You are on page 1of 256

i

YAYINLARI

10

1. basım aralık 1974


2. basım m art 1982

İNSANLIK DURUMU / LA CONDİTİON HUMANİE /


andre m alraux’nun rom an ı / çeviren, alev er / tashih,
olcay göçm en - nurten satar / kapak resmi, m ustafa d e -
lioğlu / kapak basım ı, tekin ofset / onur m atbaasında
dizilip, doyuran m atbaacılıkta basılm ıştır / oda yayınları,
babıali cad. no. 19/3, cağaloğlu / haberleşm e, posta ku­
tusu, 5 7 -S irk eci, İstanbul. T el: 27 39 53.
ANDRE
MUBAHI
çeviren
Alev Er

insanlık durumu
21 M A RT 1927

GECE, SAAT Y AR IM

Ç en cibin liği kaldırm aya kalkışacak m ıydı? C ibinli­


ğin üstünden m i vuracaktı yoksa? Sıkıntı m idesini buru­
yor, kavuruyordu. G özüpek bir adam olduğunun b ilin ­
cindeydi. Am a şu anda bunu düşünecek durum da d eğil­
di; aptallaşm ış gibiydi. G ölgeden de belirsiz gövdenin
üstüne tavan dan dökülen beyaz tül yığını onu büyüle­
m işti: Tülün arasından, uyuyan, yarı yarıya kıvrılm ış
fakat yin e de can lı — insan etinden — bir ayak çık ıy or­
du. Y aln ızca kom şu bin adan jşık sızıyordu: pen cerenin
dem irleriyle bölünm üş, soluk elektrik ışığın dan bir d ört­
gen. D em irlerden birin in gölgesi yatağın üstüne, ayağın
hem en altına düşüyor ve sanki yaşam ı vurguluyordu. A y­
nı anda dört, beş klakson sesi birden işitti. Onu bulm uş­
lar m ıydı? Savaşmak, kendisini savunan, uyanık düşm a­
na karşı savaşm ak!.
Gürültü dalgası uzaklaştı: Birkaç otom obil yığılm ış
olm alıydı caddede (orda, insanların dünyasında hâlâ
trafik sıkışabiliyordu dem ek k i...) K endisini yen iden yu ­
muşak tül yığın ın ın ve ışık dörtgen in in karşısında buldu.
Her ikisi de, zam an kavram ının yok olduğu bu gecede
kım ıltısızdılar.
Bu adam ın ölm esi gerektiğini İrendi kendine y in ele­
yip duruyordu. A ptalca bir şeydi bu: O nu öldüreceğini
biliyordu pekala. Y akalanm ış, yakalanm am ış, idam edil­
miş edilm em iş, bu önem li değildi. Var olan tek şey, bu
ayak, kendisini savunm asına fırsa t verm eden öldürm esi
gereken bu adam dı. Çünkü, kendisini korum aya zam an
bulduğu anda, yardım istem ek için haykırabilirdi.
G öz kapakları zonkluyor ve Çen, savaşçıdan daha
çok, kurbanını yok eden cellatı andırdığını fark ediyor­
du, kendisinden tiksinerek. Ve yalnızca T anrılara adan ­
mış, ken di seçtiği T anrılara adanm ış bir kurban değil
b u : «D evrim e kurban adam a» olgusunun altında karm a­
şık, derin bir dünya uğulduyordu. Ve bunun yanında, sı­
k ın tının ezip çök erttiği gece, bir ışık, yalnızca, «K a tlet­
m ek yalnız öldürm ek d eğildir...» K ararsızca titreyen el­
lerini ceplerine sokm uş: Sağ eli kapalı bir ustura, sol
eli ise kısa bir bıçak kavram ış. G ece, davranışlarını giz­
lem eye yeterli değilm iş gibi, ellerini iyice ceplerine bas­
tırıyordu. Ustura daha güven verici, am a Çen onu asla
kullanam ayacağını hissediyordu; bıçak onu daha az iğ­
rendiriyordu. U sturanın sırtı, kasılm ış parm aklarına g ö ­
mülm üştü. Duyduğu tiksintiyle, aleti kavrayan p arm ak­
larını a çtı ve onu bıraktı. Bıçak, cebinde, çıplak, kınsız
duruyordu. Onu sağ eline aldı; sol eli kazağının yünü
üzerine düştü ve yapıştı kaldı oraya. Sağ elini h a fifçe
kaldırdı, çevresini saran sessizlik onu şaşırtm ıştı; sanki
bu davranışının beklenm edik bir şeylere y ol açm asını
bekliyor gibiydi. Am a, hayır, h içbir şey olm adı: H areke­
te geçm ek ona düşüyordu hep.
Bu ayak, uyuyan bir h ayvan gibi yaşıyordu. B ir göv­
den in bitim i m iydi bu? «A lıklaşıyor m uyum n ed ir?» Bu
gövdeyi görm eliydi. Bunu, bu başı görm eli ve bunun için
de ışığın içine dalm alı, bodur gölgesini yatağın üstüne
düşürm eliydi. Et, adam ın gövdesini oluşturan et ne k a­
dar direnecekti acaba? Sinirli bir hareketle, Ç en bıçağı
sol koluna sapladı. A cı, (bu n un kendi kolu olduğunu
düşünecek halde değildi) eğer adam uyanırsa idam ın
kaçınılm az olacağı düşüncesi on u biraz fera h la ttı: Bu
delilik atm osferi için de göm ülüp kalm aktansa idam edil­
m eyi yeğ tutardı doğrusu. Y aklaştı: İk i saat ön ce, ay­
dınlıkta gördüğü adam ın ta kendisıydi bu. A dam ın, n er-
deyse Ç en ’in p an tolon u na değen ayağı birden anahtar
gibi dön dü ve gecen in sakinliğinde eski durum unu aldı.
Uyuyan adam belki de odada b irin in varlığım sezmişti,
am a, uyanacak kadar d eğ il... Çen ü rperdi: Bir sinek,
ten in in üzerinde yürüyordu. H ayır; bu, kolu n dan dam la
dam la akan kandı. Ve h ep deniz tuttuğu zam ankine
benzer bir duyguya kapılıyordu.
T ek bir hareket, ve adam ölecekti. O nu öldürm ek
bir şey d eğildi: Olanaksız olan on a dokunm aktı ve dik­
katle vurm ak gerekiyordu. A vrupai yatağın ortasına sırt­
üstü uzanm ış adam ın üstünde yalnızca kısa bir d on var­
dı. Am a derisi o kadar yağlıydı ki, kaburgaları görünm ü­
yordu. Ç en’in, vurm ak için , adam ın koyu m em e uçları­
n ı nişanlam ası gerekiyordu. Y ukardan aşağı vurm anın
zorluğunu bilirdi. Bu yüzden bıçağın keskin ağzını h a ­
vaya doğru tutuyordu. Am a sol m em e ucu daha uzak­
ta yd ı: Swing vuruşu yapan boksörler gibi kıvrık bir h a ­
reketle, kolunun bütün uzunluğunu kullanarak cibinlik
ağı ü stünden vurm alıydı. B ıçağın duruşunu değiştirdi.
A ğzını yatay durum a getirdi. Belki de ayn ı nedenlerle,
hareketsiz bir gövdeye dokunm ak, bir cesede vurm ak k a­
dar zordu. Bu ceset düşüncesi çağrışım yaptırm ış gibi,
bir h ırıltı yükseldi, Çen kım ıldayam adı, gerileyem edi
bile. K olları ve bacakları tü m den gevşem işti. F akat h ı­
rıltı düzenli bir h al aldı: A dam hırıldam ıyor, horluyor-
du. Yaşayan, savunm asız bir görünüm kazandı yeniden
ve aynı anda Ç en kendini alabildiğine gülünç hissetti.
G övde yum uşak bir hareketle sağa doğru kaydı, u yan a­
cak m ıydı yoksa! T ahtayı delercesine bir vuruş. Çen,
yırtılan tülün sesi arasında k atı bir darbeyle bu dön ü ­
şü durdurdu. B ıçağın ucuna dek uzanan bir duyarlılık­
la, m adeni som yan ın fırla ttığı gövdenin kendisine d oğ ­
ru sıçradığın ı hissetti. Onu tutm ak için kudururcasm a
bir öfk eyle kolunu gerdi: Bacaklar, birbirin e bağlan m ış-
casm a göğüse doğru bükülüyorlardı: B irden gevşeyip
uzanıverdiler. Bir kez daha vurm ak gerekiyordu am a
nasıl yapıp da bıçağ ı çekm eliydi. G övde h âlâ yana y a t­
mış, kım ıltısız duruyordu. Ve onu sarsan çırpınm aya
karşın Çen bütün gücüyle abandığı kısa bıçağın adam ın
kım ıldam asına fırsat verm ediğini hissediyordu. C ibinlik­
te beliren büyük delikten, şim di adam ı iyice görüyordu:
G özkapakları açık — acaba uyanabilm iş m iydi? — ve
gözleri apaktı. B ıçak boyu nca sızan kan, bu alacakaran­
lıkta sim siyah görünüyordu. Çen, ağırlığının altında, g öv­
desinin h âlâ can lılık izleri taşıdığım ve sağa sola y a t­
m aya hazır olduğunu hissediyordu. Ç en elinden bıçağı
bırakm ıyordu. Bıçak, gergin kolu, acılı omuzu boyunca,
bir sıkıntı akım ı kendisiyle adam ın gövdesi arasında d o ­
laşıp duruyordu. A kım Çen’in göğsüne, odada ca n lı tek
şey olan yüreğine dek uzanıyordu. K askatı duruyordu
Ç en; sol kolundan akm aya devam eden kan, sanki y a ­
tan adam ın kanıym ış gibi gediyordu on a ; yeni, değişik
h içbir şey olm am asına karşın, birden adam ın artık ö l­
müş olduğunu kesinlikle anladı. Zorlukla soluyarak, onu
yana yatm ış olarak tutm ayı sürdürüyordu. O danın yal­
nızlığında, ışığın bulanıklık ve kım ıltısızlığm da. Burada
bir dövüş olduğunu belirten h içbir şey göze ça rp m ıyor­
du. İk i kanada ayrılm ış tül cibinlikteki yırtık bile böyle
bir izlenim i uyandırm ıyordu : Y aln ızca sessizlik ve silâ­
h ın a sım sıkı yapışm ış, can lıların dünyasından kopuk,
ezici bir sarhoşluğa göm ülm üş Çen vardı. P arm aklarım
gittik çe daha fazla, acıtırcasına sıkıyordu am a k olların ­
daki kaslar gevşem işti ve bıçağı tu tan kolu, gergin bir
yay gibi boydan boya sarsıntıyla titrem eye başladı. K o r ­
ku değildi bu, çocu klu ğun dan bu yana duym adığı k o r­
kunç ve aynı zam anda yü ce bir ürküntüydü: Ölünün
yanında, insanların bulunm adığı bir yerde, dehşetin ve
kan, tad ın ın onu yum uşattığı, ezdiği burada, yapayalnız­
dı.
Sonunda elini açm ayı başarabildi. G övde, yavaşça
yüzükoyun devrildi: B ıçağın sapını elinden bıraktığı
için , çarşa fın üzerine koyu bir leke yayılm aya başladı,
can lı bir varlık gibi büyüdü. Ve bu lekenin h em en yanı
başında, tıpkı onun gibi büyüyerek, iki sivri kulağın
gölgesi göründü.
K apı yakın, balkon ise daha uzaktaydı, fa k a t gölge
balkondan geliyordu. Cine periye inanm am asına karşın
Çen felce uğram ış gibiydi, geriye dön ecek gücü bile bu­
lam ıyordu kendinde, sıçradı: B ir m iyavlam a işitti. Az
da olsa ferahlayarak, sonunda bakm ak cesaretini ken ­
disinde bulabildi. Bir sokak «.edişiydi bu. G özlerini Çen'
e dikm işti. Sessizce pencereden içeri süzülüyordu. K ed i­
n in gölgesinin attığı her adım Ç en ’i korkunç bir ö fk e y ­
le sarsıyordu, gen ç adam ın içine atıldığı bu korkunç
yere başka h içbir can lı girm em eliydi: Onu elinde b ıça k ­
la gören her ca n lı yaratık, irsanltirın arasına yeniden
girm esine başlı başına bir engeldi. U sturayı açtı, öne
doğru bir adım a ttı: Hayvan balkona doğru atılarak
kaçtı. Ç en kendisini Ş anghay'la karşı karşıya buldu.
K aygıyla sarsılan gece, kıvılcım ların uçuştuğu, gör­
kem li kara bir dum an gibi kaynaşıyordu; giderek dü ­
zenli bir h al alan soluklarının tem posuna uyarak, gece
durgunlaştı ve, yıldızlar, sonsuza dek sürecek kım ıltıla­
rıyla yırtık bulutların arasına yerleştiler. Sokakların
şim di daha bir serin ola n havası Ç en’in içine doldu. Bu,
in san ı bunaltan durgunluk için de bir siren sesi yüksel­
di, sonra eridi gitti. Aşağıda, çok aşağılarda, ıslak as­
fa ltta n ve rayların soluk çizgilerinden yansıyarak sarı
bir sisin için e göm ülen geceyarısı ışıkları, öldürm eyen,
öldürm esini bilm eyen insanların canlılığıyla titreşiyordu.
Ve şim di, kendisininkini aralarına alm ayacak m ily on ­
larca yaşam oradaydı. F akat, kendisini yakalam aya ç a ­
lışan, yanındaki adam ın k am gibi, vücudundan canını
dam la dam la alan ölüm ün yanında, onların kendisini
sefilce m ahkûm etm elerinin ne anlam ı olabilirdi k i? iş -
t° bu kım ıltısız ya da parıltılı gölge yaşam dı: T ıp k ı ır ­
mak, uzaklarda, görünm eyen deniz g ib i... Havayı, g ö ğ ­
sünün olanca derinliklerine doğru çektiğinde yaşarnı y e ­
n id en tanım ış, oha yeniden kavuşm uş gibi oldu. K e n d i­
sini, biraz önceki gibi altüst olmuş, ağlam aya hazır h is­
setti.
«K a çm a lı...» Sağlığa yen i kavuşm uş bir kör gibi,
karnı yen i doym uş aç bir insan gibi, hayranlıkla, gidip
gelen otom obilleri, ayaklarının altında, ışıklandırılm ış
sokakta koşuşan insanlara bakıyor, orada dikiliyordu.
Y aşam aya doym am ıştı, koşuşan bu canlılara dokunm ak
isterdi. Irnm ğın öteki yakasında, bir siren sesi bütün
ufku kapladı: Silah fabrikasında, gece işçileri n öbet d e­
ğiştiriyorlardı. A ptal işçiler, kendileri için savaşanları
öldürm ek üzere kullanılacak silahları üretsinler, olacak
iş değildi bu! Bu ışıltılı kent, bir tarla gibi, askeri d ik ­
tatörün ü n elinde kalacak m ıydı? Savaş ağalarına ve
b atılı tüccarlara, bir sürü gibi ölünceye dek kiralanm ış
olarak kalacak m ıydı? İşlediği cinayet, Ç in’in silah fa b ­
rikalarının uzun bir çalışm asm a bedeldi: Şang— H ay’ı
devrim ci gruplara teslim edecek ve pek yakında ayakla­
n acak olan isyancıların elinde iki yüz tü fek bile yoktu.
Bu aracının, bu ölünün, hüküm ete satm ak için an laştı-
ğ' üç yüz otom atik silahı eline geçirebilseydi! B öylece,
ilk işleri silahlanm ak için, polisi silahsızlandırm ak olan
birliklerin şansı iki katına çıkacaktı. Fakat, on dakika­
dan bu yana, Çen bunu bir kez bile düşünm em işti.
Ve daha adam ın üstündeki kâğıdı alm am ıştı, oysa
cinayeti sırf bu yüzden işlem işti. Giysiler, cibin liğin al­
tında, yatağın ayak ucunda asılıydı. Cepleri karıştırdı.
M endil, sigara; cüzdan yoktu. O da h ep ayn ıydı: C ibin­
lik, beyaz duvarlar, belirgin bir ışık d örtgen i; dem ek ki
ölüm h içbir şeyi değiştirm iyor. G özlerini yum arak elini
yastığın altına soktu. K üçücük, bir bozuk para çan tası
büyüklüğündeki cüzdanı hissetti. Y astığın üstündeki ba­
şın h a fifliğ i kaygıyı yen iden duyurdu ona, gözlerini a ç­
tı: Y astığın üstünde kan yoktu ve adam , an cak ölm üşe
benziyordu. Y oksa onu bir kez daha m ı öldürm eliydi?
F akat aynı anda gözleri, adam ın ağarm ış gözleriyle k ar­
şılaştı. O sırada fa rk etti çarşaf üstündeki kanı. Cüzdanı
karıştırm ak için ışığa doğru geriledi, oyun oyn ayan bir
sürü adam ın gürültü kopardığı karşı lok an tadan geliyor­
du ışık. B elgeyi buldu, cüzdanı yan ın a aldı, koşarcasına
odayı bir baştan bir başa geçti. A nahtarı kilitte iki kez
döndürerek cebine attı. Otelin k oridorunun bitim inde
— yürüyüşünü yavaşlatm aya çabalıyordu — asansör yok ­
tu. Zili çalacak m ıydı? Aşağı indi. A lt katta, bar, bilardo
ve dans salonu vardı. O n iki kadar adam asansörün gel­
m esini bekliyordu. O da onların ardın dan gitti. Y a n ın ­
daki sarhoş adam — B irm anyalı ya da Siyam lı olm alıy­
dı — ona İn gilizce bir şeyler söyledi: «K ırm ızılı bar kızı
n efisti doğru su !» Susturmak için onu tokatlam ak, yaşa­
dığı için de kucaklam ak arzusu duydu için de bir an. Y a ­
n ıt yerine bir şeyler geveledi, ötek i ise, övgü olsun diye,
Çen’in om uzuna vurdu. «B enim de sarhoş olduğum u sa­
n ıyor.» Fakat karşısındaki yen iden ağzını açarak konuş­
m aya başladı. «Y a b a n cı dil bilm iyorum ,» dedi Çen, Pe-
k in ’ce. Ö teki sustu, yakalıksız, fakat sırtında iyi cins yün
k;>zak olan bu gen ç adam a m erakla baktı. Ç en asansör
k abin in in aynalı kapısının ta m karşısında duruyordu.
C inayetten sonra, yüzünün bütün çizgileri silinm işti. Bu
görünüm üyle Ç inli’den çok bir M oğol’a benziyordu: Çı­
kık elm acık kem ikleri, basık fak at gaga gibi kıvrık b u r­
nu h iç değişm em işti. Y aln ızca yoıgu n lu ğu yansıtıyordu
yüzü; sağlam om uzlarında, k a im dudaklarında yabancı
h içbir şey yoktu. Y aln ızca kolu, kıvrıldığı zam an yapış
yapış olan kolu ve sıca k ... A sansör durdu. O da grupla
birlikte çıktı.

GECE, SAAT BİR

Bir şişe m aden suyu saUn aldı ve bir taksi ça ğ ır­


d ı: K apalı bir arabaydı bu. İçerde kolunu yıkadı ve bir
m endille sardı, işsiz raylar ve ikindi sağn ağm ın bırak­
tığı su birikintileri h a fifç e parıldıyordu. Işıltılı gökyüzü
bunlarda yansıyordu. Nedenini kendisi de bilm eden, Çen
gökyüzüne bak tı: Biraz ön ce, y d d 'z ’ arı k eşfettiği sırada,
gökyüzüne ne kadar da yakındı! K aygısı azaldığı, in san ­
lara yeniden kavuştuğu ölçüde gökyüzünden uzpklaşı-
y ord u ... Sokağın ucunda, su birikintilerinin gri rengini
alm ış m itralyöz taşıyan arabalar, sessiz gölgelerin om uz­
ladığı parlak süngüden parm aklıklar göze çarpıyordu :
Burası karakoldu. Fransız bölgesinin sonuydu. Taksi d a ­
h a ileri gitm iyordu. Çen, Fransız bölgesinde elektrikçilik
yap tığın ı belirten sahte pasaportunu gösterdi. N öbetçi
ilgisizce baktı kâğıda («N e yaptığım ı kim se görm üyor
n asılsa») ve geçm esine izin verdi. Önünde, dikey olarak,
k en tin Çinlilere ait bölüm ünün sınırı, İK İ — CUMHURİ­
Y E T Caddesi uzanıyordu. Ortalık, +erk edilm işcesine ses­
sizdi. Ç in’in en büyük kentinin tüm gürültüleriyle yük­
lü hom urtulu dalgalar, bir kuyudan, top rağın derinlikle­
rin den gelen sesler gibi, orada yitip gid iyorlardı: Sava­
şın, uyum ak istem eyen bir kalabalığın, sinirli, son ç ır ­
pınm alarıydı bunlar. Fakat, insanların yaşadığı yer uzak­
tı; burada, dünyadan yalnızca bir gece kalm ıştı geriye.
Ve Çen, ona, birden edinilm iş bir dosta sarılır gib , sım ­
sıkı yapışıyordu: Bu kuşkulu gece dünyası cin ayeti en ­
gellem iyordu. İn san ların için de kaybolduğu bir dünya,
stnsuza dek uzanan bir dünyaydı bu. Bu çürüm üş k ire­
m itlerin, diplerinde fenerlerin penceresiz duvarları, tel-
g ıa f tellerini aydınlattığı tü m bu sokakların üzerine bir
daha güneş doğacak m ıydı? S ıcaklığın içine göm ülm üş
t i r cin ayet dünyasıydı bu. H içbir varlık, h içbir gürültü
göze çarpm ıyor, işitilm iyordu. H atta küçük satıcıların
çığlıkları, terkedilm iş köpekler bile
Sonunda, yıkık dökük bir dükkana va rd ı: Lu — Yu
— Şuen ve Hemmelrich, plakçı. İnsanların arasına d ön ­
m ek gerekiyordu... B irkaç dakika bekledi, daha henüz
tüm üyle rah at değildi, sonunda kepenge vurdu. Kapı,
hem en denecek kadar çabuk açıld ı: Özenle yerleştiril­
miş plaklarla dolu bir dükkandı D u ra sı. R esm i bir k ü ­
tüphane izlenim ini uyandırıyordu. Sonra, arka dükkana
geçti; büyük, çıplak bir yerdi burası. Sırtlarında yalnızca
birer göm lek bulunan d ört arkadaş bekliyordu.
K ap ı kapanırken lam ba sallandı: A rkadaşlarının
yüzü bir kaybolup bir görü ndü : Solda, yusyuvarlak,
Lu — Y u — Şuen ve düşük om uzları, kırık burnu ve
dazlak boksör kafasıyla H em m elrich ortaya çıktı. A rka­
da gölgen in için de K atov duruyordu. Sağda ise K iy o G i-
sors. Lam ba, başın ın üstünden geçerken, on un el baskı­
sı Japon resim lerini andıran, ağzının çevresindeki derin
çizgilerini iyice aydınlattı. Ve uzaklaşırken, gölgeleri ge-
rı getirdi. K iy o ’n un m elez çehresi kaybolm uş, yerine A v­
rupalI bir adam gelm işti. Lam banın sallantıları giderek
daha da küçüldü, h ızlan dı: K iy o ’nun her iki görünüm ü,
kısa aralıklarla ardarda beliriyordu. Ve her görüntü bir
ön cek in d en daha farklıydı.
Hepsi, aptalca bir ilgiyle Ç en ’e bakıyor fa k a t bir şey
söylem iyorlardı. O ise, ayçiçeği tanelerinin saçıldığt yere,
önüne bakıyordu. Bu adam lara açıklam a yapabilirdi,
am a bunu asla yapam aycaktı. Olayı, tü m yönleriyle asla
anlatam ayacaktı.
G övd en in bıçağa direnişi, kolunun ona karşı kcyu-
şundan çok daha büyük bir güçle beynine çakılm ış kal­
m ıştı: Bu işin, bu denli zor olacağını hiç ummuyordum
doğrusu.
«Tam am .» dedi.
Silahların teslim edilm esini em reden belgeyi uzattı.
Uzunca bir yazıydı bu. K iyo okuyordu on a:
«Evet, a m a ...»
Hepsi bekliyordu K iy o n e sabırsız, ne de öfkeliydi,
kım ıldam am ıştı bile. Y üzü bir an asılm ıştı, hepsi o ka­
dar. F akat odadakilerin hepsi, okuduklarının onu altüst
ettiğini anlam ışlardı. Sonunda kendisini topladı:
«Silahların parası ödenm em iş. (T eslim edildiğinde
ödenm ek üzere) diye yazıyor burada.»
Çen, kendisine ait bir şey çaldırm ış gibi, öfken in
tüm benliğini sardığını duydu. A radığının bu kâğıt o l­
duğunu çok iyi biliyordu, am a okuyacak zam an bulam a­
mıştı. Zaten okusa da sonucu değiştirem ezdi ki. C ebin­
den cüzdanı çıkardı, K iy o ’ya verdi: F otoğraflar, alındı
belgeleri, başkaca h içbir şey yoktu.
«Savaş birliklerindeki adam larla anlaşabiliriz sanı­
rım ,» dedi K iyo.
K atov yan ıtladı:
«B ir kez gem iye çıkm ayı başaralım , gerisi k ola y !»
O nların varlığı, Ç en’i korkunç yalnızlığından kurta­
rıyordu. Y avaş yavaş toprak tan sökülen, fa k a t küçük
kökleriyle hâlâ tutunm aya çalışan bir bitkiyi an dırıyor­
du. Arkadaşları da yen iden alışıyor ve aynı anda, on la­
rı sanki ilk kez keşfediyordu. — İlk kez gittiği genelev­
d en dönüşünde kız kardeşini keşfedişi gibi — . A ncak
gecen in ilerlemiş saatlerinde, kum arhanelerde görülen
türden bir gerginlik vardı odada.
«Her şey yolunda gitti m i?» diye sordu K atov. E lin­
deki plağı bırakıp ışığa d oğra ilerledi.
Çen, sesini çıkarm adan, R us soytarılarınınkini a n ­
dıran bu güzel yüze bak tı: A laycı gözler, kalkık bir bu­
run. Bu loş ışık bile onu dram atik bir durum a sokam ı-
yordu. O ki, ölüm ün ne dem ek olduğunu biliyordu. A ya­
ğa kalktı küçücük k afesinde uyuya kalm ış cırcır b ö ce ­
ğine bakm aya gitti. Ç en’in susmak için, kendine göre bir­
takım nedenleri olabilirdi. Işığın kım ıltılarını izliyor ve
bu da ona düşünm ekten kaçın m ak olan ağın ı sağlıyor­
du: Onun varlığını yan ın da hissederek uyanan cırcır b ö ­
ceğin in titrek çığlığı, gölgen in yüzler üzerindeki son tit­
reşim lerine karışıyordu. Hep aynı düşünce: İnsan etinin
bıçağa gösterdiği direnç, sözcükler, yüreğinde yer etm iş
olan ölüm e bunca yakın olm a duygusunu dağıtm aktan
başka bir işe yaram ıyordu.
«O telden saat kaçta çık tın ?» diye sordu Kiyo.
«Y irm i dakika önce.»
K iyo saatine baktı, bire on vardı.
«G üzel, buradaki işim izi bitirelim ve sonra savuşa­
lım.»
«B abanı görm ek istiyorum , K iyo.»
«O ’nun yarın olacağını biliyorsun sanırım ?»
«D aha iyi ya.»
Hepsi, o’nun ne olduğunu biliyorlardı: D evrim ci b ir­
liklerin son dem iryolu istasyonlarına gelişi dem ekti bu,
ve ayaklanm a başlam ış olacaktı.
«D aha iyi ya,» diye yineledi Çen. T üm güçlü duy­
gular gibi, tehlike duygusu da çekilip giderken on un iç i­
ni boşaltıyordu ; keşke yen iden duysaydı, hissetseydi b u ­
nu.
«Y in e de onu görm ek istiyorum .»
«G it öyleyse: Ş afak sökünceye dek uyum az nasıl
olsa.»
«Saat dörde doğru giderim .»
G arip bir içgüdüsel dürtüyle, anlaşılm am ış olm ak­
tan yakındığında, Çen d oğru ca G isors’a koşuyordu. Bu
tutum unun K iy o’yu acıya boğduğunu biliyordu — hele
işin için de gurur da söz konusu olduğundan, bu acı da­
h a da büyüyordu —• am a yapacak başka şeyi yok tu : K iyo
ayaklanm anın örgü tleyicilerin den biriydi, M erkez K o m i­
tesi ona güveniyordu. O da, Çen de güveniyordu ona,
am a savaşın dışında, asla adam öldürm eyeceğini de bi­
liyordu. K a tov ’u kendisine daha yakın buluyordu. 1905
devrim inde, tıp öğrencisiyken, Odessa Hapishanesine y a ­
pılan — acem ice — saldırıya katıldı diye beş yıllık kü­
rek cezasına çarptırılm ıştı K atov, am a yine d e...
Rus, gözlerini Ç en’den ayırm adan, ağzına küçük k ü ­
çük şekerlem eler atıyordu. Ve Çen, birdenbire oburlu­
ğun ne olduğunu anladı. A dam öldürdüğü şu anda canı
neyi çekerse onu istem eye, alm aya hakkı vardı. Buna
hakkı vardı. Bu, çocu k ça bir şey olsa bile. K öşeli elini
uzattı. K a tov gitm ek istediğini sanıp elini sıktı. Çen aya­
ğa kalktı. B elki böylesi daha iyiyd i: B urada yapacak baş­
ka işi kalm am ıştı. K iyo haberdar edilm işti, işin gerisini
halletm ek ona düşüyordu. Ve o, Çen, şim di n e yapm ak
istediğini biliyordu. K apıya kadar gitti, sonra geri geldi:
«B ana şeker v e r!»
K atov kese kâğıdını on a verdi. Çen içindekini bölüş­
m ek istedi: Am a başka koyacak kâğıt yoktu. Şekeri önce
avucuna, sonra da ağzına doldurdu. Ve çıktı.
«İş pek kolay olm am ışa benzer,» dedi K atov.
1905’te İsviçre’ye sığınm ış, 1912’y e kadar orada kal­
mış ve aynı yıl gizlice R usya’ya dönm üştü. Bu yüzden
F ransızca’yı kusursuz denecek kadar düzgün konuşuyor­
du, ama bazı sesli h a rfleri ağzında yuvarlıyordu. Çince
konuştuğunda h er h a rfin hakkını vererek söylem ek ge­
rekiyordu ya, onun acısını böylece çıkarm ak ister gibiy­
di. Şimdi, lam banın aşağı yukarı tam altındaydı ve y ü ­
zü çok az aydınlanıyordu. K iyo böylesini yeğlerdi: K ü ­
çük gözleri ve özellikle kalkık burnu K a tov ’un yüzüne
alaycı bir saflık veriyordu («N em rut — sevimsiz — ser­
çe gibi adam » diyordu ona H em m elrich). K iy o ’nun yü­
zü ise büsbütün farklı bir an'ıam taşıyordu. K iy o ’yu sı­
kan bu karşıtlık böyle anlarda belirsizleşiyordu.
«İşim ize bakalım ,» dedi. «Plaklar sende m i L u?»
Lu - Y u - Şuen, sürekli gülüm seyerek ve saygısını
belirtm ek için binlerce kez eğilm eye hazır, bekliyordu.
K a tov ’un gözden geçirdiği iki plağı, iki ayrı gra m ofon a
yerleştirdi. İkisini de aynı anda çalıştırm ak gerekiyordu.
«Bir, iki, üç,» diye saydı Kiyo.
B irinci plaktaki ıslık sesi, İkinciyi örttü, birden dur­
du: Otuz sözü duyuldu sonra yeniden işitildi ses. Bir söz­
cük dah a: Kişi. Y ine ıslık: Sonra: Gönderin. ıslık...
«M ükem m el,» dedi K iyo. G ra m ofon la rı durdurdu. Ve
bu kez, yalnızca birin ci p lağı çalm aya başladı: Islık,
sessizlik, ıslık. Dur. Güzel. P lakların üstünde «bozu k tu r!»
yazan birer etiket vardı.
İk in ci plak çalm aya başladı: Üçüncü ders, Bir, iki,
Üç, Dört, Beş, Altı, Yedi, Sekiz, Dokuz, On, Yirmi, Otuz,
Kırk, Elli, Altmış, Yüz. On kişinin koştuğunu gördüm.
Burada yirmi kadın var. Koşun, yürüyün, gidin, gelin,
gönderin, alın...
Y a b a n cı dil öğrenim inde kullanılan bu bozuk p lak­
lar m ükem m eldi doğrusu; etiketleri çok iyi taklit edil­
mişti. Buna karşın K iyo yine de kuşkuluydu:
«P lağı kötü m ü kaydetm işim yok sa?»
«Y ok canım , çok iyi.»
Lu — Y u — Şuen’in gülüm sem esi yüzünde yayıldık­
ça yayılıyor, H em m elrich ilgisiz görünüyordu. Üst katta
küçük bir çocu k acıyla haykırdı. K iy o artık bir şey a n ­
lam ıyordu:
«Peki, neden değiştirdiler?»
«D eğiştirilm edi,» dedi Lu, «eskisi gibi. Ama insan
kendi sesini ilk kez duyduğunda, onu tanım ası zordur.»
«G ra m ofon m u değiştiriyor sesi?»
«Hayır, on dan değil, insan başkasının sesini k olay­
ca tanıyabilir. Am a kendi sesini işitm eye alışık değildir
d e...»
Lu, seçkin bir kişiye bilm ediği bir şeyi açıklayabildi­
ği için, Çinlilere özgü bir sevinçle gülüyordu.
«Bu, bizim dilim izde böyledir.»
«Güzel, yarın sabah, güneş doğarken H ankeu’ya h a ­
reket edecekler...»
Islıklı plaklar bir gem iyle gönderilecek, üstüne k o ­
nuşm a kaydedilen plaklar başka bir gem iyle. B ölgede­
ki m isyonerlerin K atolik ya da P rotestan oluşlarına g ö ­
re ayarlanarak, konuşm alar Fransızca ve İngilizce ola­
rak hazırlanm ıştı.
«Sabah,» diye düşünüyordu K iyo. «Oysa sabaha dek
o kadar çok şey olacak k i...» Ayağa kalktı:
«Silahlar için gönüllü gerek. Ve m üm künse birkaç
da AvrupalI.»
H em m elrich ona yaklaştı. Yukardaki çocuk yeniden
çığlık attı.
«Ç ocuk sana karşılık veriyor,» dedi H em m elrich. «Bu
sana yetm ez m i? Nerdeyse geberecek çocu kla ve yukarda
inleyen kadınla baş başa kalsan sen nasıl davranırdın?
Ne h alt ederdin ? Baksana b:zi rahatsız etm em ek için
yüksek sesle ağlam aktan bile çek in iy or...»
Bu, nerdeyse k in dolu ses, ancak, kırık burunlu, ç ö ­
kük gözlü bu yüze yaraşırdı. Dikey in en ışık, gözlerini
kara birer gölgeye dönüştürüyordu.
«Herkes kendi işine,» diye yan ıtladı K iyo. «Plaklar da
gerekli bize. K a to v ’la ben, ikimiz bu işi hallederiz. G i­
dip adam arayalım ... G itm işken, yarın saldırıp saldırm a­
yacağım ızı öğren iriz... Ve ben d e ...»
«A klında olsun, oteldeki cesedi de bulabilirler bu
arada,» dedi K atov.
« Ş a fa k ta n ' ön ce bulamazlar. Ç en kapıyı kitlem iş.
Oralarda devriye de yok.»
«Am a belki h erif birisiyle buluşacaktı?»
«Bu saatte m i? Pek akla yakın değil. Ne olursa ol­
sun, asıl sorun gem inin dem ir a ttığı yeri değiştirm ek:
B öylece, gem iye gitm ek isterlerse, onu bulm ak için en
azından üç saat yitirirler. G em i lim an ın öteki ucunda.»
«O nu nereye gönderm ek istiyorsun?»
«Lim an içine. R ıh tım a değil, elbette. Y üzlerce gemi
var orada. En azından üç saat yitirecekler. En azından.»
«K aptan pirelenebilir.»
K a tov ’un yüzü duygularını asla belli etm ezdi: Hâlâ
alaycı bir neşeyle bakıyordu. Bu anda, yalnızca sesinin
ton u açığa vuruyordu kaygısını. Hem de belirgin bir bi­
çim de.
«Silah işlerinde uzm an olan birini tanıyorum ben,»
dedi K iyo. «O da yanım ızda olursa kaptan güvenir. Çok
param ız yok am a bir k om isyon ödeyebiliriz... Sanırım
anlaştık? G em iye çıkm ak için belgeden yararlanır, geri­
sini de sonra hallederiz, oldu m u ?»
K atov, tartışm aya bile değm eyecek bir olgu karşı­
sındaym ış gibi omuzunu silkti. İşçi ceketini geçirdi sır­
tına — yakasını h iç iliklem ezdi — sandalyenin birine
asılı duran spor ceketini K iy o ’ya uzattı, ikisi de güçlü
bir tavırla H em m elrich’in elini sıktılar. Acım ak, onu da­
ha fazla aşağılam aktan başka bir sonuç vermezdi.. Ç ık­
tılar. Caddeden ayrılır ayrılm az kentin Çinlilere ait b öl­
gesine girdiler. Hem en h em en tepelerine dek alçalm ış
yüklü bulutlar, yer yer birbirlerinden kopm uşlardı. A ra­
larındaki kopuklukların derinliklerinde beliren gecenin
son yıldızları artık zar zor görülebiliyordu. Bulutlardaki
bu canlılık karanlığı da hareketlendiriyordu. Dev gölge­

I
ler geceyi derinleştiriyorm uş gibiydi; karanlık bir yoğu n ­
laşıyor, bir h afifliyord u . K atov ve K iy o ’nun ayağında
lastik tabanlı spor ayakkabılar vardı. Çam urda kaydık ­
ları sürenin dışında kendi ayak seslerini bile işitm iyor­
lardı.
A yrıcalıklı B ölgenin — yani düşm anın — olduğu
yönde h a fif bir ışık çevreliyordu dam ları. Uzun, bir si­
ren sesi ,ağır ağır esen rüzgârm içine doldu. Sıkıyönetim
altındaki kentin nerdeyse dinm iş uğultusunu ve savaş
gem ilerine giden h ücu m botların siren çığlıklarını taşıyan
esinti, dar sokakların ve çıkm az yolların dibinde yanan
acınası am pullerin üstünden geçti gitti. Bu am pullerin
çevresinde, yıkılm ak üzere o l?n duvarlar ıssız karanlık­
tan sıyrılıyor ve am pullerin ışığında tü m lekeleriyle
m eydana çıkıyorlardı. H içbir şeyin etkileyem ediği bu ışık­
tan aptalca bir sonsuzluk saçılıyordu. Bu duvarların ar­
dına gizlenm iş yarım m ilyon insan: dokum a fabrik ala­
rında çalışanlar, çocukluklarından bu yana günde 16 sa­
at çabalayıp duranlar. Ülserli, veremli, a ç bir halk. Y er­
yüzünün tüm belâları bunlar içindi. Am pulleri koruyan
cam küreler buğulandı ve birkaç dakikanın içinde, Ç in’­
in o korkunç yağm uru, acele edercesine, öfkeyle kentin
üstüne çöktü. ,
«İyi bir m ahalle,» diye düşündü K iyo. Bir aydan b e­
ri o kom iteden bu kom iteye koşarak ayaklanm ayı h azır­
lıyordu, sokakları görecek durum da değildi. Çamurun
değil, belli bir planın üzerinde yürüyordu artık. M ilyon ­
larca günlük küçük yaşantının tıkırtısı siliniyor, yerini,
onu ezen bir başka yaşam alıyordu. A yrıcalıklı bölgeler,
dem ir parm aklıklı kapılarını yağm urun yıkadığı evleriyle
zengin m ahalleler nitelik değiştiriyorlardı: Onlar artık
birer teh d it unsuru, birer engel, penceresiz, uzun birer
hapishane duvarıydılar. Ötekiler, vurucu birliklerin en
yoğun olduğu bu korkunç m ahalleler ise, atılm aya hazır
bir kalabalığın ürperti verici sarsıntısı içindeydiler. Dar
bir sokağın köşesinde, bakışları birden, geniş bir ca d d e­
yi aydınlatan ışıkların derinliğine göm üldü. Şiddetli ya ğ­
m ur altındaki belirsizliğine karşın, K iy o ’n un kafasında
eski görünüm ünü k oruyordu: Çünkü bu caddenin derin­
liklerinden ateş kusacak tüfeklere, m itralyözlere saldır­
mak gerekecekti.
Şubat ayındaki başarısız ayaklanm a denem esinden
sonra, Çin K om ünist Partisi M erkez K om itesi, K iy o ’ya

İnsanlık Durumu / F : 2 17
isyan cı güçleri örgütlem e görevini verm işti. Dum an k o ­
kan sağnak altında p rofilleri silinen evleriyle bu sessiz
sokakların h er birinde savaşçı sayısı iki katına çık m ış­
tı. K iyo bu sayının iki b in den beş bine çıkarılm asını is­
tem iş, askeri kom ite bunu bir ayda başarm ıştı, fakat
ellerinde iki yüz tü fek bile yoktu. Oysa çalkantılı ırm ak
üzerinde tek gözü açık uyuyan Şan — T un g gem isinde
tam üç yüz m akineli taban ca vardı — K iyo her biri yak ­
laşık yirm i beş kişiden oluşan yüz doksan iki savaşçı b ir­
lik örgütlem işti. F akat yalnızca şefleri silahlıydı bu grup­
ların ... G eçerken, otobüs haline getirilm iş eski k a m yon ­
larla dolu bir ga ra jı gözden geçirdi. B ütün garajlar «işa­
retlenm işti». Askeri kom ite bir kurm ay oluşturmuş, p a r­
ti kurulu da bir m erkez kom itesi seçm işti. A yaklanm a­
n ın başından itibaren, bunlarla vurucu birlikler arasın­
daki bağlan tıyı ayakta tutm ak gerekecekti.
K iyo, ayrıca, yüz yirm i bisikletliden oluşan bir bağ­
lantı birliği örgütlem işti. İlk silah sesleriyle birlikte, bu
iş için görevlendirilm iş sekiz grubun garajları işgal edip
arabalara el koym ası gerekiyordu. Bu grupların şefleri
daha şim diden bütün g arajları dolaşm ışlardı. Öbür şe f­
lerin her biri, on gü nden beri, savaşacakları bölgeyi in ­
celiyorlardı. B ugün bile, kim bilir kaç ziyaretçi önem li
binalara sızmış, kim senin tanım adığı bir dostu görm ek
istem iş, sohbet etm iş, ayrılıp gitm eden önce sunulan bir
bardak çay ı içm işti. K im bilir kaç işçi, korkunç sağanağa
karşın dam ları aktarıyordu. Sokak savaşı için az çok
değeri olan her durum incelenm iş, h er n ok ta belirlen­
mişti. En iyi h angi durum da ateş edilir, en iyi nasıl n i­
şan alınır, bunlar teker teker plan da belirtilm işti. Ve
bu planlar her vurucu birliğin şefine iletilm işti. K iy o ’-
nun, ayaklanm anın yeraltı yaşantısı konusunda bildikle­
ri bilm ediklerini besliyor, tam am lıyordu. B ölgenin Çapey
ve P utung’daki büyük kanatlarında olabilecekler onun
bilgi ve kavram a sınırını aşıyordu. Fabrikalarla dolu,
yoksulluğun kol gezdiği bu parçalanm ış kanatlardan ge­
lecek hareket, m erkezdeki dev çıban başlarım p atlata­
caktı. Bu m ahşer gecesinde, göıü n m ez bir kalabalık
kaynaşıp duruyordu.
«Y a rın m ı?» dedi K iyo.
K atov durakladı, iri ellerini sallam ayı bıraktı bir an.
Hayır, soru kendisine yöneltilm em işti. K im seye yönel-
tilm em işti bu soru.
Sessizce yürüyorlardı. Sağnak, yavaş yavaş çisentiye
dönüştü, yağm urun dam lar üzerine tıkırtisı h a fifled i. Ve
kararm ış sokak yalnızca, akan yağm ur sularının kesik
gürültüleriyle doldu. Yüzlerindeki kaslar gevşedi. O za­
m an, sokak, herkese nasıl görünüyorsa ona da öyle g ö ­
ründü: Uzun, kara, kayıtsız. K iyo geçm işe dön er gibi
oldu.
«Ç en ’in nereye gitm iş olabileceğini san ıyorsu n ?» d i­
ye sordu. «B abam ın evine saat dörde doğru gideceğini
söyledi. Uyum ak için m i gidecek dersin ?»
Soru sorarken, sesinde, şaşılası bir hayranlığın isle­
ri vardı.
«B ilm em ... O h iç sarhoş olm az k i...»
Bir dükkana varm ışlardı: Shia, lambacı. Her yerde
olduğu gibi, kepenkleri örtülüydü. Açıldı. K orkunç, k ü ­
çücük bir Çinli önlerine dikildi. Arkasındaki cılız ışık
yüzünü gölgede bırakıyordu: En ufak hareketinde, b a ­
şını çevreleyen ışık halesi, delik deşik, sivilceli, k oca ­
m an burnuna yağlı bir parıltı yansıtıyordu. Tezgâhın
üzerinde yanan iki lam banın alevleri, duvarlara asılmış
yüzlerce gem ici fen erin in şişelerinde yansıyor ve sonra
karanlığın içinde, m ağazanın görünm ez derinliklerinde
eriyordu.
«E ee?» dedi Kiyo.
Shia, dalkavukça ellerini oğuşturarak, ona bakıyor­
du. H içbir şey söylem eden döndü, gizli bir yerleri karış­
tırdı. T eneken in üzerine sürtünen tırnağı bir cızırtı k o ­
p ardı: K a tov ürpererek dişlerini gıcırdattı. Am a Çinli,
pan tolon askıları bir sağa, bir sola sallanarak geri d ö n ­
m üştü bile. — Y anın da getirdiği kâğıdı okudu. Lam ba­
ların birine yapışırcasm a yaklaşm ıştı; yüzüne aşağıdan
yukarı doğru bir ışık vuruyordu. Dem iryolu işçileriyle
ilişki kurm akla yüküm lü askeri örgütün bir raporuydu
bu. Şan gh ay’ı devrim cilere karşı savunan takviye bir­
likleri Nankin’den gelm ekteydi: dem iryolu işçileri grev
kararı alm ışlardı, beyaz m uhafızlar ve gerici ordunun
askerleri, askeri trenleri yön etm ek istem eyen dem iryol­
cuları kurşuna diziyorlardı.
Çinli okudu:
«T utuklanan dem iryolu işçilerinden biri, yönettiği
treni raydan çıkarm ıştı. Öldürüldü. Üç askeri tren de
dün raydan çıktı, çünkü raylar sökülmüştü.»
«S abotajları yaygınlaştırm alı ve aynı raporlara, en
kısa süre içinde onarım yapm anın çareleri de eklenm e­
li,» dedi K iyo. «Başka bir şey yok m u? Silah yüklü tren ­
lerden söz edilm iyor m u ?»
«Hayır.»
«B izim kilerin Çeng — Çeu’ya (*) ne zam an vara­
caklarını biliyor m uyuz?»
«G ece haberleri henüz elime geçm edi. Am a sendi­
ka delegesi, bu işin, bu gece ya da yarın sabah olacağı­
nı sanıyor.»
Dem ek ki, ayaklanm a ertesi gün, ya da daha erte­
si gün başlayacaktı. M erkez kom itesinin em irlerini bek­
lem ek gerekiyordu. Susamıştı K iyo. Çıktılar.
A yrılacakları noktaya iyice yaklaşm ışlardı artık. Bir
gem i düdüğü, tiz ve kesikli sesler çıkararak ü ç kez öttü.
Sonra, uzunca, bir kez daha. Suya doym uş gecede, g e­
m inin çığlığı yayılıp saçılıyor gibiydi; yükselen bir füze
gibi, sonunda yavaşladı. «Şan— T u n g ’dakiler kuşkulan­
m aya m ı başladılar yoksa? Saçm a. G em inin kaptanı
m üşterilerini saat sekizden ön ce beklem iyor ki.» Orada,
soğuk ve yeşile çalan renkteki suyun ortasında, içi k a­
sa kasa tabancayla dolu, dem irlenm iş gem inin tutsağı
olarak, yen iden yürüm eye koyuldular. Y ağm ur dinmişti.
«A dam ım ı bir bulsam,» dedi K iyo, «Şan — T un g de­
m irlediği yeri değiştirirse daha bir rahatlayacağım .»
Y olları artık ayrılıyordu, daha sonra buluşm ak üze­
re sözleştiler ve her biri kendi yolunu tuttu. K atov
gidip adam ları arayacaktı.
K iyo, Sonunda, ayrıcalıklı bölgen in parm aklıklı k a­
pısına vardı. A nnam lı iki avcı eri ve bir söm ürge ç a ­
vuşu kâğıtların ı incelem ek için yaklaştılar: yanında
Fransız pasaportu vardı. N öbetçileri im rendirm ek için,
Çinli bir satıcı, dikenli tellerin ucuna etli börekler as­
mıştı.
(«S ırası geldiğinde n öbetçileri zehirlem ek için iyi
bir yol,» diye düşündü K iyo.)
Çavuş pasaportu geri verdi K iyo fazla beklem eden
bir taksi çevirdi ve K ara K edi n in adresini verdi şoföre.
Ş oför bütün gücüyle gaza basıyordu. Y olda, Avru­
palI gönüllülerden oluşan birkaç devriyeye rastladılar.
«Sekiz ulusun insanı burayı gözlüyor» diye yazıyordu
gazeteler. B unun ön em i yoktu. K u om in ta n g’m yabancı-

(*) Şanghay’dan önceki son gar.


l? r m ayrıcalıklı bölgelerine saldırm ak niyetinde olduğu­
nu sanm ıyordu. Issız, terkedilm iş sokaklar, satıcıların
küçücük gölgeleri, om uzlarından sarkan terazilerden olu-
şsn dükkanları... O tom obil, dar bir bah çen in girişinde
durdu. K ara K ed i’n in ışıklı tabelası bah çeyi a ydın latı­
yordu. V estiyerin ö n ü n d en geçerken K iyo saate baktı:
Sabahın ikisiydi: «İyi ki burada k ıy a fet m ecburiyeti
yek,» diye düşündü. K oyu gri kaba kum aştan dikilm iş
spor ceketinin altında kazağı vardı.
Cazın öfkesi burnundan çıkıyordu. Beş saatten b e­
ri, neşe değil, dans eden, oturan çiftle rin kuşkuyla sa­
rıldığı, bir tür vahşi sarhoşluk havası saçıyordu. B irden
sustu caz, kalabalığın yapısı açığa çık tı: Dipte m üşteri­
ler, kenarlarda dansöz kızlar çöreklen m işti: Sim li ipek­
ten daracık giysileriyle Çinli, Rus m elez kadınlardı bu n ­
lar; dans ya da konuşm a başına bir bilet verm ek gere-
Kiyordu. Şaşkın, papaz görünüşlü bir ihtiyar, pistin o r ­
tasına dikilmiş, ördekvari hareketlerle dirseklerini oy­
natıyordu.
Elli iki yaşındayken, geceyi d işarda geçirdiği için
— bu ilk kez oluyordu — karısından dayak yiyeceği k or­
kusuyla, eve dönm eye cesaret edem em işti. Ve o günden
bu yana, yani sekiz aydır geceleri o kulüp senin, bu ku­
lüp benim , dolaşıyordu. Tem izlik denen kavram ı u nu t­
muştu. Çinli göm lekçilerin dükkanlarında, iki paravana
arasında çam aşır değiştirir olmuştu. İflas etm ek üzere
olan tüccarlar, dansözler ve fahişeler, yaşam ın tehditkâr
ağırlığını om uzlarında duyanlar — yani herkes — sanki
bir tek o, onları uçurum a düşm ekten kurtarabilirm iş g i­
bi, gözlerini bu hayalete dikm işlerdi. Şafakta — celladın
kentin Çinli kesim indeki gezintisi başlarken — , esneye­
rek uyum aya gideceklerdi. G ünün bu saatinde, saçların ­
dan yağm ur suları akan kesik başlardan başka bir şey
göze çarpm azdı. K ara kafesler içinde, kesik başlardan
başka...
«Budist papazlar gibi, sevgili kadın ım ! Budist pa­
pazlar gibi giydirecekler on la rı!»
Soytarılarm kini andıran gülünç sesi, bir sütunun
için den geliyor gibiydi. G enizden gelen buruk ses, bu­
lunduğu yerin havasını olduğu gibi yan sıtıyordu; şaş­
kın papazın tepesindeki sessizliğin, kadeh çın layışlarıy-
le dolu sessizliğin dışındaydı sanki: K iy o ’n un aradığı
adam buradaydı.
Salonun dip ta ra fın d a ki sütunun çevresini d olaşın ­
ca onu gördü. Derinlem esine uzatılm ış birkaç sıra halin­
de, dansöz kızların pek ilgilenm ediği m asalar vardı ora­
da. İpekli paçavra yığının ın için dek i bu sırt, gerdan k a­
rışım ının üstünde, sıska ve kam bursuz, fa k a t sesine tı­
patıp benzeyen bir soytarı göze çarpıyordu. M asasında
oturan iki kadına bir R us ve Filipinli bir meleze gülünç
bir söylev veriyordu. Ayakta, dirseklerini gövdesine y a ­
pıştırm ış, elleriyle birtakım hareketler yapıyordu. Yassı
ve sivri yüzünün bütün kasları rüzgârı yaracakm ışcası-
na oynuyordu konuşurken. Sağ gözü sakat olm alıydı.
Çünkü yüzünün bu yanında kare biçim inde kesilmiş, si­
yah ipekten bir ban t vardı. Ve bu kumaş parçasın ın onu
rahatsız ettiği yüzünden anlaşılabilirdi. Nasıl giyinm iş
olursa olsun — bu akşam sırtında bir sm okin vardı — ,
B aron de Clappique’in sürekli kılık değiştirm iş gibi bir
hali vardı. K iyo, ona şim di yanaşm am aya, dışarı çık m a­
sını beklem eye karar verdi.
«Tüm üyle, yavrum , tüm üyle söylediğin gibi olacak;
Ç an — K ay — Şek ihtilalcileriyle birlikte buraya gele­
cek ve kentleri ele geçirirken takındığı o bilin en tavrıy­
la — dikkat edin, bilinen tavrıyla diyorum ! — şöyle ba­
ğıracak: (Şu tüccarları Budist rahipler, şu askerleri de
leoparlar gibi (hani, yeni boyanm ış kanapelere oturm uş­
lar g ib i!) giydirin bakalım ! Leang h anedan ın ın son pren­
si gibi, biz de — evet yavrum , tıpkı öyle — saltanat ka­
yıklarına binelim . M avi, kırm ızı, her biri ken di m esle­
ğine uygun renkte giyinm iş, saçlarını örüp ponponlar
takınm ış uyruğumuzu seyredelim . Seyredelim de eğlene­
lim , kendim izden geçelim ! Başka tek la f istem em sev­
gilim , tek laf istem em ! Söylüyorum s iz e !’»
V e sonra sırrını açar gibi:
«Tek bir müzik sesine izin verilecek, o da, Çinli şap­
kasına benzer bir çalgı var ya, işte o çalgıdan çıkan
sese!»
«Peki sizin, bu, işte sizin rolünüz ne o la ca k ?»
H ıçkırarak yakın ırcasm a:
«Nasıl yavrum , bunu kestirem iyor musunuz? Ben
de sarayın m üneccim başısı olacağım ve körkütük sarhoş
olduğum bir akşam, bataklığa vuran m ehtabı yakalaya­
cağım derken, düşüp boğulacağım . Belki de bu akşam
k im bilir?»
B ilgiç bir tavırla:

i
«...T ıp k ı şair T u— Fu gibi. Boş zam anlarım ızda onun
yapıtlarını okuyup — tek la f istem em , böyle yaptığınızı
adım gibi biliyorum ! — ,neşeleniyorsunuzdur mutlaka.
Ü stelik...»
Bir savaş gem isinin düdüğü salonu doldurdu. H e­
m en ardından buna, öfk eli bir zil sesi karıştı ve dans
yeniden başladı. B aron oturm uştu. K iyo, m asaların ve
çiftlerin arasından geçerek, onunkinin biraz arkasında­
ki bir m asaya oturdu. Müzik, tü m öteki gürültüleri bas­
tırm ıştı. Fakat, şim di Clappique’e oldukça yaklaştığı bu
m asadan, onun sesini işitti bir kez daha. B aron F ilipin ­
li kızı sıkıştırıyor, bu arada da, n arin yüzlü iri gözlü Rus
kızıyla konuşm ayı sürdürüyordu.
«...İşin kötüsü ne, biliyor musun sevgilim , artık eğ-
lenem eyeceğiz de. H ani bazen ...»
İşaret parm ağını kızın yüzüne dikerek:
«...A vru palı bir bakan karısına postayla küçük bir
paket yollar, k adın pakedi. açar — tek la f istem em ...»
Parm ağını ağzına götürdü:
«...V e görür ki, pakedin içindeki, cansız aşığının
kellesidir.»
Ağlar gibi:
«A radan ü ç yıl da geçse, bundan h â lâ söz edilir!
K ötü sevgilim, çok kötü! B akın bana, yüzüm ü görü yor­
sunuz değil m i? İnsan ataları gibi eğlenm eye kalktı mı,
yirm i yıl için de ne hale geliyor, görü n işte! F rengi gibi
bir şey bu — tek la f istem em !»
E m redercesine:
«G arson ! Bu iki bayana şam panya, bana d a ...»
Y ine sır verircesine:
«K üçü k bir kadeh M a rtin i...»
C iddi bir tavır takınarak:
«Ç ok sert olsun.»
(En kötü olasılıkla bile, daha en az bir saat, polis­
le başım derde girm ez, diye düşündü K iyo. Ama yine de
bu iş daha uzayacak m ı a ca b a ?)
F ilipinli kız gülüyor, ya 4 a güler görünüyordu. Rus
ise, iri gözlerini alabildiğine açarak, anlam aya çalışıyor­
du. Clappique, em redercesine katı, açtığı sırlara dikkat
çekm eye çalışarak, işaret parm ağım sallayarak, sürekli
birtakım jestler yapıyordu. F akat K iyo onu yarım kulak­
la din liyordu: Salonun sıcaklığı onu uyuşturm uştu. Ve
bunun yanısıra, bütün gece benliğini etkileyen, peşini
bırakm ayan sıkıntı, şim di, belirsiz bir yorgunluk h a lin ­
de gövdesine yayılıyordu. Biraz ön ce, H em m ejrich’in ora-
df. dinlediği plak, tanıyam adığı ses, kendi sesi. Çok kü­
çükken, cerrah ın kesip aldığı badem ciklerine bakarken
duyduğu kaygıyı, evet ona benzer bir kaygıyı şim di ye­
niden duyuyordu. Ama düşüncelerini bir sıraya sokm a­
sı öyle zordu ki.
B aron, çıplak gözünü kırparak ve R us kızından ya ­
na dönerek, cıyak cıyak bağırıyordu:
«K ısacası, adam ın K uzey M acaristan ’da bir şatosu
vardı.»
«Siz M acar m ısınız?»
«İlgisi yok. Fransızım ben. (Aslına bakarsan, sevgi­
lim, o da um urum da değil y a !). F akat annem M acardı.
Neyse işte, bizim büyükbaba oralarda bir şatoda oturur­
muş. Şatonun içinde büyük — çook büyük— salonlar, al­
tında dostlarının mezarları, çevresinde de ça m ağaçları
varmış. Bir sürü çam ağacı. Bizim büyükbaba dulmuş.
Y apayalnız yaşıyorm uş, haa bir de, şöm ineye asılı k oca ­
m an bir av borusu varm ış. D erken bir gün, bir sirkin
yolu oralara düşmüş. Sirkte, at cam bazlığı yapan bir de
k adın bulunuyorm uş. Güzelm iş de ü stelik...»
G österişli bir tavırla:
«D ikkatinizi çekerim : güzelm iş!»
G özünü yen iden kırparak:
«...B ü yükbabam kadını kaçırm ış, hem h iç de zor
olm am ış bu iş — . K ad ın ı o k oca m a n odalardan birine
götü rm ü ş...»
Olayı vurgulam ak istercesine, elini kaldırarak:
«Tek la f istem em !.. K adın, yaşam ını orada sürdür­
m eye başlamış, Sonra sıkılmış, gid erek ...»
Kaşla göz arasında Filipinliyi gıdıklayarak:
«Sen de sıkılıyorsun,' yavrum . Am a sık d işini... B i­
zim büyükbabanın da k eyfi pek yerinde değilnüş zaten:
günün büyük bir bölüm ünü, berberine (şatonu n h âlâ bir
berberi varm ış), el ve ayak tırnaklarını düzelttirerek g e ­
çirirm iş. Bir yandan da, s’e kreteri — ki bu sekreter, y a ­
n ında çalışan şeflerden birinin oğluym uş — , yüksek ses­
le, ailenin tarihçesin in yazıldığı kitabı okur, tekrar tek ­
rar okurmuş büyükbabam a. Hoş bir oyalam a yöntem i,
sevgilim , m ükem m el bir yaşam ! Zaten, sürekli sarhoş
geziyorm uş bizim büyükbaba. K ad ın dersen ...»
«Yoksa kadın sekretere âşık m ı olm uş?» diye sordu
Rus kızı.
«M üthiş bir kız bu m üthiş! Sevgilim , siz yam an bir
kadınsınız. K ork u n ç bir kavram a yeteneği var sizd e!»
K adının elini öptü.
«...A m a, kadın gitti pedikürcüyle yattı. R uhsal gü­
zelliklere sizin kadar değer verm ediği için olsa gerek.
Am a bakm ış ki büyükbaba onu ayağının altına alm a­
ya kararlı, tek la f istem em , çünkü b oşu n a: İkisi birden
kaçm ışlar. Böyle sap gibi ortada kalınca büyükbaba ö fk e ­
sinden kudurarak geniş salonları arşınlam aya başlam ış
(salonların altında dostlarının ya ttığın ı u n u tm a ya lım ),
trfe konulacağı korkusuyla kendisini yiyip bitirmiş. Bu
arada bizim iki utanm az da ilçeye varm ışlar, od aların ­
da çatlak su testileri ve avlusunda büyük yolcu araba-
lrrı bulunan G ogolvari bir h ana yerleşm işler. K oca m a n
avcı borusunu kapm ış büyükbaba, am a üflem eyi bir tü r­
lü başaram am ış. B unun üzerine köylüleri yardım a ç a ­
ğırm ak, onlardan kendisi için dövüşm elerini istem ek
üzere kâhyayı yollam ış. (O zam anlar, köylüler üzerinde
hâlâ birtakım hakları varm ış.) O nları silahlandırm ış:
beş av tüfeği, iki taban cası varmış, on ları vermiş k ö y ­
lülere. Ama, sevgilim öyle çok adam varm ış ki silah lan ­
dırılm ası gereken! O zam an şatoda ne var, ne yok h ep ­
sini boşaltm ışlar: Ve bizim garibanlar kılıçları, çakar
alm az tüfekleri, m ancınıkları, daha ne bileyim ? palaları,
saldırm alarıyla ve başlarında bizim büyükbaba olm ak
üzere, ilçe m erkezinin yolunu tutm uşlar — düşünün, dü­
şünün bir k ez!— Ve öç alm a duygusu, işlenen suçun p e­
şine düşmüş böylece. Geldikleri öğrenilm iş. K oru bek çi­
si, yan m a jan darm aları da almış, karşılarına çıkm ış. Ne
güzel bir m an zara!»
«Eee, son ra?» \
«Sonra hiç. E llerinden silahları alınmış. B üyükbaba
yine de kente gelm iş, am a suçlular tozlu bir yolcu ara­
basına atlayarak, son hızla G ogol h a n ın da n ayrılmışlar.
O da bunun üzerine, berberin yerine bir başkasını, c a m ­
baz kadın ın yerine de bir köylü karısını bulmuş ve sek­
reteriyle birlikte içm iş de içm iş. A rada bir de vasiyetini
yazm aya çabalıyorm u ş...»
«Parasını kim e bırakm ış?»
«Anlam sız sorular, bunlar, sevgilim. Ama, öldüğü za­
m an.»
G özlerini iri iri açarak:
«...B u ayyaş soylunun, tırnaklarını törpületip tarih ­
çeleri okuturken neler tasarladığı, teker teker açığa çık­
m ış! D ileğini yerine getirm işler: şatonun kilisesinin al­
tında, kocam an bir m ahzene, Atilla gibi, ölen atının üze­
rinde ayakta göm m üşler o n u ...»
Cazın patırtısı dindi. Clappique konuşm asını sürdür­
dü. Am a bu kez, dem inki soytarılığın dan çok şey yitir­
miş görünüyordu. Sessizlik, şaklabanlığını da alıp götü r­
m üştü sa n k i:
«A tilla öldüğünde, onu, T una boyu nca şahlanıp du­
ran atının üzerine ayak üstü dikmişler. Güneş batarken
ovaya öyle bir gölge vurmuş ki, bunu gören atlılar tozu
dum ana katarak k açışm ışlar...»
D üşlerine kapılm ış, alkolün ve ani sessizliğin etki­
siyle dalıp gitm işti. K iyo, ona neler önerm esi gerektiğini
biliyordu. Am a, babasının tanıdığı kadar tanım ıyordu bu
adam ı ve hele oynadığı bu rolde, h iç tanım ıyordu. Sabır­
sızlıkla (B aronun karşısındaki masa boşaldığı anda ora­
ya oturacak, dışarı çıkm ası için işaret edecek kadar sa­
bırsızdı. Am a yine ona belirgin bir biçim de yanaşm ak
ya da çevreye göstere göstere işaret etm ek istem iyordu)
am a ilgisini bir an olsun yitirm eksizin dinliyordu adamı.
Şim di de, Rus kızı söze girm işti. Ağır, çatlak bir sesle
konuşuyordu — uykusuzluk onu sersem letm iş olm alıydı:
«B enim dedem in de verim li güzel toprakları varmış...
Biz de kom ünistlerin yüzünden kaçm ak zorunda kaldık,
anlıyorsunuz, değil m i? Herkesle bir olm am ak, saygı g ö r­
m ek için kısacası; oysa burada h er m asaya ikişer iki­
şer oturuyor, h er odada dörder dörder yatıyoruz. D ört
kişi bir od ad a... Ve kira da ödem ek gerekiyor, üstelik.
Saygı görüyoruz görm esine... Bir de alkol bana bu ka­
dar d ok u n m a sa!...»
Clappigue k adının bardağına bak tı: daha çok az iç ­
m işti. Filipinli ise, tersin e... Y arısarhoşluğun sıcaklığıy­
la gerinen bir kedi gibi gevşem iş ve rahattı. Onu hesaba
katm aya değm ezdi.
Y ine R us kızm a d ön dü :
«Paranız yok m u ?»
K ad ın om zunu silkti. B aron garsonu çağırdı, yüz
dolarlık bir banknot uzatarak hesabı ödedi. P aranın üs­
tü geldiğinde, için den bir on dolar alarak gerisini k adı­
na verdi. G en ç kadın, büyük bir kesinlik taşıyan, y o r­
gun bakışlarını on a dikti:
«Peki.»
Ayağa kalkıyordu.
«Hayır, bu akşam, sıkılırsınız bu işten.»
K ad ın ın ellerini sıkı sıkı kavram ıştı. K ad ın bir kez
d ah a baktı ona:
«Teşekkür ederim ,» dedi.
Bir an duraksadı, sonra ekledi:
«A m a yine d e... Eğer hoşunuza gid ecek se...»
«Param ın olm adığı bir gün, daha çok hoşum a gid e­
cek. B undan em in olabilirsin ...»
S oytarılığı yeniden ele alarak devam etti:
«Ve o günü de çok beklem eyeceksin, bu gidişle...»
K ad ın ın ellerini birleştirdi, öpücüklere boğdu bu
elleri.
K iyo, hesabı daha ön ce ödediği için, onu boş k o ri­
dorda yakaladı:
«İster misiniz, birlikte çık alım ?»
Clappique baktı ve onu tanıdı:
«Siz burada h a ? O lacak şey değil! A m a ...»
İşaret parm ağını kaldırır kaldırm az böğürtüyü kes­
ti: .
«B aştan çıkarm ışlar sizi, d elik an lı!»
«B oş verin !»
Dışarı çıkm ışlardı bile. Y ağm ur kesilm işti, am a su,
yine de hava gibi vazgeçilm ez bir varlık olarak çevreyi
kaplam ıştı. B ahçen in kum ları üzerinde birkaç adım a t­
tılar.
«Lim anda silah yüklü bir gem i var,» dedi Kiyo.
Clappique durdu. K iyo, bir adım fazla atm ış bulun­
du ve geri döndü bu yüzden: baronun yüzü belli belir­
siz görünüyordu ve kocam an , ışıklı k edi — K ara K e d i’-
nin tabelası — on u bir hâle gibi çevreliyordu:
«Şan — T un g gem isi,» dedi.
K aranlık ve arkasından vuran ışık nedeniyle, ne
düşündüğünü kestirm ek olanaksızdı, ve başka bir şey
de söylem edi.
«B ir öneri var,» diye yen iden söze girdi K iyo, «h ü ­
küm et ta ban ca başına otuz dolar veriyor. Henüz yan ıt
verilm edi bu öneriye. Ben, taban ca başına otuz beş d o ­
lara alıcı buldum, ayrıca size her silah için üç dolar k o­
m isyon verilecek. T eslim işi hem en, lim anda yapılacak.
-rrfâ e isterse orada, am a m utlaka lim anda.
Z*fr^_r;=cığ: verden hem en ayrılm ası gerek. Bu gece pa-
r getirilecek ve m al teslim alınacak. Buradaki ada­
mıyla anlaştık: İşte sözleşm e.»
K âğıdı adam a uzattı, elleriyle koruyarak çakm ağını
yaktı.
(Ö bür alıcıyı ekmek istiyor, diye düşündü Clappique
sözleşm eyi in celerken ... Y edek parça diye yazılı burada
ve silah başına beş dolar alacak. Bu açık. Vız gelir: üç
dolar da bana var.)
«Oldu,» dedi yüksek sesle. «Sözleşm eyi bana bırakı­
yorsunuz değil m i?»
«Evet, kaptaûı tan ıyor m usunuz?»
«Azizim, daha iyi tan ıdığım kaptanlar var, ama n ey ­
se onu dâ tanıyorum .»
«Belki kuşkulanır (üstelik, gem inin yerini de değiş­
tireceği için bu olasılık daha da fa zla ). Hükümet, para­
sını ödeyecek yerde, silahları yakalatabilir de. Değil
m i?»
«A sla!»
Bir kez daha soytarıya benzedi. Am a K iyo la fın ge­
risini bekliyordu; kendilerinin (hüküm etin değil) silah­
ları elde etm esini önlem ek için, kaptan ne gibi çarelere
başvurabilirdi? Clappique, daha alçak bir ses tonuyla
sürdürdü:
«Bu m alzem eleri dürüst bir satıcı gönderdi. Onu ta ­
nırım .»
A laycı bir tavırla ekledi:
«H ainin birid ir..:»
Y üzünün h içb ir ifadesi onu desteklem eyince. sesi
karanlıkta bir garip duyuluyordu. Sanki bir kokteyl ıs-
m arlıyorm uş gibi, sesini yükseltti:
«G erçek bir hain, azizim, bildiğin gibi değil! Çünkü
bütün bu işler bir elçilik kanalıyla oluyor k i... tek la f
istem em ! Bu işle ilgileneceğim . Am a bu bana epey yük­
lü bir taksi parasına oturacak. G em i oldukça uzakta.
Cebim de ise kala k ala...»
C eplerini karıştırdı, tek bir ban k not çıkardı, dönüp
tabelanın ışığına tuttu parayı.
«On dolar kalmış, azizim ! İdare etmez. Y akında
K am a A m ca’nızdan Ferral için yağlı boya tablolar sa ­
tın alacağım , ama o zam ana k a d a r...»
«Elli dolar işinizi görür m ü ?»

/
«Y eter de artar bile.»
K iyo parayı ona verdi.
«İş olup bittiğinde, durum u bana bildirirsiniz. O
zam ana dek evim de olacağım .»
«Anlaşıldı.»
«B ir saate kadar hallolur m u ?»
«D aha geç, sanırım. Am a ilk fırsatta h aber y olla ­
rım .»
Ve Rus kızının: «Bir de alkol bana bu kadar do-
kunm asa» derkenki ses tonuyla, neredeyse aynı ses to ­
nuyla, ve sanki buranın tü m canlıları aynı um utsuzlu­
ğun içindelerm iş gibi, ekledi:
«Pek hoş değil, bütün bu n lar...»
Sonra kendi kendisinin karikatürünü çizer gibi, b o y ­
nu bükük, kam buru çıkık, başı açık ve elleri sm okininin
cebinde, uzaklaştı.
K iyo bir taksi çağırdı. A yrıcalıklı bölge sınırının,
k entin Çin ¿esim in deki ilk sokağın adresini verdi ş o fö ­
re. K a tov ’la orada buluşacaktı.
K iy o ’dan ayrıldıktan on dakika sonra, K atov, k ori­
dorlar boyunca yürüyüp, gişelerin önünden geçtikten
sonra, beyaz, çıplak, gem ici fen erlerin in aydınlattığı bir
odaya varm ıştı. O dada pencere yoktu. O na kapıyı açan
Ç inlinin kolu altında, m asaya eğilm iş fa k a t kendisine
bakan beş k afa gördü. A dam ların bakışları ona, bütün
vurucu birliklerin tanıdığı bu iri cüsseli siluete dikilm iş­
ti: Gelişigüzel taranm ış saçları ve dim dik başıyla, b a ­
caklarını iki yana ayırm ış, kollarını sarkıtmış, eşikte
dikiliyordu. Ceketinin üst düğm elerini iliklem em işti.
K arşısındaki adam lara baktı, herbirinin belinde, her
cin sten el bom baları asılıydı. Bir Ç on ’du bu : K iyo ile
birlikte Ş anghay’da oluşturdukları kom ünist savaşçı b ir­
liklerden biri.
«K a ç kişi başvurdu?» diye sordu ortaya.
«Yüz otuz sekiz,» diye yan ıtladı en gen ç olanı K ü ­
çük kafalı, çıkık boyunlu, düşük om uzlu bir çocuktu bu.
İşçi kılığındaydı.
«Bu gece bana on iki adam bulm anız gerek. Hem
de m utlaka.»
K atov konuştuğu her dilde bu «m utlaka» sözcüğünü
kullanırdı.
«Ne zam an ?»
«Şim di.»
«Buraya m ı gelecekler?»
«H ayır: Y en — T a n g iskelesinin önüne.»--
Çinli birtakım talim atlar verdi: adam lardan biri
çıktı.
«Ü ç saate varm adan orada olacaklar,» dedi şef.
Çukur yanakları, uzun, cılız gövdesiyle çok güçsüz
görünüyordu; ama ses tonundaki kesinlik, yüz kasları­
n ın katılığı, sağlam sinirlere dayan an bir iradesi old u ­
ğunu kanıtlıyordu.
«Askeri eğitim i nasıl çözü m leyeceğiz?» diye sordu
Katov.
«El bom balarını kullanm ak sorun değil. Bütün ar­
kadaşlar, kullandığım ız m odelleri tanıyorlar artık. T a ­
bancalara gelince — en azından N agant ya da M avzer’-
ler söz kbnusu olduğundan — , o da büyük bir dert ç ı­
karm ayacaktır başım ıza. Onları boş kovanlarla çalıştırı­
yorum , am a h iç olmazsa, kurusıkı doldurulm uş m erm i­
lerle ateş edebilm ek gerek ... A rkadaşları kıra götürecek
zam anım da y ok ...»
A yaklanm anın hazırlandığı kırk hücrenin h erb irin -
de, h ep aynı sorun ortaya çıkıyordu.
«Y eterli barutum uz yok. Belki gelecek am a şim dilik
söz etm eyelim daha iyi, ya tü fek ler?»
«O nlar da iyi. B eni m itralyöz düşündürüyor. Hele
atış talim i de yapılm azsa.»
Her yan ıt verişinde gırtlağı, ten in in altında inip
çıkıyordu. D evam etti:
«Sonra, biraz daha silah ele geçirm enin yolunu bu­
lam az m ıyız? Y edi tüfek, on üç tabanca, kırk iki el b om ­
bası. Her iki adam dan birin in ateşli silahı yok.»
«K im in elindeyse on lardan alacağız silahları. Belki
yakında bir m iktar daha tabancam ız olacak. Eğer ayak­
lanm a yarın başlayacak olursa, senin grubunda silah
kullanm asını bilm eyen kaç kişi v a r?»
Şef bir an düşündü. D ikkatini bir noktaya top la dı­
ğında, dalgınlaşıyordu. «Entelektüelin biri» diye geçirdi
için den Katov.
«P olisin tüfeklerini ele geçirdiğim iz zam an m ı?»
«Elbette.»
«Peki ya, el bom baları?»
«Hepsi bom ba kullanabilirler, hem de ustaca. B u ­
rada, şubat ayında idam edilenlerin akrabalarından
oluşan otuz kişilik bir grubum var. Hiç olm azsa...»
Durakladı, belirsiz bir hareket yaparak sözlerini ta ­
m am ladı. Eli biçim siz, am a zarifti.
«H iç olm azsa?»
«H iç olmazsa, bu h eriflerin bize karşı tank ku llan ­
m alarını engelleyebilsek.»
Altı adam K a to v ’a baktılar.
«B unun önem i yok,» diye yanıtladı K atov. «El b om ­
balarını altışar altışar bağlar, tan kın altına atıverirsin,
olur biter. G erektiğinde çukur da kazabilirsiniz, en azın­
dan yolun bir yönünde. Bu iş için gerekli araç - gereci­
niz var m ı?»
«Ç ok az. A m a nereden bulabileceğim i biliyorum .»
«Bisiklet ele geçirm eye bakın: ayaklanm a başlar
başlam az, m erkezinkinin dışında, her grubun bir b a ğ ­
lantı kuryesine sahip olm ası gerek.»
«T an kların havaya u çacağın dan em in m isin ?»
«Elbette. Am a can ın ı sıkm a: T anklar cepheyi b ıra­
kam azlar. Eğer bırakırlarsa özel bir ekiple yardım ınıza
yetişeceğim . Bu benim işim.»
«Y a baskına uğrarsak?»
«T ank dediğin görü nü r: Orada gözcülerim iz var.
Sen de bir m iktar el bom bası al, güvendiğin üç-dört
kişiye de birer tane v er...»
B irlikteki bütün adam lar K a to v ’u tanıyorlardı:
Odessa olayından sonra azçok yaşanabilir zindanlardan
birinde hapis yatm aya m ahkûm edilmiş, ama oradaki
zavallıları eğitm ek am acıyla, gönüllü olarak, kurşun
m adenlerine gitm ek için başvurmuştu.
K endilerine güveniyorlardı ama yine de kuşkuluy­
dular. T üfeklerden ya da m itralyözlerden değil yalnızca
tanklardan korkuyorlardı: Onlara karşı kendilerini si­
lahsız hissediyorlardı. Hepsi idam edilenlerin akrabala­
rıydılar ve yine hepsi bu hücreye gönüllü olarak gir­
mişlerdi. Ama, tankın, on ların gözünde şeytanca bir ye­
nilm ezliği vardı işte.
«Tanklar gelecek olursa, h iç tasalanm ayın, biz de
yanınızda olacağız,» diye yineledi K atov.
Bu boş la fın ardından, nasıl çıkıp gidebilirlerdi?
Öğleden sonra on beşe yakın hücreyi gezmiş, am a h iç ­
birinde, korkuya rastlam am ıştı. Buradaki adam lar Öte­
kilerden daha az yürekli değildiler. Hatta daha bile k a­
rarlıydılar. O nların kuşkusunu giderem eyeceğini, bizzat
kendisinin yön eteceği özel birlikler dışında, bütün dev-
rrmci grupların tankların önünden kaçacağın ı b iliyor­
du. T ankların cepheyi terk edem em eleri akla yakın g ö­
rünüyordu, am a kente ulaşacak olurlarsa, yüzlerce kü­
çük sokağın kesiştiği bu m ahallelerde çukurlar açarak,
onları durdurm ak olanaksızlaşacaktı.
«Ne olursa olsun tanklar cepheden ayrılam azlar,»
dedi.
«El bom balarını nasıl p a tlatacağız?» diye sordu Ç in­
lilerin en genci.
K atov bunu ona gösterdi .Hava biraz olsun yum u­
şadı. Sanki bu gösteri, zaferin bir güvencesiydi. K atov
gitm ek için bundan yararlandı. A dam ların yarısı elle­
rindeki silahı kullanam ayacaktı. Am a, polisin silahsız­
landırılm ası işinde yararlanm ak üzere yetiştirdiği sa­
vaşçı gruplara güvenebilirdi h iç değilse. Yarın, evet,
ama ya öbür gün? Ordu ilerliyor, her geçen saat daha
fazla yaklaşıyor, kentteki ayaklanm aya güveniyordu.
Belki, sonuncu gar ele geçirilm işti bile. K iyo dön dü ğü n ­
dü, haberleşm e m erkezlerinin birin den 'b u n u öğren ecek­
lerdi h iç kuşkusuz. Lam bacı, saat on dan beri h aber al­
m am ıştı.
K atov, sokağı arşınlayarak, bekledi: sonunda K iyo
geldi. B irbirlerine, yaptıkları işleri anlattılar. K auçuk
tabanlı pabuçlarıyla sokağı adım layarak, çam urun için ­
de yürüm eye koyuldular: K iyo, bir Japon kedisi kadar
ufak - tefek ve çevikti. K atov ise om uzlarını sallıyordu
yürürken. Birlikler, parıldayan ıslak tüfekleriyle, gece­
nin için de kızılım sı bir renge bürünen Şanghay’a doğru
ilerliyorlardı. İlerleyişleri durdurulm am ış m ıydı?
A dım ladıkları sokak, kentin Çin kesim inin ilk soka­
ğı, AvrupalIların evlerine çok yakın olduğu için, hay­
van satıcılarıyla doluydu. Bütün dükkanlar kapalıydı:
Bu yüzden, bir tek hayvan bile yoktu görünürlerde. S a­
çaklardan su birikintilerine dökülen son yağm ur dam ­
lalarının ve düdüklerin sesinden başka h içbir gürültü,
sessizliği bozm uyordu. H ayvanlar uyuyordu. K apısını vu­
rarak, dükkanlardan birine girdiler: Canlı balık satılı­
yordu burada. İçerdeki tek ışık, bir şam dana dikilmiş
m um dan kaynaklanıyordu. Ve m um un zayıf alevi, Ali
Baba m asalındaki gibi sıralanm ış, büyük, fosforlu , cam
kavanozlarda yansıyordu. O anda görünm em ekle birlik­
te, bu cam kavanozların içinde, Ç in ’in ünlü sazan balık­
ları uyuyordu.
«Y a rın m ı?» diye sordu Kiyo.
«Y arın, saat b ir’de.»
Dükkanın dip ta rafların da bir yerde, bir tezgâh ın
gerisinde, başını kıvrık dirseğine dayam ış; kim olduğu
belirsiz bir adam uyuyordu. Karşılık verm ek için başını
belli belirsiz kaldırm ıştı. Bu m ağaza, K u om in ta n g’m
seksen sürekli postasından biriydi. H aberler buralardan
iletiliyordu.
«R esm i m i?»
«Evet, ordu Ç en g-Ç eu ’da. G enel grev ise yarın ö ğ ­
leyin başlayacak.»
G ölgede h içbir değişiklik olm am asına ve dükkanın
dibinde uyuklayan satıcı h içb ir h areket yapm am asına
karşın, kavanozların fosforlu yüzeyleri h a fif h a fif sallan­
m aya başladı, h alka halka yayılan, siyah, ölü dalgalar,
sessizce yükseliyordu: sesler balıkları uyandırm ıştı. Bir
düdük sesi dah a işitildi, sonra uzaklaştı, eridi.
Çıktılar, yen iden yürüm eye koyuldular. İşte, İK İ-
CUMHURİYET caddesi yin e karşılarındaydı.
Bir taksi çağırdılar. A raba, film lerde olduğu gibi,
hızla kalktı. Sol ta rafa oturm uş olan K atov, ön e eğile­
rek, dikkatle şoföre bak tı:
«A fyon keş bu adam . Y azık ; yarın akşam dan ön ce
ölm ek istem iyorum oysaki. Y avaş ol, ya v ru m !»
«Clappique gem iyi getirecek,» dedi K iyo. «H üküm e­
tin giyim evindeki arkadaşlar, bize polis giysileri sağla­
yabilirler...»
«G erek y ok ; elim izde, n öbet yerinde on beşten fazla
giysi var.»
«S en in on iki adam ını da alalım , m otora binelim .»
«Sen gelm esen daha iyi olu r...»
K iyo, bir şey söylem eden ona baktı.
«Ç ok tehlikeli bir iş değil am a pek de kolay değil,
gördü ğün gibi. En azından, hâlâ gaza basm akta d ire­
ten bu şoförü n dangalaklığından daha tehlikeli. K endini
tem izletm enin âlem i yok şu sıralarda.»
«S enin de öyle.»
«B enim durum um seninle bir değil. B enim yerim e
bir adam daha bulabilirler, anlıyorsun y a ... Biliyorsun,
bir k am yon bekleyecek, sen onunla ve dağıtım işiyle uğ­
raşsan, daha iyi edersin.»
D urakladı... R ahatsız olm uştu bu durum dan, elini
göğsüne götürdü. «Durum u kavram asına yardım etm ek

İnsanlık Durumu / F : 3 33
gerek», diye düşündü. K iy o bir şey söylem iyordu. A ra­
ba, sisin donuklaştırdığı ışık çizgileri arasında yol al­
m aktaydı. Hareket için de K a to v ’dan daha yararlı ola­
cağı su götürm ezdi: M erkez K om itesi örgütlediği işin
bütün ayrıntılarını biliyordu am a, kâğıt üzerinde. O
ise ken tin bütün zayıf noktalarını gövdesindeki y aralar
k adar iyi tanıyordu. A rkadaşlarından h içbiri on un k a­
dar çabuk ve güvenli davranam azdı.
Işıklar giderek çoğalıyor, sıklaşıyordu... A yrıcalıklı
bölgelerden çık a n zırhlı kam yonlara rastladılar, sonra
yeniden, karanlığa göm üldüler.
Araba durdu. K iyo indi.
«B en gidip giysileri alayım ,» dedi K atov, «Hazır o l­
duğun anda seni aldırtırım .»
K iyo, babasıyla birlikte, tek k atlı bir Çin evinde
oturuyordu: B ahçed en başlayarak, eve girm ek için tam
d ört kapıdan geçiliyordu. B irin ciden geçti, bah çeye gir­
di, iki, üç, derken evin holüne vardı. Sağda ve solda
beyaz duvarlara asılmış yağlı boya S on g ’lar, C hardin’in
m avi anka kuşu tabloları vardı. Ve bir de, dipte. W ei
h anedan ı dön em in den kalm a, R om a stilinde bir Buda
heykeli. Tem iz divanlar, bir a fy o n masası. K iy o ’n un ar­
k asındaki cam lar, bir resim atölyesindekiler gibi perde­
sizdi. B abası içeri girdi. G eldiğini işitm iş olm alıydı: Y ıl­
lardan beri uykusuzluk çekiyor, günde ancak birkaç sa­
at uyuyabiliyordu: O da şafak sökerken. Ve geceyi d e­
ğerlendirm e olanağını sağlayan bu olguya şükrediyordu.
«İyi akşamlar, baba. Çen gelip seni görecek.»
«Peki.»
K iy o ’nun yüz çizgileri babasım nkilere benzem iyor­
du ; am a öyle görünüyordu ki, annesinin Japon kanı,
yaşlı G isors’un bilgiç papazları andıran yüz çizgilerim
yum uşatabilm iş ve oğlunun sam uray yüzü ortaya çık ­
mıştı. Ve bu gece, sırtındaki deve tüyü robdöşâm br baba
G isors’un yüz çizgilerini daha bir vurguluyordu.
«Ç en ’in başına bir şey m i geldi?»
«Evet.»
Oturdular. K iy o ’nun uykusu yoktu. Clappique’le olan
karşılaşm asını, adam ın yaptığı gösteriyi an lattı — am a
silahlardan söz etm edi— . B abasından çekindiği için de­
ğil. Am a kendi yaşam ından yalnızca kendisi sorum lu
olm alıydı, bu sorum luluğa başkalarını ortak etm enin an­
lam ı yoktu. Pekin Ü niversitesi’nde sosyoloji profesörü
, .... .

olan yaşlı adam , düzene ters gelen öğretim y ö n te m i


yüzünden, Ç an g-T so-lin ta ra fın d a n üniversiteden k o ­
vulmuştu. O günden sonra, K uzey Ç in’in en iyi devrim ci
kadrolarını o yetiştirm işti ama, işin eylem yönüne k atıl­
m ıyordu. K iyo da bu işe girince, istenci zekâya dön üş­
müştü. Oysa bundan h iç h oşlan m ıyordu : Güçlerle u ğra­
şacağı yerde, insanlarla ilgilenir olm uştu. Çünkü K iyo
babasının iyi tan ıdığı bir adam dan, Clappique’den söz,
ediyordu ve baron, ona dem inkinden, yüzüne bakarken
olduğundan daha esrarengiz göründü.
«...S on u n d a elli dolarım a el k oyd u ...»
«Paraya pek ön em verm ez o, K iy o ...»
«Am a, daha az ön ce yüz dolar harcam ıştı. Gözlerim -
l î gördüm . Y alancılık, h er zam an kuşku uyandıran bir
hastalıktır.»
Clappique’i nereye kadar kullanabileceğini bilm ek
isterdi doğrusu. Babası, h er zam an olduğu gibi, bu
adam da önem li ya da kendine özgü ne gibi nitelikler
olabileceğini araştırıp duruyordu. Fakat insandaki en
derin, en köklü huyun, onu hem en harekete geçiren huy
olduğu, sık görülen şeylerden değildir. Ve K iyo şu a n ­
da taban calarını düşünüyordu:
«K endisin i zengin sanm ak gereğini duyuyorsa ne
diye zengin olm ayı d en em iyor?»
«P ekin’in en büyük antikacısıydı o ...»
«K en d i kendisini zengin olduğuna inandırm ak iste­
m iyorsa, neden bir gecede bütün parasını h a rcıy or?»
Gisors gözlerini kırpıştırdı; uzun, beyaz saçlarım
geriye attı, yaşlı insanlara özgü sesi, za yıf ton u na kar­
şın, bir çizgi niteliğini aldı:
«Y alancılık, yaşam ı yadsım ak için bulduğu bir yol.
Am a yadsım ak için ; unutm ak için değil. Bu konularda
m antıklı davranış aram aktan k a çın ...»
Elini belli belirsiz uzattı, sınırlı jestleri sağa ya da
sola değil, öne doğru yön eliyordu : Başladığı cüm leyi
uzatm aya yarayan hareketleri onu konudan uzaklaştır­
m ıyor, tersine, yeni bir şeyler yakalam asını sağlıyordu.
«Her şey, iki saat boyu nca zengin bir adam gibi ya­
şam asına karşın, zenginliğin onun için söz konusu ol­
m adığını ortaya koyuyor. Çünkü o zam an, yoksulluk söz
konusu olmayacak. Ö nem li olan da bu. G erçek olan h iç ­
bir şey yok : Her şey düşten ibaret. Ona yardım cı olan
içkiyi de u nu tm a...»
Gisors gülüm sedi. K enarları çökm üş, dah a şim diden
incelm iş dudaklarındaki gülüm sem e on u sözlerinden
dah a karm aşık bir biçim de yansıtıyordu. Y irm i yıldır
zekâsını, insanlara kendisini, onları doğrulayarak sev­
dirm ek için kullanıyordu. Ve insanlar bu iyiliğin fa rk ın ­
daydılar am a bilm iyorlardı ki, kendilerine karşı gösteri­
len bu iyilik kökünü a fyon d a n , a fy o n tiryakiliğinden alı­
yor! Onda bir budist sabrı olduğuna hükm ediliyordu, oy ­
sa zehirlenm iş bir adam ın sabrıydı bu.
«H içbir in san yaşam ı yadsıyarak yaşayam az,* diye
y an ıt verdi K iyo.
«Y aşar am a, kötü ya şa r... O n u n d a böyle bir yaşa­
m a, kötü yaşanm ış bir yaşam a ih tiy a cı v a r...»
«Ve üstelik, bu on un için kaçınılm az bir şey.»
«G eçim in i antika eşya, uyuşturucu m adde ve belki
de silah k açakçılığın dan aldığı kom isyonlarla sağlıyor.
Kuşkusuz polisten n efret ediyor, am a onlarla da uyuşu­
y o r: em eğinin karşılığı öden ir gibi, yaptığı u fak - tefek
işlere göz yum uluyor, yard ım cı olu n u yor...»
Bunun önem i yok tu : Polis, kom ünistlerin gizli ith a ­
latçılardan silah satın alacak kadar p a ra la n olm adığını
biliyordu nasıl olsa.
«Her insan çektiği acıya benzer,» dedi K iyo. «Ona
bu kadar acı çektiren n ed ir?»
«Ç ektiği acın ın an lam ı ön em i yok. B iliyor muFun,
ona en çok dokunan da hayalciliği, ya da h erhan gi bir
ola yd an dolayı duyduğu sevinçtir. Clappique’in derin h iç ­
bir yanı yok ve belki on a gerçek kişiliğini veren de bu:
Çünkü böylesi, sık görülm ez. O, bunun için, yapabileceği
h er şeyi yapıyor, am a yeterli değil, bu iş için bir parça
da yetenek gerek ... K iyo, bir adam a yürekten bağlı d e­
ğilsen, yapacağı her hareketi ön ced en kestirm ek ister­
sin. Clappique’in hareketleri d e ...»
Akvaryum u gösterdi: Üstleri flam a gibi işli, yum u­
şak, siyah sazanlar, bilinçsizce yükselip alçalıyorlardı.
«İşte, bunlara b ak ... Clappique içk i içiyor, am a asü,
a fy o n içecek adam o : insan, kötü bir h uy seçerken de
yanılabilir. Çoğu insanlar, kendilerini n eyin kurtaraca­
ğın ı bilem ezler bir türlü. Yazık, çünkü değersiz bir adam
değil o. Fakat on un uzm anlık sahası sem ilgilendirm ez.»
Bu doğruydu. Eğer bu akşam, K iy o savaşı düşün-
m eseydi, kendisinden başka bir şey de düşünem ezdi B i­
raz ön ce K ara K ed i’de olduğu gibi, sıcaklık, ağır ağır
benliğini sarıyordu .Ve yeniden, h a fif bir sıcaklığın ba­
cak larım sarması gibi; g ra m ofon plağın ın düşüncesi
beynini dolduruyordu. Plak aklına gelince, yine şaşkın­
lığa kapıldı. Am a bu şaşkınlık, daha çok, İngiliz plakçı
dükkanlarından birinde sesini banda aldırm ası söz k o ­
nusu olduğunda duyabileceği bir duyguyu andırıyordu.
Sivri çenesini sol eliyle sıvazlayarak, Gisors onu d in li­
yord u ; ince parm aklı elleri gerçekten çok güzeldi. B a­
şını öne doğru eğm işti ve saçları gözlerinin önüne d ö ­
külüyordu. Çıplak a lm yine de belli oluyordu. Bir baş
hareketiyle saçlarını geriye attı, am a bakışları hâlâ d a l­
gın d ı:
«B azen öyle olur ki, fa rk ın d a olm adan aynanın k a r­
şısına geçer ve kendim i tan ıyam am ...»
A nıların ın tozunu silkelercesine, sağ elinin başpar­
m ağıyla öbür parm aklarını sıvazlıyordu sertçe. O ğlunu
yok sayan bir düşün cen in ardına takılm ış, kendisi için
konuşuyordu sanki:
«Bu, h iç kuşkusuz, bir olanak sorunu: başkalarının
sesini kulaklarım ızla işitiyoruz.»
«Peki ya ken dim izin kin i?»
«G ırtlağım ızla: Çünkü, kulaklarını da tıkasan kendi
sesini işitirsin. A fy o n da böyle bir âlem dir; onu da k u ­
laklarım ızla işitm eyiz...»
K iyo kalktı, babası belli belirsiz gördü bu h arek e­
tini.
«Bu gece yin e dışarı çık m am gerekiyor.»
«Clappique konusunda sana ya rd ım cı olabilir m i­
y im ?»
«Hayır, teşekkür ederim . İyi akşam lar.»
«İyi akşam lar.»
K iyo, yorgunluğunu biraz olsun giderm ek için ya t­
m ıştı. B ekliyordu. Işığı yakm am ıştı; kım ıldam ıyordu b i­
le. Şu anda binlerce beyin uyuyor ve bir o kadar beyin
de ayaklanm a düşüncesiyle yaşıyordu. Ve şim di o, ayak­
lanm ayı düşünm üyor, bütün kuşku ve sıkıntılarıyla etin­
de, teninde duyuyordu. Hepsi hepsi, d ört yüz tüfekleri
ya var, ya yoktu. K esin olarak durum belliydi, ya başa­
racaklar ya da kurşuna dizileceklerdi. Y arın. H ayır: B i­
raz sonra. Her şeyden ön ce, çabukluk söz k on u su - P oli­
si h er yerde silahtan tecrit etm ek ve, zırhlı hüküm et
tren ih deki askerler harekete geçm eden, bu beş yüz m a v ­
zerle bütün savaş birliklerini silahlandırm ak gerekiyor-
du. Ayaklanm a bir saate kadar, genel grev ise öğleyin
başlam alı ve beş saat gibi bir süre içinde savaşçı gru p­
la rın büyük bir kısm ı silahlanm ış olm alıydı. Polislerin
yarısı, açlık tan n efesleri koktuğu için , isyancıların sa fı­
na geçecekti büyük bir olasılıkla. K ala kala öteki k a­
lıyordu. «Sovyet Ç im i diye düşündü. Burada kardeşle­
rin in onurunu kurtarm ak gerekiyordu. Ve Sovyetler B ir­
liğin in nüfusu altı yüz m ilyona ulaşacaktı. Z a fer ya da
bozgu n; dü nyan ın yazgısı, bu gece, h em en burada belli
olacaktı. Y eter ki, K uom intang, Şan gh ay’ı ele geçirdik ­
ten sonra kom ünistleri ezm eye kalkışm asın... Sıçradı.
B ahçe kapısı açılm ıştı. Anıları, kaygılarını bastırdı: K a ­
rısı m ıydı gelen? Ç ıt çıkarm adan din liyordu: Evin kapı-
st kapandı. M ay girdi içeri. Askeri, lâcivert deri m an to­
su, yürüyüşünde ve h atta yüz çizgilerindeki erkekçe a n ­
lam ı vurguluyordu. G eniş bir ağzı, kısa burnu, kuzeyli
A lm an kadınları gibi, çıkık elm acık kem ikleri vardı.
«G erçekten, birazdan başlıyor m u K iy o ?»
«Evet.»
Çin h astanelerinden birinde doktordu gen ç kadın;
am a şim di devrim ci kadınlar birliğinden geliyordu: D ev­
rim cilerin yeraltı hastanesini yön etiyordu :
«Her zam an aynı şey, biliyorsun: Şimdi, on sekiz
yaşında bir kızın yan ın dan geliyorum , nikâh törenine
giderken, tah tıravanda jiletle can ın a kıym aya kalkış­
mış. Onu zorla saygıdeğer bir soyluyla evlendirm ek is­
tem işler... Üstünde kırm ızı gelinliğiyle, kanlar içinde
getirdiler onu. A rkasından da u fak - tefek bir gölge gibi
anası geliyordu. H ıçkıra hıçkıra ağlıyordu tabii. Ona
çocu ğu n kurtulacağını söylediğim zam an, bana şöyle de­
d i: «Zavallı küçüğüm ! Öyle şanssız ki, ölem edi b ile ...»
Ş an s... Bu söz, bizim, kadın ların durum u konusunda
çektiğim iz söylevlerden ço k daha derin şeyler an latı­
y o r...»
M ay A lm andı am a Ş an gh ay’da doğm uş, tıp öğren i­
m ini H eildelberg ve Paris’te yapm ıştı. Bu yüzden Fran-
sızcayı kusursuz konuşuyordu. B eresini yatağın üstüne
fırlattı. D algalı saçları geriye doğru atılm ıştı. B öylece
taranm ası daha kolay oluyordu. O nları okşam ak isteği
duydu. A labildiğine açık alnında da erkekçe bir şeyler
vardı. Am a susalı beri giderek kadınlaşıyordu. — K iyo
gözlerini bir an olsun on d a n ayırm ıyordu— , bu da, yu ­
m uşayan istencin in yüz çizgilerini tatlılaştırm asından,
yorgunluğun verdiği gevşeklikten ve beresini çıkarm ış
olm asından ileri gelm ekteydi. Şehvetli ağzı ve iri gözle­
ri, bu yüze canlılık kazandırıyordu. G özleri oldukça açık
renkte, neredeyse saydam dı. Bu yüzden, bakışlarındaki
derinlik göz bebeklerinden değil de, alnının, göz çukur­
larına düşen gölgesinden gelir gibiydi.
Beyaz, P ekin cinsi bir köpek, ışığı görü nce paytak
p aytak yürüyerek içeri girdi. G en ç k adın yorgun bir ses­
le çağırd ı on u:
«Tosunum , tom bişim , kıvırcık tüylü köpeğim b e­
n im !»
Sol eliyle k öpeği yakaladı, okşayarak yüzünün h iza­
sına dek kaldırdı:
«T avşan,» dedi gülerek, «tavşanoğlu ta v şa n ...»
«Sana benziyor,» dedi K iyo.
«Y aa, değil m i?»
K öp eğin beyaz başını ken di yüzüne yaklaştırm ış ay­
naya bakıyordu. G ülünç benzerlik, A lm anlara özgü çıkık
elm acık kem iklerinden ileri geliyordu. Pek de güzel bir
kadın sayılm azdı am a K iyo, biraz değiştirerek, O thello’-
n u n selam ını anım sadı: «Ey ben im sevgilim , savaşçı
k ad ın ım ...»
K öpeği yere bıraktı, doğruldu May. Önü yarı yarıya
açık olan m antosu dik m em elerini ortaya koyuyordu:
Elm acık kem iklerini anım satıyordu göğüsleri. K iyo, ona
gece yaptığı işleri anlatm asını istedi.
«Bu akşam, hastanede, beyazların elinden kaçm ış
otuz kadar p ropagandacı gen ç kadın vardı,» diye yan ıt­
ladı M ay... «Y aralıydılar. G elenlerin sayısı gittik çe de
artıyor. Ordunun çok yakınlarda olduğunu söylüyorlar.
Ve çok ölü varm ış...»
«Y aralıların da yarısı ölecek ... Ölüm le son u çlan m a­
yan acıların belli bir anlam ı olabilir, am a genellikle de
çekilen acıların sonu ölüm dür.»
M ay düşündü:
«Evet,» dedi sonunda. «Am a yine de bu erkekçe bir
düşünce. Bana, yan i bir kadına, acı, ölüm den daha çok
yaşam ı düşündürüyor. G arip değil m i? D oğum dan d o ­
layı belki d e ...»
Y en id en düşüncelere daldı:
«Y aralı sayısı arttıkça ayaklanm a saati de yaklaşı­
yor ve bu arada erkeklerle ya ta n kadın lar da çoğalıyor.»
«D oğrudur.»
«Belki biraz can ın ı sıkacak ama, sana bir şey söy­
leyeceğim ...»
K iyo, dirseğine dayanarak, on u bakışlarıyla sorguya
çekti. Akıllı, yürekli am a çoğu kez la fın ı sakınm asını
bilm eyen bir kad ın d ı May.
«Sonunda L englen’le yattım ; bu gün öğleden sonra.»
K iyo om zunu silkti, sanki şöyle dem ek istiyordu:
«K ey fin bilir.» Am a davranışları, yüzünde beliren ger­
ginlik, bu ilgisizliğini yalanlıyordu. Dik olarak gelen ışı­
ğın altında elm acık kem ikleri daha bir belirginleşm iş,
bitkin, bakıyordu gen ç kadın. K iyo da anlamsız, gölgen ­
miş gözlere bakıyor, bir şey söylem iyordu. K en d i k en d i­
sine soruyordu: «Y üzündeki şehvet havası, yaşlı gözle­
rin in ve h a fifçe şişmiş dudaklarının — yüz çizgilerinin
tersine— kadınlığını daha çok vurgulam asından m ı ile­
ri geliyordu k i? ...» M ay yatağın üstüne oturdu; K iyo
on un elini tuttu. K en d in e doğru çekecekti, sonra caydı.
Y in e de sezdi bu hareketi, gen ç kadın.
«Bu seni üzüyor m u ?»
«Sana söyledim , istediğin gibi davranm akta özgür­
sü n ... B ana başka şey sorm a,» diye ekledi acı bir sesle.
K ü çü k köpek yatağın üstüne sıçradı. K iy o elini çek
ti, köpeği okşam ak istiyordu belki de.
«Özgürsün,» diye yineledi. «G erisin in ön em i yok.»
«Neyse, bunu sana söylem ek zorundaydım . K en dim
için de olsa.»
«Peki.»
M ay’ın söylem ek gereğini duyduğu şey, her ikisi
için d e sorun değildi aslında. B irden ayağa kalkm ak is­
teği duydu: K ad ın yatağa oturm uş, kendisi de yatm ış­
tı; başucunda beklenen hastalara benziyordu bu görü ­
nüşüyle... Am a neden k alkacaktı? Her şey, öylesine boş
ve anlam sızdı k i... K a d ın ın kendisine a cı çektirebilece-
ğin i keşfetm ek istercesine M ay’a bakm aktaydı. Am a ay­
lardan beri, baksa da bakm asa da, onu artık görm ü yor­
d u ... Onları hasta bir çocu k gibi kim i zam an birleştiren
bu gergin aşk, yaşam larının ve ölüm lerinin ortak a n la ­
mı, gövdeleri arasındaki uyuşm a, bakışlarım ızı dolduran
b içim lerin ren gin i değiştiren yazgı karşısında, bunlar
artık söz konusu değildi. «Onu, sandığım dan dah a mı
az seviyorum , yok sa?» diye düşündü. Hayır. Eğer May
bugün ölse, davasına eskisi gibi um utla hizm et edem e­
yeceğin i biliyordu. Bu görevi, bir ölü gibi, umutsuzlukla
yerine getirecekti. T oprağa, sisin için e göm ülürcesine,
ortak yaşam larının derinliklerine göm ülm üş, olan bu yü ­
zün renk değiştirm esini h içb ir şey önleyem iyordu yine de.
Sevdiği k adının aklını yitirdiğini, aylarca yatalak k aldı­
ğın ı gören bir arkadaşını an ım sadı: M ay’ın da böyle ö l­
düğünü, m utluluğunu aptalca — gri gökyüzünde eriyip
gid en bir bulut gibi— yitirdiğini görür gibi oluyordu.
Z am an ve yaptığı itiraf, gen ç kadını iki kez öldürm üştü
sanki.
M ay ayağa kalktı, pencereye gitti. Y orgun , olm ası­
na karşın, dim dik yürüyordu. K iyo, biraz önce a n lattık ­
ları konusunda bir şey söylem ediğine göre, bu kon uşm a­
dan kaçınm ası gerekiyordu; üzüntü ve u tan ç karışım ı
bir duyguya kapılm ıştı. Am a bu konuşm adan nasıl olsa
k açın am ayacaklarını da biliyordu. R asgele sözlerle ona
ola n sevgisini gösterm eye çalıştı; birden, K iy o ’n un sev­
diğini anım sadığı bir soyutlam aya başvurdu: Söğüt
ağaçlarından biri, gece yaprak açm ıştı. O dadan yayılan
ışık, koyu bir fo n üzerinde yeşil yeşil duran, henüz tam
olarak açılm am ış yaprakları aydınlatıyordu.
«G ü n boyunca, yapraklarını gövdesinde sakladı,»
dedi, «ve on ları kim se görm ediği zam an, geceleyin, o r­
taya salıyor.»
K endisi için konuşur gibiydi, am a K iyo, bu ses to ­
n un dan nasıl olur da n e fre t edebilirdi? Y in e d e...
«Başka bir günü seçebilirdin,» dedi dişlerinin ara­
sından.
O da kendisini aynada görüyordu. D irseğine dayan ­
mış, beyaz çarşafların arasında, bir Japonu andırıyordu.
«Eğer m elez olm asayd ım ...» Ö fkesini haklı gösterm eye,
onu beslem eye çalışan h ın çlı ve aşağılık düşünceleri k a­
fasın d an uzaklaştırm ak için olağanüstü bir çaba h a rcı­
yordu. Ve kadına bakıyor, bakıyordu. Sanki bu yüz, k ar­
şısındakine çek tirdiği acıyla, yine karşısındakinin y itir­
diği can lılığı kendisi kazanm ıştı.
«F akat K iyo, asıl bugün ön em i yoktu bu n u n ... v e ...»
B ir şeyler dah a ekleyecekti: «B unu o kadar çok is­
tiyordu k i... Ölüm ün yanında, bunun h iç önem i y ok tu ...»
Am a caydı, şunları söyledi yaln ızca:
«...Y a rın , ben de ölebilirim ...»
D aha iyi ya işte, K iyo, acıların en alçak casım ç e ­
kiyord u : H issettiği için kendi ken din den n efret ettiği
tü rden bir acıyd ı bu. G erçekten de, kim le isterse onunla
yatacak kadar özgürdü May. Üzerinde h iç bir h ak ileri
sürm ediği halde, yakasını bırakm ayan bu acı nereden
geliyordu öyleyse?
«S an a... tutulduğum u anladığın zaman, K iyo, bana
bir gün şakacıktan — belki de ciddi olarak— seninle b ir­
likte hapse girip girem eyeceğim i sorm uştun. Ve ben de
şöyle dem iştim sana: «B ilm em ki, asıl zor olan girm ek
değil, orada kalm ak olm alı.» Sen de, bana karşı aynı
türden bir duygu beslediğin için, «Ö yle olm alı» diye dü­
şündün buna karşın. Peki, şim di n eden inanm ıyorsun
bu n a?»
«Hapse girenler, h ep aynı insanlardır. K atov, kim ­
seyi büyük bir tutkuyla sevmese de, hapse yine girer.
Y aşam ve kendisine ilişkin düşünceleri nedeniyle girer.
B irisinin uğruna hapse girm ek gerektiğinden dolayı d e­
ğil.»
«K iyo, ne kadar erkekçe düşünceler bu n lar...»
K iyo ise dalm ıştı.
«Am a bununla birlikte, bunu yapabilecek birin i sev­
mek, ya da böyle birisi ta ra fın d a n sevilm ek; sevgiden,
bu ndan daha fazla ne beklenebilir k i? ... O nlardan h â ­
lâ hesap soracak kadar kudurabilir m i in sa n ?... Bu ah­
lâk uğruna yapılsa b ile...»
«A hlak uğruna değil,» dedi M ay ağır ağır. «Ahlak
uğruna olsa, inan, yapam azdım bunu.»
«F akat (o da ağır ağır kon uşu yordu ), beni ü zeceği­
ni bildiğin halde — bunu ken din söyledin— , bu sevgi o
h erifle yatm ana engel olm am ış, öyle değil m i?»
«K iyo, sana bir şey söyleyeceğim , garip am a gerçek
b u ... Beş dakika öncesine dek buna aldırm ayacağın ı sa­
n ıyordum . Belki de böyle sanm ak işim e geliyordu... B ir­
takım çağrılar vardır, hele ölüm e bu denli yakın olunca
— başkalarının ölüm üne alışığım ben, K iy o ...— , bunların
sevgiyle h içbir ilgisi yoktur.»
Y in e de, kıskanıyordu işte; ve bu duygu, sevgiye
dayan an cinsel istekten daha da kışkırtıcıydı. Gözleri
kapalı, dirseğine dayanm ış, hâlâ anlam aya çalışıyordu
K iyo — ne kötü bir işti bu. M ay’ın sıkıntılı soluğundan
ve küçük k öpeğin ayak seslerinden başka bir şey d u y­
m uyordu. Sıkıntısı, ne yazık ki tek nedeni bu de­
ğildi sıkıntısının— , M ay’la yatm ış olan adam ın (âşığı d i­
ye de nitelendirem em y a !) onu h or görm üş olabileceğini
düşünm esinden ileri geliyordu. M ay’ın ç o k eski arkadaş-
¡arın d an biriydi bu adam , kendisi de iyi kötü tanıyordu
onu. Ama, aşağı yukarı bütün erkeklerin düşüncesinin
tem elinde yatan kadın düşm anlığını bilirdi. «M ay’le yat­
tığı için , onunla y attı diye, h ak kın da: bu küçük orospu
gibilerinden bir düşünceye kapılabilir. Bu aklım a geldik­
çe, onu gebertm ek geliyor içim den. B aşkalarının düşün-
r.ebileceğini sandığı şeyleri aklına getirerek, kıskanç ol­
m az m ı in san ? Zavallı in sa n lık ...» M ay’a sorarsan, cin ­
sellik, h iç bir yüküm lülük doğurm azdı. Am a o h erifin de
bunu bilm esi gerekirdi. O nunla yatsın, tam am ,ama ona
sahip olduğunu h iç aklına getirm esin. «Sıkm aya başlı­
yorum ben d e ...» Am a h içb ir şey yapacak durum da de­
ğildi, ve asıl önem li olan da bu değildi, biliyordu. Asıl
cn em li olan, onu boğacak kadar h eyecanlandıran, on dan
birdenbire uzaklaşıverm iş olm asıydı. B una yol a ça n n e f­
ret değildi — n efret etm ekle birlikte— , kıskançlık da d e­
ğildi (yoksa gerçekten, kıskançlık d en en şey bu m u y d u ?),
zam an ya da ölüm kadar yok edici, adsız bir duyguydu:
ne olduğunu kestirem iyordu. G özlerini yen iden açtı, bu
sp ortif ve bildik vücut, bu yitik p rofil, h a n gi varlığındı:
Şakaktan başlayarak, alın ve elm acık kem ikleri arasın­
da uzayan bir göz. O adam la yatan k a dın ın m ıydı bu n ­
lar? Am a, K iy o ’n un za yıf anlarına, acılarına, öfkesine
katlanan, onunla birlikte yaralı arkadaşlarını tedavi
eden, ölen dostlarının başucunda bekleyen yine o kadın
değil m iy d i?... Sesinin tatlılığı daha h âlâ kulaklarınday­
dı. İnsan istediği her şeyi unutam ıyor. Y in e de bu vücut,
bilinen, am a birdenbire değişiveren bir varlığın ezici
esrarına dönüşüyordu; dilsiz, kör, d eli...
Ve bu bir kadındı. Bir çeşit erkek değil... D aha baş­
k a bir şey...
K adın, on d a n bütün bütün kaçıyordu. Ve belki de
bu yüzden, onunla doyasıya sevişm ek için — korkunç,
çığlık çığlığa dövüşerek, nasıl olursa olsun— duyduğu
kudurtucu çağrı, gözlerini kör ediyordu. A yağa kalktı,
kadına yaklaştı. B unalım geçirdiğini, belki de yarın,
bugün için de bulunduğu durum u an layam ayacağını bili­
yordu. Am a, şim di, ca n çekişircesine, M ay’m önündeydi.
Ve ca n çekişircesine içgüdüsü onu kadına doğru itiy or­
d u : dokunm ak, okşam ak, sizi terk edeni alıkoym ak, ona
sım sıkı yapışm ak... Ona, iki adım ötesindeki adam a n a ­
sıl da bakıyordu gen ç k a d ın ... Ne istediğini sonunda kav­
rayıverdi; K iy o onunla yatm ak, ona sığınm ak istiyordu.
M ay’i büsbütün yitirm ek tehlikesi başını döndürm üştü.
Bu duyguyu yenm eliydi. K ollarını bütün güçleriyle bir­
birlerinin gövdesine doladılar m ı artık anlaşm aya gerek
kalm ayacaktı.
M ay birden geriye d ön d ü : K a p ı çalınm ıştı. K a to v ’-
un gelm esine dah a epeyce zam an vardı. Ayaklanm a h a ­
zırlığı ortaya m ı çıkm ıştı yoksa? T üm söyledikleri, duy­
dukları, sevgileri, n efretleri bir an da yok olacaktı. K apı
yen iden çaldı. K iy o yastığın a ltın dan taban casın ı aldı;
bah çeden geçti, pijam asıyla gitti, kapıyı açtı. G elen K a-
tov değil C lappique’ti. Sm okini hâlâ üzerindeydi. İçeri
girm eyip bah çede kaldılar.
«Ne oldu ?»
«Ö nce, sizden aldığım kâğıdı geri vereyim : İşte. Her
şey yolunda. G em i y ola çıktı. F ransız konsolosluğunun
hizasında dem irleyecek. A şağı yukarı, ırm ağın öteki y a ­
kasında.»
«Zorlukla karşılaştınız m ı?»
«Tek lâ f istem em . K en d im e öted en beri güvenim var­
dır. Y oksa n e yapardım bilm em . Delikanlı, bu işlerde
kendim e duyduğum güven, gerektiğinden de fa zla d ır...»
L a f m ı çakıştırıyordu acaba?
Clappique bir sigara yaktı. K iyo, belli belirsiz yü ­
zünde, kare biçim indeki siyah ipekten başka bir şey g ö ­
rem edi. C üzdanını alm ak için içeri girdi — M ay hâlâ
bekliyordu— , dön dü kararlaştırılan k om isyonu ödedi.
B aron banknotları tom a r halinde, saym adan cebine
scktu.
«İyilik m utluluğu da ardın dan getirir,» dedi. «Dinle
aslanım , bu geceki öyküm , ilginç bir ahlak destanıdır.
Sadakayla başladı ve h atırı sayılır bir servetle sona
erdi. Tek la f istem em !»
İşaret parm ağın ı doğrultarak, K iy o ’nun kulağına
eğildi:
«F an tom a sizi selam lar!»
D ön dü ve gitti. K iy o içeri girm eye çekiniyorm uş
gibi, bekledi, Clappique’in gidişini izledi: Sm okinini b e­
yaz badanalı duvara sürterek ilerliyordu. «Bu kılıkla
F an tom a’ya da epeyce benziyor, hani. Y apacağım ız işi
sezdi m i yoksa, tah m in de etm iş olabilir, ya d a ...» Bu
görüntüyü seyretm esi uzun sürm edi: Bir öksürük işitti
ve um duğundan daha çabuk ta n ıd ı; K a to v ’d u gelen. Bu
gece herkes elini çabuk tutuyordu.
K iyo, K a tov ’un sırtındaki işçi cek etin i görm üyor,
daha çok seziyordu; ceketin üstünde, karanlıkta hayal
m eyal görülen bir baş göze çarp m ak tayd ı... K ollarını
salladığını hissediyordu, özellikle bunu hissediyordu.
O na doğru yürüdü.
«Eee, ne var ne y o k ?» diye sordu. Clappique’e de
böyle sormuştu.
«İşler yolu n da! G em i işi ne old u ?»
«Şu anda, Fransız konsolosluğunun tam karşısında.
R ıh tım da n uzaklaştı. Y a rım saat son ra ...»
«M otor ve adam lar da, oradan d ört yüz m etre uzak­
talar. Haydi, oraya gidelim .»
«G iysiler ne oldu ?»
«S en h iç ca n ın ı sıkma. A dam ların h er şeyi hazır.»
K iyo içeri girdi, göz açıp k apayın caya dek giyindi:
P an tolon kazak. K eten ayakkabılar (belki bir yere tır­
m an m ak gerekirdi). Eh, hazırdı. M ay ona dudaklarını
uzattı. K iy o ’n u n beyni öpm ek istiyordu, ama, dudakları
h ayır — ağzı şu ara boştaym ış gibi, h m çla n ıyord u — . N ey­
se, sonunda iyi kötü öptü. G en ç k adın kederle baktı
on a ; gözleri yarı yarıya kapalıydı. G ölgelenm iş gözleri,
anlam lı anlam lı bakıyordu. G özlerinin anlatm ak isted i­
ği şeye göz kasları da katılıyordu sanki. Çıktı.
Bir kez daha, K a to v ’un yanında yürüyordu. Ama
yin e de M ay’d en koparam ıyordu düşüncesini. «Biraz ö n ­
ce, bir deliye, körü n birine benziyordu. Onu ta n ım ıy o­
rum. Onu, sevdiğim ölçüde, sevdiğim anlam da ta n ıy o­
rum. İnsan, bir başkasında neyi değiştirebiliyorsa a n ­
cak ona sahip olabilir, der babam ... Peki ya son ra ?» G it­
tikçe daha fazla kararan bu sokakçığa göm ülür gibi, k e n ­
di benliğine göm ülüyordu. T elgraf direklerindeki porse­
lenler artık parıldam ıyordu. Boğulur gibi bir sıkıntı duy­
du birden ve plakları anım sadı. «B aşkalarının sesini k u ­
laklarım ızla, kendim izinkini gırtlağım ızla işitiriz.» Evet,
yaşam ını da gırtlağıyla duyuyordu, am a ya başkalarının-
kin i? Ö n ce yalnızlık vardı; öldürücü kalabalığın a rd ın ­
daki kım ıltısız yalnızlık. A ltında, um ut ve n efret dolu.
Issız ken tin yaşadığı bu yoğu n ve ezici gecen in a rd ın ­
daki, büyük ve ilkel gece gibi. «Am a ben, ben im için,
ya n i bir tür gırtlak için, ben neyim ki? Bir tür m utlak
doğrulam a, delice bir doğrulam a ya ln ızca : Başka her
şeyden daha büyük bir katılık. Başkaları için, ne y a p ı­
yorsam o ’yum ben.» Y alnız M ay için , dah a değişik bir
anlam taşıyordu. M ay ise, on un için, yaşam öyküsünden
daha başka bir şeydi. C anlıların, yalnızlık karşısında
birbirlerine sokulm alarını sağlayan aşk, bu aşkın doğur­
duğu yakınlaşm a: bu, insanları kurtarm aya yetm iyordu.
Olsa olsa, herkesin kendisi için yarattığı, gön lü n ce bü­
yüttüğü her şeyden üstün deliyi, eşsiz canavarı kurta­
rabilirdi ancak. A nnesi için, K iyo Gisors değil, en yakın
suç ortağıydı. O öleli beri, bu kadın ın yerini M ay alm ış­
tı. «Bilerek, duyularak, özenle seçilerek yapılan, bir suç
ortaklığı bu,» diye düşündü. G eceyle öyle olağanüstü
bir uyum sağlam ıştı ki, sanki düşüncesi ışık için değil,
karanlık için yaratılm ıştı. «İn san lar ben im birer b en ­
zerim değil; bana bakıyor ve beni yargılıyorlar. B enim
benzerlerim , beni seven ve bakm ayanlardır. B eni h er şe­
ye karşın seven ler: Alçaklığım a, rezilliğim e, hainliğim e
k arşın ... Y aptığım ya da yapacağım şeyleri değil, beni,
benden fazla sevenler — canım a kıyacak kadar, belki
de..— Başkaları nasıl, birlikte oldukları zam an, hasta ya
da kısa bir süre sonra ölecek çocu k lar yaparlarsa, ben de,
M ay'le ortaklaşa, bu sağlam ya da hastalıklı aşka sahi­
bim .» K esin olan bir şey varsa, m utluluk bu değildi. K a ­
ran lığın yapısına uygun düşen ilkel bir şeydi; için d en
bir sıcaklığın yükselm esine yol açıyor ve birbirine de­
ğen iki yanak gibi, kım ıltısız bir kucaklaşm ayla son bu­
luyordu— benliğinde, ölüm kadar güçlü tek şeydi bu.
Dam larda, daha şim diden görevlerine — nöbete—
başlayan gölgeler vardı.

SABAH. SAAT DÖRT.

Ç en’in üstüne kurşun kalem le adını yazdığı yırtık


kâğıt parçasını buruşturdu, ihtiyar Gisors. Ve ro b d ö -
ş.^mbrının cebine soktu. Eski öğren cisini görm ek için
sabırsızlanıyordu. Balkışlarını yen iden karşısındaki ada­
m a çevirdi; H int K um panyaları dönem indeki m anderin-
leri andıran, entari giym iş çok yaşlı bir adam dı bu ; işa­
re t parm ağı havada, küçük adım larla kapıya yöneldi.
İn gilizce: «K adın ların m utlak köleliği, çok kadınla dost
h ayatı yaşam ak, fuhuş kurum unun varlığı iyi bir şey,
yazılarım ı yayınlam ayı sürdüreceğim . Atalarım ız da böyle
düşündükleri için dir ki, sizin de övündüğünüz bu yağlı
boya tablolar yaratılm ış, (bakışlarıyla m avi anka kuşu­
nu gösteriyordu. Yüzü h iç oynam ıyor, yalnızca gözleriyle
işaret e d iy o rd u ); ben de övünüyorum onlarla. Erkek na­
sıl devletin kölesi ise, kadın da erkeğin kölesidir, ve er­
keğe hizm et etm ek, devlete hizm et etm ek kadar zor bir
iş değildir. Biz, kendim iz için mi yaşıyoruz? B irer hiçiz,
biz. Şim di devlet için, yüzyıllardır da ölülerim iz uğruna
yaşıyoruz...»
G idecek m iydi sonunda? Bugünü yaşam asına karşın
geçm işe sım sıkı yapışm ış olan bu adam (Savaş gem ileri­
n in çığlıkları geceyi doldurm aya yetm iyor m u ydu ?..),
kurban kesme töreninde kullanılan bronz heykeller gibi
kana bulanm ış Ç in’in karşısında, bir takım delilerde g ö­
rülen şiirsel bir havaya bürünm üştü. Z am anın derinlik­
lerinde yitip gitm iş, işlem eli giysileriyle kım ıltısız yığın ­
lar. İskelet yığınları: K arşıda ise, Çen, iki yüz b in d o­
kum a işçisi, kulilerin ezici kalabalığı. K ad ınların k öleli­
ği m i? Her akşam, canlarına kıyan n işanlıların haberini
getiriyordu M ay... İh tiyar gitti. «D üzen! Bay Gisors, dü­
zen ...» G iderken, başı ve om uzlarıyla kırıtarak, son bir
selam daha verdi.
K apının k apandığını işitir işitm ez, Gisors, Ç en ’i ça ­
ğırdı ve onunla birlikte, anka kuşu resim leriyle dolu sa­
lona girdi yeniden.
G isors sedirlerden birine kuruldu. Çen od an ın için ­
de bir aşağı bir yukarı gezinm eye başladı. Y aşlı adam
ona baktıkça, bronz bir M ısır atm acasını anım sıyordu.
K iyo, Çen’i çok sevdiği için, «on a benziyor» diye, bu at­
m aca heykelinin fo toğ r a fın ı saklam ıştı. K a lın dudakları,
iyi yürekli bir adam olduğunu anlatm aya yetiyordu, ama
yine de, bu benzetm e gerçek dışı değildi. «S onuç olarak,
F rançois’di, Assise’in evcilleştirdiği bir atm aca bu,» diye
düşündü.
Çen önünde durdu:
«T an g — Y en — T a ’yı ben öldürdüm ,» dedi.
G isors’un bakışlarında sevecenliğe benzer bir şeyler
gördü. Sevecenlikten n efret ederdi, n efret etm ek ne d e­
m ek, korkardı bile. Bodur gövdesine karşın yürürken öne
doğru bükülen, om uzlarının arasına göm ülm üş başı, eğ­
ri, gaga gibi burnu atm acaya olan benzerliğini artırıyor­
du. Neredeyse kirpiksiz, çekik gözleri bile kuşu an dırı­
yordu.
«B enim le bu yüzden m i konuşm ak istiyordu n?»
«Evet.»
«K iyo biliyor m u ?»
«Evet.»
Gisors düşünüyordu. Ön yargılarla yan ıt verm ek is­
tem ediğine göre, yaptıklarını onaylam aktan başka ç ı­
karı yoktu. Y in e de, bunu yapm akta zorluk çekiyordu.
«Y aşlanıyorum ,» diye düşündü.
Ç en yürüm eyi bıraktı.
«A labildiğine yalnızım ,» dedi sonunda G isors’un yü ­
züne bakarak.
Gisors heyecanlanm ıştı. Ç en’in kendisine böylesine
sım sıkıx sarılm ış olm ası onu şaşırtm ıyordu: K elim enin
tam anlam ıyla on a yıllarca h ocalık etm işti — babasın­
d a n daha az, annesinden daha ço k em eği geçm işti Ç en’
e— , annesiyle babası öldüğünden bu yana da, Gisors,
Ç en ’in yardım isteyebileceği tek insandı. A nlam adığı
şey şuydu: K iy o ’yu biraz ön ce gördüğüne göre, öteki ar­
kadaşlarını da görm üştü m utlaka, öyleyse n eden on lar­
dan böylesine uzaktaydı?
«Y a ötek iler?» diye sordu Gisors.
Çen onları plakçı dükkanının arka bölm esinde g ö r­
m üştü. Bu görüntü yen iden ca n lan dı gözü nde: C ırcır
b öceği ötüyor, arkadaşlarının yüzleri, lam banın sallan­
tısına göre, bir aydınlanıyor, bir karanlığa göm ülüyordu.
«B ilm iyorlar.»
«S enin yaptığını m ı bilm iyorlar?»
«O nu biliyorlar ama, önem i yok.»
Y eniden sustu. Gisors soru sorm aktan kaçınıyordu.
Sonunda, yine konuştu Ç en:
«...B u n u n ilk kez olduğunu.»
Gisors, birden anlar gibi olduğunu hissetti. Çen bu­
n un farkına vararak:
«H ayır anlayam azsınız,» dedi.
G enizden gelen h ecelerden oluşmuş birtakım söz­
cükleri gırtlağıyla vurgulayarak, F ransızca konuşuyor­
du. B öylece şaşırtıcı bir karışım çık ıyordu ortaya: aynı
şeyi K iy o da yapardı.
İçgüdüsel bir hareketle, sağ kolu, kalçasına doğru
uzanarak gerilm işti. Esnek som yanın bıçağa doğru geri
ittiği, yaralı gövdeyi anım sadı yeniden. Bu h içb ir şeyi
etkilem ezdi. Y in e yapabilirdi aynı işi. A m a öte yandan
da sığınacak bir yer arıyordu. H iç b ir açıklam a gerek­
tirm eyen bu derin sevgiyi, Gisors, ancak K iy o’ya duyu­
yordu. Ve Çen bunu biliyordu. Nasıl anlatacaktı derdini?
«Siz, şim diye dek adam öldürm ediniz, değil m i?»
Bu, Çen’e h ayli doğal geliyordu, am a, bugün, böy-
lesine doğallıklardan n efret ediyordu. Y ine de, birden,
G isors’da birtakım şeyler eksikmiş gibi göründü ona.
B aşını kaldırdı. Sürekli arkaya doğru attığı için, beyaz
saçları daha da uzun görünen yaşlı adam , aşağıdan y u ­
karı doğru, ona bakıyordu. H içbir harekette bulunm ayı­
şı on u tedirgin ediyordu. Bu, yarasından ileri geliyordu.
Ç en söz etm em işti bu yaradan. A cı duym uyordu am a
(h astabak ıcı olan b ir arkadaşı kolunu tem izlem iş ve
sarm ıştı) rahatsız oluyordu. Gisors, p a rm a k la n arasında
görünm eyen bir sigarayı sarıp duruyordu; düşünürken
hep böyle yapardı:
«B elki d e ...»
Durdu, bir T em ple şövalyesininkini andıran tıraşlı
yüzünde, gözleri parlak ve sabitti. Çen bekliyordu. Gisors
sertçe denebilecek bir tavırla, sürdürdü:
«S anm ıyorum ki, bir cin ayetin anısı seni böylesine
altüst etm eye yetsin !»
«G örülüyor ki, söylediği şeyin anlam ını bilm iyor»
diye düşünm ek geldi Ç en’in içinden. Am a Gisors iyi y e­
rinden yakalam ıştı doğrusu. Ç en oturdu, gözlerini ayak­
larına dikerek:
«H ayır,» dedi, «b en de sanm ıyorum , an ın ın bu na ye­
teceğini. D aha başka, önem li bir şey var. Ne olduğunu
bilm ek isterdim .»
B unu öğrenm ek için m i gelm işti yoksa?
«İlk yattığın kadın bir fahişeydi, değil m i?» diye
sordu Gisors yavaşça.
Ç en h ın çla yan ıtladı:
«Ç inliyim ben.»
«H ayır» diye düşündü Gisors. B elki de, yalnızca c in ­
sel açıdan, Çen Çinli değildi. D ünyanın dört bir y a n ın ­
dan gelerek Ş an gh ay’ı ağzına dek dolduran göçm enler,
bir insanın ulusal bakım dan kendi ulusundan nasıl uzak­
laştığını gösterm işti G isors’a. F akat Çen, ülkesinden ay­
rılış biçim ine karşın, artık Çinli değildi: Neredeyse in ­
sanlık dışı, bütünsel bir özgürlük, onu bütünüyle dü ­
şüncelere adamıştı.
«D aha sonra ne d u ydu n ?» diye sordu Gisors.
Ç en parm aklarını çıtırd a ttı:
«G urur.»
«Erkek olduğun için m i?»

İnsanlık Durumu / F : 4 49
«K adın olm adığım için.»
Sesinde artık h ın ç değil, karm aşık bir tiksinti h a ­
vası vardı.
Öyle sanıyorum ki, k en dim i... ayrılm ış hissettiğim i
söylem ek istiyorsunuz, d eğil m i?
Gisors yanıtlam aktan k açm ıyordu.
«...E vet. K orku n ç bir şeydi. Ve, k adınlardan söz e t­
il ekte haklısınız. Belki de, öldürdüğüm üz insanı küçüm ­
seriz. Am a ötekilerden daha az.»
G isors vereceği ya n ıtı aradı, an ladığından pek em in
değildi.
«Ö ldürm eyenlerden m i?»
«Ö ldürm eyenlerden, evet: çaylaklardan.»
Y eniden yürüm eye koyuldu. Son iki sözcük, yu­
kardan aşağı atılan ağır bir yük gibi dökülm üştü du­
daklarından. Ve çevrelerindeki sessizlik giderek büyü­
yordu. Gisors, Ç en ’in sözünü ettiği ayrılığı duym aya
başlam ıştı. Bu durum a ilgisiz kalam azdı. Bir yan dan da,
Ç en ’in biraz olsun rol kesip kesm ediğini — h iç değilse
h atır için—• soruyordu ken di kendine. Bu tür kom edile­
rin öldürücü yanını bilm iyor değildi. Birden, Ç en’in ken ­
disine: «avlanm aktan n efret ederim » dediğini anım sadı.
«K an görm ekten korkm az m ısın ?»
«Hem de nasıl korkarım . Am a yalnızca korku değil.»
B irden döndü, G isors’un gözlerinin içine bakarcası-
na, anka kuşuna gözlerini dikerek, sordu:
«Ee? K ad ın lar sizin üzerindeki egem enliklerini sür­
dürdükleri zam an, ne yapılır, biliyoru m : Birlikte yaşa­
nır. Ama, ölüm söz konusu olu n ca ?»
Hâlâ anka kuşuna bakıyordu, am a bu kez, sesi da­
h a bir açılıydı:
«O nunla da yaşanabilir m i?»
G isors’un zekâsı, onu her zam an karşısındakilere
yardım a yöneltiyordu ve ayrıca, Ç en’i seviyordu da.
A m a şim di, durum u daha açık olarak görebiliyordu: V u­
rucu birliklerin eylem i Ç en’i doyurm uyordu. T erörizm
onu büyülüyordu. H ayali sigarasını evirip çevirm eyi sür­
dürerek konuşm aya başladı. Halıyı incelercesine başını
ör, üne eğmişti. Z arif burnunun üzerine, ağarm ış perçe­
m i dökülüyordu. Sesine aldırm az bir hava verm eye ç a ­
lıştı:
«Bu durum dan artık kurtulam ayacağını sanıyor­
su n ... ve bu ... kaygı karşısında gelip... kendini bana
karşı savunuyorsun.»
Sessizlik oldu bir an.
Ç en söze girdi sonunda:
«K aygı d eğil... K aderin cilvesi belki d e?»
D işlerinin arasından konuşuyordu.
Y eniden bir suskunluk oldu. Gisors h içbir davranış­
ta bulunam ayacağını duyuyordu: on un elini tutam azdı,
örneğin. Oysa bu işi eskiden çok sık yapardı. K en di p a ­
yına kararını verdi. Birden, kaygı duym ak âdetiym iş g i­
bi, bezgin bir tavırla konuştu:
«Öyleyse düşünm ek ve kaygıyı sonsuza dek kovm ak
gerek. Kuşkusuz, onunla birlikte yaşam ak istiyorsan ...»
«Y akında öldürecekler beni.»
«B unu özellikle istem iyor m u za ten ?» diye düşün­
dü Gisors. «Şan, şöhret aram ıyor, m utlulukta da gözü
yok. Y enebilecek gücü var, ama bu zaferi yaşayacak
durum da değil; bu durum da, ölüm den başka n eyin öz­
lem ini duyabilir? B aşkalarının yaşam için düşündükle­
rini, o ölüm için düşünüyor: olabildiğince en onurlu, en
yüksek fıiçim de ölebilm ek. Ulaşılmaz am açlara yönelik
bir ruhu var, yeterince aydınlanm ış k afası açık fikirler
taşıyor. İnsanlardan oldukça uzak. Ve am açladığı tüm
nesneleri ve h atta am açlam ayı bile küçüm seyecek kadar
hasta.»
«Eğer sen, kaderin b u ... cilvesiyle birlikte yaşam ak
istiyorsan, bir tek yol var: onu başkasına aktarm ak.»
«K im buna lâyık k i?» diye sordu Çen. Y ine dişle­
rinin arasından konuşuyordu.
Sanki bu cüm leler, cinayetle ilgili ne varsa hepsinin
orada olduğunu anım satıyorm uşcasm a hava gittikçe
ağırlaşıyor, çekilm ez hale geliyordu. Gisors artık tek
söz söyleyecek durum da değildi: H er sözcük, düzm ece,
uçarı, aptalca bir anlam a bürünecekti.
«Teşekkür ederim ,» dedi, Çen.
Ona dokunm ak istem iyorm uşcasm a, Çinlilere özgü
bir reveransla, bütün gövdesiyle eğildi G isors’un ön ü n ­
de (h iç böyle yapm azdı oy sa ), ve çıktı.
Gisors dönüp oturdu. Sigarasını sarm aya koyuldu.
Ö m ründe ilk kez, savaşın değil kanın karşısında bulu­
nuyordu. Ve, her zam an olduğu gibi, K iy o ’yu düşünü­
yordu. Kiyo, Çen’in içinde yaşadığı bu âlem i dayanılm az
bulurdu, h erhalde... B undan em in m iydi? Çen de a v cı­
lıktan n efret ediyor, Çen de kan görm ekten tiksiniyor­
du — am a eskiden— . İş buralara kadar gelm işken oğlu
hakkında, ne biliyordu ? O ğluna olan sevgisi anlam ını
yitirdiği, ve kendisi de sayısız anılarına başvuram adığı
zam an, K iy o’yu artık tan ıyam adığın ı biliyordu. Onu ye­
n id en görm ek için büyük bir istek duydu. A ltüst etti
onu bu duygu: ölüyü son bir kez görm ek istem ek gibi
bir şeydi bu. O nun gittiğini biliyordu.
Nereye? Ç en’in varlığı odayı hâlâ can lı tutuyordu.
O, cin ayet dünyasına atılm ıştı ve artık oradan çık am a­
ya cak tı: İnatla direnerek, hapishaneye girer gibi, ted­
h işçi bir ya şan tın ın içine giriyordu. O n yıla kalm adan
yakalanacaktı, — işkence edilecek ya da öldürülecekti—
ve o zam ana dek, güçlü bir dirençle, k aran lığın ve ölü­
m ün dünyasında yaşayacaktı. Düşünceleri, onu yaşatan
düşünceleri, şim di artık ölüm ünü hazırlayacaktı.
Eğer K iyo adam öldürtüyorsa, bu on un rolüydü. B öy­
le davranm asa da önem i yok tu : K iy o ne yaparsa' doğru
yapardı. A m a bu ani duygu G isors’u korkutm uştu; c i­
n ayetin kaçınılm azlığı, en az kendisininki kadar dehşet
verici bir zehirleniş... Çen ondan yardım istem işti. Ve
ona ne kadar üstün körü uzatm ıştı elini. C inayet işle­
m ek insanı ne kadar yaban cılaştırıyordu ! Ve nasıl da
uzaklaştırıyordu bu kaygı K iy o ’yu. Sık sık yinelediği bir
cüm leyi anım sadı: «V arlıkları tanım ak olanaksızdır.» Ve
bu cüm le beyninde, oğlunun yüzüne yapıştı kaldı.
Y a Çen, onu tan ıyor m uydu? A nıların insanları ta ­
n ım aya yeteceğine asla inanm azdı. Çen, ilk olarak din
öğren im i görm üştü; Gisors, bu sessiz sedasız am a küstah
yetim le — anne ve babası K algan katliam ında öldürül­
m üştü— ilgilenm eye başladığında, Ç en protestan k ole­
jin d e n yen i çıkm ıştı. S onradan papazlığa başlayan ve­
rem li bir entellektüelin talebesi olm uştu. Elli yaşındaki
bu adam , derin, dinsel bir kuşkuyu acım a duygusuyla
yenm eye çalışıyordu. Sabırlı bir adam dı doğrusu. Aziz
A ugustin’i rahatsız eden, için de İsa ile birlikte yaşam ak
gereken bu iğren ç beden in utancıyla şartlanan papaz
— çevresini saran ve gerçek dinsel yaşam ın çağrısını d a­
ha kaçınılm az kılan geleneksel Çin uygarlığından tiksi­
niyordu — , bu k aygın ın verdiği esinle L uther’in bir tas­
virini yapm ıştı. Ve G isors’a arasıra bu ndan söz ederdi:
«Y aşam yalnız T a n rı’da vardır. Am a insan, işlediği gü ­
n ah lar yüzünden öyle aşağılanm ış, öyle kirlenm iştir ki,
bu haliyle T a n n ’ya varması, yeni bir günah işlemesi de­
mektir. İsa’nın varlığı, sonsuza dek çarmıha gerilişi de
bundandır.» Bu durumda geriye, Tanrının merhameti,
yani sınırsız bir sevgi ya da korku —umudun güçlü, ya
da zayıf olmasına göre— kalıyordu. Ve bu korku ise ye­
ni bir günahı doğuracaktı. Sevgi de kalıyordu geriye,
ama sevgi her zaman kaygıyı yok edemezdi ki.
Papaz Çen’e bağlanmıştı. Çen’in amcası onu misyo­
nerlerin arasına Fransızca ve İngilizce öğrensin diye gön­
dermiş, öbür konularda söyleyecekleri her şeye kulağını
tıkamasını öğütlemişti —Konfiçyüsçü olduğu için özel­
likle cehennem düşüncesine— oysa papaz bu durumdan
hf-.bersizdi. Çocuk burada şeytan ya da Tanrı’yla değil,
İsa’yla karşılaşmış — papazın deneyleri ona, insanların
yalnızca aracılar eliyle din değiştirdiklerini öğrenmişti—
ve her şeye karşı gösterdiği aşırılıkla, kendisini sevgiye
bırakmıştı. Ama hocasına karşı oldukça saygılıydı —Çin’
ir. ona olanca gücüyle aşıladığı tek şey de buydu zaten— ,
bu yüzden, kendisine öğretilen sevgiye karşın papazın
kaygısını sezdi ve böylece karşısına, kendisine anlatılan­
dan daha korkunç, daha inandırıcı bir cehennem çıktı.
Amca çıkageldi bir gün. Yeğenini bu durumda bul­
muş olmak onu etkiledi, korkuttu. Belli bir hoşnutluk
gösterisinde bulundu. Müdüre, papaza ve daha birkaç
kişiye yeşim ve kristalden yapılma ağaçlar gönderdi.
Küçük, küçük ağaçlar; sekiz gün sonra Çen’i yanına ça­
ğırdı ve ertesi hafta, onu doğruca Pekin Üniversitesine
yolladı.
Gisors, ağzı yarı — açık, dizlerinin arasında sigara
sarıyordu sürekli. O zamanki delikanlıyı anımsamaya
çalışıyordu. Onu şimdiki durumundan nasıl ayırmalı, ko­
parmalıydı? «Ondaki dinsel düşünce aklıma geliyor, çün­
kü Kiyo böyle bir düşünceden hiç nasibini almadı, ve
şu anda, ikisinin arasındaki her derin ayrılık beni fe ­
rahlatıyor... Onu oğlumdan daha iyi tanıyormuşum gi­
bi geliyor bana. Neden acaba?» Çünkü, onda neleri de­
ğiştirebilmiş olduğunu daha iyi görüyordu: Bu temel
değişim, kendi eseri, kesindi, sınırları çizilmişti. Ve in­
sanlarda, onlara verdikleri kadar, hiç bir şeyi daha iyi
tanıyamazdı doğrusu. Çen’i görür görmez anlamıştı bu
delikanlıyı: Hemen eyleme dönüşmeyen hiç bir ideoloji
onun düşüncesinde uzun süre yaşayamazdı.
Sevgiden yoksun olduğu için, dinsel yaşam onu an­
cak bir temaşa evrenine, bir iç evrene götürebilirdi,
ama o bu evrenden nefret ediyordu. Belki bir havari
olmayı düşleyebilirdi ama acıma duygusundan yoksun
oluşu, buna da olanak tanımayacaktı. Öyleyse, yaşaya­
bilmesi için, önce Hıristiyanlıktan kurtulması gerekiyor-
. du. (Orada burada yaptığı üstü kapalı itaraflara bakı­
lırsa, fahişeler ve öğrencilerle tanışmış olması, Çen’i, is­
tencini de etkileyen bir günahtan kurtarmıştı: kendi
kendisini tatminden. Ve bununla birlikte gelişen kaygı
ve aşağılık duygusu da böylece yok olup gitmişti.) Yeni
hocası, Hıristiyanlığın karşısına birtakım kanıtlar değil
de yüceliğin başka biçimlerini koyduğunda, inanç, hiçbir
sarsıntı yaratmaksızın, Çen’in parmakları arasından azar
azar akıp gitmişti. Onun yüzünden Çin’den uzaklaşmış,
onun yüzünden, topluma boyun eğecek yerde, toplumdan
kopmaya alışmıştı. Gisors’un aracılığıyla anlamıştı ki,
her şey yaşamının o dönemi, kahramanca anlamda bir
ermişlikten ibaretti. Mademki ne Tanrı vardı ne de İsa,
öyleyse ruh ne işe yarayacaktı?.
İşte burada, Gisors oğlunu buluyordu yeniden: Hı­
ristiyanlığa ilgi duymuyordu Kiyo. Ama Japon eğitim tar­
zı —sekiz yaşından on yedi yaşma dek Japonya’da kal­
mıştı— ona şunu öğretmişti: fikrini yalnızca düşünmek
yetmez, onları yaşamak da gerekir. Başkaları nasıl silah
ya da denizi seçerlerse, o da, kesin bir biçimde ve önce­
den tasarlayarak, eylemi seçmişti: Babasından ayrılmış,
K anton’da, Tiyençin’de oturmuştu. Sendikaları örgütle­
mek için ırgatların, çek-çekleri yüklenen kulilerin haya­
tını yaşamıştı yıllarca. Çen —ki amcası rehine olarak gö­
türülmüş ve fidyeyi ödeyemediği için, Svateu’nun ele ge­
çirilmesi sırasında idam edilmişti— , cebinde para yerine
değersiz bir takım diplomalarla, yirmi dört yaşı ve Çin’in
bu durumuyla karşı karşıyaydı. Kuzeydeki yollar henüz
tehlikeli olduğu sürece kamyon şoförlüğü, kimyager çı­
raklığı yapmıştı; hepsi o kadar, daha sonra işsizdi. Her-
şey, onu politik eyleme itiyordu: değişik bir dünya umu­
du, sefilce de olsa karnını doyurmak olabilirliği (doğuş­
tan kanaatkârdı; gururdan olmalıydı) kişiliği, kinini do­
yuma ulaştırmak düşüncesi...
Ve politik eylem, yalnızlığına bir anlam veriyordu.
Ama Kiyo’da her şey çok basitti. Kahramanlık duygusu
ona, yaşamı onaylayan bir şey gibi değil de, bir ders gi­
bi verilmişti. Kaygılı değildi. Yaşamının bir anlamı var­
dı ve o bunu biliyordu: şu anda açlığın kaçınılmaz bir
veba gibi ağır ağır öldürdüğü insanların her birini, ken­
di onurunun sahibi kılmak. O da onlardandı: Aynı düş­
manlara sahiptiler. Melez ve kast dışı olduğu için be­
yaz erkekler ve özellikle beyaz kadınlarca hor görülür­
dü Kiyo. Ama hiç de çabalamamıştı onlara kendisini
sevdirmek için: Kendisi gibi olanları aramış ve bulmuş­
tu. «Kimin için çalıştığını bilmeden günde on iki saat
çalışan bir adam için gerçek yaşam, onur diye bir şey
söz konusu değildir.» Bu çalışmanın bir anlam, bir amaç,
kazanması zorunluydu. Bireysel sorunlar, özel yaşamının
dışında, Kiyo’nun karşısına çıkmıyordu.
Ama yine de, Kiyo şimdi içeri girse ve Çen'in bi­
raz önce yaptığı gibi «Tang—Yen—Ta’yı ben öldürdüm»
deseydi, bunu deseydi, «biliyorum zaten» diye düşünür­
düm. Tüm davranışları, tüm yaptıkları bende öyle büyük
bir güçle yansıyor ki ne yaparsa yapsın, «biliyordum
zaten...» diye düşüneceğim. Pencereden hareketsiz ve ka­
yıtsız geceye baktı. «Ama böyle kuşkulu ve korkunç bir
biçimde değil de, gerçekten bilsem, onu kurtarırdım.»
Acı bir itiraftı bu, ama asla inanmıyordu buna .
K iyo’nun gidişinden bu yana, düşüncesini yalnızca,
oğlunun davranışlarını, eylemini onaylamak için kullan­
mıştı. Merkezi Çin’de, güney illerinin bir bölümünde
başlayan, yerel bir harekette, ilk günlerdeki eylem. (Öy­
lesine ufak çaptaydı ki, ilk üç ay hareketin nerede baş­
ladığı saptanamamıştı.) Kaygı içinde olan öğrenciler,
bu akıllı adamın böylesine heyecanlı ve anlayışlı olarak
yardım elini uzattığını kavrayabiliyorlarsa bu, o gün­
lerde Pekin’deki aklıevvellerin sandığı gibi, yaşının geç­
kin olması nedeniyle uzak kaldığı bir çevrenin yaşantı­
sıyla başkalarının adına eğlendiğinden değildi. Ama, bü­
tün benzer durumlarda, facialarda kendi oğlunun dra­
mını bulduğu içindi. Öğrencilerine —ki aşağı yukarı hep­
si küçük burjuva kökenliydiler— , ya askeri şeflerin ya
da işçi sınıfının yanında yer almaları gerektiğini anla­
tıyor, yolunu kesin olarak çizenlere de şunları söylüyor­
du: «Marksizm bir öğreti değil, bir istençtir. İşçi sınıfı
ve onun yandaşları — sizler— için, kendisini tanımak,
kendisini öyle duymak ve öyle yenmek istencidir. Haklı
olmak için değil, kendi kendimize ihanet etmeden yenmek
için Marksist olmalısınız.» Kiyo’ya sesleniyor, onu savu­
nuyordu. Ve derslerinden sonra, Çin geleneklerine göre,
öğrencilerin, odasını beyaz çiçeklerle doldurduğunu gör­
düğünde, bu davranışın Kiyo’nun sert ruhuyla bağdaş­
mayacağını biliyordu. Ama yine biliyordu ki kendisine
çiçek getirirken adam öldürmeye hazırlanan bu eller,
yarın bir gün onlara ihtiyaç duyacak olan oğlunun elle­
rini de sıkacaktır. İşte bu yüzdendir ki, Çen’in güçlü ki­
şiliği onu kendisine çekiyordu. İşte bu yüzden bağlan­
mıştı Çen’e. Fakat ona bağlandığı zaman, önceden kes-
tirebilmiş miydi ki, yağmurlu bir gün Çen kendisine ge­
lecek ve daha yeni pıhtılaşmış kandan söz ederken: «On­
dan yalnız korksam, neyse...» diyecek?
Ayağa kalktı, alçak masaya doğru gitti; içinde afyon
tepsisinin bulunduğu çekmeceyi — çekmecenin hemen al­
tında küçük kaktüs kolleksiyonu vardı— açtı. Tepsinin
altında bir fotoğraf göze çarpıyordu: Kiyo’ydu bu. Aldı
onu, dalgın dalgın baktı. Bir an acı bir güven duydu:
Orada, onun bulunduğu yerde artık kimse kimseyi ta­
nımıyordu. K iyo’nun varlığı bile — biraz önce yanında
olmasını o kadar çok istemişti ki oysa— sonucu değiştir­
meyecek, ayrılıklarını daha umutsuz kılacaktı. Tıpkı,
yıllar önce ölmüş arkadaşlarını rüyasında kucaklaması
gibi bir şey olacaktı. Fotoğrafı parmaklarının arasında
tutuyordu; bir insan eli kadar ılıktı fotoğraf. Onu çek­
meceye bıraktı, tepsiyi aldı, elektriği söndürdü ve lam­
bayı yaktı.
İki pipo doldurdu. Eskiden, açlığını biraz olsun gi­
dermeye başladı mı, insanlara hoşgörü ve iyimserlikle
bakar, dünyayı da sonsuz bir doğurganlığa sahipmiş gi­
bi görürdü. Şimdi ise, kendi benliği bile yenilenme, ge­
lişme gücünü yitirmişti: Altmış yaşındaydı ve anılarını
mezarlar dolduruyordu. Çin sanatı, lambanın zorlukla
aydınlattığı yağlı boya resimler, çevresini saran bütün o
gizemli Çin uygarlığı konusunda katıksız bir duyguya
sahipti. Tam otuz yıl boyunca bundan ustalıkla, incelik­
le yararlanmasını da bilmişti — mutluluk buydu ona ka­
lırsa, ama şimdi bütün bunlar, incecik bir örtüden baş­
ka bir şey değildi. Örtünün altında da, kaygı — hani
uyanmak üzereyken kıvranmaya başlayan korkak kö­
peklerde görülür ya— ve ölüm korkusu uyanmaktaydı.
Ama yine de düşüncesi, yaşının söndüremediği ateş­
li bir tutkuyla, insanların çevresinde dolanıyordu. Uzun
süreden beri kendisini şuna inandırmıştı: bütün insanlar
ve en başta kendisi, paranoyak bir ruh taşıyorlardı. Es­
kiden —fi tarihinde...— kendisini kahraman sandığına
inanırdı. Hayır. Benliğindeki bu güç, bu delice, gizli im­
gelem her biçime girmeye — delirecek bile olsam, o yö­
nüm yine de sağlam kalır, diye düşünürdü— hazırdı. Tıp­
kı ışık gibi. Kiyo gibi, o da, ve aşağı yukarı aynı nedenle
sözü geçen plakları düşündü, aşağı yukarı aynı akıl yü­
rütme yöntemiyle; çünkü K iyo’nun düşünce biçimi ken­
disinden doğmuştu. Gırtlağıyla duyduğu için Kiyo kendi
sesini nasıl tanıyamadıysa, Gisors’un kendi benliğini kav­
ramasıyla başkasının benliğini kavraması aynı şeyler de­
ğildi — aynı yöntemler kullanılmadığı için herhalde. Bu­
nun duyu organlarıyla bir ilgisi yoktu. Her şeye burnunu
sokan bilinciyle herkesten daha çok kendisine ait olan
bir ortama sızdığını, kimsenin ulaşamayacağı mutlak bir
yalnızlığa gömüleceğini kaygıyla hissediyordu. Bir an
ölümden asıl bunun kaçması gerektiğini duydu. Yeni bir
afyon topağı daha hazırlayan elleri hafifçe titriyordu.
Öylesine kaçınılmazdı ki yalnızlığı, K iyo’ya olan sevgisi
bile onu bundan kurtaramıyordu. Ama kurtulmanın
tek yolu başka bir benliğe kaçmak değildi. Bir yol daha
vardı: Afyon.
Arka arkaya beş topak. Yıllardan beri bu dozla ye­
tiniyordu. Ama zorlukla ve kimi zaman da acıyla katla­
nıyordu işi bu kadarla kesmeye. Piponun kömürünü ka­
zıdı, elinin gölgesi duvardan tavana sıçradı. Lambayı bir­
kaç santimetre öteye itti, gölgenin çevre çizgileri silindi.
Eşyalar da silikleşiyordu: Biçim değiştirmiyor, ancak ar­
tık onun ayırt edemeyeceği bir hal alıyor, bildik bir ev­
renin derinliklerinden ona ulaşıyorlardı. Hoşgörülü bir
kayıtsızlık her şeyi birbirine karıştırıyordu. Bu, ötekin­
den daha gerçek bir dünyaydı. Çünkü, değişmiyor ve ken­
disine ötekinden daha çok benziyordu. Bir dost kadar
güven verici, hoşgörülü ve yeniden bulunan bir dünya:
Biçimler, anılar, fikirler; her şey özgür bir . evrene ağır
ağır dalıyordu. Bir eylül gününü anımsadı. Öğleden son­
raydı. Gökyüzünün kusursuz griliği, geniş nilüfer tarla­
larının arasındaki boşluklarda, bir gölün sularını süt ren­
gine boyuyordu. Terkedilmiş bir pagodun çatısındaki eğ­
ri büğrü saçaklardan kederli ve görkemli ufka dek, her
yerden, şatafatlı bir melankoliye gömülmüş bir alem
uzanıyordu ona. Elinde çıngırağıyla — fakat sallamıyordu
çıngırağı— bir rahip kutsal evini toz-toprağa, yanmakta
olan ağaçların hoş kokusuna bırakmış, pagodun parmak­
lığına yaslanmış duruyordu. Nilüfer tohumlarını topla­
yan köylüler, çıt çıkarmadan, kayıklarıyla önünden ge­
çiyorlardı: Çiçek tarlalarının sonunda, dümenin her iki
yanında uzun su kıvrımları oluştu ve daha sonra salı­
narak, kurşuni suda kayboldular. Ve bunlar şimdi, dün­
yanın tüm bitkinliğini de alıp götürerek yeniden yitip
gidiyorlardı. Afyonun olağanüstü bir duruluğa ulaştığı,
kimsenin yakınmadığı bir bitkinlikti bu. Gözlerini yum­
muş, kocaman ve kımıltısız kanatlar üzerinde, Gisors,
yalnızlığın tadını çıkarıyordu: Tanrısallığa ulaşan bu
yalnızlık, sonsuzluğa dek genişleyen bu çizgisel huzur izi,
ölümün derinliklerini ağır ağır örtüyordu.

SABAH. SAAT DÖRT BUÇUK.

Hükümet askerleri gibi giyinmişler, sırtlarında yağ­


murlukları, adamlar Yang-Çe ırmağının dalgalarıyla sal­
lanan büyük motora teker teker biniyorlardı.
«Denizcilerden ikisi parti üyesi. Onlara sormak ge­
rek: silahların nerede olduğunu biliyorlardır, sanırım.»
dedi Kiyo, Katov’a. Çizmelerin dışında, üniforma üstün­
körü iliklenmişti. Ama giymeye hiç alışık olmadığı halde,
kafasına özenle yerleştirdiği yeni kasket ona aptal bir
hava veriyordu. ’Çin subayı kasketi ve böylesi bir bu­
run: şaşırtıcı bir bütün!’ diye düşündü Kiyo. Gece olu­
yordu.
«Yağmurluğun kapüşonunu giy,» dedi yine de.
Sonunda m otor rıhtımdan ayrıldı ve gecenin için­
de yolunu tuttu. Çok geçmeden bir yelkenlinin ardında
gözden yok oldu. Kruvazör projektörlerinin ışık demet­
leri gökyüzüne doğru yükseliyor, sonra limanın karma­
şası üzerine dökülerek, çatılmış kılıçları andırıyorlardı.
Katov, önde, gitgide yaklaşan Şan-Tung’dan gözleri­
ni ayırmıyordu. Rıhtımın kömür kokusu, yerini yavaş ya­
vaş limanın durgun su, balık ve duman kokusuna (he­
men hemen suyun yüzünde gibiydi) bırakıyordu. Bu k o­
ku üzerine sinerken, yaklaşan her savaşın benliğinde
uyandırdığı anı bir kez daha beynini kaplıyordu: Litvan-
ya cephesinde, taburunu beyazlar tutsak etmişlerdi. Si­
lahsız askerler, yeşilimsi bir renge bürünmüş şafakta zar
zor görünen, karla kaplı uçsuz bucaksız bir ovada tek
sıra halinde dizilmişlerdi.
«Komünistler öne çıksın!»
Bu ölüm demekti, biliyorlardı. Yine de taburun üç­
te ikisi öne çıkmıştı.
«Kaputlarınızı çıkarın!»
«Çukur kazın!»
Kazmışlardı. Ağır ağır; çünkü toprak buz tutmuştu.
Her birinin elinde bir tabanca, beyaz muhafızlar (kü­
rekler silah olarak kullanılabilir korkusuyla), kaygılı ve
sabırsız, sağda ve solda bekliyorlardı. Ortayı boş bırak­
mışlardı. Çünkü orası, namlularını tutuklulara dikmiş
mitralyözlerin ateş alanıydı, sessizlik öylesine büyük, öy­
lesine sınırsızdı ki, ucu bucağı görünmeyen, karla kaplı
ova kadar. Gittikçe daha sık savrulan buzlu toprak par­
çalarının gürültüsü duyuluyordu yalnızca: Ne denli ace­
le ederlerse ölümün o ölçüde yaklaştığını bilmelerine kar­
şın, adamlar, ısınmak için toprağı daha hızlı kazıyor­
lardı. İçlerinden birçoğu hapşırmaya başlamıştı bile.
«Tamam. Durun!»
Dönmüşlerdi. Arkalarında, tabur arkadaşlarının da
ötesinde, köyün kadın, çocuk ve yaşlıları yarı çıplak, ör­
tülere sarınmış, kımıldamadan bekliyorlardı. Bu ibret
olayına tanık olsunlar diye toplanıp getirilmişlerdi. Bak­
mamak için kendilerini zorlarcasına başlarım sallıyor­
lardı. Kaygıdan büyülenmiş gibiydiler.
«Pantolonlarınızı çıkarın!»
Pantolonlarını çıkarmaları isteniyordu; çünkü ço­
ğunda üniforma yoktu. Kadınların varlığı onları rahatsız
ediyor, mahkûmlar bocalıyorlardı.
«Pantolonlarınızı çıkarın!»
Paçavralarla sarılmış yaralar birer birer ortaya çık­
tı:
Mitralyözler o kadar aşağıdan taramıştı ki, neredey­
se hepsi, bacaklarından yaralanmışlardı. Kaputlarını sa­
vurup atmışlardı; oysa, şimdi çoğu pantolonlarım özen­
le katlıyorlardı. Yeniden sıraya dizildiler, ama bu kez
çukurun kıyısına, mitralyözlerin tam karşısına. Karın
üstünde pırıl pırıldılar: İnsan eti ve gömlekler. Soğuğa
yakalanmış, sürekli hapşırıyorlardı; önce biri, sonra
öteki. Bu idam şafağında, hapşırıklar öylesine insancay-
dı ki, mitralyözcüler ateş etmemiş, beklemişlerdi — ya­
şamın daha az belirgin olmasını beklemişlerdi— . Sonun­
da ateş etmeye karar verdiler. Ertesi akşam, kızıllar, kö­
yü geri alıyorlardı: Mitralyözlerin öldüremeyip, yalnızca
yaraladığı on yedi kişiyi kurtardılar. Bunlardan biri de
K atov’du. İhtilaçlı hapşırıklarla sarsılan, şafağın yeşilim­
si karları üzerindeki bu aydınlık, saydam gölgeler; m it-
ralyözlerin karşısındaki bu gölgeler, şimdi, yağmurlu Çin
gecesinde, Şan Tung’un gölgesiyle karşı karşıyaydılar.
Motor hâlâ ilerliyordu: Oldukça kuvvetli yalpa yap­
tığı için, geminin alçak ve bulanık karaltısı ırmağın üze­
rinde ağır ağır sallanıyor gibiydi. Neredeyse hiç aydın­
latılmamıştı; kapalı gökyüzüne göre, biraz daha koyu
bir gölge olarak ayırt edilebiliyordu. Hiçbir kuşkuya yer
yoktu; Ş a n -T u n g korunuyordu. Bir kruvazörün projek­
törü motoru yakaladı, bir an izledi, sonra ardını bıraktı.
Motor geniş bir eğri çizmişti; geminin üzerine arkadan
geliyor, sanki yandaki bir başka gemiye yöneliyormuş
gibi, hafifçe sağa doğru kayıyordu. Bütün adamların
üzerinde denizci yağmurluğu vardı. Kapüşonlarını üni­
formalarının üzerine devirmişlerdi. Liman yönetiminin
emriyle, bütün gemilerin iskeleleri indirilmişti. Katov,
yağmurluğunun altına gizlediği dürbünüyle Şan - Tung’
unkine baktı. İskele, sudan bir metre kadar yüksekte
asılı duruyor, üç tane ampul onu zar zor aydınlatıyordu:
Kaptan, gemiye çıkmalarına izin vermeden önce para
isterse —ki onlarda para yoktu— . adamlar teker teker
motordan gemiye atlamak zorunda kalacaklardı. Motoru
iskelenin altında tutmak zor olacaktı. Gemidekiler iske­
leyi kaldırmaya kalkacak olurlarsa, Katov ipe dokunan
herkese ateş edecekti: makaranın altında korunacak bir
yer yoktu. Oysa gemi hemen savunma durumuna geçe­
cekti.
Motor doksan derece döndü, Şan - Tung’un üzerine
gitti. Akıntı — ki bu saatlerde çok güçlüdür— motoru
yandan yakalıyordu. Gemi şimdi çok yüksekti — burnu­
nun dibine gelmişlerdi— ve gecenin karanlığında, haya­
let —gemi gibi, son hızla gidiyormuş izlenimini veriyor­
du motordakilere. Motorun kaptanı tam yol verdi: Bu
kez yavaşlar, hareketsizleşir, geriler gibi oldu Şan . Tung,
iskeleye yaklaşıyorlardı. Katov geçerken basamağı yaka­
ladı. Sıçradı ve kendisini iskelede buldu.
«Belge nerede?» diye sordu iskele nöbetçisi.
Katov kâğıdı uzattı. Adam belgeyi yukarı yolladı;
tabancası elinde, bekledi. Kaptanın kendi kâğıdını tanı­
ması gerekiyordu demek. Mademki Clappique getirdiği
zaman tanımıştı, şimdi de tanıyacaktı. Ama yine de...
İskelenin altında koyu renkli motor ırmakla birlikte bir
alçalıp bir yükseliyordu.
Haberci geri geldi:
«Çıkabilirsiniz.»
Katov kımıldamadı. Adamlarından biri — teğmen
rütbesi taşıyor ve İngilizceyi yalnız o konuşabiliyordu—
motordan çıktı, iskeleye sıçradı ve haberci tayfanın ar­
dından kaptanın yanına gitti.
Kaptan, kısa saçlı, yanakları sivilceli bir N orveçliy­
di. Kamarasında, masasının gerisinde bekliyordu. Haber­
ci çıktı.
«Silahlara el koymaya geldik,» dedi teğmen İngilizce
olarak.
Kaptan, şaşkınlıkla, sesini çıkarmadan baktı ona.
Generaller silahların parasını ödememezlik etmemişler­
di şimdiye dek. Tan — Yen — Ta’nın gönderilişine kadar,
silahların satışı konsolosluğun bir memurunca yüklü bir
para karşılığı, gizli olarak ayarlanmıştı. Gizli ithalatçıla­
ra verdikleri sözü artık tutmuyorlarsa, onlara kim silah
verecekti? Ama mademki meseleyi Şanghay hükümeti
çıkarıyordu, silahlarını kurtarmayı deneyebilirdi hiç de­
ğilse.
«Peki! İşte anahtar.» /
Sakin sakin ceketinin iç cebini araştırdı, sonra bir­
den tabancasını çekti. Teğmenin göğüs hizasına doğrult­
tu. Aralarında yalnızca masa vardı. Aynı anda, arkasın­
da bir ses işitti:
«Eller yukarı!»
Katov koridora bakan pencerenin açık kanadından
ona nişan almıştı. Kaptan artık hiçbir şey anlamıyordu,
çünkü bu adam bir beyazdı: Ama şimdilik direnecek du­
rumda değildi. Silah sandıkları canı kadar değerli değil­
di ya. «Zarar hanesine yazılacak bir sefer» diye düşün­
dü. Mürettebatıyla birlikte neler yapabileceğini daha
sonra düşünecekti. Tabancayı elinden bıraktı; teğmene
geçti silah. Katov içeri girdi ve kaptanın üstünü aradı:
Başka silah yoktu.
«Üstünde yalnız bir tek silah taşıyacak olduktan
sonra, gemide bu kadar çok tabancaya ne gerek var?»
dedi Katov İngilizce. Adamlarından daha altı kişi teker
teker, sessizce içeri girdiler. Kaptan düşünüyordu: «Han­
tal tavırları, iri kıyım hali, kalkık burnu, açık sarı saç­
larına bakılırsa, bu adam Rus. İskoçyalı mı yoksa? Ama
bu şive...»
«Siz hükümetten değilsiniz, değil m i?»
«Seni ilgilendirmez.»
İkinci kaptanı getirdiler. Tepeden tırnağa, sımsıkı
bağlanmıştı. Uykudayken kıskıvrak yakalamışlardı onu.
Adamlar kaptanı da bağladılar. İki kişi onun yanında
kaldı. Ötekiler K atov’la birlikte indiler. Mürettebattaki
partililer, silahların saklandığı yeri gösterdiler onlara;
Makao’lu ithalatçıların aldıkları tek önlem, kasaların
üzerine «yedek parça» diye yazmak olmuştu. Taşıma işi
başladı, İskele iyice indirilince işler daha da kolaylaştı.
Sandıklar küçüktü çünkü. Son sandık da motora yerleş­
tirildikten sonra, Katov gidip radyo cihazını parçaladı,
sonra kaptanın yanma gitti.
«Karaya çıkmak için acele edecek olursan, şimdiden
haber vereyim. Daha ilk sokağın köşesinde temizlenir­
sin. İyi akşamlar.»
Palavra sıkmıştı ama, tutukluların kollarına gömü­
len kaim ipler bu sözlere güç katıyordu.
Devrimciler kendilerine yol gösteren partili iki tay­
fayla birlikte motora döndüler. Tekne iskeleden ayrıldı;
bu kez uzun boylu dolaşmadan, rıhtıma doğru yöneldi.
Yalpanın doğurduğu sarsıntılar arasında, adamlar kılık
değiştiriyorlardı. Sevinçli ama az da olsa kuşkuluydular.
Kıyıya varıncaya dek, daha hiçbir şey belli değildi.
Orada, onları bir kamyon bekliyordu. Kiyo şoförün
yanma oturmuştu.
«Ne oldu?»
«Hiiç. Çok kolay çözümledik.»
Silahların aktarılması işi tamamlanınca, kamyon
hareket etti. Araba da Kiyo, Katov ve dört kişi daha
vardı. İçlerinden biri hâlâ üniformalıydı. Ötekiler dağıl­
dılar.
Her sarsıntıda homurtusunu örten bir teneke gürül­
tüsü çıkararak kamyon, kentin Çin kesiminin sokakla­
rında ilerliyordu: Kamyonun yanları parmaklıklıydı ve
buralara çepeçevre, petrol tenekeleri yerleştirilmişti.
Önemli her «Çon»un önünde duruyordu: dükkan, mah­
zen, apartman. Bir sandık indiriliyor ve yanma, silahla­
rın nasıl dağıtılacağına ilişkin, Kiyo’nun şifreli bir notu
bırakılıyordu. Bunların bir bölümü, ikinci dereceden sa­
vaş birliklerine dağıtılacaktı. Kamyon en fazla beş daki­
ka duruyordu. Gelgelelim yirmiden fazla nöbetçi postaya
uğraması gerekiyordu.
Çekinecekleri tek şey, birinin ihanet etmesiydi: Hü­
kümet ordusuna ait bir üniformayı taşıyan şoförün kul­
landığı bu gürültülü kamyon asla kuşku çekmezdi. Bir
devriyeye rastladılar. «Günlük sütünü dağıtan bir sütçü
gibiyim» diye düşündü Kiyo.
Gün doğuyordu.

İKİNCİ BÖLÜM

22 MART 1927

SAAT, SABAHIN ON BİRİ

«İşler kötü» diye düşündü Ferral. Otomobil —• Şang­


hay’ın tek Voisin marka arabası idi; çünkü Fransız Ti­
caret Odası başkanı bir Amerikan arabası kullanamazdı—
rıhtım boyunda ilerliyordu. Sağda, «Günde on iki saat­
ten fazla çalıştırılmak istemiyoruz», «Sekiz yaşından kü­
çük çocuklar çalıştırılmasın» yazıları ile kaplı dikey pan­
kartlar altında binlerce dokuma işçisi gergin bir karma­
karışıklık içindeydiler. Kimileri ayakta, kimileri kaldırı­
mın üstünde çömelmiş, yatmış duruyorlardı. Otomobil
«Kadın işçiler için oturma hakkı istiyoruz» yazılı bir
pankart altında toplanmış kadınların yanından geçti.
Silah fabrikası bile boştu: Maden işçileri grev yapmış­
lardı. Solda, mavi paçavralar giyinmiş binlerce denizci
ırmak boyunca çömelmiş, bekliyorlardı. Ellerinde pan­
kart yoktu. Göstericilerin kalabalığı, rıhtım kesiminde
dik sokakların sonuna dek uzayıp yok oluyor, ırmak ke­
siminde ise, iskeleleri dolduruyordu. Suyun kenarları gö­
rülemiyordu bu yüzden. Araba rıhtımdan ayrıldı. İki

— Cumhuriyet Caddesine girdi. Bu kez, Fransız, ayrıcalık
bölgesindeki sığmağa doğru boşanan Çinli kalabalığın
içine gömülmüş, zar zor ilerleyebiliyordu. Bir yarış atı­
nın bir diğerini başıyla, boynuyla, göğsüyle geçişi gibi,
kalabalık otomobili yavaş yavaş ve durmaksızın geçiyor­
du. Çömlekler arasından sarkan çocuk başlarıyla tek te­
kerlekli el arabaları, Pekin kağnıları, çek—çek’ler, uzun
kıllı küçük atlar, elle itilen arabalar, altmış kişi taşıyan
kamyonlar, üzerlerine bir sürü eşya konmuş, şurasından
burasından masa ayakları fırlayan yırtık partal şilteler,
uçlarında karatavuk kafesleri asılı kollarını uzatıp sırt­
larına çocuklarını yüklemiş ufak tefek kadınları koru­
yan dev yapılı erkekler... Şoför en sonunda dönebildi.
Yine kalabalık olan, ama klakson sesinin kalabalığı ara­
banın birkaç metre önüne dek sürebildiği sokaklara sap­
tı. Fransız polisinin büyük binalarının önüne geldi.
Ferral merdivenleri koşarcasına tırmandı.
Arkaya yatırılmış saçlarına ve alacalı giysilerine kar­
şın yüzünde 1900’lerden, gençliğinden kalmış bir şey
vardı. «Büyük sanayici kılığına giren kişileri» küçümsü­
yor, bu da ona diplomat kılığına girme olanağı sağlıyor­
du. Yalnız monoklü eksikti. Ağzının eğik çizgisinin bir
devamı gibi gözüken, kırlaşmış sarkık bıyıkları yüzüne
ince bir sertlik ifadesi vermekteydi. Kuvvet ifadesi eğri
burnuyla, o sabah iyi tıraş olmamış çıkık çenesi arasın­
daki uyumdan geliyordu: Sular İdaresinin memurları
grevdeydi ve kulilerin getirdiği kireçli suda sabun iyi kö­
pürmüyordu. Selamlar arasında gözden kayboldu.
Polis Müdürü Martial’in odasının bitiminde dev ya­
pılı, babacan bir Çinli hafiye:
«Hepsi bu mu Şef?» diye soruyordu.
Sırtı dönük olan Martial «Sendika örgütünü de da­
ğıtmaya çalışın,» dedi, «ve bu aptalca işi de bitirin ar­
tık... Kovulmayı çoktan hak ettin zaten: Adamlarının
yarısı onlarla suç ortaklığı yapıyor. Ne olduklarını açık­
ça söylemeye cesaret edemeyen çeyrek devrimcileri besle­
meniz için para ödemiyorum ben size... Polis bahane uy­
durma fabrikası değildir, Kuomintang ile işbirliği eden
bütün adamlarını kapı dışarı et ve bunu bir daha söy­
letme bana. Böyle salak salak bakacağına, anlamaya ça­
lış... Ben kendi adamlarımı senin adamlarım tanıdığın­
dan daha iyi tanımasaydım eğer, işimiz bitikdi.»
«Sayın...»
«Tamam. Kararlaştırıldı, bu kadar; haydi bas baka­
lım şimdi... Çabuk çabuk hadi... Günaydın Mösyö Fer­
ral.»
Yüzünü dönmüştü; omuzlarından daha az anlamlı,
askerce bir suratı vardı.

i
«Günaydın Martial; ne haber var?»
«Hükümet demiryolunu koruyabilmek için binlerce
adamı seferber etmek zorunda. Bilirsiniz, bizimkisi gibi
bir polise sahip olmadan bütün bir ülkeye karşı konula­
maz. Hükümetin güvenebileceği tek şey zırhlı tren ve
içindeki işlerinin ehli beyaz Ruslardır... Bu pek ciddi bir
şey bakın...»
«Bir azınlığın içinde bile daima bir sersemler çoğun­
luğu vardır... Her neyse oldu diyelim...»
«Her şey cepheye bağlı. Burada ayaklanmaya kalkı­
şacaklar, ama sanırım pişman olacaklar: Çok az silahla­
rı var çünkü.»
Ferral’in dinleyip beklemekten başka işi yoktu o an­
da, ve bu onun hayatta en nefret ettiği şeydi. Anglo-Sak-
son ve Japon grup şeflerinin, kendisinin, kimi konsolos­
lukların ayrıcalık bölgelerindeki büyük otelleri doldurup
taşıran aracılarla yapılan görüşmeler hep sonuçsuz kal­
mıştı... Kimbilir, belki bu akşam.
Şanghay devrimci ordunun eline geçerse, Kuomin-
tang’ın artık demokrasi ile komünizm arasında bir seçim
yapması gerekecekdi. Demokrasiler her zaman için iyi
müşteridirler. Ve bir şirket anlaşmalara dayanmadan da
iyi kârlar elde edebilir. Buna karşılık, kent sovyetleşe-
cek olursa Fransa —Asya Konsorsiyumu— ve onunla blr-
likde Şanghay’daki bütün Fransız ticareti— batacaktı.
Ferral büyük devletlerin, İngiltere’nin daha önce Han-
Keu’da yaptığı gibi, uyruklarını yüzüstü bırakacağım dü­
şündü. İlk amacı, kentin ordu gelmeden önce düşmeme­
si ve böylece komünistlerin kendi başlarına bir şey ya­
pamamaları idi.
«Zırhlı trenden başka, Martial, daha kaç asker var?»
«Polisin iki bin adamı ve bir piyade tugayı, Mösyö
Ferral.»
«Ve gevezelikden başka bir şey yapabilecek kaç dev­
rimci çıkar?»
«Ancak birkaç yüz silahlı, belki. Öbürleri için ko­
nuşmaya bile değmez. Unutmayın burada askerlik hiz­
meti olmadığından, tüfek kullanmayı bilmezler. Kom ü­
nistleri de sayarsak, bu adamların sayısı şubatta iki-üç
bin kadardı... Kuşkusuz biraz daha artmış olmalılar
şimdi.»
Ama Şubat’ta hükümet ordusu yok edilmemişdi.
«Acaba kaç kişi İzleyecek onları?» diye ekledi Mar-

İnsanlık Durumu / F : 5 65
tial. «Fakat, görüyorsunuz ya Mösyö Ferral bu şekilde
bir yere varamıyoruz. Şeflerin, psikolojisini bilmek ge­
rek. Askerlerinkini azçok biliyoruz ama, ne de olsa Çinli
işte...»
Kimi zaman pek ender olarak Ferral müdüre şu an­
da baktığı gibi bakardı: Bu onu susturmaya yeterliydi.
Küçültücü, ya da kızgın olmaktan çok yargılayıcı bir ba­
kıştı bu. Ferral sert ve biraz mekanik bir sesle «Daha
çok sürecek mi bu?» demiyordu, ama, demeye getiriyor­
du. Martial’in hafiyelerinden topladığı bilgileri kendi
zekasına mal etmesine dayanamıyordu.
Martial eğer cesaret edebilseydi «Size ne bundan?»
yanıtını verirdi. Ancak, Ferral’in hükmü altındaydı ve
onunla ilişkileri karşı koyamayacağı birtakım emirlerle
saptanmıştı. Ferral’in iç otoritesi kendisininkinden çok
daha genişti. Ama yine de, bu küstah umursamazlığa,
böyle bir makine durumuna indirilmesine, salt bilgi ilet­
mek için değil de, bir kişi olarak konuşmak istediği za­
man boşverilmeye dayanamıyordu... Şanghay’a görevli
gelen parlamenterler ona Ferral’in düşmesinden önce
Meclis Komisyonlarındaki görevinden söz etmişlerdi.
Söylevlerine bir açıklık, bir güç veren niteliklerini top­
lantılarda öyle bir şekilde kullanıyordu ki, meslekdaşla-
rı kendisinden her yıl biraz daha nefret ediyorlardı. On­
ların varlıklarını reddetmek için kullandığı eşsiz bir ye­
teneği vardı. Oysaki, bir Jaures, bir Briand onlara ço­
ğunlukla adamakıllı yoksun oldukları özel bir yaşam
sunarlar, her birine ayrı ayrı çağrıda bulunmuş gibi, on­
ları ikna etmek istermiş gibi, insanlar ve yaşam üzerine
ortak bir deneyin kendilerini birleştireceği bir suç or­
taklığına sürüklermişçesine düşsel davranırlardı. Ferral
olaylardan oluşan bir yapı kurar, ve sözlerini «...bu ko­
şullar altında, baylar, açıkça saçmadır ki...» diye biti­
rirdi. Ya onları dize getirir ya da yenilgiyi kabul ederdi...
«Hiçbir şey değişmedi» diye düşündü Martial.
«Ya Han-Keu’dan ne haber var?» diye sordu Ferral.
«Bu gece oradan haber aldık. Tam 220.000 işsiz var
orada, yani bir yeni kızıl ordu kuracak kadar.»
Ferral’in denetlediği şirketlerden üçünün stokları
haftalardan beri büyük rıhtımın yanında çürüyordu.
Kuliler her türlü taşımayı reddediyorlardı.
«Çang—Kay—Şek ile komünistlerin ilişkilerinden ne-
gibi haberler var?»
«İşte son söylevi burada,» diye yanıtladı Martial.
«Fakat ben şahsen söylevlere hiç inanmam.»
«Ben inanırım. Hiç olmazsa buna... Neyse önemi
yok.»
Telefon çaldı. Martial açtı:
«Sizi arıyorlar, Mösyö Ferral...»
Ferral masanın üzerine oturdu.
«Alo, alo evet...»
« ...... »
«Yardım ediyor gibi görünüyor ama, aslında size
oyun oynuyor. Büyük devletlerin işe karışmalarına kar­
şı, bunu biliyorum. Asıl söz konusu olan, ona cinsi sapık
diye mi, yoksa karşı taraftan para alıyor diye mi saldır­
mak daha iyi olur sorusuna yanıt bulmak. Hepsi bu ka­
dar.»
« ....... »
«Elbette ne sapık ne de para alıyor. Hem sonra, iş
arkadaşlarının beni, birisini gerçekten sahip olduğu cin ­
sel bozukluğu yüzünden eleştirecek yaratılışta sanmala­
rını da hiç istemem hani... Beni ahlakçı mı sandın sen?
Haydi hoşçakal!.»
Martial ona bir şey sormaya cesaret edemiyordu.
Oysa Ferral’in planlarından kendisine söz etmemesini,
Uluslararası Ticaret Odasının en etkin üyeleri ile yaptı­
ğı gizli görüşmelerden ne beklediğini söylememesini hem
aşağılatıcı bir şey hem de bir hafiflik olarak görüyordu.
Ama, her ne kadar, bir polis müdürü için ne yaptığını
bilememek cansıkıcı olsa da, işini yitirmek daha da sıkı­
cıdır. Oysa Ferral, bir aile toplantısındaymışçasına, Cum­
huriyet Devrinde doğmuştu. Belleği Renan, Berthelot,
Victor Hugo gibi yaşlı beylerin iyilik dolu yüzleri ile do­
luydu. Tanınmış bir avukatın oğlu idi. 27 yaşında tarih
profesörü olmuş, 29’unda bütün Fransa tarihini ilk kez
olarak derleyen bir kurulun başında bulunmuşdu. Poin-
care’nin, Barthou’nun 40 yaşlarında,n önce bakan olma­
larına olanak tanıyan bir devirden yararlanarak çok
genç yaşta Meclise girmişti. Şimdi Fransa — Asya K on­
sorsiyumunda başkan olan Ferral, siyasal düşüşüne kar­
şın Şanghay’a hâlâ —üstelik arkadaşı da olan— Fransız
Genel konsolosundan daha geniş bir güç ve saygınlık
sahibiydi...
Bu nedenle Müdür ona karşı saygılı bir içtenlik du­
yuyordu. Söylevi uzattı:
«Hepsi hepsi 18 milyon kuruş harcadım ve beş ayda
altı eyalet ele geçirdim. Hoşnut olmayanlar, dilerlerse,
gitsinler benim kadar başarılı ve benim kadar az harca­
yan başka bir başkan bulsunlar kendilerine.»
«Şanghay alınırsa para sorununun ortadan kalka­
cağı açıkça ortada,» dedi Ferral. «Gümrükler ona ayda
7 milyon kuruştan fazla gelir getirecek; yaklaşık olarak
ordunun açığını kapatmaya gerekli olan kadar yani.»
«Evet ama, Moskova’nın siyasal komiserlere Şang­
hay önlerinde kendi özel birliklerini yendirmek emrini
verdiği söyleniyor. Bu durumda buradaki başkaldırma
kötü bitecek demektir.»
«Bu emirlerin anlamı ne?»
«Çan—Kay— Şek’i yenilgiye uğratıp, saygınlığını yık­
mak. Böylece yerine komünist bir komutan geçirilecek,
Şanghay’ı'd a alma onuru ona ait olacak. Bu saldırının
H a n -K eu ’daki Merkez Komitesinin onayı alınmadan
başlatıldığı kesin gibi. Aynı kaynaklar Kızıl Kurmayının
bu yönteme karşı çıktığını belirtiyorlar.
Ferral, pek inanmamasına karşın, ilgilenmişti. Söy­
levi okumayı sürdürdü:
«Üyelerinden birçoğunun kaybolması nedeni ile çok
eksik durumda olan H a n -K eu Merkez Yürütme Kom i­
tesi hâlâ kendisinin Kuomintang Partisinin en üst ma­
kamı olduğu iddiasında. Sun - Yat - Sen’in komünistleri
partiye yardımcı olmaları amacı ile kabul ettiğini bili­
yorum. Onlara karşı hiçbir şey yapmış değilim. Hatta
çoğu zaman çalışma güçlerine hayran kaldım. Fakat
şimdi, yardımcılıkla yetinmek yerine, yönetici gibi dav­
ranıyor, Parti’yi küstahlık ve şiddet ile yönetmek istiyor­
lar. Kendilerini, Partiye kabul edildikleri zaman sapta­
nanları aşan bu aşın iddialara karşı duracağım konu­
sunda uyarırım...»
Çang’ı kullanmak mümkün duruma geliyordu. Şim­
diki hükümetin — o da ordunun hezimeti ile yitirilen—
gücünden ve devrimi ordunun içindeki komünistlerin
burjuvaziye saldıkları korkudan başka hiçbir anlamı kal­
mamıştı. Bu hükümetin sürdürülmesinde çok az kimse­
nin çıkarı bulunmaktaydı. Çang’m arkasında ise muzaf­
fer bir ordu ve bütün bir Çin küçük burjuvazisi vardı.
Yüksek bir sesle sordu:
«Başka bir şey yok mu?»
«Yok. Mösyö Ferral.»
«Teşekkür ederim.»
Merdivenlerden indi. Yarı yolda spor bir tayyör giy­
miş, görkemli ve donuk yüzlü bir kumral Minerva’ya
rastladı. KafkasyalI bir Rus kadınıydı bu, Martial’in
metresi olduğu söyleniyordu. «Zevk anında yüzünün ne
duruma geldiğini görmek isterdim ben senin...» diye dü­
şündü.
«Pardon, Madam.»
Eğilerek kadının yanından geçti, arabasına bindi.
Bu kez akıntıya karşı kalabalığın içine daldı. Bu göçün
kuvveti ve istilâların önlerinde yarattıkları binlerce yıl­
lık kaynaşmanın karşısında, klakson güçsüzdü, boşuna
ötüyordu. Sırıklarının uçlarında kefeleri ile teraziyi an­
dıran, çılgınlar gibi koşuşan küçük esnaflar, arabalar,
Tang Hanedanından kalma arabalar, sakatlar, kuş ka­
fesleri. Ferral kaygıyla içeriye bakan bütün bu gözlerin
ters yönünde ilerliyordu. Eğer bu avare yaşam bitecek­
se, bu gürültünün, gelip arabanın ön camına vuran bu
şaşkın umutsuzluğun içinde bitseydi keşke... Nasıl, ya­
ralanmış olsaydı yaşamın anlamı üzerine düşünecektiy-
se, işlerinin bu durumu karşısında onları düşünüyordu
ve kendisinin zayıf noktasını duyuyordu. Bu uğraşı pek
isteyerek seçmemişti. Hindiçini’ndeki üretime yeni tüke­
tim pazarlan bulabilmek için Çin’deki bu işleri kurmak
zcrunda kalmıştı. Burada bekleyerek, bir oyun içinde za­
man kazanıyordu. Amacı Fransa idi ve daha fazla bek­
leyemezdi artık.
En büyük güçsüzlüğü ortada devletin olmayışından
geliyordu. Böylesine geniş işlerin gelişmesi, hükümetler­
den ayrı düşünülemezdi. Gençliğinden beri sürekli olarak
hükümetler için çalışmıştı. Henüz Meclis’teyken Fransa
devletine elektrik malzemesi üreten Elektrik Cihazları ve
Enerji Kurumu’nun başkanıydı. Daha sonra Buenos Ai­
res limanının geliştirilmesini örgütlemişti. Komisyon al­
mayı reddedip, siparişleri kabul eden gururlu bir dürüst­
lüğü vardı. Düşüşünden sonra, gereksinim duyduğu para­
yı Asya sömürgelerinden bulmayı ummuştu. Çünkü ye­
niden oyun oynamak değil de oyunun kurallarını değiş­
tirmek istiyordu artık. Fransa’nın güçlü sermaye grup­
larından birinin başında bulunan Ferral, Nakit İşleri,
Genel Müdürü olan kardeşinin yüksek mevkiine daya­
narak Hindiçini Genel Yönetimine 400 milyonluk bayın­
dırlık işleri yaptırmayı kabul ettirmişti. Rakipleri bile
onun Fransa’dan ayrılmasına yardım ettiklerine pek üz­
gün değildiler hani. Cumhuriyet Hükümeti en yüksek
memurlarından birisine bu uygarlık getirici programın
gerçekleştirilmesi işini vermemezlik edemezdi. Programın
gerçekleştirilmesi çok sıkı bir şekilde oldu. Dalaverenin
laubalice egemen olduğu bu ülkede şaşkınlık uyandırdı
bu durum. Ferral işini iyi biliyordu. Bir iyilik asla boşa
gitmez; grup Hindiçini’nin sanayileştirilmesi işini de al­
dı. Yavaş yavaş ortaya, emlak ve tarım alanlarında iki
kredi kurumu ve kauçuk, tropikal ürünler, pamuk, şe­
ker üretiminde bulunan dört tarım şirketi çıktı. Bu şir­
ketler aynı zamanda hammaddelerin ilk işlenmelerini de
yönetiyorlardı. Ayrıca; kömür, fosfat ve altın madenle­
rini işleten üç maden şirketi, bunlara ek olarak tuzlala­
rın işletilmesi; aydınlatma, enerji, elektrik ,camcılık, kâ­
ğıtçılık ve basımcılık dallarında beş sanayi şirketi ve
tramvay, romörkör ve mavna işlerini yürüten üç ulaş­
tırma şirketi vardı. Merkezde ise, bütün bu çabaların,
nefretin ve yazışmaların kraliçesi; büyük kârlarla ya­
şamlarını sürdüren bütün bu kardeş şirketlerin anası
veya ebesi Bayındırlık İşleri Şirketi bulunuyordu.
Şirket, Merkez — Annam demiryolu yapımını da
ele geçirmeyi başardı. Bu demiryolu —ne hikmetse—
Ferral grubunun ayrıcalık bölgelerinden geçiyordu çoğun­
lukla. Yönetim kurulu ikinci başkanı kendisine «Hiç de
kötü gitmiyor işler» dediği zaman, Ferral susardı. Mil­
yonları üst üste yığar, üzerine çıkıp Paris’i denetleyece­
ği merdiveni kurardı.
Her cebinde ayrı bir Çin Şirketinin tasarısı ile bile,
aklı sürekli olarak Paris’deydi. Havas ajansını satın ala­
bilmeye veya onu kullanabilmeye yetecek güçle Fransa’
ya dönmek, siyasal yaşama yeniden atılmak, ihtiyatlıca
ilerleyerek bakanlığa geçip, bakanlar kurulu ile satın
alınmış kamuoyunu parlamentoya karşı birleştirmek; iş­
te iktidar buradaydı... Ama bugün artık bu düşleri ak­
lına getirmiyordu. Hindiçini’nindeki büyük yatırımları­
nın böylesine genişlemesi Ferral grubunu Yang . Tse hav­
zasında ticari girişimlere zorlamıştı. Çang - Kay - Şek
ihtilâlci ordusuyla Şanghay üzerine yürüyordu, gittikçe
yoğunlaşan kalabalık ise otomobilin kapılarına yapışmak­
taydı. Çin’de, Fransa - Asya Konsorsiyumu’nun sahip ol­
duğu ya da yönettiği şirketler içinde durumdan zarar
görmeyen yoktu: Hong - Kong’daki yapım şirketleri de­
niz ulaşımının güvensiz hale gelmesinden; bayındırlık,
inşaat, elektrik, sigorta şirketleri, bankalar savaştan ya
da komünist tehdidinden zarar görmüşlerdi. İthal ettik­
leri mallar Hong - Kong’da, Şanghay’da depolarda yatı­
yor, ihraç ettikleri mallar ise Han - Keu depolarında, ba­
zen de rıhtımda kalıyordu.
Araba durdu. Sessizlik — aslında Çinli kalabalık en
gürültücü kalabalıklardandır— sanki dünyanın sonunu
bildiriyordu. Bir top sesi. İhtilâlci ordu bunca yakında
mıydı? Hayır. Bu öğle zamanını haber veren toptu. K a­
labalık açıldı; araba hareket etmedi, Ferral ses borusu
ile şoföre seslendi. Yanıt gelmedi: Artık ne şoför, ne de
uşak vardı.
Kalabalığın ağır ağır çevresinde döndüğü hareketsiz
arabanın içinde şaşkın ve hareketsiz kalakaldı. En yakın
dükkancı omzunda koca bir kepenk ile dışarıya çıktı. Az
kalsın ön camını kırıyordu arabanın. Dükkanını kapa­
tıyordu. Sağda, solda, karşıda başka dükkancılar, başka
zanaatkarlar omuzlarında, yazı dolu, kepenkleriyle dışa­
rı çıktılar. Genel grev başlıyordu.
Destan gibi ve hüzünlü bir biçimde yavaş yavaş baş­
layan Hong - Kong grevi değildi bu. Bir ordunun m a­
nevrası idi. Göz alabildiğine uzaklıkta hiçbir açık dük­
kan görülmüyordu. Hemen gitmek gerekiyordu. Araba­
dan indi, bir çek-çek çağırdı. Kuli ona yanıt bile verme­
di, uzun adımlarla arabalığına doğru koşuyordu. Ferral
terkedilmiş arabası ile yolun üzerinde yalnız kalmıştı,
neredeyse yapayalnızdı. Kalabalık evlere doğru sokul­
maya başlamıştı «Ağır makinelilerden korkuyorlar» diye
düşündü. Çocuklar oyunlarım bırakmışlar, kaldırımlar­
daki itiş kakışın içinde, bacaklar arasından kaçışıyorlar­
dı. Böceklerle tıkabasa dolu bir ormanın sessizliğini an­
dıran, hem çok yakın, hem çok uzak yaşamlarla dolu bir
sessizlikti bu... Bir savaş gemisinin düdük sesi yükseldi
ve sonra eridi. Ferral, elleri cebinde, omuzlan ve çene­
si ileriye uzanmış, elinden geldiğince hızlı evine doğru
yürüyordu. Sönen düdük sesinden bir oktav daha yüksek
bir sesle iki canavar düdüğü birden ötmeye başladı. Ses­
sizliğe bürünmüş koca bir hayvan yaklaştığını bildiri­
yordu sanki böylece. Bütün kent pusudaydı.
ÖĞLEDEN SONRA. SAAT BİR.

«Beş var,» dedi Çen.


Grubundaki adamlar bekliyorlardı. Hepsi mavi bez­
lerden yapılmış giysiler giymiş iplik işçileriydi. Hepsi tı­
raşlı, hepsi zayıf, hepsi güçlüydüler. Çen’den önce ölüm
yapmıştı elemesini. İki tanesi kollarının altında, namlu­
ları yere çevrili tüfekler tutuyordu. Yedi tanesi Şan -
Tung gemisinden alınmış tabancaları taşıyorlardı. Bir
tanesi, bir elbombası... Birkaçı ise ceplerinde saklıyor­
lardı bombalarını. Otuz kadarı bıçak, topuz ve kasatura-
lıydılar. Sekiz, on kadarı ise tümüyle silahsızdı. Paçavra
yığınları ,gaz tenekeleri, demir tel kangalları yanında
çömelmiştiler. Bir delikanlı bir torbadan çıkarttığı geniş
ağızlı çivileri sanki buğday taneleriymişlercesine inceli­
yordu. «Kesinlikle nallardan daha yüksek bunlar...» Bu­
rası bir serseri yatağıydı, ama herkes kararlılığın ve h ın ­
cın üniforması altındaydı.
Çen onlardan değildi. Cinayete karşın, orada oluşu­
na karşın, onlardan değildi. Bugün ölürse yalnız ölecek­
ti. Onlar için ise, her şey çok basitti. Ekmeklerini ve
onurlarını ferhetmeye gidiyorlardı. Onun ise, ötekilerin
ızdıraplarmdan ve ortak kavgalarından gayrı, onlarla
konuşacak bir konusu bile yoktu. Ama en azından, ara­
larındaki en sağlam bağın savaş olduğunu biliyordu. Ve
orada savaş vardı.
Torbalan sırtlarında, tenekeler ellerinde ve kolları­
nın altında demir tel kangalları ile ayağa kalktılar. He­
nüz yağmur yağmıyordu. Bir köpek, sanki içgüdüsü onu,
hazırlanmakta olandan haberdar etmişçesine, iki sıçra­
yışta yolun karşı kıyısına geçti. Boş yolun kasveti de
sessizlik kadar derindi. Yakın bir sokakdan beş el tüfek
sesi geldi. Üçü birden patladı, sonra bir daha .sonra bir
daha. «Başlıyor,» dedi Çen. Sessizlik geri geldi; ama ar­
tık eskisine hiç benzemiyordu bu. Gittikçe yaklaşan, hız­
la ilerleyen atların nal sesleri bu sessizliği doldurdu. Ve
bir gökgürültüsünden sonra, nasıl uzun bir yıldırım gö­
ğü dikine yırtarsa, hâlâ hiçbir şey görmedikleri halde,
birdenbire birbirlerine karışan çığlıklardan, silah sesle­
rinden, öfkeli kişnemelerden, düşüşlerden oluşan bir sü­
rü gürültü sokağı doldurdu. Ve sonra, azalan bağırışlar,
bozulması olanaksız sessizliğin altında ağır ağır gömü­
lürken, ölümü haykıran bir köpek uluyuşu yükseldi, ke­
sildi hemen: Bir adam boğazlanmıştı.
Birkaç dakikada koşar adımla, daha önemli bir yo­
la vardılar. Bütün dükkanlar kapalıydı. Yerde üç ceset,
yukarıda telgraf direkleri ile bölünmüş, kara dumanla­
rın yükseldiği kaygılı bir gökyüzü vardı. Yolun sonunda
yirmi kadar atlı (Şanghay’da çok az atlı vardır), ellerin­
de silahları duvara yapışmış duran devrimcileri görmek­
sizin, çekine çekine dönenip duruyorlardı; gözler atların
çekingen yürüyüşüne dikilmişti. Çen onlara saldırmayı
düşünemezdi, adamlarında çok az silah vardı. Atlılar sa­
ğa döndüler. Çen ve adamları sonunda karakola ulaş­
mışlardı. Nöbetçiler de sakince Çen’in ardından içeriye
girdiler.
Polisler tüfeklerini ve mavzerlerini silahlığa bırak­
mış, iskambil oynuyorlardı. Komutanları olan çavuş bir
pencereyi açtı ve çok loş bir avluya seslendi:
«Hey, beni dinleyenler; bize karşı zor kullanıldığına
tanık olun, görüyorsunuz, zor karşısında silahlarımızı
bırakmak zorundayız...»
Pencereyi kapatıyordu; Çen onu durdurdu, aşağıya
baktı: Kimse yoktu avluda. Ama, bu tiyatrovari sözler
tam zamanında söylenmiş, durum kurtarılmıştı. Çen
yurttaşlarını iyi tanırdı. Bu rolü üstlendiğine göre bu
adam bir harekeet geçmeyecekti. Silahları dağıttı. Dev­
rimciler bu kez hepsi silahlanmış olarak yola çıktılar.
Polisler ne yapacaklarını bilemediler. Üç tanesi devrim­
cileri izlemek istedi (Belki yağma filan olurdu hani...)
Çen onları binbir zorlukla başından atabildi. Ötekiler
kâğıtları topladılar ve oyuna yeniden başladılar.
«Eğer kazanırlarsa,» dedi bir tanesi, «belki bu ay
maaşlarımızı alabiliriz.»
«Belki,» dedi Çavuş. «Kağıtları dağıttı.»
«Ama yitirirlerse, belki de bizim döneklik ettiğimizi
söyleyecekler.»
«Başka ne yapabilirdik yani? Zor karşısında teslim
olmak zorunda kaldık. Döneklik eden olmadığına hepi­
miz tanığız.»
Düşünce altında ezilmiş karabataklar gibi, boyunla­
rını içlerine çekmiş düşünüyorlardı.
«Biz sorumlu değiliz,» dedi içlerinden biri.
Hepsi onayladılar onu. Yine de kalktılar, gittiler
oyunlarını komşu bir dükkanda sürdürdüler. Dükkan sa­
hibi onları kovmaya cesaret edemedi. Karakolun orta­
sında bir yığın üniforma yapayalnız kalakaldı.
Çen, kuşkulu ve neşeli, merkez karakollarından biri­
ne doğru yürüyordu. «Her şey iyi gidiyor» diye düşün­
dü. «Ama şunlar da en azından bizim kadar yoksul...»
Beyaz Ruslar ve zırhlı trendeki askerler, onlar dövüşe­
ceklerdi. Subaylar da öyle. Uzaktaki patlamalar ve alçal­
mış gökyüzü onları boğmuşcasma sağır, kentin merke­
zinde havayı dövüyorlardı.
Artık teneke taşıyıcılarına kadar tümüyle silahlan­
mış olan adamlar bir dörtyol ağzında duraladılar, bakış­
ları ile arandılar bir an. Kruvazörler ve mallarını boşal-
tamamış gemiler, ağır rüzgârın devrimcilerin gittikleri
yöne doğru savurduğu, eğrilemesine duman bulutlan
yükseltiyorlardı. Gökyüzü de devrimcilere katılmış gibiy­
di. Bu seferki karakol kırmızı tuğladan, iki katlı, eski
bir binadaydı. Kapının iki yanında birden, süngü tak­
mış iki nöbetçi vardı. Çen Özel polisin üç gündür alarm­
da olduğunu biliyordu. Polisler bu bitip tükenmek bilmez
gözetleme yüzünden bitkindiler. Burada subaylar, mav-
zerli ve iyi maaş alan elli kadar polis, on da er vardı.
Yaşamak, hiç olmazsa şu sekiz günü yaşamak... Çen so­
kağın köşesinde durmuştu. Silahlar kuşkusuz, birinci kat­
ta, subay odasının yanındaki nöbetçi odasında, silahlık­
taydı... Çen ve iki adamı geçen hafta birçok kez girmiş­
lerdi oraya. Çen tüfeksiz on adam seçti, tabancalarını
gömleklerinin altına gizletti ve onlarla birlikte ilerledi.
Sokağın köşesini döndüklerinde, nöbetçiler onların yak­
laştıklarını gördüler. Herkesten kuşkulana kuşkulana ar­
tık hiç kimseden kuşkulanmaz olmuşlardı. Sık sık heyet­
ler geliyor, nöbetçi subay ile görüşüyor, ona rüşvet ve­
riyorlardı. İş, çok adam ve güvence gerektiriyordu.
«Teğmen Şui-Tung’u göreceğiz,» dedi Çen.
Sekiz adam içeriye girerken ,son ikisi itiş kakış ara­
sında duvar ile nöbetçilerin arasına kayıverdiler. İlk
adamlar karakola girer girmez nöbetçiler böğürlerinde
tabanca namlularını hissettiler. Silahlarının alınmasına
karşı koymadılar: Her ne kadar, sefil meslekdaşlarından
daha iyi para alıyor olsalar da, canlarını tehlikeye atma­
ya değmezdi bu. Çen’in birinci gruba katılmamış olan
dört adamı, yoldan geçmekteymişler gibi davranarak,
nöbetçileri duvar boyunca götürdüler. Pencerelerden
bunlardan hiçbiri görülemiyordu.
Çen koridordan silahların asılı olduğu silahlığı g :r -
dü. Nöbetçi odasında otomatik tabancalı altı tane polis
vardı yalnızca. Silahlan bellerinde ve üstelik kapalı kı­
lıfları içindeydi. Silahını çekerek tüfeklerin önüne doğ­
ru atıldı.
Polisler kararlı olsalar, saldırı başarısızlığa uğraya­
bilirdi. Çen binanın içini iyi biliyordu ama adamlarına
silahlarını kime doğrultacaklarını teker teker söyleyecek
zamanı bulamamıştı. Bir iki polis silah çekebilirlerdi,
ama hepsi de ellerini kaldırdılar. Hemen silahları alın­
dı. Yeni bir silah dağıtımı başladı.
«Şu anda,» diye düşündü Çen. «Kentte daha iki yüz
başka grup bizim gibi hareket ediyor. Bir de bizim ka­
dar şanslı çıktılarsa...» Daha henüz üçüncü tüfeği almış­
tı ki, merdivenlerden hızlı hızlı bir koşu patırtısı geldi.
B irisi' koşarak merdivenleri çıkıyordu. Çen dışarı çıktı.
Kapıya vardığı anda ikinci kattan bir el ateş edildi. Fa­
kat daha sonra başka bir şey olmadı. Subaylardan biri
aşağıya inerken devrimcileri görmüş merdivenden ateş
açmış ve hemen sahanlığa kaçmıştı.
Savaş başlamak üzereydi.
İkinci katın sahanlığının ortasında merdiven basa­
maklarına bakan bir kapı vardı. Asya usulünce bir elçi
mi göndermeliydi acaba? Çen, kişiliğinde bulunan Çinli
sağduyusundan tiksiniyordu. Merdiveni bir saldırı ile ele
geçirmeye kalkışsa? Kuşkusuz polislerin ellerinde elbom-
baları vardı. Askeri Komite’nin Kiyo tarafından bütün
gruplara ulaştırılan emirlerinde kısmi bir başarısızlık
durumunda, ortalığın ateşe verilmesi, komşu evlerde si­
per alınması ve özel ekiplerden yardım istenilmesi bildi­
riliyordu.
«Ateşe verin.»
Gaz tenekelerini taşıyanlar gazı sağa sola hızla dök­
meye çalıştılar, ama küçük kapaklar ancak küçük mik­
tarlarda gaz akıtabiliyordu. Gazı duvar boylarına, m o­
bilyaların üzerlerine yavaş yavaş dökmek zorunda kaldı­
lar. Çen pencereden dışarıya baktı: Karşıda kapalı dük­
kanlar ve karakolun kapısına bakan dar pencereler var­
dı, yukarıda Çin evlerinin çürük ve bel vermiş damları,
içinde hiçbir duman yükselmeyen kurşuni gökyüzünün,
boş sokağın üzerine çökmüş samimi gökyüzünün sonsuz
sükûneti vardı. Her savaş saçmaydı ve yaşamın karşı­
sında hiçbir şey yoktu. Tam anında kendisini toplayıp,
camların çerçevelerin, yaylım ateşinin seslerine karışa­
rak kırılmış kristal gürültüsü ile indiklerini gördü. Dı­
şarıdan üzerlerine ateş ediliyordu.
İkinci bir yaylım ateşi. Şimdi bu her yanı gaza bulan­
mış odanın içinde, hazırlıklı ve katı ellerinde tutan polis­
lerle, göremedikleri yeni saldırganların arasındaydılar,
Çen’in bütün adamları yüzükoyun yerdeydi, tutsaklar bağ­
lanmıştı, bir köşede duruyorlardı. Bir elbombası patlasa
hepsi kavrulacakdı. Yerdeki adamlardan biri homurdana­
rak parmağı ile bir yönü gösterdi: Damın üstünde bir gö­
nüllü vardı. Pencerenin en solunda, görüş açısının içinde,
bir omuzları geride sakına sakına ilerleyen başka gönül­
lüler görülüyordu. Devrimcilerdi bunlar, onlardandılar...
«Bir öncü bile göndermeden ateş ediyor salaklar,»
diye düşündü Çen. Cebinde Kuomintang’m mavi bayra­
ğı vardı. Onu çıkardı. Koridora daldı. Çıkar çıkmaz be­
line şiddetli ve derin bir darbe yedi, aynı anda korkunç
bir çatırtı da karnına kadar girdi. Bir yere tutunabilmek
amacı ile kollarını geriye doğru salladı, kendisini yarı
ölü yerde buldu. Hiç gürültü yoktu, ardından yere m a­
deni bir şey düştü, aynı anda koridora duman ve inil­
tiler doldu. Kalktı, yatalı değildi. Sendeleyerek gitti, bu
anlaşılmaz patlamanın etkisi ile açılmış kapıyı kapattı,
boşluktan, sağ eliyle mavi bayrağı dışarıya uzattı — eline
gelecek bir mermi, hiç de sürpriz olmazdı hani— . Ama
hayır, dışarıda sevinç çığlıkları vardı. Pencereden yavaş
yavaş çıkmakta olan duman, sağdaki devrimcilerin onu
görmesini engelliyordu ama, soldakiler sesleniyorlardı
ona.
İkinci bir patlama ile az kalsın yine düşecekti. Ku­
şatılmış polisler ikinci katın pencerelerinden elbombaları
savuruyorlardı. (Yoldan açılan ateşe karşın pencereyi
nasıl açabilmişlerdi acaba?) Çen’i yere düşüren birinci
bomba tam evin önünde patlamıştı. Bomba sanki nöbet­
çi odasının içinde patlamışcasına parçaları açık kapıdan
ve kırık camlardan içeriye girmişti. Çen’in adamların­
dan ölmemiş olanları patlamadan dehşete kapılmış bir
durumda dışarıya sıçramışlardı. Duman tarafından pek
az korunuyorlardı. Pencerelerdeki polislerin ateşi altında
iki tanesi yolun ortasına düştü. Dizleri göğüslerinde,
tavşanlar gibi der-top kalmışlardı. Bir başkası bir kan
lekesi içine yüzükoyun kapaklanmıştı, burnu kanıyor gi­
biydi. Gönüllüler, kendilerinden olanları tanımışlardı,
ama Çen’e seslenirken yapılan işaretlerden, subaylar bi­
rinin daha dışarı çıkacağını anlamışlar ve ikinci elbom-
basmı da fırlatmışlardı. Bomba yolda, Çen’in solunda
patlamıştı; duvar onu korumuştu.
Koridordan nöbetçi odasını inceledi. Duman eğik ve
yavaş bir hareketle tavandan aşağıya iniyordu. Yerde
cesetler vardı, yer hizasında ulumayı andıran iniltiler
odayı dolduruyordu. Köşede bir bacağı kopmuş bir tut­
sak arkadaşlarına «Kesin şu ateşi be...» diye bağırıyor­
du. Onun bu soluk soluğa çığlıkları, çektiği acının da
üstünde, umursamazlık içinde, görünür bir yazgı gibi
yükselen bu dumanı deliyordu sanki. Bu bacağı kopuk,
haykıran adam bağlı kalamazdı. Olanaksızdı bu. Ama
her an yeni bir elbombası patlayabilirdi. «Bana ne» di­
ye düşündü Çen «Bir düşman bu.» Bacak yerine etten
bir delik vardı. Ama bağlıydı. Duygusu acımadan çok da­
ha güçlüydü. Bu sımsıkı bağlı adam Çen’in ta kendisi idi.
«Elbombası dışarda patlarsa yüzükoyun yere atlarım, içe­
ri yuvarlanırsa eğer, hemen dışarı atmam gerekecek.
Yirmide bir şansım var. Ne halt ediyorum ben burada?
Ne halt ediyorum ben burada?» Öldürülmek: Pek önemi
yoktu bunun. Onu asıl kaygılandıran karnından yaralan­
maktı. Ama yine de korkusu bu işkence içindeki, bağlı
adamın görüntüsünden, acı içindeki beşeri aczden daha
az dayanılmazdı. Elinde bıçağı, iplerini kesmek için,
adama doğru ilerledi. Tutsak onun kendisini öldürmeye
geldiğini sandı, daha çok haykırmaya başladı, sesi za­
yıfladı, ıslığa döndü. Çen gözlerini elbombasmın düşe­
bileceği pencereden ayıramadan, adamı vıcık vıcık kan­
la kaplı giysilere yapışan sol eliyle, yokladı. Sonunda
ipleri buldu, alttan bıçağı daldırdı kesti. Adam artık hay­
kırmıyordu. Bayılmış ya da ölmüş olmalıydı. Çen, bakış­
ları her an- paramparça pencerenin üzerinde, koridora
döndü. Kokunun değişmesi onu şaşırttı. Sanki o an duy­
maya başlıyormuşcasına, yaralıların iniltilerinin çığlık­
lara dönüştüğünü anladı. Odanın içerisinde, elbombaları
gazla ıslanmış öteberiyi ateşe vermişti, yanmaya başlı­
yorlardı.
Su yoktu. Karakol devrimcilerin eline geçinceye dek
yaralılar (şimdi artık tutsakların önemi yoktu, kendi ar­
kadaşlarını düşünüyordu yalnızca) çoktan kömürleşmiş
olacaklardı. Çıkmak, çıkmak gerekiyordu. Önce düşün­
meli, olabildiğince az hareket yapmak için düşünmeliy­
di. Titremesine karşın kaçış düşüncesiyle büyülenmiş
olan kafası uyanıktı: Sola gitmeliydi, orada bir saçak
koruyacaktı onu. Sağ eliyle kapıyı açarken sol eliyle de
«Susun» diye işaret ediyordu. Yukarıdaki'düşmanlar onu
göremiyorlardı, yalnızca devrimcilerin davranışlarından
bilgi çıkarabilirlerdi. Adamların bütün bakışlarının bu
açık kapıya, loş koridorda masmavi görünen kendi tık­
naz karartısına dikilmiş olduğunu duyuyordu. Sağ elin­
de tabancası, kollarını açıp duvara yapışarak sola doğ­
ru kaymaya başladı. Adım adım ilerlerken bir yandan
üstündeki pencerelere bakıyordu; bir tanesi saçak gibi
yerleştirilmiş zırhlı bir levha ile korunuyordu. Devrim­
ciler pencerelere boşuna ateş açıp duruyorlardı. Elbom-
baları bu saçağın altından savrulmaktaydı. «Atarlarsa»
diye düşündü Çen, bir yandan,da ilerlemesini sürdürür­
ken, «elbombasmı ve kuşkusuz onu fırlatan eli görmem
gerekir, ve görebilirsem eğer, onu bir paket gibi yakala­
yıp olabildiğince uzağa savurmalıyım.» Y¿ngeç gibi yü­
rümesini sürdürürken, «Elbombasmı yeterince uzağa
atamayacağım, karnım bir avuç parça ile dolacak...»
İlerlemesine devam ediyordu. Keskin yanık kokusu ve
arkasında dayanacak duvar eksikliği (arkasına dönemi -
yordu) yüzünden nöbetçi odasının penceresinin önünden
geçtiğini anladı. «Bombayı yakalarsam, patlamadan he­
men içeriye atarım onu. Pencereyi geçtim mi, duvarın
kalınlığı var, kurtulurum.» Fakat oda boş değilmiş, da­
ha demin bağlarını kestiği adam oradaymış, kendi ya­
ralı arkadaşları oradaymış, ne önemi vardı bunun.. Dev­
rimcileri dumanın aralıklarından bile göremiyordu, çün­
kü gözlerini saçaktan ayıramıyordu; ama her an kendi­
sini arayan bakışları üzerinde duyuyordu. Pencerelere
açılan ve polisin başına dert olan ateşe karşın, polisle­
rin bir şeyler olduğunu niçin anlamadıklarını çıkaramı-
yordu. Birden ellerinde az bomba olduğunu ve atmadan
önce çevreyi gözlediklerini düşündü. Aynı anda, sanki
bu düşünce bir gölgeden doğmuşcasma bir kafa belirdi
saçağın altında —devrimcilerden görülemiyordu bu baş
ama, o görüyordu. Çarçabuk ipcambazı tavırlarını bıra­
kıp, rasgele ateş etti. İleri atıldı, bir sundurmanın altına
ulaştı. Pencerelerden yaylım ateşi oldu, bir elbombası
biraz önce ayrıldığı yerde patladı. Demin ıskaladığı po­
lis, bombayı tutan elini saçağın altından geçirirken bir
an duralamıştı, ikinci bir kurşundan çekinmişti. Çen sol
koluna bir darbe yemişti: Hava sarsılmasından olmalıy­
dı bu. Tang-Yen-Ta’yı öldürmeden önce kolunda bıçakla
açtığı yara yeniden kanıyordu ama hiç acı duymuyordu.
Sargıyı bir mendille daha çok sıkarak devrimcilerin ya­
nına ulaştı.
Saldırıyı yönetenler çok loş bir geçitte toplanmış­
lardı.
«Öncü gönderemez miydiniz yahu?»
«Çon»un şefi olan, çok kısa yenli, iyi tıraş olmuş ko­
ca bir Çinli, bu yaklaşan gölgeye baktı, tevekküllü bir
havayla ağır ağır kaşlarını kaldırdı.
«Telefon ettirdim,» dedi kısaca. «Zırhlı bir kamyon
bekliyoruz şimdi.»
«Öteki gruplar ne iş yaptılar?»
«Karakolların yarısını ele geçirdik.»
«O kadar mı?»
«Bu bile çok iyi.»
Bütün bu uzaklaşan tüfek sesleri Kuzey Garı’na
doğru ilerleyen kendi arkadaşlarmdandı.
Çen sanki sudan rüzgârın ortasına çıkmış gibi soluk
soluğa idi. Duvara sırtını verdi, köşe hepsini koruyordu.
Yavaş yavaş soluklandı, bağlarını kestiği tutsağı düşün­
dü, «Bırakmalıydım onu. Ne vardı bağlarını kesecek, ne
değişti sanki?» Şimdi bile, bu çırpınan, bağlı ve bacağı
kopuk adamı görmemezlik edemezdi. Yarası Tang-Yen-
Ta’yı anımsattı ona. Bütün bu gece, bütün sabah ne sa­
laklık etmişti, adam öldürmekten daha basit hiçbir şey
yoktu.
Karakolda eşyalar hâlâ yanıyor ve yaklaşan alevler
karşısında yaralılar hâlâ haykırıyordu. Bu yinelenen,
sürekli bağrışlar basık geçitte çınlıyordu. Kasvetli hava­
da uzaklaşan patlama sesleri, canavar düdükleri ve yitip
giden bütün savaş gürültüleri yüzünden olağanüstü yak­
laşan bu çığlıklar... Uzaktan bir demir tangırtısı yaklaş­
tı, her yanı kapladı, kamyon geliyordu. Geceleyin, o da
çok üstünkörü bir zırhla kaplanmıştı: Bütün levhalar
oynuyordu. Bir fren ile bütün bu tangırtı durdu ve çığ­
lıklar yeniden işitildi.
Karakola girmiş, tek kişi olan Çen, yardım ekibinin
şefine durumu açıkladı. Şef Vampo Harp Okulunun eski
bir öğrencisiydi. Çen onun genç burjuvalardan oluşan
ekibi yerine K atov’un gruplarından birini yeğlerdi Şu,
sokağın ortasında dizleri karınlarında, ölmüş yoldaşları­
nın önünde bile kendi adamlarına tam olarak bağlana-
mıyorsa da, Çen burjuva sınıfından nefret ettiğini bili­
yordu. Onun umudu proletarya sınıfında biçimlenmişti.
Subay mesleğini iyi biliyordu. «Kam yon’dan ateş et­
menin âlemi yok,» dedi, «damı bile yok, bir elbombası at­
maları yeter içeriye, her şey havaya uçar. Ama, bende de
elbombalan var.» Çen’in adamlarından elbombası taşı­
yanlar nöbetçi odasındaydılar, —ölmüşler miydi acaba?— ,
ikinci grubun adamları ise elbombası sağlayamamışlardı.
«Yukarıdan deneyelim.»
«Tamam,» dedi Çen.
Subay kızgınlıkla baktı Çen’e, ondan düşüncesini
sormamıştı, ama bir şey demedi. İkisi birden — subay,
sivil giyinmiş olmasına karşın, fırça gibi saçları ,kısa bı­
yığı, tabanca kayışının sıktığı kemeriyle, yine de asker­
di; Çen ise tıknaz ve maviydi— karakolu gözlediler. K a­
pının sağından, yaralı arkadaşlarının vücutlarına yakla­
şan alevlerin dumanı mekanik bir düzenle tütmekteydi
vt korkunç sesleri olmasa, sürekliliklerinin çocuk bağırış-
maları sandıracağı feryatlar gibi düzenliydi. Solda, hiç­
bir şey yoktu. İkinci katın pencereleri kapalıydı. Arada’
bir saldıranlardan biri pencerelere ateş açıyor, yerinden
kopan birkaç parça kaldırımın üstünde tozdan, sıvadan,
tahta parçalarından bir yığın yapıyordu. Bunların ara­
sında cam parçaları, solgun güneşe karşın parıldıyorlar­
dı. Karakoldan ancak, devrimcilerden biri gizlendiği yer­
den çıkınca ateş açılıyordu.
Çen:
«Öteki gruplardan ne haber?» diye sordu yine.
«Hemen hemen bütün karakolları ele geçirdik. En
önemlisini saat 1.30’da baskınla aldık. Tam 800 tüfek ele
geçirdik orda. Dayanmayı sürdürenlere karşı yardım
gönderebiliyoruz artık. Sizler yardımına gittiğimiz üçün­
cü ekipsiniz. Onlar yardım alamıyorlar artık: Kışlaları,
Güney Garını, Silah Fabrikasını kuşattık. Ama bu işi de
bitirmek gerek artık: Saldırıya geçmek için olabildiğince
çok adam gerek bize. Sonra zırhlı tren var daha.»
İki yüz grubun daha kendi grubu gibi davrandığı
düşüncesi Çen’i hem coşturuyor, hem de heyecanlandırı­
yordu. Hafif rüzgârın kentin dört bir yanından getirdi­
ği silah seslerine karşın, bu zor ve çetin durum ona san-
k yalnızca kendileri eylemdeymişler duygusunu veriyor­
du.
Bir adam kamyondan bir bisiklet indirdi, yola çık­
tı. Çen onu, tam seleye bindiği zaman tanıdı: Ma, en
erde gelen karıştırıcılardandı. Durum hakkında Askeri
Komiteye bilgi vermeye gidiyordu. Matbaacıydı ve on iki
yıldır bütün yaşamını her yerde matbaa işçilerini sen-
dikalılaştırmak uğruna adamıştı. Bir gün bütün Çinli
matbaa işçilerini birleştireceğini umuyordu. İzlenilmiş,
ölüme mahkûm edilmiş, firar etmişti, her an örgütlen­
me içindeydi. Sevinç çığlıkları yükseldi, adamlar Çen’i
tanımışlardı, alkışlıyorlardı. Onlara baktı Çen. Birlikte
hazırladıkları dünya düşmanlarının yaşamını' olduğunca
kendisini de mahkûm ediyordu. Onların mavi tulumları­
nın ardında pusu kuran gelecek günlerin fabrikasında ne
yapacaktı?
Subay elbombalarmı dağıttı. On adam karakolun
karşısındaki damda mevzi almaya gittiler. Polislere kar­
şı onların taktiklerini kullanacaklardı, bombaları pen­
cerelerden içeri atacaklardı. Pencereler yola hakimdiler
ama. dama değillerdi. Pencerelerden birisi bir saçak ile
korunuyordu. Devrimciler damdan dama ilerliyorlardı.
Göğün içinde incecik görülüyorlardı. Karakol ateş yönü­
nü değiştirmemişti. Sanki damdakilerin yaklaşmalarını
yalnız cançekişenler sezmişler gibi, çığlıklar birden değiş­
ti, iniltiye dönüştü. Sesler zar zor işitilebiliyordu. Yarı
dilsizlerin boğuk çığlıklarıydı artık bunlar. Gölgeler ka­
rakolun eğik damının tepesine vardılar, yavaş yavaş aşa­
ğıya indiler. Göğün içinde belirginliklerini yitirdiler. Ar­
tık Çen onları daha az görebiliyordu. İniltiler içinden,
doğurmakta olan bir kadının gırtlağından kopup gelmiş
gibi bir haykırış yükseldi. İniltiler bir yankı gibi yeniden
başladı, sonra sustu.
Gürültüye karşın çığlıkların birden yok oluşu kor­
kunç bir sessizlik izlenimi verdi: Acaba alevler yaralıla­
ra ulaşmış mıydı? Çen ve subay, bakıştılar, daha iyi işi­
tebilmek için gözlerini yumdular, hiç ses yoktu. Gözleri­
ni açtıklarında, her biri öbürünün sessiz bakışı ile karşı­
laştı.
Adamlardan biri kolunu damdaki cilalı bir ejderha
heykeline dolayıp, baştaki kolunu yolun üzerine uzattı,
elbombasmı tam üstünde bulunduğu ikinci kat pencere­
sinden içeriye doğru fırlattı, bomba çok aşağıya düştü.
Kaldırımda patladı. Bir İkinciyi savurdu, bu da gitti ya­
ralıların bulunduğu odaya girdi. Çarptığı pencereden

İnsanlık Durumu / F: 6 81
haykırışlar yükseldi, hayır bunlar biraz önceki haykırış­
lar değildi, kesik kesik ölüm ulumaları, daha dinmemiş
bir acının canlanmasıydılar. Üçüncü bombasını savurdu
adam: Yine ıskaladı.
Kamyonla getirilmiş adamlardan biriydi bu. Patla­
manın savurduğu parçalardan sakınarak, ustaca geriye
çekildi. Bir kez daha eğildi, kolu dördüncü bomba için
havalandı. Onun arkasından Çen’in adamlarından biri
iniyordu. Adamın kalkık kolu inemedi: Bütün vücudu
dehşetli bir gülle ile biçilmiş gibiydi. Kaldırımın üstün­
de büyük bir patlama oldu. Yükselen dumana karşın du­
varın üstünde bir metreye yakın bir kan lekesi belirdi.
Duman çekildi: Duvar yer yer kan ve et parçalarıyla
bezenmişti. Arkadan gelen devrimci dayandığı yeri elin­
den kaçırınca bütün ağırlığı ile damda kaymış, birinci­
yi de sürüklemişti. İkisi de bombalarının üstüne düşmüş­
lerdi ve elbombalarınm emniyetleri açıktı.
Solda, damın öbür yanında her iki gruptan —yani
Kuomintang burjuvalarından ve komünist işçilerden—
adamlar ihtiyatla ilerliyorlardı. Düşüş karşısında dura-
ladılar. Şimdi yine çok yavaşça inmekteydiler. Şubat
ayaklanması çok gaddarca bastırılmış olduğundan ayak­
lanma gözüpek insanlardan yoksundu. Sağdan başka
adamlar yaklaşıyorlardı. Çen aşağıdan «zincir yapın!»
diye bağırdı. Karakolun hemen yanındaki devrimciler
yinelediler bu çağrıyı. Adamlar el ele tutuştular. En üst­
teki, damın tepesindeki iri ve sağlam bir ejderha hey­
keline doladı kolunu. Elbombası atışı yeniden başladı.
Kuşatılanlar karşılık veremiyorlardı.
Beş dakika içinde, nişan alman iki pencereden içe­
riye üç bomba girmişti. Bir başkası saçağı havaya uçur­
du. Yalnız ortadaki pencere isabet almamıştı. «Ortaya»
diye bağırdı subay. Çen ona baktı: Bu adam buyruk ver­
mekten, mükemmel bir spor yaparcasına zevk alıyordu.
Kendisini korumuyordu bile. Hiç kuşkusuz yürelcl; biriy­
di ama adamlarına bağlı değildi. Çen kendi adamlarına
bağlıydı ama, yeterince değil.
Yeterince değil.
Subayın yanından ayrıldı. Kuşatılanların atış menzi­
linin dışından dolaşarak sokağın öbür yakasına geçti,
dama ulaştı. Tepeye sarılmış olan adam güçsüz düşmüş­
tü. Onun yerine geçti. Yaralı kolunu bu çimentodan e j­
derhaya doladı, sağ eliyle de zincirin ilk adamını tuttu.
Yalnızlığından kurtulamıyordu. Kayan üç adamın kolu­
na binen ağırlıkları göğsünün içinden bir ok gibi geçi­
yordu. Elbombaları, artık ateş edilmeyen karakolun için­
de patlıyordu. «Tavanarası bizi koruyor ama uzun sür­
mez, tavan uçar» diye düşündü. Böyle ölümle burun bu­
runa olmasına, onu parçalayan bu kardeşçe ağırlığa kar­
şın, onlardan biri değildi o. «Kan bile boşuna mı yoksa?»
Aşağıdan subay bir şey anlamadan bakıyordu ona.
Çen’in arkasından çıkan adamlardan biri onun yerine
geçti.
«İyi ben de bomba atarım.»
Bu vücut zincirini ona bıraktı. Bitkinleşen kasların­
dan sınırsız bir umutsuzluk yüKselmekteydi. Baykuş gibi
uzun, ince gözlü yüzü hareketsizdi. Birden şaşırdı: Bur­
nunun yanından bir damla gözyaşı akıyordu. «Sinirden»
diye düşündü. Cebinden bir elbombası çıkardı. Zincirde­
ki adamların kollarına asılarak inmeye başladı. Fakat
biraz önce zinciri tutabilmek için harcadığı gücün zorla­
masından sonra, kolları artık tutmuyormuş gibi geliyor­
du ona. Zincir, damın sonundaki çevre eüslerine daya­
nıyordu. Oradan ortadaki pencereye ulaşmak hemen he­
men olanaksızdı. Çen damın hizasına gelince bombayı
atan adamın kolunu bıraktı, önce adamın bacağına, son­
ra da yağmur oluğuna sarıldı. Dikey borudan aşağıya
kaydı. Pencere dokunabilmek için çok uzak, fakat bom­
bayı savurmak için pek yakındaydı. Arkadaşları kımıl­
damıyorlardı artık. İlk katın üzerindeki bir çıkıntı du­
rabilmesini sağladı. Yarasının bu kadar az sızlaması onu
şaşırtıyordu. Sol eliyle yağmur oluğunu kenetleyen bir
demiri tutup, elbombasını şöyle bir tarttı. Emniyeti açık-
t' bombanın. «Altıma, sokağa düşerse işim tamam ...»
Durumu elverdiğince hızla fırlattı bombayı: Bomba içe­
ri girdi ve patladı.
Aşağıda, silah sesleri yeniden başlamıştı.
Son odadan kaçmak zorunda kalan polisler kork­
muş körler gibi, rasgele ateş ederek karakolun açık ka­
pısından dışarıya çıkıyorlardı. Damlardan, sundurmalar­
dan, pencerelerden devrimciler ateş açıyorlardı. Vücut­
lar birbiri ardına düşüyorlardı. Önceleri çoktular, sonra
gitgide azaldılar.
Ateş kesildi. Çen yağmur borusuna asılarak aşağıya
indi. Ayaklarını göremiyordu, bir vücudun üstüne atladı.
Subay karakola giriyordu. Çen, cebinden atmadığı
elbombasını çıkarıp onu izledi. Her adımda daha deh­
şetle yaralıların iniltilerinin durmuş olduğunun bilincine
varıyordu. Nöbetçi odasında ölüden başka bir şey yok­
tu. Yaralılar yanıp kömür olmuşlardı. İkinci katta, yine
ölüler ve birkaç da yaralı.
«Şimdi, Güney Garına. Haydi,» dedi subay. «Bütün
tüfekleri alalım, öteki gurupların ihtiyaçları olacak.» Si­
lahlar kamyona taşındı. Bütün silahlar toplanınca adam­
lar da arabaya atladılar. Ayakta, tıkış tıkış motor kapa­
ğının üstüne oturmuş, çamurluklara yapışmış, arkaya
asılmışlardı. Geriye kalanlar koşar adımla küçük sokak­
lardan yola çıktılar. Bomboş yolun ortasında bırakılmış
büyük kan lekesi açıklanması olanaksız gibiydi. Kamyon
tıklım tıklım insan dolu ve çıkardığı teneke gürültüsü
ile Güney Garına doğru, köşede görünmez oldu.
Çok geçmeden durmak zorunda kaldılar. Yol dört
beygir leşi ve silahları çoktan alınmış üç ölü yüzünden
tıkanmıştı. Bunlar Çen’in sabahleyin gördüğü atlılardan­
dı. İlk zırhlı araba tam zamanında gelmişti. Yerde cam
kırıkları vardı, ama fırça sakallı, inleyip duran bir yaş­
lı Çinli’den başka kimse yoktu. Çen yaklaşır yaklaşmaz
Çinli açık bir sesle konuştu:
«Haksız ve çok acıklı bir şey bu. Dört tane, dört
tane. Yazık.»
«Üç tane yalnız,» dedi Çen.
«Dört tane. Yazık.»
Çen yeniden bakındı çevresine: Bu ölgün evlerin ve
ağır göğün altında yalnız üç tane ceset vardı. Birisi
rasgele atılmış gibiydi, yan yatmıştı. Öbür ikisi de yüzü­
koyun yatıyordu.
«Atlardan söz ediyorum,» dedi yaşlı adam, tiksinti
ve kuşkuyla.
Çen’in eli tabancasmdaydı.
«Ben adamlardan. Atlardan biri senin miydi?»
Bu sabah el koymuş olmalıydılar onlara, kuşkusuz.
«Hayır, ama arabacıydım ben. Hayvandan anlarım
ben. Dördü de öldürüldü. Hem de hiç yoktan.»
Şoför söze karıştı:
«Hiç yoktan mı?»
«Zaman yitirmeyelim,» dedi Çen.
İki adamın yardımıyla atları yana çekti. Kamyon
geçti. Yolun sonunda, Çen çamurluklardan birinin üstü­
ne oturmuş, geriye baktı: Yaşlı adam hâlâ cesetlerin
arasındaydı, kuşkusuz inliyordu. Kurşuni sokak da k ar­
karaydı.

SAAT BEŞ.

«Güney Gar’ı düşmüş»


Ferral ahizeyi yerine koydu. Uluslararası Ticaret
Odasının bir bölümü her türlü müdaheleye karşıydı.
Ama Şanghay’ın en büyük gazetesi FerraFin elindeydi.
Sağa sola randevular verirken, ayaklanmanın ilerleme
haberleri birbiri ardına geliyordu. Tek başına telefon
etmek istemişti. Salona geri döndü. Orada Martial Çan-
Kay-Şek’in gönderdiği bir adamla görüşüyordu. Bu adam
polis şefiyle ne emniyette ne evinde buluşmak isteme­
mişti.
Kapıyı açmazdan önce, silah seslerine karşın Ferral
şunları işitti:
«Ben, anlıyor musunuz? Neyi temsil ediyorum ben
burada? Fransa’nın çıkarlarını...»
«Ama, ben size ne gibi bir destek vaat edebilirim?»
yanıtını veriyordu Çinli umursamaz bir ısrarla. «Başkon­
solos, kendileri de, gerekli olan açıklamaları sizden bek­
lememi söyledi bana. Çünkü siz ülkemizi ve insanlarını
çok iyi tanıyorsunuz.»
Salonun telefonu çaldı.
«Belediye meclisi de düştü,» dedi Martial. Ve sonra
sesinin tonunu değiştirerek ekledi:
«Ben bu ülke ve insanları üzerinde genel olarak b i­
raz psikolojik deneyimim yoktur demiyorum. Psikoloji ve
eylem: Benim mesleğim budur. Ve bu yüzden...»
«Ama ya bizim ülkemiz için tehlikeli oldukları ka­
dar sizin ülkeniz için de tehlikeli, uygarlığın huzuru için
tehlikeli olan insanlar, her zaman olduğu gibi, ayrıcalık
bölgesine sığınırlarsa? Uluslararası polis...»
Ferral içeriye girerken «Tamam,» dedi. «İlişkilerin
kesilmesi halinde Martinal’in komünist şeflerine sığınma
izni verip vermeyeceğini öğrenmek istiyor.»
«...bize her türlü yardım için söz verdi. Fransız po­
lisi ne yapacak?»
«Anlaşırız. Yalnız şuna dikkat edin: Ruslar hariç,
beyaz kadınlarla hiç mesele çıkmasın. Bu konuda çok ke­
sin talimat aldım. Ama dediğim gibi, resmi bir şey yok...
Resmi hiçbir şey yok...»
Salon modern bir tarzda döşenmişti. Duvarlarda
Picasso’nun «pembe devri»nden tablolar, Frogonnard’ın
erotik bir eskizi vardı. Subay /e Martial Tang hanedanı
çağından kalma siyah taştan çok büyük bir Kvannyn
heykelinin iki yanında ayakta duruyorlardı. Bu heykel
Clappique’in öğütleri üzerine satın alınmıştı, ama Gisors
bunun sahte olduğu kanısındaydı. Çinli, sivil giyinmiş,
yukardan aşağı bütün düğmeleri ilikli, basık burunlu
genç bir albaydı. Başını geriye eğmiş, Martial’e bakıyor
ve gülümsüyordu.
«Partim adına ve size teşekkür ederim. Komünistler
çok haindirler. Bize, en bağlı müttefiklerine bile ihanet
ediyorlar. İşbirliği yapmak ve toplumsal sorunları Çin
birleştikden sonra tartışmak üzere anlaşma yapılmıştı.
Oysaki onlar şimdiden başladılar bile. Anlaşmaya saygı
göstermiyorlar. Onlar Çin’i değil Sovyetleri kurmak isti­
yorlar. Ordunun ölüleri Sovyetler için değil, Çin için öl­
düler. Komünistler her şeyi yapabilirler. İşte bu neden­
le, saym Müdür, size soruyorum: General’in kişisel gü­
venliğinin sağlanması işine Fransız polisinin bir itirazı
olabilir mi?»
Çinli’nin aynı hizmeti Uluslararası polisten de iste­
miş olduğu açıktı.
«Elbette, hay hay,» yanıtını verdi Martial. «Sizin po­
lis şefinizi gönderin bana. Hâlâ König mi polis şefi?»
«Evet, hâlâ o. Söyleyiniz, Müdür Bey, Rom a tarihini
okudunuz mu?»
«Elbette.»
Ferral, «Akşam okulundan herhalde,» diye düşündü.
Yeniden telefon çaldı. Martial açtı:
«Köprüleri ele geçirdiler,» dedi. «Bir çeyrek saat
içinde ayaklanma Çin bölgesini baştan başa kaplayacak.»
Sanki bir şey işitmemiş gibi, «Benim düşünceme gö­
re,» diye sürdürdü Çinli, «Roma İmparatorluğunu örf ve
âdetlerin bozulması yıkmıştır. Polisin olduğu gibi, fuhu-
şun da batılı anlayışla, teknik bir örgütlenmesi, Roma
İmparatorları kadar değerli olmayan şu Han-Keu şefle­
rini alaşağı etmez mi dersiniz?»
«Bu da bir düşünce elbet. Ama uygulanabileceğini
pek sanmıyorum. Üzerinde çok düşünmek gerek.»
«AvrupalIlar Çin’de kendilerine benzeyen yanlardan
başka pek bir şeyi anlayamıyorlar.»
Sessizlik oldu. Ferral için için eğleniyordu. Çinli onu
ilgilendirmişdi. Bu arkaya atılmış, adeta kibirli baş ve
aynı zamanda bu sıkıntılı tavırlar. «Trenler dolusu fahi-
şenin kapladığı Han-Keu...» diye düşündü. «Komünistle­
ri tanıyor muydu bu adam? Ekonomi-politikten haberi
vardı herhalde. Şaşılacak şey. Kentte belki Sovyetler ku­
ruluyordu ve bu adam burada Roma İmparatorluğundan
çıkardığı hile dolu derslere kafa yoruyordu. «Gisors hak­
lı. Bunlar daima hileye sapıyorlar.»
Yine telefon çaldı.
«Kışlalar kuşatılmış,» dedi Martial. «Hükümetin tak­
viyeleri artık ulaşamıyor.»
Ferral «Ya Kuzey Garı?» diye sordu.
Henüz düşmemiş.
«Demek hükümet cepheden kuvvet getirebilir.»
«Belki Mösyö,» dedi Çinli, «Tanklar ve askerler Nan-
kin’e doğru çekiliyorlar, bir bölümü buraya gönderilebi­
lir. Sonra zırhlı trende henüz ciddi olarak savaşabilecek
güçte.»
«Evet,» diye sürdürdü Martial «Trenin ve garm çev­
resinde tutunmak mümkün. Ellerine geçen her yerde
hemencecik örgütleniyorlar. Ayaklanma muhakkak Rus
veya Avrupalı uzmanlara sahip. Her resmi dairenin dev­
rimci memurları ayaklananlara yol gösteriyorlar. Her
şeyi yöneten bir Askeri Komite de var. Bütün Polis’in
silahlan alınmış durumda şimdi. Kızılların toplanma
noktaları var, buralardan da kışlalara yöneliyorlar.»
Subay «Çinlilerde büyük bir örgütlenme yeteneği
vardır,» dedi.
«Çan-Kay-Şek nasıl korunuyor?»
«Arabasının önünde sürekli olarak özel muhafızlar
bulunuyor. Bizim hafiyelerimiz de var.»
Çinli’nin böyle kibirle geriye atılmış başı Ferral’in si­
nirine dokunmaya başlamıştı. Ama sonunda bunun nede­
nini çözdü. (Önceleri, subay Martial’ın başının üstünden
sürekli olarak erotik eskize bakıyormuş gibi gelmişti
ona.) Sağ gözünün üstündeki bir leke adamı yukarıdan
aşağıya doğru bakmaya zorluyordu.
Martial «Yetmez,» dedi. «Bunu düzenlemek gerek.
Ne kadar çabuk olursa da o kadar iyi. Şimdi gitmek zo­
rundayım. Yönetimi ele alacak İcra Komitesi seçimi var.
Belki bir şeyler yapabilirim orada. Sonra Vali seçimi so­
runu da var. Önemsiz bir şey değil hani.»
Subay ile Ferral yalnız kaldılar.
«Demek ki Mösyö,» dedi Çinli, «bundan sonra size
güvenebiliriz.»
«Liu - Ti - Yu bekliyor,» karşılığını verdi Ferral.
L iu -T i- Y u Şanghay Bankalar Birliği’nin şefi Çin
Ticaret Odası’nın onur başkanıydı. Bütün birlik ve der­
nek başkanları ona bağlıydılar. Hiç kuşkusuz, bu adam
devrimcilerin ele geçirmeye başladıkları Çin bölgesinde
Ferral’in ayrıcalık bölgelerinde yapabildiğinden çok daha
iyi iş görebilirdi. Subay eğilerek selamladı ve çıktı. Her
yanı Antik Çin’den kalma heykellerle kaplı modern ça­
lışma odasının bir köşesinde Liu-Ti-Yu onu bekliyordu.
Dik saçları gibi ak bir gömleğin üzerine beyaz bir keten
elbise giymişti yakalık takmamıştı. Ellerini oturduğu
koltuğun nikelli borularına dayamıştı. Bütün yüzü sanki
ağzından ve çene kemiklerinden ibaretti. Canlılık dolu
ihtiyar bir kurbağaydı bu...
Ferral oturmadı:
«Komünistlerin hesabını görmeye kararlısınız.» Soru
sormuyor, doğruluyordu. «Açıkça biz de öyleyiz.» Omuz­
larını öne eğip odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı. «Çan-Kay-Şek ilişkilerini kesmeye hazır.»
Ferral bir Çinli’nin yüzünde hiçbir zaman bir gü­
vensizlik havası görmemişti. Ya bu? Ona inanıyor muy­
du? Bir sigara kutusu uzattı ona. Sigarayı bırakmaya
karar verdiğinden beri bu kutu masasının üstünde, ki­
şiliğinin gücünü göstermek istermişçesine, hep açık du­
rurdu.
«Çan-Kay-Şek’e yardım etmek gerek. Sizin için bu
bir ölüm kalım meselesi. Şimdiki durumun sürüp gitme­
sinin olanağı yok. Ordunun gerilerinde, gerilerinde, köy­
lerde komünistler Köylü Birliklerini örgütlemeye başla­
dılar. Bu birliklerin ilk işi ise ödünç para verenlerin
(Ferral tefecilerin demiyordu.) mülksüzleştirilmesi ola­
caktır. Sermayelerinizin çok büyük bir bölümü köylerde
bulunuyor. Bankalarınızın verdiği kredilerin büyük bir
kısmına karşı güvence olarak topraklar gösterilmiş. K öy­
lü Sovy etleri...»
«Komünistler Çin’de Sovyetler kurmaya cesaret ede­
mezler.»
«Sözcüklerin üstünde oynamayalım Mösyö Liu. Ha
birlikler, ha sovyetler. Komünist örgütler toprağı kamu­
laştıracaklar ve borçları yasa dışı sayacaklar. Bu iki ön­
lem ise, size açılan yabancı kredilerin başlıca iki güven­
cesini ortadan kaldırıyor. Japon ve Amerikalı dostları­
mızı da sayarsak bir milyardan fazla. Felce uğramış bir
ticaretle bu meblağı güvencelemek söz konusu olamaz,
Ve bizim kredilerimizden söz etmesek bile, bu kararlar
bütün Çin bankalarını batırır. Açık bir şey bu.»
«Kuomintang buna izin vermez.»
«Artık Kuomintang yok. Maviler ve kızıllar var. Bu­
raya dek zor da olsa anlaştılar, çünkü Çang-Kay Şek’in
parası yoktu. Yarın Şanghay düşünce Çang-Kay-Şek or­
dusunun harcamalarını gümrüklerden alacağı paralarla
karşılayabilir. Ama bu para hepsini karşılamıyor. Çang-
Kay-Şek bize güveniyor. Komünistler her yerde toprakla­
rın geri alınmasını öğütlediler .Köylüler onların söylev­
lerini dinlediler ve onların Partisine üye filan da değil­
ler. Canları ne isterse onu yapacaklar.»
«Köylüleri kuvvetten başka hiçbir şey durduramaz.
Bunu daha önce Büyük Britanya Başkonsolosuna da söy­
ledim »
Ferral karşısmdakinde de aynı kendi ses tonunu bu­
lunca, onu kazanmak üzere olduğunu anladı.
«Toprakları geri almaya kalkıştılar bile. Çang-Kay-
Şek onları önlemeye kararlı. Subayların ya da subay hı­
sımlarının malı olan topraklara dokunulmasını yasakla­
yan bir emir çıkardı. Gerekli olan...»
«Hepimiz subay hısımıyız.» Liu gülümsedi. ’Çin’de sa­
hibinin bir subay hısımı olmadığı tek bir toprak var mı?»
Ferral bütün Çinlilerin hısım çocukları olduğunu iyi
biliyordu.
Yine telefon çaldı.
«Silah fabrikası kuşatılmış. Bütün hükümet daireleri
ele geçti. Devrimci ordu yarın Şanghay’da olacak. Soru­
nun şimdi çözümlenmesi gerek. Beni iyi dinleyin: K o­
münist propagandası yüzünden birçok toprak sahipleri­
nin ellerinden alındı. Çang-Kay-Şek ya bunu onaylaya­
cak, ya da toprakları alanları kurşuna dizdirecektir. Han-
Keu’daki kızıl hükümet böyle bir emri kabul edemez.»
«İşi savsaklamaya çalışır.»
«Han-Keu İngiliz Ayrıcalık Bölgesinin ele geçmesin­
den sonra İngiliz şirketlerinin pay senetleri ne oldu bi­
liyorsunuz. Topraklar kimin olursa olsun, sahiplerinden
yazılı olarak alınacağı zaman durumunuz ne olacak bu­
nu da biliyorsunuz. Çang-Kay-Şek’de biliyor. Ve ilişkile­
rini şimdi koparmak zorunda olduğunu söylüyor. Bu iş-
de ona yardım edecek misiniz? Evet mi? Hayır m ı?»
Liu yere tükürdü, başını omuzlarının içine çekmişti.
Gözlerini kapattı yine açtı, dünyanın herhangi bir yanın­
daki yaşlı bir tefecinin kırışık gözüyle baktı Ferral’e:
«Ne kadar?»
«Elli milyon dolar.»
Bir kez daha tükürdü Liu.
«Yalnız bizim için mi?»
«Evet.»
Gözlerini yeniden kapattı. Zırhlı tren ateş seslerinin
uğultusunu, bastırarak dakikada bir ateş ediyordu.
Liu’nun dostları karar verseler bile daha dövüşmek
gerekecekti. Karar vermezlerse .kuşkusuz Çin’de komü­
nizm zafere ulaşacaktı. «İşte dünyanın yazgısını değişti­
ren noktalardan biri» diye düşündü Ferral. İçinde coş­
kunluk ve aldırmazlık bulunan bir gururla... Bakışlarını
karşısındaki adamdan ayırmıyordu. Yaşlı adam gözleri
kapalı uyuyor gibiydi, ama ellerinin üstündeki ipekleş-
miş mavi damarlar sinirleri andırırcasına titreşiyorlar­
dı. «Bir de kişisel bir kanıt bulmam gerek» diye düşün­
dü Ferral.
«Çang-Kay-Şek», dedi, «subayların mülklerinin elle­
rinden alınmasına razı kalamaz, üstelik komünistler onu
öldürmeye karar verdiler. Bunu biliyor o.»
Bu söz birkaç gündür herkesin ağzındaydı; ama Fer­
ral pek inanmıyordu.
Liu «Ne kadar zamanımız var?» diye sordu. Ve h e­
men ardından, biri açık biri kapalı, sağdaki düzenbaz,
soldaki utangaç gözleriyle ekledi:
«Sözlerini tutmaksızın parayı almayacağına emin mi­
siniz?»
«Ortada bizim paramız da var. Ve söz konusu olan
verilen sözler değil, başka türlü yapamaz. Siz para ver­
diğiniz için komünistleri yok etmek zorunda değil o, ter-'
sine, komünistleri yok etmek zorunda olduğu için para
veriyorsunuz, ona.»
«Arkadaşlarımı toplayacağım.»
Ferral Çin geleneklerini ve konuşmakta olan birisi­
nin etkisini iyi biliyordu.
«Vereceğin öğüt ne olacak?»
«Çang-Kay-Şek Han-Keu’daki adamlarca yenilgiye
uğratılabilir. Orada 200.000 işsiz var.»
«Biz ona yardım etmezsek mutlaka yenilecek.»
Sonunda Ferral’in yüzüne baktı ve:
«Elli milyon. Çok bu para,» dedi.
«Bir komünist hükümete vermek zorunda kalacağı­
nızdan azdır yine de.»
Telefon çaldı.
«Zırhlı tren tecrit edilmiş,» diye sürdürdü Ferral.
«Hükümet cepheden birlikler göndermek istese bile ar­
tık hiçbir şey yapamaz.»
Elini uzattı.
Liu bu eli sıktı, odadan ayrıldı. Bulut parçalarıyla
dolu geniş pencereden, Ferral uzaklaşmakta olan arabaya
baktı. Motorun sesi bir an için silah seslerini bastırdı.
Uğraşı kazansa bile işlerinin durumu belki onu Fransız
hükümetinden yardım istemek zorunda bırakacaktı. Bu
yardım da sık sık esirgeniyordu; daha yakında Çin Sa­
nayi Bankası’ndan esirgenmişti. Ama bugün Fer-ral Şang­
hay’ın geleceğinin bağlı olduğu kişilerden biriydi. Bütün
ekonomik güçler ve hemen hemen bütün konsolosluklar
onun oynadığı bu oyunu oynuyorlardı. Evet, ilk kez ola­
rak karşı tarafta da bir örgütlenme vardı. Bunu yöneten
kişileri tanımayı pek isterdi. Onları kurşuna dizdirmeyi
de.
Savaş akşamı gece içinde kayboluyordu. Yerde ateş­
ler yanıyordu. Görünmeyen ırmak, her zaman olduğu gi­
bi, kentte kalmış azıcık yaşamı da kendisine doğru ça­
ğırıyordu. Bu ırmak Han-Keu’dan geliyordu. Liu haklıy­
dı ve Ferral bunu biliyordu: Tehlike oradaydı. Kızılordu
orada kuruluyordu. Orada komünistler egemendi. Devrim­
ci Birlikler Kuzeylileri bir kar temizleme makinesi gibi
savurduklarından beri, bütün solcular bu adanmış top­
rağın düşü içindeydiler. Devrimin yurdu henüz ellerine
geçmeden önce bile bu dökümevlerinin, bu silah fabrika­
larının yeşilimsi gölgesi içindeydi. Şimdi bütün buralar
ellerindeydi. Fenerlerin gittikçe çoğaldığı bir ıslak sisin
içinde kaybolan bu sefil insanların hepsi, ırmağın aktığı
yönde ilerliyorlardı. Hepsi ezilmişlerin asık suratlarıyla,
tehdit dolu gecenin ırmağa doğru savurduğu birer keha­
netti.
Saat on bir. Liu gittiğinden beri, akşam yemeğinden
önce ve sonra birlik ve derneklerin başkanları, banker­
ler, sigorta şirketleri ve ırmak nakliyat şirketlerinin mü­
dürleri, ithalatçılar, iplik dokuma fabrikalarının şefleri
gelmişlerdi. Hepsi az çok Ferral grubuna ya da politi­
kasını Fransa-Asya Konsorsiyomu’na bağlamış yabancı
gruplardan birine bağlıydılar. Ferral yalnızca Liu’ya gü-
venemiyordu. Çin’in canlı yüreği Şanghay kendisini ya­
şatacak her şeyin geçişiyle atmaktaydı. En ücra köyler­
den — Toprak sahiplerinin çoğu bankalara bağlanmıştı—
gelen kan damarları tıpkı kanallar gibi Çin’in alınyazı­
sının çizildiği başkente doğru akıyorlardı. Silah sesleri
sürüyordu. Beklemek gerekti şimdi.
Yan odada Valerie yatmıştı, Ferral sakat ama zeki
bir insan olan bir dostunu anımsıyordu. Bu adamın met­
reslerine imrenmişti. Ve bir gün bu konuyu Vaierie’ye
sormuşdu da «Bir erkekte güçsüzlüğün ve gücün birleş­
mesi kadar çekici bir şey yoktur,» yanıtını almıştı. Hiç
bir varlığın yaşamı ile açıklanamayacağı kanısındaydı.
Valerie’nin kendi yaşamı üzerinde söylediklerinden ak­
lında en çok yer eden bu cümle olmuşdu.
Oysa Valerie’nin kendisine karşı sevgi beslemediğini
biliyordu. Gururunun okşandığını ve kadının, kendisini
bırakmış olmasından dolayı, daha fazla saygı beklediği­
ni hissediyordu. Ama kadının asıl, bu otoriter erkeğin ço­
cuksu yanının birden ortaya çıkıvermesini beklediğini ve
bir gün erkeğin kendisini sevebileceği umudu ile metre­
si olduğunu bilmiyordu. Valerie ise, Ferral’in mizacının
ve şimdiki uğraşının onu sevgide değil şehvet içinde hap­
settiğini bilmiyordu.
Tanınmış ve zengin bir kadın terzisi olan Valerie, hiç
olmazsa şimdilik, para canlısı değildi. Birçok kadın için
şehvetin, seçilmiş bir adam önünde çırılçıplak soyunmak-
dan ibaret olduğunu ve bunun ancak bir kez tam bir
zevk verdiğini söylüyordu. Oysa bu Ferral ile üçüncü ya­
tışıydı. Ferral onda kendisininkine benzer bir gurur his­
sediyordu. Geçen gün Valerie ona «Erkekler yolculuk ya­
parlar, kadınlar ise sevgili bulurlar,» demişti. Acaba, sert­
liği ve gösterdiği ince dikkat arasındaki karşıtlık yüzün­
den Ferral, birçok kadının olduğu gibi, onun da mı h o­
şuna gidiyordu? Bu kumarda en önemli duygusunu: Gu­
rurunu ortaya sürdüğünü bilmiyor değildi.
Ağzında gerekli gülümsemeyle, «Hiçbir erkek kadın­
dan söz edemez sevgilim; çünkü hiçbir erkek yeni bir
makyajın, yepyeni bir giysinin, yepyeni bir sevgilinin ye­
ni bir ruh yarattığını anlayamaz,» diyen bir eş ile hiç
de tehlikesiz bir oyun sayılmazdı bu hani.
Odaya girdi. Valerie, saçları tombul kolunun çuku­
runda yatmıştı. Gülümseyerek Ferral’e baktı.
Gülümseme, zevkin verdiği hem yoğun hem de ava­
re yaşamı veriyordu ona. Tabii halinde Valerie yumuşak
bir hüzün içindeydi. Ve Ferral onu ilk kez gördüğünde
dargın bir yüzü olduğunu söylemiş olduğunu anımsıyor­
du. Yumuşak, gri gözlerine pek uyan bir çehreydi bu. Ama
işin içine şuhluk girince yay biçimi ağzını ortadan çok
yanlarda aralayan gülümseyiş kısa, yer yer kıvırcık saç­
larına ve o sıra daha az duru olan gözlerine beklenmedik
bir biçimde uyduğundan, yüz çizgilerinin ince düzgünlü­
ğüne karşın ona bırakılmış bir kedinin o karmaşık ifa­
desini veriyordu. İnsanlarla uyuşamayan aşırı gururlu
kimseler gibi Ferral de hayvanları ve heJe kedileri çok
severdi.
Banyoda soyunmaktaydı. Ampul renkliydi ve banyo­
daki eşyalar yangın ışığı altındaymış gibi kızıla çalıyor­
du. Pencereden dışarıya baktı: Yolda, dalgalı bir kara
suyun altında oynaşan milyonlarca balık gibi kımıl kı­
mıl bir kalabalık vardı. Birden ona öyle geldi ki; bu
kalabalığın ruhu tıpkı uyuyup düş görenlerin düşüncesi
gibi, kalabalıktan ayrılmış ve binaların sınırlarını aydın­
latan sık alevler içinde mutlu bir güçle yanmaktadır.
Geri döndüğünde, Valerie artık gülümsemiyor, düş
görüyordu. Ferral bu gülümsemeyen kadının kendisin­
den bir yabancı gibi ayırmakta olduğu o gülümseyen ka­
dın tarafından mı sevilmek istiyordu yalnız? Zırhlı tren
sanki bir zafer kutluyormuşçasma her dakika ateş edi­
yordu. Kışla, silah fabrikası, Rus Kilisesi gibi zırhlı tren
de henüz hükümet güçlerinin elindeydi.
Valerie «Sevgilim .Mösyö Clappique’i bir daha gör­
dün mü?» diye sordu.
Şanghay’daki bütün Fransız kolonisi Clappique’i ta­
nırdı. Valerie ona iki gün önce bir akşam yemeğinde
rastlamış ve onun delişmen tavırları pek hoşuna gitmişti.
«Evet ya. Benim için Kama’nın Çin mürekkebiyle ya­
pılmış resimlerinden birkaç tane almasını söyledim ona.»
«Antikacılarda bulunmuyor mu onlardan?»
«Pek yok. Ama Kama Avrupa’dan dönüyor. On beş
güne kadar buradan geçecek.. Clappique yorgundu, hep­
si hepsi iki tanecik güzel öykü anlattı. Bir tanesi Emni­
yet Sandığını soymaya kalkıştığı için yakalanan ama re-
bab biçiminde bir delikten içeri girdiği için beraat eden
bir Çinli hırsızın öyküsü. Öteki de şöyle: Ünlü-Erdem
adında bir Çinli yirmi yıldır tavşan beslemiş. Gümrüğün
bu yanında evi, öteki yanında da tavşan kümesleri var­
mış. Başka yere atanan gümrük memurları, yerlerine ge­
lenlere bu adamın her gün geçip geldiğini söylemeyi unut­
muşlar. Bir gün adam elinde ot dolu sepetiyle gelmiş:
’Dur’ demişler, ’göster bakalım ne var bu sepette böyle?’
Otların altından saatler, zincirler, elektrik lambaları, fo ­
toğraf makineleri çıkmış. 'Tavşanlara yiyecek diye bun­
ları mı veriyorsun sen?’ ’Evet, Sayın Gümrük Müdürü
—hayvanlara tehdit dolu bakışlar fırlatarak— beğenmez­
lerse başka yiyecek de bulamazlar.’»
«Oh,» -dedi Valerie, «bu bilimsel bir öykü. Şimdi an­
lıyorum her şeyi. Çıngıraklı tavşanlar, trampetli tavşan­
lar, ayda ya da ona benzer yerlerde o kadar iyi, güzel
yaşayan, çocuk odalarında öylesine kötü yaşam süren
bütün bu güzel hayvanlar, demek oradan geliyorlarmış.
Bu Ünlü-Erdem’in öyküsü yine üzücü bir adaletsizlik ör­
neği. Ve sanırım devrimci gazeteler çok karşı çıkacak bu
işe. Ç ünkü, aslında tavşanların bu şeyleri yedikleri ke­
sin, inan buna.»
«Alis Harikalar Diyarmda’yı okudun mu sevgilim?»
«Sevgilim» derken sesinin tonu oldukça alaycıydı ve
bu Valerie’yi epey sinirlendiriyordu.
«Nasıl, kuşkulanabilirsin, ezbere biliyorum.»
«Gülümseyişin bana kitaptaki bir kedi hayalini anım­
sattı. Hani bir kedi vardır, hiçbir zaman maddeleşemez,
salt havada uçuşan pek güzel gülümsemesi görülür. Ah
kadınların zekâsı ne .diye hep kendilerine yaraşandan
başka şeylere yönelir.»
«Kendilerine yaraşan nedir sevgilim?»
«Çekicilik ve anlayış sanırım.»
Valerie bir an düşündü:
«Erkeklerin verdiği ad bu. Düşüncenin köleliği. K a­
dında sizi onaylayacak bir zeka istiyorsunuz. Bu öyle din­
lendirici bir şeydir ki...»
«Bir kadın için kendisini vermek, bir erkek için de
sahip olmak; bu ikisi insanların ne olursa olsun herhan­
gi bir şeyi anlayabilmek için sahip oldukları tek çareler­
dir.»
«Sevgilim, kadınların hiçbir zaman (ya da aşağı yu­
karı böyle olduğunu) vermediklerini ve erkeklerin hiçbir
şeye sahip olmadıklarını düşünmüyor musun? Bu bir o-
yundur. ’Kadına sahip olduğumu sanıyorum demek ki;
o da kendisinin sahip olduğunu sanıyordur...’ Evet mi?
Doğru mu? Söyleyeceğim şey çok kötü bir şey ama, ken­
disini şişesinden çok daha önemli gören tıpanın öyküsü
değil mi bu?»
Bir kadının ahlaken serbest olması Ferral’in hoşuna
gidiyor, onu kışkırtıyordu. Ama özgür düşünceleri olma­
sı onu sinirlendiriyordu. Kendisine bir kadın üzerinde
egemenlik kurma olanağını verdiğini sandığı bir duygu­
yu yeniden uyandırma arzusunu şiddetle duydu. Hıristi­
yan utancıydı bu, duyulan utancın bilinmesiydi. Bunu
anlamadıysa bile, Ferral’in kendisinden uzaklaştığını sez­
di Valerie. Aynı zamanda Ferral’in duygusuna kayıtsız
da değildi. Onu istediği an yine avucunun içine alabile­
ceği düşüncesinden hoşlandı. Ferral’e baktı, ağzı aralık­
tı (Ferral onun gülümseyişinden hoşlanıyordu ya), ken­
disini vermiş bir bakış, bütün erkekler gibi Ferral’in de,
kadının onu baştan çıkarmaktan duyduğu zevki bir ken­
dini veriş zevki olarak kabul edeceğinden kuşkusu yoktu.
Ferral yatağa onun yanına girdi, okşayışlar Valerie’
nin yüzüne, Ferral’in değişmesini izlemek istediği kapalı
bir anlam veriyordu. Öteki ifadeyi öylesine özlemle isti­
yordu ki, şehvetin bunu Valerie’nin yüzüne konduracağını
umuyordu. Bir maskeyi yırttığına, kadının en derin, en
gizli yanını oraya çıkarttığına ve bunların da Valerie’de
yeğlediği yanlar olduğuna inanmıştı. Şimdiye dek onun­
la yalnız karanlıkta yatmıştı. Tam eliyle yavaşça kadının
bacaklarını ayırıyordu ki, Valerie lambayı söndürdü. O
yeniden yaktı.
Elektrik düğmesini el yordamıyla aramıştı, bu yüz­
den Valerie onun yanlışlık yaptığını sandı. Yeniden sön­
dürdü. Erkek hemen bir daha yaktı. Sinirleri çok geril­
mişti, kendisini gülmeye ya da kızmaya hazır hissediyor­
du. Fakat erkeğin bakışlarıyla karşılaştı. Lambanın düğ­
mesini uzaklaştırmıştı. Onun en büyük zevki, yüzünün
çizgilerinin şehvetle değişmesinden beklediğini anladı
Valerie. Ancak bir birleşmenin başlangıcında ya da bir
sürpriz biçiminde olursa cinselliğin gerçek etkisi altına
girdiğini biliyordu. Düğmeyi bulamayacağını anlayınca,
p iyi tanıdığı ılıklık vücudunu kavradı, dudaklarına, vü­
cudu boyunca memelerinin uçlarına dek çıktı. Ferral’in
bakışlarından bunların belirsizce kabardığını anladı. Bu
ılıklığa bıraktı kendisini, erkeği kendisine doğru çeke­
rek damarları uzun uzun attığı halde, bir kıyıdan açık­
lara doğru sürüklendi gitti... Birazdan erkeği bağışlama­
ma düşüncesiyle, bu kıyıya geri atılacağını biliyordu.
Valerie uyuyordu. Düzgün soluklanması ve uykunun
rahatlığı dudaklarını hafifçe, zevkin verdiği o bitkince
havayla şişiriyordu. «Bir insan,» diye düşündü Ferral, «be­
nimki gibi kişisel, tecrit edilmiş, tek bir yaşam.. » Ken­
disini Valerie’mişçesine düşündü, onun vücuduna girmiş
gibi. Ancak bir aşağılama olarak kabul edebileceği bu
zevki onun yerine duymuş gibi hissetti kendisini. «Aptal­
ca birşey bu; o nasıl kendi cinselliğinin bilincindeyse ben
de o kadar kendi cinselliğimin bilincindeyim. Ne fazla
ne eksik. Kendisini bir arzu, hüzün, gurur düğümü gibi
duyuyor. Bir yazgı gibi... Apaçık bu.» Ama şu anda de­
ğil: Uyku ve dudakları onu, bir varlık değilmiş de salt
fiziksel bir sahip oluşun minnet ifadesi olmayı kabul et­
mişçesine, tam bir şehvet havasında tutuyorlardı. Uyu­
yan yaprakların ve kafuru kokusuyla kaplı Çin gece­
sinin büyük sessizliği onu taa Pasifiğe dek, zaman dışın­
daymışçasına kaplıyordu. Hiç bir gemi sesi, hiç bir silah
patlaması işitilmiyordu. Valerie uykusuna Ferral’in ken­
disine asla sahip olamayacağı düşlerini, umutlarını sok­
muyordu. O, Ferral’in zevkinin öbür kutbundan başka bir
şey değildi. Valerie hiçbir zaman yaşamamışdı, hiçbir za­
man küçük bir kız çocuğu olmamıştı.
Yine top sesleri. Zırhlı tren yeniden başlıyordu ateş
açmaya...

ERTESİ GÜN. SAAT DÖRT.

Nöbetçi kulübesi haline sokulmuş bir saatçi dükka­


nından Kiyo zırhlı treni gözlüyordu. Devrimciler iki yüz
metre önden ve geriden rayları havaya uçurmuş ve yer
geçidini sökmüşlerdi. Kiyo yolu tıkayan kımıltısız ve ölü
trenden ancak iki vagon görebiliyordu. Birincisi hayvan
vagonu gibi kapalı, öbürü ezilmiş bir petrol tankı gibiy­
di. İkincisinin kulesinden küçük çaplı bir top çıkıyordu.
Ortalıkta kimse yoktu. Ne sımsıkı kapalı mazgalların
ardına gizlenmiş olan kuşatılmışlar ne de yola bakan ev­
lere dağılmış saldıranlar. K iyo’nun arkasından, Rus ki­
lisesine doğru, Ticaret Basımevleri’ne doğru silah sesleri
sürüp gidiyordu. Silahlarını bırakan askerlere dokunul­
muyordu. Ötekiler ise, öleceklerdi. Şimdi bütün devrimci
birlikler silahlanmışlardı. Cepheleri dağılmış olan Hü­
kümet kuvvetleri ise sabotaja uğrayan trenlerle, çamurlu
yolların çukurlarında düşe kalka, yağmurlu rüzgarın al­
tında Nankin’e doğru kaçışıyorlardı. Kuomintang ordu­
su birkaç saate dek Şanghay’a ulaşacaktı. Her an haber­
ci erler geliyordu.
Çen içeri girdi. Hâlâ işçi kılığındaydı. K iyo’nun ya­
nına oturdu, trene baktı. Adamları oradan yüz metre
kadar uzakta ,bir barikatın arkasında nöbetteydiler. Ama
saldırıya geçemiyorlardı.
Trenin yandan görünen topu kımıldanıyordu. Sönen
yangının son canlı kalıntısı olan duman yığınları, çok
alçak bulutlar gibi trenin önünden kaymaktaydı.
Çen, «Artık fazla cephaneleri kaldığını sanmıyorum,»
dedi.
Top, bir gözlemevinin teleskopu gibi çıkıyordu ku­
leden ve sakıngan bir kımıltıyla oynuyordu. Zırhlarına
karşın hareketindeki bu çekingenlik onu kırılabilir bir
şeymiş gibi gösteriyordu.
«Bizim kendi toplarımız hele bir gelsin...» dedi Kiyo.
Baktıkları top hareketini durdurdu ve ateş açtı. Kar­
şılığında bir yaylım ateşi zırhların üzerinde takırdadı.
Kurşuni ve beyaz gökyüzünde tam trenin üzerinde bir
açıklık belirdi. Bir haberci Kiyo’ya birtakım kağıtlar ge­
tirdi.
«Kom ite’de çoğunlukta değiliz,» dedi Kiyo.
Ayaklanmadan önce, Kuomintang Paıtisince gizlice
toplantıya çağrılan delegeler kurulu 26 kişilik bir mer­
kez komitesi seçmişti ve bunun 15’i komünistti. Bu ko­
mite de yerine B'elediye’yi örgütleyecek Yürütme Kom ite­
sini seçmişti. Ve ilginç olan burasıydı: Komünistler ar­
tık çoğunlukta değillerdi.
İkinci bir haberci geldi, üniformalıydı, girdi, kapı­
nın ağzında durdu.
«Silah fabrikası alındı.»
«Tanklar?» diye sordu Kiyo.
«Nankin’e gittiler.»
«Ordudan mı geliyorsun sen?»

İnsanlık Durumu / F: 7 97
En çok komünistin bulunduğu 1. Tümenden bir erdi
bu. Kiyo onu sorguya çekti. Adamın canı sıkkındı. Enter­
nasyonal ne işe yarar diye soruyordu herkes Her şey
Kuomintang’ın burjuvazisine verilmişti. Askerlerin hı­
sımlarının hemen hemen hepsi köylüydü, ve savaş har­
camaları için çok ağır paylar ödemek zorunda bırakıl­
mışlardı. Oysaki burjuvazi çok daha küçük bir pay öde­
mişti. Toprakları almak istedikleri zaman ise, yukardan
gönderilen buyruklarla yasaklanıyordu bu. Şanghay’ın
alınışı bütün bunları değiştirecek diye düşünüyordu ko­
münist askerler, ama o pek emin değildi hani. Birtakım
kötü kanıtlar öne sürüyordu ama içlerinden daha iyile­
rini çıkartmak kolaydı. Şanghay’da Kızıl Muhafızların ve
İşçi Milislerinin kurulacağını söyledi Kiyo. Han-Keu’da
200.000’ü aşkın işsiz vardı. İkisi de dakika başında duru­
yor ve dışarıyı dinliyorlardı.
«Evet Han-Keu,» dedi adam, «Biliyorum Han-Keu
var.»
Boğuk boğuk sesleri sanki yanı başlarında kalıveri-
yorlarmış gibiydi. Sesleri tutan ürpertili havada sanki
tcpun sesini bekliyordu. İkisi de Han-Keu’yu, «Bütün Çin’
in en çok sanayileşmiş kentini», düşünüyorlardı. Orada
Kızıl Ordu kuruluyordu. Şu anda bile orada işçi birlikle­
ri tüfek kullanmayı öğreniyorlardı.
Çen bacaklarını açmış, yumruklarını dizlerinde, ağzı
açık, gelen evraklara bakıyordu. Hiçbir şey demiyordu.
«Her şey Şanghay Valisine bağlı olacas,» diye sürdür­
dü Kiyo. «Bizden olursa çoğunluğun bir önemi yok, ama
sağcıysa eğer...»
Çen saatine baktı. Bu saatçi dükkanında kimi kurul­
muş kimi durmuş otuz kadar saat vardı ve hepsi değişik
bir saati gösteriyorlardı. Sık sık açılan yaylım ateşleri
bir çığ gibi birbirlerine ekleniyorlardı. Çen dışarıya bak­
maya çekindi. Gözlerini, bu devrimden bile etkilenme­
yen saat hareketleri evreninden ayıramıyordu. Giden ha­
bercilerin hareketi onu uyandırdı, sonunda kendi saa­
tine bakmaya karar verdi.
«Saat dört öğrenebiliriz.»
Sahra telefonunu açtı, çok öfkeli bir şekilde kapattı.
K iyo’ya döndü:
«Vali sağcıymış.»
«Devrimi önce yaymak sonra derinleştirmek,» yanıtınr
verdi Kiyo. Bu yanıttan çok bir soruydu. «Enternasyonal"
in çizgisi burada iktidarı burjuvaziye vermek gibi görü­
nüyor. Geçici olarak... Biz zararlı çıkacağız. Cepheden
gelen kağıtları gördüm: Her türlü işçi hareketi yasaklan­
mış. Çang-Kay-Şek az çok ihtiyat önlemleri aldırıp grev­
cilere ateş açtırmış...»
Bir güneş ışını girdi içeriye. Yukarıda açılan ha­
vanın mavi gölgesi genişliyordu. Sokak güneşle doldu.
Yaylım ateşlere karşın, zırhlı tren bu ışığın altında ter­
kedilmiş gibiydi. Yeniden ateş etti. Kiyo ile Çen onu şim­
di daha az dikkatle gözlüyorlardı. Kimbilir belki düşman
onlara daha yakın bir yerdeydi, aralarındaydı belki. Çok
kaygılı olan Kiyo geçici güneş altında parıldayan kaldı­
rıma dalgın dalgın bakıyordu. Büyük bir gölge uzandı
kaldırımda. Başını kaldırdı Kiyo: Katov’du bu.
«15 güne kalmaz,» diye sürdürdü Kiyo, «Kuomintang
bizim saldırı birliklerimizi yasaklar. Cepheden ağzımızı
aramak üzere gönderilmiş mavi subaylarla görüştüm ben.
Kurnazca imalarda bulundular, silahlar bizde değil de
onlarda durursa daha iyi olurmuş dediler. Amaçları işçi
sınıfını silahsızlandırmak. Polis, Komite, Vali, Ordu ve
silahlar onların elinde olacak ve biz ayaklanmayı bunun
için yapmış olacağız. Kuomintang’ı terketmeli, Komünist
Partisi’ni ayırmalıyız ve mümkün olursa iktidarı kendi­
sine vermeliyiz. Söz konusu olan satranç oynamak değil,
bütün bu işlerde proletaryayı ciddi olarak düşünmek. Q-
na ne öğütleyeceğiz?»
Çen ince ve kirli ayaklarına bakıyordu, tahta kundu­
ralar içinde çıplaktılar.
«İşçiler grev yapmakta haklılar. Onlara grevi dur­
durmalarını buyuruyoruz. Köylüler toprakları almak is­
tiyorlar, haklılar ,bunu yasaklıyoruz onlara.»
Uzun sözcüklerin üzerlerine basmadan konuşuyordu.
Kiyo, «Bizim sloganlarımız da Mavilerinkinin aynısı,»
diye sürdürdü konuşmasını, «ama biraz daha fazla vaad-
le. Ama Maviler burjuvalara vaad ettiklerini veriyorlar
ve biz işçilere vaat ettiklerimizi vermiyoruz.»
«Yeter,» dedi Çen, gözlerini bile kaldırmadan. «Önce
Çang-Kay-Şek’i öldürmek gerek.»
Katov sessizce dinliyordu hep, sonunda konuştu:
«Sonraki iş o. Şimdilik bizimkiler öldürülüyor. Evet.
Ve buna karşılık Kiyo, senin düşüncenin doğruluğundan
pek emin değilim. Devrim’in başlarında daha henüz bir
Devrimci Sosyalist’ken, hepimiz Lenin’in Ukrayna’daki
taktiğine karşıydık. Oradaki Komiser Antoııov maden sa­
hiplerini tutuklatmış ve onar yıl küreğe mahkûm etmiş­
ti. Duruşmasız filan, Çeka komiseri olma yetkisine daya­
narak. Lenin onu kutladı. Biz hepimiz protesto ettik Bi­
lirsiniz, gerçek birer sömürgendir bu maden sahipleri ve
birçoğumuz hükümlü olarak bu madenlere gönderilmiş­
tik. İşte bu yüzden onlara karşı özellikle dürüst olmalı­
yız diye düşünüyorduk. Oysa onları, serbest bıraksaydık
proletarya bu işden hiçbir şey anlamayacaktı. Lenin hak­
lıydı. Adalet bizden yanaydı ama Lenin haklıydı Sonra
Çeka’nın olağanüstü iktidarına da karşıydık. Dikkat et­
mek gerekir. Şimdiki slogan iyi, ’önce devrimi yaymak
sonra derinleştirmek’ Lenin de hemencecik ’Bütün iktidar
Sovyetlere’ demedi.»
«Fakat* hiçbir zaman ’İktidar Menşeviklere’ de de­
medi. Hiçbir durum bizi silahlarımızı Mavilere vermek
zorunda bırakamaz. Hiçbir durum. Çünkü o zaman, yitip
gitmiş demektir. Ancak...»
Kısa boylu, dimdik, Japon’u andıran bir Kuomintang
subayı girdi içeri. Selamlaşmalar.
«Yarım saate kadar ordu burada olacak,» dedi subay,
«silahımız az bize kaç silah verebilirsiniz?»
Çen bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, Katov bekliyordu.
«İşçi milisleri silahlı kalmalı,» dedi Kiyo.
«İsteğimi Han-Keu hükümetiyle anlaşma halinde ya­
pıyorum ben.»
Kiyo ile Çen gülümsediler.
«Bilgi almanızı rica ederim,» diye devam etti subay.
Kiyo telefonu açtı.
«Emir gelse bile...» diye başladı Çen. Kızgındı.
«İşler yolunda,» diye bağırdı Kiyo. Dinliyordu. K a ­
tov ikinci ahizeyi -aldı. İkisi birden kapattılar.
«İyi,» dedi Kiyo, «Yalnız, adamlar henüz cephede.»
Subay, «Topçu birazdan burada olacak. Bu işi de bi­
tireceğiz» dedi ve güneşin altında yenilmiş duran zırhlı
treni göstererek, «Biz kendi başımıza,» diye ekledi. «Si­
lahları birliklere yarın akşam teslim edebilir misiniz?
İvedi olarak ihtiyacımız var. Nankin’e doğru yürümeyi
sürdürüyoruz.»
Silahların yarısından fazlasını toplayabileceğimizi
pek sanmıyorum.
«Niye?»
«Komünistler silahlarını vermeyi kabul etmeyecekler.»
«Han-Keu’nun emrine karşın m ı?»
«Moskova’dan emir gelse bile... Hiç değilse hemen
vermezler.»
Subay son derece sinirlenmişti ya belli etmiyordu,
ama anlıyorlardı bunu.
«Elinizden geleni yapın siz. Saat 7’ye doğru birisini
gönderirim.»
Ve çıktı gitti.
Kiyo, Katov’a: «Sen silâhları vermek düşüncesinde
misin?» diye sordu.
«Anlamaya çalış. Her şeyden önce Han-Keu’ya git­
mek gerek görüyorsun Enternasyonal ne istiyor? Önce
amaç Çin’i birleştirmek için Kuomintang ordusundan
yararlanmak. Sonra propaganda ve başka şeylerle bu
kendiliğinden Demokratik Devrim’den Sosyalist Devrime
geçecek olan devrimi geliştirmek.»
«Çang-Kay-Şek’i öldürmek gerek.»
«Çang-Kay-Şek bizim işi oralara dek vardırmamıza
izin vermeyecek zaten, karşılığını verdi Kiyo. İzin vere­
mez. Burada ancak gümrükler ve burjuvanın yardımla­
rıyla tutunabilir. Ve burjuvazi de boşuna para vermez:
Bu parayı komünistleri öldürerek ödeyecek.»
«Bütün bunlar,» dedi Çen, «boş sözler»
Katov, «Sen kapa çeneni artık, Çang-Kay-Şek’i Mer­
kez Komitesinin hiç olmazsa Enternasyonal delegesinin
onayım almadan öldürmeye kalkışabileceğini sanmıyor­
sun herhalde,» dedi.
Uzaktan gelen bir uğultu yavaş yavaş sessizliği dol­
duruyordu.
Çen, K iyo’ya «Han-Keu’ya gidecek misin?» diye sordu.
«Elbette.»
Çen, sarkaçları sallanan guguklu saatlerin, çıngırak­
lı saatlerin altında bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. So­
nunda:
«Dediklerim çok basit,» dedi. «Önemli olan, yapıla­
cak tek şey, söyle bunu onlara.»
«Bekleyecek misin?»
Kiyo biliyordu ki, eğer Çen kendisine yanıt verece­
ğine, çekinirse, bu K atov’un onu ikna etmiş olmasından
filan değildi. Enternasyonal’in şimdiki emirlerinden h iç­
birinin artık, onu devrimci yapmış olan tutkusunu doyu-
ramadığındandı yalnız. Eğer disipline uyarak bunları ka­
bul etse bile eyleme geçemeyecekti artık. Kiyo, saatle­
rin altında, bu kendisini ve başkalarım devrime kurban
sunmuş olan, ama belki bir gün devrimin cinayet anıla­
rıyla birlikte yalnızlığın içine gerisin geriye göndereceği
düşman vücuda bakıyordu. Hem onlardandı, hem onla­
ra karşıydı, ne onunla birleşebiliyor ne de ondan kopa­
biliyordu. Silah arkadaşlığı altında, belki birazdan bir­
likte saldıracakları zırhlı trene baktığı anda bile arala­
rındaki bağın muhtemel kopuşunu seziyordu. Saralı ya
da deli bir dostun, hem de aklı en başında olduğu bir
anda, yaklaşan krizini sezmek gibi bir şeydi bu.
Çen yürümeye başlamıştı yine. Karşı çıkmak ister­
mişçesine başını salladı, sonunda «İyi tamam,» dedi o-
muzlarını silkerek. Sanki Kiyo’nun küçük çocuk kap­
risini tatmin etmiş gibiydi.
Uğultu yeniden geldi; bu kez daha güçlüydü; öyle­
sine karıştı ki ne olduğunu anlayabilmek için çok dikkat­
le dinlemek zorunda kaldılar. Yerden geliyormuş gibiydi.
«Hayır,» dedi Kiyo, «bağrışma bunlar.»
Yaklaşıyorlardı ve daha seçik bir hale geliyorlardı.
«Acaba Rus kilisesi mi alındı?» diye sordu Katov.
Birçok hükümetçi oraya çekilmişti. Fakat bağrış-
malar sanki kenar mahallelerden merkeze doğru geliyor-
larmışcasına yaklaşıyorlardı. Gittikçe artıyordu. Sözleri
anlamak olanaksızdı. Katov zırhlı trene baktı.
«Acaba onlara takviye mi geliyordu?»
Sözleri hâlâ anlaşılmayan bağrışmalar gittikçe daha
yakınlaşıyorlardı. Sanki çok önemli bir haber kalabalık­
tan kalabalığa geçiyordu. Onların arasından bir başka
gürültü yer açtı kendisine: Adımların altında yer düz­
günce sarsılıyordu.
«Ordu,» dedi Katov, «bizimkiler.»
Kuşkusuzdu. Bağırışmalar, alkışlardı. Fakat hâlâ kor­
ku çığlıklarından ayırmak olanaksızdı. Kiyo, sel bas­
kınının önüne kattığı insanların çığlıklarının böyle yak­
laştığım işitmişti. Ayak sesleri dalga halinde değişti, son­
ra yeniden başladı. Askerler durmuşlar ve sonra başka
bir yöne doğru yola çıkmışlardı.
«Zırhlı trenin burada olduğu söylendi onlara,» dedi
Kiyo.
Trendekiler bağırışmaları kuşkusuz onlardan daha az
işitebiliyorlardı ama adımların vuruşunu zırhların tınla­
ması ile çok daha iyi işitiyorlardı.
Korkunç bir gürültü üçünü de şaşırttı. Tren her bir
topu, her bir makineli tüfeği ve her bir tüfeği ile ateş
açmıştı. Katov Sibirya’daki zırhlı trenlerin birisinde bu­
lunmuştu, bu trenin can çekişmesini gözünün önüne ge­
tirebiliyordu. Subaylar «Serbest ateş» emri vermiş olma­
lıydılar. Kulelerin içinde, bir ellerinde telefon, ötekinde
tabanca, ne yapabilirlerdi? Her asker bu ayak seslerinin
ne olduğunu anlıyordu kesinlikle. Bir daha asla su üstü­
ne çıkamayacak olan koca denizaltıda hep birlikde ölme­
ye mi, yovsa birbirlerinin üzerlerine mi atılmaya hazır­
lanıyorlardı acaba?
Trenin kendisi de kendinden geçmiş, çılgınlık için­
de gibiydi. Her yana ateş açarak, çılgınlığıyla sarsılarak
raylarından kopmak ister gibiydi. Sanki barındırdığı
insanların umutsuz öfkeleri bu zincire vurulmuş zırhlara
geçmiş, o da çırpınmağa başlamıştı. Bütün bu karışık­
lıkta Katov’u büyüleyen şey; trendeki adamların içine
baktıkları ölüm sarhoşluğu değil de, rayların bütün bu
haykırışları bir deli gömleği gibi tutan titreyişleriydi.
Felce uğramamış olduğunu göstermek için koluyla öne
doğru bir hareket yaptı. 30 saniye sonra bütün bu gü­
rültü durdu. Adımların sağır sarsıntısının ve dükkandaki
bütün saatlerin tiktaklarmın üzerine ağır demirlerin çı­
karttığı gürültüler yerleşti; Devrimci ordunun topçusuy-
du bu.
Trende, her zırhın ardında bir adam, bu sesi, ölüm
sesinin ta kendisiymişçesine dinliyordu...

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM.

29 MART 1927

Han-Keu çok yakındaydı. Çin kayıklarının hareket­


leri hemen hemen bütün ırmağı kaplıyordu. İlkbahar ak­
şamının mavimsi ışığı içinde, silah fabrikasının kocaman
dumanların altında neredeyse görünmez olan bacaları,
bir tepenin ardında yavaş yavaş beliriyorlardı. Sonunda
kent, kara bir ön planın delikleri arasından bütün sü-
tunlu bankalarıyla gözüktü. Batı devletlerinin savaş ge­
mileri vardı ön planda. Kiyo altı gündür, Şanghay’dan
hiçbir haber alamadan ırmakta ilerliyordu.
Geminin yanında bir yabancı motor düdük öttür­
dü. Kiyo’nun belgeleri düzgündü ve gizli işler çevirmeye
yatkınlığı da vardı. Sırf ihtiyat olsun diye geminin pru­
vasına gitti.
Oradaki bir makiniste «Ne istiyorlar?» diye sordu.
«Pirinç ya da kömür taşıyıp taşımadığımızı öğrenmek
istiyorlar. Bunları getirmek yasak.»
«Niçin yahu?»
«Bahane be. Kömür getirsek bir şey demiyorlar ama,
bir yolunu bulup limanda geminin donatımını söküyor­
lar. Kente yiyecek yetiştirmek olanaksız.»
Orada, bacalar, kaldıraçlar, sarnıçlar görülüyordu.
Devrimin müttefikleriydi bunlar. Ama Şanghay işlek bir
limanın ne demek olduğunu öğretmişti Kiyo’ya. Onun
görmekte olduğu ise yelkenliler ve torpidobotlarla kap­
lıydı. Dürbününü aldı, bir ticaret gemisi, iki, üç... Bir­
kaç tane daha. Kendi gemisi U-Çang kıyısına yanaşıyor­
du. Han-Keu’ya gitmek için aktarma yapmak zorunda
kalacaktı.
Kıyıya çıktı. Rıhtımda bir subay boşaltılanları izli­
yordu.
Kiyo, «Niye bunca az gemi var?» diye sordu.
«Kumpanyalar elkonulmasından korktular, bütün ge­
mileri kaçırttılar.»
Şanghay’da herkes elkoymanın çoktan olup bittiğini
sanıyordu.
«Aktarma gemisi ne zaman kalkıyor?»
«Her yarım saatte bir.»
Yirmi dakika beklemesi gerekiyordu. Gelişigüzel yü­
rüdü. Dükkanların diplerinde petrol lambaları yanıyor­
du. Orada burada birkaç ağaç ve ev çatılarındaki boy­
nuzların gölgeleri Batı göğüne doğru yükseliyorlardı. Ba-
tı’yı sanki havanın yumuşaklığı getirmiş gibi, çok yük­
seklerde gecenin dinginliğiyle birleşir gibi, kaynağ- bilin­
mez bir ışık kaplamıştı. Askerlere ve işçi sendikalarına
karşın dükkanların içinde kurbağa tabelalarıyla hekim­
ler, ot-kök ve canavar satıcıları, arzuhalciler, büyücüler,
müneccimler ve falcılar, içinde kan lekelerinin kaybol­
duğu bulanık ışıkta acaip zanaatlarına devam ediyor­
lardı. Gölgeler yere vurmaktan ziyade mavimsi bir ışıl-
dayış içinde yüzerek yitip gidiyorlardı. Çok uzaklarda,
âlemlerin birinde geçen bu eşsiz gecenin - tek bir parıl­
tısı toprağa vurmuş olan - son ışığı kocaman bir keme­
rin dibinde hafif hafif yansımaktaydı, kemerin üstünde
de şimdiden kararmış sarmaşıklarla her yanı kaplı bir
pagoda yükselmekteydi. Daha ileride, ırmağın üzerine sis
halinde çökmüş gecenin içinde, çıngırakların, gramafon-
ların gürültüsü arasında, bir sürü ışıkla delik deşik bir
tabur kaybolup gidiyordu. Kiyo da kocaman taş külçe­
lerinin bulunduğu bir şantiyeye indi: Çin’in kurtuluşunu
kutlamak için yıkılan surların taşlarıydı bunlar. Kendi­
sini karşıya götürecek vapur da hemen yakındayd.
Irmağın üstünde geçen bir 15 dakika daha sonra,
akşamın içinde yükselen kenti gördü. Sonunda Han-Keu’
daydı.
Rıhtımda çekçekler bekliyordu. Fakat Kiyo öylesine
kaygılıydı ki, hareketsiz duramazdı, yürümeyi yeğledi.
Burası İngiltere’nin Ocak ayında terkettiği Ayrıcalık böl-
gesiydi. Dünya çapında büyük bankalar kapalıydılar ama
işgal edilmemişlerdi. «Şu kaygı tuhaf bir duygu: Yüreğin
atışından sanki kötü soluk alınıyormuş gibi hissediliyor,
sanki insan yüreğiyle soluk alırmış gibi...» Yolun sonun­
da, çiçek açmış ağaçlarla dolu bir bahçenin gediğinden,
batı yönünden, akşamın sisi içinde kurşuni bir renk alan
fabrika bacaları görülüyordu artık. Hiçbir duman tütmü­
yordu. Gördüğü bütün bacalardan yalnızca silah fabri-
kasınınki çalışıyordu. Han-Keu’nun, bütün dünya komü­
nistlerinin Çin’in kurtuluşunu bekledikleri kentin, grev­
de olması mümkün müydü? Silah fabrikası çalışıyordu;
kızıl orduya güvenilebilinir miydi hiç olmazsa? Koşma­
ya cesaret edemiyordu artık. Eğer Han-Keu herkesin bek­
lediği gibi değilse Şanghay’daki bütün dostları ölüme
mahkûm demekti bu, May da öyle, kendisi de öyle...
Sonunda Enternasyonal Temsilciliğine vardı. Bütün
kent aydınlatılmıştı. Kiyo, Borodine’nin en üst katta ça­
lıştığını biliyordu. Birinci katta basımevi bozuk bir van­
tilatör gibi korkunç gürültüler çıkararak harıl harıl ça­
lışmaktaydı.
Bir nöbetçi, geniş yakalı, gri bir kazak giymiş olan
Kiyo’yu süzdü, onun Japon olduğunu sanıp da ona par­
mağıyla yabancılara yol göstermekle görevli nöbetçiyi
gösteriyordu ki, gözleri Kiyo’nun kendisine uzattığı kim­
liğe takıldı. Kiyo’yu kalabalık bir girişten geçirerek En­
ternasyonalin Şanghay ile ilgili bölümüne götürdü. Ken-
dişini karşılayan sekreter hakkında Kiyo yalnız, onun
Finlandiya’daki ilk ayaklanmaları yönetmiş olduğunu bi­
liyordu. Bir yoldaştı. Masanın üzerinden elini uzatırken
adını söyledi: Voluguine. Bir erkekten çok, olgun bir ka­
dın gibi tombuldu. Bu görünüm acaba yuvarlak ve kör­
pe yüz çizgilerinin inceliğine ve çok açık tenine karşın
hafifçe doğulu olmasından mı, yoksa, arkaya atılmak için
kesilmiş ama yanaklarının üstüne düşen, haniyse kırlaş­
mış uzun perçemlerinden mi doğuyordu?»
«Şanghay’da yanlış bir yol tuttuk,» dedi Kiyo. Ve
hemen ardından bunu söylediği için canı sıkıldı. Düşün­
cesi kendisinden daha hızlı gidiyordu. Bununla birlikte
söyledikleri birazdan söyleyecek olduklarıydı.. Eğer Han-
Keu birliklere bekledikleri yardımı gönderemeyecekse,
silahları bıtakmak intihar demekti.
Voluguine koltuğunun içine gömülmüştü, ellerini ha­
ki üniformasının yenlerine soktu.
«Yine mi?» diye mırıldandı.
«Her şeyden önce, burada neler oluyor?»
«Sen devam et, Şanghay’da tuttuğumuz yanlış yol
neydi?»
«Ama buradaki fabrikalar niçin çalışmıyorlar? Niçin?»
- «Dur hele bir, kimler hangi arkadaşlar itiraz ediyor­
lar?»
«Savaşçı birliklerdekiler, sonra tedhişçiler de.»
«Tedhişçileri boş ver, ötekiler...»
Kiyo’ya baktı:
«Ne istiyorlar?»
«Kuomintang’dan çıkmak, bağımsız bir Komünist
partisi kurmak, iktidarı sovyetlere vermek. Ve en önem­
lisi, her şeyden önce .silahları teslim etmemek.»
«Her zaman aynı şey.»
Voluguine ayağa kalktı, pencereden dışarıya ırma­
ğa, tepelere doğru baktı. Yüzünde en ufak bir anlam yok­
tu. Bir uyurgezerinkini andıran sabit bir sertlik bu taş
kesilmiş yüzü canlandırıyordu. Küçüktü, karnı kadar şiş­
kin olan sırtı onu hemen hemen kambur gibi gösteri­
yordu.
«Bak sana söyleyeyim. Diyelim ki, Kuomintang’dan
çıktık. Ne yapacağız?»
«Önce her sendika, her işçi birliğinde birer milis
kurulacak.»
«Hangi silahlarla? Burada silah fabrikası generalle­
rin elinde. Çang-Kay-Şek Şanghay’dakini elinde tutuyor.
Üstelik Moğolistan’la ulaşımımız kesik. Yani Rus silahla­
rı da gelemez.»
«Şanghay’daki silah fabrikasını ele geçirdik biz.»
«Devrimci ordu arkanızdaydı, karşınızda değil. Bu­
rada kimi silahlandıracağız? On bin işçiyi belki. Sonra,
’Demir Ordu’nun komünist çekirdeği var, bir on bin da­
ha, herkese on kurşun düşer. Karşılarında ise, yalnız bu­
rada 75.000 adam var, Çang-Kay-Şek ve ötekileri hesaba
katmazsak. Onlar da ilk gerçek komünist önlem karşı­
sında pek mutlu bir ittifak kurarlar. Sonra birliklerimize
ne yiyecek yetiştireceğiz?»
«Dökümhaneler, fabrikalar var...»
«Hammadde gelmiyor artık.»
Pencerenin önünde, profili perçemlerinin içinde kay­
bolmuş, ilerleyen gecenin içinde hareketsiz duran Volu-
guine devam etti:
«Han-Keu işçilerin değil işsizlerin başkenti... Silah
yek... belki de bu daha iyi. Bazen düşünüyorum: silahlan-
dırsak onları, bizlere ateş ederler. Bununla birlikte ’Dev-
rimimiz ilerliyor’ diye hiçbir karşılık beklemeksizin gün­
de on beş saat çalışanlar da var.
Kiyo düş içindeymiş gibi gittikçe daha derinlere da­
lıyordu.
«İktidar bizde değil,» diye sürdürdü konuşmasını Vo-
luguine, «dediklerine bakılırsa, Kuomintang’m sol kana­
dından olan generallerin elinde. Çang-Kay-Şek sovyet-
leri nasıl kabul etmiyorsa, onlar da etmeyecekler. Burası
kesin. Onlardan yararlanabiliriz, hepsi bu kadar. Ve çok
^dikkatli olmamız gerek.»
Han-Keu salt kanlı bir dekor idiyse eğer... Kiyo da­
ha ilerisini düşünmeye cesaret edemiyordu. «Burdan çı­
kınca, Possoz’u görmeliyim,» dedi kendi kendisine. Han-
Keu’da güvenebileceği tek yoldaştı o. «Possoz’u görmem
gerek...»
Voluguine göründüğünden çok daha sıkıntılı bir du­
rumdaydı. Parti disiplini, Troçkistlere karşı açılan savaş­
tan oldukça güçlü çıkmıştı. Voluguine’nin görevi, kendi­
sinden daha üstün niteliklere sahip, daha iyi bilgi top­
layan yoldaşların verdiği kararları yürütmekten ibaretti.
Rusya’da olsa tartışmaya bile girmezdi. Ama daha he­
nüz, Bolşeviklerin nasıl korkunç bir sabırla cahil kalaba­
lıklara gerçeği anlatmaya çalıştıklarını unutmamıştı. Le-
nin’in söylevlerindeki, aynı konuya altı kez yeniden ge­
len ,her seferinde bir üst dereceye varan inatçı helezon­
lar da akimdaydı henüz. Çin Komünist Partisi’nin yapı­
sı Rus Partisi’nin gücüne sahip olmaktan pek uzaktı Du­
rumun verileri, yönergeler, buyruklar bile çoğunlukla
Moskova - Şanghay arasındaki uzun yolda yitip gidiyordu.
«...bu ahmakça hava içinde ağzım açmakta yarar
yok. Bütün dünya Han-Keu’yu komünist sanıyor. Eh ne
yapalım? Propagandamıza onur verir bu. Doğru olması
için bir neden değil bu ama...»
«Son yönergeler nedir?»
«Demir ordunun komünist çekirdeğini güçlendirmek
gerek diyorlar .Belki terazinin kefelerinden birisinde ağır
basabiliriz. Biz burada kendi başımıza bir güç değiliz. Bu­
rada bizimîe birlikte döğüşen generaller sovyetlerden ve
komünistlerden olduğu kadar Çang-Kay-Şek’den de nef­
ret ediyorlar. Biliyorum bunu, her gün görüyorum. Her
komünist slogan onları üstümüze kışkırtacak, ve kuşku­
suz gidip Çang-Kay-Şek ile birleşecekler. Yapabileceğimiz
bir şey var: O da generallerden yararlanarak Çang’ı yık­
mak. Sonra gerekirse aynı yolla Feng-Yu-Şiang’ı da. Şim­
diye dek savaştığımız generalleri Çang’ı kullanarak nasıl
yıktıysak öyle yani. Çünkü propaganda bize, zaferin on­
lara kazandırdığınca adam kazandırıyor. Onlarla birlik­
te yükseliyoruz. İşte bu yüzden zaman kazanmamız ö-
nemli. Devrim böyle demokratik biçimi ile tutunamaz,
doğal olarak sosyalist olmak zorunda. Bırakalım diledi­
ğini yapsın. Söz konusu olan doğurtmak çocuk düşürt­
mek değil.»
«Evet Marksizmde bir kaderin yönü bir de iradenin
gücü var. Kaderin iradeye üstün geldiği her sefer çeki­
niyorum ben.»
«Bugün tümüyle komünistçe bir slogan bütün gene­
ralleri bizim karşımızda birleşmeye iter. 200.000 adama
karşı 20.000 adam. İşte bu yüzden Şanghay’da Çang-Kay-
Şek ile anlaşmak gerekiyor. Başka yolunuz yoksa silah­
ları geri verin.»
«Bu hesaba göre Ekim Devrimi’ne de kalkışılmama-
lıydı. Bolşevikler kaç kişiydiler ki?»
«Barış sloganı bize kitleleri kazandırdı.»
«Başka sloganlar da vardır.»
«Zamansız. Hangileri?»
«Çiftlik ve toprak kiralarının hemen ve toptan kal­
dırılması. Palavrasız, daleveresiz bir köylü devrimi.»
Irmağı aşarken geçirdiği altı gün Kiyo’nun düşün­
cesini daha da güçlendirmişti. Bu ırmakların birleştikle­
ri yerlerde binlerce yıldır kerpiç kasabalarda yaşayan
yoksullar .işçileri olduğunca köylüleri de izleyebilirlerdi.»
«Köylü her zaman birinin ardından gider. İşçinin ya
da Burjuvanın, ama her zaman birinin ardından gider.»
«Yok. Bir köylü devrimi ancak kentlere takılarak sü­
rer ve yalnız başına köylülük bir Jacquerie ihtilâlinden
başka bir şey veremez, burası tamam. Fakat, söz konu­
su olan onları proletaryadan ayırmak değil. Alacakların
kaldırılması bir savaş sloganıdır ve bu köylüleri hare­
kete geçirecek bir yoldur.»
«Sonu sonuna toprakların paylaştırılması,» dedi Vo-
loguine.
«Daha somut olarak: Çok fakir birçok köylü aslın­
da proleterdir, tefeci için çalışırlar. Hepsi de bunu bilir.
Öte yandan. Şanghay’da, olabildiğince çabuk, İşçi Bir­
liklerinin muhafızlarına eğitim yaptırmak gerekir. Onları
hiçbir bahane ile silahsızlandırmamalıyız. Çang-Kay-Şek,
karşısında kendi gücümüzü kurmalıyız.»
«Bu slogan öğrenilir öğrenilmez ezerler bizi.»
«Demek ki her halükârda ezerler bizi. Komünist slo­
ganlar, biz onları bıraksak da, kendi yollarını kendileri
açarlar. Köylülerin toprakları almak istemeleri için bir
söylev yeter, ama almamalarını sağlamak için söylevler
yetmez. Ya da Çang-Kay-Şek’in askerleriyle birlikte bas­
tırma işine katılmayı kabul edeceğiz. Bu hoşuna gider
mi? Ya kendimizi kesin olarak lekeleyeceğiz, ya da ister
istemez bizi ezmek zorunda kalacaklar.»
«Parti, ilişkileri koparmamız gerekeceği düşüncesini
onaylıyor. Ama bu kadar erken değil.»
^Dernek, kurnazlık etmek gerekiyorsa her şeyden ön­
ce silahları vermemeliyiz, onları vermek dostların canını
vermek demek olacak.»
«Dostlarımız yönergelere uyarlarsa Çang kımıldama­
yacak.» ,
«Uysalar da uymasalar da hiçbir şey değişmez. Ko­
mite, Katov, ve ben kendim işçi muhafızlarını örgütle­
dik. Onları dağıtmak isterseniz, bütün Şanghay prole­
taryası bir ihanetle karşı karşıya olduklaıını sanacak.»
«Onları silahsızlandırın öyleyse.»
«Yoksul semtlerde İşçi Sendikaları kendiliklerinden
oluşuyorlar. Gidin Enternasyonal adına sendikaları ya­
saklayın bari.»
Voluguine pencereye döndü Başını göğsüne eğdi, yü­
zü çift kat bir çene ile çevrildi. Solgun yıldızlarla kaplı
gece bastırıyordu.
«Bağları kesmek,» dedi. «Kesin bir bozgundur bu.
Moskova bizim şimdi Kuomintang’dan çıkmamızı hoşgö­
rüyle karşılamaz. Ve üstelik Çin Komünist Partisi anlaş­
maya Moskova’dan daha da yatkın.»
«Yalnız üst kademelerde, altta, yoldaşlar, siz emret-
seniz bile silahlarını teslim etmeyecekler. Çang-Kay-Şek’
ı rahat ettirmek uğruna bizi feda edeceksiniz. Borodine
bunu Moskova’ya bildirebilir.»
Bu Kiyo’nun tek umuduydu. Voluguine gibi bir adam
ikna edilemezdi. Hepsi hepsi kendisine söylenenleri üst­
lerine aktarırdı.
«Moskova bunu biliyor. Silahları teslim etme emri ge­
çen gün geldi.»
Kiyo donup kalmıştı, hemen yanıt veremedi.
«Birlikler geri verdiler mi silahlarını?»
«Ancak yarısı.»
İki gün önce gemide uyurken ya da düşünürken, Mos­
kova’nın çizgisini değiştirmeyeceğini o da biliyordu Du­
rum birden Çen’in tasarısına belirsiz bir değer kazandırdı.
«Başka bir şey daha, belki de ayni şey: Bizden Çen-
Ta-Eul, Çang’ı öldürmek istiyor.
«Ah demek bunun için...»
«Ne?»
«Sen burada olduğun zaman beni görmek için haber
göndermiş.»
Masanın üzerindeki mesajı aldı. Kiyo, daha önce o-
nun bir rahibinkileri andıran ellerine dikkat etmemiş­
ti. «Niye hemen yukarı çağırmadı onu acaba?» diye sor­
du kendi kendine.
«...Önemli bir sorun... (Voluguine mesajı okuyordu),
hep önemli bir sorun derler zaten...»
«Burada mı?»
«Gelmemeli miydi? Hepsi aynı bunların. Kararları­
nı değiştirirler hep. İşte, iki üç saattir burada. Senin ge­
min çok durduruldu.»
Çen’in getirilmesi için telefon etti. Tedhişçileri dar
görüşlü, kibirli, siyasal sağduyudan yoksun buluyor ve
onlarla görüşmekten pek hoşlanmıyordu.
«Leningrad’da Yudeniç kentin önlerindeyken daha
da kötüydü durumumuz, yine de sıyrılmıştık işin için­
den.»
Çen içeri girdi. O da kazaklıydı. Kiyo'nun önünden
geçti, Voluguine’nin karşısına oturdu. Sessizliği yalnız
basımevinin gürültüsü doldurmaktaydı. Yazı masasma
dik, büyük pencerede artık iyiden iyiye bastıran gece iki
adamı profilden ayırıyordu. Çen, dirseklerini masaya da­
yamış, çenesi ellerinin arasında inatçı ve gergindi, kımıl­
damıyordu. Kiyo ona bakarken «Bir insanın böyleşine
aşırı yoğunlaşması insanlık dışı bir şey oluyor,» diye dü­
şündü. «Acaba zaaflarımızla daha kolayca ilişkide olabil­
diğimizden mi?» Şaşkınlığı geçmişti ve Çen’in orada ol­
masını kaçınılmaz bir şey olarak düşünüyordu. Yıldızlar­
la bezenmiş gecenin öbür yanında, Voluguine perçemle­
ri yüzünün üstünde, tombul elleri göğsünde çaprazlama
ayakta bekliyordu.
Çen başıyla Kiyo’yu gösterdi, «Sana sözünü etti mi?»
diye sordu.
Voluguine, «Enternasyonel’in tedhişçi eylemleri ko­
nusunda ne düşündüğünü bilirsin,» diye yanıt verdi «U-
zun uzun konuşmayacağım bu konuda...»
«Bu özel bir durum. Çang-Kay-Şek yalnız başına bü­
tün burjuvaziyi bize karşı birleşik tutabilecek kadar güç-
lüdür ve sevilmektedir. Siz onun öldürülmesine karşı mı­
sınız? Evet mi, hayır mı?»
Çen dirsekleri masanın üstünde, çenesi ellerinin ara­
sında hareketsiz duruyordu. Kiyo, buralara kadar gel­
miş olmasına karşın Çen için bütün tartışmaların boş
olduğunu biliyordu. Salt yakıp yıkmaktı onu kendi ben­
liği ile uyumlaştıran.
«Enternasyonal bu tasarıyı onaylamaz.» Voluguine
açık konuşuyordu. «Bununla birlikte senin görüşüne gö­
re zaman (Çen hiç kımıldamıyordu) uygun mu?»
«Çang’m bizimkileri öldürtmesini mi beklemeyi yeğ­
lersiniz?»
«Kararnameler yayınlayacak. Hepsi bu... Hem unut­
ma, oğlu Moskova’da. Sonra, Gallen’in Rus subayları da
onun kurmayından daha ayrılmadılar. O öldürülürse on­
lar da işkence görürler. Ne Gailen, ne de Kızıl Genel
Kurmayı bunu kabul etmez.»
Kiyo «Bu sorun burada daha önce tartışılmış bile,»
diye düşündü. Bu tartışmada ne olduğunu bilemediği
daha az ikna edici bir şeyler vardı. Bu onun aklını ka­
rıştırıyordu... Voluguine, Çang-Kay-Şek’in öldürülmesin­
den söz ederken, silahları teslim etmeyi emrettiği zaman­
kinden çok daha az kesin tavırlıydı.
Çen, «Rus subayları işkence göreceklerse, görsünler.
Ben de göreceğim. Ne önemi var bunun? Milyonlarca
Çinli İ5 Rus subayından daha değerlidir. Tamam mı?
Hem. Çang oğlunu bırakır.»
«Nereden biliyorsun?»
«Ya sen?»
Kiyo, «Şurası kesin ki oğlunu kendisinden daha az
sever,» dedi. «Bizi ezmeye kalkışmazsa yok olur. Köylü
eylemlerini "durduramazsa, kendi subayları onu yüz üstü
bırakırlar. Onun için korkarım ki, AvrupalI Konsolosla­
rın birkaç vaadiyle ve palavralarıyla oğlanı yüzüstü bı­
rakır. Ve şu senin, ardımıza takabileceğini düşündüğün
küçük burjuvazi de, Vologuine, bizi silahsızlandırdığınızın
ertesi günü onun ardına takılır. Küçük burjuvazi her
zaman güçlüden yanadır, ben onları iyi bilirim.»
«Burası pek belli değil, hem sonra yalnız Şanghay
yok ki...»
«Açlıktan öldüğünüzü söylüyorsunuz. Şanghay düşer­
se sizi kim besleyecek? Feng-Yu-Şiang sizi Moğolistan’dan
ayırıyor, ezildiğimiz zaman da ihanet edecektir size De­
mek ki, ne Yang-Se üzerinde ne de Rusya’dan hiçbir
şey gelmeyecek. Şu sizin Kuomintang programını (Kira­
ların %25 indirilmesi vaadi, amma şaka ha güleyim ba­
ri...) vaad ettiğiniz köylüler kızıl orduyu beslemek için
açlıktan ölecekler mi sanıyorsun? Şimdi olduğunuzdan
daha çok düşeceksiniz Kuomintang’ın eline. Devrimci ger­
çek sloganlarla, köylülüğe ve Şanghay proletaryasına da­
yanarak şimdi bir uğraşa girmeliyiz Çang’a karşı. îş şan­
sa kalır, ama olanaksız değildir. Generalinden son erine
kadar hemen bütün 1. Tümen komünist, bizimle birlikte
döğüşecek. Ve sen de, silahların yarısının elimizde oldu­
ğunu söylüyorsun. Denemeye kalkışmamak sakin sakin
gırtlaklanmayı beklemek demektir.»
Babacan ve serinkanlı tavırlarına karşın, bu tartış­
ma Voluguine’i sinirlendirmeye başlamıştı. Ama Kiyo’-
nun Durada savunduğu düşüncenin Şanghay’da ne kadar
güçlü olduğunu biliyordu.
«Kuomintang ortada. Biz yaratmadık onu ama orta­
da işte. Geçici olarak da olsa bizden daha güçlü. Eli­
mizdeki bütün komünist elemanları içine sokarak onu
temelinden ele geçirebiliriz. Üyelerinin çok büyük çoğun­
luğu aşırı eğilimlidir.»
«Ama en az benim kadar sen de iyi bilirsin ki, bir
demokraside yönetim aygıtına karşı saygı çokluğu hiçbir
şeydir.»
«Kuomintang’ı kullanarak onu kullanabileceğimizi
göstereceğiz. Tartışarak değil. İki yıldan beri her ay her
gün onu durmadan kullandık.»
«Siz onun amaçlarını benimsediğiniz sürece. Ama si­
zin amaçlarınızı onun kabul etmesi söz konusu değil. O-
nun zaten can attığı, subaylar, gönüllüler, para, propa­
ganda gibi armağanlar verdiniz ona. İşçi sovyetlerine,
köylü birliklerine gelince, bu başka iş...»
«Ya anti-Komünist elemanların ihracı konusu?..»
«O zaman Çang-Kay-Şek Şanghay’a sahip değildi.»
«Bir aya kalmaz, Kuomintang Merkez Komitesinde
Çang’ı yasadışı ilan ettireceğiz.»
«O bizi ezdikten sonra. Komünist militanlar öldürül­
müş, öldürülmemiş Merkez Komitesindeki generalleri ır­
galamaz bile, üstelik hoşlarına da gider. Ekonomik mu­
kadderat sabit fikrinin Çin Komünist Partisini, belki Mos­
kova’yı da, burnunun dibindeki çok gerekli bir ihtiyacı
görmekten alıkoyduğunu anlamıyor musun sen?»
«Bu oportünizmdir...»
«Çok iyi. Senin bu hesaba göre, Lenin toprakların pay
edilmesi sloganını atmamalıydı (Zaten bu slogan Dev­
rimci Sosyalistlerin programında daha geniş bir biçimde
vardı, ama kullanmayı akıl edemediler). Toprakların pay­
laştırılması küçük mülkiyetin yeniden kurulması demek­
ti. Demek ki, Lenin’in toprağı paylaştırması değil hemen­
cecik kollektifleştirmesi, kolhozları kurması gerekiyordu.
Ama, başardıktan sonra taktiğin anlamını görebiliyor­
sunuz. Bizim için de bu ancak bir taktikdir. Kitlelerin
denetimini yitirmek üzeresiniz.^
«Yani sen Şubat’tan Ekim’e dek Lenin’in denetimi
elinde tuttuğunu mu sanıyorsun?»
«Bazı anlarda yitirdi onu. Ama hep onların yönüne
gitti. Ama sizin sloganlarınıza gelince, hep akıntıya kü­
rek çekiyor sizinkiler. Yön değiştirmek değil söz konusu
olan, ama her zaman daha ileriye gidebilecek yönler bul-

İnsanlık Durumu / F: 8 113


mak. Sizin yaptığınızı sandığınız gibi kitlelerin üzerinde
etkide bulunmak için, iktidarda olmak geıek. Bu da bi­
zim durumumuz değil hani.»
Çen, «Söz konusu olan bunlar değil,» dedi.
Ayağa kalktı.
«Köylü eylemlerini durduramayacaksınız,» diye sür­
dürdü Kiyo. «Bugünkü durumda, biz komünistler kitle­
lere öyle yönergeler veriyoruz ki bunları ancak bir iha­
net sayarlar. Sizin bekleme sloganlarınızı anlayacakları­
nı mı sanıyorsunuz?»
Voluguine’nin sesine ilk kez bir ihtiras gölgesi düştü:
«Şanghay limanında kuli de olsam, Partiye itaatin
tek mantıklı yol olduğunu düşünürüm, yani bir komünist
militan için. Ve bütün silahların teslim edilmesi gerekti­
ğini de...»‘
Çen sesini yükseltti:
«İnsan kendisini itaat uğruna ne öldürtür, ne öldü­
rür. Korkaklar bunun dışında elbet.»
Voluguine omuzlarını silkti:
«Cinayeti siyasal gerçeğin en önemli yolu saymamak
gerek.»
Çen dışarı çıkıyordu.
«Merkez Komitesinin ilk toplantısında toprakların
hemen paylaştırılmasını ve borçların kaldırılmasını öne­
receğiz,» dedi Kiyo ve elini Voluguine’ne uzattı.
Voluguine gülümseyerek, «Komite bu karara oy ver­
meyecek,» dedi.
Kaldırımda tıknaz bir gölge, Çen, bekliyordu. Kiyo
onun yanına gitti. Arkadaşı Possoz’un adresini öğrenmiş­
ti, yolu liman yönündeydi.
«Bek, dinle,» dedi Çen.
Basımevinin makinelerinin bir gemi motorunu andı­
ran düzgün, muntazam titreşimleri yerden gelerek, ayak­
larından başlarına doğru, içlerinden geçiyordu. Uyuyan
kentte, önlerinden siyah kafaların geçtiği aydınlık pen­
cereleriyle Temsilcilik binası uyanıktı. Önlerinde birbir­
lerine benzeyen gölgeleriyle yürüyorlardı. Aynı boyday­
dılar ve yakaları eşti. Sokaklarda işkence odalarının göl­
gelerini andıran hasır kulübeler, sakin ve depdebeli ge­
cenin derinliklerinden yükselen balık ve sanmış yağ ko­
kuları arasında kayboluyorlardı Bu gerçek üretme ma­
kineleri sanki kendisini Voluguine’nin çekingenlikleri ve
doğrulamalarıyla birleştirmiş gibiydi. Kiyo toprağın kas­
larına ilettiği bu makine sarsıntılarından kendisini ala­
mıyordu. Irmakta gelirken, Enternasyonal yönergelerine
kayıtsız şartsız uymazsa, hareketi bir temele dayandır­
manın ne denli güçleşeceğini ve haber alma kaynakları­
nın ne denli zayıflayacağım anlamıştı. Ama Enternas­
yonal yanılıyordu. Artık zaman kazanmak olası değildi.
Komünist propagandası kitlelere bir sel gibi ulaşmıştı:
Çünkü onların malıydı. Moskova ne kadar ihtiyatlı olur­
sa olsun, bu propaganda artık durmazdı. Çang da bunu
biliyordu, ve şimdiden komünistleri ezmek zorundaydı.
Kesin olan tek şey buydu. Belki devrim başka türlü de
yönelebilirdi, ama artık çok geçti. Komünist köylüler
topraklara el koyacaklar, komünist işçiler başka bir ça­
lışma rejimi isteyecekler ve komünist askerler Moskova’
nın niçin isteyip istemediğini bilerek dövüşeceklerdi.
Moskova ve Batı’nın düşman başkentleri orada, gecenin
içinde, zıt tutkularını örgütlemeyi, bunlardan bir dün­
ya kurmayı deneyebilirlerdi. Devrimin gebeliği doğum
gününe ermişti, ya doğuracak ya ölecekti. Gece dostlu­
ğu Kiyo’yu Çen’e yaklaştırırken içini büyük bir bağım­
lılık duygusu, bir insanın kendisinden başka bir şey ol­
mama kaygısı kaplıyordu. Böyle gecelerde binlerce yıldır,
yanmış lavanta kokulu bozkırlarda secdeye varmış, acı
çeken ve öleceğini bilen insanın içini parçalayan şarkı­
larını söyleyen Çinli müslümanlar geldi aklına birden.
Han-Keu’ya ne yapmaya gelmişti? Komintern’e Şanghay’
daki durumu bildirmeye mi? Komintern de en az Kiyo
kadar kararlıydı düşüncesinde.
Duymuş oldukları Voluguine’nin kanıtlarından çok
fabrikaların sessizliği, devrimin zafer çelenkleriyle süs­
lü olarak ölen ama yine de ölen kentin sıkıntısıydı. Dü­
zenbazlıklar içinde sulanıp gitmesindense, bu ceset gele­
cek ayaklanma dalgasına miras bırakılabilinirdi. Kuşku­
suz hepsi ölüme mahkumdular ama önemli olan bu ölü­
mün boşa gitmemesiydi. Şu anda Çen’in de ona bir ha­
pishane arkadaşlığı ile bağlı olduğu kesinli.
«Bilmemek...» dedi Çen. «Söz konusu olan Çang-Kay-
Şek’in öldürülmesi, biliyorum. Şu Voluguine için dc sa­
nırım aynı şey, ama o adam öldüreceğine, baş eğiyor.
Bizim gibi yaşadı mı insan, emniyet gerekir. Benim için
öldürmek nasıl emin bir şeyse, onun için de itaat etmek
emin bir şey olmalı sanırım. Bir şeyin emin olması ge­
rekir. Gereklidir.»
Sustu.
«Çok düş görür müsün sen?» diye sordu sonra.
«Hayır en azından aklımda kalmaz gördüklerim.»
«Ben hemen hemen her gece düş görürüm. Sonra
dalgınlık, hayal görmek de var hani. Yerde bir kedi göl­
gesi. Adam öldürürken zor olan öldürmek değil, aşağı-
laşmamak... O anda içinden geeçnlerden daha güçlü ol­
mak zor olan.»
Üzüntüden mi böyle konuşuyordu? Sesinin tonundan
bir yargıya varabilme olanağı yoktu. Kiyo onun yüzünü
de göremiyordu. Sokağın ıssızlığında, uzaktan geçen bir
arabanın boğuk gürültüsü rüzgârla birlikte kayboldu. Rüz­
gârın yere inişi de gecenin kafurulu kokuları arasına
meyve bahçelerinin parfümünü bıraktı.
«Yalnız bu olsa... Hayır. Düşler, daha fena Hayvan­
lar.»
Çen yineledi sözünü:
«Hayvanlar, özellikle ahtapotlar. Her zaman aklim­
dalar.»
Gecenin büyük boşluklarına karşın, Kiyo kendisini
Çen’in yanında, kapalı bir odanın içindeymiş gibi hisset­
ti.
«Çok uzun zamandır mı sürüyor bu?»
«Çok. Anımsayabildiğim kadar uzaklarda. Birkaç za­
mandır azalmıştı. Ve yalnız bunları anımsıyorum. Ge­
nellikle anımsamaktan nefret ederim. Pek anımsamam
da. Yaşamım geçmişte değil, önüıhdedir benim.»
Sessizlik.
«Korktuğum... korktuğum tek şey uykuya dalmak­
tır. Her gün de uyuyorum.» Saat onu çaldı. Gecenin de­
rinliklerinde birkaç adam Çinlilere özgü kısa havlayış­
larla tartışıyorlardı.
«Veya çıldırmaktan korkuyorum. Gece gündüz bu
ahtapotlar, bütün bir yaşam boyunca. Galiba çıldırınca
insan kendisini hiçbir zaman öldürmezmiş. Hiç bir za­
man.»
«Düşlerin değişmedi mi?»
Çen, Kiyo’nun ne demeye getirdiğini anlamıştı.
«Çang’dan sonra söylerim bunu sana.»
Kiyo yaşamının tehlikede olduğunu ve her gün ya­
şamlarının tehlikede olduğunu bilen insanların içinde
yaşadığının bilincindeydi. Yüreklilik onu şaşırtmazdı. Ama
bu dalgın bir sesle konuşan, zar zor görebildiği arkada­
şında ilk kez olarak ölümün büyüsüyle karşılaşıyordu.
Kendi kaygısı gibi onun sözlerini de sanki gecenin aynı
gücü, kaygının, sessizliğin, yorgunluğun o çok güçlü giz­
liliği yaratmıştı. Bununla birlikte, sesi değişmişti.
«Kaygıyla mı düşünüyorsun bunu?»
«Hayır. Şeyle...»
Bir an duraladı.
«Sevinçten daha güçlü bir sözcük arıyorum Çince
de bile yok. Bir topyekün huzur. Bir cins... Nasıl diyor­
sunuz? Şeyden... Bilemeyeceğim... Daha derin anlamlı
ancak bir şey var. İnsandan daha uzak, şeye daha yakın,
afyon bilir misin?»
«Hiç anlamam.»
«Biraz zor anlatabilirim sana öyleyse. Şu sizin dedi­
ğinize daha yakın. Evet. Daha yoğun. Derin. Hafif de
değil. Aşağıya doğru bir yön vermeydi bu...»
«Bir düşünce mi veriyor bunu sana?»
«Evet, kendi ölümüm.»
Hep aynı dalgın sesti bu. «Kendini öldürecek,» diye
düşündü Kiyo. Böyle canla başla mutlak peşinde koşan-
ların onu duygudan başka bir yerde bulamadıklarını çok
işitmişti babasından. Mutlak susuzluğu, ölümsüzlük su­
suzluğu, yani ölümden korku. Çen bir korkak olmalıydı.
Fakat bütün mistikler gibi mutlağın bir an içinde yaka­
lanabileceğini hissediyordu. Ve kuşkusuz baş döndürücü
bir sahip olma ile kendisini bağlayacak ana yönelmeyen
her şeye karşı duyduğu küçümsemenin nedeni buydu.
Kiyo’nun göremediği bu insan kalıbından kör bir güç
yayılıyor ve ona egemen oluyordu. Yazgıyı oluşturan bi­
çimlenmemiş maddeydi bu. Şimdi sessiz ve kendi kor­
kunç hayallerine dalıp gitmiş duran bu arkadaşında çıl­
gınca ama aynı zamanda kutsal bir şeyler vardı. İnsan-
dışı bir şeyin varlığında her zaman olan kutsal bir şey­
ler. Çang’ı belki de kendisini öldürtmek için öldürecekti.
Karanlıkta bu iyicil dudaklı ince yüzü yeniden görebil­
meye çabalayan Kiyo da kendi benliğinde Çen’i uykunun
ahtapotlarına ve ölüme sürükleyen temel kaygıyı duyu­
yordu.
Kiyo ağır ağır, «Benim babamın düşüncesine göre,»
dedi. «İnsanın derinlikleri kaygıdır, kendi öz yazgısının
bilincidir. Bütün korkular, ölüm korkusu da hep buradan
doğarlar. Ama afyon insanı bundan kurtarır ve anlamı
da budur afyonun.
«İnsan benliğinde her an korkuyu bulur. Yeterince
dibe inmek yeterlidir bunun için. Ne mutlu ki eyleme
girişmek de mümkün. Moskova ister onaylasın ister o-
naylamasın, beni ırgalamaz bu. Hiçbir şey bilmezden
gelmek en kolayıdır. Ben gideceğim. Sen, kalıyor musun?
«Her şeyden önce Possoz’u görmek istiyorum. Sen de
gidemezsin. Vizen yok.»
«Kesinlikle gideceğim.»
«Nasıl?»
«Bilmiyorum, ama gideceğim. Elbette gideceğim.»
Aslında Kiyo bu işte Çen’in iradesinin çok küçük bir
rol oynadığını hissediyordu. Şayet yazgı bir yerlerde ya­
şıyorsa, bu gece burada, yanı başındaydı.
«Çang’a suikastı senin hazırlamanı bunca önemli mi
buluyorsun?»
«Hayır ama yine de bir başkasına bırakmam bu işi.»
«Çünkü ona güvenemezsin değil mi?»
«Çünkü sevdiğim kadınların başkalarının kollarında
olmasından hoşlanmam.»
Bu sözler Kiyo’nun unutmuş olduğu bütün acıları
canlandırdı. Birden kendisini Çen’den ayrılmış hissetti.
Irmağa varmışlardı. Çen kıyıya bağlı sandallardan biri­
nin ipine kesti ve kıyıdan açıldı. Artık Ki'yo onu göremi-
yordu bile. Ama kıyıya vuran suyun kıpırtılarını bastı­
ran düzgün aralıklı kürek şapırtıları duyuyordu. Tedhiş­
çileri tanıyordu: Birbirlerine soru sormazlardı, bir gru­
ba bağlıydılar. Öldürücü böceklerdi bunlar. Bir eşek arı­
sı kovanına bağlı yaşarlardı. Ama Çen, adımlarını de­
ğiştirmeden, düşünmeye devam ediyordu o. Kiyo liman
müdürlüğüne doğru yöneldi. «Gemisini yola çıkarken
durduracaklar...»
Ordunun koruduğu büyük oinalara vardı. Komintern’
le karşılaştırılınca boş gibiydi bunlar. Koridorlarda as­
kerler uyuyorlar ya da kâğıt oynuyorlardı. Kolayca bul­
du arkadaşım. Possoz’un tostoparlak, babacan bir sura­
tı, kırmızı damarlı yanakları, uçları düşük kırlaşmış bı­
yıkları vardı. Hâki bir elbise giymişti. La Chaux - de -
Fonds’lu eski bir anarşist - sendikalist işçiydi. Savaştan
sonra Rusya’ya gitmiş ve orada Bolşevik olmuştu. Kiyo
onu Pekin’de tanımıştı ve ona güvenirdi. Sakince el sıkış­
tılar. Han - Keu’dan gelen ziyaretçilerin en olağanıydı.
«Boşaltma işçileri geldi,» dedi bir asker.
«Getir onları buraya.»
f Asker çıktı, Possoz Kiyo’ya doğru döndü:
«Evlat görüyorsun ya, boş oturuyorum. Liman mü­
dürlüğü 300 gemi tahmin etmişti ama 10 tane bile yok..»
Liman açık pencerelerin altında uyukluyordu, düdük
sesi yoktu. Salt, kıyıya, iskeleye vuran suyun hışırtısı işi­
tiliyordu. Odanın duvarları üzerinden büyük ve parlak
bir ışık geçti. Top çekerlerin farları ırmağı tarıyorlardı.
Bir ayak sesi işitildi.
Possoz tabancasını kılıfından çıkardı masanın üstü­
ne koydu.
«Kızıl muhafızlara demir çubuklarla saldırdılar,» de­
di Kiyo’ya.
«Kızıl muhafızlar silahlı.»
«Asıl tehlikeli olan, muhafızları öldürmeleri değil,
muhafızların da onların tarafına geçmesiydi evlat.»
Farm ışığı yine geldi dipteki beyaz duvara onların
kocaman gölgelerini çıkarttı, ve tam boşaltma işçileri içe­
riye girerken, geceye geri döndü. 4,5,6,7, kişiydiler. Mavi
işçi tulumlarıyla idiler, birinin belden yukarısı çıplaktı.
Kelepçeliydiler. Gölgede hafifçe görülen yüzleri her birin­
de başkaydı, ama hepsinde büyük bir kin vardı. Yanla­
rında, bellerinde Nagant tabancalı iki tane Çinli muha­
fız vardı. Boşaltma işçileri birbirlerine sokulmuşlardı:
Hınçlıydılar ama korkuyorlardı da.
Possoz Çince olarak, «Kızıl muhafızlar işçidir,» dedi.
Sessizlik oldu.
«Muhafız oldularsa, kendileri için değil devrim için
oldular.
«Ve yemek yemek için,» dedi boşaltıcılardan biri.
«Yiyeceklerin savaşanlara gitmesi doğru değil mi?
. Siz olsanız ne yapacaksınız onlarla? Kumar oynarsınız.»
«Herkese vereceğiz biz.»
«Daha şimdiden bazıları için yiyecek yok. Proleter­
ler yanılsalar bile, hükümet onlara hoşgörülü davranma­
ya kararlı. Şayet kızıl muhafızlar her yerde öldürülse-
ler, generaller ve yabancılar eskiden olduğu gibi iktidarı
alırlar. Görüyorsunuz. Amacınız ne sizin? Böyle mi ol­
sun istiyorsunuz?»
«Önceden karnımız doyardı hiç olmazsa.»
«Hayır,» dedi Kiyo işçilere. «Önceleri karnımız doy­
mazdı. Bunu iyi bilirim ben. Doklarda çalıştım. Gebere­
ceksek adam olmak için geberelim bari...»
Zayıf ışığın takıldığı gözlerin akları belirsiz bir şe-
kilde irileşti. Bu kazak giymiş, Japon’a benzer, Kuzey eya­
letlerinin şivesiyle konuşan ve kuli olduğunu iddia eden
adamı daha iyi görmeye çalışıyorlardı.
«Kuru vaat bunlar,» dedi bir tanesi, yarım ağızla...
«Evet,» dedi bir ötekisi «Her şeyden önce grev yapma­
ya ve açlıktan ölmeye hakkımız var. Kardeşim orduda.
Niçin asker birliklerinin kurulmasını isteyenleri onun tü­
meninden attılar?»
Tartışma ateşleniyordu.
Possoz sordu: «Rus devrimınin bir günde mi yapıldı­
ğını sanıyorsunuz siz?»
Tartışma yararsızdı. Söz konusu, devrimin derinliği­
ni öğrenmekten ibaretti.
«Ruslar canlan ne isterse onu yaptılar.»
«Kızıl muhafızlara saldırmak, cezası idam olan kar-
şıdevrimci bir eylemdir. Bunu bilirsiniz.»
Bir an geçti.
«Sizi serbest bıraksak ne yapardınız?»
Birbirlerine bakıştılar. Karanlık, yüzlerindeki ifa­
delerin görünmesine engel oluyordu. Tabancalara ve
kelepçelere karşın, Kiyo devrimin içinde çok karşılaştığı,
Çin usulü bir pazarlık havasının hazırlandığını hissedi­
yordu.
Mahpuslardan birisi, «İş bulabilecek miyiz?» diye sor­
du.
«Olduğu zaman.»
«Eh biz de beklerken, kızıl muhafızlar karnımızı do­
yurmamıza engel olurlarsa, saldıracağız onlara. Ben üç
gündür hiçbir şey yemedim. Hiçbir şey...»
Daha hiç konuşmamış olanlardan bir tanesi: «İçer­
de yemek yendiği doğru mu?» diye sordu
«Yakında göreceksin.»
Possoz başka bir şey demeden zili çaldı, milisler
gelip, mahpusları götürdüler.
Bu sefer Fransızca olarak «Can sıkıcı tarafı da bu;
içerde besiye çekileceklerini sanıyorlar,» dedi.
«Onları madem buraya getirdin, niçin ikna etmeye
daha çok çalışmadın?»
Possoz bezgince omuzlarını silkti:
«Bak evlât, onları getirttim çünkü, bana hep başka
bir şeyler söyleyeceklerini umuyorum. Ama yine de öte­
kiler var, günde 15, 16 saat çalışıp bir kaışılık bekleme­
yenler var. Ve bunu sükunete varıncaya dek sürdürecek­
ler.»
Possoz gülümsedi ve dişleri, deminki boşaltma işçi­
lerinin gözleri gibi bulanık ışıkta, bıyıklarının altında pa­
rıldadılar.
«Köydeki yaşamına karşın dişlerini böyle koruyabil­
miş olduğun için şanslı sayılırsın.»
«Hayır evlat pek sayılmaz. Çang-Şa’da taktırttığım
takma dişler bunlar. Dişçilerin devrimden pek zarar gör­
müş bir durumları yok. Ya sen? Temsilci misin? Bura­
da ne halt ediyorsun?»
Kiyo ona, Çen’den söz etmeksizin, durumu anlattı.
Possoz gittikçe daha kaygılı, dinliyordu.
«Bütün bunlar evlat, mümkündür. Ve daha fe­
na ya bu yüzden. On beş yıl saat fabrikalarında çalış­
tım ben. Birbirine bağımlı olan çarkların ne demek
olduğunu bilirim. Komintern’e güven yoksa Parti’den ay­
rılmak gerek.
«Komintern’in yarısı sovyetleri kurmamız gerektiği­
ni düşünüyor.»
«Bizi yöneten genel bir çizgi vardır. Onu izlemek ge­
rek.»
«Ya silahları teslim etmek... Bizi proletaryaya ateş
açmaya götüren bir çizgi mutlaka kötüdür. Köylüler top­
rakları alınca, generaller bastırma işinde bir kaç tane
komünist birliği lekelemenin yolunu buluveriyorlar he­
men. Söyle, sen köylülerin üzerine ateş açmayı kabul eder
miydin? Evet mi? Hayır mı?»
«Bak evlâdım, kusursuz insan olmaz. Ben havaya
ateş ederdim. Sanırım, arkadaşlar da aynı şeyi yapıyor­
lardır. Ama bütün bunlar olmasın isterdim. Ama önem­
li olan bu değil.»
«Bak babalık, anla biraz, şurada birisini sana nişan
alırken görüyorum diyelim, sonra biz oturup tabanca
kurşunlarının tehlikesini tartışıyoruz. Çang-Kay-Şek bi­
zi katletmeden duramaz. Müttefiklerimiz olan buradaki
şu generallerle de aynı şey olacak daha sonra. Mantıklı
davranmış olacaklar hem de. Partinin onurunu bile ko-
ruyamadan katlolacağız hepimiz. Her gün bir araba do­
lusu generalle geneleve götürüyoruz zaten onurumuzu,
sanki yeri orasıymış gibi.»
«Herkes keyfine göre davranırsa her şey mahvolur.
Komintern başarıya ulaşırsa herkes «Bravo» diye bağı­
racak, ve haksız da olmayacaklar hani. Ama Komintern’i
çelmelersek, başaramaması yüzde yüz. Ve gereken: onun
başarmasıdır. Evet, komünistlere, köylülerin üzerine ateş
açtırıldığı söyleniyor. Ben de biliyorum söylenildiğini.
Ama emin misin? Sen gözlerinle görmedin böyle oldu­
ğunu, ama buna karşın biliyorum mahsus da yapmıyor­
sun —ama yine de— inanmak görüşünü doğruluyor.»
«Bizim aramızda söyleniyor ya bu, yeter. Altı aylık
uzun araştırmalara girmenin zamanı değil.»
Niye tartışıyorlardı? Kiyo’nun ikna etmek istediği
Possoz değildi. Şanghay’dakilerdi ve kuşkusuz artık ikna
olmuşlardı. Tıpkı kendisinin Han-Keu’yu gördükten ve
biraz önceki sahneden sonra düşüncesinde daha kararlı
oluşu gibi. Artık bir tek isteği vardı: Gitmek.
Çinli bir assubay girdi içeri, yüzünün bütün çizgi­
leri uzunlamasmaydı. Vücudu da fildişinden yapılmış
insan heykellerinin bu dişlerin eğriliğine uyuşları gibi,
hafifçe öne doğru eğikti.
«Gizlice gemiye binmiş biri yakalandı.»
Kiyo bekliyordu.
«Sizden Han-Keu’yu terketme izni aldığını iddia edi­
yor. Bir tüccar, adı Dong-Tiyun.»
Kiyo rahat bir soluk aldı.
«Ben kimseye izin filan vermedim,» dedi.
Yakalanan zenginler herhangi bir memurun adını
veriyorlar, onunla yalnız görüşmeyi başardıkları zaman
da rüşvet vermeyi öneriyorlardı. Bu, hiçbir şey yapma­
dan kurşuna dizilmeye razı olmaktan daiıa akıllıca bir
şeydi.
«Dur biraz.»
Possoz sürmenin altından bir liste çıkardı, birtakım
adlar mırıldandı.
«Tamam, listede yazılı bile. İhbar edilmiş. Polis uğ­
raşsın onunla.»
Assubay çıktı. Liste, bir defter kâğıdı, kurutma kâ­
ğıdının üzerindeydi. Kiyo hep Çen’i düşünüyordu.
Kiyo elini uzattı. On dört tane isim vardı. Çen ihbar
edilmemişti. Onun hemen Han-Keu’yu terkedeceğini Vo-
luguine’nin anlamış olması olanaksızdı. Ama her şeye
karşın gitmesinin mümkün olduğunu bildirmek basit bir
ihtiyat önlemi olurdu. «Komintern Çang-Kay-Şek’i öldür­
menin sorumluluğunu üstlenmek istemiyor ama bu olay
olursa umutsuzca kabullenecek onu,» diye düşündü Kiyo.
Belki de bu yüzden Voluguine’nin yanıtları, böylesine
muğlaktı. Listeyi geri verdi.
«Gideceğim» demişti Çen. Umulmadık gelişi, Volu­
guine’nin geçiştirmeleri, liste... Kiyo bütün bunları an­
lıyordu. Çen’in her hareketi Kiyo’ya adam öldürmeyi
anımsatıyordu. Bu şeyler bile yazgısı tarafından yöne-
tiliyormuş gibi geliyordu. Lambanın çevresinde pervane
böcekleri vızıldıyorlardı. Kimbilir belki Çen de kendi ışı­
ğını salan bir pervane böceğiydi. Kendisini uğruna feda
edeceği ışığı yayan bir pervane... Belki de insanın ta ken-
disiydi. Başkalarının yazgısı asla görülmez miydi aca­
ba? Kendisi de, en kısa zamanda Şanghay’a gitmek, her
şeye karşın birlikleri ayakta tutmak isterken, bir perva­
ne böceği değil miydi acaba? Subay geri geldi. O da bu
sayede Possoz’dan ayrılabildi.
Gecenin huzurunu buldu yine. Bir düdük sesi bile
yoktu. Salt, suyun hışırtısı. Kıyı boyunca, böceklerle çev­
rili sokak fenerleri, vebalı gibi uyuyan kuliler vardı. Şu­
rada burada, kaldırımların üstünde, küçük kırmızı afiş­
ler ve üzerlerinde bir tek sözcük: AÇLIK görülüyordu.
Biraz önce Çen’le birlikde duyduğu gibi, bu gece bütün
Çin’de, Batı’ya doğru, Avrupa’nın yarısına kadar, kendi­
si gibi çekinen, disiplinleri ve arkadaşlarının katledilme­
si arasında hep aynı azapla parçalanan insanların varlı­
ğım duyuyordu. Bu boşaltma işçileri itiraz ediyorlardı
ama anlamıyorlardı. Ama anlayarak bile, burada, bu
kentte bütün batının, dört yüz milyonun ve belki kendi­
sinin de yazgısını beklediği bu kentte, açlığın kaygılı uy­
kusuyla ırmağın kıyısında uyuyan bu kentte, güçsüzlü­
ğün, yoksulluğun, hıncın içinde; fedakârlık yolu nasıl
seçilebilirdi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

11 NİSAN 1927

SAAT ON İKİ OTUZ.

Küçük Gresnevor otelinin barında, CIappique, ceviz


kaplamalar, şişeler, nikeller, bayraklar arasında hemen
hemen yalnızdı. İşaret parmağının ucunda sigara tabla­
sını çevirirken, beklemekte olduğu Kont Şpilevski içeri
girdi. Clappique üzerine arkadaşları için uydurma arma­
ğanlar yazdığı kâğıdı buruşturdu.
«Bu güneşli köyde işler nasıl dostum?»
«Pek parlak sayılmaz. Ama ay sonunda düzelecek
sanırım. Yiyecek satıyorum. Yalnız AvrupalIlara tabii.»
Şpilevski’nin ince ve eğri burnu, saçsız alnı, geriye
taranmış kır saçları ve çıkık elmacık kemikleri çok sade
beyaz giysilerine karşın, kendisine bir kartal görünümü
veriyordu. Taşıdığı monokl ise bu karikatürü daha da
pekiştiriyordu.
«Bütün sorun azizim, yirmi bin frank kadar bir pa­
ra bulmak. ,Bu miktarla, insan onurlu bir yer sağlar ken­
disine bu meslekte.»
«Sizi kucaklayayım dostum. Demek yiyecek ticare­
tinde küçük bir yer, aman... Onurlu bir yer istiyorsu­
nuz. Aferin doğrusu.»
«Sizin... şey... bu kadar önyargı sahibi olduğunuzu
bilmiyordum.»
Clappique gözucuyla «kartala» bakıyordu: Eski «Kra-
kovi kentinin» subaylar arası eskrim şampiyonuna.
«Ben mi? Hay allah kahretsin. Biliyor musunuz o
para bende olsaydı ne yapardım? Şu Sumatra’daki Hol­
landa yüksek memurunu örnek alırdım kendime. Anlata­
yım dostum. Bu adam her yıl evine dönerken, Arabistan
kıyılarından geçermiş. Derken, akima Mekke’nin hâzi­
nelerini soymayı koymuş. (Bunun 1860’larda geçtiğim
söyleyelim.) Hacıların o zamana kadar attıkları altınlar
büyük karanlık mağaralarda saklanırmış. Çok değerli hâ­
zinelermiş bunlar. Ben de bu mahzenlerde yaşamak is­
terdim doğrusu... Neyse, bizim HollandalI mirasa kon­
muş, kalkıp Antiller’e gitmiş. Amacı, korsanlardan bir
çete toplayıp, bir sürü modern silahlarla, çift atımlı tü­
feklerle, kasaturalarla milleti gafil avlayıp Mekke’yi ele
geçirmekmiş. Mürettebatı gemiye yüklemiş, oraya götür­
müş.»
PolonyalInın daha çok suç ortaklığını andıran mera­
kından yararlanarak işaret parmağını dudağına götürdü.
«Derken, tayfalar ayaklanmışlar, bizimkini gebertip,
denizlerden birinde korsanlığa başlamışlar. Bu gerçek bir
öyküdür, üstelik ahlaki yönü var. Ama, diyordum ki, yir­
mi bin frank bulma işinde bana güveniyorsan eğer, de­
lilik derim buna. Bazılarını gidip görmemi istiyorsan, ya
da buna benzer bir şeyi; yaparım. Öte yandan her dala­
vere için sizin şu nemrut polise para vermem gerekiyor,
başkası olacağına sizin olmanızı yeğlerim Ama evler ya­
narken, adamlar afyonla, kokainle ilgileniyorlar işte.»
Sigara, tablasını yeniden döndürmeye başladı.
Şpilevski «Bundan sana söz ediyorum,» dedi. «Çünkü
başarmak istiyorum. Herkese açmak zorundayım elbet,
hiç olmazsa biraz daha beklemeliydim... ama size, ge­
lip bu içkiyi ikram etmenizi rica ettiğim zaman, yalnız­
ca size yardımım dokunsun istedim (Sahtekârlıkdı bu.)
Kısacası yarın Şanghay’dan ayrılın.
Clappique «Hah, hah, hah...» diye g’ttikçe incelen
bir kahkaha attı. Bir otomobil kornası, dışardan yankı
gibi, buna karşılık verdi.
«Neden?»
«İşte. Dediğiniz gibi, benim polis iyi iş görür. Gidin
buradan.»
Clappicîue üsteleyemeyeceğini biliyordu. Bir saniye
' için.;, . bunun yirmi bin. frankı almak için bir oyun oldu­
ğunu düşündü. Ama çılgınlıktı bu.
«Yarın savuşmam gerek, öyle mi?»
Bara, içki karıştırıcılarına .nikelaj kaplı çubuklara,
tanıdık eski eşyaları seyreder gibi bakıyordu.
«En geç yarın. Fakat görüyorum ki gitmeyeceksiniz.
Size haber vermiş olayım hiç olmazsa.»
Kararsız bir'minnettarlık duygusu Clappique’e hâkim
olmaya başlamıştı. (Ama, kuşkudan çok kendisine veri­
len öğüdün niteliğini ve kendini tehdit eden tehlikeyi bil-
meyişinden doğan bir duyguydu bu.)
PolonyalI devam etti:
«Düşündüğümden daha şanslı mı olacağım acaba?»
Onun kolunu tuttu. «Gidin, bir gemi sorunu var.»
«Fakat benle bir ilgisi yok bunun.»
«Gidin.»
«Gisors babaya da kancayı takmışlar mı?»
«Sanmıyorum. Daha çok küçük Gisors herhalde. Gi­
din.»
Polonyalı kesin bir dille konuşmuştu. Clappique eli­
ni onunkinin üstüne koydu.
«Şu bakkaliye işi için verecek param olmadığına ger­
çekten üzgünüm. Ama elde birkaç kırık dökük eşyam var.
İki ya da üç heykel, alın onları.»
«Hayır.»
«Niçin?»
«Hayır.»
«Yaa... uzatmak istemiyorsunuz demek, öyle olsun.
Ama neden heykellerimi almak istemediğinizi bilmek is­
terdim.»
Şpilevski ona baktı:
«Benim gibi yaşamış bir insan için, arasıra karşılık
görmeden bu meslek nasıl yapılır bilmem.»
«Karşılık görme zorunluluğu olmayan bir sürü mes­
lek olduğunu pek sanmıyorum doğrusu.»
«Evet, sözgelimi mağazaların ne denli kötü gözetil­
diğini düşünemezsiniz.»
Clappique neredeyse «Ne ilgisi var?» diye soracaktı.
Ama böylesine biribirini kovalayan cümlelerin genellikle
ilginç olduğunu deneylerinden biliyordu. Ayrıca karşı­
sındakini konuşturmak istiyordu. Çünkü, huzursuzluk de­
recesinde sıkılmasına karşın, ona ancak böyle yardım
edebilirdi.
«Mağazaları mı gözetiyorsunuz?»
Onun gözünde Polis, afyondan ve kumarhanelerden
yasadışı vergi toplamakla görevli bir tür entrika ve şan­
taj kurumuydu. İlişkisi olduğu polisler (özellikle Şpilevs­
ki) her zaman yarı suç ortağı sıfatında rakiplerdi. Ama
ele vermekten hem korkar, hem iğrenirdi.
«Gözetmek mi? Hayır pek sayılmaz. Hatta... tam ter­
si.»
«Yaa! Aşırmak mı yani?»
«Bu yalnız oyuncaklar için anlarsınız ya. Küçük oğ­
luma oyuncak alacak kadar param yok artık. Çok kötü
bu. Üstelik hoşnut edebildiğim zaman seviyorum bizim
ufaklığı. Ve onu başka türlü de hoşnut edemiyorum. Çok
zor iş bu.»
«Benim heykelleri alın öyleyse. Hiç olmazsa bir bö­
lümünü.»
«Rica ederim. Rica ederim... Nerede kaldım? Evet,
mağazaya gidiyorum ve diyorum ki (Başını arkaya attı,
alnındaki ve monoklün çevresindeki kasları sıktı, gayet
ciddi bir tavırla) ’Ben mucidim, mucid ve imalatçıyım
tabii, modellerinize bakmaya geldim.’ Bakmama izin ve­
riyorlar. Ben de bir tanesini alıyorum, yalnızca bir tane.
Kimi zaman beni gözledikleri oluyor. Ama pek sık olmu­
yor bu.»
«Ya yakalansanız?»
Cebinden cüzdanını çıkarttı, polis kimlik kartının
üzerini aralayarak Clappique’e gösterdi, sonra yine ka­
pattı ve anlamsız bir işaret yaptı.
«Bazen param olur... Bu arada kovulabilirim de...
Her şey olabilir.»
Clappique kendindeki ciddi, oturaklı adam halini far-
ketmeye başladı. Kendisini hiçbir zaman kişiliğinden so­
rumlu bir insan olarak görmediğinden pek şaşırmıştı.
«Genç Gisors’a haber vermem gerek,» diye düşündü.

SAAT BİR

Çen zamanından önce gelmişti. Koltuğunun altında


bir çantayla rıhtım boyunca yürürken yüzlerine alışık
olduğu AvrupalIlarla bir bir karşılaşıyordu. Bu saatte, he­
men hepsi Şanghay Kulübe ya da komşu otellere, buluş­
maya, içki içmeye giderlerdi. Bir el arkadan yavaşça
omzuna dokundu. Çen birden sıçradı, tabancasının bu­
lunduğu cebe elini attı
«Uzun zamandır görüşmemiştik, Çen... İstersen...»
Arkasına döndü: İlk hocası Rahip Smithson’du bu.
Onun biraz Siyu’luya çalan, güzel Amerikalı çehresini,
şimdi oldukça bozulmuş olmasına karşın, hemen tanıdı.
«Birlikte yürüyelim.»
«Olur.»
Çen güvenlik bakımından, biraz da iş olsun diye, bir
beyazla birlikte yürümeyi yeğlerdi. Çantasında bir bom­
ba vardı. Giydiği düzgün ceket ona zihninin sıkıntıda ol­
duğu duygusunu veriyordu. Kendisine eşlik eden birinin
varlığı bu kılık değiştirme işlemini tamamlıyordu.—
Ve belirsiz bir batıl inancın etkisiyle, rahibi kırmak iste­
miyordu. (Tek mi çift mi olduklarını anlamak için) ara­
baları saymıştı. Sonuç olumlu çıkmıştı. Kendisine kızı­
yordu. Smithson’la konuşursa, sinirinden kurtulacaktı.
Öfkesi rahibin gözünden kaçmamıştı, ama bir anlam
veremedi.
«Hasta mısın Çen?»
«Hayır.»
Eski hocasına sevgi beslemekteydi, ama bu arada
hmç da duyuyordu. İhtiyar onun koluna girdi.
«Senin için her gün dua ediyorum Çen. Söyle, yitir­
diğin inancın yerine ne koydun?»
Ona derin bir sevecenlikle bakıyordu ama, bir baba
sevecenliği değildi bu, kendini ona adamış gibi bir hali
vardı. Çen bocalıyordu.
«Mutlulukla bir alıp vereceği olan insanlardan de­
ğilim ben.»
«Yalnız mutluluk yoktur ki Çen. Bazen huzur, bazen
de sevgi vardır.»
«Hayır benim için yok.»
«Herkes için bu.»
Rahip gözlerini kapadı. Çen, bir körün koluna gir­
miş gibi hissetti kendini.
«Huzur aramıyorum ben. Tam tersini istiyorum.»
Smithson yürümesine devam ederken ona baktı.
«Gururdan sakın...»
«İnancımı bulamadığımı kim söyledi size?»
«Hangi politik inanç dünyanın acısını dile getirir?»
«Acı mı? Dile getirecek yerde azaltmaya çalışırım
ben onu. Sesinizin tonu insancıl duygularla dolu. Acıya
seyirci kalan insancıl duygulardan hoşlanmam ben.»
«Bir başka türlüsü olduğuna emin misin Çen?»
«Anlatması zor. Bir başka türlüsü var. En azından
yalnız ondan meydana gelme değil.»
«Hangi politik inanç ölümü yok edebilir?»
Rahibin ses tonunda soru sorar gibi bir hava yoktu.
Hüzün vardı daha çok. Çen, Gisors’la yaptığı konuşmayı
anımsadı. Ondan sonra bir daha görmemişti onu. Gisors
zekâsını kendi hizmetine vermişti, Tanrının değil.
«Huzuru aramadığımı size söylemiştim.»
«Huzur...»
Rahip sustu, yürüyorlardı.
Sonunda, «Evladım» dedi, «hepimiz ancak kendi acı­
mızı biliyoruz.» Koluyla Çen’inkini sıkıyordu. «Gerçekten
dinsel bir yaşamın, her gün din değiştirmeksizin var ola­
cağına inanıyor musunuz?»
Kaldırıma bakıyorlardı. Artık yalnızca kollarıyla te­
mas halinde değillerdi. Rahip, sözleri bir saplantının yan­
kısıymış gibi bezgin bir tonla «Her gün...» diye yinele­
di. Çen yanıt vermiyordu. Bu adam kendisinden söz edi­
yor ve gerçekleri söylüyordu. Düşüncesini yaşıyor gibiy­
di: Boş bir korkuluktan çok farklıydı. Sol koltuğunda,
çanta ve bomba; sıkmış olduğu sağ koltuğunda «Her gün
din değiştirmek...» Sır niteliğindeki bu itiraf, rahibe ani
ve dokunaklı bir derinlik veriyordu. Suikaste bu kadar
yakınken, Çen kendisini her türlü kuşkuya kaptırıyordu.
«Her gece Çen, Tanrı’ya seni gururundan kurtarma­
sı için dua edeceğim. (Özellikle gece ederim, duaya el­
verişlidir bu vakit). Eğer sana alçak gönüllülük bağış­
larsa, kurtulursun. Şimdi biraz önce rastlamadığım bu
bakışı sende buluyorum, izliyorum onu.»
Çen şimdi sözleriyle değil, acısıyla karşı karşıyaydı.
Oltasına balığın vurduğunu duyan balıkçının sözlerini an­
dıran o son cümle güçlükle yükselen bir öfke yaratmıştı
onda. Ama aynı anda gizli bir acıma duygusunu da yok
edememişti.
«Beni iyi dinleyin,» dedi, «iki saate kadar birini öl­
düreceğim.»
Bu kez gözlerini yol arkadaşına dikti. Titreyen sağ
elini bilinçsizce yüzüne doğru kaldırdı, ceketinin yaka­
sına kenetledi.
«Yine aynı bakışı görebiliyor musunuz?»
Hayır. Yalnızca, yine yalnızdı. Eli ceketinden ayrıl­
dı, onu sallamak istermişçesine Rahibin yakasına yapış­
tı. Rahip elini onun elinin üstüne koydu. Güreşe hazır
iki insan gibi, kaldırımın üstünde, öylece, kımıldamadan
durdular. Geçen biri durdu. Bir beyazdı bu. Dalaşıyorlar
sanmıştı.
Rahip alçak bir sesle «Korkunç bir yalan bu,» dedi.
Çen’in kolu aşağıya düştü Artık gülecek durumda
değildi. Geçen adama «Yalan,» diye bağırdı. Adam omuz
silkti ve uzaklaştı. Çen döndü ve koşarcasına çekip gitti.
Bir kilometre kadar gittikden sonra iki arkadaşını
buldu. Bir tanesinde bomba, öbüründe el bombaları bu­
lunan çantalarını sanki doğrulamak istermişçesine giy­
dikleri işçi giysileri ve ortası yarık fötr şapkalarıyla he­
men göze çarpıyorlardı. Suen —kemerli bir burnu olan,
Kızılderili tipindeki Çinli— hiçbir şeye bakmadan düşü­
nüyordu. Pei... Bu yüz ne kadar yeni yetişkin bir gencin
çehresine benziyordu. Belki de yuvarlak çerçeveli gözlük­
leri bunu daha da belirginleştiriyordu. İlerlediler, iki-
Cumhuriyet caddesine geldiler. Cadde hepsi açık olan
dükkanlarıyla, kapalı olan göğün altında canlı gibi du­
ruyordu.
Çang-Kay-Şek’in arabası caddeye dikey dar bir yol­
dan gelecek, dönmek için yavaşlayacaktı. Arabanın geli-

İnsanhk Durumu / F: 9 129


şini görmek, yavaşladığı anda bombayı atmak gerekti.
Her gün bir ,bir çeyrek arası geçerdi. General yemeğini
AvrupalI usulü yerdi. Öyleyse sokağı gözetieyenin araba­
yı görür görmez ötekilere işaret vermesi gerekiyordu. Dük­
kanı sokağa bakan bir antika satıcısının olması bu işi
kolaylaştıracaktı. Yeter ki adam polis olmasın. Çen so­
kağı kendisi gözetlemek istiyordu. Pei’yi caddeye, araba­
nın çizeceği eğriyi tamamlayıp hızlanmaya başlayacağı
noktaya koydu. Suen’i biraz daha uzağa. Kendisi ise öte­
kileri yarıp ilk bombayı atacaktı. Eğer araba, isabet al­
sın almasın, durmazsa, ötekiler kendi bombalarını ata­
caklardı. Araba duracak olursa ona doğru ilerleyecek­
lerdi. Sokak arabanın dönmesine el vermeyecek kadar
küçüktü. İşte bu noktada bir başarısızlık söz konusu ola­
bilirdi. İsabet ettirilmezse muhafızlar basamak üzerinden
ateş açıp herhangi birinin yaklaşmasını engelleyebilirlerdi.
Çen’le arkadaşlarının şimdi ayrılması gerekiyordu.
Kalabalık arasında arabanın geçtiği yol boyunca hiç kuş­
kusuz hafiyeler vardı. Küçük bir Çin barından Pei Çen’
in işaretini gözleyecekti. Suen daha uzakta Pei’nin çık­
masını bekleyecekti. En azından üçünden biri ölecekti
belki. Çen olacaktı bu kuşkusuz. Birbirlerine tek kelime
etmeye cesaret edemediler, hatta el bile sıkışmadan ay­
rıldılar.
Çen antikacı dükkanına girdi. Kazılardan çıkan bronz
öteberilerden görmek istediğini söyledi. Satıcı çekmece­
lerden birinden mor satenden küçük küçük kutular çı­
kardı. Küp biçimindeki kutularla dolu elini masaya in­
dirip, üstündekileri birer birer dizmeye başladı. Bir Şang-
haylı değildi. Bu adam Kuzeyli ya da Türk.stanlı biı Çin­
liydi! Bıyıkları, seyrek ama bulanık görünen sakalları,
çekik gözleri ve dalkavukça bir ifade taşıyan ağzı aşağı
sınıftan bir müslüman nitelikleriydi. Ama, bir tekenin
çehresini andıran, basık burunlu çıkıntısız yüzü aym
özellikleri taşımıyordu.
Generalin geçtiği yerde üzerinde bomba bulunan bir
adamı gammazlayan bir kimse yüklü bir para sahibi olur,
çevresinden saygınlık görürdü. Ve bu zengin burjuva da
Çang-Kay-Şek’in içten bir yandaşı olabilirdi.
«Uzun zamandan beri mi Şanghay’dasınız?» dedi a-
dam Çen’e.
Ne olabilirdi bu garip delikanlı? Sıkıntılı hali, ser­
gilenen eşyalara karşı ilgisizliği adamı kuşkulandırıyor­
du. Belki de AvrupalIlar gibi giyinmeye alışık değildi.
Çen’in geniş dudakları küçük profiline sağlam ve sevim­
li bir hava veriyordu. Memleketin içlerinden bir köylü­
nün oğlu muydu yoksa? Ama zengin çiftçiler bronz eşya
koleksiyonu yapmazlardı. Yoksa bir AvrupalI için mi alı­
yordu? Bu getir götür işleri yapacak bir tip değildi. Ama­
tör olduğunu düşünürsek, gösterilen eşyalara karşı ka­
yıtsızlığı bunu doğruluyordu. Başka bir şey düşünür gibi
bir hali vardı.
Çünkü Çen sokağı gözlemeye başlamıştı bile. Dük­
kandan 200 metre ilerisini görebiliyordu. Acaba kaç da­
kika süreyle arabayı görebilecekti? Ama bu aptalın me­
raklı bakışları altında nasıl hesaplayabilirdi bütün bun­
ları? Her şeyden önce yanıt vermek gerekti adama. Şim­
diye dek olduğu gibi sessizce durmak aptalca bir davra­
nış olacaktı.
«Memleketin içlerinde oturuyordum. Savaş yüzünden
kaçmak zorunda kaldım,» dedi.
Öteki yine bir şeyler soracaktı. Çen adamı kuşku­
landırdığını seziyordu. Satıcı ise onun ilk kargaşalıktan
yararlanıp soymak amacıyla dükkanı incelemeye ¿elmiş
birisi olabileceğini düşünüyordu. Ama değerli paralarla
ilgilendiği yoktu. Yalnızca birkaç bronz eşya, tilki başlı
tokalar ve ucuz olan fiyatlardı delikanlının dikkatini çe­
ken. Japonlar tilkileri severler ama bu müşteri Japon
değildi. Ustaca sorular sormaya devam etmeliydi.
«Houpe’de oturuyorsunuz herhalde? Merkezi illerde
yaşam çok güçleşmiş diyorlar.»
Çen işitmezlikten gelmeyi düşündü. Daha fazla ga­
rip görüneceği korkusuyla cesaret edemedi buna. Yalnız­
ca «Artık orada oturmuyorum» demekle yetindi
Ses tonunda, cümlelerin yapısında Çince olmakla
birlikde sert ve kesin bir hava vardı. Düşüncesini alışıla­
gelen dolambaçlı anlatım yollarına sapmadan en kısa
yoldan anlatıyordu. Fakat aklına pazarlık yapmak geldi.
Mezarlarda çok bulunan tilki başlı tokalardan birini gös­
tererek sordu:
«Kaça?»
«On beş dolar.»
«Sekiz versem?»
«Bu nitelikte bir eşyaya mı? Bunu nasıl düşünebilir­
siniz? Düşünün ki maliyetim tam on dolar. Kârımı siz
takdir edin.»
Çen yanıt vereceği yerde, küçük bir masaya otur­
muş olan Pei’ye bakıyordu. Gözlük camlarında ışık pırıl­
tısı vardı. Antikacının vitrin camları yüzünden Çen’i gö-
remiyordu herhalde. Ama çıkarken görürdü.
Sonunda uzun uzun düşünüp de kararını veriyormuş
gibi:
«Dokuz dolardan fazla vermeyeceğim, hatta bu bile
çok benim için.»
Bu tür tekerlemeler olağan olduğundan rahatça söy­
leyebiliyordu.
Antikacı «Bugün ilk işim bu,» dedi. «Bir dolarlık kay­
bı kabul etmek gerekecek herhalde. Çünkü siftahın uğu­
runa inanırım.»
Sokak tenhaydı. Uzakta bir çekçek arabası karşıdan
karşıya getti. Bir tane daha. İki adam çıktılar. Bir kö­
pek', bir bisiklet. Adamlar sağa saptılar. Çekçek geçmiş­
ti. Sokak yeniden tenhalaşmıştı. Bir köpekden başka
kimse kalmamıştı.
«Ama dokuz buçuk veremez miydiniz?»
«Sizden hoşlandığımı belirtmek için, *vet.»
Porselenden bir tilki daha: Yeni bir pazarlık daha.
Son satın aldığı eşyadan beri daha fazla güven uyan­
dırmaya başlamıştı.
Düşünme fırsatı kazanmıştı. Öyle ya vereceği fiya­
tı, malın niteliğine uygun düşecek olan miktarı düşü­
nüyordu. Bu önemli karar anında rahatsız edilemezdi.
«Bu yolda araba saatte kırk kilometreyle gider. Bu daki­
kada iki kilometreden fazla yapar. Demek bir dakika­
dan daha az bir zaman göreceğim onu. Az bu Pei’nin
gözlerini bu kapıdan ayırmaması gerek artık.» Geçen ara­
ba yoktu. Yalnızca birkaç bisiklet. Yeşim taşından bir ke­
mer tokası üzerine pazarlık ediyordu. Düşünmesi gerek­
tiğini söyleyerek fiyatı kabul etmedi. Tezgâhtarlardan
biri çay getirdi. Çen, küçük, kristal bir tilki başı satın
aldı. Fiyatı yalnızca üç dolardı. Ama yine de satıcının
güvensizliği tam anlamıyla yok olmamıştı.
«Başka mallarım var. Üzerinde çok güzel tilkiler olan
hakiki parçalar. Yalnız çok pahalı. Malları da mağazamda
bulundurmuyorum. Ama bir başka zaman gelebilirseniz...»
Çen bir şey söylemiyordu.
«Gerekirse tezgâhtarlarımdan birini yollayabilirim.»
«Pahalı eşyalarla ilgilenmiyorum. Ne yazık ki pek
zengin değilim.»
Demek bir hırsız değildi. Malları görmeyi bile arzu­
lamıyordu. Antikacı bir mumya yapıcısı niceliğinde, ye­
şim taşından bir kemer tokasını yeniden gösteriyordu.
Fakat jelatinsi kadife gibi dudaklarından dökülen söz­
cüklere şehvani gözlerine karşın, müşterisi ilgisiz duruyor­
du. Çok uzaklardaydı sanki. Halbuki tokayı seçen o idi.
Pazarlık bir çeşit işbirliğidir. Aş gibi. Satıcı bir tahta
parçasıyla sevişiyordu adeta. Bu adam neden satın alı­
yordu? Birden tahmin ediverdi: Çapey’deki Japon fahi­
şeler tarafından safça kandırılan zavallılardan biriydi.
Tilkiye taparlar kadınlar. Bu müşteri ya bir garson kıza,
ya da sahte bir geyşaya alıyordu bunları. Kendine alma­
dığı için de bu kadar kayıtsızdı. (Çen arabanın gelişini,
çantasını nasıl hızla açacağım, içinden bombayı çıkarıp
atacağını düşünmekten alamıyordu kendini). Ama gey­
şalar kazı eşyalarını sevmezler. Belki bazen küçük tilki­
ler için istisna yaparlar. Delikanlı ayrıca bir porselen,
bir kristal eşya satın almıştı.
Küçük kutular, kapalı açık, masanın üzerine yayıl­
mıştı. İki tezgâhtar dirseklerine dayanmış bakıyorlardı.
Genç olanı Çen’in çantasına abanmış olduğu yerde sal­
lanırken çantayı masanın dışına doğru sürüklüyordu.
Bomba çantanın sağ yanında masanın kıyısına üç san­
timetre uzaklıktaydı.
Çen kımıldamıyordu. Sonunda kolunu uzattı, çanta­
yı büyük bir serinkanlılıkla kendine çekti. Adamlardan
hiçbiri ne ölümü ne de yarım kalan suikastı hissetmiş­
lerdi. Yalnızca bir tezgâhtarın salladığı bir çanta ve onu
kendine çeken sahibi. Ve birden her şey Çen’e son dere­
ce kolay göründü. Varlıklar hatta hareketler bile yoktu,
sanki. Hepsi güçlerini kendimiz verdiğimiz için bizi sa­
ran aynı zamanda yadsınabilen düşlerdir. O sırada bir
araba kornası işitildi. Çang-Kay-Şek’in arabasıydı bu.
Çantasım bir silah gibi kavradı. İki küçük paketi
içine atıp çıktı.
Antikacı elinde satamadığı kemer tokasıyla peşinden
geliyordu.
«Bunlar özellikle Japon bayanların sevdikleri yeşim
taşlarıdır.»
Bu aptal defolup gidecek miydi?
«Yine geleceğim.»
Hangi satıcı bunu yutardı. Araba koruyucu Ford’un
arkasında, Çen’e her zamankinden daha hızlı gidiyor gö­
ründü.
«Çekil git...»
Araba üzerlerine gelirken basamaklarda duran iki
dedektifi sarsıyordu. Ford geçti. Çantasını açıp elini, ga­
zete kâğıdına sardığı bombanın üzerine koydu. Antikacı
sırıtarak elindeki kemer tokasım açılan çantanın boş gö­
züne kaydırıverdi. Kendisine en uzakta olan gözdü bu.
Böylelikle Çen’in iki kolunu da engellemiş oluyordu.
«Ne verirseniz verin.»
«Çekil git diyorum.»
. Bu bağırışa şaşırıp kalan antikacı Çen’e baktı. Onun
da ağzı açıktı.
«Rahatsız mısınız?»
Çen artık hiçbir şey görmüyordu. Kendisini bayıla­
cakmış gibi hissediyordu. Araba geçmekteydi. Antikacı­
nın yaptığı hareketten zamanında sıyrılamamıştı.
Adam, «Bu müşteri fenalaşıyor herhalde...» diye dü­
şündü. Tutmaya çalıştı. Çen bir hamlede önüne uzanan
bu iki kolu yere itti. Koşar adımlarla ilerlemeye başladı.
Satıcı acıdan olduğu yerde kalakaldı.
Sonra, «Tokam, tokam gitti...» diye bağırmaya baş­
ladı.
Toka hâlâ çantadaydı. Çen ne olduğunu anlamıyor­
du. Kaslarından her biri en ince sinirleri, bütün caddeyi
kaplayacak ve sonra gökte kaybolup gidecek bir patla­
mayı bekliyordu. Hiçbir şey olmadı. Araba dönmüştü. Hat­
ta Suen’i geçmişti bile. Ve bu alık satıcı da orada duru­
yordu. Beceremediklerine göre tehlike yoktu artık. Öbür­
leri ne yapmıştı?
Çen koşmaya başladı. Antikacı «Tutun hırsızı, ka­
çıyor,» diye bağırmaya başladı. Sokakta başka satıcılar
da belirdi. Çen durumu kavradı. Öfkesinden tokayla ka­
çıp, sonra bu nesneyi kaldırıp bir yere atmayı düşündü.
Ama bir sürü yeni aylak daha yaklaşıyordu.
Tokayı antikacının suratına attığı zaman çantasını
kapamadığını farketti. Araba geçtiğinden beri gelip ge­
çenlerin ve bir serserinin gözü önünde açık duruyordu. Üs­
telik de kâğıdından sıyrılmış olan bomba görülebilir du­
rumdaydı. Sonunda dikkatle kapadı çantayı. (Az kalsın
olanca hızıyla yapacaktı bunu) bütün gücüyle sinirlerine
karşı mücadele ediyordu. Antikacı çarçabuk dükkânına
döndü. Çen yoluna devam etti. Pei’nin yanına varır var­
maz, «Ne oldu?» diye sordu.
«Ya sen?»
Birbirlerine baktılar, soluk soluğaydılar. Her biri öbü­
rünün konuşmasını bekliyordu. Yaklaşmakta olan Suen,
tereddüt ve gevşeklik dolu bir hareketsizliğe saplanmış
olan arkadaşlarını, arka plandaki silik evlerin üzerinden
yandan görüyordu. Bulutlara karşın çok güçlü gelen ışık
Çen’in bir saf atmaca görünümündeki profilini ve Pei’­
nin yuvarlak başını ortaya çıkarıyor, öğleden hemen son­
raki kısa gölgelerine saplanmış bu iki kişiyi aceleyle ge­
lip geçen iş sahibi insanlardan ayırıyordu. Üçü de hâlâ
çantalıydılar. Orada öylece kalmak pek akıllılık olmaya­
caktı. Lokantalar emin değildi. Ve yolda birbirlerine çok
sokulmuşlar, dolayısıyla caddedekilerden ayrılmışlardı.
Niçin hiç bir şey olmamıştı ki?
Çen, «Hemmelrich’lerin oraya gidelim,» dedi.
«Ne oldu?» diye sordu Suen.
Çen olanları anlattı. Pei ise Çen’in antikacıdan yal­
nız çıkmadığını görünce şaşırmıştı. Köşeden birkaç met­
re uzaktaki kendi noktasına yönelmişti. Şanghay’da oto­
mobiller soldan giderler. Araba virajı hep içerden alırdı.
Ve Pei de bombayı yakından atabilmek için sol kaldırım­
da yer almıştı. Oysaki, bu sefer araba hızlı gidiyordu.
Şoför virajı dışardan almış, dolayısıyla öbür kaldırımın
yanından geçmişti. Pei önündeki bir çekçek arabası yü­
zünden otomobilden uzak kalmıştı.
«Ne yapalım çekçek arabası havaya uçsaydı...» dedi
Çen. «Ancak Çang-Kay-Şek’in ölümüyle yaşayabilecek bin­
lerce kuli var.»
«Ama ıska geçerdim o zaman.»
Suen ise bombasını atamamıştı, çünkü arkadaşları­
nın hiçbir harekette bulunmamaları onda generalin içer­
de olmadığı kanısını uyandırmıştı. Sisli, sarıya çalan,
göğün solgunlaştırdığı duvarlar arasında, telgraf telleri
ve süprüntülerle dolu sefil bir sessizlik içinde yürüyor^
lardı.
Çen alçak sesle «Bombalar sağlam» dedi, «biraz son­
ra yeniden deneriz...»
Ama iki arkadaş bitkindi. Birincisinde intihar etme­
yi beceremeyenler bir İkincisini kolay beceremezler. Si­
nirlerin son haddini bulan gerginliği hafiflemişti. İlerle­
dikçe şaşkınlık yerini umutsuzluğa bırakıyordu.
Suen, «Kabahat bende,» dedi.
Pei, karşı çıktı:
«Hayır bende...»
Çen bezmiş bir durumda «Yeter be kesin artık,» di­
ye bağırdı. Bu sefil yürüyüş sırasında düşünüyordu. Böy­
le başlamamalıydılar gelecek sefer. Bu plan kötüydü. Ama
bir başkasını tasarlamak güçtü. Düşünmüştü ki.. Hem-
melrich’in dükkanına geldiler.
Hemmelrich dükkanın gerisinden, biri soru soran,
öteki ise yanıt veren iki kişinin Çince konuşmalarını işit­
ti. Ses tonlarındaki kuşkulu tavır dikkatini çekmişti. «Da­
ha dün burada şiddetli hemoroid sancıları tutmuş gibi
gezinen iki tip görmüştüm,» diye düşündü. «Herhalde ke­
yifleri için geziyor olamazlardı.» Açık seçik işitemiyordu.
Yukarıda ufaklık durmadan ağlıyordu. Ama sesler kesil­
di. Kaldırımın üstündeki gölgeler üç kişi olduklarını gös­
teriyordu. Polis miydi acaba? Hemmelrich ayağa kalktı.
Eski bir boksör olduğunu belirleyen küt burnunun, geniş
omuzunun saldırganlarda uyandıracağı korkuyu düşüne­
rek kapıya doğru ilerledi. Daha eli cebine varmadan
Çen’i tanıdı. Tabancasını çekmek yerine, elini uzattı, ona.
Çen «Haydi tezgâhın arkasına gidelim,» dedi.
Üçü de Hemmelrich’in önünden geçtiler. Adam on­
ları incelemekteydi. Her birinin gerilmiş kolları arası­
na sıkıştırılmış birer çanta vardı.
Kapı kapanır kapanmaz «İşte geldiler,» dedi Çen.
«Birkaç saat için bize konukseverlik gösterir misiniz? Bi­
ze ve çantamızdakilere?.»
«Bomba mı?»
«Evet.»
«Olmaz.»
Yukardaki çocuk ağlamaya devam ediyordu. Keyif
için bağırıyormuş gibi en acı çığlıkları, kimi zaman hıç­
kırıklara kimi zaman da tavuk gıdaklamasını andıran tu­
haf ve dokunaklı seslere dönüşüyordu. Plaklar, sandalye­
ler, cırcır böceği sesleri Yung - Ten - Tan’m katlinden
sonra geldiği günün aynısı idiler. İkisi de o geceyi anım­
samaktan kendilerini alamamışlardı. Çen bir şey söyle­
medi ama Hemmelrich tahmin etti. Sonra, «Bombalar,»
dıdi, «şimdi kabul edemeyeceğim. Eğer bombalar bura­
da bulunursa çocukla kadını öldürürler...»
«Öyleyse Şia’lara gidelim.» İsyanın arifesinde Kiyo’-
nun ziyaret ettiği lamba satıcısıydı bu. «Bu saatte yal­
nızca çocuk vardır orada...»
«Anla beni Çen, çocuk çok hasta. Annesi de pek iyi
değil.»
Elleri titreyerek Çen’e bakıyordu.
«Bilemezsin Çen, serbest olmanın mutluluğunu bile­
mezsin.»
«Hayır, biliyorum.»
Üç Çinli çıktılar.
Hemmelrich «Allahım, Allahım... Hiç onun yerinde
olmayacak mıyım?» diye düşünüyordu. Kendi kendine
durmadan küfür ederek odaya doğru çıkıyordu. Çinli ka­
dın oturmuş, yatağa gözlerini dikmişti. Arkasına hiç dön­
medi.
«Hanım bugün iyi davrandı bana. Canımı hiç yak­
madı,» dedi çocuk.
Hanım: May idi. Hemmelrich anımsıyordu. «Mastro-
idite dostum, kemiği kırmak gerek,» Çocuğun daha he­
nüz bir bebekken yaşamdan aldığı bütün nasip acı çek­
mekti. Ona açıklamak gerekiyordu, ama neyi?
Tıpkı babasınınki gibi değerli ve ince bir yaşam ta­
rafından ödüllendirilmek için surat kemiklerinin kırdı-
rılmasmın yeğ olduğunu mu? Yirmi yıldır «Kahpe genç­
lik» demişti. Daha ne kadar zaman vardı «Kahpe ihtiyar­
lık» demeye? Yaşamın bu iki mükemmel deyimini çocu­
ğa devretmeye?..
Geçen ay kedinin ayağı çıkmış. Çıkan ayağı yerleş­
tirebilmek için feryat edip debelenen hayvanı tutması
gerekmişti Çinli veterinerin. Hayvan bir şey anlamıyor­
du. Hemmelrich onun kendisine işkence ediliyor sandı­
ğını hissediyordu. Ve kedi bir çocuk değildi ki... «Canımı
hiç acıtmadı» desin...
Aşağıya indi. Sokaklarda üzerlerine büyük bir ola­
sılıkla köpeklerin üşüştüğü leşlerden çıkan koku mağa­
zaya silik bir güneşle birlikte giriyordu. «Acıdan başka
bir şey yok,» diye düşündü. Onları kabul etmeyişini bağ-
ğışlayamıyordu. İşkence sırasında sırları ele veren bir a-
dam gibi, yine aynı şekilde davranacağım biliyor ama
bunu kendine yediremiyordu.
Gençliğine ihanet etmiş, isteklerine, düşlerine ihanet
etmişti. Nasıl ihanet etmezdi? «Önemli olan yapabilece­
ği şeyi istemekti.» Kendi ise yapamayacağı şeyi istiyor­
du ancak. Çen’e barınacak bir yer vermek ve onla çık­
mak. Çıkmak... Kendini doğduğundan beri zehirleyen,
hatta çocuklarım bile zehirleyecek olan bu korkunç ya­
şamı bomba ya da herhangi bir şiddet hareketiyle yok
etmek. Özellikle çocuklarını zehirleyecekti yaşam Kendi
acısını kabul edebilirdi. Fakat çocuklarınkini, hayır...
May «Hasta olduğundan beri çok zekileşti,» demişti.
Çen’le çıkmak. Çantalarda saklı bombalardan birini
alıp atmak. Mantıklı bir işti. Hem de yaşamda şimdiye
kadar anlamı olan tek iş. Otuz yedi yaşındaydı. Belki
daha otuz yılı vardı. Fakat nasıl yaşamak için? Stfale-
tini You-Yu-Suen’le paylaştığı emanet bırakılmış bu plak­
larla mı? Ne onun ne de öbürünün yaşamasına yetmiyor­
du. Bir de yaşlanınca... Otuz yedi yaş... «Anımsayabildi­
ğim kadar» derler insanlar. Ama onun anımsayabileceği
bir şey ytfktu. Bir uçtan öbür uca yoksulluktu hepsi.
Kötü bir öğrenciydi. Okula bir gün gider, bir gün
gitmezdi. Annesi daha rahat içebilmek için işlerini ona
yaptırırdı. Fabrikada önemsiz işlere bakardı. Askerde ita­
atsizliğinden ötürü hep hapiste yatmıştı. Ve sonra savaş.
Krm için? Ne için? Ülkesi için mi? Belçikalı değildi: Se­
fildi. Fakat savaşta pek fazla çalışmadan karın doyura­
biliyordu insan. Sonra terhis olup bir vapurun güvertesin­
de Hindiçin’e gelmişti. Buranın iklimi elsanatlarına pek
el vermez. Ama özellikle dik kafalı olarak bilinen kimse­
lerin dizanteriden ölüp gitmelerine el verir... Şanghay
tía ise başarısızlığa uğramıştı. «Bombalar, yarabbim bom­
balar...»
Karısı vardı. Hayatta ona verilen tek şey. On iki
dolara satılan kadm. Alıcısı tarafından artık hoşuna git­
mediği gerekçesiyle terkedilince sırf karnını doyurmak
ve barınmak için korkuyla Hemmelrich’in evine gelmiş­
ti Önceleri uyuyamıyor. AvrupalIların sürekli sözü edi­
len fenalıklarını bekliyordu ondan. Hemmelrich ona iyi
davranıyordu. Gittikçe korkusundan sıyrılan kadın, has­
talandığında ona . bakmış onun yerine çalışmış, çaresiz
öfke krizlerine katlanmıştı. Hemmelrich’e kör ve acı çe­
ken bir köpeğin sevgisiyle bağlanmıştı. Çünkü onun da
fcır başka kör ve acı çeken köpek olduğundan kuşkulanı­
yordu. Şimdi bir de çocuk vardı ortada. Ona ne yapabi­
lirdi? Ancak doyurabilmekten başka... Ancak çektirece­
ği acı için güç bulabiliyordu. Dünyada, gökteki yıldızlar­
dan çok dert vardı. Ama bu acılardan en kötüsünü o bu
kadına çektirebilir; ölerek onu terkedebilirdi. Şu komşu-
lan aç Rus gibi. Irgatlık yapan adam bir gün yoksulluk­
tan canına kıymıştı. Öfkesinden kuduran kadın kendi­
sini bir oda köşesinde dört çocukla bırakıp giden kocası­
nın cesedini tokatlamaya başlamış, çocuklardan biri şöy­
le demişti «Neden dövüşüyorsunuz?» Adam çocuklarının
ve karısının yalnızca ölmemelerini sağlıyordu. Hiçbir şey­
di bu. Hiçten de azdı hatta... Eğer parası olsaydı ve bu­
nu onlara bırakabilseydi, kendisini öldürmekte özgür o-
lurdu. Dünya, sanki bütün ömrü boyunca onu tekmele­
memiş gibi, bir de elinde bulundurabildiği tek onura -öl­
meye. zorla sahip çıkıyordu. Alışkanlığa karşın her rüz­
gâr demetinin kımıldamadan duran güneş üzerinden ge­
tirdiği leşlerin kokularını bütün canlı varlıkların isyanıyla
birlikte içine çekiyordu. Bu kokunun doymuş bir deh­
şetle içine işlediğini farkediyordu. Aklını can çekişen bir
arkadaş gibi gördüğü Çen’e takmıştı. Ve sanki önemi
varmış gibi onun utancı mı, arkadaşlık duygusunun mu
etkisi altında olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Çen ve arkadaşları yeniden caddeyi terketmişlerdi.
Avlular ve sokaklar denetim altında değildi. Generalin
arabası oradan geçmiyordu. Çen başı öne eğik birbirinin
ardından gidip gelen oturaklı ayakkabılarına bakarken
«Planı değiştirmek gerek,» diye düşünüyordu. Ters yön­
den gelen başka bir arabayla Çang-Kay-Şek’in arabasına
çarpmak olur muydu? Fakat bütün arabalara ordu ta­
rafından el konulabilirdi. Kullanacakları arabaya bir el­
çiliğin flamasını takmak da çıkar yol değildi. Çünkü po­
lis: elçiliklerin şoförlerini tanırdı. Yolu bir yük arabasıy-
lı, tıkasalar? Çang-Kay-Şek' her zaman özel koruyucusu­
nun bindiği Ford’un arkasından gelirdi. Kuşkulu bir dur­
durulma olayında, basamaktaki polisler hemen yaklaşa­
na ateş ederlerdi. Çen kulak kabarttı. Bir süreden beri
arkadaşları konuşuyorlardı.
«Birçok general öldürülmek tehlikesiyle karşı karşıya
clduklarını öğrenseler Çang-Kay-Şek’i terkederlerdi. İ-
runç yalnız bizde.»
Suen «Evet,» dedi, «İdam edilenlerin çocukları sıkı
tedhişçiler oluyor.»
«Kalan generaller gelince, Çin’i bize karşı çıkarsa­
lar bile, kanları pahasına yapacaklarından Çin’i büyük
tir hale getirecekler,» diye devam etti Pei.
Suen ve Çen .birlikte, «hayır,» dediler.
Komünistlerin ve özellikle aydınların arasındı mil­
liyetçilerin sayısının ne kadar fazla olduğunu ikisi de bi­
liyordu.
Pei, hemen- yasaklanan dergilerde güçlü, doymuş bir
acılıkta öyküler ve makaleler yazardı. Bunlardan biri
şöyleydi. «Emperyalizm sıkıntıda olduğundan Çin bir lü­
tuf daha dilemekte, burnuna takılan nikel halkanın bir
altın halkayla değiştirilmesini istemektedir.» Öte yandan
bir tedhişçilik ideolojisi kuruluyordu. Onun için komü­
nizm Çin’i yeniden yaşatmanın tek yoluydu.
Suen «Ben Çin’i düzeltmek istemiyorum. Bizimkileri,
cnunla ya da onsuz bir yere getirmeye çalışıyorum. Yok­
sullar, yalnızca onlar için göze alıyorum ölmeyi ve öldür­
meyi...»
Çen yanıt verdi.
«Bombayı atmaya çalıştığımız sürece işler kötü gi­
decek. Başarısızlık olasılığı çok. İşi bugün bitirmek ge­
rek.»
«Başka türlüsü kolay değil ki,» dedi Pei.
«Bir yol var.»
Sarımsı gün ışığının altında alçak ve ağır bulutlar
zor seçilen ama yazgısına boyun eğen kararlı bir hareket­
le onların gidiş yönüne doğru ilerliyordu. Çen düşünmek
için gözlerini kapattı. Ama hâlâ yürüyordu. Arkadaşları,
duvar boyunca her zamanki gibi ilerleyen profile bak­
maktaydılar.
«Bir yol var. Sanıyorum tek yol bu. Bombayı atmak
değil. Bombayla birlikte arabanın altına atılmak gerek.»
Yürüyüş, içinde artık çocukların oynamadığı ykılmış
avlular arasında sürüyordu. Üçü de düşünüyorlardı Gi­
decekleri yere vardılar. Tezgâhtar onları dükkanın arka­
sındaki odaya aldı. Koltuklarındaki çantalarla, lambalar
arasında ayakta bekliyorlardı. Sonunda çantaları yavaş­
ça yere koydular. Suen ile Pei Çinli usulü çömeldiler.
«Neden gülüyorsun Çen?»
Gülmüyordu, gülümsüyordu. Pei’nin duyduğu, kuşku­
nun yarattığı bir alaycılık değildi bu. Şaşkınlıkla bir fe­
rahlık duygusu keşfediyordu kendisinde. Arkadaşlarının
bütün yürekliliklerine karşın, nasıl bir huzursuzluk için­
ce olduklarını biliyordu.
En tehlikeli yoldan da olsa bombaları atmak bir se­
rüvendi. Ölüme karar vermek ise aynı şey değildi. Tam
tersiydi belki. Bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
Tezgâhın gerisindeki bu bölme yalnızca mağazadan sı­
zan gün ışığı ile aydınlanıyordu. Gök kurşuni bir renk-
tf.ydi. Fırtınadan önce görünen kurşuni bir ışık vardı çev-
rtde. Bu kirli sisin içinde, gemici fenerlerinin gaz depo­
ları üzerinde, paraleller, ters soru işaretleri biçimlerinde
ışık oyunları seçiliyordu. Çen’in bir siluet denebilecek ka­
dar seçik olmayan gölgesi...
«Kiyo haklı. Bizim en büyük eksiğimiz harakiri duy­
gusu. Ama kendini öldüren Japon’un tanrılaşma olası­
lığı var. Bu da rezaletin başlangıcı. Hayır. Kan insanla­
rın üzerine düşmeli ve orada kalmalı.»
Suen «Ben sonunda öleceğim bir tek suikaste karar
vermektense, birkaç tanesini başarmayı yeğ tutarım.»
Bununla birlikte, şiddetinin doruğuna ulaşan Çen’­
in sesinde, anlamından çok titreyişinden etkilendiği bir
akım seziyordu.
Çen, «Kendimi otomobilin altına atmam gerek,» diye
yanıt verdi.
Arkadaşlarına hiç bakmadan gidip gelirken, ötekiler
onu, başlarını çevirmeden gözleriyle izliyorlardı. Yerde­
ki lambaya takılıp sendeledi. Duvara tutundu. Lamba
devrildi, kulak tırmalayıcı bir sesle kırıldı. Çen’in yeni­
den doğrulan gölgesi arka sıradaki lambalar üzerinden,
başlarının yukarısında seçiliyordu. Suen, Çen’in kendi­
sinden ne beklediğini anlamaya başlıyordu. Bununla bir­
likte kendinden çekinmekte ya da kestirdiği şeylere kar­
şı cephe almaktaydı.
«Ne istiyorsun?»
Çen, onun bunu bilmediğini farketti. Suen’le değil
de .toplayamadığı düşünceleriyle uğraşıyormuş gibi gel­
di. Sonunda «Bu iş boşa gitmesin,» dedi.
«Sana öykünmeni vaat etmemi mi istiyorsun?»
«Bir vaat değil beklediğim, bir zorunluluk bu.»
Lambalar üzerindeki yansılar siliniyordu. Penceresiz
odada gün batıyordu. Dışarda bulutlar kümeleniyor ol­
malıydı. Çen Gisors’u anımsadı. «Ölüm karşısında böy­
le bir tutku, başkasına dönüşmeyi ister...»
Birden anlayabildi: Suen de anlıyordu.
«Tedhişçiliği bir tür din haline mi sokmaya çalışıyor­
sun sen?»
Bu sözler boş, anlamsızdı. Çen’in onlardan bekledi­
ğini dile getirmek için çok zayıf kalıyordu.
«Din değil, yaşamın anlamı... İnsanın...»
Kendini kasmış, eliyle yoğurma hareketi yapıyordu.
Düşünceleri ise bir soluk gibi nefes nefese idi.
Yoğurmaya devam etti:
«Sıkı sıkı, -bu elin ötekini sıktığı gibi (Bütün gücüy­
le sıkıyordu). Yeterli değil bu. Şey gibi...»
Kırılan lambanın parçalarından birini eğilip aldı.
L'çgen biçiminde parıldayan bir camdı bu. Bir hamlede
elindekini kalçasına batırdı. Kesik kesik çıkan sesinde
vahşi bir kararlılık seziliyordu. İçinde bulunduğu coş­
kunluğa kendini kaptırmaktan çok ona hükmediyor gö­
rünmekteydi. Kesinlikle deli değildi. Öbür ikisi şimdi o-
r.u zarzor görüyorlardı. Halbuki o bütün odayı dolduru­
yordu şimdi. Suen korkmaya başladı.
«Senden daha az akıllıyım Çen. Ama kendim için...
Kendim için... Hayır. Gözümle gördüm. Babamı ellerin­
den asmışlar, efendisinin parayı sakladığı yeri söyleme­
si için hint hurması dalından sopayla karnına vuruyor­
lardı. Oysa öyle bir para yoktu ortada. Bizimkiler için
savaşıyorum ben, kendim için değil.»
«Bizimkiler için, ölümü göze almaktan iyisini yapa­
mazsın. Hiç kimsenin etkinliği ölümü göze almış bir in-
sanınki gibi olamaz. Eğer biz de bunu yapabilmiş olsay­
dık, biraz önce Çang-Kay-Şek’i kaçırmazdık elimizden.»
«Sen, belki senin ihtiyacın var buna. Bilmem...» Bo­
calıyordu. «Kabul etmiş olsaydın bana öyle gelirdi ki, ken­
dimi herkes için değil de...»
«Evet?»
Hemen hemen tümüyle kararmış olan gün ışiğı oda­
da sanki ebediymiş gibi duruyordu.
«...senin için öldürüyorum.»
Sert bir petrol kokusu, Çen’e devrimin ilk gününde­
ki karakol yangınının benzin bidonlarını anımsattı. Ama
her şey geçmişte kalmıştı, hatta kendisini izlemek iste­
mediğine göre Suen bile. Bununla birlikte düşüncesinin
öne sürdüğü tek istek, gücünden bir şey yitirmemişti.
Mahkûm yargıçları, öc alan ırkı yaratmaktı bu. Benli­
ğindeki bu doğum, öbür bütün doğumlar gibi —Kendine
hakim olmaksızın— onu yırtmakta .coşkunluğa sürükle­
mekteydi... Hiç kimsenin varlığına dayanamıyordu artık.
Pei’ye «Sen yazı yazdığına göre anlatırsın bunu,» de­
di. Pei gözlüklerini siliyordu. Çen pantalonunu sıyırdı,
yarayı yıkamadan mendiliyle sardı. Zaten ne için yıka­
yacaktı? İltihaplanacak zaman olmayacaktı ki... Koluna
sapladığı bıçağı anımsayınca içi burkuldu. «Hep aynı şey­
leri yapıyoruz,» dedi.
«Yalnız gideceğim. Ve tek başıma yeteceğim bu ak­
şam.»
Suen, «Yine de bir şeyler ayarlarım ben,» dedi.
«Çok geç olacak...»
Dükkanın önünde Pei, Çen’i izliyordu. Çen yeni yet­
menin gözlükleri elinde sessizce ağladığını gördü. Gözlük
olmayınca bu çocuk yüzü daha fazla insancıl bir havaya
bürünüyordu.
«Nereye gidiyorsun?»
«Ben de geliyorum.»
Çen durdu. Onun hep Suen’in düşüncesinde oldu­
ğunu düşünmüştü. Kapının önünde duran Suen’i parma­
ğıyla işaret etti.
Pei «Seninle geleceğim,» dedi yeniden.
Olabildiğince az konuşmaya çalışıyor, sesi titriyor,
gırtlak kemiği sessiz hıçkırıklarla inip kalkıyordu.
«Hayır, bugün tanık ol.»
Parmaklarıyla Pei’nin kolunu sıktı.
«Tanık ol.»
Ayrıldı. Pei, ağzı açık, kaldırımın üstünde kalmış, ka­
lın gözlüğünün camlarını siliyordu, gülünçtü. Hiçbir za­
man bir insanın bu kadar yalnız olabileceğini düşünme­
mişti.

SAAT ÜÇ.

Clappique Kiyo’yu evde bulacağını düşünmüştü. Ama


hayır, büyük odada kimono giymiş bir çömez, halı üstü­
ne yayılmış krokileri topluyor, Gisors kayınbiraderi Res­
sam Kama ile konuşuyordu.
«Merhaba dostum. Sizi kucaklayayım.»
Sakin bir tavırla oturdu.
«Ne yazık ki oğlunuz burada değil.»
«Beklemek ister miydiniz onu?»
«Bekleyeyim bakalım. Onu görmeye çok ihtiyacım
var. Afyon masasının altındaki şu yeni küçük kaktüs de
ne? Koleksiyon saygıya değer bir hâl alıyor. Fevkalâde
dostum, fevkalâde. Bir tane satın alayım bari. Nereden
buldunuz?»
«Armağandır. Bir saat kadar önce yolladılar bana.»
Clappique bitkinin desteği olan yassı çubuk üzerin­
deki Çince yazıları okuyordu. Kocaman bir sadakat, ar­
kasından üç tane ve ayrıca bir imza: Çen - Ta - Eul.
«Çen - Ta - Eul, Çen. Tanımıyor musunuz? Yazık,
kaktüsten anlayan bir çocuktur.»
Ertesi gün gitmesi gerektiğini anımsadı. Gidiş para­
sını bulmalıydı, kaktüs alacağı yerde, askeri işgal altın­
daki bir kentte sanat eşyalarının satılması olanaksızdı.
Arkadaşları yoksuldu. Ferral’den hemen ödünç para kolay
alınmazdı. Kama geldiği zaman Japon ressamının yala­
ma tekniği ile yaptığı resimlerden satın almakla görev­
lendirmişti onu. Otuz-kırk dolar kadar komisyon alacaktı.
Gisors «Kiyo’nun burada olması gerekiyordu,» dedi.
«Bugün bir sürü randevusu vardı değil mi?»
Clappique, «Randevularını savsaklasa çok daha iyi
yapmış olurdu,» diye homurdandı.
Başka bir şey eklemeye cesaret edemedi. Gisors’un
Kiyo’nun çalışmaları konusunda neler bildiğini bilmiyor­
du. Ama hiçbir soru sorulmamasına alındı.
«Çok ciddi bir iş olduğunu biliyorsunuz.»
«Kiyo ile ilgili her şey ciddidir benim için.»
«Acele dört yüz, beş yüz dolar bulmanın ya da ka­
zanmanın yolları konusunda bir fikriniz var mı?»
Gisors üzgün bir havayla gülümsedi. Clappique onu
yoksul biliyordu. Sanat yapıtlarını satmayı kabullense
bile...
Baron «Kazanalım bakalım şu birkaç doları,» diye
düşündü. Yaklaştı, divanın üstünde yayılı olan resimlere
baktı. Geleneksel Çin sanatını Cezanne ya da Picasso’-
dan olan ilgilerine dayanarak yorumlayacak kadar bil­
gili olmasına karşın bugün nefret ediyordu bu sanattan.
Sıkıştırılan insanlarda huzurun zevki güçlü olmaz. Dağ­
larda kaybolmuş ateşler, yağmurun eskittiği kasaba so­
kakları, karlar üzerinde uzun bacaklı kuşların uçuşları,
hüznün insanı mutluluğa hazırladığı bu dünya... Clappi-
que kapısında kalacağı cennetleri ne yazık ki kolayca
tasarımlıyor, onların varlıklarından sinirleniyordu.
«Dünyanın en güzel kadını,» dedi, «çıplak, tahrik ol­
muş, ama belinde bir bekaret kemeri var. Ferral için, be­
nim için değil... Yerin dibine batsın...»
Resimlerden dört tane seçti. Çömeze adresini yaz­
dırdı.
«Çünkü bizim sanatımızı düşünüyorsunuz. Beriki ay­
nı işe yaramaz,» dedi Gisors.
«Neden resim yapıyorsunuz Kama — San?»
Çömezi gibi kimono giymiş olan yaşlı usta merakla
Clappique’e bakıyordu. Saçsız başında ışık pırıltısı vardı.
Çömez krokileri bırakıp, soruyu çevirdi:
«Üstat diyor ki, ’Önce karım için yapıyorum. Çünkü
onu çok seviyorum.’»
«Sana, ne için değil, neden olduğunu soruyorum.»
«Üstat bunu size açıklamanın zor olduğunu söyledi.
Diyor ki: ’Avrupa’ya gittiğimde müzeleri gezdim, ressam­
larınız ne kadar çok elma, hatta hiçbir anlam taşımayan
çizgiler çizerlerse o kadar çok kendilerinden söz ediliyor.
Benim için önemli olan dünyadır.’»
Kama bir cümle daha söyledi. Ağırbaşlı yaşlı bir ha-
nımınkine benzeyen yüzünde yumuşak bir hava belirdi.
«Üstat, ’bizdeki resim sanatı, sîzdeki iyilikseverlik,
sevgi gibi bir şeydir,’ diyor.»
Mutfak işleriyle uğraşan başka bir çömez pirinç ra­
kılarını getirip çekildi. Kama yeniden konuşmaya baş­
ladı:
«Üstat diyor ki, resim yapmazsa kendisini kör olmuş
gibi hissedermiş, körlükten de ileri, yalnız.»
Baron, bir gözü açık öbürü kapalı, işaret parmağını
Kama’ya doğru uzatarak «Bir dakika» dedi, «Eğer bir
doktor size tedavisi olanaksız bir hastalığa tutulduğunu­
zu ve üç ay içinde öleceğinizi söylese, yine resim yapar
mısınız?»
«Üstat, öleceğini bilse daha iyi şeyler çizebileceğini
söylüyor.»
«Niçin daha iyi?» diye sordu Gisors.
Kiyo’yu düşüncelerinden atamıyordu. Clappique’in
geldiği zaman söyledikleri onu kuşkulandırmaya yetmiş­
ti. Bugün huzurlu olmak hemen hemen bir küfürdü.
Kama yanıtlandırdı, Gisors kendisi çevirdi:
«İki gülümseme var. Biri karımın, öbürü kızımmki.
Onları sonsuzluğa dek göremeyeceğimi düşünür ve üzün­
tüyü daha çok severim. Dünya yazılarımızın karakteri gi­
bidir. Çiçeği gösteren şey çiçeğin kendisidir. (Tablolardan
birisini göstererek) bu kendisinin işaretidir. Her şey işa­
rettir. İşaretten işaret edilene geçmek, dünyayı derinleş­
tirmek, Tanrı’ya yönelmektir. Ona göre ölümün yaklaş­
ması... Bir dakika...»

İnsanlık Durumu / F: 10 145


Kama’ya sordu ve çeviriye devam etti:
«Evet öyle, düşüncelerine göre ölümün yaklaşması,
ona bütün nesnelere canlılık ve hüzün vermesini, bütün
resmettiği biçimlerin daha anlamlı olmasını, ifade ettiği
ve gizlediği şeylerin açığa çıkmasını sağlayacaktır..»
Clappique yazgıyı yadsıyan birisinin karşısında duy­
duğu acıyı hissediyordu. Gisors tercüme ederken o da
bakışlarını Kama’nın çile çekmiş, hoşgörülü yüzünden
ayırmaksızm dikkatle dinliyordu. Dirsekleri vücudunda,
ellerini kavuşturmuş olan Clappique, yüzünde bir zeka
ifadesi belirir belirmez, üzgün ve korkak maymun görü­
nümüne bürünüyordu.
Gisors, «Soruyu pek iyi sormuyorsunuz galiba,» dedi.
Japonca çok kısa bir cümle söyledi. Buraya kadar
sorunun hemen ardından yanıt veren Kama düşündü.
Clappique, «Hangi soruyu sormuştunuz ona?» dedi.
«Doktor, karısının ölüme mahkûm olduğunu söylese
ne yapacağını?»
«Üstat, doktora inanmayacağını söylüyor.»
Rakıları getiren çömez bardakları alıp götürdü. Av­
rupalI giysisi, gülüşü, neşenin garipleştirdiği hareketleri,
saygısına kadar, ondaki her şey Gisors’a bile yabancı ka­
lıyordu. Kama alçak sesle öteki çömezin çevirmediği bir
cümle söyledi.
«Japonya’da gençler asla şarap içmezler,» dedi Gi­
sors. «Bu çömezin sarhoş olması onu çok üzmüş.»
Gözleri daldı. Dış kapı açılıyordu. Bir ayak sesi işi­
tildi. Ama bu Kiyo değildi. Bakışı yeniden kesinleşti ve
Kama’mn bakışlarına dikildi.
«Peki ya karısı öise?»
Bu diyalogu bir AvrupalIyla sürdürebilir miydi? Ama
yaşlı ressam başka bir dünyaya aitti. Yanıt vermeden ön­
ce, dudakları yerine göz kapaklarıyla acı acı gülümsedi.
«İnsan ölümle bile bağlantı kurabilir. Bu belki en
zoru ama yaşamın anlamıdır.
İzin istedi, ardındaki çömeziyle birlikte odasına dön­
dü.
«Tek sözcükle korkunç azizim, korkunç. Terbiyeli bir
hayalet gibi çekip gitti. Biliyor musunuz, genç hayalet­
ler çok terbiyesiz, ihtiyarlar onlara milleti korkutmayı
öğretmekte çok zorluk çekiyorlar, çünkü gençler hiçbir
dil bilmiyorlar. Yalnızca Zip-Zip diyebiliyorlar.»
Durdu. Kapı tokmağı yeniden gıcırdamıştı. Sessiz­
likte gitar sesleri çınlamaya başladı. Sonra sesler kalın­
laştıkça ağırlıklarını koyan bir inişe başladı, bas notalar
geldikçe daha uzun titreşiyorlar, sonunda gösterişli bir
dinginlik içinde yok oluyorlardı.
«Bu da nesi?»
«Shamisen çalıyor. Bir şeye canı sıkıldığı zaman hep
böyle yapar, Japonya’nın dışında bu onun korunmasıdır...
Avrupa’dan döndüğünde ’Şimdi ruh dinginliğini nerede
olsa bulabileceğimi biliyorum’ demiş.»
«Ciddi mi söylüyormuş?»
Clappique sorusunu dalgın bir tavırla sormuştu. Din­
liyordu. Yaşamının belki de tehlikede olduğu bu saatte
Kendisiyle pek sık ilgilenmediği için ciddi bir tehlike
tarafından tehdit edildiğini hissetmemesine karşın müzik
aşkıyla yaşadığı gençliğini, onunla birlikte yok olan mut­
luluğunu anımsatan bu yalın notalar aynı zamanda içi­
ni burkuyordu. Yine bir ayak sesi işitildi. Kiyo içeri gir­
mişti bile.
Clappique’i odasına götürdü. Sedir, masa, sandalye­
den ibaret önceden düşünülmüş yalınlıkta, duvarları be­
yaz bir odaydı bu. İçerisi sıcaktı. Kiyo ceketini sedirin
üzerine attı, bir yelekle kaldı.
Clappique «Bak,» dedi «ciddiye almamakla yanılgıya
düşeceğin bir haber getirdiler bana. Yarın akşam bura­
dan gitmiş olmazsak kendimizi ölmüş bil.»
«Kaynağı kim bu haberin? Polis mi?»
«Kutlarım. Daha fazla anlatamayacağımı söylemeye
gerek yok herhalde. Ama iş çok ciddi. Gemi sorunu orta­
ya çıkmış. Sakin ol ve kırk sekiz saatte savuş.»
«Başardığımıza göre artık bir suç değil bu,» diyecek­
te Kiyo. Sustu. İşçi hareketinin bastırılacağını beklemek­
te olduğu için şaşırmıştı buna. Söz konusu olan bir ko­
pukluktu. Clappique bunu keşfedemezdi. Onu izlemeleri­
ne gelince, Şan-Tung komünistler tarafından ele geçi­
rildiğine göre, Clappique’i de onlarla birlik sanıyorlardı.
«Ne yapmayı düşünüyorsunuz?» dedi Clappique.
«Önce düşüneceğim.»
«İlginç fikir. Peki savuşmak için paran var mı?»
Kiyo gülümseyerek omuzlarını silkti.
«Savuşmaya niyetim yok.»
Bir süre sonra: «Ama aldığınız bilgi yine de önem
taşıyor benim için,» diye sürdürdü.
«Gitmeye niyetiniz yok. Gebertmelerini mi istiyorsu­
nuz?»
«Belki de. Peki siz? Gitmek istiyor musunuz?»
«Niçin kalayım?»
«Ne kadar para gerek size?»
«Üç yüz, dört yüz...»
«Bir bölümünü verebilirim belki. Size yardım etmek
isterim. Ama böylece bana yaptığınız iyiliğin karşılığını
ödüyorum sanmayın.»
Clappique üzgün bir tavırla gülümsedi. Kiyo’nun in­
celiğinden alınmamıştı, ama yine de etkilenmişti biraz.
Kiyo, «Bu akşam nerede olacaksınız?» diye sordu.
«Nerede isterseniz?»
«Olmaz.»
«O zaman Kara-Kedi’de diyelim. Benim paraları çe­
şitli yollardan bulmam gerek.»
«Oldu. Gece klübü ayrıcalık bölgesi üzerindedir. Ya­
ni Çinli polis olmaz. İnsanı kaldırıp götürmeleri bura-
dakinden daha az bir olasılık, çok kalabalık çünkü. On
birle on bir buçuk arası orada olurum. Ama daha son­
ra değil, çünkü hemen ardından başka bir randevum
var.»
Clappique bakışını çevirdi.
«Ve bu randevuyu kaçırmamalıyım. Kara-Kedi kapalı
olmasın sakın?»
«Olur mu hiç... Çang-Kay-Şek’in subaylarıyla dolu
olacak. Onurlu üniformaları, düşmüş kızların vücutları­
na dolanacak. Dansta zarif çelenkler gibi olacaklar. Bu
gerekli manzarayı seyrederek on bir buçuğa kadar bekle-
veceğim.»
«Bu akşam daha fazla bilgi alabilir misiniz acaba?»
«Bakalım.»
«Belki de bana düşünemeyeceğiniz kadar büyük yar­
dımınız dokunmuş olur. Ad olarak bildirilmiş miyim?»
«Evet.»
«Ya babam?»
«Hayır, böyle bir şey olsaydı haber verirdim. Şan -
Tung meselesinde onun bir rolü yoktu.
Kiyo Şan-Tung meselesini değil de, bastırma hare­
ketini düşünmek gerektiğini biliyordu. May - onun rolü
Clappique’i sorguya çekmeyi gerektirmeyecek kadar ö-
nemsizdi. Arkadaşlarına gelince, kendisi tehlikedeyse,
hepsi tehlikede demekti.
«Teşekkür ederim.»
Birlikte geldiler. Anka kuşlarının bulunduğu odada
May, Gisors’a bir şeyler söylüyordu.
«Çok zor bir iş. Eğer Kadınlar pirliği kötü davranış­
lara uğrayan kadınların boşanma hakkını tanırsa, koca­
ları Devrimci Birlik’ten ayrılacak, eğer bu hakkı vermez­
sek, kadınlar haklı olarak bize karşı olan güvenlerini yi­
tirecekler.»
«Kiyo «Bütün bunları ayarlamak için geç galiba,»
dedi.
Clappique dinlemeden gidiyordu.
Gisors’a «Her zamanki gibi cömertlik yapıp, şu kak­
tüsü bana verin,» dedi.
«Bana onu yollayan çocuğa karşı çok sevgim var.
Başka birini seve seve verirdim.»
Küçük, dimdik bir kaktüstü.
«Ne yapalım?»
«Hoşça kalın. Yakında görüşürüz.»
«Hoşça... Hayır, belki de. Güle güle dostum. Yine
görüşürüz. Şanghay’ın varolmayan adamı -—dur, kesinlik­
le var olmayan tek adamı— sizi selamlar.»
Çıktı.
May ve Gisors, Kiyo’ya kaygıyla bakıyorlardı. Kiyo
hemen açıkladı:
«Polisten benim mimlendiğimi öğrenmiş. İki gün i-
çinde sıvışana dek, buradan bir yere ayrılmamamı salık
veriyor. Bu arada bastırma hareketi de yakın. Birinci tü­
menin son alayları da kentten çıktı.»
Komünistlerin güvendikleri tek tümendi bu. Çang -
Kay - Şek de bunu biliyordu. Generale alaylarıyla birlik­
te cepheye gitmesini emretmiş, o da Komünist Merkez
Komitesi’ne Çang - Kay _ Şek’in tutuklanmasını öner­
mişti. Ona zaman geçirmesini, hasta numarası yapma­
sını öğütlemişlerdi. Bu kez bir ültimatom karşısında bu-
luvermişti kendisini. Partinin onayını almadan savaşma­
yı göze alamadığı için, orada yalnızca bir alay bırakma­
yı denemiş ve kenti terketmişti. Onlar da hemen gitmiş­
lerdi.
Kiyo, «Henüz uzakta değiller,» dedi. «Hatta, eğer
kenti uzun süre tutarsak, tümen geri gelebilir.»
Kapı yeniden açıldı, bir burun uzandı, boğuk bir ses
«Baron de Clappique yok artık» dedi.
Kiyo, «Han - Keu’dan hiç haber yok mu?» diye sordu.
«Yok.»
Daha önce Kuzeylilere karşı örgütlediği savaş grup­
lan gibilerini .dönüşünden sonra Çang - Kay - Şek’e kar-
ş] gizlice örgütlüyordu. Komintern her türlü muhalefet
niteliğindeki sözleri reddetmiş ama komünist vurucu güç­
lerin kalmasını kabul etmişti. Kiyo ile arkadaşları mili­
tan gruplarını, şimdi her gün birliklere doğru yönelen
yığınların örgütleyicileri durumuna getirmek istiyorlar­
dı. Ama Çin Komünist Partisi’nin resmi söylevleri, Ku-
omintang’la birleşmek propagandaları onları felce uğra­
tıyordu. Yalnızca Askeri Komite onlarla birlik olmuştu.
Bütün silahlar geri verilmemişti, ama Çang . Kay - Şek,
o aña kadar verilmemiş olan silahların o gün geri veril­
mesini istiyordu. Askeri Komite’nin son bir çağrısı Han-
Keu’ya telgrafla bildirilmişti.
Bu sefer durumun farkında olan yaşlı Gisors kay­
gılıydı. O da Kiyo gibi Çang - Kay . Şek’in komünistleri
ezmeye çalışacağından emindi. Ve yine Kiyo gibi, Gene­
ralin öldürülmesinin gericileri en zayıf noktalarından vu­
racağını biliyordu. Ama komplo niteliği taşıyan şimdiki
eylemlerinden nefret ediyordu. Çang - Kay - Şek’in ölü­
mü, Şanghay’ın yönetimini ele geçirmeden ancak serüve­
ne götürürdü. Komintern üyelerinden kimileri ile birlik­
te, demir ordunun ve Kuomintang’ın komünist kesiminin
Kanton’a dönmesini istiyordu. Orada devrimi bu kente,
çalışmakta olan ve aynı zamanda araç gereç bakımın­
dan destek gören bir silah fabrikasına dayanan kızıllar
Kuzeylilerin yeni bir saldırısı için elverişli bir zamanı
bekleyebilirlerdi. Zaten böyle bir saldırı da, eli kulağında
olan gerici hareket tarafından hazırlanmaktaydı. Top­
rak zaptetmeye gözleri doymayan Han - Keu’nun gene­
ralleri, •Çin’in güneyinde aynı arzuyu beslemiyorlardı.
Çünkü orada bulunan ve Sun - Yat - Sen’in anılarını
temsil edenlere bağlılık duyan birlikler, onları, sürüp gi­
den ve pek az verimli olan bir gerilla savaşı yapmaya
zorlayabilirlerdi. Kızıl ordu, önce Kuzeylilerle, sonra
Çang Kay - Şek’le savaşmak yerine, Kuzeylilerle savaş­
mak işini Çang - Kay - Şek’e bırakmış olacaktı böylelik­
le. Bundan sonra, Kanton’da rastlayacağı düşman han­
gisi olursa olsun, zayıflamış bir güç olacaktı. Gisors: «Eş-
şekler havuçlarına öyle düşkünler ki, şu anlarda, onlarla
havuçların arasına girmezsek bizi ısırmazlar,» diyordu
generaller için. Fakat Çin Komünist Partisi’nin büyük ço­
ğunluğu, belki de Moskova, bu görüşü lıkidatör olarak ni­
teliyordu.
Kiyo, babası gibi, en iyi politikanın Kanton’a dön­
mek olacağını düşünüyordu. Ayrıca yoğun bir propagan­
dayla işçilerin kitleler halinde Şanghay’dan Kanton’a
göç etmelerini hazırlamak istiyordu. (İşçilerin ellerinde
avuçlarında hiçbir şeyleri yoktu). Bu olanaksız değildi
ama çok güçtü, Güney illerinin iş alanları sağlanmış ol­
duğundan, işçi kitleleri Kanton’a hızlı bir sanayileşme
getireceklerdi. Şanghay için tehlikeli bir taktikti bu. İp­
lik dokuma atölyelerindeki işçiler aşağı yukarı nitelikli
elemanlardı. Yeni işçiler yetiştirmek .ücretleri artırma­
dıkça, yeni devrimciler yetiştirmek demekti.
Bu durumda, Ferral «Çin endüstrisinin bugünkü du­
rumunda, böyle bir şey olmaz,» derdi. Şanghay’ı bırakıp
Kanton’a gitmek, 1925’de Hong - Kong’a yapıldığı gibi...
Hong - Kong Kanton’a beş saat uzaklıktadır. Şanghay ise
beş gün. Zor bir girişimdi bu. Kendini öldürtmekten bi­
le güç ,ama daha az aptalcaydı.
Han - Keu’dan döndüğünden beri, gericiler hazırla­
nıyorlardı: Clappique ona bildirmemiş olsa bile, Çang -
Kay - Şek’in komünistlere saldırması halinde durumu o
kadar umutsuz olarak değerlendirirdi ki, her olay, hat­
ta generalin öldürülmesi bile (sonucu ne olursa olsun)
daha elverişli hale gelirdi. Eğer işçi birlikleri silahlandı-
rılırsa, gerektiğinde dağınık bir orduyla savaşmayı dene­
yebilirlerdi.
Yine zil çaldı. Kiyo kapıya koştu. Han - Keu’nun ya­
nıtını getiren haberci gelmişti sonunda. Babası ve May,
bir şey söylemeden, geri gelişine baktılar.
«Silahları gömme emri,» dedi.
Yırttığı mesaj avucunun içinde bir topak haline gel­
mişti. Kâğıt parçalarını yeniden aldı, afyon maşasının
üstüne koydu, parçaları birbirine yaklaştırdı, yaptığı ço­
cukça hareketin karşısında omuzlarını silkti. Basbayağı
silahlan saklamak daha doğrusu gömmek emriydi.
«Hemen oraya gitmem gerek»
«Oraya» dediği Merkez Komitesiydi. Ayrıcalık bölge­
lerinden çıkması gerekiyordu bu durumda. Gisors, bir
şey söylemeyeceğini biliyordu. Oğlu belki de ölüme gidi­
yordu, ama ilk kez olmuyordu bu. Susmak ve acısını içi­
ne atmaktan başka yapacağı bir şey yoktu. Clappique’in,
verdiği haberi çok ciddiye alıyordu. Clappique, Pekin’de
şimdi Çang - Kay - Şek’in polisini yönetmekte olan Kö-
nig adlı Almanı, bağlı bulunduğu Harbiyeliler Birliğinin
kılıçtan geçirileceğini haber vererek ölümden kurtarmış­
tı. Giaors Chpilevski’yi tanımıyordu. Kiyo ile göz göze
gelince gülümsemeye çalıştı. Kiyo da öyle yaptı. Bakış­
ları birbirlerinden ayrılmamıştı. İkisi de yalan söyledik­
lerini biliyor ve bu yalanın da aralarındaki belki en sev­
gi dolu birlik olduğunun farkındaydılar.
Kiyo odaya döndü. Ceketini bırakmıştı orada May
mantosunu giyiyordu.
«Nereye gidiyorsun?»
«Seninle geliyorum Kiyo.»
«Ne yapacaksın?»
May sesini çıkarmadı.
«Birlikte olursak bizi kolay tanırlar ama ayrı olur­
sak öyle değil.»
«Hayır. Neden? Seni bildirmişlerse, ikisi de aynı şey.»
«Bir işe yaramayacaksın.»
«O süre içinde, burada ne işe yarayacağım? Erkek­
ler beklemenin ne demek olduğunu bilmezler...»
Kiyo birkaç adım attıktan sonra durdu. Ona doğru
döndü.
«Dinle May, senin özgürlüğünün söz konusu olduğu
zaman kabul ettim ben bu özgürlüğü.»
May onun neyi imâ ettiğini anladı, korktu: Kendisi
bunu unutmuştu. Nitekim Kiyo daha boğuk bir sesle sür­
dürdü:
«Ve o özgürlüğü almayı becerdin sen. Şimdi de be­
nimki söz konusu...»
«Ama ne ilgisi var bunun Kiyo?»
«Başka birisinin özgürlüğünü tanımak, ona kendi
acısına karşı hak vermektir.»
«Ben ’Başka biri’ miyim Kiyo?»
Genç adam yine sustu. Evet şimdi başka biriydi. Ara­
larında bir şey değişmişti.
May «Demek» diye devam etti, «ben... yani bu yüz­
den tehlikede dahi birlikte olamayacak mıyız? Düşün Ki­
yo, neredeyse öc alıyorsun diyesi geliyor insanın.»
«İnsanın bir şeyi yapmaması ve bu şeyi yararsız ol­
duğu zaman aramaması, iki ayrı iştir.»
«İyi ama, mademki bu kadar alınmışsın, bir metres
tutsaydın kendine. Sonra, neyse. Niçin sana söylüyorum
bunu, doğru değil, bir âşık edinmedim ben. Ayrıca iste­
diğinle yatabileceğini biliyorsun.»
Kiyo acı acı, «Sen bana yetiyorsun,» dedi.
Bakışı May’ı şaşırmıştı. Bütün duygular birbirine
karışmıştı bu bakışta. Ve —en şaşırtıcı olanı— yüzünde,
kendisinin farkında olmadığı kaygı verici bir şehvet ha­
vası vardı.
«Şimdi,» dedi, «istediğim şey yatmak değil. Sana hak­
sızsın demiyorum. Yalnız gitmek istediğimi söylüyorum.
Bana tanıdığın özgürlük, senin kendi özgürlüğün. Hoş­
landığını yapma özgürlüğü... Özgürlük dediğin şey bir
değiş - tokuş değildir. Özgürlüktür.»
«Feragat etmektir...»
Sessizlik oldu.
Genç adamın tartışmadan gideceğini anladı, kapının
önüne geçip durdu.
«Bizi şimdi ayıracaksa, bana bu özgürlüğü vermesey-
din.»
«Benden istemedin ki bunu...»
«Önceden tanımıştın bana.»
Genç adam, «Bana inanmamalıydm» diye düşündü.
Gerçekten bu özgürlüğü hep tanımıştı ona. Ama karı­
sının şimdi haklar üzerinde tartışması onu kendisinden
daha fazla uzaklaştırıyordu. May, acı acı, «Bazı haklar
vardır ki, yalnızca kullanılmamaları için verilirler,» dedi.
«Şimdi sıkıca sanlabilmen için vermiş olsam, bu bile
fena değil.»
Şu an, ölümden fazla ayırıyordu onları. Gözkapak-
ları, ağız, şakaklar, sevecenliğin bütün yerleri, bir ölü­
nün yüzünde görülür ve bu çıkık elmacık kemikleri ise
başka bir dünyanındı. En derin aşkların yaraları olduk­
ça güçlü bir hınç yaratmaya yeterlidir. Ölümün bu ka­
dar yakınında keşfettiği bu düşmanlık evreninde gerili­
yor muydu genç kadın?
«Hiçbir şeye sarılmıyorum, Kiyo, haksızım, hata et­
tim diyelim, nasıl istersen öyle diyelim, ama şimdi, şu
anda hemen seninle gitmek istiyorum. Senden bunu di­
liyorum.»
Kiyo susuyordu.
«Eğer beni sevmeseydin, seninle gelmeme aldırış et­
mezdin... Öyleyse? Neden acı çektirelim birbirimize?»
Sonra «Sanki sırasıymış gibi,» diye devam etti, bez­
gin bir tavırla.
Kiyo, tiksinti uyandıran ve kendisine hiç de yabancı
olmayan birkaç şeytanın kaynaştığını duydu içinde. Genç
kadına vurmak, üstelik de tam aşkından vurmak isteği
duyuyordu. May haklıydı: Eğer sevmeseydi, onun ölmesi
ya da ölmemesi bir şey değiştirir miydi? Belki de şu an­
da ona böylesine karşı çıkmasına yol açan şey, May’ın
kendisini bunu anlamaya zorlamasıydı.
May ağlamak mı istiyordu? Gözlerini kapatmış,
hareketsiz duran yüzüne zıt olarak, omuzlarının ses­
sizce ve durmadan titreyişi, insan mutsuzluğunun ifade­
siydi. Artık onları ayıran yalnızca istenci değil acılarıy­
dı da. Acı onları hem ayırıyor hem birleştiriyordu, bu
yüzden Kiyo yine ona doğru atılmıştı. Genç kadının ba­
kışları —hayranlık duyduğu zamanlardaki gibi— kalk­
maya başlamıştı. Kapalı gözlerin üstünde alnın hareketi
durdu, gözkapakları kapalı duran bu gerili yüz birden
bir ölü suratına benzedi.
May’m yüz ifadelerinden birçoğunu yakından tanıdı­
ğı için aldırmazdı. Ama bu ölü suratına hiç rastlamamış­
tı şimdiye dek. Kapalı gözleri üzerinde uyku değil de ıs­
tırap havası vardı. Ölüm öyle yakındı ki, bu hayal uğur­
suz bir önseziden güç alıyordu sanki. Genç kadın ona
bakmadan gözlerini açtı. Bakışları odanın beyaz duvar­
larında kayboluyordu. Kaslarının bir teki bile kımılda­
madan, bir gözyaşı damlası burnu üzerinden kaydı, ağzı­
nın kenarında asılı kaldı.
«Aç gözlerini.»
May ona baktı:
«Gözlerim açık.»
«Öldün sandım.»
«Ne yapayım?»
May omuzlarını silkti, hüzünlü, yorgun bir sesle sür­
dürdü :
«Ben ölürsem sen de ölebilirsin galiba...»
Kiyo şimdi hangi duygu tarafından itildiğini anlıyor­
du: May’ı avutma isteğiydi bu. Ama onu ancak, kendi­
siyle gelmesine razı olarak avutabilirdi. May gözlerini
yeniden kapatmıştı. Kiyo onu kollarına aldı, gözkapakla-
rmdan öptü. Ayrıldıkları zaman genç kadın «Gidiyor mu­
yuz?» diye sordu.
May içgüdülerini saklamayacak kadar içten olduğun­
dan, istekleri üzerinde inatçı bir kedi gibi diretiyordu.
Bu ise Kiyo’yu genellikle sıkardı. May kapının önünden
çekilmişti ama Kiyo, ancak kapıdan geçemeyeceğine e-
min olduğu zaman oradan geçmeyi istediğinin farkına
vardı.
«May, böylesine şaşırtıcı bir şekilde mi ayrılacağız?»
«Korunan bir kadın olarak yaşadım ben.»
Birbirlerinin karşısında, ne söyleyeceklerini bilme­
den duruyorlardı. Sessizliği de kabullenmiyorlardı, çünkü
ikisi de yaşamlarındaki bu en önemli anın geçen zaman­
la birlikte çürüyüp gittiğini anlıyorlardı. K iyo’nun yeri
orası değil, Komiteydi ve düşündüğü her şeyin ardında
sabırsızlık gizliydi.
May baş işaretiyle kapıyı gösterdi.
Kiyo ona baktı, başını elleri arasına aldı, öpmeden,
sevginin şefkat ve sertlikle karışık bütün erkekçe tavır­
larını hissettirmek istermiş gibi, hafifçe sıktı. Sonra el­
lerini çekti.
İki kapı kapandı. May ,sanki bir üçüncüsünün ka­
panmasını bekliyormuş gibi kulak verdi. Ağzı açıktı, u-
yuşmuş ve kederden sarhoş olmuş bir durumdaydı. Ona
yalnız gitmesini işaret etmekle, kendisinin de birlikte gö­
türülmesini sağlayacak son ve tek hareketi yapmaya ça­
lıştığının farkına vardı.
Kiyo ancak yüz adım kadar gitmişti ki, K atov’a rast­
ladı.
«Çen orada değil m iydi?»
Parmağıyla K iyo’nun evini gösteriyordu.
«Hayır.»
«Nerede olduğunu biliyor musun?»
«Hayır neden?»
Katov sakindi ama bu yarım baş ağrısına tutulmuş
gibi yüz...
«Çang - Kay - Şek’in bir sürü otosu var. Çen bunu
bilmiyor. Polis ya haber almış ya da tetikte duruyor. Çen’
in bundan haberi olmazsa boş yere yakalanacak, bom ba­
ları da boşuna atmış olacak. Uzun zamandan beri ardın­
da koşuyorum. Bombaların saat birde atılması gerekti.
Hiçbir şey olmadı. Yoksa haberimiz olurdu.»
İki — Cumhuriyet caddesine gitmesi gerekiyordu. En
mantıklısı Hemmelrich’in evine uğramak.
Katov hemen oraya gitmek için ayrıldı.
Arkasını dönerken, Kiyo «Siyanürün yanında m ı?»
diye sordu.
«Evet.»
İkisi de birçok devrimci başkanın yaptığı gibi, ke­
merlerinin bir kutu gibi açılan yassı tokalarının içinde
siyanür bulunduruyorlardı.
Ayrılık K iyo’yu rahatlatmamıştı. Tersine: Bu ıssız
yolda gidişini kabullenmiş olan May, karşısında olan ve
ona ayak direten May’dan daha güçlüydü şimdi. Kentin
Çin kesimine kayıtsızca girdi. Bunun farkındaydı o sı­
rada. «Korunan» bir kadın gibi mi yaşadım ben? Onun
gitmesini dahi kabullenen bir kadın üzerinde bu acıma­
lı korumayı ne hakla kullanıyordu? Neyin adına terke-
diyordu onu? Bunda bir öc alma olmadığına emin miy­
di? May, şimdi yatağın üzerinde oturuyordu herhalde, ar­
tık psikolojik olmaktan uzak bir acıyla ezilmiş durumda
olmalıydı.
Koşa koşa geri döndü.
Anka kuşlarının bulunduğu oda boştu: Babası çık­
mış, May hâlâ odadaydı. Açmadan önce durdu. Ölümün
kardeşliği ile ezilmişti... Şimdi, sevdiği insanı ölüme sü­
rüklemiş olmayı kabullenmenin belki de aşılamayacak
bütünsel bir biçim olduğunu anlıyordu.
Kapıyı açtı. May çarçabuk mantosunu omuzlarına
attı, ve hiçbir şey söylemeden onun arkasından gitti.

SAAT ÜÇBUÇUK.

Hemmelrich alıcı bulamayan plaklarını seyrediyordu


uzun zamandan beri. Kararlaştırılan işaretle kapı vuruldu.
Kapıyı açtı. Karşısında Katov’u buldu.
«Çen’i gördün mü?»
Hemmelrich, «Gezgin vicdan azabı,» diye homurdandı.
«Ne?»
«Hiç. Evet gördüm onu. Saat bire, ikiye doğru. Seni
ilgilendiriyor mu?»
«Onu mutlaka görmem gerek. Ne dedi?»
Öbür odadan, bir çocuk çığlığı, arkasından da onu
susturmaya çalışan ananın anlaşılmayan sözleri, onlara
kadar geldi.
«İki arkadaşıyla birlikte geldi. Birisi Suen’di. Öteki­
ne tanımıyorum. Gözlüklü birisiydi. Herkes gibi. Kibar
tavırlı. Koltuklarının altında çantalar vardı. Anlıyorsun
ya?»
«İşte bu yüzden bulmam gerek zaten.»
«Üç saat burada kalmak istedi.»
«Öyle mi? Nerede o şimdi?»
«Kapa çeneni be... Söyleneni dinle... Burada kalmak
istedi, ben kalmasını istemedim. Anlıyor musun isteme­
dim !»
Bir sessizlik oldu.
«İstemedim diyorum sana.»
«Nereye gitmiş olabilir?»
«Hiçbir şey demedi. Senin gibi. Herkes susuyor bugün
nedense.»
Hemmelrich odanın ortasında duruyordu, vücudunu
kasmıştı, adeta kin dolu bir bakışı vardı. Ona hiç bak­
madan, sakin bir tavırla.
«Kendi kendine sövüyorsun hep. Kendini koruyabil­
mek için de başkalarının sana sövmesini istiyorsun,» de­
di Katov.
«Ne anlarsın sen bundan? Hem sonra seni ilgilendi­
rir mi? Bana bakma öyle, civciv ibiği gibi zülüf ünle; bir
de ellerini açmış, İsa gibi çivi çaksınlar diye.»
Katov elini kapatmadan Hemmelrich’in omzuna koy­
du.
«Yukarda işler yine kötü mü?»
«Daha az kötü, ama bu da yetiyor. Zavallı kız... Bu
zayıflıkta koca kafasıyla, yolunmuş bir tavşana benzi­
yor... Bırak...»
Belçikalı aniden kurtuldu, durdu, sonra darılmış gi­
bi garip ve çocukça bir hareketle odanın öbür ucuna doğ­
ru yöneldi.
«Asıl en kötüsü bu değil,» dedi. «Hayır. Kaşıntıya tu­
tulup da sıkıntıyla kıvranan herifler gibi durma öyle.
Çen’i polise haber vermedim. Tamam mı? Şimdilik yani.»
Katov üzgün bir tavırla omuzlarını silkti.
«Açıklaşan iyi edersin.»
«Onunla gitmek istiyordum.»
«Çen’le mi?»
Katov şimdi artık onu bulamayacağından emindi.
Yenilmiş insanların, sakin ve bıkkın ses tonuyla konuşu­
yordu. Çang . Kay . Şek ancak geceleyin gelecekti, ve
Çen de ondan önce hiçbir şey yapamazdı.
Hemmelrich baş parmağıyla, omuz üzerinden, çocu­
ğun çığlığının geldiği yeri gösterdi.
«Eee görüyorsun işte, ne halt etmemi istiyorsun?»
«Bekle.»
«Çocuk ölecek çünkü değil mi? İyi dinle, günün ya­
rısında bunu diliyorum. Ama o an gelirse, kalmasını, has­
ta da olsa, sakat ta olsa ölmemesini isteyeceğim.»
«Biliyorum.»
Hemmelrich saldırıya uğramış bir insan tavrıyla
«Ne?» dedi, «Ne bilirsin sen? Evli bile değilsin...»
«Evliydim bir zamanlar...»
«Görmek isterdim doğrusu. Bu halinle h a... Hayır
bizim için değil, bu caddelerde gezinen zengin orospular.»
Katov’un yukarıda çocuğa bekleyen kadını düşündü­
ğünü hissetti.
«Fedakârlıkta evet. Elinden geleni ardına koymaz. Ge­
ri kalan ise, onda olmayan taraf zenginler için. Birbir­
lerini seviyor gibi görünen insanlara rastladığım zaman
içimden suratlarını dağıtmak geliyor.»
«Fedakârlık az şey değil. Sonra dünyada en önemli
şey yalnız olmamak.»
«Bunun için burada kalıyorsun değil mi? Bana yar­
dım etmek için?»
«Evet.»
- «Acıdığın için?»
«Hayır acıdığım için değil, şey için...»
Ama Katov söyleyeceği sözcüğü bulamıyordu. Belki
de öyle bir sözcük yoktu. Kendini dolambaçlı yollardan
ifadeye çalıştı...
«Aşağı yukarı ben de bunu bilirim. Senin şu öfkeni
de bilirim. İnsan anılardan başka neyle anlayabilir bazı
şeyleri? Zaten bu yüzden sana kırılmıyorum.»
Yaklaşmıştı, başını omuzlarının arasına çekmiş, he­
celeri yutan sesiyle, gözucuyla ona bakarak konuşuyordu.
Plakların ortasında, başlarını eğmiş durumda, kavgaya
hazırlanır bir halleri vardı. Katov nasıl olduğunu bilme­
se de, kendisinin daha güçlü olduğunun farkındaydı. Bel­
ki de sesi, sükuneti ve arkadaşlığı buna yol açıyordu.
«Hiçbir şeyi takmayan bir adam, gerçek fedakârlıkla
ya da buna benzer bir şeyle karşılaştığı zaman, yandı de­
mektir.»
«Yapma yahu, ne yapar o zaman?»
Katov ona sakin bir tavırla bakarak, «Sadizm,» dedi.
Cırcır böceği öttü. Sokakta ayak sesleri yavaş yavaş
kayboluyordu
«Toplu iğneyle sadizm pek sık görülmez,» diye devam
etti. «Sözlerle sadizm ise hiç öyle değil. Ama eğer kadın
kesinlikle kabul ederse, daha öteye gidebilecek güçteyse...
Bir herif tanıdım, karısını sanatoryuma yatırabilmek için
yıllar yılı biriktirdiği parayı alıp kumar oynadı. Ölüm ka­
lım sorunuydu bu, adam yitirdi. (Böyle durumlarda hep
yitirilir,) Tıpkı şimdi senin gibi, çökmüş bir durumda eve
geldi. Kadın onun yatağa yaklaşmasını seyretti. Hemen­
cecik anladı işi. Sonra ne yapsa beğenirsin? Herifi avut­
maya çalıştı...»
«Başkalarını avutmak kendi kendini avutmaktan ko­
laydır,» dedi Hemmelrich yavaş bir sesle.
Ve gözlerini kaldırarak, sordu.
«Sen miydin bu herif?»
«Y eter!» Katov yumruğunu masaya vurdu. «Eğer ben
olsaydım, ben derdim, başka şey değil.» Ama öfkesi he­
men yatışıverdi. «Ben o kadar yapmadım, ve o kadar yap­
mak da gereksiz. İnsan hiçbir şeye inanmazsa, özellikle
hiçbir şeye inanmadığı içindir ki, kalp oyunlarına rastla­
dığı zaman onlara inanmak zorunda kalır, doğal olarak.
Senin yaptığın gibi; kadınla çocuk olmasaydı, gitmiş o-
lurdum şimdi, eminim buna. Öyleyse?»
«Kalple ilgili değerler için yaşadığımızdan, onlar da
bizi yiyorlar. Ama insan, yenilip yutulduğuna göre, bırak
yesinler... Çen’i kapı dışarı etmeme dayanamıyorum, ama
onu burada alıkoymaya da dayanamazdım.»
«İnsan arkadaşlarından ancak yapabilecekleri şeyler
istemeli. Ben arkadaş isterim, aziz değil. Azizlere güve-
nemem...»
«Kurşun madenlerine arkadaşlarınla birlikte gönüllü
gitmişsin, öyle m i?»
Katov rahatsız olmuş bir tavırla «Kamptaydım,» de­
di. «Kampmış, madenmiş, ikisi de bir.»
«İkisi de bir demek yanlış olur.»
«Ne biliyorsun sen?»
«Doğru değil. Sen Çen’i alıkoyardm.»
«Benim çocuğum yok.»
«Bana öyle geliyor ki, benim için daha kolay olurdu
bu... Hatta çocuğu öldürecekleri düşüncesi bile, çocuk
hasta olmasaydı... Ben aptalım, gerçekten aptalın biri­
yim. Hatta işçi bile değilim. Ve üstelik de. Gelip geçenin
üzerine işediği bir sokak lambasına benzetiyorum kendi­
mi.»
Yassı yüzüyle yine çocuğunun ağlamakta olduğu ka­
t; işaret etti. Katov «Ölüm seni kurtaracak, »demeye ce­
saret edemiyordu. Kendini de kurtaran ölüm olmuştu.
Kemmelrich konuşmaya başladığından beri, karısının a-
nısı aralarına girmişti. Sibirya’dan dönüşünde ,umutsuz
ve yenikti. Tıp öğrenimi yarıda kalmış, fabrika işçisi ola­
rak çalışmaya başladığında da devrimi göremeden öle­
ceğine kendisini inandırmıştı. Bundan sonra kendisini
seven bir kıza acı çektirerek yaşamını sürdürmüş, ama
genç kız kendisine çektirilen acıyı daha henüz kabul et­
mişti ki, acı çekenin acıyı çektirene karşı duyduğu sev­
ginin, insanı alt üst eden yanma kapılıp, artık yalnızca
onun için yaşar olmuştu. Devrimci harekete alışkanlıkla
devam ediyor, ama bu boş kızın yüreğinde saklı olan o
sınırsız sevginin saplantısını içinde taşıyordu. Saatlerce
saçlarını okşuyor ve bütün gün birlikte yatıyorlardı. Kız
ölmüştü ve o zamandan beri... Hemmelrich ile arasınday­
dı bu anda. Ama yetmiyordu bu da.
Sözlerle hemen hemen hiçbir şey anlatılamıyordu,
ama sözlerin gerisinde, bakışların, davranışların ifade
ettiği tek varlık vardı. En kötü acının, ona eşlik eden
yalnızlıkta olduğunu deneylerinden biliyordu. Onu anlat­
mak da ferahlatıcıydı ama insanlar bu sözcükleri kendi
acılarından daha az tanırlar. Kendisini iyi anlatamamak
ya da yalan söylemek, Hemmelrich’e kendini alçak gör­
mek için yeni bir fırsat verecekti. En çok kendinden ıs­
tırap çekiyordu. Katov ona, gözlerini dikmeden üzgün bir
tavırla baktı. Bir kez daha erkeksi sevgi tavırlarının ne
denli acemice ve kısıtlı olduğunu farkederek etkilenmişti.
«Ben hiçbir şey söylemeden anlaman gerek. Söyle­
necek bir şey yok.»
Hemmelrich elini kaldırdı, sanki yaşamın mutsuzlu­
ğuyla anlamsızlığı arasında seçim yapmak zorundaymış
gibi, bütün ağırlığıyla bırakıverdi yine. Ama Katov’un
karşısında çökmüş bir halde duruyordu.
Katov, «Birazdan Çen’i aramağa gidebileceğim,» diye
düşünüyordu.

SAAT ALTI

Ferral bu kez üniformalı olan albaya «Para dûn ve­


rildi,» dedi. «İşler ne durumdaymış?»
«Askeri vali, General Çang - Kay - Şek’e uzun bir
not yollamış, ’İsyan halinde ne yapayım?’ diyormuş.»
«Sorumluluktan kurtulmak mı istiyormuş?»
Albay Ferral’e, gözündeki beyaz lekenin üstünden ba­
karak «İşte çevirisi,» dedi.
Ferral kâğıdı okudu.
Albay, «Yanıtı bile burada,» dedi.
Bir fotoğraf uzattı: Çang _ Kay Şek’in imzası üstün­
de iki harf vardı.
«Ne demek bu?»
«Kurşuna dizin.»
Ferral duvardaki Çang - Kay Şek’in haritasına bak­
tı. Üzerinde işçi kitlelerini ve sefilleri — ikisi de aynı şey­
di zaten— gösteren büyük kırmızı lekeler vardı. ’Üç bin
sendikalı muhafız, arkalarında da belki bir üç yüz bin
daha,’ diye düşünüyordu. ’Fakat kımıldamaya cesaret
edebilecekler mi? Öte yandan da Çang - Kay - Şek ve
ordu...’
«Herhangi bir ayaklanma olmadan önce, komünist
şefleri kurşuna dizmekle mi başlayacak işe?»
«Elbette. Ayaklanma olmayacak. Komünistler hemen
hemen silahsız durumda. Buna karşılık Çang _ Kay - Şek’
in tümenleri var. Birinci tümen cephede. Tek tehlikeli
olan bu.»
«Teşekkürler. Hoşçakalın.»
Ferral Valerie’nin evine gidiyordu. Şoförün yanında,
kucağında üzeri yaldız kaplı, içinde karatavuk olan bir
kafesle bir uşak onu bekliyordu. Valeria Ferral’den bir
karatavuk armağan etmesini istemişti. Araba hareket e-
der etmez, cebinden bir mektup çıkardı ve bir kez daha
okudu. Bir aydan beri korktuğu başına geliyordu: Ame­
rika’dan aldığı krediler kesiliyordu.
Hindiçini Genel Valiliğinin siparişleri, aydan aya ge­
nişlemesi gereken ama aslında günden güne küçülen bir
pazar için kurulmuş olan fabrikaların üretimine yetişmi­
yordu artık. Konsorsiyumun endüstriel kuruluşları da za­
rar ediyordu. Paris’te Ferral’in bankalarıyla, ona bağlı
bulunan Fransız mali gruplarınca elde bulundurulan ve
özellikle enflasyon sayesinde tutunan hisse senetleri ra­
yiçleri, frankın dondurulmasından sonra durmadan düş­
mekteydi. Fakat konsorsiyum bankaları ancak çiftliklerin
kârları ve özellikle kauçuk şirketlerinin kârlarıyla güç-

tnsanlık Durumu / F : 11 161


lenmekteydi. Stevenson Plam (*) kauçuğun fiyatını 16’dan
112 sent’e çıkarmıştı. Hindiçini’ndeki kauçuk ağaçları sa­
yesinde üretici durumunda olan Ferral, şirketleri İngiliz
olmadığı için, fiyat artışından üretimini kısmaksızm ya­
rarlanmıştı. Aynı zamanda en önemli tüketici olan Ame­
rikan bankaları, bu planın Amerika’ya nelere mal oldu­
ğunu bildiklerinden, çiftliklerle güvence altına alınan kre­
dileri seve seve açmışlardı. Ama Felemenk Hindi’nin yer­
li üretimi ile, Filipinler’deki, Liberya ve Brezilya’daki A-
merikan çiftliklerinin yarattığı tehdit, kauçuk fiyatla­
rının düşmesine neden oluyordu. Bu durumda, Amerikan
bankaları, aynı nedenlerle kredileri kesmeye başladılar.
Ferral üretimin değeri değil de çiftliklerin değeri üzerine
spekülasyon yapmış, kendine kredi açtırmıştı. Şimdi ise
desteği olan hammaddenin ucuzlaması, bütün aksiyonla­
rın düşmesine yol açan, frankın dondurulması (Bunla­
rın bir bölümü piyasayı denetimle görevli bankalara ait­
ti), ve Amerikan kredilerini yitirmesiyle güç durumda
kalmıştı. Kredi kesme işi duyulursa, Paris ve Newyork’-
taki küçük tacirler, aksiyonların düşmesini destekleye­
ceklerdi. Ancak manevi nedenlerle kurtulabilirdi, ve bu
kurtarıcı da ancak Fransız hükümeti olabilirdi.
İflasın yaklaşması, parasal grupların bağlı oldukları
ulusu derin bir şekilde idrak etmelerine yol açar. Küçük
tasarruf sahiplerinin soyuluşunu görmeye alışık olan hü­
kümetler, onların umutlarının da elden gittiğini görmek­
ten hoşlanmazlar. Bir kumarbaz gibi, yitirdiği parayı gü­
nün birinde yeniden ele geçireceğini düşünen bir küçük
tasarruf sahibi, yarı yarıya teselli olmuş demektir. Do­
layısıyla, Fransa’nın Çin Sanayi Bankası’ndan sonra,
Konsorsiyumu da yüzüstü bırakması pek kolay değildi.
Fakat Ferral’in oradan yardım isteyebilmesi için umut­
suz olmaması gerekiyordu. Her şeyden önce, Çin’deki ko­
münizmin başının ezilmesi gerekti. Çang - Kay Şek’in
ülkeye egemen olması, Çin’de demiryolu yapımının baş-
lamasıydı. Öngörülen istikraz üç milyar altın frank, bu
da birkaç milyar kâğıt frank ederdi. Bugün Çang - Kay -
Şek’i destekleyen tek kendisi olmadığı gibi, bütün sipa­

(*) Stevenson Planı: Maliyet fiyatının altına düşen ka­


uçuk fiyatlarının yükseltilmesi amacıyla, başlıca üre­
tici olan İngiltere’de kauçuk üretiminin kısıtlanma­
sını öngören plan.
rişi alan da kendisi olmayacaktı pek tabii. Ama kendisi
de bu işde olacaktı. Ayrıca, Amerikan bankaları Çin’de
komünizmin zafer kazanmasından korkuyorlardı. Komü­
n izm in iflas etmesi politikalarını değiştirecekti. Ferral
Fransız olduğu için Çin’de birçok ayrıcalıklara sahipti.
«Konsorsiyumun demiryolu yapımına katılması söz konu­
su değildi.» Tutunmak için hükümetten yardım istemek
zorundaydı ve hükümet de yardımı bir iflasa yeğ tutar­
dı. Kredileri Amerikan ise, de mevduatları ile aksiyonları
Fransızdı. Çin’deki ciddi bir bunalım sırasında elindeki
bütün kozlar her zaman kazanmazdı. Ama nasıl ki, Ste-
venson planı, zamanında Konsorsiyumun yaşamasını sağ­
lamışsa, Kuomintang’ın zaferi de aynı işi bugün sağla­
yacaktı. Frank’m dondurulması onun aleyhine çalışmış-
t’ , komünizmin iflası da lehine çalışacaktı.
Bütün yaşamı boyunca, güçlerinden yararlanmak i-
çin, dünya ekonomisinin bir armağan gibi başlayan, so­
nunda karna yenen tekmeler gibi biten çalkantılarının
yollarını mı bekleyecekti? Bu gece, zaferde olsun, diren­
mede olsun dünyanın bütün güçlerine bağlı hissediyordu
kendisini. Ama kendisinin bağlı olmadığı, birazdan ona
bağlı olacak o kadın vardı. Sahip olduğu o yüzün boyun
eğme itirafı, gözlerine çekilmiş bir el gibi, yaşamının ü-
zerinde kurulu durduğu karmaşık yükümlülükleri ondan
gizleyecekti. Ferral onu bazı salonlarda birkaç kez
görmüştü. (Valerie Kiyoto’dan döneli daha üç gün ol­
muştu). Her seferinde de genç kadının o sevgi dolu, atak
cilvelerine kapılmış, arzuları kamçılanmıştı. Genç kadın
bu gece Ferrai’le buluşmayı kabul etmişti.
Ferral, sınırsız tercih edilme ihtiyacı içinde — Bir
cinsten karşı cinse daha kolaylıkla ve bütünlükle hay­
ranlık beslenir— kendisine duyulan hayranlıktan kuşku
duyduğu zaman, genç kadını harekete geçirmek için şeh­
vete başvuruyordu. Ondaki, kendisine taban tabana kar­
şıt düşen yanlar nefsini daha çok kamçılıyordu. Bütün
bunlar çok karmaşıktı, çünkü, genç kadının vücuduna
dokunur dokunmaz, kendisini onun yerinde tasavvur et­
me ihtiyacından dolayı, derin bir sahip olma duygusuna
kapılıyordu. Ama elde edilen bir vücut, kendini teslim
eden bir vücuttan —ve hatta başka her türlü vücuttan—
daha fazla haz verirdi.
Arabasından çıkıp, Astor Oteli’ne girdi. Arkasından,
elindeki kafesi gururla taşıyan uşağı geliyordu. Yeryü­
zünde milyonlarca gölge vardı. Sevgileri kendisi için h iç­
bir şey ifade etmeyen kadınlar — ve bir tane de yaşayan
hasım: Kendisini sevmesini istediği kadın. Hırslı bir ku­
marbaz mücadele etmek için nasıl bir başka kumarbazı:
ararsa, onun gururu da düşman bir gurur arıyordu, hu­
zur yerine. Hiç değilse bu akşam. Bu akşam her şey iyi
hazırlanmıştı. Çünkü önce birlikte yatacaklardı.
Hole girer girmez bir AvrupalI ona doğru yaklaştı:
«Mme. Serge bu akşam gelemeyeceğini size söyleme­
mi istedi. Şu bay size meseleyi açıklayacakmış.»
Ferral paravananın yanında oturmakda olan «o ba­
ya» baktı şaşkın şaşkın. Adam arkasını döndü: İngiliz
bankalarından birinin müdürüydü bu, bir aydan beri de
Valerie’ye kur yapıyordu. Yanında, paravananın arkasın­
da bir başka uşak en az Ferral’in uşağı kadar bir ağır­
başlılıkla,“ kafes içinde bir karatavuk taşımaktaydı. İngi-
liz şaşkın bir tavırla, ayağa kalktı. Ferral’in elini sıkar­
ken «Lütfen açıklar mısınız beyefendi?» dedi.
İkisi de aldatıldıklarını anladılar. Uşakların sinsi sin­
si gülüşleri ve beyaz memurların doğallıktan uzak olan
ciddiyetleri arasında birbirlerine bakıyorlardı. Kokteyl
saati olduğu için, bütün Şanghay oradaydı. Ferral ken­
disini daha gülünç buluyordu. İngiliz neredeyse bir de­
likanlıydı.
Ağırlığını koyan, öfke şiddetindeki küçümseme duy­
gusu, içinde bulunduğu aldatıcı durumu bir anda telafi
etmişti. Kendisini insana yapışan ve bütün ağırlığıyla o-
muziarına çöken, insanların gerçek aptallığıyla çevrili
buluverdi. Kendisine bakanlar yeryüzünün en nefret e-
dilecek aptallarıydı. Onların ne bildiklerinin farkında ol­
mamasına karşın, her şeyi bildiklerini varsayıyor ve alay­
ları karşısında, kendisinin hınçla karışık bir çöküntüyle
ezildiğini duyuyordu.
Kendi uşağı bir öbürküne «Bir yarışma mı bu?» diye
sordu.
«Bilmem.»
«Benimki erkek.»
«Öyle mi, benimki de dişi.»
«Onun için olsa gerek.»
İngiliz Ferral’in önünde eğildi, kapıcıya doğru ilerle­
di. Kapıcı ona bir mektup uzattı. Kâğıdı okudu, uşağını
çağırdı, cüzdanından bir kartvizit çıkarıp kafese iliştirdi,
kapıcıya «Mme. Serge için,» dedi ve çıktı.
Ferral düşünmeye ve kendini korumaya çalışıyordu.
Valerie onu canevinden vurmuştu, uyurken gözlerini oy­
muştu sanki. Düşünebileceği, yapabileceği, isteyebileceği
hiçbir şey yoktu. Bu gülünç sahne vardı ortada, ve h iç­
bir şey de bunu ortadan silemezdi. Bir hayaletler dünya­
sı içinde yalnızca kendisi vardı, maskaraya çevrilen yal­
nızca o idi. Üstelik de — Çünkü artık herhangi bir sonu­
cu düşünmüyor, öfkesi onu acı çekmekten zevk alır bir
hale sokmuş gibi, durmadan zincirleme bozgunlar üzeri­
ne gidiyordu—. Üstelik de Valerie ile yatmayacaktı. Bu
gülünç vücuttan öc almaya çalıştıkça, elindeki kafesle
kayıtsızca oturan uşağı ile bu sersemler arasında yalnız
hissediyordu kendisini. Bu kuş sürekli bir hakaretti. Fa­
kat her şeyden önce kalması gerekiyordu orada. Bir kok­
teyl ısmarladı, bir sigara yakıp, ceketinin cebinde, par­
makları arasında kibrit çöpünü kırmakla meşgul, kımıl­
damadan durdu. Gözleri bir çifte ilişti. Erkekte, kır saç­
ların genç bir yüzle birleşmesinden doğan bir sevimlilik
vardı. Biraz dergilerdeki tipleri andıran kadın, kibardı,
karşısındakine sevgi şehvet karışımı, aşk dolu bir min­
nettarlıkla bakıyordu. Ferral gıptayla, «adamı seviyor,»
diye düşündü. «Allah bilir, benim işlerimde çalışan boş
aptallardan biridir bu herif.»
Kapıcıyı çağırdı.
«Benim için bir mektup var sizde, verin bana onu...»
Şaşıran kapıcı istifini bozmadan mektubu uzattı.
Sevgilim, biliyor musunuz, İranh kadınlar öfkelendik­
leri zamanlar kocalarım çivili terliklerle döverlermiş. Bu
kadınlar suçlanmazlar ve sonra olağan yaşantılarına d ö­
nerlermiş. Bu yaşantıda erkeklerle birlikte ağlamak ka­
dını bağlamaz ama onunla yatmak kendilerini «Kadının
mal gibi sahip olunduğu» bir yaşantıya iter. Sahip olu­
nan kadın değilim ben. Tanında çocuklara ve hastalara
yapıldığı gibi yalan söyleyerek eğleneceğiniz aptal bir vü­
cut değilim ben. Birçok şeyi biliyorsunuz sevgilim, ama
belki de, bir kadının da insan olduğunu anlayamadan
öleceksiniz. Belki de her zaman böylelerine rastlayacağım
ama ne yapalım... Bu sözü ne kadar çok söylediğimi bi­
lemezsin...
Beni sevimli bulan erkeklere rastladım. Çılgınlıkla -
n m a değer vermek iiçn acınası sıkıntılara soktular ken­
dilerini, ama gerçekten insani şeyler söz konusu olduğun­
da arkadaşlarına koşmayı pek iyi bildiler (Avunmaya ge­
rek duydukları zamanlar bunun dışında tabii). Kaprisle­
rime yalnızca sizin hoşunuza gitmek için değil, aynı za­
manda, konuştuğumda beni işitmeniz için ihtiyacım var.
Benim sevimli çılgınlıklarımın neye eşit olduğunu bilin.
Sizin sevginize benzer o. Eğer ıstırap sizin benim üstüm­
de kurmak istediğiniz egemenlikten doğmuş olsaydı, onu
tanıyamazdınız bile.
Gelip geçici hevesler konusunda ne düşünmek gerek­
tiğini bilecek kadar çok erkek tamdım. Bir erkek için,
içine gururunu soktuğu hiçbir şey önemsiz değildir. Zevk
ise bu gururu en sık ve en çabuk doyurmaya yarayan
sözcüktür. Kendimi nasıl bir vücut olarak görmek iste­
miyorsam, sizi de bir çek defteri sıfatıyla tanımama kar­
şı çıkıyorum. Bana karşı davranışınız, fahişelerin size
karşı davranışları gibi... «Konuş ama parayı ver...» Ben
de sizin için, ve böyle olmasını istediğiniz gibi, «Tamam
t:-.mam diyen biı vücudum.» .
Hakkımda sahip olunan fikirlere karşı kendimi sa­
vunmam her zaman kolay olmamıştı. Nasıl ilkbahar be­
ni kendi vücuduma sevinçle yaklaştırıyorsa, varlığınız da
beni öfkeyle yaklaştırıyor aynı yere. İlkbahara gelince...
Kuşlarla iyice eğlendirin kendinizi, ve hiç olmazsa, gele­
cek sefer, elektrik düğmelerini rahat bırakırsınız.
Kendi kendine «Yollar yaptım, bir ülkeyi değiştirdim,
şimdi fabrikaların çevresinde oluklu saçtan barakalarda
oturan binlerce köylüyü, tarlalardaki sazdan kulübele­
rinden kurtardım, tıpkı derebeyler, imparatorluk temsil­
cileri gibi...» diye düşünüyordu. Karatavuk kafesinde sı­
rıtır gibiydi sanki. Ferral’in gücü, kavrama yeteneği,
Hindiçini’ni değiştiren ve Amerika’dan gelen mektubun
ezici ağırlığını hissettirdiği cüreti, şimdi kendisiyle dal­
ga geçmekte olan bu evrenin bütünü gibi gülünç kuşa ge­
lip çatıyordu. «Bir kadına bu kadar önem vermek...» So­
run bir kadın değildi. O yalnızca gözlerine çekilen bir
perdeydi. Bütün gücüyle istencinin sınırlarına doğru a-
tJİmıştı. Artık gereği kalmayan cinsel taşkınlığı öfkesini
artırıyordu. Gülünç olmanın kanım tepesine çıkardığı, bo­
ğucu bir uyku haline itiyordu onu. İnsan ancak vücut­
lar üzerinde çarçabuk öc alabilirdi. Clappique ona vahşi
bir Afgan şefinin öyküsünü anlatmıştı. Komşu kabile re­
isi bunun karısını kaçırıp ırzına geçmiş, sonra kadının
eline bir mektup verip yollamış. Mektupta şunlar yazılıy­
mış «Karını geri veriyorum, söylenildiği kadar iyi değil­
miş.» Bunun üzerine saldırganı yakalayan kabile reisi,
onu bağlamış. Karısını da çırılçıplak soyup önüne getir­
miş. Gözlerini oymadan önce şöyle demiş «Onu gördün
ve beğenmedin, ama şimdi bir daha göremeyeceğine ye­
min edebilirsin...» Kendisini Valerie’nin odasında tasav­
vur ediyordu. Yatağa bağlanan kadın, zevk haykırışları­
na yaklaşan hıçkırıklarla çığlık atıyor, acının etkisi al­
tında kıvranıyordu. Çünkü başka bir şeyin etkisiyle yap­
mazdı bunları. Kapıcı bekliyordu... «Şu enayi gibi kayıt­
sız olmak gerek, oysaki içimden bir çift tokat atmak ge­
liyor...» Enayi hiç gülümsemiyordu. Daha sonra olacaktı
bu iş. Ferral «Hemen döneceğim,» dedi, şapkasını bıra­
kıp, kokteylin parasını ödemeden çıktı.
Şoföre «En büyük kuşçunun dükkânına götür beni,»
dedi.
Mağaza hemen yakındaydı ama kapalıydı.
«Kentin Çin bölgesinde bir kuşçular sokağı olsa ge­
rek,» dedi şoför.
«Çek.»
Araba ilerlerken Ferral’in aklına tıp kitaplarından
birinde rastladığı, kırbaçlanmak isteği ile çılgına dönen
bir kadının itirafları takılıyordu. Tanımadığı bir adamdan
mektupla randevu alan kadın, otel odasındaki yatağın
üzerine yatıp da, eli kırbaçlı adam, kadının ellerini kal­
kık eteğinin altında hareketsiz hale getirdiği anda kaç­
mak istediğini korkuyla farketmişti. Yüzü seçilmiyordu,
ama Valerie’nin yüzüydü bu. Önüne ilk çıkacak Çin ge­
nelevinde dursa? Hayır, hiçbir ten kırılan cinsel guru­
runun içini kemirişinden kurtaramazdı onu.
Araba dikenli teller önünde durmak zorunda kaldı.
Karşıda kapkaranlık hiç güven uyandırmayan Çin bölge­
si vardı. Daha iyiydi böylesi. Ferral arabadan çıktı. Ta­
bancasını ceketinin cebine soktu. Herhangi bir saldırı
olursa, insanın kime gücü yeterse onu öldürür.
Hayvan satıcıları sokağı uykuya dalmıştı. Uşak serin­
kanlılığını hiç bozmadan ilk kepenge vururken «Alıcı» di­
ye bağırdı. Satıcılar askerlerden korkarlardı. Beş dakika
sonra kapı açıldı. Çin dükkanlarının görkemli kızıl loş­
luğu içinde, bir fenerin çevresinde kedilerin ya da may­
munların belli belirsiz sıçrayışlarıyla, çırpınan kanatlar
hayvanların uyandığını belirtiyordu. Karanlıkta, soluk
pembe uzunca lekeler vardı. Sopalara tünemiş papağan­
lardı bunlar.
«Bu kuşların hepsi kaça olur?»
«Yalnızca kuşlar mı? Sekiz yüz dolar...»
Elinde ender kuşları olmayan ufak bir satıcıydı bu.
Ferral çek karnesini çıkardı, duraladı, satıcı para ister­
di. Uşak durumu sezdi ,«Bu Bay Ferral’dir,» dedi. «Ara­
bası da şurada.» Satıcı çıktı, dikenli teller arkasında ara­
banın farlarını görünce, «Tamam,» dedi.
Otoritesinin kanıtı olan bu güven Ferral’i son dere­
ce öfkelendiriyordu. Gücü, adı bu satıcı tarafından bili­
necek kadar tanınıyordu, ama anlamsızdı. Çünkü hiç baş
vuramıyordu ki ona. Bununla birlikte gururu, gecenin
serinliğinin etkisiyle yardımına koşuyordu. Öfke ve sa­
distçe düşler bir iç bulantısı gibi dağılıp gidiyordu. Ferral
aslında bu duygularla işinin bitmediğini biliyordu.
«Bir de kangurum var,» dedi satıcı.
Ferral omuzlarını silkti. Ama uyanan bir çocuk ku­
cağında bir kanguruyla geliyordu. Tüylü, ufak bir hay­
vandı, Ferral’e ürkmüş bir ceylan gibi bakıyordu.
«İyi.»
Bir çek daha.
Ferral ağır ağır arabaya döndü. Eğer Valerie kafes
öyküsünü anlatırsa —ki hiç geri kalmazdı bundan— Fer-
ral’in de gülünç olmaktan kurtulması için öykünün so­
nunu anlatması yeterdi. Satıcı, çocuk, uşak küçük kafes­
leri taşıyorlar, arabanın içine yerleştirip, başkalarını al­
mak için geri dönüyorlardı. Sonunda, en sonuncuları o-
lan, yuvarlak kafesler içinde papağanlarla kanguru da
yerleştirildi. Çin bölgesinin dışında, silâh sesleri işitildi.
Karakoldakilerin şaşkın bakışları arasında otomobil ye­
niden yola koyuldu.
Ferral, Astor otelinin müdürünü çağırttı.
«Benimle Mme. Serge’in odasına kadar gelin, ken­
disi şimdi yok. Bir sürpriz yapmak istiyorum.»
Müdür şaşkınlığını, ondan daha fazla, sitemini giz­
ledi: Otel konsorsiyuma bağlıydı. Ferral’in birlikte ko­
nuştuğu tek bir beyazın varlığı bile, onu utançla dolu
dünyasından çıkarıp «d iğerlerin in arasına karışmasına
yardım ediyordu. Çinli satıcı ve gece, onu saplantısının
içine sürüklemişti. Şu anda bile bütünüyle kurtulama­
mıştı bundan, ama hiç olmazsa yalnızca bunun etkisi
altında değildi artık.
Beş dakika sonra kafesleri odaya dizdiriyordu. Bütün
değerli eşyalar dolaplara kilitlenmişti. Dolaplardan yal­
nızca biri açıktı. Yatağın üstünde serili olan bir geceliği
eline aldı. Dolaba tıkacaktı ama daha eli ılık ipekliye do­
kunur dokunmaz, sıcaklığın kolundan bütün bedenine ya­
yıldığını, elinde sıktığı geceliğin sanki Valerie’nin bede­
nini sımsıkı sardığını duydu. Aralık duran dolaba asılı o-
lan eteklikler, gecelikler, belki de genç kadının bedenin­
den daha şehvetli şeyler saklıyorlardı. İçinden, halen Va­
lerie’nin varlığıyla dolu olan bu giysileri yırtmak geldi.
Geceliği götürebilseydi, yapardı bunu. Sonunda, elindeki-
nı dolaba attı, uşak da kapıyı örttü. Gecelik elinden sıy­
rılırken Herkül ve Omfal’ın efsanesi hayalinde belirdi
— Bunlar gibi ılık ve yumuşak kumaştan kadın elbisesi
giymiş, bundan utanan ve utancından da tatmin olan bir
Herkül. Biraz önce düşlerini kaplayan sadistçe sahnelere
çaresizlikle yeniden başvurdu. Omfal ve Dejanir tarafın­
dan yenilen erkek bütün ağırlığıyla düşüncesinde belir­
miş, onu utanç dolu bir haz içinde boğuyordu. Bir ayak
sesi işitti. Cebindeki tabancasına dokundu. Ayak sesi ka­
pının arkasında hafifledi, Ferral’in eli cep değiştirdi ve
sinirli bir hareketle mendilini çıkardı. Papağanları sal­
dı, ürken hayvanlar pancurların arkasına, köşeye bu­
cağa sığındılar. Kanguru yatağın üstüne sıçramış orada
duruyordu. Ferral ışıkları söndürdü, sadece gece lamba­
sını açık bıraktı. Pembe, beyaz papağanlar Hint Kumpan­
yalarındaki anka kuşları gibi süslü ve eğri kanatlarıyla,
gözalıcı hareketlerle, beceriksiz ve kaygılı bir uçuşa baş­
ladılar.
Mobilyaların üstünde, şöminede, yerlerde gelişi gü­
zel duran, çırpınan kuşlarla dolu kutular onu rahatsız
ediyordu. Neden olduğunu kestiremedi, dışarı çıktı. Y e­
niden içeri girdi. Ve o anda anlayıverdi. Oda bir harabe
gibiydi. Aptallıktan kurtulamayacak mıydı bu akşam?
Müdürün orada bulunmasına karşın öfkesinin belirgin
görüntüsünü bırakmıştı her yerde.
Uşağa «Kafesleri aç,» dedi.
«Oda kirlenecek Bay Ferral,» dedi müdür.
«Mme. Serge odasım değiştirir. Faturayı da bana yol­
larsınız.»
«Çiçek ister miydiniz Bay Ferral?»
«Hayır kuşlardan başka bir şey olmasın. Ve buraya
da kimse girmesin. Hizmetçiler bile.»
Pencere sineklere karşı metal bir kafesle korunuyor­
du. Kuşlar dışarı kaçamazlardı. Müdür, oda hayvanlar
yüzünden kokmasın diye pencereyi açtı.
Şimdi, eşyalar ve kepenklerin üzerinde, bu zayıf ışık
altında Çin freskleri gibi mat görünen tavanın köşele­
rinde adalardan gelme kuşlar uçuşuyorlardı. Kinle, Vale-
rie’ye en güzel armağanını sunmuş olacaktı. Işığı söndür­
dü, yaktı, söndürdü, yaktı... Bunun için yatağın yanın­
daki gece lambasını kullanıyordu. Valerie ile evinde ge­
çirdiği geceyi anımsadı. Kimle olursa olsun, kullanama­
ması için lambanın düğmesini sökmesi gerekiyordu. Ama
hiçbir öfke belirtisi bırakmak istemedi. Uşağa «Boş ka­
fesleri götür ve yak,» dedi.
Ferral’e hayranlıkla bakmakta olan müdür «Mme.
Serge’e kuşları kimin yolladığını söylemek gerekir mi?»
diye sordu.
«Sormaz, belli kimden geldiği.»
Çıktı. Bu gece bir kadınla yatması gerekti. Bununla
birlikte, hemen Çin lokantasına gitmeyi canı çekmiyor­
du. Bir sürü vücudun emrinde olduğunu bilmek yetiyor­
du ona. Şimdilik. Genellikle, bir karabasanla sıçrayarak
uyandığında yeniden aynı karabasanı göreceğini bilme­
sine karşın, hem yeniden uyuma isteğine hem de uyanıp
ondan kurtulma isteğine aynı anda kapılırdı. Uyku ka­
rabasandı ama kendi benliğiydi. Uyanış ise huzurdu ama
dünyaydı. Bu gece şehvet, karabasandı. Sonunda bundan
uyanmaya karar verdi ve otomobile binip Fransız kulübü­
ne gitti. Konuşmak, bir insanla ilişki kurmak, hiç olmaz­
sa bir konuşmanın ilişkilerini kurmak en emin uyanıştı.
Bar doluydu. Tam kargaşalık zamanıydı. Aralık du­
ran kapının hemen yanında omuzlarında hamyünden bir
pelerin olan Gisors oturmaktaydı. Önünde de bir kokteyl
vardı. Kiyo telefonda, her şeyin iyi gittiğini bildirmiş,
babası da günün dedikodularını öğrenmek için bara gel­
mişti. Bu dedikodular, genellikle saçma ama kimi zaman
da anlamlı oluyorlardı. Ama bugün pek öyle değillerdi.
Ferral selamlar arasında ona doğru ilerledi. Derslerinin
niteliğini bilir ama pek önemsemezdi onları ve K iyo’nun
bugünlerde Şanghay’da olduğunu bilmiyordu. Martial’i
sorguya çekmenin alçaltıcı bir şey olduğunu düşünüyor­
du, zaten Kiyo’nun da çevreyle haşır neşir olmak gibi bir
alışkanlığı yoktu.
Ona çekingen bir kınamayla bakan bütün bu ser­
semler' onun bu ihtiyara afyon yüzünden bağlı olduğu­
r
nu sanıyorlardı. Yanlıştı. Ferral içer gibi yapmaktaydı
—Bir ya da iki pipo, ki bu da her zaman afyonun etkisi
altına girmek için yetersiz bir miktardı— çünkü afyon
içilen yerin havasında, ağızdan ağıza dolaşan pipolarda
kadınları harekete yönelten bir araç seçiyordu. Yapacağı
kurdan ve kadının zevk olarak verdiğini, kendisinin ö-
nemsemek olarak ödediği bir çeşit takastan nefret edi­
yor, bu yüzden kendisini böyle uğraşlardan kurtaracak
her şeye bel bağlıyordu.
Eskiden arasıra Pekin’e gelip, Gisors’un sedirine u-
zanmasına neden olan şey ise daha karmaşık bir zevkti.
Öncelikle skandal zevki. Arkasından yalnızca Konsorsi­
yumun şefi olmak değil .gördüğü işten ayrı olmak isti­
yordu. Kendini o işten daha üstün sayma yoluydu bu.
Neredeyse saldırgan denilebilecek sanat zevki, düşünme
zevki, öngörü olarak nitelediği kuşkulu şüpheciliği, birer
savunma yoluydu. Ferral ne büyük kredi kuramlarından
bir «aile»den, ne Nakit İşleri Dairesinden, ne de Maliye
Müfettişliğinden geliyordu. Ferral hanedanı, Cumhuriyet’
in tarihine sıkı sıkıya bağlı olduğundan küçük tüccarlar­
dan sayılmazdı, ama otoritesi ne olursa olsun, amatör
kalıyordu. Çevresindeki hendeği doldurmaya kalkışma­
yacak kadar kurnazdı, hatta daha da büyütüyordu. G i­
sors’un geniş kültürü, her zaman karşısındakinin hizme­
tinde olan zekası, çarçabuk uzlaşmaya karşı olan nefreti
ve hemen her zaman kendisine özgü olan görüşleri, on­
ları başka etmenlerin uzaklaştırdığından daha çok birbi­
rine yaklaştırıyordu. Ferral bütün bu düşünceleri benim­
semiş olurdu Gisors gittikten sonra. Gisors onunla bir­
likte olduğu zaman, politikadan felsefi ölçü içinde söz e-
derdi. Ferral zekâya ihtiyacı olduğunu söylerdi, o zekâ­
nın kendine zararı dokunmadığı zamanlar tabii.
Çevresine baktı, tam oturduğu anda bütün bakışlar
üzerinden çekildi. Bu akşam, sırf bu kalabalığa kabul et­
tirmek için, yanında çalışan aşçı kadınla seve seve evle­
nirdi. Davranışlarının bu heriflerce yargılanması onu çi­
leden çıkarıyordu. Onları ne denli az görse o denli iyiy­
di. Gisors bahçenin önündeki terasta içmeyi önerdi. Ha­
va serin olmasına karşın garsonlar dışarı birkaç ma­
sa çıkarmıştı.
Gisors’a «Bir yaratığı... Canlı bir yaratığı, tanır m ı­
yız acaba?» diye sordu.
Hâlesi sisin ağır ağır doldurduğu gece içinde silinen
küçük bir gece lambasının yanına oturmuşlardı.
Gisors ona bakarken «İradesini kabul ettirebilseydi,
psikoloji merakı olmazdı,» diye düşündü.
«Bir kadın m ı?»
«Na önemi var!»
«Bir kadını çözümlemeye uğraşan düşüncede şehvet
taşıyan bir unsur vardır... Bir kadını tanımak, istemek
sözgelimi, her zaman ona sahip olma ya da öc alma bi­
çimindedir.»
Yan masada bir piliç, bir başkasına şöyle diyordu:
«Ben öyle kolay yutmam. Söyleyeyim sana: Köpeğimi kıs­
kanan bir kadındır.»
«Sanıyorum ki, düşünceye başvurmak şunu telafiye
çalışır: Bir varlığı tanımak olumsuz bir duygudur. Olum­
lu olan duygu, yani gerçek ise: Sevdiğine karşı kendisini
yabancı hissetmek kuşkusudur,» dedi Gisors.
«İnsan sevmez mi hiç?»
«Bazen bu kuşkuyu ortadan siler. Yalnızca zaman.
Bir varlık hiçbir zaman tanımaz, ama bazen onu bilme­
diğini hissetmekten vazgeçer insan. (Oğlumu düşünüyo­
rum da... sözgelimi... veya başka bir çocuğu...) Akıl yo­
luyla tanımak, boş yere zamandan vazgeçmeye çalışmak­
tır.»
«Aklın görevi eşyalardan vazgeçmek değildir.»
Gisors ona baktı: «Zekâ deyince neyi anlıyorsunuz?»
«Genel olarak m ı?»
«Evet.»
Ferral düşündü:
«Eşyaları ya da insanları zorlamaya yarıyan olanak­
lara sahip olmak.»
Gisors hafifçe gülümsedi. Bu soruyu her defasında
sorduğunda karşısındaki, kim olursa olsun, isteklerinin
doğrultusunda ya da benliği hakkında edindiği düşsel gö­
rüntüye göre yanıtlandırırdı. Ama Ferral’in bakışları bir­
den sertleşmişti.
«İlk İmparatorluklar zamanında, burada, sahibini kü­
çük düşüren kadına yapılan işkence neydi biliyor musu­
nuz?» diye sordu.
• «Doğrusu birkaç türü vardı bunun. En yaygını, sa­
nırım: Elleri bileklerinden kesilip, gözleri oyulduktan son­
ra kadın bir sala bağlanıyor, sonra da...»
Gisors, konuşurken, Ferral’in onu nasıl gittikçe ar­
tan bir dikkat ve hoşnutlukla dinlediğini farketti.
«... Uçsuz bucaksız ırmak üzerinde açlıktan ya da
yorgunluktan ölene dek sürüklenmeye bırakılıyordu. Ta­
bu âşığı da onun yanına bağlanıyordu.»
«Âşığı m ı?»
Böyle bir ani tepki, bu dikkat ve bu bakışla nasıl
bağdaşabilirdi?
Gisors, Ferral’in âşık olup olmadığını kestiremiyor-
du. Öteki kendisini toparlamıştı bile...
«En ilginci,» diye sürdürdü konuşmasını, «bu vahşi
yasalar, IV. yüzyıla kadar, özel yaşamlarından çıkardığı­
mıza göre, bilge, insancıl ve iyi olan kişilerce kaleme alın­
mış.»
Gisors gözleri kapalı duran bu sivri yüze baktı. Aşa­
ğıdaki küçük lambadan yayılan ışık, bıyıklarında bir pa­
rıltı oluşturuyordu. Uzaktan silah sesleri yükseldi. Gece­
nin sisi içinde, kimbilir kaç tane yaşamın geleceği belli
oluyordu?
Gördüğü bu yüz, üzerinde hoyratça gerili durduğu,
bedenin ve zihnin derinliklerinden gelen, utanç dalgası­
na karşı, alaycı güç ise insan kininin ta kendisiydi. K ar­
şı cinslerin öfkesi bu yüzün üstündeydi, sanki bu dolmuş
toprak üzerinde akan kan, en eski kinleri körüklüyordu.
Bu kez daha yakından gelen silah sesleri masanın
üstündeki bardakları titretti.
Gisors, her gün Çin bölgesinden gelen silah seslerine
alışmıştı. Kiyo’nun telefon etmesine karşın, bu sesler yi­
ne de onu kaygılandırdı. Ferral’in oynadığı politik rolün
içeriğini bilmiyordu, ama bu rol ancak Çang - Kay - Şek’
in yararına çalışabilirdi. Onun yanında oturmayı çok do­
ğal gördü. Kendisini hiç de lekelenmiş bulmuyordu. Hat­
ta kendi benliğine karşı bile. Ama en azından onun yar­
dımına koşmayı istemiyordu. Daha uzaktan, yeni silah
sesleri işitildi.
«Ne oluyor?»
«Bilmiyorum. Mavi şeflerle kızıl şefler birlikte büyük
bir birleşme bildirisi yayımladılar, işler yoluna giriyor
galiba.»
’Yalan söylüyor, en azından benim kadar haberdar­
dır,’ diye düşündü Gisors. «Kızıl ya da mavi, kuliler yine
kulidir, yeter ki canlı olsunlar. Yalnızca bir yaşamı olan
insanoğlunun bir düşünce uğruna ölebilmesini, aptallık
olarak görmüyor musunuz?»
«Bir insanın, nasıl diyelim, kendi insanlık koşuluna
katlanması pek ender rastlanan şeydir.»
Kiyo’nun düşüncelerinden birini anımsadı. İnsanla­
rın, çıkarları dışında, uğrunda ölmeyi göze aldıkları her
şey, bu durumu özsaygı haline sokarak az ya da çok be­
lirsiz bir biçimde doğrulamayı amaç edinir. Tutsak için
Hıristiyanlık, yurttaş için ulus, işçi için komünizm. Ama
K iyo’nun düşüncelerini Ferral’le tartışmak istemiyordu.
Yine ona döndü.
«Her zaman zehirlenmek gerek: Bu ülkenin afyonu,
İslamların haşhaşı, Batının da ’Kadını’ vardır... Belki de
aşk.. Batının kendi insanlık koşulundan kurtulmak için
özellikle başvurduğu bir çaredir.»
Sözcüklerin altında, belirsiz ve gözlerden saklı bir
ters akıntı geçmekteydi. Çen ve suikast, Clappique ve
çılgınlığı, Katov ve devrim, May ve aşk, kendi benliği ve
afyon... Yalnızca Kiyo bütün bunlara karşı durabiliyordu.
«Birçok kadın, muhtaç olduğu ve yatağı gerektiren
hayranlık sözlerini ayakta duyabilse, yatmazdı artık,» ya­
nıtını verdi Ferral.
«Peki erkeklerden kaçı aynı şeyi yapardı?»
«Evet ama, erkek kadını yadsıyabilir ve yadsımalı-
dır. Yalnızca eylem yaşamı kanıtlar ve beyaz erkeği doy­
gunluğa ulaştırır.»
«Hiç resim yapmayan büyük bir ressamdan söz etse­
lerdi bize, ne düşünürdük? Bir erkek, eylemlerinin topla­
mıdır. Yani yaptıklarının ve yapabileceklerinin toplamın­
dan başka bir şey değil. Bir erkekle ya da bir kadınla fi­
lan yerde olan bir rastlantının yaşamlarını biçimlendir­
diği insanlardan değilim. Kendi yolumu izlerim, kendi...»
«Yolların daha önce yapılmış olması gerek am a...»
Son silah seslerinden sonra, Gisors onaylayan adam
rolü oynamaya karar verdi.
«Sizin ya da başka birisi tarafından. Tıpkı bir gene­
ralin ’Askerlerimle bir kenti makineli tüfek ateşine tuta­
bilirim’ demesi gibi. Ama kendisi ateş edebilseydi gene­
ral olmazdı zaten... Zaten insanlar, iktidara karşı kayıt­
sızdırlar bir yerde... Bu düşüncede onları çeken yan, ger­
çek iktidar değil, keyfirie göre davranmanın düşsel gö­
rüntüsüdür. Kralın gücü iktidarı yönetmektir değil mi?
Ama insanoğlu yönetme isteğini, taşımaz, zorlamaya kar­
şı durmayı amaçlar. İnsanoğlunun içinde, insanoğlundan
daha fazla bir şey olmak. İnsanlık koşulundan kaçmak
dediğim gibi. Yalnızca güçlü değil, çok güçlü olmak. Düş
kurma hastalığının güçlü olma isteği, aslında tanrılaşma
isteğinin düşündeki kanıtlanmasından başka bir şey de­
ğildir. Her insan Tanrı olmayı düşler.»
Gisors’un dedikleri Ferral’in aklını karıştırmıştı, ama
kafasını toparlamak için hazır değildi. Eğer ihtiyar adam
onu doğrulamazsa, içinde bulunduğu saplantıda bırakmış
olurdu.
«Sizce, neden Tanrıların yarattığı dişi faniler insan
ya da hayvan biçimindedirler?»
Ferral ayağa kalkmıştı.
Gisors ona bakmadan, «Varlığını bütün şiddetiyle duy­
manız için, öze tek başınıza gitmeye çalışmalısınız;» dedi.
Ferral, Gisors’un kavrama yeteneğinin karşısındaki­
ne kendi benliğinden parçalar bulabilmesinden geldiğini
ve verdiği kavrama örneklerinin birleştirilmesiyle en in­
ce portresinin çizilebileceğini sezemiyordu.
İhtiyar adam, anladığını gösteren bir gülümsemeyle
sürdürdü:
«Bir Tanrı sahip olabilir, ama fethedemez. Tanrının
ülküsü, gücünü yeniden bulacağını bilmek koşuluyla in­
san olmaktır. İnsanın hayali ise, kişiliğini yitirmeden
Tanrı olmaktır.»
Mutlaka bir kadınla yatmak gerekiyordu. Ferral çıktı.
Gisors «Garip bir zincirleme kendini aldatma duru­
mu,» diye düşünüyordu. «Sanki bu akşam, cinsel planda,
kendini, hayalperest bir küçük burjuvanın anlayacağı gi­
bi anlıyor.» Savaştan az sonra, Gisors Şanghay’ın ekono­
mik güçleriyle bağlantı haline girdiğinde, kapitalist hak­
kında edindiği fikirlerin pek uygun düşmediğini görerek
çok fazla şaşırmıştı. O sırada rastladıklarından hemen
hepsi duygusal yaşantılarını şu ya da bu biçimde belir­
lemiş durumdaydılar. Genellikle evlilik üzerine kurulmuş­
tu duygu hatları. Sırası gelen bir varis olmadığı sürece
büyük bir iş adamını yaratan saplantı, şehevî bir peri­
şanlıkla bağdaşamaz. Öğrencilerine «Modern kapitalizm
kuvvet istencinden çok, örgütlenme istencidir,» diye açık­
lıyordu.
Ferral arabada kadınlarla olan ilişkilerinin her za­
manki gibi ,boş ve saçma olduğunu düşünüyordu. Belki
bir zamanlar sevmişti. Bir zamanlar. Şimdi yaşamını ze­
hirleyen bu duyguya aşk demeyi hangi sarhoş psikolog
akıl etmişti? Aşk coşkun bir saplantıydı. Kadınlar onu
coşkunluğa itiyordu, evet öc isteği gibi bir şeydi bu. Hiç­
bir yargıyı kabul etmediği halde, şimdi kadınlara gidip
kendini yargılamalarını sağlayacaktı. Kendini teslim e-
derken ona hayran olan, Ferral’in çabasına meydan ver­
meyen bir kadın hiçbir zaman var olmayacaktı. Hoppa
kadınlara ya da fahişelere mahkûmdu. Vücutlar vardı
neyse ki. Yoksa... «Bir kadının insan olduğunu öğrenme­
den öleceksiniz sevgilim...» Valerie için belki. Kendisi için
öyle değildi. Bir kadın, bir insanmış... Bir dinlenme, bir
yolculuk, bir düşmandı o...
Geçerken Nangini R oad’daki evlerden birinden Çinli
bir yosma aldı. Sevimli, ve tatlı bir yüzü olan bir kızdı
bu. Arabada* ellerini uslu uslu gitarına dayamış, Ferral’-
in yanında otururken Tang heykelciklerini andırıyordu.
Sonunda eve geldiler. Ferral kızın önünden, şimdi ağır­
laşmış olan her zamanki uzun adımlarıyla basamakları
çıkarken. «Gidip uyuyalım,» diye düşünüyordu. Uyku hu­
zur demekti. Yaşamış, yaratmıştı: Bütün dış görünüşle­
rin altında, ta diplerde, şu tek gerçeği, kendini salıverme
hazzını her gün icat etmesi gereken kendi benliğini bu­
luyordu. «Uyumak: Yıllardır en derinden özlediğim tek
şey...»
Her adımda papuçları merdivenin bir basamağında
çınlayan bu genç kadından, bir uyuşturucu haptan başka
ne isteyecekti? Esrar tekkesi görevini yapan odaya gir­
diler. Moğol halısıyla kaplı, sedirlerle dolu, rüyadan çok
şehvet için yapılmış küçük bir odaydı burası. Duvarlar­
da, Kama’m n ilk devresinde yaptığı Çini mürekkebinden
büyük bir tablo ile, bir Tibat bayrağı asılıydı. Genç ka­
dın gitarını sedirin üstüne koydu. Tepsinin üzerinde sap­
ları yeşimden, süslü ve kullanışsız aletler vardı. Kadın
elini onlara doğru uzattı: Ferral bir hareketle onu dur­
durdu. Uzaktan, bir silah sesi tepsinin üstündeki iğneleri
titretti.
«Şarkı söyleyeyim m i?»
«Şimdi değil.»
Ferral kadının vücuduna bakıyordu. Üzerine giydiği
eflâtun rengi dar rob bu vücudu hem saklıyor, hem belir­
ginleştiriyordu. Ferral kadını şaşırtmıştı. Bu cins fahi-
şelerle şarkı söylemeden, konuşmadan, masayı kurup pi-
POları hazırlamadan yatmak âdet değildi. Yoksa neden
öteki orospulara baş vurulmasın?
«Afyon içmek de istemiyor musunuz?»
«Hayır. Soyun.»
Bir an kadının çırılçıplak soyunmasını istemeyi dü­
şündü, ama kabul etmezdi. Yalnızca bir gece lambasını
açık bırakmıştı. «Şehvet insanın kendisinin, karşısındaki­
nin ya da ikisinin birden alçalmasıdır,» diye düşündü. Bir
fikir, kısacası... Kadın, bu Çin işi gömleğiyle daha kış­
kırtıcıydı zaten.
Ferral pek az tahrik olmuştu. Bu tahrik, belki de yal­
nızca kendisini bekleyen bu yarıçıplak vücut boyun- eğ­
diği içindi. Kımıldamadan duruyordu. Zevki kendisini
karşısındakinin yerine koymaktan doğuyordu. Açıktı bu.
Ötekisi ise zorunluluk karşısındaydı. Aslında kendi ben­
liğiyle yatmaktan başka bir şey yapmıyordu Ferral. Ama
bunu yapabilmesi için de yalnız olmaması gerekti. Şim­
di Gisors’un yalnızca sezer gibi olduğu şeyi, o anlıyordu.
Evet güçlü olma istenci hiçbir zaman hedefini bulamı­
yor, yalnızca bu hedefi yenileyerek yaşıyordu. Ama yal­
nızca kadına sahip olsa da, kendisini bekleyen bu Çinli
kadında tek bir şey arayacaktı, sahip olmak için can at­
tığı tek şeyi: Kendisini. Kendisini görebilmesi için baş­
kalarının gözlerine, kendisini duyabilmesi için bir kadı­
nın duygularına muhtaçtı. Tibet işi resme baktı. Üzerin­
de yolcuların amaçsız dolaştığı, rengi solmuş bir evren­
de, birbirlerine tıpatıp benzeyen iki iskelet kendinden
geçmiş bir halde kucaklaşıyorlardı.
Kadına yaklaştı.

SAAT ONBUÇUK.

Çen «Allah vere de, araba gecikmese artık,» diye dü­


şünüyordu. Zifiri karanlıkta vuracağı darbeden pek e-
min olamıyordu. Son sokak lambaları da sönmek üze­
reydi. Çeltik tarlalarının ve bataklıkların hüzünlü karan­
lığı, ıssız sokakları da kaplamıştı artık. Sis içindeki kent­
lerin yarı açık kepenklerinden, perdelenmiş camlarından
sızan ışıklar bir bir sönüyordu. Nemli raylar, telgraf fin­
canları üzerinde takılan son parıltılar her geçen dakika
zayıflamaktaydılar. Çok geçmeden, Çen onları üzerleri

İnsanlık Durumu / F: 12 177


yaldızlı harflerle kaplı dikey levhalarda görüyordu
artık. Bu sisli gece onun son gecesiydi ve mutluydu.
Arabayla birlikte havaya uçacaktı. Bu çirkin caddeyi bir
saniye için aydınlatacak, sonra bir duvarı kan lekesiyle
kaplayacak toparlak bir şimşek içinde olacaktı bu son.
En eski Çin efsanesi zihnini kapladı: İnsanlar yeryüzü­
nün böcekleridir. Tedhişçiliğin bir gizemciliğe dönüşmesi
gerekiyordu. Önce yalnızlık. Tedhişçi tek başına karar
vermeliydi, tek başına yerine getirmeliydi. Polisin bütün
gücü ona yapılan ihbarlardadır. Tek başına hareket eden
tedhişçi kendi kendisine ihanet edemez. Sonra yine yal­
nızlık. Çünkü dünyanın dışında yaşayan için arkadaşları­
na koşmak diye bir şey yoktur. Çen tedhişçiliğine karşı
öne sürülen itirazları biliyordu. Polisi işçi üzerine baskı­
ya yöneltmek, faşizme çağrıda bulunmak. Baskı bundan
daha şiddetli ,faşizm bundan daha açık olamazdı. Belki
de Kiyo ile kendisi aynı insanları düşünmüyorlardı. So­
run, bir sınıfı kurtarmak için, ezilenlerin en iyilerini o
sınıfta tutmak değil, kendi ezilişlerine bir anlam vermek­
ti. Umutsuz kişiye mutlak bir anlam kazandırmak, sui­
kastları, örgütle değil de, bir fikirle yaptırmak: Kurban­
ları yeniden doğurmak. Çen, kendisi ölecekti. Fikir için
dökülen kanın, bütün düşünceler üzerine nasıl ağırlı­
ğıyla çöktüğünü biliyordu. Onun kararlı hareketinin dı­
şında kalan her şey gecenin karanlığı içinde yitip gidi­
yordu. Bu gecenin arkasında da birazdan gelecek olan
pusu kurduğu otomobil bekliyordu. Vapurların dumanıy­
la beslenen sis, caddenin sonunda henüz tümüyle boşal­
mamış olan kaldırımları yavaşça ortadan kaldırıyordu.
Telaşlı yayalar, birbirlerini geçmeden art arda yürüyor­
lardı. Sanki savaş kente güçlü bir düzeni kabul ettirmiş­
ti. Yürüyüşlerinin ortak sessizliği, içinde bulundukları ha­
reketi düşsel ve olağanüstü bir duruma sokuyordu. Pa­
ket, işporta tezgâhları taşımıyor, küçük arabaları itmi­
yorlardı. Bu akşam hareketlerinde bir amaç yok gibiydi.
Çen, açıklanamaz, sürekli bir hareketle ırmağa doğru
akan bu gölgelere baktı. Onları caddenin bitimine doğru
iten güç yazgının ta kendisi değil miydi? Irmağın karan­
lıkları önünde güçlükle seçilen tabelalarla parlayan ke­
mer, ölümün kapıları değil miydi? Bulanık derinliklere
gömülmüş, iri harfler bu trajik ve silik evrende kaybo­
luyorlardı, yüzyıllar içinde kaybolmuş gibi. Ve genel kur-
m ay’dan değil de, Buda çağlarından gelir gibi, Çang -
Kay . Şek’in askeri otosunun kornası, hemen hemen ıs­
sız olan caddenin sonunda boğuk boğuk ötmeye başladı.
Çen minnettarlıkla kolunun altındaki bombayı sıktı. Yal­
nızca farlar, sisler arasından kendini gösteriyordu. He­
men sonra, önündeki koruyucu Ford’un arkasında, oto
sislerin içinde çıkıverdi. Bir kez daha Çen’e alabildiğine
hızlı gidiyor gibi geldi. Birden üç tane çekçek arabası so­
kağı tıkadı ve iki araba yavaşlayıverdi. Çen soluğunu
tutmaya çalıştı. Tıkanıklık dağılıvermişti bile. Ford geç­
ti, araba yaklaşıyordu. Basamaklara asılmış iki polis bu­
lunan büyük bir Amerikan arabasıydı. Öyle güçlü bir iz­
lenim bırakıyordu ki insanda, Çen eğer durup beklerse,
ondan uzaklaşacakmış sanısına kapıldı. Bombayı bir süt
şişesi gibi sapından tuttu. Generalin büyük otosu beş
metre uzaklıktaydı. Çen ona doğru coşkun bir sevinçle
koştu, gözleri kapalı kendisini arabanın altına atıverdi.
Birkaç saniye sonra kendisine geldi. Beklediği kemik
çatırtısını ne duymuş ne hissetmişti. Göz kamaştırıcı bir
boşluk içinde yitip gitmişti. Sırtında ceketi yoktu. Sağ
elinde çamurlu ya da kanlı bir kaporta parçası tutuyor­
du. Birkaç metre ilerde, kızıl renkte bir döküntü yığını
vardı, cam kırıklarının oluşturduğu yüzey son parıltıları
yansıtıyordu... Artık bir şey seçemez olmuştu. Acıyı duy­
maya başlamışa, bir saniyeden az bir süre içinde acı bi­
lincinden öteye gitmişti. Artık açık seçik göremiyordu.
Bu arada, ortalığın hâlâ tenha olduğu hissediliyordu, a-
caba polisler ikinci bir bombadan mı korkuyorlardı? Bü­
tün vücudu ağrıyordu, belli bir yerin acısı değildi bu. Acı­
dan da öte bir şeydi. Yaklaşanlar vardı. Tabancasına
davranması gerektiğini anımsadı. Pantolon cebine eriş­
meye çalıştı, ne pantolon ne bacak vardı: Yalnızca kıy­
ma haline gelmiş et parçaları. Öbür tabanca gömleğinin
cebinde duruyordu. Düğmeleri kopmuştu.
Silahı namlusundan yakaladı, nasıl olduğunu kendisi
de bilmeden çevirdi, içgüdüyle başparmağıyla emniyeti
açtı sonunda gözlerini açmıştı; Her şey dönüyordu. Ci­
simler büyük bir çember üstünde yavaş ve yenilmez bir
şekilde hareket ederken, kendisi acıdan başka bir şey his­
setmiyordu. Polislerden biri hemen yanındaydı. Çen,
«Çang - Kay . Şek öldü mü?» diye sormak istedi, ama bu
başka bir dünyada olsun istiyordu. Bu dünyada ölüme
bile kayıtsızdı.
Polis kaburgalarına bütün gücüyle salladığı bir tek­
me ile Çen’i döndürdü. Çen inledi, ileri doğru rasgele ateş
etti. Sarsılmak, sonsuz sandığı acısını daha da artırmış­
tı. Ya bayılacak ya ölecekti. Yaşamında yapabildiği en
korkunç çabayı yaptı ve tabancasının namlusunu ağzına
sokabilmeyi başardı. Yeni bir sarsılmayı, ki bir öncesin­
den daha acı verecekti bu, tahmin ederek, kımıldanmı­
yordu. Başka bir polisin şiddetli tekmesi vücudundaki bü­
tün kasların kasılmasına yol açtı: Farkında olmadan te­
tiği çekti.

BEŞİNCİ BÖLÜM

SAAT : 11.15

Araba sisin içinde, kumarhaneye giden kumlu, uzun


yolda ilerliyordu. Clappique «Kara Kedi’ye gitmeden, yu­
karı çıkacak kadar zamanım var» diye düşündü. Kiyo’yu
kaçırmamaya kararlıydı. Bunun nedeni hem ondan bekle­
diği para hem de, bu kez onu haberdar etmek değildi, kur­
tarmak istiyordu. Kiyo’nun kendisinden istediği bilgileri
güçlük çekmeden toplamıştı. Haberciler Çang - Kay . Şek’
in özel kıtalarının saat on bir’de harekete geçeceklerim,
bütün komünist komitelerinin de kuşatılacağım bildiri­
yorlardı. Artık söylenmesi gereken söz, «Gerici hareket
çok yakın» değil de, «Bu akşam hiçbir komiteye uğra­
mayın» dı. K iyo’nun saat on bir buçuktan önce gitmesi
gerektiğini unutmamıştı. Öyleyse, Çang - Kay - Şek’in
ezmeye niyetlendiği birkaç komünist toplantısı olacak de­
mekti. Polisin bildikleri bazan yanlış oluyordu, ama rast­
lantı da apaçıktı. Haberdar edilen Kiyo toplantıyı ertele­
yebilir, eğer çok geç olursa, kendisi oraya gitmezdi. «Ba­
na yüz dolar verirse eğer, yeterince para bulmuş olabi­
lirim: Yüz, bugün öğleden sonra sevimli ve yasadışı yol­
lardan elde ettiğim yüz on yedi daha, iki yüz on yedi do­
lar eder. Belki de hiç para getirmez: O zaman işin ucun­
da silah meselesi vardı. Önce kendi işimizi kendimiz çö ­
zümlemeye çalışalım.» Araba durdu.
Smokin giymiş olan Clappique şoföre iki dolar verdi.
Kafası saçsız olan adam, ağzı kulaklarına varan bir gü­
lümsemeyle teşekkür etti: Ücret bir dolardı aslında.
«Kendine bir melon şapka alman için bu cömertliği
yaptım.»
Sonra, gerçekleri bildiren kişi havasıyla:
«Melon, diyorum,» dedi.
Şoför gidiyordu.
Clappique kumlu yolun üstünde dikilmiş dururken
devam etti.
«Çünkü estetik bakımından, zevk sahibi her a-
dam buna önem verir, bu adama bir melon şapka gerek.»
Araba gitmişti. Aslında geceye sesleniyordu şimdi.
Sanki beriki de ona yanıt veriyormuş gibi, bahçeden ka­
mışların ve ıslak şimşirlerin kokusu yükseldi. Bu keskin
koku Avrupa idi. Baron sağ cebini yokladı, mendil yeri­
ne tabancasını hissetti. Cüzdanı sol cebindeydi. Zorluk-
,1a seçilen karanlık pencerelere baktı. «Düşünelim...»
Aslında oyunun henüz başlamadığını, kaçmanın şimdilik
mümkün olduğu şu anı uzatmaya çalışıyordu. «Öbür gün
yine yağmur yağarsa, bu koku burada olacak ve ben öl­
müş olacağım belki... Ölmüş mü? Delilik bu. Hayır. Ö-
lümsüzüm ben.» İçeri girdi, birinci kata çıktı. Jeton ses­
leri ve krupyenin sesi duman bulutlarıyla birlikte yükse­
lip alçalıyordu. Uşaklar uyukluyordu, ama özel polisin
Rus dedektifleri elleri ceketlerinin cebinde (Sağdaki, Kolt
tabancaların bulunduğu cepte) kimisi kapı pervazlarına
dayanmış, kimisi ağır ağır dolaşmaktaydı, uyumuyorlar­
dı. Clappique büyük salona girdi: Tütün dumanından bir
sis içinde, çakıltaşlarından yapılmış süslü duvar parla­
makta, smokinlerin siyahı, omuzların beyazından oluşan
sıra sıra lekeler, yeşil masaya eğilmişlerdi.
Sesler «Bravo Toto...» diye bağırdı.
Baron’a Şanghay’da genellikle Toto derlerdi. Oysa
arkadaşlarına eşlik etmek gerektiği zaman gelirdi bura­
ya. Kumarbaz değildi. Kolları açık, çocuklarına kavuşan
bir büyükbaba tavrıyla:
«Bravo, ben de bu küçük aile eğlentisine katılmakla
çok memnunum,» dedi.
Ama Krupiye elindeki yuvarlağı atınca, bütün dik­
katler Clappique’in üzerinden çekildi. Burada değerinden
yitiriyordu. Bunların rahatsız edilmeye niyetleri yoktu.
Gözlerini büyük bir disiplin içinde, masadaki yuvarlağa
dikmişlerdi.
Yüz on yedi doları vardı. Sayılar üzerine oynamak
tehlikeli olabilirdi. Önceden, tek ya da çift oynamaya
karar vermişti.
Dağıtan adama, «Birkaç sevimli fiş istiyorum,» dedi.
«Ne kadarlık?»
«Yirmilik.»
Her seferinde bir fiş oynamaya karar vermişti. Hep
çift oynayacaktı. En azından üç yüz dolar kazanması ge­
rekiyordu.
Fişi koydu. 5 çıktı. Yitirdi. Önemi yoktu, üzerinde
durmadı. Yine çift oynadı, 2 çıktı. Kazanmıştı. Yine koy­
du. 7 çıktı. Yitirmişti. Sonra 9 çıktı, yitirdi. Öbüründe
4 çıktı, kazandı. 3: yitirdi, 7, 1: yitirdi. Seksen dolar yi­
tirmişti. Topu topu bir fişi kalmıştı elinde, en son oyu­
nu olacaktı.
Fişi sağ eliyle uzattı. Yuvarlağın hareketsizliği ona
dokunan eli kavramış gibi, sol elini kımıldatamıyordu.
Ama yine de bu el kendine doğru çekiyordu onu. Birden
anımsadı, onu rahatsız eden eli değil, bileğindeki saatti.
Saat on biri yirmi beş geçiyordu. Kiyo’yu bulmak için beş
dakikası vardı.
Sondan bir önceki oyunda kazanacağından emindi.
Yitirecekse bile bu kadar hızlı yitirmemeliydi. İlk kaybı­
na önem vermemekle hata etmişti. Kötüye işaretti bu.
Ama son oyunda genellikle kazanılır ve arka arkaya üç
kez de tek sayı çıkmıştı. Bu arada, geldiğinden beri, tek
sayılar çift sayılardan daha sık çıkıyordu, öyle ya yitir­
diğine göre... Değiştirip tek mi oynamalıydı! Ama bir şey
onu pasif kalmaya, boyun eğmeye itiyordu sanki. Oraya
sanki bunun için geldiğini düşündü. Her türlü hareket,
saygısızlık demek olacaktı. Oyunu yine çift üstünde bı­
raktı.
Krupiye yuvarlağı attı: Cisim her zamanki gevşekli­
ğiyle bocalarcasına yola çıktı. Clappique baştan beri ne
kırmızı ne de siyahın çıktığını görmüştü. Bu bölmeler en
büyük şansa sahipti bu durumda. Yuvarlak gezintisini
sürdürüyordu. Neden kırmızı seçmemişti? Şimdi daha
yavaş gidiyordu. Sonunda 2’nin üstünde durdu. Kazan­
mıştı.
Kırk doları 7’nin üstüne koyup o numarayı oynamak
gerekti. Açıktı bu. Ondan sonra da çekilmesi gerekiyor­
du. İki fişi koydu kazandı. Krupiye dört tane fişi önüne
itip de elini onlara dokundurunca kazanabileceğini şaş­
kınlıkla farketti. Bu bir hayal, kazanacakların belli ol­
madığı düzme bir piyango değildi. Birden şöyle bir duy­
guya kapıldı. Banka ona borçluydu ve bunun nedeni ne
kazanan numarayı oynamış olması ne de şimdiye dek yi-
tirmesiydi, yalnızca zihninin değişik, ilginç düşünebilme-
siydi, özgür olmasıydı. Bu hep böyleydi. Bu yuvarlak, yaz­
gının bütün borçlarını ödeyebilmesi için tüm rastlantıla-
ları hizmetine veriyordu. Bu arada, bir sayı üzerine yeni­
den oynasa yitirecekti. Tek sayı üstüne iki yüz dolar koy­
du ve yitirdi.
Bir an masayı terketti, isyan etti, pencereye doğru
ilerledi.
Dışarısı geceydi. Ağaçların altında, arabaların kır­
mızı stop lambaları göze çarpıyordu. Camlara karşın bir
konuşma uğultusu ve birden sözcükleri seçemediği öfke­
li tonda söylenmiş bir cümle kulağına geldi. Tutkular...
sisin içinden geçen bu insanlar ne türlü aptalca ve boş
bir yaşam sürüyorlardı? Gölge bile değillerdi. Yalnızca
gece içinde birkaç ses. Bu salon içinde yaşama doğru
kan akıyordu. Kumar oynamayanlar insan değillerdi. Bü­
tün geçmişi uzun bir delilik değil miydi? Masaya geri
döndü.
Yine bir çift sayı üzerine 60 dolar oynadı. Hareke­
ti gittikçe yavaşlayacak olan bu yuvarlak yazgının ta
kendisiydi. Her şeyden önce kendi yazgısıydı. Şu anda
herhangi bir varlığa karşı değil, bir tür Tanrıya karşı
savaşıyordu. Ve aynı zamanda bu Tanrı kendisiydi. Yu­
varlak yeniden yola koyuldu.
Clappique aradığı o pasif coşkunluğu o anda bulu­
verdi. Yine yaşamını, elleriyle tutup bu alaylı yuvarlağa
asmış duygusuna kapıldı. Yuvarlağın sayesinde, benliğini
oluşturan iki ayrı Clappique’i, yaşamak isteyenle, yok
olmak isteyeni, aynı anda doyuruyordu. Niçin saatine
bakıyordu? Kiyo’yu bir düşler evrenine atmıştı. Bu yu­
varlağı hem kendi hem de bir başkasının yaşamıyla bes-
üyormuş gibi geldi ona. — Kendi yaşamıyla besliyordu
çünkü, Kiyo’yu görmemekle her türlü para bulma şan­
sını yitiriyordu— ve başkasının da bunu bilmemesi, eğ­
rileri yumuşayan yuvarlağa, galaksilerin, öldürücü has­
talıkların, kısaca insanların yazgılarının bağlı olduğu
sandıkları her şeyin yaşamını veriyordu. Deliklerin kıyı­
sında bir hayvan burnu gibi duralayaıı bu cismin paray­
la olan ilişkisi, onun kendi tarihini kucaklaması ve şim­
diye dek hiç bulamadığı, kendi benliğine sahip olma a-
racıydı. Kazanacaktı, ama kaçmak için değil, kalmak da­
ha fazla riske girmek için. Elde ettiği özgürlüğü kuma­
ra yatırmakla yaptığı hareketi daha anlamsız kılmak i-
çin. Dirseklerine dayanmış, artık iyice kasları ürpererek,
oyunun gerçek anlamını, yitirme çılgınlığını keşfediyordu.
Hemen hemen herkes yitirmişti. Odayı sigara duma­
nı kaplamıştı.
Kepçenin topladığı fişlerin gürültüsü arasında her­
kesin sinirleri gevşemişti, umutsuzca. Clappique henüz
her şeyin bitmediğini biliyordu. Neden on yedi dolarını
saklayacaktı? Onluk fişini çıkarıp çiftin üzerine koydu.
Yitireceğinden öylesine emindi ki, sanki yitirmeyi
daha uzun süre hissetmek için bütün parasını oynama­
mıştı. Yuvarlak duralamaya başlayınca, sağ eli onu izle­
meye koyuldu. Sol eli ise, masaya sıkıca sarılmıştı. Ku­
mar aletlerinin yoğun yaşamlarını anlamaya başlamış­
tı: Bu yuvarlak ötekiler gibi değildi.— Hani şu oynamak
için kullanılmayan öbürleri gibi— hareketindeki durak­
sama bile yaşıyordu: Hem yumuşak, hem de kaçınılmaz
hareket kendisine bir sürü yaşam bağlı olduğu için böy­
le titriyordu. O dönerken, hiçbir oyuncu sigarasından ne­
fes çekmiyordu. Yuvarlak bir kırmızı göze girdi, çıktı,
sonra bir süre daha amaçsız dolaştı ve 9 numarada dur­
du. Clappique, masanın üstüne dayadığı sol eliyle onu
delikten çıkarmayı deneyen belirsiz bir hareket yaptı.
Bir kez daha yitirmişti.
Son fişi olan beş doları, bir kez daha, çifte koydu.
Fırlatılan yuvarlak henüz pek canlı olmayan büyük
daireler çiziyordu. Bu arada saati, Clappique’in bakışını
çeviriyordu oyundan. Saat bileğinin üstünde değil, nabız
bölgesinde, bileğinin altındaydı. Elini yalnız yuvarlağı
görebilecek bir durumda masanın üstüne koydu. Kuma­
rın sonunda ölüm olmayan bir intihar olduğunu farkedi-
yordu. Sanki bir zehir yutmuş gibi, parasını oraya koyup
beklemesi gerekiyordu. Onu yutmak gururuyla yeniden
tekrarlayan bir zehir. Yuvarlak 4 sayısında durdu: Ka­
zanmıştı.
Kazanca hemen hemen ilgisiz kaldı: Ama yitirsey-
di... Bir kez daha kazandı, bir kez daha yitirdi. Yine kırk
doları kalmıştı, ama son oyunun heyecanını arıyordu.
Fişler uzun zamandan beri çıkmayan kırmızı üstünde
toplanmıştı. Hemen herkesin göz diktiği bu bölme onu
da çekiyordu. Ama çiftten vazgeçmek oyunu bırakmak o-
lacaktı. Kırk dolarını yine çift üzerine oynadı. Hiçbir ka­
zanç bunun üstünde olmayacaktı. Belki Kiyo daha git­
memişti. Ama on dakika sonra onu bulamayacağı kesin­
di. Ama henüz bu şansı vardı. Şimdi, şimdi şu son pa­
raları oynuyordu, üstelik kendi yaşamı, bir de başkasının
yaşamı vardı bu oyunda. Özellikle bu başkasının yaşa­
mı. K iyo’yu ele vermekte olduğunu biliyordu. Bu yuvar­
lağa zincirlenmiş olan Kiyo, herkese ve kendi benliğine
egemen olan bu yuvarlak ise Clappique’di. Şimdiye dek
hiç yaşamadığı gibi yaşayarak baş döndürücü bir utanç­
la kendinden geçmiş bir durumda bakıyordu yuvarlağa.
Saat birde dışarıya çıktı. Kulüp kapanıyordu. Kırk
doları kalmıştı. Dışarının havası bir orman serinliği gibi
onu yatıştırdı. Sis saat on birde olduğundan çok daha
hafifti. Belki yağmur yağmıştı, her şey ıslaktı çünkü. Ge­
cenin karanlığında ne şimşirleri, ne kamışları görmemek­
le birlikte, keskin kokularından koyu yapraklarını seze­
biliyordu. «Kumarbazın heyecanı kazanç umudundan do­
ğar derler, çok ilginç,» diye düşünüyordu. Bu sanki «İn­
sanlar eskrim şampiyonu olmak için düello yaparlar,» de­
mek gibi bir şeydi. Ama gecenin huzuru sisle birlikte in­
sanların bütün kaygılarını, bütün ıstıraplarını silmişti
sanki... Bununla birlikte uzaklarda yine yaylım ateşleri
işitilmekteydi. «Kurşuna dizmeler başladı yine...»
K iyo’yu düşünmemeye çalışarak bahçeden çıktı, yü­
rümeye koyuldu. Ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Birden­
bire, jisin kalıntıları arasından, nesnelerin yüzeyi üzerin­
de ayın donuk ışığı göründü. Clappique başını kaldırdı.
Ay, ölgün bulutların yırtık bir kıyısından ortaya çıkmış,
derinlikleri yıldızlarla dolu loş ve saydam bir gölü an­
dıran kocaman bir deliğe doğru ağır ağır ilerliyordu. Git­
tikçe güçlenen ışığı bütün bu kapalı evlere, kentin top-
yekün ıssızlığına dünya dışı bir yaşam vermekteydi: Ayın
hava küresi gelmişte, bütün parlaklığıyla bu ani derin
sessizliğin içine yerleşivermişti. Bununla birlikte, bu ölü
gezegen dekorunun ardında, insanlar vardı. Hemen he­
men nepsi uyuyordu ve uykunun kaygılandırıcı yaşamı,
bu batıp yok olmuş kentin yüzüstülüğüne, sanki o da
başka bir gezegendeki yaşamımız gibi, uymaktaydı. ’Bin-
bir Gece Masallarında uyuyan insanlarla dolu, yüzyıl­
lardır ayın altında camileriyle yüzüstü bırakılmış küçük
kentler, çölde uyuyan kentler, vardır... Gelgelelim, ben
gebereceğim, belki.’
’Okuyanlar var. İçi içini yiyenler var (Ne güzel değil
mi bu.) Sevişenler var.’ Bütün bu sessizliğin ardında ge­
leceğin yaşamı ürpermekteydi. Kudurmuş bir insanlık ki,
hiçbir şey kendi benliğinden kurtaramazdı onu. Yeniden
esmeye başlayan rüzgârla birlikte, kentin Çin bölgesinde­
ki ölülerin kokusu geçti havadan. Clappique soluk almak
için çabalamak zorunda kaldı: Kaygısı geri geliyordu. Ö-
lümün kokusuna değil de düşüncesine daha kolay katla­
nıyordu. Ölüm dünyanın çılgınlığını bir edebiyat dingin­
liği altında gizleyen bu dekora yavaş yavaş egemen olu­
yordu. Rüzgâr da en ufak bir ıslık sesi çıkarmaksızın es­
meye devam ettiğinden, ay bulutların karşı kıyısına ulaş­
tı, her şey yeniden karanlıklara gömüldü. «Bir düş gibi...»
Ama müthiş koku onu yeniden yaşamın kucağına, kaygı­
lı gecenin kucağına atıyordu. Demin karanlıkda bulanık
görünen sokak fenerleri, yağmurun ayak izlerini sildiği
kaldırımlar üzerinde kocaman, titrek yuvarlaklar oluş­
turmaktaydı.
Nereye gitmeli? Çekiniyordu. Uyumaya kalkışsa, Ki-
yo’yu unutamayacaktı.
Şimdi bütün denizci ulusların dillerinde yazılmış ta­
belalarıyla küçük barlar, minicik genelevlerle dolu bir
sokaktan geçmekteydi. Evlerin ilkine girdi.
Camın yakınma oturdu. Biri melez, ikisi beyaz üç
garson kız müşterilerle birlikte oturmuşlardı. Müşteri­
lerden biri gitmeye hazırlanmaktaydı. Clappique bekle­
di, dışarıya baktı: Kimse yoktu, bir denizci bile. Uzak­
tan silah sesleri geliyordu. Mahsus irkildi: Boş kalan iri-
yarı, sarışın bir garson kız gelip yanma oturmuştu. «Ru-
bens’in bir tablosu gibi, ama mükemmel değil: Jordaens
olmalı, hiç laf istemem...» diye düşündü. Şapkasını baş­
parmağı üzerinde hızla çevirdi, havaya fırlattı, sonra
usulca kenarlarından yakalayıp, kadının kucağına koydu.
«Bu küçük şapka sana emanet kızım. Şanghay’da bir
tanedir. Evcilleşmiştir üstelik.»
Kadın gülümsedi: Tuhaf bir adamdı bu. Neşelenin­
ce o zamana dek donuk duran yüzüne ani bir canlılık
geldi.
«İçecek miyiz, yukarıya mı çıkacağız?» diye sordu.
«İkisini de yapacağız.»
Hollanda rakısı getirdi: «Buraya özgü bir içkidir bu.»
Clappique «Yok canım,» dedi.
Kız omuzlarını silkti.
«Bana ne yani?»
«Başın dertte m i?»
Kız onun yüzüne baktı. Böyle şakacı insanlardan çe­
kinmek gerekti. Bununla birlikte bu adam yalmzdı, eğ­
lendireceği bir kimse yoktu. Sonra, kendisiyle alay eder
de görünmüyordu gerçekten.
«Böyle bir yaşamda dertten başka nesi olur insa­
nın?»
«Afyon içer misin?»
«Çok pahalı. İğne de yaptırılabilir elbet, ama korku­
yorum: O pis iğneler yüzünden çıban çıkıyor insanda,
çıban çıkardın mı da, kapı dışarı ediyorlar seni. Bir boş
yer için on kadın var. Sonra...»
Dilinin çalışından «Flaman olsa gerek bu kadın,» di­
ye düşündü... Sözünü kesti:
«Ucuz afyon bulunabilir. İki dolar yetmiş beş veri­
yorum ben.»
«Kuzeyli misin sen de?»
Yanıt vermedi, kadına bir kutu uzattı. Kadın m in­
net içindeydi: Hem bir hemşeriye rastladığı, hem de ver­
diği bu armağan için.
«Ama benim için yine de pahalı... Ama bu bana pa­
halıya mal olmadı doğrusu. Bu gece biraz yiyeyim ba­
kayım.»
«İçmekten hoşlanıyor musun?»
«Çubuğum var mı sanıyorsun? Neler düşünüyorsun?»
Acı acı gülümsedi, yine de hoşnuttu. Ne var ki her
zamanki çekingenliği baskın çıktı.
«Ne diye verdi onu bana?»
«Bırak canım ... Hoşuma gider bu... Ben serserilik et­
tim bir zamanlar.»
Gerçekten de pek muhallebi çocuğu tavrı yoktu on­
da. Ama serseriliği uzun zamandır bırakmış olduğu da
kesindi. (Clappique, kimi zaman, ama ender olarak, ken­
dine düşsel geçmişler uydurmak ihtiyacını duyardı). K a­
dın peykenin üzerinde ona yaklaştı.
«Sevimli olmaya çalış yalnızca. Son kez bir kadınla
yatacağım ...»
«Neden?»
Kızın kafası ağır işliyordu ama aptal değildi.
«Canına mı kıyacaksın?»
Gördüğü erkeklerin ilki değildi bu. Clappique’in m a­
sa üzerine dayalı elini kendi elleri arasına aldı. Bece­
riksiz, hemen hemen anaca bir tavırla öptü:
«Yazık... Çıkacak mısın yukarıya?»
Kız ölmeden önce bazen erkeklere böyle bir isteğin
geldiğini işitmişti. Ama ilkin kendisi kalkmaya cesaret
edemiyordu: Canına kıymasını daha çabuklaştırmış sa­
nacaktı kendini. Clappique’in eli hâlâ ellerindeydi. Pey­
keye yığılmış, bacak bacak üstüne atmış, kollarını üşü­
yen bir böcek gibi bedenine yapıştırmış, burnunu uzat­
mış olan Clappique vücutlarının birbirine değmesine kar­
şın çok uzaktan bakıyordu ona. Pek az içmişti. Ama bu
yalandan, bu sıcaklıktan, yarattığı bu uydurma evren­
den sarhoştu. Canına kıyacağını söylerken kendi de inan­
mıyordu kendine. Ama kız ona inanıyordu ya, Clappique’
de gerçeğin artık bulunmadığı bir evrene giriyordu. Ne
doğru ne yalan, ama yaşanmış bir şeydi bu. Ne uydur­
duğu geçmişi, ne de bu kadınla olan ilişkisinin üzerine
kurulu olduğu bu kadar yakın, ilkel ve düzmece hareket
var olmadığına göre, hiçbir şey de var değildi demek.
Dünya ona ağır gelmiyordu şimdi. Kurtulmuş olduğun­
dan, ölüm karşısında her insanca acımanın kurduğu bağ­
dan güç alarak, kendi yarattığı romantik evrende yaşı­
yordu, artık. Sarhoşluk duygusu öyle güçlüydü ki, eli tit­
redi. Kadın bunu hissetti, kaygıdan oluyor sandı:
«Yoluna koymak... mümkün değil mi bunu?»
«Hayır.»
Masanın köşesinde duran şapka, alaycı alaycı ona
bakar gibiydi sanki. Clappique bir el hareketiyle onu pey­
kenin üstüne fırlattı.
Kız yine sordu: «Bir gönül işi mi?»
Uzakta bir yaylım ateşinin çatırtısı işitildi. Kız «San­
ki az insan ölecekmiş bu gece gibi,» diye düşündü.
Clappique sesini çıkarmaksızm ayağa kalktı. Kız so­
rusunun birtakım anılar uyandırdığını sandı onda. Me­
rakına karşın özür dilemek istedi, ama cesaret edemedi.
O da ayağa kalktı. Yukarıya çıktılar.
Dışarıya çıktığı zaman —Arkasına dönmemişti ama
camın ardından kızın bakışıyla kendisini izlediğini bili­
yordu— ne zihni, ne şehveti yatışmıştı. Sis yeniden bas­
tırmıştı. Bir çeyrek saat yürüdükten sonra (Gecenin se­
rin havası yatıştırmıştı onu) bir Portekiz barı önünde
durdu. Buranın camları buzlu değildi. Müşterilerden uzak
duran, çok iri gözlü, zayıf bir esmer, sanki korumak için
miş gibi, ellerini memelerinin üstüne koymuş geceyi sey­
rediyordu. Clappique kımıldamadan ona baktı. «Ben de
yeni bir âşığın kendilerinden ne elde edeceğini bilmeyen
kadınlar gibiyim... Gidelim de şununla canımıza kıyalım
bari.»

SAAT ON BİR OTUZ.

Kiyo ve May Kara - K edi’nin curcunası içinde bek­


lemişlerdi.
Son beş dakika. Şimdiye dek gitmiş olmaları gere­
kirdi. Cla.ppique’in hâlâ gelmemesi K iyo’yu şaşırtıyordu.
(Onun için hemen hemen iki yüz dolar toplamıştı.) Öyle
görünüyordu ki Clappique her seferinde davranışlarıyla
kendini tanıyanları az çok şaşırtıyordu. Kiyo başlangıç­
ta onu tuhaf bir zirzop olarak kabul etmişti. Ama ken­
disini uyardığı için minnettardı ve ona karşı yavaş ya­
vaş gerçek bir sempati beslemeye başlamıştı. Her şeye
karşın, baronun ona aktardığı bilginin değerinden kuş­
kulanmaya başlıyordu. Hele randevusuna gelmeyişi kuş­
kusunu daha da artırmaktaydı.
Foks—Trot’un tamamlanmasına karşın, yeni giren,
Çang - Kay - Şek ordusundan bir subaya doğru büyük
bir hareket oldu. Çiftler dansı bıraktılar ve yaklaştılar.
Kiyo hiçbir şey işitmedi ama önemli bir olayın varlığını
hissetti. May gruba yönelmişti bile. Kara Kedi’de bir ka­
dından her konuda kuşkulanılır ama bu, hiçbir konuda
kuşkulanılmaz demektir. Hemen geri geldi.
Kiyo’ya alçak sesle, «Çang - Kay - Şek’in arabasına
bir bomba atmışlar, ama o arabada değilmiş,» dedi.
«Bombayı atan ne olmuş?» diye sordu Kiyo.
Kadın gruba doğru gitti yeniden, sonra mutlaka o-
nunla dans etmek isteyen ama yalnız olmadığını farke-
der etmez arkasını bırakan bir adamla döndü.
«Kaçmış,» dedi.
«Diyelim ki öyle olsun.»
Kiyo çoğu zaman edinilen bu bilgilerin ne denli yan­
lış olduğunu biliyordu. Ama Çang - Kay - Şek’in öldürül­
müş olması zayıf bir olasılıktı. Sözü edilen ölüm öylesi­
ne önemliydi ki subayın bu konuda bilgi sahibi olmaması
olanaksızdı.
«Askeri Komite’den öğreniriz,» dedi Kiyo. «Oraya gi­
delim hemen.»
Çen’in kaçmış oimasmı candan dilediği için kuşkuya
düşmek istemiyordu. Çang - Kay - Şek hâlâ Şanghay’da
ya da Nanking yolunda olsa, bu başarısız suikast girişi­
mi Askeri Komite’ııin toplantısına büyük önem kazan­
dırıyordu. Buna karşın, ne beklenebilirdi bu toplantıdan?
Clappique’in bildirdiklerini öğleden sonra kuşkucu ve
de öyle olmaya çalışan Merkez Komitesine rtakletmişti.
Kuvvet gösterisi Kiyo’nun tezlerinin değerinden bir şey
yitirmediğini fazlasıyla doğruluyordu. Zaten Komite sa­
vaş değil birlik istiyordu. Birkaç gün önce kızılların p o­
litik şefi ile mavilerin politik şeflerinden biri Şanghay’­
da dokunakli konuşmalar yapmışlardı. Japon Ayrıcalık
Bölgesinin, Han - Keu’da kitleler tarafından ele geçirile­
memesi Orta Çin’de bile kızılların pek iyi durumda olma­
dıklarını göstermeye başlıyordu. Mançurya kıtaları Çang
Kay - Şek’inkilerinden önce kendileriyle savaşmak zorun­
da olan Han - Keu kentine yürüyorlardı... Kiyo, yanın­
da May, konuşmadan sis içinde ilerliyorlardı. Komünistler
bu gece dövüşmek zorunda kalırlarsa ancak kendilerini
koruyabilirlerdi. Son silahları ya teslim edecekler ya da
hayır diyecekler. Karşılarındaki, Avrupa silahlarıyla do­
natılmış, üstelik saldırı üstünlüğüne sahip burjuva gö­
nüllü birlikleriyle, Çin Komünist Partisiyle uyuşmazlık
içersindeyken, ona karşı bir kişiyle nasıl savaşacaklar­
dı? Geçen ay bütün kent Birleşik Devrimci ordudan ya­
naydı. Diktatör yabancıları temsil ediyordu, kent ise ya­
bancı aleyhtarıydı. Kalabalık küçük burjuvazi demokrattı
ama komünist değildi. Ordu da bu kez tehdit edici bir
biçimde buradaydı ve Nanking’e doğru kaçmıyordu. Çang
- Kay - Şek şubat ayının celladı değil, komünistler dışın­
da herkesin gözünde ulusal kahramandı. Geçen ay her­
kes polise karşıydı bugün ise komünistler orduya kar­
şıydı. Kent daha çok general yanlısı bir tarafsızlığa
bürünecekti. Ancak işçi mahalleleri savunma yapabilecek­
ti. Belki Şapey’i? Ya sonra ne olacak? Eğer Clappicıııe
yanıldı ise ve eğer gerici hareket bir ay gecikirse Kiyo,
Katov, Askeri Komite iki yüz bin kişiyi örgütleyeceklerdi.
İnançlı komünistlerden oluşmuş yeni vurucu gruplar
Birlikler’e egemen oluyordu. Ama yine de kitleleri hare­
kete geçirebilmek için en azından bir ayda oluşturula­
bilecek bir örgüte gerek vardı.
Ve silah sorunu da ortaya çıkacaktı. İki ya da üç
bin tüfeğin geri verilip verilmemesi değil, Çang - Kay -
Şek’in bir kuvvet gösterisinde bulunması durumunda da
yığınların nasıl silahlandırılacağını bilmek gerekti. Tar­
tışmayı sürdürdükçe, adamlar silahsız olmaya devam e-
deceklerdi. Ve Askeri Komite şayet, her nedenle, silah­
ları istemeye devam ederse, Merkez Komitesi Troçkist
tezlerin Kuomintang ile birleşmeye karşı çıktıklarını bil­
diğinden, haklı ya da haksız Rus muhalefetine bağlı gibi
görünen her davranıştan korkuyordu.
Kiyo, daha iyice kalkmadığı için kendisini arabaların
korkusundan kaldırımda yürümeye zorlayan sisin içinde
Askeri Komite’nin toplandığı evin bulanık ışığını görme­
ye başlamıştı. Sisli ve donuk bir gece. Saate bakabilmek
için çakmağını yaktı; Birkaç dakika geç kalmıştı. Acele
etmeye karar vererek May’ın koluna girdi. Kadın yavaş­
ça yaslandı ona birkaç adım sonra, May’ın vücudunda
bir hıçkırık sarsıntısı ve ani bir gevşeme hissetti. «May...»
Sendeledi, elleri üstüne düştü, ve birdenbire kalkmaya
çalıştığı anda Kiyo ensesine bir dizi cop yedi. Kadının
üstüne öne doğru bütün vücuduyla düştü.
Bir evden çıkan üç pe-’ is, vuranın yanma geldiler. Boş
bir otomobil biraz ilerde duruyordu. K iyo’yu oraya kadar
sürükleyip arabaya bindirdiler ve hareket ettiler. Sonra
da onu bağlamaya başladılar.
May kendine geldiğinde, Askeri Komite’nin girişinde
Çang - Kay - Şek ordusundan bir nöbetçi birliği yer al­
mıştı. (K iyo’nun hıçkırık sarsıntısı sandığı, kızın böğrü­
ne vurulan bir cop darbesiydi.) Sis yüzünden onları an­
cak çok yaklaştığında farkedebildi. Aynı yönde yürüme­
ye devam etti. (Zorlukla soluk alıyordu ve darbenin acı.
sı daha geçmemişti) ve Gisors’un evine elverdiğince hız­
lı döndü.

GECE YARISI.

Çang - Kay - Şek’e bomba atıldığını öğrenir öğren­


mez, Hemmelrich havadisleri öğrenmeye koştu. Ona ge­
neralin öldüğü ve suikastçının kaçtığı söylenmişti. Ama
devrilm iş, motor kapağı kopmuş otomobilin önünde, kan
içinde, küçük, sisin nemiyle iyice ıslanmış Çen’in cesedi­
ni görmüştü. Başında oturmuş bir asker bekliyordu, ve
orada generalin arabada bulunmadığını öğrendi. Saçma
da olsa, ona öyle geldi ki onu barındırmayı reddetmesi
ölümünün nedenlerinden biridir. Mahallenin Nöbetçi K o­
münist Birliği’ne koştu. Umutsuzca, boşu boşuna suikast
üstüne tartışmakla bir saat geçirdi orada. Bir yoldaş i-
çeri girdi:
«Şapey’deki İplik Dokuma Sendikası Çang - Kay -
Şek’in askerlerince biraz önce kapatıldı.»
«Yoldaşlar direnmedi m i?»
«Karşı koyan herkes hemen anında kurşuna dizildi.
Şapey’de militanları kurşuna diziyorlar ya da evlerini
ateşe veriyorlar... Belediye yönetimi dağıldı. Sendikaları
kapatıyorlar! Hâlâ Merkez Komitesinin yönergeleri yok.
Evli yoldaşlar karılarını ve çocuklarını kaçırmak için he­
men savuştular.»
Hemmelrich çıktığında yaylım ateşi sesleri işitti. Ta­
nınma tehlikesine giriyordu. Ama her şeyden önce kadı­
nı ve çocuğu kurtarmak gerekiyordu. Sis içinde, önünden
Çang - Kay - Şek askerleri ile yüklü iki zırhlı otomobil
ile kamyonlar geçti. Uzaktan hâlâ yaylım ateş sesleri ge­
liyordu, yakında ise başka gürültüler vardı.
Ne dükkânın köşesinde bulunduğu sokakta, ne de
İki—Cumhuriyet caddesinde asker yoktu. Hayır asker
yoktu artık. Mağazanın kapısı açıktı. Hemen koştu. Her
tarafa, yerde büyük kan birikintilerinin içine kırık
plak parçaları dağılmıştı. Dükkan, bir siperin el bomba­
sıyla temizlenmesi gibi «temizlenmişti.» Kadın, göğsü kan
içinde, çömelmiş gibi kasanın dibine yığılmıştı. Bir kö­
şede, bir çocuk kolu, eli böyle tek başına daha da küçük
görünüyordu. «İnşallah ölmüşlerdir» diye düşündü Hem­
melrich. En çok, hiçbir şeye yaramaksızın, her zamanki
gibi daha fazla ıstırap çekmeden başka bir sonuç verme­
yecek bir can çekişmeye tanık olmakdan korkuyordu. Hat­
ta bundan delik deşik olmuş raflardan, kırmızı lekeler­
den, kopmuş organlardan daha çok korkuyordu. Tabanı­
nın altında, yapış yapış yeri hissetti. «Kanları.» Kıpır­
damaya cesaret edemeden, hareketsiz duruyor, boyuna
bakıyor, bakıyordu. Sonunda çocuğun cesedini, onu giz­
lemekte olan kapının yakınında farketti. Uzakta iki el
bombası patladı. Hemmelrich ortalığa yayılmış kan ko­
kuşunun içinde zorlukla soluk alıyordu. «Onları gömmek
şart değil...» Kapıyı anahtarla kilitledi önünde durdu.
«Gelirler ve beni tanırlarsa, öldüm demektir...» Ama bir
türlü oradan ayrılamıyordu.
Acı çektiğini biliyordu, ama bir kayıtsızlık hâlesiyle
çevrilmişti ıstırabı; hastalıklardan ve kafaya yenilen dar­
belerden sonraki kayıtsızlıktı bu. Hiçbir acı onu şaşırt­
mazdı: O ölümden daha değerlidir. Onu sarsan tek şey,
şu kapının ardında kandan çok acmın, ıstırabın bulun­
muş olduğunu düşünmekti. «Her şeye karşın yazgı bu
kez çok kötü bir oyun oynamıştı. Sahip olduğu bütün
her şeyi elinden alarak onu özgür bırakıyordu. Yeniden
içeri girdi, kapıyı kapattı. Bitkinliğine, ense köküne vur­
muşlar gibi hissettiği o duyguya, güçsüz omuzlarına kar­
şın, bilincinden, özgür kalmanın verdiği o canavarca a-
ğır, derin sevinci kovamıyordu. Korku ve hoşnutlukla
onun yaklaşan bir yer altı ırmağı gibi homurdandığını
duyuyordu. Cesetler oradaydı, yere yapışan ayakları on ­
ların kanlan ile yapışıyordu, hiçbir şey bu cinayetler ka­
dar anlamsız olamazdı. Hele hasta çocuğun öldürülme­
si... Çocuk ona hâlâ kadının cesedinden bile daha ma­
sum görünüyordu. Ama şimdi artık o güçsüz değildi, şim­
di artık o da öldürebilirdi. Birdenbire yaşamın canlılar
arasındaki tek temas biçimi olmadığını, hatta öç alma
isteği içinde onları daha iyi tanıyabildiğini, sevdiğini ve
onlara daha fazla sahip olduğunu anlayıverdi. Taban­
larının bir kez daha yapıştığını hissetti ve sendeledi.
Kaslar, onlar düşünce tanımıyorlardı. Şimdiye dek tanı­
madığı güçte engin bir heyecan ruhunu alt üst ediyor­
du. Bu korku verici sarhoşluğa kendini tam bir boyun
eğmişlikle bırakmıştı. «Aşk ile öldürülebilir. Aşk ile, Tan­
rı adına» diye yineledi, tezgâha yumruğu ile vurarak,
«Evrene karşı belki...» Hıçkırmak üzere, boğazı düğüm­
lenmişken elini hemen çekti. Kasa da kan içindeydi. San­
ki bir sinir buhranıyla sarsılan elindeki esmerleşmeye
başlamış lekeye baktı, küçük küçük pullar dökülüyordu.
Gülmek, ağlamak, düğümlenmiş, boğum boğum olmuş bu
göğüsten kurtulmak... Hiçbir şey kımıldamıyordu. Ve
dünyanın sonsuz aldırmazlığı, kanın üzerindeki, ölülerin
üzerindeki, plakların üzerindeki hareketsiz ışıkla pekişi­
yordu. «Mahkûmların etleri kızıllaşmış kerpetenlerle ko­
parılıyordu...» cümlesi beyninin içerisinde inip çıkıyor­
du. Okuldan beri bilmiyordu artık bunu. Ama ordan kop-

İnsanlık Durumu / F: 13 193


mak zorunda olduğunu, ordan gitmesi gerektiğini belli
belirsiz hissediyordu.
En sonunda kendi de nasıl olduğunu anlamadan, ha­
reket edebildi. Çıkabildi. Nefretin sonsuz anaforlarını ör­
ten bitkin bir ferahlık duygusuyla yürümeye başladı. O-
tuz metre sonra durdu. «Kapıyı üzerlerine açık bıraktım.»
Adımları üzerinde döndü. Yaklaştıkça hıçkırıkların oluş­
makta olduğunu, boğazından daha aşağılarda, göğsün­
de düğümlendiğini ve orada kaldığını duyuyordu. Gözle­
rini kapadı, kapıyı çekti. Kilit çat etti: Kapanmıştı. Ye­
niden hareket etti, «Bitmedi,» diye mırıldandı yürürken.
«Daha yeni başlıyor, daha yeni başlıyor.» Omuzları önde,
orada yalnızca adam öldürüldüğünü bildiği belirsiz bir
ülkeye doğru yol alan bir sandal kürekçisi gibi ilerliyor­
du. Sonunda artık ilerlemesine engel olmayan ölülerin
ağırlıklarım omuzlarıyla, beyniyle çekerek ilerliyordu.
Elleri titreyerek, dişleri birbirine kenetli, duyduğu
müthiş özgürlük duygusunun içerisinde erimiş bir durum­
da... On dakika içinde Nöbetçi Birliğe yeniden geldi. Bu­
rası iki katlı bir evdi. Pencerelerin ardında şilteler mut­
laka kaldırılmıştı. Sisin içinden, pencerelerde pancur ol­
mamasına karşın, ışık dikdörtgen biçiminde gözükmüyor,
yalnızca dikey çizgi farkedilebiliyordu. Sokakta, daha
doğrusu daracık sokakta tam bir sessizlik egemendi. Işık
çizgileri ısıdan kızarmış bir noktanın çok ince keskin şid-.
detine bürünüyordu. Zili çaldı. Kapı aralandı, onu tanı­
yorlardı. Arkada, ellerinde mavzer, dört militan geçip git­
mesine baktılar. Bir karınca yuvasında olduğu gibi geniş
koridorda yönler karışıktı, ama hareketlerde belli bir an­
lam vardı. Her şey bodrumdan geliyordu, üst kat ölüydü.
Tek başlarına, iki işçi merdivenin üstüne, koridora ba­
kan bir yere bir makineli tüfek yerleştiriyorlardı. Tüfek
parlamıyordu bile, ama yine de bir kilisede kutsal eşya
dolabı gibi dikkat çekiciydi. Öğrenciler, işçiler konuşu­
yorlardı. Dikenli tel kangalları önünden geçti. (Bunlar
ne işe yarayacaklardı?) yukarı çıktı, mitralyözün çevre­
sinden dolaştı ve sahanlığa ulaştı. Katov bir bürodan çı­
kıyordu, ona soru dolu gözlerle baktı. Hiçbir şey demeden
kanlı elini uzattı.
«Yaralı mısın? Aşağıda pansuman yapılıyor. Çocuğu
sakladın m ı?»
Hemmelrich konuşamıyordu. Aptalca bir tavırla, inat­
la elini gösteriyordu. «Onların kanı,» diye düşündü. Ama
bu söylenemezdi.
«Benim bir bıçağım var,» dedi sonunda. «Bana bir
tüfek ver...»
«Fazla tüfek yok.»
«Ya el bombası?»
Katov bocalıyordu.
«Korktuğumu mu sanıyorsun, domuzun piçi?»
«Aşağı in. El bombaları, sandıkların içinde var. Faz­
la yok... Kiyo nerede biliyor musun?»
«Görmedim. Çen’i gördüm. Öldü.»
«Biliyorum.»
Hemmelrich aşağıya indi. Yoldaşlar kollarını omuz­
larına dek daldırmışlar, açık bir sandıkta bir şeyler araş­
tırıyorlardı. Mühimmat neredeyse sonuna gelmişti. Bir­
birine girmiş adamlar lambaların göz kamaştırıcı ışığı
altında hareket ediyorlardı. — Bodrumun penceresi yok­
tu— . Koridorun maskelenmiş ampullerinin altında dola­
şan gölgelerden sonra rastladığı bu sandığın çevresinde­
ki vücutlardan oluşmuş kalın halka şaşırttı onu. Burada­
ki şu adamların başkalarınkinden daha anlamlı bir ya­
şama sahip olmaya hakları vardı sanki. Ceplerini doldur­
du, yeniden yukarı çıktı. Ötekiler, gölgeler mitralyözün
yerleştirilmesini tamamlamışlardı. Dikenli teller kapının
arkasına konulmuştu. Kapıyı da açabilecek kadar bir a-
ralık bırakmışlardı. Dakika başında yeni zil sesleri işiti­
yordu. Dikiz deliğinden dışarı baktı. Sis içerisindeki so­
kak hâlâ sakin ve ıssızdı. Bulanık sudaki balıkların gö­
rüldüğü gibi, sis içersinde biçimsiz yoldaşlar damların
gölgelerinin çizgisinin altından geliyorlardı. Katov’u ye­
niden bulmak için geri döndü. O sırada aceleci iki zil se­
si, bir silah patlaması, tıkanan bir insanın gürültüsü ve
bir vücudun yere düşüşü...
«İşte geldiler...» diye kapıdaki nöbetçiler hep bir a-
ğızdan bağırdılar. Koridorun üzerine sessizlik çöktü. Yal­
nız bodrumdan çıkan silahların hafif tınlamaları sürüp
gitti. Adamlar savaş yerlerini aldılar.

SAAT BİR BUÇUK.

Başkalarının sarhoşlukla sızması gibi, söylediği ya­


lanla mahmurlaşan Clappique, Çinliler tarafından işle­
tilen, oturduğu otelin koridorunda ilerliyordu. Garsonlar,
çağırma tablosunun altında, yuvarlak bir masaya otur­
muşlar, yedikleri ayçiçeklerinin kabuklarını tükürük hok­
kalarına doğru tükürüp duruyorlardı. Uyuyamayacağmı
biliyordu. Melankolik bir tavırla kapıyı açtı, ceketini
«H offm an’m Masalları»nın o tamdık cildi üzerine attı,
bir kadehe viski koydu. Bu odada bir şeyler değişmişti.
Bunu düşiinmemeye zorladı kendini. Bazı eşyaların açık­
lanmaz yokluğu onu çok rahatsız ediyordu. Öteki insan­
ların yaşamlarını üzerine kurduklarından kendini sıyır­
mayı bilmişti: Aşk, Aile, îş... Ama korkudan bir türlü
sıyrılamamıştı. Yalnızlığın keskin bir idraki gibi yaşıyor­
du içinde. Bu duygudan kurtulmak için öteden beri en
yakın Kara-K edi’ye giderdi. Bu gece ise olanaksızdı bu.
Çok yorgundu, yalandan ve iğreti dostluklardan iyice bık­
mıştı... Kendini aynada gördü, yaklaştı.
Aynadaki Clappique’e «Her şeye karşın, güzelim, niye
kaçacaksın? Alt tarafı...» dedi. «Bütün bunlar daha ne
kadar sürecek? Bir zamanlar senin de bir kadının vardı.
Neyse geçelim bunu, oh... geçelim... Metresler, para: Ken­
dinle alay etmek için hayaletlere gerek duyduğun zaman
onları düşünebilirsin. Hiçbir şey söyleme. Yeteneklisin,
kafan işlektir, denildiği gibi, asalak olabilmek için ge­
rekli bütün nitelikler var sende. Yaşlanıp, olgunluğa va­
rınca her zaman için Ferral’e oda hizmetçisi olabilirsin.
Ayrıca kibar serserilik, polislik ya da intihar... Pezevenk­
lik? Büyük deliliğine kapılıyorsun yine. Ölmek istemi­
yorsun, küçük sersem. Oysa bak, ölümün tam yakışaca­
ğı bir suratın var.»
Burnu nerdeyse aynaya değecekti; yeniden yaklaştı.
Ağzını açıp, yağmur oluklarındaki insan suratları gibi
kasarak, yüzünü değiştirdi. Ve sanki surat kendisine ya­
nıt vermiş gibi:
«Herkes ölmez değil mi? Tabii ki öyle: Bir dünya
kurmak için her şey gerek. Bak öldüğünde cennete gi­
deceksin. Ancak böyle, Tanrı Baba senin gibi bir arka­
daşa sahip olabilir.»
Yüzünü bir karnaval samuraymınki gibi, gözleri yarı
yumulu ağzını kapayıp alt çenesine doğru çekerek değiş­
tirdi. Sanki sözcüklerle dile getiremediği sıkıntısını doğ­
rudan doğruya, bütün gücüyle suratını maymun, aptal,
korkak, yüzü şişmiş adam gibi, bir insan çehresinin gi­
rebileceği türlü türlü acaip biçimlerle ifade etmek ister gi-
bi, hemencecik yüzünü ekşitip buruşturmaya başladı. Bu da
yetmiyordu artık. Parmaklarını kullanmaya başladı. Göz­
lerini kıyılarından aşağıya çekti, gülen adamın kurbağa-
larmkine benzeyen ağzını büyüttü, kulaklarını çekiştir­
di. Pencerenin önünde kalınlaşmış gecenin sisiyle birlikte
ıssız odadaki bu tuhaflıkların aşırılığı, deliliğin korkunç
gülünçlüğüne bürünüyordu. Gülüşünü İşitti, tek bir ses
tonuydu bu, annesininkinin aynısı. Ve birden suratının
farkına vararak, geri geri çekildi. Soluk soluğa oturdu.
Koltuğun üzerinde bir blok beyaz kâğıt ve bir kurşun ka­
lem vardı. Yazmaya başladı:
«En sonunda, azizim Toto, kral olacaksın sen: Sıca­
cık bir yerde, rahat bir tımarhanede. İçmeye devam e-
dersen, tek dostun olan Delirium Tremens sayesinde. A-
ma sen şu anda, sarhoş musun, değil m isin?... Sen ki o
kadar çok şey hayal edersin, mutlu olduğunu kafanda
canlandırmak için ne bekliyorsun? İnanıyor musun ki...»
Kapı vuruldu.
Gerçeğin içine yuvarlandı. Kurtulmuş fakat sersem­
lemiş. Kapı yeniden vuruldu.
«Girin.»
Yün mantosu, siyah fötr şapkası, beyaz saçlarıyla
Gisors...
«Ama ben... ben,» diye kekeledi Clappique.
«Kiyo tutuklandı,» dedi Gisors. «K önig’i tanıyorsu­
nuz değil m i?»
«Ben... Fakat ben hiçbir işe yaramam.»
«İnşallah fazla sarhoş değildir,» diye düşündü Gisors.
«K önig’i tanıyorsunuz değil m i?» diye yineledi soru­
sunu.
«Evet, ben... Ben onu tanıyorum. Ona iyilik de yap­
tım ... Büyük iyilik.»
«Siz de ondan bir iyilik isteyebilir misiniz?»
«Niye olmasın? Ama ne isteyeceğim?»
«Çang - Kay - Şek’in emniyet şefi olduğuna göre,
König Kiyo’yu serbest bıraktırabilir. Ya da en azından,
kurşuna dizilmesini engeller. İlk önce yapılacak şey bu
değil m i?»
«Ol... Olur.»
Oysa König’in minnet duygusuna öyle az güveni var­
dı ki... Şpilevski’nin verdiği bilgilerden sonra, onu gidip
görmeyi yararsız, hatta ihtiyatsız bir davranış olarak gö­
rüyordu. Burnu yere doğru, yatağın üstüne oturdu. K o­
nuşmaya cesaret edemiyordu. Gisors’un ses tonu, onun
tutuklanmasından, zerrece kendisinden kuşkulanmadığı­
nı gösteriyordu. Gisors onda, buluşma saatiyle oynayan
adamın değil, öğleden sonra gelip K iyo’yu uyaran dostun
kişiliğini görüyordu. Ama Clappique kendini inandıramı-
yordu bir türlü buna. Bakmaya cesaret edemiyor, sakin­
leşemiyordu. Gisors, onun hangi dramdan ya da zirzop­
luklardan çıkıp geldiğini kendi kendine soruyor, ama şu
nefes nefese soluklanmanın nedenlerinden birinin kendi
varlığı olduğunu kestiremiyordu.
Clappique’e öyle geldi ki Gisors onu suçluyor.
«Bakm azizim, ben biliyorsunuz...... o kadar deli de­
ğilim, yani, ben, ben...»
Kem küm etmekten kendini alamıyordu bir türlü.
Bazen Gisors’un kendisini anlayan tek insan olduğunu
düşünürdü. Bazen de onun kendisine soytarıymış gibi
davrandığını sezerdi. İhtiyar adam hiçbir şey demeksi­
zin bakıyordu ona.
«Ben... Benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?»
Gisors onunla gevezelik edeceğine, onu omuzlarından
tutup König’e götürmeyi yeğlerdi. Ama onun sarhoşluğu
sandığı şeyin altından öyle bir altüst olmuşluk görünü­
yordu ki bu oyuna girmeyi reddetmeye cesaret edemezdi.
«Kimileri konuşma ihtiyacı duyar, kimileri hayal kur­
ma ihtiyacı, kimileri de vardır ki yazma ihtiyacı duyar­
lar... Bu da aynı şey. Tiyatro ciddi değildir, ciddi olan
boğa güreşidir. Ama romanlar da ciddi değildir, ciddi o-
lan yalan söyleme tutkusudur.»
Clappique ayağa kalktı.
«Kolunuz mu ağrıyor?» diye sordu Gisors.
«Yel girdi de. Bir şey söyleme...»
Clappique, kumarhanede kendisine zamanı belirten
kol saatini, onu ele verecekmiş gibi, Gisors’un bakışla­
rından beceriksizce gizledi.
«K önig’i görmeye ne zaman gideceksiniz?»
«Yarın sabah olmaz mı?»
«Niçin şimdi değil? Polis geceleyin uyumaz,» dedi G i­
sors acıyla. «Her şey gelebilir başına.»
Clappique de bundan başka bir şey istemiyordu za­
ten. Pişmanlık duyduğundan değil, oyun masasında ol­
saydı yine kalırdı. Ama ödünleme olanağının çıkması o-
nu sevindirdi.
«Hemen gidelim azizim.»
Odaya girerken farkına vardığı değişiklik, onu yeni­
den rahatsız etti. Dikkatle baktı, niye daha önce gör­
mediğine şaştı: Karşısında «hayallere daldığı» teoist re­
simlerden biri ve en güzellerinden iki heykeli ortadan
kaybolmuştu. Masanın üzerinde bir mektup: Spilevski’nin
yazısı. Tahmin etti neden söz ettiğini. Ama mektubu oku­
maya cesaret edemedi. Spilevski onu K iyo’nun tehlikede
olduğu konusunda uyarmıştı. Ondan sözetme ihtiyatsız­
lığını ederse her şeyi anlatmaktan kendisini alıkoyama-
yacaktı. Mektubu aldı ve cebine koydu.
Dışarı çıktıklarında askerlerle yüklü kamyonlara ve
zırhlı otomobillere rastladılar.
Clappique daha tam anlamıyla sakinleşmemişti. Bir
türlü bastıramadığı heyecanını gizlemek için her zaman
yaptığı gibi yine deliliğe vurdu. «Canım ne istiyor biliyor
musunuz? Halifeye, mitologyada adı geçen cinsinden tek
boynuzlu bir at göndermek. Tek boynuzlu bir at, diyorum
size, sarayın içinde güneş renginde belirecek ve haykı­
racak: ’Biliyor musun halife, baş sultan aldatıyor seni,’
bu böyle ve hiç ötesi yok. Ben de tek boynuzlu bir at ol-
n.ak isterdim. Burnumla amma şaşırtıcı olurdum. Tabii,
aslında olmaz bu. Kimbilir başkalarının gözü önünde in­
sanın kendisininkinden başka bir yaşam sürmesi ne den­
li hoştur. Hele bir kadının hayatı yaşanırsa...»
«Hangi kadın acaba, sokakta kendisine yaklaşan er­
keklerden hiç olmazsa biri için sahte bir yaşama bürün­
meye çalışmamıştır.»
«Siz... siz herkesin yalan söyleme tutkusuna sahip
olduğuna inanır mısınız?»
Clappique’in kirpikleri sinirli sinirli kırpışıyordu. Da­
ha yavaş yürümeye başladı.
«Hayır, bakın, benimle içtenlikle konuşun. Niye in­
sanların öyle olmadığına inanıyorsunuz?»
Şimdi kendisinde tuhaf derecede yabancı, ama çok
güçlü bir istek duyuyordu. Acaba Gisors kumar konusun­
da ne düşünüyordu? Oysa emindi ki kumardan söz a-
çarsa, her şeyi itiraf edecekti. Konuşacak, her şeyi söy­
leyecek miydi? Sessizlik onu buna zorluyordu. Neyse ki
Gisors yanıt verdi.
«Belki de bu konuda size yanıt verebilecek en yet­
kisiz kişiyim. Afyon yalnızca tek bir şey öğretir, o da, fi­
ziki ıstırabın dışında gerçek yoktur.»
«Istırap mı? Evet... Ya peki korku?»
«Korku mu?»
«A f... afyon aldığınız zaman, hiç korkmadınız m ı?»
«Yoo hayır. Niçin?»
«Öyle m i?»
Gerçekte, Gisors eğer dünya gerçeksizse, insanlar;
özellikle dünya ile en çok çatışma durumunda olan in­
sanlar daha güçlü gerçeklik kazanır diye düşünüyordu.
Ve Clappique, özellikle o .hiçbir çatışması olmayan ender
varlıklardan biriydi. Ve bunu sıkıntıyla duymaktaydı. Ki-
yo’nun yazgısını bu sisin elleri gibi dumandan ellere e-
manet etmekteydi. Bütün insanların davranışlarının al­
tında, erişilebilecek bir zemin vardır ve insanın ıstırabı­
nı düşünmesi ona doğayı hissettirir. Clappique’in ıstırabı,
tıpkı bir “çocukta olduğu gibi, ondan bağımsızdı. O so­
rumlu değildi bundan. Belki ıstarıp onu tahrip edebilir
-ama değiştiremezdi. Clappique var olmayabilir, bir yan­
lış içerisinde, bir sabit fikir çerçevesinde delirir, yok ola­
bilirdi, ama adam olmazdı. «Altın bir kalp, ama k of...»
Gisors Clappique’in derinliğinde öteki insanlarda oldu­
ğu gibi acı ve yalnızlık değil, yalnızca duygululuk bulun­
duğunu sezdi. Gisors bazen insanları yanlışlıklarını dü­
şünerek yargılardı. Ama Clappique yaşlanamazdı. Geçir­
diği yıllar onu insani deneylere değil, uyuşturucu madde,
kadın gibi, sonunda her türlü yaşamı bilmezlikten gelme
araçlarının birleştiği bir zehirlenmeye götürüyordu. «A-
caba,» diye düşündü baron, «Bütün bunları ona anlat­
sam olağan karşılar m ı?» Şimdi bu Çin kentinin her ya­
nından silah sesleri geliyordu. Clappique, Gisors’a ken­
disini ayrıcalık bölgesinde bırakmasını rica etti. König,
Gisors’u kabul etmezdi. Gisors arkasından onun zayıf,
sallapati gölgesinin, sis içinde kayboluşunu seyretti.
Çang - Kay - Şek polisinin özel kesimi 1920’lere doğ­
ru yapılmış basit bir villaya yerleşmişti. Becon . les Bru-
yeres stilindeydi, ama pencereler sarı ve mavimsi zirzop
Portekiz süslemeleri ile çerçevelenmişti. Kapıda iki nö­
betçi ve gereğinden fazla emireri vardı. Herkes silahlıy­
dı. Hepsi bu kadardı. Bir sekreterin uzattığı fişe Clappi-
que «Toto» yazdı ve ziyaretinin nedeninin yazılacağı ye­
ri boş bıraktı beklemeye başladı. Odasından ayrıldığın­
dan beri ilk kez ışıklı bir yerde bulunuyordu. Cebinden
Spilevski’nin mektubunu çıkardı.
Aziz dostum,
Israrınıza dayanamadım. Kuruntularım önemli ne­
denlere dayanıyordu ama düşündüm: Böylece rahata ka­
vuşmama izin vermiş olacaksınız. Şu anda kuracağım i-
şin kârları o kadar önemli ve sağlam ki, mutlaka, bir yı­
la kalmadan size aynı nitelikte ve daha güzel eşyaları
teşekkür mahiyetinde sunabileceğim. Bu kentte erzak ti­
careti o kadar...
Peşinden dört sayfalık açıklama geliyordu.
«Pek iyi gitmiyor,» diye düşündü Clappique. «Pek iyi
gidiyor sayılmaz.»
O sırada bir nöbetçi onu çağırmaya geldi.
König kapıya dönük, çalışma masasının üzerine o-
turmuş onu bekliyordu. Tıknaz, esmer kare biçimindeki
suratının ortasındaki burnu çarpıktı. Clappique doğruca
ilerledi, sert ve çabuk, birleştirici olmaktan çok ayırıcı
niteliği olan bir biçimde, elini sıktı.
«Nasılsın? İyi. Bugün sizi göreceğimi biliyordum. Ben
de size bir iyilikte bulunacak olmaktan mutluluk duy­
dum.»
«Korkunçsunuz,» yanıtını verdi Clappique yarı alay­
la. «Yalnız kendi kendime soruyorum acaba bir yanlış
anlama mı var. Bilirsiniz, politikayla uğraşmam b e n »
«Yanlış anlama yok...»
«Daha çok, yüksekten bakan bir minnet anlayışı var,»
diye düşündü Clappique.
«Ortadan kaybolmak için iki gününüz var. Geçmişte
bana yardımda bulunmuştunuz: Şimdi ben de sizi uyar­
dım.»
«Ne... nasıl? Siz mi beni uyardınız?»
«Şpilevski cesaret edebilir miydi sanıyorsunuz? Çin
Emniyetinde işiniz var, ama artık onu Çinliler yönetm i­
yor. Palavraya gerek yok.»
Clappique, Spilevski’ye hayran olmaya başlıyordu a-
ma bir yandan da kızıyordu.
«Neyse,» diye yeniden konuşmaya başladı. «Beni a-
nımsamak istediğinize göre, izin verin de sizden başka bir
şey rica edeyim...»
«Neymiş o?»
Clappique’in artık pek umudu kalmamıştı. K önig’in
her yeni karşılığı güvendiği dostluğun var olmadığını ya
da artık ona güvenilemiyeceğini gösteriyordu. König, e-
ğer kendisini uyarttı ise artık bir şey borçlu değildi de­
mek. Umutlu olduğundan değil de kendine düşeni yapmış
olmak için ekledi:
«Genç Gisors için hiçbir şey yapılamaz mı? Sizi pek
ilgilendirmez sanıyorum bütün bunlar.»
«Neymiş o çocuk?»
«Komünist, sanırım.»
«Önce, niye komünist olmuş? Babası yüzünden mi?
Melez olduğundan mı? İş bulamadığından mı? Bir işçi
komünist olsun, o bile aptallık ama. Bu da olur mu?»
«Kolayca özetlenebilecek bir şey değil bu?»
Clappique düşünüyordu:
«Melez, belki de bundan... Ama halledebilirdi. An­
nesi Japon’du. Denemedi. ’Kendisine saygı isteğiyle’ gi­
bisinden bir şeyler söyledi...»
«Kendisine saygı nedeniyle m i?»
Clappiqne şaşırdı. König azarlıyordu onu. Bu sözcük
yüzünden böylesine tepki beklemiyordu. «G af mı yaptım
acaba?» diye sordu kendi kendine.
«Her şeyden önce bu ne demek?» diye sordu König.
Sanki o konuşurken kimse dinlemiyormuş gibi, işaret par­
mağını sallayarak yineledi «Kendine saygı yüzünden...»
Ciappique ses tonu konusunda yanılmazdı: Bu nefretin
ses tonuydu. Clappique’in sağındaydı ve yamuk, ayrıca
çok kemerli burnu suratına belirli bir anlam veriyordu.
«Söyleyin bakalım Totocuğum, insanın kendisine say­
gı duymasına inanır mısınız?»
«Başka insanlarda m ı?»
«Evet, öyle ya?»
Clappique sustu.
«Kızılların tutsak subaylara neler yaptıklarını biliyor
musunuz?»
Clappique hâlâ yanıt vermeden duruyordu. Konu cid­
dileşiyordu. Hissediyordu ki bu cümle, K önig’in kendi
kendine yaptığı bir yardım, bir hazırlıktır. Karşılık bek­
lediği yoktu.
«Sibirya’da bir esir kampında çevirmenlik yaptım. O-
radan Sem enoff’un Beyaz ordusuna katılarak çıkabildim.
Beyaz ya da kızıl, beni hiç ilgilendirmiyordu. Almanya’ya
dönmek istiyordum yalnızca. Kızıllar tarafından yakalan­
dım. Soğuktan yarı ölmüştüm. Beni yüzbaşım diye ça­
ğırdılar, (Oysaki teğmendim) yere düşene dek yumruk­
ladılar. Sonra yerden kaldırdılar. Sırtımda Sem enoff or­
dusunun küçük kuru kafa işareti üniforması yoktu. Her
apoletimde birer yıldız vardı...»
Durdu. Clappique, «Bu kadar öykü anlatmadan red­
dedebilirdi,» diye düşündü. Soluk soluğa, ağır edasıyla
bu ses, her şeye karşın anlamaya çalıştığı bir zorunlu­
luktu.
«Omuzlarıma, yıldızların üzerlerine birer çivi çaktı­
lar. Parmak uzunluğunda. İyi dinleyin Totocuğum ...»
Bulanık bir bakışla gözlerini onun gözlerine dikerek
kolundan tuttu.
«Bir kadın gibi, bir dana gibi böğürdüm... Önlerinde
ağladım. Anlıyorsunuz beni değil mi? Burada duralım.
Kimse zararlı çıkmaz bundan.»
Mutlaka, her insan öldürdüğünde, kendisine ölçüsüz
işkence çektiren aşağılanmışlık duygusunu kazıyabilecek-
mişcesine bu öyküyü anlatıyordu.
«Yavrum, en iyisi bana hiç kendi kendine saygı duy­
maktan söz etmeyin. Ben onları öldürdükçe kendime say­
gı duyarım. Çin umurumda mıdır sanıyorsunuz? Ha? Çin,
öyle mi? Yok canım ... Ben sırf onları öldürebilmek için
Kuomintang’dayım. Ancak onlar öldüklerinde, ben, geç­
mişimdeki gibi, bir insan gibi, şu pencerenin önünden ge­
çen en sersem insan gibi, yaşayabiliyorum. Aynı, afyon­
keşlerle çubukları gibi. Benden onu bağışlamamı isteme­
ye geliyorsunuz. Canımı üç kez kurtarsanız da...»
Fırça gibi saçları ağzından çıkan sözcüklerle sarsıla­
rak, elleri ceplerinde, ama kımıldamadan, dişleri arasın­
dan konuşuyordu.
Yarım sesle «Unutulabilir...» dedi Clappique.
«Bir yıldan fazla süredir bir kadınla yatmadım. Bu
size yeter mi? Ve...»
Birden durdu ve daha alçak sesle sürdürdü:
«İyi ama, durun bakayım yavrum Toto, genç Gisors,
genç Gisors... Bir yanlışlıktan söz ediyordunuz değil mi.
Hâlâ niye mahkûm edildiğini bilmek istiyor musunuz?
Size onu da söyleyeceğim: Şantug’daki tüfek işini bece­
ren sîzdiniz değil mi? O tüfekler kim içindi biliyor mu­
sunuz?»
«Bizim meslekte soru sorulmaz. Tek sözcük dahi yok­
tur.»
En köklü geleneğine uyarak, işaret parmağını ağzı­
na yaklaştırdı. Hemen de rahatsız oldu.
«Komünistler için. Siz yaşamınızı tehlikeye sokmuş­
tunuz ve bu size söylenmeliydi. Üstelik bir dolandırıcılık­
tı bu. Sizden zaman kazanmak için yararlandılar. Aynı
gece gemiyi talan ettiler. Yanılmıyorsam, şu anda koru­
duğunuz kişi sizi bu işe sokmuştu değil mi?»
Clappique az daha «Her şeye karşın komisyonumu
aldım,» yanıtını verecekti. Ama karşısındakinin kendisi­
ne yaptığı açıklamalar, adamın yüzünde öyle bir hoş­
nutluk havası yaratmıştı ki, baron artık çekip gitmek­
ten başka bir şey düşünmüyordu. Kiyo, verdiği sözleri ye­
rine getirmiş oimakla birlikte, yine de ona söylemeden
yaşamını tehlikeye atmıştı. Yaşamını tehlikeye atar mıy­
dı? Hayır. Kiyo önce kendi amacını düşünmekte haklıy­
dı. O da Kiyo ile ilgilenmezse haklı olurdu. Bir de bun­
ların üstüne, gerçekten yapabileceği bir şey yoktu. Yal­
nızca omuzlarım silkti.
«Ortadan kaybolmak için yalnızca kırk sekiz saatim
var demek?»
«Evet. Üstelemiyorsunuz. Haklısınız. Haydi güle güle..»
Clappique merdivenin basamaklarından inerken, «Bu
türlü iç dökmeleri, genellikle, ölecek olanlara yapsa ge­
rek,» diye düşündü. «Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bir
an önce sıvışırsam iyi ederim.» K önig’in «İnsan gibi, her­
hangi bir kimse gibi yaşamak için...» derken kullandığı
ses tonunun etkisinden kurtulamıyordu. Yalnız kanın su­
suzluğunu giderdiği bu tam zehirlenme karşısında aptal­
laşmış durumdaydı. Dünyayı yadsımanın nasıl engin bir
aşağılanmışlık duygusunu da birlikte getirdiğini bilecek
kadar Çin ve Sibirya içsavaşlarmdan artakalmış insan
tanımıştı. Yalnız inatla dökülen kan .uyuşturucu madde
ve nevrozlar bu türlü yalnızlıkları besler. K önig’in onun
arkadaşlığından neden hoşlandığını anlıyordu şimdi. O-
nun yanındayken gerçek gerçekliğini yitiriyordu çünkü.
Dikenli tellerin ötesinde kendisini bekleyen Gisors’a rast­
lamaktan korkarak yavaş yavaş yürüyordu. Ona ne diye­
cekti? Çok geç, sabırsızlıkla itilen Gisors iki metre öte­
sinden, onu karşılamak için sisin içerisinden çıkmış ge­
liyordu. Delilerin yabani bakışlarıyla bakıyordu ona. Clap­
pique korktu, durdu. Gisors onu kolundan yakalamıştı
bile.
Kederli ama değişmemiş bir sesle:
«Yapılacak hiçbir şey yok mu?» diye sordu.
. «Konuşmadan, Clappique başını olumsuz anlamda
salladı.
«Gidelim. Başka bir arkadaştan yardım isteyeceğim.»
Ciappique’i sisten çıkarken gördüğünde kendi delili-
Sinin farkına varmıştı. Baron döndüğünde sürdürmeyi
düşündüğü diyalog tümüyle saçmaydı. Clappique ne bir
aracı ne de haberciydi. O yalnızca bir karttı. Oynanan
kâğıt yitirmişti. — Clappique’in yüzü bunu gösteriyordu—
Yeni bir kâğıt aramak gerekiyordu. Kederden ve sıkıntı­
dan boğulmuş, yıkılmışlığın altında kafası yine de ber­
raktı. Ferral’i tasarlamıştı. Ama Ferral bu türlü bir an­
laşmazlığa karışmazdı.
König bir sekreter çağırmıştı:
«Yarın, buraya genç Gisors’u getirin.»

SAAT BEŞ.

Gecenin sonuna doğru, birinci katın pencerelerin­


den bakan Katov ve Hemmelrich sarımsı silah atışları­
nın kısa şimşekleri üzerinde, güneşin doğuşunun, civar­
daki evlerin damlarında kurşuni parıltılar yarattığını ve
aynı anda evlerin biçimlerinin belirginleştiğini görmek­
teydiler. Saçları yağmurdan ıslanmış, solgun, herkes ye­
niden yanmdakilerin yüzünü seçmeye başlıyor ve ne dü­
şündüklerim biliyordu. Sonları gelmişti. Cephane nere­
deyse bitiyordu. Yardımlarına hiçbir halk hareketi gel­
memişti. Şapey’e doğru yaylım ateş açılmıştı, yoldaşlar
da onlar gibi oldukları yere mıhlanmışlardı. Katov Hem-
melrich’e neden mücadeleyi yitirdiklerini anlatmıştı. Her­
hangi bir anda Çang - Kay - Şek’in adamları muhafız
kıtasındaki küçük çaplı topları getirecekti. Bu toplar­
dan biri Nöbetçi Birliğinin karşısına düşen evlerden bi­
rine sokulabildi mi, şilteler ve duvarlar kartondanmış gi­
bi dökülecekti. Komünistlerin ağır makineli tüfeği hâlâ
bu evin kapısına hakimdi ama mermileri bittiğinde bu
hakimiyet ortadan kalkacaktı. Mermilerin bitmesi de pek
gecikmezdi. Önceden edinilmiş bir öc alma duygusuyla,
hırsla ateş etmişlerdi. Ölüme mahkûm olanlar için, öl­
dürmek son saatlere verilebilecek tek anlamdı. Ama ar­
tık bundan da yorulmaya başlamışlardı. Düşmanları git­
tikçe daha iyi gizlenerek, kendilerini çok seyrek göste­
riyorlardı. Savaş gece ile zayıflamıştı sanki ve pek saç­
ma olarak şu, hiçbir düşman gölgesi göstermeyen doğan
gün, gecenin onlara hapisliği getirmesi gibi, özgürlükle­
rini geri getirmişti. Günün damlar üzerindeki yansıma­
sı soluk bir gri renk alıyordu. Durmuş savaşın üstündeki
ışık, evlerin önünde birer siyah dikdörtgen bırakarak ge­
ceyi büyük parçalar halinde yutuyordu sanki. Gölgeler
yavaş yavaş kısalıyordu. Onlara bakmak birazdan bura­
da ölecek insanları düşünmemeye izin veriyordu. Gölge­
ler har günkü sonsuz hareketleri ile boyutlarını değişti­
riyor, ama oradakiler bir daha hiç göremeyecekleri için
bunu daha vahşi bir görkemle yapıyorlardı. Birdenbire
karşıdaki pencereler aydınlandı, mermiler kapının çev­
resine çakıl taşları gibi çarptı: İçlerinden birisi bir so­
panın ucuna bir ceket asmıştı. Düşman bu fırsatı bile
kaçırmıyordu.
«On bir, on iki, on üç, on dört...» dedi Hemmelrich.
Sokaktaki, şimdi görülebilen cesetleri sayıyordu.
«Bütün bunlar caka,» karşılığını verdi Katov hemen
hemen alçak bir sesle. «Beklemekten başka yapacak şey­
leri yok. Gündüz onların işine yarar.»
Odada yatan yalnızca beş yaralı vardı. İnlemiyorlar­
dı. İkisi duvar ile şilteler arasından beliren güne baka­
rak sigara içiyorlardı. Daha ilerde Suen ve başka bir sa­
vaşçı ikinci pencereyi koruyorlardı. Yaylım ateşi hemen
hemen kesilmişti. Çang - Kay - Şek’in kıtaları her yerde
bekliyorlar mıydı? Galiplerken, geçen ay, komünistler
her saat ne kadar ilerlediklerini biliyorlardı. Şimdiyse o
zamanki mağluplar gibi, hiçbir şey bilmiyorlardı.
Katov’un biraz önce söylediklerini onaylarmış gibi
düşman evinin kapısı açıldı (İki çıkış geçidi de birbir­
lerinin tam karşısındaydı) bir ağır makineli tüfeğin ta­
kırtısı hemen komünistlere ne olduğunu anlattı. Katov
«Damdan getirildi» diye düşündü.
«Bu tarafa gelin...»
Çağıran makineli tüfekçilerdi. Hemmelrich ve Katov
koşarak çıktılar. Makineli, mutlaka bir zırhla korunarak,
durmadan ateş ediyordu. Merdivenin en üst basamakla­
rından, ağır makineli tüfekleri düşmanın girişini derin­
liğine atış altında tutabildiği için Nöbetçi Birliğinin çı­
kış geçidinde hiç komünist yoktu. Oysa şimdi zırhla ko­
runuyordu hasımları. Her şeye karşın mutlaka ateşe de­
vam etmek gerekiyordu. Nişancı yana devrilmişti, her­
halde ölmüştü. Bağıran yardımcısıydı. Şeridi takmış, tek
tek ateş ediyordu. Mermiler merdivenin tahtalarından
parçalar kopartıyor, sıvaları döküyordu. Bilinmez bir hız­
lılıkla sessizlik içerisinden bir ölünün ya da bir dirinin
etine girdiğini belli eden boğuk boğuk sesler çıkartıyor­
du. Hemmelrich ve Katov atıldılar. «Sen gelme» diye ba­
ğırdı Belçikalı ve bir omuz darbesiyle Katov’u yuvarla­
yarak sıyrıldı. Nişancının yerine geçti. Düşman şimdi bi­
raz daha aşağıya ateş ediyordu. Ama bu pek uzun sür­
medi. Hemmelrich «Başka şerit var mı?» diye sordu. Yar­
dımcı karşılık vereceğine kafasını yere doğru eğdi ve
merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Ve Hemmelrich maki­
neli tüfeği kullanmayı bilmediğini farketti.
Bir sıçrayışta tekrar yukarı çıktı. Gözünden ve bal­
dırından hafifçe yaralanmıştı. Koridorda düşmanın atış
açısının dışında durdu. Gözü yalnızca bir merminin ko­
pardığı sıvayla yaralanmıştı. Başka bir merminin sıyır­
dığı baldırı kanıyordu. Katov sırtını eğmiş bir elinde
el bombaları demeti, öbürüyle de bir şilteyi çekiştirerek
odaya girmişti bile. (Şilteyi korunmak için değil gizlen­
mek için kullanıyordu). Eğer çok yakma atabilirse, zırha
yalnızca el bombalan etki edebilirdi.
Onları pencereden düşman koridoruna atmak gere­
kiyordu. Katov arkasında bir demet el bombası bırak­
mıştı: Hemmelrich onu kaptı ve Katov ile aynı anda şil­
tenin üstünden fırlattı. Katov kendi el bombalarıyla bi­
çilmiş gibi kurşunlarla biçilerek kendini yerde buldu.
Başlarıyla kolları şiltenin arkasından çıkınca, bütün pen­
cerelerden üzerlerine kurşun yağdırılmıştı. Zamanında
eğilen Hemmelrich «Şu çok yakından gelen kibrit ça­
tırtısı bacaklarımdan gelmiyor mu?» diye kendi kendi­
ne sordu. Mermiler hâlâ giriyordu ama, düşmelerinden
sonra duvar her iki adamı da koruyordu. Pencere döşe­
meden altmış santim kadar yukardaydı çünkü. Tüfek ses­
lerine karşın Hemmelrich’e sessizlik varmış gibi geldi.
Çünkü her iki mitralyöz de susmuştu. Kımıldamayan Ka-
tov’a doğru dirseklerinin üzerinde ilerledi. Onu omuzla­
rından çekti. Atış sahasının dışında, sessizlik içinde ba­
kıştılar. Şiltelere ve pencereyi koruyan barikata karşın,
gün ışığı odayı kaplıyordu şimdi. Katov baygınlık geçi­
riyordu. Kalçasındaki delikten akan kan karonun üze­
rinde bir kurutma kâğıdı varmışçasına kırmızı bir leke
halinde büyüyordu. Hemmelrich Suen’in yeniden «Top...»
diye haykırdığını işitti. Sonra korkunç, sağır edici bir
patlama ve kafasım kaldırdığı anda burnunun kökünde
bir darbe: O da bayılmıştı.
Hemmelrich, kendisini onun canlandırdığım sandığı
pek tuhaf sessizlik yüzeyine doğru derinliklerden çıkar­
ken, yavaş yavaş kendine geliyordu. Top artık ateş etmi­
yordu. Duvar eğrilemesine yıkılmıştı. S'^a ve yıkıntı par­
çaları ile dolu yerde Katov ve ötekiler, ölü ya da baygın
yatıyorlardı. Çok susamıştı ve ateşi vardı. Baldırındaki
yara önemli değildi. Sürünerek kapıya ulaştı, koridorda
duvara yaslanarak zorlukla doğruldu. Duvardan kopan
bir parçanın çarptığı kafasındaki hariç acısı dağınıktı.
Tutamaklara asılarak, mutlaka düşmanların hâlâ bekle­
dikleri sokağa bakan değil de avluya bakan merdivenler­
den aşağı indi. Artık ateş edilmiyordu. Giriş koridoru­
nun, eskiden masaların bulunduğu duvarları oyuk oyuk­
tu. Oyuklardan birinin içine büzülerek avluya baktı.
Terkedilmişe benzeyen bir evin (Ama o evin boş ol­
madığına emindi) sağında tenekeden bir sundurma var­
dı. Uzakta* boynuzlu bir ev ve bir dizi direk küçülerek
—bir daha göremeyeceği— kırlara doğru uzanıyordu. Ka­
pının önündeki birbirine girmiş dikenli teller bu ölü gö­
rünümü ve kurşuni günü bir çininin çatlakları gibi siyah
çizgilerle çiziyordu. Tellerin arkasında bir gölge belirdi,
bir ayıyı andırıyordu. Sırtı iki büklüm, kocaman suratlı
bir adamdı. Tellere tırmanmaya başladı.
Hemmelrich’in hiç mermisi kalmamıştı. Ne yapaca­
ğını kestiremeden bir telden öbürüne geçen bu kütleye
bakıyordu. (Teller gündüz ışığında net gözüküyordu ama
perspektiften yoksundu) Kütle büyük bir böcek gibi ası­
lıyor, yeniden düşüyor, yeniden tırmanıyordu. Hemmel-
rich duvar boyunca yaklaştı. Adamın geçeceği kesindi.
Oysaki şu anda, o kösteklemiş, acaip bir homurdanmayla
dikenli tellere takılmış giysisini kurtarmaya çalışıyordu.
Hemmelrich’e öyle geldi ki, şu tuhaf böcek kocaman ve
büzülmüş, bütün zamanlar boyunca, bu kurşuni güne a-
sılmış olarak orada kalabilir. Ama belirli ve siyah, açık,
parmakları ayrık el başka bir teli yakalamak için uzan­
dı ve vücut yine hareket etti.
Sonu gelmişti artık. Arkada sokak ve ağır makineli
tüfek. Yukarda: Katov ve adamlar yerde. Şu karşıdaki
boş ev mutlaka asker doluydu ve onların makineli tüfek­
çilerinde hâlâ mermiler vardı. Dışarıya çıkarsa, onu esir
almak için düşmanlar dizlerine ateş edeceklerdi. (Birden­
bire, küçük kemiklerin, diz kapaklarının kırılabileceğini
hissetti). Hiç olmazsa belki şunu öldürebilecekti.
Ayıdan, insandan ve örümceklerden oluşan bu acaip
yaratık tellerden sıyrılmaya devam ediyordu. Siyah küt­
lesinin yanında bir ışık huzmesi, tabancasının kabzası­
nı belli ediyordu. Hemmelrich kendini bir çukurun di­
binde hissediyordu. Ölümün ta kendisi gibi yaklaşmakta
olan şu pek ağıı yaratıktan çok, diri birinin üzerine ka­
panacak tabut kapağı gibi kendisini izleyen her şey ta­
rafından büyülenmişti. Her günkü yaşantısını boğan, ezmek
için üzerine gelen bir şeydi bu. «Otuz yıldır çekiç-
lediler ve şimdi de öldürecekler beni.» Yaklaşan yalnız­
ca kendi ıstırabı değildi. Ayrıca karnı deşilmiş karısının,
öldürülmüş çocuğunun da ıstırabıydı. Her şey bir susuz­
luk, ateş ,ve nefret bulutu halinde birbirine karışıyordu.
Bakmadan, yeniden sol elindeki kan lekesini duydu. Ne
bir yanık yarası, ne bir sıkıntı gibi, salt kan lekesinin o -
rada olduğunu biliyordu. Ve adam en sonunda dikenli
tellerden kurtulacaktı. Şu ilk geçen adam yukarda ya­
tanları para için değil, bir düşünce, bir inanç için öl­
dürmeye geliyordu. Bu demir tel engelinin önünde duran
gölgeden düşüncesine varıncaya dek nefret ediyordu
Hemmelrich. Bu mutlu insanlar topluluğunun onları öl­
dürmesi yetmiyordu .ayrıca haklı olduklarına inanmala­
rı gerekti. Şimdi doğrulmuş olan vücudun gölgesi, yağ­
murlu sonbahar sabahının sınırsız sükunu içersinde u-
zanan telgraf tellerinin üzerinde, kurşupi avluda şaşıla­
cak bir biçimde gerilemişti. Bir pencereden adamın kar­
şılık verdiği bir haykırış yükseldi. Yanıt, koridoru dol­
durdu. Hemmelrich’in her yanını sardı. Tabancanın ışık
çizgisi kılıfın içerisinde yitip gitti. Onun yerini, bu loş­
lukta hemen nemen beyaz, düz bir çubuk aldı. Adam ka­
satura çekiyordu. Artık o bir insan değildi, o şimdiye dek
Hemmelrich’e ıstırap çektiren her şeydi. Bu karanlık ko­
ridorda, kapının ardında pusuya yatmış makineli tüfek­
çilerle, şu yaklaşan askerle Belçikalı nefretten deliye
dönmüştü. Ve ona öyle geliyordu ki, elindeki karısıyla
çocuğunun kanı artık bir leke değildir. Ama hâlâ sıvı ve
sıcaktır. Onlar bizim hepimizi gebertecekler ama bu he­
rif kurutacak bu kanı, kurutacak... Adam kasatura ön­
de adım adım yaklaşıyordu. Hemmelrich çömeldi ve ay­
nı anda gölgenin büyüdüğünü kütük gibi kalın bacakla­
rın üstünde gövdenin küçüldüğünü gördü. Kasaturanın
tam kafasının üstüne doğru geldiği anda, birden ayağa
kalktı, sağ eliyle adamın boynuna yapışıp sıktı. Çarpış­
manın şiddetinden kasatura yere düşmüştü. Bu boyun bir

İnsanlık Durumu / F : 14 209


tek elin sıkamayacağı kadar kalındı. Başparmak ve ö-
bür parmakların uçları nefesi kesecek kadar kasılmış bir
halde ete gömülüyorlardı. Öbür el ise aşırı bir öfkeyle,
deliliğe kapılmış, soluk soluğa olan adamın suratını tır­
malıyordu. Hemmelrich «Onu sen sileceksin, sen silecek­
sin,» diye bağırıyordu. Adam sendeliyordu. İçgüdüyle du­
vara yapıştı. Hemmelrich bütün gücüyle adamın kafa­
sını duvara vurdu, bir saniye eğildi. Çinli vücuduna gi­
ren, bağırsaklarını deşen kocaman bir cisim hissetti: Ka­
satura. İki elini birden açtı, karnına götürdü, keskin bir
çığlık attı ve omuzları önde Hemmelrich’in bacakları a-
rasma düştü, biraz sonra vücut gevşedi. Açık duran e-
line kasaturadan bir damla kan sonra bir damla daha
kan damladı. Saniyeden saniyeye kan lekesinin büyüdü­
ğü bu el ‘sanki öcünü almıştı. Sonunda Hemmelrich ken­
di eline bakmaya cesaret etti ve elindeki kan lekesi si­
lineli saatler olmuştu...
Birdenbire belki de ölmeyeceğini anladı. Acele ile bir
yandan kurtuluşunu sağlayan şu adama karşı sevecenlik
duyarak, bir yandan da sanki adam giysilerin çıkartılma­
sını zorlaştırıyormuş da yeterince hızla çıkartamıyormuş
gibi hırslanarak adamı soydu. Bu kurtarıcı vücudu
kabuğundan soyuyormuşçasma sardı. En sonunda ada­
mın giysilerini giymiş, kafasını kasketin güneşliği ile giz­
leyebilecek biçimde eğmiş durumda sokak tarafındaki
pencerede görüldü. Karşıdaki düşmanlar bağırarak pen­
cerelerini açtılar. «Onlar buraya gelmeden ben buradan
tüymeliyim,» Sokağın köşesinden çıktı, öldürdüğü suba­
yın adamlarına ulaşmak için yapacağı gibi, sola döndü.
Pencerelerden adamlar «Tutsak var mı?» diye bağır­
dılar. Sözde ulaşmak zorunda olduğu kimselere doğru
* rasgele bir işaret yaptı. Üzerine ateş edilmemesi hem a-
hkça nem de çok tabii bir şeydi. Şaşkınlığı tümüyle geç­
mişti. Yeniden sola doğru döndü ve ayrıcalık bölgeleri­
ne yöneldi. Bu bölgeler korunuyordu ama o, İki—Cum­
huriyet caddesinin çift girişli bütün evlerini tanıyordu.
Kuomintanglılar birbiri ardından sokağa çıkmaya
başlıyorlardı.
SAAT ON.

Nöbetçi:
«Geçici,» dedi.
Kiyo adi suçlular hapishanesinde tutulduğunu anladı.
Hapishaneye girdiğinden beri daha çevresine bile ba-
kamamıştı, korkunç kokuyla sersemlemişti. Burası bir
mezb ıha, bir kepek sergisi, dışkı gibi kokuyordu. Biraz
önce aştığı kapı, terkettiğine tıpatıp benzeyen bir kori­
dora açılıyordu. Sağda ve solda yukardan aşağıya koca­
man kereste parmaklıklar, tahta kafeslerin içinde ise in­
sanlar vardı. Ortada, üzerinde, kısa saplı düz kayışlı, el
genişliğinde parmak kalınlığında bir silah: Kırbaç olan
masanın önünde gardiyan oturmuştu.
«Dur orada domuzun piçi,» dedi.
Adam, loşluğa alışmış, eşkalini yazıyordu. Kiyo’nun
başı hâlâ ağrıyordu. Hareketsiz durması ile bayılacakmış
sandı. Parmaklıklara sırtını dayadı.
Arkasından, «Nasıl, nasıl, nasılsınız?» diye haykırıh-
yordu.
Bir papağanmki gibi, titrek bir ses, ama bir insan
sesi. Bulunduğu yer adamın suratını seçebilmesi için çok
karanlıktı. Yalnızca boynuna pek de uzak olmayan par­
maklıklara sarılmış parmakları görebiliyordu. Geride bir
sedire yatmış, ya dâ ayakta kaynaşan çok uzun gölgeler
görüyordu. İnsanlar, sanki solucanlar gibi...
Biraz uzaklaşarak:
«Daha iyi olabilirdim,» karşılığını verdi.
Gardiyan:
«Ağzının üstüne bir tokat yemek istemiyorsan ka­
pat çeneni, eşşoğlueşşek,» dedi.
Kiyo «geçici» sözünü defalarca işitmişti, demek bu­
rada uzun süre kalmayacaktı. Kaldırılabilecek her şeyi
kaldırmaya, küfürleri işitmemeye karar verdi. Önemli o-
lan buradan çıkmak .yeniden kavga içindeki yerini al­
maktı.
Bununla birlikte, her insanın, tümüyle bağımlı ol­
duğu kişi karşısında duyduğu aşağılanmışlık duygusunu
içinden kusmak gelirmişçesine, o da duymaktaydı. Ben­
liğinden soyulup, sıyrılmış şu iğrenç, eli kırbaçlı gölge
karşısında acizdi.
Ses sordu yeniden:
«Nasıl, nasıl, nasılsınız?»
Gardiyan mutlu bir tavırla sol taraftaki parmaklık­
ların orada bir kapı açtı. Kiyo ahıra girdi. Dipte, üzerin­
de tek bir adamın yattığı bir sedir vardı.
Kapı yeniden kapandı.
Adam: «Siyasî mi?» diye sordu.
«Evet, ya siz?»
«Hayır. B in İmparator zamanında mandarindim.»
Kiyo loşluğa alışmaya başlıyordu. Aslında hemen he­
men burunsuz ihtiyar beyaz bir kediye benzeyen, seyrek
bıyıklı sivri kulaklı bir adamdı.
«...kadın satıyorum. İşler yolunda gittiği zaman po­
lise para veriyorum, onlar da beni rahat bırakıyorlar. İş­
ler yolunda gitmediği zaman ise, parayı kendime saklı­
yorum sanıp beni hapse atıyorlar. Ama işler yolunda git­
mediği zaman, dışarda açlıktan öleceğime, içerde beslen­
meyi yeğ tutarım...»
«Burada?»
«Bilirsiniz, insan her şeye alışır. Dışarda da yaşamım
o kadar iyi değil ki, benim gibi ihtiyar ve zayıf olunca...»
«Niye siz de öbürkülerle birlikte değilsiniz?»
«Arada sırada hapishane kâtibine para veririm. Böy-
lece buraya her gelişimde ’geçiciler’ rejimine tâbi tutu­
lurum.»
Gardiyan yemek getirmişti. Parmaklıkların arasın­
dan, içi çamur renginde bir küspe ile dolu, üzerinden,
hapishanenin havası gibi kokan iğrenç bir duman tüten
iki küçük kap geçirdi. Bir tencereden koyu lapayı kep­
çe ile küçük kâselerin içine atıyordu. Kâsenin içinde
«plok» diye ses çıkaran lâpayı daha sonra öbür kafes­
teki mahkûmlara birer birer veriyordu.
Bir ses:
«Zahmet etme,» dedi, «yarın...»
(Mandarin Kiyo’ya yarın infaz edilecek dedi.)
Başka bir ses:
«Ben de öyle,» dedi. «Yine de sen bana çift porsiyon
verebilirsin. Nedense daha fazla acıkıyorum.»
Gardiyan:
«Yumruğumu ağzına yemek ister misin?» dedi.
Bir asker girdi, ona bir soru sordu. Sağdaki kafese
girdi, tembel tembel bir vücuda vurdu.
«Kımıldıyor,» dedi. «Demek ki, hâlâ yaşıyor.»
Asker yürüdü gitti.
Kiyo bütün dikkati ile bakıyordu. Ölüme bu kadar
yakın seslerin —belki de kendisininki de öyleydi— han­
gi gölgelere ait olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama a-
yırt etmek olanaksızdı. Bu insanlar kendisi için sesten
başka bir şey ifade etmeden ölüp gideceklerdi.
Arkadaşı:
«Yemiyor musun?» diye sordu.
«Hayır.»
«Başlangıçta hep böyle olur.»
Kiyo’nun kâsesini aldı. Gardiyan girdi, hızlı bir to­
kat vurdu ve tek söz söylemeden kâseyi alıp çıktı.
Kiyo alçak sesle.
«Niye bana vurmadı?» diye sordu.
«Suçlu olan yalnız bendim. Ama nedeni bu değil. Siz
siyasisiniz, geçicisiniz ve iyi giyimlisiniz. Szden ya da si­
zinkilerden para sızdırmaya çalışacak. Ama bu yine de
engellemez... Durun bakayım...»
Kiyo «Para bu inde bile peşimi bırakmıyor,» diye
düşündü. Anlatılanlara tümüyle uymasına karşın, gardi­
yanın karakterinin iğrençliği ona gerçek gibi gelmiyor­
du. O anda iktidar her insanı hayvanlaştırabilirmiş gibi,
gardiyan karakteri ona pis bir yazgıymış gibi görünüyor­
du. Şu parmaklıkların ardında oynaşan, çocukluğunda
düşlerinde gördüğü, deniz kabukluları ve kocaman bö­
cekler gibi kaygı verici, karanlık varlıklar da daha çok
insan değillerdi. Topyekûn yalnızlık ve acizlik. «Dikkat»
diye düşündü, çünkü kendini de daha zayıf hissetmeye
başlamıştı bile. Öyle geldi ki ona ölümüne hakim değil-
diyse de, orada korkuya rastlayacaktı. Kemerin tokası­
nı açtı ve oradaki siyanürü cebine aktardı.
Yine o ses haykırdı:
«Nasıl, nasıl, nasılsınız?»
Öbür kafesteki mahkûmların tamamı: «Yeter...» diye
bağırdı. Kiyo şimdi loşluğa alışmıştı ve seslerin sayısı o-
nu şaşırtmadı. Parmaklıkların ardında sedirin üzerinde
uzanmış olan ondan fazla vücut vardı.
Gardiyan, «Sen susacak mısın?» diye bağırdı.
«Nasıl nasıl, nasılsınız?»
Gardiyan ayağa kalktı.
Kiyo alçak sesle sordu: «Şakacı mı, yoksa inatçı bi­
risi mi?»
«Ne o, ne öbürü...» diye yanıtladı bunu mandarin.
«Deli.»
«Peki ama niye?..»
Kiyo soru sormayı bıraktı. Yanındaki kulaklarını tı­
kıyordu. Keskin ve boğuk bir çığlık hem ıstırap hem de
korku ifade ederek bütün loşluğu doldurdu. Kiyo man­
darine bakarken gardiyan elinde kırbacı ile öbür kafese
girmişti. Kırbaç şakladı. Aynı çığlık yeniden yükseldi. Ki­
yo kulaklarını tıkamaya cesaret edemeyerek, onu tırnak­
larının ucuna dek ürpertecek olan çığlığı parmaklıklara
asılmış bekliyordu.
Bir ses: «Şunu iyice tepele de, bizi rahatsız etmesin
bir daha,» dedi.
Dört ya da beş ses: «Bitsin artık da rahat uyuyalım,»
dedi.
Mandarin, kulakları hâlâ tıkalı, Kiyo’ya doğru eğildi.
«Yedi günden beri on birinci kez dövüyor galiba. Ben
iki günden beridir buradayım, bu dördüncü kez... Ne ya­
parsan yap yine de biraz işitiliyor. Gördüğünüz gibi göz­
lerimi kapatmıyorum. Ona bakarak bana öyle geliyor ki,
ona yardım ediyorum.»
Kiyo da hemen hemen hiçbir şey görmeden bakı­
yordu. Korkuyla kendi kendine sordu. «Acıma mı yoksa
gaddarlık mı?» Her insanda bulunan aşağılık ve büyüle­
yici yanlar burada bütün vahşi sertliğiyle görünüyordu
ve Kiyo bütün düşüncesiyle insanlardaki bayalığa kar­
şı direniyordu. Rastlantıyla gördüğü, idam edilmiş insan
cesetlerinden kaçmak için harcaması gereken çabayı a-
nımsadı. Edebi deyimiyle: Kendisini çekip koparması ge­
rekiyordu. Pek zararlı bile olmayan, sesinden anlaşıldı­
ğına göre kuşkusuz yaşlı bir delinin dövülmesinin insan­
larca onaylanması ona Han - Keu’da Çen’in yaptığı iti­
rafları dinlerken aynı dehşeti uyandırdı: «Ahtapot­
lar, kan emiciler...» Katov ona bir tıp öğrencisinin,
içinde canlı organların oynaştığı bir karnı ilk gördüğün­
de nasıl bir çaba harcaması gerektiğinden söz etmişti.
Korkudan tümüyle ayrı, uyuşturucu bir dehşet duygu­
suydu bu, zihin daha onu iyice algılayamadan güçleni-
veren bir dehşet duygusu. Ve ona olan bağımlılığını duy­
dukça, Kiyo giderek daha çok alt üst oluyordu. Bunun­
la birlikte karanlığa yanındakilerden daha az alışmış göz­
leri, çığlıkları bir kanca gibi çekip koparan meşinin yal­
nızca parıltısını seçebilmekteydi. İlk darbeden beri elle­
ri suratının hizasında, parmaklıklara asılmış, hiçbir ha­
reket yapmadan durmuştu.
«Gardiyan!» diye bağırdı.
«Sen de mi kırbaç istiyorsun?»
«Sana bir şey söyleyeceğim.»
«Yaa... Öyle mi?»
Gardiyan kocaman kilidi kapatırken, yanlarından
ayrıldığı mahkûmlar gülmekten katılıyorlardı. Onlar ’si­
yasilerden nefret ederlerdi.
«Hadi git oraya, git oraya... Biraz gülelim...»
Vücudu bir parmaklıkla dikine kesilmiş gibi, adam
Kiyo’nun karşısındaydı. Suratında gücü yadsınmış bir
aptalın iğrenç kızgınlığı okunuyordu. Buna karşın yüzü­
nün çizgileri alçakça değildi: Herkeste rastlanacak cins­
ten ve düzgündü.
«Dinle,» dedi Kiyo.
Birbirlerinin ağızlarının içine bakıyorlardı. Gardiyan,
kafasının her iki yanından parmaklıklara tutunmuş el­
lerini rahatça görecek kadar Kiyo’dan uzun boyluydu.
Kiyo ne olup bittiğini anlamadan eli patlayacakmış gibi
acıdı. Gardiyan arkasında tutmakda olduğu kırbacı o-
lanca hızıyla indirmişti. Kiyo bağırmaktan alamadı ken­
dini.
«Çok güzel,» diye bağırıştılar karşıdaki mahpuslar,
«hep aynı kişiler dayak yiyecek değil ya...»
Kiyo’nun elleri kendiliğinden bir korkuyla, o far­
kında bile olmadan vücudunun her iki yanına düşmüştü.
Gardiyan «Söyleyecek başka bir şeyin var mı?» di­
ye sordu.
Kırbaç şimdi aralarındaydı.
Kiyo bütün gücüyle dişlerini sıktı ve sanki korkunç
bir yük kaldırıyormuş gibi gözlerini gardiyanınkilerden
ayırmadan, ellerini yeniden parmaklıklara doğru uzattı.
O ellerini kaldırırken, adam rahat vurabilmek için belli
belirsiz geri çekiliyordu. Kırbaç, bu kez parmaklıkların
üzerinde şakladı. Refleksi daha güçlüydü. Ellerini geri
çekmişti çünkü. Ama o, omuzlarında korkunç bir gerilim­
le 'ellerini yeniden parmaklıkların üstüne koymuştu bile.
Gardiyan onun bu kez geri çekmeyeceğini anladı. Sura­
tına tükürdü ve yavaşça kırbacını kaldırdı.
«Eğer deliyi dövmeyi bırakırsan...» dedi Kiyo, «Çık­
tığımda sana... elli dolar vereceğim.»
Gardiyan bocaladı, sonunda kabul etti:
«Peki...»
Bakışları ayrıldı. Kiyo’nun üzerinden öyle bir geri­
lim kalkmıştı ki, bayılıyor sandı. Sol eli, kapatmayı be­
ceremeyeceği kadar acıyordu. Öbürüyle birlikte onu da
omuzlarının hizasına dek kaldırmıştı ve şimdi orada ge­
rilmiş duruyordu. Kahkahalar yeniden işitildi.
Gardiyan da gülerek «Bana elini mi uzatıyorsun?»
dedi.
Sonra uzanıp elini sıktı. Kiyo ömrü boyunca bu el
sıkışmasını unutmayacağını hissetti. Elini çekti ve dü­
şermişçesine sedirin üstüne oturdu. Gardiyan duraksa­
dı, kırbacın sapıyla kafasını kaşıdı ve yeniden masasına
döndü. Deli hıçkırıklarla ağlıyordu.
Aynı iğrençlik içersinde saatler geçti. En sonunda,
askerler Özel' Polise götürmek için Kiyo’yu almaya gel­
diler. Belki de ölüme gidiyordu. Buna karşın şiddetinin
onu şaşırttığı bir sevinçle çıktı oradan. Orada, kendisin­
den iğrenç bir parçayı bırakıyormuş gibi geldi.
«Giriniz...»
Çinli nöbetçilerden biri Kiyo’yu omuzundan yavaşça
içeri itti. İşleri yabancılarla olduğu zaman, kendilerini
zorunlu hissettikleri sertliklerinden biraz sıyrılıyorlardı.
(Bir Çinli için Kiyo Japon ya da AvrupalIydı ,ama mut­
laka yabancıydı.) König’in bir işareti üzerine nöbetçiler
dışarda kaldılar. Şişmiş sol elini cebinde saklayarak, Ki­
yo çalışma masasına doğru ilerledi. Bir yandan da, ken­
disi gibi göz göze gelmeye çalışan adama bakıyordu. A
damın tıraş edilmiş köşeli bir yüzü, çarpık burnu, fırça
gibi saçları vardı. «Sizi öldürtecek adam, ister istemez
herhangi birine benzer mutlaka.» König elini masanın
üzerinde duran tabancaya doğru uzattı. Hayır, bir siga­
ra kutusu alıyordu.
Kiyo’ya uzattı.
«Teşekkür ederim. İçmiyorum.»
«Hapishanede çıkan yemekler berbattır. Öyle olması
gerek zaten, demeği birlikte yemek ister misiniz?»
Masanın üzerinde iki tas kahve, süt ve ekmek di­
limleri vardı.
«Yalnızca ekmek yeter, teşekkür ederim.»
König gülümsedi:
«Aynı cezveyi kullanacağız.»
Kiyo çalışma masasının önünde, ekmeğini bir çocuk
gibi ısırarak ayakta duruyordu. (Oturulacak yer yoktu).
Hapishanenin iğrençliğinden sonra, her şey onun için
gerçek dışı bir hafiflikti. Yaşamının tehlikede olduğunu
biliyor ama ölmek bile ona kolay geliyordu. Adam belki
kayıtsızlığından nazik davranıyordu. Beyaz ırktandı. Bel­
ki de bu işe rastlantıyla ya da paraya tamahen geti­
rilmişti. Kiyo da bunun böyle olmasını dilerdi, adama
hiçbir sempati beslemiyordu, ama gevşemek, hapishane­
de onu iyice yoran gerilimden kurtulmak istiyordu. Ken­
dine sığınmada tutuk davranmanın ne denli bitirip tü­
ketici olduğunu keşfetmişti.
Telefon çaldı.
«Alo,» dedi König. «Evet, Gisors, Kiyo. Tamam. Ben­
de.»
Kiyo’ya, «Hâlâ sağ olup olmadığınızı soruyorlar,»
dedi.
«Beni niye getirdiniz buraya?»
«Anlaşabileceğimizi sanıyorum.»
Telefon yeniden çaldı.
«Alo, hayır. Ben de tam şimdi, ona mutlaka anlaşa­
cağımızı söylüyordum. Kurşuna mı dizildi? Sonra anım­
satın bana...»
König’in bakışı Kiyo’nunkinden ayrılmamıştı. Tele­
fon ahizesini bırakırken:
«Ne düşünüyorsunuz?» diye sordu.
«Hiiç...»
König gözlerini yere indirdi, sonra yeniden kaldırdı.
«Yaşamak istiyor musunuz?»
«Nasıl yaşayacağıma bağlı bu...»
«İnsan türlü biçimlerde ölebilir.»
«Seçme hakkı insanın elinde değildir ki...»
«İnsanın her zaman yaşama biçimini seçebileceğini
mi sanıyorsunuz?»
König kendisini düşünüyordu. Kiyo önemli olan hiç­
bir şeyi söylememeye karar vermişti. Ama onu da sinir­
lendirmek hiç istemezdi.
«Bilmiyorum.»
«Bana sizin şey nedeniyle komünist olduğunuzu...
neydi bakayım- Kendine saygı duyma gereğinden. Doğ­
ru mu bu?»
Kiyo önce anlamadı. Telefonu beklerken gerilmiş si­
nirleriyle, bu acaip sorgu nereye varacak diye kendi ken­
dine soruyordu. En sonunda.
«Gerçekten bu sizi ilgilendiriyor mu?» diye sordu.
«İnanamıyacağınız kadar.»
Sesinin tonunda tehdit havası vardı. Kiyo yanıt
verdi:
«Komünizmin dövüştüğüm kimselere kendilerine say­
gı duymayı mümkün kılacağına inanıyorum. Ona karşı
planlar, kendilerine saygı duymaya zorluyorlar kendile­
rini kesinlikle. Yanıtımı dinlemediğinize göre, bu soru­
yu bana niçin sordunuz?»
«Kendine saygı diye neyi adlandırıyorsunuz? Bir an­
lamı yok bunun.»
Telefon1 çaldı. Kiyo «Yaşamımdan mı söz ediyorlar?»
diye düşündü. König ahizeyi yerine koymadı.
«Kendinden utanmanın tam tersi,» dedi Kiyo. «İn­
san benim geldiğim yerden gelirse bir anlamı vardır bu­
nun.»
Telefonun zili çalıyordu. König elini aletin üzerine
koydu.
«Silahlar nerede saklı?» dedi yalnızca.
«Telefonu bırakabilirsiniz. Sonunda ne yapmak iste­
diğinizi anladım.»
Telefonun zilinin çalışını tamamen bir oyun olarak
düşünüyordu. Hızla eğildi: König iki tabancadan birini
az daha kafasına atıyordu. Ama yine masanın üzerine
bıraktı.
«Bende daha iyisi var,» dedi. «Telefona gelince, nu­
mara mı, değil mi, birazdan görürsünüz yavrum. Hiç iş­
kence seyrettiniz mi?»
Kiyo cebinde şişmiş parmaklarını oynatmaya çalışı­
yordu. Siyanür bu sol cepte idi ve onu ağzına götürmek
zorunda kalırs.i, düşürmekten korkuyordu.
«Yalnızca işkence edilmiş insanlar gördüm. Bana si­
lahların nerde olduğunu neden sordunuz? Biliyorsunuz
ya da bileceksiniz... Öyleyse?..»
«Komünistler her tarafta ezildiler.»
Kiyo susuyordu.
«İşleri tamam oldu. İyi düşünün. Bizim için çalışır­
sanız kurtulacaksınız ve kimse bilmeyecek. Sizi kaçıra­
cağım.»
Kiyo «Elbette buradan başlayacaktı,» diye düşündü.
İstememesine karşın sinirliliği ona alaycılık veriyordu.
Ama polisin belirsiz güvencelerle yetinmeyeceğini biliyor­
du. Buna karşın pazarlık, artık öne başka bir şey sürül­
mezmiş gibi, basmakalıplığı ile onu şaşırttı.
«Ben. Yalnız ben,» diye konuşmasını sürdürdü Kö-
nig. «Ben bileceğim. O kadar.»
Kiyo onun «O kadar» derken neden gönül alıyormuş
gibi bir tavır takındığını sordu kendi kendine.
Özelliği olmayan bir sesle:
«Sizin hizmetinize girmeyeceğim,» dedi.
«Dikkat edin. Sizi on kadar suçsuz adamla aynı ye­
re kapatırım ve onlara kurtulmalarının size bağlı oldu­
ğunu, konuşmazsanız hapisten çıkamayacaklarını ve si­
zi konuşturmak için her türlü çareye başvurabilecekle­
rini söylerim.»
«Cellatları çağırmak daha basit olur...»
«Yanlışın var. En kötüsü yalvarmalarla işkencelerin
birbirini kovalamasıdır. Bilmediğiniz konular hakkında
konuşmayın, en azından henüz bilmedikleriniz hakkında.»
«Biraz önce bir deliye işkence edildiğini gördüm.»
«Kendinizi nasıl bir tehlikeye attığınızın farkında
mısınız?»
«Biliyorum.»
König, Kiyo’nun söylediği şeylere karşın üzerindeki
ciddi tehdidin farkında olmadığını düşündü. «Gençliği
ona yardım ediyor.» İki saat önce Çeka’dan bir tutsağın
sorgusunu yapmıştı. On dakika içinde adamın içten bir
hal aldığını sezmişti. Dünyaları, her ikisinin de dünyası,
artık olağan insanların dünyası değildi. Belki de, Kiyo
imgeleminin zayıflığı yüzünden korkudan kurtuluyordu.
Sabırla anlaşılacaktı.
«Şu tabancayı niye suratınıza fırlatmadığımı kendi
kendinize sormuyor musunuz?»
«Bende daha iyisi var demiştiniz ya...»
König zili çaldı.
«Belki bu gece size insanların kendi kendilerine say­
gı duymaları konusunda ne düşüneceğinizi sormaya ge­
leceğim.»
İçeri giren nöbetçilere:
«Avludaki A bölümüne götürün,» dedi.
SAAT DÖRT

Clappique, kalabalığı ayrıcalıklı bölgeden dikenli tel­


lere doğru iten harekete katıldı. İki - Cumhuriyet cad­
desinden ardında mavzerli yamağı ile, eğri kılıcını omu­
zuna atmış bir cellat geliyordu. Clappique hemen geri
döndü, ayrıcalıklı bölgeye girdi. Kiyo tutuklanmış, ko­
münist savunması ezilmişti. Kentin AvrupalI kesiminde
bile birçok sempatizana saldırılmıştı. König ona akşama
dek izin vermişti. Ondan sonra artık kimse tarafından
korunmayacaktı. Bazı yerlerden hâlâ silah sesleri geli­
yordu. Rüzgârla, ölümü de birlikte taşıyarak ona yakla­
şıyorlar gibi geliyordu Clappique’e. «Ölmek istemiyo­
rum,» diygrdu dişlerinin arasından «Ölmek istemiyo­
rum.» Koştuğunu farketti.
Rıhtıma geldi.
Bilet almak için pasaportu ve yeterince parası yoktu.
Biri Fransız, üç yolcu gemisi. Clappique koşmayı bı­
raktı. Üzerleri branda ile örtülü cankurtaran kayıkları­
na mı saklanmalı acaba? Gemiye binmek gerekti ama
biletleri kesen adam bırakmazdı kesinlikle. Zaten aptal­
ca bir fikirdi. Kömürlüğe mi saklansa? Aptal, aptal, ap­
tal... Bir kaptanla konuşsa, izin verir mi acaba? Yaşa­
mında bu yolla kurtulduğu olmuştu. Ama bu kez kap­
tan onu komünist sanıp, gemiye almayı kabul etmeye­
cekti. Gemi iki saat içinde kalkıyordu, kaptanı rahatsız
etmek için de kötü bir zaman. Gemi denize açıldıktan
sonra farkına varılırsa da, işin içinden sıyrılırdı ama ge­
miye binebilmek gerekti.
Kendini bir köşede gizlenmiş, bir fıçının içinde bü­
zülmüş olarak görüyordu. Ama fantazi bu kez onu kur­
tarmıyordu. Bu kocaman, dik ve sivri çıkıntıları olan,
yazgılarla yüklü yolcu gemilerine belirsiz bir tanrı­
nın evliyalarına sunuluyormuşcasma kendisine karşı
nefrete varan bir kayıtsızlıkla, kendini kurban ediliyor­
muş gibi hissetti. Fransız gemisinin önünde durmaktay­
dı. Büyülenmiş gibi inip çıkanlara, çıkarken biletlerini
gösterenlere bakıyordu. (İnip çıkanlardan hiç birisi onun
sıkıntısının farkında değildi, bu yüzden hepsini öldür­
mek geliyordu içinden). Sahte bir bilet mi bulmalıydı
acaba? Ama bu da saçma...
Bir sivrisinek ısırdı. Onu kovdu, yanağına dokundu:
Sakalı çıkmaya başlamıştı. Gemiden fazla uzaklaşmadan,
sanki yola çıkmasını kolaylaştıracakmış gibi bir sakal
tıraşı olmaya karar verdi. Hangarların ilerisinde, ayak­
çı meyhaneyi, acaip mallar satan işportacıların arasın­
da Çinli bir berberin dükkanını gördü. Dükkan sahibi
ayrıca sefil bir kahveye de sahipti. Her iki işyeri araya
gerili bir hasırla ayrılmıştı birbirinden. Sırasını bekler­
ken, Clappique hasırın yanına oturdu ve geminin mer­
divenini gözlemeye devam etti. Öbür 'tarafta adamlar
konuşuyorlardı. Bir erkek sesi.
«Bu üçüncüsü,» dedi.
«Yanımızdaki ufaklıkla, hiçbiri bizi almayacak. Bu­
na karşın zengin otellerden birini deneyelim mi?»
Yanıt veren bir kadındı:
«Bu kılık kıyafetle mi? Daha kapıya varmadan sır­
malı herif bizi kapı dışarı eder.»
«Orada çocukların bağırmaya hakkı vardır. Neresi
olursa olsun bir daha deneyelim.»
«Mülk sahipleri çocuğu gördüklerinde, reddedecek­
lerdir. Bizi kabul edebilecek yalnız Çin otelleri var. A-
ma orada da onların pis besinleriyle, çocuk hastalanır.»
«Mütevazi bir Avrupa oteline çocuğu sokmayı başa­
rırsak, içeri girdikten sonra belki bizi dışarı atmaya ce­
saret edemezler... Her şeye karşın, bir gece kazanmış
oluruz. Çocuğu sarıp sarmalamalı ki çamaşır paketi san­
sınlar.»
«Çamaşırlar bağırmaz...»
«Ağzında biberonla ağlamaz.»
«Belki, ben adamla ilgileneceğim, sen arkadan gele­
ceksin. Bir saniyede önünden geçiverirsin.»
Sessizlik oldu. Çlappique geminin merdivenine ba­
kıyordu. Kâğıt sesleri işitildi.
«Onu böyle taşımak bana ne kadar acı veriyor tah­
min edemezsin... Öyle geliyor ki bana, bu sanki ona ö-
mür Doyunca uğursuzluk getirecek. Hem canı acıyacak
diye de korkuyorum.»
Yeniden sessizlik oldu. Acaba gitmişler miydi? Müş­
teri koltuktan kalktı. Berber, koltuğa otururken bile gö­
zünü gemiden ayırmadan Clappique’e işaret etti. Mer­
diven boştu. Fakat Clappique’in yüzü henüz sabunlan­
dığı sırada, bir tayfa elinde iki yeni kova (Belki de on­
ları satın almaktan geliyordu,) omuzunda bir süpürgeyle
gözüktü. Clappique onu bakışlarıyla, yürüdükçe izliyordu.
Kendini bir köpeğe benzetti. İnşallah bu köpek şu mer­
diveni çıkar da, buradan ayrılabilirdi. Tayfa bir şey de­
meden bilet kesen adamın önünden geçti.
Clappique, paraları lavabonun üstüne atarak tıraş
parasını ödedi. Havluları sökercesine çıkardı ve yüzü sa­
bun içinde dışarı çıktı. Eski elbisecilerin nerede oldukla­
rını biliyordu. Herkes ona bakıyordu. On adım sonra ge­
ri döndü, yüzünü yıkadı ve yeniden yola çıktı.
Hiç sıkıntı çekmeden ilk rastladığı eski giyim eşya­
sı satan bir dükkandan mavi gemici giysileri buldu.
Mümkün olan son hızla otele döndü. Üstünü değiştirdi.
Süpürge ya da ona benzer bir şeyler gerekecekti. Aca­
ba garsonlardan eski süpürge mi satın alsaydı? Saçma:
Niye bir tayfa karada süpürgelerle dolaşsın? Daha ya­
kışıklı olmak için mi? Tamamen aptallık. Karadan, sa­
tın aldığı süpürgeleri omuzlamış geliyor sanmaları ge­
rekti. Öyleyse süpürgeler yeni olmalıydı... «Haydi gidip
alayım...»
Clappique her zamanki kendine özgü tavrıyla mağa­
zaya girdi. İngiliz satıcının küçümseyici bakışları karşı­
sında «Allah razı olsun,» diye bağırdı. Süpürgeleri o-
muzladı, bakır bir lambayı düşürerek döndü ve çıktı.
«Allah razı olsun...» gönüllü zirzopluğuna karşın his­
settiklerini dile getiriyordu. Şimdiye dek vicdani sorum­
luluğu ve korkusu tarafından kaygı içinde bir komedi
oynamaya sürüklenmişti. Ama hiçbir zaman itiraf e-
demediği başarısızlığa uğrayacağı yargısından kurtula­
mamıştı. Clappique’in üzerindeki giysiyi ciddiye alma­
yıp, bir tayfa gibi davranmamasına karşın satıcının ta­
kındığı küçümseyici tavır başaracağını ona kanıtlıyor­
du. Süpürgeler omuzunda, geçerken herkesin gözlerinde
yeni durumunun etkilerini görmeye çalışarak, yolcu ge­
misine doğru yürüyordu. Bilet kesilen yerde durduğu za­
manki gibi, varlığının yalnız kendisi için bir anlamı ol­
duğunu, kendi yazgısının öbür canlıları hiç ilgilendir­
mediğini hissetmiş ve buna şaşırmıştı. Yolcular, biraz
önce, belki de orada kalmakla ölüme mahkûm olan, is­
kelede durmuş bu adama yukarı çıkarken bakmıyorlar­
dı bile. Gelip geçenler, şimdi şu denizciye kayıtsızlıkla
bakıyorlardı. Kalabalıktan hiç kimse onu görüp şaşır­
mıyor ya da tanımıyordu. İlgilenen bir yüz bile yoktu.
Düzmece bir yaşam onu şaşırtmak için değil de, bu kez
belki de gerçek yaşamının bağlı olduğu bir zorunluluk
olarak ortaya çıkmıştı. Susamıştı. Bir Çin barında dur­
du, süpürgelerini yere bıraktı. O anda anladı ki, kesinlik­
le susamamıştı. Yalnızca bir deneme daha yapmak isti­
yordu. Patronun paramn üstünü geri verme biçiminden
bir fikir sahibi oldu. Giysilerini değiştirdiğinden beri,
çevresindeki bakışlar aynı değildi. Yalan söyleme has­
talığının alışılagelmiş muhatabı artık halk olmuştu.
Aynı anda —Korunma içgüdüsüyle ya da hoşlandığı
için— yeni halinin genel kabulü benliğini kaplıyordu.
Birdenbire yaşamının en çarpıcı başarısına rastlıyordu
tesadüfen. Hayır mademki başkalarının gözünde, başka
bir yaşam kurmak için, benliğinden sıyrılmak için bir
giysi yetiyordu: İnsan diye bir şey yoktu. Bu ilk kez Çin­
li halk’ın arasına daldığında onu saran aynı derin ya­
dırgama, derin mutluluk duygusuydu. «Fransızcada öy­
kü yapmak demek, öykü yazmak demektir, onu yaşamak
değil.» Süpürgeleri tüfek gibi omuzunda, dar merdiveni
çıktı, bacakları titreyerek bilet kesen adamın önünden
geçti ve kendini bir koridorda buldu. Güverte yolcuları
arasından öne doğru geçti, süpürgelerini bir halat kan­
galının üzerine koydu. Artık ilk iskeleye dek hiçbir teh­
like yoktu. Her şeye karşın serinkanlı değildi. Bir güver­
te yolcusu, bakla biçimi kafalı bir Rus, ona yaklaştı.
«Gemiden misiniz?»
Ve yanıt beklemeden:
«Gemi yaşantısı güzeldir herhalde?» dedi.
«Bu konuda arkadaşım sen de bir fikir sahibi olabi­
lirsin. Fransız yolculuk etmeyi sever, bu bir gerçektir,
başka bir şey söylemeye gerek yok. Gemi subayları can
sıkarlar, ama patronlar kadar değil, sonra burada iyi u-
yunmaz (Ben hamakta yatmayı severim: Zevk meselesi)
ama iyi yemek yenir. Ve çok şey görülür. Ben Güney
Amerika’dayken misyonerler günlerce uğraşıp vahşilere
Lâtince küçük ilahiler ezberletmişler. Piskopos geldi, mis­
yoner tempo tutmuştu. Vahşiler saygıdan donup kalmış­
lardı. Sessizlik oldu. Çıt çıkmıyordu kimseden. İlahi ken­
di kendine söylenmeye başladı, azizim. Ormanın papa­
ğanları ilahiyi defalarca dinlemişlerdi ya, huşu içinde
okuyorlardı şimdi. Ve düşünün ki, on yıl kadar oluyor.
Seleb Adaları’nın açıklarında, Arap gemilerine rastla­
dım: Hindistan cevizine benzer oymaları vardı ve kolla­
rı küpeşteden sarkan, üzerlerinde binlerce martının uçuş­
tuğu ölü vebalılarla doluydu... Evet aynen böyle...»
«Bu kadarına da şans denir. Yedi yıldır yolculuk e-
derim, hiç böyle bir şey görmedim.»
«Yaşamın içine sanatın araçlarını sokmak gerek azi­
zim, ama sanat yapmak için değil, ne dersin? Ne müna­
sebet... Daha iyi yapmak için yaşamı... Bu konuda tek
laf istemem...»
Adamın karnına hafifçe vurdu ve yavaşça dönüp
baktı. Tanıdığı bir otomobil geminin merdiveninin altın­
da durmaktaydı: Ferral Fransa’ya dönüyordu demek...
Bir garson hareket çanını çala çala birinci mevki
güverteyi boydan boya geçti. Her çan sesi Clappique’in
göğsünde çınlıyordu.
«Avrupa» diye düşündü, «şenlik bitti, şimdi Avru­
pa...» Yaklâşan şu çan ile, ama bir kurtuluş değil de
bir hapishane çanı gibi yaklaşan şu çan ile Avrupa da
ona doğru ilerliyor gibi geliyordu ona. Ölüm tehdidi al­
tında olmasa aşağı inerdi.
Rus’a sordu.
«Üçüncü mevkinin barı açık mı?»
«Bir saatten beri. Biz denize açılana dek herkes gi­
debilir oraya.»
Clappique onu kolunun altından tuttu.
«Haydi gidip kafayı çekelim...»

SAAT ALTI

Büyük salonda —Okulun eski teneffüshanesindey-


di— iki yüz kadar komünist yaralı, kendilerini öldür­
meye gelmelerini bekliyorlardı. Katov bir dirseğinin ü-
zerine yaslanmış, en son getirilenlerin arasında, bakıyor­
du. Herkes toprağın üzerine uzanmıştı. Çok kişi şaşkın­
lık verecek bir düzenle inliyordu. Kimileri, Nöbetçi Bir-
liğindekilerin yapmış olduğu gibi, sigara içiyorlardı.
Duman kümeleri tavana kadar dağılarak yükseliyordu.
Pencerelerin, Avrupa tarzında olmasına karşın, şimdi­
den akşamın karanlığı ve dışardaki sis yüzünden oda
loşlaşmıştı. Tavan, yere yatmış bu insanların üzerinde
çok yükselmiş gibi görünüyordu. Gün ışığı büsbütün yok
olmasına karşın atmosfer bir gece atmosferi idi. Katov,
«yaralar yüzünden mi yoksa, bir gardaymış gibi hepimiz
yattığımız için mi?» diye kendi kendine sordu. «Burası
bir gardır. Hiçbir yere gitmemek için hareket edeceğiz
burdan. Ve işte hepsi bu...»
Çinli dört nöbetçi, yaralıların ortasında enine boyu­
na yürüyorlardı. Namluların ucunda süngüler vardı. Sün­
güler zayıf gün ışığını net ve düz çizgiler halinde, hepsi
birbirine benzeyen, yerdeki vücudlar üzerine tuhaf bir
biçimde yansıtıyordu. Dışarda, sisin derinliklerindeki, sa­
rımsı ışıklar —Kuşkusuz havagazı ışığı— sanki onları
gözlüyormuş gibi geliyordu. Sanki ışıklardan geliyormuş
gibi bir düdük sesi (çünkü o da sisin derinliklerinden
geliyordu) yükseldi, mırıltıları ve inlemeleri bastırdı. Bu
bir lokomotifin sesiydi: Şapey garına yakın bir yerdey­
diler. Bu geniş salonda, ölümü beklemekten doğmayan,
ürküntü veren bir gerginlik vardı. Katov nedenini ken­
di boğazından anladı: Bu susuzluk ve açlıktı. Bir sürü ta­
nıdık kafa duvara yaslanmış, sağa sola bakıyordu.
Yaralıların önemli bir bölümü çon savaşçılarıydı.
Odanın dar kenarlarından biri boyunca, üç metre enin­
de boş bir alan bırakılmıştı. Yüksek sesle «Yaralılar, ni­
çin o boş tarafa gideceklerine, birbirlerinin üzerinde ya­
tıyorlar,» diye sordu. O, en son getirilenler arasındaydı.
Duvara dayanarak ayağa kalktı. Yaraları acı vermesine
karşın, sanki ayakta durabilecekmiş gibi geldi. Ama eği­
lerek yine durdu. Tek sözcük söylememiş olmasına karşın
çevresinde, onu hareketsiz kılan, heyecan verici bir kor­
ku duydu. Bakışlarda mı? Onları ancak farkedebiliyor-
du. Tavırlarda mı? Bir kere, her şey yalnız kendi hesa­
bına acı çeken yaralıların tavrıydı. Ama yine de ne şe­
kilde bulaşırsa bulaşsın korku oradaydı. —Korku değil
dehşet— Hayvanların duyduğu cinsten, yalnız insanların
insanlıkdışı karşısında duyduğu cinsten bir dehşet. Ka­
tov duvara dayanmaya devam ederek, ayağını yanında-
kinin vücudu üzerinden aşırttı.
Yerin hizasında bir ses sordu:
«Deli misin?»
«Neden?»
Hem bir soru, hem de bir emirdi bu. Ama hiç kim­
se karşılık vermiyordu. Ve bir gardiyan, beş metre öte­
sinde, onu yere yıkacağına, şaşkınlıkla bakıyordu.
Daha sert bir tavırla yeniden sordu.
«Neden?»
«O bilmiyor,» dedi, yine yerin hizasından gelen baş-

İnsanhk Durumu / F: 15 225


ka bir ses. Aym anda daha alçak bir ses: «Birazdan öğ­
renir...»
İkinci kez sorusunu çok yüksek sesle sormuştu. Bu
kalabalığın çekingenliğinde korkuyla karışık bir şey de
vardı çünkü. Ayrıca hemen hemen bütün adamlar onu
tanıyorlardı. Bu davara asılı tehdit aynı anda herkesin
üzerine ve özellikle onun üzerine çökmüştü. Yaralılar­
dan birisi:
«Yeniden yat,» dedi.
Niye içlerinden biri onu adıyla çağırmıyordu? Ve ni­
ye gardiyan hiçbir şeye karışmıyordu? Biraz önce, yer
değiştirmek isteyen bir yaralıyı bir dipçik darbesiyle de­
virdiğini görmüştü. Son olarak kendisiyle konuşana yak­
laştı ve yanına uzandı. Adam alçak sesle:
«Oraya işkence yapacaklarını koyuyorlar,» dedi.
Herkes biliyordu bunu, ama söylemeye cesaret ede­
memişlerdi. Belki işkenceden söz etmekten korktukları
için, belki de bunu ona, özellikle ona, söylemeye cesa­
ret edemedikleri için. Bir ses «Birazdan öğrenir...» de­
mişti yalnızca.
Kapı açıldı. İçeri ellerinde fenerlerle askerler girdi.
Yaralıları paket atarmışçasına, Katov’un hemen yanma
savuran sedyecilerin çevresini sarmışlardı. Gece çökmek­
teydi. Gece, iniltilerin, sanki binlerce fare daracık bir
yerde koşuşuyormuş gibi, birbirine karıştığı ve korkunç
bir kokunun yükseldiği göğe doğru çıkıyordu. Adamların
çoğu kıpır dayamıyordu... Kapı yeniden kapandı.
Bir süre sonra devriyelerin ayak sesleri ve süngü­
lerin son parıltılarından başka hiçbir şey acının bin tür­
lü gürültüsü üzerinde duyulmaz ve görülmez oldu. Bir­
denbire, sanki karanlık sisi daha da kalınlaştırmış gibi,
çok uzaktan, ilkinden daha sağır edici bir lokomotif dü­
düğü çınladı. Yeni gelenlerden biri, karın üstü yatmış,
ellerini kulaklarına götürdü ve bir çığlık kopardı. Öte­
kiler bağırmıyorlardı ama dehşet yeniden toprağın üs­
tünde kol geziyordu.
Adam kafasını kaldırdı, dirseklerinin üzerinde doğ­
ruldu.
«Alçaklar!» diye haykırdı. «Katiller!..»
Devriyelerden biri ilerledi ve adamın kaburgalarına
vurduğu bir tekmeyle onu çevirdi. Sustu adam. Nöbetçi
uzaklaştı. Yaralı bir şeyler mırıldanmaya başladı. Şimdi
artık Katov’un onun bakışlarım farkedemeyeceği kadar
karanlık basmıştı. Ama sesini işitiyor, bir şeyler söyle­
meye çalıştığım hissediyordu. Gerçekten de adam «...
kurşuna dizmiyorlar, lokomotifin kazanma canlı canlı
atıyorlar,» diyordu, «İşte şimdi de düdük çalıyorlar...»
Nöbetçi yeniden geldi. Sessizlik oldu, ama acının gürül­
tüsü dinmiyordu.
Kapı yeniden açıldı. Bu kez fenerlerle aşağıdan yu­
karı doğru aydınlanan süngüler yine göründü. Ama ar­
tık yaralı getirmediler. Bir Kuomintang subayı tek ba­
şına girdi. Vücutlarının kütlesinden başka bir şey gör­
memesine karşın Katov adamların herbirinin kasıldığını
hissetti. Subay oradaydı, hacmi yoktu sanki, günün son
ışıklarına karşı fener tarafından aydınlatılan bir gölgey­
di. Nöbetçilerden birine emirler veriyordu. Nöbetçi yak­
laştı, Katov’u aradı ve buldu. Ona dokunmadan hiçbir
şey söylemeksizin, saygıyla, yalnızca kalkmasını işaret
etti. Katov, acıyla, kapının hemen karşısına, subayın hâ­
lâ emirler vermeye devam ettiği yere ulaştı. Asker, bir
kolunda tüfeği, öbüründe fener, solunda yer .aldı. Sağın­
da, yalnızca boş alan ve beyaz duvar vardı. Asker tüfe­
ğiyle boş alanı gösterdi. Katov acıyla ama umutsuz bir
gururla gülümsedi. Ama hiç kimse suratını görmüyordu.
Nöbetçi, ona özellikle bakmıyordu. Ölüm halinde olma­
yan bütün yaralılar, bir bacakları, bir kolları ya da çe­
neleri üzerine kalkmış, henüz fazla siyah gözükmeyen,
işkence göreceklerin duvarı üzerinde büyüyen gölgesini
bakışları ile izliyorlardı.
Subay çıktı. Kapı açık kaldı.
Nöbetçiler silahlarıyla selam durdular, bir sivil girdi.
Dışardan bir sesin «A Bölümü» diye bağırması üzerine
kapı yeniden kapandı. Nöbetçilerden biri, homurdanma­
yı bırakmadan sivili duvara götürdü. Yakma geldiğinde,
Katov, şaşkınlıkla Kiyo’yu tanıdı. Yaralı olmadığı için,
nöbetçiler onun iki subay arasında geldiğini görünce, o-
nu Çang - Kay - Şek’in yabancı danışmanlarından biri
sanmışlardı. Yanıldıklarını şimdi anlayarak, uzaktan kü­
für ediyorlardı. Gölge de Katov’un yanma yattı. Katov
sordu:
«Bizi neyin beklediğini biliyor musun?»
«Söylemek için özellikle özen gösterdiler, umurum-
İıısanlık Durumu / F: 18
da değil: Siyanürüm yanımda. Seninki yanında mı?»
«Evet.»
«Yaralı mısın?»
«Bacaklarımdan. Ama yürüyebiliyorum.»
Uzun zamandır mı buradasın?»
«Hayır. Sen ne zaman yakalandın?»
«Dün gece. Buradan kaçma yolu bulabilir miyiz a-
caba?»
«Yapacak hiçbir şey yok. Hemen hemen hepsi ağır
yaralı. Dışarda her yer asker dolu. Ya kapının önündeki
ağır makinelileri gördün mü?»
«Evet. Nerde yakalandın sen?»
Bu kasvetli bekleyiş havasından kurtulmak için her
ikisinin de konuşmaya, durmadan konuşmaya ihtiyacı
vardı. Katov Nöbetçi Birliğinin ele geçirilişini; Kiyo, ha­
pishaneyi, König ile konuşmasını, o zamandan beri öğ­
rendiklerini anlattı. Geçici hapishaneye girmeden önce
May’m tutuklanmadığını biliyordu.
Katov, hemen yakınında, birbirlerinden yalnızca ıs­
tırabın olanca genişliği ile ayrılmış, yana yatmıştı. Ağzı
yarım açık, neşeli burnunun altında şişmiş dudakları ile
gözleri hemen hemen kapalı ama Kiyo’ya mutlak söz­
cüklere dökülmüş, olanaksız ölçüde, kuşkunun yer alama­
yacağı, yalnızca ölümün sahip olacağı kesinlikte bir dost­
lukla bağlı, yatıyordu. Devrimini, halkın tam içinden çık­
mış katlarından kardeşleri arasında, tehdit ve acıyla do­
lu karanlık içinde amacına varmamaya mahkûm yaşa­
mını düşünüyordu. Şu yatan adamların herbiri kendisi­
nin sahip olabileceği tek yüceliği büyük bir hınçla ge­
çip giderken yakalayabilmiş kişilerdi.
Nöbetçiler üç Çinli getirdiler. Yaralı kalabalığından
ayrıydılar ve onlar da duvarlık adamlardı. Savaştan ön­
ce tutuklanmış ve kuşku götürür bir şekilde yargılan­
mışlardı. Şimdi kurşuna dizilmeyi bekliyorlardı. Onlar­
dan biri seslendi:
«Katov.»
Bu Hemmelrich’in ortağı Lu - Yu - Şen’di.
«Ne var?»
«Yakında mı, yoksa uzak bir yerde mi kurşuna di­
ziyorlar, biliyor musun?»
«Bilmiyorum ama, buradan işitilmiyor.»
«İnfazdan sonra cellat altın dişleri söküyormuş ga­
liba,» dedi, biraz daha uzakdan bir ses.
Ve başka biri:
«Umurumda değil. Nasıl olsa benim yok.»
Üç Çinli, inatla, nefes üzerine nefes çekerek sigara
içiyorlardı.
Biraz uzaktan bir yaralı sordu:
«Fazla kibritiniz var mı?»
«Evet.»
«Bana bir kutu gönderin.»
Lu kendisininkini gönderdi.
«Oğluma birisinin, babasının ölüme cesaretle gitti­
ğini söylemesini çok isterdim,» dedi yarım sesle, ve son­
ra daha alçak sesle ekledi «Ölmek kolay değil.»
Katov kendisinde gizli bir sevinç duydu. Ne çocuğu
ne de karısı vardı.
Kapı açıldı.
Nöbetçi:
«Birini gönder,» diye bağırdı.
Üç adam da birbirlerine yaklaştılar.
«Haydi ne duruyorsunuz,» dedi nöbetçi, «karar verin.»
Kendisi seçmiyordu. Birdenbire, ötekilerin tanımadı­
ğı iki Çinliden birisi öne doğru bir adım attı. Yeni ya­
kılmış sigarasını attı. İki kibrit kırarak yeni bir tane
yaktı. Ceketinin bütün düğmelerini tek tek ilikleyerek
aceleci adımlarla kapıya doğru yürüdü. Kapı kapandı.
Bir yaralı yere düşen kibrit çöplerini topluyordu. Ya­
nındakiler ve kendisi Lu - Yu - Şen’in verdiği kutudaki
kibrit çöplerini ufak ufak kırmışlar, en kısayı kim çeke­
cek diye oynuyorlardı. Daha beş dakika dolmadan ka­
pı yeniden açıldı.
«Başka biri daha...»
Lu ve arkadaşı birbirlerini kollarından tutarak iler­
lediler. Lu yüksek, heyecansız bir sesle ünlü bir tiyatro
oyununun kahramanının ölüm sahnesini ezbere okuyor­
du. Ama eski Çin beraberliği iyice yok olmuştu: Kimse
onu dinlemiyordu. Asker:
«Hangisi?» diye sordu.
Karşılık vermiyorlardı.
«Hanginiz gelecekseniz, gelin...»
Bir dipçik darbesiyle onları ayırdı. Lu ona ötekinden
daha yakındı. Onu omuzundan yakaladı. Lu omuzunu kur­
tardı, ilerledi. Arkadaşı yeniden yerine döndü ve yattı.
Kiyo onun için ölmenin kendisinden öncekilere göre
ne danli daha zor olacağını hissetti. O yalnız kalmıştı.
Lu ile birlikte ilerlediğine göre onun kadar yürekliydi.
Ama şimdi, köpek gibi yerde kıvrılmış biçimi, vücuduna
sarılmış kolları korkusunu haykırıyordu. Aslında nöbetçi
ona dokunduğu anda bir sinir krizine yakalanmıştı. İki
asker, biri bacaklarından öbürü kafasından, onu kavra­
yıp götürdüler.
Sırtüstü yatmış .kolları göğsünün üzerinde, Kiyo göz­
lerini yumdu: Bu tamamen ölülerin duruşuydu. Kendi­
ni, uzanmış, hareketsiz, suratı ölümün huzuru ile sakin­
leşmiş biçimde tahayyül etti. Ölüm hemen hemen bü­
tün cesetlere bir gün geçtikten sonra, sanki en sefil in­
sanların bile bir onuru olduğunu göstermek için bu hu­
zur dolu havayı veriyordu. Ölen çok insan görmüştü. Bel­
ki de yetiştiği Japon eğitiminin de etkisiyle kendine öz­
gü bir ölümle, kendi yaşamına benzer bir ölümle ölmenin
güzel bir ‘ şey olduğunu her zaman düşünmüştü. Ölmek
bir edilginlik ama kendini öldürmek bir eylemdir. İçle­
rinden birini almaya geldiklerinde, bütün bilinçliliği için­
de kendini öldürecekti. Yüreği duracakmış gibi oldu,
gramafon plaklarını anımsadı. Umudun bir anlamı ol­
duğu zamanlara aitti onlar. Bir daha May’ı göremeye­
cekti ve kendisine acı veren tek üzüntüsü, sanki kendi ö-
lümü bir yanılgıymış gibi, onunla ilgiliydi. Sıkıntılı bir
alaycılıkla «Ölmek yüzünden duyulan vicdan azabı» di­
ye düşündü. Kendisi için, her zaman, zayıflık değil de
güçlü olmayı yakıştırdığı babası için benzer bir şey his­
setmiyordu. Bir yıldan fazla bir süredir May onu, bütün
acılarından değilse de, yalnızlıktan kurtarmıştı. Onu dü­
şünmeye başlayınca ilk kez kenetlenen vücutların acı ve­
rici sevgi taşkınlığını duyuyor ve ne yazık, yaşayanlar­
dan şimdiden kopuyordu. «Şimdi beni unutması gerek.»
Bunu ona yazmak, onu yaralayıp daha fazla bağlanma­
sından başka sonuç vermezdi. «Bunu ona söylemek baş­
kasını sev demek olur.» Ah hapishane, zamanın durduğu
yer —Başka yerde zaman yine de akmağa devam eder—
Hayır, devrimin başarı şansı ne ve yeniden alevleneceği
yer neresi olursa olsun, şu ağır makineli tüfeklerle dış
dünyadan koparılmış teneffüshanede öldürücü bir darbe
yiyordu. İnsanların sıkıntı, saçmalık ve aşağılanma içer­
sinde çalıştıkları her yerde kendilerininkine benzer bir
yazgıya mahkûm kişiler için evliyaların dualarına ben­
zer yargılar besleniyordu. Ve kentte bu ölüme yakın in­
sanlar,. sanki ölmüşler gibi seviliyorlardı... Şu son gece­
nin kapladığı yeryüzünde, can çekişenlerle dolu bu yer­
deki kadar erkekçe bir aşkın ağırlığını duyurduğu bir yer
yoktu mutlaka. Bu yere uzanmış kalabalıkla inlemek, bu
adanmış ıstırabın yakınma mırıltılarına ulaşmak... Ve
işitilmemiş bir uğultu, ıstırabın bu fısıltısını gecenin de­
rinliklerine dek uzatıyordu. Hemmelrich gibi bu adam­
ların da hemen hemen hepsinin çocukları vardı. Buna
karşın, akşamın sakinliği gibi, yaralılardan yükselen u-
ğultuyla, onların kabullendiği yazgıları, gözleri kapalı,
kendini salmış, elleri vücudunun üzerindeki Kiyo’yu bir
ağıt görkemiyle sarıyordu. Zamanının en yüce duygula­
rını ve en büyük umudunu yüklenenler için çarpışmıştı
o. Yaşamı boyunca birlikte yaşamak istediği insanlar a-
rasında ölecekti. O, şu yatan adamların her biri gibi ya­
şantısına bir anlam kazandırmış olduğu için ölecekti.
Uğrunda ölmeyi kabul etmediği bir yaşamın ne değeri
olabilirdi ki? İnsan tek başına ölmezse, ölmek kolaydır.
Bu kardeşçe ürpertiyle doymuş ölüm, binlerce insanın
şehit gözüyle bakacakları yenilmişler topluluğu ve kanlı
efsaneden yığınların yaratacakları parlak efsaneler. Ö-
lüm şimdiden gözünü dikmiş bakarken, bu insanlığa ken­
dini kurban edenlerin «İnsanların» erkek yürekleri ölüm
için akıldan daha iyi bir sığınaktır diyen haykırışlarının
fısıltısını işitmemeye olanak var mıydı?
Siyanürü şimdi avucunda tutuyordu. Sık sık kendi
kendine acaba kolay ölür müyüm diye sormuştu. Bi­
liyordu ki ölmeye karar verirse ölecekti. Ama kendi
benliğimizi bizden saklayan yaşamın vahşi aldırmaz­
lığım tanıdığı için ölümün, düşüncesini dönüşü olma­
yan bir yolda bütün ağırlığı ile ezeceği an hakkında hiç
kaygısız değildi.
Hayır ,ölmek coşkun bir eylem, ölümün çok benze­
diği bir yaşamın en yüce ifadesi olabilirdi. Bu da çeki­
nerek yaklaşan şü iki askerin arasından kurtulmak ola­
bilirdi. Zehiri dişleri arasında, emir veriyormuş gibi, ez­
di. Ona kaygıyla soru soran ve dokunmaya çalışan Ka-
tov’u yeniden işitti. Ve tam soluğu kesilip ona yapışa­
cağı anda korkunç bir kasılma halinde bütün benliğini
parçalayan bütün gücünün onu aştığını duydu.
Askerler kalabalığın içersinden ayağa kalkamayan i-
ki mahkûmu almaya geldiler. Diri diri yakılmak kuşku­
suz, sınırlı da olsa birtakım onurlara hak kazandırıyor­
du herhalde. Tek bir sedye ile taşınarak, üst üste ya da
hemen hemen öyle getirilip, Katov’un soluna atılıverdi-
ler. Kiyo ölmüştü, sağında yatıyordu. Yalnızca ölüme
mahkûm edilmişlerle kendilerini boş bir alanın ayırdığı
askerlor fenerlerinin yanma çöktüler. Yavaş yavaş ka­
falar ve bakışlar gecenin içersine gömüldüler. Artık mah­
kûmların yerini gösteren salonun dibindeki ışığa kafa­
lar daha seyrek döner oldu.
Katov onu en azından bir dakika boyunca sık sık
soluk almak zorunda bırakan Kiyo’nun ölümünden beri
kendini çevresindeki arkadaşlarınkinden daha güçlü ve
acı verici bir yalnızlıkla çevrilmiş hissediyordu. Öldürül­
mek için götürülmesi gereken Çinlinin sinir krizi ile kıv­
ranan hali gözünün önündeydi. Ve buna karşın uzun yıl­
lardır bunu bekliyormuş gibi, bu tam kendini bırakma
halinde bir dinlenme duygusu buluyordu. Yaşamının en
kötü anlarında rastladığı, yeniden bulduğu bir dinlen­
me. «İmrendiğim, beni çeken keşifler değil, keşiflerin ıs­
tıraplarıdır.» Nerede okumuştu bunu acaba? Düşünce­
sine yanıt vermek istiyormuşcasına üçüncü kez uzaktan
bir düdük sesi odaya kadar ulaştı. Solundaki iki kişi ir­
kildiler. Çok genç iki Çinliydiler. Birisi Nöbetçi Birliğin­
de çarpıştığı için tanıdığı Suen’di. İkinciyi tanımıyordu.
(Pei değildi. Acaba o neden ötekilerle birlikte değildi?)
«Savaş grupları örgütlediğin için mi buradasın?» di­
ye sordu.
«Çang - Kay - Şek’e suikast,» diye yanıtladı Suen.
«Çen’le birlikte mi?»
«Hayır o bombasını tekbaşma atmak istedi. Çang -
Kay - Şek arabada değildi. Ben otomobili daha uzakta
bekliyordum. Bombayla yakalandım.»
Ona yanıt veren ses öyle boğuktu ki, Katov her iki
yüze de dikkatle baktı: Gençler hıçkırmadan ağlıyorlardı.
Katov «Sözle yapılacak fazla bir şey yok» diye düşündü.
Suen omuzunu oynatmak istedi ve acıdan yüzünü buruş­
turdu —kolundan yaralıydı—,
«Yandı,» dedi, «diri diri yanmak. Gözleri gözleri de...
anlıyorsun değil mi?»
Şimdi yanındaki yoldaşı hıçkırıyordu.
Katov:
«İnsan kaza ile de yanabilir,» dedi.
Birbirleriyle değil de görünmez bir üçüncü kişiyle ko­
nuşuyorlarmış gibiydiler.
«Aynı şey değil.»
«Hayır, elbette bu daha kötü.»
«Gözler de gözler de,» diye Suen daha alçak bir ses­
le yineliyordu. «Parmakların her birini, ayrıca karnı, kar­
nı da...»
Öbürü boğuk bir sesle:
«Sus artık,» dedi.
Bağırmak istiyordu, ama gücü yoktu artık. Ellerim
Suen’in yaralarının hemen yakınında büzdü. Suen’in a-
daleleri kasıldı.
Kiyo’nun König ile olan görüşmesini düşünen Katov
«İnsanlığın kendine saygı duyma gereği ha...» diye mı­
rıldandı. Mahkûmlardan hiçbiri artık konuşmuyordu. Fe­
nerin epeyce uzağında, şimdi tümüyle karanlığa gömül­
müş yerden yaralıların uğultusu geliyordu. Suen ve ar­
kadaşına biraz daha yaklaştı. Nöbetçilerden biri ötekilere
bir öykü anlatıyordu, kafalarını yaklaştırmışlar, fener ile
mahkûmlar arasında duruyorlardı, çevreyi gördükleri bi­
le yoktu. Uğultuya, kendisi gibi dövüşmüş bütün bu a-
damlara karşın, Katov ölmüş dostunun vücudu ve deh­
şet içersindeki iki arkadaşının ve de şu duvar ve gece­
nin içersinde yitip giden düdük sesi arasında yalnızdı.
Ama bir insan, şu yalnızlık ve hatta belki şu tüyler ür­
pertici düdük sesinden daha güçlü olabilirdi. Benliğinde
yaşamının en müthiş dürtüsü korkuyla mücadele halin­
deydi. O da kemerinin tokasını açtı. Ve en sonunda:
«Hey bana bak,» dedi alçak sesle. «Suen elini göğ­
sümün üzerine koy, eline dokunduğumda hemen al: Size
siyanürümü vereceğim. Mutlaka iki kişiye yetecek ka­
dar vardır.» İki kişilik zehir bulunduğunu söylemek dı­
şında, her şeyden vazgeçmişti. Yan yatmış bir durumda,
siyanürü iki parçaya kırdı. Nöbetçiler, onları çeviren bu­
lanık bir hâle halindeki ışığı maskeliyorlardı: Ama ya
kıpırdarsa? Ne olursa olsun görmeleri olanaksızdı. Yaşa­
mından daha fazla değeri olan bu bağışı hiçbir şeye,
hatta vücutlara, şu acıyla dolu seslere değil yalnızca
göğsünün üzerindeki sıcak ele yapıyordu. El bir hayvan
gibi büzüldü aynı anda, ondan ayrıldı. Bütün vücudu
gerilmiş, bekledi. Ve ansızın iki sesten birisini işitti:
«Kayboldu, düştü...»
Sanki böyle bir felaket mümkün değilmiş gibi, san­
ki her şey yolunda gitmek zorundaymış gibi, kaygıyla az
çok değişmiş bir ses işitildi. Katov için de bu olanaksız­
dı. Sınırsız bir öfke içinde yükseliyor ama bu olanaksız­
lıkla çatışarak yeniden yatışıyordu. Ama böyle de olsa...
Onu şu serseme yitirsin diye mi vermişti?
«Ne zaman?»
«Benim vücuduma gelmeden. Suen onu bana verdi­
ğinde tutamadım, ben de elimden yaralıyım.»
Suen «İkisini de düşürdü,» dedi.
Herhalde aralarındaki boşlukta arıyorlardı. Sonra
Katov ile Suen’in arasını aradılar. Öbürü Suen’in üze­
rinde yatıyor olmalıydı, çünkü Katov hiçbir şey görme­
mesine karşın yakınında her iki vücudun kütlesini du­
yuyordu. Sinirlerine hâkim olmaya çalışarak, elini ula­
şabileceği yerlere dek, yere düzlemesine koyarak, on san­
timetre on santimetre dolaştırıyordu. Onların elleri de
kendisininkine değiyordu. Ve birdenbire ellerden biri, o-
nunkini yakalayıp, sıktı ve avucunun içinde tuttu. Ses­
lerden biri:
«Hiç bir şey bulamasak da...» dedi.
Katov da, gözlerinden yaşlar döküldü dökülecek, bu
karanlığın içersinde, sesinin gerçek anlamım bile seze-
mediği (Çünkü bütün fısıltılar birbirine benzer) şu za­
vallı kardeşlik duygusuna kendini kaptırmıştı. Bu kar­
deşlik gösterisi ona, şimdiye dek yaptığı en büyük, belki
de hiçbir işe yaramayacak bir bağış karşısında yapılmış­
tı. Suen’in aramaya devam etmesine karşın, her iki el
kenetlenmiş olarak durmaktaydı. Bu nerdeyse kucaklaş­
ma, kasılma halini aldı, birden:
«İşte...»
Oh, yeniden diriliş... Ama:
«Onların taş parçası olmadığına emin misin?» diye
sordu öbürü.
Yerde çok sıva parçası vardı.
«Ver bakayım,» dedi Katov.
Parmaklarının ucuyla şekilleri yokladı.
Onları geri verdi. ■
—Geri verdi onları— yine kendisi-
ninkini arayan eli daha kuvvetle sıktı, omuzları titreye­
rek, dişleri birbirine vurarak bekledi. «İnşallah gümüş
kâğıda sarılı olduğu için, siyanür bozulmamıştır,» diye
düşündü. Avucunda tuttuğu el birdenbire onunkini bük­
tü ve sanki bu el aracılığıyla karanlıkta kaybolmuş şu
vücut ile temas kuruyormuş gibi vücudun gerildiği duy­
gusuna kapıldı.
O da bu kasılmalı tıkanıklığa imreniyordu. Hemen
hemen aynı anda, öbürü, kimsenin aldırmadığı boğuk
bir çığlık attı. Sonra her şey bitti. Katov kendini büsbü­
tün terkedilmiş hissediyordu. Karnının üzerinde döndü
ve bekledi. Omuzlarının titremesi dinmiyordu.
Gece yarısı, subay yine geldi. Birbirine çarpan silah­
ların şakırtısı içinde, altı asker mahkûmlara yaklaştı.
Bütün tutsaklar uyanmışlardı. Yeni fener de alt üst e-
dilmiş topraktaki mezarlara benzeyen — uzun, hatları
belirsiz şekiller ve gözler üzerinde birkaç yansımadan baş­
ka bir şey göstermiyordu. Katov doğrulmayı başarmıştı.
Mangaya komuta eden Kiyo’nun kolunu yakaladı, kolda­
ki katılığı duydu ve hemen Suen’i tuttu. O da katılaş­
mıştı. Ön sıradaki tutsaklardan arkadakilere doğru bir
uğultu yayılıyordu. Manga şefi önce birincisinin sonra i-
kincisinin bacağından tuttu. Bacaklar kaskatı, yere düş­
tüler. Adam subayı çağırdı. Son gelen de aynı hareket­
leri yaptı. Tutsaklar arasındaki uğultu genişliyordu. Su­
bay Katov’a baktı.
«Ölü mü bunlar?»
Niye yanıt vermeli?
«En yakın altı tutsağı ayırın...»
«Zararsız,» diye yanıtladı Katov. «Onlara siyanür
veren benim.»
Subay duraladır
«Ya siz?» diye sordu sonunda.
Katov derin bir sevinçle karşılık verdi:
«Yalnızca iki kişiye yetecek kadar vardı.»
«Şimdi suratımın ortasına bir dipçik yiyeceğim,» di­
ye düşündü.
Tutsakların çıkardığı uğultu bağrışma halini alıyor­
du.
Subay:
«Yürü bakalım,» demekle yetindi.
Katov daha önce de ölüme mahkûm edilmiş olduğu­
nu unutmuyordu. Ağır makineli tüfekler üzerine çevril­
miş ve onların ateş ettiğini işitmişti. «Dışarı çıkar çık­
maz, birisinin boğazını sıkmaya çalışacağım ve beni öl­
dürmek zorunda kalana dek de ellerimi boğazından çek­
meyeceğim. Beni yakacaklar, ama öldürdükten sonra,»
Aynı anda, askerlerden biri, ellerini arkadan bağ­
larken, onu kucakladı. «Delikanlıların şansı varmış,» di­
ye düşündü. «Her neyse... Diyelim ki bir yangında öl­
düm.» Yürümeye başladı, inlemelere karşın sessizlik, dü­
şen bir kapak gibi yeniden ortalığı kapladı. Daha önce
de, beyaz duvarın üzerinde olduğu gibi fener Katov’un
simsiyah gölgesini gece ile dolu pencerelere düşürüyor­
du şimdi. Yaraları yüzünden duraklaya duraklaya, bir
bacağından öbürüne bütün ağırlığını vererek yürüyordu.
Sallana sallana fenere yaklaştığında, kafasının karartı­
sı tavanda kayboluyordu. Salonun bütün karanlığı can­
lıydı ve bakışları ile onu adım adım izliyordu. Ayağının
bütün ağırlığıyla yere her dokunuşunda zemin çınlıyor
ve bundan başka da ses çıkmıyordu. Bütün kafalar, yu­
kardan aşağı sallana sallana, yürüyüşünün ritmini, sev­
giyle, korkuyla ve tevekkülle izliyorlardı. Sanki, bu hep
aynı hareketlerin tekrarında kendi sarsıntılı ölüme gi­
dişlerini görüyorlardı. Bütün kafalar havada kaldı: Kapı
yeniden kapanmaktaydı.
Uykudaki soluğun aynısı, derin soluklanmaların yol
açtığı bir gürültü yerden yükselmeye başladı. Burunla­
rından soluklanarak, çeneleri kaygıyla kenetlenmiş, kı-
mıldanmaksızın, henüz ölmemiş olanlar düdük sesini bek­
liyorlardı.

ERTESİ GÜN.

Beş dakikadan fazla süredir, Gisors piposuna bakı­


yordu. Önünde «Hiçbir şey ifade etmeyen» lambası yan­
maktaydı. Küçük afyon kutusunu açmış, iğneleri temiz­
lemişti. Dışarda gece, odanın içinde küçük lambanın ışı­
ğı ve aydınlık büyük bir dikdörtgen: İçine Kiyo’nun ce­
sedini koydukları bitişik odanın açık kapısı. Teneffüs-
hane mahkûmların birçoğu için boşaltılmış ve dışarı atı­
lan cesetlerin kaldırılmasına kimse karşı çıkmamıştı. Ka-
tov’un cesedi ise bulunamamıştı. May, Kiyo’nunkini çok
ağır bir yaralıya göstereceği özenle getirmişti eve. Kiyo
orada, ölmeden önce sahip olacağını düşündüğü, huzur­
lu ifadeden uzak, boğulma yüzünden, onu bir insandan
başka her şeye benzeten bir kasılma içinde, uzanmış ya­
tıyordu. May, bu suratı son gördüğü zaman, onun kor­
kunç bir ana sevecenliğiyle, kullandığı sözcükleri benli­
ğinde yeniden işitmekten korkarak, kendi kendine ko­
nuşuyor, bir yandan da gömülmeyle ilgili son hazırlıkla­
ra başlamadan önce, Kiyo’nun saçlarını tarıyordu. «Aş­
kım» diye mırıldanıyordu, «etim» dermişcesine ve bir ya­
bancının değil, kendisinden bir parçanın koparılıp alın­
dığını iyice hissediyordu. «Hayatım...» Bütün bunları bir
ölüye söylediğini farketti. Ama uzun süreden beri ağla­
manın da ötesinde bir yerdeydi.
Lambasıyla ipnotize olmuş, bu büyüleyici atmosfere
sığınmış Gisors «Kimseye yardımı dokunmayan her acı
saçmadır» diye düşünüyordu. «Huzur orada, huzur.» Ama
elini uzatmaya cesaret edemiyordu. Ölümden sonraki hiç­
bir yaşama inanmaz, ölülere hiçbir saygı duymazdı ama,
elini uzatmaya cesaret edemiyordu.
Kadın ona yaklaştı. Dalgın bakışlı, bu altüst olmuş
yüzdeki ağız gevşekti... Parmaklarını yavaşça Gisors’un
bileğinin üstüne koydu.
«Gelin,» dedi kaygılı, hemen hemen işitilmez bir ses­
le. «Bana öyle geliyor ki, biraz ısındı.»
Gisors bu sonsuz bir ıstırabın kaynaştığı, ancak şaş­
kınlığın izlerini bile taşımayan çehrede gözleri aradı. Ka­
dın ona hiç de bulanık olmayan, umuttan çok yalvarışla
dolu bir bakışla bakıyordu. Zehirin etkileri her zaman be­
lirli bir kesinlikten uzaktır ve May doktordu. Gisors kalk­
tı, kendini umuda kaptırmaktan sakınarak peşinden git­
ti. Bu umut öylesine güçlüydü ki, kendisini bu umuda bir
bırakırsa, bir daha elinden alınmasına dayanamayacak­
mış gibi geliyordu. Kiyo’nun mavimsi alnına dokundu, bu
alın hiçbir zaman kırışmayacaktı artık. Soğuktu, ölümün
kuşku götürmez soğukluğuydu bu. Parmaklarım çekmeye
May’m bakışı ile yeniden karşılaşmaya cesaret edemi­
yordu. Ve kendi bakışım, Kiyo’nun artık çizgileri silin­
meye başlamış, açık elinden ayırmadı.
«Hayır,» dedi yeniden acıya gömülerek. Eli bırakma­
mıştı. May’a biraz önce inanmamış olduğunu farketti.
Genç kadın yalnızca:
«Yapacak bir şey yok...» diye karşılık verdi.
Sonra da onun, tereddüt içinde, bitişik odaya geçişi­
ni seyretti. Ne düşünüyordu acaba? Kiyo orada olduğu
sürece, her düşünce ona bağlanıyordu. Bu ölüm genç ka­
dından ne olduğunu bilemediği ama yine de mutlaka var
olması gereken bir yanıt bekliyordu. Ey ötekilerin, dua­
larla, çelenklerle dolu iğrenç şansı... Bu yaşamın en sı­
cak biçimleriyle ölüleri konuşturan tüyler ürpertici bir
çağrıydı. Bu bir daha hiç konuşmayacak ağız daha dün
ona «Öldüğünü sandıydım,» demişti.
Burada kalmış olan gülünç denecek kadar değersiz
bir yaşam parçasıyla bir cesetle değil de, ölümün kendi­
siyle bir bütünlüğe ermek gerekiyordu. Orada, anıları a-
rasmdan yazgıya tam bir boyun eğme hali içersinde sey­
rettiği can çekişmeleri çekip çıkararak, yokluğa vahşice
sunduğu aldatıcı kabullenmenin edilginliği içerisinde, ha­
reketsiz duruyordu.
Gisors sedire yeniden uzanmıştı. «Sonra da uyanmak
zorunda kalacağım.» Kimbilir bu ölüm kendisine her sa­
bah, daha kaç zaman yeni bir şey getirecekti? Pipo orada
duruyordu: Ya huzur? Elini uzatmak, topağı hazırlamak:
Bir çeyrek saat sonra, sanki kendine kötülük yapmak is­
teyen bir kötürümü düşünürmüş gibi, ölümü sınırsız bir
hoşgörüyle düşünmek. Ölüm artık ona ulaşamayacaktı.
Ve o bütün egemenliğini yitirip, evrensel huzur içerisin­
de yitip gidecekti. Özgürlük oradaydı, hemen yakınında...
Ölülere hiçbir yardımda bulunulamazdı. Niye daha fazla
acı çekmeli? Istırap aşka ya da korkuya bir ödül müdür?.
Tepsiye hâlâ dokunamıyordu. Tasa, istek ve geri itilen
hıçkırıklarla boğazında düğümleniyordu. Rasgele, elinin
altındaki iki oroşürü aldı. (Kiyo’nun kitaplarına hiç do­
kunmazdı, ama onun da onları okumayacağım bilirdi.) Bu
Pekin Politikası’mn, ces'edi getirdikleri sırada yere dü­
şen ve Gisors’un üniversiteden atılmasına neden olan
söylevinin bulunduğu sayısıydı. Sayfanın kıyısındaki boş­
lukta, Kiyo’nun elyazısıyla «Bu söylev babamın söylevi­
dir,» yazılıydı. Hiçbir zaman kendisini onayladığını söy­
lememişti. Gisors broşürü yavaşça kapattı ve yok olan
umuduna baktı.
Kapıyı açtı. Afyonu gecenin içine fırlattı ve omuz­
ları çökmüş, şafağın sökmesini, acısıyla olan diyalogun­
da, acının yıpranıp sessizliğe indirgenmesini bekler bir
durumda yeniden gelip oturdu. Ağzını yarı aralayan, cid­
di suratını şaşkın bir yüz haline sokan acısına karşın,
bütün kontrolünü yitirmemişti. Bu gece yaşamı değişe­
cekti. Ölümün bir insanda zorunlu kılacağı değişime kar­
şı düşüncenin gücü fazla değildir. Bundan böyle Gisors
tek başına bırakılmıştı. Dünyanın bir anlamı yoktu, dün­
ya yoktu artık. Orada, onu şu evrene bağlamış olan vü­
cudun yanında, dönüşü olmayan hareketsizlik Tanrı’nm
intihar etmesi gibi bir şeydi. Kiyo’dan ne başarı hatta
ne de mutluluk beklemişti. Kiyo’suz yaşam nasıl olabilir­
di? «Zamanın dışına atıldım...» Çocuk zamana boyun
eğme, nesnelerin atışma uyma' demekti, hem de kuşku­
suz en derin anlamıyla, Gisors, umutsuzluk, kaygı ve bek-
leyiş olduğu kadar umuttu da varlığının ta derinliklerin­
de. Ama bunu anlaması için sevgisinin ezilmesi gerekli
miydi? Ve her şeye rağmen, onu tahrip eden her şey ben­
liğinde arzulu bir kabul buluyordu. «Ölmüş olmakla gü­
zel olan birtakım şeyler var» diye düşündü. Benliğinde,
canlılardan ya da nesnelerden değil de kişinin kendisin­
den fışkıran ve bizi yaşamdan çekip koparmaya çalışan
nitelikte köklü bir acının içinde titrediğini duyuyordu.
Ondan kurtulabilirdi ama, ancak onu düşünmeyi bıraka­
rak. Ve o, sanki bu korku verici seyretme, ölümün işi­
tebileceği tek sesmiş gibi, sanki yüreğinin derinliklerine
işlemiş olan bu insan olma acısı, öldürülmüş oğlunun vü­
cudunun işitebileceği tek ağıtmış gibi, bu acının içersine
gömülüyordu.

YEDİNCİ BÖLÜM

PARİS, 2 TEMMUZ

Ferral, Konsorsiyuma en şiddetli saldırıların yapıldı­


ğı gazeteyi yelpaze gibi sallayarak, Maliye Bakanlığının
bekleme salonuna en son geldi. Nakit İşleri Dairesi ve
Maliye müfettişliği ile ilgilenen elemanları gruplar ha­
linde toplanmışlardı. Ferral’in Fransa Bankası, Fransa
İş Bankası ve çeşitli kredi kuramlarında temsilcisi olan
erkek kardeşi, akıllıca bir görüşle geçen hafta hasta ol­
muştu. Ferral hepsini tanıyordu: Bir oğul, bir damat ve
Maliye Müfettişliği Nakit İşleri dairesinin eski görevlile­
ri. Devlet ile Kredi Kurumlan arasındaki bağ bu kuram­
ların eski meslekdaşlarınca iyi kabul gören görevlileri
kendine bağlamalarını zorunlu kılmayacak kadar sıkıydı.
Ferral onların şaşırmış bir durumda olduklarını farketti.
Onlardan önce gelmesi daha yerinde olurdu. Onu orada
göremeyince, toplantıya çağrılmadığını sanmışlardı. En
son gelmeyi kendine uygun görmesi onları şaşırtmıştı. Her
şey onları ayırıyordu: Onun onlar hakk'ındaki düşündü­
ğü; onların onun hakkmdaki düşündükleri .giyinme bi­
çimleri... Neredeyse iki ayrı ırk...
Hemen o anda içeri alındılar.
Ferral, Bakanı az tanıyordu. Geçmiş çağlara ait bu
yüz ifadesi acaba «Regence» çağının peruklarına benze­
yen kalın beyaz saçlarından mı ileri geliyordu? Bu par­
lak bakışlı, candan gülümsemeli inci çehre, eski bir par­
lamenter olan Bakanın ünlü inceliği ile uyuşuyordu. Bu
ün, damarına basıldığında birdenbire sertleşivermesinin
de bilinmesi ile paralel giderdi. Ferral, herkes yerini alır­
ken, ün kazanmış gülünç bir olayı düşünüyordu: Bakan
o sıralarda Dışişleri Bakanı iken, Fransa’nın Fas’daki
temsilcisini iki yakasından tutup sarsmış ve ansızın a-
damın ceketinin sırt dikişleri sökülüvermişti. Hemen zile
basıp <Beyefendiye benim ceketlerimden birini getirin,»
demiş, ve daha sonra da, odacının odadan çıktığı anda
da yeniden zili çalıp «En eskisini... Daha iyisine lâyık
değil,» dlmiş. Ağzının vaat ettiğini yadsıyan bir bakışı
olmasaydı, çok hoşa giden bir suratı olacaktı: Bir kaza­
da yaralanmıştı ve gözlerinden biri camdandı.
Oturmuşlardı: Nakit İşleri Dairesi Müdürü, Bakanın
sağında; Ferral solunda ve temsilciler, çalışma masasının
ucunda bir kanapedeydiler.
«Beyler, sizi toplantıya niye çağırdığımı biliyorsunuz,»
dedi Bakan. «Kuşkusuz siz de sorunu incelemişsinizdir.
Soruna özetlemeyi ve kendi görüşünü size sunması için
sözü Bay Ferral’e bırakıyorum.»
Temsilciler, her zaman âdeti olduğu gibi Ferral’in
konuyu şakalara boğup anlatmasını sabırla beklediler.
«Beyefendiler,» dedi Ferral, «bu türlü görüşmelerde
iyimser bilançolar sunmak âdettir. Gözlerinizin önünde
Maliye Müfettişliğinin raporu var. Pratikte Konsorsiyum’
un durumu, bu raporun düşündüreceklerinden daha kö­
tüdür. Ben size ne şişirilmiş bilanço maddeleri, ne de ke­
sinliği iyice belli olmayan inançlar sunacağım. Konsor-
siyum’un pasifini bildiğiniz apaçıktır. Ben başka hiçbir
bilançonun gösteremeyeceği aktifin iki noktasına dikkati­
nizi çekmek istiyorum ve sizden de yardımınız bunun i-
çin istenmektedir. İlk olarak Konsorsiyum’un Uzak Doğu’
da bu nitelikte tek Fransız eseri olmasıdır. Açık da ver­
se, iflasın eşiğinde de olsa, yapısı bozulmadan kalabilir.
Acente ağı, Çin içersindeki alım ve satım merkezleri, Çin­
li alıcılar ve Hindiçini’ndeki üretici şirketler arasında
kurulmuş bağlar bütün bunlar vardır ve belki ayakta tu­
tulabilir. Yang - Tse’deki tüccarların yarısı için, Japon­
ya denilince akla nasıl Mitşubişi gelirse, Fransa Konsor­
siyum demektir dersem abartmış olmam. Bildiğiniz gibi,
bizim örgütümüz yayıldığı alan bakımından Standart Oil
ile karşılaştırılabilir. Öte yandan, Çin Devrimi de son­
suza dek yaşamayacaktır. İkinci nokta: Konsorsiyum’un
Çin ticaretinin büyük bir bölümü ile olan bağları saye­
sinde, Çang - Kay - Şek’in iktidarı ele geçirmesine en et­
kin biçimde katkıda bulundum. Daha şimdiden Çin De­
miryollarının yapımında anlaşmalarla Fransa’ya ayrılan
pay Konsorsiyumca ele geçirilmiş durumda. Önemini tak­
dir edersiniz. Özellikle sizden istediğimiz yardımı düşü­
nürken bu noktayı gözden kaçırmamanızı isteyeceğim.
Bana öyle geliyor ki, Asya’da ülkemizi temsil eden tek
güçlü örgütün, onu kuran ellerden çıkması gerekse bile,
varlığını sürdürmesini dilemek savunulmaya değer.»
Temsilciler, zaten iyice bildikleri ve onlara artık ye­
ni bir şey öğretmeyecek olan bilançoyu dikkatle inceli­
yorlardı. Herkes Bakan’m konuşmasını bekliyordu.
«Kredinin bozulmaması,» dedi Bakan, «salt Devletin
değil, kuramların da yararına olan bir şeydir. Çin En­
düstri Bankası, Konsorsiyum gibi önemli kuramların çök­
mesi, herkese ancak zarar verir...»
Koltuğunun arkasına yaslanmış, bakışları dalgın, e-
lindeki kurşun kalemin ucuyla, önüne yerleştirilmiş ku­
rutma kâğıdının üzerine vura vura, gevşek bir tavırla ko­
nuşuyordu. Temsilciler tutumunun daha kesin olmasını
bekliyorlardı.
Fransa Bankası’nın temsilcisi:
«Size, Bay Bakan, daha değişik bir düşünceyi sun­
mama izin verir misiniz?» dedi. «Burada hiçbir kredi ku-
rumunu temsil etmeyen, dolayısıyla tarafsız, tek kişiyim.
Birkaç aydır, iflasların mevduat hacmini düşürdüğü doğ­
rudur. Ama altı ay sonra, mutlaka en fazla güvenilen bel­
li başlı kuramlara otomatikman geri döner. Belki de
Konsorsiyum’un çökmesi, bu beylerin temsil ettiği kurum­
lar için zararlı değil de, yararlı olacaktır.
«Bunun yanı sıra, krediler ile sürekli oynamak ihti­
yatsızca bir harekettir: On beş taşra bankasının iflası,
en azından yürürlüğe konmasına neden olacakları poli­
tik ö alemlerin boyutları yüzünden kuramların yararına
olamaz.»
Ferral, «Fransa Bankası, kredi kurumlan para ver­
mişse, kendisinin de angaje olacağı korkusundan böyle
konuşmuyorsa, bütün bunlar boş laf,» diye düşündü. Bir

İnsanlık Duruma / F : 16 241


sessizlik oldu. Bakanın araştırıcı bakışları, net sesli, a-
zarlamaya hazır bir havası olan, dik bakışlı, süvari su­
bayı suratlı bir temsilcinin bakışları ile karşılaştı.
«Bizi bir araya getiren her zamanki toplantıların ter­
sine, ben bu kez bize verilen, ticaret merkezleri ile ilgili
bilanço konusunda Bay Ferral’den daha az kötümser ol­
mak zorundayım. Grubun bankalarının durumu felâket,
bu doğru ama bazı işletmeler bugünkü durumlarıyla bi­
le savunulabilirler.»
«Sizden ayakta tutulmasını istediğim bu yapıtın bü­
tünlüğüdür,» dedi Ferral. «Eğer Konsorsiyum yıkılırsa,
yaptığı işler Fransa için bütün anlamını yitirir.»
İnce ve zarif yüzlü başka bir temsilci:
«Buna karşılık, her şeye karşın, Konsorsiyum’un asıl
aktifleri konusunda, Bay Ferral bana iyimser gibi geli­
yor. İstikraz tahvilleri daha piyasaya çıkmadı.»
Konuşurken, Ferral’in ceketinin yakasına bakıyordu.
Ferral ilgilenerek .adamın bakışlarını izledi ve sonunda
anladı: Yalnızca o nişanını takmamıştı, özellikle yapmış­
tı bunu. O, muhatabı ise, «Commandeur» nişanına sahip­
ti ve bu nişanı küçümseyen iliğe düşmanca bakıyordu.
Ferral hiçbir zaman kimseden gücünden başka bir şeyi
için saygı beklememişti.
Piyasaya çıkacağını biliyorsunuz,» dedi. «Çıkacak
ve. kapışılacak. Bu tümüyle Amerikan bankalarına bağlı­
dır. Ne aldırmak isterseniz alan müşterilerine değil.»
«Öyle olacağını kabul edelim. Bütün istikraz tahvil­
leri kapışılacak, ama demiryollarının yapılacağım nere­
den bilelim?»
«Ama,» dedi Ferral biraz şaşırarak (Muhatabının ne
yanıt vereceğini bilmemesi olanaksızdı,) «nakitlerin bü­
yük bir bölümünü Çin Hükümetine aktarmamız söz ko­
nusu değil. Bütün açıklığı ile ortada .paralar doğrudan
doğruya Amerikan bankalarından, gereçlerin yapımını
yüklenen firmalara gidecek. Aksi takdirde, Amerikalıla­
rın alıcı bulmaya çalışacaklarına inanıyor musunuz?»
«Orası öyle. Ama Çang - Kay - Şek de öldürülebilir
ya da yenilebilir. Bolşeviklik yeniden egemen olursa, is­
tikraz tahvilleri piyasaya çıkmayacak. Benim görüşüme
göre Çang - Kay - Şek iktidarda tutunamaz. Elde ettiği­
miz bilgiler onun çok yakında düşeceğini gösteriyor.»
Ferral: «Komünistler her yerde ezildiler, Borodin
Han - Keu’yu terketti, Moskova’ya döndü,» dedi.
«Kuşkusuz komünistler ezildiler, ama komünizm için
de aynı şeyi söyleyemezsiniz. Çin bir daha hiçbir zaman
eskisi gibi olamaz. Çang - Kay - Şek’in zaferinden sonra,
komünistlerin yeni saldırı dalgalarından korkulabilir.»
«Bence o on yıl sonra da iktidarda kalacaktır. Ama,
hiç tehlike taşımayan hiçbir iş yoktur.»
(Size hiçbir zaman hiçbir yararı olmayacak cesare­
tinizin sesini dinleyin siz, yalnızca» diye düşünüyordu.
Sizin paranızla savaş araç-gereci alan Türkiye metelik i-
ade etmediği zaman bakalım ne yapacaksınız? Yalnız ba­
şınıza tek bir büyük iş çeviremezsiniz siz. Devletle olan
cilveleşmeniz sona erince, korkaklığınızı akıllılık diye ni­
telendirmeye başlıyorsunuz ve Milo Venüs’ü olabilmek i-
çin kollarınızın olmamasını yeterli sanıyorsunuz. Bu ka­
darı da fazla...)
Genç, kıvırcık saçlı bir temsilci, yumuşak bir sesle:
«Çang - Kay - Şek iktidarda tutunsa da, Çin gümrük
özerkliğini yeniden eline geçirecek,» dedi. «Bay Ferral’-
in bütün olacağını tahmin ettiği şeyleri kabul etsek bile
bir gün Çin yasalarının karşısında, Konsorsiyum’un et­
kinliğinin yok olmayacağı konusunda bize kim güvence
verebilir?..» Bu soruya bir sürü karşılık verilebilir, bunu
biliyorum...»
«Birçok,» dedi Ferral.
«Yine de bu işin kuşkulu olarak kalması için birçok
neden olacaktır,» dedi, subay suratlı temsilci. «Ya da işin
hiçbir tehlike taşımadığını kabul etsek bile, uzun vadeli
bir kredi istediği, hatta bu işin bütün ömrüne katılmak
gerektiği konusu kalıyor... Hepimiz biliyoruz ki, Bay Ger-
main, aslında en iyi Fransız işlerinden birisi olan Anilin
boya işi ile ilgilenmesi yüzünden az daha «Credi Lyon-
naise’i» felâkete sürüklüyordu. Bizim işimiz, işlere katıl­
mak değil, ama güvence karşılığında, kısa vadeli ödünç
para vermektir. Bunun dışında, artık söz bize ait değil,
İş Bankalarına aittir...»
Yeniden sessizlik, uzun bir sessizlik oldu.
Ferral, Bakan’ın karışmama nedenleri üzerinde dü­
şünüyordu. Hepsi, hatta o dahil, klasik ve süslü, tıpkı As­
yalIların beylik formülleri ile bezenmiş dilleri ile konuşu­
yorlardı. Bütün bunların Çinlilere özgü bir ifade ile ol­
maması zaten söz konusu değildi. Konsorsiyum’un güven­
celerinin yetersiz olduğu apaçık ortadaydı, öyle olma­
saydı oraya gelir miydi? Savaştan beri Fransız tasarruf
sahiplerinin uğradığı kayıplar, büyük kurumlar ve iş
bankaiannca salık verilen obligasyon ve aksiyonlara ya­
tırılan meblâğlarla, Frankfurt Anlaşmasıyla Almanya’ya
ödenen paradan epeyce fazlaydı. «Şantaj gazetelerinin
dediği gibi» diye düşünüyordu Ferral, bu meblâğ kırk mil­
yar frank civarında idi. Öfke ona canlılık kazandırıyor­
du. Kötü bir iş, iyi bir işten daha fazla komisyon getirir­
di ve bütün iş buradaydı. Ama hâlâ bu kötü işin onlar­
dan biri tarafından kurumlara sunulmuş olması gereki­
yordu. Onlar ona parayı ancak Bakan’ın işe karışması
halinde ödeyeceklerdi. Çünkü Ferral onlardan değildi. Be­
kâr, kadınlarla serüvenleri olan bir adamdı. Afyon kul­
lanmasından da kuşkulanılıyordu. «Legion d’Honneur»
nişanını küçümsemişti. İkiyüzlü ve tutucu olamayacak
kadar fazla gurura sahipti. Belki büyük bireycilik, tümüy­
le ikiyüzlülük batağında gelişebilirdi. Borjiva rastlantı­
yla Papa olmamıştı... Büyük bireyciler 18. yüzyılın so­
nunda, erdemden sarhoş devrimciler arasında değil ama
Renaissance zamanında besbelli Hıristiyanlaşmış bir top­
lumsal yapının içersinde geziniyorlardı.
«Sayın Bakan,» dedi delegelerin en yaşlısı. Bir yan­
dan da heceleri ve kısa kıvırcık saçları gibi beyaz bıyığı­
nı geveliyordu. «Biz devlete yardım etmek isteriz elbet­
te. Bunu siz de biliyorsunuz.»
Gözlüğünü çıkardı, ve jestleri hafifçe parmakları açık
elleri ile bir körün jestlerine dönüştü.
«Ama nihayet, bununla birlikte, bu yardımı hangi
ölçüye kadar yapabileceğimizi bilmek gerekir. Her biri­
mizin beş milyonla bu işe katılamayacağımızı söylemiyo­
rum.»
Bakan belli belirsiz omuzlarını silkti. Öteki konuşma­
sını sürdürdü:
«Ama Konsorsiyum en azından 250 milyonluk mev­
duatı geri vermek zorunda olduğuna göre söz konusu o-
lan bu kadar para değil. O zaman ne yapılacak? Eğer
devlet bu önemde bir iflâsın kötü olacağım düşünüyor­
sa, kendisi de para bulabilir. Fransa Bankası ve Hindiçini
Genel Valiliğe düşen Fransızların ve Annamlılarm ta­
sarruflarını kurtarmak. Bizim kendi mudilerimiz ve ak-
siyonerlerimiz var nihayet. Burada her birimiz kendi ku­
ramlarımız adına bulunuyoruz...»
(Eğer Bakan, açıklıkla Konsorsiyum’un iflâstan kur­
tarılması gerektiğim açıklarsa, diye düşünüyordu Ferral,
ne mudi kalır, ne aksiyoner...)
«... İçimizden kim bize, sallantıda olan bir kurum i-
çin aKsiyonerlerinin ödünç para vereceğini söyleyebilir?
Bu aksiyonerlerin ne düşündüğünü —ve yalnız onların
değil— çok iyi biliyoruz, sayın Bakan. Onlar yaşayama­
yacak güçte olanların piyasadan silinmesini ister ve böy-
lelerini yapay bir biçimde ayakta tutmaya çalışmanın
herkese yapılacak en büyük fenalık olduğunu düşünür­
ler. Eğer batmaya mahkûm işler ayakta tutulursa, Fran­
sız ticaretini ayakta tutan serbest rekabetin yararlı et­
kinliği ne olacak?»
(Dostum diye düşündü Ferral, senin kurumun geçen
ay Devletten gümrük tarifelerinin % 32 yükseltilmesini
istedi, herhalde serbest rekabeti kolaylaştırmak için yap­
tı bunu...)
«... Öyleyse? Bizim mesleğimiz güvence karşılığında
ödünç para vermektir. Biraz önce beyefendinin çok doğ­
ru biçimde söylediği gibi: Hani Bay Ferral’in bize sundu­
ğu güvenceler?.. Bay Ferral’in kendisini dinlediniz. Bu­
rada Devlet, Bay Ferral’in yerine geçmek ve bize karşı­
lığında Konsorsiyum’a ihtiyacı olan parayı ödeyebilece­
ğimiz güvenceler veriyor mu? Kısacası: Devlet, hiçbir kar­
şılık göstermeden bizim özverimize mi sığınıyor, yoksa
bizden —Bay Ferral’in değil ama kendi adına— uzun va­
deli de olsa bir hazine işlemini kolaylaştırmamızı mı is­
tiyor? Birinci durumda, onun için özveride bulunacağı­
mız su götürmez, ama yine de aksiyonerlerimizi hesaba
katmamız gerekir. İkincisinde, bize ne gibi güvenceler
sağlıyor?»
Ferral «Konuşma biçimi tümüyle şifreli» diye düşün­
mekteydi. Eğer bir komedi oynamakta değil idiysek, Ba­
kan şöyle yanıt vermeliydi: ’Özveri sözcüğünü gülünç bu­
luyorum. Kârlarınız Devletle olan ilişkilerinizden kay­
naklanıyor. Siz kuruluşunuzun işlevinin önemi dolayısıy­
la komisyon ile yaşıyorsunuz, yoksa ne bir iş görerek ne
de etkili bir şeyler yaparak değil. Devlet size şu ya da
bu kisve altında yüz milyon verdi. Bunun yirmisini geri
alıyor ,onun adını hayırla anın ve fazla konuşmayın şim­
di.’ Ama hiçbir tehlike yok. Bakan çalışma masasının
çekmecesinden yumuşak bir şekerleme kutusu çıkardı ve
çevresindekilere uzattı. Herkes birer tane aldı, Ferral dı­
şında. Şimdi o kurumların temsilcilerinin ne istediğini
biliyordu: Bakana bir şeyler vermeden bu odadan ayrıl­
mak olanaksız olduğundan, parayı ödemeye razı olmak,
ama olabildiğince en azını... Bakana gelince... Ferral,
onun bir şeyler tasarlamakta olduğundan emin, bekliyor­
du. ’Benim yerimde Choiseul olsaydı, ne yapıyor görü­
nürdü acaba?’ Görünürdü: Çünkü 15. Lui’nin Bakanı o-
lan Choiseul krallığın büyüklerinden iradeyi güçlendirme
dersleri istemez, ama gerektiği gibi davranmayı ya da
alaycılık dersleri isterdi.»
Bakan, kurşun kalemiyle hafif hafif masaya vura­
rak konuştu:
«Benim gibi, Nakit İşleri Dairesi Müdürü de size, Par­
lamentoda oya başvurmadan bu güvenceleri veremeyece­
ğimizi söyleyecektir. Beyler sizi buraya topladım çünkü
çözüm! emeye uğraştığımız sorun Fransa’nın saygınlığım
ilgilendiriyor. Bu sorunu kamuoyunun önüne götürme­
nin ,bu saygınlığı kurtarmaya çalışmak olacağına inanı­
yor musunuz?»
«Kuşkusuz, kuşkusuz ama izin verin Sayın Bakan...»
Sessizlik oldu. Temsilciler ağızlarını açtıklarında hışmı­
na uğrayacaklarını sezdikleri Auvergne şivesinden ken­
dilerini kurtarmak için şekerlemelerini çiğnerken, düşün­
celi bir tavır takınmışlardı. Bakan hepsine tek tek, gü­
lümsemeden, bakıyordu. Ve onu cam olan gözünün tara­
fından gören Ferral, ona kuşlar arasında hareketsiz ve
asık suratlı, uzun kuyruklu, büyük, beyaz bir papağan­
mışçasına bakıyordu.
«Öyleyse, görüyorum ki beyler,» diye yine konuşma­
ya başladı Bakan. «Hepimiz bir nokta üzerinde anlaştık.
Bu soruna nasıl yaklaşırsak yaklaşalım, mevduatın geri
verilmesi bir zorunluluktur. Hindiçini Genel Valiliği Kon-
sorsiyum’u yeniden yürür hale getirmek için gerekenin
beşte birini yüklenecek. Sizin payınız ne olabilir?»
Şimdi her birisi şekerlemesine sığınıyordu. Ferral
kendi kendine «Küçük bir eğlence,» dedi. «Hoşça zaman
geçirmek istiyor ,ama şekerlemeler olmasaydı da aynı o-
lacaktı.» Bakan tarafından ileri sürülen kanıtın değeri­
ni biliyordu. Nakit İşleri Dairesinden, parlamentonun o-
nayı olmadan, konversiyon isteyenlere şunu söyleyen ken­
di kardeşiydi: «Sonra, bir metresime kimsenin izni ol­
madan, niye iki yüz milyon vermeyeceğim?»
Sessizlik oldu. Bu defaki, öncekilerden daha uzun sür­
dü. Temsilciler aralarında fısıldaşıyorlardı.
«Sayın Bakan,» dedi Ferral, «eğer Konsorsiyum’un
sağlayacağından kuşku duyulmayan işleri şu ya da bu bi­
çimde güçlendirecek ve her durumda alman para geri
verilecek ise Konsorsiyum’un desteklenmesini de içine a-
lacak daha geniş bir çabanın yerinde bir istek olacağına
inanmıyor musunuz? Bu derece yayılmış bir-î^ansız ör­
gütünün varlığı, devletin gözünde, birkaç yüz milyon ta-
sarrufunkine eşit bir öneme sahip değil mi?»
«Beş milyon ciddi bir rakam değil beyler,» dedi Ba­
kan. Sözünü ettiğiniz özveriye daha mı ısrarlı seslenmem
gerek acaba? Sizin ve Yönetim Kurullarınızın, Devletin
bankaları denetlemesine önemle karşı çıktığınızı biliyo­
rum. Konsorsiyum gibi büyük işlerin çökmesinin kamu­
oyunun fikrini zorlayıcı ve belki ivedi olarak denetimin
kurulması yolunda oluşturmayacağını mı sanıyorsunuz
siz?»
’Gittikçe Çin tarzına yaklaşıyoruz’ diye düşündü Fer­
ral. ’Bu da yalnızca şu demektir: Şu gülünç 5 milyondan
söz etmeyi bırakın artık.’ Nasıl Havas Ajansını ellerinde
tutan temsilcilerin kendisi aleyhine bir kampanya baş­
latmaya niyeti yoksa, bakanın da onlar aleyhinde bu teh-
diti gerçekleştirmeye niyeti yoktu. Nasıl bankalar Dev­
lete karşı ciddi bir mücadeleye girişemezlerse, Devlet de
onlara karşı öyle bir mücadeleye giremezdi. Bütün suç
ortaklıkları, çıkarlar, kullandıkları ortak kişiler ve psi­
kolojileri buna engellerdi. Savaş yalnızca aynı kurumun
servis şefleri arasında olurdu ki, zaten bu da o kurumun
yaşaması için gerekiyordu. Ama kötü günler yaşıyordu
kurumlar: Eskiden Astor’da olduğu gibi, yalnızca, zayıf
düşmeme ve öfkesini göstermeme gereği yüzünden kaçı­
yordu. Ama şimdi yenilmişti. Asıl değerini etkinliğinden
yarattığı için, hiçbir şey, her zaman kişiliklerini ve kul­
landıkları yöntemleri küçümsediği şu adamlar karşısın­
daki utanç verici durumunu ona unutturamayacaktı. On­
lardan zayıftı ve bu yüzden, kendi sistemi içersinde bile
ne tasarlasa, düşünse boşunaydı.
«Sayın Bakan,» dedi en yaşlı temsilci. «Biz Devlete
karşı olan iyiniyetimizi bir kez daha gpstermek istiyo­
ruz. Ama hiçbir güvence verilmezse, aksiyonerlerimizin
önünde, geri verilmesi gereken mevduatın artışından da­
ha yüksek bir Konsorsiyum kredisini, yalnızca Konsorsi­
yum’un sağlam işlerine güvenerek vermeyi göze alama­
yız. Tanrı biliyor ki, Konsorsiyum’un sağlam işlerine gü-
yenmiyoruz, bu işi yalnızca Devlet’in yüksek çıkarlarına
olan saygımızdan yapacağız.»
«Bu kişi,» diye düşünüyordu Ferral, «gerçekten şu e-
mekli öğretmen havasından, Kör Ödipus havasına bürün­
müş haliyle, görülmemiş bir adam. Ve bütün alıklar, bun­
ların arasına Fransa’nın kendisi de dahil, bu adamın a-
jans müdürlerine danışmaya giderek, Rusya’da, Polonya’­
da, Kuzey Kutbunda stratejik demiryolları kuracağız di­
ye Devletin parasını sokağa attı. Savaştan beri, kanape-
ye oturmuş şu çıtkırıldım herif, tümüyle Devlet’in kulla­
nacağı para olarak, Eransız tasarruf sahiplerine onsekiz
milyara mal olmuştu. Kendisinin de on yıl kadar önce
dediği gibi ’İçini dışını iyice bilmediği bir adamdan ser­
vetini nerede kullanacağına ilişkin öğütler isteyen her
kişi mahvolmayı hak etmiştir.’ On sekiz milyar, kırk mil­
yarlık ticarî işi hesaba katmıyorum. Ne de kendimi.»
«Sizin düşünceniz Bay Damiral?» dedi Bakan.
«Ben de ancak ,Sayın Bakan, işittiğiniz sözlere katı­
labileceğim. Bay Morelles gibi, ben de temsil ettiğim ku­
ruluşu, onun sözünü ettiği güvenceler olmadıkça bu işe
sokamam. Bu kuruluşu, Avrupa’nın en güçlüleri arasına
sokan gelenek ve ilkeleri her zaman saldırılara uğramış­
tır, ama bunlar sayesindedir ki, o Devlete karşı fedakâr­
lığını sunabilmekte ve Devlet onu yardıma çağırdığında,
bundan beş ay önce yaptığı, bugün yapmakta olduğu ve
belki de yarın yapacağı gibi ona koşmaktadır. Bu çağrı­
ların sıklığı ve bizim de bunları yanıtlamakta verdiğimiz
karar, Sayın Bakan, mudilerimizin de (ki bunu size söy­
lemeye yetkiliyim, onlar sayesinde emrinize amadeyim)
gereksindikleri ilke ve geleneklerimiz beni bu güvencele­
ri istemeye zorluyor. Herhalde bu işe 20 milyon ayırmaya
hazır oluruz.»
Temsilciler birbirlerine şaşkınlıkla bakıyorlardı. Mev­
duat geri verilecekti. Ferral de şimdi Bakan’ın ne iste­
miş olduğunu anlıyordu. Kendini bağlamadan kardeşini
hoşnut etmek: Mevduatları geri verdirmek, kuruluşlara
para ödetmek, ama elverdiğince en azını. Böylece de her­
kesi hoşnut edecek bir bildiri yazdırabilmek. Pazarlık sü­
rüyordu. Konsorsiyum çökecekti ama mevduatları geri
verildikten sonra onun yokluğa gömülmesi Bakan ın umu­
runda değildi. Kuruluşlar istedikleri güvenceyi elde ede­
ceklerdi. (Bununla birlikte yine yitireceklerdi, ama az.)
Ayakta tutulabilen birkaç iş kuruluşlarının şubesi halini
alacaktı. Ötekilere gelince... Şanghay’da bütün olup bi­
tenler bütünsel bir anlamsızlık içersinde orada yok ola­
caklardı. Yapıtını çalınmış ya da ele geçirilmiş, başka el­
lerde canlı göreceğine, meteliksiz kalmayı yeğ tutardı.
Ama Bakan da, mecliste korkaklıktan başka hiçbir şey
görmüyordu. Anlaşılan bugün hiç ceket yırtmayacaktı.
Onun yerinde olsaydı, Ferral ne pahasına olursa olsun,
sağlığa kavuşturulmuş Konsorsiyum’u elde tutmaya çalı­
şırdı. Kuruluşlara gelince, onlarda tedavi edilmez korkak­
lıklarının izlerinden başka hiçbir şey görülmüyordu. Kı­
vançla, rakiplerinden birisinin kendisi hakkında söyle­
diği sözleri anımsadı: «Ferral, her zaman bir bankanın
, kumarhane olmasını ister.»
Hemen yakınında, telefon çaldı. Ataşelerden biri i-
çeri girdi. '
«Sayın Bakan, Başbakan özel hatta...»
«Sorunların çözümlenmesi yolunda olduğumuzu söy­
leyin... Hayır durun ben gidiyorum.»
Çıktı. Kısa bir süre sonra yine geldi. Soran bakışları
ile burada temsil edilen başlıca Fransız iş bankalarından
birinin temsilcisine baktı. Adamın gözlüklerine paralel,
düz bir bıyığı, saçsız bir kafası ve yorgun bir hali vardı.
Şimdiye dek tek bir söz etmemişti.
«Konsorsiyum’un ayakta tutulması bizi hiçbir biçim­
de ilgilendirmiyor,» dedi yavaşça. «Demiryollarının yapı­
mına katılma konusunda Fransa’ya anlaşmalarla güven­
ce verilmiştir. Konsorsiyum çökerse yeni bir iş şekillenir
veya gelişir ve onun yerini alır.»
«Ve bu yeni şirket,» dedi Ferral, «Hindiçini’ni sana­
yileştireceği yerde kâr payları dağıtacaktır. Ama Çang -
Kay - Şek için hiçbir şey yapamayacağınızdan yardım et­
memiş olacaksınız, içinde bulunacağınız durum bu ola­
cak. Anlaşmalar da Fransız paravanalı herhangi bir A-
merikan ya da İngiliz şirketince kullanılacaktır, herhal­
de. Ve ona da zaten, benden esirgediğinizi vereceksiniz.
Biz Konsorsiyum’u Asya’da Fransız bankaları ödünç pa­
rayı, Çinlilerden çok İngilizlere vermeyi gerektirecek bir
güvence politikası izledikleri için kurduk. Tehlikeleri gö­
ze alan bir politika izledik, bu...»
«Ben bunu söylemeye cesaret edememiştim...»
«...açıktır. Sonuçları devşirmemiz de olağandır. Ta­
sarruf sahiplerini (ağzının kenarıyla gülümsedi) kayıp­
lar elli sekiz milyarı bulana dek koruyacağız, yo hayır, el­
li sekiz milyar ve birkaç yüz milyon olana dek. Şimdi de,
beyler sizler öyle isterseniz, Konsorsiyum’un nasıl varola-
mayacağını birlikte görelim.»

KOBE.
May, bir araba kiralayamayacak kadar parasız, ba­
harın tüm aydınlığı içersinde, Kama’mn evine giden yo­
kuşu çıkıyordu. Gisors’un eşyaları ağır idiyse, gemiye
gidebilmek için yaşlı ressamlardan bir miktar ödünç pa­
ra almak gerekecekti. Şanghay’dan ayrılırken Gisors ona
Kama’mn evine sığınacağını söylemişti. Geldiğinde de
hemen ona adresi göndermişti. O zamandan beri de hiç­
bir haber alamamıştı. Hatta May’ın ona Moskova’daki
Sun - Yat - Sen Enstitüsüne profesör atandığım bildir­
miş olmasına karşın. Bu acaba Japon polisinden korkma­
sından mı ileri geliyordu?
Yürürken, vapur Kobe’deyken pasaportunu vize et­
tirdiği sırada kendisine verilen Pei’nin mektubunu oku­
yordu. May, Çen’in ölümünden sonra onun genç çömezini
kendi siğmdığı villada barındırmak olanağını bulmuştu.
...Dün, sürekli sizi düşünen Hemmelricb’i gördüm.
Elektrik araç ve gereçleri üreten bir fabrikada montör-
Iük yapıyor. Bana «Ömrümde ilk kez, eskisi gibi gebertil­
memi sabırla bekleyerek değil, ama ne için olduğunu bi­
lerek çalışıyorum,» dedi. Gisors’a kendisini beklediğimizi
söyleyin. Burada olduğumdan beri, onun bir dersinde söy­
lediklerini düşünüyorum «Bir uygarlığın en acı veren un­
suru —Köle için: Aşağılanma; işçi için: İş— birdenbire
bir değer olarak ortaya çıktığında, artık bu aşağılanma­
dan kıçmamn olanaksızlığı, ama kurtuluşu ondan bekle­
menin bilinci; bu işten kaçmanın olanaksızlığı, ama var
olma nedeninin onda olduğu bilinci yer etmeye başlar ve
o uygarlık değişikliğe uğrar. Henüz, içinde yeraltı gö-
mütleri bulunan bir tür kiliseden başka bir şey olmayan
fabrikanın giderek katedralin eriştiği yere gelmesi ,ve
orada insanların, tanrılar yerine, dünyayla savaş halinde
olan insan gücünü görmeleri gerekir...
Evet: Kuşkusuz insanlar değişime uğrattıklarına gö­
re değer kazanırlar. Devrim korkunç bir hastalık geçir­
mişti ama, ölmemişti. Onu dünyaya da getirenler, yaşa­
mamakta ya da ölmüş, yenilmiş ya da yenilmemiş olsun­
lar, Kiyo ve arkadaşlarıydı...
...Çin’e yeniden gideceğim, kışkırtıcı olarak. Henüz
hiçbir şey bitmiş değil orada. Belki orada yeniden birbi­
rimizi buluruz: İsteğinizin kabul edildiği bana bildirildi...
Çen’den tek bir sözcükle bile bahsetmiyordu.
Onun fazla önem vermeden yazmış olduğu şeyleri
yargılamaktan uzaktı. Ama bütün bunlar —tıpkı Pei’nin
Çen ils ilgili olarak anlatmış olduklarının, erginlik çağı­
nın bağnaz aydın görünüşü içinde yoğurulmuş olduğu
gibi— ne kadar aydınca görünüyordu ona... Katlanmış
mektubun içinden, gazeteden kesilmiş bir kâğıt parçası
düştü: Genç kadın onu yerden aldı ve okumaya başladı:
Emek, sınıf savaşının başlıca silahı olmalıdır. Dünya­
nın en önemli sanayileşme planı şimdi İncelenmektedir.
Beş yıl içinde bütün Sovyetler Birliği’ni değiştirmek, onu
Avrupa’nın birinci derecede sanayi güçlerinden biri hali­
ne getirmek, sonra Amerika’yı yakalayıp onu geçmek söz
konusudur. Bu dev girişim...
Gisors kapının eşiğinde dikilmiş onu bekliyordu. Üs­
tünde kimono vardı. Koridorda hiçbir eşya göze çarpmı­
yordu.
«Mektuplarımı aldınız mı?» diye sordu May.
Birlikte, bomboş, duvarları hasır ve kâğıt kaplı bir
odaya girdiler. Açık pencereden körfez bütünüyle gözü­
küyordu.
«Evet.»
«Çabuk olalım, gemi iki saate kadar kalkacak.»
«Ben gitmeyeceğim May.»
Genç kadın ona baktı. «Soru sormaya gerek yok,»
diye düşündü, açıklama yapacaktı herhalde. Ama soru
soran Gisors oldu.
«Ne yapacaksınız?»
«Kadın kışkırtıcıların .bulunduğu bölümde çalışsca­
ğım. Hem işler düzene girmiş gibi gözüküyor. Öbür gün
Vladivostok’ta olacağım ve hemen Moskova’ya hareket
edeceğim. Eğer işler yolunda değilse, Sibirya’da doktor
olarak çalışacağım. Ama insanları tedavi etmekten öyle
usajıdım ki... Eir savaş içinde olmadığında hep hasta­
larla birlikte yaşamak, büyük bir meslek aşkını gerekti­
rir. Bende ise artık bunun kırıntısı kalmadı. Ve hatta,
şimdi, insanların ölmesini görmek katlanılmaz bir du­
rum benim için... Yine de zorunlu olursam... Bu da Ki-
yo’nun öcünü almanın bir başka biçimi olsa gerek.»
«Artık benim yaşımdaki bir kişi için öc almak anlam­
sız...»
Gerçekten bir şeyler değişmişti onda. Oradan uzak­
taymış, ayrılmış gibiydi. Sanki benliğinin yalnızca bir
parçası May ile odanın içinde birlikte bulunuyordu. Yere
uzandı: Üstüne oturacak herhangi bir eşya yoktu. Genç
kadın, o da yerde, bir afyon sinisinin yanma uzandı.
«Peki siz ne yapacaksınız?» diye sordu May.
Umursamazca omzunu silkti Gisors.
«Kama sayesinde, burada Batı Sanatı Tarihi serbest
profesörü oldum... Görüyorsunuz, ilk mesleğime döndüm
yine...»
May şaşkınlıkla onun bakışlarını yakalamaya çalışı­
yordu.
«Şimdi bile, siyasal bakımdan yenilmişliğimize, has­
tanelerimizin kapanmış olmasına karşın, bütün taşra il­
lerinde yeniden yeraltı gruplan kuruluyor. Bizimkiler,
önceki yaşantıları yüzünden değil, başka insanlar yüzün­
den acı çektiklerini unutmayacaklar artık. Siz, ’Otuz yüz­
yıllık bir uykudan bir silkinişle uyandılar, bir daha aynı
uykuya yatmayacaklardır’ derdiniz. Siz, üç yüz milyon
yoksula başkaldırma bilinci vermiş olanların, yenilmiş,
hatta idam edilmiş, hatta ölmüş olsalar bile gelişigüzel
insanlar gibi gölgeler olmadıklarını da siz söylerdiniz.»
May bir an sustu ve:
«Onlar şimdi öldüler,» diye sürdürdü.
«Bunu hep düşünüyorum, May, ama bu başka şey...
Kiyo’nun ölümü yalnızca bir acı, bir değişme değil, bu...
bir'başkalaşma adeta. Dünyayı asla fazla sevmedim. Be­
ni insanlara bağlayan Kiyo idi. Onlar benim için onun
varlığından ötürü gerçeklik sahibiydiler... Moskova’ya
gitmeyi istemiyorum. Orada külüstür bir şekilde eğitim
yaparım. Marksizm artık benliğimde canlılığını yitirdi.
Kiyo’nun gözünde o bir iradeydi değil mi? Ama benim
gözümde, bir yazgıdır ve ölüme karşı duyduğum korku
duygusu, yazgıyla uyuştuğu için ben de kendimi ona,
Marksizme uyduruyordum. Artık hemen hemen hiçbir kor­
ku duymuyorum benliğimde, May: Kiyo öldüğünden beri,
ölmek de önemsiz benim için... Hem ölümden, hem de
yaşamdan kurtuldum (Kurtuldum...) Oraya ne yapmaya
gideceğim?»
«Yeniden değişmeye belki.»
«Yitirecek başka oğlum yok...»
Gisors yarı erkeksi kadınlardan hoşlanmazdı. Genç
kadın, ancak Gisors’un Kiyo’y a , Kiyo’nun da kendisine
beslediği sevgi dolayısıyla Gisors’a ulaşabiliyordu. Üstelik
bu aydınca ve harap sevgi, Gisors’un bunu anladığı ölçü-
de, ona tümüyle yabancılaşmıştı. Bir Japon kadını sev­
mişti, çünkü şefkati seviyordu, çünkü onun gözünde aşk
bir anlaşmazlık değil, ama sevilen bir yüzün inançla, hay­
ranlıkla seyredilişi, en huzur veriic müziğin —en doku­
naklı bir tatlılık— biçiminde cisimlenişiydi. Afyon sini­
sini kendine doğru çekti, piposunu afyonla doldurdu. Hiç­
bir şey söylemeksizin ,genç kadın parmağıyla, yakındaki
bir tepeyi gösterdi. Yüz kadar işçi, omuzlarında bağlan­
mış oldukları ve çok ağır olduğu belli olan, görünmeyen
bir'- yükü, kölelerin binlerce yıllık hareketleriyle yukarıya
çekiyorlardı.
«Evet,» dedi Gisors, «evet...»
Bir süre sonra devam etti: «Bununla birlikte, dikkat
et, bunlar Japonya için ölmeye hazırdırlar.»
«Daha ne kadar zaman?»
«Benim bundan sonra yaşayacağımdan daha uzun
zaman.»
Gisors piposunu bir solukta içmişti. Gözlerini yeni­
den açtı:
«İnsan Uzun zaman yaşamı aldatabilir, ama, yaşam
bizi eninde sonunda mutlaka ne için yaratılmışsak o bi­
çime sokar. Her yaşlı insan bir itiraftır ve bunca yaşlı­
lıkların boş oluşu, bunca adamın boş oluşundan ve bunu
gizlemelerindendir. Ama bu bile bir önem taşımaz. İnsan­
ların gerçek diye bir şey olmadığını ve içindeki her şe­
yin boş olduğa —afyonlu ya da afyonsuz— hayal âlem­
lerinin var olduğunu bilmeleri gerekir.»
«Orada hayal edilen nedir?»
«Belki de bu boşluktan başka bir şey değil... Bu da
çok...»
Kiyo, May’a «Afyon babamın yaşamında büyük bir
yer kaplar, ama kimi zaman bu yaşama o mu yön veri­
yor, yoksa kendisini kaygılandıran birtakım kuvvetleri
kendisi mi yönlendiriyor diye kendime soruyorum,» de­
mişti.
«Çen eğer,» diye sürdürdü Gisors, «Çen devrimin dı­
şında yaşamış olsaydı, düşünün bir kez, o zaman kuşku­
suz ki cinayetlerini unuturdu. Evet unuturdu.»
«Ötekiler bunları unutmadılar, onun ölümünden beri
iki terörist suikast yapıldı. Onu pek tanıyamadım ben,
kadınlara katlanamıyordu. Ama, onun devrimin dışında
bir yıl bile yaşabilecek bir insan olmadığına inanıyorum.
Hiçbir özsaygı yoktur ki, temelinde zorluklar, acılar yat­
masın.»
Gisors onu pek az dinlemişti.
«Unuturdu...» diye yineledi. «Kiyo’nun ölümünden
sonra müziğin farkına vardım. Ancak müzik, ölümden
söz edebilir. Kama çalmaya başlar başlamaz onu dinli­
yorum şimdi.»
Ve yine de, kendimin bir çabası olmaksızın, (May için
olduğu kadar, kendisi için de konuşuyordu) neyi anım­
sıyorum hâlâ? İsteklerimi ve kaygımı, almyazımın ta ken­
disini, ömrünü, değil mi?».
«Öyle ama, siz kendinizi yaşamınızdan azat ederken,
lokomotif kazanlarında, başka Katov’lar başka Kiyo’lar
yanıyorlar...»
Sanki unutma belirten jestini izliyormuş gibi, Gisors’
un bakışı da dışarda kayboldu. Yolun ötesinde, limanda­
ki çalışmadan yükselen binlerce gürültü, dalgalarla ay­
dınlanan denize doğru açılıyor gibiydi. Bu gürültüler, Ja­
pon ilkbaharının göz kamaştırıcılığına, insanların çalış­
ma çabası ,büyük gemiler, vinçler, otomobiller ve etkin
kalabalık ile yanıt veriyordu. May, Pei’nin mektubunu dü­
şünüyordu. Bütün Rus toprağının üzerine çökmüş, bilek
gücüyle yapılan savaşın uğraşına, bu uğraşın bir yaşam
halini almış binlerce kişinin istencine sığınmıştı onun
ölüleri. Çamların arasından gökyüzü güneş gibi görünü­
yordu. Dalları tembel tembel eğen rüzgâr, uzanmış vü­
cutlarının üzerinden esip gitti. Şu rüzgâr onun üzerin­
den tıpkı zaman gibi, bir ırmak gibi geçip gidiyor gibi
geldi Gisors’a. Ve yaşamında ilk kez olarak, geçip giden
zamanın onu ölüme yaklaştırdığını, dünyadan ayırdığı
düşüncesini değil de, huzurlu bir uyuma bağlandığını
duydu. Kentin kıyısındaki vinçlerin karmakarışıklığma,
yolcu gemilerine, denizin üzerindeki kayıklara, insanların
bir arada durarak oluşturduğu lekelere bakıyordu. «Her­
kes acı çekiyor,» diye düşündü. «Her biri acı çekiyor,
çünkü düşünüyor. Ta derinlerde, akıl insanı yalnızca son­
suzluk içersinde düşünür ve vicdan, kaygıdan başka bir
şey değildir. Yaşamı akıl ile değil, afyonla düşünmek ge­
rekir. Eğer düşünce yok olursa, bu ışık içine dağılmış olan
ne kadar acı varsa onlar da yok olurdu...» Her şeyden,
hatta insan olmaktan bile kurtulmuş, şu göz kamaştırı­
cı güneşin altında her biri benliklerinin en gizli köşe­
sinde kendilerini öldürecek asalağı besleyen bu bilinme­
yen varlıkların didinişini seyrederek, piposunu sevgiyle
okşuyordu. «Her insan delidir» diye düşündü. «Ama in­
san yazgısı, bu deli ile evreni birleştirmek için harcanan
çabalardan başka nedir ki?» Sis dolu gecede alçak bir
lambanın aydınlattığı, dinlemeye hazır Ferral geldi gö­
zünün önüne. «Her insan tanrı olmayı düşler...»
254
Elli düdük sesi birden göğü kaplayıverdi: O gün bay­
ram arifesiydi ve iş paydos ediliyordu. Limanın her tür­
lü değişiminden önce, küçücük gözüken insanlar, kılavuz­
lar giûi, kente giden yola çıktılar. Ve biraz sonra bir
kalabalık yolu örttü, uzaktan ve karanlıktan korkunç bir
klakson gürültüsü geliyordu: Patronlar ve işçiler birlik-
de işi bırakmışlardı. Uzaktan seyredilen her kalabalık
gibi kaygılı bir saldırıya yönelmişler gibi geliyordu kişi­
ye. Gisors hayvanların gecenin çöküşü sırasında su kay­
nağına koşuşlarını görmüştü. Birbirleri ardı sıra çöken
karanlıkla gelen bir gücün yönettiği hayvanları. Afyon
onların kozmik şahlanışlarına vahşi bir anlam veriyor­
du. Öte yandan insanların hepsi takunyaların uzak gü­
rültüsü içinde deliymişler, evrenden kopukmuşlar gibi ge­
liyordu ona. Evrenin yukarlarda bir yerde çarpan yüreği
sanki bilinmez bir hasadın tohumları gibiymişlercesine
yakalıyor ve yalnızlıklar evrenine fırlatıyordu insanları.
Koyu çamların üzerinde, hafif çok yüksek bulutlar
yavaş j ava,s gök tarafından emilip yutuluyordu. Özellikle
o bulut kümelerinden birisi şu tanıdığı ya da sevdiği in­
sanları ifade ediyormuş gibi geldi ona. İnsanlık yoğun ve
ağırdı. Et ile, kan ile, bütün ölümlülerde olduğu gibi son­
suza dek onun da bağlı olduğu gibi acıyla ağırdı. Ama
kan da olsa, et de olsa, acı da olsa ölüm de olsa hatta,
hepsi müziğin sessiz bir gecede yitip gittiği gibi, yukar­
larda bir yerde, ışıkta emilip yok oluyorlardı. Kama’nm
müziğini düşündü ve ona insan acıları sanki toprağın öz
türküsünün yükselip yok olması gibi geldi. Benliğinde
yüreği gibi ürpertili ve gizli olan huzurun üzerine çıkan
dizginlenmiş acısı, yavaşça insanlık dışı kollarını kavuş­
turuyordu.
«Çok içiyor musunuz?» diye yine sordu May.
Biraz önce bir daha sormuş, ama Gisors onu işitme-
mişti. Gisors’un bakışı yeniden odanın içersine döndü.
«Sizin ne düşündüğünüzü kestiremiyorum ve onu siz­
den daha iyi bilemiyorum mu sanıyorsunuz? Hatta, be­
ni ne hakla yargıladığınızı sormamın benim için kolay
olmayacağını mı sanıyorsunuz?»
Bakışları kadının üzerinde durdu.
«Çocuk sahibi olmayı istemediniz mi hiç?»
Sesini çıkarmadı. Her zaman' başını döndürmüş olan
bu istek şimdi ona ihanet gibi geliyordu. Ama bu hu­
zurlu çehreyi korkuyla seyrediyordu. Gisors, May’a ölü­
mün derinliklerinden geliyormuş, ortak mezarlardaki her­
hangi bir ceset kadar yabancıymış gibi görünüyordu.
Tıpkı ilk çağların imparatorlarının ırmakların oyduğu,
255
dağlar arasındaki boğazların kenarlarına diktikleri yazıt­
lar gibi Kiyo’nun eylemi de bitkin Çin'in üzerine çök­
müş baskı içersinde, kaygıda ya da kitlelerin umudunda
kazılmış olarak kalacaktı. Şu birkaç kişinin bir çığ gü­
rültüsüyle karanlıklar içine attıkları ihtiyar Çin bile -
Kiyo’nun yaşamının anlamı, babasının suratından silin-
meyişi gibi. Gisors yeniden konuşmaya başladı:
«Sevdiğim tek varlık elimden çekilip alındı, değil
mi? Ve siz hâlâ değişmeden kalayım istiyorsunuz. Sanı­
yor musunuz ki, benim sevgim sizin aşkınız kadar güçlü
değildi? Siz ki, yaşamınız değişmedi bile...»
«Ölü haline gelen bir canlının vücudunun değişme­
mesi gibi...»
Gisors genç kadının elini tuttu:
«Şu sözü bilirsiniz mutlaka ’Bir insan yaratmak i-
çin dokuz ay gerekir, ama onu öldürmek için bir gün ye­
ter.’ Sen de, ben de bilinebilecek her yanıyla tanıdık o-
nu... May dinleyin beni: Dokuz ay yetmez bir insan ya­
latmak için: Bir insan yaratmak için altmış yıl gerek­
lidir... Özveriyle, iradeyle ve daha bir sürü şeyle dolu alt­
mış yıl... Ve bu insan yaratıldığında, artık onda çocuk­
luktan, delikanlılıktan hiçbir şey kalmadığında, gerçek­
ten olgun bir insan olduğunda, ancak ölmeye yarar o..»
May ona üzüntüyle bakıyordu, o ise yine bulutlara
bakıyordu.
«Ben Kiyo’yu çok az insanın çocuklarını sevdiği gibi
sevdim. Siz de bilirsiniz bunu...»
Hâlâ yavaşça kadının elini tutuyordu: Bu eli kendi­
ne çekti, kendi elleri arasına aldı.
«Dinleyin beni, canlıları sevmeli, ölüleri değil.»
«Oraya sevmek için gitmiyorum.»
Gisors, eşsiz ve güneşle doymuş körfezi hayranlıkla
seyrediyordu. May, elini geri çekmişti.
«İntikam yolu üzerinde, benim küçük May’ım, ya­
şamla karşılaşır kişi.»
«Onu çağırmak için bir neden değil bu.»
May ayağa kalktı ,cna veda eÇmek için elini yeniden
uzattı. Ama Gisors genç kadının yüzünü avuçları arası­
na alıp öptü. Kiyo da son görüştüklerinde onu tıpkı böy­
le öpmüştü. O günden beri hiçbir zaman hiçbir el onun
başını böyle tutmamıştı.
«Artık hiç ağlamam,» dedi May acı bir gururla.
i
YAYINLARI ANDRE MALRAUH

André M alraux yalnızca büyük bir yazar


değildir; o, yaşadığı çağın bunalımlarını,
çalkantılarını ta derinden duyup yaşamış
bilge bir tarihçi, bir örgüt ve eylem ada­
mı, bir siyasetçidir aynı zamanda. Cağı- m
nın temel sorunlarıyla içli-dışlı olmuş .ve
olup bitenlerin tanığı olmakla yetinmeyip
etkin bir rol oynamasını bilm iştir. Roman­
sı bir yaşam süren Malraux 1927 Şanghay
Devrimi’ni anlattığı İNSANLIK DURUMU'-
* yla 1933 GONCOURT ÖDÜLÜ’nü aldı. İN­
SANLIK DURUMU, hiç kuşkusuz, iki dün­
ya savaşı arasında yayımlanmış tfüyük
romanların başında gelir.

You might also like