma'dan müteşekkildir. Burada somayı biyolojik bir varlık, et ve ke-
mikten müteşekkil bir organizma olarak, psikeyi ise "somatik parça-
lar, duyumlar ve işlevlerin aynntılı bir tahayyüllü" olarak almamız
gerekmektedir. (Winnicott'ın "soma" kavramını tanımlamamayı seç-
mesinin tesadüfi olmadığına inanıyorum.) Eğer ilk gelişim süreci "tat-
min edici" yaşanmışsa, "zihin, bireyin şeyler şemasında ayn bir varlık
olarak yer almaz". Winnicott'a göre zihin, "sahte bir varlık ve sahte bir
ikametgiihtır". Kuşkusuz "sahte varlık" nosyonu açıklanmaya muhtaç-
tır. Winnicott devamla, iyi zihnin kendi kendine yeterlilik adına çev-
resel eksiklikler hakkında bir anlayış geliştirerek, anneyle ilişkinin ve
anne ihtiyacının süregitmesini sağlayan bir benlik parçası olduğunu
söyler. Kötü zihin, yani Corrigan ile Gordon'ın "zihin-nesne" adını
verdikleri "sahte varlık", çevresel sınır ihlallerinin yarattığı travmaya
tepki olarak oluşur ve hem ihtiyacı hem de nesneyi yok etmeye soyu-
nur. Yani, yeterli anne bakımı, (Winnicott'ın bu terimlere yüklediği
özel anlamda) sayesinde zihin aşın bir meşguliyet değil, kişinin ruh-
sal yaşamının sıradan bir katılımcısı olur- her an "gidici" bir annenin
ikamesi değil, kişinin veri olarak kabul edebileceği bir annenin deva-
mıdır. Bu nedenle Winnicott'ın bakış açısına göre, Descartes'ın k.endi-
ni "düşünen varlık" olarak tanımlaması semptomatiktir, gelişimsel bir
eksikliğin betimlenmesidir. Özde insani olanın tanımı hatta ikametga-
hı olmak şöyle dursun, zihin psikosomatik gelişimdeki bir çarpıklık­
tır. Descartes ile Winnicott'ın kullandıkları özel dil, şu pek nadide "bi-
limsel tartışma" bir yana bırakılırsa, burada söz konusu edilen, en iyi
ihtimalle insanın ne olduğuna ilişkin inançlarımızdır.
Descartes'ın anlatıcısı kendinden "ancak düşünen varlık olarak
gerçekten ve LLimüyle var olan bir şey" olarak söz eder. Winnicott ise
ruhsal ölümden kaçmak için zihinlerini sömürmek zorunda kalan ço-
cul<lara ve "bu biçimde gelişen bireye, her şeyin gerçekdışı geldiğin-
ZİHİNLER ııı

den" dem vurur. Winnicott'ın anti-Kartezyen meditasyonlarında zi-


hin, aşırı sorunlu bir bağımlılığı, kendi kendine tedavi etme girişimi­
dir. Descartes gerçek olduğunu hissedebilmek için zihnine bağımlıdır.
O, düşünen "ben"dir. Descartes'ın çözümü, Winnicott'ın sorunudur.
Elbette yukarda da belirttiğim gibi, söz dağarcıkları arasında bir
devamlılığın bulunduğunu varsaymak yanıltıcı olur. "Gerçek", "ger-
çekdışı", "doğru", "yanlış'', "düşünmek", "ben" gibi sözcükler, tarihi
dönemlerin ve bağlamların (ve çevirilerin) çocuklandır. Yine de Win-
nicott'ın "Zihin ve Psike-Soma ile İlişkileri"nde cevap aradığı soruyu
açığa çıkarmak, durumu aydınlatabilir: Descartes'ın Meditasyonlar'da
sorduğu türden soruları günümüzde kendine soran insan, ne tür dene-
yimler yaşamış olabilir? Kişiyi kendi gerçekliğinden şüphe etmeye,
Winnicott'ın kimi hastalarının yaptığı gibi kendini "gerçek değilmiş
gibi hissediyorum," diyerek tanımlamaya ne itebilir? Ve insanın varlı­
ğının ta kendisi bildiği ya da hatırladığı şeylere nasıl bağlanmış olabi-
lir? Şüphe niye başlar ve nasıl bir dehşet taşır? (Winnicott daha erken
tarihli bir çalışmasında "çocuğun en kutsal özelliği kendinden şüphe
etmesidir," der.) Kişiler zihnin ne olduğunu varsayarlar ve onunla na-
sıl ilişki kurarlar? Nasıl oldu da zihnin ilişki kurulacak bir şey, bir
nesne olduğu fikrine kapıldık? (Yani, zihnimizi yitirebileceğimiz,
akılsız hissedebileceğimiz, "takma kafana," diyebileceğimiz fikrine.)
Winnicott'a göre zihin, bakımımızı üstlenen çevre hissedilir ölçü-
de güvenilmez olduğunda, bu durumla başa çıkmak için ya da budu-
rumu telafi etmek için yarattığımız bir benlik parçasıdır. İhtiyaçtan
doğmuş ve dolayısıyla (bilinçdışı) potansiyel bir öfkeyle lekelenmiş,
gerekli bir kurmacadır. Dünya yeterince iyi olamadığında, onun yeri-
ne zihnimizi geçiririz. "Burada," diye yazar Winnicott, Descartes'ın
zihin ile beden karşıtlığını yankılayarak,
düzensiz anneliğe tepki olarak aşın gelişen zihinsel işlev sonucunda psike-
soma ile zihin arasında bir karşıtlığın geliştiğine şahit oluruz. Bu anormal çev-
resel koşullara tepki geliştiren bireyin düşünceleri yönetimi ele geçirerek, psi-
ke-somanın bakımını organize etmeye başlar. Oysa sağlıklı durumda bu işlevi
çevresel etkenler üstlenirdi. Sağlıklı durumda zihin, çevrenin işlevlerine el koy-
mak şöyle dursun, er veya geç görece başarısızlıklarını anlar ve zamanla bunla-
rı kullanmayı öğrenir.

Görece güvenilir çevresel koşulların yokluğunda zihin, bir tür öfkeli


bürokrata, bir koşullar ustasına dönüşür. Winnicott zihninin, başa çı­
kılamaz ya da daha doğrusu tahayyül edilemez duygusal deneyimle-
DEHŞETLER VE UZMANLAR
112

rin eksiksiz ve kusursuz bir "katalogunu" çıkartışını betimler (bu an-


lamda nesne-zihin, kronolojiyi umursamayan, rüya-çalışmasına yol
açan bilinçdışının karşı-tipidir). Yoksunluk durumlarında zihin, "ele
geçirir", "organize eder", "el koyar". Winnicott'ın kullandığı dilin si-
yasi ayaklanmayı anıştırması tesadüf değildir, ne de olsa içsel ve ruh-
sal bir ihtilali betimlemektedir. Winnicott'ın tıbbi terminolojisini be-
nimseyerek diyebiliriz ki, "sağlıklı durumda" zihin bedeni ve beden
nesnelerini (daha doğrusu öznelerini) dinler ve onlarla işbirliği yapar;
oysa "hastalıkta" askeri bir darbe gerçekleşir ve nesne-zihin adını ver-
diğimiz, aynı anda hem bir bürokrat hem de bir terörist olan diktatör
başa geçer. Zihin, bilmediğini bilir ve eksikliklerini gidermek için
nesnelere başvurur. Nesne-zihin ise bilmemek denilen bilgiye katla-
namaz. Zihin cehaletle beslenir, nesne-zihin kanaatlerle (ve malumat-
la, zira temelde bir uzmandır) yaşar. En aşın durumda nesne-zihin ba-
kış açısına göre bilinçdışı diye bir şey var olamaz, çünkü her şeyin
açıklaması peşinen yapılmıştır. (Gerald Bruns'un Descartes bağla­
mında söylediği gibi, "Bir sistem tanımı gereği sır içermez çünkü hiç-
bir şeyin ayn tutulmasına izin vermez".) Oysa diktatörlüklerde kuşku­
suz herkes zan altındadır. Corrigan ile Gordon'ın belirttiği gibi, "zi-
hinlerine sanki bir nesneymiş gibi güvenen hastalar, başka bir boyutta
zihnin güvenilmezliğinin fazlasıyla farkındadırlar". Bir bebek, kendi
kendini yetiştiremez.
Winnicott'ın, ardından da Corrigan ile Gordon'ın nesne-zihin kav-
ramıyla dikkatimizi çektikleri nokta, çaresizlik duygusu ile bilme is-
teği arasındaki bağlantıdır. Winnicott'ın anlatımında zihin daima, ye-
terli anne bakımı gibi ikamesi olmayan bir şeyleri telafi etmeye çaba-
lamaktadır (bilmek ve anlamak istediğimiz her deneyim bir travma-
dır). Bilmek, bağımlılığın zıddı, onun sahte tedavisidir. "Bilmemenin
kabulü," diye yazar WinnicoÜ, "inanılmaz bir rahatlama yaratır." Bu,
Bion'un tamamlayıcı terminolojisiyle şöyle de ifade edilebilir: nesne-
zihin, kişiyle arzusunun ve arzuyla nesnesinin arasındaki bağlantıya
saldırır. Dolayısıyla Winnicott'ın zihin kavramı bizi, psikanalitik uy-
gulama açısından önemli sonuçlar doğuran bir paradoksla yüzleştirir:
sadece güvenebileceğimize güvenemedik/erimizi şeyleri bilmek ve dü-
şünmek isteriz.
Zihin güvenirliği taklit eder; bilmek, değişkenliğin (ya da olum-
s~llığın) tedavisidir. Öyleyse, psikanalizde ortaya çıkan, teşvik edilen
bılme türüne ne demeli?
ZİHİNLER
113

111

Her şeyi etrafına toplama çabalan, tüm dünyayı sil


baştan yaratabileceğimize olan safdil inancın bir
parçasıdır. Oysa bunu yapamazsınız. Yapsaydınız
nereye koyacaktınız? Bu dünyanın yanı başına mı?
David Hockney, "On Photography" (Fotoğraf Üzerine)

Winnicott, "düzensiz anneliğe tepki olarak aşın gelişen zihinsel işlev­


den" söz ettiğinde bize, nesne-zihnin ortaya çıkışının en azından bir
betimlemesini sunuyor. Gelgelelim düzensiz (erratic) ilginç bir söz-
cük. Kısa Oxford İngilizce Sözlüğü'ne göre, sözcüğün anlamlan şun­
lardır: 1. Gezici; önceleri gezegenler ve bulaşıcı hastalıklar için kulla-
nılmıştır. .. 2. Göçebe, göçer... 3. Belli bir hedefi olmayan ... 4. Sıradı­
şı, düzensiz ... Her ne kadar klinik açıdan Winnicott'ın düzensiz anne-
likten söz ederken ne kastettiğini anlamak zor olmasa da, Freud'dan
bu yana düzensiz demenin insan demenin bir başka yolu olduğunu
düşünmek de mümkündür. Ya da başka bir biçimde ifade edersek, bi-
linçdışı düzensiz bir anne midir? Kuşkusuz sözcüğün tüm sözlük ta-
nımları, Freud'un bilinçdışı tanımıyla örtüşmektedir. Belki de Winni-
cott, "Zihin ve Psike-Soma ile İlişkileri"nde sadece ruhlar-arası, yani
anne ile çocuk arasındaki bir deneyimden değil, bizzat psikanalizin
kendisinden söz etmektedir kim bilir? Sözgelimi acaba Winnicott'ın
"zihni", Freud'un ego kavramının bilinçdışı bir parodisi ya da karika-
türü müdür? Dolayısıyla bu makalenin sadece düzensiz anneliği de-
ğil, analistin hastanın zihnini güçlendirdiği bir tedavi biçimi olarak
psikanalizin de eleştirisini içerdiğini düşünebilir miyiz? Y.a da tersin-
den söylersek, "anne", Winnicott'ın bilinçdışı yerine kullandığı söz-
cüklerden biri midir? Eğer Winnicott'ın dediği gibi en iyi ihtimalle ki-
şi bir psike-soma olarak yaşamalıysa, kişinin bilinçdışıyla nasıl bir
ilişkisi olacaktır? Görece zihinsiz bir psike-soma olarak yaşayan bir
kişinin yaşamı, nasıl bir yaşamdır? Psikanalizin amacı kim olduğu­
muzu mu anlamaktır yoksa anlaşılmaz olduğumuzu kabullenmeyi
hatta bunun keyfini çıkartmayı öğrenmemiz midir? Öyle sanıyorum
ki Winnicott'ın bu makalesi bizi bu ve benzeri sorulan sormaya yö-
neltmektedir.
DEHŞETLER VE UZMANLAR
114

Wiıınicott'a göre gelişim sürecinde zihin öncesi, bilinecek hiçbir


şeyin olmadığı ve bilme gereğinin bulunmadığı bir dönem vardır. Bir
kez sınır ihlal eden bir travma yaşandığında, yani doğum anında oldu-
au
ö
oibi çevre aşırı zorlayıcı bir hal aldığında, zihin ortaya çıkar. An-
C>
cak Winnicott'ın da ima ettiği gibi zihin, bilgi nesnesi olmayan bir şe-
yi bilmeye çalışmaktadır (insanın ağzını kullanarak bir şeyi görmeye
çalışması gibi). Buradaki paradoks, ki bu gerileme kavramını da bir
hayli zora sokacaktır, nesne-zihin'in zihinsel edimlerinin, atlatmayı
amaçladığı travmayı güçlendirmesi, bir bakıma ona kol kanat germe-
sidir. Yönetimi ele geçiren zihin, travma adını verdiğimiz varlık de-
vamsızlığını pekiştirir. Zihin, iş işten geçtikten sonra çıkagelir. Eğer
çevre koşullan olması gerektiği gibi olsaydı, nesne-zihin gereksiz
olurdu. Bu yüzden salt varlığı bile hakarete ve ihanete işaret eder. (Bu
da zihinden, bizzat zihnin varlığından nefret etmenin kökenidir. Bazı
çocuklar ve yeniyetmeler için kendi kendini tedavi etmenin, psikoso-
matik hastalıklar hariç tek yolu sınıfta kalmaktır. Zihni sabote etmek,
bedene geri dönüşün tek yolu olanık görülür.) Winnicott'ın gelişim
tablosu ışığında psikanalizin, nesne-zihnin varlığını gerekli kılan biri-
kimsel travmayı yeniden kurması kadar, hastanın zihin öncesi zama-
na ulaşmasını sağlaması da anlamlı olacaktır. Öyleyse psikanaliz da-
ha müşfik bir nesne-zihni, nesne-zihnin oluşumunu kavrayacak bir iç-
görüyü hareket ettirecek bir nesne-zihni mi teşvik eder, yoksa nesne-
zihnin yokluğunu mu? Yoksa her ikisini de mi? Psikanaliz insanlara
bir kez daha (düşüncelerinde) nasıl kaybolabileceklerini mi öğretir?
Winnicott'ın zihin kavramı psikanalizin temel sorusunu gündeme ge-
tirir: gerileme -ki buna serbest çağrışımın en sıradan gerilemesi de
dahildir- ile içgörü denilen olgu arasındaki ilişki nedir? Winnicott'cı
analizde zihin ne zaman devreye girer? Winnicott'ın makalesi bu so-
ruyu şöyle yanıtlamaktadır sanki: Zihin daima sonradan gelir (tamir
etmek, üzerine düşünmek, yeniden kurmak,formüle etmek, dikkate
almak, fetişize etmek, vs. için). Düşünmek, hep sonradan düşünmek­
tir. Zihin projesi bir hasar sınırlandırma projesidir sanki. Tümüyle
serbest çağrışımdan ibaret bir analizi hayal etmek neden bu denli zor?
Gelgelelim, zihin hep geriden, travmanın ardından, serbest çağrı­
şımdan ya da kendini kaptırma halinden sonra geldiği oranda, baştan
en~elleyici bir varlık olma tehlikesini taşır. Nesne-zihin bilinçdışında
daıma, _oluşumuna neden olan travma etkeniyle (ya da daha doğrusu
olayl?· .'1) özdeşleştirilir, böylece işlevi, sınır ihlaline, müdahale etme-
ZİHİNLER l 1s

ye, sonlandmnaya dönüşür. Travmayı tamir ve tanzim etmeye yelte-


nen zihin, travmanın kendisi olup çıkar. Başka bir deyişle zihin, has-
tanın birikimsel hatta biriktirici travmasıdır. Bu öyle bir travmadır ki
analist onunla dayanışma içinde olduğunu hissedebilir.

iV

Zekam, ya da insan normalde neyiyle çalışıyorsa, o


da tatile çıktı.
Freud'dan Ferenczi'ye, 4 Ağustos l 911

Hastanın serbest çağrışım yoluyla değil, serbest çağrışım yapabildi-


ğinde tedavi olduğunu ilk kez öne süren Ferenczi'ydi. Ferenczi'yi ken-
dine özgü cesur klinik deneylere yönelten şeyin hiç değilse kısmen,
psikanalizin potansiyel bir nesne-zihin olduğunu, ya da nesne-zihnin
işini kolaylaştırdığını hissetmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Ferenczi'nin, Winnicott'ın makalesinin adı anılmayan bir muştulayıcı­
sı niteliğindeki biçimleyici çalışması "Yetişkinler ile Çocuklar Ara-
sındaki Dil Karmaşası" ( 1933), çocuğu bilir kılan travma türü hakkın­
dadır (ve insanı psikanaliste dönüştürecek travma hakkında). Benlik
(ve nesne) hakkında güvenilir bir bilgi arayışı olarak psikanaliz, Kar-
tezyen projenin örtük bir takipçisidir. Buna ister serbest çağrışım, is-
ter dalıp gitme denilsin, zihinden önceki (ruhsal) zamanı çağıran psi-
kanaliz ise çok farklı bir projedir. Elbette her ikisinin de yararlı ve ge-
rekli olduğu anlar vardır.
Bir anlamda psikanaliz, Freud'un içindeki Kartezyen ile anti-
Kartezyen ve psikanalist ile düşleyen arasındaki ilişkiden doğdu. Öy-
le sanıyorum ki hem Ferenczi hem de Winnicott, Freud'daki ve psika-
nalizdeki Kartezyen tarafla ve Gerald Bruns'un "varlığın, mantıken
mümkün olana çöküşü" diye adlandırdığı şeyle mücadele ediyorlardı.
Mantıken bilinebilir olan da bilinir olana dönüştü. "Manuken müm-
kün olan"a adanmış bir psikanaliz, terimlerde çelişkiye benziyor.
Farklı yollardan gitseler de, hem Ferenczi hem de Winnicott bu iro-
niyle yüzleşerek, deneyimi, özel bir duygusal deneyim türünü, içgö-
rünün (ya da benlik bilgisinin) alternatifi ve psikanalizin geçerli ama-
cı olarak sundular. Ferenczi ile öğrencisi Balint'in ve Winnicott ile
öğrencileri Khan ve Milner'ın, psikanalitik tedavide gerileme fikrinin
116 DEHŞETLER VE UZMANLAR

öncüleri olmaları tesadüfi değildir. Gerileme sözcüğü, halihazırda bi-


linene meydan okuyan ya da onu karmaşıklaştıran, dile gelmeyen ya
da bilinebilirliğin sınırlarında dolaşan zihni durumlardan (ya da zihin-
sizlik durumlarından) söz etmenin bir yoludur. Gerileme bir tashih,
Winnicott'ın tabiriyle bir sürprizdir. Gerilemenin zıddı gelişme değil
mutlak bilmedir (mutlak bilmeden daha zaman öldürücü bir şey de
yoktur). Kendini başkasına emanet etme riskini taşır, ki bu zaten gün
be gün, düşüncelere dalıp kaybolduğumuz her anda fark etmeden yap-
tığımız bir şeydir. Ya da kendimizi unutabileceğimiz bir psikanalizde
yapabileceğimiz bir şeydir. Kendini bilme fikri, anıları birer fetişe dö-
nüştürür.
Winnicott, sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi, travma olmazsa
bilmeye değer hiçbir şeyin kalmayacağını ima etmektedir. Nesne-
zihin kavramı bize, kendimiz pahasına bildiğimizi ve bilmenin yapa-
bileceğimiz tek şey olmadığını anımsatır. Psikanaliz, zihin öyküsünü
genişleterek, tatildeki zihni de içerebilir.
Freud'un takıntılı nevroz tanımı -psikanalizin kendisinin de dönü-
şebileceği şeyin önsezisi- ayrıcalık olarak bilginin ve bilmeyi aynca-
lıklı kılmanın eleştirisidir. Takıntılı kişi, belli bir tür kendinin uzmanı
olma durumunun ardında yatan şiddeti ve dar görüşlülüğü açığa çıka­
rır.

Eğer psikanaliz hastanın kendini bilmeme kapasitesini de harekete


geçiremiyorsa, benliğe sınır koymanın başka bir biçimi olmaktan öte-
ye gidemiyor demektir ve analist, en gözde otoritelerimizin takındık­
ları tüm pozlara rağmen, kimsenin asla olamayacağı bir şeye, insani
olasılıklar uzmanına dönüşmüştür. Olanaksızlıktan etkilenmenin iyi
nedenleri her zaman fazlasıyla mevcuttur. En iyi durumda psikanaliz
bize, hem zihnimizde ne olduğunu, hem zihnimizi neye taktığımızı,
hem de varsa eğer bunların arasındaki ilişkiyi gösterebilir. Ama bize
kim olabileceğimizi gösteremez. Yine de bize, merak yok olduğunda
reçetelerin yazılmaya başladığını gösterebilir pekfila. Çok fazla tanım
yapmak, çok fazla şeyi dışarıda bırakmaktır.
Kaynakça

Adorno, T. ve Horkheimer, M., Dialectic of Enlightenment, Londra, Verso,


1979.
Anzieu, D., The Skin Ego, New Ha ven, Yale University Press, 1989.
Balint, M., The Basic Fault, Londra, Tavistock Publications, 1968.
Bersani, L., The Freudian Body, New York, Columbia University Press, 1990.
__ The Culture of Redemption, Cambıidge, Harvard University Press, 1990.
__ Homos, Cambıidge, Harvard University Press, 1995.
Blackmur, R. P., Language as Gesture, Londra, Allen and Unwin, 1954.
Bruns, G. L., lnventions, New Haven, Yale University Press, 1982.
Borch-Jacobsen, M., The Freudian Subject, Londra, Macmillan, 1989.
__ The Emotional Tie, Stanford, Stanford University Press, 1993.
Butler, J., Gender Trouble, Londra, Routledge, 1992.
__ "Melancholy Gender/Refused Identification", Psychoanalytic Dialogues
içinde, cilt 5, sayı 1, 1995.
Cage, J., M, Middletown, CT, Wesleyan University Press, 1973.
Cavell, S., in Quest of the Ordinaf}', Chicago, Chicago University Press, 1988.
Coltart, N., Slouclıing Towards Bethlehem, Londra, Free Association Books,
1992.
Corıigan ve Gordon (deri.), The Mind-Object, New Jersey, Aronson, 1995.
Descartes, R., Meditations on First Plıilosophy, çev. John Cottingham, Camb-
ıidge, Cambıidge University Press., .1986.
Douglas, M., Purity and Danger, Londra, Routledge Kegan and Paul, 1969.
Edmundson, M., Literature against Plıilosoplıy, Cambridge, CUP. 1995.
Ferenczi, S., First Contributions ro Pswlıoanalvsis, Londra. Hogarth Press,
1952. . -
__ Final Contributions to the Problems and Methods of Psychoanalysis,
Londra, Hogarth Press, 1955.
__ The Clinical Diary of Sandor Ferenczi. yay. J. Dupont, Cambridge, Har-
vard University Press, 1988. .
Freud, S., Tlıe Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sıg­
mwıd Freud, çev. ve yay. James Strachey, Londra, Hogarth Press, 1953-74.
__ l.etters of Sigmwıd Freud, 1873-1993, yay. Emst L. Freud, Hogarth Press,
1960.
DEHŞETLER YE UZMANLAR
ı ıs

ve Ferenczi, S., Tlıe Correspoııdeııce, cilt 1, yay. Eva Brabant, Ernst Fal-
--zeder, Patrizia Giampieri-Deutsch, Cambridge, Harvard University Press,
1993.
Gellner, E., Reason and Culture, Oxford, Blackwell, 1994.
Goux, J.-1., Oedipus, Plıilosoplıer, çev. Catherine Porter, Stanford, Stanford
University Press, 1993.
Hill, C., Tlıe World Turned Upside Down, Londra, Penguin, 1975.
__ Tlıe Experience of Defeat, Londra, Faber, 1984.
Jabes, E., A Foreigner Carrying in tize Crook of his Arma Tiny Book, çev. Ro-
semary Waldrop, Hanover, Wesleyan University Press, 1993.
Jones, E., "A Valedictory Address", lntemational Journal of Psyclıoanalysis,
xxvn. 1946: ı ı -ı 2.
__ Papers on Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth Press, 1948.
__ Sigmund Freud, life and Work, Londra, Hogarth Press, 1953.
Kafka, F., Parables and Paradoxes, New York, Schocken, 1961.
Khan, M. M. R., Tize Privacy of tize Self, Londra, Hogarth Press, 1974.
Lacan,J., Ecrits, Londra, Tavistock, 1977.
__ Tlıe Four Fundamental Concepts of Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth
Press, 1977.
Lentricchia, F., Modernist Quartet, Cambridge, CUP, 1994.
Miller, J., Tlıe Suppressed Madness of Sane Men, Londra, Penguin, 1979.
Pontalis, 1. B., Frontiers in Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth Press, 1981.
Putnam, H., Pragmatism, Oxford, Blackwell, 1995.
Rickman, J., Selected Contributions to Psyclıoanalysis, Londra, Hogarth Press,
1957.
Sartre, J.-P., Tlıe Transcendence of the Ego, çev. Forrest Williams and Robert
Kirkpatrick, New York, Farrar, Straus and Giroux, 1975.
Seidel, F., My Tokyo, New York, Farrar, Straus and Giroux, 1993.
Shah, 1., The Exploits of the lncomparable Mulla Nasrudin, Londra, Pan, 1975.
Skinner, Q., "Moral Ambiguity and the Renaissance Art of Eloquence", Essays
in Criticism, cilt XLIV, sayı 4, Ekim 1994.
V alery, P., alıntılayan Step hen Dunn, Walking light, New York, Norton, 1993.
Winnicott, D. W., The Child, The Family and the Outside World, Londra, Pen-
guin, 1964.
__ Througlı Paediatrics to Psychoanalysis, Londra, Hogarth Press, 1975.
__ Human Nature, Londra, Free Association Books, 1988.
Wittgenstein, L., On Certainty, Oxford, Blackwell, 1968.
__ Plıilosoplıical lnvestigations, Oxford, Blackwell, 1953.
Wordsworth, W., The Prelude, yay. J. C. Maxwell, Londra, Penguin, 1972.
METiS / ÖTEKiNi DiNLEMEK

Slgmund Freud
NARSIZM ÜZERiNE ve SCHREBER VAKASI
(Tek ciltte)

D.W. Wlnnlcott
OYUN VE GERÇEKLiK

Helnz Kohut
KENDILIGIN ÇÖZÜMLENMESi

Helnz Kohut
KENDILIGIN YENiDEN YAPILANMASI

Slgmund Freud
UYGARLIGIN HUZURSUZLUGU

Melanle Klein
HASET VE ŞÜKRAN

Otto Kernberg
SAPIKLIKLARDA VE KiŞiLiK BOZUKLUKLARINDA
SALDIRGANLIK

Otto Kernberg
SINIRDA DURUMLAR VE PATOLOJiK NARSiSiZM

Sigmund Freud
HAZ iLKESiNiN ÖTESiNDE ve BEN VE ID
(Tek ciltte)

Anna Freud
ÇOCUKLUKTA NORMALLiK VE PATOLOJi

Edith Jacobson
KENDiLiK VE NESNE DÜNYASI
METiS I ÔTEKINI DiNLEMEK

D.W. Wlnnlcott
OYUN VE GERÇEKLiK

lngiliz "nesne ilişkileri okulu" nda M. Klein'dan


sonra öne çıkan isimlerden D.W. Winnicott'ın en
belirleyici katkılarından biri, kişisel ve içsel sayılan
ruhsal gerçeklikle dışsal ya da ortak gerçeklik
arasındaki ara deneyim bölgesine dikkat çekmiş
olmasıdır. "Geçiş Nesneleri ve Geçiş Olguları" adlı
önemli yazısından yola çıkarak oluşturduğu Oyun
ve Gerçeklik'te Winnicott, bu geçiş aşamasının
gerek bireyin yaşamındaki yerini, gerekse sanat,
din, düşsel yaşam ve yaratıcı bilimsel çalışma gibi
alanlarda yaşanan yoğun deneyimler içindeki
payını tartışıyor.

You might also like