Professional Documents
Culture Documents
YAYINLARI
10
insanlık durumu
21 M A RT 1927
GECE, SAAT Y AR IM
I
ler geceyi derinleştiriyorm uş gibiydi; karanlık bir yoğu n
laşıyor, bir h afifliyord u . K atov ve K iy o ’nun ayağında
lastik tabanlı spor ayakkabılar vardı. Çam urda kaydık
ları sürenin dışında kendi ayak seslerini bile işitm iyor
lardı.
A yrıcalıklı B ölgenin — yani düşm anın — olduğu
yönde h a fif bir ışık çevreliyordu dam ları. Uzun, bir si
ren sesi ,ağır ağır esen rüzgârm içine doldu. Sıkıyönetim
altındaki kentin nerdeyse dinm iş uğultusunu ve savaş
gem ilerine giden h ücu m botların siren çığlıklarını taşıyan
esinti, dar sokakların ve çıkm az yolların dibinde yanan
acınası am pullerin üstünden geçti gitti. Bu am pullerin
çevresinde, yıkılm ak üzere o l?n duvarlar ıssız karanlık
tan sıyrılıyor ve am pullerin ışığında tü m lekeleriyle
m eydana çıkıyorlardı. H içbir şeyin etkileyem ediği bu ışık
tan aptalca bir sonsuzluk saçılıyordu. Bu duvarların ar
dına gizlenm iş yarım m ilyon insan: dokum a fabrik ala
rında çalışanlar, çocukluklarından bu yana günde 16 sa
at çabalayıp duranlar. Ülserli, veremli, a ç bir halk. Y er
yüzünün tüm belâları bunlar içindi. Am pulleri koruyan
cam küreler buğulandı ve birkaç dakikanın içinde, Ç in’
in o korkunç yağm uru, acele edercesine, öfkeyle kentin
üstüne çöktü. ,
«İyi bir m ahalle,» diye düşündü K iyo. Bir aydan b e
ri o kom iteden bu kom iteye koşarak ayaklanm ayı h azır
lıyordu, sokakları görecek durum da değildi. Çamurun
değil, belli bir planın üzerinde yürüyordu artık. M ilyon
larca günlük küçük yaşantının tıkırtısı siliniyor, yerini,
onu ezen bir başka yaşam alıyordu. A yrıcalıklı bölgeler,
dem ir parm aklıklı kapılarını yağm urun yıkadığı evleriyle
zengin m ahalleler nitelik değiştiriyorlardı: Onlar artık
birer teh d it unsuru, birer engel, penceresiz, uzun birer
hapishane duvarıydılar. Ötekiler, vurucu birliklerin en
yoğun olduğu bu korkunç m ahalleler ise, atılm aya hazır
bir kalabalığın ürperti verici sarsıntısı içindeydiler. Dar
bir sokağın köşesinde, bakışları birden, geniş bir ca d d e
yi aydınlatan ışıkların derinliğine göm üldü. Şiddetli ya ğ
m ur altındaki belirsizliğine karşın, K iy o ’n un kafasında
eski görünüm ünü k oruyordu: Çünkü bu caddenin derin
liklerinden ateş kusacak tüfeklere, m itralyözlere saldır
mak gerekecekti.
Şubat ayındaki başarısız ayaklanm a denem esinden
sonra, Çin K om ünist Partisi M erkez K om itesi, K iy o ’ya
İnsanlık Durumu / F : 2 17
isyan cı güçleri örgütlem e görevini verm işti. Dum an k o
kan sağnak altında p rofilleri silinen evleriyle bu sessiz
sokakların h er birinde savaşçı sayısı iki katına çık m ış
tı. K iyo bu sayının iki b in den beş bine çıkarılm asını is
tem iş, askeri kom ite bunu bir ayda başarm ıştı, fakat
ellerinde iki yüz tü fek bile yoktu. Oysa çalkantılı ırm ak
üzerinde tek gözü açık uyuyan Şan — T un g gem isinde
tam üç yüz m akineli taban ca vardı — K iyo her biri yak
laşık yirm i beş kişiden oluşan yüz doksan iki savaşçı b ir
lik örgütlem işti. F akat yalnızca şefleri silahlıydı bu grup
ların ... G eçerken, otobüs haline getirilm iş eski k a m yon
larla dolu bir ga ra jı gözden geçirdi. B ütün garajlar «işa
retlenm işti». Askeri kom ite bir kurm ay oluşturmuş, p a r
ti kurulu da bir m erkez kom itesi seçm işti. A yaklanm a
n ın başından itibaren, bunlarla vurucu birlikler arasın
daki bağlan tıyı ayakta tutm ak gerekecekti.
K iyo, ayrıca, yüz yirm i bisikletliden oluşan bir bağ
lantı birliği örgütlem işti. İlk silah sesleriyle birlikte, bu
iş için görevlendirilm iş sekiz grubun garajları işgal edip
arabalara el koym ası gerekiyordu. Bu grupların şefleri
daha şim diden bütün g arajları dolaşm ışlardı. Öbür şe f
lerin her biri, on gü nden beri, savaşacakları bölgeyi in
celiyorlardı. B ugün bile, kim bilir kaç ziyaretçi önem li
binalara sızmış, kim senin tanım adığı bir dostu görm ek
istem iş, sohbet etm iş, ayrılıp gitm eden önce sunulan bir
bardak çay ı içm işti. K im bilir kaç işçi, korkunç sağanağa
karşın dam ları aktarıyordu. Sokak savaşı için az çok
değeri olan her durum incelenm iş, h er n ok ta belirlen
mişti. En iyi h angi durum da ateş edilir, en iyi nasıl n i
şan alınır, bunlar teker teker plan da belirtilm işti. Ve
bu planlar her vurucu birliğin şefine iletilm işti. K iy o ’-
nun, ayaklanm anın yeraltı yaşantısı konusunda bildikle
ri bilm ediklerini besliyor, tam am lıyordu. B ölgenin Çapey
ve P utung’daki büyük kanatlarında olabilecekler onun
bilgi ve kavram a sınırını aşıyordu. Fabrikalarla dolu,
yoksulluğun kol gezdiği bu parçalanm ış kanatlardan ge
lecek hareket, m erkezdeki dev çıban başlarım p atlata
caktı. Bu m ahşer gecesinde, göıü n m ez bir kalabalık
kaynaşıp duruyordu.
«Y a rın m ı?» dedi K iyo.
K atov durakladı, iri ellerini sallam ayı bıraktı bir an.
Hayır, soru kendisine yöneltilm em işti. K im seye yönel-
tilm em işti bu soru.
Sessizce yürüyorlardı. Sağnak, yavaş yavaş çisentiye
dönüştü, yağm urun dam lar üzerine tıkırtisı h a fifled i. Ve
kararm ış sokak yalnızca, akan yağm ur sularının kesik
gürültüleriyle doldu. Yüzlerindeki kaslar gevşedi. O za
m an, sokak, herkese nasıl görünüyorsa ona da öyle g ö
ründü: Uzun, kara, kayıtsız. K iyo geçm işe dön er gibi
oldu.
«Ç en ’in nereye gitm iş olabileceğini san ıyorsu n ?» d i
ye sordu. «B abam ın evine saat dörde doğru gideceğini
söyledi. Uyum ak için m i gidecek dersin ?»
Soru sorarken, sesinde, şaşılası bir hayranlığın isle
ri vardı.
«B ilm em ... O h iç sarhoş olm az k i...»
Bir dükkana varm ışlardı: Shia, lambacı. Her yerde
olduğu gibi, kepenkleri örtülüydü. Açıldı. K orkunç, k ü
çücük bir Çinli önlerine dikildi. Arkasındaki cılız ışık
yüzünü gölgede bırakıyordu: En ufak hareketinde, b a
şını çevreleyen ışık halesi, delik deşik, sivilceli, k oca
m an burnuna yağlı bir parıltı yansıtıyordu. Tezgâhın
üzerinde yanan iki lam banın alevleri, duvarlara asılmış
yüzlerce gem ici fen erin in şişelerinde yansıyor ve sonra
karanlığın içinde, m ağazanın görünm ez derinliklerinde
eriyordu.
«E ee?» dedi Kiyo.
Shia, dalkavukça ellerini oğuşturarak, ona bakıyor
du. H içbir şey söylem eden döndü, gizli bir yerleri karış
tırdı. T eneken in üzerine sürtünen tırnağı bir cızırtı k o
p ardı: K a tov ürpererek dişlerini gıcırdattı. Am a Çinli,
pan tolon askıları bir sağa, bir sola sallanarak geri d ö n
m üştü bile. — Y anın da getirdiği kâğıdı okudu. Lam ba
ların birine yapışırcasm a yaklaşm ıştı; yüzüne aşağıdan
yukarı doğru bir ışık vuruyordu. Dem iryolu işçileriyle
ilişki kurm akla yüküm lü askeri örgütün bir raporuydu
bu. Şan gh ay’ı devrim cilere karşı savunan takviye bir
likleri Nankin’den gelm ekteydi: dem iryolu işçileri grev
kararı alm ışlardı, beyaz m uhafızlar ve gerici ordunun
askerleri, askeri trenleri yön etm ek istem eyen dem iryol
cuları kurşuna diziyorlardı.
Çinli okudu:
«T utuklanan dem iryolu işçilerinden biri, yönettiği
treni raydan çıkarm ıştı. Öldürüldü. Üç askeri tren de
dün raydan çıktı, çünkü raylar sökülmüştü.»
«S abotajları yaygınlaştırm alı ve aynı raporlara, en
kısa süre içinde onarım yapm anın çareleri de eklenm e
li,» dedi K iyo. «Başka bir şey yok m u? Silah yüklü tren
lerden söz edilm iyor m u ?»
«Hayır.»
«B izim kilerin Çeng — Çeu’ya (*) ne zam an vara
caklarını biliyor m uyuz?»
«G ece haberleri henüz elime geçm edi. Am a sendi
ka delegesi, bu işin, bu gece ya da yarın sabah olacağı
nı sanıyor.»
Dem ek ki, ayaklanm a ertesi gün, ya da daha erte
si gün başlayacaktı. M erkez kom itesinin em irlerini bek
lem ek gerekiyordu. Susamıştı K iyo. Çıktılar.
A yrılacakları noktaya iyice yaklaşm ışlardı artık. Bir
gem i düdüğü, tiz ve kesikli sesler çıkararak ü ç kez öttü.
Sonra, uzunca, bir kez daha. Suya doym uş gecede, g e
m inin çığlığı yayılıp saçılıyor gibiydi; yükselen bir füze
gibi, sonunda yavaşladı. «Şan— T u n g ’dakiler kuşkulan
m aya m ı başladılar yoksa? Saçm a. G em inin kaptanı
m üşterilerini saat sekizden ön ce beklem iyor ki.» Orada,
soğuk ve yeşile çalan renkteki suyun ortasında, içi k a
sa kasa tabancayla dolu, dem irlenm iş gem inin tutsağı
olarak, yen iden yürüm eye koyuldular. Y ağm ur dinmişti.
«A dam ım ı bir bulsam,» dedi K iyo, «Şan — T un g de
m irlediği yeri değiştirirse daha bir rahatlayacağım .»
Y olları artık ayrılıyordu, daha sonra buluşm ak üze
re sözleştiler ve her biri kendi yolunu tuttu. K atov
gidip adam ları arayacaktı.
K iyo, Sonunda, ayrıcalıklı bölgen in parm aklıklı k a
pısına vardı. A nnam lı iki avcı eri ve bir söm ürge ç a
vuşu kâğıtların ı incelem ek için yaklaştılar: yanında
Fransız pasaportu vardı. N öbetçileri im rendirm ek için,
Çinli bir satıcı, dikenli tellerin ucuna etli börekler as
mıştı.
(«S ırası geldiğinde n öbetçileri zehirlem ek için iyi
bir yol,» diye düşündü K iyo.)
Çavuş pasaportu geri verdi K iyo fazla beklem eden
bir taksi çevirdi ve K ara K edi n in adresini verdi şoföre.
Ş oför bütün gücüyle gaza basıyordu. Y olda, Avru
palI gönüllülerden oluşan birkaç devriyeye rastladılar.
«Sekiz ulusun insanı burayı gözlüyor» diye yazıyordu
gazeteler. B unun ön em i yoktu. K u om in ta n g’m yabancı-
i
«...T ıp k ı şair T u— Fu gibi. Boş zam anlarım ızda onun
yapıtlarını okuyup — tek la f istem em , böyle yaptığınızı
adım gibi biliyorum ! — ,neşeleniyorsunuzdur mutlaka.
Ü stelik...»
Bir savaş gem isinin düdüğü salonu doldurdu. H e
m en ardından buna, öfk eli bir zil sesi karıştı ve dans
yeniden başladı. B aron oturm uştu. K iyo, m asaların ve
çiftlerin arasından geçerek, onunkinin biraz arkasında
ki bir m asaya oturdu. Müzik, tü m öteki gürültüleri bas
tırm ıştı. Fakat, şim di Clappique’e oldukça yaklaştığı bu
m asadan, onun sesini işitti bir kez daha. B aron F ilipin
li kızı sıkıştırıyor, bu arada da, n arin yüzlü iri gözlü Rus
kızıyla konuşm ayı sürdürüyordu.
«...İşin kötüsü ne, biliyor musun sevgilim , artık eğ-
lenem eyeceğiz de. H ani bazen ...»
İşaret parm ağını kızın yüzüne dikerek:
«...A vru palı bir bakan karısına postayla küçük bir
paket yollar, k adın pakedi. açar — tek la f istem em ...»
Parm ağını ağzına götürdü:
«...V e görür ki, pakedin içindeki, cansız aşığının
kellesidir.»
Ağlar gibi:
«A radan ü ç yıl da geçse, bundan h â lâ söz edilir!
K ötü sevgilim, çok kötü! B akın bana, yüzüm ü görü yor
sunuz değil m i? İnsan ataları gibi eğlenm eye kalktı mı,
yirm i yıl için de ne hale geliyor, görü n işte! F rengi gibi
bir şey bu — tek la f istem em !»
E m redercesine:
«G arson ! Bu iki bayana şam panya, bana d a ...»
Y ine sır verircesine:
«K üçü k bir kadeh M a rtin i...»
C iddi bir tavır takınarak:
«Ç ok sert olsun.»
(En kötü olasılıkla bile, daha en az bir saat, polis
le başım derde girm ez, diye düşündü K iyo. Ama yine de
bu iş daha uzayacak m ı a ca b a ?)
F ilipinli kız gülüyor, ya 4 a güler görünüyordu. Rus
ise, iri gözlerini alabildiğine açarak, anlam aya çalışıyor
du. Clappique, em redercesine katı, açtığı sırlara dikkat
çekm eye çalışarak, işaret parm ağım sallayarak, sürekli
birtakım jestler yapıyordu. F akat K iyo onu yarım kulak
la din liyordu: Salonun sıcaklığı onu uyuşturm uştu. Ve
bunun yanısıra, bütün gece benliğini etkileyen, peşini
bırakm ayan sıkıntı, şim di, belirsiz bir yorgunluk h a lin
de gövdesine yayılıyordu. Biraz ön ce, H em m ejrich’in ora-
df. dinlediği plak, tanıyam adığı ses, kendi sesi. Çok kü
çükken, cerrah ın kesip aldığı badem ciklerine bakarken
duyduğu kaygıyı, evet ona benzer bir kaygıyı şim di ye
niden duyuyordu. Ama düşüncelerini bir sıraya sokm a
sı öyle zordu ki.
B aron, çıplak gözünü kırparak ve R us kızından ya
na dönerek, cıyak cıyak bağırıyordu:
«K ısacası, adam ın K uzey M acaristan ’da bir şatosu
vardı.»
«Siz M acar m ısınız?»
«İlgisi yok. Fransızım ben. (Aslına bakarsan, sevgi
lim, o da um urum da değil y a !). F akat annem M acardı.
Neyse işte, bizim büyükbaba oralarda bir şatoda oturur
muş. Şatonun içinde büyük — çook büyük— salonlar, al
tında dostlarının mezarları, çevresinde de ça m ağaçları
varmış. Bir sürü çam ağacı. Bizim büyükbaba dulmuş.
Y apayalnız yaşıyorm uş, haa bir de, şöm ineye asılı k oca
m an bir av borusu varm ış. D erken bir gün, bir sirkin
yolu oralara düşmüş. Sirkte, at cam bazlığı yapan bir de
k adın bulunuyorm uş. Güzelm iş de ü stelik...»
G österişli bir tavırla:
«D ikkatinizi çekerim : güzelm iş!»
G özünü yen iden kırparak:
«...B ü yükbabam kadını kaçırm ış, hem h iç de zor
olm am ış bu iş — . K ad ın ı o k oca m a n odalardan birine
götü rm ü ş...»
Olayı vurgulam ak istercesine, elini kaldırarak:
«Tek la f istem em !.. K adın, yaşam ını orada sürdür
m eye başlamış, Sonra sıkılmış, gid erek ...»
Kaşla göz arasında Filipinliyi gıdıklayarak:
«Sen de sıkılıyorsun,' yavrum . Am a sık d işini... B i
zim büyükbabanın da k eyfi pek yerinde değilnüş zaten:
günün büyük bir bölüm ünü, berberine (şatonu n h âlâ bir
berberi varm ış), el ve ayak tırnaklarını düzelttirerek g e
çirirm iş. Bir yandan da, s’e kreteri — ki bu sekreter, y a
n ında çalışan şeflerden birinin oğluym uş — , yüksek ses
le, ailenin tarihçesin in yazıldığı kitabı okur, tekrar tek
rar okurmuş büyükbabam a. Hoş bir oyalam a yöntem i,
sevgilim , m ükem m el bir yaşam ! Zaten, sürekli sarhoş
geziyorm uş bizim büyükbaba. K ad ın dersen ...»
«Yoksa kadın sekretere âşık m ı olm uş?» diye sordu
Rus kızı.
«M üthiş bir kız bu m üthiş! Sevgilim , siz yam an bir
kadınsınız. K ork u n ç bir kavram a yeteneği var sizd e!»
K adının elini öptü.
«...A m a, kadın gitti pedikürcüyle yattı. R uhsal gü
zelliklere sizin kadar değer verm ediği için olsa gerek.
Am a bakm ış ki büyükbaba onu ayağının altına alm a
ya kararlı, tek la f istem em , çünkü b oşu n a: İkisi birden
kaçm ışlar. Böyle sap gibi ortada kalınca büyükbaba ö fk e
sinden kudurarak geniş salonları arşınlam aya başlam ış
(salonların altında dostlarının ya ttığın ı u n u tm a ya lım ),
trfe konulacağı korkusuyla kendisini yiyip bitirmiş. Bu
arada bizim iki utanm az da ilçeye varm ışlar, od aların
da çatlak su testileri ve avlusunda büyük yolcu araba-
lrrı bulunan G ogolvari bir h ana yerleşm işler. K oca m a n
avcı borusunu kapm ış büyükbaba, am a üflem eyi bir tü r
lü başaram am ış. B unun üzerine köylüleri yardım a ç a
ğırm ak, onlardan kendisi için dövüşm elerini istem ek
üzere kâhyayı yollam ış. (O zam anlar, köylüler üzerinde
hâlâ birtakım hakları varm ış.) O nları silahlandırm ış:
beş av tüfeği, iki taban cası varmış, on ları vermiş k ö y
lülere. Ama, sevgilim öyle çok adam varm ış ki silah lan
dırılm ası gereken! O zam an şatoda ne var, ne yok h ep
sini boşaltm ışlar: Ve bizim garibanlar kılıçları, çakar
alm az tüfekleri, m ancınıkları, daha ne bileyim ? palaları,
saldırm alarıyla ve başlarında bizim büyükbaba olm ak
üzere, ilçe m erkezinin yolunu tutm uşlar — düşünün, dü
şünün bir k ez!— Ve öç alm a duygusu, işlenen suçun p e
şine düşmüş böylece. Geldikleri öğrenilm iş. K oru bek çi
si, yan m a jan darm aları da almış, karşılarına çıkm ış. Ne
güzel bir m an zara!»
«Eee, son ra?» \
«Sonra hiç. E llerinden silahları alınmış. B üyükbaba
yine de kente gelm iş, am a suçlular tozlu bir yolcu ara
basına atlayarak, son hızla G ogol h a n ın da n ayrılmışlar.
O da bunun üzerine, berberin yerine bir başkasını, c a m
baz kadın ın yerine de bir köylü karısını bulmuş ve sek
reteriyle birlikte içm iş de içm iş. A rada bir de vasiyetini
yazm aya çabalıyorm u ş...»
«Parasını kim e bırakm ış?»
«Anlam sız sorular, bunlar, sevgilim. Ama, öldüğü za
m an.»
G özlerini iri iri açarak:
«...B u ayyaş soylunun, tırnaklarını törpületip tarih
çeleri okuturken neler tasarladığı, teker teker açığa çık
m ış! D ileğini yerine getirm işler: şatonun kilisesinin al
tında, kocam an bir m ahzene, Atilla gibi, ölen atının üze
rinde ayakta göm m üşler o n u ...»
Cazın patırtısı dindi. Clappique konuşm asını sürdür
dü. Am a bu kez, dem inki soytarılığın dan çok şey yitir
miş görünüyordu. Sessizlik, şaklabanlığını da alıp götü r
m üştü sa n k i:
«A tilla öldüğünde, onu, T una boyu nca şahlanıp du
ran atının üzerine ayak üstü dikmişler. Güneş batarken
ovaya öyle bir gölge vurmuş ki, bunu gören atlılar tozu
dum ana katarak k açışm ışlar...»
D üşlerine kapılm ış, alkolün ve ani sessizliğin etki
siyle dalıp gitm işti. K iyo, ona neler önerm esi gerektiğini
biliyordu. Am a, babasının tanıdığı kadar tanım ıyordu bu
adam ı ve hele oynadığı bu rolde, h iç tanım ıyordu. Sabır
sızlıkla (B aronun karşısındaki masa boşaldığı anda ora
ya oturacak, dışarı çıkm ası için işaret edecek kadar sa
bırsızdı. Am a yine ona belirgin bir biçim de yanaşm ak
ya da çevreye göstere göstere işaret etm ek istem iyordu)
am a ilgisini bir an olsun yitirm eksizin dinliyordu adamı.
Şim di de, Rus kızı söze girm işti. Ağır, çatlak bir sesle
konuşuyordu — uykusuzluk onu sersem letm iş olm alıydı:
«B enim dedem in de verim li güzel toprakları varmış...
Biz de kom ünistlerin yüzünden kaçm ak zorunda kaldık,
anlıyorsunuz, değil m i? Herkesle bir olm am ak, saygı g ö r
m ek için kısacası; oysa burada h er m asaya ikişer iki
şer oturuyor, h er odada dörder dörder yatıyoruz. D ört
kişi bir od ad a... Ve kira da ödem ek gerekiyor, üstelik.
Saygı görüyoruz görm esine... Bir de alkol bana bu ka
dar d ok u n m a sa!...»
Clappigue k adının bardağına bak tı: daha çok az iç
m işti. Filipinli ise, tersin e... Y arısarhoşluğun sıcaklığıy
la gerinen bir kedi gibi gevşem iş ve rahattı. Onu hesaba
katm aya değm ezdi.
Y ine R us kızm a d ön dü :
«Paranız yok m u ?»
K ad ın om zunu silkti. B aron garsonu çağırdı, yüz
dolarlık bir banknot uzatarak hesabı ödedi. P aranın üs
tü geldiğinde, için den bir on dolar alarak gerisini k adı
na verdi. G en ç kadın, büyük bir kesinlik taşıyan, y o r
gun bakışlarını on a dikti:
«Peki.»
Ayağa kalkıyordu.
«Hayır, bu akşam, sıkılırsınız bu işten.»
K ad ın ın ellerini sıkı sıkı kavram ıştı. K ad ın bir kez
d ah a baktı ona:
«Teşekkür ederim ,» dedi.
Bir an duraksadı, sonra ekledi:
«A m a yine d e... Eğer hoşunuza gid ecek se...»
«Param ın olm adığı bir gün, daha çok hoşum a gid e
cek. B undan em in olabilirsin ...»
S oytarılığı yeniden ele alarak devam etti:
«Ve o günü de çok beklem eyeceksin, bu gidişle...»
K ad ın ın ellerini birleştirdi, öpücüklere boğdu bu
elleri.
K iyo, hesabı daha ön ce ödediği için, onu boş k o ri
dorda yakaladı:
«İster misiniz, birlikte çık alım ?»
Clappique baktı ve onu tanıdı:
«Siz burada h a ? O lacak şey değil! A m a ...»
İşaret parm ağını kaldırır kaldırm az böğürtüyü kes
ti: .
«B aştan çıkarm ışlar sizi, d elik an lı!»
«B oş verin !»
Dışarı çıkm ışlardı bile. Y ağm ur kesilm işti, am a su,
yine de hava gibi vazgeçilm ez bir varlık olarak çevreyi
kaplam ıştı. B ahçen in kum ları üzerinde birkaç adım a t
tılar.
«Lim anda silah yüklü bir gem i var,» dedi Kiyo.
Clappique durdu. K iyo, bir adım fazla atm ış bulun
du ve geri döndü bu yüzden: baronun yüzü belli belir
siz görünüyordu ve kocam an , ışıklı k edi — K ara K e d i’-
nin tabelası — on u bir hâle gibi çevreliyordu:
«Şan — T un g gem isi,» dedi.
K aranlık ve arkasından vuran ışık nedeniyle, ne
düşündüğünü kestirm ek olanaksızdı, ve başka bir şey
de söylem edi.
«B ir öneri var,» diye yen iden söze girdi K iyo, «h ü
küm et ta ban ca başına otuz dolar veriyor. Henüz yan ıt
verilm edi bu öneriye. Ben, taban ca başına otuz beş d o
lara alıcı buldum, ayrıca size her silah için üç dolar k o
m isyon verilecek. T eslim işi hem en, lim anda yapılacak.
-rrfâ e isterse orada, am a m utlaka lim anda.
Z*fr^_r;=cığ: verden hem en ayrılm ası gerek. Bu gece pa-
r getirilecek ve m al teslim alınacak. Buradaki ada
mıyla anlaştık: İşte sözleşm e.»
K âğıdı adam a uzattı, elleriyle koruyarak çakm ağını
yaktı.
(Ö bür alıcıyı ekmek istiyor, diye düşündü Clappique
sözleşm eyi in celerken ... Y edek parça diye yazılı burada
ve silah başına beş dolar alacak. Bu açık. Vız gelir: üç
dolar da bana var.)
«Oldu,» dedi yüksek sesle. «Sözleşm eyi bana bırakı
yorsunuz değil m i?»
«Evet, kaptaûı tan ıyor m usunuz?»
«Azizim, daha iyi tan ıdığım kaptanlar var, ama n ey
se onu dâ tanıyorum .»
«Belki kuşkulanır (üstelik, gem inin yerini de değiş
tireceği için bu olasılık daha da fa zla ). Hükümet, para
sını ödeyecek yerde, silahları yakalatabilir de. Değil
m i?»
«A sla!»
Bir kez daha soytarıya benzedi. Am a K iyo la fın ge
risini bekliyordu; kendilerinin (hüküm etin değil) silah
ları elde etm esini önlem ek için, kaptan ne gibi çarelere
başvurabilirdi? Clappique, daha alçak bir ses tonuyla
sürdürdü:
«Bu m alzem eleri dürüst bir satıcı gönderdi. Onu ta
nırım .»
A laycı bir tavırla ekledi:
«H ainin birid ir..:»
Y üzünün h içb ir ifadesi onu desteklem eyince. sesi
karanlıkta bir garip duyuluyordu. Sanki bir kokteyl ıs-
m arlıyorm uş gibi, sesini yükseltti:
«G erçek bir hain, azizim, bildiğin gibi değil! Çünkü
bütün bu işler bir elçilik kanalıyla oluyor k i... tek la f
istem em ! Bu işle ilgileneceğim . Am a bu bana epey yük
lü bir taksi parasına oturacak. G em i oldukça uzakta.
Cebim de ise kala k ala...»
C eplerini karıştırdı, tek bir ban k not çıkardı, dönüp
tabelanın ışığına tuttu parayı.
«On dolar kalmış, azizim ! İdare etmez. Y akında
K am a A m ca’nızdan Ferral için yağlı boya tablolar sa
tın alacağım , ama o zam ana k a d a r...»
«Elli dolar işinizi görür m ü ?»
/
«Y eter de artar bile.»
K iyo parayı ona verdi.
«İş olup bittiğinde, durum u bana bildirirsiniz. O
zam ana dek evim de olacağım .»
«Anlaşıldı.»
«B ir saate kadar hallolur m u ?»
«D aha geç, sanırım. Am a ilk fırsatta h aber y olla
rım .»
Ve Rus kızının: «Bir de alkol bana bu kadar do-
kunm asa» derkenki ses tonuyla, neredeyse aynı ses to
nuyla, ve sanki buranın tü m canlıları aynı um utsuzlu
ğun içindelerm iş gibi, ekledi:
«Pek hoş değil, bütün bu n lar...»
Sonra kendi kendisinin karikatürünü çizer gibi, b o y
nu bükük, kam buru çıkık, başı açık ve elleri sm okininin
cebinde, uzaklaştı.
K iyo bir taksi çağırdı. A yrıcalıklı bölge sınırının,
k entin Çin ¿esim in deki ilk sokağın adresini verdi ş o fö
re. K a tov ’la orada buluşacaktı.
K iy o ’dan ayrıldıktan on dakika sonra, K atov, k ori
dorlar boyunca yürüyüp, gişelerin önünden geçtikten
sonra, beyaz, çıplak, gem ici fen erlerin in aydınlattığı bir
odaya varm ıştı. O dada pencere yoktu. O na kapıyı açan
Ç inlinin kolu altında, m asaya eğilm iş fa k a t kendisine
bakan beş k afa gördü. A dam ların bakışları ona, bütün
vurucu birliklerin tanıdığı bu iri cüsseli siluete dikilm iş
ti: Gelişigüzel taranm ış saçları ve dim dik başıyla, b a
caklarını iki yana ayırm ış, kollarını sarkıtmış, eşikte
dikiliyordu. Ceketinin üst düğm elerini iliklem em işti.
K arşısındaki adam lara baktı, herbirinin belinde, her
cin sten el bom baları asılıydı. Bir Ç on ’du bu : K iyo ile
birlikte Ş anghay’da oluşturdukları kom ünist savaşçı b ir
liklerden biri.
«K a ç kişi başvurdu?» diye sordu ortaya.
«Yüz otuz sekiz,» diye yan ıtladı en gen ç olanı K ü
çük kafalı, çıkık boyunlu, düşük om uzlu bir çocuktu bu.
İşçi kılığındaydı.
«Bu gece bana on iki adam bulm anız gerek. Hem
de m utlaka.»
K atov konuştuğu her dilde bu «m utlaka» sözcüğünü
kullanırdı.
«Ne zam an ?»
«Şim di.»
«Buraya m ı gelecekler?»
«H ayır: Y en — T a n g iskelesinin önüne.»--
Çinli birtakım talim atlar verdi: adam lardan biri
çıktı.
«Ü ç saate varm adan orada olacaklar,» dedi şef.
Çukur yanakları, uzun, cılız gövdesiyle çok güçsüz
görünüyordu; ama ses tonundaki kesinlik, yüz kasları
n ın katılığı, sağlam sinirlere dayan an bir iradesi old u
ğunu kanıtlıyordu.
«Askeri eğitim i nasıl çözü m leyeceğiz?» diye sordu
Katov.
«El bom balarını kullanm ak sorun değil. Bütün ar
kadaşlar, kullandığım ız m odelleri tanıyorlar artık. T a
bancalara gelince — en azından N agant ya da M avzer’-
ler söz kbnusu olduğundan — , o da büyük bir dert ç ı
karm ayacaktır başım ıza. Onları boş kovanlarla çalıştırı
yorum , am a h iç olmazsa, kurusıkı doldurulm uş m erm i
lerle ateş edebilm ek gerek ... A rkadaşları kıra götürecek
zam anım da y ok ...»
A yaklanm anın hazırlandığı kırk hücrenin h erb irin -
de, h ep aynı sorun ortaya çıkıyordu.
«Y eterli barutum uz yok. Belki gelecek am a şim dilik
söz etm eyelim daha iyi, ya tü fek ler?»
«O nlar da iyi. B eni m itralyöz düşündürüyor. Hele
atış talim i de yapılm azsa.»
Her yan ıt verişinde gırtlağı, ten in in altında inip
çıkıyordu. D evam etti:
«Sonra, biraz daha silah ele geçirm enin yolunu bu
lam az m ıyız? Y edi tüfek, on üç tabanca, kırk iki el b om
bası. Her iki adam dan birin in ateşli silahı yok.»
«K im in elindeyse on lardan alacağız silahları. Belki
yakında bir m iktar daha tabancam ız olacak. Eğer ayak
lanm a yarın başlayacak olursa, senin grubunda silah
kullanm asını bilm eyen kaç kişi v a r?»
Şef bir an düşündü. D ikkatini bir noktaya top la dı
ğında, dalgınlaşıyordu. «Entelektüelin biri» diye geçirdi
için den Katov.
«P olisin tüfeklerini ele geçirdiğim iz zam an m ı?»
«Elbette.»
«Peki ya, el bom baları?»
«Hepsi bom ba kullanabilirler, hem de ustaca. B u
rada, şubat ayında idam edilenlerin akrabalarından
oluşan otuz kişilik bir grubum var. Hiç olm azsa...»
Durakladı, belirsiz bir hareket yaparak sözlerini ta
m am ladı. Eli biçim siz, am a zarifti.
«H iç olm azsa?»
«H iç olmazsa, bu h eriflerin bize karşı tank ku llan
m alarını engelleyebilsek.»
Altı adam K a to v ’a baktılar.
«B unun önem i yok,» diye yanıtladı K atov. «El b om
balarını altışar altışar bağlar, tan kın altına atıverirsin,
olur biter. G erektiğinde çukur da kazabilirsiniz, en azın
dan yolun bir yönünde. Bu iş için gerekli araç - gereci
niz var m ı?»
«Ç ok az. A m a nereden bulabileceğim i biliyorum .»
«Bisiklet ele geçirm eye bakın: ayaklanm a başlar
başlam az, m erkezinkinin dışında, her grubun bir b a ğ
lantı kuryesine sahip olm ası gerek.»
«T an kların havaya u çacağın dan em in m isin ?»
«Elbette. Am a can ın ı sıkm a: T anklar cepheyi b ıra
kam azlar. Eğer bırakırlarsa özel bir ekiple yardım ınıza
yetişeceğim . Bu benim işim.»
«Y a baskına uğrarsak?»
«T ank dediğin görü nü r: Orada gözcülerim iz var.
Sen de bir m iktar el bom bası al, güvendiğin üç-dört
kişiye de birer tane v er...»
B irlikteki bütün adam lar K a to v ’u tanıyorlardı:
Odessa olayından sonra azçok yaşanabilir zindanlardan
birinde hapis yatm aya m ahkûm edilmiş, ama oradaki
zavallıları eğitm ek am acıyla, gönüllü olarak, kurşun
m adenlerine gitm ek için başvurmuştu.
K endilerine güveniyorlardı ama yine de kuşkuluy
dular. T üfeklerden ya da m itralyözlerden değil yalnızca
tanklardan korkuyorlardı: Onlara karşı kendilerini si
lahsız hissediyorlardı. Hepsi idam edilenlerin akrabala
rıydılar ve yine hepsi bu hücreye gönüllü olarak gir
mişlerdi. Ama, tankın, on ların gözünde şeytanca bir ye
nilm ezliği vardı işte.
«Tanklar gelecek olursa, h iç tasalanm ayın, biz de
yanınızda olacağız,» diye yineledi K atov.
Bu boş la fın ardından, nasıl çıkıp gidebilirlerdi?
Öğleden sonra on beşe yakın hücreyi gezmiş, am a h iç
birinde, korkuya rastlam am ıştı. Buradaki adam lar Öte
kilerden daha az yürekli değildiler. Hatta daha bile k a
rarlıydılar. O nların kuşkusunu giderem eyeceğini, bizzat
kendisinin yön eteceği özel birlikler dışında, bütün dev-
rrmci grupların tankların önünden kaçacağın ı b iliyor
du. T ankların cepheyi terk edem em eleri akla yakın g ö
rünüyordu, am a kente ulaşacak olurlarsa, yüzlerce kü
çük sokağın kesiştiği bu m ahallelerde çukurlar açarak,
onları durdurm ak olanaksızlaşacaktı.
«Ne olursa olsun tanklar cepheden ayrılam azlar,»
dedi.
«El bom balarını nasıl p a tlatacağız?» diye sordu Ç in
lilerin en genci.
K atov bunu ona gösterdi .Hava biraz olsun yum u
şadı. Sanki bu gösteri, zaferin bir güvencesiydi. K atov
gitm ek için bundan yararlandı. A dam ların yarısı elle
rindeki silahı kullanam ayacaktı. Am a, polisin silahsız
landırılm ası işinde yararlanm ak üzere yetiştirdiği sa
vaşçı gruplara güvenebilirdi h iç değilse. Yarın, evet,
ama ya öbür gün? Ordu ilerliyor, her geçen saat daha
fazla yaklaşıyor, kentteki ayaklanm aya güveniyordu.
Belki, sonuncu gar ele geçirilm işti bile. K iyo dön dü ğü n
dü, haberleşm e m erkezlerinin birin den 'b u n u öğren ecek
lerdi h iç kuşkusuz. Lam bacı, saat on dan beri h aber al
m am ıştı.
K atov, sokağı arşınlayarak, bekledi: sonunda K iyo
geldi. B irbirlerine, yaptıkları işleri anlattılar. K auçuk
tabanlı pabuçlarıyla sokağı adım layarak, çam urun için
de yürüm eye koyuldular: K iyo, bir Japon kedisi kadar
ufak - tefek ve çevikti. K atov ise om uzlarını sallıyordu
yürürken. Birlikler, parıldayan ıslak tüfekleriyle, gece
nin için de kızılım sı bir renge bürünen Şanghay’a doğru
ilerliyorlardı. İlerleyişleri durdurulm am ış m ıydı?
A dım ladıkları sokak, kentin Çin kesim inin ilk soka
ğı, AvrupalIların evlerine çok yakın olduğu için, hay
van satıcılarıyla doluydu. Bütün dükkanlar kapalıydı:
Bu yüzden, bir tek hayvan bile yoktu görünürlerde. S a
çaklardan su birikintilerine dökülen son yağm ur dam
lalarının ve düdüklerin sesinden başka h içbir gürültü,
sessizliği bozm uyordu. H ayvanlar uyuyordu. K apısını vu
rarak, dükkanlardan birine girdiler: Canlı balık satılı
yordu burada. İçerdeki tek ışık, bir şam dana dikilmiş
m um dan kaynaklanıyordu. Ve m um un zayıf alevi, Ali
Baba m asalındaki gibi sıralanm ış, büyük, fosforlu , cam
kavanozlarda yansıyordu. O anda görünm em ekle birlik
te, bu cam kavanozların içinde, Ç in ’in ünlü sazan balık
ları uyuyordu.
«Y a rın m ı?» diye sordu Kiyo.
«Y arın, saat b ir’de.»
Dükkanın dip ta rafların da bir yerde, bir tezgâh ın
gerisinde, başını kıvrık dirseğine dayam ış; kim olduğu
belirsiz bir adam uyuyordu. Karşılık verm ek için başını
belli belirsiz kaldırm ıştı. Bu m ağaza, K u om in ta n g’m
seksen sürekli postasından biriydi. H aberler buralardan
iletiliyordu.
«R esm i m i?»
«Evet, ordu Ç en g-Ç eu ’da. G enel grev ise yarın ö ğ
leyin başlayacak.»
G ölgede h içbir değişiklik olm am asına ve dükkanın
dibinde uyuklayan satıcı h içb ir h areket yapm am asına
karşın, kavanozların fosforlu yüzeyleri h a fif h a fif sallan
m aya başladı, h alka halka yayılan, siyah, ölü dalgalar,
sessizce yükseliyordu: sesler balıkları uyandırm ıştı. Bir
düdük sesi dah a işitildi, sonra uzaklaştı, eridi.
Çıktılar, yen iden yürüm eye koyuldular. İşte, İK İ-
CUMHURİYET caddesi yin e karşılarındaydı.
Bir taksi çağırdılar. A raba, film lerde olduğu gibi,
hızla kalktı. Sol ta rafa oturm uş olan K atov, ön e eğile
rek, dikkatle şoföre bak tı:
«A fyon keş bu adam . Y azık ; yarın akşam dan ön ce
ölm ek istem iyorum oysaki. Y avaş ol, ya v ru m !»
«Clappique gem iyi getirecek,» dedi K iyo. «H üküm e
tin giyim evindeki arkadaşlar, bize polis giysileri sağla
yabilirler...»
«G erek y ok ; elim izde, n öbet yerinde on beşten fazla
giysi var.»
«S en in on iki adam ını da alalım , m otora binelim .»
«Sen gelm esen daha iyi olu r...»
K iyo, bir şey söylem eden ona baktı.
«Ç ok tehlikeli bir iş değil am a pek de kolay değil,
gördü ğün gibi. En azından, hâlâ gaza basm akta d ire
ten bu şoförü n dangalaklığından daha tehlikeli. K endini
tem izletm enin âlem i yok şu sıralarda.»
«S enin de öyle.»
«B enim durum um seninle bir değil. B enim yerim e
bir adam daha bulabilirler, anlıyorsun y a ... Biliyorsun,
bir k am yon bekleyecek, sen onunla ve dağıtım işiyle uğ
raşsan, daha iyi edersin.»
D urakladı... R ahatsız olm uştu bu durum dan, elini
göğsüne götürdü. «Durum u kavram asına yardım etm ek
İnsanlık Durumu / F : 3 33
gerek», diye düşündü. K iy o bir şey söylem iyordu. A ra
ba, sisin donuklaştırdığı ışık çizgileri arasında yol al
m aktaydı. Hareket için de K a to v ’dan daha yararlı ola
cağı su götürm ezdi: M erkez K om itesi örgütlediği işin
bütün ayrıntılarını biliyordu am a, kâğıt üzerinde. O
ise ken tin bütün zayıf noktalarını gövdesindeki y aralar
k adar iyi tanıyordu. A rkadaşlarından h içbiri on un k a
dar çabuk ve güvenli davranam azdı.
Işıklar giderek çoğalıyor, sıklaşıyordu... A yrıcalıklı
bölgelerden çık a n zırhlı kam yonlara rastladılar, sonra
yeniden, karanlığa göm üldüler.
Araba durdu. K iyo indi.
«B en gidip giysileri alayım ,» dedi K atov, «Hazır o l
duğun anda seni aldırtırım .»
K iyo, babasıyla birlikte, tek k atlı bir Çin evinde
oturuyordu: B ahçed en başlayarak, eve girm ek için tam
d ört kapıdan geçiliyordu. B irin ciden geçti, bah çeye gir
di, iki, üç, derken evin holüne vardı. Sağda ve solda
beyaz duvarlara asılmış yağlı boya S on g ’lar, C hardin’in
m avi anka kuşu tabloları vardı. Ve bir de, dipte. W ei
h anedan ı dön em in den kalm a, R om a stilinde bir Buda
heykeli. Tem iz divanlar, bir a fy o n masası. K iy o ’n un ar
k asındaki cam lar, bir resim atölyesindekiler gibi perde
sizdi. B abası içeri girdi. G eldiğini işitm iş olm alıydı: Y ıl
lardan beri uykusuzluk çekiyor, günde ancak birkaç sa
at uyuyabiliyordu: O da şafak sökerken. Ve geceyi d e
ğerlendirm e olanağını sağlayan bu olguya şükrediyordu.
«İyi akşamlar, baba. Çen gelip seni görecek.»
«Peki.»
K iy o ’nun yüz çizgileri babasım nkilere benzem iyor
du ; am a öyle görünüyordu ki, annesinin Japon kanı,
yaşlı G isors’un bilgiç papazları andıran yüz çizgilerim
yum uşatabilm iş ve oğlunun sam uray yüzü ortaya çık
mıştı. Ve bu gece, sırtındaki deve tüyü robdöşâm br baba
G isors’un yüz çizgilerini daha bir vurguluyordu.
«Ç en ’in başına bir şey m i geldi?»
«Evet.»
Oturdular. K iy o ’nun uykusu yoktu. Clappique’le olan
karşılaşm asını, adam ın yaptığı gösteriyi an lattı — am a
silahlardan söz etm edi— . B abasından çekindiği için de
ğil. Am a kendi yaşam ından yalnızca kendisi sorum lu
olm alıydı, bu sorum luluğa başkalarını ortak etm enin an
lam ı yoktu. Pekin Ü niversitesi’nde sosyoloji profesörü
, .... .
İnsanlık Durumu / F : 4 49
«K adın olm adığım için.»
Sesinde artık h ın ç değil, karm aşık bir tiksinti h a
vası vardı.
Öyle sanıyorum ki, k en dim i... ayrılm ış hissettiğim i
söylem ek istiyorsunuz, d eğil m i?
Gisors yanıtlam aktan k açm ıyordu.
«...E vet. K orku n ç bir şeydi. Ve, k adınlardan söz e t
il ekte haklısınız. Belki de, öldürdüğüm üz insanı küçüm
seriz. Am a ötekilerden daha az.»
G isors vereceği ya n ıtı aradı, an ladığından pek em in
değildi.
«Ö ldürm eyenlerden m i?»
«Ö ldürm eyenlerden, evet: çaylaklardan.»
Y eniden yürüm eye koyuldu. Son iki sözcük, yu
kardan aşağı atılan ağır bir yük gibi dökülm üştü du
daklarından. Ve çevrelerindeki sessizlik giderek büyü
yordu. Gisors, Ç en ’in sözünü ettiği ayrılığı duym aya
başlam ıştı. Bu durum a ilgisiz kalam azdı. Bir yan dan da,
Ç en ’in biraz olsun rol kesip kesm ediğini — h iç değilse
h atır için—• soruyordu ken di kendine. Bu tür kom edile
rin öldürücü yanını bilm iyor değildi. Birden, Ç en’in ken
disine: «avlanm aktan n efret ederim » dediğini anım sadı.
«K an görm ekten korkm az m ısın ?»
«Hem de nasıl korkarım . Am a yalnızca korku değil.»
B irden döndü, G isors’un gözlerinin içine bakarcası-
na, anka kuşuna gözlerini dikerek, sordu:
«Ee? K ad ın lar sizin üzerindeki egem enliklerini sür
dürdükleri zam an, ne yapılır, biliyoru m : Birlikte yaşa
nır. Ama, ölüm söz konusu olu n ca ?»
Hâlâ anka kuşuna bakıyordu, am a bu kez, sesi da
h a bir açılıydı:
«O nunla da yaşanabilir m i?»
G isors’un zekâsı, onu her zam an karşısındakilere
yardım a yöneltiyordu ve ayrıca, Ç en’i seviyordu da.
A m a şim di, durum u daha açık olarak görebiliyordu: V u
rucu birliklerin eylem i Ç en’i doyurm uyordu. T erörizm
onu büyülüyordu. H ayali sigarasını evirip çevirm eyi sür
dürerek konuşm aya başladı. Halıyı incelercesine başını
ör, üne eğmişti. Z arif burnunun üzerine, ağarm ış perçe
m i dökülüyordu. Sesine aldırm az bir hava verm eye ç a
lıştı:
«Bu durum dan artık kurtulam ayacağını sanıyor
su n ... ve bu ... kaygı karşısında gelip... kendini bana
karşı savunuyorsun.»
Sessizlik oldu bir an.
Ç en söze girdi sonunda:
«K aygı d eğil... K aderin cilvesi belki d e?»
D işlerinin arasından konuşuyordu.
Y eniden bir suskunluk oldu. Gisors h içbir davranış
ta bulunam ayacağını duyuyordu: on un elini tutam azdı,
örneğin. Oysa bu işi eskiden çok sık yapardı. K en di p a
yına kararını verdi. Birden, kaygı duym ak âdetiym iş g i
bi, bezgin bir tavırla konuştu:
«Öyleyse düşünm ek ve kaygıyı sonsuza dek kovm ak
gerek. Kuşkusuz, onunla birlikte yaşam ak istiyorsan ...»
«Y akında öldürecekler beni.»
«B unu özellikle istem iyor m u za ten ?» diye düşün
dü Gisors. «Şan, şöhret aram ıyor, m utlulukta da gözü
yok. Y enebilecek gücü var, ama bu zaferi yaşayacak
durum da değil; bu durum da, ölüm den başka n eyin öz
lem ini duyabilir? B aşkalarının yaşam için düşündükle
rini, o ölüm için düşünüyor: olabildiğince en onurlu, en
yüksek fıiçim de ölebilm ek. Ulaşılmaz am açlara yönelik
bir ruhu var, yeterince aydınlanm ış k afası açık fikirler
taşıyor. İnsanlardan oldukça uzak. Ve am açladığı tüm
nesneleri ve h atta am açlam ayı bile küçüm seyecek kadar
hasta.»
«Eğer sen, kaderin b u ... cilvesiyle birlikte yaşam ak
istiyorsan, bir tek yol var: onu başkasına aktarm ak.»
«K im buna lâyık k i?» diye sordu Çen. Y ine dişle
rinin arasından konuşuyordu.
Sanki bu cüm leler, cinayetle ilgili ne varsa hepsinin
orada olduğunu anım satıyorm uşcasm a hava gittikçe
ağırlaşıyor, çekilm ez hale geliyordu. Gisors artık tek
söz söyleyecek durum da değildi: H er sözcük, düzm ece,
uçarı, aptalca bir anlam a bürünecekti.
«Teşekkür ederim ,» dedi, Çen.
Ona dokunm ak istem iyorm uşcasm a, Çinlilere özgü
bir reveransla, bütün gövdesiyle eğildi G isors’un ön ü n
de (h iç böyle yapm azdı oy sa ), ve çıktı.
Gisors dönüp oturdu. Sigarasını sarm aya koyuldu.
Ö m ründe ilk kez, savaşın değil kanın karşısında bulu
nuyordu. Ve, her zam an olduğu gibi, K iy o ’yu düşünü
yordu. Kiyo, Çen’in içinde yaşadığı bu âlem i dayanılm az
bulurdu, h erhalde... B undan em in m iydi? Çen de a v cı
lıktan n efret ediyor, Çen de kan görm ekten tiksiniyor
du — am a eskiden— . İş buralara kadar gelm işken oğlu
hakkında, ne biliyordu ? O ğluna olan sevgisi anlam ını
yitirdiği, ve kendisi de sayısız anılarına başvuram adığı
zam an, K iy o’yu artık tan ıyam adığın ı biliyordu. Onu ye
n id en görm ek için büyük bir istek duydu. A ltüst etti
onu bu duygu: ölüyü son bir kez görm ek istem ek gibi
bir şeydi bu. O nun gittiğini biliyordu.
Nereye? Ç en’in varlığı odayı hâlâ can lı tutuyordu.
O, cin ayet dünyasına atılm ıştı ve artık oradan çık am a
ya cak tı: İnatla direnerek, hapishaneye girer gibi, ted
h işçi bir ya şan tın ın içine giriyordu. O n yıla kalm adan
yakalanacaktı, — işkence edilecek ya da öldürülecekti—
ve o zam ana dek, güçlü bir dirençle, k aran lığın ve ölü
m ün dünyasında yaşayacaktı. Düşünceleri, onu yaşatan
düşünceleri, şim di artık ölüm ünü hazırlayacaktı.
Eğer K iyo adam öldürtüyorsa, bu on un rolüydü. B öy
le davranm asa da önem i yok tu : K iy o ne yaparsa' doğru
yapardı. A m a bu ani duygu G isors’u korkutm uştu; c i
n ayetin kaçınılm azlığı, en az kendisininki kadar dehşet
verici bir zehirleniş... Çen ondan yardım istem işti. Ve
ona ne kadar üstün körü uzatm ıştı elini. C inayet işle
m ek insanı ne kadar yaban cılaştırıyordu ! Ve nasıl da
uzaklaştırıyordu bu kaygı K iy o ’yu. Sık sık yinelediği bir
cüm leyi anım sadı: «V arlıkları tanım ak olanaksızdır.» Ve
bu cüm le beyninde, oğlunun yüzüne yapıştı kaldı.
Y a Çen, onu tan ıyor m uydu? A nıların insanları ta
n ım aya yeteceğine asla inanm azdı. Çen, ilk olarak din
öğren im i görm üştü; Gisors, bu sessiz sedasız am a küstah
yetim le — anne ve babası K algan katliam ında öldürül
m üştü— ilgilenm eye başladığında, Ç en protestan k ole
jin d e n yen i çıkm ıştı. S onradan papazlığa başlayan ve
rem li bir entellektüelin talebesi olm uştu. Elli yaşındaki
bu adam , derin, dinsel bir kuşkuyu acım a duygusuyla
yenm eye çalışıyordu. Sabırlı bir adam dı doğrusu. Aziz
A ugustin’i rahatsız eden, için de İsa ile birlikte yaşam ak
gereken bu iğren ç beden in utancıyla şartlanan papaz
— çevresini saran ve gerçek dinsel yaşam ın çağrısını d a
ha kaçınılm az kılan geleneksel Çin uygarlığından tiksi
niyordu — , bu k aygın ın verdiği esinle L uther’in bir tas
virini yapm ıştı. Ve G isors’a arasıra bu ndan söz ederdi:
«Y aşam yalnız T a n rı’da vardır. Am a insan, işlediği gü
n ah lar yüzünden öyle aşağılanm ış, öyle kirlenm iştir ki,
bu haliyle T a n n ’ya varması, yeni bir günah işlemesi de
mektir. İsa’nın varlığı, sonsuza dek çarmıha gerilişi de
bundandır.» Bu durumda geriye, Tanrının merhameti,
yani sınırsız bir sevgi ya da korku —umudun güçlü, ya
da zayıf olmasına göre— kalıyordu. Ve bu korku ise ye
ni bir günahı doğuracaktı. Sevgi de kalıyordu geriye,
ama sevgi her zaman kaygıyı yok edemezdi ki.
Papaz Çen’e bağlanmıştı. Çen’in amcası onu misyo
nerlerin arasına Fransızca ve İngilizce öğrensin diye gön
dermiş, öbür konularda söyleyecekleri her şeye kulağını
tıkamasını öğütlemişti —Konfiçyüsçü olduğu için özel
likle cehennem düşüncesine— oysa papaz bu durumdan
hf-.bersizdi. Çocuk burada şeytan ya da Tanrı’yla değil,
İsa’yla karşılaşmış — papazın deneyleri ona, insanların
yalnızca aracılar eliyle din değiştirdiklerini öğrenmişti—
ve her şeye karşı gösterdiği aşırılıkla, kendisini sevgiye
bırakmıştı. Ama hocasına karşı oldukça saygılıydı —Çin’
ir. ona olanca gücüyle aşıladığı tek şey de buydu zaten— ,
bu yüzden, kendisine öğretilen sevgiye karşın papazın
kaygısını sezdi ve böylece karşısına, kendisine anlatılan
dan daha korkunç, daha inandırıcı bir cehennem çıktı.
Amca çıkageldi bir gün. Yeğenini bu durumda bul
muş olmak onu etkiledi, korkuttu. Belli bir hoşnutluk
gösterisinde bulundu. Müdüre, papaza ve daha birkaç
kişiye yeşim ve kristalden yapılma ağaçlar gönderdi.
Küçük, küçük ağaçlar; sekiz gün sonra Çen’i yanına ça
ğırdı ve ertesi hafta, onu doğruca Pekin Üniversitesine
yolladı.
Gisors, ağzı yarı — açık, dizlerinin arasında sigara
sarıyordu sürekli. O zamanki delikanlıyı anımsamaya
çalışıyordu. Onu şimdiki durumundan nasıl ayırmalı, ko
parmalıydı? «Ondaki dinsel düşünce aklıma geliyor, çün
kü Kiyo böyle bir düşünceden hiç nasibini almadı, ve
şu anda, ikisinin arasındaki her derin ayrılık beni fe
rahlatıyor... Onu oğlumdan daha iyi tanıyormuşum gi
bi geliyor bana. Neden acaba?» Çünkü, onda neleri de
ğiştirebilmiş olduğunu daha iyi görüyordu: Bu temel
değişim, kendi eseri, kesindi, sınırları çizilmişti. Ve in
sanlarda, onlara verdikleri kadar, hiç bir şeyi daha iyi
tanıyamazdı doğrusu. Çen’i görür görmez anlamıştı bu
delikanlıyı: Hemen eyleme dönüşmeyen hiç bir ideoloji
onun düşüncesinde uzun süre yaşayamazdı.
Sevgiden yoksun olduğu için, dinsel yaşam onu an
cak bir temaşa evrenine, bir iç evrene götürebilirdi,
ama o bu evrenden nefret ediyordu. Belki bir havari
olmayı düşleyebilirdi ama acıma duygusundan yoksun
oluşu, buna da olanak tanımayacaktı. Öyleyse, yaşaya
bilmesi için, önce Hıristiyanlıktan kurtulması gerekiyor-
. du. (Orada burada yaptığı üstü kapalı itaraflara bakı
lırsa, fahişeler ve öğrencilerle tanışmış olması, Çen’i, is
tencini de etkileyen bir günahtan kurtarmıştı: kendi
kendisini tatminden. Ve bununla birlikte gelişen kaygı
ve aşağılık duygusu da böylece yok olup gitmişti.) Yeni
hocası, Hıristiyanlığın karşısına birtakım kanıtlar değil
de yüceliğin başka biçimlerini koyduğunda, inanç, hiçbir
sarsıntı yaratmaksızın, Çen’in parmakları arasından azar
azar akıp gitmişti. Onun yüzünden Çin’den uzaklaşmış,
onun yüzünden, topluma boyun eğecek yerde, toplumdan
kopmaya alışmıştı. Gisors’un aracılığıyla anlamıştı ki,
her şey yaşamının o dönemi, kahramanca anlamda bir
ermişlikten ibaretti. Mademki ne Tanrı vardı ne de İsa,
öyleyse ruh ne işe yarayacaktı?.
İşte burada, Gisors oğlunu buluyordu yeniden: Hı
ristiyanlığa ilgi duymuyordu Kiyo. Ama Japon eğitim tar
zı —sekiz yaşından on yedi yaşma dek Japonya’da kal
mıştı— ona şunu öğretmişti: fikrini yalnızca düşünmek
yetmez, onları yaşamak da gerekir. Başkaları nasıl silah
ya da denizi seçerlerse, o da, kesin bir biçimde ve önce
den tasarlayarak, eylemi seçmişti: Babasından ayrılmış,
K anton’da, Tiyençin’de oturmuştu. Sendikaları örgütle
mek için ırgatların, çek-çekleri yüklenen kulilerin haya
tını yaşamıştı yıllarca. Çen —ki amcası rehine olarak gö
türülmüş ve fidyeyi ödeyemediği için, Svateu’nun ele ge
çirilmesi sırasında idam edilmişti— , cebinde para yerine
değersiz bir takım diplomalarla, yirmi dört yaşı ve Çin’in
bu durumuyla karşı karşıyaydı. Kuzeydeki yollar henüz
tehlikeli olduğu sürece kamyon şoförlüğü, kimyager çı
raklığı yapmıştı; hepsi o kadar, daha sonra işsizdi. Her-
şey, onu politik eyleme itiyordu: değişik bir dünya umu
du, sefilce de olsa karnını doyurmak olabilirliği (doğuş
tan kanaatkârdı; gururdan olmalıydı) kişiliği, kinini do
yuma ulaştırmak düşüncesi...
Ve politik eylem, yalnızlığına bir anlam veriyordu.
Ama Kiyo’da her şey çok basitti. Kahramanlık duygusu
ona, yaşamı onaylayan bir şey gibi değil de, bir ders gi
bi verilmişti. Kaygılı değildi. Yaşamının bir anlamı var
dı ve o bunu biliyordu: şu anda açlığın kaçınılmaz bir
veba gibi ağır ağır öldürdüğü insanların her birini, ken
di onurunun sahibi kılmak. O da onlardandı: Aynı düş
manlara sahiptiler. Melez ve kast dışı olduğu için be
yaz erkekler ve özellikle beyaz kadınlarca hor görülür
dü Kiyo. Ama hiç de çabalamamıştı onlara kendisini
sevdirmek için: Kendisi gibi olanları aramış ve bulmuş
tu. «Kimin için çalıştığını bilmeden günde on iki saat
çalışan bir adam için gerçek yaşam, onur diye bir şey
söz konusu değildir.» Bu çalışmanın bir anlam, bir amaç,
kazanması zorunluydu. Bireysel sorunlar, özel yaşamının
dışında, Kiyo’nun karşısına çıkmıyordu.
Ama yine de, Kiyo şimdi içeri girse ve Çen'in bi
raz önce yaptığı gibi «Tang—Yen—Ta’yı ben öldürdüm»
deseydi, bunu deseydi, «biliyorum zaten» diye düşünür
düm. Tüm davranışları, tüm yaptıkları bende öyle büyük
bir güçle yansıyor ki ne yaparsa yapsın, «biliyordum
zaten...» diye düşüneceğim. Pencereden hareketsiz ve ka
yıtsız geceye baktı. «Ama böyle kuşkulu ve korkunç bir
biçimde değil de, gerçekten bilsem, onu kurtarırdım.»
Acı bir itiraftı bu, ama asla inanmıyordu buna .
K iyo’nun gidişinden bu yana, düşüncesini yalnızca,
oğlunun davranışlarını, eylemini onaylamak için kullan
mıştı. Merkezi Çin’de, güney illerinin bir bölümünde
başlayan, yerel bir harekette, ilk günlerdeki eylem. (Öy
lesine ufak çaptaydı ki, ilk üç ay hareketin nerede baş
ladığı saptanamamıştı.) Kaygı içinde olan öğrenciler,
bu akıllı adamın böylesine heyecanlı ve anlayışlı olarak
yardım elini uzattığını kavrayabiliyorlarsa bu, o gün
lerde Pekin’deki aklıevvellerin sandığı gibi, yaşının geç
kin olması nedeniyle uzak kaldığı bir çevrenin yaşantı
sıyla başkalarının adına eğlendiğinden değildi. Ama, bü
tün benzer durumlarda, facialarda kendi oğlunun dra
mını bulduğu içindi. Öğrencilerine —ki aşağı yukarı hep
si küçük burjuva kökenliydiler— , ya askeri şeflerin ya
da işçi sınıfının yanında yer almaları gerektiğini anla
tıyor, yolunu kesin olarak çizenlere de şunları söylüyor
du: «Marksizm bir öğreti değil, bir istençtir. İşçi sınıfı
ve onun yandaşları — sizler— için, kendisini tanımak,
kendisini öyle duymak ve öyle yenmek istencidir. Haklı
olmak için değil, kendi kendimize ihanet etmeden yenmek
için Marksist olmalısınız.» Kiyo’ya sesleniyor, onu savu
nuyordu. Ve derslerinden sonra, Çin geleneklerine göre,
öğrencilerin, odasını beyaz çiçeklerle doldurduğunu gör
düğünde, bu davranışın Kiyo’nun sert ruhuyla bağdaş
mayacağını biliyordu. Ama yine biliyordu ki kendisine
çiçek getirirken adam öldürmeye hazırlanan bu eller,
yarın bir gün onlara ihtiyaç duyacak olan oğlunun elle
rini de sıkacaktır. İşte bu yüzdendir ki, Çen’in güçlü ki
şiliği onu kendisine çekiyordu. İşte bu yüzden bağlan
mıştı Çen’e. Fakat ona bağlandığı zaman, önceden kes-
tirebilmiş miydi ki, yağmurlu bir gün Çen kendisine ge
lecek ve daha yeni pıhtılaşmış kandan söz ederken: «On
dan yalnız korksam, neyse...» diyecek?
Ayağa kalktı, alçak masaya doğru gitti; içinde afyon
tepsisinin bulunduğu çekmeceyi — çekmecenin hemen al
tında küçük kaktüs kolleksiyonu vardı— açtı. Tepsinin
altında bir fotoğraf göze çarpıyordu: Kiyo’ydu bu. Aldı
onu, dalgın dalgın baktı. Bir an acı bir güven duydu:
Orada, onun bulunduğu yerde artık kimse kimseyi ta
nımıyordu. K iyo’nun varlığı bile — biraz önce yanında
olmasını o kadar çok istemişti ki oysa— sonucu değiştir
meyecek, ayrılıklarını daha umutsuz kılacaktı. Tıpkı,
yıllar önce ölmüş arkadaşlarını rüyasında kucaklaması
gibi bir şey olacaktı. Fotoğrafı parmaklarının arasında
tutuyordu; bir insan eli kadar ılıktı fotoğraf. Onu çek
meceye bıraktı, tepsiyi aldı, elektriği söndürdü ve lam
bayı yaktı.
İki pipo doldurdu. Eskiden, açlığını biraz olsun gi
dermeye başladı mı, insanlara hoşgörü ve iyimserlikle
bakar, dünyayı da sonsuz bir doğurganlığa sahipmiş gi
bi görürdü. Şimdi ise, kendi benliği bile yenilenme, ge
lişme gücünü yitirmişti: Altmış yaşındaydı ve anılarını
mezarlar dolduruyordu. Çin sanatı, lambanın zorlukla
aydınlattığı yağlı boya resimler, çevresini saran bütün o
gizemli Çin uygarlığı konusunda katıksız bir duyguya
sahipti. Tam otuz yıl boyunca bundan ustalıkla, incelik
le yararlanmasını da bilmişti — mutluluk buydu ona ka
lırsa, ama şimdi bütün bunlar, incecik bir örtüden baş
ka bir şey değildi. Örtünün altında da, kaygı — hani
uyanmak üzereyken kıvranmaya başlayan korkak kö
peklerde görülür ya— ve ölüm korkusu uyanmaktaydı.
Ama yine de düşüncesi, yaşının söndüremediği ateş
li bir tutkuyla, insanların çevresinde dolanıyordu. Uzun
süreden beri kendisini şuna inandırmıştı: bütün insanlar
ve en başta kendisi, paranoyak bir ruh taşıyorlardı. Es
kiden —fi tarihinde...— kendisini kahraman sandığına
inanırdı. Hayır. Benliğindeki bu güç, bu delice, gizli im
gelem her biçime girmeye — delirecek bile olsam, o yö
nüm yine de sağlam kalır, diye düşünürdü— hazırdı. Tıp
kı ışık gibi. Kiyo gibi, o da, ve aşağı yukarı aynı nedenle
sözü geçen plakları düşündü, aşağı yukarı aynı akıl yü
rütme yöntemiyle; çünkü K iyo’nun düşünce biçimi ken
disinden doğmuştu. Gırtlağıyla duyduğu için Kiyo kendi
sesini nasıl tanıyamadıysa, Gisors’un kendi benliğini kav
ramasıyla başkasının benliğini kavraması aynı şeyler de
ğildi — aynı yöntemler kullanılmadığı için herhalde. Bu
nun duyu organlarıyla bir ilgisi yoktu. Her şeye burnunu
sokan bilinciyle herkesten daha çok kendisine ait olan
bir ortama sızdığını, kimsenin ulaşamayacağı mutlak bir
yalnızlığa gömüleceğini kaygıyla hissediyordu. Bir an
ölümden asıl bunun kaçması gerektiğini duydu. Yeni bir
afyon topağı daha hazırlayan elleri hafifçe titriyordu.
Öylesine kaçınılmazdı ki yalnızlığı, K iyo’ya olan sevgisi
bile onu bundan kurtaramıyordu. Ama kurtulmanın
tek yolu başka bir benliğe kaçmak değildi. Bir yol daha
vardı: Afyon.
Arka arkaya beş topak. Yıllardan beri bu dozla ye
tiniyordu. Ama zorlukla ve kimi zaman da acıyla katla
nıyordu işi bu kadarla kesmeye. Piponun kömürünü ka
zıdı, elinin gölgesi duvardan tavana sıçradı. Lambayı bir
kaç santimetre öteye itti, gölgenin çevre çizgileri silindi.
Eşyalar da silikleşiyordu: Biçim değiştirmiyor, ancak ar
tık onun ayırt edemeyeceği bir hal alıyor, bildik bir ev
renin derinliklerinden ona ulaşıyorlardı. Hoşgörülü bir
kayıtsızlık her şeyi birbirine karıştırıyordu. Bu, ötekin
den daha gerçek bir dünyaydı. Çünkü, değişmiyor ve ken
disine ötekinden daha çok benziyordu. Bir dost kadar
güven verici, hoşgörülü ve yeniden bulunan bir dünya:
Biçimler, anılar, fikirler; her şey özgür bir . evrene ağır
ağır dalıyordu. Bir eylül gününü anımsadı. Öğleden son
raydı. Gökyüzünün kusursuz griliği, geniş nilüfer tarla
larının arasındaki boşluklarda, bir gölün sularını süt ren
gine boyuyordu. Terkedilmiş bir pagodun çatısındaki eğ
ri büğrü saçaklardan kederli ve görkemli ufka dek, her
yerden, şatafatlı bir melankoliye gömülmüş bir alem
uzanıyordu ona. Elinde çıngırağıyla — fakat sallamıyordu
çıngırağı— bir rahip kutsal evini toz-toprağa, yanmakta
olan ağaçların hoş kokusuna bırakmış, pagodun parmak
lığına yaslanmış duruyordu. Nilüfer tohumlarını topla
yan köylüler, çıt çıkarmadan, kayıklarıyla önünden ge
çiyorlardı: Çiçek tarlalarının sonunda, dümenin her iki
yanında uzun su kıvrımları oluştu ve daha sonra salı
narak, kurşuni suda kayboldular. Ve bunlar şimdi, dün
yanın tüm bitkinliğini de alıp götürerek yeniden yitip
gidiyorlardı. Afyonun olağanüstü bir duruluğa ulaştığı,
kimsenin yakınmadığı bir bitkinlikti bu. Gözlerini yum
muş, kocaman ve kımıltısız kanatlar üzerinde, Gisors,
yalnızlığın tadını çıkarıyordu: Tanrısallığa ulaşan bu
yalnızlık, sonsuzluğa dek genişleyen bu çizgisel huzur izi,
ölümün derinliklerini ağır ağır örtüyordu.
İKİNCİ BÖLÜM
22 MART 1927
i
«Günaydın Martial; ne haber var?»
«Hükümet demiryolunu koruyabilmek için binlerce
adamı seferber etmek zorunda. Bilirsiniz, bizimkisi gibi
bir polise sahip olmadan bütün bir ülkeye karşı konula
maz. Hükümetin güvenebileceği tek şey zırhlı tren ve
içindeki işlerinin ehli beyaz Ruslardır... Bu pek ciddi bir
şey bakın...»
«Bir azınlığın içinde bile daima bir sersemler çoğun
luğu vardır... Her neyse oldu diyelim...»
«Her şey cepheye bağlı. Burada ayaklanmaya kalkı
şacaklar, ama sanırım pişman olacaklar: Çok az silahla
rı var çünkü.»
Ferral’in dinleyip beklemekten başka işi yoktu o an
da, ve bu onun hayatta en nefret ettiği şeydi. Anglo-Sak-
son ve Japon grup şeflerinin, kendisinin, kimi konsolos
lukların ayrıcalık bölgelerindeki büyük otelleri doldurup
taşıran aracılarla yapılan görüşmeler hep sonuçsuz kal
mıştı... Kimbilir, belki bu akşam.
Şanghay devrimci ordunun eline geçerse, Kuomin-
tang’ın artık demokrasi ile komünizm arasında bir seçim
yapması gerekecekdi. Demokrasiler her zaman için iyi
müşteridirler. Ve bir şirket anlaşmalara dayanmadan da
iyi kârlar elde edebilir. Buna karşılık, kent sovyetleşe-
cek olursa Fransa —Asya Konsorsiyumu— ve onunla blr-
likde Şanghay’daki bütün Fransız ticareti— batacaktı.
Ferral büyük devletlerin, İngiltere’nin daha önce Han-
Keu’da yaptığı gibi, uyruklarını yüzüstü bırakacağım dü
şündü. İlk amacı, kentin ordu gelmeden önce düşmeme
si ve böylece komünistlerin kendi başlarına bir şey ya
pamamaları idi.
«Zırhlı trenden başka, Martial, daha kaç asker var?»
«Polisin iki bin adamı ve bir piyade tugayı, Mösyö
Ferral.»
«Ve gevezelikden başka bir şey yapabilecek kaç dev
rimci çıkar?»
«Ancak birkaç yüz silahlı, belki. Öbürleri için ko
nuşmaya bile değmez. Unutmayın burada askerlik hiz
meti olmadığından, tüfek kullanmayı bilmezler. Kom ü
nistleri de sayarsak, bu adamların sayısı şubatta iki-üç
bin kadardı... Kuşkusuz biraz daha artmış olmalılar
şimdi.»
Ama Şubat’ta hükümet ordusu yok edilmemişdi.
«Acaba kaç kişi İzleyecek onları?» diye ekledi Mar-
İnsanlık Durumu / F : 5 65
tial. «Fakat, görüyorsunuz ya Mösyö Ferral bu şekilde
bir yere varamıyoruz. Şeflerin, psikolojisini bilmek ge
rek. Askerlerinkini azçok biliyoruz ama, ne de olsa Çinli
işte...»
Kimi zaman pek ender olarak Ferral müdüre şu an
da baktığı gibi bakardı: Bu onu susturmaya yeterliydi.
Küçültücü, ya da kızgın olmaktan çok yargılayıcı bir ba
kıştı bu. Ferral sert ve biraz mekanik bir sesle «Daha
çok sürecek mi bu?» demiyordu, ama, demeye getiriyor
du. Martial’in hafiyelerinden topladığı bilgileri kendi
zekasına mal etmesine dayanamıyordu.
Martial eğer cesaret edebilseydi «Size ne bundan?»
yanıtını verirdi. Ancak, Ferral’in hükmü altındaydı ve
onunla ilişkileri karşı koyamayacağı birtakım emirlerle
saptanmıştı. Ferral’in iç otoritesi kendisininkinden çok
daha genişti. Ama yine de, bu küstah umursamazlığa,
böyle bir makine durumuna indirilmesine, salt bilgi ilet
mek için değil de, bir kişi olarak konuşmak istediği za
man boşverilmeye dayanamıyordu... Şanghay’a görevli
gelen parlamenterler ona Ferral’in düşmesinden önce
Meclis Komisyonlarındaki görevinden söz etmişlerdi.
Söylevlerine bir açıklık, bir güç veren niteliklerini top
lantılarda öyle bir şekilde kullanıyordu ki, meslekdaşla-
rı kendisinden her yıl biraz daha nefret ediyorlardı. On
ların varlıklarını reddetmek için kullandığı eşsiz bir ye
teneği vardı. Oysaki, bir Jaures, bir Briand onlara ço
ğunlukla adamakıllı yoksun oldukları özel bir yaşam
sunarlar, her birine ayrı ayrı çağrıda bulunmuş gibi, on
ları ikna etmek istermiş gibi, insanlar ve yaşam üzerine
ortak bir deneyin kendilerini birleştireceği bir suç or
taklığına sürüklermişçesine düşsel davranırlardı. Ferral
olaylardan oluşan bir yapı kurar, ve sözlerini «...bu ko
şullar altında, baylar, açıkça saçmadır ki...» diye biti
rirdi. Ya onları dize getirir ya da yenilgiyi kabul ederdi...
«Hiçbir şey değişmedi» diye düşündü Martial.
«Ya Han-Keu’dan ne haber var?» diye sordu Ferral.
«Bu gece oradan haber aldık. Tam 220.000 işsiz var
orada, yani bir yeni kızıl ordu kuracak kadar.»
Ferral’in denetlediği şirketlerden üçünün stokları
haftalardan beri büyük rıhtımın yanında çürüyordu.
Kuliler her türlü taşımayı reddediyorlardı.
«Çang—Kay—Şek ile komünistlerin ilişkilerinden ne-
gibi haberler var?»
«İşte son söylevi burada,» diye yanıtladı Martial.
«Fakat ben şahsen söylevlere hiç inanmam.»
«Ben inanırım. Hiç olmazsa buna... Neyse önemi
yok.»
Telefon çaldı. Martial açtı:
«Sizi arıyorlar, Mösyö Ferral...»
Ferral masanın üzerine oturdu.
«Alo, alo evet...»
« ...... »
«Yardım ediyor gibi görünüyor ama, aslında size
oyun oynuyor. Büyük devletlerin işe karışmalarına kar
şı, bunu biliyorum. Asıl söz konusu olan, ona cinsi sapık
diye mi, yoksa karşı taraftan para alıyor diye mi saldır
mak daha iyi olur sorusuna yanıt bulmak. Hepsi bu ka
dar.»
« ....... »
«Elbette ne sapık ne de para alıyor. Hem sonra, iş
arkadaşlarının beni, birisini gerçekten sahip olduğu cin
sel bozukluğu yüzünden eleştirecek yaratılışta sanmala
rını da hiç istemem hani... Beni ahlakçı mı sandın sen?
Haydi hoşçakal!.»
Martial ona bir şey sormaya cesaret edemiyordu.
Oysa Ferral’in planlarından kendisine söz etmemesini,
Uluslararası Ticaret Odasının en etkin üyeleri ile yaptı
ğı gizli görüşmelerden ne beklediğini söylememesini hem
aşağılatıcı bir şey hem de bir hafiflik olarak görüyordu.
Ama, her ne kadar, bir polis müdürü için ne yaptığını
bilememek cansıkıcı olsa da, işini yitirmek daha da sıkı
cıdır. Oysa Ferral, bir aile toplantısındaymışçasına, Cum
huriyet Devrinde doğmuştu. Belleği Renan, Berthelot,
Victor Hugo gibi yaşlı beylerin iyilik dolu yüzleri ile do
luydu. Tanınmış bir avukatın oğlu idi. 27 yaşında tarih
profesörü olmuş, 29’unda bütün Fransa tarihini ilk kez
olarak derleyen bir kurulun başında bulunmuşdu. Poin-
care’nin, Barthou’nun 40 yaşlarında,n önce bakan olma
larına olanak tanıyan bir devirden yararlanarak çok
genç yaşta Meclise girmişti. Şimdi Fransa — Asya K on
sorsiyumunda başkan olan Ferral, siyasal düşüşüne kar
şın Şanghay’a hâlâ —üstelik arkadaşı da olan— Fransız
Genel konsolosundan daha geniş bir güç ve saygınlık
sahibiydi...
Bu nedenle Müdür ona karşı saygılı bir içtenlik du
yuyordu. Söylevi uzattı:
«Hepsi hepsi 18 milyon kuruş harcadım ve beş ayda
altı eyalet ele geçirdim. Hoşnut olmayanlar, dilerlerse,
gitsinler benim kadar başarılı ve benim kadar az harca
yan başka bir başkan bulsunlar kendilerine.»
«Şanghay alınırsa para sorununun ortadan kalka
cağı açıkça ortada,» dedi Ferral. «Gümrükler ona ayda
7 milyon kuruştan fazla gelir getirecek; yaklaşık olarak
ordunun açığını kapatmaya gerekli olan kadar yani.»
«Evet ama, Moskova’nın siyasal komiserlere Şang
hay önlerinde kendi özel birliklerini yendirmek emrini
verdiği söyleniyor. Bu durumda buradaki başkaldırma
kötü bitecek demektir.»
«Bu emirlerin anlamı ne?»
«Çan—Kay— Şek’i yenilgiye uğratıp, saygınlığını yık
mak. Böylece yerine komünist bir komutan geçirilecek,
Şanghay’ı'd a alma onuru ona ait olacak. Bu saldırının
H a n -K eu ’daki Merkez Komitesinin onayı alınmadan
başlatıldığı kesin gibi. Aynı kaynaklar Kızıl Kurmayının
bu yönteme karşı çıktığını belirtiyorlar.
Ferral, pek inanmamasına karşın, ilgilenmişti. Söy
levi okumayı sürdürdü:
«Üyelerinden birçoğunun kaybolması nedeni ile çok
eksik durumda olan H a n -K eu Merkez Yürütme Kom i
tesi hâlâ kendisinin Kuomintang Partisinin en üst ma
kamı olduğu iddiasında. Sun - Yat - Sen’in komünistleri
partiye yardımcı olmaları amacı ile kabul ettiğini bili
yorum. Onlara karşı hiçbir şey yapmış değilim. Hatta
çoğu zaman çalışma güçlerine hayran kaldım. Fakat
şimdi, yardımcılıkla yetinmek yerine, yönetici gibi dav
ranıyor, Parti’yi küstahlık ve şiddet ile yönetmek istiyor
lar. Kendilerini, Partiye kabul edildikleri zaman sapta
nanları aşan bu aşın iddialara karşı duracağım konu
sunda uyarırım...»
Çang’ı kullanmak mümkün duruma geliyordu. Şim
diki hükümetin — o da ordunun hezimeti ile yitirilen—
gücünden ve devrimi ordunun içindeki komünistlerin
burjuvaziye saldıkları korkudan başka hiçbir anlamı kal
mamıştı. Bu hükümetin sürdürülmesinde çok az kimse
nin çıkarı bulunmaktaydı. Çang’m arkasında ise muzaf
fer bir ordu ve bütün bir Çin küçük burjuvazisi vardı.
Yüksek bir sesle sordu:
«Başka bir şey yok mu?»
«Yok. Mösyö Ferral.»
«Teşekkür ederim.»
Merdivenlerden indi. Yarı yolda spor bir tayyör giy
miş, görkemli ve donuk yüzlü bir kumral Minerva’ya
rastladı. KafkasyalI bir Rus kadınıydı bu, Martial’in
metresi olduğu söyleniyordu. «Zevk anında yüzünün ne
duruma geldiğini görmek isterdim ben senin...» diye dü
şündü.
«Pardon, Madam.»
Eğilerek kadının yanından geçti, arabasına bindi.
Bu kez akıntıya karşı kalabalığın içine daldı. Bu göçün
kuvveti ve istilâların önlerinde yarattıkları binlerce yıl
lık kaynaşmanın karşısında, klakson güçsüzdü, boşuna
ötüyordu. Sırıklarının uçlarında kefeleri ile teraziyi an
dıran, çılgınlar gibi koşuşan küçük esnaflar, arabalar,
Tang Hanedanından kalma arabalar, sakatlar, kuş ka
fesleri. Ferral kaygıyla içeriye bakan bütün bu gözlerin
ters yönünde ilerliyordu. Eğer bu avare yaşam bitecek
se, bu gürültünün, gelip arabanın ön camına vuran bu
şaşkın umutsuzluğun içinde bitseydi keşke... Nasıl, ya
ralanmış olsaydı yaşamın anlamı üzerine düşünecektiy-
se, işlerinin bu durumu karşısında onları düşünüyordu
ve kendisinin zayıf noktasını duyuyordu. Bu uğraşı pek
isteyerek seçmemişti. Hindiçini’ndeki üretime yeni tüke
tim pazarlan bulabilmek için Çin’deki bu işleri kurmak
zcrunda kalmıştı. Burada bekleyerek, bir oyun içinde za
man kazanıyordu. Amacı Fransa idi ve daha fazla bek
leyemezdi artık.
En büyük güçsüzlüğü ortada devletin olmayışından
geliyordu. Böylesine geniş işlerin gelişmesi, hükümetler
den ayrı düşünülemezdi. Gençliğinden beri sürekli olarak
hükümetler için çalışmıştı. Henüz Meclis’teyken Fransa
devletine elektrik malzemesi üreten Elektrik Cihazları ve
Enerji Kurumu’nun başkanıydı. Daha sonra Buenos Ai
res limanının geliştirilmesini örgütlemişti. Komisyon al
mayı reddedip, siparişleri kabul eden gururlu bir dürüst
lüğü vardı. Düşüşünden sonra, gereksinim duyduğu para
yı Asya sömürgelerinden bulmayı ummuştu. Çünkü ye
niden oyun oynamak değil de oyunun kurallarını değiş
tirmek istiyordu artık. Fransa’nın güçlü sermaye grup
larından birinin başında bulunan Ferral, Nakit İşleri,
Genel Müdürü olan kardeşinin yüksek mevkiine daya
narak Hindiçini Genel Yönetimine 400 milyonluk bayın
dırlık işleri yaptırmayı kabul ettirmişti. Rakipleri bile
onun Fransa’dan ayrılmasına yardım ettiklerine pek üz
gün değildiler hani. Cumhuriyet Hükümeti en yüksek
memurlarından birisine bu uygarlık getirici programın
gerçekleştirilmesi işini vermemezlik edemezdi. Programın
gerçekleştirilmesi çok sıkı bir şekilde oldu. Dalaverenin
laubalice egemen olduğu bu ülkede şaşkınlık uyandırdı
bu durum. Ferral işini iyi biliyordu. Bir iyilik asla boşa
gitmez; grup Hindiçini’nin sanayileştirilmesi işini de al
dı. Yavaş yavaş ortaya, emlak ve tarım alanlarında iki
kredi kurumu ve kauçuk, tropikal ürünler, pamuk, şe
ker üretiminde bulunan dört tarım şirketi çıktı. Bu şir
ketler aynı zamanda hammaddelerin ilk işlenmelerini de
yönetiyorlardı. Ayrıca; kömür, fosfat ve altın madenle
rini işleten üç maden şirketi, bunlara ek olarak tuzlala
rın işletilmesi; aydınlatma, enerji, elektrik ,camcılık, kâ
ğıtçılık ve basımcılık dallarında beş sanayi şirketi ve
tramvay, romörkör ve mavna işlerini yürüten üç ulaş
tırma şirketi vardı. Merkezde ise, bütün bu çabaların,
nefretin ve yazışmaların kraliçesi; büyük kârlarla ya
şamlarını sürdüren bütün bu kardeş şirketlerin anası
veya ebesi Bayındırlık İşleri Şirketi bulunuyordu.
Şirket, Merkez — Annam demiryolu yapımını da
ele geçirmeyi başardı. Bu demiryolu —ne hikmetse—
Ferral grubunun ayrıcalık bölgelerinden geçiyordu çoğun
lukla. Yönetim kurulu ikinci başkanı kendisine «Hiç de
kötü gitmiyor işler» dediği zaman, Ferral susardı. Mil
yonları üst üste yığar, üzerine çıkıp Paris’i denetleyece
ği merdiveni kurardı.
Her cebinde ayrı bir Çin Şirketinin tasarısı ile bile,
aklı sürekli olarak Paris’deydi. Havas ajansını satın ala
bilmeye veya onu kullanabilmeye yetecek güçle Fransa’
ya dönmek, siyasal yaşama yeniden atılmak, ihtiyatlıca
ilerleyerek bakanlığa geçip, bakanlar kurulu ile satın
alınmış kamuoyunu parlamentoya karşı birleştirmek; iş
te iktidar buradaydı... Ama bugün artık bu düşleri ak
lına getirmiyordu. Hindiçini’nindeki büyük yatırımları
nın böylesine genişlemesi Ferral grubunu Yang . Tse hav
zasında ticari girişimlere zorlamıştı. Çang - Kay - Şek
ihtilâlci ordusuyla Şanghay üzerine yürüyordu, gittikçe
yoğunlaşan kalabalık ise otomobilin kapılarına yapışmak
taydı. Çin’de, Fransa - Asya Konsorsiyumu’nun sahip ol
duğu ya da yönettiği şirketler içinde durumdan zarar
görmeyen yoktu: Hong - Kong’daki yapım şirketleri de
niz ulaşımının güvensiz hale gelmesinden; bayındırlık,
inşaat, elektrik, sigorta şirketleri, bankalar savaştan ya
da komünist tehdidinden zarar görmüşlerdi. İthal ettik
leri mallar Hong - Kong’da, Şanghay’da depolarda yatı
yor, ihraç ettikleri mallar ise Han - Keu depolarında, ba
zen de rıhtımda kalıyordu.
Araba durdu. Sessizlik — aslında Çinli kalabalık en
gürültücü kalabalıklardandır— sanki dünyanın sonunu
bildiriyordu. Bir top sesi. İhtilâlci ordu bunca yakında
mıydı? Hayır. Bu öğle zamanını haber veren toptu. K a
labalık açıldı; araba hareket etmedi, Ferral ses borusu
ile şoföre seslendi. Yanıt gelmedi: Artık ne şoför, ne de
uşak vardı.
Kalabalığın ağır ağır çevresinde döndüğü hareketsiz
arabanın içinde şaşkın ve hareketsiz kalakaldı. En yakın
dükkancı omzunda koca bir kepenk ile dışarıya çıktı. Az
kalsın ön camını kırıyordu arabanın. Dükkanını kapa
tıyordu. Sağda, solda, karşıda başka dükkancılar, başka
zanaatkarlar omuzlarında, yazı dolu, kepenkleriyle dışa
rı çıktılar. Genel grev başlıyordu.
Destan gibi ve hüzünlü bir biçimde yavaş yavaş baş
layan Hong - Kong grevi değildi bu. Bir ordunun m a
nevrası idi. Göz alabildiğine uzaklıkta hiçbir açık dük
kan görülmüyordu. Hemen gitmek gerekiyordu. Araba
dan indi, bir çek-çek çağırdı. Kuli ona yanıt bile verme
di, uzun adımlarla arabalığına doğru koşuyordu. Ferral
terkedilmiş arabası ile yolun üzerinde yalnız kalmıştı,
neredeyse yapayalnızdı. Kalabalık evlere doğru sokul
maya başlamıştı «Ağır makinelilerden korkuyorlar» diye
düşündü. Çocuklar oyunlarım bırakmışlar, kaldırımlar
daki itiş kakışın içinde, bacaklar arasından kaçışıyorlar
dı. Böceklerle tıkabasa dolu bir ormanın sessizliğini an
dıran, hem çok yakın, hem çok uzak yaşamlarla dolu bir
sessizlikti bu... Bir savaş gemisinin düdük sesi yükseldi
ve sonra eridi. Ferral, elleri cebinde, omuzlan ve çene
si ileriye uzanmış, elinden geldiğince hızlı evine doğru
yürüyordu. Sönen düdük sesinden bir oktav daha yüksek
bir sesle iki canavar düdüğü birden ötmeye başladı. Ses
sizliğe bürünmüş koca bir hayvan yaklaştığını bildiri
yordu sanki böylece. Bütün kent pusudaydı.
ÖĞLEDEN SONRA. SAAT BİR.
İnsanlık Durumu / F: 6 81
haykırışlar yükseldi, hayır bunlar biraz önceki haykırış
lar değildi, kesik kesik ölüm ulumaları, daha dinmemiş
bir acının canlanmasıydılar. Üçüncü bombasını savurdu
adam: Yine ıskaladı.
Kamyonla getirilmiş adamlardan biriydi bu. Patla
manın savurduğu parçalardan sakınarak, ustaca geriye
çekildi. Bir kez daha eğildi, kolu dördüncü bomba için
havalandı. Onun arkasından Çen’in adamlarından biri
iniyordu. Adamın kalkık kolu inemedi: Bütün vücudu
dehşetli bir gülle ile biçilmiş gibiydi. Kaldırımın üstün
de büyük bir patlama oldu. Yükselen dumana karşın du
varın üstünde bir metreye yakın bir kan lekesi belirdi.
Duman çekildi: Duvar yer yer kan ve et parçalarıyla
bezenmişti. Arkadan gelen devrimci dayandığı yeri elin
den kaçırınca bütün ağırlığı ile damda kaymış, birinci
yi de sürüklemişti. İkisi de bombalarının üstüne düşmüş
lerdi ve elbombalarınm emniyetleri açıktı.
Solda, damın öbür yanında her iki gruptan —yani
Kuomintang burjuvalarından ve komünist işçilerden—
adamlar ihtiyatla ilerliyorlardı. Düşüş karşısında dura-
ladılar. Şimdi yine çok yavaşça inmekteydiler. Şubat
ayaklanması çok gaddarca bastırılmış olduğundan ayak
lanma gözüpek insanlardan yoksundu. Sağdan başka
adamlar yaklaşıyorlardı. Çen aşağıdan «zincir yapın!»
diye bağırdı. Karakolun hemen yanındaki devrimciler
yinelediler bu çağrıyı. Adamlar el ele tutuştular. En üst
teki, damın tepesindeki iri ve sağlam bir ejderha hey
keline doladı kolunu. Elbombası atışı yeniden başladı.
Kuşatılanlar karşılık veremiyorlardı.
Beş dakika içinde, nişan alman iki pencereden içe
riye üç bomba girmişti. Bir başkası saçağı havaya uçur
du. Yalnız ortadaki pencere isabet almamıştı. «Ortaya»
diye bağırdı subay. Çen ona baktı: Bu adam buyruk ver
mekten, mükemmel bir spor yaparcasına zevk alıyordu.
Kendisini korumuyordu bile. Hiç kuşkusuz yürelcl; biriy
di ama adamlarına bağlı değildi. Çen kendi adamlarına
bağlıydı ama, yeterince değil.
Yeterince değil.
Subayın yanından ayrıldı. Kuşatılanların atış menzi
linin dışından dolaşarak sokağın öbür yakasına geçti,
dama ulaştı. Tepeye sarılmış olan adam güçsüz düşmüş
tü. Onun yerine geçti. Yaralı kolunu bu çimentodan e j
derhaya doladı, sağ eliyle de zincirin ilk adamını tuttu.
Yalnızlığından kurtulamıyordu. Kayan üç adamın kolu
na binen ağırlıkları göğsünün içinden bir ok gibi geçi
yordu. Elbombaları, artık ateş edilmeyen karakolun için
de patlıyordu. «Tavanarası bizi koruyor ama uzun sür
mez, tavan uçar» diye düşündü. Böyle ölümle burun bu
runa olmasına, onu parçalayan bu kardeşçe ağırlığa kar
şın, onlardan biri değildi o. «Kan bile boşuna mı yoksa?»
Aşağıdan subay bir şey anlamadan bakıyordu ona.
Çen’in arkasından çıkan adamlardan biri onun yerine
geçti.
«İyi ben de bomba atarım.»
Bu vücut zincirini ona bıraktı. Bitkinleşen kasların
dan sınırsız bir umutsuzluk yüKselmekteydi. Baykuş gibi
uzun, ince gözlü yüzü hareketsizdi. Birden şaşırdı: Bur
nunun yanından bir damla gözyaşı akıyordu. «Sinirden»
diye düşündü. Cebinden bir elbombası çıkardı. Zincirde
ki adamların kollarına asılarak inmeye başladı. Fakat
biraz önce zinciri tutabilmek için harcadığı gücün zorla
masından sonra, kolları artık tutmuyormuş gibi geliyor
du ona. Zincir, damın sonundaki çevre eüslerine daya
nıyordu. Oradan ortadaki pencereye ulaşmak hemen he
men olanaksızdı. Çen damın hizasına gelince bombayı
atan adamın kolunu bıraktı, önce adamın bacağına, son
ra da yağmur oluğuna sarıldı. Dikey borudan aşağıya
kaydı. Pencere dokunabilmek için çok uzak, fakat bom
bayı savurmak için pek yakındaydı. Arkadaşları kımıl
damıyorlardı artık. İlk katın üzerindeki bir çıkıntı du
rabilmesini sağladı. Yarasının bu kadar az sızlaması onu
şaşırtıyordu. Sol eliyle yağmur oluğunu kenetleyen bir
demiri tutup, elbombasını şöyle bir tarttı. Emniyeti açık-
t' bombanın. «Altıma, sokağa düşerse işim tamam ...»
Durumu elverdiğince hızla fırlattı bombayı: Bomba içe
ri girdi ve patladı.
Aşağıda, silah sesleri yeniden başlamıştı.
Son odadan kaçmak zorunda kalan polisler kork
muş körler gibi, rasgele ateş ederek karakolun açık ka
pısından dışarıya çıkıyorlardı. Damlardan, sundurmalar
dan, pencerelerden devrimciler ateş açıyorlardı. Vücut
lar birbiri ardına düşüyorlardı. Önceleri çoktular, sonra
gitgide azaldılar.
Ateş kesildi. Çen yağmur borusuna asılarak aşağıya
indi. Ayaklarını göremiyordu, bir vücudun üstüne atladı.
Subay karakola giriyordu. Çen, cebinden atmadığı
elbombasını çıkarıp onu izledi. Her adımda daha deh
şetle yaralıların iniltilerinin durmuş olduğunun bilincine
varıyordu. Nöbetçi odasında ölüden başka bir şey yok
tu. Yaralılar yanıp kömür olmuşlardı. İkinci katta, yine
ölüler ve birkaç da yaralı.
«Şimdi, Güney Garına. Haydi,» dedi subay. «Bütün
tüfekleri alalım, öteki gurupların ihtiyaçları olacak.» Si
lahlar kamyona taşındı. Bütün silahlar toplanınca adam
lar da arabaya atladılar. Ayakta, tıkış tıkış motor kapa
ğının üstüne oturmuş, çamurluklara yapışmış, arkaya
asılmışlardı. Geriye kalanlar koşar adımla küçük sokak
lardan yola çıktılar. Bomboş yolun ortasında bırakılmış
büyük kan lekesi açıklanması olanaksız gibiydi. Kamyon
tıklım tıklım insan dolu ve çıkardığı teneke gürültüsü
ile Güney Garına doğru, köşede görünmez oldu.
Çok geçmeden durmak zorunda kaldılar. Yol dört
beygir leşi ve silahları çoktan alınmış üç ölü yüzünden
tıkanmıştı. Bunlar Çen’in sabahleyin gördüğü atlılardan
dı. İlk zırhlı araba tam zamanında gelmişti. Yerde cam
kırıkları vardı, ama fırça sakallı, inleyip duran bir yaş
lı Çinli’den başka kimse yoktu. Çen yaklaşır yaklaşmaz
Çinli açık bir sesle konuştu:
«Haksız ve çok acıklı bir şey bu. Dört tane, dört
tane. Yazık.»
«Üç tane yalnız,» dedi Çen.
«Dört tane. Yazık.»
Çen yeniden bakındı çevresine: Bu ölgün evlerin ve
ağır göğün altında yalnız üç tane ceset vardı. Birisi
rasgele atılmış gibiydi, yan yatmıştı. Öbür ikisi de yüzü
koyun yatıyordu.
«Atlardan söz ediyorum,» dedi yaşlı adam, tiksinti
ve kuşkuyla.
Çen’in eli tabancasmdaydı.
«Ben adamlardan. Atlardan biri senin miydi?»
Bu sabah el koymuş olmalıydılar onlara, kuşkusuz.
«Hayır, ama arabacıydım ben. Hayvandan anlarım
ben. Dördü de öldürüldü. Hem de hiç yoktan.»
Şoför söze karıştı:
«Hiç yoktan mı?»
«Zaman yitirmeyelim,» dedi Çen.
İki adamın yardımıyla atları yana çekti. Kamyon
geçti. Yolun sonunda, Çen çamurluklardan birinin üstü
ne oturmuş, geriye baktı: Yaşlı adam hâlâ cesetlerin
arasındaydı, kuşkusuz inliyordu. Kurşuni sokak da k ar
karaydı.
SAAT BEŞ.
İnsanlık Durumu / F: 7 97
En çok komünistin bulunduğu 1. Tümenden bir erdi
bu. Kiyo onu sorguya çekti. Adamın canı sıkkındı. Enter
nasyonal ne işe yarar diye soruyordu herkes Her şey
Kuomintang’ın burjuvazisine verilmişti. Askerlerin hı
sımlarının hemen hemen hepsi köylüydü, ve savaş har
camaları için çok ağır paylar ödemek zorunda bırakıl
mışlardı. Oysaki burjuvazi çok daha küçük bir pay öde
mişti. Toprakları almak istedikleri zaman ise, yukardan
gönderilen buyruklarla yasaklanıyordu bu. Şanghay’ın
alınışı bütün bunları değiştirecek diye düşünüyordu ko
münist askerler, ama o pek emin değildi hani. Birtakım
kötü kanıtlar öne sürüyordu ama içlerinden daha iyile
rini çıkartmak kolaydı. Şanghay’da Kızıl Muhafızların ve
İşçi Milislerinin kurulacağını söyledi Kiyo. Han-Keu’da
200.000’ü aşkın işsiz vardı. İkisi de dakika başında duru
yor ve dışarıyı dinliyorlardı.
«Evet Han-Keu,» dedi adam, «Biliyorum Han-Keu
var.»
Boğuk boğuk sesleri sanki yanı başlarında kalıveri-
yorlarmış gibiydi. Sesleri tutan ürpertili havada sanki
tcpun sesini bekliyordu. İkisi de Han-Keu’yu, «Bütün Çin’
in en çok sanayileşmiş kentini», düşünüyorlardı. Orada
Kızıl Ordu kuruluyordu. Şu anda bile orada işçi birlikle
ri tüfek kullanmayı öğreniyorlardı.
Çen bacaklarını açmış, yumruklarını dizlerinde, ağzı
açık, gelen evraklara bakıyordu. Hiçbir şey demiyordu.
«Her şey Şanghay Valisine bağlı olacas,» diye sürdür
dü Kiyo. «Bizden olursa çoğunluğun bir önemi yok, ama
sağcıysa eğer...»
Çen saatine baktı. Bu saatçi dükkanında kimi kurul
muş kimi durmuş otuz kadar saat vardı ve hepsi değişik
bir saati gösteriyorlardı. Sık sık açılan yaylım ateşleri
bir çığ gibi birbirlerine ekleniyorlardı. Çen dışarıya bak
maya çekindi. Gözlerini, bu devrimden bile etkilenme
yen saat hareketleri evreninden ayıramıyordu. Giden ha
bercilerin hareketi onu uyandırdı, sonunda kendi saa
tine bakmaya karar verdi.
«Saat dört öğrenebiliriz.»
Sahra telefonunu açtı, çok öfkeli bir şekilde kapattı.
K iyo’ya döndü:
«Vali sağcıymış.»
«Devrimi önce yaymak sonra derinleştirmek,» yanıtınr
verdi Kiyo. Bu yanıttan çok bir soruydu. «Enternasyonal"
in çizgisi burada iktidarı burjuvaziye vermek gibi görü
nüyor. Geçici olarak... Biz zararlı çıkacağız. Cepheden
gelen kağıtları gördüm: Her türlü işçi hareketi yasaklan
mış. Çang-Kay-Şek az çok ihtiyat önlemleri aldırıp grev
cilere ateş açtırmış...»
Bir güneş ışını girdi içeriye. Yukarıda açılan ha
vanın mavi gölgesi genişliyordu. Sokak güneşle doldu.
Yaylım ateşlere karşın, zırhlı tren bu ışığın altında ter
kedilmiş gibiydi. Yeniden ateş etti. Kiyo ile Çen onu şim
di daha az dikkatle gözlüyorlardı. Kimbilir belki düşman
onlara daha yakın bir yerdeydi, aralarındaydı belki. Çok
kaygılı olan Kiyo geçici güneş altında parıldayan kaldı
rıma dalgın dalgın bakıyordu. Büyük bir gölge uzandı
kaldırımda. Başını kaldırdı Kiyo: Katov’du bu.
«15 güne kalmaz,» diye sürdürdü Kiyo, «Kuomintang
bizim saldırı birliklerimizi yasaklar. Cepheden ağzımızı
aramak üzere gönderilmiş mavi subaylarla görüştüm ben.
Kurnazca imalarda bulundular, silahlar bizde değil de
onlarda durursa daha iyi olurmuş dediler. Amaçları işçi
sınıfını silahsızlandırmak. Polis, Komite, Vali, Ordu ve
silahlar onların elinde olacak ve biz ayaklanmayı bunun
için yapmış olacağız. Kuomintang’ı terketmeli, Komünist
Partisi’ni ayırmalıyız ve mümkün olursa iktidarı kendi
sine vermeliyiz. Söz konusu olan satranç oynamak değil,
bütün bu işlerde proletaryayı ciddi olarak düşünmek. Q-
na ne öğütleyeceğiz?»
Çen ince ve kirli ayaklarına bakıyordu, tahta kundu
ralar içinde çıplaktılar.
«İşçiler grev yapmakta haklılar. Onlara grevi dur
durmalarını buyuruyoruz. Köylüler toprakları almak is
tiyorlar, haklılar ,bunu yasaklıyoruz onlara.»
Uzun sözcüklerin üzerlerine basmadan konuşuyordu.
Kiyo, «Bizim sloganlarımız da Mavilerinkinin aynısı,»
diye sürdürdü konuşmasını, «ama biraz daha fazla vaad-
le. Ama Maviler burjuvalara vaad ettiklerini veriyorlar
ve biz işçilere vaat ettiklerimizi vermiyoruz.»
«Yeter,» dedi Çen, gözlerini bile kaldırmadan. «Önce
Çang-Kay-Şek’i öldürmek gerek.»
Katov sessizce dinliyordu hep, sonunda konuştu:
«Sonraki iş o. Şimdilik bizimkiler öldürülüyor. Evet.
Ve buna karşılık Kiyo, senin düşüncenin doğruluğundan
pek emin değilim. Devrim’in başlarında daha henüz bir
Devrimci Sosyalist’ken, hepimiz Lenin’in Ukrayna’daki
taktiğine karşıydık. Oradaki Komiser Antoııov maden sa
hiplerini tutuklatmış ve onar yıl küreğe mahkûm etmiş
ti. Duruşmasız filan, Çeka komiseri olma yetkisine daya
narak. Lenin onu kutladı. Biz hepimiz protesto ettik Bi
lirsiniz, gerçek birer sömürgendir bu maden sahipleri ve
birçoğumuz hükümlü olarak bu madenlere gönderilmiş
tik. İşte bu yüzden onlara karşı özellikle dürüst olmalı
yız diye düşünüyorduk. Oysa onları, serbest bıraksaydık
proletarya bu işden hiçbir şey anlamayacaktı. Lenin hak
lıydı. Adalet bizden yanaydı ama Lenin haklıydı Sonra
Çeka’nın olağanüstü iktidarına da karşıydık. Dikkat et
mek gerekir. Şimdiki slogan iyi, ’önce devrimi yaymak
sonra derinleştirmek’ Lenin de hemencecik ’Bütün iktidar
Sovyetlere’ demedi.»
«Fakat* hiçbir zaman ’İktidar Menşeviklere’ de de
medi. Hiçbir durum bizi silahlarımızı Mavilere vermek
zorunda bırakamaz. Hiçbir durum. Çünkü o zaman, yitip
gitmiş demektir. Ancak...»
Kısa boylu, dimdik, Japon’u andıran bir Kuomintang
subayı girdi içeri. Selamlaşmalar.
«Yarım saate kadar ordu burada olacak,» dedi subay,
«silahımız az bize kaç silah verebilirsiniz?»
Çen bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, Katov bekliyordu.
«İşçi milisleri silahlı kalmalı,» dedi Kiyo.
«İsteğimi Han-Keu hükümetiyle anlaşma halinde ya
pıyorum ben.»
Kiyo ile Çen gülümsediler.
«Bilgi almanızı rica ederim,» diye devam etti subay.
Kiyo telefonu açtı.
«Emir gelse bile...» diye başladı Çen. Kızgındı.
«İşler yolunda,» diye bağırdı Kiyo. Dinliyordu. K a
tov ikinci ahizeyi -aldı. İkisi birden kapattılar.
«İyi,» dedi Kiyo, «Yalnız, adamlar henüz cephede.»
Subay, «Topçu birazdan burada olacak. Bu işi de bi
tireceğiz» dedi ve güneşin altında yenilmiş duran zırhlı
treni göstererek, «Biz kendi başımıza,» diye ekledi. «Si
lahları birliklere yarın akşam teslim edebilir misiniz?
İvedi olarak ihtiyacımız var. Nankin’e doğru yürümeyi
sürdürüyoruz.»
Silahların yarısından fazlasını toplayabileceğimizi
pek sanmıyorum.
«Niye?»
«Komünistler silahlarını vermeyi kabul etmeyecekler.»
«Han-Keu’nun emrine karşın m ı?»
«Moskova’dan emir gelse bile... Hiç değilse hemen
vermezler.»
Subay son derece sinirlenmişti ya belli etmiyordu,
ama anlıyorlardı bunu.
«Elinizden geleni yapın siz. Saat 7’ye doğru birisini
gönderirim.»
Ve çıktı gitti.
Kiyo, Katov’a: «Sen silâhları vermek düşüncesinde
misin?» diye sordu.
«Anlamaya çalış. Her şeyden önce Han-Keu’ya git
mek gerek görüyorsun Enternasyonal ne istiyor? Önce
amaç Çin’i birleştirmek için Kuomintang ordusundan
yararlanmak. Sonra propaganda ve başka şeylerle bu
kendiliğinden Demokratik Devrim’den Sosyalist Devrime
geçecek olan devrimi geliştirmek.»
«Çang-Kay-Şek’i öldürmek gerek.»
«Çang-Kay-Şek bizim işi oralara dek vardırmamıza
izin vermeyecek zaten, karşılığını verdi Kiyo. İzin vere
mez. Burada ancak gümrükler ve burjuvanın yardımla
rıyla tutunabilir. Ve burjuvazi de boşuna para vermez:
Bu parayı komünistleri öldürerek ödeyecek.»
«Bütün bunlar,» dedi Çen, «boş sözler»
Katov, «Sen kapa çeneni artık, Çang-Kay-Şek’i Mer
kez Komitesinin hiç olmazsa Enternasyonal delegesinin
onayım almadan öldürmeye kalkışabileceğini sanmıyor
sun herhalde,» dedi.
Uzaktan gelen bir uğultu yavaş yavaş sessizliği dol
duruyordu.
Çen, K iyo’ya «Han-Keu’ya gidecek misin?» diye sordu.
«Elbette.»
Çen, sarkaçları sallanan guguklu saatlerin, çıngırak
lı saatlerin altında bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. So
nunda:
«Dediklerim çok basit,» dedi. «Önemli olan, yapıla
cak tek şey, söyle bunu onlara.»
«Bekleyecek misin?»
Kiyo biliyordu ki, eğer Çen kendisine yanıt verece
ğine, çekinirse, bu K atov’un onu ikna etmiş olmasından
filan değildi. Enternasyonal’in şimdiki emirlerinden h iç
birinin artık, onu devrimci yapmış olan tutkusunu doyu-
ramadığındandı yalnız. Eğer disipline uyarak bunları ka
bul etse bile eyleme geçemeyecekti artık. Kiyo, saatle
rin altında, bu kendisini ve başkalarım devrime kurban
sunmuş olan, ama belki bir gün devrimin cinayet anıla
rıyla birlikte yalnızlığın içine gerisin geriye göndereceği
düşman vücuda bakıyordu. Hem onlardandı, hem onla
ra karşıydı, ne onunla birleşebiliyor ne de ondan kopa
biliyordu. Silah arkadaşlığı altında, belki birazdan bir
likte saldıracakları zırhlı trene baktığı anda bile arala
rındaki bağın muhtemel kopuşunu seziyordu. Saralı ya
da deli bir dostun, hem de aklı en başında olduğu bir
anda, yaklaşan krizini sezmek gibi bir şeydi bu.
Çen yürümeye başlamıştı yine. Karşı çıkmak ister
mişçesine başını salladı, sonunda «İyi tamam,» dedi o-
muzlarını silkerek. Sanki Kiyo’nun küçük çocuk kap
risini tatmin etmiş gibiydi.
Uğultu yeniden geldi; bu kez daha güçlüydü; öyle
sine karıştı ki ne olduğunu anlayabilmek için çok dikkat
le dinlemek zorunda kaldılar. Yerden geliyormuş gibiydi.
«Hayır,» dedi Kiyo, «bağrışma bunlar.»
Yaklaşıyorlardı ve daha seçik bir hale geliyorlardı.
«Acaba Rus kilisesi mi alındı?» diye sordu Katov.
Birçok hükümetçi oraya çekilmişti. Fakat bağrış-
malar sanki kenar mahallelerden merkeze doğru geliyor-
larmışcasına yaklaşıyorlardı. Gittikçe artıyordu. Sözleri
anlamak olanaksızdı. Katov zırhlı trene baktı.
«Acaba onlara takviye mi geliyordu?»
Sözleri hâlâ anlaşılmayan bağrışmalar gittikçe daha
yakınlaşıyorlardı. Sanki çok önemli bir haber kalabalık
tan kalabalığa geçiyordu. Onların arasından bir başka
gürültü yer açtı kendisine: Adımların altında yer düz
günce sarsılıyordu.
«Ordu,» dedi Katov, «bizimkiler.»
Kuşkusuzdu. Bağırışmalar, alkışlardı. Fakat hâlâ kor
ku çığlıklarından ayırmak olanaksızdı. Kiyo, sel bas
kınının önüne kattığı insanların çığlıklarının böyle yak
laştığım işitmişti. Ayak sesleri dalga halinde değişti, son
ra yeniden başladı. Askerler durmuşlar ve sonra başka
bir yöne doğru yola çıkmışlardı.
«Zırhlı trenin burada olduğu söylendi onlara,» dedi
Kiyo.
Trendekiler bağırışmaları kuşkusuz onlardan daha az
işitebiliyorlardı ama adımların vuruşunu zırhların tınla
ması ile çok daha iyi işitiyorlardı.
Korkunç bir gürültü üçünü de şaşırttı. Tren her bir
topu, her bir makineli tüfeği ve her bir tüfeği ile ateş
açmıştı. Katov Sibirya’daki zırhlı trenlerin birisinde bu
lunmuştu, bu trenin can çekişmesini gözünün önüne ge
tirebiliyordu. Subaylar «Serbest ateş» emri vermiş olma
lıydılar. Kulelerin içinde, bir ellerinde telefon, ötekinde
tabanca, ne yapabilirlerdi? Her asker bu ayak seslerinin
ne olduğunu anlıyordu kesinlikle. Bir daha asla su üstü
ne çıkamayacak olan koca denizaltıda hep birlikde ölme
ye mi, yovsa birbirlerinin üzerlerine mi atılmaya hazır
lanıyorlardı acaba?
Trenin kendisi de kendinden geçmiş, çılgınlık için
de gibiydi. Her yana ateş açarak, çılgınlığıyla sarsılarak
raylarından kopmak ister gibiydi. Sanki barındırdığı
insanların umutsuz öfkeleri bu zincire vurulmuş zırhlara
geçmiş, o da çırpınmağa başlamıştı. Bütün bu karışık
lıkta Katov’u büyüleyen şey; trendeki adamların içine
baktıkları ölüm sarhoşluğu değil de, rayların bütün bu
haykırışları bir deli gömleği gibi tutan titreyişleriydi.
Felce uğramamış olduğunu göstermek için koluyla öne
doğru bir hareket yaptı. 30 saniye sonra bütün bu gü
rültü durdu. Adımların sağır sarsıntısının ve dükkandaki
bütün saatlerin tiktaklarmın üzerine ağır demirlerin çı
karttığı gürültüler yerleşti; Devrimci ordunun topçusuy-
du bu.
Trende, her zırhın ardında bir adam, bu sesi, ölüm
sesinin ta kendisiymişçesine dinliyordu...
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.
29 MART 1927
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
11 NİSAN 1927
SAAT BİR
SAAT ÜÇ.
SAAT ÜÇBUÇUK.
SAAT ALTI
SAAT ONBUÇUK.
BEŞİNCİ BÖLÜM
SAAT : 11.15
GECE YARISI.
SAAT BEŞ.
Nöbetçi:
«Geçici,» dedi.
Kiyo adi suçlular hapishanesinde tutulduğunu anladı.
Hapishaneye girdiğinden beri daha çevresine bile ba-
kamamıştı, korkunç kokuyla sersemlemişti. Burası bir
mezb ıha, bir kepek sergisi, dışkı gibi kokuyordu. Biraz
önce aştığı kapı, terkettiğine tıpatıp benzeyen bir kori
dora açılıyordu. Sağda ve solda yukardan aşağıya koca
man kereste parmaklıklar, tahta kafeslerin içinde ise in
sanlar vardı. Ortada, üzerinde, kısa saplı düz kayışlı, el
genişliğinde parmak kalınlığında bir silah: Kırbaç olan
masanın önünde gardiyan oturmuştu.
«Dur orada domuzun piçi,» dedi.
Adam, loşluğa alışmış, eşkalini yazıyordu. Kiyo’nun
başı hâlâ ağrıyordu. Hareketsiz durması ile bayılacakmış
sandı. Parmaklıklara sırtını dayadı.
Arkasından, «Nasıl, nasıl, nasılsınız?» diye haykırıh-
yordu.
Bir papağanmki gibi, titrek bir ses, ama bir insan
sesi. Bulunduğu yer adamın suratını seçebilmesi için çok
karanlıktı. Yalnızca boynuna pek de uzak olmayan par
maklıklara sarılmış parmakları görebiliyordu. Geride bir
sedire yatmış, ya dâ ayakta kaynaşan çok uzun gölgeler
görüyordu. İnsanlar, sanki solucanlar gibi...
Biraz uzaklaşarak:
«Daha iyi olabilirdim,» karşılığını verdi.
Gardiyan:
«Ağzının üstüne bir tokat yemek istemiyorsan ka
pat çeneni, eşşoğlueşşek,» dedi.
Kiyo «geçici» sözünü defalarca işitmişti, demek bu
rada uzun süre kalmayacaktı. Kaldırılabilecek her şeyi
kaldırmaya, küfürleri işitmemeye karar verdi. Önemli o-
lan buradan çıkmak .yeniden kavga içindeki yerini al
maktı.
Bununla birlikte, her insanın, tümüyle bağımlı ol
duğu kişi karşısında duyduğu aşağılanmışlık duygusunu
içinden kusmak gelirmişçesine, o da duymaktaydı. Ben
liğinden soyulup, sıyrılmış şu iğrenç, eli kırbaçlı gölge
karşısında acizdi.
Ses sordu yeniden:
«Nasıl, nasıl, nasılsınız?»
Gardiyan mutlu bir tavırla sol taraftaki parmaklık
ların orada bir kapı açtı. Kiyo ahıra girdi. Dipte, üzerin
de tek bir adamın yattığı bir sedir vardı.
Kapı yeniden kapandı.
Adam: «Siyasî mi?» diye sordu.
«Evet, ya siz?»
«Hayır. B in İmparator zamanında mandarindim.»
Kiyo loşluğa alışmaya başlıyordu. Aslında hemen he
men burunsuz ihtiyar beyaz bir kediye benzeyen, seyrek
bıyıklı sivri kulaklı bir adamdı.
«...kadın satıyorum. İşler yolunda gittiği zaman po
lise para veriyorum, onlar da beni rahat bırakıyorlar. İş
ler yolunda gitmediği zaman ise, parayı kendime saklı
yorum sanıp beni hapse atıyorlar. Ama işler yolunda git
mediği zaman, dışarda açlıktan öleceğime, içerde beslen
meyi yeğ tutarım...»
«Burada?»
«Bilirsiniz, insan her şeye alışır. Dışarda da yaşamım
o kadar iyi değil ki, benim gibi ihtiyar ve zayıf olunca...»
«Niye siz de öbürkülerle birlikte değilsiniz?»
«Arada sırada hapishane kâtibine para veririm. Böy-
lece buraya her gelişimde ’geçiciler’ rejimine tâbi tutu
lurum.»
Gardiyan yemek getirmişti. Parmaklıkların arasın
dan, içi çamur renginde bir küspe ile dolu, üzerinden,
hapishanenin havası gibi kokan iğrenç bir duman tüten
iki küçük kap geçirdi. Bir tencereden koyu lapayı kep
çe ile küçük kâselerin içine atıyordu. Kâsenin içinde
«plok» diye ses çıkaran lâpayı daha sonra öbür kafes
teki mahkûmlara birer birer veriyordu.
Bir ses:
«Zahmet etme,» dedi, «yarın...»
(Mandarin Kiyo’ya yarın infaz edilecek dedi.)
Başka bir ses:
«Ben de öyle,» dedi. «Yine de sen bana çift porsiyon
verebilirsin. Nedense daha fazla acıkıyorum.»
Gardiyan:
«Yumruğumu ağzına yemek ister misin?» dedi.
Bir asker girdi, ona bir soru sordu. Sağdaki kafese
girdi, tembel tembel bir vücuda vurdu.
«Kımıldıyor,» dedi. «Demek ki, hâlâ yaşıyor.»
Asker yürüdü gitti.
Kiyo bütün dikkati ile bakıyordu. Ölüme bu kadar
yakın seslerin —belki de kendisininki de öyleydi— han
gi gölgelere ait olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama a-
yırt etmek olanaksızdı. Bu insanlar kendisi için sesten
başka bir şey ifade etmeden ölüp gideceklerdi.
Arkadaşı:
«Yemiyor musun?» diye sordu.
«Hayır.»
«Başlangıçta hep böyle olur.»
Kiyo’nun kâsesini aldı. Gardiyan girdi, hızlı bir to
kat vurdu ve tek söz söylemeden kâseyi alıp çıktı.
Kiyo alçak sesle.
«Niye bana vurmadı?» diye sordu.
«Suçlu olan yalnız bendim. Ama nedeni bu değil. Siz
siyasisiniz, geçicisiniz ve iyi giyimlisiniz. Szden ya da si
zinkilerden para sızdırmaya çalışacak. Ama bu yine de
engellemez... Durun bakayım...»
Kiyo «Para bu inde bile peşimi bırakmıyor,» diye
düşündü. Anlatılanlara tümüyle uymasına karşın, gardi
yanın karakterinin iğrençliği ona gerçek gibi gelmiyor
du. O anda iktidar her insanı hayvanlaştırabilirmiş gibi,
gardiyan karakteri ona pis bir yazgıymış gibi görünüyor
du. Şu parmaklıkların ardında oynaşan, çocukluğunda
düşlerinde gördüğü, deniz kabukluları ve kocaman bö
cekler gibi kaygı verici, karanlık varlıklar da daha çok
insan değillerdi. Topyekûn yalnızlık ve acizlik. «Dikkat»
diye düşündü, çünkü kendini de daha zayıf hissetmeye
başlamıştı bile. Öyle geldi ki ona ölümüne hakim değil-
diyse de, orada korkuya rastlayacaktı. Kemerin tokası
nı açtı ve oradaki siyanürü cebine aktardı.
Yine o ses haykırdı:
«Nasıl, nasıl, nasılsınız?»
Öbür kafesteki mahkûmların tamamı: «Yeter...» diye
bağırdı. Kiyo şimdi loşluğa alışmıştı ve seslerin sayısı o-
nu şaşırtmadı. Parmaklıkların ardında sedirin üzerinde
uzanmış olan ondan fazla vücut vardı.
Gardiyan, «Sen susacak mısın?» diye bağırdı.
«Nasıl nasıl, nasılsınız?»
Gardiyan ayağa kalktı.
Kiyo alçak sesle sordu: «Şakacı mı, yoksa inatçı bi
risi mi?»
«Ne o, ne öbürü...» diye yanıtladı bunu mandarin.
«Deli.»
«Peki ama niye?..»
Kiyo soru sormayı bıraktı. Yanındaki kulaklarını tı
kıyordu. Keskin ve boğuk bir çığlık hem ıstırap hem de
korku ifade ederek bütün loşluğu doldurdu. Kiyo man
darine bakarken gardiyan elinde kırbacı ile öbür kafese
girmişti. Kırbaç şakladı. Aynı çığlık yeniden yükseldi. Ki
yo kulaklarını tıkamaya cesaret edemeyerek, onu tırnak
larının ucuna dek ürpertecek olan çığlığı parmaklıklara
asılmış bekliyordu.
Bir ses: «Şunu iyice tepele de, bizi rahatsız etmesin
bir daha,» dedi.
Dört ya da beş ses: «Bitsin artık da rahat uyuyalım,»
dedi.
Mandarin, kulakları hâlâ tıkalı, Kiyo’ya doğru eğildi.
«Yedi günden beri on birinci kez dövüyor galiba. Ben
iki günden beridir buradayım, bu dördüncü kez... Ne ya
parsan yap yine de biraz işitiliyor. Gördüğünüz gibi göz
lerimi kapatmıyorum. Ona bakarak bana öyle geliyor ki,
ona yardım ediyorum.»
Kiyo da hemen hemen hiçbir şey görmeden bakı
yordu. Korkuyla kendi kendine sordu. «Acıma mı yoksa
gaddarlık mı?» Her insanda bulunan aşağılık ve büyüle
yici yanlar burada bütün vahşi sertliğiyle görünüyordu
ve Kiyo bütün düşüncesiyle insanlardaki bayalığa kar
şı direniyordu. Rastlantıyla gördüğü, idam edilmiş insan
cesetlerinden kaçmak için harcaması gereken çabayı a-
nımsadı. Edebi deyimiyle: Kendisini çekip koparması ge
rekiyordu. Pek zararlı bile olmayan, sesinden anlaşıldı
ğına göre kuşkusuz yaşlı bir delinin dövülmesinin insan
larca onaylanması ona Han - Keu’da Çen’in yaptığı iti
rafları dinlerken aynı dehşeti uyandırdı: «Ahtapot
lar, kan emiciler...» Katov ona bir tıp öğrencisinin,
içinde canlı organların oynaştığı bir karnı ilk gördüğün
de nasıl bir çaba harcaması gerektiğinden söz etmişti.
Korkudan tümüyle ayrı, uyuşturucu bir dehşet duygu
suydu bu, zihin daha onu iyice algılayamadan güçleni-
veren bir dehşet duygusu. Ve ona olan bağımlılığını duy
dukça, Kiyo giderek daha çok alt üst oluyordu. Bunun
la birlikte karanlığa yanındakilerden daha az alışmış göz
leri, çığlıkları bir kanca gibi çekip koparan meşinin yal
nızca parıltısını seçebilmekteydi. İlk darbeden beri elle
ri suratının hizasında, parmaklıklara asılmış, hiçbir ha
reket yapmadan durmuştu.
«Gardiyan!» diye bağırdı.
«Sen de mi kırbaç istiyorsun?»
«Sana bir şey söyleyeceğim.»
«Yaa... Öyle mi?»
Gardiyan kocaman kilidi kapatırken, yanlarından
ayrıldığı mahkûmlar gülmekten katılıyorlardı. Onlar ’si
yasilerden nefret ederlerdi.
«Hadi git oraya, git oraya... Biraz gülelim...»
Vücudu bir parmaklıkla dikine kesilmiş gibi, adam
Kiyo’nun karşısındaydı. Suratında gücü yadsınmış bir
aptalın iğrenç kızgınlığı okunuyordu. Buna karşın yüzü
nün çizgileri alçakça değildi: Herkeste rastlanacak cins
ten ve düzgündü.
«Dinle,» dedi Kiyo.
Birbirlerinin ağızlarının içine bakıyorlardı. Gardiyan,
kafasının her iki yanından parmaklıklara tutunmuş el
lerini rahatça görecek kadar Kiyo’dan uzun boyluydu.
Kiyo ne olup bittiğini anlamadan eli patlayacakmış gibi
acıdı. Gardiyan arkasında tutmakda olduğu kırbacı o-
lanca hızıyla indirmişti. Kiyo bağırmaktan alamadı ken
dini.
«Çok güzel,» diye bağırıştılar karşıdaki mahpuslar,
«hep aynı kişiler dayak yiyecek değil ya...»
Kiyo’nun elleri kendiliğinden bir korkuyla, o far
kında bile olmadan vücudunun her iki yanına düşmüştü.
Gardiyan «Söyleyecek başka bir şeyin var mı?» di
ye sordu.
Kırbaç şimdi aralarındaydı.
Kiyo bütün gücüyle dişlerini sıktı ve sanki korkunç
bir yük kaldırıyormuş gibi gözlerini gardiyanınkilerden
ayırmadan, ellerini yeniden parmaklıklara doğru uzattı.
O ellerini kaldırırken, adam rahat vurabilmek için belli
belirsiz geri çekiliyordu. Kırbaç, bu kez parmaklıkların
üzerinde şakladı. Refleksi daha güçlüydü. Ellerini geri
çekmişti çünkü. Ama o, omuzlarında korkunç bir gerilim
le 'ellerini yeniden parmaklıkların üstüne koymuştu bile.
Gardiyan onun bu kez geri çekmeyeceğini anladı. Sura
tına tükürdü ve yavaşça kırbacını kaldırdı.
«Eğer deliyi dövmeyi bırakırsan...» dedi Kiyo, «Çık
tığımda sana... elli dolar vereceğim.»
Gardiyan bocaladı, sonunda kabul etti:
«Peki...»
Bakışları ayrıldı. Kiyo’nun üzerinden öyle bir geri
lim kalkmıştı ki, bayılıyor sandı. Sol eli, kapatmayı be
ceremeyeceği kadar acıyordu. Öbürüyle birlikte onu da
omuzlarının hizasına dek kaldırmıştı ve şimdi orada ge
rilmiş duruyordu. Kahkahalar yeniden işitildi.
Gardiyan da gülerek «Bana elini mi uzatıyorsun?»
dedi.
Sonra uzanıp elini sıktı. Kiyo ömrü boyunca bu el
sıkışmasını unutmayacağını hissetti. Elini çekti ve dü
şermişçesine sedirin üstüne oturdu. Gardiyan duraksa
dı, kırbacın sapıyla kafasını kaşıdı ve yeniden masasına
döndü. Deli hıçkırıklarla ağlıyordu.
Aynı iğrençlik içersinde saatler geçti. En sonunda,
askerler Özel' Polise götürmek için Kiyo’yu almaya gel
diler. Belki de ölüme gidiyordu. Buna karşın şiddetinin
onu şaşırttığı bir sevinçle çıktı oradan. Orada, kendisin
den iğrenç bir parçayı bırakıyormuş gibi geldi.
«Giriniz...»
Çinli nöbetçilerden biri Kiyo’yu omuzundan yavaşça
içeri itti. İşleri yabancılarla olduğu zaman, kendilerini
zorunlu hissettikleri sertliklerinden biraz sıyrılıyorlardı.
(Bir Çinli için Kiyo Japon ya da AvrupalIydı ,ama mut
laka yabancıydı.) König’in bir işareti üzerine nöbetçiler
dışarda kaldılar. Şişmiş sol elini cebinde saklayarak, Ki
yo çalışma masasına doğru ilerledi. Bir yandan da, ken
disi gibi göz göze gelmeye çalışan adama bakıyordu. A
damın tıraş edilmiş köşeli bir yüzü, çarpık burnu, fırça
gibi saçları vardı. «Sizi öldürtecek adam, ister istemez
herhangi birine benzer mutlaka.» König elini masanın
üzerinde duran tabancaya doğru uzattı. Hayır, bir siga
ra kutusu alıyordu.
Kiyo’ya uzattı.
«Teşekkür ederim. İçmiyorum.»
«Hapishanede çıkan yemekler berbattır. Öyle olması
gerek zaten, demeği birlikte yemek ister misiniz?»
Masanın üzerinde iki tas kahve, süt ve ekmek di
limleri vardı.
«Yalnızca ekmek yeter, teşekkür ederim.»
König gülümsedi:
«Aynı cezveyi kullanacağız.»
Kiyo çalışma masasının önünde, ekmeğini bir çocuk
gibi ısırarak ayakta duruyordu. (Oturulacak yer yoktu).
Hapishanenin iğrençliğinden sonra, her şey onun için
gerçek dışı bir hafiflikti. Yaşamının tehlikede olduğunu
biliyor ama ölmek bile ona kolay geliyordu. Adam belki
kayıtsızlığından nazik davranıyordu. Beyaz ırktandı. Bel
ki de bu işe rastlantıyla ya da paraya tamahen geti
rilmişti. Kiyo da bunun böyle olmasını dilerdi, adama
hiçbir sempati beslemiyordu, ama gevşemek, hapishane
de onu iyice yoran gerilimden kurtulmak istiyordu. Ken
dine sığınmada tutuk davranmanın ne denli bitirip tü
ketici olduğunu keşfetmişti.
Telefon çaldı.
«Alo,» dedi König. «Evet, Gisors, Kiyo. Tamam. Ben
de.»
Kiyo’ya, «Hâlâ sağ olup olmadığınızı soruyorlar,»
dedi.
«Beni niye getirdiniz buraya?»
«Anlaşabileceğimizi sanıyorum.»
Telefon yeniden çaldı.
«Alo, hayır. Ben de tam şimdi, ona mutlaka anlaşa
cağımızı söylüyordum. Kurşuna mı dizildi? Sonra anım
satın bana...»
König’in bakışı Kiyo’nunkinden ayrılmamıştı. Tele
fon ahizesini bırakırken:
«Ne düşünüyorsunuz?» diye sordu.
«Hiiç...»
König gözlerini yere indirdi, sonra yeniden kaldırdı.
«Yaşamak istiyor musunuz?»
«Nasıl yaşayacağıma bağlı bu...»
«İnsan türlü biçimlerde ölebilir.»
«Seçme hakkı insanın elinde değildir ki...»
«İnsanın her zaman yaşama biçimini seçebileceğini
mi sanıyorsunuz?»
König kendisini düşünüyordu. Kiyo önemli olan hiç
bir şeyi söylememeye karar vermişti. Ama onu da sinir
lendirmek hiç istemezdi.
«Bilmiyorum.»
«Bana sizin şey nedeniyle komünist olduğunuzu...
neydi bakayım- Kendine saygı duyma gereğinden. Doğ
ru mu bu?»
Kiyo önce anlamadı. Telefonu beklerken gerilmiş si
nirleriyle, bu acaip sorgu nereye varacak diye kendi ken
dine soruyordu. En sonunda.
«Gerçekten bu sizi ilgilendiriyor mu?» diye sordu.
«İnanamıyacağınız kadar.»
Sesinin tonunda tehdit havası vardı. Kiyo yanıt
verdi:
«Komünizmin dövüştüğüm kimselere kendilerine say
gı duymayı mümkün kılacağına inanıyorum. Ona karşı
planlar, kendilerine saygı duymaya zorluyorlar kendile
rini kesinlikle. Yanıtımı dinlemediğinize göre, bu soru
yu bana niçin sordunuz?»
«Kendine saygı diye neyi adlandırıyorsunuz? Bir an
lamı yok bunun.»
Telefon1 çaldı. Kiyo «Yaşamımdan mı söz ediyorlar?»
diye düşündü. König ahizeyi yerine koymadı.
«Kendinden utanmanın tam tersi,» dedi Kiyo. «İn
san benim geldiğim yerden gelirse bir anlamı vardır bu
nun.»
Telefonun zili çalıyordu. König elini aletin üzerine
koydu.
«Silahlar nerede saklı?» dedi yalnızca.
«Telefonu bırakabilirsiniz. Sonunda ne yapmak iste
diğinizi anladım.»
Telefonun zilinin çalışını tamamen bir oyun olarak
düşünüyordu. Hızla eğildi: König iki tabancadan birini
az daha kafasına atıyordu. Ama yine masanın üzerine
bıraktı.
«Bende daha iyisi var,» dedi. «Telefona gelince, nu
mara mı, değil mi, birazdan görürsünüz yavrum. Hiç iş
kence seyrettiniz mi?»
Kiyo cebinde şişmiş parmaklarını oynatmaya çalışı
yordu. Siyanür bu sol cepte idi ve onu ağzına götürmek
zorunda kalırs.i, düşürmekten korkuyordu.
«Yalnızca işkence edilmiş insanlar gördüm. Bana si
lahların nerde olduğunu neden sordunuz? Biliyorsunuz
ya da bileceksiniz... Öyleyse?..»
«Komünistler her tarafta ezildiler.»
Kiyo susuyordu.
«İşleri tamam oldu. İyi düşünün. Bizim için çalışır
sanız kurtulacaksınız ve kimse bilmeyecek. Sizi kaçıra
cağım.»
Kiyo «Elbette buradan başlayacaktı,» diye düşündü.
İstememesine karşın sinirliliği ona alaycılık veriyordu.
Ama polisin belirsiz güvencelerle yetinmeyeceğini biliyor
du. Buna karşın pazarlık, artık öne başka bir şey sürül
mezmiş gibi, basmakalıplığı ile onu şaşırttı.
«Ben. Yalnız ben,» diye konuşmasını sürdürdü Kö-
nig. «Ben bileceğim. O kadar.»
Kiyo onun «O kadar» derken neden gönül alıyormuş
gibi bir tavır takındığını sordu kendi kendine.
Özelliği olmayan bir sesle:
«Sizin hizmetinize girmeyeceğim,» dedi.
«Dikkat edin. Sizi on kadar suçsuz adamla aynı ye
re kapatırım ve onlara kurtulmalarının size bağlı oldu
ğunu, konuşmazsanız hapisten çıkamayacaklarını ve si
zi konuşturmak için her türlü çareye başvurabilecekle
rini söylerim.»
«Cellatları çağırmak daha basit olur...»
«Yanlışın var. En kötüsü yalvarmalarla işkencelerin
birbirini kovalamasıdır. Bilmediğiniz konular hakkında
konuşmayın, en azından henüz bilmedikleriniz hakkında.»
«Biraz önce bir deliye işkence edildiğini gördüm.»
«Kendinizi nasıl bir tehlikeye attığınızın farkında
mısınız?»
«Biliyorum.»
König, Kiyo’nun söylediği şeylere karşın üzerindeki
ciddi tehdidin farkında olmadığını düşündü. «Gençliği
ona yardım ediyor.» İki saat önce Çeka’dan bir tutsağın
sorgusunu yapmıştı. On dakika içinde adamın içten bir
hal aldığını sezmişti. Dünyaları, her ikisinin de dünyası,
artık olağan insanların dünyası değildi. Belki de, Kiyo
imgeleminin zayıflığı yüzünden korkudan kurtuluyordu.
Sabırla anlaşılacaktı.
«Şu tabancayı niye suratınıza fırlatmadığımı kendi
kendinize sormuyor musunuz?»
«Bende daha iyisi var demiştiniz ya...»
König zili çaldı.
«Belki bu gece size insanların kendi kendilerine say
gı duymaları konusunda ne düşüneceğinizi sormaya ge
leceğim.»
İçeri giren nöbetçilere:
«Avludaki A bölümüne götürün,» dedi.
SAAT DÖRT
SAAT ALTI
ERTESİ GÜN.
YEDİNCİ BÖLÜM
PARİS, 2 TEMMUZ
KOBE.
May, bir araba kiralayamayacak kadar parasız, ba
harın tüm aydınlığı içersinde, Kama’mn evine giden yo
kuşu çıkıyordu. Gisors’un eşyaları ağır idiyse, gemiye
gidebilmek için yaşlı ressamlardan bir miktar ödünç pa
ra almak gerekecekti. Şanghay’dan ayrılırken Gisors ona
Kama’mn evine sığınacağını söylemişti. Geldiğinde de
hemen ona adresi göndermişti. O zamandan beri de hiç
bir haber alamamıştı. Hatta May’ın ona Moskova’daki
Sun - Yat - Sen Enstitüsüne profesör atandığım bildir
miş olmasına karşın. Bu acaba Japon polisinden korkma
sından mı ileri geliyordu?
Yürürken, vapur Kobe’deyken pasaportunu vize et
tirdiği sırada kendisine verilen Pei’nin mektubunu oku
yordu. May, Çen’in ölümünden sonra onun genç çömezini
kendi siğmdığı villada barındırmak olanağını bulmuştu.
...Dün, sürekli sizi düşünen Hemmelricb’i gördüm.
Elektrik araç ve gereçleri üreten bir fabrikada montör-
Iük yapıyor. Bana «Ömrümde ilk kez, eskisi gibi gebertil
memi sabırla bekleyerek değil, ama ne için olduğunu bi
lerek çalışıyorum,» dedi. Gisors’a kendisini beklediğimizi
söyleyin. Burada olduğumdan beri, onun bir dersinde söy
lediklerini düşünüyorum «Bir uygarlığın en acı veren un
suru —Köle için: Aşağılanma; işçi için: İş— birdenbire
bir değer olarak ortaya çıktığında, artık bu aşağılanma
dan kıçmamn olanaksızlığı, ama kurtuluşu ondan bekle
menin bilinci; bu işten kaçmanın olanaksızlığı, ama var
olma nedeninin onda olduğu bilinci yer etmeye başlar ve
o uygarlık değişikliğe uğrar. Henüz, içinde yeraltı gö-
mütleri bulunan bir tür kiliseden başka bir şey olmayan
fabrikanın giderek katedralin eriştiği yere gelmesi ,ve
orada insanların, tanrılar yerine, dünyayla savaş halinde
olan insan gücünü görmeleri gerekir...
Evet: Kuşkusuz insanlar değişime uğrattıklarına gö
re değer kazanırlar. Devrim korkunç bir hastalık geçir
mişti ama, ölmemişti. Onu dünyaya da getirenler, yaşa
mamakta ya da ölmüş, yenilmiş ya da yenilmemiş olsun
lar, Kiyo ve arkadaşlarıydı...
...Çin’e yeniden gideceğim, kışkırtıcı olarak. Henüz
hiçbir şey bitmiş değil orada. Belki orada yeniden birbi
rimizi buluruz: İsteğinizin kabul edildiği bana bildirildi...
Çen’den tek bir sözcükle bile bahsetmiyordu.
Onun fazla önem vermeden yazmış olduğu şeyleri
yargılamaktan uzaktı. Ama bütün bunlar —tıpkı Pei’nin
Çen ils ilgili olarak anlatmış olduklarının, erginlik çağı
nın bağnaz aydın görünüşü içinde yoğurulmuş olduğu
gibi— ne kadar aydınca görünüyordu ona... Katlanmış
mektubun içinden, gazeteden kesilmiş bir kâğıt parçası
düştü: Genç kadın onu yerden aldı ve okumaya başladı:
Emek, sınıf savaşının başlıca silahı olmalıdır. Dünya
nın en önemli sanayileşme planı şimdi İncelenmektedir.
Beş yıl içinde bütün Sovyetler Birliği’ni değiştirmek, onu
Avrupa’nın birinci derecede sanayi güçlerinden biri hali
ne getirmek, sonra Amerika’yı yakalayıp onu geçmek söz
konusudur. Bu dev girişim...
Gisors kapının eşiğinde dikilmiş onu bekliyordu. Üs
tünde kimono vardı. Koridorda hiçbir eşya göze çarpmı
yordu.
«Mektuplarımı aldınız mı?» diye sordu May.
Birlikte, bomboş, duvarları hasır ve kâğıt kaplı bir
odaya girdiler. Açık pencereden körfez bütünüyle gözü
küyordu.
«Evet.»
«Çabuk olalım, gemi iki saate kadar kalkacak.»
«Ben gitmeyeceğim May.»
Genç kadın ona baktı. «Soru sormaya gerek yok,»
diye düşündü, açıklama yapacaktı herhalde. Ama soru
soran Gisors oldu.
«Ne yapacaksınız?»
«Kadın kışkırtıcıların .bulunduğu bölümde çalışsca
ğım. Hem işler düzene girmiş gibi gözüküyor. Öbür gün
Vladivostok’ta olacağım ve hemen Moskova’ya hareket
edeceğim. Eğer işler yolunda değilse, Sibirya’da doktor
olarak çalışacağım. Ama insanları tedavi etmekten öyle
usajıdım ki... Eir savaş içinde olmadığında hep hasta
larla birlikte yaşamak, büyük bir meslek aşkını gerekti
rir. Bende ise artık bunun kırıntısı kalmadı. Ve hatta,
şimdi, insanların ölmesini görmek katlanılmaz bir du
rum benim için... Yine de zorunlu olursam... Bu da Ki-
yo’nun öcünü almanın bir başka biçimi olsa gerek.»
«Artık benim yaşımdaki bir kişi için öc almak anlam
sız...»
Gerçekten bir şeyler değişmişti onda. Oradan uzak
taymış, ayrılmış gibiydi. Sanki benliğinin yalnızca bir
parçası May ile odanın içinde birlikte bulunuyordu. Yere
uzandı: Üstüne oturacak herhangi bir eşya yoktu. Genç
kadın, o da yerde, bir afyon sinisinin yanma uzandı.
«Peki siz ne yapacaksınız?» diye sordu May.
Umursamazca omzunu silkti Gisors.
«Kama sayesinde, burada Batı Sanatı Tarihi serbest
profesörü oldum... Görüyorsunuz, ilk mesleğime döndüm
yine...»
May şaşkınlıkla onun bakışlarını yakalamaya çalışı
yordu.
«Şimdi bile, siyasal bakımdan yenilmişliğimize, has
tanelerimizin kapanmış olmasına karşın, bütün taşra il
lerinde yeniden yeraltı gruplan kuruluyor. Bizimkiler,
önceki yaşantıları yüzünden değil, başka insanlar yüzün
den acı çektiklerini unutmayacaklar artık. Siz, ’Otuz yüz
yıllık bir uykudan bir silkinişle uyandılar, bir daha aynı
uykuya yatmayacaklardır’ derdiniz. Siz, üç yüz milyon
yoksula başkaldırma bilinci vermiş olanların, yenilmiş,
hatta idam edilmiş, hatta ölmüş olsalar bile gelişigüzel
insanlar gibi gölgeler olmadıklarını da siz söylerdiniz.»
May bir an sustu ve:
«Onlar şimdi öldüler,» diye sürdürdü.
«Bunu hep düşünüyorum, May, ama bu başka şey...
Kiyo’nun ölümü yalnızca bir acı, bir değişme değil, bu...
bir'başkalaşma adeta. Dünyayı asla fazla sevmedim. Be
ni insanlara bağlayan Kiyo idi. Onlar benim için onun
varlığından ötürü gerçeklik sahibiydiler... Moskova’ya
gitmeyi istemiyorum. Orada külüstür bir şekilde eğitim
yaparım. Marksizm artık benliğimde canlılığını yitirdi.
Kiyo’nun gözünde o bir iradeydi değil mi? Ama benim
gözümde, bir yazgıdır ve ölüme karşı duyduğum korku
duygusu, yazgıyla uyuştuğu için ben de kendimi ona,
Marksizme uyduruyordum. Artık hemen hemen hiçbir kor
ku duymuyorum benliğimde, May: Kiyo öldüğünden beri,
ölmek de önemsiz benim için... Hem ölümden, hem de
yaşamdan kurtuldum (Kurtuldum...) Oraya ne yapmaya
gideceğim?»
«Yeniden değişmeye belki.»
«Yitirecek başka oğlum yok...»
Gisors yarı erkeksi kadınlardan hoşlanmazdı. Genç
kadın, ancak Gisors’un Kiyo’y a , Kiyo’nun da kendisine
beslediği sevgi dolayısıyla Gisors’a ulaşabiliyordu. Üstelik
bu aydınca ve harap sevgi, Gisors’un bunu anladığı ölçü-
de, ona tümüyle yabancılaşmıştı. Bir Japon kadını sev
mişti, çünkü şefkati seviyordu, çünkü onun gözünde aşk
bir anlaşmazlık değil, ama sevilen bir yüzün inançla, hay
ranlıkla seyredilişi, en huzur veriic müziğin —en doku
naklı bir tatlılık— biçiminde cisimlenişiydi. Afyon sini
sini kendine doğru çekti, piposunu afyonla doldurdu. Hiç
bir şey söylemeksizin ,genç kadın parmağıyla, yakındaki
bir tepeyi gösterdi. Yüz kadar işçi, omuzlarında bağlan
mış oldukları ve çok ağır olduğu belli olan, görünmeyen
bir'- yükü, kölelerin binlerce yıllık hareketleriyle yukarıya
çekiyorlardı.
«Evet,» dedi Gisors, «evet...»
Bir süre sonra devam etti: «Bununla birlikte, dikkat
et, bunlar Japonya için ölmeye hazırdırlar.»
«Daha ne kadar zaman?»
«Benim bundan sonra yaşayacağımdan daha uzun
zaman.»
Gisors piposunu bir solukta içmişti. Gözlerini yeni
den açtı:
«İnsan Uzun zaman yaşamı aldatabilir, ama, yaşam
bizi eninde sonunda mutlaka ne için yaratılmışsak o bi
çime sokar. Her yaşlı insan bir itiraftır ve bunca yaşlı
lıkların boş oluşu, bunca adamın boş oluşundan ve bunu
gizlemelerindendir. Ama bu bile bir önem taşımaz. İnsan
ların gerçek diye bir şey olmadığını ve içindeki her şe
yin boş olduğa —afyonlu ya da afyonsuz— hayal âlem
lerinin var olduğunu bilmeleri gerekir.»
«Orada hayal edilen nedir?»
«Belki de bu boşluktan başka bir şey değil... Bu da
çok...»
Kiyo, May’a «Afyon babamın yaşamında büyük bir
yer kaplar, ama kimi zaman bu yaşama o mu yön veri
yor, yoksa kendisini kaygılandıran birtakım kuvvetleri
kendisi mi yönlendiriyor diye kendime soruyorum,» de
mişti.
«Çen eğer,» diye sürdürdü Gisors, «Çen devrimin dı
şında yaşamış olsaydı, düşünün bir kez, o zaman kuşku
suz ki cinayetlerini unuturdu. Evet unuturdu.»
«Ötekiler bunları unutmadılar, onun ölümünden beri
iki terörist suikast yapıldı. Onu pek tanıyamadım ben,
kadınlara katlanamıyordu. Ama, onun devrimin dışında
bir yıl bile yaşabilecek bir insan olmadığına inanıyorum.
Hiçbir özsaygı yoktur ki, temelinde zorluklar, acılar yat
masın.»
Gisors onu pek az dinlemişti.
«Unuturdu...» diye yineledi. «Kiyo’nun ölümünden
sonra müziğin farkına vardım. Ancak müzik, ölümden
söz edebilir. Kama çalmaya başlar başlamaz onu dinli
yorum şimdi.»
Ve yine de, kendimin bir çabası olmaksızın, (May için
olduğu kadar, kendisi için de konuşuyordu) neyi anım
sıyorum hâlâ? İsteklerimi ve kaygımı, almyazımın ta ken
disini, ömrünü, değil mi?».
«Öyle ama, siz kendinizi yaşamınızdan azat ederken,
lokomotif kazanlarında, başka Katov’lar başka Kiyo’lar
yanıyorlar...»
Sanki unutma belirten jestini izliyormuş gibi, Gisors’
un bakışı da dışarda kayboldu. Yolun ötesinde, limanda
ki çalışmadan yükselen binlerce gürültü, dalgalarla ay
dınlanan denize doğru açılıyor gibiydi. Bu gürültüler, Ja
pon ilkbaharının göz kamaştırıcılığına, insanların çalış
ma çabası ,büyük gemiler, vinçler, otomobiller ve etkin
kalabalık ile yanıt veriyordu. May, Pei’nin mektubunu dü
şünüyordu. Bütün Rus toprağının üzerine çökmüş, bilek
gücüyle yapılan savaşın uğraşına, bu uğraşın bir yaşam
halini almış binlerce kişinin istencine sığınmıştı onun
ölüleri. Çamların arasından gökyüzü güneş gibi görünü
yordu. Dalları tembel tembel eğen rüzgâr, uzanmış vü
cutlarının üzerinden esip gitti. Şu rüzgâr onun üzerin
den tıpkı zaman gibi, bir ırmak gibi geçip gidiyor gibi
geldi Gisors’a. Ve yaşamında ilk kez olarak, geçip giden
zamanın onu ölüme yaklaştırdığını, dünyadan ayırdığı
düşüncesini değil de, huzurlu bir uyuma bağlandığını
duydu. Kentin kıyısındaki vinçlerin karmakarışıklığma,
yolcu gemilerine, denizin üzerindeki kayıklara, insanların
bir arada durarak oluşturduğu lekelere bakıyordu. «Her
kes acı çekiyor,» diye düşündü. «Her biri acı çekiyor,
çünkü düşünüyor. Ta derinlerde, akıl insanı yalnızca son
suzluk içersinde düşünür ve vicdan, kaygıdan başka bir
şey değildir. Yaşamı akıl ile değil, afyonla düşünmek ge
rekir. Eğer düşünce yok olursa, bu ışık içine dağılmış olan
ne kadar acı varsa onlar da yok olurdu...» Her şeyden,
hatta insan olmaktan bile kurtulmuş, şu göz kamaştırı
cı güneşin altında her biri benliklerinin en gizli köşe
sinde kendilerini öldürecek asalağı besleyen bu bilinme
yen varlıkların didinişini seyrederek, piposunu sevgiyle
okşuyordu. «Her insan delidir» diye düşündü. «Ama in
san yazgısı, bu deli ile evreni birleştirmek için harcanan
çabalardan başka nedir ki?» Sis dolu gecede alçak bir
lambanın aydınlattığı, dinlemeye hazır Ferral geldi gö
zünün önüne. «Her insan tanrı olmayı düşler...»
254
Elli düdük sesi birden göğü kaplayıverdi: O gün bay
ram arifesiydi ve iş paydos ediliyordu. Limanın her tür
lü değişiminden önce, küçücük gözüken insanlar, kılavuz
lar giûi, kente giden yola çıktılar. Ve biraz sonra bir
kalabalık yolu örttü, uzaktan ve karanlıktan korkunç bir
klakson gürültüsü geliyordu: Patronlar ve işçiler birlik-
de işi bırakmışlardı. Uzaktan seyredilen her kalabalık
gibi kaygılı bir saldırıya yönelmişler gibi geliyordu kişi
ye. Gisors hayvanların gecenin çöküşü sırasında su kay
nağına koşuşlarını görmüştü. Birbirleri ardı sıra çöken
karanlıkla gelen bir gücün yönettiği hayvanları. Afyon
onların kozmik şahlanışlarına vahşi bir anlam veriyor
du. Öte yandan insanların hepsi takunyaların uzak gü
rültüsü içinde deliymişler, evrenden kopukmuşlar gibi ge
liyordu ona. Evrenin yukarlarda bir yerde çarpan yüreği
sanki bilinmez bir hasadın tohumları gibiymişlercesine
yakalıyor ve yalnızlıklar evrenine fırlatıyordu insanları.
Koyu çamların üzerinde, hafif çok yüksek bulutlar
yavaş j ava,s gök tarafından emilip yutuluyordu. Özellikle
o bulut kümelerinden birisi şu tanıdığı ya da sevdiği in
sanları ifade ediyormuş gibi geldi ona. İnsanlık yoğun ve
ağırdı. Et ile, kan ile, bütün ölümlülerde olduğu gibi son
suza dek onun da bağlı olduğu gibi acıyla ağırdı. Ama
kan da olsa, et de olsa, acı da olsa ölüm de olsa hatta,
hepsi müziğin sessiz bir gecede yitip gittiği gibi, yukar
larda bir yerde, ışıkta emilip yok oluyorlardı. Kama’nm
müziğini düşündü ve ona insan acıları sanki toprağın öz
türküsünün yükselip yok olması gibi geldi. Benliğinde
yüreği gibi ürpertili ve gizli olan huzurun üzerine çıkan
dizginlenmiş acısı, yavaşça insanlık dışı kollarını kavuş
turuyordu.
«Çok içiyor musunuz?» diye yine sordu May.
Biraz önce bir daha sormuş, ama Gisors onu işitme-
mişti. Gisors’un bakışı yeniden odanın içersine döndü.
«Sizin ne düşündüğünüzü kestiremiyorum ve onu siz
den daha iyi bilemiyorum mu sanıyorsunuz? Hatta, be
ni ne hakla yargıladığınızı sormamın benim için kolay
olmayacağını mı sanıyorsunuz?»
Bakışları kadının üzerinde durdu.
«Çocuk sahibi olmayı istemediniz mi hiç?»
Sesini çıkarmadı. Her zaman' başını döndürmüş olan
bu istek şimdi ona ihanet gibi geliyordu. Ama bu hu
zurlu çehreyi korkuyla seyrediyordu. Gisors, May’a ölü
mün derinliklerinden geliyormuş, ortak mezarlardaki her
hangi bir ceset kadar yabancıymış gibi görünüyordu.
Tıpkı ilk çağların imparatorlarının ırmakların oyduğu,
255
dağlar arasındaki boğazların kenarlarına diktikleri yazıt
lar gibi Kiyo’nun eylemi de bitkin Çin'in üzerine çök
müş baskı içersinde, kaygıda ya da kitlelerin umudunda
kazılmış olarak kalacaktı. Şu birkaç kişinin bir çığ gü
rültüsüyle karanlıklar içine attıkları ihtiyar Çin bile -
Kiyo’nun yaşamının anlamı, babasının suratından silin-
meyişi gibi. Gisors yeniden konuşmaya başladı:
«Sevdiğim tek varlık elimden çekilip alındı, değil
mi? Ve siz hâlâ değişmeden kalayım istiyorsunuz. Sanı
yor musunuz ki, benim sevgim sizin aşkınız kadar güçlü
değildi? Siz ki, yaşamınız değişmedi bile...»
«Ölü haline gelen bir canlının vücudunun değişme
mesi gibi...»
Gisors genç kadının elini tuttu:
«Şu sözü bilirsiniz mutlaka ’Bir insan yaratmak i-
çin dokuz ay gerekir, ama onu öldürmek için bir gün ye
ter.’ Sen de, ben de bilinebilecek her yanıyla tanıdık o-
nu... May dinleyin beni: Dokuz ay yetmez bir insan ya
latmak için: Bir insan yaratmak için altmış yıl gerek
lidir... Özveriyle, iradeyle ve daha bir sürü şeyle dolu alt
mış yıl... Ve bu insan yaratıldığında, artık onda çocuk
luktan, delikanlılıktan hiçbir şey kalmadığında, gerçek
ten olgun bir insan olduğunda, ancak ölmeye yarar o..»
May ona üzüntüyle bakıyordu, o ise yine bulutlara
bakıyordu.
«Ben Kiyo’yu çok az insanın çocuklarını sevdiği gibi
sevdim. Siz de bilirsiniz bunu...»
Hâlâ yavaşça kadının elini tutuyordu: Bu eli kendi
ne çekti, kendi elleri arasına aldı.
«Dinleyin beni, canlıları sevmeli, ölüleri değil.»
«Oraya sevmek için gitmiyorum.»
Gisors, eşsiz ve güneşle doymuş körfezi hayranlıkla
seyrediyordu. May, elini geri çekmişti.
«İntikam yolu üzerinde, benim küçük May’ım, ya
şamla karşılaşır kişi.»
«Onu çağırmak için bir neden değil bu.»
May ayağa kalktı ,cna veda eÇmek için elini yeniden
uzattı. Ama Gisors genç kadının yüzünü avuçları arası
na alıp öptü. Kiyo da son görüştüklerinde onu tıpkı böy
le öpmüştü. O günden beri hiçbir zaman hiçbir el onun
başını böyle tutmamıştı.
«Artık hiç ağlamam,» dedi May acı bir gururla.
i
YAYINLARI ANDRE MALRAUH