Professional Documents
Culture Documents
Kıyametin Habercileri
Tevfik Yener
T«fc. .V . ~n!t"
S3T56G •
D
DOĞAN
KİTAP
“Vurun hepsinin kellesini!..”
Sahibinin sesindeki keskinlikten ürken at şaha kalktı. Emri
alan sekbanlar altı elçiye çullanıp dizüstü çökerttiler. Yakalanın
çekip yırtarak enselerini açtılar, kılıçlarını çektiler. Keskin ve ağır
kılıçlarını elçilerin çırılçıplak enselerine indirmeye, başlarını göv
delerinden ayırmaya hazırdılar.
Son “vur” emrini almak için gözlerini ona çevirdiler.
O, “Bekleyin!..” diyerek atım yokuşun başma sürdü. Bir daha
şalıa kalkıp oynaşan kır atın başını geriye çevirdi. Kelleleri kopa-
nlmak üzere olan elçilere seslendi...
Konstantiniyye, 1452
Berlin 2008
Bayan Leoni Adelheid öyle bir laf etti ki medya başına üşüşü
verdi.
22
Tobias güldü.
“Bizim cadı bakalım neler anlatacak. 97 yaşında oluşuna balona,
beyni 18 yaşındaki bir genç kız kadar tazedir. Çok zekidir, dikkatli
ol. Gazeteci dümenleri yapıp uyutmaya kalkarsan hemen çakar ve
susarak seni cezalandım-, ona göre ayağım denk al Teo.”
Bayan Leoni Adelheid’a ulaşmak için Teo epey direksiyon sal
layacaktı. Bayan Leoni’nin evi Schöneiche bei Berlin’deydi.
Kentin en güzel beldelerinden biri olan Schöneiche’nin kurulu
şu 6 500 yıl öncesine dayanıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonunda
Doğu Berlin sınırları içinde kalmıştı. Berlin Duvarı yıkılınca batıy
la birleşen Schöneiche gerçek kimliğine kavuşmuştu. Bayan
Leoni Adelheid ancak o zaman aile malikânesine dönmüştü.
Bakımsız kalmış binayı onartmış, malikâne savaş öncesindeki
görkemli durumuna getirilmişti. Schöneiche, Berlin’in önemli bir
kültür merkeziydi ve doğanın en iyi korunduğu parklardandı.
Teo arabasını uzun Schöneiche Strasse’ye soktu. Yolım iki
yanındaki ormanın güzelliği, insanı kent yaşamının kargaşasın
dan kurtarıyor dinlendiriyordu.
Uzun orman yolundan sonra Bayan Leoni Adelheid’m evinin
bıüunduğu Mozart Strasse’ye döndüler. Sokağı yanladıklarında
Tobias üç bina sonrasını işaret ederek, “İşte şu pembe beyaz ev”
dedi.
Teo önüne park ettiği binayı hayranlıkla seyretti. Bayan
Leoni’nin malikânesi 20’şer metrelik eşit genişlikteki bahçelerle
çevrilmişti, üç katlıydı. Çift kanatlı beyaz kapı binanın ortasınday-
dı. Her iki yanda üçer yüksek pencere vardı. Pencerelerin iki
yanından sütunlar iniyor ve üstlerini sütun başlığı tarzında yapıl
mış saçaklar örtüyordu. İlk iki katı beyaz, üçüncü kat pembe
renkteydi. Onların üstündeki çatının dar kızıl kiremitleri bakım
lıydı. Çatı odalannın pencere çıkmtılan geleneksel Alman mimari
tarzının imzasıydı.
Balıç e, yanm metre yüksekliğindeki beyaz taş duvann üstüne
dizilmiş yine yarım metre boyunda Akdeniz tipi tombul sütunlarla
sokaktan aynlıyordu. Berlinli binanın tarzına uyumsuz Akdenizli
görüntüsü sonradan yapıldığını belli ediyordu. Ancak güzel duru
yordu. Pembe, kırmızı ve san burunlarını gösteren gül goncalan
boyunlarını sütunların arasmda sokağa doğru uzatmıştı. Yine
Akdeniz tarzı kemer girişli bahçe kapısının üstü de sarmaşık gül
leriyle çevrelenmişti. Mevsim gelmişti, güller açacaktı. Bahçe
şimdi de güzeldi ama o güller açtığında herhalde cennete dönü
yordu.
24
le 1491 isimli kitap ilgimi çekti. Bir Türk tarihçi büyük Yahudi
göçünden bir yıl önce neler yazmıştı, Osmanlı İmparatorluğu’nda
o çağın yaşamı nasıldı merak etmiştim. Kitap Arap harfleriyle
Türkçe yazılmış. Ancak Almanca çevirisinin iki nüshası bizim
kütüphanede bulunuyor. Üstat Lukas Koch’un çevirisi olduğu için
lötabagüvendim. Okudukçaügim arttı. Oruç Bey, Konstantinopolis’i
fetheden Fatih Sultan Mehmed’in tarih yazıcısıymış. Kitabının bir
bölümünde, Fatih’in İstanbul’u fethetme planındaki hisarın yapımı
sırasında bulunan esrarengiz binayı anlatmış. O esrarengiz binaya
Fatih ve iki paşayla birlikte girmiş Oruç Bey. Kendilerinden başka
kimse binaya sokulmamış, kimseye binanın içinde neler bulundu
ğu anlatılmamış. Çünkü Fatih Sultan Mehmed bu binadan söz
edilmesini yasaklamış. Sultan 1481’de öldükten sonra 1491’de
Oruç Bey bu kitabı yazmaya cesaret edebilmiş. Gördüklerinin,
bildiklerinin tarihe geçmesini istemiş.”
Bayan Leoni burada bir soluk aldı. Sonra anlatmaya devam
etti.
“Bunları nasıl anımsadığımı merak edersiniz; Janos anlatırken
babam ilgüenmiş, notlar almamı istemişti. Yazdıklarım beni de
etkilediği için sonra defalarca okudum. Belleğimde hayli kırıntı
kalmış. Oruç Bey kitabında, binanın içindeki 7 Akbaba heykeli
olduğunu yazmış... Notlarımı savaş sırasında kaybettiğim için
Janos’un anlattıklarının yüzde yüzünü aktaramıyorum şimdi...
Kıymetli taşlarla süslenmiş akbaba heykellerinin göğsündeki
veya kaidesindeki levhalarda hiçbir dile benzemeyen yazılarla bir
şeyler yazılıymış galiba... 7 Akbaba’nm bulunduğu binanın orta
sında bir sütun varmış. Sütundaki yazıları Fatih Sultan Mehmed’in
hocası olan Akşemseddin adlı bilgin fark etmiş. O yazılar
Latince’ymiş. Akşemseddin ve Fatih Sultan Mehmed Latince bilir
miş. Yazıyı okumuşlar. Levhalarda kıyametten, insanlığın gelece
ğinden söz ediliyormuş. Kıyametin tarihi konusu beni etkilemişti
zaten... Metal kubbeli binayı kimin yaptığını, ne amaçla yapıldığı
nı, neden o arazinin seçildiğini ve nasıl toprağa gömüldüğünü bir
türlü çözememişler. Janos bunları anlattıktan sonra, ‘Oruç Bey’in
eserinin bundan sonrasını okuyamadım. Kütüphaneye koydukları
Nazi gözlemcilerden çekindim, Yahudi olduğumdan, gözleri üze
rimdeydi. Dikkatlerini kitaba çekmek istemedim. Türkiye’ye git
tikten sonra umarım ki okuyacağım’ dedi. Janos’a sordum, ‘Altın
sandık, Bamabas İncili ve Davud Peygamber’in yedi kollu şamda
nından söz etmiştin diye. Janos çok kararlı konuşmuştu: ‘Onlar
da İstanbul’daymış. Bu nedenle oraya gitmek için yanıp tutuşuyo
31
çekti. Önce zarftaki dört sayfayı okudu. Bayan Leoni ona çarpıcı
bir bölümü vermişti.
Bölümde, Nazi kamplarındaki tıp araştırmalarının bilinmeyen
yönlerini anlatmıştı Bayan Leoni.
Özellikle Auschwitz kampında Dr. Eduard Wirths’in yönetimin
de insan üstünde yapılan denemeleri kampta görevli bir doktor
dan dinlemişti. Birinci ağızdan edindiği bilgiler gerçekten bugüne
kadar yayımlanmamıştı. Teo’nun haberi de, Bayan Leoni’nin kita
bı da etkili olacaktı.
Sonra teybi açarak dinlemeye başladı. Bir defayla tatmin olma
dı. Bayan Leoni’nin anlattıklarını iki kez dinledi. Başa sardı teybi,
Oruç Bey’in 1491 adlı kitabı takılmıştı akima...
Tobias’m; “Masallarla uğraşma gazetecilik kariyerine zarar
verebilir” uyarısına rağmen kitaptaki gizemli olaylar Teo’yu çek
mişti. Esrarengiz kubbeyi ve 7 Akbaba’yı merak etmeye başlamış
tı. Kitabı okumanm ne zararı olacaktı, bir göz atmalıydı.
Janos ne demişmiş: “Kitabın Almanca çevirisinden üd nüsha var.”
Kitap hâlâ Berlin Kütüphanesi’nde olabilir miydi? Bu düşünce
kafasına girince uykusu kaçtı, sağa sola dönerek sabahı zor etti.
Ertesi sabah VW’sini kütüphanenin bulunduğu Potsdamer
Strasse’ye sabırsızlıkla sürdü. 1661 yılında yapılmış tarihi binaya
girdiğinde kütüphane henüz açılmıştı. Dünyanın en zengin kütüp
hanelerinden Staatsbibliothek zu Berlin’de acaba Oruç Bey’in
1491 adlı ldtabmı bulabilecek miydi?
Danışmaya elyazmasmdan çevrilmiş bir kitabı aradığım söyle
di. Memur, Oriental Literatür bölümünün yerini tarif etti. Teo
doğrudan bölüm başkanma giderek kendisini tanıttı ve gazetesi
için bir araştırma yaptığmı söyledi.
Oriental ve Elyazmalan Bölüm Başkanı Alois Friedhof nazik bir
adamdı. Universitat der Künste Berlin’de3 profesörmüş. Elyazmalan
uzmanlığı yanında “Zamana Bağlı Medya” dersleri veriyormuş.
Teo ne aradığını söyleyince Profesör Friedhof asistanım çağır
dı. Asistan “pöti” denilen tiplerden ufak tefek ama bütün hatları
düzgün son derece güzel bir kadındı. Profesör tanıştırdı.
“Uzman asistanım Bayan Lara Grabovvski, gazeteci Bay Teo
von Huber. Bizim sevgili Laramız elyazmalan ve antik semboller
konusunda dünyadaki uzmanlar arasında ilk üçe girer.”
Lara utanır gibi oldu.
“Lütfen profesör, ama ayrıca teşekkür ederim” dedi, sonra
Teo’ya döndü.
“Evet, böyle bir elyazması kitap varmış. Ama savaştan önce var
mış. 1930’dan önceki kayıtlarda kitap kütüphanede gözüküyor.
Savaşm bitiminde kitaplar manastırlardan toplandıktan sonra yapı
lan sayımlarda 1491, Oruç Bey adlı elyazması kitap ne yazık ki
bulunamamış. 1946 yılının ocak ayında tutulan zaptı dönemin
kütüphane başkam Bay Waldemar Adelheid imzalamış.”
Teo bu ismi duyunca, “Bayan Leoni Adelheid’m babası...” dedi
içinden. Lara devam etti.
“1491, Oruç Bey adlı elyazmasımn kütüphanede iki çevirisi
varmış. Lukas Koch tarafından Almanca’ya çevrilmiş.”
“Evet evet...” dedi Teo heyecanla.
“Çevirilerden biri kayıtlarımızda görülüyor.”
“Yani?”
Lara gülerek Teo’ya baktı.
“Yani sizi o kitaba götürebilirim.”
Kadını sarılıp öpmemek için Teo kendini zor tuttu. Profesör de
memnundu.
“Eh gözünüz aydın Bay Von Huber. Düerseniz Lara sizi hemen
kitabınıza kavuşturur.”
“Lütfen profesör, bir an önce kitabı görmek istiyorum.”
“Düediğiniz zaman bana geliniz. Danışma vesaire, ne dilerse
niz” dedi profesör Teo’yu uğurlarken.
Teo da defalarca teşekkür etti, profesöre kartım verdi ve onun
kini de aldı.
Lara, profesörün verdiği anahtar kutusu elinde önden yol göste
riyordu. Kitabı bulmak kadar önündeki Lara’mn zarif bir vazoyu
andıran vücudu da Teo’yu heyecanlandırıyordu. Yaklaşık 1,65
boyundaki Lara kısa siyah saçlıydı. Vücuduna tam oturan açık gri-
mavi tayyörü bu güzel biblonun tüm kıvrımlarını sergiliyordu.
İncecik belinin altında genişleyen kalçaları ve dizinin az üstündeki
eteğinin seyretmeye izin verdiği ince bileklerine uzanan bacakları
Teo’yu büyülemişti. Gözü, Lara’nın sert adımlarıyla ritmik oynayan
kalçalarındaydı. Nerelerden geçtiklerini bile anlayamadı.
“İşte burası!..” diyen Lara’mn sesiyle kendine geldi. Önünde dur
dukları kapının üstünde “Özel Bölüm” yazıyordu. Lara anahtarıyla
kapıyı açtı. Dolaplarla dolu büyük bir odaya girdiler. Odadan çok
salon denmeliydi buraya... Temiz ahşap dolapların hepsi
camekânlıydı. Bir köşede rutubet çeken makine vızüdıyordu.
Ortada genişçe ahşap bir masa ve çevresinde dört iskemle, iki
okuma lambası vardı. Lara masanın üstündeki kutudan iki çift
plastik eldiven aldı, bir çiftini Teo’ya verdi.
36
“Bunlan takmalıyız.”
Eldivenleri taktıktan sonra Lara kutudan çıkardığı başka anah
tarla kat kat çekmecelerin bulunduğu bir dolabm cam kapısını
açtı. Teo çekmecelerden birinin üstündeki “1491, Oruç Bey-
Lukas Koch çevirisi” etiketini gördü.
“Aman Tannm, işte kitap burada” dedi Teo.
Lara gülümseyerek çekmeceyi çekti açtı. Elini itinayla uzata
rak kitabı aldı ve çekmeceyi kapadı.
“Bay Von Huber, kitabı bu odada okuyacaksınız. Yanınıza göz
lemci memur koymam gerekiyor. Kural böyle, çünkü bu bölümde
ki eserler son derece değerli.”
“Pekâlâ, tabu kural kuraldır, benim için sakıncası yok” dedi Teo.
Lara iç haberleşme telefonuyla bir memur çağırdı.
“Oturun lütfen Bay Von Huber.”
Teo oturunca masa lambasını yakan Lara kitabı önüne koydu.
Iütap siyah deri kaplıydı. Bir dosya kâğıdının yansı büyüklüğün-
deydi. Hayli kalındı, Teo’nun tahminine göre 700 sayfadan aşağı
değildi.
Memur gelince Lara “İyi çalışmalar” diyerek çıktı.
Gözlemci Teo’nun tam karşısına yerleşti. Başıyla selam verdi o
kadar... Sfenks gibi otunıyordu.
Kitap 1887 yılında basılmıştı, iyi korunmuştu. Sadece cildinin
sırtında bazı kırışıklar ve aşınmalar vardı. Teo kapağı açtı. Girişte
kitaptaki konulann sıralaması vardı. Okumaya başladı.
“1. Sultan II. Murad’m tahtı şehzade II. Mehmed’e bırakması.
2. Sultan II. Mehmed,'in eğitimi ve Akşemseddin Hazretleri.
3. Komtantiniyye’nin fethine karar verildi.
4. Boğazkesen H isan’nm yapılması. Hisar’ın planı.
5. Hisann temelleri kazılırken bulunan acayip bina. ”
İşte Teo’un aradığı buydu. Bir alttaki başlığa baktı.
“6. Acayip binanın içindeki tuhaflıklar, 7 Akbaba, okunma
yan yazılar. ”
Konular giderek şaşırtıcı olmaya başlıyordu. Oruç Bey’in kita
bındaki içerik bölümü sayfayı dolduruyordu. Teo okudu.
“7. Kıyametin tarihini yazan levhalar, ”
“Aman Tannm, kıyametin tarihini yazan levhalar mı?” Teo
heyecanla titredi, okumaya devam etti.
“8. İmparator Konstantinos’u n Kudüs’ten getirttiği kutsal
emanetler. Hazreti Musa’n ın asası. Hazreti Davud'un veya Haz-
reti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti Nuh’un baltası,
Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kaymak taşından yapılmış
37
L. Manastın
Teo von Huber, iki gün önce Bayan Leoni’den aldığı bilgilerle
sevinmiş, 29 martta kütüphanede üzülmüştü. Elyazmalan müdü
rü Profesör Friedhof ile asistanı Lara da en az Teo kadar üzgündü.
Kendi bölümlerindeki değerli bir kitabın 80 sayfası çalınmıştı.
“Kitabın orijinal elyazması ile iki çevirisinden biri zaten kayıptı,
son nüsha da eksik çıktı” diyen profesör neredeyse ağlayacaktı.
Teo ikisine de teşekkür ederek kütüphaneden ayrılmıştı. Gazeteye
giderek, Bayan Leoni’nin kitabından seçerek verdiği dört sayfalık
48
duklarmı merak ettim, size gelerek 1491, Oruç Bey kitabım sor
dum. Ama sonucu biliyorsun...”
Teo sözlerini bitirince Lara parmağım şıklattı.
“Şimdi anlıyorum, kitabın ild çevirisinden birini de mutlaka
Janos Klein aldı. Orijinal elyazmasmdan okuması mümkün değil
di. Elbette ki çeviriyi okuyordu. İstanbul’a kaçarken çeviriyi de
götürdü.”
“Bravo Lara, mutlaka öyle olmalı. Acaba diğer çevirinin 80 say
fasını da Janos mu koparıp götürdü?”
“Sanmam” dedi Lara. “Bir kitabı alabüen kişi istese diğerini de
alırdı, neden sayfalarım koparsın? Bana göre Janos’a tek çeviri
yetmiştir. İki aynı kitabı taşıyacağına, başka değerli bir elyazma-
smı almıştır.”
Teo düşündü biraz.
“Kimse okumasın diye sayfalaıı almış veya yok etmiş olamaz mı?”
Lara başını iki yana salladı.
“Olamaz. Kitaplara değer veren kimseler böyle kitaplan asla
bozmaz, yırtmaz, yok etmez. Bay Adelheid gibi bir efsanenin asis
tanı asla böyle şey yapamaz. Aklına bile gelmez.”
“O halde başka birisi kopardı sayfalan... Bu demek oluyor ki,
kitabın en önemli bölümlerini okuyan sadece Janos değil. Biri
daha var. O kim peki? Neden kitabı almamış da, sayfaları kopar
mış. Hadi bakalım çıkabilirsen çık bulmacanın içinden...”
“Doğrusu çok ilginç. O kişi ldmse, sayfaları çalmaktaki amacı
neydi Teo? Çaldığı sayfaları ne yaptı ve şimdi nerede?”
“Ölmüştür belki... Temenni ederim” diyen Teo gülümsedi.
“Bak Lara, ben o kitaba ve içerdiği müthiş hikâyelere o kadar
takıldım ki, Janos Klein’m ailesini bulmak için İstanbul’a gide
rim.”
Lara şaşırmıştı.
“Ciddi mi söylüyorsun?”
Teo’nun kendisi de şaşırmıştı.
“Seninle buluşmadan önce Tobias’la telefonda konuşurken
öyle ağzımdan çıktı işte... Böyle bir yolculuk aklıma bile gelme
mişti. Coştum demek ki... Fakat fena fikir değil, neden olma
sın?”
“Sağlığın bakımından gerçekten fena fikir değil Teo. Çünkü sen
bu ldtaptaki kayıp konuları bulamazsan hasta olabilirsin gibi geli
yor bana...”
Teo kadehini kaptı ve kaldırdı.
“Hadi Lara, İstanbul’a gitmek fikrine içelim.”
53
dan geçerdi, hem de sık sık uğrar döner yerdi. Büfenin yan tara
fındaki elektrik trafo istasyonunun yanında uzun beton bir aralık
vardı. Orası Türk donerciye aitti. Kararmı verdi, dar beton aralığa
girerek kurtulacaktı.
Teo dua ediyordu: “Tanrım, aralıkta dönercinin arabası olma
sın.”
Kaldırımdan caddeye indi, ters yönden gidiyordu ama karşıdan
araç gelmedi.
Hafif sol yaptı, arabasını hizaladı, büfenin yanındaki dar ara
lığa giriverdi. Oraya kamyon asla sığamazdı. Kamyonu süren de
oraya giremeyeceğini fark etmiş, fren yapmıştı. Tekerlekleri
keskin seslerle asfaltta kara izler bırakırken kamyon duramadı,
sağa doğru kafa verdi, kaydı ve döner büfesinin önündeki rek
lam tabelasına ve meşrubat dolabına çarptı. Gürültü caddede
yankılandı.
Türkler öfkeyle dışarı fırladı. Ustanın elinde kılıç kadar
uzun döner bıçağı vardı. Kamyonun sürücüsü çabuk toparlan
dı. Geri vitese aldı, kamyonu büfenin önünden kurtardı, düzelt
ti, gazı kökledi ve soldaki bulvara girdi. Ardından küfürler
ettiler, yapacak başka şey yoktu, kamyoncuyu ellerinden
kaçırmışlardı.
Teo ölümle yüz yüze gelmenin bitkinliğiyle çökmüştü. Araba
sından indi, bacakları tutmadı kaldırıma oturdu. Türkler, aralığa
giren bu Alman komşuyu iyi tanıyorlardı, onu severlerdi.
Almanya’daki Türklerin haklarım savunan genç gazeteciydi. Kol
larından tutup kaldrrdılar, Teo nefes nefese konuştu.
“Beni öldürmek istedi.”
Biraz sonra polis otoları sirenlerini çalarak geldiler. Türkler
polislere çöp kamyonunun kaçtığı yönü gösterdi. Bir polis otosu
Teo’nun yanında kaldı. Kendine gelmeye çalışan Teo ile polisler
bir süre konuştu. Sonra birlikte merkeze gittiler.
Teo polis merkezinde komisere olanı biteni ayrıntılı olarak
anlattı.
“Düşmanın var mı?”
“Hayır.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Gazeteciyün.”
“Adın?”
“Teodor von Huber.”
Onu tanıyorlardı.
Komiserin ikram ettiği kahveyi içerken çöp kamyonunu takip
56
Ailenin hikâyesi
Boğaz’da korku
Saat 01.30.
İstanbul’dan Köksal’m tuşladığı numara Berlin’deki Peter’in
telefonunu çaldırdı. Berlin’de saat 23.30’du. Peter uyumamıştı.
Telefonda Köksal’m sesini duyunca önce sevindi. Soma yüzü cid
dileşti, sonra gerildi. Sordu:
“Nasıl?”
Dinledi. Sordu:
“Neden?”
Dinledi. Sordu dinledi, sordu dinledi... Nefesi kesilene kadar
sordu... Hıçkırdı, koltuğa yığıldı. Telefon elinden düştü, zorla eği
lip aldı.
“Bağışla Koksal, telefonu düşürdüm. Yarm İstanbul’a geliyo
rum... Hayır, özel" uçağımla gelirim. Elbette saatini bildiririm.
Tabii... elbette... Üzülmemek elde mi, elde mi?..”
Titreyen elleri ile akan gözyaşları fark edilmese Peter’i gören
ölü sanabilirdi. Kolları iki yana düşmüştü, ağzı yarı açık koltuğun
da hareketsiz oturuyordu. Bir süre öyle kaldıktan soma ilk akima
gelen babası ile annesi oldu. Kara haberi onlara nasıl iletecekti?
Gözlerini yumdu, söyleyeceklerini toparlamak istedi, olmuyordu.
Ne diyecekti?
“Size kötü haberim var çok kötü... Kardeşim öldü, oğlunuz
Teo öldürüldü...” Böyle diyemezdi. Buna benzer bir şeyleri daha
yumuşak söylemek zorundaydı... Annesi ile babasının yüreğine
indirmeden anlatmalıydı. Ah şu görevi başkası yerine getirsey
di... Çaresiz telefona uzandı, Amerika’daki evin numarasını
çevirdi.
Telefonu bıraktığında karısı Meg’in hıçkırdığını duydu. Annesi
ile babasına anlattıklarım duymuştu. Meg şimdi bağırarak ağlıyor
du. Peter duygularını gizlemeye çalışmadı. Bir çocuğun annesine
sığınması gibi karısının ellerini tuttu, başmı göğsüne koydu, ikisi
de sarsıla sarsıla ağladılar...
76
5 . T e rzi O k u lu .
6 . T e rzi Tapınağı.
84
du. Onları gören adam kirli havluya sardığı “şeyi” sımsıkı tutarak
kamyonete döndü. Bozulmuş gibi duran kamyonet birden canlan
dı ve görüntüsüne göre inanümaz hızla uzaklaştı.
Çetin yavaşlar gibi olunca Koksal bağırdı.
“Durma!.. Kuledibi’ne çık!..”
Çetin ters yoldan Galata Kulesi’nin altındaki parka girdi, bank
larda oturanlar ne olduğunu anlayamadan hızla geçerek karşıdaki
sokağa daldı. Sokaktaki ilk yokuştan anacaddeye inerken koru
maların arabası onlan izliyordu. Karaköy’ün yoğun trafiğine girin
ce zorunlu olarak yavaşladılar. Korumalardan Jack arabasından
inerek cipe atladı, Peter ile Lara’nm yanma oturdu. Şaşkınlıkları
hâlâ devam ediyordu.
“Neler olduğunu polisten öğreniriz” dedi Koksal. Çetin’den
Pera Palas Oteli’ne gitmesini istedi.
Peter, üstlerine gelen kamyonun rastlantı olup olmadığını ve
kamyonetten inen adamın elindeki havluya sarılı “şeyi” yol
boyunca sordu. Silah mıydı?
15 dakika içinde tarihi Pera Palas Oteli’ne geldiler.
Otelin Haliç’e bakan harika manzaralı lokantasına oturdukların
da derin bir “o f’ çeken Peter, “Bu kadar gerginliğe artık dayanamı
yorum, viski içeceğim” dedi.
Sinirleri Peter kadar yorulmuş olan Lara ile Koksal da ona katılacak
lardı. Kubilay soda istedi. Korumalar ayrı bir masada oturuyordu.
İki gün içinde yaşananlara dayanmak zordu. Peter kardeşini,
Lara ile Koksal da kardeş kadar sevdikleri bir dostlarmı kaybet
mişlerdi. Pırıl pırıl genç adam İstanbul’a geldiğinin üçüncü
gününde delik deşik edilerek öldürülmüştü.
Peter bol buzlu viski bardağını ağrıyan başma tuttu. Bir süre
konuşmadılar. Romanlara, şiirlere, tablolara ilham vermiş Haliç’i
simyacı gibi altına çeviren güneş kızararak alçalıyordu, Eşşiz tari
hi koya renk değiştirterek “Altın Boynuz” dedirten güneş Eytip’ün
mermer mezar taşlarına altın tozu serperek batıyordu. Sessizce
görkemli manzarayı izlediler.
Güneşin batışıyla altm renginin yerini giderek koyulaşan mavi
lik alırken ilk konuşan Koksal oldu.
“Esrarengiz kitabın peşine düşen kişileri öldürecek birileri,
belki de bir organizasyon var. Almanya’da olduğunu bildiğimiz,
ama nerede kimde olduğunu bilmediğimiz kitabı mutlaka bulmalı
ve okumalıyız.”
Lara uzandı Peter’in masaya koyduğu zarfı aldı. Zarfta hahamın
verdiği fotokopiler vardı.
87
Berlin’e dönüş
Çalınan 80 sayfa
muş elmaslarla bezeli bir tuhaf siyah demirdir. Zeminde yılan gibi
kıvrılmış süsler vardı. Yılanlar kıvrılmış da üstüne altın gömme
bezeme yapılmış. Bezemeler işarettir onu büdik, ama neye işaret
eder anlamadık. Ayağımız bir ağırlaşmıştır, sanki yer bizi çekmek
tedir. Zağanos Paşa ile Sultan Mehmed Han’ın kılıçlan aşağı basar
İd, onlar da kılıçlarını ellerinde tutmuştur. 7 oda gördük şaştık. 7
odada 7 kerkes7 heykeli durur. 7 kerkesin 5 tanesinin başı kopa
rılmış, 2 kerkesin başı durur. 7 kerkesin üstünde renkli renksiz
öyle taşlar parlar ki, sanki ışığı içlerine alıp hapsetmişler. Işık
çırpınır kurtulsun deyu... Anladık ki, bu taşlar mücevherattır. 6
kerkes heykelinin gözleri ile ayaklan yemyeşil zümrüt, tüyleri
kıpkırmızı yakut, geri kalan çıplak boynu ile kuyruğu elmastır.
7’nci kerkes tamamen siyah taşla kaplanmıştır. Dokunalım diye
elimizi uzattık, elimiz akbabaya gitmez. Gözle görünmez bir engel
vardır. Ne kadar zorlasak da akbabalara iki karış kala engel elimi
zi durdurur. Bir şaştık ki anlatılamaz. 7 kerkesin kaidesi bilmedi
ğimiz acayip küf yeşili renkli taştır. Kaidelere yazılı levhalar takıl
mış. Ne acayip bir yazıdır ki, Akşemseddin Hazretleri ile 7 dil
bilen Sultan Mehmed Han bile sökemedi. Bir de ortada büyük
sütun gördük, bir levha vardır, taşa sokulmuştur. Levha soluk
demirdir, büyüklüğü üç karıştır, kılıç çeliği gibi incedir. Üstünde
çok küçük oyma yazılar vardır. Sultan Mehmed Han levhayı çekti
aldı: “Burada Latince yazmakta” dedi. Levhayı okudu ki, şöyle
dermiş: "... Ey Âdemoğlu, senin dilinle yazdık. Çünkü sen bizim
dilimizi bilemezsin. Öğrenmeni istemedik. Sana kendi kendine
bulduğun dille söylüyonız ki, iyi anla. Gördüğün her akbabanın
altındaki levhada Âdem’den önce ve sonra neler olmuştur yazar.
Biz senden önce geldik Âdemoğlu. Düzeni biz kurduk. Her akba
ba 7 000 yıl demektir. Levhalar akbabanın yaşadığı 7 000 yılı anla
tır. O akbabanın 7 000 yılında neler olmuş hepsini gösterir. 7 000
yılı geride bırakmış akbabanın kafası kopanlıı* ki, o çağın geçtiği
bilinsin. Kafası koparılmamış akbaba yaşanmakta olan 7 000 yıl
dır. Olanlar ile sonradan olacaklar kayıtlıdır. 7’nci siyah akbaba
ise msanm sonunu bildirir, Kıyamet Günü’nün tarihini verir. Kıya
mete inan. Dağlar yanlır. Toprak açılır içinden ateş çıkar. Gök kat
kat olur, her kat gözükür. Sular kaybolur gider. Sonra sular daha
fazla gelir. Büyük ölüm, büyük diriliş başlar. Seni yaratanın dirilt
me gücü de vardır. Kimin tarafından ve de ne zaman alınacaksın,
nasıl geri verileceksin, zamanı gelince onları seyretmeye ve dinle
meye yetecek akıl sana verilecek. İşte o zaman öğreneceksin. Her
7. A rap ça d a, “akbaba".
94
10 . Bugün Bergam a.
muş yerlerde şöyle yazıyordu: Konstantiniyye ilk değildir. Sen
ne sanmaktasın mağrur Sezar Constantinus? Sen ne ilksin ne de
son. Sen Konstantiniyye’yi kurmadan önce buraya iki kent kurul
du. îsa’dan çok önceydi. Bir zorba hükümdar Trakya üstündeki
soğuk diyardan geldi, adı Yanko bin Medyan. Trakya üstü toprak
lar Yanko bin Medyan zamanından önce buzluktu. Onun halkı,
her canlıyı öldürmüş buzlar gittikten sonra doğdu, çoğaldı. O
halka yüksek akıl verildi. Toprağı işlediler. Keskin taştan baltalar,
kargılar, bıçaklar yaptılar. Yanko güçlenince halkını toplayarak
Trakya’ya indi. Trakya’dan bugün IConstantiniyye'nin olduğu top
rağa geldi. ‘Burası vatanımız olacak!..’ dedi. Bizans diye kent
yoktu, Bizans dediğin Yanko bin Medyan’m oğluydu, tam adı
Bizantin idi, kendi adına kenti sonradan olacaktı.
Konstantiniyye o zaman yoktu, sonra doğacaktı. îki yanlı arazi
si insan görmeyen topraklan bulmuşlardı. Oltadaki boğazdan
deniz akar giderdi. Öyle boğaz ki, eskiden yokmuş, oralar toprak
mış. Dünya ters döndüğünde aşağıdan gelen deniz orayı yarmış,
şelale yapmış, su akmış alçak topraklara geçmiş, bir deniz daha
yapmış. Boğaz iki deniz arasında sulan alır verirmiş. Zorba Bin
Medyan, boğazın yanma kent kurmaya karar verdi, 200 000 ırgat
getirdi. Binalar için hendekler kazmaya başladılar. Topraktan 40
arşın çapında bir kubbe çıktı ki hepsi şaştılar. Kubbe ki, kazmayı
küreği kendine çeker, bir acayip. Binasını bulup acayibi anlamak
için 20 arşın daha kazdılar. 14 demir mezar çevresindeydi. Acayip
binanın kapısını bulup girdiler ki, içerde canlı yoktur. Kubbenin
içinde ne gördüler, 4 yerde 4 akbaba var. Dördünün de başı yok
tur. Bir de baktılar beşinci bölüm var. Beşinci bölümde bir akbaba
daha var ki, kafası tamdır. Altıncı bölümde bir akbaba daha var ki
siyahtır, kafası tamdır. Yedinci bölüm vardır ki, o bölüm boştur.
Akbabalar, elmasla örülmüş kubbenin altında, demiri çeken taba
nın üstünde dururlar. Mücevherle kaplanmıştır akbabaların üzer
leri. Bir mücevher almak istesen alamazsm, acayip binada elin
tutulur. Her akbabanın önünde bir levha vardır. Levhalar ne söy
ler anlayamadılar. Her şeyi bilen bilgeler de baktı işaretleri söke
mediler. Dediler ki: ‘Dünya var olduğundan beri bilinen işaretler
den olsa anlardık. Değilse bunlar bizim bildiğimiz zamandan
değildir. Çünkü biz her işareti biliriz.’ Dediler ki; ‘Bu acayip bina
öncesi ve de sonrası olmayan zamanlardandır. O zamanı ve işare
tini biz bilemeyiz. Taifelerin işidir.’ Nice nice taifeler çok önce
vardı. Toz bulutu olup da içindeki tozlar büyüyüp de güneşler
olup, birçok dünyalar yandıkça, bizim dünyanın üst ateşi söndü
98
... Hıristiyan olmamış putperest Rum, bir Rak12 getirdi. Dedi ki,
“Bizans’ın tarihini arayan Türk!.. Al bunu oku!.. Gerçeği anlaya-
sın, yalanı doğruyu bilesin!..” Ben ki Oruç, Latin yazısını okuttum
bilene, şunları yazmış Rum ki, herkes öğrene:
“... Konstantiniyye’yi kuran, üstüne adını koyan İmparator Fla-
vius Valeriııs Constantinus anası Helena’yı Kudüs’e gönderdi. ‘Git,
Hıristiyanların tanrısı İsa’nın mezarını bul. Nesi varsa
Konstantiniyye’ye getir.’ Anası Kudüs’e vardı. Kudüs o zaman
Roma İmparatoru Constantinus’un hükmündeydi. Anası ne iste
diyse o anda yaptırdı.
İsa’nın mezarım sordu, Kudüs’teki Roma kumandanı onu götür
dü gösterdi: ‘İsa’nm mezarı burasıdır derler. İsa 300 yıl önce ölmüş
derler.’ Mezan açtılar kemikleri tamam bir iskeletle eşyalar çıktı.
Constantinus’un anası ‘İsa’mn kemiklerini, mezardan çıkan nesi
varsa alm’ dedi ki, emir yerine getirildi. Mezan boşalttılar, İsa’nm
kemikleri, mezardaki toprak, haç parçalan, İsa’nm ellerinden ve
ayaklarından çarmıha çakıldığı çiviler, kaymaktaşmdan yapılmış
kâsesi, ekmek kmntılan, son defa giydiği cüppe alındı. Kumandan,
Constantinus’un anası Helena’yı 100 Romalı askerin koruduğu eski
Yahudi mabedine götürdü. Mabette büyük taş sandık vardı. Sandık
taki kutsal emanetleri Helena’ya gösterdi. Kumandan Helena’ya
dedi İd: ‘Bunlar Hz. Musa’ya ait asa, altın sandık, Hz. Nuh’un balta
sı ve Hz. Süleyman’a ait olduğuna inanılan som altından yedi kollu
şamdandır.’ Kimi dedi ki: ‘Yok. Som altın yedi kollu şamdan Hz.
Davud’a aittir.’ Kimi dedi ki: ‘Yok. Şamdan Hz. Musa’ya aittir.’
Kumandan bir başka sandık açtı. İçinde bir kitap vardı. ‘Bu Hıristi
yanların kitabı... Bundan üç tane daha varmış, hepsi dö'rt taneymiş.
Hepsini yazan Bamabas adlı Kıbnslı. Ölümüne kadar İsa’nm yalım
daymış. İsa söylemiş, Bamabas yazmış. İsa çannıha gerildikten
sonra kitaplardan biri burada kalmış. Bamabas üç kitabını alıp
Anadolu’ya gitmiş. Hıristiyanlığı putperestlere anlatmış. Helena,
kitabı da Konstantiniyye’ye götünnek üzere aldı.
Helena emretti, Hıristiyanların ileri gelenleri toplandılar. ‘Siz
neye taparsınız, tannnızın biçimi nasıldır?’ diye sual etti. Onlar da
'Tek Tanrı’ya ve onun oğlu İsa’ya, İsa’mn anası Meryem’e taparız,
işaretimiz şudur’ diyerek 3 tane idam çarmıhı benzeri haç göster
diler ki, hepsi başka biçimde. Helena şaştı kutsal biçimlere, ne
heybetli Zeus’a benzerdi, ne de yakışıklı Apollon’a... Birbirine
çatılmış ild demir ya da iki sopaydı taptıkları. ‘Bunun en doğrusu
hangisidir?’ diye sordu ki, bilemediler. Constantinus’un anası
1 2 . A r a p ç a d a / 'y 3 2 *!1 c e y l a n d e r i s i ” .
106
1 3 . Bugün İznik.
107
Hastanede
Kara Temur
kapı daha vardı. Çocuk o kapıdaki delikten sarkan kalın ipi iki üç
kez kuvvetle çekti.
“Geliyorum, kimdi o?” diye seslendi yaşlı bir ses.
Çocuk arkadaşının elindeki güğüme metal bir şeyle vurdu.
“Sütçü Yavuzum ben patri!.. Ben Yavuz, Yavuz...”
“Patri” dediği kişi kapıyı açtı.
“Bugün süt günü değil yavrum.”
Çocuk, süt güğümüne vurduğu metal “şeyi” doğrulttu. O ses
duyuldu, “patri” arka üstü düştü. Mermi ufacık bir delik açarak
alnından girmiş, büyük bir parça kopararak başının arkasından
çıkmıştı. Rahip Anatolio, her günkü sütçüsü Yavuz’un elindeki
silaha şaşmaya vakit bulamadan ölmüştü.
İki çocuk rahibin üstünden atlayarak manastıra girdi. Defalarca
süt getirdikleri manastırın giriş katım iyi bilirlerdi. Kütüphaneye geç
tiler, ellerindeki küçük resimle raflardaki kitaplan karşüaştırdılar.
Aradıklarım bulamadılar, kitaplan yere attılar, masalan devirdiler.
Çocuklar saat 14.00’te geldikleri dar orman yolundan aşağıya
doğru koştuklarında saat 14.28’di.
Aynı gün, saat 13.55. Mavi mozaik kaplı apartmanın karşı kaldı
rımındaki büfede üç delikanlı limonata içti. Soma birer sigara
yakarak sokağa çıktılar. Buz gibi limonata güneydoğu kentinin
beyin eriten sıcağına iyi gelmişti. Biraz oyalandıktan soma karşı
kaldırıma geçerken en kısalan, “Nefesleri derin çekin oğlum, üç
dakika kaldı” dedi.
Aynı anda iyice eski, gri renkte ufak bir otomobü yanlarında durdu,
gençlerden biri arabanın bagajını açtı, bilek kalınlığında, bir metreye
yakın uzunlukta üç sopa çıkardı. Otomobil hemen uzaklaştı.
Sigaraları attıktan soma mavi mozaik kaplı apartmana girdiler,
üçüncü kata çıktılar. Üçüncü katın kapısının üstündeki tabelada
şu yazıyı okudular:
“Kapımız daima açıktır, BUYRUN.” Yazının altında kabartma
haç vardı.
Açıp girdiler. Yaylı kapı kendiliğinden kapandı. İçerde üç mis
yoner oturuyordu, girenlere gülümseyerek baktılar.
Üç genç adam birden atıldı, sopalan misyonerlerin kafasına indir
diler. Tam tepelerine inen darbeler onlan anında yere yıkmışü. Genç
ler bıçaklarım çıkararak baygın papazların üstüne eğildiler.
İşlerini bitirdikten sonra bütün odalan dolaşarak dolaplan
açtılar, çekmeceleri döktüler, kitaplan yerlere attılar.
“Burada eski kitap yok. Gidelim artık.”
133
Rumelihisan’nda ne var?
Semiramis
1 6 . R u sç a d a ,“ e rk e k k u r t” .
Abdüllcerim
7 Akbaba’nm peşinde
1 8 . La tin c e d e ,“ B U L D U M " .
147
Îstanbul-Moskova-Löndra
80 sayfasını çaldığı Oruç Bey kitabı uğruna katil olan Rahip Sebas
tian Augustinus’un torunları Selim ile Sami her öğle yemeğinde yap
tıkları gibi, kepek ekmeği ile salata yiyorlardı. Karanlığı dağıtamayan
ekonomik ampullerin ışığı yüzlerinin çıkıntılarını aydınlatabiliyordu
ancak... Yanm yüzyıllık sandalyeler, büyük kasa, dededen kalma iki
masa kahverengi loşlukta iç karartıyordu.
“Ben sana demedim mi, Robert Younger boşuna gelmez. Rume
lihisarı araştırmasını şipşak bitirdi. Toprağa gömülü bir bina bul
muş. Basm toplantısıyla ayrıntıları açıklayacakmış. O bina dede
min anlattığı 7Akbaba’lı kubbe mutlaka... Şimdi sıra Çemberlitaş’a
gelecek” dedi Sami.
Selim güldü.
“Bize akbabalar gerekli değil, kendimiz akbabayız zaten... Kut
sal emanetleri araştırmaya başlaması bizi ilgilendirir. Dedem 60
yıl uğraşmış arama izni alamamış, Robert denilen herif devletten
arama iznini hemen koparttı. Neyse, iyi olacak, belki, kutsal ema
netleri bulacak...”
Onun sözlerini kardeşi tamamladı.
“Kutsal emanetler mi? Bulsa da asla sahip olamayacak. Dünya
yıkılsa da... Ya elinden alacağız...”
Selim devam etti.
“Ya da Abdülkerim hepsini havaya uçuracak.”
İkisi de hmzır hınzır güldü. Selim yanm domatesi olduğu gibi
ağzına attı.
Sonradan ortaya çıkan polis hisar içini çok açık gören surların
üstündeki çalılığa girdi. Diğer polisler onu görmemişti. Yere çöktü,
tüfeğinin dürbünüyle basm toplantısmdakileri taramaya başladı.
1
159
“Peki abi, kutsal emanetlerin Çemberlitaş’m altında olduğu cephe alacaklarını düşünmüş. Dump dururken baş ağrısı yarat
neye dayandınlıyor?” masınlar diye kutsal emanetleri tekrar Çemberlitaş’m temeline
“Çemberlitaş’ı İstanbul’a getirten kentin kurucusu imparator koydurarak konuyu kapattırmış. İster inan ister inanma, dediko
Constantinus’tur. MÖ 340’tan sonraki belgelere göre; kutsal ema du kılıçtan keskin demişler...”
netleri Çemberlitaş’m temeli içindeki hücreye Constantinus’un Sami gülerek ayağa kaltı.
annesi eliyle koyuyor. Constantinus da halka emanetlerin orada “Bana göre söylentilerin Atatürk bölümü uydurma. Eğer böyle
olduğunu ilan ediyor. Bunların arasında asla görülmesini isteme kutsal değeri olan eşyalar bulunsaydı Atatürk onları kesinlikle
diği Barnabas İncili de var.” müzeye koydunırdu. Ancak bir şeyi anladım şimdi; arkeolog
Sami’nin kafası karışmıştı. Robert Younger Çemberlitaş’ı araştıracağım söyleyince bizimki
“Kutsal emanetler oradaysa Monsenyör nasü yok edilmesini ler telaşlandı. Mektubun ve söylediğine göre çekindikleri Bama
ister? Büyük günah değil mi? Tam tersine onların korunmasını bas İncili’nin bulunacağından korktular. Constantinus’un mektu
veya çıkarüarak gösterilmesini istemesi gerekir.” bu söylenti de olsa, doğruluk ihtimalini de hesaplıyorlar demek
Ağabeyi güldü. ki, Çemberlitaş ortadan kalksm, Hıristiyanlığı tartışmaya açacak,
“Kazın ayağı öyle değil yavru. Bamabas İncili’nin ortaya çıkma inançları kıracak altın mektup ile Bamabas İncili yok olsun ve
sını asla istemezler. Orijinal Bamabas İncili’nin içeriği mevcut yıllardır kafalarını kurcalayan evham kökünden silinsin istiyorlar.
Hıristiyanlık kurallarını tartışmaya açar. Bak işin içinde ne var? İsa’nın kemiklerim bile feda edebilirler.”
Söylenti içinde söylenti var; 1929 yılında Atatürk söylentileri “Aferin yavru bildin. İşte bu nedenle bomba projesi sırtımıza
merak ediyor, Çemberlitaş’ta araştırma yapılmasını istiyor. Yerli yükleniyor.”
yabancı birçok arkeolog araştırmaya katılıyor...” “Ben yine de başka sebepler var düşüncesindeyim. Dedikodu
“Soma? Niye sustun abi?” ya inanılarak böyle büyük sabotaj yapılmaz... Örneğin,
“Sonrası yok çünkü... Atatürk’ün emri üzerine açıklama yapıl Constantinus’un mektubu veya Bamabas İncili... Diyelim ki Ata
mıyor. Çemberlitaş konusu resmen bir daha açılamıyor. Üstü türk gördü, ya başka yerde saklattıysa... Bir gün açılıp okunması
kapah bir yasaklama... Resmi açıklama olmayınca yine yoğun nı vasiyet ettiyse... Biliyorsun, Atatürk’ün açılmayan bir mektu
dedikodu başlıyor. Deniyor ki: “Temelden kutsal emanetler çıktı, bundan söz edilir. Hani bir tarih koymuş da, o zaman halka okun
Atatürk çıkarılanları gördü. Bunların içinde imparator masını istemiş derler. Bunu hesap etmiyor mu bizimkiler? Başka
Constantinus’un bıraktığı altın levhaya yazılı mektup ile yasakla bir dolap nu var yoksa?”
dığı Barnabas İncili vardı. Arami alfabesiyle Süryani dilinde yazıl Sami’nin sözleri ağabeyi Selim’i heyecanlandırmıştı. Gözleri
mış İncil’in içeriği ve Latince altın belge Atatürk’e okundu. O açıldı, parmağım şaklattı.
belge üzerine Atatürk açıklama yasağı koydu.” ‘Tabii ya... Bir amaç da şu olmalı: Bizimkiler bir taşla iki kuş vura
“Haydaaa... Dedikodular o altın levhaya kazınmış mektupta ne rak kafa karıştiracak. Şöyle çamur atacaklar, diyecekler ki:
yazılı olduğunu da söylüyor mu?” ‘Çemberlitaş’ı uçuranlar fanatik Müslümanlardır. Sebep şudur: İsa
“Dedikodu olarak söylüyor... Dedikodu hızla Vatikan’a ulaşıyor. Peygamber’in kalıntıları İslam toprağında bulunmasın, kutsal ema
Papalık’ta tedirginlik başlıyor. Çünkü, ‘Constantinus altın mektu netler ortaya çıkmasın, İstanbul Hıristiyan hacıların uğrağı olmasın
bunda Hıristiyanlığı kökünden sarsacak açıklamalar yapmış’ diye Türkiye’deki fanatik Müslümanlar İsa’nın kemiklerim, kâsesini,
deniyor. Constantinus’un yazdıkları açıklanırsa Hıristiyanlık sar çarmıhım, cüppesini, Musa’nın asasım falan filan havaya uçurdular...’
sılabilirmiş. Constantinus aslmda putperest olduğundan devlet Ardından sloganlar gelecelc ‘Kenetlenin Hıristiyanlar!.. Müslümanlar
yönetimi sorumluluğuyla mecbur kaldığı Hıristiyanlıktan öldük dünyanın başına bela, üstlerine daha çok gidelim, yeni haçlı seferleri
ten sonra intikam almak istenüş deniyor. Ayrıca Süryanice Bama başlasın!.. Türkiye AB’ye alınmasın!..’ diyecekler. Papaz cinayetleri
bas İncili, bildiğimiz İncillerden çok farklıymış, büyük sorunlar stratejinin bir bölümünün uygulanması... Bu defa Türk halkı lazacak,
açarmış. Dedikoduya göre; Atatürk, Hıristiyan dünyasının ‘Türk- ‘Kahrolsun Avrupa Birliği!’ gösterileri patlayacak. Böylece Türlüye ile
ler yalan dolanla Hıristiyanlığa cihat açtı’ diyerek Türkiye’ye Avrupa Birliği ilişkileri kopacak. ‘Avrupa Birliği Hıristiyan topluluğu-
166
“Bern çekin!..”
Kuyudan çıktığında soran gözler onu bekliyordu. Şimdi aşağıda
ne bulduğunu yukardakilere açıklamak kolaydı. Kuyudan çıkar
ken bağırıyor, dalga geçiyordu.
“Aşağıda kocaman bir saray var. Duvarları altın, kapılan elmas
la süslü, güzel kızların raksettiği görkemli bir bahçe... Daha neler
neler...” derken sepet yukarıya çıktı.
Sepetten inerken Semiramis elini uzattı, sonra sarılıp öptü.
Hepsi kızmıştı ama Lara çok sertti.
“Semiramis bırak da ne olduğunu öğrenelim.”
Bob üstündeki toprakları silkeledi. Sonra acıklı bir bakışla
açıkladı.
“Aşağıda taş duvar var. Bildiğimiz taş duvarlardan. Kesme taş
işte... Aynen hisarın surları gibi.”
Şaşkın bir suskunluk oldu. Debra iyice yanma sokularak bakış
larım Bob’a dikti.
“Şaka yapmıyorsun ya? Bob ciddi konuş lütfen.”
Olumsuzca başım salladı Bob.
“Ciddi söylüyorum. Gömülü olan bina aradığımız bina değil.
Aynen radardan gelen sinyallerin çizdiği gibi dört köşe sıradan taş
bir bina... Kim bilir neydi? Belki de bir depoydu. Biz aptal olduğu
muzdan hayal kurduk. Bilim adamıyız ve teknolojinin gösterdiği
kutu biçimli dört duvar binayı ille de 7 köşeli ve kubbeli kabul
etmek için kendimize büyü yaptık. Hiç yakışır mı bilim adamları
na böylesi... Eski kalmışım ben, hâlâ yeni teknolojilerden kuşku
duyuyorum.”
Çok üzgün olduğu belliydi. En çok kendine kızıyordu. Sıkıntıy
la ofladı, gitti çimenlerin üstüne oturdu. Debra su, Lara kahve
getirdi. Koksal onları izliyordu, Semiramis hemen Bob’un yanma
oturdu.
“Nasıl bir taş bina canikom? Çok mu eski yapı acaba?”
Bob cevap vermedi, gülümseyerek kadının yüzüne baktı.
“Yok yeni bir yapı, betonu bile kurumamış. Dün deli bir mimar
yapmış, toprağa gömmüş. Semiramis boş laflar etme lütfen. Şu
sıra kendi aptallığıma zor direnirken başkasmmkine hiç taham
mül edemem.”
Suyu içti, kahveden yudumladıktan sonra mırıldandı.
“Otele gidip yatmaktan başka bir şey düşünmüyorum. Allah
kahretsin.”
Bu sözlerden sonra kimse konuşmadı. Çalışmayı tatil ettiler.
Kuyunun üstü yine kapandı. Ekip oteline döndü.
2 73
yor eminim. Senin fahiş eni bir odaya kapatmak, döve döve
konuşturmak, gırtlağını sıkmak istiyorum.”
Lara ellerini birinin boğazım sıkarmış gibi uzattı.
“Bende...”
Bob hâlâ gülüyordu.
“İstersen onu sen de becer Peter...” dedi.
Bu söz iki kuzeni kavgaya sürüklemek üzereydi.
Koksal tansiyonu yükselen ortamı yatıştırmak için ayağa kalk
tı, gitti Peter’in kolunu yumuşakça tuttu.
“Seni anlıyorum ama, soruşturmanın selameti için şimdilik
Semiramis’in üstüne gitmeyi bırakalım. Kendini rahat hissetsin,
nasılsa bizim muhabirler de Semiramis’i izliyor. Kubilay her gün
bana rapor veriyor. Cinayetle ilgisi varsa mutlaka ortaya çıkacak
tır. Ayrıca hisarda saçını yakanın ne olduğunu polis araştırıyor.”
Bob o sırada kalktı, biraz sallandı, düşer gibi oldu sonra
Lara’mn önünde diz çöktü.
“Beni bağışla, ırkla ilgili şaka yapmak ilkelliktir, kabalıktır.
Duvarı yıkmaya karar vermenin coşkusuyla saçmaladım ve çok
içtim galiba... Senin gibi katıksız olmasam da, bendeniz katıklı
Alman-Amerikan değil miyim?”
Lara dimdik duruyordu.
“Hadi Lara lütfen... Bağışladım demezsen kuyuya girer bir daha
çıkmam.”
Konuşurken dili dolaşan Bob gözlerinin içine bakıyordu. Lara
onun diz çökmüş haline daha fazla dayanamadı gülmeye başladı.
“Kalk asil şövalye, seni affettim.”
Gergin hava dağılmıştı. Bob kalktı, Lara’yı yanağından öptü.
Banş sağlanmıştı.
Duvarların sırrı
Rumelihisarı gizemi
Sırlar sırlar...
Keşlce...
Ertesi gün. İstanbul’un denizi, mavinin en güzeliyle parıldıyor
du. Gökyüzündeki birkaç minik bulut, sürüden ayn kalmış kuzu
lar kadar yalnızdı.
Otelin terasındaki camdan bakıyordu Lara. İstanbul ne kadar
güzeldi. Teo’yla sadece gezmeye gelselerdi, ölüm acısı yaşanma
saydı.
Teo gözünün önündeydi, ışık saçan iyi bir insandı. Yaşça kendisin
den küçüktü, onu kardeş gibi sevmişti, ama Teo’nun kendisine tutul
duğunu da fark etmişti. Keşke duygusundan yararlanıp 7 Akbaba
sevdasından Teo’yu vazgeçirseydi. Öyle ama kendisi de Oruç Bey
kitabım bulmak istiyordu. Bilimsel heyecanlarıyla bir kitabın izini
sürerken katillerin yollarım keseceğim nereden bileceklerdi.
“Lara gelsene” diye seslendi Peter.
Saat 15.00’ti, Peter yarım şişeye yalan viskiyi bitirmişti. Lara
masaya geldi, yanm kalan viskisini bir dikişte içti.
Katilleri tuzağa düşürmek, tüm sağlam delilleri elde etmek için
Semiramis’e katlanmak Lara’yı kızdırıyordu. O şıllık da katillerin
ortağıydı. Onun bileziklerle dolu bileğinde kelepçe görmek için
sabırsızlanıyordu.
Çemberli operasyon
O kadar çok araç üst üste fren yaptı ki, tüyler ürperten lastik gıcn-
tılan çevrede panik yarattı. Herkes korkmuştu, kadınlar neden kork
tuklarını bilemeden çığlıklar attı. Ne olduğunu anlamayanlar ne
192
Faris sorguda...
Salvatore İstanbul’da...
Köksal’m inadı...
leri bulsa bile orada bulsun’ demişti. Dedim ya, son günlerinde garip
sayılacak kadar telaşlıydı, bunadığım sandığımız anlan oldu ama
konuştukça hiç de öyle olmadığını anlıyorduk.”
Kenan’ın anlattıklarını Bob ile Debra’ya Peter tercüme etmişti.
Kenan’ın sözlerinin tamamını anlaymca Bob ilk sorusunu sordu.
“Eveeet... Şimdi, birinci cilt mezarlıkta, ikinci cilt de herhalde
bir mabette...”
Kenan onların heyecanıyla eğlenir gibiydi.
“îkisi de değil. Dedem sandığımız gibi aklım yitinniş değildi.
Ancak çok evhamlıydı. Nazi döneminde Almanya’da yaşadıklan ve
Türkiye’de olduğu sırada duyduklan onu herkesten ve her şeyden
kuşkulanır yapmıştı. Yahudilere yapılanlan gazetelerden ve her
gece dinlediği BBC radyosundan öğreniyordu. Savaş sırasında Nazi
ordusunun Yunanistan’ı işgal ederek Türkiye sınırına dayanması
onu çok korkutmuş. Hitler, kendi yanında savaşması için tarafsız
Türkiye’ye baskı yaparken bir gece sının geçmeleri beklenmektey
miş. Ailece uyuyamaz hale gelmişler. O gerilimli günlerin izini asla
silemedi. Güncesinde bunlan ayrıntılı anlatıyor zaten...”
Kenan durdu, sabırsızlıkla ellerini ovuşturan Bob’a baktı.
“Şimdi siz sonuca gel diyorsunuz içinizden... Ancak, sadece
bilmeniz gerekenleri anlatıyorum. Evet, dedem evhamlıydı ama
bunamış veya delirmiş değildi. Ölümünden 24 saat önce aileyi
topladı. Alman Mezarlığı ve Ayasofya planlarım bize ders olarak
anlattığım söyledi. Biz şaşırmıştık: ‘Ne dersi?’ O açıkladı: ‘Yavru
larım, fotoğrafların yanma yazdıklanm şifre filan değil. Öyle fan
teziler kuracak adam olmadığımı bilmeniz gerekirdi. Albüm ve
fotoğraflar tuzaktır. Güncemin peşine düşecek kötü kişileri alda
tır ve içine düşürür. Eğer sizi tehdit ederlerse kendinizi kurtar
mak için o işaretleri göstererek, “İşte şifreler bunlar. Güncelerim
ve belgelerini buralara sakladı, zaten delirmişti, biz başka bir şey
bümiyoruz, gidin oralardan alın” dersiniz’ diyerek bize öğrettiği
yalanlan aktarmamızı öğütledi.”
“Vay canına!.. Hepimiz de tuzağa düştük. Bu şifreler nedir diye
kafa patlattık. Bay Klein hepimizi işletti” dedi Lara.
“Pardon ama Öyle...” diyerek devam etti Kenan. “Böyle koruyu
cu tuzaklar hazırlamakta haklıydı, çünkü Oruç Bey kitabım esra
rengiz adamlar yılda iki üç kez sorardı... Onlardan hep korktuk.
Dedemin bir şeyler bildiğinden kuşku duymalan doğaldı. Bu
nedenle dedemin güncesi ile belgelerini elde etmek için hazine
avcıları bize kötülük yapardı.”
“Bir dakika!..” diyerek Kenan’m sözünü kesti Peter. Not defte
2 1 4
“Bu gecek i yem eğe asistanın Sem iram is’i getirirsen onun kafa
sını kırarım, a rk eolog bey.”
“İyi ki hatırlattın. Sahi Semiramis nerelerde? Peşimizi bırak
mazdı” dedi Bob.
Kristal gece
‘Duvarı yıkalım, bir şeyi örttülerse o şeyi görmenin başka yolu yok’
dedim.
İşçiler taşlardan dördünü duvardan söküp çıkardı. İçlerinden biri,
'Duvarın arkasında kapkara taş var’ dedi.
Kısa bir değerlendirme yaptık. Bize verilen talimata uyarak duvarın
ötesine sadece üçümüz geçecektik. Bizden başka kimse buluntuları
bilmeyecekti. Asistanlarımıza beklemelerini söyledik. Karpit lambala
rımız ve daha güçlü ışık veren lüks lambalarımız vardı. Onlan yakarak
duvarın ötesine geçtik. Geçmemizle birlikte donup kaldık. Karşımıza
siyah ürkütücü bir yapı çıkmıştı...”
... Ben Janos Klein veya Yusuf Kılan gelecek kuşaklara diyorum ki;
Profesör Nadi Nadir incelemeye fırsat bulamadığı 7 Akbaba’lı kubbe
nin sırrını ancak bir teoriyle açıklayabiliyor. Teknoloji mutlaka ilerle
yecek, insan beyni yeni buluşlar yapacaktır. Yaşamın, evrenin, galak
simizin sırlarından öğrenilenler olacaktır. İnsanlığın daha ilerlediği
yıllarda, Profesör Nadir’in 7 Akbaba teorisinin üzerinde durulmalıdır.
Ancak önemli nokta şudur: Yeterli bilgiye ve teknolojiye sahip olma
dan asla 7 Akbaba’ya dokunmayın. DÜNYAYI TEHLİKEYE ATMAYIN.
İyice araştırın, ne olduğuna varsayımla değil, kesin bilgiyle karar
verin.
Güncelerim ve asıl Profesör Nadi Nadir’in bilimsel raporu en az 50
243
yıl sonra, bilim sırrı çözecek duruma geldiğinde, işte ancak o zaman
okunsun. Vasiyetimdir. Oğlum ve torunlarım vasiyetimi ailemizin
kuşaklarına iletmekle yükümlüdür.
Profesör Yusuf Kılan
1983, İstanbul, Türkiye
Metal sinek
mi? Duvara çaıpan bir şeyin metalik sesini duymadık mı? Öyleyse o
sesi mermi çıkarmıştı, biri bana susturucuyla ateş etti, karanlıkta
tutturamadı mermi saçımı sıyırıp geçti. Evet, aynen öyle oldu.”
Koksal ayağa fırladı.
“Tabii ya Peter... Sinagog dönüşü önümüzde bozulan kamyonet
ve içinden çıkan herif...”
Peter atüdı.
“Senin şoförün Çetin adamın elinde havluya sanlı tabanca olduğu
nu söylemişti... İşte size üç öldürme girişimi. İstanbul’a geldiğimden
beri peşimdeler... Peki, neden beni öldürmek istiyorlar?”
Taş duvarlar...
Büyük şok
Tobias ve sırları
Neler oluyor?
Taş duvarlar
Beklenen an
Kapı aralanmıştı.
Bir süre donup kaldılar. Kendim ilk toparlayan Debra’ydı, üeri
çıktı, Koksal onu tutmak istedi ama yetişemedi, Debra kapıyı itmiş
ti büe. Kapı ardına kadar açılınca dışarıya akan ışık görülmemiş
yoğunluktaydı, çok garipti. îçinde lamba yanan bir sütuna benzi
yordu. Saydam mermer ya da buz kalıbı benzeri ışığın içinde kalan
Debra’nm silueti de ışık saçan ilahi bir varlık gibi görünüyordu.
“Aman Tanrım, aman Tanrım...” diyordu genç kız sadece...
Yerin metrelerce altındaki bu ışığın kaynağı neredeydi?
Açılan kapıdan gelen derin sesle irkildiler. Müzik benzeri ses inilti
gibiydi, giderek daha çok duyuluyordu. Volümü yükseliyordu.
Hangi çalgıdan çıktığı belli olmayan... Var yok bir musiki... Hem
duyulan, hem de işitme yanügısı gibi gelen ses, kubbeden esen
rüzgâra karışarak kulaklarında yankılanıyordu.
Uğultu mu, bilinmeyen dillerle okunan ilahi mi?
Müzikti, ama hiç duyulmamış bir musiki... Meçhul bir korodan
ilahi, ama dünya dinlerinden hiçbirine ait değil...
Dalga dalga gelen titreşimler ekiptekilerin sinir uçlarına kadar
tatlı sızlamalar bırakarak iniyordu. Hepsini içine alan ilahi uğultu
onlara itaat ve saygı emrediyordu. Direnmek mümkün değildi.
Serkan ile Koksal ellerini açıp dua ettiler. Peter ile Lara haç
çıkardı, Bob dizlerinin üstüne çöktü, Bedri ile Esin dua mırıldana
rak öylece bakıyordu. Bir an durakladıktan sonra toparlanan
Korkut çekimi sürdürmekteydi.
Debra ışığın içinde kımıldamadan dimdik duruyordu.
Koksal, iradesini zorlayarak vücudunu musikinin tutsaklığından
kullardı. Olduğu yere çakılan Debra’nm yanma gitti. Omuzlarından
tuttu. Şimdi binanın içini görebiliyordu. Buz gibi soğuk bir ışık içe
riyi aydınlatıyordu. Her taraf aynı ışığı alıyordu ki, hiç gölge yoktu.
Siyah binanın iç duvarları beyazdı. Donuk mat bir beyaz.
Onları bir anda hipnotize eden musikinin volümü düştü, melodi
değişti hafifledi, beyinlerini tutsak eden çember gevşemişti. Konuş
maya ilk cesaret eden Bob oldu. Silkindi, gözlerini açıp kapadı.
“Büyü bitti, hadi içeri girelim” dedi.
Esin de kendine gelmişti.
“Girmeden önce radyasyon kontrolü yapalım” diyerek aygıtın
uzun ucunu kapıdan içeri tuttu.
“Temiz. Radyasyon yok.”
Protokol gereği binaya ilk Esin ile Bedri girdi. Diğerleri merak
lı bakışlarla onları izledi. Kapı geniş bir meydana açılıyordu. Mey
danın ortasına kadar geldiler, durdular.
264
Korkutan gerçek
Tobias kızdı.
“Peter’i mi dinleyeceksiniz beni mi sayın komiser? Şımarığın
biridir Peter.”
Bunu duyunca Peter’in sinirleri iyice kabardı.
“Vay alçak sen ne sinsi herifmişsin, pis işlere girmişsin, ailenin
onurunu da düşünmemişsin” derken Tobias’a saldırmamak için ken
dini zor tutuyordu, polisler de önlem olarak yanma dikilmişti.
Komiser bir böceği ezermişçesine parmağını Tobias’m alnına
bastırdı.
“Pekâlâ Tobias, senin kod adının Berimli Çoban Köpeği oldu
ğunu telefon konuşmalarınızdan biliyoruz. Hakkında epey bügi-
miz var, bu nedenle tekrar uyarıyorum sakın yalan söyleme!
Şimdi anlat bakalım, işe nereden başladınız?"
Uyarıyı alan Tobias kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
“Depreme önlem araştırması adı altında Çemberlitaş’m kaide
sine ve temeline toprak altı radarlarıyla baktılar. Temelde 11x11
m boyunda ve 2,5 m yüksekliğinde blok taş görüldü. Blokun içine
1 m yüksekliğinde, 2 m uzunluğunda ve 1 m eninde mini bir oda
vardı. Oruç Bey kitabında aynısı yazılıydı. Kutsal emanetlerin
orada olduğuna karar verdik. Kara Temur ile Varol oraya gizlice
tünel kazarak kutsal emanetleri çıkaracaklarım söylediler. Onlar
bir yolunu bulur tüneli kazarmış.”
“Peki, Rumelihisarı kazısını nasıl yapacaklardı?”
“Holdinglerine bağlı büyük çapta turizm ve nakliyat firmaları
var. Her türlü nakliyatı Yeşil Kanat adlı firmalarıyla yapıyorlar.
Firma, hisar camiini yeniden inşa etmek için başvurdu. Bakanlı
ğın bundan hoşlanacağından eminler. Oruç Bey kitabında, hisar
camimin 7 Akbaba’lı kubbenin üstüne yapıldığı yazılıyor. Biz de
cami inşaatı sırasmda temelin altına bakacaktık.”
“Aradığınızı bulursanız gizlice çıkaracak ve kaçıracaktınız”
dedi Komiser Adnan ve bir iskemle alarak Tobias’la diz dize otur
du. “Tamam, sonra ne oldu Tobias?”
“Teo ortaya çıktı. Ninemden hikâyeyi duyunca heyecanlandı.
Ninemin Oruç Bey kitabını anlatacağını bilseydim Teo’yu eve
sokmazdım bile, boş bulundum. Onu ninemle tanıştırdığıma
pişman olmuştum, ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Teo kitabı
bulma hevesine kapıldı. Kütüphanede Lara’yla tanıştı. Birlikte
İstanbul’a gitmeye karar verdiler. Teo tüm planlarımı berbat
edecekti. Araştırma için resmi makamlara başvuracaktı. Böyle-
ce bizim gizli yürüttüğümüz işin önünü kesecekti, bütün emek
lerimiz, harcadığım paralar boşa gidecekti. En önemlisi 7
278
atınca Teo da ona vurdu. Teo güçlüydü, vurduğu adam düştü, sonra
diğer adam üstüne atladı, ötekiyle boğuşurken düşen adam Teo’nun
bacaklarım bıçaklayarak ayağa kalktı, öldürmek istemiyordu. Ben
‘Yapmayın!’ diyordum. Teo, bıçaklayan adamla diğerini yumrukla
yarak düşürdü, adamlardan biri tabanca çekince cadde tarafına
kaçmaya başladı. Kan kaybetmişti, bacakları yaralanmıştı zor
koşuyordu, duvarı aşıp caddeye atlamak isterken düştü. Adamlar
yetişip tekrar bıçakladılar...”
Lara kusmamak için mendilini ağzına bastırıyordu, gözlerini
yummuş dinleyen Peter ile Köksal’m tansiyonu iyice yükselmişti.
Tobias anlatmaya devam ediyordu.
“Teo yine de onlardan kurtuldu, duvarı aştı caddeye atladı. Ben
yetiştim, peşinden gitmelerini önledim. Kurtuldu sanıyordum
ama... Ne yazık ki...”
Tobias susmuştu. Öylesine bir sessizlik oldu. Odanın ışıklan
kararmıştı sanki. Lara’ıun hıçkırığı duyuldu, ağlamaya benzer bir
sesle anlaşılmaz sözleri bağırarak söylüyordu, oraya kusmamak
için ayağa fırladı, polislerden biri kapıyı açarak Lara’yı tuvalete
koşturdu. Peter gözlerini açmıştı, dirseklerini dizlerine dayamış
öylece Tobias’a bakıyordu. Komiser sorguyu kesti.
“Götürün, geri kalan ifadeyi sonra alacağız."
Tobias’ı odadan çıkardılar. Komiser son derece üzgün olan
Peter ile perişan durumdaki Lara’ya, “otellerine dönebilecekleri
ni, gerektiğinde kendüerini tekrar çağıracağım” söyledi.
Peter ne yapacağını bilemiyordu. Tobias’ı yakaladıkları için
defalarca teşekkür etti. Ancak Lara’nın bir sorusu vardı.
“Tobias’ı evinde bulduğunuz Semiramis ne olacak? Tobias’la
tanışıklığı, Teo’nun ölümündeki suç ortağı kuşkusunu uyandırmı
yor mu?”
“Semiramis izleniyor. Serbestçe, ürkmeden hareket etmesi için
Toibas’a telefon ettirdik...”
“Ne telefonu?”
“Tobias’a Semiramis’i arattık. Önemli bir iş için Londra’ya git
mesi gerektiğini, kısa süre sonra döneceğini söylettik. Böylece
nereye kaybolduğunu merak etmez. Semiramis’le ilişkisinin
ayrıntılarını da kendisinden almaya başlayacağız.”
Lara memnun olmuştu. Peter heyecanla komiserin ellerine
sanldı.
“Rica ediyorum onu bıçaklayanları yakalayın, olan bitenden
haberim olsun, komiser.”
Peter dik duruyordu. Komiser üzüntüyle ona baktığında çatık
281
“Sona geliyoruz”
Saat 09.35
* * *
* * *
* * *
* * *
* * *
* * *
o ık II v
“Gördüğünüz yan yana gelen bu semboller şunu anlatıyor:
• Tanrı yaratılıştan önce de vardı. O-sıfır’dan 1- bir’i yarattı.
Yani Güneş’i ve sistemini ve de yaşanacak duruma getirdiği
Dünya’yı, sonra da insanı yarattı. Sonra insanı ikileştirdi. Zıt
cinselliğe sahip iki insan üçüncüyü üretti. Böylece insan nesli
ni yarattı.
• Üçgenin içindeki nokta ‘Tann’nm gözü üzerinizde’ ifadesidir.
‘Bir’den üç oldunuz’ diyor.
293
* * *
* * *
Lara’ya yanıt veren Profesör Bedri oldu.
“Semboller ‘Akbaba sizi koruyor’ diyorsa, ‘Siz de koruyucunu
za dikkat edin veya onu koruyun’, yani benim dediğim gibi
‘dokunmayın’ anlamına geliyor.”
“İyi ama” dedi Bob, “dokunmazsak ne olduklarım veya başka
deyişle ‘bizi nasıl ve neden koruduklarım’ anlayamayız. Buna bir
yanıtın var mı profesör?”
“Var” dedi Profesör Bedri. “Fizik bilimi ve astronomi bilimi size
yanıt verecek durumda Profesör Bob Younger.”
“Dinliyorum.”
Profesör Bedri derin bir nefes aldı boğazını temizledi. Hepsi
biraz daha Bedri’ye sokulmuştu. Lara atıldı.
“Semboller bitmedi, spiralin içinde devam ediyor. Tartışmayı
somaya bırakalım, sembollerin tamamı ne anlatıyor onu dinleyin,
akbabaların ve kubbenin çözümü için bu semboller tam bir anah-
tar.”
Lara zemindeki spiralin ilk halkasını gösterdi. “Çözdüğümüz
birinci cümleden soma bir çizgiyle ayrılan ikinci gruba bakalım:
294
□
• “Ateş, su, toprak ve hava yaratıldı, ardından insan geldi. Son
suzluk kalacaktır ama kıyamet gelecektir.
• İnsan evrenden gelecek tehlikelerden korunacaktır ama kıya
mette alınacağı gibi geri de gönderilecektir.”
Bob ellerini kaldırarak Lara’mn karşısına geçti.
“Tamam sembollerin kraliçesi, teslim oluyorum. Sembollere
inanıyorum. Lütfen daha kestirme anlat, çünkü yapacak çok işi
miz var” dedi.
Lara ilk defa kızmadı.
“İyi ama Sayın Profesör Huysuz, semboller bize 7 Akbaba’mn
sırrmı açıklamaya başladı. Yine de hızlı gideyim, ayrıntılar yerine
sonuçlan vereyim.
Üçüncü bölüme geldik.
“Aşağı doğru inen sekiz şerit. Her biri ruhun Tanriya ulaşması
için gerekli aşamaları ifade eder. Ruh en alttan, yani cansızlıktan
gelişmiş insana ulaşmak zorundadır.
Şeritlerin ulaştığı altı köşeli yıldızın çevresindeki çember ve için
deki gezegen sembolleri, dünyadan başka da akıllı canlıların yaşa
dığı gezegenlerin bulunduğunu belirtiyor. Başka canlılar dost olma
yabilir.
Zemindeki spiralin içindeki semboller yaratılışı ve insanın geliş
mesini anlatıyor. Uyanlarda bulunuyor. Sonuçta uyan şu: ‘Yaratıldı
nız, yalnız değilsiniz. Evrende kötüler de vardır. Akbabalar sizi
koruyor, onlara dikkat edin.’ Evet, bu kadar dostlar” dedi Lara
2 9 6
Rumelihisarı’nda şenlik
Çete K u b b e ’y e gidiyor
“Fahişe bana ateş edip kaçtı” diye bağırdı Peter. Eliyle helikop
terin gittiği istikameti gösteriyordu.
“Biliyorum biliyorum” diyordu Koksal, bir yandan da yırttığı
gömleğiyle Peter’in boğazındaki kam siliyordu. Mermi deliğini
gördü Koksal. Peter’in gırtlak borusunun yalanındaydı. Kanı sil
dikçe bir yara daha ortaya çıktı. Boyun ile omzun birleştiği yeri
bıçakla yarılmış gibi kesmişti. Bir santim derinlikte ve yaklaşık 6
cm uzunluktaydı.
“Şansımız var, Peter. Mermi sıyırmış” derken yalan söylüyordu.
Boynundaki deliği saklamıştı.
“Vay fahişe vay... Ateş ederken Almanca ‘Yeter yeter’ diye bağır
dı” diye söylendi Peter. Sonra gözleri kaydı, bayılır gibi oldu ama
toparlandı.
“Ambulans, ambulans!..” diye bağırıyorlardı Koksal ve koruma
lar.
Hisarın içi ana baba günüydü. Serbest kalan gerçek komiser ile
jandarma yüzbaşısı telsizle durumu bildirerek destek güç istemiş
lerdi. Sahte mehter ile sahte polisler kelepçelenmişti. Az sonra
komiser telsiz raporu aldı. Kaçan Bursa plakalı otobüsteki altı sahte
polis ile şoförü de polis ekipleri etkisiz duruma getirmişti.
Kargaşadan bir an unutulan depremin sarsıntıları hafiflemişti,
sonra birden durdu. Sarsıntılar durunca depremi hatırladılar.
Bazıları sinir bozukluğuyla gülmeye başladı.
“Sahi bir de depremimiz vardı” dedi Bedri. Sinirleri öyle bozul
muştu ki, kahkaha atar gibi kesik kesik konuşuyordu.
Bob, yanma oturduğu Peter’e endişeyle baktı.
“Neler oldu burada, kimdi bu adamlar?” dedi Köksal’a baka
rak.
Koksal kollarını iki yana açtı.
“Semiramis’in çetesi belli ki... Herifler konuşunca anlayaca
ğız.”
“O pis kan nereye kaçtı?”
“Polis izliyordur Bob. Göreceğiz, öğreneceğiz.”
Biraz sonra sirenleriyle kıyametleri koparan ambulans filosu
hisann önüne yığıldı. Peter ile diğer yaralılan sedyelere koyarak
koşturdular.
Yaralılar gönderildikten soma bütün ekip bir araya toplanmıştı.
“Aksiyon filmi yaşadık. Anlatınca inanmayacaklar” dedi opera
tör Pat.
Korkut kamerasına vurarak Pat’e, “Çatışmanın her anını çek
tim dostum. Herkes inanmak zorunda” dedi.
3 0 7
Helikopterde...
Bob şaşırmıştı.
“Evet, dünyanın batışı” yanıtını veren Bedri bir an durdu, göz
leri şaşkınlıkla büyüdü, zemini gösterdi. “İki ceset ortada yok.
Gördünüz mü?”
Üçü birden durakladı.
“Evet evet, olacak şey değil... Yok cesetler, yoklar. Telaşla far
kına varmadık.”
Şaşkınlıkları büyüktü, iki çetecinin cesedi buharlaşmıştı
sanki...
Akbabanın çarpmasıyla yıkılıp tespihböceği gibi kıvrılarak can
veren iki haydut kaybolmuştu. Boş siyah zemin az önce cilalan
mış gibi pırıl pırıl parlamaktaydı.
Bedri başım sallıyordu.
“Dostlar, kim ne derse desin burası bizim teknolojimizin ancak
varsayımlarla yorumlayabileceği olağanüstü bir mekân. Cehaletimiz
le burayı kurcalarsak inanılmaz felaketleri başlatırız.”
“Ağzındaki baklayı çıkarsana” dedi Bob. “Ben de bilim adamı-
ynn, arkeoloji profesörüyüm, seni anlarım.”
Alınmıştı, kızgınlığı sesinden belli oluyordu.
“Özür dilerim profesör. Size elbette açıklayacağım. Ancak bu
mekânı açıklamaya arkeolojiden çok fizik ve astronomi bilimi
tercüman olacak” dedi Bob.
Peter’in şaşkınlığı
“Hastanede yatmam!..”
Peter hafif baygınlıktan ve 24 saat yattıktan sonra mutlaka
otele dönmek istiyordu. Boynunu delen mermi aort ile gırtlak
borusu arasından geçmişti. Hiçbir daman ve kası koparmaması
mucizeydi. Peter ölümün kıyısına gelip dönmüştü. Boynundaki
deliği operasyonla kapattılar, dikiş attılar. İkinci merminin sıyır
dığı yarasına ise altı dikiş atılmıştı. Kanama kesilmişti. Peter
inanılmayacak kadar iyi durumdaydı. Alman Hastanesindeki
hekimler onu caydıramayacaklannı anlayınca otele gitmesine
razı oldular.
“Tam bir mucize. İlk baştaki kanlı görüntüsünün aksine yarala-
n ağır değil. Madem istiyor oteline dönebilir, ama başında dene
yimli bir hemşiremiz olacak” dedi başhekim.
İki nöbetçi doktor da cep telefonu numaralannı Peter ile
Lara’ya verdi. Ambulans otele götürecekti, deneyimli hemşire
yanında kalarak Peter’in durumunu gözleyecekti. Boynuna koru
3 1 0
yucu takılan Peter’e altı saatte bir ağn kesici iğne yapılacaktı.
Güçlü antibiyotikler verilmeye başlanmıştı.
Ambulans otel yolundayken Peter yarasım düşünmüyordu büe.
“0 kadın beni neden öldürmek istedi? Neden ‘Yeter! Yeter!’
diye bağırıyordu?’’
“Kardeşimin ölümünde parmağı var... Şimdi beni öldürecekti...
Neden bize bulaştı?”
7 Akbaba’nın sırlan
3 1 7
321
kabul etti. 7 Akbaba’lı kubbe toprağın altında kalmalı ve unutul- bir görün” diyerek çapkınca güldü Kubilay.
malıydı. Bob albümün kapağını açtı.
“7 Akbaba’ya veda etmeyi bir türlü içime sindiremiyorum, ama “Heyecanlı mısın, Bob? Büyük aşkının gizemli yaşamından
çare yok. Umarım gelecek kuşaklar sim çözecekler ve akbabaların bölümler göreceksin” demesine aldırmadı Lara’nın.
sunduğu bügilerden insanlık adına yararlanacaklardır” dedi Bob. Albümdeki resimleri görmek için Bob’un başma toplandılar. İlk
Toplantı bitmişti ve konuk akademisyenleri yolcu ettiler. sayfada Semiramis çok şık kırmızı bir tuvaletle görülüyordu.
Yanında bir erkek bir kadm vardı.
Birinci şok “İşadamı Vacip Aksözlü ve eşi” dedi Koksal. “Vacip Bey zengin
likte ilk beşe girer.”
Bir köşede oturan Kubilay elindeki albümle kıvranıp duruyor Sayfalan çevirdikçe Semiramis’in çeşitli toplantılarda çektirdi
du. ği fotoğraflar sıralanıyordu. Sonra Kubilay’ı çarpan görüntüler
“Dostlar, 7 Akbaba’run büyüsünden dünyamıza dönelim. Kubi geldi. Semiramis çırılçıplaktı.
lay bir albüm getirdi, çok ilginç olduğunu söylüyor. Semiramis’in “Işığı mükemmel, profesyonel bir fotoğraf stüdyosunda çekil
fotoğraf albümü" dedi Koksal. miş bunlar” dedi Koksal.
“Anlat Kubilay, neler oldu.” Sevişiyormuş gibi pozlar vermişti. Göğüslerim altlarından
Kubilay, Semiramis’in albümünü toplantı masasının üstüne avuçlamış birine sunuyordu sanki. Diğerinde bacaklarını açmıştı,
koydu. birini saçlanndan tutup kasıklarına bastınr gibi poz vermişti.
“Peter’i vurup kaçtıktan sonra polis Semiramis’in evine baskm Bütün pozlarında kendini birine ikram ediyordu.
yaptı” derken Peter sözünü kesti. “Tam bir ruh hastası cani karı” dedi Peter iskemlesini geri
“Fahişe helikoptere binip gitti. Polis evine gideceğine helikop çekerken. “Görmek istemiyorum.”
teri izleseydi.”
“İzliyorlar” dedi Kubilay. “Helikopter bir gemiye indi, gemi
Büyük şok
Bulgaristan’a gitti, sahil muhafaza yetişemedi. Polis peşlerini
bırakmayacak tabii... İpuçları bulmak için Semiramis’in evine Erotik pozlardan sonraki albüm sayfasına sarı bir zarf yapıştı-
baskın yapıldı.” nlmıştı. Bob zarfın içindeki bir tomar fotoğrafı, “Bunlar ne yaa..”
“Bulabildiler mi ipin ucunu bari?” diyerek çıkarıp bakmaya başladı. Gülüyordu.
“Benim gördüğüm kadarıyla ufak bir kasa ile dosya olarak ne .“Semiramis’in arkeolog günleri... Bir kazıda görülüyor, nerede
varsa ve dizüstü bilgisayarı polis götürdü. Semiramis’in üç tane acaba?” derken fotoğrafı yüzüne yakınlaştırdı. Bu şortlu kadm
pasaportu bulundu." kim acaba? Top model gibi arkeolog. Yüzü gözükmüyor ama kal
“Üç pasaport mu? Vay canına...” çalar ve bacaklan bir arkeolog için şaşırtıcı mükemmellikte...”
“Evet üç tane. Rus, Belçika ve Alman pasaportları. Sahte mi değil İskambil destesi gibi tuttuğu fotoğrafları avucunda açıyordu.
mi henüz bilmiyoruz. Merkezde rica ettim, polis arkadaşlar fotokopi Birden ayağa fırladı.
lerini almamaizinverdi. Buaradaevdekiaramasu'asındaSemiramis’in “Yok canım... Yok canım... Yanılıyorum yanılıyorum!” diye
yatak odasma daldım. Eh ben de 18 yıllık polis muhabiriyim, bilirim; bağırırken biri dışında fotoğrafların hepsini düşürdü.
karanlık kişiler en gizli eşyalarım daima yatak odasmda saklar. Çek Bob’un gözleri kaydı, sadece gözaklan gözüktü, yüzü ürkütü
mecelerini karıştırdım, bir baktım kaim, metal kapaklı bir albüm, cüydü. Dudakları titredi, elindeki fotoğrafı salladı, bir şey söyle
kasa gibi mübarek... Kaptım, çantama sakladım.” mek isterken olduğu yere yığılıverdi.
Masadaki albüm gerçekten ufak yassı bir kasaya benziyordu. Bob düşerken, Peter yaralı boynuna aldırmadan kucaklayarak
Debra sordu. başının yere çarpmasını önledi. Onunla birlikte yere oturmuştu.
“Nasü açacağız bunu?” Koksal otel resepsiyonuna telefon etti.
“Ben açtım büe... Kilidi zorlu değilmiş. Ne resimler var içinde “Doktor çağırın!”
■
32 6
“Meg harika bir kadındır. Dosttur. Peter ise şımarıktır. İkisi birbi
rine uygun değil. Meg asla Peter’i sevmedi. Bana daha yalandı.”
“Meg sevgilin miydi?”
Tobias güldü.
“Hayır hayır, Sayın Komiser. Yakm arkadaşımdı. Dertleşirdik.
Onun da Peter’i sevmediğini anlamıştım. Bana açılmasını, içini
dökmesini söyledim. Aramızda sıkı ve güvenli bir bağ oluştu.”
“İzin verirseniz bir sorum olacak" dedi Bob komisere.
“Sen Peter’in kardeşi Teo’nun en yakm arkadaşıydın. Peter de
dostundu. Onları atlayarak neden Peter’in karısıyla sırdaş oldun?
Peter bunu biliyor muydu?”
“Hayır. Peter kendini beğenmişin biridir. Ondan hoşlanmadı
ğım için Meg’le dostluğumuzdan söz etmedim.”
“Yaa... Demek Peter’den hoşlanmazdm, ama dostluğu sürdürü
yordun.”
“Yakışıklılığını dünyanın en yüksek fazileti zanneder Peter...
Kadınlar ona bayılır ya, Peter’e bu yeter.”
Tobias’m bu sözleri Bob’u gülümsetir gibi oldu.
“Peter benim kuzenim, iyi bir gazeteciydi, esaslı bir işadamı
oldu. Onun önem verdiği şeyler dünya barışı, açlıktan kınlan
ülkelerin sorunlannı çözmektir. Bu konuda önemli çalışmaların
içindedir. Aynca felsefe tutkunudur. Senin anlattığın Peter ise
salağın teki bir playboy... O öyle değildir.”
Tobias kızgın bir sesle konuştu.
“Peter on para etmezdi. Meg onu sevmiyordu işte!”
Bob ayağa kalktı.
“Sen yılanmışsın ailenin içinde...”
“Sakin olun” diyen komiser Bob’u yerine oturttu.
“Peki Tobias. Meg senin sırdaşındı. Neleri paylaşıyordunuz
onunla?”
“Büyük sırlan... Çok büyük sırlan.”
Bob ile Lara’ya baldı gülerek, onlan gösterdi.
“Bunların akima bile gelmeyecek sırları paylaşırdık.”
“Çok büyük sırları bize de anlat” dedi Komiser Adnan.
Tobias’m yüzünde intikamını alacağından emin kişilerin ifadesi
vardı. Dişlerini sıkmıştı, ama gözleri mutlu bakıyordu.
“Semiramis’in kim olduğunu anlatmam gerek önce. Bu eşsiz
güzel kadın Belçika’da doğdu, babası Türk inşaat teknisyeniydi.
Semiramis liseyi bitirirken Moskova’ya göçtüler. Babası bir Türk
şirketinin Rusya’daki inşaatlannda çalışıyordu. Semiramis üni
versiteyi Moskova’da okurken çok cici bir sınıf arkadaşı vardı.
331
Anzheta Demidov adındaki kızla, yani Meg’le çok iyi dost oldular.
Bir an bile ayrılmıyorlardı. Birlikte diploma aldılar, birlikte arke
olojik kazılara katıldılar. Onlan ayırmak zaten mümkün değildi."
“Bu kadar ayrıntıyı sana Meg mi anlattı?”
“Evet, Sayın Komiser. Meg bana her şeyini anlatırdı. Gün geldi
ikisi de kazılardan bıktılar. İkisi de çok güzeldi. Moskova’daki bir
model ajansına yazıldılar. Çok tutuldular. Bir Fransız ajansına
transfer oldular. Düsseldorf Moda Fuarı sırasında Meg ile Peter
tanıştı. Bizim sersem playboy kıza çarpılmıştı. Kısa süre sonra
evlendiler.”
Bob söze girdi.
“İyi ama Peter Semiramis’i tanımıyor ki, bu nasıl oldu?”
“Hahhah hayyy... Peter’le tanıştığı gece Semiramis defiledeydi.
Meg, ‘Sen gözükme, bu enayi çok zengin, ünlü Peter von Huber,
benimle evlenmesi için kafa kola almalıyım. Eğer evlenirsek onu
iyice yolduktan sonra atarım başımdan. Bu arada biz yine gizlice
buluşuruz’ dediği için Peter hiçbir zaman Semiramis’i tanımadı.”
“Semiramis’in neyi vardı da Meg en iyi arkadaşını Peter’le
tanıştırmadı, daha doğrusu neden onu gizledi?”
İşte Tobias, Lara’nm bu sorusu üzerine zafer kazanmış bir
komutan gibi kasıldı. Tavana baktı alaycı alaycı güldü.
“Neden insanlar daha akıllı olmaya çalışmıyor şaşıyorum. Siz
Meg ile Semiramis’in ruhlarının uçtuğunu bilmiyorsunuz. Uçan
ruhlar, aşk denen şeyin insan üretmek için konulmuş bahane
yasası olmadığım bilir. Meg ile Semiramis uçan ruhlarının özgür
lüğüyle birbirlerinin yörüngesine girmiş iki yıldızdır.”
Şimdi trajik eserde rol almış tiyatro aktörü 'havasına girmişti.
Gözleri tavanda, dudaklarını alaycı kıvırmış, rolünü oynuyordu.
“Romeo-Jülyet mi desek onlar için, yoksa Hamlet-Ofelya mı?
Yok yok ikisi de değil. En doğrusu Jülyet’in Ofelya’ya aşla
demek... Böylesi uygun olur...”
Bu sözlerden sonra Tobias’m attığı kahkaha odadakileri şaşırt
tı. Şimdi iskemlesinde dikleşmişti.
“Hazır olun bombayı patlatıyorum” dedi ve sesini iyice yükselt
ti. Meg ile Semiramis lezbiyen bir çifttir ve birbirlerine çılgınca
âşıktırlar!”
Sözleri odanın ortasına gerçekten bomba gibi düşmüştü. Tobi
as hepsini süzdü, Semiramis ile Meg’in sırrını açıklayıp dinleyen
leri şaşırttığı için mutluydu.
Artık konuşmaktan zevk alıyordu.
“Meg aktif lezbiyendir. Semiramis’le ikisinin aralarındaki adı
332
“Akbabalar ne oldu?”
“Onları söküp Merkez Bankası kasasına koydular. Artık ordu
gelse onlan alamaz.”
Tobias ağlamaya başladı.
“Bütün emeklerim boşa gitti ha... Hayallerim, hayallerim ne
olacak şimdi?”
Komiser ile savcı, Bob üe Lara’nın daha fazla kalmasını gerek
siz buldular.
“Sizi yorduk, üzüldünüz. Gidip dinlenebilirsiniz" dediler.
Bob sordu.
“Bundan soma ne olacak?”
Savcı yanıtladı.
“Semiramis ile Kara Temur’u özel ajanlanmızla arayacağız,
bulunca înterpol’e tutuklatacağız. Buradakiler yargılanacak. Çete
nin ilişkilerini araştıracağız, perde arkasında kimler var çıkaraca
ğız. Faris’in gizlediği çok şey olmalı.”
“Aşkımıza Voyçiçam”