You are on page 1of 418

KARL POLANYl • Büyük Dönüşüm

Alan Yayıncıhk, 1986 (1 baskı)

The Great Transformation / The Political and Economic Origins o f Our Time
© 1944 Karl Polanyi

iletişim Yayınlan 667 • Politika Dizisi 35


ISBN-13: 978-975-470-848-6
© 2000 İletişim Yayıncılık A. Ş.
1-8. BASKI 2000-2009, İstanbul
9. BASKI 2010, Istanbul

D İZ İ KAPAK TASARIM I Utku Lomlu


KAPA K Suat Aysu
UYGULAMA Hüsnü Abbas

D Ü ZELTİ Asude Ekinci

D İZ İN M. Cemaleuin Yılmaz

B A S K I ve C İL T Sena Ofset
Litros Yolu 2. Matbaacılar Silesi B Blok 6. Kal No. 4NB 7-9-11
Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21

İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cagatoglu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Paks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
KARL PO LA N Yİ

Büyük •• •• ••

Donuşum
Çağımızın Siyasal ve
Ekonomik Kökenleri
The Great Transformation
The Political and Economic Origins o f Our Time

İNGİLİZCE’DEN ÇEVİREN Ayşe Buğra


KARI. POI-ANYt 1886 yılında M acaristan'da doğdu. 1920'lerde Viyana'ya yerleşti vc bu ­
rada gazeteci olarak çalışm aya başladı. Karısıyla beraber M acar edebiyatından derle­
dikleri parçalardan oluşan Saban ve Kalem (T h e Plough and the Pen) 1 % 3 ’te yayım­
landı. 1 9 2 2 ’dcn itibaren ek o n om ik liberalizm e ve an ti-kom ünizm e karşı yazılar y a­
yımlamaya başladı. 1930'larda Sovyet sosyalizm ine karşı takınılan uzlaşmaz tavırlara
karşı çıktı. 1930'larda faşizmin yükselişi sırasında ailesiyle Ingiltere'ye yerleşti. O xford
ve Londra üniversitelerince düzenlenen işçi cgıtım program lannda görev aldı. 1946'-
dan itibaren C olum bia Üniversitesi'nde iktisat tarihi dersleri verdi. 1 9 5 3 te , 6 6 yaşın­
dayken em ekliye aynlıp Kanada'ya yerleşti. Bu dönem de kapitalizm öncesi toplum lar
ve ilk çag ekonom ileri üzerine çalışm alarını sürdürdü. 1 9 5 7 d e Eski im p aratorlu klard a
Ticaret ve P iyasa (T rad e and M arket in th e Early Em pires) adlı derlem esi yayımlandı.
Ö lüm ünden sonra yayım lanan çalışm aları arasında D a h om ey ve K öle Ticareti (D ah o­
m ey and the Slave Trade), G . D alton tarafından İlkel, Arkaik ve M o d em Ekonomiler
(Pnm itive, Archaic and M odem E con om ies) adıyla derlenen m akaleleri vc H. Pear­
son tarafından yayına hazırlanan İnsanın Geçimi (T h e Livelihood o f M an ) bulunuyor.
Her şeyini onun yardım ve
eleştirilerin e borçlu olan bu kitabı
sevgili karım llon a D u cyn ska’y a ith a f ediyorum .
İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ / Ayşe Buğra............................................... 11

BİRİNCİ KISIM
Uluslararası Siste m ........................................ 33
1. Yüz Y ıllık B a rış..................................... 35
2. Tutucu Yirmiler, Devrim ci O tuzlar.................57

İKİNCİ KISIM
Piyasa Ekonom isinin
Yükselişi ve D ü şü şü ............. 71

I. İBLİS FABRİKA..................................................73
3. "Y a şa m Alanı İlerlem eye Karşı"_.„...-.......... 73
4. Toplum lar ve Ekonom ik Siste m le r................ 85
5. Piyasa Kalıbının Evrim i............................... 100
6. Kendi Kurallarına G öre İşleyen Piyasa
ve Hayali M etalar: Emek, Toprak ve P a ra 114
7. Speenham land, 1795 .......... 125
8. Evveliyat ve Sonuçlar............ 136

7
9. S e f a le t v e Ü t o p y a .......................... -.......... 158
10. P o lit ik İk t i s a t v e T o p lu m u n K e ş f i ................... 168

II. T O P L U M U N K E N D İN İ K O R U Y U Ş U .......................... 191


11. İn s a n , D o ğ a v e Ü r e t im D ü z e n i .................... 191
12. L ib e r a l İt ik a d ın D o ğ u ş u ............................. .... 196
13. L ib e r a l İt ik a d ın D o ğ u ş u ( D e v a m ) :
S ın ı f s a l Ç ık a r, S o s y a l D e ğ i ş i m ....................... 21 6
14. P iy a s a v e İ n s a n .............................................. 231
15. P iy a s a v e D o ğ a ...............................................249
16. P iy a s a v e Ü r e t im D ü z e n i ........... 266
17. K e n d i K u r a lla r ın a G ö r e
İş le y iş i n Y ı p r a n m a s ı .......... 27 6
18. Y ık ıc ı Z o r l a m a l a r -...................................... 28 5

ÜÇÜNCÜ KISIM
D ö n ü şü m Yol Alırken ..... 299
19. G e n e l O y H a k k ı n a D a y a n a n
H ü k ü m e t v e P iy a s a E k o n o m i s i . ..................... 301
2 0 . T a rih S o s y a l D e ğ i ş i m i n K o ş u m u n d a .............. 3 1 8
2 1 . K a r m a ş ık B ir T o p lu m d a ö z g ü r l ü k . ................ 332

Ekler ............................................................ 347


FRANSIZCA BASKIYA GİRİŞ / Louis Dum ont .................. 349
KAYN AKLARA İLİŞKİN N O TLAR ............................. 371
1. POLİTİKA, TARİH YASASI, İLKE VE
SİSTEM OLARAK GÜÇ DENGESİ................................ 371
2 . YÜZ YILLIK BARIŞ ...................... 376
3. ALTIN İBRİŞİMİN KOPUŞU......... 37 8
4. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA
SARKACIN SALINIMLARI......................................... 379

8
5. MALİYE VE BARIŞ.......................... -..... 380
6. "TOPLUMSAL VE EKONOMİK SİSTEMLER" İÇİN
SEÇİLMİŞ REFERANSLAR.......................... .............. 380
7. "PİYASA MODELİNİN EVRİMİ" İÇİN
SEÇİLMİŞ REFERANSLAR......................................... 385
8. SPEENHAMLAND LİTERATÜRÜ..............................i...389
9. SPEENHAMLAND VE VİYANA...... ..... 395
10. NEDEN WHITBREAD YASASI DEĞİL? ..... 397
11. DİSRAELİ'NİN "İKİ ULUS"U VE
BEYAZ OLMAYAN IRKLAR SORUNU................ 398
12. YOKSULLAR YASASI VE EMEK DÜZENİ......... 402
Ö N SÖ Z

B ü y ü k D önü şüm ilk olarak 1 9 4 4 ’te yayım land ı. K itabın ilk


cüm lesi şöyle: “O ndokuzuncu yüzyıl uygarlığı çö k tü ." Kari
Polanyi’nin çöktüğünü ilan ettiği ondokuzuncu yüzyıl uygarlı­
ğının can dam an ve temel biçim lendiricisi, kendi kurallarına
göre işleyen piyasaydı; em ek, toprak ve parayı metalar haline
getiren ve insan toplum lannı uluslararası düzeyde eşi görül­
m em iş b ir kurum sal tekd ü zeleşm e için d e k end in e kayıtsız
şartsız bağımlı kılan piyasa sistem i... Polanyi’ye göre çöküş ka­
çınılm azdı çünkü kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi
insan toplum uyla bağdaşması im kânsız bir şeydi. Büyük Dönü­
şüm, bu bağdaşmazlığın ve kaçınılm az çöküşün hikâyesi. Yani
hem ekonom ik liberalizm in hem de ona karşı kaçınılm az al­
ternatifler olarak ortaya çıkan faşizm ve sosyalizm in hikâyesi.
Bu hikâye, uzun süre özellikle antropologlardan oluşan kü­
çük bir entellektüel çevrenin dışında büyük ilgi görmedi. Polan­
yi’nin çalışmalarını tanıyanlar, onun yirminci yüzyılın en önem ­
li düşünürlerinden biri olduğunu vurgulayıp durdular, ama Bü­
yük Dönüşüm’ün tezlerinin yaygın biçim de tartışılmaya ve sosyal
bilim cileri etkilemeye başlaması 1980’lerden sonra oldu. Yani
Büyük Dönüşüm’ün gündeme gelişi, Polanyi’nin “insan doğasına
aykın” dediği piyasa toplumunun insanlık tarihinin son aşaması

11
olarak bütün dünyaya dayatıldığı, ekonom ik liberalizmi eleştir­
meye kalkanların geri kafalı cahiller veya korumacılık önlem le­
rinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar grupla­
rıyla onlara hizmet eden popülist politikacılardan ibaret görül­
düğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği bir
döneme rastladı. Bu dönemde kitabın ilk Fransızca çevirisi, Lo­
uis Dumont’un önsözüyle yayımlandı. Gene aynı yıllarda, kitap
Japonca ve Portekizceye çevrildi; bunu, aralarında Korecedeki
de bulunan, diğer çeviriler izledi. İlk T ü rkçe çeviri 1 9 8 6 ’da,
Fransızca çeviriden bir iki yıl sonra yayımlandı. 1986’da Buda­
peşte’de ilk Uluslararası Kari Polanyi Konferansı yapıldı. Katı­
lım cıların sayısı 3 0 ’u geçmiyordu. Ama ertesi yıl, Kari Polan-
yi’nin kızı gelişm e iktisatçısı Kari Polanyi-Levitt’in ve Polan-
yi’den esinlenen doktora tezini yeni tamamlamış olan iktisatçı
Marguerite M endell’in girişimleriyle, Montreal’deki Concordia
Üniversitesi’nde bir Kari Polanyi Enstitüsü1 kuruldu ve ulusla­
rarası konferanslar, sürekli artan bir katılımla, ikişer yıl arayla
birbirini izledi. 1990’lara gelindiğinde Polanyi’nin fikirleri, kü­
reselleşme ve kabileleşme eğilimlerinin yanyana yeraldığı günü­
müz dünyasının ekonom ik, siyasal ve kültürel sorunlarıyla uğ­
raşanların temel dayanaklarından biri haline gelmişti.
Bu ilk bakışta paradoksal gibi görünebilecek durumu nasıl
açıklayabiliriz? Polanyi neden tam da çökm üş olduğuna inan­
dığı piyasa sistem inin bütün dünyada alternatifi olmayan tek
seçenek olarak görüldüğü bir dönem de, dönemin sorunlarım
en iyi açıklayan düşünürlerden biri olarak ortaya çıktı? Polan­
yi’nin piyasa toplumu ve bu toplumun insan doğasına aykırı
niteliği üzerine yazdıklarına bakarsak, söz konusu paradoksun
sadece görünüşte kaldığını ve Büyük Dönüşüm’ün pek çok bö­
lüm lerinin, neredeyse kelim esi kelim esine, günüm üzün bazı
önemli gelişmelerini açıklam akta kullanılabileceğini görebili­
riz. Ama asıl önem lisi, Polanyi’nin bütün yaşamını yönlendir­
miş olan soruyla, “karm aşık bir toplumda insan nasıl özgür

1 Bu ilk k o n fe ra n sa su n u la n te b liğ le r K ari P o lan y i-L ev itt tara lın d a n d e rle n e re k


y ay ın lan d ı. B k z. K ari P o la n y i-L ev itı (d e r.), The L ife a n d W o rk o f K a r i P o la n y i,
M o n treal: B la ck R o se, 1 9 9 0 .

12
olur?” sorusuyla nasıl kolayına kaçmadan boğuştuğunu göre­
bilm ek ve bu boğuşmadan ders alabilm ek sanıyorum.

K ari P o la n y i k im d ir?

Kari Polanyi, 1886 yılında M acaristan’da doğdu. Babası Hıris­


tiyanlığı kabul elm iş Musevi asıllı bir sermayedardı. Rus asıllı
annesinin ise çok canlı bir entellekıüel yaşamı vardı ve onun
sayesinde Polanyi’lerin evi Büyük Savaş öncesi Budapeşıesi’nin
en ünlü düşünürlerinin biraraya gelip tartıştıkları bir buluşma
yeri olm uştu. Evin bu havasının hem Kari Polanyi’yi, hem de
kardeşi ünlü bilim felsefecisi M ichael Polanyi’yi etkilem em iş
olması düşünülemez.
1 908’de Polanyi 22 yaşındayken, bir grup üniversite öğren­
cisi Budapeşte’de Galile Çevresi (G alileo C ircle) adlı bir cem i­
yet kurdular ve Polanyi cem iyetin ilk başkanı oldu. Grubun
faaliyetlerinde, daha sonra Viyana’da m antıksal pozitivistlerin
oluşturduğu çevreyi de çok etkilem iş olan Ernst M ach’ın çalış­
maları etkili olm uştu. Amaç, her şeyden önce toplumu anla­
maya ve değiştirmeye yönelik çalışm aları bilim sel bir temele
oturtabilm ekti. Ama poziıivistlerle paylaşılan bu am acın ya­
nında ve pozitivisılerden farklı olarak, ahlâkî konulara verilen
önem hem Galile çevresinin hem de Polanyi’nin daha sonraki
çalışm alarının ayrılm az bir parçasıydı. Yani hedef, değer ve
inançlardan bağımsız bir bilim sel yaklaşım geliştirm ek değil,
aksine bilim sel yaklaşımı ahlâkî kaygılar ve değerler doğrultu­
sunda sürdürm ekti. M arx’tan etkilenm iş olm asına ve bir çok
konuda onunla aynı fikirleri paylaşmasına rağmen Polanyi'nin
bilimsel sosyalizmden çok genç yaşta kopm asında bu yaklaşı­
mın da bir rolü olduğu söylenebilir.
Aynı yıllarda Budapeşte’de Galile Çevresi ile yakın ilişkiler
içinde faaliyet sürdüren başka bir cem iyet de, içinde Lukacs’ın
da olduğu Pazar Çevresi’ydi (Sunday C ircle). Lukacs’m , belki
de bu ilişkiler yoluyla, Polanyi’yi epeyce etkilem iş olduğu bili­
niyor. İki düşünür de, İkinci E nternasyonalin ekonom ik de­
term in izm in e tepki gösteriyorlar ve bu bağlam da orıodoks

13
marksizmden ayrılıyorlardı. Buna karşılık, hem Polanyi hem
Lukacs marksizmin toplum u bütünselliği içinde ele alıp ince­
lem esini sosyal düşünceye yapılan önem li bir katkı olarak gö­
rüyorlardı. Polanyi’nin büyük bir olasılıkla Lukacs kanalıyla
marksizmden alıp benim sediği bir başka fikir de, kapitalist sis­
temde emeğin meıalaşması, insanların ve sosyal ilişkilerin nes-
neleşmesi fikriydi. Ama işçi sınıfına evrensel bir kurtarıcı rolü­
nün verilm esi, Polanyi’n in h içbir zaman kabul etm ediği bir
şeydi ve bununla ilgili olarak m arksisı geleneğin bütününden
ve Lukacs’tan kesinlikle ayrılıyordu. Büyük D önüşüm 'de sın ıf­
ların toplum içindeki yerleri ve işlevleri konusunda -ö z ellik le
13. b ö lü m d e- yazdıkları, bu konudaki ayrılıkları gösterebilir.
Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki etkileşim konu­
sunda da, Polanyi’nin m arksizm in en yum uşatılm ış biçim ini
bile, ekonom ik determ inizm e açık kapı bırakm ak olarak ola­
rak değerlendirip reddedeceği Büyük D önüşüm ’ün temel tezleri
çerçevesinde kolayca görülebilir.2
Polanyi, Bela Kun hükümeti henüz iktidardayken, belki de
rejimin çöküşünü önceden kestirdiği için, ani bir kararla Viya-
na'ya yerleşti ve burada gazeteci olarak çalışmaya başladı. D ola­
yısıyla 1920’lerin karışık siyasal ve ekonom ik olaylannı gün be
gün izlem e fırsatını buldu. Bu m alzem enin sonradan Büyük
Dönüşüm’ün hazırlandığı sırada yazara büyük bir kolaylık sağ­
lamış olduğu kuşkusuz. Polanyi bu yıllarda Bela Kun rejim ini
izleyen terörden kaçıp Viyana’ya sığman llona Ducynska’yla ta­
nışıp evlendi ve hayatının sonuna kadar onunla birlikte yaşadı.
M acar edebiyatından birlikte derledikleri parçalardan oluşan
Saban ve K alem (The Plough and the Pen) 1 9 6 3 ’te yayımlandı.
Büyük Dönüşüm’ün ithafı, tlona’nın Polanyi’nin çok değer ver­
diği bir eleştirmen/okur olduğunu gösteriyor, llona gençliğinde
eli bombalı cinsten bir devrimci sosyalistti. Orta Avrupa dev­

2 P o la n y i’n in g en e ld e m a rk sist g e le n e k , ö z eld e L u k a c s’ın d ü ş ü n ce s iy le iliş k ile r i­


n e d a ir b azı y a ra rlı g ö z le m le r iç in b k z . F .B lo c k ve M .S o m e r s , "B e y o n d th e
E c o n o m is tic F a lla cy : T h e H o lis tic S o c ia l S c ie n c e o f K arl P o la n y i", T. S k o c p o l
td e r .). Vision a n d M e th o d in H is to r ic a l S o c io lo g y iç in d e , L o n d ra : C a m b rid g e
U n iv ersity P ress, 1 9 8 4 .

14
rim ci tarihi içindeki yeri o kadar sağlamdı ki, 1 9 6 0 ’larda ve
1970’lerde M acaristan’da rejim aleyhtarı oldukları için yargıla­
nan bazı genç entellektüelleri bizzat ülkeye gidip pek zorluk
çekm eden kurtarm ayı başarabiliyordu. Tabii bu başarısında,
M acaristan'ın en soylu ailelerinden birine m ensup olmasının
verdiği doğuştan gelen otorite kullanabilm e yeteneğinin de bir
rolü olduğu söylenebilir... 1 9 8 6 ’da Budapeşte’de yapılan ilk
Uluslararası Kari Polanyi Konferansı’ndaki özellikle belirli bir
yaşın üzerindeki M acar katılım cıların, belki Kari Polanyi’den
çok neredeyse efsanevi bir şahıs olarak yaptıklarını anlatıp dur­
duktan llona Ducynska’ya önem verdikleri görülüyordu.
llona da Kari Polanyi de, kendi sosyalizm anlayışlarıyla Sov­
yet sosyalizm i arasındaki farkın, gayet tabii, bilincindeydiler.
Bu rejim in önem li özelliklerinden olan m erkeziyetçilik ve eko-
nom izm , Polanyi’nin bütün çalışm alannda karşı çıktığı şeyler­
di. Polanyi’nin Büyük Dönüşüm'de açıkça belirttiği gibi, “Plan­
lama, düzenlem e ve kontrolü araç olarak kullanan SSCB, he­
nüz anayasasında vaadedilen özgürlükleri yürürlüğe koymadı,
sistem i eleştirenler 'koyacağı da yok’ diye tamamlarlardı cüm ­
leyi... Ama düzenlemelere karşı çıkm ak, reforma karşı çıkm ak
demektir. Bu yüzden de liberallerin özgürlük fikri yozlaşıp yal­
nızca serb est girişim ciliğ in bir savu nusu na d ön ü şü yor” (s.
2 5 0 -1 ). Bu düşünce doğrultusunda Polanyi ve llona Ducynska,
bolşevizmi piyasa toplum unun aşılm asına ve “ekonom iyi top­
luma tabii kılmaya” yönelik bir çaba olarak ilgiyle izliyor ve bu
çabanın karşı karşıya olduğu güçlükleri görmezden gelerek ta­
k ın ılan körü k örü n e d üşm anca tav ırları p ay laşm ıyorlard ı.
1 9 22’den itibaren Polanyi’nin ekonom ik liberalizm in ve anti-
kom ünizm in önde gelenlerinden E von Hayek ve L. von Mi-
ses’e, aynı zamanda da kardeşi M ichael Polanyi'ye, Sovyetler
Birliği konusunda karşı çıktığını görüyoruz. 1 9 2 2 ’de yayınla­
nan “Sosyalist M uhasebe” adlı yazısı, sosyalist ekonom inin tı­
kanıklarını bağnaz biçim de vurgulayan iktisatçılara karşı yazıl­
mıştı. 1 9 3 0 ’larda “Faşizmin Özü" adlı m akalesini3 yazarken de,

3 K .P o la n y i, " T h e E s s e n c e o f F a s c is m ”, J . L e w is, K .P o la n y i D .K .K İıc h in (d e r .),


C h r is tia n ity a n d th e S o c ia l R ev olu tio n için d e , L o n d ra: V ic to r G o lla n z , 1 9 3 7 .

15
19 60’lı yıllarda soğuk savaş propagandalarına karşı C o-existen ­
ce dergisini çıkarırken de, Sovyet sosyalizmine karşı takınılan
uzlaşmaz tavırlara karşı olduğunu görüyoruz.
1930’larda faşizmin yükselişi sırasında Polanyi ailesiyle b ir­
likte Viyana'yı terkedip İngiltere’ye yerleşti. İngiltere’de ailenin
geçim ini sağlamak için işçi sendikalarıyla O xford ve Londra
ü n iv ersiteleri tarafın dan o rtak laşa d ü zen len en işçi eğitim
programlarında dersler verdi. Bu işi yaparken bütün İngilte­
re’yi dolaştı ve dünyanın bu sın ıf loplumu olma niteliği en ba­
riz ülkesinin işçilerini yakından tanımak fırsatını buldu, llona
Ducynska, onun Marx ve Engels’in anlattıklarından pek farkı
olm ayan işçi m ah allelerin d e dolaşıp çö k m ek te olan sanayi
bölgelerinden “ana babalarının iş bulabildiğine hiç tanık o l­
mamış gençlerin akın akın Londra'ya gelişlerini” gördüğü za­
man duyduğu şaşkınlığı ve sarsıntıyı çok çarpıcı bir biçim de
anlatıyor.4 Büyük Döııüşüm'ün anahtar cüm lelerinden biri olan
“Avrupa faşizmini anlamak için Ricardo Ingilteresi’ne dönm ek
gerekiyor” cüm lesi, kitabın yazılmasında büyük bir itici güç
oluşturan bu şaşkınlık ve sarsıntıya bağlı olarak açıklanabilir.
Büyük Dötıüşüm ’ün kuramsal çatısının oluşması ise, gene İn­
giltere yıllarında Polanyi'nin antropoloji alanındaki çalışm alar­
la ilgilenmeye başlaması ve Thurnw ald, M alinowski, Radcliffe-
Brown gibi yazarları okum asıyla gerçekleşiyor. Bu çatının te­
mel dayanağı, toplumu belirleyen kurum lann ekonom ik ant­
ropoloji çerçevesinde ele alınan karşılaştırm alı tarihi; başardığı
şey ise, piyasa toplum una bu karşılaştırm alı perspektiften yak­
laşarak politik iktisadın güncel sorunlarına özgün bir kuram ­
sal yaklaşım getirm esi. Polanyi’nin politik iktisadın güncel so­
runlarıyla ilgilenişinin kaynağında ise, yukarıda değindiğim
tem el so ru y u , “k arm aşık bir to p lu m d a in san n a sıl ö zgü r
olu r?” sorusunu buluyoruz. Polanyi’nin bu soruyla sistem atik
olarak uğraştığı ilk makalede, gene İngiltere yıllarında yazıl­
mış olan “Faşizmin Ö zü” m akalesinde Büyük Döııüşüm’ün te­
mel tezlerinden bazılarının ele alındığını ve bunların H ıristi­

4 1. D u cy n sk a. “K ari P o lan yi: N o ıe s o n Ills L ife ", H .W .P earso n (d e r.), Livelihood


o f Man için d e , N ew York: A ca d em ic P ress, 1 9 7 7 .

16
yanlık, bireycilik ve sosyalizm arasındaki ilişkinin irdelenmesi
bağlamında tartışıldığını görüyoruz.
Büyük Dönüşüm'ûn yayımlanmasından iki yıl sonra, 1 9 4 6 ’da,
Polanyi C olum bia Ü niversitesi’nden ik tisat tarihi öğretm ek
üzere bir iş teklifi aldı. 60 yaşında başladığı bu ilk akademik
işiyle de yerleşik bir düzene kavuşamadı, çünkü Ilona’nın ABD
vizesi alması imkânsızdı. Aile Kanada’ya yerleşti. Polanyi New
York’la Kanada arasında gidip gelerek çalıştı ve 19 5 3 ’de, 66 ya­
şındayken em ekliye ayrılıp Kanada’ya yerleşti. Hem C olum -
bia’dayken hem de emekliliğinden sonra, aralarında C. Arens-
berg ve H. Pearson gibi iktisatçıların da bulunduğu bir grupla
b irlik le kapitalizm öncesi toplum lar ve ilk çağ ekonom ileri
üzerine çalışmayı sürdürdü. Bu çalışm alar sonucu, 1957’de Es­
ki İm paratorlu klarda Ticaret ve P iyasa (Trade and Market in the
Early Em pires) adlı derleme yayımlandı. 1957’den sonra Polan­
yi 18. Yüzyıl Dahomey (şim diki adıyla Benin) toplumu üzerine
çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar ölümünden sonra D ah o­
m ey ve K öle Ticareti (Dahomey and the Slave Trade) adıyla ya­
yımlandı. Polanyi 1964 yılında öldü. Ölüm ünden sonra yayım­
lanan çalışmalar arasında G. Dalıon tarafından İlkel, A rkaik ve
M odem E kon om iler (Primitive, Archaic and Modern Econom i­
es) adıyla derlenen makaleleri ve H. Pearson tarafından yayım­
lanan insanın G eçim i (The Livelihood o f Man) bulunuyor.5

Polanyi'nin düşüncesi
Kari Polanyi’nin ölümünden yıllar sonra pek çok değişik çev­
reden pek çok düşünür tarafından keşfedilm esi ve tam anla­
mıyla “küresel” bir şöhret haline gelmesi kuşkusuz onun piya­
sa toplum unun istisnai niteliğiyle ilgili fikirlerine bağlı. Polan­
yi’nin yaklaşım ı içinde, istisnai olan ve genel kuralı oluşturan

5 K . P o lan yi, C . M. A ren sberg, 11. W. P earso n . T rade a n d M a rk e t in th e E a r ly E m p i­


res: E c o n o m ie s in H istory a n d T heory, Illin o is: F ree P ress, 1 9 5 7 ; K .P olan y i, D a h o ­
m e y mid the Slav e T rade: An Analysis o f an A rchaic Economy, S ea ttle: U n iv ersity of
W ash in g to n P ress. 1 9 6 6 ; D alto n (d c r.), Prim ilive, A r c h a ic a n d M o d e m E c o n o m i­
e s : E s s a y s o f K a r l P o lan y i, G ard en City, N ew York: A n ch o r B o o k s, 1 9 6 8 ; 11. W
P earso n (d e r.), T h e L iv e lih o o d o f M an, N ew York: A cad em ic Press, 1 9 7 7 .

17
şey, “ekonom inin toplum daki yeri”yle ilgili. D olayısıyla, bu
yaklaşım içinde farklı insan toplumlarında ekonom inin yerini
açıklamaya yönelik bir genel teori buluyoruz.
Bu teorinin tem elinde, Polanyi’nin m odern antrop olojinin
en önem li bulgusu olduğuna inandığı bir fikir, “tem el insani
dürtülerin hiçbiri ekonom ik değildir" fikri yatıyor. Buna para­
lel olarak, “tarih boyunca varolmuş bütün toplumlarda ek on o­
mi sosyal ilişkiler bütünü içine, onlardan ayrılam ayacak b i­
çim de yerleşm iştir” fikri ortaya çıkıyor. Bu iki fikir, birlikte,
Polanyi’yi ekonom inin genel geçer “biçim selci” (form al) tanı­
mını reddetmeye ve “özselci” (substantivist) bir tanım ını be­
nimsemeye götürüyor. İktisat ders kitaplarının çoğunda rastla­
dığımız biçim selci tanıma göre, ekonom i kıt kaynakların sın ır­
sız istekleri karşılam ak üzere alternatif kullanım alanları ara­
sında dağıtımıyla ilgili faaliyetlere verilen addır, yani m antık­
sal bir sebep-sonuç ilişkisini belirler. Ö zselci tanım ise m an­
tıksal değil am pirik niteliklidir ve ekonom ik faaliyeti insanın
sosyal ve doğal çevresiyle ilişkilerini düzenleyen “insan tara­
fından kurulm uş” bir “sü reç” olarak ele alır. İstekleri karşıla­
maya yönelik maddi kaynakların düzenli akışını sağlayan bu
süreçtir. B irinci tanım doğrultusunda, ekonom inin işleyişini
anlamak için belirli bir insan davranışından, söz konusu se­
bep-sonuç ilişkisinin m antıksal niteliğini yansıtan bir davra­
nıştan yola çıkm ak gerekir. Oysa daha genel nitelikli olan öz­
selci tanıma göre davranışları ve onun sonuçlarını belirleyen
şey, toplumu oluşturan kurum lar bütünüdür; insan davranış­
ları ancak belirli bir kurumsal yapı ile birlikte yeraldıkları za­
man ekonom ik faaliyetin sürdürülmesinde rol oynayabilirler.
Buna bağlı olarak Polanyi ekonom iyi yönlendiren üç temel
davranış ilkesi ve onlarla birlikte yeralan üç kurum sal kalıp
tanımlar. Söz konusu davranış ilkeleri, “karşılıklılık” (recipro­
city ), “yeniden dağıtım ” (red istribution) ve “d eğişim ” (e x c ­
hange) ilkeleridir. Biçim selci tanım içinde değişim e insan ya­
pısı kurumlardan bağımsız bir evrensellik atfedilir. Kişisel çı­
karlarını maksimize etmeğe uğraşan anonim bireylerin birbir-
leriyle kalıcı olmayan ilişkilerini tanımlayan bu davranış biçi­

18
m inin, iarih ve toplum üstü bir varlık olarak insanı tanımladı­
ğı öne sürülür. Adam Sm ith tarafından form elleştirilip iktisat
düşüncesinin olmazsa olmazsa unsuru haline getirilm iş olan
“takas, trampa ve değişimle uğraşan vahşi” tipi, ekonom ik fa­
aliyetle ilgili bütün analizlerin başlangıç noktasını oluşturur.
O ysa k arşılık lılık da yeniden dağıtım da, değişim den farklı
davranış ilkeleridir. Karşılıklılık, değişim gibi bir alış veriş iliş­
kisi olm asına rağm en, ondan farklı olarak birbirin i tanıyan
ve/veya birbirleriyle sosyal konum ları tarafından belirlenm iş,
o konum la uyumlu ilişkiler kuran insanları içerir. Aile bireyle­
ri arasındaki ilişkiler gibi, belirli bir güveni, dayanışmayı veya
sadakati yansıtan kom şuluk, hem şehrilik, dinî veya etnik ce­
maat mensupluğu, veya sadece çete üyeliği de, karşılıklılık il-
kesince belirlenirler. Bunlar anonim ilişk iler olm am alarının
yanı sıra, eşit ilişkiler de değildirler. Alınanla verilen arasında­
ki denge, eşil değerlerin m übadelesi yoluyla değil, herkesin
sosyal konum u gereği yapması gerekeni yapmasıyla sağlanır.
Yeniden dağıtım ilkesi ise, mal ve hizm etlerin belirli bir mer­
kezde toplanıp oradan topluluğun çeşitli noktalarına dağıldığı
durum ları belirler. Vergiler ve devlet harcam alarını yönlendi­
ren bu ilkedir, ekonom ik planlama faaliyetleri de ekonom iyi
bu ilke doğrultusunda yönlendirirler.
Karşılıklılık, “simetri” gibi bir kurumsal kalıbın tanımladığı
aile türü grupların varlığıyla işlerlik kazanır. Yeniden dağıtım,
etkili olabilmek için “m erkezleşme” kalıbının tanımladığı devlet
türü yapıların varlığını gerektirir. Değişim ise, ancak piyasanın
varlığıyla ekonom inin işleyişini etkiler hale gelir. Polanyi’ye gö­
re, piyasalara tarihin her döneminde, her çeşit toplumda rastla­
mak mümkündür. Ama piyasanın varlığı, piyasa sisteminin var­
lığına işaret etmez. Aradaki fark, Polanyi’nin düşüncesinin te­
mel unsurlarından birini oluşturur ve onun piyasa sistemini sa­
dece ondokuzuncu yüzyıla özgü bir garabet olarak tanımlayıp
incelem esine zemin hazırlar. Piyasa sistem i, ekonom ik faaliyetin
tam am ının toplum kontrolünden kurtulup kendi kurallarına
göre işleyen piyasalarca yönlendirildiği bir sistemdir. Bu insan
doğasıyla bağdaşması imkânsız bir sistem dir ve toplumsal yapı­

19
yı parçalamadan uzun süre varolamaz. Polanyi, bu imkânsızlığı
piyasa sisteminin iki özelliğine bağlı olarak açıklar.
ilk olarak, değişim ve onunla birlikte varolması gereken ku­
rumsal kalıp, yani piyasa, niteliksel olarak karşılıklılık ve si­
metriden de yeniden dağıtım ve m erkezleşmeden de farklıdır.
Davranış ilkeleri olarak karşılıklılık ve yeniden dağıtımla onla­
rın içlerinde işlerlik kazandığı toplumsal kurumlar, öncelikli
olarak ekonom ik nitelikli değillerdir. Yani aileler, cem aatler ve
kabileler de, devlet de, ekonom ik kaynakların dağıtımında oy­
nadıkları rollerden bağımsız olarak ortaya çıkar ve varolurlar.
Oysa değişim ve piyasa, sadece ve sadece ekonom ik amaçlara
hizm et etmek üzere, bu am açlarla sınırlı bir varlığa sahiptirler.
Dolayısıyla, ekonom ik faaliyetin tam amının piyasa tarafından,
değişim ilkesi doğrultusunda yönlendirilm esi dem ek, insanın
maddi varoluşunun tem ellerinin toplumsal olmayan, toplum ­
sal olandan kopuk bir mekanizmaya leslim edilmesi anlamına
gelir. Bu şekilde ekonom i sadece toplumun bütününden kop­
makla kalmaz, zamanla o bütüne hakim olmaya başlar. Top­
lum ve toplum içindeki insani ilişkilerin tamamı ekonom iye
başeger duruma gelir.
İkincisi, ekonom ik faaliyetin tamamının piyasaya bırakılması
sadece insan ihtiyaçlarını karşılayan bütün mal ve hizmetlerin
değil, em ek, toprak ve paranın da piyasada m übadele edilen
metalar haline gelm elerini gerektirir. Polanyi’nin “meta efsane­
si” dediği bu durum, piyasa ekonom isinin işlerliği için gerekli­
dir. Oysa em ek, toprak ve para, am pirik meta tanımına göre,
meta değillerdir. “Em ek yalnızca yaşamın yanında yer alan bir
insan faaliyetine verilen addır. Satılmak üzere değil, bütünüyle
değişik nedenlerle ortaya konulur ve yaşamın diğer yönlerin­
den ayrılmaz...; toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan
tarafından üretilm emiştir; nihayet para, yalnızca satın alma gü­
cünün kural olarak hiçbir zaman üretilmeyen, bankacılık siste­
mi ve devlet m aliyesince düzenlenen bir sim gesidir... Em ek,
toprak ve paranın meta tanımı bütünüyle hayaldir. Ama em ek,
toprak ve para piyasaları bu hayal yardımıyla örgütlenm işler­
dir..." (Büyük Dönüşüm -bun d an sonra B.D., - ç.n., s. 119-120).

20
Söz konusu meta hayali, piyasa toplum unun insan yaşamıy­
la bağdaşmazlığını belirleyen temel unsurdur. Polanyi’nin de­
yişiyle, “Piyasa m ekanizm asının insanların ve onların doğal
çevresinin kaderinin, hatla satın alma gücünün m iktan ve kul­
lanım ının, tek yönlendiricisi olm asına izin vennek toplumun
çöküşüyle sonuçlanırdı. Çünkü sözde meta em ek, bu özel me­
tanın sahibi olan insanı etkilem eksizin sağa sola taşınamaz, is­
tenildiği gibi kullanılam az, hatta kullanılm adan bırakılamaz,
insanın em ek gücünü kullanırken sistem aynı zamanda bu eti­
kete yapışık fiziksel, psikolojik ve ahlâkî bir birim olarak ‘in­
sanı’ da kullanm ak durumundaydı. Kültürel kurum ların koru­
yuculuğunu yitiren insanlar, maruz kaldıkları sosyal etkiler al­
ımda yok olabilir, günah, sapıklık, cinayet ve açlığın yol açtığı
şiddetli sosyal çözülm elerin kurbanları olarak yitip gidebilir­
lerdi. Doğa ilkel unsurlara indiıgenir, askeri güvenlik tehlike­
ye girer, yiyecek ve hammadde üretme gücü kaybolurdu. Ni­
hayet satın alma gücünün piyasa tarafından idare edilm esi, iş­
letm eleri belirli aralıklarla yok eder; para darlığı veya fazlası, iş
yaşamı üzerinde sel ve kuraklıkların ilkel toplum ların üzerin­
deki etkisine benzer bir etki yapardı” (B.D ., s. 1 2 0-1 2 1 ).
Polanyi’ye göre, ondokuzuncu yüzyıl piyasa toplum unun
özgün niteliğini belirleyen, onun bu kaderle karşı karşıya kal­
masıydı. Bu, Polanyi’nin “çifte hareket” dediği olguyu tarihin
bu dönem inin temel açıklayıcısı haline getiriyor. “Çifte hare­
k et”, hem doğal olmayan bir durum un kurum sallaştırılm ası
çabalarıyla, hem de toplumun bu doğal olmayan duruma karşı
kendini korum ak için geliştirdiği mekanizm alarla ilgili bir ol­
guydu. Piyasa ekonom isinin, em ek, toprak ve para piyasaları­
nı da içerecek şekilde kurulması çabaları hareketin bir yönüy­
dü ve bu çabaların varlığı piyasayı “doğal” , “kendiliğinden”
bir düzen olarak ele alan standart iktisat düşüncesinin yanlış­
lığının en önem li kanıtıydı. Polanyi’nin deyişiyle, “laissez-fa-
ire’in h içbir doğal yanı yoktu; işler olu runa bırakılm ış olsa,
serb est piyasalar h içb ir zam an ortaya çık am azd ı" (B .D ., s.
2 0 1 ). D olayısıyla, kendi kurallarına göre işleyen piyasaların
normal durum u, müdahaleciliğin ise yapay bir sapmayı oluş­

21
turduğunu öne süren iktisatçılar büyük bir yanılgı içindeydi­
ler ve bu yanılgı ondokuzuncu yüzyılda sadece piyasaların ku­
rulm ası ve işlerlik kazanm ası için g eliştirilen m uazzam bir
merkezî bürokrasinin ortaya çıkışıyla kanıtlanıyordu. Ama d ö­
nem in m üdahaleciliği sadece piyasa sistem inin kurulm asıyla
değil, aynı zamanda toplum un kendini bu sistem e karşı koru­
ma çabalarıyla da ilgiliydi. Yani piyasanın toplum un insani,
doğal ve üretken özünü parçalamaması, kabul edilemez bir se­
falete, çevrenin onulm az biçim de tahribine ve üretim birim le­
rinin öngörülem eyen parasal hareketler kanalıyla iflasına yol
açm aması için aldırdıkları önlem lerlerden oluşuyordu. G ene
Polanyi’nin kendi cüm leleriyle özetlersek:
“Yüzyıl boyunca modern toplum un dinamiği çift yönlü bir
hareket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli genişliyor, ama bu
hareket aynı zamanda genişlem eyi belirli yönlerde kısıtlayan
bir karşıt hareketle karşılanıyordu. Bu karşıt hareket, toplu­
mun korunm ası açısından hayati bir önem taşımakla birlikte,
son tahlilde piyasanın kendi kurallarına göre işleyişiyle, dola­
yısıyla piyasa sistem inin kendisiyle çelişiyordu.
Bu sistem sıçram alar ve alılım larla gelişm işti; zaman ve m e­
kanı kaplam ış ve banka parasını ortaya Çıkararak eşi görülm e­
miş bir dinamizme yol açm ıştı. 1914’te en üst sınırına ulaştı­
ğında, yeryüzünün her tarafı, daha doğm am ış nesiller dahil
herkes, etten kem ikten insanlarla şirket adı verilen kocam an
hayali varlıklar, hep onun içinde yer alıyordu. Yeni bir yaşam
tarzı, H ıristiyanlığın başlangıcından beri eşi görülm em iş bir
evrensellik iddiasıyla yeryüzüne yayılmıştı, ama bu kez hare­
ket yalnızca maddi düzeydeydi" (B.D., s. 191).
Piyasanın küresel yayılm asıyla toplum un kendini korum a
çabalan arasındaki çelişki, gittikçe güçlenerek Birinci Dünya
Savaşı’na kadar sürdü. Savaş sonrasında liberal iktisatçılarla
onları izleyen siyasetçiler, durum un sürdürülem ez olduğuna
işaret eden herkesi cahillikle veya rant peşinde koşm akla, kör­
lükle veya popülizm le suçlayarak kaçınılm aza karşı direnmeyi
sürdürdüler. Yirminci yüzyılın büyük trajedileri, bu inatlaşma
içinde yer aldı. Faşizm in yükselişi de, Sovyetler Birligi’nde sis­

22
temin şekil değiştirip Stalinizm e evrilişi de bu ortamın ürünle­
riydi. Toplumlar yok olma tehlikesine karşı kendilerini koru­
maya çalışıyor ve bunu her zaman çok da akıllı ve sevimli bi­
çimlerde yapmıyorlardı. Ama, piyasaya karşı çıkışın aptalca ve
gaddarca oluşu, kendi kurallarına göre işleyen piyasa ekono­
misini savunanların yorum unun aksine, piyasa ekonom isinin
tek seçen ek olduğuna değil, aksine onun insan toplum uyla
bağdaşmazlığına işaret ediyordu. O nun özgürlüğü korumanın
tek yolu olduğuna değil, özgürlüğün ancak 011a inananların
bilinçli çabalarıyla, bu çabalar doğrultusundaki kurumsal dü­
zenlem elerle ekonom inin yeniden toplum un içine yerleşm e­
siyle korunabileceğine işaret ediyordu.
“Karmaşık bir toplumda özgürlük" fikri, Büyük Do,.üşûm’ün
gelip dayandığı son noktayı oluşturuyor. Bu noktada Polanyi,
liberalin yaklaşımıyla faşistin yaklaşımı arasında bir üçüncü yol
bulm ak zorunda olduğumuzu, bunun için de hem gerçekçi,
hem de ahlâklı olmamız gerekliğini vurguluyor. G erçekçilik, li­
beralin çözüm ünü, toplum gerçekliğini inkâr eden bu çözümü
dışlamayı gerektiriyor. Polanyi’nin deyişiyle, “Liberal ekonomi
ideallerim ize yanlış bir yön verdi. Ö zünde ütopik bir takım
beklentilerin aşağı yukarı gerçekleştiği yer gibi göründü gözü­
müze... güç ve zorlamaya yer vermeyen toplum olamaz... Ama
toplumu iktisadi sözleşme ilişkileriyle, sözleşme ilişkilerini de
özgürlükle özdeşleştiren piyasa görüşünün sonucu buydu.”
“Bu durumda, ya hayali bir özgürlük fikrine bağlı kalıp toplu­
mun gerçekliğini yadsımak, ya da bu gerçekliği kabul edip öz­
gürlük fikrini yadsımaktan başka seçenek kalmıyor. Bunlardan
ilki liberalin vardığı sonuç, İkincisi de faşistin” (B.D ., s. 3 4 2 ).
Polanyi’ye göre faşist sonucun reddi, bütünüyle ahlâkî bir ta­
vırla ilgili. Bu konuda şöyle yazıyor: “Piyasa ütopyasını bir ke­
nara bıraktığımızda, toplumun gerçekliğiyle karşı karşıya geli­
yoruz. Bu, liberalizm le faşizm ve sosyalizm arasındaki farkı
oluşturuyor. Faşizm ve sosyalizm arasındaki fark ekonom ik bir
fark değil. Ahlâkî ve dinî bir fark. Aynı iktisat ilkelerine bağlı ol­
duklarını öne sürdüklerinde bile, yalnızca farklı değil aynı za­
manda zıt ilkelerin taşıyıcılandır bunlar. Ve aralarındaki nihai

23
ayrımı yapan gene özgürlüktür. Faşistler ve sosyalistler, aynı bi­
çimde, toplumun gerçekliğini ölümün insan bilincini biçim len­
dirmesi türünden bir kesinlikle kabul ederler. Güç ve zorlama
bu gerçekliğin bir parçasıdır; bunları toplumdan silen bir ideal
geçersiz olacaktır. Ayrıldıkları nokta, bu bilginin ışığında özgür­
lüğün korunup korunmayacağıdır. Özgürlük boş bir sözcük, in­
san ve insan çabalarını yok etmek üzere geliştirilmiş bir iğva mı­
dır, yoksa insan bu bilginin karşısında özgürlüğüne sahip çıkıp,
ahlâkî hayalciliğe kapılmadan onun toplum içinde gerçekleşm e­
si için çalışabilir mi? Bu endişeyle sorulan ve endişe yaralan so­
ru, insanlık durumunu özetliyor” (B.D., s. 344).
Polanyi’nin bu soruya verdiği cevapta kıyasıya eleştirdiği pi­
yasa ekonom isine önem li bir selam buluyoruz. Burada Polanyi,
korunmaları büyük önem taşıyan bazı özgürlüklerin ondokun-
cu yüzyıl ekonom isinin ürünleri olduğu söylüyor: “Toplumun
özü için ölümcül bir tehlike oluşturan ayrım, siyaset ve ekono­
minin kurumsal olarak birbirlerinden ayrılm aları, neredeyse
otomatik biçim de, adalet ve güven pahasına özgürlük yarattı.
Sivil özgürlükler, özel girişim cilik ve ücret sistem i, ahlâkî öz­
gürlük ve bağımsız düşünceyi besleyen bir yaşama biçim i için ­
de birleştiler. Burada da yasal ve gerçek özgürlükler, unsurları
kolayca birbirinden ayrılmayacak bir yapıda biraraya geldiler.
Bu unsurlardan bazılan, işsizlik ve spekülatör kârları gibi bela­
lara bağlıydı, bir kısmı da Rönesans ve Reform geleneklerinin
en değerlilerine. Çöken piyasa ekonom isinden elimizde kalan
bu yüksek değerleri korum ak için elimizden geleni yapmamız
gerek. Bunun ne büyük bir iş olduğu meydanda. Piyasa ekono­
misi içinde ne özgürlük ne barış kurumsallaştırılabilirdi. Ç ün­
kü onun amacı kâr ve refah yaratmaktı, barış ve özgürlük de­
ğil. Bunlara sahip olm ak istiyorsak, gelecekte bunun için bi­
linçli bir çaba harcamamız gerekecek; bunlar önümüzdeki top-
lum lann seçilm iş am açlan olm ak zorundalar” (B.D., s. 3 3 9 ).
Belki burada Polanyi’nin Marx'a hem yaklaştığı, hem de on ­
dan ayrıldığı bir noktaya gelm iş oluyoruz. Marx’in kapitalizm i
insanı, onun özgürlüğünü kısıtlayan bütün kabile ve cem aat
bağlarından, aile ve devlet baskısından kurtaran bir düzen ola­

24
rak övmesi gibi, Polanyi de piyasa loplum unun insan özgürlü­
ğünü evrensel bir değer olarak bilincim ize yerleştirdiğini tes­
lim ediyor. Aradaki fark ise, Polanyi’nin bu özgürlüğün ko­
runm asını tarihin kaçınılm az akışı içinde kapitalizmi izlemesi
beklenen başka bir düzenin yapısına değil insanın kendisine
teslim etm esi. Şöyle diyor Polanyi: "Piyasa ekonom isinin sona
erişi eşi görilm em iş bir özgürlük dönem inin başlangıcı olabi­
lir. Yasal ve gerçek özgürlük, her zam ankinden daha geniş ve
daha yaygın kılınabilir; düzenlem e ve kontrol, yalnızca bir kaç
kişiye değil herkese özgürlük sağlayabilir. Böylece eski özgür­
lükler ve yurttaş hakları, sanayi loplum unun herkese sağladığı
boş zaman ve güvenin yarattığı özgürlüklere eklenebilir. Böyle
bir toplum un hem adaletli hem özgür olm ası için gerekli ola­
nakları vardır” (B.D., s. 3 4 1 ). Bu olanaklar vardır, ama gerçek­
leşm eleri, yalnız ve yalnız, insanın o n lan istem esi ve onlar için
sürekli mücadele etm esine bağlıdır...

G ünüm üzde B ü y ü k D ö n ü şü m

Polanyi’nin düşüncesinin ana haılarıyla ilgili bu açıklamalar,


Büyük D önüşüm ’ü n bugün neden bu kadar ilgi gördüğünü or­
taya koymaya başlam ış olmalıdır. Bu ilgi, önsözün başında be­
lirttiğim gibi, piyasa ekonom isinin çöküşüyle ilgili kehanetin
doğru çıkm am ış olmasıyla ilgili. Toplumsal dizginlerden bo­
şanm ış piyasanın, em ek, toprak ve paranın metalaşm asını ön­
leyen bütün düzenlem eleri, sendikal haklardan refah devleti
uygulamalarına, güm rük tarifelerinden sermaye kontrollerine
kadar insan yaşam ını bütünüyle piyasa ilişkilerine bırakm a­
maya yönelik önlem leri tek tek ortadan kaldırarak, dünyanın
değişik uçlarında yaşayan, birbirlerinden habersiz milyarlarca
insanın kaderini kendine tabi kıldığı bir dünyada yaşıyoruz.
Büyük bir ihtimalle haritada Tayland'ın yerini gösterem eyecek
iki Söke’li pamuk üreticisinin, son Uzak Asya krizinin yol açtı­
ğı ekonom ik zorlukları göğüsleyemeyerek öldükleri bir dün­
yada yaşıyoruz... Milyarlarca dolarlık serm ayenin görülm emiş
bir hızla ve görülm em iş bir serbesti içinde dünyada fır döndü-

25
gü ve bunu yaparken neye uğradığını şaşırmış milyarlarca in ­
sanı iflasa sürüklediği, işsiz güçsüz bıraktığı bir dünyada yaşı­
yoruz. Asıl önem lisi, kom ünizm in ve onunla birlikte insanın
geçim inin yalnızca piyasaya bırakılmadığı bir düzenin yarata­
bileceğine duyulan in an cın çöktüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Yani, liberal iktisat düşüncesinin, Polanyi'nin deyişiyle “dinî
bir şevkle” kendini gerçeğin tek tem silcisi ilan etliği, buna aklı
yatmayanların ise aynı dinî şevkle susturuldukları ya da ister
istemez ortama uyum sağladıkları bir dünyada yaşıyoruz.
Bütün bunlar, Polanyi’nin anlattıklarına benzer şeyler. Ama
aynı zamanda, onun anlattığı başka şeylere benzer gelişm eler
de yaşanıyor. Mesela Sovyet komünizminin çöküşünü izleyen
gelişmeler, “laissez-faire'in hiçbir doğal yanı yoklu" cüm lesini
neredeyse bir laboratuvar deneyi netliğiyle doğruluyor. Aynı
gelişmelerin, yol açtıkları insani ve toplumsal acılarla, Polan­
yi’nin başka bir fikrini, ’değişim hızı, çoğu zaman, değişimin
yönünden daha önem lid ir çünkü toplum un değişim e uyum
sağlayıp sağlayamayacağını tayin eden bu hızdır şeklindeki fik­
rini de (B.D ., s. 78 ) doğruladıkları görülüyor. Nitekim, kom ü­
nizm sonrası piyasa ekonom isine geçiş süreciyle ilgili gözlem ­
ler, Büyük Dönüşüm’ün yeniden gündeme gelişinde etkili olan
son gelişmelerin en önem lilerinden. Bu sürecin başlangıcında,
piyasa düzeninin doğal, kendiliğinden bir düzen olduğuna dair
geleneksel inanç bütün gücüyle ortama hakim oldu. Doğu blo-
ku ülkelerinin hepsinin, aynı biçim de, yöneticilerin fazla bir
şey yapmalarına gerek kalm adan, piyasa toplum lanna doğru
kendiliklerinden evrilmeleri beklendi. Çok kısa bir süre içinde,
bu beklentinin gerçekleşmediği ortaya çıktı ve yaşanan büyük
kaos içinde piyasa toplum unun ancak bir kurum lar bütünü
içinde varolabileceği, özellikle yasal düzenlemelerin ve finans
kuram larının bilinçli ve planlı müdahaleler sonucu insan eliyle
kurulm alarından sonra kişisel çıkar dürtüsünün yatırım ları
yönlendirerek ve iş gücü arzını gerekli alanlara kanalize ederek
ekonom ik sürecin işlerlik kazanmasına yol açabileceği görüldü.
Bu, aynı ondokuzuncu yüzyıldaki gibi içinde yaşadığım ız
dönemi belirleyen çifte hareketin bir yanıydı. O nunla birlikte

26
çifte hareketin öteki yanı da kendini gösterdi. Kom ünizm in
kurum larıyla birlikte çöküşünden sonra ortaya çıkan boşluk
içinde alternatif düzenlem eler kendilerini gösterm eye başladı­
lar. E k o n o m ik kayn akların d ağıtılm asınd a, piyasa ilişk ileri
içinde geçim ini sağlayamayanların korunm aları ve toplumdan
dışlanmamalarında merkezi planlam anın oynadığı rol, kom ü­
nizm e bir “şok tedavi” uygulanması gerektiğini düşünen neo-
liberal iktisatçıların hakim oldukları politik gündem içinde so­
na ererken, bu rolü üstlenen, otom atik olarak ortaya çıkm ası
beklenen piyasa düzeni değil, karşılıklılık ilişkileri ve bu iliş­
kilerin içinde yer aldığı kurumlar oldu. Dayanışm a ve sadakat,
güçlünün zayıfı koruduğu, ama buna k arşılık zayıftan itaat
beklediği kurumsal yapılar içinde piyasanın da devlet müda­
halesinin de kişisel olmayan, formel kurallarının ve yasaları­
nın y erin e geçti. Eski Doğu Bloku ü lk elerin in çoğunda ve
özellikle eski Sovyetler Birligi’nde mafyalaşma bu sürecin en
tipik unsuru haline geldi. M erkezî planlam anın kaynak dağıtı­
mında oynadığı rol de, sosyal güvenlik sistem inin işlevleri de,
güvenlik güçlerinin yerine getirdiği korum a işlevi de, mafya
ilişkileri içinde yerine getirilmeye başlandı. Bu, Marx’in sözü­
nü ettiği ilkel birikim sürecinin bazı özelliklerini de yansıt­
m akla birlik te, ondan önem li biçim lerde ayrılan bir süreçti
çünkü eşi görülm em iş bir tarihsel kopuş içinde, tam bir yasal
ve kurum sal boşluk içinde yer alıyor, ortaya çıkacak yasal ve
kurumsal düzenin gelecekte alacağı biçim lere damgasını vuru­
yordu. Yeni düzenin en önem li ekonom ik aktörleri temel dav­
ranış özelliklerini bir mafyalaşma süreci içinde kazanıyorlardı
ve bu özellikler uzun yıllar boyunca ekonom inin işleyişine ha­
kim olacak gibi görünüyorlardı.
Piyasa sistemi dünyaya yayılırken, devletin yeniden dağıtım
mekanizmaları kanalıyla oynadığı koruyucu rol yalnız eski ko­
münist ülkelerde değil pek çok azgelişmiş ülkede de ortadan
kalkmaya başladı. Eski kom ünist ülkelerde olduğu gibi bura­
larda da çifte hareket kendini özellikle karşılıklılık ilişkileri ve
kurum larının önem kazanmasıyla göstermeye başladı. Çifte ha­
reketin ortaya çıkış nedenleri, Polanyi’nin ondokuzuncu yüzyıl

27
uygarlığının özellikleri bağlamında ele alıp açıkladığı süreçler­
den kaynaklanıyordu. Ama Polanyi’nin ondokuzuncıı yüzyıl
hikâyesinde, piyasa sistem inin yayılışı, aile ilişkilerini, kırsal
kesim in geleneksel yapılarını. Batı toplum larında kilise yetki
alanlarını, diğer toplumlarda ise farklı yöresel, etnik ve dinî te­
melli düzenlemeleri yıkarak gerçekleşiyordu. Toplumu ve insa­
nı koruma görevi ise, yeniden dağıtım mekanizm asına düşü­
yordu. Onun anlattığı şekliyle karşıt hareketin aktörü devlet
kurumlarıydı. Bugünkü durumda ise, piyasa sistem inin yayılışı
karşısında dağılan yeniden dağıtım m ekanizm aları ve devlet
kuramlarıydı. Karşıt hareketin yönlendiricisi ise, temelde aile
metaforuna dayanan, kişisel nitelikli karşılıklılık ilişkileriydi.
Kuramları ise, aileden başlayarak, mafya tipi örgütlenmelerden
etnik ve dinî cem aatlere kadar yayılan, ama bu arada modern
sivil toplum örgüLİerini de kapsayan, güven, dayanışma ve sa­
dakat bağlarının oluşturduğu yapılardı. Polanyi’nin izleyicileri
arasındaki bazı sosyalistler, bu gelişmeleri umutla izlediler, izli­
yorlar.6 Polanyi’nin genel yaklaşımı içinde, bu umudu haklı ç ı­
karacak değinm elere rastlam ak da gerçekten m üm kün. Ama
aynı zamanda, bugünkü karşılıklılık temelli karşıt harekelin
içerdiği bazı sorunları gözden kaçırm am ak da çok önemli.
Piyasa dışındaki bütün toplumsal nitelikli insan ilişkilerinin
güce dayandığı, toplumdan güç olgusunu silmenin im kânsızlı­
ğı, bir önceki bölüm de açıklandığı gibi, Polanyi’nin düşüncesi­
nin önemli bir yanını oluşturuyor. Ama yeniden dağıtım ilke­
sinden ve devlet müdahalesinden farklı olarak, karşılıklılık iliş­
kileri formel olmayan ilişkiler. Bunlar, güç eşitsizliğinin deneti­
minin formel kurallara ve yasalara değil, büyük ölçüde gele­
neklere ve durumun o anda değerlendirilen gereklerine bırakıl­
dığı yapılar içinde yer alan ilişkiler. Dolayısıyla, zayıfın güçlü-
nün insafına bırakılması, çoğu zaman, karşılıklı ilişki ağlarının
belirlediği bir düzenin temel özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
Doğal olarak, bu “insafa kalm a” durumu, bütünüyle kuralsız

6 Ö z e llik le bk z. B. H e ıtn c, “In tro d u ctio n : T h e In te rn a tio n a l P o litica l E c o n o m y o f


T ra n sfo rm a tio n ” , B. H etın e (d e r .). In tern ation al P o litica l H con om y : U n d e rs ta n ­
d in g G lobal D isorder için d e , L o n d ra: Zed B o o k s , 1 9 9 5 .

28
bir durum değil. Mafya örgüılerinden etnik ve dinî cemaatlere
kadar, güç kullanma olgusunun çoğu zaman bir “raconu” bu­
lunuyor. O toriter babaların otoritelerini sadece karılarım ve ço­
cuklarını döverek sağlamadıkları gibi, mafya liderleri bile, sa­
dece gözü kör bir şiddete dayanarak, örgüt üyelerine hiçbir gü­
vence sağlamadan uzun süre iktidarlarını koruyamıyorlar. Ama
bu tür ilişkileri özetleyen, geleneksel ailenin hiyerarşik yapısı
içinde en tipik ifadesini bulan “büyüğünü saymak, küçüğünü
sevmek” fikri. Bu durumda da, “insanın yaşamım sürdürebil­
mesi ve topluma katılabilmesinin en iyi yolu bu mudur?” soru­
su rahatsız edici bir biçimde gündeme geliyor.
Bu sorunun taşıdığı önem, özellikle karşılıklılık ilişkilerinin
bugünkü çifte hareket içinde üstlendikleri rolün niteliğiyle il­
gili. Bugün, sadece piyasa ilişkilerinin bazı insanları toplum­
dan dışlayıcı etkisine karşı değil, piyasanın işlerlik kazanabil­
mesi için de karşılıklı ilişki ağlarından yardım istendiğini gö­
rüyoruz. Günümüzün ekonom ik düzeni olarak pek çok liberal
ik tisatçı tarafından savunulan esnek üretim in ö zelliklerin e
baktığımızda, bu özellikler arasında karşılıklı güven, dayanış­
ma ve sadakatin çok önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Ye­
rel sanayi odakları içinde küçük ve orta ölçekli işletm elerin
hem kendi aralarındaki ilişkilerde, hem de işletme içi işçi-işve-
ren ilişkilerinde kişisel nitelikli, enform el bağlara dayandıkla­
rına, bu bağların geleneksel toplum özelliklerini yansıtan bağ­
lar olduğuna sık sık değiniliyor.7
Bu bağların işlerlik kazanabilm esi için de, geleneksel insan
ilişkilerinin sürdürülmesi, yani kapitalizm in, M arx’a çok çeki­
ci gelen, insanı bu ilişkilerin boyunduruğundan kurtarıp öz­
gür kılma potansiyelinin bir kenara bırakılm ası gerekiyor. Bu­
nun bir anlamı da, doğal olarak, kapitalizm in bilinçsiz olarak
taşıyıcılığını yaptığı evrensel insan değerlerinin savunulur ol­

7 Ö z e llik le b k z. M . P ıo re and C. Sabel, 71ır S e c o n d In d u stria l D iv id e, N ew York:


B asie B o o k s, 1 9 8 4 . E s n e k ü retim in ilk ve en e lk ili tartışm aların d a n biri o lan bu
k itap ta, P io re ve S a b e l'ın “e sn e k ü retim için d e m o d e m te k n o lo jiy e uyum sağ la­
n a b ilm esin in ö n k o şu lların d an biri, iro n ik b ir b iç im d e , g e le n e k se l to p lu m a ö z ­
gü ilişk ile rin c a n la n d ırılm a sın a bağ lıd ır" diye y azd ık larım g örü y oru z.

29
m aktan çıkm ası ve yerelligin, ahlâkî göreceliğin, değerlerin
öznelliğinin bunların yerini alm ası.. Bu, bizi tek evrensel de­
ğer olan piyasa ekonom isinin altında, hiçbir evrensel kıstasa
göre değerlendirem eyeceğim iz söylenen kapalı toplum ların
m ensuplarını bildikleri gibi ezm elerine ve kendilerini kabile
savaşlarıyla tüketm elerine, doğal olarak piyasa sistem inin dışı­
na çıkmaya yeltenm edikleri sürece, cevaz verebilecek bir d u­
rum. Belki de, çokküllürlülük tartışm alanna çok güçlü katkı­
larda bulunm uş bir düşünürün, herhalde pek tesadüfi olm a­
yan bir şekilde eski YugoslavyalI olan bir düşünürün yazdığı
gibi "çokkültürlülügün ırkçılığın yeni bir biçim i" olarak orta­
ya çıktığı bir durum ...8
Peki Polaııyi’nin küreselleşm eyle yerelleşm enin, birbirlerini
güçlendirerek yanyana yer aldıkları bir durum karşısınd aki
tavrı ne olurdu? O nun ondokuzuncu yüzyıl piyasa sistem inin
getird iği k u ru m sal ve k ü ltü rel tek d ü zeleşm e k a rşısın d a k i
olumsuz tavrını biliyoruz. Her zaman kültürel çeşitlilikten ya­
na olduğunu ve ekonom inin toplum sal kurumlar ve değerler
bütünü için e yerleşm iş bir sü reç olarak işlem esinin norm al
durum olduğunu düşündüğünü de biliyoruz. Dolayısıyla top­
lum sal d eğ erlerin y enid en k eşfi, k ü ltü rel bağların in sa n ın
maddi yaşamı içinde yeniden önem li bir rol oynamağa başla­
maları, onu sevindirecek gelişm eler olarak değerlendirilebilir.
Ama aynı zamanda, Polanyi’nin insan özgürlüğüne, herbirinin
eşsiz ve benzersiz olduğunu söylediği tek tek insanların ö z­
gürlüğüne verdiği önem i de biliyoruz. O ndokuzuncu yüzyılın
sürdürülemez olduğunu düşündüğü piyasa uygarlığından m i­
ras kalan, özgürlükle ilgili evrensel değerler ve insan hakların­
dan vazgeçmeye niyetli olmadığına da yukarıda değindik. Po-
lanyi, “ Yerleşmiş bir toplum da, sürüden ayrılma hakkını ku­
rumsal olarak korum ak gerekli” diye yazıyor. “Birey, sosyal ya­
şam ın bazı alanlarında idari görevler y üklenm iş güçlerden
korkmadan vicdanının sesini dinlem ekle özgür olm alı... Zor­
lama hiçbir zaman m utlak olm am alı; 'karşı çıkana’ çekilebile­

8 S . Zizec, “M u U icu ltu ralism - A N ew R a cis m ?”, New L eft R ev iew , n. 2 2 5 , 1 9 9 7 , s.


2 8 -5 1 .

30
ceği bir köşe, ona bir yaşam alanı bırakan bir ‘ikinci en iyi se­
çim i’ sağlanabilm ek” (B.D ., s. 2 4 8 ) diye yazıyor. Bu durumda,
onun benzersizliğine inandığı insanı, yaşamını sürdürmek için
m uhtaç olduğu topluluğun güçlülerine, bu güçlülerin ya kişi­
sel iyi niyetlerinden ya da yeniden keşfedilen geleneklerden
kaynaklanan insafına terketm eyi kabul edeceğini düşünm ek
bana pek gerçekçi gelmiyor.
Bir kere daha, hem piyasanın insan ın toplum sal doğasını
tahrip eden etkisine hem de insan özgürlüğünü kısıtlama tehli­
kesi taşıyan toplumsal düzenlemelere karşı insan özgürlüğünü
koruyacak önlem ler geliştirm ek gerekiyor. Bu sefer, özgürlü­
ğün karşısındaki tehlike devlet baskısından çok topluluk baskı­
sından, herbiri özerkliğini korumak için mücadele veren ve bu
mücadele içinde mensuplarının haklarından fazla söz etmeyen
kültürlerin bireysel özerklik üzerindeki etkisinden kaynaklanı­
yor. Ama gündeme tartışmasız bir biçim de hakim olan neo-li-
beral söylem içinde bütün dikkatler gene devlete yönelmiş du­
rumda. Bu da günümüzde devletin eski tip bir otoritarizm uy­
gulamaktan çok, içselleşıirdiği kabile ve cemaat mantığını yan­
sıtan baskı yöntem lerine başvurmaya başladığı gerçeğinin göz
ardı edilebilm esine yol açıyor. Kısacası, faşizm, toplumun ken­
dini piyasa sistemine karşı korum ak üzere geliştirdiği talihsiz
bir yöntem olarak gene gündemde. Sosyalizm ise, toplumsal
gücün kullanım ını keyfî olmaktan kurtarm ak ve insan özgür­
lüğünü tehdit eder durumdan çıkarm ak üzere geliştirilmiş for-
mel kurallar ve yasalar içeren yeniden dağıtım ilkelerine da­
yanm ak durumunda. Bu, k arşılıklılık ilişkilerini dışlayan bir
durum değil. İnsanın maddi yaşamında yakınlarının desteğini
araması kadar, piyasanın ve devletin dışında yer alan sivil top­
lum kuruluşlarının yeniden dağıtım süreçlerini etkilem esi de
doğal ve istenilir durumlar. Ama galiba burada dikkat edilmesi
gereken iki şey var. Birincisi, bireyin yaşamını etkileyen insani
ilişkilerinin doğumla belirlenen seçilm em iş ilişkiler değil, bire­
yin özgür iradesiyle seçtiği, gene özgür iradeyle bırakılabilecek
“arkadaş dayanışm ası” türünden ilişk iler olm asının önem i.
İkincisi, bireyin maddi yaşamının formel kurallardan yoksun

31
insan ilişkilerinin en yumuşağına, dostluk ilişkisine bile bıra­
kılmasının özgürlük açısından çok hoş olmayan bir durum o l­
duğunun görülmesi ve karşılıklılık ilişkilerinin bireyin geçim i­
ni sağlamaktan ziyade yeniden dağıtım süreçlerini biçim lendir­
m ek ve kaynak dağılım ım etkilem ek üzere seferber edilm esine
yönelm ek. Yani, devlet türü bir yapıdan vazgeçemeyeceğimiz
bilinciyle, o yapının farklı dayanışma grupları tarafından yön­
lendirilen bir yapı olm asını sağlamaya çalışm ak. Sanıyorum ,
günümüzün karm aşık loplum lannda özgürlüğü korum ak için
Polanyi de buna benzer bir yol önerirdi.
A YJE BUĞRA

32
BİRİNCİ KISIM
U luslararası Siste m
1. Yüz Yıllık Barış

O ndokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü. Bu kitap, bu olayın siya­


sal ve ekonom ik kaynaklarıyla, aynı zamanda da onun yol aç­
tığı büyük dönüşüm le ilgili.
O ndokuzuncu yüzyıl uygarlığı dört kurum üzerinde duru­
yordu. Bunlardan ilki, bir yüzyıl boyunca Büyük Devletler ara­
sında uzun ve yıpratıcı bir savaş çıkm asını önleyen güç denge­
si sistem iydi. İkincisi, dünya ekonom isinin eşi görülm em iş bir
biçim de örgütlenm esini sağlayan uluslararası altın standardıy­
dı. Ü çüncüsü, görülm em iş bir maddi refaha yol açan “kendi
kurallarına göre işleyen piyasa’’ydı (se lf regulating m arket).
Dördüncüsü ise liberal devletti. Bir tür sınıflam aya göre, bu
kurum ların ikisi ekonom ik, ikisi politikti. Başka bir tür sınıf­
lamaya göre, ikisi ulusal, ikisi uluslararası kurumlardı. Birlikle
uygarlık tarihim izin ana hatlarını belirlediler.
Bu kurum lar arasında, altın standardının önem i deneyim ­
lerle kanıtlandı; çöküşü dünyanın başına gelen felaketin görü­
nüşteki nedeni oldu. Çöküşünden önce de, diğer kurumların
çoğu onu kurtarmak için girişilen nafile çabalar içinde gözden
çıkarılm ışlardı.
Ama sistem in can damarı ve tem el biçim len d iricisi kendi
kurallarına göre işleyen piyasaydı. Belirli bir uygarlığa yol aç­

35
mış olan bu buluştu. Altın standardı yalnızca iç piyasa sistem i­
nin uluslararası düzeye yayılmasına yönelik bir çaba oluşturu­
yordu, güç dengesi sistem i altın standardı üzerine kurulmuş ve
kısm en onun aracılığıyla işleyen bir üstyapı kurumuydu; libe­
ral devlet de kendi kurallarına göre işleyen piyasanın bir ürü ­
nüydü. O ndokuzuncu yüzyılın kurum sal yapısının anahtarı
piyasa ekonom isinin işleyişini belirleyen kurallarda aranmalı.
Bizim tezimiz, dengesini kendi sağlayan piyasa fikrinin dü­
pedüz bir ütopya olduğu. Böyle bir kurum, toplum un insani
ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamazdı; insanı fi­
ziksel olarak yok eder, çevresini de çöle çevirirdi. Kaçınılm az
olarak, toplum kendini korum ak için bazı önlem ler aldı, ama
alınan önlem ler piyasanın kendi yasalarını bozdular; çalışm a
yaşamını altüst etliler ve böylece toplumu başka bir biçim de
tehlikeye sürüklediler. Piyasa sistem inin gelişmesini belirli bir
yöne sürükleyen ve sonunda bu sistem e dayanan sosyal düze­
ni yıkan bu ikilem oldu.
İnsan tarihinde rastlanan en derin buhranlardan birinin bu
b içim d e a çık lan m ası fazla basit g örü n eb ilir. B ir u ygarlığı,
onun özünü ve özelliklerini belirli sayıda kuruma indirgemek,
sonra da bunlardan birini temel belirleyici olarak seçip uygar­
lığın kaçınılm az kendini tüketişini ekonom ik örgütlenişin bazı
teknik özelliklerine bağlı olarak açıklamaya girişm ek uygun­
suz bulunabilir. Yaşam ın kend isi gibi, uygarlıklar da, kural
olarak, belirli bazı kurum lara indirgenem eyecek sayısız b a­
ğımsız unsurun etkileşim inden kaynaklanır. Bu uygarlığın çö ­
küşünü kurumsal m ekanizm asını çözm eye çalışm ak umutsuz
bir çaba olarak değerlendirilebilir.
G ene de, bizim giriştiğim iz iş bu. Bunu yaparken, bilinçli
olarak am acımızı konunun istisnai niteliğine göre tanım lıyo­
ruz. Çünkü ondokuzuncu yüzyıl uygarlığının istisnai niteliği,
doğrudan doğruya, onun belirli bir kurumsal mekanizm a te­
melinde biçim lenm iş olm asına bağlı.
Felaketin çöküşündeki aniliği ele almayan hiçbir açıklam a
doyurucu olamaz. Değişim güçleri bir yüzyıl boyunca üst üste
yığılmtşcasma, bir olaylar seli insanlığın üzerine akmakta. Ge­

36
zegenimiz düzeyinde bir sosyal dönüşüm ün yanında, devletle­
ri yok eden, bir kan denizi içinde yeni im paratorlukların bi­
çim lenm esine yol açan benzersiz savaşların yer aldığını görü­
yoruz. Ama bu cehennem kargaşasının ardında, geçm işi çabu­
cak ve sessizce, çoğu zaman su yüzünde en ufak bir kıpırtıya
bile yol açmadan yutup giden bir değişim akıntısı yer alıyor.
Felaketin m antıklı bir çözüm lem esi, hem olayların fırtınasını,
hem de bu sessiz çözülm eyi açıklam ak zorunda.
Bizim kine bir tarih çalışm ası denem ez, aradığım ız önem li
olayların inandırıcı bir sıralaması değil, bunların gösterdikleri
gelişme eğilim inin insan yapısı kuram lara bağlı bir açıklam ası.
G eçm iş görüntüleri yalnızca içinde yaşadığım ız günle ilgili
konulara ışık tutm ak am acıyla gündem e getirm ekten k açın ­
m ayacağız; bazı özel önem taşıyan d ön em lerin ayrıntılı çö ­
züm lem elerine girişirken, ilgili zaman dilim lerini büLünüyle
konu dışı bıraktığım ız olacak; am acım ıza yönelirken de çeşitli
uzm anlık alanlarına tecavüz edeceğiz.
Ö nce uluslararası sistem in çöküşü üzerinde duracağız. Da­
yandığı dünya ekonom isi bir kez yıkılınca, güç dengesi siste­
m inin artık barışı sağlayamaz durum a geldiğini gösterm eye
çalışacağız. Kopuşun birdenbire ortaya çıkışı, çözülm enin akıl
almaz hızı buna bağlı olarak açıklanacak.
Ama uygarlığımızın yıkılışı dünya ekonom isinin çöküşüyle
eş zam anlıysa da, kesinlikle ona bu çöküşü n neden olduğu
söylenem ez. Yıkılışın kaynakları yüz küsur yıl öncesinde, Batı
Avrupa’da kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikrini doğu­
ran sosyal ve teknolojik çalkantı içinde aranm alı. Bu m acera­
nın sonu, sanayi uygarlığı tarihinin belirli bir dönem ini kapa­
tarak çağımıza ulaştı.
Bu kitabın son bölüm ünde günümüzün sosyal ve ulusal de­
ğişiklik lerin e yön veren m ekanizm alar üzerinde durulacak.
Genel olarak, insanın bugünkü durumunun buhranın kurum ­
sal kaynaklarına bağlı olarak tanım lanabileceğine inanıyoruz.
O ndokuzu ncu yüzyıl, balı uygarlığı arşivlerinde m enendi
duyulmamış bir olguya yol açtı: 1 8 1 5 -1 9 1 4 arasındaki yüz yıl­
lık barış. Az çok bir sömürge olayı olan Kırım Savaşı dışında.

37
İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya ve Rusya birbirle-
riyle yalnızca topu topu onsekiz ay süren savaşlara giriştiler.
Daha önceki iki yüzyıl için aynı türden bir hesaplama yapıldı­
ğında, önemli savaşların yüzyıllık ortalaması altm ış-yeim iş yılı
buluyor. Buna karşılık, ondokuzuncu yüzyıl alevlenm elerinin
en şiddetlisi olan 1 8 7 0 -1 8 7 1 Fransa-Prusya savaşı bile, yenilen
ulusun, ilgili ulusal para birim lerinde önem li bir dengesizlik
olmadan, duyulmamış bir savaş tazminatı ödeyebilm esiyle, bir
yıl sürmeden sona erdi.
Pragmatik barışçılığın bu başarısı kesinlikle önem li çatışma
nedenleri olmamasıyla ilgili değildi. Bu barışseverlik gösterisi,
güçlü uluslar ve büyük im paratorlukların iç ve dış koşulların­
daki sürekli değişmelerle birlikte yer alıyordu. Yüzyılın ilk ya­
rısında, iç savaşlar, devrimci ve karşı devrimci m ücadeleler ah-
val-i adiyedendi. Ispanya’da Angouleme Dükünün kom utasın­
da yûzbin tabur Kadiz’e saldırdı; M acaristan’da devrim ci güç­
ler bir meydan savaşında imparatoru yenecek gibi oldular ve
devrim ancak M acar topraklarında savaşan Rus ordusu tara­
fından bastırılabild i. Alm anya’da, Belçika, Polonya, İsviçre,
Danimarka ve Venedik’te silahlı müdahaleler Kutsal lttifak’ın
her yerde hazır ve nazır olduğunu gösteriyorlardı. Yüzyılın
ikinci yarısında gelişme dinamiği zincirinden boşanm ıştı. O s-
m anlı, Mısır ve Fas İmparatorlukları parçalanıp bölüşüldüler;
işgal orduları Ç in’i kapılarını yabancılara açmaya zorladılar ve
tek bir büyük ham leyle Afrika kıtası bölüşüldü. Eşzam anlı
olarak iki g üç, B irleşik D evletler ve Rusya, dünya çapında
önem kazandı. Alm anya ve İtalya’da ulusal b irlik sağlandı;
Belçika, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve M aca­
ristan, bazıları ilk kez bazıları da yeniden egemen uluslar ola­
rak Avrupa haritasında yerlerini aldılar. Sanayi uygarlığının
yıpranmış kültürlerin ve ilkel halkların yaşam alanlarına doğ­
ru ilerleyişinin yanında, hemen hemen kesintisiz savaşlar yer
aldı. Rusya’nın Orta Asya’daki askeri fetihleri, İngiltere’nin gi­
riştiği sayısız Hindistan ve Afrika savaşları, Fransa’nın Mısır,
Cezayir, Tunus, Suriye, Madagaskar, Çin Hindi ve Siyam ’daki
m aceraları. Büyük D evletler arasında genel olarak ancak zor

38
yoluyla çö zü m len eb ilecek so ru n lar ortaya çıkardılar. Buna
karşın, bu çatışm aların herbiri, tek tek, yerel nueligini korudu
ve sayısız durumda şiddet yoluyla denge değişikliği ya toplu
karşı çıkışlarla önlendi, ya da Büyük Devletlerin verdikleri ta­
vizlerle anlaşmaya bağlandı. Kullanılan yöntem lerin aldığı bi­
çim den bağımsız olarak sonuç hep aynıydı: Yüzyılın ilk yarı­
sında anayasal idare yasaklanır ve Kutsal İttifak özgürlükleri
barış adına baskı altında tutarken, öteki yarıda -v e gene barış
ad ın a- anayasal idare, kendi çıkarlarını düşünen bankerler ta­
rafından iş karıştırıcı despotlara kandırm aca yoluyla kabul et­
tiriliyordu. Böylece, biçim değişiklikleri ve değişip duran ide­
olojilerin altında -b azen taht ve m ihrabın otoritesi, bazen bor­
sa ve çek defteri, bazen ahlâksızlık ve rüşvet, bazen ahlâk tar­
tışmaları ve aydınca söylevler, bazen ateş ve süngü yolu y la-
hep aynı sonuç elde edildi: Barış korundu.
Bu mucize kabilinden başarı güç dengesinin işleyişine bağ­
lıydı, bu özel durumda, genel olarak kendisine bütünüyle ay­
kırı bir sonuç vermiş olan güç dengesinin işleyişine. Doğası ge­
reği bu denge bütünüyle değişik bir sonuç verir, yani ilgili güç­
lerin sürekliliğini sağlar. Aslında tek önerm esi, belirli bir güç
oluşturabilen üç veya daha fazla birim in, her zaman, zayıfların
güç birliğine gitmesiyle, en güçlünün gücünün artmasını önle­
yecek biçim de hareket edecekleridir, Evrensel tarih alanında
güç dengesi, bağımsızlıklarını koruma am açlanna hizmet ettiği
devletlerle ilgilidir. Ama bu amacı yalnızca değişen taraflar ara­
sındaki sürekli savaşlar yoluyla sağlayabilm iştir. Eski Yunan
veya Kuzey İtalya şehir devletlerinin deneyimi böyle bir olguy­
du; değişen gruplar arasındaki savaşlar bu devletlerin uzun sü­
reler boyunca bağımsızlıklarını korum alarını sağladı. Aynı il­
ke, iki yüz yıldan fazla bir süre M ünster ve Westphalia Anlaş­
ması (1 6 4 8 ) sırasında Avrupa'yı oluşturan devletlerin egem en­
liğini korudu. Yetmişbeş yıl sonra, Utrecht Anlaşması’nı imza­
layan taraflar, bu ilkeye resmen bağlılıklarını ilan ettikleri za­
man onu bir sistem içine yerleştirdiler ve böylece hem gııçlûle-
rin ve hem de zayıfların savaş aracılığıyla varlıklarını sürdüre­
bilm elerinin karşılıklı güvencelerini sağlam ış oldular. Oııdo-

39
kuzuncu yüzyılda aynı m ekanizm anın savaş değil barış sonu­
cunu vermiş olması tarihçileri zorlayan bir sorun.
Ortadaki yeni unsurun güçlü bir barış çıkarı (peace in te­
rest) olduğunu kabul ediyoruz. G eleneksel olarak, böyle bir
çıkar devlet sistem inin dışında görülürdü. Barış, sanat ve za­
naatla ilişkileriyle birlikte yaşamın süsleri arasına yerleştiril­
mişti. Kilise, iyi bir m ahsul için dua etliği gibi barış için de
dua edebilirdi, ama devlet işleri düzeyinde savunduğu silahlı
müdahale olurdu; hüküm etler için barış, güvenlik ve egem en­
likten sonra gelirdi, yani savaşçı yollardan başka yoldan varıla­
mayacak hedeflerden sonra. Herhangi bir topluluk için, ortalık
yerde örgütlü bir barış çıkarının varlığından daha yıpratıcı bir
şey düşünülem ezdi. O nsekizinci yüzyıl ortalarında bile, J .J .
Rousseau, ticaret erbabını, barışı özgürlüğe tercih ellik lerin ­
den kuşku duyulduğu için, vatanseverlikten yoksun olm akla
suçluyordu.
1815'ten sonraki değişiklik, ani ve tepeden tırnağa bir deği­
şiklikti. Fransız Devrim inin etkisi, Sanayi Devriminin evrensel
bir çıkar olarak iş huzurunun sağlanmasına yönelik gelişm ele­
rini destekledi. M etternich, Avrupa halkının istediği özgürlük
değil, barıştır beyanında bulundu. G eniz vatanseverlere yeni
barbarlar adını taktı. Kilise ve Kraliyet Avrupa’da uluslaşmayı
önlem e çabalarına giriştiler. Hem yeni halk savaşlarının azgın­
lığı, hem de yeni ortaya çıkan ekonom ilerde barışa verilen bü­
yük değer bu fikirleri destekledi.
Yeni “barış çık arının” taşıyıcıları, her zam anki gibi, ondan
en fazla yarar sağlayanlar oldu, yani varisi oldukları konum lar
vatanseverliğin Kıtaya yayılan devrimci gücü tarafından tehdit
edilen soylular. B öylece, Kutsal İttifak yüzyılın aşağı yukarı
üçte biri süresince canlı bir ban ş politikasına zor gücü ve ide­
olojik destek sağladı; orduları Avrupa’nın bir ucundan öteki
ucuna, azınlıkları susturup çoğunlukları bastırarak dolanıp
durdular. 1846'dan aşağı yukarı 1 8 7 l ’e k a d a r - “Avrupa tarihi­
ninken karmaşık, en dolu çeyrek yüzyıllarından biri”- ' sanayi

1 S o m ag , R ,J., E u r o p e a n D ip lo m a tic H istory, 1 8 7 1 -1 9 3 2 , 19 3 3 .

40
hakim iyetinin büyüyen gücü gericiliğin azalan gücüyle karşı­
laşıp dururken, banşın yerleşm esi pek güvenli görünm üyor­
du. Fransa-Prusya savaşını izleyen çeyrek yüzyılda ise, yeni­
den güçlenen barış çıkarının tem silciliğini yeni ve güçlü bir
birim in, Avrupa Konseyi’nin (C oncert o f Europe) üstlendiğini
görüyoruz.
Ama çıkarlar da niyetler gibi bir sosyal aracı kanalıyla siya­
sete dönüşm edikçe platonik bir düzeyde kalmaya m ahkum ­
durlar. Yüzeysel olarak bakıldığında, ortada böyle bir aracı
yoktu; hem Kutsal İttifak hem de Avrupa Konseyi sonuç ola­
rak bağımsız egemen devletlerin oluşturdukları gruplardı ve
dolayısıyla, güç dengesi ve savaş m ekanizm asına hizmetle yü­
kümlüydüler. Peki öyleyse barış nasıl sağlandı?
Doğru, bütün güç dengesi sistem leri, bir ülkenin kendi gi­
rişliği statükoyu değiştirme çabalannın yol açacağı güç birleş­
m elerini göremem esinden kaynaklanan savaşları önlem eye yö­
neliktir. Bunun önem li örneklerinden biri, Bismarck'ın 1 8 7 5 ’te
basında Fransa’ya karşı yürütülen kampanyayı Rus ve Ingiliz
m üdahalesi karşısınd a durdurm ası o lm u ştu r (bu durum da
Avusturya’nın Fransa’ya yardım edeceği kuşkusuz görülm üş­
tü). O zaman Avrupa Konseyi Almanya'ya karşı çalıştı ve ülke
kendini tecrit edilmiş bir durumda buldu. 1 8 7 7 -1 8 7 8 ’de A l­
m anya, R u s-T îırk savaşını engelleyem edi, ama Ingiltere’nin
Rusya’nın Çanakkale Boğazına ilerlem esiyle ilgili endişelerine
arka çıkarak savaşın yerel niteliğini korum asını sağladı; A l­
manya ve Ingiltere, Türkiye’yi Rusya'ya karşı desteklediler ve
böylece barışı korum uş oldular. Berlin Kongresinde Osmanlı
lm paraıorluğu’nun Avrupa’daki topraklarının tasviyesiyle ilgili
uzun dönem li bir plan ortaya konuldu; bu da, bütün taraflar
çatışm a durumunda karşı karşıya kalacaktan güçleri önceden
bildiklerinden, statükodaki değişikliklere karşı savaşın engel­
lenebilm esini sağladı. Bu durumlarda barış, güç dengesi siste­
minin hoşnutlukla karşılanan bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Ayrıca, savaşlar bazen, yalnızca küçük devletlerin kaderinin
söz konusu olduğu durumlarda, savaş nedeninin bilinçli ola­
rak ortadan kaldırılmasıyla engellendi. Küçük uluslar denetim

41
altında tutulup statükoyu savaşa yol açabilecek herhangi bir
biçimde bozmaları önlendi. 1 8 3 1 ’de Hollanda’nın Belçika'yı is­
tilası ülkenin etkisizleştirilm esine yol açlı. 1855’le N orveç et­
kisizleştirildi. 1 867’de Hollanda Lüksemburg’u Fransa’ya sattı,
Almanya’nın itirazı üzerine de Lüksem burg etkisizleştirildi.
1 8 5 6 ’da O sm anlı lm paratorlu ğ u ’nun bütünlüğünün Avrupa
dengesi için gerekli olduğuna karar verildi ve Avrupa Konseyi
İm paratorluğun korunm ası çabalarına girişli. 1 8 7 8 ’te, parça­
lanmasının bu denge için gerekli olduğu düşünüldüğünde, ay­
nı düzenli ve planlı yöntem lerle bölünmesi sağlandı. Her iki
durumda da, kararın küçük halklar için bir ölüm kalım soru­
nu oluşturması kararı etkilem edi. 1852 ve 1 8 6 3 ’te Danimarka,
1851 ve 1856 arasında da Almanya dengeyi bozacak gibi oldu;
h er seferin d e k ü çü k d ev letle r Büyük D evletler tarafın d an
uyumlu davranmaya zorlandılar. Bütün bu örneklerde siste­
min Büyük Devletlere sağladığı hareket serbestisi, ortak bir ç ı­
kan korum ak için kullanıldı - bu ortak çıkar barıştı.
Ama savaşların yer yer, güç durumunun zamanında açıklığa
kavuşturulması ya da küçük devletlerin zorlanması gibi yön­
temlerle engellenm esiyle. Yüz Yıllık Banşın çarpıcı gerçekliği
arasında dağlar kadar fark var. Uluslararası dengesizlik, soylu­
lar arası bir aşk macerasından bir nehir ağzının doldurulması-
na, teolojik bir anlaşm azlıktan teknolojik bir buluşa kadar bir
çok nedenle ortaya çıkabilir. Yalnızca nüfusun ve zenginliğin
artışı veya azalışı siyasal güçleri mutlaka harekele getirecek,
dış denge her zaman iç dengeyi yansıtacaktır. Örgütlü bir güç
dengesi sistem i bile, ancak bu iç unsurları doğrudan etkileye­
bildiği ve yeni gelişm elerin getirdiği dengesizliği önleyebildiği
ölçüde sürekli savaş tehdidini dizginleyip barışı sağlayabilir,
Dengesizlik bir kez hız kazandı mı onu ancak güç yerine otur­
tabilir. Barışı sağlamak için savaş nedenlerini ortadan kaldır­
mak gerektiğini herkes bilir, ama bunu yapabilmek için yaşa­
mı kaynağında kontrol altına almak gerektiği çoğu zaman an­
laşılmaz.
Kutsal İttifak bunu kendine özgü gereçlerle başarmaya yel­
tendi. Avrupa kralları ve soyluları uluslararası bir akrabalık

42
oluşturdular; Rom a Kilisesi de onlara G üney ve O rta Avru­
pa’nın sosyal basamaklarında en üst düzeyden en alta kadar
inen gönüllü mülkiye memurları sağladı. Aristokrasinin ve ki­
lisenin hiyerarşileri, kıta düzeyinde barışı sağlayabilmek için
yalnızca güçle pekiştirilm esi gereken, yerel olarak etkin bir
idare yöntem inin içine yerleşti.
Ama Kutsal İttifakın yerini alan Avrupa Konseyi, feodalizm
ve kilisenin her yana uzanan kollarından yoksundu; en fazla,
Lutarlılık açısından M etıernich'in şaheseriyle karşılaştırılam a­
yacak, gevşek bir federasyon oluşturabildi. Büyük Devletlerin
ortak bir toplantıya çağırılmaları nadir görülen bir durumdu.
Kıskançlıklar, entrikalara, zıtlaşmalara ve diplom atik sabotaj­
lara çok yatkın bir ortam hazırladı; ortak askerî harekâta en ­
der rastlanır olur. Buna karşın, tam bir düşünce ve amaç birli­
ği içindeki Kutsal İttifakın Avrupa’da ancak sık sık askerî mü­
dahaleye başvurarak sağlayabildiğini, Avrupa Konseyi gibi ne
olduğu pek belli olmayan bir birim, baskı gücüne çok nadiren
gerek duyarak, dünya düzeyinde gerçekleştirebildi. Bu inanıl­
maz başarıyı açıklayabilm ek için, yeni ortam içinde hanedan­
ların ve piskoposların rolünü üstlenip barış çıkarına etkinlik
sağlayabilen varlığı gizli kalmış çok güçlü bir sosyal araç kul­
lanmamız gerekiyor. İşte bu adı konulm am ış unsur uluslarara­
sı bankacılar çevresinin oluşturduğu büyük finans çevreleriydi
(haute finance).
O nd ok u zu ncu yüzyılda uluslararası b an k acılığ ın n iteliği
üzerine henüz kapsamlı bir araştırma yapılmadı; bu esrarengiz
kurum daha yeni yeni p olitik iktisat m ito lo jisin in gölgeleri
arasından sıyrılıp ortaya çıkıyor.2 Bazıları onun yalnızca hükü­
m etlerin kullandığı bir araç olduğunu söylem ekle yetindiler,
bazıları ise, hüküm etlerin onun doymak bilm ek kazanç açlığı­
nın bir aracı olduklarını. Bazılarına göre uluslararası anlaş­
m azlıkların kaynağı, bazılarına göre erkek ulusların gücünü
tüketen kadınsı bir kozm opolitliğin aracıydı. K im se de pek

2 l-'eis, 11., Europe, (lie World's B an ker, I 8 7 0 - 1 9 M , 1 9 3 0 . B u rad a s ık s ık y ararlan d ı­


ğım ız bir ça lışm a .

43
haksız sayılmazdı. Büyük finans çevreleri, ondokuzuncu yüz­
yılın sonuyla yirm inci yüzyılın başına ait bu kendine özgü ku­
rum, o çağın dünyasında siyasal ve ekonom ik örgütlenm e ara­
sındaki ana bağlantıyı kurma işlevini yüklenm işti. Büyük Dev­
letlerin yardımıyla işleyen, ama onların kendi başlarına kurup
koruyamayacakları barış sistem inin işlerliğini o sağladı. Avru­
pa Konseyi yalnızca aralıklı m üdahalelerde bulunurken, bü­
yük finans çevreleri son derece esnek, sürekli bir araç olarak
işlev gördü. H üküm etlerin en güçlülerine bile bağımlı değildi,
ama hepsiyle temas halindeydi; bütün merkez bankalarından,
Ingiltere Merkez Bankasından bile bağım sızdı, ama hepsiyle
bağlantıları vardı. M âliyeyle diplomasi arasında çok yakın bir
ilişki kurulmuştu; ne diplomasi ne maliye birbirlerinin onayı
olm aksızın savaşa veya barışa yönelik uzun dönem li planlar
yapamazlardı. Ama yaygın barışın başarılı bir biçim de sürdü-
rülebilm esinin esrarı, hiç kuşkusuz, uluslararası finansın ko­
numu, örgütlenişi ve yöntem lerinde yatıyordu.
Bu kendine özgü bünyenin hem personeli hem de am açları,
ona kökleri iş çıkarlarının, yalnızca bu çıkarların, özel dünyası
için e sapasağlam yerleşm iş bir konum sağlıyordu. R öth sc-
hild’lar hiçbir hüküm ete tabi değillerdi; bir aile olarak soyul
enternasyonalizm ilkesini benim sem işlerdi; bağlılıkları bir şir-
keteydi, kredisi, hüküm etlerle hızla büyüyen dünya ekonom i­
si içinde sanayie yönelik çabalar arasındaki tek uluslarüstü ba­
ğı oluşturan bir şirkete. Son tahlilde, bağım sızlıkları, çağın
hem devlet adam larının hem de uluslararası yatırım cıların gü­
venini kazanmış özerk bir aracıya duyduğu ihtiyaçtan kaynak­
lanıyordu; Avrupa başşehirlerine yerleşm iş Yahudi banker ha­
nedanlarının metafizik m ekansızlıklarının neredeyse kusursuz
bir biçim de karşıladıkları, işte bu hayati ihtiyaçtı. Barışsever­
likten başka her şey atfedilebilirdi onlara; servetlerini savaş fi­
nansm anından elde etm işlerdi; ahlâk kuralları onlara işlem ez­
di; önem siz, kısa, yerel savaşlara hiçbir itirazları yoklu. Ama
Büyük Devletler arasındaki yaygın bir savaşın sistem in parasal
tem ellerini etkilem esi durumunda işlerinin bozulacağı açıktı.
Bu gerçeğin mantığı içinde, dünya halklarını etkileyen dev­

44
rim ci dönüşüm ün ortasında yaygın barışın gereklerini yerine
getirme sorum luluğu onlara düştü.
Örgütsel olarak, büyük finans çevrelerinin faaliyetleri insan
tarihinin ürettiği en karm aşık kurum lardan birinin çekirde­
ğiydi. Sanayi ve ticarete yönelik insan çabalan bütününün bir
çeşit yansıması ve kopyasını oluşturuyordu. G eçici niteliğine
karşın, kapsam lılığı, yarattığı gereçlerin ve aldığı biçim lerin
çe şitliliğ i açısın d an , an cak bu bü tü nle k arşılaştırılab ilird i.
Uluslararası m erkezin, yani uluslararası büyük finans ku ram ­
larının yanı sıra tedavül bankaları ve borsalar etrafında küm e­
lenm iş yanm düzine kadar ulusal m erkez bulunuyordu. Ayrı­
ca, uluslararası bankacılık yalnız hüküm etlerle, onların savaş
ve barış m aceralarının finansmanıyla ilgili değildi; sanayi, ka­
mu kuruluştan ve bankalara yapılan yabancı serm aye yatırım ­
ları, dış ülkelerdeki kamu şirketlerine ve özel şirketlere veri­
len uzun vadeli borçları da kapsıyordu. Burada da ulusal mali­
ye kendi içinde bir dünya oluşturuyordu. Yalnızca Ingiltere’de
elli değişik tip banka vardı; Fransız ve Alman bankacılığı da
aynı biçim de uzm anlaşm ıştı; bu ülkelerin herbirinde, Hâzine­
nin faaliyetleri ve özel finansla ilişkileri çok çarpıcı ve çoğu
zaman ayrıntılarda çok büyük incelikler gösteren değişiklikler
içeriyordu. Para piyasasında sayısız ticari tahvil, uluslararası
poliçe, normal mali tahvil ve çeşitli borsa ödem e aracı dolaşı­
yordu. Ü stelik, değişik uluslardan gelm e gruplar ve kişiler de,
herbiri kendine özgü bir prestij ve güvenilirlik, otorite ve bağ­
lılık, para ve ilişki zenginliği, arka sağlamlığı ve sosyal havalı-
lık içinde ortada gezinerek ortam ın karm aşıklığını artırıyor­
lardı.
U luslararası finans bir barış aracı olarak düşünülm em işti;
tarihçiler onun bu işlevi kazara yüklendiğini söyleyebilir, sos­
yologlar da ortada zaten hazır bulunan bir şeyin kullanılmaya
başlanm asıyla ilgili yasalardan söz edebilirler. Büyük finans
çevrelerinin amacı maddi çıkar sağlam aktı; bu am aç da, ancak
hedefleri güç ve fetih olan hüküm etlere yanaşarak sağlanabi­
lirdi. Bu noktada, siyasa! ve ekonom ik güç arasındaki, hükü­
m etlerin siyasal ve ekonom ik am açları arasındaki farkları ra­

45
hatlıkla göz ardı edebiliriz. Aslında bu ayrım ların böylesine
önem siz oluşları, çağın devletlerinin bir özelliğini o lu ştu ru ­
yordu çünkü amaçları ne olursa olsun, hüküm etler bu am açla­
rı ulusal gücü kullanarak ve bu gücü artırarak sağlamaya çalı­
şıyorlardı. Uluslararası finansın örgütlenişi ve içerdiği unsur­
lar ise uluslararası nitelikteydiler, ama ulusal örgütlenmeden
tam anlamıyla bağımsız değillerdi. Çünkü bankacıların heyet
ve birliklere, yatırım gruplarına, yabancı borçlara, mali k on t­
rollere ve diğer büyük çaplı iş ilişkilerine katılım larının faali­
yet merkezi olan büyük finans, ulusal bankacılığın, ulusal ser­
maye ve ulusal finans çevrelerinin desteğini sağlamak d u ru ­
mundaydı. Ulusal finans hüküm euen çok ulusal sanayie ba­
ğımlı olmakla birlikte, hüküm ete olan bağımlılığı da, uluslara­
rası finansı, ulusal finansla ilişkileri çerçevesinde, hüküm etle
temas kurm ak istemeye yöneltecek kadar önemliydi. Bununla
birlikle -g e n e konum u ve içerdiği unsurlar, özel serveti ve iliş­
kileri ned eniyle- uluslararası finans tek bir hüküm ete bağımlı
değildi. Bu yüzden, kendine ait özel organları olm ayan, em rin­
de hazır başka bir kurum bulunm ayan, buna karşılık topluluk
için hayati önem taşıyan yeni bir çıkara, yani barışa, hizmet
edebilecek durumdaydı. Ne pahasına olursa olsun barış değil,
bağımsızlığın, egem enliğin, şan ve şerefin veya ilgili devletle­
rin geleceğe yönelik em ellerinin bir parçası pahasına bile de­
ğil. Ama gene de barış, eğer böyle bir fedakarlığa gerek kalm a­
dan elde edilebilirse.
Başka türlüsü değil. Güç kâra göre öncelik taşıyordu. Ne ka­
dar iç içe girmiş olsalar bile, ticaret kurallarını belirleyen son
tahlilde savaştı. Ö rneğin, Fransa ve Almanya 1 8 7 0 ’ten beri bir­
birlerine düşmandılar. Bu, aralarındaki bağlayıcı olmayan iliş­
kilerin sürm esini engellemedi. Yer yer, geçici amaçlarla ortak
bankacılık heyetleri kuruldu; Alman yatırım bankaları sınırın
ötesinde m uhasebe d efterlerin e girm eyen özel yatırım larda
bulundular; kısa vadeli borç piyasasında Fransız bankalarının
garantilerine dayanarak bonolar kırılıyor ve borçlar veriliyor­
d u; d em ir ve k ö m ü r o rtak lığ ın d a ya da N o rm an d iya’daki
Thyssen fabrikasının durum unda görüldüğü gibi, doğrudan

46
sermaye yatırım larına da rastlanıyordu, ama bu yatırımlar yal­
nızca Fransa’nın kısıtlı bölgelerinde yer alıyorlar ve hem m illi­
yetçilerin hem de sosyalistlerin sürekli eleştirilerine hedef olu­
yorlardı; doğrudan serm aye y atırım ları, A lm anya’nın C eza­
yir’deki yüksek kaliteli m adenleri elde etm ek için giriştiği
inatçı çabalarda veya Fas’taki karışık girişim lerde olduğu gibi,
daha ço k söm ürgelerde yaygınlaşm ıştı. Ama 1 8 7 0 ’ıen sonra
Paris Borsasm da Alman senetlerinin dolaşm asını engelleyen
zım nî, gene de resmî yasağın hiçbir zaman kaldırılm am ış ol­
ması da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda. Fransa yal­
nızca, “sermaye borçlarının kendine karşı kullanılm ası riskini
göze almamayı seçm işti’’.3 Avusturya da güvenilm ez görülü­
yordu; 1 9 0 5 -1 9 0 6 Fas buhranında yasak M acaristan’a da uy­
gulandı. Paris mali çevreleri, M acar senetlerinin kabul edile­
bilmesi için uğraştılar, ama sanayi çevreleri, hüküm eti askerî
bir düşmana dönüşebilecek bir güce karşı aldığı kesin tavırda
sonuna kadar desteklediler. Düşman görülen tarafın gücünü
artırabilecek her hareket hüküm etin vetosuyla karşılandı. Bir
çok defa anlaşm azlık yüzeysel olarak ortadan kalkm ış gibi gö­
ründü, ama işin içindekiler onun yalnızca dostluk görünüm ü­
nün altında daha gizli bir noktaya kaymış olduğunun farkın­
daydılar.
Ya da Almanya'nın Doğu em ellerini ele alalım. Orada da, si­
yaset ve maliye iç içe girmiş durumdaydı, ama üstün olan si­
yasetti. Çeyrek yüzyıl süren tehlikeli bir çekişm eden sonra,
Almanya ve İngiltere 19 14 Haziranında, Bağdat demiryoluyla
ilgili kapsamlı bir anlaşm a imzaladılar, çoğunlukla “anlaşma
imzalandığında artık büyük savaşı engellem ek için çok geç ol­
m uştu” denildi. Bazıları da, aksine, anlaşm anın im zalanışını
İngiltere ve Almanya arasındaki savaşın ekonom ik genişleme
em elleriyle ilgisi olm adığının kesin k anıtı olarak görürler.
G erçekler iki görüşü de desteklemiyor. Anlaşma aslında temel
soruna bir çözüm getirmiyordu. Alman demiryolu gene İngiliz
hüküm etinin rızası olmadan Basra’nın ötesine uzanacaktı, ge­

3 Hcıs. o p . c it., s. 2 0 1 .

47
lecekte anlaşm anın belirlediği ekonom ik alanların çatışm aya
yol açm ası kaçınılm azdı. Bu arada, Büyük Devletler, Büyük
Güne hazırlanmayı sürdürdüler, bugün de, sandıklarından da­
ha yakındı.4
Uluslararası finans, büyük ve küçük devletlerin birbiriyle
çatışan e m elleri, e n trik a la rıy la baş etm ek d u ru m u n d ay d ı;
planları diplom atik oyunlarla bozuluyor, yatırımları tehlikeye
giriyor, yapıcı çabaları siyasal sabotajlar ve sahne gerisi engel­
lemeleriyle karşılaşıyordu. Yardımlarına gerek duyduğu ulusal
bankacılık örgütleri çoğu zaman hüküm etlerinin iş birlikçisi
olarak çalışıyorlardı, ve bu ortamda, her katılanın payını ön ce­
den ayırıp bir kenara koymayan h içbir planın başarıya ulaşma
olasılığı yoktu. Bununla birlikte, bir çok durumda da, gıîç fi-
nansı, finans çevrelerinin kadife eldivenlerine çelik destek sağ­
layan dolar diplomasisinin kurbanı değil, ondan yararlanan ta­
raf konumundaydı. Çünkü ticari başarıları, zayıf ülkelere karşı
acımasız bir güç kullanım ını, geri idare örgütlerinin rüşvetle
satın alınm asını ve sömürge ve yarı sömürge ortam larının vah­
şi ormanlarında istenen sonuca varmak için kullanılan karan­
lık uygulamaları gerektiriyordu. Ama işlevsel kurallar gereği,
yaygın savaşları engellem ek büyük finans çevrelerine düştü.
Diğer yatırım cılar ve tüccarlar gibi devlet tahvili sahiplerinin
büyük bir kısm ı da, bu tür savaşlarda, özellikle ulusal parala­
rın savaştan etkilenm eleri durum unda, ilk zarara uğrayacak
kesimi oluşturuyorlardı. Uluslararası finansm Büyük Devletler
üzerindeki etkisi, her zaman, tutarlı bir biçim de, Avrupa barı­
şını korumaya yönelikti. Bu etkinin gücü de hüküm etlerin çe­
şitli alanlarda ne d ereceye kadar büyük finans çev relerin in
desteğine ihtiyaç duyduklarına bağlıydı. Sonuç olarak, Avrupa
Konseyi konseylerinde barış çıkarın ın tem sil edilm ediği bir
ana bile rastlanmadı. Eğer buna, yatırım cılığın kök saldığı her
ulusta gelişen barış çıkarını da eklersek, düzinelerce, neredey­
se seferberlik halinde devletin “silahlanmaya dayanan barışı”
gibi korkunç bir buluşun, 1871’den 1914’e kadar Avrupa’nın

4 K ay n aklarla ilg ili n o tlar, s. 3 7 5 .

48
üzerinde b ir hayalet gibi dolaştığı halde, nasıl olup da yıkıcı
bir savaş patlamasına dönüşmediğini görebiliriz.
F in a n s, bir grup k ü çü k egem en d ev letin p o litik aların d a
güçlü bir ılım lılık unsuru oldu - bu onun etki yollarından bi­
riydi. Borçlar ve borç yenilenm eleri ulusun itibarına, itibar da
doğru davranmaya bağlıydı. Anayasal hüküm etlerde (anayasal
olm ayanlara pek tepeden bakılıyordu), doğru davranış bütçe­
nin durumuna göre değerlendirildiği, döviz kurları da bütçeyi
etkilediği için, borçlu hüküm etlere ulusal paranın dış değerini
kontrol altında tutup bütçe dengesini bozabilecek politikalar­
dan dikkatle kaçınm aları öğütleniyordu. Bu yararlı düstur, al­
tın standardını kabul eden ülkelerin durum unda kesin bir ku­
rala dönüştü, alun standardı zaten kabul edilebilir kur oyna­
malarını en aza indiriyordu. Altın standardı ve anayasal hükü­
met fikri, yeni uluslararası düzene bağlılığın bu sim gelerini
kabul eden bir çok küçük ülkede, Londra’nın sesini duyurma
araçlarıydı. Pax Brittanica, hakim iyetini zaman zaman gem i­
lerdeki ağır topların meşum görüntüsüyle korudu, ama daha
sık başvurulan yöntem uluslararası para ağının iplerinden bi­
rinin lam zamanında çekiliverm esiydi.
Uluslararası finansı etkili kılan yollardan biri de, geniş yarı
sömürge bölgelerinde mâliyenin gayri resmi yönetim iydi; bu
bölgelerin içine, hemen alevlenmeye hazır Yakın Dogıı ve Ku­
zey Afrika'daki çürüyen İslam im paratorlukları da giriyordu.
Bankerlerin günlük işleri, buralarda iç düzeni belirleyen çok
incelikli konulara karışıyor ve barışın en sallantılı durumda
olduğu bu bölgelerde bilfiil yönetim i sağlıyordu. Başa çıkılm az
gibi görünen engeller karşısında, uzun dönem sermaye yatı­
rım larının gerekli koşulları bu bölgelerde işte böyle yerine ge­
tirilebiliyordu. Balkanlar’da, Anadolu’da, Suriye, Mısır, Fas ve
Çin’de döşenen dem iryollarının öyküsü, Kuzey Amerika kıta­
sındaki benzer serüvenleri hatırlatan hiç eskim eyen nefes ke­
sici bir efsane oluşturur. Bununla birlikte, Avrupa kapitalistle­
rinin karşısındaki en büyük tehlike teknolojik veya mali başa­
rısızlık değil, savaştı. Küçük ülkeler arasındaki bir savaş değil
(bu kolayca kontrol altına alın abilird i). Büyük Devletlerden

49
birinin küçük bir ülkeye açtığı savaş da değil (sık sık rastla­
nan, çoğu zaman da işe yarar yönleri olan bir olay). Tehlikeli
olan, Büyük Devletlerin kendi aralarında girişecekleri yaygın
savaştı. Avrupa tenha bir kıta değil, milyonlarca eski ve yeni
halkın yerleşim alanıydı; her dem iryolu, değişik sağlam lıkta,
bazıları ilişkilerin artmasıyla zayıflayan, bazıları ise güçlenen
sınırdan geçm ek durumundaydı. Felaketi yalnızca finans çev­
relerinin geri bölgelerdeki mecalsiz hüküm etler üzerindeki çe­
likten kontrolü önleyebilirdi. 1875’te, Türkiye borç yüküm lü­
lüklerini yerine getirem ez durum a geldiğinde, derhal askerî
çatışma başladı ve I8 7 6 ’dan 1 8 7 8 ’de Berlin Anlaşm asının im ­
zalanışına kadar sürdü. Ondan sonra gelen otuzalıı yıl boyun­
ca barış korundu. Bu akıl almaz barış, Konstantinopolis’te Dü­
yunu Um um iyenin kurulm asına yol açan 1881 M uharrem Ka­
rarnamesiyle uygulandı. Büyük finans çevreleri, Türk mâliye­
sinin tümünün idaresini üstlenmişlerdi. Sayısız kereler Büyük
Devletler arasında uzlaşma sağladılar; bazen de doğrudan doğ­
ruya Büyük Devletlerin siyasal aracılığını yaptılar; her zaman
alacaklının parasal çık arların ı, olanak bulunduğu zaman da
T ü rkiye’den kâr sağlam ak isteyen k apitalistlerin çık arların ı
korudular. Bütün bu işler, Düyunu Umumiye idaresinin, özel
olarak alacaklıları temsil eden bir kuruluş değil, büyük finans
çevrelerini yalnızca gayri resmi bir biçim de temsil eden Avru­
pa kamu yasasının bir organı olm ası dolayısıyla epeyce karma-
şıklaşm ıştı. Ama özellikle bu iki düzeyi de içeren yapısı, ulus­
lararası finansın devrin siyasal ve ekonom ik örgütleri arasın­
daki uçurum u kapatabilm esini sağlıyordu.
Ticaretle barış arasında bir bağ kurulmuştu. F.skiden ticare­
tin örgütlenişi askerî ve savaşçı bir nitelik taşırdı; ticaret kor­
sanlar ve başıbozuklara yoldaşlık ederdi, silahlı kervana, avcı
ve tuzakçıya, kılıçlı tüccara, silahlı burjuvaya, m aceracılar ve
kaşiflere, malikane sahipleri ve fatihlere, insan avcıları ve köle
tacirlerine, fermanlı şirketlerin sömürge ordularına... Artık bü-
'lün bunlar unutulm uştu. Şimdi ticaret yaygın bir savaş halin­
de işlem eyecek bir uluslararası para sistem ine dayanıyordu. İs­
tediği barıştı, Büyük Devletler de barışı korum ak için çaba sar-

50
fediyorlardı. Ama daha önce gördüğüm üz gibi, güç dengesi
sistem i tek başına barışı sağlayamazdı. Bu, uluslararası finans
tarafından gerçekleştirildi, varoluşu ticaretin barışa bağlılığı il­
kesine dayanan uluslararası finans tarafından.
Biz, şim dilerde, kapitalizmin yayılmasını yalnızca barışçı bir
süreç, mali sermayeyi ise sayısız söm ürgecilik günahlarının ve
yayılma em ellerine bağlı saldırganlığın baş aracı olarak görme­
ye alıştık. Mali serm ayenin ağır sanayi ile yakın ilişkisi, Le-
nin’in onu emperyalizmin sorum lusu olarak görm esine yol aç­
tı, yani etki alanları için girişilen m ücadelenin, uzlaşmaların,
başka ülkeler üzerinde edinilen hakların, batılı devletlerin geri
bölgelerde demiryolu, belediye hizm etleri, köprüler ve ağır sa­
nayiin üzerinden kâr elliği diğer alı yapı kuruluşlarında yatı­
rım yapmak için kullandıkları sayısız kontrol sağlama aracının
sorum lusu. Doğru, ticaret ve finans bir çok sömürge savaşının
sorumlusuydular, ama aynı zamanda bir çok savaşın engelle­
nebilm esinin de sorumlusu. Ağır sanayi ile olan ilişkileri dola­
yısıyla (aslında yalnız Almanya'da gerçekten yakın bir ilişkiydi
bu), iki durum da geçerliydi. Ağır sanayiin çatısını oluşturan
mali sermayenin çeşitli sanayi kollarıyla o kadar çok değişik
türden ilişkileri vardı ki, izlediği politikaların tek bir grup ta­
rafından etkilenm esi olanaksızdı. Savaştan çık ar sağlayabile­
cek her grubun karşısında bundan zararlı çıkacak bir düzine
başka grup bulunuyordu. Doğal olarak, uluslararası sermaye
savaştan zararlı çıkm ak durum undaydı; ama ulusal sermaye
bile ancak olağanüstü durumlarda savaştan kazanç sağlayabi­
lirdi. Bu olağanüstü durumlara düzinelerce sömürge savaşma
yol açabilecek kadar sık rastlanıyordu, doğru, ama bu savaşla­
rın yerel nitelik lerini korum aları, yayılm am aları gerekliydi.
Hemen hem en her savaş mali sermaye tarafından örgütleni­
yordu, ama barışı örgütleyen de oydu.
Bir yandan yaygın savaş tehlikesine karşı çok ciddi ön lem ­
ler geliştirirken, bir yandan da bir alay küçük savaşın ortasın­
da barış içinde ticarete olanak sağlayan bu son derece pragma-
tik sistem in niteliğini, en iyi onun uluslararası hukuk alanın­
da yol açtığı değişikliklere bakarak açıklayabiliriz. M illiyetçi­

si
lik ve sanayi savaşlara daha azgın ve daha yaygın bir nitelik
kazandırırken, savaşın ortasında ticaretin barışçı bir biçim de
s ü rd ü rü le b ilm e s in i sağ la m a y ö n te m le ri g e liş tir iliy o r d u .
1752'd e Bııyük Frederich’in “m isillem e am acıyla” Silezya’nm
İngiliz tebasına olan b o rçların ı ödem eyi reddetm esi tarihe
geçti.5 Hershey, “bu tarihten sonra böyle bir olaya rastlanm a­
dığını” söylüyor. “Fransız devrim inin yol açtığı savaşlarda, sa­
vaş içind eki ü lkelerd e düşm an ü lke tabiyetin d eki kişilerin
özel m ülkiyetine el konulm ası durum unun son örn eklerin e
rastlıyoruz.” Kırım Savaşı’nm patlak verm esinden sonra, d üş­
man ülke tüccarlarının limanı terketm elerine izin verildi, bu ­
nu izleyen elli yıl boyunca, Fransa, Prusya, Rusya, Türkiye,
İspanya, Jap o n ya ve Am erika Birleşik D evletler’i aynı ilkeyi
uyguladılar. Söz konu su savaştan itibaren , savaşan ü lk eler
arasındaki ticarete büyük hoşgörü gösterildi. D olayısıyla, ls-
panya-Amerika savaşı sırasında, savaşla ilgili ticaretin söz k o­
nusu olmadığı durumlarda, Amerikan gem ileri İspanya lim an­
larından rahatça geçebildiler. O nsekizinci yüzyıl savaşlarının
h er açıdan ondokuzuncu yüzyıldakilerden daha az yıkıcı o l­
dukları yolundaki görüş bir önyargıdan başka bir şey değil.
Düşman tebasındaki azınlıkların konum u, düşman tebasında-
ki alacaklılara karşı yüküm lülüklerin yerine getirilm esi, d üş­
mana ait m ülk veya düşm an tacirlerin in lim anlardan geçiş
hakkı gibi konularda, ondokuzuncu yüzyıl, savaş içinde e k o ­
nom ik sistem in işleyişini sağlamak açısından büyük yenilikler
getirmiştir. Bu gelişm enin, ancak yirm inci yüzyıla gelindiğin­
de yön değiştirdiğini görüyoruz.
Böylece, ekonom ik yaşamın yeni örgütleniş biçim i Yüz Yıl­
lık Barış ortam ım hazırlam ıştı. Dönem in başında, yeni ortaya
çıkan orta sın ıf temel olarak, Napolyon Savaşlarında görüldü­
ğü gibi, barışı tehlikeye atan devrimci bir unsur oluşturuyor­
du; Kutsal İttifakın gerici banş örgütleri bu yeni ulusal kargaşa
unsuruna karşı geliştirilm işti. D önem in ikinci yarısında ise.

5 tlcrsh e y , A .5., E s s en tia ls o f In ter n a tio n a l Public L a w a n d O r g a n iz a tio n , 1 9 2 7 , s.


5 6 5 -6 9 .

52
yeni ekonom ik düzen hakimdi. Artık o n a sın ıf b an ş çıkarını
sahiplenm işti; üstelik bu çıkar eskisinden çok daha güçlüydü
ve yeni ekonom inin ulusal/uluslararası niteliğiyle pekiştiril­
mişti. Ama her iki durumda da, barış çıkarı etkinliğini yalnız­
ca güç dengesi sistem inin desteğini sağlayabilm esine, bu siste­
min barış alanında önemli rol oynayan iç unsurları kontrol al­
tında tu tabilen sosyal organlarına borçluyd u. Kutsal İttifak
içinde, bu organlar, kilisenin maddi ve manevi gücüyle destek­
lenen feodalizm ve krallıktı; Avrupa Konseyi içinde ise ulusla­
rarası finans ve ona bağlı olan ulusal ban k acılık sistem leri.
Ayrımı fazla büyütm eye gerek yok. Daha 1 8 1 6 -1 8 4 6 yılları
arasında, Otuz Y ıllık Barış süresinde, Büyük Britanya, barış ve
ticareti korumaya uğraşıyordu, Kutsal İttifakın da Roıhchild-
lar’m yardım ını geri çevirdiği yoktu. Avrupa Konseyi içinde
de, uluslararası finans pek çok defalar hanedanlarla, soylularla
olan ilişkilerinden destek aldı. Ama bu gerçekler temelde bi­
zim öne sürdüğümüz görüşü güçlendirecek nitelikteler, yani,
her durumda, barışın yalnız Büyük D evletlerin elçiliklerince
değil, genel çıkarlara hizmet amacına yönelik özel örgütlerce
korunduğunu gösteriyorlar. Başka bir deyişle, güç dengesi sis­
temi, büyük patlamaları yalnızca yeni ekonom ik düzen çerçe­
vesinde engelleyebiliyordu. Ama Avrupa Konseyi’nin başarısı,
Kutsal lıtifak ın k iy le karşılaştırılam ayacak kadar önem liydi,
çünkü İkincisi barışı değişmeyen bir kıtada, kısıtlı bir bölge
içinde korurken, ilki aynı işi, sosyal ve ekonom ik gelişm enin
yeryüzü haritasında devrimci değişikliklere yol açtığı bir dö­
nemde, dünya çapında gerçekleştirm işti. Bu büyük siyasal ba­
şarı, belirli bir birim in, uluslararası yaşamın siyasal ve ekono­
m ik örgütlenişi arasındaki bağlan oluşturan uluslararası bü­
yük finansın, ortaya çıkm ası sonucu elde edildi.
Bu noktada artık barışın örgütlenişinin ekonom ik örgütleni­
şe dayandığı açıklığa kavuşmuş olmalı. Ama bu iki öiğüı aynı
yapıda değillerdi. Ancak terimin en geniş anlam ında dünya ça­
pında siyasal bir barış örgütünden söz edilebilirdi, çünkü Av­
rupa Konseyi özünde bir barış sistem i değil, bağımsız devletle­
rin oluşturduğu, savaş mekanizm asm ca korunm uş bir sistem ­

53
di. Oysa dünya ek o n o m ik sistem i için bunun tersi geçerli.
Eğer “örgüt” terim in i, dar anlam ında, yalnızca bir m erkeze
bağlı olarak kendi unsurları aracılığıyla işleyen organlar olarak
alm ıyorsak, hiçbir şeyin dünya ekonom ik örgütünün tem elin­
deki ilkelerden daha belirgin, onun fiili unsurlarından daha
açık seçik olamayacağını görebiliriz. Bütçeler ve silahlar, dış ti­
caret ve hammadde kaynakları, ulusal bağımsızlık ve egem en­
lik artık para ve kredi m ekanizm asının işlevleri olm uştu. On-
dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine gelinm eden önce, dünya
hammadde fiyatları milyonlarca Avrupa köylüsünün yaşamla­
rının temel gerçeği olup çıktı; dünyanın dört bir yanındaki iş
adamları Londra para piyasasından gün be gün etkilenir oldu­
lar; hüküm etler geleceğe yönelik planlarını dünya sermaye pi­
yasasının durumunu göz önüne alarak tartışıyorlardı. Ulusla­
rarası ek onom ik sistem in insan soyunun maddi yaşam ının
belkem iğini oluşturduğunu yadsıyabilm ek için çılgın olm ak
gerekirdi. Sistem in işlerliği barışı gerektirdiği için, güç dengesi
sistemi barışa hizmet amacıyla kuruldu. Bu ekonom ik sistem
ortadan kalktığında, barış çıkarı da siyasetten silinip gidecekti.
Böyle bir çıkarın ne başka bir yeterli varoluş nedeni, ne de
başka bir korunm a olanağı vardı. Avrupa Konseyi'nin başarısı
yeni uluslararası ekonom ik örgütlenm eden kaynaklanıyordu
ve kaçınılm az olarak bu örgütlenmeyle birlikte yok olacaktı.
B ism arck devrinde ( 1 8 6 1 -9 0 ) Avrupa K onseyi en parlak
dönem ini yaşıyordu. Almanya, Büyük Devletler arasında yeri­
ni alm asından sonra yirmi yıl boyunca, barış çıkarından yarar
sağlayanların en başında geliyordu. Avusturya ve Fransa’nın
zararına en ileri saflara ulaşm ıştı; statükoyu korum ak ve sava­
şı (kendine karşı bir intikam saldırısından başka bir şey o l­
mayacak savaşı) önlem ekte büyük çıkarı vardı. Bism arck, bi­
linçli bir biçim de, barış fikrinin Büyük Devletlerin ortak he­
defi olarak kabul edilmesi için uğraştı, Alm anya’nın bu barış
gücü kon u m u nu y itirm esin e yol açab ilecek taah h ü tlerd en
dikkatle kaçındı. Balkanlar ve deniz aşırı ülkelerde yayılma
em ellerinin karşısına çık tı; serbest ticareti, tutarlı bir biçim de,
Avusturya’ya, hatta Fransa’ya karşı bir silah olarak kullandı;

54
Rusya’nın ve Avusturya’nın B alkan lar üzerindeki em ellerini
güç dengesi oyununun yardımıyla engelledi ve böylece yan­
daşı olabilecek devletlerle arasını bozm am ayı ve Alm anya’yı
savaşa sü rü k le y e b ile c e k d u ru m lard an k açın m a y ı başardı.
1 8 6 3 -7 0 dönem inin düzenci saldırganı, 1 8 7 8 ’in dürüst arabu­
lu cu su na, söm ürge m aceracılık ların ın en g elley icisin e d ö n ­
m üştü. Bism arck, Almanya’nın ulusal çıkarlarına hizm et am a­
cıyla, devrin barışçı eğilim leri olarak gördüğü gelişm elerde
bilinçli bir biçim de başı çekti.
Buna karşın, yetmişli yılların sonunda serbest ticaret olayı
(1 8 4 6 -7 9 ) kapanm ıştı; Almanya'nın altın standardını kullan­
maya başlam ası, korum acılık ve söm ürgeci yayılma dönem i­
nin başlangıç noktası oldu.6 Artık Almanya durum unu, Avus-
turya-M acarisıan ve İtalya’yla sağlam ittifaklara giderek koru­
yordu; aradan ço k g eçm ed en R eich p o litik a sı B ism a rck ’ın
kontrolünden çıktı. Bu noktadan sonra Avrupa’da barış çıkarı­
nın önderliğini Büyük Britanya üstlendi; Avrupa ise hâlâ bir
bağımsız devletler grubu oluşturuyordu, dolayısıyla güç den­
gesine bağlıydı. Doksanlı yıllarda uluslararası büyük finans
zirvesine ulaşmıştı ve barış her zam ankinden daha güvence al­
tında görünüyordu. Afrika’da İngiliz ve Fransız çıkarları çatışı­
yordu; Asya’da Ingiliz ve Ruslar rekabet halindeydiler; Konsey
biraz topallayarak da olsa işlerliğini koruyordu; Üçlü ittifakın
karşısında hâlâ birbirlerini kıskançlıkla gözleyen ikiden fazla
bağımsız güç vardı. Bu durum uzun sürmedi. 1904’le Ingiltere
Fransa'yla, Fas ve M ısır’la ilgili olarak kapsamlı bir anlaşma
yaptı; birkaç yıl sonra Rusya’yla İran’la ilgili bir anlaşmaya gir­
di ve böylece karşı ittifak oluşm uş oldu. Avrupa Konseyi, ba­
ğımsız güçlerin bu gevşek federasyonu, sonunda yerini birbiri­
ne düşman iki güç gruplaşmasına bıraktı; artık bir sistem ola­
rak güç dengesi ortadan kalkmıştı. Aynı zamanda, dünya eko­
nom isinin eski biçim ini yitirdiğinin, söm ürgelerle ilgili hasım­
lıklar ve Doğu piyasalarında rekabet gibi belirlileri de önem

6 E u len b u rg . F.. “A u ssen h an d el u n d A u s se n h a d c ls p o lilik ". G ru n d r is s d e r SoztalO -


h o n o m ilt için d e , A b ı, v iii, 1 9 2 9 , s. 2 0 9 .

55
kazanıyordu. Uluslararası büyük finans çevrelerinin savaşların
yayılmasını önlem e yeteneği hızla azalmaklaydı. Barış yedi yıl
daha sürüklendi, ama ondokuzuncu yüzyıl ekonom ik örgüt­
lenm esinin çözülüşü sonucu Yüz Y ıllık Barış dönem inin ka­
panması artık an meselesiydi.
Bu gözlem lerin ışığında, barışın temel dayanağını oluşturan
bu yapay ekonom ik örgütlenişin gerçek niteliği tarihçiler için
büyük önem kazanıyor.

56
2. Tutucu Yirmiler, Devrimci Otuzlar

Uluslararası altın standardının çöküşü, yüzyılın başında dünya


ek o n o m isin in çözülm eye başlam asıyla u ygarlığın tüm ünün
otuzlu yıllarda geçirdiği dönüşüm arasındaki görünm ez bağı
oluşturuyordu. Bu unsurun taşıdığı hayati önem anlaşılm adık­
ça, ne Avrupa’yı felakete sürükleyen m ekanizm a, ne de bir uy­
garlığın biçim ve içeriğinin böylesine çürük temellere dayan­
m asını açıklayan olgular doğru bir biçim de değerlendirilebilir.
İçinde yaşadığımız uluslararası sistem in gerçek niteliği, bu
sistem yıkılm caya kadar anlaşılm adı. Hem en hem en hiç kim ­
se, uluslararası para sistem inin gördüğü siyasal işlevin farkın­
da değildi; dolayısıyla dönüşüm ün k orku nç hızı herkesi gafil
avladı. Buna karşın, altın standardı geleneksel dünya ekono­
m isinin ayakta kalan tek dayanağıydı; onun yıkılışı, kaçınıl­
maz olarak ani bir etki yapacaktı. Liberal iktisatçılara göre, al­
im standardı yalnızca ekonom ik bir kurum du; onu sosyal me­
kanizm anın b ir parçası olarak görmeyi reddettiler. Bunun so­
nucunda da, buhranın gerçek niteliğini en son anlayanlar ve
karşı önlem alm ak için en geç harekete geçenler dem okratik
ülkeler oldu. Felaket çöktüğü sırada bile, bu ülkelerin yöneti­
cileri hâlâ, uluslararası sistem in yıkılışının ardında ileri ülkele­
rin geçm işindeki sistem i tutarsız kılan bir dizi gelişm enin yat­

57
tığının farkında değillerdi; başka bir deyişle, piyasa ekonom i­
sinin iflasını hâlâ göremiyorlardı.
Sanıld ığınd an daha ani bir dönüşüm dü yaşanan. B irin ci
Dünya Savaşı ve savaş sonrası devrim leri hâlâ ondokıızuncu
yüzyılın parçasıydılar. 1 9 1 4 -1 9 1 8 çatışm ası buhranın nedeni
değildi, yalnızca buhranı çabuklaştırıp boyutlarını ö lçü lem e­
yecek kadar büyüttü. Ama o sırada ikilem in tem elini görm ek
olanaksızdı; Büyük Savaşın dehşeti ve yol açtığı yıkım , başını
kurtarabilenlere, hiç beklenm edik bir biçim de ortaya çıkan
ve uluslararası sistem in işleyişini engelleyen unsurların kay­
nağı olarak göründü. Ç ünkü birdenbire dünyanın hem eko­
no m ik , hem de siyasal sistem i işlem ez olm u ştu ve B irin ci
Dünya Savaşı’nın insanlığın özünde açtığı k ork u n ç yaralar
buna çok akla yakın bir açıklam a getiriyordu. G erçekte ise,
savaş sonrasında barış ve dengenin sağlanm asını engelleyen
u n su rla rla B ü y ü k Savaş ay n ı yerden k a y n a k la n ıy o rla rd ı.
1 9 1 4 ’te patlak veren siyasal gerilim in sorum lusu, dünya eko­
nom ik sistem in in 1 9 0 0 ’den beri süren çöküşüydü. Savaşın
yol açtığı sonuç ve im zalanan anlaşm alar. Alman rekabetini
ortadan kaldırarak gerginliği yapay bir biçim de yok etti, ama
aynı zamanda gerginlik nedenlerini güçlendirdi ve dolayısıyla
barışı g üçleştiren siyasal ve ekonom ik engellerin önem ka­
zanm asına yol açlı.
Siyasal olarak, anlaşm alar ölüm cül bir çelişkiyi içeriyorlardı.
G üç, güç dengesi sistem inin vazgeçilmez bir unsuru olduğu
için, yenilen ulusların tek taraflı silahsızlandırılm ası sistem in
yeniden kurulm asını engelliyordu. Cenevre, M illetler Cem iye­
ti (League of Nations) adı verilerek genişletilm iş ve geliştiril­
miş yeni bir Avrupa Konseyi aracılığıyla böyle bir sistem in ye­
niden kurulm ası için başarısızca uğraştı. M illetler C em iyeti
yönetm eliğinin içerdiği m üzakere ve ortak eylem ilkeleri de
yararsızdı, çünkü bunların gerekli koşulu, bağımsız güç birim ­
lerinin varlığı, artık ortadan kalkmıştı. Cemiyet hiçbir zaman
lam olarak kurulm adı; ne anlaşm aların yürürlüğe konulm asıy­
la ilgili 16. madde, ne de anlaşma hüküm lerinin barışçı yollar­
la değiştirilebilm esiyle ilgili 19. madde işlerlik kazandı. Barış

58
sorunu acil bir çözüm gerektiriyordu, oysa tek geçerli çözüm ,
güç dengesi sistem inin yeniden kuruluşu, artık bütünüyle ola­
naksızdı; o kadar olanaksızdı ki, yirm ilerin en yapıcı devlet
adamlarının gerçek am açlan tarifsiz bir karmaşa içindeki halk
tarafından anlaşılmadı bile. Bir grup ülke silahlanm ışken, di­
ğer bir grubun silahsızlandırılması gibi, barışın sağlanmasına
doğru atılacak her yapıcı hamleyi olanaksız kılan bir durum
karşısında Cemiyet içindeki duygusal tavır, anlaşılmaz bir bi­
çim de, yaklaşan bir barış dönem ini m üjdeler nitelikteydi. San­
ki barışın yerleşmesi için gerekli olan yalnızca cesaret verici
sözlerdi. Amerika’da, “Amerika Cem iyete girmeye bir razı olsa
her şey başka lürlü olurdu” yolunda fikirler yaygınlaşm ıştı.
Savaş sonrası “sözde” sistem inin organik zayıflığını görmekten
ne denli aciz kalındığının bundan iyi kanıtı bulunmaz. “Söz­
de" diyoruz, çünki eğer sözcükler bir anlam taşıyorsa, Avru­
pa’nın artık siyasal sistemi filan kalm am ıştı. Böylesine bir sıa-
tüko, ancak tarafların fiziksel tükenişi sürdüğü kadar sürebi­
lirdi; bu durumda, ondokuzııncu yüzyıl sistem ine geri dönü­
şün son çare olarak görülm esine şaşm am ak gerek. Bu arada
M illetler Cem iyeti, hiç olmazsa Avrupa K onseyi’nin zirvesin-
deyken başardığı işlevi, bir Avrupa heyeti işlevini görebilirdi.
Buna da, yaygaracı küçük devletlere dünya barışı konusunda
hakem lik yetkisi veren oy birliği ilkesi engel oldu. Yenilen ül­
kelerin süresiz silahsızlandırılm ası gibi saçm a b ir yöntem in
uygulanması da, yapıcı çözüm olanaklarını bütünüyle ortadan
kaldırdı. Bu korkunç durumun tek alternatifi, ulusal egem en­
liğin ötesinde, örgütlü güce sahip bir uluslararası düzenin ku­
rulmasıydı. Oysa bu yol çağın olanaklarının dışında kalıyordu.
Birleşik D evletler’i saymazsak bile, Avrupa’nın h içbir ülkesi
böyle bir sistem e uymayı kabul etmezdi.
E konom ik açıdan, Cenevre politikasının barışı korumanın
ikinci yolu olarak dünya ekonom isinin yeniden inşası üzerin­
de durması çok daha tutarlıydı. Çünkü başarılı bir biçim de ye­
niden düzenlenm iş bir güç dengesi sistem i bile, ancak düzenli
bir uluslararası para sistem i içinde barışa hizm et edebilirdi.
Kur dengesi ve ticaret özgürlüğü sağlanamadığı sürece, çeşitli

59
ülkelerin hüküm etleri barışı ikinci bir çıkar olarak görecek ve
barışı korum ak için ancak bu daha önem li çıkarlarıyla çalış­
madığı sü rece çaba g östereceklerdi. Devrin devlet adam ları
içinde barışla ticaret arasındaki ilişkiyi ilk kavrayan Woodrow
W ilson oldu; bu ilişki, yalnız ticaretin değil, barışın da garan­
tisi olarak önem liydi. Bu durum da. M illetler C em iyeti’n in ,
egemen uluslar arasında barışı korum anın tek geçerli yöntem i
olarak uluslararası para ve kredi sistem ini yeniden düzenle­
mek için sistem atik çabalara girişm iş olmasına şaşm am ak ge­
rek. Dünyanın h içb ir devrinde büyük finans çevrelerine bu
denli bağımlı olunm am ış olm asına da... J.P Morgan, gençleş­
m iş bir o n d o k u zu n cu y ü zy ılın tan rısal gücü o larak N .M .
Rothschild’in yerini alm ıştı.
Çağın ölçütlerine göre, savaşı izleyen ilk on yıl devrim ci bir
dönem olarak karşımıza çıkıyor; yeni deneyim lerim izin ışığın­
da ise, bunun tersi olarak. Dönemin amaçları kesinlikle tutucu
amaçlardı ve yalnızca 1 9 1 4 öncesi sistem inin, “bu defa sağlam
tem eller ü zerin d e”, yeniden kurulm asıyla, barış ve refahın
sağlanabileceği yolundaki hemen hem en evrensel inancı yan­
sıtıyorlardı. Zaten 1 9 3 0 ’lu yıllardaki dönüşüm ün kaynağı da,
bu geçm işe dönm e çabalarının başarısızlığıydı. Savaş sonrası
devrim ve karşı devrim leri, bütün çarpıcılıklarına karşın, ya
askeri yenilgiye karşı bir tavır alış, ya da Batı uygarlığının bil­
diğimiz liberal ve anayasacı oyununu Orta ve Doğu Avrupa’da
sahnelem e çabalanndan başka bir şey değillerdi. Batı tarihine
yeni unsurların girişi ancak 1 9 3 0 ’lu yıllarda yer aldı.
O rta ve Doğu Avrupa’da 1 9 1 7 -2 0 arasınd aki karm aşa ve
karşı karm aşa, senaryo ne olursa olsun, savaş alanında çö k ­
müş düzenleri yeniden kurm ak için uygulanan çapraşık çö ­
zümlerden başka bir şey değildi. Karşı devrimin tozu dumanı
dağıldığında, Budapeşte, Viyana ve Berlin’deki siyasal sistem ­
lerin savaş öncesindekilerden pek farklı olmadığı ortaya çıktı.
Bu 1 9 2 0 ’li yılların ortalarına kadar, kabaca Finlandiya, Baltık
devletleri, Polonya, Avusturya, M acaristan, Bulgaristan ve hat­
ta İtalya ve Almanya için geçerliydi. Bazı ülkelerde ulusal öz­
gürlük ve toprak reformu alanlarında büyük ilerlem eler görü­

60
lüyordu, bunlar 1 7 8 9 ’dan beri Avrupa’da alışılagelm iş ilerle­
melerdendi. Rusya bu açıdan bir istisna oluşturm uyordu. Dev­
rin eğilim i, İngiliz, Amerikan ve Fransız devrim lerinin idealle­
riyle uyumlu bir sisLemin kurulması (ya da yeniden kurulm a­
sı) doğrultusundaydı. Bu anlamda, yalnız Hindenburg ve W il­
son değil, Lenin ve Troçki de Batı geleneğini sürdürüyorlardı.
O tuzlu yılların başında değişiklik birdenbire kendini göster­
di. Dönüm noktasını oluşturan olaylar arasında Büyük Britan­
ya'nın altın standardım terketm esi, Rusya’daki Beş Yıllık Plan­
lar, New D eal’in Yürürlüğe girm esi, Almanya’da Nasyonal Sos­
yalist devrim, otarşisi im paratorluklar yararına M illetler Cemi-
yeti’nin çöküşü sayılabilir. Büyük Savaşın sonunda, ondoku-
zuncu yüzyıl idealleri büyük önem taşıyorlardı ve bunlar, sa­
vaşı izleyen on yıl boyunca etkili olm uşlardı. Oysa 1 9 4 0 ’a ge­
lindiğinde, uluslararası sistem in izi bile kalm am ıştı. Uluslar
bütünüyle değişik bir ortamda yaşıyorlardı.
Buhranın temel nedeninin, uluslararası ekonom ik sistem in
çöküşü olduğunu kabul ediyoruz. Bu sistem yüzyılın başından
beri zaten düşe kalka yürüyordu. Büyük Savaş ve savaşı izle­
yen anlaşm alar onu bütünüyle yıktı. Bu, 1 9 2 0 ’li yıllarda iyice
ortaya çıktı; bu yıllarda Avrupa’da hem en hem en bütün ulusal
buhranlar uç noktalarına dış ekonom ik ilişkiler alanında ula­
şıyorlardı. Siyaset araştırm acıları, artık ülkeleri kıtalara göre
değil, sağlam bir para birim ine bağlılıklarına göre sınıflandırı­
yorlardı. Rusya rubleyi çökerterek bütün dünyayı şaşırttı, bu
görüş çok basil bir biçim de, enflasyon kanalıyla gerçekleştiril­
mişti. Almanya, Anlaşmaya uyma çabası içind e aynı umutsuz
deneyim i tekrarladı; rantiye sın ıfın m allarına el konuşu ise
Nazi d ev rim in in tem elin i o lu ştu rd u . C en ev re say gın lığ ın ı
Avusturya ve M acaristan’a ulusal paranın değerini korumakta
yardım ederek sağladı. Avusturya kronunu korum ak için giri­
şilen başarılı girişim den ötü rü , Viyana liberal ik tisatçıların
M ekkesi durum una geldi. Ama, girişim in başarısına karşın,
hasta ne yazık ki yaşatılamamışlı. Bulgaristan, Yunanistan, Le-
tonya, Litvanya, Estonya, Polonya ve Rom anya’da, ulusal para
değerinin korunm ası, karşı devrimin iktid ar taleplerine yol aç­

61
tı. Belçika, Fransa ve İngiltere’de Sol, para birim inin sağlamlığı
ilkesi adına iktidardan uzaklaştırıldı. Hemen hem en kesintisiz
bir biçim de uzayıp giden para buhranları, uluslararası kredi
sistem in in esnek ipliğiyle yoksul Balkanları zengin Birleşik
Devletler’e bağladı. Bu da, döviz kuru dengesizliklerinin yarat-
tığı gerginliği, önce Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa’ya, sonra da
Batı Avrupa’dan Birleşik D evletler’e yansıttı. Sonunda Birleşik
Devletler de, Avrupa paralarının istikrarını sağlamak için giri­
şilen zamansız işlem lerin etkisine girdi. Çöküşün son aşaması
başlamıştı.
İlk sarsıntı ulusal düzeyde yer aldı. Rus, Alman, M acar pa­
raları gibi bazı ulusal paralar bir yıl içinde silinip gittiler. Para
değerindeki eşi görülm em iş bir hızdaki değişm elerin yanı sıra,
bir de bu değişikliğin bütünüyle parasallaşm ış bir ekonom i
içinde yer alması olgusu vardı. İnsan toplum unun hücre yapı­
sını değiştiren bir süreç başlam ıştı, bunun etkileri daha önceki
bütün deneyimleri aşıyordu. Hem içerde, hem dışarda, değeri­
ni yitiren para birim leri yıkım ın haberciliğini yapıyordu. Ulus­
lar birbirlerinden uçurum larla ayrılmış gibiydiler, aynı zam an­
da da halkın çeşitli kesim leri, olaylardan değişik, çoğu zaman
da taban tabana zıt biçim lerde etkileniyorlardı. Hnıellektüel
orta sınıf gerçek bir yoksullaşm a içindeydi, kurt sermayedarlar
tiksindirici servetler ediniyorlardı. Ölçülmez bir bölücü ve bir­
leştirici güç unsuru sahneye çıkm ıştı.
"Serm aye kaçışı’’ yeni bir olguydu. Ne 1848'd e, ne 1 8 6 6 ’da,
halta ne de 1 8 7 1 ’de böyle bir olay görülm em işti. Ama bu olay,
1925 ve 1 9 3 8 ’de Fransa’da liberal hüküm etlerin düşm esinde
ve 1 9 3 0 ’da A lm an ya’da faşist h a re k e tin y ü k se lişin d e ço k
önemli bir rol oynuyordu.
Para ulusal politikanın en önemli unsuru olm uştu. Modern
bir para ekonom isinde kim se, mali ölçütün kısalıp uzamasın­
dan gün be gün etkilenm eden yaşayamazdı. Bütün halklar bü­
yük bir para bilinci edindiler; kitleler enflasyonun gerçek gelir
üzerindeki etkisini hesaplamaya başladılar; dünyanın her ye­
rinde kadınlar ve erkekler, para değerinin dengesinin sağlan­
masını insan toplum unun en önem li amacı olarak görüyorlar­

62
dı. Ama böyle bir bilinçlenm e, para değerinin ulusal sınırlar
dışından kaynaklanan bazı siyasal unsurlardan etkilenebilece­
ğinin farkına varılmasıyla yanyana gidiyordu. Böylece, paranın
doğal dengesine duyulan inancı sarsan sosyal karm aşa, aynı
zamanda, karşılıklı bağım lılık ilişkileri içindeki bir dünya eko­
nom isinde ulusların mali egem enliğine duyulan safiyane inan­
cı da yıktı. Bundan böyle, parasal konularda ortaya çıkan iç
buhranlar önem li dış sorunları gündeme getirecekti.
Altın standardına duyulan inanç çağın im anını oluşturuyor­
du. Bazılarında saf, bazılarında eleştirel, bazılarında ise şeytani
bir itikattı bu, ruhu yadsıyıp teni kabullenen bir itikat. İnanç
ise her zaman aynıydı: Kâğıt para, altın karşılığı olduğu içiıı
değerlidir. A ltının değerini, sosyalistler içerdiği em ek m ikta­
rıyla, ortod oks teori ise yararlı ve kıt oluşuyla açıklıyordu,
ama burada bu farkların önemi yoktu. Para konusu, cennetle
cehennem arasındaki savaşın dışında kalıyor ve sosyalistlerle
kapitalistleri m ucize kabilinden biraraya getiriyordu. Ricar-
do’yla M arx’in birleştiği noktada ondokuzuncu yüzyıl kuşku
tanımıyordu. Bismarck ve Lasalle, Jo h n Stuart Mili ve Henry
George, Philip Snowden ve Calvin Coolidge, M ises ve Troçki,
hepsi aynı in an cı paylaşıyorlardı. Karl M arx, P roudhon'un
ütopik yaklaşım ında paranın yerini alacak olan em ek-para fik­
rinin bir yanılgıyı içerdiğini gösterm ek için kendini az sıkıntı­
ya sokmadı; Dos K apital, Ricardo’daki gibi bir meta para teori­
si içeriyordu. Rusya’da bolşevik Sok olnik off, ülke parasının
değerini altına bağlı olarak düzenleyen ilk savaş sonrası devlet
adamı olarak ortaya çıktı; Almanya’da sosyal dem okrat Hilfer-
ding, sağlam para ilkelerine bağlılığı yüzünden partisini tehli­
keye attı; Avusturya’da sosyal d em ok rat O tto Bauer, büyük
hasmı Seipel’in kronun değerini yeniden tesbiı etme çabalarını
yönlendiren ilkeleri savundu; İngiliz sosyalisti Philip Snow ­
den, sterlinin İşçi Partisi’nin elinde güvencede olmayacağına
inandığı için Partiye s ın çevirdi; D uce, liretin altın değerini
“9 0 " olarak taşa kazıtıp bu değeri korum ak için öleceğine ant
içti. Bu kouda Hoover’la Lenin’in, C hurchill'le M ussolini’nin
söyledikleri arasında bir fark bulmak çok zor. G erçekten de,

63
altın standardının uluslararası ekonom ik sistem in işleyişi için
gerekli olduğu fikri, bütün ülkelerin ve sınıfların, dini mez­
hepler ve sosyal felsefelerin tek uzlaşma noktasını oluşturu­
yordu. İnsanlık dağılıp giden varlığını toparlamaya giriştiğin­
de, yaşama arzusunun dört elle sarıldığı görünm ez gerçeklik
bu oldu.
Başarısızlığa uğrayan bu çaba, dünyanın gördüğü en geniş
kapsamlı çabaydı. Avusturya, M acaristan, Bulgaristan, Finlan­
diya, Romanya ve Yunanistan’da, çöküşün eşiğindeki ulusal
paraların istikrarım sağlama çabalan, yalnızca altın sahillerine
ulaşacağız diye açlıktan ölecek dununa gelen bu küçük ülke­
ler açısından bir iman sorunu oluşturmuyordu. Bu çaba sonu ­
cu, küçük ülkelerin güçlü ve zengin kefilleri. Batı Avrupa ga­
lipleri de epeyce zorlandılar. Galip ulusların paraları dalgalan­
dığı sürece, gerginlik fazla duyulmadı; galipler, savaş öncesin­
deki gibi borç vermeyi sürdürerek yenilen ulusların ekonom i­
lerinin ayakta kalm asına yardım etliler. Ama Büyük Britanya
ve Fransa altın standardına dönünce, onların dengeli kurları­
nın yükü duyulmaya başlandı. Zamanla, altın ülkelerinin ba­
şında gelen Birleşik D evleıler’in konum unda sterlinin güvenli­
ği için duyulan sessiz endişeler önem kazandı. Atlantik Okya-
nusu'nu aşan bu endişe, Am erika’yı beklenm edik bir biçim de
tehdit alanına şoktu. Bu teknik bir nokta gibi görülebilir, ama
iyice anlaşılması çok önem li. 1927’de Am erika’nın sterlini des­
teklem esi, Londra’dan New York’a büyük sermaye hareketleri­
ni önlem ek üzere, New York’taki faiz hadlerinin düşük tutul­
ması dem ekti. A m erikan m erkez B ankası, İngiltere M erkez
Bankasına faiz hadlerini düşük tutacağına dair söz verm işti;
ama o dönem de Am erika’da fiyatlar maliyetlere göre tehlikeli
bir biçim de yüksek tutulduğu için, faiz hadlerinin de yüksek
olması gerekiyordu. Bu tehlike, fiyat düzeyi büyük maliyet dü­
şü şle rin e k a rşın sa b it k ald ığ ı iç in gözd en k a ça b iliy o rd u .
1 9 2 9 ’da, yedi yıllık refahın sonunda, rakkasın doğal salınım ı
sonucu, çok tan d ır beklenen ekonom ik çöküşe gelindiğinde,
durum gizli enflasyonun varlığıyla daha da ciddi boyutlara
varmıştı. Deflasyonun yüklerini hafiflettiği borçlular, alacakla­

64
rının çöküşüne kadar varlıklarını sürdürdüler. Bu çöküş bir fe-
la k ei h abercisiydi. A m erika 1 9 3 3 ’te içgü d ü sel b ir kurtu lu ş
ham lesiyle, altın standardını bıraktı ve geleneksel dünya eko­
nom isinin son kalıntısı da ortadan kayboldu. O sırada olayın
önem inin farkında olan yok gibiydi, ama bunun hem en ardın­
dan, tarihin akışı değişti.
On yıldan uzun bir süre, altın standardına dönüş, dünya da­
yanışm asının sim gesi o lm u ştu . D öviz k u rların ın dengesini
sağlam ak am acıy la, B rü k se l’den Spa ve C en ev re’ye, L o n d ­
ra’dan Lukam o ve Lozan’a kadar sayısız konferans düzenlen­
di. Biraz da uluslararası rekabet koşullarında eşitlik sağlamak
ve böylece yaşam düzeyinde düşüşlere yol açm adan ticareti
serbestleştirm ek am acıyla, M illetler C em iyeti Uluslararası İş
Ö rgülünün kuruluşuyla d esteklendi. Wall Street’in, transfer
sorununu çözm ek ve savaş borçlarını ön ce ticarileştirip sonra
yatırımlarda kullanabilm ek için giriştiği kampanyanın m erke­
zini ulusal para değeri soru nu olu ştu ru y ord u . C enevre bu
onarım ve denge sağlama sürecinin kefili durum undaydı; bu
süreç içinde Londra’nın ve para konusunda m utlak inançlarıy­
la Viyana n eo k lasik lerin in o rtak b ask ısı, a lım standardtm n
em rinde işlev görüyordu. Her uluslararası çaba bu am aca yö­
nelm işti, ulusal hüküm etler ise, kural olarak, politikalarını,
özellikle dış ticaret, borçlar, bankacılık ve döviz kuru politika­
larını, para değerinin korunm asına göre biçim lendiriyorlardı.
Ulusal para dengesinin dış ticaretin serbest bırakılm asına bağlı
olduğu herkesçe kabul ediliyorduysa da, serbest ticaret savu­
nucularının en bağnazları dışında h erk e s, d ış ticaret ve dış
ödemeleri sınırlayan politikaların derhal yürürlüğe konulm ası
gerektiğinin farkındaydı. Durum bir çok ülkede, ithalat kola­
lan , dış ödem elerin durdurulması, karşılıklı ihracatı belirli dü­
zeyde tutma anlaşm aları, kliring sistem leri, ikili ticaret anlaş­
maları, takas uygulam aları, serm aye çık ışın a uygulanan am ­
bargolar, dış ticaret kontrolleri ve kur ayarlama fonlan gibi uy­
gulamalara yol açtı. G ene de kendine yeterlilik fikri, para de­
ğerinin dengesini sağlama çabalannm üzerine bir kâbus gibi
Çökmüştü. Am aç ticaretin serbestleşm esi, son u ç ise giderek kı-

65
sulanm asıydı. Hükümetler, dünya piyasalarına ulaşm ak yeri­
ne, ülkelerinin uluslararası bağlarını kendi elleriyle koparıyor­
lardı. Dolayısıyla, ticaretin sürebilmesi için giderek artan feda­
karlıklar gerekiyordu. Paranın dış değerini korum ak için giri­
şilen ölesiye çaba, istenilenin aksine, halkları dışa kapalı eko­
n o m ilere sü rü k led i. G elen ek sel ik tisattan tem el bir kopuş
oluşturan ticareti kısıtlayıcı politikalar, aslında tutucu serbest
ticaret am açlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardı.
Altın standardının kesin çöküşüyle bu gelişme aniden yön
değiştirdi. O nun yerleşm esi için girişilen fedakarlıklar, bu se­
fer de onsuz yaşayabilmek için yapılmaya başlandı. Yaşamı ve
ticareti dengeli bir para sistem i o lu ştu rm ak için kısıtlam ak
üzere geliştirilen kurum lar, artık ekonom ik yaşamı böyle bir
sistem in mutlak yokluğuna uydurabilmek için kullanılıyorlar­
dı. M odem sanayiin m ekanik ve teknik yapısı belki bu yüzden
altın standardının çöküşünün yaptığı etkiye karşın ayakta ka­
labildi. Çünkü dünya, altın standardını koruma çabası içinde
farkında olm adan kendini onun yokluğuna uyum sağlam ak
için gerekli girişim ler ve örgütlere hazırlıyordu. Ama artık is­
tenilen bunun tam tersiydi; erişilm eze erişm ek için girişilen
bu uzun m ücadeleden en çok acı çeken ülkelerde muazzam
bir güç, zincirinden boşanm ıştı. Ne M illetler Cem iyeti, ne de
uluslararası büyük finans, altın standardından uzun yaşayabil­
diler; onun çöküşüyle birlikte Cem iyetin ötgütlü barış çıkarı
ve bunun temel uygulama araçları (Rothsehildlar ve Morgan-
lar) siyasetten silinip gittiler. Ama ibrişim in kopuşu, dünya
devrim inin başladığının habercisiydi.
Ama altın standardının çöküşünün, bu çöküşün neden ola­
mayacağı kadar büyük bir olayın tarihini belirlem ekten fazla
bir şey yaptığı söylenem ez. Dünyanın büyük bir bölüm ünde
buhranın yanısıra yer alan, ondokuzuncu yüzyıl toplum unun
ulusal kurulularının tam bir yıkım ı gibi önem li bir olguydu.
Bu kurum lar her yerde değişikliğe uğrayıp tanınm ayacak bi­
çimlerde yeniden kuruldular. Bir çok ülkede liberal devlet ye­
rini totaliter diktatörlüklere bıraktı ve yüzyılın temel kurumu,
serbest piyasaya dayanan üretim , yeni ekonom i biçim leriyle

66
yer değiştirdi. Büyük uluslar, düşüncelerini yeniden biçim len­
direrek, evrenin niteliği üzerine eşi duyulm am ış kavram lar
adına dünyayı köleleştirm e savaşlarına atılırken, daha da bü­
yük uluslar ellerinde aynı derecede duyulm am ış bir anlam ka­
zanan özgürlük ilkesini korumaya yöneldiler. Uluslararası sis­
temin çöküşü dönüşümü başlatm ıştı, doğru. Ama dönüşüm ün
derinliğini ve içeriğini açıklayam azdı. O lm u ş olanın, neden
birdenbire olduğunu biliyoruz belki. Ama neden olduğu ko­
nusu hâlâ karanlık olabilir.
D önüşüm ün, görülm em iş boyutlarda savaşlarla b irlikle yer
alm ası b ir ra stla n tı değil. Tarih so sy al d eğişim için d eyd i,
ulusların kaderleri ise kurumsal bir değişim içindeki konum ­
larıyla ilgiliydi. Bu tür bir birlikte varoluşun tarihte başka ör­
neklerine de rasılanılabilir; ulusal gruplar ve sosyal kurum la-
rın kendilerine özgü başlangıç noktaları vardır, ama varoluş
m ücadelesi içinde birbirlerine bağlanırlar. Böyle bir birlikte
varoluşun önem li örneklerinden biri, kapitalizm i Atlantik kı­
yısı ülkeleriyle birleştirm işti. Kapitalizm in yükselişiyle o de­
rece yakından ilgili bir olay, Ticari D evrim , Portekiz, İspanya,
Hollanda, Fransa ve Birleşik D evleıler’in güçlenm esine yol a ç­
tı. Bu ülkelerden herbiri, bu geniş ve köklü oluşum dan yarar
sağ lark en, kapitalizm de bu y ü kselen g ü çlerin aracılığıyla
yeryüzüne yayılıyordu.
Yasa tersine de işleyebilir, varlığını sürdürm e çabası içindeki
bir ulus, kuram larının, ya da kuram larından bazılarının, eski-
mişliği tarafından kösteklenebilir - İkinci Dünya Savaşı sıra­
sında, altın standardı böyle bir modası geçm iş kıyafet öm eği
oluşturuyordu. Ö le yandan, kendilerine özgü nedenlerle sta­
tükoya karşı olan ülkeler, kurumsal düzenin zayıflığım hemen
farkedip çıkarlarına daha uygun kuram ların oluşm asına yöne­
leceklerdir. Böyle gruplar, düşeni itip, kendilerine doğru, ken­
diliğinden ilerleyene sarılırlar. Bu yüzden sosyal değişim süre­
cini onların başlattığı düşünülebilir, oysa yalnızca bu süreçten
yararlanmakta ve onu kendi amaçlarına alet etm ek üzere çar­
pıtm akta olabilirler.
Ö rneğin Alm anya, yenilgiden sonra, ond okuzu ncu yüzyıl

67
düzeninin gizli aksaklıklarını sezebilecek ve bu sezgiyi düze­
nin yıkılm asın ı çab u k laştırm ak için k u llan ab ilecek b ir k o ­
numdaydı. Olayları kendi politikalarının eğilim ine uydurmaya
çalışırken, bu yıkım işine -ço ğ u zaman yeni finans, ticaret, sa­
vaş ve sosyal örgütlen m e yön tem lerin in g eliştirilm esin i de
kapsayan bu iş e - kafa yoran Alman devlet adamları fesat bir
en tellek tü el ü stü n lü k içind eydiler. Ama so ru n ları yaratan,
bunları kendi çıkarları için kullanan devlet adamları değildi;
gerçek, nesnel olarak ortaya çıkm ış sorunlardı bunlar ve tek
tek ülkelerin kaderi ne olursa olsun, varlıklarını sürdürecek­
lerdi. Burada da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki
farkı görüyoruz: Birincisi hâlâ ondokuzuncu yüzyıl tarzına uy­
gundu - güç dengesi sistem inin çöküşüyle ortaya çıkan bir
devletler çatışm ası; İkincisi ise dünya düzeyinde bir altüst olu­
şun parçasıydı.
Bu bize, çağın çarpıcı ulusal tarihlerini süregiden sosyal dö­
nüşümden ayırma yetkisi vermemeli. Buna dikkat edilirse, güç
birim leri olarak A lm anya ve Rusya’n ın , Büyük B ritanya ve
Birleşik Devletler’in, nasıl içinde bulundukları sosyal süreç ta­
rafından desteklendikleri veya kösıeklendiklerini görmek k o­
laylaşacaktır. Ama aynı şey sosyal sürecin kendisi için de ge­
çerli faşizm ve sosyalizm , ilkelerin i yaymaya yardım cı olan
devletlerin g ü çlenm esind e kend ilerini d estekleyen b ir araç
buldular. Almanya ve Rusya, faşizm ve sosyalizm in dünya ça­
pında tem silcileri durum una geldiler. Bu sosyal hareketlerin
gerçek boyutlarını, ancak onları, iyi veya kötü, aşkın nitelikle­
riyle göz önüne alıp onlara hizm et eden ulusal çıkarlardan ba­
ğımsız olarak gördüğümüzde ölçebiliriz.
Almanya ve Rusya’nın, hatta İtalya ve Japonya, Büyük Bri­
tanya veya Birleşik Devletler’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında
oynadıkları rol evrensel tarihin bir parçasını oluşturm akla bir­
likte, bu kitabın doğrudan ilgilendiği bir konu değil; buna kar­
şılık, faşizm ve sosyalizm kitabın konusunu oluşturan kurum ­
sal dönüşüm e can veren güçler. Alman ve Rus halklarında, in­
san soyunun tarihi içinde kendileri için daha önem li bir yer is­
teme dürtüsünü yaratan yaşam hamlesi (ila n vital), öyküm ü-

68
zûn içinde geliştiği koşulların nesnel verilerinden olarak kabul
edilmeli. Faşizm in, sosyalizmin veya New Deal’in anlamı ise,
öykünün bir parçasını oluşturuyor.
Bu bizi henüz kanıtlamadığımız tezim ize getiriyor: Yani, dö­
nüşümün kaynaklarının, ekonom ik liberalizm in ütopik çaba­
sında, kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa sistem i kurma
çabasında yattığı tezine. Böyle bir tezin sistem e neredeyse ef­
sanevi güçler yakıştırdığı düşünülebilir. Ö nerilen şey çok iddi­
alı: G üç dengesi, altın standardı ve liberal sistem in, ondoku-
zuncu yüzyıl uygarlığının bu tem ellerinin, son tahlilde, kendi
kurallarına göre işleyen piyasanın oluşturduğu ortak bir çerçe­
ve tarafından belirlendiğini iddia ediyoruz.
Bu çok sivri bir iddia gibi görünüyor, hatta kaba maddeciliği
içinde tüyler ürpertici. Ama çöküşüne tanık olduğum uz uy­
garlığın belirleyici özelliği de buydu, ekonom ik tem eller üze­
rinde duruşu. Ö teki toplumlar ve uygarlıklar da varlıklarının
maddi koşullarıyla sınırlıydılar - bu, insan yaşam ının, daha
doğrusu, dinî veya dinî olm ayan, m addiyatçı veya maneviyat­
çı, bütün yaşamın ortak özelliği. Bütün toplum biçim leri eko­
nom ik unsurlarla sınırlı. Ama ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı,
değişik ve belirgin bir biçim de ekonom ikti, çünkü insan top-
lum lannm tarihinde çok ender olarak geçerli sayılan, kesinlik­
le daha önce h içbir zaman günlük yaşam içindeki eylem ve
davranışların açıklayıcısı düzeyine yükselm em iş bir amaç, ya­
ni kişisel kazanç amacı üzerine kuruluydu. Kendi kurallarına
göre işleyen piyasa sistem i, benzersiz bir biçim de, bu ilkeden
kaynaklanıyordu.
E tkin lik açısından, kazanç am acını harekete getiren m eka­
nizm a yalnızca tarihteki en şiddetli d in î galeyana gelişlerle
k a rşıla ştırıla b ilir. B ir nesil için d e , in san d ü n y asın ın tüm ü
onun su katılm am ış etkisi altına girm işti. Herkesin bildiği gi­
bi, olgunlaşm ası, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, İngilte­
re’de, Sanayi Devrimi’nin dümen suyunda yer aldı. Kıta Avru-
pası’na ve Amerika’ya elli yıl kadar sonra ulaştı. Zamanla, In­
giltere’de, Avrupa’da ve halta A m erika’da benzer seçenekler,
günlük k onu lan ana özellikleri Batı uygarlığı içindeki ülkele­

69
rin hepsinde aynı olan bir kalıba yerleştirdi. Dönüşüm ün kay­
naklarını bulm ak için , piyasa ekonom isinin yükseliş ve düşü­
şüne bakmamız gerekiyor.
Piyasa toplum u İngiltere’de doğmuştu - ama zayıflığının yol
açtığı en önem li trajik kargaşalıklar Kıta Avrupası’ndaydı. Al­
man faşizmini anlam ak için, Ricardo Ingilteresi’ne dönm em iz
gerekiyor. O ndokuzuncu yüzyılın, İngiltere’nin yüzyılı oldu­
ğunu söylem ek abartma olmaz. Sanayi Devrimi bir İngiliz ola­
yıydı. Piyasa ekonom isi, serbest ticaret ve altın standardı da,
İngiliz buluşları. Yirm inci yüzyılda bu kurum lar her tarafta
çöktüler - Almanya, İtalya ve Avusturya’da olay yalnızca daha
siyasal nitelikli ve daha dramatik oldu. Ama finalin yer aldığı
sahne ve iklim ne olursa olsun, bu uygarlığı yıkan uzun dö­
nem li unsurlar Sanayi Devriminin doğduğu yerde, Ingiltere’de
incelenm eli.

70
İKİNCİ KISIM
Piyasa E k o n o m isin in
Y ü kse lişi ve D ü şü şü
I. İBLİS FABRİKA
3. "Yaşam Alanı İlerlemeye Karşı"

O nsekizinci yüzyıl Sanayi Devrim inin tem elinde, üretim alet­


lerinin neredeyse mucizevi d enebilecek ilerlem esi yatıyordu.
Bu ilerlem e, halktan insanlann yaşamında k ö k len bir sarsıl­
mayla birlikte yer aldı.
Bu sarsıntının aşağı yukarı yüzyıl ön ce en kötü biçim iyle
göründüğü İngiltere’de onu belirleyen unsurları ayrıştırmaya
çalışacağız. İnsanları öğütüp kitlelere dönüştüren hangi “iblis
fabrika”ydı? Buna ne ölçüde yeni fiziksel koşullar, ne ölçüde
bu yeni koşu lların belirlediği ek onom ik u nsurlar neden o l­
muştu? Ve eski doku yırtılıp, büyük bir başarısızlıkla insanla
doğa arasında yeni bir bütünleşm e aranırken kullanılan meka­
nizma neydi?
Liberal felsefe h içbir noktada değişim sorununun açıklan­
m asında olduğu kadar açık seçik bir başarısızlığa uğramadı.
K endiliğindenlige olan duygusal inancın aleviyle, ekonom ik
ilerlem enin sonuçların ı, ne olurlarsa olsunlar, oldukları gibi
kabul etmeye hazır mistik bir tavır karşısında, değişime karşı
sağduyuya dayanarak alınan tavırlar bir kenara ilildiler. Siya­
set bilim inin ve devlet idaresinin en basil doğruları önce göz­
den düştü, sonra unutuldular. Çok hızlı, yönlendirilm em iş bir
değişim sürecinin, topluluğun refahını korum ak amacıyla ola­

73
bildiğince kontrol altına alınm ası gerektiği fazla açıklam aya
gerek kalm aksızın görülebilir. Ama geleneksel devlet, idaresi­
nin çoğu zaman eskilerin sosyal felsefe öğretilerinden kalma
böyle gündelik gerçek leri, ondokuzuncu yüzyılda, kaba bir
faydacılık ve bilinçsiz büyüm enin kendi açtığı yaraları iyileş­
tirme niteliğine düşünm eden duyulan güven aracılığıyla, eği­
tilmiş kişilerin düşüncelerinden silindi.
Ekonom ik liberalizm , sosyal olayları ekonom ik açıdan açık­
lamakla direndiği için, Sanayi Devrimi tarihini yanlış yorum ­
ladı. Bunu açıklam ak için belki ilk bakışta ilgisiz görünebile­
cek bir konuyu ele alacağız: İngiltere’de, tarlaların ve ortak
arazinin soylular tarafından parsellendiği ve bir çok yörenin
nüfus azalması tehlikesiyle karşılaştığı Tudor Devri’nin ilk dö­
nem lerinde, toprak çevrilm eleri (enclosures) ve ekilen toprak­
ların otlaklara dönüştürülm esi konusunu. Toprak çevrilm eleri
ve ekilen toprakların otlağa dönüştürülm esi iki amaçla günde­
me getirilecek. Geriye bakıldığında yararlı sonuç vermiş olan
toprak çevrilm elerinin yol açtığı yıkım la Sanayi D evrim inin
yol açtıkları arasındaki koşutluğu gösterm ek ve, daha genel
bir yaklaşımla, denetlenm em iş ekonom ik gelişm enin etkisin ­
deki b.ir toplum un karşılaştığı seçenekleri açıklığa kavuştur­
mak, bu iki amacı oluşturuyor.
Eğer ekilen toprakların otlağa dönüştürülm esi olm asaydı,
toprak çevrilm eleri kendi içinde tartışmasız bir ilerlem e oluş­
turacaktı. Toprak çevrilm eleriyle özel mülkiyete dönüştürülen
toprak, eskisinden iki ü ç kat daha değerliydi. Ekim in sürdüğü
durumlarda istihdamda bir düşüş görülm edi, yiyecek arzı da
yükseldi. Toprağın verimi, özellikle kiraya verildiği durum lar­
da, gözle görülecek biçim de arttı.
Ama ekilen toprakların koyun otlağına dönüştürülm esi bile,
yerleşim üzerindeki etkilerine ve istihdam ı kısıtlam asına kar­
şın, çevre üzerinde bütünüyle olumsuz bir etki yapmadı. On-
beşinci yüzyılın ikinci yarısından beri ev sanayii (cottage in­
dustry) gelişm ekleydi ve bir yüzyıl içinde kırsal kesim in belir­
leyici ö zelliklerin d en birini oluşturm aya başlam ıştı. Koyun
çiftliklerinden gelen yün, küçük çiftçilere ve ekim den uzaklaş-

74
tınlan topraksız köylülere iş olanakları sağlıyordu. Yün sana­
yii m erkezlerinde birçok zanaatkara ekm ek kapısı açılm ıştı.
Ama -ö n e m li olan da b u - yalnız bir piyasa ekonom isi içinde
bu tür karşı etkilere güvenilebilirdi. Böyle bir ekonom inin dı­
şında, koyun yetiştirip yün satmak gibi kârlı bir iş ülkeyi düpe­
düz iflasa sürükleyebilirdi. “Kumu altına dönüştüren koyun­
lar”, pekala altını da kuma dönüştürebilirlerdi. N itekim , koyun
çiftliklerinin aşırı yayılmasıyla yoksullaşan toprakların bir da­
ha eski durumlarına gelemedikleri onyedinci yüzyıl tspanyası’-
mn zenginliği böyle yokolmuştu. 1607’de hazırlanan resmî bir
belge, değişme sorununu çok güçlü bir cüm leyle ortaya koyu­
yordu: “Yoksulun am acı. Yerleşebileceği Bir Yer, gerçekleştirile­
cek; efendilerin istekleri, İlerleme, dizginlenm eyecek.” Bu ifa­
de, sa f ekonom ik gelişm enin özünü, sosyal sarsıntı pahasına
ilerlem enin gerçekleştirilm esini, tartışmasız kabul eder gibi gö­
rünüyor. Ama aynca, yoksulu kulübecigine dört elle sarılmaya
iten trajik gereksinim e de işaret ediyor, zenginin kendisine özel
çıkar sağlayan sosyal ilerlemeye duyduğu istek karşısında başa­
rısızlığa mahkum olan bu çabaların da farkında.
Toprak çevrilm elerine, haklı olarak, zenginlerin yoksullara
karşı gerçekleştirdikleri bir devrim denilmiştir. Soylular, bazen
şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski
düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekleri ortadan kaldırıyorlar­
dı. Yoksulların ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alı­
yor, on ların esk id en g eleneğin yıkılm az g ü cü n e dayanarak
kendilerinin ve m irasçılarının bildikleri m eskenleri yerle bir
ediyorlardı. Toplumsal doku parçalanıyordu. Terkedilmiş köy­
ler ve yıkılm ış evler, ülkenin savunma m ekanizm alarını tehdit
eden, nüfusunu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren, insan­
larını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut
çetelerine dönüştüren devrimin acım asızlığına tanıklık ediyor­
lardı. Buna yer yer rastlanıyordu, doğru, ama kara noktaların
birleşip toptan b ir felaket oluşturmaları tehlikesi de vardı.1 Bu
musibeLe karşı kral ve konseyi, nazırlar ve piskoposlar, toplu­

1 Taw ney, R .H ., T h e A g ra ria n Problem in (lie 1 6 th Century, 1 9 1 2 .

75
luğun refahını, aslında toplum un insani ve doğal özünü savu­
nuyorlardı. Hemen hem en h iç ara verm eksizin, bir buçuk yüz­
yıl boyunca - e n geç 1 4 9 0 ’h yıllardan 1640’lı yıllara kadar—nü­
fus azalm asına karşı m ücadele ettiler. Kral n aibi So m erset,
K eti ayaklanm ası binlerce köylünün katledilm esiyle b astırıl­
dıktan sonra, toprak çevrilm eleriyle ilgili kısıtlayıcı yasaları
ortadan kald ıran ve o tlak ağalarının d iktatörlü ğü n ü kuran
karşı devrimin ellerinde can verdi. Som erset, toprak çevrilm e­
lerine karşı tutum uyla isyankâr köylülere cesaret verm iş o l­
makla suçlanıyordu. Suçlam a pek de haksız sayılmazdı.
Aşağı yukarı yüzyıl sonra, aynı taraflar arasında ikinci bir
güç denem esine girişildi, ama toprak çevrilmesi taraftarları ar­
tık soylulardan ço k zengin toprak sahip leri ve tü ccarlardı.
Kraliyet, yetkilerine dayanarak açıkça toprakların çevrilm esini
önlemeye çalışıyor ve, gene açıkça, çevrilm e sorununu, Straf­
ford ve Laud’ın Parlam entonun elind e can verm elerin e yol
açan anayasal m ücadele içinde, orta sınıfa karşı kendi konu­
munu güçlendirm ek için kullanıyordu. Bu işlere artık hem ki­
lise içinde hem de kilise dışında yürütülen yüksek siyaset ka­
rışm ıştı. Kraliyetin izlediği politika, yalnız sanayi açısından
değil, siyasal olarak da gericiydi; ayrıca, toprak çevrilm eleri ar­
tık otlakçılıktan çok ekim e yönelikti. İç savaş, Tudor dönemi
ve Stuart dönem inin başında yürütülen kamu politikasını yu­
tup ortadan kaldırmıştı.
O ndokuzuncu yüzyıl tarihçileri, Tudor dönem inde ve Stuart
dönem inin başında yürütülen polilikaları gerici, hiç olmazsa
dem agojik politikalar olarak nitelem ekte ağız birliği ederler.
Doğal olarak. Parlam entoya ve toprak çevrilm esi taraflarına
yakınlık duyarlar. Yoksul halkın hararetli bir savunucusu olan
H. de B. G ibbins bile şöyle yazıyordu: “Bu tür koruyucu yasa­
ların çoğu gibi, bütünüyle boşa harcanm ış çabalardı.”2 lnnes’in
tavrı daha da kesindi: “Serseriliğin cezalandırılm ası, sanayii
uygun olm ayan alanlara itm e çabası ve istihdam sağlam ak
amacıyla serm ayenin yeterli kâr sağlamayan yatırım lara yönel­

2 G ib b in s , H. de B ., T h e Industrial H isto ry o f E n g lan d , 1 8 9 5 .

76
tilmesi gibi bilinen çareler, çoğu zaman olduğu gibi, başarısız­
lığa uğradı.”3 Gairdner hiç duraksamadan serbest ticaret kav­
ram ların a “ek o n o m ik y asalar” olarak d eğin iyord u : “Doğal
ekonom ik yasalar anlaşılmıyordu” diyordu, “böylece, ekilebi­
lir topraklan otlaklara dönüştürerek yün üretim ini artırmayı
kârlı bir iş olarak gören toprak sahiplerinin çiftçilerin m esken­
lerini ortadan kaldırmaları yasalarla önlenm eye çalışılıyordu.
Bu tür yasalann sık sık yeniden çıkarılışı ne kadar etkisiz kal­
dığının bir kanılıydı.”‘l Son zamanlarda H eckscher gibi bir ik­
tisatçı, m erkantilizm in, esas olarak, ekonom ik olguların kar­
m aşıklığının yeterince anlaşılamamasıyla açıklanm ası gerekti­
ği yolundaki inançlarım dile getirdi.5 Besbelli insan aklının bu
incelikleri kavrayabilmesi için birkaç yüzyıl geçm esi gerekm iş­
ti! Aslında, toprakların çevrilm esine karşı çık arılan yasalar
çevrilm e h arekelin i h içbir zaman durduram am ış, halta ona
ciddi bir engel bile oluşturamışlardı. Com m onw ealth ilkeleri­
ne bağlılıkta Jo h n Hales’in üzerine kimse bulunm azdı, ama o
bile toprak çevrilm esi davalarında yeterli kanıt bulunm asının
olanaksız olduğunu kabul ediyordu. A çık araziyi çevirenler,
hizm etkârlarını m ahkem e önüne çıkarıp yem inli tanıklık etti­
riyorlardı ve “yanlarında çalışıp sofralarında yem ek yiyenlerin
sayısı o kadar çoktu ki, bunları dışanda bırakarak bir jü ri oluş­
turm ak olanaksızdı.” Bazen tarlanın ortasında bir kere çift sür­
müş olm ak gibi bir yöntem , tarlayı çevirip sahiplenen zengi­
nin m ahkem ede suçsuz kabul edilm esine yetebiliyordu.
Özel çıkarların yasalara galebe çaldığı bu gibi durumlar, ço ­
ğu zaman yasamanın etkin olm ayışının kanıtı sayılır ve başarı­
sızca engellenm eye çalışılan eğilim in zaferi, “gerici müdahale­
lerin” beyhudeliginin tartışılmaz göstergesi olarak alınır. Ama
böyle bir görüş, tem el noktayı bütünüyle gözden kaçırm akta­
dır. Neden bir eğilim in sonuçtaki başarısı, onun ilerlem esini
yavaşlatma çabalarının etkin olm adığının kanıtı olsun? Ve n e­
den bu önlem lerin amacı lam tamına başardıkları şey, yani de-

3 Inrtes, A .D ., England under the T udors. 1 9 3 2 .


“t G aird n er, J . , “H en ry V H P , C am bridge M odem H istory, c. II., 1 9 1 8 .
5 H ec k sch e r, E.H, M ercantilism , 1 9 3 5 , s. 1 0 4 .

77
gişim hızını yavaşlatmak olarak alınm asın? Belirli bir gelişm e­
yi durdurmakta başarılı olamayan şey, bu yüzden bütünüyle
başarısız sayılmaz. Değişim hızı, çoğu zaman, değişimin yönü
kadar önemlidir. Ama İkincisi çoğu zaman bizim irademizin
dışındadır, oysa değişimin hangi hızla gerçekleşm esi gerektiği­
ne biz karar verebiliriz.
Kendiliğinden gelişmeye olan inanç gözümüzü kör edip hü­
kümetin ekonom ik yaşam içindeki rolünü görmemizi engelli­
yor olmalı. Bu rol, çoğu zaman, değişim hızının değiştirilm esi­
ne, onun duruma göre hızlandırılmasına veya yavaşlatılmasına
indirgenebilir; eğer bu hızın değişmez olduğuna —veya, daha
kötüsü, onu değiştirm enin adeta günah o ld u ğu n a- inanıyor­
sak, doğal olarak müdaheleye yer kalmaz. Toprak çevrilmeleri
buna bir örnek oluşturuyor. Geriye baktığımızda, tarım teknik­
lerinin yapay bir biçim de korunan tekdüzeliğini, bölünm em iş
toprakları ve ilkel ortak arazi kuruntunu ortadan kaldırmaya
yönelen Batı Avrupa gelişme eğilimini bütün açıklığıyla görebi­
liyoruz. Ingiltere’ye gelince, yün sanayiinin ülke için bir servet
kaynağı olduğu, Sanayi Devriminin aracı olan pamuklu doku­
ma sanayiinin kurulmasına yol açtığı kesin. Ayrıca, yerli doku­
m acılığın, yerli yün arzının artışına bağımlı olduğu da kesin.
Bu gerçekler, toprak çevrilmesi hareketiyle birlikle ekilen top­
rakların otlağa dönüştürülm esinin de ekonom ik gelişm e eğili­
miyle özdeş olduğunu açıkça göstermeye yeterli. Gene de, Tu­
dor ve erken Stuart dönemi devlet adamlarının tutarlı b ir bi­
çimde uyguladıkları politikalar olmasaydı, gelişme hızı yıkıcı
bir nitelik kazanacak ve süreç yapıcı bir olay olm aktan çıkıp
yozlaştırıcı bir olaya dönüşecekti. Çünkü, topraktan uzaklaşlı-
rılanların insani, fiziksel, ekonom ik ve ahlâkî özleri zedelen­
meden yeni koşullara uyum sağlayıp sağlayamayacakları bu de­
ğişim hızına bağlıydı; değişimle dolaylı olarak ilgili alanlarda
yeni iş olanakları bulup bulamayacaktan da, işlerini kaybeden­
lere, artan ihracatın körüklediği ithalat artışlarının etkisiyle, ye­
ni geçim olanakları açılıp açılamayacağı da buna bağlıydı.
Bütün bu soruların yanıtı, değişim ve uyumun görece hızına
bağlıydı. Ekonom ik kuram ın ünlü “uzun dönem ” yaklaşım la­

78
rını kabul edem eyiz; bunlar olayın bir piyasa ekonom isinde
yer aldığını varsayarak peşin hüküm lere yol açacaklardır. Bu
varsayım, bize ne kadar doğal görünürse görünsün, kabul edi­
lemez; çoğu zaman kolayca unuttuğumuz gibi, piyasa ekono­
misi, bizim çağımızdan başka çağlarda eşine rastlanmayan, bu
dönem d e bile ancak kısm en varolan k u ru m sal bir yapıdır.
Ama bu varsayımın dışında “uzun dönem ” yaklaşım ların anla­
mı yoktur. Eğer değişimin ilk etkisi zararlıysa, tersi kanıtlan­
madığı sürece, nihai etkisi de zararlıdır. Eğer ekilen toprakla­
rın otlağa dönüştürülm esi belirli sayıda m eskenin yıkılm asına,
belirli miktarda iş olanağının ortadan kalkm asına ve yerel gıda
maddeleri arzının düşm esine yol açıyorsa, karşı kanıtlar ortaya
konmadığı sürece bu etkiler nihai kabul edilmelidir. Bu, ihra­
cat artışların ın toprak sah ip lerin in g elirlerin d e yol açacağı
yükselişlerin dikkate alınmasını engellem ez; yerel yün arzının
artışıyla yaratılabilecek istihdam olanaklarının dikkate alınm a­
sını veya toprak sahiplerinin gelir artışlarını başka yatırımlara
mı, yoksa lüks tüketim e mi yönelteceklerinin incelenm esini
de engellem ez. D eğişim in zam an için d ek i hızıyla değişim e
uyumun zaman içindeki hızı, birlikte, değişimin net etkisini
belirlerler. Ama kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın
varlığı ortaya konulm adıkça, piyasa yasalannın işlediği varsa-
yılamaz. Piyasa yasaları yalnızca piyasa ekonom isinin kurum­
sal çerçevesi içinde geçerlidir; gerçeklerden sapan Tudor devlet
adamları değil, onları eleştirirken bir piyasa sistem inin varol­
duğuna dair varsayımlardan yola çıkan m od em iktisatçılardı.
İngiltere toprak çevrilmeleri belasının tehlikeli sonuçların­
dan, yalnızca Tudor ve erken Stuart’ların krallık gücünü, eko­
nomik gelişm enin hızını sosyal açıdan kabul edilebilir bir dü­
zeye indirgemek için kullanmaları sonucu kurtuldu. Dönem in
devlet adanılan, m erkezî gücü dönüşüm ün kurbanlarına yar­
dım etm ek ve değişme sürecini daha az yıkıcı kılabilm ek üzere
yönlendirm ek için kullandılar. Yürütm e organlarının ve yük­
sek m ahkem elerin görüşleri tutucu olm aktan çok uzaktı; bun­
lar, yeni devlet idaresi yöntem lerinin bilim sel ruhunu temsil
ediyorlardı. Yabancı zanaatkarların göçm en olarak alınm aları­

79
m savunuyor, yeni yöntem leri canla başla uyguluyor, istatistik
ve ay rın tılı belgelem e y ö n tem leri k u llan ım ın ı ben im siy or,
adetleri ve gelenekleri hor görüyor, kabul edilm iş haklara kar­
şı çıkıyor, kilisenin yetkilerini sınırlıyor ve Emsal H ukukunu
(Com m on Law) hiçe sayıyorlardı. Eğer devrim cilik uygulanan
yeniliklerle tanım lanacaksa, çağın devrim cileri onlardı. Hü­
kümdarın gücü ve haşm etinde yücelen avamın refahını koru ­
ma am acına bağlıydılar; ama g elecek, m eşrutiyete ve Parla­
m entoya aitti. Krallık hüküm eti, yerini sın ıf hüküm etine bı­
raktı - sanayi ve ticaretin gelişm esini yönlendiren sınıfın hü­
küm etine. Büyük m eşrutiyet ilkesi, Kraliyetin gücünü elinden
alan siyasal devrimle birleşti. Zaten o zamana kadar Kraliyet
bütün yaratıcı niteliklerini kaybetm iş, koruyucu işlevler ise,
geçiş dönem i fırtınasını atlatm ış bir toplum için önem sizleş-
mişti. Artık Kraliyetin mali politikası ülkenin gücünü gereksiz
yere dizginliyor, ticaretin i engellem eye başlıyordu; Kraliyet
yetkilerini koruyabilm ek için onları giderek kötüye kullanıyor
ve böylece ülke kaynaklarına zarar veriyordu. Çalışm a yaşamı
ve iş gücünü parlak bir biçim de düzenleyişi, toprak çevrilmesi
harekelini ihtiyatla k on tro l etm esi, onun son başarılarıydı.
Ama bütün bunlar, yükselen orta sın ıf ’çindeki kapitalistler ve
işverenler koruyucu faaliyetlerden özellikle zarar gördükleri
için, kolayca unutuldu. Ingiltere’nin C om m onw ealth’in yok
ettiği kadar etkin ve iyi düzenlenm iş bir sosyal idareye kavu­
şabilmesi için iki yüzyıl geçmesi gerekli. Bu tür paternalist bir
idareye a n ık eskisi kadar ihtiyaç duyulmadığı kabul edilebilir.
Ama bu iki yüzyıllık ara bir açıdan çok zararlıydı, çünkü ulu­
sun belleğinden, toprak çevrilm eleri dönem inde yaşanan faci­
aları ve hüküm etin nüfus azalm ası tehlikesini önlem ekteki ba­
şarısını silm eye yardım etm işti. Belki bu, 150 yıl sonra. Sanayi
Devriminin oluşturduğu aynı tür bir felaket ülkenin yaşamını
ve refahını tehdit ettiği sırada, buhranın gerçek niteliğinin ne­
den anlaşılm adığını açıklam aya yardım edebilir.
Olay, bu defa da, İngiltere’ye özgüydü; deniz ticareti bu defa
da ü lkenin bütününü etkileyen hareketin kaynağıydı; ve bu
defa da, halkın yaşam alanında görülm em iş boyutlarda hasara

80
neden olan şey, muazzam bir ilerlemeydi. Süreç fazla yol alm a­
dan önce, em ekçiler yeni sefalet m erkezlerinde, İngiltere’nin
sözde sanayi şehirlerinde küm elenm işlerd i; kırsal kesim den
gelenler insanlıktan çıkıp gecekondu halkına dönüşm üşlerdi;
aile kurum u yok olm a yolundaydı ve kırsal alanların büyük
bir kısm ı “iblis fabrikanın” kustuğu sanayi artığı yığınları al­
tında hızla yok oluyordu. Değişik görüşlerden ve partilerden
yazarlar, liberaller ve tutucular, kap italistler ve sosyalistler,
hep aynı biçim de, Sanayi Devrimi sırasındaki sosyal koşullara
insanın insanlıktan çıktığı bir cehennem olarak değiniyorlardı.
Olayın doyurucu bir açıklaması henüz yapılmadı. O dönem ­
de yaşayanlar, lanetlenişin açıklam asını servet ve sefaleti belir­
leyen çelik yasalarda bulduklarını sandılar; bunlara ücretler
yasası ve nüfus yasası adlarını verdiler; yanıldıkları ortaya çık ­
tı. Söm ürü, hem servetin, hem de sefaletin başka bir açıklam a­
sı olarak öne sürüldü; ama bu da sanayi bölgelerindeki gece­
kondularda neden ücretlerin başka bölgelerden daha yüksek
olduğunu ve bir yüzyıl boyunca yükselm eye devam ettiklerini
açıklayamıyordu. Sık sık da, bir nedenler örgüsü kanıt olarak
ortaya konuluyor ve o da doyurucu olamıyordu.
Bizim çözümümüz basit bir çözüm olm aktan çok uzak; as­
lında bu kitabın büyük bir bölümü ona ayrılmış durumda. Di­
yoruz ki: Toprak çevrilm eleri dönem indekini fazlasıyla aşan
boyutlarda bir sosyal çözülm e çığ gibi İn g iltere’nin üzerine
devrilmişti; bu felaket büyük bir ekonom ik ilerlem e hareketi­
nin yanında yer alıyordu; yepyeni bir kurumsal mekanizma Ba­
lı toplumunu etkilem eye başlamıştı; yarattığı tehlikeler hiçbir
zaman tam olarak ortadan kaldırılamadı ve ondokuzuncu yüz­
yıl uygarlığının tarihi, büyük ölçüde, toplum u böyle bir m eka­
nizmanın yıkımından korumaya yönelik çabalardan oluştu. Sa­
nayi Devrimi fanatik tarikat mensuplarının kafalarından çıka­
bilecek kadar aşırı bir devrimin başlangıcıydı yalnızca, ama ye­
ni ilke bütünüyle maddeciydi ve sınırsız bir meta arzıyla insan
sorunlarının tümünün çözülebileceği inancını içeriyordu.
Öykü sayısız defalar anlatıldı: Piyasaların genişlemesi, kömür
ve demir kaynaklan ve pamuk sanayiinin gelişmesi için uygun

81
bir iklim , onsekizinci yüzyıl toprak çevrilmelerinin mülksüz bı­
raktığı çok sayıda insan, özgür kurumların varlığı, makinalarla
ilgili buluşlar ve diğer nedenlerin, nasıl Sanayi Devrimini başla­
tan bir etkileşim içine girdiklerinin öyküsü. Vanlan sonuç, hiç­
bir nedenin tek başına ötekilerden aynlıp bu ani ve beklenm e­
dik olayın tek nedeni olarak kabul edilemeyeceğiydi.
Ama bu devrimi nasıl tanımlayacağız? Temel özelliği neydi
bunun? Fabrika şehirlerinin yükselişi m i, yoksulların oturdu­
ğu varoşların ortaya çıkışı, çocukların çalışma saatleri, belirli
işçi gruplarının düşük ücretleri, nüfus artışının hız kazanışı
mı, yoksa sanayide tekelleşm e mi? Biz, bütün b u n lan n , temel
değişimin, piyasa ekonom isinin kuruluşunun yanında önem ­
siz kaldığını ve bu kurum un niteliğinin ancak makina kullanı­
m ının ticari bir toplum üzerindeki etkisini göz önüne alarak
anlaşılabileceğini söylüyoruz. M akina kullanım ının olaylara
neden olduğunu söylem ek istemiyoruz, ama bir kez licari bir
toplumdaki üretimde karm aşık m akinalar ve fabrikalar kulla­
nılmaya başlayınca, kendi yasalarına göre işleyen piyasa fikri­
nin oluşm ası kaçınılm azdı diyoruz.
Tarımsal ve ticari bir toplum da, belirli işlerde o işler için
özel olarak yapılmış m akinaların kullanım ı belirli bazı etkiler
yapacaktır. Böyle bir toplum , toprak ürünlerini alıp salan zira­
atçılar ve tüccarlardan oluşur. Uzm anlaşm ış, karmaşık ve pa­
halı makinalarla üretim , ancak alım satıma oranla ikinci plan­
da kalarak böyle bir toplum a uyum sağlayabilir. Bu girişim i
yapabilecek tek kişi tüccardır, o da bunu ancak söz konusu fa­
aliyet kendisini zarara sokm ayacaksa yapar. Satış işlem ini baş­
ka durumlardakinden farksız bir biçim de yürütür; ama sattığı
malı ele geçiriş biçim i değişiktir. O nu hazır olarak alm az, ge­
rekli em ek ve ham m addeyi satın alarak elde eder. T ü ccarın
verdiği talim ata göre biraraya getirilen em ek ve ham madde,
artı gerekli beklem e süresi, yeni ürünü oluşturur. Bu yalnızca
ev sanayii veya “sipariş sistem i" (putting out system ) değil,
günümüzdeki biçim i de dahil olm ak üzere bütün sanayi kapi­
talizmi türlerinin de bir özelliğidir. Bu da sosyal sistem açısın­
dan önem li sonuçlar doğurur.

82
Karmaşık m akinalar pahalı olduklarından, kullanım ları an­
cak büyük m iktarlarda mal üretildiği zam an kârlı olacaktır.6
A ncak üretilen m alın satışının belirli ölçüde garantiye alındığı,
hammadde sıkıntısının üretimi aksatmadığı durumlarda zara­
ra uğramadan kullanılabilirler. T ü ccar açısından bu, ilgili bü­
tün üretim faktörlerinin satın alınabilirliğini gerektirir, yani
onları satın alm ak için para vermeye hazır birinin olduğu her
durumda, yeterli miktarlarda bulunabilm elidirler. Bu koşulun
gerçekleşm ediği durumda, özel m akinalarla üretim , hem onla­
ra para yatıran tüccar, hem de gelir, istihdam ve ihtiyaçların
karşılanm ası açısından üretim in sürekliliğine bağlı olan top ­
lum için çok fazla riskli olacaktır.
Tarımsal bir toplumda bu koşullar doğal olarak hazır değil­
dir, yaratılm aları gerekir. Yavaş yavaş o n aya çık m alan , yol aç­
tıkları değişim in çarpıcı niteliğini hiç değiştirmez. Dönüşüm,
toplum un bireyleri açısından, davranışları belirleyen am açlar­
da bir değişikliği içerir: Geçim am acının yerini kazanç amacı
alır. Bütün alış veriş ilişk ileri parasal ilişk ilere dönüşürler,
bunlar da ekonom ik yaşamın her noktasında bir değişim aracı
kullanılm asını gerektirirler. Bütün gelirler herhangi bir malın
satışından kaynaklanmalı ve bir insanın gelirinin asıl kaynağı
ne olursa olsun, onun bir satış işlem inin sonucu olduğu düşü­
nülmelidir. Anlattığımız kurumsal modeli tanım lam akta kul­
landığımız “piyasa sistem i” gibi basit bir terim , işte bütün bu
özellikleri içeriyor. Ama sistem in en şaşırtıcı özelliği, bir kez
kurulduktan sonra m üdahalesiz işlem esi gerekm esi. Sistem
içinde kârlar garantiye alınm ış filan değildir ve tüccar piyasa­
da kâr etm ek durumundadır. Fiyatlar kendi kendilerine den­
geye gelm elidirler. Piyasa ekonom isinden anladığım ız, böyle
kendi yasalarına göre işleyen bir piyasalar sistem i.
Eski ekonom iden bu sistem e dönüşün öyle bir bütünlüğü
var ki, süreklilik içinde büyüme ve gelişm e terim leriyle belirti­
lebilecek bir değişimden çok, bir tırtılın geçirdiği biçim deği­
şikliklerini andırıyor. Örneğin, tüccar-üreticinin alım faaliyet­

6 C la p h am , J .H ., Econom ic H istory o/ M o d e m B r ita in , v o l. 111.

83
leriyle salim faaliyetlerini karşılaştıralım : saltıkları yalnızca sa­
nayi ürünlerini içerir, alıcı bulsa da bulmasa da toplum sal do­
ku bundan etkilen m ey ecek tir. Ama ald ıkları ham m adde ve
em ektir - doğa ve insan. Ticari bir toplum da makinayla üreti­
min içerdiği şey, aslında, toplum un doğal ve insani özünü me-
talara dönüştürm ektir. Sonuç tuhaf görünebilir, ama kaçın ıl­
mazdır, amaca ancak bu hizm et edebilir: Bu yöntem in neden
olduğu sarsıntı m utlaka insan ilişkilerini altüst edecek ve do­
ğal çevreyi yok etm e tehdidini taşıyacaktır.
G erçekten de, tehlike çok yaklaşmıştı. Kendi kurallarına gö­
re işleyen piyasa m ekanizm asının yasalarını onun gerçek nite­
liğini incelersek görebiliriz.

84
4. Toplumlar ve Ekonom ik Sistemler

O ndokuzu ncu yüzyılın kurm aya çalıştığ ı türden b ir piyasa


ek o n o m isin e hakim olan yasaların tartışm asın a girişm eden
önce, böyle bir sistem in altında yatan olağanüstü varsayımları
iyice kavramamız gerekiyor.
Piyasa ekon om isi, kendi kurallarına göre işleyen bir piya­
salar sistem i dem ektir; daha teknik terim ler kullanırsak, pi­
yasa fiyatları ve yalnızca piyasa fiyatlarıyla yönetilen b ir ek o ­
nom idir bu. E konom ik yaşamın tüm ünü dışarıdan yardım ve
m üdahale gelm eden örgütleyebilen bu tü r bir sistem e, kesin­
likle kendi kurallarına göre işleyen bir sistem denilebilir. Bu
kaba göstergeler, söz konusu serüvenin insan soyunun tari­
hinde eşi görülm em iş bir nitelik taşıdığını açıklam ak için ye­
terli olm alı.
Bunun anlam ını biraz daha kesinleştirelim . Doğal olarak,
h içb ir toplum b elirli b ir ek o n o m ik sistem e sahip olm adan
uzun süre yaşayam az; am a günüm üzden ö n ce , yalnızca ilke
olarak b ile, piyasalar tarafından kontrol edilen b ir ekonom i
var olm am ıştı. O ndokuzuncu yüzyılda ısrarla ve koro halinde
tekrarlanan akadem ik ilahilere karşın, değişim den sağlanan
kâr ve kazanç insan ekonom ilerinde daha önce h içbir zaman
önem li olm am ıştı. Taş devrinin son dönem lerinden beri piyasa

85
kurumu oldukça yaygındı, ama oynadığı rol ekonom ik yaşam
içinde hiçbir zaman ön plana çıkm am ıştı.
Bu nokta üzerinde bu kadar ısrarla durmam ızın önem li ne­
denleri var. Adam Sm ith gibi büyük bir düşünür, toplum daki
iş bölüm ünü piyasaların varlığına, veya, kendi deyişiyle, “insa­
nın bir şeyi başka bir şeyle takas, trampa ve m übadele etme
eğilim ine” bağlı olduğunu öne sürüyordu. Bu cüm le daha son­
raları “E konom ik Birey” kavramına yol açacaktı. Geriye baktı­
ğımızda, geçm işin hiçbir yanlış yorum unun geleceğe dair böy-
lesine doğru b ir kehanet içerdiği görülm em iştir diyebiliriz.
Çünkü Adam Sm ilh’in devrinde söz konusu eğilim, ortadaki
toplum lann hiçbirinde yaşamın önem li bir yönü olarak göz-
lem lenm em ekle, ve ekonom ik yaşamın en fazla ik in ci planda
kalan bir özelliğini oluşturm akla birlikle, yüz yıl sonra, pratik­
te ve kuramsal olarak, bu eğilim in insan soyunun bütün eko­
nom ik faaliyetlerinin, hatta politik, zihinsel ve manevi çabala­
rının temel belirleyicisi olduğu bir ekonom ik sistem yeryüzü­
ne yayılmıştı. O ndokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, iktisata
yarım yamalak bir aşinalığı olan Herbert Spencer, iş bölüm ü
ilkesini takas ve değişimle özdeşleştirebiliyor ve elli yıl sonra
da Ludwig von M ises ve W alter Lippmann aynı hatayı tekrarlı-
yabiliyorlardı. Politik iktisat, sosyal tarih, politik felsefe ve ge­
nel sosyoloji dallarından birçok yazar, Sm ith’in düm en suyun­
dan giderek, takasla uğraşan vahşiyi bilim dallarının tem el ak­
siyomu yapıp çıktılar. G erçekte ise, Adam Sm ith’in eski insan­
ların ekonom ik psikolojileri üzerine önerileri, Rousseau'nun
vahşilerin siyasal psikolojisi üzerine önerileri kadar yanlıştı. İş
bölümü, toplum kadar eski bu olgu, cinsiyet, coğrafya ve bi­
reysel donanım ın içerdiği farklılıklardan kaynaklanır, insanın
sözde takas ve değişim eğilimi ise bütünüyle safsatadır. Tarih
ve etnografi değişik türden, birçoğu piyasa kurum unu içeren,
birçok ekonom iyi incelem iş, ama bizim kinden ö n ce, kısm en
bile olsa, piyasa tarafından yönlendirilen bir ekonom inin var­
lığına rastlamamışlardır. Bu nokta, ayrıca sunacağım ız ekono­
mik sistem ler ve piyasalar tarihinin kuş bakışı bir taramasıyla
açıklığa kavuşacak. Çeşitli ülkelerin ekonom ilerinde piyasanın

86
oynadığı rolün zamanımıza kadar çok önem siz olduğunu gö­
receğiz ve piyasa m ekanizm asının hakim olduğu bir ekonom i­
ye geçişin niteliği açık seçik ortaya çıkacak.
Başlangıç olarak, Adam Sm ith’in ilkel insanın kazanç sağla­
yan uğraşlara duyduğu ilgi hakkındaki varsayım ların tem elin­
deki bazı ondokuzuncu yüzyıl önyargılarını bir kenara atm a­
mız gerekiyor. Bu aksiyom , karanlık geçm işten çok yakın gele­
cek için geçerli olduğundan, ona inananlarda insanın uzak ta­
rihine karşı acayip bir tavır uyandırdı. Bu aksiyom karşısında,
veriler ilkel insanın kapitalist bir psikolojiye sahip olmayıp,
kom ünist bir psikoloji taşıdığım gösteriyorlardı (sonradan bu­
nun da yanlış olduğu kanıtlandı ya). Sonuç olarak iktisat ta­
rihçileri ilgi alanlarını takas ve değişim in oldukça geniş bir
düzeyde yer aldığı yakın tarih dönem leriyle sınırlayıp, ilkel ik-
tisatı tarih öncesine havale eltiler. Bu, bilinçsiz olarak, dengeyi
bir pazarlama psikolojisi lehine bozdu, çünkü son bir iki yüz­
yılın sınırlı çerçevesi içinde, geçici olarak bastırılm ış diğer eği­
limler göz önünde tutulmadan, her şeyin sonunda kurulmuş
olanın, yani piyasa sistem inin, kurulm asına doğru yöneldiği
düşünülebiliyordu. Bu “kısa d önem li” görüşün düzeltilm esi
için iktisat tarihiyle sosyal antropoloji arasında bir bağ kurula­
bilirdi doğal olarak, ama bu yola gitm ekten sürekli kaçınıldı.
Bugün arlık bu yolda yürümeyi sürdüremeyiz. Eski toplum-
lara ve son onbin yıla, yalnızca uygarlığımızın “gerçek” tarihi­
ne, aşağı yukarı 1 7 7 6 ’da Ulusların Zenginliği'nin yayınlanma­
sıyla başlayan tarihe, bir önsöz olarak bakm ak en azından m o­
dası geçm iş bir tavır. Tarihin bu sayfası günüm üzde kapanmış
bulunuyor ve gelecekle ilgili seçenekleri anlam ak için, ataları­
mızın yolundan gitm e eğilim im izi bastırm am ız gerekli. Ama
Adam Sm ith’in neslini ilkel insanda takas ve değişim eğilim le­
ri bulmaya ilen önyargı, onlardan sonra gelenleri de eski in­
sanlara karşı toptan bir ilgisizliğe itti, çünkü artık eski insanın
bu soylu tutkulara kapılmadığı biliniyordu. Piyasa yasasını do­
ğanın içinde yaşayan insana atfedilen eğilim lere dayandırmaya
kalkan klasik iktisatçıların geleneği, yerini “uygar olm ayan”
insanın kültürlerine, çağım ızın soru nlarının anlaşılm ası a çı­

87
sından yararsız oldukları düşünülerek, ilgisiz kalınm asına bı­
rakmıştı.
Eski uygarlıklara karşı böylesine öznel bir tavır, bilim sel dü­
şünenlere hiç de çekici gelm em eli. Ö zellikle ekonom ik alanda,
uygar ve “uygar olm ayan” halklar arasındaki farklar ço k fazla
abartılır. Oysa tarihçilere göre, çok yakın zamana kadar, tarım ­
sal Avrupa’daki çalışm a yaşamı biçim leri birkaç bin yıl ön ce­
kinden pek farklı değildi. Sabanın -tem el olarak hayvanların
çektiği bir ça p a - kullanılm aya başlanm asından beri, Batı ve
Orta Avrupa’nın büyük bir bölüm ünde tarım yöntem leri m o­
dern çagm başlangıcına kadar aynı kaldılar. Bu bölgelerde uy­
garlığın ilerlem esi, esas olarak, siyasal, zihinsel ve manevi bir
ilerlem eydi; maddi koşullar açısından, Isa’dan sonra 1 1 0 0 yılı­
nın Avrupası bin yıl önceki Roma dünyasına ancak yetişm işti.
Daha sonraları bile, d eğişim , sanayiden ço k devlet idaresi,
edebiyat, sanat, ama özellikle din ve eğitim kanallarıyla ilerle­
di. Ekonom isine bakılırsa, Ortaçağ Avrupası genel olarak eski
İran, Hindistan veya Ç in’le aynı düzeydeydi; zenginlik ve kül­
tür açısından kesinlikle iki bin yıl öncesinin Mısır Yeni Krallı­
ğıyla boy ölçüşem ezdi. Max Weber, ilkel ik ıisaıın , uygar top-
lumların amaç ve yöntem leri sorunu açısından yararsız bulu­
narak bir kenara itilm esine karşı çıkan ilk m odem iktisat ta­
rihçilerinden biriydi. Daha sonra yapılan sosyal antropoloji ça­
lışmaları, onun kesin olarak haklı olduğunu kanıtladılar. Ç ün­
kü, eğer son zamanlarda eski toplum lar üzerine yapılan çalış­
maların sonuçlan arasında en çarpıcısını seçm em iz gerekirse,
bunun bir sosyal varlık olarak insanın değişmezliği olduğunu
söyleyebiliriz. İnsanın doğal donanım ı, bütün çağların ve yö­
relerin toplum larında hayret verici bir değişm ezlikle karşımıza
çıkıyor, ve insan toplum unun yaşam ını sürdürebilm esi için
gerekli önkoşulların her yerde aynı oldukları görülüyor.
Son zamanlarda yapılan tarih ve antropoloji çalışm alarının
göze çarpan sonucu, insan ekonom isinin, kural olarak, insa­
nın sosyal ilişkilerinin içine yerleşm iş olduğu. İnsan, maddi
zenginlik edinm ekteki bireysel çıkarlarını korum ak gayesiyle
hareket etm ez; toplum sal konum unu, sosyal h aklannı ve sos­

88
yal değerlerini korum ak üzere hareket eder. Maddi zenginliğe
ancak bu am açlara hizmet ettiği için değer verir. Ne üretim ne
de dağıtım süreci, mal sahipliğiyle ilgili özel ekonom ik çıkar­
lara bağlıdır; bu süreç içinde her aşam a, gerekli işlem lerin ya­
pılm asını sağlayan bir dizi sosyal çıkara göre ayarlanmıştır. Bu
çıkarlar, avcılık ve balıkçılıkla uğraşan küçük bir toplulukta ve
büyük b ir despotik toplumda önem li farklılıklar gösterecek­
lerdir, ama iki durumda da, ekonom ik sistem , ekonom i dışı
amaçlara göre işleyecektir.
Varoluşu sürdürm e açısından, bunun açıklam ası basit. Bir
kabileyi ele alalım . Burada bireyin ekonom ik çıkarı ço k ender
olarak önem kazanır, çünkü büyük felaket durum ları dışında,
topluluk bireylerin aç kalm asını önlem e görevini üstlenm iş­
tir. Felaket durum unda da, tehdit altında bulunan bireyin ç ı­
karları değil, topluluğun çıkarlarıdır. Ö te yandan, sosyal bağ­
ların korunm ası ço k önem lidir, ilk olarak, kabul edilm iş şeref
ve eli açıklık ölçülerinin dışına çıkan birey toplum dan soyut­
lanıp toplum dışına itileceği için; İkincisi, uzun dönem de bü­
tün sosyal yü k ü m lü lü k ler k arşılık lı old uğu ve bireyin alıp
verme çıkarları en iyi biçim de bu yüküm lülüklerin yerine ge­
tirilm esiyle karşılandığı için. Böyle bir durum , bireyin üzerin­
de sürekli bir baskı oluşturarak onun bilincind en kişisel ek o ­
nom ik çık ar kavram ının silinm esine yol açacaktır. O kadar
ki, sonunda birey, birçok durumda (h er durumda değil doğal
olarak) kendi eylem lerinin sonuçlarını böyle bir çıkar açısın ­
dan değerlendirem ez olacaktır. Bu tavır, ortak avın paylaşıl­
ması veya uzak ve tehlikeli bir kabile seferinden elde edilen­
lerin bölüşülm esi gibi toplu faaliyetlerin sık sık yinelenm esiy­
le iyice yerleşir. Sosyal saygınlık kazanm a açısından cöm ertli­
ğe verilen değer o kadar büyüktür ki, tam bir kendini unutma
tavrının dışında hiçbir davranışın çekiciliği kalmaz. K işilikle­
rin bununla ilgisi yoktur. İnsan bir değerler bütününe, ya da
diğer insanlara göre, iyi veya kötü, sosyal veya asosyal, kıs­
kanç veya cöm ert olabilir. Törensel dağıtım ın kabul edilm iş
ilkelerinden biri, kıskançlık nedenlerini ortadan kaldırmaktır.
Aynı şey, çalışkan, becerikli veya herhangi bir biçim de başarılı

89
bir bahçıvana topluluk içinde yöneltilen övgüler için de söy­
lenebilir. (Doğal olarak, eger gerektiğinden fazla başarılı de­
ğilse - çok sıra dışı başarılı olma durum larında, birey büyü
kurbanı olduğu d üşü nülerek “haklı n ed en lerle” b ir kenara
itilebilir). İyi veya kötü, insan tutkuları yalnızca ekonom i dışı
amaçlara yönelir. Törensel gösteri, başarılı olanı taklit etmeyi
en uç noktasına itm eye yarar; ortak çalışm a geleneği, n icelik ­
sel ve niteliksel ölçütleri en büyük düzeye çıkarm a eğilim in­
dedir. Karşılık bekleyen, ama karşılığın armağanı alan tarafın­
dan verilm esini gerektirm eyen armağan alış verişleri - karm a­
şık toplum sal gösteriler, büyü törenleri ve karşılıklı yüküm lü­
lü k lerle b irb irin e bağlı gruplar arasındaki ilişk iler yoluyla
d ik k atle d ü zen len en ve k u su rsuz b ir b içim d e k o ru n an bu
yöntem - tek başına, geleneksel olarak sosyal saygınlık sağla­
yan nesneler dışında, kazanç, hatta servet kavram ına rastlan­
m adığını gösterebilir.
Batı M alinezya topluluğuna özgü bu niteliklerin kabataslak
bu anlatımı içinde, âdet, yasa, büyü ve dinin etkilerini belirle­
yen cinsel ve bölgesel örgütlenişten söz etm edik, çünkü yal­
nızca sözde ekonom ik am açların nasıl sosyal yaşamın çerçeve­
si içinden kaynaklandıklarını göstermeye çalışıyorduk. Bütün
m odern etnografların söz birliği ettik leri nokta bu: K azanç
am acının yokluğu, ücret karşılığı çalışm a ilkesinin yokluğu,
çalışırken sarfedilen gayreti olabildiğince azaltm a gayretinin
yokluğu ve, özellikle, ekonom ik am açlar üzerine kurulu ayrı
ve belirgin bir kurum un yokluğu. O zaman, üretim ve dağıtı­
m ın düzeni nasıl sağlanıyor?
Bu soru, iktisatla ilk elden ilişkisi olmayan iki davranış ilke­
si yardımıyla yanıtlanabilir: Bu ilkeler, k a r ş ılık lılık (recip ro­
city) v e y en id en dağıtım (red istribution).1 Bu tür bir ekonom i­
ye örnek olarak aldığımız Batı M alinezya'nın Trobriand adalı­
ları arasında, karşılıklılık, özellikle toplum un cinsel örgütlen­
m esine, yani aile ve akrabalığa bağlı olarak işlev görüyor; ye­
niden dağıtım ise, ortak bir şefin em rindekilerle ilgili olarak

1 K a y n a k la r ü z e rin e n o tla r a b k z ., s . 3 8 4 . Bu b ö lü m d e M a lin o w s k i v e T h u m -


w ald'm ça lışm a la rın d a n g en iş ö lç ü d e y ararlan ıld ı.

90
etkin lik kazanıyor, yani bölgesel n itelikte. Şim di bu ilkeleri
ayrı ayrı gözden geçirelim .
Ailenin -k a d ın la r ve ço cu k la rın - geçim i, ana tarafından ak­
rabaların yüküm lülüğü. Kızkardeşi ve onun ailesine bakan,
m ahsulünün en iyi bölümünü onlara ayıran erkek, iyi davra­
nışları için takdir edilecek, ama bundan maddi çıkar sağlama­
yacaktır; eğer bu sorum lulukları yerine getirm ezse, ilk tehlike­
ye giren şey topluluk içindeki şöhreti olacaktır. Karşılıklılık il­
kesi, onun karısı ve çocukları yararına da işler, böylece erkek
de, iyi yurttaşlık görevlerini yerine getirdiği için dolaylı olarak
ödüllendirilm iş olur. Ürününün, hem kendi bahçesinde, hem
de ürünün bir kısm ını verdiği kişinin bahçesinde törensel ola­
rak sergilenm esi, kişinin bahçıvanlık n itelik lerin in herkesçe
bilinm esini sağlayacaktır. Burada, bahçe ve ev ekonom isinin,
usta çiftçilik ve iyi vatandaşlıkla ilgili sosyal ilişkilerin bir par­
çasını oluşturduğu açıkça görülüyor. K arşılıklılık genel ilkesi,
hem üretim in, hem de aile yaşamının sürdürülm esine yardım­
cı olmakta.
Yeniden dağıtım ilkesinin etkinliği de daha az değil. Ada
üretim inin büyük bir bölümü köyün ileri gelenleri tarafından,
depolanmak üzere, şefe teslim ediliyor, ama topluluk faaliyet­
lerinin tüm ü, ziyafetler, danslar ve ad alıların birbirlerin i ve
başka adalardan k om şu ların ı ağ ırlad ıkları diğer to p lan tılar
çevresinde yer aldığı için, depolama sistem i büyük önem kaza­
nıyor. Ekonom ik açıdan, depolam a, yürü rlü kteki iş bölüm ü
sistem inin, dış ticaretin, toplumsal am açlarla vergi koym anın,
savunma gereklerinin çok önem li bir parçası. Ama her eylem
sosyal sistem in bütünü içinde yer aldığı için, ekonom ik siste­
me özgü bu işlevler, ekonom i dışı am açlara bol bol yer veren
çok yoğun deneyim ler içinde özüm senm iş dürümdalar.
Bununla birlikte, eğer yürürlükteki kurum sal kalıplar uygu­
lamaya yatkın değillerse, bu tür davranış ilkeleri etkinlik kaza­
namazlar. K arşılıklılık ve yeniden dağıtım ilkeleri, yazılı kayıt­
lar ve karmaşık idare yöntem leri olm adan ekonom ik sistem in
işlerliğini sağlayabiliyorlarsa, bu yalnızca söz konusu toplum-
lann, sim etri (sym m etry) ve m erkezleşm e (cen tricily) kalıpla-

91
nnın yardımıyla böyle bir çözüm ün gereklerini karşılam ış ol­
malarına bağlıdır.
K arşılılık lılık ilkesin in işleyişi, yazı kullanm ayan h alk lar
arasında sosyal örgütlen m enin sık sık rastlanan b ir özelliği
olan sim etri dediğimiz kurumsal kalıp yardımıyla büyük ölçü­
de kolaylaşır. K abile alt bölünm elerinde çarpıcı b ir biçim de
ortaya çıkan “ikildik” (duality), bireysel ilişkilerin çiftlere ay­
rılabilm elerine yol açar ve böylece, sürekli kayıtların bu lu n ­
madığı durumlarda, mal ve hizm et alışverişini düzenler, ilkel
toplum un her alt bölünm eye bir eş parça oluşturan öğeleri,
hem sistem in tem elind eki karşılılılık davranışlarından kay­
naklanırlar, hem de bu yöndeki faaliyetleri desteklerler. “İkili-
liğin” başlangıcı üzerine çok az şey biliyoruz, ama Trobriand
adalarındaki her kıyı köyünün, iç kesim lerde bir “eşi” olduğu
görülüyor. Böylece, ekm ek ağacı meyveleriyle balık değişimi,
zaman içinde kopuk bir armağan alışverişi görüntüsü altında,
son derece düzenli bir biçim de örgütlenebiliyor. Kula ticare­
tinde de, h er bireyin başka adalardan birinde bir eşi vardır, do­
layısıyla karşılıklılık ilişkisi dikkate değer bir biçim de kişisel-
leştirilmiştir. Kabile içi alt bölünm elerde, yerleşme m erkezleri­
nin konum unda ve kabileler arası ilişkilerde sık sık görülen si­
metri olmasaydı, birbirinden ayrı alışveriş eylem lerinin uzun
dönemdeki etkisine dayanan yaygın bir karşılıklılık uygulana­
mazdı.
Bir ölçüde gene bütün insan topluluklarında görülen m er­
kezleşm e gibi bir kurumsal kalıp da, mal ve hizm etlerin top­
lanm ası, depolanm ası ve yeniden dağıtılm asını yönlendirir.
Avcı bir kabilenin üyeleri, genellikle avı yeniden dağıtım için
kabile şefine teslim ederler. Avcılığın niteliği gereği, ürün m ik­
tarı istikrarsızdır, ayrıca ortak bir çaba sonucu elde edilmiştir.
Bu koşullar altında, her avdan sonra grubun birbirine girm esi­
ni önleyebilecek tek dağıtım yöntem i budur. Ama bütün bu
tip ekonom ilerde benzer ihtiyaçlara rastlanır. Alan genişleyip
üretimin çeşitliliği arttıkça da, yeniden dağıtım etkin bir iş bö­
lüm üne dönüşür, çü nkü artık m ekan içinde birbirinden ay-
nlm lış üretici gruplarını birleştirm ek durumundadır.

92
Sim etri ve m erkezleşm e, karşılıklılık ve yeniden dağıtımın
gerekleriyle bütünleşirler; kurumsal kalıplar ve davranış ilke­
leri, karşılıklı uyum içindedirler. Sosyal örgüt kendi doğrultu­
sunda yürüdüğü sü rece, bireysel ek o n o m ik dürtülere gerek
duyulmaz; kişisel çaba gösterm ekten kaçınılm ası gibi bir so ­
rundan korkm ak gereksizdir; iş bölüm ü kendiliğinden sağla­
nacak, ekonom ik yüküm lülükler gerektiği gibi yerine getirile­
ceklerdir; ve en önem lisi, bütün toplu ziyafederde coşkun bir
servet gösterisi yapılabilmesi için gerekli maddi olanaklar sağ­
lanacaktır. Böyle bir topluluğa kâr fikri girem ez; pazarlık et­
mek k ınanır; elindekini avucundakini cöm ertçe dağıtm ak bir
m eziyet olarak görülür; o ünlü takas ve değişim eğilim ine de
rastlanmaz. Yani ekonom ik sistem , yalnızca sosyal örgütleni­
şin bir fonksiyonudur.
Bundan kesinlikle bu tür sosyo-ekonom ik ilkelerin yalnızca
küçük topluluklara ve ilkel yöntem lere özgü şeyler olduğu,
kazançsız ve piyasasız b ir toplum un m utlaka basit olm ası ge­
rektiği sonucu çıkarılm am alı. Batı M alinezya’da karşılıklılık il­
kesine dayanan “Kula halkası”, insanlığın bilinen en karmaşık
ticaret işlem lerini oluşturuyor. Piram itler uygarlığında ise, ye­
niden dağıtım ilkesi devasa bir düzeyde uygulanıyordu.
Trobriand Adaları, kabaca bir daire oluşturan bir takımada­
nın içinde yer alırlar ve bu takımada halkının önem li bir bölü­
mü zam anının çoğunu Kula ticaretini olu ştu ran faaliyetlere
ayırır. Yapılana licareı diyoruz, ama ne parasal ne de aynı bir
biçim de kâr söz konusu değildir; mal biriktirm ek, mallara sü­
rekli sahip olm ak diye bir şey yoktur; elde edilen m alların kul­
lanımı o n lan n başka birine verilmesiyle gerçekleşir; pazarlık,
takas, trampa veya değişim işin içine girm ez; işlem ler tümüyle
görgü kuralları ve büyü yoluyla yürütülür. G ene de yapılan ti­
carettir, bu halka biçim indeki takım adanın yerlileri, belirli ara­
lıklarla büyük seferler düzenleyerek değerli m alları, yelkova­
nın işlediği yönd e ilerley erek , takım ad ayı çev reley en uzak
adalara götürürler. Diğer seferlerle de, d iğer değerli m allar,
ters yönde ilerleyerek, başka adalara götürülür. Uzun dönem ­
de bu iki tip mal -geleneksel yöntem lerle yapılan beyaz deniz

93
kabuğundan bileziklerle, kırm ızı deniz kabuğundan gerdan­
lık la r- tamamlanması on yıl sürebilecek bir yol izleyerek takı­
madanın çevresinde döner. Ayrıca, Kula’da birbirleriyle eşde­
ğerli bilezik ve gerdanlıklar alıp vererek bir karşılıklılık ilişki­
sine giren çiftler vardır - bu armağanların daha önce önem li
biri tarafından kullanılm ış olması tercih edilir. Uzak m esafele­
re götürülen değerli malların böylesine sistem atik ve örgütlü
alışverişi, haklı olarak, ancak ticaret kavramıyla tanım lanabi­
lin Ama bu karm aşık mekanizm a, bütünüyle karşılıklılık ilke­
sine dayanarak yürütülm ektedir. Yüzlerce m illik uzaklıklara
ve onlarca yıla uzanan, yüzlerce insan arasında herbiri ötekin­
den kesinlikle farklı binlerce nesne kanalıyla bir bağ oluşturan
bu karmaşık sistem , hiçbir kayıt ve idare m ekanizm ası olm a­
dan, aynı zamanda da kazanç veya takas amacına rastlanm a­
dan yürütülebiliyor. Hakim olan takas eğilim i değil, sosyal
davranışlarda karşılıklılık ilkesi. Gene de, alınan sonuç ekon o­
mik alanda akıllara durgunluk veren bir örgütlenm e başarısı.
G erçeklen de, ince m uhasebe yöntem lerine dayanan en ileri
modern piyasa düzeninin bile, böyle bir işin altından kalkıp
kalkamayacağını düşünm ek ilginç olurdu. Herhalde, birbirin­
den farklı mallar alıp salan sayısız tekel karşısında ve her satış
işlemine konulan sayısız kısıtlam a içinde, zavallı satıcılar nor­
mal bir kâr elde edem ezler ve işi bırakmayı seçerlerdi.
Avlanm aktan d önen erkeğin de kök, meyva veya yaprak
toplamaktan dönen kadının da, ellerindekinin çoğunu toplu­
luğun kullanım ına ayırmaları beklenir. Uygulamada bu, onla­
rın faaliyetlerinin ürününü birlikte yaşadıkları insanlarla pay­
laşmaları anlamına gelir. Bu noktaya kadar karşılıklılık ilkesi
geçerlidir; bugün verileni, yarın alınan karşılar. Buna karşılık,
bazı kabilelerde şefin, ya da grup içinde önem li birinin, kişili­
ğinde bir aracı ortaya çıkar; özellikle depolam anın gerektiği
durumlarda, alan ve elindekini dağıtan odur. Burada tam anla­
mıyla yeniden dağıtım söz konusudur. A çıkça görülebileceği
gibi, bütün toplum lar ilkel avcılar gibi dem okratik olamaya­
caklarından, böyle bir dağıtım yöntem i her türlü sonuç verebi­
lir. Yeniden dağıtım ı, nüfuzlu bir aile veya sivrilm iş bir birey,

94
baştaki soylular veya bir bürokrat topluluğu gerçekleştirebilir.
Bunların h erbiri, uyguladıkları dağıtım y öntem i aracılığıyla
kendi siyasal güçlerini artırmaya çalışacaklardır. Kwakiutl yer­
lilerinin potlaç töreninde, şef için elindeki hayvan postlarını
sergilemek ve dağıtmak bir şeref sorunudur; ama bunu, alan­
ları yüküm lülük altına sokacak, borçlandıracak ve nihayet ya­
naşması olmaya zorlayacak bir biçim de yapar.
Bütün geniş çaplı ekonom iler yeniden dağıtım ilkesi yardı­
mıyla yönetilmişlerdir. Babil’de Hammurabi Krallığı ve özellik­
le M ısır’ın Yeni Krallığı, böyle ekonom iler üzerine kurulu bü­
rokratik despotluklardı. Burada ataerkil ailenin muazzam bo­
yutlarda bir m odelini buluyoruz. Ama bu aile içindeki “komü­
nist” dağıtım kadem elenm iş ve paylar arasında büyük farklı­
lıklar oluşm uştu. Hayvancı olsun, avcı, fırıncı, bira mayalayı-
cısı, çöm lekçi, dokum acı olsun, ne yaparsa yapsınlar, bütün
köylülerin ürettiklerini toplayıp biriktirm ek için sayısız depo
vardı. Ürün miktarı dikkatle kayıtlara geçirilir ve yerel olarak
tü ketilm eyen bölüm ü küçük depolardan bü yü klere sürekli
n akled ilerek F iravu n ’un sarayına ulaşırdı. Kum aşlar, sanat
.eserleri, süs eşyası, kozm etik malzeme, güm üş işleri ve kralın
giyecekleri için ayrı ayrı hazine daireleri bulunuyordu; muaz­
zam tahıl depolan, silah depolan ve şarap mahzenleri vardı.
Ama piram it usıalarınınki gibi geniş düzeyde yeniden dağı­
tım, yalnızca parayı tanımayan ekonom ilere özgü değildi. As­
lında, bütün eski krallıklarda vergi ve ücret ödemeleri için ma­
deni para kullanılır, ama diğer ödem eler için silolara ve depo­
lara başvurulurdu. Buralardan her çeşit mal, özellikle toplu­
mun üretici olmayan kesim ine, yani m em urlara, bürokratlara
ve soylulara dağıtılırdı. Ç in’de, lnka lm paratorluğu’nda, Hint
Krallıklarında ve Babil’de uygulanan, bu sistem di. Büyük eko­
nomik başarılar sağlamış birçok başka uygarlıkta olduğu gibi,
buralarda da, yeniden dağıtım mekanizması karmaşık bir işbö­
lümünü yönlendiriyordu.
Feodal koşullar altında da bu ilke.geçerliydi. Afrika’nın et­
nik olarak katm anlaşm ış loplum larında, yüksek katm anları,
bazen, toprağı kazmak için hâlâ sopa veya basit bir çapa kulla-

95
nan ziraatçıların arasına yerleşen çobanlar oluşturur. Ç obanla­
ra verilen armağanlar, büyük ölçüde tahıl veya bira gibi tarım ­
sal ürünlerdir, onların dağıttığı armağanlar ise koyun veya ke­
çi gibi hayvanlardır. Bu durumlarda, toplumun çeşitli katm an­
ları arasında bir iş bölüm üne, ama eşitsiz bir iş bölüm üne rast­
lanır: Dağıtım çoğu zaman bir söm ürü yöntem ini gizlem ekte­
dir, ama aynı zamanda da, birlikte yaşam, işbölüm ünün art­
masıyla, iki katmana da yarar sağlar. Ayrıcalıklı değer, ister sü­
rüler, ister toprak olsun, siyasal olarak bu tür toplum lar feodal
bir rejim altında yaşarlar. “Doğu Afrika’da, sığır y etiştirilen
m alikanelere" rastlanıyor. Yeniden dağıtım konusundaki açık­
lam alarda, çalışm a ların d an büyük ölçü d e y ararlan d ığım ız
Thurnwald, bu yüzden, feodalizmin her yerde bir yeniden da­
ğıtım m ekanizm asının varlığına işaret ettiğini söylüyor. Yalnız­
ca çok ileri koşullarda ve olağanüstü durumlarda, bu sistem in
siyasal niteliği, Batı Avrupa’da olduğu gibi, ağır basıyor. Bura­
da değişiklik, vasalın korunm a ihtiyacından kaynaklanm ış ve
armağanlar feodal vergilere dönüşm üştü.
Bu örnekler, ayrıca, yeniden dağılım ın ek o n o m ik sistem i
sosyal ilişkiler ağının içine alma eğilim ini gösteriyorlar. Kural
olarak, yeniden dağıtım ın, yürürlükteki siyasal rejim in (kabi­
le, şehir devleti, sürü veya toprak feodalizmi gibi) bir parçası­
nı oluşturduğunu görüyoruz. M alların üretim i ve dağıtım ı,
toplam a, depolam a ve yeniden dağıtım yoluyla örgütleniyor
ve m ekanizm anın işleyişi içinde şef, tapınak, despot veya fe­
odal bey önem kazanıyor. Y önetici grupla yönetilenler arasın­
daki ilişki politik gücün tem ellerine göre değiştiği için , yeni­
den dağıtım ilkesi, avcıların avı kendi istekleriyle paylaşm ala­
rından, fellahların ceza tehdidi alımda aynî vergilerini ödem e­
lerine kadar değişen b irço k kişisel davranış n ed enine bağlı
olabiliyor.
Bu açıklam ada, b ilin çli olarak, h om ojen ve katm anlaşm ış
toplum lar arasınd aki ö n em li ayrım ı d ikkate alm adık. Yani,
sosyal olarak birleşm iş toplumlarda, yönetenlerle yönetilenle­
re ayrışm ış olanlar arasında bir aynm yapmadık. K öleler ve
efendiler arasındaki sosyal konum farklarıyla bazı avcı kabile­

96
lerin özgür ve eşil bireyleri arasında büyük bir uçurum oldu­
ğundan, iki toplumda davranışları belirleyen unsurlar da farklı
olacaktır. G ene de, ekonom ik sistem , değişik insan ilişkilerin­
ce belirlenen değişik kültürel özelliklerin yanında yer alan bir­
birinin aynı ilkeler üzerine kurulm uş olabilir.
Tarihle büyük bir rol oynamış olan ve insanın kendi kulla­
nım ı için yaptığı üretimi içeren üçüncü ilkeye, ev idaresi (h o-
usehold ing) diyeceğiz. Yunanlılar buna o e c o n o m ia derlerdi,
“ekonom i” sözcüğünün kökeni de bu. Etnografya kayıtlarına
bakılırsa, bir kişinin veya grubun kullanım ı için üretim in, kar­
şılıklılık veya yeniden dağıtımdan daha eskiye giLtigini varsay­
mak için bir neden yok. Tersine, geleneksel düşüncenin de,
bazı yeni kuram ların da, yanlışlığı kanıtlanm ış durumda. Ken­
disi veya ailesi için yiyecek arayan ve avlanan bireyci vahşi ti­
pi, hiç varolmadı. G erçekte, ailenin ihtiyaçlarını karşılam ak,
ancak tarım ın ileri bir düzeye ulaşm asından sonra ekonom ik
yaşamın bir özelliği durumuna geldi; bununla birlikte, o za­
man bile, bunun ne kazanç dürtüsü, ne de piyasa kurumuyla
bir ilişkisi vardı. Kapalı bir grup içinde biçim lenen bir şeydi
bu. Kendine yeten birim i ister aile, ister m alikane oluştursun,
ilke her zaman aynı: Yani, grup üyelerinin ihtiyaçlannı karşı­
lamak için üretim ve depolama. İlkenin uygulama alanı karşı­
lıklılık ve yeniden dagıtım ınki kadar yaygın. Kurumsal özün
niteliği önem li değil: Ataerkil ailede görüldüğü gibi cinsiyet de
olabilir bu, köy yerleşim inde olduğu gibi mekansal da; ya da,
feodal beyin m alikanesindeki gibi siyasal. Grubun iç örgütle­
nişi de önem siz. Roma ailesi (fam ilia) gibi despotça, ya da G ü­
ney Slav tadragası gibi dem okratik bir biçim de yönetiiebilir.
Karolenj soylularının arazileri kadar geniş, Batı Avrupa’nın or­
talama çiftlikleri kadar küçük olabilir. Bütün bu durumlarda,
ticaret ve piyasaya duyulan ihtiyaç, karşılıklılık ve yeniden da­
ğıtım durum larında olduğundan fazla değildir.
Aristo’nun iki bin küsur yıl önce genel kural olarak kabul
ettirm eye çalıştığı, işte bu durumdu. Şim di, dünya çapında bir
piyasa ekonom isinin giderek alçalm akta olan zirvesinden geri­
ye baktığım ızda, PoIitiJea’s ının giriş bölüm ünde ev idaresi ile

97
para kazanma arasında yaptığı ünlü ayrım ın, sosyal bilim ler
alan ın d a yap ılan g elm iş g eçm iş k e h a n etle rin h erh ald e en
önem lisi olduğunu görebiliyoruz. Bu konuda elim izde bulu­
nan çözüm lem elerin en iyisinin bu olduğu kuşkusuz. Aristo
ev idaresinin özünü, kazanç için üretime karşı kullanım için
üretimin oluşturduğunu vurguluyor; ama piyasa için yan üre­
tim in, satılan malın nasıl olsa geçim dürtüsüyle üretildiği du­
rumlarda, evin kendine yeterliliğini bozmayacağını öne sürü­
yor; “artan ürünün satılm ası ev idaresinin tem elini sarsm az”
diyor. Kazancın piyasa için üretime özgü bir dürtü olduğunu
ve para unsurunun bir yenilik oluşturduğunu, gene de piyasa
ve para genelde kendine yeterliliğini koruyan ev ekonom isi
içinde ikinci planda kaldıkları sürece, kullanım için üretim il­
kesinin geçerli olabileceğini, yalnızca Aristo gibi bir sağduyu
dehası görebilirdi. Bunda kuşkusuz haklıydı, ama Yunan eko­
nom isinin kendini toptan ticaret ve dış sermayeye bağımlı kıl­
dığı bir ortamda piyasaların varlığını gözardı etm enin sakatlı­
ğını göremedi. Oysa devir, Delos ve Rodos’un nakliye sigorta­
sı, deniz ticareti kredileri, ciro bankacılığı üzerine kurulu, bin
yıl sonraki Avrupa’nın yanlarında ilkelliğin ta kendisi gibi ka-
lacaği ticaret m erkezlerine dönüştüğü devirdi. G ene de Balliol
K oleji dekanı Jo w ett, ev idaresiyle para kazanm a arasındaki
farkı Aristo’dan daha iyi anlam ış olduğunu düşünm ekte çok
haksızdı. Jo w ett, “insanla ilgili bilginin konusunu oluşturan
şeyler içiçe girm iş durumdadır, Aristo’nun devrinde bunları
birbirinden ayırmak kolay değildi” diyerek Aristo’ya özür bul­
maya çalıştı. Doğru, Aristo iş bölüm ünün sonuçlarını, bunun
piyasalar ve parayla ilişkisini açıkça görem em işti, paranın kre­
di ve sermaye olarak kullanım ını da anlamıyordu. Buraya ka­
dar Jo w ett’in yargısı geçerli. Ama para kazanma uğraşının in­
sani sonuçlarını göremeyen Aristo değil, Balliol’un dekanıydı.
Kullanım ve kazanç ilkeleri arasındaki farkın yepyeni bir uy­
garlığın belirleyicisi olduğunu göremeyen oydu. Oysa Aristo,
devrinin daha taslak halindeki piyasa ekonom isine bakarak,
bu uygarlığın ana hatlarını onun tam biçim ini alm asından iki
bin yıl önce doğru bir biçim de tanım layabilm işti. Jo w ett ise.

98
gözünün önündeki son biçim ini alm ış örneği gözden kaçırı­
yordu. Aristo, kazanç için üretim ilkesini “insan doğasına uy­
gun olm adığı”, hiçbir sınır tanımadığı için reddederken, çok
önem li bir noktaya, sınırları oluşturan sosyal ilişkilerden ba­
ğımsız ekonom ik am açlar olamayacağına, işaret ediyordu.
Genelde, Batı Avrupa feodalizminin sonuna kadar, tanıdığı­
mız bütün ekonom ik sistem lerin, ya karşılıklılık, yeniden da­
ğıtım ve ev idaresi ilkelerine, ya da bu üçünün bir bileşim ine
göre düzenlenm iş oldukları önermesi geçerliliğini koruyor. Bu
ilkeler, sim etri, m erkezleşme ve kendine yeterlilik kalıpların­
dan yararlanan sosyal yöntem lerle kurum sallaşıınlm ışlardı. Bu
çerçeve içinde, malların düzenli olarak üretilip dağıtılması, ge­
nel davranış ilkelerine göre biçim lenm iş bireysel dürtüler ara­
cılığıyla sağlanıyordu. Bu dürtüler arasında, kazanç önemli bir
yer tutmuyordu. Âdetler ve yasalar, büyü ve din elele vererek
bireyi ekonom ik sistem in işleyişini sağlayan davranış kuralla­
rına uymaya yöneltiyorlardı.
Yunan-Roma devri, gelişmiş ticaretine karşın, bu bağlamda
bir istisna oluşturmuyordu; dönemin belirleyici özelliği, tem e­
lini ev idaresinin oluşturduğu bir ekonom i içinde Roma yöne­
liminin uyguladığı geniş çapta tahıl dağıtım ıydı. Bu örnek. O r­
taçağın so n u n a kadar ek o n o m ik sistem iç in d e p iyasaların
önemli bir rol oynamadığını, başka kurumsal kalıpların geçerli
olduğunu belirlen kurala ters düşmüyor.
O naltıncı yüzyıldan bu yana piyasalar hem çoğaldı, hem de
önem kazandılar. Hatta m erkantilist sistem içinde hüküm etin
ana sorunu durumuna geldiler; gene de piyasaların insan top-
lumunu kontrol altına alacaklarını gösteren bir belirti yoklu.
Aksine, d üzenlem e ve m üdahaleler h er zam ankind en daha
şiddetliydi; kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikri bile yok­
tu ortada. Şim di, ondokuzuncu yüzyılda yepyeni bir ekonom i
biçim ine birdenbire nasıl geçildiğini anlam ak için, piyasanın
tarihine, g eçm işteki ekonom ik sistem leri gözden geçirirken
neredeyse bütünüyle konu dışı bırakabildiğim iz bu kurumun
tarihine bakmalıyız.

99
5. Piyasa Kalıbının Evrimi

Eğer ond okuzu ncu yüzyıl hurafelerinden kurtulm ak isten i­


yorsa, kapitalist ekonom i içinde piyasaların oynadıkları hakim
rol ve bu ekonom i içinde takas veya değişim ilkelerinin taşıdı­
ğı önem gözönünde tutularak, piyasaların niteliği ve başlangı­
cı dikkatle incelenm elidir.1
Takas, trampa ve değişim , etkinliği piyasa m ekanizm asına
bağlı bir ekonom ik davranış ilkesidir. Piyasa, takas veya alış­
veriş amacıyla bir araya gelinen bir buluşm a yeridir. Bu ku ­
rumsal kalıp hiç olmazsa yer yer işlerlik kazanm am ışsa, takas
eğilimi yeterli gelişm e alanı bulamaz: Yani fiyatları oluştura­
m az.2 Ç ünkü k arşılık lılık ilkesin in sim etrik bir örgütlenm e
kalıbıyla desteklendiği, yeniden dağıtımın m erkezileşm eye yö­
nelik önlem lerle kolaylaştırıldığı ve ev idaresi kendine yeterli­
liğe bağlı olduğu gibi, takas ilkesinin etkinliğini de piyasa kalı­
bı sağlar. Ama nasıl karşılıklılık, yeniden dağıtım ve ev idaresi,
bir toplumda, o toplum a bütünüyle hakim olmadan yaşayabi-

1 K ay n ak lar ü ze rin e n o tla r, s . 3 8 5 .


2 H aw irey, G .R ., The Econom ic Problem , 1 9 2 5 , s. 13. “U y g u lam ad a b ire y cilik ilk e­
si b ü tü n ü y le d eğ işim u y g u lan m a sın a bağ lıd ır." B u n u n la b irlik te , H aw trey 'in p i­
y a sa la rın o rta y a ç ık ış ın ın d e ğ işim u y g u la m a sın ın h e m e n a rd ın d a n g eld iğ in i
varsaym ası y an lış.

100
liyorlarsa, takas ilkesi de, diğer ilkelerin önem kazandığı bir
toplumda ikincil bir konuma sahip olabilir.
Ama, bazı açılardan, takas ilkesi öteki ilkelerle aynı düzeyde
değildir. Bağlı olduğu piyasa kalıbı, sim etri, merkezleşm e veya
kendine yeterlilikten daha belirgindir. Aslında, bunlar, piyasa
kalıbıyla karşılaştırıldıklarında, yalnızca “özellikler” olarak or­
taya çıkar ve tek bir işlev gören kavramlar oluşturmazlar. Si­
m etri yalnızca sosyolojik bir d üzenlem edir; yeni kuram lara
yol açmaz, yalnızca varolan kurum lan biçim lendirir. Bir kabi­
lenin ya da köyün sim etrik olarak düzenlenip düzenlenm em e­
si, belirgin kuram lann varlığı ya da yokluğu dem ek değildir.
Sık sık belirgin kuram lar yaratmakla birlikte, m erkezleşm e de,
ortaya çıkan kurum un tek bir işlev görm esini gerektirm ez. Ö r­
neğin kabile reisi (village headm en) veya başka bir m erkez!
görevli, bir dizi değişik siyasal, askerî, dini veya ekonom ik gö­
revi aynı anda üstlenebilir. Nihayet, ekonom ik kendine yeter­
lilik, dışarıya kapalı bir grubun yalnızca bir yan özelliğidir.
Oysa kendine özgü bir dürtüye, takas dürtüsüne bağlı olan
piyasa kalıbı, belirgin bir kurum u, piyasayı, yaratabilir. Sonuç­
ta, ekonom ik sistem in piyasa tarafından kontrolünün toplum ­
sal düzenin bütününü etkileyen so n u çlar verm esi de, buna
bağlıdır: Bu da, bütün toplum un piyasanın bir parçası olarak
işlemesi anlamına gelir. Ekonom i toplumsal ilişkiler içine yer­
leşecek (em bedded) yerde, sosyal ilişkiler ekonom ik sistem in
içine yerleşirler. Ekonom ik unsurun toplum un varoluşu açı­
sından taşıdığı hayatî önem başka bir sonuca varılmasını en­
geller. Çünkü bir kez ekonom ik sistem belirgin dürtülere da­
yanan ve özel sosyal konumlara yolaçan ayrı kuram lar aracılı­
ğıyla düzenlenince, toplumun da bu sistem in kendi yasalarına
göre işlem esine olanak verecek biçim de düzenlenm esi gerekir.
Çok duyduğumuz “piyasa ekonom isi ancak bir piyasa toplu-
munda işleyebilir" cüm lesinin anlamı budur.
Tek tek piyasalardan bir piyasa ekonom isine, dışardan dü­
zenlenen piyasalardan kendi kurallarına göre işleyen piyasaya
geçiş gerçekten çok önem li. O ndokuzuncu yüzyıl, bu geçişi
uygarlığın zirvesi olarak yücelttiğinde de, onu kanserli bir bü­

101
yüme olarak görüp yakındığında da, bu gelişmeyi, büyük bir
saflıkla, piyasaların yayılmasının doğal bir sonucu olarak gör­
dü. Oysa, piyasaların kendi kurallarına göre işleyen çok güçlü
bir sisıem e bağlanışı, piyasaların çığ gibi büyüm e eğilim iyle
açıklanam azdı. Bu, toplum sal bünyeyi, aynı derecede yapay
bir olguya karşı korum ak için geliştirilm iş, yapay uyarıcıların
etkilerine bağlıydı. Kendi içinde piyasa kalıbının sınırlı ve ya­
yılma eğilimi olmayan niteliği gözden kaçm ıştı; oysa, modem
araştırm acılar bu gerçeği çok inandırıcı bir biçim de ortaya ko­
yuyorlar.
“Piyasalara her yerde rastlanmaz; yoklukları, belirli bir ken­
dini dışardan soyutlayış ve ayrı kalma eğilim ine işaret etse de,
aynı varlıkları gibi, belirli bir gelişmenin göstergesi olarak dü­
şü n ü lem ez.” Thu rn w ald 'in ilk e l T op lu lu klard a Duiscü'ından
(E co n o m ics in Prim itive C om m u nities) alın m ış bu renksiz
cüm le, konuyla ilgili modern araştırmaların sonuçlarını özetli­
yor. Başka bir yazar, Thurnwald'in piyasalarla ilgili olarak söy­
lediklerini, parayla ilgili olarak tekrarlıyor: “Bir kabilenin para
kullanıyor olm ası, onunla aynı kültürel düzeydeki para k ul­
lanmayan kabileler arasında önem li bir ekonom ik farklılaşma
oluşturm uyordu.” Bizim , bu cüm lelerden çıkan anlam ın bazı
yapıcı yönleriyle dikkat çekm ekten başka bir şey yapmamız
gerekmiyor.
Piyasaların veya paranın varlığı ya da yokluğu, ilkel bir top­
lum un ek o n o m ik sistem ini etkilem ez; bu paranın piyasalar
açıp işbölüm ünün artmasını sağlayarak, insanın takas ve deği­
şim eğilim ini dizginlerinden kopartarak, kaçınılm az bir top­
lumsal dönüşüm e yol açan bir buluş olduğu yolundaki ondo-
kuzuncu yüzyıl efsanelerini çürütüyor. Yerleşmiş iktisat tarihi
görüşleri, piyasaların önem inin sınırsız bir biçim de abartılm a­
sına dayanıyordu. Oysa, “belirli bir kendini soyutlayış” ve bel­
ki de “bir ayrı kalma eğilim i”, ekonom ik özellikler açısından
piyasaların varolm amasından çıkarabileceğim iz tek son uç; iç
ekonom ik düzen bakım ından varlıkları veya yoklu kları hiç
fark etmiyor.
Bunun nedenleri basil. Piyasalar ekonom inin içinde değil.

102
dışında işleyen kurumlar. Uzak mesafeler arası ticaretin buluş­
ma yerleri. Yerel piyasaların etkisi ise önem siz. Aynca, ne uzak
mesafelerarası ticaret piyasaları, ne de yerel piyasalarda reka­
bet yok. Sonu ç olarak da, bölgesel bir ticaret, yerel veya ulusal
bir piyasa oluşm ası için herhangi bir baskı yok. Bu önerm ele­
rin h er biri, klasik iktisatçıların aksiyom atik varsayımlarından
bazılarını sarsıyor, ama modern araştırm anın ışığında ortaya
çıkan gerçeklerle uyum içinde.
G erçekten de durumun m antığı, klasik doktrinin temelinde
yatan mantığın hem en hem en lam tersi. Yerleşmiş öğreti, bire­
yin takas eğilim inden yola çıktı; bu eğilim den yerel piyasaların
ve işbölüm ünün gerekliliği sonucunu çıkard ı; ve nihayet tica­
retin, giderek dış ticaretin, hatta uzak m esafeler arası ticaretin,
gerekliliği sonu cu n a vardı. Bugünkü bilgim izin ışığında bu
mantığı neredeyse tam tersine çevirm em iz gerekiyor: G erçek
başlangıç noktasını uzak mesafeler arası ticaret oluşturuyordu,
bu da malların coğrafî konum u ve bölgeler arası “iş bölüm ü­
nün" bir sonucuydu. Uzak mesafeler arası ticaret, çoğu zaman
piyasaları ortaya çıkarıyordu. Yani takas ve paranın kullanıldı­
ğı durumlarda, alış-veriş faaliyetlerine yer veren, dolayısıyla da
çoğu kez (am a k esin lik le her zam an d e ğ il), bazı bireylere,
kendilerine atfedilen pazarlık eğilim lerine uyma olanağı tanı­
yan bir kurum çıkıyordu ortaya.
Bu yaklaşım ın lemel özelliği, ticaretin başlangıcının, ekono­
minin içsel örgütlenişinden bağım sız olarak dış dünyada yer
alması: “Avlanma sırasında gözetilen bazı ilkelerin b ölg e sınır­
ları dışında bulunan bazı malların elde edilm esinde uygulan­
masıyla, daha sonra bize ticaret olarak görünen bir değişim tü­
rü ortaya ç ık tı.”3 Ticaretin doğuşunu araştırırken, başlangıç
noktam ız, av örneğindeki gibi, uzak m esafedeki malların elde
edilmesi olm alı. “O rta AvusturyalI D ieri’ler her yıl Temmuz
veya Ağustosta bedenlerini boyamak için kullandıkları kırmızı
aşı boyasını elde edebilm ek için güneye doğru bir sefer düzen­
lerler... Komşuları Yanlruw unlalar da, 8 0 0 kilom etre uzaklık-

3 T h u m w a ld , R .C . E c o n o m ic s in Prim itive Com m unities, 1 9 3 2 , s . 1 4 7 .

103
taki Flinders Tepesinden kırmızı aşı boyası ve ot tohum larını
ezm ek için kullandıkları taşları getirmek için aynı tür girişim ­
lerde bulunurlar. İki durumda da, eğer yerel halk aranan nes­
nelerin alınıp götürülm esine karşı çıkarsa, savaşmak gerekebi­
lir...” Bu tip bir talep ya da define avcılığı, bizim eskiden tica­
rete yakıştırdığımız haydutluk ve korsanlık özellikleri taşır; te­
mel olarak tek yönlü bir faaliyettir. İkili bir biçim alm ası, yani
“belirli bir değişim b içim in e” dönüşm esi, çoğu zam an ilgili
güçlerin birbirlerine bir tür şantaj yapmalarıyla olur; ya da,
Kula halkasında, Batı Afrika Pengwe’lerinin ziyaret toplan tı­
sında veya şefin bütün ziyaretçileri ağırlamakta direterek dış
ticareti tekeli altına aldığı Kpelle’lerde olduğu gibi, karşılıklılık
düzenlem eleri, faaliyeti iki yönlü bir duruma getirir. Doğru,
bu ziyaretler rastlantısal şeyler değil, onların olmasa bile bizim
açımızdan gerçek ticaret yolculukları; gene de, mal değişimi,
her zaman, karşılıklı armağanlar kisvesi altında, genellikle zi­
yaretler aracılığıyla gerçekleşiyor.
Vardığımız sonuç, insan topluluklarının dış ticaretten hiçbir
zaman bütünüyle uzak olm am aları, ama bu ticaretin m utlaka
piyasalar gerektirm ediği. Dış ticaret, başlangıcında, takastan
çok macera, keşif, av, korsanlık ve savaş nitelikleri taşıyor. Ne
barış ne de iki yönlü b ir ilişki anlam ı taşımadığı olabiliyor,
ama bu iki anlamı da taşıdığı durumlarda, genellikle, takas de­
ğil, karşılıklılık ilkesine göre düzenleniyor.
Barışçı takasa geçiş iki açıdan incelenebilir: Takas açısından
veya barış açısından. Yukarıda belirtildiği gibi, bir kabile sefe­
ri, ilgili güçler tarafından yerinde saptanan bazı koşullar doğ­
rultusunda yer alabilir, örn eğin yabancılardan arm ağanlara
karşılık vermeleri istenebilir; bu tip bir ilişki, bütünüyle barış­
çı olmamakla birlikte, takasa yol açabilir ve böylece tek taraflı
yürütülen şey iki taraflı yürütülen şeye dönüşür. Diğer gelişme
yönü ise, Afrika’nın avcı-toplayıcı kabilelerinde görülen “ses­
siz ticaret”: Burada çatışm a tehlikesi örgütlü bir ateşkes aracı­
lığıyla önleniyor ve barış, em niyet, güven unsurları, ihtiyatlı
bir biçim de ticaret ilişkisinin içine yerleştiriliyor.
Bildiğimiz gibi, daha sonraki aşamalarda piyasalar dış licare-

104
tin örgütlenişine hakim oldular. Ama ekonom ik açıdan, dış pi­
yasalar, hem yerel piyasalardan, hem de iç piyasalardan çok
farklı bir olgu. Farklılık yalnız büyüklükte değil; söz konusu
olan, işlevleri ve başlangıçları açısından farklı durumlar. Dış
ticaret taşımaya dayanır; önemli olan nokta, bölgede belirli tip
malların bulunm ayışıdır; İngiliz yünlülerinin Portekiz şarapla­
rıyla değişimi bunun bir örneği. Yerel ticaret o yörenin m alla­
rıyla kısıtlıdır, bu mallar ya çok ağır ve hacim li, ya da bozula­
bilir olduklarından taşımaya yatkın değillerdir. Yani dış ticaret
de, yerel ticaret de, coğrafî uzaklığa bağlıdır, biri uzaklığı aşa­
mayan mallarla, öteki yalnızca bunu aşabilenlerle sınırlıdır. Bu
tür ticaret haklı olarak “tam am layıcı” sıfatıyla tanımlanır. Şe­
hirle kırsal alanlar arasındaki yerel ticaret de, değişik iklim
bölgeleri arasındaki dış ticaret de, bu ilkeye dayanır. Bu tür ti­
carette rekabet olması gerekm ez, hatta eğer rekabet ticaretin
düzenini bozma eğilimleri gösteriyorsa, hiç de çelişkili olm a­
yan bir biçim de ortadan kaldırılabilir. Yerel ticaret ve dış tica­
retin aksine, iç ticaret özünde rekabeti içerir; tam am layıcı de­
ğişimin dışında, değişik kaynaklardan gelen ve birbirleriyle re­
kabet içinde piyasaya sürülen benzer mallarla ilgili ço k daha
fazla sayıda değişim burada yer alır. Dolayısıyla, yalnızca iç ti­
caretin, veya ulusal ticaretin ortaya çıkışıyla rekabet ticaretin
genel bir ilkesi olarak kabul edilmeye başlanır.
E k o n o m ik işlevlerin e göre farklılaşan bu üç tip ticaretin
başlangıçları da değişiktir. Dış ticaretin doğuşundan söz ettik.
Piyasalar da onun içinden çıktı ve tüccarların konakladığı ge­
çit yerleri, limanlar, nehir kaynaklan veya iki kara ticareti se­
ferinin karşılaştığı noktalarda gelişti. “Lim anlar” (port) sevki-
yaıın yapıldığı yerlerde geliştiler.4 Kısa bir süre için önem ka­
zanan Avrupa paraları da, uzak mesafeler arası ticaretin yol aç­
tığı özel bir piyasa türünün örneklerinden; İngiltere’nin ham­
madde ticareti m erkezleri, bunun diğer bir örneği. Ama pana­
yırlar ve hammadde ticareti m erkezlerinin, evrim cileri huzur­
suz edecek biçim de birdenbire ortaya çıkm alann a karşın, li­

4 P iren n c, H ., M edieval C ity, 1 9 2 5 , s. 1 4 8 (d ip n o t 12)

105
m anlar (portus) Baıı Avrupa’nın şehirleşm esinde son derece
önemli bir rol oynadı. Ama şehirlerin dış piyasaların yanında
kurulmuş olduğu yerlerde bile, yerel piyasalar yalnız işlevsel
açıdan değil örgütleniş biçim leri bakım ından da ayrılıklarını
korudular. Ne lim an, ne panayır, ne de ham m adde ticareti
merkezleri, iç veya ulusal piyasaların başlangıçlarını oluştur­
muyordu. Peki bu başlangıcı nerede aramalıyız?
Bireysel takas faaliyetlerinin zamanla yerel piyasaların geliş­
mesine yol açtıklarını varsaymak doğal görülebilir. Böylece bu
piyasaların da, bir kez ortaya çıktıktan sonra, gene doğal ola­
rak iç veya ulusal piyasaların kurulmasına yol açtıkları söyle­
nebilir. Ama bunların ikisi de doğru değil. Ortadaki gerçekler,
bireysel takas faaliyetlerinin, başka ekonom ik davranış ilkele­
rinin geçerli olduğu toplumlarda, piyasaların kurulm asına yol
açm adığını gösteriyor. Bu tür faaliyetlere hem en hem en bütün
ilkel toplum tip lerin d e rastlanıyor, ama yaşam için gerekli
olan nesneler bu faaliyetler yoluyla sağlanmadığından, ikincil
olarak değerlendiriliyorlar. E skin in büyük yeniden dağıtım
sistem lerinde, yerel piyasalar gibi takas faaliyetleri de yer alı­
yordu, ama her zaman önem siz bir özellik olarak. Aynı şey,
karşılıklılığın hakim olduğu yerlerde de geçerli. Burada takas
faaliyetleri çoğu kez em niyet ve güven unsurlarını içeren geniş
kapsamlı ilişkiler içine yerleşmiş durumda; bu da işlemin iki
yönlülük özelliğini önem sizleştiriyor: Kısıtlayıcı unsurlar sos­
yolojik çerçevenin her yanından kaynaklanabiliyorlar: Âdetler
ve yasa, din ve büyü hep aynı sonuca yöneliyorlar, yani deği­
şim faaliyetlerini kişiler, nesneler, zaman ve durum açısından
kısıtlıyorlar. Kural olarak, takas işlem inde birey, hem nesnele­
rin, hem de bunların tam karşılıklarının veri olarak alındığı,
önceden belirlenm iş bir işlem e girm iş oluyor. Tikopia dilinde
Ulu sözcüğü, karşılıklı değişim in bir parçasını oluşturan bu
geleneksel eşit karşılığı belirliyor.5 O nsekizinci yüzyıl düşün­
cesinin tem el özelliği olarak karşımıza çıkan iradi pazarlık un­
suru, değiş-tokuş eğilim inin tanımlayıcısı olarak bireyin çıka-

5 F irıh . R ., P rim itiv e P o ly n es ia n E c o n o m ic s , 1 9 3 9 , s. 3 4 7 .

106
rina uygun bir fiyat saplama çabası, sözünü elliğim iz işlem ler­
de önem kazanam ıyor; işlerrtin tem elinde bu eğilim ler yatsa
bile, bunların suyüzüne çıkm asına nadiren izin veriliyor.
Alışılm ış davranış biçim i, aksine, bunların lam lersi eğilim­
lere yol açıyor. Ö rneğin, veren taraf nesneyi yere düşürebili­
yor, alan da, sanki bu bir rastlantıym ış gibi, onu yerden kaldı-
rabiliyor, hana bunu da yapmayıp, daha sonra başka birisinin
onu alıp kendisine vermesini bekleyebiliyor. Burada verilene
karşılık olarak alınan nesneyi iyice incelem ek geçerli davranış
biçim lerine son derece lers düşen bir şey. Elim izde, bu yük­
sekten tavırların işlem in maddi yönüne duyulan gerçek bir il­
gisizlikten kaynaklanm adığını gösteren epeyce veri olduğuna
göre, bu görgü kurallarını, takası bir toplum sal özellik olarak
belirli sınırlar içinde tutmak üzere düzenlenm iş karşı gelişm e­
ler olarak tanımlayabiliriz.
Elim izdeki verilere dayanarak, yerel piyasaların bireysel ta­
kas işlem lerin d en kaynakland ığını sö y lem e k , d ikkatsiz bir
acelecilik olur. Yerel piyasaların başlangıcıyla ilgili ne kadar az
şey bildiğim izi düşünerek, ancak şu kadarım söyleyebiliriz:
Başından beri bu kurum , toplum un yürürlükteki ekonom ik
düzenini, piyasa faaliyetlerinin etkisinden korum ak üzere ge­
liştirilm iş bir çok güvenlik önlem iyle kuşatılm ıştı. Piyasanın
huzuru, hem onun alanını sınırlayan hem de bu sınırlar içinde
işleyebilmesini sağlayan ayinler ve törenlerle korunuyordu. Pi­
yasaların en önem li sonucu da -şeh irlerin ve şehir uygarlığı­
nın d o ğu şu - bu çelişik gelişm eden kaynaklanıyordu. Çünkü
piyasanın ürünü olan şehirler, yalnız piyasanın koruyuculuğu­
nu yapm ıyor, aynı zamanda da onun kırsal alanlara yayılıp
toplumun yürürlükteki ekonom ik düzenine tecavüz etmesini
engelliyorlardı. “İçinde tutm ak” (contain) deyim inin iki anla­
mı, şehirlerin piyasalarla ilgili olarak gördükleri bu çift yönlü
işlevi çok güzel açıklıyor: Şehirlerin piyasaları içlerinde barın­
dırmalarını ve onların yayılmasını önlem elerini.
Takas, bu insan ilişkisi türünün ekonom ik düzenin işlevle­
rini aksatm asını önlem ek amacıyla çeşitli tabularla çevrilirken,
piyasa üzerinde daha sıkı bir disiplin uygulanıyordu, işte Cha-

107
ga ülkesinden bir örnek: “Pazara, pazar kurulan günlerde, dü­
zenli bir biçim de gidilmelidir. Eğer herhangi bir olay, bir veya
birkaç gün pazar kurulm asını engellerse, pazar yeri şartlanm a­
dan ahş-veriş yeniden başlayamaz... Pazar yerinde kan dökül­
mesine yol açan bir olay acele kefaret gerektirir. O andan itiba­
ren hiçbir kadının pazar yerini terketm esine izin verilmez ve
mallara kesinlikle dokunulm az; alınıp yiyecek olarak kullanıl­
madan önce her şeyin tem izlenm esi gerekir. Derhal en azın­
dan bir keçi kurban edilmelidir. Bir kadının pazar yerinde do­
ğurması veya çocuk düşürmesi durumunda, daha ciddi ve da­
ha pahalı bir kefaret gerekir. Bu durumda süt veren bir hayvan
kurban edilm esi gereklidir. Ayrıca, şefin evi de sağmal bir ine­
ğin kanı dökülerek şartlanmalıdır. Bölgedeki bütün kadınların
üzerine bu kandan serpilm elidir.”6 Bu tür kuralların piyasala­
rın yayılmasına pek de elverişli olmadıkları açık.
Ev kadınlarının bazı günlük ihtiyaçlarını karşıladıkları, tahıl
ve sebze üreticileriyle yerel zanaatkârlann mallarını sattıkları
yerel piyasaların özellikleri, zaman ve m ekan içinde şaşırtıcı
benzerlikler gösteriyor. Bu tür biraraya gelişlere ilkel loplum -
larda sık sık rastlandığı gibi, bu toplum larda gördüklerim iz
Balı Avrupa’nın en ileri ülkelerinde onsekizinci yüzyılın orta­
larına kadar rasılananlardan pek değişik değil. Bunlar yerel ya­
şamın önem siz bir parçasını oluşturuyor ve Orta Afrika kabile
yaşamında olsu n, M eroverj D önem i Fran sası’nın sitelerind e
veya Adam Sm ith zam anının Iskoç köylerinde olsun, büyük
farklılıklar gösterm iyorlar. Ama köy için geçerli olan , şehir
için de geçerli. Yerel piyasalar özünde mahalle piyasaları ve
topluluğun yaşamı için önem li olm akla birlikte, hiçbir yerde
y ü rü rlü ktek i ek o n o m ik sistem i kendi k alıp ların a uydurm a
eğilimi taşımıyorlar. İç veya ulusal ticaretin başlangıç noktası­
nı bunlar oluşturmuyorlar.
Batı Avrupa’da iç piyasayı yaratan devlet m üdahalesiydi.
Ticaret Devrim i’ne kadar, bize ulusal ticaret gibi görünen şey
ulusal düzeyde değil, yerel yönetim ler düzeyinde yer alıyor­

6 T h u rn w a ld , R .C ., o p .c it.., s. 1 6 2 -1 6 4 .

108
du. Hanseler, Alman tüccarları değil, Kuzey Denizi ve Baltık
şehirlerinden çık m ış bir ticaret oligarşisiydi. H anse, Alman
ekonom ik yaşam ını ulusallaştırm ak bir yana, iç kesim leri b i­
lin ç li o la ra k tic a r e tte n k o p a rm ış tı. A n tw e rp veya H am ­
burg'un, Venedik veya Lyon’un ticaretine, h içb ir biçim de Hol­
lan d a, A lm an , İta ly a n veya F ra n sız tic a re ti d en ile m ez d i.
Londra da bir istisna oluşturm uyordu; Lübeck ne kadar Al­
mansa, o da o kadar Ingilizdi. O devrin Avrupa ticaret haritası
haklı olarak yalnızca şehirleri için e alıyor, kırsal kesim i boş
bırakıyordu. Ö rgütlü ticaret açısından, kırsal kesim olm asa da
olurdu. Sözde uluslar yalnızca siyasal birim lerdi, üstelik de
çok gevşek birim ler. E konom ik olarak, sayısız irili ufaklı aile­
den ve köylerdeki önem siz yerel piyasalardan oluşm uşlardı.
Ticaret örgütlü şehir birim leriyle sınırlıydı, burada ya mahalle
ticareti biçim inde yerel olarak, ya da uzak m esafeler arası ti­
caret biçim inde yürütülüyordu. Bu ikisi kesinlikle birbirlerin­
den ayrıydı ve ikisinin de kırsal alanlara dilediklerince sızm a­
sı engellenm işti.
Şehir düzeni içinde yerel ticaretle uzak m esafeler arası tica­
retin böyle kesin lik le birbirinden ayrılm ış olm ası, h er şeyin
içiçe girerek geliştiğini düşünen evrim cilere başka bir darbe.
Oysa bu gerçek, Batı Avrupa şehir yaşam ının sosyal tarihi açı­
sından bir kilit noktası. İlkel ekonom ilerden çıkarsadıgım ız,
piyasaların doğuşu hakkındaki önerm elerim izi de büyük ölçü ­
de destekliyor. Yerel ve uzak mesafeler arası ticaret arasındaki
kesin ayrım çok katı görünebilir. Ö zellikle bunun bizi şaşırtıcı
bir sonuca, ne yerel ticaretin ne de uzak m esafeler arası ticare­
tin m odem çağların iç ticaretinin kaynağı olmadığı sonucuna
götürdüğü düşünülürse, açıklamalarda d eu s e x m ach in a olarak
devlet m üdahalesine sığınm aktan başka yol kalmadığı düşü­
nülebilir. Şim di göreceğim iz gibi, bu konuda da yeni araştır­
malar so n u çlarım ızı d estek ler n itelik le . Ama ö n ce, ortaçağ
Şehri içinde, yerel ve uzak mesafeler arası ticaret arasındaki bu
aynm ın biçim lend ird iği şekliyle şeh ir uygarlığı tarihini ana
batlarıyla gözden geçirelim .
G erçekten de bu ayrım . O rtaçağ şehir m erkezlerinin kurul­

109
m asının en önem li yönü.7 Şehir, şehir eşrafının düzenlediği
bir şeydi. Yalnızca onlar vatandaşlık haklarına sah ip tiler ve
bütün sistem , eşraftan olanlarla olm ayanlar arasındaki ayrım
üzerinde duruyordu. Doğal olarak, kırsal kesim den köylüler
gibi, başka şehirlerdeki tüccarlar da şehir eşrafından değildi,
ama şehrin siyasal ve askeri gücü çevredeki köylülerle uğraş­
mayı kolaylaştırıyorsa da, yabancı tü ccarlar üzerinde böyle
bir yetki kurm ak olanaksızdı. Bu yüzden eşrafın, yerel ticaret­
le uzak m esafeler arası ticaret karşısındaki konum ları bü tü ­
nüyle değişikti.
Yiyecek ikm alinde, ticareti kontrol altında tutmak ve yük­
sek fiyatları önlem ek amacıyla, alış-verişin gözler önünde ya­
pılması ve aracıların ortadan kaldırılması gibi m üdahaleler yer
alıyordu. Ama bu müdahaleler, yalnızca şehir ve yakın çevresi
arasındaki ticarete uygulanıyordu. Uzak m esafeler arası tica­
retle durum bütünüyle değişikti. Baharat, tuzlanm ış balık veya
şarap uzaktan geliyor ve yabancı tüccarlarla onların uyguladı­
ğı kapitalist loptan ticaret yöntem lerinin alanında kalıyordu.
Bu tür ticaret yerel müdahalelerden bağımsızdı ve yapılabile­
cek tek şey, onu alabildiğince yerel piyasanın dışında tutmaktı.
Yabancı tü ccarların perakende satış yapm alarının kesinlikle
yasaklanm ış olm ası, bu am aca hizm et ediyordu. K ap italist
toptan ticaretin hacm i büyüdükçe, ithalat kapsamında onun
yerel piyasaların dışında tutulm asına daha da özen gösterilm e-
le başlandı.
Sanayi mallarının durumu, ihracat için üretimin örgütlenişi­
ni etkilediğinden, bu alanda yerel ve uzak mesafeler arası tica­
retin birbirinden ayrılışı daha da kesindi. Bunun nedeni, sanayi
üretimini düzenleyen loncaların niteliğinde yatıyordu. Yerel pi­
yasada üretim , üreticilerin ihtiyaçlarına göre düzenlenm iş, do­
layısıyla da belirli bir gelir düzeyini tutturabilmek üzere kısıt­
lanmıştı. Doğal olarak, bu ilke üretici çıkarlarının üretime hiç­
bir sınır getirmediği ihracat alanında uygulanamazdı. Sonuçta,
yerel ticaret sıkı bir kontrol altında tutulurken, ihracat için

7 A çık la m a la rım ız d a 11. P iren n e 'n in ça lışm a la rın ı izliy oru z.

110
üretim zanaatkar örgütleri tarafından, yalnızca biçim sel olarak
düzenleniyordu. Devrim en önem li ihracat sanayii, kumaş tica­
reti, kapitalist ücretli emek çerçevesinde düzenlenmişti.
Yerel ticaretin dış ticaretten giderek daha dikkatle ayrılması,
şehir yaşam ının hareketli sermayenin şehir kurum larm ı parça­
lama tehdidine karşı gösterdiği tepkinin sonucuydu. Tipik or­
taçağ şehri, tehlikeyi, kontrol edilebilen yerel piyasayla, kont­
rol edemediği uzak mesafelerle ticaretin çılgınlıkları arasında­
ki uçurum u kapatarak atlatmaya çalışm adı. A ksine, tehlikeyi
kendi varoluş nedenini oluşturan dışlam a ve korum a politika­
larını şiddetle uygulayarak karşıladı.
Uygulamada bu, şehirlerin, kapitalist toptancının kurulması
için uğraştığı bir ulusal veya iç piyasanın oluşm asını engelle­
mek üzere, ellerinden gelen her şeyi yapmaları sonucunu ver­
di. Şehir eşrafı, rekabetçi olmayan yerel ticaretle gene rekabet­
çi olmayan uzak mesafeler arası ticaret ilkelerine sarılarak, kır­
sal bölgelerin ticaret alanı içine alınm asını ve şehirlerle kırsal
bölgeler arasında eşit ticaret ilişkilerine girilm esini önlem ek
üzere bütün güçlerini kullandılar. Bölgesel devletin, piyasanın
ulusallaşm asm ın aracı ve iç ticaretin yaratıcısı olarak ortaya
çıkmasını gerekli kılan bu gelişmelerdi.
O nbeş ve onaltıncı yüzyıllarda, devletin bilinçli uygulamala­
rı, m erkantilist sistem i korum acı şehirler ve eyaletlere zorla
kabul ettirdi. M erkantilizm , yerel ve yerel yönetim ler arası ti­
caretin modası geçm iş ayrılığına son verdi. Bunu, bu iki reka­
betçi olmayan ticaret tipi arasındaki engelleri kaldırarak, böy-
lece hem şehir ve kırsal kesimler, hem de değişik şehirler ve
eyaletler arasındaki ayrımları giderek gözardı eden, bir ulusal
piyasa kurulm asına yol açarak sağladı.
Aslında m erkantilist sistem , birden fazla soruna karşı olu ş­
turulm uş bir tepkiydi. Siyasal açıdan m erkezî devlet, Ticaret
Devrimi’nin gerektirdiği yeni bir oluşum du. Ticaret Devrimi,
Batı Dünyasının ağırlık m erkezini Akdeniz’den Atlantik Kıyı­
sına kaydırm ış ve böylece geniş tarım ülkelerinin geri halkla­
rını ticaret yapmak üzere örgütlenm ek durum unda bırakm ış­
tı. Dış politika alanında, egemen bir güç oluşturulm ası günün

111
ihıiyaçlarındandı; dolayısıyla, m erkantilisi devlet idaresi, ulu­
sal bölgenin bü tü n kaynaklarının dış işlerde güç sağlam ak
amacıyla seferber edilm esini içeriyordu. Böyle bir çaba, kaçı­
nılm az olarak, iç politikad a, feodal ve yerel parıikülarizm le
parçalanm ış ülkelerin birleştirilm esi sonucunu verdi. E kon o­
mik olarak, birleştirm e aracı sermayeydi, yani istifçilerden ge­
len özel kaynaklar. Bu da ticaretin gelişm esine özellikle uy­
gundu. Son olarak, m erkezî devletin iktisat politikasının te­
m elindeki idari yöntem , geleneksel yerel yönetim sistem inin
devlet düzeyinde daha geniş bir alana yayılmasıyla elde edil­
mişti. Loncaların devlet organlarına dönüşm e eğilim i göster­
diği Fransa’da, lonca sistem i kolayca ülke düzeyine uzandı;
surlar içindeki şehirlerin çürüyüşüyle sistem in iflah olm az bir
biçim de zayıfladığı İngiltere’de ise, kırsal alanlar lonca d eneti­
m i olm aksızın sanayileşti. İki ülkede de, ticaret ulusun tüm
to prakların a yayılarak belirgin ek o n o m ik faaliyet b içim in i
oluşturdu. M erkantilizm in iç ticaret politikasının kaynakları­
nı bu durum belirliyordu.
Ticareti ayrıcalıklı şehrin kısıtlam alarından kurtarıp özgür­
leştiren devlet müdahalesi, şim di, şehrin o zamana kadar başa­
rıyla göğüsleyebildiği birbiriyle yakından ilgili iki tehlikeyle,
tekel ve rekabetle, başetm ek durum undaydı. R ek ab etin s o ­
nunda m utlaka tekelleşm eye yol açacağı, o zam anlar ço k iyi
bilinen bir gerçekti. Tekellerden ise, bugün olduğundan daha
çok korkuluyordu, çünkü bunlar çoğu zaman günlük ihtiyaç­
ları etkiliyor ve bütün toplumu ilgilendiren bir tehlikeye dö­
nüşebiliyorlardı. E konom ik yaşamın, artık yalnızca yerel yö­
netim düzeyinde değil ulusal düzeydeki topyekûn düzenleni­
şi, buna karşı düşünülm üş çareyi oluşturuyordu. M odem ba­
kış açısıyla, rekabetin dar görüşlü bir kısıtlaması olarak görü­
lebilecek yöntemler, devrin koşulları altında piyasaların işleyi­
şini sağlama aracı olarak kullanılıyorlardı. Çünkü piyasaya ge­
çici olarak bazı alıcı ve satıcıların girm eleri dengeyi bozacak
ve sürekli alıcı ve satıcıların işini karıştıracaktı. Bunun sonu­
cunda da piyasa işlemez olacaktı. Eski satıcılar mallarının uy­
gun bir fiyat bulup bulamayacağından em in olm adıkları için

112
piyasadan çekilecekler, piyasa da yeterli bir arz düzeyi oluşm a­
dan tekelcilerin eline kalacaktı. Daha önem siz olm akla birlik­
le, aynı tehlikeler, hızlı bir talep azalışının bir alıcı lekeline
dönüşm esi durum unda, talep yönünden de söz konusuydu.
D evletin piyasayı p arıik ü larist yasaklar ve kısıtlam alard an,
harçlar ve yasalardan arındırmak için attığı her adım üretim ve
dağıtım sistem inin düzenini bozuyordu. Artık sistem , başıboş
rekabet ve dışarıdan gelip hiçbir süreklilik garantisi verm eksi­
zin piyasadan pay alanlar tarafından tehdit edilmekteydi. Do­
ğal olarak, yeni ulusal piyasalarda belli bir ölçüde rekabet var­
dı, ama geçerli olan yeni rekabet unsuru değil, geleneksel dü­
zenlem enin özellikleriydi.8 G eçim i için çalışan köylünün ken­
dine yeterli ailesi, iç piyasanın oluşmasıyla geniş ulusal birim ­
lere katılırken de ekonom ik sistem in yaygın tem elini oluştur­
maya devam ediyordu. Bu ulusal piyasa, artık, yerel ve dış pi­
yasaların yanında yer alm ış ve onlarla kısm en içiçe girm işti.
Şimdi tarıma eklenm iş olan iç ticaret, kısm en içine kapalı pi­
yasalardan oluşan, kırsal kesime hâlâ hakim olan ev idaresi il­
kesiyle tamamen uyumlu bir sistemdi.
Böylece Sanayi D evrim i'ne kadar piyasanın tarihiyle ilgili
özetimizi bitiriyoruz. Bildiğimiz gibi, insanlık tarihinin bun­
dan sonraki aşaması, kendi kurallarına göre işleyen tek bir bü­
yük piyasa oluşturm a çabasını birlikte getirdi. M erkantilizm in
Batı ulusu devletinin belirgin politikasının içinde, böylesine
kendine özgü b ir gelişim in haberciliğini yapan hiçbir şey yok­
tu. M erkantilizm in başardığı ticareti “özgürleştirm e", ticareti
yalnızca tek tek bazı birim lerin uyguladıkları kısıtlamalardan
kurtardı, ama aynı zamanda da m üdahale alanını genişletıi.
Ekonom ik sistem , yaygın sosyal ilişkilerin içine göm ülm üştü,
piyasalar sosyal olarak her zam ankinden daha yoğun bir bi­
çimde k on tro l edilen ve düzenlenen kurum sal bir çevrenin
yalnızca bir yan özelliğini oluşturuyorlardı.

8 M o n te s q u ie u . V esprit d e s lo is, 1 7 4 8 . “In g iliz ler tü c c a ra k ısıtla m a la r g e tir irle r ",


atn a bu tica re tin y ararın a yapılır.

113
6. Kendi Kurallarına Göre İşleyen Piyasa
ve Hayali Metalar: Emek, Toprak, Para

Ekonom ik sistem in ve piyasaların ayrı ayrı ele alındığı bu ka­


bataslak özet, piyasaların günümüze kadar hiçbir zaman eko­
nomik yaşamın bir yan özelliği olm aktan öteye geçm ediklerini
gösteriyor. K ural, ek o n o m ik sistem in sosyal sistem in içine
yerleşmesiydi, ekonom iye hakim olan davranış ilkesi ne olur­
sa olsun, kurum sal bir kalıp olarak piyasanın varlığı onunla
uyum sağlayabiliyordu. Bu kalıbın tem elini oluşturan takas
veya değişim ilkesi, sistem in geri kalan kısm ının zararına ya­
yılma eğilim leri gösterm iyordu. M erkantilizm deki gibi, en faz­
la gelişmiş oldukları yerlerde piyasalar, hem köylülük içinde
hanelerin, hem de ulusal yaşamın kendilerine yeterliliğini teş­
vik eden bir m erkezî idarenin kontrolü altında işliyorlardı. Ni­
tekim düzenlem eler ve piyasalar birlikte geliştiler. Kendi ku­
rallarına göre işleyen piyasa bilinm iyordu; hatta, “kendi kural­
larına göre işlem e" fik rin in ortaya çık ışı, gelişm e yönünde
yükseksen derecelik bir değişikliğe yol açm ıştı. Piyasa ekon o­
m isinin tem elindeki olağanüstü varsayımlar, ancak bu gerçek­
lerin ışığında tam olarak anlaşılabilir.
Piyasa ekonom isi yalnızca piyasalar tarafından kontrol edi­
len, d ü zenlenen ve y ö n len d irilen b ir ek o n o m ik sistem d ir;
malların üretim ve dağıtım ının düzeni, bu kendi kurallarına

114
göre işleyen kurumsal kalıba bırakılmıştır. Bu tür bir ekonom i,
insanların kendilerine en fazla parasal çıkar sağlayacak biçim ­
de davranacakları beklentisinden kaynaklanır. Belirli bir fiyat
düzeyindeki mal (ve hizm et) arzının o düzeydeki talebe eşit
olduğu piyasaları varsayar. Sahibinin elinde salın alım gücü iş­
levini gören paranın varlığı da, savlan arasındadır. Bu durum ­
da, üretim i yönlendirenlerin kârları fiyatlara bağlı olduğun­
dan, üretim i fiyatlar kontrol edecektir; fiyatlar gelirleri oluş­
turduğundan ve üretilen mallar bu gelirlere göre toplum un bi­
reyleri arasında dağıtıldığından, malların dağıtım ı da fiyatlara
bağlı olacaktır. Bu varsayımlara göre, m allann üretim ve dağı­
tım düzeni yalnızca fiyatlar tarafından sağlanır.
Kendi kurallarına göre işleyiş, üretim in tüm ünün piyasada
satıldığı ve bütün gelirlerin bu satışlardan kaynaklandığı anla­
mını taşır. Böylece, üretimin bütün unsurları için piyasalar or­
taya çıkar, yalnızca mallar (ve hizm etler) için değil, em ek, top­
rak ve para için de. Fiyatlar da sırasıyla, meta fiyatları, ücret­
ler, rant ve faiz adını alır. Bu terim ler fiyatların gelirleri oluş­
turduğunu gösterir: Faiz para kullanım ının fiyatıdır ve para
sağlayabilecek durumda olanların gelirini oluşturur; rant top­
rak kullanım ının fiyatıdır ve toprak arzını sağlayanların gelir­
lerini oluşturur; ücretler em ek gücü kullanım ının fiyatıdır ve
onu satanların gelirlerini oluşturur; nihayet, meta fiyatları gi­
rişim cilik hizm etlerini satanların gelirlerine katkıda bulunur,
çünkü kâr denilen gelir iki fiyat grubu arasındaki farktır, yani
üretilen m alların fiyatlarıyla m aliyetleri, veya üretilm eleri için
gerekli m alların fiyatları arasındaki fark. Eğer bu koşullar yeri­
ne getirilirse, bütün gelirler piyasadaki satışlardan kaynakla­
nacak ve üretilen bütün malları satın almaya yeterli olacaktır.
Başka bir varsayımlar grubu da, devlet ve devlet politikasıy­
la ilgili olarak ortaya çıkıyor. H içbir şeyin piyasaların kurul­
masını engellem esine izin verilmemeli ve satış dışında kanal­
lardan gelir sağlanması önlenmelidir. Ayrıca, m al, em ek, top-
rak ve para fiyatlarının tümü için, fiyatların değişen piyasa ko­
şullarına uyum sağlama sürecine müdahalede bulunulm am ak­
tır. Yani, yalnızca bütün üretim unsurları için piyasalar bulun­

115
ması değil,1 aynı zamanda bu piyasalann işleyişinin etkilerine
karşı hiçbir önlem veya politika bulunm am ası da gereklidir.
Ne fiyat, ne arz, ne de talep, tespit edilip düzenlenem ez; bura­
da, yalnızca, piyasayı ekonom ik alanın tek düzenleyici gücü
durumuna getiren koşulların sağlanmasıyla, piyasanın kendi
kurallarına göre işlem esini garanti altına alan politika ve yön­
temlere yer vardır.
Bunun ne anlam a geldiğini lam olarak anlayabilm ek için bir
an m erkantilizm e ve onun gelişm elerine büyük katkıda b u ­
lunduğu ulusal piyasalara dönelim . Feodalizm ve lonca siste­
mi içinde toprak ve em ek sosyal düzenin bir parçasını oluştu­
ruyorlardı (para daha henüz yeni yeni üretimin temel unsurla­
rından biri d urum u na g eliy o rd u .) Toprak, feodal d ü zen in
mihver unsuru, askerî, yasal, İdarî ve siyasal sistem in temelini
oluşturuyordu; sosyal konum u ve işlevi, yasal ve geleneksel
kurallarca belirlenm işti. M ülkiyetinin devredilebilir olup o l­
madığı, devredilebildigi durumda, kime ve hangi kısıtlam alar
altında devredilebildigi, m ülkiyet haklarının neleri içerdiği,
toprağın hangi biçim lerde kullanılabileceği gibi sorular, alım -
saıım düzeninin dışında yer alıyorlardı ve bütünüyle değişik
bir grup kurumsal düzenlem eye bağlıydılar.
Aynı şey emeğin örgütlenişi için de geçerliydi. G eçm işteki
bütün ekonom ik sistem lerde olduğu gibi, lonca sistem inde de,
üretici faaliyetin am açları ve koşulları toplum un genel düzeni
içine yerleşm işıi. Usta, kalfa, çırak ilişkileri, zanaatin gerekli­
likleri, çırak sayısı, işçi ücretleri, hep loncanın ve şehrin âdet­
leri ve kurallarınca düzenlenirdi. M erkantilizm in yaptığı tek
şey, bu koşulları, ya İngiltere’deki gibi yasalarla ya da F ra n ­
sa’daki gibi lo n caların “m illileştirilm esiy le”, b irleştirm ek ti.
Toprağın feodal konum una gelince, bu yalnızca eyaletlere bağ­
lı ayrıcalıklar sözkonusu olduğu ölçüde ortadan kaldırılm ıştı;
bunun dışında, Fransa’da olduğu gibi, İngiltere'de de toprak,
“ticaret dışı” (extra com m ercium ) bırakıldı. 1789 Büyük Dev-

1 H en d erso n , H .D ., S u p p ly a n d D e m a n d , 1 9 2 2 . Piyasa uyg u lam ası ik i y ö n lü d ü r


Ü retim fa k tö rlerin in d eğ işik k u lla n ım la r arasın d a d ağ ıtım ı ve fa k tö rle rin lop-
lam a rzın ı etk ile y e n g ü çle rin d ü z en len m e si.

116
rim ine kadar Fransa’da toprak sahipliği sosyal ayrıcalıkların
kaynağını oluşturuyordu; bu tarihten sonra bile, İngiltere’de
toprakla ilgili em sal huku ku , özünde O rtaçağ’dan kalmaydı.
Bütün ticarileştirm e eğilim ine karşın, m erkantilizm bu iki te­
mel üretim unsurunun, toprak ve em eğin, ticaret konusu o l­
malarını engelleyen koruyucu önlem lere karşı çıkm adı. İngil­
tere’de em ek yönetm eliğinin Zanaatkarlar Yasası (Statue o f Ar­
tificers, 15 6 3 ) ve Yoksullar Yasası (Poor Law, 1 6 0 1 ) aracılığıyla
“m illileştirilm esi”, emeği tehlikeli bölgenin dışına aldı; Tudor
Devri ve Stuart Devri’nin ilk dönem indeki toprak çevrilm eleri­
ne karşı politikalar, toprak sahipliğinin kazanç am acıyla kulla­
nım ı ilkesine karşı tutarlı bir tepki oluşturuyorlardı.
Ulusal politikanın ticarileşmesi üzerinde ısrarla durm uş ol­
masına karşın, m erkantilizm in piyasalan piyasa ekonom isine
bütünüyle ters düşen b ir biçim de değerlendirmiş olduğunu, en
iyi onun üretimde devlet müdahalesini nasıl genişlettiğine ba­
karak anlayabiliriz. Bu noktada, m erkantilistlerle feodalistler
arasında, krallık planlamacılarıyla çıkar gruplan, m erkezileştir­
me yanlısı bürokratlarla tutucu sınırlama yanlıları arasında hiç­
bir fark yoktu. Tek aynldıkları nokta, düzenlem e yöntem leriy­
di: Loncalar, şehirler ve eyaletler, âdet ve geleneğin gücüne da­
yanmayı seçiyorlar, yeni devlet yetkilileri ise, yasalar ve yönet­
melikleri tercih ediyorlardı. Ama iki grup da, em ek ve toprağın
ticarileştirilm esine -y a n i piyasa ekonom isinin ön k o şu lu n a -
aynı derecede karşıydılar. Fransa’da loncalar ve feodal ayrıca­
lıklar ancak 1790’da ortadan kaldırıldı; İngiltere’de Zanaatkâr-
lar Yasası ancak 1 8 1 3 -1 4 ’te, Elizabeth Devri Yoksullar Yasası ise
1834’te yürürlükten kalktı, iki ülkede de, özgür bir em ek piya­
sasının kuruluşu onsekizinci yüzyılın son on yılından önce tar­
tışma konusu bile edilmedi; ekonom ik yaşamın kendi yasaları­
na göre işlemesi fikri ise, bütünüyle çağın ufku dışında kalıyor­
du. M erkantilizm, ticaret yoluyla, ülke kaynaklarının gelişm e­
siyle, bu bağlamda tam istihdamla ilgiliydi; toprak ve emeğin
geleneksel düzenlenişini sorgulamıyordu. Bu alanda da, m o­
dem kavramlardan, siyaset alanında olduğu kadar uzaktı. Siya­
set konusunda, m erkantilizm in aydın despotun mutlaka gücü­

117
ne inancı hiçbir dem okrasi eğilim iyle sulandırılm am ıştı. D e­
mokratik düzen ve parlamenter sistem ine geçiş nasıl devrin gi­
dişatını bütünüyle değiştirdiyse, onsekizinci yüzyıl sonunda
düzenlenmiş piyasalardan kendi kurallarına göre işleyen piya­
salara geçiş de, toplumun yapısını bütünüyle değiştirdi.
Kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa, toplumun ekono­
mik ve sosyal düzeylere bölünm esi gibi önem li bir talebi bera­
berinde getirir. Aslında bu ikilik, kendi kurallarına göre işle­
yen bir piyasanın varolduğunun, bütün toplum açısından, baş­
ka bir ifadesidir. Bu iki alanın ayrılığının, her çağda, bütün
toplum tiplerinde görüldüğü söylenebilir. Ama bu bir yanılgı­
ya dayanır. Doğru, hiçbir toplum malların üretim i ve dağıtım ı­
nı sağlayan bir sisLem olm adan yaşayamaz. Ama bundan ayrı
ekonom ik kurumların varolduğu sonucunu çıkaram ayız; nor­
mal olarak ekonom ik düzen yalnızca sosyal düzenin bir fonk­
siyonudur ve onun içine yerleşmiştir. Gösterdiğim iz gibi, ne
kabilelerde, ne feodal, ne de m erkantilist koşullar altında, top­
lum içinde ayrı bir ekonom ik sistem e rastlanır. Ekonom ik sis­
temin soyutlanm ış ve belirgin ekonom ik am açlara bağlanmış
olduğu ondokuzuncu yüzyıl toplum u, gerçeklen kendine öz­
gü bir sapmaydı.
Böyle bir k u ru m sal k alıp , toplum herhangi b ir b içim d e
onun gereklerine uymadan işleyemezdi. Bir piyasa ekonom isi
yalnızca bir piyasa toplumu içinde varolabilirdi. Bu sonuca pi­
yasa m ekanizm asının incelenm esinden çıkan genel nedenlere
dayanarak ulaştık. Şimdi öne sürdüğümüz görüşün dayandığı
nedenleri tek tek belirtebiliriz. Bir piyasa ekonom isinin, em ek,
toprak ve parayı da kapsayan bütün üretim unsurlarını içer­
mesi gerekir. (Bir piyasa ekonom isinde para da üretim yaşam ı­
nın temel bir unsurunu oluşturur ve göreceğimiz gibi, onun
piyasa mekanizm ası kapsamına girişi çok önemli kurumsal so ­
nuçlara yol açm ıştır.) Ama emek ve toprak, bütün toplum ları
oluşturan insanlardan ve toplum un içinde yaşadığı doğal çev­
reden başka bir şey değillerdir. Onları piyasa mekanizm asına
sokm ak, toplum un özünü piyasa kurallarının hakim iyeti altı­
na almak anlam ına gelir.

118
Şimdi piyasa ekonom isinin kurumsal niteliğini ve toplum u
içine attığı tehlikeleri daha som ut bir biçim de açıklayabilecek
bir konum dayız. Ö nce, piyasa m ekanizm asının üretim yaşamı­
nın unsurlarını kontrol altına alıp yönlendirm esini sağlayan
yöntem leri tanımlayacağız; sonra da, böyle bir m ekanizm anın,
onun işleyişinin egem enliği altındaki bir toplum üzerindeki
etkilerinin niteliğini açıklamaya çalışacağız.
Piyasa m ekanizm ası, üretim yaşam ının çeşitli unsurlarıyla
meta kavramı yardımıyla ilişki kurar. Burada metalar, am pirik
olarak, piyasada satılmak üzere üretilen nesneler biçim inde ta­
nım lanıyor; gene am pirik olarak, piyasaları alıcılarla satıcılar
arasında yer alan ilişki diye tanım lıyoruz. Buna göre, bütün
üretim unsurları satılm ak üzere ü retilm iş gibi görülüyorlar
çünkü, bu unsurlar, yalnızca ve yalnızca bu durumda fiyatla
etkileşim içindeki arz ve talep m ekanizm asına bağım lı olabi­
lirler. Uygulamada bu, her üretim unsuru için piyasa oluşması
gerektiği, bu piyasalarda bu unsurlardan herbirinin belirli bir
arz ve talep grubu içinde düzenlendiği, ve her unsurun arz ve
taleple etkileşim içinde bir fiyatı olduğu anlam ına gelir. Bu pi­
yasalar - k i sayısız piyasa v a rd ır- birleşip B ir Büyük Piyasa
oluştururlar.2
Can alıcı nokta şu: Em ek, toprak ve para tem el olarak üre­
tim unsurlarıdır; piyasalar içinde düzenlenm iş olm alıdırlar; bu
piyasalar, ekonom ik sistem in hayatî önem taşıyan bir parçası­
nı oluştururlar. Ama emek, toprak ve para, açıkça görülebile­
ceği gibi, m eta değildirler; alınıp satılan her şeyin satılm ak
üzere üretilm iş olduğu yolundaki önerm e, bu unsurların d u­
rumunda geçerli değildir. Başka bir deyişle, am pirik meta tanı­
mına göre bunlar meta değildirler. Em ek yalnızca yaşamın ya­
nında yer alan bir insan faaliyetine verilen addır. Satılm ak üze­
re değil, bütünüyle değişik nedenlerle ortaya koyulur ve yaşa­
mın diğer yönlerinden ayrılmaz, saklanm ası veya işletilm esi
olanağı yoktur; toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan
tarafından ü retilm em iştir; nihayet para, yalnızca satın alm a

2 H aw trey G .R ., op. c iı. Ha w ire y b u n u n işlev in i “b ü lü n m c ta la rın g ö re ce piyasa


d e ğ erle rin i b irb iriy ie uy u m lu k ılm a k " o la ra k görüyor.

119
gücünün kural olarak h içbir zam an üretilm eyen, bankacılık
sistemi ve devlet m aliyesince düzenlenen bir simgesidir. H iç­
biri satılmak üzere üretilm ez. Em ek, toprak ve paranın meta
tanımı bütünüyle hayaldir.
Ama emek, toprak ve para piyasaları bu hayal yardımıyla ör­
gütlenm işlerdir;3 gerçekten de, piyasada alınıp satılırlar, arz ve
talepleri gerçek değerler oluşturur; bu tür piyasaların oluşm a­
sını engelleyen bütün önlem ler ve politikalar, fiilen sistem in
kendi kurallarına göre işleyişi açısından tehlikelidir. Meta ha­
yali, böylece, tüm topluma ilişkin, toplumun bütün kuram la­
rını birçok biçim de etkileyen piyasa m ekanizm asının meta ha­
yaline göre işleyişini engelleyebilecek hiçbir düzenlem e veya
davranışa izin verilm em esi ilkesini, hayatî bir öıgüılem e ilke­
sini ortaya çıkarır.
Ama em ek, toprak ve para açısından böyle bir önerm e savu­
nulamaz. Piyasa m ekanizm asının insanların ve onların doğal
çevresinin kaderinin, hatta satın alma gücünün m iktarı ve kul­
lanım ının, tek yönlendiricisi olm asına izin vennek, toplum un
çöküşüyle sonuçlanırdı. Çünkü sözde meta em ek, bu özle m e­
tanın sahibi olan insanı etkilem eksizin sağa sola taşınamaz, is­
tenildiği gibi kullanılam az, hatta kullanılm adan bırakılam az.
İnsanın em ekgücünü kullanırken, sistem , aynı zam anda, bu
etikete yapışık fiziksel, psikolojik ve ahlâk! bir birim olarak
“insan ı” da kullanm ak durum undaydı. Kültürel kuram ların
koruyuculuğunu yitiren insanlar, maruz kaldıkları sosyal etki­
ler alımda yok olabilir, günah, sapıklık, cinayet ve açlığın yol
açlığı şiddetli sosyal çözülm elerin kurbanları olarak ölüp gide­
bilirlerdi. Doğa ilkel unsurlara indirgenir, çevre bozulur, n e­
hirler kirlenir, askeri güvenlik tehlikeye girer, yiyecek ve ham ­
madde üretme gücü yok olurdu. Nihayet, satın alma gücünün
piyasa tarafından idare edilm esi, işletm eleri belirli aralıklarla
yok eder; para darlığı veya fazlası, iş yaşamı üzerinde sel ve
kuraklıkların ilkel toplum lar üzerindeki etkisine benzer etki­

3 M a rx 'in m eta d e ğ e rle rin in fetiş n ite liğ i ü ze rin e sö y le d ik le ri g e rç e k m eıa la rın
d e ğ işim d e ğ erle riy le ilg ilid ir ve m e tin d e s ö z ü e d ile n h ay a lî m e ta la rla h iç b ir
bağ lan tısı y ok tu r.

120
ler yapardı. Kuşkusuz em ek, toprak ve para piyasaları, piyasa
ekonom isi için vazgeçilmez şeyler. Ama hiçbir toplum , İnsanî
ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından
korumadan, çok kısa bir süre için bile, böylesine ham hayal­
lerden oluşan bir sistem in etkilerine dayanamazdı.
Piyasa ek onom isinin aşın yapaylığı, burada üretim in alış­
veriş biçim in de örgütlenm iş olm asına dayanıyor.'1 Ticarî bir
toplumda, piyasa için üretimi örgütlem enin başka yolu yok.
Ortaçağın sonunda ihracat için üretim zengin şehirliler tara­
fından örgütleniyor ve şehrin doğrudan denetim i altında yer
alıyordu. Daha sonra, m erkantilisl toplum da, üretim tüccarlar
tarafından örgütlenm iş ve artık şehirle sınırlanm ış değildi; bu,
üretim sürecini bütünüyle ticari bir işletm e gibi kontrol eden
tüccar kapitalistin ev sanayiine ara m allar sağladığı "sipariş
sistem i” (putting-out system ) devriydi. Sanayi üretim inin, ke­
sin olarak ve ç o k g en iş b ir düzeyd e, tü cca rın d ü z en ley ici
kontrolü altına girişi bu dönem de oldu. Tüccar, piyasayı, tale­
bin hem m iktarını hem de niteliğini tanıyordu; ayrıca, o sırada
yalnızca, yün, boya ve bazen de ev sanayiinin kullandığı çıkrık
ve dokuma tezgâhlarından oluşan arzı da temin edebiliyordu.
Arz yetersizliği durumunda bundan en çok etkilenen b ir süre
için işini kaybeden ev üreticisiydi; ama pahalı bir yatının söz-
konusu değildi ve tüccar üretim sorum luluğunu üstlenirken,
ciddi bir riski göze alamıyordu. Yüzyıllar boyunca bu sistem in
gücü ve kapsadığı alan arttı ve sonunda İngiltere gibi bir ülke­
de yün sanayii, önde gelen ulusal üretim alanı, ülkenin üreti­
minin kumaş üreticisi tarafından örgütlendiği geniş bölgeleri­
ni kapladı. Alıp satan, üretimi de üstleniyordu - bunun için
ayn am açlar gerekli değildi. Malların üretimi artık ne karşılıklı
yardımlaşmaya, ne aile reisinin bakm ak durum unda oldukları­
na karşı duyduğu sorum luluğa, ne zanaatkarların m eslek onu­
runa ne de övgünün sağladığı doyuma bağlıydı - mesleği alış­
veriş olan insanların çok iyi tanıdığı - basit bir kazanç ama­
cından başka h içb ir şeye bağlı değildi. O n sek izin ci yüzyılın

4 C u n n in g h a m . W ., “E c o n o m ic C h a n g e ", C a m b r id g e M o d e m H istory, c . 1.

121
sonuna kadar Batı Avrupa’da sanayi üretimi yalnızca ticaretin
bir parçasını oluşturuyordu.
Makine ucuz ve çok uzmanlaşmamış bir araç olarak kaldığı
sürece bu durum değişmedi. Ev üreticisinin aynı zam an süre­
since daha çok üretim yapabileceğini görmesi, onu kazancım
artırmak için makine kullanmaya ilebilirdi, ama bunun tek ba­
şına üretim in örgütlenişini etkileyeceği kesin değildi. Ucuz
makinelere işçinin ya da tüccarın sahip olm ası tarafların sosyal
konumlarında bazı farklılıklar doğurabilirdi, kendi ucuz alet­
lerine sahip olduğu sürece daha iyi bir durumda olan işçi için
bu kesinlikle önem liydi; ama tüccar, sanayi kapitalisti olmaya,
ya da parasını sanayi kapitalistlerine ödünç vermeye, zorlan­
mıyordu. Malların satışı nadiren sorun çıkarıyordu; güçlükler
daha çok bazen kaçınılm az kesintilere uğrayan hammadde ar­
zı alanında ortaya çıkmaya devam etti. Ama bu durumlarda b i­
le, m akinelere sahip olan tüccarın uğradığı zarar çok önem li
değildi. Tüccarın üretimle ilişkisini bütünüyle değiştiren ken­
di içinde m akinelerin ortaya çıkışı değil, karmaşık ve dolayı­
sıyla uzmanlaşmış m akinelerin varlığıydı. Dönüşümün bütün
niteliğini belirleyen yeni üretim düzenini gerçekleştiren tüc­
cardı. Ama karmaşık m akinelerin kullanım ı, fabrika sistem i­
nin gelişm esine neden oldu ve böylece, ticaretle sanayiin göre­
ce öneminde İkincinin yararına kesin bir değişikliğe yol açtı.
Sanayi üretimi, tüccar tarafından bir aiım -saıım işlemi olarak
düzenlenen ticaretin bir parçası olm aktan çık tı; uzun vadeli
yatırımları ve bunlarla ilgili riskleri içermeye başladı. Üretim in
sürekliliği belli bir ölçüde sağlanmadığı sürece, bu riskin göze
alınması olanaksızdı.
Ama sanayi üretimi karm aşıklaştıkça, arzının garantiye alın ­
ması gereken üretim unsurlarının da sayısı artıyordu. Doğal
olarak unsurların üçü hayatı bir önem taşıyordu: Em ek, top­
rak ve para. Ticari bir toplumda bunların arzını örgütlemenin
tek bir yolu vardı: Satınalm abilirliklerini sağlamak. Dolayısıyla
piyasada satılabilecek şekilde -y an i meta o larak - örgütlenm e­
liydiler. Piyasa m ekan izm asın ın üretim u nsurlarım -e m e k ,
toprak ve parayı- içine alışı, fabrika sistem inin ticari bir toplu­

122
ma girişinin kaçınılm az sonucuydu. Üretim unsurları satışa ç ı­
karılmalıydı.
Bu bir piyasa sistem i talebiyle eş anlamlıydı. Böyle bir sis­
temde kârları garantiye alm anın tek yolunun, yalnızca, kendi
kurallarına göre işleyiş ilkesinin birbirine bağlı rekabet piyasa­
ları aracılığıyla korunm ası olduğunu biliyoruz. Fabrika siste­
minin gelişm esi alım -salım sürecinin bir parçası olarak ortaya
çıkm ış olduğuna göre, üretimin sürebilm esi için em ek, toprak
ve paranın m etalara dönüşm esi gerekiyordu. Doğal o larak,
bunlar, piyasada satılm ak üzere üretilm ediklerinden, gerçek­
ten metalara dönüşlürülem ezlerdi. Ama böyle üretildikleri ef­
sanesi, toplum un tem el düzenleyici ilkesi olup çıktı. Bu üçün­
den biri özel önem taşıyordu: Em ek, işveren değil işçi oldukla­
rı durumda insanlar için kullanılan teknik terim . Bunun ar­
dından, artık em ek düzeninin piyasa sistem inin düzeniyle bir­
likle değişeceği fikri geliyordu. Ama em ek düzeni halkın ya­
şam biçim lerinden başka bir şey dem ek olm adığına göre, orta­
ya çıkan sonuç piyasa sistem inin gelişm esiyle birlikle, toplum ­
sal düzenini de değişikliğe uğratacağıydı. Böylece insan toplu­
mu, ekonom ik sistem in bir aksesuarı haline geldi.
İngiliz tarihinde toprak çevirm elerinin yol açtığı hasarla Sa­
nayi D evrim ini izleyen sosyal felaketler arasında daha ön ce
kurduğumuz koşutluğu hatırlayalım. “İlerlem elerin sosyal çö­
zülmelere yol açm ası kuraldır” dem iştik. Eğer çözülm enin hızı
çok fazlaysa, toplum bu sürece dayanamaz. Tudor ve erken-
Stuarı Devri devlet adam ları, değişimi onu dayanılır kılm ak ve
daha az yıkıcı bir duruma getirm ek üzere yönlendirerek, İngil­
tere’nin Ispanya’n ın kaderini paylaşm asını engellediler. Ama
Ingiltere halkını h içbir şey Sanayi Devrimi’nin etkisinden ko­
rumadı. Kendiliğinden gelişmeye duyulan kör inanç, insan ak­
lına hakim olm uştu ve en aydın kesimler, tutucu din adam ları­
nın yobazlığıyla, sınırsız ve kontrolsüz bir toplum sal değişim
için çalıştılar. H alkın yaşamı üzerindeki etki, tarif edilem eye­
cek kadar korkunçtu. Eğer bu yıkıcı m ekanizm anın etkilerini
bir dereceye kadar zayıflatan koruyucu karşı hareketler olm a­
saydı, insan toplum unun yok olm ası işten bile değildi.

123
Dolayısıyla, ondokuzuncu yüzyıl tarihi iki yönlü bir hareke­
tin sonucuydu: Piyasa örgütünün gerçek m etalan içine alarak
gittikçe yayılması, onun hayali metalarla ilgili olarak sınırlan­
masıyla birlikte yer alıyordu. Bir yandan piyasalar yeryüzünün
h er tarafına yayılır ve içerdikleri m etaların sayısı inanılm az
düzeylere ulaşırken, bir yandan da, bir önlem ler ve politikalar
agı piyasanın em ek, toprak ve parayla ilgili etkilerini kontrol
altına almak üzere düzenlenm iş güçlü kurumlarla bütünleşi­
yordu. Bir yanda dünya hammadde piyasaları, dünya sermaye
piyasalan ve dünya döviz piyasalarının kurulm ası, altın stan­
dardının himayesinde, piyasa mekanizm asına eşi görülm em iş
b ir ilerlem e gücü sağ lark en , bir yandan da piyasa k o n tro ­
lündeki ekonom inin tehlikeli etkilerine direnm ek üzere köklü
bir hareket ortaya çıktı. Toplum kendini, kendi kurallarına gö­
re işleyen piyasa sistem inin tehlikelerine karşı koruyordu - bu
çağın tarihinin genel özelliğiydi.

124
7. Speenhamland, 1795

O nsekizinci yüzyıl toplum u, onu piyasanın önem siz bir parça­


sı durumuna düşürm e çabalanna karşı bilinçsizce direndi. Bir
emek piyasası içerm eyen bir piyasa ekonom isi düşünülem ezdi;
ama böyle bir piyasanın kurulm ası, özellikle İngiltere’nin kır­
sal uygarlığı içind e, an cak toplum un geleneksel dokusunun
toptan parçalanmasıyla gerçekleşebilirdi. Sanayi Devriminin en
canlı dönem inde, 1 7 8 5 ’len 1834’e kadar, İngiltere’de bir emek
piyasasının yaratılması Speenhamland Yasası’yla engellendi.
Em ek piyasası, yeni üretim sistem i içinde örgütlenen piya­
saların sonuncusuydu ve bu son adım piyasa ekonom isi işle­
meye hazır duruma geçtikten ve bir em ek piyasasının yoklu­
ğu, halk tabakaları için bile, gerçekleştirilm esinin birlikte geti­
receği felaketlerden daha büyük bir bela oluşturm aya başla­
dıktan sonra atıldı. Sonunda, g erçekleştirilişind e k ullanılan
İnsanlık dışı yöntem lere karşın, özgür em ek piyasası, mali açı­
dan, bütün taraflar için yararlı oldu.
Ama can alıcı sorun ancak bundan sonra ortaya çıktı. Özgür
emek piyasasının ekonom ik yararlan, onun yol açtığı sosyal
yıkımı karşı layamıyorlardı. Emeği koruyacak yeni tip düzenle­
meler gerekliydi, ama bu defa bunlar piyasa m ekanizm asının
işleyişinden kaynaklanacaklardı. İşçi sendikaları ve sanayi ya­

125
saları gibi yeni koruyucu kurumlar, ekonom ik m ekanizm anın
gerekliliklerine elden geldiğince uyarlanmış olm alarına karşın,
gene de, onun kendi kurallarına göre işlem esine karşı müda­
haleler oluşturdular ve sonuçta sistem i yıktılar.
Bu gelişm enin genel mantığı içinde, Speenham land Yasası
stratejik bir konumdaydı.
İngiltere'de hem toprak hem para em eklen önce örgütlen­
mişti. Emekçi fiilen bağlı olduğu kilisenin yetki alanıyla sın ır­
landığı için, yer değiştirm esini engelleyen katı yasalarla ulusal
bir emek piyasasının oluşması önlendi. “Kilise m ıntıkası serfli-
ği” (Parish serfdom ) denen durum un kurallarını belirleyen
1662 İskân Yasası (Act o f Settlem en t), 1 7 9 5 ’le gevşeıilm işti.
Eğer aynı yıl Speenhamland Yasası ya da “Yardım Sistem i” (Al­
lowance System) yürürlüğe girm em iş olsaydı, bu adım ulusal
bir em ek piyasası oluşturulm asına yol açabilirdi. Oysa Speen­
hamland Yasası’nm eğilimi bütünüyle ters yöndeydi; yani Tu­
dor ve Sıuartlar’dan miras kalan paternalist em ek düzeninin
güçlendirilm esi yönünde. 6 Mayıs 1 7 9 5 ’le büyük bir bunalım
dönem inde, Newsbury yakınındaki Speenham land’de Pelikan
Hanı’nda toplanan Berkshire yargıçları, yoksullara k a z a ııç la -
n n dan bağ ım sız o la ra k belirli bir asgari gelir sağlanması için,
ekm ek fiyatlarına göre düzenlenen bir ölçüte göre ücretlerin
desteklenm esine karar verdiler. Yargıçların ünlü önerisi şöy-
leydi: Belirli nitelikteki bir galonluk* bir somun ekm eğin 1 şi­
lin olduğu durumda, her yoksul ve em ekçi geçimi için haftada
3 şilin, karısının ve diğer aile bireylerinin geçimi için de 1 şilin
6 peni alacaktır. Bu, ya kendisinin veya ailesinin em eğiyle, ya
da bu amaçla konulan vergi gelirleriyle sağlanacaktır. G alon­
luk som unun fiyatı 1/6 olursa, haftada 4 şilin artı 1/LO, ekm ek
fiyatlarının 1 şilin üzerine çıktığı durumlarda da 1 peııilik her
yükseliş için kendisi için 3 peni, diğer aile bireyleri için de 1
peni alacaktır. Bu rakam lar bölgelere göre değişiyordu, ama
çoğu yerde Speenhamland ölçütü kabul edilmişti. Bu bir ola­
ğanüstü hal önlem i olarak düşünülm üş ve gayrı resmî olarak

( * ) G a lo n : -1 litre lik b ir ö lçü - ç.n .

126
kabul edilm işti. Çoğunlukla yasa olarak anılm asına karşın, öl­
çütün kendisi hiçbir zaman yasalaşmadı. Ama kısa sürede kır­
sal kesim in büyük bir kısm ında, hatta daha son ralan bazı sa­
nayi bölgelerinde, yerel yasa durumuna geldi; fiilen getirdiği,
“yaşam hakkı” denebilecek sosyal ve ekonom ik bir buluştu ve
1834’te yürürlükten kaldırılm asına kadar rekabetçi bir emek
piyasası oluşm asını engelledi. Bundan iki yıl ö n ce, 1 8 3 2 ’de,
orta sınıf, kısm en de yeni kapitalist ekonom inin karşısındaki
bu engeli ortadan kaldırmak üzere, iktidarı ele geçirm işti. As­
lında ücret sistem inin Speenham land'in getirdiği “yaşama hak-
kı”nın ortadan kaldırılm asını talep etm esinden daha doğal bir
şey olmazdı - yeni “ekonom ik birey düzeninde” bir şey yap­
madan para kazanabilen bir kim senin ücret karşılığında çalış­
ması düşünülemezdi.
Speenham land yöntem inin k ald ırılm asının , ond okuzu ncu
yüzyıl yazarlarının çoğunun görm ekle güçlük çektikleri başka
bir yönü daha vardı: Ücret sistem inin evrenselleştirilm esi, üc­
ret karşılığı çalışanların da yararmaydı, bu onların yasal geçim
haklarının ellerind en alınm ası anlam ına gelse bile. “Yaşama
hakkı”nın bir ölüm tuzağı olduğu artık ortaya çıkm ıştı.
Çelişki yalnız görünüşte. Speenham land’in önerdiği, Yoksul­
lar Yasası’nın esnek bir biçim de uygulanmasıydı -g e rçe k te ise,
başlangıçtaki niyetinin tam tersi bir duruma yol açtı. Elizabeth
Devri Yasası’na göre, yoksullar ücret ne oıursa olsun bulabil­
dikleri işte çalışm ak zorundaydılar, yalnız iş bulam ayanların
yardım almaya hakkı vardı; ne niyetle ne uygulamada ücretle­
rin desteklenm esi diye bir şey vardı. Speenham land Yasası’na
göre, ücretlerin ölçütün öngördüğü aile gelirini sağlamadığı
durumlarda, işi olan biri bile yardıma hak kazanıyordu. Dola­
yısıyla, ücreti ne olursa olsun aynı geliri elde eden işçin in , iş­
vereni mem nun etm ekten sağlayacağı herhangi bir maddi ç ı­
kar yoktu; durum yalnızca ödenen ücret ölçütü aştığı zaman
farklılaşıyordu, bu da, işveren ne kadar düşük ü cret verirse
versin, vergilerle karşılanan destekler geliri belli bir düzeye çı­
kardığından hem en hem en her ücret düzeyinde işçi bulunabil­
diği için, özellikle kırsal kesimde pek sık rastlanan bir şey de­

127
ğildi. Birkaç yıl içinde, em ek verimliliği dilenci em eğinin dü­
zeyine düştü; bu da, işverenler için, ücretleri ölçütün üzerinde
b ir düzeye çık arm am ak için fazladan b ir sebep o lu ştu rd u.
Çünkü, bir kez işin yoğunluğu, özen ve etkinlik, belli bir dü­
zeyin altına düştükten sonra, çalışm anın “dostlar alış-verişıe
görsü n ” tavrından veya y alnızca iş yapar görünm ek için iş
yapmaktan pek farkı kalmıyordu. Çalışma ilkesi uygulanmaya
devam etliği halde, yardım genelleşm işti ve yardımın yoksul­
lar evi çerçevesinde düzenlendiği durumda bile, buradakilerin
yaptığına çalışmak dem ek epeyce yersiz kaçıyordu. Bu da Tu­
dor yasalarından, patem alizm i azaltmak değil çoğaltm ak üze­
re, vazgeçilmesi anlam ına geliyordu. Yoksullar evi dışında yar­
dımın yaygınlaşması, eş ve çocuklar için ayrı ödemeleri de içe­
ren ücret desteklem eleri, desteğin ekm ek fiyatıyla birlikte ar­
tıp eksilm esi, çalışm a yaşam ının bütününden hızla kayb ol­
makla olan düzenleyici ilkeleri em ekle ilgili olarak dram atik
bir biçimde devreye sokm ak dem ekti.
Hiçbir önlem bu derece yaygın bir kesim tarafından olumlu
karşılanm am ıştı.1 Ana-babalar çocuklarına bakma sorum lulu­
ğundan kurtuluyorlardı, ve çocuklar artık ana-babalarına ba­
ğımlı değillerdi, işverenler istedikleri gibi ücretleri düşürebili­
yorlar, işçiler de, çalışkan da olsalar tembel de olsalar, aç kal­
mayacaklarını biliyorlardı; insancıl kişiler onu “adil olmasa bi­
le m erham etli bir uygulam a” diye alkışladılar, ben ciller ise
“merham etli olsa bile hiç olmazsa liberal değil" diye kendileri­
ni avuttular. Yardımı karşılayan vergileri ödeyenler bile, insa­
nın geçim ini sağlayacak bir ücret kazanıp kazanm amasından
bağımsız bir “yaşama hakkı” ilan etm iş bir sistem de yardım
düzeyinin nerelere varabileceğini anlamakta gecikm işlerdi.
Uzun dönemde sonuç korkunçtu. Halktan insanların yoksul
yardımı almayı ücrete tercih edecek derece kendilerine olan
saygılarım yitirmeleri epey zaman alm ıştı, doğru, gene de kamu
kaynaklarından desteklenen ücretlerin durmadan düşm esi ve
işçinin yardım almak zorunda kalması kaçınılmazdı. Yavaş ya­

1 M e rc d iıh , I I.D ., O ullines o f th e E c o n o m ic H isto ry o f E n g la n d , 1 9 0 8 .

128
vaş kırsal kesim halkı muhtaç duruma düşürüldü, “bir kere yar­
dım alan hep yardım alır” vecizesi doğru çıkmıştı. Yardım siste­
minin yaygın etkileri ortada olmasaydı, kapitalizmin ilk dönem ­
lerindeki İnsanî ve sosyal çöküşü açıklamak çok zor olurdu.
Speenham land olayı, yüzyılın en ileri gelen ülkesinin insan­
larına atılm akta oldukları sosyal m aceranın gerçek niteliğini
gösterdi. Yönetenler de yönetilenler de o aptallar cennetinden
alınan dersleri hiç unutamadılar. Eğer 1832 Reform Tasarısı ve
1834 Yoksullar Yasası Değişikliği m odem kapitalizm in başlan­
gıcı olarak görülüyorlarsa, bu, onların iyi yürekli toprak sahi­
binin yönetim ine ve onun yardım sistem ine son verdiklerin-
dendir. Em ek piyasası olmayan bir kapitalist düzen yaratma
çabası korkunç bir başarısızlığa uğradı. Bu düzeni yöneten ya­
salar kendilerini kabul ettirdiler ve patem alizm ilkesine tem el­
den karşı olduklarını gösterdiler. Bu yasaların gücü açıkça gö­
rüldü ve onlara uym ayanlar bunun bedelini acı bir biçim de
ödediler.
Speenham land’ın yürürlükte olduğu dönem d e toplum iki
zıt etki altında bölünm üştü. Bunlardan biri, paternalizm den
kaynaklanıyor ve emeği piyasa sistem inin tehlikelerinden ko­
ruyordu; diğeri, toprak da dahil olm ak üzere, üretim unsurla­
rını bir piyasa sistem i içinde örgütlüyor ve böylece halktan in ­
sanları eski sosyal konum larından ayırıp, em eklerini satarak
geçinmeye zorluyor, ama aynı zamanda da em eğin piyasa de­
ğerini bulm asını önlüyordu. Yeni bir işveren sınıfı oluşuyor,
ama buna karşı bir işçi sınıfı örgüllenem iyordu. Yeni toprak
çevrilmesi hareketleri dev bir dalga halinde toprağı kullanım a
açıyor ve k ırsal b ir proletarya yaratıyor, aynı zam and a da
“Yoksullar Yasasının Kötü Uygulanışı" bu proletaryanın em e­
ğiyle yaşamını sağlamasını engelliyordu. O dönem de yaşayan­
ların üretimin mucizevi denilebilecek artışıyla kitlelerin açlık­
tan ölm e sınırına gelm eleri arasındaki görünüşte çelişkiyi tik­
sindirici bulmaları boşa değildi. 1 8 3 4 ’te yaygın bir inanç -iz a n
sahibi insanların çoğunu n tutkuyla savundukları bir in a n ç -
hakimdi: H içbir şey Speenham land'm yürürlükte kalması ka­
dar kötü olamaz. Ya Luddistlerin denediği yoldan m akineler

129
yok edilecek ya da bir em ek piyasası yaratılacaktı. Böylece in­
sanlık, ütopyacı bir deneyim in yollarına sürüklendi.
Bu noktada Speenhamland'ın ekonom ik yönüyle ilgili uzun
açıklamalara girmenin yeri yok, daha sonra buna fırsat bulaca­
ğız. Görünüşte “yaşama hakkının" ücretli emeği bütünüyle or­
tadan kaldırması gerekirdi. Yürürlükteki ücretler yavaş yavaş sı­
fıra düşmeli ve ücret faturasını olduğu gibi kiliseye yükleyerek
düzenlemenin saçmalığını ortaya koymalıydı. Ama bu özünde
kapitalizm öncesi bir dönemdi, halktan insanlar hâlâ geleneksel
düşüncelere bağlıydılar ve yalnızca parasal dürtülerle hareket
etmekten çok uzaktılar. Kırsal kesimde yaşayanların çoğu, her
türlü yaşam biçim ini, sonradan görülen itici ve tiksindirici du­
rumları bilinçli bir biçimde içermese bile eninde sonunda m uh­
taç statüsüne indirgenmek olan şeye tercih eden toprağı kullan­
ma hakkına sahip küçük çiftçilerdi. Eğer işçiler birleşebilselerdi,
yardım sistemi doğal olarak ücretler üzerinde değişik bir etki
yapacaktı: Çünkü sendika hareketi, Yoksullar Yasası’nın böylesi-
ne geniş bir uygulamasının içerdiği işsizlik yardımı tarafından
büyük ölçüde desteklenecekti. 1799-1800’de işçilerin örgütlen­
mesine karşı çıkarılan adaletsiz yasaların (A nti-C om binaıion
Laws) nedenlerinden biri herhalde buydu. Berkshire yargıçları­
nın da, parlam ento üyelerinin de, genelde yoksulların yaşam
koşullarını düşünen insanlar olduklarını ve 1797’den sonra si­
yasal huzursuzluğun önem ini kaybetmiş olduğunu göz önüne
alırsak, bu yasaların çıkarılm asını başka türlü açıklam ak çok
güçleşiyor. Gerçekten de, Speenhamland’ın paternalist müdaha­
lelerinin başka bir müdahaleyi gerekli kıldıkları söylenebilir. Bu
müdahaleyi, Speenham land’ın tek başına bırakıldığı takdirde
ulaşacağı doğal sonucu, ücretlerin yükselmesini engelleyen işçi
örgütlenmesine karşı yasalar oluşturuyorlardı. Yirmibeş yıl daha
yürürlükten kalkm ayan örgütlenm eye karşı yasalarla birlikte
Speenhamland çok tuhaf bir durum yarattı: Mali önlem lerle uy­
gulanan “yaşama hakkı”, sonuçta, onca gösterişle yardımlarına
koştuğu insanların felaketine yol açmıştı.
Daha sonraki nesiller için h içbir gerçek, ücret sistem i ve
“yaşama h akk ı” gibi kurum ların bağdaşm azlığı kadar, veya

130
başka bir deyişle, ücretler kamu kaynaklarından desteklendiği
sûrece kapitalist sistem in işlem esinin olanaksızlığı kadar ayan
beyan ortada olamazdı. Ama o dönem de yaşayanlar, zem inini
hazırladıkları düzeni anlayam am ışlardı. Yoksulların kayıısız-
şarısız yardım alma haklarının ortadan kaldırılm ası gerekliliği,
ancak kitlelerin üretim kapasitesinin ciddi bir biçim de düşm e­
sinden ve m akin e uygarlığının ilerlem esine karşı engellerin
gerçek bir ulusal sorun oluşturm alarından sonra toplum un bi­
lincine işleyebildi. Speenham land’ın karmaşık ekonom isi dev­
rin en nitelikli gözlem cilerini bile aşıyordu; ama ücret destek­
lem elerinin, adeta mucizevi bir biçim de herkese, hatta yardım
alanlara bile, zararı dokunduğuna göre, uygulamanın özünde
zararlı olduğu sonucu tartışılmaz bir biçim de onaya çıkm ıştı.
Piyasa sistem inin tehlikeleri henüz kolayca görülecek gibi
değildi. Bunu iyice anlayabilm ek için m akineleşm enin başlan­
gıcından beri İngiltere’de em ekçilerin başından geçen çeşitli
olayları birbirinden ayırmamız gerekiyor: ilk olarak, 1 7 9 5 ve
1 8 3 4 arasınd a Speen h am lan d d ö n em in in o lay ları; İk in cisi,
1 8 3 4 ’ü izleyen on yıl boyunca Yoksullar Yasası Reform unun
getirdiği güçlükler; üçüncüsü, 1 8 3 4 ’le İşçi Sendikalarının ta­
nınm asının belli bir korunak sağladığı 1870 arasındaki d ö­
nemde rekabetçi em ek piyasalarının yıpratıcı etkileri. Krono­
lojik olarak, Speenham land piyasa ekonom isinden önce geli­
yordu; Yoksullar Yasası Reform u’nun yapıldığı on yıl ise, bu
ekonom iye geçiş dönem iydi. Bundan ön cekiyle içiçe girm iş
son dönem , piyasa ekonom isi dönemiydi.
Ü ç dönem birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmışlardı. Spe-
enhanıland halktan insanların proleterleşm esini önlem ek, ve­
ya hiç olmazsa bunu yavaşlatmak üzere hazırlanm ıştı. Sonuç,
bu süreç içinde neredeyse insanlıktan çıkan kitlelerin sefalete
düşmeleriydi.
1834 Yoksullar Yasası Reformu em ek piyasasının bu biçim de
engellenm esine son verdi: “Yaşama hakkı” ortadan kaldırıldı.
Reform Yasası’nın bilim sel acımasızlığı 1830'lu ve 1 8 4 0 ’lı yılla-
nn kamu duyarlılığına böyle ters gelmişti ki, o sırada gösterilen
tepkilerin şiddeti daha sonraki nesillerin gözünde durum un

131
b erraklık kazanm asını uzun süre engelledi. Yoksulların en
muhtaç durumda olanlarından çoğunun yoksullar evi dışında
verilen yardımların ortadan kalkm asıyla kaderleriyle başbaşa
kaldıkları doğruydu; ayrıca en çok acı çekenler arasında, bir
utanç bölgesi durumuna gelm iş olan yoksullar evine* sığınm a­
yacak kadar gurur sahibi olan “yardımı hak etm iş” yoksullar
bulunuyordu. Herhalde m odern tarihte daha acımasız bir re­
form örneğine rastlanamaz; bu reform, yeni tip yoksul evlerin­
deki aşağılayıcı çalışm a koşu lların ın oluşturduğu sınam ayla
gerçekten muhtaç durumda olanlann saptanabileceği varsayı­
mı temelinde, sayısız insan yaşamını ezip geçmişti. Psikolojik
işkence, ılımlı insanseverler tarafından, em ek çarkını yağlama
yöntemi olarak soğukkanlı bir biçim de önerilip rahatça uygula­
maya konuldu. Ama şikayetlerin çoğu, aslında, yerleşm iş bir
kurum un aniden ortadan kaldırılıp kökten bir dönüşüm ün et­
kisini hızla göstermeye başlamasından kaynaklanıyordu. Disra­
eli, insanların yaşamındaki bu “akıl almaz devrimi” kınadığım
belirtti. Gene de, eğer yalnız parasal gelirlere bakılacak olursa,
halkın koşullarının kısa zamanda iyileştiği söylenebilir.
Ü çüncü dönem in sorunları daha öncekilerle karşılaştırıla­
mayacak kadar derine iniyordu. 1834’ü izleyen on yıl boyun­
ca, yeni Yoksullar Yasası yetkilileri tarafından yoksullara edi­
len bü ro k ratik eziyet m od ern ku ru m ların en g ü çlü sü n ü n ,
em ek piyasasının, yaygın etkilerin in yanında h iç kalıyordu.
Bu, kapsamı açısından, Speenham land’in oluşturduğu tehdide
benziyordu; aradaki fark, şim di tehlikenin rekabetçi bir em ek
piyasasının yokluğundan değil varlığından kaynaklanmasıydı.
Eğer Speenham land’in bir işçi sınıfının oluşm asını engellediği
söylenebilirse, şimdi çalışan yoksullar, duygusuz bir m ekaniz­
m anın bask ısıy la, böyle bir sın ıfa d önüştürü lü yord u . Eğer
Speenham land çerçevesinde, insanlarla pek de değerli olm a­

( * ) B u n d an so n ra k i b ö lü m d e b e lirtile ce ğ i g ib i, 1 7 2 2 'd e y ap ılan yasa d eğ işik liğ iy le


fcilise tarafın d an y ö n e tile n y o k s u lla r evi (p o o r h o u s e ) d ışın d a, b ird en fazla k i­
lise y etk i a la n ım k ap sayan b ir d ü zey d e y ö n e tile n , y o k s u lla rın ça lıştırıld ığ ı d e ­
ğ işik tip te b ir y o k s u lla r evi (w o rk h o u s e ) u y g u lan m asın a g eçild i. B u rad a sö z ü
ed ilen y o k su lla rın ça lıştırıld ığ ı bu ik in c i tü rd en d ü şk ü n le r evi - ç .n .

132
yan hayvanlar gibi ilgileniliyorduysa, şim di, her şeyin onlara
karşı olduğu bir durumda, kendi başlarının çaresine bakmaları
bekleniyordu. Eğer Speenham land’in aşağılanm anın yerleşmiş
sefaleti anlam ını taşıdığı düşünülürse, şimdi çalışan insan top­
lum içinde m ekansız kalm ıştı. Eğer Speenham land’in kom şu­
luk, aile ve kırsal çevre değerlerini sömürdüğü düşünülürse,
şimdi insan evinden ve yakınlarından ayrılmış, köklerinden ve
anlam lı bir çevreden koparılm ıştı. K ısacası, eğer Speenham ­
land’in durağanlığın çürüyüşü anlamına geldiği düşünülürse,
şimdi tehlike korunm asızlıktan ölm ekti.
İngiltere’de 1 8 3 4 ’e kadar rekabetçi bir em ek piyasası kurul­
madı; dolayısıyla sanayi kapitalizm inin bu tarihten ön ce bir
sosyal sistem olarak varolduğu söylenem ez. Ama toplum nere­
deyse anında kendini korum aya başladı: Sanayi yasaları ve
sosyal politika düzenlem eleri, aynı zamanda da, siyaset ve sa­
nayi alanında bir işçi sınıfı hareketi ortaya çıktı. Koruyucu ön ­
lem lerle sistem in kendi kurallarına göre işleyişi arasındaki
ölüm cül çatışm a, piyasa m ekanizm asının yepyeni tehlikelerini
allatmak için girişilen bu çabalar içinde yer aldı. O ndokuzun-
cu yüzyıl sosyal tarihi, 1 8 3 4 Yoksullar Yasası Reform u’yla diz­
ginlerinden boşanan piyasa sistem inin mantığı tarafından be­
lirlenm işti dersek, durum u abartm ış olm ayız. Bu dinam iğin
başlangıç noktası Speenham land Yasasıydı.
Speenham land’in incelenm esi ondokuzuncu yüzyıl uygarlı­
ğının d oğuşunun in celen m esid ir dediğim izde, ak lım ızd aki
yalnızca onun ekonom ik ve sosyal etkisi, hatta bu etkilerin
modern siyasal tarihim izi biçim lendirişleri değil. Söylenm ek
istenen, bugünkü nesillerce büyük ölçüde bilinm eyen bir ger­
çek: Sosyal bilincim izin onun kalıbına göre yoğrulm uş olduğu
gerçeği. M uhtaç durum daki insan tipi, o zamandan beri nere­
deyse unuttuğum uz bu tip tarihin en çarpıcı olayları kadar
güçlü bir iz b ırak m ış olan b ir tartışm aya hakim o lm u ştu .
Fransız D evrim i’ni Voltaire ve D iderot, Q uesnay ve Rousse-
au’nun düşüncesine borçlu olduğumuz gibi, Yoksullar Yasası
tartışması, Fransız D evrim i’yle birlikte ond okuzu ncu yüzyıl
Uygarlığının manevi babalığını paylaşan Benlham ve Burke,

133
Godwin ve M althas, Ricardo ve Marx, Robert Owen ve Jo h n
Stuart M ill, Darwin ve Spencer’ın düşüncelerini biçimlendirdi,
insan aklının içinde yaşanan toplum a yeni bir endişeyle yöne­
lişi, Speenhamland ve Yoksullar Yasası Reform u’nu izleyen yıl­
lardaydı: Berkshire yargıçlarının durdurmak için boş yere ça­
baladıkları ve sonunda Yoksullar Yasası R eform unun önünde­
ki engelleri kaldırdığı devrim, insanların gözlerini kendi top­
lumsal varlıklarına çevirm işti, sanki onu ilk kez göriiyorlar-
mışçasına. Daha önce varlığından habersiz yaşanan bir dünya,
karmaşık bir toplumu yöneten yasaların dünyası, gözler önü­
ne serilm işti. Toplumun bu yeni ve özel anlamda ortaya çıkışı
ekonom i alanında yer alm ıştı, ama olay evrenseldi.
Bu yeni doğan gerçeğin bilincim ize giriş biçim i politik ikti­
sattı. O nun şaşırtıcı düzenliliklerinin ve çarpıcı çelişkilerinin,
insan anlam lan dünyasına girebilm esi için , felsefe ve teoloji
k alıp ların a so k u lm aları g erekiyord u. Ö zgü rlü ğü m üzü yok
eder gibi görünen inatçı g erçekler ve am ansız yasalar, şöyle
veya böyle özgürlükle bağdaştırılm alıydılar. Pozitivistleri ve
faydacıları gizlice destekleyen metafizik güçlerin ana kaynağı
buydu. İnsan olanaklarının el değmemiş alanlarına yönelm iş
sınırsız umut ve sonsuz um utsuzluk, aklın bu korkunç sınırla­
malara gösterdiği çelişik tepkilerdi. Umut -ku su rsu zlu k haya­
l i - nüfus ve ticaret yasalarından dam ıtılm ış ve ilerlem e kavra­
mına yerleşmişti; ilerlem e o derece çekici bir kavramdı ki, ge­
lecekteki yaygın ve acılı çözülm elerin hepsini haklı kılabilecek
gibi görünüyordu. Um utsuzluk ise, daha da güçlü bir dönü­
şüm aracı olduğunu kanıtladı.
İnsan sürüp giden bir yokoluşa razı olm ak durumunda bıra­
kılm ıştı: Ya soyunu sürdürmeyi durduracaktı, ya da kendini,
bile bile, savaş ve salgın hastalıklar, açlık ve ahlâk düşkünlüğü
aracılığıyla ortadan kalkm aya m ahkûm edecekti. Yoksulluk
toplumda yaşayan doğaydı, yiyeceklerin sınırlı ve insanın sayı­
ca sınırsızlığının lam sonsuz bir servet artışı umudu yayıldığı
sırada konu olup çıkm ası, çelişkinin acılığını artırıyordu.
Böyiece toplum un keşfi, insanın manevi evreniyle birleşti;
ama bu yeni gerçek, toplum , nasıl yaşamın kurallarına uydu­

134
rulacaktı? Uygulamaya rehber olm ak üzere uyum ve çalışm a
ilkeleri sonuna kadar zorlandılar ve içind e çelişkid en başka
bir şey olmayan bir kalıba döküldüler. Bireyin ve topluluğun
çıkarları sonuçta özdeş olduğundan, uyum ekonom inin parça­
sıdır denildi, ama bu uyumlu kendi kurallarına göre işlerlik
bireyin ekonom ik yasaya, bu yasanın kendini yok edeceğini
bilse bile, uymasını gerektiriyordu. Ç atışm a, bireyler arası re­
kabet veya sın ıf m ücadelesi biçim inde, toplum un bir parçasıy­
dı - am a bu çatışm a da, o anda veya gelecekte, toplum içinde
daha güçlü bir uyumun tek aracı olabilirdi.
Sefalet, politik iktisat ve toplumun keşfi, iç içe geçm işlerdi.
Sefalet, yoksulluğun bollukla el ele yürümesi gibi anlaşılm az
bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Ama bu sanayi toplum unun in­
sanın karşısına çıkaracağı çelişkilerin yalnızca ilkiydi, insan
bu yeni dünyaya iktisat kapısından girmişti ve çağa maddeci
görünümünü kazandıran bu rastlantısal durumdu. Ricardo ve
M alıhus’a h içbir şey mallardan daha gerçek görünm üyordu.
Piyasa yasaları, on lar için, insan olanaklarının sınırı dem ekti.
Godwin sınırsız olanaklara inanıyordu, bu yüzden de piyasa
yasalarını yadsım ak zorundaydı. İnsan o lan akların ın piyasa
yasalarıyla değil, toplum un kendisiyle sınırlı olduğunu anla­
mak yalnızca O w en’a nasip oldu. Yalnızca o, piyasa ekonom isi
perdesinin ardında yükselen gerçeği, toplum u, gördü. Ama
gördüğü şey, yeniden, bir yüzyıl boyunca yilirildi.
Bu arada insanlar, yoksulluk sorunu bağlamında karm aşık
bir toplumda yaşamanın anlam ını araştırmaya başladılar. Poli­
tik ikıisatm evrensel alana yaygınlaşması iki zıt açıdan gerçek­
leşti: Bir yandan ilerlem e ve kusursuzluk olanağı, bir yandan
da determ inizm ve lanetlenm işlik. Uygulamaya aktarılm ası da
iki zıt açıdan oldu: Bir yanda uyumluluk ilkesi ve kendi kural-
lanna göre işleyiş, öte yandan rekabet ve çalışm a. Ekonom ik
liberalizm ve sın ıf kavram ı, bu çelişkiler içinde biçim lendiler.
Yeni bir fikirler küm esi bilincim ize doğal bir olayın k açın ıl­
mazlığı gibi yerleşti.

135
8. Evveliyat ve Sonuçlar

Speenhamland sistem i, başlangıçta, geçici bir önlem den başka


bir şey değildi. Ama bir uygarlığın tümünün kaderini böylesi-
ne biçim lend irm eyi başarabilm iş ço k az kurum sayabiliriz.
Ö yle k i, yeni b ir d ö n em in b aşlay ab ilm esi için Sp een h am -
land’ın ortadan kaldırılm ası gerekti. O, bir dönüşüm çağının
tipik ürünüydü; insan konularıyla ilgilenen herkesin onu dik­
kate değer bulm ası gerekir.
M erkantilisı sistem de İngiltere’nin em ek düzeni, Yoksullar
Yasasına ve Zanaatkarlar Yönetm eliğine dayanıyordu. 1 5 3 6 ve
1601 yasalarına yansıdığı biçim iyle Yoksullar Yasasının adı o l­
dukça yanıltıcıydı; aslında bu yasa ve daha sonra geçirdiği de­
ğişiklikler İngiltere em ek düzenlem elerinin yarısını oluşturu­
yordu; öteki yansı da 1563 Zanaatkarlar Yönetm eliğinin kap­
sam ına giriyordu. Bu sonuncusu çalışanlarla ilgiliydi; Yoksul­
lar Yasası ise işsiz ve (yaşlılarla çocukların dışında) işe alına­
mayacak durumda olanlarla. Daha önce gördüğümüz gibi, bu
önlem lere sonradan insanların bölgeler arasında hareket ede­
bilm esine sonsuz kısıtlam alar getiren 1662 İskân Yasası eklen­
mişti. (Ç alışan, işsiz ve işe alınamayacak durumda olanlar ara­
sında yapılan belirgin ayrımlarda bir tarihi çarpıklık olduğu
açıkça görülebilir, çünkü bu ayrım daha 25 0 küsur yıl ortaya

136
çıkm ayacak olan m odern ücreı sistem inin varlığını gerektiri­
yordu; biz bu çok genel sunuş içinde bu ayrımları kolaylık ol­
sun diye kullanacağız.)
Zanaatkarlar Y önetm eliğine göre, em ek düzeni ü ç unsura
dayanıyordu: Çalışma zorunluluğu, yedi yıllık çıraklık ve ka­
mu görevlileri tarafından yıllık ü cret saptam aları. Ü zerind e
durulm ası gereken bir nokta, Yönetm eliğin zanaatkarlar kadar
tarım işçileri için de geçerli olması ve şehirler kadar kırsal böl­
gelerde de uygulanmasıydı. Seksen yıl kadar Yönetm elik dik­
katle uygulandı; sonradan yalnızca geleneksel zanaatkarlarla
sınırlanm ış olan çıraklık maddesi kullanılm az oldu, çünkü bu­
nun pamuk gibi yeni sanayi dallarına uygulanması açıkça ola­
naksızdı; R estorasyon’dan (1 6 6 0 ) sonra fiyat yü kselişlerin e
dayanan yıllık ücret saptamaları da, ülkenin büyük bir bölü­
münde uygulanmaz oldu. Biçim sel olarak. Yönetm eliğin ücret
saptanması maddeleri ancak 1 8 1 3 ’te ortadan kaldırıldı, ücret
maddeleri ise 1 8 1 4 ’te. Ama bir çok bakımdan çıraklık kuralı
yönetm elikten daha uzun öm ürlü oldu; İngiltere’de nitelikli
işçilik gerektiren dallarda hâlâ genel uygulamanın bir parçası
olduğu söylenebilir. Kırsal kesimde çalışma zorunluluğu yavaş
yavaş ortadan kalktı. G ene de, sözkonusıı iki buçuk yüzyıl bo­
yunca Zanaatkârlar Yönetm eliğinin düzenleyicilik ve patem a-
lizm ilkelerine dayanan bir ulusal em ek düzeninin ana hatları­
nı belirlediği söylenebilir.
Zanaatkârlar Yönetm eliğini Yoksullar Yasası tam amlıyordu;
bu terim “yoksul” ve “m uhtaç” arasındaki ayrıma çok duyarlı
olmayan m odern anlayış açısından old u kça kafa karıştırıcı.
Aslında İngiliz efendiler, çalışmadan yaşamalarına yetecek ka­
dar g eliri olm ayan herkese yoksul gözüyle bakarlardı. Yani
“y ok su l” “halktan in san ”la eş anlam lıyd ı, halktan insan da
toprak sahibi olm ayanların dışındaki herkesi kapsıyordu (ba­
şarılı tüccarların hem en hepsi toprak satın alırlardı). Dolayı­
sıyla “yoksul” terimi ihtiyaç sahibi olan insanları ve ihtiyaç sa­
hibi oldukları her durumda bütün insanları belirliyordu. Do­
ğal olarak bu m uhtaç dürümdakileri de içeriyordu, ama yalnız
onları değil. İçinde her Hıristiyanın kendine bir yer bulabile­

137
ceğini öne sûren loplum , yaşlılar, sakallar ve öksüzlere bak­
mayı üsılenm işıi. Ama bunun ötesinde, iş bulabilseler elleriyle
yaşamlarını kazanabileceklerini düşünerek işsiz dediğimiz gü-
cü-kuvveti yerinde yoksullar vardı. Dilencilik şiddetle cezalan­
dırılıyordu; serserilik, yinelendiğinde ölüm cezası gerektiren
bir suç oluşturuyordu. 1601 Yoksullar Yasası gücü-kuvveti ye­
rinde yoksulların kilisenin sağlayacağı işlerde çalışarak yaşam­
larını kazanmalarını öngörüyordu; önlem in masrafları kiliseye
aitti, o da bu masrafları yerel vergilerle karşılama yetkisine sa­
hipti. Bu vergiler bütün mal sahiplerine ve işledikleri toprağı
kiralayan çiftçilere varlıklı ve varlıklı olmayan herkese, yerleş­
tikleri evin ve kullandıkları toprağın kira değerine göre, aynı
biçim de uygulanıyordu.
Zanaaıkârlar Yönetmeliği ve Yoksullar Yasası birlikte bir iş
yönetmeliği oluşturuyorlardı. Ama, Yoksullar Yasası yerel ola­
rak uygulanıyordu; her kilise m ıntıkasına -k ü çü k bir b irim -
yetki alanındaki gücü-kuvveti yerinde kişileri çalıştırm a yön­
tem lerine, bir yoksullar evi bulundurm ak, öksüz ve bakıma
m uhtaç çocukların çırak lık eğitim ini ve yaşlılarla sakatların
bakımım üstlenm ek, m uhtaçların cenazelerini kaldırm ak ola­
naklarına sahipli; her kilisenin kendi vergi ölçütleri vardı. Bu
açıklam a, durumu gerçekte olduğundan daha kusursuz göste­
riyor; çoğu kilise m ıntıkasında yoksullar evi yoklu, daha ço­
ğunda çalışabilecek durumda olanlara iş olanakları saglanam ı-
yordu; yerel vergi sorum luluklarından kaçınm anın bir türlü
yolu bulunuyordu; yoksullarla ilgilenenlerin kayıtsızlığı, m uh­
taç durumda olanların sırtından yüzsüzce sağlanan çıkarlar,
yasanın işleyişini etkisiz kılabiliyordu. Gene de, aşagı-yukan
on altı bin Yoksullar Yasası yetkilisi köyün sosyal dokusunun
parçalanmasını engelleyebiliyordu.
Ama ulusal bir em ek sistem inde işsizlik ve yoksulluk yardı­
mının yerel olarak düzenlenm esi apaçık bir tuhaflıktı. Yoksul­
larla ilgili yerel düzenlem elerin çeşitliliği arttıkça, sosyal hiz­
m etleri iyi örgütlenmiş kilise m ıntıkalarının “profesyonel düş­
k ün lerin” istilasına uğrama tehlikesi de artıyordu. R estoras­
yondan sonra “daha iyi” kilise m ıntıkalarının düşkünlerin yü­

138
kü altında ezilm em eleri için İskân ve Tehcir Yasası çıkarıldı.
Bundan yüzyılı aşkın bir süre sonra, Adam Sm ith bu yasayı,
insanların yer değiştirm esini önleyip hem onlara yararlı işler
bulmalarını, hem de kapitalistin işçi bulm asını engellediği için
eleştiriyordu. Kişi, yalnızca yerel yargıçların ve kilise yetkilile­
rinin iyi niyetine sığınarak, doğduğu kilise bölgesinin dışında
bir yerde kalabilirdi; başka yerlerde, çevrede iyi tanınsa ve iş
güç sahibi olsa bile, her zaman uzaklaştırılma tehlikesiyle kar­
şı karşıyaydı. Dolayısıyla, insanların yasal konum u, özgürlük
ve eşitliğin keskin sınırlam alara tabi olduğu bir konum du, Ya­
sa önünde eşil, kişi olarak özgürdüler. Ama k end ilerinin ve
çocuklarının uğraşlarını seçm ekte özgür değillerdi; isledikleri
yerde yerleşm ekte özgür değillerdi ve çalışm ak zorundaydılar.
İki büyük Elizabeth Devri Yönetm eliği ile, İskân Yasası birlik­
te halktan insan ların özgürlük ferm anını o lu ştu ru rk en , bir
yandan da onların çaresizliklerini damgalıyorlardı.
1795’te, sanayiin ihtiyaçlarının baskısı altında 1 6 6 2 Yasası
kısmen yürürlükten kalkar, kilise bölgesine bağlı serflik orta­
dan kaldırılır ve em ekçinin bölgeler arasında yer değiştirilebil­
mesi sağlanırken, Sanayi Devrimi iyice yol alm ış durumdaydı.
Artık ulusal düzeyde bir em ek piyasası kurulabilirdi. Ama bil­
diğimiz gibi, aynı yıl, Yoksullar Yasasının işleyişinde Elizabeth
Devri zorla çalıştırm a ilkesinin geriye alınm ası anlam ına gelen
yeni bir uygulama başladı. Speenham land “yaşama hakkın ı"
garantiye alıyordu; ücret desteklem eleri genelleştirilm iş, aile
yardımı buna eklenm işti, ve bütün bunlar yararlananları çalış­
mak zorunda oldukları yoksullar evine* bağlamıyor, yoksullar
evi dışındakilere de sağlanıyorlardı. Yardım çok sınırlıydı, ama
gene de yalnızca geçinebilm ek için yeterliydi. Bu, düzenlem e-
cilige ve paternalizm e hırslı bir yeniden dönüş hareketiydi,
hem de tam buhar m akinesinin özgürlük diye ortalığı velvele­
ye verdiği, m akinelerin iş gücü diye feryat ettikleri bir dönem ­
de. Ama Speenham land, İskân Yasası’mn yürürlııkıen kalkm a­
sıyla aynı zamana rastlıyordu. Çelişki ortadaydı: Sanayi Devri­

( * ) Burada yoksullar evi “W ork house" karşılığı olarak kullanıldı - ç.n.

139
mi ulusal bir ücretli em ek arzı gerektirdiği için İskan Yasası
ortadan kald ırılırk en , Speenham land h iç kim sen in açlıktan
korkm ak durumunda olmadığı, ne kadar az kazanırsa kazan­
sın, kilisenin ona ve ailesine bakm akla yükümlü olduğu ilkesi­
ni getiriyordu. İki sanayi politikası arasında büyük bir çelişki
vardı, bunların aynı anda sürekli olarak uygulanmasından sos­
yal bir musibetten başka ne beklenebilirdi?
Ama Speenhamland nesli, gelm ekte olanın farkında değildi.
Tarihin en büyük sanayi devrim inin arifesinde, ortada hiçbir
işaret görünm üyordu. Kapitalizm geliyorum dem eden geldi.
Kim se m akine sanayiinin gelişm esini önceden sezem em işli,
bu gelişme beklenm edik bir biçim de ortaya çıktı. Baraj yıkılıp
eski dünya, dünya ek o n o m isin e doğru akan b ir büyük sel
içinde kaybolduğu sırada, İngiltere’de dış ticaretin sürekli bir
durgunluk içine gireceği bekleniyordu.
1 850’lere kadar kim se ne olup bitliğinin farkında değildi.
Speenhamland yargıçlarının önerilerini anlamak için, onların
karşılarındaki gelişm elerin yaygın sonuçlarından habersiz ol­
duklarını dikkate alm ak gerekiyor. Geriye bakıldığında yalnız­
ca bütünüyle olanaksız bir şey yapmaya çalışm ış olduklarını
değil, bunu, daha o zaman kolayca görülm esi gerektiği gibi, iç
çelişkiler içeren yollardan gerçekleştirm eye kalkıştıklarını gö­
rebiliyoruz. Aslında, köyün çözülm esini önlem ek am acım ger­
çekleştirm ekte başarılı olm uşlardı, ama uyguladıkları politika
o zaman görem edikleri başka alanlarda feci sonuçlar doğur­
muştu. Speenhamland politikası, em ek piyasasının gelişm esi­
nin belli bir aşam asının sonucuydu, o zaman politikayı yön­
lendirebilecek konum da olanların bu duruma nasıl bir gözle
baktıkları düşünülerek değerlendirilm eli. Bu açıdan, köy soy­
lularının, yardım istemi artık em ekçilerin yer değiştirm eleri­
nin engellenemediği bir durumla başa çıkabilm ek ve yerel ko­
şullarda yüksek ücretleri de içeren bir karmaşayı önleyebilm ek
için gerçekleştirdikleri görülebilir.
Speenham land’m dinam iği, kaynağındaki koşullarda yatı­
yordu. Kırsal alanlardaki m uhtaçların sayısının artm ası, g el­
m ekte olan karm aşanın ilk belirtisiydi. Ama o zaman kim se

140
böyle düşünür gibi değildi. Kırsal kesimde yoksullukla dünya
ticaretinin etkisi arasındaki ilişki hiç de açıklık kazanm am ıştı.
O dönem de yaşayanların köydeki yoksulların sayısıyla Yedi
Deniz ticareti arasında bag kurmaları için hiçbir neden yoktu.
Genellikle yoksulların sayısındaki açıklanamayan artış hem en
her zaman Yoksullar Yasası uygulamasının yöntem lerine bağ­
landı, pek de nedensiz sayılmazdı bu. Ama aslında, yüzeysel
olanın ö tesin d e, kırsal alandaki m u htaçların artışı geneld e
ekonom ik tarihin akışıyla doğrudan ilgiliydi. Ama bu hâlâ çok
güç farkedilir b ir ilgiydi. Düzinelerce yazar, yoksulların köye
hangi kanallardan sızdığını araştırıyordu ve ortaya çıkışlarını
açıklam ak için ö n e sü rü len n ed enlerin çeşitliliğ i g erçek len
başdöndürücüydü. Ama dönem in yazarlarından ço k azı, çö ­
zülm enin Sanayi Devrim iyle bağlantılı belirtilerine dikkat çek ­
li. 1 7 8 5 ’e kadar Ingiliz halkı, ticaretin çılgın artışı ve m uhtaç
durumda olanların çoğalm ası dışında, ekonom ik yaşamda yer
alan önem li değişikliklerin farkında değildi.
“Yoksullar nereden geliyor?”, yüzyıl ilerled ikçe kalınlaşan
sürüyle broşürün ortaya attığı soruydu. M uhtaç dürüm dakile­
rin artm asının yol açtığı zararların en göze çarpanları biraz ha-
fıfletilebilse, sorunun bütünüyle ortadan kalkacağı inancından
esinlenen bir yazında, sorunun nedenleriyle onunla mücadele
yöntem leri arasında bir ayrım yapılm ası beklenem ezd i. B ir
noktada, çeşitli nedenlerin hep birlikte yoksulluk artışına yol
açm ış oldukları konusunda tam bir anlaşm aya varılm ış gibi
görünüyordu. Bunların arasında, tahıl yetersizliği, tarım kesi­
mindeki yüksek ücretlerin yiyecek fiyatlarını artırm ası, tarım
kesim indeki düşük ücretler, şehirlerdeki yüksek ücretler, şe­
hirlerde istihdam düzensizlikleri, bağımsız çiftçiliğin ortadan
kalkışı, şehirli işçilerin kırsal uğraşlara uyum sağlayamaması,
çiftçilerin ücretleri artırm aktaki isteksizliği, toprak sahipleri­
nin ücret artışlarının rantları düşüreceği yolundaki endişeleri,
yardım alanların çalıştırıldıkları yoksullar evinde* yapılan üre­
timin m akinelerle rekabet edemeyişi, ev ekonom isinin yeter­

“Work house" karşılığı kullanıldı - ç.n.

141
sizliği, evlerin k u llan ışsızlığı, kölü beslenm e a lışk an lık ları,
uyuşturucu kullanım ı bulunuyordu. Bazı yazarlar yeni, daha
büyük bir koyun tipinin ortaya çıkışına kabahat buldular, ba­
zıları da mutlaka yerlerini öküzlere bırakması gereken atlara;
bazıları ise, daha az köpek beslenm esini önerdi. Bazı yazarlar
yoksulların daha az ekm ek yemeleri veya hiç ekm ek yem em e­
leri gerektiğine inanıyorlardı, diğerleri ise "en iyi cins ekm ekle
beslenm elerinin bile onlara karşı kullanılm am ası” gerektiğini
düşünüyorlardı. Çayın yoksulun sağlığını bozduğu, oysa evde
yapılan biranın sağlığa iyi geleceği düşünülüyordu; bu konuda
iyice güçlü kanaatlara sahip olanlar, çayın en ucuz alkollü içki
kadar kötü olduğunu vurguluyorlardı. Kırk yıl sonra bile, Har­
riet Martineau hâlâ m uhtaç dürümdakilerin artışıyla ilgili so­
runları ortadan kaldırmak için çay alışkanlığından vazgeçm ek
gerektiği yolunda vaazlar verm enin yararına inanıyordu.' D oğ­
ru, toprak çevirm elerinin yarattığı huzursuzluktan yakınan
pek çok yazar vardı, diğer yazarlar da imalatçıların durum un­
daki değişikliklerin kırsal kesim de istihdamı olum suz bir bi­
çimde etkilediğini vurguluyorlardı. Ama genelde, sefalet soru­
nun kendine özgü (sui generis) bir olgu, çoğu Yoksullar Yasa-
sı’nın gerekli çareyi uygulamada yetersiz kalışından kaynakla­
nan çeşitli nedenlerin yol açtığı sosyal bir hastalık olarak de­
ğerlendirildiği izlenim ini ediniyoruz.
Doğru yanıt, kuşkusuz, sorunun ciddileşmesi ve yardımın
artmasının bugün görünm ez işsizlik dediğimiz olgunun yük­
selişinden kaynaklandığıydı. Bu gerçek, istihdamın bile genel
olarak görünmez olduğu ve bir noktaya kadar ev sanayii için­
de yer aldığı bir dönem de kolayca görülemezdi. Gene de şu
sorular yanıl bekliyordu: işsizler ve yarı-işsizlerin sayısındaki
artışı nasıl açıklam alı? Ve neden sanayideki değişiklikler dik­
katli gözlem cilerin bile gözünden kaçm ıştı?
Bu, büyük ölçüde, ilk dönem lerde ticaretteki aşırı dalgalan­
maların ticaret hacm indeki m utlak artışı gizlem iş olmalarıyla
açıklanabilir. Ticaret artışı istihdam genel düzeyini yükseltir-

1 M artin eau , 11., T h e l/amlei, 1 8 3 3 .

142
ken , dalg alan m alar ç o k daha büyük bir işsizlik artışın a yol
açıy o rd u . A m a istih d am g enel d üzeyind eki a rtışın old u kça
yavaş olm asına k arşın , işsizlik ve yarı işsizlik artışı hızlıydı.
D olayısıyla F rie d ric h E n g els’in yedek sanayi ordusu dediği
ş e y d e k i a r tış , sa n a y i o rd u su n u n k e n d is in in o lu şm a s ın ın
önünde gidiyordu.
Bunun ön em li bir so n u cu , işsizlikle toplam ticaretin artması
arasındaki ilişk in in kolayca gözden kaçabilm esi oldu, işsizlik
a rtışların ın b ü y ü k ticaret d algalanm alarından kaynaklandığı
gözlem ine sık sık rastlanıyordu, ama bu dalgalanm aların daha
geniş çaplı bir sü recin , yani mam ul mallara giderek daha çok
dayanan ticaretteki genel büyüm enin, bir parçası olduğu göze
çarpm ıyordu. B u dönem de yaşayanlar için, özellikle şehirlerde
kurulm uş olan im alathanelerle kırsal kesim yoksullarının sa­
yısındaki büyük artış arasında hiçbir ilişki yoktu.
Toplam ticaretteki artış, doğal olarak istihdam hacm ini ge­
nişletirk en , bölgesel işbölüm ü, ticaretteki keskin dalgalanm a­
larla birlikte hem köy hem şehir uğraşlarını sarsarak işsizliğin
hızla yükselm esin e y ol açtı. Başka yerlerdeki yüksek ücretlerle
ilgili uzaklardan gelen söylentiler, yoksullarda tarım ın sağladı­
ğı olanaklara karşı bir hoşnutsuzluk ve karşılığı bu kadar dü­
şük bir em eğe karşı soğu kluk uyandırdı. O çağın sanayi bölge­
leri b in lerce g ö çm en i k en d ine çeken yeni bir ülkeye, âdeta
başka bir A m erika’ya benziyordu. G öç çoğu kez, yeniden gö­
çün yanında yer alıyordu. Kırsal nüfusla mutlak bir düşüşün
kaydedilm em iş olm ası da, köylere doğru ters yönde bir akım ın
gerçekleştiği d ü şü n cesin i d estekler nitelik te. Böylece, çeşitli
zam anlarda, değişik grupların ticari ve sanayi uğraşlar alanına
kayıp, son ra da yeniden eski kırsal yerleşim bölgelerine dön­
m eleriyle, g ittik çe artan b ir köksüzleşm e ve yerleşm em işi iğe
rastlanıyordu.
In g iltere’nin kırsal alanlarındaki sosyal hasarın büyük bir
bölü m ü , ilk ö n c e , ticaretin doğrudan doğruya kırsal kesim
üzerinde yaptığı sarsıcı etkilerden kaynaklandı. Tarımda Dev­
rim , k esin lik le, Sanayi D evrim inden önce gelm işti. Tarım yön­
te m le rin d e k i ö n e m li ile rle m e le rin yanınd a y er alan toprak

143
çevrilm esi hareketleri ve tanm işletm elerinin birleşm esi, güçlü
bir köksüzleşm e etkisi yarattı. Köy evlerine açılan savaş, onla­
ra ait bahçe ve alanların büyük topraklar içinde yutulm ası, or­
tak toprakların üzerindeki hakların ortadan kalkm ası, ev sana­
yiinin iki ana dayanağını yok etm işti: Aile kazançları ve tarı­
mın oluşturduğu temel. Ev sanayii, küçük bir bahçe, bir parça
toprak veya hayvan otlatm a haklarının sağladığı desteğe sahip
olduğu sürece, para ekon om isine bağım lılık m utlak değildi;
ortak arazideki patates parseli veya “yolunacak birkaç kaz”,
bir inek veya yalnızca b ir katır bile ço k önem liydi; aile ka­
zançları bir tür işsizlik sigortası işlevini görüyordu. Tarım ın
akılcı bir biçim de düzenlenm esi, kaçınılm az olarak, em ekçiyi
köklerinden koparm ış, sosyal güvenliğini sarsmıştı.
Şehirlerde ise, istihdam düzeyindeki iniş çıkışlar gibi yeni
bir afetin etkileri doğal olarak açıkça ortadaydı. Sanayi uğraş­
ları g enellikle bir çıkm az olarak değerlendiriliyordu. David
Davies “Bugün iş gücü sahibi olan işçiler, yarın sokakta ekm ek
dileniyor olabilirler...” diye yazıyor ve ekliyordu: “Bu yenilik­
lerin en korkunç sonucu iş koşullarının belirsizliği.” “Bir sa­
nayi şehri bu konum unu yitirdiğinde, orada yaşayanlar felç
geçirm işse dönerler ve derhal kilise m ıntıkasında bir yük du­
rumuna gelirler; ama hasar yalnız o nesille de sınırlı kalm az...”
Aynı zamanda da iş bölüm ü intikam ını alır; işsiz kalan zanaal-
kârın köyüne dönüşü boşadır, çünkü “dokum acının elleri baş­
ka hiçbir işe yaramaz." Şehirleşm enin ölüm cül geri dönüşsüz-
lüğü çok basil bir gerçeğe dayanıyordu. Adam Sm ilh’in sanayi
işçisinin akılca toprakla uğraşanların en zavallısından bile da­
ha geri olduğunu çünkü toprak işçisinin genellikle her işi ya­
p a b ile ceğ in i sö y lerk en g örm ü ş old u ğu g erçeğ e. G en e d e,
Adam Sm ilh’in U lusların Zengiııliği'ni yayımladığı tarihe kadar
m uhtaç durumda olanların sayısı endişe verici bir biçim de art­
mıyordu.
Ondan sonraki yirmi yıl içinde görünüm bütünüyle değişti.
Burke 1795’le P itı’e takdim etliği N edret Ü zerine Düşünceler ve
A yrıntılar (Thougts and D etails on Scarcity) adlı kitabında, ge­
neldeki ilerlem eye karşın “yirmi yıllık son bir kötü dönem ”in

144
varlığım teslim ediyordu. G erçekten de, Yedi Yıl Savaşları’m
(1 7 6 3 ) izleyen on yıl içinde, yoksullar evi dışında verilen yar­
dım artışının gösterdiği gibi, işsizlik gözle görülecek biçim de
artmıştı, ilk kez bir ticaret yükselişi dönem inin, yoksulların
arlan sefaletiyle birlikte yer aldığı gözlemleniyordu. Bu görü­
nüşte çelişki, gelecek neslin Batı insanlığı için sosyal yaşamın
yinelenen olgularının en şaşırtıcısı durumuna gelecekti. Nüfus
fazlası kâbusu insanların akıllarını meşgul etm eye başlıyordu.
Y o k su lla r Y asası Ü z erin e T ez'de (D isse rta tio n on th e P oo r
Laws) W illiam Towsend “Spekülasyon bir yana, İngiltere’de
bizim doyurabileceğim izden ve yürürlükteki yasa çerçevesin­
de kârlı biçim de istihdam edebileceğim izden ço k daha fazla
insan var” uyarısında bulunuyordu. 1 7 7 6 ’da Adam Sm ith, sa­
kin gelişm e havasını yansıtıyordu. Yalnızca on yıl sonra yazan
Townsend ise, daha o zaman fırtınanın farkındaydı.
G en e de, T ow nsend’den yaln ızca beş yıl so n ra lsk o çy a lı
köprü inşaatçısı Telford kadar siyasetten uzak, başarılı ve he­
yecansız bir adamın dayanamayıp hüküm etin norm al gidişin­
den hiçbir şey um ulam ayacağını, devrimin tek um ut olduğu­
nu söyleyebilm esi için epeyce bir şeyler olm ası gerekti. Tel-
ford’un Paine’in İnsan H akları'n ın (Rights o f M an) tek b ir kop­
yasını doğduğu köye postalam asıyla köyde isyan çık tı. Paris
Avrupa’n ın mayasında bir katalizör etkisi görüyordu.
C anning’in inancına göre Yoksullar Yasası İngiltere’yi dev­
rimden korum uştu. Düşündüğü özellikle 1 7 9 0 ’lar ve Fransız
Savaşlarıydı. Yeni toprak çevrilm eleriyle kırsal kesim de yok­
sulların yaşam düzeyi daha da düştü. Bu toprak çevrilm esini
haklı çıkarm aya çalışan, S.H. Clapham bile “ücretlerin siste­
matik olarak yardımlarla desteklendiği bölgelerin yeni toprak
çevrilm elerinin en fazla yoğunlaştığı bölgelerle çarpıcı bir bi­
çim de ça k ıştığ ın ı” kabul ediyordu. Başka b ir d eyişle, ücret
desteklemeleri olm asaydı, yoksullar İngiltere’nin kırsal kesim ­
lerinin büyük bir bölüm ünde açlıktan ölm e düzeyinin altına
düşeceklerdi. Sam anlıkları ateşe verme olayları hızla artıyor­
du. Sık sık ayaklanm alar oluyor, ayaklanma söylentilerine da­
ha da sık rastlanıyordu. Ham pshire’da -y a ln ız orada da d eğ il-

145
m ahkem eler “yolda veya pazar yerinde malların fiyatını zorla
indirm e girişim lerin in ” ölüm le cezalandırılacağı tehdidinde
bulundular, ama aynı zamanda aynı bölgenin yargıçları, genel
ücret desteklem eleri gerektiğini öne sürdüler. Ö nlem alma za­
manının geldiği açıkça görülüyordu.
Ama neden bütün yöntem ler içinde sonradan herkese uygu­
lanması en zor yöntem gibi görünm üş olan seçilm işti? Duru­
mu ve işin içindeki çıkarları bir gözden geçirelim . Kırsal kesim
eşrafı ve papaz köyü yönetiyordu. Townsend durum u şöyle
özetliyordu: Toprak sahipleri sanayii “uygun bir m esafede” tu­
tuyorlardı, çünkü “sanayide dalgalanmalar olduğunu ve sana­
yiden elde edecekleri çıkarın mülkleri üzerine binen yüke değ­
meyeceğini düşünüyorlardı...” Yükü oluşturan esas olarak sa­
nayiin birbiriyle çelişen iki etkisiydi, yani m uhtaç durumda
olanların sayısının artışıyla ü cret yükselm eleri. Ama etkiler
arasındaki çelişki yalnızca rekabetçi bir em ek piyasası varsayıl­
dığında ortaya çıkıyordu: Çünkü rekabet normal olarak çalı­
şanların ücretlerini düşürerek işsizliği ortadan kaldırabilecekti.
Böyle bir piyasanın olmadığı durumda -Isk a n Yasası hâlâ yü­
rürlükteydi- m uhtaçların sayısı ve ücretler aynı anda yüksele­
bilirdi. Bu koşullar altında şehirlerdeki işsizliğin bedeli, esas
olarak, işsiz kalanların geri döndüğü köy birim i tarafından
ödeniyordu. Şehirlerdeki yüksek ücretler kırsal ekonom i üze­
rinde daha da büyük bir yük oluşturuyordu. Tarımda ücretler
çiftçinin ödeyebileceğinden daha yüksek, ama işçinin geçimi
için gerekli olandan daha düşüktü. Tarımın şehirdeki ücretler­
le rekabet edemeyeceği açıkça görünüyordu. Öte yandan, işçi­
nin iş işverenin de işçi bulabilmesi için İskan Yasasının kaldı­
rılm ası, ya da en azından gevşetilmesi gerekliliği konusunda
herkes hemfikirdi. Bunun genelde emeğin verimliliğini artıra­
cağı ve böylece ücret ödem elerinin gerçek yükünü azaltacağı
düşünülüyordu. Ama şehirlerdeki ücretlerle köylerdeki arasın­
daki fark, ücretlerin “kendi düzeylerini bulm alarına” fırsat ve­
rildiği durumda, köy üzerinde, doğal olarak, daha büyük bir
baskı oluşturm aya başlayacaktı. Sanayide istihdam ın işsizlik
spazmlarıyla alçalıp yükselm esi, kırsal topluluklarda eskisin ­

146
den daha önemli çözülm eler doğuracaktı. Köyü yükselen üc­
retler selinden korum ak üzere bir baraj yapılm alıydı. Kırsal
çevreyi sosyal çözülm eye karşı korum ak, geleneksel yetkileri
güçlendirm ek, kırsal işgücü kaybını önlem ek ve çiftçiyi fazla
yük altında bırakmadan tarımda ücretlerin yükselm esini sağla­
mak için yöntem ler bulunmalıydı. Speenham land Yasası, böyle
bir araçtı. Bu araç Sanayi Devriminin dalgalarına atıldığında,
ekonom ik bir girdap yaratması kaçınılmazdı. G ene de, köyün
hakim çıkarları, yani kırsal kesim eşrafının çıkarları açısından,
Speenhamland’in sosyal etkisi sorunu göğüslüyordu.
Yoksullar Yasası yönetim i açısından, Speenham land acı bir
biçimde geriye doğru atılm ış bir adım oluşturuyordu. 2 5 0 yılın
deneyim i, kilise m ıntıkasının Yoksullar Yasasını uygulam ak
için çok küçük bir birim olduğunu gösterm işti. Çünkü soruna
gücü kuvveti yerinde işsizlerle yaşlılar, sakallar ve çocu k lar
arasında ayrım yapamayan çözüm ler getirm ek h içb ir zaman
yeterli olamazdı. Bu, bugün bir belediyenin işsizlik sigortasını
tek başına ele alacağına bu sigortayı yaşlıların bakım ıyla birlik­
te uygulaması gibi bir şeydi: Dolayısıyla, Yoksullar Yasası, yal­
nızca, hem ulusa! hem de ayrışm ış olduğu bazı kısa dönem ler­
de azçok etkinlik sağlayabildi. Bu dönemlerden biri, Burleigh
ve Laud idaresinde, Kraliyetin Yoksullar Yasasını sulh yargıçla­
rı aracılığıyla yürüttüğü ve zorla çalıştırmayla birlikte yoksul
evleri kurulmasını da içeren iddialı bir uygulamaya girişildiği
15 9 0 -1 640 dönemiydi: Ama Commonwealth (1 6 4 2 -6 0 ), o za­
man Kraliyetin kişisel yönetim i diye kınadığı şeyi yıktı ve, tu­
haf bir biçim de Restorasyon, C om m onw ealth’in başladığı işi
tamamladı. 1662 İskan Yasası, Yoksullar Yasasını kilise m ıntı­
kalarıyla sınırladı, ve yasama onsekizinci yüzyılın üçüncü on
yılına kadar sefalet sorunuyla pek az ilgilendi. 1722’de, niha­
yet, ayrıştırma çabalan başarıya ulaştı; kilise birlikleri tarafın­
dan yerel yoksul evlerinden ayn, yoksullann çalıştm ldığı yer­
ler* kurulacaktı: Artık bu yeni kuram ların uyguladığı sınama
yöntemleri kişinin gerçeklen muhtaç durumda olup olm adığı­

(* ) “W ork house” - ç.n.

147
m belirleyeceğinden, bunun dışında ancak yer yer yardım veri­
lebilecekti. 1 7 8 2 ’de Gilbert Yasasıyla kilise birliklerinin kurul­
m ası teşvik ed ilerek id are b irim lerin i g en işletm e yolund a
önem li bir adım atıldı: O dönem de, kilisenin gücü-kuvveti ye­
rinde olanlara çevrede iş sağlaması teşvik ediliyordu. Bu politi­
ka, gücü-kuvveti yerinde olanlara verilen yardımın maliyetini
azaltmak üzere yoksullar evi dışında verilen yardım ve hatta
ücret desteklem eleriyle tam am lanacaktı. Kilise birlikleri kurul­
ması zorunlu değildi, ama gene de daha geniş idare birim lerine
ve yardım edilen değişik durumlardaki yoksullar arasında bir
ayrım yapılmasına doğru önem li bir ilerlemeydi. Dolayısıyla,
sistem in aksaklıklarına karşın, Gilbert Yasası doğru yönde bir
çabaydı; yoksullar evi dışında verilen yardım ve ücret destekle­
m eleri, yalnızca önleyici sosyal yasamanın önemsiz bir parçası
olarak kaldıkları sürece, akılcı bir çözüm için büyük bir tehli­
ke oluşturm ayacaklardı. Speenham land, reform u durdurdu.
Yoksullar evi dışında verilen yardımı ve ücret desteklem elerini
genelleştirerek (yanlış bir biçim de yorumlandığı gibi) Gilbert
Yasasının izinden gitm edi, aksine eğilimleri tam tersine çevirip
Elizabeth Devri Yoksullar Yasası Sistem i’ni bütünüyle yıktı.
Yoksulların çalıştırıldığı yerlerle düşkünler evi arasında dikkat­
le yapılan ay nm * anlam sızlaştı; değişik durumlardaki m uhtaç­
larla gücü kuvveti yerinde işsizler, hep birlikte, ayrışmam ış bir
bağımlı yoksullar kitlesine dönüşlüler. Ayrıştırma çabalarının
tersi bir gelişm eyle, y oksulların çalıştırıld ığı yerler, giderek
düşkünler eviyle birleşirken, düşkünler evi yavaş yavaş yok ol­
maya başladı; ve kilise bir kere daha bu kurumsal yozlaşma şa­
heserinin tek ve nihai birim i durumuna geldi.
Speenham land, kırsal kesim eşrafının ve papazın zaten ola­
b ild iğin ce güçlü olan h akim iyetini daha da g ü çlen d irm işti.
Yoksullardan sorumlu yetkililerin yakındıkları “güçlülerin ay­
nm yapmadan dagıtlıklan insanlar”, “Troy sosyalizm i” çerçe­
vesinde en net biçim lerinde ortaya çıktılar; sulh yargıçları bu
ihsanları saçarlarken, hayır işlerinin bedeli kırsal orta sınıfın

( * ) "W o rk h o u se" ile “p o o r h o u s e " a ra sın d a k i ay ırım - ç .n .

148
kesesinden ödeniyordu. Bağım sız çiftçilik (Yeom anry) Tanm
Devrimi içinde çoklan yok olm uş ve geride kalan küçük top­
rak sahipleri kırsal kesim in güçlülerinin gözünde rençberlerle
birlikte aynı sosyal tabakanın için e yerleşm işti. Tepedekiler,
muhtaçlarla belirli b ir dönem de güç durumda kalm ış olanlar
arasında ayrım yapamıyorlardı; yerleştikleri yüksek konum dan
bakıldığında, köyün yaşam m ücadelesi içind e yoksulu m uh­
taçtan ayıran çizgiyi görm ek güçtü. Bu konum dakiler, mahsu­
lün kötü olduğu bir yıl küçük çiftçinin önce yüksek vergiler
yüzünden iflas edip sonra da bu vergilerle karşılanan yoksullar
yardımına m uhtaç olduğunu öğrendiklerinde haklı olarak şaşı­
rabilirlerdi. Bu tür durumlara çok sık rastlanm ıyordu, doğru.
Ama bunun olanak dışı olm ayışı bile, yardım ları karşılam ak
için vergi ödeyen b ir çok kişinin kendilerinin de yoksul oldu­
ğu gerçeğini vurguluyordu. Bütüne bakıldığında, vergi ödeyen­
lerle m uhtaçlar arasındaki ilişki, çalışanların geçici olarak işsiz
kalanlara bakmayı üstlenm esine dayanan bugünün işsizlik si­
gortası düzenlem elerinde çalışanlarla işsizler arasındaki ilişkiyi
andırıyordu. Gene de, normal koşullar altında, vergi yüküm lü­
leri yoksul yardımı alam ıyorlar ve ortalama tarım işçisi vergi
ödemiyordu. Siyasal olarak Speenham land, zengin toprak sa­
hiplerinin köy yoksullarıyla olan ilişkilerini sağlam laştınrken,
orta sınıfla olan ilişkilerini zayıflatmıştı.
Sistem in en çılgın yönü iktisat yönüydü. “Speenham land’in
faturasını kim ö d ed i?” soru sun u yanıtlam ak hem en hem en
olanaksızdı. Doğrudan bakıldığında, esas yükün, doğal olarak,
vergi yüküm lülerinin üzerine bindiğini görüyoruz. Ama aynı
zamanda çiftçiler, doğrudan doğruya Speenham land sayesin­
de, çalıştırdıkları işçilere düşük ücret ödüyorlardı. Ayrıca iş
bulamazsa yardım alma durumunda kalacak bir köylüyü çalış­
tırmayı kabul eden çiftçiler, vergi iadesinden yararlanabiliyor­
lardı. Doğal olarak, çiftçinin mutfağı ve bahçesinin pek de ge­
rekli olm ayan, üstelik çoğu zaman çalışmaya da pek hevesli
görünmeyen işçilerle dolmasını zarar hanesine yazmak gerek.
Halen yardım alan işçileri çalıştırm ak daha da ucuza geliyor­
du. Bunlar çoğu zaman boğaz tokluğuna gündelikçi olarak ça­

149
lışmak durumunda kalıyor veya köy meydanında günde bir­
kaç peni karşılığında açık anırm aya çıkarılıyorlardı. Bu lür
emeğin aslında kaç para ettiği de ayrı bir soruydu. Hepsinin
üstüne, bazen yoksullara kira ödemeleri için yardım ediliyor,
pervasız kulübe sahipleri de, bir odanın içine sağlıksız k oşu l­
lar altında birkaç kiracıyı birden doldurarak para kazanıyor­
lardı; vergi yüküm lülükleri yerine getirildiği sürece köy yetki­
lileri de buna göz yumabiliyorlardı. Böyle bir çıkar yumağının
mali sorumluluğu yok edip her türlü yolsuzluğu teşvik edece­
ği açıktı.
Ama daha geniş anlamda alındığında, Speenham land yarar­
lı olm uştu. Uygulama görünüşte çalışanlara yarar sağlayan,
ama aslında kamu kaynaklarıyla işverenleri destekleyen bir
ücret yardımı olarak başladı. Yardım sistem inin esas etkisi ü c­
retleri geçim düzeyinin altına düşürm ekti. Bütünüyle sefalete
d üşm üş bölgelerd e, ç iftçile re hâlâ bir parça toprağa sahip
olan tarım işçilerin i çalıştırm ak çe k ici gelm iyordu, çü n kü
“m ülk sahibi olan kim seler kilise yardımından yararlanamaz­
lardı ve yürürlükteki ücretler o kadar düşüktü ki, belirli bir
destek olm aksızın evli bir adam için yetersiz kalacakları açık ­
tı.” Sonuçta, bazı bölgelerde yalnızca yardım alan kim selerin
iş bulm a şansına sahip old u kları görüld ü ; yardım alm adan
kendi em ekleriyle geçinm eye çalışanların iş bulm ası hem en
h em en o la n a k sız d ı. G en e d e , ü lk e n in b ü tü n ü n d e k en d i
em ekleriyle geçinenler çoğunluktaydı ve bu durumda, vergi­
lerle sistem e katkıda bulunm adan düşük ücretlerden yararla­
nan işverenler bir sın ıf olarak bu lür em ekçilerin her birinin
sırtından kâr ediyorlardı. U zun dönem de bu derece ek o n o ­
m ik olmayan bir sistem in em eğin verim liliğini etkileyip yü ­
rürlükteki ücretleri ve hatta yargıçların yoksulların yararına
belirledikleri “ölçü tü ” düşürm esi kaçınılm azdı. 1 8 2 0 ’lere ge­
lindiğinde, çeşitli bölgelerde ekm ek ölçütü budanmaya başla­
m ış ve yoksulların acınacak durum daki gelirleri daha da d ü­
şürülm üştü. 1815 ve 1830 arasında ü lkenin her yanında he­
m en hem en aynı olan Speenham land ölçütü aşagı-yukarı üçte
bir oranında azaltıldı (bu da hem en hem en ülke çapında bir

150
düşüştü). Birdenbire artan şikâyetlere bakılacak olursa, yar­
dım ağır bir mali yük getiriyordu. Oysa Clapham bu yükün
gerçekten çok ağır olduğundan kuşkulu. Bunda da haklı gö­
rünüyor. Çünkü bazı bölgelerin üzerine bir felaket gibi çöken
yardım artışları gerçekten çok yüksek olm akla birlikte, bela­
nın tem elinde, yükün kendisinden çok, ücret d esteklem eleri­
nin em eğin verim liliği üzerindeki ekonom ik etkisinin yatm a­
sı olasılığı daha büyük görünüyor. En büyük darbeyi yemiş
olan G üney İngiltere’de, yardıma ayrılan kaynaklar toplam
gelirin yüzde 3 .3 ’ünü oluşturuyordu. Clapham ’a göre, söz k o­
nusu m iktarın önem li bir kısm ının “yoksullara ücret olarak
ödenm iş olduğu d ü şü n ü lü rse", bu pekâlâ k ald ırıla b ilir bir
yüklü. Aslında, 1 8 3 0 ’larda toplam yardım harcam aları hızla
düşmekteydi, eğer aynı dönem deki ulusal refah artışları dik­
kate alınırsa, yardımın göreli yükünün daha da hızlı azalm ış
olduğu düşünülebilir. 1 8 1 8 ’de yoksullara yardım için yapılan
h arcam alar, aşağ ı-y u k a rı sek iz m ily on s te rlin tu tu y o rd u ;
1826’ya kadar sürekli bir düşüş göstererek altı m ilyonun altı­
na indiler. Bu dönem de, ulusal gelir hızla yükseliyordu. G ene
de, Speenham land’a yöneltilen eleştiriler gittikçe daha saldır­
ganlaşıyordu; bu , kitlelerin insanlıktan çık ışı sonucu ulusal
yaşamın felce uğramasıyla ve özellikle, üretim e yönelik ener­
jin in dizginlenm esiyle ilgiliydi.
Speenham land sosyal bir felaketin gelişini hızlandırm ıştı.
Biz artık kapitalizm in ilk dönem lerinin korkunçluğunun anla­
tılm asını “duygu söm ürüsü” faslından değerlendirm eye alış­
tık. Bunun h içbir haklı nedeni yok. Yoksullar Yasası Reform u­
nun ateşli savu nucusu H arriet M arıineau ’nun çizdiği tablo,
Yoksullar Yasası Reform una karşı m ücadelenin başını çeken
Çartizm propagandacılannınkine uyuyordu. Speenham land’in
derhal y ü rü rlü kten k alkm asını öneren Yoksullar Yasası K o­
misyonu Raporunun (1 8 3 4 ) ortaya koyduğu gerçekler, D ic-
kens’in K om isyonunun politikasına karşı yürüttüğü kam pan­
yada m alzem e olarak kullanılabilirdi. Ne Charles Kingsley, ne
Friedrich Engels, ne Blake, ne de Cariyle, k orku nç bir felake­
tin insan im ajını çarpıtıp bozduğunu düşünm ekte haksızdılar.

151
Şairlerle hüm anistlerin acıları ve kızgınlıklarından daha da e t­
kileyici olan, M althus’la Ricardo’nun “kaçınılm az son" felsefe­
lerinin kaynağını oluşturan sahneler karşısındaki soğuk ses­
sizlikleriydi.
Kuşkusuz m akinenin yol açtığı sosyal çözülm e ve içlerinde
insanın m akineye hizm et etm eye m ahkum olduğu koşu llar
bazı kaçınılmaz sonuçlar doğurmuştu. İngiltere’nin kırsal uy­
garlığı, daha sonra Kıta Avrupası’nın sanayi bölgelerinin geliş­
tiği şehir çevresinden yoksundu.2 Yeni şehirlerde yerleşm iş bir
şehirli orta sınıf, bir zanaatkarlar çekirdeği yoktu. Yüksek ü c­
retlerin çekiciliğine kapılarak, veya toprak çevrilm eleri sonucu
topraktan itildikleri için, yeni kurulan fabrikalarda köle gibi
çalışm aya gelen kaba-saba işçileri içlerinde özüm leyebilecek
saygın küçük burjuvalar ve şehirliler yoklu. İç bölgelerin ve
kuzey-doğunun sanayi şehri kültür açısından çöl gibiydi; va­
roşlar yalnızca geleneksizliği ve yurttaş olarak kendine saygı
diye bir şeyin olmadığını yansıtıyorlardı. Bu kasvetli bataklı­
ğın içine gömülen köylü göçm en, hatta eski bağım sız çiftçi,
kısa sürede çamurda yaşayan, ne olduğu belirsiz bir hayvana
dönüşüyordu. Sorun çok az kazanması değildi, hatta çok fazla
çalışm ası da değildi. B u n ların ikisi de fazlasıyla doğruydu,
ama asıl sorun artık insanca bir yaşam biçim ini yitiren varoluş
koşullarıydı. Kafeslere konulan ve köle tacirinin gem isinde
nefes alabilm ek için çabalar durumunda kalan Afrika zen cile­
ri, herhalde bu insanların duyduklarını duymuşlardır. Gene de
bütün bunlar çözümsüz değildi, insan dört elle sarılabileceği
bir sosyal konum a, hem cinslerince düzenlenm iş bir yaşam ka­
lıbına sahip olduğu sürece onun için uğraşıp, ruhunu yeniden
ele geçirebilirdi. Ama işçinin durumunda bunun tek bir yolu
vardı: Kendini yeni bir sın ıf içindeki bir bireye dönüştürm ek.
Yaşamını em eğiyle kazanam adığı sürece, işçi değil m uhtaçtı.
O nun yapay olarak bu duruma düşürülm esi, Speenham land’in
doğurduğu en iğrenç sonuçlu. Bu ne idüğü belirsiz insancıllık
örpeği, işçilerin bir ekonom ik sınıf oluşturm alarını önledi ve

2 P ro fe sö r U sh e r g en eld e ş e h irle ş m e n in b a şla n g ıç ia rih in i 1 7 9 5 o la ra k alıyor.

152
onları ekonom i çarkının kendilerini m ahkûm etliği kaderden
kurtulabilm enin tek yolundan yoksun bıraktı.
Speenham land, yaygın bir moral çökün tünü n m utlak ara­
cıydı. Eğer insan toplum unun tem elindeki ölçütleri korumaya
yönelik bir m akine olduğunu düşünürsek, Speenham land da
herhangi bir toplum un temelini oluşturabilecek ölçütleri yık­
mak üzere çalışan bir mekanizmaydı. Yalnızca işten kaçm a ve
çalışamaz görünm e hilelerini desteklem iyor, aynı zamanda da
insanın özellikle sefalet kaderinden kaçmaya çalıştığı bir d ö­
nemde m uhtaç durumda olmayı çekici kılıyordu. İnsan bir ke­
re yoksullar evine girdikten sonra (bu, çoğu kez, belirli bir sü­
re yardım aldıktan sonra gelinen noktaydı) artık orada kalıyor
ve nadiren kurıulabiliyordu. Yüzyıllarca süren yerleşik yaşa­
mın getirdiği ahlâk anlayışı ve kendine saygı, yoksullar evinin
ahlâk yoksunluğu içinde kolayca yıpranıp gitti. Burada insanın
yanındakilerden daha iyi durumda görülm em esi gerekiyordu,
yoksa bilinen çevrede iş yapar görünüp boş oturm ak yerine,
çıkıp iş aramak durumunda kalabilirdi. “Yoksul yardımı top­
lumsal bir ganim ete d ön üşm ü ştü ... Paylarım alabilm ek için
zorbalar idarecileri tehdit ediyor, ahlâk düşkünleri beslem ek
zorunda oldukları piçlerini öne sürüyor, aylaklar kollarını ka­
vuşturup istediklerini elde edinceye kadar bekliyorlardı, cahil
oğlanlar ve kızlar yoksul yardımına güvenerek evleniyorlardı;
haydutlar, hırsızlar ve fahişeler yıldırma yoluyla yardımdan ya­
rarlanıyorlardı; kırsal alandaki yargıçlar sevilen kişiler olmaya,
uygulayıcılar da işlerini kolaylaştırm aya uğraşıyorlardı. Kay­
naklar böyle k u llan ılıyordu ..." “Tarlasını sürm ek için uygun
sayıda işçi -ü cretle rin i cebinden ödediği işçile r- tutacak yerde,
ücretleri kısmen yardımla desteklenen bunun iki katı sayısın­
da işçi çalıştırm ak çiftçiye daha çekici geliyordu; ve bu yüz­
den, çalışm ak zorunda kalan bu insanları kontrol altında tut­
mak olanaksızdı, canları islediği kadar çalışıyor, toprağın kali­
tesini düşürüyor ve bağım sız yaşayabilmek için canla başla ça­
lışacak daha iyi işçilerin işe alınm asını engelliyorlardı. Bu daha
iyiler en kötü durumda olanların arasına düşüyorlardı; vergi
yükümlüsü çiftçi, bir süre boş yere çabaladıktan sonra, yardım

153
istem ek için görevlilerin önüne çıkıyordu...” Bu Harriet Marti-
neau’dan.3 Sonraki dönem lerin utangaç liberalleri, inançları­
nın bu lafını esirgemeyen savunucusuna vefasız bir tavırla sırt
çevirdiler. Ama M artineau’nun artık onları korkulan abartm a­
ları bile aydınlanm ası gereken noktaları aydınlatabiliyordu.
M artineau da güç durum daki orta sınıftan geliyordu, asaletli
yoksulluğu dolayısıyla Yoksullar Yasası’nın ahlâki karmaşasına
daha da duyarlıklı olan orta sınıftan. Toplumun yeni bir sınıfa,
bir “bağımsız em ekçiler” sınıfına duyduğu ihtiyacı anlamış ve
açıkça belirtmişti. Rüyalarının kahramanları bunlardı ve bun­
lardan birine -y o k su l yardımı almayı reddeden sürekli işsiz bir
em ekçiy e- yardım almaya karar veren başka bir işçiyle konu­
şurken şunları söyletiyordu: “İşte burada duruyor ve beni kü­
çüm sem eye kalkanlara meydan okuyorum . Ç ocuklarım ı k ili­
senin ortalık yerinde sıraya dizdiğimde onların toplum daki ye­
rini sorgulamaya cesaret edebilecek olanlara meydan okuyo­
rum. Daha akıllı, daha varlıklı insanlar olabilir, ama daha şe­
refli birisi olam az.” Yönetici sınıfın büyük adamları, henüz bu
yeni sınıfa duyulan ih tiy acı anlayabilm iş değillerd i. Bayan
M artineau “aristokrasinin kaba yanılgısına, işleri dolayısıyla
ilişki kurmak zorunda oldukları o varlıklı sınıfın altında yal­
nızca bir tek sın ıf olabileceği düşüncesinin içerdiği yanılgıya”
dikkat çekiyordu. Şöyle yakınıyordu: “Lord Eldon ve herkes­
ten daha iyi düşünm eleri gereken onun gibiler, en varlıklı ban­
kerlerin altındaki herkesi -sanayiciler, tüccarlar, zanaatkarlar,
işçiler ve m u h taçları- tek bir kategoriye (‘aşağı sınıflar’ katego­
risine) koyuyorlardı...”4 Ü zerinde hırsla durduğu şey, toplu ­
mun geleceğinin son iki grup, işçilerle muhtaç dürümdakiler
arasındaki ayrıma bağlı olduğuydu. “Bütün İngiltere’de, hü­
küm darla teb’a arasın d ak i ayrım d ışınd a, bağım sız işçiy le
m uhtaç arasındaki kadar büyük bir sosyal fark yoktur; ve bu
ikisini birbirine karıştırm ak, cahillik, ahlâksızlık ve siyasal bir
akılsızlıktır” diye yazıyordu. Doğal olarak, bu gerçekte olanı

3 M a rtin eau , H .. H isto ry o f E n g la n d D u rin g t h e T h irty Years P e a c e ( 1 8 1 8 - 1 8 4 6 ) ,


1849.
4 M a rtin eau , I I ., T h e P a rish , 1833.

154
yansıtan bir görüş değildi; Speenhamland çerçevesinde iki ta­
baka arasındaki fark yok olm uştu. M artineau’nunki, daha çok,
peygam berce b ir k eh an ete dayanan b ir po litika ön erişiyd i.
Önerilen politika Yoksullar Yasası Reform Komisyonu tarafın­
dan uygulanandı; kehanet, özgür, rekabetçi bir em ek piyasa­
sıyla ve bunun sonucunda sanayi proletaryasının doğuşuyla il­
giliydi. Speenham land'in kaldırılışı, kendi çıkarları dolayısıyla
toplum u m akine uygarlığının içerdiği tehlikelerden korum a
görevini üstlenen modern işçi sınıfının gerçek doğum tarihiy­
di. Ama, geleceğin onlara neler hazırladığından bağımsız ola­
rak, işçi sınıfı ve piyasa ek onom isi tarihte aynı anda ortaya
çıkmışlardı. Sosyal yardıma duyulan nefret, devlet müdahalesi­
ne karşı güvensizlik, saygınlık ve bağım sızlık düşkünlüğü, ne­
siller boyu Ingiliz işçisinin temel özelliklerini oluşturdu.
Speenham land’in yürürlükten kalkm ası, tarih sahnesine ye­
ni giren bir sınıfın, Ingiliz orta sınıflarının işiydi. Kırsal kesim
eşrafı bu sınıflara düşen görevleri, toplum un bir piyasa ekono­
misine d önüştürm e görevini, üstlenem ezlerdi. Bu dönüşüm
başlamadan ö n ce, d üzinelerle yasayı yürürlükten kaldırm ak
ve düzinelerce yasa koym ak gerekti. 1832 Parlam ento Reform
Yasası çökm üş durumdaki seçim bölgelerini ortadan kaldırdı
ye Avam Kam arasındaki gücü avama teslim etli. Bu gücü kul­
lanarak gerçekleştirilen ilk reform hareketi, Speenham land’in
kaldırılmasıydı. Bu paternalist yöntem in ülke yaşamına nasıl
işlemiş olduğunu gördükten sonra, reformun en radikal des­
tekçilerinin bile neden geçiş dönemi için on veya onbeş yıldan
daha kısa bir süre önerm ekle çekim ser davrandıklarını anlaya­
biliyoruz. Aslında her şey, daha sonraları radikal reform lara
karşı kanıt aranırken ortaya sürülen Ingiliz tem kinliliği efsa­
nelerinin saçm alığını gösterecek biçim de, aniden, birdenbire
olmuştu. Olayın yarattığı şok, nesiller boyu İngiliz işçi sınıfı­
nın hayalinden silinm edi. Gene de, bu yırtıcı harekâtın başarı­
sı toplumun em ekçileri de içeren geniş katmanlarında yerleş­
miş bir inanca bağlıydı: G örünüşte kendilerinden yana olan
bu sistem in gerçekte onları soyup soğana çevirdiği, “yaşama
bakkı”m n ölüm cül bir hastalık olduğu inancı.

155
Yeni yasaya göre hiç kim seye yoksullar evi dışında yardım
verilmeyecekti. Uygulama ulusal ve ayrım laşm ışıı. Bu açıdan
da kapsamlı bir reformdu. Ü cret desteklem eleri, doğal olarak,
durduruldu. Yoksullar evinde zorla çalıştırılm a sınam ası yeni­
den uygulamaya konuldu, ama yeni bir anlamda. Artık, kendi
rızasıyla, bilinçli olarak dehşet verici bir duruma getirilm iş bir
barınağa sığınmayı seçecek kadar m uhtaç olup olmadığına ka­
rar verme hakkı başvuruyu yapana bırakılm ıştı. Buraya d üş­
mek damgalanmaktı, orada yaşam psikolojik ve moral bir iş­
kenceydi. Bu işkence sağlık ve edeplilik kurallarına uygun bir
biçim de uygulanıyor, halta bu kurallar başka tür yoksunlukla­
rı perçinlem ek için bahaneler oluşturuyordu. Baskıcı bir m er­
kez! denetim i sürdürenler, sulh yargıçları, hatla yerel d enetçi­
ler değil, daha alt düzeydeki yetkililer, gardiyanlardı. Ö len bir
düşkünün göm ülm esi bile, hem cinslerinin onunla dayanışma­
sını dışlayan bir olaya dönüşm üştü.
1 8 3 4 ’te sanayi kapitalizm inin başlam ası için gerekli hazır­
lıklar yapılmış ve Yoksullar Yasası Reformu yürürlüğe girmişti.
Ingiltere’nin kırsal kesim lerini, dolayısıyla çalışan halkın ta­
m am ını, piyasa m ekanizm asının etkisinden bir dereye kadar
korum uş olan Speenham land, toplum un iliğini sömürüyordu.
Y ü rü rlü kten k alkm asınd an ö n ce k i günlerde çalışan halkın
içinde geniş kitleler, insanın kâbuslarında karşılaştığı türden
hayaletlere benzemişlerdi. Ama işçiler fiziksel olarak insanlık­
tan çıkarken, m ülk sahibi sınıflar da ahlâkî açıdan çökm üşler­
di. Bir Hıristiyan toplum unun geleneksel birliği, yerini, hali
vakti yerinde olanların h em cinslerin in sorum luluğunu yük­
lenmeyi kabul etm edikleri bir duruma bırakm ıştı. İki ülke or­
taya çıkıyordu. Düşünen kafaların şaşkınlığı önünde, eşi gö­
rülmemiş bir zenginlik eşi görülm em iş bir yoksulluktan ayrı­
lamaz olm uştu. Âlimler, koro halinde, insan dünyasını yöne­
ten yasaları kuşkusuz bir biçim de açıklığa kavuşturan bir b ili­
min ortaya çıktığını öne sürüyorlardı. Bu yasaların iradesiyle
merhamet yüreklerden silindi ve “en çok sayıda insanın en bü­
yük m utluluğu” adına insan dayanışmasını duygusuzca yadsı­
ma kararı bir din saygınlığı kazandı.

156
Piyasa m ekanizm ası yerleşiyor ve son aşam asına ulaşm ak
için insan em eğinin metaya dönüşm esini sağlamaya uğraşıyor­
du. G erici paternalizm bu zorunluluğa karşı boş yere diren­
mişti. Speenham land’in dehşetinden kaçanlar, körcesine, üto­
pik bir piyasa ekonom isine sığınmaya koştular.

157
9. Sefalet ve Ütopya

Yoksulluk sorununun merkezinde birbiriyle yakından ilgili iki


konu vardı: Sefalet ve politik iktisat. Bunların modern bilinç
üzerindeki etkilerini ayn ayn ele alacağız. Buna karşın, ikisi bir­
likte bölünmez bir bütünü oluşturuyorlardı: Toplumun keşfini.
Speenhamland dönem ine kadar yoksulların nereden geldiği
sorusuna doyurucu bir yanıt bulunam am ıştı, ama onsekizinci
yüzyıl düşünürleri, genel olarak, sefalet ve ilerlem enin birbi­
rinden ayrılmayacağı konusunda birleşiyorlardı. 1 7 8 2 ’d e jo h n
M ’Farlane, yoksullara en çok kıraç ülkelerde ve barbar uluslar
arasında değil, en verimli ve en uygar yerlerde rastlanacağını
yazıyordu. İtalyan ik tisa tçısı G iam m aria O rtes, bir ü lken in
zenginliğinin nüfusuyla, sefaletinin de zenginliğiyle çakıştığını
öne sürdü (1 7 7 4 ). Adam Sm ith bile, o tem kinli üslubuyla, işçi
ücretlerinin en yüksek olduğu yerlerin en varlıklı ülkeler ol­
madığını söylüyordu. Yani, M’Farlane, artık İngiltere büyüklü­
ğünün doruğuna yaklaştığına göre, “yoksullanır sayısı artmaya
devam ed ecektir” yolunda bir inanç belirtirken , alışılm am ış
bir fikir öne sürm üyordu.1
i_
___
___
___
___
___
___
___
___
___
___
___
_

1 M 'F a rla n e , J . , Enquiries C o n c e r n in g (lie Poor, 1 7 8 2 . A yrıca P o slleth w a y t'in 1 7 5 7


Universal O iciio n ary 'd ck i 7 E k im 1531 H ollan d a Yoksu llar Yasası ü z e rin e s ö y ­
led ik le rin e bk z.

158
Aynı biçim de, bir İngiliz için ticarî durgunluk tahm ininde
bulunm ak, o devrin yaygın düşüncesini yansıtm aktan başka
bir şey değildi. Eğer 1 7 8 2 ’de önceki yarım yüzyıl içinde ihracat
baş döndürücü bir hızla arttıysa, ticaret dalgalanmaları daha da
baş döndürücüydü. Ticaret, ihracat miktarım neredeyse yarım
yüzyıl önceki düzeyine düşürm üş olan bir durgunluktan yeni
yeni çıkıyordu. O dönem de yaşayanlar için, Yedi Yıl Savaşla-
rı’nı izleyen ulusal zengin lik dönem i, yalnızca, Ingiltere’nin
-P ortekiz, İspanya, Hollanda ve Fransa'dan so n ra - eline niha­
yet bir şans geçirm iş olduğunu gösteriyordu. Hızla yükselişi
artık geçm işe ait bir konuydu ve şanslı gitm iş bir savaşın sonu ­
cundan başka bir şey olmayan ilerlem esinin süreceğine inan­
mak için hiçbir neden yoklu. Daha önce gördüğümüz gibi, he­
men hemen herkes ticaret hacm inin düşmesini bekliyordu.
G erçekte ise, refah artık iyice yakındaydı, dev boyutlarda,
yalnız bir ulus için değil bütün insanlık için bir yaşam b içim i­
ne dönüşecek olan refah. Ama ne devlet adamları ne de ik ti­
satçılar bunun farkındaydılar. Devlet adamları buna kayıtsız
kalabilirlerdi, çünkü iki nesil boyunca hızla yükselen ticaret
hacmi ancak halkın sefaletini pekiştirm işti. Ama iktisatçılar
için durum vahimdi. Ç ünkü kuram sal sistem lerinin tüınü bü­
yük ticaret ve üretim artışların ın insan sefaletinde korku n ç
bir artışla el ele gittiği bu “anorm al” ortam da kurulm uştu.
Aslında M althus, R icardo ve M ill’in ilkelerinin tem elindeki
gerçekler yalnızca bu sınırlı geçiş dönem inin çelişik eğilim le­
rini yansıtıyordu.
Durum gerçekten şaşırtıcıydı. İngiltere’de yoksulların ortaya
Çıkışı o n a lıın cı yüzyılın ilk y arısınd ayd ı; m alik an eye veya
“herhangi bir feodal üste” bağlı olm adıktan için göze batıyor­
lardı. Yavaş yavaş bir özgür em ekçiler sınıfına d önüşm eleri,
serseriliğin şiddetle cezalandırılm asıyla dış ticaretin sürekli ge­
nişlem esinin desteğinde gelişen ulusal sanayiin ortak son u ­
cuydu. O nyedinci yüzyıl boyunca sefaletten daha az söz edil­
di, Iskan Yasası gibi etkili bir önlem bilç kamu oyunda fazla
tartışılmadan kabul edildi. Yüzyılın sonunda tartışm alar can­
landığı sırada, Thom as More’un Ütopya’s ıyla ilk Yoksullar Ya­

159
salarının üzerinden yüz elli yıl geçm işti, manastırların dağıtıl­
ması ve Keti İsyanı ise çoktan unutulmuşlardı. Toprak çevril­
meleri ve bunun sonucundaki “palazlanmalar”, Birinci C har­
les devrinde olduğu gibi, bir dereceye kadar devam ediyordu,
ama genelde yeni sınıflar yerine oturmuştu. Ayrıca, onaltıncı
yüzyılın ortalarında yoksullar toplum un üzerine düşm an or­
duları gibi çöküp önem li bir tehlike oluştururken, onyedinci
yüzyılın sonunda yoksullar yalnızca kamu kaynakları üzerin­
de bir yük olarak görünüyorlardı. Ö te yandan, toplum artık
yarı-feodal değil, yarı-licari bir toplumdu. Bu toplum un tipik
bireyleri çalışm ayı kendi için d e de değerli buluyorlardı, ne
yoksulluğun bir sorun olmadığı yolundaki Ortaçağ görüşlerini
benimseyebilir, ne de, toprak çevrilm elerinden yararlanan var-
lıklılar gibi, işsizlerin gücü-kuvveti yerinde asalaklardan başka
bir şey olmadığını öne sürebilirlerdi. Bu noktadan itibaren, se­
faletle ilgili düşünceler, eskinin teolojik sorunlarına çok ben­
zer bir biçim de, felsefî görüşleri yansıtmaya başladılar. Yoksul­
larla ilgili görüşler giderek daha çok yaşamın bütünüyle ilgili
görüşleri yansıtıyordu. Bu görüşlerin çeşitliliği ve karışık gö­
rünümü, aynı zamanda uygarlığımızın tarihi açısından taşıdık­
ları önem , buna bağlıydı.
İşsizliğin emeğin düzenlenm esindeki bozuklukların bir so­
nucu olması gerektiğini ilk farkedenler Quakerler, m odem ya­
şamın getirdiklerini araştırm akta başı çeken bu öncülerdi. İş
dünyasına özgü yöntem lere olan güçlü inançlarıyla, kendi ara­
larındaki yoksullara toplu kendine yardım ilkesini uyguladılar.
Bunu, zaman zam an, sivil direnişçiler olarak, yetkilileri des­
tekler durumda kalmamak için cezaevlerinde kendi masrafla­
rın ı cep lerin d en ödeyerek yaptılar. A teşli b ir Q u ak er olan
Lawson, İngiltere’d e D ilenci K alm am ası İçin P arlam en to’y a Yok­
su lla rla İlgili Başvuru (Appeal to the Parliam ent C oncerning
the Poor that there be no Beggar in England) kitabını yayınla­
dı ve burada m odem iş ve işçi bulma kurum lan doğrultusun­
da ?E m e k D eğ işim i B ürolarC ’n ın k u ru lm a sın ı ö n erd i. Bu
1 6 6 0’daydı, on yıl önce Henry Robinson bir “Adres ve G örüş­
me Bürosu” önerm işti. Ama Restorasyon H üküm eti, daha alı­

160
şılmış yöntem leri tercih ediyordu; 1662 İskan Yasalarının eği­
lim i, daha gen iş bir em ek piyasası y aratab ilecek a k ılcı bir
emek değişimi sistem ine bütünüyle ters düşüyordu, iskân - ilk
kez bu yasada kullanılan bir te rim - emeği kilise m ıntıkasına
hapsediyordu.
Şanlı Devrim den (1 6 8 8 ) sonra, Q uaker felsefesi Jo h n Bel-
lers’in kişiliğinde, geleceğin sosyal fikirlerinin eğilim ini göre­
bilen gerçek bir kâhin yarattı. Onun yoksulların islem eden el­
de ettikleri boş zamandan yararlanmaya yönelik “Sanayi Daya­
nışm ası G ru p ları” (C o lleg es o f Industry) kurulm ası önerisi
1696’da “Acılar Toplantılan”nın (M eetings of Suffering) yerel
havası içinde ortaya çıktı. Bu toplantılarda artık dinî yardım
p olitikaların ın bilim sel b ir g erçeklik kazanm asını sağlam ak
üzere istatistikler kullanılıyordu. Jo h n Bellers’in önerisinin te­
melinde, Em ek D eğişim inin ilkeleri değil, emeğin değişim inin
bütünüyle farklı ilkeleri yatıyordu. Em ek Değişimi, bilinen bir
fikirle, her işsize bir işveren bulma fikriyle ilgiliydi: Bellers’in
önerisi ise, em ekçilerin, ürünlerini kendileri salabildikleri du­
rumda, işverene ihtiyaçları kalm ayacağını ima edecek kadar
ileri gidiyordu. Bellers’in dediği gibi, “Yoksulların emeği var-
lıklılar için bir altın madeni oluşturduğuna göre” bu zenginliği
kendi çıkarları için kullanarak geçim lerini sağlam alarını, hatta
ellerinde daha fazla bir şeyler kalm asını ne engelleyebilirdi?
Gerekli olan tek şey, onları çabalarını birleştirebilecekleri bir
"m eslek dayanışması grubu” veya korporasyon çevresinde ör­
gütlemekti. Bu, ister O w en’in “Birlik K om ünleri’’* (Villages of
U nion), Fourier’in Kom ünleri (Phalanstere), Proudhon’un De­
ğişim Bankaları (Banks o f E xchange), Louis B lanc’ın ve Lassal-
le’in Ulusal İşlikleri (A teliers N ationaux, N ationale W erks-
Is tle n ) biçim lerinde, ister Stalin’in Beş Yıllık Planları biçim in­
de olsun, yoksullukla ilgili daha sonraki sosyalist düşüncenin

( * ) “S e n d ik a ” İn g ilizce “U n io n ” (B irlik ) sö zcü ğ ü y le k arşılan ıy o r. O w e n 'in , iş çile ­


rin b ir lik te d ay an ışm a için d e ça lışa ra k to p lu m d a k en d ile rin e b ir y e r sağ lam a­
ları am a cın a y ö n e lik B ir lik K o m ü n leri d e, bu b ö lü m d e s ö z ü g e çe n Z a n a a tla r
B irliğ i (T ra d e s-U n io n ) d e , S e n d ik a liz m H areketi için d e ç e ş itli a la n la rı içeren
g en iş kap sam lı b ir Ç a lışa n la r B irliğ i k u rm a ça b a la n n ın b ir p arça sın ı o lu ş tu ru ­
y o rlar - ç.n .

161
m erkezinde yer alan fikirdi. Bellers’in kitabı, m akinenin m o­
dern toplumda yarattığı o büyük çözülm elerin ilk ortaya çık ı­
şından beri yoksullu k soru nu nun çözülm esiyle ilgili bütün
önerileri içeriyordu. “Bu m eslek dayanışm asını, parayı değil
em eği bütün ihtiyaç maddeleri için değer ölçütü durum una
getirecek..." “Sistem ", dışarıdan yardım almadan birbirleri için
çalışacak bütün yararlı m eslekleri içeren bir “dayanışma gru­
bu" olarak düşünülm üştü. Em ek-para, kendine yardım ve da­
yanışma ilkelerinin bir araya gelişi önemliydi. Sayıları üç yüze
kadar çık abilen em ekçiler, yalnızca yaşam larını sürdürm ek
için birlikte çalışacaklar, “daha çok iş yapan bunun karşılığım
alacaktı”. Yani geçim lik paylarla üretime göre ödeme yapılma­
sı bir arada yer alacaktı. Bazı önem siz kendine yardım dene­
yim lerinde elde edilen malî artık Dayanışma Grubuna gitm iş
ve dini topluluğun öteki üyeleri yararına harcanm ıştı. Oysa bu
artığın önünde çok parlak bir gelecek vardı; yeni ortaya çıkan
kâr fikri çağın her derde deva ilacıydı. Bellers’in işsizliğe çare
olarak düşündüğü d ü zen lem e, g erçek te k ap ita listlerin kâr
edebilmesi için işletilecekti. Aynı yıl, 1 6 9 6 ’d a jo h n Cary, “Yok­
sullar İçin Bristol Şirketi”ni (Bristol Society for the Poor) kur­
du. Şirket, başlangıçta bazı başarılar elde etti ama, diğer ben­
zer girişim ler gibi, sonuçla kâr sağlamayı başaramadı. Gene de
Bellers’in önerisi, 1 6 9 6 ’da Jo h n Locke’un öne sürdüğü em ek
hesabı sistem ine benziyordu. Bu sistem e göre, köyün yoksul­
ları, çalıştırılm ak üzere, vergi yüküm lülerine ödedikleri vergi­
lerle orantılı olarak dağıtılacaktı. Bu fikir Gilbert Yasası çerçe­
vesinde uygulanan kötü yazgılı gündelikçilik sistem inin kay­
nağını oluşturuyordu. Sefaletten kâr sağlanabileceği fikri, in ­
sanların akimda yer etm işti.
Sosyal model kuru cu lannın en yaratıcısı Jerem y Benıham ,
tam yüz yıl sonra, kendisinden daha da yaratıcı kardeşi Sam u-
el’in tahta ve metali işlem ek üzere icadetıigi makineleri çalış­
tırmak am acıyla, m uhtaç durumda olanların geniş çapla üre­
tim yapmak için kullanılm asını planladı. Sir Leslie Stephen
şöyle diyor: “Bentham kardeşiyle birlikte buhar m akinesinin
peşindeydi. Sonra buhar yerine m ahkûm lan kullanabilecekle­

162
rini fark eltiler.” Bu 1794'te oluyordu; Jerem y Beniham ’m zin­
danların daha ucuz ve daha elkin olarak denetlenebilecek bi­
çimde düzenlenm elerine yardımcı olan Panopticon Planı bir­
kaç yıldır yürürlükteydi ve şimdi aynı planı mahkûm ları çalış­
tırdığı fabrikasına uygulamaya karar verm işti; yalnız m ahkûm ­
ların yerini yoksullar alacaktı. Artık Benıham Kardeşler’in özel
iş girişimleri sosyal sorunun bütününü çözm eye yönelik yerel
bir düzenlemeyle birleşm işti. Speenhamland yargıçlarının ka­
ran, W hitbread’m asgari ücret önerisi ve hepsinden çok Pitt’in
el altından dağıtılan Yoksullar Yasası reform tasarısı, sefalet so­
rununun devlet adamları arasında önem li bir konu durumuna
gelmesine yol açm ıştı. Pitı Tasarısına yönelttiği eleştirilerle ta­
sarının geri çekilm esin i sağladığı söylenen Bentham , şim di,
Arthur Young’ın Amıa/s’ında kendi önerilerini ortaya koyuyor­
du (1 7 9 7 ). Bentham ’ın yardım alan yoksulların kullanım ı için
Panopticon Planı doğrultusunda düzenlenm esini düşündüğü
Sanayi Evleri, İngiltere M erkez Bankası Yönetim Kurulu gibi,
beş veya on sterlin değerinde hisseye sahip bütün üyelerine oy
hakkı tanınan m erkezî bir kurul tarafından yönetilecekti. Bir­
kaç yıl sonra yayınlanan bir metinde şöyle diyordu: “1) Güney
Ingiltere’nin bütününde yoksullarla ilgili işlerin idaresi bir tek
yetkili makamda toplanacak ve masraflar tek bir fondan karşı­
lanacak. 2) Bu makam bir anonim şirketin yetkilerine sahip
olacak ve Ulusal Hayır Şirketi gibi bir ad taşıyacak.”2 Herbiri
ortalama 5 0 0 .0 0 0 k işilik en az 2 5 0 Sanayi Evi ku ru lacaktı.
Planın yanında çeşitli işsiz türlerinin ayrıntılı bir incelem esi
de yer alıyordu; bu incelem ede Bentham ’ın gelecek yüzyıl bo­
yunca bu alanda yapılacak çalışm aların sonuçlarını önceden
kesıirebilmiş olduğu görülüyordu. Burada, tasnifçi aklının ger­
çekçilik yeteneği en iyi biçim de ortaya çıkm ıştı. Yeni işten çı­
karılmış olan “işe yaramaz işçiler”, “geçici durgunluk” yüzün­
den iş bulamayanlardan ayrılıyordu; mevsimlik işlerde çalışan­
ları ilgilendiren “dönem sel durgunluk”, “m akine kullanım ının
gereksiz kıldığı”, “başka bir şeyle ikame edilmiş em ek”ten ve­

^ B e n ıh a m , J . , P a u p e r M a n eg em en t, ilk basım , 1 7 9 7 .

163
ya, daha m odem bir deyişle, teknolojik işsizlerden ayrılıyordu;
“terhis edilen askerler”, Benıham ’ın devrinde Fransız savaşıyla
önem kazanan başka bir modern kategori de, sonuncu grubu
oluşturuyordu. Ama en önem li kategori, yukarıda sözü edilen
“g eçici durgunluk"la ilgili olandı. Bu yalnız “modaya bağlı”
uğraşlarda çalışan zanaatkar ve sanatçıları değil, “sanayideki
genel bir durgunluk"la ilgili olarak işsiz kalanların oluşturul­
duğu daha da önem li bir grubu içeriyordu. Benıham ’ın planı,
konjonktür dalgalanmalarını işsizliğin geniş bir düzeyde tica­
ret konusu durumuna getirilm esi yoluyla engellem ek gibi id­
dialı bir amaca yönelikti.
L819’da Robert O w en, Bellers’in 120 yıl önceki Sanayi Da­
yanışması planını yeniden yayımladı. Önceleri yer yer görülen
düşkünlük, artık bir sefalet seli oluşturuyordu. Owen'in Birlik
Kom ünleri ile Bellers’inkiler arasındaki en önem li fark, ilkinin
çok daha geniş çaplı olmasıydı (beş bin dönümden geniş bir
arazide, 1200 kişiyi kapsıyorlardı), işsizlik sorununu çözm ek
için geliştirilen bu çok deneysel plana katılma çağrısında bu­
lunanlar arasında, David Ricardo kadar yetkili biri de bulunu­
yordu. Plana katılmaya hevesli kim se çıkmadı. Daha sonraları.
Fransız Charles Fourier, günlerini çağdaş maliye uzm anlarının
en büyüklerinden birinin desteğini kazanmış olan O w en’in fi­
kirlerine çok benzer fikirlere dayanan Phalanstere Planına ya­
tırım yapacak pasif bir ortak bekleyerek geçirdiği için alaya
alındı. Ö le yandan Robert O w en’in Jerem y Bentham ’ın da or­
tak olduğu New Lenark’daki şirk eti, iyiliksever uğraşlarıyla
büyük bir mali başarı kazandığı için dünya çapında ün yapmış
değil miydi? Kısacası henüz ortada yoksullukla ilgili yerleşmiş
bir görüş ve yoksulları kullanarak kâr sağlamanın kabul edil­
miş bir yöntemi yoktu.
Owen, Bellers’ın em ek-para fikrini alıp onu 18 3 2 ’de “Ulusal
E şil Em ek D eğişim i” uygulam asında kullandı; bu iflasla so ­
n uçland ı. Bundan son ra gelen ik i yıl için d e yer alan ünlü
Zanaatkarlar Birliği hareketinin ardında da gene Bellers’dan
alınma ve Owen’inkine çok yakın bir ilke, em ekçi sınıfın ken­
dine yeterliliği ilkesi bulunuyordu. Zanaatkarlar Birliği, bütün

164
m eslekler ve zanaatların, bazı küçük işletm e yöneticilerini de
dışlamayan, genel bir ortaklığıydı. Belirsiz bir am aca, katılan-
ları b arışçı bir y ön tem le toplum sal b ir organa d ön ü ştü rm e
amacına yöneliyordu. Bunun yüzyıl sürecek çatışm alarla dolu
bir Büyük Çalışanlar Birliği, bir Büyük Sendika kurm a çabala­
rının başlangıcı olduğunu kim bilebilird i? Yoksullarla ilgili
planlan açısından, sendikalizm , kapitalizm, sosyalizm ve anar­
şizm arasında hem en hem en hiç fark yok gibiydi. 1 8 4 8 ’de fel­
sefî anarşizm in ilk uygulamaya yönelik macerası olan Proud-
hon’un D eğişim B an kası, özün d e O w en’m d en eyim in in bir
uzantısıydı. D evlet sosyalisti M arx, P roudhon’un fikirlerin e
şiddetle saldırdı ve ondan sonra Louis Blanc’ın ve Lassalle’ın-
kileri de içeren bu tür kolektivisı düzenlenm eler için sermaye
temini sorum luluğu devlete yüklendi.
M uhtaç dürüm dakileri kullanarak para kazanılam am asının
ekonom ik n ed en i pek esrarengiz olm asa g erek. Bu n ed en ,
1704’te Defoe tarafından yayımlanan ve neredeyse 150 yıl ön ­
ce Bellers’la Locke arasında başlayan tartışmayı sonuçlandıran
bir broşürde açıklanm ıştı. D efoe, destek gören yoksulların üc­
ret karşılığında çalışm ayacaklarını, kamu kurum larında, sana­
yi üretiminde çalıştırıldıklarında da, özel sanayide daha büyük
bir işsizliğe yol açacaklarını vurguladı. Broşürü şeytanca b ir ad
taşıyordu: S a d a k a Vermek İy ilik sev erlik D eğildir ve Y oksu llara İş
Vermek Ulusun Z a raru ıa d ır (G iving Alms No Charty and Em p­
loying the Poor a G rievance to the N ation). Bunun arkasından
doktor M andeville’in, toplulukları kendini beğenm işlik ve kıs­
kançlığı, kötülük ve ziyankârlığı teşvik ettiği için zenginleşen
akıllı arılar üzerine zırvalıkları geldi. Ama acayip doktor, sığ
bir ahlâkî çelişkiyle uğraşırken, broşürün yazan D efoe yeni
politik iktisadın tem el unsurlarını yakalamıştı. O nun yazdık­
ları “alt düzeyde politika” çevrelerinin dışında çabucak unu-
luldu. Oysa M endeville’ın ucuz paradoksu, Berkeley, H um e ve
Smith ayarında kafaları uğraştırdı. A çıkça görünen şey, onseki-
zinci yüzyılın ilk yansında taşınabilir servetin b ir ahlâkî konu
oluşturduğu, yoksulluğun ise oluşturmadığıydı. Püriten sınıf­
lar, vicdanlarının lüks ve günah olarak suçladığı gösterişçi fe­

165
odal ziyankârlık karşısında irkiliyor, ama aynı zamanda bu kö­
tülükler olmadan ticaret ve üretim in süremeyeceği konusun­
da, isteksizce de olsa, M endeville’in arılarına hak verme duru­
munda kalıyorlardı. Daha sonra bu varlıklı tüccarların ticare­
tin ahlâklılığı konusunda ikna edilmeleri gerekti: Yeni pam uk­
lu fabrikaları aylak gösterişe değil, günlük ihtiyaçlara hizmet
ediyorlardı ve eskisinden daha az göze batm akla birlikle eski­
sinden daha ziyankâr olmayı becerebilen, yeni, ince ziyankâr­
lık biçim leri gelişm işti. Defoe’nun yoksullara yardımın tehli­
keleri üzerine söyled ikleri, zenginliğin ahlâkî tehlikeleriyle
ağırlaşm ış vicdanlara nüfuz edebilecek kadar güncel değildi;
henüz Sanayi Devrimi yaşanmamıştı. Gene de Defoe’nun para­
doksu, gelecek karmaşanın habercisiydi: “Sadaka verm ek iyi­
likseverlik değildir" - çünkü açlığı önlem ek üretimi engelliyor
ve yalnızca daha geniş düzeyde açlığa yol açabiliyordu; “yok­
sullara iş vermek ulusun zararınadır” - çünkü kamu istihdamı
yaratmak yalnızca piyasadaki mal fazlalığına katkıda bulunu­
yor ve özel girişim cilerin iflasını hızlandırıyordu. Q uaker Jo h n
Bellers’la hapis cezasına çarptırılm ış gazeteci Daniel D efoe ara­
sında, azizle inançsız sinik arasında, onyedinci yüzyılın başın­
da bir yerlerde, bundan sonraki ikiyüz yıl boyunca sürecek ça­
lışmaların, umudun ve acının uğraşa uğraşa çözüm leyecekleri
bazı sorunlar ortaya atılm ıştı.
Ama Speenham land devrinde sefaletin gerçek niteliği hâlâ
insan aklının erişebileceği bir yerde değildi. Devletin gücünü
insanlar oluşturduğu için, olabildiğince geniş bir nüfusun iste-
nirliği herkesçe kabul ediliyordu. Ucuz emeğin yararı konu­
sunda da görüş birliği vardı, çünkü ancak em ek ucuz oldu­
ğunda sanayi gelişebilirdi. Ü stelik yoksullardan başka kim ge­
milere doluşup savaşa giderdi? Gene de, sefaletin kötü bir şey
olabileceğine dair kuşkular vardı. Hem de, neden m uhtaç du­
rumda olanlar özel kâr am açlan için olduğu gibi kamu çıkar­
ları içinde kârlı bir biçim de çalıştırılm asınlardı? Bu sorulara
doyurucu bir yanıt verilem iyord u. D efoe, yetm iş yıl sonra
Adam Sm ilh’in bulup bulmadığından em in olamadığım ız bir
gerçeği yakalamıştı; piyasa sistem inin o zamanki geriliği, siste­

166
min temel zayıflığım saklıyordu. Ne yeni tür zenginlik ne de
yeni tür yoksulluk pek anlaşılacak gibi değildi.
Sorunun daha açığa çıkm am ış oluşu, Q uaker Bellers, dinsiz
Owen ve faydacı Bentham ’ınki kadar birbirinden değişik kafa­
ları yansıtan projeler arasındaki şaşırtıcı benzerlikten belliydi.
Bir sosyalist olan Owen, insan eşitliğine ve insanın doğuştan
bazı haklara sahip olduğuna sonuna kadar inanıyordu; oysa
faydacı Bentham , eşitlikçilikten tiksiniyor, insan haklarını ala­
ya alıyor ve iyice “laissez-faire” yanlısı görünüyordu. Gene de
Owen’in “Paralelogram lan” Bentham 'ın Sanayi Evlerine o de­
rece benziyordu ki, eğer Owen’in Bellers’dan etkilendiği bilin­
m ese, tek ilham kaynağının Bentham olduğu söylenebilirdi.
Bu üç adam da, işsizlerin emeğinin doğru bir biçim de örgüt­
lenmesi için bir artık yaratması gerekliğine inanıyorlardı; hü­
manist Bellers, bu artığın yalnızca m uhtaçların acılarını din­
dirm ek için kullanılacağını um uyordu; faydacı liberal B en t­
ham , onu h isse sah ip lerin e d evretm ek istiy o rd u ; so syalist
Owen ise, artığı onu yaratan işsizlere geri vermeyi düşünüyor­
du. Ama aralarındaki farklar gelecekteki ayrılıkların belli be­
lirsiz göstergelerini oluştururken, ortak yanılgıları, doğmakta
olan piyasa ekonom isi içinde sefaletin gerçek niteliğini bütü­
nüyle yanlış anlad ıklarını gösteriyordu. A ralarındaki bütün
farklılıklardan en önem lisi, yoksulların sayısındaki sürekli ar­
tıştan kaynaklanıyordu: 1 6 9 6 ’da, Bellers’m bu konuda yazdığı
g ü n lerd e, toplam yardım fonları 4 0 0 .0 0 0 sterlin kadardı;
1 7 9 6 ’da Bentham Pitt tasarısına karşı çıkarken 2 m ilyon sınırı­
nı aşmış olmaları gerekiyor; 1818’de O w en’in ortaya çıkm asın­
dan önce, 8 milyona yaklaşmışlardı. Bellers’la Owen arasında­
ki 120 yıl için nüfus üç kat, yardım fonları ise yirmi kat art­
mıştı. Sefalet bir felaket habercisi olup çıkm ıştı. Ama ne anla­
ma geldiği hâlâ m eçhuldü.

167
10. Politik İktisat ve Toplumun Keşfi

Yoksulluğun önem i anlaşıldığında, ondokuzuncu yüzyıla gir­


mek için her şey hazırdı. Dönüm noktası 1780 civarında bir
yerlerde. Adam Sm ith ’in büyük eserinde yoksullara yardım
henüz bir sorun değildi; yalnızca on yıl sonra ise, Townsend’in
Yoksullar Yasaları Ü zerin e T efin d e (Dissertation on the Poor
Laws) geniş kapsamlı bir konu olarak ele alındı ve bir buçuk
yüzyıl boyunca sürekli insanların kafalarını meşgul elti.
Adam Sm ith’le Townsend arasında oluşan bu hava değişikli­
ği gerçekten çarpıcıydı. Birincisi devleti keşfedenlerle, Thom as
More ve M achiavelli, Luther ve Calvin’le başlayan bir çağın ka­
panışını belirliyordu; İkincisi ise ondokuzuncu yüzyıla aitti,
Ricardo ve Hegel’in, karşıt açılardan, devletin yasalarına bağlı
olmayan, aksine devleti kendi yasalarına bağlı kılan bir toplu­
m un v arlığ ın ı k e şfe ttik le ri o n d o k u z u n cu yü zy ıla. D oğ ru ,
Adam Sm ith maddi zenginliği ayrı bir çalışma alanı olarak ele
alm ıştı; bunu büyük bir gerçekçilik duygusuyla başarm ış o l­
m ası, onu yeni bir bilim in , iktisadın kurucusu yaptı. Bütün
bunlara karşın, onun için zenginlik toplum un, amaçlarına baş
eğdiği toplum un, yalnızca bir yönüydü; tarihte varoluşlarını
sürdürebilmek için çabalayan ulusların bir parçasıydı zengin­
lik ve onlardan ayrılamazdı. Bu görüşe göre, ulusların zengin-

168
ligini belirleyen koşulların bir bölüm ü bir bütün olarak ülke­
nin gelişen, durağan veya gerileyen konum undan kaynaklanı­
yordu; diğer bir bölüm ü ise, güvenliğin taşıdığı önem den ve
güç dengesine bağlı ihtiyaçlardan kaynaklanıyordu; gene baş­
ka bir bölüm ü de, hüküm et politikasının şehirlere veya köyle­
re, tarıma veya sanayie lamdığı önceliklere göre, bu politika
tarafından belirleniyordu; yani Adam Smith zenginlik sorunu­
nun ancak belirli bir siyasal çerçeve içinde ortaya konulabile­
ceğine inanıyor ve buna “büyük halk kitlesinin” maddî zen­
ginliği anlam ını veriyordu. Çalışmasında kapitalistlerin ekon o­
mik çıkarlarının toplum yasalarını belirlediğini ima eden hiç­
bir şey yok, onların ekonom i dünyasını ayrı bir birim olarak
yöneten ilahi gücün dünyevi sözcüleri olduklarına dair de bir
ima yok. Ona göre, ekonom i alanı henüz bize bir iyilik ve k ö ­
tülük ölçütü sağlayabilecek kendine özgü yasalara bağlı değil.
Sm ith u lu sların zen g in liğ in i fiziksel ve ahlâkî y ö n leriy le
ulusal yaşama bağlı olarak ele alm ak istedi; önerdiği denizcilik
politikasının Crom well’in D enizcilik Yasalarına böylesine gü­
zel uyması, insan toplum uyla ilgili fikirlerinin Jo h n Locke’un
doğal haklar sistem iyle böylesine uyum sağlayabilm esi bun­
dandı. O nun görüşlerinde, ahlâkî yasa ve politik yüküm lülü­
ğün kaynağını o lu ştu ra b ilecek , toplum için d e ay rışm ış bir
ekonom ik alanın varlığına işaret eden hiçbir şeye rastlam ıyo­
ruz. Kişisel çıkar yalnızca bizi kendi içlerinde başkalarının da
çıkarına hizm et edebilecek şeyleri yapmaya itecektir, kasabın
kişisel çıkarlarının sonuçta yemeğimizin önüm üze gelm esini
sağlayacağı gibi. Sm iıh ’in düşü ncesine büyük b ir iyim serlik
hakimdir, çünkü evrenin ekonom i alanını yönelen yasalar, di­
ğer alanlan yönetenler gibi, insanın kaderiyle uyum içindedir.
Hiçbir gizli el kişisel çık ar adına bize yamyamlık ayinlerini ka­
bul ettirm eye uğraşm az. İnsanın değeri, ailenin, devletin ve
"büyük insan Toplum unun" bir üyesi olarak ahlâkî bir varlık
oluşundan gelir. Akıl ve insanlık bölünm eyi engelleyecektir,
rekabet ve çıkar buna boyun eğme durumundadır. Doğal olan
insan akim daki ilkelerle uyumlu olandır, doğal düzen de bu il­
kelerle uyumlu olan. Sm ith fiziksel anlamda doğayı bilinçli bir

169
biçim de zenginlik sorununun dışında bırakmıştır. “Bir ulusun
toprağı, iklim i veya ülkesinin büyüklüğü ne olursa olsun, yıl­
lık üretiminin bolluğu veya kıtlığı, o belirli durum da, iki koşu­
la bağlıdır”, yani em eğin becerisine ve toplumda çalışanlarla
çalışmayanlar arasındaki orana. Doğal olanlar değil, yalnızca
İnsanî unsurlar ele alınır. Kitabın başında biyolojik ve coğrafî
unsurun dışarıda bırakılm ası son derece bilinçlidir. Fizyokrat­
ların yanlışlan onun için bir uyarı olm uştu; onlann tarım üze­
rinde durm alan, fiziksel doğayı insan doğasıyla karıştırm aları­
na ve yalnızca toprağın üretici olduğunu öne sürm elerine yol
açm ıştı. Hiçbir şey fiziksel olanın böylesine yüceltilm esi kadar
Adam Sm ith’e uzak olamazdı. Politik iktisat bir insan bilimi
olmalıydı; doğayla değil, insan için doğal olanla ilgilenmeliydi.
O n yıl sonra Townsend’in Te^’i, keçiler ve atlar teoremi çev­
resinde kuruluyordu. Olay Pasifik Okyanusunda, Şili açıkla­
rındaki Robinson Cruose’nin adasında yer alıyor. Ju an Fernan­
dez, ilerde uğranm ası durum unda, et ihtiyacını karşılam ak
üzere bu adaya birkaç keçi bırakm ıştı. Keçiler kutsal kitap hi­
kâyelerine yakışır bir hızla arttılar ve özellikle İspanyol ticare­
tini kasıp kavuran İngiliz korsanları için pek uygun bir gıda
kaynağı oluşturdular. Korsanları yıpratmak için İspanyol yet­
kililer keçileri yok etm ek üzere adaya bir dişi bir erkek köpek
bıraktılar. Köpekler zaman içinde çoğalıp, avlayarak yaşadıkla­
rı keçilerin sayısında bir azalmaya yol açtılar. Townsend “son­
ra yeni bir denge oluştu” diye yazıyor, “iki türün en zayıfları
doğa yasalarına ilk boyun eğenler oldu, en canlı ve güçlü olan­
lar yaşamlarını korudular.” Ve ekliyor: “İnsan türünün sayısını
belirleyen yiyecek m iktarıdır."
Kaynaklara inen bir araştırm anın hikâyenin doğru olm adı­
ğını kanıtladığını belirtelim .' Ju an Fernandes, keçileri bırak­
mıştı, ama efsaneye geçen köpekler W illiam Funnell tarafın­
dan güzel kediler olarak tanıtılıyor. Ama ne köpeklerin ne de
kedilerin çoğaldığı bilinmiyor. Üstelik keçiler erişilmez kaya-

t A n to n io d e U tloa, W illiam F u n n e ll ve Isaac Ja m e s . Ja m es'd e K ap tan W ood Ro-


g ers in A le x an d er S e lk irk a çık la m a s ın ı da bu lu y oru z. A yrıca, Ed w ard C o o k e un
g ö zle m leri.

170
hklarda yaşarken, bütün kayıtların söz birliği ettiği gibi, kıyı­
lar vahşi köpekler için çok daha çekici bir av oluşturabilecek
tombul foklarla kaynıyordu. Ama paradigma am pirik desteğe
bağlı değil. Eskiye inen kanıtların yokluğu, M althus ve Dar-
win’in aynı kaynaktan ilham alm ış oldukları gerçeğini değiş­
tirmiyor. M althus bunu Condorcet'den öğrenm işti, Darwin de
Mallhus’lan. G ene de, Townsend’in keçiler ve köpeklerden çı­
karıp Yoksullar Yasası reform una uygulamak islediği dersler
olmasaydı, ne Darwin’in doğal seçim kuramı ne de M althus’un
Nüfus Yasası, modern toplum üzerinde kayda değer bir etki
yapamazlardı. Şöyleydi bu dersler: “A çlık en vahşi hayvanlan
bile ehlileştirir, en sapıklara bile ahlâklı ve uygar olm ayı, itaat
ve boyun eğmeyi öğretir. Genel olarak (yoksulları) çalışmaya
itebilecek tek şey açlıktır; ama yasalarımız hiç aç kalınm ayaca­
ğını belirtiyorlar. Teslim etm ek gerekir ki, yasalar aynı zam an­
da nasıl çalıştırılacaklarını da belirtiyorlar. Ama yasal sınırla­
manın yanında bir sürü güçlü k, şiddet, patırtı, gürültü yer
alır; bu kötü niyet yaratır ve hiçbir zaman iyi, kabul edilebilir
bir hizm et sağlayamaz: Oysa açlık yalnız barışçı, sakin ve sü­
rekli bir baskı oluşturm az, aynı zamanda da en sıkı biçim de
gayreti gerekli kılar; insanların özgür iradesinden kaynaklanan
iyi niyet ve m innetin sağlam tem ellerini oluşturur. Köle, çalış­
maya zorlanm alı, özgür insan ise kendi seçim inde serbest bı­
rakılmalıdır; çok olsun az olsun kendisine ait olanı kullanır­
ken korunm alı, kom şusunun m ülküne tecavüz ettiğinde ceza­
landırılm alıdır.”
Bu, siyaset bilim i için yeni bir başlangıç noktasıydı. Town­
send insan topluluğuna hayvan yönünden yaklaşarak, kaçını­
lm a y acağ ı düşünülen hüküm etin temelleri sorununu dışarda
bıraktı; ve böylece insan meselelerine yeni bir yasa kavramını,
doğa yasaları kavram ını, getirm iş oldu. H obbes’un geom etri
eğilimi, Hume’un ve Hartley’in, Quesnay ve Helvetius’un top­
lumun Newton yasaları peşinde koşm aları gibi, bu da yalnızca
m etafor düzeyindeydi: Toplum için de yerçekim yasasının do­
ğa için olduğu kadar evrensel yasalar bulm ak için yanıp tutu­
şuyorlardı, ama bunu bir insan yasası olarak düşünüyorlardı:

1 71
Ö rneğin, H obbes’da k orku gibi bir zihinsel güç, H artley’de
çağnşım cı psikoloji, Quesnay’de kişisel çıkar ya da Helvetius
için fayda arayışı. Bu konuda titiz davranılmıyordu: Quesnay,
Platon gibi, arada bir insana hayvan yetiştiricisi açısından ba­
kıyordu, Adam Sm ith de kesinlikle gerçek ücretlerle uzun dö­
nem em ek arzı arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmıyordu. Ama
Aristo, yalnızca tanrılarla hayvanların toplum dışında yaşaya­
bileceklerini, insanın da ne tanrı ne hayvan olduğunu öğret­
mişti. Hıristiyan düşüncesinde de insan ve hayvan arasındaki
uçurum belirleyiciydi; psikolojik gerçekler beldesine yapılan
k e şif yolcu lu klarınd an h içb iri, insan topluluğunun manevi
kökleriyle ilgili teolojiyi bulandıramazdı. Hobbes eğer insanı
insanın kurdu olarak gördüyse, bu toplum dışında insanların
kurtlar gibi davrandığındandı, insanla kurt arasındaki biyolo­
jik unsurlar yüzünden değil. Sonuçla bu, şimdiye kadar yasa
ve hüküm etle özdeşleşm em iş hiçbir insan topluluğu olm adı-
gındandı. Oysa Ju an Fernandez’in adasında ne hüküm et ne de
yasa vardı; gene de köpeklerle keçiler arasında bir denge ku­
rulmuştu. Bu dengenin sürdürülm esini sağlayan da, köpekle­
rin adanın kayalık yörelerine kaçan keçileri yem ekte karşılaş­
tıkları zorlu klar ve k eçilerin köp eklerden kend ilerini k o ru ­
makta çektikleri rahatsızlıktı. Bu deneyi sürdürmek için hükü­
m ete ihtiyaç yoklu; onu sağlayan bir yandan açlık duygusu bir
yandan da yiyeceğin kıt oluşuydu. Hobbes insanların hayvan­
lar gibi oldukları için bir despota ihtiyaç duyduklarını öne sür­
müştü; Townsend onların gerçekten hayvan olduklarını ve tam
bu nedenden dolayı yalnızca yetkileri çok sınırlı bir hüküm et
gerektiğini vurguladı. Bu yeni görüş açısından, özgür bir top­
lumun iki ırktan oluştuğu söylenebilirdi: M ülk sahipleri ve
emekçiler, ikinci ırktan olanların sayısı yiyecek miktarıyla sı­
nırlıydı ve mülkiyet güvence altında olduğu sürece açlık onla­
rı çalışmaya itecekti. Yargıç filan gerekli değildi, çünkü bir di­
siplin sağlayıcı olarak açlık yargıçlardan daha etkindi. Town-
sendhn kesin bir biçim de belirttiği gibi, bu konuda yargıca
başvurmak daha güçlü bir zorlayıcının daha zayıf olana baş­
vurması olacaktı.

172
Yeni tem eller doğmakta olan topluma tam tam ına uyuyor­
du. O nsekizinci yüzyılın ortalarından beri ulusal piyasalar ge­
lişiyordu; tahıl fiyatı artık yerel değil bölgeseldi; bu da yaygın
para kullanım ım ve malların büyük ölçüde piyasaya sürülebi­
lir olm asını gerektiriyordu. Piyasa fiyatları ve rantlarla ücretle­
ri de içeren gelirler büyük bir denge içindeydi. Bu düzene ilk
dikkat çeken fizyokratlar oldu. Oysa bunu kuramsal olarak bir
bütünün içine yerleşlirem iyorlardı, çünkü Fransa’da feodal ge­
lirler hâlâ önemliydi ve em ek çoğu zaman yan bağım lı durum ­
daydı. Yani kural olarak ne rantlar ne de ücretler piyasada be­
lirleniyordu. Ama Adam Sm ith’in zamanında İngiltere’nin kır­
sal alanları ticarî toplumun bir parçası olm uştu; toprak sahibi­
ne ödenen rant da tarım işçisinin ücretleri de piyasa fiyatlarına
açık bir bağım lılık gösteriyordu. Ücret ya da fiyatların yetkili­
lerce saptanması enderdi. Gene de bu tuhaf yeni düzen içinde,
yasal ayrıcalıkların ve kısıtlamaların kalkm ış olm asına karşın,
toplum un eski sınıfları aşağı yukarı daha ö n cek i hiyerarşik
konum larında kalm ışlardı. Em ekçiyi çiftçiye hizm et etm eye
veya çiftçiyi toprak sahibini bolluk içinde yaşatmaya zorlayan
hiçbir yasa olmadığı halde, em ekçiler ve çiftçiler sanki böyle
bir zorlam a varm ış gibi davranıyorlardı. E m ekçiyi yasal bir
.bağla bağlanmadığı bir efendiye itaat etmeye zorlayan neydi?
Toplumu oluşturan sınıflan sanki ayn türden insanlarm ışçası­
na birbirinden ayıran hangi güçtü? Ve siyasal bir idareyi ne is­
leyen, hatta ne de buna katlanabilen, bu insan topluluğunda
denge ve düzeni ne koruyordu?
Keçiler ve köpekler paradigması bu sorulara yanıt verebile­
cek gibi görünm üştü. İnsanın biyolojik doğası, siyasal bir dü­
zen oluşturmayan toplum un temeli gibi, algılandı. Böylece ik­
tisatçılar Adam Sm ith’teki insan tem ellerini atıp Townsend'in-
kileri benim sediler. M alıhus’un nüfus yasasıyla R icardo’daki
biçimiyle azalan verim lilik yasası, insan ve toprağın verim lili­
ğini varlığı açığa çıkarılan yeni alanın belirleyici unsurları du­
rumuna getirdi. Ekonom ik toplum politik devletten ayrı ola­
rak ortaya çıktı.
Bu insan topluluğunun -karm aşık bir to p lu m u n - varlığının

173
açığa çıktığı koşullar, ond okuzu ncu yüzyıl d üşüncesi tarihi
için son derece önem li. Doğmakta olan toplum piyasa siste­
minden başka bir şey olmadığı için, insan toplumu an ık poli­
tikanın daha önce bir parçasını oluşturduğu ahlâk dünyasına
bütünüyle yabancı tem ellere kayma tehlikesi içindeydi. Ç ö­
zümsüz gibi görünen sefalet sorunu, M allhus ve Ricardo’yu
Townsend’tn natüralizm ini desteklem eye zorluyordu.
Burke, sefalet konusuna doğrudan doğruya kamu güvenliği
açısından yaklaştı. Batı Hint Adaları’ndaki koşullar ona, özel­
likle çoğu kez zencilerin silah taşım asına izin verildiği için,
beyaz efendilerin güvenliğini sağlama önlem leri alınm adan
büyük bir köle topluluğu beslem enin tehlikelerini gösterm işti.
Hükümetin em rinde bir polis gücü olmadığına bakarak, aynı
kaygıların ülke içinde işsiz sayısının artması durum unda da
geçerli olacağını düşünüyordu. Patriyarkal geleneklerin açık
bir savunucusu olm akla birlik te, ekonom ik liberalizm in de
ateşli taraftarlarındandı ve sefaletin oluşturduğu çok acil idari
sorunların çözüm ünü ekonom ik liberalizmde görüyordu. Ye­
rel yetkililer, pamuk fabrikalarının, çıraklık eğitimleri kiliseye
bırakılm ış m uhtaç durum daki çocuklara olan beklenilm eyen
talebinden seve seve yararlanıyorlardı. Yüzlerce çocuk, bazen
ülkenin uzak bölgelerindeki im alat sanayiinin em rine veril­
mişti. Yeni şehirlerin m uhtaç dürümdakilere duyduğu ihtiyaç
hızla gelişiyordu; hatla bazen fabrikalar yoksulları kullanabil­
mek için bir şeyler ödemeye hazır görünüyorlardı. Yetişkinler
geçim lerini sağlayan herhangi bir işverene gönderiliyorlardı,
tam tam ına gündelikçilik sistem inin herhangi bir biçim inde
kilise yetki alanındaki çiftçilerin yanına verildikleri gibi. O nla­
rı çiftçilerin yanına vermek yoksulların çalıştırıldığı yoksul ev­
lerini ya da başka bir deyişle “suçsuzlar için ceza evlerini” ida­
re etm ekten daha kolaydı. İdari açıdan bu, “işverenin daha sü ­
rekli ve daha ayrıntı düzeyindeki yetkilerinin”,2 hüküm et ve
kilisenin çalışm aya zorlam a yöntem lerinin yerini alm ası d e­
mekti.

2 W eb b , S .. vc B .; English L ocal G overnm ent, c. V II-IX , "P o o r l.aw H istory"

174
Oriada bir devlet idaresi meselesi olduğu açıktı. Sonuçta ki­
lise yüküm lülüklerinden gücü-kuvveti yerinde olanları kapita­
list girişim cilerin yanına vererek sıyrıldığına, girişim ciler de
bu em ekten yararlanmak için bir şeyler ödeyecek kadar fabri­
kalarını doldurmak hevesinde olduklarına göre, neden yoksul­
lar kamu fonlarından desteklenm esin ve geçim lerinden kilise
sorumlu olsundu? B ütün bunlar yoksulların hayatlarını ka­
zanmaları için kilise m ıntıkası çevresindeki yöntemlerden da­
ha etkin bir yol olduğunu açıkça gösterm iyor muydu? Çözüm
Elizabeth Yasaları’nı, yerlerine bir şey koymadan, yürürlükten
kaldırmaktı. Ne ücret belirlenm esi, ne gücü-kuvveti yerinde
işsizlere yardım olacaktı, ama asgari ücret veya yaşama hakkı­
nın korunması da olm ayacaktı. Em ek, fiyatı piyasada belirle­
nen bir melaydı, ona göre m uam ele görecekti. Ticaret yasaları
doğa yasaları, dolayısıyla da Tanrı yasalarıydı. Bu, zayıf zorla­
yıcılardan güçlü zorlayıcılara, barış hukukundan mide kazın­
masına bir geçiş değil de neydi? Yoksullan piyasaya bırakalım ,
işler kendiliğinden yoluna girsin. Akılcı Bentham ’ın gelenekçi
Burke’le anlaştığı nokta buydu. Acı ve zevk aritm etiği kaçını-
labilecek acılara yol açm amayı gerektiriyordu. Açlık işleri yo­
luna koyduğu sürece, başka cezaya gerek yoktu. “Yasa yaşamı
•sürdürebilme konusunda ne yapabilir?” sorusunu Bentham ,
“Doğrudan doğruya h içbir şey yapamaz” diye yanıtlıyordu.3
Yoksulluk toplumda yaşayan doğaydı; fiziksel yaptırımı da aç­
lık. “Fiziksel yaptırım ın gücü yeterli olduğu sü rece, siyasal
yaptırımlar gereksiz olacaktı.”4 Gerekli olan tek şey, yoksullara
karşı “bilim sel ve ekonom ik” bir tavır alınm asıydı.5 Bentham ,
P ill’in Yoksullar Yasası Tasarısına şiddetle karşı çık tı; tasarı
hem yoksullar evi dışında yardıma hem de ücret desteklem ele­
rine yer verdiğinden Speenham land’ın yeniden yürürlüğe gir­
ile si demek olacaktı. Ama öğrencilerinin aksine, Bentham ne
kaiı bir ekonom ik liberal ne de bir dem okrattı. O nun Sanayi
Evleri, bilim sel idarecilik hilelerinin tümüyle uygulandığı, bû-

^ B e n th a m , J . . P rin c ip les o f C iv il C o d e B ö lıım 4 (B o w rin g , c . 1, s. 3 3 3 ) .


4 B e n th a m , J . , fl.g.e.
^ B e n th a m , J . , O bservation on the P o o r B ill, 1 7 9 7 .

175
tün detaylarıyla düşünülm üş bir faydacı idare m ekanizm asının
kâbus gibi bir örneğiydi. Beniham , topluluk yoksulların kade­
rine hiçbir zaman tam olarak kayıtsız kalamayacağı için bütün
bunların gerekli olduğunu öne sürüyordu. Yoksulluğun bollu­
ğun bir parçası olduğuna inanm ıştı. $öyle diyordu: Toplumsal
refahın en üst aşamasında, yurttaşların büyük bir bölümü bü­
yük olasılıkla gündelik em ekleri dışında pek az şeye sahip ola­
caklar, dolayısıyla da her zaman yoksulluğun yakınında bulu­
nacaklardır...” Böylece “yoksullarla ilgili ihtiyaçları karşılamak
üzere düzenli katkılardan oluşan bir fon sağlanm ası” önerisin­
de bulundu. Bir yandan da üzülerek, “bunun ihtiyaçları azal­
tıp çalışma isteğini köstekleyeceğini” ekliyordu, çünkü faydacı
görüş açısından hüküm etin görevi fiziksel açlık yaptırım ını et­
kin kılm ak üzere zarureti artırm aktı.6
Yurttaşların büyük bir bölüm ünün yoksulluğun eşiğinde ya­
şamasının zenginliğin en üst aşamasına ulaşma bedeli olarak
kabul ed ilm esi, ço k farklı tavırlarla b irlik te yer alıyord u.
Tow nsend, duygusal dengesini önyargı ve ucuz duygusallık
yoluyla sağlıyordu. Yoksulların hesaplarını bilmezliği bir doğa
yasasıydı, çünkü aksi takdirde hakir görülen, alçaltıcı, süfli iş­
leri görecek kim se bulunm azdı. Ayrıca, yoksullara güvenile-
meseydi anavatanın sonu ne olurdu? “Zira aşağı sınıflan fırtı­
nalı okyanuslar veya savaş alanlarında kendilerini bekleyen fa-
cialan göğüslemeye razı eden şey, çaresizlik ve yoksulluktan
başka nedir k i?” Ama bu kaba-saba vatanperverlik gösterisi
daha yumuşak duygulara da yer bırakıyordu. Yoksulluk yardı­
mı, doğal olarak, derhal ortadan kaldırılmalıydı. Yoksullar Ya­
saları “saçm alık sınırındaki ilkelerden kaynaklanır, dünyanın
doğası ve yapısı gereği, olanaksız işleri başarma iddiasıyla yola
çıkarlar.” Ama yoksullar bir kez varlıklıların merham etine bı­
rakıldığında, "tek soru nu n” varlıklıların iyilikseverliğini sınır­
lamak olduğunu kim yadsıyabilir? Townsend “Doğada ılımlı
bir iyilikseverliğin teveccühünden daha güzel ne olabilir?" di­
ye haykırıyor ve bunu “beklenm eyen iyiliklere duyulan yap­

6 B e n ih a m , J . , P r in c ip les o f C ivil C o d e . s . 3 1 4 .

176
macıksız m innettarlığın gösterişsiz bir biçim de belirtilm esine”
bütünüyle yabancı bir ortam ın, kilise yardım m asalarının so ­
ğuk ruhsuzluğuyla karşılaştırıyordu. “Yoksullar zen gin lerin
dostluğunu kazanm a d urum unda b ırak ıld ığ ın d a, zen g in ler
hiçbir zaman yoksulların dertlerini dindirme eğilim inden yok­
sun olmayacaklardır." İki ulusun bu dokunaklı tasvirini oku­
yan hiç kimse V ictoria D önem i lngilteresi’nin duygusal eğiti­
mini, bilinç altında, keçiler ve köpekler adasından edinm iş ol­
duğundan kuşku duyamaz.
Edmund Burke değişik hacim li bir adamdı. Townsend gibi­
ler küçük yanılgılara uğrarken, o, büyük yanılgılara düştü.
Dehası, acı gerçekleri trajediye çevirip, ucuz duygusallığa bir
mistisizm hâlesi kazandırdı. “Ç alışm azlarsa dün yan ın sonu
geleceği için çalışm aları gerekenlere yoksul diye acım aya kal­
karsak, in sanlığın durum unu ciddiye alm ıyoruz d em ektir.”
Kuşkusuz bu, kaba kayıtsızlıktan, boş yakınmalardan ve yap­
macık anlayış gösterilerinden daha güzeldi. Ama bu gerçekçi
tavrın m ertliği, soylu debdebe sah nelerine d ik kat çek erk en
sergilediği belli belirsiz hoşnutlukla zedelenm işti. Sonuç, ger­
çeklerin acım asızca gözler önüne serilişiydi, ama aynı zam an­
da, zamanında girişilen reform hareketlerinin başan şansının
“küçüm senm esiydi de. Büyük bir olasılıkla, eğer Burke o za­
man yaşıyor olsaydı, eski düzene (ancien regim e) son veren
1832 Parlam ento Reformu Tasarısı ancak kaçınılm az bir dev­
rim sonucu kabul edilebilirdi. Ve gene de Burke buna, “bir kez
kitleler p o litik ik tisa t yasalarıyla sefalet için d e d id in m ey e
mahkûm edildikten sonra, eşitlik fikri insanlığı kendini yok
etmeye iten acımasız bir kandırmacadan başka ne olabilir” di­
yerek karşı çıkardı.
B en th am , ne T ow nsend ’in kaypak u yu şm acılıg m a ne de
Burke un aceleci tarihselciliğine sahipti. Yeni keşfedilm iş sos­
yal yasa beldesi akıl ve reforma inanmış bu m üm ine faydacı
deneyimlere açık sahipsiz bir arazi gibi görünüyordu. Burke
gibi o da, zoolojik determ inizm e uymayı reddediyor ve iktisa­
dın siyasete üstünlüğünü kabul etmiyordu. F a iz Ü zerine D rne-
toe (Essay on Usury) ve Politik İktisat E lk ita b fn ın (M anual o f

177
Political Econom y) yazan olm asına karşın, bu bilim içinde an­
cak bir amatördü ve hatta faydacılann iktisada yapmaları bek­
lenebilecek önem li bir katkıyı, yani faydadan kaynaklanan de­
ğerin bulunm asını, gerçekleştirm eyi başaramamıştı. Bunun ye­
rine, çağrışım cı psikoloji, onun bir sosyal mühendis olarak sa­
hip olduğu sınırsız hayal gücünü sınırsızca kullanabilm esine
imkan verdi. Laissez-faire Benlham için yalnızca sosyal işlerli­
ğin araçlarından biriydi. Sanayi Devriminin entellektüel saiki
teknik buluşlar değil, sosyal buluşlardı. Doğa bilim lerinin mü­
hendisliğine yaptığı belirleyici katkı ancak yüzyıl sonra, Sana­
yi Devrimi çoktan tam am landıktan sonra, gerçekleşm işti. Me­
kanik ve kimya alanındaki yeni uygulamalı bilim ler geliştiril­
meden önce, genel doğa yasalarıyla ilgili bilgiler, pratik işlerle
uğraşan köprü veya kanal inşaatçısı, m akine ve m otorların
m uciti için bütünüyle yararsızdı. İnşaat M ühendisleri Cemiye-
ti’nin kurucusu ve süresiz başkanı Telford, fizik okum uş olan­
ların cem iyete katılm a başvurularını geri çeviriyordu. Sir Da­
vid Brewster’a göre, Telford hiçbir zaman geom etrinin tem elle­
rini öğrenmeye çalışm am ıştı. Doğa bilim inin zaferleri gerçek
anlamda kuramsaldı ve günün sosyal bilim lerinde gerçekleşıi-
rilenlerin pratik önem iyle karşılaştırılamazlardı. Alışılm ış ola­
nın, geleneksel olanın karşısında bilim in kazandığı saygınlık,
sosyal bilim lere bağlıydı ve bizim neslim ize ne kadar inanıl­
maz görünürse görünsün, doğa bilim inin saygınlığı insan bi­
limleriyle olan ilişkisine çok şey borçluydu. Büyük önem taşı­
yan m akineler, bazıları okuyup yazmayı ancak becerebilen,
eğitilm em iş zanaatkârların buluşlarıydı. Buna k arşılık ik ti­
sadın keşfi, toplum un dönüşüm ünü ve piyasa sistem inin ku­
rulmasını büyük ölçüde çabuklaştıran baş döndürücü bir bu­
luşlu. D olayısıyla, doğa güçlerini insana kul eden m ekanik
devrimin atasının doğa bilim leri değil sosyal bilim ler olması,
hak edilmiş, yerinde bir şeydi.
Bentham ’ın kendisi de, yeni bir sosyal bilim dalı, ahlâk ve
yâsama dalını bulduğuna inanıyordu. Bu, çağrışımcı psikoloji
yardımıyla kesin olarak lıesaplantlabilen fayda ilkesine daya­
nacaktı. Bilim , tam olarak insan meseleleri çerçevesinde etkin­

178
lik kazanm ış olduğu için , on sek izin ci yüzyıl ln g ilteresi’nde
her zaman ampirik bilgiye dayanan pralik bir m eslek anlam ı­
na geliyordu. Böylesine pragm atik bir tavra duyulan ihtiyaç
gerçekten karşı konulam az boyutlardaydı. Gerekli istatistikler
olmadığı için, çoğu zaman nüfus artış ve düşüşleri, dış ödem e­
ler dengesinin durumu veya hangi sınıfın ötekinin sırtından
kazanç sağladığı hakkında bilgi edinm ek olanağı yoktu. Çoğu
kez, ülkenin zenginliği artıyor mu, eksiliyor mu, yoksullar ne­
reden geliyor, kredi durum u nedir, bankacılık veya kârların
durumu nedir gibi sorulara ancak tahmin yoluyla yanıt verile-
biliyordu. Bu tür konulara eski usul mütalaa yoluyla yaklaş­
mak am pirik bir yaklaşım getirm ek “bilim "den anlaşılan ilk
şeydi; doğal olarak pratik çıkarlar ön planda olduğu için de,
yeni olguların geniş alanını düzenleyip örgütleme yöntem leri
öne sürm ek bilim e düşüyordu. Yoksulluğun niteliği konusun­
da azizlerin kafalarının karıştığını, nasıl dahiyane bir biçim de
çeşitli kendine yardım yöntem leri geliştirm e deneyim lerine gi­
riştiklerini daha önce gördük. Nasıl kâr kavram ının h er cins
değişik sorunun çözüm ü olarak yüceltildiğini, nasıl kim senin
sefaletin iyiye m i, kötüye mi işaret olduğunu söyleyem ediğini,
yoksul evlerini bilim sel yöntem lerle idare edenlerin yoksulla­
rın sırtınd an para kazanam adıkları için nasıl şaşırd ıkların ı,
Owen’in nasıl fabrikalarını bilinçli b ir yardımseverlik doğrul­
tusunda yöneterek servet yaptığını ve nasıl aynı tür bilim sel
kendine yardım tekniklerinin acıklı bir biçim de başarısızlığa
uğrayıp yardım sever uygulayıcılarını şaşırttığını da gördük.
Eğer incelem em izi sefaletin ötesinde, kredi, para, tekeller, ta­
sarruflar, sigorta, yatırım , kamu mâliyesi veya cezaevleri, eği­
lim ve piyangolar gibi konuları da içine alacak biçim de geniş-
letseydik, rahatça bunların her biriyle ilgili aynı tip girişim lere
de rastlayabilirdik.
Bu dönem , aşağı-yukarı, Benhıam ’m ölüm üyle son buluyor­
du.7 1 8 4 0 ’lardan sonra iş kuranlar yalnızca belirli girişim leri
sürdüren kim selerdi; karşılıklı ilişkiler, yeni biçim lerde uygu­

7 1832.

179
lama buluşlarına girişenler değillerdi artık. Artık iş adamları
faaliyetlerinin alması gereken biçim leri bildiklerine inanıyor­
lardı; bir banka kurmadan önce paranın niteliği üzerine dü­
şünm ek nadirattandı. Sosyal m ühendisler artık çoğu kez yal­
nızca sahtekârlar arasından çıkıyor, bunlar da, çoğu kez, so­
nunda kendilerini dem ir parm aklıklar arkasında buluyorlardı.
Paterson’dan Jo h n Law’a ve Pereires’e kadar, borsayı, dinî, sos­
yal ve akademik tarikat erbabının projeleriyle dolduran sanayi
ve bankacılık sistem leri, artık denizde damlalardan başka bir
şey değildi. Iş dünyasının gündelik akışı içinde analitik fikirler
ihtiyatla değerlendiriliyordu. Hiç olmazsa o zam anki düşünü­
şe göre, toplum un araştırılm ası tam am lanm ıştı; insan harita­
sında doldurulm amış alan kalmamıştı. Bentham ’ın yaptığı et­
kiyi yapacak birinin ortaya çıkm ası, yüzyıl boyunca olanaksız­
dı. Bir kez çalışm a yaşamının piyasa tarafından öıgütlenm esi
belirleyici olduktan sonra, bütün diğer kurum sal alanlar bu
düzene boyun eğm işti, sosyal buluşlar dehası yersiz yurtsuz
kalmıştı artık.
Bentham ’ın Panopticon’u, yalnızca “haydutları öğütüp na­
muslu, aylakları öğütüp çalışkan yapan bir çark”8 değildi, aynı
zamanda İngiltere M erkez Bankası gibi kâr payı dağıtan bir
kurumdu. Desteklediği birbirinden son derece farklı projeler
arasında şunlar vardı: G eliştirilm iş bir patent sistem i, limited
şirketler, on yılda bir yapılacak nüfus sayımı, Sağlık Bakanlığı
kurulması, tasarrufları yaygınlaştırmak için faiz getiren senet­
ler, sebze ve meyveler için buzhaneler, m ahkûm emeği veya
yardım alan yoksulların em eğinden yararlanarak yeni teknik­
lerle çalışan silah fabrikaları, orta sınıfın üst kadem elerine fay­
dacılık dersleri veren bir okul, gayrim enkul tapu kayıtları, bir
kamu muhasebesi sistem i, kamu eğitimi reformları, tefeciliğin
kaldırılması, söm ürgelerden vazgeçilmesi, yoksulların artışını
önlem ek için doğum kontrol yöntem leri kullanılm ası, Atlantik
ile Pasifik’in bir hisseli şirket yardımıyla birleştirilm esi ve daha
başkaları. Bu projelerin bazıları, çağrışımcı psikolojinin bulgu-

8 S te p h e n , Sir L ., 71te E n g lish U tilita ria n s, 1 9 0 0 .

180
lanna dayanarak insan kaynaklarının daha eıkin kullanım ına
yönelik bir dizi yenilikten oluşan Sanayi Evlerinin durumunda
olduğu gibi, bir sürü küçük ilerlemeyi içeriyorlardı. Townsend
ve Burke, laissez-faire'i kısıtlı yasamayla bağdaştırırken, Bent-
ham onda geniş kapsam lı reformları engelleyerek h içbir şey
görmüyordu.
M althus’un 1 7 9 8 ’de G odw in’e verdiği ve gerçek anlam da
klasik eko n o m in in başlangıcın ı olu ştu ran yanıta geçm eden
önce, tarihleri hatırlatalım . Godwin’in Siyasal A dalet'i (P o liti­
cal Ju stice), Burke’ün F ran sız D evrimi Ü zerine D üşünceler’ine
(Reflections on the French Revolution [1790] karşı yazılmıştı.
Yayımlanması, göz altında tutma yasalarının (Habeas Corpus)
yürürlükten kalkması (1 7 9 4 ) ve dem okratik M uhabere Cem i­
yetleri (Correspondance Societies) hakkında kovuşturma açıl­
masıyla başlayan baskı dönem inin hem en öncesine rastlıyor­
du. Bu sırada In giltere Fransa’yla savaş halindeydi ve terör
“dem okrasi” sözcüğünü sosyal devrim le eş anlam lı kılm ıştı.
Gene de İngiltere’de Dr. P rice’in “Eski Yahudilik" (O ld Jew ry)
vaızıyla (1 7 8 9 ) başlayıp Paine’in insan H aklan’yla (1 7 9 1 ) ede­
bî zirvesine ulaşan dem okratik hareket politik alanla sınırlıy­
dı; em ekçi yoksulların hoşnutsuzluğu bu harekele yansım a­
mıştı; genel oy hakkı ve yıllık parlamentolarla ilgili taleplerin
sözcülüğünü yapan broşürlerde Yoksullar Yasası sorununun
çoğu kez adı bile anılmıyordu. Ama gene de kırsal kesim eşra­
fının belirleyici tepkisi, Yoksullar Yasası çerçevesinde, Speen-
hamland’la kendini gösterdi. Bir yetki alanı olarak kilise m ın­
tıkası yapay bir bataklığın gerisine çekilip bu siperde Water-
loo’dan sonra yirmi yıl daha yaşadı. Belki 1790’h yıllarda pa­
nik içinde uygulanan siyasal baskının kötü sonuçlarıyla baş
edilebilirdi, ama bunların yanı sıra Speenham land’in başlattığı
yozlaşma süreci ülkeye damgasını vurmuştu. Kırsal kesim eş­
rafının gücünün Speenham land sayesinde kırk yıl daha yaşa­
tılması, avamın canlılığı ve gücü pahasına elde edilm işti. Man-
toux şöyle diyor: “M ülk sahibi sınıflar yardım vergilerinin git­
tikçe arttığından yakınırlarken, bunun aslında devrim e karşı
sigorta işlevini gördüğünü gözden kaçırıyorlardı. Yoksullar da

18 1
kendilerine verilen üç-beş kuruşu kabul ederken, bunun kıs­
men kendi haklı kazançlarından yapılan kesintilerle sağlandı­
ğını fark etmiyorlardı. Ç ünkü ‘yardımların’ kaçınılm az sonu ­
cu, ücretleri olabilecek en düşük düzeye indirm ek, hatta onla­
rı ücretlilerin daha fazla kısıtlanam ayacak ihtiyaçlarının oluş­
turduğu sınırın da altına düşürm ekti. Çiftçi veya fabrika sahi­
bi, adam larına ödediği m iktarla adam larının g eçin eb ilm esi
için gerekli olan m iktar arasındaki açığın kapatılm ası için k ili­
seye güveniyordu. Neden vergi ödeyenlerin sırtından kolayca
sağlanabilecek bir şey için masrafa girsindi zaten? Bir yandan
da, kiliseden yardım alanlar daha düşük ücretlerle çalışmaya
razı olarak yardım alm ayanlar için bütün rekabet olanaklarını
ortadan kaldırıyorlardı. G erçek bir paradoks ortaya çıkm ıştı:
‘Yoksulluk Vergisi’... denilen şey işveren için bir tasarruf kay­
nağı, kam u k ayn ak ların d an yardım d ilenm eyen em e k çile r
içinse bir kayıp oluşturuyordu. Böylece, acımasız çıkar ilişki­
leri, m erham etli bir yasayı çelikten bir çem bere dönüştürdü.”9
Yeni ücret ve nüfus yasalarının bu çelik çem ber üzeride dur­
duğunu kabul ediyoruz. M althus da, Burke ve Bentham gibi,
Speenham land’e şiddetle karşıydı ve Yoksullar Yasasının yü­
rürlükten kaldırılm asını savunuyordu. Bu yazarlardan hiçbiri,
Speenham land'ın işçi ücretlerini asgari geçim düzeyine ve bu
düzeyin altına düşüreceğini tahmin edememişti. Aksine, onun
ücretleri yükselteceğini, hiç olmazsa yapay bir biçim de sabit
tutacağını düşünüyorlardı. İşçi örgütlenm elerini yasaklayan
yasalar olm asaydı, belki de durum g erçeklen böyle olurdu.
Ama g erçekte ü cretlerle ilg ili bek lenti yanlıştı ve bu yanlış
bek lenti neden kırsal kesim deki ücretlerin düşük düzeyinin
Speenham land’e değil de, sözde ücretlerin çelik yasasına bağlı
olarak açıklandığını anlam am ıza yardım edebilir. Şim di yeni
iktisat bilim inin bu tem eline bakabiliriz.
Kuşkusuz Townsend’in natüralizm i yeni politik iktisat bili­
mi için tek tem eli oluşturmuyordu. Ekonom ik bir toplumun
varlığı, fiyatların düzenliliği ve bu fiyatlara göre belirlenen ge­

9 M a n lo u x , P l.., T lıc In d ustrial Revolution in th e E ig h tee n th C entu ry, 1 9 2 8 .

182
lirlerin dengesinde kendini gösteriyordu; sonuç olarak ekono­
mik yasaların doğrudan doğruya fiyatlara bağlı olduğu söyle­
nebilirdi. O rtodoks iktisatçıları, iktisadın tem ellerini natura-
iizmde aram aya iten , büyük üretici k itlelerin in başka türlü
açıklanam ayacak sefaletiydi. Bugün artık bildiğim iz gibi, bu
eski piyasa yasalanna bağlanamazdı. Ama o dönem de yaşayan­
ların gördükleri gerçekler kabaca şunlardı: G eçm işte em ekçi­
ler, hiç olmazsa alışılm ış yaşam düzeyindeki değişm eler göz
önüne alındığında, genellikle yoksulluğun eşiğinde yaşıyorlar­
dı; şimdi de, ekonom ik toplum nihayet son biçim ini alırken,
em ekçi yoksulların durum larının iyileşm ediği, hatla daha da
kötüye gittiği yadsınamaz bir gerçekti.
Bütün bu çarpıcı gerçeklerin işaret ettiği nokta ü cretlerin
çelik yasasıydı: Yani em ekçilerin yaşamlarını sürdürdükleri as­
gari geçim düzeyinin, ücretleri başka bir düzeye ulaşmalarını
engelleyecek biçim de düşüren bir yasaya bağlı oluşu. Doğal
olarak bu açıklam a yalnız yanıltıcı değil, aynı zamanda tutarlı
bir kapitalist fiyat ve gelir kuramı açısından saçmaydı da. Ama
son tahlilde, ücretler yasasının herhangi bir akılcı insan davra­
nışı kuralına değil de, M allhus’un nüfus yasası ve azalan ve­
rimlilik yasası biçim inde dünyaya sunulan insan ve toprak ve-
■rimliligiyle ilgili natüralist gerçeklere dayandırılması, bu sözü­
nü ettiğimiz tutarsızlık yüzündendi. Ortodoks iktisadın teme­
lindeki natüralist unsur, özellikle Speenham land’ın yarattığı
koşulların bir sonucuydu.
Bundan ne Ricardo’nun ne de M althus’un kapitalist sistem in
işleyişini anlam adıkları sonucu çıkıyor. Bir piyasa sistem inde
üretim faktörlerinin ürünü paylaştığı ve üretim arttıkça m ut­
lak payların da kaçınılm az olarak anacağı gerçeği, ancak Ulus­
ların Zenginiiği’nin yayınlanmasından yüz yıl sonra anlaşılabil-
di.’° Adam Sm ith, L o ck e’un değerin em ek kökeni üzerine ya-
nılgılannı paylaşıyordu ama gerçekçiliği onu bu yanılgıyı tu­
tarlı bir biçim de sürdürm ekten korudu. Dolayısıyla, bir yan­
dan, haklı olarak, bireylerinin çoğunluğu yoksulluk ve sefalet

10 C a n n a n , E ., A Rcwiev o j E c o n o m ic T heory, 1 9 3 0 .

183
içinde yaşayan bir toplum un gelişem eyeceğini vurgularken,
bir yandan da fiyatlar üzerine karm akarışık görüşler öne sür­
dü. Bize herkesin bildiği bir şey gibi görünen olgu, onun dev­
rinde bir paradoks oluşturuyordu. Sm iıh ’in kendi görüşüne
göre evrensel bolluğun bir noktada halka inm esi kaçınılm azdı;
bir toplum sürekli zenginleşirken halkın sürekli yoksullaşm ası
olanaksızdı. Ne yazık ki, veriler daha uzun bir süre onu dog-
rulamayacaktı; kuram cılar da gerçekleri açıklam ak durum un­
da olduklarından, Ricardo toplum ilerledikçe yiyecek sağlama­
nın giderek güçleşeceğini, toprak sahiplerinin güçlenerek hem
kapitalistleri hem de işçileri söm üreceğini öne sürdü; kapita­
listlerle işçilerin çık arları arasında çözü m lenem ez bir tezat
vardı, ama bu tezat sonuçta önem sizdi, çünkü ücretlerin asga­
ri geçim d üzeyinin ü zerin e çık m ası o lan ak sızd ı, k ârlar da
eninde sonunda azalm ak durum undaydı. Bir anlamda bu fi­
kirlerde çok ufak bir doğruluk payı olabilirdi, ama kapitalizmi
açıklam ak açısından daha gerçek dışı ve daha muğlak bir şey
öne sürülemezdi. Bununla birlikle, gerçekler zaten birbiriyle
çelişen biçim lerde ortaya çıkıyordu, bugün bile bu çelişkileri
çözm ekle güçlük çekiyoruz. Bu durumda üretim ve bölüşüm
yasalarını bitki ve hayvanların değil, insanların davranışların­
dan çtkarsamak üzere yola çıkan yazarların geliştirdiği bilim ­
sel bir sistem içinde, bitki ve hayvan çoğalm asının tepeden
inip her şeyi açıklayan bir güç, bir deııs ex m achin a olarak k ul­
lanılmasına pek de şaşmamak gerekiyor.
Speenhamland gerçekle em ek piyasası olmayan bir kapita­
list sistem in rekabetçi bir piyasa ekonom isi gibi görülm esine
yol açm ıştı. Şimdi iktisat kuram ının tem ellerinin Speenham ­
land dönem inde atılm ış olm asının sonuçlarını kısaca gözden
geçirelim .
İlk olarak, klasik iktisatçıların iktisat kuramı özünde karı­
şıklıklarla doluydu. Zenginlik ve değer arasındaki koşutluk.
Ricardo iktisadının her alanında bir alay son derece kafa ka­
rıştırıcı sözde sorun getirm işti. Adam Sm iıh’in mirası olan ü c­
ret fonu kuram ı, zengin bir yanılgı kaynağıydı. Rant, vergile­
me, dış ticaret gibi önem li başarılar elde edilen alanlar d ışın ­

184
da, kuram , fiyat hareketleri, gelirlerin oluşum u, üretim süre­
ci, m aliyetlerin fiyatlar üzerindeki etkisi, kâr, ücret ve faiz dü­
zeyi gibi, çoğu eskisi kadar muğlak kalan kon u lan açıklam ak
için kullanılan gevşek tanım lanm ış terim lerle ilgili kesin so ­
nuçlara varmak üzere girişilen umutsuz bir çabadan başka bir
şey değildi.
İkinci olarak, sorunun ortaya çıktığı koşullar içind e başka
bir sonuca varmak olanaksızdı. G erçekleri tek bir sistem açık-
layamazdı, çünkü bunlar tek bir sistem in parçası değillerdi.
Tersine, iki birbirini dışlayan sistem in, yani doğmakta olan pi­
yasa ekonom isi ve en önem li üretim faktörüyle, em ekle ilgili
paternalist m üdahaleciliğin eş anlı etkilerinin sonucu olarak
ortaya çıkmışlardı.
Ü çüncü olarak, klasik iktisatçıların buldukları çözüm , ek o­
nomik toplum un niteliğini anlam a açısından son derece geniş
kapsamlı sonuçlara yol açacaktı. Bir piyasa ekonom isin i yö­
nelen yasalar yavaş yavaş anlaşıldıkça, bu yasalar doğrudan
doğruya doğanın yetki alanına yerleştirildi. Azalan verim lilik
yasası bir bitki fizyolojisi yasasıydı. M althus’un nüfus yasası,
insanın üretkenliğiyle doğanın üretkenliği arasındaki ilişkiyi
yansılıyordu. İki durumda da etkili olan güçler doğa güçleriy­
di, cinsel hayvan dürtüleri ve belirli bir toprakta bitki örtüsü­
nün büyüm esi. Söz konusu ilke, Townsend’in keçileri ve k ö­
peklerinin durum unda geçerli olan ilkeydi: İnsanların çoğal­
ma olanağı belirli bir sınırı aşamazdı ve bu sın ırı oluşturan
var olan yiyecek arzıydı. Townsend gibi M altlıus da, tür için ­
deki fazlalıkların ölüp gideceği sonucuna vardı; k eçiler k ö ­
pekler tarafından öldürülürken, köpekler de yiyecek bulam a­
dıkları için açlıktan öleceklerdi. M althus için baskıyı olu ştu ­
ran sınırlam a, türün fazlasının doğanın zorba gücü tarafından
yok ed ilm esiyd i. İn san ların açlık tan ö lm eyip savaş, salgın
hastalık gibi nedenlerle yok edildiği durum larda, bu n lar da
doğanın yıkıcı güçleriyle özdeşleştiriliyordu. Bu, sosyal güçle­
re d oğan ın g erek tird iğ i d engeyi sağlam ak so ru m lu lu ğ u n u
yüklediği için , kesin bir tutarsızlık içeriyordu. Ama M althus
bu eleştiriye savaş ve insan yıkıcılığının olm adığı durum da,

185
yeni erdemli bir lopluluk içinde, barışçı erdem ler yüzünden
sağ kalan insan sayısının açlıktan öleceklerin sayısındaki artı­
şa eşit olacağını öne sürerek karşılık verebilirdi. Ö zünde, ek o ­
nom ik toplum , doğanın acı g erçekleri üzerine kuru lm u ştu ;
insan bu toplum un kurallarına başkaldıracak olursa, uyum ­
suzların nesli zalim cellat tarafından boğulup ortadan kaldırı­
lırdı. R ek abetçi toplum un yasaları vahşi orm anın yaptırım
gücüne em anet edilm işti.
Artık yoksulluğun oluşturduğu yakıcı sorunun gerçek öne­
mi açığa çıkm ıştı: E konom ik toplum insan yasası olm ayan ya­
salarca yönetiliyord u. Adam S m iıh ’le Tow nsend arasındaki
ayrım bir uçuruma dönüşm üş, ondokuzuncu yüzyıl bilincinin
doğuşu bu ayrımla damgalanmıştı. O zamandan beri natüra-
lizm , insan bilim inden hiç eksik olmadı ve toplum un insan
dünyasıyla yeniden bütünleşm esi sosyal düşünce evrim inin
değişm ez am acı durum una geldi. Bu tartışm a çerçevesind e
M arksist iktisat bu am aca ulaşm ak için verilm iş başarısız bir
çaba, M arx’m Ricardo ve liberal iktisat ilkelerin e sıkı sıkıya
bağlı kalışının getirdiği bir başarısızlıktı.
Klasik iktisatçıların kendileri de bu ihtiyacın bilincindeydi-
ler. M althus ve Ricardo kesinlikle yoksulların kaderine kayıt­
sız kalmış değillerdi, ama insanca ilgileri yanlış kuram ı büs­
bütün çapraşık yollara yöneltm ekten başka bir işe yaram ıyor­
du. Ü cretlerin çelik yasasının kurtarıcı bir maddesi vardı. Bu
maddeye göre, em ekçi sın ıfın alışılm ış ih tiyaçları ne kadar
fazlaysa, ü cretlerin, çelik yasalar tarafından bile, altına düşü-
rülemeyeceği düzey de o kadar yüksekti. Bu M althus'un bel
bağladığı “sefalet ölçü tü ”ydü1' ve, kendi koyduğu yasalar ge­
reği sefalete m ahkûm olanların yalnızca bu biçim de sefaletin
en belerinden kurtulacaklarına inandığı için, bu ö lçülün ne
yapıp yapıp yükseltilm esini istiyordu. Aynı nedenden dolayı
Ricardo da bütün ülkelerde em ekçi sınıfların rahatı ve zevki
aramalarını islenilir buluyor ve “bu yolda verdikleri çabaların
istenilenin elde edilebilm esi için desteklenm esi” gerektiğine

1 1 H azlitz, W „ A R e p ly to the E ssay on P o p u la tio n b y the Rev. T .A M a lth a s in a


Series o f U tt e r s , 1 8 0 3 .

186
inanıyordu. Ironik bir biçim de, doğa yasasından kaçabilm ek
için in sanlannkend i açlıktan ölm e düzeylerini yükseltm eleri
gerekiyordu. G ene de bütün bunlar, klasik iktisatçıların kendi
kuram larının hazırlanm asına katkıda bulunduğu bir kader­
den, y o k su lları k u rtarab ilm ek için g iriştik le ri, sam im iy eti
kuşku götürm ez çabalardı.
Ricardo’nun durum unda, kuramın kendisi katı naturalizmi
dengeleyebilecek bir unsur içeriyordu. Sistem in bütününe ya­
yılm ış ve değer kuram ı için e sağlam bir biçim de y erleşm iş
olan bu unsur, em ek ilkesiydi. Ricardo, Locke ve Sm ith’in baş­
ladığı işi, ekonom ik değere insanca bir özellik kazandırılm ası
işini tam amlamıştı. Fizyokratların doğaya atfettiğini, Ricardo
insana yakıştırdı. Son derece geniş boyutlu yanlış bir kuram
içinde, emeğe değerin tek yaratıcısı olm a özelliğini atfetti ve
böylece ekonom ik toplumda düşünülebilecek bütün alışveriş
işlem lerini, bir özgür insanlar toplum unun eşit değişim ilkesi­
ne indirgedi.
Ricardo’nun sistem inde doğaya ve insana özgü unsurlar bir
arada yer alıyorlardı ve ekonom ik toplumda öncelik kazanm a
çabası içindeydiler. Durumun dinamiği başdöndürücü bir güç­
teydi. Sonucunda rekabetçi piyasaya yöneliş bir doğa süreci
olarak karşı konulm az bir güç kazandı. Çünkü artık kendi ku ­
rallarına göre işleyen piyasanın doğanın amansız yasalarını iz­
lediğine ve piyasanın dizginlerinden boşanm asının kaçınılm az
bir gereklilik olduğuna inanılıyordu. Em ek piyasasının kuru­
luşu toplum un can lı bü n yesi üzerinde g erç e k le ştirile n bir
ameliyattı, ameliyatı yapanlar yalnızca bilim in sağlayacağı bir
güvenle katılaşm ış, elleri titremeden işlerini görüyorlardı. Yok­
sullar Yasasının kaldırılması gerekliliği kesinlik kazanan şey­
lerden biriydi. R icardo, “y erçek im i ilk esi, bu tür y asaların,
zenginlik ve d inam izm i sonu nd a bütün sın ıflar yaygın bir
yoksulluğa iıilin ceye kadar, sefalet ve zayıflığa d önüştürm e
eğiliminden daha kesin değildir” diye yazıyordu.12 G erçekten
de, eğer bunu bile bile, kendinde yoksulluk yardım ının orla-

12 R icard o , D ., P rin c ip les o f P o litic a l Hc o n o m y a n d T a x ation (D er. G o n n e r, 1 9 2 9 , s.


86 ).

187
dan kaldırılmasını içeren zalim ameliyatı gerçekleştirerek in­
sanlığı kurtaracak gücü bulamasaydı, ahlâkî bir korkaklık içi­
ne düşmüş olacaktı. Bu noktada Townsend, M althus ve Ricar­
do, Bentham ve Burke birleşiyorlatdı. Yöntem ve görüş açısın­
dan farklılıkları ne derece güçlüyse de, politik iktisadın ilkele­
rine ve Speenham land’e karşı çıkarken görüş birliğine varıyor­
lardı. Ekonom ik liberalizmi karşı konulm az bir güç durumuna
getiren de zıt görüşler arasındaki bu uyumdu; Bentham gibi
aşırı bir reform istle Burke gibi aşırı bir gelenekçinin birlikte
kabul ettikleri şey, otom atik olarak kendiliğinden kanıtlanm ış
görüldü.
Belki de çağın öncü zekaları arasında hem sanayii yakından
tanıyan hem de ilhama açık olan tek kişi olduğundan, tehlike­
nin anlamını da yalnızca bir kişi anlam ıştı. Bugüne kadar hiç­
bir düşünür sanayi toplum u alanında Robert O w en’dan daha
ileriye geçememiştir. Toplum ve devlet arasındaki farkın iyice
bilincindeydi; Godw in gibi devlete karşı önyargı taşım adığı
halde, onu yalnızca g erçek leştirebilecek leriy le d eğerlen d iri­
yordu, çünkü m üdahalelerin am acı toplum un düzenlenm esi
değil, toplum u tehdit eden teh likelerin uzaklaştırılm asıydı.
Aynı biçim de, yansız (n ötr) niteliğini fark ettiği makineye kar­
şı da herhangi bir düşmanlığı yoktu. Ne devletin politik m eka­
nizması ne de m akinenin teknolojik bünyesi, esas olan olgu­
yu, toplum u, gözden kaybetm esine yol açm am ıştı. Topluma
hayvansal açıdan yaklaşılm asına, bu yaklaşım ın M althus ve
Ricardo’da görülen sınırlarını yadsıyarak karşı çıktı. Ama dü­
şüncesinin tem elinde H ıristiyanlıktan yüz çevirişi yatıyordu.
Hıristiyanlığı “bireyselleştirm e", ya da kişilik sorum luluğunu
bireyin kendisine yüklem ekle suçluyordu. Bu da, O w en’in dü­
şüncesine göre, toplum un gerçekliğini, onun kişiliğinin oluş­
m asındaki güçlü etkisini yadsım aktı. “Bireyselleştirm eye” kar­
şı çıkışının gerçek anlam ı, insanın davranış nedenlerinin sos­
yal kaynaklarını vurgulamasında yatıyordu: “Bireyselleşm iş in­
san, Hıristiyanlıkta gerçeklen değerli olan tek şey, öylesine bü­
tünden kopm uştur ki, birliğe ulaşması sonsuza dek bütünüyle
olanaksızdır.” O w en’i Hıristiyanlığı yadsıyarak onun ötesinde­

188
ki konuma geçm eye ilen, toplumun keşfiydi. “Toplum gerçek
olduğunu, bu yüzden insanın sonuçta ona boyun eğm esi ge­
rektiğini anlam ıştı. Sosyalizm in dayanağını, insan b ilin cin in
toplum gerçekliğinin anlaşılm ası yoluyla reformu oluşturuyor­
du diyebiliriz. Şöyle diyordu: “Kötülüğün nedenlerinden her­
hangi birinin insanın ele geçirm ek üzere olduğu yeni güçler
tarafından yok edilemediği görülürse, bunların gerekli ve kaçı­
nılmaz kötülükler olduğu anlaşılm ış olacak, çocukça, yararsız
yakınmalardan vazgeçilecektir.”
Owen bu güçleri epeyce abartmış olmalı. Yoksa Lanark m ın­
tıkası yetkililerine, kendi köy topluluklarında bulm uş olduğu
“toplum çekirdeğinden” hareketle, toplumun yeniden oluştu­
rulması gerektiğini önerm eye kalkışmazdı. Böyle bir hayal gü­
cü yalnızca dahilere özgü bir ayrıcalık, ama bunsuz da insanlı­
ğın kendini tanım ası ve dolayısıyla varlığını sürdürm esi çok
güç olurdu. Asıl önem li olan, işaret ettiği değiştirilem ez özgür­
lük sınırıydı; bu sınırı koyan da, toplum içindeki kötülüğün
bütünüyle yok olm asını engelleyen kısıtlamalardı. Ama Owen
bu sınırın, ancak, insanın yeni ele geçirdiği güçlerle toplum u
değiştirdikten sonra açık -seçik görülebileceğine inanıyordu;
bundan sonra insan, bu sın ın çocukça yakınmalara yer bırak­
mayan bir olgunluk içinde kabul etm e durumunda kalacaktı.
Robert Owen 1817’de Batılı insanın girdiği rotayı tanım la­
mış ve söyledikleri gelecek yüzyılın sorununu özetlem işti. Sa­
nayiin “kendi d oğ al gelişim in e bırakıldığ ı durum da" yol açabile­
ceği ö n em li sonuçlara işaret ediyordu. “Bir ülkede sanayiin
yaygınlaşması ülke hakkında yeni özellikler yaratır; bu özel­
likler, bireyin ve topluluğun mutluluğuna pek ters düşen ilke­
lere göre oluşur; yasamanın müdahalesi ve yönlendirm esiyle
buna karşı çıkılm adığı takdirde, gayet üzücü ve sürekli kötü­
lüklere yol açabilirler.” Toplumun bütününün kazanç ve kâr
ilkesine göre örgütlenm esinin geniş kapsam lı sonu çları ola­
caktır. Owen bu sonuçlan insan kişiliğiyle ilgili terim lerle dile
getiriyordu. Ç ünkü yeni kurum sal sistem in en göze çarpan
özelliği, yerleşik halklann geleneksel özelliğinin yok olm ası ve
bunların yeni tip in sanlara d önüşm eleriyd i, yer d eğiştiren .

189
göçm en, kendine saygıdan ve disiplinden yoksun, hem işçi
hem de kapitalistin örn eklerini oluşturdukları kaba-saba in­
sanlara. Owen daha sonra, geçerli olan ilkelerin bireysel ve
toplum sal mutluluğa ters düştüğü yolunda genellem elere gi­
rişti. Piyasa kurum larınm içerdiği eğilim ler yasama yoluyla et­
kin kılınan bilinçli bir sosyal yönlendirm e sonucu sın ırla n ­
mazsa, ortaya ciddi kötülükler çıkabilirdi. Doğru, em ekçilerin
acınacak durumu kısm en “yardım sistem inin" etkilerine bağ­
lıydı. Ama işin özünde, O w en’in gözlem leri hem şehir hem
köydeki em ekçiler için doğruydu. Yani işçiler, “artık kendileri
için tek geçim kapısı olan sanayiin gelişmesiyle eskisine naza­
ran çok daha alçallıcı ve sefil bir duruma düşm üşlerdi”. Bura­
da da, kazançları değil alçalm a ve sefaleti vurgulayarak, tam
söylenm esi gerekeni söylüyordu. Gene haklı olarak, bu alçalı­
şın ana nedeni olarak tek ekm ek kapısının fabrika oluşuna işa­
ret ediyordu. Ö ncelikle ekonom ik bir sorun olarak görünen
şeyin aslında sosyal bir sorun olduğunu anlamıştı. Ekonom ik
açıdan işçinin söm ürüldüğü kesindi: Değişim de hakkı olanı
almıyordu. G ene de bu sömürüye karşın, mali açıdan eskisin­
den daha iyi bir durumda olabilirdi. Ama bireysel ve toplum ­
sal mutluluğa karşı bir ilke, işçinin sosyal çevresine, m ahalle­
sine, topluluk içindeki yerine, zanaatına, özetle daha önceleri
ekonom ik varlığının içinde yer aldığı insan-doğa ilişkisine ha­
sar veriyordu. Sanayi Devrimi akıllara durgunluk veren boyut­
larda bir sosyal çözülm eye yol açıyordu ve yoksulluk sorunu
bu olayın yalnızca ekonom ik yönüydü. O w en, haklı olarak,
yaşam anın m üdahalesi ve yönlendirm esi bu yıkıcı güçlerin
karşısına konulm adığı takdirde, büyük ve kalıcı kötülüklerden
kaçın ılm ay acağ ın ı belirtiyordu.
İstediği şeyin, toplum un kendini korum asının, ekonom ik
sistem in işleyişiyle bağdaşamayacağını o sırada farkeimemişti.

190
II. TOPLUMUN KENDİNİ KORUYUŞU
11. İnsan, D oğa ve Üretim Düzeni

Yüzyıl boyunca modern toplumun dinamiği çift yönlü bir ha­


reket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli genişliyor, ama bu
hareket aynı zamanda genişlem eyi belirli yönlerde kısıtlayan
karşıt bir hareketle karşılanıyordu. Bu karşıt hareket, toplu­
mun korunm ası açısından hayatî önem taşım akla birlikte, son
tahlilde piyasanın kendi kurallarına göre işleyişiyle, dolayısıy­
la piyasa sistem inin kendisiyle çelişiyordu.
Bu sistem sıçram alar ve atılımlarla gelişm işti; zaman ve m e­
kanı kaplam ış ve banka parasını ortaya çıkararak eşi görülm e­
miş bir dinam izm e yol açm ıştı. 1 9 1 4 ’te en üst sınırına ulaştı­
ğında, yeryüzünün her tarafı, daha doğm am ış n esiller dahil
herkes, etten kem ikten insanlarla şirket adı verilen kocam an
hayalî varlıklar, hep onun içinde yer alıyordu. Yeni bir yaşam
tarzı, H ıristiyanlığın başlangıcından beri eşi görülm em iş bir
evrensellik iddiasıyla yeryüzüne yayılm ıştı, ama bu kez hare­
ket yalnızca maddi düzeydeydi.
Ama aynı zamanda ortada bir karşıt hareket vardı. Bu, deği­
şimle karşılaşan bir toplum un olağan savunma davranışlarının
ötesinde bir şeydi; toplum un dokusunu tehdit eden çözülm e­
ye bir tepkiydi bu ve piyasanın yarattığı üretim düzenini yok
edebilirdi.

191
Robert O w en’inki gerçek bir sezgiydi: Piyasa ek o n o m isi,
kendi kurallarına göre gelişm esine izin verildiğinde, büyük ve
kalıcı kötülüklere yol açacaktı.
Üretim , insan ve doğa arasındaki karşılıklı ilişkidir; bu süre­
cin kendi kurallarına göre işleyen takas ve değişim m ekaniz­
masıyla düzenlenebilm esi için , insan ve doğanın bu yörüngeye
girm eleri gerekir; arz ve talebe uymaları, yani metalar, satıl­
mak üzere üretilen mallar gibi işlem görm eleri gerekir.
Piyasa sistem indeki düzenlem e tam buydu. Emek adı altın­
da insan, toprak adı altında doğa satılabilir duruma geldiler;
em ek gücünün kullanım ı, ücret denen bir fiyat üzerinden her­
kesçe alınıp satılabiliyor, toprak kullanımı da rant denilen bir
fiyat karşılığında sağlanabiliyordu. Toprak için olduğu gibi,
em ek için de bir piyasa oluşm uştu ve her iki piyasada arz ve
talep, ücretler ve rantların düzeyine göre belirleniyordu; emek
ve toprağın satılm ak üzere ü retild ikleri efsanesi tu tarlılıkla
sürdürülüyordu. Böylece, değişik em ek ve toprak bileşim leri­
ne yatırılm ış serm aye, değişik dallardaki kazançlar arasında
otom atik olarak eşitlik sağlayabilecek biçim de, bir üretim da­
lından ötekine kayabiliyordu.
Kuramsal olarak üretim bu biçim de düzenlenebilirdi, ama
meta efsanesi, toprağın ve insanların kaderini piyasaya bırak­
manın onları yok etm ek olacağı gerçeğini göz ardı ediyordu.
Bu durumda karşıt hareket, piyasanın üretim faktörleri, yani
em ek ve toprak üzerindeki etkisini kısıtlamayı içeriyordu. Bu
müdahaleciliğin ana işleviydi.
Üretim düzeni de aynı türden tehditler altındaydı. Tehlikede
olan, fiyat düzeyindeki değişikliklerden etkilendikleri ölçüde,
tek tek sanayi, tarım ve ticaret işletm eleriydi. Çünkü bir piya­
sa sistem inde fiyatların düşm esi işleri bozuyor; eğer maliyetler
de aynı zamanda bir düşüş gösterm ezlerse, işi tasfiye etm ek
gerekiyordu. H albuki fiyat düşüşleri, m aliyetlerde genel bir
azalmaya değil, yalnızca para sistem inin düzenlenişine bağlı
olabilirdi. G erçekten de, göreceğim iz gibi, kendi kurallarına
göre işleyen bir piyasa çerçevesinde durum buydu.
İlke olarak, satın alma gücü piyasa tarafından yaratılıp dü­

192
zenleniyordu; bu, “para, m ik lan para işlevi gören m alların arz
ve talebi tarafından kontrol edilen bir metadır” dediğim iz za­
man (ünlü klâsik para kuram ı) söylem ek istediğimiz şeydi. Bu
doktrine göre para, yalnızca öteki metalardan daha ço k deği­
şim aracı olarak kullanılan, dolayısıyla özellikle değişim i ko­
laylaştırmak amacıyla elde tutulan bir metaya verilen addır. Bu
amaçla deri, sığır, deniz kabuğu veya altın kullanılıyor olm ası
önemli d eğildir; para işlevi gören n esn elerin değeri, bu n lar
yalnızca beslenm e, giyinm e, süslenm e veya diğer am açlar için
isteniyorlarmış gibi belirlenir. Eğer altın para olarak kullanıl­
ma durumundaysa, alım ın değeri, miktarı ve el değiştirişi aynı
öteki m etalar için geçerli olan kurallarca yönetilir. Herhangi
bir başka değişim aracı, paranın piyasa dışında -b a n k a la r ya
da hüküm et tarafın d an- yaratılm asını gerektirir, dolayısıyla da
piyasanın kendi kurallarına göre işleyişine bir m üdahale oluş­
turur. Burada can alıcı nokta, para olarak kullanılan m alların
diğerlerinden farksız oluşu, arz ve taleplerinin diğer m eıalann
durumunda olduğu gibi piyasa tarafından düzenlenişi, ve bu­
nun sonucunda, paraya dolaylı bir değişim aracı olarak kulla­
nılan bir m etanın özelliklerind en değişik ö zellik ler atfeden
bütün yaklaşım ların özünde yanlış oluşu. Buna göre altın para
olarak kullanıldığında, banknotlar, eğer böyle bir şey varsa, al­
tını temsil edeceklerdir. Ricardo okulu, para arzının İngiltere
Merkez Bankasınca bu doktrine göre düzenlenm esini istiyor­
du. G erçeklen de, para sistem ini “devlet m üdahalesinden" ko­
ruyacak ve böylece piyasanın kendi kurallarına göre işleyişini
başka bir yöntem düşünülem ezdi.
Dolayısıyla, iş alanında da, toplumun İnsanî ve doğal özüyle
ilgili duruma benzer bir durum geçerliydi. Kendi kurallarına
göre işleyen piyasa, aynı nedenlerden ötürü, bunların herbiri
'Çin bir tehlike oluşturuyordu. Ve çalışan insanı em ek gücüyle
ilgili meta efsanesinin sonuçlarından korum ak için iş düzenle­
meleri ve sosyal yasalar gerekliği gibi, doğal kaynaklan ve kır-
» I kesim kültürünü bu alanlardaki meta efsanesine karşı koru­
ma gerekliliği toprak yasalan ve tarımsal tarifeleri ortaya çıkar­
dığı gibi, aynı biçim de, sanayi işletm elerini ve diğer üretken iş­

193
letmeleri parayla ilgili meta efsanesinden korumak için merkez
bankacılığı ve para sisiem inin yönetilmesi gerekliydi. O naya çı­
kan paradoks, yalnız insanların ve doğal kaynakların değil, ka­
pitalist üretim düzeninin kendisinin de, kendi kurallarına göre
işleyen piyasanın yıkıcı etkisinden korunması gerekliliğiydi.
Şimdi yeniden çift yönlü hareket dediğimiz şeye dönelim.
Bu, toplumdaki iki düzenleyici ilkenin etkisi biçim inde karşı­
mıza çıkıyor; söz konusu olan, her biri belirli kurumsal am aç­
lara yönelm iş belirli sosyal güçlerin desteğinde, kendi belirli
yöntem lerini kullanan iki düzenleyici ilke. Bunların ilki, eko­
nom ik liberalizm ilkesivdi, kendi kurallarına göre işleyen bir
piyasanın kurulması am acına yönelm işti, ticaret yapan sınıfla­
rın desteğinde la issez-faire ve serbest ticareti yöntem leri olarak
kullanıyordu. İkincisi, sosyal koruma ilkesiydi. İnsan ve doğa­
nın, aynı zamanda da üretim düzeninin korunm asını am açlı­
yor, piyasanın yıkıcı etkilerinden doğrudan doğruya zarar gö­
ren çeşitli grupların -ö z e llik le çalışan sınıflar ve toprak sahip­
lerinin, ama yalnız onların d eğ il- desteğinden yararlanıyor ve
yöntem olarak koruyucu yasama, kısıtlayıcı cem iyetler ve di­
ğer müdahale araçlarını kullanıyordu.
Sınıf üzerinde durulm ası önem li. Toprak sahibi sınıflar, orta
sınıflar ve çalışan sınıflar tarafından topluma yapılan hizm et­
ler, ondokuzuncu yüzyıl sosyal tarihinin tümünü biçim lendir­
mişti. Bu sınıfların payları, toplum un içinde bulunduğu duru­
mun bütününden kaynaklanan çeşitli işlevleri yerine getirme­
ye hazır olup olm adıklarına göre dağıtılmıştı. Doğmakla olan
piyasa ekonom isini götürm eyi orta sınıflar üstlenm işti; iş ç ı­
karları üretim ve istihdam la ilgili genel çıkarlarla birlikle gidi­
yordu; pazarlar genişlerken yatırım yapmak kolaylaşıyor, top­
luluk yabancılarla başarılı bir biçim de rekabet edebildiğinde
ulusal para güvence altında bulunuyordu. Öte yandan, ticaret
yapan sınıfların elinde, işçinin fiziksel gücünün söm ürülm e-
sinden, aile yaşam ının y ıkılm ası, m ahallelerin çö k m esi, or­
manların yok olm ası, nehirlerin kirlenm esi, zanaatkârlık dü­
zeyinin düşm esi, halk g eleneklerinin çözülm esi, m esken ve
zanaat dahil olm ak üzere yaşamın genelde alçalıp bozulm asın­

194
dan doğacak tehlikeleri sezm elerine yardım edecek hiçbir araç
yoktu. Orta sınıflar, işlevlerini, kârların evrensel yararına dair
neredeyse dini bir inanç geliştirerek yerine getirdiler. Bu da
onları, iyi bir yaşam için üretimin artması kadar önem li başka
çıkarların koruyucuları olarak yetersiz kıldı. Pahalı, karmaşık
ve uzmanlaşmış m akinelerle üretim yapmayı uğraş edinm em iş
sınıfların şansı burada ortaya çıkıyor. Kabaca, ülkenin büyük
ölçüde insanlara ve toprağa bağlı olan savaşçı niteliklerini ko­
rum ak g örev i, to p rak sah ib i so y lu lar ve k ö y lü le re d üştü.
Em ekçi halk ise, sahipsiz kalm ış ortak insan çıkarlarının tem ­
silciliğini üstlendi. Ama her zaman, sosyal sınıflardan her biri,
bilinçsizce de olsa, yalnızca kendi çıkarlarını aşan bir grup ç ı­
karın savunucusu durumundaydı.
O ndokuzuııcu yüzyılın başından başlayarak -a rtık genel oy
hakkı iyice yayg ın laşm ıştı- işçi sınıfı devlet içinde etkili bir
unsur oluşturuyordu; öte yandan, artık yasama üzerindeki sor­
gulanmayan kontrollerini bir ölçüde yitirm iş olan orta sınıflar,
sanayideki öncülüklerinin içerdiği politik gücün bilincine var­
mışlardı. Piyasa sistem i büyük gerilim ler olmadan işlediği sü­
rece, etki ve gücün bu belirli dağılım ı sorun yaratm ıyordu;
ama sistem in içinden kaynaklanan nedenlerden ötürü durum
değişip sosyal sınıflar arasında gerginlikler baş gösterdiğinde,
çatışan tarafların hüküm eti ve iş dünyasını, devleti ve sanayii
bölüşüp kendi kaleleri durumuna getirm eleri, toplum için bir
tehlike oluşturmaya başladı. Toplumun iki canalıcı işlevi, siya­
sal ve ekonom ik işlevler, bölünm üş çıkarların çatışm asında
kullanılıyor ve istism ar ediliyordu. Yirm inci yüzyılın faşist
buhranı, böyle tehlikeli bir kilitlenm e sonucu ortaya çıktı.
O halde biz, ondokuzuncu yüzyıl sosyal tarihini biçim lendi­
ren hareketi bu iki açıdan özetlem ek istiyoruz. Bunlardan biri,
ekonom ik liberalizm ve sosyal korum acılık gibi iki düzenleyi­
ci ilkenin derin bir kurumsal gerilim e yol açan çatışm ası; İkin­
cisi de, birinciyle karşılıklı etkileşim içinde, buhranın felakete
dönüşm esine yol açan sın ıf mücadelesi.

195
12. Liberal İtikadın Doğuşu

Ekonom ik liberalizm, bir piyasa sistem i yaratmak üzere yola


çıkan bir toplumun düzenleyici ilkesiydi. Başlangıçta yalnızca
bürokratik olmayan yöntem lere doğru bir eğilim olarak doğ­
muş ve kendi kurallarına göre işleyen piyasada insanın dünye­
vî kurtuluşunu bulan gerçek bir in anç biçim inde gelişm işti.
B öylesine bir yobazlık, kendini adadığı am acın birden bire
güçleşm esinin sonucuydu: M asum insanlara çektirilen acıların
boyutunun ve yeni düzen kurulurken ortaya çıkan birbirine
bağlı uçsuz bucaksız değişikliklerin sonucu. Liberal inanç, her
tarafa yayılmış bir piyasa ekonom isinin ihtiyaçlarını karşıla­
mak üzere dinî bir şevk kazandı.
İM İssez-faire politikasının başlangıcını çoğu kez yapıldığı gi­
bi, bu ibarenin onsekizinci yüzyıl ortalarında Fransa’da ilk kul­
lanılışında aramak bütünüyle yanlış olur: Bu tarihten iki nesil
sonrasına kadar, ekonom ik liberalizmin yer yer görülen bir eği­
limden başka bir şey olmadığını rahatça söyleyebiliriz. Ancak
1820’ye gelindiğinde üç klasik ilkeyi temsil etmeye başlamıştı:
Emeğin fiyatının piyasada belirlenm esi, paranın otom atik bir
mekanizma yardımıyla yaratılması, malların engellenmeden ve
ayrıcalık tanınmadan ülkeler arasında özgürce hareket edebil­
mesi. Kısaca, em ek piyasası, altın standardı ve serbest ticaret.

196
François Quesnay’nin böyle bir dünyayı gözünün önüne ge­
tirebildiğini d üşünm ek, hayal kurm aktan farksız olur. Mer-
kantilist bir dünyada fizyokratların bütün istedikleri çiftçiler,
kiracılar ve toprak sahiplerine daha çok gelir sağlam ak ama­
cıyla tahıl ihracatının serbest bırakılm asıydı. Bunun dışında,
doğal düzenleri (ordre natu rel), sanayi ve tanm ın her şeye ka­
dir b ir h ükü m et tarafınd an d üzenlenm esi için g eliştirilm iş
yönlendirici ilkelerden ibaretti. Q uesnay’nin Mafesim’leri bu
tür bir hüküm ete, Tablo’nun ilkelerini, düzenli olarak hazırla­
mayı te k lif etliği istatistik veriler yardım ıyla, pratik politika
alanında uygulamak için gerekli görüşler sunm ayı am açlıyor­
du. Kendi kurallarına göre işleyen piyasalar sistem i fikri, aklı­
nın köşesinden bile geçm em işti.
İngiltere’de de la is s e z -fa ir e dar anlam ında kullanılıyordu ;
söylenm ek istenilen üretim in düzenlem elerden bağım sız o l­
masıydı; ticaret bunun dışında bırakılıyordu. Pam uk sanayii,
devrin m ucizesi, önem siz bir konumdan ülkenin önde gelen
ihracat sanayii konum unu alm ıştı. G enelde desenli pam uklu­
ların ihracatı yasalarla engelleniyordu, iç piyasanın geleneksel
üstünlüğü sürm ekle birlikle, patiska ve müslin ihracatına izin
verilmişti. Korum acılık öylesine yerleşmişti ki, 1 8 0 0 ’de M anc­
hester pamuk sanayicileri, bunun kendileri için iş kaybına yol
açacağını bile bile, pamuk ipliği ihracatının yasaklanm asını is­
tediler. I7 9 1 ’de pamuklu kumaş üretiminde kullanılan m aki­
nelerin ihracatına konulan yasakların model ve desenlerin ih­
racatına da uygulanmasını öngören bir yasa kabul edildi. Pa­
muk sanayiinin ihracatının serbesL ticareL ilkeleri efsaneden
başka bir şey değil. Sanayiin bütün istediği üretime uygulanan
düzenlem elerden bağım sız olm aktı; değişim alanında özgür­
lük hâlâ bir tehlike olarak görülüyordu.
Üretim de özgürlüğün doğal olarak teknoloji alanının sın ır­
larını aşıp em ek istih d am ın a yayılacağı sö y len e b ilir. Ama
M anchester'ın özgür em ek talepleri çok sonra ortaya çıkm ıştı.
Pamuk sanayii h içbir zaman Zanaatkarlar Yasasına bağlı o l­
mamış ve dolayısıyla, ne yıllık ücret belirlem elerinden ne de
Çıraklık kurallarından etkilenm em işti. Ö te yandan, daha so n ­

197
raki liberallerin şiddetle karşı çıktıkları eski Yoksullar Yasası
sanayicilerin yarannaydı; bu yasa yalnız onların kilise yetki
alanındaki çıraklardan yararlanm alarını sağlamıyor, aynı za­
manda da işsizlerin yükünü kamu kaynaklarına yükleyerek
işten çıkarılan işçilerin sorum luluğundan kurtulm alarına yar­
dım ediyordu. Pamuk sanayiinde Speenlıam land bile başlan­
g ıçta ters te p k ilere yol a çm a m ıştı; yard ım ın m oral etk isi
em ekçinin üretim kapasitesini düşürmediği sürece, sanayi, ai­
leye sağlanan desteği ticaretteki büyük dalgalanm aların ge­
rektirdiği yedek işsizler ordusunun varlığını sürdürebilm esi­
nin bir yolu olarak görm üş olabilir. Tarımda istihdam ın hâlâ
bir yıl süreyle sınırlı olduğu bir durum da, bu tür hareket ser­
bestisine sahip bir em ek kaynağının ticaret artışı dönem lerin­
de sanayiin hizm etine hazır bulunm ası son derece önemliydi.
Bu, sanayicilerin em eğin fiziksel hareketliliğini sınırlayan İs­
kan Yasasına yönelttikleri saldırıları açıklıyor. Gene de yasa­
nın yürürlükten kalkması 1 7 9 5 ’ten önce gerçekleştirilem edi,
o zaman da yerini. Yoksullar Yasası’mn daha da paternalist bir
uygulamasına bıraktı. Sefalet hâlâ kırsal kesim ve kırsal ke­
sim eşrafı için önem li bir sorun oluşturuyordu, Burke, B en ı-
ham ve M althus gibi Speenham land’m şiddetli muhalifleri b i­
le kendilerini sanayileşm enin tem silcileri değil, kırsal kesim ­
de doğru idari ilkeler geliştirilm esine katkıda bulunan kim se­
ler olarak görüyorlardı.
E konom ik liberalizm in bir cihat tutkusuyla ortaya atılıp la-
is s ez -fa ire’in m ilitan b ir in an ç durum una gelm esi 1 8 3 0 ’dan
sonra gerçekleşti. Sanayici sınıf, geçim ini yaptığı işle sağlayan
bir sanayi işçisi sınıfının ortaya çıkm asını engellediği için Yok­
sullar Yasasının ortadan kaldırılm asına uğraşıyordu. Bir özgür
em ek piyasası oluşturulm ası girişim inin büyüklüğü ve gelişme
kurbanlarının içine itildikleri sefaletin boyutları, artık iyice or­
tadaydı. Dolayısıyla 1 8 3 0 ’lu yılların başında havada kesin bir
değişiklik seziliyordu. Tow nsend’in T e fin in 1817 baskısının
önsözünde, yazarın Yoksullar Yasalanna karşı çıkışı ve bunla­
rın bütünüyle ortadan kaldırılm asını talep edişindeki ileri gö­
rüşlülük övülüyor, ama aynı zamanda editörler, yoksullar evi

198
dışında verilen yardımın on yıl gibi kısa bir süre içinde yürür­
lükten kalkması talebindeki aceleciliğe karşı okuru uyarıyor­
lardı. Ricardo’nun aynı yıl yayınlanan llkeler'i (Principles o f
Political Econom y and Taxation), yardım sistem inin kaldırıl­
ması gerekliğini vurguluyor, ama bunun yavaç yavaş gerçek­
leşmesi gerektiği üzerinde duruyordu. Adam Sm ith’in öğrenci­
lerinden Pitl, böyle bir yöntem e, suçsuz günahsız insanların
bu yüzden çekeceği acıları düşünerek karşı çıkıyordu. 1 8 2 9 ’da
Peel, hâlâ, “yardım sistem ini kademe kademe yürürlükten kal­
dırm aktan başka bir yol b u lu n ab ileceğ in d en ” kuşkuluydu.
G ene de, 1 8 3 2 ’de orta sın ıfların kazandığı siyasal zaferden
sonra, Yoksullar Yasasını yürürlükten kaldıran tasan en aşırı
biçimiyle kabul edilip hiçbir geçiş süresi tanınmadan yürürlü­
ğe girdi. L a issez-faire uzlaşmaya yer verm eyecek şiddette bir
akışın içindeydi artık.
Ekonom ik liberalizmin buna benzer biçim de akadem ik bir
ilgiden sınırsız bir eylem konusuna yükselişi, ekonom inin di­
ğer iki alanında da yeraldı: para ve ticaret. Kesin çözüm ler dı­
şında hiçbir şeyin yararlı olamayacağı anlaşıldıktan sonra, bu
iki alanda da laissez -faire tutkuyla savunulan bir inanç duru­
muna geldi.
Para k on u su İngiliz loplum un un k arşısın a ilk kez hayal
pahalılığı biçim inde çık tı. 1 7 9 0 ve 1815 yılları arasında fiyat­
lar iki kat arttı, gerçek ücretler düştü ve ticaret döviz d arlı­
ğından etkilendi. Ama sağlam para, 1825 paniğine kadar eko­
nomik liberalizm in ilkelerinden biri durum una gelm edi; yani
Ricardo ilkeleri, mali telefatın sonsuz artışına karşın “sta n ­
dardın” korunm asına yol açacak biçim de p olitikacıların ve iş
adam larının için e işleyinceye kadar. Bu, altın stand ard ının
o to m atik y ö n len d irm e m ek an izm asın a d uyulan sarsılm az
inancın başlangıcıydı. Bu olmadan piyasa sistem inin yerleşe-
nreyeceği kesindi.
Uluslararası serbest ticaret de aynı derece önem li bir inanç
konusuydu. Bunun an lam ı, In g iltere'n in yiyecek ih tiy acın ı
karşılamak için kendini dış kaynaklara bağımlı kılacağıydı; ge­
rekirse tarımını feda edip, pek iyi tanım lanm am ış bir gelecek

199
dünya birliğinin parçası olacağı yeni bir yaşam biçim ini kabul
etmesiydi; bu dünya topluluğunun barışçı bir topluluk olması
veya donanm anın gücüne dayanarak Büyük Britanya açısın ­
dan güvenli kılınm ası gerektiğiydi; ve Ingiliz ulusunun kendi
üstün yaratıcılığı ve üreticiliğine duyduğu inançla sanayideki
sürekli çözülm eleri göğüsleyeceğiydi. Bununla birlikte, eğer
bütün dünyada üretilen tahıl serbestçe İngiltere’ye girebilirse,
ülke fabrikalarının rahatça bütün dünyada rekabet üstünlüğü
sağlayabileceğine inanılıyordu. Bu alanda da, gerekli kararlılı­
ğın ölçüsünü belirleyen, ön erin in çapı ve bunun bütünüyle
kabul edilm esinin içerdiği riskin büyüklüğüydü. Gene de öne­
rinin tam amının kabul edilmesi dışında her şey kesin bir yı­
kım demek olurdu.
L asisez-faire dogmasının ütopik yönleri, tek tek ele alındık­
larında tam olarak anlaşılamazlar. Üç ilke -rek ab etçi em ek pi­
yasası, otom atik altın standardı ve uluslararası serbest tica reı-
bir bütün oluştururlar. Bunlardan birini gerçekleştirm ek için
girişilen özveriler, öteki ikisinin aynı zamanda gerçekleşm edi­
ği durumda, yararsız, hatta zararlı olacaktır. Ya hep ya hiç.
Ö rneğin, altın standardının, ölüm cül bir deflasyon ve belki
de panik durumunda tehlikeli bir para darlığı anlam ına gele­
ceğini herkes görebilirdi. Bu durumda sanayici ancak kâr ede­
bileceği fiyatlarla üretim hacm ini sürekli artırarak yıkımdan
kurtulmayı um abilirdi (başka bir deyişle, ücretlerin, durm a­
dan genişleyen bir dünya piyasasından yararlanmayı sağlaya­
bilecek biçim de, en azından fiyat düşüşlerine eşit bir oranda
düşm esi g erekliydi). D olayısıyla 1 8 4 6 ’da H ububat Yasasına
karşı çıkarılan tasan, 1846 Peel Banka Yasasının bir bölüm üy­
dü; ikisi de 1 8 3 4 Yoksullar Yasası değişikliğinden beri açlık
tehdidi altında gücünün sonuna kadar çalışm ak durumunda
kalan bir işçi sınıfının varlığına, dolayısıyla ücretlerin tahıl fi­
yatlarınca belirlenm esine bağlıydı. Bu üç büyük önlem , kendi
içinde tutarlı bir bütün oluşturuyorlardı.
Artık ekonom ik liberalizm in yeryüzüne yayılışını bir bakışta
görebiliriz. Bu akıllara durgunluk veren mekanizm anın işleyi­
şini ancak dünya düzeyinde kendi kurallarına göre işleyen bir

200
piyasa sağlayabilirdi. Emeğin fiyatı, bulunan en ucuz tahıl ta­
rafından belirlenm ediği sürece, korunmayan sanayi kollarının
toplum un kendi rızasıyla kabul ettiği efendinin, altının, baskı­
sı altında çökm eyeceğini kim se garanti edem ezdi. O ndoku-
zuncu yüzyılda piyasa sistem inin yayılışı, uluslararası serbest
ticaretin yayılması, rekabetçi em ek piyasası ve altın standar­
dıyla eş anlamlıydı; bunların hepsi-birbirine bağlıydı. Bu m a­
ceranın büyük tehlikeleri anlaşılır anlaşılmaz ekonom ik libe­
ralizmin bir dünya dini durumuna gelm esine şaşm am ak gerek.
L aissez-faire'in hiçbir doğal yanı yoklu; işler oluruna bıra­
kılm ış olsa, serbest piyasalar hiçbir zaman ortaya çıkam azlar­
dı. Serbest ticaret sanayilerinin önde geleni pam uk sanayiinin
güm rük tarifeleri, ihracat primleri ve dolaylı ücret desteklem e­
leri yardımıyla kurulm ası gibi, laissez-faiıe'in kendisi de devlet
tarafından uygulanmıştı. Otuzlu ve kırklı yıllar, yalnızca kısıt­
layıcı düzenlem eleri ortadan kaldıran yasaların sayısında bir
patlamaya değil, aynı zamanda devletin idari işlevlerinde m üt­
hiş bir artışa da tanık oldu. Liberalizm taraftarlarının belirledi­
ği görevleri yerine getirm ek için devlet artık m erkezî bir bü­
rokrasiyle donanm ıştı. Tipik bir faydacı açısından, ekonom ik
liberalizm en çok sayıda insanın en büyük m utluluk düzeyine
erişebilmesi için uygulanması gereken bir sosyal projeydi; lais-
sez -faire bir şeyi ele geçirm ek için kullanılan bir yöntem değil,
ele geçirilecek şeyin kendisiydi. Doğru, yasama doğrudan doğ­
ruya hiçbir şey başaramazdı, yapabileceği, zararlı kısıtlamaları
ortadan kaldırm aktı. Ama bu hüküm et, özellikle dolaylı ola­
rak, hiçbir şey yapamaz demek değildi. Aksine, faydacı liberal
hüküm eti m utluluk am acının elde edilm esinde çok önem li bir
araç olarak görüyordu. Bentham , maddî refah açısından, yasa­
m anın etkisinin “polis h izm etinin” bilinçsiz katkısı yanında
“hiç kaldığına” inanıyordu. Ekonom ik barış için gerekli üç şey
-is te k , bilgi ve g ü ç - içinde, bireylerin sahip olduğu yalnızca
istekti. Bentham , hüküm etin bilgi ile gücü bireylere göre çok
daha kolay y önetebileceğini anlattı. İstatistik ve bilgi topla­
mak, bilim ve deneyimi teşvik etm ek, ayrıca hüküm et alanın­
da hedefe varmak için gerekli sayısız aracı ortaya koym ak, yü-

201
Tütmenin göreviydi. Bentham cı liberalizm , parlam ento faali­
yetlerinin yerlerini idare organlarının faaliyetlerine bırakm ala­
rı anlamına geliyordu.
Buna da fazlasıyla yer vardı. Ingiltere’de gericilik, Fransa'da
olduğu gibi idari yöntem lerle yönetilm iyor, yalnızca siyasal
baskıyı uygulamaya koym ak için parlam ento kararlarından
yararlanıyordu. "1 7 8 5 ve 1 8 1 5-1820 devrimci hareketleri idari
yöntem lerle değil parlam entonun çıkardığı yasalarla bastırıl­
mıştı. Gözaltında tutma yasalarının (habeas corpus act) yürür­
lükten kalkışı. M uhbirlik Yasası ve 1 8 1 9 ’un ‘Allı Yasası’, açıkça
baskı yöntemleriydi; ama bunlarda idareye Avrupai bir biçim
verm e çabasına rastlam ıyoruz. Kişisel özgürlükler, ortadan
kaldırıldıkları ölçüde, parlamento yasaları ve bu yasaların uy­
gulanması yoluyla ortadan kaldırılıyorlardı.”’
1 8 32’de durum bütünüyle idari yöntemlere ağırlık verecek
biçim de d eğiştiğin d e, ek o n o m ik liberaller henüz h ü k ü m et
üzerinde fazla etki sahibi değillerdi. “1832’den sonraki döne­
mi belirleyen yasama faaliyetlerinin sonucu, son derece kar­
maşık bir idari m ekanizm anın parça parça bir araya getirilip
kurulmasıydı. Bu mekanizma sürekli onarılm ak, yenilenm ek,
yeniden kurulm ak ve modern sanayinin fabrikaları gibi yeni
g erek sin im lere uyum sağlam ak ih tiy acı için d e y d i.”2 B en t-
ham ’ın m uhteşem P a n o p lico n ’u, onu n bu kişisel ütopyası,
merkezinden gardiyanların en yüksek sayıda mahkumun ka­
mu açısından en az masraflı bir biçim de en etkin denetim ini
sağladıkları yıldız biçim inde bir yapıydı. Aynı biçim de, faydacı
devletle Bentham ’ın en sevdiği ilke, “denetilebilm e” ilkesi, te­
pedeki yetkilinin yerel idarenin bütününü etkin bir kontrol al­
tında tutabilmesini sağlıyordu.
Serbest piyasaya giden yol, merkezî bir biçim de düzenlenen
ve kontrol altında tutulan sürekli bir müdahaleciliğin sınırsız
artışından geçiyordu. Adam Sm iıh’in “basit ve doğal özgürlü­
ğünü” insan toplumuyla uyumlu kılmak son derece karışık bir

1 R e d lich ve I first. S ., luocal G o v e rn m e n t in England, c. 11., s. 2 4 0 , Z ik red en Dicey,


A.V., 1m w a n d O p in ion in England, s. 3 0 5 .
2 lib e ri. L eg isla tiv e M eth od s, s . 2 1 2 - 3 , Z ik red en Dicey, A.V., o p . cil.

202
işti. Sayısız toprak çevrilm esi yasalarının getirdiği karm aşık
düzenlemeler, K raliçe Elizabeth’in yönetim inden beri ilk kez
merkezî yetkililer tarafından denetlenen yeni yoksullar yasası
uygulamalarındaki bürokratik kontrolün genişliği, veya bele­
diye reformunu başarmak için gereken İdarî tasarruf artışları,
hep buna tanıklık ediyorlar. Ama hüküm et m üdahalesinin bü­
tün bu kaleleri, toprak, em ek veya yerel idari alanındaki gibi,
özgürlüğün örgütlenebilm esi için kuruluyordu. B eklen en in
aksine, em ek tasarruf eden makiııaların insan em eği kullanı­
mını azaltmayıp çoğalttıkları gibi, serbest piyasaların yerleş­
mesi de kontrol, m üdahele ve düzenlem eleri ortadan kaldıra­
cağına, bunların etki alanını sonsuz genişletm işti, idareciler,
sistem in serbestçe işleyebilm esi için sürekli tetikte bulunm ak
zorundaydılar. D olayısıyla, devleti gereksiz görevlerden kur­
tarmayı en çok isteyenler, felsefelerinin tümü devlet faaliyetle­
rinin kısıtlanm asını öngörenler bile, devlete laissez-faire'i yer­
leştirm ek için gerekli yeni güçler, organlar ve araçlar yükle­
mekten başka çare bulamıyorlardı.
Bu paradoksun üzerine başka bir paradoks daha yüklenm iş­
ti. L aissez-faire ekonom isi bilinçli devlet m üdahalesinin sonu­
cu olmakla birlikte, la issez -faire'in bunu izleyen kısıtlam aları
kendiliğinden ortaya çıkm ıştı. L aissez-faire planlı bir gelişmey­
di, planlama ise öyle değildi. Bu önerm enin ilk yarısının doğ­
ruluğu, yukarıdaki açıklam alarla gösterildi. Tarihte de yürüt­
menin bilinçli bir biçim de hüküm et kontrolünde uygulanan
bir politikaya hizmet amacıyla kullanılm asının en açık örneği­
ni, laissez-faire'in ihtişam dönem indeki Bentham ’cı uygulama­
larda buluyoruz. Ö nerm enin ikinci yarısını ilk tartışan, ünlü
liberal Dicey olm uştu. Dicey, “anti-laissez-faire”in, ya da kendi
deyişiyle, 1 8 6 0 ’lı yılların sonuna doğru İngiliz kam uoyunda
kendini gösterm eye başlayan “k o llek ıiv ist” eğilim lerin, kay­
naklarını incelem eyi iş edinmişti. Bu eğilime yasaların kendi­
lerinden başka h içbir yerde rastlanam am ası onu şaşırtm ıştı.
Daha doğrusu, böyle bir eğilimi yansıttıkları düşünülen yasa­
ların ö n cesin d e, kam uoyunda h içb ir “k o lle k tiv ist” eğilim e
rasılanamıyordu. Daha sonraki “kollektivist” görüşlere gelin-

203
ce, Dicey onların “k ollektivist” yasam anın kendisinden kay­
naklanm ış olabileceklerini öne sürdü. Derin araştırm asının so ­
nucunda ortaya çıkan, 1870 ve 1880’li yılların kısıtlayıcı yasa­
larından soru m lu o lan ların , devletin işlevlerini genişletm ek
veya bireyin özgürlüklerini kısıtlam ak gibi bilinçli bir niyete
kesinlikle sahip olm adıklarıydı. 1 8 6 0 ’tan sonraki yarım yüz yıl
boyunca geliştiği biçim iyle, kendi kurallarına göre işleyen pi­
yasaya karşı girişilen hareketin, kendiliğinden, belirli görüş-
lerce yönlendirilm em iş, yalnızca pragmatik bir yaklaşım la ger­
çekleştirilm iş bir hareket olduğu görülüyor.
Ekonom ik liberallerin bu görüşe şiddetle karşı çıkm aları ge­
rekir. Sosyal felsefelerinin tek dayanağı, laissez -faire’in doğal
bir gelişme olduğu, oysa daha sonraki laissez -faire karşıtı yasa­
manın liberalizm düşm anlarının bilinçli çabası sonucu ortaya
çıktığı fikridir. Bugün liberal tutum un doğruluğu veya yanlış­
lığına, söz konusu çifte hareketin bu birbirini dışlayan yorum ­
larına bakarak karar verilebileceğini söylersek, durumu abart­
mış olmayız.
Spencer ve Sumner, M ises ve Lippmann gibi liberal yazarlar
çifte hareketi bizim anlattığım ız gibi anlatıyor, ama ona bütü­
nüyle değişik bir yorum getiriyorlar. Bizim görüşüm üze göre,
kendi kurallarına göre işleyen piyasa ütopik bir fikirdi ve iler­
lemesi toplum un gerçekçi bir biçim de kendini korum asıyla
durduruldu. O nların görüşüne göre, korum acılığın tüm ü, sa­
bırsızlık, aç gözlülük ve dar görüşlülükten kaynaklanan bir
hataydı, bu hata yaptlmasaydı piyasa kendi güçlüklerini çöze­
bilecekti. Bu iki görüşten hangisinin doğru olduğu belki de
yakın sosyal tarihin en önem li sorunu; ekonom ik liberalizmin
toplum un temel düzenleyici ilkesi olm a yolundaki iddiaları
konusunda alınacak karar bu sorunun çözüm lenm esine bağlı.
Konuyu aydınlatacak gerçeklere dönm eden ö n ce, konunun
daha açık bir biçim de ortaya konulm ası gerekiyor.
Geriye bakıldığında, çağımız kendi kurallarına göre işleyen
piyasanın öm rünü tamamladığı çağ olarak değerlendirilecek.
1 9 20’li yıllar ekonom ik liberalizm in saygınlığın zirvesine ulaş-
tığı yıllardı. Yüz milyonlarca insan enflasyonun kam çısı altın­

204
da inliyor, sosyal sınıflar ve uluslar bir bütün halinde m ülk-
süzleşiyorlardı. Ulusal para dengesinin sağlanması halklar ve
hüküm etler için politik düşüncenin odak noktasını oluşturu­
yordu; altın standardına dönülm esi, ekonom i alanındaki bü­
tün örgütlü çabalann en önem li aınacı durumuna gelm işti. Dış
borçların ödenm esi ve para değerinin dengesi, siyasette akılcı­
lığın temeli olarak görülüyordu ve parasal saygınlığı sağlamak
için göze alınm ası gereken hiçbir kişisel acı, ulusal egem enli­
ğin karşılaşacağı h içbir tehlike, kabul edilemez bir özveri ola­
rak değerlendirilmiyordu. Deflasyonla işlerini kaybeden işsiz­
lerin çektikleri sık ın tı, beş kuruş verilm eden işlerine son veri­
len kamu görevlilerinin sefaleti, hatta ulusal haklardan vazge­
çilmesi ve anayasal hakların yitirilm esi, dengeli bütçe ve sağ­
lam para gibi am açların, ekonom ik liberalizm in bu ön koşulla­
rının, elde edilebilm esi için ödenen kabul edilebilir bir bedel
olarak görülüyordu.
Otuzlu yıllarda, yirm ili yılların m utlak inançlarının sorgu­
landığı görüldü. Para değerinin korunduğu ve bütçe dengesi­
nin sağlandığı birkaç yılın ardından, en güçlü iki ülke, Birleşik
D evletler ve Büyük Britanya, karşılaştıkları g ü çlü kler son u ­
cunda altın standardını terk edip ulusal paralarını yönlendir­
meye g iriştiler. U lu slararası b o rçlar toptan red d ed iliy or ve
ekonom ik liberalizm in temel ilkeleri, en zengin ve en saygın
uluslar tarafından hiçe sayılıyordu. Otuzlu yılların ortalarına
doğru, Fransa ve hâlâ altın standardına bağlı kalan diğer bazı
ülkeler Büyük Britanya ve Birleşik Devletler hazine yönetim le­
rince, yani liberal inancın eski bekçileri tarafından, zorla stan­
dardı terketm eye itildiler.
Kırklı yıllarda ekonom ik liberalizm daha da kötü bir yenil­
giye uğradı. Büyük Britanya ve Birleşik Devletler, parasal tutu­
culuğu bırakm akla birlikte, sanayi ve ticarette, ekonom ik ya­
şam larının genel düzeni içinde liberalizmin ilke ve yöntem le­
rine bağlı kalmışlardı. Bunun savaşı hızlandıran ve savaşmayı
güçleştiren bir unsur olduğu anlaşılacaktı. Çünkü ekonom ik
liberalizm , d iktatörlü klerin ekonom ik felaketlerle so n u çlan ­
maya m ahkum olduğu inancını yaratmış ve sürdürm üştü. Bu

205
inanç yüzünden ulusal para değerinin kontrol edilmesi ve ti­
caretin yönlendirilm esinin sonuçlarım en geç görenler, durum
geregi kendileri de bu yöntem leri kullandıkları zaman bile,
dem okratik hüküm etler oldu. Ayrıca ekonom ik liberalizm in
mirası bütçe dengesi ve serbest ticareti korum ak adına zam a­
nında silahlanmayı engelledi; denk bir bütçe ve serbest ticaret
savaş içinde ekonom ik gücün tek güvenilir temeli olarak gö­
rülüyordu. Büyük Britanya'da, ortodoks bütçe ve para politi­
kaları, topyekûn savaşla karşı karşıya bir ülkede, sınırlı katıl­
ma gibi geleneksel bir stratejik ilkenin benim senm esine yol
açtı; Birleşik D evletlerde petroldekiler ve alüm inyum dakiler
türünden çıkarlar, liberal ticaret tabularını siper alarak, sana­
yide karşılaşılabilecek bir acil duruma hazırlanılmasına başa­
rıyla karşı çıktılar. Ekonom ik liberaller yanlışlarında bu derece
inalla direnm em iş olsalardı, insanlığın liderleri de, özgür in­
san kitleleri de çağın felaketini daha hazırlıklı karşılayabilir,
halta belki de bu felaketi engelleyebilirlerdi.
Bütün uygar dünyayı kapsayan sosyal düzenin tem elleri,
yalnızca on yıl için d e ortaya çıkan olaylarla sarsılm am ıştı.
Hem Büyük Britanya’da hem de Birleşik Devletler’de, m ilyon­
larca ticaret birim inin varlığı laissez-Jaire ilkesinden kaynakla­
nıyordu. Bu ilkenin bir alanda korkunç bir biçim de bozguna
uğramış olması, diğer alanlardaki etkisini yok etmiyordu. Hat­
ta, kısmen çökm üş olması etkisini daha da güçlendirm iş olabi­
lir, çünkü bu, savunucularına ilkelerinin bütünüyle uygulan­
m amasını la issez -faire’in karşılaştığı bütün güçlüklerin nedeni
olarak öne sürebilm e olanağı veriyordu.
Aslında bu, bugün de ekonom ik liberalizm in elinde kalan
lek savunma yöntem i. Savunucuları, liberalizmi eleştirenlerin
önerdiği politikalar olm asa sistem in bütün vaatlerini yerine
getirebileceği fikrini sayısız biçim de öne sürüp duruyorlar; ba­
şımıza gelen belalara rekabetçi sistem ve kendi kurallarına gö­
re işleyen piyasanın değil, bu sistem e yapılan müdahalelerin
neden olduğu durmadan yineleniyor. Ve bu görüş, yalnız son
zamanlardaki ekonom ik özgürlük kısıtlamalarında değil, on-
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında sistemi yayma hareketle­

206
rine karşı bu tür bir ekonom inin serbestçe işlem esini engelle­
yen ısrarlı bir hareketin tartışılm az g erçekliğind e de destek
buluyor.
Böylece ekonom ik liberal, şimdiki zamanı geçm işle tutarlı
bir bütün içinde birleştiren bir senaryo geliştirmeyi başarabili­
yor. Başarabiliyor, çünkü gerçekten de kim hüküm etin iş ala­
nına müdahalesinin güveni sarsacağını yadsıyabilir? Kim yasa­
ların sağladığı işsizlik yardım ının bazı durum larda işsizliği
artırabileceğini yadsıyabilir? Veya kamu faaliyetlerinin olu ş­
turduğu rekabetten özel sektörün zarar görebileceğini? Bütçe
açıklarının özel yatırım ları tehlikeye atabileceğini? Patem aliz-
m in girişim ciliğ i baltalam a eğilim ini? B ütün bu n lar bugün
için doğru olduğuna göre, geçm işte de doğru olm alı. 1 8 7 0 ’li
yıllarda Avrupa’da başlayan genel sosyal ulusal korum acılık
akım ının ticareti engelleyip kısıtladığından kim kuşku duyabi­
lir? Kim işletm e yasaları, sosyal sig o n a, yerel ticaret, sağlık
hizm etleri, belediye hizm etleri, güm rük tarifeleri, ticaret prim­
leri ve desteklem eleri, eğer insanların, malların ve ödem e kay­
naklarının daha dolaylı kısıtlam alarından söz etm ezsek, kartel
ve tröstler, göçe, serm aye hareketlerine ve ithalata k onu lan
ambargoların, rekabetçi sistem in işleyişine, ticaret bunalım la­
rının uzamasına, işsizliğin daha ciddi bir durum alm asına yol
açarak, mali bunalım ları derinleştirerek, ticareti kısıtlayarak ve
piyasanın kendi kurallarına göre işleyen m ekanizm asına zarar
vererek, sayılarınca engel oluşturduklarından kuşku duyabi­
lir? Liberal şunu vurgular: Bütün dertlerin tem elinde, ondoku-
zuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinden beri sosyal, ulusal ve te­
kelci korum acılığın uyguladığı istihdam , ticaret ve paraya ya­
pılan bu m üdahaleler yatmaktadır; eğer işçi sendikaları ve işçi
partilerinin tekelci sanayiciler ve tarım çıkarlarıyla kurduğu
korkunç ittifak, dar görüşlü bir açgözlülükle ekonom ik özgür­
lükleri kısıtlam aya yönelen bir güç birliği olm asaydı, dünya
bugün hem en hemen otom atik bir biçim de maddi refah yara­
tan bir sistem in meyvelerini topluyor olacaktı. Liberal öncüler,
ondokuzuncu yüzyıl trajedisinin, insanın ilk liberallerin ilha­
mına vefasızlık etm esine bağlı olduğunu yinelem ekten hiç yo­

207
rulmazlar; atalarımızın cöm ert atılım ınm , m illiyetçilik ve sınıf
savaşının doğurduğu tutkular, çıkarlar, tekeller yüzünden, ve
hepsinden çok, çalışanların sınırlanm am ış ekonom ik özgürlü­
ğünün sonuçta bütün insan çıkarlarına, dolayısıyla kendi ç ı­
karlarına uygun sonuçlar vereceği gerçeğini göremem eleri yü­
zünden başanya ulaşamadığım da yinelem ekten usanmazlar.
Böylece büyük bir entellekıüel ve ahlâkî ilerlem enin, kitlelerin
entellektüel ve ahlâkî zayıflıkları yüzünden başarısızlığa uğra­
dığı, aydınlanma ruhunun başarısının bencillik güçleri tarafın­
dan yok edildiği öne sürülür. Dar bir biçim de özetlendiğinde,
liberalin savunması budur. Bu çürütülm edikçe, tartışmalarda
söz sahibi olmayı sürdürecektir.
Şimdi konunun üzerinde duralım. Piyasa sistem ini yaymayı
amaçlayan liberal hareketin, bu sistem i kısıtlamaya yönelik bir
karşıt hareketle karşılaştığında görüş birliğine varıyoruz; as­
lında bu varsayım bizim çifte hareket tezimizin tem elini oluş­
turuyor. Ama biz, kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistem i
fikrinin özündeki saçm alığın sonunda toplumu yok edeceğini
söylerken, liberal, pek çok değişik unsurun büyük girişimi en­
gellediğini öne sürüyor. Liberal harekele karşı böyle açık bir
engellem e çabasının varlığına ilişkin kanıt bulunam adığı için
de, pratikte aksi kanıılanam ayacak üstü kapalı eylem lere sı­
ğınm ak durum unda kalıyor. Bu, 1 8 7 0 ’li ve 1 8 8 0 ’li yılların
olaylarıyla ilgili bütün liberal yorum ların paylaştığı, anti-libe-
ral kom plo efsanesini oluşturuyor. Çoğunlukla milliyetçiliğin
ve sosyalizmin yükselişi, sahnenin değişmesinde temel belirle­
yici olma rolünü üstleniyor; sanayici birlikleri ve tekelciler, ta­
rım kesim indeki çıkar grupları ve işçi sendikaları da, oyunun
kötü kişileri. Bu en ruhanî biçim indeki liberal d oktrin, top­
lumda aydın zekânın çabalarını durduran diyalektik bir yasa­
nın eylemleri üzerinde dururken, en kaba saba biçim indeki de
mııdaheleciligin sözde sorum lusu olarak siyasal demokrasiye
karşı bir saldırıya dönüşüyor.
G erçekler liberal tezi belirleyici bir biçim de yalanlıyorlar.
A nti-liberal kom plo yalnızca bir uydurma. Kollektivist karşı
hareketin aldığı sayısız biçim , uyum halindeki çıkarların sos­

208
yalizme veya m illiyetçiliğe olan eğilim lerinin değil, yayılan pi­
yasa m ekanizm asından etkilenen hayatî bazı sosyal çıkarların
daha geniş bir alana yayılm asının sonucuydu. Bu, piyasa me­
kanizmasının yayılm asının gerektirdiği, tem elde pratik nitelik­
li yaygın tepkileri açıklıyor. Bu süreç içinde entelîeklüel m o­
dalar h içbir rol alm am ıştı; dolayısıyla, liberalin, anti-liberal ge­
lişmenin ardındaki güç olarak değerlendirdiği ön yargılara bu­
rada hiçbir yer yoktu. 1 8 7 0 ’li ve 1880’li yıllarda, orıodoks libe­
ralizmin so n bulduğu ve bu gü nün bü tü n ana so ru n la rın ın
kaynaklarının bu dönem de aranabileceği doğru olm akla b ir­
likte, sosyal ve ulusal korum acılığa geri dönüşüne kendi ku­
rallarına göre işleyen piyasa m ekanizm asının özündeki zayıf­
lıklar ve tehlikelerin ortaya çıkışından başka bir neden aram ak
bütünüyle yanlış. Bunu birkaç yoldan gösterebiliriz.
İlk önce, önlem alınan alanların baş döndürücü çeşitliliğine
bakılmalı. Yalnız bu çeşitlilik bile ortak eylem olasılığını orta­
dan kaldırmaya yeter. 1 8 8 4 ’de Herbert Spencer’in liberalleri il­
kelerini “kısıtlayıcı yasama” yararına terk etm ekle suçlarken
verdiği listeden sayalım .3 K onuların çeşitliliği bundan daha
büyük olamaz. 1 8 6 0 ’da “yiyecek ve içecekleri kontrol edenlere
yerel vergilerden ödeme yapılması için ” yetkiler verilm işti; bu­
nu “gaz hizm etlerinin denetim ini” öngören yasa izledi; arka­
sından da M adenler Yasasının “okum a yazma bilm edikleri hal­
de okula gitmeyen on iki yaşından küçük oğlan çocukların ça­
lıştırılm asın ı y a sa k la y a c a k ” b içim d e g e n işle tilm e s i g eld i.
1861'de “Yoksullar Yasası uygulayıcılarına aşı zorunluluğunu
uygulama" yetkisi verildi; yerel yönetim kurullarına “taşıma
araçlarının kiralanm asında fiyat saptam a" yetkisi verildi; bazı
yerel organlar da baraj ve sulam a işleri, sürülere su sağlama gi­
bi işler için bölgede vergi toplama hakkı kazandılar. 1 8 6 2 ’de
“tek bacalı köm ür m adenlerini" yasaklayan bir yasa ve tıp eği­
ten konseyini “fiyatları hazine tarafından belirlenecek b ir ilaç
terkipleri listesi hazırlam a” konusunda tek yetkili kılan bir ya-
53 kabul edildi. Spencer, dehşet içinde, bu ve bu tür önlem leri

^ Spencer, H., The Man vs. The State, 1884.


209
sıraya dizerek sayfalar doldurdu. 1863’ie “aşı olm a zorunlulu­
ğu lskoçya ve İrlanda’da uygulanmaya başlandı”. Ayrıca “gıda
maddelerinin besin değerinin tam mı yoksa eksik mi olduğu­
nu” değerlendirm ek üzere m üfettişler tayin edilm esini öngö­
ren bir yasa hazırlandı; bunu, çocuklara çok dar bacalar temiz­
leterek on ların eziyet çek m elerin e, hatta ölü m lerin e neden
olunm asını engellem ek üzere çıkarılan bir Baca Temizleyicileri
yasası, bir Salgın Hastalıklar Yasası ve yerel yetkililerin, çoğun­
luğun kitap ihtiyacını karşılam ak üzere azınlıktan vergi alabil­
m elerini sağlayan b ir Halk Kitaplıkları yasası izledi. Spencer’a
göre bütün bunlar anti liberal kom plonun karşı çıkılam az ka­
nıtlarını oluşturuyordu. Aslında bu yasaların her biri, modern
sanayi koşullarından kaynaklanan bir sorunu ele alıyor ve bu
k oşu lların , ya da onlara piyasa y öntem leriyle yaklaşm anın,
içerdiği teh likelere karşı bazı toplum çık arların ı korum ayı
am açlıyordu. Bu ö nlem leri uygulayanların çoğu, la isse z -fa -
ire’in inançlı destekleyicileriydi ve Londra’da bir itfaiye teşki­
latı kurulması kararını onaylarken kesinlikle ekonom ik libera­
lizm ilkelerine karşı çıkm ak gibi bir niyetleri yoklu. Aksine,
bu yasaların arkasındakiler, kural olarak, sosyalizmin ve diğer
bütün kollekıivizm türlerinin uzlaşmaz muhalifleriydi.
İk in ci olarak, liberal çözüm lerden kolleklivist çözüm lere
geçiş bazen aniden, yasama sürecinde fikir yürütenler farkına
bile varmadan yer aldı. Dicey, iş sırasında işçilerin uğradığı ka­
zalardan işvereni sorum lu tutan İşçi Tazminatı Yasasının oluş­
turduğu klasik örneği ele alıyor. 1880’den beri bu fikri içeren
çeşitli yasaların tarihi, bireyci bir ilkeye, işverenin işçisine kar­
şı sorum luluğunun, aynı başkalarına karşı sorum luluklarının
belirlendiği gibi belirlenm esi gerektiği ilkesine tutarlı bir bağ­
lılık gösteriyordu. 1 8 9 7 ’de, görüşlerde herhangi bir değişiklik
olmadan, işveren aniden iş sırasında yer alan kazalara karşı İŞ'
çiyi sigorta etm e sorum luluğunu yüklenm iş, Dicey’nin haklı
olarak belirttiği gibi, “bütünüyle kolleklivist bir yasa” ortaya
çıkm ıştı. Bu duruma liberal ilkeden anti liberal ilkeye g e ç iş i
ilgili çıkarlarda bir değişikliğin ya da konu üzerindeki görüşk’"
rin gösterdiği eğilim lerin değil, sorunların ortaya çıkıp çözüm ­

210
lerin arandığı ortam ın geçirdiği evrimin neden olduğuna bun­
dan iyi kanıl olamaz.
Üçüncü kanıt, dolaylı olm asına karşın bütün kanıtların en
çarpıcısı, siyasal ve id eolojik özelliklere sahip ülkelerdeki ge­
lişmelerin birbiriyle karşılaştırılm asından çıkan kanıt. Viktor-
ya Devri lngilteresi’yle Bismark Prusyası arasında dağlar kadar
fark vardı ve bunların ikisi de Ü çüncü Cum huriyet Fransası
ve Habsburg imparatorluğumdan çok değişikti. G ene de, bu
ülkelerin her biri, önce bir serbest ticaret ve laissez-Jaire döne­
minden, sonra da bunu izleyen kamu sağlığı, çalışm a koşulla­
rı, belediye yatırım ları, sosyal sigorta, nakliyat desteklem eleri,
belediye hizm etleri, ticaret birlikleri ve diğer alanları kapsayan
bir anti-liberal yasama dönem inden geçtiler. Çeşitli ülkelerde
benzer değişikliklerin yer aldığı yıllan gösteren bir takvim ha­
zırlamak çok kolay olurdu, işçi tazm inatlan, İngiltere’de 1880
ve 1 8 9 7’de, Almanya’da 1879'da, Avusturya’da 1 8 8 7 ’de, Fran­
sa’da 1 8 9 9 ’da k ab u l ed ild i; fabrik a d en e tim i, İn g ilte re ’ye
1 8 3 3 ’te, Prusya’ya 1 8 5 3 ’te, Avusturya’ya 1 8 8 3 ’te, F ran sa’ya
1874 ve 1883’te girdi; belediye hizm etlerini de kapsayan bele­
diye yaurım lan, 1 8 7 0 ’te Birm ingham ’a ayrılıkçı* ve kapitalist
Joseph C ham berlain, 1890'h yılların im paratorluk dönem i Vi-
yanası’na Katolik “sosyalist” ve Yahudi avcısı Kari Lueger tara­
fından getirildi; Alman ve Fransız belediyelerine girişi ise, de­
ğişik yerel koalisyonlarca sağlandı. Bunu destekleyen güçler,
bazen Viyana’daki gibi son derece gerici ve anti sosyalist, ba­
zen Birm ingham ’daki gibi “radikal em peryalist”, ya da, Lyon
belediye reisi Edouart Harriet gibi, en katıksız liberal türdendi.
Protestan İngiltere’de tutucu ve liberal hüküm etler sırayla fab­
rika yasalarının tam amlanmasına çalıştılar. Almanya’da Roma
kalolikleri ve Sosyal D em okratlar aynı şeyin başarılm asında
rol aldılar; Avusturya’da kilise ve kilisenin en militan d estekçi­
leri, Fransa’da ise kilise düşmanları ve din adam larının ateşli

( * ) B u rada "a y r ılık ç ı" (d is s e n ıe r ) sö z cü ğ ü A n g lik an k ilise s in in b e lirle d iğ i itk e le r


ve u y g u lam alara uym ayan p ro te sta n la r için k u llan ılıy o r. A y rılık çıla rın a ra s ın ­
da b a p ıis ı, m eto d ist, ü n ilcry e n ve q u a k e r m ez h e p le rin e bağ lı o la n la r sa y ıla b i­
lir - ç .n .

211
muhalifleri hem en hem en bunlara eş yasaların yürürlüğe gir­
mesinden sorumluydular. Yani, sonsuz çeşitlilikte sloganlar ve
çok farklı amaçlarla, bir ço k değişik parti ve sosyal kesim , bir­
likte, bir dizi ülkede bir çok karmaşık konuyla ilgili, hemen
hemen bütünüyle aynı önlem leri yürürlüğe koydular. Bunun
karşısında, bu parti ve kesim lerin, anti-Iiberal kom plo efsane­
sind eki gibi, gizliden gizliye aynı id eo lo jik görüşler ve dar
grup çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini öne sürm ek
düpedüz saçm alık olur. Aksine, her şey, kesin nesnel nedenle­
rin yasa koyucuları belirli bir yere itm iş olduğu varsayımını
destekliyor.
Dördüncüsü, ortada çeşitli dönemlerde, kuramsal ve pratik
açıdan büyük önem taşıyan bir dizi durumda, ekonom ik libe­
rallerin kendilerinin sözleşm e özgürlüğünün ve laissez -faire’in
kısıtlanm asını önerm eleri gibi bir gerçek var. Doğal olarak,
buradaki am açları anti-Iiberal kom plo olam azdı. D eğindiği­
miz, bir yanda işçi birleşm esi ilkesi, öte yanda da şirketler hu­
kuku. Bunlardan b irin c isi, işçilerin ü cretlerin i yükseltm ek
amacıyla birleşm e haklarıyla ilgili; İkincisi de, tröst, kartel ve
diğer kapitalist birliklerin fiyatları yükseltm e haklarıyla, iki
durumda da, haklı olarak, sözleşm e özgürlüğü ve la isse z -fa ­
ire’in ticareti kısıtlam a am acıyla kullanıldığı öne sürüldü. Söz
konusu olan ister işçi.birliklerinin ücretleri, ister ticaret birlik­
lerinin fiyatları yükseltm eleri olsun, laissez-faire ilkesi, açıkça,
çıkar sahibi taraflarca em ek veya diğer meta piyasalarını da­
raltmak için kullanılabilirdi. İki durumda da, Lloyd George ve
Theodore Roosevelt’ten Truman Arnold ve W alter Lippmann'a
kadar, bütün tutarlı liberallerin laissez-faire'in serbest rekabet­
çi piyasanın gereklerine boyun eğm esi gerektiğini düşünm ele­
ri son derece önem li. Bu liberaller, herhangi bir “kollektivist"
gibi, sözleşm e özgürlüğünün işçi sendikalan veya şirketler ta­
rafından kötüye kullanıldığını öne sürerek, düzenlem eler ve
kısıtlam alar, ceza yasaları ve zorlam alar getirilm esi yolunda
bir baskı oluşturdular. Kuramsal olarak, laissez-faire veya söz­
leşme özgürlüğü, işçilerin bireysel veya toplu olarak, canları
istediğinde, em eklerini geri çekebilm eleri özgürlüğünü içeri­

212
yordu; ayrıca, iş adam larının tüketicilerin isteklerine aldırış et­
m eksizin fiyat düzeyini aralannda anlaşarak saptayabilmeleri
özgürlüğünü de içeriyordu. Ama uygulamada, böylesi bir öz­
gürlük kendi kurallarına göre işleyen piyasa kurum uyla çatışı­
yordu ve böyle bir çatışmada öncelik, her zaman, kendi kural­
larına göre işleyen piyasaya tanınıyordu. Başka b ir deyişle,
kendi kurallarına göre işleyen piyasanın ihtiyaçları laissez -fa-
ire’in taleplerine uymadığında, liberal, laissez -faire’e karşı tavır
alıyor ve herhangi bir anti-liberal gibi, sözde kollektivisl dü­
zenlem e ve kısıtlam a yöntem lerini tercih ediyordu. Sendika
yasaları da, tekelleşm eye karşı yasama da, bu tavırdan kaynak­
landılar. Modern sanayi topiumlarında anti-liberal veya “kol-
lektivist” yöntem lerin kaçınılm azlığına, sanayi düzeninin be­
lirleyici önem taşıyan alanlarında bu yöntem lerin ekonom ik
liberaller tarafından bile kullanılm ış olm asından daha tartışıl­
maz bir kam ı gösterilemez.
Bütün bunlar, ekonom ik liberallerin bir fikir karmaşası ser­
gileyerek, kendi p olitikalarının karşılı olarak tanım ladıkları
“m üdahalecilik” terim inin gerçek anlam ını ortaya çıkarm aları­
na yardımcı oluyor. M üdahaleciliğin karşıtı la issez -faire’d ir ve
gördüğümüz gibi, günlük konuşma içinde iki terim in aynı şe­
yi belirtm ek için kullanılm asında bir sakınca olm asa bile, eko­
nom ik liberalizm la issez -fa ire ile özdeşleştirilem ez. Tam ola­
rak, ekonom ik liberalizm , kendi kurallarına göre işleyen piya­
sa kuru m una dayanan b ir toplum un d ü zen ley ici ilkesid ir.
Doğru, aşağı yukarı böyle b ir toplum kurulduğunda belirli bir
tür müdahaleye daha az gerek duyulur. Ama bu piyasa sistem i
ve müdahalenin birbirini dışlayan terim ler olduğu anlam ına
gelmez. Çünkü bu sistem kurulmadan önce, ekonom ik libe­
rallerin onun kurulabilm esi için hiç duraksamadan devlet m ü­
dahalesi taleplerinde bulunm aları gerekir ve bu taleplerde bu­
lunacaklardır. Sistem kurulduktan sonra da, devam ının sağ­
lanması için, aynı talepleri öne süreceklerdir. Yani ekonom ik
liberal tutarsızlığa düşm eden, devletten yasa gücünü kullan­
masını isteyebilir, hatta kendi kurallarına göre işleyen piyasa­
nın ön koşullarının sağlanabilm esi için, iç savaşın şiddetine

213
başvurabilir. Amerika’da Güney, köleliği haklı kılm ak için lais-
sez-faire görüşlerine baş vurmuştu, Kuzey özgür em ek piyasa­
sını kurmak için silahlı müdahaleye başvurdu. Dolayısıyla, li­
beral yazarların m ü d ahalecilik suçlam ası b o ş bir slogandan
başka bir şey değildir. Aynı eylemler, liberallerce kabul edilir
olup olm am alarına göre, yadsınm akta veya benim senm ekte­
dirler. Ekonom ik liberallerin tutarsızlığa düşmeden benim se­
yecekleri tek ilke, kendilerini müdahaleye zorlasın zorlam a­
sın, kendi kurallarına göre işleyen piyasadır.
Ö zetleyelim : E konom ik liberalizm e ve laissez -faire'e karşı
hareket, hiçbir yanılgıya yer verm eyecek biçim de kendiliğin­
den bir tepki niteliğindeydi. Bir çok ilgisiz noktada, doğrudan
etkilediği çıkarlar arasında herhangi bir bağlantı veya ideolojik
uyum olmadan ortaya çıktı. İşçi tazminatları durumundaki gibi
tek bir sorunun karara bağlanmasında bile, ortadaki ekonom ik
çıkarlar, ideolojik etkiler ve siyasal güçlerde hiçbir değişme o l­
madan, yalnızca söz konusu sorunun niteliğinin anlaşılm ası
sonucu, çözüm ler başta bireyciyken, sonra “kollektivist", libe­
ralken anti-liberal, laissez-faire yanlışıyken müdahaleci biçim ­
ler olarak değiştiler. Ayrıca laissez-faire’den “kollektivizm e” çok
benzer geçişlerin, çeşitli ülkelerde sanayileşm enin belirli bir
aşamasında yer aldıkları gösterilebilir. Bu da, ekonom ik liberal­
ler tarafından, son derece yüzeysel bir biçimde, ideolojik hava­
nın değişmesine ve dağınık çıkarlara bağlı olarak açıklanan sü­
recin temelinde yatan nedenlerin derinliğine ve birbirinden ba­
ğımsızlığına işaret ediyor. Nihayet, çözümleme, ekonom ik libe­
ralizmin en radikal savunucularının bile, laissez-faire'in geliş­
miş sanayi koşullarına uygulanamayacağı kuralından kaçam a­
dıklarını ortaya koyuyor; çünkü kritik bir alanda, işçi sendika­
ları yasası ve tekelleşmeye karşı düzenlemeler alanında, aşın li­
berallerin kendileri, kendi yasalarına göre işleyen piyasanın ön
koşullarını tekelci birleşm elerden korum ak am acıyla, sayısız
devlet müdahalesi talebinde bulunm ak durumunda kalmışlar­
dı. Özgür ticaret ve rekabet bile, işlerlik kazanabilmek için m ü­
dahaleciliği gerektiriyordu. 1870’li ve 1880’li yıllann anti-libe-
ral kom plolanyla ilgili liberal efsane tüm gerçeklere aykırı.

214
Gerçeklerin, çifte harekele bizim getirdiğimiz yorum u des­
teklediğini görüyoruz. Ç ünkü, eğer vurguladığımız gibi piyasa
ekonomisi toplum sal dokunun insani ve doğal özüne karşı bir
tehdit oluşturuyorsa, h er çeşit insanın bir gün korum a tale­
binde bulunm asından daha doğal ne o labilir? G ördüğüm üz
bu. Ayrıca, bu taleplerin herhangi bir kurumsal ve entellektüel
anlayıştan, piyasa ekonom isinin temel ilkelerine karşı alm an
tavırlardan bağımsız olarak ortaya çıkm ası beklenir. Görünen
gene bu. Bundan başka, eğer belirli çıkarların, bir dizi değişik
ülkede ortaya çıkan ideolojilerden bağımsız olduğu gösterile­
bilirse, hüküm etlerin karşılaştırm alı tarihleri de tezimize yarı
deneysel bir kanıt oluşturabilir. Bu konuda da çarpıcı kanıtlar
gösterdik. Nihayet, liberallerin kendi davranışları da, ticaret
özgürlüğünün, bizim deyişimizle kendi kurallarına göre işle­
yen piyasanın, korunabilm esinin müdahaleyi dışlam ak şöyle
dursun, bunu gerektirdiğini ve liberallerin, işçi sendikası yasa­
ları ve tekelleşm eye karşı yasaların durumundaki gibi, düzenli
olarak devletin zorlayıcı müdahalesi yolunda isteklerde bulun­
duklarını kanıtlıyor. Ç ifte hareketin ik i yorum u ortada: Bir
yanda önerdiği politikalara hiçbir şans tanınm adığını, bunla­
rın dar görüşlü sendikacılar, M arksist entellektüeller, aç gözlü
sanayiciler ve gerici toprak sahipleri tarafından engellendiğini
öne süren ekonom ik liberalin yorumu; öte yanda, ekonom ik
liberali eleştirirken, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında pi­
yasa ekonom isinin yayılm asına gösterilen evrensel “kollekti-
vist" tepkisinin, kendi kurallarına göre işleyen piyasa gibi üto­
pik bir ilkenin içerdiği toplumsal tehlikenin tartışılmaz kanıtı
olduğuna işaret edenlerin yorumu.

215
13. Liberal İtikadın Doğuşu (Devam):
Sınıfsal Çıkar, Sosyal Değişim

O ndokuzuncu yüzyıl politikalarının gerçek tem ellerini açığa


çıkarm ak için, önce liberal “kollektivist kom plo” efsanesinin
bütünüyle yok edilmesi gerekiyor. Bu efsaneye göre, korum a­
cılık, yalnızca bencillikleriyle piyasanın otom atik mekanizm a­
sını bozan tarımcılar, sanayiciler ve işçi sendikalarının pis çı­
karlarının bir sonucuydu. Değişik bir biçim de, ve doğal ola­
rak, karşıt eğilim lerle, M arksist taraflar da aynı tür, toplumsal
bölünm eler tem elinde biçim lenen tartışmalar öne sürüyorlar­
dı. (M arx’m felsefesinin özünde, toplum un bütünlüğü ve insa­
nın ek on om ik olm ayan doğası çevresinde kurulm uş olması
burada önem li d eğil).1 Marx sın ıflan ekonom ik terim lerle ta­
nım larken Ricardo’yu izlem işti ve ekonom ik söm ürü kuşku­
suz burjuva devrimin bir özelliğiydi.
Popüler marksizmde bu, kaba saba bir sınıfsal sosyal geliş­
me kuram ına yol açtı. Pazarlar ve etki alanları elde etm e çaba­
ları, yalnızca bir avuç sermaye sahibinin kâr am acına bağlandı-
Emperyalizm , hüküm etleri büyük iş adam larının çıkarlarına
h izm et etm ek iç in sa v aşlar b aşlatm ay a iten b ir k ap ita list
kom plo biçim inde açıklandı. Savaşlan, bu çıkarların, ülkeleri.

1 M a rx , K „ N a tio n a lû k o n o m ic u n d P h ilo s o p h ic “D er H is to risc h e M a t e r i a l i s m u s


idinde, 1 9 3 2 .

216
kendi hayatî çıkarları hilafına korkunç politikalara sürükleye­
bilmek gibi m ucizevî bir güce sahip olan silah firmaları ile bir-
leşerek başlattıkları öne sürüldü. Yani, liberallerle Marksistler,
korum acılık hareketlerini değişik çıkarlara bağlam akta, sanayi
devlerinin kâr açlığını tekelci işletm e tü rlerinin gelişm esini
açıklam ak için kullanm akta ve savaşları ilerleyen ticaretin so­
nucu olarak gösterm ekte birleştiler.
B öylece liberal ek o n o m ik görüş, dar bir sın ıf kavram ında
destek buldu. Karşıt sınıfların görüşlerini savunan liberaller ve
M arksistler eş önerm elerin ardında yer aldılar. O ndokuzuncu
yüzyıl korum acılığının sınıfsal eylem lerin sonucu doğru ve bu
eylem lerin ön celikle ilgili sınıfların çıkarlarına hizm et etm iş
olması gerektiği yolunda katı bir görüş ortaya koydular. Birlik­
te, piyasa toplum unun ve böyle bir toplumda korum acılığın
işleyişinin olduğu gibi görülebilm esini engellediler.
Aslında sın ıf çıkarlarına bakarak toplum daki uzun vadeli
hareketlerin ancak kısıtlı bir açıklam ası yapılabilir. Sınıfların
kaderinin toplum un ihtiyaçları tarafından belirlenm esi, toplu­
mun kaderinin sınıfların ihtiyaçları tarafından belirlenm esin­
den çok daha sık rastlanan bir şeydir. Belirli b ir toplum sal yapı
içinde sın ıf kuram ı işlerlik kazanır; ama yapının kendisi deği­
şirse ne olur? İşlevini yitiren bir sın ıf bir anda çözülüp yerini
başka bir sınıfa veya sınıflara bırakabilir. Ayrıca, sınıfların ça­
lışma içindeki başarıları kendi üyelerinin dışında kalanlardan
destek sağlayabilm elerine bağlıdır. Bu da, gene, kendi çıkarla­
rından daha geniş çıkarları karşılayabilm elerine bağlı olacak­
tır. Dolayısıyla toplum un bütününün içinde bulunduğu duru­
mun dışında, ne sınıfların doğuş ve ölüşü, ne am açları ve bu
amaçlara ne dereceye kadar ulaşılabileceği, ne de aralarındaki
dayanışma ve zıtlaşm a anlaşılabilir.
Kural olarak bu durum , bir iklim değişikliği veya m ahsulün
verimliliğinde bir değişiklik, yeni bir düşman veya eski düş­
manın eline geçen yeni bir silah, yeni toplum sal ihtiyaçların
ortaya çıkışı veya geleneksel ihtiyaçları karşılam ak üzere yeni
yöntem lerin bulunm ası gibi, dışsal bir neden so n u cu ortaya
çıkar. Eğer değişik çıkarların sosyal gelişme içindeki işlevlerini

217
anlamak isliyorsak, bu çıkarları durumun bütünüyle ilgili ola­
rak ele almamız gerekir.
Toplumsal değişim içinde sın ıf çıkarlarının oynadığı hayatî
rol, eşyanın doğası gereğidir. Çünkü bütün yaygın değişme bi­
çim leri, topluluğun çeşitli bölüm lerini farklı biçim lerde etkile­
yecektir. Hiç olm azsa coğrafi konum , ekonom ik ve kültürel
donatım değişiklikleri bunu gerektirir. Dolayısıyla değişik çı­
karlar, sosyal ve siyasal değişm enin doğal araçlarıdır. Değişm e­
nin kaynağı, ister savaş veya ticaret, ister şaşırtıcı buluşlar ve­
ya doğal koşullardaki değişiklikler olsun, toplumun çeşitli b ö­
lüm leri, (zor yöntem lerini de içeren) değişik uyum sağlama
yöntem lerini savunacak ve çıkarlarını önderlik etm ek isteyebi­
lecekleri diğer gruplardan farklı bir biçim de yeni duruma uy­
durmaya çalışacaklardır. Yani, ancak değişmeyi bir veya birkaç
grubun başlattığı g ö sterile b ilirse , değişm enin nasıl olduğu
açıklanabilir. Oysa nihai nedeni dış güçler oluşturm aktadır,
toplum ancak değişme m ekanizm ası açısından iç güçlere bağ­
lıdır. Dışarıdan gelen zorlama toplumun bütününe yönelm iş­
tir; tepki, gruplar, bölüm ler ve sınıflar aracılığıyla oluşur.
Dolayısıyla, yalnızca sın ıf çıkarları, hiçbir uzun dönem li sü­
reci doyurucu bir biçim de açıklam akta kullanılamaz. İlk ola­
rak, söz konusu süreç sınıfın kendi varlığı konusunda belirle­
yici olabileceği için; İkincisi, belirli sın ıf çıkarları yalnızca söz
konusu sınıfların hangi am açlara ulaşm ak için uğraştıklarını
belirledikleri, bu uğraşın başarılı mı, başarısız mı olacağı ko­
nusunda belirleyici olm adıkları için. 5ın ıf çıkarlarında, bir sı­
nıftan olanların diğer sınıflardan gelenler tarafından destekle­
neceğini garanti edebilecek bir tılsım bulunam az. Ama bu tür
destekler gündelik olaylardandır. Aslında, korum acılık böyle
b ir olaydır. Buradaki sorun, neden tarım cıların, sanayicilerin
ve işçi sendikalarının gelirlerini korum acılık yoluyla artırmak
istedikleri değil, neden bunu yapm akla başarılı olduklarıdır;
neden iş adamları ve işçilerin tekeller kurmak islem eleri değil,
neden amaçlarına ulaştıkları; neden bir dizi Avrupa ülkesinde
bazı grupların aynı tarzda hareket ettikleri değil, neden başka
alanlarda birbirinden farklı ülkelerde böyle grupların ortaya

218
çıktıkları ve her yerde hedeflerine vardıkları; neden hububat
yetiştiricilerinin hububatı pahalı satmaya kalk ıştıkları değil,
neden sürekli fiyatları yükseltirken hububat alıcılarının deste­
ğini sağlayabildikleridir sorun.
İkinci olarak, karşımıza aynı derecede yanlış bir doktrin, sı­
nıf çıkarlarının özünde ekonom ik çıkarlar olduğu doktrini çı­
kıyor. İnsan toplumu doğal olarak ekonom ik unsurlar tarafın­
dan koşullanm ış olm asına karşın, birey davranışları ancak ku­
ral dışı olarak maddi ihLiyaç karşılanması gereklerine göre be­
lirlenir. O ndokuzuncu yüzyıl toplum unun bu davranışın ev­
renselleştirilebileceği varsayım ına göre düzenlenm iş olm ası,
yalnızca o devre özgü bir olguydu. Dolayısıyla, o toplum u in­
celerken ekonom ik dürtülerin etkisine oldukça geniş bir alan
ayırmak uygun düşüyordu. Ama konuya, yani bu alışılm am ış
tavrın ne dereceye kadar etkin kılm abildiği konusuna, ön ce­
den verilm iş kararlarla yaklaşmaktan kaçınm am ız gerek.
İhtiyaç karşılanması gibi saf ekonom ik konular, sınıfsal dav­
ranışlar açısından, sosyal saygınlıkla ilgili sorunlardan karşı­
laştırılmayacak kadar daha az önemlidir. Doğal olarak, ihtiyaç­
ların karşılanm ası bu saygınlığın sonucu, özellikle onun dışa
vuran belirtisi veya ödülü olabilir. Ama bir sınıfın çıkarları en
'dolaysız biçim iyle mevki ve mertebeyle, sosyal konum ve gü­
venlikle ilgilidir, yani temelde sosyaldir, ekonom ik değil.
1870'ten sonra korum acılığa yönelik hareket içinde yer alan
sınıf ve gruplar, bunu birincil olarak ekonom ik çıkarları adına
yapmamışlardı. Bu özel önem taşıyan yıllarda alınan “kollekti-
vist" önlemler, ancak kural dışı olarak işin içinde tek bir sını­
fın çıkarlarının bulunduğunu, öyle bile olsa bunların nadiren
ekon om ik çıkarlar olarak tanım lan abileceklerin i gösteriyor.
Şehir yetkililerinin, o zamana kadar ihmal edilmiş bazı güzel
m ekanları ele alm alarına yol açan bir yasanın “dar görüşlü
ekonom ik çıkarlara” hizm et etmediği açık; fırınların en aşağı
allı ayda bir sıcak su ve sabunla tem izlenm esini şart koşan dü­
zenlem elerin veya kablo ve çengellerin sağlamlığını kontrol et­
meyi zorunlu kılan bir yasanın da bu çıkarlara hizm et ettikleri
söylenemez.

219
Bu önlemler, yalnızca sanayi uygarlığının piyasa yöntem leri­
nin karşılayamadığı ihtiyaçlarına karşılık veriyorlardı. Bu m ü­
dahalelerin büyük çoğunluğu, gelirler üzerinde çoğu zaman
ancak dolaylı bir etki yapmıştı. Bu sağlık ve yerleşm e, kamu
hizmetleri ve kitaplıklar, çalışm a koşullan ve sosyal sigortayla
ilgili yasaların hem en hem en hepsi için geçerliydi. Aynı şey
belediye hizm etleri, eğitim , ulaşım ve sayısız başka alan için
de aynı derecede geçerliydi. Ama parasal değerler söz konusu
olduğunda bile, bunlar öteki konulara göre ikinci planda kalı­
yordu. Hemen hem en her zaman, m eslekî konum , güvenlik,
insanın yaşam biçim i, varoluşunun genişliği, çevresinin d en­
gesi söz konusuydu. G üm rük tarifeleri veya işçi tazminatları
gibi bazı tipik m üdahalelerin parasal önem i hiçbir biçim de kü­
çüm senm em eli. Ama bu durumlarda bile, parasal olmayan çı­
karları parasal çıkarlardan ayırm ak olanaksızdı. Kapitalistler
için kâr, işçiler için ücret anlam ına gelen güm rük tarifeleri, so ­
nuçla işsizliğe karşı güveni, yerel koşulların dengesini, sanayi
sektörlerinin tavsiyesine karşı önlem leri, ve belki de en önem ­
lisi, insanın daha az beceri ve deneyim e sahip olduğu bir iş
alanına geçerken karşılaştığı çok acılı sosyal konum yitirişleri­
nin engellenm esini de içeriyorlardı.
Bir kez, genel değil bölünm üş çıkarların etkin olduğu sap­
lantısından, aynı zamanda da bunun ikizi olan önyargıdan, ya­
ni insan gruplarının çıkarlarının parasal gelirlerine indirgen­
m esine yol açan ön yargıdan kurtulursak, korum acı hareketin
genişliği ve kapsamlılığı esrarengiz, görünüm ünden sıyrılacak-
tır. Ekonom ik çıkarlar zorunlu olarak yalnız çıkar sahipleri ta­
rafından dile getirildiği halde, diğer çıkarların ardında geniş
topluluk bulunur. B u nlar bireyleri sayısız biçim de, kom şu,
m eslek sahibi, tüketici, yaya, yolcu, sporcu, bahçıvan, hasta,
anne veya aşık olarak, etkilerler. Dolayısıyla da hem en hemen
her türden bölgesel veya işlevsel kuruluş tarafından tem sil edi­
lebilirler; bu kuruluşlar, kilise, belediyeler, kulüpler, sendika­
lar veya, en sık görülen biçim iyle, geniş katılım ilkelerine da­
yanan siyasi partiler olabilir. Çok dar bir çıkar kavramı, top­
lumsal ve siyasi tarihin çarpıtılm ış bir algılanışına yol açacak­

220
tır. Çıkarların yalnızca parasal bir tanım ı, genel olarak toplu­
luğun genel çıkarlarından sorum lu kişilerin, m odem koşullar
alunda devrin hüküm etinin, temsil ettiği o çok hayatî ihtiyaca,
sosyal korunm a ihtiyacına yer veremez. Oysa ele aldığımız dö­
nemde özellikle halkın değişik kesim lerinin, ekonom ik değil,
sosyal çıkarları piyasa tarafından tehdit edildiğinden, değişik
ekonom ik katmanlardan gelen kişiler tehlikeye karşı koyabil­
mek için güçlerini birleştirm işlerdi.
Böylece sınıfsal güçlerin eylem i, piyasanın yayılm asını hem
ilerletti, hem de engelledi. Piyasa sistem inin kurulm ası için
m akineyle üretim gerekliğinden, yalnızca ticaretle uğraşan sı­
nıflar o ilk dönüşüm içinde önderlik edebilecek konum daydı­
lar. Topluluğun bütününün çıkarlarına uygun bir gelişm enin
sorumluluğunu üstlenm ek üzere, öteki sınıflardan geride ka­
lanlarla yeni bir girişim ciler sınıfı oluştu. Sanayicilerin, giri­
şim cilerin ve kapitalistlerin ortaya çıkışı piyasanın genişlem e­
si içinde üstlendikleri önderlik rolüne bağlıydı; savunm a ise,
geleneksel toprak sahibi sınıflara ve işçi sın ıfın a düşm üştü.
Ve eğer ticaret kesim inde piyasa sistem inin yapısal ilkelerinin
arkasında yer alm ak kapitaliste düştüyse, sosyal d okunun so ­
nuna kadar savunulm ası rolü bir yandan feodal soyluluğa, bir
yandan da gelişm ekte olan işçi sınıfına verilm işti. Ama toprak
sahibi sınıflar, doğal olarak, bütün sorunların çözüm ünü geç­
mişi korum akla çözüm lem e yanlışıyken, işçiler, bir noktaya
kadar, piyasa topl um unun sınırlarını aşabilecek ve çözüm leri
gelecekle arayabilecek konumdaydılar. Bu feodalizm e dönü­
şün veya sosyalizm in kurulm asının seçilebilecek yollar ara­
sında yer aldığını gösterm ez; ama tarım cılarla şehirlerdeki iş­
çi sın ıfın ın acil sorunlara çözüm ararken yöneldikleri bütü­
nüyle değişik yollara işaret edebilir. Piyasa ekonom isinin her
büyük buhranla eşiğine gelm iş gibi olduğu çök ü ş gerçekleş­
seydi, toprak sahibi sınıflar askerî veya feodal bir paternalizm
sistem ine dönm ek için çaba gösterebilir, fabrika işçileri de bir
emekçi kooperatifleri birliği kurulm ası gerektiğini düşünebi­
lirlerdi. Bir bunalım durum unda önerilen çözüm ler birbirini
dışlayıcı n itelik le olabilirdi. D eğişik durum larda uzlaşmayla

221
so n u ç la n a b ile ce k basit b ir sın ıfsal çık a r ça tışm a sı, hayatî
önem kazanıyordu.
Bütün bunlar bizi, tarihi açıklarken belirli sınıfların çık ar­
larına çok fazla önem verilm esine karşı uyarmalı. Böyle bir
yaklaşım , dolaylı olarak, sınıfları veri alma eğilim i göstere­
cektir, bu da ancak parçalanam az bir toplumda olasılık kaza­
nır. Uygarlığın çöktüğü ya da b ir dönüşüm geçirdiği tarihî
dönemler, bazen son derece kısıtlı bir zaman içinde eski sın ıf­
ların kalıntılarından, hatta yabancı m aceracılar ve toplum un
dışına itilm işler gibi yabancı unsurlardan yeni sınıfların olu ş­
tuğu dönem ler, bu açıklam anın dışında kalırlar. Sık sık, belir­
li bir tarih dönem inde yeni sınıfların yalnızca dönem in gerek­
lerine bağlı olarak ortaya çıktığı görülür. Yani sonuçla bir sı­
nıfın oyun içindeki yerini belirleyen, onun toplum un bütünü
için d ek i kon u m u d u r; sın ıfsal başarıları, bir sın ıfın hizm et
edebileceği, kendi çıkarları dışındaki çıkarların genişliği ve
çeşitliliği belirler. G erçekten de, dar sınıf çıkarlarına yönelen
bir politika, o çıkarlara bile iyi hizm et edemez. İstisnası olm a­
yan bir kuraldır bu. Toplum sal düzenlem enin alternatifi tam
bir yıkım olm adığı sürece, kaba bir bencilliğin yönlendirdiği
hiçbir sın ıf önderliği elinde tutamaz.
E k o n o m ik liberaller, ön e sü rd ü kleri k o llek ıiv ist kom plo
suçlam asını güvence altına almak için, sonuçta toplum un k o­
runması gibi bir ihtiyacın ortaya çıkm ış olduğunu yadsımak
zorundadırlar. Son yıllarda ekonom ik liberaller, 1 7 9 0 ’larda In ­
giltere'nin talihsiz em ekçi sınıfları için bir felaketin baş göster­
m iş olduğu yolundaki geleneksel sanayi devrimi d oktrin in i
yadsıyan bazı bilim adamlarının görüşlerini benimsediler. Bu
yazarlara göre, yaşam standardlannda halkın dünyasını alt üst
edecek ani bir düşüş niteliğinde bir şey olm am ıştı. Genelde
halkın durumu fabrika sistem inin yerleşm esinden ön cekin e
göre çok daha iyiydi; nüfusa gelince, hızlı bir artış olduğunu
kim se yadsıyamazdı. E konom ik refahın kabul edilm iş ölçütle­
rine göre, kapitalizmin ilk dönem lerinin cehennem i hiç yaşan­
m am ıştı; çalışan sınıflar, söm ürülm ek şöyle dursun, ekonom ik
olarak kazançlı çıkm ışlardı ve herkese yarar sağlayan bir siste-

222
me karşı sosyal korunm a ihtiyacından söz etm ek, doğal ola­
rak, olanak dışıydı.
Bu, liberal kapitalizmi eleştirenleri iyice şaşırttı. Yetmiş kü­
sur yıl boyunca bilim adamlan ve Kraliyet Kom isyonları, bir­
likte, Sanayi Devriminin felaketlerini yermişlerdi; bir dizi şair,
düşünür ve yazar Devrimin vahşetini sergilem işti. Kitlelerin,
onların çaresizliğini acımasızca söm ürenler tarafından ölesiye
çalıştırılıp aç bırakıldıkları kanıtlanm ış bir gerçek olarak görü­
lüyordu. Toprak çevrilm elerinin kırsal kesimde yaşayanları ev­
siz ve topraksız bıraktığı ve onları Yoksullar Yasası Reformuyla
oluşturulan em ek piyasasına salıverdiği de, fabrikalarda ve ma­
denlerde ölesiye çalıştırılan çocukların belgelenm iş trajedileri­
nin kitlelerin sefaletinin acı bir kanıtı olduğu da. G erçekten
de, Sanayi Devriminin bilinen açıklam alarının dayanağı, onse-
kizinci yüzyıl toprak çevrilmelerinin sağladığı söm ürünün de­
recesi, evsiz barksız kalm ış işçilerin pamuk sanayiindeki yük­
sek kârlara ve ilk sanayicilerin ellerindeki hızlı sermaye biriki­
m ine yol açan düşük ücretleriydi. Bu erken sanayicilere yönel­
tilen suçlama söm ürü suçlamasıydı, vatandaşlann bunca sefa­
lete ve alçalışa neden olan söm ürüsü. A rtık bütün bunların
yadsındığı görünüyordu, iktisat tarihçileri, fabrika sistem inin
ilk dönem lerinin üzerine çöken kara bulutun dağıtılm ış oldu­
ğu haberini getirdiler. Öyle ya, ekonom ik ilerlem enin kuşku
götürm ez bir gerçek olduğu yerde bir sosyal felaketten nasıl
söz edilebilirdi? Aslında, sosyal felaket, doğal olarak, ekono­
mik değil, kültürel bir olgudur ve gelir göstergeleri veya nüfus
istatistikleri ile ölçülem ez. Halkın geniş bir kesitini kapsayan
kültürel felaketlere de sık sık rastlanmaz, ama Sanayi Devrimi
gibi olaylara, yarım yüzyıldan kısa bir süre içinde İngiliz kırsal
kesiminde yaşayanların büyük bir bölümünü yerleşik insanlar­
dan yersiz yurtsuz göçm enlere dönüştüren bir ekonom ik dep­
reme de sık sık rastlanmaz. Ama bu tür yıkıcı toprak kaymala­
rı, sınıfların tarihinde nadiraıtan olsa bile, değişik ırklardan ge­
len insanlar arasındaki kültürel temaslar alanında alışılm ış sa­
yılır. Esas olarak, koşullar aynıdır. Değişiklik, sosyal sınıfların
aynı coğrafî alanda yaşayan bir toplumun parçasını oluşturm a­

223
ları, kültürel tem asın ise değişik coğrafî bölgelerde yaşayan
toplumlar arasında yer almasındadır. Her iki durumda da te­
mas, daha zayıf olan taraf üzerinde yıkıcı bir etki yapar. Yani
alçalmanın nedeni, çoğu kez varsayıldığı gibi ekonom ik söm ü­
rü değil, mağdur tarafın kültürel çevresindeki çözülmedir. D o­
ğal olarak, ekonom ik süreç yıkım aracını oluşturabilir, ve he­
men hemen her zaman ekonom ik zayıflık boyun eğmeye yol
açar, ama yenilginin esas nedeni ekonom ik değildir; bunun ne­
d eni, yenilenin sosyal var oluşunu içeren kurum ların aldığı
ölüm cül yarada yatâr. Birim ister halk ister sın ıf olsun, süreç
ister “kültürel çatışm a” ister bir sınıfın toplumun sınırları için­
deki konum undaki değişiklikten kaynaklansın, sonuç kendine
saygının ve değerlerin yitirilm esi olacaktır.
Kapitalizmin ilk dönem lerini inceleyenler için bu koşutluk
son derece önem li. Bugün A frika’daki bazı yerli k abilelerin
durumuyla İngiliz işçi sınıfının ondokuzuncu yüzyılın ilk yıl­
larındaki durum u arasında yanılgıya yer bırakm ayacak bir
benzerlik var. Kendi köy topluluğunda (kraal) herkesten daha
büyük bir sosyal güvenlik içinde yaşayan Güney Afrika yerlisi
(k a jfir), o soylu vahşi, “en aşağılık beyazın bile giymeyeceği
uygunsuz, pis, çirkin paçavralar”2 içinde yan ehli bir hayvanın
insan biçim ini alm ışına, kendine saygısı, hiçbir değeri olm a­
yan ne idüğü belirsiz bir varlığa, gerçek bir insan anığına dö­
nüştürülm üştü. Bu tasvir, Robert Owen’in çizdiği tablodaki iş­
çileri akla getiriyor. Owen bunları Lew Lanark’ta işçilerinin
yüzüne karşı söylem işti. Serinkanlılıkla, nesnel bir yaklaşım la,
aynı bir sosyal bilim cinin gerçekleri kaydettiği gibi, nasıl bir
alçalm ış süprüntü yığını durum una geldiklerini anlatm ıştı on­
lara. Ve bu alçalışın nedenini, hiçbir şey onların bir “kültürel
boşlukta” varoldukları gerçeği kadar iyi açıklayamazdı. “Kül­
türel boşluk”, yani bir antropologun Afrika’nın yiğit kara kabi­
lelerinin beyaz uygarlıkla karşılaşm anın etkisi altında yaşadık­
ları kültürel çöküşü tanım larken kullandığı terim.3 Zanaatları

2 M illin , M rs. S .G ., T h e S o u th A fr ic a n s , 1 9 2 6 .
3 G o ld en w eiser, A ., A n th rop o log y , 1 9 3 7 .

224
gerilem iş, yaşamlarının siyasal ve sosyal koşulları yok olm uş,
Rivers’in ünlü cüm lesi ile, sıkıntıdan ölm ekle veya yaşamlarını
ve İnsanî özlerini bir çözülm e içinde lükeim ekteler. Artık ken ­
di kültürleri onlara çaba ve özveriye değer am açlar sağlayamı­
yor; öte yandan ırkçı burnu büyüklük ve önyargı, beyaz m ü­
dahalecilerin kültürüne katılm alarını engelliyor.4 Renk ayrımı
yerine sosyal ayrımı koyduğumuzda, 1 8 4 0 ’lı yılların “iki ulu­
su na” ulaşıyoruz. Yerlinin yerini Kingsley’in rom anlarındaki
varoş sakini alıyor.
Kültürel boşluk içinde yaşamanın yaşamak dem ek olm adı­
ğını tartışmasız kabul eden bazı kimseler, gene de ekonom ik
ihtiyaçların bu boşluğu otom atik olarak doldurabileceğini ve
yaşamı, koşullar ne olursa olsun, yaşanır kılacağını düşünür
gibi görünüyorlar. Bu varsayım antropolojik araştırm alara ke­
sinlikle ters düşüyor. Dr. Mead şöyle diyor: “Bireylerin çalış­
masını sağlayan amaçlar, kültürel olarak belirlenirler ve bün­
yenin bir yiyecek kıtlığı türünden, basit, dışsal ve kültürel ola­
rak tanım lanm am ış durum lara gösterdiği tepkilerd en o lu ş­
mazlar.” “Bir grup vahşinin altın madeninde çalışanlara, gemi
tayfalarına dönüşm esi süreci veya yalnızca tüm çalışm a iste­
ğinden yoksun bırakılıp balıklarla dolu akarsuların yanında
ölmeye terk edilm esi, toplum un doğasına ve normal işleyişine
öyle ters, öyle aykırı görülür ki, hastalıklı olarak değerlendiri­
lir." Ama Mead’in hem en eklediği gibi: “Kendilerini dıştan ge­
len, hiç olmazsa dış etkilerle oluşan büyük değişiklikler içinde
bulan insanların kaçınılm az olarak karşılaştıkları durum, bun­
dan başka bir şey değildir.” Ve şu sonuca varıyor: “Bu kaba te­
mas, basit insanların bu geleneklerinden koparılışı, sosyal ta­
rihçinin üzerinde ciddi bir biçim de durmasını gerektirecek ka­
dar sık rastlanan bir olgudur.”
Ama sosyal tarih çi im ayı anlam am azlıktan geliyor. Hâlâ,
kültürel temasın bugün sömürge dünyasında devrim ler yara­
lan ilkel gücünün, yüzyıl önce kapitalizm in ilk dönem lerinin
iç karartıcı sahnelerine neden olan güçle aynı olduğunu gör­

^ G oldenvveiser, A ., a .g .e .

225
meyi reddediyor. Genel sonucu çıkaran bir antropolog5 “sayı­
sız ayrıma karşın, bugün yerli halklar arasında görülen soru n­
ların nedenleriyle, yıllarca ya da yüzyıllarda önce bizim ara­
mızda görülm üş olanlarınki temelde aynı. Yeni teknik araçlar,
yeni bilgiler, yeni zenginlik ve güç kazanma biçim leri sosyal
akışkanlığı artırdı, yani insanların göç etm esine, ailelerin yük­
selişi ve çöküşü ne, grupların ayrışm asına, yeni önd erlik bi­
çim lerine, yeni yaşam biçim lerine değişik değerlerin ortaya çı­
kışm a neden oldu.” Thurnw ald’in keskin zekası, bugün zenci
toplumun yaşadığı sosyal felaketle kapitalizmin ilk günlerinde
beyaz toplum un büyük bir bölüm ünün yaşadığı arasında bü­
yük bir benzerlik olduğunu kavramıştı. Benzerliği hâlâ gözden
kaçıranlar sosyal tarihçiler.
Sosyal görüşüm üzü bulandıran en etkin olgu, ekonom iye
ağırlık veren ön yargılar. Söm ürü o kadar ısrarlı bir biçim de
söm ürgecilik sorununun m erkezine yerleştirildiği için, bu ko­
nunun üzerinde özellikle durm ak gerekiyor. Ayrıca, en açık
insani anlamıyla söm ürü, beyaz adam taralından dünyanın ge­
ri halklarına öyle sık, öyle sürekli bir biçim de ve öyle acım a­
sızca uygulandı ki, onu söm ürgecilik sorununun tartışm ala­
rında odak noktası olarak alm am ak bütünüyle duygusuzluk
olarak görülebilir. Ama daha önem li olanın, kültürel yozlaş­
m anın, gözümüzden kaçm asına neden olan da, özellikle sö ­
mürüye verilen bu aşırı önem . Eğer söm ürü yalnızca ekono­
mik terim lerle, değişim o ran ların ın sürekli yetersizliği b içi­
minde tanım lanırsa, söm ürünün gerçekten var olm uş olup ol­
madığı konusunda kuşku duyulabilir. Yerli topluluğun başına
gelen felaket, doğrudan doğruya, kurbanların temel kuram la­
rının aniden büyük bir sarsıntıyla yok olm alarının sonucu (bu
süreç içinde kaba kuvvet kullanılm ası veya kullanılm am ası
burada önemli değil). Bu kuram ların yok oluşu, piyasa ekono­
misinin bütünüyle değişik bir biçim de düzenlenm iş topluluk­
lara kabul ettirilm esine bağlı; em ek ve toprağın metaya dönüş­
türülm esine, yani, bu kısa formülün dışında başka bir deyişle,

5 T u m w ald , R .C .. B la c k a n d W hite in East A fr ic a ; T h e F a b r ic o f a N e w C iv iliz a tio n .


1935.

226
organik bir toplum daki bütün kurum lann ortadan kaldırılm a­
sına bağlı. Doğal olarak, gelir ve nüfus göstergelerinin böyle
bir süreçle hiçbir ilgisi yok. Ö rneğin köle olarak satıldıkları
ülkedeki yaşam düzeyleri doğup büyüdükleri orm andakinden
daha yüksek olsa bile, kim daha önce özgür olup da, sonradan
köleleştirilen bir halkın söm ürüldüğünü yadsıyabilir? Ama as­
lında ele geçirilen topraklardaki yerlilerin özgürlüklerine do-
kunulm adığım , hatta önlerine yığılan ucuz pam uklu malları
satın alırken k an d ırılm adıklarını, aç kalm alarına “y aln ızca”
sosyal kuram larının ortadan kalkışının neden olduğunu var­
saysak bile, durumda büyük bir değişiklik olmaz.
Ünlü Hindistan örneğine değinelim. O ndokuzuncu yüzyılın
ikinci yansında Hintli kitleler Lancashire tarafından söm ürül-
dükleri için açlıktan ölm ediler; kitleler halinde ölm eleri, Hint
köy topluluğunun parçalanmasına bağlıydı. Bu parçalanmaya
ekonom ik rekabet güçlerin in , yani el dokum ası kum aşların
makine imalatı karşısında sürekli değerinin altına satılm asının
yol açtığı kuşkusuz doğru; ama, damping, değerinin üstüne sa­
tışın tersi demek olduğuna göre, bu ekonom ik söm ürü fikrinin
tersini kanıtlam ış oluyor. Tahılın serbestçe pazarlanmasıyla ye­
rel gelirlerin düşüşü, birlikte, son elli yıl içinde açlığın gerçek
kaynağını oluşumdular. Doğal olarak, yetersiz m ahsul de bu
olayın bir parçasıydı, ama demiryolu ile Lahıl nakliyatı zor du­
rumdaki bölgelere yardım gönderilebilm esini sağlıyordu; soran
halkın hızla artan fiyatları karşılayıp hububat satın alamayışın-
dandt. Özgür ama tam düzenlenmemiş bir piyasada da, kıtlığa
karşı doğal tepkinin bu tür fiyat artışları olması kaçınılmazdı.
Önceleri mahsulün yetersiz olduğu durumda ihtiyaçları karşı­
lamak üzere küçük yerel dükkânlara baş vurulurdu, ama bun­
lar ortadan kalkmış ve büyük bir pazarın içinde yok olm uşlar­
dı. Bu nedenle açlığı karşı mücadele artık çoğu zaman, halkın
yükselen fiyatları karşılayabilecek alım gücünü elde etmesini
sağlamak amacıyla, kamu projelerinde iş olanakları yaratılması
biçimini alıyordu, isyandan sonra Ingiliz hakim iyeti alım daki
Hindistan’ı k ınp geçiren üç ya da dört büyük kıtlık, ne doğal
unsurların ne de söm ürünün sonucuydu. Bunlar, eski köy ya-

227
pisini sorunlarım çözmeden parçalayan emek ve toprakla ilgili
yeni piyasa düzeninden kaynaklanıyorlardı. Feodalizm ve köy
loplulugu rejimlerinde soyluluğun gerekleri (noblesse oblige),
aile dayanışması ve hububal piyasasındaki düzenlemeler açlık
tehdidini kontrol altında tutarken, piyasa hakimiyeti altında,
oyunun kuralları gereği, insanların açlıktan korunması olanak­
sızdı. "Söm ü rü ” terim i, H indistan’da ancak Doğu Hindistan
Şirketinin acımasız tekeli kırıldıktan sonra ciddi bir görünüm
kazanan durumu açıklam akta uygunsuz kaçıyor. Tekelcilerin
hakimiyeti altında, durum kırsal kesimin bedava hububat dağı­
tımını da içeren arkaik örgütlenmesi yardımıyla az çok kontrol
altında unutabiliyordu. Oysa özgür ve eşit değişim durum un­
da, milyonlarca Hintli yaşamını yitirdi. Ekonom ik açıdan, H in­
distan durumdan kazançlı çıkm ış olabilir, hatla uzun dönemde
bunun böyle olduğu açık, ama sosyal açıdan düzen bozulmuş
ve ülke sefaletin ve alçalışın kucağına atılmıştı.
Hiç olm azsa bazı durum larda, parçalayıcı kültürel teması
başlatan, eğer bu şekilde ifade edilebilirse, söm ürünün tersi o l­
muştu. 1887’de Kuzey Amerika kızılderililerine zorla dağıtılan
toprak, bireylere, bizim mali değerlendirme ölçütlerim ize göre,
yarar sağlamıştı. Ama önlem ırkı fiziksel varoluşu içinde yok
etmişti -bu, tarihe geçm iş en çarpıcı kültürel yozlaşma örnekle­
rinden birini oluşturuyor. Kabileye özgü toprak mülkiyeti bi­
çim lerine dönülmesi gerektiğini savunan Jo h n C ollier’in ahlâk
dehası sayesinde, durum yarım yüzyıl sonra düzeltildi: Bugün
Kuzey Amerika yerlileri, hiç olmazsa bazı bölgelerde, canlı bir
topluluk içinde yaşıyorlar. Söz konusu olan bir ekonom ik iyi­
leşme değil, mucize kabilinden bir sosyal restorasyon olayı. Yı­
kıcı bir kültür temasının yarattığı şokun, 1890 civarında, lam
da ekonom ik koşullardaki düzelmenin bu Kızılderililerin yerli
kültürünü çağdışı kıldığı bir zamanda, eski bir Pawnee oyunu­
nun meşhur Hayalet Dansı biçim inde patetik bir biçim de yeni­
den doğuşuyla belgelendiğini görüyoruz. Giderek, diğer ek o ­
nomik göstergenin, nüfus artışının, kültürel bir felaket gerçeği­
ni dışladığı önerisi de, antropolojik araştırmalarla desteklenm i­
yor. Doğal artış oranının yükselmesi, hem kültürel bir canlılı­

228
ğın hem de kültürel yozlaşmanın göstergesi olabilir. "Proletar­
ya” sözcüğünün özgün anlam ının üretkenlikle dilenciliği bir
araya getirişi, bu belirsizliğin çarpıcı bir yansıması.
Ekonom iye ağırlık veren ön yargılar, hem kapitalizmin ilk dö­
nemleriyle ilgili sömürü kuramının, hem de, daha bilim sel gö­
rünmekle birlikte, hamlığı açısından ondan geri kalmayan baş­
ka bir kuramın, sosyal felaketin varolmuş olduğunu yadsıyan
yaklaşımların, kaynağını oluşturuyor. Bu ikinci kuramın ve tari­
hin yeni yorumlarının yol açtığı sonuç, laissez-Jaire ekonom isi­
nin yeniden canlandırılması oldu. Madem ki liberal iktisat fela­
kete neden olmamıştı, o halde dünyayı özgür piyasanın nim et­
lerinden yoksun bırakan korumacılık bağışlanmayacak bir suç
oluşturuyordu. Artık Sanayi Devrimi terimine bile, yavaş bir de­
ğişim sürecinin abartılmış bir ifadesi olarak, burun kıvrılıyordu.
Bu bilim adamlan, olup bitenin, teknolojik gelişme güçlerinin
derece derece yayılıp, insanların yaşamını değiştirmesinden baş­
ka bir şey olmadığını vurguluyorlardı; kuşkusuz değişim içinde
bir çokları acı çekm işti, ama hikâyenin bütünü kesintisiz ilerle­
meyle ilgiliydi. Bu mutlu sona, çağın kaçınılmaz güçlerini abar­
tan sabırsız grupların müdahelelerine karşın, yararlı işlevlerini
hemen hemen bilinçsiz bir biçimde sürdüren ekonom ik güçle­
rin sayesinde ulaşılmıştı. Bu çıkarsama, yeni ekonom inin toplu­
ma yönelttiği tehdidin yadsınması demekti. Eğer Sanayi Devri-
minin değiştirilmiş tarihi doğru olsaydı, korum acı hareket bü­
tün tem ellerini yitirir, la issez -Ja ire bütün suçlardan arınm ış
olurdu. Böylece sosyal ve kültürel felaketin niteliğine ilişkin
maddeci yanlışlık, çağın bütün belalarının ekon om ik libera­
lizmden uzaklaştırılmasına bağlı olduğu efsanesini güçlendirdi.
Ö zetle, kollekıivist hareketin kaynağında tek tek gruplar ve­
ya sınıflar bulunm uyordu, ama gene de ilgili sın ıf çıkarları so ­
nuç üzerinde belirleyici bir etki yapmışlardı. Sonuçta, olaylar
toplum un tüm ünün çıkarlarına bağlı olarak gerçekleşiyordu;
bu çıkarların korunm ası ağırlıklı olarak toplum un belirli bir
kesim ine düşse bile, durum böyleydi. Korum acı hareketle ilgi­
li açıklam am ızı, sın ıf çıkarları değil, piyasanın tehlikeye attığı
sosyal öz çerçevesinde geliştirm ek, anlamlı görünüyor.

229
Tehlike noktalan, saldınm n yöneldiği alanlar tarafından be­
lirleniyor. Rekabetçi em ek piyasası em ek gücünün taşıyıcısını,
yani insanı hedef alıyordu. Uluslararası serbest ticaret, özellik­
le doğaya bağımlı en önem li sektöre, yani tarıma, yönelm iş bir
tehditti. Altın standardı, işleyişleri fiyatların göreli hareketleri­
ne bağlı olan üretim kuruluşlarını etkiliyordu. Bu alanların
herbirinde piyasaların gelişm iş olm ası, toplum varlığının ha­
yati yönlerine karşı gizli bir tehdit oluşturuyordu.
Em ek, toprak ve para piyasalarım fark etm ek kolay; ama
toplum un, çekirdeğini insanların, onların doğal çerçevesinin
ve üretim düzeninin oluşturduğu bölüm lerini görm ek o kadar
kolay değil. Kültürel alanda insan ve doğa neredeyse bir bütün
oluştururlar; üretici girişim lerin parasal yönü sosyal açıdan
hayatî bir tek çıkarı etkiler: U lusun birlik ve bütünlüğünü.
Dolayısıyla, hayalî meta (em ek, toprak, para) piyasaları, birbi­
rinden ayrı ve bağım sızdılar; oysa bunların topluma yönelttiği
tehditleri birbirinden ayırmak her zaman çok kolay değildi.
Buna karşın, Batı toplum unun seksen yıllık çok önem li bir
dönem (1 8 3 4 -1 9 1 4 ) boyunca geçirdiği kurum sal gelişm enin
bir özeti, bu tehlike noktalarının her birini aynı terim ler çer­
çevesinde ele alabilir. Çünkü söz konusu olan ister doğa, ister
üretim düzeni o lsu n, piyasa düzeni bir teh like oluşturm aya
başlam ış, belirli gruplar veya sın ıflar da korum a ö n lem leri
alınm ası için baskı yapmışlardı. Bu alanların her birinde, In­
giltere, Avrupa ve Am erika’daki gelişm eler arasındaki zaman
farkları önem liydi. Ama yirm inci yüzyıla girildiğinde, koru ­
macı karşıt hareket bütün Batı ülkelerinde benzer bir durum
yaratmıştı.
Dolayısıyla biz, insanın, doğanın ve üretim düzeninin k o­
runm asını, daha sıkı kenetlenm iş, ama bütünüyle yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya bir toplum türünün ortaya çıkm asına
yol açan bir kendini savunma hareketinin parçaları olarak ele
alacağız.

230
14. Piyasa ve İnsan

Emeği diğer yaşam faaliyetlerinden ayırıp piyasa kurallarına


boyun eğmeye zorlam ak, bütün organik varoluş biçim lerini
yok etm ek ve onların yerine yeni bir düzen, parçalara ayrıl­
mış, bireyci bir düzen koymak anlamına geliyordu.
Böyle bir yıkım planına en iyi sözleşme özgürlüğü ilkesinin
uygulanması hizmet edebilirdi. Uygulamada bu, sözleşme dışı
.akrabalık, kom şuluk, meslek ve inanç ilişkilerinin ortadan kal­
dırılmasını gerektiriyordu. Çünkü bu ilişkiler bireyden belirli
bir bağlılık bekliyor, dolayısıyla da bireyin özgürlüğünü kısıtlı­
yorlardı. Bu ilkeyi ekonom ik liberallerin yaptığı gibi, müdaha­
leciliğe karşı bir ilke olarak gösterm ek, belirli türden müdaha­
lecilik yanlısı önyargıların bir ifadesinden başka bir şey değil­
dir. Yani, bireyler arasındaki sözleşme dışı ilişkileri yıkmaya ve
bunların kendiliğinden yeniden kurulmasını önlem eye yönelik
müdahaleler yanlısı bir önyargının ifadesidir yalnızca.
Bir em ek piyasası kuruluşunun bu etkisi, bugün söm ürge
alanlarında iyice belirgin bir biçim de görülüyor. Yerliler em ek­
lerini satarak geçinm ek zorunda bırakılıyorlar. Bu amaçla ge­
leneksel kurulularının yok edilm esi ve yeniden kurulm aları­
nın engellenm esi gerekiyor. Çünkü, kural olarak, ilkel bir top­
lumda yaşayan birey, topluluğun bütünü benzer bir tehlikeyle

231
karşılaşmadığı sürece, açlık tehdidi altında kalmayacaktır. Ö r­
neğin, Güney Afrika yerlilerinin (k a ffir) “kraal” toprak sistem i
içinde “sefalete düşme olasılığı yoktur, yardım isteyen herkese
sorgusuz sualsiz yardım edilir”.' Kwakiutl kızılderililerinden
hiçbiri “yaşamı boyunca aç kalma tehlikesiyle karşılaşm am ış­
tır."2 “Geçim sınırında yaşayan toplum larm hiçbirinde bireyin
açlıktan öldüğü g örü lm ez.”3 H int köy topluluğu içind e de,
m uhtaç duruma düşm em e ilkesi aynı biçim de geçerlidir. Hü­
manistlerin yoksullar üzerine geliştirdikleri yeni fikirlerin Sor-
bon’da tartışılmaya başlandığı onaluncı yüzyıl Avrupası’na ka­
dar, aynı şeyin hemen hem en bıılün toplum düzenleri için ge­
çerli olduğunu söyleyebiliriz. Bireyin açlık tehlikesiyle karşı­
laşmaması, bir anlamda, ilkel toplumun piyasa toplum una gö­
re daha insanca bir toplum olduğunu gösteriyorsa da, aynı za­
m anda, ekonom ik m antık açısından daha geri olduğunu da
gösteriyor. Beyaz adamın karaların dünyasına yaptığı ilk katkı­
nın, onlara açlık tehdidinin yararlarını öğretmek olması tuhaf­
tır. Dolayısıyla, söm ürgeciler yapay bir yiyecek darlığı yarat­
mak üzere ekm ek ağaçlarını kesmeye veya yerlileri em eklerini
satmaya zorlam ak için kulübe başına vergi almaya karar vere­
bilirler. Her iki durum da da son u ç, peşinden büyük serseri
grupları sürükleyen Tudor Devri toprak çevrilm elerinin yol
açtığı sonucun benzeri olacaktır. M illetler Cem iyeli’nin yayım­
ladığı bir rapor, onalııncı yüzyıl Avrupası’nın kâbusu “sahipsiz
insan” tipinin, Afrika orm anlarında yeniden ortaya çıktığını
kolay anlaşılır bir dehşet içinde belirtiyor.'1 Orta Çağ sonunda
bu tipe, yalnızca toplum un “ça tla k la rın d a ” rastlan ıyo rd u .5
Ama bu, ondokuzuncu yüzyıl göçm en işçisinin selefiydi.6

1 M air, L.P., A n A fr ic a n P e o p le in (he T w en tieth C entu ry, 1 9 3 4 .


2 L o eb , E .M ., T h e D istrib u tion a n d F u n c tio n o f M o n ey in E a r ly S ociety . “E ssa y s on
A n th ro p o lo g y ” için d e , 1 9 3 6 .
3 H ersk o v its, M .J., T h e E c o n o m ic L ife o f P rim itiv e P e o p les , 1 9 4 0 .
4 T h u m w a ld , R .C ., o p . c il.
5 B r i n k m a n n , C ., “ D a s s o z i a l c S y s te m d c s K a p i t a li s m u s ” , G r u n d r is s t i n
S ozialO lton om ih , 1 9 2 4 .
6 T o y n b ee, A ., L ectu res an th e In d u s tr ia l R ev olu tio n , 1 8 8 7 . s. 9 8 .

232
Bugün beyaz adamın uzak bölgelerde hâlâ sürdürdüğü şey,
yani em ek unsurunu ayırıp almak için sosyal yapıların parça­
lanması, onsekizinci yüzyılda beyaz adamlar tarafından beyaz
halklara aynı am açla uygulanmıştı. Hobbes’un grotesk devlet
görüşü -k o c a gövdesi sayısız insan bedeninden oluşan insan
bir su can avarı- Ricardo’nun em ek piyasası modeli karşısında
cüceleşiyordu: Burada söz konusu olan, sürekli bir insan ya­
şamları akışıydı, arzı insanların önündeki yiyecek miktarıyla
belirlenen bir akıştı bu. Doğru, hiçbir em ekçinin ücretinin al­
tına düşemeyeceği kabul edilmiş bir düzey vardı, ama bunun
etkinlik kazanabilm esi için em ekçinin aç kalmakla emeğini pi­
yasa fiyatına salm ak arasında seçim yapmak durum unda kal­
ması gerektiği düşünülüyordu. Bu da, klasik iktisatçıların yak­
laşımındaki başka türlü açıklanam ayacak bir boşluğun nere­
den kaynakland ığını gösteriyor. Neden klasik ik tisa tçıla rın
yüksek ücretlerin çekiciliği değil de, yalnızca açlık tehdidinin
emek piyasasına işlerlik kazandırabileceğini düşündüklerini.
Bu noktada söm ürgecilik deneyimleri onların deneyim ini des­
tekliyor. Çünkü ücretler ne kadar yüksekse, kültürel değerleri
tarafından, beyaz adam lar gibi, kazanabileceği kadar para ka­
zanmak üzere çalışmaya itilmeyen yerlinin gösterdiği çaba da
o kadar düşük oluyor. Buradaki benzerlik gerçeklen çarpıcı,
çünkü bizim çalışm a biçim im ize ancak dayak, işkence, hatta
sakatlanma tehdidi altında boyun eğen yerli gibi, ilk em ekçi de
aşağılayıcı ve hırpalayıcı olarak değerlendirdiği fabrika yaşa­
mından nefret ediyordu. O nsekizinci yüzyılda Lyon sanayicile­
ri ücretleri düşük tutm ak için uğraşırlarken bunu özellikle
sosyal nedenlerle yapıyorlardı.7 Bu sanayicilerin görüşüne gö­
re, ancak ölesiye çalıştırılm ış ve ezilmiş bir işçi diğer işçilerle
birleşerek efendisinin kendisine her istediğini yaptırabileceği
bir duruma son verm ek için çaba gösterm ekten vazgeçerdi. İn­
giltere’de yasal zorlam alar ve “kilise mıntıkası serfligi” diyebi­
leceğimiz durum, Kıta Avrupası’nda m utlakiyelçi bir iş düzeni­
nin sertliği, Amerika’nın ilk dönem lerinde senetle bağımlı işçi

7 H cck sch e r, H.P., o p . cit. Vol. II , s. 1 6 8 .

233
kullanım ı, hep “çalışm aya hazır işçin in ” ortaya çıkışın ın ön
koşullarıydı. Ama son aşamaya “doğal cezanın”, açlığın, uygu­
lam asıyla ulaşıldı. Bunun için de, bireyin aç kalm asına rıza
göstermeyen organik toplumun ortadan kalkması gerekiyordu.
İlk aşamada, toplum un korunm ası, iradelerini kabul ettire­
bilecek durumda olan yöneticilere düşer. Ama ekonom ik libe­
raller, rahatça, ekonom ik yöneticilerin toplum için yararlı ol­
duğunu, siyasal yöneticilerin ise olm adığını varsayarlar. Doğ­
rudan İngiliz yönetim inin H indistan’ın bir şirket aracılığıyla
yönetilm esinin yerini alması gerektiğini öne sürerken, Adam
Sm ith pek de aynı varsayımı paylaşır görünmüyordu. Savun­
duğu şuydu: Yönetilenlerin zenginleşm esi vergi gelirlerini artı­
racağı için, yönetilenlerle yönetenlerin çıkarları arasında bir
koşutluk vardır; oysa tüccarın çıkarları, doğal olarak, alıcının
çıkarlarına ters düşer.
Ç ıkarlar ve eğilim ler gereği, Sanayi D evrim inin saldırısın ­
dan halkı korum ak İngiltere’nin toprak sahiplerine düşmüştü.
Speenhamland geleneksel kırsal düzenini korum ak üzere ka­
zılm ış bir hendek oluşturuyor, bu arada da tarımı sallantıda
bir sektör durumuna sokuyordu. Sanayi şehirlerinin talepleri­
ne boyun eğme konusundaki doğal isteksizlikleriyle, kırsal ke­
sim eşrafı yüz yılın yenilgiyle sonuçlanm aya mahkûm kavga­
sında ilk yer alanlar oldular. Ama boşa direndikleri söylene­
m ez, direnişleri birkaç nesil için çöküşü önledi ve koşullara
hem en hemen tam bir uyum sağlamaya yetecek kadar zaman
kazandırdı. Kırk yılı aşkın kritik bir dönem boyunca ekon o­
m ik gelişmeyi engelledi ve 1 8 3 4 ’te reform parlamentosu Spe-
enham land’ı yürürlükten kaldırdığı zam an, toprak sahipleri
direnişlerini fabrika yasalarına kaydırdılar. Artık kilise ve ma­
likane, halkı fabrika sahibine karşı kışkırtıyordu. Fabrika sahi­
binin zaferinin, ucuz yiyecek taleplerinin karşı durulmaz bir
biçim almasına ve, dolayısıyla, rantların azalmasına yol açaca­
ğı biliniyordu. Ö rneğin O stler “bir kilise m ensubu, bir Tory ve
b if korum acılık taraftarıydı”,8 ayrıca bir hüm anistli. Fabrika

8 Dicey, A.V., op, c it., s. 2 2 6 .

234
hareketinin içinde yer alan Tory sosyalizm inin içerdiği unsur­
ları değişik biçim lerde özüm sem iş diğer m ücadeleciler de öy­
leydi: Sadler, Southye ve Lord Shaftesbury. O nları izleyenlerin
çoğu maddi çıkarlarının tehlikede olduğu düşüncesiyle hare­
ket ediyorlardı, böyle düşünm ekte ne kadar haklı oldukları da
kısa zam anda ortaya çık tı: M anchester ih racatçıları b ir süre
sonra tahıl fiyatlarının ucuzlam asıyla bağlantılı düşük ücret
talepleriyle ortalığı velveleye verm eğe başlam ışlardı. Speen -
ham land’ın yürü rlü kten kalkm ası ve fabrikaların büyüm esi,
1846'da hububat yasasına karşı girişilen harekelin başarı ze­
m inini oluşturm uştu. G ene de, rastlantısal nedenlerden ötürü,
İngiltere’de tarım ın yıkılışı bir nesil daha ertelendi. Bu arada
Disraeli, Tory sosyalizm ini Yoksullar Yasası Reform una karşı
girişilen m ücadele tem eline oturtuyor ve Ingiltere’nin tutucu
toprak sah ip leri, radikal yeni yaşam tek n ik lerin i bir sanayi
toplum una kabul ettiriyorlardı. Karl M arx'in sosyalizm in ilk
zaferi olarak göklere çıkardığı on saatlik iş günü tasarısı, aslın­
da gericilerin başarısıydı.
Em ekçilerin kendileri, geçiş dönem ini sağ salim atlatabilm e-
lerini amaçlayan bu büyük hareket içinde pek önem li bir un­
sur oluşturmuyorlardı. Kendi kaderleri üzerinde sahip olduk­
ları söz hakkı, Haw kins’in gem ilerindeki kölelerin sahip o l­
duklarından pek fazla değildi. Gene de iyi veya kötü, İngiltere
sosyal tarihinin çizgisini belirleyen ve onu kıta Avrupası’nın-
kinden bu kadar değişik kılan, İngiliz işçi sınıfının kaderini ta­
yin etme çabalarına etkin bir biçimde katılm am ış oluşu.
Doğmakta olan bir sınıfın yönlendirilm em iş heyecanlarının,
beceriksizliklerinin ve tökezlem elerinin, tarihin çoktan ortaya
koymuş olduğu tuhaf bir yönü var. İngiliz işçi sınıfı, siyasal
olarak işçilere oy hakkı tanımayan 1832 Parlam ento Reform
Yasasıyla, ekonom ik olarak da 1834 Yoksullar Yasası R efor­
muyla tanım lanm ıştı. Bir süre, geleceğin sanayi işçlieri sınıfı,
selametin kırsal yaşam ve zanaatkârlık koşullarına geri dön­
mekte olabileceğini düşünür gibiydi. Speenham land’i izleyen
yirmi yıl boyunca çabalarını, ya zanaatkarlar yasasının çıraklık
maddelerinin yürürlüğe girm esini sağlamaya, ya da Luddizm

235
durum undaki gibi doğrudan eylem lerle m akine kullanım ını
sınırlam aya yöneltti. Bu geriye d önük tavır, O w enci eylem
içinde bir akım olarak kırklı yılların sonuna kadar sürdü. Bun­
dan sonra, on saatlik iş günü tasarısı, Çartizmin gerileyişi ve
kapitalizmin altın çağının başlaması, geçm iş hayallerini bulan­
dırdı. O zamana kadar İngiliz işçi sınıfı yeni ortaya çıkan k o­
num unda (in statü n ascen di) kendi kendisi için bir muammay­
dı ve işçi sınıfının ulusal yaşamdan eşit pay alm asının engel­
lenm iş olm asının İn giltere’ye ne kadar pahalıya patladığını,
ancak bu sınıfın yarı bilinçli kıpırdanmalarını anlayarak izle­
diğimizde fark edebiliyoruz. O w encihk ve Çartizm güçlerini
tü k ettik lerin d e, İn giltere, gelecek yüzyıllarda A nglo-Sakson
özgür toplum idealini geliştirm ekte etkili olabilecek toplumsal
öz bakımından iyice yoksullaşm ışlı.
Owenci hareket yalnızca önemsiz yerel faaliyetlere yol açmış
bile olsaydı, insan soyunun yaratıcı hayal gücüne adanmış bir
anıt oluşturabilirdi. Çartizm yalnızca insan haklarının kazanıl­
ması için ilan edilen “ulusal bir bayram" fikrinin oluşturduğu
çekirdeğin ötesine geçem em iş bile olsaydı, gene de bazı insan­
ların kendi düşlerini görmeyi sürdürebildiklerini, insanı unut­
muş bir toplum un ne anlama geldiğini tartmakta olduklarını
gösterebilirdi. Oysa durum bu değildi, Owencihk küçük bir ta­
rikatın ilhamıyla sınırlı değildi. Çartizm de siyasal bir elitle be­
lirlenmişti. iki hareket de, yüz binlerce zanaatkarı, em ekçiyi,
çalışan insanı içine alm ıştı, ve sahip olduklan geniş taraftar kit­
lesiyle modern tarihin en büyük sosyal hareketleri arasında yer
alıyorlardı. Farklılıkları ve yalnızca başarısızlıklarında görülen
benzerlikleriyle, insanın piyasaya karşı korunm asının kaçınıl­
maz bir biçimde gerekli olduğunu kanıtlamaya yardım ettiler.
Başlangıçta O w enci hareket ne siyasaldı ne de bir işçi sınıfı
hareketiydi. Fabrikanın ezdiği insanların, insanın m akinenin
efendisi olduğu bir yaşam biçim i bulmak üzere giriştikleri ça­
bayı temsil ediyordu. Ö zünde, bize kapitalizmin aşılm ası gibi
g örünebilecek bir şeydi am açladığı. Doğal olarak, böyle bir
açıklam a yanıltıcı olurdu. Çünkü o sırada ne sermayenin ör-
gütleyici rolü, ne de kendi kurallarına göre işleyen piyasanın

236
niteliği hâiâ anlaşılm ış degilldi, gene de kesinlikle bir makine
düşmanı olmayan O w en’i em iyi açıklayan belki de bu. Owen
insanın m akineye rağmen k en d i efendisi olarak kalması gerek­
tiğine inanıyordu; yardım larım a veya “b irlik ” ilkesi, m akine
sorununu, ne bireysel özgüırlükleri ne de sosyal dayanışmayı,
ne insanın şerefini ne de omun diğer insanlara duyduğu yakın­
lığı feda etm eksizin çözü m leyecekti.
Owencihgin gücü, ilhamımın son derece uygulamaya yönelik
oluşundan geliyordu; ama yöntem leri, insanın bir bütün olarak
değerlendirilmesine dayanıyordu. Sorunların yiyeceklerin nite­
liği, konut, eğitim , ücret dıüzeyi, işsizliğin ortadan kalkm ası,
hastalık sigortası gibi g ü n lü k sorunlar olmasına rağmen, konu­
lar desteklerine güvendiği aıhlâkî güçler kadar genişti. Gerekli
yöntem ler bulunduğu tak d ird e, insan varoluşunun yeniden
düzenlenebileceği inancı, hareketin köklerinin kişiliğin oluştu­
ğu en derin kademelere kadar inebilm elerini sağladı. Aynı ge­
nişlikle olup da O w encilik kadar az entellektüelleştirilm iş bir
sosyal harekete az rastlanır; harekele katılanların inançları en
olağan ve basit faaliyetlere h ile öylesine bir anlam kazandırmış­
tı ki, sistem li bir inanca gerek kalmamıştı. G erçekte inançları
peygamberceydi, çünkü piyasa ekonom isini aşan yeniden dü­
zenlem e yöntemleri gerekliliğini vurguluyorlardı.
O wencilik, taşıyıcısı işçi sınıfı olan bir sanayi diniydi.9 Biçim
ve girişim zenginliği açısınd an eşsizdi. M odern sendika hareke­
tinin başlangıcı olduğu da söylenebilir. Özellikle üyeler için pe­
rakende satış yapan k ooperatifler kurulm uştu. Doğal olarak,
bunlar bilin en tü k etici koop eratiflerin d en değildi; daha çok
şevkli taraftarların, getirdikleri kârı Owenci planların gerçek­
leşmesine, özellikle “Yardımlaşma Köylerinin” kuruluşuna ayır­
dıkları dükkânlardı. “Faaliyetleri ticarî olduğu kadar eğitime ve
propagandaya yönelikti; am açları, ortak çaba sonucu yeni top­
lumun kurulm asıydı.” Sendika üyelerinin kurduğu “Sendika
Atelyeleri” daha çok üretici kooperatifleri niteliğindeydi, bura­
larda işsiz zanaatkârlar iş alanları bulabiliyor, ya da grev sırasın­

9 C o le, G .D .H ., R o b e rt O w en , 1 9 2 5 . B u , b ü y ü k ö lçü d e y ararlan d ığ ım ız b ir ça lışm a .

237
da grev fonunu kullanmak yerine biraz para kazanabiliyorlardı.
Owenci “Emek Borsası”nda, kooperatif fikri kendine özgü bir
kuruma dönüşmüştü. Borsa ya da pazarın özünde, zanaatların
birbirini bütünleyici niteliğinden yararlanılması yatıyordu; za­
naatkarların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayarak kendilerini
piyasanın iniş çıkışlarından koruyabilecekleri düşünülüyordu;
daha sonra bunun yanında geniş bir dolaşım alanına yayılan
emek-para kullanımı yer aldı. Bugün böyle bir araç inanılmaz
gibi görülebilir, ama Owen’in zamanında yalnız ücretli emeğin
değil, kâğıt para kullanım ının da niteliği henüz tam anlaşılmış
değildi. Sosyalizm Bentham cı hareket içinde türlü türlüsüne
rastlanılan böyle proje ve buluşlardan ayrı görülmüyordu. Yal­
nız isyankâr m uhalefet değil, saygın orta sınıf da henüz yeni
deneyim lere açıktı. Jerem y B entham ’ın kendisi bile, O w en’in
fütürist eğilim projesine yatırım yapmış ve hisse sahibi olm uş­
tu. Owenci cemiyetler, yoksullara yardım konusuyla ilgili ola­
rak incelediğimiz Yardım laşm a K öyleri planlarını desteklem ek
üzere düşünülmüş birlikler veya klüplerdi; bu, uzun ve seçkin
deneyimlere sahip bir fikrin, tarım üreticileri kooperatifi fikri­
nin, kaynağını oluşturuyordu. Sendikalisı amaçlı ilk ulusal üre­
ticiler örgütü, in şaatçılar Sendiltası'ydı (Operative Builders’ Uni­
on). Bu “en geniş düzeyde" binalar kurmuş, kendi para birim i­
ni oluşturmuş ve üretici sınıfların kurtuluşu yolunda büyük bir
birliğin geliştirilmesi için gerekli yöntem leri kullanm ıştı. On-
dokuzuncu yüzyılın üretici kooperatifleri, bu girişimle başlar.
Kısa sürede sendikalar ve yardımlaşma cemiyetlerinden oluşan
oldukça gevşek bir federasyon içinde bir milyona yakın işçi ve
zanaatkârı kapsar duruma gelen son derece iddialı Sendikalar
Birliği de, in şaatçılar Sendikası (veya lon cası) ile ona bağlı
“parlam ento”dan kaynaklanm ıştı. Amaçlanan, barışçı yollarla
sanayi direnişini sağlamaktı. Bu çelişkili bir amaç gibi görüne­
bilir; ama hareketin dinî bir mesaj taşırcasına ortaya çıktığı sıra­
larda yalnızca tarihî görevin bilincine varılmasıyla işçilerin ta­
leplerinin karşı konulm az hâle geleceğine inanıldığı düşünü­
lürse, çelişki ortadan kalkacaktır. “Tolpuddle şehitleri” bu ör­
gütün kırsal alandaki dallarm dandı. Fabrika yasalarıyla ilgili

238
propaganda çalışmalarını Taze Hayal Cemiyetleri (Regenerati­
on Societies) yürütüyordu, daha sonraları laik hareketin öncü­
leri olan ahlâk cemiyetleri kuruldu. Banşçı direniş fikri, bunla­
rın ortasında olgunlaştı. Fransa’da Sainı Sim onculuk gibi, Ingil­
tere’deki Owenciltk da, manevî ilhamın bütün niteliklerini için­
de taşıyordu, ama Saint Simon Hıristiyanlığın canlanması için
çalışırken, Owen m odem işçi sınıfı önderleri arasında Hıristi­
yanlığa ilk karşı çıkandı. Büyük Britanya’nın dünyanın her ya­
nında taklit edilen tüketici kooperatifleri, Owenciligin uygula­
ma alanındaki en açık uzantılarıydı, ilk atılımın yavaşlayışı -y a
da yalnızca tüketici hareketlerinin çevresel alanında yaşayabil­
m e si- sanayi İngiltere’si tarihinde manevi güçlerinin en önemli
yenilgisiydi. Gene de, Speenhamland döneminin ahlâkî çökü­
şünü yaşamış bir halkın kendinde böylesine yaratıcı bir çaba­
nın gerektirdiği dayanıklılığı bulabilmesi, onun sınırsız bir en-
telleklüel ve duygusal güce sahip olduğunu gösteriyor.
İnsana bir bütün olarak yaklaşan Owencilikta hâlâ ortaçağın
korporaıist yaşam mirasından bir şeyler kalmıştı. Bu İnşaatçılar
Loncası’nda ve, harekelin sosyal amaçlarının kırsal kesimdeki
yansımasında, Yardımlaşma Köyleri’nde, kendini gösteriyordu.
M odem sosyalizmin kaynağını oluşturmasına karşın, önerileri
yalnızca kapitalizmin yasal yönü olan mülkiyet konusunu te­
mel almıyordu. Sainı-Sim on’un yaptığı gibi, yeni sanayi olgusu
üzerinde durduğu için makinenin oluşturduğu tehdidi görebil­
mişti. Ama Owenciligin belirleyici niteliği, sosyal bir yaklaşım
gerektiğini vurgulam asıydı: Toplum un ek onom ik ve siyasal
alanlara bölünüşünü kabul etmiyor, zaten siyasal eylemi de bu­
nun için yadsıyordu. Ayrı bir ekonomi alanının kabul edilmesi,
kazanç ve kâr ilkelerinin toplumun düzenleyici gücü olarak be­
nimsenmesine yol açacaktı. Owen bunu benimsemeyi reddedi­
yordu. Dahası, m akinenin topluma yerleşm esinin ancak yeni
bir toplum içinde gerçekleşebileceğini fark etm işti. Olayların
sanayi ile ilgili yönü, onun için hiçbir biçim de ekonom ik yö­
nüyle kısıtlı değildi (bu tür bir kısıtlama topluma pazarlamacı­
lık açısından bakmak olurdu ki, Owen bunu kesinlikle benim ­
semiyordu). New Lanark deneyi ona bir işçinin yaşamında üc-

239
reılerin pek çok unsurdan, doğal çevre ve ev çevresi, metaların
kalitesi ve fiyatı, iş güvencesi ve işte ilerleme olanağı gibi un­
surlardan, yalnızca bir tanesi olduğunu öğretmişti. (Kendilerin­
den önceki bazı firmalar gibi, New Lanark fabrikaları da yapıla­
cak iş olmadığı zaman dahi işçileri bordroda tutmayı sürdürü­
yorlardı.) Ama uyumun sağlanabilmesi için bundan çok daha
fazlası gerekliydi. Çocukların ve yetişkinlerin eğitimi, eğlence,
dans ve müzik olanakları ve, bunlarla birlikte, hem yaşlıların
hem gençlerin sahip olmaları gereken yüksek ahlâk standartla­
rıyla ilgili varsayımlar, içinde bütün çalışanların yeni bir statüye
sahip oldukları atm osferi oluşturuyordu. Avrupa’dan (halta
Amerika’dan) gelen binlerce kişi New Lanark’ı geleceğe ait k o­
runmuş bir beldeymişçesine ziyaret etti. Burada olanaksız gibi
görünen bir şey, insanlığını koruyan insanlar kullanarak kâr
eden bir fabrika yönetimi başarılmıştı. Ama Owen’tn fabrikasın­
da ücretler komşu şehirlerde geçerli olan ücretlerin epeyce al­
tındaydı. New Lanark'da kârlann kaynağı, esas olarak, daha kı­
sa bir çalışma süresi içinde daha çok üretim yapılabilmesiydi.
Bunun nedeni de, kusursuz bir yönetim ve dinlenm iş işçilerdi,
bu üstünlükler, insanca bir yaşamın gereklerini karşılamak üze­
re alınan önlem lerin yol açtığı yüksek gerçek ücretleri bol bol
karşılıyordu. Ama işçilerin Owen’a neredeyse tapınmalarına yol
açan da yalnızca bu insanca yaşamın sağlanışıydı. Bu tür dene­
yimlerden Owen, sanayi sorununu sosyal olarak, yani ekono­
minin ötesinde ele alan bir yaklaşım çıkarmıştı.
Sezgisinin başka b ir katkısı da, kapsayıcı bir bakış açısına
karşın, işçinin yaşamına hakim olan som ut fiziksel gerçeklerin
belirleyici niteliğini anlam ış olm asında yatıyor. Kapsayıcı bir
bakış açısına sahip olm akla birlikte, Hannah M ore’un ve onun
ucuz risalelerinin transandantalizm ine dinî duygularıyla baş­
kaldırıyordu. Bu risalelerden birinde, Lancashire’li bir m aden­
ci kızın başından geçenler örnek gösteriliyordu. Bu kız dokuz
yaşındayken kendinden iki yaş küçük erkek kardeşiyle birlik­
le çalışm ak üzere madene indirilm işti.10 “Babasının peşinden

1 0 M o re, H ., T h e L an cash ire C o lliery G irl. M a y ıs 1 7 9 5 ; H a m m o n d , J . I .. v c B ., T lıe


Tow n L ab ou rer, 1 9 1 7 , s . 2 3 0 .

240
neşeyle köm ür kuyusunun dibine inm iş ve orada, bu küçük
yaşında, cinsiyetini m azur gösterm eye çalışm adan, m adenci­
lerle, bu kaba saba ama topluma yararlı insanlarla birlikle aynı
işi yapmaya başlam ıştı.” Babası bir maden kazasında çocukla­
rının gözleri önünde can vermişti. Bunun üzerine küçük kız
hizmetçi olarak çalışm ak istem iş, ama m adencilik yaptığı için
bu konudaki ön yargılar yüzünden iş bulam am ıştı. Allahtan,
belaları nim ete dönüştüren ilah! güçler sayesinde, güçlülüğü
ve sabrı dikkat çekm iş, m adende yapılan soruşturm adan da
öyle parlak bir biçim de çıkm ıştı ki, sonunda işe alınm ıştı. R i­
sale şöyle devam ediyordu: “Bu öykü y oksullara, yaşam ları
içinde çaba gösterdiklerinde, belirli bir bağım sızlığa kavuşa­
m ayacak kadar kötü bir durum a nadiren d ü şeb ilecek lerin i
gösterm eli. H içbir durum un birçok soylu niteliğin korunm ası­
na meydan vermeyecek derecede kötü olamayacağını da.” M o­
re kardeşler açlıktan ölm e durumundaki işçiler arasında çalış­
mayı seçm iş, ama onların fiziksel acılarıyla ilgilenmeyi reddet­
mişlerdi. Sanayiin yol açtığı fiziksel sorunları, yüce gönüllü­
lüklerinin eli açıklığı içinde, işçilere belirli bir sosyal konum
ve işlev ihsan ederek çözm e eğilimindeydiler. Hannah More,
kahram anının babasının toplum un çok yararlı bir üyesi oldu­
ğunu ileri sürüyordu. Kızın meziyetleri ise, işverenlerin takdi­
riyle kanıtlanm ıştı. Hannah More, toplum un işlerliği için bun­
dan daha fazlasına gerek olmadığı kanısındaydı.” O w en’in yüz
çevirdiği H ıristiyanlık, insan dünyasını kontrol altına alm a ça­
balarını yadsıyan bir H ıristiyanlıktı. Bu, In cil’i aşan yeni bir
gerçeklikle, insanın karmaşık bir toplum daki durumuyla ilgili
bu gerçeklikle yüzleşmek yerine, Hannah More’un sefil kahra­
manlarına atfedilen hayalî m ertebeler ve işlevleri göklere ç ı­
karmayı yeğleyen bir Hıristiyanlıktı. Hannah More, yoksullar
alçalışlarına ne kadar kolay başeğerlerse, tanrısal teselli kay­
naklarına yönelm eleri de o kadar kolay olur diye düşünüyor­
du. Hem yoksulların selam eti, hem de sonuna kadar inandığı
piyasa toplum unun işleyişi için bu tanrısal kaynaklara bel bağ-

11 D ru ck er, P.H, T h e E n d o f E c o n o m ic M an . 1 9 3 9 , s. 9 3 ; T h e T u tu rc o f In d u strial


M an, 1 9 4 2 , s. 21 v e 194.

241
lam ışıı. Onu bu inançlara yönelten ilham ın sam im iyetinden
kuşku duyamayız. Ama yüksek sınıfların en cöm ertlerinin bit­
kisel bir iç yaşamı sürdürmek için dayandıkları bu boş H ıristi­
yanlık artıkları, İngiltere halk tabakasının giriştiği toplum u
kurtarma çabasının ruhunu oluşturan sanayi dinine duyulan
yaratıcı inançla karşılaştırıldığında, çok zayıf kalıyordu. Gene
de kapitalizmin önünde bir gelecek olduğu açıktı.
Çartisl hareket o derece farklı istek ve dürtülere hitap edi­
yordu ki, O w en’in uygulamadaki başarısızlığının ardından or­
taya çıkışı ve zamansız girişim leri önceden tahmin edilebilirdi.
Bu, anayasal kanallardan hüküm eti etkilem eye yönelik yalnız­
ca siyasal bir çabaydı; hüküm et üzerinde baskı oluşturm a da­
ha önce orta sınıflara oy hakkı kazandırm ış olan Reform Hare­
ketinin geleneksel çizgisini izliyordu. Ç artist bildirgenin altı
maddesinde genel oy hakkı isleniyordu. Oy hakkının bu tür
yaygınlaşm asının Reform Parlam entosu tarafından yüzyılın
üçte biri boyunca büyük bir katılıkla geri çevrilm esi, Bildirge­
nin gördüğü açık kitle desteğine karşı kaba kuvvet kullanılm a­
sı, 1 8 4 0 ’lı yılların liberallerinin genel seçim le başa gelen hükü­
met fikrini dehşetle karşılam aları, hep demokrasi kavramının
İngiliz orta sınıflarına ne derece yabancı olduğunu gösteren
şeylerdi. Ancak işçi sınıfı kapitalist ekonom i ilkelerini kabul
ettikten ve sendikalar sanayiin düzenli işleyişini ana am açlan
olarak benim sedikten sonra, orta sınıflar belirli düzeydeki iş­
çilere oy hakkı tanımaya razı oldular; yani Ç anist hareket si­
lindikten ve işçilerin oy hakkını kendi fikirlerini gerçekleştir­
mek için kullanm ayacakları iyice açığa çık tık tan sonra. Bu,
em ekçiler arasında süregelen organik ve geleneksel yaşam bi­
çim lerinin oluşturduğu engelleri aşmaya yardımcı olduğu için
piyasa biçim lerin ce varoluşun yaygınlaşması açısından haklı
görülebilir. Yaşamları Sanayi Devrimi içinde köklerini yitiren
halk tabakalarının uyumunu sağlamak, onları ortak ulusal bir
kültürün içine yerleştirm ek gibi bütünüyle farklı bir am aç ise,
gerçekleştirilm ed en kalm ıştı. H alkın önderliği paylaşabilm e
yeteneği böylesine onm az bir biçim de zed elendikten sonra
halka oy hakkı tanım ak durumu düzeltemezdi. Hakim similar,

242
yozlaştırıcı etkilerden korunm ak için ulusun kültür ve eğitim
alanlarında birlik ve bütünlüğünü gerektiren bir uygarlık tü­
rüne uzlaşma tanımaz bir sın ıf yönetim i ilkesini uygulamak
gibi bir hata işlemişlerdi.
Ç artisı hareket siyasal bir hareketti, dolayısıyla da anlaşıl­
ması O wenciligin anlaşılm asından daha kolaydı. Gene de ha­
reketin duygusal derinliğinin, hatta kapsam ının, içinde yer al­
dığı dönem e yaratıcı bir biçim de bakm adan anlaşılabileceği
kuşkulu. 1789 ve 1 8 3 0 yılları, devrim i Avrupa’da olağan bi
kurum durum una getirdi. 1848 Paris ayaklanm asının tarihi
Berlin ve L ondra’da öyle bir kesinlikle tahm in edilm işti ki,
sanki söz konusu olan sosyal bir karmaşa değil, bir fuarın açı­
lışıydı; hiç sektirm eden B erlin ’de, Viyaııa’da, Budapeşte’de,
hatta bazı İtalyan şehirlerinde, bunu izleyen devrim ler yer al­
dı. Londra’da büyük bir gerilim yaşanıyordu; h erkes, hatta
Çarıisılerin kendileri, Parlamentoyu halka oy hakkı vermeye
zorlam ak üzere şiddete başvurulm asını bekliyordu. O sırada
yetişkin erkeklerin yalnızca yüzde 15’i oy hakkına sahipti. İn­
giltere tarihinin hiçbir dönem inde düzenin korunm ası için 12
Nisan 1848'de olduğu kadar yoğun bir güç seferber edilm e­
miştir; o gün yüz binlerce yurttaş, özel görevli sıfatıyla, silah­
larım Çartistlere yöneltm ek üzere hazırlanm ıştı. Paris Devri­
mi, İngiltere’deki halk hareketinin zafere ulaşm asını sağlaya­
bilmek açısından ço k geç yer almıştı. Yoksullar Yasası Refor­
munun uyandırdığı isyan duygusu da, Kırklı A çlık yıllarının
acıları da artık önem ini yitiriyordu; ticaret artışları istihdam ı
artırıyordu ve kapitalizm vaatlerini yerine getirmeye başlam ış­
tı. Çartistler sükunet içinde dağıldılar. Parlam ento onların is­
teklerini sonradan, başvuruları Avam Kam arasında beşe bir
çoğunlukla geri çevrildikten sonra ele aldı. M ilyonlarca imza
boş yere toplanm ıştı. Çartistler boş yere yasalara boyun eğen
yurttaşlar gibi davranmışlardı. Hareketleri galipler tarafından
gülünç düşürülerek bir kenara itildi. Böylece Ingiltere halkı­
nın ülkede genel oy hakkına dayanan bir dem okrasi kurmak
için giriştiği en büyük siyasal çaba sona erdi. Bir iki yıl sonra
Çarıizm neredeyse unutulmuştu.

243
Sanayi Devrimi Kıta Avrupası’na yarım yüzyıl sonra ulaştı.
Orada işçi sınıfı toprak çevrilm esi gibi bir hareketle topraktan
uzaklaşıırılm am ıştı; tersine, daha yüksek ücretlerin ve şehir
yaşamının çekiciliği, yan serf tarım em ekçisinin malikaneden
aynlıp, geleneksel aşağı orta sınıflarla kaynaşarak şehirli bir
görünüm kazanabileceği şehirlere göç etm esine yol açtı. Sefa­
let bir yana, bu yeni ortam ında kendini yükselm iş buluyordu.
Kuşkusuz konut durumu berbattı, yirm inci yüzyılın başlarına
kadar alkolizm ve fuhuş da şehirdeki işçilerin aşağı kademele­
rinde iyice yaygındı. G ene de, bu durum saygın bir aile geçm i­
şine sahip İngiliz kiracı çiftçinin durumuyla kesinlikle karşı­
laştırılamazdı. Kendini fabrika çevresindeki varoşların sosyal
ve fiziksel çirkefine batmış bulan İngiliz kiracı çiftçinin duru­
mu, bir gün içinde ahırda yaşayan bir gündelikçi olm aktan çı­
kıp modern bir şehrin sanayi işçileri arasında yer alan Slovak,
halta Pom ak tarım işçisinin durumundan son derece farklıydı.
Eski M anchester ve Liverpool sokaklannda gezinen lrlandalı
ve G alli g ü nd elikçiler Avrupa benzeri bir deneyim geçirm iş
o lab ilirler, am a Ingiliz bağım sız çiftçisin in veya top raktan
uzaklaştırılm ış kiracının oğlu, kesinlikle sosyal konum unda
bir yükselm e olduğunu düşünem iyordu. Buna karşılık. Kıta
Avrupası’nın bağımsızlığını yeni kazanmış köylü ayak takım ı,
yalnızca orta sınıfın alı tabakalarından köklü kültürel gelenek­
lere sahip esnaf ve zanaatkarların değil, sosyal açıdan çok da­
ha yüksekle olm asına karşın yöneLici sınıftan aynı derecede
uzakla bulunan burjuvazinin düzeyine bile yükselm e olanağı­
na sahipli. Feodal soylular ve Roma kilisesine karşı, yüksel­
mekte olan orta sın ıf ve işçi sınıfı sıkı bir ittifak içindeydi. En-
tellektüeller, özellikle de üniversite öğrencileri, m utlakiyet ve
ayrıcalıklara karşı ortak direniş içinde bu iki sın ıf arasındaki
birliği güçlendiriyorlardı. İngiltere’de ise orta sınıflar, ister on-
yedinci yüzyıldaki gibi toprak sahipleri veya tüccarlar, ister
ondokuzuncu yüzyıldaki gibi çiftçiler veya tü ccarlar olsun,
haklarını yalnız başlarına k oruyabilecek kadar güçlüydııler,
18 32’deki neredeyse devrimci girişimleri içinde bile işçi sınıfı­
nın desteğini aramadılar. Ayrıca, Ingiliz soyluları yükselen sı­

244
nıfların içinde en zenginleri aralarına alıp, sosyal hiyerarşinin
üsl katm anlarım genişletm ekten hiç geri durmadılar. Oysa K ı­
ta Avrupası’nda yarı feodal soylular kızlarını ve oğullarını ke­
sinlikle burjuvaziyle evlendirmiyor, mirasın en büyük çocuğa
kalması gibi bir kurum un yokluğu da, soyluları etkin bir b i­
çimde öteki sınıflardan ayırıyordu. Dolayısıyla eşil hak ve öz­
gürlüklere doğru atılan h er adım, Avrupa’da orta sınıflara ve
işçi sınıfına aynı biçim de yarar sağladı. 1789’dan, hiç olmazsa
1830’dan beri, işçi sınıfının burjuvazinin feodalizme karşı mü­
cadelesinde yer alm ası bir gelenek olm uştu. M ücadelenin so­
nunda, zaferin meyvaları paylaşılırken, burjuvazi tarafından
sürekli kandırılsa da durum böyleydi. İşçi sınıfı ister kaybet­
sin, ister kazansın, deneyim leri artıyor, amaçları siyasal bir dü­
zeye yükseliyordu. Sınıf bilincinden anlaşılan da buydu. Marx-
gil ideolojileri, olaylar içinde sanayideki konum unu ve siyasal
gücünü yüksek siyaset aracı olarak kullanmayı öğrenm iş olan
şehirli işçilerin bakış açısı biçim lendirm işti. Ingiliz işçileri sen-
dikalizm in kişisel ve sosyal sorunlarıyla ilgili sanayideki ey­
lemlerin taktik ve stratejisini de içeren önem li deneyim ler ka­
zanır ve ulusal siyaseti kendilerinden daha iyi bilenlere bıra­
kırken, Orta Avrupa işçisi siyasetle ilgili bir sosyalist oluyor,
doğal olarak özellikle kendi çıkarlarını ilgilendiren konularda
devlet idaresinin sorunlarıyla ilgilenmeyi öğreniyordu.
Büyük Britanya ile Kıta Avrupası’nın sanayileşmesi arasında
yarım yüzyıllık b ir fark olduğunu söylerken, ulusal birliğin
kurulması açısından bu zaman farkının çok daha önem li oldu­
ğunu kabul etm em iz gerek. İtalya ve Alm anya, İngiltere’nin
yüzyıllarca ön ce varm ış olduğu ulusal birlik düzeyine ancak
ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında ulaştılar; küçük Doğu
Avrupa devletlerinin bu noktaya gelmesi daha da sonraydı. Bu
devlet kurma süreci içinde, işçi sınıflan çok önem li bir rol oy­
nadılar ve böylece siyasal deneyim leri daha da arttı. Sanayi ça­
ğında böyle bir sürecin sosyal siyaset içerm em esi olanaksızdı.
Bismarck yeni bir devir açan sosyal yasalarla ikinci R eich ’in
birliğini sağlamaya çalıştı. İtalya birliği dem iryollarının devlet­
leştirilm esiyle hız kazandı. Avusıurya-M acaristan krallığında,

245
bu ırklar ve halklar yığını içinde, Kraliyetin kendisi defalarca
m erkezileştirm e ve im paratorluğun birliğini sağlama işlerinde
işçi sınıfının desteğine başvurdu. Bu daha geniş alanda da, sos­
yalist partiler ve işçi sendikaları yasama üzerindeki etkilerini
kullanarak, çeşitli biçim lerde sanayi işçisinin çıkarlarına hiz­
m et etm e olanağı buldular.
M addeci önyargılar, işçi sınıfı sorununun ana hatlarının be­
lirginliğini yitirm esine yol açtı. Lancashire’de kapitalizm in ilk
d ö n em lerin d eki k o şu lların k ıta Avrupası’ndan g özlem ciler
üzerinde bıraktığı korkunç etkiyi anlam ak İngiliz yazarlarına
güç geliyordu. Bunlar, çalışm a koşulları çoğu kez İngiliz yol-
daşlarm ınki kadar kötü olan Orta Avrupa tekstil endüstrisin­
deki zanaatkarların daha da düşük yaşam düzeyine işaret etli­
ler. Ama bu karşılaştırm a en önem li noktanın gözden kaçm a­
sına yol açıyordu, yani Avrupalı işçinin sosyal ve siyasal konu ­
m undaki yükseliş karşısında İngiliz işçisinin konum undaki
düşüşü dikkate almıyordu. Avrupa işçisi Speenham land’ın al-
çaltıcı düşkünleşm e sürecinden geçm em işti. Serflik durum un­
dan çıkıp -d a h a doğrusu y ü k selip - fabrika işçisi, kısa bir süre
sonra da oy hakkına sahip sendikalı bir işçi olm uştu. Dolayı­
sıyla, İngiltere’de Sanayi Devrim ini izleyen kültürel felaketin
bir benzerinden yakasını kurtarabilm işti. Ayrıca, Kıta Avrupa-
sınm sanayileşm esi, yeni üretim tekniklerine uyum sağlama
olanaklarının gelişm iş olduğu bir dönem e rastlıyordu. Bu da.
hemen hemen bütünüyle, İngiliz sosyal korum acılık yöntem ­
lerinin benim senm esine bağlıydı.12
Kıta Avrupasmda işçi, Sanayi Devrim inin etkilerinden çok
-sosyal anlamda Avrupa’da böyle bir şey o lm am ıştı- fabrika ve
em ek piyasasının olağan koşullarına karşı korunm a ihtiyacm-
daydı. Bunu özellikle yasama yoluyla elde etti, oysa İngilte­
re’deki yoldaşları aynı şeyi daha ço k gönüllü birliklere -iş ç i
send ikalarına- ve em ek üzerinde tekel gücü oluşturabilm eleri­
ne bağlı olarak sağlıyorlardı. G öreli olarak, sosyal sigorta Kıta
A frupası’na İngiltere’den ço k ön ce geldi. Bu fark kolayca Av-

1 2 K n o w le s, L ., T h e In d u s tr ia l a n d C o m m e r c ia l Revolution in G re a t B rita in During


the 19th Century, 1 9 2 6 .

246
rupalıların siyaset eğilim iyle ve em ekçi kitlelerin Ingiltere’yle
kıyaslandığında genel oy hakkını çok daha çabuk kazanm ış
olm alarıyla açıklandı. Ekonom ik açıdan zorunlu ve gönüllü
koruma yöntem leri -yasam a ve sen d ik acılık - arasındaki fark
abartılm am ak, ama siyasal açıdan bu farklılığın önem i çok bü­
yük. Kıta Avrupası’nda işçi sendikaları, işçi sınıfı siyasi partile­
rinin yarattığı şeylerdi, İngiltere’de siyasi partiyi yaratan sendi­
kalardı, Kıta Avrupası’nda sendikacılık az çok sosyalistleşir-
ken. Ingiltere’de siyasi sosyalizm bile özünde sendikacı olarak
kaldı. İngiltere’de ulusal birliği güçlendiren genel oy hakkı,
bazen Kıta Avrupası’nda bunun tam tersi bir etki yaptı. İngil­
tere’den ço k orada, Pitt ve Peel’in, Tocqueville ve M cCaulay’ın
genel oy hakkına dayanan hüküm etlerin ekonom ik sistem için
bir tehlike oluşturacakları yolundaki kaygıları doğru çıktı.
Ekon om ik açıdan, İngiltere ve Kıta Avrupası’ndaki sosyal
koruma yöntem leri benzer sonuçlar verdiler, istenilen bu yol­
dan gerçekleşti: Yani em ek gücü olarak tanınan üretim faktörü
için kurulm uş piyasalar bozuldu. Böyle bir piyasa ancak ücret­
lerin fiyatlarla birlikte düştüğü bir durumda am acına ulaşabi­
lir. İnsanî terim lerle, işçi için böyle bir önerm enin anlam ı, aşı­
rı bir gelir dengesizliği, tam bir profesyonel ölçüt yokluğu, ay­
rım yapmayan bir itilip kakılmayla karşılaşma, piyasanın kap­
rislerine sonuna kadar bağım lılıktı. M ises haklı olarak şunu
öne sürüyordu: “Eğer işçiler sendikacılık yapmaktan vazgeçer
ve em ek piyasasının gereklerine göre taleplerini düşürüp yer­
lerini değiştirirlerse, sonunda iş bulabilirler.” Bu, em eğin meta
niteliği göre kurulm uş bir sistem içindeki durum u tam olarak
özetliyor. Nerede satılacağı, ne amaçla kullanılacağı, hangi fi­
yatla el değiştireceği ve ne biçim de tüketileceği veya yok edile­
ceğine karar verm ek, m etanın kedisine düşmez. Bu çok tutarlı
liberal şöyle yazıyordu. “Ü cret yokluğunun iş yokluğundan
daha iyi b ir terim olduğu kim senin aklına gelmiyor, oysa işsi­
zin bulamadığı iş değil, işin karşılığıdır.” O rijinal olduğu söy­
lenem ezse de, M ises haklıydı; kendisinden 150 yıl ö n ce Pisko­
pos W hately: “Bir adam iş dilendiği zaman istediği iş değil üc­
rettir” dem işti. G ene de, teknik açıdan, “kapitalist ülkelerde

247
işsizlik, hem hüküm etin hem de işçi sendikalarının uygula­
dıkları politikaların ü cretleri em eğin o andaki verim liliğiyle
bağdaşmayan bir düzeyde tutm ayı am açlam alarına bağlıdır”,
saptaması doğru, çünkü M ises’in sorduğu gibi “işsizliğin işçi­
lerin em ek piyasasında yapabilecekleri ve yapmaya istekli ol­
dukları iş için ödenen ücretlerle çalışm ayı reddetmelerinden
başka ne nedeni olabilir?” Bu, işverenin emeğin hareketliliği
ve ücretlerin esnekliği yolundaki taleplerinin ne anlam a geldi­
ğini aydınlatıyor: Yukarıda tanım ladığım ız, insan em eğinin bir
meta olduğu bir piyasa anlam ına geliyor bu şekliyle.
Sosyal korum anın doğal am acı, böyle bir kurum u yıkm ak
ve onun varoluşunu olanaksız kılm aktı. Aslında, em ek piyasa­
sının ana işlevini yerine getirm esine, ancak ücretler ve çalışma
koşullarının, ölçütler ve düzenlem elerin sözde m etanın, em e­
ğin, insan niteliğini korum asını sağladığı durumlarda izin ve­
rilm işti. Sosyal yasaların, çalışm a yasalarının, işsizlik sigortası­
nın ve özellikle işçi sendikalarının, em eğin hareketliliği ve üc­
retlerin esnekliğini engellem ediklerini söylem ekle aynı şeydir.
Bu am aç, insan em eğiyle ilgili olarak arz ve talep yasalarına
m üdahale etm ek, em eği piyasanın yörüngesinden çık arm ak ­
tan başka bir şey değildi.

248
15. Piyasa ve Doğa

Toprak dediğimiz şey, insan kurumlarıyla aynlm az bir biçim de


iç içe girm iş bir doğa unsurudur. O nu soyutlayıp b ir toprak
piyasası oluşturm ak, belki de atalarım ızın yaptığı en acayip
şeydi.
G eleneksel o larak , toprak ve em ek b irb irin d en ayrılm az;
emek yaşamın bir parçasıdır, toprak da doğanın; yaşam ve do­
ğa tutarlı bir bütün oluştururlar, dolayısıyla top rak, kom şu­
luk, zanaat ve inanç örgütleriyle bağlantıdadır, kabile ve ma­
betle, köy lonca ve kiliseyle bağlantısı vardır. Ö te yandan, tek
bir büyük piyasa, ekonom ik yaşamın üretim faktörü piyasala­
rını içeren b ir düzenlem esidir. Bu üretim faktörleri de insan
kurum lannın unsurlarından, insan ve doğadan ayrılam ayacak­
larına göre, piyasa ekonom isinin, kurum lan piyasa m ekaniz­
m asının gereklerine göre düzenlenm iş bir toplum oluşturduğu
açıkça görülebilir.
Ö nerm e, em ek için olduğu gibi toprak için de ü topik bir
önerm e. Ekonom ik işlev toprağın birçok hayali işlevinden yal­
nızca bir tanesi. Toprak insan yaşamının dengesini sağlar; in ­
sanın yerleşim yeridir; fiziksel güvencesinin ön k oşu lu d ur;
manzara ve mevsimlerdir. İnsanın topraksız yaşayabileceğini
düşünm ek, onun elsiz ayaksız doğabileceğini düşünm ek gibi

249
bir şey. Bûlün bunlara karşın, insanı doğadan ayırmak ve top-
lumu gayrim enkul piyasasının gereklerine göre düzenlem ek,
ûıopik piyasa ekonom isi fikrinin hayati bir yönüydü.
Böyle bir atılım ın gerçek anlam ının m odern söm ürgecilik
alanında açıklığa kavuştuğunu görüyoruz. Söm ürgecinin top­
rağı içinde göm ülü zenginlikleri elde etm eği am açladığı bir
yer olarak mı, yoksa yalnızca yerlileri yiyecek ve hammadde
fazlası üretmeye zorlam ak için mi istediği çoğu kez önem li de­
ğil; yerlinin söm ürgecinin doğrudan denetim i altında mı yok­
sa h erhangi bir d o lay lı zo rlam a b içim in d e mi ça lıştığ ı da
önemsiz. Çünkü, bu durum ların hepsinde, yerlinin yaşamının
sosyal ve kültürel yapısının parçalanm ış olm ası şart.
Bugünkü söm ürgecilik durum uyla, Batı Avrupa’nın bir iki
yüzyıl önceki durumu arasında önem li bir koşutluk var. Ama
toprağın metalaşması sömürgelerde birkaç yıla veya birkaç on
yıla sıkıştırılabilirken, Batı Avrupa’da yüzyıllarca sürm üştü.
Tehdit, kapitalizm in yalnızca ticari olm ayan biçim lerin in
gelişmesiyle oluştu. İngiltere’de, Tudor devrinden başlayarak,
tarımsal kapitalizme ve toprağa karşı kapitalizmin gerektirdiği
bireyselleşmiş bir yaklaşım a, yani otlağa dönüştürm e ve top­
rak çevrilmesi hareketlerine, rastlanıyordu. O nsekizinci yüzyı­
lın başından beri sanayi kapitalizm ine rastlanıyordu; sanayi
kapitalizmi de, İngiltere’de olduğu gibi Fransa’da da, özellikle
kırsal alanlarda yer alıyor ve fabrikalarıyla işçilerini yerleştire­
bileceği bölgeler gerektiriyordu. Toprağın m ülkiyelinden çok
kullanım ını etkilem esine karşın, en önemli nokta ondokuzun-
cu yüzyılda hem en hemen sınırsız yiyecek ve hammadde ihti­
yaçlarıyla sanayi şehirlerinin gelişmesiydi.
Yüzeysel olarak, bu tehditlere karşı oluşan tepkiler arasında
çok az benzerlik vardı. G ene de bunlar, yeryüzünün sanayi
toplum unun gereklerine boyun eğişinin belirli aşamalarıydı.
İlk aşama, toprağın ticarileşm esiydi; bu topraktan elde edilen
feodal gelirin yatırım lara yönelm esine yol açtı, ik in ci aşama,
yiyecek ve organik hammadde üretim inin ulusal düzeyde hız­
la büyüyen sanayi nüfusunun ihtiyaçlarına hizmet etme ama­
cıyla artınlm asıydı. Ü çüncüsü, bu artık üretim sistem inin dış

250
ülkelere ve sömürge bölgelerine yayılmasıydı. Bu son adımla,
toprak ve ürünü nihayet, kendi kurallarına göre işleyen bir
dünya piyasası düzeni içine yerleşiyordu.
Toprağın ticarileşm esi, yalnızca Batının şehirleşm iş m erkez-
Terinde ve İngiltere’de ondördüncü yüzyılda başlayan ve beş-
yüz yıl sonra, Avrupa devrim leri sırasında serdik kalıntıları
yok olurken, sonuçlanan feodalizmin ortadan kaldırılm ası sü­
recinin başka bir adı. İnsanı topraklan ayırm ak, ekon om ik
bünyeyi, her unsurun en yararlı olacağı yerde kullanılabilm e­
sini sağlayacak biçim de, çeşitli unsurlarına ayrıştırm ak anla­
mına geliyordu. Yeni sistem ilk kez özümsemeye uğraştığı eski
sistem in yanı başında, hâlâ kapitalizm öncesi bağlarla kısıtlı
toprak üzerinde bir güç elde ederek kuruldu. Toprağa feodal
biçim lerde el konulm ası önlendi. “Amaç, kom şuluk ve akra­
balık örgütlerinin bütün hak iddialarını, özellikle soyluluğun
canlı kesim lerinin ve Kilisenin toprağın ticaret ve ipotek ko­
nusu olmasını önleyen hak iddialarım ortadan kaldırm aktı.’’1
Bu kısmen kişisel güç ve şiddet kullanım ıyla, kısm en de tepe­
den veya aşağıdan gelen devrimler, savaş ve fetih, yasama eyle­
mi, idari baskı ve uzun süreler içinde bireylerin dar kapsamlı
kendiliğinden eylemleriyle gerçekleştirildi. Çözülm enin ardın-
.dan hem en loparlanılm ası veya bunun sosyal bünyede işleyen
bir yara açm ası ön celikle süreci düzenlem ek için alınan ö n ­
lemlere bağlıydı. H üküm etlerin kendileri de, güçlü değişim ve
uyum sağlama unsurları yaratıyorlardı. Ö rneğin, Kilise top ­
raklarına el konulm ası, İtalyan Risorgim enlo dönem ine kadar
modern devletin tem ellerinden ve, bu arada, toprağın düzenli
bir biçim de bireylere devrinin ana yöntem lerinden biriydi.
En önemli adım lar Fransız Devrimi ve 1 8 3 0 ve 1 8 4 0 ’lı yılla­
rın Bentham cı reformlarıyla atıldı. Bentham şöyle yazıyordu:
“Tarımın gelişm esine en uygun koşullar, toprağın varis tara­
fından satılm asını önleyen düzenlem elerin, elden çıkarılam a­
yacak m ülkün, ortak arazilerin, mahsul vergilerinin olmadığı
yerde bulunur...” M ülkiyetle ilgili konularda, özellikle toprak

1 B rin k m a n n , C ., "D a s so z ıa le Sy stem d es K ap italism u s” . G ru n d riss d e r S o z ia lö -


ko n o m ilt, 19 2 4 .

251
m ülkiyetinde, bu tür özgürlükler, Bentham cı birey özgürlüğü
kavramının önem li bir yönünü oluşturuyordu. Bu tür özgür­
lüğün şöyle veya böyle yaygınlaşmasını sağlamak, Müruru Za­
mana Dayanan Haklar Yasasının, M iras Yasasının, Gayrimen-
kuller Yasasının, 1801 G enel Toprak Çevrilm e Yasası ve onu
izleyenlerin2 ve 1841’den 1 9 2 6 ’ya kadar derebeylik kayıtlarına
göre mülkiyetle ilgili olarak çıkarılan yasalann am acını oluş­
turuyordu. F ran sa’da ve K ıta Avrupası’n ın büyük b ir b ö lü ­
münde, Napolyon Yasaları da, toprağı ticari bir mal, ipoteği de
özel bir sözleşm e durum una getirerek orta sın ıf mülkiyet bi­
çim lerinin yerleşm esine yol açlı.
Birinciyle çakışan ikinci adım, toprağın hızla büyüyen şehir
nüfusunun ihtiyaçlarına boyun eğişiydi. Toprak fiziksel olarak
yer değiştirmese de, ürünleri, ulaşım olanakları ve yasalar izin
verdiği ölçüde, yer değiştirebilir. “D olayısıyla, m alların h a r e k e ­
li bir ölçü d e fa k t ö r le r in b ö lg e le r ar asın d a h areket ed em ey işin i
den g eler; veya (bu aslında aynı anlam a gelir) ticaret üretim
olan ak ların ın uygun olm ayan coğrafi d ağılım ın ın yarattığı
güçlükleri azaltır.”3 Böyle bir yaklaşım , geleneksel bakış açısı­
na bütünüyle ters düşüyor. “Ne eski çağlarda, ne de Orta Ça­
ğın ilk dönem lerinde günlük yaşamda kullanılan m allar dü­
zenli bir biçim de alınıp satılırdı - bunun kuvvetle vurgulan­
ması gerekiyor.”4 Tahıllardan arta kalanın, çevrenin, özellikle
yerel şehirlerin ihtiyaçlarını karşılam ası gerekirdi; onbeşinci
yüzyıla kadar h ububat piyasaları k esin lik le yerel bir örgüt
oluşturuyorlardı. Ama şehirlerin gelişm esi, toprak sahiplerini
ön celikle piyasa için üretim yapmaya itli ve - İngiltere’de -
metropolün gelişmesi, yetkililerin hububat ticaretiyle ilgili dü­
zenlem eleri gevşetm elerine, onun hiçbir zaman ulusal olmasa
bile bölgesel ticarete dönüşm esine izin verm elerine yol açtı.

2 Dicey, A.V., op. c it., s. 2 2 6 .


3 O h lin , 13.. In terreg io n a l a n d In ter n a tio n a l T rade, 1 9 3 5 , s. 4 2 .
4 B û eh n er, K ., E n tstch u ııg d e r V olkssv irtsch ajt, 1 9 0 4 . A yrıca, P e n ro se , E .fi, P o p u la ­
tion T h e o r ie s a n d T h e ir A p p lic a tio n , 1 9 3 4 , m eta h a re k e tlerin in ü retim fa k tö rle ri­
n in h a r e k e u n in y e rin i a la b ile c e ğ i fik rin in ilk ö n e sü rü ld ü ğ ü k a y n a k o la r a k
L o n gfield 'e ( 1 8 3 4 ) değm iyor.

252
Daha sonra nüfusun onsekizinci yüzyılın ikinci yarısının sa­
nayi şehirlerinde yoğunlaşm ası, dunım u, önce ulusal düzeyde
sonra da dünya düzeyinde, bütünüyle değiştirdi. Serbest tica­
retin gerçek anlam ı bu d eğişikliği g erçek leştirm iş o lm aktı.
Toprak ürününün hareketi kırsal çevreden tropikal ve astropi­
kal bölgelere doğru genişledi ve emeğin sanayi ve tarım iş bö­
lümü yeryüzüne yayıldı. Sonuç olarak, uzak bölgelerin insan­
ları, kaynağını bilm edikleri bir değişim girdabının içine çekil­
diler. Avrupa ulusları ile, günlük faaliyetlerinde insan yaşamı­
nın henüz sağlam a bağlanm am ış bir bü tü nselliğ in e bağtm lı
durum a geldiler. Serbest ticaretle b irlik te dünya düzeyinde
karşılıklı bağım lılığın korku nç tehlikeleri doğdu.
Toplan köksüzleşm eye karşı sosyal savunma alanı da saldırı
cephesi kadar genişti; geleneklere dayanan yasalar ve yasama
zaman zaman değişikliği hızlandırırken bazen de onu yavaş­
lattılar. Gene de, geleneklere dayanan yasalar İle parlam ento­
nun çıkardığı yasalar h er zaman m utlaka aynı yönde etki yap­
mıyorlardı.
Em ek piyasasının gelişm esinde g eleneklere dayanan yasa
çoğunlukla olum lu b ir rol oynadı, emeğin meta kuram ı ilk kez
kesin bir biçim de iktisatçılar değil avukatlar tarafından öne
sürüldü. Emeğin örgütlenm esi ve kom plo yasaları durumunda
da, geleneklere dayanan yasa, bu örgütlü işçilerin birleşm e öz­
gürlüğünü kısıtlam ak anlam ına geldiğinde bile, özgür em ek
piyasasının yanındaydı.
Ama toprak konusunda, geleneklere dayanan yasa tavır de­
ğiştirerek değişim i ö n ce d esteklerken sonra ona karşı çıktı.
O naltıncı ve onyedinci yüzyıllarda geleneklere dayanan yasa­
nın, m ülk sahibinin, ciddi yerleşm e ve istihdam sorunlarına
yol açtığında bile, toprağım kâr getirecek biçim de kullanabil­
mesi hakkını savunduğu durumlar buna karşı çıktığı durum ­
lardan daha çoktu. Bildiğimiz gibi. Kıla Avrupası’nda bu Roma
hukukunun kabulüyle sağlanm ıştı; İngiltere’de ise, gelenekle­
re dayanan yasa yerinde kaldı ve k ısıtlı O rta Çağ m ülkiyet
haklarıyla m odem bireysel mülkiyet arasındaki uçurum u, ana­
yasal özgürlük açısınd an hayatî önem taşıyan hukukçuların

253
yaptığı yasa ilkesini zedelemeden kapatmayı başardı. Ö te yan­
dan, onsekizinci yüzyıldan başlayarak, toprak konusunda ge­
leneklere dayanan yasa modernleştirm eye yönelik yasama kar­
şısın d a g eçm işin sav u n u cu lu ğ u n u y ü k lend i, am a zam anla
Benlham cılarm islediği oldu ve 1830 ve 1860 arasında sözleş­
me özgürlüğü toprağa da uygulanmaya başlandı. Bu güçlü eği­
lim yalnızca 1 8 7 0 ’te, yasama kesin bir biçim de yön değiştir­
dikten sonra değişti. “K ollektivist” dönem başlamıştı.
Geleneklere dayanan yasanın ataleti, özellikle kırsal sınıfla­
rın mesken ve iş olanaklarını sözleşm e özgürlüğünün etkileri­
ne karşı koruma amacıyla yürürlüğe konulan yasalarla bilinçli
olarak artırıldı. Yoksulların konutlarının sağlığa uygun olm ası­
nı sağlamak amacıyla kapsamlı bir çabaya girişildi; onlara kü­
çük topraklar verildi, kendilerine varoşlardan uzaklaşıp doğa­
nın temiz havasını içlerine çekm e, “efendilerin mesire yerle­
rinden” yararlanma olanağı tanındı, lrlandalı sefil kiracılar ve
Londra’nın varoş sakinleri, onları körükörüne bağlanılan o ba­
tıl itikattan, ilerlem eden, korumak üzere geliştirilm iş yasalarla
piyasa yasalarının kıskacından kurtarıldılar. Kıta Avrupası'nda
kiracıyı, köylüyü ve tanm işçisini şehirleşm enin etkilerinin en
şiddetlilerinden kurtaran özellikle parlam ento yasaları ve idari
eylemler oldu. M arx’i Ju n k er sosyalizm leriyle etkileyen Rod-
bertus gibi Prusya m uhafazakârları, Ingiltere’nin Tory-üem ok-
ratlanyla kan kardeşi olabilirlerdi.
Korum acılık sorunu, ülkelerin ve kıtaların bütününde tarım
nüfusuyla ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Uluslararası serbest ti­
caret, kontrol edilmediğinde, ister islem ez tanm üreticilerinin
giderek büyüyen bir kesim ini yok edecekti.5 Bu kaçınılm az yı­
kım süreci modern ulaşım araçlarının gelişmesindeki kopuk­
lukla daha da güçleniyordu. M odern ulaşım araçlarının yeryü­
zünün yeni bölgelerine uzanm ası, bundan elde edilecek ka­
zanç çok önem li olmadığı sürece olanaksızdı. Ama bunlar ge­
mileri ve demiryollarına yapılan yatırım lar kâr getirmeye baş­
ladığında, yeni kıtalar açıldı ve bir hububat çığı mutsuz Avru­

5 B o rk en a u , F., T h e T o ta lita ria n F.ncmy, 1 9 3 9 . “T ow ards C o lle ctiv is m " b ö lü m ü .

254
pa’nın üzerine yuvarlandı. Bu, klâsik teşhisin tam tersiydi. Ri­
cardo en verim li toprağın ilk yerleşilen toprak olacağını bir
aksiyom haline getirm işti. Demiryolları arz küresinin en uzak
noktasında daha verim li topraklar bu ld u k larınd a, aksiyom
çarpıcı bir biçim de yerle bir edildi. Kırsal toplum u tam bir yı­
kım tehlikesi altında olan Orta Avrupa köylülüğünü hububat
yasalarıyla korumaya ilildi.
Ama Avrupa’nın örgütlü devletleri uluslararası serbest tica­
retin olum suz etkilerine karşı kendilerini korum a olanağına
sahipken, siyasal olarak örgütlenm em iş sömürge halkları bu
olanağa sahip değillerdi. Em peryalizm e karşı isyan, özünde,
söm ürge halklarının k end ilerini Avrupa ticaret politikasının
yol açtığı sosyal çözülm eye karşı güvence altına alabilm ek için
gerek duydukları siyasal konumu elde etm e çabasını oluşturu­
yordu. Beyaz adamın loplum unun egemen konum u yardımıy­
la kolayca elde edebileceği korum acılık, başka ırklar için bu­
nun ön koşulu, siyasal devlet, gerçekleşm edikçe olanaksızdı.
T ü ccar sın ıflar toprağın ticarileşm esi yolundaki talepleri
destekliyorlardı. C obden, çiftçiliğin bir “iş” olduğu, dolayısıy­
la iflas edenlerin ortadan çekilm eleri gerektiği yolundaki bulu­
şuyla, İngiltere’nin toprak sahiplerini şaşkına çevirdi. Serbest
ticaretin yiyecek fiyatlarım ucuzlattığı anlaşılır anlaşılm az, işçi
sınıflar da davaya kazanıldı. İşçi sendikaları tarım kesim i düş­
manlığının kaleleri durumuna geldiler ve devrim ci sosyalizm ,
dünya köylülüğünü birbirinden farksız bir gericiler yığını ola­
rak dam galadı. U luslararası iş bölüm ü kuşkusuz ile rici bir
inançtı, buna karşı çıkanlar genellikle yargıları özel çıkarlar ve
doğal zekâ noksanlığı yüzünden sakatlanm ış kim selerdi. Sınır­
lanmam ış serbest ticaretin bozukluklarını fark eden birkaç ba­
ğımsız ve çıkar gözetmeyen düşünür de, sayılarının azlığı yü­
zünden etkili olamadılar.
Ama gene de, sonuçların bilinçli olarak görülm em esi onla­
rın gerçekliğini azaltmıyordu. Nitekim, ondokuzuncu yüzyıl­
da, Batı Avrupa’daki toprağa bağlı çıkar sahiplerinin büyük et­
kisi ve Orta ve Doğu Avrupa'da feodal yaşam biçim lerinin sü­
rüp gitm esi, bu güçlerin toprağın ticarileşm esini önleyerek ha-

255
yaıi önem taşıyan bir korum a işlevini yerine getirm eleriyle
açıklanabilir. Şu soru sık sık ortaya gelir: Kıta Avrupası’nda fe­
odal soyluluk yükselişini borçlu olduğu askeri, idari ve huku­
ki gücü yitirdikten sonra bile, orta sınıfların devletinde nasıl
etkisini koruyabildi? Zaman zaman bunu açıklam ak için “sü­
rüklenenler” kuram ı öne sürüldü, yani işlevini yitirm iş bazı
kurum ve özelliklerin yalnızca atalet nedeniyle var oluşlarını
sürdürebilecekleri söylendi. Ama hiçbir kurum un işlevi yok
olduktan sonra yaşayamayacağını söylem ek daha doğru olur­
du - eğer ortada böyle bir durum varsa, bunun nedeni söz ko­
nusu kurumun artık başka, m utlaka ilk işlevinin parçası olm a­
sı gerekmeyen, yeni bir işleve hizm et etmesi olabilir. Dolayı­
sıyla feodalizm ve toprağa bağlı m uhafazakârlık, toprağın tica­
rileşm esinin korkunç etkisini zayıflatmak gibi bir am aca hiz­
met ellik leri sü rece g ü çlerin i koruyabildiler. O zam anlarda
serbest ticaret taraftarları toprağın ülkenin bir parçasını oluş­
turduğunu, egem enliğin bölgesel niteliğinin yalnızca duygusal
bağlara değil, kesin gerçeklere, bu arada ekonom ik gerekçele­
re, dayandığını unutm uşlardı. “G öçm en halklardan farklı ola­
rak, çiftçi kendini belirli bir yerde yapılan ilerlem elere bağlar.
Bu ilerlem eler olmazsa insan yaşamı ilkel, hayvanlarınkinden
farksız bir düzeyde kalır. Ve bu nlann insanlık tarihinde oyna­
dıkları rol ne denli önem lidir! Onlar, yani tem izlenip ekilm iş
topraklar, evler ve diğer binalar, iletişim araçları, sanayi ve m a­
dencilik de dahil olm ak üzere üretim için gerekli fabrikalar,
bütün sürekli ve taşınmaz ilerlem eler, bir insan topluluğunu
bulunduğu yere bağlayan unsurlardır. Kendiliğinden ortaya
çıkmazlar, nesiller süren bilinçli bir çabayla yavaş yavaş ger­
çekleştirilm eleri gerekir ve hiçbir topluluk onları bırakıp baş­
ka bir yerde sıfırdan başlayamaz. Egemenliğin siyasal kavram­
larım ıza işleyen bölgesel niteliği buna bağlıdır.”6 Bütün bir
yüzyıl boyunca bu apaçık gerçek hiçe sayıldı.
E konom i tartışm ası k olaylıkla toprağın ve k aynaklarının
bütünlüğüyle ilgili güvenlik koşullarını içerecek biçim de ge-

6 H awlrey, R .G ., T h e Econom ic P r o b le m , 1 9 3 3 .

256
nişletilebilir; yani halkın hayatiyeti ve dayanıklılığı, yiyecek
kaynaklarının bolluğu, savunma malzemesinin miktarı ve n i­
teliği, hatta orm anların yok oluşu ve toprağın aşınm ası tipinde
unsurlardan etkilenen ülke iklim i gibi kaynaklarla ilgili koşul­
ları içerecek biçim de genişletilebilir. Bütün bunlar sonuçta bir
üretim faktörü olarak toprağa bağlıdır, ama hiçbiri piyasada,
arz ve talep m ekanizm asınca belirlenm ez. Varoluş ihtiyaçlarını
karşılam ak için bütünüyle piyasa işlevlerine bağım lı bir sis-
Lemde, (doğal olarak piyasa sistem i dışında) bu sistem in teh­
dit ettiği ortak çıkarları koruyabilecek güçleri, doğal olarak pi­
yasa sistem inin dışındaki güçlere, bel bağlanacaktır. Bu görüş
bizim sın ıf etkileriyle ilgili değerlendirmemizle bütünüyle tu­
tarlı: Çağın genel eğilim ine ters düşen bazı gelişm eleri gerici
sınıfların (açıklanm am ış) etkisine bağlamak yerine, biz, bu sı­
nıfların etkisini, dolaylı olarak bile olsa, topluluğun çıkarları­
na ters düşüyor gibi görünen, yalnızca öyle görünen, gelişm e­
lerin ardında yer alm alanna bağlıyoruz. Bu politikanın çoğu
zaman onların kendi çıkarlarına da hizm et etm esi, yalnızca sı­
nıfların topluluğa hizm et etm ekten büyük yarar sağlayabile­
cekleri gerçeğini kanıtlam ış oluyor.
Bunun bir örneği Speenham land. Köyü yöneten kırsal ke­
sim eşrafı kırsal kesim deki ücret yükselişlerini ve köyün gele­
neksel yapısındaki tehlikeli çözülüşü yavaşlatmanın bir yolu­
nu bulmuşlardı. Uzun dönem de, seçilen yöntem gayet zararlı
sonuçlar vermeye mahkûmdu. Gene de eğer uygulama ülke­
nin bir bütün olarak sanayi devrim inin yol açtığı depremi gö­
ğüslemesine yardım etm iş olsaydı, eşraf bunu sürdüremezdi.
Avrupa kıtasında da tarım sal k oru m acılık k açınılm az bir
şeydi, ama devrin en canlı entellektüel güçleri, görüş açılarını
tarımsal sorunların gerçek önem ini anlam alannı engelleyecek
biçim de etkileyen b ir serüvene katılm ışlard ı. Bu durum da,
tehlikedeki kırsal kesim çıkarlarını temsil edebilecek bir grup,
büyüklüğüyle oransız bir güç kazanabilirdi. Korum acı karşıt
hareket Avrupa’da kırsal kesimin dengesini sağlamayı ve çağın
büyük tehlikesini oluşturan şehre kayışı zayıflatmayı başardı.
G ericilik, yerine getirmeyi başardığı sosyal açıdan yararlı işlev­

257
den kazançlı çıkm ıştı. Avrupa’da gerici sınıfların tarımda k o­
rumacı gümrük tarifeleri için verdikleri mücadelede gelenek­
sel duyguları kullanm alarına yol açan işlev, yarım yüzyıl sonra
A m erika’da çeşitli ilerici sosyal yöntem lerin başarısını sağla­
yan işlevin aynısıydı. Toplum un Yeni Dünya’da dem okrasiye
yarar sağlayan ihtiyaçları. Eski Dünya’da soyluluğun etkisini
güçlendirmişti.
Toprağın ticarîleşm esin e karşı m u h alefet, o n d ok u zu n cu
yüzyılda Kıta Avrupası’nın siyasal tarihini oluşturan liberalizm
- gericilik çatışm asının sosyolojik zem ini oluşturuyordu. Bu
çatışmada askerler ve yüksek düzeyde din adamları toplum da­
ki doğrudan işlevlerini yitirm iş olan toprak sahibi sınıfların
yanında yer alıyorlard ı. A rtık bu sınıflar, toplum un piyasa
ekonom isi ve ona bağlı olan anayasal hüküm et tarafından sü­
rüklenir gibi göründüğü çıkm aza karşı herhangi bir gerici çö ­
züme hazırlardı. Ç ünkü gelenek ve id eoloji kanalıyla kamu
özgürlüğü ve parlamento yönelim ine bağlı değillerdi.
Kısacası, ekonom ik liberalizm liberal devletle iç içeydi. Top­
rağa bağlı çıkarlar ise değildi. Bu çıkarların Kııa Avrupası’nda
süre gelen siyasal önem i buradan kaynaklanıyordu. Bu önem ,
Bismarck devri Prusya siyasal yaşamının çatışan eğilim lerine,
Fransa'da dinî ve askerî revcınche’a Habsburg im paratorluğun­
da feodal soyluluğun saraydaki nüfuzuna. Kilise ve ordunun
çöken tahtların koruyucuları olarak ortaya çıkışına yol açtı.
Bu gericilikle bağlantı Jo h n Maynard Keynes tarafından sonsu­
za eşit kabul edilen pek kritik iki nesillik dönemi aştığından,
artık toprağa ve toprak m ülkiyeline özden kaynaklanan bir ge­
ricilik eğilimi atfedilir oldu. Serbest ticaret taraftan Tory’leri ve
tanm alanındaki öncüleriyle onsekizinci yüzyıl Jngilteresi de,
Tudor vurguncuları ve o n ların top raktan k azanç sağlam ak
üzere geliştirdikleri devrim ci yöntem ler gibi unutulup gitti;
Fransa ve Almanya’nın serbest ticaret hayranı, fizyokrat dü­
şünceye m odellik edebilecek toprak sahipleri, kırsal kesim in
ebedî geriliğiyle ilgili ön yargılarla halkın belleğinden silindi­
ler. B ir n esillik b ir sü reyi so n su zlu k olarak gören H erbert
Spencer, m ilitarizm i kolayca gericilik le özdeşleştirdi. Ja p o n ,

258
Rus ve Nazi ordularının son zamanlarda gösterdikleri büyük
sosyal ve teknolojik uyum yeteneğini Spencer’in anlayabilmesi
olanaksızdı.
Bütün bu düşünceler çağla sınırlıydı. Piyasa ekonom isinin
akıllara durgunluk veren sanayi başarıları, toplumun özüne
verilen büyük zararlar pahasına elde edilm işti. Feodal sınıflar
bunu, yitirdikleri saygınlığın bir kısm ını yeniden ele geçirmek
için, toprağın ve onu işleyenlerin meziyetlerinin savunuculu­
ğunu yaparak kullandılar. Edebiyat içindeki romantik akım ­
larda, doğa geçm işle ittifaka girdi; ondokuzuncu yüzyıl feoda­
lizm inin tarım hareketi, kendini insanın doğal m eskeninin,
toprağın, koruyucusu olarak öne sürerek pek de başarısızca
denemeyecek bir biçim de geçm işe dönm eye çalışıyordu. Eğer
tehlike gerçek olmasaydı, manevra başarılı olamazdı. Ama or­
du ve kilise de artık iyice korunm asız kalan “yasa ve düzen”in
savunuculuğunu üstlenerek saygınlık kazanm ışlardı; hakim
orta sın ıf yeni ekonom inin bu gereğini yerine getirecek du­
rumda değildi. Piyasa sistem in in ayaklanm alara karşı daya-
naksızlıgı, bildiğimiz bütün diğer sistem lerinkinden daha faz­
laydı. Tudor devri hüküm etleri ayaklanmaları yerel şikayetlere
dikkat çekm ek için kullanırlardı, başı çeken bir iki kişi asılabi­
lirdi ama önem li bir hasar olamazdı. Mali piyasanın gelişmesi
böyle, bir tavırdan bütünüyle uzaklaşılması anlam ını taşıyor­
du; 1 7 9 7 ’den sonra ayaklanmalar Londra yaşam ının bir özelli­
ği olm aktan çıkıyor ve yerlerini, hiç olmazsa ilke olarak, elle­
rin vurup kırmak için değil sayılmak için kaldırıldığı toplantı­
lara bırakıyorlardı. Barışı korum anın tebaanın ilk ve en önem li
görevi olduğunu söyleyen Prusya kralı, bu paradoksla ün yap­
mıştı, ama paradoks kısa sürede herkesin kabul ettiği bir şey
durum una geldi. O ndokuzuncu yüzyılda, silahlı kalabalığın
girişliği asayişi bozan hareketler isyan başlangıcı olarak değer­
lendirilip devlete karşı ciddi bir tehlike gibi görülüyorlardı;
borsalar çöküyor, fiyatlar sonu gelmez bir düşüşe geçiyordu.
M etropolün sokaklarında silahlı bir çatışm a, ulusun para ser­
mayesinin önemli bir bölüm ünü yok edebilirdi. Ama orta sı­
nıfların askerlikle ilgileri yoktu ; genel oy hakkına dayanan de­

259
m okrasi, halka sesini duyurma fırsatı verm ekle övünüyordu
ve Kıta Avrupa’sında, burjuvazi, devrimci gençliğinde barikat­
larda zalim soylulara karşı çarpıştığı günlerin anısına hâlâ dört
elle sarılıyordu.7
Sonunda, köylülük, liberal virüsün en az bulaşm ış olduğu
kesim , “yasa ve düzeni" bizzat savunm akla yüküm lü kesim
olarak görüldü. G ericiliğin işlevlerinden biri, piyasalarda pa­
nik durumunu önlem ek amacıyla işçi sınıfının zapturapt altı­
na alınması olarak tanımlanıyordu. Bu hizm ete ço k seyrek ola­
rak gerek duyulmakla birlikte, m ülkiyet haklarının koruyucu­
su olarak köylülük tarımsal alanda bir koz oluşturuyordu.
1 9 2 0 ’li yılların tarihi başka türlü açıklanam az. Orta Avru­
pa’da savaş ve yenilginin baskısıyla sosyal yapı parçalandığın­
da, işlerin yürüyebilm esini sağlayacak tek güç işçi sınıfıydı.
Her yerde güç işçi sendikalarına ve Sosyal Demokrat partilere
verilm işti; Avusturya, M acaristan, hatta Almanya’da, bu ülke­
lerde hiçbir zaman etkin bir cum huriyetçi parti olm am asına
karşın, cum huriyet ilan edilmişti. Ama ciddi çözülm e tehlikesi
atlatılıp işçi sendikalarının rolü gereksizleştiğinde, orta sınıflar
derhal işçi sınıfının kamu yaşamı üzerindeki tüm etkilerini or­
tadan kaldırmaya yöneldiler. Bu, savaş sonrası dönem in karşı
devrimci aşaması olarak bilinir. Aslında, ortada ciddi bir Ko­
m ünist rejim tehlikesi de yoktu. Çünkü işçiler Komünistlere
hararetle karşı çıkan sendikalar ve partilerde toplanm ışlardı.
(M acaristan’da Fransız istilâsı başka seçen ek bırakm adığın­
dan, ülke Bolşevizm macerasına resmen zorla itilm işti.) Tehli­
ke Bolşevizm değildi, acil bir durumda sendikaların ve işçi sı­
nıfı partilerinin piyasa ekonom isi kurallarını hiçe saymalarıy­
dı. Çünkü bir piyasa ekonom isinde, başka durumlarda zarar­
sız görülebilecek kamu düzeni ve ticaret yöntem i aksaklıkları,
toplum un günlük ekm eğini elde etm ek için bağım lı olduğu

7 T rev elyan , G .M ., H isto ry o j E n g la n d , 1 9 2 6 , s. 5 3 3 . “W alp ale id a resin d ek i İn g il­


tere h alâ a y ak lan m aların ö n e m li b ir ö zelliğ in i o lu ştu rd u ğ u a ris to k ra tik b ir to p ­
lu m d u . H an n ah M o re 'u n “A y ak lan m a”s ı b ir k ıtlık ve p an ik y ılı o la n d o k sa n b es
y ılın d a y azılm ıştı - yani S p e e n h a m la n d 'lc ay n ı y ılda. The Repository Traets, c. 1.
N ew Y o rk , 1 8 3 5 .

260
ekonom ik rejim i parçalayabilecekleri için, ölüm cül bir tehdit
oluştururlar.8 Bazı ülkelerde görülen, işçi sınıfının neredeyse
gerçekleşecek diktatörlüğünden köylülüğün gerçek d iktatör­
lüğüne ço k çarpıcı geçişleri bununla açıklayabiliriz. Yirmili
yıllar boyunca, köylülük içinde normal olarak çok önem siz bir
rol oynadığı bir çok devletin iktisat politikasını belirledi, artık
köylüler m odem , gerilimli anlamında yasa ve düzeni koruya­
bilecek tek sınır olarak ortaya çıkıyorlardı.
Savaş sonrası Avrupası’nda tarıma verilen aşırı önem , siyasal
nedenlerle köylü sınıfın a tanınan ayrıcalıkların yalnızca bir
yönüydü. Finlandiya’da Lappo hareketinden, Avusturya’da He-
imvve/ır’e kadar, köylüler piyasa ekonom isine bağlı olduklarını
kanıtladılar, bu da onları siyasal açıdan vaz geçilmez kıldı. Za­
man zaman köylülüğün yükselişine neden olarak gösterilen
savaş sonrası yiyecek kıtlığının bununla fazla ilgisi yok. Ö rne­
ğin Avusturya, yiyecek ihtiyaçlarını karşılam akta büyük ölçü­
de ithalata bağımlı olm asına karşın, köylülere m alî çıkar sağla­
mak için güm rük tarifelerini koruyarak beslen m e düzeyini
düşürmüştü. Ama tarımsal korum acılık şehirde yaşayanların
sefaletine ve ihracat yapan sektörlerde mantıksız maliyet yük­
selişlerine neden olsa bile, köylünün çıkarları her ne pahasına
olursa olsun korunm alıydı. Böylece, daha önceleri sözü geç­
meyen köylü sınıfı, ekonom ik önemiyle son derece oransız bir
biçimde yükseldi. Bolşevizm korkusu, köylülüğün siyasal ko­
numunu dokunulm az kılan gücü oluşturuyordu. Ama bu kor­
ku, daha önce gördüğüm üz gibi, bir işçi sınıfı diktatörlüğü
korkusu değildi. Ufukta uzaktan yakından bunu andırır hiçbir
Şey gözükmüyordu. K orku, eğer zor alım da piyasa oyununun
kurallarını etkileyebilecek bütün güçler ortadan kaldırılm azsa,
piyasa ekonom isinin felce uğrayabileceği korkusuydu. Köylü­
ler bu güçleri ortadan kaldırabilecek tek sın ıf olarak kaldıkları
sürece, saygınlıkları büyüklü ve şehirli orta sınıfı diledikleri
gibi ellerinde tutuyorlardı. Devlet gücünün sağlam laştırılm ası,

® H aycs C ., A G e n e r a t io n o f M a te r ia lis m , !8 7 0 - / 8 9 0 ’da şö y le d iy o r "T e k te k d e v ­


le tle rin ço ğ u , h iç o lm azsa B a n O rta Avrupa’d ak iier, a n ık g ö rü n ü şte ç o k sağ lam
b ir İç d en gey e sa h ip tiler."

261
hatta daha önce, şehirli orta sınıfın alt tabakalarının faşistler
tarafından vurucu güçler biçim ind e örgütlenişi, burjuvaziyi
köylülere bağımlılıktan kurtardı ve köylülüğün saygınlığı hız­
la yok oldu. Şehir ve fabrikadaki “iç düşm an” etkisiz kılındı­
ğında, ya da baş eğmeye zorlandığında, köylülük sanayi toplu­
mu içindeki eski, önemsiz konum una geri döndü.
Büyük toprak sahiplerinin etkisi bu gerileyiş içinde yer al­
mıyor. Burada daha sabit bir unsur - tarımsal kendine yeterli­
liğin giderek artan askerî önem i - onların yararına işliyordu.
Büyük savaş bazı temel stratejik gerçekleri gözler önüne ser­
miş ve dünya piyasasına duyulan düşüncesiz güvenin yerini
panik içinde girişilen yiyecek üretme kapasitesini artırma ça­
baları alm ıştı. O rta Avrupa’nın Bolşevik korkusuyla başlayan
“yeniden ta rım sa lla şm a sı”, k en d in e y ete rliliğ in kazand ığı
önem le sonuçlandı. “İç düşm an” fikrinin yanısıra, şimdi bir de
“dış düşm an” fikri ortaya çıkm ıştı... İler zamanki gibi liberal
iktisatçılar bunda, tem elsiz iktisat doktrinlerinin yol açlığı ro­
mantik saçmalıklardan başka birşey göremediler. Oysa dağ gi­
bi yükselen siyasal olaylar, en sığ zekaların bile uluslararası
sistem in yaklaşan çö zü lm esin d e ek o n o m ik u nsu rların hiç
önem i olm adığını anlam alarını sağlam ıştı. Cenevre, halkları
hayali tehlikelere karşı spekülasyon yapm akta olduklarına,
birlik ve beraberlik içinde hareket ederlerse serbest ticaretin
canlanıp herkesin yararına işlemeye başlayacağına inandırmak
için boşu boşuna çabalıyordu. Devrin şaşılacak kadar saf hava­
sı içinde, birçokları, ekonom ik sorunun (bundan anlaşılan ne
olursa olsun) çözüm lenm esinin yalnızca savaş tehdidini zayıf-
latam ayacağını, aynı zam anda bu tehdidi sonsuza dek yok
edeceğine inanıyorlardı. Y üzyıllık barış, gerçekleri gizleyen
aşılmaz bir hayal duvarı oluşturm uştu. Devrin yazarları ger­
çekçilikten yoksun olma konusunda kusursuzdular. A.J. Toyn­
bee ulusal devleti dar bir ön yargı olarak görüyor, Ludwig von
M ises egem enliği g ü lü n ç bir hayal olarak değerlendiriyor.
Norman Angell de savaşa “yanlış bir ticarî girişim ” diyordu-
Siyaset sorunlarının tem el niteliğine olan duyarlılık, görülm e­
miş derecede düşük bir düzeye inmişti.

262
1 8 4 6 ’da H ububat Yasaları alanındaki m ücadelesi ve zaferi
serbest ticaretin, seksen yıl sonra yeniden m ücadele konusu
oldu ve aynı alanda kaybedildi. Kendine yeterlilik sorusu ba­
şından beri piyasa ekonom isinin üzerine kâbus gibi çökm üş­
tü. D olayısıyla, ekon om ik liberaller savaş hayallarini şeytan
kovar gibi kovup, tavırlarını büyük bir saflıkla yıkılm az bir pi­
yasa ekonom isi varsayımına dayandırdılar. Çıkarsam alarının,
güvenliği kendi yasalarına göre işleyen piyasa kadar çürük bir
kuruma bağlı bir halkın karşı karşıya bulunduğu tehlikenin
korkunç boyutlarını ortaya çıkarm aktan başka işe yaramadığı
gözden k açtı. Yirmili yılların kendine yeterlilik hareketi bir
kehanet niteliğindeydi; düzenin ortadan kalkışına hazırlıklı
olmak gerekliğine işaret ediyordu. Büyük Savaş, tehlikeleri or­
taya koym uş, insanlar da ona göre davranmışlardı; ama, davra­
nışlar olayı on yıl geriden izledikleri için, etki - tepki ilişkisi
m antıksız görüldü. O devirde yaşayanların çoğu “neden geç­
miş tehlikelere karşı kendini korum ak gerekli olsu n ?” diye so­
ruyorlardı. Bu yanlış m antık yalnızca kendine yeterliliğin de­
ğil, daha da önem lisi, faşizmin anlaşılm asını güçleştirdi. Aslın­
da iki olgu da şu gerçeğe bağlıydı: Normal insan aklı bir kez
tehlike sinyali aldı m ı, nedenler ortadan kalkm adığı sürece
korku hep yerinde kalır.
Avrupa u lu sların ın ken d ilerin i bek len m ed ik bir biçim d e
karşılıklı bağımlılığın tehlikeleriyle yüzyüze getiren savaş de­
neyim inin etkisind en bir türlü kurtulam adıklarını söyledik.
Ticaretin yeniden başlam ası boşunaydı. Sayısız uluslararası
konferansla boş yere barışın güzelliği sergilendi, düzinelerce
hüküm et boş yere ticaret özgürlüğü ilkelerin e bağlılıklarını
ilan eltiler; halkların hiçbiri, yiyecek ve hammadde kaynakla­
rına sahip olmadığı ya da bunları askerî güç kullanarak elde
edebilecek durum da bulunmadığı sürece, ne sağlam paranın
ne de sınırsız kredinin kendini çaresizlikten kurtaram ayacağı­
nı unutamıyordu. Toplulukların politikalarına biçim veren te­
mel kaygının tutarlılıkla sürdürülmesinden daha m antıklı bir
şey olamazdı. Tehlikenin kaynağı yerinde duruyordu. O halde
korkunun ortadan kalkması nasıl beklenebilirdi?

263
Benzer bir m anuk hatası, faşizmi tüm siyasal gerçeklerden
yoksun bir acayiplik olarak tanımlayarak eleştirenleri - k i bun­
lar ço ğ u n lu k tay d ı- yanılgıya düşüyordu. M ussolin i’nin İtal­
ya’da Bolşevizm i engellediği söyleniyordu, oysa istatistikler
grev dalgasının Roma’ya yürüyüşten bir yıl önce geri çekildiği­
ni gösteriyordu. 1 9 2 1 ’de silahlı işçilerin fabrikaları işgal ettiği
söyleniyordu, ama 1923’te, tepelerinde gözcülük etlikleri du­
varlardan inm elerinden çok sonra, silahlarını ellerinden alm a­
nın anlamı neydi? Hitler Almanya’yı Bolşevizmden kurtardığını
öne sürdü, ama şan sö ly eliğ in in ön cesin d ek i işsizlik selin in
onun iktidarı ele geçirm esinden önce gerilediği gösterilem ez
miydi? Öne sürüldüğü gibi, iktidara geldiğinde artık olmayan
bir şeyi ortadan kaldırdığını söylem ek, siyaset alanında da ge­
çerli olmaları beklenen etki-tepki yasalarına düpedüz aykırıydı.
G erçekte, İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da, savaşın he­
m en ardından gelen dönem Bolşevizm iıı en ufak bir başarı
şansı olmadığını gösterm işti. Ama aynı zamanda, acil bir du­
rumda işçi sınıfının, onun sendikaları ve partilerinin, sözleş­
me özgürlüğünü ve özel mülkiyetin kutsallığını mutlak değer­
ler olarak ortaya koyan piyasa yasalarını hiçe sayabileceklerini
de gösterm işti; böyle bir olasılığın toplum üzerinde son derece
zararlı etkiler yapacağı, yatırım ları engelleyeceği, sermaye biri­
kim ini durduracağı, ü cretlerin k ârlı üretim i yapılam ayacak
düzeyde tutacağı, paranın değerini tehlikeye atacağı, dış kredi
olanaklarını kısıtlayacağı, güveni sarsıp girişim ciliği felce uğ­
ratacağı açıktı. Hayalî bir kom ünist devrim tehlikesi değil, işçi
sınıflarının yıkıcı müdahalelerde bulunabilecek bir konumda
oldukları gibi yadsınamaz bir gerçek, faşist panik içinde açığa
çıkan uzun süre gizli tutulm uş korkuların kaynağını oluşturu­
yordu.
İnsana ve doğaya yönelen tehlikeler birbirinden ayrılamaz.
İşçi sınıflarının ve köylülüğün piyasa ekonom isine karşı tepki­
leri birlikte korum acılığa yol açtılar. Bunlardan ilki özellikle
sosyal yasalar biçim indeydi; İkincisi ise, tarımsal tarifeler ve
toprak yasaları biçim inde. Ama arada önem li bir fark vardı:
Acil bir durumda Avrupa’nın çiftçileri ve köylüleri, işçi sınıfı

264
politikalarının tehlikeye attığı piyasa sistem ini koruyorlardı.
Özünde dengesiz bu sistem in bunalım ından korum acılık hare­
ketinin iki kanadı da sorumluydu, ama toprakla bütünleşm iş
sosyal kesim , piyasa sistem iyle uzlaşma eğilim indeydi; geniş
em ekçiler sınıfı ise, sistem in yasalarına karşı çıkm ak ve siste­
mi açıkça tehdit etm ekten kaçınmıyordu.

265
16. Piyasa ve Üretim Düzeni

Kapitalist iş dünyasının bile piyasa m ekanizm asına sın ırlan ­


m am ış işleyişinden korunm ası gerekir. Bu g erçek , em ek ve
toprağı korum akla ilgili bütün tartışmaları, ya modası geçm iş
fikirlerin ürünü ya da özel çıkarların üstü örtülü biçim i olarak
görme eğilim indeki üstün zekalıların “insan” ve “doğa" terim ­
leri karşısında duydukları kuşkuyu ortadan kaldırmaya yeterli
olmalı.
İnsan ve doğanın durum unda olduğu gibi, üretici işletm e­
nin durumunda da gerçek ve nesnel bir tehlike söz konusuy­
du. Korunma ihtiyacının ortaya çıkışı, piyasa sistem inde para
arzının düzenleniş biçim ine bağlıydı. N itekim , m odern mer­
kez bankacılığı özünde piyasanın kendi çocuklarını, her çeşit
ticaret işletm esini, yok etm esini engellem ek üzere geliştirilm iş
b ir araçtı, am a so n u çta u lu slararası sistem in çö k ü şü n e en
önem li katkıyı bu koruma biçim i yapmıştı.
Piyasa girdabından toprak ve emeğe yönelen tehlikeler açık­
ça görülebiliyordu; oysa para sistem inin içerdiği, iş dünyasına
yönelik tehlikeleri görm ek bu kadar kolay değildi. Ama kârlar
fiyatlara bağlıydı, dolayısıyla fiyatların bağlı olduğu parasal
düzenlem elerin, kâr am acının yönlendirdiği bir sistem için ha­
yati önem taşımaları gerekiyordu. Uzun dönem de, maliyetler

266
de satış fiyatlarındaki değişikliklere göre yükselip alçalacağı
için, fiyat değişiklikleri kârları etkilem eyebilir, oysa kısa dö­
nemde bu doğru değildir. Çünkü sözleşm elerle saplanan fiyat­
ların değişmesi için belirli bir süre geçm esi gerekir. Bunlar ara­
sında, bir ço k fiyat gibi doğal olarak sözleşm eyle saptanan
emeğin fiyatı da yer alır. Yani uzun bir süre boyunca fiyat dü­
zeyi parasal nedenlere bağlı olarak düştüğünde, işletm eler iflas
tehlikesiyle karşılaşacak, bunun yanı sıra da üretim düzeninin
çözülmesi ve sermayenin büyük çapta yok oluşu yer alacaktı:
Sorun düşük fiyatlar değil, düşen fiyatlardı. Hume para m ikta­
rının yarıya inm esinin, fiyatlar da eski düzeylerinin yarısına
inip duruma uyum sağlayacakları için, iş hacm ini etkilem eye­
ceğini öne sürerek paranın m iktar teorisinin kurucusu oldıı.
Unuttuğu, bu süreç içinde işletmelerin yok olabileceğiydi.
B u, piyasa m ekan izm asın ın dışarıdan m üdahaleye gerek
duym adan yarattığı türden bir m eıa-para sistem in in sanayi
üretimiyle bağdaşam ayacağının kolayca anlaşılabilecek nede­
nini oluşturuyor. Meta para, para işlevi gören bir metadan
başka bir şey değildir, dolayısıyla m iktarını artırm anın tek yo­
lu para işlevi görm eyen m elaların m iktarını azaltm aktır. Uy­
gulamada meta para, m iktarı kısa dönem de biraz (am a çok
değil) arlırılabilen altın veya güm üşten oluşur. Ama üretim ve
ticaretin para m iktarında bir artış yer alm aksızın artması fiyat
düzeyinde düşüşlere yol açar. Düşündüğüm üz yıkıcı deflas­
yon olayları tam tam ına budur. Para darlığı onyedinci yüzyıl
tüccar toplum larının sürekli ve ciddi şikayetlerinden biriydi.
O ldukça eski tarihlerde, ticareti iş hacm inin genişlediği dö­
nemlerde madeni para kullanım ının yanında yer alan deflas­
yonlardan korum ak üzere itibari paralar geliştirilm işti. Böyle
yapay bir para aracılığı olmadan piyasa ek onom isinin işlem e­
si olanaksızdı.
G erçek güçlük, Napolyon savaşları sırasında, dengeli döviz
kurları ihtiyacı ve buna bağlı olarak altın standardının kabu­
lüyle doğdu. Düzenli döviz kurları İngiliz ekonom isinin var
olması için gerekli duruma geldi. Bu amaca da meta paradan
başka hiçbir şey hizmet edemezdi. Çünkü itibari para yabancı

267
topraklarda geçerli değildi. Böylece, altın standardı -u lu sla ra ­
rası meta para sistem inin yaygın a d ı- ortaya çıktı.
Ama bildiğim iz gibi, m adeni para ulusal am açlara uygun
değildi, çünkü bir meta olarak m iktarı istenildiği gibi arıırıla-
mıyordu. Eldeki altın m iktarının artış oranı yüzde bir-iki ola­
bilir, ama ticaretin birden bire artışının gerektirebileceği gibi,
bu yüzde birkaç hafta içind e düzinelere ulaşamaz. İtibari pa­
ra olmasaydı, ticaret ya kısıtlanacak ya da daha düşük fiyat­
larla gerçekleşecek, yani ekonom ik bunalım ve işsizlik ortaya
çıkacaktı.
En basit biçim iyle sorun şuydu: Meta para dış ticaret için
gerekliydi, itibari para ise ulusal ticaret için. Bunlar ne derece­
ye kadar birbirleriyle tutarlıydılar?
O ndokuzuncu yüzyıl koşulları altında, dış ticaret ve altın
standardı ulusal ticaretin gereklerine göre tartışmasız bir ö n ce­
lik taşıyordu. Altın standardının işleyişi, döviz kuru düşm e
tehlikesi gösterm ezse iç fiyatların düşürülmesini gerektiriyor­
du. Deflasyon kredi kısıtlam aları kanalıyla gerçekleştiği için
de, bu, meta paranın kredi sistem inin işleyişine müdahale ede­
ceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla iş dünyası tehlikeye giri­
yordu. Ancak, itibari parayı bütünüyle ortadan kaldırıp, yal­
nızca meta para kullanm ak olacak iş değildi, böyle bir çare sp-
runun kendisinden daha beter olurdu.
M erkez bankacılığı kredi parasındaki bu sakatlığı büyük öl­
çüde hafifletti. Ülkedeki kredi arzını merkezileştirerek, deflas­
yonun yol açacağı ticaret ve istihdam bozukluklarını engelle­
mek ve deflasyonun etkisini hafifletip, yükünü ülkenin bütü­
nüne dağıtm ak m ü m kü ndü. O lağan işlevleri çerçev esin d e
Banka, piyasadan altın çekilm esinin banknot dolaşımı üzerin­
deki etkisini, azalan banknot dolaşım ının da ticaret üzerindeki
etkisini yumuşatıyordu.
Banka çeşitli yöntem ler kullanabiliyordu. Kısa vadeli borç­
lar kısa vadeli altın kaybından doğan açıkları kapatabiliyor ve
kredi kısıtlaması ihtiyacını bütünüyle o nadan kaldırabiliyor-
du. Ama sık sık rastlanıldığı gibi, kredi kısıtlam alarının kaçı­
nılmaz olduğu durumda bile, Bankanın eylemi tampon işlevi

268
görüyordu: M erkez bankasının uyguladığı faiz haddinin yük­
seltilm esi ve açık piyasa işlem leri, kısıtlam aların etkisin i bü­
tün toplum a yayıyor ve yükü daha güçlü om uzlara devredi­
yorlardı.
Şim di talebin yerli yiyeceklerden yabancı yiyeceklere kay­
masının yol açtığı türden önemli bir duruma, tek yönlü öde­
melerin bir ülkeden diğerine geçirilm esi durum una bakalım.
Dışarıdan alınan yiyeceklerin bedelini ödem ek için yurt dışına
gönderilen altın, normal durumda iç ödem eler için kullanılır,
dolayısıyla ülkeden altın çıkışı iç satışların azalması ve bunun
sonucu fiyatların düşm esine yol açar. Bu tür deflasyona, firma­
dan firmaya raslantısal iş ilişkileri kanalıyla yayıldığı için, “iş­
lem lerle ilgili” deflasyon adını veriyoruz. Sonunda deflasyon
ihracata kadar yayılacak ve “gerçek” bir transfer oluşturan bir
ihracat fazlasına yol açacaktır. Ama toplum a genelde verilen
zarar böyle bir ihracat fazlası sağlamak için gerekli olandan
çok fazladır. Çünkü her zaman ihracat yapabilmeleri için yal­
nızca küçük m aliyet düşüşleri biçim inde bir teşvike ihtiyaç
duyan firmalar vardır, bu önem siz maliyet düşüşü de deflasyo­
nu bütün iş dünyasına çok az etki yapacak biçim de iyice yaya­
rak gerçekleştirebilir.
Bu da m erkez bankasının işlevlerinden biridir. Faiz ve açık
piyasa politikaları iç fiyatları hem en hemen eşil olarak düşü­
rüp “ihracata yakın" firmaların ihracat yapabilm elerini ve ih­
racatı artırabilm elerini sağlar, bu arada iflas durumunda kalan­
lar yalnızca en verimsiz çalışan firmalar olur. Böylece “gerçek”
transfer, aynı ihracat fazlasının “işlem lerle ilgili deflasyonun”
dar kanalıyla yayılan düzensiz ve çoğu zaman yıkıcı şok etki­
leri yöntem ini kullanarak elde edilm esinden ço k daha düşük
bir m aliyetle gerçekleşm iş olur.
Deflasyonun etkilerini zayıflatmak için kullanılan bu araçla­
ra karşın, sonuç her seferinde iş yaşamının birbirine girmesi
ve bunun sonucunda ortaya çıkan kitle halinde işsizlikti. Altın
standardına y ö n eltileb ilecek suçlam aların en önem lisin i bu
oluşturuyor.
Paranın durumuyla em ek ve toprağın durumu arasında son

269
derece gerçek bir benzerlik vardı. Bunların her birine uygula­
nan meia efsanesi, söz konusu unsuru piyasa sistem iyle bü­
tü nleştirirken, toplum ciddi tehlikelerle karşı karşıya kaldı.
Paraya ilişkin olarak tehdit üretici işletmeye yönelm işti, m eıa-
para kullanım ının yol açtığı her fiyat düzeyi düşüşüyle üretici
işletm enin varlığı tehlikeye giriyordu. Burada da, piyasanın
kendini yöneten m ekanizm asının durdurulması sonucunu ve­
ren koruyucu önlem ler gerekliydi.
Merkez bankacılığı, altın standardının otom atik işleyişinin
yalnızca lafta kalmasına yol açtı. Bu, merkezden yönlendirilen
para anlamına geliyordu; am aç bilinçli olarak geliştirilm em iş
de olsa, kredi arzının kendi kurallarına göre işlem esinin yeri­
ne bir idare mekanizm ası konulm uştu. Altın standardının oto­
matik olarak işleyebilm esi için ülkelerin merkez bankaların­
dan vazgeçmeleri gerektiği giderek daha iyi anlaşılıyordu. Bu
son çareyi öneren tutarlı altın standardı taraftarlarından biri.
Ludwig von M ises’di; eğer önerisi kabul edilseydi, ulusal eko­
nom iler bir enkaz yığınına dönüşecekti.
Para kurumlarm daki karmaşa büyük ölçüde, piyasa toplu-
m unun en önem li özelliklerinden biriyle, siyasal olanla ek o ­
nom ik olanın birbirinden ayrılmasıyla ilgiliydi. Yüzyılı aşkın
bir süre boyunca para yalnızca ekonom ik bir kategori, dolaylı
değişim amacıyla kullanılan bir meta olarak görüldü. Altın bu
işe en uygun meta olduğu için de, altın standardı kullanılıyor­
du. (Bu standardla ilgili olarak “uluslararası” sıfatım kullan­
mak anlamsızdı. Çünkü iktisatçı için uluslar yoktu; işlem ler
uluslar arasında değil, saçlarının rengi gibi siyasal bağları da
önem taşımayan bireyler arasında yer alıyordu.) Ricardo, on-
dokuzuncu yüzyıl tngilıeresi’ne “para” terim inin değişim aracı
anlamına geldiğini, banknotların yalnızca kolaylık sağlamaya
yaradığını, faydalarının altından daha kolay kullanabilm eleri­
ne bağlı olduğunu, ama değerlerinin istenildiği anda eşit de­
ğerde m etaya, altına çevrileb ileceklerin e duyulan güvenden
kaynaklandığını kabul ettirm işti. Buna göre, ulusal paralar ay­
nı meıayı temsil eden sem bollerden başka bir şey olmadıkları
için, ulusal niteliklerin hiçbir önem i yoktu. Ve bir hüküm etin

270
altm sahibi olma çabası ne derece saçmaysa (bu m etanın dağı­
lımı öteki m etaiannki gibi dünya piyasasında kendi kendine
gerçekleşiyordu), ulusal olarak farklı sem bollerin ilgili ülkele­
rin refah ve zenginliği açısından önem taşıyabileceğini düşün­
mek de o derece saçmaydı.
Siyasal olanla ekonom ik olan hiçbir zaman birbirinden lam
olarak ayrılmamıştı ve ayrımın en az gerçekleşm iş olduğu alan
ulusal paralar konusuydu; yalnızca darphanesiyle madeni pa­
raların ağırlıklarını denetlerm iş gibi görünen devlet, aslında
vergi ödem elerinde kabul ettiği itibari paranın değerinin tek
kefiliydi. Bu para değişim aracı değil, ödeme aracıydı; bir meta
değil, satın alma gücüydü; kendisine özgü bir faydası yoktu,
yalnızca satın alınabilecek şeyler üzerinde miktarı belirlenm iş
bir hak oluşturuyordu. Dağıtımın bu tür satın alma gücü en­
gellerine bağlı olduğu bir toplum un piyasa ek onom isinden
bütünüyle farklı bir yapı olduğu açık.
Doğal olarak, burada gerçeklere değil, açıklam a am acıyla
kullanılan kavramsal m odellerine bakıyoruz. Siyasal alandan
ayrı bir piyasa ekonom isi olamaz; ama David Ricardo’dan beri
klasik iktisadı belirleyen böyle bir modeldi ve klasik iktisadın
kavramları ve varsayımları bu modelin dışında bir anlam taşı­
mıyordu. Bu şem aya göre toplum , bir dizi m etaya -m a lla r,
toprak, em ek ve bunların bileşim lerin e- sahip, takas ilişkileri
içinde bireylerden oluşuyordu. Para yalnızca ötekilerden daha
çok takas edilen, dolayısıyla da değişim amacıyla elde tutulan
bir metaydı. Böyle bir toplum “gerçek dışı” olabilir; ama klasik
iktisatçıların başlangıç noktasını oluşturan yapının iskeleti bu­
rada bulunuyor.
Gerçeğin daha da eksik bir modelini satın alma gücü ekono­
m isinde bu lu yoru z.1 G ene de bunun bazı özellikleri gerçek
toplum um uza piyasa ekonom isi paradigm asından daha çok
benziyor. Her bireyin, üzerlerinde birer etiketle ortaya sürülen
mallara sahip çıkm asını sağlayabilecek, belirli miktarda satın
alma gücü ile donatılm ış olduğu bir “toplum ” düşünelim . Bu

1 B u n u n altın d a y alan k u ra m Yeni Z elan d a'n ın W ellin g to n ş e h rin d e n F S ch a fe r


tarafın d an g e liştirilm işti.

271
toplumda para bir meta değildir, kendi içinde bir yararı yok­
tur; yalnızca, bugün dükkânlanm ızdakiler gibi üzerine etiket
yapıştırılm ış m allan satın alm akta kullanılabilir.
O ndokuzuncu yüzyılda, kurum ların birçok önem li alanda
piyasa modeli ile uyum içinde oldukları sırada, meta para te­
oremi rakibine göre çok üstündü. Yirminci yüzyılın başından
beri satın alm a gücü kavram ı sü rekli başarı kazandı. Altın
standardının çöküşünden sonra meta para neredeyse ortadan
kalktı, bu durumda yerini paranın satın alma gücü kavramına
bırakması doğaldı.
M ekanizm alar ve kavram lardan etkili olan sosyal güçlere
dönerken, hâkim sınıfların paranın merkez bankası tarafından
yönetilm esini desteklediklerini görm ek önem li. Bu yönetim ,
doğal olarak, altın standardı kurum una bir m üdahale olarak
görülm üyordu; aksine, altın standırdının içinde işlerlik kazan­
dığı oyunun bir parçasıydı. Altın standardının korunm ası ge­
rekliliği veri olarak alındığı ve merkez bankası m ekanizm ası­
nın hiçbir zaman ülkenin altın standardından ayrılmasına yol
açacak biçim de işlem esine izin verilm ediği, aksine Bankanın
en üst idare kademesi her zaman ve her durumda altına bağlı
olm ak zorunda olduğu için, ortada bir ilke sorunu yokm uş gi­
bi görünüyordu. Ama bu yalnızca fiyat düzeyi hareketlerinin
“altın noktalarını” ayıran yüzde 2-3 ’lük oranı geçm ediği du­
rumda doğruydu. Döviz kurunu dengede tutmak için gerekli
iç fiyat düzeyi hareketleri bunu aştığında, yüzde 10 veya yüz­
de 30'u bulduğunda, durum bütünüyle değişiyordu. Bu tür fi­
yat düşüşleri yaygın bir sefalet ve yıkım a yol açabiliyordu. Pa­
raların yönlendirilm esi büyük önem kazanıyordu. Çünkü bu,
merkez bankası yöntem lerinin politika konusu olduğu, yani
politik düzeyde karara bağlanması gereken bir konu olduğu
anlamına geliyordu. G erçekten de, merkez bankasının büyük
kurumsal önem i, para politikasını siyaset alanına çekm iş o l­
m asına bağlıydı. Bunun geniş kapsamda sonuçlar vermesi ka­
çınılmazdı.
Bu sonuçlar iki çeşitti. Ulusal planda, para politikası yalnız­
ca başka bir müdahale biçim iydi, ekonom ik sınıflar arasındaki

272
çatışm alar, altın standardı ve denk bütçelerle yakından ilgili
bu konunun çevresinde yoğunlaşma eğilim i gösteriyordu. İler­
de göreceğimiz gibi, otuzlu yılların iç çekişm eleri, çoğu zaman
anli-dem okralik harekelin güçlenm esinde önem li bir rol oyna­
yan bu konunun çevresinde gelişmişti.
D ış iliş k ile r a la n ın d a , u lu sal p araların rolü so n d erece
önem liydi, ama o sıralarda bu pek fark edilmiyordu. O ndoku-
zuncu yüzyılın hakim felsefesi banşçı ve entem asyonalisti, “il­
ke olarak” bütün eğitilm iş insanlar serbest ticaret yanlışıydılar,
üstelik, tuhaf bir biçim de, bugün önem siz bu lunabilecek sınır­
lamalar içinde, uygulamada da öyleydiler. Bu görüşün kaynağı
doğal olarak ekonom ikti; takas ve değişim alanından gerçek
bir idealizm doğm uştu-yani, büyük bir paradoks içinde, insa­
nın bencil ihtiyaçları onun en cöm ert dürtülerini onaylıyordu.
Ama 1870’li yıllardan itibaren, hakim fikirlerde benzer bir ko­
pukluk görülm ese de, duygusal bir değişikliğin ortaya çıktığı
farkediliyordu. Dünya bir yandan enternasyonalizm ve karşı­
lıklı bağımlılığa inanmayı sürdürürken, bir yandan m illiyetçi­
lik ve kendine yeterlilik dürtüleriyle hareket ediyordu. Liberal
m illiyetçilik, dışarıda korum acılık ve emperyalizm, içeride te­
kelci muhafazakârlığa doğru güçlü bir eğilim le birlikte ulusal
liberalizme dönüşüyordu. H içbir yerde çelişki parasal alanda
olduğu kadar keskin , aynı zamanda da bilinçsiz değildi. Bir
yandan uluslararası altın standardına olan dogm atik inanç sü­
rerken, bir yandan da değişik m erkez bankacılığı sistem lerinin
egem enliğine dayanan itibari paralar kullanılıyordu. Uluslara­
rası ilkeler perdesi ardında, yeni m illiyetçiliğin güçlü kaleleri,
merkez bankaları biçim inde, bilinçsiz olarak kuruluyordu.
G erçekte, yeni m illiyetçilik yeni enternasyonalizm in bir yö­
nüydü. Uluslararası altın standardı, ona bağlı loplum lara yö­
n elttiği tehlikelere karşı önlem alınm adığı sürece k u llan ıla­
mazdı. Bütünüyle parasallaşmış topluluklar, dengeli döviz ku­
rallarının korunabilm esi için gerekli ani fiyat değişikliklerinin
yıkıcı etkilerine ancak bağımsız bir m erkez bankası politikası
yardımıyla dayanabilirlerdi. Bu görece güveni sağlam a yolu
ulusal itibarî paralardı, bunlar m erkez bankasının iç ve dış

273
ekonom i arasında bir tam pon rolü oynam asına olanak veri­
yorlardı. Para darlığı ödem eler dengesi için bir tehlike oluştur­
maya başladığında, rezervler ve dış borçlar güçlüğü aşabiliyor­
du; iç fiyatlar düzeyinde bir düşüş içeren yeni bir ekonom ik
dengenin kurulması gerektiğinde, kredi kısıtlamaları en akıllı
bir biçim inde, etkin olmayanları ortadan kaldırıp yükü etkin
alanlara yükleyerek, ekonom i içinde dagııılabiliyordu. Böyle
bir mekanizma olmadan h içbir ileri ülke, refahı üzerinde üre­
tim, gelir veya istihdam açısından yıkıcı etkilerle karşılaşm a­
dan altına bağlı kalamazdı.
Eğer ticaretle uğraşan sınıfın piyasa ekonom isinde baş rolü
oynadığını kabul edersek, bankacı da bu sınıfın doğuştan ön­
deriydi. tstihdam ve kazançlar ticaretin kârlılığına bağlıydı,
ama ticaretin kârlılığı da dengeli döviz kurları ve sağlam kredi
koşullarına bağlıydı. Bunların ikisi de bankacının kontrolü al­
tındaydılar. İkisinin birbirinden ayrılm am ası onun sorum lıı-
luklarındandı. Sağlam bir bütçe ve dengeli iç kredi koşulları,
döviz kurunun dengeli olm asını gerektiriyordu; ayrıca, eğer iç
kredi güvence altında ve devletin mali idaresi olmazsa, kurlar
dengede olamazdı. Kısaca, bankacının iki sorum luluğu, sağ­
lam iç mâliyeyi ve paranın dış dengesini içeriyordu. Bu du­
rumda, uluslararası bankacıların ne yirmili yıllardaki belirleyi­
cisi etkisi ne de otuzlu yıllarda önem lerini kaybedişleri şaşırtı­
cıydı. Yirmili yıllarda altın standardı hâlâ denge ve refaha dö­
nüşün tek koşulu olarak görülüyordu, bu yüzden de stadardın
profesyonel koruyucularının, bankacıların, topluma yönelttik­
leri hiçbir talep, dengeli döviz kurları vaadiyle geldiği sürece,
fazla ağır bulunm uyordu; 1 9 2 9 ’dan sonra, döviz kuru dengesi­
ni sağlamanın olanaksızlığı anlaşıldığında, iç para dengesi en
önemli ihtiyaç durum una geldi, bu ihtiyacı karşılamak için ge­
rekli niteliklere en az sahip olan da bankacılardı.
Piyasa ekonom isinin çöküşü hiçbir alanda para alanında ol­
duğu kadar ani değildi. Yabancı ülkelerin ürünlerinin ithalatı­
na m üdahale eden larım sal tarifeler serbest ticareti bozdu;
em ek piyasasının kısıtlanm ası ve düzenlenm esi, pazarlığı ya­
sayla tarafların kararma bırakılm ış bir alanla sınırlandı. Ama

274
ne emeğin ne de toprağın durumunda piyasa m ekanizm asında
para alanında olduğu kadar ani ve kapsayıcı bir çatlak oluşm a­
mıştı. Diğer piyasalarda Büyük Britanya’nın 21 Eylül 1 9 3 1 ’de
altın standardını bırakmasıyla karşılaştırılabilecek hiçbir olaya
rastlam ıyoruz; A m erika’nın Haziran 1 9 3 3 ’te aynı kararı alışı
bile bununla karşılaştırılam az. Bundan önce, 1 9 2 9 ’da başlayan
Büyük Buhran dünya ticaretinin büyük bir kısm ını silip sü­
pürmüştü, ama bu, yöntem lerde bir değişiklik oluşturm uyor­
du, hakim fikirleri de değiştirm em işti. Oysa altın standardının
kesin çöküşü, piyasa ekonom isinin kesin çöküşüydü.
Ekonom ik liberalizm , yüzyıl önce ortaya çıkm ış ve şim di ar­
lık piyasa ekonom isinin son kalesine saldırmaya başlam ış bir
korum acı karşıt hareketle karşılaşm ıştı. Kendi kurallarına göre
işleyen piyasa dünyası yerini yeni bir hakim fikirler bileşim ine
bırakıyordu. O dönem de yaşayanların çoğunun şaşkın gözleri
önünde, o zamana kadar varlıkları fark edilm eyen, karizm atik
liderlik, kendine yeterlilik ve otarşi taraftarlığı güçleri dizgin­
lerinden boşanıp toplum lara yeni biçim ler verdiler.

275
17. Kendi Kurallarına Göre
İşleyişin Yıpranması

1 8 7 9’dan 1929’a kadar geçen yarım yüzyılda, Batı loplum ları


yıkıcı gerilim ler içeren sıkı sıkıya kenetlenm iş birim ler oluş­
turdular. Bu gelişm enin en önem li kaynağı, piyasa ekonom isi­
nin kendi kurallarına göre işleyişinin yıpranmasıydı. Toplum
piyasa mekanizm asının ihtiyaçlarına göre düzenlenm iş olduğu
için, bu m ekanizm anın işleyişindeki aksaklıklar sosyal bünye­
de giderek artan gerilim lere yol açtı.
Kendi kurallarına göre işleyişin yıpranması korum acılığın
etkisiydi. Doğal olarak, bir anlamda piyasalar, arzla talebi eşit­
leyen fiyatları oluşturdukları için , her zaman kendi kurallarına
göre işlerler; bu, serbest olsun olm asın, bütün piyasalar için
doğrudur. Ama daha önce gösterdiğimiz gibi, kendi kuralları­
na göre işleyen piyasa bütünüyle değişik bir anlam taşır, yani
üretim unsurları, em ek, toprak ve para piyasalarını içerir. Bu
tür piyasaların işleyişi toplum u yıkma tehlikesi oluşturduğu
için, topluluğun kendini korum a eylem i, kurulm alarını engel­
lemeye veya bir kez kurulduktan sonra özgürce işlem elerine
müdahale etmeye yönelir.
Am erika, ekonom ik liberaller tarafından bir piyasa ek o n o ­
m isinin işleyebilirliginin kanıtı olarak öne sürülür. Bir yüzyıl
boyunca Amerika'da em ek, toprak ve para bütünüyle özgür

276
bir biçim de ticaret konusu olm uş, gene de görünüşte, h içbir
sosyal k oru m acılık yöntem in e gerek duyulm am ış, güm rük
tarifeleri dışında iş yaşamı hüküm et m üdahalesi olm adan yü­
rümüştü.
Doğal olarak, bunun açıklam ası basit: Bedava em ek, toprak
ve para: 1 8 9 0 ’lı yıllara kadar sınır açıktı ve bedava toprak bu­
lunuyordu; Büyük Savaşa kadar düşük nitelikli em ek özgürce
ülkeye giriyord u ;1 yüzyılın başına kadar da döviz kurlarını
dengede tutmak için çaba gösterilm iyordu. Toprak, em ek ve
para kolayca elde ediliyordu; dolayısıyla ortada kendi kuralla­
rına göre işleyen bir piyasa yoktu. Bu koşullar ortadan kalk­
madığı sürece, ne insan, ne doğa, ne de iş düzeni, yalnızca hü­
küm et m üdahalesinin sağlayabileceği bir korum aya ihtiyaç
duymadı.
Bu koşullar ortadan kalkar kalkmaz sosyal korum acılık o r­
taya çıktı. Emeğin alt kadem eleri sınırsız bir göçm en kitlesin­
den kolayca beslenem em eye, üst kademeleri de toprağı bedava
ele geçirem emeye başlayınca, toprak ve doğal kaynaklar azalıp
işlenm eleri önem kazanm aya başlayınca, parayı politikadan
ayırıp iç ticareti dünya ticaretine bağlamak için alım standardı
kullanılmaya başlayınca, B irleşik Devletler Avrupa’nın yüzyıl­
lık gelişm esine ayak uydurmak durumunda kaldı: Toprağı ve
toprağı işleyenleri korum ak, em ek için sendikacılık ve yasama
aracılığıyla sosyal güvenlik, m erkez bankacılığı, hepsi de çok
büyük düzeylerde olm ak üzere, ortaya çıktı, ilk ortaya çıkan
parasal korum acılıktı. Amerikan merkez bankası (Federal Re­
serve System ) altın standardının gerekleriyle bölgesel ihtiyaç­
lar arasında uyum sağlam ayı am açlıyordu; bu n un ardından
em ek ve toprakla ilgili korum acılık geldi. Yirmili yıllarda, on
yıl süren refah öylesine korkunç bir bunalım ortaya çıkardı ki,
bunalım içinde New Deal em ek ve toprak çevresinde Avru­
pa’da görülm em iş genişlikte bir duvar örmeğe başladı. Dolayı­
sıyla Am erika, hem olum lu hem olum suz yönlerden, sosyal
korum acılığın sözde kendi kurallarına göre işleyen piyasayla

1 P en ro se, E .F , o p . c i l .. M a lıh u s ’un y asası, y aln ızca em e k a rz ın ın s ın ırlı o lm ası


varsayım ı d o ğ ru lan d ığ ın d a g cçerlid ir.

277
birlikte yer aldığı yolundaki tezim izin çarpıcı bir kanıtını orta­
ya koydu.
Bu sırada korum acılık her yerde yeni ortaya çıkan sosyal ya­
şamın kabuğunu oluşturuyordu. Yeni bünye ulusal bir kalıba
dökülm üştü, ama bunun dışında selefleriyle, geçm işin rahat
devletleriyle h içbir benzerliği yoktu. Kabuklu hayvanlar tü­
ründen bu yeni ulus, kim liğini, daha önce görülm em iş derece­
de mutlak ve üzerine titrenen bir egem enlik biçim iyle koru ­
nan ulusal idari paralarla belirliyordu. Bu paraların önem i de
d ış kaynaklıyd ı, çü n kü u lu slararası altın standardı (dünya
ekonom isinin ana aracı) bu paralarla kurulmuştu. Artık dün­
yayı yöneten para, ulusal bir renge boyanmıştı.
Uluslar ve ulusal paralar üzerinde böylesine durmak, içinde
yaşadıkları dünyanın gerçek nitelik lerin i gözden kaçırm ayı
adet edinmiş liberallerin anlayacağı şey değil. O nlar ulusu bir
tarih hatası olarak görürken, ulusal paralan üzerinde düşün­
meye değmeyecek bir şey olarak bir kenara atıyorlardı. Liberal
dönemin kendine saygısı olan iktisatçılarından hiçbirinin, de­
ğişik kâğıt parçalarının sınırların değişik taraflarında değişik
adlar taşımasının önem siz bir olgu olduğundan kuşkusu yok­
tu. Döviz piyasası yardımıyla bir para birim ini ötekine çevir­
mekten daha basil bir iş olamazdı; bu piyasanın da, çok şükür
devletin ya da politikacının kontrolünde olmadığından, işle­
memesi için hiçbir neden yoktu. Batı Avrupa yeni bir aydın­
lanma çağı yaşıyordu, çağın um acılarının en önem lileri arasın­
da da, sözde egemenliği liberallere dar düşünceliliğin dik alası
gibi görünen “ilkel kabile tipi” bir ulus kavramı bulunuyordu.
1 9 3 0 ’lu yıllara kadar ekonom i el kitabı paranın yalnızca bir
değişim aracı olduğu, dolayısıyla tanım gereği gereksiz olduğu
yolunda bilgiler içeriyordu. Pazarlamacı kafanın kör noktası,
ulus ve para olgularına karşı eşit derecede duyarsızdı. Serbest
ticaret yanlısı kimseler, bu iki konuda da gerçek anlamda no-
minalisttiler.
Bu b ağlantı son d erece ö n em liy d i, am a zam anınd a fark edil­
memişti. Zaman zam an serb est ticaret d o k trin lerin in ve Orto­
doks para doktrinlerinin eleştirileri onaya çık tı, am a bu iki ay-

278
n doktrinin değişik Lerimlerle aynı şeyi söylediğini ve biri yan­
lış olduğu takdirde ö tek in in doğru olam ayacağını anlayan
kimse yok gibiydi. W illiam Cunningham ve Adolph Wagner
kozm opolit serbest ticaret yanılgılarım gösterdiler, ama bunla­
rı paraya bağlamadılar; öte yandan, M acleod ve Gesell klasik
para k u ram ların ı eleştirirk en kozm opolit tica ret sistem in e
bağlı kaldılar. Liberal aydınlanm a d üşü nü rleri, o n sek iz in ci
yüzyıldaki haleflerinin tarihin varlığını gözden kaçırdıkları gi­
bi, paranın devrin belirleyici ekonom ik ve siyasal birimi ola­
rak ulusu ortaya çıkarm akla oynadığı temel rolü gözden kaçır­
dılar. Bu, Ricardo’dan W ieser’e, Jo h n Stuart M ill’den Marshall
ve W icksell’e kadar en parlak iktisat düşünürlerinin bulundu­
ğu konumdu. Sıradan okum uş yazmışlar ise, ulus ve parayla
ilgili ek o n o m ik so ru nlarla ilgilenm enin in sanı alçatacagına
inanmayı öğrenmişlerdi. Bu yanılgıları, uygarlığımızın kurum ­
sal yapısı içinde ulusal paraların hayatî bir rol oynadığı yolun­
da m üthiş bir önerm eyle bir araya getirm ek, o sıralarda anlam ­
sız bir paradoks olarak değerlendirildi.
G erçekle, yeni ulus birim i ve yeni ulusal para birbirinden
ayrılmaz şeylerdi. Ulusal ve uluslararası sistem lere işlerlik sağ­
layan ve duruma kopuşun ani niteliğiyle son bulan özellikleri
.kazandıran, ulusal paraydı. Kredinin üzerinde durduğu para
sistem i, hem ulusal hem de uluslararası ekonom inin can da­
m an olmuştu.
K orum acılık üç yönlü bir atılım dı. Toprak, em ek ve para.
Her biri kendi rolünü oynuyordu, ama toprak ve em ek, işçiler
ve köylüler gibi geniş, ama belirli bir sosyal kesim e bağlı iken,
parasal korum acılık, daha büyük çapta, değişik çıkarları ortak
bir bııtün içinde birleştiren ulusal bir unsurdu. Para politikası
da birleştirdiği kadar bölebiliyordu, ama nesnel olarak para
sistem i ulusu bütünleştiren ekonom ik güçler arasında en güç-
lüsüydü.
Em ek ve toprak öncelikle sosyal yasalar ve hububatla ilgili
gümrük tarifelerine yol açtılar. Ç iftçiler işçilere yarar sağlayan
ve ücretleri yükselten her türlü malî yüke karşı çıkarken, işçi­
ler de yiyecek fiyatlarındaki bütün artışlara karşı çıkıyorlardı.

279
Ama bir kez hububat yasaları ve em ek yasaları yürürlüğe gir­
dikten sonra -A lm anya’da 8 0 ’li yılların başından itibaren oldu­
ğu g ib i- bunlardan birini diğerine dokunmadan ortadan kal­
dırm ak güçleşiyordu. Tanm ve sanayideki güm rük tarifeleri
arasında daha da yakın bir ilişki vardı. Bismarck loptan koru­
m acılık fikrini yaydıktan sonra ( 1 8 7 9 ), toprak sahiplerinin ve
sanayicilerin tarifeleri korum ak için girdikleri siyasal ittifak
Alman siyasal yaşam ının bir özelliği durumuna geldi; güm rük
tarifeleri konusunda dayanışmaya, tarifelerden özel çıkar sağ­
lamak için karteller kurm ak kadar sık rastlanılır olm uştu.
İç ve dış, sosyal ve ulusal korum acılık birleşm e eğilim indey­
di.2 Hububat yasalarının sonucunda ortaya çıkan hayal pahalı­
lığı sanayicinin korum acı güm rük tarifeleri yolundaki taleple­
rine neden oldu, bu tarifelerin de, sanayici tarafından bir kar­
tel politikası uygulanmasında kullanilm am aları görülm üş şey
değildi. İşçi sendikaları doğal olarak hayal pahalılığını karşıla­
mak üzere daha yüksek ücret talebinde bulunuyorlardı, dola­
yısıyla işverenin artan bir ücret fonunu karşılayabilm esini sağ­
layan güm rük tarifelerin e karşı çık acak halleri y oktu . Ama
sosyal içerikli yasaların hesabı bir kez tarifelerle koşullanm ış
bir ücret düzeyine bağımlı duruma geldiğinde, artık işverenle­
rin bu yasaların yükünü sürekli korum acılık güvencesi olm a­
dan çekm elerini beklem ek hakkaniyete sığmazdı. Korum acı
hareketlen sorum lu olduğu öne sürülen kollekıivist kom plo
suçlam asının zayıf tem ellerini oluşturan da bu durumdu. Ama
burada nedenlerle sonuçlar birbirine karıştırılıyor. Harekelin
kaynakları kendiliğinden ve ço k dağınıktı, ama bir kez başla­
dıktan sonra, doğal olarak, onu sürdürmeye çalışan koşut ç ı­
karlar yaratması kaçınılmazdı.
Ç ıkar benzerliğinden de önem li olan, bu tür önlem lerin or­
tak etkilerinin yarattığı gerçek koşulların benzer dağılımıydı.
D eğişik ülkelerde yaşam , her zam an olduğu g ibi, d eğişikli,
ama ayrımlar artık korum acılık amacı güden belirli yasama ve
idare kararlarına bağlanabilirdi. Çünkü üretim ve em ek koşul­

2 C a rr, F..H ., T h e T w enty Y rars' C risis. 1 9 1 9 -1 9 3 9 , 1 9 4 0 .

280
ları artık büyük ölçüde tarifelere, vergilere ve sosyal yasalara
bağlıydı. Birleşik Devletler ve Britanya dom inyonlarında göç­
men alımı sınırlanm adan önce bile, İngiltere’den göç, şiddetli
işsizliğe karşın, azalm ıştı. Bu da anavatanda sosyal havanın
düzelmesine bağlı görünüyordu.
Ama güm rük tarifeleri ve sosyal yasalar yapay b ir iklim
oluştururlar. Para politikası da, günden güne değişen bir top­
luluğun her üyesinin en önem li çıkarlarını etkileyen başka bir
yapay hava yaratıyordu. Para politikasının b irleştirici gücü,
ağır ve dolambaçlı yöntem leriyle bütün diğer korum acılık tür­
lerini aşıyordu. Çünkü parasal korum acılığın etkisi h er zaman
canlı, her zaman değişkendi. İş adam ının, örgütlü işçinin, ev
kadınının düşünüp taşındığı, mahsulünü planlayan çiftçinin,
evlenmeyi bekleyen aşıkların zamanın koşullarını değerlendi­
rirken akıllarına gelenler, diğer bütün unsurlardan çok merkez
bankasının para politikası tarafından belirlen m işti. Bu para
dengesi sağlandığında geçerliydi, para dengesi sarsıldığında
daha da fazla geçerli; para arzını azaltmak veya çoğaltm ak ha­
yat! bir karardı ve bu karan n alınm ası gerekiyordu. Siyasal
olarak ulusun kim liğini belirleyen hüküm etti, ekonom ik ola­
rak da merkez bankası.
Uluslararası planda para sistem i daha da önem liydi. Para­
doks gibi görünse de, paranın özgürlüğü ticaret kısıtlam aları­
nın sonucuydu. Ç ünkü malların ve insanların sınırları geçer­
ken karşılaştıkları engeller ne kadar artarsa, ödem e özgürlü­
ğünün de o derece etkin bir biçim de korunm ası gerekiyordu.
Kısa vadeli para yeryüzünün bir ucundan ö tek in e bir saat
içinde gönderilebiliyordu; hüküm etler ve özel şirketlerle bi­
reyler arasındaki uluslararası ödem elerin yöntem i her yerde
aynı biçim de d üzenlenm işti; dış borçların reddi veya bütçe
garantilerinden sapma çabalan , geri hüküm etlerden geldiğin­
de bile, büyük bir suç olarak görülüyor ve güvenilm ez borç­
luların tecrit edilm esiyle cezalandırılıyordu. Dünya para siste­
miyle ilgili bütün konularda, her yerde, temsili yapılar ve yet­
ki alanını belirleyip bütçelerin hazırlanm asını, anlaşm aların
uygulanm asını, m alî sorum lulukların yüklenişini, kam u m u­

281
hasebesi k u ralların ı, yaban cıların h akların ı, m ahkem elerin
y etk ilerin i, değişim araçların ın alanını, dolayısıyla, tedavül
bankalarının, yabancı tahvil sahiplerinin, her tip alacakların
konum unu belirleyen yazılı tüzükler türünden kurum lar ge­
liştirilm işti. Bu, banknoL ve madeni para kullanım ında, posta
düzenlem elerinde, borsa ve bankacılık yöntem lerinde uyum
sağlıyordu. Belki en g ü çlıılerin dışında, hiçbir hüküm et pa­
rayla ilgili tabuları yıkm ayı göze alam azdı. Uluslararası dü­
zeyde, ulusal para ulusun ta kendisiydi; hiçbir ulus da ulusla­
rarası düzenin dışında yaşayamazdı.
insanlar ve mallardan farklı olarak, para bütün engelleyici
önlem lerden bağımsızdı ve her zaman bütün uzaklıkları aşa­
rak iş yürütm e yeteneğini geliştirm eyi sürdürüyordu. Gerçek
nesneleri bir yerden bir yere taşımak güçleştikçe, bunların sa­
hipliğinin devri de o denli kolaylaşıyordu. Mal ve hizm et tica­
reti yavaşlayıp, ticaret dengesi tehlikeli dalgalanm alar geçir­
dikçe, ödem eler dengesi, dünyayı kuş gibi dolaşan kısa vadeli
borçlar ve görünen işlem leri çok uzaklan izleyen sermaye ha­
reketleriyle hem en hem en otom atik bir biçim de korunuyor­
du. Ödemeler, borçlar ve m ülkiyet hakları, mal değişim inin
önüne dikilen dağ gibi engellerden etkilenm iyorlardı; ulusla­
rarası para m ekanizm asının giderek artan esnekliği ve genişli­
ği bir bakım a dünya ticareti kanallarının giderek d aralışını
dengeliyordu. 30'lu yıllarda dünya licareü bir dam lacık kaldı­
ğında, uluslararası kısa vadeli borçlar duyulm am ış bir hare­
ketlilik kazanm ıştı. U luslararası serm aye hareketleri ve kısa
vadeli krediler işlerliklerini koruduklan sürece, gerçek ticare­
tin hiçbir dengesizliği muhasebe yöntem leriyle başa çık ılm a­
yacak kadar önem kazanm ıyordu. Sosyal çözülm e kredi hare­
ketleri yardım ıyla engelleniyor, ekon om ik dengesizlik mali
yöntem lerle düzeltiliyordu.
Sonunda, piyasanın kendi kurallarına göre işleyişinin yıpran­
ması siyasal müdahaleye yol açtı. K onjonktür değişikliği tam
istihdamı yeniden sağlayamaz, ithalat ihracatı yaratamaz olun­
ca, banka rezerv düzenlem eleri iş yaşamında panik doğurdu­
ğunda, yabancı borçlular borçlarını ödemediğinde, hükümetler

282
gerilime bir çare bulmak durumunda kaldılar. Acil bir durum ­
da toplumun birliği kendini müdahale yoluyla gösterdi.
Devletin nereye kadar müdahaleye itildiği, siyasal alanın ya­
pısına ve ekonom ik güçlüğün boyutlarına bağlıydı. Oy hakkı
kısıtlı olduğu ve yalnızca birkaç kişi siyasal etki sahibi olduğu
sürece, m üdahalecilik, genel oy hakkının devleti bir m ilyon
yöneticinin organı yapıp çıktığı duruma göre çok daha az acil
bir sorundu. Aynı bir milyon yönetici ekonom i alanında, çoğu
kez acı bir biçim de, yönetilenlerin yükünü taşımak zorunday­
dılar. İstihdam tam, gelirler güvence altında, üretim sürekli,
yaşam düzeyi sağlam, fiyatlar dengede olduğu sürece, müda­
halecilik yolundaki baskılar, doğal olarak, uzun süreli buhran­
ların sanayii bir kullanılm ayan alet ve işe yaramayan çaba en­
kazına çevirdiği durumlara göre çok önemsizdi.
Uluslararası planda da, siyasal yöntem ler piyasanın kendi
yasalarına göre işleyişindeki tıkanıklıkları telafi etm ek üzere
kullanılıyordu. Ricardo’nun ticaret ve para kuram ı çeşitli ülke­
ler arasındaki değişik zenginlik üretm e kapasitesine, ihracat
k olaylıkların a, ticaret, ulaşım ve b an k acılık d en eyim lerin e
bağlı statü farklarını görmezden geliyordu. Liberal kuramda,
Büyük Britanya, ticaret dünyasının D anim arka ve G uatem a­
la’yla tıpa tıp aynı konum daki bir zerresinden başka bir şey
değildi. G erçekte ise, dünya az sayıda ü lkeden oluşuyordu;
bunlar, borç veren ülkelerle borç alan ülkeler, ihracatçı ülke­
lerle hem en hem en ken d ine yeterli olanlar, b irço k değişik
ürün ihraç edenlerle iLhalat ve dış borç ödemeleri için buğday
veya kahve gibi tek bir malın ihracına bağlı olan ülkelere ayrıl­
mıştı. Kuram bu ayrımları gözardı edebilirdi, ama uygulamada
bunların so nuçların ı görm ezden gelm ek olanaksızdı. Deniz
aşırı ülkeler sık sık kendilerini borçlarını ödeyemez duruma
düşürüyorlar veya paralarının değeri borç ödem e g üçlerin i
tehlikeye atacak biçim de düşüyordu; bazen dengeyi siyasal
yollardan sağlamaya karar veriyor ve yabancı yatırım cıların
m ülkiyetine m üdahale ediyorlardı. Bu durum ların hiçbirinde
ekonom inin kendini iyi etm e sü recine güvenilem ezdi; oysa
klasik doktrine göre bu süreç, hiç şaşmadan, alacaklıların pa-

283
ralannı alm alarını, paranın değerini kazanmasını ve yabancıla­
rın bu tür kayıplardan korunm alarını sağlayacaktı. Ama bu,
söz konusu ülkelerin dünya iş bölüm üne hemen hem en eşit
koşullarla katılm alarını gerektiriyordu, durum da kesinlikle
böyle değildi. Parasının değeri düşen bir ü lkenin, otom atik
olarak ihracatını artırıp ödem eler dengesini düzene koyabile­
ceğini veya yabancı sermaye ihtiyacı içinde yabancılara gerekli
tazminatı verip borç faizlerini ödeyeceğini düşünm ek boş bir
beklentiydi. Ö rneğin, kahve veya nitrat ihracatındaki artışlar
piyasalan çökertebilir, aşın faizli dış borçların reddi ulusal pa­
ranın değerini düşürm eye tercih edilebilirdi. Dünya piyasa
mekanizması bu tür riskleri göze alamazdı. Onun yerine, sa­
vaş gemileri anında yola çıkıyor ve borcunu ödemeyen hükü­
meti bom balanm ak veya borcunu tem izlem ek seçeneği ile kar­
şı karşıya bırakıyordu. Ödemeye zorlam anın, büyük kayıpları
engellemenin ve sistem i sürdürm enin başka yolu yoktu. K u­
ramsal olarak kusursuz bir fikir olan karşılıklı çıkar fikri yerli­
ler tarafından kolayca -y a da h iç - anlaşılm adığı zam an, sö ­
mürge halklarına ticaretin faydalarını gösterm ek için de aynı
tip bir uygulamaya başvuruluyordu. Söz konusu bölge Avrupa
sanayicileri için gerekli ham m addeler açısından zengin oldu­
ğunda ve bunun yanısıra doğal ihtiyaçları bütünüyle değişik
yönlerd e gelişm iş yerlilerin Avrupa sanayi ü rünlerine istek
duymalarını sağlayacak hiçbir önceden kurulu uyuma rastlan­
madığında, m üdahaleci yöntem ler daha gerekli oluyordu. Do­
ğal olarak, kendi yasalarına ve göre işlediği söylenen bir sis­
temde bu güçlüklerin ortaya çıkm am ası gerekirdi. Ama öde­
melerin ancak silahlı müdahale tehdidi altında yapıldığı d u ­
rum lar sıklaştık ça, ticaret y ollarının yalnızca savaş gem ileri
yardımıyla açık açık tutulabildigi, ticaretin sancağı, sancağın
da istilâ hüküm etlerinin ihtiyaçlarını izlediği durumlar çoğal­
dıkça, dünya ekonom isinin dengesini sağlayabilmek için siya­
sal müdahale gerektiği gerçeği de giderek açıklık kazandı.

284
18. Yıkıcı Zorlamalar

Kurum sal düzenlem eleri belirleyen böylesine bir lek düzelik­


ten, 1 8 7 9 -1 9 2 9 arasındaki yarım yüzyıl boyunca çok geniş bir
alana yayılan olayların gidişindeki şaşırtıcı benzerlik ortaya
çıktı.
Kişiliklerdeki ve geri planlardaki, düşünce tarzları ve tarihî
geçm işlerdeki sonsuz çeşitlilik, farklı ülkelere farklı renkler ve
.farklı yerel özellikler katıyordu, ama dünya uygarlığının bü­
yük bölüm ü aynı kumaştan biçilm işti. Bu yakınlık, aynı aletle­
ri kullanan, benzer eğlencelerden hoşlanan ve çabayı aynı b i­
çim de ödüllendiren halkların paylaştığı ortak özellikleri aşan
b ir şeydi. Benzerlik daha ço k yaşam ın tarihî çerçevesindeki
som ut olayların işleviyle, ortak varoluşun zamanla sınırlı par­
çasıyla ilgiliydi. Bu tipik zorlam a ve gerilim lerin incelenm esi,
bu dönem de tarihin gidişindeki eşsiz aynılığı yaratan m eka­
nizmayı büyük ölçüde açıklığa kavuşturabilir.
Zorlamalar temel kurumsal alanlara göre sınıflandırılabilir.
Iç ekonom ide dengesizliğin pek çok çeşitli belirtileri -ü r e ti­
m in, istihdam ın, kazançların d üşü şü- burada işsizliğin oluştur­
duğu tipik afetle belirlenecek. İç siyasette sosyal güçlerin çatış­
ması ve tıkanıklığı yer alıyordu, bunu sın ıflar ara sı g erilim le
göstereceğiz. Uluslararası ekonom i alanında, ödem eler dengesi

285
çevresinde yer alan ve ihracatın düşüşü, ticaret hadlerindeki
bozulmalar, ithal edilen hammaddelerin zor bulunuşuyla ya­
bancı yatırım kayıplarını içeren g üçlü kleri, bir grup olarak,
zorlamanın özgün biçim iyle, yani döviz kunt ü zerindeki b a s k ı­
larla tanımlayacağız. Son olarak, uluslararası siyasetteki geri­
limler, em peryalist rekabet kavramı çerçevesinde toplanacak.
Şim di ekonom ik buhran sırasında işsizlikten kırılan bir ül­
keyi ele alalım . Bankalann istihdam yaratmak am acıyla uygu­
layabilecekleri bütün iktisat politikası önlem lerinin kur den­
gesinin gerekleriyle sınırlı olduğu kolayca görülebilir. Banka­
lar merkez bankasına başvurm adan sanayie verilen kredileri
genişletm eyecekler, m erkez bankası da, para d eğerinin k o­
runm ası ters yönde politikalar gerektirdiği için, bankaların
başvurusunu kabul etm eyecektir. Ö te yandan, eğer zorlam a
sanayiden devlete yayılırsa -sen d ik a la r ilişkide oldukları s i­
yasi partilerin konuyu m eclise götürm elerini sağlayabilirler-
herhangi bir yardım veya kam u yatırım politikasın ın alanı,
dengeli kur politikasının başka bir ön koşulunun, denk büt­
çe n in , gerekleriyle sın ırlan acak tır. B öylece altın stand ard ı.
Hâzinenin olduğu gibi tedavül bankalarının da eylem ini et­
kin bir biçim de kontrol edecek ve yasama organı kendini sa­
nayi için geçerli olan sınırlam aların benzerleriyle karşı karşı­
ya bulacaktır.
Doğal olarak, ulus çerçevesinde, işsizliğin zorlam aları hem
sanayi hem de h ü k ü m et sek tö rü n d e k en d in i g ö stereb ilir.
Eğer belirli bir durum da, buhran ücretler üzerindeki dellas-
yonist baskılarla karşılanırsa, yükün öncelikle ekonom i ala­
nına bindiği söylenebilir. Ö te yandan, eğer bu acılı önlem den
kamu yatırım larıyla açılan iş olanakları aracılığıyla kaçınıla-
bilirse, gerilim özellikle siyasal alanda d uyulacaktır (h ü k ü ­
m etin kazanılm ış hakları çiğneyerek aldığı bir önlem le sendi­
kalara ücret düşüşleri kabul ettirildiğinde de aynı durum o r­
taya çık a r). İlk durum da -ü c r e tle r üzerindeki deflasyon isı
b ask ıların d u ru m u n d a - gerilim piyasa bölgesind e k alır ve
kendini fiyaı değişiklikleri aracılığıyla yayılan gelir d eğişik­
liklerin d e gösterir; ik in ci durum da -k a n ıtı yatırım ları veya

286
sendikal kısıtlam aların d u ru m u n da- ilgili grubun siyasal du­
rum unu etkileyen bir yasal konum veya vergilendirm e deği­
şikliği söz konusudur.
Ayrıca, işsizliğin doğurduğu zorlama ulusun sınırlarını aşıp
döviz kurlarını etkileyebilir. İşsizlikle m ücadelede kullanılan
önlem ler isler siyasal ister ekonom ik olsun, böyle bir durum
ortaya çık ab ilir. A ltın standardı g eçerli o ld u ğu nda (k i biz
onun her zaman geçerli olduğunu varsayıyoruz), bütçe açığına
yol açan bütün hüküm et politikaları paranın değerini düşür­
meye başlayabilir; öte yandan, eğer işsizlikle banka kredileri­
nin genişlemesi yoluyla mücadele ediliyorsa, bu defa da artan
iç fiyatlar ihracatı düşürecek ve ödem eler dengesini bu kanal­
dan etkileyecektir, iki durumda da döviz kuru düşecek ve ül­
ke parasının üzerinde bir baskı oluşacaktır.
Değişik bir biçim de, işsizlikten kaynaklanan zorlam a dış ge-
rilinılere yol açabilir. Güçsüz ülkelerin durumunda bu, bazen,
uluslararası konum açısından çok ciddi sonuçlar vermiştir. Ü l­
ke saygınlığını yitirm iş, hakları çiğnenm iş, üzerinde yabancı­
ların denetim i kurulm uş, ulusal em elleri engellenmiştir. G ü ç­
lü ülkelerin durum unda, aynı baskı yabancı piyasalar, söm ür­
geler ve etki alanları üzerinde m ücadeleler ve bu türden em ­
peryalist rekabetle sonuçlanabilir.
Dolayısıyla, piyasadan kaynaklanan zorlamalar, piyasayla di­
ğer önemli kurumsal bölgeler arasında gidip geliyor, bazen hü­
kümet alanının işleyişini, bazen de, duruma göre, altın standar­
dı ya da güç dengesi sistem ini etkiliyorlardı. Her alan görece
olarak diğerlerinden bağımsızdı ve kendine göre bir dengeye
ulaşma eğilimindeydi; bu denge sağlanamadığında, dengesizlik
başka alanlara yayılıyordu. Zorlamaların birikm esine ve aşağı
yukarı bilinen biçim lerde patlak vermelerine yol açan, alanın
görece bağımsızlığıydı. Ondokuzuncu yüzyıl, hayalindeki libe­
ral ütopyayı kurmakla uğraşırken, gerçekte işleri mekanizm ala­
rı çağı yöneten belirli sayıda som ut kuruma devrediyordu.
Gerçek durumu en iyi ortaya koyan, belki de 1 9 3 3 ’te hâlâ
“hükümetlerin büyük çoğunluğunun” korumacı politikalarını
suçlayan iktisatçının retorik niteliğindeki sorusuydu. Bu ikti-

287
şatçı şunu soruyordu: Bütün uzmanların oy birliğiyle bütünüy­
le yanlış, açık bir yanılgı içinde ve iktisat kurumunun bütün il­
kelerini karşı olarak değerlendirdikleri bir politika doğru olabi­
lir mi? Yanıtı kesin bir “hayır”d ı.1 Ama liberal literatürde orta­
daki gerçeklerin açıklaması niteliğinde bir şeyler aramak da bo-
şunaydı. Cehaletleri, hırsları, güzü doymazlıkları ve dargörüşlü
ön yargılarıyla ülkelerin “büyük bir çoğunluğunda” uygulanan
korum acılık p olitikalarınd an sorum lu tutulan hüküm etlere,
politikacılara ve devlet adamlarına yöneltilen bitmez tükenmez
bir hareketler dizisi, bulunabilen tek yanıttı. Bu konuda m an­
tıklı bir tartışmaya rastlamak nadirattandı. Schoolm en’in bili­
min am pirik gerçeklerine kafa tututuşundan beri, apaçık ön
yargıların böylesine korkutucu bir biçim de sergilendiğine rast­
lanmamıştı. Tek entellektüel yanıtı, korumacı komplo efsanesi­
ne emperyalist çılgınlık efsanesinin eklenişi oluşturuyordu.
A ç ık s e ç ik o rtay a k o n u ld u ğ u k a d a rıy la , lib e ra l g ö rü ş.
1 880’li yılların başmda Batı ülkelerinde emperyalist ihtirasla­
rın harekete geçtiklerini kabile ön yargılarına duygusal bir bi­
çim de seslenerek iktisat düşünürlerinin başarılı çabalarım yo-
kettiklerini öne sürüyordu. Bu duygusal politikalar zamanla
güç kazanıp sonunda Birinci Dünya Savaşı’na yol açmışlardı.
Büyük Savaştan sonra aydınlanma güçleri aklın hakim iyetini
kurmak için ikinci bir şans elde etmişler, ama em peryalizmin
beklenm edik b ir ham lesiyle ilerlem enin yolu tıkanm ıştı. Bu
hamle özellikle küçük yeni ülkelerden, ayrıca daha sonraları.
Almanya, İtalya ve Japonya gibi “varlıksızlardan” kaynaklanı­
yordu. “Kurnaz hayvan", yani politikacı, ırkın Cenevre, Wall
Street, Londra gibi beyin m erkezlerini yenilgiye uğratmıştı.
Bu popüler siyaset teolojisi örneğinde, emperyalizm Adem’­
in yerini alıyor. Devletler ve im paratorluklar doğuştan em per­
yalist olarak görülüyor, hiçbir ahlâkî kaygı duymaksızın kom ­
şu ların ı y utacakları söyleniyordu . Ö nerm en in ik in ci yarısı
doğru, ama ilk yarısı değil. Emperyalizm göründüğü her yerde
ve her zaman, yayılmak için akılcı veya ahlâkî nedenlerin or­

1 H aberler, G ., D er in te n ıa tio n a lc H a n d el, 1 9 3 3 , s. vi.

288
taya çıkm asını beklem eyecektir. Ama devletler ve im parator­
lukların her zaman yayılma em ellerine sahip oldukları hevesli­
si değildirler; şehirler, devletler veya im paratorluklar da böyle
bir gerek duymazlar. Bunun tersini öne sürm ek, özel durum la­
rı genel bir yasayla karıştırm ak olacaktır. N itekim yaygın ön
yargıların aksine, modern kapitalizm uzun bir daralm a döne­
m i yaşamış, ancak gelişm esinin daha sonraki aşamasında em ­
peryalizme dönmüştür.
Anti-emperyalizm i Adam Sm ith başlatm ış ve böylece yalnız­
ca Am erikan D evrim inin değil, bir yüzyıl sonrasının Küçük
İngiltere hareketinin de haberciliğini yapm ıştı. K opuşun n e­
denleri ekonom ikti. Piyasaların Yedi Yıl Savaşlarıyla başlayan
hızla genişlem esi, im paratorlukların modasının geçm esine yol
açtı. Coğrafî keşifler, görece yavaş ulaşım araçlarıyla birleşin-
ce, deniz aşırı ü lkelerdeki plantasyonları çekici kılıyorlardı.
Oysa hızlı iletişim , söm ürgeleri pahalı bir lüks durum una ge­
tirdi. Plantasyonların çekiciliğini azaltan başka bir alıcı piyasa­
sı ideali yerini satıcı piyasasına bırakm ıştı; bu am aca da artık
söm ürgeciler dahil bütün rakipleri daha ucuz mal satarak saf
dışı bırakm ak gibi basit bir yöntem le ulaşılabiliyordu. Bir kez
Atlantik kıyısındaki söm ürgeler kaybedildikten sonra, Kanada
im paratorluk içindeki yerini zorla koruyabildi ( 1 8 3 7 ); Disraeli
h ile Batı Afrika’daki topraklan elden çıkarm a yanlısıydı. Oranj
D evletinin ve bugün dünya stratejisi içinde kilit noktası kabul
edilen bazı pasifik adalarının imparatorluğa katılm a istekleri
sürekli geri çevrildi. Serbest ticaret yanlısı olanlarla korum acı­
lar, liberallerle ateşli Toryler, söm ürgelerin siyasal ve m alî bir
yük durumuna gelm eye m ahkûm , elden çıkanlm ası gerekli bir
mal olduğu yolundaki yaygın görüşte birleşiyorlardı. 1 7 8 0 -
1880 arasında geçen yüzyıl boyunca sömürgelerden söz eden
herkese Ancien Regime't bağlı biri olarak tepeden bakılıyordu.
Orta sınıf, savaş ve fetihleri hanedan yöntem leri olarak redde­
diyor ve barışçılığa yanaşıyordu (François Quesnay, laissez -fa-
ire’i barışla taçlandıranlann ilkiydi). Fransa ve Almanya İngil­
tere’yi izlediler. Bıı ülkelerden ilki, yayılmasını gözle görülür
derecede kısıtladı, artık em peryalizmi bile söm ürgeci olm ak-

289
lan çok Avrupa’ya y ön elikti. Bism arck küçüm ser bir lavırla
Balkanlar için bir can bile feda etmeyi reddetti ve bütün gücü­
nü kullanarak söm ürgeciliğe karşı propagandayı destekledi.
Kapitalist şirketler kıtaların bütününü ele geçirirken , Doğu
H int Şirketi Lancashire ihracatçılarının diretm esiyle parçala­
nıp, Hindistan’da W arren Hastings ve C line’in ihtişam ı yerini
adı sanı belirsiz perakendecilere bırakırken, hüküm etlerin tav­
rı bu merkezdeydi. H üküm etler kendilerini sömürge m eselele­
rinden çekm işlerdi. Carring, kum arbaz yatırım cılar ve deniz
aşın ülkelerde spekülasyonlara girişenlerin yaranna hüküm et
m üdahalesi kavram ını gülünç buluyordu. Siyasetle iktisadın
ayrımı artık uluslararası ilişkilere yayılıyordu. K raliçe Hliza-
beth’in kendi özel geliriyle özel olanaklarıyla başka ülkelerde
yağmaya çık anlan n geliri arasında fark gözetm ekten h oşlan ­
madığı doğruydu, ama G ladstone Ingiliz dış politikasının dış
ülkelerde yatırım yapanların hizm etinde olduğu yolundaki bir
iddiayı kesinlikle iftira olarak nitelerdi. Devlet gücüyle ticaret
çıkarlannm iç içe girm esine izin vermek, ondokuzuncu yüzyı­
la özgü bir fikirdi; V ictoria dönem i başındaki devlet adamları
ise, bunun aksine, siyasetle iktisadın birbirinden bağımsızlığı­
n ı ilan etm işlerdi. D iplom atik tem silciler yalnızca ço k belirli
durumlarda yurttaşlarının özel çıkarlarını korum ak üzere ha­
reket edebilirlerdi; bu yetki alanının dışına çıkıldığı kamu oyu
önünde reddediliyor, böyle bir durum kanıtlandığında da ge­
rekli biçim de kınanıyordu. Yalnız ü lked e değil dışarıda da,
devletin özel iş konularına müdahale etm eyeceği ilkesi koru­
nuyordu. Hüküm etin özel ticarete karışmaması bekleniyor, ya­
bancı ülkelerdeki yetkililerin de ulusal çıkarların geniş çerçe­
vesi dışında yurttaşların özel çıkarlarıyla ilgilenm em eleri iste­
niyordu. Yatırım lar büyük ölçüd e tarım sektörü nde ve ülke
içinde yer alıyordu; yabancı yatırım lara hâlâ kum ar gözüyle
bakılıyor ve yatırım cıların sık sık karşılaştıkları kayıpların te­
feci serm ayesinin yüz kızartıcı derecede yüksek faizleriyle bol
bol karşılandığı düşünülüyordu.
Değişiklik aniden oldu ve bu defa bütün Batı ülkelerinde ay­
nı zamanda yer aldı. Almanya, İngiltere’nin iç gelişm esini ya­

290
rım yüzyıllık bir gecikm eyle izlem işti, ama dünya düzeyinde
yer alan dış olayların birbiıleriyle ücaret yapan bülün ülkeleri
aynı biçim de etkilem esi kaçınılmazdı. Bu olaylardan biri* ulus­
lararası ticaret hızı ve hacmindeki artışla toprağın evrensel dü­
zeyde ticarîleşm esiydi. Bu, tahıl ve tarım sal ham m addelerin
çok büyük m iktarlarda yeryüzünün bir köşesinden ötekin e
çok düşük bir maliyetle nakledilm esinde kendini gösteriyordu.
Bu ekonom ik deprem Avrupa’nın tarımsal kesim lerinde m il­
yonlarca düzine insanın yaşamını alt üst etti. Birkaç yıl içinde,
serbest ticaret geçm işle kalm ıştı, piyasa ekonom isinin bundan
sonraki gelişmesi bütünüyle değişik koşullarda yer aldı.
Bu koşullar da “çifte hareket” tarafından hazırlanm ışlardı.
Şimdi artan bir hızla yayılan uluslararası ticaretin gidişi, piya­
sanın her alanı kapsayan etkisini kontrol etm ek üzere geliştiri­
len korum acı kuru m larla çakışıyord u . Tarım sal bu h ran ve
L873-86 Büyük Buhranı, ekonom inin kendi yaralannı sarma
niteliğine olan güveni sarsmıştı. Artık piyasa ekonom isinin t'
pik kurum lan çoğu kez ancak k on ım acı önlem lerle birlikte
kullanılmaya başlanabiliyordu. Bu eğilimi özellikle güçlendi­
ren başka bir olgu da, 1 8 7 0 ’li yılların sonu ve 1 8 8 0 ’li yılların
başından itibaren ulu slann, dış ticaret ve döviz kuru gerekle­
rinden kaynaklanan ani uyarlamaların yol açtığı çözülm eler­
den şiddetle etkilenebilecek örgütlü birim ler biçim ini alm ala­
rıydı. Dolayısıyla, ekonom isinin yayılm asının lem el aracı, al­
ım standardı, çoğu kez devrin sosyal yasalar ve güm rük tarife­
leri gibi tipik korum acı politikasıyla birlikte kullanılıyordu.
Bu noktada da kollektivisl komplo fikrinin geleneksel libe­
ral türü, gerçeklere uygun değildi. B encil güm rük tarifesi ta­
raftarları ve yum uşak yürekli sosyal yasalar serbest ticaret ve
altın standardı sistem ini diledikleri gibi yıkm am ışlardı; aksine,
altın standardının ortaya çıkışı bu korum acı kurum larm yayıl­
masıyla hızlanm ıştı. Sabit döviz kurlarının yükü bu kadar ağır
olduğu için de, bu yayılm a son derece yararlı bulunuyordu.
Bunlardan sonra, tarifeler, iş yasaları ve canlı bir söm ürge poli­
tikası dengeli kur politikasının ön koşulları durum una geldi.
(Büyük Britanya, sanayi alanındaki üstünlüğüyle kuralı doğ­

291
rulayan bir istisna oluşturuyordu). Piyasa ekonom isi yöntem ­
leri yalnızca bu ön koşullar hazırlandığında, güven içinde uy­
gulanabildi. U zak, yarı söm ürge bölgelerde olduğu gibi, bu
yöntem lerin korum acı önlem ler olm aksızın çaresiz halka zorla
kabul ettirildiği yerlerde tarifsiz acılar yaşandı.
Burada em peryalizm in görünüşte bir paradoks oluşturan
yönünü aydınlatabilecek anahtarı buluyoruz, yani ü lkelerin,
iktisat açısından açıklanam ayan, dolayısıyla akıl dışı olarak
değerlendirilen bir tavırla açık ticaret ilişkilerine girmeyi red­
dedip, bunun yerine deniz aşın piyasalar elde etmeye çalışm a­
larının nedenini görüyoruz. Ü lkeleri bu biçim de hareket etm e­
ye yönelten, güçsüz halkların kaçınm ayı başaramadıkları so ­
nuçlar türünde sonuçlarla karşılaşm a korkusuydu. Aradaki
fark yalnızca tropiklerdeki yoksul sömürge halkının sefalet ve
düşkünlüğe itilm esi, bazen bunun yok olmaya kadar varması,
oysa Batılı ülkenin daha küçük, fakat her ne pahasına olursa
olsun kaçınılm asını gerektirecek kadar gerçek bir tehlike kar­
şısında piyasa kurallarına uymayı reddetmesiydi. Söm ürgele­
rin durumunda olduğu gibi, tehdidin m utlaka ekonom ik bir
tehdit olmaması pek fark etm iyordu; sosyal çözülm eyi ekono­
mik birim lerle ölçm ek için ön yargılardan başka neden yoktu.
Bir topluluğun, yalnızca bunların uzun dönem deki ekonom ik
etkileri önem siz olabileceği için , işsizlik gibi bir afete, sanayi­
ler ve uğraşlardaki değişm elere ve bunlarla birlikte yer alan
ahlâkî ve psikolojik işkenceye kayıtsız kalm asını beklem ek,
abes bir varsayımdı.
Ulus, çoğu kez, zorlam alara yol açan etken taraf olduğu ka­
dar bunlara pasif bir biçim de boyun eğen taraftı. Dış b ir olay
ülkenin üzerine bütün ağırlığıyla çöktüğünde, iç m ekanizm a
olağan biçim de işleyerek baskıyı ekonom i alanından siyaset
alanına, ya da siyaset alanından ekonom i alanına aktarıyordu.
Savaş sonrası d önem de bunun önem li örn ek lerin e rastlan ı­
yor. Bazı Orta Avrupa ülkelerinde yenilgi, savaş tazm inatları
gibi şiddetli dış baskıları da içeren son derece yapay koşullar
yarattı. On yılı aşan bir süre boyunca, dış borçların sanayiden
devlete, devletten sanayie aktarılıp durması Alman iç işlerine

292
hakim olm uştu. Bu, bir yandan ücretlerle kârlar, öte yandan
sosyal haklar ve vergiler arasında yer alan bir değişim di. Ulu­
sun bütünü savaş tazm inatlarının yükünü ü stlenm işti, ülke
içi durum ü lkenin -h ü k ü m e tin ve iş dünyasının b irlik te - so ­
rum luluğu nasıl yerine getirdiğine bağlıydı. D olayısıyla ulusal
dayanışm a altın standardında k en etlen m işti, bu da paranın
dış değerini en önem li yüküm lülük durum una getiriyordu.
Dawes Planı özellikle Alm an parasını korum ak için geliştiril­
mişti. Young Planı aynı koşulu m utlaklaştırdı. R eichsm ark’ın
dış değerini korum a yüküm lülüğü unutulduğunda, dönem in
Alman iç işlerine akıl erdirm ek olanaksız görülebilir. Toplu­
m un hep birlikte üstlendiği paranın değerini korum a sorum ­
luluğu, iş dünyası ve partilerin, sanayi ve devletin zorlam ala­
ra uyum sağladığı yıkılm az çerçeveyi oluşturuyordu. Ama ye­
nilen Alm anya’nın kaybedilm iş bir savaş sonucunda k atlan ­
mak zorunda kaldığı şeye, yani ü lkenin dengeli kur baskısıyla
yapay bütünleşm esine, bütün halklar Büyük Savaşa kadar gö­
nüllü olarak katlanm ışlardı. Yükün ağırlığına katlanıştaki gu­
rurla uysallığı açıklayabilecek tek şey, piyasanın kaçınılm az
kurallarına boyun eğişti.
Bu özelin zorlam a bir basitleştirm enin ürünü olduğu öne
sürülebilir. Piyasa ekonom isi bir gün içinde ortaya çıkm adı, ne
üç piyasa üç katlı bir arabanın atlan gibi başbaşa gitti, ne de
korum acılık bütün piyasalarda koşut etkilere yol açtı, vb. D o­
ğal olarak bütün bunlar doğru, ama bütün bunların burada
söz konusu olan noktayı gözden kaçırdığı da doğru.
Kabul etm ek gerekir ki, ekonom ik liberalizm , yalnızca az
çok gelişm iş piyasalardan yeni bir mekanizma yarattı; ortadaki
çeşitli türden piyasalan birleştirdi, bir bütün içinde bunlann iş­
levleri arasında uyum sağladı. Aynca, em ekle toprağın birbirin­
den aynlm ası bundan çok önce gerçekleşm işti, para ve kredi
piyasalarının gelişmesi de öyle. Bütün bu süreç içinde şimdiki
zaman geçm işle ilintiliydi ve hiçbir kopuşa rasdanmıyordu.
Gene de kurumsal değişim, niteliği gereği, aniden işlerlik ka­
zandı. Kritik aşamaya İngiltere’de bir em ek piyasası kurulmasıy­
la ve ücretli emeğin kurallarına uymayan işçilerin açlık tehdi­

293
diyle karşı karşıya bırakılmasıyla ulaşılmıştı. Bu büyük adım atı­
lır atılmaz, kendi kurallarına göre işleyen piyasa mekanizması
rayına girip hızla ilerlemeye başladı. Toplum üzerindeki etkisi
öylesine şiddetliydi ki, neredeyse anında, görüşlerde daha önce­
den bir değişiklik oluşmadan, korumacı tepkiler ortaya çıktı.
Ayrıca, aralarındaki büyük n itelik ve başlangıç farklarına
karşın, sanayiin çeşitli unsurları için oluşan piyasalar artık
benzer bir gelişme gösteriyorlardı. Bunun başka türlü olması
da çok güçü. İnsanın, doğanın ve üretim düzeyinin korunması
dem ek; em ek, toprak, aynı zamanda da değişim aracı, yani pa­
ra piyasalarına yapılan bir m üdahale dem ekti ve bu nedenle
sistem in kendi kurallarına göre işleyişini zedeliyordu. Bu m ü­
dahalenin amacı insan yaşamının ve çevresinin gördüğü hasarı
onarm ak, bunlara belirli bir güven ve saygınlık kazandırmak
olduğuna göre, m üdahale, kaçınılm az olarak, ücret esnekliğini
ve em eğin yer değiştirebilirliğini kısıtlamaya, gelirlerin istikra­
rını ve üretimin sürekliliğini sağlamaya, doğal kaynaklar üze­
rinde kamu kontrolü oluşturmaya ve fiyatlar üzerindeki huzur
bozucu değişiklikleri önlem ek üzere ulusal paraların düzen­
lenm esine yönelm işti.
1 8 73-86 buhranı ve 7 0 ’li yıllarm tarımsal sorunları, gerilimi
sürekli biçimde artırdı. Buhranın başında Avrupa, serbest ticare­
tin en hareketli dönemini yaşıyordu. Yeni Alman Reich'ı Fran­
sa’ya, iki ülkenin ilişkilerinde “en ayrıcalıklı ülke" maddesini
(m ost favoured nation clause) kabul ettirmiş, ham demire uy­
gulanan gümrük tarifelerini kaldırmaya yönelm iş ve altın stan­
dardına geçm işli. Bunalımın sonunda Almanya, korumacı tari­
felerle donanmış, genel bir kartel örgütü kurmuş, kapsamlı bir
sigorta sistemi geliştirmişti ve söm üıgeci politikalar uyguluyor­
du. Serbest ticaretin öncülüğünü yapmış olan Prusyacılığın ko­
rumacılığına dönüşte ve “kollektivizm in” ortaya çıkışında çok
küçük bir rol oynadığı açıktı. Birleşik Devletler, Reich’da uygu­
lananlardan daha da yüksek gümrük tarifeleri uyguluyordu ve
kendi tarzında aynı derecede “kollektivisi’Ti; yaygın demiryolu
yapımına büyük destek sağlıyor ve dev tröstler geliştiriyordu.
Ulusal zihniyet ve tarih koşullarından bağımsız olarak biı-

294
tün Balı ülkeleri aynı çizgiyi izlediler.2 Altın standardıyla bir­
likte piyasa m odellerinin en aşırısı yürürlüğe girm işti, söz ko­
nusu olan piyasaların ulusal yetkililerden m utlak bağım sızlı­
ğıydı. Artık dünya ticareti, yeryüzündeki yaşam ın, em ek, top­
rak ve parayı içeren kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa
çerçevesinde, altın standardının bu dev devridaim m akinesi­
nin gardiyanlığını üsüenm esiyle, örgütlenişi anlam ına geliyor­
du. Uluslar ve halklar, bütünüyle kendi kontrolleri dışında bir
gösterinin kuklalarını oluşturuyorlardı. Kendilerini işsizlikten
ve istikrarsızlıktan göç yasalarıyla desteklenen m erkez banka­
ları ve güm rük tarifeleri yardımıyla koruyorlardı. Bu önlem ler
serbest ticaretle sabit kurların yıkıcı etkilerine karşı geliştiril­
mişlerdi ve, amaca ulaştıkları ölçüde, bu m ekanizm aların işle­
yişine müdahale ediyorlardı. Her kısıtlam a aşırı kârları veya
ücretleri diğer yurttaşlar için bir vergi oluşturan gruplara çıkar
sağlıyordu, ama çoğu kez haksızlık verginin m iktarındaydı,
korum acılığın kendisinde değil.
K oru m acılık h aklı veya haksız nedenlere bağlı olabilird i,
ama m üdahalelerin etkileri dünya piyasa sistem inin zayıflığını
ortaya çıkarm ıştı. Bir ülkede ithalata uygulanan güm rük tari­
feleri başka bir ülkenin ihracatını etkiliyor ve onu siyasal ola­
rak korunm asız bölgelere yöneltiyordu. Ekonom ik em perya­
lizm, her şeyden çok , güçlü devletler arasında ticaretini siyasal
olarak korunm asız piyasalara doğru genişletm ek üzere girişil­
miş bir mücadeleydi. İhracatı artırma baskısına sanayi hum ­
masının yol açtığı hammadde kapışması ekleniyordu. Hükü­
metler geri ülkelerde iş yapan yurttaşlara destek sağlıyorlardı.
Ticaret ve sancak, birbirinin izinde ilerliyorlardı. Emperyalizm
ve yarı bilinçli bir ken dine yeterlilik hazırlığı, giderek daha
güvenilmez duruma gelen bir dünya ekonom isine bağım lılık­
ları giderek artan büyük devletlerin genel eğilimi olm uştu. Ge­
ne de uluslararası altın stadardmın katı bir biçim de korunm ası
mutlak bir gereklilik olarak görülüyordu. Yıkım ın kurum sal
kaynaklarından biri buydu.

2 G .D .H . C o le y etm işli y ılla r iç iiı “O n d o k u z u n c u y ü z y ılın b ııtû n û için d e sosyal


y asalar a çısın d a n c n c a n lı d ö n e m ” diyor.

295
Ulusal sınırlar içinde de benzer bir çelişki elkisini gösteri­
yordu. Korum acılık rekabetçi piyasaları tekelci piyasalara dö­
nüştürüyordu. Piyasaları, rekabet halindeki atom ların bağım ­
sız ve o to m atik m ekan izm aları olarak tanım lam ak gid erek
güçleşiyordu. G iderek bireyler y erlerini birliklere bırakıyor,
insanlar ve sermaye birbiriyle rekabet etm eyen gruplar halinde
birleşiyordu. E konom ik uyum yavaşlamış ve güçleşm işti. Piya­
saların kendi yasalarına göre işleyişi ciddi biçim de bozulm uş­
tu. Sonunda, düzenlenm em iş fiyat ve maliyet yapıları buna­
lım ların daha uzun sü rm esin e yol açm aya, düzenlenm em iş
üretim araçları verimsiz yatırım ların tasfiyesini geciktirm eye,
düzenlenm em iş fiyat ve gelir düzeyleri sosyal gerilimlere ne­
den olmaya başladı. Ve söz konusu piyasa hangisi olursa olsun
-e m e k , toprak veya p a ra - zorlam a ekonom i alanını aşıyor ve
dengeyi siyasal yollarla sağlamak gerekiyordu. Bununla birlik­
te, siyasal alanın ekonom ik alandan kurumsal ayrılığı piyasa
toplum unun yapısı gereğiydi ve söz konusu gerilim ne olursa
olsun bu ayrılığı k orum ak gerekti. Y ık ıcı zorlam anın diğer
kaynağı buydu.
H ik ây em izin so n u n a y a k la ş ıy o ru z , am a g ö rü şü m ü z ü n
önem li bir bölüm ü hâlâ açıklanm ayı bekliyor. Çünkü dönüşü­
mün m erkezinde piyasa ütopyasının çöküşünün yattığını h iç­
bir kuşkuya yer bırakm ayacak biçim de kanıtlam ayı başarmış
bile olsak, gerçek olayların bu neden tarafından nasıl belirlen­
diğini gösterm ek gene de bize düşüyor.
Bir anlam da, bu um utsuz bir girişim , çünkü tarih tek bir
unsur tarafından belirlenm iş değil. G ene de, bütün zenginliği
ve çeşitliliğine karşın, tarihin akışında, bir dönem in olayları­
nın dokusundaki geniş benzerliği açıklayan durumlar ve seçe­
neklerin yinelenişiyle karşılaşıyoruz. Eğer tipik koşullar altın­
da akıntıları ve karşıt akıntıları yönlendiren düzenliliği b ir ö l­
çüde açıklayabilirsek, öngörülm esi olanaksız fırtınaların çer­
çevesi üzerine kafa yormamız gerekmez. M ekanizm ayı uygar­
lığın iki özelliği izliyordu: Katı determ inizm i ve ekonom ik ni­
teliği. Çağdaş görüş bu ikisini birbirine bağlayıp determ iniz­
m inin ekonom ik dürtülerin niteliğinden, yani bireylerin para­

296
sal çıkar peşinde koşacakları beklentisinden kaynaklandığını
varsaymak eğilimindeydi. Aslında ikisi arasında hiçbir bağlan­
tı yoktu . B irço k ay rıntıd a ö ylesin e b elirgin olan “d eterm i­
nizm ”, yalnızca, öngörülebilen seçenekleri ve bu seçeneklerin
yanlış bir biçim de maddi dürtülerin gücüne bağlı olarak açık­
lanan kısıtlılığıyla piyasa toplum u m ekanizm asının bir sonu­
cuydu. Bireylerin dürtüleri ne olursa olsun, arz-talep-fiyat sis­
temi her zaman dengeye u laşacaktır ve, insanların çoğunun
durumunda, ekonom ik dürtülerin duygusal denilenlerden çok
daha az etkili olduğu bilinen bir gerçektir.
insanlık yeni dürtülerin değil yeni m ekanizm aların elindey­
di. Kısaca, zorlam a piyasa alanında ortaya çıktı, oradan siyase­
te atladı ve böylece bütün toplumu için e aldı. Ama dünya eko­
nomisi işlediği sürece, tek tek uluslar içindeki gerginlik açığa
çıkmadan kalabildi. Yalnızca piyasa ekonom isinden geriye ka­
lan k u ru m ların so n u n cu su , altın standardı çö zü ld ü ğü n de,
ulusların içindeki baskı kontrolden çıktı. Yeni duruma gösteri­
len tepkiler n e kadar birbirlerinden farklı olsalar da, temelde
hepsi geleneksel dünya ekonom isinin yok oluşuna uyum ça­
balarıydı; dünya ekonom isi parçalandığında, piyasa uygarlığı
da bu girdap içinde kayboldu. Bu, neredeyse inanılm az bir ol­
guyu, bir uygarlığın bütün am açlan maddi zenginliğin otom a­
tik artışı olan ruhsuz k u ru m lann kör eylem i tarafından yok
edilişi olgusunu açıklıyor.
Ama kaçınılm az olan nasıl gerçekleşm işti? Bunun dönem in
tarihinin m erkezindeki siyasi olaylara dönüşm esi nasıl olm uş­
tu? Piyasa ekonom isinin çöküşünün bu son aşamasında, sınıf­
sal güçlerin belirleyici bir rol oynadıklarını görüyoruz.

297
ÜÇÜNCÜ KISIM
D ö n ü şü m Yol A lırke n
19. Genel Oy Hakkına Dayanan Hükümet
ve Piyasa Ekonomisi

1920’li yıllarda, uluslararası sistem çöktüğünde, kapitalizmin ilk


dönemlerinin neredeyse unutulmuş bazı konulan yeniden orta­
ya çıktılar. Bunlann arasında en önde gelen, genel oy hakkına
dayanan hüküm et konusuydu. Genel oy hakkına dayanan de­
mokrasiye yöneltilen faşist saldın, piyasa ekonom isi tarihinin
üzerine hayalet gibi çöken siyasal müdahalecilik konusunu yal­
nızca canlandırmıştı, çünkü bu konu ekonom ik alanın siyasal
alandan aynlmasınm değişik bir adından fazla bir şey değildi.
M üdahalecilik konusu ilk kez em ekle ilgili olarak, bir yan­
dan Speenham land ve Yeni Yoksullar Yasası, öte yandan Parla­
m ento Reformu ve Çartist hareketle gündeme geldi. Toprak ve
parayla ilgili olarak da, çatışm alar o kadar heyecanlı olmasa
da, m üdahaleciliğin önem i daha az değildi. Kıta Avrupası’ııda,
em ek, toprak ve parayla ilgili benzer güçlükler belirli bir ge­
cikm eyle ortaya çıktılar, bu da çekişm elerin, sanayi açısından
daha m odem , ama sosyal açıdan bütünlüğü daha zayıf bir çev­
rede yer alm alarına neden oldu. Her yerde ekonom ik ve siya­
sal alanın ayrılması aynı gelişme türünün sonucuydu. Kıta Av-
rupası’nda olduğu gibi İngiltere’de de, başlangıç noktalan , re­
kabetçi bir em ek piyasasının kuruluşu ve siyasal devletin de-
mokratikleşm esiydi.

301
Speenham land haklı olarak em ek piyasasının kurulm asını
engelleyen m üdahaleci bir eylem olarak tanımlanmıştır. Sana­
yileşmiş bir İngiltere için verilen savaş Speenhamland çevre­
sinde yer alm ış ve, şim dilik, onun çevresinde kaybedilm işti.
Bu mücadelede klâsik iktisatçılar m üdahalecilik sloganını bul­
muşlardı, Speenhamland de gerçekte olmayan bir piyasa düze­
nine yapılan yapay m üdahale olarak dam galanm ışıı. Tow n­
send, M althus ve Ricardo, Yoksullar Yasası koşullarının daya­
nıksız temelleri üzerinde klâsik iktisat yapısını, o güne kadar
eskim iş bir düzene yöneltm iş kavramsal yıkım araçlarının en
göz kam aştırıcısını, kurdular. G ene de bir nesil boyunca yar­
dım sistem i köy sınırlarını şehirlerdeki yüksek ücretlerin çek i­
ciliğine karşı korudu. 1820’li yılların ortalarından önce, Hus-
kisson ve Peel dış ticaretin alanını genişletiyorlardı, m akine
ihracına izin veriliyordu, yünlü kum aş ihracatına konulan am ­
bargo kaldırılm ıştı, nakliye kısıtlam aları kaldırılm ış, göç ko­
şulları kolaylaştırılm ıştı. Aynı zamanda, çıraklık ve ücret sap­
tanmasıyla ilgili Zanaalkârlar Yasasının resmi biçim de iptalini,
örgütlenmeye karşı yasaların yürürlükten kalkması izlemişti.
Bütün bunlara karşın, o moral bozucu Speenham land yasası
bir bölgeden ötekine işçiyi dürüstçe çalışm aktan alıkoyarak ve
bağımsız işçi kavramını anlam sız kılarak, yayılıp duruyordu.
Emek piyasası devri gelm işti, ama doğumu kırsal kesim ileri
gelenlerinin "yasası” tarafından engelleniyordu.
Reform Parlamentosu derhal yardım sistem ini ortadan kal­
dırmaya girişti. Bu amacı gerçekleştiren Yeni Yoksullar Yasası,
avam kamarasından geçen en önem li sosyal yasa olarak tanım ­
landı, ama tasarının özünde Speenhamland’in iptali yatıyordu.
Bu noktada em ek piyasasına müdahale edilmesinin toplumun
gelecekteki yapısı açısından belirleyici önem taşıyan bir gerçek
olarak görüldüğünün bundan daha güçlü bir kanıtı olamaz.
Gerilimin ekonom ik kaynağı üzerine söylenecekler bu kadar.
Siyasal alana gelince, 1832 Parlam ento Reformu barışçı bir
devrimi gerçekleştirm işti. 1834 tarihli Yoksullar Yasası deği­
şikliği ile ülkenin sosyal katm anlaşm ası değiştirilm iş, İngiliz
yaşam ının bazı tem el g erçekleri k ök len değişik bir biçim de

302
yeniden yorum lanm ıştı. Yeni Yoksullar Yasası genel y ok su l k a ­
tegorisini ortadan kaldırıyordu. Eski yoksullar, şim di, yerleri
yoksullar evi* olan fiziksel nedenlerle sefalete düşmüş kim se­
lerle, ücret karşılığı çalışarak yaşamlarını kazanan bağımsız iş­
çilere ayrılıyordu. Bu bütünüyle yeni bir yoksul türünü, işsizi,
sosyal sahneye getiriyordu. M uhtaç dürüm dakilere insaniyet
nam ına yardım edilm esi gerekirken, işsizlere sanayi nam ına
yardım edilm em esi gerekiyordu. Ö nem li olan, işsizin gerçek­
ten uğraştığında iş bulup bulamayacağı değildi. Ö nem li olan,
ücret sistem inin yıkılıp toplum un sefalet ve karmaşaya sürük­
lenmem esi için, onun, karşısındaki tek seçenek Yoksullar evi
olarak, açlıktan ölm e tehlikesi içinde yaşaması gerektiğiydi.
Bunun suçsuzları cezalandırm ak anlamına geldiği biliniyordu.
Acım asızlığın sapıklığı, açlık yoluyla yok olma tehdidini etkin
kılm ak gibi açıkça belirtilen bir amacı gerçek leştirm ek için
em ekçiye bağımsızlık verilmesinde yalıyordu. Bu işlem, klâsik
iktisatçıların çalışm alarıyla bize uzanan karam sar perişan ol-
muşluk duygusunu anlaşılabilir kılıyor. Ama artık em ek piya­
sası sın ırlan içine hapsedilm iş ihtiyaç fazlalarını kilit altında
tu tabilm ek için h ü k ü m et, H arriet M artineau ’nun deyişiyle,
suçsuz kurbanlara herhangi bir yardımda bulunm ak devlet ta­
rafından “halkın haklanna tecavüz edilm esidir" anlam ına ge­
len, kendi içinde çelişkili bir yasaya bağlı kılınıyordu.
Ç artist hareket m ülksüzleri devlet kapsam ına sokm a tale­
biyle ortaya çıktığında, ekonom ik olanla siyasal olanın ayrımı
akadem ik bir konu olm aktan çıkıp, var olan toplum sistem i­
nin vazgeçilm ez koşulu durum una geldi. G etirdiği bilim sel
psikolojik işkence yöntem leriyle Yeni Yoksullar Yasasının uy­
gulamasını, bu yöntem lerin hedef aldığı insanların tem silcile­
rine bırakm ak düpedüz çılgınlık olurdu. Lord Macaulay, bü­
yük liberallerden birinin yaptığı en parlak konuşmalardan biri
olan Lordlar Kamarası konuşm asında, Çartist bildirgenin, bü­
tün uygarlıkların tem eli olan mülkiyet kurumu adına kayıtsız
şartsız reddedilmesi gerektiğini talep ederken son derece tu-

( * ) “W ork house” - ç.n.

303
tarh davranıyordu. Sir Robert Peel bildirgenin anayasaya karşı
olduğunu söylüyordu. Ama em ek piyasası işçilerin yaşam ları­
nı alt üst ettikçe, oy hakkı istekleri de güçleniyordu. G enel oy
hakkına dayanan hüküm et isteği, gerilim in siyasal kaynağını
oluşturuyordu.
Bu koşullar altında, anayasacılık bütünüyle yeni bir anlam
kazandı. O zamana kadar, m ülkiyet haklarına yasal olmayan
m üdahalelere karşı anayasanın getirdiği önlem ler yalnızca yu­
karıdan gelen keyfî hareketlere yöneliyordu. L o ck e’un görüşü
toprak m ülkiyetinin ve ticari m ülkiyetin sınırlarım aşm ıyor­
du ve büyük ölçüd e V III. H enry’nin kilise malına el koym ası,
I. C h a rle s’in d arp h an ey i so y m a sı, II. C h a r le s ’in h âzin ey i
“dondurm ası” türünden K raliyetin giriştiği zorbalıkları hedef
alıyordu. Jo h n L o ck e’daki anlam ıyla h ükü m et id aresinin iş
dünyasından ayrılm ası, bir örn ek oluşturacak biçim de 1 6 9 4 ’te
bağım sız b ir İngiltere M erkez Bankası kurulm asıyla b aşarıl­
m ıştı. Ticari serm aye. K raliyete karşı m ücadelesini bununla
kazanm ıştı.
Yüzyıl sonra korunm ası gereken ticari mülkiyet değil sanayi
m ülkiyeliydi, üstelik kraliyete değil, halka karşı. O nyedinci
yüzyıl anlamları ondokuzuncu yüzyıl durumlarına ancak ya­
nılgılar aracılığıyla uygulanabilir. M ontesquieu’nun (1 7 4 8 ) o
sıralarda icat ettiği güçler ayrım ı, şimdi insanları kendi ekono­
m ik yaşamları üzerindeki güçlerinden ayırmak için kullanılı­
yordu. Ç iftçi-zanaatkâr çevresinde, İngiliz sanayi ortamından
gerekli dersi alm ış kim selerin yönetim inde biçim lenen Ameri­
kan anayasası, ekonom i alanını bütünüyle anayasa yetkisin­
den ayırıyor, böylece mülkiyeti düşünülebilecek en büyük gü­
vence altına alıyor ve dünyadaki yasal temellere dayanan tek
piyasa toplum unu oluşturuyordu. Evrensel oy hakkına karşın,
Amerikan seçm enlerinin m ülk sahipleri karşısında hiçbir gü­
cü yoktu .’
İngiltere’de, işçi sınıfına oy hakkı verilm em esi gerektiği ana­
yasanın yazılm am ış b ir m addesi durum una geldi. Çartizm in

t H ad ley ; A .T ., E con om ics: A n A ccount o f t h e R e la tio n s b e tw e e n P r iv a t e P r o p e r ty


a n d Pu blic W e lfa r e, 1 8 96.

304
önderleri hapse atıldı, hareketin milyonlarca taraftan nüfusun
çok küçük bir bölüm ünü temsil eden bir m eclis tarafından bir
tarafa itildi, yalnızca oy hakkı istem ek yetkililer tarafından ço ­
ğu kez bir su ç olarak değerlendirildi. İngiliz sistem in in bir
özelliği olduğu söylenen uzlaşm acılıktan -d a h a so n raki bir
ic a t- hiçbir ize rastlanmıyordu.
İşçilerin yüksek ücret alan bir kesim inin ulus konseylerine
kalılm alanna izin verilm esi, ancak işçi sınıfı kırklı açlık yılla­
rından geçtikten ve uysal bir nesil kapitalizm in altın çağının
meyvelerini toplamak üzere ortaya çıktıktan, ancak vasıflı işçi­
lerin üst kadem eleri sendikalarını kurup yoksulluktan kınlan
işçilerin oluşturduğu kara kalabalıktan ayrıldıktan, ancak işçi­
ler Yeni Yoksullar Yasasının kendilerine kabul ettirm eye am aç­
ladığı sistem e boyun eğdikten sonra gerçekleşebildi. Çartistler
insan yaşam lannı öğüten piyasa çarklarını durdurma hakkını
elde etm ek için savaşm ışlardı. Ama halkın bazı hakları elde
edebilm esi ancak korku nç uyum sağladıktan sonra oldu. İn­
giltere içinde ve dışında, M acaulay’dan M ises’e, Sp en cer’den
Sum ner’a kadar, genel oy hakkına dayanan dem okrasinin ka­
pitalizm için bir tehlike oluşturduğu inancını dile getirm eyen
tek bir militan liberale rastlanmıyordu.
Em ek konusunda yaşanan deneyim para konusunda da tek­
rarlandı. Bu alanda da 1 7 9 0 ’lı yıllar 1920’li yılların haberciliği­
ni yapıyordu. Enflasyon ve deflasyonun m ülkiyet haklarına bir
müdahale oluşturduğunu ilk gören Benıham ’dı: Enflasyon ti­
carete uygulanan bir vergi, deflasyon ise ticarete bir m üdaha­
leydi.2 O zamandan beri de, em ek ve para, işsizlik ve enflas­
yon, siyasal olarak aynı kefeye konuldu. C obbett altın standar­
dına Yeni Yoksullar Yasasıyla birlikte karşı çıkıyordu, Ricardo
ikisini de aynı nedenle destekliyordu: Emek ve para meta o l­
dukları ve hüküm etin ikisine de müdahale etm eye hakkı o l­
madığı için. Atwood ve Birm ingham gibi altın standardının
kabulüne karşı çıkan bankerler, kendilerini O w en gibi sosya-

2 B e n th a m , J . , M a n u al o f P o litic a l E con om y , s. 4 4 , “z o rla ta s a r r u f' o la r a k e n fla s ­


y on ü z e rin e, s. 4 5 “d o laylı v ergi" o larak en flasy o n . A y n ca P r in c ip les o f C iv il C o ­
d e , b ö lü m 1 5 .

305
üstlerin yanında buldular ve yüzyıl sonra M ises hâlâ em ek ve
paranın hüküm etin üzerine piyasadaki herhangi bir metadan
daha fazla vazife olmadığını tekrarlıyordu. O nsekizinci yüzyıl
federasyon öncesi Am erika’sfn d a ucuz para Speenham land’le
eş tutuluyor, yani hüküm et tarafından halkın taleplerine veril­
m iş, ekonom ik açıdan yıpratıcı bir taviz olarak görülüyordu.
Fransız Devrimi ve devrim sırasında kullanılan para, halkın
ulusal parayı yok edebileceğini gösterm iş, Amerika eyaletleri­
nin tarihi de bu kuşkuyu güçlendirm işti. Burke, Amerikan de­
m okrasisini ulusal para sorunlarıyla özdeşleştiriyordu; Hamil-
ton’un korkusu da yalnızca bölünm elerden değil aynı zam an­
da enflasyondandı. Ama ondokuzuncu yüzyıl Am erikası’nda
popülistlerle W all Street büyüklerinin desteklediği ban knot
partileri arasındaki çekişm elerin yaygın olmasına karşın, Av­
rupa’da enflasyonizm suçlam ası ancak 1920’li yıllarda dem ok­
ratik m eclislere karşı etkin bir sav durumuna geldi ve geniş
kapsamlı siyasal sonuçlara yol açtı.
Sosyal korum acılık ve paraya m üdahale, yalnızca benzer de­
ğil aynı zamanda çoğu kez birbirleriyle özdeş konulardı. Altın
standardının uygulanmaya başlamasından beri, paranın değeri
enflasyon tarafından olduğu kadar ücret düzeyinin yükselmesi
tarafından da tehdit ediliyordu. İkisi de ihracatı düşürüp döviz
kurunu olumsuz yönde etkileyebiliyorlardı. İki ana müdahale
biçim i arasındaki bu basit ilişki, yirmili yıllarda siyasetin odak
noktası olmuştu. Para değerine önem veren taraflar, tehlikeli
bütçe açıklarını olduğu kadar ucuz para politikalarını da eleş­
tiriyor, böylece hem “hazine enflasyonu”na hem de “kredi enf­
lasyonluna karşı çıkıyor, ya da, daha basit bir deyişle, sosyal
yükleri ve yüksek ücretleri, işçi sendikalarını ve işçi partilerini
suçluyorlardı. Ö nem li olan biçim değil özdü ve çok düşük faiz
hadlerinin fiyatları yükselteceği kadar sınırsız işsizlik sigorta­
sının da bütçe dengesini alt üst edeceğinden, ikisinin de döviz
kurları üzerinde aynı olum suz etkiyi oluşturacağından kim
kuşku duyabilirdi? G ladstone, bütçeyi İngiliz ulusunun vicda­
nı durumuna getirm işti. Daha aşağı halklar için para değerinin
korunması bütçe dengesinin yerini alabilirdi. Ama sonuç he­

306
men hem en aynıydı. Azaltılm ası gereken ister ü cretler ister
sosyal hizm etler olsun, bunları azaltmamanın doğuracağı so­
nuçlar kaçınılm az olarak piyasa mekanizm ası tarafından belir­
lenecekti. Bu çözüm lem e açısından, İngiltere’deki 1931 Ulusal
Hüküm eti, daha sınırlı bir düzeyde, Amerika’da New Deal’ın
gördüğü işlevi görm üştü. Bunların ikisi de, ülkelerin, tek tek,
büyük değişim içinde duruma uyum sağlamak için giriştikleri
eylemleri oluşturuyorlardı. Ama İngiltere’nin durumu sivil çe­
kişm eler veya id eo lo jik değişim ler türünde işleri k arıştırıcı
unsurlardan arınm ış olma üstünlüğüne sahipti, dolayısıyla be­
lirleyici özellikleri daha açık bir biçim de sergileniyordu.
1 9 2 5 ’ten beri Büyük Britanya parasının durumu sallantılıy­
dı. Altına dönüş, fiyat düzeninin ayarlanm asıyla birlikte yer
alm am ıştı, fiyat düzeyi açıkça dünya düzeyinin üzerindeydi.
Hüküm etin ve M erkez Bankasının, partilerin ve sendikaların
birlikle girdikleri yolun saçm alığını çok az kişi fark etm işti.
İlk işçi partisi hüküm etinin (1 9 2 4 ) maliye bakanı Snow den,
altın standardı tiryakilerinin en büyüğüydü, gene de sterline
eski değerini kazandırm a girişim inin, partisini ya ücretlerde
bir düşüşü sırtlam ak ya da boşlukta kaybolm ak seçeneğiyle
karşı karşıya bıraktığının farkında değildi. Yedi yıl sonra işçi
partisi, Snowden’in kendisi tarafından, bu yolların ikisine bir­
den girm eye zo rlan ıy o rd u . 1 9 3 1 so n bah arın a g elin d iğ in d e
ekonom ik bunalım sterlini zorluyordu. 1926'da genel grevin
başarısızlığının ücret düzeyinin daha fazla yükselm esini engel­
lem esi boşunaydı, sosyal hizm etlerin mali yükündeki artış,
özellikle kayıtsız şartsız işsizlik yardımının oluşturduğu yük,
önlenem em işti. Ulusa, bir yanda sağlam para ve sağlam bütçe,
öte yandan daha iyi sosyal hizm etler ve para değerinin düşü­
rülmesi seçeneğini kabul ettirm ek için bankacı “ram pa”sm a
ihtiyaç yoklu, oysa bu rampanın varlığı da ortadaydı. Para de­
ğerinin düşüşü yüksek ücretler ve azalan ihracata ya da bütçe
açıklarına bağlı olabilirdi. Açık olan, ya sosyal hizm etlerde ya
da döviz kurunda b ir düşüş olması gerektiğiydi. İşçi partisi
bunların ikisini de kabul edemediği için -so sy al hizm etlerin
kısılması işçi sendikaları politikasına aykırıydı, altın standar-

307
dini bırakm ak da günah kabul ed iliyord u - hüküm etten düştü.
G eleneksel partiler de, hem sosyal hizm etleri kısıtlayıp, hem
de sonuçta, altın standardını bıraktılar. Kayıtsız şartsız işsizlik
yardımı kalktı ve bir maddi olanak kıstası konuldu, aynı za­
manda ülkenin siyasal gelenekleri önem li bir değişiklik geçir­
di. İki parti sistem i askıya alındı. Yeniden kurulması için bir
çaba gösterilmedi. O niki yıl sonra hâlâ ortada yoktu ve yakın
zamanda geri geleceğine dair bir belirtiye rastlanmıyordu. Ü l­
ke, trajik bir refah veya özgürlük kaybı olm aksızın, altın stan­
dardını askıya alarak, dönüşüm e doğru belirleyici bir adım at­
mıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bunun yanında liberal ka­
pitalizm yöntem lerindeki değişiklikler yer aldı. Bununla b ir­
likte, bu değişikliklerin sürekli olm ası düşünülm em işti. D ola­
yısıyla ülkeyi tehlike alanının dışına çıkaramadılar.
Bütün önemli Avrupa .ülkelerinde benzer bir m ekanizm a iş­
liyor ve aynı etkiyi yapıyordu. Avustralya’da 1 9 2 3 ’te, Belçika
ve Fransa’da 1926’da, Almanya’da 1 9 3 1 ’de, işçi partileri “ulu­
sal parayı k u rta rm a k ” iç in h ü k ü m etten çe k ild ile r. S eip el,
Francqui, Poincare veya Brüning gibi devlet adamları, işçi par­
tilerini hüküm etten uzaklaştırdılar, sosyal hizm etleri kıstılar
ve işçi sendikalarının ücret ayarlamalarına karşı gösterdikleri
direnişi kırmaya çalıştılar. Tehlikede olan her zaman ulusal pa­
raydı ve sorum luluk şaşmaz bir biçim de yüksek ücretlere ve
dengesiz bütçelere yüklendi. Böyle bir basitleştirm enin, dış ti­
caret, ian m ve sanai alanlarında ekonom ik ve m ali politikalar­
la ilgili hemen hem en bütün konuları kapsayan çok çeşitli so­
runların hakkını verebilmesi çok güç. Ama bu konulara yakın­
dan baktığımızda, sonunda para ve bütçe konularının, işçilerle
işverenler arasındaki sorunlar ve bunların dışında kalanların
önem li gruplardan birbirine veya ötekine destek vererek ko­
num değiştirişi üzerinde odaklaştığım daha açık bir biçim de
görebiliyoruz.
“Blum deneyim i” (1 9 3 6 ) başka bir örnek oluşturuyor, işçi
partisi hüküm ete gelm işti, ama altın çıkışm a am baiğo konu l­
m am ası koşuluyla. Bir Fransız New Deal’i ortaya çıkarm adı,
çünkü ulusal para gibi bir ana sorunda hüküm etin eli kolu

308
bağlıydı. Ö rnek kesin b ir kanıl oluşturacak nitelik te, çünkü
İngiltere’de olduğu gibi Fransa’da da, bir kez işçi partisi zarar­
sız duruma getirildikten sonra, orta sınıflar daha fazla gürültü
patırtı etm eden altın standardım savunmaktan vazgeçtiler. Bu
örnekler, sağlam para önerm esinin halkçı politikalar üzerinde
ne derece sakatlayıcı bir etki yaptığım gösteriyorlar.
Amerikan deneyim inden aynı dersi değişik bir biçim de alı­
yoruz. Döviz kurunun gerçekte pek az önem taşım asına kar­
şın, New Deal altın standardı bırakılm adan başlaıtlam azdı. Al­
tın standardı kullanıldığında, devlet mâliyesinin büyük ölçüde
bağımlı olduğu dengeli kur ve sağlam iç kredi koşullarını sağ­
lama sorum luluğu, eşyanın doğası gereği, mali piyasanın ön ­
derlerine verilm iştir. Dolayısıyla bankacılık kesim i, ekonom i
alanında doğru veya yanlış nedenlerle hoşuna gitm eyen her­
hangi bir iç politikayı engelleyebilecek konum dadır. Siyasal
açıdan, hükümetler, belirli bir mali önlem in sermaye piyasası
ve döviz kurlarım tehlikeye katıp atm ayacağını bilebilen tek
grup olan bankacılara danışm ak zorundadırlar. Bu durumda,
sosyal korum acılığın çıkm aza sürüklenm eyişi, A m erika’nın al­
tın standardını vaktinde bırakm asına bağlıydı. Bu kararın tek­
nik açıdan sağladığı yararlar önemsizdi (hüküm etin öne sür­
düğü nedenler de, çoğu kez olduğu gibi, çok zayıftı), ama atı­
lan adımın sonucu, Wall Street’in elindeki siyasal gücün geri
alınışıydı. M ali piyasa p an iklerle yöneltilir. O tu zlu yıllarda
Wall Street’in güçsüzleşişi, Birleşik D evletleri Kıta Avrupası’n-
daki gibi bir sosyal felaketten korudu.
Ancak, yalnızca Birleşik Devletler’de, ülke dünya ticaretine
bağımlı olmadığı ve ulusal para açısından sağlam bir konum a
sahip olduğu için, altın standardı büyük ölçüde bir iç politika
sorunuydu. Diğer ülkelerde altın standardını bırakm ak dünya
ekonom isinden ayrılm akla aynı şeydi. Belki de bunun tek is­
tisnası Büyük Britanya’ydı. Dünya ticareti içindeki payı öyle
büyüktü ki, uluslararası para sistem inin işleyiş biçim ini belir­
leyebilirdi. Almanya, Fransa, Belçika ve Avusturya gibi ü lke­
lerde bu koşulların hiçbiri yoktu. O nlar için , ulusal paranın
zayıflaması dış dünyadan kopm ak, dolayısıyla dışarıdan alınan

309
hammaddelere bağımlı sanayileri feda etm ek, istihdamı belir­
leyen dış ticaret düzenini bozm ak ve bütün bunları ticaret ya­
pılan ülkelere aynı ölçüde bir develüasyonu kabul ettirm e şan­
sına sahip olm adan, dolayısıyla Büyük Britanya’nın yapmış ol­
duğu gibi paranın altın karşısındaki değerinin düşüşüyle orta­
ya çıkan iç koşullardan kaçınmaya fırsat bulamadan, yapmak
anlam ına geliyordu.
Döviz kurları ücret düzeyine dayanan kaldıracın güçlü ko­
lunu oluşturuyordu. Döviz kurları konuyu bir sonuca bağla­
madan önce, ücret sorunu genellikle alttan alta gerilim i artırı­
yordu. Ama ücretlilere piyasanın kabul ettirem ediğini, döviz
kuru mekanizm ası en etkin biçim de kabul ettirdi. Para değeri
göstergesi, m üdahaleci sendika p olitikalarının piyasa m eka­
nizm ası üzerindeki bü tü n olum suz etkilerin i gözler öııüne
serdi. Bu arada piyasa m ekanizm asının devresel buhranları da
içeren doğal zayıflıkları artık olduğu gibi kabul ediliyordu.
G erçeklen de, piyasa toplum unun ütopik niteliğini, hiçbir
şey meta efsanesinin em eğe ilişkin olarak toplumu içine sok­
tuğu zırvalıklardan iyi gösteremez. Grev, sanayi eylem inin bu
normal pazarlık silahı, giderek sosyal açıdan yararlı çalışm a­
nın sorum suzca kesintiye uğram ası anlam ını taşım aya, aynı
zamanda da ücretlerin içinden ödendiği sosyal ürünü azaltm a­
ya başlamıştı. Dayanışma grevlerinden hiç hoşlanılm ıyor, ge­
nel grevlere toplum un varlığına yönelm iş bir tehlike olarak
bakılıyordu. Aslında hayatî önem taşıyan hizmetlerde ve b ele­
diye hizm etlerindeki grevler, halkı rehin alıyor, onları em ek
piyasasının oluşturduğu arapsaçı gibi soruna karışmaya zorlu­
yordu. Başka türlü oluşan fiyatlar ekonom ik olamayacağı gibi,
em eğin fiyatı da piyasada oluşmalıydı. Emek bu sorumluluğu
üstlendiğinde meta olarak “em ek” arzının bir unsuru gibi dav­
ranacak ve alıcının verebileceği fiyatın altında satış yapmayı
reddedecektir. Bu, m antıksal sonucuna götürüldüğünde, em e­
ğin hem en hem en her zaman grevde olması gerektiği anlam ı­
na gelir. Saçmalığı yüzünden savunulamayacak bir önerm e o l­
m asına karşın, em eğin m eta kuram ından çıkarılabilecek tek
mantıksal sonuç bu. Kuramın uygulamaya uym amasının kay­

310
nağı, doğal olarak, em eğin gerçekte bir meta olmayışı ve eğer
em ek lam fiyatına satışı garanti etm ek için piyasadan çekilirse
(benzer durumlarda diğer metalartn piyasadan çekildiği g ibi),
toplum un kısa sürede ihtiyaçlarını karşılam ayıp çözülm eye
başlayacağı. Bu sonuçtan liberal iktisatçıların grev konusunda­
ki tartışmalarında çok ender olarak söz edilmesi ayrıca dikkate
değer bir konu.
Gerçeğe dönersek: Faydacı akılcılığıyla övünen kendi toplu-
mumuzu bir kenara bıraksak bile, bütün toplumlarda ücretle­
rin grev yoluyla saptanm ası korkunç sonuçlar verecektir. As­
lında, bir özel girişim sistem inde işçinin h içb ir iş güvenliği
yoktur, bu durum da, onun sosyal konum unda ciddi bir bo­
zulmaya yol açmıştır. Buna kitle halinde işsizlik tehlikesini de
eklersek, işçi sendikalarının gördüğü işlevin, halkın çoğunlu­
ğunun asgari bir geçim düzeyi tullurulabilm esi için ahlâkî ve
kültürel açıdan hayatî bir önem laşıdıgı ortaya çıkar. Gene de,
işçileri koruyan bütün m üdahale yöntem lerinin kendi kuralla­
rına göre işleyen piyasa m ekanizm asını engellem eleri ve so ­
nuçta ücretleri oluşturan tüketim m allan fonunda bir azalma­
ya yol açmaları kaçınılm az.
Piyasa ekonom isinin temel sorunları, m üdahalecilik ve ulu­
sal para, doğal olanın kaçınılm azlığıyla yeniden ortaya çıktılar.
Yirmili yıllarda bunlar siyasetin m erkezi durum una geldiler.
Ekonom ik liberalizm ve sosyalist m üdahalecilik, bu sorulara
verilen değişik yanıtlar çerçevesinde biçimleniyordu.
Ekonom ik liberalizm , toprak, em ek ve para piyasalarının
serbestçe işleyişini önleyen bütün m üdahaleleri ortadan kal­
dırma iddiasındaydı. Am açladığı, acil bir durum da, üç Lemel
ilkenin, serbest ticaret, özgür em ek piyasası ve serbestçe işle­
yen altın standardının içerdiği süregelen sorunun çözüm len-
mesiydi. G erçeklen de, dünya ticaretini yeniden düzenlem ek,
em eğin yer d eğiştirm esin i önleyen bütün engelleri ortadan
kaldırmak ve kur dengesini sağlamak yolunda girişilen kahra­
m anca bir çabanın önünde yer almaya başladı. Bu am açların
sonuncusu , kur dengesi, ötekilere göre daha önem liydi. Ç ü n ­
kü ulusal paralara güven sağlanamadığı sürece piyasa m eka­

311
nizması işleyem ezdi, bu durum da da, hüküm etlerin ellerin ­
den geleni yaparak insanların yaşam ını korum aktan geri dur­
mayacakları açıktır. Eşyanın doğası gereği, bu yöntem ler ön ­
celikle güm rük tarifeleri ile beslenm eyi ve istihdam ı garantiye
alm ak üzere geliştirilm iş sosyal yasalardır, yani tam kendi k u ­
rallarına göre işleyen sistem i işlem ez kılacak türden m üdaha­
leler oluştururlar.
Uluslararası para sistem inin düzenlenm esinin öncelik taşı­
masını açıklayan başka, daha da önem li, bir neden daha vardı:
Düzensiz piyasalar ve dengesiz kurlar yüzünden uluslararası
krediler giderek daha önem li bir rol oynuyorlardı. Büyük Sa­
vaştan önce, uzun vadeli yatırım larla ilgili olanların dışındaki
uluslararası sermaye hareketleri yalnızca ödem eler dengesinin
likiditesini korumaya yardım ederlerdi, ama, bu işlevlerinde
bile, ekonom ik sorunlara tanınan öncelikle sınırlanm ışlardı.
Kredi yalnızca ticari açıdan güven duyulanlara verilirdi. Artık
bu durum tersine dönm üştü: Savaş tazminatları durumundaki
gibi siyasal nedenlerle borç yaratılıyor ve tazm inat ödem eleri­
ne olanak verm ek için yarı siyasal nedenlerle borç veriliyordu.
Ama iktisat politikasıyla ilgili nedenlerle de, dünya fiyatlarını
düzenlem ek veya altın standardına işlerlik kazandırmak için,
borç veriliyordu. Kredi mekanizm ası dünya ekonom isinin gö­
reli olarak sağlam kesim leri tarafından, aynı ekonom inin göre­
li olarak düzensiz kesim lerindeki açıkları kapatmak için, üre­
tim ve değişim koşullarından bağımsız olarak kullanılıyordu.
Ö dem eler dengeleri, bütçeler, kurlar, bir dizi ülkede pek güçlü
olduğu varsayılan uluslararası kredi mekanizm ası yardımıyla
yapay bir biçim de düzenleniyordu. Şaşırtıcı güçte esnek bir şe­
rit, çözülm ekte olan ekonom ik sistem in görünüşteki bütünlü­
ğünü korumaya yardım ediyordu; ama şeriıin zorlamalara da­
yanabilm esi, zamanında altına dönülm esine bağlıydı.
Bu alanda Cenevre’nin başarısı dikkate değer. Çaba öylesine
ısrarlı, öylesine kararlıydı ki, eğer am aç özünde gerçekleşm esi
olanaksız bir şey olm asaydı, m utlaka gerçekleşirdi. Durum a
bakıldığında, herhalde h içbir m üdahale Cenevre’ninki kadar
korku n ç so n u çlar verm em iştir. Ö zellik le neredeyse başarılı

312
olacak gibi göründüğünden, kaçınılm az başarısızlığın sonuçla­
rını büyük ölçüde ağırlaştırm ıştı. Alman m arkının birkaç ay
içinde un ufak olduğu 1 9 2 3 ’le bütün önem li paraların altın ­
dan koptuğu 1 9 3 0 ’lu yılların başlarına kadar, Cenevre ulusla­
rarası kredi m ekanizm asını, Doğu Avrupa’nın tam olarak istik ­
rarı sağlanamamış olan ekonom ilerinin yükünü önce Batılı ga­
lip ulusların om uzlanna, daha sonra da Amerika Birleşik Dev-
letleri’nin daha da geniş om uzlarına yüklem ek için kullandı.3
Çöküş Amerika’da doğal k on jon ktü r değişm eleri içinde ortaya
çıktı, ama daha çöküşten ön ce Cenevre ve A nglo-Sakson ban ­
kacılığının ördüğü m ali ağ yeryüzü ekonom isini k orku nç bir
karmaşa içine kıstırm ıştı.
Ama işin kapsamına daha da çok şey giriyordu. Yirmili yıl­
larda, Cenevre’ye göre, sosyal düzen sorunları büıünüyle ulu­
sal para değerinin düzenlenm esi için gerekli koşullara bağımlı
kılınm ıştı. Her şeyden çok deflasyona gerek duyuluyordu; iç
ekonom i kurum lan ellerinden geldiğince buna uyum sağlama
durumundaydılar. Şim dilik, serbest iç piyasaların ve liberal bir
devletin yeniden yerleşm esi konuları bile ileriye bırakılm ıştı.
Çünkü Altın Delegasyonunun deyişiyle, deflasyon “belirli mal
ve hizm et gruplannı etkilem eyi başaramamış, dolayısıyla sağ­
lam bir yeni denge sağlayam am ıştı”. H üküm etler tekel malla-
nn ın fiyaılarını düşürm ek, üzerinde anlaşılm ış ücret düzenle­
m elerini azaltm ak, rantları k ısıtlam ak üzere m üdahalelerde
bu lu n m ak zo ru n d ay d ılar. D eflasyon ta ra fta rla rın ın ideali,
“güçlü b ir hüküm etle serbest ek o n o m i” anlam ına geliyordu.
Hükümetle ilgili bölüm olduğu gibi, yani olağanüstü durum ­
lara özgü yetkiler ve özgürlüklerin kısıtlanm ası anlam ında yo­
rum lanabilirdi,, ama "serbest ek o n o m i’’den anlaşılan sözcük
anlam ının lam tersiydi, yani hüküm et tarafından ayarlanan fi­
yatlar ve ücretler. Ayarlama değişim özgürlüğünü ve özgür iç
piyasaları sağlam ak am acıyla yapılsa bile, hüküm et müdahale­
si gerekliydi. Döviz kurlarına tanınan öncelik liberal kapitaliz­
min iki temel direğinin, serbest piyasalar ve özgürlükçü hükü­

3 P o la n y i, K ., “D er M e ch a n is m u s d e r W e h w irts ch a fts k ris e " D e r Û s te rre ic h is c h e


V olk sw irt, 1 9 3 3 (e k ).

313
m etlerin feda edilm esini gerektiriyordu. Dolayısıyla C e n ev re
bir amaç değişikliği getiriyor, ama yöntemlerde değişiklik ge­
tirmiyordu: Cenevre’nin suçladığı enflasyonu kontrol edem e­
yen hüküm etler, gelir ve istihdam dengesine para değerinin
korunm asına göre öncelik tanırken, Cenevre’nin iş başına ge­
tirdiği deflasyon taraftarı hüküm etler gelir ve istihdam denge­
sini para değerinin korunm ası am acına göre ikinci planda tut­
tuklarından daha az müdahalede bulunuyorlardı. 1 9 3 2 ’de M il­
letler Cem iyetinin Altın Delegasyonu Raporu, kur belirsizliği­
nin geri gelişiyle bir önceki on yılın para konusundaki temel
başarılarının yok olduğunu öne sürüyordu. Raporun sözünü
etmediği şey, boşu boşuna girişilen bu deflasyonist çabalar sı­
rasında serbest piyasaların yeniden oluşturulamadıgı, ama öz­
gürlükçü hüküm etlerin feda edildiğiydi. Kurumsal olarak hem
m üdahaleciliğe hem de deflasyona aynı biçim de karşı olmakla
birlikte, ekonom ik liberaller ikisi arasında bir tercih yapmışlar
ve sağlam para idealini m üdahaleciliğin kaldırılm asının üze­
rinde tutmuşlardı. Bunu yaparken de, piyasa ekonom isinin iç
mantığını izlemişlerdi. Ancak bu yöntem, buhranın yayılm ası­
na yol açm ış, büyük ekonom ik çözülm elerin dayanılmaz zor­
lam asını m âliyeye yü k lem iş ve çe şitli ulusal ek o n o m ilerin
açıklarını artırarak uluslararası iş bölüm ünün son kalıntıları­
nın da çökm esini kaçınılm az kılm ıştı. Ekonom ik liberallerin
on yıllık çok kritik bir dönem boyunca, deflasyonist politika­
ların hizmetinde inatla otoriter m üdahaleciliği desteklem eleri,
yalnızca faşist felaketi önleyebilecek dem okratik güçlerin za­
yıflamasına yol açtı. Büyük Britanya ve Birleşik Devletler, ulu­
sal paranın hizm etkârı değil, efendisi olan ülkeler, tam zam a­
nında altın standardını bırakarak bu tehlikeyi atlattılar.
Sosyalizm özünde, sanayi uygarlığının doğasında bulunan
bir eğilimdir: Kendi kurallarına göre işleyen piyasayı dem ok­
ratik toplum a b ilin çli olarak bağım lı kılarak aşma eğilim i.
Üretim in doğrudan düzenlenm em esi, piyasanın yalnızca öz­
gür toplum un yararlı ama ikin cil bir özelliği olm am ası için
hiçbir neden görm eyen sanayi işçileri için, çok doğal bir çö ­
züm dür. Topluluğun bütünü açısınd an, sosyalizm yalnızca,

314
toplumu kişilerin belirgin olarak insanca ilişkilerine indirge­
mek çabasının bir uzantısıdır. Batı Avrupa’da bu çaba her za­
man Hıristiyan geleneklerine bağlanmıştır. E kon om ik sistem
açısından, sosyalizm , aksine, yakın geçm işten kökten bir ko­
puş anlamı taşır. Çünkü özel parasal çıkarları üretici faaliyeti
yönlendiren genel özendirici unsur kılm a çabasından ayrılır
ve bireylerin temel üretim araçlarına sahip olm a hakkını kabul
etmez. Bu da, sonuçta, sosyalist partilerin, m ülkiyet sistem ine
karışmamaya kararlı olduklarında bile, kapitalist ekonom ide
reform yapmakta karşılaştıkları güçlüklerin nedenini oluştu­
rur. Çünkü m ülkiyet sistem ine karışmaları olasılığının var ol­
ması bile, liberal ekonom i için hayatî önem taşıyan güveni, ya­
ni m ülkiyet haklarının mutlak sürekliliğine olan güveni sarsar.
Mülkiyet haklarının gerçek içeriği yasalarla yeniden tanım la­
nabilir, ama resmî sürekliliğin güvence alım a alınm ası piyasa
sistem inin işlerliği için mutlaka gereklidir.
Büyük Savaştan beri sosyalizm in konum unu etkileyen iki
değişiklik oldu. İlk olarak, piyasa sistem inin hem en hem en
toptan çöküşün eşiğine gelecek kadar güvenilm ez olduğu or­
taya çıktı. Bu, sistem e karşı olanların bile beklem ediği bir za­
yıflıktı; İkincisi, Rusya’da bir sosyalist ekonom i kuruldu ve
bütünüyle yeni bir atılım oluşturdu. Bu atılım ın gerçekleştiği
koşullar, onun Balı ülkelerine uygulanm asını olanaksız kılı­
yordu, ama Sovyet Rusya’nın varlığı bile belirleyici bir etki
oluşturuyordu. D oğru, Rusya sosyalizm i, sanayi, okur-yazar
bir nüfus ve dem okratik gelenekler olmadan seçm işti. Batı gö­
rüşlerine göre bunların üçü de sosyalizmin ön koşullarıydı. Bu
farklılıklar yöntem ler ve çözüm lerin başka yerlerde uygulana­
bilm elerini engelliyor, ama sosyalizmin bir dünya gücü duru­
muna gelm esini önleyemiyorlardı. Kıta Avrupası'nda işçi parti­
leri g örüşlerinde her zam an sosyalisttiler ve norm al olarak
gerçekleştirm ek istedikleri bütün reformların sosyalist am açla­
ra hizm et etm esinden kuşku duyuluyordu. Sakin dönemlerde
böyle bir kuşku yersiz bulunabilirdi; sosyalist işçi sınıfı parti­
leri genelde kapitalizm içinde reform am acına bağlıydılar, ka­
pitalizmin devrimci yöntem lerle yıkılm asına değil. Ama olağa-

315
nııstü durumlarda konum değişikli. Bu durumlarda, norm al
yöntem ler yetersiz kaldığında “anorm al” yöntem ler denenebi­
lirdi, ve bir işçi partisi için bu yöntem ler m ülkiyet haklarının
çiğnenm esini içerebilirdi. Yakın bir tehlikenin yarattığı gerilim
içinde işçi partileri sosyalist önlem lere, hiç olmazsa özel giri­
şim ciliğin m ilitanlarına böyle görünebilecek önlem lere yöne­
lebilirlerdi. Bunun belirtisi bile piyasalarda karm aşa yaratıp
evrensel bir panik başlatabilirdi.
Buna benzer koşullar altında, işçiler ve işverenler arasındaki
olağan çıkar çatışm ası bir felaket habercisi niteliğine bürünü­
yordu. Normal olarak, ekonom ik çıkar ayrılıkları uzlaşmayla
sonuçlanırken, ekonom ik ve siyasal alanların birbirinden ay­
rılması bu çatışmalara topluluk için ciddi sonuçlara yol açabi­
lecek bir nitelik kazandırdı, işverenler fabrikaların ve m aden­
lerin sahibiydiler, dolayısıyla (kişisel kâr kaygılarından bağım ­
sız olarak) toplumda üretimi sürdürm ekten doğrudan doğruya
sorumluydular, ilke olarak, sanayiin işleyişini sağlama çabala­
rında herkesin desteğine sahiptiler. Ö te yandan, işçiler toplu­
mun geniş bir bölüm ünü temsil ediyorlardı; onların çıkarları
da önem li ölçüde topluluğun bütününün çıkarlarıyla uyum
içindeydi. O nlar tü k eticilerin , yurttaşların, kısaca insanların
çıkarlarını koruyabilecek tek sınıftılar, ve yaygın oy hakkı ge­
çerli olduğunda, sayıları onlara siyasal alanda ağırlık kazandı­
rıyordu. Ancak, yasama da, sanayi gibi, toplumda bazı resmi
işlevlere sahipti. Ü yelerine, toplum un iradesini biçim len d ir­
m ek, kamu politikasını yönlendirm ek, içerde ve dışarda uzun
vadeli programları yürütm ek yüküm lülüğü verilmişti. Hiçbir
karmaşık toplum , işleyen bir yasama organı ve siyasal türden
yürütme organları olmadan varlığını sürdüremezdi. Grup çı­
karları arasında, sanayiin veya devletin, veya ikisinin birden,
organlannı felce uğratan bir çatışm a toplum için doğrudan bir
tehlike oluşturuyordu.
Yirmili yıllardaki durum da tam buydu. Em ek kendini m ec­
liste em niyete alm ıştı ve burada sayıca ağırlık taşıyordu. Kapi­
talistler sanayii yerleşip ülkeyi yönetebilecekleri bir kale duru­
muna getirm işlerdi. H alkçı organlar, buna, ortadaki sanayi bi­

316
çim inin ihtiyaçlarım hiçe sayarak iş dünyasına acım asızca m ü­
dahalelerle karşılık veriyorlardı. Sanayi önderleri, halkın öz­
gür seçim le başa gelm iş idarecilerine bağlılığını engelliyor, de­
mokratik organlar da herkesin geçim ini sağlayan sanayi siste­
m ine karşı b ir savaş sürdürüyorlardı. Sonunda, hem ek o n o ­
mik hem de siyasal sistem in toptan felce uğrama tehdidiyle
karşı karşıya kaldığı bir an gelecekti. Korku halkı kıskıvrak
yakalayacak ve yönetim bedeli ne olursa olsun en kolay çıkış
yolunu gösterenlere teslim edilecekti. Faşist çözüm için za­
man çok uygundu.

317
20. Tarih Sosyal Değişim in Koşumunda

Eğer rastlantısal nedenlerden kaynaklanmayan nesnel b ir du­


rumun gereklerine cevap veren tek bir siyasal hareket varsa o
da faşizmdi. Aynı zamanda, faşist çözüm ün yozlaştırıcı niteliği
ortadaydı. Bir dizi ülkede özünde aynı olan kurumsal çıkm az­
dan bir kaçış yolu açıyordu. Ancak, çare denendiğinde, hasta­
lık, her yerde ölüm le sonuçlanacaktı. Uygarlıkların ölüm ü de
işte böyle olur.
Liberal kapitalizmin ulaştığı çıkmazda, faşizmin oluşturdu­
ğu çözüm , piyasa ekonom isin in, hem sanayi hem de siyasal
alandaki bütün dem okratik kurum ların yok olması pahasına
gerçekleştirilen, reform u olarak tanım lanabilir. Ç ökm e tehli­
kesiyle karşı karşıya olan ekonom ik sistem böylece canlandı­
rıldı, bu arada da halka, bireyin doğasını degiştinnek ve onu
siyasal bünyenin so ru m lu lu k taşıyan b ir birim i olarak işlev
görem eyecek durum a getirm ek üzere düzenlenm iş bir eğitim
uygulandı.1 insan kardeşliği fikrini bütün biçim leriyle yadsı­
yan bir siyasal dinin ilkelerin i içeren bu eğitim , kendilerini
dışta tutmaya çalışanlara karşı bilim sel işkence yöntem leriyle
uygulanan bir kitle ıslah eylemiyle gerçekleştirildi.

1 P o lan y i K .t “T h e E s s e n c e o f F a s c is m ", C h ristian ity and So cial Revolution için d e,


1935.

318
Böyle bir hareketin yeryüzünün sanayileşm iş ülkelerinde,
hatta daha az sanayileşm iş bazı ülkelerde ortaya çıkışı, o dö­
nemde yaşayanların tutarlı bir biçim de yaptığı gibi, yerel ne­
denlere, ulusal zihniyetlere veya tarih! özelliklere bağlı olarak
açıklanam azdı. Faşizm in Büyük Savaşla, Versaille anlaşm ası,
Ju n k er m ilitarizm i veya İtalyan mizacıyla pek az ilgisi vardı.
Hareket, Bulgaristan gibi mağlup ülkelerde ve Yugoslavya gibi
galiplerde, Kuzeyli m izaca sahip Finlandiya’yla N orveç'te ve
Güneyli mizaca sahip İtalya’yla Ispanya’da, Ar! ırktan İngilte­
re, İrlanda, Belçika’da ve Ari olmayan ırktan Japonya, M acaris­
tan veya Filistin’de, Katolik gelenekten Portekiz gibi ülkeler­
de, Prusya gibi asker toplum larla Avusturya gibi sivil olanlar­
da, Fransa gibi eski kültürlerde ve Birleşik D evletlerle Latin
Amerika ü lkeleri gibi yeni kültürlerde ortaya çıktı. Aslında,
ortaya çıkış koşullan bir kez hazırlandıktan sonra, bir ülkeye
faşizme karşı bağışıklık kazandırabilecek ne dinî, ne kültürel,
ne ulusal hiçbir özellik yoktu.
Ayrıca, maddi ve sosyal gücüyle siyasal etkinliği arasındaki
bağlantısızlık da çarpıcıydı. “H areket” terim inin kendisi, bir
çeşit üyelik ya da büyük sayılarla katılımı düşündürmesi açı­
sından yanıltıcıydı. Eğer faşizmin bir özelliği varsa, o da bu
tür halk gösterilerinden bağımsız oluşuydu. Çoğu kez kitlele­
rin taraftarlığını am açlam asına karşın, potansiyel gücünü gös­
teren taraftar sayısı değil, faşist önderleri destekleyen önem li
konumlardaki kişilerin ve bunların toplum üzerindeki etkisi­
nin faşizmi başarısız başkaldırm a denem elerinin son u çların ­
dan, dolayısıyla devrimin oluşiurdugu riskten koruyabileceği­
ne duyulan güvendi.
Faşist aşamaya yaklaşan ülkelerde bazı belirtiler görünüyor­
du, bunların arasında m utlaka faşist bir hareketin varlığının
bulunm ası gerekli değildi. En azından bunun kadar önem li
işaretler arasında, akıldışı felsefelerin, ırkçı estetiğin, kapitaliz­
me karşı dem agojinin, para konusunda karışık görüşlerin, par­
ti sistem ine yönelen eleştirilerin, “rejim i”, ya da var olan de­
m okratik düzene verilen ad neyse onu, küçültm e eğilim inin
yaygınlaşm ası bulunuyordu. Avusturya’da O th m ar Spann’m

319
“evrenselci” felsefesi, Almanya’da Stephan George’un şiiriyle
Ludwig Klages’in kozm ogonik (evren doğumsal) rom antizm i,
İngiltere’de D.H. Law rance’in erotik yaşam ilkesi doktrini (vi­
talism ), Fransa’da Georges Sorel’in siyasal efsane kültürü, fa­
şizmin çok çeşitli habercileri arasındaydı. M ussolini ve Primo
de Rivera’nın kralları tarafından başa getirildikleri gibi, Hil-
ler’in iktidara gelişi de Başkan Hindenburg çevresindeki feoda-
üst klik yardımıyla oldu. Ancak H iıler’in arkasında onu des­
tekleyen geniş bir hareket vardı; M ussolini’yi destekleyen hare­
ket daha küçüktü; Primo de Rivera’nın böyle bir desteği yoktu.
Hiçbir yerde yasal hüküm ete karşı bir devrim girişimi olm adı;
faşist taktikler her zaman güç yoluyla devrilmiş gibi görünen
yetkililerin gizli onayıyla düzenlenm iş düzm ece baş kaldırma
taktikleriydi. Bu, içinde, sanayi merkezi Detroit’teki bağlantısız
Katolik demagojiye, geri Louisina bölgesindeki “king fish” ha­
reketine, Jap o n ordusundaki kom p lolan ve Sovyetler’e karşı
sabotaj düzenleyen UkraynalIlara yer verilmesi gereken karm a­
şık tablonun yalnızca ana hatları. 1 9 3 0 ’ht yıllardan beri faşizm,
her sanayi toplumunda hazır bekleyen siyasal bir çözüm , nere­
deyse bir anda patlak veren duygusal bir tepkiydi.
Buna “hareket” yerine “ham le” dem ek, belirlileri çoğu kez
belirsiz, açık seçik olmayan buhranın kişilerden bağımsız yö­
nünü gösterm ek açısından daha doğru olabilir. Faşizm in ka­
bul edilmiş ölçütleri yoktu, geleneksel ilkelere de sahip değil­
di. Ancak bütün örgütlü biçim lerinin belirgin özelliği, aniden
ortaya çıkıp aniden gerileyişleri, sonra, belirli bir durgunluk
dönem inin ardından yeniden şiddetli bir atılım a geçişleriydi.
Bütün bunlar nesnel duruma göre ilerleyip gerileyen bir sosyal
güç tablosuna uygun düşüyor.
Kısaca “faşist durum” dediğimiz şey, kolay ve bütünsel faşist
zaferlerin tipik fırsatlarıydı. Em ek ve anayasal özgürlüklerin di­
ğer inan çlı savunucularının geniş sanayi ve siyasal örgütleri
hep birlikle eriyip gidiyor ve önem siz faşist güçler o zamana
kadar dem okratik hüküm etlerin, partilerin ve işçi sendikaları­
n ın karşı durulm az gücü gibi görünen şeyi silip geçiyordu.
Eğer “devrimci durum un” özelliği, bütün direnm e güçlerinin

320
psikolojik ve ahlâkî çözülüşünün bir avuç yarım yamalak silâh­
lanm ış isyancının gericiliğin düşmez sanılan kalelerine saldır­
m asına olanak verecek dereceye varm asıyla, bununla “faşist
durum " arasında bir koşutluk olduğu söylenebilir. Yalnız ikinci
durumda saldırıya uğrayan demokrasi ve anayasal özgürlükler
olmuş ve savunmasızlıkları aynı olağanüstü biçim de ortaya çık­
mıştı. Prusya’da, Haziran 1932’de Herr Von Papen’in anayasayı
çiğneyen şiddet hareketlerinin olasılığından söz ederek verdiği
gözdağı karşısında. Sosyal Demokratların yasal hükümeti meş­
ru gücünden vaz geçti. Altı ay kadar sonra Hitler yönelim in en
yüksek kademesini barışçı yollarla ele geçirdi ve derhal W eimar
Cumhuriyeti kuram larına ve anayasal partilere karşı toplan bir
yıkım eylemine girişli. Bu tür durumları yaralan şeyin hareke­
tin gücü olduğunu düşünmek ve burada hareketi yaratanın du­
rumun kendisi olduğunu görm em ek, son birkaç on yıldan alı­
nacak önem li dersleri gözden kaçırmak olacaktır.
Sosyalizm gibi faşizm de işlemeyen bir piyasa toplum unun
içinde kök salm ıştı. Dolayısıyla, dünya düzeyinde genel, uygu­
lamada evrenseldi. Sorunlar ekonom ik alanı aşıp belirgin nite­
liği sosyal türden olan genel bir dönüşüm e yol açtılar. Bu, si­
yasal veya ekonom ik olsun, kültürel, felsefi, sanatla ilgili veya
dinî olsu n, insan faaliyetlerinin bütün alanlarına yayıldı. Ve
bir noktaya kadar yerel ve konulara özgü eğilim lerle birleşti.
Temeldeki faşist hamle ile, bu ham lenin değişik ülkelerde bir­
leştiği geçici eğilim ler arasındaki ayrımı görm eden dönem in
tarihini anlam ak olanaksız.
Yirm ili y ılların Avrupası’nda daha belirsiz am a ço k daha
kapsamlı faşist m odelin üzerini kaplayan bu tür iki geçici eği­
lim belirgindi: Karşı devrim ve milliyetçi revizyonizm. Başlan­
gıç noktaları, anlaşm alar ve savaş sonrası devrimleriydi. iyice
koşullanm ış ve belirli amaçlarla sınırlanm ış olm alarına karşın,
faşizmle karıştırılm aları çok kolaydı.
Karşı devrimler, siyasal sarkacın bozulmuş bir durum a doğ­
ru olağan savruluşlarıydı. Avrupa’da bu tür hareketlere, hiç o l­
mazsa Ingiliz Com m onw ealth’inden beri, sık sık rastlanıyordu.
Ama bunların devirlerindeki sosyal süreçlerle ilişkileri çok sı­

321
nırlıydı. Orta ve Batı Avrupa’da bir düzineden fazla krallığı yok
eden karışıklıklar, dem okrasinin ilerleyişine değil, kısm en ye­
nilginin etkilerine bağlı olduğu için, yirmili yıllarda bir çok bu
çeşit durum un geliştiği görülüyordu. Karşı devrim in görevi
özellikle siyasal bir görevdi ve bu görev, doğal olarak, hanedan­
lar, soylular, kiliseler, ağır sanayiler ve bunlarla ilintili partiler
gibi gücünü yitirm iş gruplar ve sınıflara düşüyordu. Bu dö­
nemde muhafazakârlarla faşistler arasındaki anlaşmalar ve ça­
tışmalar, en çok karşı devrimci girişim içinde faşistlere düşen
payın belirlenm esiyle ilgiliydi. Ama faşizm, sosyalizmin rakip
devrimci gücüne olduğu kadar muhafazakârlığa da karşı olan
devrimci bir eğilimdi, bu, faşistleri karşı devrime hizmet ede­
rek siyasal alanda güç sağlamaya çalışmaktan engellemiyordu.
Aksine yükselişlerini esas olarak muhafazakârlığın yapılması
gerekeni yapacak durumda olmadığını öne sürerek haklı çıkar­
dılar, sosyalizmin engellenm esi için başka çare yoktu. Doğal
olarak, muhafazakârlar karşı devrimin şerefine yalnız başlarına
sahip olmaya çalıştılar, gerçekten de, Almanya’da olduğu gibi,
bunu tek başlarına gerçekleştirmişlerdi. Nazilere boyun eğm e­
den işçi sınıfı pariilerini etki ve güçten yoksun bıraktılar. Aynı
biçim de, Avusturya’da -m uhafazakâr bir parti o la n - Hıristiyan
sosyalistler, “sağdan gelecek devrime” taviz vermeden işçilerin
ellerinden silahlarını almayı başardılar (1 9 2 7 ). Faşistlerin karşı
devrime katılmalarının engellenem ediği yerlerde bile, faşizmi
bir süre etkisiz kılan “güçlü” hüküm etler kuruldu. Bu, Estoıı-
ya’da 1929’da, Finlandiya’da 1932’de, Liıvanya’da 1 9 3 4 ’de yer
aldı. M acaristan’da 1922’de, Bulgaristan’da 1 9 2 6 ’da, sözde libe­
ral rejim ler faşizmin gücünü bir süre için zayıflattılar. Muhafa­
zakârların faşistlere başa geçm e şansı vermeden sanayide iş d i­
siplinini sağlayamadıkları tek ülke İtalya’ydı.
Askeri yenilgiye uğrayan ülkelerde, ama aynı zamanda da
“psikolojik olarak” yenilm iş olan İtalya’da, ulusal sorun bü­
yüktü. Burada çetrefilliği yadsmamayacak bir iş başarmak ge­
rekiyordu. Sorunların en önem lisi yenilen ülkelerin sürekli si-
lahsızlandırılm asıydı; uluslararası hukuk, uluslararası düzen
ve uluslararası barış nam ına ne varsa hepsinin güç dengesi

322
üzerinde durduğu bir dünyada, bir dizi ülke eski sistem in ye­
rine kon u lacak olandan h içbir iz görünm ezken , bütünüyle
güçsüz bırakılm ışlardı. En iyim ser yorumla M illetler Cemiyeti
gelişm iş bir güç dengesi sistem ini temsil ediyordu, ama ger­
çekle artık genel bir güç dağılım ının ön koşulları olm adığı
için, eski Avrupa Konseyi düzeyinde bile değildi. Yeni doğan
faşist hareket hem en hemen her yerde ulusal sorunun hizm e­
tine girdi; rastlantısal olarak üstlendiği bu iş olmasaydı biraz
zor yaşardı.
Ama faşizm bu sorunu yalnızca başka bir yere ulaşm ak için
kullanıyordu; başka yerlerde barışçı ve ayrım cı bir telden ça­
lıyordu. İngiltere ve B irleşik D evleıler’de barışçılarla ittifak
kurdu; Avusturya’da Heim w ehr dağınık Katolik barışçılarla iş
birliği yaptı; K atolik faşizmi de ilke olarak m illiyetçiliğe k ar­
şıydı. Huey Long, Baton Rouge’da faşist harekâtı başlatabil­
mek için M issisipi veya Teksas’la sınır çekişm elerin e ihtiyaç
duymamıştı. Hollanda ve N orveç’teki benzer hareketler vata­
na ihanet derecesinde m illiyetçilikten uzaktılar - Q uisling adı
iyi bir faşiste verilebilirdi, iyi bir vatansevere ise kesinlikle ya­
kışmazdı.
Siyasal güç kavgası içinde faşizm, yerel sorunları istediği gi­
bi kullanabilir veya bir kenara bırakabilir. A m acı siyasal ve
ekonom ik çerçeveyi aşar, sosyal bir am açtır. O , siyasal dini
yozlaştırıcı bir sürecin hizm etinde kullanır. Yükselişinde kul­
lanmadığı pek az duygu vardır, oysa bir kez zafere ulaştıktan
sonra ancak küçük bir am açlar grubuna yer verir, ama son de­
rece belirgin olanlara. Tırm anışındaki sözde hoşgörüsüzlüğüy­
le gücü eline geçirdikten sonraki gerçek hoşgörüsüzlüğü ara­
sındaki ayrımı görm eden, bazı faşist hareketlerin devrim sıra­
sındaki sahte m illiyetçilikleriyle devrimden sonra geliştirdikle­
ri em peryalist m illiyetçi olmayan tavır arasındaki ince ama be­
lirleyici farkı anlamayı umamayız.2
M uhafazakârlar içteki karşı devrim leri g erçek leştirm ek te
her zaman başarılı olm akla birlikte, ü lkelerinin ulusal - ulus­

2 H ey m an n , H .. P lan f o r P erm an en t P e a c e , 1 9 4 1 . C f. B rû n ın g ’in 8 O c a k 1 9 4 0 ta­


rih li m ek tu b u .

323
lararası so ru n u n u nadiren çözü m leyebild iler. 1 9 4 0 ’ıa Brü-
n in g . A lm an savaş ta z m in a tı ve sila h sız la n m a so ru n u n u
"H indenburg çevresindeki k lik ” onu yönetim den uzaklaştır­
madan önce çözm üş olduğunu öne sürdü. Bu eylem in nedeni
de, yerine geçenlerin başarının şanını onun elde etm esini is­
tem em elerine bağlıyordu.3 Dar anlam ında bunun doğru olup
olm am ası ö n em li d eğ il. Ç ü n k ü A lm anya’n ın e şil sta tü sü ,
Brüning’in demeye getirdiği gibi, teknik bir silahsızlanm a so­
rununa bağlı değildi, aynı derecede önem li olan askerî gücü
tasfiye sorununu da içeriyordu; ayrıca, Alman diplom asisinin
köktenci m illiyetçilik politikalarına bağlılık yem ini etm iş Na­
zi k itlelerin varlığından aldığı gücü göz ardı etm ek de o la­
n a k sızd ı. O lay lar, d ev rim ci b ir a tıjım o lm ak sız ın A lm an ­
ya’nın eşil statü kazanam ayacağını tartışm aya yer verm eye­
cek biçim de k an ıtlan m ıştı, bu gözle bakıld ığınd a özgür ve
eşit Alm anya’yı cinayetlere sürükleyen Nazizmin k orku nç so ­
rum luluğu daha iyi anlaşılabilir. Almanya’da da, İtalya’da da
faşizm çözüm lenm em iş ulusal sorunları kullandığı için ik ti­
dara gelebildi. Oysa Büyük B ritanya’daki gibi Fransa’da da,
vatanperver olm adığı için zayıflam ıştı. Yalnızca küçük ve za­
ten bağımlı ülkelerde yabancı bir güce boyun eğiş faşizme ya­
rar sağlayabilirdi.
Gördüğümüz gibi, yirmili yıllarda Avrupa faşizm inin ulusal
ve karşı devrimci eğilim lerle ilişkisi yalnızca rastlantısaldı. Bu,
değişik yerlerden kaynaklanan hareketler arasındaki bir yak­
laşmaydı. Bu yakınlık içinde birbirlerini güçlendirm işler ve as­
lında ilintisiz olm akla birlikte, temel bir benzerlikleri olduğu
izlenimini yaratmışlardı.
G erçekte, faşizmin rolünü bir tek unsur belirliyordu: Piyasa
sistem inin durumu.
1 9 1 7 -1 9 2 3 dönem inde, hüküm etler arada sırada düzeni ko­
rumak için faşistlerden yardım istediler: Piyasa sistem ini yü­
rütm ek için bundan fazlası gerekmiyordu. Faşizm gelişmeden
kaldı.

3 R a u sch n in g , H ., The Voice o j D eslru d io n , 1 9 4 0 .

324
1 93 0’dan sonra piyasa ekonom isi genel bir buhran içine gir­
di. Bir iki yıl içinde faşizm dünya çapında bir güç olmuştu.
1 9 1 7 -1 9 2 3 dönem i yalnızca terimi ortaya çıkardı. Finlandi­
ya, Litvanya, Estonya, Letonya, Polonya, Romanya, Bulgaris­
tan, Yunanistan ve M acaristan gibi bir dizi Avrupa ülkesinde,
tarım devrim leri veya so syalist devrim ler oldu. A ralarında
İtalya, Almanya ve Avusturya’nın da yer aldığı diğer ülkelerde
ise, sanayi işçileri siyasal etkin lik kazandılar. G iderek karşı
devrimler içteki güç dengesini eski durumuna getirdi. Ü lkele­
rin çoğunda, köylülük şehirdeki işçilere karşı tavır aldı; bazı
ülkelerde faşist hareketi köylülere önderlik eden subaylar ve
orta sın ıf başlattı; diğer ülkelerde, İtalya’da olduğu gibi, faşist
alaylar, işsizler ve küçük burjuvalardan oluştu. H içbir yerde
yasa ve d üzend en başka la f ed ilm iyor, k ö k te n ci refo rm lar
gündeme getirilm iyordu; başka bir deyişle, ortada faşist devri­
min izine rastlanm ıyordu. Bu hareketler yalnızca biçim sel ola­
rak faşisttiler, yani yalnızca sorum suz unsurlar adı verilen si­
vil çeteler, yetkililerin göz yummasıyla zora ve şiddete başvur­
dukları ölçüde. Faşizm in antidem okratik felsefesi daha o za­
man ortaya çık m ıştı, am a henüz siyasal bir u n su r değildi.
Trotsky 1 9 2 0 ’de, Kom internin ikinci K ongresinin arifesinde,
İtalya’daki durum hakkında koca bir rapor hazırlam ış, ama fa­
şizmin sözünü bile etm em işti. Oysa fasci bir süredir ortaday­
dı. Ü lke hüküm etine çok önceden yerleşmiş olan faşizmin b e­
lirgin bir sosyal sistem durum una gelmesi için on yıldan fazla
bir süre geçm esi gerekti.
1 9 2 4 ’te ve daha sonraları, Avrupa ve Birleşik D evleıler’de pi­
yasa sistem inin sağlıklılığı hakkındaki bütün kuşkuları yok
eden güçlü bir ekonom ik gelişme dönemi yaşanıyordu. Kapi­
talizmin eski durumunu aldığı ilan edilmişti. Çevre bölgeleri
dışında her yerde bolşevizm ve faşizm de ortadan kaldırılm ıştı.
Kom intern kapitalizm in güçlenişini b ir gerçek olarak ilan elli;
Mussolini liberal kapitalizmi göklere çıkarıyordu; Büyük Bri­
tanya dışında bütün önem li ülkeler yükselişe geçm işli. Birle­
şik Devletler dillere destan bir refah dönem indeydi, Kıta Avru­
pa'sındaki durum da neredeyse o kadar iyiydi. H iıler’in darbesi

325
önlenm iş; Fransa Ruhr bölgesinden çekilm iş; Dawes Planı sa­
vaş tazm inatları konusunu siyasetten arındırm ıştı; Almanya
yedi yıllık bir zenginlik dönem ine giriyordu. 1926 sonunda al­
tın standardı, M oskova’dan Lizbon’a kadar her yerde hüküm
sürüyordu.
Faşizmin gerçek önem i üçüncü dönem de, 1 9 2 9 ’daıı sonra,
açığa çıktı. Piyasa sistem inin çıkm azı ortadaydı. O zamana ka­
dar faşizm, bunun dışında daha geleneksel türden hüküm et­
lerden pek değişik olmayan, otoriter İtalyan hüküm etinin bir
özelliğinden fazla bir şey değildi. Oysa şimdi sanayi toplumu
sorununa alternatif bir çözüm olarak ortaya çıkıyordu. Alm an­
ya, Avrupa düzeyinde bir devrim başlattı ve faşist ittifak, onun
güç mücadelesini kısa sürede beş kıtayı kaplayan bir hareketle
birleştirdi. Tarih sosyal değişimin koşumundaydı artık.
Rastlantısal, ama nedensiz olmayan bir olay uluslararası sis­
temin yıkım ının başlangıcı oldu. W all Streel’teki bir buhran
büyük boyutlara ulaştı, bunu Büyük Britanya’nın altın stan ­
dardını bırakma kararı izledi, iki yıl sonra da Birleşik Devletler
aynı kararı aldı. Aynı zamanda silahsızlanm a konferansı dağıl­
dı ve 1 9 3 4 ’te Almanya M illetler C em iyetinden ayrıldı.
Bu sem bolik oaylar, dünya düzeyinde m üthiş bir değişim
çağı açtılar. Ûç büyük devlet, Japonya, Almanya ve İtalya, sta­
tükoya başkaldırdılar ve dağılm akta olan barışçı kurum lara
karşı bir sabotaj eylem ine giriştiler. Aynı zamanda dünya eko­
nom ik düzeni işlerliğini kaybetm işti. Altın standardı, hiç o l­
mazsa geçici olarak, Anglosakson yaratıcıları tarafından yürür­
lükten kaldırıldı; iflas görünüm ü altında dış borçlar reddedil­
di; sermaye piyasaları ve dünya ticareti daraldıkça daraldı. Yer­
yüzünün siyasal ve ekonom ik sistem i birlikte parçalandılar.
Ulusların içinde de değişim aynı derecede kapsayıcıydı. İki
parti sistem leri yerlerini tek partili hüküm etlere, bazen de ulu­
sal hüküm etlere bırakmışlardı. Ancak, diktatörlükle idare edi­
len ülkelerle dem okratik bir kamuoyunu koruyanlar arasında­
ki dış benzerlikler, dem okratik tartışma ve karar kurum larının
büyük önem ini vurgulamaya yardım ediyordu. Rusya d ikta­
törlük özellikleri taşıyan bir sosyalizme yönelm işti. Almanya.

326
Japonya, İtalya ve daha küçük ölçüde Birleşik Devletler ve Bü­
yük Britanya gibi savaşa hazırlanan ülkelerde liberal kapita­
lizm yok olm uştu. Ama doğmakta olan faşizm, sosyalizm ve
New Deal rejim leri, ancak Inisse? fa ir e ilkelerini bir kenara bı­
rakmak konusunda birbirlerine benziyorlardı.
Böylece, tarih büıiin ülkelerin dışındaki bir olay tarafından
yönlendirilirken, tek tek uluslar dışardan gelen tehdidi kendi
yönelişleri doğrultusunda göğüslediler. Bazıları değişime kar­
şıydı; bazıları değişim e uymak için çaba harcıyorlardı; bazıları
da kayıtsızdı. Ayrıca, hepsi değişik doğrultuda çözüm ler arı­
yorlardı. Gene de, piyasa ekonom isi açısından bu kökten deği­
şik çözüm ler yalnızca belirli alternatifleri temsil ediyorlardı.
G enel çözü lm eyi kendi çıkarları için kullanm aya kararlı
olanlar arasında bir grup hoşnutsuz büyük güç vardı. Bunlar
için güç dengesi sistem inin, M illetler Cem iyeti’nin oluşturdu­
ğu zayıflamış biçim iyle bile, gününü doldurmuş olması ender
bulunur bir şanstı. Almanya artık uluslararası düzene hâlâ bir
dayanak sağlamaya devam eden geleneksel dünya ekonom isi­
nin çöküşünü hızlandırmaya iyice hevesliydi, bu ekonom inin
çöküşünü önceden kestirdiği için de rakiplerine göre ileri bir
durumdaydı. Siyasal yüküm lülüklerini yerine getirm eyi red­
detmesine en uygun zamanı beklerken, o gün geldiğinde dış
dünyanın üzerinde herhangi bir baskı gücüne sahip olmaması
için, uluslararası serm aye, meta ve para sistem inden koptu.
G eniş kapsamlı planlarının gerektirdiği özgürlüğü sağlam ak
için, ekonom ik kendine yeterliliğini geliştirdi. Altın rezervleri­
ni tüketti, yüküm lülüklerini kayıtsızca reddederek dış kredisi­
ni sıfıra indirdi, hatta bir süre, iyi durumdaki ödem eler denge­
sini isteyerek bozdu. G erçek niyetlerini gizlemesi güç olmadı.
Çünkü ne W all Street, ne Londra, ne de Cenevre, Nazilerin
ondokuzuncu yüzyıl ek onom isinin kesin çözü lü şüne hazır­
landıklarından kuşkulanmıyorlardı. Sir Jo h n Sim on ve M onta­
gu Norm an, Schacht’ın eninde sonunda Almanya’da O rtodoks
iktisadı geri getireceğine kesinlikle inanıyorlardı. Onlara göre,
ülke zor koşullar altında olduğu için böyle bir politika izliyor­
du, mali yardım sağlandığında işler düzelecekti. Bu tür hayal­

327
ler, M ünih sırasında ve daha sonraları, Downing Strcei'te yaşa­
maya devam elti. Böylece, A lm anya’nın geleneksel sistem in
çözülm esine ayak uydurabilm esi, ülkeyi kom plo planlarında
büyük ölçüde desteklerken, Büyük Britanya aynı sistem e bağ­
lılığından ötürü büyük zarar gördü.
İngiltere bir süre için altın standardından uzaklaşm ıştı, ama
ekonom isi ve mâliyesi dengeli kur ve sağlam para ilkelerine
dayanmakta devam etli. Bu, silahlanm a konusunda karşılaştığı
kısıtlam aların nedenini oluşturuyor. Almanya’nın kendine ye­
terliliği nasıl genel b ir dönüşüm g erçek leştirm e niyetinden
kaynaklanan askerî ve siyasal düşünceleri sonucuyduysa, Bri­
tanya’nın stratejisi ve dış politikası da ülkenin m uhafazakâr
mali görüşleri ile belirlenm işti. Kısıtlı savaş stratejisi, ticaret
merkezi bir adanın görüş açısını temsil ediyordu, donanm ası,
sağlam parasıyla yedi denizde kendine gerekli m allan satın al­
masını sağlayacak kadar güçlü olduğu sürece kendini em n i­
y e tte h isse d e n tic a re t m e rk e z i b ir ad an ın g ö rü ş a ç ıs ın ı.
193 3’ıe, Duff Cooper 1932 ordu bütçesinde yapılan kısıtlam a-
lan inatla savunurken, Hitler artık iktidardaydı. C ooper bu k ı­
sıtlamaları, “o sıralarda yetersiz bir savaş gücüne sahip olm ak­
tan daha tehlikeli görünen ulusal iflas” durumunun gerektir­
diğini söylüyordu. Üç yıldan uzun bir süre sonra, Lord Halifax
barışın ekonom ik ayarlamalarla sağlanması gerekliğini, ticare­
te yapılacak m üdahaleler bu ayarlamaları güçleştireceği için
bunlardan kaçınılacağım öne sürdü. M ünih’le aynı yıl, Halifax
ve Cham berlain Britanya’nın politikasını hâlâ “gümüş kurşun’’
fikri ve Almanya’ya verilen geleneksel Amerikan borçlan doğ­
ru ltusu nda b elirliy o rlard ı. N itekim H itler R u b ico n ’u geçip
Prag’ı işgal ettikten sonra, Lord Sim on Avam K am arası’nda
M ontagu N orm an’ın Ç ek altın rezervlerinin H itler’e teslim
edilişinde oynadığı rolü onaylıyordu. Sim on, devlet adamlığını
adadığı alim standardının korunm ası am acının büLtın diğer
amaçlardan ve sorunlardan daha önem li olduğuna inanıyordu.
Çağdaşları, Sim on’un davranışının kararlı bir barış politikası­
nın sonucu olduğunu düşünüyorlardı. Aslında bu, Londra’nın
bütün önde gelenlerinin stratejik ve siyasal konulardaki gö­

328
rüşlerine hâkim olmayı sürdüren altın standardı inancına olan
bağlılıktan başka bir şey değildi. Savaşın başladığı hafta, dış
ilişkiler bürosu H iller’in C ham berlain’le görüşm esinde söyle­
diklerine karşı verilecek yanıtta, Britanya’nın politikasını Al­
manya’ya verilen geleneksel Am erikan borçlan çerçevesinde
form üle elti.4 İn g iltere’nin askerî hazırlık sızlığı h er şeyden
çok, altın standardı iktisadına bağlılığının bir sonucuydu.
Almanya ilk elde ölümü kaçınılm az olan bir şeyi öldürenle­
rin üstünlüğünden yararlandı. Başlangıçtaki üstünlüğü, miadı­
nı doldurm uş ondokuzuncu yüzyıl sistem inin tasfiyesiyle ülke
ileri konum unu koruyabildiği sürece devam etti. Liberal kapi­
talizm in, alım standardının ve mutlak egem enliklerin yıkılm a­
sı, onun çapulcu akınlarının bir yan sonucuydu. Kendi iste­
ğiyle seçtiği ayrılmaya uyum sağlarken ve daha sonraki köle
tüccarı misali eylem lerinde, dönüşüm ün bazı sorunları için
deneme kabilinden çözüm ler geliştirdi.
Gene de, en önem li siyasal avantajı, dünya ülkelerini Bolşe-
vizme karşı birleşm eye zorlamaktaki başarısıydı. Piyasa ekono­
misi uzun süre m ülk sahibi sınıfların, aslında daha da geniş bir
grubu n, kayıtsız şartsız bağlılığına sah ip gibi görü n m ü ştü .
Şimdi Almanya, piyasa ekonom isi sorunlarının çözüm ünde ba­
şı çekerek dönüşümden en çok yararlanan ülke durumuna ge­
liyordu. Liberallerin ve M arksistlerin ekonom ik sın ıf çıkarları­
nın önceliği varsayımına göre, H itler’in kazanması kaçınılmadı.
Ama uzun dönem de, sosyal nitelikli ulus birimi ekonom ik ni­
telikli sınıf birim inden daha önem li olduğunu kanıtladı.
Rusya’nın yükselişi de ü lk en in dönüşüm için d eki rolü ne
bağlıydı. 1 9 1 7 ’den L929’a kadar Bolşevizm korkusu yalnızca
bir karmaşa korkusuydu. İşleyebilmesi sınırsız güven gerekti­
ren bir piyasa ekonom isinin yeniden düzenlenmesini engelle­
yebilecek bir karm aşa korku su. Bunu izleyen on yıl için d e
Rusya’da sosyalizm yadsınmaz bir gerçeklik kazandı. Ç iftlikle­
rin kam ulaştırılm ası, piyasa ekonom isinin , belirleyici faktör
toprak açısından, kooperatif yöntemleriyle aşılması demekti. O

4 B r itish B lu e B o o h , N o: 7 4 , cm d . 6 1 0 6 , 1 9 3 9 .

329
zam ana kadar yalnızca kapitalist dünyaya yön elik devrim ci
çalkantılar beldesi olan Rusya, şimdi piyasa ekonom isinin yeri­
ni alabilecek yeni bir sistem in Lemsilcisi olara ortaya çıkıyordu.
Bolşeviklerin, ateşli sosyalisıler olmalarına karşın, “Rusya’da
sosyalizmi kurmayı” inalla reddettikleri çoğu kez anlaşılmaz.
Yalnız başına M arksist inançları onların geri bir tarım ülkesin­
de bu tür bir çabaya girişm elerini engellerdi zaien. 1 9 2 0 ’nin
bütünüyle kural dışı “Savaş K om ü nizm i” deneyim i dışında,
önderler dünya devriminin sanayileşmiş Batı Avrupa’da başla­
ması gerektiği fikrine bağlı kaldılar. Tek ülkede sosyalizm on ­
lara kaçınılmaz olarak kendi içinde çelişkili bir terim gibi gö­
rünecekti, gerçekleştiğinde de eski Bolşeviklerin hepsi bunu
reddettiler. Ama göz kam aştırıcı bir başan olarak ortaya çıkan
da bundan başka bir şey değildi.
Ç eyrek yüzyıllık Rus tarihine baktığım ızda, Rus Devrimi
dediğimiz şeyin aslında iki ayrı devrimden oluştuğunu görü­
yoruz. Birincisi geleneksel Batı Avrupa ideallerini içeriyordu,
İkincisi ise otuzlu yılların bütünüyle yeni gelişm elerinin bir
parçasıydı. 19 1 7 -2 4 Devrim i, Avrupa’da İngiliz Com m onw e-
alth’inin ve Fransız Devrim i’nin gelişmesini izleyen siyasal çal­
kantıların sonuncusuydu; 1 9 3 0 civarında çiftliklerin kam ulaş­
tırılm asıyla başlayan devrim ise, otuzlu yıllarda dünyam ızın
dönüşüm ünü gerçekleştiren sosyal değişikliklerin ilkiydi, ilk
R us D evrim i 1 7 8 9 id eallerin in g erçek bir m irasçısı olarak
mutlakiyeti, feodal loprak m ülkiyetini ve ırkçı baskıları orta­
dan kaldırdı; ikinci devrim sosyalist bir ekonom i kurdu. Her
şey gözden geçirildiğinde, birincisi yalnızca bir Rus olayıydı.
Batı’ııın uzun gelişme sürecini Rus toprağında gerçekleştirm iş­
ti; İkincisi ise eş anlı evrensel bir dönüşüm ün bir parçasını
oluşturuyordu.
G örünüşte Rusya yirmili yıllarda Avrupa’dan ayrıydı ve ken­
di kurtuluşu için çaba harcıyordu. Daha dikkatli bir çözüm le­
me bu görünüşün yanlış olduğunu gösterebilir. Ç ü n kü iki
devrim arasındaki yıllarda onu bir seçim yapmaya iten ulusla­
rarası sistem in çöküşüydü. Daha 1 9 2 4 ’e gelinm eden “Savaş
Kom ünizm i" unutulup gitm işti. Rusya, dış ticaret ve anahtar

330
sanayilerde devlet kontrolünü korum akla birlikte serbest tahıl
piyasasını yeniden kurm uştu. Artık, büyük ölçüde tahıl, ke­
reste, kürk ve diğer organik hammaddelerin ihracatına daya­
nan dış ticaretini artırmaya çalışıyordu. Bu ihraç maddelerinin
fiyatları da, ticaretteki genel kopuştan ö n ce, genel tarım sal
buhran sırasınd a, iyice düşm üştü. Rusya’nın uygun ticaret
hadleriyle ihracatını geliştirem em esi, m akine ithalatını, dola­
yısıyla ulusal sanayiin kuruluşunu güçleştiriyordu; bu da şe­
hirle kırsal kesim arasındaki ticaret hadlerini olum suz biçim ­
de etkiliyor ve köylülüğün şehirdeki işçilerin yönelim ine duy­
dukları husumeti güçlendiriyordu. Böylece, dünya ekonom isi­
nin çözülm esi, Rusya’da tarım sorununu çözüm lem ek için el
yordam ıyla bulunan yöntem leri zorladı ve kolhozlara geçişi
hızlandırdı. Avrupa’nın geleneksel siyasal sistem inin çöküşü
de, silah ihtiyacını doğurduğu ve hızlı sanayileşm enin yükünü
artırdığı için aynı yönde etki yapıyordu. O ndokuzuncu yüzyıl
güç dengesi sistem inin yok oluşu ve dünya piyasasında Rus­
ya’nın tarım ü rünlerine yeterli talep olmayışı ülkeyi isteksiz
bir biçim de kendine yeterlilik yoluna gitmeye zorladı. Tek ü l­
kede sosyalizm , piyasa ek o n o m isin in tüm ü lk eler arasında
bağlantı kuramayışı sonucu ortaya çıktı; Rusya’da otarşi olarak
görünen şey, aslında yalnızca kapitalist enternasyonalizm in
miadını doldurmuş oluşuydu.
Uluslararası sistem in çöküşü tarihin dizginlerinden boşan­
m asına yol a çtı, gidişi yönlendiren bir piyasa toplıım un u n
içerdiği eğilimlerdi.

331
21. Karmaşık Bir Toplumda Özgürlük

O ndokuzuncu yüzyıl uygarlığı barbarların içlen veya dıştan


saldırıları sonucu yıkılm adı; canlılığını yok eden ne Birinci
Dünya Savaşı’nın yol açlığı yıkım ne de sosyalist Proletaryanın
veya faşist aşağı orta sınıfın isyanıydı. Ç öküşü kâr haddini n
düşüşü, eksik tüketim veya fazla üretim gibi sözde ekonom ik
yasaların sonucu değildi. O, bütünüyle değişik nedenlere bağlı
olarak dağıldı: Toplumun kendi kurallarına göre işleyen piyasa
tarafından yok edilm emek için uyguladığı önlem lere bağlı ola­
rak, Kuzey Amerika’da sınırların açık olduğu dönem deki ku­
ral dışı koşullar türünden koşulların dışında her zaman varo­
lan; piyasayla düzenli bir sosyal yaşamın en basit gerekleri ara­
sındaki çatışm a, yüzyılın itici gücünü oluşturdu ve sonunda
toplumu çökerten tipik zorlam aları ve gerilim leri yarattı. Dış
savaşlar yalnızca çöküşü hızlandırdılar.
Yüzyıl süren kör bir "ilerlem eden” sonra, insan “yaşam ala­
n ını” yeniden kuruyor. Bir am aç olarak sanayileşm e, soyu yok
etm em esi için, insan doğasının gereklerine boyun eğmek zo­
runda. Piyasa toplum una yöneltilm esi gereken eleştiri bu top­
lum un iktisada dayanm ış olm ası değil - b ir anlam da bütün
toplum lar öyle olm ak zo ru n d a- iktisadının kişisel çıkara da­
yanm ış olması. Ekonom ik yaşamın bu biçim de örgütlenişi bü ­

332
tünüyle doğaya aykırı, tam olarak ampirik anlamda ku ral dışı.
O ndokuzuncu yüzyıl düşünürleri, insanın ekonom ik faaliyet­
lerinde kâr am acına yöneldiğini, maddeci eğilimleri olduğunu,
dolayısıyla daha çok çaba sarfedecek yerde daha az çaba sarfeı-
m eyi seç tiğ in i ve em eğ in in k arşılığ ın d a k en d isin e bir şey
ödenm esini beklediğini varsayıyorlardı. Kısacası, insanın eko­
n om ik faaliyetlerind e ek o n o m ik rasy o nalite ded ikleri şeye
uyacağını, başka tür davranışların ancak dış müdahaleler so­
nucu ortaya çıkabileceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla, piya­
salar doğal kurum lardı ve insanlar kendi hallerine bırakıldı­
ğında kendiliğinden ortaya çıkacaklardı. Piyasalardan oluşan,
yalnızca fiyatların kontrol elliği bir ekon om ik sistem kadar
normal birşey olamazdı ve böyle piyasalara dayanan bir insan
toplum u, ilerlem enin amacı olarak görülüyordu. Ahlâk! açı­
dan böyle bir toplum un istenebilirliği ne olursa olsun, uygula­
nabilirliği -aksiyo m atik o larak - soyun değişmez özelliklerinin
bir parçasıydı.
Aslında, artık bildiğimiz gibi, insanın davranıştan, hem ilkel
durumda hem de tarih boyunca, bu görüşün belirttiğinin tam
tersi olmuş. Frank H. Knight’ın “özellikle İnsanî olan dünüle-
rin hiçbiri ekonom ik değildir” sözü yalnızca sosyal yaşam için
değil, ek on om ik yaşam ın kendisi için bile geçerlidir. Adam
Sm ith’in ilkel insan tablosunu büyük bir güvenle üzerine kur­
duğu takas eğilimi, ekonom ik faaliyetlerinde insanın sık rast­
lanan eğilim lerinden değil, ender olarak görülenlerdendir. Bu
akılcı m odellerin m odem antropoloji tarafından yalanlandığı
gibi, ticaretin ve piyasaların tarihi de, ond okuzu ncu yüzyıl
sosyologlarının uyum cu (harm onistic) öğretilerinde varsayı­
landan bütünüyle farklı. İktisat tarihi, ulusal piyasaların doğu­
şunun, hiçbir biçim de, ekonom i alanının zamanla ve kendili­
ğinden hüküm et kontrolünden kurtulması sonucu olmadığını
gösteriyor. Tersine, piyasa, piyasa düzenini toplum a ekonom i
dışı nedenlerle kabul ettiren hüküm etin, bilinçli bir biçim de,
bazen de şiddet kullanarak, yaptığı müdahalelerin sonucu or­
taya çıkm ış. Ve ondokuzuncu yüzyılın kendi kurallarına göre
işleyen piyasası, yakından bakıldığında, ek onom ik çıkarlara

333
dayanması bakımından düzenlenişinde kendinden önce gelen
piyasalardan bütünüyle farklı bir görünüm taşıyor. O ndoku-
zuncu yüzyıl'toplum unun doğuştan gelen zayıflığı, onun bir
sanayi toplum u oluşuna d eğil, bir piyasa toplum u oluşuna
bağlı. Kendi kurallarına göre işleyen piyasa deneyim i, bu üto­
pik deneyim , bir anı olarak kaldığında bile sanayi uygarlığı
varlığını sürdürecek.
Ancak, sanayi uygarlığının, yeni, piyasa dışı temellere kay­
m ası, üzerinde d üşünülem eyecek kadar um utsuz bir iş gibi
görünüyor. Korkulan kurum sal bir boşluk, daha da kötüsü,
özgürlüğün kaybedilm esi. Bu tehlikelerin gerçekleşm esi z o ­
runlu mu peki?
G eçiş dönem inin parçası olan büyük acıların çoğu arlık ge­
ride kaldı. Çağım ızın sosyal ve ekonom ik çözülm esi içinde,
buhranlar, para dalgalanm aları, k ille halinde işsizlik, sosyal
konum değişmeleri, tarihî devletlerin korkunç çöküşleri gibi
trajik olayların en kötülerini gördük. Farkında olmadan deği­
şik liğ in bed elini ödüyord uk, in san lık m akine ku llan ım ın a
uyum sağlam ış olm aktan ço k uzak, beklenen değişm eler de
çok büyük. G ene de geçm işe geri dönm ek, dertlerim izi başka
bir gezegene havale etm ek kadar olanaksız bir şey. Şeytani zor­
balık ve fetih güçlerini ortadan kaldıracak yerde böylesine o l­
mayacak bir işe girişm ek, bu güçlerin askerî olarak uğradıkları
nihai yenilgiden sonra bile yaşamaya devam etm elerini sağla­
yacaktır. Kötülüğün davası, bu durumda, belirleyici bir siyasal
üstünlüğe, ne kadar iyi niyetle olursa olsun olanaksız bir işe
kalkışm anın karşısında g erçek leşeb ilecek olanı tem sil etm e
üstünlüğüne sahip bir konuma geçecektir.
Ayrıca geleneksel sistem in çöküşü bizi boşlukta bırakmıyor.
Tarihle geçici çö zü m lerin, büyük ve sürekli kuram ların to­
hum larını taşıması ilk kez rastlanan bir şey değil.
Ulusların içinde, ekonom ik sistem in toplum yasalarının be­
lirleyicisi olm aktan çıkm ası ve toplum un ekonom ik sistem e
göre taşıdığı önceliğin korunm ası yolunda gelişm elere tanık
oluyoruz. Bu, bir ço k yoldan g erçekleşebiliyor, d em okratik
veya aristokratik, anayasal veya otoriter, halta belki h iç tah­

334
min edem eyeceğim iz biçim lerde. Bazı ü lkelerin geleceği d i­
ğerlerinde bugün yaşanıyor olabilir, aynı zamanda bazıları da
ötekilerin geçm işini hâlâ içlerinde taşıyor olabilirler. Ama so ­
nuç hepsi için ortak: Piyasa sistem i artık ilke olarak bile k en ­
di yasalarına göre işlem eyecek çünkü em ek, toprak ve parayı
kapsamayacak.
Em eğin piyasa dışına alınm ası, rekabetçi em ek piyasalarının
kuruluşu kadar kökten bir dönüşüm oluşturuyor. Ücret söz­
leşm esi, ikincil ve yan noktalar dışında özel bir sözleşm e ol­
maktan çıkıyor. Yalnız fabrikadaki koşullar, çalışm a saatleri ve
sözleşm e biçim leri değil, temel ücretin kendisi piyasa dışında
belirleniyor; böylece işçi sendikalanna, devlete ve diğer kamu
organlarına düşen rol yalnızca bu kuram ların niteliğini değil,
üretim yönetim inin örgütlenişini de içeriyor. Ü cret farklılıkları
ekonom ik sistem içinde temel bir rol oynamaya devam etm ek
durumunda oldukları (böyle olmaları gerektiği) halde, parasal
gelirlerle doğrudan doğruya ilgili olm ayan d ürtüler em eğin
mali yönüne göre çok daha fazla önem kazanabiliyorlar.
Toprağın piyasa dışına çıkm ası, onun aile işletm esi, koope­
ratif, fabrika, belediye, okul, kilise, parklar, korunm uş doğal
alanlar gibi belirli kuram larla birleşm esiyle eş anlamlıdır. Çift­
liklerin özel sahipliği ne kadar yaygın olursa olsu n , toprak
mülkiyetiyle ilgili sözleşm elerin, temel konular piyasa yöneti­
mi dışına çıktığı için , yalnızca yan noktalar üzerinde durmala­
rı yeterli olacak. Aynı şey tem el gıda m addeleri ve organik
hammaddeler için de geçerli çünkü bunlarla ilgili fiyat sapta­
maları artık piyasaya bırakılmayacak. Rekabetçi piyasaların bir
dizi ürün için işlerliklerini korum alarının, toplum un yapısına,
em ek, toprak ve para fiyatlarının piyasa dışında belirlenişinin
diğer fiyatların gördüğü maliyet belirlem e işlem ine müdahale
ettiğinden daha fazla müdahale etmesi gerekmez. Artık m ülki­
yet hakkından kaynaklanan gelirlerin, yalnızca istihdam ı, üre­
timi ve toplumdaki kaynakların kullanım ını sağlamak am acıy­
la sınırsızca artmalarına gerek kalmadığı için, mülkiyetin nite­
liği, doğal olarak, temel bir değişim geçirecek.
Para kontrolünün piyasadan alınması günümüzde bütün ül­

335
kelerde gerçekleşürilm ekte. Mevduat yaratılması bunu bilinç­
siz olarak büyük ölçüde etkilem işti, ama yirmili yılların altın
standardı buhranı, meta parayla itibari para arasındaki ilişki­
nin h iç b ir b içim d e k op m am ış old u ğu nu k an ıtla d ı. Bütün
önem li devletlerde, “işlevsel m âliyenin” ortaya çıkışından beri,
yatırımların yönlendirilm esi ve tasarruf haddinin düzenlenm e­
si hükümetin görevleri arasına girdi.
Dolayısıyla, üretim unsurlarını -e m e k , toprak ve p aray ı- pi­
yasa dışına çıkarm ak, yalnızca o nlan meta olarak ele alan pi­
yasa açısından tek yönlü bir eylem olarak görülebilir. İnsan
gerçekliği açısından, m eta efsanesinin çöküşünden sonra yeni­
den kurulan şey, sosyal alanın her yanına yayılan bir eylemdir.
Nitekim, birbirinin eşi piyasa ekonom ilerinin çözülm esi şim ­
diden çeşit çeşit yeni toplum un ortaya çıkışına yol açıyor. Ay­
rıca, piyasa toplum uııun sonu, kesinlikle piyasanın sonu de­
mek değil. Piyasalar ekonom ide kendi yasalanna göre işleyişin
organları olmaktan çıkm akla birlikte, çeşitli biçimlerde varlık­
larını sürdürüyor, tüketicinin özgürlüğünü sağlıyor, talep kay­
naklarını gösteriyor, üreticilerin gelirini etkiliyor ve bir m uha­
sebe aracı görevini üstleniyorlar.
O ndokuzuncu yüzyıl toplum u, iç yöntem lerinde olduğu gi­
bi dış yöntem lerinde de iktisatla sınırlanm ıştı. Sabit kurların
alanı u ygarlıkla çak ışıy o rd u . A ltın standardı ve neredeyse
onun parçası durumuna gelen anayasal rejim ler yürürlükte o l­
duğu sürece, güç dengesi bir barış aracıydı. Sistem , dünya mâ­
liyesinin merkezi olan Büyük Devletlerin, özellikle Büyük Bri­
tanya'nın, aracılığıyla işliyor ve daha geri ülkelerde temsili hü­
k üm etlerin kurulm ası yönü nd e etki yapıyordu. Bu, sağlam
bütçe gerekliliğiyle borçlu ülkelerin mâliyesi ve ulusal paraları
üzerinde denetim sağlamak açısından önem liydi, bu işlevleri
de yalnızca sorum lu organlar yerine getirebilirdi. Gene de, ku­
ral olarak, bu kaygılar bilinçli bir biçim de devlet adamlarının
akıllarında yer etm iş değildi. Durumun böyle olm asının nede­
ni, altın standardının gereklerinin tartışmasız kabul edilm esiy­
di. Parasal ve temsilî kuram ların dünya düzeyindeki tekdüze­
liği, dönem in katı iktisadının sonucuydu.

336
Bu durum ondokuzuncu yüzyıl uluslararası yaşam ının iki
ilkesini açıklıyordu: Anarşist bir ulusal egem enlik ve diğer ül­
kelerin işlerine “h aklı” müdahale. G örünüşte birbirleriyle çe­
kişm elerine karşın, bu ikisi birbirine bağlıydı. Ulusal egem en­
lik, doğal olarak, yalnızca siyasal bir terimdi, çünkü düzenlen­
memiş dış ticaret ve altın standardı çerçevesinde hüküm etler,
uluslararası iktisat konularında, bütünüyle güçsüzdüler. Para
konularında ülkelerinin durumunu belirlem eye ne güçleri ne
de istekleri vardı - yasal durum buydu. Aslında, yalnızca para
sistem leri merkez bankasının kontrolü alım da bulunan ülke­
ler egemen devletler olarak görülüyordu. G üçlü Batı ü lkeleri­
nin durum unda, ulusun bu sonsuz ve sınırsız parasal egem en­
liği tam karşıtıyla, piyasa ekonom isi ve piyasa toplum unun
dokusunu başka yerlere yayma doğrultusundaki am ansız bas­
kıyla, birlikte yer alıyordu. Sonuçta, ond okuzu ncu yüzyılın
sonunda dünya halkları kurum sal olarak eşi görülm em iş bir
biçim de aynılaştırılmışlardı.
Bu sistem , hem karm aşıklığı hem de evrenselliği yüzünden
güçlüklerle karşılaşıyordu. Anarşist egem enlik, M illetler C e­
miyeti tarihinin çarpıcı bir biçim de kanıtladığı gibi, bütün et­
kin uluslararası dayanışma biçim lerine bir engel oluşturuyor­
du. Ulusal sistem lerin zorla sağlanan aynılığı da, özellikle geri
ülkelerde, hatta bazen ileri ama mali açıdan zayıf ülkelerde bi­
le, özgür ulusal gelişm e için sü rekli bir tehdit yaratıyordu.
Ekonom ik dayanışma, serbest ticaret gibi am açsız ve etkin o l­
mayan özel kurum lara bırakılm ıştı. Halklar, yani hüküm etler
arasındaki gerçek bir dayanışma ise, düşünülümezdi bile.
Bu durum dış politikadan görünüşte bağdaşmaz iki taleple
bulunabilir: D ost ülkeler arasında ondokuzuncu yüzyıl ege­
menliği çerçevesinde akla bile getirilem eyecek kadar yakın bir
dayanışmayı gerektirirken, aynı zamanda da, düzenlenm iş pi­
yasaların varlığı hüküm etlerin dış müdahalelere karşı eskisin­
den daha duyarlı olm alarına yol açacaktır. Bununla birlikte,
otom atik altın standardı m ekanizm asının ortadan kalkışıyla,
hüküm etler m utlak egemenliğin en engelleyici yönünü, ulus­
lararası ekonom i alanında dayanışmaya yüz çevrilm esini, bir

337
kenara bırakm a olanağını bulacaklardır. Aynı zamanda, başka
ulusların ulusal kurum lannı kendi eğilim lerine göre biçim len­
d irm elerine isley erek razı o lm ak ve böylece o n d ok u zu n cu
yüzyılın dünya ekonom isinde ulusal rejim lerin birbirinin eşi
olması gerekliği yolundaki zararlı baul inancı aşmak olanağı
doğacaklır. Eski Dünyanın kalıntıları içinden yeni Dünyanın
tem el taşlarının yükseldiğini görebiliyoruz: H üküm etler ara­
sında ek o n o m ik dayanışm ayı ve ulusal yaşamı isten d iğin ce
düzenleme özgürlüğünü kısıtlayıcı serbest ticaret sistem i için ­
de, bu olasılıkların hiçbiri düşünülem ezdi, dolayısıyla da ulus­
lar arasındaki çeşitli dayanışma yöntem leri dışlanıyordu. Piya­
sa ekonom isi ve alim standardı içinde federasyon fikri, haklı
olarak, bir merkezileşm e ve aynılaşm a karabasanı olarak algı­
lanırken, piyasa ekonom isinin sonu pekâlâ ulusal özgürlükle
birlikte giden etkin bir dayanışma anlamına gelebilir.
Ö zgürlük sorunu iki ayrı düzeyde ortaya çıkıyor: Kuramsal
ve ahlâkî düzeylerde. Kurumsal düzeyde sorun, artan özgür­
lüklerle azalan özgü rlü klerin dengelenm esi soru nu ; burada
kökten değişik yeni sorularla karşılaşmıyoruz. Daha temel dü­
zeyde, özgürlük olanağının kendisi kuşkulu. Özgürlüğü koru­
ma yöntem leri, özgürlüğü bozup yıkıyor gibi görünm ekle. Ça­
ğımızda özgürlük sorununun anahtarı bu ikinci düzeyde aran­
malı. Kurumlar, insan değerleri ve amaçlarını içerirler. Karm a­
şık bir toplumda özgürlüğün gerçek anlamını göremeden, ara­
dığımız özgürlüğe ulaşamayız.
K urum sal düzeyde d ü zen lem eler, özgürlüğü hem a rtırır
hem de kısıtlarlar; önem li olan yalnızca yitirilen ve kazanılan
ö zgü rlü k lerin dengesidir. Refah için d ek i sınıflar, g ü v en lik
içinde, boş zamanın sağladığı özgürlüğün tadını çıkarırlar; do­
ğal olarak, toplumda özgürlüklerin yayılması konusunda, gelir
darlığı yüzünden bu konuda azla yetinm ek zorunda olanlar­
dan daha az heyecanlıdırlar. Bu, gelir, boş zaman ve güveni da­
ha adil bir biçim de dağıtm ak için zorlam alar önerilir ön eril­
mez açıkça ortaya çıkar. Kısıtlamaların herkes için geçerli o l­
masına karşın, ayrıcalıklı olanlar kısıtlam alara, sanki bunlar
yalnızca kendilerine yönelm işçesine, içerlerler. Kölelikten söz

338
ederler, oysa am açlanan yalnızca kendi yararlandıkları özgür­
lüğün başkaları için de geçerli olacak biçim de yaygınlaştırıl-
masıdır. Başlangıçta onların boş zamanı ve güvenliğinin, dola­
yısıyla özgürlüklerinin, ülke düzeyinde özgürlüğün artırılabil­
mesi için azaltılması gerekebilir. Ama özgürlüklerin bu biçim ­
de yer değiştirm em esi, yeniden biçim lendirilm esi ve genişletil­
mesi, yeni koşulların eskisinden daha az özgür olm ası gerekti­
ği yolundaki fikirleri desteklemez.
Ama korunm aları büyük önem taşıyan özgürlükler vardır.
Barış gibi bunlar da ondokuzuncu yüzyıl ekonom isinin yarat-
tıgı şeyler, ama artık biz bunları kendi içlerinde değerli bulm a­
ya başladık. Toplumun özü için ölüm cül bir tehlike oluşturan
ayrım, siyaset ve ekonom inin kurumsal olarak birbirlerinden
ayrılmaları, neredeyse otom atik bir biçim de, adalet ve güven
pahasına özgürlük yarattı. Sivil özgürlükler, özel girişim cilik
ve ücret sistem i, ahlâkî özgürlük ve bağımsız düşünceyi besle­
yen bir yaşama biçim i içinde birleştiler. Burada da yasal ve
gerçek özgürlükler, unsurları kolayca birbirinden ayrılamaya­
cak ortak bir yapıda bir araya geldiler. Bu unsurların bazdan,
işsizlik ve spekülatör kârları gibi belalara bağlıydı, bir kısmı
da Rönesans ve Reform geleneklerinin en değerlilerine. Çöken
piyasa ekonom isinden miras kalan bu yüksek değerleri koru­
mak için elim izden geleni yapmamız gerek. Bunun büyük bir
iş olduğu meydanda. Piyasa ekonom isi içinde ne özgürlük ne
barış kurum sallaştııılabilirdi. Çünkü onun amacı kâr ve refah
yaratm aktı, barış ve özgürlük değil. Bunlara sahip olm ak isti­
yorsak, gelecekte bunun için bilinçli bir çaba gösterm ek gere­
kecek; bunlar önüm üzdeki toplum ların seçilm iş am açları o l­
mak zorundalar. Barış ve özgürlüğü güvence altına alm ak için
dünya düzeyinde bugün girişilen çabaların gerçek anlam ı ola­
bilir. O ndokuzuncu yüzyıl ekonom isinden kaynaklanan barış
çıkarı, bir kez işlerliğini yitirdikten sonra, barış isteğinin ne
dereceye kadar etkinlik kazanacağı uluslararası bir sistem kur­
maktaki başarımıza bağlı. Kişisel özgürlüğe gelince, o, korun­
ması ve giderek yayılması için özel olarak geliştirdiğimiz ön ­
lemler ölçüsünde var olacak. Yerleşmiş bir toplum da, sürüden

339
ayrılma hakkını kurumsal olarak korum ak gerekli. Birey, sos­
yal yaşamın bazı alanlarında idari görevler yüklenm iş güçler­
den korkm adan vicdanının sesini dinlem ekte özgür olm alı. Bi­
lim ve sanal, her zaman bilim ve sanat dünyasının denetim i al­
tında olmalı. Zorlama hiçbir zaman mutlak olm am alı; “karşı
çıkana" çekilebileceği bir köşe, ona bir yaşam alanı bırakan bir
“ikinci en iyi” seçim i sağlanabilmeK.
Böylece, toplum sal bütünleşm eye doğru atılan her adım öz­
gürlük artışıyla beraber gitm eli, planlama yönünde gelişm eler
bireyin toplum içindeki yerini sağlamlaştırma çabalarını içer­
meli. Bireyin vazgeçilmez hakları, kişisel olsun anonim olsun,
en yüksek güçlere karşı bile yasalarla korunabilm eli. G ücün
kötüye kullanılm asının kaynaklarından biri olarak bürokrasi­
nin oluşturduğu tehlikeye karşı alınacak gerçek önlem , karşı
çıkılam az yasalarla korunan keyfî özgürlük alanları yaratm ak­
tadır. Ç ünkü, elde edilen güç ne kadar cöm ertçe kullanılırsa
kullanılsın, merkezde bir güç birikim i olacak, dolayısıyla bi­
reysel özgürlük tehlikeye girecektir. Bu, işlevleri tek tek üyele­
rinin haklarını korum ak olan m eslekî birlikler ve işçi sendika­
ları için olduğu gibi, dem okratik toplulukların kendi oıganları
için de geçerlidir. Bireyin kurum ların kötü niyetinden kuşku
duyması için ortada hiçbir neden bulunmadığı durumlarda bi­
le, bunların yalnızca büyüklüğü bireyin kendini güçsüz hisset­
m esine yol açabilir. Eğer görüşleri ve eylemleri gücü elinde tu­
tanları kuşkulandırabilecek gibiyse, bu durum daha da belir­
ginleşir. Yalnızca kâğıt üzerindeki haklar yeterli olamaz; Hak­
ların etkinlik kazanması için kurum lar gerekir. “Göz altında
tutma yasaları”mn (h a b ea s corpu s) kişisel özgürlüğün yasalara
işlenmesi için kullanılabilecek son anayasal araç olm ası gerek­
li değil. Yurttaşların şimdiye kadar kabul edilm em iş hakları da
insan Hakları Bildirisine eklenm eli. Bunlar Devlet olsun, yerel
yönelim veya mesleki kuruluşlar alanında olsun, bütün yetki­
lilere karşı geçerli kılınm alı. Bu haklar listesinin başında da,
bireyin siyasal ve dinî görüşlerinden, rengi ve ırkından bağım ­
sız olarak, kabul edilebilir koşullar alım da çalışabileceği bir iş
sahibi olma hakkı gelm eli. Bu, insanların en ince yöntem lerle

340
dahi mağdur durumda bırakılm alarına karşı bir garanti anla­
mına geliyor. Sanayi m ahkem elerinin, toplum un üyelerini tek
tek ilk dem ir yolu şirketleri türünden keyfi güç öbeklerinden
bile koruyabildiklerini biliyoruz.
Kam uoyunun yurttaş haklarını korum akta kararlı davrandı­
ğı durumların hepsinde, m ahkem eler bireysel özgürlüğü geri
alm akta başarılı oldular. Bu hakların her ne pahasına olursa
olsun, üretimde etkinlik, tüketimde tasarruf veya akılcı idare
pahasına bile, korunm aları gerekir. Bir sanayi loplum unun,
özgür olm a olanaklarına sahip olduğu unutulmam alı.
Piyasa ekonom isinin sona erişi, eşi görülm em iş bir özgür­
lük dönem inin başlangıcı olabilir. Yasal ve gerçek özgürlük,
her zam ankinden daha geniş ve daha yaygın kılın abilir; dü­
zenlem e ve kontrol, yalnız birkaç kişiye değil, herkese özgür­
lük sağlayabilir. Böylece eski özgürlükler ve yurttaş h aklan ,
sanayi loplum unun herkese sağladığı boş zaman ve güvenin
yarattığı yeni özgü rlü klere eklen ebilir. Böyle b ir toplum un
hem adaletli, hem özgür olması için gerekli olanaklan vardır.
Ama bu yolun ahlâkî bir engelle tıkanm ış olduğunu görü­
yoruz. Planlam a ve kontrole özgürlüğün yadsınm ası olarak
karşı çıkılıyor. Serbest girişim cilik ve özel m ülkiyet özgürlü­
ğün gerekli koşulu ilan ediliyor. Değişik tem eller üzerine ku­
rulm uş bir toplum un özgür sıfatını hak etm ediği söyleniyor.
Düzenlem elerin yarattığı özgürlük, özgürlüğün karşıtı olarak
reddediliyor; bunun getirdiği adalet, özgürlük ve refah gizli
kölelik olarak yerlere batırılıyor. Aynı zamanda, araçlar am aç­
ları belirlediği için, sosyalistlerin bir özgürlük vaadinin boşa
çıktığım gördük: Planlam a, düzenlem e ve kontrolü araç ola­
rak kullanan SSC B, henüz anayasasında vaadedilen özgürlük­
leri uygulam aya koym adı, sistem i eleştiren ler “koyacağı da
yok” diye tam am larlardı cüm leyi... Ama düzenlem elere karşı
çıkm ak, reforma karşı çıkm ak demektir. Bu yüzden de, libe­
rallerin özgürlük fikri yozlaşıp yalnızca serbest girişim ciliğin
bir savunucusuna dönüşüyor, bu da bugün, dev tröstler ve
azam etli tekellerin yadsınm az gerçekliği karşısında bir efsa­
neden başka bir şey değil. Bu, sahip oldukları g elir,'b o ş za­

341
man ve güvenin artırılm ası gerekm eyenler için tam bir özgür­
lük ve dem okratik haklarını boşu boşuna mülk sahiplerinin
gücün e karşı k end ilerin i k oru m ak için kullanm aya çalışan
halkın önüne atılan birkaç lokm a anlam ına geliyor. Hepsi bu
kadar da değil. Liberaller, h içb ir yerde, serbest işletm eciliği
kuram adılar. Ç eşitli Avrupa ü lkelerind e büyük işletm elerin
kurulm ası, bu arada Avusturya’daki gibi çeşitli faşizm tipleri­
nin yerleşm esi, onların çabalan sonucuydu. O nların özgürlü­
ğe karşı tehlike olarak görüp yasaklanm asını istedikleri plan­
lama, düzenlem e ve kontrol, böylece, özgürlük düşm anı o l­
duklarını gizlem eyenler tarafından, özgürlüğü bütünüyle o r­
tadan kaldırmak için kullanıldı. Faşizm in zaferi de, liberalle­
rin planlama, düzenlem e veya kontrolü içeren reform ları en ­
gellem eleriyle kaçınılm azlaşm ıştı.
G erçek ten de, faşizm altında özgürlüğün toptan ortadan
kalkışı, güç ve zorlam aların kötü şeyler olduğunu öne sürüp,
insan topluluklarının bunlardan arınm asını isteyen liberal fel­
sefenin kaçınılm az bir sonucuydu. Böyle bir arınm a olanağı
yoktur; karm aşık bir toplum da bu açıkça ortaya çıkar. Bu du­
rumda, ya hayali bir özgürlük fikrine bağlı kalıp, toplum un
gerçekliğini yadsımak, ya da bu gerçekliği kabul edip özgür­
lük fikrini yadsımaktan başka seçenek kalmıyor. Bunlardan il­
ki liberalin vardığı sonuç, İkincisi de faşistin. Başka yol yok­
muş gibi görünüyor.
Kaçınılmaz olarak, biz, söz konusu olanın, özgürlüğün elde
edilebilirliği olduğu sonucuna varıyoruz. Eğer düzenlemeler,
karmakarışık bir toplumda özgürlüğü yaymanın ve güçlendir­
menin tek yoluysa, ve buna karşın, bu yolun kullanılm ası öz­
gürlüğe ters düşüyorsa, bunun anlamı böyle bir toplum un öz­
gür olamayacağıdır.
ikilem in tem elinde özgürlüğün anlam ının yattığı açık. Li­
beral ek o n o m i, id eallerim ize yanlış b ir yön verdi. Ö zünde
ü topik birtakım b ek len tilerin aşağı yukarı gerçekleştiği yer
gibi göründü gözüm üze. Ama güç ve zorlamaya yer vermeyen
toplum olam az, içinde gücün h içbir işlevi olmayan bir dünya
da, yalnızca insan iradesi ve istekleriyle biçim lendirilm iş bir

342
toplum varsayımı da bir hayaldi. Ama toplum u İktisadî söz­
leşm e ilişkileriyle, sözleşm e ilişkilerini de özgürlükle özdeş­
leştiren piyasa görüşünün sonucu buydu. Bu radikal hayal in­
san toplum unda insan iradesinden kaynaklanm ayan, dolayı­
sıyla onların iradesiyle ortadan kaldırılm ayacak h içbir şey o l­
madığı görüşüne yol açtı. Görüş piyasayla sınırlanm ıştı. Piya­
sa da yaşamı, m alın piyasaya ulaştığı noktada sona eren üreti­
ciler sektörüyle, istediği her şey piyasadan kaynaklanan tüke­
ticiler sektörüne ayrıştırıyordu. Birisi gelirini “özgürce” piya­
sadan sağlıyor, diğeri de gelirini “özgürce” orada harcıyordu.
Toplumun bütünü göze görünm üyordu. D evlet gücü ön em ­
sizdi. Çünkü bu güç ne kadar az olursa, piyasa m ekanizm ası
o kadar iyi işleyecekti. İşsizlik ve d üşkünlük durum larında
ortaya çıkan acım asız özgürlük kısıtlam alarından ne seçm en ­
ler, ne m ülk sahipleri, ne üreticiler, ne de tü keticiler sorum lu
tu tu labilird i. Bütün doğru dürüst insanlar, d evletin kişisel
olarak karşı çıktıkları baskılarından veya kişisel olarak kendi­
lerine yarar sağlam am ış olan toplum sal acılardan sorum lu o l­
m adıklarını düşünebilirlerdi. O nlar “kendi paylarına düşeni
ödem işlerdi”, “kim seye borçları y oktu ”, gücün ve ekonom ik
değerin kötülüğüne bulaşmamışlardı. Bunlardan bir sorum lu­
luğu olmadığı öylesine açıktı ki, gerçekliklerini özgürlük adı­
na yadsıyabiliyorlardı.
Ama güç ve ekonom ik değer, sosyal gerçekliğin parçasıdır-
lar. Bunlar insan iradesinden kaynaklanmazlar, bu alanda da­
yanışma yokluğu söz konusu olamaz. G ücün işlevi toplulu­
ğun sürm esi için gerekli uyumun sağlanm asıdır; nihai kayna­
ğı görüşlerdir - v e şöyle veya böyle bir görüşe sahip olm am ak
kimin elinde olabilir? E konom ik değer, yararlı m alların üre­
tilm esini sağlar; üretim kararlarının alınm asından ö n ce var
olması gerekir; iş bölüm üne vurulan bir damgadır bu. Kayna­
ğı insan istekleri ve n ed re ttir- bazı insanların bazı şeyleri öte­
kilerden daha fazla istem edikleri bir durum d üşü nebilir m i­
yiz? Her görüş ve her istekle gücün yaratılm ası ve ekonom ik
değerin oluşm asına katılm ış oluruz. Başka türlü davranm ak
özgürlüğü düşünülem ez.

343
Şim di tartışmamızın son aşamasına ulaşmış bulunuyoruz.
Piyasa ütopyasını bir kenara bıraktığımızda, toplum un ger­
çekliğiyle karşı karşıya geliyoruz. Bu liberalizm le, faşizm ve
sosyalizm arasındaki ayrımı oluşturuyor. Faşizm ve sosyalizm
arasındaki fark ek onom ik bir fark değil. A hlâkî ve d inî bir
fark. Aynı iktisat ilkelerine bağlı olduklarını öne sürdüklerin­
de bile, yalnızca değil, aynı zamanda zıt ilkelerin taşıyıcılarıdır
bunlar. Ve aralarındaki nihai ayrımı yapan gene özgürlüktür.
Faşistler ve sosyalistler, aynı biçim de, toplum un gerçekliğini
ölüm ün insan bilincini biçim lendirm esi türünden bir kesinlik­
le kabul ederler. Güç ve zorlam a bu gerçekliğin bir parçasıdır;
bunları toplumdan silen bir ideal geçersiz olacaktır. Ayrıldıkla­
rı nokta, bu bilginin ışığında özgürlük fikrinin korunup ko-
runmayacağıdır. Özgürlük boş bir sözcük, insan ve insan ça­
balarını yok etm ek üzere geliştirilm iş bir igva mıdır, yoksa in ­
san bu bilginin karşısında özgürlüğüne sahip çıkıp, ahlâkî ha­
yalciliğe kapılm adan onun toplum içinde gerçekleşm esi için
çalışabilir mi?
Bu endişeyle sorulan ve endişe yaratan soru insanlık duru­
munu özetliyor. Bu çalışm anın ruhu -ve içeriği, buna bir açık ­
lama getirmiş olmalı.
Batılı insanın bilin cin i oluşturduğunu düşündüğüm üz üç
gerçeğe değindik: Bunların ilki, Musevi efsanelerine göre Tev­
rat’ta açıklandı. İkincisi, In cil’in kaydettiği gibi, İsa’nın öğreti­
lerindeki her insanın benzersiz oluşu fikriydi. Ü çüncü ilham,
sanayi toplum u içindeki yaşamdan kaynaklandı. Buna bağlı
bir büyük adam adı yok; onun aracı olmaya en fazla yaklaşan
R obert O w en. M odern insan b ilin cin i olu ştu ran unsur, bu
üçüncüsü.
Toplum gerçekliliğinin tanınm asına verilen faşist yanıt, öz­
gürlük inancının yadsınması. Faşizm , Hıristiyanlığın bulduğu
bireyin eşsizliği ve insanlığın birliği fikirlerine bütünüyle ters
düşüyor. Yoz eğilim lerinin tem elinde yatan, bu zıtlık. Kutsal
k itabın toplum gerçekliğini göz ardı ettiğini ilk kez R obert
Owen fark etti. Buna H ıristiyanlığın insanı “bireyselleştirişi”
adını verdi ve yalnızca dayanışma içinde bir toplulukta “H ıris­

344
tiyanlıkla gerçeklen değerli olan her şeyin” insandan ayrılma­
sına son verilebileceğine inandı. Owen İsa’nın öğretilerinden
aldığımız özgürlük fikrinin karmaşık bir topluma uygulanam a­
yacağını görmüştü. O nun sosyalizmi, insanın özgürlük isteği­
nin böyle bir toplumda desteklenmesiydi. Batı uygarlığı Hıris­
tiyanlık sonrası d önem ine girm işti, kutsal kitap artık yeterli
değildi, ama gene de uygarlığımızın temeli olarak kalmıştı.
Dolayısıyla, toplum un keşfi özgürlüğün ya sonu ya da yeni­
den doğuşu olacaktı. Faşist, özgürlükten vaz geçilm esine razı
olup, toplum gerçekliğini oluşturan gücü yüceltirken, sosya­
list o gerçekliğe razı olup, ona karşı özgürlük talebine sahip
çıkıyor, insan olgunlaşıp karmaşık bir toplum da insan olarak
var olmayı başarabiliyor. B ir kez daha O w en’in derin sözlerini
kullanırsak, “İnsanın elde etm ek üzere olduğu yeni güçler k ö ­
tülüğün bazı nedenlerini ortadan kaldırmakta yetersiz kalırlar­
sa, söz konusu olanın gerekli ve kaçınılm az kötülükler olduğu
anlaşılacak ve çocukça yararsız şikâyetler ortadan kalkacak".
Razı oluş, her zaman insanın gücünü ve yeni um utları pe­
kiştirmiştir. İnsan ölüm ün gerçekliğini kabul etm iş ve beden­
sel yaşamını onun üzerine kurmuştur. Yitirebileceği bir ruhu
olduğunu ve ölüm den de kötü şeyler olabileceği gerçeğine razı
.olup, özgürlüğünü bu tem ele dayandırmıştır. Çağımızda, bu
özgürlüğün sonu an lam ına gelen toplum g erçek lerin e razı
oluyor. Ama bir kez daha, yaşam bu nihai razı oluştan kaynak­
lanıyor. Toplum gerçekliğinin yakınmadan kabul edilişi, insa­
na ortadan kaldırılabilecek tüm adaletsizlikler ve özgürlük kı­
sıtlamalarına karşı yılmadan mücadele etm e gücü ve cesareti
veriyor. İnsan herkes için daha geniş ö zg ü rlü k ler yaratm a
amacına sadık kaldığı sürece, gücün veya planlam anın, güç ve
planlama aracılığıyla kurduğu özgürlükleri yok etm ek üzere
kendisine karşı çalışacaklarından korkm ası gerekm iyor. K ar­
maşık bir toplumda özgürlüğün tanımı bu; bize gereken tüm
güvenceyi burada buluyoruz.

345
Ekler
F R A N S IZ C A B A S K IY A G İR İŞ

“İşte aynı alandaki kitapların çoğunun eskim iş, modası geçmiş


görünüm lerine yol açan bir kitap. Bu derece ender rastlanan
bir olay, çağın anlam ını vurguluyor, işte, böyle önem li bir anda,
insan m eselelerinin biçimi ve anlamına getirilen yeni bir kavra­
yış.” Sosyolog Robert Maclver, 1944'le Amerikan okurlarına ki­
tabı bu sözlerle tanıtıyordu. Değerlendirme özünde hâlâ geçer­
li, ama gene de karşımızda bir paradoks var: Kari Polanyi'nin
sosyal bilim lerin gelişmesi üzerindeki büyük etkisi bu kitaba
değil, yazarın fikirlerinin burada yalnızca geri planda kalan
başka bir yönüne bağlı.
Ne demek islediğim izi açıklayalım: Büyük D önüşüm , 1930-
1 94 5 yıllarının büyük ekonom ik ve siyasal buhranı içinden
gelerek dünyaya ulaşm ış olandır, yani Polanyi ekonom ik libe­
ralizm in ölüm ünü anlatm aya çalışm aktadır. H itler’in büyük
bir beceriyle mezarını kazdığı bu liberalizm, yüzyıl önce orta­
ya çıkan eşi görülm em iş bir buluştu. Bu çok etkili bir yenilik­
li, ama insanlığın o zamana kadar tanıdığı şeylerin tüm üne öy­
lesine yabancıydı ki, insanlar ona ancak türlü uyum sağlama
yöntem lerine başvurarak katlanabildiler. Ö zünde yenilik bir
düşünce tarzından oluşuyordu, özel bir sosyal olgu türü, yani
toplumdan ayrılmış ve sosyal alanın tüm ünü belirleyen kendi­

349
ne özgü bir sisiem oluşturm uş gibi görünen ekonom ik olaylar,
ilk kez ortaya çıkıyordu. Bu anlamda ekonom i sosyal olm ak­
tan çıkm ıştı, ve otuzların büyük buhranının dünyaya kabul et­
tirdiği, ek o n o m in in y en id en sosyalleşm esiyd i. D olayısıyla,
“Büyük Dönüşüm ” bir bakım a liberal ekonom iyi doğuran dö­
nüşümün tersiydi. (Aslında, Polanyi’nin aklındakinin Alman­
ca Umwaldlung gibi bir şey olduğunu varsaymaktan kendimi
alam ıyorum; dönüşüm , kuşkusuz meşru bir karşılık, ama ba­
na kalsa, sözcüğü hem tam sözlük anlamında hem de daha ge­
niş bir biçim de alarak “büyük geri dönüş” demeyi tercih eder­
dim -b u terim ekonom ik liberalizmin ayrıldığı genel geri pla­
nı hatırlatmakta yararlı olabilirdi).
Polanyi’nin özgünlüğünün kaynağı, m odern toplum a veya
liberal adı verilen ekonom iye eski loplum ların ışığında, onlar­
la karşılaştırarak bakm ış olm ası. Bundan çıkarılan sonuç, bazı­
larının inatla sürdürdükleri şeyin, modern ekonom i kavramla­
rının eski toplumlara uygulanm asının olanaksızlığıydı. Sonuç­
ta Polanyi bu kavramların yerine geçebilecek bazı genel kav­
ramlar çıkarmaya çalışıyordu. (Bkz. Bölüm: 4 ). Ortak eser Tra­
d e and M arket (1 9 5 7 ) (Ticaret ve Piyasa) eski ekonom ilerin in­
celenm esinde yeni bir dönem in başlangıcını belirledi.1 Geriye
bakıldığında, bu yeni görüşlerin antropolog ve sosyologların
önem li bir ihtiyacını karşıladıkları açıkça görülüyor, çünkü bu
alanda Polanyi gerçekten bir çığır açtı. Onun geliştirdiği kav­
ramlar, çeşit çeşit bir çok alanda uygulanıp tartışıldı. Afrika
üzerinden geçerek Okyanusya’dan Eski Yunanistan’a kadar her
yerde bu alanların en özgün düşünen uzm anları tarafından
kullanıldı. Burada tartışmayacağımız bu yaratıcı akım ların ter­
sine, Büyük Dönüşüm çerçevesindeki, konusu bizi daha yakın­

1 T rad e a n d M a rk e r in t h e E a r ly E m p ir es E c o n o m ic s in H isto ry a n d T h eory , K. P o ­


lan yi, C M . A ren sberg ve H .W . P e a rso n , der. N ew York, F ree P ress, 1 9 5 7 . F ra n ­
s ız c a çev iri: Les S y s lim e s (con on x iq u es d an s I'h islo ire e l d a n s la t h io r ic , P aris, l.a-
ro u sse, 1 9 7 5 (M a u rice G o d c lie r’n in “la n u m a s r s. 9 - 3 0 . B ib lio g ra fi s .k 3 0 - 3 2 .)
F ra n sız ca çe v irin in y a n lışlığ ın a d e ğ in e lim : Po lan yi için söz k o n u su “e k o n o m i­
le r" k en d i içle rin d e b ir “s ıs ıe m " o lu ştu rm az lar. A y n ca İn g iliz ce b a şlık ta k i tic a ­
ret (tra d e) ve piyasa (m a rk e t) a rasın d ak i tem el ay ırım d a, ü ç ü n cü d e rle y ic in in ,
M.W. P e a rso n 'ın . ad ıyla b irlik te a tlan m ış.

350
dan ilgilendiren yazın çok yoksul.2 Polanyi’nin öğrencileri bu
kitaptan kendi ilgi alanlarının arkasında yer alan saygıdeğer
bir büyükten söz eder gibi söz ediyorlar3 ve kitap büyük bir
saygı uyandırmakla birlikte, modern tarih uzmanları onu ya­
kından incelem ekten çok, övgüyle değiniyorlar.4
Başlangıçta eserin yayım lanış koşullarından ( 1 9 4 4 ’ıe New
York’ıa, 1 9 4 5 ’de Londra’da) olum suz bir biçim de etkilendiği
açık. George D alıon’un işaret ettiği gibi, o dönem de bir çok
akademisyen silah altına alınm ıştı, savaş sonrasının uğraşları
ve kaygılan da Kari Polanyi’nin önerdiği türden çok zaman ve
çaba gerektiren bir incelem eye uygun değillerdi. Ayrıca kendi­
si de C olom bia Ü niversitesi’nde ders verm eye başladığında,
1 9 4 7 ’den itibaren konunun çağın sorunlarıyla doğrudan ilgili
olm ayan yönü üzerinde araştırm alara girişm iş ve bu alanda
çevresine ilk izleyicilerini, antropolog Conrad Arensberg, daha
sonra iktisatçı Harry Pearson ve diğerlerini toplam ıştı. Naziz­
mi yalnızca dışardan yaşamış olan Anglo-Sakson okurlarının
da konunun bu yönüne karşı Kıta Avrupası’ndakilerden daha

2 B u n a k a rşın b k z .: L u c c tte V alen si, “K ari P o lan y i, T h e G r e a t T r a n s fo r m a tio n "


(L iv rc m o n ta g e ), L e D t'bat, n .i., M ayıs 1 9 8 0 , s. 1 4 2 -1 7 0 . K u su rsu z b ir b ib liy o g ­
rafi ve P o la n y i’yi izley e n ça lışm a la rla to p lu b ir b a k ış iç in : S ally H u m p h rey s:
"H istory, e c o n o m ic s and a n tro p o lo g y : th e w o rk o f Karl P o la n y i", H isto ry a n d
T h eory . 8 , 1 9 6 9 , s. 1 6 5 -2 1 2 . B u n u n y en id e n ele a lın ıp g ü n ce lle ş tirilm iş i: S .C .
H u m p rey s, A n th r o p o lo g y a n d t h e C r e e k s , L o n d ra , R o u ıle d g e , 1 9 7 8 , s. 3 1 - 7 5 .
B ib liy o grafy a e k le m e k üzere: K ari P o la n y i, The L iv e lih o o d o f M an, der. H.W . Pe­
a rso n , N ew Y ork, A cad em ic P ress, 1 9 7 7 . F ra n s ız c a o la ra k A ııııales, E .S .C .. 2 9 ,
K a sım -A ra lık 1 9 7 4 , s. 1 3 0 9 - 1 3 8 0 ’d ek i tartışm a: L. V alansi el. a l., “ P o u r u n e
h isto ire a n tro p o lo g iq u e : la n o tio n d c rticip ro cite". İn g iliz ce çe v iri: R esea rc h in
Econom ic Anthropology, C . IV, s. 1 -6 9 . B u n a G eo rg e D a lto n 'ın b ir y o ru m u e k ­
len m iş (Ib id , s . 6 9 - 9 3 ) . A yrıca y u k arıd ak i d ip n o t l ’e bk z. G eo rg e D alto n ve J a s ­
per K o ck e , “T h e W o rk o f th e P o lan yi G rou p : Past, P rese n t a n d F u tu re ". S c a r­
lett E p stein için y ay ın la n a ca k b ir k itap ta çık a ca k .
3 D aha ö n c e k i iki d ip n o tla z ik red ilen tartışm alard an , k e n d ile rin d e n bilg i isted i­
ğ im S ir M o ses Finley, Paul B o h a n n a n ve C o n rad A ren sb c rg 'in y a n ıtla rın d a n ,
a y rıca y ard ım ları için k e n d isin e ö z e llik le şü k ra n du yd u ğ u m G eo rg e D alton 'ın
verdiği daha a y rın tılı b ilg ilerd en e d in ile n izlen im bu.
4 Bu b ağ lam d a, E .S . I lo b sb aw m k itap iç in “fev kalade ilg in ç " diyor. (T h e P elic a n
Econom ic H isto ry o f B rita in , C . I l l , In d u stry an d E m p ire , s . 5 5 . F ra n s ız c a çe v iri:
Paris, Ed. du S e u il, 1 9 7 7 , 2 C , C : 2 , s. 3 1 ). F ern an d B rau d el’in ç o k gen el d e ğ er­
len d irm esi b u n u n tam tersi (C iv ilisatio n M a tfr ie lle , E c o n o m ic e l C a p ila lis m c , C.
2 ., Le je u x d e T E ch a n g e, P aris. A. C o lin , 1 9 7 9 . s. 1 9 7 9 . s. 1 9 4 -1 9 5 ) .

351
az duyarlı olduğu düşünülebilir. Ama geriye bakıldığında apa­
çık görünen, tezin yeniliğinin az-çok kabul edilmiş her tür fik­
ri zorlam asının, bu büyük kitabın neredeyse farkedilm em iş ol­
m asının asıl açıklam asını oluşturduğu.5 Kitabı ortaya çık ar­
mak için az bulunur bir entellektüel tutku gerekiyordu. Yaza­
rın 1978’de ölen eşine borçlu olduğumuz biyografisinin aşağı­
daki özetinde görülebileceği gibi Polanyi’nin yirmi beş yıllık
çalışmasında bu tutkuyu buluyoruz.
Büyıtk Dönüşüm, 1 9 3 0 -1 9 4 5 yılları arasında Avrupalı entel-
lektüellerin karşı karşıya bulundukları çağdaş hastalığı açıkla­
mak, ve her şeyden önce. Nasyonal Sosyalizm olgusunun sahip
olduklan değerlere meydan okuyuşunu göğüslemek gereklili­
ğinden kaynaklanan tek eser diği gibi, yüzeyselliklerinde gü­
lünç yaklaşımlar getirmişlerdir. Bu da düşüncelerin en derinle­
rinden biri kesinlikle Polanyi’nin eserinde yer alıyor. Hatta,
eğer söz konusu eserlerden bir bölümü yalnızca rastlantı sonu­
cu elime geçmiş olmasaydı ve bir kısm ının mutlaka gözümden
kaçmış olm alan gerektiğini bilmeseydim, en derini derdim.
N itekim , hayatî önem taşıyan bu konuyla uğraşan en seçkin
düşünürler bile başarısızlığa uğramışlar, hatta zaman zaman
Lukacs’ın Mantığın Yıfeılışı’nın (La D estruction de la raison) ve
Popper’in Açılı Toplum ve Düşmanları’nm (La Socieıe ouverte
et ses ennem is) gösterdiği gibi, yüzeyselliklerinde gülünç yak­
laşımlar getirmişlerdir. Bu çalışm aların birincisinde Alman dü­
şünce tarihine M arksist bir yorum getirm e saplantısı, İkinci­
sinde de abartılm ış bir bireyciliğe sığınılm ası, zekânın kısırlaş­
masına yol açm ıştı.
Bu tavrın karşısında, L E con om isle A ulrichien gazetesindeki
yerinden, 1 9 2 0 ’den başlayarak, dünya olaylarındaki değişm e­
leri izleyen Viyana’da yaşayan M acar kökenli bir iktisatçı bulu­

5 G eo rg e D alton , tam am ı Büyült Dûmlşüm ü zerin e b ir k itap tan söz ed iyor; A ilen
M orris Siev ers, H as M a rk et C a p ita lism C o lla p s e d ? A C r itiq u e o f K a r l P o la n y ii Ncsv
E c on om ic s, N ew York, C o lu m b ia Univ. P ress, 1 9 49. Bu ay rın tılı, d ik k a tli, cidd i bir
ak ad em ik çalışm a. Yazar çe şitli düzeylerde eleştiriler g etirirk en gen el teze k a tılı­
yor. B ir ço k gözlem arasın d a, m u tlak a ç o k yararlı olanlar, y em d en ele alm ayı iste­
yeb ilecek lerim iz de var. A m a n e y azık k i, genel yoru m b ir y an lış an la m a abid esi.
B ir paradigm a d eğ işik liğ in in h er zam an yad sın ab ileceğim h atırlatan b ir şey

352
yoruz. Bir sosyalist ama dar görüşlü bir sosyalist değil - bu yıl­
larda Viyana’da, birdenbire sınırları içine dönm üş bir impara­
torluğun, Polanyi’nin notlarından birinde Sosyalist belediyesi­
nin başarılarından “uygarlığın eşsiz zaferi” diye söz ettiği baş­
şehrinde yaşanan sefaleti hatırlatmak gerekli mi bilm iyorum ...
Bu dönem in ekonom ik ve siyasal dünya tarihine ayrılan sayfa­
lar boyunca (Bölüm : 16-18) Polanyi’nin güncel olaylarla bo ­
ğuştuğunu ve her zaman yalnızca m ahkûm etm ekle yetinm e­
yip, bütün gücüyle anlamaya çalıştığı rejim in -lib e ra l kapita­
lizm in - temel sorunlarına döndüğünü görebiliyoruz.
Alm anya’da H itler başa geçer geçm ez, bu M acar Yahudisi
Ingiltere’ye geçiyor. Orada üniversite dışında, bir tür gece öğ­
renimi programında ders verecektir. Karısı bize, bu ülkeyi keş­
fetmesinin onun için taşıdığı önem den söz ediyor. Totaliter fe­
laketi, onun H itler Faşizm i dediği şeyin başa g elişin i altın
standartlarının çöküşü başlatmış olsa bile, buhranın kendi ku­
rallarına göre işleyen piyasanın buhranı olduğunu ve nedenle­
rinin daha derinde aranm ası gerektiğini iyice görm üştü. İkinci
bölüm ün sonunda söylediği gibi: “Alman faşizm ini anlam ak
için Ricardo’nun Ingilteresine dönm ek gerekiyordu. Kendi ba­
şına bu bile önem li bir adım: Totaliter sistem olağandan bir
sapma, bazılarına göre büyük serm ayenin şeytanî bir oyunu,
Lukacs’a göre ilerlem enin buhranı, ya da Popper’e göre holist
felsefelerin devamı olarak değil, m odem sosyo-ekonom ik ger­
çekliğin içine yerleşm iş olarak görülüyor.”
Hepsi bu kadar değil, en önem li adım Ricardo’nun getirdiği
yeniliğin Thurnw ald’in bazı Malinezya kabilelerinin ekonom i­
si konusundaki katk ılarına dayanarak bir yere otu rtu lm ası.
Polanyi’yi antropolojiye açılm asında, “ilkel” üretim ve değişim
biçim lerinin oluşturduğu karşıtlıkta, m odern gelişm eleri ay­
dınlatacak malzemeyi, kendi kurallarına göre işleyen piyasa­
nın keşfinden çıkıp Adolf Hitler’in liberalizmin mezarını kaz­
m asına kadar uzanan yolu buluyor. T h u rn w ald ’in (k i daha
sonraları M alinowski ve diğerleri de ona eklenm iş olsalar ge­
rek) kusursuz betim lem elerinin başlangıçta Polanyi’ye nasıl
çekici gelm iş olacağını görebiliyoruz: Sosyalist inançları bura­

353
da bunlarla beslenm iş ve onaylanm ış olmalı. Ama egzotik eko­
nom ilere duyulan yakınlık başka, ekonom ik liberalizm in kar­
şılaştırm alı tanımı başka...
Bundan önceki bölüm de Kari Polanyi’nin genel yöntemini
şem atik olarak göstermeye çalıştık. Sonuçta buna gene döne­
ceğiz. Şimdi, eserin derinliği ve ikincil tezler açısından zengin­
liğinin düz bir özetlem eye olanak vermediğini göz önünde tu­
tarak, birkaç nokta üzerinde durmaya ve birkaç üstün niteliği­
ni saymaya çalışacağım. O kurun bu gözlem lerin dağınıklığını
hoşgöreceğini umuyorum.
İlk olarak, sağduyuya bütünüyle aykırı görünen bir noktada
ortaya çıkabilecek eleştirileri yanıtlam ak gerek. Hitler’in yenil­
mesi, h iç olmazsa batılı ittifak devletleri açısından, özgürlü­
ğün zaferi anlam ına gelirken ve her şey bu zaferin yalnızca de­
m okratik kuram ların yeniden kabul edilmesini değil, ekono­
m ik alanda özgürlüğün yeniden yerleşm esini de birlikte getir­
diğini gösterirken, nasıl olur da, Hitler’in ekonom ik liberaliz­
min göm ülm esine katkıda bulunduğu söylenebilir? Yazar, fa­
şizm adını verdiği şeyin niteliğini şöyle tanımlıyor:
“Liberal kapitalizm in ulaştığı çıkm azda, faşizmin oluşturdu­
ğu çözüm , piyasa ekonom isinin, hem sanayi alanında, hem de
siyasal alandaki bütün dem okratik kuram larının yok olması
pahasına gerçekleştirilen bu yeniden biçim lendirilm esi olarak
tanım lanabilir.”
O halde sorulacak şey şu: D em okratik kurum lar mücadeleyi
kazandıklarına ve ortadan kaldırıldıktan noktaya dönerek ye­
niden işlemeye başladıklanna göre, liberal kapitalizm in yaşa­
mını sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Polanyi “hayır” diyor,
“ekonom ik liberalizm öldü" D ikkat edelim: O nu naziler öl­
dürm ediler, onlar yalnızca ölüm ünün kaçınılm az olduğunu
herkesten önce farkettiler, ölüyü cenaze töreni yapmadan gö­
müp, rakipleri “çıkm azın” içinde bunalırken durumu önceden
farketmiş olm anın sağladığı üstünlükten yararlandılar. Aslında
burada iki soru var: İlkine olum lu bir yanıt verilebilir: Nazile-
rin iktisat politikaları gerçekten liberal öğretiye karşı ekono­
miyi siyasetin, ya da anladıkları biçim de toplum un hakim iyet'

354
altına sokm aktan oluşuyordu. Bu noktada karşıt görüşler var,
ya da vardı, ama bunlar savunulabilecek gibi görünmüyorlar.6
Bir parantez açacak olursak, burada özellikle daha sonraki
yazarların Polanyi’nin görüşlerinden söz etm eyişlerinin üzücü
olduğunu söyleyebiliriz. Eğer yanılm ıyorsam , nazizm üzerine
tezi, siyaset kuram cılarının totalitarizm i inceledikleri sayısız
eserde tartışılmadı, çok yazık.
Geriye ikinci bir soru kalıyor, ekonom ik liberalizm in otuz­
lu yılların büyük buhranınından ve bunu izleyen gelişm eler­
den sağ çıkm adığı doğru mu? Burada da sağduyu isyan edebi­
lir: Savaştan neyin sağ çıktığını kırk yıl öncesinden daha iyi
biliyoruz, her gün serbest girişim ciliğin ve rekabetin yararla­
rından söz edildiğini -k o m ü n ist ülkelerde bile kâr ilkesinin
yeniden geçerli kılınm ası dü şü nü lü y or- ticaret özgürlüğünün
yararlarının savunulduğunu duymuyor muyuz? Ama ek on o­
mik liberalizm in bundan daha fazlasını gerektirdiğini hatır­
latmamıza gerek var mı? Bu, adının düşündürdüklerinin ter­
sine, tüm devlet m üdahalesini dışlayan hoşgörüsüz bir öğreti,
düzenin önkoşulunu ekonom inin serbestçe işleyişi olarak al­
dığı için her türlü m üdahaleye zararlı gözüyle bakan b ir öğre­
tiydi. En önem li kurum piyasaydı, piyasanın kendi kuralları­
na göre işlediği düşünülüyordu ve toplum , so n u ç ne olursa
olsun, piyasa hakim iyeti alım da olmalıydı. Buhran içind e sili­
nip giden ve gerçekte artık var olm ayan bu. Bin türlü yoldan,
planlama ve sosyalizm unsurları uygulamaya konuldu, bugün
artık Başkan Reagan, H erbert Hoover’in, Fran klin Roosevelt
New Deal’inin ortadan yok olm uş olduğu yolundaki söylem i­
ni sürdürem ezdi. B ugünün “lib eralleri”, bu özgürlüğün bir
Çok alanda y ad sın m ası ve k ısıtlan m ası g erek tiğ in i b ilerek ,
ekonom ik özgürlüğe olabild iğince geniş bir yer verilm esini

6 Yazarın n iy eti H ilafına, b u n u g ö rm e m e yard ım e d e n F ra n z N eu m a n n 'ın ese ri


o ld u : T h e S tru ctu re a n d P r a c tic e o j N a tio n a l S o c ia lis m . 1 9 3 3 - 1 9 4 4 , N ew York,
1 9 6 3 ( İ l k b asım : 1 9 4 2 ) . 1 9 3 9 ’a k a d a r o la n ilk b aşarıların d a H itle r B a tılı hasım -
la rın ın k u ş k u ve za y ıflık la rın ı b ü y ü k b ir m ah aretle k u llan d ı. Bu k o n u d a o n la ra
o lan ü stü n lü ğ ü n ü n , ya da k e n d in in ü ze rin d e n atab ild iğ i a m a , d ü şm a n la rın ı h a­
lâ b a ğ la y an b a z ı y ü k le r in , b ilin c in d e o ld u ğ u s ö y le n e b ilir ; P ie rr e A y coberry,
“F ra n z N eu m an n , B e h e m o th " (liv re m o n ta g e ), L e D ib a t, 2 1 , E y lü l 1 9 8 2 ) .

355
savunan kim seler.7 Yalnızca işsizlik sigortasını ve O rtak Pazar
içinde Avrupa ticaretinin düzenlenm esini düşünelim . Burada
sosyal değerlerin kendilerine kabul ettirdikleri ve ekonom ik
özgürlüğe tanınan alanı kısıtladıkları açıkça görülüyor.
O halde, bu alanda liberalizm sonrası bir dünyada yaşadığı­
mızı kabul edelim. Bunun kadar geçerli başka bir fikir de eko­
nom ik liberalizmle genelde ekonom izm in, m odem gelişmeyle
yakından ilintili olduklan ve özellikle ekonom ik liberalizmin,
temel özgürlükler onun ürünleri olmasa bile, kendisi özgürlük
fikrinin bir uygulaması olarak ortaya çıktığı için, temel değer­
lerimize sıkı sıkıya bağlı olduğu (Bkz. Bölüm 2 0 ). Dolayısıyla,
bu noktaya nasıl geldiğimizi, daha da önce bunun nasıl başla­
d ığını bilm ek önem li. Polanyi işe en yukarıdan başlayarak
ekonom i fikrinin yeni bir fikir olduğunu gözlemliyor. Başka
uygarlıklar ve kültürlerde, bizim ekonom ik olgular dediğimiz
şeyler sosyal olgulardan ayrışmış, kendilerine özgü bir dünya,
bir sistem o lu ştu rm u ş değiller. A ksine d ağınık bir biçim de
sosyal dokunun içine iyice yerleşm iş (embedded) bir biçim de
bulunuyorlar. Marcel M auss, armağan veya değişimden “bü ­
tünsel sosyal olgu” olarak söz ettiğinde, buna benzer bir şey
söylüyordu. Bu bütünsel sosyal olgu içinde, ekonom ik, dinî,
yasal ve diğer alanlar öylesine iç içe geçm iş durumdadırlar ki,
bunları analitik bir biçim de birbirinden ayırmak söz konusu
olanın ne olduğunu anlamaya yetm eyecektir.8 M auss’un m o­
dern kurum lar ve inançların istisnaî bir niteliğe sahip olduğu­
nu düşündüğü kesin, ama çizgisel bir evrim cilikten ayrılmış
olsa bile, bunu açıkça reddetmemişti: Temelde 1914 öncesinin
adamıydı o. Belki de sanayi kapitalizm inin altın çağına daha
radikal bir gözle bakabilm ek ve antropolojinin bulgulan ışı­
ğında bu çağın hakim ideolojisinin - h iç olmazsa bu ideoloji­
nin bir bö lü m ü n ü n - insanlık tarihindeki hiçbir şeye benzem e­

7 Ö r n e ğ in y a ln ız ca fi A. H a y ck ’in g e n e 1 9 4 4 'ıe y a y ın la n a n ve P o la n y i'n in tam


k arşısın d a y er alan T1ıc R o a d ta S e r fd o m adlı k itab ın ı (U niv. o f C h ica g o P ress)
o k u m a k y e te rli. Yazar lib e ral o ld u ğ u n u söy lü y o r, am a b ire y cilik sa v u n m a sın ı
tü rlü ü slu p o y u n la rı ve sın ırla m a la rla d on atıy or.
8 “E ssai s u r 1c d o n ” , M arcel! M au ss, S o d o l o g ie et A n th r o p o lo g ie için d e, Paris, 195 0 .

356
yen bir buluş olduğunu görebilm ek için, yeni bir nesil, iki sa­
vaş arası dönem inden ve 1 9 3 0 -1 9 4 5 yıllarının dramından da­
ha genç yaşla etkilenm iş bir nesil gerekiyordu.
Bu geçiş, sosyal bilim in başlangıcını güçlıı bir biçim de etki­
lemiş olan çizgisel evrim ciliğin bu geride bırakılışı üzerinde
biraz duralım. Bunda, uzman olmayan ve insan türünün çeşitli
toplum biçim lerinden geçerek çizgisel olarak ilerlem esi kavra­
mını az-çok benim seyen okuyucuyu P olan yi’ııin eserind en
uzaklaştıran bir özellik buluyoruz. Rasyonel bilgiyi ve doğanın
kontrol altına alınm asını gerçekleştiren, ya da bazılarına göre
“üretim güçlerini” görülm em iş bir düzeye ulaştıran uygarlığın
insan gerçeğine yerleşm iş olduğuna, bu uygarlığın eksiklikle­
rinin ve bozukluklarının bile, bir sosyal dönüşüm gerektirerek
de olsa, aynı ilerlem e harekelinin izlenm esiyle ortadan kalka­
caklarına inanmak çok doyurucu, çok rahatlatıcıydı. Bu bakış
açısına göre, nedensel açıklam anın, “d iyalektiğin” de yardı­
mıyla, bütün değişmeler, geçişler ve dönüşüm lerin anahtarını
elimize verdiğini de ekleyelim.
Bu heybetli şem anın yanında Polanyi’nin modern toplum ve
ötekiler arasında kesin bir kopukluk olduğu yolundaki fikri
çok zavallı, çok ilkel görünüyor ve ilk bakışta bunun birincisi­
ne göre bir ilerlem e oluşturduğu farkedilmiyor. Burada bilginin
ilerlemesi olumsuz bir adım, yanılgımızı öğrenm ekten, bilm e­
diğimizi bilm ekten oluşan bir adım. “Bilginin” ilerlem esi diyo­
rum, çünkü hâlâ “sosyal bilim ” dediğimiz şey ınüsbet bilim ler­
den o derece farklı ki, bilim sözcüğü karmaşaya yol açıyor.
Birkaç sözcükle bakış açısındaki değişm enin hakkım vere­
bilmek kuşkusuz olanaksız: Bunun için sosyal bilim lerin tari­
hini ele alm ak gerekirdi. Ayrıca, dönüşüm tam am lanm ış da
değil: Bildiğimiz gibi hâlâ M arksist sosyologlar var ve bu yak­
laşım daha sürecek, bir dereceye kadar gerekli de bu. Gene de,
bu alanda çizgiselliğin temelde her zaman bir değişken seçim i­
ne dayandığına işaret edebiliriz. Ç öm lekçilik sanatında ilerle­
meden söz edilebilir, ama insanların çöm lekçiliği kaybederken
aynı zamanda “daha üstün” bir sosyal düzen kurmalarına ne
demeli? E tnoloji derslerinde Marcel M auss sık sık bu tür eş

357
anlı düşüşler ve yükselişlerin varlığından söz ederdi. Eğer in ­
sanın sosyal yaşamının bir yönünü seçer ve bunun öıeki yön­
lere hakim olduğunu söylerseniz, verileriniz yeterli olduğu sü­
rece bir üstünlük sıralaması elde edebilirsiniz. Ve eğer sizin en
üstün olduğunuz alanı seçerseniz, kendinizi kolayca zirvede
bulursunuz. Eğer sosyal yaşamın bütün yönlerini bir arada ele
almaya çalışırsanız, o zaman Büyük Dünüşüm’deki gibi karşı­
laştırmalı sosyolojiye veya Edgar M orin’in çok yerinde önerisi­
ne göre antropo-sosyoloji’ye, ufku insan türü olan bir sosyolo­
jiy e gireceksiniz. Bunu yapınca da, nedensel açıklamayı bıra­
kıp, onun yerine fikir ve değer küm elerinin görülm esi ve kav­
ranm asını koyacaksınız.
Belki de terim ço k kereler kötüye kullanıldı am a, burada
sosyolojinin K opem ik Devrimi'nden söz edebiliriz: Artık ken­
di üstünlüklerim izi hiçbir biçim de gözden kaybetm eden, ken­
dim izi d ünyan ın m erkezi o larak g örm ek ten vazgeçiyoruz:
Kendimize insan toplum ları evreninin uzak bir köşesinden ba­
kıyoruz. İktisatçı ve iktisat tarihçisi Kari Polanyi, antropolog­
larla birlikte bize bu yolu açtı, ilkel arkaik ve antik ekonom i­
ler üzerine onun etkisinin başlattığı çalışm aların yayılması bu ­
na tanıklık ediyor.
Ama şimdi Polanyi’nin anlattığı biçim iyle buluşa dönelim .
Bu, en iyi Polanyi’nin her şeyin merkezine koyduğu kurumda,
yani piyasada görünüyor. Piyasanın sosyolojik niteliğinin üçlü
bir dönüşümle tepeden tırnağa değişliğini görüyoruz: Birleşme,
genişleme ve bağımsızlık kazanma. Piyasanın bütıın parçalarını
m odem toplum yaratmadı: Her zaman, hiç olmazsa çoğu kez,
bütün toplumlarda piyasalar, her türden piyasa bulunuyordu:
Yerel piyasalar ve dış piyasalar, birbirleriyle ilinlisiz ve çeşitli
bölgelerde birbirinden çok değişik gelişm eler gösteren piyasa­
lar. Sonra bütün bunlar birleşiyor ve ortada tek bir piyasa kalı­
yor, degişik-somut piyasaların yalnızca onun çeşitli görüntüleri
olarak kaldığı büyük, soyut bir piyasa, birleşmiş bir piyasa, ön ­
ce ulusal, ardından uluslararası... Birleşm iş bir piyasa dünya
düzeyinde yapılıyor. Bu doymak bilmez piyasaya m etalar g e­
rekli, her şey meıalaşıyor, daha önce meta olmayan şeyler de:

358
Em ek, loprak, para. Sonunda bu piyasa her türlü kontrolden
sıyrılıyor ve bir çeşit üst düzeyden yetkili gibi görünüyor: Ege­
men devletler bile onun yasası önünde baş eğiyorlar.
Bütün bunların yeni olm adığını söyleyebilir m isiniz? Her
şeyin m etalaştığm ı uzun süredir biliyoruz, bir anlamda Sha-
kespeare’den b eri, gerektiğind e M arx’in değindiği gibi. Bu
em ek ve toprak için çok açık, para için o kadar değil, çünkü
çoğu düşünür, kısm en M arx bile, paranın daha başlangıçtan
beri meta olduğunu kabul etm iştir.9 G ene de olgu ancak bir
taraftan genel durum la, özellikle arkaik ve eski loplum larla,
karşılaştırıldığında,10 bir taraftan da, ideolojik yönünün, yani
altın standardına kadar olan ve onu kapsayan liberal kapita­
lizm öğretisinin ön plana çıkarılm asıyla açıklık kazandı.
Böyle bir sistem in yerleşmesi kendiliğinden olmadı. Polanyi,
rekabetçi bir em ek piyasasının kurulmasını kırk yıl geciktiren
bir dayanışmaya dikkat çekiyor. 1918 sonrasında Viyana’da ya­
şanan benzer durum Polanyi’nin bu açık gerçeğe karşı duyarlık
kazanm asına yardım cı olm u ştu . Bu a çık gerçek Speenham -
land’dı; adını, ileri gelenlerin (Sulh Yargıçlarının) 179 5 ’te topla­
nıp her kilise yetki alanındaki yoksullar, işleri olsun olmasın,
ekm ek fiyatlarına göre ayarlanan ve aile yüküm lülüklerini göz
önüne alan asgari bir gelir sağlanmasına karar verdikleri Berks­
hire kasabasından alıyordu. Bu yardım sistem i, diğer bölgelere
de yayılacak ve ancak 1834’te yerini yeni bir Yoksullar Yasası’na
bırakacaktı. Speenhamland tarih içinde bir sapma gibi şaşırtıcı:
Sanayi Devriminden, Ricardo ve Malthus’un zamanından gelen
çok eski uygulamaların bir kalıntısı mı, yoksa bizim “işsizlik si­

9 B o lşev ik le rin m eta-p ara ve a lım stan d ard ı u y g u lam asın ı e le a la n Polanyi ço k
y ararlı b ir b iç im d e , m ark sizm le lib e ralizm in y ak ın a k ra b a lık la rın d a n k a y n a k ­
lan an o rta k n o k ta la rın ı ve b irle ştik le ri y erleri d e v u rgu lu y or (S ö m ü rü ve s o s ­
yal s ın ıfla r k u ra m ın ı ele ald ığ ı b ö lü m ).
10 B k z. T rad e a n d m a r k e t (s . H, n o t: 1 ). M ax im e R o d in s o n 'u n P o lan y i’n in so ru s u ­
n u ele alarak A k d e n iz çev resi ve ö tesin d e k i u y g arlıklard a p iy asaları in ce le d iğ i
ve y ararlı a ç ık la m a la r ve ay rın tıla r ö n erd iğ i ç o k ö n e m li, am a ç o k z o r b u lu n a n
b ir k itap tan ban a C a th e rin e M alam o u d sö z etti. S ö z k o n u s u o la n P.C. G en d -
ro n ’u n İsp an y o lca e s e rin e y a z ılm ış F ra n sız ca g iriş: El “senor del z o c o " en Espa-
n a. e d a d e s m e d ia y m o d e m a . M ad rid, In titu to H ısp an o arab e de C u b u r a , 1 9 7 3 ,
s . X V -L X IX .

359
gortalarımızın” bir habercisi mi? Ö nlem in zenginlerin hesapla­
rından bağımsız olmadığı, onlann çıkarlarına hizmet edip yok­
sulların zaranna işlediği, halta sefalete düşm elerine yol açtığı
d oğru ." Ama tek başına ekonom ik liberalizmin toplum lann ta­
rihi içindeki temel aykırılığını gösterdiği de doğru: “Em ek piya­
sası” yalnızca Speenhamland’m ortadan kalkışıyla işsizlik sigor­
tası uygulaması arasındaki dönemde geçerli olabildi. Kari Po-
lanyi’nin kitapta birkaç kez ısrarla bu olaya dönüşünü anlayabi­
liyoruz. Özellikle ayrıntılı bir notla bu gerçeğin uzun süre anla­
şılmadığına değindiği gibi, geriye baktığımızda buna. Kapital'in
birinci cildinde, önlem sonrası dönemde işçilerin durumuyla il­
gili uzun eklerde rastlamamış olmamıza şaşıyoruz.12
Speenhamland 1834’ıe yürürlükten kaldırıldıktan sonra, ken­
di kurallarına göre işleyen piyasa duruma hakim oluyor. Bu dö­
nem için Polanyi'nin ana teması sistem in korkunç etkilerinin
betimlemesi. Yazar, derin bir toplumsal çözülme pahasına elde
edilen eşi görülmemiş ekonom ik atılımı gösteriyor. Yaratılan se­
falet, sosyal bünyede ortaya çıkan çatlaklar ve tehlikeler, toplu­
mun korunm ası için savunma önlem leri alınm asını gerektiri­
yor. Bu önlem ler piyasanın serbest işleyişine müdahale eden
düzenlemeler biçim inde. Bu noktada sistemin işleyişindeki bo­
zuklukların bu dış müdahalelerden kaynaklandığını söyleyen
liberallerle, liberal ütopyanın zararlarının yeterince görülm üş

11 H am m o n d ç iftin in k la s ik m o n o g ra fisi ö n le m i d e s te k le y e n le rin a m a çla rın a ç ig


b ir ış ık tu tu y or. (S .L . ve B arb ara H am m o n d , T h e V illage L a b o u r e r 1 7 6 0 -1 8 3 2 ,
L o n d ra 1 9 1 1 - bu k ita b ı b u lm a m ı, k ay b ettiğ im m esle k ta şım D an iel T h o m e r 'a
b o rç lu y u m ). D ah a y ak ın lard a, b u d e stek ley işin “ay n ı zam an d a h em in s a n lık ­
tan h e m d e g e r e k lilik te n k a y n a k la n d ığ ı" sö y le n d i (E.P. T h o m p s o n , T h e M a ­
k in g o f the English W o rkin g C la s s . L o n d ra , 1 9 6 3 , s . 2 2 1 ) . E .S . H ob sbaw m isc
S p e e n h a m la n d ’in “p iy asa e k o n o m is i k a rş ıs ın d a k ırsa l d ü z en i k o ru y a b ilm e k
iç in g irişilm iş v erim siz, b e ce rik siz v e başarısızlığ a m ah k û m s o n b ir ça b a ” o l­
d u ğ u n u s ö y lü y o r (In d u stry a n d Em pire, O p . C il. s. 1 0 5 ).
1 2 Y o ksu llar Y asasın ın u y g u lan ışı ü z e rin e k ıs a b ir tartışm ad a 1 7 9 5 ’e b ir g ö n d e r­
m e y a p ılıy o r (M a rx , Ouvres, E c o n o m ie I. P aris, 1 9 6 5 , s . 1 3 5 4 - B ib lio th fq u e de
la Pl (d ae). E n g els'in 1 8 4 4 ta r ih li l .a S itu a tio n d e la e la s s e la b o r ic u s e en Angle-
(erre'd ek i etn o g ra fik b e tim le m e s in d e n ö n c e . Sanayi D ev rim in d e n ö n c e k ö y d e­
k i y o k s u lla rın y aşayışıy la ilg ili b ir b ö lü m var. B u rad a y o k su lla rın “p atria rk a l
ro m an tizm " için d e y arı h ay van sı b ir y aşam ı sü rd ü rd ü k leri g ö rü lü y o r. ( F r a n ­
sız c a çe v iri, P aris, 1 9 7 5 , s . 3 5 - 3 8 ) . P o la n y i. M a rx v e E n g els'in b u k o n u d a k i
su s k u n lu k la rın ı so rg u lu y or.

360
olduğunu, savunm a ve kısıtlam a önlem lerinin yalnızca daha
kötü sonuçlan engellediğini öne süren karşıtlan arasındaki so­
nu gelmez bir tartışma başlıyor. Bugün tarihin ve antropolojinin
yardımıyla gerçek nedenin arük anlaşılmış olduğunu düşünebi­
liriz, ama belki bir gözlem yapılabilir. Bu tür bir tartışma tem el­
de iki ayrı değerler sistem ini karşı karşıya getiriyor ve karşıtlık
son derece soyut bir biçimde, “m odern” “geleneksel”e karşı bi­
çimde algılanıyor. Birinci terimle ilgili olarak, ekonom i alanı­
nın, m odem yeniliğin yabancı, hatta karşıt, unsurlarla birleştiği
tek alan olmadığını görüyoruz. Demokratik toplum, moderniz-
m ini geleneksel bir ağaç gövdesine aşıladı: Ö rneğin, Fransız
Devrimi, aileyi ortadan kaldırmadı ve Tocqueville’in görmemizi
istediği gibi, siyasal dem okrasi de yalnızca başka bir düzenin
değerlerine yaslandığı sürece devlet düzeyinde olması gerekti­
ğince işleyebildi (Birleşik Devletler, İngiltere), ideal olan başka,
gerçekteki işleyiş gene başka. Aynı şematik anlatım öteki ucun
- “geleneksel ucun”- yani burada toplumun bütününün gerek­
lerinin algılanması için de geçerli, M ax W eber’in onu soğuk­
kanlılıkla “akılcılığın” karşıtı olarak alışının gösterdiği gibi.13
G ene de bir sosyal sistem i değerlendirm ek -y a da buradaki
gibi kendi kurallarına göre işleyen piyasanın zararlarını ö lç­
mek iç in - ya oradan ya buradan bakacağız: M odem bir görüş
açısıyla bakıldığında geleneksel toplum lar korku n ç, gelenek­
sel bir bakış açısından da modern toplum doğaya aykırı.14 Bu­
rada, Sanayi Devrim inin dehşeti üzerine bir perde çekm ek ni­
yetinde değilim (aynı zamanda başka tartışmaları da düşünü­
yorum , örneğin Birleşik D evleıler’de kölelik gibi). Söylem ek
istediğim yalnızca şu: Bu tür bir karşıtlığın bilincine varır var­
m az, k arşılaştığ ım ız teh lik e, olayları d ram atik b ir biçim d e
sunm ak tehlikesi, tyi ki, aslında m odem olanın içinde epeyce
gelenek bulunuyor, bu yüzden iki görüşün b r lik te k ullan ıl­

1 3 T ö tın ie s 'ın to p lu lu k ve to p lu m arasın d a k urd uğ u a n ti-te z b u y ü zd en ç o k daha


y erind e.
1-1 Ya da hâla g e n ç lik d in d a rlığ ın ın e tk is in d e k i g e n ç E n g e ls 'in “E s q u is s e d 'u n e
c r i t i q u e d e l ’ö c o n o m ie p o lit iq u e " d e s ö y le d iğ i g ib i, b ü tü n ü y le a h lâ k d ışı
(M a rx -E n g e ls , W erke, B e rlin D ietz, 1 9 5 7 , C . 1, s. 4 9 9 - 5 2 4 ) .

361
ması, soğukkanlılıkla gerçek durumların inceliklerine girebil­
menin kuşkusuz en iyi yolu.
Bizim durum um uzda bu gözlem nasıl bir son u ç veriyor?
Kendi kurallarına göre işleyen piyasanın zararları sürecin yal­
nızca bir yönü, bütün dikkatim izi buna vererek geneli, yeni
ekonom ik liberalizmin kendisini yok olmaya, “büyük dönüşü­
m e” götüren bazı çelişkiler içine göm ülm üş olduğunu u nu t­
mamamız gerekir. Bütün bunları açıklayan da, sosyal yaşamın
bir inançlar ve kurum lar sistem ine uyum sağlayamaması. So­
nuçta bizim için temel olan, bu ekonom izm in, bildiğimiz öte­
ki toplumlarla karşılaştırıldığında ortaya çıkan istisnai niteliği.
Bunu azımsamamamız gerek, ama m odem toplum un gücünü
ve eşsiz başarılarını da azımsamamaltyız. M odem olanı hem
gücü hem de sınırları içinde kabul etm em iz gerek.
Olayların dram atik bir biçim de sunuluşuna gelince, bu ko­
nuda m odem yeniliklerin başka b ir kültür üzerindeki etkisiyle
ilgili genelde biraz farklı bir öm ek verilebilir. Polanyi kısaca,
ölçülü bir biçim de Hindistan’dan söz ediyor. Ö nünde m odem
ekonom inin ve İngiliz hakim iyetinin kası toplumu üzerindeki
etkisini bence çok fazla abartan bir yazın vardı. Aslında kası
toplum u bu etkilere dikkate değer bir biçim de direnm işti. G e­
nelde değişik toplum ların direnm e y eten eğin in son derece
önem li farklılıklar gösterdiğini söylem ek gerek. Bazı durum ­
larda, toptan, tarihsel bir yok olm a sözkonusu. H indistan’ın
durumunda ise, tersine, yenilikler, yapısal olarak değişmeyen
bir bütünün içine yerleşmişti. Hiç olmazsa dışardan göründü­
ğü biçim iyle yapıda bir değişiklik yoktu, bizim anlayabilecek
durumda olmadığımız içsel bir zayıflama olabilirdi, doğal ola­
rak. Daha yakından bakıldığında, değişikliğin önem inin çeşitli
biçim lerde onun önem li olduğunu düşünm ek isteyenler tara­
fından abartıldığı görülüyor: Çoğu kez gözlemci varsayımları­
nı verilere yansıtm ış gibi.15
Uzm anların Polanyi’nin kitabındaki ikinci derecede önem

15 B en im ça lışm a m a bkz. “L eş B rita n n iq u es d an s l'ln d e " H isto irc du development


s c ic n ii/iq u e et cu ltu rel d e 1’humanitÇ, C . V, C h a rle s M orazö y ö n e tim in d e (K ita p
11, s. 9 6 9 - 1 0 0 3 ) , P aris L affen l, 1 9 7 0 için d e .

362
taşıyan çok sayıdaki tez üzerine ne düşündüklerini bilm ek is­
terdik. Değindiğimiz, ekonom ik ve sosyal tarihle ilgili, ama te­
zi destekleyen tezler. Yalnızca iki genel nokta üzerinde dura­
lım. Polanyi, değişim in etkin olabilm esi ve kabul edilmesi için
yavaş gerçekleşm esi gerektiğini vurguluyor, çağdaş örneklerde
gördüğümüz gibi çok hızlı bir değişim sarsıntılara yol açacak­
tır. Eğer kendi içinde değişimin m antıksız bir biçim de abartıl­
m asına tanık olm am ış olsaydık, bu, çok sıradan b ir gözlem
olarak görülebilirdi.
Oldukça benzer biçim de, Polanyi’nin sosyal sınıfları toplu­
mun bütünü içine yerleştirm e çabasının önem ini görebiliyo­
ruz. Yalnızca biraz sağduyu gerektiren bir şey mi bu? Belki,
ama o zaman sağduyu, Marx’la Engels’den beri sosyal sınıflar
ve onların çıkarlarının ön plana çıkması ve toplum un bütünü­
nün göz ardı edilmesiyle epeyce yara alm ış olsa gerek.'6 Örne­
ğin, kitapta, belirli bir ülkede sosyal sınıflar arasındaki ilişkile­
rin bir dereceye kadar bu ülkeyi özgü kültüre bağlı oldukları
görülüyor: “Aynı” sınıflar Ingiltere, Fransa veya Alm anya’da
birbirleriyle bütünüyle aynı türden ilişkiler içinde değiller. Bu,
malzeme biraz olsun tanındığında, hiç olmazsa uygun bir var­
sayım biçim inde ortaya çıkm ası gereken bir nokta. O zaman
nasıl oluyor da bugün hâlâ üzerinde bu kadar az düşünülüyor?
K ısacası B ü y ü k D önüşüm liberal k ap italizm in en radikal
eleştirisi olarak ortaya çıkıyor. Gene de belirtm ek gerek: Bu sa­
nayiin değil, ideolojinin bir eleştirisi; radikal, çünkü nesnel ve
antropolojik. Yani kitabın, liberal bir ekonom i kavram ının ha­
kim iyeti altındaki biçim leriyle 19 ve 2 0 ’n ci yüzyıl toplum lan-
na en nesnel yaklaşım ı getirdiğini söyleyebiliriz.
Çoğu okuyucunun şaşıracağını görebiliyoruz: Eğer söz ko­
nusu olan kapitalizm ise, nasıl olur da, onun çeşitli yönleri
arasında bir tek sonuncusunun gerçek anlamda antroploojik
veya karşılaştırm aya yönelik bir niteliği olduğunu söyleyelim
yalnızca. Ö teki ikisinin doğruluğu Polanyi’nin bakış açısının

16 B e n im /liman İd e o lo jis i ü z e rin e d e ğ in d ik le rim e bk z. (H o m o a e q u a lis I, G e n e se


et ö p an o u issem e n t d e I'id eo lo q u i e c o n o m iq u e , G a llim a rd , 1 9 7 9 , s . 1 6 8 - 1 7 2 ) .

363
içinde değerlendirilm eli. Polanyi’nin karşılaştırmalı bakış açı­
sının her şeyi kapsamadığı, ne kadar temel nitelikle olursa ol­
sun, ideolojinin bir tek yönünü ele aldığı doğru: Yani Polanyi,
sosyal yaşamın ekonom ik parçalarından diğer bütün parçalara
hakim olan bir alt sistem kuruyor. Oysa, başka ideolojik özel­
liklerin de bununla birlikte yer aldığını söyleyebiliriz. Ö rne­
ğin, Polanyi eşyayla olan ilişkilerin insanlar arasındaki ilişkile­
re göre daha büyük önem kazanışından söz ederken, bunun
genelde bireyin değerine verilen önceliğe bağlanabileceğini de
söyleyebilirdi.17 Kısacası, Polnayi’yi ilgilendiren en önem li ay­
rım , diğer ideolojik yönlerle ilintili ve yazarın bakış açısı bu
bağlamda genişletilip tamamlanabilir.
Burada, bütün d ikkatim izle üzerinde durm am ız gereken,
daha önce de gördüğüm üz bir sorunla yeniden karşılaşm ış
oluyoruz. Eğer ekonom ik liberalizm in miadını doldurmuş ol­
duğunu kabul edersek, bundan bir değer olarak genelde öz­
gürlüğün, özelde dem okrasinin kısıtlandığı ve tehdit altında
olduğu sonucu çıkm az mı? Hayek gibi ekonom ik liberalizm in
önde gelenlerinden birine göre özgürlüğü tehdit eden en bü­
yük tehlike planlama ve dirijizm dir (Bkz. s. 2 5 8 , dipnot 7 ).
Polanyi’ye gelin ce, on u n özgürlüğe bağlı olduğu açık , ama
inançları ve niyetleri ne kadar açık olursa olsunlar, özgürlü­
ğün geleceği konusunda kaygıyla sorduğu sorulara verdiği ya­
nıtlar, 1 9 4 4 ’ten beri bize kabul ettirilenlerin ışığında pek de
doyurucu olmuyor. Peki, biz, Polanyi’nin kaygılarına göre, bu­
gün hangi noktaya gelm iş bulunuyoruz?
Yazar S.S.C .B. konusunda hayale kapılmış değildi, ama s a ­
vaş koşullarında ve kuşkusuz kendi kişisel duygularına hakim
olm a isteğiyle, bu konuda kesin tavır alm aktan kaçınıyordu.
Aslında, S.S.C .B.’nin Polanyi’nin düşündüğü sosyalizm le h iç­
bir ortak yanı olmadığı açık. G erçek olan, ekonom ik libera­
lizmle veya kapitalist biçim iyle ekonom inin önceliğine son ve­
rilirken, özgürlüğün yok edildiği ve baskının hakim olduğu.
Biraz önce değindiğim türden genişletilm iş bir ekonom i ide­

17 Ag.c. s. 12.
364
oloji incelem esi, burada bir rastlantının değil, bir gerekliliğin
söz konusu olduğunu gösterir n itelik te.'8
Geriye dem okratik ülkeler kalıyor. Burada özgürlük bir ide­
al olarak tem el kural olarak yaşıyor, ama uygulamada ekono­
mi alanında özgürlüğün yetmediği ve belirli sınırlar içinde tu­
tulması gerektiği kabul ediliyor. Kısaca bunlar, ekonom i ala­
nında başka bir planda karşıtların “birlikte yaşam ası" adını
verdiğimiz şeye rastlanan ülkeler. Bu deneyim sel bir birlikte
yaşama, az-çok kaypak veya utandırıcı, belirli bir formüle sa­
hip olm ayan bir çeşit alaşım : Bir u çla özgü rlü k , diğerinde
planlama veya korum acılık. Yaşanan deneyimlerde görüldük­
leri biçim iyle, soruların ve durumların karm aşıklığı, geniş hat­
ların ve yönlendirici ilkelerin yokluğu, bu sorunların teknis­
yen w e politikacıların alanında kalm alarına, kamuoyunda yer
almamalarına yol açıyor.
Gene de düşünce planında bunun başka türlü olabileceği gö­
rülebilir ve belki de Kari Polanyi’nin tutkuyla sorduğu şeyin
yanıtı burada aranabilir. Kanıtlanan, bir yanda özgürlüğün eğer
mutlak üstünlüğü sağlanamazsa yokolacağı, öte yanda, özgür­
lüğün gerekleri -e k o n o m ik liberalizm in durum undaki gibi—
sonuna kadar yerine getirildiğinde saçma veya razı olunamaya­
cak bir duruma gelindiği. Yasanın m utlak üstünlüğü gerekli,
ama bunun sonucunda, hem yasa önünde hem de yurttaşların
vicdanında, bazı ikincil alanlarda özgürlükle çelişen durumlar
ortaya çıkabilir ve çıkacaktır. Bunun için, değişik özgürlük bi­
çim leri ve deneyim düzeyleri arasında bir ayrım yapm ak ve
bunlan önem lerine göre sıralamak, yani çoğu kez kullanılan­
dan daha karmaşık bir model kurmak gerekiyor.19 Temel olan,
gerekli sosyal disiplini bireyin temel hak ve özgürlüklerine gö­
re ikinci planda tutm ak, onlara tâbi kılm ak. Belki de burada
gerçek dünya Polanyi’nin sosyalizm hayalinden ayrılıyor -ö z e l­
likle üretim etkinliğinin kişisel özgürlüğe tâbi kılınm ası üzeri­
ne yazdığı bölüm düşünülürse-. Dolayısıyla hiç olmazsa, siya­

18 A .g .e., s. 1 3 2 .
19 U y g ulam a alan ın a g ö re birey ciliğ in ald ığı d eğ işik s o m u l b iç im le r ara sın d a ay ı­
rım la r y ap ıld ı: S ıe v e n L u k e s, Individualism , O x fo rd , B la ck w e ll, 1 9 7 3 .

365
sal özgürlüğün hakim olduğu, ekonom ik özgürlüğünse bir öl­
çüde planlanmış veya yönlendirilm iş bir ekonom i içinde belirli
kısıtlamalara boyun eğdiği bir düzenleme düşünebiliriz. Bura­
da başka düzeylerde bir yandan bireylerin, bir yandan halkların
ve toplulukların sahip oldukları haklar, uluslararası ve ulusiçi
ilişkilere tanınan göreli ö n celik ve genelde bireyci değerlerle
toplumsal yaşamın gerekleri genel düzen içinde karşılıklı bir­
birlerine tâbi olarak bir araya gelebilirler.
Kendi konum uzdan bir an için ayrılıp, Polanyi’nin yöntem i­
nin nasıl başka bir düşünce alanına, özellikle kabile toplum la-
rıyla ilgili alana girm ek durum unda olduğundan, kısaca söz
edelim. Burada Polanyi bir parça yüzeyselleşm iyor mu diye
so rab iliriz; ekonom iyi fikir olarak eleştird ikten so n ra, onu
nesne olarak korumayı düşünüyor20 ve karşılıklılık gibi genel
kavramlar kullanmayı öneriyor. Ama bu kavramın da, üretim
kadar sosyal alanla belirlenm iş bir kavram olduğu söylenebi­
lir.2' G erçekten de bu, aralarındaki değişim ilişkileri içinde
kendileri değişm eyen ö zn eler varsayım ına dayanıyor. O ysa,
Mauss, bunun aksine, bu toplumlarda değişim içinde insanla­
rın yalnız bir şey değil, kendilerinden de bir şeyler verdiklerini
gösteriyor. N itekim , içinde buna benzer önerm eler bulduğu­
muz 1925'te basılan HEssai s u r le don (Armağan Üzerine Çalış­
m a), kuşkusuz, hem en hem en her yerde ve bu arada Paris’te
Mauss’un açtığı yolda çalışmaya gayret gösteriliyor. Polanyi’ye
göre bu loplum um uzun bölünm esini sonuna kadar yadsımak
anlam ına geliyor ve tek başına; sosyal bütünlüğün anlam ını
ekonom i içinde arayacak yerde -k u şk u su z Polanyi de buna
karşıydı- ekonom inin bizde ve bizim için taşıdığı anlam ı sos­
yal bütünlük içinde aramaya yöneliyor.
Bunu bir örnekle aydınlatmaya çalışalım . Paranın “evrensel
karşılık” olarak gördüğü işlevi biliyoruz, ama böyle bir “evren­
sel karşılığın" var olması için genel düzeyde - k i bundan top­
lumun bütününün ve orada geçerli olan genel inançların dü­

2 0 B en im ele ştirim , H o m o a c tfu a lis I. (O p . C i l .) , s. 3 3 .


21 Ü retim k av ram ı iç in b k z. a .g .c ., e n d e k s , s.V

366
zeyini an lıy o ru m - gerekli olan koşulların neler olduğunu sor­
gulamadık. Ama bazı Malinezya toplum larında kullanılan de­
niz kabuğundan paraların, paradan başka bir şey olarak görül­
m em eleri gerektiğini kabul ediyorsak, bu toplum larda soru ­
nun yanııını buluyoruz. G erçeklen de, burada, M aurice Leen-
hardı ve Hocart’ın daha önce söyledikleri gibi, para, yalnızca
ve her şeyden önce, yaşam ı, ya da aşagı-yukarı aynı anlama
gelen, yani her yerde değer olarak görünen, ve işte onlar için
sem bolün evrensel karşılık, ya da hem en hem en evrensel kar­
şılık olma niteliğinin kaynağı.22
Büyıık Dönüşüm un özgürlüğünün karşılaştırmalarında yattı­
ğını gördük; yani, modern uygarlığın ve onun tarihinin başka
uygarlıklar ve kültürlerle ilişkisi içinde incelendiğinde yepyeni
bir biçim de anlaşılabileceği fikrinde yattığını. İşte Evans-Pritc-
hard’ın aradığı ve haberciliğini yaptığı antropolojide “perspek­
tif içine yerleştirm e” yöntem inin başlangıcı. Bana öyle geliyor
ki, burada bazılarımızın Mauss’un öğretisinde bulduğum uz ye­
ni bir hüm anizm vaadiyle yeniden karşılaşıyoruz; bugün antro­
poloji alanında konu yeniden gündeme gelm iş olabilir.
H içbir şey kültürlerin birbirleriyle ilişkileri içinde değerlen­
dirilişi kadar güncel olamaz, içinde yaşadığımız dünyada çe­
şitli kültürlerin karşılıklı etkileşim içinde oldukları herkesin
bildiği, sıradan bir gerçek, ama çoğu kez bakış açım ız sınırlı
ve bu kültürel etkileşim in dünyamızı biçim lendirm ekle ne ka­
dar önem li olduğunu ölçebilm ekten hâlâ uzağız.
Ö rneğin, yakın geçm işteki dünya olayları, ulusal gururun
taşıdığı ağırlığı, halkların saygınlıklarına verdikleri önem i bir
kez daha kanıtladı. Bu toplu benliğin kabul edilm esi ihtiyacı
da tam tam ına evrensel değerlerle özel kültürlerin eklendiği
noktada yer alıyor: Söz konusu olan kesin olarak kültürlerin

2 2 Ö z e llik le , D an iel d e C o p p e l'n in S a lo m o n lar'd ak i M alaita ad asın d a b ir k a b iled e


para ü ze rin e y ap tığ ı ça lışm a la ra b k z .; “T h e L ife -G iv in g D e a th ", S .C . H u m p h ­
rey s ve E. K in g , der, Mortality and Immortality: The Antropology and Archeology
of Death. L o n d ra , A cad . P ress, 1981 (s. 1 9 5 -2 0 4 .)
Aynı P arisli a raştırm a g ru b u n d a n P ap ua to p lu m u ü z e rin e b ir ça lışm a y a y ım ­
la n m a k üzere. A ndrd H ean u , Les Morts et la ronde des ichanges: De la circu la ti­
on auxvaleurs cltez les O rohaiva. (M .S ., H .-C am b rid g e Univ. P re ss).

367
ve küllürlerarası ilişkilerin taşıdığı ağırlık. Dünyamız kültürle-
rarası ilişkilerin belirlediği bir dünya, bu görüş şimdiye kadar
gereken önem i vermediğimiz şeye, bu ilişkiler içindeki tarafla­
rın inançlarına, hakkını vererek yaklaşıyor.
G erçekle modern değerler ve fikirler bütünü olarak aldığı­
mız şey bugün büyük ölçüde bu küllürlerarası etkileşim in, et­
ki alımda kalan kültürün hakim kültürün üzerindeki karşıt et­
kisinin bir sonucu. Sanıyorum bu karşıt etkinin çoğu kez far­
kına varılmıyor; daha da şem atik bir değerlendirmenin yapıl­
masını beklerken buna kısaca değinm ek isliyorum .
Burada düşündüğüm , Afrika plastik sanatlarının yirm inci
yüzyıl ressamları üzerindeki etkisi türünden modern kültürün
basit bir biçim de geleneksel kültürlerden bölük-pörçük bazı
şeyler alması değil, sosyal ve siyasal ideoloji düzeyinde daha
önem li bir şey. Belirli bir kültür kendini modern kültüre uy­
durduğu veya an tro p o lo g ların d eyişiyle “k ü ltü rle ştiğ in d e”
(acu ltu ratio n ), genel olarak kendini hakim kültür nezdinde
haklı çıkaran bazı inançlar ve değerler oluşturuyor (XIX . yüz­
yılda, XIX. ve XX. yüzyıllarda Hindistan). Bu inanç ve değerler
çoğu kez az-çok derinliği olan bir “sentez”, iki inanç ve değer
sistem inin bir tür kendine özgü alaşımı biçim inde ortaya çık ı­
yorlar. İki yanları oluyor: Hakim kültürle ilgili olarak evrensele
dönük bir yan ve tâbi kültürle ilgili olarak da özgül olana dö­
nük bir yan. Bu yüzden de, özel bir kültürün kültürleşmesinin
bu ürünleri dönemin hakim veya evrensel kültürüne bir geçiş
yapabiliyorlar. Tek bir örnek vereceğim. Başka bir bağlamda,
ulusların etkin kuramının Herder’in Batı Aydınlanmasının koz-
m opolilizm ine karşı bütün kültürlerin eşitliğini vurgulamasın­
dan kaynaklandığını gösterm iştim. Bunu da, Almanya’nın XVI-
11. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Aydınlanmacıların ve
Fransız Devriminin fikir/değerleri karşısındaki kültürleşm esi­
nin bir yönü olarak görebiliriz.23 XX. yüzyılda ulusların etnik
kuramı açıkça m odem mirasın bir parçasını oluşturuyor. Bu­
nunla Almanya daha sonraki kültür yitirişlerinin yolunu belir­

2 3 "U A llcm agn e rep o n d â la F ran ce . Le p eu p le et la n atio n ch e z H erder e t F ic h ­


te ", Libre, 6 , 1 9 7 9 , s. 2 3 3 - 2 5 0 .

368
ledi ve bireysel değerlerin gerçek dünyasına uyum sağlayabil­
mek için kullanılm ak üzere vazgeçilmez bir araç sağladı.
Dolayısıyla, modern olarak bilinen inançlarım ızın dünyası,
gerçekte modern olanla olmayanın etkileşim inden, veya m o­
dem olanın kendiliğinden değişen dünyaya uymasından kay­
naklanan kavramlarla dolu.
Henüz bir döküm ü yapılmamış bu az-çok sentez niteliğin­
deki kavramlar, ortaya çıkış koşullanndan ötürü kaygı verici
görünebilecek bazı özelliklere sahipler: Çoğu kez içlerinden
çıktıkları kavramları yoğunlaştırıp aşma eğilimi taşıyorlar. Bu­
rada bu soruna yalnızca değinebilecek durum dayım , ama bir
yandan bolşevizm, bir yandan nazizm yalnızca bu tür bileşim ­
ler sonucu ortaya çıkabilm iş gibi görünüyorlar. İlk durumda
M arx’in b ilim sel yapaylığı* L en in ’de ek o n o m ik gelişm en in
burjuva ya da kapitalist aşam asının atlanabileceği iddiasıyla
güçleniyor. Bu iddia yalnızca Rus popülizm inin mirasıyla açık ­
lanabilir. Nazizmin durumu daha karmaşık, ama açık özellik­
lerinden biri taklit ettiği ve aşmaya çalıştığı bolşevizm e göre
daha abartılm ış oluşu.24
Büyük Dânüşüm'e dönersek, ondan pek de uzakta olm adığı­
mızı görürüz: Orada da, ekonom ik liberalizm biçim in i alan
m odernlik, bugünkü yaşamda karşıtıyla birleşiyor.
Ö tekiler gibi bu alanda da, modern fikir/değerler, yani bi­
reyciliğe ait olanlar, hâlâ kabul edildikleri yerlerde bile, ger­
çekte m odern olm ayışlarıyla tanım layabileceğim iz karşıt de­
ğerlerle birleşm iş dürümdalar. Böylece ortaya, açıklam a ama­
cıyla çağımızın “m odernlik sonrası” diyebileceğim iz yönü çı­
kıyor. Bu anlamda Büyük Dönüşüm sürüyor...
LOUIS DUMONT, Ağustos 1982

2 4 L c n in ü z e rin e : Jo s e p h F r a n k , “T h e road to r e v o lu tio n ", T h e Tim es L it e r a r y


Supplement. S ta n fo rd . 1 9 7 9 , O x fo rd 1 9 8 1 ) . N azizm ü ze rin e b k z . "I.e s ra cin es
de la v io le n c e d a n s M e in K a m p f', L. D u m o n t, fndividualism e ft Anthropologic
(y a y ım la n a ca k ) için d e.
( * ) D u m o n t, b ilim s e l y a p a y cılık (a r tifıc ia lis m e ) s ö z ü n ü , to p lu m u in sa n ira d esin ­
d en b ağ ım sız, doğal b ir sü reç so n u cu ortay a ç ık a n b ir o lg u o la ra k a n lam ay a
y ö n e le n y a k la şım la rın k a rşıtın ı b e lirtm e k için k u llan ıy o r. Yani, in sa n yapısı b i­
lin çli m ü d a h a le lerle b iç im le n d irile n b ir to p lu m a n la y ış ın ın b e lirle d iğ i y a k la ­
şım lard an sö ze d e rk en .

369
K a y n a k l a r a I l Iş k In N o t l a r

1. Bölüme
1. POLİTİKA, TARİH YASASI, İLKE VE SİSTEM OLARAK
GÜÇ DENGESİ
1. Güç Dengesi P olitikası. Güç dengesi politikası bir Ingiliz ulusal kuru­
ntudur. Niteliği yalnızca pragmatik ve fiilidir, ne güç dengesi ilkesi, ne de
güç dengesi sistem iyle karıştırılmaması gerekir. Bu politika, ülkenin ör­
gütlenmiş politik toplulukların yerleştiği bir kıtanın yanındaki ada ko­
numunun bir sonucudur. Trevelyan, “Walsey'den Cecitte kadar, yüksel­
mekte olan diplomasi ekolünün bütün temsilcileri, lng^tere’nin kurul­
makla olan büyük Kıta devletleri karşısında tek güvenliğini koruma şan­
sı olarak Güç Dengesini izlediler” diyor. Tudor devrinde bu politika iyice
yerleşmiş, Canning, Palmerstone, Sir Edward Grey ve Sir William Temp­
le tarafından uygulanmıştı. Ortaya çıkışı Kıta Avrupası’ndaki güç dengesi
sisteminin yükselişinden neredeyse iki yüzyıl önceydi ve Fenelon veya
Vatel tarafından öne sürülen bir ilke olarak güç dengesi doktrininden
bütünüyle bağımsız bir biçimde gelişmişti. Bununla birlikte, böyle bir
sistemin gelişmesi, giderek İngiltere’nin Kıta Avrupası’nda öne çıkan her­
hangi bir devlete karşı ittifaklar kurmasını kolaylaştırdığı için, İngiltere
ulusal politikasına büyük ölçüde destek sağlamıştı. Sonuçta, Ingiliz dev­
let adamları, İngiltere’nin güç dengesi politikasının aslında güç dengesi
ilkesinin bir uzantısı olduğunu ve İngiltere’nin böyle bir politika izleye­
rek bu ilkeye dayanan bir sistem içinde yer aldığı fikrini benimsemeye
başladılar, gene de, ülkenin kendi savunma politikasıyla, ilerlemesine

371
yardım eden herhangi bir ilke İngiliz devlet adamları tarafından bilinçli
olarak birbirine karıştırılmış değildi. Twenty-five Years (Yirmibeş Yıl) adlı
kitabında Sir Edward Grey şöyle yazıyordu: “Avrupa’da güçlü bir grubun
hakimiyeti istikrar ve barış sağladığı sûrece, Büyük Britanya kuramsal
olarak buna karşı çıkmamıştır. Genellikle böyle gruplaşmalar onun ilk
siyasal tercihi olmuştur. Yalnızca hakim güç saldırganlaşıp İngiltere ken­
di çıkarlarını tehdit altında hissettiğinde, ülkenin bilinçli bir politika so­
nucu olmasa bile bir savunma içgüdüsüyle Güç. Dengesi denebilecek bir
şeye doğru yöneldiği görülür.”
Yani, Ingiltere’nin Kıta Avrupası’ndaki güç dengesi sistemini destekle­
yip onun ilkelerini benimsemesi ülkenin meşru çıkarlarına uygundu. Bu
ülke politikasının bir parçasıydı. Güç dengesine özünde farklı iki yakla­
şımın yarattığı karmaşa aşağıdaki alıntılarda görülüyor: 1787’de Fox kız­
gınlıkla hükümete “artık İngiltere Avrupa’da güç dengesini koruyamaya­
cak ve özgürlüklerin savunucusu olarak görülemeyecek bir konuma ıııı
geldi?” diye soruyordu. Fox’a göre Avrupa’da güç dengesi sisteminin ko­
ruyuculuğunu üstlenmek İngiltere’nin boynunun borcuydu. Burke de
dört yıl sonra iki yüzyıldır yürürlükte olduğu düşünülen bu sistemi “Av­
rupa’nın kamu hukuku" olarak tanımlıyordu. İngiltere’nin ulusal politi­
kasını Avrupa’nın güç dengesi sistemiyle özdeşleştiren bu retoriğin,
Amerikalıların aynı derecede itici buldukları bu iki kavram arasındaki
farkı görmelerini güçleştirmesi doğaldı.
2. Tarih yasası o larak güç dengesi. Güç dengesinin başka bir tanımı doğ­
rudan doğruya güç birimlerinin niteliğine, dayanıyor. Bu, modern düşün­
cede ilk defa Hume tarafından dile getirildi. Onun bu başarısı Sanayi Dev-
riminden sonra siyasal düşüncenin hemen hemen bütünüyle ortadan kalk­
masıyla kayboldu. Hume, söz konusu olgunun siyasal niteliğini görmüş ve
onun psikolojik ve ahlâkî gerçeklerden bağımsız oluşunun üzerinde dur­
muştu. Bu olgu, oyuncular gücü içeren birimler olarak davrandıklarında
onları yönlendiren dürtüler dışında etkisini gösteriyordu. Hume’un yazdığı
gibi, deneyim, dürtüler, ister “ihtiyatlı bir politika” ister “kıskanç bir taklit­
çilik" doğrultusunda olsun, “sonuçların aynı olacağım" gösteriyordu. I:
Schuman şöyle diyor: “Eğer Devletler Sisteminin A, B ve C gibi üç birim­
den oluştuğu yolunda bir önermede bulunursak, bunlardan birinin elinde­
ki gücün artmasının diğer ikisinin gücünü azaltacağı açıkça görülecektir."
Bundan çıkardığı sonuç, güç dengesinin “basit biçimiyle Devlet Sistemi
içindeki her birimin bağımsızlığını korumak amacıyla geliştirilmiş" oluşu.
Bu önermeyi pekâlâ, siyasal sistemler biçiminde düzenlenmiş olsun olma­
sın, bütün güç birimleri için genelleştirebilirdi. Gerçeklen de, güç dengesi
tarih sosyolojisinde bu biçimde karşımıza çıkıyor. Toynbee, Study o f His-

372
tor/de (Tarih Çalışması) güç birimlerinin, baskının en yüksek düzeye
ulaştığı güç gruplan merkezinde değil, çevrede yaygınlaşacakları gerçeğine
değiniyor. Batı ve Orta Avrupa’da en önemsiz sınır değişikliklerinin bile
olanaksız olduğu bir dönemde. Birleşik Devletler, Rusya, Japonya ve Ingi­
liz Dominyonlan şaşkınlık verici bir biçimde yayıldılar. Pirenne de buna
benzer bir tarih yasasından söz ediyor. Göreli olarak örgütlenmemiş toplu­
luklarda dış baskılara karşı koyan merkezlerin güçlü komşulardan en uzak
bölgelerde onaya çıktığına değiniyor. Bunun örnekleri arasında, Heristal'Ii
Pipin’in Kuzey Avrupa’nın ötelerinde kurduğu Frank krallığı veya Alman
birimlerinin birleştirici merkezi olarak Doğu Prusya’nın ortaya çıkması sa­
yılabilir. Bu tür başka bir yasa da Belçikalı De Greef’in tampon devlet yasa­
sı. Bu yasa Frederick Turner ekolünü etkileyip, Batı Amerika için kullanı­
lan “gezgin Belçika” kavramına yol açmış gibi görünüyor. Bu denge ve
dengesizlik kavramları, ahlâkı, yasal ve psikolojik fikirlerden bağımsız şey­
ler. Bu da onların siyasal niteliğini gösteriyor.
3. İlke ve sistem o la ra k güç dengesi. İnsan çıkarlarından biri, bir kez
meşrulaştığında, ondan bir davranış ilkesi türetihr. 1648'den beri, Müns­
ter ve Westphalia anlaşmalarının belirlediği statükonun Avrupa devletle­
rinin çıkarlarına uygun olduğu kabul edilmiş ve anlaşmayı imzalayanla­
rın bu konudaki dayanışması sağlanmıştı. 1648 anlaşması Avrupa’nın he­
men hemen bütün güçlü devletleri tarafından imzalanmıştı, bunlar an­
laşmanın uygulanacağına dair güvence veriyorlardı. Hollanda ve İsviç­
re’nin egemen uluslar olarak uluslararası planda ortaya çıkmaları bu an­
laşmayladır. Bu tarihten başlayarak devletler, statükodaki herhangi bir
önemli değişmenin ancak hepsinin yararına gerçekleşebileceğini varsaya­
bilecek duruma geldiler. Uluslar topluluğunun ilkesi olarak güç dengesi­
nin kaba biçimi bu. Buna göre, bu ilkeye uygun davranan hiçbir ulusun,
statükoyu değiştirme amacı güttüğünden haklı veya haksız olarak kuşku
duyduğu başka bir devlete karşı saldırgan bir davranışta bulunması dü­
şünülemezdi. Böyle bir durum, doğal olarak, bu tür değişikliklere karşı
koalisyonlar kurulmasını büyük ölçüde kolaylaştıracaktı. Buna karşın, il­
ke ancak, Utrecht Anlaşmasında, Avrupa'da dengeyi korumak için (ad
conservandutn in Europa equilibrium) İspanya mülkü Bourbonlarla
Habsburglar arasında paylaştınldıgında, tanındı, ilkenin resmi olarak ta-
nınmastyla, Avrupa yavaş yavaş bu ilkeye dayanan bir sistem biçimini al­
dı. Küçük devletlerin büyük devletler tarafından yutulması (veya ege­
menlik altına alınması) güç dengesini bozacağı için, sistem dolaylı olarak
küçük devletlerin bağımsızlığını koruyordu. 1648’den, hatta 1713’ten
sonra Avrupa’nın örgütlenişi ne kadar kesinlikten uzak olursa olsun, iki
yüzyıl kadar bir süre küçük büyük bütün devletlerin korunabilmesi güç

373
dengesi sisteminin başarısı olarak görülmeli. Bu sistem adına sayısız sa­
vaş verildi. Bunlann istisnasız hepsi güç kaygılarıyla açılmış olarak görü­
lebilirlerse de, çoğu durumda ülkeler sanki kışkırtma olmadan girişilen
saldırganlık eylemlerine karşı ortak önlem ilkesine göre hareket ediyor­
larmış gibi sonuç vermişlerdi. Danimarka, Hollanda, Belçika ve İsviçre
gibi güçsüz birimlerin, sınırlarını tehdit eden büyük güçlere karşın, uzun
yıllar boyunca varlıklarını sürdürebilmiş olmalarını başka hiçbir şey
açıklayamaz. Mantıksal olarak, bir ilkeyle bu ilkeye dayanan bir düzen,
yani bir sistem arasındaki fark açık görünüyor. Ancak, geri planda kal­
dıkları zaman bile, yani kurumsal aşamaya henüz ulaşamayıp yalnızca
geleneksel alışkanlık ve adetlerin yönlendiricisi olarak kaldıklarında bile,
ilkelerin etkinliğini azımsamamamız gerek. Yerleşmiş bir merkez, düzen­
li toplantılar, ortak görevliler veya yaptırım gücüne sahip davranış kural­
ları olmaksızın bile, Avrupa yalnızca çeşitli sefaretler ve diplomatik or­
ganların arasındaki sürekli temaslar sonucu bir sistem durumuna gel­
mişti. Birlikte veya ayrı ayrı, benzer veya değişik ifadelerle yürütülen so­
ruşturmalar, yöntemler ve yazışmalan düzenleyen katı gelenek, güç den­
gesini sabitleştirmeden belirtmenin, bu arada da anlaşma yolları tıkandı­
ğında yeni uzlaşma, giderek ortak eylem yolları aramanın bir biçimiydi.
Gerçekten de, büyük devletlerin meşru çıkarları tehlikeye girdiğinde, bu
devletlerin toplu halde küçük devletlerin işlerine karışma hakkını elle­
rinde tutmaları, Avrupa düzeyinde tam olarak örgütlenmemiş bir yöne­
lim mekanizmasının varlığı anlamına geliyordu.
Bu gayri resmi sistemin belki de en güçlü desteği, ya bir ticaret anlaş­
ması, ya da âdet ve geleneklerin etkin kıldığı uluslararası bir araç yoluyla
yürütülen sayısız ö zeliş ilişkisiydi. Hükümetler ve etkili yurttaşlar, bu
tür uluslararası işlemlerin çeşitli mali, ekonomik ve yasal yönlerinde, sa­
yısız biçimde birbirlerine kenetlenmişlerdi. Bunlardan bazıları yerel bir
savaşla kesintiye uğrayabilirdi, ama sürekli veya hiç olmazsa geçici ola­
rak etkilenmeden kalan işlemlerle ilgili çtkarlar savaşın düşman zararına
etkileyebileceği çok önemli bir kille oluşturuyordu. Uygar topluluklann
tüm yaşamına işleyen ve ulusal sınırları aşan özel çıkarların bu sessiz
baskısı, uluslararası ilişkilerin görünmez güvencesini oluşturuyor ve Av­
rupa ittifakı veya Milletler Cemiyeti gibi örgütlü bir biçim olmadığında
bile güç dengesi ilkesine etkin bir yaptırım gücü sağlıyordu.

TARİH YASASI OLARAK GÜÇ DENGESİ


Hume, D.. “On the Balance of Power", Works, c. Ill (1854), s. 364. Selut­
man E, International Politics (1933), s. 55, Toynbee, A.J., Study o f His­
tory, c. Ill, s. 302. Pirenne, H., Outline o f the History o f Europe from the

374
Fall o f the Roman Em pire to 1600 (Engl. 1939). Barnes-Becker-Becker, On
D e GreeJ, c. II, s. 871. Hoffman, A., Das deutsche Land und d ie deutsche
G eschichte (1920). Aynca, Haushofer’in Jeopolitik Ekolü, Öteki uçta ise,
Russell, B., Power, Lasswell’in P sycopathology and Politics; World Politics
and Personal Insecurity ve diğer eserleri. Ayrıca, RosiovtzefT, Social and
Econom ic History o f the Hellenistic, bölüm 4,1.

İLKE VE SİSTEM OLARAK GÜÇ DENGESİ


Mayer, J.R , P olitical T hought (1 939), s. 464. Vatıel, L e droit des gens
(1758). Hershey, A.S., Essentials o f International Public Law and Organi­
zation (1927), s. 567-69. Oppenheim, L , International Law. Heatley, D.P,
D iplomacy and the Study o f International Relations (1919).

YÜZ YILLIK BARIŞ


Leathes, "Modern Europe", C am bridge M odem History, c. XII. bölüm I.
Toynbee, A.J., Study o f History, c. IV (C), s. 142-53. Schuman, E, Interna­
tional Politics, Kitap l, bölüm 2. Clapham, J.H. E conom ic D evelopm ent o f
France and Germany, 1815-1914, s. 3. Robbins, L., T he D epression (1934),
s. 1. Lippmann, W., The G ood Society. Cunningham, W., Growth o f Eng­
lish Industry and C om m erce in M odem Times. Knowles, L.C.A., Industrial
and C o m m ercia l R evolution in G reat B ritain du rin g th e 19th C entury
(1927), Carr, E.H., T he 2 0 Years’ Crisis 1919-1939 (1 940). Crossman,
R.G., T he Econom ic Problem (1925), s. 265.

BAĞDAT DEMİRYOLU
Anlaşmazlığın 15 Haziran 1915 lngiliz-Alman anlaşmasıyla çözümlen­
miş olduğu görüşü: Buell, R.L. International Relations (1929). Hawirey,
R.G., The E conom ic Problem (1925). Mowat, R.B., Die Concert o f Europe
(1930), s. 313. Stolper, G., This Age o f F a b le (1924). Karşı görüş için:
Fay, S.B., Origins o f the World War, s. 312. Feis, H., Europe, The Worlds
B an ker 1870-1914, (1930), s. 335.

AVRUPA İTTİFAKI
Langer W.L... European A lliances and Alligments (1871-1890) (1931). Son-
tag, R.J., European D iplom atic History (1871-1932) (1933). Önken, H.,
“The German Empire”, C am bridge M odem History, c. XII. Mayer, J.R , Po­
litical Thought (1939), s. 464. Mowat, R.B., T he Concert o f Europe (1930),
s. 23. Phillips, W.A., T h e C on fed eration o f E urope 1914 (ikinci baskı
1920). Lasswell, H.D., Politics, s. 53. Muir, R., Nationalism and Internati­
onalism (1917), s. 176. Buell, R.L., International Relations (1929), s. 512.

375
1. Bölüme
2. YÜZ YILLIK BARIŞ
1. Olaylar. 1815 ve 1914 arasında, bir yüzyıl boyunca, Avrupa’nın büyük
devletleri birbirleriyle yalnız üç kısa dönem boyunca savaştılar. 1859'da
altı ay, 1866’da altı hafta ve 1870-71’de dokuz ay. Tam iki yıl süren Kırım
Savaşı, çevresel ve yan sömürge savaşı niteliğindeydi. Clapham, Trevel­
yan, Toynbee ve Binkley’in de aralarında yer aldığı tarihçiler bu konuda
görüş birliği içindeler. Bu arada, lngilizlerin ellerindeki Rus tahvillerinin
savaş boyunca Londra'da geçerliliklerini koruduklarına da değinelim.
Ondokuzuncu yüzyılla daha önceki yüzyıllar arasındaki temel fark, ara­
da sırada patlak veren yaygın savaşlarla yaygın savaşlara hiç rastlanma­
yan bir durum arasındaki farktır. General Fulter’ın ondokuzuncu yüzyıl­
da savaşsız geçen tek bir yıl olmadığını söylemesi önemli değil, Quincy
White’m çeşitli yüzyıllarda savaşla geçen yılların toplamını yaygın ve ye­
rel savaşlar arasında aynm yapmadan karşılaştırması da en önemli nok­
tayı gözden kaçırıyor.
2. Sorutı. İngiltere’yle Fransa arasındaki sürekli savaşların, yaygın sa­
vaşların bu verimli kaynağının, sona ermesi özellikle açıklama gerektiri­
yor. Bu, iktisat politikası alanında iki gerçekle ilintili: a) eski sömürge
imparatorluğunun sona ermesi ve b) uluslararası altın standardı döne­
miyle birleşen serbest ticaret dönemi. Yeni ticaret biçimleri savaştan elde
edilebilecek çıkarları hızla ortadan kaldırırken, altın standardıyla ilintili
yeni uluslararası para ve kredi yapısıyla birlikte barıştan elde edilebilecek
kesin çıkarlar oluşmuştu. Ulusal paraların dengesiyle gelir ve istihdam
düzeyini belirleyen dünya piyasalarının işlerliği, artık tüm ulus ekono­
milerinin çıkarlarını da etkiliyordu. Geleneksel yayılmacılık yerini
1880’e kadar bütün Büyük Devletlerde görülen antiemperyalist eğilimle­
re bırakmıştı. (Bundan 18’inci bölümde söz ediyoruz).
Gene de, dış politikanın doğal olarak kârlı iş olanaklarını artırma işle­
vi gördüğü düşünülen ticaret savaşlan dönemiyle, yabancı tahvil sahiple­
riyle yabancı yatırımcıların çıkarlarını korumanın sefaret mensuplarının
meşru görevi sayılan daha sonraki dönem arastnda yarım yüzyılı aşkın
bir süre var (1815-80). Özel iş çıkarlarının dış ilişkiler üzerindeki etkisi­
ni yok sayan doktrin bu yarım yüzyıl içinde yerleşti. Sefaretler ancak bu
dönemin sonunda bu tür talepleri gözönüne almaya başladılar, ama gene
de kamuoyundaki yeni eğilimler dikkate alınarak yapılıyordu bu. Biz bu
değişikliğin ticaretin niteliğine bağlı olduğunu kabul ediyoruz. Ondoku­
zuncu yüzyıl koşullarında ticaret artık yayılmak ve başarılı olmak için
doğrudan doğruya güç politikasına bağımlı değildi. Dış politikada ticare­
tin yavaş yavaş yeniden etkili olmaya başlaması ise, uluslararası para ve

376
kredi sisteminin ulusal sınırlan aşan yeni ticari çıkarlar yaratmış ölma-
sındandı. Ama bu çıkarlar yalnız yabancı tahvil sahiplerinin çıkarlan ol­
duğu sürece hükümetler onlan dikkate almakta son derece isteksiz dav­
ranıyorlardı. Çünkü dış borçlar, uzun süre yalnızca en dar anlamda spe­
külasyona yönelik olarak görüldüler; genelde gelir ulusal hükümet tah­
villerine bağlıydı ve hiçbir hükümet şöhreti söz götürür hükümetlere
borç verme riskini göze almış yurttaşlann desteklenmesi gerektiğini dü­
şünmüyordu. Canning, İngiliz hükümetinin kayıplarına ortak olmasını
isteyen yatırımcıların taleplerini kesinlikle reddediyor ve dış borçlarının
tanınması kendileri için büyük önem taşıyan Latin Amerika cumhuriyet­
lerini hiç düşünmeden geri çeviriyordu. Palmerstone’un ünlü 1848 ge­
nelgesi bu tavrın değiştiğinin ilk göstergesiydi, ama değişiklik çok da
kapsamlı değildi çünkü ticaret zümresinin çıkarları o derece geniş bir
alana yayılmıştı ki, hükümetin herhangi bir önemsiz çıkarın bir dünya
imparatorluğunun yönetimini karıştırmasına izin vemıesi beklenemezdi.
Dış ülkelerdeki iş girişimlerinde dış politika çıkarlarının yeniden günde­
me gelmesi temelde serbest ticaret döneminin kapanması ve bunu izle­
yen onsekizinci yüzyıl yöntemlerine geri dönüşün sonucuydu. Ama tica­
ret artık spekülasyona yönelmeyen, bütünüyle olağan dış yatırımlarla iç
içe girerken, dış politika geleneksel topluluğun ticaret çıkarlarına hizmet
çizgisine geri dönmüştü. Açıklanması gereken bu sonuncu olay değil, ara
dönemde bu çıkarın ortadan kalkmış olması.

377
2. Bölüme
3. ALTIN İBRİŞİMİN KOPUŞU
Para değerlerinin zorla dengede tutulması altın standardının çöküşünü
hızlandırdı, istikrar hareketinin başını çeken Cenevre’ydi, Londra ve
Wall Street’den gelen baskıları mali yönden daha zayıf devletlere geçiri­
yordu.
istikrar politikasına ilk zorlanan ülkeler, Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra ulusal paralan çöken mağlup ülkelerdi. İkinci grubu paralarının is-
likrannı ilk grupdakilerden daha sonra sağlayan galip Avrupa devletleri
oluşturuyordu. Üçüncü gnıpda ise yalnızca altın standardından en bü­
yük yaran sağlayan ülke, Birleşik Devletler vardı.

I. M A Ğ L U P II. G A L İP A V RU PA III. A .B .D .
ÜLKELER D EVLETLERİ

U lu sa l
U lu sa l p ara A ltın A lu n
para d e n g e - sıa n d a r- S ta n d a r­
d e n g e s in in s in in d ın d an d ın d a n
s a ğ la n ış ı sa ğ la n ışı a y rılış a y n lış

R u sya 1923 B ü y ü k B rita n y a 1925 1931 A .B .D . 1933


Avusturya 1923 F ra n sa 1926 1936
M a ca ristan 1924 B e lç ik a 1926 1936
A lm anya 1924 İtalya 1926 1933
B u lgaristan 1925
Fin la n d iy a 1925
E sto n ya 1926
Y u n an istan 1926
P o lon y a 1926

İlk gruptaki dengesizliğin yükünü bir süre birinci grup çekti. İkinci
gruptaki ülkeler birincidekiler gibi paralannın dengesini sağlar sağlamaz
onlar da desteğe ihtiyaç duymaya başladılar; bu desteği üçüncü grup sağ­
ladı. Sonuçta, Birleşik Devletler’den oluşan üçüncü grup, Avrupa'daki
parasal istikrar hareketinin yol açtığı giderek artan dengesizlikten en çok
zarar gören grup oldu.

378
2. Bölüme
4. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA SARKACIN SALINIMLARI
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki geriye dönüş yaygın, hızlı, ama boyut­
ları açısından kısıtlıydı. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda 1918-
23 döneminin tek sonucu yenilgi sonrasında demokratik (veya sosyalist)
cumhuriyetlerin yerlerini tutucu bir restorasyona bırakmalarıydı; birkaç
yıl sonra hemen hemen her yerde tek parti hükümetleri kuruldu. Bu eği­
lim gene oldukça yaygındı.

T E K PA R T İ
ÜLKE D E V R İM K A R Ş I D E V R İM H ÜKÜ M ETİ

Avusturya E k im 1 9 1 8 1920 O rta S ın ıf 1934


So sy al D em o k ra t C u m h u riy eti
C u m h u riy et
B u lgaristan E k im 1 9 1 8 1923 F a şist 1934
R ad ik al T arım K arşı d ev rim
R e fo rm u
E sto n y a 1917 1918 O rta s ın ıf 1926
S o sy alist C u m h u riy eti
C u m h u riy et
F in la n d iy a Şubat 1 9 1 7 1918 O rta s ın ıf
S o sy alist C u m h u riy eti
C u m h u riy et
A lm an ya K astm 1 9 1 8 1920 O rta s ın ıf 1933
So sy al D em o k ra t C u m h u riy e ti
C u m h u riy et
M a caristan E k im 1 9 1 8 1919 K arşı d ev rim
D e m o k ra tik
C u m h u riy et
M art 1 9 1 9
S o v y e tler
Yugoslavya 1918 1926 O to rite r 1929
D e m o k ra tik a s k e ri d ev let
F ed erasy o n
L eton y a 1917 1918 O rta s ın ıf 1934
So sy a list C u m h u riy eti
C u m h u riy et
U tv a n y a 1917 1918 O rta s ın ıf 1926
Sosy alist C u m h u riy eti
P o lon y a 1919 1926 O to rite r
S o sy al D em o k ra t d ev let
C u m h u riy et
R o m any a 1918 1926 O to rite r *~
T a n m re fo rm u re jim

379
2. Bölüme
5. MALİYE VE BARIŞ
Son yannı yüzyıl boyunca uluslararası mâliyenin oynadığı sosyal rol üzeri­
ne hemen hemen hiç malzeme yok. Corti’nin Rothschild’larla ilgili kitabı
yalnızca Avrupa İttifakından önceki dönemi kapsıyor. Ailenin Süez hissele­
ri işine karışması, Bleichroeder’lerin uluslararası borçlanma yoluyla 1871
Fransız savaş tazminatını ödeme teklifleri, Doğu Demiryolu döneminin
büyük alışverişleri burada incelenmemiş. Langer ve Sontag’mkiler türün­
den tarih çalışmaları uluslararası mâliyeye çok az yer veriyor (bunlardan
İkincisi barışı etkileyen unsurlar arasında mâliyenin sözünü bile etmemiş);
Leathes’in Cam bridge M odem History 'de yaptığı gözlemler neredeyse bir is­
tisna olarak kalıyor. Fransa’da Lysis, İngiltere’de J.A. Hobson’unkiler gibi
dışardan liberal eleştiriler, ya maliyecilerin vatanperverlikten ne kadar
uzak olduklarını, ya da serbest ticaret zararına emperyalist ve korumacı
akımlan destekleme eğilimlerini göstermeye yönelik. Hilferding ve Le-
nin’inkiler türünden Marksist çalışmalar ulusal bankacılıktan kaynaklanan
emperyalist güçlerin ve bankalann ağır sanayi ile olan ilişkilerinin üzerin­
de duruyorlar. Bu açıklama yalnızca Almanya ile sınırlı olmasının yanı sı­
ra, uluslararası bankacılık çıkarlarını açıklamakta da kesinlikle başarısız.
Wall Sıreet'in yıllann gelişmeleri üzerindeki etkisi objektif bir biçimde
incelenebilmek için henüz çok yeni. Genelde, Barış anlaşmalarından Da­
wes Planı, Young Planı ve Lozan sırasındaki ve daha sonraki savaş tazmi­
natlarının tasfiyesi kadar bu etkinin uluslararası uzlaşma ve ılımlılık yö­
nünde olduğu kuşkusuz. Yeni çalışmalar, özel yatırım konusunu öteki­
lerden ayırma eğilimindeler. Bunun bir örneği, ister başka hükümetler is­
ter özel yatırımcılar tarafından verilmiş olsun, hükümetlere verilen borç­
lan dikkate almayan Staley'nin çalışması. Bu sınırlama yazarın bu çok il­
ginç çalışmasında uluslararası mâliyenin bir değerlendirmesini yapması­
nı olanaksız kılıyor. Bizim geniş ölçüde yararlandığımız Feis'in mükem­
mel çalışması konuyu neredeyse bütünüyle kapsıyor, ama o da, yüksek
maliye arşivleri henüz açılmamış olduğu için, özgün malzeme yokluğun­
dan zayıf kalıyor. Earle, Remer ve Viner’in değerli çalışmalan da aynı ka­
çınılmaz kısıtlamadan etkilenmişler.

4. Bölüme
6. 'TOPLUMLAR VE EKONOMİK SİSTEMLER" İÇİN
SEÇİLMİŞ REFERANSLAR
Ondokuzuncu yüzyıl, kişisel çıkar dürtüsüne dayanan, kendi yasalarına
göre işleyen bir ekonomik sistem kurmayı denedi. Biz böyle bir girişimin
eşyanın doğası gereği olanaksız olduğunu öne sürüyoruz. Burada yalnız

380
böyle bir yaklaşımın içerdiği çarpık yaşam ve toplum görüşüyle ilgileni­
yoruz. Örneğin, ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri piyasada tüccar gibi
davranmanın “doğal” olduğunu, başka türlü davranmanın ancak insan
içgüdülerine müdahale edilmesi sonucunda ortaya çıkabilen yapay bir
ekonomik davranış olacağını varsayıyorlardı. Aynı biçimde, insanlar ken­
di hallerine bırakıldıklarında piyasaların kaçınılmaz olarak ortaya çıka­
caklarını, ahlâkî açıdan piyasa toplumu istenilir olsun olmasın, işlerliği­
nin soyun değişmez özelliklerine bağlı olduğunu da varsayıyorlardı. Oy­
sa sosyal bilimlerin sosyal antropoloji, ilkel toplumlartn iktisadı, eski uy­
garlıklar tarihi, genel iktisat tarihi gibi alanlarında yapılan modern araş­
tırmaların sonuçlan bu varsayımların tam tersini gösteriyor. Aslında,
ekonomik liberalizm felsefesinin dolaylı veya dolaysız olarak içerdiği
antropolojik veya sosyolojik varsayımlar arasında geçersizliği kanıtlan­
mamış olan yok gibi. Aşağıda bu konuda bazı alıntılar yer alıyor:
a) Kazanç dürtüsü “doğal" bir insan dürtüsü değildir
“İlkel iktisadın belirleyici niteliği, üretim ve değişimden kâr sağlama
isteğinin yokluğudur” (Thumwald, Economics in Primitive Communities,
1932, s. XIII). “Yok edilip ortadan kaldınlması gereken başka bir fikir de,
bugünün bazı iktisat kitaplarındaki ilkel Ekonomik İnsan Kavramı"
(Malinowski, Argonauts o f the Western Pacific, 1930, s. 60). “Manchester
liberalizmin yalnız kuramsal olarak değil, tarihsel olarak da yanıltıcı Ide-
altypen kavramını yadsımamız gerek” (Brinkman, “Das soziale System
des Kapiıalismus", Grundriss der Sozialölıonomik, Abt. IV, s. 11),
b) Emek karşılığında kazanç bağlamayı beklem ek, insan için “doğal” de­
ğildir.
“Daha uygar toplumlarda çoğu kez çalışma dürtüsü oluşturduğu bi­
çimde kazanç, loplumlarm ilkel koşullarında hiçbir zaman çalışmayı teş­
vik eden bir unsur işlevini görmez” (Malinowski, op. cit., s. 156). “Etki
altında kalmamış ilkel toplumun hiçbir düzeyinde, emeğin emek karşılı­
ğının ödenmesi fikriyle ilintili olduğunu göremiyoruz” (Lowie, “Social
Organization”, Encyclopedia o f the Social Sciences, vol. XIV, s. 14). “Hiçbir
yerde emek kiralanmıyor ve satılmıyor” (Thurnwald, Die mensclıliclıe Ge-
sellschaft, c. İli. 1932, s. 169). “Emeğin, karşılığının ödenmesi gerekme­
yen bir yükümlülük olarak görülmesi... yaygın bir şey” (Firth, Primitive
Economics o f the New Zealand Maori, 1929). “Ortaçağda bile, yabancılar
için işin karşılığının ödenmesi duyulmamış bir şey." “Topluma yabancı
birinin hiçbir kişisel bağ veya göreve sahip olmadığı için, şan ve şeref için
çalışması beklenir." Saz şairleri, toplumun dışından olmalarına karşın,
“yaptıkları işin karşılığını alır, bu yüzden de aşağı görülürlerdi” (Lowie,
op. cit.).

381
c) Emeği kaçınılm az olaralt yapılm ası gereken en az işle sın ırlam ak in­
san için “doğal" bir şey değildir
“Çalışmanın hiçbir zaman kaçınılmaz olarak görülmesi gereken işler­
le sınırlandınlmadığını, doğal ya da edinilmiş işlevsel bir faaliyet arzu­
suna bağlı olarak gereken en alt düzeyi her zaman aştığını görmemek
elde değil” (Thurnwald, E conom ices, s. 209). “Emek her zaman kesin­
likle gerekli olanı aşma eğilimindedir" (Thurnwald, Die m ensclıliche G e-
sellschafi, s. 163).
d) Çalışmanın olağan özendiricileri k azan ç değil, karşılıklılık, rekabet,
çalışm a zevki ve sosyal övgüdür.
Karşılıklılık: “Ekonomik eylemlerin hepsi değilse bile çoğu, bir karşı­
lıklı armağanlar ve armağan iadeleri zincirinin parçasını oluştururlar, bu
armağanlar sonuçta birbirini dengeler ve bütün taraflar aynı ölçüde çıkar
sağlar.. Yasalara sürekli karşı çıkan biri kısa zamanda kendini sosyal ve
ekonomik düzenin dışında bulur - bunun da iyice farkındadır" (Mali­
nowski, Crim e an d Custom in S avage Society, 1926, s. 40-41).
Rekabet: “Rekabet yoğun edimler, amaçlannda aynı olmakla birlikte,
mükemmellik dereceleri açısından farklıdırlar.. Varolan modellerin yeni­
den yaratılması için bir mükemmellik yarışı...” (Golddenweiser, “Loose
Ends of Theory on the Individual, Pattern and Involotion in Primitive
Society", Essays in Anthropology, 1936, s. 99). “Erkekler, bostana büyük
sınklar getirir ya da Hint patatesi mahsulünü taşırken, hızlı çalışma, işi
tam yapma ve kaldırabildikleri ağırlıklar konusunda birbirleriyle yarışır­
lar" (Malinowski, Argonauts, s. 61).
Çalışma zevki: “Kendi başına bir amaç olarak çalışmak, Maori çalışma
düzeninin değişmez bir niteliği" (Firth, “Some Features of Primitive In­
dustry", Econom ic Jou rn al, c. 1, s. 17). “Estetik amaçlarla bahçeleri dü­
zenli ve temiz tutmak, güzel, sağlam çitler yapmak, özellikle sağlam ve
büyük Hini patatesi sırıkları bulmak için pek çok zaman ve emek harca­
nır. Belli bir ölçüde bütün bunlar mahsulün yetişmesi için gereklidir,
ama yerlilerin vazifeşinaslıgı yalnızca gereklilik sınırlarının çok ötesine
götürdükleri de kuşkusuz” (Mali.iowski, op. cit., s. 59).
Sosyal övgü: “Bahçecilik hüneri, kişinin sosyal değerinin genel göster­
gesidir” (Malinowski, C oral Gardens and T heir Magic, c. II, 1935, s. 124).
“Topluluktaki herkesten ortalama bir çalışma düzeyini tutturması bekle­
nir” (Firth, Primitive Polynesian Economy, 1939, s. 161). “Andaman ada­
larında yaşayanlar tembelliği anıisosyal bir davranış olarak görürler”
(Ratcliffe-Brown, The A ndam an Islanders). “Emeğini başka birinin hiz­
metine sunmak sosyal bir hizmetti, yalnızca ekonomik değil” (Firth, op.
cit., s. 303).

382
e) İnsan ça ğ la r boyunca aynı.
Study o j Man (İnsan Üzerine İnceleme) adlı kitabında Union okuyucu
kişilik belirlenmesiyle ilgili psikolojik kurumlara karşı uyararak şöyle di­
yor “Genel gözlemler bizi bütün bu tiplerin oluşturduğu yelpazenin bü­
tün toplumlarda aşağı yukan aynı olduğu sonucuna götürüyor. Başka bir
deyişle, (gözlemci) kültürel farkların oluşturduğu perdenin arkasına ge­
çebildiği anda, insanların temelde bizim gibi olduklarını görecektir" (s.
484). Thurnwald, insanlar arasında, gelişmelerinin bütün aşamalarında
varolan benzerliğin üzerinde duruyor: “Daha önceki sayfalarda inceledi­
ğimiz ilkel iktisat, insan ilişkileri söz konusu olduğu ölçüde, iktisadın
herhangi bir başka biçiminden farklı değildir ve sosyal yaşamın aynı ge­
nel ilkelerine dayanır" (Economics, s. 288). “Temel nitelikteki bazı kolek­
tif duygular özünde bütün insanlar için aynıdır ve bu, sosyal yaşamda
benzer biçimlerin tekrar tekrar karşımıza çıkışını açıklar" ( “Sozialpsyc-
hische Ablaufe im Völkerleben", Essays in Anthropology, s. 383). Ruth
Benedict’in Patterns o j Culture (Kültür M odelleri) adlı kitabı da sonuçta
benzer bir varsayıma dayanıyor: “İnsan mizacı dünyanın her yerinde ne­
redeyse aynıymış, her toplumda aşağı yukarı aynı bölüşüm olanakları
varmış ve geleneksel gelişmelere göre bunlar arasından seçilen kültür, in­
sanların büyük çoğunluğu benzer biçimlere şokmuşçasına konuştum.
Ûmegin, bu yoruma göre, vecde gelme durumu her toplumda belirli sa­
yıda birşey için olanaklıdır. Eğer bu saygı görüp ödüllendirilirse, önemli
bir kesim bu duruma ulaşacak veya bunun için gerekli yeteneği geliştire­
cektir.” (s. 233). Malinowski de çalışmalarında tutarlı bir biçimde aynı
görüşü işlemiştir.
0 G enel ku ral, ek o n o m ik sistem lerin sosyal ilişkilerin için e yerleşmiş
oluşudur ; m alların bölüşümü ekonom i dışı a m açlar belirler
İlkel iktisat, “kenetlenmiş bir bütünün parçalan olan belirli sayıda in­
sanla uğraşan sosyal bir iştir” (Thurnwald, Econom ics, s. XII). Aynı şey
zenginlik, çalışma ve takas için de doğru, “tikel toplumda zenginlik eko­
nomik değil, sosyal niteliktedir” (ibid). Emeğin “iş görmekte etkin ola­
bilmesi", “sosyal güçlerin örgütlü bir çabası içine yerleşmiş” olmasından­
dır (Malinowski, Argonauts, s. 157). "Mal ve hizmetlerin takası, büyük
ölçüde, ya sürekli bir ortaklık içinde yürütülür, ya belirgin sosyal bağlar­
la ilintilidir ya da ekonomi dışı alanlardaki karşılıklılık ilişkileriyle bir­
likte gider" (Malinowski, C rim e and Custom, s. 39).
Ekonomik davranışı yönlendiren iki ana ilke, karşılıklılık ve yeniden
bölüşüm le b ir lik te y e r alan stoklam a gibi görünüyor.
Kabile yaşamının tümüne sürekli bir alıp verme işlemiştir (Malinows­
ki, Argonauts, s. 167). “Bugün verilen yarın alınanla dengelenecektir. Bu,

383
ilkel yaşamın bütün ilişkilerine işlemiş olan karşılıklılık ilişkisinin bir
sonucudur” (Thurnwald, E conom ics, s. 106). Bu karşılıklılığı olanaklı
kılmak üzere “her vahşi toplumda karşılıklılık yükümlülüklerinin kaçı­
nılmaz temeli olarak belirli bir kurumsal ‘ikildik’ veya "yapısal simetri'
bulunur” (Malinowski, Crime and Custom , s. 25). Banaro'larda ruhlar
beldesinin simetrik bölümleri aynı biçimde simetrik olan toplum yapısı­
nı yansıtır (Thurnwald, Die G em einde der Banaro, 1921, s. 378).
Thurnwald, bu tür karşılıklı davranışlardan bağımsız olarak, bazen de
onunla birlikte, stoklama ve yeniden dağıtımın ilkel avcı kabilelerden en
büyük imparatorluklara kadar yaygın olduğunu buldu, Mallar bir mer­
kezde toplanıyor, sonra da çeşitli biçimlerde topluluğun üyelerine dağıtı­
lıyordu. Örneğin, Mikronezya ve Polinezya halkları arasında “ilk klanın
temsilcileri olarak krallar geliri ellerinde topluyor, sonra da bunu bir cö­
mertlik gösterisi biçiminde halk arasında dağıtıyorlardı" (Thurnwald,
Economics, s. XII). Bu dağıtma işlemi merkezî yetkililerin elindeki en
önemli güç kaynağını oluşturuyor (a.g.e., s. 107).
g) Teli başına kendisi ve ailesi için y iy ecek sağlam a çabasının eski insa­
nın yaşam ın da y eri yoktur.
Klasikler ekonomi öncesi insanın kendisine ve ailesine bakma duru­
munda olduğunu varsaydılar. Bu varsayım yüzyılın başında Cari Buec-
her’in çığır açan eserinde yeniden canlandırıldı ve geniş yaygınlık kazan­
dı. Yeni araştırmalar tam bir görüş birliği içinde bu noktada Buecher'i
düzelttiler. (Firhı, Primitive E conom ics o f the N ew Z ealand M aori, s. 12,
206, 350; Economics, s. 170, 268 ve Die m enschliche G esellschaft, c. Ill, s.
146; Herskovits. T he Econom ics Life o f Primitive Peoples, 1940, s. 34; Ma­
linowski, Argonauts, s. 167, dipnot).
h) K arşılıklılık ve yeniden dağıtım , yaln tz küçük ilkel toplu lu klar için
değil, aynı zam an da büyük ve zengin im paratorlu klar için de geçerli ek o n o ­
m ik davranış ilkeleridir
“Dağıtımın en ilkel avcı kabile yaşamından başlayan kendine özgü bir
tarihi vardır." "..Daha yakın ve daha açık bir biçimde katmanlaşmış top-
lumlarda durum daha değişiktir.." “Örneklerin en çarpıcısını hayvancı­
lıkla uğruşan toplumlann tarımla uğraşanlarla karşılaşmaları oluşturu­
yor.” “..Bu toplumlarda koşullar birbirinden çok farklıdır. Ama bir kaç
ailenin elindeki siyasal gücün artması ve despotların ortaya çıkmasıyla
dağıtım işlevi önem kazanır. Şef köylüden artık vergi biçimine dönüşmüş
olan armağanları toplar ve bunları kendi görevlileri, özellikle saraya bağ­
lı olanlar arasında dağıtır.
“Bu gelişmeler daha karmaşık dağıtım biçimlerini de içeriyordu... Bü­
tün eski devletler - Çin, lnka İmparatorluğu, Hint Krallıkları, Mısır, Babil

384
- vergi ve ücret ödemelerinde metal para kullanıyorlar, ama devlet görev­
lileri, savaşçılar ve çalışmayan sınıflara, yani halkın üretici olmayan kesi­
mine ambarlar ve depolarda toplanan tahılı dağıtarak aynî ödemelerde
bulunuyorlardı. Bu durumda dağıtım özünde ekonomik bir işlev görü­
yor” (Thurnwald Economics, s. 106-108).
Feodalizmden söz ettiğimizde genellikle Avrupa Orta Çağını düşünü­
rüz... Ancak bu, katmanlaşmış topluluklarda hemen ortaya çıkan bir ku­
rumdur, Ödemelerin çoğunun aynî olması ve üst kademenin bütün top­
raklar ve sürüler üzerinde hak iddia etmesi feodalizmin ekonomik ne­
denlerini oluşturur.." (a.g.e., s. 195).

3. Bölüme
7. "PİYASA MODELİNİN EVRİMİ" İÇİN SEÇİLMİŞ REFERANSLAR
Ekonomik liberalizm, uygulamaları ve yöntemlerinin genel bir ilerleme
yasasının doğal gelişmeleri olduğu sanısına göre işliyordu. Bunları mode­
le uydurabilmek için, kendi kurallarına göre işleyen piyasanın temelin­
deki ilkeler insan uygarlığının bütün evrelerine yakıştırıldı. Sonuç, tica­
ret, piyasalar para, şehir yaşamı ve ulusal ticaretin gerçek niteliği ve orta­
ya çıkışı tanınmaz bir biçime gelinceye kadar çarpıtıldı.
a) Bireysel “takas, trampa ve değişim" eylemleri ilkel loplumlatda y al­
nızca istisna olarak görülürler.
Başlangıçta takas hiç bilinmez, karşı durulmaz bir takas eğilimine sa­
hip olmak şöyle dursun, ilkel insan bundan hiç hoşlanmaz” (Buecher,
Die Entstehung der Volkswirtschajt, 1904, s. 109. Örneğin, bir olta kanca­
sının değerini belirli bir yiyecek miktarıyla belirtmek olanaksızdır, çün­
kü böyle bir değişim hiç yapılmamıştır ve Tikopialar için gerçeküstü bir
şey gibidir.. Her tür nesne belirli bir sosyal durumla uyum içindedir”
(Finh, Op. Cit., s. 340).
b) Ticaret belirli bir topluluk içinde ortaya çıkmaz; değişik toplulukları
içeren bir dış ilişkidir
“Başlangıçta ücaret etnik gruplar arasında yer alan bir işlemdir; aynı
kabilenin ya da aynı topluluğun üyeleri arasında yer almaz, sosyal toplu­
lukların en eskilerinde yalnızca yabancı kabilelere yönelik dışsal bir ol­
gudur" (M. Weber, General Economic History s. 195) “Tuhaf görünebilir
ama, ortaçağda ticaret başlangıcından beri yerel ticaretin değil, dış ticare­
tin etkisiyle gelişti” (Pirenne, Economic and Social History o f Modieval Eu­
rope, s. 142). “Ortaçağlardaki ekonomik canlanma, uzak mesafeler arası
ticaretin elkisiyleydi" (Pirenne, Medieval Cities, s. 1-25).
c) Ticaret piyasalara bağlı değildir; barışçı olan veya olmayan tek yönlü
bir mal taşımacılığından kaynaklanır.

385
Thurnwald en eski licaret biçimlerinin nesnelerinin uzak mesafelere
taşımaktan oluştuğunu gösterdi. Özünde söz konusu olan bir av seferi­
dir. Seferin köle avcılığı veya korsanlık durumunda olduğu gibi savaşçı
bir nitelik kazanması büyük ölçüde karşılaşılan direnişe bağlıdır (Op.
Cit., s. 145, 146). “Norse Vikinglerindeki gibi Homer çağının Yunanlıları
arasında da deniz ticaretini başlatan korsanlıktı; bir süre iki iş birlikle
uyum içinde yürütüldü" (Pirenne, Economic and Social History, s. 109).
d) Piyasaların varlığı veya yokluğu temel niteliklerden değildir; yerel pi­
yasaların büyımıe eğilimi yoktur
“Piyasasız ekonomik sistemlerin bu ortak özellikten ötürü başka ortak
özelliklere de sahip olmaları gerekmez.” (Thurnwald, Die menscliclıe Ge-
selschajt, C. III, s. 137) Eski piyasalarda “yalnızca belirli miktarlardaki
belirli nesneler birbirlertyle takas edebilirdi" (a.g.e, s. 137) “Thurnwald
ilkel para ve ticaretin ekonomik olmaktan çok, sosyal bir önem taşıdığı
yolundaki gözlemi için özellikle övgüye layık” (Loeb, “The Distribution
and Function of Money in Early Society” Essays in Anthropology içinde,
s. 153). Yerel piyasalar “silahlı ticaret", “sessiz takas” veya diğer dış tica­
ret türlerinden birinden çıkmadılar, kaynakları dar bir çevre içinde yapı­
lan değişim amacıyla kurulmuş bir buluşma yerinde korunan “barış”tı.
“Yerel piyasanın amacı bölgede yerleşmiş halkın günlük ihtiyacı için ge­
rekli şeyleri sağlamaktır. Bu, pazarların haftada bir kurulmalarını, çok
dar bir kesimi ilgilendirmelerini ve faaliyetlerinin küçük perakende iş­
lemlerle sınırlı oluşunu açıklar" (Pirenne, Op. Cit., Bölüm: 4, “Commer­
ce to the End of the Twentienth Century", s. 79). Daha sonraki tarihler­
de bile, panayırlardan farklı olarak, yerel piyasalar hiçbir büyüme eğilimi
göstermediler. “Piyasa bölgenin ihtiyaçlarını karşılıyor ve yalnızca yakın
çevrede oturanlara hizmet veriyordu; metalar kırsal alandan gelen ürün­
ler ve hergün kullanılan eşyadan oluşuyordu” (Lipson, The Economic
History o f England, 1935, C. I, s. 221). Yerel ticaret “genellikle köylülerin
ve ev sanayiinde çalışan kişilerin bir yan uğraşı, çoğu kez mevsimlik bir
uğraş olarak gelişmeye başladı...” (Weber, Op. Cit., s. 195). “İlk bakışta
tüccar bir sınıfın yavaş yavaş tanm nüfusunun ortasında gelişmeye başla­
dığını varsaymak doğal görünüyordu. Ancak, bu kavramı destekleyen
hiçbir şey yok” (Pirenne, Medieval Cities, s. I l l )
e) İş bölümünün başlangıcı ticaret veya değişim değil, coğrafi biyolojik ve
bu tür ekonomi dışı gerçeklenlir.
“İş bölümü kesinlikle rasyonalist kuramın öne sürdüğü gibi karmaşık
iktisadın bir sonucu değildir. Büyük ölçüde cinsiyet ve yaşla ilgili psiko­
lojik farklılıklara bağlıdır" (Thurnwald, Economics, s. 212) “Neredeyse
tek iş bölümüdür" (Herskovits, Op. Cit., s. 13). İş bölümünün biyolojik

386
gerçeklerden kaynaklanışının bir başka örneği, değişik emik gruplar ara­
sındaki birbirini bütünleyerek yaşama durumudur. “Etnik gruplar” top­
lumda “bir üst tabaka" oluşması yoluyla “meslek gruplarına dönüşür­
ler”. “Böylece, bir yandan bağımlı sınıfın katkıları ve hizmetlerine, diğer
taraftan önde gelen katmanın içindeki aile reislerinin dağıtım gücüne da­
yanan bir düzen kurulur” (Thumwald, Economics, s. 86). Burada devle­
tin başlangıç nokıalanndan birini buluyoruz. (Thumwald, Sozialpsysc-
lıisdıe Ablaufe, s. 387).
0 Para belirleyici b ir buluş değildir; varlığı veya yolduğunun ekonom inin
biçim inde önem li b ir fa r k a y o l açm ası gerekm ez.
“Bir kabilenin para kullanıyor olması onunla para kullanmayan kabi­
leler arasında ekonomik açıdan çok az farklılık doğuruyordu” (Loeb,
Op. Ciı., s. 154). “Paranın kullanıldığı durumlarda, gördüğü işlev bizim
uygarlığımızda olduğundan çok değişiktir. Hiçbir zaman somut bir mad­
de olmaktan uzaklaşmaz ve hiçbir zaman bütünüyle soyut bir değer gös­
tergesine dönüşmez” (Thumwald Economics, s. 107). Takasın güçlüğü
paranın “icadında” hiçbir rol oynamadı. “Klasik iktisatçıların bu eski gö­
rüşü, etnoloji araştırmalarına ters düşüyor" (Loeb, Op. Sıt., s. 167, dip­
not: 6). Para işlevi gören metaların hem kendilerine özgü faydalan, hem
de güç sembolü olarak taşıdıkları önem göz önüne alındığında “ekono­
mik mülkiyeti tek yönlü akılcı bir görüş açısından değerlendirmek” ola­
naksız (Thurnwald, Econom ics), örneğin, para, yalnızca ücret ve vergi
ödemelerinde kullanılıyor olabilir (a.g.e, s. 108) veya başlık parası, dö­
külen kanı temizlemek için verilen tazminat veya ceza ödemelerinde
kullanılır. “Dolayısıyla devlet öncesi koşulların bu örneklerinde, değerli
nesnelere biçilen değerin, geleneksel bağışların mikıan, önde gelen kişi­
lerin konumu ve toplulukları içinde avamla olan somut ilişkilerinden
kaynaklandığını görüyoruz.” (Thumwald, Econom ics, s. 263).
Piyasalar gibi para da temelde dışsal bir olgudur, topluluk için taşıdığı
önem öncelikle ticaret ilişkileri tarafından belirlenir. “Para fikri genellikle
toplum dışından kaynaklanır.” (Loeb, Op. Cit., s. 156). “Yaygın bir deği­
şim aracı olarak para dış ticaretten kaynaklanır” (Weber, Op. Ciı., s. 238).
g) Dış ticaret başlangıcında, bireyler arasında değil toplu lu klar arasında
y e r alan ticarettir
Ticaret bir “grup işidir”, “toplu olarak ele geçirilen nesnelerle" ilgili­
dir. Başlangıcında “toplu ticaret yolculukları” yer alır. “Çoğu kez dış tica-
reı niteliği taşıyan bu seferlerin düzenlenmesinde toplu hareket ilkesi gö­
rülür” (Thumwald, E conom ics, s. 145). “En eski ticaret yabancı kabileler
arasındaki değişim ilişkisidir” (Weber, Op. Cit., s. 195). Ortaçağ ticareti
kesinlikle bireyler arasında ticaret değildi. “Belirli şehirler arasında, top-

387
tuluklar arası veya şeh irler a ra sı ticarelli." (Ashley, An Introduction to
English Economic History and Theory, Bolüm: 1, “Ortaçağlar”, s. 102).
n) O rtaçağda kırsal kesim ticaretten kopuktu.
Onbeşinci yüzyıla kadar ve onbeşinci yüzyılda şehirler ticaret ve sana­
yiin tek merkezleriydi, o derecede ki bunların kırsal alana yayılmasına
izin verilmiyordu (Pirenne, E con om ic and Social History, s. 169). “Kırsal
alandaki ticaretin ve el sanatlarına karşı yürütülen mücadele hiç olmazsa
yedi veya sekiz yüzyıl sürdü” (Hecksclıer, M ercantilism, 1935, c. I, s.
129). “Bu önlemlerin şiddeti (demokratik hükümetin’ gelişmesiyle daha
da arttı..." “On dördüncü yüzyıl boyunca çevre köylerine silahlı birlikler
gönderilmiş, dokuma tezgâhlan ve içinde boya kanştınlan fıçılar ve im­
ha edilmiş ya da bunlara el konulmuştu" (Pirenne, Op., Cit., s. 211).
i) Ortaçağda şehirden şehre fa r k gözetm eyen bir ticaret uygulaması yoktu.
Şehirler arası ticaret, Londra’daki Hanse ile “Totonik Hanse arasındaki
gibi, çeşitli şehirler veya şehir grupları arasında ayrıcalıklı ilişkiler içeri­
yordu. Karşılıklılık ve misilleme bu şehirlerin arasındaki ilişkilere hakim
olan ilkelerdi. Örneğin, borçların ödenmemesi durumunda, alacaklı şeh­
rin yargıçları borçlu şehrin yargıçlarına gidip adaletin, kendi haklarına
nasıl davranılmasın! isliyorlarsa, öyle yerini bulmasını isteyebilir" ve on­
ları “borç ödenmediği takdirde borçlu şehir halkına karşı bir misillemeye
girişileceğiyle tehdit edebilirlerdi" (Ashley, Op. Cit., Bölüm: l, s. 109).
1) Ulusal korum acılık bilinmiyordu.
“Onüçüncü yüzyılda Hıristiyan dünyası çerçevesinde sosyal teması en­
gelleyen sınırlamalar bugün karşılaştıklarımızdan daha az olduğu için, ül­
keler arasında ayrımlar yapmak ekonomik açıdan pek gerekli değil."
(Cunngham Western Civilization iıı i(s Economic Aspects, C. 1, s. 3). Onbe­
şinci yüzyıla kadar siyasal sınırlarda gümrük tarifeleri uygulanmıyordu.
“Bundan önce ulusal ticareti yabancı rekabetten koruyarak destekleme ar­
zusunun varlığını gösteren hiçbir ize rastlanmıyor" (Pirenne, Economic
and Social Histoıy, s. 92) “Bütün alanlarda 'uluslararası ticaret' serbestti’
(Power ve Postan, Studies in English Trade iıı the Fifteenth Century).
k) M erkantilizm , ulusal sınırlar içinde şehirler ve eyaletleri d ah a serbest
ticaret uygulam alarına zorladı.
Heckscher’ın Merkantilizminin (1935), ilk cildinin başlığı “Birleştirici
Bir Sistem Olarak Merkantilizm” (M ercantilism as a Unifying System ).
Böyle bir sistem olarak merkantilizm, “devlet sınırları içinde ekonomik
yaşamı belirli bölgelerle sınırlayan ve ticareti engelleyen herşeye karşı çı­
kıyordu" (Heckscher, Op. Cit., C. 1, s. 273). “Şehir politikasının iki yö­
nü, kırsal alanın baskı altında tutulmasıyla yabancı şehirlerin rekabetine
karşı mücadele, devletin ekonomik amaçlarıyla çelişiyordu." a.g.e, C. 1.

388
s. 131). “Merkantilizm, ticaretin yerel uygulamalarının ülke toprakları­
nın tümüne yayılmasını sağlayan ticaret kanalıyla, ülkeleri ‘millileştirdi’”
(Pantlen, “Handel”, Handwdrterbuch der Staatswissenschajten içinde, C.
VI, s. 281.). “Rekabet bazen otomatik arz ve talep dengesinin sağlandığı
piyasalar oluşturmak üzere merkantilizm tarafından yapay bir biçimde
yaratıldı” (Heckscher). Merkantilist sistemin ticareti serbestleştirici etki­
sini fark eden ilk modem yazar Schmoller'di (1884).
1) Ortaçağ müdahaleciliği çok başarılıydı.
“Ortaçağ şehirlerinin politikası, herhalde Batı Avrupa'da antik çağdan
sonra toplumun ekonomik yönünü tutarlı ilkelere göre düzenlemek için
girişilen ilk çabaydı. Bu çaba olağanüstü bir başarıya ulaştı. Karşı çıkıl­
maz biçimde üstünlük sağladığı dönemde, belki ekonomik liberalizm ve­
ya laissez-faire’de aynı biçimde başarılıydı, ama süresi açısından şehir
politikalarının sürekliliğiyle karşılaştırıldığında, liberalizm kısa, geçici
bir olaydı” (Heckscher, Op. Ciı., s. 139). "Bunu bir düzenleme sistemiyle
başardılar; sistem, amacına türünün bir şaheseri kabul edilebilecek kadar
mükemmel bir biçimde uygundu. Şehir ekonomisi çağdaşı olan gotik
mimarisine lâyıktı” (Pirenne, Medieval Cities, s. 217).
m) Merkantilizm şehir uygulamalarını ulusal sınırlar içinde yaygınlaş­
tırdı.
“Sonuç daha geniş bir bölgeye yaygınlaştırılmış bir şehir politikası
olacaktı - devlet temelinde kabul ettirilmiş bir çeşit belediye politikası”
(Heckscher, Op. Ciı., C. 1, s. 131).
n) Merkantilizmi: revkalâde başarılı bir politika.
“Merkantilizm usta işi karmaşık ve ayrıntılı bir ihtiyaç karşılanması
sistemi yarattı” (Buecher, Op. Cit., s. 159). Colbert'in kendi içinde bir
amaç olarak üretimde yüksek kaliteye yönelik Reglemem’ının başarısı
“müthişti” (Heckscher, Op. Cit., Cilt 1, s. 166). “Ulusal düzeyde ekono­
mik yaşam büyük ölçüde siyasal merkezileşme sonucuydu." (Buecher,
Op. Cit., s. 157). Merkantilizmin düzenlemeler sistemi “Ortaçağ şehir
yönetimlerinin ahlâkî ve teknolojik sınırlan içinde ortaya koyabilecekle­
rinden çok daha sıkı bir emek düzeni ve disiplini” sağlamıştır. (Birink-
man, “Das soziale System des Kapitalismus” Crundriss der Sozialöltono-
mik içinde, Abı., IV).

7. Bölüme
8. SPEENHAMLAND LİTERATÜRÜ
Yalnızca liberal kapitalizm döneminin başında ve sonunda Spcenham-
land’m belirleyici öneminin bilincine vanldıgını görüyoruz. Doğal ola­
rak, 1834'ıen önce de, sonra da “yardım sistemi” ve “yoksullar yasasının

389
kötü uygulanışıma gönderme yapılıyordu. Ancak bunlar Speenham-
land'den (1795) değil, Gilbert Yasası’ndan (1762) başlıyorlardı ve Speen-
hamland sisteminin gerçek niteliği kamuoyunca anlaşılmamıştı.
Bugün de tam anlaşılmış değil. Hâlâ onun aynm gözetmeyen bir yok­
sul yardımı olduğu düşünülüyor. Aslında, bunda çok farklı bir şey, siste­
matik bir ücret desıeklemesiydi. O dönemde yaşayanlar böyle bir uygu­
lamanın Tudor Yasası ilkeleriyle ne kadar çeliştiğini tam öğrenememiş­
lerdi, ortaya çıkmakta olan ücret sistemiyle kesinlikle bağdaşamayacağı­
nın da farkında değillerdi. Pratik etkilerine gelince örgütlenmeye karşı
yasalarla (1799-1800) birlikte ücretleri düşürdüğü ve işverenlere sağla­
nan bir destek oluşturduğu çok sonra anlaşıldı.
Klasik iktisatçılar, rahat ve ulusal para konularında yaptıkları gibi,
durmadan “yardım sisteminin" ayrıntılarını inceleyip durdular. Bütün
yardım biçimlerini “Yoksullar Yasasıyla” aynı kefeye koyup bunların kö­
künün kazınması için uğraştılar. Ne Townsend ne Malthus, ne de Ricar­
do Yoksullar Yasası Reformunu savunmadılar, istedikleri bunun ortadan
kaldırılmasıydı. Bu konuyu inceleyen bir tek Benıham'dı, o bu alanda
ötekilerden daha az dogmatik davranıyordu. Burke ve Bentham, Pitt’in
göremediğini fark etmişlerdi: Gerçekten muzır olan şey ücret destekle­
meleriydi.
Marx ve Engels, Yoksullar Yasasını hiç incelemediler. Yoksulların sırtı­
nı okşar görünürken (işçi sendikalarına karşı özel bir yasanın güçlü des­
teğiyle ücretleri asgari geçim düzeyinin altına düşüren ve kamu fonlarını
yoksulların sırtından daha çok para kazanabilsinler diye zenginlere veren
bir sistemin sahte insancılığını göstermek kadar hiçbir şey Marx ve En-
gels’in işine gelemezdi. Ama onların devrinde düşman Yeni Yoksullar Ya-
sasıydı, Cobbert ve Çarıistler Eski Yoksullar Yasasını idealize etme eğili-
mindeydiler. Ayrıca, Marx ve Engels, haklı olarak, kapitalizmin gelişebil­
mesi için Yoksullar Yasasında reform yapılması gerekliğine inanıyorlardı.
Böylece, yalnız birinci sınıf tartışma kozlarını değil, aynı zamanda Spe-
enhamland’in kuramsal sistemlerini desteklemesini sağlayan görüşü, ya­
ni kapitalizmin özgür bir emek piyasası olmadan İşleyemeyeceği görüşü­
nü elden kaçırdılar.
Harriet Martineau, Speenhamland’in etkilerini bütün korkunçluğuyla
anlatırken Yoksullar Yasası Raporundan (1834) büyük ölçüde yararlanı­
yordu. Onun yoksulları kaderlerinin kaçınılmazlığı konusunda aydınlat­
mak üzere yazdığı zevkli, küçük ciltlerin basım masraflarını üstlenen
Gould’lar ve Baring'ler davalarına Martineau'dan daha samimi ve genelde
daha bilgili bir savunucu bulamazlardı. Martineau yoksulların kaderinin
kaçınılmazlığına ve yalnızca politik iktisat yasalarının bilinmesinin bu

390
kaderi daha dayanılır kılacağına can-ı gönülden inanmıştı (Illustrations
to Political Economy, 1831, C. Ill; “The Parish" ve “The Hamlet", Poor
Law s an d Paupers, 1834 içinde) Otuz yıllık Banş (T hirty Years P eace,
1816-1846) adlı kitabı daha değişik bir havada yazılmıştı, burada Marıi-
neau’nun Çarlisllerc ustası Bentham’dan daha yakın olduğu görülüyor­
du. (C. İH, s. 489 ve C. IV, s. 453). Martineau, anlattıklarını şu çarpıcı
cümlelerle bitiriyordu; “Şimdi en değerli kafalar ve yürekler bu büyük
sorunla, emeğin haklan sorunuyla ilgili. Dışardan, bu sorunu ihmal et­
menin cezasının herkesin mahvı olacağı yolunda çarpıcı ihtarlar geliyor.
Soruna bir çözüm bulunmaması mümkün mü? Bu çözüm herhalde İngi­
liz tarihinin önümüzdeki döneminin temel gerçeğini oluşturabilir; o za­
man, yaşadığımız Otuz Yıllık Barışın öneminin, çözümün hazırlanışında
yattığı daha iyi görünecek." Bu, gecikmeyle gerçekleşen bir kehanetti.
İngiliz tarihinin bir sonraki döneminde emek sorunu ortadan kalktı; ama
yetmişlerde geri geri geldi ve yarım yüzyıl daha sonra “herkesin mahvı­
nın” gerçekleştiğini gösterdi. Doğal olarak, 1840’larda bu sorunun kay­
nağında Yoksullar Yasası Reformunu yönlendiren ilkelerin yattığını gör­
mek 1940’larda olduğundan daha kolaydı.
Victoria dönemi boyunca ve daha sonra hiçbir felsefeci veya tarihçi
Speenhamland'ın alelade iktisadi yönleriyle ilgilenmedi. Benıhamizmin üç
tarihçisi içinde Sir Leslie Stephen ayrıntılara girmek zahmetinde bulun­
madı; Yoksullar Yasasının felsefi radikalizmin tarihinde oynadığı rolün
önemini ilk farkeden Elie Halevy bu konuda yalnızca bulanık bir takım fi­
kirlere sahipti. Üçüncü yaklaşımdaki, Dicey’inkindeki boşluk daha da çar­
pıcı. Onun hukuk ve komuoyu arasındaki ilişkiler üzerine yaptığı eşsiz
çözümleme “laissez-faire” ve “kolektivizm"i ana dokunun motifleri olarak
değerlendiriyordu. Dokunun kendisi, devrin sanayi ve ticaretindeki eği­
limlerden, yeni ekonomik yaşamı biçimlendiren kavramlardan kaynakla­
nıyordu. Hiç kimse, düşkünlüğün kamuoyundaki hakim konumunu veya
Benthamcı yasama sisteminin bütünü açısından Yoksullar Yasası Reformu­
nun taşıdığı önemin üzerinde Dicey kadar duramazdı. Gene de, Bentham-
cılann yaşama modellerinde Yoksullar Yasası Reformuna verdikleri mer­
kezci yeri anlamakla güçlük çekiyor ve asıl sorunun vergilerin sanayi üze­
rindeki yüküyle ilgili olduğuna inanıyordu. Schumpeter ve Mitchell aya­
rında ekonomik düşünce tarihçileri bile klasik iktisatçıların kavramlarını
Speenhamland koşullarına gönderme yapmaksızın inceliyorlardı.
A> Toynbee’nin konferansıyla (1881) Sanayi Devrimi bir iktisat tarihi
konusu oldu; Toynbee Speenhamland'den ve onun “yoksulların zenginler
tarafından korunması” ilkesinden Tory sosyalizmini sorumlu tutuyordu.
Bu sıralarda William Cunnigham da aynı konuyla ilgilenmeye başladı ve

391
konu mucize kabilinden canlılık kazandı; ama bu boşlukla bir seda gibiy­
di. Mantaux (1907) Cunninham’m şaheserinden (1881) yararlandığı halde
Speenhamland'den yalnızca “reformlardan biri” olarak söz ediyor ve tuhaf
bir biçimde onun “Yoksulları emek piyasasının dışına itmek" gibi bir etki
yaptığım söylüyordu. (The Industrial Revolution in the Eighteenth Century, s.
438). Çalışmaları İngiliz sosyalizminin ilk dönemleri için bir anıt niteliği
taşıyan Beer, Yoksullar Yasasından hemen hemen hiç sözetmiyordu,
Speenhamland’in yeniden keşfedilmesi ancak l lammends’ların (1911)
Sanayi Devriminin getirdiği yeni uygarlık görüşünü ortaya koymalarıyla
oldu. Onlarla birlikte Speenhamland ekonomik değil, sosyal tarihin bir
parçası durumuna geldi. Webb'ler (1927), yaptıkları işin bizim kendi ça­
ğımızın sosyal sorunlarının kaynaklarıyla ilgili olduğunun bilinci içinde.
Speenhamland’m siyasal ve eknomik ön koşullarını araştırarak bu çalış­
maları sürdürdüler.
J.H. Clapham, Engels, Marx, Tonybee, Cunningham, Mantoux ve da­
ha sonraları, Hammond'Iann temsil etlikleri iktisat tarihine kurumsal
yaklaşım denebilecek yaklaşımlara karşı bir görüş geliştirmeye çalıştı.
Spcenhamland’ı bir kurum olarak görmeyi reddederek onu ülkenin “ta­
rım düzeninin” bir özelliği olarak inceledi (C. I, Bölüm; 4). Sistemi va­
kan şey onun şehirlere yayılması olduğuna göre bu yaklaşım doğru ol­
mazdı. Ayrıca, Clapham Speenhamland’ın vergiler üzerindeki etkisini üc­
ret konusundan ayırıyor ve ilk konuyu “Devletin Ekonomik Eaaliyeıleri"
bağlamında inceliyordu. Bu da yapay bir ayrımdı ve düşük ücretlerden
sağladıkları fayda, vergiler yüzünden uğradıkları zararlardan daha önem­
li olan işveren sınıfının durumunu Speenhamland tartışmasının dışında
bırakıyordu. Ama Clapham’ın gerçeklere olan saygısı onun kurumu yan­
lış değerlendirişini dengeliyordu. Speenhamland tartışmasının dışında
bırakıyordu, Speenhamland sisteminin uygulandığı alanlarda “savaş içi
toprak çevrilmelerinin” belirleyici etkisini ve sistemin gerçek ücretleri ne
derece düşürmüş olduğunu ilk gösteren oydu.
Speenhamland’ın ücret sistemiyle bağdaşmazlığı, yalnız ekonomik li­
beral gelenek içinde sürekli hatırlandı. Geniş anlamda, emeği koruyan
herşcyiıj müdahaleci Speenhamland ilkesiyle bir ilintisi olduğunu yalnız­
ca ekonomik liberaller gördü. Spencer bütün “kolektivist" uygulamalara
karşı yardım sistemine onun geldiği bölgede verilen ad olan “yoktan üc­
ret var etme” suçlamasını öne sürüyordu. Kolektivist uygulamaların içi­
ne de eğitim, konul, kamuya açık eğlence ve dinlenme alanlarıyla hiz­
metleri de rahatça katabiliyordu. 1913'te Dicey, Emeklilik Yasasına
(1908) karşı eleştirilerini şöyle özetliyordu: “Özünde bu, yoksullara düş­
künler evi dışında verilen yardımın yeni bir biçiminden başka bir şey de-

392
gil." Aynı zamanda ekonomik liberallerin önerdikleri politikaları başarılı
bir biçimde uygulama şansına hiçbir zaman sahip olmadıkları görüşünü
öne sürüyordu: “Önerilerinden bazılan hiçbir zaman uygulamaya konul­
madı; örneğin, düşkünlerevi dışında verilen yardım hiçbir zaman yürür­
lükten kalkmadı," Dicey'nin görüşü bu olduğuna göre, Mises’in “işsizlik
yardımı ödendiği sürece işsizlik var olacaktır" (Liberalismus, 1927, s. 74)
ve “işsizlere yardtmın en etkin yıkım sılahlanndan biri olduğu kanıtlan­
dı” (Socialism, 1927, s. 464; Nationalökononıie, 1940, s. 720) demesi do­
ğaldı. Walter Lippmann Good Society (İyi Toplum) (1937) adlı kitabında
kendini Spencer’dan ayırmaya çalıştı, ama yalnızca Miscs’i anarak. Mises
ve Lippmann 1920'lerin ve 1930'larm yeni korumacılığına karşı ortaya
çıkan liberal tepkileri yansıtıyorlardı. Kuşkusuz, durumun birçok özelli­
ği Speenhamland’i hatırlatır nitelikteydi. Avusturya’da işsizlik sigortaları­
nı destekleyen, iflas halinde bir hâzineydi. Büyük Britanya’da “yaygın iş­
sizlik yardımının” sadakadan farkı yoktu; Amerika'da'WPA ve PWA yü­
rürlüğe konulmuştu; Kimya Sanayii’nin başında bulunan Sir Alfred
Mond 1926'da İngiliz işverenlerinin işsizlik fonundan kredi alabilmeleri­
ni ve böylecc istihdamı artırmaya yardım edilmesini önerdi, ama hiçbir
sonuç alamadı. Ulusal para konusunda olduğu gibi işsizlik konusunda
da, liberal kapitalizm, ölüm döşeğinde başlangıç günlerinden miras ka­
lan çözümlenmemiş sorunlarla karşı karşıyaydı.

DÜŞKÜNLÜK VE ESKİ YOKSULLAR YASASIYLA


İLGİLİ ÇAĞDAŞ YAZIN
Acland, Compulsory Saving Plans (1786)
Anonim, Considerations on Several Proposals Lately Made f o r the Better
Maintenance o f the Poor. Bir ekle birlikte, (ikinci baskı, 1752)
Anonim, A New Plan fo r the Better Maintenance o f the Poor o f England
(1784)
(1788’de Suç İşlenmesini Önlemek ve Suçlu Yoksullan Topluma Kazan­
dırmak amacıyla kurulan) Philanthropic Society, Aıı Address to the
Public (1788)
Applegarth, Rob., A Plea fo r the Poor ( 1790).
Belsham, Will, Remarks on the Bill fo r the Better Support and Maintenance
o f the Poor (1797)
Bentham, J., Pauer Management Improed (1802).
— , Observation on the Restrictive and Prohibitory Com m ercial System
(1821)
— , Observations on the Poor Bill, introduced by the Right Honourable Willi­
am Pitt, Şubat 1797’de yazılmış.

393
Burke, E., Thoughts and D etails on Scarcity (1795)
Cowe, James, Religious and P hilanthropic Trusts (1797)
Crupmle, Samuel, M.D., An E ssay on the Best M eans o f Providing E m ploy­
m en t/or the P eople (1793).
Defoe, Daniel, Giving Alms no Charity, and Employing the P oor a G rivean-
c e to the Nation (1704)
Dyer, George, A D issertation on th e T heory an d P ractice o f B en oolen ce
(1795)
— , T he Com plaints o f the P oor P eople o f England (1792)
Eden, On the P oor (1797), 3 cilt
Gilbert, Thomas, Plan f o r the B elter R elief and Em ploym ent o f the P oor
(1781)
Godwin, William, Thoughts O ccasioned by the Perusal o f Dr. P arri Spiritu­
al Sermon, P reached at the Christ Church April 15, 1800, Lonrda 1801).
Hampshire, State o f the P oor (1795)
Hampshire Magistrate (E.Poulter), Com m ents on the P oor Bill (1797)
Howlett, Rev. J., Exam ination o f M r Pitt's Speech (1796)
James, Isaac, Providence D isplayed (Londra 1800), s. 20.
Jones, Edw., The Prevention o f Proverty (1796)
Luson, Hewling, In ferior Politics; or. C onsiderations on th e W rechednesm
and Profligacy o f the P oor (1786)
M’Farlane, Jonh, D.D., Enquiries Concerning the Poor (1782)
Martineau, H., The Parish (1833)
— , The H am let (1833)
— , T he History o f T he T hirty Year’s P ea ce (1 849), 3 cilt Massie, J., A
Plan... Penitent Prostitutes. Foun dlin g H ospital, P oo r an d P oor Law s
(1758)
Nasminlh, James, D.D., A Change, Isle o f Ely (1799)
Owen, Robert, Report to th e C om m ittee o f the Association f o r the R elief o f
the M anufacturing and Labouring Poor (1818)
Paine, Th., A grarian Ju stice (1797)
Pew, Rich, O bserations (1783).
Pitt, Wm. Morton, An Address to the L anded Interest o f the defic, o f H abita­
tion and Fuel f o r the Use o f the Poor (1797)
Plan o f a Public Charity, A (1790), “On Starving", bir skeç Society for Bet­
tering the Conditions of the Poor, First Report.
— , Second Report (1797)
Ruggles, Tho., T he H istoiy o f the P oor (1793), 2 cilt
Sabatier, Wm., Esq., A Treatise on Proverty (1797)
Saunders, Robert, Observations

394
Sherer, Rev., J.G ., Preseni State o f the Poor (1796)
Spitalfields Institution, Good Meat Soup, (1799)
Vestry of the United Parishes of St. Giles in the Field, Criticism o f “Bill
fo r the Belter Support and Maintenance o f the Poor” (1797)
Suffolk Gentleman, A Letter on the Poor Rales and the High Price o f Provi­
sions (1795)
Towsend, Win., Dissertation on the Poor Laws 1786 by A Well-Wisher o f
Mankind
Vancouver, John, Causes and Production o f Poverty (1796)
Wilson, Rev. Edw., Observations on the Present State o f the Poor (1795)
Wood, J., Letter to Sir Wiliam Pulteney (Pitt tasarısı üzerine) (1797)
Young, Sir. W., Poor Houses and Worlt-Houses (1796)

BAZI YENİ YAKLAŞIMLAR


Ashley, Sir W J., An Introduction to English Economic History and Theory
(1931)
Belasco, Ph. S., “John Belters, 1654-1725", Economics, Haziran 1925
— , “The Labour Exchange Idea in the 17th Century", E c.J., c. 1, s. 275
Blackmore, J.S. and Mellonie, F.C., Family Endomnent and the Birthrate in
the Early 19th Century, c. 1
Clapham, J.H ., Economic History o f Modem Britain, c. 1 ,1 9 2 6
Marshall, Dorothy, “The Old Poor Law, 1662-1795", The Ec. Hist. Rev., c.
VIII, 1937-38, s. 38.
Palgrave, Dictionary o f Political Economy, “Poor Law", 1925.
Webb, S. and B. English Local Government, c. 7-9, “Poor Law History”,
1927-29
Webb, Sidney, “Social Movements”, C.M.H., c. XII, s. 730-65.

7. Bölüme
9. SPEENHAMLAND VE VİYANA
Yazar, Speenhamland’ın ve onun klasik iktisatçılar üzerindeki etkisinin
incelenmesiyle ilk kez Büyük Savaş’lan sonra Avusturya’da gelişen çok
anlamlı sosyal ve ekonomik dunım içinde ilgilenmeye başladı.
Burada, katıksız kapitalist bir ortamda, sosyalist bir belediye ekono­
mik liberallerin şiddetli saldırılarına hedef olan bir rejim kurmuştu. Kuş­
kusuz belediyenin uyguladığı müdahaleci politikaların bir kısmı bir pi­
yasa ekonomisinin işleyişiyle bağdaşmaz nitelikteydi, ama yalnızca eko­
nomik tartışmalar birincil olarak ekonomik değil sosyal nitelikle olan bu
konunun bütününü çözümleyemezdi.
Viyana hakkındaki temel gerçekler şunlardı: Büyük Savaşı izleyen on-

395
beş yılın (1914-1918) büyük bir bölümünde, Avusturya'da işsizlik sigor­
tası kamu fonlarından destekleniyor, böylece düşkünlerevi dışında veri­
len yardım sınırsız bir biçimde yaygınlaşıyordu; kiralar eski düzeylerinin
çok altında dondurulmuş ve Viyana Belediyesi gerekli sermayeyi vergi­
lerden sağlayarak büyük kiralık evler yaptırmıştı. Ücret desteklemeleri
yoktu ama, çok büyük düzeyde olmamakla birlikte geniş kapsamlı sosyal
hizmetleri ücretlerinin çok fazla düşmesine yol açabilirdi. Yaygın işsizlik
sigortası uygulamalarından büyük destek gören gelişmiş bir sendika ha­
reketi bu düşüşü engelliyordu. Ekonomik açıdan sistemin anormalliği
açıktı. Kâr getiremeyecek bir düzeyde dondurulmuş kiralar varolan özel
girişimcilik sistemiyle, özellikle inşaat sektöründekiyle, çelişki içindeydi.
Ayrıca, dönemin başında yoksullaşmış bir ülkede sosyal korumacılık
ulusal para dengesinin sağlanmasına engeldi - enflasyonisı ve müdahale­
ci politikalar el ele vermişlerdi.
Sonunda Viyana'da, Speenhamland gibi, katıksız ekonomi tartışmala­
rından büyük destek gören siyasal güçlerin saldırısı karşısında çöktü. İn­
giltere’de 1832’de, Avusturya’da 1834’de yer alan siyasal çalkantılar emek
piyasasını korumacı müdahalelerden kurtarma amacına yönelikti. Ne İn­
giliz toprak sahiplerinin köyü ne de işçi sınıfının Viyanası kendilerini
çevrelerinden sonsuza dek soyutlayamazlardı.
Gene de iki müdaheleci dönem arasında çok önemli bir fark olduğu
açık. 1795’in İngiliz köyünü, ekonomik ilerlemenin, şehir sanayimdeki
büyük gelişmenin yol açtığı çözülmeden korumak gerekiyordu; 1918 Vi-
yanasının sanayi işçileri sınıfının ise savaş, yenilgi ve sanayideki karma­
şadan kaynaklanan ekonomik gerilemenin etkilerinden korunması gere­
kiyordu. Sonuç olarak, Speenhamland emek düzeninde bir bunalıma yol
açarak yeni bir refah döneminin başlamasını sağladı; Avusturya'da Heim-
wehr’in zaferi ise ulusal ve sosyal sistemin tümden alı-üsı oluşunun bir
parçasıydı.
Burada vurgulamak islediğimiz iki tür müdahalenin kültürel ve ahlâkı
etkileri arasındaki büyük fark: Speenhamland’ın piyasa ekonomisinin
yerleşmesini önleme çabası ve Viyana deniyiminin bu ekonomiyi bütü­
nüyle aşmaya çalışışı. Speenhamland halk için gerçek bir felakete yol
açarken, Viyana, Batı tarihinin en şanlı kültürel başarılarından birine
ulaştı. 1795 yılı, sanayi işçisi statüsü kazanmaları engellenen emekçi sı­
nıflarının eşi görülmemiş bir alçalışına yol açtı; 1918 gelişmiş bir sanayi
işçisi sınıfının koşullarında aynı derecede eşi görülmemiş bir ahlâkî ve
entelektüel yükselişi sağladı. Viyana sistemiyle korunan bu işçi sınıfı
ekonomik çözülmenin alçaltıcı etkilerine karşı koydu ve hiçbir sanayi
toplumunda kitlelerin hiçbir zaman aşamadığı bir düzeye ulaştı.

396
Bunun konunun ekonomik değil, sosyal yönlerine bağlı olduğu açık.
Ama Ortodoks ekonomistler müdahaleciliğin İktisadî yönlerini iyice an­
lamışlar mıydı? Gerçekte, ekonomik liberaller Viyana rejimini klasik ik­
tisatçıların süpürgesini bekleyen “Yoksullar Yasasının başka bir kötü uy­
gulaması”, başka bir “yardım sistemi" olduğunu öne sürüyorlardı. Ama
bu düşünürler de Speenhamland’ın yarattığı oldukça sürekli koşullar ta­
rafından yanılgıya sürüklenmiş değil miydiler? Çoğu kez, kendi derin
sevgilerinin biçimlenmesine yardım ettiği gelecek konusunda haklıydı­
lar. Ama kendi devirleri konusunda bütünüyle yanlış düşünüyorlardı.
Modern araştırmaların onların pratik yargılarının doğruluğu konusunda
yaptıkları şöhretin haksız bir şöhret olduğunu kanıtladı. Malthus zama­
nının ihtiyaçlarım bütünüyle yanlış değerlendirmişti; T.H. Marshall, eğer
nüfus fazlası konusunda uyardığı kesimler bunu ciddiye almış olsalardı,
“ekonomik ilerleme de daha başlangıcında yok edilmiş olurdu” diyor.
Ricardo, ulusal para konusundaki farklı görüşleri de İngiltere Merkez
Bankası’nm rolünü de yanlış anlatmış ve para değerinin düşüşünün ger­
çek nedenlerini anlamamıştı. Bugün artık bu nedenlerin öncelikle siyasal
ödemeler ve transfer güçlüklerinden oluştuğunu biliyoruz. Eğer Ricar-
do’nun Bullion R eport 'unda verdiği öğütler dinlenmiş olsaydı, İngiltere
Napolyon Savaşlarında yenilir ve “imparatorluk bugün varolmazdı.”
Dolayısıyla Viyana deneyimi ve onun Speenhamland’le olan benzerlik­
leri, bazılarının klasik iktisatçılara geri dönmelerine yol açarken bazıları­
nda da onlara karşı kuşkular uyandırdı.

8. Bölüme
10. NEDEN WHITBREAD YASASI DEĞİL?
Speenhamland politikasının tek alternatifi, 1795 kışında hazırlanan
Whitbread Yasa Tasarısı gibi görünüyordu. Tasarı, 1593 Zanaatkarlar yö­
netmeliğinin yıllık değerlendirmelerle asgari ücret saptanmasını içerecek
biçimde genişletilmesini öneriyordu. Tasarıyı hazırlayan, böyle bir önle­
min Elizabeth döneminde kabul edilen ücret saptanması kurallarını ko­
ruyacağını ve onu tavan ücret ayarlamalarının yerine taban ücretleri geti­
rerek kırsal kesimde açlığı engelleyeceğini öne sürüyordu. Kuşkusuz ta­
sarı olağanüstü durumun gereklerini karşılayabilirdi. Örneğin yargıçlar
Sir Arthur Young'un da hazır bulunduğu bir toplantıda Speenhamland il­
kesini de kabul ederlerken, Suffolk üyelerinin Whitbread Tasarısını des­
tekledikleri gözlemlenmeye değer; uzman olmayanlara iki önlem arasın­
daki fark o kadar büyük görünmemiş olsa gerek. Bu da şaşırtıcı değil,
yüz oluz yıl sonra, Mond Planı (1926) işsizlik fonunu sanayideki ücret­
leri yükseltmek için kullanmayı önerdiği zaman, halk, hâlâ, işsizlere yar­

397
dımla çalışanlar için ücret desteklemeleri arasındaki belirleyici ekono­
mik farkı görüyordu.
Ancak, 1795’teki seçim, asgarî ücretlerle ücret desteklemeleri arasında
yapılacak bir seçimdi. İki politika arasındaki farkı en iyi bunlarla 1662
yerleşim yasasının aynı zamanda yürürlükten kalkışı arasındaki ilişkiye
değinerek görebiliriz. Bu yasanın yürürlükten kalkışı, ana amacı ücretle­
rin “kendi düzenlerini bulmalarını" sağlamak olan ulusal bir emek piya­
sası kurulması olanağı yarattı. Whitbread’in önerdiği gibi 1563 Zanaat­
karlar Yönetmeliği yerine 1601 tarihli Yoksullar Yasası’nın uygulamasını
genişleterek, köy ileri gelenleri, temelde yalnızca köy düzeyinde ve yal­
nızca piyasanın işleyişine en az müdahale edecek biçimde paternalizme
geri dönüyor, ama aynı zam an da ücret saptanm ası m ekanizm asını uygula­
nam az kılıyorlardı. Yoksullar Yasasının bu sözde uygulamasının gerçekte
Elizabeth Dönemi zorla çalıştırma ilkesinin bütünüyle yıkılması demek
olduğu hiçbir zaman açıkça kabul edilmedi.
Speenhamland Yasasını destekleyenler için pragmatik kaygılar büyük
önem taşıyordu. Yasa taraftarlarından olabilecek Windsor kilise heyeti
üyesi broşürde kesin biçimde laissez-faire yanlısı olduğunu açıklıyordu.
“Emek, piyasaya getirilen her şey gibi, her devirde yasal müdahale olma­
dan kendi fiyatını bulmuşlur” diyordu. Bir İngiliz yargıcının, bunun ak­
sine, emeğin hiçbir devirde yasal müdahale olmadan fiyatını bulmadığını
söylemesi daha uygun olurdu. Ancak: diye devam ediyordu Kilise Mecli­
si üyesi Wilson, sayılar ücretlerin mısır fiyatları kadar hızlı yükselmedi­
ğini gösteriyor. Dolayısıyla da “yoksullara bir miktar yardım yapılması
için bir önlem" öneriyordu. Yardım, erkek, kadın ve bir çocuktan oluşan
bir aile için beş şilin tutuyordu. Yazdığı kitapçığın tanıtmalarından birin­
de şöyle diyordu: “Bu bildirinin özü, geçen mayısın altısında New-
bury’de yapılan sulh yargıçları toplantısında önerildi." Sulh yargıçları,
bildiğimiz gibi, Kilise Heyeti bünyesinden daha ileri gitmiş ve oy birli­
ğiyle beş şilin altı penilik bir ölçüt kabul edilmişti.

13. Bölüme
11. DİSRAELİ'NİN "İKİ ULUS"U VE
BEYAZ OLMAYAN IRKLAR SORUNU
Çeşitli yazarlar, sömürge sorunlarıyla kapitalizmin ilk dönemlerinde or­
taya çıkan sorunlar arasındaki benzerlik üzerinde durdular. Ama benzer­
liği karşıt yönden irdelemeyi başaramadılar, yani yüzyıl önceki İngilte­
re’nin yoksul sınıflarının durumuna, onları oldukları gibi, devirlerinin
kabileleri parçalanmış, alçalmış yerlileri olarak, gösterip durumlarına
ışık tutamadılar.

398
Bu açık benzerliğin gözden kaçmasının nedenleri, özünde ekonomi
dışı süreçler olan şeylerin ekonomik yönlerine gereksiz bir önem veren
liberal ön yargılara olan inançla yatıyor. Ne bugünün bazı sömürge böl­
gelerindeki ırk sorunlarıyla ilgili aşağılanma, ne de yüzyıl önce emekçi
halkın insanlıktan çıkarılışı, özünde ekonomik olgulardı.
a) Yılncı kültür tem ası ön celikli ekon om ik bir olgu değildir
L.R Mair, bugün yerli toplumların çoğunun, bir devrimin şiddet yo­
luyla getirdiği değişikliklerle karşılaştırılabilecek türden hızlı ve zor yo­
luyla gerçekleştirilen dönüşümler geçirdiğini söylüyor. İşgalcilerin amaç­
larının kesinlikle ekonomik olmasına ve ilkel toplumun çoğu kez ekono­
mik kurumlann yıkılması sonucu çökmesine karşın, açıkça görünen şey
yeni ekon om ik kurum lann y erli kültür tarafından ûzûm senem em csi ve so­
nuçta yerli kültürün, yerine tutarlı bir değerler sistemi kurulmadan çö­
zülmesi.
Batı kurulularının içerdiği yıkıcı eğilimler arasında en önde geleni,
“geniş bir alanda barış”. Bu “klan yaşamını, patriarkal otoriteyi, gençle­
rin askerî eğitimini yıkar, klan veya kabilelerin göç etmesine neredeyse
bir engel oluşturur” (Thumwald, B lack an d W hite in E ast A frica; The
F abric o f a New C ivilization, 1935, s. 394.) "Savaş, yerli yaşama, barış za­
manlarında üzücü bir biçimde ortadan kalkan canlılık kazandırır..’’ “Sa­
vaşın ortadan kaldırılması nüfusun azalmasına yol açar..” Savaş zaten
çok az can kaybına yol açıyordu, ama yokluğu, canlandırıcı gelenek ve
törenlerin yok olmasıyla ve bunun sonucu olarak köy yaşamında tatsız
bir cansızlık ve duygusuzlukta özdeşleşir" (HE. Williams, Depopulation o f
theS u an District, 1933, “Anthropology", Report No: 13, s. 43). Bunu yer­
linin geleneksel kültürel çerçevesindeki “şehvetli, canlı, heyecanlı yaşa­
mı" ile karşılaştıralım (Goldenweiser, Lose Ends, s. 99.
Goldenweiser'in deyişiyle, gerçek tehlike, “kültürel bir arada kalmış­
lık" tehlikesidir (Goldenweiser, Anthropology, 1937, s. 429). Bu noktada,
hemen hemen, tam görüş birliğine varılıyor, “Eski engeller sarsılıyor ve
yeni yönlendirici çizgiler ortaya konulmuyor" (Thumwald, B lack and
White, s. 111). “Mal biriktirmenin anti-sosyal olarak görüldüğü bir top­
luluğu korumak ve bunu çağdaş beyaz kühürle bağdaştırmaya çalışmak
bağdaşmaz iki kurumsal sistem arasında uyum sağlamaya çalışmaya ben­
zer” (Wissel, M. Mead, The Changing Culture o f an Indian Tribe, 1932, Gi­
riş yazısı). “Göçmen kültür-taşıyıcıları yerli kültürü yok etmeyi başarabi­
lirler, ama bu kültürün taşıyıcılarını ne ortadan kaldırabilirler, ne de
kendi içlerinde asimde edebilirler” (Pitt-Rivers, “The Effect On Native
Races of Contact with European Civilization" Man, C.XXVII, 1927 için­
de). Ya da Lesser’in sanayi uygarlığının başka bir kurbanı üzerine yaptığı

399
keskin gözlem: “Pawnice olarak oluştukları kültürel olgunluktan, beyaz
adamlar olarak kültürel bir çocukluğa düşürüldüler,” (The Pawnee Ghost
Dance Hand Game, s. 44).
Bu ölüler gibi yaşama durumu, kabul edilmiş anlamında, yani bir tara­
fın öteki taraf zararına çıkar sağlaması anlamında, ekonomik sömürüye
bağlı değildir. Ama toprak mülkiyeti, savaş, evlilik gibi her biri önemli
sayıda alışkanlık, âdet ve gelenekle ilintili ekonomik koşullara sıkı sıkıya
bağlı olduğu açıktır. Batı Afrika’nın nüfusunun geniş alanlara yayıldığı
bölgelerine zorla bir para ekonomisi kabul ettirildiğinde, yerlilerin,
“kimse onlara satmak üzere bir yiyecek fazlası yetiştirmediği için, üretil­
meyen yiyecekleri satın alamamaları" ücretlerin yetersizliği yüzünden
değildir (Mair, Aıı African People in the Tivewiecth Century, 1934, s. 5).
Onların kurumlan farklı bir değer ölçütü içerir; hem tasarrufa yönelik­
tirler, hem de piyasa dışı bir mantıkları vardır. “Piyasada ma! bolluğu ol­
duğu zaman da, darlık zamanında isledikleri fiyatian isterler, ama bir şey
satın alınırken küçücük bir tasarruf yapabilmek için, aynı zamanda bü­
yük masraflar yaparak ve eneıji sarfederek, uzak mesafeler katederler.”
(Mary H. Kingsley, West African Studies, s. 339). Ücretlerde bir yükseliş,
çoğu kez işten kaçılması sonucunu verir. Tehuanıepec'deki Zapotec Yer­
lilerinin 50 centavos ücret aldıklannda, 25 centavos alırken çalıştıkları­
nın yarısı kadar çalıştıkları söyleniyor. Bu paradoks Ingiltere’de Sanayi
Devrimi’nin ilk yıllarında da oldukça yaygındı.
Nüfus oranlarıyla ilgili ekonomik endeksler de ücretlerden daha çok
işimize yaramıyor. Goldenweiser, Rivers'in Malinezya üzerine yaptığı ünlü
gözlemi, kültürel çöküş içindeki yerlilerin “sıkıntıdan olabilecekleri" göz­
lemini, destekliyor. Bu bölgede misyoner olarak çalışan EE. Williams
“ölüm oranını etkileyen psikolojik unsurların” kolayca anlaşılabileceğini
yazıyor. “Birçok gözlemci, yerlilerin ne kadar şaşırtıcı bir biçimde, kolay­
lık ve rahatlıkla öldüğüne dikkat çekiyor." “Eski ilgi ve faaliyetlerin kısıt­
lanması yerlilerin ruhunda ölümcül bir etki yapmışa benziyor. Sonuç, yer­
linin direnme gücünün azalması ve herhangi bir hastalığa kolayca teslim
olması” (Op. Cit. s. 43). Bunun, ekonomik yokluğun yarattığı baskıyla bir
ilgisi yok. “Dolayısıyla çok yüksek bir nüfus artışı, hem kültürel canlılığın
hem de kültürel çöküşün bir göstergesi olabilir”, (Frank Lorimer, Obser­
vations on the Trend o f Indian Population in the United States, s. 11.)
Kültürel çöküş, yalnızca ekonomik yaşam düzeyiyle ilgili olmayan,
kabile toprak mülkiyeti biçimine geri dönüş ya da topluluğun kapitalist
piyasa yöntemlerinden soyutlanması gibi sosyal önlemlerle durdurulabi­
lir. John Collier 1942’de, “Kızılderiliyi toprağından ayırmak ölümcül bir
darbeydi" diye yazıyor.

400
1887 Genel Toprak Dağıtımı Yasası, Kızılderilinin toprağını “bireyselleş­
tirdi”; bundan kaynaklanan kültürel çözülme, onun topraklarının üçle bi­
rini, yani aşagı-yukan otuz altı bin dönümünü kaybetmesine neden oldu.
1934'te, Kızılderililerin Yeniden Örgütlenmesi Yasası kabile topraklarını
birleştirdi ve kültürünü canlandırarak Kızılderili topluluğunu kurtardı.
Afrika için de aynı hikâyeyi duyuyoruz. Sosyal düzen doğrudan doğ­
ruya toprak mülkiyeti biçimlerine bağlı olduğu için, bunlar ilgi alanımı­
zın merkezini oluşturuyor. Yüksek vergiler ve rantlar, düşük ücretler gibi
ekonomik çatışmalar olarak görünen şeyler hemen hemen her zaman
yerlileri geleneksel kültürlerini bırakmaya ve böylece onları piyasa eko­
nomisi yöntemlerine uyum sağlamaya, yani ücret karşılığı çalışıp piyasa
için mal üretmeye zorlamanın üstü örtülü biçimlerini oluşturdular. Bu
süreç içinde yerli kabilelerin bazılan ve şehre göçedenler atalarından kal­
ma meziyetlerini yitirip uyuşuk bir kalabalık, “yan-ehli hayvanlar” duru­
muna geldiler. Aralarında aylaklar, hırsızlar ve daha önce hiç tanımadık­
ları, bir kurumdan olanlar, fahişeler bulunuyordu. Durumları her şeyden
çok İngiltere’nin 1795-1834 sıralarındaki düşkünleşmiş halkınınkine
benziyordu.
b) Kapitalizmin ilk dönemlerinde emekçi sını/lanıı insani alçalışı ekono­
mik terimlerle ölçülemeyecek sosyal bir a/etin sonucuydu.
Daha 1816'da Robert Owen işçileri için şu gözlemi yapıyordu: “Aldık­
ları ücret ne olursa olsun çoğu sefil durumda olacaktır..” (To (J|tf British
Master Manufacturers, s. 146). Adam Smith’in topraktan ayrılan işçinin
tüm enıellekıüel ilgisini yitirmesini beklediğini hatırlayabiliriz. M’Farlane
da, “halk tabakası arasında yazı ve hesap bilgisinin giderek daha zor bulu­
nur duruma gelmesini” bekliyordu. (Enquiries Concerning the Poor, 1782,
s. 249-50). Bir nesil sonra Owen işçilerin alçalışını “çocukluklarında ih­
mal edilmiş olmalarına”, “fazla çalışmaya" bağlıyor ve bunun onları “ce­
halet yüzünden, yüksek ücret kazandıklarında bile bunu iyi bir biçimde
kullanamaz” duruma getirdiğini söylüyordu. O, işçilerine düşük ücret
ödüyor ve onların statülerini, yapay bir biçimde, bütünüyle yeni bir kül­
türel çevre yaratarak yükseltiyordu. Halk kitlelerinin kötü alışkanlıkları,
genelde yıkıcı kültür temasının alçalttığı yerli halklarınkiyle aynıydı;
Müsriflik, fuhuş, hırsızlık, tutumlu olmayış, düzensizlik, düşük verimli­
lik, kendinc-saygı ve direnç yokluğu. Piyasa ekonomisinin yayılması, kır­
sal toplumun, köy topluluğunun, eski toprak mülkiyeti biçiminin, âdetler
ve yaşamı kültürel bir çevrede tutan ölçütlerin geleneksel dokusunu par­
çalıyordu. Speenhamland’ın koruma çabası durumu yalnızca daha da kö­
tüleştirdi. Daha 1830’lara gelinmeden, halk tabakası bugün Afrika kabile­
lerinin içinde bulunduğu felaket kadar dön başı mamur bir sosyal felaket

401
içine düşmüştü. Irkların alçalışıyla sınıfsal alçalma arasındaki benzerliği
bir tek zenci sosyolog Charles S. Johnson tersine çevirdi: “Sanayi Devri-
minin Avrupa’nın diğer taraflarından daha ileri olduğu İngiltere’de müthiş
ekonomik değişiklikleri izleyen sosyal keşmekeş yoksul çocukları daha
sonra Afrikalı kölelerin düşeceği “eşya parçası" durumuna getirmişLi...
Çocuklara uygulanan serf sistemini haklı göstermek için öne sürülen fi­
kirler daha sonra köle ticaretini haklı çıkarmak için öne sürülenlerle he­
men hemen aynıydı" (Race Relations and Social Change, E. Thompson,
Race Relations and Race Problem, 1939 içinde, s. 274).

Ek Not
12. YOKSULLAR YASASI VE EMEK DÜZENİ
Henüz Speenhamland sisteminin geniş plandaki sonuçlan, kaynakları,
etkileri ve aniden ortadan kalkışı incelenmedi. Bununla ilgili birkaç nok­
ta şunlar:
1. Speenhamland ne ölçüde bir savaş önlemiydi?
Yalnızca ekonomik bir görüş açısından, Speenhamland çoğu kez de­
nildiği gibi bir savaş önlemi olamaz. O devirde yaşayanlar, ücretlerin ko­
numuyla savaş durumu arasında pek bir bağ kurmuyorlardı. Ücretlerde
gözle görülür bir yükselme olduğu durumlarda, bu, savaştan önce başla­
mıştı. Arthur Young'ın 1795’te kötü mahsulün tahıl fiyatı üzerindeki etki­
lerini belirlemek için yazdığı Circular Letter (Anket Mektubu) şu soruyu
(IV. nokta) içeriyordu: “Bir önceki döneme göre tarım işçilerinin ücretle­
rindeki yükseliş (eğer varsa) ne kadardı?" Tipik bir biçimde, anketi dol­
duranlar “bir önceki dönemden" kesin olarak ne kastedildiğini anlama­
mışlardı. Göndermeler üçle elli yıl arasında değişiyordu. Aralarında şu
zaman dilimleri vardı:

3 yıl J.Boys, s. 97
3-4 ** J.Boys, s. 90.
10 Shropshire, Middlesex, Cambridgeshire’dan gelen ra­
porlar.
10-15 u Sussex ve Hampshire
10-15 “ E. Harris
20 J.Boys, s. 86
30-40 W William Pitt
u
50 Rahip S. Howlett

Kimse, dönemi , Şubat 1793’te başlayan Fransız Savaşı’nın süresi olan


iki yıl olarak belirlememişti. Aslında, ankete cevap verenler arasında sa­
vaşın sözünü eden bile olmamıştı.

402
Bu arada, işsizliğe yol açan kötü mahsul ve kötü hava koşullarına bağ­
lı düşkünlük artışına karşı genel olarak alman önlemler şunlardan oluşu­
yordu: 1) Yerel düzeyde iane ve bedava veya düşük fiyatlı yiyecek ve ya­
kacak dağıtımı; 2) İş olanakları yaratılması. Ücretler genel olarak etki­
lenmiyordu; 1788-89’da, benzer bir olağanüstü durumda, ek istihdam
yerel düzeyde, normalden daha düşük ücretlerle sağlanmıştı. (Karşılaştır,
S.Harvey, “Worcestershire”, Ann, O f Agr., 1789, V. XII içinde, s. 132. Ayrı­
ca E. Holmes, “Cruckton”, aynı yerde, s. 196).
Gene de, haklı olarak savaşın Speenhamland önlemi üzerinde hiç ol­
mazsa dolaylı bir etkisi olduğu varsayılır. Aslında, hızla yayılan piyasa sis­
teminin iki zayıflığı savaş tarafından belirginleştirildi ve Speenhamland'ın
doğduğu ortamı yarattı: 1) Tahıl fiyatlarının dalgalanma eğilimi; 2) Ayak­
lanmaların bu dalgalanmalar üzerindeki çok muzır etkileri. Yalnızca çok
kısa bir süre önce serbest bırakılmış olan tahıl piyasasının savaşın yarattı­
ğı gerilime ve ambargo tehditlerine dayanması beklenemezdi. Tahıl piya­
sası artık, kötü haberci olarak önem kazanan ayaklanma alışkanlığının yol
açtığı paniğe karşı bir önlem de oluşturamazdı. Sözde düzenleyici sistem
içinde, merkezî yetkililer, “düzenli ayaklanma"yı yumuşak bir biçimde ele
alınması gereken yerel kıtlığın bir göstergesi olarak görmüşlerdi; şimdi ise
bu, kıtlığın bir nedeni ve genelde topluluğa, aynı zamanda da yoksulların
kendilerine karşı bir tehlike olarak itham ediliyordu. Arthur Young, “yi­
yecek fiyatlarının yükselmesi durumunda çıkacak ayaklanmaların sonuç­
lan" ile ilgili bir uyan yayınlamış ve Hannah More “The Riot, or Half a lo­
af is Belter than ne Bread” ( “Ayaklanma, ya da yarım somun ekmeksiz
kalmaktan iyidir” - “Bir zamanlar bir kunduracı vardı” adlı şarkının melo­
disiyle söylenecek) adlı didaktik şiirinde, Young’mkilere benzer görüşleri
yaymaya yardım etmişti. More’un ev kadınlanna cevabı, yalnızca Young’m
aşağıdaki hayalî konuşmayla belirttiğinin kafiyeli biçimiyledi: “Açlıktan
ölünceye kadar susalım mı? ‘Tabii ki hayır, şikâyet etmelisiniz; ama şikâ­
yetleriniz ve eylemleriniz sorunlan daha da kötüleştirmeyecek türden ol­
malı’.” Young, “Ayaklanmalar olmadığı sürece", en ufak bir açlık tehlike­
siyle bile karşılaşılmayacağında ısrar ediyordu. Tahıl arzı paniğe karşı çok
duyarlı olduğundan, kaygılarında pek haksız sayılmazdı. Ayrıca, Fransız
Devrimi düzenli gösterilere bile tehdit edici bir anlam yüklemişti. Ücretle­
rin yükselmesi korkusu, kuşkusuz Speenhamland’ın ekonomik nedenini
oluşturmakla birlikte, durumun yol açabileceği sonuçlar ekonomik ol­
maktan çok sosyal ve siyasal nitelikteydi.
2. S ir Andrew Young ve Yerleşim Yasasının yürürlükten kalkışı.
İki çok etkili Yoksullar Yasası önlemi 1795 tarihli: Speenhamland ve
“Kilise yetki atanına bağlı sertliğin” ortadan kalkışı. Bunun yalnızca bir

403
rastlantı olduğuna inanmak güç. Emeğin hareketliliği üzerindeki etkileri
bir noktaya kadar karşıt etkilerdi. İkinci önlem, emekçi için iş bulmak
üzere dolaşmayı daha çekici kılarken, birincisi bunu daha az zorunlu bir
duruma getiriyordu. Göçle ilgili çalışmalarda geçen “çekiş" ve “itiş" gibi
kullanışlı terimlerle, varış noktasının “çekişi" anarken, doğum yeri olan
köyün “itişi” azalmıştı. Dolayısıyla, 1622 tarihli yasanın değişmesiyle do­
ğan kırsal alanlardaki geniş çaplı nüfus düzensizliği, Speenhamland tara­
fından kesin olarak azaltılmıştı. Yoksullar Yasasının uygulanması açısın­
dan iki önlem birbirini bütünlüyordu. Çünkü 1662 Yasasındaki gevşek­
lik yasanın önlemeye çalıştığı bir riski, “daha iyi" kilise bölgelerinin yok­
sullar tarafından istilası tehlikesini, içeriyordu. Speenhamland olmasay­
dı, bu gerçekleşebilirdi. O dönemde yaşayanlar bu bağlantının üzerinde
durmadılar. Eğer 1662 Yasasının bile kamuoyunda tartışılmadığı hatırla­
nırsa, bunun pek de şaşırtıcı olmadığı görülür. Ama iki önlemi iki kez
birlikle desteklemiş olan Sir William Young'm aklında ilişkinin kesin ol­
ması gerekiyor. Young 1795’te Yerleşim Yasasında değişiklik yapılmasını
savunmuştu; aynı zamanda, Speenhamland ilkesini yasalaşııran 1796 ta­
sarısına da ön ayak oluyordu. Daha önce bir kez daha, 1788'de, aynı iki
önlemi başarısızca desteklemişti. Yerleşim Yasasının yürürlükten kaldırıl­
masını hemen hemen 1795‘te kullandığı terimlerin aynılarını kullanarak
önermiş, aynı zamanda da üçte ikisi işveren tarafından üçte biri de vergi­
lerden ödenecek geçimlik bir ücret belirlemesi önerisini içer, n bir yok­
sullara yardım önlemini desteklemişti (Nicholson, History o j the Poor
Laws, C. II). Ancak, bu ilkelerin geçerlilik kazanabilmesi için Fransa Sa­
vaşı ve bir kötü mahsul daha gerekti.
3. Şehirlerdeki ücretlerin kırsal topluluk üzerindeki etkileri.
Şehrin çekişi kırsal ücretlerin yükselmesine yol açarken, bir yandan
da kırsal kesimdeki tarım işçisi fazlasını eritme eğilimindeydi. Bu yakın­
dan ilintili iki beladan İkincisi daha önemliydi. İlkbaharda ve Ekimde
boş kış aylarından daha fazla emeğe ihtiyaç duyan tarım sektörü için ye­
terli bir emek fazlası canalıcı bir önem taşıyordu. Organik yapıya sahip
geleneksel bir toplumda böyle bir emek fazlasının varlığı yalnızca ücret
düzeyiyle değil, halkın yoksul kesimlerinin statüsünü belirleyen kurum­
sal çevreyle ilgilidir. Bildiğimiz bütün toplumiarda, tarım işçilerini tale­
bin yüksek olduğu dönemlerde işverenin elinin altında bulundurmak
üzere yapılmış yasal veya geleneksel düzenlemelere rastlıyoruz.
Bir kez statü (status) yerini sözleşmeye (contractus) bıraktığında, şe­
hirdeki ücret yükselişlerinin kırsal kesimde yarattığı durumun kilit nok­
tası burada bulunuyor. Sanayi Devriminden önce kırsal kesimde önemli
bir emek fazlası bulunuyordu: İnsanları kışın meşgul edip onu ve karısı­

404
nı ilkbahar ve sonbaharda tarlada çalışmak üzere hazır bulunduran ev
sanayii vardı. Yoksulları kilise alanında, neredeyse serf durumunda tutup
böylece bölgedeki çiftlik sahiplerine bağımlı kılan Yerleşim Yasası vardı.
Yoksullar Yasası çerçevesinde, yerleşik emekçiyi uyumlu bir işçi duru­
muna getiren işe yerleştirme, değişik yerlerde zorunlu çalışma sistemleri
gibi önlemler vardı. Çeşitli Sanayi Bürosu yönetmeliklerine göre bir di­
lenci yalnızca fazla gürültü çıkarmadan değil, düpedüz gizlice, acımasız
bir biçimde cezalandtrılabiliyordu; bazı durumlarda, eğer gündüz zorla
evine girme hakkına sahip yetkililer bir yoksulun “ihtiyaç içinde olduğu­
na ve yardım edilmesi gerektiğine” karar vermişlerse, yardım isteyen biri
vesayet altına alınıp düşkünlerevine götürebiliyordu (31 Geo. III. C. 78).
Bu evlerdeki ölüm oranları tüyler ürperticiydi. Buna, kuzeydeki, ücretle­
ri aynî olarak ödenen ve istenildiği zaman tarlada çalıştırılabilen rençber-
lerin durumuyla, bölgeye bağlı kulübelerin ve yoksulların sallantılı top­
rak mülkiyeti biçimlerinin yanında yer alan birçok bağımlılık türü de ek­
lendiğinde, kırsal kesimdeki işverenlerin elinin altında bulunan uysal iş­
çiler ordusunun boyutları görülebilir. Dolayısıyla ücret konusunda ba­
ğımsız olarak, yeterli bir tarım işçisi fazlası bulundurma konusu da var­
dı. Bu iki konunun görece önemi çeşitli dönemlerde değişebiliyordu.
Speenhamland uygulaması çiftçilerin ücretlerin yükselmesinden kork­
malarıyla yakından ilintiliydi. Tanmdaki bunalımın son yıllarında
(1815’ten sonra) yardım sisteminin hızla yayılması da büyük bir olasılık­
la aynı nedenden kaynaklanıyordu. Ama, otuzlu yılların başında tarım
topluluğunun neredeyse tam bir görüş birliği içinde yardım sisteminin
yerinde kalması için ısrar etmesi, ücretlerinin yükselmesinden korkma­
larına değil, el altında gerekli miktarda emek gücü bulundurma kaygıla­
rına bağlıydı. Ancak, bu kaygının hiçbir dönemde, özellikle ortalama ta­
hıl fiyatlarının hızla artarak emek fiyatındaki yükselişi fazlasıyla aştığı
uzun süren görülmemiş bolluk döneminde (1792-1813), bütünüyle or­
tadan kaybolmamış olması gerek. Ücretler değil, emek arzı Speenham-
land’tn ardındaki hiç yok olmayan temel kaygıydı.
Ücret yükselişlerinin daha geniş bir emek arzı yaratacağı düşünüldü­
ğünde, bu iki amaç arasında ayrım yapmaya kalkışmak yapay görünebi­
lir. Ancak bazı durumlarda, çiftçi için bu iki kaygının hangisinin daha
önemli olduğunu gösteren kesin kanıtlar var.
tik olarak, bölgede yerleşmiş yoksulların durumunda bile, toprak sa­
hipleri herhangi bir başka alanda ortaya çıkan ve mevsimlik tarım işleri
için işçi bulunmasını güçleştiren istihdam biçimlerine şiddetle karşıydı­
lar. 1834 raporuna tanık olanlardan biri, bölgede yerleşmiş yoksulları
“bazı yoksulların, ailelerine kilise bakarken, balık tutmaya gidip haftada

405
bir pound bile kazanabilmekle” suçluyordu. “Bu yüzden cezaevine gön­
deriseler bile, çıktıktan sonra gene iyi kazanç sağlayan işler yapabildik­
leri sürece buna aldırmıyorlar...” (s. 33). Aynı tanığın yakınlığı gibi, “çift­
çilerin ilkbahar ve Ekim ayı işleri için yeterli işçi bulamamalarının nede­
ni bu” (Henry Stuarti Report, App-A, Pı. 1, s. 334).
İkinci olarak, ortada toprak dağıtımı gibi can alıcı bir sorun vardı.
Çiftçiler, bir adam ve ailesini yardım almaktan kurtarmakla hiçbir şeyin
kendine ait bir toprak parçası kadar etkin olamayacağında görüş birliği
içindeydiler. Gene de, vergi yükleri bile, onları bölgedeki yoksulların ge­
çici çiftlik işlerine olan bağımlılığını azaltabilecek herhangi bir toprak
dağıtımı biçimini onaylamaya razı edememişti.
Bu nokta dikkate değer. Daha 1833’ıen önce, çiftçi topluluğu duygula­
ra yer vermeksizin Speenhamland’ı destekliyordu. Yoksullar Yasası Ko­
misyonu Raporundan alman bazı bölümlere göre: Yardım Sistemi, “ucuz
emek, çabuk kaldırılan harman" demekti (Power). “Yardım sistemi ol­
madan çiftçilerin toprağı işlemeyi sürdürebilmeleri olanaksızdı” (Co-
well). “Çiftçiler, adamlarının yoksul hesabından para almalarından hoş­
lanıyorlar” (S. Mann.) “Özellikle büyük çiftçilerin onların (vergilerin)
düşürülmesini islediklerini sanmıyorum. Vergiler olduğu gibi kaldıkları
sürece, istedikleri fazladan kol gücünü bulabilir, yağmur başladığında da
onlan kilisiye geri verebilirler..” (Çiftçi tanıklarından biri). Kilise hcye-
lindekiler, “emeği kilise yardımından bağımsız kılacak her türlü önleme
karşıydılar; yardım, emeği kilise yetki alanında tutuyor ve acil işler için
her zaman elleri altında bulunduruyordu.” “Yüksek ücretler ve özgür
emekçilerle başa çıkamayacaklarım” söylüyorlardı (Pringle). Yoksullara
bir toprak parçası vererek onlara bağımsızlık kazandıracak her türlü ön­
leme şiddetle karşı koydular. Onları düşkünlükten kurtarıp düzgün ba­
ğımsızlık kazanmalarına ve tanm sektörünün ihtiyacı olan işsizler ordu­
su saflarından ayrılmalarına yol açacaktı. Toprak dağıtımı taraflarından
Majendie, aşağı-yukan bir dönümlük parseller öneriyordu; bunu aşan
önerilerin başan umudu olmadığım düşünüyordu, çünkü “toprak sahip­
leri emekçilerin bağımsız olmasından korkuyorlardı." Power, toprak da­
ğıtımının başka bir destekleyicisi, bunu onaylıyordu. “Genel olarak çift­
çiler arazilerinin böyle azalmasından hoşnut değiller; gübre getirmek
için daha uzağa gitmeleri gerekiyor, üstelik işçilerinin bağımsızlığının
artmasına karşılar.” Ökeden, 1/4 dönümlük toprak parçaları önerdi.
Çünkü “bu, ev sanayiinde çalışan her aile tarafından tam fâliyet halinde
kullanılan çıkrık ve öreke, mekik ve örgü şişi kadar zaman alacaktı!”
Bu, çiftçi topluluğu açısından, yardım sisteminin, bölgedeki yoksullar­
dan oluşan kullanıma hazır bir emek fazlası bulundurmak olan gerçek

406
işlevi hakkında kuşkuya yer bırakmıyor. Böylece Speenhamland kırsal
kesimde bir nüfus fazlası varmış izlenimini yarattı, oysa gerçekte böyle
bir şey yoktu.
4. Sanayi şehirlerinde yardım sistemi.
Speenhamland öncelikle kırsal kesimde sefaleti azaltmak için düşü­
nülmüş bir önlemdi. Bu onun köylerle sınırlı olduğu anlamına gelmiyor­
du, çünkü piyasa şehirleri de kırsal kesimin bir parçasıydılar. Daha otuz­
lu yılların başından önce tipik bir Speenhamland bölgesinde, şehirlerin
çoğu yardım sistemi uyguluyorlardı. Örneğin, nüfus fazlası açısından
“iyi" olarak sıntflanan Hereford bölgesinde, altı şehrin altısında Speen­
hamland yöntemleri kullanılırken, “kötü” Sussex bölgesinde oniki şehir­
den en dar anlamında Speenhamland yöntemi kullanan dokuz, kullan­
mayan üç şehir vardı.
Doğal olarak Kuzey ve Kuzey Balının sanayi şehirlerinde durum farklıy­
dı. 1834'e kadar sanayi şehirlerinde bağımlı yoksulların sayısı, kırsal ke-
simdekinden önemli ölçüde daha düşüklü. Kırsal kesimde, 1795’ıen önce
bile, fabrikaların yakınlığı düşkünlerin sayısını epeyce artırabiliyordu.
I789’da Rahip John Hawleu, çok inandırıcı bir biçimde, “gerçekler bunun
tam tersiyken, büyük şehirlerde ve kalabalık sanayi yörelerinde yoksulla­
rın oranının kilise yetki alanlanndakinden daha fazla olduğu yolundaki
yaygın yanlışa" karşı çıkıyordu (Annals o f Agriculture, v. XI s. 6, 1789).
Sanayi şehirlerindeki durumun ne olduğu ne yazık-ki tam olarak bi­
linmiyor. Yoksullar Yasası Komisyonu üyeleri, Speenhamland yöntemle­
rinin sanayi şehirlerine yayılması gibi sözde çok yakın bir tehlikeden do­
layı huzursuz görünüyorlardı. Bundan “en az Kuzey bölgelerinin eıkin-
lendigi” görülüyor, ama gene de "şehirlerde bile ciddi boyutlarda var ol­
duğu” söyleniyordu. Gerçekler bunu pek desteklemiyor. Doğru, Manc­
hester ve Oldham'de sağlıklı ve işgüç sahibi insanlara yardım verildiği
oluyordu. Henderson’un yazdığına göre, Preston’da Yardım Vergisi öde­
yenlerin toplantısında, “haftalık ücreti bir sterlinden 18 şiline düştüğü
için kiliseye sığınan” bir düşkün konuşmuştu. Salford, Padiham ve Ul-
verston belediyeleri de “düzenli biçimde” ücret desteklemeleri uygula­
yan belediyeler olarak sınıflandırılıyorlardı; dokumacılar ve yün eğiren-
ler için Wigen da böyleydi. Nottingham'da çoraplar, hem maliyetin altın­
da satılıyor hem de üreticiye kâr getiriyorlardı, bunun vergilerden öde­
nen ücret desteklemelerine bağlı olduğu açıktı. Preston hakkındaki rapo­
runda Henderson, daha o zamandan “bu zararlı sistemin özel çıkar grup­
larının desteğini sağlayarak içeri sızdığını” görür gibi oluyordu. Yoksul­
lar Yasası Komisyonu üyelerine göre, sistemin şehirlerde daha az yaygın
olması “sanayici kapitalistlerin vergi ödeyenlere oranla daha az sayıda ol-

407
malanna ve bu yüzden kilise heyetinde kırsal kesimdeki çiftçiler kadar
etkili olamamalarına” bağlıydı.
Bu ancak kısa dönemdeki durumu yansıtıyor olabilir, uzun dönemde
sanayici işverenlerin yardım sisteminin yaygınlaşmasına karşı çıkmaları
için çeşitli nedenler olabilirdi.
Bunlardan biri, düşkünlerin etkin olmamalarıydı. Pamuk Sanayii te­
melde parça başına çalışmaya, ya da o zamanki adıyla götürüye, dayanı­
yordu. Tarımda bile, “kilisenin görevlendirdiği verimsiz, düşük kaliteli
işçiler” o kadar kötü çalışıyorlardı ki, "götürü işinde 4-5 tanesi bir kişi­
nin yerini ancak tutuyordu” (Select Committee on Labourers’ Wages, C.
4, H, VI, 1824, s. 4). Yoksullar Yasası Komisyonu Raporu, parça başına
işin, Speenhamland yönteminin "sanayi işçisinin etkinliğini düşürme­
den” kullanılmasını sağlayabileceğini belirtiyordu; böylece, sanayici
“gerçeklen ucuz emek elde edebilirdi”. Bundan çıkan sonuç, tarım işçisi­
nin düşük ücretlerinin mutlaka ucuz emek anlamına gelmediği, çünkü
işçinin düşük verimliliğinin işverenin ödediği düşük ücretten daha
önemli olabileceğiydi.
Girişim cinin Speenhamland 'e karşı çıkışındaki diğer bir unsur, ücret
desteklemelerine bağlı olarak çok daha düşük emek maliyetiyle üretim
yapabilecek rakiplerin yarattığı tehlikeydi. Bu tehlike sınırsız bir piyasa
için üretim yapan çiftçiyi etkilemiyor, ama şehirdeki fabrika sahibini çok
rahatsız ediyordu. Komisyon raporu “Macelesfield'deki bir sanayicinin,
Essex’te Yoksullar Yasasının kötü uygulanışı yüzünden iflas edebileceği­
ni” öne sürüyordu. William Cunningham’a göre, 1834 Yasasının önemi
Yoksullar Yasasının uygulanışı üzerindeki “millileştirici” etkisinde dola­
yısıyla ulusal piyasaların gelişmesini güçleştiren önemli bir engeli orta­
dan kaldırmasında yatıyordu.
Speenhamland'a üçüncü bir karşı çıkış nedeni, belki de kapitalist çev­
relerde en fazla ağırlık taşıyan neden, önlemin “geniş, atıl emek fazlası
kitlesini" şehirlerdeki emek piyasasının dışında tutma eğilimiydi (Red-
ford). Yirmili yılların sonunda şehirlerdeki sanayicilerin emek talebi çok
yüksekti; Doherty’nin işçi sendikaları geniş çapta huzursuzluğa yol aç­
mıştı; bu, Ingiltere’nin gördüğü en büyük grevlere ve lokavtlara yol açan
Owcnci harekelin başlangıcıydı.
Dolayısıyla, işverenlerin açısından üç güçlü neden uzun dönemde
Speenhamland'm karşısında yer alıyordu: Emeğin verimliliği üzerindeki
olumsuz etkisi, ülkenin çeşitli bölgeleri arasındakiler türünden maliyet
farkları yaratma etkisi, kırsal kesimde “durağan emek birikintileri"
(Webb) oluşturarak şehirdeki işçilerin elindeki tekelci gücü artırması.
Bu koşullardan hiçbiri tek tek işverenler için, hatta yerel işveren grupları

408
için fazla önem taşımıyordu. Emeğin düşük maliyetinin yalnızca kâr ge­
tirmekte değil, başka şehirlerdeki sanayicilerle rekabette sağladığı üstün­
lükler karşısında kolayca bir kenara atılabilirlerdi. Ancak, zaman içinde
ayrı ayrı işverenlere veya işveren gruplarına yarar sağlayan şeyin, toplu
halde hepsinin zararına olduğu anlaşıldığında, bir sınıf olarak girişim ci­
ler çok başka bir tavır alacaklardı. Aslında Speenhamland’e karşı tavrın
güçlenmesine ve ulusal düzeyde bir reforma yol açan, otuzlu yılların ba­
şında yardım sisteminin, daraltılmış bir biçimde bile olsa, Kuzeyin sana­
yi şehirlerine yayılmasıydı.
Kanıtlar, özellikle ekonomik faaliyetin şiddetli dalgalanmalanyla başe-
debilmek amacıyla, şehirlerde bir işsizler ordusu yaratılmasına yönelik
az-çok bilinçli bir politikanın varlığını gösteriyor. Bu alanda şehirler ve
kırsal kesim arasında büyük bir fark yoktu. Köy yetkilileri yüksek vergi­
leri yüksek ücretlere tercih ettikleri gibi, şehirdeki yetkililer de, göçmen
düşkünlerin yerleşim bölgelerine geri gönderilmelerini hiç istemiyorlar­
dı. Kırsal kesimdeki işverenlerle şehirdekiler arasında gizli işsizler ordu­
sundan alınacak pay konusunda bir çeşit rekabet vardı. Artan vergiler
pahasına gizli işsizler ordusunu genişletmek, ancak kırklı yılların orta­
sındaki uzun süreli ve şiddetli bunalım sırasında akıllıca bir yöntem ol­
maktan çıktı. O zaman bile, kırsal kesimdeki işverenlerle şehirdekiler ay­
nı biçimde davrandılar: Yoksulları sanayi şehirlerinin dışına çıkarmak
için büyük çapta bir hareket başladı ve bu toprak sahiplerinin “köyü te-
mizleme"hareketiyle birlikte yer aldı, iki durumda da amaç, bölgede yer­
leşmiş yoksulların sayısını azaltmaktı (Karşılaştır, Redford, s. 11).
5. Şehrin kırsal kesim e göre taşıdığı öncelik.
Bizim varsayımımıza göre, Speenhamland şehirlerdeki yükselen ücret
düzeyinin oluşturduğu tehdide karşı kırsal kesimin giriştiği bir kendini
koruma harekeliydi. Bu ekonomik dalgalanmalar konusunda, şehrin ktr-
sal kesime göre taşıdığı öncelikle ilgili hiç olmazsa bir örnek için -1837-
45 bunalımı örneği için- durumunun bu olduğu gösterilebilir. 1847’de
yapılan dikkatli bir istatistik çalışması, bunalımın Kuzey-Baııdaki sanayi
şehirlerinde tarım bölgelerine yayıldığını ve bu bölgelerde düzelmenin
şehirlerden çok sonra yer aldığını gösteriyor. Sayılara göre, “ilk önce sa­
nayi bölgelerinde duyulan baskılar, en son tanm bölgelerinde ortadan
kalkmışlardı.” Araştırmada, sanayi bölgelerini 201,000 nüfusla (584 Yok­
sullar Yasası Birliği içinde) Lancashire ve Yorkshire’da West Riding temsil
ediyorlardı; tanm bölgelerini ise, 208.000 nüfusla (584 Yoksullar Yasası
birliği) Northumberland, Norfolk, Suffolk, Cambridgeshire, Buchs.
Herts, Berks, Wilts, ve Devon oluşturuyordu. Sanayi bölgelerinde ekono­
mik düzelme 1842'de, düşkünlüğün yüzde 29.37'den yüzde 16.72’ye

409
düşmesiyle başladı. Bunun 1843’te yüzde 29.80, 1844’te yüzde 15.16 ve
I845'te yüzde 12.24 oranındaki kesin düşüşler izledi. Bu gelişmelerin
aksine, tarım bölgelerinde ekonom ik durumun düzelmesi yalnızca
1845'te yüzde 9.08 oranında bir düşüşle başladı. İki durumda da, kişi ba­
şına Yoksullar Yasası harcamaları bulunmuş, nüfus da her bölge ve her
yıl için ayrı ayn hesaplanmışı,! (J.T. Danson, "Condition of the People of
the U.K., 1839-1847,” Jo u m o JS ta ı, Soc., s. XI, s. 101,1848).
6. K ırsal kesim de nüfusun azalm ası ve nüfus faz lası.
İngiltere, Avrupa’nın şehirler ve köyler için ortak bir iş yönetmeliğine
sahip tek ülkesiydi. 1563 ve 1662 Yasaları türünden yasalar hem şehir­
lerdeki hem de köylerdeki kilise bölgeleri için geçerliydi ve Sulh Yargıç­
ları yasayı bütün ülkede aynı biçimde uyguluyorlardı. Bu, hem kırsal ke­
simde erken dönemde başlayan sanayileşmeye, hem de şehirlerde bunu
izleyen sanayileşmeye bağlıydı. Sonuç olarak, şehir ve köylerdeki iş dü­
zeni arasında Kıta Avrupası'nda olduğu gibi bir farklılaşma yoktu. Eme­
ğin köyle şehir ve şehirle köy arasında gidip gelmekte gösterdiği şaşırtıcı
kolaylığı açıklayan da bu. Dolayısıyla, Avrupa demagojisinin iki olumsuz
yönü -köyden şehre göçlerle kırsal kesimdeki ani nüfus azalması ve bu
göç sûresinin geri dönüşü olmayan niteliği, dolayısıyla şehirde çalışmaya
başlayanların köklerinden kopuşu- engellenmiş oluyordu. LaıuifJucIıt.
ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Orta Avrupa’daki ta­
rım toplulukları için bir kabus oluşturan bu tarım nüfusu azalması felâ­
ketine verilen addı. Bunun yerine İngiltere’de halkın şehirde ve köyde is­
tihdam arasında gidip geldiğini görüyoruz. Halk neredeyse havada asılı
kalmış gibiydi, bu durum iç göç hareketini izlemeyi olanaksız kılıyor, hiç
olmazsa çok güçleştiriyordu. Ayrıca, ülkenin her tarafla yayılmış liman­
larıyla sahip olduğu yapı ve bu yapının uzak bölgelere göçü bir anlamda
gereksiz kıldığı düşünülürse. Yoksullar Yasası uygulamasının, ulusal iş
düzeni gereklerine kolayca uyabilmesi anlaşılabilir. Kırsal alanda kilise,
çoğu kez yakın şehirlerden birinde çalışan, dolayısıyla bölgede yerleşmiş
olmayan düşkünlere de yardım sağlıyor ve bu yardımı oturduktan yere
gönderiyordu; öte yandan, sanayi şehirleri, şehirde yerleşmemiş yoksul­
lara yardım sağlıyorlardı. Şehirlerdeki yetkililerin giriştiği, 1841-1843
dönemindekiler türünden, kitle halinde şehir dışına çıkarma hareketleri­
ne çok istisnai olarak rastlanıyordu. Redford'a göre, o dönemde Kuzeyin
sanayi şehirleri dışına çıkarılan 12,628 yoksuldan yalnızca yüzde l'i do­
kuz tanm bölgesinden birinde mesken sahibiydiler. Danson’ın 1848’de
seçtiği dokuz “tipik tarım bölgesi”nin yerine Rcdford'un bölgeleri konul­
duğunda, sonuç, pek az değişerek, yüzde l ’den yüzde 1.3’e çıkıyor. Red-
ford’un göstermiş olduğu gibi, uzak mesafeler arası göçe, çok az rastlanı­

410
yordu ve issizler ordusunun büyük bir bölümü köyler ve şehirlerdeki li­
beral yardım yöntemleriyle işverenlerin ellerinin altında tutuluyordu. Bu
koşullar altında, bir yandan Lancashire sanayicileri yüksek talep durum­
larında çok sayıda trlandalı işçi getirtmek durumunda kalırlarken ve çift­
çiler köy düşkünleri şehre göçetmekte serbest bırakılırlarsa mahsulü za­
manında kaldıramayacaklarından korkarlarken, bir yandan da, hem şe­
hirlerde hem kırsal kesimlerde eş anlı bir nüfus fazlası olması hiç şaşırtı­
cı değil.

411
İletişim'den

Politika Dizisi

Norbert Eiias

Uygarlık Süreci
CİLT 1
Sosyo-Oluşumsal ve Psiko-Oluşumsal İncelem eler
Batılı Dünyevi Ü st Tabakaların
D avranışlarındaki D eğişm eler
ÇEVİREN ENDER ATEŞMAN / 3 4 4 SAYFA

Uygarlık Süreci
CİLT 2
Sosyo-Oluşumsal ve Psiko-Oluşumsal İncelemeler
Toplum un D eğişim leri;
Bir U ygarlaşm a Teorisi İçin Taslak
Ç EV İREN EROL ÖZBEK / 448 SAYFA

Jürgen Habermas

Kamusallığın Yapısal Dönüşümü


ÇEVİREN TANIL BORA - MİTHAT SANCAR /414 SAYFA
Iletişim'den

Politika Dizisi

Cornelius Castoriadis

Dünyaya, İnsana ve Topluma Dair


ÇEVİREN HÜLYA TUFAN / 338 SAYFA

Toplum, İmgeleminde
Kendini Nasıl Kurar?
M a rk siz m ve D e v rim ci K u ra m • CİLT i
ÇEV/REN HÜLYA TUFAN / 293 SAYFA

Alex Callinicos

Toplum Kuramı
T a rih s e l B ir B a k ış
ÇEVİREN YASEMlN TEZGİDEN i 477 SAYFA

Pierre Bourdieu - Loıc J. D. W acquant

Düşünümsel Bir Antropoloji İçin


Cevaplar
ÇEV İREN NAZLI ÖKTEN / 295 SAYFA
Iletişim'den

Politika Dizisi

Hannah Arendt

İnsanlık Durumu
Ç EV İREN BAHADIR SINA ŞENER / 4 6 1 SAYFA

Geçmişle Gelecek Arasında


ç e v ir e n BAHADIR SINA ŞENER / 3 1 9 SAYFA

T o ta lita riz m in K a y n a k la rı 1
Antisemitizm
ç e v ir e n BAHADIR SINA ŞENER / 2 1 9 SAYFA

T o ta lita riz m in K a y n a k la rı 2
Emperyalizm
ç e v ir e n BAHADIR SİNA ŞENER / 3 1 5 SAYFA

Şiddet Üzerine
ÇEV İR EN BÜLENT PEKER / 1 0 4 SAYFA
İletişim 'den

Politika Dizisi

Perry Anderson

Tarihten Siyasete Eleştiri Yazıları


ÇEV İR EN SİMTEN COŞAR / 509 SAYFA

Ulrich Beck

Siyasallığm İcadı
Ç EV İREN NİHAT ÜLNER / 272 SAYFA

Josephine Donovan

Feminist Teori
ç e v ir e n AKSU BORA / 3 9 6 SAYFA

Helmut Dubiel

Yeni Muhafazakârlık Nedir?


Ç EV İREN EROL ÖZBEK / 166 SAYFA

8
İletişim'den

Politika Dizisi

Seyla Benhabib

Eleştiri, Norm ve Ütopya


ç e v ir e n ISMF.T TEKEREK / 470 SAYFA

Marshall Berman

Marksizmle Maceram
ÇEVİREN AYLIN ÜLÇER / 315 SAYFA

Partha Chatterjee

Mağdurların Siyaseti
ç e v ir e n VEYSAL FIRAT BOZÇALI / 224 SAYFA

Milliyetçi Düşünce ve
Sömürge Dünyası
ÇEVİREN SAMİ OĞUZ/311 SAYFA

You might also like