Professional Documents
Culture Documents
The Great Transformation / The Political and Economic Origins o f Our Time
© 1944 Karl Polanyi
D İZ İN M. Cemaleuin Yılmaz
B A S K I ve C İL T Sena Ofset
Litros Yolu 2. Matbaacılar Silesi B Blok 6. Kal No. 4NB 7-9-11
Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21
İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cagatoglu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Paks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
KARL PO LA N Yİ
Büyük •• •• ••
Donuşum
Çağımızın Siyasal ve
Ekonomik Kökenleri
The Great Transformation
The Political and Economic Origins o f Our Time
BİRİNCİ KISIM
Uluslararası Siste m ........................................ 33
1. Yüz Y ıllık B a rış..................................... 35
2. Tutucu Yirmiler, Devrim ci O tuzlar.................57
İKİNCİ KISIM
Piyasa Ekonom isinin
Yükselişi ve D ü şü şü ............. 71
I. İBLİS FABRİKA..................................................73
3. "Y a şa m Alanı İlerlem eye Karşı"_.„...-.......... 73
4. Toplum lar ve Ekonom ik Siste m le r................ 85
5. Piyasa Kalıbının Evrim i............................... 100
6. Kendi Kurallarına G öre İşleyen Piyasa
ve Hayali M etalar: Emek, Toprak ve P a ra 114
7. Speenham land, 1795 .......... 125
8. Evveliyat ve Sonuçlar............ 136
7
9. S e f a le t v e Ü t o p y a .......................... -.......... 158
10. P o lit ik İk t i s a t v e T o p lu m u n K e ş f i ................... 168
ÜÇÜNCÜ KISIM
D ö n ü şü m Yol Alırken ..... 299
19. G e n e l O y H a k k ı n a D a y a n a n
H ü k ü m e t v e P iy a s a E k o n o m i s i . ..................... 301
2 0 . T a rih S o s y a l D e ğ i ş i m i n K o ş u m u n d a .............. 3 1 8
2 1 . K a r m a ş ık B ir T o p lu m d a ö z g ü r l ü k . ................ 332
8
5. MALİYE VE BARIŞ.......................... -..... 380
6. "TOPLUMSAL VE EKONOMİK SİSTEMLER" İÇİN
SEÇİLMİŞ REFERANSLAR.......................... .............. 380
7. "PİYASA MODELİNİN EVRİMİ" İÇİN
SEÇİLMİŞ REFERANSLAR......................................... 385
8. SPEENHAMLAND LİTERATÜRÜ..............................i...389
9. SPEENHAMLAND VE VİYANA...... ..... 395
10. NEDEN WHITBREAD YASASI DEĞİL? ..... 397
11. DİSRAELİ'NİN "İKİ ULUS"U VE
BEYAZ OLMAYAN IRKLAR SORUNU................ 398
12. YOKSULLAR YASASI VE EMEK DÜZENİ......... 402
Ö N SÖ Z
11
olarak bütün dünyaya dayatıldığı, ekonom ik liberalizmi eleştir
meye kalkanların geri kafalı cahiller veya korumacılık önlem le
rinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar grupla
rıyla onlara hizmet eden popülist politikacılardan ibaret görül
düğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği bir
döneme rastladı. Bu dönemde kitabın ilk Fransızca çevirisi, Lo
uis Dumont’un önsözüyle yayımlandı. Gene aynı yıllarda, kitap
Japonca ve Portekizceye çevrildi; bunu, aralarında Korecedeki
de bulunan, diğer çeviriler izledi. İlk T ü rkçe çeviri 1 9 8 6 ’da,
Fransızca çeviriden bir iki yıl sonra yayımlandı. 1986’da Buda
peşte’de ilk Uluslararası Kari Polanyi Konferansı yapıldı. Katı
lım cıların sayısı 3 0 ’u geçmiyordu. Ama ertesi yıl, Kari Polan-
yi’nin kızı gelişm e iktisatçısı Kari Polanyi-Levitt’in ve Polan-
yi’den esinlenen doktora tezini yeni tamamlamış olan iktisatçı
Marguerite M endell’in girişimleriyle, Montreal’deki Concordia
Üniversitesi’nde bir Kari Polanyi Enstitüsü1 kuruldu ve ulusla
rarası konferanslar, sürekli artan bir katılımla, ikişer yıl arayla
birbirini izledi. 1990’lara gelindiğinde Polanyi’nin fikirleri, kü
reselleşme ve kabileleşme eğilimlerinin yanyana yeraldığı günü
müz dünyasının ekonom ik, siyasal ve kültürel sorunlarıyla uğ
raşanların temel dayanaklarından biri haline gelmişti.
Bu ilk bakışta paradoksal gibi görünebilecek durumu nasıl
açıklayabiliriz? Polanyi neden tam da çökm üş olduğuna inan
dığı piyasa sistem inin bütün dünyada alternatifi olmayan tek
seçenek olarak görüldüğü bir dönem de, dönemin sorunlarım
en iyi açıklayan düşünürlerden biri olarak ortaya çıktı? Polan
yi’nin piyasa toplumu ve bu toplumun insan doğasına aykırı
niteliği üzerine yazdıklarına bakarsak, söz konusu paradoksun
sadece görünüşte kaldığını ve Büyük Dönüşüm’ün pek çok bö
lüm lerinin, neredeyse kelim esi kelim esine, günüm üzün bazı
önemli gelişmelerini açıklam akta kullanılabileceğini görebili
riz. Ama asıl önem lisi, Polanyi’nin bütün yaşamını yönlendir
miş olan soruyla, “karm aşık bir toplumda insan nasıl özgür
12
olur?” sorusuyla nasıl kolayına kaçmadan boğuştuğunu göre
bilm ek ve bu boğuşmadan ders alabilm ek sanıyorum.
K ari P o la n y i k im d ir?
13
marksizmden ayrılıyorlardı. Buna karşılık, hem Polanyi hem
Lukacs marksizmin toplum u bütünselliği içinde ele alıp ince
lem esini sosyal düşünceye yapılan önem li bir katkı olarak gö
rüyorlardı. Polanyi’nin büyük bir olasılıkla Lukacs kanalıyla
marksizmden alıp benim sediği bir başka fikir de, kapitalist sis
temde emeğin meıalaşması, insanların ve sosyal ilişkilerin nes-
neleşmesi fikriydi. Ama işçi sınıfına evrensel bir kurtarıcı rolü
nün verilm esi, Polanyi’n in h içbir zaman kabul etm ediği bir
şeydi ve bununla ilgili olarak m arksisı geleneğin bütününden
ve Lukacs’tan kesinlikle ayrılıyordu. Büyük D önüşüm 'de sın ıf
ların toplum içindeki yerleri ve işlevleri konusunda -ö z ellik le
13. b ö lü m d e- yazdıkları, bu konudaki ayrılıkları gösterebilir.
Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki etkileşim konu
sunda da, Polanyi’nin m arksizm in en yum uşatılm ış biçim ini
bile, ekonom ik determ inizm e açık kapı bırakm ak olarak ola
rak değerlendirip reddedeceği Büyük D önüşüm ’ün temel tezleri
çerçevesinde kolayca görülebilir.2
Polanyi, Bela Kun hükümeti henüz iktidardayken, belki de
rejimin çöküşünü önceden kestirdiği için, ani bir kararla Viya-
na'ya yerleşti ve burada gazeteci olarak çalışmaya başladı. D ola
yısıyla 1920’lerin karışık siyasal ve ekonom ik olaylannı gün be
gün izlem e fırsatını buldu. Bu m alzem enin sonradan Büyük
Dönüşüm’ün hazırlandığı sırada yazara büyük bir kolaylık sağ
lamış olduğu kuşkusuz. Polanyi bu yıllarda Bela Kun rejim ini
izleyen terörden kaçıp Viyana’ya sığman llona Ducynska’yla ta
nışıp evlendi ve hayatının sonuna kadar onunla birlikte yaşadı.
M acar edebiyatından birlikte derledikleri parçalardan oluşan
Saban ve K alem (The Plough and the Pen) 1 9 6 3 ’te yayımlandı.
Büyük Dönüşüm’ün ithafı, tlona’nın Polanyi’nin çok değer ver
diği bir eleştirmen/okur olduğunu gösteriyor, llona gençliğinde
eli bombalı cinsten bir devrimci sosyalistti. Orta Avrupa dev
14
rim ci tarihi içindeki yeri o kadar sağlamdı ki, 1 9 6 0 ’larda ve
1970’lerde M acaristan’da rejim aleyhtarı oldukları için yargıla
nan bazı genç entellektüelleri bizzat ülkeye gidip pek zorluk
çekm eden kurtarm ayı başarabiliyordu. Tabii bu başarısında,
M acaristan'ın en soylu ailelerinden birine m ensup olmasının
verdiği doğuştan gelen otorite kullanabilm e yeteneğinin de bir
rolü olduğu söylenebilir... 1 9 8 6 ’da Budapeşte’de yapılan ilk
Uluslararası Kari Polanyi Konferansı’ndaki özellikle belirli bir
yaşın üzerindeki M acar katılım cıların, belki Kari Polanyi’den
çok neredeyse efsanevi bir şahıs olarak yaptıklarını anlatıp dur
duktan llona Ducynska’ya önem verdikleri görülüyordu.
llona da Kari Polanyi de, kendi sosyalizm anlayışlarıyla Sov
yet sosyalizm i arasındaki farkın, gayet tabii, bilincindeydiler.
Bu rejim in önem li özelliklerinden olan m erkeziyetçilik ve eko-
nom izm , Polanyi’nin bütün çalışm alannda karşı çıktığı şeyler
di. Polanyi’nin Büyük Dönüşüm'de açıkça belirttiği gibi, “Plan
lama, düzenlem e ve kontrolü araç olarak kullanan SSCB, he
nüz anayasasında vaadedilen özgürlükleri yürürlüğe koymadı,
sistem i eleştirenler 'koyacağı da yok’ diye tamamlarlardı cüm
leyi... Ama düzenlemelere karşı çıkm ak, reforma karşı çıkm ak
demektir. Bu yüzden de liberallerin özgürlük fikri yozlaşıp yal
nızca serb est girişim ciliğ in bir savu nusu na d ön ü şü yor” (s.
2 5 0 -1 ). Bu düşünce doğrultusunda Polanyi ve llona Ducynska,
bolşevizmi piyasa toplum unun aşılm asına ve “ekonom iyi top
luma tabii kılmaya” yönelik bir çaba olarak ilgiyle izliyor ve bu
çabanın karşı karşıya olduğu güçlükleri görmezden gelerek ta
k ın ılan körü k örü n e d üşm anca tav ırları p ay laşm ıyorlard ı.
1 9 22’den itibaren Polanyi’nin ekonom ik liberalizm in ve anti-
kom ünizm in önde gelenlerinden E von Hayek ve L. von Mi-
ses’e, aynı zamanda da kardeşi M ichael Polanyi'ye, Sovyetler
Birliği konusunda karşı çıktığını görüyoruz. 1 9 2 2 ’de yayınla
nan “Sosyalist M uhasebe” adlı yazısı, sosyalist ekonom inin tı
kanıklarını bağnaz biçim de vurgulayan iktisatçılara karşı yazıl
mıştı. 1 9 3 0 ’larda “Faşizmin Özü" adlı m akalesini3 yazarken de,
15
19 60’lı yıllarda soğuk savaş propagandalarına karşı C o-existen
ce dergisini çıkarırken de, Sovyet sosyalizmine karşı takınılan
uzlaşmaz tavırlara karşı olduğunu görüyoruz.
1930’larda faşizmin yükselişi sırasında Polanyi ailesiyle b ir
likte Viyana'yı terkedip İngiltere’ye yerleşti. İngiltere’de ailenin
geçim ini sağlamak için işçi sendikalarıyla O xford ve Londra
ü n iv ersiteleri tarafın dan o rtak laşa d ü zen len en işçi eğitim
programlarında dersler verdi. Bu işi yaparken bütün İngilte
re’yi dolaştı ve dünyanın bu sın ıf loplumu olma niteliği en ba
riz ülkesinin işçilerini yakından tanımak fırsatını buldu, llona
Ducynska, onun Marx ve Engels’in anlattıklarından pek farkı
olm ayan işçi m ah allelerin d e dolaşıp çö k m ek te olan sanayi
bölgelerinden “ana babalarının iş bulabildiğine hiç tanık o l
mamış gençlerin akın akın Londra'ya gelişlerini” gördüğü za
man duyduğu şaşkınlığı ve sarsıntıyı çok çarpıcı bir biçim de
anlatıyor.4 Büyük Döııüşüm'ün anahtar cüm lelerinden biri olan
“Avrupa faşizmini anlamak için Ricardo Ingilteresi’ne dönm ek
gerekiyor” cüm lesi, kitabın yazılmasında büyük bir itici güç
oluşturan bu şaşkınlık ve sarsıntıya bağlı olarak açıklanabilir.
Büyük Dötıüşüm ’ün kuramsal çatısının oluşması ise, gene İn
giltere yıllarında Polanyi'nin antropoloji alanındaki çalışm alar
la ilgilenmeye başlaması ve Thurnw ald, M alinowski, Radcliffe-
Brown gibi yazarları okum asıyla gerçekleşiyor. Bu çatının te
mel dayanağı, toplumu belirleyen kurum lann ekonom ik ant
ropoloji çerçevesinde ele alınan karşılaştırm alı tarihi; başardığı
şey ise, piyasa toplum una bu karşılaştırm alı perspektiften yak
laşarak politik iktisadın güncel sorunlarına özgün bir kuram
sal yaklaşım getirm esi. Polanyi’nin politik iktisadın güncel so
runlarıyla ilgilenişinin kaynağında ise, yukarıda değindiğim
tem el so ru y u , “k arm aşık bir to p lu m d a in san n a sıl ö zgü r
olu r?” sorusunu buluyoruz. Polanyi’nin bu soruyla sistem atik
olarak uğraştığı ilk makalede, gene İngiltere yıllarında yazıl
mış olan “Faşizmin Ö zü” m akalesinde Büyük Döııüşüm’ün te
mel tezlerinden bazılarının ele alındığını ve bunların H ıristi
16
yanlık, bireycilik ve sosyalizm arasındaki ilişkinin irdelenmesi
bağlamında tartışıldığını görüyoruz.
Büyük Dönüşüm'ûn yayımlanmasından iki yıl sonra, 1 9 4 6 ’da,
Polanyi C olum bia Ü niversitesi’nden ik tisat tarihi öğretm ek
üzere bir iş teklifi aldı. 60 yaşında başladığı bu ilk akademik
işiyle de yerleşik bir düzene kavuşamadı, çünkü Ilona’nın ABD
vizesi alması imkânsızdı. Aile Kanada’ya yerleşti. Polanyi New
York’la Kanada arasında gidip gelerek çalıştı ve 19 5 3 ’de, 66 ya
şındayken em ekliye ayrılıp Kanada’ya yerleşti. Hem C olum -
bia’dayken hem de emekliliğinden sonra, aralarında C. Arens-
berg ve H. Pearson gibi iktisatçıların da bulunduğu bir grupla
b irlik le kapitalizm öncesi toplum lar ve ilk çağ ekonom ileri
üzerine çalışmayı sürdürdü. Bu çalışm alar sonucu, 1957’de Es
ki İm paratorlu klarda Ticaret ve P iyasa (Trade and Market in the
Early Em pires) adlı derleme yayımlandı. 1957’den sonra Polan
yi 18. Yüzyıl Dahomey (şim diki adıyla Benin) toplumu üzerine
çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar ölümünden sonra D ah o
m ey ve K öle Ticareti (Dahomey and the Slave Trade) adıyla ya
yımlandı. Polanyi 1964 yılında öldü. Ölüm ünden sonra yayım
lanan çalışmalar arasında G. Dalıon tarafından İlkel, A rkaik ve
M odem E kon om iler (Primitive, Archaic and Modern Econom i
es) adıyla derlenen makaleleri ve H. Pearson tarafından yayım
lanan insanın G eçim i (The Livelihood o f Man) bulunuyor.5
Polanyi'nin düşüncesi
Kari Polanyi’nin ölümünden yıllar sonra pek çok değişik çev
reden pek çok düşünür tarafından keşfedilm esi ve tam anla
mıyla “küresel” bir şöhret haline gelmesi kuşkusuz onun piya
sa toplum unun istisnai niteliğiyle ilgili fikirlerine bağlı. Polan
yi’nin yaklaşım ı içinde, istisnai olan ve genel kuralı oluşturan
17
şey, “ekonom inin toplum daki yeri”yle ilgili. D olayısıyla, bu
yaklaşım içinde farklı insan toplumlarında ekonom inin yerini
açıklamaya yönelik bir genel teori buluyoruz.
Bu teorinin tem elinde, Polanyi’nin m odern antrop olojinin
en önem li bulgusu olduğuna inandığı bir fikir, “tem el insani
dürtülerin hiçbiri ekonom ik değildir" fikri yatıyor. Buna para
lel olarak, “tarih boyunca varolmuş bütün toplumlarda ek on o
mi sosyal ilişkiler bütünü içine, onlardan ayrılam ayacak b i
çim de yerleşm iştir” fikri ortaya çıkıyor. Bu iki fikir, birlikte,
Polanyi’yi ekonom inin genel geçer “biçim selci” (form al) tanı
mını reddetmeye ve “özselci” (substantivist) bir tanım ını be
nimsemeye götürüyor. İktisat ders kitaplarının çoğunda rastla
dığımız biçim selci tanıma göre, ekonom i kıt kaynakların sın ır
sız istekleri karşılam ak üzere alternatif kullanım alanları ara
sında dağıtımıyla ilgili faaliyetlere verilen addır, yani m antık
sal bir sebep-sonuç ilişkisini belirler. Ö zselci tanım ise m an
tıksal değil am pirik niteliklidir ve ekonom ik faaliyeti insanın
sosyal ve doğal çevresiyle ilişkilerini düzenleyen “insan tara
fından kurulm uş” bir “sü reç” olarak ele alır. İstekleri karşıla
maya yönelik maddi kaynakların düzenli akışını sağlayan bu
süreçtir. B irinci tanım doğrultusunda, ekonom inin işleyişini
anlamak için belirli bir insan davranışından, söz konusu se
bep-sonuç ilişkisinin m antıksal niteliğini yansıtan bir davra
nıştan yola çıkm ak gerekir. Oysa daha genel nitelikli olan öz
selci tanıma göre davranışları ve onun sonuçlarını belirleyen
şey, toplumu oluşturan kurum lar bütünüdür; insan davranış
ları ancak belirli bir kurumsal yapı ile birlikte yeraldıkları za
man ekonom ik faaliyetin sürdürülmesinde rol oynayabilirler.
Buna bağlı olarak Polanyi ekonom iyi yönlendiren üç temel
davranış ilkesi ve onlarla birlikte yeralan üç kurum sal kalıp
tanımlar. Söz konusu davranış ilkeleri, “karşılıklılık” (recipro
city ), “yeniden dağıtım ” (red istribution) ve “d eğişim ” (e x c
hange) ilkeleridir. Biçim selci tanım içinde değişim e insan ya
pısı kurumlardan bağımsız bir evrensellik atfedilir. Kişisel çı
karlarını maksimize etmeğe uğraşan anonim bireylerin birbir-
leriyle kalıcı olmayan ilişkilerini tanımlayan bu davranış biçi
18
m inin, iarih ve toplum üstü bir varlık olarak insanı tanımladı
ğı öne sürülür. Adam Sm ith tarafından form elleştirilip iktisat
düşüncesinin olmazsa olmazsa unsuru haline getirilm iş olan
“takas, trampa ve değişimle uğraşan vahşi” tipi, ekonom ik fa
aliyetle ilgili bütün analizlerin başlangıç noktasını oluşturur.
O ysa k arşılık lılık da yeniden dağıtım da, değişim den farklı
davranış ilkeleridir. Karşılıklılık, değişim gibi bir alış veriş iliş
kisi olm asına rağm en, ondan farklı olarak birbirin i tanıyan
ve/veya birbirleriyle sosyal konum ları tarafından belirlenm iş,
o konum la uyumlu ilişkiler kuran insanları içerir. Aile bireyle
ri arasındaki ilişkiler gibi, belirli bir güveni, dayanışmayı veya
sadakati yansıtan kom şuluk, hem şehrilik, dinî veya etnik ce
maat mensupluğu, veya sadece çete üyeliği de, karşılıklılık il-
kesince belirlenirler. Bunlar anonim ilişk iler olm am alarının
yanı sıra, eşit ilişkiler de değildirler. Alınanla verilen arasında
ki denge, eşil değerlerin m übadelesi yoluyla değil, herkesin
sosyal konum u gereği yapması gerekeni yapmasıyla sağlanır.
Yeniden dağıtım ilkesi ise, mal ve hizm etlerin belirli bir mer
kezde toplanıp oradan topluluğun çeşitli noktalarına dağıldığı
durum ları belirler. Vergiler ve devlet harcam alarını yönlendi
ren bu ilkedir, ekonom ik planlama faaliyetleri de ekonom iyi
bu ilke doğrultusunda yönlendirirler.
Karşılıklılık, “simetri” gibi bir kurumsal kalıbın tanımladığı
aile türü grupların varlığıyla işlerlik kazanır. Yeniden dağıtım,
etkili olabilmek için “m erkezleşme” kalıbının tanımladığı devlet
türü yapıların varlığını gerektirir. Değişim ise, ancak piyasanın
varlığıyla ekonom inin işleyişini etkiler hale gelir. Polanyi’ye gö
re, piyasalara tarihin her döneminde, her çeşit toplumda rastla
mak mümkündür. Ama piyasanın varlığı, piyasa sisteminin var
lığına işaret etmez. Aradaki fark, Polanyi’nin düşüncesinin te
mel unsurlarından birini oluşturur ve onun piyasa sistemini sa
dece ondokuzuncu yüzyıla özgü bir garabet olarak tanımlayıp
incelem esine zemin hazırlar. Piyasa sistem i, ekonom ik faaliyetin
tam am ının toplum kontrolünden kurtulup kendi kurallarına
göre işleyen piyasalarca yönlendirildiği bir sistemdir. Bu insan
doğasıyla bağdaşması imkânsız bir sistem dir ve toplumsal yapı
19
yı parçalamadan uzun süre varolamaz. Polanyi, bu imkânsızlığı
piyasa sisteminin iki özelliğine bağlı olarak açıklar.
ilk olarak, değişim ve onunla birlikte varolması gereken ku
rumsal kalıp, yani piyasa, niteliksel olarak karşılıklılık ve si
metriden de yeniden dağıtım ve m erkezleşmeden de farklıdır.
Davranış ilkeleri olarak karşılıklılık ve yeniden dağıtımla onla
rın içlerinde işlerlik kazandığı toplumsal kurumlar, öncelikli
olarak ekonom ik nitelikli değillerdir. Yani aileler, cem aatler ve
kabileler de, devlet de, ekonom ik kaynakların dağıtımında oy
nadıkları rollerden bağımsız olarak ortaya çıkar ve varolurlar.
Oysa değişim ve piyasa, sadece ve sadece ekonom ik amaçlara
hizm et etmek üzere, bu am açlarla sınırlı bir varlığa sahiptirler.
Dolayısıyla, ekonom ik faaliyetin tam amının piyasa tarafından,
değişim ilkesi doğrultusunda yönlendirilm esi dem ek, insanın
maddi varoluşunun tem ellerinin toplumsal olmayan, toplum
sal olandan kopuk bir mekanizmaya leslim edilmesi anlamına
gelir. Bu şekilde ekonom i sadece toplumun bütününden kop
makla kalmaz, zamanla o bütüne hakim olmaya başlar. Top
lum ve toplum içindeki insani ilişkilerin tamamı ekonom iye
başeger duruma gelir.
İkincisi, ekonom ik faaliyetin tamamının piyasaya bırakılması
sadece insan ihtiyaçlarını karşılayan bütün mal ve hizmetlerin
değil, em ek, toprak ve paranın da piyasada m übadele edilen
metalar haline gelm elerini gerektirir. Polanyi’nin “meta efsane
si” dediği bu durum, piyasa ekonom isinin işlerliği için gerekli
dir. Oysa em ek, toprak ve para, am pirik meta tanımına göre,
meta değillerdir. “Em ek yalnızca yaşamın yanında yer alan bir
insan faaliyetine verilen addır. Satılmak üzere değil, bütünüyle
değişik nedenlerle ortaya konulur ve yaşamın diğer yönlerin
den ayrılmaz...; toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan
tarafından üretilm emiştir; nihayet para, yalnızca satın alma gü
cünün kural olarak hiçbir zaman üretilmeyen, bankacılık siste
mi ve devlet m aliyesince düzenlenen bir sim gesidir... Em ek,
toprak ve paranın meta tanımı bütünüyle hayaldir. Ama em ek,
toprak ve para piyasaları bu hayal yardımıyla örgütlenm işler
dir..." (Büyük Dönüşüm -bun d an sonra B.D., - ç.n., s. 119-120).
20
Söz konusu meta hayali, piyasa toplum unun insan yaşamıy
la bağdaşmazlığını belirleyen temel unsurdur. Polanyi’nin de
yişiyle, “Piyasa m ekanizm asının insanların ve onların doğal
çevresinin kaderinin, hatla satın alma gücünün m iktan ve kul
lanım ının, tek yönlendiricisi olm asına izin vennek toplumun
çöküşüyle sonuçlanırdı. Çünkü sözde meta em ek, bu özel me
tanın sahibi olan insanı etkilem eksizin sağa sola taşınamaz, is
tenildiği gibi kullanılam az, hatta kullanılm adan bırakılamaz,
insanın em ek gücünü kullanırken sistem aynı zamanda bu eti
kete yapışık fiziksel, psikolojik ve ahlâkî bir birim olarak ‘in
sanı’ da kullanm ak durumundaydı. Kültürel kurum ların koru
yuculuğunu yitiren insanlar, maruz kaldıkları sosyal etkiler al
ımda yok olabilir, günah, sapıklık, cinayet ve açlığın yol açtığı
şiddetli sosyal çözülm elerin kurbanları olarak yitip gidebilir
lerdi. Doğa ilkel unsurlara indiıgenir, askeri güvenlik tehlike
ye girer, yiyecek ve hammadde üretme gücü kaybolurdu. Ni
hayet satın alma gücünün piyasa tarafından idare edilm esi, iş
letm eleri belirli aralıklarla yok eder; para darlığı veya fazlası, iş
yaşamı üzerinde sel ve kuraklıkların ilkel toplum ların üzerin
deki etkisine benzer bir etki yapardı” (B.D ., s. 1 2 0-1 2 1 ).
Polanyi’ye göre, ondokuzuncu yüzyıl piyasa toplum unun
özgün niteliğini belirleyen, onun bu kaderle karşı karşıya kal
masıydı. Bu, Polanyi’nin “çifte hareket” dediği olguyu tarihin
bu dönem inin temel açıklayıcısı haline getiriyor. “Çifte hare
k et”, hem doğal olmayan bir durum un kurum sallaştırılm ası
çabalarıyla, hem de toplumun bu doğal olmayan duruma karşı
kendini korum ak için geliştirdiği mekanizm alarla ilgili bir ol
guydu. Piyasa ekonom isinin, em ek, toprak ve para piyasaları
nı da içerecek şekilde kurulması çabaları hareketin bir yönüy
dü ve bu çabaların varlığı piyasayı “doğal” , “kendiliğinden”
bir düzen olarak ele alan standart iktisat düşüncesinin yanlış
lığının en önem li kanıtıydı. Polanyi’nin deyişiyle, “laissez-fa-
ire’in h içbir doğal yanı yoktu; işler olu runa bırakılm ış olsa,
serb est piyasalar h içb ir zam an ortaya çık am azd ı" (B .D ., s.
2 0 1 ). D olayısıyla, kendi kurallarına göre işleyen piyasaların
normal durum u, müdahaleciliğin ise yapay bir sapmayı oluş
21
turduğunu öne süren iktisatçılar büyük bir yanılgı içindeydi
ler ve bu yanılgı ondokuzuncu yüzyılda sadece piyasaların ku
rulm ası ve işlerlik kazanm ası için g eliştirilen m uazzam bir
merkezî bürokrasinin ortaya çıkışıyla kanıtlanıyordu. Ama d ö
nem in m üdahaleciliği sadece piyasa sistem inin kurulm asıyla
değil, aynı zamanda toplum un kendini bu sistem e karşı koru
ma çabalarıyla da ilgiliydi. Yani piyasanın toplum un insani,
doğal ve üretken özünü parçalamaması, kabul edilemez bir se
falete, çevrenin onulm az biçim de tahribine ve üretim birim le
rinin öngörülem eyen parasal hareketler kanalıyla iflasına yol
açm aması için aldırdıkları önlem lerlerden oluşuyordu. G ene
Polanyi’nin kendi cüm leleriyle özetlersek:
“Yüzyıl boyunca modern toplum un dinamiği çift yönlü bir
hareket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli genişliyor, ama bu
hareket aynı zamanda genişlem eyi belirli yönlerde kısıtlayan
bir karşıt hareketle karşılanıyordu. Bu karşıt hareket, toplu
mun korunm ası açısından hayati bir önem taşımakla birlikte,
son tahlilde piyasanın kendi kurallarına göre işleyişiyle, dola
yısıyla piyasa sistem inin kendisiyle çelişiyordu.
Bu sistem sıçram alar ve alılım larla gelişm işti; zaman ve m e
kanı kaplam ış ve banka parasını ortaya Çıkararak eşi görülm e
miş bir dinamizme yol açm ıştı. 1914’te en üst sınırına ulaştı
ğında, yeryüzünün her tarafı, daha doğm am ış nesiller dahil
herkes, etten kem ikten insanlarla şirket adı verilen kocam an
hayali varlıklar, hep onun içinde yer alıyordu. Yeni bir yaşam
tarzı, H ıristiyanlığın başlangıcından beri eşi görülm em iş bir
evrensellik iddiasıyla yeryüzüne yayılmıştı, ama bu kez hare
ket yalnızca maddi düzeydeydi" (B.D., s. 191).
Piyasanın küresel yayılm asıyla toplum un kendini korum a
çabalan arasındaki çelişki, gittikçe güçlenerek Birinci Dünya
Savaşı’na kadar sürdü. Savaş sonrasında liberal iktisatçılarla
onları izleyen siyasetçiler, durum un sürdürülem ez olduğuna
işaret eden herkesi cahillikle veya rant peşinde koşm akla, kör
lükle veya popülizm le suçlayarak kaçınılm aza karşı direnmeyi
sürdürdüler. Yirminci yüzyılın büyük trajedileri, bu inatlaşma
içinde yer aldı. Faşizm in yükselişi de, Sovyetler Birligi’nde sis
22
temin şekil değiştirip Stalinizm e evrilişi de bu ortamın ürünle
riydi. Toplumlar yok olma tehlikesine karşı kendilerini koru
maya çalışıyor ve bunu her zaman çok da akıllı ve sevimli bi
çimlerde yapmıyorlardı. Ama, piyasaya karşı çıkışın aptalca ve
gaddarca oluşu, kendi kurallarına göre işleyen piyasa ekono
misini savunanların yorum unun aksine, piyasa ekonom isinin
tek seçen ek olduğuna değil, aksine onun insan toplum uyla
bağdaşmazlığına işaret ediyordu. O nun özgürlüğü korumanın
tek yolu olduğuna değil, özgürlüğün ancak 011a inananların
bilinçli çabalarıyla, bu çabalar doğrultusundaki kurumsal dü
zenlem elerle ekonom inin yeniden toplum un içine yerleşm e
siyle korunabileceğine işaret ediyordu.
“Karmaşık bir toplumda özgürlük" fikri, Büyük Do,.üşûm’ün
gelip dayandığı son noktayı oluşturuyor. Bu noktada Polanyi,
liberalin yaklaşımıyla faşistin yaklaşımı arasında bir üçüncü yol
bulm ak zorunda olduğumuzu, bunun için de hem gerçekçi,
hem de ahlâklı olmamız gerekliğini vurguluyor. G erçekçilik, li
beralin çözüm ünü, toplum gerçekliğini inkâr eden bu çözümü
dışlamayı gerektiriyor. Polanyi’nin deyişiyle, “Liberal ekonomi
ideallerim ize yanlış bir yön verdi. Ö zünde ütopik bir takım
beklentilerin aşağı yukarı gerçekleştiği yer gibi göründü gözü
müze... güç ve zorlamaya yer vermeyen toplum olamaz... Ama
toplumu iktisadi sözleşme ilişkileriyle, sözleşme ilişkilerini de
özgürlükle özdeşleştiren piyasa görüşünün sonucu buydu.”
“Bu durumda, ya hayali bir özgürlük fikrine bağlı kalıp toplu
mun gerçekliğini yadsımak, ya da bu gerçekliği kabul edip öz
gürlük fikrini yadsımaktan başka seçenek kalmıyor. Bunlardan
ilki liberalin vardığı sonuç, İkincisi de faşistin” (B.D ., s. 3 4 2 ).
Polanyi’ye göre faşist sonucun reddi, bütünüyle ahlâkî bir ta
vırla ilgili. Bu konuda şöyle yazıyor: “Piyasa ütopyasını bir ke
nara bıraktığımızda, toplumun gerçekliğiyle karşı karşıya geli
yoruz. Bu, liberalizm le faşizm ve sosyalizm arasındaki farkı
oluşturuyor. Faşizm ve sosyalizm arasındaki fark ekonom ik bir
fark değil. Ahlâkî ve dinî bir fark. Aynı iktisat ilkelerine bağlı ol
duklarını öne sürdüklerinde bile, yalnızca farklı değil aynı za
manda zıt ilkelerin taşıyıcılandır bunlar. Ve aralarındaki nihai
23
ayrımı yapan gene özgürlüktür. Faşistler ve sosyalistler, aynı bi
çimde, toplumun gerçekliğini ölümün insan bilincini biçim len
dirmesi türünden bir kesinlikle kabul ederler. Güç ve zorlama
bu gerçekliğin bir parçasıdır; bunları toplumdan silen bir ideal
geçersiz olacaktır. Ayrıldıkları nokta, bu bilginin ışığında özgür
lüğün korunup korunmayacağıdır. Özgürlük boş bir sözcük, in
san ve insan çabalarını yok etmek üzere geliştirilmiş bir iğva mı
dır, yoksa insan bu bilginin karşısında özgürlüğüne sahip çıkıp,
ahlâkî hayalciliğe kapılmadan onun toplum içinde gerçekleşm e
si için çalışabilir mi? Bu endişeyle sorulan ve endişe yaralan so
ru, insanlık durumunu özetliyor” (B.D., s. 344).
Polanyi’nin bu soruya verdiği cevapta kıyasıya eleştirdiği pi
yasa ekonom isine önem li bir selam buluyoruz. Burada Polanyi,
korunmaları büyük önem taşıyan bazı özgürlüklerin ondokun-
cu yüzyıl ekonom isinin ürünleri olduğu söylüyor: “Toplumun
özü için ölümcül bir tehlike oluşturan ayrım, siyaset ve ekono
minin kurumsal olarak birbirlerinden ayrılm aları, neredeyse
otomatik biçim de, adalet ve güven pahasına özgürlük yarattı.
Sivil özgürlükler, özel girişim cilik ve ücret sistem i, ahlâkî öz
gürlük ve bağımsız düşünceyi besleyen bir yaşama biçim i için
de birleştiler. Burada da yasal ve gerçek özgürlükler, unsurları
kolayca birbirinden ayrılmayacak bir yapıda biraraya geldiler.
Bu unsurlardan bazılan, işsizlik ve spekülatör kârları gibi bela
lara bağlıydı, bir kısmı da Rönesans ve Reform geleneklerinin
en değerlilerine. Çöken piyasa ekonom isinden elimizde kalan
bu yüksek değerleri korum ak için elimizden geleni yapmamız
gerek. Bunun ne büyük bir iş olduğu meydanda. Piyasa ekono
misi içinde ne özgürlük ne barış kurumsallaştırılabilirdi. Ç ün
kü onun amacı kâr ve refah yaratmaktı, barış ve özgürlük de
ğil. Bunlara sahip olm ak istiyorsak, gelecekte bunun için bi
linçli bir çaba harcamamız gerekecek; bunlar önümüzdeki top-
lum lann seçilm iş am açlan olm ak zorundalar” (B.D., s. 3 3 9 ).
Belki burada Polanyi’nin Marx'a hem yaklaştığı, hem de on
dan ayrıldığı bir noktaya gelm iş oluyoruz. Marx’in kapitalizm i
insanı, onun özgürlüğünü kısıtlayan bütün kabile ve cem aat
bağlarından, aile ve devlet baskısından kurtaran bir düzen ola
24
rak övmesi gibi, Polanyi de piyasa loplum unun insan özgürlü
ğünü evrensel bir değer olarak bilincim ize yerleştirdiğini tes
lim ediyor. Aradaki fark ise, Polanyi’nin bu özgürlüğün ko
runm asını tarihin kaçınılm az akışı içinde kapitalizmi izlemesi
beklenen başka bir düzenin yapısına değil insanın kendisine
teslim etm esi. Şöyle diyor Polanyi: "Piyasa ekonom isinin sona
erişi eşi görilm em iş bir özgürlük dönem inin başlangıcı olabi
lir. Yasal ve gerçek özgürlük, her zam ankinden daha geniş ve
daha yaygın kılınabilir; düzenlem e ve kontrol, yalnızca bir kaç
kişiye değil herkese özgürlük sağlayabilir. Böylece eski özgür
lükler ve yurttaş hakları, sanayi loplum unun herkese sağladığı
boş zaman ve güvenin yarattığı özgürlüklere eklenebilir. Böyle
bir toplum un hem adaletli hem özgür olm ası için gerekli ola
nakları vardır” (B.D., s. 3 4 1 ). Bu olanaklar vardır, ama gerçek
leşm eleri, yalnız ve yalnız, insanın o n lan istem esi ve onlar için
sürekli mücadele etm esine bağlıdır...
G ünüm üzde B ü y ü k D ö n ü şü m
25
gü ve bunu yaparken neye uğradığını şaşırmış milyarlarca in
sanı iflasa sürüklediği, işsiz güçsüz bıraktığı bir dünyada yaşı
yoruz. Asıl önem lisi, kom ünizm in ve onunla birlikte insanın
geçim inin yalnızca piyasaya bırakılmadığı bir düzenin yarata
bileceğine duyulan in an cın çöktüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Yani, liberal iktisat düşüncesinin, Polanyi'nin deyişiyle “dinî
bir şevkle” kendini gerçeğin tek tem silcisi ilan etliği, buna aklı
yatmayanların ise aynı dinî şevkle susturuldukları ya da ister
istemez ortama uyum sağladıkları bir dünyada yaşıyoruz.
Bütün bunlar, Polanyi’nin anlattıklarına benzer şeyler. Ama
aynı zamanda, onun anlattığı başka şeylere benzer gelişm eler
de yaşanıyor. Mesela Sovyet komünizminin çöküşünü izleyen
gelişmeler, “laissez-faire'in hiçbir doğal yanı yoklu" cüm lesini
neredeyse bir laboratuvar deneyi netliğiyle doğruluyor. Aynı
gelişmelerin, yol açtıkları insani ve toplumsal acılarla, Polan
yi’nin başka bir fikrini, ’değişim hızı, çoğu zaman, değişimin
yönünden daha önem lid ir çünkü toplum un değişim e uyum
sağlayıp sağlayamayacağını tayin eden bu hızdır şeklindeki fik
rini de (B.D ., s. 78 ) doğruladıkları görülüyor. Nitekim, kom ü
nizm sonrası piyasa ekonom isine geçiş süreciyle ilgili gözlem
ler, Büyük Dönüşüm’ün yeniden gündeme gelişinde etkili olan
son gelişmelerin en önem lilerinden. Bu sürecin başlangıcında,
piyasa düzeninin doğal, kendiliğinden bir düzen olduğuna dair
geleneksel inanç bütün gücüyle ortama hakim oldu. Doğu blo-
ku ülkelerinin hepsinin, aynı biçim de, yöneticilerin fazla bir
şey yapmalarına gerek kalm adan, piyasa toplum lanna doğru
kendiliklerinden evrilmeleri beklendi. Çok kısa bir süre içinde,
bu beklentinin gerçekleşmediği ortaya çıktı ve yaşanan büyük
kaos içinde piyasa toplum unun ancak bir kurum lar bütünü
içinde varolabileceği, özellikle yasal düzenlemelerin ve finans
kuram larının bilinçli ve planlı müdahaleler sonucu insan eliyle
kurulm alarından sonra kişisel çıkar dürtüsünün yatırım ları
yönlendirerek ve iş gücü arzını gerekli alanlara kanalize ederek
ekonom ik sürecin işlerlik kazanmasına yol açabileceği görüldü.
Bu, aynı ondokuzuncu yüzyıldaki gibi içinde yaşadığım ız
dönemi belirleyen çifte hareketin bir yanıydı. O nunla birlikte
26
çifte hareketin öteki yanı da kendini gösterdi. Kom ünizm in
kurum larıyla birlikte çöküşünden sonra ortaya çıkan boşluk
içinde alternatif düzenlem eler kendilerini gösterm eye başladı
lar. E k o n o m ik kayn akların d ağıtılm asınd a, piyasa ilişk ileri
içinde geçim ini sağlayamayanların korunm aları ve toplumdan
dışlanmamalarında merkezi planlam anın oynadığı rol, kom ü
nizm e bir “şok tedavi” uygulanması gerektiğini düşünen neo-
liberal iktisatçıların hakim oldukları politik gündem içinde so
na ererken, bu rolü üstlenen, otom atik olarak ortaya çıkm ası
beklenen piyasa düzeni değil, karşılıklılık ilişkileri ve bu iliş
kilerin içinde yer aldığı kurumlar oldu. Dayanışm a ve sadakat,
güçlünün zayıfı koruduğu, ama buna k arşılık zayıftan itaat
beklediği kurumsal yapılar içinde piyasanın da devlet müda
halesinin de kişisel olmayan, formel kurallarının ve yasaları
nın y erin e geçti. Eski Doğu Bloku ü lk elerin in çoğunda ve
özellikle eski Sovyetler Birligi’nde mafyalaşma bu sürecin en
tipik unsuru haline geldi. M erkezî planlam anın kaynak dağıtı
mında oynadığı rol de, sosyal güvenlik sistem inin işlevleri de,
güvenlik güçlerinin yerine getirdiği korum a işlevi de, mafya
ilişkileri içinde yerine getirilmeye başlandı. Bu, Marx’in sözü
nü ettiği ilkel birikim sürecinin bazı özelliklerini de yansıt
m akla birlik te, ondan önem li biçim lerde ayrılan bir süreçti
çünkü eşi görülm em iş bir tarihsel kopuş içinde, tam bir yasal
ve kurum sal boşluk içinde yer alıyor, ortaya çıkacak yasal ve
kurumsal düzenin gelecekte alacağı biçim lere damgasını vuru
yordu. Yeni düzenin en önem li ekonom ik aktörleri temel dav
ranış özelliklerini bir mafyalaşma süreci içinde kazanıyorlardı
ve bu özellikler uzun yıllar boyunca ekonom inin işleyişine ha
kim olacak gibi görünüyorlardı.
Piyasa sistemi dünyaya yayılırken, devletin yeniden dağıtım
mekanizmaları kanalıyla oynadığı koruyucu rol yalnız eski ko
münist ülkelerde değil pek çok azgelişmiş ülkede de ortadan
kalkmaya başladı. Eski kom ünist ülkelerde olduğu gibi bura
larda da çifte hareket kendini özellikle karşılıklılık ilişkileri ve
kurum larının önem kazanmasıyla göstermeye başladı. Çifte ha
reketin ortaya çıkış nedenleri, Polanyi’nin ondokuzuncu yüzyıl
27
uygarlığının özellikleri bağlamında ele alıp açıkladığı süreçler
den kaynaklanıyordu. Ama Polanyi’nin ondokuzuncıı yüzyıl
hikâyesinde, piyasa sistem inin yayılışı, aile ilişkilerini, kırsal
kesim in geleneksel yapılarını. Batı toplum larında kilise yetki
alanlarını, diğer toplumlarda ise farklı yöresel, etnik ve dinî te
melli düzenlemeleri yıkarak gerçekleşiyordu. Toplumu ve insa
nı koruma görevi ise, yeniden dağıtım mekanizm asına düşü
yordu. Onun anlattığı şekliyle karşıt hareketin aktörü devlet
kurumlarıydı. Bugünkü durumda ise, piyasa sistem inin yayılışı
karşısında dağılan yeniden dağıtım m ekanizm aları ve devlet
kuramlarıydı. Karşıt hareketin yönlendiricisi ise, temelde aile
metaforuna dayanan, kişisel nitelikli karşılıklılık ilişkileriydi.
Kuramları ise, aileden başlayarak, mafya tipi örgütlenmelerden
etnik ve dinî cem aatlere kadar yayılan, ama bu arada modern
sivil toplum örgüLİerini de kapsayan, güven, dayanışma ve sa
dakat bağlarının oluşturduğu yapılardı. Polanyi’nin izleyicileri
arasındaki bazı sosyalistler, bu gelişmeleri umutla izlediler, izli
yorlar.6 Polanyi’nin genel yaklaşımı içinde, bu umudu haklı ç ı
karacak değinm elere rastlam ak da gerçekten m üm kün. Ama
aynı zamanda, bugünkü karşılıklılık temelli karşıt harekelin
içerdiği bazı sorunları gözden kaçırm am ak da çok önemli.
Piyasa dışındaki bütün toplumsal nitelikli insan ilişkilerinin
güce dayandığı, toplumdan güç olgusunu silmenin im kânsızlı
ğı, bir önceki bölüm de açıklandığı gibi, Polanyi’nin düşüncesi
nin önemli bir yanını oluşturuyor. Ama yeniden dağıtım ilke
sinden ve devlet müdahalesinden farklı olarak, karşılıklılık iliş
kileri formel olmayan ilişkiler. Bunlar, güç eşitsizliğinin deneti
minin formel kurallara ve yasalara değil, büyük ölçüde gele
neklere ve durumun o anda değerlendirilen gereklerine bırakıl
dığı yapılar içinde yer alan ilişkiler. Dolayısıyla, zayıfın güçlü-
nün insafına bırakılması, çoğu zaman, karşılıklı ilişki ağlarının
belirlediği bir düzenin temel özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
Doğal olarak, bu “insafa kalm a” durumu, bütünüyle kuralsız
28
bir durum değil. Mafya örgüılerinden etnik ve dinî cemaatlere
kadar, güç kullanma olgusunun çoğu zaman bir “raconu” bu
lunuyor. O toriter babaların otoritelerini sadece karılarım ve ço
cuklarını döverek sağlamadıkları gibi, mafya liderleri bile, sa
dece gözü kör bir şiddete dayanarak, örgüt üyelerine hiçbir gü
vence sağlamadan uzun süre iktidarlarını koruyamıyorlar. Ama
bu tür ilişkileri özetleyen, geleneksel ailenin hiyerarşik yapısı
içinde en tipik ifadesini bulan “büyüğünü saymak, küçüğünü
sevmek” fikri. Bu durumda da, “insanın yaşamım sürdürebil
mesi ve topluma katılabilmesinin en iyi yolu bu mudur?” soru
su rahatsız edici bir biçimde gündeme geliyor.
Bu sorunun taşıdığı önem, özellikle karşılıklılık ilişkilerinin
bugünkü çifte hareket içinde üstlendikleri rolün niteliğiyle il
gili. Bugün, sadece piyasa ilişkilerinin bazı insanları toplum
dan dışlayıcı etkisine karşı değil, piyasanın işlerlik kazanabil
mesi için de karşılıklı ilişki ağlarından yardım istendiğini gö
rüyoruz. Günümüzün ekonom ik düzeni olarak pek çok liberal
ik tisatçı tarafından savunulan esnek üretim in ö zelliklerin e
baktığımızda, bu özellikler arasında karşılıklı güven, dayanış
ma ve sadakatin çok önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Ye
rel sanayi odakları içinde küçük ve orta ölçekli işletm elerin
hem kendi aralarındaki ilişkilerde, hem de işletme içi işçi-işve-
ren ilişkilerinde kişisel nitelikli, enform el bağlara dayandıkla
rına, bu bağların geleneksel toplum özelliklerini yansıtan bağ
lar olduğuna sık sık değiniliyor.7
Bu bağların işlerlik kazanabilm esi için de, geleneksel insan
ilişkilerinin sürdürülmesi, yani kapitalizm in, M arx’a çok çeki
ci gelen, insanı bu ilişkilerin boyunduruğundan kurtarıp öz
gür kılma potansiyelinin bir kenara bırakılm ası gerekiyor. Bu
nun bir anlamı da, doğal olarak, kapitalizm in bilinçsiz olarak
taşıyıcılığını yaptığı evrensel insan değerlerinin savunulur ol
29
m aktan çıkm ası ve yerelligin, ahlâkî göreceliğin, değerlerin
öznelliğinin bunların yerini alm ası.. Bu, bizi tek evrensel de
ğer olan piyasa ekonom isinin altında, hiçbir evrensel kıstasa
göre değerlendirem eyeceğim iz söylenen kapalı toplum ların
m ensuplarını bildikleri gibi ezm elerine ve kendilerini kabile
savaşlarıyla tüketm elerine, doğal olarak piyasa sistem inin dışı
na çıkmaya yeltenm edikleri sürece, cevaz verebilecek bir d u
rum. Belki de, çokküllürlülük tartışm alanna çok güçlü katkı
larda bulunm uş bir düşünürün, herhalde pek tesadüfi olm a
yan bir şekilde eski YugoslavyalI olan bir düşünürün yazdığı
gibi "çokkültürlülügün ırkçılığın yeni bir biçim i" olarak orta
ya çıktığı bir durum ...8
Peki Polaııyi’nin küreselleşm eyle yerelleşm enin, birbirlerini
güçlendirerek yanyana yer aldıkları bir durum karşısınd aki
tavrı ne olurdu? O nun ondokuzuncu yüzyıl piyasa sistem inin
getird iği k u ru m sal ve k ü ltü rel tek d ü zeleşm e k a rşısın d a k i
olumsuz tavrını biliyoruz. Her zaman kültürel çeşitlilikten ya
na olduğunu ve ekonom inin toplum sal kurumlar ve değerler
bütünü için e yerleşm iş bir sü reç olarak işlem esinin norm al
durum olduğunu düşündüğünü de biliyoruz. Dolayısıyla top
lum sal d eğ erlerin y enid en k eşfi, k ü ltü rel bağların in sa n ın
maddi yaşamı içinde yeniden önem li bir rol oynamağa başla
maları, onu sevindirecek gelişm eler olarak değerlendirilebilir.
Ama aynı zamanda, Polanyi’nin insan özgürlüğüne, herbirinin
eşsiz ve benzersiz olduğunu söylediği tek tek insanların ö z
gürlüğüne verdiği önem i de biliyoruz. O ndokuzuncu yüzyılın
sürdürülemez olduğunu düşündüğü piyasa uygarlığından m i
ras kalan, özgürlükle ilgili evrensel değerler ve insan hakların
dan vazgeçmeye niyetli olmadığına da yukarıda değindik. Po-
lanyi, “ Yerleşmiş bir toplum da, sürüden ayrılma hakkını ku
rumsal olarak korum ak gerekli” diye yazıyor. “Birey, sosyal ya
şam ın bazı alanlarında idari görevler y üklenm iş güçlerden
korkmadan vicdanının sesini dinlem ekle özgür olm alı... Zor
lama hiçbir zaman m utlak olm am alı; 'karşı çıkana’ çekilebile
30
ceği bir köşe, ona bir yaşam alanı bırakan bir ‘ikinci en iyi se
çim i’ sağlanabilm ek” (B.D ., s. 2 4 8 ) diye yazıyor. Bu durumda,
onun benzersizliğine inandığı insanı, yaşamını sürdürmek için
m uhtaç olduğu topluluğun güçlülerine, bu güçlülerin ya kişi
sel iyi niyetlerinden ya da yeniden keşfedilen geleneklerden
kaynaklanan insafına terketm eyi kabul edeceğini düşünm ek
bana pek gerçekçi gelmiyor.
Bir kere daha, hem piyasanın insan ın toplum sal doğasını
tahrip eden etkisine hem de insan özgürlüğünü kısıtlama tehli
kesi taşıyan toplumsal düzenlemelere karşı insan özgürlüğünü
koruyacak önlem ler geliştirm ek gerekiyor. Bu sefer, özgürlü
ğün karşısındaki tehlike devlet baskısından çok topluluk baskı
sından, herbiri özerkliğini korumak için mücadele veren ve bu
mücadele içinde mensuplarının haklarından fazla söz etmeyen
kültürlerin bireysel özerklik üzerindeki etkisinden kaynaklanı
yor. Ama gündeme tartışmasız bir biçim de hakim olan neo-li-
beral söylem içinde bütün dikkatler gene devlete yönelmiş du
rumda. Bu da günümüzde devletin eski tip bir otoritarizm uy
gulamaktan çok, içselleşıirdiği kabile ve cemaat mantığını yan
sıtan baskı yöntem lerine başvurmaya başladığı gerçeğinin göz
ardı edilebilm esine yol açıyor. Kısacası, faşizm, toplumun ken
dini piyasa sistemine karşı korum ak üzere geliştirdiği talihsiz
bir yöntem olarak gene gündemde. Sosyalizm ise, toplumsal
gücün kullanım ını keyfî olmaktan kurtarm ak ve insan özgür
lüğünü tehdit eder durumdan çıkarm ak üzere geliştirilmiş for-
mel kurallar ve yasalar içeren yeniden dağıtım ilkelerine da
yanm ak durumunda. Bu, k arşılıklılık ilişkilerini dışlayan bir
durum değil. İnsanın maddi yaşamında yakınlarının desteğini
araması kadar, piyasanın ve devletin dışında yer alan sivil top
lum kuruluşlarının yeniden dağıtım süreçlerini etkilem esi de
doğal ve istenilir durumlar. Ama galiba burada dikkat edilmesi
gereken iki şey var. Birincisi, bireyin yaşamını etkileyen insani
ilişkilerinin doğumla belirlenen seçilm em iş ilişkiler değil, bire
yin özgür iradesiyle seçtiği, gene özgür iradeyle bırakılabilecek
“arkadaş dayanışm ası” türünden ilişk iler olm asının önem i.
İkincisi, bireyin maddi yaşamının formel kurallardan yoksun
31
insan ilişkilerinin en yumuşağına, dostluk ilişkisine bile bıra
kılmasının özgürlük açısından çok hoş olmayan bir durum o l
duğunun görülmesi ve karşılıklılık ilişkilerinin bireyin geçim i
ni sağlamaktan ziyade yeniden dağıtım süreçlerini biçim lendir
m ek ve kaynak dağılım ım etkilem ek üzere seferber edilm esine
yönelm ek. Yani, devlet türü bir yapıdan vazgeçemeyeceğimiz
bilinciyle, o yapının farklı dayanışma grupları tarafından yön
lendirilen bir yapı olm asını sağlamaya çalışm ak. Sanıyorum ,
günümüzün karm aşık loplum lannda özgürlüğü korum ak için
Polanyi de buna benzer bir yol önerirdi.
A YJE BUĞRA
32
BİRİNCİ KISIM
U luslararası Siste m
1. Yüz Yıllık Barış
35
mış olan bu buluştu. Altın standardı yalnızca iç piyasa sistem i
nin uluslararası düzeye yayılmasına yönelik bir çaba oluşturu
yordu, güç dengesi sistem i altın standardı üzerine kurulmuş ve
kısm en onun aracılığıyla işleyen bir üstyapı kurumuydu; libe
ral devlet de kendi kurallarına göre işleyen piyasanın bir ürü
nüydü. O ndokuzuncu yüzyılın kurum sal yapısının anahtarı
piyasa ekonom isinin işleyişini belirleyen kurallarda aranmalı.
Bizim tezimiz, dengesini kendi sağlayan piyasa fikrinin dü
pedüz bir ütopya olduğu. Böyle bir kurum, toplum un insani
ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamazdı; insanı fi
ziksel olarak yok eder, çevresini de çöle çevirirdi. Kaçınılm az
olarak, toplum kendini korum ak için bazı önlem ler aldı, ama
alınan önlem ler piyasanın kendi yasalarını bozdular; çalışm a
yaşamını altüst etliler ve böylece toplumu başka bir biçim de
tehlikeye sürüklediler. Piyasa sistem inin gelişmesini belirli bir
yöne sürükleyen ve sonunda bu sistem e dayanan sosyal düze
ni yıkan bu ikilem oldu.
İnsan tarihinde rastlanan en derin buhranlardan birinin bu
b içim d e a çık lan m ası fazla basit g örü n eb ilir. B ir u ygarlığı,
onun özünü ve özelliklerini belirli sayıda kuruma indirgemek,
sonra da bunlardan birini temel belirleyici olarak seçip uygar
lığın kaçınılm az kendini tüketişini ekonom ik örgütlenişin bazı
teknik özelliklerine bağlı olarak açıklamaya girişm ek uygun
suz bulunabilir. Yaşam ın kend isi gibi, uygarlıklar da, kural
olarak, belirli bazı kurum lara indirgenem eyecek sayısız b a
ğımsız unsurun etkileşim inden kaynaklanır. Bu uygarlığın çö
küşünü kurumsal m ekanizm asını çözm eye çalışm ak umutsuz
bir çaba olarak değerlendirilebilir.
G ene de, bizim giriştiğim iz iş bu. Bunu yaparken, bilinçli
olarak am acımızı konunun istisnai niteliğine göre tanım lıyo
ruz. Çünkü ondokuzuncu yüzyıl uygarlığının istisnai niteliği,
doğrudan doğruya, onun belirli bir kurumsal mekanizm a te
melinde biçim lenm iş olm asına bağlı.
Felaketin çöküşündeki aniliği ele almayan hiçbir açıklam a
doyurucu olamaz. Değişim güçleri bir yüzyıl boyunca üst üste
yığılmtşcasma, bir olaylar seli insanlığın üzerine akmakta. Ge
36
zegenimiz düzeyinde bir sosyal dönüşüm ün yanında, devletle
ri yok eden, bir kan denizi içinde yeni im paratorlukların bi
çim lenm esine yol açan benzersiz savaşların yer aldığını görü
yoruz. Ama bu cehennem kargaşasının ardında, geçm işi çabu
cak ve sessizce, çoğu zaman su yüzünde en ufak bir kıpırtıya
bile yol açmadan yutup giden bir değişim akıntısı yer alıyor.
Felaketin m antıklı bir çözüm lem esi, hem olayların fırtınasını,
hem de bu sessiz çözülm eyi açıklam ak zorunda.
Bizim kine bir tarih çalışm ası denem ez, aradığım ız önem li
olayların inandırıcı bir sıralaması değil, bunların gösterdikleri
gelişme eğilim inin insan yapısı kuram lara bağlı bir açıklam ası.
G eçm iş görüntüleri yalnızca içinde yaşadığım ız günle ilgili
konulara ışık tutm ak am acıyla gündem e getirm ekten k açın
m ayacağız; bazı özel önem taşıyan d ön em lerin ayrıntılı çö
züm lem elerine girişirken, ilgili zaman dilim lerini büLünüyle
konu dışı bıraktığım ız olacak; am acım ıza yönelirken de çeşitli
uzm anlık alanlarına tecavüz edeceğiz.
Ö nce uluslararası sistem in çöküşü üzerinde duracağız. Da
yandığı dünya ekonom isi bir kez yıkılınca, güç dengesi siste
m inin artık barışı sağlayamaz durum a geldiğini gösterm eye
çalışacağız. Kopuşun birdenbire ortaya çıkışı, çözülm enin akıl
almaz hızı buna bağlı olarak açıklanacak.
Ama uygarlığımızın yıkılışı dünya ekonom isinin çöküşüyle
eş zam anlıysa da, kesinlikle ona bu çöküşü n neden olduğu
söylenem ez. Yıkılışın kaynakları yüz küsur yıl öncesinde, Batı
Avrupa’da kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikrini doğu
ran sosyal ve teknolojik çalkantı içinde aranm alı. Bu m acera
nın sonu, sanayi uygarlığı tarihinin belirli bir dönem ini kapa
tarak çağımıza ulaştı.
Bu kitabın son bölüm ünde günümüzün sosyal ve ulusal de
ğişiklik lerin e yön veren m ekanizm alar üzerinde durulacak.
Genel olarak, insanın bugünkü durumunun buhranın kurum
sal kaynaklarına bağlı olarak tanım lanabileceğine inanıyoruz.
O ndokuzu ncu yüzyıl, balı uygarlığı arşivlerinde m enendi
duyulmamış bir olguya yol açtı: 1 8 1 5 -1 9 1 4 arasındaki yüz yıl
lık barış. Az çok bir sömürge olayı olan Kırım Savaşı dışında.
37
İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya ve Rusya birbirle-
riyle yalnızca topu topu onsekiz ay süren savaşlara giriştiler.
Daha önceki iki yüzyıl için aynı türden bir hesaplama yapıldı
ğında, önemli savaşların yüzyıllık ortalaması altm ış-yeim iş yılı
buluyor. Buna karşılık, ondokuzuncu yüzyıl alevlenm elerinin
en şiddetlisi olan 1 8 7 0 -1 8 7 1 Fransa-Prusya savaşı bile, yenilen
ulusun, ilgili ulusal para birim lerinde önem li bir dengesizlik
olmadan, duyulmamış bir savaş tazminatı ödeyebilm esiyle, bir
yıl sürmeden sona erdi.
Pragmatik barışçılığın bu başarısı kesinlikle önem li çatışma
nedenleri olmamasıyla ilgili değildi. Bu barışseverlik gösterisi,
güçlü uluslar ve büyük im paratorlukların iç ve dış koşulların
daki sürekli değişmelerle birlikte yer alıyordu. Yüzyılın ilk ya
rısında, iç savaşlar, devrimci ve karşı devrimci m ücadeleler ah-
val-i adiyedendi. Ispanya’da Angouleme Dükünün kom utasın
da yûzbin tabur Kadiz’e saldırdı; M acaristan’da devrim ci güç
ler bir meydan savaşında imparatoru yenecek gibi oldular ve
devrim ancak M acar topraklarında savaşan Rus ordusu tara
fından bastırılabild i. Alm anya’da, Belçika, Polonya, İsviçre,
Danimarka ve Venedik’te silahlı müdahaleler Kutsal lttifak’ın
her yerde hazır ve nazır olduğunu gösteriyorlardı. Yüzyılın
ikinci yarısında gelişme dinamiği zincirinden boşanm ıştı. O s-
m anlı, Mısır ve Fas İmparatorlukları parçalanıp bölüşüldüler;
işgal orduları Ç in’i kapılarını yabancılara açmaya zorladılar ve
tek bir büyük ham leyle Afrika kıtası bölüşüldü. Eşzam anlı
olarak iki g üç, B irleşik D evletler ve Rusya, dünya çapında
önem kazandı. Alm anya ve İtalya’da ulusal b irlik sağlandı;
Belçika, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve M aca
ristan, bazıları ilk kez bazıları da yeniden egemen uluslar ola
rak Avrupa haritasında yerlerini aldılar. Sanayi uygarlığının
yıpranmış kültürlerin ve ilkel halkların yaşam alanlarına doğ
ru ilerleyişinin yanında, hemen hemen kesintisiz savaşlar yer
aldı. Rusya’nın Orta Asya’daki askeri fetihleri, İngiltere’nin gi
riştiği sayısız Hindistan ve Afrika savaşları, Fransa’nın Mısır,
Cezayir, Tunus, Suriye, Madagaskar, Çin Hindi ve Siyam ’daki
m aceraları. Büyük D evletler arasında genel olarak ancak zor
38
yoluyla çö zü m len eb ilecek so ru n lar ortaya çıkardılar. Buna
karşın, bu çatışm aların herbiri, tek tek, yerel nueligini korudu
ve sayısız durumda şiddet yoluyla denge değişikliği ya toplu
karşı çıkışlarla önlendi, ya da Büyük Devletlerin verdikleri ta
vizlerle anlaşmaya bağlandı. Kullanılan yöntem lerin aldığı bi
çim den bağımsız olarak sonuç hep aynıydı: Yüzyılın ilk yarı
sında anayasal idare yasaklanır ve Kutsal İttifak özgürlükleri
barış adına baskı altında tutarken, öteki yarıda -v e gene barış
ad ın a- anayasal idare, kendi çıkarlarını düşünen bankerler ta
rafından iş karıştırıcı despotlara kandırm aca yoluyla kabul et
tiriliyordu. Böylece, biçim değişiklikleri ve değişip duran ide
olojilerin altında -b azen taht ve m ihrabın otoritesi, bazen bor
sa ve çek defteri, bazen ahlâksızlık ve rüşvet, bazen ahlâk tar
tışmaları ve aydınca söylevler, bazen ateş ve süngü yolu y la-
hep aynı sonuç elde edildi: Barış korundu.
Bu mucize kabilinden başarı güç dengesinin işleyişine bağ
lıydı, bu özel durumda, genel olarak kendisine bütünüyle ay
kırı bir sonuç vermiş olan güç dengesinin işleyişine. Doğası ge
reği bu denge bütünüyle değişik bir sonuç verir, yani ilgili güç
lerin sürekliliğini sağlar. Aslında tek önerm esi, belirli bir güç
oluşturabilen üç veya daha fazla birim in, her zaman, zayıfların
güç birliğine gitmesiyle, en güçlünün gücünün artmasını önle
yecek biçim de hareket edecekleridir, Evrensel tarih alanında
güç dengesi, bağımsızlıklarını koruma am açlanna hizmet ettiği
devletlerle ilgilidir. Ama bu amacı yalnızca değişen taraflar ara
sındaki sürekli savaşlar yoluyla sağlayabilm iştir. Eski Yunan
veya Kuzey İtalya şehir devletlerinin deneyimi böyle bir olguy
du; değişen gruplar arasındaki savaşlar bu devletlerin uzun sü
reler boyunca bağımsızlıklarını korum alarını sağladı. Aynı il
ke, iki yüz yıldan fazla bir süre M ünster ve Westphalia Anlaş
ması (1 6 4 8 ) sırasında Avrupa'yı oluşturan devletlerin egem en
liğini korudu. Yetmişbeş yıl sonra, Utrecht Anlaşması’nı imza
layan taraflar, bu ilkeye resmen bağlılıklarını ilan ettikleri za
man onu bir sistem içine yerleştirdiler ve böylece hem gııçlûle-
rin ve hem de zayıfların savaş aracılığıyla varlıklarını sürdüre
bilm elerinin karşılıklı güvencelerini sağlam ış oldular. Oııdo-
39
kuzuncu yüzyılda aynı m ekanizm anın savaş değil barış sonu
cunu vermiş olması tarihçileri zorlayan bir sorun.
Ortadaki yeni unsurun güçlü bir barış çıkarı (peace in te
rest) olduğunu kabul ediyoruz. G eleneksel olarak, böyle bir
çıkar devlet sistem inin dışında görülürdü. Barış, sanat ve za
naatla ilişkileriyle birlikte yaşamın süsleri arasına yerleştiril
mişti. Kilise, iyi bir m ahsul için dua etliği gibi barış için de
dua edebilirdi, ama devlet işleri düzeyinde savunduğu silahlı
müdahale olurdu; hüküm etler için barış, güvenlik ve egem en
likten sonra gelirdi, yani savaşçı yollardan başka yoldan varıla
mayacak hedeflerden sonra. Herhangi bir topluluk için, ortalık
yerde örgütlü bir barış çıkarının varlığından daha yıpratıcı bir
şey düşünülem ezdi. O nsekizinci yüzyıl ortalarında bile, J .J .
Rousseau, ticaret erbabını, barışı özgürlüğe tercih ellik lerin
den kuşku duyulduğu için, vatanseverlikten yoksun olm akla
suçluyordu.
1815'ten sonraki değişiklik, ani ve tepeden tırnağa bir deği
şiklikti. Fransız Devrim inin etkisi, Sanayi Devriminin evrensel
bir çıkar olarak iş huzurunun sağlanmasına yönelik gelişm ele
rini destekledi. M etternich, Avrupa halkının istediği özgürlük
değil, barıştır beyanında bulundu. G eniz vatanseverlere yeni
barbarlar adını taktı. Kilise ve Kraliyet Avrupa’da uluslaşmayı
önlem e çabalarına giriştiler. Hem yeni halk savaşlarının azgın
lığı, hem de yeni ortaya çıkan ekonom ilerde barışa verilen bü
yük değer bu fikirleri destekledi.
Yeni “barış çık arının” taşıyıcıları, her zam anki gibi, ondan
en fazla yarar sağlayanlar oldu, yani varisi oldukları konum lar
vatanseverliğin Kıtaya yayılan devrimci gücü tarafından tehdit
edilen soylular. B öylece, Kutsal İttifak yüzyılın aşağı yukarı
üçte biri süresince canlı bir ban ş politikasına zor gücü ve ide
olojik destek sağladı; orduları Avrupa’nın bir ucundan öteki
ucuna, azınlıkları susturup çoğunlukları bastırarak dolanıp
durdular. 1846'dan aşağı yukarı 1 8 7 l ’e k a d a r - “Avrupa tarihi
ninken karmaşık, en dolu çeyrek yüzyıllarından biri”- ' sanayi
40
hakim iyetinin büyüyen gücü gericiliğin azalan gücüyle karşı
laşıp dururken, banşın yerleşm esi pek güvenli görünm üyor
du. Fransa-Prusya savaşını izleyen çeyrek yüzyılda ise, yeni
den güçlenen barış çıkarının tem silciliğini yeni ve güçlü bir
birim in, Avrupa Konseyi’nin (C oncert o f Europe) üstlendiğini
görüyoruz.
Ama çıkarlar da niyetler gibi bir sosyal aracı kanalıyla siya
sete dönüşm edikçe platonik bir düzeyde kalmaya m ahkum
durlar. Yüzeysel olarak bakıldığında, ortada böyle bir aracı
yoktu; hem Kutsal İttifak hem de Avrupa Konseyi sonuç ola
rak bağımsız egemen devletlerin oluşturdukları gruplardı ve
dolayısıyla, güç dengesi ve savaş m ekanizm asına hizmetle yü
kümlüydüler. Peki öyleyse barış nasıl sağlandı?
Doğru, bütün güç dengesi sistem leri, bir ülkenin kendi gi
rişliği statükoyu değiştirme çabalannın yol açacağı güç birleş
m elerini göremem esinden kaynaklanan savaşları önlem eye yö
neliktir. Bunun önem li örneklerinden biri, Bismarck'ın 1 8 7 5 ’te
basında Fransa’ya karşı yürütülen kampanyayı Rus ve Ingiliz
m üdahalesi karşısınd a durdurm ası o lm u ştu r (bu durum da
Avusturya’nın Fransa’ya yardım edeceği kuşkusuz görülm üş
tü). O zaman Avrupa Konseyi Almanya'ya karşı çalıştı ve ülke
kendini tecrit edilmiş bir durumda buldu. 1 8 7 7 -1 8 7 8 ’de A l
m anya, R u s-T îırk savaşını engelleyem edi, ama Ingiltere’nin
Rusya’nın Çanakkale Boğazına ilerlem esiyle ilgili endişelerine
arka çıkarak savaşın yerel niteliğini korum asını sağladı; A l
manya ve Ingiltere, Türkiye’yi Rusya'ya karşı desteklediler ve
böylece barışı korum uş oldular. Berlin Kongresinde Osmanlı
lm paraıorluğu’nun Avrupa’daki topraklarının tasviyesiyle ilgili
uzun dönem li bir plan ortaya konuldu; bu da, bütün taraflar
çatışm a durumunda karşı karşıya kalacaktan güçleri önceden
bildiklerinden, statükodaki değişikliklere karşı savaşın engel
lenebilm esini sağladı. Bu durumlarda barış, güç dengesi siste
minin hoşnutlukla karşılanan bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Ayrıca, savaşlar bazen, yalnızca küçük devletlerin kaderinin
söz konusu olduğu durumlarda, savaş nedeninin bilinçli ola
rak ortadan kaldırılmasıyla engellendi. Küçük uluslar denetim
41
altında tutulup statükoyu savaşa yol açabilecek herhangi bir
biçimde bozmaları önlendi. 1 8 3 1 ’de Hollanda’nın Belçika'yı is
tilası ülkenin etkisizleştirilm esine yol açlı. 1855’le N orveç et
kisizleştirildi. 1 867’de Hollanda Lüksemburg’u Fransa’ya sattı,
Almanya’nın itirazı üzerine de Lüksem burg etkisizleştirildi.
1 8 5 6 ’da O sm anlı lm paratorlu ğ u ’nun bütünlüğünün Avrupa
dengesi için gerekli olduğuna karar verildi ve Avrupa Konseyi
İm paratorluğun korunm ası çabalarına girişli. 1 8 7 8 ’te, parça
lanmasının bu denge için gerekli olduğu düşünüldüğünde, ay
nı düzenli ve planlı yöntem lerle bölünmesi sağlandı. Her iki
durumda da, kararın küçük halklar için bir ölüm kalım soru
nu oluşturması kararı etkilem edi. 1852 ve 1 8 6 3 ’te Danimarka,
1851 ve 1856 arasında da Almanya dengeyi bozacak gibi oldu;
h er seferin d e k ü çü k d ev letle r Büyük D evletler tarafın d an
uyumlu davranmaya zorlandılar. Bütün bu örneklerde siste
min Büyük Devletlere sağladığı hareket serbestisi, ortak bir ç ı
kan korum ak için kullanıldı - bu ortak çıkar barıştı.
Ama savaşların yer yer, güç durumunun zamanında açıklığa
kavuşturulması ya da küçük devletlerin zorlanması gibi yön
temlerle engellenm esiyle. Yüz Yıllık Banşın çarpıcı gerçekliği
arasında dağlar kadar fark var. Uluslararası dengesizlik, soylu
lar arası bir aşk macerasından bir nehir ağzının doldurulması-
na, teolojik bir anlaşm azlıktan teknolojik bir buluşa kadar bir
çok nedenle ortaya çıkabilir. Yalnızca nüfusun ve zenginliğin
artışı veya azalışı siyasal güçleri mutlaka harekele getirecek,
dış denge her zaman iç dengeyi yansıtacaktır. Örgütlü bir güç
dengesi sistem i bile, ancak bu iç unsurları doğrudan etkileye
bildiği ve yeni gelişm elerin getirdiği dengesizliği önleyebildiği
ölçüde sürekli savaş tehdidini dizginleyip barışı sağlayabilir,
Dengesizlik bir kez hız kazandı mı onu ancak güç yerine otur
tabilir. Barışı sağlamak için savaş nedenlerini ortadan kaldır
mak gerektiğini herkes bilir, ama bunu yapabilmek için yaşa
mı kaynağında kontrol altına almak gerektiği çoğu zaman an
laşılmaz.
Kutsal İttifak bunu kendine özgü gereçlerle başarmaya yel
tendi. Avrupa kralları ve soyluları uluslararası bir akrabalık
42
oluşturdular; Rom a Kilisesi de onlara G üney ve O rta Avru
pa’nın sosyal basamaklarında en üst düzeyden en alta kadar
inen gönüllü mülkiye memurları sağladı. Aristokrasinin ve ki
lisenin hiyerarşileri, kıta düzeyinde barışı sağlayabilmek için
yalnızca güçle pekiştirilm esi gereken, yerel olarak etkin bir
idare yöntem inin içine yerleşti.
Ama Kutsal İttifakın yerini alan Avrupa Konseyi, feodalizm
ve kilisenin her yana uzanan kollarından yoksundu; en fazla,
Lutarlılık açısından M etıernich'in şaheseriyle karşılaştırılam a
yacak, gevşek bir federasyon oluşturabildi. Büyük Devletlerin
ortak bir toplantıya çağırılmaları nadir görülen bir durumdu.
Kıskançlıklar, entrikalara, zıtlaşmalara ve diplom atik sabotaj
lara çok yatkın bir ortam hazırladı; ortak askerî harekâta en
der rastlanır olur. Buna karşın, tam bir düşünce ve amaç birli
ği içindeki Kutsal İttifakın Avrupa’da ancak sık sık askerî mü
dahaleye başvurarak sağlayabildiğini, Avrupa Konseyi gibi ne
olduğu pek belli olmayan bir birim, baskı gücüne çok nadiren
gerek duyarak, dünya düzeyinde gerçekleştirebildi. Bu inanıl
maz başarıyı açıklayabilm ek için, yeni ortam içinde hanedan
ların ve piskoposların rolünü üstlenip barış çıkarına etkinlik
sağlayabilen varlığı gizli kalmış çok güçlü bir sosyal araç kul
lanmamız gerekiyor. İşte bu adı konulm am ış unsur uluslarara
sı bankacılar çevresinin oluşturduğu büyük finans çevreleriydi
(haute finance).
O nd ok u zu ncu yüzyılda uluslararası b an k acılığ ın n iteliği
üzerine henüz kapsamlı bir araştırma yapılmadı; bu esrarengiz
kurum daha yeni yeni p olitik iktisat m ito lo jisin in gölgeleri
arasından sıyrılıp ortaya çıkıyor.2 Bazıları onun yalnızca hükü
m etlerin kullandığı bir araç olduğunu söylem ekle yetindiler,
bazıları ise, hüküm etlerin onun doymak bilm ek kazanç açlığı
nın bir aracı olduklarını. Bazılarına göre uluslararası anlaş
m azlıkların kaynağı, bazılarına göre erkek ulusların gücünü
tüketen kadınsı bir kozm opolitliğin aracıydı. K im se de pek
43
haksız sayılmazdı. Büyük finans çevreleri, ondokuzuncu yüz
yılın sonuyla yirm inci yüzyılın başına ait bu kendine özgü ku
rum, o çağın dünyasında siyasal ve ekonom ik örgütlenm e ara
sındaki ana bağlantıyı kurma işlevini yüklenm işti. Büyük Dev
letlerin yardımıyla işleyen, ama onların kendi başlarına kurup
koruyamayacakları barış sistem inin işlerliğini o sağladı. Avru
pa Konseyi yalnızca aralıklı m üdahalelerde bulunurken, bü
yük finans çevreleri son derece esnek, sürekli bir araç olarak
işlev gördü. H üküm etlerin en güçlülerine bile bağımlı değildi,
ama hepsiyle temas halindeydi; bütün merkez bankalarından,
Ingiltere Merkez Bankasından bile bağım sızdı, ama hepsiyle
bağlantıları vardı. M âliyeyle diplomasi arasında çok yakın bir
ilişki kurulmuştu; ne diplomasi ne maliye birbirlerinin onayı
olm aksızın savaşa veya barışa yönelik uzun dönem li planlar
yapamazlardı. Ama yaygın barışın başarılı bir biçim de sürdü-
rülebilm esinin esrarı, hiç kuşkusuz, uluslararası finansın ko
numu, örgütlenişi ve yöntem lerinde yatıyordu.
Bu kendine özgü bünyenin hem personeli hem de am açları,
ona kökleri iş çıkarlarının, yalnızca bu çıkarların, özel dünyası
için e sapasağlam yerleşm iş bir konum sağlıyordu. R öth sc-
hild’lar hiçbir hüküm ete tabi değillerdi; bir aile olarak soyul
enternasyonalizm ilkesini benim sem işlerdi; bağlılıkları bir şir-
keteydi, kredisi, hüküm etlerle hızla büyüyen dünya ekonom i
si içinde sanayie yönelik çabalar arasındaki tek uluslarüstü ba
ğı oluşturan bir şirkete. Son tahlilde, bağım sızlıkları, çağın
hem devlet adam larının hem de uluslararası yatırım cıların gü
venini kazanmış özerk bir aracıya duyduğu ihtiyaçtan kaynak
lanıyordu; Avrupa başşehirlerine yerleşm iş Yahudi banker ha
nedanlarının metafizik m ekansızlıklarının neredeyse kusursuz
bir biçim de karşıladıkları, işte bu hayati ihtiyaçtı. Barışsever
likten başka her şey atfedilebilirdi onlara; servetlerini savaş fi
nansm anından elde etm işlerdi; ahlâk kuralları onlara işlem ez
di; önem siz, kısa, yerel savaşlara hiçbir itirazları yoklu. Ama
Büyük Devletler arasındaki yaygın bir savaşın sistem in parasal
tem ellerini etkilem esi durumunda işlerinin bozulacağı açıktı.
Bu gerçeğin mantığı içinde, dünya halklarını etkileyen dev
44
rim ci dönüşüm ün ortasında yaygın barışın gereklerini yerine
getirme sorum luluğu onlara düştü.
Örgütsel olarak, büyük finans çevrelerinin faaliyetleri insan
tarihinin ürettiği en karm aşık kurum lardan birinin çekirde
ğiydi. Sanayi ve ticarete yönelik insan çabalan bütününün bir
çeşit yansıması ve kopyasını oluşturuyordu. G eçici niteliğine
karşın, kapsam lılığı, yarattığı gereçlerin ve aldığı biçim lerin
çe şitliliğ i açısın d an , an cak bu bü tü nle k arşılaştırılab ilird i.
Uluslararası m erkezin, yani uluslararası büyük finans ku ram
larının yanı sıra tedavül bankaları ve borsalar etrafında küm e
lenm iş yanm düzine kadar ulusal m erkez bulunuyordu. Ayrı
ca, uluslararası bankacılık yalnız hüküm etlerle, onların savaş
ve barış m aceralarının finansmanıyla ilgili değildi; sanayi, ka
mu kuruluştan ve bankalara yapılan yabancı serm aye yatırım
ları, dış ülkelerdeki kamu şirketlerine ve özel şirketlere veri
len uzun vadeli borçları da kapsıyordu. Burada da ulusal mali
ye kendi içinde bir dünya oluşturuyordu. Yalnızca Ingiltere’de
elli değişik tip banka vardı; Fransız ve Alman bankacılığı da
aynı biçim de uzm anlaşm ıştı; bu ülkelerin herbirinde, Hâzine
nin faaliyetleri ve özel finansla ilişkileri çok çarpıcı ve çoğu
zaman ayrıntılarda çok büyük incelikler gösteren değişiklikler
içeriyordu. Para piyasasında sayısız ticari tahvil, uluslararası
poliçe, normal mali tahvil ve çeşitli borsa ödem e aracı dolaşı
yordu. Ü stelik, değişik uluslardan gelm e gruplar ve kişiler de,
herbiri kendine özgü bir prestij ve güvenilirlik, otorite ve bağ
lılık, para ve ilişki zenginliği, arka sağlamlığı ve sosyal havalı-
lık içinde ortada gezinerek ortam ın karm aşıklığını artırıyor
lardı.
U luslararası finans bir barış aracı olarak düşünülm em işti;
tarihçiler onun bu işlevi kazara yüklendiğini söyleyebilir, sos
yologlar da ortada zaten hazır bulunan bir şeyin kullanılmaya
başlanm asıyla ilgili yasalardan söz edebilirler. Büyük finans
çevrelerinin amacı maddi çıkar sağlam aktı; bu am aç da, ancak
hedefleri güç ve fetih olan hüküm etlere yanaşarak sağlanabi
lirdi. Bu noktada, siyasa! ve ekonom ik güç arasındaki, hükü
m etlerin siyasal ve ekonom ik am açları arasındaki farkları ra
45
hatlıkla göz ardı edebiliriz. Aslında bu ayrım ların böylesine
önem siz oluşları, çağın devletlerinin bir özelliğini o lu ştu ru
yordu çünkü amaçları ne olursa olsun, hüküm etler bu am açla
rı ulusal gücü kullanarak ve bu gücü artırarak sağlamaya çalı
şıyorlardı. Uluslararası finansın örgütlenişi ve içerdiği unsur
lar ise uluslararası nitelikteydiler, ama ulusal örgütlenmeden
tam anlamıyla bağımsız değillerdi. Çünkü bankacıların heyet
ve birliklere, yatırım gruplarına, yabancı borçlara, mali k on t
rollere ve diğer büyük çaplı iş ilişkilerine katılım larının faali
yet merkezi olan büyük finans, ulusal bankacılığın, ulusal ser
maye ve ulusal finans çevrelerinin desteğini sağlamak d u ru
mundaydı. Ulusal finans hüküm euen çok ulusal sanayie ba
ğımlı olmakla birlikte, hüküm ete olan bağımlılığı da, uluslara
rası finansı, ulusal finansla ilişkileri çerçevesinde, hüküm etle
temas kurm ak istemeye yöneltecek kadar önemliydi. Bununla
birlikle -g e n e konum u ve içerdiği unsurlar, özel serveti ve iliş
kileri ned eniyle- uluslararası finans tek bir hüküm ete bağımlı
değildi. Bu yüzden, kendine ait özel organları olm ayan, em rin
de hazır başka bir kurum bulunm ayan, buna karşılık topluluk
için hayati önem taşıyan yeni bir çıkara, yani barışa, hizmet
edebilecek durumdaydı. Ne pahasına olursa olsun barış değil,
bağımsızlığın, egem enliğin, şan ve şerefin veya ilgili devletle
rin geleceğe yönelik em ellerinin bir parçası pahasına bile de
ğil. Ama gene de barış, eğer böyle bir fedakarlığa gerek kalm a
dan elde edilebilirse.
Başka türlüsü değil. Güç kâra göre öncelik taşıyordu. Ne ka
dar iç içe girmiş olsalar bile, ticaret kurallarını belirleyen son
tahlilde savaştı. Ö rneğin, Fransa ve Almanya 1 8 7 0 ’ten beri bir
birlerine düşmandılar. Bu, aralarındaki bağlayıcı olmayan iliş
kilerin sürm esini engellemedi. Yer yer, geçici amaçlarla ortak
bankacılık heyetleri kuruldu; Alman yatırım bankaları sınırın
ötesinde m uhasebe d efterlerin e girm eyen özel yatırım larda
bulundular; kısa vadeli borç piyasasında Fransız bankalarının
garantilerine dayanarak bonolar kırılıyor ve borçlar veriliyor
d u; d em ir ve k ö m ü r o rtak lığ ın d a ya da N o rm an d iya’daki
Thyssen fabrikasının durum unda görüldüğü gibi, doğrudan
46
sermaye yatırım larına da rastlanıyordu, ama bu yatırımlar yal
nızca Fransa’nın kısıtlı bölgelerinde yer alıyorlar ve hem m illi
yetçilerin hem de sosyalistlerin sürekli eleştirilerine hedef olu
yorlardı; doğrudan serm aye y atırım ları, A lm anya’nın C eza
yir’deki yüksek kaliteli m adenleri elde etm ek için giriştiği
inatçı çabalarda veya Fas’taki karışık girişim lerde olduğu gibi,
daha ço k söm ürgelerde yaygınlaşm ıştı. Ama 1 8 7 0 ’ıen sonra
Paris Borsasm da Alman senetlerinin dolaşm asını engelleyen
zım nî, gene de resmî yasağın hiçbir zaman kaldırılm am ış ol
ması da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda. Fransa yal
nızca, “sermaye borçlarının kendine karşı kullanılm ası riskini
göze almamayı seçm işti’’.3 Avusturya da güvenilm ez görülü
yordu; 1 9 0 5 -1 9 0 6 Fas buhranında yasak M acaristan’a da uy
gulandı. Paris mali çevreleri, M acar senetlerinin kabul edile
bilmesi için uğraştılar, ama sanayi çevreleri, hüküm eti askerî
bir düşmana dönüşebilecek bir güce karşı aldığı kesin tavırda
sonuna kadar desteklediler. Düşman görülen tarafın gücünü
artırabilecek her hareket hüküm etin vetosuyla karşılandı. Bir
çok defa anlaşm azlık yüzeysel olarak ortadan kalkm ış gibi gö
ründü, ama işin içindekiler onun yalnızca dostluk görünüm ü
nün altında daha gizli bir noktaya kaymış olduğunun farkın
daydılar.
Ya da Almanya'nın Doğu em ellerini ele alalım. Orada da, si
yaset ve maliye iç içe girmiş durumdaydı, ama üstün olan si
yasetti. Çeyrek yüzyıl süren tehlikeli bir çekişm eden sonra,
Almanya ve İngiltere 19 14 Haziranında, Bağdat demiryoluyla
ilgili kapsamlı bir anlaşm a imzaladılar, çoğunlukla “anlaşma
imzalandığında artık büyük savaşı engellem ek için çok geç ol
m uştu” denildi. Bazıları da, aksine, anlaşm anın im zalanışını
İngiltere ve Almanya arasındaki savaşın ekonom ik genişleme
em elleriyle ilgisi olm adığının kesin k anıtı olarak görürler.
G erçekler iki görüşü de desteklemiyor. Anlaşma aslında temel
soruna bir çözüm getirmiyordu. Alman demiryolu gene İngiliz
hüküm etinin rızası olmadan Basra’nın ötesine uzanacaktı, ge
3 Hcıs. o p . c it., s. 2 0 1 .
47
lecekte anlaşm anın belirlediği ekonom ik alanların çatışm aya
yol açm ası kaçınılm azdı. Bu arada, Büyük Devletler, Büyük
Güne hazırlanmayı sürdürdüler, bugün de, sandıklarından da
ha yakındı.4
Uluslararası finans, büyük ve küçük devletlerin birbiriyle
çatışan e m elleri, e n trik a la rıy la baş etm ek d u ru m u n d ay d ı;
planları diplom atik oyunlarla bozuluyor, yatırımları tehlikeye
giriyor, yapıcı çabaları siyasal sabotajlar ve sahne gerisi engel
lemeleriyle karşılaşıyordu. Yardımlarına gerek duyduğu ulusal
bankacılık örgütleri çoğu zaman hüküm etlerinin iş birlikçisi
olarak çalışıyorlardı, ve bu ortamda, her katılanın payını ön ce
den ayırıp bir kenara koymayan h içbir planın başarıya ulaşma
olasılığı yoktu. Bununla birlikte, bir çok durumda da, gıîç fi-
nansı, finans çevrelerinin kadife eldivenlerine çelik destek sağ
layan dolar diplomasisinin kurbanı değil, ondan yararlanan ta
raf konumundaydı. Çünkü ticari başarıları, zayıf ülkelere karşı
acımasız bir güç kullanım ını, geri idare örgütlerinin rüşvetle
satın alınm asını ve sömürge ve yarı sömürge ortam larının vah
şi ormanlarında istenen sonuca varmak için kullanılan karan
lık uygulamaları gerektiriyordu. Ama işlevsel kurallar gereği,
yaygın savaşları engellem ek büyük finans çevrelerine düştü.
Diğer yatırım cılar ve tüccarlar gibi devlet tahvili sahiplerinin
büyük bir kısm ı da, bu tür savaşlarda, özellikle ulusal parala
rın savaştan etkilenm eleri durum unda, ilk zarara uğrayacak
kesimi oluşturuyorlardı. Uluslararası finansm Büyük Devletler
üzerindeki etkisi, her zaman, tutarlı bir biçim de, Avrupa barı
şını korumaya yönelikti. Bu etkinin gücü de hüküm etlerin çe
şitli alanlarda ne d ereceye kadar büyük finans çev relerin in
desteğine ihtiyaç duyduklarına bağlıydı. Sonuç olarak, Avrupa
Konseyi konseylerinde barış çıkarın ın tem sil edilm ediği bir
ana bile rastlanmadı. Eğer buna, yatırım cılığın kök saldığı her
ulusta gelişen barış çıkarını da eklersek, düzinelerce, neredey
se seferberlik halinde devletin “silahlanmaya dayanan barışı”
gibi korkunç bir buluşun, 1871’den 1914’e kadar Avrupa’nın
48
üzerinde b ir hayalet gibi dolaştığı halde, nasıl olup da yıkıcı
bir savaş patlamasına dönüşmediğini görebiliriz.
F in a n s, bir grup k ü çü k egem en d ev letin p o litik aların d a
güçlü bir ılım lılık unsuru oldu - bu onun etki yollarından bi
riydi. Borçlar ve borç yenilenm eleri ulusun itibarına, itibar da
doğru davranmaya bağlıydı. Anayasal hüküm etlerde (anayasal
olm ayanlara pek tepeden bakılıyordu), doğru davranış bütçe
nin durumuna göre değerlendirildiği, döviz kurları da bütçeyi
etkilediği için, borçlu hüküm etlere ulusal paranın dış değerini
kontrol altında tutup bütçe dengesini bozabilecek politikalar
dan dikkatle kaçınm aları öğütleniyordu. Bu yararlı düstur, al
tın standardını kabul eden ülkelerin durum unda kesin bir ku
rala dönüştü, alun standardı zaten kabul edilebilir kur oyna
malarını en aza indiriyordu. Altın standardı ve anayasal hükü
met fikri, yeni uluslararası düzene bağlılığın bu sim gelerini
kabul eden bir çok küçük ülkede, Londra’nın sesini duyurma
araçlarıydı. Pax Brittanica, hakim iyetini zaman zaman gem i
lerdeki ağır topların meşum görüntüsüyle korudu, ama daha
sık başvurulan yöntem uluslararası para ağının iplerinden bi
rinin lam zamanında çekiliverm esiydi.
Uluslararası finansı etkili kılan yollardan biri de, geniş yarı
sömürge bölgelerinde mâliyenin gayri resmi yönetim iydi; bu
bölgelerin içine, hemen alevlenmeye hazır Yakın Dogıı ve Ku
zey Afrika'daki çürüyen İslam im paratorlukları da giriyordu.
Bankerlerin günlük işleri, buralarda iç düzeni belirleyen çok
incelikli konulara karışıyor ve barışın en sallantılı durumda
olduğu bu bölgelerde bilfiil yönetim i sağlıyordu. Başa çıkılm az
gibi görünen engeller karşısında, uzun dönem sermaye yatı
rım larının gerekli koşulları bu bölgelerde işte böyle yerine ge
tirilebiliyordu. Balkanlar’da, Anadolu’da, Suriye, Mısır, Fas ve
Çin’de döşenen dem iryollarının öyküsü, Kuzey Amerika kıta
sındaki benzer serüvenleri hatırlatan hiç eskim eyen nefes ke
sici bir efsane oluşturur. Bununla birlikte, Avrupa kapitalistle
rinin karşısındaki en büyük tehlike teknolojik veya mali başa
rısızlık değil, savaştı. Küçük ülkeler arasındaki bir savaş değil
(bu kolayca kontrol altına alın abilird i). Büyük Devletlerden
49
birinin küçük bir ülkeye açtığı savaş da değil (sık sık rastla
nan, çoğu zaman da işe yarar yönleri olan bir olay). Tehlikeli
olan, Büyük Devletlerin kendi aralarında girişecekleri yaygın
savaştı. Avrupa tenha bir kıta değil, milyonlarca eski ve yeni
halkın yerleşim alanıydı; her dem iryolu, değişik sağlam lıkta,
bazıları ilişkilerin artmasıyla zayıflayan, bazıları ise güçlenen
sınırdan geçm ek durumundaydı. Felaketi yalnızca finans çev
relerinin geri bölgelerdeki mecalsiz hüküm etler üzerindeki çe
likten kontrolü önleyebilirdi. 1875’te, Türkiye borç yüküm lü
lüklerini yerine getirem ez durum a geldiğinde, derhal askerî
çatışma başladı ve I8 7 6 ’dan 1 8 7 8 ’de Berlin Anlaşm asının im
zalanışına kadar sürdü. Ondan sonra gelen otuzalıı yıl boyun
ca barış korundu. Bu akıl almaz barış, Konstantinopolis’te Dü
yunu Um um iyenin kurulm asına yol açan 1881 M uharrem Ka
rarnamesiyle uygulandı. Büyük finans çevreleri, Türk mâliye
sinin tümünün idaresini üstlenmişlerdi. Sayısız kereler Büyük
Devletler arasında uzlaşma sağladılar; bazen de doğrudan doğ
ruya Büyük Devletlerin siyasal aracılığını yaptılar; her zaman
alacaklının parasal çık arların ı, olanak bulunduğu zaman da
T ü rkiye’den kâr sağlam ak isteyen k apitalistlerin çık arların ı
korudular. Bütün bu işler, Düyunu Umumiye idaresinin, özel
olarak alacaklıları temsil eden bir kuruluş değil, büyük finans
çevrelerini yalnızca gayri resmi bir biçim de temsil eden Avru
pa kamu yasasının bir organı olm ası dolayısıyla epeyce karma-
şıklaşm ıştı. Ama özellikle bu iki düzeyi de içeren yapısı, ulus
lararası finansın devrin siyasal ve ekonom ik örgütleri arasın
daki uçurum u kapatabilm esini sağlıyordu.
Ticaretle barış arasında bir bağ kurulmuştu. F.skiden ticare
tin örgütlenişi askerî ve savaşçı bir nitelik taşırdı; ticaret kor
sanlar ve başıbozuklara yoldaşlık ederdi, silahlı kervana, avcı
ve tuzakçıya, kılıçlı tüccara, silahlı burjuvaya, m aceracılar ve
kaşiflere, malikane sahipleri ve fatihlere, insan avcıları ve köle
tacirlerine, fermanlı şirketlerin sömürge ordularına... Artık bü-
'lün bunlar unutulm uştu. Şimdi ticaret yaygın bir savaş halin
de işlem eyecek bir uluslararası para sistem ine dayanıyordu. İs
tediği barıştı, Büyük Devletler de barışı korum ak için çaba sar-
50
fediyorlardı. Ama daha önce gördüğüm üz gibi, güç dengesi
sistem i tek başına barışı sağlayamazdı. Bu, uluslararası finans
tarafından gerçekleştirildi, varoluşu ticaretin barışa bağlılığı il
kesine dayanan uluslararası finans tarafından.
Biz, şim dilerde, kapitalizmin yayılmasını yalnızca barışçı bir
süreç, mali sermayeyi ise sayısız söm ürgecilik günahlarının ve
yayılma em ellerine bağlı saldırganlığın baş aracı olarak görme
ye alıştık. Mali serm ayenin ağır sanayi ile yakın ilişkisi, Le-
nin’in onu emperyalizmin sorum lusu olarak görm esine yol aç
tı, yani etki alanları için girişilen m ücadelenin, uzlaşmaların,
başka ülkeler üzerinde edinilen hakların, batılı devletlerin geri
bölgelerde demiryolu, belediye hizm etleri, köprüler ve ağır sa
nayiin üzerinden kâr elliği diğer alı yapı kuruluşlarında yatı
rım yapmak için kullandıkları sayısız kontrol sağlama aracının
sorum lusu. Doğru, ticaret ve finans bir çok sömürge savaşının
sorumlusuydular, ama aynı zamanda bir çok savaşın engelle
nebilm esinin de sorumlusu. Ağır sanayi ile olan ilişkileri dola
yısıyla (aslında yalnız Almanya'da gerçekten yakın bir ilişkiydi
bu), iki durum da geçerliydi. Ağır sanayiin çatısını oluşturan
mali sermayenin çeşitli sanayi kollarıyla o kadar çok değişik
türden ilişkileri vardı ki, izlediği politikaların tek bir grup ta
rafından etkilenm esi olanaksızdı. Savaştan çık ar sağlayabile
cek her grubun karşısında bundan zararlı çıkacak bir düzine
başka grup bulunuyordu. Doğal olarak, uluslararası sermaye
savaştan zararlı çıkm ak durum undaydı; ama ulusal sermaye
bile ancak olağanüstü durumlarda savaştan kazanç sağlayabi
lirdi. Bu olağanüstü durumlara düzinelerce sömürge savaşma
yol açabilecek kadar sık rastlanıyordu, doğru, ama bu savaşla
rın yerel nitelik lerini korum aları, yayılm am aları gerekliydi.
Hemen hem en her savaş mali sermaye tarafından örgütleni
yordu, ama barışı örgütleyen de oydu.
Bir yandan yaygın savaş tehlikesine karşı çok ciddi ön lem
ler geliştirirken, bir yandan da bir alay küçük savaşın ortasın
da barış içinde ticarete olanak sağlayan bu son derece pragma-
tik sistem in niteliğini, en iyi onun uluslararası hukuk alanın
da yol açtığı değişikliklere bakarak açıklayabiliriz. M illiyetçi
si
lik ve sanayi savaşlara daha azgın ve daha yaygın bir nitelik
kazandırırken, savaşın ortasında ticaretin barışçı bir biçim de
s ü rd ü rü le b ilm e s in i sağ la m a y ö n te m le ri g e liş tir iliy o r d u .
1752'd e Bııyük Frederich’in “m isillem e am acıyla” Silezya’nm
İngiliz tebasına olan b o rçların ı ödem eyi reddetm esi tarihe
geçti.5 Hershey, “bu tarihten sonra böyle bir olaya rastlanm a
dığını” söylüyor. “Fransız devrim inin yol açtığı savaşlarda, sa
vaş içind eki ü lkelerd e düşm an ü lke tabiyetin d eki kişilerin
özel m ülkiyetine el konulm ası durum unun son örn eklerin e
rastlıyoruz.” Kırım Savaşı’nm patlak verm esinden sonra, d üş
man ülke tüccarlarının limanı terketm elerine izin verildi, bu
nu izleyen elli yıl boyunca, Fransa, Prusya, Rusya, Türkiye,
İspanya, Jap o n ya ve Am erika Birleşik D evletler’i aynı ilkeyi
uyguladılar. Söz konu su savaştan itibaren , savaşan ü lk eler
arasındaki ticarete büyük hoşgörü gösterildi. D olayısıyla, ls-
panya-Amerika savaşı sırasında, savaşla ilgili ticaretin söz k o
nusu olmadığı durumlarda, Amerikan gem ileri İspanya lim an
larından rahatça geçebildiler. O nsekizinci yüzyıl savaşlarının
h er açıdan ondokuzuncu yüzyıldakilerden daha az yıkıcı o l
dukları yolundaki görüş bir önyargıdan başka bir şey değil.
Düşman tebasındaki azınlıkların konum u, düşman tebasında-
ki alacaklılara karşı yüküm lülüklerin yerine getirilm esi, d üş
mana ait m ülk veya düşm an tacirlerin in lim anlardan geçiş
hakkı gibi konularda, ondokuzuncu yüzyıl, savaş içinde e k o
nom ik sistem in işleyişini sağlamak açısından büyük yenilikler
getirmiştir. Bu gelişm enin, ancak yirm inci yüzyıla gelindiğin
de yön değiştirdiğini görüyoruz.
Böylece, ekonom ik yaşamın yeni örgütleniş biçim i Yüz Yıl
lık Barış ortam ım hazırlam ıştı. Dönem in başında, yeni ortaya
çıkan orta sın ıf temel olarak, Napolyon Savaşlarında görüldü
ğü gibi, barışı tehlikeye atan devrimci bir unsur oluşturuyor
du; Kutsal İttifakın gerici banş örgütleri bu yeni ulusal kargaşa
unsuruna karşı geliştirilm işti. D önem in ikinci yarısında ise.
52
yeni ekonom ik düzen hakimdi. Artık o n a sın ıf b an ş çıkarını
sahiplenm işti; üstelik bu çıkar eskisinden çok daha güçlüydü
ve yeni ekonom inin ulusal/uluslararası niteliğiyle pekiştiril
mişti. Ama her iki durumda da, barış çıkarı etkinliğini yalnız
ca güç dengesi sistem inin desteğini sağlayabilm esine, bu siste
min barış alanında önemli rol oynayan iç unsurları kontrol al
tında tu tabilen sosyal organlarına borçluyd u. Kutsal İttifak
içinde, bu organlar, kilisenin maddi ve manevi gücüyle destek
lenen feodalizm ve krallıktı; Avrupa Konseyi içinde ise ulusla
rarası finans ve ona bağlı olan ulusal ban k acılık sistem leri.
Ayrımı fazla büyütm eye gerek yok. Daha 1 8 1 6 -1 8 4 6 yılları
arasında, Otuz Y ıllık Barış süresinde, Büyük Britanya, barış ve
ticareti korumaya uğraşıyordu, Kutsal İttifakın da Roıhchild-
lar’m yardım ını geri çevirdiği yoktu. Avrupa Konseyi içinde
de, uluslararası finans pek çok defalar hanedanlarla, soylularla
olan ilişkilerinden destek aldı. Ama bu gerçekler temelde bi
zim öne sürdüğümüz görüşü güçlendirecek nitelikteler, yani,
her durumda, barışın yalnız Büyük D evletlerin elçiliklerince
değil, genel çıkarlara hizmet amacına yönelik özel örgütlerce
korunduğunu gösteriyorlar. Başka bir deyişle, güç dengesi sis
temi, büyük patlamaları yalnızca yeni ekonom ik düzen çerçe
vesinde engelleyebiliyordu. Ama Avrupa Konseyi’nin başarısı,
Kutsal lıtifak ın k iy le karşılaştırılam ayacak kadar önem liydi,
çünkü İkincisi barışı değişmeyen bir kıtada, kısıtlı bir bölge
içinde korurken, ilki aynı işi, sosyal ve ekonom ik gelişm enin
yeryüzü haritasında devrimci değişikliklere yol açtığı bir dö
nemde, dünya çapında gerçekleştirm işti. Bu büyük siyasal ba
şarı, belirli bir birim in, uluslararası yaşamın siyasal ve ekono
m ik örgütlenişi arasındaki bağlan oluşturan uluslararası bü
yük finansın, ortaya çıkm ası sonucu elde edildi.
Bu noktada artık barışın örgütlenişinin ekonom ik örgütleni
şe dayandığı açıklığa kavuşmuş olmalı. Ama bu iki öiğüı aynı
yapıda değillerdi. Ancak terimin en geniş anlam ında dünya ça
pında siyasal bir barış örgütünden söz edilebilirdi, çünkü Av
rupa Konseyi özünde bir barış sistem i değil, bağımsız devletle
rin oluşturduğu, savaş mekanizm asm ca korunm uş bir sistem
53
di. Oysa dünya ek o n o m ik sistem i için bunun tersi geçerli.
Eğer “örgüt” terim in i, dar anlam ında, yalnızca bir m erkeze
bağlı olarak kendi unsurları aracılığıyla işleyen organlar olarak
alm ıyorsak, hiçbir şeyin dünya ekonom ik örgütünün tem elin
deki ilkelerden daha belirgin, onun fiili unsurlarından daha
açık seçik olamayacağını görebiliriz. Bütçeler ve silahlar, dış ti
caret ve hammadde kaynakları, ulusal bağımsızlık ve egem en
lik artık para ve kredi m ekanizm asının işlevleri olm uştu. On-
dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine gelinm eden önce, dünya
hammadde fiyatları milyonlarca Avrupa köylüsünün yaşamla
rının temel gerçeği olup çıktı; dünyanın dört bir yanındaki iş
adamları Londra para piyasasından gün be gün etkilenir oldu
lar; hüküm etler geleceğe yönelik planlarını dünya sermaye pi
yasasının durumunu göz önüne alarak tartışıyorlardı. Ulusla
rarası ek onom ik sistem in insan soyunun maddi yaşam ının
belkem iğini oluşturduğunu yadsıyabilm ek için çılgın olm ak
gerekirdi. Sistem in işlerliği barışı gerektirdiği için, güç dengesi
sistemi barışa hizmet amacıyla kuruldu. Bu ekonom ik sistem
ortadan kalktığında, barış çıkarı da siyasetten silinip gidecekti.
Böyle bir çıkarın ne başka bir yeterli varoluş nedeni, ne de
başka bir korunm a olanağı vardı. Avrupa Konseyi'nin başarısı
yeni uluslararası ekonom ik örgütlenm eden kaynaklanıyordu
ve kaçınılm az olarak bu örgütlenmeyle birlikte yok olacaktı.
B ism arck devrinde ( 1 8 6 1 -9 0 ) Avrupa K onseyi en parlak
dönem ini yaşıyordu. Almanya, Büyük Devletler arasında yeri
ni alm asından sonra yirmi yıl boyunca, barış çıkarından yarar
sağlayanların en başında geliyordu. Avusturya ve Fransa’nın
zararına en ileri saflara ulaşm ıştı; statükoyu korum ak ve sava
şı (kendine karşı bir intikam saldırısından başka bir şey o l
mayacak savaşı) önlem ekte büyük çıkarı vardı. Bism arck, bi
linçli bir biçim de, barış fikrinin Büyük Devletlerin ortak he
defi olarak kabul edilmesi için uğraştı, Alm anya’nın bu barış
gücü kon u m u nu y itirm esin e yol açab ilecek taah h ü tlerd en
dikkatle kaçındı. Balkanlar ve deniz aşırı ülkelerde yayılma
em ellerinin karşısına çık tı; serbest ticareti, tutarlı bir biçim de,
Avusturya’ya, hatta Fransa’ya karşı bir silah olarak kullandı;
54
Rusya’nın ve Avusturya’nın B alkan lar üzerindeki em ellerini
güç dengesi oyununun yardımıyla engelledi ve böylece yan
daşı olabilecek devletlerle arasını bozm am ayı ve Alm anya’yı
savaşa sü rü k le y e b ile c e k d u ru m lard an k açın m a y ı başardı.
1 8 6 3 -7 0 dönem inin düzenci saldırganı, 1 8 7 8 ’in dürüst arabu
lu cu su na, söm ürge m aceracılık ların ın en g elley icisin e d ö n
m üştü. Bism arck, Almanya’nın ulusal çıkarlarına hizm et am a
cıyla, devrin barışçı eğilim leri olarak gördüğü gelişm elerde
bilinçli bir biçim de başı çekti.
Buna karşın, yetmişli yılların sonunda serbest ticaret olayı
(1 8 4 6 -7 9 ) kapanm ıştı; Almanya'nın altın standardını kullan
maya başlam ası, korum acılık ve söm ürgeci yayılma dönem i
nin başlangıç noktası oldu.6 Artık Almanya durum unu, Avus-
turya-M acarisıan ve İtalya’yla sağlam ittifaklara giderek koru
yordu; aradan ço k g eçm ed en R eich p o litik a sı B ism a rck ’ın
kontrolünden çıktı. Bu noktadan sonra Avrupa’da barış çıkarı
nın önderliğini Büyük Britanya üstlendi; Avrupa ise hâlâ bir
bağımsız devletler grubu oluşturuyordu, dolayısıyla güç den
gesine bağlıydı. Doksanlı yıllarda uluslararası büyük finans
zirvesine ulaşmıştı ve barış her zam ankinden daha güvence al
tında görünüyordu. Afrika’da İngiliz ve Fransız çıkarları çatışı
yordu; Asya’da Ingiliz ve Ruslar rekabet halindeydiler; Konsey
biraz topallayarak da olsa işlerliğini koruyordu; Üçlü ittifakın
karşısında hâlâ birbirlerini kıskançlıkla gözleyen ikiden fazla
bağımsız güç vardı. Bu durum uzun sürmedi. 1904’le Ingiltere
Fransa'yla, Fas ve M ısır’la ilgili olarak kapsamlı bir anlaşma
yaptı; birkaç yıl sonra Rusya’yla İran’la ilgili bir anlaşmaya gir
di ve böylece karşı ittifak oluşm uş oldu. Avrupa Konseyi, ba
ğımsız güçlerin bu gevşek federasyonu, sonunda yerini birbiri
ne düşman iki güç gruplaşmasına bıraktı; artık bir sistem ola
rak güç dengesi ortadan kalkmıştı. Aynı zamanda, dünya eko
nom isinin eski biçim ini yitirdiğinin, söm ürgelerle ilgili hasım
lıklar ve Doğu piyasalarında rekabet gibi belirlileri de önem
55
kazanıyordu. Uluslararası büyük finans çevrelerinin savaşların
yayılmasını önlem e yeteneği hızla azalmaklaydı. Barış yedi yıl
daha sürüklendi, ama ondokuzuncu yüzyıl ekonom ik örgüt
lenm esinin çözülüşü sonucu Yüz Y ıllık Barış dönem inin ka
panması artık an meselesiydi.
Bu gözlem lerin ışığında, barışın temel dayanağını oluşturan
bu yapay ekonom ik örgütlenişin gerçek niteliği tarihçiler için
büyük önem kazanıyor.
56
2. Tutucu Yirmiler, Devrimci Otuzlar
57
tığının farkında değillerdi; başka bir deyişle, piyasa ekonom i
sinin iflasını hâlâ göremiyorlardı.
Sanıld ığınd an daha ani bir dönüşüm dü yaşanan. B irin ci
Dünya Savaşı ve savaş sonrası devrim leri hâlâ ondokıızuncu
yüzyılın parçasıydılar. 1 9 1 4 -1 9 1 8 çatışm ası buhranın nedeni
değildi, yalnızca buhranı çabuklaştırıp boyutlarını ö lçü lem e
yecek kadar büyüttü. Ama o sırada ikilem in tem elini görm ek
olanaksızdı; Büyük Savaşın dehşeti ve yol açtığı yıkım , başını
kurtarabilenlere, hiç beklenm edik bir biçim de ortaya çıkan
ve uluslararası sistem in işleyişini engelleyen unsurların kay
nağı olarak göründü. Ç ünkü birdenbire dünyanın hem eko
no m ik , hem de siyasal sistem i işlem ez olm u ştu ve B irin ci
Dünya Savaşı’nın insanlığın özünde açtığı k ork u n ç yaralar
buna çok akla yakın bir açıklam a getiriyordu. G erçekte ise,
savaş sonrasında barış ve dengenin sağlanm asını engelleyen
u n su rla rla B ü y ü k Savaş ay n ı yerden k a y n a k la n ıy o rla rd ı.
1 9 1 4 ’te patlak veren siyasal gerilim in sorum lusu, dünya eko
nom ik sistem in in 1 9 0 0 ’den beri süren çöküşüydü. Savaşın
yol açtığı sonuç ve im zalanan anlaşm alar. Alman rekabetini
ortadan kaldırarak gerginliği yapay bir biçim de yok etti, ama
aynı zamanda gerginlik nedenlerini güçlendirdi ve dolayısıyla
barışı g üçleştiren siyasal ve ekonom ik engellerin önem ka
zanm asına yol açlı.
Siyasal olarak, anlaşm alar ölüm cül bir çelişkiyi içeriyorlardı.
G üç, güç dengesi sistem inin vazgeçilmez bir unsuru olduğu
için, yenilen ulusların tek taraflı silahsızlandırılm ası sistem in
yeniden kurulm asını engelliyordu. Cenevre, M illetler Cem iye
ti (League of Nations) adı verilerek genişletilm iş ve geliştiril
miş yeni bir Avrupa Konseyi aracılığıyla böyle bir sistem in ye
niden kurulm ası için başarısızca uğraştı. M illetler C em iyeti
yönetm eliğinin içerdiği m üzakere ve ortak eylem ilkeleri de
yararsızdı, çünkü bunların gerekli koşulu, bağımsız güç birim
lerinin varlığı, artık ortadan kalkmıştı. Cemiyet hiçbir zaman
lam olarak kurulm adı; ne anlaşm aların yürürlüğe konulm asıy
la ilgili 16. madde, ne de anlaşma hüküm lerinin barışçı yollar
la değiştirilebilm esiyle ilgili 19. madde işlerlik kazandı. Barış
58
sorunu acil bir çözüm gerektiriyordu, oysa tek geçerli çözüm ,
güç dengesi sistem inin yeniden kuruluşu, artık bütünüyle ola
naksızdı; o kadar olanaksızdı ki, yirm ilerin en yapıcı devlet
adamlarının gerçek am açlan tarifsiz bir karmaşa içindeki halk
tarafından anlaşılmadı bile. Bir grup ülke silahlanm ışken, di
ğer bir grubun silahsızlandırılması gibi, barışın sağlanmasına
doğru atılacak her yapıcı hamleyi olanaksız kılan bir durum
karşısında Cemiyet içindeki duygusal tavır, anlaşılmaz bir bi
çim de, yaklaşan bir barış dönem ini m üjdeler nitelikteydi. San
ki barışın yerleşmesi için gerekli olan yalnızca cesaret verici
sözlerdi. Amerika’da, “Amerika Cem iyete girmeye bir razı olsa
her şey başka lürlü olurdu” yolunda fikirler yaygınlaşm ıştı.
Savaş sonrası “sözde” sistem inin organik zayıflığını görmekten
ne denli aciz kalındığının bundan iyi kanıtı bulunmaz. “Söz
de" diyoruz, çünki eğer sözcükler bir anlam taşıyorsa, Avru
pa’nın artık siyasal sistemi filan kalm am ıştı. Böylesine bir sıa-
tüko, ancak tarafların fiziksel tükenişi sürdüğü kadar sürebi
lirdi; bu durumda, ondokuzııncu yüzyıl sistem ine geri dönü
şün son çare olarak görülm esine şaşm am ak gerek. Bu arada
M illetler Cem iyeti, hiç olmazsa Avrupa K onseyi’nin zirvesin-
deyken başardığı işlevi, bir Avrupa heyeti işlevini görebilirdi.
Buna da, yaygaracı küçük devletlere dünya barışı konusunda
hakem lik yetkisi veren oy birliği ilkesi engel oldu. Yenilen ül
kelerin süresiz silahsızlandırılm ası gibi saçm a b ir yöntem in
uygulanması da, yapıcı çözüm olanaklarını bütünüyle ortadan
kaldırdı. Bu korkunç durumun tek alternatifi, ulusal egem en
liğin ötesinde, örgütlü güce sahip bir uluslararası düzenin ku
rulmasıydı. Oysa bu yol çağın olanaklarının dışında kalıyordu.
Birleşik D evletler’i saymazsak bile, Avrupa’nın h içbir ülkesi
böyle bir sistem e uymayı kabul etmezdi.
E konom ik açıdan, Cenevre politikasının barışı korumanın
ikinci yolu olarak dünya ekonom isinin yeniden inşası üzerin
de durması çok daha tutarlıydı. Çünkü başarılı bir biçim de ye
niden düzenlenm iş bir güç dengesi sistem i bile, ancak düzenli
bir uluslararası para sistem i içinde barışa hizm et edebilirdi.
Kur dengesi ve ticaret özgürlüğü sağlanamadığı sürece, çeşitli
59
ülkelerin hüküm etleri barışı ikinci bir çıkar olarak görecek ve
barışı korum ak için ancak bu daha önem li çıkarlarıyla çalış
madığı sü rece çaba g östereceklerdi. Devrin devlet adam ları
içinde barışla ticaret arasındaki ilişkiyi ilk kavrayan Woodrow
W ilson oldu; bu ilişki, yalnız ticaretin değil, barışın da garan
tisi olarak önem liydi. Bu durum da. M illetler C em iyeti’n in ,
egemen uluslar arasında barışı korum anın tek geçerli yöntem i
olarak uluslararası para ve kredi sistem ini yeniden düzenle
mek için sistem atik çabalara girişm iş olmasına şaşm am ak ge
rek. Dünyanın h içb ir devrinde büyük finans çevrelerine bu
denli bağımlı olunm am ış olm asına da... J.P Morgan, gençleş
m iş bir o n d o k u zu n cu y ü zy ılın tan rısal gücü o larak N .M .
Rothschild’in yerini alm ıştı.
Çağın ölçütlerine göre, savaşı izleyen ilk on yıl devrim ci bir
dönem olarak karşımıza çıkıyor; yeni deneyim lerim izin ışığın
da ise, bunun tersi olarak. Dönemin amaçları kesinlikle tutucu
amaçlardı ve yalnızca 1 9 1 4 öncesi sistem inin, “bu defa sağlam
tem eller ü zerin d e”, yeniden kurulm asıyla, barış ve refahın
sağlanabileceği yolundaki hemen hem en evrensel inancı yan
sıtıyorlardı. Zaten 1 9 3 0 ’lu yıllardaki dönüşüm ün kaynağı da,
bu geçm işe dönm e çabalarının başarısızlığıydı. Savaş sonrası
devrim ve karşı devrim leri, bütün çarpıcılıklarına karşın, ya
askeri yenilgiye karşı bir tavır alış, ya da Batı uygarlığının bil
diğimiz liberal ve anayasacı oyununu Orta ve Doğu Avrupa’da
sahnelem e çabalanndan başka bir şey değillerdi. Batı tarihine
yeni unsurların girişi ancak 1 9 3 0 ’lu yıllarda yer aldı.
O rta ve Doğu Avrupa’da 1 9 1 7 -2 0 arasınd aki karm aşa ve
karşı karm aşa, senaryo ne olursa olsun, savaş alanında çö k
müş düzenleri yeniden kurm ak için uygulanan çapraşık çö
zümlerden başka bir şey değildi. Karşı devrimin tozu dumanı
dağıldığında, Budapeşte, Viyana ve Berlin’deki siyasal sistem
lerin savaş öncesindekilerden pek farklı olmadığı ortaya çıktı.
Bu 1 9 2 0 ’li yılların ortalarına kadar, kabaca Finlandiya, Baltık
devletleri, Polonya, Avusturya, M acaristan, Bulgaristan ve hat
ta İtalya ve Almanya için geçerliydi. Bazı ülkelerde ulusal öz
gürlük ve toprak reformu alanlarında büyük ilerlem eler görü
60
lüyordu, bunlar 1 7 8 9 ’dan beri Avrupa’da alışılagelm iş ilerle
melerdendi. Rusya bu açıdan bir istisna oluşturm uyordu. Dev
rin eğilim i, İngiliz, Amerikan ve Fransız devrim lerinin idealle
riyle uyumlu bir sisLemin kurulması (ya da yeniden kurulm a
sı) doğrultusundaydı. Bu anlamda, yalnız Hindenburg ve W il
son değil, Lenin ve Troçki de Batı geleneğini sürdürüyorlardı.
O tuzlu yılların başında değişiklik birdenbire kendini göster
di. Dönüm noktasını oluşturan olaylar arasında Büyük Britan
ya'nın altın standardım terketm esi, Rusya’daki Beş Yıllık Plan
lar, New D eal’in Yürürlüğe girm esi, Almanya’da Nasyonal Sos
yalist devrim, otarşisi im paratorluklar yararına M illetler Cemi-
yeti’nin çöküşü sayılabilir. Büyük Savaşın sonunda, ondoku-
zuncu yüzyıl idealleri büyük önem taşıyorlardı ve bunlar, sa
vaşı izleyen on yıl boyunca etkili olm uşlardı. Oysa 1 9 4 0 ’a ge
lindiğinde, uluslararası sistem in izi bile kalm am ıştı. Uluslar
bütünüyle değişik bir ortamda yaşıyorlardı.
Buhranın temel nedeninin, uluslararası ekonom ik sistem in
çöküşü olduğunu kabul ediyoruz. Bu sistem yüzyılın başından
beri zaten düşe kalka yürüyordu. Büyük Savaş ve savaşı izle
yen anlaşm alar onu bütünüyle yıktı. Bu, 1 9 2 0 ’li yıllarda iyice
ortaya çıktı; bu yıllarda Avrupa’da hem en hem en bütün ulusal
buhranlar uç noktalarına dış ekonom ik ilişkiler alanında ula
şıyorlardı. Siyaset araştırm acıları, artık ülkeleri kıtalara göre
değil, sağlam bir para birim ine bağlılıklarına göre sınıflandırı
yorlardı. Rusya rubleyi çökerterek bütün dünyayı şaşırttı, bu
görüş çok basil bir biçim de, enflasyon kanalıyla gerçekleştiril
mişti. Almanya, Anlaşmaya uyma çabası içind e aynı umutsuz
deneyim i tekrarladı; rantiye sın ıfın m allarına el konuşu ise
Nazi d ev rim in in tem elin i o lu ştu rd u . C en ev re say gın lığ ın ı
Avusturya ve M acaristan’a ulusal paranın değerini korumakta
yardım ederek sağladı. Avusturya kronunu korum ak için giri
şilen başarılı girişim den ötü rü , Viyana liberal ik tisatçıların
M ekkesi durum una geldi. Ama, girişim in başarısına karşın,
hasta ne yazık ki yaşatılamamışlı. Bulgaristan, Yunanistan, Le-
tonya, Litvanya, Estonya, Polonya ve Rom anya’da, ulusal para
değerinin korunm ası, karşı devrimin iktid ar taleplerine yol aç
61
tı. Belçika, Fransa ve İngiltere’de Sol, para birim inin sağlamlığı
ilkesi adına iktidardan uzaklaştırıldı. Hemen hem en kesintisiz
bir biçim de uzayıp giden para buhranları, uluslararası kredi
sistem in in esnek ipliğiyle yoksul Balkanları zengin Birleşik
Devletler’e bağladı. Bu da, döviz kuru dengesizliklerinin yarat-
tığı gerginliği, önce Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa’ya, sonra da
Batı Avrupa’dan Birleşik D evletler’e yansıttı. Sonunda Birleşik
Devletler de, Avrupa paralarının istikrarını sağlamak için giri
şilen zamansız işlem lerin etkisine girdi. Çöküşün son aşaması
başlamıştı.
İlk sarsıntı ulusal düzeyde yer aldı. Rus, Alman, M acar pa
raları gibi bazı ulusal paralar bir yıl içinde silinip gittiler. Para
değerindeki eşi görülm em iş bir hızdaki değişm elerin yanı sıra,
bir de bu değişikliğin bütünüyle parasallaşm ış bir ekonom i
içinde yer alması olgusu vardı. İnsan toplum unun hücre yapı
sını değiştiren bir süreç başlam ıştı, bunun etkileri daha önceki
bütün deneyimleri aşıyordu. Hem içerde, hem dışarda, değeri
ni yitiren para birim leri yıkım ın haberciliğini yapıyordu. Ulus
lar birbirlerinden uçurum larla ayrılmış gibiydiler, aynı zam an
da da halkın çeşitli kesim leri, olaylardan değişik, çoğu zaman
da taban tabana zıt biçim lerde etkileniyorlardı. Hnıellektüel
orta sınıf gerçek bir yoksullaşm a içindeydi, kurt sermayedarlar
tiksindirici servetler ediniyorlardı. Ölçülmez bir bölücü ve bir
leştirici güç unsuru sahneye çıkm ıştı.
"Serm aye kaçışı’’ yeni bir olguydu. Ne 1848'd e, ne 1 8 6 6 ’da,
halta ne de 1 8 7 1 ’de böyle bir olay görülm em işti. Ama bu olay,
1925 ve 1 9 3 8 ’de Fransa’da liberal hüküm etlerin düşm esinde
ve 1 9 3 0 ’da A lm an ya’da faşist h a re k e tin y ü k se lişin d e ço k
önemli bir rol oynuyordu.
Para ulusal politikanın en önemli unsuru olm uştu. Modern
bir para ekonom isinde kim se, mali ölçütün kısalıp uzamasın
dan gün be gün etkilenm eden yaşayamazdı. Bütün halklar bü
yük bir para bilinci edindiler; kitleler enflasyonun gerçek gelir
üzerindeki etkisini hesaplamaya başladılar; dünyanın her ye
rinde kadınlar ve erkekler, para değerinin dengesinin sağlan
masını insan toplum unun en önem li amacı olarak görüyorlar
62
dı. Ama böyle bir bilinçlenm e, para değerinin ulusal sınırlar
dışından kaynaklanan bazı siyasal unsurlardan etkilenebilece
ğinin farkına varılmasıyla yanyana gidiyordu. Böylece, paranın
doğal dengesine duyulan inancı sarsan sosyal karm aşa, aynı
zamanda, karşılıklı bağım lılık ilişkileri içindeki bir dünya eko
nom isinde ulusların mali egem enliğine duyulan safiyane inan
cı da yıktı. Bundan böyle, parasal konularda ortaya çıkan iç
buhranlar önem li dış sorunları gündeme getirecekti.
Altın standardına duyulan inanç çağın im anını oluşturuyor
du. Bazılarında saf, bazılarında eleştirel, bazılarında ise şeytani
bir itikattı bu, ruhu yadsıyıp teni kabullenen bir itikat. İnanç
ise her zaman aynıydı: Kâğıt para, altın karşılığı olduğu içiıı
değerlidir. A ltının değerini, sosyalistler içerdiği em ek m ikta
rıyla, ortod oks teori ise yararlı ve kıt oluşuyla açıklıyordu,
ama burada bu farkların önemi yoktu. Para konusu, cennetle
cehennem arasındaki savaşın dışında kalıyor ve sosyalistlerle
kapitalistleri m ucize kabilinden biraraya getiriyordu. Ricar-
do’yla M arx’in birleştiği noktada ondokuzuncu yüzyıl kuşku
tanımıyordu. Bismarck ve Lasalle, Jo h n Stuart Mili ve Henry
George, Philip Snowden ve Calvin Coolidge, M ises ve Troçki,
hepsi aynı in an cı paylaşıyorlardı. Karl M arx, P roudhon'un
ütopik yaklaşım ında paranın yerini alacak olan em ek-para fik
rinin bir yanılgıyı içerdiğini gösterm ek için kendini az sıkıntı
ya sokmadı; Dos K apital, Ricardo’daki gibi bir meta para teori
si içeriyordu. Rusya’da bolşevik Sok olnik off, ülke parasının
değerini altına bağlı olarak düzenleyen ilk savaş sonrası devlet
adamı olarak ortaya çıktı; Almanya’da sosyal dem okrat Hilfer-
ding, sağlam para ilkelerine bağlılığı yüzünden partisini tehli
keye attı; Avusturya’da sosyal d em ok rat O tto Bauer, büyük
hasmı Seipel’in kronun değerini yeniden tesbiı etme çabalarını
yönlendiren ilkeleri savundu; İngiliz sosyalisti Philip Snow
den, sterlinin İşçi Partisi’nin elinde güvencede olmayacağına
inandığı için Partiye s ın çevirdi; D uce, liretin altın değerini
“9 0 " olarak taşa kazıtıp bu değeri korum ak için öleceğine ant
içti. Bu kouda Hoover’la Lenin’in, C hurchill'le M ussolini’nin
söyledikleri arasında bir fark bulmak çok zor. G erçekten de,
63
altın standardının uluslararası ekonom ik sistem in işleyişi için
gerekli olduğu fikri, bütün ülkelerin ve sınıfların, dini mez
hepler ve sosyal felsefelerin tek uzlaşma noktasını oluşturu
yordu. İnsanlık dağılıp giden varlığını toparlamaya giriştiğin
de, yaşama arzusunun dört elle sarıldığı görünm ez gerçeklik
bu oldu.
Başarısızlığa uğrayan bu çaba, dünyanın gördüğü en geniş
kapsamlı çabaydı. Avusturya, M acaristan, Bulgaristan, Finlan
diya, Romanya ve Yunanistan’da, çöküşün eşiğindeki ulusal
paraların istikrarım sağlama çabalan, yalnızca altın sahillerine
ulaşacağız diye açlıktan ölecek dununa gelen bu küçük ülke
ler açısından bir iman sorunu oluşturmuyordu. Bu çaba sonu
cu, küçük ülkelerin güçlü ve zengin kefilleri. Batı Avrupa ga
lipleri de epeyce zorlandılar. Galip ulusların paraları dalgalan
dığı sürece, gerginlik fazla duyulmadı; galipler, savaş öncesin
deki gibi borç vermeyi sürdürerek yenilen ulusların ekonom i
lerinin ayakta kalm asına yardım etliler. Ama Büyük Britanya
ve Fransa altın standardına dönünce, onların dengeli kurları
nın yükü duyulmaya başlandı. Zamanla, altın ülkelerinin ba
şında gelen Birleşik D evleıler’in konum unda sterlinin güvenli
ği için duyulan sessiz endişeler önem kazandı. Atlantik Okya-
nusu'nu aşan bu endişe, Am erika’yı beklenm edik bir biçim de
tehdit alanına şoktu. Bu teknik bir nokta gibi görülebilir, ama
iyice anlaşılması çok önem li. 1927’de Am erika’nın sterlini des
teklem esi, Londra’dan New York’a büyük sermaye hareketleri
ni önlem ek üzere, New York’taki faiz hadlerinin düşük tutul
ması dem ekti. A m erikan m erkez B ankası, İngiltere M erkez
Bankasına faiz hadlerini düşük tutacağına dair söz verm işti;
ama o dönem de Am erika’da fiyatlar maliyetlere göre tehlikeli
bir biçim de yüksek tutulduğu için, faiz hadlerinin de yüksek
olması gerekiyordu. Bu tehlike, fiyat düzeyi büyük maliyet dü
şü şle rin e k a rşın sa b it k ald ığ ı iç in gözd en k a ça b iliy o rd u .
1 9 2 9 ’da, yedi yıllık refahın sonunda, rakkasın doğal salınım ı
sonucu, çok tan d ır beklenen ekonom ik çöküşe gelindiğinde,
durum gizli enflasyonun varlığıyla daha da ciddi boyutlara
varmıştı. Deflasyonun yüklerini hafiflettiği borçlular, alacakla
64
rının çöküşüne kadar varlıklarını sürdürdüler. Bu çöküş bir fe-
la k ei h abercisiydi. A m erika 1 9 3 3 ’te içgü d ü sel b ir kurtu lu ş
ham lesiyle, altın standardını bıraktı ve geleneksel dünya eko
nom isinin son kalıntısı da ortadan kayboldu. O sırada olayın
önem inin farkında olan yok gibiydi, ama bunun hem en ardın
dan, tarihin akışı değişti.
On yıldan uzun bir süre, altın standardına dönüş, dünya da
yanışm asının sim gesi o lm u ştu . D öviz k u rların ın dengesini
sağlam ak am acıy la, B rü k se l’den Spa ve C en ev re’ye, L o n d
ra’dan Lukam o ve Lozan’a kadar sayısız konferans düzenlen
di. Biraz da uluslararası rekabet koşullarında eşitlik sağlamak
ve böylece yaşam düzeyinde düşüşlere yol açm adan ticareti
serbestleştirm ek am acıyla, M illetler C em iyeti Uluslararası İş
Ö rgülünün kuruluşuyla d esteklendi. Wall Street’in, transfer
sorununu çözm ek ve savaş borçlarını ön ce ticarileştirip sonra
yatırımlarda kullanabilm ek için giriştiği kampanyanın m erke
zini ulusal para değeri soru nu olu ştu ru y ord u . C enevre bu
onarım ve denge sağlama sürecinin kefili durum undaydı; bu
süreç içinde Londra’nın ve para konusunda m utlak inançlarıy
la Viyana n eo k lasik lerin in o rtak b ask ısı, a lım standardtm n
em rinde işlev görüyordu. Her uluslararası çaba bu am aca yö
nelm işti, ulusal hüküm etler ise, kural olarak, politikalarını,
özellikle dış ticaret, borçlar, bankacılık ve döviz kuru politika
larını, para değerinin korunm asına göre biçim lendiriyorlardı.
Ulusal para dengesinin dış ticaretin serbest bırakılm asına bağlı
olduğu herkesçe kabul ediliyorduysa da, serbest ticaret savu
nucularının en bağnazları dışında h erk e s, d ış ticaret ve dış
ödemeleri sınırlayan politikaların derhal yürürlüğe konulm ası
gerektiğinin farkındaydı. Durum bir çok ülkede, ithalat kola
lan , dış ödem elerin durdurulması, karşılıklı ihracatı belirli dü
zeyde tutma anlaşm aları, kliring sistem leri, ikili ticaret anlaş
maları, takas uygulam aları, serm aye çık ışın a uygulanan am
bargolar, dış ticaret kontrolleri ve kur ayarlama fonlan gibi uy
gulamalara yol açtı. G ene de kendine yeterlilik fikri, para de
ğerinin dengesini sağlama çabalannm üzerine bir kâbus gibi
Çökmüştü. Am aç ticaretin serbestleşm esi, son u ç ise giderek kı-
65
sulanm asıydı. Hükümetler, dünya piyasalarına ulaşm ak yeri
ne, ülkelerinin uluslararası bağlarını kendi elleriyle koparıyor
lardı. Dolayısıyla, ticaretin sürebilmesi için giderek artan feda
karlıklar gerekiyordu. Paranın dış değerini korum ak için giri
şilen ölesiye çaba, istenilenin aksine, halkları dışa kapalı eko
n o m ilere sü rü k led i. G elen ek sel ik tisattan tem el bir kopuş
oluşturan ticareti kısıtlayıcı politikalar, aslında tutucu serbest
ticaret am açlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardı.
Altın standardının kesin çöküşüyle bu gelişme aniden yön
değiştirdi. O nun yerleşm esi için girişilen fedakarlıklar, bu se
fer de onsuz yaşayabilmek için yapılmaya başlandı. Yaşamı ve
ticareti dengeli bir para sistem i o lu ştu rm ak için kısıtlam ak
üzere geliştirilen kurum lar, artık ekonom ik yaşamı böyle bir
sistem in mutlak yokluğuna uydurabilmek için kullanılıyorlar
dı. M odem sanayiin m ekanik ve teknik yapısı belki bu yüzden
altın standardının çöküşünün yaptığı etkiye karşın ayakta ka
labildi. Çünkü dünya, altın standardını koruma çabası içinde
farkında olm adan kendini onun yokluğuna uyum sağlam ak
için gerekli girişim ler ve örgütlere hazırlıyordu. Ama artık is
tenilen bunun tam tersiydi; erişilm eze erişm ek için girişilen
bu uzun m ücadeleden en çok acı çeken ülkelerde muazzam
bir güç, zincirinden boşanm ıştı. Ne M illetler Cem iyeti, ne de
uluslararası büyük finans, altın standardından uzun yaşayabil
diler; onun çöküşüyle birlikte Cem iyetin ötgütlü barış çıkarı
ve bunun temel uygulama araçları (Rothsehildlar ve Morgan-
lar) siyasetten silinip gittiler. Ama ibrişim in kopuşu, dünya
devrim inin başladığının habercisiydi.
Ama altın standardının çöküşünün, bu çöküşün neden ola
mayacağı kadar büyük bir olayın tarihini belirlem ekten fazla
bir şey yaptığı söylenem ez. Dünyanın büyük bir bölüm ünde
buhranın yanısıra yer alan, ondokuzuncu yüzyıl toplum unun
ulusal kurulularının tam bir yıkım ı gibi önem li bir olguydu.
Bu kurum lar her yerde değişikliğe uğrayıp tanınm ayacak bi
çimlerde yeniden kuruldular. Bir çok ülkede liberal devlet ye
rini totaliter diktatörlüklere bıraktı ve yüzyılın temel kurumu,
serbest piyasaya dayanan üretim , yeni ekonom i biçim leriyle
66
yer değiştirdi. Büyük uluslar, düşüncelerini yeniden biçim len
direrek, evrenin niteliği üzerine eşi duyulm am ış kavram lar
adına dünyayı köleleştirm e savaşlarına atılırken, daha da bü
yük uluslar ellerinde aynı derecede duyulm am ış bir anlam ka
zanan özgürlük ilkesini korumaya yöneldiler. Uluslararası sis
temin çöküşü dönüşümü başlatm ıştı, doğru. Ama dönüşüm ün
derinliğini ve içeriğini açıklayam azdı. O lm u ş olanın, neden
birdenbire olduğunu biliyoruz belki. Ama neden olduğu ko
nusu hâlâ karanlık olabilir.
D önüşüm ün, görülm em iş boyutlarda savaşlarla b irlikle yer
alm ası b ir ra stla n tı değil. Tarih so sy al d eğişim için d eyd i,
ulusların kaderleri ise kurumsal bir değişim içindeki konum
larıyla ilgiliydi. Bu tür bir birlikte varoluşun tarihte başka ör
neklerine de rasılanılabilir; ulusal gruplar ve sosyal kurum la-
rın kendilerine özgü başlangıç noktaları vardır, ama varoluş
m ücadelesi içinde birbirlerine bağlanırlar. Böyle bir birlikte
varoluşun önem li örneklerinden biri, kapitalizm i Atlantik kı
yısı ülkeleriyle birleştirm işti. Kapitalizm in yükselişiyle o de
rece yakından ilgili bir olay, Ticari D evrim , Portekiz, İspanya,
Hollanda, Fransa ve Birleşik D evleıler’in güçlenm esine yol a ç
tı. Bu ülkelerden herbiri, bu geniş ve köklü oluşum dan yarar
sağ lark en, kapitalizm de bu y ü kselen g ü çlerin aracılığıyla
yeryüzüne yayılıyordu.
Yasa tersine de işleyebilir, varlığını sürdürm e çabası içindeki
bir ulus, kuram larının, ya da kuram larından bazılarının, eski-
mişliği tarafından kösteklenebilir - İkinci Dünya Savaşı sıra
sında, altın standardı böyle bir modası geçm iş kıyafet öm eği
oluşturuyordu. Ö le yandan, kendilerine özgü nedenlerle sta
tükoya karşı olan ülkeler, kurumsal düzenin zayıflığım hemen
farkedip çıkarlarına daha uygun kuram ların oluşm asına yöne
leceklerdir. Böyle gruplar, düşeni itip, kendilerine doğru, ken
diliğinden ilerleyene sarılırlar. Bu yüzden sosyal değişim süre
cini onların başlattığı düşünülebilir, oysa yalnızca bu süreçten
yararlanmakta ve onu kendi amaçlarına alet etm ek üzere çar
pıtm akta olabilirler.
Ö rneğin Alm anya, yenilgiden sonra, ond okuzu ncu yüzyıl
67
düzeninin gizli aksaklıklarını sezebilecek ve bu sezgiyi düze
nin yıkılm asın ı çab u k laştırm ak için k u llan ab ilecek b ir k o
numdaydı. Olayları kendi politikalarının eğilim ine uydurmaya
çalışırken, bu yıkım işine -ço ğ u zaman yeni finans, ticaret, sa
vaş ve sosyal örgütlen m e yön tem lerin in g eliştirilm esin i de
kapsayan bu iş e - kafa yoran Alman devlet adamları fesat bir
en tellek tü el ü stü n lü k içind eydiler. Ama so ru n ları yaratan,
bunları kendi çıkarları için kullanan devlet adamları değildi;
gerçek, nesnel olarak ortaya çıkm ış sorunlardı bunlar ve tek
tek ülkelerin kaderi ne olursa olsun, varlıklarını sürdürecek
lerdi. Burada da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki
farkı görüyoruz: Birincisi hâlâ ondokuzuncu yüzyıl tarzına uy
gundu - güç dengesi sistem inin çöküşüyle ortaya çıkan bir
devletler çatışm ası; İkincisi ise dünya düzeyinde bir altüst olu
şun parçasıydı.
Bu bize, çağın çarpıcı ulusal tarihlerini süregiden sosyal dö
nüşümden ayırma yetkisi vermemeli. Buna dikkat edilirse, güç
birim leri olarak A lm anya ve Rusya’n ın , Büyük B ritanya ve
Birleşik Devletler’in, nasıl içinde bulundukları sosyal süreç ta
rafından desteklendikleri veya kösıeklendiklerini görmek k o
laylaşacaktır. Ama aynı şey sosyal sürecin kendisi için de ge
çerli faşizm ve sosyalizm , ilkelerin i yaymaya yardım cı olan
devletlerin g ü çlenm esind e kend ilerini d estekleyen b ir araç
buldular. Almanya ve Rusya, faşizm ve sosyalizm in dünya ça
pında tem silcileri durum una geldiler. Bu sosyal hareketlerin
gerçek boyutlarını, ancak onları, iyi veya kötü, aşkın nitelikle
riyle göz önüne alıp onlara hizm et eden ulusal çıkarlardan ba
ğımsız olarak gördüğümüzde ölçebiliriz.
Almanya ve Rusya’nın, hatta İtalya ve Japonya, Büyük Bri
tanya veya Birleşik Devletler’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında
oynadıkları rol evrensel tarihin bir parçasını oluşturm akla bir
likte, bu kitabın doğrudan ilgilendiği bir konu değil; buna kar
şılık, faşizm ve sosyalizm kitabın konusunu oluşturan kurum
sal dönüşüm e can veren güçler. Alman ve Rus halklarında, in
san soyunun tarihi içinde kendileri için daha önem li bir yer is
teme dürtüsünü yaratan yaşam hamlesi (ila n vital), öyküm ü-
68
zûn içinde geliştiği koşulların nesnel verilerinden olarak kabul
edilmeli. Faşizm in, sosyalizmin veya New Deal’in anlamı ise,
öykünün bir parçasını oluşturuyor.
Bu bizi henüz kanıtlamadığımız tezim ize getiriyor: Yani, dö
nüşümün kaynaklarının, ekonom ik liberalizm in ütopik çaba
sında, kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa sistem i kurma
çabasında yattığı tezine. Böyle bir tezin sistem e neredeyse ef
sanevi güçler yakıştırdığı düşünülebilir. Ö nerilen şey çok iddi
alı: G üç dengesi, altın standardı ve liberal sistem in, ondoku-
zuncu yüzyıl uygarlığının bu tem ellerinin, son tahlilde, kendi
kurallarına göre işleyen piyasanın oluşturduğu ortak bir çerçe
ve tarafından belirlendiğini iddia ediyoruz.
Bu çok sivri bir iddia gibi görünüyor, hatta kaba maddeciliği
içinde tüyler ürpertici. Ama çöküşüne tanık olduğum uz uy
garlığın belirleyici özelliği de buydu, ekonom ik tem eller üze
rinde duruşu. Ö teki toplumlar ve uygarlıklar da varlıklarının
maddi koşullarıyla sınırlıydılar - bu, insan yaşam ının, daha
doğrusu, dinî veya dinî olm ayan, m addiyatçı veya maneviyat
çı, bütün yaşamın ortak özelliği. Bütün toplum biçim leri eko
nom ik unsurlarla sınırlı. Ama ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı,
değişik ve belirgin bir biçim de ekonom ikti, çünkü insan top-
lum lannm tarihinde çok ender olarak geçerli sayılan, kesinlik
le daha önce h içbir zaman günlük yaşam içindeki eylem ve
davranışların açıklayıcısı düzeyine yükselm em iş bir amaç, ya
ni kişisel kazanç amacı üzerine kuruluydu. Kendi kurallarına
göre işleyen piyasa sistem i, benzersiz bir biçim de, bu ilkeden
kaynaklanıyordu.
E tkin lik açısından, kazanç am acını harekete getiren m eka
nizm a yalnızca tarihteki en şiddetli d in î galeyana gelişlerle
k a rşıla ştırıla b ilir. B ir nesil için d e , in san d ü n y asın ın tüm ü
onun su katılm am ış etkisi altına girm işti. Herkesin bildiği gi
bi, olgunlaşm ası, ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, İngilte
re’de, Sanayi Devrimi’nin dümen suyunda yer aldı. Kıta Avru-
pası’na ve Amerika’ya elli yıl kadar sonra ulaştı. Zamanla, In
giltere’de, Avrupa’da ve halta A m erika’da benzer seçenekler,
günlük k onu lan ana özellikleri Batı uygarlığı içindeki ülkele
69
rin hepsinde aynı olan bir kalıba yerleştirdi. Dönüşüm ün kay
naklarını bulm ak için , piyasa ekonom isinin yükseliş ve düşü
şüne bakmamız gerekiyor.
Piyasa toplum u İngiltere’de doğmuştu - ama zayıflığının yol
açtığı en önem li trajik kargaşalıklar Kıta Avrupası’ndaydı. Al
man faşizmini anlam ak için, Ricardo Ingilteresi’ne dönm em iz
gerekiyor. O ndokuzuncu yüzyılın, İngiltere’nin yüzyılı oldu
ğunu söylem ek abartma olmaz. Sanayi Devrimi bir İngiliz ola
yıydı. Piyasa ekonom isi, serbest ticaret ve altın standardı da,
İngiliz buluşları. Yirm inci yüzyılda bu kurum lar her tarafta
çöktüler - Almanya, İtalya ve Avusturya’da olay yalnızca daha
siyasal nitelikli ve daha dramatik oldu. Ama finalin yer aldığı
sahne ve iklim ne olursa olsun, bu uygarlığı yıkan uzun dö
nem li unsurlar Sanayi Devriminin doğduğu yerde, Ingiltere’de
incelenm eli.
70
İKİNCİ KISIM
Piyasa E k o n o m isin in
Y ü kse lişi ve D ü şü şü
I. İBLİS FABRİKA
3. "Yaşam Alanı İlerlemeye Karşı"
73
bildiğince kontrol altına alınm ası gerektiği fazla açıklam aya
gerek kalm aksızın görülebilir. Ama geleneksel devlet, idaresi
nin çoğu zaman eskilerin sosyal felsefe öğretilerinden kalma
böyle gündelik gerçek leri, ondokuzuncu yüzyılda, kaba bir
faydacılık ve bilinçsiz büyüm enin kendi açtığı yaraları iyileş
tirme niteliğine düşünm eden duyulan güven aracılığıyla, eği
tilmiş kişilerin düşüncelerinden silindi.
Ekonom ik liberalizm , sosyal olayları ekonom ik açıdan açık
lamakla direndiği için, Sanayi Devrimi tarihini yanlış yorum
ladı. Bunu açıklam ak için belki ilk bakışta ilgisiz görünebile
cek bir konuyu ele alacağız: İngiltere’de, tarlaların ve ortak
arazinin soylular tarafından parsellendiği ve bir çok yörenin
nüfus azalması tehlikesiyle karşılaştığı Tudor Devri’nin ilk dö
nem lerinde, toprak çevrilm eleri (enclosures) ve ekilen toprak
ların otlaklara dönüştürülm esi konusunu. Toprak çevrilm eleri
ve ekilen toprakların otlağa dönüştürülm esi iki amaçla günde
me getirilecek. Geriye bakıldığında yararlı sonuç vermiş olan
toprak çevrilm elerinin yol açtığı yıkım la Sanayi D evrim inin
yol açtıkları arasındaki koşutluğu gösterm ek ve, daha genel
bir yaklaşımla, denetlenm em iş ekonom ik gelişm enin etkisin
deki b.ir toplum un karşılaştığı seçenekleri açıklığa kavuştur
mak, bu iki amacı oluşturuyor.
Eğer ekilen toprakların otlağa dönüştürülm esi olm asaydı,
toprak çevrilm eleri kendi içinde tartışmasız bir ilerlem e oluş
turacaktı. Toprak çevrilm eleriyle özel mülkiyete dönüştürülen
toprak, eskisinden iki ü ç kat daha değerliydi. Ekim in sürdüğü
durumlarda istihdamda bir düşüş görülm edi, yiyecek arzı da
yükseldi. Toprağın verimi, özellikle kiraya verildiği durum lar
da, gözle görülecek biçim de arttı.
Ama ekilen toprakların koyun otlağına dönüştürülm esi bile,
yerleşim üzerindeki etkilerine ve istihdam ı kısıtlam asına kar
şın, çevre üzerinde bütünüyle olumsuz bir etki yapmadı. On-
beşinci yüzyılın ikinci yarısından beri ev sanayii (cottage in
dustry) gelişm ekleydi ve bir yüzyıl içinde kırsal kesim in belir
leyici ö zelliklerin d en birini oluşturm aya başlam ıştı. Koyun
çiftliklerinden gelen yün, küçük çiftçilere ve ekim den uzaklaş-
74
tınlan topraksız köylülere iş olanakları sağlıyordu. Yün sana
yii m erkezlerinde birçok zanaatkara ekm ek kapısı açılm ıştı.
Ama -ö n e m li olan da b u - yalnız bir piyasa ekonom isi içinde
bu tür karşı etkilere güvenilebilirdi. Böyle bir ekonom inin dı
şında, koyun yetiştirip yün satmak gibi kârlı bir iş ülkeyi düpe
düz iflasa sürükleyebilirdi. “Kumu altına dönüştüren koyun
lar”, pekala altını da kuma dönüştürebilirlerdi. N itekim , koyun
çiftliklerinin aşırı yayılmasıyla yoksullaşan toprakların bir da
ha eski durumlarına gelemedikleri onyedinci yüzyıl tspanyası’-
mn zenginliği böyle yokolmuştu. 1607’de hazırlanan resmî bir
belge, değişme sorununu çok güçlü bir cüm leyle ortaya koyu
yordu: “Yoksulun am acı. Yerleşebileceği Bir Yer, gerçekleştirile
cek; efendilerin istekleri, İlerleme, dizginlenm eyecek.” Bu ifa
de, sa f ekonom ik gelişm enin özünü, sosyal sarsıntı pahasına
ilerlem enin gerçekleştirilm esini, tartışmasız kabul eder gibi gö
rünüyor. Ama aynca, yoksulu kulübecigine dört elle sarılmaya
iten trajik gereksinim e de işaret ediyor, zenginin kendisine özel
çıkar sağlayan sosyal ilerlemeye duyduğu istek karşısında başa
rısızlığa mahkum olan bu çabaların da farkında.
Toprak çevrilm elerine, haklı olarak, zenginlerin yoksullara
karşı gerçekleştirdikleri bir devrim denilmiştir. Soylular, bazen
şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski
düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekleri ortadan kaldırıyorlar
dı. Yoksulların ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alı
yor, on ların esk id en g eleneğin yıkılm az g ü cü n e dayanarak
kendilerinin ve m irasçılarının bildikleri m eskenleri yerle bir
ediyorlardı. Toplumsal doku parçalanıyordu. Terkedilmiş köy
ler ve yıkılm ış evler, ülkenin savunma m ekanizm alarını tehdit
eden, nüfusunu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren, insan
larını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut
çetelerine dönüştüren devrimin acım asızlığına tanıklık ediyor
lardı. Buna yer yer rastlanıyordu, doğru, ama kara noktaların
birleşip toptan b ir felaket oluşturmaları tehlikesi de vardı.1 Bu
musibeLe karşı kral ve konseyi, nazırlar ve piskoposlar, toplu
75
luğun refahını, aslında toplum un insani ve doğal özünü savu
nuyorlardı. Hemen hem en h iç ara verm eksizin, bir buçuk yüz
yıl boyunca - e n geç 1 4 9 0 ’h yıllardan 1640’lı yıllara kadar—nü
fus azalm asına karşı m ücadele ettiler. Kral n aibi So m erset,
K eti ayaklanm ası binlerce köylünün katledilm esiyle b astırıl
dıktan sonra, toprak çevrilm eleriyle ilgili kısıtlayıcı yasaları
ortadan kald ıran ve o tlak ağalarının d iktatörlü ğü n ü kuran
karşı devrimin ellerinde can verdi. Som erset, toprak çevrilm e
lerine karşı tutum uyla isyankâr köylülere cesaret verm iş o l
makla suçlanıyordu. Suçlam a pek de haksız sayılmazdı.
Aşağı yukarı yüzyıl sonra, aynı taraflar arasında ikinci bir
güç denem esine girişildi, ama toprak çevrilmesi taraftarları ar
tık soylulardan ço k zengin toprak sahip leri ve tü ccarlardı.
Kraliyet, yetkilerine dayanarak açıkça toprakların çevrilm esini
önlemeye çalışıyor ve, gene açıkça, çevrilm e sorununu, Straf
ford ve Laud’ın Parlam entonun elind e can verm elerin e yol
açan anayasal m ücadele içinde, orta sınıfa karşı kendi konu
munu güçlendirm ek için kullanıyordu. Bu işlere artık hem ki
lise içinde hem de kilise dışında yürütülen yüksek siyaset ka
rışm ıştı. Kraliyetin izlediği politika, yalnız sanayi açısından
değil, siyasal olarak da gericiydi; ayrıca, toprak çevrilm eleri ar
tık otlakçılıktan çok ekim e yönelikti. İç savaş, Tudor dönemi
ve Stuart dönem inin başında yürütülen kamu politikasını yu
tup ortadan kaldırmıştı.
O ndokuzuncu yüzyıl tarihçileri, Tudor dönem inde ve Stuart
dönem inin başında yürütülen polilikaları gerici, hiç olmazsa
dem agojik politikalar olarak nitelem ekte ağız birliği ederler.
Doğal olarak. Parlam entoya ve toprak çevrilm esi taraflarına
yakınlık duyarlar. Yoksul halkın hararetli bir savunucusu olan
H. de B. G ibbins bile şöyle yazıyordu: “Bu tür koruyucu yasa
ların çoğu gibi, bütünüyle boşa harcanm ış çabalardı.”2 lnnes’in
tavrı daha da kesindi: “Serseriliğin cezalandırılm ası, sanayii
uygun olm ayan alanlara itm e çabası ve istihdam sağlam ak
amacıyla serm ayenin yeterli kâr sağlamayan yatırım lara yönel
76
tilmesi gibi bilinen çareler, çoğu zaman olduğu gibi, başarısız
lığa uğradı.”3 Gairdner hiç duraksamadan serbest ticaret kav
ram ların a “ek o n o m ik y asalar” olarak d eğin iyord u : “Doğal
ekonom ik yasalar anlaşılmıyordu” diyordu, “böylece, ekilebi
lir topraklan otlaklara dönüştürerek yün üretim ini artırmayı
kârlı bir iş olarak gören toprak sahiplerinin çiftçilerin m esken
lerini ortadan kaldırmaları yasalarla önlenm eye çalışılıyordu.
Bu tür yasalann sık sık yeniden çıkarılışı ne kadar etkisiz kal
dığının bir kanılıydı.”‘l Son zamanlarda H eckscher gibi bir ik
tisatçı, m erkantilizm in, esas olarak, ekonom ik olguların kar
m aşıklığının yeterince anlaşılamamasıyla açıklanm ası gerekti
ği yolundaki inançlarım dile getirdi.5 Besbelli insan aklının bu
incelikleri kavrayabilmesi için birkaç yüzyıl geçm esi gerekm iş
ti! Aslında, toprakların çevrilm esine karşı çık arılan yasalar
çevrilm e h arekelin i h içbir zaman durduram am ış, halta ona
ciddi bir engel bile oluşturamışlardı. Com m onw ealth ilkeleri
ne bağlılıkta Jo h n Hales’in üzerine kimse bulunm azdı, ama o
bile toprak çevrilm esi davalarında yeterli kanıt bulunm asının
olanaksız olduğunu kabul ediyordu. A çık araziyi çevirenler,
hizm etkârlarını m ahkem e önüne çıkarıp yem inli tanıklık etti
riyorlardı ve “yanlarında çalışıp sofralarında yem ek yiyenlerin
sayısı o kadar çoktu ki, bunları dışanda bırakarak bir jü ri oluş
turm ak olanaksızdı.” Bazen tarlanın ortasında bir kere çift sür
müş olm ak gibi bir yöntem , tarlayı çevirip sahiplenen zengi
nin m ahkem ede suçsuz kabul edilm esine yetebiliyordu.
Özel çıkarların yasalara galebe çaldığı bu gibi durumlar, ço
ğu zaman yasamanın etkin olm ayışının kanıtı sayılır ve başarı
sızca engellenm eye çalışılan eğilim in zaferi, “gerici müdahale
lerin” beyhudeliginin tartışılmaz göstergesi olarak alınır. Ama
böyle bir görüş, tem el noktayı bütünüyle gözden kaçırm akta
dır. Neden bir eğilim in sonuçtaki başarısı, onun ilerlem esini
yavaşlatma çabalarının etkin olm adığının kanıtı olsun? Ve n e
den bu önlem lerin amacı lam tamına başardıkları şey, yani de-
77
gişim hızını yavaşlatmak olarak alınm asın? Belirli bir gelişm e
yi durdurmakta başarılı olamayan şey, bu yüzden bütünüyle
başarısız sayılmaz. Değişim hızı, çoğu zaman, değişimin yönü
kadar önemlidir. Ama İkincisi çoğu zaman bizim irademizin
dışındadır, oysa değişimin hangi hızla gerçekleşm esi gerektiği
ne biz karar verebiliriz.
Kendiliğinden gelişmeye olan inanç gözümüzü kör edip hü
kümetin ekonom ik yaşam içindeki rolünü görmemizi engelli
yor olmalı. Bu rol, çoğu zaman, değişim hızının değiştirilm esi
ne, onun duruma göre hızlandırılmasına veya yavaşlatılmasına
indirgenebilir; eğer bu hızın değişmez olduğuna —veya, daha
kötüsü, onu değiştirm enin adeta günah o ld u ğu n a- inanıyor
sak, doğal olarak müdaheleye yer kalmaz. Toprak çevrilmeleri
buna bir örnek oluşturuyor. Geriye baktığımızda, tarım teknik
lerinin yapay bir biçim de korunan tekdüzeliğini, bölünm em iş
toprakları ve ilkel ortak arazi kuruntunu ortadan kaldırmaya
yönelen Batı Avrupa gelişme eğilimini bütün açıklığıyla görebi
liyoruz. Ingiltere’ye gelince, yün sanayiinin ülke için bir servet
kaynağı olduğu, Sanayi Devriminin aracı olan pamuklu doku
ma sanayiinin kurulmasına yol açtığı kesin. Ayrıca, yerli doku
m acılığın, yerli yün arzının artışına bağımlı olduğu da kesin.
Bu gerçekler, toprak çevrilmesi hareketiyle birlikle ekilen top
rakların otlağa dönüştürülm esinin de ekonom ik gelişm e eğili
miyle özdeş olduğunu açıkça göstermeye yeterli. Gene de, Tu
dor ve erken Stuart dönemi devlet adamlarının tutarlı b ir bi
çimde uyguladıkları politikalar olmasaydı, gelişme hızı yıkıcı
bir nitelik kazanacak ve süreç yapıcı bir olay olm aktan çıkıp
yozlaştırıcı bir olaya dönüşecekti. Çünkü, topraktan uzaklaşlı-
rılanların insani, fiziksel, ekonom ik ve ahlâkî özleri zedelen
meden yeni koşullara uyum sağlayıp sağlayamayacakları bu de
ğişim hızına bağlıydı; değişimle dolaylı olarak ilgili alanlarda
yeni iş olanakları bulup bulamayacaktan da, işlerini kaybeden
lere, artan ihracatın körüklediği ithalat artışlarının etkisiyle, ye
ni geçim olanakları açılıp açılamayacağı da buna bağlıydı.
Bütün bu soruların yanıtı, değişim ve uyumun görece hızına
bağlıydı. Ekonom ik kuram ın ünlü “uzun dönem ” yaklaşım la
78
rını kabul edem eyiz; bunlar olayın bir piyasa ekonom isinde
yer aldığını varsayarak peşin hüküm lere yol açacaklardır. Bu
varsayım, bize ne kadar doğal görünürse görünsün, kabul edi
lemez; çoğu zaman kolayca unuttuğumuz gibi, piyasa ekono
misi, bizim çağımızdan başka çağlarda eşine rastlanmayan, bu
dönem d e bile ancak kısm en varolan k u ru m sal bir yapıdır.
Ama bu varsayımın dışında “uzun dönem ” yaklaşım ların anla
mı yoktur. Eğer değişimin ilk etkisi zararlıysa, tersi kanıtlan
madığı sürece, nihai etkisi de zararlıdır. Eğer ekilen toprakla
rın otlağa dönüştürülm esi belirli sayıda m eskenin yıkılm asına,
belirli miktarda iş olanağının ortadan kalkm asına ve yerel gıda
maddeleri arzının düşm esine yol açıyorsa, karşı kanıtlar ortaya
konmadığı sürece bu etkiler nihai kabul edilmelidir. Bu, ihra
cat artışların ın toprak sah ip lerin in g elirlerin d e yol açacağı
yükselişlerin dikkate alınmasını engellem ez; yerel yün arzının
artışıyla yaratılabilecek istihdam olanaklarının dikkate alınm a
sını veya toprak sahiplerinin gelir artışlarını başka yatırımlara
mı, yoksa lüks tüketim e mi yönelteceklerinin incelenm esini
de engellem ez. D eğişim in zam an için d ek i hızıyla değişim e
uyumun zaman içindeki hızı, birlikte, değişimin net etkisini
belirlerler. Ama kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın
varlığı ortaya konulm adıkça, piyasa yasalannın işlediği varsa-
yılamaz. Piyasa yasaları yalnızca piyasa ekonom isinin kurum
sal çerçevesi içinde geçerlidir; gerçeklerden sapan Tudor devlet
adamları değil, onları eleştirirken bir piyasa sistem inin varol
duğuna dair varsayımlardan yola çıkan m od em iktisatçılardı.
İngiltere toprak çevrilmeleri belasının tehlikeli sonuçların
dan, yalnızca Tudor ve erken Stuart’ların krallık gücünü, eko
nomik gelişm enin hızını sosyal açıdan kabul edilebilir bir dü
zeye indirgemek için kullanmaları sonucu kurtuldu. Dönem in
devlet adanılan, m erkezî gücü dönüşüm ün kurbanlarına yar
dım etm ek ve değişme sürecini daha az yıkıcı kılabilm ek üzere
yönlendirm ek için kullandılar. Yürütm e organlarının ve yük
sek m ahkem elerin görüşleri tutucu olm aktan çok uzaktı; bun
lar, yeni devlet idaresi yöntem lerinin bilim sel ruhunu temsil
ediyorlardı. Yabancı zanaatkarların göçm en olarak alınm aları
79
m savunuyor, yeni yöntem leri canla başla uyguluyor, istatistik
ve ay rın tılı belgelem e y ö n tem leri k u llan ım ın ı ben im siy or,
adetleri ve gelenekleri hor görüyor, kabul edilm iş haklara kar
şı çıkıyor, kilisenin yetkilerini sınırlıyor ve Emsal H ukukunu
(Com m on Law) hiçe sayıyorlardı. Eğer devrim cilik uygulanan
yeniliklerle tanım lanacaksa, çağın devrim cileri onlardı. Hü
kümdarın gücü ve haşm etinde yücelen avamın refahını koru
ma am acına bağlıydılar; ama g elecek, m eşrutiyete ve Parla
m entoya aitti. Krallık hüküm eti, yerini sın ıf hüküm etine bı
raktı - sanayi ve ticaretin gelişm esini yönlendiren sınıfın hü
küm etine. Büyük m eşrutiyet ilkesi, Kraliyetin gücünü elinden
alan siyasal devrimle birleşti. Zaten o zamana kadar Kraliyet
bütün yaratıcı niteliklerini kaybetm iş, koruyucu işlevler ise,
geçiş dönem i fırtınasını atlatm ış bir toplum için önem sizleş-
mişti. Artık Kraliyetin mali politikası ülkenin gücünü gereksiz
yere dizginliyor, ticaretin i engellem eye başlıyordu; Kraliyet
yetkilerini koruyabilm ek için onları giderek kötüye kullanıyor
ve böylece ülke kaynaklarına zarar veriyordu. Çalışm a yaşamı
ve iş gücünü parlak bir biçim de düzenleyişi, toprak çevrilmesi
harekelini ihtiyatla k on tro l etm esi, onun son başarılarıydı.
Ama bütün bunlar, yükselen orta sın ıf ’çindeki kapitalistler ve
işverenler koruyucu faaliyetlerden özellikle zarar gördükleri
için, kolayca unutuldu. Ingiltere’nin C om m onw ealth’in yok
ettiği kadar etkin ve iyi düzenlenm iş bir sosyal idareye kavu
şabilmesi için iki yüzyıl geçmesi gerekli. Bu tür paternalist bir
idareye a n ık eskisi kadar ihtiyaç duyulmadığı kabul edilebilir.
Ama bu iki yüzyıllık ara bir açıdan çok zararlıydı, çünkü ulu
sun belleğinden, toprak çevrilm eleri dönem inde yaşanan faci
aları ve hüküm etin nüfus azalm ası tehlikesini önlem ekteki ba
şarısını silm eye yardım etm işti. Belki bu, 150 yıl sonra. Sanayi
Devriminin oluşturduğu aynı tür bir felaket ülkenin yaşamını
ve refahını tehdit ettiği sırada, buhranın gerçek niteliğinin ne
den anlaşılm adığını açıklam aya yardım edebilir.
Olay, bu defa da, İngiltere’ye özgüydü; deniz ticareti bu defa
da ü lkenin bütününü etkileyen hareketin kaynağıydı; ve bu
defa da, halkın yaşam alanında görülm em iş boyutlarda hasara
80
neden olan şey, muazzam bir ilerlemeydi. Süreç fazla yol alm a
dan önce, em ekçiler yeni sefalet m erkezlerinde, İngiltere’nin
sözde sanayi şehirlerinde küm elenm işlerd i; kırsal kesim den
gelenler insanlıktan çıkıp gecekondu halkına dönüşm üşlerdi;
aile kurum u yok olm a yolundaydı ve kırsal alanların büyük
bir kısm ı “iblis fabrikanın” kustuğu sanayi artığı yığınları al
tında hızla yok oluyordu. Değişik görüşlerden ve partilerden
yazarlar, liberaller ve tutucular, kap italistler ve sosyalistler,
hep aynı biçim de, Sanayi Devrimi sırasındaki sosyal koşullara
insanın insanlıktan çıktığı bir cehennem olarak değiniyorlardı.
Olayın doyurucu bir açıklaması henüz yapılmadı. O dönem
de yaşayanlar, lanetlenişin açıklam asını servet ve sefaleti belir
leyen çelik yasalarda bulduklarını sandılar; bunlara ücretler
yasası ve nüfus yasası adlarını verdiler; yanıldıkları ortaya çık
tı. Söm ürü, hem servetin, hem de sefaletin başka bir açıklam a
sı olarak öne sürüldü; ama bu da sanayi bölgelerindeki gece
kondularda neden ücretlerin başka bölgelerden daha yüksek
olduğunu ve bir yüzyıl boyunca yükselm eye devam ettiklerini
açıklayamıyordu. Sık sık da, bir nedenler örgüsü kanıt olarak
ortaya konuluyor ve o da doyurucu olamıyordu.
Bizim çözümümüz basit bir çözüm olm aktan çok uzak; as
lında bu kitabın büyük bir bölümü ona ayrılmış durumda. Di
yoruz ki: Toprak çevrilm eleri dönem indekini fazlasıyla aşan
boyutlarda bir sosyal çözülm e çığ gibi İn g iltere’nin üzerine
devrilmişti; bu felaket büyük bir ekonom ik ilerlem e hareketi
nin yanında yer alıyordu; yepyeni bir kurumsal mekanizma Ba
lı toplumunu etkilem eye başlamıştı; yarattığı tehlikeler hiçbir
zaman tam olarak ortadan kaldırılamadı ve ondokuzuncu yüz
yıl uygarlığının tarihi, büyük ölçüde, toplum u böyle bir m eka
nizmanın yıkımından korumaya yönelik çabalardan oluştu. Sa
nayi Devrimi fanatik tarikat mensuplarının kafalarından çıka
bilecek kadar aşırı bir devrimin başlangıcıydı yalnızca, ama ye
ni ilke bütünüyle maddeciydi ve sınırsız bir meta arzıyla insan
sorunlarının tümünün çözülebileceği inancını içeriyordu.
Öykü sayısız defalar anlatıldı: Piyasaların genişlemesi, kömür
ve demir kaynaklan ve pamuk sanayiinin gelişmesi için uygun
81
bir iklim , onsekizinci yüzyıl toprak çevrilmelerinin mülksüz bı
raktığı çok sayıda insan, özgür kurumların varlığı, makinalarla
ilgili buluşlar ve diğer nedenlerin, nasıl Sanayi Devrimini başla
tan bir etkileşim içine girdiklerinin öyküsü. Vanlan sonuç, hiç
bir nedenin tek başına ötekilerden aynlıp bu ani ve beklenm e
dik olayın tek nedeni olarak kabul edilemeyeceğiydi.
Ama bu devrimi nasıl tanımlayacağız? Temel özelliği neydi
bunun? Fabrika şehirlerinin yükselişi m i, yoksulların oturdu
ğu varoşların ortaya çıkışı, çocukların çalışma saatleri, belirli
işçi gruplarının düşük ücretleri, nüfus artışının hız kazanışı
mı, yoksa sanayide tekelleşm e mi? Biz, bütün b u n lan n , temel
değişimin, piyasa ekonom isinin kuruluşunun yanında önem
siz kaldığını ve bu kurum un niteliğinin ancak makina kullanı
m ının ticari bir toplum üzerindeki etkisini göz önüne alarak
anlaşılabileceğini söylüyoruz. M akina kullanım ının olaylara
neden olduğunu söylem ek istemiyoruz, ama bir kez licari bir
toplumdaki üretimde karm aşık m akinalar ve fabrikalar kulla
nılmaya başlayınca, kendi yasalarına göre işleyen piyasa fikri
nin oluşm ası kaçınılm azdı diyoruz.
Tarımsal ve ticari bir toplum da, belirli işlerde o işler için
özel olarak yapılmış m akinaların kullanım ı belirli bazı etkiler
yapacaktır. Böyle bir toplum , toprak ürünlerini alıp salan zira
atçılar ve tüccarlardan oluşur. Uzm anlaşm ış, karmaşık ve pa
halı makinalarla üretim , ancak alım satıma oranla ikinci plan
da kalarak böyle bir toplum a uyum sağlayabilir. Bu girişim i
yapabilecek tek kişi tüccardır, o da bunu ancak söz konusu fa
aliyet kendisini zarara sokm ayacaksa yapar. Satış işlem ini baş
ka durumlardakinden farksız bir biçim de yürütür; ama sattığı
malı ele geçiriş biçim i değişiktir. O nu hazır olarak alm az, ge
rekli em ek ve ham m addeyi satın alarak elde eder. T ü ccarın
verdiği talim ata göre biraraya getirilen em ek ve ham madde,
artı gerekli beklem e süresi, yeni ürünü oluşturur. Bu yalnızca
ev sanayii veya “sipariş sistem i" (putting out system ) değil,
günümüzdeki biçim i de dahil olm ak üzere bütün sanayi kapi
talizmi türlerinin de bir özelliğidir. Bu da sosyal sistem açısın
dan önem li sonuçlar doğurur.
82
Karmaşık m akinalar pahalı olduklarından, kullanım ları an
cak büyük m iktarlarda mal üretildiği zam an kârlı olacaktır.6
A ncak üretilen m alın satışının belirli ölçüde garantiye alındığı,
hammadde sıkıntısının üretimi aksatmadığı durumlarda zara
ra uğramadan kullanılabilirler. T ü ccar açısından bu, ilgili bü
tün üretim faktörlerinin satın alınabilirliğini gerektirir, yani
onları satın alm ak için para vermeye hazır birinin olduğu her
durumda, yeterli miktarlarda bulunabilm elidirler. Bu koşulun
gerçekleşm ediği durumda, özel m akinalarla üretim , hem onla
ra para yatıran tüccar, hem de gelir, istihdam ve ihtiyaçların
karşılanm ası açısından üretim in sürekliliğine bağlı olan top
lum için çok fazla riskli olacaktır.
Tarımsal bir toplumda bu koşullar doğal olarak hazır değil
dir, yaratılm aları gerekir. Yavaş yavaş o n aya çık m alan , yol aç
tıkları değişim in çarpıcı niteliğini hiç değiştirmez. Dönüşüm,
toplum un bireyleri açısından, davranışları belirleyen am açlar
da bir değişikliği içerir: Geçim am acının yerini kazanç amacı
alır. Bütün alış veriş ilişk ileri parasal ilişk ilere dönüşürler,
bunlar da ekonom ik yaşamın her noktasında bir değişim aracı
kullanılm asını gerektirirler. Bütün gelirler herhangi bir malın
satışından kaynaklanmalı ve bir insanın gelirinin asıl kaynağı
ne olursa olsun, onun bir satış işlem inin sonucu olduğu düşü
nülmelidir. Anlattığımız kurumsal modeli tanım lam akta kul
landığımız “piyasa sistem i” gibi basit bir terim , işte bütün bu
özellikleri içeriyor. Ama sistem in en şaşırtıcı özelliği, bir kez
kurulduktan sonra m üdahalesiz işlem esi gerekm esi. Sistem
içinde kârlar garantiye alınm ış filan değildir ve tüccar piyasa
da kâr etm ek durumundadır. Fiyatlar kendi kendilerine den
geye gelm elidirler. Piyasa ekonom isinden anladığım ız, böyle
kendi yasalarına göre işleyen bir piyasalar sistem i.
Eski ekonom iden bu sistem e dönüşün öyle bir bütünlüğü
var ki, süreklilik içinde büyüme ve gelişm e terim leriyle belirti
lebilecek bir değişimden çok, bir tırtılın geçirdiği biçim deği
şikliklerini andırıyor. Örneğin, tüccar-üreticinin alım faaliyet
83
leriyle salim faaliyetlerini karşılaştıralım : saltıkları yalnızca sa
nayi ürünlerini içerir, alıcı bulsa da bulmasa da toplum sal do
ku bundan etkilen m ey ecek tir. Ama ald ıkları ham m adde ve
em ektir - doğa ve insan. Ticari bir toplum da makinayla üreti
min içerdiği şey, aslında, toplum un doğal ve insani özünü me-
talara dönüştürm ektir. Sonuç tuhaf görünebilir, ama kaçın ıl
mazdır, amaca ancak bu hizm et edebilir: Bu yöntem in neden
olduğu sarsıntı m utlaka insan ilişkilerini altüst edecek ve do
ğal çevreyi yok etm e tehdidini taşıyacaktır.
G erçekten de, tehlike çok yaklaşmıştı. Kendi kurallarına gö
re işleyen piyasa m ekanizm asının yasalarını onun gerçek nite
liğini incelersek görebiliriz.
84
4. Toplumlar ve Ekonom ik Sistemler
85
kurumu oldukça yaygındı, ama oynadığı rol ekonom ik yaşam
içinde hiçbir zaman ön plana çıkm am ıştı.
Bu nokta üzerinde bu kadar ısrarla durmam ızın önem li ne
denleri var. Adam Sm ith gibi büyük bir düşünür, toplum daki
iş bölüm ünü piyasaların varlığına, veya, kendi deyişiyle, “insa
nın bir şeyi başka bir şeyle takas, trampa ve m übadele etme
eğilim ine” bağlı olduğunu öne sürüyordu. Bu cüm le daha son
raları “E konom ik Birey” kavramına yol açacaktı. Geriye baktı
ğımızda, geçm işin hiçbir yanlış yorum unun geleceğe dair böy-
lesine doğru b ir kehanet içerdiği görülm em iştir diyebiliriz.
Çünkü Adam Sm ilh’in devrinde söz konusu eğilim, ortadaki
toplum lann hiçbirinde yaşamın önem li bir yönü olarak göz-
lem lenm em ekle, ve ekonom ik yaşamın en fazla ik in ci planda
kalan bir özelliğini oluşturm akla birlikle, yüz yıl sonra, pratik
te ve kuramsal olarak, bu eğilim in insan soyunun bütün eko
nom ik faaliyetlerinin, hatta politik, zihinsel ve manevi çabala
rının temel belirleyicisi olduğu bir ekonom ik sistem yeryüzü
ne yayılmıştı. O ndokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, iktisata
yarım yamalak bir aşinalığı olan Herbert Spencer, iş bölüm ü
ilkesini takas ve değişimle özdeşleştirebiliyor ve elli yıl sonra
da Ludwig von M ises ve W alter Lippmann aynı hatayı tekrarlı-
yabiliyorlardı. Politik iktisat, sosyal tarih, politik felsefe ve ge
nel sosyoloji dallarından birçok yazar, Sm ith’in düm en suyun
dan giderek, takasla uğraşan vahşiyi bilim dallarının tem el ak
siyomu yapıp çıktılar. G erçekte ise, Adam Sm ith’in eski insan
ların ekonom ik psikolojileri üzerine önerileri, Rousseau'nun
vahşilerin siyasal psikolojisi üzerine önerileri kadar yanlıştı. İş
bölümü, toplum kadar eski bu olgu, cinsiyet, coğrafya ve bi
reysel donanım ın içerdiği farklılıklardan kaynaklanır, insanın
sözde takas ve değişim eğilimi ise bütünüyle safsatadır. Tarih
ve etnografi değişik türden, birçoğu piyasa kurum unu içeren,
birçok ekonom iyi incelem iş, ama bizim kinden ö n ce, kısm en
bile olsa, piyasa tarafından yönlendirilen bir ekonom inin var
lığına rastlamamışlardır. Bu nokta, ayrıca sunacağım ız ekono
mik sistem ler ve piyasalar tarihinin kuş bakışı bir taramasıyla
açıklığa kavuşacak. Çeşitli ülkelerin ekonom ilerinde piyasanın
86
oynadığı rolün zamanımıza kadar çok önem siz olduğunu gö
receğiz ve piyasa m ekanizm asının hakim olduğu bir ekonom i
ye geçişin niteliği açık seçik ortaya çıkacak.
Başlangıç olarak, Adam Sm ith’in ilkel insanın kazanç sağla
yan uğraşlara duyduğu ilgi hakkındaki varsayım ların tem elin
deki bazı ondokuzuncu yüzyıl önyargılarını bir kenara atm a
mız gerekiyor. Bu aksiyom , karanlık geçm işten çok yakın gele
cek için geçerli olduğundan, ona inananlarda insanın uzak ta
rihine karşı acayip bir tavır uyandırdı. Bu aksiyom karşısında,
veriler ilkel insanın kapitalist bir psikolojiye sahip olmayıp,
kom ünist bir psikoloji taşıdığım gösteriyorlardı (sonradan bu
nun da yanlış olduğu kanıtlandı ya). Sonuç olarak iktisat ta
rihçileri ilgi alanlarını takas ve değişim in oldukça geniş bir
düzeyde yer aldığı yakın tarih dönem leriyle sınırlayıp, ilkel ik-
tisatı tarih öncesine havale eltiler. Bu, bilinçsiz olarak, dengeyi
bir pazarlama psikolojisi lehine bozdu, çünkü son bir iki yüz
yılın sınırlı çerçevesi içinde, geçici olarak bastırılm ış diğer eği
limler göz önünde tutulmadan, her şeyin sonunda kurulmuş
olanın, yani piyasa sistem inin, kurulm asına doğru yöneldiği
düşünülebiliyordu. Bu “kısa d önem li” görüşün düzeltilm esi
için iktisat tarihiyle sosyal antropoloji arasında bir bağ kurula
bilirdi doğal olarak, ama bu yola gitm ekten sürekli kaçınıldı.
Bugün arlık bu yolda yürümeyi sürdüremeyiz. Eski toplum-
lara ve son onbin yıla, yalnızca uygarlığımızın “gerçek” tarihi
ne, aşağı yukarı 1 7 7 6 ’da Ulusların Zenginliği'nin yayınlanma
sıyla başlayan tarihe, bir önsöz olarak bakm ak en azından m o
dası geçm iş bir tavır. Tarihin bu sayfası günüm üzde kapanmış
bulunuyor ve gelecekle ilgili seçenekleri anlam ak için, ataları
mızın yolundan gitm e eğilim im izi bastırm am ız gerekli. Ama
Adam Sm ith’in neslini ilkel insanda takas ve değişim eğilim le
ri bulmaya ilen önyargı, onlardan sonra gelenleri de eski in
sanlara karşı toptan bir ilgisizliğe itti, çünkü artık eski insanın
bu soylu tutkulara kapılmadığı biliniyordu. Piyasa yasasını do
ğanın içinde yaşayan insana atfedilen eğilim lere dayandırmaya
kalkan klasik iktisatçıların geleneği, yerini “uygar olm ayan”
insanın kültürlerine, çağım ızın soru nlarının anlaşılm ası a çı
87
sından yararsız oldukları düşünülerek, ilgisiz kalınm asına bı
rakmıştı.
Eski uygarlıklara karşı böylesine öznel bir tavır, bilim sel dü
şünenlere hiç de çekici gelm em eli. Ö zellikle ekonom ik alanda,
uygar ve “uygar olm ayan” halklar arasındaki farklar ço k fazla
abartılır. Oysa tarihçilere göre, çok yakın zamana kadar, tarım
sal Avrupa’daki çalışm a yaşamı biçim leri birkaç bin yıl ön ce
kinden pek farklı değildi. Sabanın -tem el olarak hayvanların
çektiği bir ça p a - kullanılm aya başlanm asından beri, Batı ve
Orta Avrupa’nın büyük bir bölüm ünde tarım yöntem leri m o
dern çagm başlangıcına kadar aynı kaldılar. Bu bölgelerde uy
garlığın ilerlem esi, esas olarak, siyasal, zihinsel ve manevi bir
ilerlem eydi; maddi koşullar açısından, Isa’dan sonra 1 1 0 0 yılı
nın Avrupası bin yıl önceki Roma dünyasına ancak yetişm işti.
Daha sonraları bile, d eğişim , sanayiden ço k devlet idaresi,
edebiyat, sanat, ama özellikle din ve eğitim kanallarıyla ilerle
di. Ekonom isine bakılırsa, Ortaçağ Avrupası genel olarak eski
İran, Hindistan veya Ç in’le aynı düzeydeydi; zenginlik ve kül
tür açısından kesinlikle iki bin yıl öncesinin Mısır Yeni Krallı
ğıyla boy ölçüşem ezdi. Max Weber, ilkel ik ıisaıın , uygar top-
lumların amaç ve yöntem leri sorunu açısından yararsız bulu
narak bir kenara itilm esine karşı çıkan ilk m odem iktisat ta
rihçilerinden biriydi. Daha sonra yapılan sosyal antropoloji ça
lışmaları, onun kesin olarak haklı olduğunu kanıtladılar. Ç ün
kü, eğer son zamanlarda eski toplum lar üzerine yapılan çalış
maların sonuçlan arasında en çarpıcısını seçm em iz gerekirse,
bunun bir sosyal varlık olarak insanın değişmezliği olduğunu
söyleyebiliriz. İnsanın doğal donanım ı, bütün çağların ve yö
relerin toplum larında hayret verici bir değişm ezlikle karşımıza
çıkıyor, ve insan toplum unun yaşam ını sürdürebilm esi için
gerekli önkoşulların her yerde aynı oldukları görülüyor.
Son zamanlarda yapılan tarih ve antropoloji çalışm alarının
göze çarpan sonucu, insan ekonom isinin, kural olarak, insa
nın sosyal ilişkilerinin içine yerleşm iş olduğu. İnsan, maddi
zenginlik edinm ekteki bireysel çıkarlarını korum ak gayesiyle
hareket etm ez; toplum sal konum unu, sosyal h aklannı ve sos
88
yal değerlerini korum ak üzere hareket eder. Maddi zenginliğe
ancak bu am açlara hizmet ettiği için değer verir. Ne üretim ne
de dağıtım süreci, mal sahipliğiyle ilgili özel ekonom ik çıkar
lara bağlıdır; bu süreç içinde her aşam a, gerekli işlem lerin ya
pılm asını sağlayan bir dizi sosyal çıkara göre ayarlanmıştır. Bu
çıkarlar, avcılık ve balıkçılıkla uğraşan küçük bir toplulukta ve
büyük b ir despotik toplumda önem li farklılıklar gösterecek
lerdir, ama iki durumda da, ekonom ik sistem , ekonom i dışı
amaçlara göre işleyecektir.
Varoluşu sürdürm e açısından, bunun açıklam ası basit. Bir
kabileyi ele alalım . Burada bireyin ekonom ik çıkarı ço k ender
olarak önem kazanır, çünkü büyük felaket durum ları dışında,
topluluk bireylerin aç kalm asını önlem e görevini üstlenm iş
tir. Felaket durum unda da, tehdit altında bulunan bireyin ç ı
karları değil, topluluğun çıkarlarıdır. Ö te yandan, sosyal bağ
ların korunm ası ço k önem lidir, ilk olarak, kabul edilm iş şeref
ve eli açıklık ölçülerinin dışına çıkan birey toplum dan soyut
lanıp toplum dışına itileceği için; İkincisi, uzun dönem de bü
tün sosyal yü k ü m lü lü k ler k arşılık lı old uğu ve bireyin alıp
verme çıkarları en iyi biçim de bu yüküm lülüklerin yerine ge
tirilm esiyle karşılandığı için. Böyle bir durum , bireyin üzerin
de sürekli bir baskı oluşturarak onun bilincind en kişisel ek o
nom ik çık ar kavram ının silinm esine yol açacaktır. O kadar
ki, sonunda birey, birçok durumda (h er durumda değil doğal
olarak) kendi eylem lerinin sonuçlarını böyle bir çıkar açısın
dan değerlendirem ez olacaktır. Bu tavır, ortak avın paylaşıl
ması veya uzak ve tehlikeli bir kabile seferinden elde edilen
lerin bölüşülm esi gibi toplu faaliyetlerin sık sık yinelenm esiy
le iyice yerleşir. Sosyal saygınlık kazanm a açısından cöm ertli
ğe verilen değer o kadar büyüktür ki, tam bir kendini unutma
tavrının dışında hiçbir davranışın çekiciliği kalmaz. K işilikle
rin bununla ilgisi yoktur. İnsan bir değerler bütününe, ya da
diğer insanlara göre, iyi veya kötü, sosyal veya asosyal, kıs
kanç veya cöm ert olabilir. Törensel dağıtım ın kabul edilm iş
ilkelerinden biri, kıskançlık nedenlerini ortadan kaldırmaktır.
Aynı şey, çalışkan, becerikli veya herhangi bir biçim de başarılı
89
bir bahçıvana topluluk içinde yöneltilen övgüler için de söy
lenebilir. (Doğal olarak, eger gerektiğinden fazla başarılı de
ğilse - çok sıra dışı başarılı olma durum larında, birey büyü
kurbanı olduğu d üşü nülerek “haklı n ed en lerle” b ir kenara
itilebilir). İyi veya kötü, insan tutkuları yalnızca ekonom i dışı
amaçlara yönelir. Törensel gösteri, başarılı olanı taklit etmeyi
en uç noktasına itm eye yarar; ortak çalışm a geleneği, n icelik
sel ve niteliksel ölçütleri en büyük düzeye çıkarm a eğilim in
dedir. Karşılık bekleyen, ama karşılığın armağanı alan tarafın
dan verilm esini gerektirm eyen armağan alış verişleri - karm a
şık toplum sal gösteriler, büyü törenleri ve karşılıklı yüküm lü
lü k lerle b irb irin e bağlı gruplar arasındaki ilişk iler yoluyla
d ik k atle d ü zen len en ve k u su rsuz b ir b içim d e k o ru n an bu
yöntem - tek başına, geleneksel olarak sosyal saygınlık sağla
yan nesneler dışında, kazanç, hatta servet kavram ına rastlan
m adığını gösterebilir.
Batı M alinezya topluluğuna özgü bu niteliklerin kabataslak
bu anlatımı içinde, âdet, yasa, büyü ve dinin etkilerini belirle
yen cinsel ve bölgesel örgütlenişten söz etm edik, çünkü yal
nızca sözde ekonom ik am açların nasıl sosyal yaşamın çerçeve
si içinden kaynaklandıklarını göstermeye çalışıyorduk. Bütün
m odern etnografların söz birliği ettik leri nokta bu: K azanç
am acının yokluğu, ücret karşılığı çalışm a ilkesinin yokluğu,
çalışırken sarfedilen gayreti olabildiğince azaltm a gayretinin
yokluğu ve, özellikle, ekonom ik am açlar üzerine kurulu ayrı
ve belirgin bir kurum un yokluğu. O zaman, üretim ve dağıtı
m ın düzeni nasıl sağlanıyor?
Bu soru, iktisatla ilk elden ilişkisi olmayan iki davranış ilke
si yardımıyla yanıtlanabilir: Bu ilkeler, k a r ş ılık lılık (recip ro
city) v e y en id en dağıtım (red istribution).1 Bu tür bir ekonom i
ye örnek olarak aldığımız Batı M alinezya'nın Trobriand adalı
ları arasında, karşılıklılık, özellikle toplum un cinsel örgütlen
m esine, yani aile ve akrabalığa bağlı olarak işlev görüyor; ye
niden dağıtım ise, ortak bir şefin em rindekilerle ilgili olarak
90
etkin lik kazanıyor, yani bölgesel n itelikte. Şim di bu ilkeleri
ayrı ayrı gözden geçirelim .
Ailenin -k a d ın la r ve ço cu k la rın - geçim i, ana tarafından ak
rabaların yüküm lülüğü. Kızkardeşi ve onun ailesine bakan,
m ahsulünün en iyi bölümünü onlara ayıran erkek, iyi davra
nışları için takdir edilecek, ama bundan maddi çıkar sağlama
yacaktır; eğer bu sorum lulukları yerine getirm ezse, ilk tehlike
ye giren şey topluluk içindeki şöhreti olacaktır. Karşılıklılık il
kesi, onun karısı ve çocukları yararına da işler, böylece erkek
de, iyi yurttaşlık görevlerini yerine getirdiği için dolaylı olarak
ödüllendirilm iş olur. Ürününün, hem kendi bahçesinde, hem
de ürünün bir kısm ını verdiği kişinin bahçesinde törensel ola
rak sergilenm esi, kişinin bahçıvanlık n itelik lerin in herkesçe
bilinm esini sağlayacaktır. Burada, bahçe ve ev ekonom isinin,
usta çiftçilik ve iyi vatandaşlıkla ilgili sosyal ilişkilerin bir par
çasını oluşturduğu açıkça görülüyor. K arşılıklılık genel ilkesi,
hem üretim in, hem de aile yaşamının sürdürülm esine yardım
cı olmakta.
Yeniden dağıtım ilkesinin etkinliği de daha az değil. Ada
üretim inin büyük bir bölümü köyün ileri gelenleri tarafından,
depolanmak üzere, şefe teslim ediliyor, ama topluluk faaliyet
lerinin tüm ü, ziyafetler, danslar ve ad alıların birbirlerin i ve
başka adalardan k om şu ların ı ağ ırlad ıkları diğer to p lan tılar
çevresinde yer aldığı için, depolama sistem i büyük önem kaza
nıyor. Ekonom ik açıdan, depolam a, yürü rlü kteki iş bölüm ü
sistem inin, dış ticaretin, toplumsal am açlarla vergi koym anın,
savunma gereklerinin çok önem li bir parçası. Ama her eylem
sosyal sistem in bütünü içinde yer aldığı için, ekonom ik siste
me özgü bu işlevler, ekonom i dışı am açlara bol bol yer veren
çok yoğun deneyim ler içinde özüm senm iş dürümdalar.
Bununla birlikte, eğer yürürlükteki kurum sal kalıplar uygu
lamaya yatkın değillerse, bu tür davranış ilkeleri etkinlik kaza
namazlar. K arşılıklılık ve yeniden dağıtım ilkeleri, yazılı kayıt
lar ve karmaşık idare yöntem leri olm adan ekonom ik sistem in
işlerliğini sağlayabiliyorlarsa, bu yalnızca söz konusu toplum-
lann, sim etri (sym m etry) ve m erkezleşm e (cen tricily) kalıpla-
91
nnın yardımıyla böyle bir çözüm ün gereklerini karşılam ış ol
malarına bağlıdır.
K arşılılık lılık ilkesin in işleyişi, yazı kullanm ayan h alk lar
arasında sosyal örgütlen m enin sık sık rastlanan b ir özelliği
olan sim etri dediğimiz kurumsal kalıp yardımıyla büyük ölçü
de kolaylaşır. K abile alt bölünm elerinde çarpıcı b ir biçim de
ortaya çıkan “ikildik” (duality), bireysel ilişkilerin çiftlere ay
rılabilm elerine yol açar ve böylece, sürekli kayıtların bu lu n
madığı durumlarda, mal ve hizm et alışverişini düzenler, ilkel
toplum un her alt bölünm eye bir eş parça oluşturan öğeleri,
hem sistem in tem elind eki karşılılılık davranışlarından kay
naklanırlar, hem de bu yöndeki faaliyetleri desteklerler. “İkili-
liğin” başlangıcı üzerine çok az şey biliyoruz, ama Trobriand
adalarındaki her kıyı köyünün, iç kesim lerde bir “eşi” olduğu
görülüyor. Böylece, ekm ek ağacı meyveleriyle balık değişimi,
zaman içinde kopuk bir armağan alışverişi görüntüsü altında,
son derece düzenli bir biçim de örgütlenebiliyor. Kula ticare
tinde de, h er bireyin başka adalardan birinde bir eşi vardır, do
layısıyla karşılıklılık ilişkisi dikkate değer bir biçim de kişisel-
leştirilmiştir. Kabile içi alt bölünm elerde, yerleşme m erkezleri
nin konum unda ve kabileler arası ilişkilerde sık sık görülen si
metri olmasaydı, birbirinden ayrı alışveriş eylem lerinin uzun
dönemdeki etkisine dayanan yaygın bir karşılıklılık uygulana
mazdı.
Bir ölçüde gene bütün insan topluluklarında görülen m er
kezleşm e gibi bir kurumsal kalıp da, mal ve hizm etlerin top
lanm ası, depolanm ası ve yeniden dağıtılm asını yönlendirir.
Avcı bir kabilenin üyeleri, genellikle avı yeniden dağıtım için
kabile şefine teslim ederler. Avcılığın niteliği gereği, ürün m ik
tarı istikrarsızdır, ayrıca ortak bir çaba sonucu elde edilmiştir.
Bu koşullar altında, her avdan sonra grubun birbirine girm esi
ni önleyebilecek tek dağıtım yöntem i budur. Ama bütün bu
tip ekonom ilerde benzer ihtiyaçlara rastlanır. Alan genişleyip
üretimin çeşitliliği arttıkça da, yeniden dağıtım etkin bir iş bö
lüm üne dönüşür, çü nkü artık m ekan içinde birbirinden ay-
nlm lış üretici gruplarını birleştirm ek durumundadır.
92
Sim etri ve m erkezleşm e, karşılıklılık ve yeniden dağıtımın
gerekleriyle bütünleşirler; kurumsal kalıplar ve davranış ilke
leri, karşılıklı uyum içindedirler. Sosyal örgüt kendi doğrultu
sunda yürüdüğü sü rece, bireysel ek o n o m ik dürtülere gerek
duyulmaz; kişisel çaba gösterm ekten kaçınılm ası gibi bir so
rundan korkm ak gereksizdir; iş bölüm ü kendiliğinden sağla
nacak, ekonom ik yüküm lülükler gerektiği gibi yerine getirile
ceklerdir; ve en önem lisi, bütün toplu ziyafederde coşkun bir
servet gösterisi yapılabilmesi için gerekli maddi olanaklar sağ
lanacaktır. Böyle bir topluluğa kâr fikri girem ez; pazarlık et
mek k ınanır; elindekini avucundakini cöm ertçe dağıtm ak bir
m eziyet olarak görülür; o ünlü takas ve değişim eğilim ine de
rastlanmaz. Yani ekonom ik sistem , yalnızca sosyal örgütleni
şin bir fonksiyonudur.
Bundan kesinlikle bu tür sosyo-ekonom ik ilkelerin yalnızca
küçük topluluklara ve ilkel yöntem lere özgü şeyler olduğu,
kazançsız ve piyasasız b ir toplum un m utlaka basit olm ası ge
rektiği sonucu çıkarılm am alı. Batı M alinezya’da karşılıklılık il
kesine dayanan “Kula halkası”, insanlığın bilinen en karmaşık
ticaret işlem lerini oluşturuyor. Piram itler uygarlığında ise, ye
niden dağıtım ilkesi devasa bir düzeyde uygulanıyordu.
Trobriand Adaları, kabaca bir daire oluşturan bir takımada
nın içinde yer alırlar ve bu takımada halkının önem li bir bölü
mü zam anının çoğunu Kula ticaretini olu ştu ran faaliyetlere
ayırır. Yapılana licareı diyoruz, ama ne parasal ne de aynı bir
biçim de kâr söz konusu değildir; mal biriktirm ek, mallara sü
rekli sahip olm ak diye bir şey yoktur; elde edilen m alların kul
lanımı o n lan n başka birine verilmesiyle gerçekleşir; pazarlık,
takas, trampa veya değişim işin içine girm ez; işlem ler tümüyle
görgü kuralları ve büyü yoluyla yürütülür. G ene de yapılan ti
carettir, bu halka biçim indeki takım adanın yerlileri, belirli ara
lıklarla büyük seferler düzenleyerek değerli m alları, yelkova
nın işlediği yönd e ilerley erek , takım ad ayı çev reley en uzak
adalara götürürler. Diğer seferlerle de, d iğer değerli m allar,
ters yönde ilerleyerek, başka adalara götürülür. Uzun dönem
de bu iki tip mal -geleneksel yöntem lerle yapılan beyaz deniz
93
kabuğundan bileziklerle, kırm ızı deniz kabuğundan gerdan
lık la r- tamamlanması on yıl sürebilecek bir yol izleyerek takı
madanın çevresinde döner. Ayrıca, Kula’da birbirleriyle eşde
ğerli bilezik ve gerdanlıklar alıp vererek bir karşılıklılık ilişki
sine giren çiftler vardır - bu armağanların daha önce önem li
biri tarafından kullanılm ış olması tercih edilir. Uzak m esafele
re götürülen değerli malların böylesine sistem atik ve örgütlü
alışverişi, haklı olarak, ancak ticaret kavramıyla tanım lanabi
lin Ama bu karm aşık mekanizm a, bütünüyle karşılıklılık ilke
sine dayanarak yürütülm ektedir. Yüzlerce m illik uzaklıklara
ve onlarca yıla uzanan, yüzlerce insan arasında herbiri ötekin
den kesinlikle farklı binlerce nesne kanalıyla bir bağ oluşturan
bu karmaşık sistem , hiçbir kayıt ve idare m ekanizm ası olm a
dan, aynı zamanda da kazanç veya takas amacına rastlanm a
dan yürütülebiliyor. Hakim olan takas eğilim i değil, sosyal
davranışlarda karşılıklılık ilkesi. Gene de, alınan sonuç ekon o
mik alanda akıllara durgunluk veren bir örgütlenm e başarısı.
G erçeklen de, ince m uhasebe yöntem lerine dayanan en ileri
modern piyasa düzeninin bile, böyle bir işin altından kalkıp
kalkamayacağını düşünm ek ilginç olurdu. Herhalde, birbirin
den farklı mallar alıp salan sayısız tekel karşısında ve her satış
işlemine konulan sayısız kısıtlam a içinde, zavallı satıcılar nor
mal bir kâr elde edem ezler ve işi bırakmayı seçerlerdi.
Avlanm aktan d önen erkeğin de kök, meyva veya yaprak
toplamaktan dönen kadının da, ellerindekinin çoğunu toplu
luğun kullanım ına ayırmaları beklenir. Uygulamada bu, onla
rın faaliyetlerinin ürününü birlikte yaşadıkları insanlarla pay
laşmaları anlamına gelir. Bu noktaya kadar karşılıklılık ilkesi
geçerlidir; bugün verileni, yarın alınan karşılar. Buna karşılık,
bazı kabilelerde şefin, ya da grup içinde önem li birinin, kişili
ğinde bir aracı ortaya çıkar; özellikle depolam anın gerektiği
durumlarda, alan ve elindekini dağıtan odur. Burada tam anla
mıyla yeniden dağıtım söz konusudur. A çıkça görülebileceği
gibi, bütün toplum lar ilkel avcılar gibi dem okratik olamaya
caklarından, böyle bir dağıtım yöntem i her türlü sonuç verebi
lir. Yeniden dağıtım ı, nüfuzlu bir aile veya sivrilm iş bir birey,
94
baştaki soylular veya bir bürokrat topluluğu gerçekleştirebilir.
Bunların h erbiri, uyguladıkları dağıtım y öntem i aracılığıyla
kendi siyasal güçlerini artırmaya çalışacaklardır. Kwakiutl yer
lilerinin potlaç töreninde, şef için elindeki hayvan postlarını
sergilemek ve dağıtmak bir şeref sorunudur; ama bunu, alan
ları yüküm lülük altına sokacak, borçlandıracak ve nihayet ya
naşması olmaya zorlayacak bir biçim de yapar.
Bütün geniş çaplı ekonom iler yeniden dağıtım ilkesi yardı
mıyla yönetilmişlerdir. Babil’de Hammurabi Krallığı ve özellik
le M ısır’ın Yeni Krallığı, böyle ekonom iler üzerine kurulu bü
rokratik despotluklardı. Burada ataerkil ailenin muazzam bo
yutlarda bir m odelini buluyoruz. Ama bu aile içindeki “komü
nist” dağıtım kadem elenm iş ve paylar arasında büyük farklı
lıklar oluşm uştu. Hayvancı olsun, avcı, fırıncı, bira mayalayı-
cısı, çöm lekçi, dokum acı olsun, ne yaparsa yapsınlar, bütün
köylülerin ürettiklerini toplayıp biriktirm ek için sayısız depo
vardı. Ürün miktarı dikkatle kayıtlara geçirilir ve yerel olarak
tü ketilm eyen bölüm ü küçük depolardan bü yü klere sürekli
n akled ilerek F iravu n ’un sarayına ulaşırdı. Kum aşlar, sanat
.eserleri, süs eşyası, kozm etik malzeme, güm üş işleri ve kralın
giyecekleri için ayrı ayrı hazine daireleri bulunuyordu; muaz
zam tahıl depolan, silah depolan ve şarap mahzenleri vardı.
Ama piram it usıalarınınki gibi geniş düzeyde yeniden dağı
tım, yalnızca parayı tanımayan ekonom ilere özgü değildi. As
lında, bütün eski krallıklarda vergi ve ücret ödemeleri için ma
deni para kullanılır, ama diğer ödem eler için silolara ve depo
lara başvurulurdu. Buralardan her çeşit mal, özellikle toplu
mun üretici olmayan kesim ine, yani m em urlara, bürokratlara
ve soylulara dağıtılırdı. Ç in’de, lnka lm paratorluğu’nda, Hint
Krallıklarında ve Babil’de uygulanan, bu sistem di. Büyük eko
nomik başarılar sağlamış birçok başka uygarlıkta olduğu gibi,
buralarda da, yeniden dağıtım mekanizması karmaşık bir işbö
lümünü yönlendiriyordu.
Feodal koşullar altında da bu ilke.geçerliydi. Afrika’nın et
nik olarak katm anlaşm ış loplum larında, yüksek katm anları,
bazen, toprağı kazmak için hâlâ sopa veya basit bir çapa kulla-
95
nan ziraatçıların arasına yerleşen çobanlar oluşturur. Ç obanla
ra verilen armağanlar, büyük ölçüde tahıl veya bira gibi tarım
sal ürünlerdir, onların dağıttığı armağanlar ise koyun veya ke
çi gibi hayvanlardır. Bu durumlarda, toplumun çeşitli katm an
ları arasında bir iş bölüm üne, ama eşitsiz bir iş bölüm üne rast
lanır: Dağıtım çoğu zaman bir söm ürü yöntem ini gizlem ekte
dir, ama aynı zamanda da, birlikte yaşam, işbölüm ünün art
masıyla, iki katmana da yarar sağlar. Ayrıcalıklı değer, ister sü
rüler, ister toprak olsun, siyasal olarak bu tür toplum lar feodal
bir rejim altında yaşarlar. “Doğu Afrika’da, sığır y etiştirilen
m alikanelere" rastlanıyor. Yeniden dağıtım konusundaki açık
lam alarda, çalışm a ların d an büyük ölçü d e y ararlan d ığım ız
Thurnwald, bu yüzden, feodalizmin her yerde bir yeniden da
ğıtım m ekanizm asının varlığına işaret ettiğini söylüyor. Yalnız
ca çok ileri koşullarda ve olağanüstü durumlarda, bu sistem in
siyasal niteliği, Batı Avrupa’da olduğu gibi, ağır basıyor. Bura
da değişiklik, vasalın korunm a ihtiyacından kaynaklanm ış ve
armağanlar feodal vergilere dönüşm üştü.
Bu örnekler, ayrıca, yeniden dağılım ın ek o n o m ik sistem i
sosyal ilişkiler ağının içine alma eğilim ini gösteriyorlar. Kural
olarak, yeniden dağıtım ın, yürürlükteki siyasal rejim in (kabi
le, şehir devleti, sürü veya toprak feodalizmi gibi) bir parçası
nı oluşturduğunu görüyoruz. M alların üretim i ve dağıtım ı,
toplam a, depolam a ve yeniden dağıtım yoluyla örgütleniyor
ve m ekanizm anın işleyişi içinde şef, tapınak, despot veya fe
odal bey önem kazanıyor. Y önetici grupla yönetilenler arasın
daki ilişki politik gücün tem ellerine göre değiştiği için , yeni
den dağıtım ilkesi, avcıların avı kendi istekleriyle paylaşm ala
rından, fellahların ceza tehdidi alımda aynî vergilerini ödem e
lerine kadar değişen b irço k kişisel davranış n ed enine bağlı
olabiliyor.
Bu açıklam ada, b ilin çli olarak, h om ojen ve katm anlaşm ış
toplum lar arasınd aki ö n em li ayrım ı d ikkate alm adık. Yani,
sosyal olarak birleşm iş toplumlarda, yönetenlerle yönetilenle
re ayrışm ış olanlar arasında bir aynm yapmadık. K öleler ve
efendiler arasındaki sosyal konum farklarıyla bazı avcı kabile
96
lerin özgür ve eşil bireyleri arasında büyük bir uçurum oldu
ğundan, iki toplumda davranışları belirleyen unsurlar da farklı
olacaktır. G ene de, ekonom ik sistem , değişik insan ilişkilerin
ce belirlenen değişik kültürel özelliklerin yanında yer alan bir
birinin aynı ilkeler üzerine kurulm uş olabilir.
Tarihle büyük bir rol oynamış olan ve insanın kendi kulla
nım ı için yaptığı üretimi içeren üçüncü ilkeye, ev idaresi (h o-
usehold ing) diyeceğiz. Yunanlılar buna o e c o n o m ia derlerdi,
“ekonom i” sözcüğünün kökeni de bu. Etnografya kayıtlarına
bakılırsa, bir kişinin veya grubun kullanım ı için üretim in, kar
şılıklılık veya yeniden dağıtımdan daha eskiye giLtigini varsay
mak için bir neden yok. Tersine, geleneksel düşüncenin de,
bazı yeni kuram ların da, yanlışlığı kanıtlanm ış durumda. Ken
disi veya ailesi için yiyecek arayan ve avlanan bireyci vahşi ti
pi, hiç varolmadı. G erçekte, ailenin ihtiyaçlarını karşılam ak,
ancak tarım ın ileri bir düzeye ulaşm asından sonra ekonom ik
yaşamın bir özelliği durumuna geldi; bununla birlikte, o za
man bile, bunun ne kazanç dürtüsü, ne de piyasa kurumuyla
bir ilişkisi vardı. Kapalı bir grup içinde biçim lenen bir şeydi
bu. Kendine yeten birim i ister aile, ister m alikane oluştursun,
ilke her zaman aynı: Yani, grup üyelerinin ihtiyaçlannı karşı
lamak için üretim ve depolama. İlkenin uygulama alanı karşı
lıklılık ve yeniden dagıtım ınki kadar yaygın. Kurumsal özün
niteliği önem li değil: Ataerkil ailede görüldüğü gibi cinsiyet de
olabilir bu, köy yerleşim inde olduğu gibi mekansal da; ya da,
feodal beyin m alikanesindeki gibi siyasal. Grubun iç örgütle
nişi de önem siz. Roma ailesi (fam ilia) gibi despotça, ya da G ü
ney Slav tadragası gibi dem okratik bir biçim de yönetiiebilir.
Karolenj soylularının arazileri kadar geniş, Batı Avrupa’nın or
talama çiftlikleri kadar küçük olabilir. Bütün bu durumlarda,
ticaret ve piyasaya duyulan ihtiyaç, karşılıklılık ve yeniden da
ğıtım durum larında olduğundan fazla değildir.
Aristo’nun iki bin küsur yıl önce genel kural olarak kabul
ettirm eye çalıştığı, işte bu durumdu. Şim di, dünya çapında bir
piyasa ekonom isinin giderek alçalm akta olan zirvesinden geri
ye baktığım ızda, PoIitiJea’s ının giriş bölüm ünde ev idaresi ile
97
para kazanma arasında yaptığı ünlü ayrım ın, sosyal bilim ler
alan ın d a yap ılan g elm iş g eçm iş k e h a n etle rin h erh ald e en
önem lisi olduğunu görebiliyoruz. Bu konuda elim izde bulu
nan çözüm lem elerin en iyisinin bu olduğu kuşkusuz. Aristo
ev idaresinin özünü, kazanç için üretime karşı kullanım için
üretimin oluşturduğunu vurguluyor; ama piyasa için yan üre
tim in, satılan malın nasıl olsa geçim dürtüsüyle üretildiği du
rumlarda, evin kendine yeterliliğini bozmayacağını öne sürü
yor; “artan ürünün satılm ası ev idaresinin tem elini sarsm az”
diyor. Kazancın piyasa için üretime özgü bir dürtü olduğunu
ve para unsurunun bir yenilik oluşturduğunu, gene de piyasa
ve para genelde kendine yeterliliğini koruyan ev ekonom isi
içinde ikinci planda kaldıkları sürece, kullanım için üretim il
kesinin geçerli olabileceğini, yalnızca Aristo gibi bir sağduyu
dehası görebilirdi. Bunda kuşkusuz haklıydı, ama Yunan eko
nom isinin kendini toptan ticaret ve dış sermayeye bağımlı kıl
dığı bir ortamda piyasaların varlığını gözardı etm enin sakatlı
ğını göremedi. Oysa devir, Delos ve Rodos’un nakliye sigorta
sı, deniz ticareti kredileri, ciro bankacılığı üzerine kurulu, bin
yıl sonraki Avrupa’nın yanlarında ilkelliğin ta kendisi gibi ka-
lacaği ticaret m erkezlerine dönüştüğü devirdi. G ene de Balliol
K oleji dekanı Jo w ett, ev idaresiyle para kazanm a arasındaki
farkı Aristo’dan daha iyi anlam ış olduğunu düşünm ekte çok
haksızdı. Jo w ett, “insanla ilgili bilginin konusunu oluşturan
şeyler içiçe girm iş durumdadır, Aristo’nun devrinde bunları
birbirinden ayırmak kolay değildi” diyerek Aristo’ya özür bul
maya çalıştı. Doğru, Aristo iş bölüm ünün sonuçlarını, bunun
piyasalar ve parayla ilişkisini açıkça görem em işti, paranın kre
di ve sermaye olarak kullanım ını da anlamıyordu. Buraya ka
dar Jo w ett’in yargısı geçerli. Ama para kazanma uğraşının in
sani sonuçlarını göremeyen Aristo değil, Balliol’un dekanıydı.
Kullanım ve kazanç ilkeleri arasındaki farkın yepyeni bir uy
garlığın belirleyicisi olduğunu göremeyen oydu. Oysa Aristo,
devrinin daha taslak halindeki piyasa ekonom isine bakarak,
bu uygarlığın ana hatlarını onun tam biçim ini alm asından iki
bin yıl önce doğru bir biçim de tanım layabilm işti. Jo w ett ise.
98
gözünün önündeki son biçim ini alm ış örneği gözden kaçırı
yordu. Aristo, kazanç için üretim ilkesini “insan doğasına uy
gun olm adığı”, hiçbir sınır tanımadığı için reddederken, çok
önem li bir noktaya, sınırları oluşturan sosyal ilişkilerden ba
ğımsız ekonom ik am açlar olamayacağına, işaret ediyordu.
Genelde, Batı Avrupa feodalizminin sonuna kadar, tanıdığı
mız bütün ekonom ik sistem lerin, ya karşılıklılık, yeniden da
ğıtım ve ev idaresi ilkelerine, ya da bu üçünün bir bileşim ine
göre düzenlenm iş oldukları önermesi geçerliliğini koruyor. Bu
ilkeler, sim etri, m erkezleşme ve kendine yeterlilik kalıpların
dan yararlanan sosyal yöntem lerle kurum sallaşıınlm ışlardı. Bu
çerçeve içinde, malların düzenli olarak üretilip dağıtılması, ge
nel davranış ilkelerine göre biçim lenm iş bireysel dürtüler ara
cılığıyla sağlanıyordu. Bu dürtüler arasında, kazanç önemli bir
yer tutmuyordu. Âdetler ve yasalar, büyü ve din elele vererek
bireyi ekonom ik sistem in işleyişini sağlayan davranış kuralla
rına uymaya yöneltiyorlardı.
Yunan-Roma devri, gelişmiş ticaretine karşın, bu bağlamda
bir istisna oluşturmuyordu; dönemin belirleyici özelliği, tem e
lini ev idaresinin oluşturduğu bir ekonom i içinde Roma yöne
liminin uyguladığı geniş çapta tahıl dağıtım ıydı. Bu örnek. O r
taçağın so n u n a kadar ek o n o m ik sistem iç in d e p iyasaların
önemli bir rol oynamadığını, başka kurumsal kalıpların geçerli
olduğunu belirlen kurala ters düşmüyor.
O naltıncı yüzyıldan bu yana piyasalar hem çoğaldı, hem de
önem kazandılar. Hatta m erkantilist sistem içinde hüküm etin
ana sorunu durumuna geldiler; gene de piyasaların insan top-
lumunu kontrol altına alacaklarını gösteren bir belirti yoklu.
Aksine, d üzenlem e ve m üdahaleler h er zam ankind en daha
şiddetliydi; kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikri bile yok
tu ortada. Şim di, ondokuzuncu yüzyılda yepyeni bir ekonom i
biçim ine birdenbire nasıl geçildiğini anlam ak için, piyasanın
tarihine, g eçm işteki ekonom ik sistem leri gözden geçirirken
neredeyse bütünüyle konu dışı bırakabildiğim iz bu kurumun
tarihine bakmalıyız.
99
5. Piyasa Kalıbının Evrimi
100
liyorlarsa, takas ilkesi de, diğer ilkelerin önem kazandığı bir
toplumda ikincil bir konuma sahip olabilir.
Ama, bazı açılardan, takas ilkesi öteki ilkelerle aynı düzeyde
değildir. Bağlı olduğu piyasa kalıbı, sim etri, merkezleşm e veya
kendine yeterlilikten daha belirgindir. Aslında, bunlar, piyasa
kalıbıyla karşılaştırıldıklarında, yalnızca “özellikler” olarak or
taya çıkar ve tek bir işlev gören kavramlar oluşturmazlar. Si
m etri yalnızca sosyolojik bir d üzenlem edir; yeni kuram lara
yol açmaz, yalnızca varolan kurum lan biçim lendirir. Bir kabi
lenin ya da köyün sim etrik olarak düzenlenip düzenlenm em e
si, belirgin kuram lann varlığı ya da yokluğu dem ek değildir.
Sık sık belirgin kuram lar yaratmakla birlikte, m erkezleşm e de,
ortaya çıkan kurum un tek bir işlev görm esini gerektirm ez. Ö r
neğin kabile reisi (village headm en) veya başka bir m erkez!
görevli, bir dizi değişik siyasal, askerî, dini veya ekonom ik gö
revi aynı anda üstlenebilir. Nihayet, ekonom ik kendine yeter
lilik, dışarıya kapalı bir grubun yalnızca bir yan özelliğidir.
Oysa kendine özgü bir dürtüye, takas dürtüsüne bağlı olan
piyasa kalıbı, belirgin bir kurum u, piyasayı, yaratabilir. Sonuç
ta, ekonom ik sistem in piyasa tarafından kontrolünün toplum
sal düzenin bütününü etkileyen so n u çlar verm esi de, buna
bağlıdır: Bu da, bütün toplum un piyasanın bir parçası olarak
işlemesi anlamına gelir. Ekonom i toplumsal ilişkiler içine yer
leşecek (em bedded) yerde, sosyal ilişkiler ekonom ik sistem in
içine yerleşirler. Ekonom ik unsurun toplum un varoluşu açı
sından taşıdığı hayatî önem başka bir sonuca varılmasını en
geller. Çünkü bir kez ekonom ik sistem belirgin dürtülere da
yanan ve özel sosyal konumlara yolaçan ayrı kuram lar aracılı
ğıyla düzenlenince, toplumun da bu sistem in kendi yasalarına
göre işlem esine olanak verecek biçim de düzenlenm esi gerekir.
Çok duyduğumuz “piyasa ekonom isi ancak bir piyasa toplu-
munda işleyebilir" cüm lesinin anlamı budur.
Tek tek piyasalardan bir piyasa ekonom isine, dışardan dü
zenlenen piyasalardan kendi kurallarına göre işleyen piyasaya
geçiş gerçekten çok önem li. O ndokuzuncu yüzyıl, bu geçişi
uygarlığın zirvesi olarak yücelttiğinde de, onu kanserli bir bü
101
yüme olarak görüp yakındığında da, bu gelişmeyi, büyük bir
saflıkla, piyasaların yayılmasının doğal bir sonucu olarak gör
dü. Oysa, piyasaların kendi kurallarına göre işleyen çok güçlü
bir sisıem e bağlanışı, piyasaların çığ gibi büyüm e eğilim iyle
açıklanam azdı. Bu, toplum sal bünyeyi, aynı derecede yapay
bir olguya karşı korum ak için geliştirilm iş, yapay uyarıcıların
etkilerine bağlıydı. Kendi içinde piyasa kalıbının sınırlı ve ya
yılma eğilimi olmayan niteliği gözden kaçm ıştı; oysa, modem
araştırm acılar bu gerçeği çok inandırıcı bir biçim de ortaya ko
yuyorlar.
“Piyasalara her yerde rastlanmaz; yoklukları, belirli bir ken
dini dışardan soyutlayış ve ayrı kalma eğilim ine işaret etse de,
aynı varlıkları gibi, belirli bir gelişmenin göstergesi olarak dü
şü n ü lem ez.” Thu rn w ald 'in ilk e l T op lu lu klard a Duiscü'ından
(E co n o m ics in Prim itive C om m u nities) alın m ış bu renksiz
cüm le, konuyla ilgili modern araştırmaların sonuçlarını özetli
yor. Başka bir yazar, Thurnwald'in piyasalarla ilgili olarak söy
lediklerini, parayla ilgili olarak tekrarlıyor: “Bir kabilenin para
kullanıyor olm ası, onunla aynı kültürel düzeydeki para k ul
lanmayan kabileler arasında önem li bir ekonom ik farklılaşma
oluşturm uyordu.” Bizim , bu cüm lelerden çıkan anlam ın bazı
yapıcı yönleriyle dikkat çekm ekten başka bir şey yapmamız
gerekmiyor.
Piyasaların veya paranın varlığı ya da yokluğu, ilkel bir top
lum un ek o n o m ik sistem ini etkilem ez; bu paranın piyasalar
açıp işbölüm ünün artmasını sağlayarak, insanın takas ve deği
şim eğilim ini dizginlerinden kopartarak, kaçınılm az bir top
lumsal dönüşüm e yol açan bir buluş olduğu yolundaki ondo-
kuzuncu yüzyıl efsanelerini çürütüyor. Yerleşmiş iktisat tarihi
görüşleri, piyasaların önem inin sınırsız bir biçim de abartılm a
sına dayanıyordu. Oysa, “belirli bir kendini soyutlayış” ve bel
ki de “bir ayrı kalma eğilim i”, ekonom ik özellikler açısından
piyasaların varolm amasından çıkarabileceğim iz tek son uç; iç
ekonom ik düzen bakım ından varlıkları veya yoklu kları hiç
fark etmiyor.
Bunun nedenleri basil. Piyasalar ekonom inin içinde değil.
102
dışında işleyen kurumlar. Uzak mesafeler arası ticaretin buluş
ma yerleri. Yerel piyasaların etkisi ise önem siz. Aynca, ne uzak
mesafelerarası ticaret piyasaları, ne de yerel piyasalarda reka
bet yok. Sonu ç olarak da, bölgesel bir ticaret, yerel veya ulusal
bir piyasa oluşm ası için herhangi bir baskı yok. Bu önerm ele
rin h er biri, klasik iktisatçıların aksiyom atik varsayımlarından
bazılarını sarsıyor, ama modern araştırm anın ışığında ortaya
çıkan gerçeklerle uyum içinde.
G erçekten de durumun m antığı, klasik doktrinin temelinde
yatan mantığın hem en hem en lam tersi. Yerleşmiş öğreti, bire
yin takas eğilim inden yola çıktı; bu eğilim den yerel piyasaların
ve işbölüm ünün gerekliliği sonucunu çıkard ı; ve nihayet tica
retin, giderek dış ticaretin, hatta uzak m esafeler arası ticaretin,
gerekliliği sonu cu n a vardı. Bugünkü bilgim izin ışığında bu
mantığı neredeyse tam tersine çevirm em iz gerekiyor: G erçek
başlangıç noktasını uzak mesafeler arası ticaret oluşturuyordu,
bu da malların coğrafî konum u ve bölgeler arası “iş bölüm ü
nün" bir sonucuydu. Uzak mesafeler arası ticaret, çoğu zaman
piyasaları ortaya çıkarıyordu. Yani takas ve paranın kullanıldı
ğı durumlarda, alış-veriş faaliyetlerine yer veren, dolayısıyla da
çoğu kez (am a k esin lik le her zam an d e ğ il), bazı bireylere,
kendilerine atfedilen pazarlık eğilim lerine uyma olanağı tanı
yan bir kurum çıkıyordu ortaya.
Bu yaklaşım ın lemel özelliği, ticaretin başlangıcının, ekono
minin içsel örgütlenişinden bağım sız olarak dış dünyada yer
alması: “Avlanma sırasında gözetilen bazı ilkelerin b ölg e sınır
ları dışında bulunan bazı malların elde edilm esinde uygulan
masıyla, daha sonra bize ticaret olarak görünen bir değişim tü
rü ortaya ç ık tı.”3 Ticaretin doğuşunu araştırırken, başlangıç
noktam ız, av örneğindeki gibi, uzak m esafedeki malların elde
edilmesi olm alı. “O rta AvusturyalI D ieri’ler her yıl Temmuz
veya Ağustosta bedenlerini boyamak için kullandıkları kırmızı
aşı boyasını elde edebilm ek için güneye doğru bir sefer düzen
lerler... Komşuları Yanlruw unlalar da, 8 0 0 kilom etre uzaklık-
103
taki Flinders Tepesinden kırmızı aşı boyası ve ot tohum larını
ezm ek için kullandıkları taşları getirmek için aynı tür girişim
lerde bulunurlar. İki durumda da, eğer yerel halk aranan nes
nelerin alınıp götürülm esine karşı çıkarsa, savaşmak gerekebi
lir...” Bu tip bir talep ya da define avcılığı, bizim eskiden tica
rete yakıştırdığımız haydutluk ve korsanlık özellikleri taşır; te
mel olarak tek yönlü bir faaliyettir. İkili bir biçim alm ası, yani
“belirli bir değişim b içim in e” dönüşm esi, çoğu zam an ilgili
güçlerin birbirlerine bir tür şantaj yapmalarıyla olur; ya da,
Kula halkasında, Batı Afrika Pengwe’lerinin ziyaret toplan tı
sında veya şefin bütün ziyaretçileri ağırlamakta direterek dış
ticareti tekeli altına aldığı Kpelle’lerde olduğu gibi, karşılıklılık
düzenlem eleri, faaliyeti iki yönlü bir duruma getirir. Doğru,
bu ziyaretler rastlantısal şeyler değil, onların olmasa bile bizim
açımızdan gerçek ticaret yolculukları; gene de, mal değişimi,
her zaman, karşılıklı armağanlar kisvesi altında, genellikle zi
yaretler aracılığıyla gerçekleşiyor.
Vardığımız sonuç, insan topluluklarının dış ticaretten hiçbir
zaman bütünüyle uzak olm am aları, ama bu ticaretin m utlaka
piyasalar gerektirm ediği. Dış ticaret, başlangıcında, takastan
çok macera, keşif, av, korsanlık ve savaş nitelikleri taşıyor. Ne
barış ne de iki yönlü b ir ilişki anlam ı taşımadığı olabiliyor,
ama bu iki anlamı da taşıdığı durumlarda, genellikle, takas de
ğil, karşılıklılık ilkesine göre düzenleniyor.
Barışçı takasa geçiş iki açıdan incelenebilir: Takas açısından
veya barış açısından. Yukarıda belirtildiği gibi, bir kabile sefe
ri, ilgili güçler tarafından yerinde saptanan bazı koşullar doğ
rultusunda yer alabilir, örn eğin yabancılardan arm ağanlara
karşılık vermeleri istenebilir; bu tip bir ilişki, bütünüyle barış
çı olmamakla birlikte, takasa yol açabilir ve böylece tek taraflı
yürütülen şey iki taraflı yürütülen şeye dönüşür. Diğer gelişme
yönü ise, Afrika’nın avcı-toplayıcı kabilelerinde görülen “ses
siz ticaret”: Burada çatışm a tehlikesi örgütlü bir ateşkes aracı
lığıyla önleniyor ve barış, em niyet, güven unsurları, ihtiyatlı
bir biçim de ticaret ilişkisinin içine yerleştiriliyor.
Bildiğimiz gibi, daha sonraki aşamalarda piyasalar dış licare-
104
tin örgütlenişine hakim oldular. Ama ekonom ik açıdan, dış pi
yasalar, hem yerel piyasalardan, hem de iç piyasalardan çok
farklı bir olgu. Farklılık yalnız büyüklükte değil; söz konusu
olan, işlevleri ve başlangıçları açısından farklı durumlar. Dış
ticaret taşımaya dayanır; önemli olan nokta, bölgede belirli tip
malların bulunm ayışıdır; İngiliz yünlülerinin Portekiz şarapla
rıyla değişimi bunun bir örneği. Yerel ticaret o yörenin m alla
rıyla kısıtlıdır, bu mallar ya çok ağır ve hacim li, ya da bozula
bilir olduklarından taşımaya yatkın değillerdir. Yani dış ticaret
de, yerel ticaret de, coğrafî uzaklığa bağlıdır, biri uzaklığı aşa
mayan mallarla, öteki yalnızca bunu aşabilenlerle sınırlıdır. Bu
tür ticaret haklı olarak “tam am layıcı” sıfatıyla tanımlanır. Şe
hirle kırsal alanlar arasındaki yerel ticaret de, değişik iklim
bölgeleri arasındaki dış ticaret de, bu ilkeye dayanır. Bu tür ti
carette rekabet olması gerekm ez, hatta eğer rekabet ticaretin
düzenini bozma eğilimleri gösteriyorsa, hiç de çelişkili olm a
yan bir biçim de ortadan kaldırılabilir. Yerel ticaret ve dış tica
retin aksine, iç ticaret özünde rekabeti içerir; tam am layıcı de
ğişimin dışında, değişik kaynaklardan gelen ve birbirleriyle re
kabet içinde piyasaya sürülen benzer mallarla ilgili ço k daha
fazla sayıda değişim burada yer alır. Dolayısıyla, yalnızca iç ti
caretin, veya ulusal ticaretin ortaya çıkışıyla rekabet ticaretin
genel bir ilkesi olarak kabul edilmeye başlanır.
E k o n o m ik işlevlerin e göre farklılaşan bu üç tip ticaretin
başlangıçları da değişiktir. Dış ticaretin doğuşundan söz ettik.
Piyasalar da onun içinden çıktı ve tüccarların konakladığı ge
çit yerleri, limanlar, nehir kaynaklan veya iki kara ticareti se
ferinin karşılaştığı noktalarda gelişti. “Lim anlar” (port) sevki-
yaıın yapıldığı yerlerde geliştiler.4 Kısa bir süre için önem ka
zanan Avrupa paraları da, uzak mesafeler arası ticaretin yol aç
tığı özel bir piyasa türünün örneklerinden; İngiltere’nin ham
madde ticareti m erkezleri, bunun diğer bir örneği. Ama pana
yırlar ve hammadde ticareti m erkezlerinin, evrim cileri huzur
suz edecek biçim de birdenbire ortaya çıkm alann a karşın, li
105
m anlar (portus) Baıı Avrupa’nın şehirleşm esinde son derece
önemli bir rol oynadı. Ama şehirlerin dış piyasaların yanında
kurulmuş olduğu yerlerde bile, yerel piyasalar yalnız işlevsel
açıdan değil örgütleniş biçim leri bakım ından da ayrılıklarını
korudular. Ne lim an, ne panayır, ne de ham m adde ticareti
merkezleri, iç veya ulusal piyasaların başlangıçlarını oluştur
muyordu. Peki bu başlangıcı nerede aramalıyız?
Bireysel takas faaliyetlerinin zamanla yerel piyasaların geliş
mesine yol açtıklarını varsaymak doğal görülebilir. Böylece bu
piyasaların da, bir kez ortaya çıktıktan sonra, gene doğal ola
rak iç veya ulusal piyasaların kurulmasına yol açtıkları söyle
nebilir. Ama bunların ikisi de doğru değil. Ortadaki gerçekler,
bireysel takas faaliyetlerinin, başka ekonom ik davranış ilkele
rinin geçerli olduğu toplumlarda, piyasaların kurulm asına yol
açm adığını gösteriyor. Bu tür faaliyetlere hem en hem en bütün
ilkel toplum tip lerin d e rastlanıyor, ama yaşam için gerekli
olan nesneler bu faaliyetler yoluyla sağlanmadığından, ikincil
olarak değerlendiriliyorlar. E skin in büyük yeniden dağıtım
sistem lerinde, yerel piyasalar gibi takas faaliyetleri de yer alı
yordu, ama her zaman önem siz bir özellik olarak. Aynı şey,
karşılıklılığın hakim olduğu yerlerde de geçerli. Burada takas
faaliyetleri çoğu kez em niyet ve güven unsurlarını içeren geniş
kapsamlı ilişkiler içine yerleşmiş durumda; bu da işlemin iki
yönlülük özelliğini önem sizleştiriyor: Kısıtlayıcı unsurlar sos
yolojik çerçevenin her yanından kaynaklanabiliyorlar: Âdetler
ve yasa, din ve büyü hep aynı sonuca yöneliyorlar, yani deği
şim faaliyetlerini kişiler, nesneler, zaman ve durum açısından
kısıtlıyorlar. Kural olarak, takas işlem inde birey, hem nesnele
rin, hem de bunların tam karşılıklarının veri olarak alındığı,
önceden belirlenm iş bir işlem e girm iş oluyor. Tikopia dilinde
Ulu sözcüğü, karşılıklı değişim in bir parçasını oluşturan bu
geleneksel eşit karşılığı belirliyor.5 O nsekizinci yüzyıl düşün
cesinin tem el özelliği olarak karşımıza çıkan iradi pazarlık un
suru, değiş-tokuş eğilim inin tanımlayıcısı olarak bireyin çıka-
106
rina uygun bir fiyat saplama çabası, sözünü elliğim iz işlem ler
de önem kazanam ıyor; işlerrtin tem elinde bu eğilim ler yatsa
bile, bunların suyüzüne çıkm asına nadiren izin veriliyor.
Alışılm ış davranış biçim i, aksine, bunların lam lersi eğilim
lere yol açıyor. Ö rneğin, veren taraf nesneyi yere düşürebili
yor, alan da, sanki bu bir rastlantıym ış gibi, onu yerden kaldı-
rabiliyor, hana bunu da yapmayıp, daha sonra başka birisinin
onu alıp kendisine vermesini bekleyebiliyor. Burada verilene
karşılık olarak alınan nesneyi iyice incelem ek geçerli davranış
biçim lerine son derece lers düşen bir şey. Elim izde, bu yük
sekten tavırların işlem in maddi yönüne duyulan gerçek bir il
gisizlikten kaynaklanm adığını gösteren epeyce veri olduğuna
göre, bu görgü kurallarını, takası bir toplum sal özellik olarak
belirli sınırlar içinde tutmak üzere düzenlenm iş karşı gelişm e
ler olarak tanımlayabiliriz.
Elim izdeki verilere dayanarak, yerel piyasaların bireysel ta
kas işlem lerin d en kaynakland ığını sö y lem e k , d ikkatsiz bir
acelecilik olur. Yerel piyasaların başlangıcıyla ilgili ne kadar az
şey bildiğim izi düşünerek, ancak şu kadarım söyleyebiliriz:
Başından beri bu kurum , toplum un yürürlükteki ekonom ik
düzenini, piyasa faaliyetlerinin etkisinden korum ak üzere ge
liştirilm iş bir çok güvenlik önlem iyle kuşatılm ıştı. Piyasanın
huzuru, hem onun alanını sınırlayan hem de bu sınırlar içinde
işleyebilmesini sağlayan ayinler ve törenlerle korunuyordu. Pi
yasaların en önem li sonucu da -şeh irlerin ve şehir uygarlığı
nın d o ğu şu - bu çelişik gelişm eden kaynaklanıyordu. Çünkü
piyasanın ürünü olan şehirler, yalnız piyasanın koruyuculuğu
nu yapm ıyor, aynı zamanda da onun kırsal alanlara yayılıp
toplumun yürürlükteki ekonom ik düzenine tecavüz etmesini
engelliyorlardı. “İçinde tutm ak” (contain) deyim inin iki anla
mı, şehirlerin piyasalarla ilgili olarak gördükleri bu çift yönlü
işlevi çok güzel açıklıyor: Şehirlerin piyasaları içlerinde barın
dırmalarını ve onların yayılmasını önlem elerini.
Takas, bu insan ilişkisi türünün ekonom ik düzenin işlevle
rini aksatm asını önlem ek amacıyla çeşitli tabularla çevrilirken,
piyasa üzerinde daha sıkı bir disiplin uygulanıyordu, işte Cha-
107
ga ülkesinden bir örnek: “Pazara, pazar kurulan günlerde, dü
zenli bir biçim de gidilmelidir. Eğer herhangi bir olay, bir veya
birkaç gün pazar kurulm asını engellerse, pazar yeri şartlanm a
dan ahş-veriş yeniden başlayamaz... Pazar yerinde kan dökül
mesine yol açan bir olay acele kefaret gerektirir. O andan itiba
ren hiçbir kadının pazar yerini terketm esine izin verilmez ve
mallara kesinlikle dokunulm az; alınıp yiyecek olarak kullanıl
madan önce her şeyin tem izlenm esi gerekir. Derhal en azın
dan bir keçi kurban edilmelidir. Bir kadının pazar yerinde do
ğurması veya çocuk düşürmesi durumunda, daha ciddi ve da
ha pahalı bir kefaret gerekir. Bu durumda süt veren bir hayvan
kurban edilm esi gereklidir. Ayrıca, şefin evi de sağmal bir ine
ğin kanı dökülerek şartlanmalıdır. Bölgedeki bütün kadınların
üzerine bu kandan serpilm elidir.”6 Bu tür kuralların piyasala
rın yayılmasına pek de elverişli olmadıkları açık.
Ev kadınlarının bazı günlük ihtiyaçlarını karşıladıkları, tahıl
ve sebze üreticileriyle yerel zanaatkârlann mallarını sattıkları
yerel piyasaların özellikleri, zaman ve m ekan içinde şaşırtıcı
benzerlikler gösteriyor. Bu tür biraraya gelişlere ilkel loplum -
larda sık sık rastlandığı gibi, bu toplum larda gördüklerim iz
Balı Avrupa’nın en ileri ülkelerinde onsekizinci yüzyılın orta
larına kadar rasılananlardan pek değişik değil. Bunlar yerel ya
şamın önem siz bir parçasını oluşturuyor ve Orta Afrika kabile
yaşamında olsu n, M eroverj D önem i Fran sası’nın sitelerind e
veya Adam Sm ith zam anının Iskoç köylerinde olsun, büyük
farklılıklar gösterm iyorlar. Ama köy için geçerli olan , şehir
için de geçerli. Yerel piyasalar özünde mahalle piyasaları ve
topluluğun yaşamı için önem li olm akla birlikte, hiçbir yerde
y ü rü rlü ktek i ek o n o m ik sistem i kendi k alıp ların a uydurm a
eğilimi taşımıyorlar. İç veya ulusal ticaretin başlangıç noktası
nı bunlar oluşturmuyorlar.
Batı Avrupa’da iç piyasayı yaratan devlet m üdahalesiydi.
Ticaret Devrim i’ne kadar, bize ulusal ticaret gibi görünen şey
ulusal düzeyde değil, yerel yönetim ler düzeyinde yer alıyor
6 T h u rn w a ld , R .C ., o p .c it.., s. 1 6 2 -1 6 4 .
108
du. Hanseler, Alman tüccarları değil, Kuzey Denizi ve Baltık
şehirlerinden çık m ış bir ticaret oligarşisiydi. H anse, Alman
ekonom ik yaşam ını ulusallaştırm ak bir yana, iç kesim leri b i
lin ç li o la ra k tic a r e tte n k o p a rm ış tı. A n tw e rp veya H am
burg'un, Venedik veya Lyon’un ticaretine, h içb ir biçim de Hol
lan d a, A lm an , İta ly a n veya F ra n sız tic a re ti d en ile m ez d i.
Londra da bir istisna oluşturm uyordu; Lübeck ne kadar Al
mansa, o da o kadar Ingilizdi. O devrin Avrupa ticaret haritası
haklı olarak yalnızca şehirleri için e alıyor, kırsal kesim i boş
bırakıyordu. Ö rgütlü ticaret açısından, kırsal kesim olm asa da
olurdu. Sözde uluslar yalnızca siyasal birim lerdi, üstelik de
çok gevşek birim ler. E konom ik olarak, sayısız irili ufaklı aile
den ve köylerdeki önem siz yerel piyasalardan oluşm uşlardı.
Ticaret örgütlü şehir birim leriyle sınırlıydı, burada ya mahalle
ticareti biçim inde yerel olarak, ya da uzak m esafeler arası ti
caret biçim inde yürütülüyordu. Bu ikisi kesinlikle birbirlerin
den ayrıydı ve ikisinin de kırsal alanlara dilediklerince sızm a
sı engellenm işti.
Şehir düzeni içinde yerel ticaretle uzak m esafeler arası tica
retin böyle kesin lik le birbirinden ayrılm ış olm ası, h er şeyin
içiçe girerek geliştiğini düşünen evrim cilere başka bir darbe.
Oysa bu gerçek, Batı Avrupa şehir yaşam ının sosyal tarihi açı
sından bir kilit noktası. İlkel ekonom ilerden çıkarsadıgım ız,
piyasaların doğuşu hakkındaki önerm elerim izi de büyük ölçü
de destekliyor. Yerel ve uzak mesafeler arası ticaret arasındaki
kesin ayrım çok katı görünebilir. Ö zellikle bunun bizi şaşırtıcı
bir sonuca, ne yerel ticaretin ne de uzak m esafeler arası ticare
tin m odem çağların iç ticaretinin kaynağı olmadığı sonucuna
götürdüğü düşünülürse, açıklamalarda d eu s e x m ach in a olarak
devlet m üdahalesine sığınm aktan başka yol kalmadığı düşü
nülebilir. Şim di göreceğim iz gibi, bu konuda da yeni araştır
malar so n u çlarım ızı d estek ler n itelik le . Ama ö n ce, ortaçağ
Şehri içinde, yerel ve uzak mesafeler arası ticaret arasındaki bu
aynm ın biçim lend ird iği şekliyle şeh ir uygarlığı tarihini ana
batlarıyla gözden geçirelim .
G erçekten de bu ayrım . O rtaçağ şehir m erkezlerinin kurul
109
m asının en önem li yönü.7 Şehir, şehir eşrafının düzenlediği
bir şeydi. Yalnızca onlar vatandaşlık haklarına sah ip tiler ve
bütün sistem , eşraftan olanlarla olm ayanlar arasındaki ayrım
üzerinde duruyordu. Doğal olarak, kırsal kesim den köylüler
gibi, başka şehirlerdeki tüccarlar da şehir eşrafından değildi,
ama şehrin siyasal ve askeri gücü çevredeki köylülerle uğraş
mayı kolaylaştırıyorsa da, yabancı tü ccarlar üzerinde böyle
bir yetki kurm ak olanaksızdı. Bu yüzden eşrafın, yerel ticaret
le uzak m esafeler arası ticaret karşısındaki konum ları bü tü
nüyle değişikti.
Yiyecek ikm alinde, ticareti kontrol altında tutmak ve yük
sek fiyatları önlem ek amacıyla, alış-verişin gözler önünde ya
pılması ve aracıların ortadan kaldırılması gibi m üdahaleler yer
alıyordu. Ama bu müdahaleler, yalnızca şehir ve yakın çevresi
arasındaki ticarete uygulanıyordu. Uzak m esafeler arası tica
retle durum bütünüyle değişikti. Baharat, tuzlanm ış balık veya
şarap uzaktan geliyor ve yabancı tüccarlarla onların uyguladı
ğı kapitalist loptan ticaret yöntem lerinin alanında kalıyordu.
Bu tür ticaret yerel müdahalelerden bağımsızdı ve yapılabile
cek tek şey, onu alabildiğince yerel piyasanın dışında tutmaktı.
Yabancı tü ccarların perakende satış yapm alarının kesinlikle
yasaklanm ış olm ası, bu am aca hizm et ediyordu. K ap italist
toptan ticaretin hacm i büyüdükçe, ithalat kapsamında onun
yerel piyasaların dışında tutulm asına daha da özen gösterilm e-
le başlandı.
Sanayi mallarının durumu, ihracat için üretimin örgütlenişi
ni etkilediğinden, bu alanda yerel ve uzak mesafeler arası tica
retin birbirinden ayrılışı daha da kesindi. Bunun nedeni, sanayi
üretimini düzenleyen loncaların niteliğinde yatıyordu. Yerel pi
yasada üretim , üreticilerin ihtiyaçlarına göre düzenlenm iş, do
layısıyla da belirli bir gelir düzeyini tutturabilmek üzere kısıt
lanmıştı. Doğal olarak, bu ilke üretici çıkarlarının üretime hiç
bir sınır getirmediği ihracat alanında uygulanamazdı. Sonuçta,
yerel ticaret sıkı bir kontrol altında tutulurken, ihracat için
110
üretim zanaatkar örgütleri tarafından, yalnızca biçim sel olarak
düzenleniyordu. Devrim en önem li ihracat sanayii, kumaş tica
reti, kapitalist ücretli emek çerçevesinde düzenlenmişti.
Yerel ticaretin dış ticaretten giderek daha dikkatle ayrılması,
şehir yaşam ının hareketli sermayenin şehir kurum larm ı parça
lama tehdidine karşı gösterdiği tepkinin sonucuydu. Tipik or
taçağ şehri, tehlikeyi, kontrol edilebilen yerel piyasayla, kont
rol edemediği uzak mesafelerle ticaretin çılgınlıkları arasında
ki uçurum u kapatarak atlatmaya çalışm adı. A ksine, tehlikeyi
kendi varoluş nedenini oluşturan dışlam a ve korum a politika
larını şiddetle uygulayarak karşıladı.
Uygulamada bu, şehirlerin, kapitalist toptancının kurulması
için uğraştığı bir ulusal veya iç piyasanın oluşm asını engelle
mek üzere, ellerinden gelen her şeyi yapmaları sonucunu ver
di. Şehir eşrafı, rekabetçi olmayan yerel ticaretle gene rekabet
çi olmayan uzak mesafeler arası ticaret ilkelerine sarılarak, kır
sal bölgelerin ticaret alanı içine alınm asını ve şehirlerle kırsal
bölgeler arasında eşit ticaret ilişkilerine girilm esini önlem ek
üzere bütün güçlerini kullandılar. Bölgesel devletin, piyasanın
ulusallaşm asm ın aracı ve iç ticaretin yaratıcısı olarak ortaya
çıkmasını gerekli kılan bu gelişmelerdi.
O nbeş ve onaltıncı yüzyıllarda, devletin bilinçli uygulamala
rı, m erkantilist sistem i korum acı şehirler ve eyaletlere zorla
kabul ettirdi. M erkantilizm , yerel ve yerel yönetim ler arası ti
caretin modası geçm iş ayrılığına son verdi. Bunu, bu iki reka
betçi olmayan ticaret tipi arasındaki engelleri kaldırarak, böy-
lece hem şehir ve kırsal kesimler, hem de değişik şehirler ve
eyaletler arasındaki ayrımları giderek gözardı eden, bir ulusal
piyasa kurulm asına yol açarak sağladı.
Aslında m erkantilist sistem , birden fazla soruna karşı olu ş
turulm uş bir tepkiydi. Siyasal açıdan m erkezî devlet, Ticaret
Devrimi’nin gerektirdiği yeni bir oluşum du. Ticaret Devrimi,
Batı Dünyasının ağırlık m erkezini Akdeniz’den Atlantik Kıyı
sına kaydırm ış ve böylece geniş tarım ülkelerinin geri halkla
rını ticaret yapmak üzere örgütlenm ek durum unda bırakm ış
tı. Dış politika alanında, egemen bir güç oluşturulm ası günün
111
ihıiyaçlarındandı; dolayısıyla, m erkantilisi devlet idaresi, ulu
sal bölgenin bü tü n kaynaklarının dış işlerde güç sağlam ak
amacıyla seferber edilm esini içeriyordu. Böyle bir çaba, kaçı
nılm az olarak, iç politikad a, feodal ve yerel parıikülarizm le
parçalanm ış ülkelerin birleştirilm esi sonucunu verdi. E kon o
mik olarak, birleştirm e aracı sermayeydi, yani istifçilerden ge
len özel kaynaklar. Bu da ticaretin gelişm esine özellikle uy
gundu. Son olarak, m erkezî devletin iktisat politikasının te
m elindeki idari yöntem , geleneksel yerel yönetim sistem inin
devlet düzeyinde daha geniş bir alana yayılmasıyla elde edil
mişti. Loncaların devlet organlarına dönüşm e eğilim i göster
diği Fransa’da, lonca sistem i kolayca ülke düzeyine uzandı;
surlar içindeki şehirlerin çürüyüşüyle sistem in iflah olm az bir
biçim de zayıfladığı İngiltere’de ise, kırsal alanlar lonca d eneti
m i olm aksızın sanayileşti. İki ülkede de, ticaret ulusun tüm
to prakların a yayılarak belirgin ek o n o m ik faaliyet b içim in i
oluşturdu. M erkantilizm in iç ticaret politikasının kaynakları
nı bu durum belirliyordu.
Ticareti ayrıcalıklı şehrin kısıtlam alarından kurtarıp özgür
leştiren devlet müdahalesi, şim di, şehrin o zamana kadar başa
rıyla göğüsleyebildiği birbiriyle yakından ilgili iki tehlikeyle,
tekel ve rekabetle, başetm ek durum undaydı. R ek ab etin s o
nunda m utlaka tekelleşm eye yol açacağı, o zam anlar ço k iyi
bilinen bir gerçekti. Tekellerden ise, bugün olduğundan daha
çok korkuluyordu, çünkü bunlar çoğu zaman günlük ihtiyaç
ları etkiliyor ve bütün toplumu ilgilendiren bir tehlikeye dö
nüşebiliyorlardı. E konom ik yaşamın, artık yalnızca yerel yö
netim düzeyinde değil ulusal düzeydeki topyekûn düzenleni
şi, buna karşı düşünülm üş çareyi oluşturuyordu. M odem ba
kış açısıyla, rekabetin dar görüşlü bir kısıtlaması olarak görü
lebilecek yöntemler, devrin koşulları altında piyasaların işleyi
şini sağlama aracı olarak kullanılıyorlardı. Çünkü piyasaya ge
çici olarak bazı alıcı ve satıcıların girm eleri dengeyi bozacak
ve sürekli alıcı ve satıcıların işini karıştıracaktı. Bunun sonu
cunda da piyasa işlemez olacaktı. Eski satıcılar mallarının uy
gun bir fiyat bulup bulamayacağından em in olm adıkları için
112
piyasadan çekilecekler, piyasa da yeterli bir arz düzeyi oluşm a
dan tekelcilerin eline kalacaktı. Daha önem siz olm akla birlik
le, aynı tehlikeler, hızlı bir talep azalışının bir alıcı lekeline
dönüşm esi durum unda, talep yönünden de söz konusuydu.
D evletin piyasayı p arıik ü larist yasaklar ve kısıtlam alard an,
harçlar ve yasalardan arındırmak için attığı her adım üretim ve
dağıtım sistem inin düzenini bozuyordu. Artık sistem , başıboş
rekabet ve dışarıdan gelip hiçbir süreklilik garantisi verm eksi
zin piyasadan pay alanlar tarafından tehdit edilmekteydi. Do
ğal olarak, yeni ulusal piyasalarda belli bir ölçüde rekabet var
dı, ama geçerli olan yeni rekabet unsuru değil, geleneksel dü
zenlem enin özellikleriydi.8 G eçim i için çalışan köylünün ken
dine yeterli ailesi, iç piyasanın oluşmasıyla geniş ulusal birim
lere katılırken de ekonom ik sistem in yaygın tem elini oluştur
maya devam ediyordu. Bu ulusal piyasa, artık, yerel ve dış pi
yasaların yanında yer alm ış ve onlarla kısm en içiçe girm işti.
Şimdi tarıma eklenm iş olan iç ticaret, kısm en içine kapalı pi
yasalardan oluşan, kırsal kesime hâlâ hakim olan ev idaresi il
kesiyle tamamen uyumlu bir sistemdi.
Böylece Sanayi D evrim i'ne kadar piyasanın tarihiyle ilgili
özetimizi bitiriyoruz. Bildiğimiz gibi, insanlık tarihinin bun
dan sonraki aşaması, kendi kurallarına göre işleyen tek bir bü
yük piyasa oluşturm a çabasını birlikte getirdi. M erkantilizm in
Batı ulusu devletinin belirgin politikasının içinde, böylesine
kendine özgü b ir gelişim in haberciliğini yapan hiçbir şey yok
tu. M erkantilizm in başardığı ticareti “özgürleştirm e", ticareti
yalnızca tek tek bazı birim lerin uyguladıkları kısıtlamalardan
kurtardı, ama aynı zamanda da m üdahale alanını genişletıi.
Ekonom ik sistem , yaygın sosyal ilişkilerin içine göm ülm üştü,
piyasalar sosyal olarak her zam ankinden daha yoğun bir bi
çimde k on tro l edilen ve düzenlenen kurum sal bir çevrenin
yalnızca bir yan özelliğini oluşturuyorlardı.
113
6. Kendi Kurallarına Göre İşleyen Piyasa
ve Hayali Metalar: Emek, Toprak, Para
114
göre işleyen kurumsal kalıba bırakılmıştır. Bu tür bir ekonom i,
insanların kendilerine en fazla parasal çıkar sağlayacak biçim
de davranacakları beklentisinden kaynaklanır. Belirli bir fiyat
düzeyindeki mal (ve hizm et) arzının o düzeydeki talebe eşit
olduğu piyasaları varsayar. Sahibinin elinde salın alım gücü iş
levini gören paranın varlığı da, savlan arasındadır. Bu durum
da, üretim i yönlendirenlerin kârları fiyatlara bağlı olduğun
dan, üretim i fiyatlar kontrol edecektir; fiyatlar gelirleri oluş
turduğundan ve üretilen mallar bu gelirlere göre toplum un bi
reyleri arasında dağıtıldığından, malların dağıtım ı da fiyatlara
bağlı olacaktır. Bu varsayımlara göre, m allann üretim ve dağı
tım düzeni yalnızca fiyatlar tarafından sağlanır.
Kendi kurallarına göre işleyiş, üretim in tüm ünün piyasada
satıldığı ve bütün gelirlerin bu satışlardan kaynaklandığı anla
mını taşır. Böylece, üretimin bütün unsurları için piyasalar or
taya çıkar, yalnızca mallar (ve hizm etler) için değil, em ek, top
rak ve para için de. Fiyatlar da sırasıyla, meta fiyatları, ücret
ler, rant ve faiz adını alır. Bu terim ler fiyatların gelirleri oluş
turduğunu gösterir: Faiz para kullanım ının fiyatıdır ve para
sağlayabilecek durumda olanların gelirini oluşturur; rant top
rak kullanım ının fiyatıdır ve toprak arzını sağlayanların gelir
lerini oluşturur; ücretler em ek gücü kullanım ının fiyatıdır ve
onu satanların gelirlerini oluşturur; nihayet, meta fiyatları gi
rişim cilik hizm etlerini satanların gelirlerine katkıda bulunur,
çünkü kâr denilen gelir iki fiyat grubu arasındaki farktır, yani
üretilen m alların fiyatlarıyla m aliyetleri, veya üretilm eleri için
gerekli m alların fiyatları arasındaki fark. Eğer bu koşullar yeri
ne getirilirse, bütün gelirler piyasadaki satışlardan kaynakla
nacak ve üretilen bütün malları satın almaya yeterli olacaktır.
Başka bir varsayımlar grubu da, devlet ve devlet politikasıy
la ilgili olarak ortaya çıkıyor. H içbir şeyin piyasaların kurul
masını engellem esine izin verilmemeli ve satış dışında kanal
lardan gelir sağlanması önlenmelidir. Ayrıca, m al, em ek, top-
rak ve para fiyatlarının tümü için, fiyatların değişen piyasa ko
şullarına uyum sağlama sürecine müdahalede bulunulm am ak
tır. Yani, yalnızca bütün üretim unsurları için piyasalar bulun
115
ması değil,1 aynı zamanda bu piyasalann işleyişinin etkilerine
karşı hiçbir önlem veya politika bulunm am ası da gereklidir.
Ne fiyat, ne arz, ne de talep, tespit edilip düzenlenem ez; bura
da, yalnızca, piyasayı ekonom ik alanın tek düzenleyici gücü
durumuna getiren koşulların sağlanmasıyla, piyasanın kendi
kurallarına göre işlem esini garanti altına alan politika ve yön
temlere yer vardır.
Bunun ne anlam a geldiğini lam olarak anlayabilm ek için bir
an m erkantilizm e ve onun gelişm elerine büyük katkıda b u
lunduğu ulusal piyasalara dönelim . Feodalizm ve lonca siste
mi içinde toprak ve em ek sosyal düzenin bir parçasını oluştu
ruyorlardı (para daha henüz yeni yeni üretimin temel unsurla
rından biri d urum u na g eliy o rd u .) Toprak, feodal d ü zen in
mihver unsuru, askerî, yasal, İdarî ve siyasal sistem in temelini
oluşturuyordu; sosyal konum u ve işlevi, yasal ve geleneksel
kurallarca belirlenm işti. M ülkiyetinin devredilebilir olup o l
madığı, devredilebildigi durumda, kime ve hangi kısıtlam alar
altında devredilebildigi, m ülkiyet haklarının neleri içerdiği,
toprağın hangi biçim lerde kullanılabileceği gibi sorular, alım -
saıım düzeninin dışında yer alıyorlardı ve bütünüyle değişik
bir grup kurumsal düzenlem eye bağlıydılar.
Aynı şey emeğin örgütlenişi için de geçerliydi. G eçm işteki
bütün ekonom ik sistem lerde olduğu gibi, lonca sistem inde de,
üretici faaliyetin am açları ve koşulları toplum un genel düzeni
içine yerleşm işıi. Usta, kalfa, çırak ilişkileri, zanaatin gerekli
likleri, çırak sayısı, işçi ücretleri, hep loncanın ve şehrin âdet
leri ve kurallarınca düzenlenirdi. M erkantilizm in yaptığı tek
şey, bu koşulları, ya İngiltere’deki gibi yasalarla ya da F ra n
sa’daki gibi lo n caların “m illileştirilm esiy le”, b irleştirm ek ti.
Toprağın feodal konum una gelince, bu yalnızca eyaletlere bağ
lı ayrıcalıklar sözkonusu olduğu ölçüde ortadan kaldırılm ıştı;
bunun dışında, Fransa’da olduğu gibi, İngiltere'de de toprak,
“ticaret dışı” (extra com m ercium ) bırakıldı. 1789 Büyük Dev-
116
rim ine kadar Fransa’da toprak sahipliği sosyal ayrıcalıkların
kaynağını oluşturuyordu; bu tarihten sonra bile, İngiltere’de
toprakla ilgili em sal huku ku , özünde O rtaçağ’dan kalmaydı.
Bütün ticarileştirm e eğilim ine karşın, m erkantilizm bu iki te
mel üretim unsurunun, toprak ve em eğin, ticaret konusu o l
malarını engelleyen koruyucu önlem lere karşı çıkm adı. İngil
tere’de em ek yönetm eliğinin Zanaatkarlar Yasası (Statue o f Ar
tificers, 15 6 3 ) ve Yoksullar Yasası (Poor Law, 1 6 0 1 ) aracılığıyla
“m illileştirilm esi”, emeği tehlikeli bölgenin dışına aldı; Tudor
Devri ve Stuart Devri’nin ilk dönem indeki toprak çevrilm eleri
ne karşı politikalar, toprak sahipliğinin kazanç am acıyla kulla
nım ı ilkesine karşı tutarlı bir tepki oluşturuyorlardı.
Ulusal politikanın ticarileşmesi üzerinde ısrarla durm uş ol
masına karşın, m erkantilizm in piyasalan piyasa ekonom isine
bütünüyle ters düşen b ir biçim de değerlendirmiş olduğunu, en
iyi onun üretimde devlet müdahalesini nasıl genişlettiğine ba
karak anlayabiliriz. Bu noktada, m erkantilistlerle feodalistler
arasında, krallık planlamacılarıyla çıkar gruplan, m erkezileştir
me yanlısı bürokratlarla tutucu sınırlama yanlıları arasında hiç
bir fark yoktu. Tek aynldıkları nokta, düzenlem e yöntem leriy
di: Loncalar, şehirler ve eyaletler, âdet ve geleneğin gücüne da
yanmayı seçiyorlar, yeni devlet yetkilileri ise, yasalar ve yönet
melikleri tercih ediyorlardı. Ama iki grup da, em ek ve toprağın
ticarileştirilm esine -y a n i piyasa ekonom isinin ön k o şu lu n a -
aynı derecede karşıydılar. Fransa’da loncalar ve feodal ayrıca
lıklar ancak 1790’da ortadan kaldırıldı; İngiltere’de Zanaatkâr-
lar Yasası ancak 1 8 1 3 -1 4 ’te, Elizabeth Devri Yoksullar Yasası ise
1834’te yürürlükten kalktı, iki ülkede de, özgür bir em ek piya
sasının kuruluşu onsekizinci yüzyılın son on yılından önce tar
tışma konusu bile edilmedi; ekonom ik yaşamın kendi yasaları
na göre işlemesi fikri ise, bütünüyle çağın ufku dışında kalıyor
du. M erkantilizm, ticaret yoluyla, ülke kaynaklarının gelişm e
siyle, bu bağlamda tam istihdamla ilgiliydi; toprak ve emeğin
geleneksel düzenlenişini sorgulamıyordu. Bu alanda da, m o
dem kavramlardan, siyaset alanında olduğu kadar uzaktı. Siya
set konusunda, m erkantilizm in aydın despotun mutlaka gücü
117
ne inancı hiçbir dem okrasi eğilim iyle sulandırılm am ıştı. D e
mokratik düzen ve parlamenter sistem ine geçiş nasıl devrin gi
dişatını bütünüyle değiştirdiyse, onsekizinci yüzyıl sonunda
düzenlenmiş piyasalardan kendi kurallarına göre işleyen piya
salara geçiş de, toplumun yapısını bütünüyle değiştirdi.
Kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa, toplumun ekono
mik ve sosyal düzeylere bölünm esi gibi önem li bir talebi bera
berinde getirir. Aslında bu ikilik, kendi kurallarına göre işle
yen bir piyasanın varolduğunun, bütün toplum açısından, baş
ka bir ifadesidir. Bu iki alanın ayrılığının, her çağda, bütün
toplum tiplerinde görüldüğü söylenebilir. Ama bu bir yanılgı
ya dayanır. Doğru, hiçbir toplum malların üretim i ve dağıtım ı
nı sağlayan bir sisLem olm adan yaşayamaz. Ama bundan ayrı
ekonom ik kurumların varolduğu sonucunu çıkaram ayız; nor
mal olarak ekonom ik düzen yalnızca sosyal düzenin bir fonk
siyonudur ve onun içine yerleşmiştir. Gösterdiğim iz gibi, ne
kabilelerde, ne feodal, ne de m erkantilist koşullar altında, top
lum içinde ayrı bir ekonom ik sistem e rastlanır. Ekonom ik sis
temin soyutlanm ış ve belirgin ekonom ik am açlara bağlanmış
olduğu ondokuzuncu yüzyıl toplum u, gerçeklen kendine öz
gü bir sapmaydı.
Böyle bir k u ru m sal k alıp , toplum herhangi b ir b içim d e
onun gereklerine uymadan işleyemezdi. Bir piyasa ekonom isi
yalnızca bir piyasa toplumu içinde varolabilirdi. Bu sonuca pi
yasa m ekanizm asının incelenm esinden çıkan genel nedenlere
dayanarak ulaştık. Şimdi öne sürdüğümüz görüşün dayandığı
nedenleri tek tek belirtebiliriz. Bir piyasa ekonom isinin, em ek,
toprak ve parayı da kapsayan bütün üretim unsurlarını içer
mesi gerekir. (Bir piyasa ekonom isinde para da üretim yaşam ı
nın temel bir unsurunu oluşturur ve göreceğimiz gibi, onun
piyasa mekanizm ası kapsamına girişi çok önemli kurumsal so
nuçlara yol açm ıştır.) Ama emek ve toprak, bütün toplum ları
oluşturan insanlardan ve toplum un içinde yaşadığı doğal çev
reden başka bir şey değillerdir. Onları piyasa mekanizm asına
sokm ak, toplum un özünü piyasa kurallarının hakim iyeti altı
na almak anlam ına gelir.
118
Şimdi piyasa ekonom isinin kurumsal niteliğini ve toplum u
içine attığı tehlikeleri daha som ut bir biçim de açıklayabilecek
bir konum dayız. Ö nce, piyasa m ekanizm asının üretim yaşamı
nın unsurlarını kontrol altına alıp yönlendirm esini sağlayan
yöntem leri tanımlayacağız; sonra da, böyle bir m ekanizm anın,
onun işleyişinin egem enliği altındaki bir toplum üzerindeki
etkilerinin niteliğini açıklamaya çalışacağız.
Piyasa m ekanizm ası, üretim yaşam ının çeşitli unsurlarıyla
meta kavramı yardımıyla ilişki kurar. Burada metalar, am pirik
olarak, piyasada satılmak üzere üretilen nesneler biçim inde ta
nım lanıyor; gene am pirik olarak, piyasaları alıcılarla satıcılar
arasında yer alan ilişki diye tanım lıyoruz. Buna göre, bütün
üretim unsurları satılm ak üzere ü retilm iş gibi görülüyorlar
çünkü, bu unsurlar, yalnızca ve yalnızca bu durumda fiyatla
etkileşim içindeki arz ve talep m ekanizm asına bağım lı olabi
lirler. Uygulamada bu, her üretim unsuru için piyasa oluşması
gerektiği, bu piyasalarda bu unsurlardan herbirinin belirli bir
arz ve talep grubu içinde düzenlendiği, ve her unsurun arz ve
taleple etkileşim içinde bir fiyatı olduğu anlam ına gelir. Bu pi
yasalar - k i sayısız piyasa v a rd ır- birleşip B ir Büyük Piyasa
oluştururlar.2
Can alıcı nokta şu: Em ek, toprak ve para tem el olarak üre
tim unsurlarıdır; piyasalar içinde düzenlenm iş olm alıdırlar; bu
piyasalar, ekonom ik sistem in hayatî önem taşıyan bir parçası
nı oluştururlar. Ama emek, toprak ve para, açıkça görülebile
ceği gibi, m eta değildirler; alınıp satılan her şeyin satılm ak
üzere üretilm iş olduğu yolundaki önerm e, bu unsurların d u
rumunda geçerli değildir. Başka bir deyişle, am pirik meta tanı
mına göre bunlar meta değildirler. Em ek yalnızca yaşamın ya
nında yer alan bir insan faaliyetine verilen addır. Satılm ak üze
re değil, bütünüyle değişik nedenlerle ortaya koyulur ve yaşa
mın diğer yönlerinden ayrılmaz, saklanm ası veya işletilm esi
olanağı yoktur; toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan
tarafından ü retilm em iştir; nihayet para, yalnızca satın alm a
119
gücünün kural olarak h içbir zam an üretilm eyen, bankacılık
sistemi ve devlet m aliyesince düzenlenen bir simgesidir. H iç
biri satılmak üzere üretilm ez. Em ek, toprak ve paranın meta
tanımı bütünüyle hayaldir.
Ama emek, toprak ve para piyasaları bu hayal yardımıyla ör
gütlenm işlerdir;3 gerçekten de, piyasada alınıp satılırlar, arz ve
talepleri gerçek değerler oluşturur; bu tür piyasaların oluşm a
sını engelleyen bütün önlem ler ve politikalar, fiilen sistem in
kendi kurallarına göre işleyişi açısından tehlikelidir. Meta ha
yali, böylece, tüm topluma ilişkin, toplumun bütün kuram la
rını birçok biçim de etkileyen piyasa m ekanizm asının meta ha
yaline göre işleyişini engelleyebilecek hiçbir düzenlem e veya
davranışa izin verilm em esi ilkesini, hayatî bir öıgüılem e ilke
sini ortaya çıkarır.
Ama em ek, toprak ve para açısından böyle bir önerm e savu
nulamaz. Piyasa m ekanizm asının insanların ve onların doğal
çevresinin kaderinin, hatta satın alma gücünün m iktarı ve kul
lanım ının, tek yönlendiricisi olm asına izin vennek, toplum un
çöküşüyle sonuçlanırdı. Çünkü sözde meta em ek, bu özle m e
tanın sahibi olan insanı etkilem eksizin sağa sola taşınamaz, is
tenildiği gibi kullanılam az, hatta kullanılm adan bırakılam az.
İnsanın em ekgücünü kullanırken, sistem , aynı zam anda, bu
etikete yapışık fiziksel, psikolojik ve ahlâk! bir birim olarak
“insan ı” da kullanm ak durum undaydı. Kültürel kuram ların
koruyuculuğunu yitiren insanlar, maruz kaldıkları sosyal etki
ler alımda yok olabilir, günah, sapıklık, cinayet ve açlığın yol
açlığı şiddetli sosyal çözülm elerin kurbanları olarak ölüp gide
bilirlerdi. Doğa ilkel unsurlara indirgenir, çevre bozulur, n e
hirler kirlenir, askeri güvenlik tehlikeye girer, yiyecek ve ham
madde üretme gücü yok olurdu. Nihayet, satın alma gücünün
piyasa tarafından idare edilm esi, işletm eleri belirli aralıklarla
yok eder; para darlığı veya fazlası, iş yaşamı üzerinde sel ve
kuraklıkların ilkel toplum lar üzerindeki etkisine benzer etki
3 M a rx 'in m eta d e ğ e rle rin in fetiş n ite liğ i ü ze rin e sö y le d ik le ri g e rç e k m eıa la rın
d e ğ işim d e ğ erle riy le ilg ilid ir ve m e tin d e s ö z ü e d ile n h ay a lî m e ta la rla h iç b ir
bağ lan tısı y ok tu r.
120
ler yapardı. Kuşkusuz em ek, toprak ve para piyasaları, piyasa
ekonom isi için vazgeçilmez şeyler. Ama hiçbir toplum , İnsanî
ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından
korumadan, çok kısa bir süre için bile, böylesine ham hayal
lerden oluşan bir sistem in etkilerine dayanamazdı.
Piyasa ek onom isinin aşın yapaylığı, burada üretim in alış
veriş biçim in de örgütlenm iş olm asına dayanıyor.'1 Ticarî bir
toplumda, piyasa için üretimi örgütlem enin başka yolu yok.
Ortaçağın sonunda ihracat için üretim zengin şehirliler tara
fından örgütleniyor ve şehrin doğrudan denetim i altında yer
alıyordu. Daha sonra, m erkantilisl toplum da, üretim tüccarlar
tarafından örgütlenm iş ve artık şehirle sınırlanm ış değildi; bu,
üretim sürecini bütünüyle ticari bir işletm e gibi kontrol eden
tüccar kapitalistin ev sanayiine ara m allar sağladığı "sipariş
sistem i” (putting-out system ) devriydi. Sanayi üretim inin, ke
sin olarak ve ç o k g en iş b ir düzeyd e, tü cca rın d ü z en ley ici
kontrolü altına girişi bu dönem de oldu. Tüccar, piyasayı, tale
bin hem m iktarını hem de niteliğini tanıyordu; ayrıca, o sırada
yalnızca, yün, boya ve bazen de ev sanayiinin kullandığı çıkrık
ve dokuma tezgâhlarından oluşan arzı da temin edebiliyordu.
Arz yetersizliği durumunda bundan en çok etkilenen b ir süre
için işini kaybeden ev üreticisiydi; ama pahalı bir yatının söz-
konusu değildi ve tüccar üretim sorum luluğunu üstlenirken,
ciddi bir riski göze alamıyordu. Yüzyıllar boyunca bu sistem in
gücü ve kapsadığı alan arttı ve sonunda İngiltere gibi bir ülke
de yün sanayii, önde gelen ulusal üretim alanı, ülkenin üreti
minin kumaş üreticisi tarafından örgütlendiği geniş bölgeleri
ni kapladı. Alıp satan, üretimi de üstleniyordu - bunun için
ayn am açlar gerekli değildi. Malların üretimi artık ne karşılıklı
yardımlaşmaya, ne aile reisinin bakm ak durum unda oldukları
na karşı duyduğu sorum luluğa, ne zanaatkarların m eslek onu
runa ne de övgünün sağladığı doyuma bağlıydı - mesleği alış
veriş olan insanların çok iyi tanıdığı - basit bir kazanç ama
cından başka h içb ir şeye bağlı değildi. O n sek izin ci yüzyılın
4 C u n n in g h a m . W ., “E c o n o m ic C h a n g e ", C a m b r id g e M o d e m H istory, c . 1.
121
sonuna kadar Batı Avrupa’da sanayi üretimi yalnızca ticaretin
bir parçasını oluşturuyordu.
Makine ucuz ve çok uzmanlaşmamış bir araç olarak kaldığı
sürece bu durum değişmedi. Ev üreticisinin aynı zam an süre
since daha çok üretim yapabileceğini görmesi, onu kazancım
artırmak için makine kullanmaya ilebilirdi, ama bunun tek ba
şına üretim in örgütlenişini etkileyeceği kesin değildi. Ucuz
makinelere işçinin ya da tüccarın sahip olm ası tarafların sosyal
konumlarında bazı farklılıklar doğurabilirdi, kendi ucuz alet
lerine sahip olduğu sürece daha iyi bir durumda olan işçi için
bu kesinlikle önem liydi; ama tüccar, sanayi kapitalisti olmaya,
ya da parasını sanayi kapitalistlerine ödünç vermeye, zorlan
mıyordu. Malların satışı nadiren sorun çıkarıyordu; güçlükler
daha çok bazen kaçınılm az kesintilere uğrayan hammadde ar
zı alanında ortaya çıkmaya devam etti. Ama bu durumlarda b i
le, m akinelere sahip olan tüccarın uğradığı zarar çok önem li
değildi. Tüccarın üretimle ilişkisini bütünüyle değiştiren ken
di içinde m akinelerin ortaya çıkışı değil, karmaşık ve dolayı
sıyla uzmanlaşmış m akinelerin varlığıydı. Dönüşümün bütün
niteliğini belirleyen yeni üretim düzenini gerçekleştiren tüc
cardı. Ama karmaşık m akinelerin kullanım ı, fabrika sistem i
nin gelişm esine neden oldu ve böylece, ticaretle sanayiin göre
ce öneminde İkincinin yararına kesin bir değişikliğe yol açtı.
Sanayi üretimi, tüccar tarafından bir aiım -saıım işlemi olarak
düzenlenen ticaretin bir parçası olm aktan çık tı; uzun vadeli
yatırımları ve bunlarla ilgili riskleri içermeye başladı. Üretim in
sürekliliği belli bir ölçüde sağlanmadığı sürece, bu riskin göze
alınması olanaksızdı.
Ama sanayi üretimi karm aşıklaştıkça, arzının garantiye alın
ması gereken üretim unsurlarının da sayısı artıyordu. Doğal
olarak unsurların üçü hayatı bir önem taşıyordu: Em ek, top
rak ve para. Ticari bir toplumda bunların arzını örgütlemenin
tek bir yolu vardı: Satınalm abilirliklerini sağlamak. Dolayısıyla
piyasada satılabilecek şekilde -y an i meta o larak - örgütlenm e
liydiler. Piyasa m ekan izm asın ın üretim u nsurlarım -e m e k ,
toprak ve parayı- içine alışı, fabrika sistem inin ticari bir toplu
122
ma girişinin kaçınılm az sonucuydu. Üretim unsurları satışa ç ı
karılmalıydı.
Bu bir piyasa sistem i talebiyle eş anlamlıydı. Böyle bir sis
temde kârları garantiye alm anın tek yolunun, yalnızca, kendi
kurallarına göre işleyiş ilkesinin birbirine bağlı rekabet piyasa
ları aracılığıyla korunm ası olduğunu biliyoruz. Fabrika siste
minin gelişm esi alım -salım sürecinin bir parçası olarak ortaya
çıkm ış olduğuna göre, üretimin sürebilm esi için em ek, toprak
ve paranın m etalara dönüşm esi gerekiyordu. Doğal o larak,
bunlar, piyasada satılm ak üzere üretilm ediklerinden, gerçek
ten metalara dönüşlürülem ezlerdi. Ama böyle üretildikleri ef
sanesi, toplum un tem el düzenleyici ilkesi olup çıktı. Bu üçün
den biri özel önem taşıyordu: Em ek, işveren değil işçi oldukla
rı durumda insanlar için kullanılan teknik terim . Bunun ar
dından, artık em ek düzeninin piyasa sistem inin düzeniyle bir
likle değişeceği fikri geliyordu. Ama em ek düzeni halkın ya
şam biçim lerinden başka bir şey dem ek olm adığına göre, orta
ya çıkan sonuç piyasa sistem inin gelişm esiyle birlikle, toplum
sal düzenini de değişikliğe uğratacağıydı. Böylece insan toplu
mu, ekonom ik sistem in bir aksesuarı haline geldi.
İngiliz tarihinde toprak çevirm elerinin yol açtığı hasarla Sa
nayi D evrim ini izleyen sosyal felaketler arasında daha ön ce
kurduğumuz koşutluğu hatırlayalım. “İlerlem elerin sosyal çö
zülmelere yol açm ası kuraldır” dem iştik. Eğer çözülm enin hızı
çok fazlaysa, toplum bu sürece dayanamaz. Tudor ve erken-
Stuarı Devri devlet adam ları, değişimi onu dayanılır kılm ak ve
daha az yıkıcı bir duruma getirm ek üzere yönlendirerek, İngil
tere’nin Ispanya’n ın kaderini paylaşm asını engellediler. Ama
Ingiltere halkını h içbir şey Sanayi Devrimi’nin etkisinden ko
rumadı. Kendiliğinden gelişmeye duyulan kör inanç, insan ak
lına hakim olm uştu ve en aydın kesimler, tutucu din adam ları
nın yobazlığıyla, sınırsız ve kontrolsüz bir toplum sal değişim
için çalıştılar. H alkın yaşamı üzerindeki etki, tarif edilem eye
cek kadar korkunçtu. Eğer bu yıkıcı m ekanizm anın etkilerini
bir dereceye kadar zayıflatan koruyucu karşı hareketler olm a
saydı, insan toplum unun yok olm ası işten bile değildi.
123
Dolayısıyla, ondokuzuncu yüzyıl tarihi iki yönlü bir hareke
tin sonucuydu: Piyasa örgütünün gerçek m etalan içine alarak
gittikçe yayılması, onun hayali metalarla ilgili olarak sınırlan
masıyla birlikte yer alıyordu. Bir yandan piyasalar yeryüzünün
h er tarafına yayılır ve içerdikleri m etaların sayısı inanılm az
düzeylere ulaşırken, bir yandan da, bir önlem ler ve politikalar
agı piyasanın em ek, toprak ve parayla ilgili etkilerini kontrol
altına almak üzere düzenlenm iş güçlü kurumlarla bütünleşi
yordu. Bir yanda dünya hammadde piyasaları, dünya sermaye
piyasalan ve dünya döviz piyasalarının kurulm ası, altın stan
dardının himayesinde, piyasa mekanizm asına eşi görülm em iş
b ir ilerlem e gücü sağ lark en , bir yandan da piyasa k o n tro
lündeki ekonom inin tehlikeli etkilerine direnm ek üzere köklü
bir hareket ortaya çıktı. Toplum kendini, kendi kurallarına gö
re işleyen piyasa sistem inin tehlikelerine karşı koruyordu - bu
çağın tarihinin genel özelliğiydi.
124
7. Speenhamland, 1795
125
saları gibi yeni koruyucu kurumlar, ekonom ik m ekanizm anın
gerekliliklerine elden geldiğince uyarlanmış olm alarına karşın,
gene de, onun kendi kurallarına göre işlem esine karşı müda
haleler oluşturdular ve sonuçta sistem i yıktılar.
Bu gelişm enin genel mantığı içinde, Speenham land Yasası
stratejik bir konumdaydı.
İngiltere'de hem toprak hem para em eklen önce örgütlen
mişti. Emekçi fiilen bağlı olduğu kilisenin yetki alanıyla sın ır
landığı için, yer değiştirm esini engelleyen katı yasalarla ulusal
bir emek piyasasının oluşması önlendi. “Kilise m ıntıkası serfli-
ği” (Parish serfdom ) denen durum un kurallarını belirleyen
1662 İskân Yasası (Act o f Settlem en t), 1 7 9 5 ’le gevşeıilm işti.
Eğer aynı yıl Speenhamland Yasası ya da “Yardım Sistem i” (Al
lowance System) yürürlüğe girm em iş olsaydı, bu adım ulusal
bir em ek piyasası oluşturulm asına yol açabilirdi. Oysa Speen
hamland Yasası’nm eğilimi bütünüyle ters yöndeydi; yani Tu
dor ve Sıuartlar’dan miras kalan paternalist em ek düzeninin
güçlendirilm esi yönünde. 6 Mayıs 1 7 9 5 ’le büyük bir bunalım
dönem inde, Newsbury yakınındaki Speenham land’de Pelikan
Hanı’nda toplanan Berkshire yargıçları, yoksullara k a z a ııç la -
n n dan bağ ım sız o la ra k belirli bir asgari gelir sağlanması için,
ekm ek fiyatlarına göre düzenlenen bir ölçüte göre ücretlerin
desteklenm esine karar verdiler. Yargıçların ünlü önerisi şöy-
leydi: Belirli nitelikteki bir galonluk* bir somun ekm eğin 1 şi
lin olduğu durumda, her yoksul ve em ekçi geçimi için haftada
3 şilin, karısının ve diğer aile bireylerinin geçimi için de 1 şilin
6 peni alacaktır. Bu, ya kendisinin veya ailesinin em eğiyle, ya
da bu amaçla konulan vergi gelirleriyle sağlanacaktır. G alon
luk som unun fiyatı 1/6 olursa, haftada 4 şilin artı 1/LO, ekm ek
fiyatlarının 1 şilin üzerine çıktığı durumlarda da 1 peııilik her
yükseliş için kendisi için 3 peni, diğer aile bireyleri için de 1
peni alacaktır. Bu rakam lar bölgelere göre değişiyordu, ama
çoğu yerde Speenhamland ölçütü kabul edilmişti. Bu bir ola
ğanüstü hal önlem i olarak düşünülm üş ve gayrı resmî olarak
126
kabul edilm işti. Çoğunlukla yasa olarak anılm asına karşın, öl
çütün kendisi hiçbir zaman yasalaşmadı. Ama kısa sürede kır
sal kesim in büyük bir kısm ında, hatta daha son ralan bazı sa
nayi bölgelerinde, yerel yasa durumuna geldi; fiilen getirdiği,
“yaşam hakkı” denebilecek sosyal ve ekonom ik bir buluştu ve
1834’te yürürlükten kaldırılm asına kadar rekabetçi bir emek
piyasası oluşm asını engelledi. Bundan iki yıl ö n ce, 1 8 3 2 ’de,
orta sınıf, kısm en de yeni kapitalist ekonom inin karşısındaki
bu engeli ortadan kaldırmak üzere, iktidarı ele geçirm işti. As
lında ücret sistem inin Speenham land'in getirdiği “yaşama hak-
kı”nın ortadan kaldırılm asını talep etm esinden daha doğal bir
şey olmazdı - yeni “ekonom ik birey düzeninde” bir şey yap
madan para kazanabilen bir kim senin ücret karşılığında çalış
ması düşünülemezdi.
Speenham land yöntem inin k ald ırılm asının , ond okuzu ncu
yüzyıl yazarlarının çoğunun görm ekle güçlük çektikleri başka
bir yönü daha vardı: Ücret sistem inin evrenselleştirilm esi, üc
ret karşılığı çalışanların da yararmaydı, bu onların yasal geçim
haklarının ellerind en alınm ası anlam ına gelse bile. “Yaşama
hakkı”nın bir ölüm tuzağı olduğu artık ortaya çıkm ıştı.
Çelişki yalnız görünüşte. Speenham land’in önerdiği, Yoksul
lar Yasası’nın esnek bir biçim de uygulanmasıydı -g e rçe k te ise,
başlangıçtaki niyetinin tam tersi bir duruma yol açtı. Elizabeth
Devri Yasası’na göre, yoksullar ücret ne oıursa olsun bulabil
dikleri işte çalışm ak zorundaydılar, yalnız iş bulam ayanların
yardım almaya hakkı vardı; ne niyetle ne uygulamada ücretle
rin desteklenm esi diye bir şey vardı. Speenham land Yasası’na
göre, ücretlerin ölçütün öngördüğü aile gelirini sağlamadığı
durumlarda, işi olan biri bile yardıma hak kazanıyordu. Dola
yısıyla, ücreti ne olursa olsun aynı geliri elde eden işçin in , iş
vereni mem nun etm ekten sağlayacağı herhangi bir maddi ç ı
kar yoktu; durum yalnızca ödenen ücret ölçütü aştığı zaman
farklılaşıyordu, bu da, işveren ne kadar düşük ü cret verirse
versin, vergilerle karşılanan destekler geliri belli bir düzeye çı
kardığından hem en hem en her ücret düzeyinde işçi bulunabil
diği için, özellikle kırsal kesimde pek sık rastlanan bir şey de
127
ğildi. Birkaç yıl içinde, em ek verimliliği dilenci em eğinin dü
zeyine düştü; bu da, işverenler için, ücretleri ölçütün üzerinde
b ir düzeye çık arm am ak için fazladan b ir sebep o lu ştu rd u.
Çünkü, bir kez işin yoğunluğu, özen ve etkinlik, belli bir dü
zeyin altına düştükten sonra, çalışm anın “dostlar alış-verişıe
görsü n ” tavrından veya y alnızca iş yapar görünm ek için iş
yapmaktan pek farkı kalmıyordu. Çalışma ilkesi uygulanmaya
devam etliği halde, yardım genelleşm işti ve yardımın yoksul
lar evi çerçevesinde düzenlendiği durumda bile, buradakilerin
yaptığına çalışmak dem ek epeyce yersiz kaçıyordu. Bu da Tu
dor yasalarından, patem alizm i azaltmak değil çoğaltm ak üze
re, vazgeçilmesi anlam ına geliyordu. Yoksullar evi dışında yar
dımın yaygınlaşması, eş ve çocuklar için ayrı ödemeleri de içe
ren ücret desteklem eleri, desteğin ekm ek fiyatıyla birlikte ar
tıp eksilm esi, çalışm a yaşam ının bütününden hızla kayb ol
makla olan düzenleyici ilkeleri em ekle ilgili olarak dram atik
bir biçimde devreye sokm ak dem ekti.
Hiçbir önlem bu derece yaygın bir kesim tarafından olumlu
karşılanm am ıştı.1 Ana-babalar çocuklarına bakma sorum lulu
ğundan kurtuluyorlardı, ve çocuklar artık ana-babalarına ba
ğımlı değillerdi, işverenler istedikleri gibi ücretleri düşürebili
yorlar, işçiler de, çalışkan da olsalar tembel de olsalar, aç kal
mayacaklarını biliyorlardı; insancıl kişiler onu “adil olmasa bi
le m erham etli bir uygulam a” diye alkışladılar, ben ciller ise
“merham etli olsa bile hiç olmazsa liberal değil" diye kendileri
ni avuttular. Yardımı karşılayan vergileri ödeyenler bile, insa
nın geçim ini sağlayacak bir ücret kazanıp kazanm amasından
bağımsız bir “yaşama hakkı” ilan etm iş bir sistem de yardım
düzeyinin nerelere varabileceğini anlamakta gecikm işlerdi.
Uzun dönemde sonuç korkunçtu. Halktan insanların yoksul
yardımı almayı ücrete tercih edecek derece kendilerine olan
saygılarım yitirmeleri epey zaman alm ıştı, doğru, gene de kamu
kaynaklarından desteklenen ücretlerin durmadan düşm esi ve
işçinin yardım almak zorunda kalması kaçınılmazdı. Yavaş ya
128
vaş kırsal kesim halkı muhtaç duruma düşürüldü, “bir kere yar
dım alan hep yardım alır” vecizesi doğru çıkmıştı. Yardım siste
minin yaygın etkileri ortada olmasaydı, kapitalizmin ilk dönem
lerindeki İnsanî ve sosyal çöküşü açıklamak çok zor olurdu.
Speenham land olayı, yüzyılın en ileri gelen ülkesinin insan
larına atılm akta oldukları sosyal m aceranın gerçek niteliğini
gösterdi. Yönetenler de yönetilenler de o aptallar cennetinden
alınan dersleri hiç unutamadılar. Eğer 1832 Reform Tasarısı ve
1834 Yoksullar Yasası Değişikliği m odem kapitalizm in başlan
gıcı olarak görülüyorlarsa, bu, onların iyi yürekli toprak sahi
binin yönetim ine ve onun yardım sistem ine son verdiklerin-
dendir. Em ek piyasası olmayan bir kapitalist düzen yaratma
çabası korkunç bir başarısızlığa uğradı. Bu düzeni yöneten ya
salar kendilerini kabul ettirdiler ve patem alizm ilkesine tem el
den karşı olduklarını gösterdiler. Bu yasaların gücü açıkça gö
rüldü ve onlara uym ayanlar bunun bedelini acı bir biçim de
ödediler.
Speenham land’ın yürürlükte olduğu dönem d e toplum iki
zıt etki altında bölünm üştü. Bunlardan biri, paternalizm den
kaynaklanıyor ve emeği piyasa sistem inin tehlikelerinden ko
ruyordu; diğeri, toprak da dahil olm ak üzere, üretim unsurla
rını bir piyasa sistem i içinde örgütlüyor ve böylece halktan in
sanları eski sosyal konum larından ayırıp, em eklerini satarak
geçinmeye zorluyor, ama aynı zamanda da em eğin piyasa de
ğerini bulm asını önlüyordu. Yeni bir işveren sınıfı oluşuyor,
ama buna karşı bir işçi sınıfı örgüllenem iyordu. Yeni toprak
çevrilmesi hareketleri dev bir dalga halinde toprağı kullanım a
açıyor ve k ırsal b ir proletarya yaratıyor, aynı zam and a da
“Yoksullar Yasasının Kötü Uygulanışı" bu proletaryanın em e
ğiyle yaşamını sağlamasını engelliyordu. O dönem de yaşayan
ların üretimin mucizevi denilebilecek artışıyla kitlelerin açlık
tan ölm e sınırına gelm eleri arasındaki görünüşte çelişkiyi tik
sindirici bulmaları boşa değildi. 1 8 3 4 ’te yaygın bir inanç -iz a n
sahibi insanların çoğunu n tutkuyla savundukları bir in a n ç -
hakimdi: H içbir şey Speenham land'm yürürlükte kalması ka
dar kötü olamaz. Ya Luddistlerin denediği yoldan m akineler
129
yok edilecek ya da bir em ek piyasası yaratılacaktı. Böylece in
sanlık, ütopyacı bir deneyim in yollarına sürüklendi.
Bu noktada Speenhamland'ın ekonom ik yönüyle ilgili uzun
açıklamalara girmenin yeri yok, daha sonra buna fırsat bulaca
ğız. Görünüşte “yaşama hakkının" ücretli emeği bütünüyle or
tadan kaldırması gerekirdi. Yürürlükteki ücretler yavaş yavaş sı
fıra düşmeli ve ücret faturasını olduğu gibi kiliseye yükleyerek
düzenlemenin saçmalığını ortaya koymalıydı. Ama bu özünde
kapitalizm öncesi bir dönemdi, halktan insanlar hâlâ geleneksel
düşüncelere bağlıydılar ve yalnızca parasal dürtülerle hareket
etmekten çok uzaktılar. Kırsal kesimde yaşayanların çoğu, her
türlü yaşam biçim ini, sonradan görülen itici ve tiksindirici du
rumları bilinçli bir biçimde içermese bile eninde sonunda m uh
taç statüsüne indirgenmek olan şeye tercih eden toprağı kullan
ma hakkına sahip küçük çiftçilerdi. Eğer işçiler birleşebilselerdi,
yardım sistemi doğal olarak ücretler üzerinde değişik bir etki
yapacaktı: Çünkü sendika hareketi, Yoksullar Yasası’nın böylesi-
ne geniş bir uygulamasının içerdiği işsizlik yardımı tarafından
büyük ölçüde desteklenecekti. 1799-1800’de işçilerin örgütlen
mesine karşı çıkarılan adaletsiz yasaların (A nti-C om binaıion
Laws) nedenlerinden biri herhalde buydu. Berkshire yargıçları
nın da, parlam ento üyelerinin de, genelde yoksulların yaşam
koşullarını düşünen insanlar olduklarını ve 1797’den sonra si
yasal huzursuzluğun önem ini kaybetmiş olduğunu göz önüne
alırsak, bu yasaların çıkarılm asını başka türlü açıklam ak çok
güçleşiyor. Gerçekten de, Speenhamland’ın paternalist müdaha
lelerinin başka bir müdahaleyi gerekli kıldıkları söylenebilir. Bu
müdahaleyi, Speenham land’ın tek başına bırakıldığı takdirde
ulaşacağı doğal sonucu, ücretlerin yükselmesini engelleyen işçi
örgütlenmesine karşı yasalar oluşturuyorlardı. Yirmibeş yıl daha
yürürlükten kalkm ayan örgütlenm eye karşı yasalarla birlikte
Speenhamland çok tuhaf bir durum yarattı: Mali önlem lerle uy
gulanan “yaşama hakkı”, sonuçta, onca gösterişle yardımlarına
koştuğu insanların felaketine yol açmıştı.
Daha sonraki nesiller için h içbir gerçek, ücret sistem i ve
“yaşama h akk ı” gibi kurum ların bağdaşm azlığı kadar, veya
130
başka bir deyişle, ücretler kamu kaynaklarından desteklendiği
sûrece kapitalist sistem in işlem esinin olanaksızlığı kadar ayan
beyan ortada olamazdı. Ama o dönem de yaşayanlar, zem inini
hazırladıkları düzeni anlayam am ışlardı. Yoksulların kayıısız-
şarısız yardım alma haklarının ortadan kaldırılm ası gerekliliği,
ancak kitlelerin üretim kapasitesinin ciddi bir biçim de düşm e
sinden ve m akin e uygarlığının ilerlem esine karşı engellerin
gerçek bir ulusal sorun oluşturm alarından sonra toplum un bi
lincine işleyebildi. Speenham land’ın karmaşık ekonom isi dev
rin en nitelikli gözlem cilerini bile aşıyordu; ama ücret destek
lem elerinin, adeta mucizevi bir biçim de herkese, hatta yardım
alanlara bile, zararı dokunduğuna göre, uygulamanın özünde
zararlı olduğu sonucu tartışılmaz bir biçim de onaya çıkm ıştı.
Piyasa sistem inin tehlikeleri henüz kolayca görülecek gibi
değildi. Bunu iyice anlayabilm ek için m akineleşm enin başlan
gıcından beri İngiltere’de em ekçilerin başından geçen çeşitli
olayları birbirinden ayırmamız gerekiyor: ilk olarak, 1 7 9 5 ve
1 8 3 4 arasınd a Speen h am lan d d ö n em in in o lay ları; İk in cisi,
1 8 3 4 ’ü izleyen on yıl boyunca Yoksullar Yasası Reform unun
getirdiği güçlükler; üçüncüsü, 1 8 3 4 ’le İşçi Sendikalarının ta
nınm asının belli bir korunak sağladığı 1870 arasındaki d ö
nemde rekabetçi em ek piyasalarının yıpratıcı etkileri. Krono
lojik olarak, Speenham land piyasa ekonom isinden önce geli
yordu; Yoksullar Yasası Reform u’nun yapıldığı on yıl ise, bu
ekonom iye geçiş dönem iydi. Bundan ön cekiyle içiçe girm iş
son dönem , piyasa ekonom isi dönemiydi.
Ü ç dönem birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmışlardı. Spe-
enhanıland halktan insanların proleterleşm esini önlem ek, ve
ya hiç olmazsa bunu yavaşlatmak üzere hazırlanm ıştı. Sonuç,
bu süreç içinde neredeyse insanlıktan çıkan kitlelerin sefalete
düşmeleriydi.
1834 Yoksullar Yasası Reformu em ek piyasasının bu biçim de
engellenm esine son verdi: “Yaşama hakkı” ortadan kaldırıldı.
Reform Yasası’nın bilim sel acımasızlığı 1830'lu ve 1 8 4 0 ’lı yılla-
nn kamu duyarlılığına böyle ters gelmişti ki, o sırada gösterilen
tepkilerin şiddeti daha sonraki nesillerin gözünde durum un
131
b erraklık kazanm asını uzun süre engelledi. Yoksulların en
muhtaç durumda olanlarından çoğunun yoksullar evi dışında
verilen yardımların ortadan kalkm asıyla kaderleriyle başbaşa
kaldıkları doğruydu; ayrıca en çok acı çekenler arasında, bir
utanç bölgesi durumuna gelm iş olan yoksullar evine* sığınm a
yacak kadar gurur sahibi olan “yardımı hak etm iş” yoksullar
bulunuyordu. Herhalde m odern tarihte daha acımasız bir re
form örneğine rastlanamaz; bu reform, yeni tip yoksul evlerin
deki aşağılayıcı çalışm a koşu lların ın oluşturduğu sınam ayla
gerçekten muhtaç durumda olanlann saptanabileceği varsayı
mı temelinde, sayısız insan yaşamını ezip geçmişti. Psikolojik
işkence, ılımlı insanseverler tarafından, em ek çarkını yağlama
yöntemi olarak soğukkanlı bir biçim de önerilip rahatça uygula
maya konuldu. Ama şikayetlerin çoğu, aslında, yerleşm iş bir
kurum un aniden ortadan kaldırılıp kökten bir dönüşüm ün et
kisini hızla göstermeye başlamasından kaynaklanıyordu. Disra
eli, insanların yaşamındaki bu “akıl almaz devrimi” kınadığım
belirtti. Gene de, eğer yalnız parasal gelirlere bakılacak olursa,
halkın koşullarının kısa zamanda iyileştiği söylenebilir.
Ü çüncü dönem in sorunları daha öncekilerle karşılaştırıla
mayacak kadar derine iniyordu. 1834’ü izleyen on yıl boyun
ca, yeni Yoksullar Yasası yetkilileri tarafından yoksullara edi
len bü ro k ratik eziyet m od ern ku ru m ların en g ü çlü sü n ü n ,
em ek piyasasının, yaygın etkilerin in yanında h iç kalıyordu.
Bu, kapsamı açısından, Speenham land’in oluşturduğu tehdide
benziyordu; aradaki fark, şim di tehlikenin rekabetçi bir em ek
piyasasının yokluğundan değil varlığından kaynaklanmasıydı.
Eğer Speenham land’in bir işçi sınıfının oluşm asını engellediği
söylenebilirse, şimdi çalışan yoksullar, duygusuz bir m ekaniz
m anın bask ısıy la, böyle bir sın ıfa d önüştürü lü yord u . Eğer
Speenham land çerçevesinde, insanlarla pek de değerli olm a
132
yan hayvanlar gibi ilgileniliyorduysa, şim di, her şeyin onlara
karşı olduğu bir durumda, kendi başlarının çaresine bakmaları
bekleniyordu. Eğer Speenham land’in aşağılanm anın yerleşmiş
sefaleti anlam ını taşıdığı düşünülürse, şimdi çalışan insan top
lum içinde m ekansız kalm ıştı. Eğer Speenham land’in kom şu
luk, aile ve kırsal çevre değerlerini sömürdüğü düşünülürse,
şimdi insan evinden ve yakınlarından ayrılmış, köklerinden ve
anlam lı bir çevreden koparılm ıştı. K ısacası, eğer Speenham
land’in durağanlığın çürüyüşü anlamına geldiği düşünülürse,
şimdi tehlike korunm asızlıktan ölm ekti.
İngiltere’de 1 8 3 4 ’e kadar rekabetçi bir em ek piyasası kurul
madı; dolayısıyla sanayi kapitalizm inin bu tarihten ön ce bir
sosyal sistem olarak varolduğu söylenem ez. Ama toplum nere
deyse anında kendini korum aya başladı: Sanayi yasaları ve
sosyal politika düzenlem eleri, aynı zamanda da, siyaset ve sa
nayi alanında bir işçi sınıfı hareketi ortaya çıktı. Koruyucu ön
lem lerle sistem in kendi kurallarına göre işleyişi arasındaki
ölüm cül çatışm a, piyasa m ekanizm asının yepyeni tehlikelerini
allatmak için girişilen bu çabalar içinde yer aldı. O ndokuzun-
cu yüzyıl sosyal tarihi, 1 8 3 4 Yoksullar Yasası Reform u’yla diz
ginlerinden boşanan piyasa sistem inin mantığı tarafından be
lirlenm işti dersek, durum u abartm ış olm ayız. Bu dinam iğin
başlangıç noktası Speenham land Yasasıydı.
Speenham land’in incelenm esi ondokuzuncu yüzyıl uygarlı
ğının d oğuşunun in celen m esid ir dediğim izde, ak lım ızd aki
yalnızca onun ekonom ik ve sosyal etkisi, hatta bu etkilerin
modern siyasal tarihim izi biçim lendirişleri değil. Söylenm ek
istenen, bugünkü nesillerce büyük ölçüde bilinm eyen bir ger
çek: Sosyal bilincim izin onun kalıbına göre yoğrulm uş olduğu
gerçeği. M uhtaç durum daki insan tipi, o zamandan beri nere
deyse unuttuğum uz bu tip tarihin en çarpıcı olayları kadar
güçlü bir iz b ırak m ış olan b ir tartışm aya hakim o lm u ştu .
Fransız D evrim i’ni Voltaire ve D iderot, Q uesnay ve Rousse-
au’nun düşüncesine borçlu olduğumuz gibi, Yoksullar Yasası
tartışması, Fransız D evrim i’yle birlikte ond okuzu ncu yüzyıl
Uygarlığının manevi babalığını paylaşan Benlham ve Burke,
133
Godwin ve M althas, Ricardo ve Marx, Robert Owen ve Jo h n
Stuart M ill, Darwin ve Spencer’ın düşüncelerini biçimlendirdi,
insan aklının içinde yaşanan toplum a yeni bir endişeyle yöne
lişi, Speenhamland ve Yoksullar Yasası Reform u’nu izleyen yıl
lardaydı: Berkshire yargıçlarının durdurmak için boş yere ça
baladıkları ve sonunda Yoksullar Yasası R eform unun önünde
ki engelleri kaldırdığı devrim, insanların gözlerini kendi top
lumsal varlıklarına çevirm işti, sanki onu ilk kez göriiyorlar-
mışçasına. Daha önce varlığından habersiz yaşanan bir dünya,
karmaşık bir toplumu yöneten yasaların dünyası, gözler önü
ne serilm işti. Toplumun bu yeni ve özel anlamda ortaya çıkışı
ekonom i alanında yer alm ıştı, ama olay evrenseldi.
Bu yeni doğan gerçeğin bilincim ize giriş biçim i politik ikti
sattı. O nun şaşırtıcı düzenliliklerinin ve çarpıcı çelişkilerinin,
insan anlam lan dünyasına girebilm esi için , felsefe ve teoloji
k alıp ların a so k u lm aları g erekiyord u. Ö zgü rlü ğü m üzü yok
eder gibi görünen inatçı g erçekler ve am ansız yasalar, şöyle
veya böyle özgürlükle bağdaştırılm alıydılar. Pozitivistleri ve
faydacıları gizlice destekleyen metafizik güçlerin ana kaynağı
buydu. İnsan olanaklarının el değmemiş alanlarına yönelm iş
sınırsız umut ve sonsuz um utsuzluk, aklın bu korkunç sınırla
malara gösterdiği çelişik tepkilerdi. Umut -ku su rsu zlu k haya
l i - nüfus ve ticaret yasalarından dam ıtılm ış ve ilerlem e kavra
mına yerleşmişti; ilerlem e o derece çekici bir kavramdı ki, ge
lecekteki yaygın ve acılı çözülm elerin hepsini haklı kılabilecek
gibi görünüyordu. Um utsuzluk ise, daha da güçlü bir dönü
şüm aracı olduğunu kanıtladı.
İnsan sürüp giden bir yokoluşa razı olm ak durumunda bıra
kılm ıştı: Ya soyunu sürdürmeyi durduracaktı, ya da kendini,
bile bile, savaş ve salgın hastalıklar, açlık ve ahlâk düşkünlüğü
aracılığıyla ortadan kalkm aya m ahkûm edecekti. Yoksulluk
toplumda yaşayan doğaydı, yiyeceklerin sınırlı ve insanın sayı
ca sınırsızlığının lam sonsuz bir servet artışı umudu yayıldığı
sırada konu olup çıkm ası, çelişkinin acılığını artırıyordu.
Böyiece toplum un keşfi, insanın manevi evreniyle birleşti;
ama bu yeni gerçek, toplum , nasıl yaşamın kurallarına uydu
134
rulacaktı? Uygulamaya rehber olm ak üzere uyum ve çalışm a
ilkeleri sonuna kadar zorlandılar ve içind e çelişkid en başka
bir şey olmayan bir kalıba döküldüler. Bireyin ve topluluğun
çıkarları sonuçta özdeş olduğundan, uyum ekonom inin parça
sıdır denildi, ama bu uyumlu kendi kurallarına göre işlerlik
bireyin ekonom ik yasaya, bu yasanın kendini yok edeceğini
bilse bile, uymasını gerektiriyordu. Ç atışm a, bireyler arası re
kabet veya sın ıf m ücadelesi biçim inde, toplum un bir parçasıy
dı - am a bu çatışm a da, o anda veya gelecekte, toplum içinde
daha güçlü bir uyumun tek aracı olabilirdi.
Sefalet, politik iktisat ve toplumun keşfi, iç içe geçm işlerdi.
Sefalet, yoksulluğun bollukla el ele yürümesi gibi anlaşılm az
bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Ama bu sanayi toplum unun in
sanın karşısına çıkaracağı çelişkilerin yalnızca ilkiydi, insan
bu yeni dünyaya iktisat kapısından girmişti ve çağa maddeci
görünümünü kazandıran bu rastlantısal durumdu. Ricardo ve
M alıhus’a h içbir şey mallardan daha gerçek görünm üyordu.
Piyasa yasaları, on lar için, insan olanaklarının sınırı dem ekti.
Godwin sınırsız olanaklara inanıyordu, bu yüzden de piyasa
yasalarını yadsım ak zorundaydı. İnsan o lan akların ın piyasa
yasalarıyla değil, toplum un kendisiyle sınırlı olduğunu anla
mak yalnızca O w en’a nasip oldu. Yalnızca o, piyasa ekonom isi
perdesinin ardında yükselen gerçeği, toplum u, gördü. Ama
gördüğü şey, yeniden, bir yüzyıl boyunca yilirildi.
Bu arada insanlar, yoksulluk sorunu bağlamında karm aşık
bir toplumda yaşamanın anlam ını araştırmaya başladılar. Poli
tik ikıisatm evrensel alana yaygınlaşması iki zıt açıdan gerçek
leşti: Bir yandan ilerlem e ve kusursuzluk olanağı, bir yandan
da determ inizm ve lanetlenm işlik. Uygulamaya aktarılm ası da
iki zıt açıdan oldu: Bir yanda uyumluluk ilkesi ve kendi kural-
lanna göre işleyiş, öte yandan rekabet ve çalışm a. Ekonom ik
liberalizm ve sın ıf kavram ı, bu çelişkiler içinde biçim lendiler.
Yeni bir fikirler küm esi bilincim ize doğal bir olayın k açın ıl
mazlığı gibi yerleşti.
135
8. Evveliyat ve Sonuçlar
136
çıkm ayacak olan m odern ücreı sistem inin varlığını gerektiri
yordu; biz bu çok genel sunuş içinde bu ayrımları kolaylık ol
sun diye kullanacağız.)
Zanaatkarlar Y önetm eliğine göre, em ek düzeni ü ç unsura
dayanıyordu: Çalışma zorunluluğu, yedi yıllık çıraklık ve ka
mu görevlileri tarafından yıllık ü cret saptam aları. Ü zerind e
durulm ası gereken bir nokta, Yönetm eliğin zanaatkarlar kadar
tarım işçileri için de geçerli olması ve şehirler kadar kırsal böl
gelerde de uygulanmasıydı. Seksen yıl kadar Yönetm elik dik
katle uygulandı; sonradan yalnızca geleneksel zanaatkarlarla
sınırlanm ış olan çıraklık maddesi kullanılm az oldu, çünkü bu
nun pamuk gibi yeni sanayi dallarına uygulanması açıkça ola
naksızdı; R estorasyon’dan (1 6 6 0 ) sonra fiyat yü kselişlerin e
dayanan yıllık ücret saptamaları da, ülkenin büyük bir bölü
münde uygulanmaz oldu. Biçim sel olarak. Yönetm eliğin ücret
saptanması maddeleri ancak 1 8 1 3 ’te ortadan kaldırıldı, ücret
maddeleri ise 1 8 1 4 ’te. Ama bir çok bakımdan çıraklık kuralı
yönetm elikten daha uzun öm ürlü oldu; İngiltere’de nitelikli
işçilik gerektiren dallarda hâlâ genel uygulamanın bir parçası
olduğu söylenebilir. Kırsal kesimde çalışma zorunluluğu yavaş
yavaş ortadan kalktı. G ene de, sözkonusıı iki buçuk yüzyıl bo
yunca Zanaatkârlar Yönetm eliğinin düzenleyicilik ve patem a-
lizm ilkelerine dayanan bir ulusal em ek düzeninin ana hatları
nı belirlediği söylenebilir.
Zanaatkârlar Yönetm eliğini Yoksullar Yasası tam amlıyordu;
bu terim “yoksul” ve “m uhtaç” arasındaki ayrıma çok duyarlı
olmayan m odern anlayış açısından old u kça kafa karıştırıcı.
Aslında İngiliz efendiler, çalışmadan yaşamalarına yetecek ka
dar g eliri olm ayan herkese yoksul gözüyle bakarlardı. Yani
“y ok su l” “halktan in san ”la eş anlam lıyd ı, halktan insan da
toprak sahibi olm ayanların dışındaki herkesi kapsıyordu (ba
şarılı tüccarların hem en hepsi toprak satın alırlardı). Dolayı
sıyla “yoksul” terimi ihtiyaç sahibi olan insanları ve ihtiyaç sa
hibi oldukları her durumda bütün insanları belirliyordu. Do
ğal olarak bu m uhtaç dürümdakileri de içeriyordu, ama yalnız
onları değil. İçinde her Hıristiyanın kendine bir yer bulabile
137
ceğini öne sûren loplum , yaşlılar, sakallar ve öksüzlere bak
mayı üsılenm işıi. Ama bunun ötesinde, iş bulabilseler elleriyle
yaşamlarını kazanabileceklerini düşünerek işsiz dediğimiz gü-
cü-kuvveti yerinde yoksullar vardı. Dilencilik şiddetle cezalan
dırılıyordu; serserilik, yinelendiğinde ölüm cezası gerektiren
bir suç oluşturuyordu. 1601 Yoksullar Yasası gücü-kuvveti ye
rinde yoksulların kilisenin sağlayacağı işlerde çalışarak yaşam
larını kazanmalarını öngörüyordu; önlem in masrafları kiliseye
aitti, o da bu masrafları yerel vergilerle karşılama yetkisine sa
hipti. Bu vergiler bütün mal sahiplerine ve işledikleri toprağı
kiralayan çiftçilere varlıklı ve varlıklı olmayan herkese, yerleş
tikleri evin ve kullandıkları toprağın kira değerine göre, aynı
biçim de uygulanıyordu.
Zanaaıkârlar Yönetmeliği ve Yoksullar Yasası birlikte bir iş
yönetmeliği oluşturuyorlardı. Ama, Yoksullar Yasası yerel ola
rak uygulanıyordu; her kilise m ıntıkasına -k ü çü k bir b irim -
yetki alanındaki gücü-kuvveti yerinde kişileri çalıştırm a yön
tem lerine, bir yoksullar evi bulundurm ak, öksüz ve bakıma
m uhtaç çocukların çırak lık eğitim ini ve yaşlılarla sakatların
bakımım üstlenm ek, m uhtaçların cenazelerini kaldırm ak ola
naklarına sahipli; her kilisenin kendi vergi ölçütleri vardı. Bu
açıklam a, durumu gerçekte olduğundan daha kusursuz göste
riyor; çoğu kilise m ıntıkasında yoksullar evi yoklu, daha ço
ğunda çalışabilecek durumda olanlara iş olanakları saglanam ı-
yordu; yerel vergi sorum luluklarından kaçınm anın bir türlü
yolu bulunuyordu; yoksullarla ilgilenenlerin kayıtsızlığı, m uh
taç durumda olanların sırtından yüzsüzce sağlanan çıkarlar,
yasanın işleyişini etkisiz kılabiliyordu. Gene de, aşagı-yukan
on altı bin Yoksullar Yasası yetkilisi köyün sosyal dokusunun
parçalanmasını engelleyebiliyordu.
Ama ulusal bir em ek sistem inde işsizlik ve yoksulluk yardı
mının yerel olarak düzenlenm esi apaçık bir tuhaflıktı. Yoksul
larla ilgili yerel düzenlem elerin çeşitliliği arttıkça, sosyal hiz
m etleri iyi örgütlenmiş kilise m ıntıkalarının “profesyonel düş
k ün lerin” istilasına uğrama tehlikesi de artıyordu. R estoras
yondan sonra “daha iyi” kilise m ıntıkalarının düşkünlerin yü
138
kü altında ezilm em eleri için İskân ve Tehcir Yasası çıkarıldı.
Bundan yüzyılı aşkın bir süre sonra, Adam Sm ith bu yasayı,
insanların yer değiştirm esini önleyip hem onlara yararlı işler
bulmalarını, hem de kapitalistin işçi bulm asını engellediği için
eleştiriyordu. Kişi, yalnızca yerel yargıçların ve kilise yetkilile
rinin iyi niyetine sığınarak, doğduğu kilise bölgesinin dışında
bir yerde kalabilirdi; başka yerlerde, çevrede iyi tanınsa ve iş
güç sahibi olsa bile, her zaman uzaklaştırılma tehlikesiyle kar
şı karşıyaydı. Dolayısıyla, insanların yasal konum u, özgürlük
ve eşitliğin keskin sınırlam alara tabi olduğu bir konum du, Ya
sa önünde eşil, kişi olarak özgürdüler. Ama k end ilerinin ve
çocuklarının uğraşlarını seçm ekte özgür değillerdi; isledikleri
yerde yerleşm ekte özgür değillerdi ve çalışm ak zorundaydılar.
İki büyük Elizabeth Devri Yönetm eliği ile, İskân Yasası birlik
te halktan insan ların özgürlük ferm anını o lu ştu ru rk en , bir
yandan da onların çaresizliklerini damgalıyorlardı.
1795’te, sanayiin ihtiyaçlarının baskısı altında 1 6 6 2 Yasası
kısmen yürürlükten kalkar, kilise bölgesine bağlı serflik orta
dan kaldırılır ve em ekçinin bölgeler arasında yer değiştirilebil
mesi sağlanırken, Sanayi Devrimi iyice yol alm ış durumdaydı.
Artık ulusal düzeyde bir em ek piyasası kurulabilirdi. Ama bil
diğimiz gibi, aynı yıl, Yoksullar Yasasının işleyişinde Elizabeth
Devri zorla çalıştırm a ilkesinin geriye alınm ası anlam ına gelen
yeni bir uygulama başladı. Speenham land “yaşama hakkın ı"
garantiye alıyordu; ücret desteklem eleri genelleştirilm iş, aile
yardımı buna eklenm işti, ve bütün bunlar yararlananları çalış
mak zorunda oldukları yoksullar evine* bağlamıyor, yoksullar
evi dışındakilere de sağlanıyorlardı. Yardım çok sınırlıydı, ama
gene de yalnızca geçinebilm ek için yeterliydi. Bu, düzenlem e-
cilige ve paternalizm e hırslı bir yeniden dönüş hareketiydi,
hem de tam buhar m akinesinin özgürlük diye ortalığı velvele
ye verdiği, m akinelerin iş gücü diye feryat ettikleri bir dönem
de. Ama Speenham land, İskân Yasası’mn yürürlııkıen kalkm a
sıyla aynı zamana rastlıyordu. Çelişki ortadaydı: Sanayi Devri
139
mi ulusal bir ücretli em ek arzı gerektirdiği için İskan Yasası
ortadan kald ırılırk en , Speenham land h iç kim sen in açlıktan
korkm ak durumunda olmadığı, ne kadar az kazanırsa kazan
sın, kilisenin ona ve ailesine bakm akla yükümlü olduğu ilkesi
ni getiriyordu. İki sanayi politikası arasında büyük bir çelişki
vardı, bunların aynı anda sürekli olarak uygulanmasından sos
yal bir musibetten başka ne beklenebilirdi?
Ama Speenhamland nesli, gelm ekte olanın farkında değildi.
Tarihin en büyük sanayi devrim inin arifesinde, ortada hiçbir
işaret görünm üyordu. Kapitalizm geliyorum dem eden geldi.
Kim se m akine sanayiinin gelişm esini önceden sezem em işli,
bu gelişme beklenm edik bir biçim de ortaya çıktı. Baraj yıkılıp
eski dünya, dünya ek o n o m isin e doğru akan b ir büyük sel
içinde kaybolduğu sırada, İngiltere’de dış ticaretin sürekli bir
durgunluk içine gireceği bekleniyordu.
1 850’lere kadar kim se ne olup bitliğinin farkında değildi.
Speenhamland yargıçlarının önerilerini anlamak için, onların
karşılarındaki gelişm elerin yaygın sonuçlarından habersiz ol
duklarını dikkate alm ak gerekiyor. Geriye bakıldığında yalnız
ca bütünüyle olanaksız bir şey yapmaya çalışm ış olduklarını
değil, bunu, daha o zaman kolayca görülm esi gerektiği gibi, iç
çelişkiler içeren yollardan gerçekleştirm eye kalkıştıklarını gö
rebiliyoruz. Aslında, köyün çözülm esini önlem ek am acım ger
çekleştirm ekte başarılı olm uşlardı, ama uyguladıkları politika
o zaman görem edikleri başka alanlarda feci sonuçlar doğur
muştu. Speenhamland politikası, em ek piyasasının gelişm esi
nin belli bir aşam asının sonucuydu, o zaman politikayı yön
lendirebilecek konum da olanların bu duruma nasıl bir gözle
baktıkları düşünülerek değerlendirilm eli. Bu açıdan, köy soy
lularının, yardım istemi artık em ekçilerin yer değiştirm eleri
nin engellenemediği bir durumla başa çıkabilm ek ve yerel ko
şullarda yüksek ücretleri de içeren bir karmaşayı önleyebilm ek
için gerçekleştirdikleri görülebilir.
Speenham land’m dinam iği, kaynağındaki koşullarda yatı
yordu. Kırsal alanlardaki m uhtaçların sayısının artm ası, g el
m ekte olan karm aşanın ilk belirtisiydi. Ama o zaman kim se
140
böyle düşünür gibi değildi. Kırsal kesimde yoksullukla dünya
ticaretinin etkisi arasındaki ilişki hiç de açıklık kazanm am ıştı.
O dönem de yaşayanların köydeki yoksulların sayısıyla Yedi
Deniz ticareti arasında bag kurmaları için hiçbir neden yoktu.
Genellikle yoksulların sayısındaki açıklanamayan artış hem en
her zaman Yoksullar Yasası uygulamasının yöntem lerine bağ
landı, pek de nedensiz sayılmazdı bu. Ama aslında, yüzeysel
olanın ö tesin d e, kırsal alandaki m u htaçların artışı geneld e
ekonom ik tarihin akışıyla doğrudan ilgiliydi. Ama bu hâlâ çok
güç farkedilir b ir ilgiydi. Düzinelerce yazar, yoksulların köye
hangi kanallardan sızdığını araştırıyordu ve ortaya çıkışlarını
açıklam ak için ö n e sü rü len n ed enlerin çeşitliliğ i g erçek len
başdöndürücüydü. Ama dönem in yazarlarından ço k azı, çö
zülm enin Sanayi Devrim iyle bağlantılı belirtilerine dikkat çek
li. 1 7 8 5 ’e kadar Ingiliz halkı, ticaretin çılgın artışı ve m uhtaç
durumda olanların çoğalm ası dışında, ekonom ik yaşamda yer
alan önem li değişikliklerin farkında değildi.
“Yoksullar nereden geliyor?”, yüzyıl ilerled ikçe kalınlaşan
sürüyle broşürün ortaya attığı soruydu. M uhtaç dürüm dakile
rin artm asının yol açtığı zararların en göze çarpanları biraz ha-
fıfletilebilse, sorunun bütünüyle ortadan kalkacağı inancından
esinlenen bir yazında, sorunun nedenleriyle onunla mücadele
yöntem leri arasında bir ayrım yapılm ası beklenem ezd i. B ir
noktada, çeşitli nedenlerin hep birlikte yoksulluk artışına yol
açm ış oldukları konusunda tam bir anlaşm aya varılm ış gibi
görünüyordu. Bunların arasında, tahıl yetersizliği, tarım kesi
mindeki yüksek ücretlerin yiyecek fiyatlarını artırm ası, tarım
kesim indeki düşük ücretler, şehirlerdeki yüksek ücretler, şe
hirlerde istihdam düzensizlikleri, bağımsız çiftçiliğin ortadan
kalkışı, şehirli işçilerin kırsal uğraşlara uyum sağlayamaması,
çiftçilerin ücretleri artırm aktaki isteksizliği, toprak sahipleri
nin ücret artışlarının rantları düşüreceği yolundaki endişeleri,
yardım alanların çalıştırıldıkları yoksullar evinde* yapılan üre
timin m akinelerle rekabet edemeyişi, ev ekonom isinin yeter
141
sizliği, evlerin k u llan ışsızlığı, kölü beslenm e a lışk an lık ları,
uyuşturucu kullanım ı bulunuyordu. Bazı yazarlar yeni, daha
büyük bir koyun tipinin ortaya çıkışına kabahat buldular, ba
zıları da mutlaka yerlerini öküzlere bırakması gereken atlara;
bazıları ise, daha az köpek beslenm esini önerdi. Bazı yazarlar
yoksulların daha az ekm ek yemeleri veya hiç ekm ek yem em e
leri gerektiğine inanıyorlardı, diğerleri ise "en iyi cins ekm ekle
beslenm elerinin bile onlara karşı kullanılm am ası” gerektiğini
düşünüyorlardı. Çayın yoksulun sağlığını bozduğu, oysa evde
yapılan biranın sağlığa iyi geleceği düşünülüyordu; bu konuda
iyice güçlü kanaatlara sahip olanlar, çayın en ucuz alkollü içki
kadar kötü olduğunu vurguluyorlardı. Kırk yıl sonra bile, Har
riet Martineau hâlâ m uhtaç dürümdakilerin artışıyla ilgili so
runları ortadan kaldırmak için çay alışkanlığından vazgeçm ek
gerektiği yolunda vaazlar verm enin yararına inanıyordu.' D oğ
ru, toprak çevirm elerinin yarattığı huzursuzluktan yakınan
pek çok yazar vardı, diğer yazarlar da imalatçıların durum un
daki değişikliklerin kırsal kesim de istihdamı olum suz bir bi
çimde etkilediğini vurguluyorlardı. Ama genelde, sefalet soru
nun kendine özgü (sui generis) bir olgu, çoğu Yoksullar Yasa-
sı’nın gerekli çareyi uygulamada yetersiz kalışından kaynakla
nan çeşitli nedenlerin yol açtığı sosyal bir hastalık olarak de
ğerlendirildiği izlenim ini ediniyoruz.
Doğru yanıt, kuşkusuz, sorunun ciddileşmesi ve yardımın
artmasının bugün görünm ez işsizlik dediğimiz olgunun yük
selişinden kaynaklandığıydı. Bu gerçek, istihdamın bile genel
olarak görünmez olduğu ve bir noktaya kadar ev sanayii için
de yer aldığı bir dönem de kolayca görülemezdi. Gene de şu
sorular yanıl bekliyordu: işsizler ve yarı-işsizlerin sayısındaki
artışı nasıl açıklam alı? Ve neden sanayideki değişiklikler dik
katli gözlem cilerin bile gözünden kaçm ıştı?
Bu, büyük ölçüde, ilk dönem lerde ticaretteki aşırı dalgalan
maların ticaret hacm indeki m utlak artışı gizlem iş olmalarıyla
açıklanabilir. Ticaret artışı istihdam genel düzeyini yükseltir-
142
ken , dalg alan m alar ç o k daha büyük bir işsizlik artışın a yol
açıy o rd u . A m a istih d am g enel d üzeyind eki a rtışın old u kça
yavaş olm asına k arşın , işsizlik ve yarı işsizlik artışı hızlıydı.
D olayısıyla F rie d ric h E n g els’in yedek sanayi ordusu dediği
ş e y d e k i a r tış , sa n a y i o rd u su n u n k e n d is in in o lu şm a s ın ın
önünde gidiyordu.
Bunun ön em li bir so n u cu , işsizlikle toplam ticaretin artması
arasındaki ilişk in in kolayca gözden kaçabilm esi oldu, işsizlik
a rtışların ın b ü y ü k ticaret d algalanm alarından kaynaklandığı
gözlem ine sık sık rastlanıyordu, ama bu dalgalanm aların daha
geniş çaplı bir sü recin , yani mam ul mallara giderek daha çok
dayanan ticaretteki genel büyüm enin, bir parçası olduğu göze
çarpm ıyordu. B u dönem de yaşayanlar için, özellikle şehirlerde
kurulm uş olan im alathanelerle kırsal kesim yoksullarının sa
yısındaki büyük artış arasında hiçbir ilişki yoktu.
Toplam ticaretteki artış, doğal olarak istihdam hacm ini ge
nişletirk en , bölgesel işbölüm ü, ticaretteki keskin dalgalanm a
larla birlikte hem köy hem şehir uğraşlarını sarsarak işsizliğin
hızla yükselm esin e y ol açtı. Başka yerlerdeki yüksek ücretlerle
ilgili uzaklardan gelen söylentiler, yoksullarda tarım ın sağladı
ğı olanaklara karşı bir hoşnutsuzluk ve karşılığı bu kadar dü
şük bir em eğe karşı soğu kluk uyandırdı. O çağın sanayi bölge
leri b in lerce g ö çm en i k en d ine çeken yeni bir ülkeye, âdeta
başka bir A m erika’ya benziyordu. G öç çoğu kez, yeniden gö
çün yanında yer alıyordu. Kırsal nüfusla mutlak bir düşüşün
kaydedilm em iş olm ası da, köylere doğru ters yönde bir akım ın
gerçekleştiği d ü şü n cesin i d estekler nitelik te. Böylece, çeşitli
zam anlarda, değişik grupların ticari ve sanayi uğraşlar alanına
kayıp, son ra da yeniden eski kırsal yerleşim bölgelerine dön
m eleriyle, g ittik çe artan b ir köksüzleşm e ve yerleşm em işi iğe
rastlanıyordu.
In g iltere’nin kırsal alanlarındaki sosyal hasarın büyük bir
bölü m ü , ilk ö n c e , ticaretin doğrudan doğruya kırsal kesim
üzerinde yaptığı sarsıcı etkilerden kaynaklandı. Tarımda Dev
rim , k esin lik le, Sanayi D evrim inden önce gelm işti. Tarım yön
te m le rin d e k i ö n e m li ile rle m e le rin yanınd a y er alan toprak
143
çevrilm esi hareketleri ve tanm işletm elerinin birleşm esi, güçlü
bir köksüzleşm e etkisi yarattı. Köy evlerine açılan savaş, onla
ra ait bahçe ve alanların büyük topraklar içinde yutulm ası, or
tak toprakların üzerindeki hakların ortadan kalkm ası, ev sana
yiinin iki ana dayanağını yok etm işti: Aile kazançları ve tarı
mın oluşturduğu temel. Ev sanayii, küçük bir bahçe, bir parça
toprak veya hayvan otlatm a haklarının sağladığı desteğe sahip
olduğu sürece, para ekon om isine bağım lılık m utlak değildi;
ortak arazideki patates parseli veya “yolunacak birkaç kaz”,
bir inek veya yalnızca b ir katır bile ço k önem liydi; aile ka
zançları bir tür işsizlik sigortası işlevini görüyordu. Tarım ın
akılcı bir biçim de düzenlenm esi, kaçınılm az olarak, em ekçiyi
köklerinden koparm ış, sosyal güvenliğini sarsmıştı.
Şehirlerde ise, istihdam düzeyindeki iniş çıkışlar gibi yeni
bir afetin etkileri doğal olarak açıkça ortadaydı. Sanayi uğraş
ları g enellikle bir çıkm az olarak değerlendiriliyordu. David
Davies “Bugün iş gücü sahibi olan işçiler, yarın sokakta ekm ek
dileniyor olabilirler...” diye yazıyor ve ekliyordu: “Bu yenilik
lerin en korkunç sonucu iş koşullarının belirsizliği.” “Bir sa
nayi şehri bu konum unu yitirdiğinde, orada yaşayanlar felç
geçirm işse dönerler ve derhal kilise m ıntıkasında bir yük du
rumuna gelirler; ama hasar yalnız o nesille de sınırlı kalm az...”
Aynı zamanda da iş bölüm ü intikam ını alır; işsiz kalan zanaal-
kârın köyüne dönüşü boşadır, çünkü “dokum acının elleri baş
ka hiçbir işe yaramaz." Şehirleşm enin ölüm cül geri dönüşsüz-
lüğü çok basil bir gerçeğe dayanıyordu. Adam Sm ilh’in sanayi
işçisinin akılca toprakla uğraşanların en zavallısından bile da
ha geri olduğunu çünkü toprak işçisinin genellikle her işi ya
p a b ile ceğ in i sö y lerk en g örm ü ş old u ğu g erçeğ e. G en e d e,
Adam Sm ilh’in U lusların Zengiııliği'ni yayımladığı tarihe kadar
m uhtaç durumda olanların sayısı endişe verici bir biçim de art
mıyordu.
Ondan sonraki yirmi yıl içinde görünüm bütünüyle değişti.
Burke 1795’le P itı’e takdim etliği N edret Ü zerine Düşünceler ve
A yrıntılar (Thougts and D etails on Scarcity) adlı kitabında, ge
neldeki ilerlem eye karşın “yirmi yıllık son bir kötü dönem ”in
144
varlığım teslim ediyordu. G erçekten de, Yedi Yıl Savaşları’m
(1 7 6 3 ) izleyen on yıl içinde, yoksullar evi dışında verilen yar
dım artışının gösterdiği gibi, işsizlik gözle görülecek biçim de
artmıştı, ilk kez bir ticaret yükselişi dönem inin, yoksulların
arlan sefaletiyle birlikte yer aldığı gözlemleniyordu. Bu görü
nüşte çelişki, gelecek neslin Batı insanlığı için sosyal yaşamın
yinelenen olgularının en şaşırtıcısı durumuna gelecekti. Nüfus
fazlası kâbusu insanların akıllarını meşgul etm eye başlıyordu.
Y o k su lla r Y asası Ü z erin e T ez'de (D isse rta tio n on th e P oo r
Laws) W illiam Towsend “Spekülasyon bir yana, İngiltere’de
bizim doyurabileceğim izden ve yürürlükteki yasa çerçevesin
de kârlı biçim de istihdam edebileceğim izden ço k daha fazla
insan var” uyarısında bulunuyordu. 1 7 7 6 ’da Adam Sm ith, sa
kin gelişm e havasını yansıtıyordu. Yalnızca on yıl sonra yazan
Townsend ise, daha o zaman fırtınanın farkındaydı.
G en e de, T ow nsend’den yaln ızca beş yıl so n ra lsk o çy a lı
köprü inşaatçısı Telford kadar siyasetten uzak, başarılı ve he
yecansız bir adamın dayanamayıp hüküm etin norm al gidişin
den hiçbir şey um ulam ayacağını, devrimin tek um ut olduğu
nu söyleyebilm esi için epeyce bir şeyler olm ası gerekti. Tel-
ford’un Paine’in İnsan H akları'n ın (Rights o f M an) tek b ir kop
yasını doğduğu köye postalam asıyla köyde isyan çık tı. Paris
Avrupa’n ın mayasında bir katalizör etkisi görüyordu.
C anning’in inancına göre Yoksullar Yasası İngiltere’yi dev
rimden korum uştu. Düşündüğü özellikle 1 7 9 0 ’lar ve Fransız
Savaşlarıydı. Yeni toprak çevrilm eleriyle kırsal kesim de yok
sulların yaşam düzeyi daha da düştü. Bu toprak çevrilm esini
haklı çıkarm aya çalışan, S.H. Clapham bile “ücretlerin siste
matik olarak yardımlarla desteklendiği bölgelerin yeni toprak
çevrilm elerinin en fazla yoğunlaştığı bölgelerle çarpıcı bir bi
çim de ça k ıştığ ın ı” kabul ediyordu. Başka b ir d eyişle, ücret
desteklemeleri olm asaydı, yoksullar İngiltere’nin kırsal kesim
lerinin büyük bir bölüm ünde açlıktan ölm e düzeyinin altına
düşeceklerdi. Sam anlıkları ateşe verme olayları hızla artıyor
du. Sık sık ayaklanm alar oluyor, ayaklanma söylentilerine da
ha da sık rastlanıyordu. Ham pshire’da -y a ln ız orada da d eğ il-
145
m ahkem eler “yolda veya pazar yerinde malların fiyatını zorla
indirm e girişim lerin in ” ölüm le cezalandırılacağı tehdidinde
bulundular, ama aynı zamanda aynı bölgenin yargıçları, genel
ücret desteklem eleri gerektiğini öne sürdüler. Ö nlem alma za
manının geldiği açıkça görülüyordu.
Ama neden bütün yöntem ler içinde sonradan herkese uygu
lanması en zor yöntem gibi görünm üş olan seçilm işti? Duru
mu ve işin içindeki çıkarları bir gözden geçirelim . Kırsal kesim
eşrafı ve papaz köyü yönetiyordu. Townsend durum u şöyle
özetliyordu: Toprak sahipleri sanayii “uygun bir m esafede” tu
tuyorlardı, çünkü “sanayide dalgalanmalar olduğunu ve sana
yiden elde edecekleri çıkarın mülkleri üzerine binen yüke değ
meyeceğini düşünüyorlardı...” Yükü oluşturan esas olarak sa
nayiin birbiriyle çelişen iki etkisiydi, yani m uhtaç durumda
olanların sayısının artışıyla ü cret yükselm eleri. Ama etkiler
arasındaki çelişki yalnızca rekabetçi bir em ek piyasası varsayıl
dığında ortaya çıkıyordu: Çünkü rekabet normal olarak çalı
şanların ücretlerini düşürerek işsizliği ortadan kaldırabilecekti.
Böyle bir piyasanın olmadığı durumda -Isk a n Yasası hâlâ yü
rürlükteydi- m uhtaçların sayısı ve ücretler aynı anda yüksele
bilirdi. Bu koşullar altında şehirlerdeki işsizliğin bedeli, esas
olarak, işsiz kalanların geri döndüğü köy birim i tarafından
ödeniyordu. Şehirlerdeki yüksek ücretler kırsal ekonom i üze
rinde daha da büyük bir yük oluşturuyordu. Tarımda ücretler
çiftçinin ödeyebileceğinden daha yüksek, ama işçinin geçimi
için gerekli olandan daha düşüktü. Tarımın şehirdeki ücretler
le rekabet edemeyeceği açıkça görünüyordu. Öte yandan, işçi
nin iş işverenin de işçi bulabilmesi için İskan Yasasının kaldı
rılm ası, ya da en azından gevşetilmesi gerekliliği konusunda
herkes hemfikirdi. Bunun genelde emeğin verimliliğini artıra
cağı ve böylece ücret ödem elerinin gerçek yükünü azaltacağı
düşünülüyordu. Ama şehirlerdeki ücretlerle köylerdeki arasın
daki fark, ücretlerin “kendi düzeylerini bulm alarına” fırsat ve
rildiği durumda, köy üzerinde, doğal olarak, daha büyük bir
baskı oluşturm aya başlayacaktı. Sanayide istihdam ın işsizlik
spazmlarıyla alçalıp yükselm esi, kırsal topluluklarda eskisin
146
den daha önemli çözülm eler doğuracaktı. Köyü yükselen üc
retler selinden korum ak üzere bir baraj yapılm alıydı. Kırsal
çevreyi sosyal çözülm eye karşı korum ak, geleneksel yetkileri
güçlendirm ek, kırsal işgücü kaybını önlem ek ve çiftçiyi fazla
yük altında bırakmadan tarımda ücretlerin yükselm esini sağla
mak için yöntem ler bulunmalıydı. Speenham land Yasası, böyle
bir araçtı. Bu araç Sanayi Devriminin dalgalarına atıldığında,
ekonom ik bir girdap yaratması kaçınılmazdı. G ene de, köyün
hakim çıkarları, yani kırsal kesim eşrafının çıkarları açısından,
Speenhamland’in sosyal etkisi sorunu göğüslüyordu.
Yoksullar Yasası yönetim i açısından, Speenham land acı bir
biçimde geriye doğru atılm ış bir adım oluşturuyordu. 2 5 0 yılın
deneyim i, kilise m ıntıkasının Yoksullar Yasasını uygulam ak
için çok küçük bir birim olduğunu gösterm işti. Çünkü soruna
gücü kuvveti yerinde işsizlerle yaşlılar, sakallar ve çocu k lar
arasında ayrım yapamayan çözüm ler getirm ek h içb ir zaman
yeterli olamazdı. Bu, bugün bir belediyenin işsizlik sigortasını
tek başına ele alacağına bu sigortayı yaşlıların bakım ıyla birlik
te uygulaması gibi bir şeydi: Dolayısıyla, Yoksullar Yasası, yal
nızca, hem ulusa! hem de ayrışm ış olduğu bazı kısa dönem ler
de azçok etkinlik sağlayabildi. Bu dönemlerden biri, Burleigh
ve Laud idaresinde, Kraliyetin Yoksullar Yasasını sulh yargıçla
rı aracılığıyla yürüttüğü ve zorla çalıştırmayla birlikte yoksul
evleri kurulmasını da içeren iddialı bir uygulamaya girişildiği
15 9 0 -1 640 dönemiydi: Ama Commonwealth (1 6 4 2 -6 0 ), o za
man Kraliyetin kişisel yönetim i diye kınadığı şeyi yıktı ve, tu
haf bir biçim de Restorasyon, C om m onw ealth’in başladığı işi
tamamladı. 1662 İskan Yasası, Yoksullar Yasasını kilise m ıntı
kalarıyla sınırladı, ve yasama onsekizinci yüzyılın üçüncü on
yılına kadar sefalet sorunuyla pek az ilgilendi. 1722’de, niha
yet, ayrıştırma çabalan başarıya ulaştı; kilise birlikleri tarafın
dan yerel yoksul evlerinden ayn, yoksullann çalıştm ldığı yer
ler* kurulacaktı: Artık bu yeni kuram ların uyguladığı sınama
yöntemleri kişinin gerçeklen muhtaç durumda olup olm adığı
147
m belirleyeceğinden, bunun dışında ancak yer yer yardım veri
lebilecekti. 1 7 8 2 ’de Gilbert Yasasıyla kilise birliklerinin kurul
m ası teşvik ed ilerek id are b irim lerin i g en işletm e yolund a
önem li bir adım atıldı: O dönem de, kilisenin gücü-kuvveti ye
rinde olanlara çevrede iş sağlaması teşvik ediliyordu. Bu politi
ka, gücü-kuvveti yerinde olanlara verilen yardımın maliyetini
azaltmak üzere yoksullar evi dışında verilen yardım ve hatta
ücret desteklem eleriyle tam am lanacaktı. Kilise birlikleri kurul
ması zorunlu değildi, ama gene de daha geniş idare birim lerine
ve yardım edilen değişik durumlardaki yoksullar arasında bir
ayrım yapılmasına doğru önem li bir ilerlemeydi. Dolayısıyla,
sistem in aksaklıklarına karşın, Gilbert Yasası doğru yönde bir
çabaydı; yoksullar evi dışında verilen yardım ve ücret destekle
m eleri, yalnızca önleyici sosyal yasamanın önemsiz bir parçası
olarak kaldıkları sürece, akılcı bir çözüm için büyük bir tehli
ke oluşturm ayacaklardı. Speenham land, reform u durdurdu.
Yoksullar evi dışında verilen yardımı ve ücret desteklem elerini
genelleştirerek (yanlış bir biçim de yorumlandığı gibi) Gilbert
Yasasının izinden gitm edi, aksine eğilimleri tam tersine çevirip
Elizabeth Devri Yoksullar Yasası Sistem i’ni bütünüyle yıktı.
Yoksulların çalıştırıldığı yerlerle düşkünler evi arasında dikkat
le yapılan ay nm * anlam sızlaştı; değişik durumlardaki m uhtaç
larla gücü kuvveti yerinde işsizler, hep birlikte, ayrışmam ış bir
bağımlı yoksullar kitlesine dönüşlüler. Ayrıştırma çabalarının
tersi bir gelişm eyle, y oksulların çalıştırıld ığı yerler, giderek
düşkünler eviyle birleşirken, düşkünler evi yavaş yavaş yok ol
maya başladı; ve kilise bir kere daha bu kurumsal yozlaşma şa
heserinin tek ve nihai birim i durumuna geldi.
Speenham land, kırsal kesim eşrafının ve papazın zaten ola
b ild iğin ce güçlü olan h akim iyetini daha da g ü çlen d irm işti.
Yoksullardan sorumlu yetkililerin yakındıkları “güçlülerin ay
nm yapmadan dagıtlıklan insanlar”, “Troy sosyalizm i” çerçe
vesinde en net biçim lerinde ortaya çıktılar; sulh yargıçları bu
ihsanları saçarlarken, hayır işlerinin bedeli kırsal orta sınıfın
148
kesesinden ödeniyordu. Bağım sız çiftçilik (Yeom anry) Tanm
Devrimi içinde çoklan yok olm uş ve geride kalan küçük top
rak sahipleri kırsal kesim in güçlülerinin gözünde rençberlerle
birlikte aynı sosyal tabakanın için e yerleşm işti. Tepedekiler,
muhtaçlarla belirli b ir dönem de güç durumda kalm ış olanlar
arasında ayrım yapamıyorlardı; yerleştikleri yüksek konum dan
bakıldığında, köyün yaşam m ücadelesi içind e yoksulu m uh
taçtan ayıran çizgiyi görm ek güçtü. Bu konum dakiler, mahsu
lün kötü olduğu bir yıl küçük çiftçinin önce yüksek vergiler
yüzünden iflas edip sonra da bu vergilerle karşılanan yoksullar
yardımına m uhtaç olduğunu öğrendiklerinde haklı olarak şaşı
rabilirlerdi. Bu tür durumlara çok sık rastlanm ıyordu, doğru.
Ama bunun olanak dışı olm ayışı bile, yardım ları karşılam ak
için vergi ödeyen b ir çok kişinin kendilerinin de yoksul oldu
ğu gerçeğini vurguluyordu. Bütüne bakıldığında, vergi ödeyen
lerle m uhtaçlar arasındaki ilişki, çalışanların geçici olarak işsiz
kalanlara bakmayı üstlenm esine dayanan bugünün işsizlik si
gortası düzenlem elerinde çalışanlarla işsizler arasındaki ilişkiyi
andırıyordu. Gene de, normal koşullar altında, vergi yüküm lü
leri yoksul yardımı alam ıyorlar ve ortalama tarım işçisi vergi
ödemiyordu. Siyasal olarak Speenham land, zengin toprak sa
hiplerinin köy yoksullarıyla olan ilişkilerini sağlam laştınrken,
orta sınıfla olan ilişkilerini zayıflatmıştı.
Sistem in en çılgın yönü iktisat yönüydü. “Speenham land’in
faturasını kim ö d ed i?” soru sun u yanıtlam ak hem en hem en
olanaksızdı. Doğrudan bakıldığında, esas yükün, doğal olarak,
vergi yüküm lülerinin üzerine bindiğini görüyoruz. Ama aynı
zamanda çiftçiler, doğrudan doğruya Speenham land sayesin
de, çalıştırdıkları işçilere düşük ücret ödüyorlardı. Ayrıca iş
bulamazsa yardım alma durumunda kalacak bir köylüyü çalış
tırmayı kabul eden çiftçiler, vergi iadesinden yararlanabiliyor
lardı. Doğal olarak, çiftçinin mutfağı ve bahçesinin pek de ge
rekli olm ayan, üstelik çoğu zaman çalışmaya da pek hevesli
görünmeyen işçilerle dolmasını zarar hanesine yazmak gerek.
Halen yardım alan işçileri çalıştırm ak daha da ucuza geliyor
du. Bunlar çoğu zaman boğaz tokluğuna gündelikçi olarak ça
149
lışmak durumunda kalıyor veya köy meydanında günde bir
kaç peni karşılığında açık anırm aya çıkarılıyorlardı. Bu lür
emeğin aslında kaç para ettiği de ayrı bir soruydu. Hepsinin
üstüne, bazen yoksullara kira ödemeleri için yardım ediliyor,
pervasız kulübe sahipleri de, bir odanın içine sağlıksız k oşu l
lar altında birkaç kiracıyı birden doldurarak para kazanıyor
lardı; vergi yüküm lülükleri yerine getirildiği sürece köy yetki
lileri de buna göz yumabiliyorlardı. Böyle bir çıkar yumağının
mali sorumluluğu yok edip her türlü yolsuzluğu teşvik edece
ği açıktı.
Ama daha geniş anlamda alındığında, Speenham land yarar
lı olm uştu. Uygulama görünüşte çalışanlara yarar sağlayan,
ama aslında kamu kaynaklarıyla işverenleri destekleyen bir
ücret yardımı olarak başladı. Yardım sistem inin esas etkisi ü c
retleri geçim düzeyinin altına düşürm ekti. Bütünüyle sefalete
d üşm üş bölgelerd e, ç iftçile re hâlâ bir parça toprağa sahip
olan tarım işçilerin i çalıştırm ak çe k ici gelm iyordu, çü n kü
“m ülk sahibi olan kim seler kilise yardımından yararlanamaz
lardı ve yürürlükteki ücretler o kadar düşüktü ki, belirli bir
destek olm aksızın evli bir adam için yetersiz kalacakları açık
tı.” Sonuçta, bazı bölgelerde yalnızca yardım alan kim selerin
iş bulm a şansına sahip old u kları görüld ü ; yardım alm adan
kendi em ekleriyle geçinm eye çalışanların iş bulm ası hem en
h em en o la n a k sız d ı. G en e d e , ü lk e n in b ü tü n ü n d e k en d i
em ekleriyle geçinenler çoğunluktaydı ve bu durumda, vergi
lerle sistem e katkıda bulunm adan düşük ücretlerden yararla
nan işverenler bir sın ıf olarak bu lür em ekçilerin her birinin
sırtından kâr ediyorlardı. U zun dönem de bu derece ek o n o
m ik olmayan bir sistem in em eğin verim liliğini etkileyip yü
rürlükteki ücretleri ve hatta yargıçların yoksulların yararına
belirledikleri “ölçü tü ” düşürm esi kaçınılm azdı. 1 8 2 0 ’lere ge
lindiğinde, çeşitli bölgelerde ekm ek ölçütü budanmaya başla
m ış ve yoksulların acınacak durum daki gelirleri daha da d ü
şürülm üştü. 1815 ve 1830 arasında ü lkenin her yanında he
m en hem en aynı olan Speenham land ölçütü aşagı-yukarı üçte
bir oranında azaltıldı (bu da hem en hem en ülke çapında bir
150
düşüştü). Birdenbire artan şikâyetlere bakılacak olursa, yar
dım ağır bir mali yük getiriyordu. Oysa Clapham bu yükün
gerçekten çok ağır olduğundan kuşkulu. Bunda da haklı gö
rünüyor. Çünkü bazı bölgelerin üzerine bir felaket gibi çöken
yardım artışları gerçekten çok yüksek olm akla birlikte, bela
nın tem elinde, yükün kendisinden çok, ücret d esteklem eleri
nin em eğin verim liliği üzerindeki ekonom ik etkisinin yatm a
sı olasılığı daha büyük görünüyor. En büyük darbeyi yemiş
olan G üney İngiltere’de, yardıma ayrılan kaynaklar toplam
gelirin yüzde 3 .3 ’ünü oluşturuyordu. Clapham ’a göre, söz k o
nusu m iktarın önem li bir kısm ının “yoksullara ücret olarak
ödenm iş olduğu d ü şü n ü lü rse", bu pekâlâ k ald ırıla b ilir bir
yüklü. Aslında, 1 8 3 0 ’larda toplam yardım harcam aları hızla
düşmekteydi, eğer aynı dönem deki ulusal refah artışları dik
kate alınırsa, yardımın göreli yükünün daha da hızlı azalm ış
olduğu düşünülebilir. 1 8 1 8 ’de yoksullara yardım için yapılan
h arcam alar, aşağ ı-y u k a rı sek iz m ily on s te rlin tu tu y o rd u ;
1826’ya kadar sürekli bir düşüş göstererek altı m ilyonun altı
na indiler. Bu dönem de, ulusal gelir hızla yükseliyordu. G ene
de, Speenham land’a yöneltilen eleştiriler gittikçe daha saldır
ganlaşıyordu; bu , kitlelerin insanlıktan çık ışı sonucu ulusal
yaşamın felce uğramasıyla ve özellikle, üretim e yönelik ener
jin in dizginlenm esiyle ilgiliydi.
Speenham land sosyal bir felaketin gelişini hızlandırm ıştı.
Biz artık kapitalizm in ilk dönem lerinin korkunçluğunun anla
tılm asını “duygu söm ürüsü” faslından değerlendirm eye alış
tık. Bunun h içbir haklı nedeni yok. Yoksullar Yasası Reform u
nun ateşli savu nucusu H arriet M arıineau ’nun çizdiği tablo,
Yoksullar Yasası Reform una karşı m ücadelenin başını çeken
Çartizm propagandacılannınkine uyuyordu. Speenham land’in
derhal y ü rü rlü kten k alkm asını öneren Yoksullar Yasası K o
misyonu Raporunun (1 8 3 4 ) ortaya koyduğu gerçekler, D ic-
kens’in K om isyonunun politikasına karşı yürüttüğü kam pan
yada m alzem e olarak kullanılabilirdi. Ne Charles Kingsley, ne
Friedrich Engels, ne Blake, ne de Cariyle, k orku nç bir felake
tin insan im ajını çarpıtıp bozduğunu düşünm ekte haksızdılar.
151
Şairlerle hüm anistlerin acıları ve kızgınlıklarından daha da e t
kileyici olan, M althus’la Ricardo’nun “kaçınılm az son" felsefe
lerinin kaynağını oluşturan sahneler karşısındaki soğuk ses
sizlikleriydi.
Kuşkusuz m akinenin yol açtığı sosyal çözülm e ve içlerinde
insanın m akineye hizm et etm eye m ahkum olduğu koşu llar
bazı kaçınılmaz sonuçlar doğurmuştu. İngiltere’nin kırsal uy
garlığı, daha sonra Kıta Avrupası’nın sanayi bölgelerinin geliş
tiği şehir çevresinden yoksundu.2 Yeni şehirlerde yerleşm iş bir
şehirli orta sınıf, bir zanaatkarlar çekirdeği yoktu. Yüksek ü c
retlerin çekiciliğine kapılarak, veya toprak çevrilm eleri sonucu
topraktan itildikleri için, yeni kurulan fabrikalarda köle gibi
çalışm aya gelen kaba-saba işçileri içlerinde özüm leyebilecek
saygın küçük burjuvalar ve şehirliler yoklu. İç bölgelerin ve
kuzey-doğunun sanayi şehri kültür açısından çöl gibiydi; va
roşlar yalnızca geleneksizliği ve yurttaş olarak kendine saygı
diye bir şeyin olmadığını yansıtıyorlardı. Bu kasvetli bataklı
ğın içine gömülen köylü göçm en, hatta eski bağım sız çiftçi,
kısa sürede çamurda yaşayan, ne olduğu belirsiz bir hayvana
dönüşüyordu. Sorun çok az kazanması değildi, hatta çok fazla
çalışm ası da değildi. B u n ların ikisi de fazlasıyla doğruydu,
ama asıl sorun artık insanca bir yaşam biçim ini yitiren varoluş
koşullarıydı. Kafeslere konulan ve köle tacirinin gem isinde
nefes alabilm ek için çabalar durumunda kalan Afrika zen cile
ri, herhalde bu insanların duyduklarını duymuşlardır. Gene de
bütün bunlar çözümsüz değildi, insan dört elle sarılabileceği
bir sosyal konum a, hem cinslerince düzenlenm iş bir yaşam ka
lıbına sahip olduğu sürece onun için uğraşıp, ruhunu yeniden
ele geçirebilirdi. Ama işçinin durumunda bunun tek bir yolu
vardı: Kendini yeni bir sın ıf içindeki bir bireye dönüştürm ek.
Yaşamını em eğiyle kazanam adığı sürece, işçi değil m uhtaçtı.
O nun yapay olarak bu duruma düşürülm esi, Speenham land’in
doğurduğu en iğrenç sonuçlu. Bu ne idüğü belirsiz insancıllık
örpeği, işçilerin bir ekonom ik sınıf oluşturm alarını önledi ve
152
onları ekonom i çarkının kendilerini m ahkûm etliği kaderden
kurtulabilm enin tek yolundan yoksun bıraktı.
Speenham land, yaygın bir moral çökün tünü n m utlak ara
cıydı. Eğer insan toplum unun tem elindeki ölçütleri korumaya
yönelik bir m akine olduğunu düşünürsek, Speenham land da
herhangi bir toplum un temelini oluşturabilecek ölçütleri yık
mak üzere çalışan bir mekanizmaydı. Yalnızca işten kaçm a ve
çalışamaz görünm e hilelerini desteklem iyor, aynı zamanda da
insanın özellikle sefalet kaderinden kaçmaya çalıştığı bir d ö
nemde m uhtaç durumda olmayı çekici kılıyordu. İnsan bir ke
re yoksullar evine girdikten sonra (bu, çoğu kez, belirli bir sü
re yardım aldıktan sonra gelinen noktaydı) artık orada kalıyor
ve nadiren kurıulabiliyordu. Yüzyıllarca süren yerleşik yaşa
mın getirdiği ahlâk anlayışı ve kendine saygı, yoksullar evinin
ahlâk yoksunluğu içinde kolayca yıpranıp gitti. Burada insanın
yanındakilerden daha iyi durumda görülm em esi gerekiyordu,
yoksa bilinen çevrede iş yapar görünüp boş oturm ak yerine,
çıkıp iş aramak durumunda kalabilirdi. “Yoksul yardımı top
lumsal bir ganim ete d ön üşm ü ştü ... Paylarım alabilm ek için
zorbalar idarecileri tehdit ediyor, ahlâk düşkünleri beslem ek
zorunda oldukları piçlerini öne sürüyor, aylaklar kollarını ka
vuşturup istediklerini elde edinceye kadar bekliyorlardı, cahil
oğlanlar ve kızlar yoksul yardımına güvenerek evleniyorlardı;
haydutlar, hırsızlar ve fahişeler yıldırma yoluyla yardımdan ya
rarlanıyorlardı; kırsal alandaki yargıçlar sevilen kişiler olmaya,
uygulayıcılar da işlerini kolaylaştırm aya uğraşıyorlardı. Kay
naklar böyle k u llan ılıyordu ..." “Tarlasını sürm ek için uygun
sayıda işçi -ü cretle rin i cebinden ödediği işçile r- tutacak yerde,
ücretleri kısmen yardımla desteklenen bunun iki katı sayısın
da işçi çalıştırm ak çiftçiye daha çekici geliyordu; ve bu yüz
den, çalışm ak zorunda kalan bu insanları kontrol altında tut
mak olanaksızdı, canları islediği kadar çalışıyor, toprağın kali
tesini düşürüyor ve bağım sız yaşayabilmek için canla başla ça
lışacak daha iyi işçilerin işe alınm asını engelliyorlardı. Bu daha
iyiler en kötü durumda olanların arasına düşüyorlardı; vergi
yükümlüsü çiftçi, bir süre boş yere çabaladıktan sonra, yardım
153
istem ek için görevlilerin önüne çıkıyordu...” Bu Harriet Marti-
neau’dan.3 Sonraki dönem lerin utangaç liberalleri, inançları
nın bu lafını esirgemeyen savunucusuna vefasız bir tavırla sırt
çevirdiler. Ama M artineau’nun artık onları korkulan abartm a
ları bile aydınlanm ası gereken noktaları aydınlatabiliyordu.
M artineau da güç durum daki orta sınıftan geliyordu, asaletli
yoksulluğu dolayısıyla Yoksullar Yasası’nın ahlâki karmaşasına
daha da duyarlıklı olan orta sınıftan. Toplumun yeni bir sınıfa,
bir “bağımsız em ekçiler” sınıfına duyduğu ihtiyacı anlamış ve
açıkça belirtmişti. Rüyalarının kahramanları bunlardı ve bun
lardan birine -y o k su l yardımı almayı reddeden sürekli işsiz bir
em ekçiy e- yardım almaya karar veren başka bir işçiyle konu
şurken şunları söyletiyordu: “İşte burada duruyor ve beni kü
çüm sem eye kalkanlara meydan okuyorum . Ç ocuklarım ı k ili
senin ortalık yerinde sıraya dizdiğimde onların toplum daki ye
rini sorgulamaya cesaret edebilecek olanlara meydan okuyo
rum. Daha akıllı, daha varlıklı insanlar olabilir, ama daha şe
refli birisi olam az.” Yönetici sınıfın büyük adamları, henüz bu
yeni sınıfa duyulan ih tiy acı anlayabilm iş değillerd i. Bayan
M artineau “aristokrasinin kaba yanılgısına, işleri dolayısıyla
ilişki kurmak zorunda oldukları o varlıklı sınıfın altında yal
nızca bir tek sın ıf olabileceği düşüncesinin içerdiği yanılgıya”
dikkat çekiyordu. Şöyle yakınıyordu: “Lord Eldon ve herkes
ten daha iyi düşünm eleri gereken onun gibiler, en varlıklı ban
kerlerin altındaki herkesi -sanayiciler, tüccarlar, zanaatkarlar,
işçiler ve m u h taçları- tek bir kategoriye (‘aşağı sınıflar’ katego
risine) koyuyorlardı...”4 Ü zerinde hırsla durduğu şey, toplu
mun geleceğinin son iki grup, işçilerle muhtaç dürümdakiler
arasındaki ayrıma bağlı olduğuydu. “Bütün İngiltere’de, hü
küm darla teb’a arasın d ak i ayrım d ışınd a, bağım sız işçiy le
m uhtaç arasındaki kadar büyük bir sosyal fark yoktur; ve bu
ikisini birbirine karıştırm ak, cahillik, ahlâksızlık ve siyasal bir
akılsızlıktır” diye yazıyordu. Doğal olarak, bu gerçekte olanı
154
yansıtan bir görüş değildi; Speenhamland çerçevesinde iki ta
baka arasındaki fark yok olm uştu. M artineau’nunki, daha çok,
peygam berce b ir k eh an ete dayanan b ir po litika ön erişiyd i.
Önerilen politika Yoksullar Yasası Reform Komisyonu tarafın
dan uygulanandı; kehanet, özgür, rekabetçi bir em ek piyasa
sıyla ve bunun sonucunda sanayi proletaryasının doğuşuyla il
giliydi. Speenham land'in kaldırılışı, kendi çıkarları dolayısıyla
toplum u m akine uygarlığının içerdiği tehlikelerden korum a
görevini üstlenen modern işçi sınıfının gerçek doğum tarihiy
di. Ama, geleceğin onlara neler hazırladığından bağımsız ola
rak, işçi sınıfı ve piyasa ek onom isi tarihte aynı anda ortaya
çıkmışlardı. Sosyal yardıma duyulan nefret, devlet müdahalesi
ne karşı güvensizlik, saygınlık ve bağım sızlık düşkünlüğü, ne
siller boyu Ingiliz işçisinin temel özelliklerini oluşturdu.
Speenham land’in yürürlükten kalkm ası, tarih sahnesine ye
ni giren bir sınıfın, Ingiliz orta sınıflarının işiydi. Kırsal kesim
eşrafı bu sınıflara düşen görevleri, toplum un bir piyasa ekono
misine d önüştürm e görevini, üstlenem ezlerdi. Bu dönüşüm
başlamadan ö n ce, d üzinelerle yasayı yürürlükten kaldırm ak
ve düzinelerce yasa koym ak gerekti. 1832 Parlam ento Reform
Yasası çökm üş durumdaki seçim bölgelerini ortadan kaldırdı
ye Avam Kam arasındaki gücü avama teslim etli. Bu gücü kul
lanarak gerçekleştirilen ilk reform hareketi, Speenham land’in
kaldırılmasıydı. Bu paternalist yöntem in ülke yaşamına nasıl
işlemiş olduğunu gördükten sonra, reformun en radikal des
tekçilerinin bile neden geçiş dönemi için on veya onbeş yıldan
daha kısa bir süre önerm ekle çekim ser davrandıklarını anlaya
biliyoruz. Aslında her şey, daha sonraları radikal reform lara
karşı kanıt aranırken ortaya sürülen Ingiliz tem kinliliği efsa
nelerinin saçm alığını gösterecek biçim de, aniden, birdenbire
olmuştu. Olayın yarattığı şok, nesiller boyu İngiliz işçi sınıfı
nın hayalinden silinm edi. Gene de, bu yırtıcı harekâtın başarı
sı toplumun em ekçileri de içeren geniş katmanlarında yerleş
miş bir inanca bağlıydı: G örünüşte kendilerinden yana olan
bu sistem in gerçekte onları soyup soğana çevirdiği, “yaşama
bakkı”m n ölüm cül bir hastalık olduğu inancı.
155
Yeni yasaya göre hiç kim seye yoksullar evi dışında yardım
verilmeyecekti. Uygulama ulusal ve ayrım laşm ışıı. Bu açıdan
da kapsamlı bir reformdu. Ü cret desteklem eleri, doğal olarak,
durduruldu. Yoksullar evinde zorla çalıştırılm a sınam ası yeni
den uygulamaya konuldu, ama yeni bir anlamda. Artık, kendi
rızasıyla, bilinçli olarak dehşet verici bir duruma getirilm iş bir
barınağa sığınmayı seçecek kadar m uhtaç olup olmadığına ka
rar verme hakkı başvuruyu yapana bırakılm ıştı. Buraya d üş
mek damgalanmaktı, orada yaşam psikolojik ve moral bir iş
kenceydi. Bu işkence sağlık ve edeplilik kurallarına uygun bir
biçim de uygulanıyor, halta bu kurallar başka tür yoksunlukla
rı perçinlem ek için bahaneler oluşturuyordu. Baskıcı bir m er
kez! denetim i sürdürenler, sulh yargıçları, hatla yerel d enetçi
ler değil, daha alt düzeydeki yetkililer, gardiyanlardı. Ö len bir
düşkünün göm ülm esi bile, hem cinslerinin onunla dayanışma
sını dışlayan bir olaya dönüşm üştü.
1 8 3 4 ’te sanayi kapitalizm inin başlam ası için gerekli hazır
lıklar yapılmış ve Yoksullar Yasası Reformu yürürlüğe girmişti.
Ingiltere’nin kırsal kesim lerini, dolayısıyla çalışan halkın ta
m am ını, piyasa m ekanizm asının etkisinden bir dereye kadar
korum uş olan Speenham land, toplum un iliğini sömürüyordu.
Y ü rü rlü kten k alkm asınd an ö n ce k i günlerde çalışan halkın
içinde geniş kitleler, insanın kâbuslarında karşılaştığı türden
hayaletlere benzemişlerdi. Ama işçiler fiziksel olarak insanlık
tan çıkarken, m ülk sahibi sınıflar da ahlâkî açıdan çökm üşler
di. Bir Hıristiyan toplum unun geleneksel birliği, yerini, hali
vakti yerinde olanların h em cinslerin in sorum luluğunu yük
lenmeyi kabul etm edikleri bir duruma bırakm ıştı. İki ülke or
taya çıkıyordu. Düşünen kafaların şaşkınlığı önünde, eşi gö
rülmemiş bir zenginlik eşi görülm em iş bir yoksulluktan ayrı
lamaz olm uştu. Âlimler, koro halinde, insan dünyasını yöne
ten yasaları kuşkusuz bir biçim de açıklığa kavuşturan bir b ili
min ortaya çıktığını öne sürüyorlardı. Bu yasaların iradesiyle
merhamet yüreklerden silindi ve “en çok sayıda insanın en bü
yük m utluluğu” adına insan dayanışmasını duygusuzca yadsı
ma kararı bir din saygınlığı kazandı.
156
Piyasa m ekanizm ası yerleşiyor ve son aşam asına ulaşm ak
için insan em eğinin metaya dönüşm esini sağlamaya uğraşıyor
du. G erici paternalizm bu zorunluluğa karşı boş yere diren
mişti. Speenham land’in dehşetinden kaçanlar, körcesine, üto
pik bir piyasa ekonom isine sığınmaya koştular.
157
9. Sefalet ve Ütopya
158
Aynı biçim de, bir İngiliz için ticarî durgunluk tahm ininde
bulunm ak, o devrin yaygın düşüncesini yansıtm aktan başka
bir şey değildi. Eğer 1 7 8 2 ’de önceki yarım yüzyıl içinde ihracat
baş döndürücü bir hızla arttıysa, ticaret dalgalanmaları daha da
baş döndürücüydü. Ticaret, ihracat miktarım neredeyse yarım
yüzyıl önceki düzeyine düşürm üş olan bir durgunluktan yeni
yeni çıkıyordu. O dönem de yaşayanlar için, Yedi Yıl Savaşla-
rı’nı izleyen ulusal zengin lik dönem i, yalnızca, Ingiltere’nin
-P ortekiz, İspanya, Hollanda ve Fransa'dan so n ra - eline niha
yet bir şans geçirm iş olduğunu gösteriyordu. Hızla yükselişi
artık geçm işe ait bir konuydu ve şanslı gitm iş bir savaşın sonu
cundan başka bir şey olmayan ilerlem esinin süreceğine inan
mak için hiçbir neden yoklu. Daha önce gördüğümüz gibi, he
men hemen herkes ticaret hacm inin düşmesini bekliyordu.
G erçekte ise, refah artık iyice yakındaydı, dev boyutlarda,
yalnız bir ulus için değil bütün insanlık için bir yaşam b içim i
ne dönüşecek olan refah. Ama ne devlet adamları ne de ik ti
satçılar bunun farkındaydılar. Devlet adamları buna kayıtsız
kalabilirlerdi, çünkü iki nesil boyunca hızla yükselen ticaret
hacmi ancak halkın sefaletini pekiştirm işti. Ama iktisatçılar
için durum vahimdi. Ç ünkü kuram sal sistem lerinin tüınü bü
yük ticaret ve üretim artışların ın insan sefaletinde korku n ç
bir artışla el ele gittiği bu “anorm al” ortam da kurulm uştu.
Aslında M althus, R icardo ve M ill’in ilkelerinin tem elindeki
gerçekler yalnızca bu sınırlı geçiş dönem inin çelişik eğilim le
rini yansıtıyordu.
Durum gerçekten şaşırtıcıydı. İngiltere’de yoksulların ortaya
Çıkışı o n a lıın cı yüzyılın ilk y arısınd ayd ı; m alik an eye veya
“herhangi bir feodal üste” bağlı olm adıktan için göze batıyor
lardı. Yavaş yavaş bir özgür em ekçiler sınıfına d önüşm eleri,
serseriliğin şiddetle cezalandırılm asıyla dış ticaretin sürekli ge
nişlem esinin desteğinde gelişen ulusal sanayiin ortak son u
cuydu. O nyedinci yüzyıl boyunca sefaletten daha az söz edil
di, Iskan Yasası gibi etkili bir önlem bilç kamu oyunda fazla
tartışılmadan kabul edildi. Yüzyılın sonunda tartışm alar can
landığı sırada, Thom as More’un Ütopya’s ıyla ilk Yoksullar Ya
159
salarının üzerinden yüz elli yıl geçm işti, manastırların dağıtıl
ması ve Keti İsyanı ise çoktan unutulmuşlardı. Toprak çevril
meleri ve bunun sonucundaki “palazlanmalar”, Birinci C har
les devrinde olduğu gibi, bir dereceye kadar devam ediyordu,
ama genelde yeni sınıflar yerine oturmuştu. Ayrıca, onaltıncı
yüzyılın ortalarında yoksullar toplum un üzerine düşm an or
duları gibi çöküp önem li bir tehlike oluştururken, onyedinci
yüzyılın sonunda yoksullar yalnızca kamu kaynakları üzerin
de bir yük olarak görünüyorlardı. Ö te yandan, toplum artık
yarı-feodal değil, yarı-licari bir toplumdu. Bu toplum un tipik
bireyleri çalışm ayı kendi için d e de değerli buluyorlardı, ne
yoksulluğun bir sorun olmadığı yolundaki Ortaçağ görüşlerini
benimseyebilir, ne de, toprak çevrilm elerinden yararlanan var-
lıklılar gibi, işsizlerin gücü-kuvveti yerinde asalaklardan başka
bir şey olmadığını öne sürebilirlerdi. Bu noktadan itibaren, se
faletle ilgili düşünceler, eskinin teolojik sorunlarına çok ben
zer bir biçim de, felsefî görüşleri yansıtmaya başladılar. Yoksul
larla ilgili görüşler giderek daha çok yaşamın bütünüyle ilgili
görüşleri yansıtıyordu. Bu görüşlerin çeşitliliği ve karışık gö
rünümü, aynı zamanda uygarlığımızın tarihi açısından taşıdık
ları önem , buna bağlıydı.
İşsizliğin emeğin düzenlenm esindeki bozuklukların bir so
nucu olması gerektiğini ilk farkedenler Quakerler, m odem ya
şamın getirdiklerini araştırm akta başı çeken bu öncülerdi. İş
dünyasına özgü yöntem lere olan güçlü inançlarıyla, kendi ara
larındaki yoksullara toplu kendine yardım ilkesini uyguladılar.
Bunu, zaman zam an, sivil direnişçiler olarak, yetkilileri des
tekler durumda kalmamak için cezaevlerinde kendi masrafla
rın ı cep lerin d en ödeyerek yaptılar. A teşli b ir Q u ak er olan
Lawson, İngiltere’d e D ilenci K alm am ası İçin P arlam en to’y a Yok
su lla rla İlgili Başvuru (Appeal to the Parliam ent C oncerning
the Poor that there be no Beggar in England) kitabını yayınla
dı ve burada m odem iş ve işçi bulma kurum lan doğrultusun
da ?E m e k D eğ işim i B ürolarC ’n ın k u ru lm a sın ı ö n erd i. Bu
1 6 6 0’daydı, on yıl önce Henry Robinson bir “Adres ve G örüş
me Bürosu” önerm işti. Ama Restorasyon H üküm eti, daha alı
160
şılmış yöntem leri tercih ediyordu; 1662 İskan Yasalarının eği
lim i, daha gen iş bir em ek piyasası y aratab ilecek a k ılcı bir
emek değişimi sistem ine bütünüyle ters düşüyordu, iskân - ilk
kez bu yasada kullanılan bir te rim - emeği kilise m ıntıkasına
hapsediyordu.
Şanlı Devrim den (1 6 8 8 ) sonra, Q uaker felsefesi Jo h n Bel-
lers’in kişiliğinde, geleceğin sosyal fikirlerinin eğilim ini göre
bilen gerçek bir kâhin yarattı. Onun yoksulların islem eden el
de ettikleri boş zamandan yararlanmaya yönelik “Sanayi Daya
nışm ası G ru p ları” (C o lleg es o f Industry) kurulm ası önerisi
1696’da “Acılar Toplantılan”nın (M eetings of Suffering) yerel
havası içinde ortaya çıktı. Bu toplantılarda artık dinî yardım
p olitikaların ın bilim sel b ir g erçeklik kazanm asını sağlam ak
üzere istatistikler kullanılıyordu. Jo h n Bellers’in önerisinin te
melinde, Em ek D eğişim inin ilkeleri değil, emeğin değişim inin
bütünüyle farklı ilkeleri yatıyordu. Em ek Değişimi, bilinen bir
fikirle, her işsize bir işveren bulma fikriyle ilgiliydi: Bellers’in
önerisi ise, em ekçilerin, ürünlerini kendileri salabildikleri du
rumda, işverene ihtiyaçları kalm ayacağını ima edecek kadar
ileri gidiyordu. Bellers’in dediği gibi, “Yoksulların emeği var-
lıklılar için bir altın madeni oluşturduğuna göre” bu zenginliği
kendi çıkarları için kullanarak geçim lerini sağlam alarını, hatta
ellerinde daha fazla bir şeyler kalm asını ne engelleyebilirdi?
Gerekli olan tek şey, onları çabalarını birleştirebilecekleri bir
"m eslek dayanışması grubu” veya korporasyon çevresinde ör
gütlemekti. Bu, ister O w en’in “Birlik K om ünleri’’* (Villages of
U nion), Fourier’in Kom ünleri (Phalanstere), Proudhon’un De
ğişim Bankaları (Banks o f E xchange), Louis B lanc’ın ve Lassal-
le’in Ulusal İşlikleri (A teliers N ationaux, N ationale W erks-
Is tle n ) biçim lerinde, ister Stalin’in Beş Yıllık Planları biçim in
de olsun, yoksullukla ilgili daha sonraki sosyalist düşüncenin
161
m erkezinde yer alan fikirdi. Bellers’in kitabı, m akinenin m o
dern toplumda yarattığı o büyük çözülm elerin ilk ortaya çık ı
şından beri yoksullu k soru nu nun çözülm esiyle ilgili bütün
önerileri içeriyordu. “Bu m eslek dayanışm asını, parayı değil
em eği bütün ihtiyaç maddeleri için değer ölçütü durum una
getirecek..." “Sistem ", dışarıdan yardım almadan birbirleri için
çalışacak bütün yararlı m eslekleri içeren bir “dayanışma gru
bu" olarak düşünülm üştü. Em ek-para, kendine yardım ve da
yanışma ilkelerinin bir araya gelişi önemliydi. Sayıları üç yüze
kadar çık abilen em ekçiler, yalnızca yaşam larını sürdürm ek
için birlikte çalışacaklar, “daha çok iş yapan bunun karşılığım
alacaktı”. Yani geçim lik paylarla üretime göre ödeme yapılma
sı bir arada yer alacaktı. Bazı önem siz kendine yardım dene
yim lerinde elde edilen malî artık Dayanışma Grubuna gitm iş
ve dini topluluğun öteki üyeleri yararına harcanm ıştı. Oysa bu
artığın önünde çok parlak bir gelecek vardı; yeni ortaya çıkan
kâr fikri çağın her derde deva ilacıydı. Bellers’in işsizliğe çare
olarak düşündüğü d ü zen lem e, g erçek te k ap ita listlerin kâr
edebilmesi için işletilecekti. Aynı yıl, 1 6 9 6 ’d a jo h n Cary, “Yok
sullar İçin Bristol Şirketi”ni (Bristol Society for the Poor) kur
du. Şirket, başlangıçta bazı başarılar elde etti ama, diğer ben
zer girişim ler gibi, sonuçla kâr sağlamayı başaramadı. Gene de
Bellers’in önerisi, 1 6 9 6 ’da Jo h n Locke’un öne sürdüğü em ek
hesabı sistem ine benziyordu. Bu sistem e göre, köyün yoksul
ları, çalıştırılm ak üzere, vergi yüküm lülerine ödedikleri vergi
lerle orantılı olarak dağıtılacaktı. Bu fikir Gilbert Yasası çerçe
vesinde uygulanan kötü yazgılı gündelikçilik sistem inin kay
nağını oluşturuyordu. Sefaletten kâr sağlanabileceği fikri, in
sanların akimda yer etm işti.
Sosyal model kuru cu lannın en yaratıcısı Jerem y Benıham ,
tam yüz yıl sonra, kendisinden daha da yaratıcı kardeşi Sam u-
el’in tahta ve metali işlem ek üzere icadetıigi makineleri çalış
tırmak am acıyla, m uhtaç durumda olanların geniş çapla üre
tim yapmak için kullanılm asını planladı. Sir Leslie Stephen
şöyle diyor: “Bentham kardeşiyle birlikte buhar m akinesinin
peşindeydi. Sonra buhar yerine m ahkûm lan kullanabilecekle
162
rini fark eltiler.” Bu 1794'te oluyordu; Jerem y Beniham ’m zin
danların daha ucuz ve daha elkin olarak denetlenebilecek bi
çimde düzenlenm elerine yardımcı olan Panopticon Planı bir
kaç yıldır yürürlükteydi ve şimdi aynı planı mahkûm ları çalış
tırdığı fabrikasına uygulamaya karar verm işti; yalnız m ahkûm
ların yerini yoksullar alacaktı. Artık Benıham Kardeşler’in özel
iş girişimleri sosyal sorunun bütününü çözm eye yönelik yerel
bir düzenlemeyle birleşm işti. Speenhamland yargıçlarının ka
ran, W hitbread’m asgari ücret önerisi ve hepsinden çok Pitt’in
el altından dağıtılan Yoksullar Yasası reform tasarısı, sefalet so
rununun devlet adamları arasında önem li bir konu durumuna
gelmesine yol açm ıştı. Pitı Tasarısına yönelttiği eleştirilerle ta
sarının geri çekilm esin i sağladığı söylenen Bentham , şim di,
Arthur Young’ın Amıa/s’ında kendi önerilerini ortaya koyuyor
du (1 7 9 7 ). Bentham ’ın yardım alan yoksulların kullanım ı için
Panopticon Planı doğrultusunda düzenlenm esini düşündüğü
Sanayi Evleri, İngiltere M erkez Bankası Yönetim Kurulu gibi,
beş veya on sterlin değerinde hisseye sahip bütün üyelerine oy
hakkı tanınan m erkezî bir kurul tarafından yönetilecekti. Bir
kaç yıl sonra yayınlanan bir metinde şöyle diyordu: “1) Güney
Ingiltere’nin bütününde yoksullarla ilgili işlerin idaresi bir tek
yetkili makamda toplanacak ve masraflar tek bir fondan karşı
lanacak. 2) Bu makam bir anonim şirketin yetkilerine sahip
olacak ve Ulusal Hayır Şirketi gibi bir ad taşıyacak.”2 Herbiri
ortalama 5 0 0 .0 0 0 k işilik en az 2 5 0 Sanayi Evi ku ru lacaktı.
Planın yanında çeşitli işsiz türlerinin ayrıntılı bir incelem esi
de yer alıyordu; bu incelem ede Bentham ’ın gelecek yüzyıl bo
yunca bu alanda yapılacak çalışm aların sonuçlarını önceden
kesıirebilmiş olduğu görülüyordu. Burada, tasnifçi aklının ger
çekçilik yeteneği en iyi biçim de ortaya çıkm ıştı. Yeni işten çı
karılmış olan “işe yaramaz işçiler”, “geçici durgunluk” yüzün
den iş bulamayanlardan ayrılıyordu; mevsimlik işlerde çalışan
ları ilgilendiren “dönem sel durgunluk”, “m akine kullanım ının
gereksiz kıldığı”, “başka bir şeyle ikame edilmiş em ek”ten ve
^ B e n ıh a m , J . , P a u p e r M a n eg em en t, ilk basım , 1 7 9 7 .
163
ya, daha m odem bir deyişle, teknolojik işsizlerden ayrılıyordu;
“terhis edilen askerler”, Benıham ’ın devrinde Fransız savaşıyla
önem kazanan başka bir modern kategori de, sonuncu grubu
oluşturuyordu. Ama en önem li kategori, yukarıda sözü edilen
“g eçici durgunluk"la ilgili olandı. Bu yalnız “modaya bağlı”
uğraşlarda çalışan zanaatkar ve sanatçıları değil, “sanayideki
genel bir durgunluk"la ilgili olarak işsiz kalanların oluşturul
duğu daha da önem li bir grubu içeriyordu. Benıham ’ın planı,
konjonktür dalgalanmalarını işsizliğin geniş bir düzeyde tica
ret konusu durumuna getirilm esi yoluyla engellem ek gibi id
dialı bir amaca yönelikti.
L819’da Robert O w en, Bellers’in 120 yıl önceki Sanayi Da
yanışması planını yeniden yayımladı. Önceleri yer yer görülen
düşkünlük, artık bir sefalet seli oluşturuyordu. Owen'in Birlik
Kom ünleri ile Bellers’inkiler arasındaki en önem li fark, ilkinin
çok daha geniş çaplı olmasıydı (beş bin dönümden geniş bir
arazide, 1200 kişiyi kapsıyorlardı), işsizlik sorununu çözm ek
için geliştirilen bu çok deneysel plana katılma çağrısında bu
lunanlar arasında, David Ricardo kadar yetkili biri de bulunu
yordu. Plana katılmaya hevesli kim se çıkmadı. Daha sonraları.
Fransız Charles Fourier, günlerini çağdaş maliye uzm anlarının
en büyüklerinden birinin desteğini kazanmış olan O w en’in fi
kirlerine çok benzer fikirlere dayanan Phalanstere Planına ya
tırım yapacak pasif bir ortak bekleyerek geçirdiği için alaya
alındı. Ö le yandan Robert O w en’in Jerem y Bentham ’ın da or
tak olduğu New Lenark’daki şirk eti, iyiliksever uğraşlarıyla
büyük bir mali başarı kazandığı için dünya çapında ün yapmış
değil miydi? Kısacası henüz ortada yoksullukla ilgili yerleşmiş
bir görüş ve yoksulları kullanarak kâr sağlamanın kabul edil
miş bir yöntemi yoktu.
Owen, Bellers’ın em ek-para fikrini alıp onu 18 3 2 ’de “Ulusal
E şil Em ek D eğişim i” uygulam asında kullandı; bu iflasla so
n uçland ı. Bundan son ra gelen ik i yıl için d e yer alan ünlü
Zanaatkarlar Birliği hareketinin ardında da gene Bellers’dan
alınma ve Owen’inkine çok yakın bir ilke, em ekçi sınıfın ken
dine yeterliliği ilkesi bulunuyordu. Zanaatkarlar Birliği, bütün
164
m eslekler ve zanaatların, bazı küçük işletm e yöneticilerini de
dışlamayan, genel bir ortaklığıydı. Belirsiz bir am aca, katılan-
ları b arışçı bir y ön tem le toplum sal b ir organa d ön ü ştü rm e
amacına yöneliyordu. Bunun yüzyıl sürecek çatışm alarla dolu
bir Büyük Çalışanlar Birliği, bir Büyük Sendika kurm a çabala
rının başlangıcı olduğunu kim bilebilird i? Yoksullarla ilgili
planlan açısından, sendikalizm , kapitalizm, sosyalizm ve anar
şizm arasında hem en hem en hiç fark yok gibiydi. 1 8 4 8 ’de fel
sefî anarşizm in ilk uygulamaya yönelik macerası olan Proud-
hon’un D eğişim B an kası, özün d e O w en’m d en eyim in in bir
uzantısıydı. D evlet sosyalisti M arx, P roudhon’un fikirlerin e
şiddetle saldırdı ve ondan sonra Louis Blanc’ın ve Lassalle’ın-
kileri de içeren bu tür kolektivisı düzenlenm eler için sermaye
temini sorum luluğu devlete yüklendi.
M uhtaç dürüm dakileri kullanarak para kazanılam am asının
ekonom ik n ed en i pek esrarengiz olm asa g erek. Bu n ed en ,
1704’te Defoe tarafından yayımlanan ve neredeyse 150 yıl ön
ce Bellers’la Locke arasında başlayan tartışmayı sonuçlandıran
bir broşürde açıklanm ıştı. D efoe, destek gören yoksulların üc
ret karşılığında çalışm ayacaklarını, kamu kurum larında, sana
yi üretiminde çalıştırıldıklarında da, özel sanayide daha büyük
bir işsizliğe yol açacaklarını vurguladı. Broşürü şeytanca b ir ad
taşıyordu: S a d a k a Vermek İy ilik sev erlik D eğildir ve Y oksu llara İş
Vermek Ulusun Z a raru ıa d ır (G iving Alms No Charty and Em p
loying the Poor a G rievance to the N ation). Bunun arkasından
doktor M andeville’in, toplulukları kendini beğenm işlik ve kıs
kançlığı, kötülük ve ziyankârlığı teşvik ettiği için zenginleşen
akıllı arılar üzerine zırvalıkları geldi. Ama acayip doktor, sığ
bir ahlâkî çelişkiyle uğraşırken, broşürün yazan D efoe yeni
politik iktisadın tem el unsurlarını yakalamıştı. O nun yazdık
ları “alt düzeyde politika” çevrelerinin dışında çabucak unu-
luldu. Oysa M endeville’ın ucuz paradoksu, Berkeley, H um e ve
Smith ayarında kafaları uğraştırdı. A çıkça görünen şey, onseki-
zinci yüzyılın ilk yansında taşınabilir servetin b ir ahlâkî konu
oluşturduğu, yoksulluğun ise oluşturmadığıydı. Püriten sınıf
lar, vicdanlarının lüks ve günah olarak suçladığı gösterişçi fe
165
odal ziyankârlık karşısında irkiliyor, ama aynı zamanda bu kö
tülükler olmadan ticaret ve üretim in süremeyeceği konusun
da, isteksizce de olsa, M endeville’in arılarına hak verme duru
munda kalıyorlardı. Daha sonra bu varlıklı tüccarların ticare
tin ahlâklılığı konusunda ikna edilmeleri gerekti: Yeni pam uk
lu fabrikaları aylak gösterişe değil, günlük ihtiyaçlara hizmet
ediyorlardı ve eskisinden daha az göze batm akla birlikle eski
sinden daha ziyankâr olmayı becerebilen, yeni, ince ziyankâr
lık biçim leri gelişm işti. Defoe’nun yoksullara yardımın tehli
keleri üzerine söyled ikleri, zenginliğin ahlâkî tehlikeleriyle
ağırlaşm ış vicdanlara nüfuz edebilecek kadar güncel değildi;
henüz Sanayi Devrimi yaşanmamıştı. Gene de Defoe’nun para
doksu, gelecek karmaşanın habercisiydi: “Sadaka verm ek iyi
likseverlik değildir" - çünkü açlığı önlem ek üretimi engelliyor
ve yalnızca daha geniş düzeyde açlığa yol açabiliyordu; “yok
sullara iş vermek ulusun zararınadır” - çünkü kamu istihdamı
yaratmak yalnızca piyasadaki mal fazlalığına katkıda bulunu
yor ve özel girişim cilerin iflasını hızlandırıyordu. Q uaker Jo h n
Bellers’la hapis cezasına çarptırılm ış gazeteci Daniel D efoe ara
sında, azizle inançsız sinik arasında, onyedinci yüzyılın başın
da bir yerlerde, bundan sonraki ikiyüz yıl boyunca sürecek ça
lışmaların, umudun ve acının uğraşa uğraşa çözüm leyecekleri
bazı sorunlar ortaya atılm ıştı.
Ama Speenham land devrinde sefaletin gerçek niteliği hâlâ
insan aklının erişebileceği bir yerde değildi. Devletin gücünü
insanlar oluşturduğu için, olabildiğince geniş bir nüfusun iste-
nirliği herkesçe kabul ediliyordu. Ucuz emeğin yararı konu
sunda da görüş birliği vardı, çünkü ancak em ek ucuz oldu
ğunda sanayi gelişebilirdi. Ü stelik yoksullardan başka kim ge
milere doluşup savaşa giderdi? Gene de, sefaletin kötü bir şey
olabileceğine dair kuşkular vardı. Hem de, neden m uhtaç du
rumda olanlar özel kâr am açlan için olduğu gibi kamu çıkar
ları içinde kârlı bir biçim de çalıştırılm asınlardı? Bu sorulara
doyurucu bir yanıt verilem iyord u. D efoe, yetm iş yıl sonra
Adam Sm ilh’in bulup bulmadığından em in olamadığım ız bir
gerçeği yakalamıştı; piyasa sistem inin o zamanki geriliği, siste
166
min temel zayıflığım saklıyordu. Ne yeni tür zenginlik ne de
yeni tür yoksulluk pek anlaşılacak gibi değildi.
Sorunun daha açığa çıkm am ış oluşu, Q uaker Bellers, dinsiz
Owen ve faydacı Bentham ’ınki kadar birbirinden değişik kafa
ları yansıtan projeler arasındaki şaşırtıcı benzerlikten belliydi.
Bir sosyalist olan Owen, insan eşitliğine ve insanın doğuştan
bazı haklara sahip olduğuna sonuna kadar inanıyordu; oysa
faydacı Bentham , eşitlikçilikten tiksiniyor, insan haklarını ala
ya alıyor ve iyice “laissez-faire” yanlısı görünüyordu. Gene de
Owen’in “Paralelogram lan” Bentham 'ın Sanayi Evlerine o de
rece benziyordu ki, eğer Owen’in Bellers’dan etkilendiği bilin
m ese, tek ilham kaynağının Bentham olduğu söylenebilirdi.
Bu üç adam da, işsizlerin emeğinin doğru bir biçim de örgüt
lenmesi için bir artık yaratması gerekliğine inanıyorlardı; hü
manist Bellers, bu artığın yalnızca m uhtaçların acılarını din
dirm ek için kullanılacağını um uyordu; faydacı liberal B en t
ham , onu h isse sah ip lerin e d evretm ek istiy o rd u ; so syalist
Owen ise, artığı onu yaratan işsizlere geri vermeyi düşünüyor
du. Ama aralarındaki farklar gelecekteki ayrılıkların belli be
lirsiz göstergelerini oluştururken, ortak yanılgıları, doğmakta
olan piyasa ekonom isi içinde sefaletin gerçek niteliğini bütü
nüyle yanlış anlad ıklarını gösteriyordu. A ralarındaki bütün
farklılıklardan en önem lisi, yoksulların sayısındaki sürekli ar
tıştan kaynaklanıyordu: 1 6 9 6 ’da, Bellers’m bu konuda yazdığı
g ü n lerd e, toplam yardım fonları 4 0 0 .0 0 0 sterlin kadardı;
1 7 9 6 ’da Bentham Pitt tasarısına karşı çıkarken 2 m ilyon sınırı
nı aşmış olmaları gerekiyor; 1818’de O w en’in ortaya çıkm asın
dan önce, 8 milyona yaklaşmışlardı. Bellers’la Owen arasında
ki 120 yıl için nüfus üç kat, yardım fonları ise yirmi kat art
mıştı. Sefalet bir felaket habercisi olup çıkm ıştı. Ama ne anla
ma geldiği hâlâ m eçhuldü.
167
10. Politik İktisat ve Toplumun Keşfi
168
ligini belirleyen koşulların bir bölüm ü bir bütün olarak ülke
nin gelişen, durağan veya gerileyen konum undan kaynaklanı
yordu; diğer bir bölüm ü ise, güvenliğin taşıdığı önem den ve
güç dengesine bağlı ihtiyaçlardan kaynaklanıyordu; gene baş
ka bir bölüm ü de, hüküm et politikasının şehirlere veya köyle
re, tarıma veya sanayie lamdığı önceliklere göre, bu politika
tarafından belirleniyordu; yani Adam Smith zenginlik sorunu
nun ancak belirli bir siyasal çerçeve içinde ortaya konulabile
ceğine inanıyor ve buna “büyük halk kitlesinin” maddî zen
ginliği anlam ını veriyordu. Çalışmasında kapitalistlerin ekon o
mik çıkarlarının toplum yasalarını belirlediğini ima eden hiç
bir şey yok, onların ekonom i dünyasını ayrı bir birim olarak
yöneten ilahi gücün dünyevi sözcüleri olduklarına dair de bir
ima yok. Ona göre, ekonom i alanı henüz bize bir iyilik ve k ö
tülük ölçütü sağlayabilecek kendine özgü yasalara bağlı değil.
Sm ith u lu sların zen g in liğ in i fiziksel ve ahlâkî y ö n leriy le
ulusal yaşama bağlı olarak ele alm ak istedi; önerdiği denizcilik
politikasının Crom well’in D enizcilik Yasalarına böylesine gü
zel uyması, insan toplum uyla ilgili fikirlerinin Jo h n Locke’un
doğal haklar sistem iyle böylesine uyum sağlayabilm esi bun
dandı. O nun görüşlerinde, ahlâkî yasa ve politik yüküm lülü
ğün kaynağını o lu ştu ra b ilecek , toplum için d e ay rışm ış bir
ekonom ik alanın varlığına işaret eden hiçbir şeye rastlam ıyo
ruz. Kişisel çıkar yalnızca bizi kendi içlerinde başkalarının da
çıkarına hizm et edebilecek şeyleri yapmaya itecektir, kasabın
kişisel çıkarlarının sonuçta yemeğimizin önüm üze gelm esini
sağlayacağı gibi. Sm iıh ’in düşü ncesine büyük b ir iyim serlik
hakimdir, çünkü evrenin ekonom i alanını yönelen yasalar, di
ğer alanlan yönetenler gibi, insanın kaderiyle uyum içindedir.
Hiçbir gizli el kişisel çık ar adına bize yamyamlık ayinlerini ka
bul ettirm eye uğraşm az. İnsanın değeri, ailenin, devletin ve
"büyük insan Toplum unun" bir üyesi olarak ahlâkî bir varlık
oluşundan gelir. Akıl ve insanlık bölünm eyi engelleyecektir,
rekabet ve çıkar buna boyun eğme durumundadır. Doğal olan
insan akim daki ilkelerle uyumlu olandır, doğal düzen de bu il
kelerle uyumlu olan. Sm ith fiziksel anlamda doğayı bilinçli bir
169
biçim de zenginlik sorununun dışında bırakmıştır. “Bir ulusun
toprağı, iklim i veya ülkesinin büyüklüğü ne olursa olsun, yıl
lık üretiminin bolluğu veya kıtlığı, o belirli durum da, iki koşu
la bağlıdır”, yani em eğin becerisine ve toplumda çalışanlarla
çalışmayanlar arasındaki orana. Doğal olanlar değil, yalnızca
İnsanî unsurlar ele alınır. Kitabın başında biyolojik ve coğrafî
unsurun dışarıda bırakılm ası son derece bilinçlidir. Fizyokrat
ların yanlışlan onun için bir uyarı olm uştu; onlann tarım üze
rinde durm alan, fiziksel doğayı insan doğasıyla karıştırm aları
na ve yalnızca toprağın üretici olduğunu öne sürm elerine yol
açm ıştı. Hiçbir şey fiziksel olanın böylesine yüceltilm esi kadar
Adam Sm ith’e uzak olamazdı. Politik iktisat bir insan bilimi
olmalıydı; doğayla değil, insan için doğal olanla ilgilenmeliydi.
O n yıl sonra Townsend’in Te^’i, keçiler ve atlar teoremi çev
resinde kuruluyordu. Olay Pasifik Okyanusunda, Şili açıkla
rındaki Robinson Cruose’nin adasında yer alıyor. Ju an Fernan
dez, ilerde uğranm ası durum unda, et ihtiyacını karşılam ak
üzere bu adaya birkaç keçi bırakm ıştı. Keçiler kutsal kitap hi
kâyelerine yakışır bir hızla arttılar ve özellikle İspanyol ticare
tini kasıp kavuran İngiliz korsanları için pek uygun bir gıda
kaynağı oluşturdular. Korsanları yıpratmak için İspanyol yet
kililer keçileri yok etm ek üzere adaya bir dişi bir erkek köpek
bıraktılar. Köpekler zaman içinde çoğalıp, avlayarak yaşadıkla
rı keçilerin sayısında bir azalmaya yol açtılar. Townsend “son
ra yeni bir denge oluştu” diye yazıyor, “iki türün en zayıfları
doğa yasalarına ilk boyun eğenler oldu, en canlı ve güçlü olan
lar yaşamlarını korudular.” Ve ekliyor: “İnsan türünün sayısını
belirleyen yiyecek m iktarıdır."
Kaynaklara inen bir araştırm anın hikâyenin doğru olm adı
ğını kanıtladığını belirtelim .' Ju an Fernandes, keçileri bırak
mıştı, ama efsaneye geçen köpekler W illiam Funnell tarafın
dan güzel kediler olarak tanıtılıyor. Ama ne köpeklerin ne de
kedilerin çoğaldığı bilinmiyor. Üstelik keçiler erişilmez kaya-
170
hklarda yaşarken, bütün kayıtların söz birliği ettiği gibi, kıyı
lar vahşi köpekler için çok daha çekici bir av oluşturabilecek
tombul foklarla kaynıyordu. Ama paradigma am pirik desteğe
bağlı değil. Eskiye inen kanıtların yokluğu, M althus ve Dar-
win’in aynı kaynaktan ilham alm ış oldukları gerçeğini değiş
tirmiyor. M althus bunu Condorcet'den öğrenm işti, Darwin de
Mallhus’lan. G ene de, Townsend’in keçiler ve köpeklerden çı
karıp Yoksullar Yasası reform una uygulamak islediği dersler
olmasaydı, ne Darwin’in doğal seçim kuramı ne de M althus’un
Nüfus Yasası, modern toplum üzerinde kayda değer bir etki
yapamazlardı. Şöyleydi bu dersler: “A çlık en vahşi hayvanlan
bile ehlileştirir, en sapıklara bile ahlâklı ve uygar olm ayı, itaat
ve boyun eğmeyi öğretir. Genel olarak (yoksulları) çalışmaya
itebilecek tek şey açlıktır; ama yasalarımız hiç aç kalınm ayaca
ğını belirtiyorlar. Teslim etm ek gerekir ki, yasalar aynı zam an
da nasıl çalıştırılacaklarını da belirtiyorlar. Ama yasal sınırla
manın yanında bir sürü güçlü k, şiddet, patırtı, gürültü yer
alır; bu kötü niyet yaratır ve hiçbir zaman iyi, kabul edilebilir
bir hizm et sağlayamaz: Oysa açlık yalnız barışçı, sakin ve sü
rekli bir baskı oluşturm az, aynı zamanda da en sıkı biçim de
gayreti gerekli kılar; insanların özgür iradesinden kaynaklanan
iyi niyet ve m innetin sağlam tem ellerini oluşturur. Köle, çalış
maya zorlanm alı, özgür insan ise kendi seçim inde serbest bı
rakılmalıdır; çok olsun az olsun kendisine ait olanı kullanır
ken korunm alı, kom şusunun m ülküne tecavüz ettiğinde ceza
landırılm alıdır.”
Bu, siyaset bilim i için yeni bir başlangıç noktasıydı. Town
send insan topluluğuna hayvan yönünden yaklaşarak, kaçını
lm a y acağ ı düşünülen hüküm etin temelleri sorununu dışarda
bıraktı; ve böylece insan meselelerine yeni bir yasa kavramını,
doğa yasaları kavram ını, getirm iş oldu. H obbes’un geom etri
eğilimi, Hume’un ve Hartley’in, Quesnay ve Helvetius’un top
lumun Newton yasaları peşinde koşm aları gibi, bu da yalnızca
m etafor düzeyindeydi: Toplum için de yerçekim yasasının do
ğa için olduğu kadar evrensel yasalar bulm ak için yanıp tutu
şuyorlardı, ama bunu bir insan yasası olarak düşünüyorlardı:
1 71
Ö rneğin, H obbes’da k orku gibi bir zihinsel güç, H artley’de
çağnşım cı psikoloji, Quesnay’de kişisel çıkar ya da Helvetius
için fayda arayışı. Bu konuda titiz davranılmıyordu: Quesnay,
Platon gibi, arada bir insana hayvan yetiştiricisi açısından ba
kıyordu, Adam Sm ith de kesinlikle gerçek ücretlerle uzun dö
nem em ek arzı arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmıyordu. Ama
Aristo, yalnızca tanrılarla hayvanların toplum dışında yaşaya
bileceklerini, insanın da ne tanrı ne hayvan olduğunu öğret
mişti. Hıristiyan düşüncesinde de insan ve hayvan arasındaki
uçurum belirleyiciydi; psikolojik gerçekler beldesine yapılan
k e şif yolcu lu klarınd an h içb iri, insan topluluğunun manevi
kökleriyle ilgili teolojiyi bulandıramazdı. Hobbes eğer insanı
insanın kurdu olarak gördüyse, bu toplum dışında insanların
kurtlar gibi davrandığındandı, insanla kurt arasındaki biyolo
jik unsurlar yüzünden değil. Sonuçla bu, şimdiye kadar yasa
ve hüküm etle özdeşleşm em iş hiçbir insan topluluğu olm adı-
gındandı. Oysa Ju an Fernandez’in adasında ne hüküm et ne de
yasa vardı; gene de köpeklerle keçiler arasında bir denge ku
rulmuştu. Bu dengenin sürdürülm esini sağlayan da, köpekle
rin adanın kayalık yörelerine kaçan keçileri yem ekte karşılaş
tıkları zorlu klar ve k eçilerin köp eklerden kend ilerini k o ru
makta çektikleri rahatsızlıktı. Bu deneyi sürdürmek için hükü
m ete ihtiyaç yoklu; onu sağlayan bir yandan açlık duygusu bir
yandan da yiyeceğin kıt oluşuydu. Hobbes insanların hayvan
lar gibi oldukları için bir despota ihtiyaç duyduklarını öne sür
müştü; Townsend onların gerçekten hayvan olduklarını ve tam
bu nedenden dolayı yalnızca yetkileri çok sınırlı bir hüküm et
gerektiğini vurguladı. Bu yeni görüş açısından, özgür bir top
lumun iki ırktan oluştuğu söylenebilirdi: M ülk sahipleri ve
emekçiler, ikinci ırktan olanların sayısı yiyecek miktarıyla sı
nırlıydı ve mülkiyet güvence altında olduğu sürece açlık onla
rı çalışmaya itecekti. Yargıç filan gerekli değildi, çünkü bir di
siplin sağlayıcı olarak açlık yargıçlardan daha etkindi. Town-
sendhn kesin bir biçim de belirttiği gibi, bu konuda yargıca
başvurmak daha güçlü bir zorlayıcının daha zayıf olana baş
vurması olacaktı.
172
Yeni tem eller doğmakta olan topluma tam tam ına uyuyor
du. O nsekizinci yüzyılın ortalarından beri ulusal piyasalar ge
lişiyordu; tahıl fiyatı artık yerel değil bölgeseldi; bu da yaygın
para kullanım ım ve malların büyük ölçüde piyasaya sürülebi
lir olm asını gerektiriyordu. Piyasa fiyatları ve rantlarla ücretle
ri de içeren gelirler büyük bir denge içindeydi. Bu düzene ilk
dikkat çeken fizyokratlar oldu. Oysa bunu kuramsal olarak bir
bütünün içine yerleşlirem iyorlardı, çünkü Fransa’da feodal ge
lirler hâlâ önemliydi ve em ek çoğu zaman yan bağım lı durum
daydı. Yani kural olarak ne rantlar ne de ücretler piyasada be
lirleniyordu. Ama Adam Sm ith’in zamanında İngiltere’nin kır
sal alanları ticarî toplumun bir parçası olm uştu; toprak sahibi
ne ödenen rant da tarım işçisinin ücretleri de piyasa fiyatlarına
açık bir bağım lılık gösteriyordu. Ücret ya da fiyatların yetkili
lerce saptanması enderdi. Gene de bu tuhaf yeni düzen içinde,
yasal ayrıcalıkların ve kısıtlamaların kalkm ış olm asına karşın,
toplum un eski sınıfları aşağı yukarı daha ö n cek i hiyerarşik
konum larında kalm ışlardı. Em ekçiyi çiftçiye hizm et etm eye
veya çiftçiyi toprak sahibini bolluk içinde yaşatmaya zorlayan
hiçbir yasa olmadığı halde, em ekçiler ve çiftçiler sanki böyle
bir zorlam a varm ış gibi davranıyorlardı. E m ekçiyi yasal bir
.bağla bağlanmadığı bir efendiye itaat etmeye zorlayan neydi?
Toplumu oluşturan sınıflan sanki ayn türden insanlarm ışçası
na birbirinden ayıran hangi güçtü? Ve siyasal bir idareyi ne is
leyen, hatta ne de buna katlanabilen, bu insan topluluğunda
denge ve düzeni ne koruyordu?
Keçiler ve köpekler paradigması bu sorulara yanıt verebile
cek gibi görünm üştü. İnsanın biyolojik doğası, siyasal bir dü
zen oluşturmayan toplum un temeli gibi, algılandı. Böylece ik
tisatçılar Adam Sm ith’teki insan tem ellerini atıp Townsend'in-
kileri benim sediler. M alıhus’un nüfus yasasıyla R icardo’daki
biçimiyle azalan verim lilik yasası, insan ve toprağın verim lili
ğini varlığı açığa çıkarılan yeni alanın belirleyici unsurları du
rumuna getirdi. Ekonom ik toplum politik devletten ayrı ola
rak ortaya çıktı.
Bu insan topluluğunun -karm aşık bir to p lu m u n - varlığının
173
açığa çıktığı koşullar, ond okuzu ncu yüzyıl d üşüncesi tarihi
için son derece önem li. Doğmakta olan toplum piyasa siste
minden başka bir şey olmadığı için, insan toplumu an ık poli
tikanın daha önce bir parçasını oluşturduğu ahlâk dünyasına
bütünüyle yabancı tem ellere kayma tehlikesi içindeydi. Ç ö
zümsüz gibi görünen sefalet sorunu, M allhus ve Ricardo’yu
Townsend’tn natüralizm ini desteklem eye zorluyordu.
Burke, sefalet konusuna doğrudan doğruya kamu güvenliği
açısından yaklaştı. Batı Hint Adaları’ndaki koşullar ona, özel
likle çoğu kez zencilerin silah taşım asına izin verildiği için,
beyaz efendilerin güvenliğini sağlama önlem leri alınm adan
büyük bir köle topluluğu beslem enin tehlikelerini gösterm işti.
Hükümetin em rinde bir polis gücü olmadığına bakarak, aynı
kaygıların ülke içinde işsiz sayısının artması durum unda da
geçerli olacağını düşünüyordu. Patriyarkal geleneklerin açık
bir savunucusu olm akla birlik te, ekonom ik liberalizm in de
ateşli taraftarlarındandı ve sefaletin oluşturduğu çok acil idari
sorunların çözüm ünü ekonom ik liberalizmde görüyordu. Ye
rel yetkililer, pamuk fabrikalarının, çıraklık eğitimleri kiliseye
bırakılm ış m uhtaç durum daki çocuklara olan beklenilm eyen
talebinden seve seve yararlanıyorlardı. Yüzlerce çocuk, bazen
ülkenin uzak bölgelerindeki im alat sanayiinin em rine veril
mişti. Yeni şehirlerin m uhtaç dürümdakilere duyduğu ihtiyaç
hızla gelişiyordu; hatla bazen fabrikalar yoksulları kullanabil
mek için bir şeyler ödemeye hazır görünüyorlardı. Yetişkinler
geçim lerini sağlayan herhangi bir işverene gönderiliyorlardı,
tam tam ına gündelikçilik sistem inin herhangi bir biçim inde
kilise yetki alanındaki çiftçilerin yanına verildikleri gibi. O nla
rı çiftçilerin yanına vermek yoksulların çalıştırıldığı yoksul ev
lerini ya da başka bir deyişle “suçsuzlar için ceza evlerini” ida
re etm ekten daha kolaydı. İdari açıdan bu, “işverenin daha sü
rekli ve daha ayrıntı düzeyindeki yetkilerinin”,2 hüküm et ve
kilisenin çalışm aya zorlam a yöntem lerinin yerini alm ası d e
mekti.
174
Oriada bir devlet idaresi meselesi olduğu açıktı. Sonuçta ki
lise yüküm lülüklerinden gücü-kuvveti yerinde olanları kapita
list girişim cilerin yanına vererek sıyrıldığına, girişim ciler de
bu em ekten yararlanmak için bir şeyler ödeyecek kadar fabri
kalarını doldurmak hevesinde olduklarına göre, neden yoksul
lar kamu fonlarından desteklenm esin ve geçim lerinden kilise
sorumlu olsundu? B ütün bunlar yoksulların hayatlarını ka
zanmaları için kilise m ıntıkası çevresindeki yöntemlerden da
ha etkin bir yol olduğunu açıkça gösterm iyor muydu? Çözüm
Elizabeth Yasaları’nı, yerlerine bir şey koymadan, yürürlükten
kaldırmaktı. Ne ücret belirlenm esi, ne gücü-kuvveti yerinde
işsizlere yardım olacaktı, ama asgari ücret veya yaşama hakkı
nın korunması da olm ayacaktı. Em ek, fiyatı piyasada belirle
nen bir melaydı, ona göre m uam ele görecekti. Ticaret yasaları
doğa yasaları, dolayısıyla da Tanrı yasalarıydı. Bu, zayıf zorla
yıcılardan güçlü zorlayıcılara, barış hukukundan mide kazın
masına bir geçiş değil de neydi? Yoksullan piyasaya bırakalım ,
işler kendiliğinden yoluna girsin. Akılcı Bentham ’ın gelenekçi
Burke’le anlaştığı nokta buydu. Acı ve zevk aritm etiği kaçını-
labilecek acılara yol açm amayı gerektiriyordu. Açlık işleri yo
luna koyduğu sürece, başka cezaya gerek yoktu. “Yasa yaşamı
•sürdürebilme konusunda ne yapabilir?” sorusunu Bentham ,
“Doğrudan doğruya h içbir şey yapamaz” diye yanıtlıyordu.3
Yoksulluk toplumda yaşayan doğaydı; fiziksel yaptırımı da aç
lık. “Fiziksel yaptırım ın gücü yeterli olduğu sü rece, siyasal
yaptırımlar gereksiz olacaktı.”4 Gerekli olan tek şey, yoksullara
karşı “bilim sel ve ekonom ik” bir tavır alınm asıydı.5 Bentham ,
P ill’in Yoksullar Yasası Tasarısına şiddetle karşı çık tı; tasarı
hem yoksullar evi dışında yardıma hem de ücret desteklem ele
rine yer verdiğinden Speenham land’ın yeniden yürürlüğe gir
ile si demek olacaktı. Ama öğrencilerinin aksine, Bentham ne
kaiı bir ekonom ik liberal ne de bir dem okrattı. O nun Sanayi
Evleri, bilim sel idarecilik hilelerinin tümüyle uygulandığı, bû-
175
tün detaylarıyla düşünülm üş bir faydacı idare m ekanizm asının
kâbus gibi bir örneğiydi. Beniham , topluluk yoksulların kade
rine hiçbir zaman tam olarak kayıtsız kalamayacağı için bütün
bunların gerekli olduğunu öne sürüyordu. Yoksulluğun bollu
ğun bir parçası olduğuna inanm ıştı. $öyle diyordu: Toplumsal
refahın en üst aşamasında, yurttaşların büyük bir bölümü bü
yük olasılıkla gündelik em ekleri dışında pek az şeye sahip ola
caklar, dolayısıyla da her zaman yoksulluğun yakınında bulu
nacaklardır...” Böylece “yoksullarla ilgili ihtiyaçları karşılamak
üzere düzenli katkılardan oluşan bir fon sağlanm ası” önerisin
de bulundu. Bir yandan da üzülerek, “bunun ihtiyaçları azal
tıp çalışma isteğini köstekleyeceğini” ekliyordu, çünkü faydacı
görüş açısından hüküm etin görevi fiziksel açlık yaptırım ını et
kin kılm ak üzere zarureti artırm aktı.6
Yurttaşların büyük bir bölüm ünün yoksulluğun eşiğinde ya
şamasının zenginliğin en üst aşamasına ulaşma bedeli olarak
kabul ed ilm esi, ço k farklı tavırlarla b irlik te yer alıyord u.
Tow nsend, duygusal dengesini önyargı ve ucuz duygusallık
yoluyla sağlıyordu. Yoksulların hesaplarını bilmezliği bir doğa
yasasıydı, çünkü aksi takdirde hakir görülen, alçaltıcı, süfli iş
leri görecek kim se bulunm azdı. Ayrıca, yoksullara güvenile-
meseydi anavatanın sonu ne olurdu? “Zira aşağı sınıflan fırtı
nalı okyanuslar veya savaş alanlarında kendilerini bekleyen fa-
cialan göğüslemeye razı eden şey, çaresizlik ve yoksulluktan
başka nedir k i?” Ama bu kaba-saba vatanperverlik gösterisi
daha yumuşak duygulara da yer bırakıyordu. Yoksulluk yardı
mı, doğal olarak, derhal ortadan kaldırılmalıydı. Yoksullar Ya
saları “saçm alık sınırındaki ilkelerden kaynaklanır, dünyanın
doğası ve yapısı gereği, olanaksız işleri başarma iddiasıyla yola
çıkarlar.” Ama yoksullar bir kez varlıklıların merham etine bı
rakıldığında, "tek soru nu n” varlıklıların iyilikseverliğini sınır
lamak olduğunu kim yadsıyabilir? Townsend “Doğada ılımlı
bir iyilikseverliğin teveccühünden daha güzel ne olabilir?" di
ye haykırıyor ve bunu “beklenm eyen iyiliklere duyulan yap
6 B e n ih a m , J . , P r in c ip les o f C ivil C o d e . s . 3 1 4 .
176
macıksız m innettarlığın gösterişsiz bir biçim de belirtilm esine”
bütünüyle yabancı bir ortam ın, kilise yardım m asalarının so
ğuk ruhsuzluğuyla karşılaştırıyordu. “Yoksullar zen gin lerin
dostluğunu kazanm a d urum unda b ırak ıld ığ ın d a, zen g in ler
hiçbir zaman yoksulların dertlerini dindirme eğilim inden yok
sun olmayacaklardır." İki ulusun bu dokunaklı tasvirini oku
yan hiç kimse V ictoria D önem i lngilteresi’nin duygusal eğiti
mini, bilinç altında, keçiler ve köpekler adasından edinm iş ol
duğundan kuşku duyamaz.
Edmund Burke değişik hacim li bir adamdı. Townsend gibi
ler küçük yanılgılara uğrarken, o, büyük yanılgılara düştü.
Dehası, acı gerçekleri trajediye çevirip, ucuz duygusallığa bir
mistisizm hâlesi kazandırdı. “Ç alışm azlarsa dün yan ın sonu
geleceği için çalışm aları gerekenlere yoksul diye acım aya kal
karsak, in sanlığın durum unu ciddiye alm ıyoruz d em ektir.”
Kuşkusuz bu, kaba kayıtsızlıktan, boş yakınmalardan ve yap
macık anlayış gösterilerinden daha güzeldi. Ama bu gerçekçi
tavrın m ertliği, soylu debdebe sah nelerine d ik kat çek erk en
sergilediği belli belirsiz hoşnutlukla zedelenm işti. Sonuç, ger
çeklerin acım asızca gözler önüne serilişiydi, ama aynı zam an
da, zamanında girişilen reform hareketlerinin başan şansının
“küçüm senm esiydi de. Büyük bir olasılıkla, eğer Burke o za
man yaşıyor olsaydı, eski düzene (ancien regim e) son veren
1832 Parlam ento Reformu Tasarısı ancak kaçınılm az bir dev
rim sonucu kabul edilebilirdi. Ve gene de Burke buna, “bir kez
kitleler p o litik ik tisa t yasalarıyla sefalet için d e d id in m ey e
mahkûm edildikten sonra, eşitlik fikri insanlığı kendini yok
etmeye iten acımasız bir kandırmacadan başka ne olabilir” di
yerek karşı çıkardı.
B en th am , ne T ow nsend ’in kaypak u yu şm acılıg m a ne de
Burke un aceleci tarihselciliğine sahipti. Yeni keşfedilm iş sos
yal yasa beldesi akıl ve reforma inanmış bu m üm ine faydacı
deneyimlere açık sahipsiz bir arazi gibi görünüyordu. Burke
gibi o da, zoolojik determ inizm e uymayı reddediyor ve iktisa
dın siyasete üstünlüğünü kabul etmiyordu. F a iz Ü zerine D rne-
toe (Essay on Usury) ve Politik İktisat E lk ita b fn ın (M anual o f
177
Political Econom y) yazan olm asına karşın, bu bilim içinde an
cak bir amatördü ve hatta faydacılann iktisada yapmaları bek
lenebilecek önem li bir katkıyı, yani faydadan kaynaklanan de
ğerin bulunm asını, gerçekleştirm eyi başaramamıştı. Bunun ye
rine, çağrışım cı psikoloji, onun bir sosyal mühendis olarak sa
hip olduğu sınırsız hayal gücünü sınırsızca kullanabilm esine
imkan verdi. Laissez-faire Benlham için yalnızca sosyal işlerli
ğin araçlarından biriydi. Sanayi Devriminin entellektüel saiki
teknik buluşlar değil, sosyal buluşlardı. Doğa bilim lerinin mü
hendisliğine yaptığı belirleyici katkı ancak yüzyıl sonra, Sana
yi Devrimi çoktan tam am landıktan sonra, gerçekleşm işti. Me
kanik ve kimya alanındaki yeni uygulamalı bilim ler geliştiril
meden önce, genel doğa yasalarıyla ilgili bilgiler, pratik işlerle
uğraşan köprü veya kanal inşaatçısı, m akine ve m otorların
m uciti için bütünüyle yararsızdı. İnşaat M ühendisleri Cemiye-
ti’nin kurucusu ve süresiz başkanı Telford, fizik okum uş olan
ların cem iyete katılm a başvurularını geri çeviriyordu. Sir Da
vid Brewster’a göre, Telford hiçbir zaman geom etrinin tem elle
rini öğrenmeye çalışm am ıştı. Doğa bilim inin zaferleri gerçek
anlamda kuramsaldı ve günün sosyal bilim lerinde gerçekleşıi-
rilenlerin pratik önem iyle karşılaştırılamazlardı. Alışılm ış ola
nın, geleneksel olanın karşısında bilim in kazandığı saygınlık,
sosyal bilim lere bağlıydı ve bizim neslim ize ne kadar inanıl
maz görünürse görünsün, doğa bilim inin saygınlığı insan bi
limleriyle olan ilişkisine çok şey borçluydu. Büyük önem taşı
yan m akineler, bazıları okuyup yazmayı ancak becerebilen,
eğitilm em iş zanaatkârların buluşlarıydı. Buna k arşılık ik ti
sadın keşfi, toplum un dönüşüm ünü ve piyasa sistem inin ku
rulmasını büyük ölçüde çabuklaştıran baş döndürücü bir bu
luşlu. D olayısıyla, doğa güçlerini insana kul eden m ekanik
devrimin atasının doğa bilim leri değil sosyal bilim ler olması,
hak edilmiş, yerinde bir şeydi.
Bentham ’ın kendisi de, yeni bir sosyal bilim dalı, ahlâk ve
yâsama dalını bulduğuna inanıyordu. Bu, çağrışımcı psikoloji
yardımıyla kesin olarak lıesaplantlabilen fayda ilkesine daya
nacaktı. Bilim , tam olarak insan meseleleri çerçevesinde etkin
178
lik kazanm ış olduğu için , on sek izin ci yüzyıl ln g ilteresi’nde
her zaman ampirik bilgiye dayanan pralik bir m eslek anlam ı
na geliyordu. Böylesine pragm atik bir tavra duyulan ihtiyaç
gerçekten karşı konulam az boyutlardaydı. Gerekli istatistikler
olmadığı için, çoğu zaman nüfus artış ve düşüşleri, dış ödem e
ler dengesinin durumu veya hangi sınıfın ötekinin sırtından
kazanç sağladığı hakkında bilgi edinm ek olanağı yoktu. Çoğu
kez, ülkenin zenginliği artıyor mu, eksiliyor mu, yoksullar ne
reden geliyor, kredi durum u nedir, bankacılık veya kârların
durumu nedir gibi sorulara ancak tahmin yoluyla yanıt verile-
biliyordu. Bu tür konulara eski usul mütalaa yoluyla yaklaş
mak am pirik bir yaklaşım getirm ek “bilim "den anlaşılan ilk
şeydi; doğal olarak pratik çıkarlar ön planda olduğu için de,
yeni olguların geniş alanını düzenleyip örgütleme yöntem leri
öne sürm ek bilim e düşüyordu. Yoksulluğun niteliği konusun
da azizlerin kafalarının karıştığını, nasıl dahiyane bir biçim de
çeşitli kendine yardım yöntem leri geliştirm e deneyim lerine gi
riştiklerini daha önce gördük. Nasıl kâr kavram ının h er cins
değişik sorunun çözüm ü olarak yüceltildiğini, nasıl kim senin
sefaletin iyiye m i, kötüye mi işaret olduğunu söyleyem ediğini,
yoksul evlerini bilim sel yöntem lerle idare edenlerin yoksulla
rın sırtınd an para kazanam adıkları için nasıl şaşırd ıkların ı,
Owen’in nasıl fabrikalarını bilinçli b ir yardımseverlik doğrul
tusunda yöneterek servet yaptığını ve nasıl aynı tür bilim sel
kendine yardım tekniklerinin acıklı bir biçim de başarısızlığa
uğrayıp yardım sever uygulayıcılarını şaşırttığını da gördük.
Eğer incelem em izi sefaletin ötesinde, kredi, para, tekeller, ta
sarruflar, sigorta, yatırım , kamu mâliyesi veya cezaevleri, eği
lim ve piyangolar gibi konuları da içine alacak biçim de geniş-
letseydik, rahatça bunların her biriyle ilgili aynı tip girişim lere
de rastlayabilirdik.
Bu dönem , aşağı-yukarı, Benhıam ’m ölüm üyle son buluyor
du.7 1 8 4 0 ’lardan sonra iş kuranlar yalnızca belirli girişim leri
sürdüren kim selerdi; karşılıklı ilişkiler, yeni biçim lerde uygu
7 1832.
179
lama buluşlarına girişenler değillerdi artık. Artık iş adamları
faaliyetlerinin alması gereken biçim leri bildiklerine inanıyor
lardı; bir banka kurmadan önce paranın niteliği üzerine dü
şünm ek nadirattandı. Sosyal m ühendisler artık çoğu kez yal
nızca sahtekârlar arasından çıkıyor, bunlar da, çoğu kez, so
nunda kendilerini dem ir parm aklıklar arkasında buluyorlardı.
Paterson’dan Jo h n Law’a ve Pereires’e kadar, borsayı, dinî, sos
yal ve akademik tarikat erbabının projeleriyle dolduran sanayi
ve bankacılık sistem leri, artık denizde damlalardan başka bir
şey değildi. Iş dünyasının gündelik akışı içinde analitik fikirler
ihtiyatla değerlendiriliyordu. Hiç olmazsa o zam anki düşünü
şe göre, toplum un araştırılm ası tam am lanm ıştı; insan harita
sında doldurulm amış alan kalmamıştı. Bentham ’ın yaptığı et
kiyi yapacak birinin ortaya çıkm ası, yüzyıl boyunca olanaksız
dı. Bir kez çalışm a yaşamının piyasa tarafından öıgütlenm esi
belirleyici olduktan sonra, bütün diğer kurum sal alanlar bu
düzene boyun eğm işti, sosyal buluşlar dehası yersiz yurtsuz
kalmıştı artık.
Bentham ’ın Panopticon’u, yalnızca “haydutları öğütüp na
muslu, aylakları öğütüp çalışkan yapan bir çark”8 değildi, aynı
zamanda İngiltere M erkez Bankası gibi kâr payı dağıtan bir
kurumdu. Desteklediği birbirinden son derece farklı projeler
arasında şunlar vardı: G eliştirilm iş bir patent sistem i, limited
şirketler, on yılda bir yapılacak nüfus sayımı, Sağlık Bakanlığı
kurulması, tasarrufları yaygınlaştırmak için faiz getiren senet
ler, sebze ve meyveler için buzhaneler, m ahkûm emeği veya
yardım alan yoksulların em eğinden yararlanarak yeni teknik
lerle çalışan silah fabrikaları, orta sınıfın üst kadem elerine fay
dacılık dersleri veren bir okul, gayrim enkul tapu kayıtları, bir
kamu muhasebesi sistem i, kamu eğitimi reformları, tefeciliğin
kaldırılması, söm ürgelerden vazgeçilmesi, yoksulların artışını
önlem ek için doğum kontrol yöntem leri kullanılm ası, Atlantik
ile Pasifik’in bir hisseli şirket yardımıyla birleştirilm esi ve daha
başkaları. Bu projelerin bazıları, çağrışımcı psikolojinin bulgu-
180
lanna dayanarak insan kaynaklarının daha eıkin kullanım ına
yönelik bir dizi yenilikten oluşan Sanayi Evlerinin durumunda
olduğu gibi, bir sürü küçük ilerlemeyi içeriyorlardı. Townsend
ve Burke, laissez-faire'i kısıtlı yasamayla bağdaştırırken, Bent-
ham onda geniş kapsam lı reformları engelleyerek h içbir şey
görmüyordu.
M althus’un 1 7 9 8 ’de G odw in’e verdiği ve gerçek anlam da
klasik eko n o m in in başlangıcın ı olu ştu ran yanıta geçm eden
önce, tarihleri hatırlatalım . Godwin’in Siyasal A dalet'i (P o liti
cal Ju stice), Burke’ün F ran sız D evrimi Ü zerine D üşünceler’ine
(Reflections on the French Revolution [1790] karşı yazılmıştı.
Yayımlanması, göz altında tutma yasalarının (Habeas Corpus)
yürürlükten kalkması (1 7 9 4 ) ve dem okratik M uhabere Cem i
yetleri (Correspondance Societies) hakkında kovuşturma açıl
masıyla başlayan baskı dönem inin hem en öncesine rastlıyor
du. Bu sırada In giltere Fransa’yla savaş halindeydi ve terör
“dem okrasi” sözcüğünü sosyal devrim le eş anlam lı kılm ıştı.
Gene de İngiltere’de Dr. P rice’in “Eski Yahudilik" (O ld Jew ry)
vaızıyla (1 7 8 9 ) başlayıp Paine’in insan H aklan’yla (1 7 9 1 ) ede
bî zirvesine ulaşan dem okratik hareket politik alanla sınırlıy
dı; em ekçi yoksulların hoşnutsuzluğu bu harekele yansım a
mıştı; genel oy hakkı ve yıllık parlamentolarla ilgili taleplerin
sözcülüğünü yapan broşürlerde Yoksullar Yasası sorununun
çoğu kez adı bile anılmıyordu. Ama gene de kırsal kesim eşra
fının belirleyici tepkisi, Yoksullar Yasası çerçevesinde, Speen-
hamland’la kendini gösterdi. Bir yetki alanı olarak kilise m ın
tıkası yapay bir bataklığın gerisine çekilip bu siperde Water-
loo’dan sonra yirmi yıl daha yaşadı. Belki 1790’h yıllarda pa
nik içinde uygulanan siyasal baskının kötü sonuçlarıyla baş
edilebilirdi, ama bunların yanı sıra Speenham land’in başlattığı
yozlaşma süreci ülkeye damgasını vurmuştu. Kırsal kesim eş
rafının gücünün Speenham land sayesinde kırk yıl daha yaşa
tılması, avamın canlılığı ve gücü pahasına elde edilm işti. Man-
toux şöyle diyor: “M ülk sahibi sınıflar yardım vergilerinin git
tikçe arttığından yakınırlarken, bunun aslında devrim e karşı
sigorta işlevini gördüğünü gözden kaçırıyorlardı. Yoksullar da
18 1
kendilerine verilen üç-beş kuruşu kabul ederken, bunun kıs
men kendi haklı kazançlarından yapılan kesintilerle sağlandı
ğını fark etmiyorlardı. Ç ünkü ‘yardımların’ kaçınılm az sonu
cu, ücretleri olabilecek en düşük düzeye indirm ek, hatta onla
rı ücretlilerin daha fazla kısıtlanam ayacak ihtiyaçlarının oluş
turduğu sınırın da altına düşürm ekti. Çiftçi veya fabrika sahi
bi, adam larına ödediği m iktarla adam larının g eçin eb ilm esi
için gerekli olan m iktar arasındaki açığın kapatılm ası için k ili
seye güveniyordu. Neden vergi ödeyenlerin sırtından kolayca
sağlanabilecek bir şey için masrafa girsindi zaten? Bir yandan
da, kiliseden yardım alanlar daha düşük ücretlerle çalışmaya
razı olarak yardım alm ayanlar için bütün rekabet olanaklarını
ortadan kaldırıyorlardı. G erçek bir paradoks ortaya çıkm ıştı:
‘Yoksulluk Vergisi’... denilen şey işveren için bir tasarruf kay
nağı, kam u k ayn ak ların d an yardım d ilenm eyen em e k çile r
içinse bir kayıp oluşturuyordu. Böylece, acımasız çıkar ilişki
leri, m erham etli bir yasayı çelikten bir çem bere dönüştürdü.”9
Yeni ücret ve nüfus yasalarının bu çelik çem ber üzeride dur
duğunu kabul ediyoruz. M althus da, Burke ve Bentham gibi,
Speenham land’e şiddetle karşıydı ve Yoksullar Yasasının yü
rürlükten kaldırılm asını savunuyordu. Bu yazarlardan hiçbiri,
Speenham land'ın işçi ücretlerini asgari geçim düzeyine ve bu
düzeyin altına düşüreceğini tahmin edememişti. Aksine, onun
ücretleri yükselteceğini, hiç olmazsa yapay bir biçim de sabit
tutacağını düşünüyorlardı. İşçi örgütlenm elerini yasaklayan
yasalar olm asaydı, belki de durum g erçeklen böyle olurdu.
Ama g erçekte ü cretlerle ilg ili bek lenti yanlıştı ve bu yanlış
bek lenti neden kırsal kesim deki ücretlerin düşük düzeyinin
Speenham land’e değil de, sözde ücretlerin çelik yasasına bağlı
olarak açıklandığını anlam am ıza yardım edebilir. Şim di yeni
iktisat bilim inin bu tem eline bakabiliriz.
Kuşkusuz Townsend’in natüralizm i yeni politik iktisat bili
mi için tek tem eli oluşturmuyordu. Ekonom ik bir toplumun
varlığı, fiyatların düzenliliği ve bu fiyatlara göre belirlenen ge
182
lirlerin dengesinde kendini gösteriyordu; sonuç olarak ekono
mik yasaların doğrudan doğruya fiyatlara bağlı olduğu söyle
nebilirdi. O rtodoks iktisatçıları, iktisadın tem ellerini natura-
iizmde aram aya iten , büyük üretici k itlelerin in başka türlü
açıklanam ayacak sefaletiydi. Bugün artık bildiğim iz gibi, bu
eski piyasa yasalanna bağlanamazdı. Ama o dönem de yaşayan
ların gördükleri gerçekler kabaca şunlardı: G eçm işte em ekçi
ler, hiç olmazsa alışılm ış yaşam düzeyindeki değişm eler göz
önüne alındığında, genellikle yoksulluğun eşiğinde yaşıyorlar
dı; şimdi de, ekonom ik toplum nihayet son biçim ini alırken,
em ekçi yoksulların durum larının iyileşm ediği, hatla daha da
kötüye gittiği yadsınamaz bir gerçekti.
Bütün bu çarpıcı gerçeklerin işaret ettiği nokta ü cretlerin
çelik yasasıydı: Yani em ekçilerin yaşamlarını sürdürdükleri as
gari geçim düzeyinin, ücretleri başka bir düzeye ulaşmalarını
engelleyecek biçim de düşüren bir yasaya bağlı oluşu. Doğal
olarak bu açıklam a yalnız yanıltıcı değil, aynı zamanda tutarlı
bir kapitalist fiyat ve gelir kuramı açısından saçmaydı da. Ama
son tahlilde, ücretler yasasının herhangi bir akılcı insan davra
nışı kuralına değil de, M allhus’un nüfus yasası ve azalan ve
rimlilik yasası biçim inde dünyaya sunulan insan ve toprak ve-
■rimliligiyle ilgili natüralist gerçeklere dayandırılması, bu sözü
nü ettiğimiz tutarsızlık yüzündendi. Ortodoks iktisadın teme
lindeki natüralist unsur, özellikle Speenham land’ın yarattığı
koşulların bir sonucuydu.
Bundan ne Ricardo’nun ne de M althus’un kapitalist sistem in
işleyişini anlam adıkları sonucu çıkıyor. Bir piyasa sistem inde
üretim faktörlerinin ürünü paylaştığı ve üretim arttıkça m ut
lak payların da kaçınılm az olarak anacağı gerçeği, ancak Ulus
ların Zenginiiği’nin yayınlanmasından yüz yıl sonra anlaşılabil-
di.’° Adam Sm ith, L o ck e’un değerin em ek kökeni üzerine ya-
nılgılannı paylaşıyordu ama gerçekçiliği onu bu yanılgıyı tu
tarlı bir biçim de sürdürm ekten korudu. Dolayısıyla, bir yan
dan, haklı olarak, bireylerinin çoğunluğu yoksulluk ve sefalet
10 C a n n a n , E ., A Rcwiev o j E c o n o m ic T heory, 1 9 3 0 .
183
içinde yaşayan bir toplum un gelişem eyeceğini vurgularken,
bir yandan da fiyatlar üzerine karm akarışık görüşler öne sür
dü. Bize herkesin bildiği bir şey gibi görünen olgu, onun dev
rinde bir paradoks oluşturuyordu. Sm iıh ’in kendi görüşüne
göre evrensel bolluğun bir noktada halka inm esi kaçınılm azdı;
bir toplum sürekli zenginleşirken halkın sürekli yoksullaşm ası
olanaksızdı. Ne yazık ki, veriler daha uzun bir süre onu dog-
rulamayacaktı; kuram cılar da gerçekleri açıklam ak durum un
da olduklarından, Ricardo toplum ilerledikçe yiyecek sağlama
nın giderek güçleşeceğini, toprak sahiplerinin güçlenerek hem
kapitalistleri hem de işçileri söm üreceğini öne sürdü; kapita
listlerle işçilerin çık arları arasında çözü m lenem ez bir tezat
vardı, ama bu tezat sonuçta önem sizdi, çünkü ücretlerin asga
ri geçim d üzeyinin ü zerin e çık m ası o lan ak sızd ı, k ârlar da
eninde sonunda azalm ak durum undaydı. Bir anlamda bu fi
kirlerde çok ufak bir doğruluk payı olabilirdi, ama kapitalizmi
açıklam ak açısından daha gerçek dışı ve daha muğlak bir şey
öne sürülemezdi. Bununla birlikle, gerçekler zaten birbiriyle
çelişen biçim lerde ortaya çıkıyordu, bugün bile bu çelişkileri
çözm ekle güçlük çekiyoruz. Bu durumda üretim ve bölüşüm
yasalarını bitki ve hayvanların değil, insanların davranışların
dan çtkarsamak üzere yola çıkan yazarların geliştirdiği bilim
sel bir sistem içinde, bitki ve hayvan çoğalm asının tepeden
inip her şeyi açıklayan bir güç, bir deııs ex m achin a olarak k ul
lanılmasına pek de şaşmamak gerekiyor.
Speenhamland gerçekle em ek piyasası olmayan bir kapita
list sistem in rekabetçi bir piyasa ekonom isi gibi görülm esine
yol açm ıştı. Şimdi iktisat kuram ının tem ellerinin Speenham
land dönem inde atılm ış olm asının sonuçlarını kısaca gözden
geçirelim .
İlk olarak, klasik iktisatçıların iktisat kuramı özünde karı
şıklıklarla doluydu. Zenginlik ve değer arasındaki koşutluk.
Ricardo iktisadının her alanında bir alay son derece kafa ka
rıştırıcı sözde sorun getirm işti. Adam Sm iıh’in mirası olan ü c
ret fonu kuram ı, zengin bir yanılgı kaynağıydı. Rant, vergile
me, dış ticaret gibi önem li başarılar elde edilen alanlar d ışın
184
da, kuram , fiyat hareketleri, gelirlerin oluşum u, üretim süre
ci, m aliyetlerin fiyatlar üzerindeki etkisi, kâr, ücret ve faiz dü
zeyi gibi, çoğu eskisi kadar muğlak kalan kon u lan açıklam ak
için kullanılan gevşek tanım lanm ış terim lerle ilgili kesin so
nuçlara varmak üzere girişilen umutsuz bir çabadan başka bir
şey değildi.
İkinci olarak, sorunun ortaya çıktığı koşullar içind e başka
bir sonuca varmak olanaksızdı. G erçekleri tek bir sistem açık-
layamazdı, çünkü bunlar tek bir sistem in parçası değillerdi.
Tersine, iki birbirini dışlayan sistem in, yani doğmakta olan pi
yasa ekonom isi ve en önem li üretim faktörüyle, em ekle ilgili
paternalist m üdahaleciliğin eş anlı etkilerinin sonucu olarak
ortaya çıkmışlardı.
Ü çüncü olarak, klasik iktisatçıların buldukları çözüm , ek o
nomik toplum un niteliğini anlam a açısından son derece geniş
kapsamlı sonuçlara yol açacaktı. Bir piyasa ekonom isin i yö
nelen yasalar yavaş yavaş anlaşıldıkça, bu yasalar doğrudan
doğruya doğanın yetki alanına yerleştirildi. Azalan verim lilik
yasası bir bitki fizyolojisi yasasıydı. M althus’un nüfus yasası,
insanın üretkenliğiyle doğanın üretkenliği arasındaki ilişkiyi
yansılıyordu. İki durumda da etkili olan güçler doğa güçleriy
di, cinsel hayvan dürtüleri ve belirli bir toprakta bitki örtüsü
nün büyüm esi. Söz konusu ilke, Townsend’in keçileri ve k ö
peklerinin durum unda geçerli olan ilkeydi: İnsanların çoğal
ma olanağı belirli bir sınırı aşamazdı ve bu sın ırı oluşturan
var olan yiyecek arzıydı. Townsend gibi M altlıus da, tür için
deki fazlalıkların ölüp gideceği sonucuna vardı; k eçiler k ö
pekler tarafından öldürülürken, köpekler de yiyecek bulam a
dıkları için açlıktan öleceklerdi. M althus için baskıyı olu ştu
ran sınırlam a, türün fazlasının doğanın zorba gücü tarafından
yok ed ilm esiyd i. İn san ların açlık tan ö lm eyip savaş, salgın
hastalık gibi nedenlerle yok edildiği durum larda, bu n lar da
doğanın yıkıcı güçleriyle özdeşleştiriliyordu. Bu, sosyal güçle
re d oğan ın g erek tird iğ i d engeyi sağlam ak so ru m lu lu ğ u n u
yüklediği için , kesin bir tutarsızlık içeriyordu. Ama M althus
bu eleştiriye savaş ve insan yıkıcılığının olm adığı durum da,
185
yeni erdemli bir lopluluk içinde, barışçı erdem ler yüzünden
sağ kalan insan sayısının açlıktan öleceklerin sayısındaki artı
şa eşit olacağını öne sürerek karşılık verebilirdi. Ö zünde, ek o
nom ik toplum , doğanın acı g erçekleri üzerine kuru lm u ştu ;
insan bu toplum un kurallarına başkaldıracak olursa, uyum
suzların nesli zalim cellat tarafından boğulup ortadan kaldırı
lırdı. R ek abetçi toplum un yasaları vahşi orm anın yaptırım
gücüne em anet edilm işti.
Artık yoksulluğun oluşturduğu yakıcı sorunun gerçek öne
mi açığa çıkm ıştı: E konom ik toplum insan yasası olm ayan ya
salarca yönetiliyord u. Adam S m iıh ’le Tow nsend arasındaki
ayrım bir uçuruma dönüşm üş, ondokuzuncu yüzyıl bilincinin
doğuşu bu ayrımla damgalanmıştı. O zamandan beri natüra-
lizm , insan bilim inden hiç eksik olmadı ve toplum un insan
dünyasıyla yeniden bütünleşm esi sosyal düşünce evrim inin
değişm ez am acı durum una geldi. Bu tartışm a çerçevesind e
M arksist iktisat bu am aca ulaşm ak için verilm iş başarısız bir
çaba, M arx’m Ricardo ve liberal iktisat ilkelerin e sıkı sıkıya
bağlı kalışının getirdiği bir başarısızlıktı.
Klasik iktisatçıların kendileri de bu ihtiyacın bilincindeydi-
ler. M althus ve Ricardo kesinlikle yoksulların kaderine kayıt
sız kalmış değillerdi, ama insanca ilgileri yanlış kuram ı büs
bütün çapraşık yollara yöneltm ekten başka bir işe yaram ıyor
du. Ü cretlerin çelik yasasının kurtarıcı bir maddesi vardı. Bu
maddeye göre, em ekçi sın ıfın alışılm ış ih tiyaçları ne kadar
fazlaysa, ü cretlerin, çelik yasalar tarafından bile, altına düşü-
rülemeyeceği düzey de o kadar yüksekti. Bu M althus'un bel
bağladığı “sefalet ölçü tü ”ydü1' ve, kendi koyduğu yasalar ge
reği sefalete m ahkûm olanların yalnızca bu biçim de sefaletin
en belerinden kurtulacaklarına inandığı için, bu ö lçülün ne
yapıp yapıp yükseltilm esini istiyordu. Aynı nedenden dolayı
Ricardo da bütün ülkelerde em ekçi sınıfların rahatı ve zevki
aramalarını islenilir buluyor ve “bu yolda verdikleri çabaların
istenilenin elde edilebilm esi için desteklenm esi” gerektiğine
186
inanıyordu. Ironik bir biçim de, doğa yasasından kaçabilm ek
için in sanlannkend i açlıktan ölm e düzeylerini yükseltm eleri
gerekiyordu. G ene de bütün bunlar, klasik iktisatçıların kendi
kuram larının hazırlanm asına katkıda bulunduğu bir kader
den, y o k su lları k u rtarab ilm ek için g iriştik le ri, sam im iy eti
kuşku götürm ez çabalardı.
Ricardo’nun durum unda, kuramın kendisi katı naturalizmi
dengeleyebilecek bir unsur içeriyordu. Sistem in bütününe ya
yılm ış ve değer kuram ı için e sağlam bir biçim de y erleşm iş
olan bu unsur, em ek ilkesiydi. Ricardo, Locke ve Sm ith’in baş
ladığı işi, ekonom ik değere insanca bir özellik kazandırılm ası
işini tam amlamıştı. Fizyokratların doğaya atfettiğini, Ricardo
insana yakıştırdı. Son derece geniş boyutlu yanlış bir kuram
içinde, emeğe değerin tek yaratıcısı olm a özelliğini atfetti ve
böylece ekonom ik toplumda düşünülebilecek bütün alışveriş
işlem lerini, bir özgür insanlar toplum unun eşit değişim ilkesi
ne indirgedi.
Ricardo’nun sistem inde doğaya ve insana özgü unsurlar bir
arada yer alıyorlardı ve ekonom ik toplumda öncelik kazanm a
çabası içindeydiler. Durumun dinamiği başdöndürücü bir güç
teydi. Sonucunda rekabetçi piyasaya yöneliş bir doğa süreci
olarak karşı konulm az bir güç kazandı. Çünkü artık kendi ku
rallarına göre işleyen piyasanın doğanın amansız yasalarını iz
lediğine ve piyasanın dizginlerinden boşanm asının kaçınılm az
bir gereklilik olduğuna inanılıyordu. Em ek piyasasının kuru
luşu toplum un can lı bü n yesi üzerinde g erç e k le ştirile n bir
ameliyattı, ameliyatı yapanlar yalnızca bilim in sağlayacağı bir
güvenle katılaşm ış, elleri titremeden işlerini görüyorlardı. Yok
sullar Yasasının kaldırılması gerekliliği kesinlik kazanan şey
lerden biriydi. R icardo, “y erçek im i ilk esi, bu tür y asaların,
zenginlik ve d inam izm i sonu nd a bütün sın ıflar yaygın bir
yoksulluğa iıilin ceye kadar, sefalet ve zayıflığa d önüştürm e
eğiliminden daha kesin değildir” diye yazıyordu.12 G erçekten
de, eğer bunu bile bile, kendinde yoksulluk yardım ının orla-
187
dan kaldırılmasını içeren zalim ameliyatı gerçekleştirerek in
sanlığı kurtaracak gücü bulamasaydı, ahlâkî bir korkaklık içi
ne düşmüş olacaktı. Bu noktada Townsend, M althus ve Ricar
do, Bentham ve Burke birleşiyorlatdı. Yöntem ve görüş açısın
dan farklılıkları ne derece güçlüyse de, politik iktisadın ilkele
rine ve Speenham land’e karşı çıkarken görüş birliğine varıyor
lardı. Ekonom ik liberalizmi karşı konulm az bir güç durumuna
getiren de zıt görüşler arasındaki bu uyumdu; Bentham gibi
aşırı bir reform istle Burke gibi aşırı bir gelenekçinin birlikte
kabul ettikleri şey, otom atik olarak kendiliğinden kanıtlanm ış
görüldü.
Belki de çağın öncü zekaları arasında hem sanayii yakından
tanıyan hem de ilhama açık olan tek kişi olduğundan, tehlike
nin anlamını da yalnızca bir kişi anlam ıştı. Bugüne kadar hiç
bir düşünür sanayi toplum u alanında Robert O w en’dan daha
ileriye geçememiştir. Toplum ve devlet arasındaki farkın iyice
bilincindeydi; Godw in gibi devlete karşı önyargı taşım adığı
halde, onu yalnızca g erçek leştirebilecek leriy le d eğerlen d iri
yordu, çünkü m üdahalelerin am acı toplum un düzenlenm esi
değil, toplum u tehdit eden teh likelerin uzaklaştırılm asıydı.
Aynı biçim de, yansız (n ötr) niteliğini fark ettiği makineye kar
şı da herhangi bir düşmanlığı yoktu. Ne devletin politik m eka
nizması ne de m akinenin teknolojik bünyesi, esas olan olgu
yu, toplum u, gözden kaybetm esine yol açm am ıştı. Topluma
hayvansal açıdan yaklaşılm asına, bu yaklaşım ın M althus ve
Ricardo’da görülen sınırlarını yadsıyarak karşı çıktı. Ama dü
şüncesinin tem elinde H ıristiyanlıktan yüz çevirişi yatıyordu.
Hıristiyanlığı “bireyselleştirm e", ya da kişilik sorum luluğunu
bireyin kendisine yüklem ekle suçluyordu. Bu da, O w en’in dü
şüncesine göre, toplum un gerçekliğini, onun kişiliğinin oluş
m asındaki güçlü etkisini yadsım aktı. “Bireyselleştirm eye” kar
şı çıkışının gerçek anlam ı, insanın davranış nedenlerinin sos
yal kaynaklarını vurgulamasında yatıyordu: “Bireyselleşm iş in
san, Hıristiyanlıkta gerçeklen değerli olan tek şey, öylesine bü
tünden kopm uştur ki, birliğe ulaşması sonsuza dek bütünüyle
olanaksızdır.” O w en’i Hıristiyanlığı yadsıyarak onun ötesinde
188
ki konuma geçm eye ilen, toplumun keşfiydi. “Toplum gerçek
olduğunu, bu yüzden insanın sonuçta ona boyun eğm esi ge
rektiğini anlam ıştı. Sosyalizm in dayanağını, insan b ilin cin in
toplum gerçekliğinin anlaşılm ası yoluyla reformu oluşturuyor
du diyebiliriz. Şöyle diyordu: “Kötülüğün nedenlerinden her
hangi birinin insanın ele geçirm ek üzere olduğu yeni güçler
tarafından yok edilemediği görülürse, bunların gerekli ve kaçı
nılmaz kötülükler olduğu anlaşılm ış olacak, çocukça, yararsız
yakınmalardan vazgeçilecektir.”
Owen bu güçleri epeyce abartmış olmalı. Yoksa Lanark m ın
tıkası yetkililerine, kendi köy topluluklarında bulm uş olduğu
“toplum çekirdeğinden” hareketle, toplumun yeniden oluştu
rulması gerektiğini önerm eye kalkışmazdı. Böyle bir hayal gü
cü yalnızca dahilere özgü bir ayrıcalık, ama bunsuz da insanlı
ğın kendini tanım ası ve dolayısıyla varlığını sürdürm esi çok
güç olurdu. Asıl önem li olan, işaret ettiği değiştirilem ez özgür
lük sınırıydı; bu sınırı koyan da, toplum içindeki kötülüğün
bütünüyle yok olm asını engelleyen kısıtlamalardı. Ama Owen
bu sınırın, ancak, insanın yeni ele geçirdiği güçlerle toplum u
değiştirdikten sonra açık -seçik görülebileceğine inanıyordu;
bundan sonra insan, bu sın ın çocukça yakınmalara yer bırak
mayan bir olgunluk içinde kabul etm e durumunda kalacaktı.
Robert Owen 1817’de Batılı insanın girdiği rotayı tanım la
mış ve söyledikleri gelecek yüzyılın sorununu özetlem işti. Sa
nayiin “kendi d oğ al gelişim in e bırakıldığ ı durum da" yol açabile
ceği ö n em li sonuçlara işaret ediyordu. “Bir ülkede sanayiin
yaygınlaşması ülke hakkında yeni özellikler yaratır; bu özel
likler, bireyin ve topluluğun mutluluğuna pek ters düşen ilke
lere göre oluşur; yasamanın müdahalesi ve yönlendirm esiyle
buna karşı çıkılm adığı takdirde, gayet üzücü ve sürekli kötü
lüklere yol açabilirler.” Toplumun bütününün kazanç ve kâr
ilkesine göre örgütlenm esinin geniş kapsam lı sonu çları ola
caktır. Owen bu sonuçlan insan kişiliğiyle ilgili terim lerle dile
getiriyordu. Ç ünkü yeni kurum sal sistem in en göze çarpan
özelliği, yerleşik halklann geleneksel özelliğinin yok olm ası ve
bunların yeni tip in sanlara d önüşm eleriyd i, yer d eğiştiren .
189
göçm en, kendine saygıdan ve disiplinden yoksun, hem işçi
hem de kapitalistin örn eklerini oluşturdukları kaba-saba in
sanlara. Owen daha sonra, geçerli olan ilkelerin bireysel ve
toplum sal mutluluğa ters düştüğü yolunda genellem elere gi
rişti. Piyasa kurum larınm içerdiği eğilim ler yasama yoluyla et
kin kılınan bilinçli bir sosyal yönlendirm e sonucu sın ırla n
mazsa, ortaya ciddi kötülükler çıkabilirdi. Doğru, em ekçilerin
acınacak durumu kısm en “yardım sistem inin" etkilerine bağ
lıydı. Ama işin özünde, O w en’in gözlem leri hem şehir hem
köydeki em ekçiler için doğruydu. Yani işçiler, “artık kendileri
için tek geçim kapısı olan sanayiin gelişmesiyle eskisine naza
ran çok daha alçallıcı ve sefil bir duruma düşm üşlerdi”. Bura
da da, kazançları değil alçalm a ve sefaleti vurgulayarak, tam
söylenm esi gerekeni söylüyordu. Gene haklı olarak, bu alçalı
şın ana nedeni olarak tek ekm ek kapısının fabrika oluşuna işa
ret ediyordu. Ö ncelikle ekonom ik bir sorun olarak görünen
şeyin aslında sosyal bir sorun olduğunu anlamıştı. Ekonom ik
açıdan işçinin söm ürüldüğü kesindi: Değişim de hakkı olanı
almıyordu. G ene de bu sömürüye karşın, mali açıdan eskisin
den daha iyi bir durumda olabilirdi. Ama bireysel ve toplum
sal mutluluğa karşı bir ilke, işçinin sosyal çevresine, m ahalle
sine, topluluk içindeki yerine, zanaatına, özetle daha önceleri
ekonom ik varlığının içinde yer aldığı insan-doğa ilişkisine ha
sar veriyordu. Sanayi Devrimi akıllara durgunluk veren boyut
larda bir sosyal çözülm eye yol açıyordu ve yoksulluk sorunu
bu olayın yalnızca ekonom ik yönüydü. O w en, haklı olarak,
yaşam anın m üdahalesi ve yönlendirm esi bu yıkıcı güçlerin
karşısına konulm adığı takdirde, büyük ve kalıcı kötülüklerden
kaçın ılm ay acağ ın ı belirtiyordu.
İstediği şeyin, toplum un kendini korum asının, ekonom ik
sistem in işleyişiyle bağdaşamayacağını o sırada farkeimemişti.
190
II. TOPLUMUN KENDİNİ KORUYUŞU
11. İnsan, D oğa ve Üretim Düzeni
191
Robert O w en’inki gerçek bir sezgiydi: Piyasa ek o n o m isi,
kendi kurallarına göre gelişm esine izin verildiğinde, büyük ve
kalıcı kötülüklere yol açacaktı.
Üretim , insan ve doğa arasındaki karşılıklı ilişkidir; bu süre
cin kendi kurallarına göre işleyen takas ve değişim m ekaniz
masıyla düzenlenebilm esi için , insan ve doğanın bu yörüngeye
girm eleri gerekir; arz ve talebe uymaları, yani metalar, satıl
mak üzere üretilen mallar gibi işlem görm eleri gerekir.
Piyasa sistem indeki düzenlem e tam buydu. Emek adı altın
da insan, toprak adı altında doğa satılabilir duruma geldiler;
em ek gücünün kullanım ı, ücret denen bir fiyat üzerinden her
kesçe alınıp satılabiliyor, toprak kullanımı da rant denilen bir
fiyat karşılığında sağlanabiliyordu. Toprak için olduğu gibi,
em ek için de bir piyasa oluşm uştu ve her iki piyasada arz ve
talep, ücretler ve rantların düzeyine göre belirleniyordu; emek
ve toprağın satılm ak üzere ü retild ikleri efsanesi tu tarlılıkla
sürdürülüyordu. Böylece, değişik em ek ve toprak bileşim leri
ne yatırılm ış serm aye, değişik dallardaki kazançlar arasında
otom atik olarak eşitlik sağlayabilecek biçim de, bir üretim da
lından ötekine kayabiliyordu.
Kuramsal olarak üretim bu biçim de düzenlenebilirdi, ama
meta efsanesi, toprağın ve insanların kaderini piyasaya bırak
manın onları yok etm ek olacağı gerçeğini göz ardı ediyordu.
Bu durumda karşıt hareket, piyasanın üretim faktörleri, yani
em ek ve toprak üzerindeki etkisini kısıtlamayı içeriyordu. Bu
müdahaleciliğin ana işleviydi.
Üretim düzeni de aynı türden tehditler altındaydı. Tehlikede
olan, fiyat düzeyindeki değişikliklerden etkilendikleri ölçüde,
tek tek sanayi, tarım ve ticaret işletm eleriydi. Çünkü bir piya
sa sistem inde fiyatların düşm esi işleri bozuyor; eğer maliyetler
de aynı zamanda bir düşüş gösterm ezlerse, işi tasfiye etm ek
gerekiyordu. H albuki fiyat düşüşleri, m aliyetlerde genel bir
azalmaya değil, yalnızca para sistem inin düzenlenişine bağlı
olabilirdi. G erçekten de, göreceğim iz gibi, kendi kurallarına
göre işleyen bir piyasa çerçevesinde durum buydu.
İlke olarak, satın alma gücü piyasa tarafından yaratılıp dü
192
zenleniyordu; bu, “para, m ik lan para işlevi gören m alların arz
ve talebi tarafından kontrol edilen bir metadır” dediğim iz za
man (ünlü klâsik para kuram ı) söylem ek istediğimiz şeydi. Bu
doktrine göre para, yalnızca öteki metalardan daha ço k deği
şim aracı olarak kullanılan, dolayısıyla özellikle değişim i ko
laylaştırmak amacıyla elde tutulan bir metaya verilen addır. Bu
amaçla deri, sığır, deniz kabuğu veya altın kullanılıyor olm ası
önemli d eğildir; para işlevi gören n esn elerin değeri, bu n lar
yalnızca beslenm e, giyinm e, süslenm e veya diğer am açlar için
isteniyorlarmış gibi belirlenir. Eğer altın para olarak kullanıl
ma durumundaysa, alım ın değeri, miktarı ve el değiştirişi aynı
öteki m etalar için geçerli olan kurallarca yönetilir. Herhangi
bir başka değişim aracı, paranın piyasa dışında -b a n k a la r ya
da hüküm et tarafın d an- yaratılm asını gerektirir, dolayısıyla da
piyasanın kendi kurallarına göre işleyişine bir m üdahale oluş
turur. Burada can alıcı nokta, para olarak kullanılan m alların
diğerlerinden farksız oluşu, arz ve taleplerinin diğer m eıalann
durumunda olduğu gibi piyasa tarafından düzenlenişi, ve bu
nun sonucunda, paraya dolaylı bir değişim aracı olarak kulla
nılan bir m etanın özelliklerind en değişik ö zellik ler atfeden
bütün yaklaşım ların özünde yanlış oluşu. Buna göre altın para
olarak kullanıldığında, banknotlar, eğer böyle bir şey varsa, al
tını temsil edeceklerdir. Ricardo okulu, para arzının İngiltere
Merkez Bankasınca bu doktrine göre düzenlenm esini istiyor
du. G erçeklen de, para sistem ini “devlet m üdahalesinden" ko
ruyacak ve böylece piyasanın kendi kurallarına göre işleyişini
başka bir yöntem düşünülem ezdi.
Dolayısıyla, iş alanında da, toplumun İnsanî ve doğal özüyle
ilgili duruma benzer bir durum geçerliydi. Kendi kurallarına
göre işleyen piyasa, aynı nedenlerden ötürü, bunların herbiri
'Çin bir tehlike oluşturuyordu. Ve çalışan insanı em ek gücüyle
ilgili meta efsanesinin sonuçlarından korum ak için iş düzenle
meleri ve sosyal yasalar gerekliği gibi, doğal kaynaklan ve kır-
» I kesim kültürünü bu alanlardaki meta efsanesine karşı koru
ma gerekliliği toprak yasalan ve tarımsal tarifeleri ortaya çıkar
dığı gibi, aynı biçim de, sanayi işletm elerini ve diğer üretken iş
193
letmeleri parayla ilgili meta efsanesinden korumak için merkez
bankacılığı ve para sisiem inin yönetilmesi gerekliydi. O naya çı
kan paradoks, yalnız insanların ve doğal kaynakların değil, ka
pitalist üretim düzeninin kendisinin de, kendi kurallarına göre
işleyen piyasanın yıkıcı etkisinden korunması gerekliliğiydi.
Şimdi yeniden çift yönlü hareket dediğimiz şeye dönelim.
Bu, toplumdaki iki düzenleyici ilkenin etkisi biçim inde karşı
mıza çıkıyor; söz konusu olan, her biri belirli kurumsal am aç
lara yönelm iş belirli sosyal güçlerin desteğinde, kendi belirli
yöntem lerini kullanan iki düzenleyici ilke. Bunların ilki, eko
nom ik liberalizm ilkesivdi, kendi kurallarına göre işleyen bir
piyasanın kurulması am acına yönelm işti, ticaret yapan sınıfla
rın desteğinde la issez-faire ve serbest ticareti yöntem leri olarak
kullanıyordu. İkincisi, sosyal koruma ilkesiydi. İnsan ve doğa
nın, aynı zamanda da üretim düzeninin korunm asını am açlı
yor, piyasanın yıkıcı etkilerinden doğrudan doğruya zarar gö
ren çeşitli grupların -ö z e llik le çalışan sınıflar ve toprak sahip
lerinin, ama yalnız onların d eğ il- desteğinden yararlanıyor ve
yöntem olarak koruyucu yasama, kısıtlayıcı cem iyetler ve di
ğer müdahale araçlarını kullanıyordu.
Sınıf üzerinde durulm ası önem li. Toprak sahibi sınıflar, orta
sınıflar ve çalışan sınıflar tarafından topluma yapılan hizm et
ler, ondokuzuncu yüzyıl sosyal tarihinin tümünü biçim lendir
mişti. Bu sınıfların payları, toplum un içinde bulunduğu duru
mun bütününden kaynaklanan çeşitli işlevleri yerine getirme
ye hazır olup olm adıklarına göre dağıtılmıştı. Doğmakla olan
piyasa ekonom isini götürm eyi orta sınıflar üstlenm işti; iş ç ı
karları üretim ve istihdam la ilgili genel çıkarlarla birlikle gidi
yordu; pazarlar genişlerken yatırım yapmak kolaylaşıyor, top
luluk yabancılarla başarılı bir biçim de rekabet edebildiğinde
ulusal para güvence altında bulunuyordu. Öte yandan, ticaret
yapan sınıfların elinde, işçinin fiziksel gücünün söm ürülm e-
sinden, aile yaşam ının y ıkılm ası, m ahallelerin çö k m esi, or
manların yok olm ası, nehirlerin kirlenm esi, zanaatkârlık dü
zeyinin düşm esi, halk g eleneklerinin çözülm esi, m esken ve
zanaat dahil olm ak üzere yaşamın genelde alçalıp bozulm asın
194
dan doğacak tehlikeleri sezm elerine yardım edecek hiçbir araç
yoktu. Orta sınıflar, işlevlerini, kârların evrensel yararına dair
neredeyse dini bir inanç geliştirerek yerine getirdiler. Bu da
onları, iyi bir yaşam için üretimin artması kadar önem li başka
çıkarların koruyucuları olarak yetersiz kıldı. Pahalı, karmaşık
ve uzmanlaşmış m akinelerle üretim yapmayı uğraş edinm em iş
sınıfların şansı burada ortaya çıkıyor. Kabaca, ülkenin büyük
ölçüde insanlara ve toprağa bağlı olan savaşçı niteliklerini ko
rum ak g örev i, to p rak sah ib i so y lu lar ve k ö y lü le re d üştü.
Em ekçi halk ise, sahipsiz kalm ış ortak insan çıkarlarının tem
silciliğini üstlendi. Ama her zaman, sosyal sınıflardan her biri,
bilinçsizce de olsa, yalnızca kendi çıkarlarını aşan bir grup ç ı
karın savunucusu durumundaydı.
O ndokuzuııcu yüzyılın başından başlayarak -a rtık genel oy
hakkı iyice yayg ın laşm ıştı- işçi sınıfı devlet içinde etkili bir
unsur oluşturuyordu; öte yandan, artık yasama üzerindeki sor
gulanmayan kontrollerini bir ölçüde yitirm iş olan orta sınıflar,
sanayideki öncülüklerinin içerdiği politik gücün bilincine var
mışlardı. Piyasa sistem i büyük gerilim ler olmadan işlediği sü
rece, etki ve gücün bu belirli dağılım ı sorun yaratm ıyordu;
ama sistem in içinden kaynaklanan nedenlerden ötürü durum
değişip sosyal sınıflar arasında gerginlikler baş gösterdiğinde,
çatışan tarafların hüküm eti ve iş dünyasını, devleti ve sanayii
bölüşüp kendi kaleleri durumuna getirm eleri, toplum için bir
tehlike oluşturmaya başladı. Toplumun iki canalıcı işlevi, siya
sal ve ekonom ik işlevler, bölünm üş çıkarların çatışm asında
kullanılıyor ve istism ar ediliyordu. Yirm inci yüzyılın faşist
buhranı, böyle tehlikeli bir kilitlenm e sonucu ortaya çıktı.
O halde biz, ondokuzuncu yüzyıl sosyal tarihini biçim lendi
ren hareketi bu iki açıdan özetlem ek istiyoruz. Bunlardan biri,
ekonom ik liberalizm ve sosyal korum acılık gibi iki düzenleyi
ci ilkenin derin bir kurumsal gerilim e yol açan çatışm ası; İkin
cisi de, birinciyle karşılıklı etkileşim içinde, buhranın felakete
dönüşm esine yol açan sın ıf mücadelesi.
195
12. Liberal İtikadın Doğuşu
196
François Quesnay’nin böyle bir dünyayı gözünün önüne ge
tirebildiğini d üşünm ek, hayal kurm aktan farksız olur. Mer-
kantilist bir dünyada fizyokratların bütün istedikleri çiftçiler,
kiracılar ve toprak sahiplerine daha çok gelir sağlam ak ama
cıyla tahıl ihracatının serbest bırakılm asıydı. Bunun dışında,
doğal düzenleri (ordre natu rel), sanayi ve tanm ın her şeye ka
dir b ir h ükü m et tarafınd an d üzenlenm esi için g eliştirilm iş
yönlendirici ilkelerden ibaretti. Q uesnay’nin Mafesim’leri bu
tür bir hüküm ete, Tablo’nun ilkelerini, düzenli olarak hazırla
mayı te k lif etliği istatistik veriler yardım ıyla, pratik politika
alanında uygulamak için gerekli görüşler sunm ayı am açlıyor
du. Kendi kurallarına göre işleyen piyasalar sistem i fikri, aklı
nın köşesinden bile geçm em işti.
İngiltere’de de la is s e z -fa ir e dar anlam ında kullanılıyordu ;
söylenm ek istenilen üretim in düzenlem elerden bağım sız o l
masıydı; ticaret bunun dışında bırakılıyordu. Pam uk sanayii,
devrin m ucizesi, önem siz bir konumdan ülkenin önde gelen
ihracat sanayii konum unu alm ıştı. G enelde desenli pam uklu
ların ihracatı yasalarla engelleniyordu, iç piyasanın geleneksel
üstünlüğü sürm ekle birlikle, patiska ve müslin ihracatına izin
verilmişti. Korum acılık öylesine yerleşmişti ki, 1 8 0 0 ’de M anc
hester pamuk sanayicileri, bunun kendileri için iş kaybına yol
açacağını bile bile, pamuk ipliği ihracatının yasaklanm asını is
tediler. I7 9 1 ’de pamuklu kumaş üretiminde kullanılan m aki
nelerin ihracatına konulan yasakların model ve desenlerin ih
racatına da uygulanmasını öngören bir yasa kabul edildi. Pa
muk sanayiinin ihracatının serbesL ticareL ilkeleri efsaneden
başka bir şey değil. Sanayiin bütün istediği üretime uygulanan
düzenlem elerden bağım sız olm aktı; değişim alanında özgür
lük hâlâ bir tehlike olarak görülüyordu.
Üretim de özgürlüğün doğal olarak teknoloji alanının sın ır
larını aşıp em ek istih d am ın a yayılacağı sö y len e b ilir. Ama
M anchester'ın özgür em ek talepleri çok sonra ortaya çıkm ıştı.
Pamuk sanayii h içbir zaman Zanaatkarlar Yasasına bağlı o l
mamış ve dolayısıyla, ne yıllık ücret belirlem elerinden ne de
Çıraklık kurallarından etkilenm em işti. Ö te yandan, daha so n
197
raki liberallerin şiddetle karşı çıktıkları eski Yoksullar Yasası
sanayicilerin yarannaydı; bu yasa yalnız onların kilise yetki
alanındaki çıraklardan yararlanm alarını sağlamıyor, aynı za
manda da işsizlerin yükünü kamu kaynaklarına yükleyerek
işten çıkarılan işçilerin sorum luluğundan kurtulm alarına yar
dım ediyordu. Pamuk sanayiinde Speenlıam land bile başlan
g ıçta ters te p k ilere yol a çm a m ıştı; yard ım ın m oral etk isi
em ekçinin üretim kapasitesini düşürmediği sürece, sanayi, ai
leye sağlanan desteği ticaretteki büyük dalgalanm aların ge
rektirdiği yedek işsizler ordusunun varlığını sürdürebilm esi
nin bir yolu olarak görm üş olabilir. Tarımda istihdam ın hâlâ
bir yıl süreyle sınırlı olduğu bir durum da, bu tür hareket ser
bestisine sahip bir em ek kaynağının ticaret artışı dönem lerin
de sanayiin hizm etine hazır bulunm ası son derece önemliydi.
Bu, sanayicilerin em eğin fiziksel hareketliliğini sınırlayan İs
kan Yasasına yönelttikleri saldırıları açıklıyor. Gene de yasa
nın yürürlükten kalkması 1 7 9 5 ’ten önce gerçekleştirilem edi,
o zaman da yerini. Yoksullar Yasası’mn daha da paternalist bir
uygulamasına bıraktı. Sefalet hâlâ kırsal kesim ve kırsal ke
sim eşrafı için önem li bir sorun oluşturuyordu, Burke, B en ı-
ham ve M althus gibi Speenham land’m şiddetli muhalifleri b i
le kendilerini sanayileşm enin tem silcileri değil, kırsal kesim
de doğru idari ilkeler geliştirilm esine katkıda bulunan kim se
ler olarak görüyorlardı.
E konom ik liberalizm in bir cihat tutkusuyla ortaya atılıp la-
is s ez -fa ire’in m ilitan b ir in an ç durum una gelm esi 1 8 3 0 ’dan
sonra gerçekleşti. Sanayici sınıf, geçim ini yaptığı işle sağlayan
bir sanayi işçisi sınıfının ortaya çıkm asını engellediği için Yok
sullar Yasasının ortadan kaldırılm asına uğraşıyordu. Bir özgür
em ek piyasası oluşturulm ası girişim inin büyüklüğü ve gelişme
kurbanlarının içine itildikleri sefaletin boyutları, artık iyice or
tadaydı. Dolayısıyla 1 8 3 0 ’lu yılların başında havada kesin bir
değişiklik seziliyordu. Tow nsend’in T e fin in 1817 baskısının
önsözünde, yazarın Yoksullar Yasalanna karşı çıkışı ve bunla
rın bütünüyle ortadan kaldırılm asını talep edişindeki ileri gö
rüşlülük övülüyor, ama aynı zamanda editörler, yoksullar evi
198
dışında verilen yardımın on yıl gibi kısa bir süre içinde yürür
lükten kalkması talebindeki aceleciliğe karşı okuru uyarıyor
lardı. Ricardo’nun aynı yıl yayınlanan llkeler'i (Principles o f
Political Econom y and Taxation), yardım sistem inin kaldırıl
ması gerekliğini vurguluyor, ama bunun yavaç yavaş gerçek
leşmesi gerektiği üzerinde duruyordu. Adam Sm ith’in öğrenci
lerinden Pitl, böyle bir yöntem e, suçsuz günahsız insanların
bu yüzden çekeceği acıları düşünerek karşı çıkıyordu. 1 8 2 9 ’da
Peel, hâlâ, “yardım sistem ini kademe kademe yürürlükten kal
dırm aktan başka bir yol b u lu n ab ileceğ in d en ” kuşkuluydu.
G ene de, 1 8 3 2 ’de orta sın ıfların kazandığı siyasal zaferden
sonra, Yoksullar Yasasını yürürlükten kaldıran tasan en aşırı
biçimiyle kabul edilip hiçbir geçiş süresi tanınmadan yürürlü
ğe girdi. L a issez-faire uzlaşmaya yer verm eyecek şiddette bir
akışın içindeydi artık.
Ekonom ik liberalizmin buna benzer biçim de akadem ik bir
ilgiden sınırsız bir eylem konusuna yükselişi, ekonom inin di
ğer iki alanında da yeraldı: para ve ticaret. Kesin çözüm ler dı
şında hiçbir şeyin yararlı olamayacağı anlaşıldıktan sonra, bu
iki alanda da laissez -faire tutkuyla savunulan bir inanç duru
muna geldi.
Para k on u su İngiliz loplum un un k arşısın a ilk kez hayal
pahalılığı biçim inde çık tı. 1 7 9 0 ve 1815 yılları arasında fiyat
lar iki kat arttı, gerçek ücretler düştü ve ticaret döviz d arlı
ğından etkilendi. Ama sağlam para, 1825 paniğine kadar eko
nomik liberalizm in ilkelerinden biri durum una gelm edi; yani
Ricardo ilkeleri, mali telefatın sonsuz artışına karşın “sta n
dardın” korunm asına yol açacak biçim de p olitikacıların ve iş
adam larının için e işleyinceye kadar. Bu, altın stand ard ının
o to m atik y ö n len d irm e m ek an izm asın a d uyulan sarsılm az
inancın başlangıcıydı. Bu olmadan piyasa sistem inin yerleşe-
nreyeceği kesindi.
Uluslararası serbest ticaret de aynı derece önem li bir inanç
konusuydu. Bunun an lam ı, In g iltere'n in yiyecek ih tiy acın ı
karşılamak için kendini dış kaynaklara bağımlı kılacağıydı; ge
rekirse tarımını feda edip, pek iyi tanım lanm am ış bir gelecek
199
dünya birliğinin parçası olacağı yeni bir yaşam biçim ini kabul
etmesiydi; bu dünya topluluğunun barışçı bir topluluk olması
veya donanm anın gücüne dayanarak Büyük Britanya açısın
dan güvenli kılınm ası gerektiğiydi; ve Ingiliz ulusunun kendi
üstün yaratıcılığı ve üreticiliğine duyduğu inançla sanayideki
sürekli çözülm eleri göğüsleyeceğiydi. Bununla birlikte, eğer
bütün dünyada üretilen tahıl serbestçe İngiltere’ye girebilirse,
ülke fabrikalarının rahatça bütün dünyada rekabet üstünlüğü
sağlayabileceğine inanılıyordu. Bu alanda da, gerekli kararlılı
ğın ölçüsünü belirleyen, ön erin in çapı ve bunun bütünüyle
kabul edilm esinin içerdiği riskin büyüklüğüydü. Gene de öne
rinin tam amının kabul edilmesi dışında her şey kesin bir yı
kım demek olurdu.
L asisez-faire dogmasının ütopik yönleri, tek tek ele alındık
larında tam olarak anlaşılamazlar. Üç ilke -rek ab etçi em ek pi
yasası, otom atik altın standardı ve uluslararası serbest tica reı-
bir bütün oluştururlar. Bunlardan birini gerçekleştirm ek için
girişilen özveriler, öteki ikisinin aynı zamanda gerçekleşm edi
ği durumda, yararsız, hatta zararlı olacaktır. Ya hep ya hiç.
Ö rneğin, altın standardının, ölüm cül bir deflasyon ve belki
de panik durumunda tehlikeli bir para darlığı anlam ına gele
ceğini herkes görebilirdi. Bu durumda sanayici ancak kâr ede
bileceği fiyatlarla üretim hacm ini sürekli artırarak yıkımdan
kurtulmayı um abilirdi (başka bir deyişle, ücretlerin, durm a
dan genişleyen bir dünya piyasasından yararlanmayı sağlaya
bilecek biçim de, en azından fiyat düşüşlerine eşit bir oranda
düşm esi g erekliydi). D olayısıyla 1 8 4 6 ’da H ububat Yasasına
karşı çıkarılan tasan, 1846 Peel Banka Yasasının bir bölüm üy
dü; ikisi de 1 8 3 4 Yoksullar Yasası değişikliğinden beri açlık
tehdidi altında gücünün sonuna kadar çalışm ak durumunda
kalan bir işçi sınıfının varlığına, dolayısıyla ücretlerin tahıl fi
yatlarınca belirlenm esine bağlıydı. Bu üç büyük önlem , kendi
içinde tutarlı bir bütün oluşturuyorlardı.
Artık ekonom ik liberalizm in yeryüzüne yayılışını bir bakışta
görebiliriz. Bu akıllara durgunluk veren mekanizm anın işleyi
şini ancak dünya düzeyinde kendi kurallarına göre işleyen bir
200
piyasa sağlayabilirdi. Emeğin fiyatı, bulunan en ucuz tahıl ta
rafından belirlenm ediği sürece, korunmayan sanayi kollarının
toplum un kendi rızasıyla kabul ettiği efendinin, altının, baskı
sı altında çökm eyeceğini kim se garanti edem ezdi. O ndoku-
zuncu yüzyılda piyasa sistem inin yayılışı, uluslararası serbest
ticaretin yayılması, rekabetçi em ek piyasası ve altın standar
dıyla eş anlamlıydı; bunların hepsi-birbirine bağlıydı. Bu m a
ceranın büyük tehlikeleri anlaşılır anlaşılmaz ekonom ik libe
ralizmin bir dünya dini durumuna gelm esine şaşm am ak gerek.
L aissez-faire'in hiçbir doğal yanı yoklu; işler oluruna bıra
kılm ış olsa, serbest piyasalar hiçbir zaman ortaya çıkam azlar
dı. Serbest ticaret sanayilerinin önde geleni pam uk sanayiinin
güm rük tarifeleri, ihracat primleri ve dolaylı ücret desteklem e
leri yardımıyla kurulm ası gibi, laissez-faiıe'in kendisi de devlet
tarafından uygulanmıştı. Otuzlu ve kırklı yıllar, yalnızca kısıt
layıcı düzenlem eleri ortadan kaldıran yasaların sayısında bir
patlamaya değil, aynı zamanda devletin idari işlevlerinde m üt
hiş bir artışa da tanık oldu. Liberalizm taraftarlarının belirledi
ği görevleri yerine getirm ek için devlet artık m erkezî bir bü
rokrasiyle donanm ıştı. Tipik bir faydacı açısından, ekonom ik
liberalizm en çok sayıda insanın en büyük m utluluk düzeyine
erişebilmesi için uygulanması gereken bir sosyal projeydi; lais-
sez -faire bir şeyi ele geçirm ek için kullanılan bir yöntem değil,
ele geçirilecek şeyin kendisiydi. Doğru, yasama doğrudan doğ
ruya hiçbir şey başaramazdı, yapabileceği, zararlı kısıtlamaları
ortadan kaldırm aktı. Ama bu hüküm et, özellikle dolaylı ola
rak, hiçbir şey yapamaz demek değildi. Aksine, faydacı liberal
hüküm eti m utluluk am acının elde edilm esinde çok önem li bir
araç olarak görüyordu. Bentham , maddî refah açısından, yasa
m anın etkisinin “polis h izm etinin” bilinçsiz katkısı yanında
“hiç kaldığına” inanıyordu. Ekonom ik barış için gerekli üç şey
-is te k , bilgi ve g ü ç - içinde, bireylerin sahip olduğu yalnızca
istekti. Bentham , hüküm etin bilgi ile gücü bireylere göre çok
daha kolay y önetebileceğini anlattı. İstatistik ve bilgi topla
mak, bilim ve deneyimi teşvik etm ek, ayrıca hüküm et alanın
da hedefe varmak için gerekli sayısız aracı ortaya koym ak, yü-
201
Tütmenin göreviydi. Bentham cı liberalizm , parlam ento faali
yetlerinin yerlerini idare organlarının faaliyetlerine bırakm ala
rı anlamına geliyordu.
Buna da fazlasıyla yer vardı. Ingiltere’de gericilik, Fransa'da
olduğu gibi idari yöntem lerle yönetilm iyor, yalnızca siyasal
baskıyı uygulamaya koym ak için parlam ento kararlarından
yararlanıyordu. "1 7 8 5 ve 1 8 1 5-1820 devrimci hareketleri idari
yöntem lerle değil parlam entonun çıkardığı yasalarla bastırıl
mıştı. Gözaltında tutma yasalarının (habeas corpus act) yürür
lükten kalkışı. M uhbirlik Yasası ve 1 8 1 9 ’un ‘Allı Yasası’, açıkça
baskı yöntemleriydi; ama bunlarda idareye Avrupai bir biçim
verm e çabasına rastlam ıyoruz. Kişisel özgürlükler, ortadan
kaldırıldıkları ölçüde, parlamento yasaları ve bu yasaların uy
gulanması yoluyla ortadan kaldırılıyorlardı.”’
1 8 32’de durum bütünüyle idari yöntemlere ağırlık verecek
biçim de d eğiştiğin d e, ek o n o m ik liberaller henüz h ü k ü m et
üzerinde fazla etki sahibi değillerdi. “1832’den sonraki döne
mi belirleyen yasama faaliyetlerinin sonucu, son derece kar
maşık bir idari m ekanizm anın parça parça bir araya getirilip
kurulmasıydı. Bu mekanizma sürekli onarılm ak, yenilenm ek,
yeniden kurulm ak ve modern sanayinin fabrikaları gibi yeni
g erek sin im lere uyum sağlam ak ih tiy acı için d e y d i.”2 B en t-
ham ’ın m uhteşem P a n o p lico n ’u, onu n bu kişisel ütopyası,
merkezinden gardiyanların en yüksek sayıda mahkumun ka
mu açısından en az masraflı bir biçim de en etkin denetim ini
sağladıkları yıldız biçim inde bir yapıydı. Aynı biçim de, faydacı
devletle Bentham ’ın en sevdiği ilke, “denetilebilm e” ilkesi, te
pedeki yetkilinin yerel idarenin bütününü etkin bir kontrol al
tında tutabilmesini sağlıyordu.
Serbest piyasaya giden yol, merkezî bir biçim de düzenlenen
ve kontrol altında tutulan sürekli bir müdahaleciliğin sınırsız
artışından geçiyordu. Adam Sm iıh’in “basit ve doğal özgürlü
ğünü” insan toplumuyla uyumlu kılmak son derece karışık bir
202
işti. Sayısız toprak çevrilm esi yasalarının getirdiği karm aşık
düzenlemeler, K raliçe Elizabeth’in yönetim inden beri ilk kez
merkezî yetkililer tarafından denetlenen yeni yoksullar yasası
uygulamalarındaki bürokratik kontrolün genişliği, veya bele
diye reformunu başarmak için gereken İdarî tasarruf artışları,
hep buna tanıklık ediyorlar. Ama hüküm et m üdahalesinin bü
tün bu kaleleri, toprak, em ek veya yerel idari alanındaki gibi,
özgürlüğün örgütlenebilm esi için kuruluyordu. B eklen en in
aksine, em ek tasarruf eden makiııaların insan em eği kullanı
mını azaltmayıp çoğalttıkları gibi, serbest piyasaların yerleş
mesi de kontrol, m üdahele ve düzenlem eleri ortadan kaldıra
cağına, bunların etki alanını sonsuz genişletm işti, idareciler,
sistem in serbestçe işleyebilm esi için sürekli tetikte bulunm ak
zorundaydılar. D olayısıyla, devleti gereksiz görevlerden kur
tarmayı en çok isteyenler, felsefelerinin tümü devlet faaliyetle
rinin kısıtlanm asını öngörenler bile, devlete laissez-faire'i yer
leştirm ek için gerekli yeni güçler, organlar ve araçlar yükle
mekten başka çare bulamıyorlardı.
Bu paradoksun üzerine başka bir paradoks daha yüklenm iş
ti. L aissez-faire ekonom isi bilinçli devlet m üdahalesinin sonu
cu olmakla birlikte, la issez -faire'in bunu izleyen kısıtlam aları
kendiliğinden ortaya çıkm ıştı. L aissez-faire planlı bir gelişmey
di, planlama ise öyle değildi. Bu önerm enin ilk yarısının doğ
ruluğu, yukarıdaki açıklam alarla gösterildi. Tarihte de yürüt
menin bilinçli bir biçim de hüküm et kontrolünde uygulanan
bir politikaya hizmet amacıyla kullanılm asının en açık örneği
ni, laissez-faire'in ihtişam dönem indeki Bentham ’cı uygulama
larda buluyoruz. Ö nerm enin ikinci yarısını ilk tartışan, ünlü
liberal Dicey olm uştu. Dicey, “anti-laissez-faire”in, ya da kendi
deyişiyle, 1 8 6 0 ’lı yılların sonuna doğru İngiliz kam uoyunda
kendini gösterm eye başlayan “k o llek ıiv ist” eğilim lerin, kay
naklarını incelem eyi iş edinmişti. Bu eğilime yasaların kendi
lerinden başka h içbir yerde rastlanam am ası onu şaşırtm ıştı.
Daha doğrusu, böyle bir eğilimi yansıttıkları düşünülen yasa
ların ö n cesin d e, kam uoyunda h içb ir “k o lle k tiv ist” eğilim e
rasılanamıyordu. Daha sonraki “kollektivist” görüşlere gelin-
203
ce, Dicey onların “k ollektivist” yasam anın kendisinden kay
naklanm ış olabileceklerini öne sürdü. Derin araştırm asının so
nucunda ortaya çıkan, 1870 ve 1880’li yılların kısıtlayıcı yasa
larından soru m lu o lan ların , devletin işlevlerini genişletm ek
veya bireyin özgürlüklerini kısıtlam ak gibi bilinçli bir niyete
kesinlikle sahip olm adıklarıydı. 1 8 6 0 ’tan sonraki yarım yüz yıl
boyunca geliştiği biçim iyle, kendi kurallarına göre işleyen pi
yasaya karşı girişilen hareketin, kendiliğinden, belirli görüş-
lerce yönlendirilm em iş, yalnızca pragmatik bir yaklaşım la ger
çekleştirilm iş bir hareket olduğu görülüyor.
Ekonom ik liberallerin bu görüşe şiddetle karşı çıkm aları ge
rekir. Sosyal felsefelerinin tek dayanağı, laissez -faire’in doğal
bir gelişme olduğu, oysa daha sonraki laissez -faire karşıtı yasa
manın liberalizm düşm anlarının bilinçli çabası sonucu ortaya
çıktığı fikridir. Bugün liberal tutum un doğruluğu veya yanlış
lığına, söz konusu çifte hareketin bu birbirini dışlayan yorum
larına bakarak karar verilebileceğini söylersek, durumu abart
mış olmayız.
Spencer ve Sumner, M ises ve Lippmann gibi liberal yazarlar
çifte hareketi bizim anlattığım ız gibi anlatıyor, ama ona bütü
nüyle değişik bir yorum getiriyorlar. Bizim görüşüm üze göre,
kendi kurallarına göre işleyen piyasa ütopik bir fikirdi ve iler
lemesi toplum un gerçekçi bir biçim de kendini korum asıyla
durduruldu. O nların görüşüne göre, korum acılığın tüm ü, sa
bırsızlık, aç gözlülük ve dar görüşlülükten kaynaklanan bir
hataydı, bu hata yaptlmasaydı piyasa kendi güçlüklerini çöze
bilecekti. Bu iki görüşten hangisinin doğru olduğu belki de
yakın sosyal tarihin en önem li sorunu; ekonom ik liberalizmin
toplum un temel düzenleyici ilkesi olm a yolundaki iddiaları
konusunda alınacak karar bu sorunun çözüm lenm esine bağlı.
Konuyu aydınlatacak gerçeklere dönm eden ö n ce, konunun
daha açık bir biçim de ortaya konulm ası gerekiyor.
Geriye bakıldığında, çağımız kendi kurallarına göre işleyen
piyasanın öm rünü tamamladığı çağ olarak değerlendirilecek.
1 9 20’li yıllar ekonom ik liberalizm in saygınlığın zirvesine ulaş-
tığı yıllardı. Yüz milyonlarca insan enflasyonun kam çısı altın
204
da inliyor, sosyal sınıflar ve uluslar bir bütün halinde m ülk-
süzleşiyorlardı. Ulusal para dengesinin sağlanması halklar ve
hüküm etler için politik düşüncenin odak noktasını oluşturu
yordu; altın standardına dönülm esi, ekonom i alanındaki bü
tün örgütlü çabalann en önem li aınacı durumuna gelm işti. Dış
borçların ödenm esi ve para değerinin dengesi, siyasette akılcı
lığın temeli olarak görülüyordu ve parasal saygınlığı sağlamak
için göze alınm ası gereken hiçbir kişisel acı, ulusal egem enli
ğin karşılaşacağı h içbir tehlike, kabul edilemez bir özveri ola
rak değerlendirilmiyordu. Deflasyonla işlerini kaybeden işsiz
lerin çektikleri sık ın tı, beş kuruş verilm eden işlerine son veri
len kamu görevlilerinin sefaleti, hatta ulusal haklardan vazge
çilmesi ve anayasal hakların yitirilm esi, dengeli bütçe ve sağ
lam para gibi am açların, ekonom ik liberalizm in bu ön koşulla
rının, elde edilebilm esi için ödenen kabul edilebilir bir bedel
olarak görülüyordu.
Otuzlu yıllarda, yirm ili yılların m utlak inançlarının sorgu
landığı görüldü. Para değerinin korunduğu ve bütçe dengesi
nin sağlandığı birkaç yılın ardından, en güçlü iki ülke, Birleşik
D evletler ve Büyük Britanya, karşılaştıkları g ü çlü kler son u
cunda altın standardını terk edip ulusal paralarını yönlendir
meye g iriştiler. U lu slararası b o rçlar toptan red d ed iliy or ve
ekonom ik liberalizm in temel ilkeleri, en zengin ve en saygın
uluslar tarafından hiçe sayılıyordu. Otuzlu yılların ortalarına
doğru, Fransa ve hâlâ altın standardına bağlı kalan diğer bazı
ülkeler Büyük Britanya ve Birleşik Devletler hazine yönetim le
rince, yani liberal inancın eski bekçileri tarafından, zorla stan
dardı terketm eye itildiler.
Kırklı yıllarda ekonom ik liberalizm daha da kötü bir yenil
giye uğradı. Büyük Britanya ve Birleşik Devletler, parasal tutu
culuğu bırakm akla birlikte, sanayi ve ticarette, ekonom ik ya
şam larının genel düzeni içinde liberalizmin ilke ve yöntem le
rine bağlı kalmışlardı. Bunun savaşı hızlandıran ve savaşmayı
güçleştiren bir unsur olduğu anlaşılacaktı. Çünkü ekonom ik
liberalizm , d iktatörlü klerin ekonom ik felaketlerle so n u çlan
maya m ahkum olduğu inancını yaratmış ve sürdürm üştü. Bu
205
inanç yüzünden ulusal para değerinin kontrol edilmesi ve ti
caretin yönlendirilm esinin sonuçlarım en geç görenler, durum
geregi kendileri de bu yöntem leri kullandıkları zaman bile,
dem okratik hüküm etler oldu. Ayrıca ekonom ik liberalizm in
mirası bütçe dengesi ve serbest ticareti korum ak adına zam a
nında silahlanmayı engelledi; denk bir bütçe ve serbest ticaret
savaş içinde ekonom ik gücün tek güvenilir temeli olarak gö
rülüyordu. Büyük Britanya'da, ortodoks bütçe ve para politi
kaları, topyekûn savaşla karşı karşıya bir ülkede, sınırlı katıl
ma gibi geleneksel bir stratejik ilkenin benim senm esine yol
açtı; Birleşik D evletlerde petroldekiler ve alüm inyum dakiler
türünden çıkarlar, liberal ticaret tabularını siper alarak, sana
yide karşılaşılabilecek bir acil duruma hazırlanılmasına başa
rıyla karşı çıktılar. Ekonom ik liberaller yanlışlarında bu derece
inalla direnm em iş olsalardı, insanlığın liderleri de, özgür in
san kitleleri de çağın felaketini daha hazırlıklı karşılayabilir,
halta belki de bu felaketi engelleyebilirlerdi.
Bütün uygar dünyayı kapsayan sosyal düzenin tem elleri,
yalnızca on yıl için d e ortaya çıkan olaylarla sarsılm am ıştı.
Hem Büyük Britanya’da hem de Birleşik Devletler’de, m ilyon
larca ticaret birim inin varlığı laissez-Jaire ilkesinden kaynakla
nıyordu. Bu ilkenin bir alanda korkunç bir biçim de bozguna
uğramış olması, diğer alanlardaki etkisini yok etmiyordu. Hat
ta, kısmen çökm üş olması etkisini daha da güçlendirm iş olabi
lir, çünkü bu, savunucularına ilkelerinin bütünüyle uygulan
m amasını la issez -faire’in karşılaştığı bütün güçlüklerin nedeni
olarak öne sürebilm e olanağı veriyordu.
Aslında bu, bugün de ekonom ik liberalizm in elinde kalan
lek savunma yöntem i. Savunucuları, liberalizmi eleştirenlerin
önerdiği politikalar olm asa sistem in bütün vaatlerini yerine
getirebileceği fikrini sayısız biçim de öne sürüp duruyorlar; ba
şımıza gelen belalara rekabetçi sistem ve kendi kurallarına gö
re işleyen piyasanın değil, bu sistem e yapılan müdahalelerin
neden olduğu durmadan yineleniyor. Ve bu görüş, yalnız son
zamanlardaki ekonom ik özgürlük kısıtlamalarında değil, on-
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında sistemi yayma hareketle
206
rine karşı bu tür bir ekonom inin serbestçe işlem esini engelle
yen ısrarlı bir hareketin tartışılm az g erçekliğind e de destek
buluyor.
Böylece ekonom ik liberal, şimdiki zamanı geçm işle tutarlı
bir bütün içinde birleştiren bir senaryo geliştirmeyi başarabili
yor. Başarabiliyor, çünkü gerçekten de kim hüküm etin iş ala
nına müdahalesinin güveni sarsacağını yadsıyabilir? Kim yasa
ların sağladığı işsizlik yardım ının bazı durum larda işsizliği
artırabileceğini yadsıyabilir? Veya kamu faaliyetlerinin olu ş
turduğu rekabetten özel sektörün zarar görebileceğini? Bütçe
açıklarının özel yatırım ları tehlikeye atabileceğini? Patem aliz-
m in girişim ciliğ i baltalam a eğilim ini? B ütün bu n lar bugün
için doğru olduğuna göre, geçm işte de doğru olm alı. 1 8 7 0 ’li
yıllarda Avrupa’da başlayan genel sosyal ulusal korum acılık
akım ının ticareti engelleyip kısıtladığından kim kuşku duyabi
lir? Kim işletm e yasaları, sosyal sig o n a, yerel ticaret, sağlık
hizm etleri, belediye hizm etleri, güm rük tarifeleri, ticaret prim
leri ve desteklem eleri, eğer insanların, malların ve ödem e kay
naklarının daha dolaylı kısıtlam alarından söz etm ezsek, kartel
ve tröstler, göçe, serm aye hareketlerine ve ithalata k onu lan
ambargoların, rekabetçi sistem in işleyişine, ticaret bunalım la
rının uzamasına, işsizliğin daha ciddi bir durum alm asına yol
açarak, mali bunalım ları derinleştirerek, ticareti kısıtlayarak ve
piyasanın kendi kurallarına göre işleyen m ekanizm asına zarar
vererek, sayılarınca engel oluşturduklarından kuşku duyabi
lir? Liberal şunu vurgular: Bütün dertlerin tem elinde, ondoku-
zuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinden beri sosyal, ulusal ve te
kelci korum acılığın uyguladığı istihdam , ticaret ve paraya ya
pılan bu m üdahaleler yatmaktadır; eğer işçi sendikaları ve işçi
partilerinin tekelci sanayiciler ve tarım çıkarlarıyla kurduğu
korkunç ittifak, dar görüşlü bir açgözlülükle ekonom ik özgür
lükleri kısıtlam aya yönelen bir güç birliği olm asaydı, dünya
bugün hem en hemen otom atik bir biçim de maddi refah yara
tan bir sistem in meyvelerini topluyor olacaktı. Liberal öncüler,
ondokuzuncu yüzyıl trajedisinin, insanın ilk liberallerin ilha
mına vefasızlık etm esine bağlı olduğunu yinelem ekten hiç yo
207
rulmazlar; atalarımızın cöm ert atılım ınm , m illiyetçilik ve sınıf
savaşının doğurduğu tutkular, çıkarlar, tekeller yüzünden, ve
hepsinden çok, çalışanların sınırlanm am ış ekonom ik özgürlü
ğünün sonuçta bütün insan çıkarlarına, dolayısıyla kendi ç ı
karlarına uygun sonuçlar vereceği gerçeğini göremem eleri yü
zünden başanya ulaşamadığım da yinelem ekten usanmazlar.
Böylece büyük bir entellekıüel ve ahlâkî ilerlem enin, kitlelerin
entellektüel ve ahlâkî zayıflıkları yüzünden başarısızlığa uğra
dığı, aydınlanma ruhunun başarısının bencillik güçleri tarafın
dan yok edildiği öne sürülür. Dar bir biçim de özetlendiğinde,
liberalin savunması budur. Bu çürütülm edikçe, tartışmalarda
söz sahibi olmayı sürdürecektir.
Şimdi konunun üzerinde duralım. Piyasa sistem ini yaymayı
amaçlayan liberal hareketin, bu sistem i kısıtlamaya yönelik bir
karşıt hareketle karşılaştığında görüş birliğine varıyoruz; as
lında bu varsayım bizim çifte hareket tezimizin tem elini oluş
turuyor. Ama biz, kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistem i
fikrinin özündeki saçm alığın sonunda toplumu yok edeceğini
söylerken, liberal, pek çok değişik unsurun büyük girişimi en
gellediğini öne sürüyor. Liberal harekele karşı böyle açık bir
engellem e çabasının varlığına ilişkin kanıt bulunam adığı için
de, pratikte aksi kanıılanam ayacak üstü kapalı eylem lere sı
ğınm ak durum unda kalıyor. Bu, 1 8 7 0 ’li ve 1 8 8 0 ’li yılların
olaylarıyla ilgili bütün liberal yorum ların paylaştığı, anti-libe-
ral kom plo efsanesini oluşturuyor. Çoğunlukla milliyetçiliğin
ve sosyalizmin yükselişi, sahnenin değişmesinde temel belirle
yici olma rolünü üstleniyor; sanayici birlikleri ve tekelciler, ta
rım kesim indeki çıkar grupları ve işçi sendikaları da, oyunun
kötü kişileri. Bu en ruhanî biçim indeki liberal d oktrin, top
lumda aydın zekânın çabalarını durduran diyalektik bir yasa
nın eylemleri üzerinde dururken, en kaba saba biçim indeki de
mııdaheleciligin sözde sorum lusu olarak siyasal demokrasiye
karşı bir saldırıya dönüşüyor.
G erçekler liberal tezi belirleyici bir biçim de yalanlıyorlar.
A nti-liberal kom plo yalnızca bir uydurma. Kollektivist karşı
hareketin aldığı sayısız biçim , uyum halindeki çıkarların sos
208
yalizme veya m illiyetçiliğe olan eğilim lerinin değil, yayılan pi
yasa m ekanizm asından etkilenen hayatî bazı sosyal çıkarların
daha geniş bir alana yayılm asının sonucuydu. Bu, piyasa me
kanizmasının yayılm asının gerektirdiği, tem elde pratik nitelik
li yaygın tepkileri açıklıyor. Bu süreç içinde entelîeklüel m o
dalar h içbir rol alm am ıştı; dolayısıyla, liberalin, anti-liberal ge
lişmenin ardındaki güç olarak değerlendirdiği ön yargılara bu
rada hiçbir yer yoktu. 1 8 7 0 ’li ve 1880’li yıllarda, orıodoks libe
ralizmin so n bulduğu ve bu gü nün bü tü n ana so ru n la rın ın
kaynaklarının bu dönem de aranabileceği doğru olm akla b ir
likte, sosyal ve ulusal korum acılığa geri dönüşüne kendi ku
rallarına göre işleyen piyasa m ekanizm asının özündeki zayıf
lıklar ve tehlikelerin ortaya çıkışından başka bir neden aram ak
bütünüyle yanlış. Bunu birkaç yoldan gösterebiliriz.
İlk önce, önlem alınan alanların baş döndürücü çeşitliliğine
bakılmalı. Yalnız bu çeşitlilik bile ortak eylem olasılığını orta
dan kaldırmaya yeter. 1 8 8 4 ’de Herbert Spencer’in liberalleri il
kelerini “kısıtlayıcı yasama” yararına terk etm ekle suçlarken
verdiği listeden sayalım .3 K onuların çeşitliliği bundan daha
büyük olamaz. 1 8 6 0 ’da “yiyecek ve içecekleri kontrol edenlere
yerel vergilerden ödeme yapılması için ” yetkiler verilm işti; bu
nu “gaz hizm etlerinin denetim ini” öngören yasa izledi; arka
sından da M adenler Yasasının “okum a yazma bilm edikleri hal
de okula gitmeyen on iki yaşından küçük oğlan çocukların ça
lıştırılm asın ı y a sa k la y a c a k ” b içim d e g e n işle tilm e s i g eld i.
1861'de “Yoksullar Yasası uygulayıcılarına aşı zorunluluğunu
uygulama" yetkisi verildi; yerel yönetim kurullarına “taşıma
araçlarının kiralanm asında fiyat saptam a" yetkisi verildi; bazı
yerel organlar da baraj ve sulam a işleri, sürülere su sağlama gi
bi işler için bölgede vergi toplama hakkı kazandılar. 1 8 6 2 ’de
“tek bacalı köm ür m adenlerini" yasaklayan bir yasa ve tıp eği
ten konseyini “fiyatları hazine tarafından belirlenecek b ir ilaç
terkipleri listesi hazırlam a” konusunda tek yetkili kılan bir ya-
53 kabul edildi. Spencer, dehşet içinde, bu ve bu tür önlem leri
210
lerin arandığı ortam ın geçirdiği evrimin neden olduğuna bun
dan iyi kanıl olamaz.
Üçüncü kanıt, dolaylı olm asına karşın bütün kanıtların en
çarpıcısı, siyasal ve id eolojik özelliklere sahip ülkelerdeki ge
lişmelerin birbiriyle karşılaştırılm asından çıkan kanıt. Viktor-
ya Devri lngilteresi’yle Bismark Prusyası arasında dağlar kadar
fark vardı ve bunların ikisi de Ü çüncü Cum huriyet Fransası
ve Habsburg imparatorluğumdan çok değişikti. G ene de, bu
ülkelerin her biri, önce bir serbest ticaret ve laissez-Jaire döne
minden, sonra da bunu izleyen kamu sağlığı, çalışm a koşulla
rı, belediye yatırım ları, sosyal sigorta, nakliyat desteklem eleri,
belediye hizm etleri, ticaret birlikleri ve diğer alanları kapsayan
bir anti-liberal yasama dönem inden geçtiler. Çeşitli ülkelerde
benzer değişikliklerin yer aldığı yıllan gösteren bir takvim ha
zırlamak çok kolay olurdu, işçi tazm inatlan, İngiltere’de 1880
ve 1 8 9 7’de, Almanya’da 1879'da, Avusturya’da 1 8 8 7 ’de, Fran
sa’da 1 8 9 9 ’da k ab u l ed ild i; fabrik a d en e tim i, İn g ilte re ’ye
1 8 3 3 ’te, Prusya’ya 1 8 5 3 ’te, Avusturya’ya 1 8 8 3 ’te, F ran sa’ya
1874 ve 1883’te girdi; belediye hizm etlerini de kapsayan bele
diye yaurım lan, 1 8 7 0 ’te Birm ingham ’a ayrılıkçı* ve kapitalist
Joseph C ham berlain, 1890'h yılların im paratorluk dönem i Vi-
yanası’na Katolik “sosyalist” ve Yahudi avcısı Kari Lueger tara
fından getirildi; Alman ve Fransız belediyelerine girişi ise, de
ğişik yerel koalisyonlarca sağlandı. Bunu destekleyen güçler,
bazen Viyana’daki gibi son derece gerici ve anti sosyalist, ba
zen Birm ingham ’daki gibi “radikal em peryalist”, ya da, Lyon
belediye reisi Edouart Harriet gibi, en katıksız liberal türdendi.
Protestan İngiltere’de tutucu ve liberal hüküm etler sırayla fab
rika yasalarının tam amlanmasına çalıştılar. Almanya’da Roma
kalolikleri ve Sosyal D em okratlar aynı şeyin başarılm asında
rol aldılar; Avusturya’da kilise ve kilisenin en militan d estekçi
leri, Fransa’da ise kilise düşmanları ve din adam larının ateşli
211
muhalifleri hem en hem en bunlara eş yasaların yürürlüğe gir
mesinden sorumluydular. Yani, sonsuz çeşitlilikte sloganlar ve
çok farklı amaçlarla, bir ço k değişik parti ve sosyal kesim , bir
likte, bir dizi ülkede bir çok karmaşık konuyla ilgili, hemen
hemen bütünüyle aynı önlem leri yürürlüğe koydular. Bunun
karşısında, bu parti ve kesim lerin, anti-Iiberal kom plo efsane
sind eki gibi, gizliden gizliye aynı id eo lo jik görüşler ve dar
grup çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini öne sürm ek
düpedüz saçm alık olur. Aksine, her şey, kesin nesnel nedenle
rin yasa koyucuları belirli bir yere itm iş olduğu varsayımını
destekliyor.
Dördüncüsü, ortada çeşitli dönemlerde, kuramsal ve pratik
açıdan büyük önem taşıyan bir dizi durumda, ekonom ik libe
rallerin kendilerinin sözleşm e özgürlüğünün ve laissez -faire’in
kısıtlanm asını önerm eleri gibi bir gerçek var. Doğal olarak,
buradaki am açları anti-Iiberal kom plo olam azdı. D eğindiği
miz, bir yanda işçi birleşm esi ilkesi, öte yanda da şirketler hu
kuku. Bunlardan b irin c isi, işçilerin ü cretlerin i yükseltm ek
amacıyla birleşm e haklarıyla ilgili; İkincisi de, tröst, kartel ve
diğer kapitalist birliklerin fiyatları yükseltm e haklarıyla, iki
durumda da, haklı olarak, sözleşm e özgürlüğü ve la isse z -fa
ire’in ticareti kısıtlam a am acıyla kullanıldığı öne sürüldü. Söz
konusu olan ister işçi.birliklerinin ücretleri, ister ticaret birlik
lerinin fiyatları yükseltm eleri olsun, laissez-faire ilkesi, açıkça,
çıkar sahibi taraflarca em ek veya diğer meta piyasalarını da
raltmak için kullanılabilirdi. İki durumda da, Lloyd George ve
Theodore Roosevelt’ten Truman Arnold ve W alter Lippmann'a
kadar, bütün tutarlı liberallerin laissez-faire'in serbest rekabet
çi piyasanın gereklerine boyun eğm esi gerektiğini düşünm ele
ri son derece önem li. Bu liberaller, herhangi bir “kollektivist"
gibi, sözleşm e özgürlüğünün işçi sendikalan veya şirketler ta
rafından kötüye kullanıldığını öne sürerek, düzenlem eler ve
kısıtlam alar, ceza yasaları ve zorlam alar getirilm esi yolunda
bir baskı oluşturdular. Kuramsal olarak, laissez-faire veya söz
leşme özgürlüğü, işçilerin bireysel veya toplu olarak, canları
istediğinde, em eklerini geri çekebilm eleri özgürlüğünü içeri
212
yordu; ayrıca, iş adam larının tüketicilerin isteklerine aldırış et
m eksizin fiyat düzeyini aralannda anlaşarak saptayabilmeleri
özgürlüğünü de içeriyordu. Ama uygulamada, böylesi bir öz
gürlük kendi kurallarına göre işleyen piyasa kurum uyla çatışı
yordu ve böyle bir çatışmada öncelik, her zaman, kendi kural
larına göre işleyen piyasaya tanınıyordu. Başka b ir deyişle,
kendi kurallarına göre işleyen piyasanın ihtiyaçları laissez -fa-
ire’in taleplerine uymadığında, liberal, laissez -faire’e karşı tavır
alıyor ve herhangi bir anti-liberal gibi, sözde kollektivisl dü
zenlem e ve kısıtlam a yöntem lerini tercih ediyordu. Sendika
yasaları da, tekelleşm eye karşı yasama da, bu tavırdan kaynak
landılar. Modern sanayi topiumlarında anti-liberal veya “kol-
lektivist” yöntem lerin kaçınılm azlığına, sanayi düzeninin be
lirleyici önem taşıyan alanlarında bu yöntem lerin ekonom ik
liberaller tarafından bile kullanılm ış olm asından daha tartışıl
maz bir kam ı gösterilemez.
Bütün bunlar, ekonom ik liberallerin bir fikir karmaşası ser
gileyerek, kendi p olitikalarının karşılı olarak tanım ladıkları
“m üdahalecilik” terim inin gerçek anlam ını ortaya çıkarm aları
na yardımcı oluyor. M üdahaleciliğin karşıtı la issez -faire’d ir ve
gördüğümüz gibi, günlük konuşma içinde iki terim in aynı şe
yi belirtm ek için kullanılm asında bir sakınca olm asa bile, eko
nom ik liberalizm la issez -fa ire ile özdeşleştirilem ez. Tam ola
rak, ekonom ik liberalizm , kendi kurallarına göre işleyen piya
sa kuru m una dayanan b ir toplum un d ü zen ley ici ilkesid ir.
Doğru, aşağı yukarı böyle b ir toplum kurulduğunda belirli bir
tür müdahaleye daha az gerek duyulur. Ama bu piyasa sistem i
ve müdahalenin birbirini dışlayan terim ler olduğu anlam ına
gelmez. Çünkü bu sistem kurulmadan önce, ekonom ik libe
rallerin onun kurulabilm esi için hiç duraksamadan devlet m ü
dahalesi taleplerinde bulunm aları gerekir ve bu taleplerde bu
lunacaklardır. Sistem kurulduktan sonra da, devam ının sağ
lanması için, aynı talepleri öne süreceklerdir. Yani ekonom ik
liberal tutarsızlığa düşm eden, devletten yasa gücünü kullan
masını isteyebilir, hatta kendi kurallarına göre işleyen piyasa
nın ön koşullarının sağlanabilm esi için, iç savaşın şiddetine
213
başvurabilir. Amerika’da Güney, köleliği haklı kılm ak için lais-
sez-faire görüşlerine baş vurmuştu, Kuzey özgür em ek piyasa
sını kurmak için silahlı müdahaleye başvurdu. Dolayısıyla, li
beral yazarların m ü d ahalecilik suçlam ası b o ş bir slogandan
başka bir şey değildir. Aynı eylemler, liberallerce kabul edilir
olup olm am alarına göre, yadsınm akta veya benim senm ekte
dirler. Ekonom ik liberallerin tutarsızlığa düşmeden benim se
yecekleri tek ilke, kendilerini müdahaleye zorlasın zorlam a
sın, kendi kurallarına göre işleyen piyasadır.
Ö zetleyelim : E konom ik liberalizm e ve laissez -faire'e karşı
hareket, hiçbir yanılgıya yer verm eyecek biçim de kendiliğin
den bir tepki niteliğindeydi. Bir çok ilgisiz noktada, doğrudan
etkilediği çıkarlar arasında herhangi bir bağlantı veya ideolojik
uyum olmadan ortaya çıktı. İşçi tazminatları durumundaki gibi
tek bir sorunun karara bağlanmasında bile, ortadaki ekonom ik
çıkarlar, ideolojik etkiler ve siyasal güçlerde hiçbir değişme o l
madan, yalnızca söz konusu sorunun niteliğinin anlaşılm ası
sonucu, çözüm ler başta bireyciyken, sonra “kollektivist", libe
ralken anti-liberal, laissez-faire yanlışıyken müdahaleci biçim
ler olarak değiştiler. Ayrıca laissez-faire’den “kollektivizm e” çok
benzer geçişlerin, çeşitli ülkelerde sanayileşm enin belirli bir
aşamasında yer aldıkları gösterilebilir. Bu da, ekonom ik liberal
ler tarafından, son derece yüzeysel bir biçimde, ideolojik hava
nın değişmesine ve dağınık çıkarlara bağlı olarak açıklanan sü
recin temelinde yatan nedenlerin derinliğine ve birbirinden ba
ğımsızlığına işaret ediyor. Nihayet, çözümleme, ekonom ik libe
ralizmin en radikal savunucularının bile, laissez-faire'in geliş
miş sanayi koşullarına uygulanamayacağı kuralından kaçam a
dıklarını ortaya koyuyor; çünkü kritik bir alanda, işçi sendika
ları yasası ve tekelleşmeye karşı düzenlemeler alanında, aşın li
berallerin kendileri, kendi yasalarına göre işleyen piyasanın ön
koşullarını tekelci birleşm elerden korum ak am acıyla, sayısız
devlet müdahalesi talebinde bulunm ak durumunda kalmışlar
dı. Özgür ticaret ve rekabet bile, işlerlik kazanabilmek için m ü
dahaleciliği gerektiriyordu. 1870’li ve 1880’li yıllann anti-libe-
ral kom plolanyla ilgili liberal efsane tüm gerçeklere aykırı.
214
Gerçeklerin, çifte harekele bizim getirdiğimiz yorum u des
teklediğini görüyoruz. Ç ünkü, eğer vurguladığımız gibi piyasa
ekonomisi toplum sal dokunun insani ve doğal özüne karşı bir
tehdit oluşturuyorsa, h er çeşit insanın bir gün korum a tale
binde bulunm asından daha doğal ne o labilir? G ördüğüm üz
bu. Ayrıca, bu taleplerin herhangi bir kurumsal ve entellektüel
anlayıştan, piyasa ekonom isinin temel ilkelerine karşı alm an
tavırlardan bağımsız olarak ortaya çıkm ası beklenir. Görünen
gene bu. Bundan başka, eğer belirli çıkarların, bir dizi değişik
ülkede ortaya çıkan ideolojilerden bağımsız olduğu gösterile
bilirse, hüküm etlerin karşılaştırm alı tarihleri de tezimize yarı
deneysel bir kanıt oluşturabilir. Bu konuda da çarpıcı kanıtlar
gösterdik. Nihayet, liberallerin kendi davranışları da, ticaret
özgürlüğünün, bizim deyişimizle kendi kurallarına göre işle
yen piyasanın, korunabilm esinin müdahaleyi dışlam ak şöyle
dursun, bunu gerektirdiğini ve liberallerin, işçi sendikası yasa
ları ve tekelleşm eye karşı yasaların durumundaki gibi, düzenli
olarak devletin zorlayıcı müdahalesi yolunda isteklerde bulun
duklarını kanıtlıyor. Ç ifte hareketin ik i yorum u ortada: Bir
yanda önerdiği politikalara hiçbir şans tanınm adığını, bunla
rın dar görüşlü sendikacılar, M arksist entellektüeller, aç gözlü
sanayiciler ve gerici toprak sahipleri tarafından engellendiğini
öne süren ekonom ik liberalin yorumu; öte yanda, ekonom ik
liberali eleştirirken, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında pi
yasa ekonom isinin yayılm asına gösterilen evrensel “kollekti-
vist" tepkisinin, kendi kurallarına göre işleyen piyasa gibi üto
pik bir ilkenin içerdiği toplumsal tehlikenin tartışılmaz kanıtı
olduğuna işaret edenlerin yorumu.
215
13. Liberal İtikadın Doğuşu (Devam):
Sınıfsal Çıkar, Sosyal Değişim
216
kendi hayatî çıkarları hilafına korkunç politikalara sürükleye
bilmek gibi m ucizevî bir güce sahip olan silah firmaları ile bir-
leşerek başlattıkları öne sürüldü. Yani, liberallerle Marksistler,
korum acılık hareketlerini değişik çıkarlara bağlam akta, sanayi
devlerinin kâr açlığını tekelci işletm e tü rlerinin gelişm esini
açıklam ak için kullanm akta ve savaşları ilerleyen ticaretin so
nucu olarak gösterm ekte birleştiler.
B öylece liberal ek o n o m ik görüş, dar bir sın ıf kavram ında
destek buldu. Karşıt sınıfların görüşlerini savunan liberaller ve
M arksistler eş önerm elerin ardında yer aldılar. O ndokuzuncu
yüzyıl korum acılığının sınıfsal eylem lerin sonucu doğru ve bu
eylem lerin ön celikle ilgili sınıfların çıkarlarına hizm et etm iş
olması gerektiği yolunda katı bir görüş ortaya koydular. Birlik
te, piyasa toplum unun ve böyle bir toplumda korum acılığın
işleyişinin olduğu gibi görülebilm esini engellediler.
Aslında sın ıf çıkarlarına bakarak toplum daki uzun vadeli
hareketlerin ancak kısıtlı bir açıklam ası yapılabilir. Sınıfların
kaderinin toplum un ihtiyaçları tarafından belirlenm esi, toplu
mun kaderinin sınıfların ihtiyaçları tarafından belirlenm esin
den çok daha sık rastlanan bir şeydir. Belirli b ir toplum sal yapı
içinde sın ıf kuram ı işlerlik kazanır; ama yapının kendisi deği
şirse ne olur? İşlevini yitiren bir sın ıf bir anda çözülüp yerini
başka bir sınıfa veya sınıflara bırakabilir. Ayrıca, sınıfların ça
lışma içindeki başarıları kendi üyelerinin dışında kalanlardan
destek sağlayabilm elerine bağlıdır. Bu da, gene, kendi çıkarla
rından daha geniş çıkarları karşılayabilm elerine bağlı olacak
tır. Dolayısıyla toplum un bütününün içinde bulunduğu duru
mun dışında, ne sınıfların doğuş ve ölüşü, ne am açları ve bu
amaçlara ne dereceye kadar ulaşılabileceği, ne de aralarındaki
dayanışma ve zıtlaşm a anlaşılabilir.
Kural olarak bu durum , bir iklim değişikliği veya m ahsulün
verimliliğinde bir değişiklik, yeni bir düşman veya eski düş
manın eline geçen yeni bir silah, yeni toplum sal ihtiyaçların
ortaya çıkışı veya geleneksel ihtiyaçları karşılam ak üzere yeni
yöntem lerin bulunm ası gibi, dışsal bir neden so n u cu ortaya
çıkar. Eğer değişik çıkarların sosyal gelişme içindeki işlevlerini
217
anlamak isliyorsak, bu çıkarları durumun bütünüyle ilgili ola
rak ele almamız gerekir.
Toplumsal değişim içinde sın ıf çıkarlarının oynadığı hayatî
rol, eşyanın doğası gereğidir. Çünkü bütün yaygın değişme bi
çim leri, topluluğun çeşitli bölüm lerini farklı biçim lerde etkile
yecektir. Hiç olm azsa coğrafi konum , ekonom ik ve kültürel
donatım değişiklikleri bunu gerektirir. Dolayısıyla değişik çı
karlar, sosyal ve siyasal değişm enin doğal araçlarıdır. Değişm e
nin kaynağı, ister savaş veya ticaret, ister şaşırtıcı buluşlar ve
ya doğal koşullardaki değişiklikler olsun, toplumun çeşitli b ö
lüm leri, (zor yöntem lerini de içeren) değişik uyum sağlama
yöntem lerini savunacak ve çıkarlarını önderlik etm ek isteyebi
lecekleri diğer gruplardan farklı bir biçim de yeni duruma uy
durmaya çalışacaklardır. Yani, ancak değişmeyi bir veya birkaç
grubun başlattığı g ö sterile b ilirse , değişm enin nasıl olduğu
açıklanabilir. Oysa nihai nedeni dış güçler oluşturm aktadır,
toplum ancak değişme m ekanizm ası açısından iç güçlere bağ
lıdır. Dışarıdan gelen zorlama toplumun bütününe yönelm iş
tir; tepki, gruplar, bölüm ler ve sınıflar aracılığıyla oluşur.
Dolayısıyla, yalnızca sın ıf çıkarları, hiçbir uzun dönem li sü
reci doyurucu bir biçim de açıklam akta kullanılamaz. İlk ola
rak, söz konusu süreç sınıfın kendi varlığı konusunda belirle
yici olabileceği için; İkincisi, belirli sın ıf çıkarları yalnızca söz
konusu sınıfların hangi am açlara ulaşm ak için uğraştıklarını
belirledikleri, bu uğraşın başarılı mı, başarısız mı olacağı ko
nusunda belirleyici olm adıkları için. 5ın ıf çıkarlarında, bir sı
nıftan olanların diğer sınıflardan gelenler tarafından destekle
neceğini garanti edebilecek bir tılsım bulunam az. Ama bu tür
destekler gündelik olaylardandır. Aslında, korum acılık böyle
b ir olaydır. Buradaki sorun, neden tarım cıların, sanayicilerin
ve işçi sendikalarının gelirlerini korum acılık yoluyla artırmak
istedikleri değil, neden bunu yapm akla başarılı olduklarıdır;
neden iş adamları ve işçilerin tekeller kurmak islem eleri değil,
neden amaçlarına ulaştıkları; neden bir dizi Avrupa ülkesinde
bazı grupların aynı tarzda hareket ettikleri değil, neden başka
alanlarda birbirinden farklı ülkelerde böyle grupların ortaya
218
çıktıkları ve her yerde hedeflerine vardıkları; neden hububat
yetiştiricilerinin hububatı pahalı satmaya kalk ıştıkları değil,
neden sürekli fiyatları yükseltirken hububat alıcılarının deste
ğini sağlayabildikleridir sorun.
İkinci olarak, karşımıza aynı derecede yanlış bir doktrin, sı
nıf çıkarlarının özünde ekonom ik çıkarlar olduğu doktrini çı
kıyor. İnsan toplumu doğal olarak ekonom ik unsurlar tarafın
dan koşullanm ış olm asına karşın, birey davranışları ancak ku
ral dışı olarak maddi ihLiyaç karşılanması gereklerine göre be
lirlenir. O ndokuzuncu yüzyıl toplum unun bu davranışın ev
renselleştirilebileceği varsayım ına göre düzenlenm iş olm ası,
yalnızca o devre özgü bir olguydu. Dolayısıyla, o toplum u in
celerken ekonom ik dürtülerin etkisine oldukça geniş bir alan
ayırmak uygun düşüyordu. Ama konuya, yani bu alışılm am ış
tavrın ne dereceye kadar etkin kılm abildiği konusuna, ön ce
den verilm iş kararlarla yaklaşmaktan kaçınm am ız gerek.
İhtiyaç karşılanması gibi saf ekonom ik konular, sınıfsal dav
ranışlar açısından, sosyal saygınlıkla ilgili sorunlardan karşı
laştırılmayacak kadar daha az önemlidir. Doğal olarak, ihtiyaç
ların karşılanm ası bu saygınlığın sonucu, özellikle onun dışa
vuran belirtisi veya ödülü olabilir. Ama bir sınıfın çıkarları en
'dolaysız biçim iyle mevki ve mertebeyle, sosyal konum ve gü
venlikle ilgilidir, yani temelde sosyaldir, ekonom ik değil.
1870'ten sonra korum acılığa yönelik hareket içinde yer alan
sınıf ve gruplar, bunu birincil olarak ekonom ik çıkarları adına
yapmamışlardı. Bu özel önem taşıyan yıllarda alınan “kollekti-
vist" önlemler, ancak kural dışı olarak işin içinde tek bir sını
fın çıkarlarının bulunduğunu, öyle bile olsa bunların nadiren
ekon om ik çıkarlar olarak tanım lan abileceklerin i gösteriyor.
Şehir yetkililerinin, o zamana kadar ihmal edilmiş bazı güzel
m ekanları ele alm alarına yol açan bir yasanın “dar görüşlü
ekonom ik çıkarlara” hizm et etmediği açık; fırınların en aşağı
allı ayda bir sıcak su ve sabunla tem izlenm esini şart koşan dü
zenlem elerin veya kablo ve çengellerin sağlamlığını kontrol et
meyi zorunlu kılan bir yasanın da bu çıkarlara hizm et ettikleri
söylenemez.
219
Bu önlemler, yalnızca sanayi uygarlığının piyasa yöntem leri
nin karşılayamadığı ihtiyaçlarına karşılık veriyorlardı. Bu m ü
dahalelerin büyük çoğunluğu, gelirler üzerinde çoğu zaman
ancak dolaylı bir etki yapmıştı. Bu sağlık ve yerleşm e, kamu
hizmetleri ve kitaplıklar, çalışm a koşullan ve sosyal sigortayla
ilgili yasaların hem en hem en hepsi için geçerliydi. Aynı şey
belediye hizm etleri, eğitim , ulaşım ve sayısız başka alan için
de aynı derecede geçerliydi. Ama parasal değerler söz konusu
olduğunda bile, bunlar öteki konulara göre ikinci planda kalı
yordu. Hemen hem en her zaman, m eslekî konum , güvenlik,
insanın yaşam biçim i, varoluşunun genişliği, çevresinin d en
gesi söz konusuydu. G üm rük tarifeleri veya işçi tazminatları
gibi bazı tipik m üdahalelerin parasal önem i hiçbir biçim de kü
çüm senm em eli. Ama bu durumlarda bile, parasal olmayan çı
karları parasal çıkarlardan ayırm ak olanaksızdı. Kapitalistler
için kâr, işçiler için ücret anlam ına gelen güm rük tarifeleri, so
nuçla işsizliğe karşı güveni, yerel koşulların dengesini, sanayi
sektörlerinin tavsiyesine karşı önlem leri, ve belki de en önem
lisi, insanın daha az beceri ve deneyim e sahip olduğu bir iş
alanına geçerken karşılaştığı çok acılı sosyal konum yitirişleri
nin engellenm esini de içeriyorlardı.
Bir kez, genel değil bölünm üş çıkarların etkin olduğu sap
lantısından, aynı zamanda da bunun ikizi olan önyargıdan, ya
ni insan gruplarının çıkarlarının parasal gelirlerine indirgen
m esine yol açan ön yargıdan kurtulursak, korum acı hareketin
genişliği ve kapsamlılığı esrarengiz, görünüm ünden sıyrılacak-
tır. Ekonom ik çıkarlar zorunlu olarak yalnız çıkar sahipleri ta
rafından dile getirildiği halde, diğer çıkarların ardında geniş
topluluk bulunur. B u nlar bireyleri sayısız biçim de, kom şu,
m eslek sahibi, tüketici, yaya, yolcu, sporcu, bahçıvan, hasta,
anne veya aşık olarak, etkilerler. Dolayısıyla da hem en hemen
her türden bölgesel veya işlevsel kuruluş tarafından tem sil edi
lebilirler; bu kuruluşlar, kilise, belediyeler, kulüpler, sendika
lar veya, en sık görülen biçim iyle, geniş katılım ilkelerine da
yanan siyasi partiler olabilir. Çok dar bir çıkar kavramı, top
lumsal ve siyasi tarihin çarpıtılm ış bir algılanışına yol açacak
220
tır. Çıkarların yalnızca parasal bir tanım ı, genel olarak toplu
luğun genel çıkarlarından sorum lu kişilerin, m odem koşullar
alunda devrin hüküm etinin, temsil ettiği o çok hayatî ihtiyaca,
sosyal korunm a ihtiyacına yer veremez. Oysa ele aldığımız dö
nemde özellikle halkın değişik kesim lerinin, ekonom ik değil,
sosyal çıkarları piyasa tarafından tehdit edildiğinden, değişik
ekonom ik katmanlardan gelen kişiler tehlikeye karşı koyabil
mek için güçlerini birleştirm işlerdi.
Böylece sınıfsal güçlerin eylem i, piyasanın yayılm asını hem
ilerletti, hem de engelledi. Piyasa sistem inin kurulm ası için
m akineyle üretim gerekliğinden, yalnızca ticaretle uğraşan sı
nıflar o ilk dönüşüm içinde önderlik edebilecek konum daydı
lar. Topluluğun bütününün çıkarlarına uygun bir gelişm enin
sorumluluğunu üstlenm ek üzere, öteki sınıflardan geride ka
lanlarla yeni bir girişim ciler sınıfı oluştu. Sanayicilerin, giri
şim cilerin ve kapitalistlerin ortaya çıkışı piyasanın genişlem e
si içinde üstlendikleri önderlik rolüne bağlıydı; savunm a ise,
geleneksel toprak sahibi sınıflara ve işçi sın ıfın a düşm üştü.
Ve eğer ticaret kesim inde piyasa sistem inin yapısal ilkelerinin
arkasında yer alm ak kapitaliste düştüyse, sosyal d okunun so
nuna kadar savunulm ası rolü bir yandan feodal soyluluğa, bir
yandan da gelişm ekte olan işçi sınıfına verilm işti. Ama toprak
sahibi sınıflar, doğal olarak, bütün sorunların çözüm ünü geç
mişi korum akla çözüm lem e yanlışıyken, işçiler, bir noktaya
kadar, piyasa topl um unun sınırlarını aşabilecek ve çözüm leri
gelecekle arayabilecek konumdaydılar. Bu feodalizm e dönü
şün veya sosyalizm in kurulm asının seçilebilecek yollar ara
sında yer aldığını gösterm ez; ama tarım cılarla şehirlerdeki iş
çi sın ıfın ın acil sorunlara çözüm ararken yöneldikleri bütü
nüyle değişik yollara işaret edebilir. Piyasa ekonom isinin her
büyük buhranla eşiğine gelm iş gibi olduğu çök ü ş gerçekleş
seydi, toprak sahibi sınıflar askerî veya feodal bir paternalizm
sistem ine dönm ek için çaba gösterebilir, fabrika işçileri de bir
emekçi kooperatifleri birliği kurulm ası gerektiğini düşünebi
lirlerdi. Bir bunalım durum unda önerilen çözüm ler birbirini
dışlayıcı n itelik le olabilirdi. D eğişik durum larda uzlaşmayla
221
so n u ç la n a b ile ce k basit b ir sın ıfsal çık a r ça tışm a sı, hayatî
önem kazanıyordu.
Bütün bunlar bizi, tarihi açıklarken belirli sınıfların çık ar
larına çok fazla önem verilm esine karşı uyarmalı. Böyle bir
yaklaşım , dolaylı olarak, sınıfları veri alma eğilim i göstere
cektir, bu da ancak parçalanam az bir toplumda olasılık kaza
nır. Uygarlığın çöktüğü ya da b ir dönüşüm geçirdiği tarihî
dönemler, bazen son derece kısıtlı bir zaman içinde eski sın ıf
ların kalıntılarından, hatta yabancı m aceracılar ve toplum un
dışına itilm işler gibi yabancı unsurlardan yeni sınıfların olu ş
tuğu dönem ler, bu açıklam anın dışında kalırlar. Sık sık, belir
li bir tarih dönem inde yeni sınıfların yalnızca dönem in gerek
lerine bağlı olarak ortaya çıktığı görülür. Yani sonuçla bir sı
nıfın oyun içindeki yerini belirleyen, onun toplum un bütünü
için d ek i kon u m u d u r; sın ıfsal başarıları, bir sın ıfın hizm et
edebileceği, kendi çıkarları dışındaki çıkarların genişliği ve
çeşitliliği belirler. G erçekten de, dar sınıf çıkarlarına yönelen
bir politika, o çıkarlara bile iyi hizm et edemez. İstisnası olm a
yan bir kuraldır bu. Toplum sal düzenlem enin alternatifi tam
bir yıkım olm adığı sürece, kaba bir bencilliğin yönlendirdiği
hiçbir sın ıf önderliği elinde tutamaz.
E k o n o m ik liberaller, ön e sü rd ü kleri k o llek ıiv ist kom plo
suçlam asını güvence altına almak için, sonuçta toplum un k o
runması gibi bir ihtiyacın ortaya çıkm ış olduğunu yadsımak
zorundadırlar. Son yıllarda ekonom ik liberaller, 1 7 9 0 ’larda In
giltere'nin talihsiz em ekçi sınıfları için bir felaketin baş göster
m iş olduğu yolundaki geleneksel sanayi devrimi d oktrin in i
yadsıyan bazı bilim adamlarının görüşlerini benimsediler. Bu
yazarlara göre, yaşam standardlannda halkın dünyasını alt üst
edecek ani bir düşüş niteliğinde bir şey olm am ıştı. Genelde
halkın durumu fabrika sistem inin yerleşm esinden ön cekin e
göre çok daha iyiydi; nüfusa gelince, hızlı bir artış olduğunu
kim se yadsıyamazdı. E konom ik refahın kabul edilm iş ölçütle
rine göre, kapitalizmin ilk dönem lerinin cehennem i hiç yaşan
m am ıştı; çalışan sınıflar, söm ürülm ek şöyle dursun, ekonom ik
olarak kazançlı çıkm ışlardı ve herkese yarar sağlayan bir siste-
222
me karşı sosyal korunm a ihtiyacından söz etm ek, doğal ola
rak, olanak dışıydı.
Bu, liberal kapitalizmi eleştirenleri iyice şaşırttı. Yetmiş kü
sur yıl boyunca bilim adamlan ve Kraliyet Kom isyonları, bir
likte, Sanayi Devriminin felaketlerini yermişlerdi; bir dizi şair,
düşünür ve yazar Devrimin vahşetini sergilem işti. Kitlelerin,
onların çaresizliğini acımasızca söm ürenler tarafından ölesiye
çalıştırılıp aç bırakıldıkları kanıtlanm ış bir gerçek olarak görü
lüyordu. Toprak çevrilm elerinin kırsal kesimde yaşayanları ev
siz ve topraksız bıraktığı ve onları Yoksullar Yasası Reformuyla
oluşturulan em ek piyasasına salıverdiği de, fabrikalarda ve ma
denlerde ölesiye çalıştırılan çocukların belgelenm iş trajedileri
nin kitlelerin sefaletinin acı bir kanıtı olduğu da. G erçekten
de, Sanayi Devriminin bilinen açıklam alarının dayanağı, onse-
kizinci yüzyıl toprak çevrilmelerinin sağladığı söm ürünün de
recesi, evsiz barksız kalm ış işçilerin pamuk sanayiindeki yük
sek kârlara ve ilk sanayicilerin ellerindeki hızlı sermaye biriki
m ine yol açan düşük ücretleriydi. Bu erken sanayicilere yönel
tilen suçlama söm ürü suçlamasıydı, vatandaşlann bunca sefa
lete ve alçalışa neden olan söm ürüsü. A rtık bütün bunların
yadsındığı görünüyordu, iktisat tarihçileri, fabrika sistem inin
ilk dönem lerinin üzerine çöken kara bulutun dağıtılm ış oldu
ğu haberini getirdiler. Öyle ya, ekonom ik ilerlem enin kuşku
götürm ez bir gerçek olduğu yerde bir sosyal felaketten nasıl
söz edilebilirdi? Aslında, sosyal felaket, doğal olarak, ekono
mik değil, kültürel bir olgudur ve gelir göstergeleri veya nüfus
istatistikleri ile ölçülem ez. Halkın geniş bir kesitini kapsayan
kültürel felaketlere de sık sık rastlanmaz, ama Sanayi Devrimi
gibi olaylara, yarım yüzyıldan kısa bir süre içinde İngiliz kırsal
kesiminde yaşayanların büyük bir bölümünü yerleşik insanlar
dan yersiz yurtsuz göçm enlere dönüştüren bir ekonom ik dep
reme de sık sık rastlanmaz. Ama bu tür yıkıcı toprak kaymala
rı, sınıfların tarihinde nadiraıtan olsa bile, değişik ırklardan ge
len insanlar arasındaki kültürel temaslar alanında alışılm ış sa
yılır. Esas olarak, koşullar aynıdır. Değişiklik, sosyal sınıfların
aynı coğrafî alanda yaşayan bir toplumun parçasını oluşturm a
223
ları, kültürel tem asın ise değişik coğrafî bölgelerde yaşayan
toplumlar arasında yer almasındadır. Her iki durumda da te
mas, daha zayıf olan taraf üzerinde yıkıcı bir etki yapar. Yani
alçalmanın nedeni, çoğu kez varsayıldığı gibi ekonom ik söm ü
rü değil, mağdur tarafın kültürel çevresindeki çözülmedir. D o
ğal olarak, ekonom ik süreç yıkım aracını oluşturabilir, ve he
men hemen her zaman ekonom ik zayıflık boyun eğmeye yol
açar, ama yenilginin esas nedeni ekonom ik değildir; bunun ne
d eni, yenilenin sosyal var oluşunu içeren kurum ların aldığı
ölüm cül yarada yatâr. Birim ister halk ister sın ıf olsun, süreç
ister “kültürel çatışm a” ister bir sınıfın toplumun sınırları için
deki konum undaki değişiklikten kaynaklansın, sonuç kendine
saygının ve değerlerin yitirilm esi olacaktır.
Kapitalizmin ilk dönem lerini inceleyenler için bu koşutluk
son derece önem li. Bugün A frika’daki bazı yerli k abilelerin
durumuyla İngiliz işçi sınıfının ondokuzuncu yüzyılın ilk yıl
larındaki durum u arasında yanılgıya yer bırakm ayacak bir
benzerlik var. Kendi köy topluluğunda (kraal) herkesten daha
büyük bir sosyal güvenlik içinde yaşayan Güney Afrika yerlisi
(k a jfir), o soylu vahşi, “en aşağılık beyazın bile giymeyeceği
uygunsuz, pis, çirkin paçavralar”2 içinde yan ehli bir hayvanın
insan biçim ini alm ışına, kendine saygısı, hiçbir değeri olm a
yan ne idüğü belirsiz bir varlığa, gerçek bir insan anığına dö
nüştürülm üştü. Bu tasvir, Robert Owen’in çizdiği tablodaki iş
çileri akla getiriyor. Owen bunları Lew Lanark’ta işçilerinin
yüzüne karşı söylem işti. Serinkanlılıkla, nesnel bir yaklaşım la,
aynı bir sosyal bilim cinin gerçekleri kaydettiği gibi, nasıl bir
alçalm ış süprüntü yığını durum una geldiklerini anlatm ıştı on
lara. Ve bu alçalışın nedenini, hiçbir şey onların bir “kültürel
boşlukta” varoldukları gerçeği kadar iyi açıklayamazdı. “Kül
türel boşluk”, yani bir antropologun Afrika’nın yiğit kara kabi
lelerinin beyaz uygarlıkla karşılaşm anın etkisi altında yaşadık
ları kültürel çöküşü tanım larken kullandığı terim.3 Zanaatları
2 M illin , M rs. S .G ., T h e S o u th A fr ic a n s , 1 9 2 6 .
3 G o ld en w eiser, A ., A n th rop o log y , 1 9 3 7 .
224
gerilem iş, yaşamlarının siyasal ve sosyal koşulları yok olm uş,
Rivers’in ünlü cüm lesi ile, sıkıntıdan ölm ekle veya yaşamlarını
ve İnsanî özlerini bir çözülm e içinde lükeim ekteler. Artık ken
di kültürleri onlara çaba ve özveriye değer am açlar sağlayamı
yor; öte yandan ırkçı burnu büyüklük ve önyargı, beyaz m ü
dahalecilerin kültürüne katılm alarını engelliyor.4 Renk ayrımı
yerine sosyal ayrımı koyduğumuzda, 1 8 4 0 ’lı yılların “iki ulu
su na” ulaşıyoruz. Yerlinin yerini Kingsley’in rom anlarındaki
varoş sakini alıyor.
Kültürel boşluk içinde yaşamanın yaşamak dem ek olm adı
ğını tartışmasız kabul eden bazı kimseler, gene de ekonom ik
ihtiyaçların bu boşluğu otom atik olarak doldurabileceğini ve
yaşamı, koşullar ne olursa olsun, yaşanır kılacağını düşünür
gibi görünüyorlar. Bu varsayım antropolojik araştırm alara ke
sinlikle ters düşüyor. Dr. Mead şöyle diyor: “Bireylerin çalış
masını sağlayan amaçlar, kültürel olarak belirlenirler ve bün
yenin bir yiyecek kıtlığı türünden, basit, dışsal ve kültürel ola
rak tanım lanm am ış durum lara gösterdiği tepkilerd en o lu ş
mazlar.” “Bir grup vahşinin altın madeninde çalışanlara, gemi
tayfalarına dönüşm esi süreci veya yalnızca tüm çalışm a iste
ğinden yoksun bırakılıp balıklarla dolu akarsuların yanında
ölmeye terk edilm esi, toplum un doğasına ve normal işleyişine
öyle ters, öyle aykırı görülür ki, hastalıklı olarak değerlendiri
lir." Ama Mead’in hem en eklediği gibi: “Kendilerini dıştan ge
len, hiç olmazsa dış etkilerle oluşan büyük değişiklikler içinde
bulan insanların kaçınılm az olarak karşılaştıkları durum, bun
dan başka bir şey değildir.” Ve şu sonuca varıyor: “Bu kaba te
mas, basit insanların bu geleneklerinden koparılışı, sosyal ta
rihçinin üzerinde ciddi bir biçim de durmasını gerektirecek ka
dar sık rastlanan bir olgudur.”
Ama sosyal tarih çi im ayı anlam am azlıktan geliyor. Hâlâ,
kültürel temasın bugün sömürge dünyasında devrim ler yara
lan ilkel gücünün, yüzyıl önce kapitalizm in ilk dönem lerinin
iç karartıcı sahnelerine neden olan güçle aynı olduğunu gör
^ G oldenvveiser, A ., a .g .e .
225
meyi reddediyor. Genel sonucu çıkaran bir antropolog5 “sayı
sız ayrıma karşın, bugün yerli halklar arasında görülen soru n
ların nedenleriyle, yıllarca ya da yüzyıllarda önce bizim ara
mızda görülm üş olanlarınki temelde aynı. Yeni teknik araçlar,
yeni bilgiler, yeni zenginlik ve güç kazanma biçim leri sosyal
akışkanlığı artırdı, yani insanların göç etm esine, ailelerin yük
selişi ve çöküşü ne, grupların ayrışm asına, yeni önd erlik bi
çim lerine, yeni yaşam biçim lerine değişik değerlerin ortaya çı
kışm a neden oldu.” Thurnw ald’in keskin zekası, bugün zenci
toplumun yaşadığı sosyal felaketle kapitalizmin ilk günlerinde
beyaz toplum un büyük bir bölüm ünün yaşadığı arasında bü
yük bir benzerlik olduğunu kavramıştı. Benzerliği hâlâ gözden
kaçıranlar sosyal tarihçiler.
Sosyal görüşüm üzü bulandıran en etkin olgu, ekonom iye
ağırlık veren ön yargılar. Söm ürü o kadar ısrarlı bir biçim de
söm ürgecilik sorununun m erkezine yerleştirildiği için, bu ko
nunun üzerinde özellikle durm ak gerekiyor. Ayrıca, en açık
insani anlamıyla söm ürü, beyaz adam taralından dünyanın ge
ri halklarına öyle sık, öyle sürekli bir biçim de ve öyle acım a
sızca uygulandı ki, onu söm ürgecilik sorununun tartışm ala
rında odak noktası olarak alm am ak bütünüyle duygusuzluk
olarak görülebilir. Ama daha önem li olanın, kültürel yozlaş
m anın, gözümüzden kaçm asına neden olan da, özellikle sö
mürüye verilen bu aşırı önem . Eğer söm ürü yalnızca ekono
mik terim lerle, değişim o ran ların ın sürekli yetersizliği b içi
minde tanım lanırsa, söm ürünün gerçekten var olm uş olup ol
madığı konusunda kuşku duyulabilir. Yerli topluluğun başına
gelen felaket, doğrudan doğruya, kurbanların temel kuram la
rının aniden büyük bir sarsıntıyla yok olm alarının sonucu (bu
süreç içinde kaba kuvvet kullanılm ası veya kullanılm am ası
burada önemli değil). Bu kuram ların yok oluşu, piyasa ekono
misinin bütünüyle değişik bir biçim de düzenlenm iş topluluk
lara kabul ettirilm esine bağlı; em ek ve toprağın metaya dönüş
türülm esine, yani, bu kısa formülün dışında başka bir deyişle,
226
organik bir toplum daki bütün kurum lann ortadan kaldırılm a
sına bağlı. Doğal olarak, gelir ve nüfus göstergelerinin böyle
bir süreçle hiçbir ilgisi yok. Ö rneğin köle olarak satıldıkları
ülkedeki yaşam düzeyleri doğup büyüdükleri orm andakinden
daha yüksek olsa bile, kim daha önce özgür olup da, sonradan
köleleştirilen bir halkın söm ürüldüğünü yadsıyabilir? Ama as
lında ele geçirilen topraklardaki yerlilerin özgürlüklerine do-
kunulm adığım , hatta önlerine yığılan ucuz pam uklu malları
satın alırken k an d ırılm adıklarını, aç kalm alarına “y aln ızca”
sosyal kuram larının ortadan kalkışının neden olduğunu var
saysak bile, durumda büyük bir değişiklik olmaz.
Ünlü Hindistan örneğine değinelim. O ndokuzuncu yüzyılın
ikinci yansında Hintli kitleler Lancashire tarafından söm ürül-
dükleri için açlıktan ölm ediler; kitleler halinde ölm eleri, Hint
köy topluluğunun parçalanmasına bağlıydı. Bu parçalanmaya
ekonom ik rekabet güçlerin in , yani el dokum ası kum aşların
makine imalatı karşısında sürekli değerinin altına satılm asının
yol açtığı kuşkusuz doğru; ama, damping, değerinin üstüne sa
tışın tersi demek olduğuna göre, bu ekonom ik söm ürü fikrinin
tersini kanıtlam ış oluyor. Tahılın serbestçe pazarlanmasıyla ye
rel gelirlerin düşüşü, birlikte, son elli yıl içinde açlığın gerçek
kaynağını oluşumdular. Doğal olarak, yetersiz m ahsul de bu
olayın bir parçasıydı, ama demiryolu ile Lahıl nakliyatı zor du
rumdaki bölgelere yardım gönderilebilm esini sağlıyordu; soran
halkın hızla artan fiyatları karşılayıp hububat satın alamayışın-
dandt. Özgür ama tam düzenlenmemiş bir piyasada da, kıtlığa
karşı doğal tepkinin bu tür fiyat artışları olması kaçınılmazdı.
Önceleri mahsulün yetersiz olduğu durumda ihtiyaçları karşı
lamak üzere küçük yerel dükkânlara baş vurulurdu, ama bun
lar ortadan kalkmış ve büyük bir pazarın içinde yok olm uşlar
dı. Bu nedenle açlığı karşı mücadele artık çoğu zaman, halkın
yükselen fiyatları karşılayabilecek alım gücünü elde etmesini
sağlamak amacıyla, kamu projelerinde iş olanakları yaratılması
biçimini alıyordu, isyandan sonra Ingiliz hakim iyeti alım daki
Hindistan’ı k ınp geçiren üç ya da dört büyük kıtlık, ne doğal
unsurların ne de söm ürünün sonucuydu. Bunlar, eski köy ya-
227
pisini sorunlarım çözmeden parçalayan emek ve toprakla ilgili
yeni piyasa düzeninden kaynaklanıyorlardı. Feodalizm ve köy
loplulugu rejimlerinde soyluluğun gerekleri (noblesse oblige),
aile dayanışması ve hububal piyasasındaki düzenlemeler açlık
tehdidini kontrol altında tutarken, piyasa hakimiyeti altında,
oyunun kuralları gereği, insanların açlıktan korunması olanak
sızdı. "Söm ü rü ” terim i, H indistan’da ancak Doğu Hindistan
Şirketinin acımasız tekeli kırıldıktan sonra ciddi bir görünüm
kazanan durumu açıklam akta uygunsuz kaçıyor. Tekelcilerin
hakimiyeti altında, durum kırsal kesimin bedava hububat dağı
tımını da içeren arkaik örgütlenmesi yardımıyla az çok kontrol
altında unutabiliyordu. Oysa özgür ve eşit değişim durum un
da, milyonlarca Hintli yaşamını yitirdi. Ekonom ik açıdan, H in
distan durumdan kazançlı çıkm ış olabilir, hatla uzun dönemde
bunun böyle olduğu açık, ama sosyal açıdan düzen bozulmuş
ve ülke sefaletin ve alçalışın kucağına atılmıştı.
Hiç olm azsa bazı durum larda, parçalayıcı kültürel teması
başlatan, eğer bu şekilde ifade edilebilirse, söm ürünün tersi o l
muştu. 1887’de Kuzey Amerika kızılderililerine zorla dağıtılan
toprak, bireylere, bizim mali değerlendirme ölçütlerim ize göre,
yarar sağlamıştı. Ama önlem ırkı fiziksel varoluşu içinde yok
etmişti -bu, tarihe geçm iş en çarpıcı kültürel yozlaşma örnekle
rinden birini oluşturuyor. Kabileye özgü toprak mülkiyeti bi
çim lerine dönülmesi gerektiğini savunan Jo h n C ollier’in ahlâk
dehası sayesinde, durum yarım yüzyıl sonra düzeltildi: Bugün
Kuzey Amerika yerlileri, hiç olmazsa bazı bölgelerde, canlı bir
topluluk içinde yaşıyorlar. Söz konusu olan bir ekonom ik iyi
leşme değil, mucize kabilinden bir sosyal restorasyon olayı. Yı
kıcı bir kültür temasının yarattığı şokun, 1890 civarında, lam
da ekonom ik koşullardaki düzelmenin bu Kızılderililerin yerli
kültürünü çağdışı kıldığı bir zamanda, eski bir Pawnee oyunu
nun meşhur Hayalet Dansı biçim inde patetik bir biçim de yeni
den doğuşuyla belgelendiğini görüyoruz. Giderek, diğer ek o
nomik göstergenin, nüfus artışının, kültürel bir felaket gerçeği
ni dışladığı önerisi de, antropolojik araştırmalarla desteklenm i
yor. Doğal artış oranının yükselmesi, hem kültürel bir canlılı
228
ğın hem de kültürel yozlaşmanın göstergesi olabilir. "Proletar
ya” sözcüğünün özgün anlam ının üretkenlikle dilenciliği bir
araya getirişi, bu belirsizliğin çarpıcı bir yansıması.
Ekonom iye ağırlık veren ön yargılar, hem kapitalizmin ilk dö
nemleriyle ilgili sömürü kuramının, hem de, daha bilim sel gö
rünmekle birlikte, hamlığı açısından ondan geri kalmayan baş
ka bir kuramın, sosyal felaketin varolmuş olduğunu yadsıyan
yaklaşımların, kaynağını oluşturuyor. Bu ikinci kuramın ve tari
hin yeni yorumlarının yol açtığı sonuç, laissez-Jaire ekonom isi
nin yeniden canlandırılması oldu. Madem ki liberal iktisat fela
kete neden olmamıştı, o halde dünyayı özgür piyasanın nim et
lerinden yoksun bırakan korumacılık bağışlanmayacak bir suç
oluşturuyordu. Artık Sanayi Devrimi terimine bile, yavaş bir de
ğişim sürecinin abartılmış bir ifadesi olarak, burun kıvrılıyordu.
Bu bilim adamlan, olup bitenin, teknolojik gelişme güçlerinin
derece derece yayılıp, insanların yaşamını değiştirmesinden baş
ka bir şey olmadığını vurguluyorlardı; kuşkusuz değişim içinde
bir çokları acı çekm işti, ama hikâyenin bütünü kesintisiz ilerle
meyle ilgiliydi. Bu mutlu sona, çağın kaçınılmaz güçlerini abar
tan sabırsız grupların müdahelelerine karşın, yararlı işlevlerini
hemen hemen bilinçsiz bir biçimde sürdüren ekonom ik güçle
rin sayesinde ulaşılmıştı. Bu çıkarsama, yeni ekonom inin toplu
ma yönelttiği tehdidin yadsınması demekti. Eğer Sanayi Devri-
minin değiştirilmiş tarihi doğru olsaydı, korum acı hareket bü
tün tem ellerini yitirir, la issez -Ja ire bütün suçlardan arınm ış
olurdu. Böylece sosyal ve kültürel felaketin niteliğine ilişkin
maddeci yanlışlık, çağın bütün belalarının ekon om ik libera
lizmden uzaklaştırılmasına bağlı olduğu efsanesini güçlendirdi.
Ö zetle, kollekıivist hareketin kaynağında tek tek gruplar ve
ya sınıflar bulunm uyordu, ama gene de ilgili sın ıf çıkarları so
nuç üzerinde belirleyici bir etki yapmışlardı. Sonuçta, olaylar
toplum un tüm ünün çıkarlarına bağlı olarak gerçekleşiyordu;
bu çıkarların korunm ası ağırlıklı olarak toplum un belirli bir
kesim ine düşse bile, durum böyleydi. Korum acı hareketle ilgi
li açıklam am ızı, sın ıf çıkarları değil, piyasanın tehlikeye attığı
sosyal öz çerçevesinde geliştirm ek, anlamlı görünüyor.
229
Tehlike noktalan, saldınm n yöneldiği alanlar tarafından be
lirleniyor. Rekabetçi em ek piyasası em ek gücünün taşıyıcısını,
yani insanı hedef alıyordu. Uluslararası serbest ticaret, özellik
le doğaya bağımlı en önem li sektöre, yani tarıma, yönelm iş bir
tehditti. Altın standardı, işleyişleri fiyatların göreli hareketleri
ne bağlı olan üretim kuruluşlarını etkiliyordu. Bu alanların
herbirinde piyasaların gelişm iş olm ası, toplum varlığının ha
yati yönlerine karşı gizli bir tehdit oluşturuyordu.
Em ek, toprak ve para piyasalarım fark etm ek kolay; ama
toplum un, çekirdeğini insanların, onların doğal çerçevesinin
ve üretim düzeninin oluşturduğu bölüm lerini görm ek o kadar
kolay değil. Kültürel alanda insan ve doğa neredeyse bir bütün
oluştururlar; üretici girişim lerin parasal yönü sosyal açıdan
hayatî bir tek çıkarı etkiler: U lusun birlik ve bütünlüğünü.
Dolayısıyla, hayalî meta (em ek, toprak, para) piyasaları, birbi
rinden ayrı ve bağım sızdılar; oysa bunların topluma yönelttiği
tehditleri birbirinden ayırmak her zaman çok kolay değildi.
Buna karşın, Batı toplum unun seksen yıllık çok önem li bir
dönem (1 8 3 4 -1 9 1 4 ) boyunca geçirdiği kurum sal gelişm enin
bir özeti, bu tehlike noktalarının her birini aynı terim ler çer
çevesinde ele alabilir. Çünkü söz konusu olan ister doğa, ister
üretim düzeni o lsu n, piyasa düzeni bir teh like oluşturm aya
başlam ış, belirli gruplar veya sın ıflar da korum a ö n lem leri
alınm ası için baskı yapmışlardı. Bu alanların her birinde, In
giltere, Avrupa ve Am erika’daki gelişm eler arasındaki zaman
farkları önem liydi. Ama yirm inci yüzyıla girildiğinde, koru
macı karşıt hareket bütün Batı ülkelerinde benzer bir durum
yaratmıştı.
Dolayısıyla biz, insanın, doğanın ve üretim düzeninin k o
runm asını, daha sıkı kenetlenm iş, ama bütünüyle yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya bir toplum türünün ortaya çıkm asına
yol açan bir kendini savunma hareketinin parçaları olarak ele
alacağız.
230
14. Piyasa ve İnsan
231
karşılaşmadığı sürece, açlık tehdidi altında kalmayacaktır. Ö r
neğin, Güney Afrika yerlilerinin (k a ffir) “kraal” toprak sistem i
içinde “sefalete düşme olasılığı yoktur, yardım isteyen herkese
sorgusuz sualsiz yardım edilir”.' Kwakiutl kızılderililerinden
hiçbiri “yaşamı boyunca aç kalma tehlikesiyle karşılaşm am ış
tır."2 “Geçim sınırında yaşayan toplum larm hiçbirinde bireyin
açlıktan öldüğü g örü lm ez.”3 H int köy topluluğu içind e de,
m uhtaç duruma düşm em e ilkesi aynı biçim de geçerlidir. Hü
manistlerin yoksullar üzerine geliştirdikleri yeni fikirlerin Sor-
bon’da tartışılmaya başlandığı onaluncı yüzyıl Avrupası’na ka
dar, aynı şeyin hemen hem en bıılün toplum düzenleri için ge
çerli olduğunu söyleyebiliriz. Bireyin açlık tehlikesiyle karşı
laşmaması, bir anlamda, ilkel toplumun piyasa toplum una gö
re daha insanca bir toplum olduğunu gösteriyorsa da, aynı za
m anda, ekonom ik m antık açısından daha geri olduğunu da
gösteriyor. Beyaz adamın karaların dünyasına yaptığı ilk katkı
nın, onlara açlık tehdidinin yararlarını öğretmek olması tuhaf
tır. Dolayısıyla, söm ürgeciler yapay bir yiyecek darlığı yarat
mak üzere ekm ek ağaçlarını kesmeye veya yerlileri em eklerini
satmaya zorlam ak için kulübe başına vergi almaya karar vere
bilirler. Her iki durum da da son u ç, peşinden büyük serseri
grupları sürükleyen Tudor Devri toprak çevrilm elerinin yol
açtığı sonucun benzeri olacaktır. M illetler Cem iyeli’nin yayım
ladığı bir rapor, onalııncı yüzyıl Avrupası’nın kâbusu “sahipsiz
insan” tipinin, Afrika orm anlarında yeniden ortaya çıktığını
kolay anlaşılır bir dehşet içinde belirtiyor.'1 Orta Çağ sonunda
bu tipe, yalnızca toplum un “ça tla k la rın d a ” rastlan ıyo rd u .5
Ama bu, ondokuzuncu yüzyıl göçm en işçisinin selefiydi.6
232
Bugün beyaz adamın uzak bölgelerde hâlâ sürdürdüğü şey,
yani em ek unsurunu ayırıp almak için sosyal yapıların parça
lanması, onsekizinci yüzyılda beyaz adamlar tarafından beyaz
halklara aynı am açla uygulanmıştı. Hobbes’un grotesk devlet
görüşü -k o c a gövdesi sayısız insan bedeninden oluşan insan
bir su can avarı- Ricardo’nun em ek piyasası modeli karşısında
cüceleşiyordu: Burada söz konusu olan, sürekli bir insan ya
şamları akışıydı, arzı insanların önündeki yiyecek miktarıyla
belirlenen bir akıştı bu. Doğru, hiçbir em ekçinin ücretinin al
tına düşemeyeceği kabul edilmiş bir düzey vardı, ama bunun
etkinlik kazanabilm esi için em ekçinin aç kalmakla emeğini pi
yasa fiyatına salm ak arasında seçim yapmak durum unda kal
ması gerektiği düşünülüyordu. Bu da, klasik iktisatçıların yak
laşımındaki başka türlü açıklanam ayacak bir boşluğun nere
den kaynakland ığını gösteriyor. Neden klasik ik tisa tçıla rın
yüksek ücretlerin çekiciliği değil de, yalnızca açlık tehdidinin
emek piyasasına işlerlik kazandırabileceğini düşündüklerini.
Bu noktada söm ürgecilik deneyimleri onların deneyim ini des
tekliyor. Çünkü ücretler ne kadar yüksekse, kültürel değerleri
tarafından, beyaz adam lar gibi, kazanabileceği kadar para ka
zanmak üzere çalışmaya itilmeyen yerlinin gösterdiği çaba da
o kadar düşük oluyor. Buradaki benzerlik gerçeklen çarpıcı,
çünkü bizim çalışm a biçim im ize ancak dayak, işkence, hatta
sakatlanma tehdidi altında boyun eğen yerli gibi, ilk em ekçi de
aşağılayıcı ve hırpalayıcı olarak değerlendirdiği fabrika yaşa
mından nefret ediyordu. O nsekizinci yüzyılda Lyon sanayicile
ri ücretleri düşük tutm ak için uğraşırlarken bunu özellikle
sosyal nedenlerle yapıyorlardı.7 Bu sanayicilerin görüşüne gö
re, ancak ölesiye çalıştırılm ış ve ezilmiş bir işçi diğer işçilerle
birleşerek efendisinin kendisine her istediğini yaptırabileceği
bir duruma son verm ek için çaba gösterm ekten vazgeçerdi. İn
giltere’de yasal zorlam alar ve “kilise mıntıkası serfligi” diyebi
leceğimiz durum, Kıta Avrupası’nda m utlakiyelçi bir iş düzeni
nin sertliği, Amerika’nın ilk dönem lerinde senetle bağımlı işçi
233
kullanım ı, hep “çalışm aya hazır işçin in ” ortaya çıkışın ın ön
koşullarıydı. Ama son aşamaya “doğal cezanın”, açlığın, uygu
lam asıyla ulaşıldı. Bunun için de, bireyin aç kalm asına rıza
göstermeyen organik toplumun ortadan kalkması gerekiyordu.
İlk aşamada, toplum un korunm ası, iradelerini kabul ettire
bilecek durumda olan yöneticilere düşer. Ama ekonom ik libe
raller, rahatça, ekonom ik yöneticilerin toplum için yararlı ol
duğunu, siyasal yöneticilerin ise olm adığını varsayarlar. Doğ
rudan İngiliz yönetim inin H indistan’ın bir şirket aracılığıyla
yönetilm esinin yerini alması gerektiğini öne sürerken, Adam
Sm ith pek de aynı varsayımı paylaşır görünmüyordu. Savun
duğu şuydu: Yönetilenlerin zenginleşm esi vergi gelirlerini artı
racağı için, yönetilenlerle yönetenlerin çıkarları arasında bir
koşutluk vardır; oysa tüccarın çıkarları, doğal olarak, alıcının
çıkarlarına ters düşer.
Ç ıkarlar ve eğilim ler gereği, Sanayi D evrim inin saldırısın
dan halkı korum ak İngiltere’nin toprak sahiplerine düşmüştü.
Speenhamland geleneksel kırsal düzenini korum ak üzere ka
zılm ış bir hendek oluşturuyor, bu arada da tarımı sallantıda
bir sektör durumuna sokuyordu. Sanayi şehirlerinin talepleri
ne boyun eğme konusundaki doğal isteksizlikleriyle, kırsal ke
sim eşrafı yüz yılın yenilgiyle sonuçlanm aya mahkûm kavga
sında ilk yer alanlar oldular. Ama boşa direndikleri söylene
m ez, direnişleri birkaç nesil için çöküşü önledi ve koşullara
hem en hemen tam bir uyum sağlamaya yetecek kadar zaman
kazandırdı. Kırk yılı aşkın kritik bir dönem boyunca ekon o
m ik gelişmeyi engelledi ve 1 8 3 4 ’te reform parlamentosu Spe-
enham land’ı yürürlükten kaldırdığı zam an, toprak sahipleri
direnişlerini fabrika yasalarına kaydırdılar. Artık kilise ve ma
likane, halkı fabrika sahibine karşı kışkırtıyordu. Fabrika sahi
binin zaferinin, ucuz yiyecek taleplerinin karşı durulmaz bir
biçim almasına ve, dolayısıyla, rantların azalmasına yol açaca
ğı biliniyordu. Ö rneğin O stler “bir kilise m ensubu, bir Tory ve
b if korum acılık taraftarıydı”,8 ayrıca bir hüm anistli. Fabrika
234
hareketinin içinde yer alan Tory sosyalizm inin içerdiği unsur
ları değişik biçim lerde özüm sem iş diğer m ücadeleciler de öy
leydi: Sadler, Southye ve Lord Shaftesbury. O nları izleyenlerin
çoğu maddi çıkarlarının tehlikede olduğu düşüncesiyle hare
ket ediyorlardı, böyle düşünm ekte ne kadar haklı oldukları da
kısa zam anda ortaya çık tı: M anchester ih racatçıları b ir süre
sonra tahıl fiyatlarının ucuzlam asıyla bağlantılı düşük ücret
talepleriyle ortalığı velveleye verm eğe başlam ışlardı. Speen -
ham land’ın yürü rlü kten kalkm ası ve fabrikaların büyüm esi,
1846'da hububat yasasına karşı girişilen harekelin başarı ze
m inini oluşturm uştu. G ene de, rastlantısal nedenlerden ötürü,
İngiltere’de tarım ın yıkılışı bir nesil daha ertelendi. Bu arada
Disraeli, Tory sosyalizm ini Yoksullar Yasası Reform una karşı
girişilen m ücadele tem eline oturtuyor ve Ingiltere’nin tutucu
toprak sah ip leri, radikal yeni yaşam tek n ik lerin i bir sanayi
toplum una kabul ettiriyorlardı. Karl M arx'in sosyalizm in ilk
zaferi olarak göklere çıkardığı on saatlik iş günü tasarısı, aslın
da gericilerin başarısıydı.
Em ekçilerin kendileri, geçiş dönem ini sağ salim atlatabilm e-
lerini amaçlayan bu büyük hareket içinde pek önem li bir un
sur oluşturmuyorlardı. Kendi kaderleri üzerinde sahip olduk
ları söz hakkı, Haw kins’in gem ilerindeki kölelerin sahip o l
duklarından pek fazla değildi. Gene de iyi veya kötü, İngiltere
sosyal tarihinin çizgisini belirleyen ve onu kıta Avrupası’nın-
kinden bu kadar değişik kılan, İngiliz işçi sınıfının kaderini ta
yin etme çabalarına etkin bir biçimde katılm am ış oluşu.
Doğmakta olan bir sınıfın yönlendirilm em iş heyecanlarının,
beceriksizliklerinin ve tökezlem elerinin, tarihin çoktan ortaya
koymuş olduğu tuhaf bir yönü var. İngiliz işçi sınıfı, siyasal
olarak işçilere oy hakkı tanımayan 1832 Parlam ento Reform
Yasasıyla, ekonom ik olarak da 1834 Yoksullar Yasası R efor
muyla tanım lanm ıştı. Bir süre, geleceğin sanayi işçlieri sınıfı,
selametin kırsal yaşam ve zanaatkârlık koşullarına geri dön
mekte olabileceğini düşünür gibiydi. Speenham land’i izleyen
yirmi yıl boyunca çabalarını, ya zanaatkarlar yasasının çıraklık
maddelerinin yürürlüğe girm esini sağlamaya, ya da Luddizm
235
durum undaki gibi doğrudan eylem lerle m akine kullanım ını
sınırlam aya yöneltti. Bu geriye d önük tavır, O w enci eylem
içinde bir akım olarak kırklı yılların sonuna kadar sürdü. Bun
dan sonra, on saatlik iş günü tasarısı, Çartizmin gerileyişi ve
kapitalizmin altın çağının başlaması, geçm iş hayallerini bulan
dırdı. O zamana kadar İngiliz işçi sınıfı yeni ortaya çıkan k o
num unda (in statü n ascen di) kendi kendisi için bir muammay
dı ve işçi sınıfının ulusal yaşamdan eşit pay alm asının engel
lenm iş olm asının İn giltere’ye ne kadar pahalıya patladığını,
ancak bu sınıfın yarı bilinçli kıpırdanmalarını anlayarak izle
diğimizde fark edebiliyoruz. O w encihk ve Çartizm güçlerini
tü k ettik lerin d e, İn giltere, gelecek yüzyıllarda A nglo-Sakson
özgür toplum idealini geliştirm ekte etkili olabilecek toplumsal
öz bakımından iyice yoksullaşm ışlı.
Owenci hareket yalnızca önemsiz yerel faaliyetlere yol açmış
bile olsaydı, insan soyunun yaratıcı hayal gücüne adanmış bir
anıt oluşturabilirdi. Çartizm yalnızca insan haklarının kazanıl
ması için ilan edilen “ulusal bir bayram" fikrinin oluşturduğu
çekirdeğin ötesine geçem em iş bile olsaydı, gene de bazı insan
ların kendi düşlerini görmeyi sürdürebildiklerini, insanı unut
muş bir toplum un ne anlama geldiğini tartmakta olduklarını
gösterebilirdi. Oysa durum bu değildi, Owencihk küçük bir ta
rikatın ilhamıyla sınırlı değildi. Çartizm de siyasal bir elitle be
lirlenmişti. iki hareket de, yüz binlerce zanaatkarı, em ekçiyi,
çalışan insanı içine alm ıştı, ve sahip olduklan geniş taraftar kit
lesiyle modern tarihin en büyük sosyal hareketleri arasında yer
alıyorlardı. Farklılıkları ve yalnızca başarısızlıklarında görülen
benzerlikleriyle, insanın piyasaya karşı korunm asının kaçınıl
maz bir biçimde gerekli olduğunu kanıtlamaya yardım ettiler.
Başlangıçta O w enci hareket ne siyasaldı ne de bir işçi sınıfı
hareketiydi. Fabrikanın ezdiği insanların, insanın m akinenin
efendisi olduğu bir yaşam biçim i bulmak üzere giriştikleri ça
bayı temsil ediyordu. Ö zünde, bize kapitalizmin aşılm ası gibi
g örünebilecek bir şeydi am açladığı. Doğal olarak, böyle bir
açıklam a yanıltıcı olurdu. Çünkü o sırada ne sermayenin ör-
gütleyici rolü, ne de kendi kurallarına göre işleyen piyasanın
236
niteliği hâiâ anlaşılm ış degilldi, gene de kesinlikle bir makine
düşmanı olmayan O w en’i em iyi açıklayan belki de bu. Owen
insanın m akineye rağmen k en d i efendisi olarak kalması gerek
tiğine inanıyordu; yardım larım a veya “b irlik ” ilkesi, m akine
sorununu, ne bireysel özgüırlükleri ne de sosyal dayanışmayı,
ne insanın şerefini ne de omun diğer insanlara duyduğu yakın
lığı feda etm eksizin çözü m leyecekti.
Owencihgin gücü, ilhamımın son derece uygulamaya yönelik
oluşundan geliyordu; ama yöntem leri, insanın bir bütün olarak
değerlendirilmesine dayanıyordu. Sorunların yiyeceklerin nite
liği, konut, eğitim , ücret dıüzeyi, işsizliğin ortadan kalkm ası,
hastalık sigortası gibi g ü n lü k sorunlar olmasına rağmen, konu
lar desteklerine güvendiği aıhlâkî güçler kadar genişti. Gerekli
yöntem ler bulunduğu tak d ird e, insan varoluşunun yeniden
düzenlenebileceği inancı, hareketin köklerinin kişiliğin oluştu
ğu en derin kademelere kadar inebilm elerini sağladı. Aynı ge
nişlikle olup da O w encilik kadar az entellektüelleştirilm iş bir
sosyal harekete az rastlanır; harekele katılanların inançları en
olağan ve basit faaliyetlere h ile öylesine bir anlam kazandırmış
tı ki, sistem li bir inanca gerek kalmamıştı. G erçekte inançları
peygamberceydi, çünkü piyasa ekonom isini aşan yeniden dü
zenlem e yöntemleri gerekliliğini vurguluyorlardı.
O wencilik, taşıyıcısı işçi sınıfı olan bir sanayi diniydi.9 Biçim
ve girişim zenginliği açısınd an eşsizdi. M odern sendika hareke
tinin başlangıcı olduğu da söylenebilir. Özellikle üyeler için pe
rakende satış yapan k ooperatifler kurulm uştu. Doğal olarak,
bunlar bilin en tü k etici koop eratiflerin d en değildi; daha çok
şevkli taraftarların, getirdikleri kârı Owenci planların gerçek
leşmesine, özellikle “Yardımlaşma Köylerinin” kuruluşuna ayır
dıkları dükkânlardı. “Faaliyetleri ticarî olduğu kadar eğitime ve
propagandaya yönelikti; am açları, ortak çaba sonucu yeni top
lumun kurulm asıydı.” Sendika üyelerinin kurduğu “Sendika
Atelyeleri” daha çok üretici kooperatifleri niteliğindeydi, bura
larda işsiz zanaatkârlar iş alanları bulabiliyor, ya da grev sırasın
237
da grev fonunu kullanmak yerine biraz para kazanabiliyorlardı.
Owenci “Emek Borsası”nda, kooperatif fikri kendine özgü bir
kuruma dönüşmüştü. Borsa ya da pazarın özünde, zanaatların
birbirini bütünleyici niteliğinden yararlanılması yatıyordu; za
naatkarların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayarak kendilerini
piyasanın iniş çıkışlarından koruyabilecekleri düşünülüyordu;
daha sonra bunun yanında geniş bir dolaşım alanına yayılan
emek-para kullanımı yer aldı. Bugün böyle bir araç inanılmaz
gibi görülebilir, ama Owen’in zamanında yalnız ücretli emeğin
değil, kâğıt para kullanım ının da niteliği henüz tam anlaşılmış
değildi. Sosyalizm Bentham cı hareket içinde türlü türlüsüne
rastlanılan böyle proje ve buluşlardan ayrı görülmüyordu. Yal
nız isyankâr m uhalefet değil, saygın orta sınıf da henüz yeni
deneyim lere açıktı. Jerem y B entham ’ın kendisi bile, O w en’in
fütürist eğilim projesine yatırım yapmış ve hisse sahibi olm uş
tu. Owenci cemiyetler, yoksullara yardım konusuyla ilgili ola
rak incelediğimiz Yardım laşm a K öyleri planlarını desteklem ek
üzere düşünülmüş birlikler veya klüplerdi; bu, uzun ve seçkin
deneyimlere sahip bir fikrin, tarım üreticileri kooperatifi fikri
nin, kaynağını oluşturuyordu. Sendikalisı amaçlı ilk ulusal üre
ticiler örgütü, in şaatçılar Sendiltası'ydı (Operative Builders’ Uni
on). Bu “en geniş düzeyde" binalar kurmuş, kendi para birim i
ni oluşturmuş ve üretici sınıfların kurtuluşu yolunda büyük bir
birliğin geliştirilmesi için gerekli yöntem leri kullanm ıştı. On-
dokuzuncu yüzyılın üretici kooperatifleri, bu girişimle başlar.
Kısa sürede sendikalar ve yardımlaşma cemiyetlerinden oluşan
oldukça gevşek bir federasyon içinde bir milyona yakın işçi ve
zanaatkârı kapsar duruma gelen son derece iddialı Sendikalar
Birliği de, in şaatçılar Sendikası (veya lon cası) ile ona bağlı
“parlam ento”dan kaynaklanm ıştı. Amaçlanan, barışçı yollarla
sanayi direnişini sağlamaktı. Bu çelişkili bir amaç gibi görüne
bilir; ama hareketin dinî bir mesaj taşırcasına ortaya çıktığı sıra
larda yalnızca tarihî görevin bilincine varılmasıyla işçilerin ta
leplerinin karşı konulm az hâle geleceğine inanıldığı düşünü
lürse, çelişki ortadan kalkacaktır. “Tolpuddle şehitleri” bu ör
gütün kırsal alandaki dallarm dandı. Fabrika yasalarıyla ilgili
238
propaganda çalışmalarını Taze Hayal Cemiyetleri (Regenerati
on Societies) yürütüyordu, daha sonraları laik hareketin öncü
leri olan ahlâk cemiyetleri kuruldu. Banşçı direniş fikri, bunla
rın ortasında olgunlaştı. Fransa’da Sainı Sim onculuk gibi, Ingil
tere’deki Owenciltk da, manevî ilhamın bütün niteliklerini için
de taşıyordu, ama Saint Simon Hıristiyanlığın canlanması için
çalışırken, Owen m odem işçi sınıfı önderleri arasında Hıristi
yanlığa ilk karşı çıkandı. Büyük Britanya’nın dünyanın her ya
nında taklit edilen tüketici kooperatifleri, Owenciligin uygula
ma alanındaki en açık uzantılarıydı, ilk atılımın yavaşlayışı -y a
da yalnızca tüketici hareketlerinin çevresel alanında yaşayabil
m e si- sanayi İngiltere’si tarihinde manevi güçlerinin en önemli
yenilgisiydi. Gene de, Speenhamland döneminin ahlâkî çökü
şünü yaşamış bir halkın kendinde böylesine yaratıcı bir çaba
nın gerektirdiği dayanıklılığı bulabilmesi, onun sınırsız bir en-
telleklüel ve duygusal güce sahip olduğunu gösteriyor.
İnsana bir bütün olarak yaklaşan Owencilikta hâlâ ortaçağın
korporaıist yaşam mirasından bir şeyler kalmıştı. Bu İnşaatçılar
Loncası’nda ve, harekelin sosyal amaçlarının kırsal kesimdeki
yansımasında, Yardımlaşma Köyleri’nde, kendini gösteriyordu.
M odem sosyalizmin kaynağını oluşturmasına karşın, önerileri
yalnızca kapitalizmin yasal yönü olan mülkiyet konusunu te
mel almıyordu. Sainı-Sim on’un yaptığı gibi, yeni sanayi olgusu
üzerinde durduğu için makinenin oluşturduğu tehdidi görebil
mişti. Ama Owenciligin belirleyici niteliği, sosyal bir yaklaşım
gerektiğini vurgulam asıydı: Toplum un ek onom ik ve siyasal
alanlara bölünüşünü kabul etmiyor, zaten siyasal eylemi de bu
nun için yadsıyordu. Ayrı bir ekonomi alanının kabul edilmesi,
kazanç ve kâr ilkelerinin toplumun düzenleyici gücü olarak be
nimsenmesine yol açacaktı. Owen bunu benimsemeyi reddedi
yordu. Dahası, m akinenin topluma yerleşm esinin ancak yeni
bir toplum içinde gerçekleşebileceğini fark etm işti. Olayların
sanayi ile ilgili yönü, onun için hiçbir biçim de ekonom ik yö
nüyle kısıtlı değildi (bu tür bir kısıtlama topluma pazarlamacı
lık açısından bakmak olurdu ki, Owen bunu kesinlikle benim
semiyordu). New Lanark deneyi ona bir işçinin yaşamında üc-
239
reılerin pek çok unsurdan, doğal çevre ve ev çevresi, metaların
kalitesi ve fiyatı, iş güvencesi ve işte ilerleme olanağı gibi un
surlardan, yalnızca bir tanesi olduğunu öğretmişti. (Kendilerin
den önceki bazı firmalar gibi, New Lanark fabrikaları da yapıla
cak iş olmadığı zaman dahi işçileri bordroda tutmayı sürdürü
yorlardı.) Ama uyumun sağlanabilmesi için bundan çok daha
fazlası gerekliydi. Çocukların ve yetişkinlerin eğitimi, eğlence,
dans ve müzik olanakları ve, bunlarla birlikte, hem yaşlıların
hem gençlerin sahip olmaları gereken yüksek ahlâk standartla
rıyla ilgili varsayımlar, içinde bütün çalışanların yeni bir statüye
sahip oldukları atm osferi oluşturuyordu. Avrupa’dan (halta
Amerika’dan) gelen binlerce kişi New Lanark’ı geleceğe ait k o
runmuş bir beldeymişçesine ziyaret etti. Burada olanaksız gibi
görünen bir şey, insanlığını koruyan insanlar kullanarak kâr
eden bir fabrika yönetimi başarılmıştı. Ama Owen’tn fabrikasın
da ücretler komşu şehirlerde geçerli olan ücretlerin epeyce al
tındaydı. New Lanark'da kârlann kaynağı, esas olarak, daha kı
sa bir çalışma süresi içinde daha çok üretim yapılabilmesiydi.
Bunun nedeni de, kusursuz bir yönetim ve dinlenm iş işçilerdi,
bu üstünlükler, insanca bir yaşamın gereklerini karşılamak üze
re alınan önlem lerin yol açtığı yüksek gerçek ücretleri bol bol
karşılıyordu. Ama işçilerin Owen’a neredeyse tapınmalarına yol
açan da yalnızca bu insanca yaşamın sağlanışıydı. Bu tür dene
yimlerden Owen, sanayi sorununu sosyal olarak, yani ekono
minin ötesinde ele alan bir yaklaşım çıkarmıştı.
Sezgisinin başka b ir katkısı da, kapsayıcı bir bakış açısına
karşın, işçinin yaşamına hakim olan som ut fiziksel gerçeklerin
belirleyici niteliğini anlam ış olm asında yatıyor. Kapsayıcı bir
bakış açısına sahip olm akla birlikte, Hannah M ore’un ve onun
ucuz risalelerinin transandantalizm ine dinî duygularıyla baş
kaldırıyordu. Bu risalelerden birinde, Lancashire’li bir m aden
ci kızın başından geçenler örnek gösteriliyordu. Bu kız dokuz
yaşındayken kendinden iki yaş küçük erkek kardeşiyle birlik
le çalışm ak üzere madene indirilm işti.10 “Babasının peşinden
240
neşeyle köm ür kuyusunun dibine inm iş ve orada, bu küçük
yaşında, cinsiyetini m azur gösterm eye çalışm adan, m adenci
lerle, bu kaba saba ama topluma yararlı insanlarla birlikle aynı
işi yapmaya başlam ıştı.” Babası bir maden kazasında çocukla
rının gözleri önünde can vermişti. Bunun üzerine küçük kız
hizmetçi olarak çalışm ak istem iş, ama m adencilik yaptığı için
bu konudaki ön yargılar yüzünden iş bulam am ıştı. Allahtan,
belaları nim ete dönüştüren ilah! güçler sayesinde, güçlülüğü
ve sabrı dikkat çekm iş, m adende yapılan soruşturm adan da
öyle parlak bir biçim de çıkm ıştı ki, sonunda işe alınm ıştı. R i
sale şöyle devam ediyordu: “Bu öykü y oksullara, yaşam ları
içinde çaba gösterdiklerinde, belirli bir bağım sızlığa kavuşa
m ayacak kadar kötü bir durum a nadiren d ü şeb ilecek lerin i
gösterm eli. H içbir durum un birçok soylu niteliğin korunm ası
na meydan vermeyecek derecede kötü olamayacağını da.” M o
re kardeşler açlıktan ölm e durumundaki işçiler arasında çalış
mayı seçm iş, ama onların fiziksel acılarıyla ilgilenmeyi reddet
mişlerdi. Sanayiin yol açtığı fiziksel sorunları, yüce gönüllü
lüklerinin eli açıklığı içinde, işçilere belirli bir sosyal konum
ve işlev ihsan ederek çözm e eğilimindeydiler. Hannah More,
kahram anının babasının toplum un çok yararlı bir üyesi oldu
ğunu ileri sürüyordu. Kızın meziyetleri ise, işverenlerin takdi
riyle kanıtlanm ıştı. Hannah More, toplum un işlerliği için bun
dan daha fazlasına gerek olmadığı kanısındaydı.” O w en’in yüz
çevirdiği H ıristiyanlık, insan dünyasını kontrol altına alm a ça
balarını yadsıyan bir H ıristiyanlıktı. Bu, In cil’i aşan yeni bir
gerçeklikle, insanın karmaşık bir toplum daki durumuyla ilgili
bu gerçeklikle yüzleşmek yerine, Hannah More’un sefil kahra
manlarına atfedilen hayalî m ertebeler ve işlevleri göklere ç ı
karmayı yeğleyen bir Hıristiyanlıktı. Hannah More, yoksullar
alçalışlarına ne kadar kolay başeğerlerse, tanrısal teselli kay
naklarına yönelm eleri de o kadar kolay olur diye düşünüyor
du. Hem yoksulların selam eti, hem de sonuna kadar inandığı
piyasa toplum unun işleyişi için bu tanrısal kaynaklara bel bağ-
241
lam ışıı. Onu bu inançlara yönelten ilham ın sam im iyetinden
kuşku duyamayız. Ama yüksek sınıfların en cöm ertlerinin bit
kisel bir iç yaşamı sürdürmek için dayandıkları bu boş H ıristi
yanlık artıkları, İngiltere halk tabakasının giriştiği toplum u
kurtarma çabasının ruhunu oluşturan sanayi dinine duyulan
yaratıcı inançla karşılaştırıldığında, çok zayıf kalıyordu. Gene
de kapitalizmin önünde bir gelecek olduğu açıktı.
Çartisl hareket o derece farklı istek ve dürtülere hitap edi
yordu ki, O w en’in uygulamadaki başarısızlığının ardından or
taya çıkışı ve zamansız girişim leri önceden tahmin edilebilirdi.
Bu, anayasal kanallardan hüküm eti etkilem eye yönelik yalnız
ca siyasal bir çabaydı; hüküm et üzerinde baskı oluşturm a da
ha önce orta sınıflara oy hakkı kazandırm ış olan Reform Hare
ketinin geleneksel çizgisini izliyordu. Ç artist bildirgenin altı
maddesinde genel oy hakkı isleniyordu. Oy hakkının bu tür
yaygınlaşm asının Reform Parlam entosu tarafından yüzyılın
üçte biri boyunca büyük bir katılıkla geri çevrilm esi, Bildirge
nin gördüğü açık kitle desteğine karşı kaba kuvvet kullanılm a
sı, 1 8 4 0 ’lı yılların liberallerinin genel seçim le başa gelen hükü
met fikrini dehşetle karşılam aları, hep demokrasi kavramının
İngiliz orta sınıflarına ne derece yabancı olduğunu gösteren
şeylerdi. Ancak işçi sınıfı kapitalist ekonom i ilkelerini kabul
ettikten ve sendikalar sanayiin düzenli işleyişini ana am açlan
olarak benim sedikten sonra, orta sınıflar belirli düzeydeki iş
çilere oy hakkı tanımaya razı oldular; yani Ç anist hareket si
lindikten ve işçilerin oy hakkını kendi fikirlerini gerçekleştir
mek için kullanm ayacakları iyice açığa çık tık tan sonra. Bu,
em ekçiler arasında süregelen organik ve geleneksel yaşam bi
çim lerinin oluşturduğu engelleri aşmaya yardımcı olduğu için
piyasa biçim lerin ce varoluşun yaygınlaşması açısından haklı
görülebilir. Yaşamları Sanayi Devrimi içinde köklerini yitiren
halk tabakalarının uyumunu sağlamak, onları ortak ulusal bir
kültürün içine yerleştirm ek gibi bütünüyle farklı bir am aç ise,
gerçekleştirilm ed en kalm ıştı. H alkın önderliği paylaşabilm e
yeteneği böylesine onm az bir biçim de zed elendikten sonra
halka oy hakkı tanım ak durumu düzeltemezdi. Hakim similar,
242
yozlaştırıcı etkilerden korunm ak için ulusun kültür ve eğitim
alanlarında birlik ve bütünlüğünü gerektiren bir uygarlık tü
rüne uzlaşma tanımaz bir sın ıf yönetim i ilkesini uygulamak
gibi bir hata işlemişlerdi.
Ç artisı hareket siyasal bir hareketti, dolayısıyla da anlaşıl
ması O wenciligin anlaşılm asından daha kolaydı. Gene de ha
reketin duygusal derinliğinin, hatta kapsam ının, içinde yer al
dığı dönem e yaratıcı bir biçim de bakm adan anlaşılabileceği
kuşkulu. 1789 ve 1 8 3 0 yılları, devrim i Avrupa’da olağan bi
kurum durum una getirdi. 1848 Paris ayaklanm asının tarihi
Berlin ve L ondra’da öyle bir kesinlikle tahm in edilm işti ki,
sanki söz konusu olan sosyal bir karmaşa değil, bir fuarın açı
lışıydı; hiç sektirm eden B erlin ’de, Viyaııa’da, Budapeşte’de,
hatta bazı İtalyan şehirlerinde, bunu izleyen devrim ler yer al
dı. Londra’da büyük bir gerilim yaşanıyordu; h erkes, hatta
Çarıisılerin kendileri, Parlamentoyu halka oy hakkı vermeye
zorlam ak üzere şiddete başvurulm asını bekliyordu. O sırada
yetişkin erkeklerin yalnızca yüzde 15’i oy hakkına sahipti. İn
giltere tarihinin hiçbir dönem inde düzenin korunm ası için 12
Nisan 1848'de olduğu kadar yoğun bir güç seferber edilm e
miştir; o gün yüz binlerce yurttaş, özel görevli sıfatıyla, silah
larım Çartistlere yöneltm ek üzere hazırlanm ıştı. Paris Devri
mi, İngiltere’deki halk hareketinin zafere ulaşm asını sağlaya
bilmek açısından ço k geç yer almıştı. Yoksullar Yasası Refor
munun uyandırdığı isyan duygusu da, Kırklı A çlık yıllarının
acıları da artık önem ini yitiriyordu; ticaret artışları istihdam ı
artırıyordu ve kapitalizm vaatlerini yerine getirmeye başlam ış
tı. Çartistler sükunet içinde dağıldılar. Parlam ento onların is
teklerini sonradan, başvuruları Avam Kam arasında beşe bir
çoğunlukla geri çevrildikten sonra ele aldı. M ilyonlarca imza
boş yere toplanm ıştı. Çartistler boş yere yasalara boyun eğen
yurttaşlar gibi davranmışlardı. Hareketleri galipler tarafından
gülünç düşürülerek bir kenara itildi. Böylece Ingiltere halkı
nın ülkede genel oy hakkına dayanan bir dem okrasi kurmak
için giriştiği en büyük siyasal çaba sona erdi. Bir iki yıl sonra
Çarıizm neredeyse unutulmuştu.
243
Sanayi Devrimi Kıta Avrupası’na yarım yüzyıl sonra ulaştı.
Orada işçi sınıfı toprak çevrilm esi gibi bir hareketle topraktan
uzaklaşıırılm am ıştı; tersine, daha yüksek ücretlerin ve şehir
yaşamının çekiciliği, yan serf tarım em ekçisinin malikaneden
aynlıp, geleneksel aşağı orta sınıflarla kaynaşarak şehirli bir
görünüm kazanabileceği şehirlere göç etm esine yol açtı. Sefa
let bir yana, bu yeni ortam ında kendini yükselm iş buluyordu.
Kuşkusuz konut durumu berbattı, yirm inci yüzyılın başlarına
kadar alkolizm ve fuhuş da şehirdeki işçilerin aşağı kademele
rinde iyice yaygındı. G ene de, bu durum saygın bir aile geçm i
şine sahip İngiliz kiracı çiftçinin durumuyla kesinlikle karşı
laştırılamazdı. Kendini fabrika çevresindeki varoşların sosyal
ve fiziksel çirkefine batmış bulan İngiliz kiracı çiftçinin duru
mu, bir gün içinde ahırda yaşayan bir gündelikçi olm aktan çı
kıp modern bir şehrin sanayi işçileri arasında yer alan Slovak,
halta Pom ak tarım işçisinin durumundan son derece farklıydı.
Eski M anchester ve Liverpool sokaklannda gezinen lrlandalı
ve G alli g ü nd elikçiler Avrupa benzeri bir deneyim geçirm iş
o lab ilirler, am a Ingiliz bağım sız çiftçisin in veya top raktan
uzaklaştırılm ış kiracının oğlu, kesinlikle sosyal konum unda
bir yükselm e olduğunu düşünem iyordu. Buna karşılık. Kıta
Avrupası’nın bağımsızlığını yeni kazanmış köylü ayak takım ı,
yalnızca orta sınıfın alı tabakalarından köklü kültürel gelenek
lere sahip esnaf ve zanaatkarların değil, sosyal açıdan çok da
ha yüksekle olm asına karşın yöneLici sınıftan aynı derecede
uzakla bulunan burjuvazinin düzeyine bile yükselm e olanağı
na sahipli. Feodal soylular ve Roma kilisesine karşı, yüksel
mekte olan orta sın ıf ve işçi sınıfı sıkı bir ittifak içindeydi. En-
tellektüeller, özellikle de üniversite öğrencileri, m utlakiyet ve
ayrıcalıklara karşı ortak direniş içinde bu iki sın ıf arasındaki
birliği güçlendiriyorlardı. İngiltere’de ise orta sınıflar, ister on-
yedinci yüzyıldaki gibi toprak sahipleri veya tüccarlar, ister
ondokuzuncu yüzyıldaki gibi çiftçiler veya tü ccarlar olsun,
haklarını yalnız başlarına k oruyabilecek kadar güçlüydııler,
18 32’deki neredeyse devrimci girişimleri içinde bile işçi sınıfı
nın desteğini aramadılar. Ayrıca, Ingiliz soyluları yükselen sı
244
nıfların içinde en zenginleri aralarına alıp, sosyal hiyerarşinin
üsl katm anlarım genişletm ekten hiç geri durmadılar. Oysa K ı
ta Avrupası’nda yarı feodal soylular kızlarını ve oğullarını ke
sinlikle burjuvaziyle evlendirmiyor, mirasın en büyük çocuğa
kalması gibi bir kurum un yokluğu da, soyluları etkin bir b i
çimde öteki sınıflardan ayırıyordu. Dolayısıyla eşil hak ve öz
gürlüklere doğru atılan h er adım, Avrupa’da orta sınıflara ve
işçi sınıfına aynı biçim de yarar sağladı. 1789’dan, hiç olmazsa
1830’dan beri, işçi sınıfının burjuvazinin feodalizme karşı mü
cadelesinde yer alm ası bir gelenek olm uştu. M ücadelenin so
nunda, zaferin meyvaları paylaşılırken, burjuvazi tarafından
sürekli kandırılsa da durum böyleydi. İşçi sınıfı ister kaybet
sin, ister kazansın, deneyim leri artıyor, amaçları siyasal bir dü
zeye yükseliyordu. Sınıf bilincinden anlaşılan da buydu. Marx-
gil ideolojileri, olaylar içinde sanayideki konum unu ve siyasal
gücünü yüksek siyaset aracı olarak kullanmayı öğrenm iş olan
şehirli işçilerin bakış açısı biçim lendirm işti. Ingiliz işçileri sen-
dikalizm in kişisel ve sosyal sorunlarıyla ilgili sanayideki ey
lemlerin taktik ve stratejisini de içeren önem li deneyim ler ka
zanır ve ulusal siyaseti kendilerinden daha iyi bilenlere bıra
kırken, Orta Avrupa işçisi siyasetle ilgili bir sosyalist oluyor,
doğal olarak özellikle kendi çıkarlarını ilgilendiren konularda
devlet idaresinin sorunlarıyla ilgilenmeyi öğreniyordu.
Büyük Britanya ile Kıta Avrupası’nın sanayileşmesi arasında
yarım yüzyıllık b ir fark olduğunu söylerken, ulusal birliğin
kurulması açısından bu zaman farkının çok daha önem li oldu
ğunu kabul etm em iz gerek. İtalya ve Alm anya, İngiltere’nin
yüzyıllarca ön ce varm ış olduğu ulusal birlik düzeyine ancak
ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında ulaştılar; küçük Doğu
Avrupa devletlerinin bu noktaya gelmesi daha da sonraydı. Bu
devlet kurma süreci içinde, işçi sınıflan çok önem li bir rol oy
nadılar ve böylece siyasal deneyim leri daha da arttı. Sanayi ça
ğında böyle bir sürecin sosyal siyaset içerm em esi olanaksızdı.
Bismarck yeni bir devir açan sosyal yasalarla ikinci R eich ’in
birliğini sağlamaya çalıştı. İtalya birliği dem iryollarının devlet
leştirilm esiyle hız kazandı. Avusıurya-M acaristan krallığında,
245
bu ırklar ve halklar yığını içinde, Kraliyetin kendisi defalarca
m erkezileştirm e ve im paratorluğun birliğini sağlama işlerinde
işçi sınıfının desteğine başvurdu. Bu daha geniş alanda da, sos
yalist partiler ve işçi sendikaları yasama üzerindeki etkilerini
kullanarak, çeşitli biçim lerde sanayi işçisinin çıkarlarına hiz
m et etm e olanağı buldular.
M addeci önyargılar, işçi sınıfı sorununun ana hatlarının be
lirginliğini yitirm esine yol açtı. Lancashire’de kapitalizm in ilk
d ö n em lerin d eki k o şu lların k ıta Avrupası’ndan g özlem ciler
üzerinde bıraktığı korkunç etkiyi anlam ak İngiliz yazarlarına
güç geliyordu. Bunlar, çalışm a koşulları çoğu kez İngiliz yol-
daşlarm ınki kadar kötü olan Orta Avrupa tekstil endüstrisin
deki zanaatkarların daha da düşük yaşam düzeyine işaret etli
ler. Ama bu karşılaştırm a en önem li noktanın gözden kaçm a
sına yol açıyordu, yani Avrupalı işçinin sosyal ve siyasal konu
m undaki yükseliş karşısında İngiliz işçisinin konum undaki
düşüşü dikkate almıyordu. Avrupa işçisi Speenham land’ın al-
çaltıcı düşkünleşm e sürecinden geçm em işti. Serflik durum un
dan çıkıp -d a h a doğrusu y ü k selip - fabrika işçisi, kısa bir süre
sonra da oy hakkına sahip sendikalı bir işçi olm uştu. Dolayı
sıyla, İngiltere’de Sanayi Devrim ini izleyen kültürel felaketin
bir benzerinden yakasını kurtarabilm işti. Ayrıca, Kıta Avrupa-
sınm sanayileşm esi, yeni üretim tekniklerine uyum sağlama
olanaklarının gelişm iş olduğu bir dönem e rastlıyordu. Bu da.
hemen hemen bütünüyle, İngiliz sosyal korum acılık yöntem
lerinin benim senm esine bağlıydı.12
Kıta Avrupasmda işçi, Sanayi Devrim inin etkilerinden çok
-sosyal anlamda Avrupa’da böyle bir şey o lm am ıştı- fabrika ve
em ek piyasasının olağan koşullarına karşı korunm a ihtiyacm-
daydı. Bunu özellikle yasama yoluyla elde etti, oysa İngilte
re’deki yoldaşları aynı şeyi daha ço k gönüllü birliklere -iş ç i
send ikalarına- ve em ek üzerinde tekel gücü oluşturabilm eleri
ne bağlı olarak sağlıyorlardı. G öreli olarak, sosyal sigorta Kıta
A frupası’na İngiltere’den ço k ön ce geldi. Bu fark kolayca Av-
246
rupalıların siyaset eğilim iyle ve em ekçi kitlelerin Ingiltere’yle
kıyaslandığında genel oy hakkını çok daha çabuk kazanm ış
olm alarıyla açıklandı. Ekonom ik açıdan zorunlu ve gönüllü
koruma yöntem leri -yasam a ve sen d ik acılık - arasındaki fark
abartılm am ak, ama siyasal açıdan bu farklılığın önem i çok bü
yük. Kıta Avrupası’nda işçi sendikaları, işçi sınıfı siyasi partile
rinin yarattığı şeylerdi, İngiltere’de siyasi partiyi yaratan sendi
kalardı, Kıta Avrupası’nda sendikacılık az çok sosyalistleşir-
ken. Ingiltere’de siyasi sosyalizm bile özünde sendikacı olarak
kaldı. İngiltere’de ulusal birliği güçlendiren genel oy hakkı,
bazen Kıta Avrupası’nda bunun tam tersi bir etki yaptı. İngil
tere’den ço k orada, Pitt ve Peel’in, Tocqueville ve M cCaulay’ın
genel oy hakkına dayanan hüküm etlerin ekonom ik sistem için
bir tehlike oluşturacakları yolundaki kaygıları doğru çıktı.
Ekon om ik açıdan, İngiltere ve Kıta Avrupası’ndaki sosyal
koruma yöntem leri benzer sonuçlar verdiler, istenilen bu yol
dan gerçekleşti: Yani em ek gücü olarak tanınan üretim faktörü
için kurulm uş piyasalar bozuldu. Böyle bir piyasa ancak ücret
lerin fiyatlarla birlikte düştüğü bir durumda am acına ulaşabi
lir. İnsanî terim lerle, işçi için böyle bir önerm enin anlam ı, aşı
rı bir gelir dengesizliği, tam bir profesyonel ölçüt yokluğu, ay
rım yapmayan bir itilip kakılmayla karşılaşma, piyasanın kap
rislerine sonuna kadar bağım lılıktı. M ises haklı olarak şunu
öne sürüyordu: “Eğer işçiler sendikacılık yapmaktan vazgeçer
ve em ek piyasasının gereklerine göre taleplerini düşürüp yer
lerini değiştirirlerse, sonunda iş bulabilirler.” Bu, em eğin meta
niteliği göre kurulm uş bir sistem içindeki durum u tam olarak
özetliyor. Nerede satılacağı, ne amaçla kullanılacağı, hangi fi
yatla el değiştireceği ve ne biçim de tüketileceği veya yok edile
ceğine karar verm ek, m etanın kedisine düşmez. Bu çok tutarlı
liberal şöyle yazıyordu. “Ü cret yokluğunun iş yokluğundan
daha iyi b ir terim olduğu kim senin aklına gelmiyor, oysa işsi
zin bulamadığı iş değil, işin karşılığıdır.” O rijinal olduğu söy
lenem ezse de, M ises haklıydı; kendisinden 150 yıl ö n ce Pisko
pos W hately: “Bir adam iş dilendiği zaman istediği iş değil üc
rettir” dem işti. G ene de, teknik açıdan, “kapitalist ülkelerde
247
işsizlik, hem hüküm etin hem de işçi sendikalarının uygula
dıkları politikaların ü cretleri em eğin o andaki verim liliğiyle
bağdaşmayan bir düzeyde tutm ayı am açlam alarına bağlıdır”,
saptaması doğru, çünkü M ises’in sorduğu gibi “işsizliğin işçi
lerin em ek piyasasında yapabilecekleri ve yapmaya istekli ol
dukları iş için ödenen ücretlerle çalışm ayı reddetmelerinden
başka ne nedeni olabilir?” Bu, işverenin emeğin hareketliliği
ve ücretlerin esnekliği yolundaki taleplerinin ne anlam a geldi
ğini aydınlatıyor: Yukarıda tanım ladığım ız, insan em eğinin bir
meta olduğu bir piyasa anlam ına geliyor bu şekliyle.
Sosyal korum anın doğal am acı, böyle bir kurum u yıkm ak
ve onun varoluşunu olanaksız kılm aktı. Aslında, em ek piyasa
sının ana işlevini yerine getirm esine, ancak ücretler ve çalışma
koşullarının, ölçütler ve düzenlem elerin sözde m etanın, em e
ğin, insan niteliğini korum asını sağladığı durumlarda izin ve
rilm işti. Sosyal yasaların, çalışm a yasalarının, işsizlik sigortası
nın ve özellikle işçi sendikalarının, em eğin hareketliliği ve üc
retlerin esnekliğini engellem ediklerini söylem ekle aynı şeydir.
Bu am aç, insan em eğiyle ilgili olarak arz ve talep yasalarına
m üdahale etm ek, em eği piyasanın yörüngesinden çık arm ak
tan başka bir şey değildi.
248
15. Piyasa ve Doğa
249
bir şey. Bûlün bunlara karşın, insanı doğadan ayırmak ve top-
lumu gayrim enkul piyasasının gereklerine göre düzenlem ek,
ûıopik piyasa ekonom isi fikrinin hayati bir yönüydü.
Böyle bir atılım ın gerçek anlam ının m odern söm ürgecilik
alanında açıklığa kavuştuğunu görüyoruz. Söm ürgecinin top
rağı içinde göm ülü zenginlikleri elde etm eği am açladığı bir
yer olarak mı, yoksa yalnızca yerlileri yiyecek ve hammadde
fazlası üretmeye zorlam ak için mi istediği çoğu kez önem li de
ğil; yerlinin söm ürgecinin doğrudan denetim i altında mı yok
sa h erhangi bir d o lay lı zo rlam a b içim in d e mi ça lıştığ ı da
önemsiz. Çünkü, bu durum ların hepsinde, yerlinin yaşamının
sosyal ve kültürel yapısının parçalanm ış olm ası şart.
Bugünkü söm ürgecilik durum uyla, Batı Avrupa’nın bir iki
yüzyıl önceki durumu arasında önem li bir koşutluk var. Ama
toprağın metalaşması sömürgelerde birkaç yıla veya birkaç on
yıla sıkıştırılabilirken, Batı Avrupa’da yüzyıllarca sürm üştü.
Tehdit, kapitalizm in yalnızca ticari olm ayan biçim lerin in
gelişmesiyle oluştu. İngiltere’de, Tudor devrinden başlayarak,
tarımsal kapitalizme ve toprağa karşı kapitalizmin gerektirdiği
bireyselleşmiş bir yaklaşım a, yani otlağa dönüştürm e ve top
rak çevrilmesi hareketlerine, rastlanıyordu. O nsekizinci yüzyı
lın başından beri sanayi kapitalizm ine rastlanıyordu; sanayi
kapitalizmi de, İngiltere’de olduğu gibi Fransa’da da, özellikle
kırsal alanlarda yer alıyor ve fabrikalarıyla işçilerini yerleştire
bileceği bölgeler gerektiriyordu. Toprağın m ülkiyelinden çok
kullanım ını etkilem esine karşın, en önemli nokta ondokuzun-
cu yüzyılda hem en hemen sınırsız yiyecek ve hammadde ihti
yaçlarıyla sanayi şehirlerinin gelişmesiydi.
Yüzeysel olarak, bu tehditlere karşı oluşan tepkiler arasında
çok az benzerlik vardı. G ene de bunlar, yeryüzünün sanayi
toplum unun gereklerine boyun eğişinin belirli aşamalarıydı.
İlk aşama, toprağın ticarileşm esiydi; bu topraktan elde edilen
feodal gelirin yatırım lara yönelm esine yol açtı, ik in ci aşama,
yiyecek ve organik hammadde üretim inin ulusal düzeyde hız
la büyüyen sanayi nüfusunun ihtiyaçlarına hizmet etme ama
cıyla artınlm asıydı. Ü çüncüsü, bu artık üretim sistem inin dış
250
ülkelere ve sömürge bölgelerine yayılmasıydı. Bu son adımla,
toprak ve ürünü nihayet, kendi kurallarına göre işleyen bir
dünya piyasası düzeni içine yerleşiyordu.
Toprağın ticarileşm esi, yalnızca Batının şehirleşm iş m erkez-
Terinde ve İngiltere’de ondördüncü yüzyılda başlayan ve beş-
yüz yıl sonra, Avrupa devrim leri sırasında serdik kalıntıları
yok olurken, sonuçlanan feodalizmin ortadan kaldırılm ası sü
recinin başka bir adı. İnsanı topraklan ayırm ak, ekon om ik
bünyeyi, her unsurun en yararlı olacağı yerde kullanılabilm e
sini sağlayacak biçim de, çeşitli unsurlarına ayrıştırm ak anla
mına geliyordu. Yeni sistem ilk kez özümsemeye uğraştığı eski
sistem in yanı başında, hâlâ kapitalizm öncesi bağlarla kısıtlı
toprak üzerinde bir güç elde ederek kuruldu. Toprağa feodal
biçim lerde el konulm ası önlendi. “Amaç, kom şuluk ve akra
balık örgütlerinin bütün hak iddialarını, özellikle soyluluğun
canlı kesim lerinin ve Kilisenin toprağın ticaret ve ipotek ko
nusu olmasını önleyen hak iddialarım ortadan kaldırm aktı.’’1
Bu kısmen kişisel güç ve şiddet kullanım ıyla, kısm en de tepe
den veya aşağıdan gelen devrimler, savaş ve fetih, yasama eyle
mi, idari baskı ve uzun süreler içinde bireylerin dar kapsamlı
kendiliğinden eylemleriyle gerçekleştirildi. Çözülm enin ardın-
.dan hem en loparlanılm ası veya bunun sosyal bünyede işleyen
bir yara açm ası ön celikle süreci düzenlem ek için alınan ö n
lemlere bağlıydı. H üküm etlerin kendileri de, güçlü değişim ve
uyum sağlama unsurları yaratıyorlardı. Ö rneğin, Kilise top
raklarına el konulm ası, İtalyan Risorgim enlo dönem ine kadar
modern devletin tem ellerinden ve, bu arada, toprağın düzenli
bir biçim de bireylere devrinin ana yöntem lerinden biriydi.
En önemli adım lar Fransız Devrimi ve 1 8 3 0 ve 1 8 4 0 ’lı yılla
rın Bentham cı reformlarıyla atıldı. Bentham şöyle yazıyordu:
“Tarımın gelişm esine en uygun koşullar, toprağın varis tara
fından satılm asını önleyen düzenlem elerin, elden çıkarılam a
yacak m ülkün, ortak arazilerin, mahsul vergilerinin olmadığı
yerde bulunur...” M ülkiyetle ilgili konularda, özellikle toprak
251
m ülkiyetinde, bu tür özgürlükler, Bentham cı birey özgürlüğü
kavramının önem li bir yönünü oluşturuyordu. Bu tür özgür
lüğün şöyle veya böyle yaygınlaşmasını sağlamak, Müruru Za
mana Dayanan Haklar Yasasının, M iras Yasasının, Gayrimen-
kuller Yasasının, 1801 G enel Toprak Çevrilm e Yasası ve onu
izleyenlerin2 ve 1841’den 1 9 2 6 ’ya kadar derebeylik kayıtlarına
göre mülkiyetle ilgili olarak çıkarılan yasalann am acını oluş
turuyordu. F ran sa’da ve K ıta Avrupası’n ın büyük b ir b ö lü
münde, Napolyon Yasaları da, toprağı ticari bir mal, ipoteği de
özel bir sözleşm e durum una getirerek orta sın ıf mülkiyet bi
çim lerinin yerleşm esine yol açlı.
Birinciyle çakışan ikinci adım, toprağın hızla büyüyen şehir
nüfusunun ihtiyaçlarına boyun eğişiydi. Toprak fiziksel olarak
yer değiştirmese de, ürünleri, ulaşım olanakları ve yasalar izin
verdiği ölçüde, yer değiştirebilir. “D olayısıyla, m alların h a r e k e
li bir ölçü d e fa k t ö r le r in b ö lg e le r ar asın d a h areket ed em ey işin i
den g eler; veya (bu aslında aynı anlam a gelir) ticaret üretim
olan ak ların ın uygun olm ayan coğrafi d ağılım ın ın yarattığı
güçlükleri azaltır.”3 Böyle bir yaklaşım , geleneksel bakış açısı
na bütünüyle ters düşüyor. “Ne eski çağlarda, ne de Orta Ça
ğın ilk dönem lerinde günlük yaşamda kullanılan m allar dü
zenli bir biçim de alınıp satılırdı - bunun kuvvetle vurgulan
ması gerekiyor.”4 Tahıllardan arta kalanın, çevrenin, özellikle
yerel şehirlerin ihtiyaçlarını karşılam ası gerekirdi; onbeşinci
yüzyıla kadar h ububat piyasaları k esin lik le yerel bir örgüt
oluşturuyorlardı. Ama şehirlerin gelişm esi, toprak sahiplerini
ön celikle piyasa için üretim yapmaya itli ve - İngiltere’de -
metropolün gelişmesi, yetkililerin hububat ticaretiyle ilgili dü
zenlem eleri gevşetm elerine, onun hiçbir zaman ulusal olmasa
bile bölgesel ticarete dönüşm esine izin verm elerine yol açtı.
252
Daha sonra nüfusun onsekizinci yüzyılın ikinci yarısının sa
nayi şehirlerinde yoğunlaşm ası, dunım u, önce ulusal düzeyde
sonra da dünya düzeyinde, bütünüyle değiştirdi. Serbest tica
retin gerçek anlam ı bu d eğişikliği g erçek leştirm iş o lm aktı.
Toprak ürününün hareketi kırsal çevreden tropikal ve astropi
kal bölgelere doğru genişledi ve emeğin sanayi ve tarım iş bö
lümü yeryüzüne yayıldı. Sonuç olarak, uzak bölgelerin insan
ları, kaynağını bilm edikleri bir değişim girdabının içine çekil
diler. Avrupa ulusları ile, günlük faaliyetlerinde insan yaşamı
nın henüz sağlam a bağlanm am ış bir bü tü nselliğ in e bağtm lı
durum a geldiler. Serbest ticaretle b irlik te dünya düzeyinde
karşılıklı bağım lılığın korku nç tehlikeleri doğdu.
Toplan köksüzleşm eye karşı sosyal savunma alanı da saldırı
cephesi kadar genişti; geleneklere dayanan yasalar ve yasama
zaman zaman değişikliği hızlandırırken bazen de onu yavaş
lattılar. Gene de, geleneklere dayanan yasalar İle parlam ento
nun çıkardığı yasalar h er zaman m utlaka aynı yönde etki yap
mıyorlardı.
Em ek piyasasının gelişm esinde g eleneklere dayanan yasa
çoğunlukla olum lu b ir rol oynadı, emeğin meta kuram ı ilk kez
kesin bir biçim de iktisatçılar değil avukatlar tarafından öne
sürüldü. Emeğin örgütlenm esi ve kom plo yasaları durumunda
da, geleneklere dayanan yasa, bu örgütlü işçilerin birleşm e öz
gürlüğünü kısıtlam ak anlam ına geldiğinde bile, özgür em ek
piyasasının yanındaydı.
Ama toprak konusunda, geleneklere dayanan yasa tavır de
ğiştirerek değişim i ö n ce d esteklerken sonra ona karşı çıktı.
O naltıncı ve onyedinci yüzyıllarda geleneklere dayanan yasa
nın, m ülk sahibinin, ciddi yerleşm e ve istihdam sorunlarına
yol açtığında bile, toprağım kâr getirecek biçim de kullanabil
mesi hakkını savunduğu durumlar buna karşı çıktığı durum
lardan daha çoktu. Bildiğimiz gibi. Kıla Avrupası’nda bu Roma
hukukunun kabulüyle sağlanm ıştı; İngiltere’de ise, gelenekle
re dayanan yasa yerinde kaldı ve k ısıtlı O rta Çağ m ülkiyet
haklarıyla m odem bireysel mülkiyet arasındaki uçurum u, ana
yasal özgürlük açısınd an hayatî önem taşıyan hukukçuların
253
yaptığı yasa ilkesini zedelemeden kapatmayı başardı. Ö te yan
dan, onsekizinci yüzyıldan başlayarak, toprak konusunda ge
leneklere dayanan yasa modernleştirm eye yönelik yasama kar
şısın d a g eçm işin sav u n u cu lu ğ u n u y ü k lend i, am a zam anla
Benlham cılarm islediği oldu ve 1830 ve 1860 arasında sözleş
me özgürlüğü toprağa da uygulanmaya başlandı. Bu güçlü eği
lim yalnızca 1 8 7 0 ’te, yasama kesin bir biçim de yön değiştir
dikten sonra değişti. “K ollektivist” dönem başlamıştı.
Geleneklere dayanan yasanın ataleti, özellikle kırsal sınıfla
rın mesken ve iş olanaklarını sözleşm e özgürlüğünün etkileri
ne karşı koruma amacıyla yürürlüğe konulan yasalarla bilinçli
olarak artırıldı. Yoksulların konutlarının sağlığa uygun olm ası
nı sağlamak amacıyla kapsamlı bir çabaya girişildi; onlara kü
çük topraklar verildi, kendilerine varoşlardan uzaklaşıp doğa
nın temiz havasını içlerine çekm e, “efendilerin mesire yerle
rinden” yararlanma olanağı tanındı, lrlandalı sefil kiracılar ve
Londra’nın varoş sakinleri, onları körükörüne bağlanılan o ba
tıl itikattan, ilerlem eden, korumak üzere geliştirilm iş yasalarla
piyasa yasalarının kıskacından kurtarıldılar. Kıta Avrupası'nda
kiracıyı, köylüyü ve tanm işçisini şehirleşm enin etkilerinin en
şiddetlilerinden kurtaran özellikle parlam ento yasaları ve idari
eylemler oldu. M arx’i Ju n k er sosyalizm leriyle etkileyen Rod-
bertus gibi Prusya m uhafazakârları, Ingiltere’nin Tory-üem ok-
ratlanyla kan kardeşi olabilirlerdi.
Korum acılık sorunu, ülkelerin ve kıtaların bütününde tarım
nüfusuyla ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Uluslararası serbest ti
caret, kontrol edilmediğinde, ister islem ez tanm üreticilerinin
giderek büyüyen bir kesim ini yok edecekti.5 Bu kaçınılm az yı
kım süreci modern ulaşım araçlarının gelişmesindeki kopuk
lukla daha da güçleniyordu. M odern ulaşım araçlarının yeryü
zünün yeni bölgelerine uzanm ası, bundan elde edilecek ka
zanç çok önem li olmadığı sürece olanaksızdı. Ama bunlar ge
mileri ve demiryollarına yapılan yatırım lar kâr getirmeye baş
ladığında, yeni kıtalar açıldı ve bir hububat çığı mutsuz Avru
254
pa’nın üzerine yuvarlandı. Bu, klâsik teşhisin tam tersiydi. Ri
cardo en verim li toprağın ilk yerleşilen toprak olacağını bir
aksiyom haline getirm işti. Demiryolları arz küresinin en uzak
noktasında daha verim li topraklar bu ld u k larınd a, aksiyom
çarpıcı bir biçim de yerle bir edildi. Kırsal toplum u tam bir yı
kım tehlikesi altında olan Orta Avrupa köylülüğünü hububat
yasalarıyla korumaya ilildi.
Ama Avrupa’nın örgütlü devletleri uluslararası serbest tica
retin olum suz etkilerine karşı kendilerini korum a olanağına
sahipken, siyasal olarak örgütlenm em iş sömürge halkları bu
olanağa sahip değillerdi. Em peryalizm e karşı isyan, özünde,
söm ürge halklarının k end ilerini Avrupa ticaret politikasının
yol açtığı sosyal çözülm eye karşı güvence altına alabilm ek için
gerek duydukları siyasal konumu elde etm e çabasını oluşturu
yordu. Beyaz adamın loplum unun egemen konum u yardımıy
la kolayca elde edebileceği korum acılık, başka ırklar için bu
nun ön koşulu, siyasal devlet, gerçekleşm edikçe olanaksızdı.
T ü ccar sın ıflar toprağın ticarileşm esi yolundaki talepleri
destekliyorlardı. C obden, çiftçiliğin bir “iş” olduğu, dolayısıy
la iflas edenlerin ortadan çekilm eleri gerektiği yolundaki bulu
şuyla, İngiltere’nin toprak sahiplerini şaşkına çevirdi. Serbest
ticaretin yiyecek fiyatlarım ucuzlattığı anlaşılır anlaşılm az, işçi
sınıflar da davaya kazanıldı. İşçi sendikaları tarım kesim i düş
manlığının kaleleri durumuna geldiler ve devrim ci sosyalizm ,
dünya köylülüğünü birbirinden farksız bir gericiler yığını ola
rak dam galadı. U luslararası iş bölüm ü kuşkusuz ile rici bir
inançtı, buna karşı çıkanlar genellikle yargıları özel çıkarlar ve
doğal zekâ noksanlığı yüzünden sakatlanm ış kim selerdi. Sınır
lanmam ış serbest ticaretin bozukluklarını fark eden birkaç ba
ğımsız ve çıkar gözetmeyen düşünür de, sayılarının azlığı yü
zünden etkili olamadılar.
Ama gene de, sonuçların bilinçli olarak görülm em esi onla
rın gerçekliğini azaltmıyordu. Nitekim, ondokuzuncu yüzyıl
da, Batı Avrupa’daki toprağa bağlı çıkar sahiplerinin büyük et
kisi ve Orta ve Doğu Avrupa'da feodal yaşam biçim lerinin sü
rüp gitm esi, bu güçlerin toprağın ticarileşm esini önleyerek ha-
255
yaıi önem taşıyan bir korum a işlevini yerine getirm eleriyle
açıklanabilir. Şu soru sık sık ortaya gelir: Kıta Avrupası’nda fe
odal soyluluk yükselişini borçlu olduğu askeri, idari ve huku
ki gücü yitirdikten sonra bile, orta sınıfların devletinde nasıl
etkisini koruyabildi? Zaman zaman bunu açıklam ak için “sü
rüklenenler” kuram ı öne sürüldü, yani işlevini yitirm iş bazı
kurum ve özelliklerin yalnızca atalet nedeniyle var oluşlarını
sürdürebilecekleri söylendi. Ama hiçbir kurum un işlevi yok
olduktan sonra yaşayamayacağını söylem ek daha doğru olur
du - eğer ortada böyle bir durum varsa, bunun nedeni söz ko
nusu kurumun artık başka, m utlaka ilk işlevinin parçası olm a
sı gerekmeyen, yeni bir işleve hizm et etmesi olabilir. Dolayı
sıyla feodalizm ve toprağa bağlı m uhafazakârlık, toprağın tica
rileşm esinin korkunç etkisini zayıflatmak gibi bir am aca hiz
met ellik leri sü rece g ü çlerin i koruyabildiler. O zam anlarda
serbest ticaret taraftarları toprağın ülkenin bir parçasını oluş
turduğunu, egem enliğin bölgesel niteliğinin yalnızca duygusal
bağlara değil, kesin gerçeklere, bu arada ekonom ik gerekçele
re, dayandığını unutm uşlardı. “G öçm en halklardan farklı ola
rak, çiftçi kendini belirli bir yerde yapılan ilerlem elere bağlar.
Bu ilerlem eler olmazsa insan yaşamı ilkel, hayvanlarınkinden
farksız bir düzeyde kalır. Ve bu nlann insanlık tarihinde oyna
dıkları rol ne denli önem lidir! Onlar, yani tem izlenip ekilm iş
topraklar, evler ve diğer binalar, iletişim araçları, sanayi ve m a
dencilik de dahil olm ak üzere üretim için gerekli fabrikalar,
bütün sürekli ve taşınmaz ilerlem eler, bir insan topluluğunu
bulunduğu yere bağlayan unsurlardır. Kendiliğinden ortaya
çıkmazlar, nesiller süren bilinçli bir çabayla yavaş yavaş ger
çekleştirilm eleri gerekir ve hiçbir topluluk onları bırakıp baş
ka bir yerde sıfırdan başlayamaz. Egemenliğin siyasal kavram
larım ıza işleyen bölgesel niteliği buna bağlıdır.”6 Bütün bir
yüzyıl boyunca bu apaçık gerçek hiçe sayıldı.
E konom i tartışm ası k olaylıkla toprağın ve k aynaklarının
bütünlüğüyle ilgili güvenlik koşullarını içerecek biçim de ge-
6 H awlrey, R .G ., T h e Econom ic P r o b le m , 1 9 3 3 .
256
nişletilebilir; yani halkın hayatiyeti ve dayanıklılığı, yiyecek
kaynaklarının bolluğu, savunma malzemesinin miktarı ve n i
teliği, hatta orm anların yok oluşu ve toprağın aşınm ası tipinde
unsurlardan etkilenen ülke iklim i gibi kaynaklarla ilgili koşul
ları içerecek biçim de genişletilebilir. Bütün bunlar sonuçta bir
üretim faktörü olarak toprağa bağlıdır, ama hiçbiri piyasada,
arz ve talep m ekanizm asınca belirlenm ez. Varoluş ihtiyaçlarını
karşılam ak için bütünüyle piyasa işlevlerine bağım lı bir sis-
Lemde, (doğal olarak piyasa sistem i dışında) bu sistem in teh
dit ettiği ortak çıkarları koruyabilecek güçleri, doğal olarak pi
yasa sistem inin dışındaki güçlere, bel bağlanacaktır. Bu görüş
bizim sın ıf etkileriyle ilgili değerlendirmemizle bütünüyle tu
tarlı: Çağın genel eğilim ine ters düşen bazı gelişm eleri gerici
sınıfların (açıklanm am ış) etkisine bağlamak yerine, biz, bu sı
nıfların etkisini, dolaylı olarak bile olsa, topluluğun çıkarları
na ters düşüyor gibi görünen, yalnızca öyle görünen, gelişm e
lerin ardında yer alm alanna bağlıyoruz. Bu politikanın çoğu
zaman onların kendi çıkarlarına da hizm et etm esi, yalnızca sı
nıfların topluluğa hizm et etm ekten büyük yarar sağlayabile
cekleri gerçeğini kanıtlam ış oluyor.
Bunun bir örneği Speenham land. Köyü yöneten kırsal ke
sim eşrafı kırsal kesim deki ücret yükselişlerini ve köyün gele
neksel yapısındaki tehlikeli çözülüşü yavaşlatmanın bir yolu
nu bulmuşlardı. Uzun dönem de, seçilen yöntem gayet zararlı
sonuçlar vermeye mahkûmdu. Gene de eğer uygulama ülke
nin bir bütün olarak sanayi devrim inin yol açtığı depremi gö
ğüslemesine yardım etm iş olsaydı, eşraf bunu sürdüremezdi.
Avrupa kıtasında da tarım sal k oru m acılık k açınılm az bir
şeydi, ama devrin en canlı entellektüel güçleri, görüş açılarını
tarımsal sorunların gerçek önem ini anlam alannı engelleyecek
biçim de etkileyen b ir serüvene katılm ışlard ı. Bu durum da,
tehlikedeki kırsal kesim çıkarlarını temsil edebilecek bir grup,
büyüklüğüyle oransız bir güç kazanabilirdi. Korum acı karşıt
hareket Avrupa’da kırsal kesimin dengesini sağlamayı ve çağın
büyük tehlikesini oluşturan şehre kayışı zayıflatmayı başardı.
G ericilik, yerine getirmeyi başardığı sosyal açıdan yararlı işlev
257
den kazançlı çıkm ıştı. Avrupa’da gerici sınıfların tarımda k o
rumacı gümrük tarifeleri için verdikleri mücadelede gelenek
sel duyguları kullanm alarına yol açan işlev, yarım yüzyıl sonra
A m erika’da çeşitli ilerici sosyal yöntem lerin başarısını sağla
yan işlevin aynısıydı. Toplum un Yeni Dünya’da dem okrasiye
yarar sağlayan ihtiyaçları. Eski Dünya’da soyluluğun etkisini
güçlendirmişti.
Toprağın ticarîleşm esin e karşı m u h alefet, o n d ok u zu n cu
yüzyılda Kıta Avrupası’nın siyasal tarihini oluşturan liberalizm
- gericilik çatışm asının sosyolojik zem ini oluşturuyordu. Bu
çatışmada askerler ve yüksek düzeyde din adamları toplum da
ki doğrudan işlevlerini yitirm iş olan toprak sahibi sınıfların
yanında yer alıyorlard ı. A rtık bu sınıflar, toplum un piyasa
ekonom isi ve ona bağlı olan anayasal hüküm et tarafından sü
rüklenir gibi göründüğü çıkm aza karşı herhangi bir gerici çö
züme hazırlardı. Ç ünkü gelenek ve id eoloji kanalıyla kamu
özgürlüğü ve parlamento yönelim ine bağlı değillerdi.
Kısacası, ekonom ik liberalizm liberal devletle iç içeydi. Top
rağa bağlı çıkarlar ise değildi. Bu çıkarların Kııa Avrupası’nda
süre gelen siyasal önem i buradan kaynaklanıyordu. Bu önem ,
Bismarck devri Prusya siyasal yaşamının çatışan eğilim lerine,
Fransa'da dinî ve askerî revcınche’a Habsburg im paratorluğun
da feodal soyluluğun saraydaki nüfuzuna. Kilise ve ordunun
çöken tahtların koruyucuları olarak ortaya çıkışına yol açtı.
Bu gericilikle bağlantı Jo h n Maynard Keynes tarafından sonsu
za eşit kabul edilen pek kritik iki nesillik dönemi aştığından,
artık toprağa ve toprak m ülkiyeline özden kaynaklanan bir ge
ricilik eğilimi atfedilir oldu. Serbest ticaret taraftan Tory’leri ve
tanm alanındaki öncüleriyle onsekizinci yüzyıl Jngilteresi de,
Tudor vurguncuları ve o n ların top raktan k azanç sağlam ak
üzere geliştirdikleri devrim ci yöntem ler gibi unutulup gitti;
Fransa ve Almanya’nın serbest ticaret hayranı, fizyokrat dü
şünceye m odellik edebilecek toprak sahipleri, kırsal kesim in
ebedî geriliğiyle ilgili ön yargılarla halkın belleğinden silindi
ler. B ir n esillik b ir sü reyi so n su zlu k olarak gören H erbert
Spencer, m ilitarizm i kolayca gericilik le özdeşleştirdi. Ja p o n ,
258
Rus ve Nazi ordularının son zamanlarda gösterdikleri büyük
sosyal ve teknolojik uyum yeteneğini Spencer’in anlayabilmesi
olanaksızdı.
Bütün bu düşünceler çağla sınırlıydı. Piyasa ekonom isinin
akıllara durgunluk veren sanayi başarıları, toplumun özüne
verilen büyük zararlar pahasına elde edilm işti. Feodal sınıflar
bunu, yitirdikleri saygınlığın bir kısm ını yeniden ele geçirmek
için, toprağın ve onu işleyenlerin meziyetlerinin savunuculu
ğunu yaparak kullandılar. Edebiyat içindeki romantik akım
larda, doğa geçm işle ittifaka girdi; ondokuzuncu yüzyıl feoda
lizm inin tarım hareketi, kendini insanın doğal m eskeninin,
toprağın, koruyucusu olarak öne sürerek pek de başarısızca
denemeyecek bir biçim de geçm işe dönm eye çalışıyordu. Eğer
tehlike gerçek olmasaydı, manevra başarılı olamazdı. Ama or
du ve kilise de artık iyice korunm asız kalan “yasa ve düzen”in
savunuculuğunu üstlenerek saygınlık kazanm ışlardı; hakim
orta sın ıf yeni ekonom inin bu gereğini yerine getirecek du
rumda değildi. Piyasa sistem in in ayaklanm alara karşı daya-
naksızlıgı, bildiğimiz bütün diğer sistem lerinkinden daha faz
laydı. Tudor devri hüküm etleri ayaklanmaları yerel şikayetlere
dikkat çekm ek için kullanırlardı, başı çeken bir iki kişi asılabi
lirdi ama önem li bir hasar olamazdı. Mali piyasanın gelişmesi
böyle, bir tavırdan bütünüyle uzaklaşılması anlam ını taşıyor
du; 1 7 9 7 ’den sonra ayaklanmalar Londra yaşam ının bir özelli
ği olm aktan çıkıyor ve yerlerini, hiç olmazsa ilke olarak, elle
rin vurup kırmak için değil sayılmak için kaldırıldığı toplantı
lara bırakıyorlardı. Barışı korum anın tebaanın ilk ve en önem li
görevi olduğunu söyleyen Prusya kralı, bu paradoksla ün yap
mıştı, ama paradoks kısa sürede herkesin kabul ettiği bir şey
durum una geldi. O ndokuzuncu yüzyılda, silahlı kalabalığın
girişliği asayişi bozan hareketler isyan başlangıcı olarak değer
lendirilip devlete karşı ciddi bir tehlike gibi görülüyorlardı;
borsalar çöküyor, fiyatlar sonu gelmez bir düşüşe geçiyordu.
M etropolün sokaklarında silahlı bir çatışm a, ulusun para ser
mayesinin önemli bir bölüm ünü yok edebilirdi. Ama orta sı
nıfların askerlikle ilgileri yoktu ; genel oy hakkına dayanan de
259
m okrasi, halka sesini duyurma fırsatı verm ekle övünüyordu
ve Kıta Avrupa’sında, burjuvazi, devrimci gençliğinde barikat
larda zalim soylulara karşı çarpıştığı günlerin anısına hâlâ dört
elle sarılıyordu.7
Sonunda, köylülük, liberal virüsün en az bulaşm ış olduğu
kesim , “yasa ve düzeni" bizzat savunm akla yüküm lü kesim
olarak görüldü. G ericiliğin işlevlerinden biri, piyasalarda pa
nik durumunu önlem ek amacıyla işçi sınıfının zapturapt altı
na alınması olarak tanımlanıyordu. Bu hizm ete ço k seyrek ola
rak gerek duyulmakla birlikte, m ülkiyet haklarının koruyucu
su olarak köylülük tarımsal alanda bir koz oluşturuyordu.
1 9 2 0 ’li yılların tarihi başka türlü açıklanam az. Orta Avru
pa’da savaş ve yenilginin baskısıyla sosyal yapı parçalandığın
da, işlerin yürüyebilm esini sağlayacak tek güç işçi sınıfıydı.
Her yerde güç işçi sendikalarına ve Sosyal Demokrat partilere
verilm işti; Avusturya, M acaristan, hatta Almanya’da, bu ülke
lerde hiçbir zaman etkin bir cum huriyetçi parti olm am asına
karşın, cum huriyet ilan edilmişti. Ama ciddi çözülm e tehlikesi
atlatılıp işçi sendikalarının rolü gereksizleştiğinde, orta sınıflar
derhal işçi sınıfının kamu yaşamı üzerindeki tüm etkilerini or
tadan kaldırmaya yöneldiler. Bu, savaş sonrası dönem in karşı
devrimci aşaması olarak bilinir. Aslında, ortada ciddi bir Ko
m ünist rejim tehlikesi de yoktu. Çünkü işçiler Komünistlere
hararetle karşı çıkan sendikalar ve partilerde toplanm ışlardı.
(M acaristan’da Fransız istilâsı başka seçen ek bırakm adığın
dan, ülke Bolşevizm macerasına resmen zorla itilm işti.) Tehli
ke Bolşevizm değildi, acil bir durumda sendikaların ve işçi sı
nıfı partilerinin piyasa ekonom isi kurallarını hiçe saymalarıy
dı. Çünkü bir piyasa ekonom isinde, başka durumlarda zarar
sız görülebilecek kamu düzeni ve ticaret yöntem i aksaklıkları,
toplum un günlük ekm eğini elde etm ek için bağım lı olduğu
260
ekonom ik rejim i parçalayabilecekleri için, ölüm cül bir tehdit
oluştururlar.8 Bazı ülkelerde görülen, işçi sınıfının neredeyse
gerçekleşecek diktatörlüğünden köylülüğün gerçek d iktatör
lüğüne ço k çarpıcı geçişleri bununla açıklayabiliriz. Yirmili
yıllar boyunca, köylülük içinde normal olarak çok önem siz bir
rol oynadığı bir çok devletin iktisat politikasını belirledi, artık
köylüler m odem , gerilimli anlamında yasa ve düzeni koruya
bilecek tek sınır olarak ortaya çıkıyorlardı.
Savaş sonrası Avrupası’nda tarıma verilen aşırı önem , siyasal
nedenlerle köylü sınıfın a tanınan ayrıcalıkların yalnızca bir
yönüydü. Finlandiya’da Lappo hareketinden, Avusturya’da He-
imvve/ır’e kadar, köylüler piyasa ekonom isine bağlı olduklarını
kanıtladılar, bu da onları siyasal açıdan vaz geçilmez kıldı. Za
man zaman köylülüğün yükselişine neden olarak gösterilen
savaş sonrası yiyecek kıtlığının bununla fazla ilgisi yok. Ö rne
ğin Avusturya, yiyecek ihtiyaçlarını karşılam akta büyük ölçü
de ithalata bağımlı olm asına karşın, köylülere m alî çıkar sağla
mak için güm rük tarifelerini koruyarak beslen m e düzeyini
düşürmüştü. Ama tarımsal korum acılık şehirde yaşayanların
sefaletine ve ihracat yapan sektörlerde mantıksız maliyet yük
selişlerine neden olsa bile, köylünün çıkarları her ne pahasına
olursa olsun korunm alıydı. Böylece, daha önceleri sözü geç
meyen köylü sınıfı, ekonom ik önemiyle son derece oransız bir
biçimde yükseldi. Bolşevizm korkusu, köylülüğün siyasal ko
numunu dokunulm az kılan gücü oluşturuyordu. Ama bu kor
ku, daha önce gördüğüm üz gibi, bir işçi sınıfı diktatörlüğü
korkusu değildi. Ufukta uzaktan yakından bunu andırır hiçbir
Şey gözükmüyordu. K orku, eğer zor alım da piyasa oyununun
kurallarını etkileyebilecek bütün güçler ortadan kaldırılm azsa,
piyasa ekonom isinin felce uğrayabileceği korkusuydu. Köylü
ler bu güçleri ortadan kaldırabilecek tek sın ıf olarak kaldıkları
sürece, saygınlıkları büyüklü ve şehirli orta sınıfı diledikleri
gibi ellerinde tutuyorlardı. Devlet gücünün sağlam laştırılm ası,
261
hatta daha önce, şehirli orta sınıfın alt tabakalarının faşistler
tarafından vurucu güçler biçim ind e örgütlenişi, burjuvaziyi
köylülere bağımlılıktan kurtardı ve köylülüğün saygınlığı hız
la yok oldu. Şehir ve fabrikadaki “iç düşm an” etkisiz kılındı
ğında, ya da baş eğmeye zorlandığında, köylülük sanayi toplu
mu içindeki eski, önemsiz konum una geri döndü.
Büyük toprak sahiplerinin etkisi bu gerileyiş içinde yer al
mıyor. Burada daha sabit bir unsur - tarımsal kendine yeterli
liğin giderek artan askerî önem i - onların yararına işliyordu.
Büyük savaş bazı temel stratejik gerçekleri gözler önüne ser
miş ve dünya piyasasına duyulan düşüncesiz güvenin yerini
panik içinde girişilen yiyecek üretme kapasitesini artırma ça
baları alm ıştı. O rta Avrupa’nın Bolşevik korkusuyla başlayan
“yeniden ta rım sa lla şm a sı”, k en d in e y ete rliliğ in kazand ığı
önem le sonuçlandı. “İç düşm an” fikrinin yanısıra, şimdi bir de
“dış düşm an” fikri ortaya çıkm ıştı... İler zamanki gibi liberal
iktisatçılar bunda, tem elsiz iktisat doktrinlerinin yol açlığı ro
mantik saçmalıklardan başka birşey göremediler. Oysa dağ gi
bi yükselen siyasal olaylar, en sığ zekaların bile uluslararası
sistem in yaklaşan çö zü lm esin d e ek o n o m ik u nsu rların hiç
önem i olm adığını anlam alarını sağlam ıştı. Cenevre, halkları
hayali tehlikelere karşı spekülasyon yapm akta olduklarına,
birlik ve beraberlik içinde hareket ederlerse serbest ticaretin
canlanıp herkesin yararına işlemeye başlayacağına inandırmak
için boşu boşuna çabalıyordu. Devrin şaşılacak kadar saf hava
sı içinde, birçokları, ekonom ik sorunun (bundan anlaşılan ne
olursa olsun) çözüm lenm esinin yalnızca savaş tehdidini zayıf-
latam ayacağını, aynı zam anda bu tehdidi sonsuza dek yok
edeceğine inanıyorlardı. Y üzyıllık barış, gerçekleri gizleyen
aşılmaz bir hayal duvarı oluşturm uştu. Devrin yazarları ger
çekçilikten yoksun olma konusunda kusursuzdular. A.J. Toyn
bee ulusal devleti dar bir ön yargı olarak görüyor, Ludwig von
M ises egem enliği g ü lü n ç bir hayal olarak değerlendiriyor.
Norman Angell de savaşa “yanlış bir ticarî girişim ” diyordu-
Siyaset sorunlarının tem el niteliğine olan duyarlılık, görülm e
miş derecede düşük bir düzeye inmişti.
262
1 8 4 6 ’da H ububat Yasaları alanındaki m ücadelesi ve zaferi
serbest ticaretin, seksen yıl sonra yeniden m ücadele konusu
oldu ve aynı alanda kaybedildi. Kendine yeterlilik sorusu ba
şından beri piyasa ekonom isinin üzerine kâbus gibi çökm üş
tü. D olayısıyla, ekon om ik liberaller savaş hayallarini şeytan
kovar gibi kovup, tavırlarını büyük bir saflıkla yıkılm az bir pi
yasa ekonom isi varsayımına dayandırdılar. Çıkarsam alarının,
güvenliği kendi yasalarına göre işleyen piyasa kadar çürük bir
kuruma bağlı bir halkın karşı karşıya bulunduğu tehlikenin
korkunç boyutlarını ortaya çıkarm aktan başka işe yaramadığı
gözden k açtı. Yirmili yılların kendine yeterlilik hareketi bir
kehanet niteliğindeydi; düzenin ortadan kalkışına hazırlıklı
olmak gerekliğine işaret ediyordu. Büyük Savaş, tehlikeleri or
taya koym uş, insanlar da ona göre davranmışlardı; ama, davra
nışlar olayı on yıl geriden izledikleri için, etki - tepki ilişkisi
m antıksız görüldü. O devirde yaşayanların çoğu “neden geç
miş tehlikelere karşı kendini korum ak gerekli olsu n ?” diye so
ruyorlardı. Bu yanlış m antık yalnızca kendine yeterliliğin de
ğil, daha da önem lisi, faşizmin anlaşılm asını güçleştirdi. Aslın
da iki olgu da şu gerçeğe bağlıydı: Normal insan aklı bir kez
tehlike sinyali aldı m ı, nedenler ortadan kalkm adığı sürece
korku hep yerinde kalır.
Avrupa u lu sların ın ken d ilerin i bek len m ed ik bir biçim d e
karşılıklı bağımlılığın tehlikeleriyle yüzyüze getiren savaş de
neyim inin etkisind en bir türlü kurtulam adıklarını söyledik.
Ticaretin yeniden başlam ası boşunaydı. Sayısız uluslararası
konferansla boş yere barışın güzelliği sergilendi, düzinelerce
hüküm et boş yere ticaret özgürlüğü ilkelerin e bağlılıklarını
ilan eltiler; halkların hiçbiri, yiyecek ve hammadde kaynakla
rına sahip olmadığı ya da bunları askerî güç kullanarak elde
edebilecek durum da bulunmadığı sürece, ne sağlam paranın
ne de sınırsız kredinin kendini çaresizlikten kurtaram ayacağı
nı unutamıyordu. Toplulukların politikalarına biçim veren te
mel kaygının tutarlılıkla sürdürülmesinden daha m antıklı bir
şey olamazdı. Tehlikenin kaynağı yerinde duruyordu. O halde
korkunun ortadan kalkması nasıl beklenebilirdi?
263
Benzer bir m anuk hatası, faşizmi tüm siyasal gerçeklerden
yoksun bir acayiplik olarak tanımlayarak eleştirenleri - k i bun
lar ço ğ u n lu k tay d ı- yanılgıya düşüyordu. M ussolin i’nin İtal
ya’da Bolşevizm i engellediği söyleniyordu, oysa istatistikler
grev dalgasının Roma’ya yürüyüşten bir yıl önce geri çekildiği
ni gösteriyordu. 1 9 2 1 ’de silahlı işçilerin fabrikaları işgal ettiği
söyleniyordu, ama 1923’te, tepelerinde gözcülük etlikleri du
varlardan inm elerinden çok sonra, silahlarını ellerinden alm a
nın anlamı neydi? Hitler Almanya’yı Bolşevizmden kurtardığını
öne sürdü, ama şan sö ly eliğ in in ön cesin d ek i işsizlik selin in
onun iktidarı ele geçirm esinden önce gerilediği gösterilem ez
miydi? Öne sürüldüğü gibi, iktidara geldiğinde artık olmayan
bir şeyi ortadan kaldırdığını söylem ek, siyaset alanında da ge
çerli olmaları beklenen etki-tepki yasalarına düpedüz aykırıydı.
G erçekte, İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da, savaşın he
m en ardından gelen dönem Bolşevizm iıı en ufak bir başarı
şansı olmadığını gösterm işti. Ama aynı zamanda, acil bir du
rumda işçi sınıfının, onun sendikaları ve partilerinin, sözleş
me özgürlüğünü ve özel mülkiyetin kutsallığını mutlak değer
ler olarak ortaya koyan piyasa yasalarını hiçe sayabileceklerini
de gösterm işti; böyle bir olasılığın toplum üzerinde son derece
zararlı etkiler yapacağı, yatırım ları engelleyeceği, sermaye biri
kim ini durduracağı, ü cretlerin k ârlı üretim i yapılam ayacak
düzeyde tutacağı, paranın değerini tehlikeye atacağı, dış kredi
olanaklarını kısıtlayacağı, güveni sarsıp girişim ciliği felce uğ
ratacağı açıktı. Hayalî bir kom ünist devrim tehlikesi değil, işçi
sınıflarının yıkıcı müdahalelerde bulunabilecek bir konumda
oldukları gibi yadsınamaz bir gerçek, faşist panik içinde açığa
çıkan uzun süre gizli tutulm uş korkuların kaynağını oluşturu
yordu.
İnsana ve doğaya yönelen tehlikeler birbirinden ayrılamaz.
İşçi sınıflarının ve köylülüğün piyasa ekonom isine karşı tepki
leri birlikte korum acılığa yol açtılar. Bunlardan ilki özellikle
sosyal yasalar biçim indeydi; İkincisi ise, tarımsal tarifeler ve
toprak yasaları biçim inde. Ama arada önem li bir fark vardı:
Acil bir durumda Avrupa’nın çiftçileri ve köylüleri, işçi sınıfı
264
politikalarının tehlikeye attığı piyasa sistem ini koruyorlardı.
Özünde dengesiz bu sistem in bunalım ından korum acılık hare
ketinin iki kanadı da sorumluydu, ama toprakla bütünleşm iş
sosyal kesim , piyasa sistem iyle uzlaşma eğilim indeydi; geniş
em ekçiler sınıfı ise, sistem in yasalarına karşı çıkm ak ve siste
mi açıkça tehdit etm ekten kaçınmıyordu.
265
16. Piyasa ve Üretim Düzeni
266
de satış fiyatlarındaki değişikliklere göre yükselip alçalacağı
için, fiyat değişiklikleri kârları etkilem eyebilir, oysa kısa dö
nemde bu doğru değildir. Çünkü sözleşm elerle saplanan fiyat
ların değişmesi için belirli bir süre geçm esi gerekir. Bunlar ara
sında, bir ço k fiyat gibi doğal olarak sözleşm eyle saptanan
emeğin fiyatı da yer alır. Yani uzun bir süre boyunca fiyat dü
zeyi parasal nedenlere bağlı olarak düştüğünde, işletm eler iflas
tehlikesiyle karşılaşacak, bunun yanı sıra da üretim düzeninin
çözülmesi ve sermayenin büyük çapta yok oluşu yer alacaktı:
Sorun düşük fiyatlar değil, düşen fiyatlardı. Hume para m ikta
rının yarıya inm esinin, fiyatlar da eski düzeylerinin yarısına
inip duruma uyum sağlayacakları için, iş hacm ini etkilem eye
ceğini öne sürerek paranın m iktar teorisinin kurucusu oldıı.
Unuttuğu, bu süreç içinde işletmelerin yok olabileceğiydi.
B u, piyasa m ekan izm asın ın dışarıdan m üdahaleye gerek
duym adan yarattığı türden bir m eıa-para sistem in in sanayi
üretimiyle bağdaşam ayacağının kolayca anlaşılabilecek nede
nini oluşturuyor. Meta para, para işlevi gören bir metadan
başka bir şey değildir, dolayısıyla m iktarını artırm anın tek yo
lu para işlevi görm eyen m elaların m iktarını azaltm aktır. Uy
gulamada meta para, m iktarı kısa dönem de biraz (am a çok
değil) arlırılabilen altın veya güm üşten oluşur. Ama üretim ve
ticaretin para m iktarında bir artış yer alm aksızın artması fiyat
düzeyinde düşüşlere yol açar. Düşündüğüm üz yıkıcı deflas
yon olayları tam tam ına budur. Para darlığı onyedinci yüzyıl
tüccar toplum larının sürekli ve ciddi şikayetlerinden biriydi.
O ldukça eski tarihlerde, ticareti iş hacm inin genişlediği dö
nemlerde madeni para kullanım ının yanında yer alan deflas
yonlardan korum ak üzere itibari paralar geliştirilm işti. Böyle
yapay bir para aracılığı olmadan piyasa ek onom isinin işlem e
si olanaksızdı.
G erçek güçlük, Napolyon savaşları sırasında, dengeli döviz
kurları ihtiyacı ve buna bağlı olarak altın standardının kabu
lüyle doğdu. Düzenli döviz kurları İngiliz ekonom isinin var
olması için gerekli duruma geldi. Bu amaca da meta paradan
başka hiçbir şey hizmet edemezdi. Çünkü itibari para yabancı
267
topraklarda geçerli değildi. Böylece, altın standardı -u lu sla ra
rası meta para sistem inin yaygın a d ı- ortaya çıktı.
Ama bildiğim iz gibi, m adeni para ulusal am açlara uygun
değildi, çünkü bir meta olarak m iktarı istenildiği gibi arıırıla-
mıyordu. Eldeki altın m iktarının artış oranı yüzde bir-iki ola
bilir, ama ticaretin birden bire artışının gerektirebileceği gibi,
bu yüzde birkaç hafta içind e düzinelere ulaşamaz. İtibari pa
ra olmasaydı, ticaret ya kısıtlanacak ya da daha düşük fiyat
larla gerçekleşecek, yani ekonom ik bunalım ve işsizlik ortaya
çıkacaktı.
En basit biçim iyle sorun şuydu: Meta para dış ticaret için
gerekliydi, itibari para ise ulusal ticaret için. Bunlar ne derece
ye kadar birbirleriyle tutarlıydılar?
O ndokuzuncu yüzyıl koşulları altında, dış ticaret ve altın
standardı ulusal ticaretin gereklerine göre tartışmasız bir ö n ce
lik taşıyordu. Altın standardının işleyişi, döviz kuru düşm e
tehlikesi gösterm ezse iç fiyatların düşürülmesini gerektiriyor
du. Deflasyon kredi kısıtlam aları kanalıyla gerçekleştiği için
de, bu, meta paranın kredi sistem inin işleyişine müdahale ede
ceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla iş dünyası tehlikeye giri
yordu. Ancak, itibari parayı bütünüyle ortadan kaldırıp, yal
nızca meta para kullanm ak olacak iş değildi, böyle bir çare sp-
runun kendisinden daha beter olurdu.
M erkez bankacılığı kredi parasındaki bu sakatlığı büyük öl
çüde hafifletti. Ülkedeki kredi arzını merkezileştirerek, deflas
yonun yol açacağı ticaret ve istihdam bozukluklarını engelle
mek ve deflasyonun etkisini hafifletip, yükünü ülkenin bütü
nüne dağıtm ak m ü m kü ndü. O lağan işlevleri çerçev esin d e
Banka, piyasadan altın çekilm esinin banknot dolaşımı üzerin
deki etkisini, azalan banknot dolaşım ının da ticaret üzerindeki
etkisini yumuşatıyordu.
Banka çeşitli yöntem ler kullanabiliyordu. Kısa vadeli borç
lar kısa vadeli altın kaybından doğan açıkları kapatabiliyor ve
kredi kısıtlaması ihtiyacını bütünüyle o nadan kaldırabiliyor-
du. Ama sık sık rastlanıldığı gibi, kredi kısıtlam alarının kaçı
nılmaz olduğu durumda bile, Bankanın eylemi tampon işlevi
268
görüyordu: M erkez bankasının uyguladığı faiz haddinin yük
seltilm esi ve açık piyasa işlem leri, kısıtlam aların etkisin i bü
tün toplum a yayıyor ve yükü daha güçlü om uzlara devredi
yorlardı.
Şim di talebin yerli yiyeceklerden yabancı yiyeceklere kay
masının yol açtığı türden önemli bir duruma, tek yönlü öde
melerin bir ülkeden diğerine geçirilm esi durum una bakalım.
Dışarıdan alınan yiyeceklerin bedelini ödem ek için yurt dışına
gönderilen altın, normal durumda iç ödem eler için kullanılır,
dolayısıyla ülkeden altın çıkışı iç satışların azalması ve bunun
sonucu fiyatların düşm esine yol açar. Bu tür deflasyona, firma
dan firmaya raslantısal iş ilişkileri kanalıyla yayıldığı için, “iş
lem lerle ilgili” deflasyon adını veriyoruz. Sonunda deflasyon
ihracata kadar yayılacak ve “gerçek” bir transfer oluşturan bir
ihracat fazlasına yol açacaktır. Ama toplum a genelde verilen
zarar böyle bir ihracat fazlası sağlamak için gerekli olandan
çok fazladır. Çünkü her zaman ihracat yapabilmeleri için yal
nızca küçük m aliyet düşüşleri biçim inde bir teşvike ihtiyaç
duyan firmalar vardır, bu önem siz maliyet düşüşü de deflasyo
nu bütün iş dünyasına çok az etki yapacak biçim de iyice yaya
rak gerçekleştirebilir.
Bu da m erkez bankasının işlevlerinden biridir. Faiz ve açık
piyasa politikaları iç fiyatları hem en hemen eşil olarak düşü
rüp “ihracata yakın" firmaların ihracat yapabilm elerini ve ih
racatı artırabilm elerini sağlar, bu arada iflas durumunda kalan
lar yalnızca en verimsiz çalışan firmalar olur. Böylece “gerçek”
transfer, aynı ihracat fazlasının “işlem lerle ilgili deflasyonun”
dar kanalıyla yayılan düzensiz ve çoğu zaman yıkıcı şok etki
leri yöntem ini kullanarak elde edilm esinden ço k daha düşük
bir m aliyetle gerçekleşm iş olur.
Deflasyonun etkilerini zayıflatmak için kullanılan bu araçla
ra karşın, sonuç her seferinde iş yaşamının birbirine girmesi
ve bunun sonucunda ortaya çıkan kitle halinde işsizlikti. Altın
standardına y ö n eltileb ilecek suçlam aların en önem lisin i bu
oluşturuyor.
Paranın durumuyla em ek ve toprağın durumu arasında son
269
derece gerçek bir benzerlik vardı. Bunların her birine uygula
nan meia efsanesi, söz konusu unsuru piyasa sistem iyle bü
tü nleştirirken, toplum ciddi tehlikelerle karşı karşıya kaldı.
Paraya ilişkin olarak tehdit üretici işletmeye yönelm işti, m eıa-
para kullanım ının yol açtığı her fiyat düzeyi düşüşüyle üretici
işletm enin varlığı tehlikeye giriyordu. Burada da, piyasanın
kendini yöneten m ekanizm asının durdurulması sonucunu ve
ren koruyucu önlem ler gerekliydi.
Merkez bankacılığı, altın standardının otom atik işleyişinin
yalnızca lafta kalmasına yol açtı. Bu, merkezden yönlendirilen
para anlamına geliyordu; am aç bilinçli olarak geliştirilm em iş
de olsa, kredi arzının kendi kurallarına göre işlem esinin yeri
ne bir idare mekanizm ası konulm uştu. Altın standardının oto
matik olarak işleyebilm esi için ülkelerin merkez bankaların
dan vazgeçmeleri gerektiği giderek daha iyi anlaşılıyordu. Bu
son çareyi öneren tutarlı altın standardı taraftarlarından biri.
Ludwig von M ises’di; eğer önerisi kabul edilseydi, ulusal eko
nom iler bir enkaz yığınına dönüşecekti.
Para kurumlarm daki karmaşa büyük ölçüde, piyasa toplu-
m unun en önem li özelliklerinden biriyle, siyasal olanla ek o
nom ik olanın birbirinden ayrılmasıyla ilgiliydi. Yüzyılı aşkın
bir süre boyunca para yalnızca ekonom ik bir kategori, dolaylı
değişim amacıyla kullanılan bir meta olarak görüldü. Altın bu
işe en uygun meta olduğu için de, altın standardı kullanılıyor
du. (Bu standardla ilgili olarak “uluslararası” sıfatım kullan
mak anlamsızdı. Çünkü iktisatçı için uluslar yoktu; işlem ler
uluslar arasında değil, saçlarının rengi gibi siyasal bağları da
önem taşımayan bireyler arasında yer alıyordu.) Ricardo, on-
dokuzuncu yüzyıl tngilıeresi’ne “para” terim inin değişim aracı
anlamına geldiğini, banknotların yalnızca kolaylık sağlamaya
yaradığını, faydalarının altından daha kolay kullanabilm eleri
ne bağlı olduğunu, ama değerlerinin istenildiği anda eşit de
ğerde m etaya, altına çevrileb ileceklerin e duyulan güvenden
kaynaklandığını kabul ettirm işti. Buna göre, ulusal paralar ay
nı meıayı temsil eden sem bollerden başka bir şey olmadıkları
için, ulusal niteliklerin hiçbir önem i yoktu. Ve bir hüküm etin
270
altm sahibi olma çabası ne derece saçmaysa (bu m etanın dağı
lımı öteki m etaiannki gibi dünya piyasasında kendi kendine
gerçekleşiyordu), ulusal olarak farklı sem bollerin ilgili ülkele
rin refah ve zenginliği açısından önem taşıyabileceğini düşün
mek de o derece saçmaydı.
Siyasal olanla ekonom ik olan hiçbir zaman birbirinden lam
olarak ayrılmamıştı ve ayrımın en az gerçekleşm iş olduğu alan
ulusal paralar konusuydu; yalnızca darphanesiyle madeni pa
raların ağırlıklarını denetlerm iş gibi görünen devlet, aslında
vergi ödem elerinde kabul ettiği itibari paranın değerinin tek
kefiliydi. Bu para değişim aracı değil, ödeme aracıydı; bir meta
değil, satın alma gücüydü; kendisine özgü bir faydası yoktu,
yalnızca satın alınabilecek şeyler üzerinde miktarı belirlenm iş
bir hak oluşturuyordu. Dağıtımın bu tür satın alma gücü en
gellerine bağlı olduğu bir toplum un piyasa ek onom isinden
bütünüyle farklı bir yapı olduğu açık.
Doğal olarak, burada gerçeklere değil, açıklam a am acıyla
kullanılan kavramsal m odellerine bakıyoruz. Siyasal alandan
ayrı bir piyasa ekonom isi olamaz; ama David Ricardo’dan beri
klasik iktisadı belirleyen böyle bir modeldi ve klasik iktisadın
kavramları ve varsayımları bu modelin dışında bir anlam taşı
mıyordu. Bu şem aya göre toplum , bir dizi m etaya -m a lla r,
toprak, em ek ve bunların bileşim lerin e- sahip, takas ilişkileri
içinde bireylerden oluşuyordu. Para yalnızca ötekilerden daha
çok takas edilen, dolayısıyla da değişim amacıyla elde tutulan
bir metaydı. Böyle bir toplum “gerçek dışı” olabilir; ama klasik
iktisatçıların başlangıç noktasını oluşturan yapının iskeleti bu
rada bulunuyor.
Gerçeğin daha da eksik bir modelini satın alma gücü ekono
m isinde bu lu yoru z.1 G ene de bunun bazı özellikleri gerçek
toplum um uza piyasa ekonom isi paradigm asından daha çok
benziyor. Her bireyin, üzerlerinde birer etiketle ortaya sürülen
mallara sahip çıkm asını sağlayabilecek, belirli miktarda satın
alma gücü ile donatılm ış olduğu bir “toplum ” düşünelim . Bu
271
toplumda para bir meta değildir, kendi içinde bir yararı yok
tur; yalnızca, bugün dükkânlanm ızdakiler gibi üzerine etiket
yapıştırılm ış m allan satın alm akta kullanılabilir.
O ndokuzuncu yüzyılda, kurum ların birçok önem li alanda
piyasa modeli ile uyum içinde oldukları sırada, meta para te
oremi rakibine göre çok üstündü. Yirminci yüzyılın başından
beri satın alm a gücü kavram ı sü rekli başarı kazandı. Altın
standardının çöküşünden sonra meta para neredeyse ortadan
kalktı, bu durumda yerini paranın satın alma gücü kavramına
bırakması doğaldı.
M ekanizm alar ve kavram lardan etkili olan sosyal güçlere
dönerken, hâkim sınıfların paranın merkez bankası tarafından
yönetilm esini desteklediklerini görm ek önem li. Bu yönetim ,
doğal olarak, altın standardı kurum una bir m üdahale olarak
görülm üyordu; aksine, altın standırdının içinde işlerlik kazan
dığı oyunun bir parçasıydı. Altın standardının korunm ası ge
rekliliği veri olarak alındığı ve merkez bankası m ekanizm ası
nın hiçbir zaman ülkenin altın standardından ayrılmasına yol
açacak biçim de işlem esine izin verilm ediği, aksine Bankanın
en üst idare kademesi her zaman ve her durumda altına bağlı
olm ak zorunda olduğu için, ortada bir ilke sorunu yokm uş gi
bi görünüyordu. Ama bu yalnızca fiyat düzeyi hareketlerinin
“altın noktalarını” ayıran yüzde 2-3 ’lük oranı geçm ediği du
rumda doğruydu. Döviz kurunu dengede tutmak için gerekli
iç fiyat düzeyi hareketleri bunu aştığında, yüzde 10 veya yüz
de 30'u bulduğunda, durum bütünüyle değişiyordu. Bu tür fi
yat düşüşleri yaygın bir sefalet ve yıkım a yol açabiliyordu. Pa
raların yönlendirilm esi büyük önem kazanıyordu. Çünkü bu,
merkez bankası yöntem lerinin politika konusu olduğu, yani
politik düzeyde karara bağlanması gereken bir konu olduğu
anlamına geliyordu. G erçekten de, merkez bankasının büyük
kurumsal önem i, para politikasını siyaset alanına çekm iş o l
m asına bağlıydı. Bunun geniş kapsamda sonuçlar vermesi ka
çınılmazdı.
Bu sonuçlar iki çeşitti. Ulusal planda, para politikası yalnız
ca başka bir müdahale biçim iydi, ekonom ik sınıflar arasındaki
272
çatışm alar, altın standardı ve denk bütçelerle yakından ilgili
bu konunun çevresinde yoğunlaşma eğilim i gösteriyordu. İler
de göreceğimiz gibi, otuzlu yılların iç çekişm eleri, çoğu zaman
anli-dem okralik harekelin güçlenm esinde önem li bir rol oyna
yan bu konunun çevresinde gelişmişti.
D ış iliş k ile r a la n ın d a , u lu sal p araların rolü so n d erece
önem liydi, ama o sıralarda bu pek fark edilmiyordu. O ndoku-
zuncu yüzyılın hakim felsefesi banşçı ve entem asyonalisti, “il
ke olarak” bütün eğitilm iş insanlar serbest ticaret yanlışıydılar,
üstelik, tuhaf bir biçim de, bugün önem siz bu lunabilecek sınır
lamalar içinde, uygulamada da öyleydiler. Bu görüşün kaynağı
doğal olarak ekonom ikti; takas ve değişim alanından gerçek
bir idealizm doğm uştu-yani, büyük bir paradoks içinde, insa
nın bencil ihtiyaçları onun en cöm ert dürtülerini onaylıyordu.
Ama 1870’li yıllardan itibaren, hakim fikirlerde benzer bir ko
pukluk görülm ese de, duygusal bir değişikliğin ortaya çıktığı
farkediliyordu. Dünya bir yandan enternasyonalizm ve karşı
lıklı bağımlılığa inanmayı sürdürürken, bir yandan m illiyetçi
lik ve kendine yeterlilik dürtüleriyle hareket ediyordu. Liberal
m illiyetçilik, dışarıda korum acılık ve emperyalizm, içeride te
kelci muhafazakârlığa doğru güçlü bir eğilim le birlikte ulusal
liberalizme dönüşüyordu. H içbir yerde çelişki parasal alanda
olduğu kadar keskin , aynı zamanda da bilinçsiz değildi. Bir
yandan uluslararası altın standardına olan dogm atik inanç sü
rerken, bir yandan da değişik m erkez bankacılığı sistem lerinin
egem enliğine dayanan itibari paralar kullanılıyordu. Uluslara
rası ilkeler perdesi ardında, yeni m illiyetçiliğin güçlü kaleleri,
merkez bankaları biçim inde, bilinçsiz olarak kuruluyordu.
G erçekte, yeni m illiyetçilik yeni enternasyonalizm in bir yö
nüydü. Uluslararası altın standardı, ona bağlı loplum lara yö
n elttiği tehlikelere karşı önlem alınm adığı sürece k u llan ıla
mazdı. Bütünüyle parasallaşmış topluluklar, dengeli döviz ku
rallarının korunabilm esi için gerekli ani fiyat değişikliklerinin
yıkıcı etkilerine ancak bağımsız bir m erkez bankası politikası
yardımıyla dayanabilirlerdi. Bu görece güveni sağlam a yolu
ulusal itibarî paralardı, bunlar m erkez bankasının iç ve dış
273
ekonom i arasında bir tam pon rolü oynam asına olanak veri
yorlardı. Para darlığı ödem eler dengesi için bir tehlike oluştur
maya başladığında, rezervler ve dış borçlar güçlüğü aşabiliyor
du; iç fiyatlar düzeyinde bir düşüş içeren yeni bir ekonom ik
dengenin kurulması gerektiğinde, kredi kısıtlamaları en akıllı
bir biçim inde, etkin olmayanları ortadan kaldırıp yükü etkin
alanlara yükleyerek, ekonom i içinde dagııılabiliyordu. Böyle
bir mekanizma olmadan h içbir ileri ülke, refahı üzerinde üre
tim, gelir veya istihdam açısından yıkıcı etkilerle karşılaşm a
dan altına bağlı kalamazdı.
Eğer ticaretle uğraşan sınıfın piyasa ekonom isinde baş rolü
oynadığını kabul edersek, bankacı da bu sınıfın doğuştan ön
deriydi. tstihdam ve kazançlar ticaretin kârlılığına bağlıydı,
ama ticaretin kârlılığı da dengeli döviz kurları ve sağlam kredi
koşullarına bağlıydı. Bunların ikisi de bankacının kontrolü al
tındaydılar. İkisinin birbirinden ayrılm am ası onun sorum lıı-
luklarındandı. Sağlam bir bütçe ve dengeli iç kredi koşulları,
döviz kurunun dengeli olm asını gerektiriyordu; ayrıca, eğer iç
kredi güvence altında ve devletin mali idaresi olmazsa, kurlar
dengede olamazdı. Kısaca, bankacının iki sorum luluğu, sağ
lam iç mâliyeyi ve paranın dış dengesini içeriyordu. Bu du
rumda, uluslararası bankacıların ne yirmili yıllardaki belirleyi
cisi etkisi ne de otuzlu yıllarda önem lerini kaybedişleri şaşırtı
cıydı. Yirmili yıllarda altın standardı hâlâ denge ve refaha dö
nüşün tek koşulu olarak görülüyordu, bu yüzden de stadardın
profesyonel koruyucularının, bankacıların, topluma yönelttik
leri hiçbir talep, dengeli döviz kurları vaadiyle geldiği sürece,
fazla ağır bulunm uyordu; 1 9 2 9 ’dan sonra, döviz kuru dengesi
ni sağlamanın olanaksızlığı anlaşıldığında, iç para dengesi en
önemli ihtiyaç durum una geldi, bu ihtiyacı karşılamak için ge
rekli niteliklere en az sahip olan da bankacılardı.
Piyasa ekonom isinin çöküşü hiçbir alanda para alanında ol
duğu kadar ani değildi. Yabancı ülkelerin ürünlerinin ithalatı
na m üdahale eden larım sal tarifeler serbest ticareti bozdu;
em ek piyasasının kısıtlanm ası ve düzenlenm esi, pazarlığı ya
sayla tarafların kararma bırakılm ış bir alanla sınırlandı. Ama
274
ne emeğin ne de toprağın durumunda piyasa m ekanizm asında
para alanında olduğu kadar ani ve kapsayıcı bir çatlak oluşm a
mıştı. Diğer piyasalarda Büyük Britanya’nın 21 Eylül 1 9 3 1 ’de
altın standardını bırakmasıyla karşılaştırılabilecek hiçbir olaya
rastlam ıyoruz; A m erika’nın Haziran 1 9 3 3 ’te aynı kararı alışı
bile bununla karşılaştırılam az. Bundan önce, 1 9 2 9 ’da başlayan
Büyük Buhran dünya ticaretinin büyük bir kısm ını silip sü
pürmüştü, ama bu, yöntem lerde bir değişiklik oluşturm uyor
du, hakim fikirleri de değiştirm em işti. Oysa altın standardının
kesin çöküşü, piyasa ekonom isinin kesin çöküşüydü.
Ekonom ik liberalizm , yüzyıl önce ortaya çıkm ış ve şim di ar
lık piyasa ekonom isinin son kalesine saldırmaya başlam ış bir
korum acı karşıt hareketle karşılaşm ıştı. Kendi kurallarına göre
işleyen piyasa dünyası yerini yeni bir hakim fikirler bileşim ine
bırakıyordu. O dönem de yaşayanların çoğunun şaşkın gözleri
önünde, o zamana kadar varlıkları fark edilm eyen, karizm atik
liderlik, kendine yeterlilik ve otarşi taraftarlığı güçleri dizgin
lerinden boşanıp toplum lara yeni biçim ler verdiler.
275
17. Kendi Kurallarına Göre
İşleyişin Yıpranması
276
bir biçim de ticaret konusu olm uş, gene de görünüşte, h içbir
sosyal k oru m acılık yöntem in e gerek duyulm am ış, güm rük
tarifeleri dışında iş yaşamı hüküm et m üdahalesi olm adan yü
rümüştü.
Doğal olarak, bunun açıklam ası basit: Bedava em ek, toprak
ve para: 1 8 9 0 ’lı yıllara kadar sınır açıktı ve bedava toprak bu
lunuyordu; Büyük Savaşa kadar düşük nitelikli em ek özgürce
ülkeye giriyord u ;1 yüzyılın başına kadar da döviz kurlarını
dengede tutmak için çaba gösterilm iyordu. Toprak, em ek ve
para kolayca elde ediliyordu; dolayısıyla ortada kendi kuralla
rına göre işleyen bir piyasa yoktu. Bu koşullar ortadan kalk
madığı sürece, ne insan, ne doğa, ne de iş düzeni, yalnızca hü
küm et m üdahalesinin sağlayabileceği bir korum aya ihtiyaç
duymadı.
Bu koşullar ortadan kalkar kalkmaz sosyal korum acılık o r
taya çıktı. Emeğin alt kadem eleri sınırsız bir göçm en kitlesin
den kolayca beslenem em eye, üst kademeleri de toprağı bedava
ele geçirem emeye başlayınca, toprak ve doğal kaynaklar azalıp
işlenm eleri önem kazanm aya başlayınca, parayı politikadan
ayırıp iç ticareti dünya ticaretine bağlamak için alım standardı
kullanılmaya başlayınca, B irleşik Devletler Avrupa’nın yüzyıl
lık gelişm esine ayak uydurmak durumunda kaldı: Toprağı ve
toprağı işleyenleri korum ak, em ek için sendikacılık ve yasama
aracılığıyla sosyal güvenlik, m erkez bankacılığı, hepsi de çok
büyük düzeylerde olm ak üzere, ortaya çıktı, ilk ortaya çıkan
parasal korum acılıktı. Amerikan merkez bankası (Federal Re
serve System ) altın standardının gerekleriyle bölgesel ihtiyaç
lar arasında uyum sağlam ayı am açlıyordu; bu n un ardından
em ek ve toprakla ilgili korum acılık geldi. Yirmili yıllarda, on
yıl süren refah öylesine korkunç bir bunalım ortaya çıkardı ki,
bunalım içinde New Deal em ek ve toprak çevresinde Avru
pa’da görülm em iş genişlikte bir duvar örmeğe başladı. Dolayı
sıyla Am erika, hem olum lu hem olum suz yönlerden, sosyal
korum acılığın sözde kendi kurallarına göre işleyen piyasayla
277
birlikte yer aldığı yolundaki tezim izin çarpıcı bir kanıtını orta
ya koydu.
Bu sırada korum acılık her yerde yeni ortaya çıkan sosyal ya
şamın kabuğunu oluşturuyordu. Yeni bünye ulusal bir kalıba
dökülm üştü, ama bunun dışında selefleriyle, geçm işin rahat
devletleriyle h içbir benzerliği yoktu. Kabuklu hayvanlar tü
ründen bu yeni ulus, kim liğini, daha önce görülm em iş derece
de mutlak ve üzerine titrenen bir egem enlik biçim iyle koru
nan ulusal idari paralarla belirliyordu. Bu paraların önem i de
d ış kaynaklıyd ı, çü n kü u lu slararası altın standardı (dünya
ekonom isinin ana aracı) bu paralarla kurulmuştu. Artık dün
yayı yöneten para, ulusal bir renge boyanmıştı.
Uluslar ve ulusal paralar üzerinde böylesine durmak, içinde
yaşadıkları dünyanın gerçek nitelik lerin i gözden kaçırm ayı
adet edinmiş liberallerin anlayacağı şey değil. O nlar ulusu bir
tarih hatası olarak görürken, ulusal paralan üzerinde düşün
meye değmeyecek bir şey olarak bir kenara atıyorlardı. Liberal
dönemin kendine saygısı olan iktisatçılarından hiçbirinin, de
ğişik kâğıt parçalarının sınırların değişik taraflarında değişik
adlar taşımasının önem siz bir olgu olduğundan kuşkusu yok
tu. Döviz piyasası yardımıyla bir para birim ini ötekine çevir
mekten daha basil bir iş olamazdı; bu piyasanın da, çok şükür
devletin ya da politikacının kontrolünde olmadığından, işle
memesi için hiçbir neden yoktu. Batı Avrupa yeni bir aydın
lanma çağı yaşıyordu, çağın um acılarının en önem lileri arasın
da da, sözde egemenliği liberallere dar düşünceliliğin dik alası
gibi görünen “ilkel kabile tipi” bir ulus kavramı bulunuyordu.
1 9 3 0 ’lu yıllara kadar ekonom i el kitabı paranın yalnızca bir
değişim aracı olduğu, dolayısıyla tanım gereği gereksiz olduğu
yolunda bilgiler içeriyordu. Pazarlamacı kafanın kör noktası,
ulus ve para olgularına karşı eşit derecede duyarsızdı. Serbest
ticaret yanlısı kimseler, bu iki konuda da gerçek anlamda no-
minalisttiler.
Bu b ağlantı son d erece ö n em liy d i, am a zam anınd a fark edil
memişti. Zaman zam an serb est ticaret d o k trin lerin in ve Orto
doks para doktrinlerinin eleştirileri onaya çık tı, am a bu iki ay-
278
n doktrinin değişik Lerimlerle aynı şeyi söylediğini ve biri yan
lış olduğu takdirde ö tek in in doğru olam ayacağını anlayan
kimse yok gibiydi. W illiam Cunningham ve Adolph Wagner
kozm opolit serbest ticaret yanılgılarım gösterdiler, ama bunla
rı paraya bağlamadılar; öte yandan, M acleod ve Gesell klasik
para k u ram ların ı eleştirirk en kozm opolit tica ret sistem in e
bağlı kaldılar. Liberal aydınlanm a d üşü nü rleri, o n sek iz in ci
yüzyıldaki haleflerinin tarihin varlığını gözden kaçırdıkları gi
bi, paranın devrin belirleyici ekonom ik ve siyasal birimi ola
rak ulusu ortaya çıkarm akla oynadığı temel rolü gözden kaçır
dılar. Bu, Ricardo’dan W ieser’e, Jo h n Stuart M ill’den Marshall
ve W icksell’e kadar en parlak iktisat düşünürlerinin bulundu
ğu konumdu. Sıradan okum uş yazmışlar ise, ulus ve parayla
ilgili ek o n o m ik so ru nlarla ilgilenm enin in sanı alçatacagına
inanmayı öğrenmişlerdi. Bu yanılgıları, uygarlığımızın kurum
sal yapısı içinde ulusal paraların hayatî bir rol oynadığı yolun
da m üthiş bir önerm eyle bir araya getirm ek, o sıralarda anlam
sız bir paradoks olarak değerlendirildi.
G erçekle, yeni ulus birim i ve yeni ulusal para birbirinden
ayrılmaz şeylerdi. Ulusal ve uluslararası sistem lere işlerlik sağ
layan ve duruma kopuşun ani niteliğiyle son bulan özellikleri
.kazandıran, ulusal paraydı. Kredinin üzerinde durduğu para
sistem i, hem ulusal hem de uluslararası ekonom inin can da
m an olmuştu.
K orum acılık üç yönlü bir atılım dı. Toprak, em ek ve para.
Her biri kendi rolünü oynuyordu, ama toprak ve em ek, işçiler
ve köylüler gibi geniş, ama belirli bir sosyal kesim e bağlı iken,
parasal korum acılık, daha büyük çapta, değişik çıkarları ortak
bir bııtün içinde birleştiren ulusal bir unsurdu. Para politikası
da birleştirdiği kadar bölebiliyordu, ama nesnel olarak para
sistem i ulusu bütünleştiren ekonom ik güçler arasında en güç-
lüsüydü.
Em ek ve toprak öncelikle sosyal yasalar ve hububatla ilgili
gümrük tarifelerine yol açtılar. Ç iftçiler işçilere yarar sağlayan
ve ücretleri yükselten her türlü malî yüke karşı çıkarken, işçi
ler de yiyecek fiyatlarındaki bütün artışlara karşı çıkıyorlardı.
279
Ama bir kez hububat yasaları ve em ek yasaları yürürlüğe gir
dikten sonra -A lm anya’da 8 0 ’li yılların başından itibaren oldu
ğu g ib i- bunlardan birini diğerine dokunmadan ortadan kal
dırm ak güçleşiyordu. Tanm ve sanayideki güm rük tarifeleri
arasında daha da yakın bir ilişki vardı. Bismarck loptan koru
m acılık fikrini yaydıktan sonra ( 1 8 7 9 ), toprak sahiplerinin ve
sanayicilerin tarifeleri korum ak için girdikleri siyasal ittifak
Alman siyasal yaşam ının bir özelliği durumuna geldi; güm rük
tarifeleri konusunda dayanışmaya, tarifelerden özel çıkar sağ
lamak için karteller kurm ak kadar sık rastlanılır olm uştu.
İç ve dış, sosyal ve ulusal korum acılık birleşm e eğilim indey
di.2 Hububat yasalarının sonucunda ortaya çıkan hayal pahalı
lığı sanayicinin korum acı güm rük tarifeleri yolundaki taleple
rine neden oldu, bu tarifelerin de, sanayici tarafından bir kar
tel politikası uygulanmasında kullanilm am aları görülm üş şey
değildi. İşçi sendikaları doğal olarak hayal pahalılığını karşıla
mak üzere daha yüksek ücret talebinde bulunuyorlardı, dola
yısıyla işverenin artan bir ücret fonunu karşılayabilm esini sağ
layan güm rük tarifelerin e karşı çık acak halleri y oktu . Ama
sosyal içerikli yasaların hesabı bir kez tarifelerle koşullanm ış
bir ücret düzeyine bağımlı duruma geldiğinde, artık işverenle
rin bu yasaların yükünü sürekli korum acılık güvencesi olm a
dan çekm elerini beklem ek hakkaniyete sığmazdı. Korum acı
hareketlen sorum lu olduğu öne sürülen kollekıivist kom plo
suçlam asının zayıf tem ellerini oluşturan da bu durumdu. Ama
burada nedenlerle sonuçlar birbirine karıştırılıyor. Harekelin
kaynakları kendiliğinden ve ço k dağınıktı, ama bir kez başla
dıktan sonra, doğal olarak, onu sürdürmeye çalışan koşut ç ı
karlar yaratması kaçınılmazdı.
Ç ıkar benzerliğinden de önem li olan, bu tür önlem lerin or
tak etkilerinin yarattığı gerçek koşulların benzer dağılımıydı.
D eğişik ülkelerde yaşam , her zam an olduğu g ibi, d eğişikli,
ama ayrımlar artık korum acılık amacı güden belirli yasama ve
idare kararlarına bağlanabilirdi. Çünkü üretim ve em ek koşul
280
ları artık büyük ölçüde tarifelere, vergilere ve sosyal yasalara
bağlıydı. Birleşik Devletler ve Britanya dom inyonlarında göç
men alımı sınırlanm adan önce bile, İngiltere’den göç, şiddetli
işsizliğe karşın, azalm ıştı. Bu da anavatanda sosyal havanın
düzelmesine bağlı görünüyordu.
Ama güm rük tarifeleri ve sosyal yasalar yapay b ir iklim
oluştururlar. Para politikası da, günden güne değişen bir top
luluğun her üyesinin en önem li çıkarlarını etkileyen başka bir
yapay hava yaratıyordu. Para politikasının b irleştirici gücü,
ağır ve dolambaçlı yöntem leriyle bütün diğer korum acılık tür
lerini aşıyordu. Çünkü parasal korum acılığın etkisi h er zaman
canlı, her zaman değişkendi. İş adam ının, örgütlü işçinin, ev
kadınının düşünüp taşındığı, mahsulünü planlayan çiftçinin,
evlenmeyi bekleyen aşıkların zamanın koşullarını değerlendi
rirken akıllarına gelenler, diğer bütün unsurlardan çok merkez
bankasının para politikası tarafından belirlen m işti. Bu para
dengesi sağlandığında geçerliydi, para dengesi sarsıldığında
daha da fazla geçerli; para arzını azaltmak veya çoğaltm ak ha
yat! bir karardı ve bu karan n alınm ası gerekiyordu. Siyasal
olarak ulusun kim liğini belirleyen hüküm etti, ekonom ik ola
rak da merkez bankası.
Uluslararası planda para sistem i daha da önem liydi. Para
doks gibi görünse de, paranın özgürlüğü ticaret kısıtlam aları
nın sonucuydu. Ç ünkü malların ve insanların sınırları geçer
ken karşılaştıkları engeller ne kadar artarsa, ödem e özgürlü
ğünün de o derece etkin bir biçim de korunm ası gerekiyordu.
Kısa vadeli para yeryüzünün bir ucundan ö tek in e bir saat
içinde gönderilebiliyordu; hüküm etler ve özel şirketlerle bi
reyler arasındaki uluslararası ödem elerin yöntem i her yerde
aynı biçim de d üzenlenm işti; dış borçların reddi veya bütçe
garantilerinden sapma çabalan , geri hüküm etlerden geldiğin
de bile, büyük bir suç olarak görülüyor ve güvenilm ez borç
luların tecrit edilm esiyle cezalandırılıyordu. Dünya para siste
miyle ilgili bütün konularda, her yerde, temsili yapılar ve yet
ki alanını belirleyip bütçelerin hazırlanm asını, anlaşm aların
uygulanm asını, m alî sorum lulukların yüklenişini, kam u m u
281
hasebesi k u ralların ı, yaban cıların h akların ı, m ahkem elerin
y etk ilerin i, değişim araçların ın alanını, dolayısıyla, tedavül
bankalarının, yabancı tahvil sahiplerinin, her tip alacakların
konum unu belirleyen yazılı tüzükler türünden kurum lar ge
liştirilm işti. Bu, banknoL ve madeni para kullanım ında, posta
düzenlem elerinde, borsa ve bankacılık yöntem lerinde uyum
sağlıyordu. Belki en g ü çlıılerin dışında, hiçbir hüküm et pa
rayla ilgili tabuları yıkm ayı göze alam azdı. Uluslararası dü
zeyde, ulusal para ulusun ta kendisiydi; hiçbir ulus da ulusla
rarası düzenin dışında yaşayamazdı.
insanlar ve mallardan farklı olarak, para bütün engelleyici
önlem lerden bağımsızdı ve her zaman bütün uzaklıkları aşa
rak iş yürütm e yeteneğini geliştirm eyi sürdürüyordu. Gerçek
nesneleri bir yerden bir yere taşımak güçleştikçe, bunların sa
hipliğinin devri de o denli kolaylaşıyordu. Mal ve hizm et tica
reti yavaşlayıp, ticaret dengesi tehlikeli dalgalanm alar geçir
dikçe, ödem eler dengesi, dünyayı kuş gibi dolaşan kısa vadeli
borçlar ve görünen işlem leri çok uzaklan izleyen sermaye ha
reketleriyle hem en hem en otom atik bir biçim de korunuyor
du. Ödemeler, borçlar ve m ülkiyet hakları, mal değişim inin
önüne dikilen dağ gibi engellerden etkilenm iyorlardı; ulusla
rarası para m ekanizm asının giderek artan esnekliği ve genişli
ği bir bakım a dünya ticareti kanallarının giderek d aralışını
dengeliyordu. 30'lu yıllarda dünya licareü bir dam lacık kaldı
ğında, uluslararası kısa vadeli borçlar duyulm am ış bir hare
ketlilik kazanm ıştı. U luslararası serm aye hareketleri ve kısa
vadeli krediler işlerliklerini koruduklan sürece, gerçek ticare
tin hiçbir dengesizliği muhasebe yöntem leriyle başa çık ılm a
yacak kadar önem kazanm ıyordu. Sosyal çözülm e kredi hare
ketleri yardım ıyla engelleniyor, ekon om ik dengesizlik mali
yöntem lerle düzeltiliyordu.
Sonunda, piyasanın kendi kurallarına göre işleyişinin yıpran
ması siyasal müdahaleye yol açtı. K onjonktür değişikliği tam
istihdamı yeniden sağlayamaz, ithalat ihracatı yaratamaz olun
ca, banka rezerv düzenlem eleri iş yaşamında panik doğurdu
ğunda, yabancı borçlular borçlarını ödemediğinde, hükümetler
282
gerilime bir çare bulmak durumunda kaldılar. Acil bir durum
da toplumun birliği kendini müdahale yoluyla gösterdi.
Devletin nereye kadar müdahaleye itildiği, siyasal alanın ya
pısına ve ekonom ik güçlüğün boyutlarına bağlıydı. Oy hakkı
kısıtlı olduğu ve yalnızca birkaç kişi siyasal etki sahibi olduğu
sürece, m üdahalecilik, genel oy hakkının devleti bir m ilyon
yöneticinin organı yapıp çıktığı duruma göre çok daha az acil
bir sorundu. Aynı bir milyon yönetici ekonom i alanında, çoğu
kez acı bir biçim de, yönetilenlerin yükünü taşımak zorunday
dılar. İstihdam tam, gelirler güvence altında, üretim sürekli,
yaşam düzeyi sağlam, fiyatlar dengede olduğu sürece, müda
halecilik yolundaki baskılar, doğal olarak, uzun süreli buhran
ların sanayii bir kullanılm ayan alet ve işe yaramayan çaba en
kazına çevirdiği durumlara göre çok önemsizdi.
Uluslararası planda da, siyasal yöntem ler piyasanın kendi
yasalarına göre işleyişindeki tıkanıklıkları telafi etm ek üzere
kullanılıyordu. Ricardo’nun ticaret ve para kuram ı çeşitli ülke
ler arasındaki değişik zenginlik üretm e kapasitesine, ihracat
k olaylıkların a, ticaret, ulaşım ve b an k acılık d en eyim lerin e
bağlı statü farklarını görmezden geliyordu. Liberal kuramda,
Büyük Britanya, ticaret dünyasının D anim arka ve G uatem a
la’yla tıpa tıp aynı konum daki bir zerresinden başka bir şey
değildi. G erçekte ise, dünya az sayıda ü lkeden oluşuyordu;
bunlar, borç veren ülkelerle borç alan ülkeler, ihracatçı ülke
lerle hem en hem en ken d ine yeterli olanlar, b irço k değişik
ürün ihraç edenlerle iLhalat ve dış borç ödemeleri için buğday
veya kahve gibi tek bir malın ihracına bağlı olan ülkelere ayrıl
mıştı. Kuram bu ayrımları gözardı edebilirdi, ama uygulamada
bunların so nuçların ı görm ezden gelm ek olanaksızdı. Deniz
aşırı ülkeler sık sık kendilerini borçlarını ödeyemez duruma
düşürüyorlar veya paralarının değeri borç ödem e g üçlerin i
tehlikeye atacak biçim de düşüyordu; bazen dengeyi siyasal
yollardan sağlamaya karar veriyor ve yabancı yatırım cıların
m ülkiyetine m üdahale ediyorlardı. Bu durum ların hiçbirinde
ekonom inin kendini iyi etm e sü recine güvenilem ezdi; oysa
klasik doktrine göre bu süreç, hiç şaşmadan, alacaklıların pa-
283
ralannı alm alarını, paranın değerini kazanmasını ve yabancıla
rın bu tür kayıplardan korunm alarını sağlayacaktı. Ama bu,
söz konusu ülkelerin dünya iş bölüm üne hemen hem en eşit
koşullarla katılm alarını gerektiriyordu, durum da kesinlikle
böyle değildi. Parasının değeri düşen bir ü lkenin, otom atik
olarak ihracatını artırıp ödem eler dengesini düzene koyabile
ceğini veya yabancı sermaye ihtiyacı içinde yabancılara gerekli
tazminatı verip borç faizlerini ödeyeceğini düşünm ek boş bir
beklentiydi. Ö rneğin, kahve veya nitrat ihracatındaki artışlar
piyasalan çökertebilir, aşın faizli dış borçların reddi ulusal pa
ranın değerini düşürm eye tercih edilebilirdi. Dünya piyasa
mekanizması bu tür riskleri göze alamazdı. Onun yerine, sa
vaş gemileri anında yola çıkıyor ve borcunu ödemeyen hükü
meti bom balanm ak veya borcunu tem izlem ek seçeneği ile kar
şı karşıya bırakıyordu. Ödemeye zorlam anın, büyük kayıpları
engellemenin ve sistem i sürdürm enin başka yolu yoktu. K u
ramsal olarak kusursuz bir fikir olan karşılıklı çıkar fikri yerli
ler tarafından kolayca -y a da h iç - anlaşılm adığı zam an, sö
mürge halklarına ticaretin faydalarını gösterm ek için de aynı
tip bir uygulamaya başvuruluyordu. Söz konusu bölge Avrupa
sanayicileri için gerekli ham m addeler açısından zengin oldu
ğunda ve bunun yanısıra doğal ihtiyaçları bütünüyle değişik
yönlerd e gelişm iş yerlilerin Avrupa sanayi ü rünlerine istek
duymalarını sağlayacak hiçbir önceden kurulu uyuma rastlan
madığında, m üdahaleci yöntem ler daha gerekli oluyordu. Do
ğal olarak, kendi yasalarına ve göre işlediği söylenen bir sis
temde bu güçlüklerin ortaya çıkm am ası gerekirdi. Ama öde
melerin ancak silahlı müdahale tehdidi altında yapıldığı d u
rum lar sıklaştık ça, ticaret y ollarının yalnızca savaş gem ileri
yardımıyla açık açık tutulabildigi, ticaretin sancağı, sancağın
da istilâ hüküm etlerinin ihtiyaçlarını izlediği durumlar çoğal
dıkça, dünya ekonom isinin dengesini sağlayabilmek için siya
sal müdahale gerektiği gerçeği de giderek açıklık kazandı.
284
18. Yıkıcı Zorlamalar
285
çevresinde yer alan ve ihracatın düşüşü, ticaret hadlerindeki
bozulmalar, ithal edilen hammaddelerin zor bulunuşuyla ya
bancı yatırım kayıplarını içeren g üçlü kleri, bir grup olarak,
zorlamanın özgün biçim iyle, yani döviz kunt ü zerindeki b a s k ı
larla tanımlayacağız. Son olarak, uluslararası siyasetteki geri
limler, em peryalist rekabet kavramı çerçevesinde toplanacak.
Şim di ekonom ik buhran sırasında işsizlikten kırılan bir ül
keyi ele alalım . Bankalann istihdam yaratmak am acıyla uygu
layabilecekleri bütün iktisat politikası önlem lerinin kur den
gesinin gerekleriyle sınırlı olduğu kolayca görülebilir. Banka
lar merkez bankasına başvurm adan sanayie verilen kredileri
genişletm eyecekler, m erkez bankası da, para d eğerinin k o
runm ası ters yönde politikalar gerektirdiği için, bankaların
başvurusunu kabul etm eyecektir. Ö te yandan, eğer zorlam a
sanayiden devlete yayılırsa -sen d ik a la r ilişkide oldukları s i
yasi partilerin konuyu m eclise götürm elerini sağlayabilirler-
herhangi bir yardım veya kam u yatırım politikasın ın alanı,
dengeli kur politikasının başka bir ön koşulunun, denk büt
çe n in , gerekleriyle sın ırlan acak tır. B öylece altın stand ard ı.
Hâzinenin olduğu gibi tedavül bankalarının da eylem ini et
kin bir biçim de kontrol edecek ve yasama organı kendini sa
nayi için geçerli olan sınırlam aların benzerleriyle karşı karşı
ya bulacaktır.
Doğal olarak, ulus çerçevesinde, işsizliğin zorlam aları hem
sanayi hem de h ü k ü m et sek tö rü n d e k en d in i g ö stereb ilir.
Eğer belirli bir durum da, buhran ücretler üzerindeki dellas-
yonist baskılarla karşılanırsa, yükün öncelikle ekonom i ala
nına bindiği söylenebilir. Ö te yandan, eğer bu acılı önlem den
kamu yatırım larıyla açılan iş olanakları aracılığıyla kaçınıla-
bilirse, gerilim özellikle siyasal alanda d uyulacaktır (h ü k ü
m etin kazanılm ış hakları çiğneyerek aldığı bir önlem le sendi
kalara ücret düşüşleri kabul ettirildiğinde de aynı durum o r
taya çık a r). İlk durum da -ü c r e tle r üzerindeki deflasyon isı
b ask ıların d u ru m u n d a - gerilim piyasa bölgesind e k alır ve
kendini fiyaı değişiklikleri aracılığıyla yayılan gelir d eğişik
liklerin d e gösterir; ik in ci durum da -k a n ıtı yatırım ları veya
286
sendikal kısıtlam aların d u ru m u n da- ilgili grubun siyasal du
rum unu etkileyen bir yasal konum veya vergilendirm e deği
şikliği söz konusudur.
Ayrıca, işsizliğin doğurduğu zorlama ulusun sınırlarını aşıp
döviz kurlarını etkileyebilir. İşsizlikle m ücadelede kullanılan
önlem ler isler siyasal ister ekonom ik olsun, böyle bir durum
ortaya çık ab ilir. A ltın standardı g eçerli o ld u ğu nda (k i biz
onun her zaman geçerli olduğunu varsayıyoruz), bütçe açığına
yol açan bütün hüküm et politikaları paranın değerini düşür
meye başlayabilir; öte yandan, eğer işsizlikle banka kredileri
nin genişlemesi yoluyla mücadele ediliyorsa, bu defa da artan
iç fiyatlar ihracatı düşürecek ve ödem eler dengesini bu kanal
dan etkileyecektir, iki durumda da döviz kuru düşecek ve ül
ke parasının üzerinde bir baskı oluşacaktır.
Değişik bir biçim de, işsizlikten kaynaklanan zorlam a dış ge-
rilinılere yol açabilir. Güçsüz ülkelerin durumunda bu, bazen,
uluslararası konum açısından çok ciddi sonuçlar vermiştir. Ü l
ke saygınlığını yitirm iş, hakları çiğnenm iş, üzerinde yabancı
ların denetim i kurulm uş, ulusal em elleri engellenmiştir. G ü ç
lü ülkelerin durum unda, aynı baskı yabancı piyasalar, söm ür
geler ve etki alanları üzerinde m ücadeleler ve bu türden em
peryalist rekabetle sonuçlanabilir.
Dolayısıyla, piyasadan kaynaklanan zorlamalar, piyasayla di
ğer önemli kurumsal bölgeler arasında gidip geliyor, bazen hü
kümet alanının işleyişini, bazen de, duruma göre, altın standar
dı ya da güç dengesi sistem ini etkiliyorlardı. Her alan görece
olarak diğerlerinden bağımsızdı ve kendine göre bir dengeye
ulaşma eğilimindeydi; bu denge sağlanamadığında, dengesizlik
başka alanlara yayılıyordu. Zorlamaların birikm esine ve aşağı
yukarı bilinen biçim lerde patlak vermelerine yol açan, alanın
görece bağımsızlığıydı. Ondokuzuncu yüzyıl, hayalindeki libe
ral ütopyayı kurmakla uğraşırken, gerçekte işleri mekanizm ala
rı çağı yöneten belirli sayıda som ut kuruma devrediyordu.
Gerçek durumu en iyi ortaya koyan, belki de 1 9 3 3 ’te hâlâ
“hükümetlerin büyük çoğunluğunun” korumacı politikalarını
suçlayan iktisatçının retorik niteliğindeki sorusuydu. Bu ikti-
287
şatçı şunu soruyordu: Bütün uzmanların oy birliğiyle bütünüy
le yanlış, açık bir yanılgı içinde ve iktisat kurumunun bütün il
kelerini karşı olarak değerlendirdikleri bir politika doğru olabi
lir mi? Yanıtı kesin bir “hayır”d ı.1 Ama liberal literatürde orta
daki gerçeklerin açıklaması niteliğinde bir şeyler aramak da bo-
şunaydı. Cehaletleri, hırsları, güzü doymazlıkları ve dargörüşlü
ön yargılarıyla ülkelerin “büyük bir çoğunluğunda” uygulanan
korum acılık p olitikalarınd an sorum lu tutulan hüküm etlere,
politikacılara ve devlet adamlarına yöneltilen bitmez tükenmez
bir hareketler dizisi, bulunabilen tek yanıttı. Bu konuda m an
tıklı bir tartışmaya rastlamak nadirattandı. Schoolm en’in bili
min am pirik gerçeklerine kafa tututuşundan beri, apaçık ön
yargıların böylesine korkutucu bir biçim de sergilendiğine rast
lanmamıştı. Tek entellektüel yanıtı, korumacı komplo efsanesi
ne emperyalist çılgınlık efsanesinin eklenişi oluşturuyordu.
A ç ık s e ç ik o rtay a k o n u ld u ğ u k a d a rıy la , lib e ra l g ö rü ş.
1 880’li yılların başmda Batı ülkelerinde emperyalist ihtirasla
rın harekete geçtiklerini kabile ön yargılarına duygusal bir bi
çim de seslenerek iktisat düşünürlerinin başarılı çabalarım yo-
kettiklerini öne sürüyordu. Bu duygusal politikalar zamanla
güç kazanıp sonunda Birinci Dünya Savaşı’na yol açmışlardı.
Büyük Savaştan sonra aydınlanma güçleri aklın hakim iyetini
kurmak için ikinci bir şans elde etmişler, ama em peryalizmin
beklenm edik b ir ham lesiyle ilerlem enin yolu tıkanm ıştı. Bu
hamle özellikle küçük yeni ülkelerden, ayrıca daha sonraları.
Almanya, İtalya ve Japonya gibi “varlıksızlardan” kaynaklanı
yordu. “Kurnaz hayvan", yani politikacı, ırkın Cenevre, Wall
Street, Londra gibi beyin m erkezlerini yenilgiye uğratmıştı.
Bu popüler siyaset teolojisi örneğinde, emperyalizm Adem’
in yerini alıyor. Devletler ve im paratorluklar doğuştan em per
yalist olarak görülüyor, hiçbir ahlâkî kaygı duymaksızın kom
şu ların ı y utacakları söyleniyordu . Ö nerm en in ik in ci yarısı
doğru, ama ilk yarısı değil. Emperyalizm göründüğü her yerde
ve her zaman, yayılmak için akılcı veya ahlâkî nedenlerin or
288
taya çıkm asını beklem eyecektir. Ama devletler ve im parator
lukların her zaman yayılma em ellerine sahip oldukları hevesli
si değildirler; şehirler, devletler veya im paratorluklar da böyle
bir gerek duymazlar. Bunun tersini öne sürm ek, özel durum la
rı genel bir yasayla karıştırm ak olacaktır. N itekim yaygın ön
yargıların aksine, modern kapitalizm uzun bir daralm a döne
m i yaşamış, ancak gelişm esinin daha sonraki aşamasında em
peryalizme dönmüştür.
Anti-emperyalizm i Adam Sm ith başlatm ış ve böylece yalnız
ca Am erikan D evrim inin değil, bir yüzyıl sonrasının Küçük
İngiltere hareketinin de haberciliğini yapm ıştı. K opuşun n e
denleri ekonom ikti. Piyasaların Yedi Yıl Savaşlarıyla başlayan
hızla genişlem esi, im paratorlukların modasının geçm esine yol
açtı. Coğrafî keşifler, görece yavaş ulaşım araçlarıyla birleşin-
ce, deniz aşırı ü lkelerdeki plantasyonları çekici kılıyorlardı.
Oysa hızlı iletişim , söm ürgeleri pahalı bir lüks durum una ge
tirdi. Plantasyonların çekiciliğini azaltan başka bir alıcı piyasa
sı ideali yerini satıcı piyasasına bırakm ıştı; bu am aca da artık
söm ürgeciler dahil bütün rakipleri daha ucuz mal satarak saf
dışı bırakm ak gibi basit bir yöntem le ulaşılabiliyordu. Bir kez
Atlantik kıyısındaki söm ürgeler kaybedildikten sonra, Kanada
im paratorluk içindeki yerini zorla koruyabildi ( 1 8 3 7 ); Disraeli
h ile Batı Afrika’daki topraklan elden çıkarm a yanlısıydı. Oranj
D evletinin ve bugün dünya stratejisi içinde kilit noktası kabul
edilen bazı pasifik adalarının imparatorluğa katılm a istekleri
sürekli geri çevrildi. Serbest ticaret yanlısı olanlarla korum acı
lar, liberallerle ateşli Toryler, söm ürgelerin siyasal ve m alî bir
yük durumuna gelm eye m ahkûm , elden çıkanlm ası gerekli bir
mal olduğu yolundaki yaygın görüşte birleşiyorlardı. 1 7 8 0 -
1880 arasında geçen yüzyıl boyunca sömürgelerden söz eden
herkese Ancien Regime't bağlı biri olarak tepeden bakılıyordu.
Orta sınıf, savaş ve fetihleri hanedan yöntem leri olarak redde
diyor ve barışçılığa yanaşıyordu (François Quesnay, laissez -fa-
ire’i barışla taçlandıranlann ilkiydi). Fransa ve Almanya İngil
tere’yi izlediler. Bıı ülkelerden ilki, yayılmasını gözle görülür
derecede kısıtladı, artık em peryalizmi bile söm ürgeci olm ak-
289
lan çok Avrupa’ya y ön elikti. Bism arck küçüm ser bir lavırla
Balkanlar için bir can bile feda etmeyi reddetti ve bütün gücü
nü kullanarak söm ürgeciliğe karşı propagandayı destekledi.
Kapitalist şirketler kıtaların bütününü ele geçirirken , Doğu
H int Şirketi Lancashire ihracatçılarının diretm esiyle parçala
nıp, Hindistan’da W arren Hastings ve C line’in ihtişam ı yerini
adı sanı belirsiz perakendecilere bırakırken, hüküm etlerin tav
rı bu merkezdeydi. H üküm etler kendilerini sömürge m eselele
rinden çekm işlerdi. Carring, kum arbaz yatırım cılar ve deniz
aşın ülkelerde spekülasyonlara girişenlerin yaranna hüküm et
m üdahalesi kavram ını gülünç buluyordu. Siyasetle iktisadın
ayrımı artık uluslararası ilişkilere yayılıyordu. K raliçe Hliza-
beth’in kendi özel geliriyle özel olanaklarıyla başka ülkelerde
yağmaya çık anlan n geliri arasında fark gözetm ekten h oşlan
madığı doğruydu, ama G ladstone Ingiliz dış politikasının dış
ülkelerde yatırım yapanların hizm etinde olduğu yolundaki bir
iddiayı kesinlikle iftira olarak nitelerdi. Devlet gücüyle ticaret
çıkarlannm iç içe girm esine izin vermek, ondokuzuncu yüzyı
la özgü bir fikirdi; V ictoria dönem i başındaki devlet adamları
ise, bunun aksine, siyasetle iktisadın birbirinden bağımsızlığı
n ı ilan etm işlerdi. D iplom atik tem silciler yalnızca ço k belirli
durumlarda yurttaşlarının özel çıkarlarını korum ak üzere ha
reket edebilirlerdi; bu yetki alanının dışına çıkıldığı kamu oyu
önünde reddediliyor, böyle bir durum kanıtlandığında da ge
rekli biçim de kınanıyordu. Yalnız ü lked e değil dışarıda da,
devletin özel iş konularına müdahale etm eyeceği ilkesi koru
nuyordu. Hüküm etin özel ticarete karışmaması bekleniyor, ya
bancı ülkelerdeki yetkililerin de ulusal çıkarların geniş çerçe
vesi dışında yurttaşların özel çıkarlarıyla ilgilenm em eleri iste
niyordu. Yatırım lar büyük ölçüd e tarım sektörü nde ve ülke
içinde yer alıyordu; yabancı yatırım lara hâlâ kum ar gözüyle
bakılıyor ve yatırım cıların sık sık karşılaştıkları kayıpların te
feci serm ayesinin yüz kızartıcı derecede yüksek faizleriyle bol
bol karşılandığı düşünülüyordu.
Değişiklik aniden oldu ve bu defa bütün Batı ülkelerinde ay
nı zamanda yer aldı. Almanya, İngiltere’nin iç gelişm esini ya
290
rım yüzyıllık bir gecikm eyle izlem işti, ama dünya düzeyinde
yer alan dış olayların birbiıleriyle ücaret yapan bülün ülkeleri
aynı biçim de etkilem esi kaçınılmazdı. Bu olaylardan biri* ulus
lararası ticaret hızı ve hacmindeki artışla toprağın evrensel dü
zeyde ticarîleşm esiydi. Bu, tahıl ve tarım sal ham m addelerin
çok büyük m iktarlarda yeryüzünün bir köşesinden ötekin e
çok düşük bir maliyetle nakledilm esinde kendini gösteriyordu.
Bu ekonom ik deprem Avrupa’nın tarımsal kesim lerinde m il
yonlarca düzine insanın yaşamını alt üst etti. Birkaç yıl içinde,
serbest ticaret geçm işle kalm ıştı, piyasa ekonom isinin bundan
sonraki gelişmesi bütünüyle değişik koşullarda yer aldı.
Bu koşullar da “çifte hareket” tarafından hazırlanm ışlardı.
Şimdi artan bir hızla yayılan uluslararası ticaretin gidişi, piya
sanın her alanı kapsayan etkisini kontrol etm ek üzere geliştiri
len korum acı kuru m larla çakışıyord u . Tarım sal bu h ran ve
L873-86 Büyük Buhranı, ekonom inin kendi yaralannı sarma
niteliğine olan güveni sarsmıştı. Artık piyasa ekonom isinin t'
pik kurum lan çoğu kez ancak k on ım acı önlem lerle birlikte
kullanılmaya başlanabiliyordu. Bu eğilimi özellikle güçlendi
ren başka bir olgu da, 1 8 7 0 ’li yılların sonu ve 1 8 8 0 ’li yılların
başından itibaren ulu slann, dış ticaret ve döviz kuru gerekle
rinden kaynaklanan ani uyarlamaların yol açtığı çözülm eler
den şiddetle etkilenebilecek örgütlü birim ler biçim ini alm ala
rıydı. Dolayısıyla, ekonom isinin yayılm asının lem el aracı, al
ım standardı, çoğu kez devrin sosyal yasalar ve güm rük tarife
leri gibi tipik korum acı politikasıyla birlikte kullanılıyordu.
Bu noktada da kollektivisl komplo fikrinin geleneksel libe
ral türü, gerçeklere uygun değildi. B encil güm rük tarifesi ta
raftarları ve yum uşak yürekli sosyal yasalar serbest ticaret ve
altın standardı sistem ini diledikleri gibi yıkm am ışlardı; aksine,
altın standardının ortaya çıkışı bu korum acı kurum larm yayıl
masıyla hızlanm ıştı. Sabit döviz kurlarının yükü bu kadar ağır
olduğu için de, bu yayılm a son derece yararlı bulunuyordu.
Bunlardan sonra, tarifeler, iş yasaları ve canlı bir söm ürge poli
tikası dengeli kur politikasının ön koşulları durum una geldi.
(Büyük Britanya, sanayi alanındaki üstünlüğüyle kuralı doğ
291
rulayan bir istisna oluşturuyordu). Piyasa ekonom isi yöntem
leri yalnızca bu ön koşullar hazırlandığında, güven içinde uy
gulanabildi. U zak, yarı söm ürge bölgelerde olduğu gibi, bu
yöntem lerin korum acı önlem ler olm aksızın çaresiz halka zorla
kabul ettirildiği yerlerde tarifsiz acılar yaşandı.
Burada em peryalizm in görünüşte bir paradoks oluşturan
yönünü aydınlatabilecek anahtarı buluyoruz, yani ü lkelerin,
iktisat açısından açıklanam ayan, dolayısıyla akıl dışı olarak
değerlendirilen bir tavırla açık ticaret ilişkilerine girmeyi red
dedip, bunun yerine deniz aşın piyasalar elde etmeye çalışm a
larının nedenini görüyoruz. Ü lkeleri bu biçim de hareket etm e
ye yönelten, güçsüz halkların kaçınm ayı başaramadıkları so
nuçlar türünde sonuçlarla karşılaşm a korkusuydu. Aradaki
fark yalnızca tropiklerdeki yoksul sömürge halkının sefalet ve
düşkünlüğe itilm esi, bazen bunun yok olmaya kadar varması,
oysa Batılı ülkenin daha küçük, fakat her ne pahasına olursa
olsun kaçınılm asını gerektirecek kadar gerçek bir tehlike kar
şısında piyasa kurallarına uymayı reddetmesiydi. Söm ürgele
rin durumunda olduğu gibi, tehdidin m utlaka ekonom ik bir
tehdit olmaması pek fark etm iyordu; sosyal çözülm eyi ekono
mik birim lerle ölçm ek için ön yargılardan başka neden yoktu.
Bir topluluğun, yalnızca bunların uzun dönem deki ekonom ik
etkileri önem siz olabileceği için , işsizlik gibi bir afete, sanayi
ler ve uğraşlardaki değişm elere ve bunlarla birlikte yer alan
ahlâkî ve psikolojik işkenceye kayıtsız kalm asını beklem ek,
abes bir varsayımdı.
Ulus, çoğu kez, zorlam alara yol açan etken taraf olduğu ka
dar bunlara pasif bir biçim de boyun eğen taraftı. Dış b ir olay
ülkenin üzerine bütün ağırlığıyla çöktüğünde, iç m ekanizm a
olağan biçim de işleyerek baskıyı ekonom i alanından siyaset
alanına, ya da siyaset alanından ekonom i alanına aktarıyordu.
Savaş sonrası d önem de bunun önem li örn ek lerin e rastlan ı
yor. Bazı Orta Avrupa ülkelerinde yenilgi, savaş tazm inatları
gibi şiddetli dış baskıları da içeren son derece yapay koşullar
yarattı. On yılı aşan bir süre boyunca, dış borçların sanayiden
devlete, devletten sanayie aktarılıp durması Alman iç işlerine
292
hakim olm uştu. Bu, bir yandan ücretlerle kârlar, öte yandan
sosyal haklar ve vergiler arasında yer alan bir değişim di. Ulu
sun bütünü savaş tazm inatlarının yükünü ü stlenm işti, ülke
içi durum ü lkenin -h ü k ü m e tin ve iş dünyasının b irlik te - so
rum luluğu nasıl yerine getirdiğine bağlıydı. D olayısıyla ulusal
dayanışm a altın standardında k en etlen m işti, bu da paranın
dış değerini en önem li yüküm lülük durum una getiriyordu.
Dawes Planı özellikle Alm an parasını korum ak için geliştiril
mişti. Young Planı aynı koşulu m utlaklaştırdı. R eichsm ark’ın
dış değerini korum a yüküm lülüğü unutulduğunda, dönem in
Alman iç işlerine akıl erdirm ek olanaksız görülebilir. Toplu
m un hep birlikte üstlendiği paranın değerini korum a sorum
luluğu, iş dünyası ve partilerin, sanayi ve devletin zorlam ala
ra uyum sağladığı yıkılm az çerçeveyi oluşturuyordu. Ama ye
nilen Alm anya’nın kaybedilm iş bir savaş sonucunda k atlan
mak zorunda kaldığı şeye, yani ü lkenin dengeli kur baskısıyla
yapay bütünleşm esine, bütün halklar Büyük Savaşa kadar gö
nüllü olarak katlanm ışlardı. Yükün ağırlığına katlanıştaki gu
rurla uysallığı açıklayabilecek tek şey, piyasanın kaçınılm az
kurallarına boyun eğişti.
Bu özelin zorlam a bir basitleştirm enin ürünü olduğu öne
sürülebilir. Piyasa ekonom isi bir gün içinde ortaya çıkm adı, ne
üç piyasa üç katlı bir arabanın atlan gibi başbaşa gitti, ne de
korum acılık bütün piyasalarda koşut etkilere yol açtı, vb. D o
ğal olarak bütün bunlar doğru, ama bütün bunların burada
söz konusu olan noktayı gözden kaçırdığı da doğru.
Kabul etm ek gerekir ki, ekonom ik liberalizm , yalnızca az
çok gelişm iş piyasalardan yeni bir mekanizma yarattı; ortadaki
çeşitli türden piyasalan birleştirdi, bir bütün içinde bunlann iş
levleri arasında uyum sağladı. Aynca, em ekle toprağın birbirin
den aynlm ası bundan çok önce gerçekleşm işti, para ve kredi
piyasalarının gelişmesi de öyle. Bütün bu süreç içinde şimdiki
zaman geçm işle ilintiliydi ve hiçbir kopuşa rasdanmıyordu.
Gene de kurumsal değişim, niteliği gereği, aniden işlerlik ka
zandı. Kritik aşamaya İngiltere’de bir em ek piyasası kurulmasıy
la ve ücretli emeğin kurallarına uymayan işçilerin açlık tehdi
293
diyle karşı karşıya bırakılmasıyla ulaşılmıştı. Bu büyük adım atı
lır atılmaz, kendi kurallarına göre işleyen piyasa mekanizması
rayına girip hızla ilerlemeye başladı. Toplum üzerindeki etkisi
öylesine şiddetliydi ki, neredeyse anında, görüşlerde daha önce
den bir değişiklik oluşmadan, korumacı tepkiler ortaya çıktı.
Ayrıca, aralarındaki büyük n itelik ve başlangıç farklarına
karşın, sanayiin çeşitli unsurları için oluşan piyasalar artık
benzer bir gelişme gösteriyorlardı. Bunun başka türlü olması
da çok güçü. İnsanın, doğanın ve üretim düzeyinin korunması
dem ek; em ek, toprak, aynı zamanda da değişim aracı, yani pa
ra piyasalarına yapılan bir m üdahale dem ekti ve bu nedenle
sistem in kendi kurallarına göre işleyişini zedeliyordu. Bu m ü
dahalenin amacı insan yaşamının ve çevresinin gördüğü hasarı
onarm ak, bunlara belirli bir güven ve saygınlık kazandırmak
olduğuna göre, m üdahale, kaçınılm az olarak, ücret esnekliğini
ve em eğin yer değiştirebilirliğini kısıtlamaya, gelirlerin istikra
rını ve üretimin sürekliliğini sağlamaya, doğal kaynaklar üze
rinde kamu kontrolü oluşturmaya ve fiyatlar üzerindeki huzur
bozucu değişiklikleri önlem ek üzere ulusal paraların düzen
lenm esine yönelm işti.
1 8 73-86 buhranı ve 7 0 ’li yıllarm tarımsal sorunları, gerilimi
sürekli biçimde artırdı. Buhranın başında Avrupa, serbest ticare
tin en hareketli dönemini yaşıyordu. Yeni Alman Reich'ı Fran
sa’ya, iki ülkenin ilişkilerinde “en ayrıcalıklı ülke" maddesini
(m ost favoured nation clause) kabul ettirmiş, ham demire uy
gulanan gümrük tarifelerini kaldırmaya yönelm iş ve altın stan
dardına geçm işli. Bunalımın sonunda Almanya, korumacı tari
felerle donanmış, genel bir kartel örgütü kurmuş, kapsamlı bir
sigorta sistemi geliştirmişti ve söm üıgeci politikalar uyguluyor
du. Serbest ticaretin öncülüğünü yapmış olan Prusyacılığın ko
rumacılığına dönüşte ve “kollektivizm in” ortaya çıkışında çok
küçük bir rol oynadığı açıktı. Birleşik Devletler, Reich’da uygu
lananlardan daha da yüksek gümrük tarifeleri uyguluyordu ve
kendi tarzında aynı derecede “kollektivisi’Ti; yaygın demiryolu
yapımına büyük destek sağlıyor ve dev tröstler geliştiriyordu.
Ulusal zihniyet ve tarih koşullarından bağımsız olarak biı-
294
tün Balı ülkeleri aynı çizgiyi izlediler.2 Altın standardıyla bir
likte piyasa m odellerinin en aşırısı yürürlüğe girm işti, söz ko
nusu olan piyasaların ulusal yetkililerden m utlak bağım sızlı
ğıydı. Artık dünya ticareti, yeryüzündeki yaşam ın, em ek, top
rak ve parayı içeren kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa
çerçevesinde, altın standardının bu dev devridaim m akinesi
nin gardiyanlığını üsüenm esiyle, örgütlenişi anlam ına geliyor
du. Uluslar ve halklar, bütünüyle kendi kontrolleri dışında bir
gösterinin kuklalarını oluşturuyorlardı. Kendilerini işsizlikten
ve istikrarsızlıktan göç yasalarıyla desteklenen m erkez banka
ları ve güm rük tarifeleri yardımıyla koruyorlardı. Bu önlem ler
serbest ticaretle sabit kurların yıkıcı etkilerine karşı geliştiril
mişlerdi ve, amaca ulaştıkları ölçüde, bu m ekanizm aların işle
yişine müdahale ediyorlardı. Her kısıtlam a aşırı kârları veya
ücretleri diğer yurttaşlar için bir vergi oluşturan gruplara çıkar
sağlıyordu, ama çoğu kez haksızlık verginin m iktarındaydı,
korum acılığın kendisinde değil.
K oru m acılık h aklı veya haksız nedenlere bağlı olabilird i,
ama m üdahalelerin etkileri dünya piyasa sistem inin zayıflığını
ortaya çıkarm ıştı. Bir ülkede ithalata uygulanan güm rük tari
feleri başka bir ülkenin ihracatını etkiliyor ve onu siyasal ola
rak korunm asız bölgelere yöneltiyordu. Ekonom ik em perya
lizm, her şeyden çok , güçlü devletler arasında ticaretini siyasal
olarak korunm asız piyasalara doğru genişletm ek üzere girişil
miş bir mücadeleydi. İhracatı artırma baskısına sanayi hum
masının yol açtığı hammadde kapışması ekleniyordu. Hükü
metler geri ülkelerde iş yapan yurttaşlara destek sağlıyorlardı.
Ticaret ve sancak, birbirinin izinde ilerliyorlardı. Emperyalizm
ve yarı bilinçli bir ken dine yeterlilik hazırlığı, giderek daha
güvenilmez duruma gelen bir dünya ekonom isine bağım lılık
ları giderek artan büyük devletlerin genel eğilimi olm uştu. Ge
ne de uluslararası altın stadardmın katı bir biçim de korunm ası
mutlak bir gereklilik olarak görülüyordu. Yıkım ın kurum sal
kaynaklarından biri buydu.
295
Ulusal sınırlar içinde de benzer bir çelişki elkisini gösteri
yordu. Korum acılık rekabetçi piyasaları tekelci piyasalara dö
nüştürüyordu. Piyasaları, rekabet halindeki atom ların bağım
sız ve o to m atik m ekan izm aları olarak tanım lam ak gid erek
güçleşiyordu. G iderek bireyler y erlerini birliklere bırakıyor,
insanlar ve sermaye birbiriyle rekabet etm eyen gruplar halinde
birleşiyordu. E konom ik uyum yavaşlamış ve güçleşm işti. Piya
saların kendi yasalarına göre işleyişi ciddi biçim de bozulm uş
tu. Sonunda, düzenlenm em iş fiyat ve maliyet yapıları buna
lım ların daha uzun sü rm esin e yol açm aya, düzenlenm em iş
üretim araçları verimsiz yatırım ların tasfiyesini geciktirm eye,
düzenlenm em iş fiyat ve gelir düzeyleri sosyal gerilimlere ne
den olmaya başladı. Ve söz konusu piyasa hangisi olursa olsun
-e m e k , toprak veya p a ra - zorlam a ekonom i alanını aşıyor ve
dengeyi siyasal yollarla sağlamak gerekiyordu. Bununla birlik
te, siyasal alanın ekonom ik alandan kurumsal ayrılığı piyasa
toplum unun yapısı gereğiydi ve söz konusu gerilim ne olursa
olsun bu ayrılığı k orum ak gerekti. Y ık ıcı zorlam anın diğer
kaynağı buydu.
H ik ây em izin so n u n a y a k la ş ıy o ru z , am a g ö rü şü m ü z ü n
önem li bir bölüm ü hâlâ açıklanm ayı bekliyor. Çünkü dönüşü
mün m erkezinde piyasa ütopyasının çöküşünün yattığını h iç
bir kuşkuya yer bırakm ayacak biçim de kanıtlam ayı başarmış
bile olsak, gerçek olayların bu neden tarafından nasıl belirlen
diğini gösterm ek gene de bize düşüyor.
Bir anlam da, bu um utsuz bir girişim , çünkü tarih tek bir
unsur tarafından belirlenm iş değil. G ene de, bütün zenginliği
ve çeşitliliğine karşın, tarihin akışında, bir dönem in olayları
nın dokusundaki geniş benzerliği açıklayan durumlar ve seçe
neklerin yinelenişiyle karşılaşıyoruz. Eğer tipik koşullar altın
da akıntıları ve karşıt akıntıları yönlendiren düzenliliği b ir ö l
çüde açıklayabilirsek, öngörülm esi olanaksız fırtınaların çer
çevesi üzerine kafa yormamız gerekmez. M ekanizm ayı uygar
lığın iki özelliği izliyordu: Katı determ inizm i ve ekonom ik ni
teliği. Çağdaş görüş bu ikisini birbirine bağlayıp determ iniz
m inin ekonom ik dürtülerin niteliğinden, yani bireylerin para
296
sal çıkar peşinde koşacakları beklentisinden kaynaklandığını
varsaymak eğilimindeydi. Aslında ikisi arasında hiçbir bağlan
tı yoktu . B irço k ay rıntıd a ö ylesin e b elirgin olan “d eterm i
nizm ”, yalnızca, öngörülebilen seçenekleri ve bu seçeneklerin
yanlış bir biçim de maddi dürtülerin gücüne bağlı olarak açık
lanan kısıtlılığıyla piyasa toplum u m ekanizm asının bir sonu
cuydu. Bireylerin dürtüleri ne olursa olsun, arz-talep-fiyat sis
temi her zaman dengeye u laşacaktır ve, insanların çoğunun
durumunda, ekonom ik dürtülerin duygusal denilenlerden çok
daha az etkili olduğu bilinen bir gerçektir.
insanlık yeni dürtülerin değil yeni m ekanizm aların elindey
di. Kısaca, zorlam a piyasa alanında ortaya çıktı, oradan siyase
te atladı ve böylece bütün toplumu için e aldı. Ama dünya eko
nomisi işlediği sürece, tek tek uluslar içindeki gerginlik açığa
çıkmadan kalabildi. Yalnızca piyasa ekonom isinden geriye ka
lan k u ru m ların so n u n cu su , altın standardı çö zü ld ü ğü n de,
ulusların içindeki baskı kontrolden çıktı. Yeni duruma gösteri
len tepkiler n e kadar birbirlerinden farklı olsalar da, temelde
hepsi geleneksel dünya ekonom isinin yok oluşuna uyum ça
balarıydı; dünya ekonom isi parçalandığında, piyasa uygarlığı
da bu girdap içinde kayboldu. Bu, neredeyse inanılm az bir ol
guyu, bir uygarlığın bütün am açlan maddi zenginliğin otom a
tik artışı olan ruhsuz k u ru m lann kör eylem i tarafından yok
edilişi olgusunu açıklıyor.
Ama kaçınılm az olan nasıl gerçekleşm işti? Bunun dönem in
tarihinin m erkezindeki siyasi olaylara dönüşm esi nasıl olm uş
tu? Piyasa ekonom isinin çöküşünün bu son aşamasında, sınıf
sal güçlerin belirleyici bir rol oynadıklarını görüyoruz.
297
ÜÇÜNCÜ KISIM
D ö n ü şü m Yol A lırke n
19. Genel Oy Hakkına Dayanan Hükümet
ve Piyasa Ekonomisi
301
Speenham land haklı olarak em ek piyasasının kurulm asını
engelleyen m üdahaleci bir eylem olarak tanımlanmıştır. Sana
yileşmiş bir İngiltere için verilen savaş Speenhamland çevre
sinde yer alm ış ve, şim dilik, onun çevresinde kaybedilm işti.
Bu mücadelede klâsik iktisatçılar m üdahalecilik sloganını bul
muşlardı, Speenhamland de gerçekte olmayan bir piyasa düze
nine yapılan yapay m üdahale olarak dam galanm ışıı. Tow n
send, M althus ve Ricardo, Yoksullar Yasası koşullarının daya
nıksız temelleri üzerinde klâsik iktisat yapısını, o güne kadar
eskim iş bir düzene yöneltm iş kavramsal yıkım araçlarının en
göz kam aştırıcısını, kurdular. G ene de bir nesil boyunca yar
dım sistem i köy sınırlarını şehirlerdeki yüksek ücretlerin çek i
ciliğine karşı korudu. 1820’li yılların ortalarından önce, Hus-
kisson ve Peel dış ticaretin alanını genişletiyorlardı, m akine
ihracına izin veriliyordu, yünlü kum aş ihracatına konulan am
bargo kaldırılm ıştı, nakliye kısıtlam aları kaldırılm ış, göç ko
şulları kolaylaştırılm ıştı. Aynı zamanda, çıraklık ve ücret sap
tanmasıyla ilgili Zanaalkârlar Yasasının resmi biçim de iptalini,
örgütlenmeye karşı yasaların yürürlükten kalkması izlemişti.
Bütün bunlara karşın, o moral bozucu Speenham land yasası
bir bölgeden ötekine işçiyi dürüstçe çalışm aktan alıkoyarak ve
bağımsız işçi kavramını anlam sız kılarak, yayılıp duruyordu.
Emek piyasası devri gelm işti, ama doğumu kırsal kesim ileri
gelenlerinin "yasası” tarafından engelleniyordu.
Reform Parlamentosu derhal yardım sistem ini ortadan kal
dırmaya girişti. Bu amacı gerçekleştiren Yeni Yoksullar Yasası,
avam kamarasından geçen en önem li sosyal yasa olarak tanım
landı, ama tasarının özünde Speenhamland’in iptali yatıyordu.
Bu noktada em ek piyasasına müdahale edilmesinin toplumun
gelecekteki yapısı açısından belirleyici önem taşıyan bir gerçek
olarak görüldüğünün bundan daha güçlü bir kanıtı olamaz.
Gerilimin ekonom ik kaynağı üzerine söylenecekler bu kadar.
Siyasal alana gelince, 1832 Parlam ento Reformu barışçı bir
devrimi gerçekleştirm işti. 1834 tarihli Yoksullar Yasası deği
şikliği ile ülkenin sosyal katm anlaşm ası değiştirilm iş, İngiliz
yaşam ının bazı tem el g erçekleri k ök len değişik bir biçim de
302
yeniden yorum lanm ıştı. Yeni Yoksullar Yasası genel y ok su l k a
tegorisini ortadan kaldırıyordu. Eski yoksullar, şim di, yerleri
yoksullar evi* olan fiziksel nedenlerle sefalete düşmüş kim se
lerle, ücret karşılığı çalışarak yaşamlarını kazanan bağımsız iş
çilere ayrılıyordu. Bu bütünüyle yeni bir yoksul türünü, işsizi,
sosyal sahneye getiriyordu. M uhtaç dürüm dakilere insaniyet
nam ına yardım edilm esi gerekirken, işsizlere sanayi nam ına
yardım edilm em esi gerekiyordu. Ö nem li olan, işsizin gerçek
ten uğraştığında iş bulup bulamayacağı değildi. Ö nem li olan,
ücret sistem inin yıkılıp toplum un sefalet ve karmaşaya sürük
lenmem esi için, onun, karşısındaki tek seçenek Yoksullar evi
olarak, açlıktan ölm e tehlikesi içinde yaşaması gerektiğiydi.
Bunun suçsuzları cezalandırm ak anlamına geldiği biliniyordu.
Acım asızlığın sapıklığı, açlık yoluyla yok olma tehdidini etkin
kılm ak gibi açıkça belirtilen bir amacı gerçek leştirm ek için
em ekçiye bağımsızlık verilmesinde yalıyordu. Bu işlem, klâsik
iktisatçıların çalışm alarıyla bize uzanan karam sar perişan ol-
muşluk duygusunu anlaşılabilir kılıyor. Ama artık em ek piya
sası sın ırlan içine hapsedilm iş ihtiyaç fazlalarını kilit altında
tu tabilm ek için h ü k ü m et, H arriet M artineau ’nun deyişiyle,
suçsuz kurbanlara herhangi bir yardımda bulunm ak devlet ta
rafından “halkın haklanna tecavüz edilm esidir" anlam ına ge
len, kendi içinde çelişkili bir yasaya bağlı kılınıyordu.
Ç artist hareket m ülksüzleri devlet kapsam ına sokm a tale
biyle ortaya çıktığında, ekonom ik olanla siyasal olanın ayrımı
akadem ik bir konu olm aktan çıkıp, var olan toplum sistem i
nin vazgeçilm ez koşulu durum una geldi. G etirdiği bilim sel
psikolojik işkence yöntem leriyle Yeni Yoksullar Yasasının uy
gulamasını, bu yöntem lerin hedef aldığı insanların tem silcile
rine bırakm ak düpedüz çılgınlık olurdu. Lord Macaulay, bü
yük liberallerden birinin yaptığı en parlak konuşmalardan biri
olan Lordlar Kamarası konuşm asında, Çartist bildirgenin, bü
tün uygarlıkların tem eli olan mülkiyet kurumu adına kayıtsız
şartsız reddedilmesi gerektiğini talep ederken son derece tu-
303
tarh davranıyordu. Sir Robert Peel bildirgenin anayasaya karşı
olduğunu söylüyordu. Ama em ek piyasası işçilerin yaşam ları
nı alt üst ettikçe, oy hakkı istekleri de güçleniyordu. G enel oy
hakkına dayanan hüküm et isteği, gerilim in siyasal kaynağını
oluşturuyordu.
Bu koşullar altında, anayasacılık bütünüyle yeni bir anlam
kazandı. O zamana kadar, m ülkiyet haklarına yasal olmayan
m üdahalelere karşı anayasanın getirdiği önlem ler yalnızca yu
karıdan gelen keyfî hareketlere yöneliyordu. L o ck e’un görüşü
toprak m ülkiyetinin ve ticari m ülkiyetin sınırlarım aşm ıyor
du ve büyük ölçüd e V III. H enry’nin kilise malına el koym ası,
I. C h a rle s’in d arp h an ey i so y m a sı, II. C h a r le s ’in h âzin ey i
“dondurm ası” türünden K raliyetin giriştiği zorbalıkları hedef
alıyordu. Jo h n L o ck e’daki anlam ıyla h ükü m et id aresinin iş
dünyasından ayrılm ası, bir örn ek oluşturacak biçim de 1 6 9 4 ’te
bağım sız b ir İngiltere M erkez Bankası kurulm asıyla b aşarıl
m ıştı. Ticari serm aye. K raliyete karşı m ücadelesini bununla
kazanm ıştı.
Yüzyıl sonra korunm ası gereken ticari mülkiyet değil sanayi
m ülkiyeliydi, üstelik kraliyete değil, halka karşı. O nyedinci
yüzyıl anlamları ondokuzuncu yüzyıl durumlarına ancak ya
nılgılar aracılığıyla uygulanabilir. M ontesquieu’nun (1 7 4 8 ) o
sıralarda icat ettiği güçler ayrım ı, şimdi insanları kendi ekono
m ik yaşamları üzerindeki güçlerinden ayırmak için kullanılı
yordu. Ç iftçi-zanaatkâr çevresinde, İngiliz sanayi ortamından
gerekli dersi alm ış kim selerin yönetim inde biçim lenen Ameri
kan anayasası, ekonom i alanını bütünüyle anayasa yetkisin
den ayırıyor, böylece mülkiyeti düşünülebilecek en büyük gü
vence altına alıyor ve dünyadaki yasal temellere dayanan tek
piyasa toplum unu oluşturuyordu. Evrensel oy hakkına karşın,
Amerikan seçm enlerinin m ülk sahipleri karşısında hiçbir gü
cü yoktu .’
İngiltere’de, işçi sınıfına oy hakkı verilm em esi gerektiği ana
yasanın yazılm am ış b ir m addesi durum una geldi. Çartizm in
304
önderleri hapse atıldı, hareketin milyonlarca taraftan nüfusun
çok küçük bir bölüm ünü temsil eden bir m eclis tarafından bir
tarafa itildi, yalnızca oy hakkı istem ek yetkililer tarafından ço
ğu kez bir su ç olarak değerlendirildi. İngiliz sistem in in bir
özelliği olduğu söylenen uzlaşm acılıktan -d a h a so n raki bir
ic a t- hiçbir ize rastlanmıyordu.
İşçilerin yüksek ücret alan bir kesim inin ulus konseylerine
kalılm alanna izin verilm esi, ancak işçi sınıfı kırklı açlık yılla
rından geçtikten ve uysal bir nesil kapitalizm in altın çağının
meyvelerini toplamak üzere ortaya çıktıktan, ancak vasıflı işçi
lerin üst kadem eleri sendikalarını kurup yoksulluktan kınlan
işçilerin oluşturduğu kara kalabalıktan ayrıldıktan, ancak işçi
ler Yeni Yoksullar Yasasının kendilerine kabul ettirm eye am aç
ladığı sistem e boyun eğdikten sonra gerçekleşebildi. Çartistler
insan yaşam lannı öğüten piyasa çarklarını durdurma hakkını
elde etm ek için savaşm ışlardı. Ama halkın bazı hakları elde
edebilm esi ancak korku nç uyum sağladıktan sonra oldu. İn
giltere içinde ve dışında, M acaulay’dan M ises’e, Sp en cer’den
Sum ner’a kadar, genel oy hakkına dayanan dem okrasinin ka
pitalizm için bir tehlike oluşturduğu inancını dile getirm eyen
tek bir militan liberale rastlanmıyordu.
Em ek konusunda yaşanan deneyim para konusunda da tek
rarlandı. Bu alanda da 1 7 9 0 ’lı yıllar 1920’li yılların haberciliği
ni yapıyordu. Enflasyon ve deflasyonun m ülkiyet haklarına bir
müdahale oluşturduğunu ilk gören Benıham ’dı: Enflasyon ti
carete uygulanan bir vergi, deflasyon ise ticarete bir m üdaha
leydi.2 O zamandan beri de, em ek ve para, işsizlik ve enflas
yon, siyasal olarak aynı kefeye konuldu. C obbett altın standar
dına Yeni Yoksullar Yasasıyla birlikte karşı çıkıyordu, Ricardo
ikisini de aynı nedenle destekliyordu: Emek ve para meta o l
dukları ve hüküm etin ikisine de müdahale etm eye hakkı o l
madığı için. Atwood ve Birm ingham gibi altın standardının
kabulüne karşı çıkan bankerler, kendilerini O w en gibi sosya-
305
üstlerin yanında buldular ve yüzyıl sonra M ises hâlâ em ek ve
paranın hüküm etin üzerine piyasadaki herhangi bir metadan
daha fazla vazife olmadığını tekrarlıyordu. O nsekizinci yüzyıl
federasyon öncesi Am erika’sfn d a ucuz para Speenham land’le
eş tutuluyor, yani hüküm et tarafından halkın taleplerine veril
m iş, ekonom ik açıdan yıpratıcı bir taviz olarak görülüyordu.
Fransız Devrimi ve devrim sırasında kullanılan para, halkın
ulusal parayı yok edebileceğini gösterm iş, Amerika eyaletleri
nin tarihi de bu kuşkuyu güçlendirm işti. Burke, Amerikan de
m okrasisini ulusal para sorunlarıyla özdeşleştiriyordu; Hamil-
ton’un korkusu da yalnızca bölünm elerden değil aynı zam an
da enflasyondandı. Ama ondokuzuncu yüzyıl Am erikası’nda
popülistlerle W all Street büyüklerinin desteklediği ban knot
partileri arasındaki çekişm elerin yaygın olmasına karşın, Av
rupa’da enflasyonizm suçlam ası ancak 1920’li yıllarda dem ok
ratik m eclislere karşı etkin bir sav durumuna geldi ve geniş
kapsamlı siyasal sonuçlara yol açtı.
Sosyal korum acılık ve paraya m üdahale, yalnızca benzer de
ğil aynı zamanda çoğu kez birbirleriyle özdeş konulardı. Altın
standardının uygulanmaya başlamasından beri, paranın değeri
enflasyon tarafından olduğu kadar ücret düzeyinin yükselmesi
tarafından da tehdit ediliyordu. İkisi de ihracatı düşürüp döviz
kurunu olumsuz yönde etkileyebiliyorlardı. İki ana müdahale
biçim i arasındaki bu basit ilişki, yirmili yıllarda siyasetin odak
noktası olmuştu. Para değerine önem veren taraflar, tehlikeli
bütçe açıklarını olduğu kadar ucuz para politikalarını da eleş
tiriyor, böylece hem “hazine enflasyonu”na hem de “kredi enf
lasyonluna karşı çıkıyor, ya da, daha basit bir deyişle, sosyal
yükleri ve yüksek ücretleri, işçi sendikalarını ve işçi partilerini
suçluyorlardı. Ö nem li olan biçim değil özdü ve çok düşük faiz
hadlerinin fiyatları yükselteceği kadar sınırsız işsizlik sigorta
sının da bütçe dengesini alt üst edeceğinden, ikisinin de döviz
kurları üzerinde aynı olum suz etkiyi oluşturacağından kim
kuşku duyabilirdi? G ladstone, bütçeyi İngiliz ulusunun vicda
nı durumuna getirm işti. Daha aşağı halklar için para değerinin
korunması bütçe dengesinin yerini alabilirdi. Ama sonuç he
306
men hem en aynıydı. Azaltılm ası gereken ister ü cretler ister
sosyal hizm etler olsun, bunları azaltmamanın doğuracağı so
nuçlar kaçınılm az olarak piyasa mekanizm ası tarafından belir
lenecekti. Bu çözüm lem e açısından, İngiltere’deki 1931 Ulusal
Hüküm eti, daha sınırlı bir düzeyde, Amerika’da New Deal’ın
gördüğü işlevi görm üştü. Bunların ikisi de, ülkelerin, tek tek,
büyük değişim içinde duruma uyum sağlamak için giriştikleri
eylemleri oluşturuyorlardı. Ama İngiltere’nin durumu sivil çe
kişm eler veya id eo lo jik değişim ler türünde işleri k arıştırıcı
unsurlardan arınm ış olma üstünlüğüne sahipti, dolayısıyla be
lirleyici özellikleri daha açık bir biçim de sergileniyordu.
1 9 2 5 ’ten beri Büyük Britanya parasının durumu sallantılıy
dı. Altına dönüş, fiyat düzeninin ayarlanm asıyla birlikte yer
alm am ıştı, fiyat düzeyi açıkça dünya düzeyinin üzerindeydi.
Hüküm etin ve M erkez Bankasının, partilerin ve sendikaların
birlikle girdikleri yolun saçm alığını çok az kişi fark etm işti.
İlk işçi partisi hüküm etinin (1 9 2 4 ) maliye bakanı Snow den,
altın standardı tiryakilerinin en büyüğüydü, gene de sterline
eski değerini kazandırm a girişim inin, partisini ya ücretlerde
bir düşüşü sırtlam ak ya da boşlukta kaybolm ak seçeneğiyle
karşı karşıya bıraktığının farkında değildi. Yedi yıl sonra işçi
partisi, Snowden’in kendisi tarafından, bu yolların ikisine bir
den girm eye zo rlan ıy o rd u . 1 9 3 1 so n bah arın a g elin d iğ in d e
ekonom ik bunalım sterlini zorluyordu. 1926'da genel grevin
başarısızlığının ücret düzeyinin daha fazla yükselm esini engel
lem esi boşunaydı, sosyal hizm etlerin mali yükündeki artış,
özellikle kayıtsız şartsız işsizlik yardımının oluşturduğu yük,
önlenem em işti. Ulusa, bir yanda sağlam para ve sağlam bütçe,
öte yandan daha iyi sosyal hizm etler ve para değerinin düşü
rülmesi seçeneğini kabul ettirm ek için bankacı “ram pa”sm a
ihtiyaç yoklu, oysa bu rampanın varlığı da ortadaydı. Para de
ğerinin düşüşü yüksek ücretler ve azalan ihracata ya da bütçe
açıklarına bağlı olabilirdi. Açık olan, ya sosyal hizm etlerde ya
da döviz kurunda b ir düşüş olması gerektiğiydi. İşçi partisi
bunların ikisini de kabul edemediği için -so sy al hizm etlerin
kısılması işçi sendikaları politikasına aykırıydı, altın standar-
307
dini bırakm ak da günah kabul ed iliyord u - hüküm etten düştü.
G eleneksel partiler de, hem sosyal hizm etleri kısıtlayıp, hem
de sonuçta, altın standardını bıraktılar. Kayıtsız şartsız işsizlik
yardımı kalktı ve bir maddi olanak kıstası konuldu, aynı za
manda ülkenin siyasal gelenekleri önem li bir değişiklik geçir
di. İki parti sistem i askıya alındı. Yeniden kurulması için bir
çaba gösterilmedi. O niki yıl sonra hâlâ ortada yoktu ve yakın
zamanda geri geleceğine dair bir belirtiye rastlanmıyordu. Ü l
ke, trajik bir refah veya özgürlük kaybı olm aksızın, altın stan
dardını askıya alarak, dönüşüm e doğru belirleyici bir adım at
mıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bunun yanında liberal ka
pitalizm yöntem lerindeki değişiklikler yer aldı. Bununla b ir
likte, bu değişikliklerin sürekli olm ası düşünülm em işti. D ola
yısıyla ülkeyi tehlike alanının dışına çıkaramadılar.
Bütün önemli Avrupa .ülkelerinde benzer bir m ekanizm a iş
liyor ve aynı etkiyi yapıyordu. Avustralya’da 1 9 2 3 ’te, Belçika
ve Fransa’da 1926’da, Almanya’da 1 9 3 1 ’de, işçi partileri “ulu
sal parayı k u rta rm a k ” iç in h ü k ü m etten çe k ild ile r. S eip el,
Francqui, Poincare veya Brüning gibi devlet adamları, işçi par
tilerini hüküm etten uzaklaştırdılar, sosyal hizm etleri kıstılar
ve işçi sendikalarının ücret ayarlamalarına karşı gösterdikleri
direnişi kırmaya çalıştılar. Tehlikede olan her zaman ulusal pa
raydı ve sorum luluk şaşmaz bir biçim de yüksek ücretlere ve
dengesiz bütçelere yüklendi. Böyle bir basitleştirm enin, dış ti
caret, ian m ve sanai alanlarında ekonom ik ve m ali politikalar
la ilgili hemen hem en bütün konuları kapsayan çok çeşitli so
runların hakkını verebilmesi çok güç. Ama bu konulara yakın
dan baktığımızda, sonunda para ve bütçe konularının, işçilerle
işverenler arasındaki sorunlar ve bunların dışında kalanların
önem li gruplardan birbirine veya ötekine destek vererek ko
num değiştirişi üzerinde odaklaştığım daha açık bir biçim de
görebiliyoruz.
“Blum deneyim i” (1 9 3 6 ) başka bir örnek oluşturuyor, işçi
partisi hüküm ete gelm işti, ama altın çıkışm a am baiğo konu l
m am ası koşuluyla. Bir Fransız New Deal’i ortaya çıkarm adı,
çünkü ulusal para gibi bir ana sorunda hüküm etin eli kolu
308
bağlıydı. Ö rnek kesin b ir kanıl oluşturacak nitelik te, çünkü
İngiltere’de olduğu gibi Fransa’da da, bir kez işçi partisi zarar
sız duruma getirildikten sonra, orta sınıflar daha fazla gürültü
patırtı etm eden altın standardım savunmaktan vazgeçtiler. Bu
örnekler, sağlam para önerm esinin halkçı politikalar üzerinde
ne derece sakatlayıcı bir etki yaptığım gösteriyorlar.
Amerikan deneyim inden aynı dersi değişik bir biçim de alı
yoruz. Döviz kurunun gerçekte pek az önem taşım asına kar
şın, New Deal altın standardı bırakılm adan başlaıtlam azdı. Al
tın standardı kullanıldığında, devlet mâliyesinin büyük ölçüde
bağımlı olduğu dengeli kur ve sağlam iç kredi koşullarını sağ
lama sorum luluğu, eşyanın doğası gereği, mali piyasanın ön
derlerine verilm iştir. Dolayısıyla bankacılık kesim i, ekonom i
alanında doğru veya yanlış nedenlerle hoşuna gitm eyen her
hangi bir iç politikayı engelleyebilecek konum dadır. Siyasal
açıdan, hükümetler, belirli bir mali önlem in sermaye piyasası
ve döviz kurlarım tehlikeye katıp atm ayacağını bilebilen tek
grup olan bankacılara danışm ak zorundadırlar. Bu durumda,
sosyal korum acılığın çıkm aza sürüklenm eyişi, A m erika’nın al
tın standardını vaktinde bırakm asına bağlıydı. Bu kararın tek
nik açıdan sağladığı yararlar önemsizdi (hüküm etin öne sür
düğü nedenler de, çoğu kez olduğu gibi, çok zayıftı), ama atı
lan adımın sonucu, Wall Street’in elindeki siyasal gücün geri
alınışıydı. M ali piyasa p an iklerle yöneltilir. O tu zlu yıllarda
Wall Street’in güçsüzleşişi, Birleşik D evletleri Kıta Avrupası’n-
daki gibi bir sosyal felaketten korudu.
Ancak, yalnızca Birleşik Devletler’de, ülke dünya ticaretine
bağımlı olmadığı ve ulusal para açısından sağlam bir konum a
sahip olduğu için, altın standardı büyük ölçüde bir iç politika
sorunuydu. Diğer ülkelerde altın standardını bırakm ak dünya
ekonom isinden ayrılm akla aynı şeydi. Belki de bunun tek is
tisnası Büyük Britanya’ydı. Dünya ticareti içindeki payı öyle
büyüktü ki, uluslararası para sistem inin işleyiş biçim ini belir
leyebilirdi. Almanya, Fransa, Belçika ve Avusturya gibi ü lke
lerde bu koşulların hiçbiri yoktu. O nlar için , ulusal paranın
zayıflaması dış dünyadan kopm ak, dolayısıyla dışarıdan alınan
309
hammaddelere bağımlı sanayileri feda etm ek, istihdamı belir
leyen dış ticaret düzenini bozm ak ve bütün bunları ticaret ya
pılan ülkelere aynı ölçüde bir develüasyonu kabul ettirm e şan
sına sahip olm adan, dolayısıyla Büyük Britanya’nın yapmış ol
duğu gibi paranın altın karşısındaki değerinin düşüşüyle orta
ya çıkan iç koşullardan kaçınmaya fırsat bulamadan, yapmak
anlam ına geliyordu.
Döviz kurları ücret düzeyine dayanan kaldıracın güçlü ko
lunu oluşturuyordu. Döviz kurları konuyu bir sonuca bağla
madan önce, ücret sorunu genellikle alttan alta gerilim i artırı
yordu. Ama ücretlilere piyasanın kabul ettirem ediğini, döviz
kuru mekanizm ası en etkin biçim de kabul ettirdi. Para değeri
göstergesi, m üdahaleci sendika p olitikalarının piyasa m eka
nizm ası üzerindeki bü tü n olum suz etkilerin i gözler öııüne
serdi. Bu arada piyasa m ekanizm asının devresel buhranları da
içeren doğal zayıflıkları artık olduğu gibi kabul ediliyordu.
G erçeklen de, piyasa toplum unun ütopik niteliğini, hiçbir
şey meta efsanesinin em eğe ilişkin olarak toplumu içine sok
tuğu zırvalıklardan iyi gösteremez. Grev, sanayi eylem inin bu
normal pazarlık silahı, giderek sosyal açıdan yararlı çalışm a
nın sorum suzca kesintiye uğram ası anlam ını taşım aya, aynı
zamanda da ücretlerin içinden ödendiği sosyal ürünü azaltm a
ya başlamıştı. Dayanışma grevlerinden hiç hoşlanılm ıyor, ge
nel grevlere toplum un varlığına yönelm iş bir tehlike olarak
bakılıyordu. Aslında hayatî önem taşıyan hizmetlerde ve b ele
diye hizm etlerindeki grevler, halkı rehin alıyor, onları em ek
piyasasının oluşturduğu arapsaçı gibi soruna karışmaya zorlu
yordu. Başka türlü oluşan fiyatlar ekonom ik olamayacağı gibi,
em eğin fiyatı da piyasada oluşmalıydı. Emek bu sorumluluğu
üstlendiğinde meta olarak “em ek” arzının bir unsuru gibi dav
ranacak ve alıcının verebileceği fiyatın altında satış yapmayı
reddedecektir. Bu, m antıksal sonucuna götürüldüğünde, em e
ğin hem en hem en her zaman grevde olması gerektiği anlam ı
na gelir. Saçmalığı yüzünden savunulamayacak bir önerm e o l
m asına karşın, em eğin m eta kuram ından çıkarılabilecek tek
mantıksal sonuç bu. Kuramın uygulamaya uym amasının kay
310
nağı, doğal olarak, em eğin gerçekte bir meta olmayışı ve eğer
em ek lam fiyatına satışı garanti etm ek için piyasadan çekilirse
(benzer durumlarda diğer metalartn piyasadan çekildiği g ibi),
toplum un kısa sürede ihtiyaçlarını karşılam ayıp çözülm eye
başlayacağı. Bu sonuçtan liberal iktisatçıların grev konusunda
ki tartışmalarında çok ender olarak söz edilmesi ayrıca dikkate
değer bir konu.
Gerçeğe dönersek: Faydacı akılcılığıyla övünen kendi toplu-
mumuzu bir kenara bıraksak bile, bütün toplumlarda ücretle
rin grev yoluyla saptanm ası korkunç sonuçlar verecektir. As
lında, bir özel girişim sistem inde işçinin h içb ir iş güvenliği
yoktur, bu durum da, onun sosyal konum unda ciddi bir bo
zulmaya yol açmıştır. Buna kitle halinde işsizlik tehlikesini de
eklersek, işçi sendikalarının gördüğü işlevin, halkın çoğunlu
ğunun asgari bir geçim düzeyi tullurulabilm esi için ahlâkî ve
kültürel açıdan hayatî bir önem laşıdıgı ortaya çıkar. Gene de,
işçileri koruyan bütün m üdahale yöntem lerinin kendi kuralla
rına göre işleyen piyasa m ekanizm asını engellem eleri ve so
nuçta ücretleri oluşturan tüketim m allan fonunda bir azalma
ya yol açmaları kaçınılm az.
Piyasa ekonom isinin temel sorunları, m üdahalecilik ve ulu
sal para, doğal olanın kaçınılm azlığıyla yeniden ortaya çıktılar.
Yirmili yıllarda bunlar siyasetin m erkezi durum una geldiler.
Ekonom ik liberalizm ve sosyalist m üdahalecilik, bu sorulara
verilen değişik yanıtlar çerçevesinde biçimleniyordu.
Ekonom ik liberalizm , toprak, em ek ve para piyasalarının
serbestçe işleyişini önleyen bütün m üdahaleleri ortadan kal
dırma iddiasındaydı. Am açladığı, acil bir durum da, üç Lemel
ilkenin, serbest ticaret, özgür em ek piyasası ve serbestçe işle
yen altın standardının içerdiği süregelen sorunun çözüm len-
mesiydi. G erçeklen de, dünya ticaretini yeniden düzenlem ek,
em eğin yer d eğiştirm esin i önleyen bütün engelleri ortadan
kaldırmak ve kur dengesini sağlamak yolunda girişilen kahra
m anca bir çabanın önünde yer almaya başladı. Bu am açların
sonuncusu , kur dengesi, ötekilere göre daha önem liydi. Ç ü n
kü ulusal paralara güven sağlanamadığı sürece piyasa m eka
311
nizması işleyem ezdi, bu durum da da, hüküm etlerin ellerin
den geleni yaparak insanların yaşam ını korum aktan geri dur
mayacakları açıktır. Eşyanın doğası gereği, bu yöntem ler ön
celikle güm rük tarifeleri ile beslenm eyi ve istihdam ı garantiye
alm ak üzere geliştirilm iş sosyal yasalardır, yani tam kendi k u
rallarına göre işleyen sistem i işlem ez kılacak türden m üdaha
leler oluştururlar.
Uluslararası para sistem inin düzenlenm esinin öncelik taşı
masını açıklayan başka, daha da önem li, bir neden daha vardı:
Düzensiz piyasalar ve dengesiz kurlar yüzünden uluslararası
krediler giderek daha önem li bir rol oynuyorlardı. Büyük Sa
vaştan önce, uzun vadeli yatırım larla ilgili olanların dışındaki
uluslararası sermaye hareketleri yalnızca ödem eler dengesinin
likiditesini korumaya yardım ederlerdi, ama, bu işlevlerinde
bile, ekonom ik sorunlara tanınan öncelikle sınırlanm ışlardı.
Kredi yalnızca ticari açıdan güven duyulanlara verilirdi. Artık
bu durum tersine dönm üştü: Savaş tazminatları durumundaki
gibi siyasal nedenlerle borç yaratılıyor ve tazm inat ödem eleri
ne olanak verm ek için yarı siyasal nedenlerle borç veriliyordu.
Ama iktisat politikasıyla ilgili nedenlerle de, dünya fiyatlarını
düzenlem ek veya altın standardına işlerlik kazandırmak için,
borç veriliyordu. Kredi mekanizm ası dünya ekonom isinin gö
reli olarak sağlam kesim leri tarafından, aynı ekonom inin göre
li olarak düzensiz kesim lerindeki açıkları kapatmak için, üre
tim ve değişim koşullarından bağımsız olarak kullanılıyordu.
Ö dem eler dengeleri, bütçeler, kurlar, bir dizi ülkede pek güçlü
olduğu varsayılan uluslararası kredi mekanizm ası yardımıyla
yapay bir biçim de düzenleniyordu. Şaşırtıcı güçte esnek bir şe
rit, çözülm ekte olan ekonom ik sistem in görünüşteki bütünlü
ğünü korumaya yardım ediyordu; ama şeriıin zorlamalara da
yanabilm esi, zamanında altına dönülm esine bağlıydı.
Bu alanda Cenevre’nin başarısı dikkate değer. Çaba öylesine
ısrarlı, öylesine kararlıydı ki, eğer am aç özünde gerçekleşm esi
olanaksız bir şey olm asaydı, m utlaka gerçekleşirdi. Durum a
bakıldığında, herhalde h içbir m üdahale Cenevre’ninki kadar
korku n ç so n u çlar verm em iştir. Ö zellik le neredeyse başarılı
312
olacak gibi göründüğünden, kaçınılm az başarısızlığın sonuçla
rını büyük ölçüde ağırlaştırm ıştı. Alman m arkının birkaç ay
içinde un ufak olduğu 1 9 2 3 ’le bütün önem li paraların altın
dan koptuğu 1 9 3 0 ’lu yılların başlarına kadar, Cenevre ulusla
rarası kredi m ekanizm asını, Doğu Avrupa’nın tam olarak istik
rarı sağlanamamış olan ekonom ilerinin yükünü önce Batılı ga
lip ulusların om uzlanna, daha sonra da Amerika Birleşik Dev-
letleri’nin daha da geniş om uzlarına yüklem ek için kullandı.3
Çöküş Amerika’da doğal k on jon ktü r değişm eleri içinde ortaya
çıktı, ama daha çöküşten ön ce Cenevre ve A nglo-Sakson ban
kacılığının ördüğü m ali ağ yeryüzü ekonom isini k orku nç bir
karmaşa içine kıstırm ıştı.
Ama işin kapsamına daha da çok şey giriyordu. Yirmili yıl
larda, Cenevre’ye göre, sosyal düzen sorunları büıünüyle ulu
sal para değerinin düzenlenm esi için gerekli koşullara bağımlı
kılınm ıştı. Her şeyden çok deflasyona gerek duyuluyordu; iç
ekonom i kurum lan ellerinden geldiğince buna uyum sağlama
durumundaydılar. Şim dilik, serbest iç piyasaların ve liberal bir
devletin yeniden yerleşm esi konuları bile ileriye bırakılm ıştı.
Çünkü Altın Delegasyonunun deyişiyle, deflasyon “belirli mal
ve hizm et gruplannı etkilem eyi başaramamış, dolayısıyla sağ
lam bir yeni denge sağlayam am ıştı”. H üküm etler tekel malla-
nn ın fiyaılarını düşürm ek, üzerinde anlaşılm ış ücret düzenle
m elerini azaltm ak, rantları k ısıtlam ak üzere m üdahalelerde
bu lu n m ak zo ru n d ay d ılar. D eflasyon ta ra fta rla rın ın ideali,
“güçlü b ir hüküm etle serbest ek o n o m i” anlam ına geliyordu.
Hükümetle ilgili bölüm olduğu gibi, yani olağanüstü durum
lara özgü yetkiler ve özgürlüklerin kısıtlanm ası anlam ında yo
rum lanabilirdi,, ama "serbest ek o n o m i’’den anlaşılan sözcük
anlam ının lam tersiydi, yani hüküm et tarafından ayarlanan fi
yatlar ve ücretler. Ayarlama değişim özgürlüğünü ve özgür iç
piyasaları sağlam ak am acıyla yapılsa bile, hüküm et müdahale
si gerekliydi. Döviz kurlarına tanınan öncelik liberal kapitaliz
min iki temel direğinin, serbest piyasalar ve özgürlükçü hükü
313
m etlerin feda edilm esini gerektiriyordu. Dolayısıyla C e n ev re
bir amaç değişikliği getiriyor, ama yöntemlerde değişiklik ge
tirmiyordu: Cenevre’nin suçladığı enflasyonu kontrol edem e
yen hüküm etler, gelir ve istihdam dengesine para değerinin
korunm asına göre öncelik tanırken, Cenevre’nin iş başına ge
tirdiği deflasyon taraftarı hüküm etler gelir ve istihdam denge
sini para değerinin korunm ası am acına göre ikinci planda tut
tuklarından daha az müdahalede bulunuyorlardı. 1 9 3 2 ’de M il
letler Cem iyetinin Altın Delegasyonu Raporu, kur belirsizliği
nin geri gelişiyle bir önceki on yılın para konusundaki temel
başarılarının yok olduğunu öne sürüyordu. Raporun sözünü
etmediği şey, boşu boşuna girişilen bu deflasyonist çabalar sı
rasında serbest piyasaların yeniden oluşturulamadıgı, ama öz
gürlükçü hüküm etlerin feda edildiğiydi. Kurumsal olarak hem
m üdahaleciliğe hem de deflasyona aynı biçim de karşı olmakla
birlikte, ekonom ik liberaller ikisi arasında bir tercih yapmışlar
ve sağlam para idealini m üdahaleciliğin kaldırılm asının üze
rinde tutmuşlardı. Bunu yaparken de, piyasa ekonom isinin iç
mantığını izlemişlerdi. Ancak bu yöntem, buhranın yayılm ası
na yol açm ış, büyük ekonom ik çözülm elerin dayanılmaz zor
lam asını m âliyeye yü k lem iş ve çe şitli ulusal ek o n o m ilerin
açıklarını artırarak uluslararası iş bölüm ünün son kalıntıları
nın da çökm esini kaçınılm az kılm ıştı. Ekonom ik liberallerin
on yıllık çok kritik bir dönem boyunca, deflasyonist politika
ların hizmetinde inatla otoriter m üdahaleciliği desteklem eleri,
yalnızca faşist felaketi önleyebilecek dem okratik güçlerin za
yıflamasına yol açtı. Büyük Britanya ve Birleşik Devletler, ulu
sal paranın hizm etkârı değil, efendisi olan ülkeler, tam zam a
nında altın standardını bırakarak bu tehlikeyi atlattılar.
Sosyalizm özünde, sanayi uygarlığının doğasında bulunan
bir eğilimdir: Kendi kurallarına göre işleyen piyasayı dem ok
ratik toplum a b ilin çli olarak bağım lı kılarak aşma eğilim i.
Üretim in doğrudan düzenlenm em esi, piyasanın yalnızca öz
gür toplum un yararlı ama ikin cil bir özelliği olm am ası için
hiçbir neden görm eyen sanayi işçileri için, çok doğal bir çö
züm dür. Topluluğun bütünü açısınd an, sosyalizm yalnızca,
314
toplumu kişilerin belirgin olarak insanca ilişkilerine indirge
mek çabasının bir uzantısıdır. Batı Avrupa’da bu çaba her za
man Hıristiyan geleneklerine bağlanmıştır. E kon om ik sistem
açısından, sosyalizm , aksine, yakın geçm işten kökten bir ko
puş anlamı taşır. Çünkü özel parasal çıkarları üretici faaliyeti
yönlendiren genel özendirici unsur kılm a çabasından ayrılır
ve bireylerin temel üretim araçlarına sahip olm a hakkını kabul
etmez. Bu da, sonuçta, sosyalist partilerin, m ülkiyet sistem ine
karışmamaya kararlı olduklarında bile, kapitalist ekonom ide
reform yapmakta karşılaştıkları güçlüklerin nedenini oluştu
rur. Çünkü m ülkiyet sistem ine karışmaları olasılığının var ol
ması bile, liberal ekonom i için hayatî önem taşıyan güveni, ya
ni m ülkiyet haklarının mutlak sürekliliğine olan güveni sarsar.
Mülkiyet haklarının gerçek içeriği yasalarla yeniden tanım la
nabilir, ama resmî sürekliliğin güvence alım a alınm ası piyasa
sistem inin işlerliği için mutlaka gereklidir.
Büyük Savaştan beri sosyalizm in konum unu etkileyen iki
değişiklik oldu. İlk olarak, piyasa sistem inin hem en hem en
toptan çöküşün eşiğine gelecek kadar güvenilm ez olduğu or
taya çıktı. Bu, sistem e karşı olanların bile beklem ediği bir za
yıflıktı; İkincisi, Rusya’da bir sosyalist ekonom i kuruldu ve
bütünüyle yeni bir atılım oluşturdu. Bu atılım ın gerçekleştiği
koşullar, onun Balı ülkelerine uygulanm asını olanaksız kılı
yordu, ama Sovyet Rusya’nın varlığı bile belirleyici bir etki
oluşturuyordu. D oğru, Rusya sosyalizm i, sanayi, okur-yazar
bir nüfus ve dem okratik gelenekler olmadan seçm işti. Batı gö
rüşlerine göre bunların üçü de sosyalizmin ön koşullarıydı. Bu
farklılıklar yöntem ler ve çözüm lerin başka yerlerde uygulana
bilm elerini engelliyor, ama sosyalizmin bir dünya gücü duru
muna gelm esini önleyemiyorlardı. Kıta Avrupası'nda işçi parti
leri g örüşlerinde her zam an sosyalisttiler ve norm al olarak
gerçekleştirm ek istedikleri bütün reformların sosyalist am açla
ra hizm et etm esinden kuşku duyuluyordu. Sakin dönemlerde
böyle bir kuşku yersiz bulunabilirdi; sosyalist işçi sınıfı parti
leri genelde kapitalizm içinde reform am acına bağlıydılar, ka
pitalizmin devrimci yöntem lerle yıkılm asına değil. Ama olağa-
315
nııstü durumlarda konum değişikli. Bu durumlarda, norm al
yöntem ler yetersiz kaldığında “anorm al” yöntem ler denenebi
lirdi, ve bir işçi partisi için bu yöntem ler m ülkiyet haklarının
çiğnenm esini içerebilirdi. Yakın bir tehlikenin yarattığı gerilim
içinde işçi partileri sosyalist önlem lere, hiç olmazsa özel giri
şim ciliğin m ilitanlarına böyle görünebilecek önlem lere yöne
lebilirlerdi. Bunun belirtisi bile piyasalarda karm aşa yaratıp
evrensel bir panik başlatabilirdi.
Buna benzer koşullar altında, işçiler ve işverenler arasındaki
olağan çıkar çatışm ası bir felaket habercisi niteliğine bürünü
yordu. Normal olarak, ekonom ik çıkar ayrılıkları uzlaşmayla
sonuçlanırken, ekonom ik ve siyasal alanların birbirinden ay
rılması bu çatışmalara topluluk için ciddi sonuçlara yol açabi
lecek bir nitelik kazandırdı, işverenler fabrikaların ve m aden
lerin sahibiydiler, dolayısıyla (kişisel kâr kaygılarından bağım
sız olarak) toplumda üretimi sürdürm ekten doğrudan doğruya
sorumluydular, ilke olarak, sanayiin işleyişini sağlama çabala
rında herkesin desteğine sahiptiler. Ö te yandan, işçiler toplu
mun geniş bir bölüm ünü temsil ediyorlardı; onların çıkarları
da önem li ölçüde topluluğun bütününün çıkarlarıyla uyum
içindeydi. O nlar tü k eticilerin , yurttaşların, kısaca insanların
çıkarlarını koruyabilecek tek sınıftılar, ve yaygın oy hakkı ge
çerli olduğunda, sayıları onlara siyasal alanda ağırlık kazandı
rıyordu. Ancak, yasama da, sanayi gibi, toplumda bazı resmi
işlevlere sahipti. Ü yelerine, toplum un iradesini biçim len d ir
m ek, kamu politikasını yönlendirm ek, içerde ve dışarda uzun
vadeli programları yürütm ek yüküm lülüğü verilmişti. Hiçbir
karmaşık toplum , işleyen bir yasama organı ve siyasal türden
yürütme organları olmadan varlığını sürdüremezdi. Grup çı
karları arasında, sanayiin veya devletin, veya ikisinin birden,
organlannı felce uğratan bir çatışm a toplum için doğrudan bir
tehlike oluşturuyordu.
Yirmili yıllardaki durum da tam buydu. Em ek kendini m ec
liste em niyete alm ıştı ve burada sayıca ağırlık taşıyordu. Kapi
talistler sanayii yerleşip ülkeyi yönetebilecekleri bir kale duru
muna getirm işlerdi. H alkçı organlar, buna, ortadaki sanayi bi
316
çim inin ihtiyaçlarım hiçe sayarak iş dünyasına acım asızca m ü
dahalelerle karşılık veriyorlardı. Sanayi önderleri, halkın öz
gür seçim le başa gelm iş idarecilerine bağlılığını engelliyor, de
mokratik organlar da herkesin geçim ini sağlayan sanayi siste
m ine karşı b ir savaş sürdürüyorlardı. Sonunda, hem ek o n o
mik hem de siyasal sistem in toptan felce uğrama tehdidiyle
karşı karşıya kaldığı bir an gelecekti. Korku halkı kıskıvrak
yakalayacak ve yönetim bedeli ne olursa olsun en kolay çıkış
yolunu gösterenlere teslim edilecekti. Faşist çözüm için za
man çok uygundu.
317
20. Tarih Sosyal Değişim in Koşumunda
318
Böyle bir hareketin yeryüzünün sanayileşm iş ülkelerinde,
hatta daha az sanayileşm iş bazı ülkelerde ortaya çıkışı, o dö
nemde yaşayanların tutarlı bir biçim de yaptığı gibi, yerel ne
denlere, ulusal zihniyetlere veya tarih! özelliklere bağlı olarak
açıklanam azdı. Faşizm in Büyük Savaşla, Versaille anlaşm ası,
Ju n k er m ilitarizm i veya İtalyan mizacıyla pek az ilgisi vardı.
Hareket, Bulgaristan gibi mağlup ülkelerde ve Yugoslavya gibi
galiplerde, Kuzeyli m izaca sahip Finlandiya’yla N orveç'te ve
Güneyli mizaca sahip İtalya’yla Ispanya’da, Ar! ırktan İngilte
re, İrlanda, Belçika’da ve Ari olmayan ırktan Japonya, M acaris
tan veya Filistin’de, Katolik gelenekten Portekiz gibi ülkeler
de, Prusya gibi asker toplum larla Avusturya gibi sivil olanlar
da, Fransa gibi eski kültürlerde ve Birleşik D evletlerle Latin
Amerika ü lkeleri gibi yeni kültürlerde ortaya çıktı. Aslında,
ortaya çıkış koşullan bir kez hazırlandıktan sonra, bir ülkeye
faşizme karşı bağışıklık kazandırabilecek ne dinî, ne kültürel,
ne ulusal hiçbir özellik yoktu.
Ayrıca, maddi ve sosyal gücüyle siyasal etkinliği arasındaki
bağlantısızlık da çarpıcıydı. “H areket” terim inin kendisi, bir
çeşit üyelik ya da büyük sayılarla katılımı düşündürmesi açı
sından yanıltıcıydı. Eğer faşizmin bir özelliği varsa, o da bu
tür halk gösterilerinden bağımsız oluşuydu. Çoğu kez kitlele
rin taraftarlığını am açlam asına karşın, potansiyel gücünü gös
teren taraftar sayısı değil, faşist önderleri destekleyen önem li
konumlardaki kişilerin ve bunların toplum üzerindeki etkisi
nin faşizmi başarısız başkaldırm a denem elerinin son u çların
dan, dolayısıyla devrimin oluşiurdugu riskten koruyabileceği
ne duyulan güvendi.
Faşist aşamaya yaklaşan ülkelerde bazı belirtiler görünüyor
du, bunların arasında m utlaka faşist bir hareketin varlığının
bulunm ası gerekli değildi. En azından bunun kadar önem li
işaretler arasında, akıldışı felsefelerin, ırkçı estetiğin, kapitaliz
me karşı dem agojinin, para konusunda karışık görüşlerin, par
ti sistem ine yönelen eleştirilerin, “rejim i”, ya da var olan de
m okratik düzene verilen ad neyse onu, küçültm e eğilim inin
yaygınlaşm ası bulunuyordu. Avusturya’da O th m ar Spann’m
319
“evrenselci” felsefesi, Almanya’da Stephan George’un şiiriyle
Ludwig Klages’in kozm ogonik (evren doğumsal) rom antizm i,
İngiltere’de D.H. Law rance’in erotik yaşam ilkesi doktrini (vi
talism ), Fransa’da Georges Sorel’in siyasal efsane kültürü, fa
şizmin çok çeşitli habercileri arasındaydı. M ussolini ve Primo
de Rivera’nın kralları tarafından başa getirildikleri gibi, Hil-
ler’in iktidara gelişi de Başkan Hindenburg çevresindeki feoda-
üst klik yardımıyla oldu. Ancak H iıler’in arkasında onu des
tekleyen geniş bir hareket vardı; M ussolini’yi destekleyen hare
ket daha küçüktü; Primo de Rivera’nın böyle bir desteği yoktu.
Hiçbir yerde yasal hüküm ete karşı bir devrim girişimi olm adı;
faşist taktikler her zaman güç yoluyla devrilmiş gibi görünen
yetkililerin gizli onayıyla düzenlenm iş düzm ece baş kaldırma
taktikleriydi. Bu, içinde, sanayi merkezi Detroit’teki bağlantısız
Katolik demagojiye, geri Louisina bölgesindeki “king fish” ha
reketine, Jap o n ordusundaki kom p lolan ve Sovyetler’e karşı
sabotaj düzenleyen UkraynalIlara yer verilmesi gereken karm a
şık tablonun yalnızca ana hatları. 1 9 3 0 ’ht yıllardan beri faşizm,
her sanayi toplumunda hazır bekleyen siyasal bir çözüm , nere
deyse bir anda patlak veren duygusal bir tepkiydi.
Buna “hareket” yerine “ham le” dem ek, belirlileri çoğu kez
belirsiz, açık seçik olmayan buhranın kişilerden bağımsız yö
nünü gösterm ek açısından daha doğru olabilir. Faşizm in ka
bul edilmiş ölçütleri yoktu, geleneksel ilkelere de sahip değil
di. Ancak bütün örgütlü biçim lerinin belirgin özelliği, aniden
ortaya çıkıp aniden gerileyişleri, sonra, belirli bir durgunluk
dönem inin ardından yeniden şiddetli bir atılım a geçişleriydi.
Bütün bunlar nesnel duruma göre ilerleyip gerileyen bir sosyal
güç tablosuna uygun düşüyor.
Kısaca “faşist durum” dediğimiz şey, kolay ve bütünsel faşist
zaferlerin tipik fırsatlarıydı. Em ek ve anayasal özgürlüklerin di
ğer inan çlı savunucularının geniş sanayi ve siyasal örgütleri
hep birlikle eriyip gidiyor ve önem siz faşist güçler o zamana
kadar dem okratik hüküm etlerin, partilerin ve işçi sendikaları
n ın karşı durulm az gücü gibi görünen şeyi silip geçiyordu.
Eğer “devrimci durum un” özelliği, bütün direnm e güçlerinin
320
psikolojik ve ahlâkî çözülüşünün bir avuç yarım yamalak silâh
lanm ış isyancının gericiliğin düşmez sanılan kalelerine saldır
m asına olanak verecek dereceye varm asıyla, bununla “faşist
durum " arasında bir koşutluk olduğu söylenebilir. Yalnız ikinci
durumda saldırıya uğrayan demokrasi ve anayasal özgürlükler
olmuş ve savunmasızlıkları aynı olağanüstü biçim de ortaya çık
mıştı. Prusya’da, Haziran 1932’de Herr Von Papen’in anayasayı
çiğneyen şiddet hareketlerinin olasılığından söz ederek verdiği
gözdağı karşısında. Sosyal Demokratların yasal hükümeti meş
ru gücünden vaz geçti. Altı ay kadar sonra Hitler yönelim in en
yüksek kademesini barışçı yollarla ele geçirdi ve derhal W eimar
Cumhuriyeti kuram larına ve anayasal partilere karşı toplan bir
yıkım eylemine girişli. Bu tür durumları yaralan şeyin hareke
tin gücü olduğunu düşünmek ve burada hareketi yaratanın du
rumun kendisi olduğunu görm em ek, son birkaç on yıldan alı
nacak önem li dersleri gözden kaçırmak olacaktır.
Sosyalizm gibi faşizm de işlemeyen bir piyasa toplum unun
içinde kök salm ıştı. Dolayısıyla, dünya düzeyinde genel, uygu
lamada evrenseldi. Sorunlar ekonom ik alanı aşıp belirgin nite
liği sosyal türden olan genel bir dönüşüm e yol açtılar. Bu, si
yasal veya ekonom ik olsun, kültürel, felsefi, sanatla ilgili veya
dinî olsu n, insan faaliyetlerinin bütün alanlarına yayıldı. Ve
bir noktaya kadar yerel ve konulara özgü eğilim lerle birleşti.
Temeldeki faşist hamle ile, bu ham lenin değişik ülkelerde bir
leştiği geçici eğilim ler arasındaki ayrımı görm eden dönem in
tarihini anlam ak olanaksız.
Yirm ili y ılların Avrupası’nda daha belirsiz am a ço k daha
kapsamlı faşist m odelin üzerini kaplayan bu tür iki geçici eği
lim belirgindi: Karşı devrim ve milliyetçi revizyonizm. Başlan
gıç noktaları, anlaşm alar ve savaş sonrası devrimleriydi. iyice
koşullanm ış ve belirli amaçlarla sınırlanm ış olm alarına karşın,
faşizmle karıştırılm aları çok kolaydı.
Karşı devrimler, siyasal sarkacın bozulmuş bir durum a doğ
ru olağan savruluşlarıydı. Avrupa’da bu tür hareketlere, hiç o l
mazsa Ingiliz Com m onw ealth’inden beri, sık sık rastlanıyordu.
Ama bunların devirlerindeki sosyal süreçlerle ilişkileri çok sı
321
nırlıydı. Orta ve Batı Avrupa’da bir düzineden fazla krallığı yok
eden karışıklıklar, dem okrasinin ilerleyişine değil, kısm en ye
nilginin etkilerine bağlı olduğu için, yirmili yıllarda bir çok bu
çeşit durum un geliştiği görülüyordu. Karşı devrim in görevi
özellikle siyasal bir görevdi ve bu görev, doğal olarak, hanedan
lar, soylular, kiliseler, ağır sanayiler ve bunlarla ilintili partiler
gibi gücünü yitirm iş gruplar ve sınıflara düşüyordu. Bu dö
nemde muhafazakârlarla faşistler arasındaki anlaşmalar ve ça
tışmalar, en çok karşı devrimci girişim içinde faşistlere düşen
payın belirlenm esiyle ilgiliydi. Ama faşizm, sosyalizmin rakip
devrimci gücüne olduğu kadar muhafazakârlığa da karşı olan
devrimci bir eğilimdi, bu, faşistleri karşı devrime hizmet ede
rek siyasal alanda güç sağlamaya çalışmaktan engellemiyordu.
Aksine yükselişlerini esas olarak muhafazakârlığın yapılması
gerekeni yapacak durumda olmadığını öne sürerek haklı çıkar
dılar, sosyalizmin engellenm esi için başka çare yoktu. Doğal
olarak, muhafazakârlar karşı devrimin şerefine yalnız başlarına
sahip olmaya çalıştılar, gerçekten de, Almanya’da olduğu gibi,
bunu tek başlarına gerçekleştirmişlerdi. Nazilere boyun eğm e
den işçi sınıfı pariilerini etki ve güçten yoksun bıraktılar. Aynı
biçim de, Avusturya’da -m uhafazakâr bir parti o la n - Hıristiyan
sosyalistler, “sağdan gelecek devrime” taviz vermeden işçilerin
ellerinden silahlarını almayı başardılar (1 9 2 7 ). Faşistlerin karşı
devrime katılmalarının engellenem ediği yerlerde bile, faşizmi
bir süre etkisiz kılan “güçlü” hüküm etler kuruldu. Bu, Estoıı-
ya’da 1929’da, Finlandiya’da 1932’de, Liıvanya’da 1 9 3 4 ’de yer
aldı. M acaristan’da 1922’de, Bulgaristan’da 1 9 2 6 ’da, sözde libe
ral rejim ler faşizmin gücünü bir süre için zayıflattılar. Muhafa
zakârların faşistlere başa geçm e şansı vermeden sanayide iş d i
siplinini sağlayamadıkları tek ülke İtalya’ydı.
Askeri yenilgiye uğrayan ülkelerde, ama aynı zamanda da
“psikolojik olarak” yenilm iş olan İtalya’da, ulusal sorun bü
yüktü. Burada çetrefilliği yadsmamayacak bir iş başarmak ge
rekiyordu. Sorunların en önem lisi yenilen ülkelerin sürekli si-
lahsızlandırılm asıydı; uluslararası hukuk, uluslararası düzen
ve uluslararası barış nam ına ne varsa hepsinin güç dengesi
322
üzerinde durduğu bir dünyada, bir dizi ülke eski sistem in ye
rine kon u lacak olandan h içbir iz görünm ezken , bütünüyle
güçsüz bırakılm ışlardı. En iyim ser yorumla M illetler Cemiyeti
gelişm iş bir güç dengesi sistem ini temsil ediyordu, ama ger
çekle artık genel bir güç dağılım ının ön koşulları olm adığı
için, eski Avrupa Konseyi düzeyinde bile değildi. Yeni doğan
faşist hareket hem en hemen her yerde ulusal sorunun hizm e
tine girdi; rastlantısal olarak üstlendiği bu iş olmasaydı biraz
zor yaşardı.
Ama faşizm bu sorunu yalnızca başka bir yere ulaşm ak için
kullanıyordu; başka yerlerde barışçı ve ayrım cı bir telden ça
lıyordu. İngiltere ve B irleşik D evleıler’de barışçılarla ittifak
kurdu; Avusturya’da Heim w ehr dağınık Katolik barışçılarla iş
birliği yaptı; K atolik faşizmi de ilke olarak m illiyetçiliğe k ar
şıydı. Huey Long, Baton Rouge’da faşist harekâtı başlatabil
mek için M issisipi veya Teksas’la sınır çekişm elerin e ihtiyaç
duymamıştı. Hollanda ve N orveç’teki benzer hareketler vata
na ihanet derecesinde m illiyetçilikten uzaktılar - Q uisling adı
iyi bir faşiste verilebilirdi, iyi bir vatansevere ise kesinlikle ya
kışmazdı.
Siyasal güç kavgası içinde faşizm, yerel sorunları istediği gi
bi kullanabilir veya bir kenara bırakabilir. A m acı siyasal ve
ekonom ik çerçeveyi aşar, sosyal bir am açtır. O , siyasal dini
yozlaştırıcı bir sürecin hizm etinde kullanır. Yükselişinde kul
lanmadığı pek az duygu vardır, oysa bir kez zafere ulaştıktan
sonra ancak küçük bir am açlar grubuna yer verir, ama son de
rece belirgin olanlara. Tırm anışındaki sözde hoşgörüsüzlüğüy
le gücü eline geçirdikten sonraki gerçek hoşgörüsüzlüğü ara
sındaki ayrımı görm eden, bazı faşist hareketlerin devrim sıra
sındaki sahte m illiyetçilikleriyle devrimden sonra geliştirdikle
ri em peryalist m illiyetçi olmayan tavır arasındaki ince ama be
lirleyici farkı anlamayı umamayız.2
M uhafazakârlar içteki karşı devrim leri g erçek leştirm ek te
her zaman başarılı olm akla birlikte, ü lkelerinin ulusal - ulus
323
lararası so ru n u n u nadiren çözü m leyebild iler. 1 9 4 0 ’ıa Brü-
n in g . A lm an savaş ta z m in a tı ve sila h sız la n m a so ru n u n u
"H indenburg çevresindeki k lik ” onu yönetim den uzaklaştır
madan önce çözm üş olduğunu öne sürdü. Bu eylem in nedeni
de, yerine geçenlerin başarının şanını onun elde etm esini is
tem em elerine bağlıyordu.3 Dar anlam ında bunun doğru olup
olm am ası ö n em li d eğ il. Ç ü n k ü A lm anya’n ın e şil sta tü sü ,
Brüning’in demeye getirdiği gibi, teknik bir silahsızlanm a so
rununa bağlı değildi, aynı derecede önem li olan askerî gücü
tasfiye sorununu da içeriyordu; ayrıca, Alman diplom asisinin
köktenci m illiyetçilik politikalarına bağlılık yem ini etm iş Na
zi k itlelerin varlığından aldığı gücü göz ardı etm ek de o la
n a k sızd ı. O lay lar, d ev rim ci b ir a tıjım o lm ak sız ın A lm an
ya’nın eşil statü kazanam ayacağını tartışm aya yer verm eye
cek biçim de k an ıtlan m ıştı, bu gözle bakıld ığınd a özgür ve
eşit Alm anya’yı cinayetlere sürükleyen Nazizmin k orku nç so
rum luluğu daha iyi anlaşılabilir. Almanya’da da, İtalya’da da
faşizm çözüm lenm em iş ulusal sorunları kullandığı için ik ti
dara gelebildi. Oysa Büyük B ritanya’daki gibi Fransa’da da,
vatanperver olm adığı için zayıflam ıştı. Yalnızca küçük ve za
ten bağımlı ülkelerde yabancı bir güce boyun eğiş faşizme ya
rar sağlayabilirdi.
Gördüğümüz gibi, yirmili yıllarda Avrupa faşizm inin ulusal
ve karşı devrimci eğilim lerle ilişkisi yalnızca rastlantısaldı. Bu,
değişik yerlerden kaynaklanan hareketler arasındaki bir yak
laşmaydı. Bu yakınlık içinde birbirlerini güçlendirm işler ve as
lında ilintisiz olm akla birlikte, temel bir benzerlikleri olduğu
izlenimini yaratmışlardı.
G erçekte, faşizmin rolünü bir tek unsur belirliyordu: Piyasa
sistem inin durumu.
1 9 1 7 -1 9 2 3 dönem inde, hüküm etler arada sırada düzeni ko
rumak için faşistlerden yardım istediler: Piyasa sistem ini yü
rütm ek için bundan fazlası gerekmiyordu. Faşizm gelişmeden
kaldı.
324
1 93 0’dan sonra piyasa ekonom isi genel bir buhran içine gir
di. Bir iki yıl içinde faşizm dünya çapında bir güç olmuştu.
1 9 1 7 -1 9 2 3 dönem i yalnızca terimi ortaya çıkardı. Finlandi
ya, Litvanya, Estonya, Letonya, Polonya, Romanya, Bulgaris
tan, Yunanistan ve M acaristan gibi bir dizi Avrupa ülkesinde,
tarım devrim leri veya so syalist devrim ler oldu. A ralarında
İtalya, Almanya ve Avusturya’nın da yer aldığı diğer ülkelerde
ise, sanayi işçileri siyasal etkin lik kazandılar. G iderek karşı
devrimler içteki güç dengesini eski durumuna getirdi. Ü lkele
rin çoğunda, köylülük şehirdeki işçilere karşı tavır aldı; bazı
ülkelerde faşist hareketi köylülere önderlik eden subaylar ve
orta sın ıf başlattı; diğer ülkelerde, İtalya’da olduğu gibi, faşist
alaylar, işsizler ve küçük burjuvalardan oluştu. H içbir yerde
yasa ve d üzend en başka la f ed ilm iyor, k ö k te n ci refo rm lar
gündeme getirilm iyordu; başka bir deyişle, ortada faşist devri
min izine rastlanm ıyordu. Bu hareketler yalnızca biçim sel ola
rak faşisttiler, yani yalnızca sorum suz unsurlar adı verilen si
vil çeteler, yetkililerin göz yummasıyla zora ve şiddete başvur
dukları ölçüde. Faşizm in antidem okratik felsefesi daha o za
man ortaya çık m ıştı, am a henüz siyasal bir u n su r değildi.
Trotsky 1 9 2 0 ’de, Kom internin ikinci K ongresinin arifesinde,
İtalya’daki durum hakkında koca bir rapor hazırlam ış, ama fa
şizmin sözünü bile etm em işti. Oysa fasci bir süredir ortaday
dı. Ü lke hüküm etine çok önceden yerleşmiş olan faşizmin b e
lirgin bir sosyal sistem durum una gelmesi için on yıldan fazla
bir süre geçm esi gerekti.
1 9 2 4 ’te ve daha sonraları, Avrupa ve Birleşik D evleıler’de pi
yasa sistem inin sağlıklılığı hakkındaki bütün kuşkuları yok
eden güçlü bir ekonom ik gelişme dönemi yaşanıyordu. Kapi
talizmin eski durumunu aldığı ilan edilmişti. Çevre bölgeleri
dışında her yerde bolşevizm ve faşizm de ortadan kaldırılm ıştı.
Kom intern kapitalizm in güçlenişini b ir gerçek olarak ilan elli;
Mussolini liberal kapitalizmi göklere çıkarıyordu; Büyük Bri
tanya dışında bütün önem li ülkeler yükselişe geçm işli. Birle
şik Devletler dillere destan bir refah dönem indeydi, Kıta Avru
pa'sındaki durum da neredeyse o kadar iyiydi. H iıler’in darbesi
325
önlenm iş; Fransa Ruhr bölgesinden çekilm iş; Dawes Planı sa
vaş tazm inatları konusunu siyasetten arındırm ıştı; Almanya
yedi yıllık bir zenginlik dönem ine giriyordu. 1926 sonunda al
tın standardı, M oskova’dan Lizbon’a kadar her yerde hüküm
sürüyordu.
Faşizmin gerçek önem i üçüncü dönem de, 1 9 2 9 ’daıı sonra,
açığa çıktı. Piyasa sistem inin çıkm azı ortadaydı. O zamana ka
dar faşizm, bunun dışında daha geleneksel türden hüküm et
lerden pek değişik olmayan, otoriter İtalyan hüküm etinin bir
özelliğinden fazla bir şey değildi. Oysa şimdi sanayi toplumu
sorununa alternatif bir çözüm olarak ortaya çıkıyordu. Alm an
ya, Avrupa düzeyinde bir devrim başlattı ve faşist ittifak, onun
güç mücadelesini kısa sürede beş kıtayı kaplayan bir hareketle
birleştirdi. Tarih sosyal değişimin koşumundaydı artık.
Rastlantısal, ama nedensiz olmayan bir olay uluslararası sis
temin yıkım ının başlangıcı oldu. W all Streel’teki bir buhran
büyük boyutlara ulaştı, bunu Büyük Britanya’nın altın stan
dardını bırakma kararı izledi, iki yıl sonra da Birleşik Devletler
aynı kararı aldı. Aynı zamanda silahsızlanm a konferansı dağıl
dı ve 1 9 3 4 ’te Almanya M illetler C em iyetinden ayrıldı.
Bu sem bolik oaylar, dünya düzeyinde m üthiş bir değişim
çağı açtılar. Ûç büyük devlet, Japonya, Almanya ve İtalya, sta
tükoya başkaldırdılar ve dağılm akta olan barışçı kurum lara
karşı bir sabotaj eylem ine giriştiler. Aynı zamanda dünya eko
nom ik düzeni işlerliğini kaybetm işti. Altın standardı, hiç o l
mazsa geçici olarak, Anglosakson yaratıcıları tarafından yürür
lükten kaldırıldı; iflas görünüm ü altında dış borçlar reddedil
di; sermaye piyasaları ve dünya ticareti daraldıkça daraldı. Yer
yüzünün siyasal ve ekonom ik sistem i birlikte parçalandılar.
Ulusların içinde de değişim aynı derecede kapsayıcıydı. İki
parti sistem leri yerlerini tek partili hüküm etlere, bazen de ulu
sal hüküm etlere bırakmışlardı. Ancak, diktatörlükle idare edi
len ülkelerle dem okratik bir kamuoyunu koruyanlar arasında
ki dış benzerlikler, dem okratik tartışma ve karar kurum larının
büyük önem ini vurgulamaya yardım ediyordu. Rusya d ikta
törlük özellikleri taşıyan bir sosyalizme yönelm işti. Almanya.
326
Japonya, İtalya ve daha küçük ölçüde Birleşik Devletler ve Bü
yük Britanya gibi savaşa hazırlanan ülkelerde liberal kapita
lizm yok olm uştu. Ama doğmakta olan faşizm, sosyalizm ve
New Deal rejim leri, ancak Inisse? fa ir e ilkelerini bir kenara bı
rakmak konusunda birbirlerine benziyorlardı.
Böylece, tarih büıiin ülkelerin dışındaki bir olay tarafından
yönlendirilirken, tek tek uluslar dışardan gelen tehdidi kendi
yönelişleri doğrultusunda göğüslediler. Bazıları değişime kar
şıydı; bazıları değişim e uymak için çaba harcıyorlardı; bazıları
da kayıtsızdı. Ayrıca, hepsi değişik doğrultuda çözüm ler arı
yorlardı. Gene de, piyasa ekonom isi açısından bu kökten deği
şik çözüm ler yalnızca belirli alternatifleri temsil ediyorlardı.
G enel çözü lm eyi kendi çıkarları için kullanm aya kararlı
olanlar arasında bir grup hoşnutsuz büyük güç vardı. Bunlar
için güç dengesi sistem inin, M illetler Cem iyeti’nin oluşturdu
ğu zayıflamış biçim iyle bile, gününü doldurmuş olması ender
bulunur bir şanstı. Almanya artık uluslararası düzene hâlâ bir
dayanak sağlamaya devam eden geleneksel dünya ekonom isi
nin çöküşünü hızlandırmaya iyice hevesliydi, bu ekonom inin
çöküşünü önceden kestirdiği için de rakiplerine göre ileri bir
durumdaydı. Siyasal yüküm lülüklerini yerine getirm eyi red
detmesine en uygun zamanı beklerken, o gün geldiğinde dış
dünyanın üzerinde herhangi bir baskı gücüne sahip olmaması
için, uluslararası serm aye, meta ve para sistem inden koptu.
G eniş kapsamlı planlarının gerektirdiği özgürlüğü sağlam ak
için, ekonom ik kendine yeterliliğini geliştirdi. Altın rezervleri
ni tüketti, yüküm lülüklerini kayıtsızca reddederek dış kredisi
ni sıfıra indirdi, hatta bir süre, iyi durumdaki ödem eler denge
sini isteyerek bozdu. G erçek niyetlerini gizlemesi güç olmadı.
Çünkü ne W all Street, ne Londra, ne de Cenevre, Nazilerin
ondokuzuncu yüzyıl ek onom isinin kesin çözü lü şüne hazır
landıklarından kuşkulanmıyorlardı. Sir Jo h n Sim on ve M onta
gu Norm an, Schacht’ın eninde sonunda Almanya’da O rtodoks
iktisadı geri getireceğine kesinlikle inanıyorlardı. Onlara göre,
ülke zor koşullar altında olduğu için böyle bir politika izliyor
du, mali yardım sağlandığında işler düzelecekti. Bu tür hayal
327
ler, M ünih sırasında ve daha sonraları, Downing Strcei'te yaşa
maya devam elti. Böylece, A lm anya’nın geleneksel sistem in
çözülm esine ayak uydurabilm esi, ülkeyi kom plo planlarında
büyük ölçüde desteklerken, Büyük Britanya aynı sistem e bağ
lılığından ötürü büyük zarar gördü.
İngiltere bir süre için altın standardından uzaklaşm ıştı, ama
ekonom isi ve mâliyesi dengeli kur ve sağlam para ilkelerine
dayanmakta devam etli. Bu, silahlanm a konusunda karşılaştığı
kısıtlam aların nedenini oluşturuyor. Almanya’nın kendine ye
terliliği nasıl genel b ir dönüşüm g erçek leştirm e niyetinden
kaynaklanan askerî ve siyasal düşünceleri sonucuyduysa, Bri
tanya’nın stratejisi ve dış politikası da ülkenin m uhafazakâr
mali görüşleri ile belirlenm işti. Kısıtlı savaş stratejisi, ticaret
merkezi bir adanın görüş açısını temsil ediyordu, donanm ası,
sağlam parasıyla yedi denizde kendine gerekli m allan satın al
masını sağlayacak kadar güçlü olduğu sürece kendini em n i
y e tte h isse d e n tic a re t m e rk e z i b ir ad an ın g ö rü ş a ç ıs ın ı.
193 3’ıe, Duff Cooper 1932 ordu bütçesinde yapılan kısıtlam a-
lan inatla savunurken, Hitler artık iktidardaydı. C ooper bu k ı
sıtlamaları, “o sıralarda yetersiz bir savaş gücüne sahip olm ak
tan daha tehlikeli görünen ulusal iflas” durumunun gerektir
diğini söylüyordu. Üç yıldan uzun bir süre sonra, Lord Halifax
barışın ekonom ik ayarlamalarla sağlanması gerekliğini, ticare
te yapılacak m üdahaleler bu ayarlamaları güçleştireceği için
bunlardan kaçınılacağım öne sürdü. M ünih’le aynı yıl, Halifax
ve Cham berlain Britanya’nın politikasını hâlâ “gümüş kurşun’’
fikri ve Almanya’ya verilen geleneksel Amerikan borçlan doğ
ru ltusu nda b elirliy o rlard ı. N itekim H itler R u b ico n ’u geçip
Prag’ı işgal ettikten sonra, Lord Sim on Avam K am arası’nda
M ontagu N orm an’ın Ç ek altın rezervlerinin H itler’e teslim
edilişinde oynadığı rolü onaylıyordu. Sim on, devlet adamlığını
adadığı alim standardının korunm ası am acının büLtın diğer
amaçlardan ve sorunlardan daha önem li olduğuna inanıyordu.
Çağdaşları, Sim on’un davranışının kararlı bir barış politikası
nın sonucu olduğunu düşünüyorlardı. Aslında bu, Londra’nın
bütün önde gelenlerinin stratejik ve siyasal konulardaki gö
328
rüşlerine hâkim olmayı sürdüren altın standardı inancına olan
bağlılıktan başka bir şey değildi. Savaşın başladığı hafta, dış
ilişkiler bürosu H iller’in C ham berlain’le görüşm esinde söyle
diklerine karşı verilecek yanıtta, Britanya’nın politikasını Al
manya’ya verilen geleneksel Am erikan borçlan çerçevesinde
form üle elti.4 İn g iltere’nin askerî hazırlık sızlığı h er şeyden
çok, altın standardı iktisadına bağlılığının bir sonucuydu.
Almanya ilk elde ölümü kaçınılm az olan bir şeyi öldürenle
rin üstünlüğünden yararlandı. Başlangıçtaki üstünlüğü, miadı
nı doldurm uş ondokuzuncu yüzyıl sistem inin tasfiyesiyle ülke
ileri konum unu koruyabildiği sürece devam etti. Liberal kapi
talizm in, alım standardının ve mutlak egem enliklerin yıkılm a
sı, onun çapulcu akınlarının bir yan sonucuydu. Kendi iste
ğiyle seçtiği ayrılmaya uyum sağlarken ve daha sonraki köle
tüccarı misali eylem lerinde, dönüşüm ün bazı sorunları için
deneme kabilinden çözüm ler geliştirdi.
Gene de, en önem li siyasal avantajı, dünya ülkelerini Bolşe-
vizme karşı birleşm eye zorlamaktaki başarısıydı. Piyasa ekono
misi uzun süre m ülk sahibi sınıfların, aslında daha da geniş bir
grubu n, kayıtsız şartsız bağlılığına sah ip gibi görü n m ü ştü .
Şimdi Almanya, piyasa ekonom isi sorunlarının çözüm ünde ba
şı çekerek dönüşümden en çok yararlanan ülke durumuna ge
liyordu. Liberallerin ve M arksistlerin ekonom ik sın ıf çıkarları
nın önceliği varsayımına göre, H itler’in kazanması kaçınılmadı.
Ama uzun dönem de, sosyal nitelikli ulus birimi ekonom ik ni
telikli sınıf birim inden daha önem li olduğunu kanıtladı.
Rusya’nın yükselişi de ü lk en in dönüşüm için d eki rolü ne
bağlıydı. 1 9 1 7 ’den L929’a kadar Bolşevizm korkusu yalnızca
bir karmaşa korkusuydu. İşleyebilmesi sınırsız güven gerekti
ren bir piyasa ekonom isinin yeniden düzenlenmesini engelle
yebilecek bir karm aşa korku su. Bunu izleyen on yıl için d e
Rusya’da sosyalizm yadsınmaz bir gerçeklik kazandı. Ç iftlikle
rin kam ulaştırılm ası, piyasa ekonom isinin , belirleyici faktör
toprak açısından, kooperatif yöntemleriyle aşılması demekti. O
4 B r itish B lu e B o o h , N o: 7 4 , cm d . 6 1 0 6 , 1 9 3 9 .
329
zam ana kadar yalnızca kapitalist dünyaya yön elik devrim ci
çalkantılar beldesi olan Rusya, şimdi piyasa ekonom isinin yeri
ni alabilecek yeni bir sistem in Lemsilcisi olara ortaya çıkıyordu.
Bolşeviklerin, ateşli sosyalisıler olmalarına karşın, “Rusya’da
sosyalizmi kurmayı” inalla reddettikleri çoğu kez anlaşılmaz.
Yalnız başına M arksist inançları onların geri bir tarım ülkesin
de bu tür bir çabaya girişm elerini engellerdi zaien. 1 9 2 0 ’nin
bütünüyle kural dışı “Savaş K om ü nizm i” deneyim i dışında,
önderler dünya devriminin sanayileşmiş Batı Avrupa’da başla
ması gerektiği fikrine bağlı kaldılar. Tek ülkede sosyalizm on
lara kaçınılmaz olarak kendi içinde çelişkili bir terim gibi gö
rünecekti, gerçekleştiğinde de eski Bolşeviklerin hepsi bunu
reddettiler. Ama göz kam aştırıcı bir başan olarak ortaya çıkan
da bundan başka bir şey değildi.
Ç eyrek yüzyıllık Rus tarihine baktığım ızda, Rus Devrimi
dediğimiz şeyin aslında iki ayrı devrimden oluştuğunu görü
yoruz. Birincisi geleneksel Batı Avrupa ideallerini içeriyordu,
İkincisi ise otuzlu yılların bütünüyle yeni gelişm elerinin bir
parçasıydı. 19 1 7 -2 4 Devrim i, Avrupa’da İngiliz Com m onw e-
alth’inin ve Fransız Devrim i’nin gelişmesini izleyen siyasal çal
kantıların sonuncusuydu; 1 9 3 0 civarında çiftliklerin kam ulaş
tırılm asıyla başlayan devrim ise, otuzlu yıllarda dünyam ızın
dönüşüm ünü gerçekleştiren sosyal değişikliklerin ilkiydi, ilk
R us D evrim i 1 7 8 9 id eallerin in g erçek bir m irasçısı olarak
mutlakiyeti, feodal loprak m ülkiyetini ve ırkçı baskıları orta
dan kaldırdı; ikinci devrim sosyalist bir ekonom i kurdu. Her
şey gözden geçirildiğinde, birincisi yalnızca bir Rus olayıydı.
Batı’ııın uzun gelişme sürecini Rus toprağında gerçekleştirm iş
ti; İkincisi ise eş anlı evrensel bir dönüşüm ün bir parçasını
oluşturuyordu.
G örünüşte Rusya yirmili yıllarda Avrupa’dan ayrıydı ve ken
di kurtuluşu için çaba harcıyordu. Daha dikkatli bir çözüm le
me bu görünüşün yanlış olduğunu gösterebilir. Ç ü n kü iki
devrim arasındaki yıllarda onu bir seçim yapmaya iten ulusla
rarası sistem in çöküşüydü. Daha 1 9 2 4 ’e gelinm eden “Savaş
Kom ünizm i" unutulup gitm işti. Rusya, dış ticaret ve anahtar
330
sanayilerde devlet kontrolünü korum akla birlikte serbest tahıl
piyasasını yeniden kurm uştu. Artık, büyük ölçüde tahıl, ke
reste, kürk ve diğer organik hammaddelerin ihracatına daya
nan dış ticaretini artırmaya çalışıyordu. Bu ihraç maddelerinin
fiyatları da, ticaretteki genel kopuştan ö n ce, genel tarım sal
buhran sırasınd a, iyice düşm üştü. Rusya’nın uygun ticaret
hadleriyle ihracatını geliştirem em esi, m akine ithalatını, dola
yısıyla ulusal sanayiin kuruluşunu güçleştiriyordu; bu da şe
hirle kırsal kesim arasındaki ticaret hadlerini olum suz biçim
de etkiliyor ve köylülüğün şehirdeki işçilerin yönelim ine duy
dukları husumeti güçlendiriyordu. Böylece, dünya ekonom isi
nin çözülm esi, Rusya’da tarım sorununu çözüm lem ek için el
yordam ıyla bulunan yöntem leri zorladı ve kolhozlara geçişi
hızlandırdı. Avrupa’nın geleneksel siyasal sistem inin çöküşü
de, silah ihtiyacını doğurduğu ve hızlı sanayileşm enin yükünü
artırdığı için aynı yönde etki yapıyordu. O ndokuzuncu yüzyıl
güç dengesi sistem inin yok oluşu ve dünya piyasasında Rus
ya’nın tarım ü rünlerine yeterli talep olmayışı ülkeyi isteksiz
bir biçim de kendine yeterlilik yoluna gitmeye zorladı. Tek ü l
kede sosyalizm , piyasa ek o n o m isin in tüm ü lk eler arasında
bağlantı kuramayışı sonucu ortaya çıktı; Rusya’da otarşi olarak
görünen şey, aslında yalnızca kapitalist enternasyonalizm in
miadını doldurmuş oluşuydu.
Uluslararası sistem in çöküşü tarihin dizginlerinden boşan
m asına yol a çtı, gidişi yönlendiren bir piyasa toplıım un u n
içerdiği eğilimlerdi.
331
21. Karmaşık Bir Toplumda Özgürlük
332
tünüyle doğaya aykırı, tam olarak ampirik anlamda ku ral dışı.
O ndokuzuncu yüzyıl düşünürleri, insanın ekonom ik faaliyet
lerinde kâr am acına yöneldiğini, maddeci eğilimleri olduğunu,
dolayısıyla daha çok çaba sarfedecek yerde daha az çaba sarfeı-
m eyi seç tiğ in i ve em eğ in in k arşılığ ın d a k en d isin e bir şey
ödenm esini beklediğini varsayıyorlardı. Kısacası, insanın eko
n om ik faaliyetlerind e ek o n o m ik rasy o nalite ded ikleri şeye
uyacağını, başka tür davranışların ancak dış müdahaleler so
nucu ortaya çıkabileceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla, piya
salar doğal kurum lardı ve insanlar kendi hallerine bırakıldı
ğında kendiliğinden ortaya çıkacaklardı. Piyasalardan oluşan,
yalnızca fiyatların kontrol elliği bir ekon om ik sistem kadar
normal birşey olamazdı ve böyle piyasalara dayanan bir insan
toplum u, ilerlem enin amacı olarak görülüyordu. Ahlâk! açı
dan böyle bir toplum un istenebilirliği ne olursa olsun, uygula
nabilirliği -aksiyo m atik o larak - soyun değişmez özelliklerinin
bir parçasıydı.
Aslında, artık bildiğimiz gibi, insanın davranıştan, hem ilkel
durumda hem de tarih boyunca, bu görüşün belirttiğinin tam
tersi olmuş. Frank H. Knight’ın “özellikle İnsanî olan dünüle-
rin hiçbiri ekonom ik değildir” sözü yalnızca sosyal yaşam için
değil, ek on om ik yaşam ın kendisi için bile geçerlidir. Adam
Sm ith’in ilkel insan tablosunu büyük bir güvenle üzerine kur
duğu takas eğilimi, ekonom ik faaliyetlerinde insanın sık rast
lanan eğilim lerinden değil, ender olarak görülenlerdendir. Bu
akılcı m odellerin m odem antropoloji tarafından yalanlandığı
gibi, ticaretin ve piyasaların tarihi de, ond okuzu ncu yüzyıl
sosyologlarının uyum cu (harm onistic) öğretilerinde varsayı
landan bütünüyle farklı. İktisat tarihi, ulusal piyasaların doğu
şunun, hiçbir biçim de, ekonom i alanının zamanla ve kendili
ğinden hüküm et kontrolünden kurtulması sonucu olmadığını
gösteriyor. Tersine, piyasa, piyasa düzenini toplum a ekonom i
dışı nedenlerle kabul ettiren hüküm etin, bilinçli bir biçim de,
bazen de şiddet kullanarak, yaptığı müdahalelerin sonucu or
taya çıkm ış. Ve ondokuzuncu yüzyılın kendi kurallarına göre
işleyen piyasası, yakından bakıldığında, ek onom ik çıkarlara
333
dayanması bakımından düzenlenişinde kendinden önce gelen
piyasalardan bütünüyle farklı bir görünüm taşıyor. O ndoku-
zuncu yüzyıl'toplum unun doğuştan gelen zayıflığı, onun bir
sanayi toplum u oluşuna d eğil, bir piyasa toplum u oluşuna
bağlı. Kendi kurallarına göre işleyen piyasa deneyim i, bu üto
pik deneyim , bir anı olarak kaldığında bile sanayi uygarlığı
varlığını sürdürecek.
Ancak, sanayi uygarlığının, yeni, piyasa dışı temellere kay
m ası, üzerinde d üşünülem eyecek kadar um utsuz bir iş gibi
görünüyor. Korkulan kurum sal bir boşluk, daha da kötüsü,
özgürlüğün kaybedilm esi. Bu tehlikelerin gerçekleşm esi z o
runlu mu peki?
G eçiş dönem inin parçası olan büyük acıların çoğu arlık ge
ride kaldı. Çağım ızın sosyal ve ekonom ik çözülm esi içinde,
buhranlar, para dalgalanm aları, k ille halinde işsizlik, sosyal
konum değişmeleri, tarihî devletlerin korkunç çöküşleri gibi
trajik olayların en kötülerini gördük. Farkında olmadan deği
şik liğ in bed elini ödüyord uk, in san lık m akine ku llan ım ın a
uyum sağlam ış olm aktan ço k uzak, beklenen değişm eler de
çok büyük. G ene de geçm işe geri dönm ek, dertlerim izi başka
bir gezegene havale etm ek kadar olanaksız bir şey. Şeytani zor
balık ve fetih güçlerini ortadan kaldıracak yerde böylesine o l
mayacak bir işe girişm ek, bu güçlerin askerî olarak uğradıkları
nihai yenilgiden sonra bile yaşamaya devam etm elerini sağla
yacaktır. Kötülüğün davası, bu durumda, belirleyici bir siyasal
üstünlüğe, ne kadar iyi niyetle olursa olsun olanaksız bir işe
kalkışm anın karşısında g erçek leşeb ilecek olanı tem sil etm e
üstünlüğüne sahip bir konuma geçecektir.
Ayrıca geleneksel sistem in çöküşü bizi boşlukta bırakmıyor.
Tarihle geçici çö zü m lerin, büyük ve sürekli kuram ların to
hum larını taşıması ilk kez rastlanan bir şey değil.
Ulusların içinde, ekonom ik sistem in toplum yasalarının be
lirleyicisi olm aktan çıkm ası ve toplum un ekonom ik sistem e
göre taşıdığı önceliğin korunm ası yolunda gelişm elere tanık
oluyoruz. Bu, bir ço k yoldan g erçekleşebiliyor, d em okratik
veya aristokratik, anayasal veya otoriter, halta belki h iç tah
334
min edem eyeceğim iz biçim lerde. Bazı ü lkelerin geleceği d i
ğerlerinde bugün yaşanıyor olabilir, aynı zamanda bazıları da
ötekilerin geçm işini hâlâ içlerinde taşıyor olabilirler. Ama so
nuç hepsi için ortak: Piyasa sistem i artık ilke olarak bile k en
di yasalarına göre işlem eyecek çünkü em ek, toprak ve parayı
kapsamayacak.
Em eğin piyasa dışına alınm ası, rekabetçi em ek piyasalarının
kuruluşu kadar kökten bir dönüşüm oluşturuyor. Ücret söz
leşm esi, ikincil ve yan noktalar dışında özel bir sözleşm e ol
maktan çıkıyor. Yalnız fabrikadaki koşullar, çalışm a saatleri ve
sözleşm e biçim leri değil, temel ücretin kendisi piyasa dışında
belirleniyor; böylece işçi sendikalanna, devlete ve diğer kamu
organlarına düşen rol yalnızca bu kuram ların niteliğini değil,
üretim yönetim inin örgütlenişini de içeriyor. Ü cret farklılıkları
ekonom ik sistem içinde temel bir rol oynamaya devam etm ek
durumunda oldukları (böyle olmaları gerektiği) halde, parasal
gelirlerle doğrudan doğruya ilgili olm ayan d ürtüler em eğin
mali yönüne göre çok daha fazla önem kazanabiliyorlar.
Toprağın piyasa dışına çıkm ası, onun aile işletm esi, koope
ratif, fabrika, belediye, okul, kilise, parklar, korunm uş doğal
alanlar gibi belirli kuram larla birleşm esiyle eş anlamlıdır. Çift
liklerin özel sahipliği ne kadar yaygın olursa olsu n , toprak
mülkiyetiyle ilgili sözleşm elerin, temel konular piyasa yöneti
mi dışına çıktığı için , yalnızca yan noktalar üzerinde durmala
rı yeterli olacak. Aynı şey tem el gıda m addeleri ve organik
hammaddeler için de geçerli çünkü bunlarla ilgili fiyat sapta
maları artık piyasaya bırakılmayacak. Rekabetçi piyasaların bir
dizi ürün için işlerliklerini korum alarının, toplum un yapısına,
em ek, toprak ve para fiyatlarının piyasa dışında belirlenişinin
diğer fiyatların gördüğü maliyet belirlem e işlem ine müdahale
ettiğinden daha fazla müdahale etmesi gerekmez. Artık m ülki
yet hakkından kaynaklanan gelirlerin, yalnızca istihdam ı, üre
timi ve toplumdaki kaynakların kullanım ını sağlamak am acıy
la sınırsızca artmalarına gerek kalmadığı için, mülkiyetin nite
liği, doğal olarak, temel bir değişim geçirecek.
Para kontrolünün piyasadan alınması günümüzde bütün ül
335
kelerde gerçekleşürilm ekte. Mevduat yaratılması bunu bilinç
siz olarak büyük ölçüde etkilem işti, ama yirmili yılların altın
standardı buhranı, meta parayla itibari para arasındaki ilişki
nin h iç b ir b içim d e k op m am ış old u ğu nu k an ıtla d ı. Bütün
önem li devletlerde, “işlevsel m âliyenin” ortaya çıkışından beri,
yatırımların yönlendirilm esi ve tasarruf haddinin düzenlenm e
si hükümetin görevleri arasına girdi.
Dolayısıyla, üretim unsurlarını -e m e k , toprak ve p aray ı- pi
yasa dışına çıkarm ak, yalnızca o nlan meta olarak ele alan pi
yasa açısından tek yönlü bir eylem olarak görülebilir. İnsan
gerçekliği açısından, m eta efsanesinin çöküşünden sonra yeni
den kurulan şey, sosyal alanın her yanına yayılan bir eylemdir.
Nitekim, birbirinin eşi piyasa ekonom ilerinin çözülm esi şim
diden çeşit çeşit yeni toplum un ortaya çıkışına yol açıyor. Ay
rıca, piyasa toplum uııun sonu, kesinlikle piyasanın sonu de
mek değil. Piyasalar ekonom ide kendi yasalanna göre işleyişin
organları olmaktan çıkm akla birlikte, çeşitli biçimlerde varlık
larını sürdürüyor, tüketicinin özgürlüğünü sağlıyor, talep kay
naklarını gösteriyor, üreticilerin gelirini etkiliyor ve bir m uha
sebe aracı görevini üstleniyorlar.
O ndokuzuncu yüzyıl toplum u, iç yöntem lerinde olduğu gi
bi dış yöntem lerinde de iktisatla sınırlanm ıştı. Sabit kurların
alanı u ygarlıkla çak ışıy o rd u . A ltın standardı ve neredeyse
onun parçası durumuna gelen anayasal rejim ler yürürlükte o l
duğu sürece, güç dengesi bir barış aracıydı. Sistem , dünya mâ
liyesinin merkezi olan Büyük Devletlerin, özellikle Büyük Bri
tanya'nın, aracılığıyla işliyor ve daha geri ülkelerde temsili hü
k üm etlerin kurulm ası yönü nd e etki yapıyordu. Bu, sağlam
bütçe gerekliliğiyle borçlu ülkelerin mâliyesi ve ulusal paraları
üzerinde denetim sağlamak açısından önem liydi, bu işlevleri
de yalnızca sorum lu organlar yerine getirebilirdi. Gene de, ku
ral olarak, bu kaygılar bilinçli bir biçim de devlet adamlarının
akıllarında yer etm iş değildi. Durumun böyle olm asının nede
ni, altın standardının gereklerinin tartışmasız kabul edilm esiy
di. Parasal ve temsilî kuram ların dünya düzeyindeki tekdüze
liği, dönem in katı iktisadının sonucuydu.
336
Bu durum ondokuzuncu yüzyıl uluslararası yaşam ının iki
ilkesini açıklıyordu: Anarşist bir ulusal egem enlik ve diğer ül
kelerin işlerine “h aklı” müdahale. G örünüşte birbirleriyle çe
kişm elerine karşın, bu ikisi birbirine bağlıydı. Ulusal egem en
lik, doğal olarak, yalnızca siyasal bir terimdi, çünkü düzenlen
memiş dış ticaret ve altın standardı çerçevesinde hüküm etler,
uluslararası iktisat konularında, bütünüyle güçsüzdüler. Para
konularında ülkelerinin durumunu belirlem eye ne güçleri ne
de istekleri vardı - yasal durum buydu. Aslında, yalnızca para
sistem leri merkez bankasının kontrolü alım da bulunan ülke
ler egemen devletler olarak görülüyordu. G üçlü Batı ü lkeleri
nin durum unda, ulusun bu sonsuz ve sınırsız parasal egem en
liği tam karşıtıyla, piyasa ekonom isi ve piyasa toplum unun
dokusunu başka yerlere yayma doğrultusundaki am ansız bas
kıyla, birlikte yer alıyordu. Sonuçta, ond okuzu ncu yüzyılın
sonunda dünya halkları kurum sal olarak eşi görülm em iş bir
biçim de aynılaştırılmışlardı.
Bu sistem , hem karm aşıklığı hem de evrenselliği yüzünden
güçlüklerle karşılaşıyordu. Anarşist egem enlik, M illetler C e
miyeti tarihinin çarpıcı bir biçim de kanıtladığı gibi, bütün et
kin uluslararası dayanışma biçim lerine bir engel oluşturuyor
du. Ulusal sistem lerin zorla sağlanan aynılığı da, özellikle geri
ülkelerde, hatta bazen ileri ama mali açıdan zayıf ülkelerde bi
le, özgür ulusal gelişm e için sü rekli bir tehdit yaratıyordu.
Ekonom ik dayanışma, serbest ticaret gibi am açsız ve etkin o l
mayan özel kurum lara bırakılm ıştı. Halklar, yani hüküm etler
arasındaki gerçek bir dayanışma ise, düşünülümezdi bile.
Bu durum dış politikadan görünüşte bağdaşmaz iki taleple
bulunabilir: D ost ülkeler arasında ondokuzuncu yüzyıl ege
menliği çerçevesinde akla bile getirilem eyecek kadar yakın bir
dayanışmayı gerektirirken, aynı zamanda da, düzenlenm iş pi
yasaların varlığı hüküm etlerin dış müdahalelere karşı eskisin
den daha duyarlı olm alarına yol açacaktır. Bununla birlikte,
otom atik altın standardı m ekanizm asının ortadan kalkışıyla,
hüküm etler m utlak egemenliğin en engelleyici yönünü, ulus
lararası ekonom i alanında dayanışmaya yüz çevrilm esini, bir
337
kenara bırakm a olanağını bulacaklardır. Aynı zamanda, başka
ulusların ulusal kurum lannı kendi eğilim lerine göre biçim len
d irm elerine isley erek razı o lm ak ve böylece o n d ok u zu n cu
yüzyılın dünya ekonom isinde ulusal rejim lerin birbirinin eşi
olması gerekliği yolundaki zararlı baul inancı aşmak olanağı
doğacaklır. Eski Dünyanın kalıntıları içinden yeni Dünyanın
tem el taşlarının yükseldiğini görebiliyoruz: H üküm etler ara
sında ek o n o m ik dayanışm ayı ve ulusal yaşamı isten d iğin ce
düzenleme özgürlüğünü kısıtlayıcı serbest ticaret sistem i için
de, bu olasılıkların hiçbiri düşünülem ezdi, dolayısıyla da ulus
lar arasındaki çeşitli dayanışma yöntem leri dışlanıyordu. Piya
sa ekonom isi ve alim standardı içinde federasyon fikri, haklı
olarak, bir merkezileşm e ve aynılaşm a karabasanı olarak algı
lanırken, piyasa ekonom isinin sonu pekâlâ ulusal özgürlükle
birlikte giden etkin bir dayanışma anlamına gelebilir.
Ö zgürlük sorunu iki ayrı düzeyde ortaya çıkıyor: Kuramsal
ve ahlâkî düzeylerde. Kurumsal düzeyde sorun, artan özgür
lüklerle azalan özgü rlü klerin dengelenm esi soru nu ; burada
kökten değişik yeni sorularla karşılaşmıyoruz. Daha temel dü
zeyde, özgürlük olanağının kendisi kuşkulu. Özgürlüğü koru
ma yöntem leri, özgürlüğü bozup yıkıyor gibi görünm ekle. Ça
ğımızda özgürlük sorununun anahtarı bu ikinci düzeyde aran
malı. Kurumlar, insan değerleri ve amaçlarını içerirler. Karm a
şık bir toplumda özgürlüğün gerçek anlamını göremeden, ara
dığımız özgürlüğe ulaşamayız.
K urum sal düzeyde d ü zen lem eler, özgürlüğü hem a rtırır
hem de kısıtlarlar; önem li olan yalnızca yitirilen ve kazanılan
ö zgü rlü k lerin dengesidir. Refah için d ek i sınıflar, g ü v en lik
içinde, boş zamanın sağladığı özgürlüğün tadını çıkarırlar; do
ğal olarak, toplumda özgürlüklerin yayılması konusunda, gelir
darlığı yüzünden bu konuda azla yetinm ek zorunda olanlar
dan daha az heyecanlıdırlar. Bu, gelir, boş zaman ve güveni da
ha adil bir biçim de dağıtm ak için zorlam alar önerilir ön eril
mez açıkça ortaya çıkar. Kısıtlamaların herkes için geçerli o l
masına karşın, ayrıcalıklı olanlar kısıtlam alara, sanki bunlar
yalnızca kendilerine yönelm işçesine, içerlerler. Kölelikten söz
338
ederler, oysa am açlanan yalnızca kendi yararlandıkları özgür
lüğün başkaları için de geçerli olacak biçim de yaygınlaştırıl-
masıdır. Başlangıçta onların boş zamanı ve güvenliğinin, dola
yısıyla özgürlüklerinin, ülke düzeyinde özgürlüğün artırılabil
mesi için azaltılması gerekebilir. Ama özgürlüklerin bu biçim
de yer değiştirm em esi, yeniden biçim lendirilm esi ve genişletil
mesi, yeni koşulların eskisinden daha az özgür olm ası gerekti
ği yolundaki fikirleri desteklemez.
Ama korunm aları büyük önem taşıyan özgürlükler vardır.
Barış gibi bunlar da ondokuzuncu yüzyıl ekonom isinin yarat-
tıgı şeyler, ama artık biz bunları kendi içlerinde değerli bulm a
ya başladık. Toplumun özü için ölüm cül bir tehlike oluşturan
ayrım, siyaset ve ekonom inin kurumsal olarak birbirlerinden
ayrılmaları, neredeyse otom atik bir biçim de, adalet ve güven
pahasına özgürlük yarattı. Sivil özgürlükler, özel girişim cilik
ve ücret sistem i, ahlâkî özgürlük ve bağımsız düşünceyi besle
yen bir yaşama biçim i içinde birleştiler. Burada da yasal ve
gerçek özgürlükler, unsurları kolayca birbirinden ayrılamaya
cak ortak bir yapıda bir araya geldiler. Bu unsurların bazdan,
işsizlik ve spekülatör kârları gibi belalara bağlıydı, bir kısmı
da Rönesans ve Reform geleneklerinin en değerlilerine. Çöken
piyasa ekonom isinden miras kalan bu yüksek değerleri koru
mak için elim izden geleni yapmamız gerek. Bunun büyük bir
iş olduğu meydanda. Piyasa ekonom isi içinde ne özgürlük ne
barış kurum sallaştııılabilirdi. Çünkü onun amacı kâr ve refah
yaratm aktı, barış ve özgürlük değil. Bunlara sahip olm ak isti
yorsak, gelecekte bunun için bilinçli bir çaba gösterm ek gere
kecek; bunlar önüm üzdeki toplum ların seçilm iş am açları o l
mak zorundalar. Barış ve özgürlüğü güvence altına alm ak için
dünya düzeyinde bugün girişilen çabaların gerçek anlam ı ola
bilir. O ndokuzuncu yüzyıl ekonom isinden kaynaklanan barış
çıkarı, bir kez işlerliğini yitirdikten sonra, barış isteğinin ne
dereceye kadar etkinlik kazanacağı uluslararası bir sistem kur
maktaki başarımıza bağlı. Kişisel özgürlüğe gelince, o, korun
ması ve giderek yayılması için özel olarak geliştirdiğimiz ön
lemler ölçüsünde var olacak. Yerleşmiş bir toplum da, sürüden
339
ayrılma hakkını kurumsal olarak korum ak gerekli. Birey, sos
yal yaşamın bazı alanlarında idari görevler yüklenm iş güçler
den korkm adan vicdanının sesini dinlem ekte özgür olm alı. Bi
lim ve sanal, her zaman bilim ve sanat dünyasının denetim i al
tında olmalı. Zorlama hiçbir zaman mutlak olm am alı; “karşı
çıkana" çekilebileceği bir köşe, ona bir yaşam alanı bırakan bir
“ikinci en iyi” seçim i sağlanabilmeK.
Böylece, toplum sal bütünleşm eye doğru atılan her adım öz
gürlük artışıyla beraber gitm eli, planlama yönünde gelişm eler
bireyin toplum içindeki yerini sağlamlaştırma çabalarını içer
meli. Bireyin vazgeçilmez hakları, kişisel olsun anonim olsun,
en yüksek güçlere karşı bile yasalarla korunabilm eli. G ücün
kötüye kullanılm asının kaynaklarından biri olarak bürokrasi
nin oluşturduğu tehlikeye karşı alınacak gerçek önlem , karşı
çıkılam az yasalarla korunan keyfî özgürlük alanları yaratm ak
tadır. Ç ünkü, elde edilen güç ne kadar cöm ertçe kullanılırsa
kullanılsın, merkezde bir güç birikim i olacak, dolayısıyla bi
reysel özgürlük tehlikeye girecektir. Bu, işlevleri tek tek üyele
rinin haklarını korum ak olan m eslekî birlikler ve işçi sendika
ları için olduğu gibi, dem okratik toplulukların kendi oıganları
için de geçerlidir. Bireyin kurum ların kötü niyetinden kuşku
duyması için ortada hiçbir neden bulunmadığı durumlarda bi
le, bunların yalnızca büyüklüğü bireyin kendini güçsüz hisset
m esine yol açabilir. Eğer görüşleri ve eylemleri gücü elinde tu
tanları kuşkulandırabilecek gibiyse, bu durum daha da belir
ginleşir. Yalnızca kâğıt üzerindeki haklar yeterli olamaz; Hak
ların etkinlik kazanması için kurum lar gerekir. “Göz altında
tutma yasaları”mn (h a b ea s corpu s) kişisel özgürlüğün yasalara
işlenmesi için kullanılabilecek son anayasal araç olm ası gerek
li değil. Yurttaşların şimdiye kadar kabul edilm em iş hakları da
insan Hakları Bildirisine eklenm eli. Bunlar Devlet olsun, yerel
yönelim veya mesleki kuruluşlar alanında olsun, bütün yetki
lilere karşı geçerli kılınm alı. Bu haklar listesinin başında da,
bireyin siyasal ve dinî görüşlerinden, rengi ve ırkından bağım
sız olarak, kabul edilebilir koşullar alım da çalışabileceği bir iş
sahibi olma hakkı gelm eli. Bu, insanların en ince yöntem lerle
340
dahi mağdur durumda bırakılm alarına karşı bir garanti anla
mına geliyor. Sanayi m ahkem elerinin, toplum un üyelerini tek
tek ilk dem ir yolu şirketleri türünden keyfi güç öbeklerinden
bile koruyabildiklerini biliyoruz.
Kam uoyunun yurttaş haklarını korum akta kararlı davrandı
ğı durumların hepsinde, m ahkem eler bireysel özgürlüğü geri
alm akta başarılı oldular. Bu hakların her ne pahasına olursa
olsun, üretimde etkinlik, tüketimde tasarruf veya akılcı idare
pahasına bile, korunm aları gerekir. Bir sanayi loplum unun,
özgür olm a olanaklarına sahip olduğu unutulmam alı.
Piyasa ekonom isinin sona erişi, eşi görülm em iş bir özgür
lük dönem inin başlangıcı olabilir. Yasal ve gerçek özgürlük,
her zam ankinden daha geniş ve daha yaygın kılın abilir; dü
zenlem e ve kontrol, yalnız birkaç kişiye değil, herkese özgür
lük sağlayabilir. Böylece eski özgürlükler ve yurttaş h aklan ,
sanayi loplum unun herkese sağladığı boş zaman ve güvenin
yarattığı yeni özgü rlü klere eklen ebilir. Böyle b ir toplum un
hem adaletli, hem özgür olması için gerekli olanaklan vardır.
Ama bu yolun ahlâkî bir engelle tıkanm ış olduğunu görü
yoruz. Planlam a ve kontrole özgürlüğün yadsınm ası olarak
karşı çıkılıyor. Serbest girişim cilik ve özel m ülkiyet özgürlü
ğün gerekli koşulu ilan ediliyor. Değişik tem eller üzerine ku
rulm uş bir toplum un özgür sıfatını hak etm ediği söyleniyor.
Düzenlem elerin yarattığı özgürlük, özgürlüğün karşıtı olarak
reddediliyor; bunun getirdiği adalet, özgürlük ve refah gizli
kölelik olarak yerlere batırılıyor. Aynı zamanda, araçlar am aç
ları belirlediği için, sosyalistlerin bir özgürlük vaadinin boşa
çıktığım gördük: Planlam a, düzenlem e ve kontrolü araç ola
rak kullanan SSC B, henüz anayasasında vaadedilen özgürlük
leri uygulam aya koym adı, sistem i eleştiren ler “koyacağı da
yok” diye tam am larlardı cüm leyi... Ama düzenlem elere karşı
çıkm ak, reforma karşı çıkm ak demektir. Bu yüzden de, libe
rallerin özgürlük fikri yozlaşıp yalnızca serbest girişim ciliğin
bir savunucusuna dönüşüyor, bu da bugün, dev tröstler ve
azam etli tekellerin yadsınm az gerçekliği karşısında bir efsa
neden başka bir şey değil. Bu, sahip oldukları g elir,'b o ş za
341
man ve güvenin artırılm ası gerekm eyenler için tam bir özgür
lük ve dem okratik haklarını boşu boşuna mülk sahiplerinin
gücün e karşı k end ilerin i k oru m ak için kullanm aya çalışan
halkın önüne atılan birkaç lokm a anlam ına geliyor. Hepsi bu
kadar da değil. Liberaller, h içb ir yerde, serbest işletm eciliği
kuram adılar. Ç eşitli Avrupa ü lkelerind e büyük işletm elerin
kurulm ası, bu arada Avusturya’daki gibi çeşitli faşizm tipleri
nin yerleşm esi, onların çabalan sonucuydu. O nların özgürlü
ğe karşı tehlike olarak görüp yasaklanm asını istedikleri plan
lama, düzenlem e ve kontrol, böylece, özgürlük düşm anı o l
duklarını gizlem eyenler tarafından, özgürlüğü bütünüyle o r
tadan kaldırmak için kullanıldı. Faşizm in zaferi de, liberalle
rin planlama, düzenlem e veya kontrolü içeren reform ları en
gellem eleriyle kaçınılm azlaşm ıştı.
G erçek ten de, faşizm altında özgürlüğün toptan ortadan
kalkışı, güç ve zorlam aların kötü şeyler olduğunu öne sürüp,
insan topluluklarının bunlardan arınm asını isteyen liberal fel
sefenin kaçınılm az bir sonucuydu. Böyle bir arınm a olanağı
yoktur; karm aşık bir toplum da bu açıkça ortaya çıkar. Bu du
rumda, ya hayali bir özgürlük fikrine bağlı kalıp, toplum un
gerçekliğini yadsımak, ya da bu gerçekliği kabul edip özgür
lük fikrini yadsımaktan başka seçenek kalmıyor. Bunlardan il
ki liberalin vardığı sonuç, İkincisi de faşistin. Başka yol yok
muş gibi görünüyor.
Kaçınılmaz olarak, biz, söz konusu olanın, özgürlüğün elde
edilebilirliği olduğu sonucuna varıyoruz. Eğer düzenlemeler,
karmakarışık bir toplumda özgürlüğü yaymanın ve güçlendir
menin tek yoluysa, ve buna karşın, bu yolun kullanılm ası öz
gürlüğe ters düşüyorsa, bunun anlamı böyle bir toplum un öz
gür olamayacağıdır.
ikilem in tem elinde özgürlüğün anlam ının yattığı açık. Li
beral ek o n o m i, id eallerim ize yanlış b ir yön verdi. Ö zünde
ü topik birtakım b ek len tilerin aşağı yukarı gerçekleştiği yer
gibi göründü gözüm üze. Ama güç ve zorlamaya yer vermeyen
toplum olam az, içinde gücün h içbir işlevi olmayan bir dünya
da, yalnızca insan iradesi ve istekleriyle biçim lendirilm iş bir
342
toplum varsayımı da bir hayaldi. Ama toplum u İktisadî söz
leşm e ilişkileriyle, sözleşm e ilişkilerini de özgürlükle özdeş
leştiren piyasa görüşünün sonucu buydu. Bu radikal hayal in
san toplum unda insan iradesinden kaynaklanm ayan, dolayı
sıyla onların iradesiyle ortadan kaldırılm ayacak h içbir şey o l
madığı görüşüne yol açtı. Görüş piyasayla sınırlanm ıştı. Piya
sa da yaşamı, m alın piyasaya ulaştığı noktada sona eren üreti
ciler sektörüyle, istediği her şey piyasadan kaynaklanan tüke
ticiler sektörüne ayrıştırıyordu. Birisi gelirini “özgürce” piya
sadan sağlıyor, diğeri de gelirini “özgürce” orada harcıyordu.
Toplumun bütünü göze görünm üyordu. D evlet gücü ön em
sizdi. Çünkü bu güç ne kadar az olursa, piyasa m ekanizm ası
o kadar iyi işleyecekti. İşsizlik ve d üşkünlük durum larında
ortaya çıkan acım asız özgürlük kısıtlam alarından ne seçm en
ler, ne m ülk sahipleri, ne üreticiler, ne de tü keticiler sorum lu
tu tu labilird i. Bütün doğru dürüst insanlar, d evletin kişisel
olarak karşı çıktıkları baskılarından veya kişisel olarak kendi
lerine yarar sağlam am ış olan toplum sal acılardan sorum lu o l
m adıklarını düşünebilirlerdi. O nlar “kendi paylarına düşeni
ödem işlerdi”, “kim seye borçları y oktu ”, gücün ve ekonom ik
değerin kötülüğüne bulaşmamışlardı. Bunlardan bir sorum lu
luğu olmadığı öylesine açıktı ki, gerçekliklerini özgürlük adı
na yadsıyabiliyorlardı.
Ama güç ve ekonom ik değer, sosyal gerçekliğin parçasıdır-
lar. Bunlar insan iradesinden kaynaklanmazlar, bu alanda da
yanışma yokluğu söz konusu olamaz. G ücün işlevi toplulu
ğun sürm esi için gerekli uyumun sağlanm asıdır; nihai kayna
ğı görüşlerdir - v e şöyle veya böyle bir görüşe sahip olm am ak
kimin elinde olabilir? E konom ik değer, yararlı m alların üre
tilm esini sağlar; üretim kararlarının alınm asından ö n ce var
olması gerekir; iş bölüm üne vurulan bir damgadır bu. Kayna
ğı insan istekleri ve n ed re ttir- bazı insanların bazı şeyleri öte
kilerden daha fazla istem edikleri bir durum d üşü nebilir m i
yiz? Her görüş ve her istekle gücün yaratılm ası ve ekonom ik
değerin oluşm asına katılm ış oluruz. Başka türlü davranm ak
özgürlüğü düşünülem ez.
343
Şim di tartışmamızın son aşamasına ulaşmış bulunuyoruz.
Piyasa ütopyasını bir kenara bıraktığımızda, toplum un ger
çekliğiyle karşı karşıya geliyoruz. Bu liberalizm le, faşizm ve
sosyalizm arasındaki ayrımı oluşturuyor. Faşizm ve sosyalizm
arasındaki fark ek onom ik bir fark değil. A hlâkî ve d inî bir
fark. Aynı iktisat ilkelerine bağlı olduklarını öne sürdüklerin
de bile, yalnızca değil, aynı zamanda zıt ilkelerin taşıyıcılarıdır
bunlar. Ve aralarındaki nihai ayrımı yapan gene özgürlüktür.
Faşistler ve sosyalistler, aynı biçim de, toplum un gerçekliğini
ölüm ün insan bilincini biçim lendirm esi türünden bir kesinlik
le kabul ederler. Güç ve zorlam a bu gerçekliğin bir parçasıdır;
bunları toplumdan silen bir ideal geçersiz olacaktır. Ayrıldıkla
rı nokta, bu bilginin ışığında özgürlük fikrinin korunup ko-
runmayacağıdır. Özgürlük boş bir sözcük, insan ve insan ça
balarını yok etm ek üzere geliştirilm iş bir igva mıdır, yoksa in
san bu bilginin karşısında özgürlüğüne sahip çıkıp, ahlâkî ha
yalciliğe kapılm adan onun toplum içinde gerçekleşm esi için
çalışabilir mi?
Bu endişeyle sorulan ve endişe yaratan soru insanlık duru
munu özetliyor. Bu çalışm anın ruhu -ve içeriği, buna bir açık
lama getirmiş olmalı.
Batılı insanın bilin cin i oluşturduğunu düşündüğüm üz üç
gerçeğe değindik: Bunların ilki, Musevi efsanelerine göre Tev
rat’ta açıklandı. İkincisi, In cil’in kaydettiği gibi, İsa’nın öğreti
lerindeki her insanın benzersiz oluşu fikriydi. Ü çüncü ilham,
sanayi toplum u içindeki yaşamdan kaynaklandı. Buna bağlı
bir büyük adam adı yok; onun aracı olmaya en fazla yaklaşan
R obert O w en. M odern insan b ilin cin i olu ştu ran unsur, bu
üçüncüsü.
Toplum gerçekliliğinin tanınm asına verilen faşist yanıt, öz
gürlük inancının yadsınması. Faşizm , Hıristiyanlığın bulduğu
bireyin eşsizliği ve insanlığın birliği fikirlerine bütünüyle ters
düşüyor. Yoz eğilim lerinin tem elinde yatan, bu zıtlık. Kutsal
k itabın toplum gerçekliğini göz ardı ettiğini ilk kez R obert
Owen fark etti. Buna H ıristiyanlığın insanı “bireyselleştirişi”
adını verdi ve yalnızca dayanışma içinde bir toplulukta “H ıris
344
tiyanlıkla gerçeklen değerli olan her şeyin” insandan ayrılma
sına son verilebileceğine inandı. Owen İsa’nın öğretilerinden
aldığımız özgürlük fikrinin karmaşık bir topluma uygulanam a
yacağını görmüştü. O nun sosyalizmi, insanın özgürlük isteği
nin böyle bir toplumda desteklenmesiydi. Batı uygarlığı Hıris
tiyanlık sonrası d önem ine girm işti, kutsal kitap artık yeterli
değildi, ama gene de uygarlığımızın temeli olarak kalmıştı.
Dolayısıyla, toplum un keşfi özgürlüğün ya sonu ya da yeni
den doğuşu olacaktı. Faşist, özgürlükten vaz geçilm esine razı
olup, toplum gerçekliğini oluşturan gücü yüceltirken, sosya
list o gerçekliğe razı olup, ona karşı özgürlük talebine sahip
çıkıyor, insan olgunlaşıp karmaşık bir toplum da insan olarak
var olmayı başarabiliyor. B ir kez daha O w en’in derin sözlerini
kullanırsak, “İnsanın elde etm ek üzere olduğu yeni güçler k ö
tülüğün bazı nedenlerini ortadan kaldırmakta yetersiz kalırlar
sa, söz konusu olanın gerekli ve kaçınılm az kötülükler olduğu
anlaşılacak ve çocukça yararsız şikâyetler ortadan kalkacak".
Razı oluş, her zaman insanın gücünü ve yeni um utları pe
kiştirmiştir. İnsan ölüm ün gerçekliğini kabul etm iş ve beden
sel yaşamını onun üzerine kurmuştur. Yitirebileceği bir ruhu
olduğunu ve ölüm den de kötü şeyler olabileceği gerçeğine razı
.olup, özgürlüğünü bu tem ele dayandırmıştır. Çağımızda, bu
özgürlüğün sonu an lam ına gelen toplum g erçek lerin e razı
oluyor. Ama bir kez daha, yaşam bu nihai razı oluştan kaynak
lanıyor. Toplum gerçekliğinin yakınmadan kabul edilişi, insa
na ortadan kaldırılabilecek tüm adaletsizlikler ve özgürlük kı
sıtlamalarına karşı yılmadan mücadele etm e gücü ve cesareti
veriyor. İnsan herkes için daha geniş ö zg ü rlü k ler yaratm a
amacına sadık kaldığı sürece, gücün veya planlam anın, güç ve
planlama aracılığıyla kurduğu özgürlükleri yok etm ek üzere
kendisine karşı çalışacaklarından korkm ası gerekm iyor. K ar
maşık bir toplumda özgürlüğün tanımı bu; bize gereken tüm
güvenceyi burada buluyoruz.
345
Ekler
F R A N S IZ C A B A S K IY A G İR İŞ
349
ne özgü bir sisiem oluşturm uş gibi görünen ekonom ik olaylar,
ilk kez ortaya çıkıyordu. Bu anlamda ekonom i sosyal olm ak
tan çıkm ıştı, ve otuzların büyük buhranının dünyaya kabul et
tirdiği, ek o n o m in in y en id en sosyalleşm esiyd i. D olayısıyla,
“Büyük Dönüşüm ” bir bakım a liberal ekonom iyi doğuran dö
nüşümün tersiydi. (Aslında, Polanyi’nin aklındakinin Alman
ca Umwaldlung gibi bir şey olduğunu varsaymaktan kendimi
alam ıyorum; dönüşüm , kuşkusuz meşru bir karşılık, ama ba
na kalsa, sözcüğü hem tam sözlük anlamında hem de daha ge
niş bir biçim de alarak “büyük geri dönüş” demeyi tercih eder
dim -b u terim ekonom ik liberalizmin ayrıldığı genel geri pla
nı hatırlatmakta yararlı olabilirdi).
Polanyi’nin özgünlüğünün kaynağı, m odern toplum a veya
liberal adı verilen ekonom iye eski loplum ların ışığında, onlar
la karşılaştırarak bakm ış olm ası. Bundan çıkarılan sonuç, bazı
larının inatla sürdürdükleri şeyin, modern ekonom i kavramla
rının eski toplumlara uygulanm asının olanaksızlığıydı. Sonuç
ta Polanyi bu kavramların yerine geçebilecek bazı genel kav
ramlar çıkarmaya çalışıyordu. (Bkz. Bölüm: 4 ). Ortak eser Tra
d e and M arket (1 9 5 7 ) (Ticaret ve Piyasa) eski ekonom ilerin in
celenm esinde yeni bir dönem in başlangıcını belirledi.1 Geriye
bakıldığında, bu yeni görüşlerin antropolog ve sosyologların
önem li bir ihtiyacını karşıladıkları açıkça görülüyor, çünkü bu
alanda Polanyi gerçekten bir çığır açtı. Onun geliştirdiği kav
ramlar, çeşit çeşit bir çok alanda uygulanıp tartışıldı. Afrika
üzerinden geçerek Okyanusya’dan Eski Yunanistan’a kadar her
yerde bu alanların en özgün düşünen uzm anları tarafından
kullanıldı. Burada tartışmayacağımız bu yaratıcı akım ların ter
sine, Büyük Dönüşüm çerçevesindeki, konusu bizi daha yakın
350
dan ilgilendiren yazın çok yoksul.2 Polanyi’nin öğrencileri bu
kitaptan kendi ilgi alanlarının arkasında yer alan saygıdeğer
bir büyükten söz eder gibi söz ediyorlar3 ve kitap büyük bir
saygı uyandırmakla birlikte, modern tarih uzmanları onu ya
kından incelem ekten çok, övgüyle değiniyorlar.4
Başlangıçta eserin yayım lanış koşullarından ( 1 9 4 4 ’ıe New
York’ıa, 1 9 4 5 ’de Londra’da) olum suz bir biçim de etkilendiği
açık. George D alıon’un işaret ettiği gibi, o dönem de bir çok
akademisyen silah altına alınm ıştı, savaş sonrasının uğraşları
ve kaygılan da Kari Polanyi’nin önerdiği türden çok zaman ve
çaba gerektiren bir incelem eye uygun değillerdi. Ayrıca kendi
si de C olom bia Ü niversitesi’nde ders verm eye başladığında,
1 9 4 7 ’den itibaren konunun çağın sorunlarıyla doğrudan ilgili
olm ayan yönü üzerinde araştırm alara girişm iş ve bu alanda
çevresine ilk izleyicilerini, antropolog Conrad Arensberg, daha
sonra iktisatçı Harry Pearson ve diğerlerini toplam ıştı. Naziz
mi yalnızca dışardan yaşamış olan Anglo-Sakson okurlarının
da konunun bu yönüne karşı Kıta Avrupası’ndakilerden daha
351
az duyarlı olduğu düşünülebilir. Ama geriye bakıldığında apa
çık görünen, tezin yeniliğinin az-çok kabul edilmiş her tür fik
ri zorlam asının, bu büyük kitabın neredeyse farkedilm em iş ol
m asının asıl açıklam asını oluşturduğu.5 Kitabı ortaya çık ar
mak için az bulunur bir entellektüel tutku gerekiyordu. Yaza
rın 1978’de ölen eşine borçlu olduğumuz biyografisinin aşağı
daki özetinde görülebileceği gibi Polanyi’nin yirmi beş yıllık
çalışmasında bu tutkuyu buluyoruz.
Büyıtk Dönüşüm, 1 9 3 0 -1 9 4 5 yılları arasında Avrupalı entel-
lektüellerin karşı karşıya bulundukları çağdaş hastalığı açıkla
mak, ve her şeyden önce. Nasyonal Sosyalizm olgusunun sahip
olduklan değerlere meydan okuyuşunu göğüslemek gereklili
ğinden kaynaklanan tek eser diği gibi, yüzeyselliklerinde gü
lünç yaklaşımlar getirmişlerdir. Bu da düşüncelerin en derinle
rinden biri kesinlikle Polanyi’nin eserinde yer alıyor. Hatta,
eğer söz konusu eserlerden bir bölümü yalnızca rastlantı sonu
cu elime geçmiş olmasaydı ve bir kısm ının mutlaka gözümden
kaçmış olm alan gerektiğini bilmeseydim, en derini derdim.
N itekim , hayatî önem taşıyan bu konuyla uğraşan en seçkin
düşünürler bile başarısızlığa uğramışlar, hatta zaman zaman
Lukacs’ın Mantığın Yıfeılışı’nın (La D estruction de la raison) ve
Popper’in Açılı Toplum ve Düşmanları’nm (La Socieıe ouverte
et ses ennem is) gösterdiği gibi, yüzeyselliklerinde gülünç yak
laşımlar getirmişlerdir. Bu çalışm aların birincisinde Alman dü
şünce tarihine M arksist bir yorum getirm e saplantısı, İkinci
sinde de abartılm ış bir bireyciliğe sığınılm ası, zekânın kısırlaş
masına yol açm ıştı.
Bu tavrın karşısında, L E con om isle A ulrichien gazetesindeki
yerinden, 1 9 2 0 ’den başlayarak, dünya olaylarındaki değişm e
leri izleyen Viyana’da yaşayan M acar kökenli bir iktisatçı bulu
5 G eo rg e D alton , tam am ı Büyült Dûmlşüm ü zerin e b ir k itap tan söz ed iyor; A ilen
M orris Siev ers, H as M a rk et C a p ita lism C o lla p s e d ? A C r itiq u e o f K a r l P o la n y ii Ncsv
E c on om ic s, N ew York, C o lu m b ia Univ. P ress, 1 9 49. Bu ay rın tılı, d ik k a tli, cidd i bir
ak ad em ik çalışm a. Yazar çe şitli düzeylerde eleştiriler g etirirk en gen el teze k a tılı
yor. B ir ço k gözlem arasın d a, m u tlak a ç o k yararlı olanlar, y em d en ele alm ayı iste
yeb ilecek lerim iz de var. A m a n e y azık k i, genel yoru m b ir y an lış an la m a abid esi.
B ir paradigm a d eğ işik liğ in in h er zam an yad sın ab ileceğim h atırlatan b ir şey
352
yoruz. Bir sosyalist ama dar görüşlü bir sosyalist değil - bu yıl
larda Viyana’da, birdenbire sınırları içine dönm üş bir impara
torluğun, Polanyi’nin notlarından birinde Sosyalist belediyesi
nin başarılarından “uygarlığın eşsiz zaferi” diye söz ettiği baş
şehrinde yaşanan sefaleti hatırlatmak gerekli mi bilm iyorum ...
Bu dönem in ekonom ik ve siyasal dünya tarihine ayrılan sayfa
lar boyunca (Bölüm : 16-18) Polanyi’nin güncel olaylarla bo
ğuştuğunu ve her zaman yalnızca m ahkûm etm ekle yetinm e
yip, bütün gücüyle anlamaya çalıştığı rejim in -lib e ra l kapita
lizm in - temel sorunlarına döndüğünü görebiliyoruz.
Alm anya’da H itler başa geçer geçm ez, bu M acar Yahudisi
Ingiltere’ye geçiyor. Orada üniversite dışında, bir tür gece öğ
renimi programında ders verecektir. Karısı bize, bu ülkeyi keş
fetmesinin onun için taşıdığı önem den söz ediyor. Totaliter fe
laketi, onun H itler Faşizm i dediği şeyin başa g elişin i altın
standartlarının çöküşü başlatmış olsa bile, buhranın kendi ku
rallarına göre işleyen piyasanın buhranı olduğunu ve nedenle
rinin daha derinde aranm ası gerektiğini iyice görm üştü. İkinci
bölüm ün sonunda söylediği gibi: “Alman faşizm ini anlam ak
için Ricardo’nun Ingilteresine dönm ek gerekiyordu. Kendi ba
şına bu bile önem li bir adım: Totaliter sistem olağandan bir
sapma, bazılarına göre büyük serm ayenin şeytanî bir oyunu,
Lukacs’a göre ilerlem enin buhranı, ya da Popper’e göre holist
felsefelerin devamı olarak değil, m odem sosyo-ekonom ik ger
çekliğin içine yerleşm iş olarak görülüyor.”
Hepsi bu kadar değil, en önem li adım Ricardo’nun getirdiği
yeniliğin Thurnw ald’in bazı Malinezya kabilelerinin ekonom i
si konusundaki katk ılarına dayanarak bir yere otu rtu lm ası.
Polanyi’yi antropolojiye açılm asında, “ilkel” üretim ve değişim
biçim lerinin oluşturduğu karşıtlıkta, m odern gelişm eleri ay
dınlatacak malzemeyi, kendi kurallarına göre işleyen piyasa
nın keşfinden çıkıp Adolf Hitler’in liberalizmin mezarını kaz
m asına kadar uzanan yolu buluyor. T h u rn w ald ’in (k i daha
sonraları M alinowski ve diğerleri de ona eklenm iş olsalar ge
rek) kusursuz betim lem elerinin başlangıçta Polanyi’ye nasıl
çekici gelm iş olacağını görebiliyoruz: Sosyalist inançları bura
353
da bunlarla beslenm iş ve onaylanm ış olmalı. Ama egzotik eko
nom ilere duyulan yakınlık başka, ekonom ik liberalizm in kar
şılaştırm alı tanımı başka...
Bundan önceki bölüm de Kari Polanyi’nin genel yöntemini
şem atik olarak göstermeye çalıştık. Sonuçta buna gene döne
ceğiz. Şimdi, eserin derinliği ve ikincil tezler açısından zengin
liğinin düz bir özetlem eye olanak vermediğini göz önünde tu
tarak, birkaç nokta üzerinde durmaya ve birkaç üstün niteliği
ni saymaya çalışacağım. O kurun bu gözlem lerin dağınıklığını
hoşgöreceğini umuyorum.
İlk olarak, sağduyuya bütünüyle aykırı görünen bir noktada
ortaya çıkabilecek eleştirileri yanıtlam ak gerek. Hitler’in yenil
mesi, h iç olmazsa batılı ittifak devletleri açısından, özgürlü
ğün zaferi anlam ına gelirken ve her şey bu zaferin yalnızca de
m okratik kuram ların yeniden kabul edilmesini değil, ekono
m ik alanda özgürlüğün yeniden yerleşm esini de birlikte getir
diğini gösterirken, nasıl olur da, Hitler’in ekonom ik liberaliz
min göm ülm esine katkıda bulunduğu söylenebilir? Yazar, fa
şizm adını verdiği şeyin niteliğini şöyle tanımlıyor:
“Liberal kapitalizm in ulaştığı çıkm azda, faşizmin oluşturdu
ğu çözüm , piyasa ekonom isinin, hem sanayi alanında, hem de
siyasal alandaki bütün dem okratik kuram larının yok olması
pahasına gerçekleştirilen bu yeniden biçim lendirilm esi olarak
tanım lanabilir.”
O halde sorulacak şey şu: D em okratik kurum lar mücadeleyi
kazandıklarına ve ortadan kaldırıldıktan noktaya dönerek ye
niden işlemeye başladıklanna göre, liberal kapitalizm in yaşa
mını sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Polanyi “hayır” diyor,
“ekonom ik liberalizm öldü" D ikkat edelim: O nu naziler öl
dürm ediler, onlar yalnızca ölüm ünün kaçınılm az olduğunu
herkesten önce farkettiler, ölüyü cenaze töreni yapmadan gö
müp, rakipleri “çıkm azın” içinde bunalırken durumu önceden
farketmiş olm anın sağladığı üstünlükten yararlandılar. Aslında
burada iki soru var: İlkine olum lu bir yanıt verilebilir: Nazile-
rin iktisat politikaları gerçekten liberal öğretiye karşı ekono
miyi siyasetin, ya da anladıkları biçim de toplum un hakim iyet'
354
altına sokm aktan oluşuyordu. Bu noktada karşıt görüşler var,
ya da vardı, ama bunlar savunulabilecek gibi görünmüyorlar.6
Bir parantez açacak olursak, burada özellikle daha sonraki
yazarların Polanyi’nin görüşlerinden söz etm eyişlerinin üzücü
olduğunu söyleyebiliriz. Eğer yanılm ıyorsam , nazizm üzerine
tezi, siyaset kuram cılarının totalitarizm i inceledikleri sayısız
eserde tartışılmadı, çok yazık.
Geriye ikinci bir soru kalıyor, ekonom ik liberalizm in otuz
lu yılların büyük buhranınından ve bunu izleyen gelişm eler
den sağ çıkm adığı doğru mu? Burada da sağduyu isyan edebi
lir: Savaştan neyin sağ çıktığını kırk yıl öncesinden daha iyi
biliyoruz, her gün serbest girişim ciliğin ve rekabetin yararla
rından söz edildiğini -k o m ü n ist ülkelerde bile kâr ilkesinin
yeniden geçerli kılınm ası dü şü nü lü y or- ticaret özgürlüğünün
yararlarının savunulduğunu duymuyor muyuz? Ama ek on o
mik liberalizm in bundan daha fazlasını gerektirdiğini hatır
latmamıza gerek var mı? Bu, adının düşündürdüklerinin ter
sine, tüm devlet m üdahalesini dışlayan hoşgörüsüz bir öğreti,
düzenin önkoşulunu ekonom inin serbestçe işleyişi olarak al
dığı için her türlü m üdahaleye zararlı gözüyle bakan b ir öğre
tiydi. En önem li kurum piyasaydı, piyasanın kendi kuralları
na göre işlediği düşünülüyordu ve toplum , so n u ç ne olursa
olsun, piyasa hakim iyeti alım da olmalıydı. Buhran içind e sili
nip giden ve gerçekte artık var olm ayan bu. Bin türlü yoldan,
planlama ve sosyalizm unsurları uygulamaya konuldu, bugün
artık Başkan Reagan, H erbert Hoover’in, Fran klin Roosevelt
New Deal’inin ortadan yok olm uş olduğu yolundaki söylem i
ni sürdürem ezdi. B ugünün “lib eralleri”, bu özgürlüğün bir
Çok alanda y ad sın m ası ve k ısıtlan m ası g erek tiğ in i b ilerek ,
ekonom ik özgürlüğe olabild iğince geniş bir yer verilm esini
355
savunan kim seler.7 Yalnızca işsizlik sigortasını ve O rtak Pazar
içinde Avrupa ticaretinin düzenlenm esini düşünelim . Burada
sosyal değerlerin kendilerine kabul ettirdikleri ve ekonom ik
özgürlüğe tanınan alanı kısıtladıkları açıkça görülüyor.
O halde, bu alanda liberalizm sonrası bir dünyada yaşadığı
mızı kabul edelim. Bunun kadar geçerli başka bir fikir de eko
nom ik liberalizmle genelde ekonom izm in, m odem gelişmeyle
yakından ilintili olduklan ve özellikle ekonom ik liberalizmin,
temel özgürlükler onun ürünleri olmasa bile, kendisi özgürlük
fikrinin bir uygulaması olarak ortaya çıktığı için, temel değer
lerimize sıkı sıkıya bağlı olduğu (Bkz. Bölüm 2 0 ). Dolayısıyla,
bu noktaya nasıl geldiğimizi, daha da önce bunun nasıl başla
d ığını bilm ek önem li. Polanyi işe en yukarıdan başlayarak
ekonom i fikrinin yeni bir fikir olduğunu gözlemliyor. Başka
uygarlıklar ve kültürlerde, bizim ekonom ik olgular dediğimiz
şeyler sosyal olgulardan ayrışmış, kendilerine özgü bir dünya,
bir sistem o lu ştu rm u ş değiller. A ksine d ağınık bir biçim de
sosyal dokunun içine iyice yerleşm iş (embedded) bir biçim de
bulunuyorlar. Marcel M auss, armağan veya değişimden “bü
tünsel sosyal olgu” olarak söz ettiğinde, buna benzer bir şey
söylüyordu. Bu bütünsel sosyal olgu içinde, ekonom ik, dinî,
yasal ve diğer alanlar öylesine iç içe geçm iş durumdadırlar ki,
bunları analitik bir biçim de birbirinden ayırmak söz konusu
olanın ne olduğunu anlamaya yetm eyecektir.8 M auss’un m o
dern kurum lar ve inançların istisnaî bir niteliğe sahip olduğu
nu düşündüğü kesin, ama çizgisel bir evrim cilikten ayrılmış
olsa bile, bunu açıkça reddetmemişti: Temelde 1914 öncesinin
adamıydı o. Belki de sanayi kapitalizm inin altın çağına daha
radikal bir gözle bakabilm ek ve antropolojinin bulgulan ışı
ğında bu çağın hakim ideolojisinin - h iç olmazsa bu ideoloji
nin bir bö lü m ü n ü n - insanlık tarihindeki hiçbir şeye benzem e
356
yen bir buluş olduğunu görebilm ek için, yeni bir nesil, iki sa
vaş arası dönem inden ve 1 9 3 0 -1 9 4 5 yıllarının dramından da
ha genç yaşla etkilenm iş bir nesil gerekiyordu.
Bu geçiş, sosyal bilim in başlangıcını güçlıı bir biçim de etki
lemiş olan çizgisel evrim ciliğin bu geride bırakılışı üzerinde
biraz duralım. Bunda, uzman olmayan ve insan türünün çeşitli
toplum biçim lerinden geçerek çizgisel olarak ilerlem esi kavra
mını az-çok benim seyen okuyucuyu P olan yi’ııin eserind en
uzaklaştıran bir özellik buluyoruz. Rasyonel bilgiyi ve doğanın
kontrol altına alınm asını gerçekleştiren, ya da bazılarına göre
“üretim güçlerini” görülm em iş bir düzeye ulaştıran uygarlığın
insan gerçeğine yerleşm iş olduğuna, bu uygarlığın eksiklikle
rinin ve bozukluklarının bile, bir sosyal dönüşüm gerektirerek
de olsa, aynı ilerlem e harekelinin izlenm esiyle ortadan kalka
caklarına inanmak çok doyurucu, çok rahatlatıcıydı. Bu bakış
açısına göre, nedensel açıklam anın, “d iyalektiğin” de yardı
mıyla, bütün değişmeler, geçişler ve dönüşüm lerin anahtarını
elimize verdiğini de ekleyelim.
Bu heybetli şem anın yanında Polanyi’nin modern toplum ve
ötekiler arasında kesin bir kopukluk olduğu yolundaki fikri
çok zavallı, çok ilkel görünüyor ve ilk bakışta bunun birincisi
ne göre bir ilerlem e oluşturduğu farkedilmiyor. Burada bilginin
ilerlemesi olumsuz bir adım, yanılgımızı öğrenm ekten, bilm e
diğimizi bilm ekten oluşan bir adım. “Bilginin” ilerlem esi diyo
rum, çünkü hâlâ “sosyal bilim ” dediğimiz şey ınüsbet bilim ler
den o derece farklı ki, bilim sözcüğü karmaşaya yol açıyor.
Birkaç sözcükle bakış açısındaki değişm enin hakkım vere
bilmek kuşkusuz olanaksız: Bunun için sosyal bilim lerin tari
hini ele alm ak gerekirdi. Ayrıca, dönüşüm tam am lanm ış da
değil: Bildiğimiz gibi hâlâ M arksist sosyologlar var ve bu yak
laşım daha sürecek, bir dereceye kadar gerekli de bu. Gene de,
bu alanda çizgiselliğin temelde her zaman bir değişken seçim i
ne dayandığına işaret edebiliriz. Ç öm lekçilik sanatında ilerle
meden söz edilebilir, ama insanların çöm lekçiliği kaybederken
aynı zamanda “daha üstün” bir sosyal düzen kurmalarına ne
demeli? E tnoloji derslerinde Marcel M auss sık sık bu tür eş
357
anlı düşüşler ve yükselişlerin varlığından söz ederdi. Eğer in
sanın sosyal yaşamının bir yönünü seçer ve bunun öıeki yön
lere hakim olduğunu söylerseniz, verileriniz yeterli olduğu sü
rece bir üstünlük sıralaması elde edebilirsiniz. Ve eğer sizin en
üstün olduğunuz alanı seçerseniz, kendinizi kolayca zirvede
bulursunuz. Eğer sosyal yaşamın bütün yönlerini bir arada ele
almaya çalışırsanız, o zaman Büyük Dünüşüm’deki gibi karşı
laştırmalı sosyolojiye veya Edgar M orin’in çok yerinde önerisi
ne göre antropo-sosyoloji’ye, ufku insan türü olan bir sosyolo
jiy e gireceksiniz. Bunu yapınca da, nedensel açıklamayı bıra
kıp, onun yerine fikir ve değer küm elerinin görülm esi ve kav
ranm asını koyacaksınız.
Belki de terim ço k kereler kötüye kullanıldı am a, burada
sosyolojinin K opem ik Devrimi'nden söz edebiliriz: Artık ken
di üstünlüklerim izi hiçbir biçim de gözden kaybetm eden, ken
dim izi d ünyan ın m erkezi o larak g örm ek ten vazgeçiyoruz:
Kendimize insan toplum ları evreninin uzak bir köşesinden ba
kıyoruz. İktisatçı ve iktisat tarihçisi Kari Polanyi, antropolog
larla birlikte bize bu yolu açtı, ilkel arkaik ve antik ekonom i
ler üzerine onun etkisinin başlattığı çalışm aların yayılması bu
na tanıklık ediyor.
Ama şimdi Polanyi’nin anlattığı biçim iyle buluşa dönelim .
Bu, en iyi Polanyi’nin her şeyin merkezine koyduğu kurumda,
yani piyasada görünüyor. Piyasanın sosyolojik niteliğinin üçlü
bir dönüşümle tepeden tırnağa değişliğini görüyoruz: Birleşme,
genişleme ve bağımsızlık kazanma. Piyasanın bütıın parçalarını
m odem toplum yaratmadı: Her zaman, hiç olmazsa çoğu kez,
bütün toplumlarda piyasalar, her türden piyasa bulunuyordu:
Yerel piyasalar ve dış piyasalar, birbirleriyle ilinlisiz ve çeşitli
bölgelerde birbirinden çok değişik gelişm eler gösteren piyasa
lar. Sonra bütün bunlar birleşiyor ve ortada tek bir piyasa kalı
yor, degişik-somut piyasaların yalnızca onun çeşitli görüntüleri
olarak kaldığı büyük, soyut bir piyasa, birleşmiş bir piyasa, ön
ce ulusal, ardından uluslararası... Birleşm iş bir piyasa dünya
düzeyinde yapılıyor. Bu doymak bilmez piyasaya m etalar g e
rekli, her şey meıalaşıyor, daha önce meta olmayan şeyler de:
358
Em ek, loprak, para. Sonunda bu piyasa her türlü kontrolden
sıyrılıyor ve bir çeşit üst düzeyden yetkili gibi görünüyor: Ege
men devletler bile onun yasası önünde baş eğiyorlar.
Bütün bunların yeni olm adığını söyleyebilir m isiniz? Her
şeyin m etalaştığm ı uzun süredir biliyoruz, bir anlamda Sha-
kespeare’den b eri, gerektiğind e M arx’in değindiği gibi. Bu
em ek ve toprak için çok açık, para için o kadar değil, çünkü
çoğu düşünür, kısm en M arx bile, paranın daha başlangıçtan
beri meta olduğunu kabul etm iştir.9 G ene de olgu ancak bir
taraftan genel durum la, özellikle arkaik ve eski loplum larla,
karşılaştırıldığında,10 bir taraftan da, ideolojik yönünün, yani
altın standardına kadar olan ve onu kapsayan liberal kapita
lizm öğretisinin ön plana çıkarılm asıyla açıklık kazandı.
Böyle bir sistem in yerleşmesi kendiliğinden olmadı. Polanyi,
rekabetçi bir em ek piyasasının kurulmasını kırk yıl geciktiren
bir dayanışmaya dikkat çekiyor. 1918 sonrasında Viyana’da ya
şanan benzer durum Polanyi’nin bu açık gerçeğe karşı duyarlık
kazanm asına yardım cı olm u ştu . Bu a çık gerçek Speenham -
land’dı; adını, ileri gelenlerin (Sulh Yargıçlarının) 179 5 ’te topla
nıp her kilise yetki alanındaki yoksullar, işleri olsun olmasın,
ekm ek fiyatlarına göre ayarlanan ve aile yüküm lülüklerini göz
önüne alan asgari bir gelir sağlanmasına karar verdikleri Berks
hire kasabasından alıyordu. Bu yardım sistem i, diğer bölgelere
de yayılacak ve ancak 1834’te yerini yeni bir Yoksullar Yasası’na
bırakacaktı. Speenhamland tarih içinde bir sapma gibi şaşırtıcı:
Sanayi Devriminden, Ricardo ve Malthus’un zamanından gelen
çok eski uygulamaların bir kalıntısı mı, yoksa bizim “işsizlik si
9 B o lşev ik le rin m eta-p ara ve a lım stan d ard ı u y g u lam asın ı e le a la n Polanyi ço k
y ararlı b ir b iç im d e , m ark sizm le lib e ralizm in y ak ın a k ra b a lık la rın d a n k a y n a k
lan an o rta k n o k ta la rın ı ve b irle ştik le ri y erleri d e v u rgu lu y or (S ö m ü rü ve s o s
yal s ın ıfla r k u ra m ın ı ele ald ığ ı b ö lü m ).
10 B k z. T rad e a n d m a r k e t (s . H, n o t: 1 ). M ax im e R o d in s o n 'u n P o lan y i’n in so ru s u
n u ele alarak A k d e n iz çev resi ve ö tesin d e k i u y g arlıklard a p iy asaları in ce le d iğ i
ve y ararlı a ç ık la m a la r ve ay rın tıla r ö n erd iğ i ç o k ö n e m li, am a ç o k z o r b u lu n a n
b ir k itap tan ban a C a th e rin e M alam o u d sö z etti. S ö z k o n u s u o la n P.C. G en d -
ro n ’u n İsp an y o lca e s e rin e y a z ılm ış F ra n sız ca g iriş: El “senor del z o c o " en Espa-
n a. e d a d e s m e d ia y m o d e m a . M ad rid, In titu to H ısp an o arab e de C u b u r a , 1 9 7 3 ,
s . X V -L X IX .
359
gortalarımızın” bir habercisi mi? Ö nlem in zenginlerin hesapla
rından bağımsız olmadığı, onlann çıkarlarına hizmet edip yok
sulların zaranna işlediği, halta sefalete düşm elerine yol açtığı
d oğru ." Ama tek başına ekonom ik liberalizmin toplum lann ta
rihi içindeki temel aykırılığını gösterdiği de doğru: “Em ek piya
sası” yalnızca Speenhamland’m ortadan kalkışıyla işsizlik sigor
tası uygulaması arasındaki dönemde geçerli olabildi. Kari Po-
lanyi’nin kitapta birkaç kez ısrarla bu olaya dönüşünü anlayabi
liyoruz. Özellikle ayrıntılı bir notla bu gerçeğin uzun süre anla
şılmadığına değindiği gibi, geriye baktığımızda buna. Kapital'in
birinci cildinde, önlem sonrası dönemde işçilerin durumuyla il
gili uzun eklerde rastlamamış olmamıza şaşıyoruz.12
Speenhamland 1834’ıe yürürlükten kaldırıldıktan sonra, ken
di kurallarına göre işleyen piyasa duruma hakim oluyor. Bu dö
nem için Polanyi'nin ana teması sistem in korkunç etkilerinin
betimlemesi. Yazar, derin bir toplumsal çözülme pahasına elde
edilen eşi görülmemiş ekonom ik atılımı gösteriyor. Yaratılan se
falet, sosyal bünyede ortaya çıkan çatlaklar ve tehlikeler, toplu
mun korunm ası için savunma önlem leri alınm asını gerektiri
yor. Bu önlem ler piyasanın serbest işleyişine müdahale eden
düzenlemeler biçim inde. Bu noktada sistemin işleyişindeki bo
zuklukların bu dış müdahalelerden kaynaklandığını söyleyen
liberallerle, liberal ütopyanın zararlarının yeterince görülm üş
360
olduğunu, savunm a ve kısıtlam a önlem lerinin yalnızca daha
kötü sonuçlan engellediğini öne süren karşıtlan arasındaki so
nu gelmez bir tartışma başlıyor. Bugün tarihin ve antropolojinin
yardımıyla gerçek nedenin arük anlaşılmış olduğunu düşünebi
liriz, ama belki bir gözlem yapılabilir. Bu tür bir tartışma tem el
de iki ayrı değerler sistem ini karşı karşıya getiriyor ve karşıtlık
son derece soyut bir biçimde, “m odern” “geleneksel”e karşı bi
çimde algılanıyor. Birinci terimle ilgili olarak, ekonom i alanı
nın, m odem yeniliğin yabancı, hatta karşıt, unsurlarla birleştiği
tek alan olmadığını görüyoruz. Demokratik toplum, moderniz-
m ini geleneksel bir ağaç gövdesine aşıladı: Ö rneğin, Fransız
Devrimi, aileyi ortadan kaldırmadı ve Tocqueville’in görmemizi
istediği gibi, siyasal dem okrasi de yalnızca başka bir düzenin
değerlerine yaslandığı sürece devlet düzeyinde olması gerekti
ğince işleyebildi (Birleşik Devletler, İngiltere), ideal olan başka,
gerçekteki işleyiş gene başka. Aynı şematik anlatım öteki ucun
- “geleneksel ucun”- yani burada toplumun bütününün gerek
lerinin algılanması için de geçerli, M ax W eber’in onu soğuk
kanlılıkla “akılcılığın” karşıtı olarak alışının gösterdiği gibi.13
G ene de bir sosyal sistem i değerlendirm ek -y a da buradaki
gibi kendi kurallarına göre işleyen piyasanın zararlarını ö lç
mek iç in - ya oradan ya buradan bakacağız: M odem bir görüş
açısıyla bakıldığında geleneksel toplum lar korku n ç, gelenek
sel bir bakış açısından da modern toplum doğaya aykırı.14 Bu
rada, Sanayi Devrim inin dehşeti üzerine bir perde çekm ek ni
yetinde değilim (aynı zamanda başka tartışmaları da düşünü
yorum , örneğin Birleşik D evleıler’de kölelik gibi). Söylem ek
istediğim yalnızca şu: Bu tür bir karşıtlığın bilincine varır var
m az, k arşılaştığ ım ız teh lik e, olayları d ram atik b ir biçim d e
sunm ak tehlikesi, tyi ki, aslında m odem olanın içinde epeyce
gelenek bulunuyor, bu yüzden iki görüşün b r lik te k ullan ıl
361
ması, soğukkanlılıkla gerçek durumların inceliklerine girebil
menin kuşkusuz en iyi yolu.
Bizim durum um uzda bu gözlem nasıl bir son u ç veriyor?
Kendi kurallarına göre işleyen piyasanın zararları sürecin yal
nızca bir yönü, bütün dikkatim izi buna vererek geneli, yeni
ekonom ik liberalizmin kendisini yok olmaya, “büyük dönüşü
m e” götüren bazı çelişkiler içine göm ülm üş olduğunu u nu t
mamamız gerekir. Bütün bunları açıklayan da, sosyal yaşamın
bir inançlar ve kurum lar sistem ine uyum sağlayamaması. So
nuçta bizim için temel olan, bu ekonom izm in, bildiğimiz öte
ki toplumlarla karşılaştırıldığında ortaya çıkan istisnai niteliği.
Bunu azımsamamamız gerek, ama m odem toplum un gücünü
ve eşsiz başarılarını da azımsamamaltyız. M odem olanı hem
gücü hem de sınırları içinde kabul etm em iz gerek.
Olayların dram atik bir biçim de sunuluşuna gelince, bu ko
nuda m odem yeniliklerin başka b ir kültür üzerindeki etkisiyle
ilgili genelde biraz farklı bir öm ek verilebilir. Polanyi kısaca,
ölçülü bir biçim de Hindistan’dan söz ediyor. Ö nünde m odem
ekonom inin ve İngiliz hakim iyetinin kası toplumu üzerindeki
etkisini bence çok fazla abartan bir yazın vardı. Aslında kası
toplum u bu etkilere dikkate değer bir biçim de direnm işti. G e
nelde değişik toplum ların direnm e y eten eğin in son derece
önem li farklılıklar gösterdiğini söylem ek gerek. Bazı durum
larda, toptan, tarihsel bir yok olm a sözkonusu. H indistan’ın
durumunda ise, tersine, yenilikler, yapısal olarak değişmeyen
bir bütünün içine yerleşmişti. Hiç olmazsa dışardan göründü
ğü biçim iyle yapıda bir değişiklik yoktu, bizim anlayabilecek
durumda olmadığımız içsel bir zayıflama olabilirdi, doğal ola
rak. Daha yakından bakıldığında, değişikliğin önem inin çeşitli
biçim lerde onun önem li olduğunu düşünm ek isteyenler tara
fından abartıldığı görülüyor: Çoğu kez gözlemci varsayımları
nı verilere yansıtm ış gibi.15
Uzm anların Polanyi’nin kitabındaki ikinci derecede önem
362
taşıyan çok sayıdaki tez üzerine ne düşündüklerini bilm ek is
terdik. Değindiğimiz, ekonom ik ve sosyal tarihle ilgili, ama te
zi destekleyen tezler. Yalnızca iki genel nokta üzerinde dura
lım. Polanyi, değişim in etkin olabilm esi ve kabul edilmesi için
yavaş gerçekleşm esi gerektiğini vurguluyor, çağdaş örneklerde
gördüğümüz gibi çok hızlı bir değişim sarsıntılara yol açacak
tır. Eğer kendi içinde değişimin m antıksız bir biçim de abartıl
m asına tanık olm am ış olsaydık, bu, çok sıradan b ir gözlem
olarak görülebilirdi.
Oldukça benzer biçim de, Polanyi’nin sosyal sınıfları toplu
mun bütünü içine yerleştirm e çabasının önem ini görebiliyo
ruz. Yalnızca biraz sağduyu gerektiren bir şey mi bu? Belki,
ama o zaman sağduyu, Marx’la Engels’den beri sosyal sınıflar
ve onların çıkarlarının ön plana çıkması ve toplum un bütünü
nün göz ardı edilmesiyle epeyce yara alm ış olsa gerek.'6 Örne
ğin, kitapta, belirli bir ülkede sosyal sınıflar arasındaki ilişkile
rin bir dereceye kadar bu ülkeyi özgü kültüre bağlı oldukları
görülüyor: “Aynı” sınıflar Ingiltere, Fransa veya Alm anya’da
birbirleriyle bütünüyle aynı türden ilişkiler içinde değiller. Bu,
malzeme biraz olsun tanındığında, hiç olmazsa uygun bir var
sayım biçim inde ortaya çıkm ası gereken bir nokta. O zaman
nasıl oluyor da bugün hâlâ üzerinde bu kadar az düşünülüyor?
K ısacası B ü y ü k D önüşüm liberal k ap italizm in en radikal
eleştirisi olarak ortaya çıkıyor. Gene de belirtm ek gerek: Bu sa
nayiin değil, ideolojinin bir eleştirisi; radikal, çünkü nesnel ve
antropolojik. Yani kitabın, liberal bir ekonom i kavram ının ha
kim iyeti altındaki biçim leriyle 19 ve 2 0 ’n ci yüzyıl toplum lan-
na en nesnel yaklaşım ı getirdiğini söyleyebiliriz.
Çoğu okuyucunun şaşıracağını görebiliyoruz: Eğer söz ko
nusu olan kapitalizm ise, nasıl olur da, onun çeşitli yönleri
arasında bir tek sonuncusunun gerçek anlamda antroploojik
veya karşılaştırm aya yönelik bir niteliği olduğunu söyleyelim
yalnızca. Ö teki ikisinin doğruluğu Polanyi’nin bakış açısının
363
içinde değerlendirilm eli. Polanyi’nin karşılaştırmalı bakış açı
sının her şeyi kapsamadığı, ne kadar temel nitelikle olursa ol
sun, ideolojinin bir tek yönünü ele aldığı doğru: Yani Polanyi,
sosyal yaşamın ekonom ik parçalarından diğer bütün parçalara
hakim olan bir alt sistem kuruyor. Oysa, başka ideolojik özel
liklerin de bununla birlikte yer aldığını söyleyebiliriz. Ö rne
ğin, Polanyi eşyayla olan ilişkilerin insanlar arasındaki ilişkile
re göre daha büyük önem kazanışından söz ederken, bunun
genelde bireyin değerine verilen önceliğe bağlanabileceğini de
söyleyebilirdi.17 Kısacası, Polnayi’yi ilgilendiren en önem li ay
rım , diğer ideolojik yönlerle ilintili ve yazarın bakış açısı bu
bağlamda genişletilip tamamlanabilir.
Burada, bütün d ikkatim izle üzerinde durm am ız gereken,
daha önce de gördüğüm üz bir sorunla yeniden karşılaşm ış
oluyoruz. Eğer ekonom ik liberalizm in miadını doldurmuş ol
duğunu kabul edersek, bundan bir değer olarak genelde öz
gürlüğün, özelde dem okrasinin kısıtlandığı ve tehdit altında
olduğu sonucu çıkm az mı? Hayek gibi ekonom ik liberalizm in
önde gelenlerinden birine göre özgürlüğü tehdit eden en bü
yük tehlike planlama ve dirijizm dir (Bkz. s. 2 5 8 , dipnot 7 ).
Polanyi’ye gelin ce, on u n özgürlüğe bağlı olduğu açık , ama
inançları ve niyetleri ne kadar açık olursa olsunlar, özgürlü
ğün geleceği konusunda kaygıyla sorduğu sorulara verdiği ya
nıtlar, 1 9 4 4 ’ten beri bize kabul ettirilenlerin ışığında pek de
doyurucu olmuyor. Peki, biz, Polanyi’nin kaygılarına göre, bu
gün hangi noktaya gelm iş bulunuyoruz?
Yazar S.S.C .B. konusunda hayale kapılmış değildi, ama s a
vaş koşullarında ve kuşkusuz kendi kişisel duygularına hakim
olm a isteğiyle, bu konuda kesin tavır alm aktan kaçınıyordu.
Aslında, S.S.C .B.’nin Polanyi’nin düşündüğü sosyalizm le h iç
bir ortak yanı olmadığı açık. G erçek olan, ekonom ik libera
lizmle veya kapitalist biçim iyle ekonom inin önceliğine son ve
rilirken, özgürlüğün yok edildiği ve baskının hakim olduğu.
Biraz önce değindiğim türden genişletilm iş bir ekonom i ide
17 Ag.c. s. 12.
364
oloji incelem esi, burada bir rastlantının değil, bir gerekliliğin
söz konusu olduğunu gösterir n itelik te.'8
Geriye dem okratik ülkeler kalıyor. Burada özgürlük bir ide
al olarak tem el kural olarak yaşıyor, ama uygulamada ekono
mi alanında özgürlüğün yetmediği ve belirli sınırlar içinde tu
tulması gerektiği kabul ediliyor. Kısaca bunlar, ekonom i ala
nında başka bir planda karşıtların “birlikte yaşam ası" adını
verdiğimiz şeye rastlanan ülkeler. Bu deneyim sel bir birlikte
yaşama, az-çok kaypak veya utandırıcı, belirli bir formüle sa
hip olm ayan bir çeşit alaşım : Bir u çla özgü rlü k , diğerinde
planlama veya korum acılık. Yaşanan deneyimlerde görüldük
leri biçim iyle, soruların ve durumların karm aşıklığı, geniş hat
ların ve yönlendirici ilkelerin yokluğu, bu sorunların teknis
yen w e politikacıların alanında kalm alarına, kamuoyunda yer
almamalarına yol açıyor.
Gene de düşünce planında bunun başka türlü olabileceği gö
rülebilir ve belki de Kari Polanyi’nin tutkuyla sorduğu şeyin
yanıtı burada aranabilir. Kanıtlanan, bir yanda özgürlüğün eğer
mutlak üstünlüğü sağlanamazsa yokolacağı, öte yanda, özgür
lüğün gerekleri -e k o n o m ik liberalizm in durum undaki gibi—
sonuna kadar yerine getirildiğinde saçma veya razı olunamaya
cak bir duruma gelindiği. Yasanın m utlak üstünlüğü gerekli,
ama bunun sonucunda, hem yasa önünde hem de yurttaşların
vicdanında, bazı ikincil alanlarda özgürlükle çelişen durumlar
ortaya çıkabilir ve çıkacaktır. Bunun için, değişik özgürlük bi
çim leri ve deneyim düzeyleri arasında bir ayrım yapm ak ve
bunlan önem lerine göre sıralamak, yani çoğu kez kullanılan
dan daha karmaşık bir model kurmak gerekiyor.19 Temel olan,
gerekli sosyal disiplini bireyin temel hak ve özgürlüklerine gö
re ikinci planda tutm ak, onlara tâbi kılm ak. Belki de burada
gerçek dünya Polanyi’nin sosyalizm hayalinden ayrılıyor -ö z e l
likle üretim etkinliğinin kişisel özgürlüğe tâbi kılınm ası üzeri
ne yazdığı bölüm düşünülürse-. Dolayısıyla hiç olmazsa, siya
18 A .g .e., s. 1 3 2 .
19 U y g ulam a alan ın a g ö re birey ciliğ in ald ığı d eğ işik s o m u l b iç im le r ara sın d a ay ı
rım la r y ap ıld ı: S ıe v e n L u k e s, Individualism , O x fo rd , B la ck w e ll, 1 9 7 3 .
365
sal özgürlüğün hakim olduğu, ekonom ik özgürlüğünse bir öl
çüde planlanmış veya yönlendirilm iş bir ekonom i içinde belirli
kısıtlamalara boyun eğdiği bir düzenleme düşünebiliriz. Bura
da başka düzeylerde bir yandan bireylerin, bir yandan halkların
ve toplulukların sahip oldukları haklar, uluslararası ve ulusiçi
ilişkilere tanınan göreli ö n celik ve genelde bireyci değerlerle
toplumsal yaşamın gerekleri genel düzen içinde karşılıklı bir
birlerine tâbi olarak bir araya gelebilirler.
Kendi konum uzdan bir an için ayrılıp, Polanyi’nin yöntem i
nin nasıl başka bir düşünce alanına, özellikle kabile toplum la-
rıyla ilgili alana girm ek durum unda olduğundan, kısaca söz
edelim. Burada Polanyi bir parça yüzeyselleşm iyor mu diye
so rab iliriz; ekonom iyi fikir olarak eleştird ikten so n ra, onu
nesne olarak korumayı düşünüyor20 ve karşılıklılık gibi genel
kavramlar kullanmayı öneriyor. Ama bu kavramın da, üretim
kadar sosyal alanla belirlenm iş bir kavram olduğu söylenebi
lir.2' G erçekten de bu, aralarındaki değişim ilişkileri içinde
kendileri değişm eyen ö zn eler varsayım ına dayanıyor. O ysa,
Mauss, bunun aksine, bu toplumlarda değişim içinde insanla
rın yalnız bir şey değil, kendilerinden de bir şeyler verdiklerini
gösteriyor. N itekim , içinde buna benzer önerm eler bulduğu
muz 1925'te basılan HEssai s u r le don (Armağan Üzerine Çalış
m a), kuşkusuz, hem en hem en her yerde ve bu arada Paris’te
Mauss’un açtığı yolda çalışmaya gayret gösteriliyor. Polanyi’ye
göre bu loplum um uzun bölünm esini sonuna kadar yadsımak
anlam ına geliyor ve tek başına; sosyal bütünlüğün anlam ını
ekonom i içinde arayacak yerde -k u şk u su z Polanyi de buna
karşıydı- ekonom inin bizde ve bizim için taşıdığı anlam ı sos
yal bütünlük içinde aramaya yöneliyor.
Bunu bir örnekle aydınlatmaya çalışalım . Paranın “evrensel
karşılık” olarak gördüğü işlevi biliyoruz, ama böyle bir “evren
sel karşılığın" var olması için genel düzeyde - k i bundan top
lumun bütününün ve orada geçerli olan genel inançların dü
366
zeyini an lıy o ru m - gerekli olan koşulların neler olduğunu sor
gulamadık. Ama bazı Malinezya toplum larında kullanılan de
niz kabuğundan paraların, paradan başka bir şey olarak görül
m em eleri gerektiğini kabul ediyorsak, bu toplum larda soru
nun yanııını buluyoruz. G erçeklen de, burada, M aurice Leen-
hardı ve Hocart’ın daha önce söyledikleri gibi, para, yalnızca
ve her şeyden önce, yaşam ı, ya da aşagı-yukarı aynı anlama
gelen, yani her yerde değer olarak görünen, ve işte onlar için
sem bolün evrensel karşılık, ya da hem en hem en evrensel kar
şılık olma niteliğinin kaynağı.22
Büyıık Dönüşüm un özgürlüğünün karşılaştırmalarında yattı
ğını gördük; yani, modern uygarlığın ve onun tarihinin başka
uygarlıklar ve kültürlerle ilişkisi içinde incelendiğinde yepyeni
bir biçim de anlaşılabileceği fikrinde yattığını. İşte Evans-Pritc-
hard’ın aradığı ve haberciliğini yaptığı antropolojide “perspek
tif içine yerleştirm e” yöntem inin başlangıcı. Bana öyle geliyor
ki, burada bazılarımızın Mauss’un öğretisinde bulduğum uz ye
ni bir hüm anizm vaadiyle yeniden karşılaşıyoruz; bugün antro
poloji alanında konu yeniden gündeme gelm iş olabilir.
H içbir şey kültürlerin birbirleriyle ilişkileri içinde değerlen
dirilişi kadar güncel olamaz, içinde yaşadığımız dünyada çe
şitli kültürlerin karşılıklı etkileşim içinde oldukları herkesin
bildiği, sıradan bir gerçek, ama çoğu kez bakış açım ız sınırlı
ve bu kültürel etkileşim in dünyamızı biçim lendirm ekle ne ka
dar önem li olduğunu ölçebilm ekten hâlâ uzağız.
Ö rneğin, yakın geçm işteki dünya olayları, ulusal gururun
taşıdığı ağırlığı, halkların saygınlıklarına verdikleri önem i bir
kez daha kanıtladı. Bu toplu benliğin kabul edilm esi ihtiyacı
da tam tam ına evrensel değerlerle özel kültürlerin eklendiği
noktada yer alıyor: Söz konusu olan kesin olarak kültürlerin
367
ve küllürlerarası ilişkilerin taşıdığı ağırlık. Dünyamız kültürle-
rarası ilişkilerin belirlediği bir dünya, bu görüş şimdiye kadar
gereken önem i vermediğimiz şeye, bu ilişkiler içindeki tarafla
rın inançlarına, hakkını vererek yaklaşıyor.
G erçekle modern değerler ve fikirler bütünü olarak aldığı
mız şey bugün büyük ölçüde bu küllürlerarası etkileşim in, et
ki alımda kalan kültürün hakim kültürün üzerindeki karşıt et
kisinin bir sonucu. Sanıyorum bu karşıt etkinin çoğu kez far
kına varılmıyor; daha da şem atik bir değerlendirmenin yapıl
masını beklerken buna kısaca değinm ek isliyorum .
Burada düşündüğüm , Afrika plastik sanatlarının yirm inci
yüzyıl ressamları üzerindeki etkisi türünden modern kültürün
basit bir biçim de geleneksel kültürlerden bölük-pörçük bazı
şeyler alması değil, sosyal ve siyasal ideoloji düzeyinde daha
önem li bir şey. Belirli bir kültür kendini modern kültüre uy
durduğu veya an tro p o lo g ların d eyişiyle “k ü ltü rle ştiğ in d e”
(acu ltu ratio n ), genel olarak kendini hakim kültür nezdinde
haklı çıkaran bazı inançlar ve değerler oluşturuyor (XIX . yüz
yılda, XIX. ve XX. yüzyıllarda Hindistan). Bu inanç ve değerler
çoğu kez az-çok derinliği olan bir “sentez”, iki inanç ve değer
sistem inin bir tür kendine özgü alaşımı biçim inde ortaya çık ı
yorlar. İki yanları oluyor: Hakim kültürle ilgili olarak evrensele
dönük bir yan ve tâbi kültürle ilgili olarak da özgül olana dö
nük bir yan. Bu yüzden de, özel bir kültürün kültürleşmesinin
bu ürünleri dönemin hakim veya evrensel kültürüne bir geçiş
yapabiliyorlar. Tek bir örnek vereceğim. Başka bir bağlamda,
ulusların etkin kuramının Herder’in Batı Aydınlanmasının koz-
m opolilizm ine karşı bütün kültürlerin eşitliğini vurgulamasın
dan kaynaklandığını gösterm iştim. Bunu da, Almanya’nın XVI-
11. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Aydınlanmacıların ve
Fransız Devriminin fikir/değerleri karşısındaki kültürleşm esi
nin bir yönü olarak görebiliriz.23 XX. yüzyılda ulusların etnik
kuramı açıkça m odem mirasın bir parçasını oluşturuyor. Bu
nunla Almanya daha sonraki kültür yitirişlerinin yolunu belir
368
ledi ve bireysel değerlerin gerçek dünyasına uyum sağlayabil
mek için kullanılm ak üzere vazgeçilmez bir araç sağladı.
Dolayısıyla, modern olarak bilinen inançlarım ızın dünyası,
gerçekte modern olanla olmayanın etkileşim inden, veya m o
dem olanın kendiliğinden değişen dünyaya uymasından kay
naklanan kavramlarla dolu.
Henüz bir döküm ü yapılmamış bu az-çok sentez niteliğin
deki kavramlar, ortaya çıkış koşullanndan ötürü kaygı verici
görünebilecek bazı özelliklere sahipler: Çoğu kez içlerinden
çıktıkları kavramları yoğunlaştırıp aşma eğilimi taşıyorlar. Bu
rada bu soruna yalnızca değinebilecek durum dayım , ama bir
yandan bolşevizm, bir yandan nazizm yalnızca bu tür bileşim
ler sonucu ortaya çıkabilm iş gibi görünüyorlar. İlk durumda
M arx’in b ilim sel yapaylığı* L en in ’de ek o n o m ik gelişm en in
burjuva ya da kapitalist aşam asının atlanabileceği iddiasıyla
güçleniyor. Bu iddia yalnızca Rus popülizm inin mirasıyla açık
lanabilir. Nazizmin durumu daha karmaşık, ama açık özellik
lerinden biri taklit ettiği ve aşmaya çalıştığı bolşevizm e göre
daha abartılm ış oluşu.24
Büyük Dânüşüm'e dönersek, ondan pek de uzakta olm adığı
mızı görürüz: Orada da, ekonom ik liberalizm biçim in i alan
m odernlik, bugünkü yaşamda karşıtıyla birleşiyor.
Ö tekiler gibi bu alanda da, modern fikir/değerler, yani bi
reyciliğe ait olanlar, hâlâ kabul edildikleri yerlerde bile, ger
çekte m odern olm ayışlarıyla tanım layabileceğim iz karşıt de
ğerlerle birleşm iş dürümdalar. Böylece ortaya, açıklam a ama
cıyla çağımızın “m odernlik sonrası” diyebileceğim iz yönü çı
kıyor. Bu anlamda Büyük Dönüşüm sürüyor...
LOUIS DUMONT, Ağustos 1982
369
K a y n a k l a r a I l Iş k In N o t l a r
1. Bölüme
1. POLİTİKA, TARİH YASASI, İLKE VE SİSTEM OLARAK
GÜÇ DENGESİ
1. Güç Dengesi P olitikası. Güç dengesi politikası bir Ingiliz ulusal kuru
ntudur. Niteliği yalnızca pragmatik ve fiilidir, ne güç dengesi ilkesi, ne de
güç dengesi sistem iyle karıştırılmaması gerekir. Bu politika, ülkenin ör
gütlenmiş politik toplulukların yerleştiği bir kıtanın yanındaki ada ko
numunun bir sonucudur. Trevelyan, “Walsey'den Cecitte kadar, yüksel
mekte olan diplomasi ekolünün bütün temsilcileri, lng^tere’nin kurul
makla olan büyük Kıta devletleri karşısında tek güvenliğini koruma şan
sı olarak Güç Dengesini izlediler” diyor. Tudor devrinde bu politika iyice
yerleşmiş, Canning, Palmerstone, Sir Edward Grey ve Sir William Temp
le tarafından uygulanmıştı. Ortaya çıkışı Kıta Avrupası’ndaki güç dengesi
sisteminin yükselişinden neredeyse iki yüzyıl önceydi ve Fenelon veya
Vatel tarafından öne sürülen bir ilke olarak güç dengesi doktrininden
bütünüyle bağımsız bir biçimde gelişmişti. Bununla birlikte, böyle bir
sistemin gelişmesi, giderek İngiltere’nin Kıta Avrupası’nda öne çıkan her
hangi bir devlete karşı ittifaklar kurmasını kolaylaştırdığı için, İngiltere
ulusal politikasına büyük ölçüde destek sağlamıştı. Sonuçta, Ingiliz dev
let adamları, İngiltere’nin güç dengesi politikasının aslında güç dengesi
ilkesinin bir uzantısı olduğunu ve İngiltere’nin böyle bir politika izleye
rek bu ilkeye dayanan bir sistem içinde yer aldığı fikrini benimsemeye
başladılar, gene de, ülkenin kendi savunma politikasıyla, ilerlemesine
371
yardım eden herhangi bir ilke İngiliz devlet adamları tarafından bilinçli
olarak birbirine karıştırılmış değildi. Twenty-five Years (Yirmibeş Yıl) adlı
kitabında Sir Edward Grey şöyle yazıyordu: “Avrupa’da güçlü bir grubun
hakimiyeti istikrar ve barış sağladığı sûrece, Büyük Britanya kuramsal
olarak buna karşı çıkmamıştır. Genellikle böyle gruplaşmalar onun ilk
siyasal tercihi olmuştur. Yalnızca hakim güç saldırganlaşıp İngiltere ken
di çıkarlarını tehdit altında hissettiğinde, ülkenin bilinçli bir politika so
nucu olmasa bile bir savunma içgüdüsüyle Güç. Dengesi denebilecek bir
şeye doğru yöneldiği görülür.”
Yani, Ingiltere’nin Kıta Avrupası’ndaki güç dengesi sistemini destekle
yip onun ilkelerini benimsemesi ülkenin meşru çıkarlarına uygundu. Bu
ülke politikasının bir parçasıydı. Güç dengesine özünde farklı iki yakla
şımın yarattığı karmaşa aşağıdaki alıntılarda görülüyor: 1787’de Fox kız
gınlıkla hükümete “artık İngiltere Avrupa’da güç dengesini koruyamaya
cak ve özgürlüklerin savunucusu olarak görülemeyecek bir konuma ıııı
geldi?” diye soruyordu. Fox’a göre Avrupa’da güç dengesi sisteminin ko
ruyuculuğunu üstlenmek İngiltere’nin boynunun borcuydu. Burke de
dört yıl sonra iki yüzyıldır yürürlükte olduğu düşünülen bu sistemi “Av
rupa’nın kamu hukuku" olarak tanımlıyordu. İngiltere’nin ulusal politi
kasını Avrupa’nın güç dengesi sistemiyle özdeşleştiren bu retoriğin,
Amerikalıların aynı derecede itici buldukları bu iki kavram arasındaki
farkı görmelerini güçleştirmesi doğaldı.
2. Tarih yasası o larak güç dengesi. Güç dengesinin başka bir tanımı doğ
rudan doğruya güç birimlerinin niteliğine, dayanıyor. Bu, modern düşün
cede ilk defa Hume tarafından dile getirildi. Onun bu başarısı Sanayi Dev-
riminden sonra siyasal düşüncenin hemen hemen bütünüyle ortadan kalk
masıyla kayboldu. Hume, söz konusu olgunun siyasal niteliğini görmüş ve
onun psikolojik ve ahlâkî gerçeklerden bağımsız oluşunun üzerinde dur
muştu. Bu olgu, oyuncular gücü içeren birimler olarak davrandıklarında
onları yönlendiren dürtüler dışında etkisini gösteriyordu. Hume’un yazdığı
gibi, deneyim, dürtüler, ister “ihtiyatlı bir politika” ister “kıskanç bir taklit
çilik" doğrultusunda olsun, “sonuçların aynı olacağım" gösteriyordu. I:
Schuman şöyle diyor: “Eğer Devletler Sisteminin A, B ve C gibi üç birim
den oluştuğu yolunda bir önermede bulunursak, bunlardan birinin elinde
ki gücün artmasının diğer ikisinin gücünü azaltacağı açıkça görülecektir."
Bundan çıkardığı sonuç, güç dengesinin “basit biçimiyle Devlet Sistemi
içindeki her birimin bağımsızlığını korumak amacıyla geliştirilmiş" oluşu.
Bu önermeyi pekâlâ, siyasal sistemler biçiminde düzenlenmiş olsun olma
sın, bütün güç birimleri için genelleştirebilirdi. Gerçeklen de, güç dengesi
tarih sosyolojisinde bu biçimde karşımıza çıkıyor. Toynbee, Study o f His-
372
tor/de (Tarih Çalışması) güç birimlerinin, baskının en yüksek düzeye
ulaştığı güç gruplan merkezinde değil, çevrede yaygınlaşacakları gerçeğine
değiniyor. Batı ve Orta Avrupa’da en önemsiz sınır değişikliklerinin bile
olanaksız olduğu bir dönemde. Birleşik Devletler, Rusya, Japonya ve Ingi
liz Dominyonlan şaşkınlık verici bir biçimde yayıldılar. Pirenne de buna
benzer bir tarih yasasından söz ediyor. Göreli olarak örgütlenmemiş toplu
luklarda dış baskılara karşı koyan merkezlerin güçlü komşulardan en uzak
bölgelerde onaya çıktığına değiniyor. Bunun örnekleri arasında, Heristal'Ii
Pipin’in Kuzey Avrupa’nın ötelerinde kurduğu Frank krallığı veya Alman
birimlerinin birleştirici merkezi olarak Doğu Prusya’nın ortaya çıkması sa
yılabilir. Bu tür başka bir yasa da Belçikalı De Greef’in tampon devlet yasa
sı. Bu yasa Frederick Turner ekolünü etkileyip, Batı Amerika için kullanı
lan “gezgin Belçika” kavramına yol açmış gibi görünüyor. Bu denge ve
dengesizlik kavramları, ahlâkı, yasal ve psikolojik fikirlerden bağımsız şey
ler. Bu da onların siyasal niteliğini gösteriyor.
3. İlke ve sistem o la ra k güç dengesi. İnsan çıkarlarından biri, bir kez
meşrulaştığında, ondan bir davranış ilkesi türetihr. 1648'den beri, Müns
ter ve Westphalia anlaşmalarının belirlediği statükonun Avrupa devletle
rinin çıkarlarına uygun olduğu kabul edilmiş ve anlaşmayı imzalayanla
rın bu konudaki dayanışması sağlanmıştı. 1648 anlaşması Avrupa’nın he
men hemen bütün güçlü devletleri tarafından imzalanmıştı, bunlar an
laşmanın uygulanacağına dair güvence veriyorlardı. Hollanda ve İsviç
re’nin egemen uluslar olarak uluslararası planda ortaya çıkmaları bu an
laşmayladır. Bu tarihten başlayarak devletler, statükodaki herhangi bir
önemli değişmenin ancak hepsinin yararına gerçekleşebileceğini varsaya
bilecek duruma geldiler. Uluslar topluluğunun ilkesi olarak güç dengesi
nin kaba biçimi bu. Buna göre, bu ilkeye uygun davranan hiçbir ulusun,
statükoyu değiştirme amacı güttüğünden haklı veya haksız olarak kuşku
duyduğu başka bir devlete karşı saldırgan bir davranışta bulunması dü
şünülemezdi. Böyle bir durum, doğal olarak, bu tür değişikliklere karşı
koalisyonlar kurulmasını büyük ölçüde kolaylaştıracaktı. Buna karşın, il
ke ancak, Utrecht Anlaşmasında, Avrupa'da dengeyi korumak için (ad
conservandutn in Europa equilibrium) İspanya mülkü Bourbonlarla
Habsburglar arasında paylaştınldıgında, tanındı, ilkenin resmi olarak ta-
nınmastyla, Avrupa yavaş yavaş bu ilkeye dayanan bir sistem biçimini al
dı. Küçük devletlerin büyük devletler tarafından yutulması (veya ege
menlik altına alınması) güç dengesini bozacağı için, sistem dolaylı olarak
küçük devletlerin bağımsızlığını koruyordu. 1648’den, hatta 1713’ten
sonra Avrupa’nın örgütlenişi ne kadar kesinlikten uzak olursa olsun, iki
yüzyıl kadar bir süre küçük büyük bütün devletlerin korunabilmesi güç
373
dengesi sisteminin başarısı olarak görülmeli. Bu sistem adına sayısız sa
vaş verildi. Bunlann istisnasız hepsi güç kaygılarıyla açılmış olarak görü
lebilirlerse de, çoğu durumda ülkeler sanki kışkırtma olmadan girişilen
saldırganlık eylemlerine karşı ortak önlem ilkesine göre hareket ediyor
larmış gibi sonuç vermişlerdi. Danimarka, Hollanda, Belçika ve İsviçre
gibi güçsüz birimlerin, sınırlarını tehdit eden büyük güçlere karşın, uzun
yıllar boyunca varlıklarını sürdürebilmiş olmalarını başka hiçbir şey
açıklayamaz. Mantıksal olarak, bir ilkeyle bu ilkeye dayanan bir düzen,
yani bir sistem arasındaki fark açık görünüyor. Ancak, geri planda kal
dıkları zaman bile, yani kurumsal aşamaya henüz ulaşamayıp yalnızca
geleneksel alışkanlık ve adetlerin yönlendiricisi olarak kaldıklarında bile,
ilkelerin etkinliğini azımsamamamız gerek. Yerleşmiş bir merkez, düzen
li toplantılar, ortak görevliler veya yaptırım gücüne sahip davranış kural
ları olmaksızın bile, Avrupa yalnızca çeşitli sefaretler ve diplomatik or
ganların arasındaki sürekli temaslar sonucu bir sistem durumuna gel
mişti. Birlikte veya ayrı ayrı, benzer veya değişik ifadelerle yürütülen so
ruşturmalar, yöntemler ve yazışmalan düzenleyen katı gelenek, güç den
gesini sabitleştirmeden belirtmenin, bu arada da anlaşma yolları tıkandı
ğında yeni uzlaşma, giderek ortak eylem yolları aramanın bir biçimiydi.
Gerçekten de, büyük devletlerin meşru çıkarları tehlikeye girdiğinde, bu
devletlerin toplu halde küçük devletlerin işlerine karışma hakkını elle
rinde tutmaları, Avrupa düzeyinde tam olarak örgütlenmemiş bir yöne
lim mekanizmasının varlığı anlamına geliyordu.
Bu gayri resmi sistemin belki de en güçlü desteği, ya bir ticaret anlaş
ması, ya da âdet ve geleneklerin etkin kıldığı uluslararası bir araç yoluyla
yürütülen sayısız ö zeliş ilişkisiydi. Hükümetler ve etkili yurttaşlar, bu
tür uluslararası işlemlerin çeşitli mali, ekonomik ve yasal yönlerinde, sa
yısız biçimde birbirlerine kenetlenmişlerdi. Bunlardan bazıları yerel bir
savaşla kesintiye uğrayabilirdi, ama sürekli veya hiç olmazsa geçici ola
rak etkilenmeden kalan işlemlerle ilgili çtkarlar savaşın düşman zararına
etkileyebileceği çok önemli bir kille oluşturuyordu. Uygar topluluklann
tüm yaşamına işleyen ve ulusal sınırları aşan özel çıkarların bu sessiz
baskısı, uluslararası ilişkilerin görünmez güvencesini oluşturuyor ve Av
rupa ittifakı veya Milletler Cemiyeti gibi örgütlü bir biçim olmadığında
bile güç dengesi ilkesine etkin bir yaptırım gücü sağlıyordu.
374
Fall o f the Roman Em pire to 1600 (Engl. 1939). Barnes-Becker-Becker, On
D e GreeJ, c. II, s. 871. Hoffman, A., Das deutsche Land und d ie deutsche
G eschichte (1920). Aynca, Haushofer’in Jeopolitik Ekolü, Öteki uçta ise,
Russell, B., Power, Lasswell’in P sycopathology and Politics; World Politics
and Personal Insecurity ve diğer eserleri. Ayrıca, RosiovtzefT, Social and
Econom ic History o f the Hellenistic, bölüm 4,1.
BAĞDAT DEMİRYOLU
Anlaşmazlığın 15 Haziran 1915 lngiliz-Alman anlaşmasıyla çözümlen
miş olduğu görüşü: Buell, R.L. International Relations (1929). Hawirey,
R.G., The E conom ic Problem (1925). Mowat, R.B., Die Concert o f Europe
(1930), s. 313. Stolper, G., This Age o f F a b le (1924). Karşı görüş için:
Fay, S.B., Origins o f the World War, s. 312. Feis, H., Europe, The Worlds
B an ker 1870-1914, (1930), s. 335.
AVRUPA İTTİFAKI
Langer W.L... European A lliances and Alligments (1871-1890) (1931). Son-
tag, R.J., European D iplom atic History (1871-1932) (1933). Önken, H.,
“The German Empire”, C am bridge M odem History, c. XII. Mayer, J.R , Po
litical Thought (1939), s. 464. Mowat, R.B., T he Concert o f Europe (1930),
s. 23. Phillips, W.A., T h e C on fed eration o f E urope 1914 (ikinci baskı
1920). Lasswell, H.D., Politics, s. 53. Muir, R., Nationalism and Internati
onalism (1917), s. 176. Buell, R.L., International Relations (1929), s. 512.
375
1. Bölüme
2. YÜZ YILLIK BARIŞ
1. Olaylar. 1815 ve 1914 arasında, bir yüzyıl boyunca, Avrupa’nın büyük
devletleri birbirleriyle yalnız üç kısa dönem boyunca savaştılar. 1859'da
altı ay, 1866’da altı hafta ve 1870-71’de dokuz ay. Tam iki yıl süren Kırım
Savaşı, çevresel ve yan sömürge savaşı niteliğindeydi. Clapham, Trevel
yan, Toynbee ve Binkley’in de aralarında yer aldığı tarihçiler bu konuda
görüş birliği içindeler. Bu arada, lngilizlerin ellerindeki Rus tahvillerinin
savaş boyunca Londra'da geçerliliklerini koruduklarına da değinelim.
Ondokuzuncu yüzyılla daha önceki yüzyıllar arasındaki temel fark, ara
da sırada patlak veren yaygın savaşlarla yaygın savaşlara hiç rastlanma
yan bir durum arasındaki farktır. General Fulter’ın ondokuzuncu yüzyıl
da savaşsız geçen tek bir yıl olmadığını söylemesi önemli değil, Quincy
White’m çeşitli yüzyıllarda savaşla geçen yılların toplamını yaygın ve ye
rel savaşlar arasında aynm yapmadan karşılaştırması da en önemli nok
tayı gözden kaçırıyor.
2. Sorutı. İngiltere’yle Fransa arasındaki sürekli savaşların, yaygın sa
vaşların bu verimli kaynağının, sona ermesi özellikle açıklama gerektiri
yor. Bu, iktisat politikası alanında iki gerçekle ilintili: a) eski sömürge
imparatorluğunun sona ermesi ve b) uluslararası altın standardı döne
miyle birleşen serbest ticaret dönemi. Yeni ticaret biçimleri savaştan elde
edilebilecek çıkarları hızla ortadan kaldırırken, altın standardıyla ilintili
yeni uluslararası para ve kredi yapısıyla birlikte barıştan elde edilebilecek
kesin çıkarlar oluşmuştu. Ulusal paraların dengesiyle gelir ve istihdam
düzeyini belirleyen dünya piyasalarının işlerliği, artık tüm ulus ekono
milerinin çıkarlarını da etkiliyordu. Geleneksel yayılmacılık yerini
1880’e kadar bütün Büyük Devletlerde görülen antiemperyalist eğilimle
re bırakmıştı. (Bundan 18’inci bölümde söz ediyoruz).
Gene de, dış politikanın doğal olarak kârlı iş olanaklarını artırma işle
vi gördüğü düşünülen ticaret savaşlan dönemiyle, yabancı tahvil sahiple
riyle yabancı yatırımcıların çıkarlarını korumanın sefaret mensuplarının
meşru görevi sayılan daha sonraki dönem arastnda yarım yüzyılı aşkın
bir süre var (1815-80). Özel iş çıkarlarının dış ilişkiler üzerindeki etkisi
ni yok sayan doktrin bu yarım yüzyıl içinde yerleşti. Sefaretler ancak bu
dönemin sonunda bu tür talepleri gözönüne almaya başladılar, ama gene
de kamuoyundaki yeni eğilimler dikkate alınarak yapılıyordu bu. Biz bu
değişikliğin ticaretin niteliğine bağlı olduğunu kabul ediyoruz. Ondoku
zuncu yüzyıl koşullarında ticaret artık yayılmak ve başarılı olmak için
doğrudan doğruya güç politikasına bağımlı değildi. Dış politikada ticare
tin yavaş yavaş yeniden etkili olmaya başlaması ise, uluslararası para ve
376
kredi sisteminin ulusal sınırlan aşan yeni ticari çıkarlar yaratmış ölma-
sındandı. Ama bu çıkarlar yalnız yabancı tahvil sahiplerinin çıkarlan ol
duğu sürece hükümetler onlan dikkate almakta son derece isteksiz dav
ranıyorlardı. Çünkü dış borçlar, uzun süre yalnızca en dar anlamda spe
külasyona yönelik olarak görüldüler; genelde gelir ulusal hükümet tah
villerine bağlıydı ve hiçbir hükümet şöhreti söz götürür hükümetlere
borç verme riskini göze almış yurttaşlann desteklenmesi gerektiğini dü
şünmüyordu. Canning, İngiliz hükümetinin kayıplarına ortak olmasını
isteyen yatırımcıların taleplerini kesinlikle reddediyor ve dış borçlarının
tanınması kendileri için büyük önem taşıyan Latin Amerika cumhuriyet
lerini hiç düşünmeden geri çeviriyordu. Palmerstone’un ünlü 1848 ge
nelgesi bu tavrın değiştiğinin ilk göstergesiydi, ama değişiklik çok da
kapsamlı değildi çünkü ticaret zümresinin çıkarları o derece geniş bir
alana yayılmıştı ki, hükümetin herhangi bir önemsiz çıkarın bir dünya
imparatorluğunun yönetimini karıştırmasına izin vemıesi beklenemezdi.
Dış ülkelerdeki iş girişimlerinde dış politika çıkarlarının yeniden günde
me gelmesi temelde serbest ticaret döneminin kapanması ve bunu izle
yen onsekizinci yüzyıl yöntemlerine geri dönüşün sonucuydu. Ama tica
ret artık spekülasyona yönelmeyen, bütünüyle olağan dış yatırımlarla iç
içe girerken, dış politika geleneksel topluluğun ticaret çıkarlarına hizmet
çizgisine geri dönmüştü. Açıklanması gereken bu sonuncu olay değil, ara
dönemde bu çıkarın ortadan kalkmış olması.
377
2. Bölüme
3. ALTIN İBRİŞİMİN KOPUŞU
Para değerlerinin zorla dengede tutulması altın standardının çöküşünü
hızlandırdı, istikrar hareketinin başını çeken Cenevre’ydi, Londra ve
Wall Street’den gelen baskıları mali yönden daha zayıf devletlere geçiri
yordu.
istikrar politikasına ilk zorlanan ülkeler, Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra ulusal paralan çöken mağlup ülkelerdi. İkinci grubu paralarının is-
likrannı ilk grupdakilerden daha sonra sağlayan galip Avrupa devletleri
oluşturuyordu. Üçüncü gnıpda ise yalnızca altın standardından en bü
yük yaran sağlayan ülke, Birleşik Devletler vardı.
I. M A Ğ L U P II. G A L İP A V RU PA III. A .B .D .
ÜLKELER D EVLETLERİ
U lu sa l
U lu sa l p ara A ltın A lu n
para d e n g e - sıa n d a r- S ta n d a r
d e n g e s in in s in in d ın d an d ın d a n
s a ğ la n ış ı sa ğ la n ışı a y rılış a y n lış
İlk gruptaki dengesizliğin yükünü bir süre birinci grup çekti. İkinci
gruptaki ülkeler birincidekiler gibi paralannın dengesini sağlar sağlamaz
onlar da desteğe ihtiyaç duymaya başladılar; bu desteği üçüncü grup sağ
ladı. Sonuçta, Birleşik Devletler’den oluşan üçüncü grup, Avrupa'daki
parasal istikrar hareketinin yol açtığı giderek artan dengesizlikten en çok
zarar gören grup oldu.
378
2. Bölüme
4. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDAN SONRA SARKACIN SALINIMLARI
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki geriye dönüş yaygın, hızlı, ama boyut
ları açısından kısıtlıydı. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda 1918-
23 döneminin tek sonucu yenilgi sonrasında demokratik (veya sosyalist)
cumhuriyetlerin yerlerini tutucu bir restorasyona bırakmalarıydı; birkaç
yıl sonra hemen hemen her yerde tek parti hükümetleri kuruldu. Bu eği
lim gene oldukça yaygındı.
T E K PA R T İ
ÜLKE D E V R İM K A R Ş I D E V R İM H ÜKÜ M ETİ
379
2. Bölüme
5. MALİYE VE BARIŞ
Son yannı yüzyıl boyunca uluslararası mâliyenin oynadığı sosyal rol üzeri
ne hemen hemen hiç malzeme yok. Corti’nin Rothschild’larla ilgili kitabı
yalnızca Avrupa İttifakından önceki dönemi kapsıyor. Ailenin Süez hissele
ri işine karışması, Bleichroeder’lerin uluslararası borçlanma yoluyla 1871
Fransız savaş tazminatını ödeme teklifleri, Doğu Demiryolu döneminin
büyük alışverişleri burada incelenmemiş. Langer ve Sontag’mkiler türün
den tarih çalışmaları uluslararası mâliyeye çok az yer veriyor (bunlardan
İkincisi barışı etkileyen unsurlar arasında mâliyenin sözünü bile etmemiş);
Leathes’in Cam bridge M odem History 'de yaptığı gözlemler neredeyse bir is
tisna olarak kalıyor. Fransa’da Lysis, İngiltere’de J.A. Hobson’unkiler gibi
dışardan liberal eleştiriler, ya maliyecilerin vatanperverlikten ne kadar
uzak olduklarını, ya da serbest ticaret zararına emperyalist ve korumacı
akımlan destekleme eğilimlerini göstermeye yönelik. Hilferding ve Le-
nin’inkiler türünden Marksist çalışmalar ulusal bankacılıktan kaynaklanan
emperyalist güçlerin ve bankalann ağır sanayi ile olan ilişkilerinin üzerin
de duruyorlar. Bu açıklama yalnızca Almanya ile sınırlı olmasının yanı sı
ra, uluslararası bankacılık çıkarlarını açıklamakta da kesinlikle başarısız.
Wall Sıreet'in yıllann gelişmeleri üzerindeki etkisi objektif bir biçimde
incelenebilmek için henüz çok yeni. Genelde, Barış anlaşmalarından Da
wes Planı, Young Planı ve Lozan sırasındaki ve daha sonraki savaş tazmi
natlarının tasfiyesi kadar bu etkinin uluslararası uzlaşma ve ılımlılık yö
nünde olduğu kuşkusuz. Yeni çalışmalar, özel yatırım konusunu öteki
lerden ayırma eğilimindeler. Bunun bir örneği, ister başka hükümetler is
ter özel yatırımcılar tarafından verilmiş olsun, hükümetlere verilen borç
lan dikkate almayan Staley'nin çalışması. Bu sınırlama yazarın bu çok il
ginç çalışmasında uluslararası mâliyenin bir değerlendirmesini yapması
nı olanaksız kılıyor. Bizim geniş ölçüde yararlandığımız Feis'in mükem
mel çalışması konuyu neredeyse bütünüyle kapsıyor, ama o da, yüksek
maliye arşivleri henüz açılmamış olduğu için, özgün malzeme yokluğun
dan zayıf kalıyor. Earle, Remer ve Viner’in değerli çalışmalan da aynı ka
çınılmaz kısıtlamadan etkilenmişler.
4. Bölüme
6. 'TOPLUMLAR VE EKONOMİK SİSTEMLER" İÇİN
SEÇİLMİŞ REFERANSLAR
Ondokuzuncu yüzyıl, kişisel çıkar dürtüsüne dayanan, kendi yasalarına
göre işleyen bir ekonomik sistem kurmayı denedi. Biz böyle bir girişimin
eşyanın doğası gereği olanaksız olduğunu öne sürüyoruz. Burada yalnız
380
böyle bir yaklaşımın içerdiği çarpık yaşam ve toplum görüşüyle ilgileni
yoruz. Örneğin, ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri piyasada tüccar gibi
davranmanın “doğal” olduğunu, başka türlü davranmanın ancak insan
içgüdülerine müdahale edilmesi sonucunda ortaya çıkabilen yapay bir
ekonomik davranış olacağını varsayıyorlardı. Aynı biçimde, insanlar ken
di hallerine bırakıldıklarında piyasaların kaçınılmaz olarak ortaya çıka
caklarını, ahlâkî açıdan piyasa toplumu istenilir olsun olmasın, işlerliği
nin soyun değişmez özelliklerine bağlı olduğunu da varsayıyorlardı. Oy
sa sosyal bilimlerin sosyal antropoloji, ilkel toplumlartn iktisadı, eski uy
garlıklar tarihi, genel iktisat tarihi gibi alanlarında yapılan modern araş
tırmaların sonuçlan bu varsayımların tam tersini gösteriyor. Aslında,
ekonomik liberalizm felsefesinin dolaylı veya dolaysız olarak içerdiği
antropolojik veya sosyolojik varsayımlar arasında geçersizliği kanıtlan
mamış olan yok gibi. Aşağıda bu konuda bazı alıntılar yer alıyor:
a) Kazanç dürtüsü “doğal" bir insan dürtüsü değildir
“İlkel iktisadın belirleyici niteliği, üretim ve değişimden kâr sağlama
isteğinin yokluğudur” (Thumwald, Economics in Primitive Communities,
1932, s. XIII). “Yok edilip ortadan kaldınlması gereken başka bir fikir de,
bugünün bazı iktisat kitaplarındaki ilkel Ekonomik İnsan Kavramı"
(Malinowski, Argonauts o f the Western Pacific, 1930, s. 60). “Manchester
liberalizmin yalnız kuramsal olarak değil, tarihsel olarak da yanıltıcı Ide-
altypen kavramını yadsımamız gerek” (Brinkman, “Das soziale System
des Kapiıalismus", Grundriss der Sozialölıonomik, Abt. IV, s. 11),
b) Emek karşılığında kazanç bağlamayı beklem ek, insan için “doğal” de
ğildir.
“Daha uygar toplumlarda çoğu kez çalışma dürtüsü oluşturduğu bi
çimde kazanç, loplumlarm ilkel koşullarında hiçbir zaman çalışmayı teş
vik eden bir unsur işlevini görmez” (Malinowski, op. cit., s. 156). “Etki
altında kalmamış ilkel toplumun hiçbir düzeyinde, emeğin emek karşılı
ğının ödenmesi fikriyle ilintili olduğunu göremiyoruz” (Lowie, “Social
Organization”, Encyclopedia o f the Social Sciences, vol. XIV, s. 14). “Hiçbir
yerde emek kiralanmıyor ve satılmıyor” (Thurnwald, Die mensclıliclıe Ge-
sellschaft, c. İli. 1932, s. 169). “Emeğin, karşılığının ödenmesi gerekme
yen bir yükümlülük olarak görülmesi... yaygın bir şey” (Firth, Primitive
Economics o f the New Zealand Maori, 1929). “Ortaçağda bile, yabancılar
için işin karşılığının ödenmesi duyulmamış bir şey." “Topluma yabancı
birinin hiçbir kişisel bağ veya göreve sahip olmadığı için, şan ve şeref için
çalışması beklenir." Saz şairleri, toplumun dışından olmalarına karşın,
“yaptıkları işin karşılığını alır, bu yüzden de aşağı görülürlerdi” (Lowie,
op. cit.).
381
c) Emeği kaçınılm az olaralt yapılm ası gereken en az işle sın ırlam ak in
san için “doğal" bir şey değildir
“Çalışmanın hiçbir zaman kaçınılmaz olarak görülmesi gereken işler
le sınırlandınlmadığını, doğal ya da edinilmiş işlevsel bir faaliyet arzu
suna bağlı olarak gereken en alt düzeyi her zaman aştığını görmemek
elde değil” (Thurnwald, E conom ices, s. 209). “Emek her zaman kesin
likle gerekli olanı aşma eğilimindedir" (Thurnwald, Die m ensclıliche G e-
sellschafi, s. 163).
d) Çalışmanın olağan özendiricileri k azan ç değil, karşılıklılık, rekabet,
çalışm a zevki ve sosyal övgüdür.
Karşılıklılık: “Ekonomik eylemlerin hepsi değilse bile çoğu, bir karşı
lıklı armağanlar ve armağan iadeleri zincirinin parçasını oluştururlar, bu
armağanlar sonuçta birbirini dengeler ve bütün taraflar aynı ölçüde çıkar
sağlar.. Yasalara sürekli karşı çıkan biri kısa zamanda kendini sosyal ve
ekonomik düzenin dışında bulur - bunun da iyice farkındadır" (Mali
nowski, Crim e an d Custom in S avage Society, 1926, s. 40-41).
Rekabet: “Rekabet yoğun edimler, amaçlannda aynı olmakla birlikte,
mükemmellik dereceleri açısından farklıdırlar.. Varolan modellerin yeni
den yaratılması için bir mükemmellik yarışı...” (Golddenweiser, “Loose
Ends of Theory on the Individual, Pattern and Involotion in Primitive
Society", Essays in Anthropology, 1936, s. 99). “Erkekler, bostana büyük
sınklar getirir ya da Hint patatesi mahsulünü taşırken, hızlı çalışma, işi
tam yapma ve kaldırabildikleri ağırlıklar konusunda birbirleriyle yarışır
lar" (Malinowski, Argonauts, s. 61).
Çalışma zevki: “Kendi başına bir amaç olarak çalışmak, Maori çalışma
düzeninin değişmez bir niteliği" (Firth, “Some Features of Primitive In
dustry", Econom ic Jou rn al, c. 1, s. 17). “Estetik amaçlarla bahçeleri dü
zenli ve temiz tutmak, güzel, sağlam çitler yapmak, özellikle sağlam ve
büyük Hini patatesi sırıkları bulmak için pek çok zaman ve emek harca
nır. Belli bir ölçüde bütün bunlar mahsulün yetişmesi için gereklidir,
ama yerlilerin vazifeşinaslıgı yalnızca gereklilik sınırlarının çok ötesine
götürdükleri de kuşkusuz” (Mali.iowski, op. cit., s. 59).
Sosyal övgü: “Bahçecilik hüneri, kişinin sosyal değerinin genel göster
gesidir” (Malinowski, C oral Gardens and T heir Magic, c. II, 1935, s. 124).
“Topluluktaki herkesten ortalama bir çalışma düzeyini tutturması bekle
nir” (Firth, Primitive Polynesian Economy, 1939, s. 161). “Andaman ada
larında yaşayanlar tembelliği anıisosyal bir davranış olarak görürler”
(Ratcliffe-Brown, The A ndam an Islanders). “Emeğini başka birinin hiz
metine sunmak sosyal bir hizmetti, yalnızca ekonomik değil” (Firth, op.
cit., s. 303).
382
e) İnsan ça ğ la r boyunca aynı.
Study o j Man (İnsan Üzerine İnceleme) adlı kitabında Union okuyucu
kişilik belirlenmesiyle ilgili psikolojik kurumlara karşı uyararak şöyle di
yor “Genel gözlemler bizi bütün bu tiplerin oluşturduğu yelpazenin bü
tün toplumlarda aşağı yukan aynı olduğu sonucuna götürüyor. Başka bir
deyişle, (gözlemci) kültürel farkların oluşturduğu perdenin arkasına ge
çebildiği anda, insanların temelde bizim gibi olduklarını görecektir" (s.
484). Thurnwald, insanlar arasında, gelişmelerinin bütün aşamalarında
varolan benzerliğin üzerinde duruyor: “Daha önceki sayfalarda inceledi
ğimiz ilkel iktisat, insan ilişkileri söz konusu olduğu ölçüde, iktisadın
herhangi bir başka biçiminden farklı değildir ve sosyal yaşamın aynı ge
nel ilkelerine dayanır" (Economics, s. 288). “Temel nitelikteki bazı kolek
tif duygular özünde bütün insanlar için aynıdır ve bu, sosyal yaşamda
benzer biçimlerin tekrar tekrar karşımıza çıkışını açıklar" ( “Sozialpsyc-
hische Ablaufe im Völkerleben", Essays in Anthropology, s. 383). Ruth
Benedict’in Patterns o j Culture (Kültür M odelleri) adlı kitabı da sonuçta
benzer bir varsayıma dayanıyor: “İnsan mizacı dünyanın her yerinde ne
redeyse aynıymış, her toplumda aşağı yukarı aynı bölüşüm olanakları
varmış ve geleneksel gelişmelere göre bunlar arasından seçilen kültür, in
sanların büyük çoğunluğu benzer biçimlere şokmuşçasına konuştum.
Ûmegin, bu yoruma göre, vecde gelme durumu her toplumda belirli sa
yıda birşey için olanaklıdır. Eğer bu saygı görüp ödüllendirilirse, önemli
bir kesim bu duruma ulaşacak veya bunun için gerekli yeteneği geliştire
cektir.” (s. 233). Malinowski de çalışmalarında tutarlı bir biçimde aynı
görüşü işlemiştir.
0 G enel ku ral, ek o n o m ik sistem lerin sosyal ilişkilerin için e yerleşmiş
oluşudur ; m alların bölüşümü ekonom i dışı a m açlar belirler
İlkel iktisat, “kenetlenmiş bir bütünün parçalan olan belirli sayıda in
sanla uğraşan sosyal bir iştir” (Thurnwald, Econom ics, s. XII). Aynı şey
zenginlik, çalışma ve takas için de doğru, “tikel toplumda zenginlik eko
nomik değil, sosyal niteliktedir” (ibid). Emeğin “iş görmekte etkin ola
bilmesi", “sosyal güçlerin örgütlü bir çabası içine yerleşmiş” olmasından
dır (Malinowski, Argonauts, s. 157). "Mal ve hizmetlerin takası, büyük
ölçüde, ya sürekli bir ortaklık içinde yürütülür, ya belirgin sosyal bağlar
la ilintilidir ya da ekonomi dışı alanlardaki karşılıklılık ilişkileriyle bir
likte gider" (Malinowski, C rim e and Custom, s. 39).
Ekonomik davranışı yönlendiren iki ana ilke, karşılıklılık ve yeniden
bölüşüm le b ir lik te y e r alan stoklam a gibi görünüyor.
Kabile yaşamının tümüne sürekli bir alıp verme işlemiştir (Malinows
ki, Argonauts, s. 167). “Bugün verilen yarın alınanla dengelenecektir. Bu,
383
ilkel yaşamın bütün ilişkilerine işlemiş olan karşılıklılık ilişkisinin bir
sonucudur” (Thurnwald, E conom ics, s. 106). Bu karşılıklılığı olanaklı
kılmak üzere “her vahşi toplumda karşılıklılık yükümlülüklerinin kaçı
nılmaz temeli olarak belirli bir kurumsal ‘ikildik’ veya "yapısal simetri'
bulunur” (Malinowski, Crime and Custom , s. 25). Banaro'larda ruhlar
beldesinin simetrik bölümleri aynı biçimde simetrik olan toplum yapısı
nı yansıtır (Thurnwald, Die G em einde der Banaro, 1921, s. 378).
Thurnwald, bu tür karşılıklı davranışlardan bağımsız olarak, bazen de
onunla birlikte, stoklama ve yeniden dağıtımın ilkel avcı kabilelerden en
büyük imparatorluklara kadar yaygın olduğunu buldu, Mallar bir mer
kezde toplanıyor, sonra da çeşitli biçimlerde topluluğun üyelerine dağıtı
lıyordu. Örneğin, Mikronezya ve Polinezya halkları arasında “ilk klanın
temsilcileri olarak krallar geliri ellerinde topluyor, sonra da bunu bir cö
mertlik gösterisi biçiminde halk arasında dağıtıyorlardı" (Thurnwald,
Economics, s. XII). Bu dağıtma işlemi merkezî yetkililerin elindeki en
önemli güç kaynağını oluşturuyor (a.g.e., s. 107).
g) Teli başına kendisi ve ailesi için y iy ecek sağlam a çabasının eski insa
nın yaşam ın da y eri yoktur.
Klasikler ekonomi öncesi insanın kendisine ve ailesine bakma duru
munda olduğunu varsaydılar. Bu varsayım yüzyılın başında Cari Buec-
her’in çığır açan eserinde yeniden canlandırıldı ve geniş yaygınlık kazan
dı. Yeni araştırmalar tam bir görüş birliği içinde bu noktada Buecher'i
düzelttiler. (Firhı, Primitive E conom ics o f the N ew Z ealand M aori, s. 12,
206, 350; Economics, s. 170, 268 ve Die m enschliche G esellschaft, c. Ill, s.
146; Herskovits. T he Econom ics Life o f Primitive Peoples, 1940, s. 34; Ma
linowski, Argonauts, s. 167, dipnot).
h) K arşılıklılık ve yeniden dağıtım , yaln tz küçük ilkel toplu lu klar için
değil, aynı zam an da büyük ve zengin im paratorlu klar için de geçerli ek o n o
m ik davranış ilkeleridir
“Dağıtımın en ilkel avcı kabile yaşamından başlayan kendine özgü bir
tarihi vardır." "..Daha yakın ve daha açık bir biçimde katmanlaşmış top-
lumlarda durum daha değişiktir.." “Örneklerin en çarpıcısını hayvancı
lıkla uğruşan toplumlann tarımla uğraşanlarla karşılaşmaları oluşturu
yor.” “..Bu toplumlarda koşullar birbirinden çok farklıdır. Ama bir kaç
ailenin elindeki siyasal gücün artması ve despotların ortaya çıkmasıyla
dağıtım işlevi önem kazanır. Şef köylüden artık vergi biçimine dönüşmüş
olan armağanları toplar ve bunları kendi görevlileri, özellikle saraya bağ
lı olanlar arasında dağıtır.
“Bu gelişmeler daha karmaşık dağıtım biçimlerini de içeriyordu... Bü
tün eski devletler - Çin, lnka İmparatorluğu, Hint Krallıkları, Mısır, Babil
384
- vergi ve ücret ödemelerinde metal para kullanıyorlar, ama devlet görev
lileri, savaşçılar ve çalışmayan sınıflara, yani halkın üretici olmayan kesi
mine ambarlar ve depolarda toplanan tahılı dağıtarak aynî ödemelerde
bulunuyorlardı. Bu durumda dağıtım özünde ekonomik bir işlev görü
yor” (Thurnwald Economics, s. 106-108).
Feodalizmden söz ettiğimizde genellikle Avrupa Orta Çağını düşünü
rüz... Ancak bu, katmanlaşmış topluluklarda hemen ortaya çıkan bir ku
rumdur, Ödemelerin çoğunun aynî olması ve üst kademenin bütün top
raklar ve sürüler üzerinde hak iddia etmesi feodalizmin ekonomik ne
denlerini oluşturur.." (a.g.e., s. 195).
3. Bölüme
7. "PİYASA MODELİNİN EVRİMİ" İÇİN SEÇİLMİŞ REFERANSLAR
Ekonomik liberalizm, uygulamaları ve yöntemlerinin genel bir ilerleme
yasasının doğal gelişmeleri olduğu sanısına göre işliyordu. Bunları mode
le uydurabilmek için, kendi kurallarına göre işleyen piyasanın temelin
deki ilkeler insan uygarlığının bütün evrelerine yakıştırıldı. Sonuç, tica
ret, piyasalar para, şehir yaşamı ve ulusal ticaretin gerçek niteliği ve orta
ya çıkışı tanınmaz bir biçime gelinceye kadar çarpıtıldı.
a) Bireysel “takas, trampa ve değişim" eylemleri ilkel loplumlatda y al
nızca istisna olarak görülürler.
Başlangıçta takas hiç bilinmez, karşı durulmaz bir takas eğilimine sa
hip olmak şöyle dursun, ilkel insan bundan hiç hoşlanmaz” (Buecher,
Die Entstehung der Volkswirtschajt, 1904, s. 109. Örneğin, bir olta kanca
sının değerini belirli bir yiyecek miktarıyla belirtmek olanaksızdır, çün
kü böyle bir değişim hiç yapılmamıştır ve Tikopialar için gerçeküstü bir
şey gibidir.. Her tür nesne belirli bir sosyal durumla uyum içindedir”
(Finh, Op. Cit., s. 340).
b) Ticaret belirli bir topluluk içinde ortaya çıkmaz; değişik toplulukları
içeren bir dış ilişkidir
“Başlangıçta ücaret etnik gruplar arasında yer alan bir işlemdir; aynı
kabilenin ya da aynı topluluğun üyeleri arasında yer almaz, sosyal toplu
lukların en eskilerinde yalnızca yabancı kabilelere yönelik dışsal bir ol
gudur" (M. Weber, General Economic History s. 195) “Tuhaf görünebilir
ama, ortaçağda ticaret başlangıcından beri yerel ticaretin değil, dış ticare
tin etkisiyle gelişti” (Pirenne, Economic and Social History o f Modieval Eu
rope, s. 142). “Ortaçağlardaki ekonomik canlanma, uzak mesafeler arası
ticaretin elkisiyleydi" (Pirenne, Medieval Cities, s. 1-25).
c) Ticaret piyasalara bağlı değildir; barışçı olan veya olmayan tek yönlü
bir mal taşımacılığından kaynaklanır.
385
Thurnwald en eski licaret biçimlerinin nesnelerinin uzak mesafelere
taşımaktan oluştuğunu gösterdi. Özünde söz konusu olan bir av seferi
dir. Seferin köle avcılığı veya korsanlık durumunda olduğu gibi savaşçı
bir nitelik kazanması büyük ölçüde karşılaşılan direnişe bağlıdır (Op.
Cit., s. 145, 146). “Norse Vikinglerindeki gibi Homer çağının Yunanlıları
arasında da deniz ticaretini başlatan korsanlıktı; bir süre iki iş birlikle
uyum içinde yürütüldü" (Pirenne, Economic and Social History, s. 109).
d) Piyasaların varlığı veya yokluğu temel niteliklerden değildir; yerel pi
yasaların büyımıe eğilimi yoktur
“Piyasasız ekonomik sistemlerin bu ortak özellikten ötürü başka ortak
özelliklere de sahip olmaları gerekmez.” (Thurnwald, Die menscliclıe Ge-
selschajt, C. III, s. 137) Eski piyasalarda “yalnızca belirli miktarlardaki
belirli nesneler birbirlertyle takas edebilirdi" (a.g.e, s. 137) “Thurnwald
ilkel para ve ticaretin ekonomik olmaktan çok, sosyal bir önem taşıdığı
yolundaki gözlemi için özellikle övgüye layık” (Loeb, “The Distribution
and Function of Money in Early Society” Essays in Anthropology içinde,
s. 153). Yerel piyasalar “silahlı ticaret", “sessiz takas” veya diğer dış tica
ret türlerinden birinden çıkmadılar, kaynakları dar bir çevre içinde yapı
lan değişim amacıyla kurulmuş bir buluşma yerinde korunan “barış”tı.
“Yerel piyasanın amacı bölgede yerleşmiş halkın günlük ihtiyacı için ge
rekli şeyleri sağlamaktır. Bu, pazarların haftada bir kurulmalarını, çok
dar bir kesimi ilgilendirmelerini ve faaliyetlerinin küçük perakende iş
lemlerle sınırlı oluşunu açıklar" (Pirenne, Op. Cit., Bölüm: 4, “Commer
ce to the End of the Twentienth Century", s. 79). Daha sonraki tarihler
de bile, panayırlardan farklı olarak, yerel piyasalar hiçbir büyüme eğilimi
göstermediler. “Piyasa bölgenin ihtiyaçlarını karşılıyor ve yalnızca yakın
çevrede oturanlara hizmet veriyordu; metalar kırsal alandan gelen ürün
ler ve hergün kullanılan eşyadan oluşuyordu” (Lipson, The Economic
History o f England, 1935, C. I, s. 221). Yerel ticaret “genellikle köylülerin
ve ev sanayiinde çalışan kişilerin bir yan uğraşı, çoğu kez mevsimlik bir
uğraş olarak gelişmeye başladı...” (Weber, Op. Cit., s. 195). “İlk bakışta
tüccar bir sınıfın yavaş yavaş tanm nüfusunun ortasında gelişmeye başla
dığını varsaymak doğal görünüyordu. Ancak, bu kavramı destekleyen
hiçbir şey yok” (Pirenne, Medieval Cities, s. I l l )
e) İş bölümünün başlangıcı ticaret veya değişim değil, coğrafi biyolojik ve
bu tür ekonomi dışı gerçeklenlir.
“İş bölümü kesinlikle rasyonalist kuramın öne sürdüğü gibi karmaşık
iktisadın bir sonucu değildir. Büyük ölçüde cinsiyet ve yaşla ilgili psiko
lojik farklılıklara bağlıdır" (Thurnwald, Economics, s. 212) “Neredeyse
tek iş bölümüdür" (Herskovits, Op. Cit., s. 13). İş bölümünün biyolojik
386
gerçeklerden kaynaklanışının bir başka örneği, değişik emik gruplar ara
sındaki birbirini bütünleyerek yaşama durumudur. “Etnik gruplar” top
lumda “bir üst tabaka" oluşması yoluyla “meslek gruplarına dönüşür
ler”. “Böylece, bir yandan bağımlı sınıfın katkıları ve hizmetlerine, diğer
taraftan önde gelen katmanın içindeki aile reislerinin dağıtım gücüne da
yanan bir düzen kurulur” (Thumwald, Economics, s. 86). Burada devle
tin başlangıç nokıalanndan birini buluyoruz. (Thumwald, Sozialpsysc-
lıisdıe Ablaufe, s. 387).
0 Para belirleyici b ir buluş değildir; varlığı veya yolduğunun ekonom inin
biçim inde önem li b ir fa r k a y o l açm ası gerekm ez.
“Bir kabilenin para kullanıyor olması onunla para kullanmayan kabi
leler arasında ekonomik açıdan çok az farklılık doğuruyordu” (Loeb,
Op. Ciı., s. 154). “Paranın kullanıldığı durumlarda, gördüğü işlev bizim
uygarlığımızda olduğundan çok değişiktir. Hiçbir zaman somut bir mad
de olmaktan uzaklaşmaz ve hiçbir zaman bütünüyle soyut bir değer gös
tergesine dönüşmez” (Thumwald Economics, s. 107). Takasın güçlüğü
paranın “icadında” hiçbir rol oynamadı. “Klasik iktisatçıların bu eski gö
rüşü, etnoloji araştırmalarına ters düşüyor" (Loeb, Op. Sıt., s. 167, dip
not: 6). Para işlevi gören metaların hem kendilerine özgü faydalan, hem
de güç sembolü olarak taşıdıkları önem göz önüne alındığında “ekono
mik mülkiyeti tek yönlü akılcı bir görüş açısından değerlendirmek” ola
naksız (Thurnwald, Econom ics), örneğin, para, yalnızca ücret ve vergi
ödemelerinde kullanılıyor olabilir (a.g.e, s. 108) veya başlık parası, dö
külen kanı temizlemek için verilen tazminat veya ceza ödemelerinde
kullanılır. “Dolayısıyla devlet öncesi koşulların bu örneklerinde, değerli
nesnelere biçilen değerin, geleneksel bağışların mikıan, önde gelen kişi
lerin konumu ve toplulukları içinde avamla olan somut ilişkilerinden
kaynaklandığını görüyoruz.” (Thumwald, Econom ics, s. 263).
Piyasalar gibi para da temelde dışsal bir olgudur, topluluk için taşıdığı
önem öncelikle ticaret ilişkileri tarafından belirlenir. “Para fikri genellikle
toplum dışından kaynaklanır.” (Loeb, Op. Cit., s. 156). “Yaygın bir deği
şim aracı olarak para dış ticaretten kaynaklanır” (Weber, Op. Ciı., s. 238).
g) Dış ticaret başlangıcında, bireyler arasında değil toplu lu klar arasında
y e r alan ticarettir
Ticaret bir “grup işidir”, “toplu olarak ele geçirilen nesnelerle" ilgili
dir. Başlangıcında “toplu ticaret yolculukları” yer alır. “Çoğu kez dış tica-
reı niteliği taşıyan bu seferlerin düzenlenmesinde toplu hareket ilkesi gö
rülür” (Thumwald, E conom ics, s. 145). “En eski ticaret yabancı kabileler
arasındaki değişim ilişkisidir” (Weber, Op. Cit., s. 195). Ortaçağ ticareti
kesinlikle bireyler arasında ticaret değildi. “Belirli şehirler arasında, top-
387
tuluklar arası veya şeh irler a ra sı ticarelli." (Ashley, An Introduction to
English Economic History and Theory, Bolüm: 1, “Ortaçağlar”, s. 102).
n) O rtaçağda kırsal kesim ticaretten kopuktu.
Onbeşinci yüzyıla kadar ve onbeşinci yüzyılda şehirler ticaret ve sana
yiin tek merkezleriydi, o derecede ki bunların kırsal alana yayılmasına
izin verilmiyordu (Pirenne, E con om ic and Social History, s. 169). “Kırsal
alandaki ticaretin ve el sanatlarına karşı yürütülen mücadele hiç olmazsa
yedi veya sekiz yüzyıl sürdü” (Hecksclıer, M ercantilism, 1935, c. I, s.
129). “Bu önlemlerin şiddeti (demokratik hükümetin’ gelişmesiyle daha
da arttı..." “On dördüncü yüzyıl boyunca çevre köylerine silahlı birlikler
gönderilmiş, dokuma tezgâhlan ve içinde boya kanştınlan fıçılar ve im
ha edilmiş ya da bunlara el konulmuştu" (Pirenne, Op., Cit., s. 211).
i) Ortaçağda şehirden şehre fa r k gözetm eyen bir ticaret uygulaması yoktu.
Şehirler arası ticaret, Londra’daki Hanse ile “Totonik Hanse arasındaki
gibi, çeşitli şehirler veya şehir grupları arasında ayrıcalıklı ilişkiler içeri
yordu. Karşılıklılık ve misilleme bu şehirlerin arasındaki ilişkilere hakim
olan ilkelerdi. Örneğin, borçların ödenmemesi durumunda, alacaklı şeh
rin yargıçları borçlu şehrin yargıçlarına gidip adaletin, kendi haklarına
nasıl davranılmasın! isliyorlarsa, öyle yerini bulmasını isteyebilir" ve on
ları “borç ödenmediği takdirde borçlu şehir halkına karşı bir misillemeye
girişileceğiyle tehdit edebilirlerdi" (Ashley, Op. Cit., Bölüm: l, s. 109).
1) Ulusal korum acılık bilinmiyordu.
“Onüçüncü yüzyılda Hıristiyan dünyası çerçevesinde sosyal teması en
gelleyen sınırlamalar bugün karşılaştıklarımızdan daha az olduğu için, ül
keler arasında ayrımlar yapmak ekonomik açıdan pek gerekli değil."
(Cunngham Western Civilization iıı i(s Economic Aspects, C. 1, s. 3). Onbe
şinci yüzyıla kadar siyasal sınırlarda gümrük tarifeleri uygulanmıyordu.
“Bundan önce ulusal ticareti yabancı rekabetten koruyarak destekleme ar
zusunun varlığını gösteren hiçbir ize rastlanmıyor" (Pirenne, Economic
and Social Histoıy, s. 92) “Bütün alanlarda 'uluslararası ticaret' serbestti’
(Power ve Postan, Studies in English Trade iıı the Fifteenth Century).
k) M erkantilizm , ulusal sınırlar içinde şehirler ve eyaletleri d ah a serbest
ticaret uygulam alarına zorladı.
Heckscher’ın Merkantilizminin (1935), ilk cildinin başlığı “Birleştirici
Bir Sistem Olarak Merkantilizm” (M ercantilism as a Unifying System ).
Böyle bir sistem olarak merkantilizm, “devlet sınırları içinde ekonomik
yaşamı belirli bölgelerle sınırlayan ve ticareti engelleyen herşeye karşı çı
kıyordu" (Heckscher, Op. Cit., C. 1, s. 273). “Şehir politikasının iki yö
nü, kırsal alanın baskı altında tutulmasıyla yabancı şehirlerin rekabetine
karşı mücadele, devletin ekonomik amaçlarıyla çelişiyordu." a.g.e, C. 1.
388
s. 131). “Merkantilizm, ticaretin yerel uygulamalarının ülke toprakları
nın tümüne yayılmasını sağlayan ticaret kanalıyla, ülkeleri ‘millileştirdi’”
(Pantlen, “Handel”, Handwdrterbuch der Staatswissenschajten içinde, C.
VI, s. 281.). “Rekabet bazen otomatik arz ve talep dengesinin sağlandığı
piyasalar oluşturmak üzere merkantilizm tarafından yapay bir biçimde
yaratıldı” (Heckscher). Merkantilist sistemin ticareti serbestleştirici etki
sini fark eden ilk modem yazar Schmoller'di (1884).
1) Ortaçağ müdahaleciliği çok başarılıydı.
“Ortaçağ şehirlerinin politikası, herhalde Batı Avrupa'da antik çağdan
sonra toplumun ekonomik yönünü tutarlı ilkelere göre düzenlemek için
girişilen ilk çabaydı. Bu çaba olağanüstü bir başarıya ulaştı. Karşı çıkıl
maz biçimde üstünlük sağladığı dönemde, belki ekonomik liberalizm ve
ya laissez-faire’de aynı biçimde başarılıydı, ama süresi açısından şehir
politikalarının sürekliliğiyle karşılaştırıldığında, liberalizm kısa, geçici
bir olaydı” (Heckscher, Op. Ciı., s. 139). "Bunu bir düzenleme sistemiyle
başardılar; sistem, amacına türünün bir şaheseri kabul edilebilecek kadar
mükemmel bir biçimde uygundu. Şehir ekonomisi çağdaşı olan gotik
mimarisine lâyıktı” (Pirenne, Medieval Cities, s. 217).
m) Merkantilizm şehir uygulamalarını ulusal sınırlar içinde yaygınlaş
tırdı.
“Sonuç daha geniş bir bölgeye yaygınlaştırılmış bir şehir politikası
olacaktı - devlet temelinde kabul ettirilmiş bir çeşit belediye politikası”
(Heckscher, Op. Ciı., C. 1, s. 131).
n) Merkantilizmi: revkalâde başarılı bir politika.
“Merkantilizm usta işi karmaşık ve ayrıntılı bir ihtiyaç karşılanması
sistemi yarattı” (Buecher, Op. Cit., s. 159). Colbert'in kendi içinde bir
amaç olarak üretimde yüksek kaliteye yönelik Reglemem’ının başarısı
“müthişti” (Heckscher, Op. Cit., Cilt 1, s. 166). “Ulusal düzeyde ekono
mik yaşam büyük ölçüde siyasal merkezileşme sonucuydu." (Buecher,
Op. Cit., s. 157). Merkantilizmin düzenlemeler sistemi “Ortaçağ şehir
yönetimlerinin ahlâkî ve teknolojik sınırlan içinde ortaya koyabilecekle
rinden çok daha sıkı bir emek düzeni ve disiplini” sağlamıştır. (Birink-
man, “Das soziale System des Kapitalismus” Crundriss der Sozialöltono-
mik içinde, Abı., IV).
7. Bölüme
8. SPEENHAMLAND LİTERATÜRÜ
Yalnızca liberal kapitalizm döneminin başında ve sonunda Spcenham-
land’m belirleyici öneminin bilincine vanldıgını görüyoruz. Doğal ola
rak, 1834'ıen önce de, sonra da “yardım sistemi” ve “yoksullar yasasının
389
kötü uygulanışıma gönderme yapılıyordu. Ancak bunlar Speenham-
land'den (1795) değil, Gilbert Yasası’ndan (1762) başlıyorlardı ve Speen-
hamland sisteminin gerçek niteliği kamuoyunca anlaşılmamıştı.
Bugün de tam anlaşılmış değil. Hâlâ onun aynm gözetmeyen bir yok
sul yardımı olduğu düşünülüyor. Aslında, bunda çok farklı bir şey, siste
matik bir ücret desıeklemesiydi. O dönemde yaşayanlar böyle bir uygu
lamanın Tudor Yasası ilkeleriyle ne kadar çeliştiğini tam öğrenememiş
lerdi, ortaya çıkmakta olan ücret sistemiyle kesinlikle bağdaşamayacağı
nın da farkında değillerdi. Pratik etkilerine gelince örgütlenmeye karşı
yasalarla (1799-1800) birlikte ücretleri düşürdüğü ve işverenlere sağla
nan bir destek oluşturduğu çok sonra anlaşıldı.
Klasik iktisatçılar, rahat ve ulusal para konularında yaptıkları gibi,
durmadan “yardım sisteminin" ayrıntılarını inceleyip durdular. Bütün
yardım biçimlerini “Yoksullar Yasasıyla” aynı kefeye koyup bunların kö
künün kazınması için uğraştılar. Ne Townsend ne Malthus, ne de Ricar
do Yoksullar Yasası Reformunu savunmadılar, istedikleri bunun ortadan
kaldırılmasıydı. Bu konuyu inceleyen bir tek Benıham'dı, o bu alanda
ötekilerden daha az dogmatik davranıyordu. Burke ve Bentham, Pitt’in
göremediğini fark etmişlerdi: Gerçekten muzır olan şey ücret destekle
meleriydi.
Marx ve Engels, Yoksullar Yasasını hiç incelemediler. Yoksulların sırtı
nı okşar görünürken (işçi sendikalarına karşı özel bir yasanın güçlü des
teğiyle ücretleri asgari geçim düzeyinin altına düşüren ve kamu fonlarını
yoksulların sırtından daha çok para kazanabilsinler diye zenginlere veren
bir sistemin sahte insancılığını göstermek kadar hiçbir şey Marx ve En-
gels’in işine gelemezdi. Ama onların devrinde düşman Yeni Yoksullar Ya-
sasıydı, Cobbert ve Çarıistler Eski Yoksullar Yasasını idealize etme eğili-
mindeydiler. Ayrıca, Marx ve Engels, haklı olarak, kapitalizmin gelişebil
mesi için Yoksullar Yasasında reform yapılması gerekliğine inanıyorlardı.
Böylece, yalnız birinci sınıf tartışma kozlarını değil, aynı zamanda Spe-
enhamland’in kuramsal sistemlerini desteklemesini sağlayan görüşü, ya
ni kapitalizmin özgür bir emek piyasası olmadan İşleyemeyeceği görüşü
nü elden kaçırdılar.
Harriet Martineau, Speenhamland’in etkilerini bütün korkunçluğuyla
anlatırken Yoksullar Yasası Raporundan (1834) büyük ölçüde yararlanı
yordu. Onun yoksulları kaderlerinin kaçınılmazlığı konusunda aydınlat
mak üzere yazdığı zevkli, küçük ciltlerin basım masraflarını üstlenen
Gould’lar ve Baring'ler davalarına Martineau'dan daha samimi ve genelde
daha bilgili bir savunucu bulamazlardı. Martineau yoksulların kaderinin
kaçınılmazlığına ve yalnızca politik iktisat yasalarının bilinmesinin bu
390
kaderi daha dayanılır kılacağına can-ı gönülden inanmıştı (Illustrations
to Political Economy, 1831, C. Ill; “The Parish" ve “The Hamlet", Poor
Law s an d Paupers, 1834 içinde) Otuz yıllık Banş (T hirty Years P eace,
1816-1846) adlı kitabı daha değişik bir havada yazılmıştı, burada Marıi-
neau’nun Çarlisllerc ustası Bentham’dan daha yakın olduğu görülüyor
du. (C. İH, s. 489 ve C. IV, s. 453). Martineau, anlattıklarını şu çarpıcı
cümlelerle bitiriyordu; “Şimdi en değerli kafalar ve yürekler bu büyük
sorunla, emeğin haklan sorunuyla ilgili. Dışardan, bu sorunu ihmal et
menin cezasının herkesin mahvı olacağı yolunda çarpıcı ihtarlar geliyor.
Soruna bir çözüm bulunmaması mümkün mü? Bu çözüm herhalde İngi
liz tarihinin önümüzdeki döneminin temel gerçeğini oluşturabilir; o za
man, yaşadığımız Otuz Yıllık Barışın öneminin, çözümün hazırlanışında
yattığı daha iyi görünecek." Bu, gecikmeyle gerçekleşen bir kehanetti.
İngiliz tarihinin bir sonraki döneminde emek sorunu ortadan kalktı; ama
yetmişlerde geri geri geldi ve yarım yüzyıl daha sonra “herkesin mahvı
nın” gerçekleştiğini gösterdi. Doğal olarak, 1840’larda bu sorunun kay
nağında Yoksullar Yasası Reformunu yönlendiren ilkelerin yattığını gör
mek 1940’larda olduğundan daha kolaydı.
Victoria dönemi boyunca ve daha sonra hiçbir felsefeci veya tarihçi
Speenhamland'ın alelade iktisadi yönleriyle ilgilenmedi. Benıhamizmin üç
tarihçisi içinde Sir Leslie Stephen ayrıntılara girmek zahmetinde bulun
madı; Yoksullar Yasasının felsefi radikalizmin tarihinde oynadığı rolün
önemini ilk farkeden Elie Halevy bu konuda yalnızca bulanık bir takım fi
kirlere sahipti. Üçüncü yaklaşımdaki, Dicey’inkindeki boşluk daha da çar
pıcı. Onun hukuk ve komuoyu arasındaki ilişkiler üzerine yaptığı eşsiz
çözümleme “laissez-faire” ve “kolektivizm"i ana dokunun motifleri olarak
değerlendiriyordu. Dokunun kendisi, devrin sanayi ve ticaretindeki eği
limlerden, yeni ekonomik yaşamı biçimlendiren kavramlardan kaynakla
nıyordu. Hiç kimse, düşkünlüğün kamuoyundaki hakim konumunu veya
Benthamcı yasama sisteminin bütünü açısından Yoksullar Yasası Reformu
nun taşıdığı önemin üzerinde Dicey kadar duramazdı. Gene de, Bentham-
cılann yaşama modellerinde Yoksullar Yasası Reformuna verdikleri mer
kezci yeri anlamakla güçlük çekiyor ve asıl sorunun vergilerin sanayi üze
rindeki yüküyle ilgili olduğuna inanıyordu. Schumpeter ve Mitchell aya
rında ekonomik düşünce tarihçileri bile klasik iktisatçıların kavramlarını
Speenhamland koşullarına gönderme yapmaksızın inceliyorlardı.
A> Toynbee’nin konferansıyla (1881) Sanayi Devrimi bir iktisat tarihi
konusu oldu; Toynbee Speenhamland'den ve onun “yoksulların zenginler
tarafından korunması” ilkesinden Tory sosyalizmini sorumlu tutuyordu.
Bu sıralarda William Cunnigham da aynı konuyla ilgilenmeye başladı ve
391
konu mucize kabilinden canlılık kazandı; ama bu boşlukla bir seda gibiy
di. Mantaux (1907) Cunninham’m şaheserinden (1881) yararlandığı halde
Speenhamland'den yalnızca “reformlardan biri” olarak söz ediyor ve tuhaf
bir biçimde onun “Yoksulları emek piyasasının dışına itmek" gibi bir etki
yaptığım söylüyordu. (The Industrial Revolution in the Eighteenth Century, s.
438). Çalışmaları İngiliz sosyalizminin ilk dönemleri için bir anıt niteliği
taşıyan Beer, Yoksullar Yasasından hemen hemen hiç sözetmiyordu,
Speenhamland’in yeniden keşfedilmesi ancak l lammends’ların (1911)
Sanayi Devriminin getirdiği yeni uygarlık görüşünü ortaya koymalarıyla
oldu. Onlarla birlikte Speenhamland ekonomik değil, sosyal tarihin bir
parçası durumuna geldi. Webb'ler (1927), yaptıkları işin bizim kendi ça
ğımızın sosyal sorunlarının kaynaklarıyla ilgili olduğunun bilinci içinde.
Speenhamland’m siyasal ve eknomik ön koşullarını araştırarak bu çalış
maları sürdürdüler.
J.H. Clapham, Engels, Marx, Tonybee, Cunningham, Mantoux ve da
ha sonraları, Hammond'Iann temsil etlikleri iktisat tarihine kurumsal
yaklaşım denebilecek yaklaşımlara karşı bir görüş geliştirmeye çalıştı.
Spcenhamland’ı bir kurum olarak görmeyi reddederek onu ülkenin “ta
rım düzeninin” bir özelliği olarak inceledi (C. I, Bölüm; 4). Sistemi va
kan şey onun şehirlere yayılması olduğuna göre bu yaklaşım doğru ol
mazdı. Ayrıca, Clapham Speenhamland’ın vergiler üzerindeki etkisini üc
ret konusundan ayırıyor ve ilk konuyu “Devletin Ekonomik Eaaliyeıleri"
bağlamında inceliyordu. Bu da yapay bir ayrımdı ve düşük ücretlerden
sağladıkları fayda, vergiler yüzünden uğradıkları zararlardan daha önem
li olan işveren sınıfının durumunu Speenhamland tartışmasının dışında
bırakıyordu. Ama Clapham’ın gerçeklere olan saygısı onun kurumu yan
lış değerlendirişini dengeliyordu. Speenhamland tartışmasının dışında
bırakıyordu, Speenhamland sisteminin uygulandığı alanlarda “savaş içi
toprak çevrilmelerinin” belirleyici etkisini ve sistemin gerçek ücretleri ne
derece düşürmüş olduğunu ilk gösteren oydu.
Speenhamland’ın ücret sistemiyle bağdaşmazlığı, yalnız ekonomik li
beral gelenek içinde sürekli hatırlandı. Geniş anlamda, emeği koruyan
herşcyiıj müdahaleci Speenhamland ilkesiyle bir ilintisi olduğunu yalnız
ca ekonomik liberaller gördü. Spencer bütün “kolektivist" uygulamalara
karşı yardım sistemine onun geldiği bölgede verilen ad olan “yoktan üc
ret var etme” suçlamasını öne sürüyordu. Kolektivist uygulamaların içi
ne de eğitim, konul, kamuya açık eğlence ve dinlenme alanlarıyla hiz
metleri de rahatça katabiliyordu. 1913'te Dicey, Emeklilik Yasasına
(1908) karşı eleştirilerini şöyle özetliyordu: “Özünde bu, yoksullara düş
künler evi dışında verilen yardımın yeni bir biçiminden başka bir şey de-
392
gil." Aynı zamanda ekonomik liberallerin önerdikleri politikaları başarılı
bir biçimde uygulama şansına hiçbir zaman sahip olmadıkları görüşünü
öne sürüyordu: “Önerilerinden bazılan hiçbir zaman uygulamaya konul
madı; örneğin, düşkünlerevi dışında verilen yardım hiçbir zaman yürür
lükten kalkmadı," Dicey'nin görüşü bu olduğuna göre, Mises’in “işsizlik
yardımı ödendiği sürece işsizlik var olacaktır" (Liberalismus, 1927, s. 74)
ve “işsizlere yardtmın en etkin yıkım sılahlanndan biri olduğu kanıtlan
dı” (Socialism, 1927, s. 464; Nationalökononıie, 1940, s. 720) demesi do
ğaldı. Walter Lippmann Good Society (İyi Toplum) (1937) adlı kitabında
kendini Spencer’dan ayırmaya çalıştı, ama yalnızca Miscs’i anarak. Mises
ve Lippmann 1920'lerin ve 1930'larm yeni korumacılığına karşı ortaya
çıkan liberal tepkileri yansıtıyorlardı. Kuşkusuz, durumun birçok özelli
ği Speenhamland’i hatırlatır nitelikteydi. Avusturya’da işsizlik sigortaları
nı destekleyen, iflas halinde bir hâzineydi. Büyük Britanya’da “yaygın iş
sizlik yardımının” sadakadan farkı yoktu; Amerika'da'WPA ve PWA yü
rürlüğe konulmuştu; Kimya Sanayii’nin başında bulunan Sir Alfred
Mond 1926'da İngiliz işverenlerinin işsizlik fonundan kredi alabilmeleri
ni ve böylecc istihdamı artırmaya yardım edilmesini önerdi, ama hiçbir
sonuç alamadı. Ulusal para konusunda olduğu gibi işsizlik konusunda
da, liberal kapitalizm, ölüm döşeğinde başlangıç günlerinden miras ka
lan çözümlenmemiş sorunlarla karşı karşıyaydı.
393
Burke, E., Thoughts and D etails on Scarcity (1795)
Cowe, James, Religious and P hilanthropic Trusts (1797)
Crupmle, Samuel, M.D., An E ssay on the Best M eans o f Providing E m ploy
m en t/or the P eople (1793).
Defoe, Daniel, Giving Alms no Charity, and Employing the P oor a G rivean-
c e to the Nation (1704)
Dyer, George, A D issertation on th e T heory an d P ractice o f B en oolen ce
(1795)
— , T he Com plaints o f the P oor P eople o f England (1792)
Eden, On the P oor (1797), 3 cilt
Gilbert, Thomas, Plan f o r the B elter R elief and Em ploym ent o f the P oor
(1781)
Godwin, William, Thoughts O ccasioned by the Perusal o f Dr. P arri Spiritu
al Sermon, P reached at the Christ Church April 15, 1800, Lonrda 1801).
Hampshire, State o f the P oor (1795)
Hampshire Magistrate (E.Poulter), Com m ents on the P oor Bill (1797)
Howlett, Rev. J., Exam ination o f M r Pitt's Speech (1796)
James, Isaac, Providence D isplayed (Londra 1800), s. 20.
Jones, Edw., The Prevention o f Proverty (1796)
Luson, Hewling, In ferior Politics; or. C onsiderations on th e W rechednesm
and Profligacy o f the P oor (1786)
M’Farlane, Jonh, D.D., Enquiries Concerning the Poor (1782)
Martineau, H., The Parish (1833)
— , The H am let (1833)
— , T he History o f T he T hirty Year’s P ea ce (1 849), 3 cilt Massie, J., A
Plan... Penitent Prostitutes. Foun dlin g H ospital, P oo r an d P oor Law s
(1758)
Nasminlh, James, D.D., A Change, Isle o f Ely (1799)
Owen, Robert, Report to th e C om m ittee o f the Association f o r the R elief o f
the M anufacturing and Labouring Poor (1818)
Paine, Th., A grarian Ju stice (1797)
Pew, Rich, O bserations (1783).
Pitt, Wm. Morton, An Address to the L anded Interest o f the defic, o f H abita
tion and Fuel f o r the Use o f the Poor (1797)
Plan o f a Public Charity, A (1790), “On Starving", bir skeç Society for Bet
tering the Conditions of the Poor, First Report.
— , Second Report (1797)
Ruggles, Tho., T he H istoiy o f the P oor (1793), 2 cilt
Sabatier, Wm., Esq., A Treatise on Proverty (1797)
Saunders, Robert, Observations
394
Sherer, Rev., J.G ., Preseni State o f the Poor (1796)
Spitalfields Institution, Good Meat Soup, (1799)
Vestry of the United Parishes of St. Giles in the Field, Criticism o f “Bill
fo r the Belter Support and Maintenance o f the Poor” (1797)
Suffolk Gentleman, A Letter on the Poor Rales and the High Price o f Provi
sions (1795)
Towsend, Win., Dissertation on the Poor Laws 1786 by A Well-Wisher o f
Mankind
Vancouver, John, Causes and Production o f Poverty (1796)
Wilson, Rev. Edw., Observations on the Present State o f the Poor (1795)
Wood, J., Letter to Sir Wiliam Pulteney (Pitt tasarısı üzerine) (1797)
Young, Sir. W., Poor Houses and Worlt-Houses (1796)
7. Bölüme
9. SPEENHAMLAND VE VİYANA
Yazar, Speenhamland’ın ve onun klasik iktisatçılar üzerindeki etkisinin
incelenmesiyle ilk kez Büyük Savaş’lan sonra Avusturya’da gelişen çok
anlamlı sosyal ve ekonomik dunım içinde ilgilenmeye başladı.
Burada, katıksız kapitalist bir ortamda, sosyalist bir belediye ekono
mik liberallerin şiddetli saldırılarına hedef olan bir rejim kurmuştu. Kuş
kusuz belediyenin uyguladığı müdahaleci politikaların bir kısmı bir pi
yasa ekonomisinin işleyişiyle bağdaşmaz nitelikteydi, ama yalnızca eko
nomik tartışmalar birincil olarak ekonomik değil sosyal nitelikle olan bu
konunun bütününü çözümleyemezdi.
Viyana hakkındaki temel gerçekler şunlardı: Büyük Savaşı izleyen on-
395
beş yılın (1914-1918) büyük bir bölümünde, Avusturya'da işsizlik sigor
tası kamu fonlarından destekleniyor, böylece düşkünlerevi dışında veri
len yardım sınırsız bir biçimde yaygınlaşıyordu; kiralar eski düzeylerinin
çok altında dondurulmuş ve Viyana Belediyesi gerekli sermayeyi vergi
lerden sağlayarak büyük kiralık evler yaptırmıştı. Ücret desteklemeleri
yoktu ama, çok büyük düzeyde olmamakla birlikte geniş kapsamlı sosyal
hizmetleri ücretlerinin çok fazla düşmesine yol açabilirdi. Yaygın işsizlik
sigortası uygulamalarından büyük destek gören gelişmiş bir sendika ha
reketi bu düşüşü engelliyordu. Ekonomik açıdan sistemin anormalliği
açıktı. Kâr getiremeyecek bir düzeyde dondurulmuş kiralar varolan özel
girişimcilik sistemiyle, özellikle inşaat sektöründekiyle, çelişki içindeydi.
Ayrıca, dönemin başında yoksullaşmış bir ülkede sosyal korumacılık
ulusal para dengesinin sağlanmasına engeldi - enflasyonisı ve müdahale
ci politikalar el ele vermişlerdi.
Sonunda Viyana'da, Speenhamland gibi, katıksız ekonomi tartışmala
rından büyük destek gören siyasal güçlerin saldırısı karşısında çöktü. İn
giltere’de 1832’de, Avusturya’da 1834’de yer alan siyasal çalkantılar emek
piyasasını korumacı müdahalelerden kurtarma amacına yönelikti. Ne İn
giliz toprak sahiplerinin köyü ne de işçi sınıfının Viyanası kendilerini
çevrelerinden sonsuza dek soyutlayamazlardı.
Gene de iki müdaheleci dönem arasında çok önemli bir fark olduğu
açık. 1795’in İngiliz köyünü, ekonomik ilerlemenin, şehir sanayimdeki
büyük gelişmenin yol açtığı çözülmeden korumak gerekiyordu; 1918 Vi-
yanasının sanayi işçileri sınıfının ise savaş, yenilgi ve sanayideki karma
şadan kaynaklanan ekonomik gerilemenin etkilerinden korunması gere
kiyordu. Sonuç olarak, Speenhamland emek düzeninde bir bunalıma yol
açarak yeni bir refah döneminin başlamasını sağladı; Avusturya'da Heim-
wehr’in zaferi ise ulusal ve sosyal sistemin tümden alı-üsı oluşunun bir
parçasıydı.
Burada vurgulamak islediğimiz iki tür müdahalenin kültürel ve ahlâkı
etkileri arasındaki büyük fark: Speenhamland’ın piyasa ekonomisinin
yerleşmesini önleme çabası ve Viyana deniyiminin bu ekonomiyi bütü
nüyle aşmaya çalışışı. Speenhamland halk için gerçek bir felakete yol
açarken, Viyana, Batı tarihinin en şanlı kültürel başarılarından birine
ulaştı. 1795 yılı, sanayi işçisi statüsü kazanmaları engellenen emekçi sı
nıflarının eşi görülmemiş bir alçalışına yol açtı; 1918 gelişmiş bir sanayi
işçisi sınıfının koşullarında aynı derecede eşi görülmemiş bir ahlâkî ve
entelektüel yükselişi sağladı. Viyana sistemiyle korunan bu işçi sınıfı
ekonomik çözülmenin alçaltıcı etkilerine karşı koydu ve hiçbir sanayi
toplumunda kitlelerin hiçbir zaman aşamadığı bir düzeye ulaştı.
396
Bunun konunun ekonomik değil, sosyal yönlerine bağlı olduğu açık.
Ama Ortodoks ekonomistler müdahaleciliğin İktisadî yönlerini iyice an
lamışlar mıydı? Gerçekte, ekonomik liberaller Viyana rejimini klasik ik
tisatçıların süpürgesini bekleyen “Yoksullar Yasasının başka bir kötü uy
gulaması”, başka bir “yardım sistemi" olduğunu öne sürüyorlardı. Ama
bu düşünürler de Speenhamland’ın yarattığı oldukça sürekli koşullar ta
rafından yanılgıya sürüklenmiş değil miydiler? Çoğu kez, kendi derin
sevgilerinin biçimlenmesine yardım ettiği gelecek konusunda haklıydı
lar. Ama kendi devirleri konusunda bütünüyle yanlış düşünüyorlardı.
Modern araştırmaların onların pratik yargılarının doğruluğu konusunda
yaptıkları şöhretin haksız bir şöhret olduğunu kanıtladı. Malthus zama
nının ihtiyaçlarım bütünüyle yanlış değerlendirmişti; T.H. Marshall, eğer
nüfus fazlası konusunda uyardığı kesimler bunu ciddiye almış olsalardı,
“ekonomik ilerleme de daha başlangıcında yok edilmiş olurdu” diyor.
Ricardo, ulusal para konusundaki farklı görüşleri de İngiltere Merkez
Bankası’nm rolünü de yanlış anlatmış ve para değerinin düşüşünün ger
çek nedenlerini anlamamıştı. Bugün artık bu nedenlerin öncelikle siyasal
ödemeler ve transfer güçlüklerinden oluştuğunu biliyoruz. Eğer Ricar-
do’nun Bullion R eport 'unda verdiği öğütler dinlenmiş olsaydı, İngiltere
Napolyon Savaşlarında yenilir ve “imparatorluk bugün varolmazdı.”
Dolayısıyla Viyana deneyimi ve onun Speenhamland’le olan benzerlik
leri, bazılarının klasik iktisatçılara geri dönmelerine yol açarken bazıları
nda da onlara karşı kuşkular uyandırdı.
8. Bölüme
10. NEDEN WHITBREAD YASASI DEĞİL?
Speenhamland politikasının tek alternatifi, 1795 kışında hazırlanan
Whitbread Yasa Tasarısı gibi görünüyordu. Tasarı, 1593 Zanaatkarlar yö
netmeliğinin yıllık değerlendirmelerle asgari ücret saptanmasını içerecek
biçimde genişletilmesini öneriyordu. Tasarıyı hazırlayan, böyle bir önle
min Elizabeth döneminde kabul edilen ücret saptanması kurallarını ko
ruyacağını ve onu tavan ücret ayarlamalarının yerine taban ücretleri geti
rerek kırsal kesimde açlığı engelleyeceğini öne sürüyordu. Kuşkusuz ta
sarı olağanüstü durumun gereklerini karşılayabilirdi. Örneğin yargıçlar
Sir Arthur Young'un da hazır bulunduğu bir toplantıda Speenhamland il
kesini de kabul ederlerken, Suffolk üyelerinin Whitbread Tasarısını des
tekledikleri gözlemlenmeye değer; uzman olmayanlara iki önlem arasın
daki fark o kadar büyük görünmemiş olsa gerek. Bu da şaşırtıcı değil,
yüz oluz yıl sonra, Mond Planı (1926) işsizlik fonunu sanayideki ücret
leri yükseltmek için kullanmayı önerdiği zaman, halk, hâlâ, işsizlere yar
397
dımla çalışanlar için ücret desteklemeleri arasındaki belirleyici ekono
mik farkı görüyordu.
Ancak, 1795’teki seçim, asgarî ücretlerle ücret desteklemeleri arasında
yapılacak bir seçimdi. İki politika arasındaki farkı en iyi bunlarla 1662
yerleşim yasasının aynı zamanda yürürlükten kalkışı arasındaki ilişkiye
değinerek görebiliriz. Bu yasanın yürürlükten kalkışı, ana amacı ücretle
rin “kendi düzenlerini bulmalarını" sağlamak olan ulusal bir emek piya
sası kurulması olanağı yarattı. Whitbread’in önerdiği gibi 1563 Zanaat
karlar Yönetmeliği yerine 1601 tarihli Yoksullar Yasası’nın uygulamasını
genişleterek, köy ileri gelenleri, temelde yalnızca köy düzeyinde ve yal
nızca piyasanın işleyişine en az müdahale edecek biçimde paternalizme
geri dönüyor, ama aynı zam an da ücret saptanm ası m ekanizm asını uygula
nam az kılıyorlardı. Yoksullar Yasasının bu sözde uygulamasının gerçekte
Elizabeth Dönemi zorla çalıştırma ilkesinin bütünüyle yıkılması demek
olduğu hiçbir zaman açıkça kabul edilmedi.
Speenhamland Yasasını destekleyenler için pragmatik kaygılar büyük
önem taşıyordu. Yasa taraftarlarından olabilecek Windsor kilise heyeti
üyesi broşürde kesin biçimde laissez-faire yanlısı olduğunu açıklıyordu.
“Emek, piyasaya getirilen her şey gibi, her devirde yasal müdahale olma
dan kendi fiyatını bulmuşlur” diyordu. Bir İngiliz yargıcının, bunun ak
sine, emeğin hiçbir devirde yasal müdahale olmadan fiyatını bulmadığını
söylemesi daha uygun olurdu. Ancak: diye devam ediyordu Kilise Mecli
si üyesi Wilson, sayılar ücretlerin mısır fiyatları kadar hızlı yükselmedi
ğini gösteriyor. Dolayısıyla da “yoksullara bir miktar yardım yapılması
için bir önlem" öneriyordu. Yardım, erkek, kadın ve bir çocuktan oluşan
bir aile için beş şilin tutuyordu. Yazdığı kitapçığın tanıtmalarından birin
de şöyle diyordu: “Bu bildirinin özü, geçen mayısın altısında New-
bury’de yapılan sulh yargıçları toplantısında önerildi." Sulh yargıçları,
bildiğimiz gibi, Kilise Heyeti bünyesinden daha ileri gitmiş ve oy birli
ğiyle beş şilin altı penilik bir ölçüt kabul edilmişti.
13. Bölüme
11. DİSRAELİ'NİN "İKİ ULUS"U VE
BEYAZ OLMAYAN IRKLAR SORUNU
Çeşitli yazarlar, sömürge sorunlarıyla kapitalizmin ilk dönemlerinde or
taya çıkan sorunlar arasındaki benzerlik üzerinde durdular. Ama benzer
liği karşıt yönden irdelemeyi başaramadılar, yani yüzyıl önceki İngilte
re’nin yoksul sınıflarının durumuna, onları oldukları gibi, devirlerinin
kabileleri parçalanmış, alçalmış yerlileri olarak, gösterip durumlarına
ışık tutamadılar.
398
Bu açık benzerliğin gözden kaçmasının nedenleri, özünde ekonomi
dışı süreçler olan şeylerin ekonomik yönlerine gereksiz bir önem veren
liberal ön yargılara olan inançla yatıyor. Ne bugünün bazı sömürge böl
gelerindeki ırk sorunlarıyla ilgili aşağılanma, ne de yüzyıl önce emekçi
halkın insanlıktan çıkarılışı, özünde ekonomik olgulardı.
a) Yılncı kültür tem ası ön celikli ekon om ik bir olgu değildir
L.R Mair, bugün yerli toplumların çoğunun, bir devrimin şiddet yo
luyla getirdiği değişikliklerle karşılaştırılabilecek türden hızlı ve zor yo
luyla gerçekleştirilen dönüşümler geçirdiğini söylüyor. İşgalcilerin amaç
larının kesinlikle ekonomik olmasına ve ilkel toplumun çoğu kez ekono
mik kurumlann yıkılması sonucu çökmesine karşın, açıkça görünen şey
yeni ekon om ik kurum lann y erli kültür tarafından ûzûm senem em csi ve so
nuçta yerli kültürün, yerine tutarlı bir değerler sistemi kurulmadan çö
zülmesi.
Batı kurulularının içerdiği yıkıcı eğilimler arasında en önde geleni,
“geniş bir alanda barış”. Bu “klan yaşamını, patriarkal otoriteyi, gençle
rin askerî eğitimini yıkar, klan veya kabilelerin göç etmesine neredeyse
bir engel oluşturur” (Thumwald, B lack an d W hite in E ast A frica; The
F abric o f a New C ivilization, 1935, s. 394.) "Savaş, yerli yaşama, barış za
manlarında üzücü bir biçimde ortadan kalkan canlılık kazandırır..’’ “Sa
vaşın ortadan kaldırılması nüfusun azalmasına yol açar..” Savaş zaten
çok az can kaybına yol açıyordu, ama yokluğu, canlandırıcı gelenek ve
törenlerin yok olmasıyla ve bunun sonucu olarak köy yaşamında tatsız
bir cansızlık ve duygusuzlukta özdeşleşir" (HE. Williams, Depopulation o f
theS u an District, 1933, “Anthropology", Report No: 13, s. 43). Bunu yer
linin geleneksel kültürel çerçevesindeki “şehvetli, canlı, heyecanlı yaşa
mı" ile karşılaştıralım (Goldenweiser, Lose Ends, s. 99.
Goldenweiser'in deyişiyle, gerçek tehlike, “kültürel bir arada kalmış
lık" tehlikesidir (Goldenweiser, Anthropology, 1937, s. 429). Bu noktada,
hemen hemen, tam görüş birliğine varılıyor, “Eski engeller sarsılıyor ve
yeni yönlendirici çizgiler ortaya konulmuyor" (Thumwald, B lack and
White, s. 111). “Mal biriktirmenin anti-sosyal olarak görüldüğü bir top
luluğu korumak ve bunu çağdaş beyaz kühürle bağdaştırmaya çalışmak
bağdaşmaz iki kurumsal sistem arasında uyum sağlamaya çalışmaya ben
zer” (Wissel, M. Mead, The Changing Culture o f an Indian Tribe, 1932, Gi
riş yazısı). “Göçmen kültür-taşıyıcıları yerli kültürü yok etmeyi başarabi
lirler, ama bu kültürün taşıyıcılarını ne ortadan kaldırabilirler, ne de
kendi içlerinde asimde edebilirler” (Pitt-Rivers, “The Effect On Native
Races of Contact with European Civilization" Man, C.XXVII, 1927 için
de). Ya da Lesser’in sanayi uygarlığının başka bir kurbanı üzerine yaptığı
399
keskin gözlem: “Pawnice olarak oluştukları kültürel olgunluktan, beyaz
adamlar olarak kültürel bir çocukluğa düşürüldüler,” (The Pawnee Ghost
Dance Hand Game, s. 44).
Bu ölüler gibi yaşama durumu, kabul edilmiş anlamında, yani bir tara
fın öteki taraf zararına çıkar sağlaması anlamında, ekonomik sömürüye
bağlı değildir. Ama toprak mülkiyeti, savaş, evlilik gibi her biri önemli
sayıda alışkanlık, âdet ve gelenekle ilintili ekonomik koşullara sıkı sıkıya
bağlı olduğu açıktır. Batı Afrika’nın nüfusunun geniş alanlara yayıldığı
bölgelerine zorla bir para ekonomisi kabul ettirildiğinde, yerlilerin,
“kimse onlara satmak üzere bir yiyecek fazlası yetiştirmediği için, üretil
meyen yiyecekleri satın alamamaları" ücretlerin yetersizliği yüzünden
değildir (Mair, Aıı African People in the Tivewiecth Century, 1934, s. 5).
Onların kurumlan farklı bir değer ölçütü içerir; hem tasarrufa yönelik
tirler, hem de piyasa dışı bir mantıkları vardır. “Piyasada ma! bolluğu ol
duğu zaman da, darlık zamanında isledikleri fiyatian isterler, ama bir şey
satın alınırken küçücük bir tasarruf yapabilmek için, aynı zamanda bü
yük masraflar yaparak ve eneıji sarfederek, uzak mesafeler katederler.”
(Mary H. Kingsley, West African Studies, s. 339). Ücretlerde bir yükseliş,
çoğu kez işten kaçılması sonucunu verir. Tehuanıepec'deki Zapotec Yer
lilerinin 50 centavos ücret aldıklannda, 25 centavos alırken çalıştıkları
nın yarısı kadar çalıştıkları söyleniyor. Bu paradoks Ingiltere’de Sanayi
Devrimi’nin ilk yıllarında da oldukça yaygındı.
Nüfus oranlarıyla ilgili ekonomik endeksler de ücretlerden daha çok
işimize yaramıyor. Goldenweiser, Rivers'in Malinezya üzerine yaptığı ünlü
gözlemi, kültürel çöküş içindeki yerlilerin “sıkıntıdan olabilecekleri" göz
lemini, destekliyor. Bu bölgede misyoner olarak çalışan EE. Williams
“ölüm oranını etkileyen psikolojik unsurların” kolayca anlaşılabileceğini
yazıyor. “Birçok gözlemci, yerlilerin ne kadar şaşırtıcı bir biçimde, kolay
lık ve rahatlıkla öldüğüne dikkat çekiyor." “Eski ilgi ve faaliyetlerin kısıt
lanması yerlilerin ruhunda ölümcül bir etki yapmışa benziyor. Sonuç, yer
linin direnme gücünün azalması ve herhangi bir hastalığa kolayca teslim
olması” (Op. Cit. s. 43). Bunun, ekonomik yokluğun yarattığı baskıyla bir
ilgisi yok. “Dolayısıyla çok yüksek bir nüfus artışı, hem kültürel canlılığın
hem de kültürel çöküşün bir göstergesi olabilir”, (Frank Lorimer, Obser
vations on the Trend o f Indian Population in the United States, s. 11.)
Kültürel çöküş, yalnızca ekonomik yaşam düzeyiyle ilgili olmayan,
kabile toprak mülkiyeti biçimine geri dönüş ya da topluluğun kapitalist
piyasa yöntemlerinden soyutlanması gibi sosyal önlemlerle durdurulabi
lir. John Collier 1942’de, “Kızılderiliyi toprağından ayırmak ölümcül bir
darbeydi" diye yazıyor.
400
1887 Genel Toprak Dağıtımı Yasası, Kızılderilinin toprağını “bireyselleş
tirdi”; bundan kaynaklanan kültürel çözülme, onun topraklarının üçle bi
rini, yani aşagı-yukan otuz altı bin dönümünü kaybetmesine neden oldu.
1934'te, Kızılderililerin Yeniden Örgütlenmesi Yasası kabile topraklarını
birleştirdi ve kültürünü canlandırarak Kızılderili topluluğunu kurtardı.
Afrika için de aynı hikâyeyi duyuyoruz. Sosyal düzen doğrudan doğ
ruya toprak mülkiyeti biçimlerine bağlı olduğu için, bunlar ilgi alanımı
zın merkezini oluşturuyor. Yüksek vergiler ve rantlar, düşük ücretler gibi
ekonomik çatışmalar olarak görünen şeyler hemen hemen her zaman
yerlileri geleneksel kültürlerini bırakmaya ve böylece onları piyasa eko
nomisi yöntemlerine uyum sağlamaya, yani ücret karşılığı çalışıp piyasa
için mal üretmeye zorlamanın üstü örtülü biçimlerini oluşturdular. Bu
süreç içinde yerli kabilelerin bazılan ve şehre göçedenler atalarından kal
ma meziyetlerini yitirip uyuşuk bir kalabalık, “yan-ehli hayvanlar” duru
muna geldiler. Aralarında aylaklar, hırsızlar ve daha önce hiç tanımadık
ları, bir kurumdan olanlar, fahişeler bulunuyordu. Durumları her şeyden
çok İngiltere’nin 1795-1834 sıralarındaki düşkünleşmiş halkınınkine
benziyordu.
b) Kapitalizmin ilk dönemlerinde emekçi sını/lanıı insani alçalışı ekono
mik terimlerle ölçülemeyecek sosyal bir a/etin sonucuydu.
Daha 1816'da Robert Owen işçileri için şu gözlemi yapıyordu: “Aldık
ları ücret ne olursa olsun çoğu sefil durumda olacaktır..” (To (J|tf British
Master Manufacturers, s. 146). Adam Smith’in topraktan ayrılan işçinin
tüm enıellekıüel ilgisini yitirmesini beklediğini hatırlayabiliriz. M’Farlane
da, “halk tabakası arasında yazı ve hesap bilgisinin giderek daha zor bulu
nur duruma gelmesini” bekliyordu. (Enquiries Concerning the Poor, 1782,
s. 249-50). Bir nesil sonra Owen işçilerin alçalışını “çocukluklarında ih
mal edilmiş olmalarına”, “fazla çalışmaya" bağlıyor ve bunun onları “ce
halet yüzünden, yüksek ücret kazandıklarında bile bunu iyi bir biçimde
kullanamaz” duruma getirdiğini söylüyordu. O, işçilerine düşük ücret
ödüyor ve onların statülerini, yapay bir biçimde, bütünüyle yeni bir kül
türel çevre yaratarak yükseltiyordu. Halk kitlelerinin kötü alışkanlıkları,
genelde yıkıcı kültür temasının alçalttığı yerli halklarınkiyle aynıydı;
Müsriflik, fuhuş, hırsızlık, tutumlu olmayış, düzensizlik, düşük verimli
lik, kendinc-saygı ve direnç yokluğu. Piyasa ekonomisinin yayılması, kır
sal toplumun, köy topluluğunun, eski toprak mülkiyeti biçiminin, âdetler
ve yaşamı kültürel bir çevrede tutan ölçütlerin geleneksel dokusunu par
çalıyordu. Speenhamland’ın koruma çabası durumu yalnızca daha da kö
tüleştirdi. Daha 1830’lara gelinmeden, halk tabakası bugün Afrika kabile
lerinin içinde bulunduğu felaket kadar dön başı mamur bir sosyal felaket
401
içine düşmüştü. Irkların alçalışıyla sınıfsal alçalma arasındaki benzerliği
bir tek zenci sosyolog Charles S. Johnson tersine çevirdi: “Sanayi Devri-
minin Avrupa’nın diğer taraflarından daha ileri olduğu İngiltere’de müthiş
ekonomik değişiklikleri izleyen sosyal keşmekeş yoksul çocukları daha
sonra Afrikalı kölelerin düşeceği “eşya parçası" durumuna getirmişLi...
Çocuklara uygulanan serf sistemini haklı göstermek için öne sürülen fi
kirler daha sonra köle ticaretini haklı çıkarmak için öne sürülenlerle he
men hemen aynıydı" (Race Relations and Social Change, E. Thompson,
Race Relations and Race Problem, 1939 içinde, s. 274).
Ek Not
12. YOKSULLAR YASASI VE EMEK DÜZENİ
Henüz Speenhamland sisteminin geniş plandaki sonuçlan, kaynakları,
etkileri ve aniden ortadan kalkışı incelenmedi. Bununla ilgili birkaç nok
ta şunlar:
1. Speenhamland ne ölçüde bir savaş önlemiydi?
Yalnızca ekonomik bir görüş açısından, Speenhamland çoğu kez de
nildiği gibi bir savaş önlemi olamaz. O devirde yaşayanlar, ücretlerin ko
numuyla savaş durumu arasında pek bir bağ kurmuyorlardı. Ücretlerde
gözle görülür bir yükselme olduğu durumlarda, bu, savaştan önce başla
mıştı. Arthur Young'ın 1795’te kötü mahsulün tahıl fiyatı üzerindeki etki
lerini belirlemek için yazdığı Circular Letter (Anket Mektubu) şu soruyu
(IV. nokta) içeriyordu: “Bir önceki döneme göre tarım işçilerinin ücretle
rindeki yükseliş (eğer varsa) ne kadardı?" Tipik bir biçimde, anketi dol
duranlar “bir önceki dönemden" kesin olarak ne kastedildiğini anlama
mışlardı. Göndermeler üçle elli yıl arasında değişiyordu. Aralarında şu
zaman dilimleri vardı:
3 yıl J.Boys, s. 97
3-4 ** J.Boys, s. 90.
10 Shropshire, Middlesex, Cambridgeshire’dan gelen ra
porlar.
10-15 u Sussex ve Hampshire
10-15 “ E. Harris
20 J.Boys, s. 86
30-40 W William Pitt
u
50 Rahip S. Howlett
402
Bu arada, işsizliğe yol açan kötü mahsul ve kötü hava koşullarına bağ
lı düşkünlük artışına karşı genel olarak alman önlemler şunlardan oluşu
yordu: 1) Yerel düzeyde iane ve bedava veya düşük fiyatlı yiyecek ve ya
kacak dağıtımı; 2) İş olanakları yaratılması. Ücretler genel olarak etki
lenmiyordu; 1788-89’da, benzer bir olağanüstü durumda, ek istihdam
yerel düzeyde, normalden daha düşük ücretlerle sağlanmıştı. (Karşılaştır,
S.Harvey, “Worcestershire”, Ann, O f Agr., 1789, V. XII içinde, s. 132. Ayrı
ca E. Holmes, “Cruckton”, aynı yerde, s. 196).
Gene de, haklı olarak savaşın Speenhamland önlemi üzerinde hiç ol
mazsa dolaylı bir etkisi olduğu varsayılır. Aslında, hızla yayılan piyasa sis
teminin iki zayıflığı savaş tarafından belirginleştirildi ve Speenhamland'ın
doğduğu ortamı yarattı: 1) Tahıl fiyatlarının dalgalanma eğilimi; 2) Ayak
lanmaların bu dalgalanmalar üzerindeki çok muzır etkileri. Yalnızca çok
kısa bir süre önce serbest bırakılmış olan tahıl piyasasının savaşın yarattı
ğı gerilime ve ambargo tehditlerine dayanması beklenemezdi. Tahıl piya
sası artık, kötü haberci olarak önem kazanan ayaklanma alışkanlığının yol
açtığı paniğe karşı bir önlem de oluşturamazdı. Sözde düzenleyici sistem
içinde, merkezî yetkililer, “düzenli ayaklanma"yı yumuşak bir biçimde ele
alınması gereken yerel kıtlığın bir göstergesi olarak görmüşlerdi; şimdi ise
bu, kıtlığın bir nedeni ve genelde topluluğa, aynı zamanda da yoksulların
kendilerine karşı bir tehlike olarak itham ediliyordu. Arthur Young, “yi
yecek fiyatlarının yükselmesi durumunda çıkacak ayaklanmaların sonuç
lan" ile ilgili bir uyan yayınlamış ve Hannah More “The Riot, or Half a lo
af is Belter than ne Bread” ( “Ayaklanma, ya da yarım somun ekmeksiz
kalmaktan iyidir” - “Bir zamanlar bir kunduracı vardı” adlı şarkının melo
disiyle söylenecek) adlı didaktik şiirinde, Young’mkilere benzer görüşleri
yaymaya yardım etmişti. More’un ev kadınlanna cevabı, yalnızca Young’m
aşağıdaki hayalî konuşmayla belirttiğinin kafiyeli biçimiyledi: “Açlıktan
ölünceye kadar susalım mı? ‘Tabii ki hayır, şikâyet etmelisiniz; ama şikâ
yetleriniz ve eylemleriniz sorunlan daha da kötüleştirmeyecek türden ol
malı’.” Young, “Ayaklanmalar olmadığı sürece", en ufak bir açlık tehlike
siyle bile karşılaşılmayacağında ısrar ediyordu. Tahıl arzı paniğe karşı çok
duyarlı olduğundan, kaygılarında pek haksız sayılmazdı. Ayrıca, Fransız
Devrimi düzenli gösterilere bile tehdit edici bir anlam yüklemişti. Ücretle
rin yükselmesi korkusu, kuşkusuz Speenhamland’ın ekonomik nedenini
oluşturmakla birlikte, durumun yol açabileceği sonuçlar ekonomik ol
maktan çok sosyal ve siyasal nitelikteydi.
2. S ir Andrew Young ve Yerleşim Yasasının yürürlükten kalkışı.
İki çok etkili Yoksullar Yasası önlemi 1795 tarihli: Speenhamland ve
“Kilise yetki atanına bağlı sertliğin” ortadan kalkışı. Bunun yalnızca bir
403
rastlantı olduğuna inanmak güç. Emeğin hareketliliği üzerindeki etkileri
bir noktaya kadar karşıt etkilerdi. İkinci önlem, emekçi için iş bulmak
üzere dolaşmayı daha çekici kılarken, birincisi bunu daha az zorunlu bir
duruma getiriyordu. Göçle ilgili çalışmalarda geçen “çekiş" ve “itiş" gibi
kullanışlı terimlerle, varış noktasının “çekişi" anarken, doğum yeri olan
köyün “itişi” azalmıştı. Dolayısıyla, 1622 tarihli yasanın değişmesiyle do
ğan kırsal alanlardaki geniş çaplı nüfus düzensizliği, Speenhamland tara
fından kesin olarak azaltılmıştı. Yoksullar Yasasının uygulanması açısın
dan iki önlem birbirini bütünlüyordu. Çünkü 1662 Yasasındaki gevşek
lik yasanın önlemeye çalıştığı bir riski, “daha iyi" kilise bölgelerinin yok
sullar tarafından istilası tehlikesini, içeriyordu. Speenhamland olmasay
dı, bu gerçekleşebilirdi. O dönemde yaşayanlar bu bağlantının üzerinde
durmadılar. Eğer 1662 Yasasının bile kamuoyunda tartışılmadığı hatırla
nırsa, bunun pek de şaşırtıcı olmadığı görülür. Ama iki önlemi iki kez
birlikle desteklemiş olan Sir William Young'm aklında ilişkinin kesin ol
ması gerekiyor. Young 1795’te Yerleşim Yasasında değişiklik yapılmasını
savunmuştu; aynı zamanda, Speenhamland ilkesini yasalaşııran 1796 ta
sarısına da ön ayak oluyordu. Daha önce bir kez daha, 1788'de, aynı iki
önlemi başarısızca desteklemişti. Yerleşim Yasasının yürürlükten kaldırıl
masını hemen hemen 1795‘te kullandığı terimlerin aynılarını kullanarak
önermiş, aynı zamanda da üçte ikisi işveren tarafından üçte biri de vergi
lerden ödenecek geçimlik bir ücret belirlemesi önerisini içer, n bir yok
sullara yardım önlemini desteklemişti (Nicholson, History o j the Poor
Laws, C. II). Ancak, bu ilkelerin geçerlilik kazanabilmesi için Fransa Sa
vaşı ve bir kötü mahsul daha gerekti.
3. Şehirlerdeki ücretlerin kırsal topluluk üzerindeki etkileri.
Şehrin çekişi kırsal ücretlerin yükselmesine yol açarken, bir yandan
da kırsal kesimdeki tarım işçisi fazlasını eritme eğilimindeydi. Bu yakın
dan ilintili iki beladan İkincisi daha önemliydi. İlkbaharda ve Ekimde
boş kış aylarından daha fazla emeğe ihtiyaç duyan tarım sektörü için ye
terli bir emek fazlası canalıcı bir önem taşıyordu. Organik yapıya sahip
geleneksel bir toplumda böyle bir emek fazlasının varlığı yalnızca ücret
düzeyiyle değil, halkın yoksul kesimlerinin statüsünü belirleyen kurum
sal çevreyle ilgilidir. Bildiğimiz bütün toplumiarda, tarım işçilerini tale
bin yüksek olduğu dönemlerde işverenin elinin altında bulundurmak
üzere yapılmış yasal veya geleneksel düzenlemelere rastlıyoruz.
Bir kez statü (status) yerini sözleşmeye (contractus) bıraktığında, şe
hirdeki ücret yükselişlerinin kırsal kesimde yarattığı durumun kilit nok
tası burada bulunuyor. Sanayi Devriminden önce kırsal kesimde önemli
bir emek fazlası bulunuyordu: İnsanları kışın meşgul edip onu ve karısı
404
nı ilkbahar ve sonbaharda tarlada çalışmak üzere hazır bulunduran ev
sanayii vardı. Yoksulları kilise alanında, neredeyse serf durumunda tutup
böylece bölgedeki çiftlik sahiplerine bağımlı kılan Yerleşim Yasası vardı.
Yoksullar Yasası çerçevesinde, yerleşik emekçiyi uyumlu bir işçi duru
muna getiren işe yerleştirme, değişik yerlerde zorunlu çalışma sistemleri
gibi önlemler vardı. Çeşitli Sanayi Bürosu yönetmeliklerine göre bir di
lenci yalnızca fazla gürültü çıkarmadan değil, düpedüz gizlice, acımasız
bir biçimde cezalandtrılabiliyordu; bazı durumlarda, eğer gündüz zorla
evine girme hakkına sahip yetkililer bir yoksulun “ihtiyaç içinde olduğu
na ve yardım edilmesi gerektiğine” karar vermişlerse, yardım isteyen biri
vesayet altına alınıp düşkünlerevine götürebiliyordu (31 Geo. III. C. 78).
Bu evlerdeki ölüm oranları tüyler ürperticiydi. Buna, kuzeydeki, ücretle
ri aynî olarak ödenen ve istenildiği zaman tarlada çalıştırılabilen rençber-
lerin durumuyla, bölgeye bağlı kulübelerin ve yoksulların sallantılı top
rak mülkiyeti biçimlerinin yanında yer alan birçok bağımlılık türü de ek
lendiğinde, kırsal kesimdeki işverenlerin elinin altında bulunan uysal iş
çiler ordusunun boyutları görülebilir. Dolayısıyla ücret konusunda ba
ğımsız olarak, yeterli bir tarım işçisi fazlası bulundurma konusu da var
dı. Bu iki konunun görece önemi çeşitli dönemlerde değişebiliyordu.
Speenhamland uygulaması çiftçilerin ücretlerin yükselmesinden kork
malarıyla yakından ilintiliydi. Tanmdaki bunalımın son yıllarında
(1815’ten sonra) yardım sisteminin hızla yayılması da büyük bir olasılık
la aynı nedenden kaynaklanıyordu. Ama, otuzlu yılların başında tarım
topluluğunun neredeyse tam bir görüş birliği içinde yardım sisteminin
yerinde kalması için ısrar etmesi, ücretlerinin yükselmesinden korkma
larına değil, el altında gerekli miktarda emek gücü bulundurma kaygıla
rına bağlıydı. Ancak, bu kaygının hiçbir dönemde, özellikle ortalama ta
hıl fiyatlarının hızla artarak emek fiyatındaki yükselişi fazlasıyla aştığı
uzun süren görülmemiş bolluk döneminde (1792-1813), bütünüyle or
tadan kaybolmamış olması gerek. Ücretler değil, emek arzı Speenham-
land’tn ardındaki hiç yok olmayan temel kaygıydı.
Ücret yükselişlerinin daha geniş bir emek arzı yaratacağı düşünüldü
ğünde, bu iki amaç arasında ayrım yapmaya kalkışmak yapay görünebi
lir. Ancak bazı durumlarda, çiftçi için bu iki kaygının hangisinin daha
önemli olduğunu gösteren kesin kanıtlar var.
tik olarak, bölgede yerleşmiş yoksulların durumunda bile, toprak sa
hipleri herhangi bir başka alanda ortaya çıkan ve mevsimlik tarım işleri
için işçi bulunmasını güçleştiren istihdam biçimlerine şiddetle karşıydı
lar. 1834 raporuna tanık olanlardan biri, bölgede yerleşmiş yoksulları
“bazı yoksulların, ailelerine kilise bakarken, balık tutmaya gidip haftada
405
bir pound bile kazanabilmekle” suçluyordu. “Bu yüzden cezaevine gön
deriseler bile, çıktıktan sonra gene iyi kazanç sağlayan işler yapabildik
leri sürece buna aldırmıyorlar...” (s. 33). Aynı tanığın yakınlığı gibi, “çift
çilerin ilkbahar ve Ekim ayı işleri için yeterli işçi bulamamalarının nede
ni bu” (Henry Stuarti Report, App-A, Pı. 1, s. 334).
İkinci olarak, ortada toprak dağıtımı gibi can alıcı bir sorun vardı.
Çiftçiler, bir adam ve ailesini yardım almaktan kurtarmakla hiçbir şeyin
kendine ait bir toprak parçası kadar etkin olamayacağında görüş birliği
içindeydiler. Gene de, vergi yükleri bile, onları bölgedeki yoksulların ge
çici çiftlik işlerine olan bağımlılığını azaltabilecek herhangi bir toprak
dağıtımı biçimini onaylamaya razı edememişti.
Bu nokta dikkate değer. Daha 1833’ıen önce, çiftçi topluluğu duygula
ra yer vermeksizin Speenhamland’ı destekliyordu. Yoksullar Yasası Ko
misyonu Raporundan alman bazı bölümlere göre: Yardım Sistemi, “ucuz
emek, çabuk kaldırılan harman" demekti (Power). “Yardım sistemi ol
madan çiftçilerin toprağı işlemeyi sürdürebilmeleri olanaksızdı” (Co-
well). “Çiftçiler, adamlarının yoksul hesabından para almalarından hoş
lanıyorlar” (S. Mann.) “Özellikle büyük çiftçilerin onların (vergilerin)
düşürülmesini islediklerini sanmıyorum. Vergiler olduğu gibi kaldıkları
sürece, istedikleri fazladan kol gücünü bulabilir, yağmur başladığında da
onlan kilisiye geri verebilirler..” (Çiftçi tanıklarından biri). Kilise hcye-
lindekiler, “emeği kilise yardımından bağımsız kılacak her türlü önleme
karşıydılar; yardım, emeği kilise yetki alanında tutuyor ve acil işler için
her zaman elleri altında bulunduruyordu.” “Yüksek ücretler ve özgür
emekçilerle başa çıkamayacaklarım” söylüyorlardı (Pringle). Yoksullara
bir toprak parçası vererek onlara bağımsızlık kazandıracak her türlü ön
leme şiddetle karşı koydular. Onları düşkünlükten kurtarıp düzgün ba
ğımsızlık kazanmalarına ve tanm sektörünün ihtiyacı olan işsizler ordu
su saflarından ayrılmalarına yol açacaktı. Toprak dağıtımı taraflarından
Majendie, aşağı-yukan bir dönümlük parseller öneriyordu; bunu aşan
önerilerin başan umudu olmadığım düşünüyordu, çünkü “toprak sahip
leri emekçilerin bağımsız olmasından korkuyorlardı." Power, toprak da
ğıtımının başka bir destekleyicisi, bunu onaylıyordu. “Genel olarak çift
çiler arazilerinin böyle azalmasından hoşnut değiller; gübre getirmek
için daha uzağa gitmeleri gerekiyor, üstelik işçilerinin bağımsızlığının
artmasına karşılar.” Ökeden, 1/4 dönümlük toprak parçaları önerdi.
Çünkü “bu, ev sanayiinde çalışan her aile tarafından tam fâliyet halinde
kullanılan çıkrık ve öreke, mekik ve örgü şişi kadar zaman alacaktı!”
Bu, çiftçi topluluğu açısından, yardım sisteminin, bölgedeki yoksullar
dan oluşan kullanıma hazır bir emek fazlası bulundurmak olan gerçek
406
işlevi hakkında kuşkuya yer bırakmıyor. Böylece Speenhamland kırsal
kesimde bir nüfus fazlası varmış izlenimini yarattı, oysa gerçekte böyle
bir şey yoktu.
4. Sanayi şehirlerinde yardım sistemi.
Speenhamland öncelikle kırsal kesimde sefaleti azaltmak için düşü
nülmüş bir önlemdi. Bu onun köylerle sınırlı olduğu anlamına gelmiyor
du, çünkü piyasa şehirleri de kırsal kesimin bir parçasıydılar. Daha otuz
lu yılların başından önce tipik bir Speenhamland bölgesinde, şehirlerin
çoğu yardım sistemi uyguluyorlardı. Örneğin, nüfus fazlası açısından
“iyi" olarak sıntflanan Hereford bölgesinde, altı şehrin altısında Speen
hamland yöntemleri kullanılırken, “kötü” Sussex bölgesinde oniki şehir
den en dar anlamında Speenhamland yöntemi kullanan dokuz, kullan
mayan üç şehir vardı.
Doğal olarak Kuzey ve Kuzey Balının sanayi şehirlerinde durum farklıy
dı. 1834'e kadar sanayi şehirlerinde bağımlı yoksulların sayısı, kırsal ke-
simdekinden önemli ölçüde daha düşüklü. Kırsal kesimde, 1795’ıen önce
bile, fabrikaların yakınlığı düşkünlerin sayısını epeyce artırabiliyordu.
I789’da Rahip John Hawleu, çok inandırıcı bir biçimde, “gerçekler bunun
tam tersiyken, büyük şehirlerde ve kalabalık sanayi yörelerinde yoksulla
rın oranının kilise yetki alanlanndakinden daha fazla olduğu yolundaki
yaygın yanlışa" karşı çıkıyordu (Annals o f Agriculture, v. XI s. 6, 1789).
Sanayi şehirlerindeki durumun ne olduğu ne yazık-ki tam olarak bi
linmiyor. Yoksullar Yasası Komisyonu üyeleri, Speenhamland yöntemle
rinin sanayi şehirlerine yayılması gibi sözde çok yakın bir tehlikeden do
layı huzursuz görünüyorlardı. Bundan “en az Kuzey bölgelerinin eıkin-
lendigi” görülüyor, ama gene de "şehirlerde bile ciddi boyutlarda var ol
duğu” söyleniyordu. Gerçekler bunu pek desteklemiyor. Doğru, Manc
hester ve Oldham'de sağlıklı ve işgüç sahibi insanlara yardım verildiği
oluyordu. Henderson’un yazdığına göre, Preston’da Yardım Vergisi öde
yenlerin toplantısında, “haftalık ücreti bir sterlinden 18 şiline düştüğü
için kiliseye sığınan” bir düşkün konuşmuştu. Salford, Padiham ve Ul-
verston belediyeleri de “düzenli biçimde” ücret desteklemeleri uygula
yan belediyeler olarak sınıflandırılıyorlardı; dokumacılar ve yün eğiren-
ler için Wigen da böyleydi. Nottingham'da çoraplar, hem maliyetin altın
da satılıyor hem de üreticiye kâr getiriyorlardı, bunun vergilerden öde
nen ücret desteklemelerine bağlı olduğu açıktı. Preston hakkındaki rapo
runda Henderson, daha o zamandan “bu zararlı sistemin özel çıkar grup
larının desteğini sağlayarak içeri sızdığını” görür gibi oluyordu. Yoksul
lar Yasası Komisyonu üyelerine göre, sistemin şehirlerde daha az yaygın
olması “sanayici kapitalistlerin vergi ödeyenlere oranla daha az sayıda ol-
407
malanna ve bu yüzden kilise heyetinde kırsal kesimdeki çiftçiler kadar
etkili olamamalarına” bağlıydı.
Bu ancak kısa dönemdeki durumu yansıtıyor olabilir, uzun dönemde
sanayici işverenlerin yardım sisteminin yaygınlaşmasına karşı çıkmaları
için çeşitli nedenler olabilirdi.
Bunlardan biri, düşkünlerin etkin olmamalarıydı. Pamuk Sanayii te
melde parça başına çalışmaya, ya da o zamanki adıyla götürüye, dayanı
yordu. Tarımda bile, “kilisenin görevlendirdiği verimsiz, düşük kaliteli
işçiler” o kadar kötü çalışıyorlardı ki, "götürü işinde 4-5 tanesi bir kişi
nin yerini ancak tutuyordu” (Select Committee on Labourers’ Wages, C.
4, H, VI, 1824, s. 4). Yoksullar Yasası Komisyonu Raporu, parça başına
işin, Speenhamland yönteminin "sanayi işçisinin etkinliğini düşürme
den” kullanılmasını sağlayabileceğini belirtiyordu; böylece, sanayici
“gerçeklen ucuz emek elde edebilirdi”. Bundan çıkan sonuç, tarım işçisi
nin düşük ücretlerinin mutlaka ucuz emek anlamına gelmediği, çünkü
işçinin düşük verimliliğinin işverenin ödediği düşük ücretten daha
önemli olabileceğiydi.
Girişim cinin Speenhamland 'e karşı çıkışındaki diğer bir unsur, ücret
desteklemelerine bağlı olarak çok daha düşük emek maliyetiyle üretim
yapabilecek rakiplerin yarattığı tehlikeydi. Bu tehlike sınırsız bir piyasa
için üretim yapan çiftçiyi etkilemiyor, ama şehirdeki fabrika sahibini çok
rahatsız ediyordu. Komisyon raporu “Macelesfield'deki bir sanayicinin,
Essex’te Yoksullar Yasasının kötü uygulanışı yüzünden iflas edebileceği
ni” öne sürüyordu. William Cunningham’a göre, 1834 Yasasının önemi
Yoksullar Yasasının uygulanışı üzerindeki “millileştirici” etkisinde dola
yısıyla ulusal piyasaların gelişmesini güçleştiren önemli bir engeli orta
dan kaldırmasında yatıyordu.
Speenhamland'a üçüncü bir karşı çıkış nedeni, belki de kapitalist çev
relerde en fazla ağırlık taşıyan neden, önlemin “geniş, atıl emek fazlası
kitlesini" şehirlerdeki emek piyasasının dışında tutma eğilimiydi (Red-
ford). Yirmili yılların sonunda şehirlerdeki sanayicilerin emek talebi çok
yüksekti; Doherty’nin işçi sendikaları geniş çapta huzursuzluğa yol aç
mıştı; bu, Ingiltere’nin gördüğü en büyük grevlere ve lokavtlara yol açan
Owcnci harekelin başlangıcıydı.
Dolayısıyla, işverenlerin açısından üç güçlü neden uzun dönemde
Speenhamland'm karşısında yer alıyordu: Emeğin verimliliği üzerindeki
olumsuz etkisi, ülkenin çeşitli bölgeleri arasındakiler türünden maliyet
farkları yaratma etkisi, kırsal kesimde “durağan emek birikintileri"
(Webb) oluşturarak şehirdeki işçilerin elindeki tekelci gücü artırması.
Bu koşullardan hiçbiri tek tek işverenler için, hatta yerel işveren grupları
408
için fazla önem taşımıyordu. Emeğin düşük maliyetinin yalnızca kâr ge
tirmekte değil, başka şehirlerdeki sanayicilerle rekabette sağladığı üstün
lükler karşısında kolayca bir kenara atılabilirlerdi. Ancak, zaman içinde
ayrı ayrı işverenlere veya işveren gruplarına yarar sağlayan şeyin, toplu
halde hepsinin zararına olduğu anlaşıldığında, bir sınıf olarak girişim ci
ler çok başka bir tavır alacaklardı. Aslında Speenhamland’e karşı tavrın
güçlenmesine ve ulusal düzeyde bir reforma yol açan, otuzlu yılların ba
şında yardım sisteminin, daraltılmış bir biçimde bile olsa, Kuzeyin sana
yi şehirlerine yayılmasıydı.
Kanıtlar, özellikle ekonomik faaliyetin şiddetli dalgalanmalanyla başe-
debilmek amacıyla, şehirlerde bir işsizler ordusu yaratılmasına yönelik
az-çok bilinçli bir politikanın varlığını gösteriyor. Bu alanda şehirler ve
kırsal kesim arasında büyük bir fark yoktu. Köy yetkilileri yüksek vergi
leri yüksek ücretlere tercih ettikleri gibi, şehirdeki yetkililer de, göçmen
düşkünlerin yerleşim bölgelerine geri gönderilmelerini hiç istemiyorlar
dı. Kırsal kesimdeki işverenlerle şehirdekiler arasında gizli işsizler ordu
sundan alınacak pay konusunda bir çeşit rekabet vardı. Artan vergiler
pahasına gizli işsizler ordusunu genişletmek, ancak kırklı yılların orta
sındaki uzun süreli ve şiddetli bunalım sırasında akıllıca bir yöntem ol
maktan çıktı. O zaman bile, kırsal kesimdeki işverenlerle şehirdekiler ay
nı biçimde davrandılar: Yoksulları sanayi şehirlerinin dışına çıkarmak
için büyük çapta bir hareket başladı ve bu toprak sahiplerinin “köyü te-
mizleme"hareketiyle birlikte yer aldı, iki durumda da amaç, bölgede yer
leşmiş yoksulların sayısını azaltmaktı (Karşılaştır, Redford, s. 11).
5. Şehrin kırsal kesim e göre taşıdığı öncelik.
Bizim varsayımımıza göre, Speenhamland şehirlerdeki yükselen ücret
düzeyinin oluşturduğu tehdide karşı kırsal kesimin giriştiği bir kendini
koruma harekeliydi. Bu ekonomik dalgalanmalar konusunda, şehrin ktr-
sal kesime göre taşıdığı öncelikle ilgili hiç olmazsa bir örnek için -1837-
45 bunalımı örneği için- durumunun bu olduğu gösterilebilir. 1847’de
yapılan dikkatli bir istatistik çalışması, bunalımın Kuzey-Baııdaki sanayi
şehirlerinde tarım bölgelerine yayıldığını ve bu bölgelerde düzelmenin
şehirlerden çok sonra yer aldığını gösteriyor. Sayılara göre, “ilk önce sa
nayi bölgelerinde duyulan baskılar, en son tanm bölgelerinde ortadan
kalkmışlardı.” Araştırmada, sanayi bölgelerini 201,000 nüfusla (584 Yok
sullar Yasası Birliği içinde) Lancashire ve Yorkshire’da West Riding temsil
ediyorlardı; tanm bölgelerini ise, 208.000 nüfusla (584 Yoksullar Yasası
birliği) Northumberland, Norfolk, Suffolk, Cambridgeshire, Buchs.
Herts, Berks, Wilts, ve Devon oluşturuyordu. Sanayi bölgelerinde ekono
mik düzelme 1842'de, düşkünlüğün yüzde 29.37'den yüzde 16.72’ye
409
düşmesiyle başladı. Bunun 1843’te yüzde 29.80, 1844’te yüzde 15.16 ve
I845'te yüzde 12.24 oranındaki kesin düşüşler izledi. Bu gelişmelerin
aksine, tarım bölgelerinde ekonom ik durumun düzelmesi yalnızca
1845'te yüzde 9.08 oranında bir düşüşle başladı. İki durumda da, kişi ba
şına Yoksullar Yasası harcamaları bulunmuş, nüfus da her bölge ve her
yıl için ayrı ayn hesaplanmışı,! (J.T. Danson, "Condition of the People of
the U.K., 1839-1847,” Jo u m o JS ta ı, Soc., s. XI, s. 101,1848).
6. K ırsal kesim de nüfusun azalm ası ve nüfus faz lası.
İngiltere, Avrupa’nın şehirler ve köyler için ortak bir iş yönetmeliğine
sahip tek ülkesiydi. 1563 ve 1662 Yasaları türünden yasalar hem şehir
lerdeki hem de köylerdeki kilise bölgeleri için geçerliydi ve Sulh Yargıç
ları yasayı bütün ülkede aynı biçimde uyguluyorlardı. Bu, hem kırsal ke
simde erken dönemde başlayan sanayileşmeye, hem de şehirlerde bunu
izleyen sanayileşmeye bağlıydı. Sonuç olarak, şehir ve köylerdeki iş dü
zeni arasında Kıta Avrupası'nda olduğu gibi bir farklılaşma yoktu. Eme
ğin köyle şehir ve şehirle köy arasında gidip gelmekte gösterdiği şaşırtıcı
kolaylığı açıklayan da bu. Dolayısıyla, Avrupa demagojisinin iki olumsuz
yönü -köyden şehre göçlerle kırsal kesimdeki ani nüfus azalması ve bu
göç sûresinin geri dönüşü olmayan niteliği, dolayısıyla şehirde çalışmaya
başlayanların köklerinden kopuşu- engellenmiş oluyordu. LaıuifJucIıt.
ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Orta Avrupa’daki ta
rım toplulukları için bir kabus oluşturan bu tarım nüfusu azalması felâ
ketine verilen addı. Bunun yerine İngiltere’de halkın şehirde ve köyde is
tihdam arasında gidip geldiğini görüyoruz. Halk neredeyse havada asılı
kalmış gibiydi, bu durum iç göç hareketini izlemeyi olanaksız kılıyor, hiç
olmazsa çok güçleştiriyordu. Ayrıca, ülkenin her tarafla yayılmış liman
larıyla sahip olduğu yapı ve bu yapının uzak bölgelere göçü bir anlamda
gereksiz kıldığı düşünülürse. Yoksullar Yasası uygulamasının, ulusal iş
düzeni gereklerine kolayca uyabilmesi anlaşılabilir. Kırsal alanda kilise,
çoğu kez yakın şehirlerden birinde çalışan, dolayısıyla bölgede yerleşmiş
olmayan düşkünlere de yardım sağlıyor ve bu yardımı oturduktan yere
gönderiyordu; öte yandan, sanayi şehirleri, şehirde yerleşmemiş yoksul
lara yardım sağlıyorlardı. Şehirlerdeki yetkililerin giriştiği, 1841-1843
dönemindekiler türünden, kitle halinde şehir dışına çıkarma hareketleri
ne çok istisnai olarak rastlanıyordu. Redford'a göre, o dönemde Kuzeyin
sanayi şehirleri dışına çıkarılan 12,628 yoksuldan yalnızca yüzde l'i do
kuz tanm bölgesinden birinde mesken sahibiydiler. Danson’ın 1848’de
seçtiği dokuz “tipik tarım bölgesi”nin yerine Rcdford'un bölgeleri konul
duğunda, sonuç, pek az değişerek, yüzde l ’den yüzde 1.3’e çıkıyor. Red-
ford’un göstermiş olduğu gibi, uzak mesafeler arası göçe, çok az rastlanı
410
yordu ve issizler ordusunun büyük bir bölümü köyler ve şehirlerdeki li
beral yardım yöntemleriyle işverenlerin ellerinin altında tutuluyordu. Bu
koşullar altında, bir yandan Lancashire sanayicileri yüksek talep durum
larında çok sayıda trlandalı işçi getirtmek durumunda kalırlarken ve çift
çiler köy düşkünleri şehre göçetmekte serbest bırakılırlarsa mahsulü za
manında kaldıramayacaklarından korkarlarken, bir yandan da, hem şe
hirlerde hem kırsal kesimlerde eş anlı bir nüfus fazlası olması hiç şaşırtı
cı değil.
411
İletişim'den
Politika Dizisi
Norbert Eiias
Uygarlık Süreci
CİLT 1
Sosyo-Oluşumsal ve Psiko-Oluşumsal İncelem eler
Batılı Dünyevi Ü st Tabakaların
D avranışlarındaki D eğişm eler
ÇEVİREN ENDER ATEŞMAN / 3 4 4 SAYFA
Uygarlık Süreci
CİLT 2
Sosyo-Oluşumsal ve Psiko-Oluşumsal İncelemeler
Toplum un D eğişim leri;
Bir U ygarlaşm a Teorisi İçin Taslak
Ç EV İREN EROL ÖZBEK / 448 SAYFA
Jürgen Habermas
Politika Dizisi
Cornelius Castoriadis
Toplum, İmgeleminde
Kendini Nasıl Kurar?
M a rk siz m ve D e v rim ci K u ra m • CİLT i
ÇEV/REN HÜLYA TUFAN / 293 SAYFA
Alex Callinicos
Toplum Kuramı
T a rih s e l B ir B a k ış
ÇEVİREN YASEMlN TEZGİDEN i 477 SAYFA
Politika Dizisi
Hannah Arendt
İnsanlık Durumu
Ç EV İREN BAHADIR SINA ŞENER / 4 6 1 SAYFA
T o ta lita riz m in K a y n a k la rı 1
Antisemitizm
ç e v ir e n BAHADIR SINA ŞENER / 2 1 9 SAYFA
T o ta lita riz m in K a y n a k la rı 2
Emperyalizm
ç e v ir e n BAHADIR SİNA ŞENER / 3 1 5 SAYFA
Şiddet Üzerine
ÇEV İR EN BÜLENT PEKER / 1 0 4 SAYFA
İletişim 'den
Politika Dizisi
Perry Anderson
Ulrich Beck
Siyasallığm İcadı
Ç EV İREN NİHAT ÜLNER / 272 SAYFA
Josephine Donovan
Feminist Teori
ç e v ir e n AKSU BORA / 3 9 6 SAYFA
Helmut Dubiel
8
İletişim'den
Politika Dizisi
Seyla Benhabib
Marshall Berman
Marksizmle Maceram
ÇEVİREN AYLIN ÜLÇER / 315 SAYFA
Partha Chatterjee
Mağdurların Siyaseti
ç e v ir e n VEYSAL FIRAT BOZÇALI / 224 SAYFA
Milliyetçi Düşünce ve
Sömürge Dünyası
ÇEVİREN SAMİ OĞUZ/311 SAYFA