You are on page 1of 329

7 AKBABA

Kıyametin Habercileri

Yazan: Tevfik Yener

Yayın hakları; © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık T ic.A .Ş.


Bu eserin bütün hakları saklıdır.Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

I. baskı / ekim 2009 / ISBN 978-605-1 11-377-7


Sertifika no: 11940

Kapak tasarımı: Yavuz Korkut


Baskı: Şefik Matbaası / Turgut Özal Caddesi
No: 137 İkitelli - İSTAN BUL
Tel: (212) 549 62 62

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapım cılık Tic. A .Ş .


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. I K at 10,34360 Şişli - İSTAN BUL
Tel. (2 i 2) 246 52 07 / S42 Faks (2 12} 246 44 44
www .dogankitap.com .tr / e d ito r@ d ogan k itap.com .tr / satis@ dogankitap.com .tr
7 Akbaba
Kıyametin Habercileri

Tevfik Yener

İv » , i * İS. " ı , i. V*/ . ‘ ' >$/.* w

T«fc. .V . ~n!t"

S3T56G •

D
DOĞAN
KİTAP
“Vurun hepsinin kellesini!..”
Sahibinin sesindeki keskinlikten ürken at şaha kalktı. Emri
alan sekbanlar altı elçiye çullanıp dizüstü çökerttiler. Yakalanın
çekip yırtarak enselerini açtılar, kılıçlarını çektiler. Keskin ve ağır
kılıçlarını elçilerin çırılçıplak enselerine indirmeye, başlarını göv­
delerinden ayırmaya hazırdılar.
Son “vur” emrini almak için gözlerini ona çevirdiler.
O, “Bekleyin!..” diyerek atım yokuşun başma sürdü. Bir daha
şalıa kalkıp oynaşan kır atın başını geriye çevirdi. Kelleleri kopa-
nlmak üzere olan elçilere seslendi...
Konstantiniyye, 1452

Öğleden sonra güneş aniden kaçtı. Kapkara bulutlar gökyüzü­


nü boş bulup hücum ettiler. Bir karanlık bastı ki, Akşemseddin
Hazretleri, “Bir hikmeti vardır gündüzün geceye dönmesinin,
güneşinin battığım Bizans’a haber vermektedir” dedi.
Üst üste vurdu gökyüzünün davulları, dağı taşı kara buluta sanp
gümbürdetti, inletti, sarstı. Delse de karanlığı şimşekler aydınlığı
getirmeye güç yetiremedi, yıldırımlar da korkup yeryüzüne aktı,
düştüğü yeri yaktı. Yağmur dağı taşı önüne kattı, denize döktü.
Bisans halkı kiliselere doldu, Ayasofya’daki ayine İmparator Kons-
tanlinos Dragazes katıldı, kenti koruması için Tann’ya yakardı.
Kandiller Ayasofya’yı aydınlatmaya yetmedi. Kubbenin camların­
dan girerek mozaikteki Hazreti İsa’yı havalanmış gösteren ikindi
güneşinin göz kandıran ışığı olmadığından peygamber hareketsizdi.
Kâhinler, “Dünya var oldukça lanet sürecek Konstantiniyye felaket­
lerden kurtulmayacak” dediler.
Üç gün boyunca gök gürledi, yağmur aralıksız yağdı ve sonra
birden durdu, hava açıldı.
O sabah bulutsuz gökyüzünde güneş parlıyor, ısıttığı nemli top­
raktan yağmur sonrasının yaşam vaat eden o eşsiz kokusu yükse­
liyordu.
Görülmemiş şiddetteki yağmur kısa sürede bitmesi gereken önem­
li işi aksatmıştı. Göz açtırmayan üç günlük yağmurdan sonra telaş
tekrar başlamıştı. Yüzlerce insan denize inen dik araziyi tepeden
yamaca doldurmuştu. Çalışanlar genç erkeklerdi. Sakız beyazı kuşak­
larım bellerine sıkıca sarmışlardı. Paçaları diz altından bağlanmış
şalvarları simsiyahtı. Çoğu yalınayaktı. Sınm gibi vücutları çalışmak­
tan kızarmıştı ve terden parlıyordu. Belden yukansı çıplakların yanın­
da kar beyazı gömlekliler de vardı. Çok hızlı çalışıyorlardı.
12

Hareketleri şaşılacak kadar uyumluydu. Bir teki bile konuşmu­


yor, çevresine bakmıyordu. Toprağı yaran kazmalarla, toprağa
dalan küreklerin çıkardığı seslerin eş aralıklı düzeni şaşmıyordu.
Bir ritim çalgıları orkestrasının kusursuz ahengi kulaklara gelmek­
teydi.
Sayılan yirmiye yakın kabarık sanklı, cüppeli kişiler çalışanlan
sessizce tepeden izlemekteydi. Cüppelerinin ağır kumaşları,
duruşlanndaki üstten bakış önemli adamlar olduklannı gösteri­
yordu.
Hepsinin önünde çok genç bir adam durmaktaydı. Sakız beyazı
sanğı, güneş yanığı yüzüne yakışmıştı. O kadar gençti ki, yanakla-
nndan gelerek bıyıklanyla birleşen sakalının ayva tüyleri belli ki
henüz sertleşmişti.
Siyah uzun cüppesinin ipek kumaşı tatlı esen rüzgârla dalgalanıyor,
ara sıra hafifçe kabanyordu.
O siyah cüppeli genç adam, mağrur duruşu, keskin bakışlan ve
kıvrık burnuyla tepeye konmuş bir kartalı andınyordu.
Aşağıdan gelen ritmik sesleri dinliyordu. Eş tempoyla metro­
nom düzeninde toprağa inen kazmalann küreklerin sesine, çalı­
şanların her vuruşta çıkardığı “hunh!..” sesleri eşlik etmekteydi.
Ayin yapıyorlardı sanki...
Yeryüzü davula döndürülmüştü, dövülüyordu. İnsanoğlunun
hırs dolu inleyişi ürkütücü olduğu kadar görkemli, saygı yaratan
bir melodiyi tepeye doğm yükseltmekteydi.
Tepedeki mağrur genç adamın ince dudakları hoşnut bir
gülümsemeyle hafifçe kıvrıldı. Bizans toprağının etini koparan
adamları, Konstantiniyye’nin kemiklerini de kıracaktı.
“Dünyanın efendisi olmak” ihtirası, yüreğindeki ateşi sürekli
alevlendiriyordu. Halkının içinde aynı ateşin yandığını görmek
onu mutlu etmişti.
Ellerini gökyüzüne doğru kaldırdığında siyah cüppesinin geniş
kolları rüzgârla doldu. Kartal kanatlarını açmıştı. Başım kaldırdı,
gözlerini kısarak Konstantiniyye’ye doğru baktı.
“Ey Roma!.. İşte gör!.. Senin kalbine dayanacak kılıcımın çeliği
dövülüyor!..”
Sesi kılıç kadar keskindi.
Arkasındakiler başlanın biraz daha eğerek genç adamı saygıyla
dinlediler. Sadece baştan aşağı beyazlar giyinmiş ak sakallı yaşlı
adam gülümsedi.
Genç Sultan Mehmed çalışanları biraz daha seyrettikten sonra
tepeden aşağı ağır ağır yürümeye başladı. Çalışarılann arasına
13

girecek, onlarla birlikte taş taşıyacak, gayret verecekti. Arazinin


ortasında doğal bir teras vardı. Terasa yaklaştığı sırada yamaca
doğru koşanlan gördü. Onların telaşı sultam meraklandırmıştı.
Koşuşmanın sebebini öğrenmek için sekbanlarını gönderecekti
İd, aşağıdaki kalabalığın içinden Zağanos Paşa çıktı. Ellerini hava­
ya kaldırmıştı, orada bir şeyler olduğunu işaret etmekteydi. Paşa
gibi serinkanlı adam ilk defa böyle heyecanlıydı.
Onun heyecanı yokuşu inmekte olan Sultan Mehmed’i hızlan­
dırdı. Muhafız sekbanları çevresinde Zağanos Paşa’nm yamna
indi. Padişahın geldiğini görenler işlerinin başına dönmek üzere
çabucak dağıldı.
Kalabalığın açılmasıyla herkesi heyecanlandıran o şeyi padişah
da gördü.
Heyecan duyulmayacak, şaşkınlık yaratmayacak gibi değildi.
Kazılan toprağın içinden bir kubbe çıkmıştı. Sıradan bir kubbeden
farklıydı. Tuğla, kiremit veya taş değildi. Aynca harabe değildi.
Sapasağlam kubbe metaldi.
Sultan Mehmed hayretini gizleyemedi.
“Bu ne ki Zağanos?”
Zağanos Paşa sultanın hem hocası hem de eniştesiydi. îyi bir
asker oluşundan başka önemli bir bilim adamıydı. Nihayet serin­
kanlılığına dönmüştü.
"Kazacağız etrafını sultanım, ortaya çıkaracağız ne olduğunu
anlayacağız.”
Padişah iyice sokularak baktı.
“Kurşun mu kubbe?”
Zağanos Paşa olumsuzca salladı başmı.
“Baktım ben. Kurşun değil. Sert bir maden, çelik gibi, ama çelik
değil. Başka bir şey. Kazmayı küreği çekiyor. Nasıl bir metaldir
anlayamadım, daha önce görmedim böylesini.”
Sultan Mehmed ellerini beline koydu. Boğazkesen (Rumeli)
Hisan’mn inşası için başlayan kazılar gömük bir binanın “tuhaf”
kubbesini ortaya çıkarmıştı.
Boğaz’m bu en dar yeri, Anadoluhisan’mn tam karşısında deni­
ze dik bir araziydi. Yerleşim bölgesi değildi. Konstantiniyye’ye
uzaktı. İnsan eli değmediği bilinen çalılık, dikenli, taşlı yamaca
kim bu binayı dikmişti? Üstelik kubbesi bazı kilise çatılarında
olduğu gibi kurşun değildi, yabancısı oldukları bir metaldi. Sultan
Mehmed’in çok meraklandığı belliydi.
“Kazsınlar!.. Tamamı çıksın ortaya... Dikkat etsinler ama bir
zarar vermesinler yapıya.”
14

Üç günlük yağmurun yumuşattığı toprak kolay kazüıyordu.


Metal kubbenin çevresi hızla açılıyordu. Kubbenin tamamı belir­
mişti. Çapı 40 arşın1 olabilirdi.
Çukur gittikçe derinleşiyordu.
Kazmacılardan biri “Hah!..” diye bağırarak durdu.
Diğerleri de durdular. Metal kubbenin “acayipliği” üstlerinde
gerilim yaratmıştı. “İyi saatte olsunlara” ait dokunulmaz bir yapı
mıydı?
Ya çarpılırlarsa? Tedirginlikle birbirlerine baktılar. Zağanos
Paşa “Nedir?” diye seslenince, bağıran kazmacı dizlerinin üstüne
çökerek elleriyle toprağı açmaya başladı. Bulduğu “şeyi” tam ola­
rak ortaya çıkarıp göstermek istiyordu. Padişah merakla oraya
yöneldi. Çizmelerinin çamura bulaşmasına aldırmadı. Yanlarına
geldiğinde çalışanların gözleri irileşmişti, şaşkın bakışıyorlardı.
Toprağın içinde bir iskelet belirmişti. Toplandılar iskeletin
başma... Parçalanmamıştı, kafatası dahil bütün kemikleri yerin­
deydi. Kazmacı toprağı biraz daha eşeledi. Bulduğu iskeletin
hemen yanında bir kafatası daha görüldü.
Zağanos Paşa, “İskeleti bozmadan kubbenin bütün çevresini
dikkatle araştırın, başkaları da var” dedi.
Kazmalar, kürekler dikkatle kullanıldı. İşçiler zaman zaman
kazmayı küreği bırakıyor toprağı elle kaldırıyorlardı. Kubbeyi
çepeçevre açtıklarında dört iskelet daha ortaya çıktı. İskeletlerin
giysileri, toprakta hırpalanıp parçalanmış olsa da üstlerinde duru­
yordu.
Heyecan ve merak doruktaydı. Zağanos Paşa eğildi, iskeletler­
den birinin giysisine baktı. Tuttuğu kumaş parmaklarının arasın­
da dağıldı. Padişaha baktı.
“Giydiklerinden hangi millet olduklarını anlayamadım, ola ki
Rum’durlar” dedi.
“Bunlar nasıl ölmüş? Buraya kim, neden gömmüş, araştırın”
diyen sultan, iskeletlerin kaldırılmasını ve kazıya devam edilme­
sini emretti.
Kazmalar hırsla saplanıyor, kürekçiler çıkan toprağı küfelere
yüklüyor ve küfeler çukurun üstüne çekiliyordu. Kubbenin altın­
daki binanın gövdesi belirmişti.
Bina yedi köşeliydi. Duvarları ile kubbesini işlemeli kabartma
sütunlarla süslenmiş metal bir çember birleştiriyordu. İşlemeler
bilmedikleri üsluptaydı. Ne Romanesk, ne de İslami.
Sultan Mehmed ile Zağanos Paşa’nm yanına bembeyaz giysileriyle

î . Yaklaşık olarak 68 cm ’y e e şit olaıı u zu n lu k ö lçü sü . 40 arşın yaklaşık 27,5 m.


15

Akşemseddin de gelmişti. Sultan Mehmed’i çocukluğundan itibaren


eğiten yol göstericisi Akşemseddin Hazretleri; tam adıyla Şeyh Meh­
med Şemseddin bin Hamza, çağının en büyük bilgini olan ve baştan
aşağı beyazlar giyindiği için Akşemseddin denilen şeyh, metal kubbe­
li yedi köşeli binaya büyük ilgiyle bakıyordu. Kürekçüerden birkaçım
çağırdı, duvan kaplayan toprağı kazıttı, sonra yıkatarak iyice temiz­
letti. Siyah duvarı incelemeye başladı.
Binanın duvarları tuhaf bir taştan yapılmıştı. Siyah taş kaygan­
dı, ama mermer değildi. Şaşırtıcı yönü, duvar tek parça gözükü­
yordu.
“Böyle bir taşı ilk defa görüyorum” dedi Akşemseddin.
O sırada vakanüvis Oruç Bey de yanlarına geldi. Kubbe bulun­
duğu anda sekbanbaşı Oruç Bey’e hemen haber göndermişti.
Böyle bir olayı kayda geçirmek onun göreviydi. Tarih yazıcı habe­
ri alır almaz atını dörtnala sürerek hisar inşaatının yapıldığı böl­
geye gelmişti. Mürekkebi, diviti, kâğıtları, kalem kamışlarım ufak
tahta kutunun içinde getirmişti.
Sultan onu görünce memnun oldu.
“Tam zamanında geldin Oruç.”
Oruç saygıyla temenna etti.
Akşama doğru kubbeden itibaren 20 arşın derinliğe inilmişti.
Marangozlar dibe kadar enli bir merdiven yaptılar. Çukurda bek­
liyorlar kazı derinleştikçe merdivene basamak ekliyorlardı. Ayrı­
ca padişah ile maiyetinin kazıyı izlemesi için ahşap iskele kur­
muşlardı. îskeleye dört yanından bağlı zincirler üstte birleştiril­
miş, tek zincir halinde çukurun üstüne uzanıyordu. Araziye çakılı
kalın kazıklara takılmış çıkrıktan geçirilen zincirler serbest bıra­
kıldıkça iskele aşağı iniyordu.
Sultan Mehmed, Akşemseddin, Oruç Bey ve Zağanos Paşa iske­
lenin üstündeydiler. Saruhan Paşa ile Sadrazam Çandarlı Halil
Paşa ise hisarın yapımıyla ilgileniyorlardı.
Gün kararmıştı. Çukurun içinde ve üstünde onlarca meşale
yakılmıştı. Meşalelerin alevleri hafif rüzgârla oynuyor ortalığı
dalga dalga aydınlatıyordu.
Serinleyen hava çalışanları rahatlatmıştı.
Akşam karavanası geldiğinde ise iyice mutlu oldular. Halis
tereyağlı pilavın üstüne dökülmüş tandır kuzu eti tepsilerle önle­
rine konmuştu. Herkese birer testi ayran verilmişti. Üzüm hoşafı
ziyafeti tamamlayacaktı.
Sultan Mehmed yemek için çukur açma çalışmasını durdurmamış­
tı. Yemeğini yiyenler yemeyenlerden vardiyayı teslim alraışü. Padişah
16

ağzına sadece bir lolona pide atmış, biraz su içmişti. Akşemseddin,


Zağanos Paşa ve Oruç Bey ona uymuştu. Sultan dikkatim kubbeli
binaya ve onu ortaya çıkarmak üzere olan kazıya vermişti.
Çalışma bütün hızıyla sürerken kazmanın toprağa saplanma­
sından daha farklı bir ses, sert bir tınlama duyuldu.
Padişah elini kaldırarak, “Durun!..” diye bağırdı. “Nedir o ses?”
Çalışanları denetleyen sekbanbaşı seslendi:
“Kazma demire çarptı padişahım.”
Zağanos Paşa üzerinde bulundukları iskeleyi dibe kadar indir­
meleri için yukarıya seslendi. Zincirler gıcırdadı ve iskele yavaşça
inerek çukurım dibine oturdu.
Sultan Mehmed kazmanın demire çarptığı yere yürüdü. Sek­
banlar meşale tutarak o noktayı iyice aydınlatmıştı. Açılmış top­
rağın içinde metal bir tabaka görülüyordu.
Sultan Mehmed kazıcılara “Açın biraz daha” dedi.
Metal tabakanın üstündeki toprağı kazıcılar elleriyle dağıttılar.
Tabuta benzer bir sandık çıktı ortaya. Sandığın her yanım kazdı­
lar. Yüksekliği bir arşın kadardı. Tabuta benzeyen metal sandık,
kubbeli binanın yapıldığı siyah taştan kaidenin üstündeydi. Biraz
daha kazınca sert bir zemine ulaştılar. Sandığın 2 arşın yüksekli­
ğindeki kaidesi bu zemine oturtulmuştu.
Kaideyi ortaya çıkarmak için açtıkları çukurun bir tarafındaki
toprak kayıverdi. O zaman bir başka kaide daha olduğunu gördü­
ler. Üstünde bir başka metal sandık vardı.
Esrarengiz kubbenin ve içinde bulunduğu çukurun yarattığı
merak zirvedeydi.
İkinci kaideden itibaren yanlara doğru yapılan heyecanlı kazı
sonunda 14 kaide ve onların üstünde 14 metal sandık buldular.
Aynı zamanda kubbeli binanın oturduğu zemin de ortaya çık­
mıştı.
14 metal sandık, kubbeye diklemesine konularak, yan yana
düzenle yerleştirilmişti. Sandıkların hepsinin kapağında insan
başı büyüklüğünde kabartma daire vardı. Dairenin içine ayrıca üç
tane üçgen çizilmişti ve üçgenlerin uçlan birbirine değmekte olup
yonca yaprağma benzemekteydiler.
Sandıklardan yedi tanesinin kapağındaki yuvarlak işaret kubbe
tarafındaki uçlardaydı. Geri kalan yedisinin kapağmdaki yuvarlak
işaret ters yöndeydi.
Zemine varılmasıyla birlikte binanın girişi de görülmüştü. Üstü
yuvarlak, yaklaşık iki arşın yüksekliğinde ancak bir kişinin geçe­
bileceği kadar dar, çok düzgün kubbeli bir oyuktu.
17

İçini dolduran topraklar temizlenince oyuğun dibinde bir kapı


görüldü. Kapı, kubbeyi kaplayan metaldendi.
Sandıkların kapağını kaldırmaya hazırlanırlarken kapımn orta­
ya çıkması dikkatlerini girişe çekmişti. Zağanos Paşa padişaha
sorar gibi baktı.
“Kapı mı, sandık mı? Hangisini önce açalım?”
“Önce kapı” dedi Sultan Mehmed.
Paşa, iyice temizlenen oyuğa girdi. Kapı dümdüzdü, tutacak
kolu yoktu. Güçlü kollarıyla kapıyı itti. Zağanos Paşa’nm nam
salmış gücüne rağmen kapı kımıldamadı. Sultan Mehmed’e
baktı.
“Açılmıyor Padişahım, ama bu acayip binanın kapısını kırmak
doğru olmaz. Bir çare gerek, ama ne?..’’
O anda hiç beklemedikleri bir şey oldu, “trak” diye bir ses
duyuldu, kapı aniden açıldı. Sanki içerden biri kapıyı hızla çekip
ardma kadar açmıştı. Onca zaman yeraltında kalmış dört beş par­
mak kalınlığındaki kapmm böylesine kolay açılması şaşırtıcı
olduğu kadar ürkütücüydü.
Hepsi tek söz söyleyemeden büyük bir sessizlikle kapının
ardındaki karanlığa bakıyordu.
Kapıdaki karanlık birden açılmaya başladı, kara boşluk yerini
beyaz yoğun bir ışığa bıraktı. Işık değil dışarıya akan sütun biçi­
minde sıvı mermerdi sanki. Kapıya yakın duran sekbanlar birer
adım geri çekildi.
İçeride ne vardı?
Sultan Mehmed, “Sekbanlar girip baksın!..” emrini verdiğinde
Zağanos Paşa padişahın kulağına eğilerek bir şeyler söyledi.
Sekbanlar kapıya giderken Sultan Mehmed el işaretiyle onlan
durdurdu, geri çağu'dı.
“Destur verin sultanım” diyen Zağanos Paşa cüppesini çıkardı,
kapıya yürüdü.
Bir süre içeriye baktı ve sonra girip gözden kayboldu.
Zağanos Paşa’nm yalnız girmesi Akşemseddin ile Oruç Bey’i
tedirgin etmişti, ama padişah desturu vermişti. Sultanın kulağına
ne söylediğim çok merak ettiler.
Padişah konuşmuyor, gözlerini kapıya dikmiş sessiz bekli­
yordu. Kitle halindeki yoğun beyaz ışık Sultan Mehmed’in kafa­
sındaki soruları çarpıştırıyordu. İçerde uzun süre kalması
padişahı da meraklandırmışken, paşanın kapı oyuğunda belir­
mesiyle herkes rahatladı. Zağanos Paşa yanına geldiğinde yüzü
çok ciddiydi.
18

“Padişahım, içeriye siz, Akşemseddin Hocam, Oruç Bey ve ben­


den başkası girmesin.”
Sultan Mehmed çok güvendiği Zağanos Paşa’nın yüzündeki
kararlılığı okudu.
“Sekbanlar!.. Biz içeriye giriyoruz. Kapıyı tutun, arkamızdan
kimse gelmeyecek.”
Zağanos Paşa padişahın sözlerini tamamladı.
“Gereken bir şey olursa seslenirim. Kulaklarınız açık ola!..”
Padişah ve diğer üçü muamma binaya “Bismillah” diyerek ufak
kapıdan girdiler.
Sekbanlar arkalarından dua ettiler, meralda, heyecanla bekle­
meye başladılar. Metal kubbeli binanın içinde neyin olduğunu bir
an önce öğrenmek istiyorlardı.
Padişah ile maiyeti umulandan fazla içerde kalmışlardı. Esra­
rengiz binaya girmelerinin üstünden endişe edilecek kadar uzun
süre geçmişti.
Bir ara Zağanos Paşa girişe geldi, dört testi su istedi. Saatler
akıp gidiyordu, padişah ile maiyeti çıkmamışlardı. Sekbanbaşı
sonunda dayanamadı girişten içeriye doğru seslendi.
“Padişahım bağışla!.. Sıhhatte misiniz?”
Biraz sonra derinden Zağanos Paşa’nm sesi yankılandı.
“Meraklanma sekbanbaşı, iyiyiz. İçeri sakın girmeyesin ha!..”
Geceyarısına yakın binaya girmiş olan padişah, Akşemseddin,
Zağanos Paşa ve Oruç Bey sabah ezanında çıktılar.
Sekbanlar derin soluk almıştı. Şimdi içeride ne olduğunu, bina­
nın ne sebeple inşa edildiğini öğreneceklerdi. Artık onların içeri
girmesine destur verilirdi. Padişaha, Alcşemseddin’e, Zağanos
Paşa’ya ve Oruç Bey’e bakıyorlardı.
Genç Sultan Mehmed ve yanındakiler hareketsizdiler, suskun­
dular. Meşalelerin aydınlattığı yüzleri ter içindeydi. Bir şeyi gizle­
menin gayreti içindeydiler. Donuk ifade takınmalarına rağmen
şaşkınlık gözlerinden okunuyordu. Tavırlarındaki ağırlık, düşün­
celi durgunluk, şaşkınlık ve suskunlukları olağan değildi. Sekban­
ların merakı iyice artmıştı.
Ayak basılmamış bir yerde, toprağa gömülü acayip bir bina ve
çevresinde tabuta benzer 14 metal sandık bulmuşlardı. O esraren­
giz binaya girenlerin içerden böyle suskun çıkması olanaksızdı.
Sekbanlar, “acayip” binanın içini ilk görenlerden heyecanlı
açıklamalar beklerken padişah ve maiyetinin heykel sessizliği
tuhaftı.
Metal kubbeli binanın içinde ne gördüklerini Sultan Mehmed’e
29

ve paşalara elbette soramazlardı. Soran gözlerle bakmaktan


başka çareleri yoktıı.
Padişah ve maiyetinin ağzından çıkan ilk söz “su” oldu. Soğuk
pınar suyunu kana kana içtiler. Sonra Zağanos Paşa, kazıcılardan
çukurun üstüne çıkmalarını, sekbanların çukurda kalmasını iste­
di. Kazıcılar çıkınca kalanları padişahın karşısına dizdi. 21 yaşın­
daki Sultan Mehmed kartal bakışlarını sekbanların üstüne dik­
mişti.
“Şu andan itibaren yapacaklarınızı, gördüklerinizi hiç kimseye
anlatmayacağınıza, sıranızı saklayacağınıza, hak vaki olunca da
mezara götüreceğinize yemin edin. Sessizce edin.”
Sekbanbaşı bir adını öne çıktı, yemine önderlik etti. Sekbanlar
hep bir ağızdan padişahın isteğini yerine getirdüer.
“Vallahi, billahi, tallahi sırrı saklayacağız!..”
Alçak sesle ettikleri yemini çukurun üstündekiler duymamıştı.
Şafak söküyordu, gün ağarmaya başlamıştı. Sultan Mehmed ile
Zağanos Paşa sekbanlara uzun süre talimatlar verdi. Gün aydın­
landığında yukarıya çıktılar. Padişahın emrini Zağanos Paşa yuka­
rıda bekleyen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’ya ve Saruhan
Paşa’ya aktardı.
“Sekbanlardan başkası çukura inmeyecek, çevresinde bile
dolanmayacak. Soru sorulmayacak.”
Padişah talimatlarının tam olarak anlaşıldığına emin olunca
atının getirilmesini emretti. Dinlenecek, temizlenecek ve kısa
süre sonra dönecekti.
“Hocam, Zağanos, Oruç, siz de gidip dinlenin. İkindi namazında
tekrar burada olalım” dedi.
Nazlı nazlı gelen kır atma sevgiyle baktı. Arap atlarına has
küçük güzel başını okşadı. Seyisin kavuşturduğu ellerine sol dizi­
ni koydu, seyis onu kaldırdı, sağ bacağım atın üstünden geçirerek
yumuşak Çerkez eyerine oturdu. Maiyetinin de atlan getirildi.
Arazinin tepesine at sürdüler. Tepeden sonrası geniş düzlüktü.
250 kadar sekban padişahm güvenliği için karşılıklı iki sıra halin­
de dizilmişti. Ortalannda altı Bizanslı atlarından inmiş bekliyor­
du. Dördü yüksek askeri üniforma giymişti. İki sivil ise İmparator
Konstantinos Dragases’in elçisiydi. Padişah onlan tanıyordu,
çünkü daha önce de gelmişlerdi.
İki elçi ilk gelişlerinde İmparator Konstantinos Dragases’in
mesajını getirmişti. Padişah onlarla konuşmamış, sadrazamı
görüş türmüştü.
Konstantinos, “Sultan bana ait o araziye inşaat yapmak için
20

benden izin almalı” haberini göndermişti. Sultan o zaman, “Bir


daha gelirlerse kelleleri gider” diye elçileri ihtar ettirmiş, geri
göndertmişti.
Atını onlara doğru sürdü, aniden mahmuzlanan kır at hafif şaha
kalkarak fırladı. Sultan tam önlerinde atının dizginlerine asüdı.
Elçiler korkmuştu.
“Bre ben size haber etmiştim ki, bir daha gelirseniz kelleler
gider diye?”
Sekbanlara döndü.
“Vurun bunların kellesini!..”
Sekbanlar bir anda Bizanslı altı elçinin başına çöktü, emir bek­
ledi.
Dizlerinin üstüne bas tırılmış elçilertitriyordu. Sultan Mehmed’in
gözlerinden ateşler çıkıyordu. Aşağılayarak süzdü onları.
“Bir daha affediyorum. Söyleyin kralınız Konstantinos
Dragases’e, ben dilediğimi yaparım. Benim kılıcımın yetiştiği yere
onun hayali ulaşamaz.”
Atının başını tekrar tepe üstüne çevirdi, mahmuzladı. Sadra­
zam Çandarlı Halil Paşa ile Saruhan Paşa’yı çağırdı. Az önce ver­
diği talimatların daha da hızlı yerine getirümesini istedi.
Kubbenin bulunduğu çukurun üstü o andan itibaren hasırlarla
yapılmış yüksek duvarla çevrildi.
Hisann yapımı geçici olarak durduruldu, tüm kazıcılar gönde­
rildi. Avcı sekbanlardan yeminli 120’si kazı işine verildi. Kısa süre
sonra onlar da gönderildi. Sadece 18 Sekbanlar kaldı.
18 Sekbanlar’m çukurda ne yaptıklarım, kubbeli binanın içinde
ne olduğunu ve 18 Sekbanlar’m 18 öküz arabasıyla, ne taşıdıkları­
nı kimse öğrenemedi. Tarih yazıcı Oruç Bey metal kubbeli binayı
resmi tarih kayıtlarına geçirmedi.
İşe dönmelerine izin verilen kazıcılar inşaat arazisine geldikle­
rinde hayretler içinde kaldılar. Metal kubbeli bina yoktu, çukur
kapanmıştı. Hepsi tembihliydi, kubbeli binayla ilgili tek sual sora­
nın, kubbeli binadan söz edenin kellesi gidecekti.
Kubbeli binanın bulunduğu alana Konstantiniyye toprakların­
daki ilk caminin temeli atılıyordu. Cami üstte gözükecek, kubbeli
bina unutulacaktı.
31 ağustos 1452, Konstantiniyye

Boğazkesen Hisan 4 ay 16 gün sonra tamamlanmıştı. Böylesine


görkemli bir kalenin bu kadar kısa sürede inşa edildiği daha önce
görülmemişti. Hisann yapılması Sultan Mehmed’in Konstantinopolis’i
fetih planlan içindeydi.
21 yaşındaki padişah Konstantinopolis’i 53 günde fethetti. Fatih
Sultan Mehmed olarak anılır oldu.
Metal kubbeli bina ve çevresindeki 14 metal sandık sır olarak
kaldı.
Padişah ve üç maiyetinden başka sırrı sadece 18 Sekbanlar
biliyordu. Fatih Sultan Mehmed’in sadık muhafızlarından 18 Sek­
banlar İstanbul’un fethindeki sokak savaşlarında şehit düştü.
Mezarları Saraçhanebaşı ile Şehzadebaşı arasında İstanbul Bele­
diye Sarayı’nın yanında 18 Sekbanlar Sokağı’mn başında, caminin
yanındadır. Mezarlığın biraz ilerisinde XV. yüzyılda yaşamış
“gönül harabiyetlerinin iyileştiricisi, yoldan çıkmışları yola sokan”
Üryani Baba Türbesi de yer alır. O sokağa girenler 18 Sekbanlar’ın
mezarlarını ziyaret edebilirler. Ruhlanna el fatiha...
18 Sekbanlar’m şehadetinden soma Fatih Sultan Mehmed ile
Akşemseddin, Zağanos Paşa, Çandarlı Halil Paşa, Saruhan Paşa
ve Oruç Bey’in ölümleriyle metal kubbeli binanın sırrı da toprağa
gömüldü.
Aradan yüzlerce yıl geçti. Boğazkesen’in adı Rumelihisarı ola­
rak değiştirildi. Müze yapüdı, yaz aylarında konserlere, tiyatro
oyunlanna mekân oldu. Kimse hisann inşaatı sırasında bulunan
metal kubbeli binayı bilmedi. 2008 yılındaki bir tesadüfe kadar...

Berlin 2008

Bayan Leoni Adelheid öyle bir laf etti ki medya başına üşüşü­
verdi.
22

“Naziler 1933’te kitapları yakarken oradaydım. Nazilerle ilgili


kimsenin bilmediği, anımsamadığı olayları gördüm yaşadım. Bun­
ları yazdım” demişti.
97 yaşındaki Bayan Leoni Adelheid bu sözleri, yayınevinin tele­
vizyon reklamında söylemişti. Kitabın piyasaya çıkmasına 1 ay
vardı. Sadece Alman medyası değil, bütün dünya “kimsenin bil­
mediği” yakın tarih olaylarının tanığı 97 yaşındaki kadına büyük
ilgi göstermişti.
Bilinmeyenler neydi?
Bauer Yayınevi, Bayan Leoni’nin kitap çıkmadan önce konuş-
mamasmı istemiş, ilgili maddeyi kontrata koymuştu.
Leoni, yayınevinin düzenlediği basm toplantılarında önceden
hazırlanıp kendisine verilen konuşmaları yapıyordu, sorulan asla
yanıtlamıyordu.
Yayınevinin taktiği iyi sonuç vermişti, Bayan Leoni Adelheid’m
kitabı dünyanın her yanından milyonlarca sipariş almıştı. Heye­
can büyüktü.
Genç gazeteci Teo von Huber, Bayan Leoni Adelheid’m torunu
Tobias’la yakın arkadaştı. Bayan Leoni’yle ilk konuşan gazeteci
olmak istiyordu. Torunu Tobias’ m ısrarlarına dayanamayan
Bayan Leoni, yayınevinin yasağına rağmen gazeteci Teo’yla görüş­
meyi kabul etti. Tek şartla; söyleşi kitap piyasaya çıktıktan bir
gün sonra gazetede yayımlanacaktı. BÖylece Teo von Huber 97
yaşındaki yazarla söyleşi yapabilen ilk gazeteci olacaktı.
Kitabın çıkmasına dört gün vardı. Randevu anı gelmişti. Arkadaşı
Tobias’la birlikte eski VVT’sine binen Teo von Huber çok heyecanlıy­
dı. Bayan Leoni’nin evine yollandıklarında tatlı hayaller kuruyordu.
Nazi döneminin bilinmeyenleri Bayan Leoni’nin belleğindeydi. Bütün
dünyanın ilgisini hiç yitirmediği Nazi dönemine ait bir bombayı pat­
latabilirse kariyer karnesine yüksek notlar yazılacaktı.
Bayan Leoni, kitabında yer vermediği tanıklıklan da anlatabi­
lirdi. Onlardan yararlanarak kendisine de kitap yazma imkânı
doğardı.
Teo düş kuruyordu; bir milyon kitabı satılsa vergi hariç 3-4
milyon euro kazanırdı ama onu mutlu edecek olan kitabının mil­
yonun üzerinde okur bulmasıydı. Zengin aristokrat ailesinin
bıraktığı ve yüzde 50 ortağı olduğu dev şirketten tek kuruş alma­
dan yaşamını sürdürmeye kararlı ilginç ldşiliğe sahipti.
Teo tatlı düşlerin heyecanıyla Tobias’ı dirseğiyle dürttü.
"Tobi, bu akşam sana Le Boubou’da harika bir ziyafet çekece­
ğim.”
23

Tobias güldü.
“Bizim cadı bakalım neler anlatacak. 97 yaşında oluşuna balona,
beyni 18 yaşındaki bir genç kız kadar tazedir. Çok zekidir, dikkatli
ol. Gazeteci dümenleri yapıp uyutmaya kalkarsan hemen çakar ve
susarak seni cezalandım-, ona göre ayağım denk al Teo.”
Bayan Leoni Adelheid’a ulaşmak için Teo epey direksiyon sal­
layacaktı. Bayan Leoni’nin evi Schöneiche bei Berlin’deydi.
Kentin en güzel beldelerinden biri olan Schöneiche’nin kurulu­
şu 6 500 yıl öncesine dayanıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonunda
Doğu Berlin sınırları içinde kalmıştı. Berlin Duvarı yıkılınca batıy­
la birleşen Schöneiche gerçek kimliğine kavuşmuştu. Bayan
Leoni Adelheid ancak o zaman aile malikânesine dönmüştü.
Bakımsız kalmış binayı onartmış, malikâne savaş öncesindeki
görkemli durumuna getirilmişti. Schöneiche, Berlin’in önemli bir
kültür merkeziydi ve doğanın en iyi korunduğu parklardandı.
Teo arabasını uzun Schöneiche Strasse’ye soktu. Yolım iki
yanındaki ormanın güzelliği, insanı kent yaşamının kargaşasın­
dan kurtarıyor dinlendiriyordu.
Uzun orman yolundan sonra Bayan Leoni Adelheid’m evinin
bıüunduğu Mozart Strasse’ye döndüler. Sokağı yanladıklarında
Tobias üç bina sonrasını işaret ederek, “İşte şu pembe beyaz ev”
dedi.
Teo önüne park ettiği binayı hayranlıkla seyretti. Bayan
Leoni’nin malikânesi 20’şer metrelik eşit genişlikteki bahçelerle
çevrilmişti, üç katlıydı. Çift kanatlı beyaz kapı binanın ortasınday-
dı. Her iki yanda üçer yüksek pencere vardı. Pencerelerin iki
yanından sütunlar iniyor ve üstlerini sütun başlığı tarzında yapıl­
mış saçaklar örtüyordu. İlk iki katı beyaz, üçüncü kat pembe
renkteydi. Onların üstündeki çatının dar kızıl kiremitleri bakım­
lıydı. Çatı odalannın pencere çıkmtılan geleneksel Alman mimari
tarzının imzasıydı.
Balıç e, yanm metre yüksekliğindeki beyaz taş duvann üstüne
dizilmiş yine yarım metre boyunda Akdeniz tipi tombul sütunlarla
sokaktan aynlıyordu. Berlinli binanın tarzına uyumsuz Akdenizli
görüntüsü sonradan yapıldığını belli ediyordu. Ancak güzel duru­
yordu. Pembe, kırmızı ve san burunlarını gösteren gül goncalan
boyunlarını sütunların arasmda sokağa doğru uzatmıştı. Yine
Akdeniz tarzı kemer girişli bahçe kapısının üstü de sarmaşık gül­
leriyle çevrelenmişti. Mevsim gelmişti, güller açacaktı. Bahçe
şimdi de güzeldi ama o güller açtığında herhalde cennete dönü­
yordu.
24

Bahçeye girdikten sonra kare biçimindeki taşlardan oluşturul­


muş yoldan kapıya yürüdüler. Yolun iki yanındaki çimenler ve
çiçek tarhları şaşılacak kadar bakımlıydı. Bayan Leoni’nin bahçı­
vanı çılgın biri olmalıydı.
Teo, “Bayan Leoni zevk sahibi. Ev, bahçe çok bakımlı. Hele
bahçeye şaştım. Bahçıvan geometri uzmanı olmalı ha... Bir de,
ninen Akdeniz’i çok seviyor galiba ki Berlin’e taşımış” dedi.
“Öyledir. Portofino’da evi var. Zaten iki haftaya kadar mutlaka
oraya gider. Bahar aylarım kaçırmaz. Eve girince onun zevkini
daha iyi değerlendirirsin.”
Tobias bunları söyledikten sonra çift kanatlı işlemeli beyaz
kapının züini çaldı.
Kapının açılmasıyla birlikte minik bir çığlık duyuldu.
“Tobiii... Seni çok özlemiştik.”
Bunları söyleyen yaşlı kadm Tobias’a büyük bir sevgiyle bakı­
yordu. Tobias ona annesiymiş gibi içten sanldı, kadm da Tobias’ı
evlat şefkatiyle kucaklamıştı.
Ayrıldıklarında kadm Teo’dan özür diledi.
“Kusura bakmayın efendim, bir zamanlar kucağımdan inmeyen
Tobi hayırsızını tam dört aydır görmedim. Siz Bay Teodor von
Huber olmalısınız. Bayan Leoni sizi bekliyor.”
Teo ne diyeceğini şaşırmışken Tobias onları tanıştırdı.
“Bu güzel hanımefendi masal prensesi Sofıe’dir. Annemin ölü­
münden sonra bana annelik yaptı. Şu evde yaşamının 50 yılını
geçirmiştir. Ninem onsuz yapamaz. Ondan başkası da ninemi
idare edemez.”
“Memnun oldum” diyerek gülümseyen Teo, Sofie’nin elmi say­
gıyla sıktı.
“Salona geçin Bay Von Huber. Tobi, burası senin evin, konuğu­
nu ağırlasana...”
Açık pembe renkli mobilyalarla döşenmiş, beyaz vazolar ve
çiçeklerle bezenmiş oda iç açıcıydı. Duvardaki orijinal Renoir
tablosu çiçek temalı odayı daha da güzelleştiriyordu. Beyaz mer­
mer şöminenin üstündeki duvara eski devlet yöneticilerine ait
dört resmi asa konmuştu.
Sofie onları oturttuktan sonra, “Ben Leoni’ye haber vereyim”
diyerek çıktı. Tobi, hizmetçi Sofie’nin ninesini ilk adıyla anması­
nın Teo’yu şaşırttığını fark etmişti.
“Sofie aslında nineme adıyla seslenir, yabancı konuk geldiğin­
de ise Bayan Leoni Adelheid der. Şimdi ben varım ya daldı, onun
için Leoni dedi.”
25

“Çok yalanlar yani...”


“Evet. Hizmetçi ve hanımı ilişkisi yoldur aralarında... İki arka­
daştırlar. Ancak ninem 97, Sofie ise 74 yaşında ve sağlıklı oldu­
ğundan ev işlerini o yönetiyor.”
“Tek başına mı?”
“Yok canım Teo, evde bir aşçı ve iki hizmetçi var. Sofıe’nin
kocası Anton alışverişleri yapar. Hayran olduğun bahçenin bahçı­
vanı odur. Anton klasik bir Alman1dır.”
Tobias sözlerini bitirdiğinde Bayan Leoni Adelheid salona
girdi. Karizması müthişti. Teo, onun duruşundan hemen etkilen­
mişti.
Bayan Leoni Adelheid uzun boylu, ince bir kadındı. 97 yaşmda
olmasına rağmen dik duruyor ve ağır adımlarla yürüyordu. Teo
onun tekerlekli sandalyeyle geleceğini sanmıştı.
Elmaslı minik taçla süslediği saçları koyu siyaha boyalıydı.
Kaim siyah kaşlarının altındaki 97 yıllık gözler çocuk kadar pırıl­
tılı bakıyordu. Yüzündeki kırışıklar ustaca yapılmış makyajın
altına elverdiğince gizlenmişti. Yanaklarına ve dudaklarına hafif
pembelik sürülmüştü. Yaşma rağmen etkili olan alımlı hali gençli­
ğinde nasıl bir afet olduğunu ortaya koyuyordu.
Kulaklarındaki elmas küpeler ile elmaslı zümrütlü kolyesi zarif
bir takımdı. Açık zeytin yeşili üstüne ince gri çizgili ve ayaklarını
örtecek kadar uzun kostümüyle Leoni Adelheid geçmişten gelen
kraliçeydi.
Teo ve Tobias onu görünce ayağa fırlamışlardı. Tobias gitti,
elini tuttu, öptü ve sonra ninesine sanldı. Bayan Leoni Adelheid
güldü.
“Sen cezalısın aslında.. Tam dört ay sonra bu eve geldin. Seni
almazdım ama arkadaşına dua et, dedi. Sesi yaşından gençti.”
Teo, aynen Tobias gibi elini öptü. Bayan Leoni Adelheid kendi­
sine ait olduğu belli olan yüksek arkalıklı koltuğa oturdu. Onlara
da oturmaları için işaret etti.
“Size ne ikram edeyim?”
Sofie kahve ile kek ve pasta servisini yapana kadar Teo ild üç
nezaket kelimesinden başka laf edemedi. Sadece, kendisini kabul
ettiği için minnettarlığım bildirebildi. Ninenin iyice etkisinde kal­
mıştı. Servisten sonra Bayan Leoni onu rahatlattı.
“Evet Bay Von Huber, benden neyi öğrenmek istiyorsunuz?”
Teo heyecanlandı, oturduğu yerde dildldi.
“Sizinle ilk söyleşiyi yapmak elbette kariyerime önemli katla
yapacak. Bu imkânı verdiğiniz için size minnettarım. Kitabınız
26

hakkında açıklama yaparken, ‘Kimsenin görmediği, bilmediği


olayları yazdım’ demiştiniz. Yazdıklarınızın son derece önemli
olduğuna inanıyorum ve okumak için sabırsızlanıyorum.’’
“Evet doğru, bütün dünya kitabımı okumak için sabırsızlanı­
yor. Pardon, devam edm Bay Von Huber.”
“Efendim ben diyorum ki... Kitabınıza yazmadığınız bir anınızı
bana verir misiniz? Böyle bir anı var mı?
Bayan Leoni Adelheid güldü.”
“Bravo. Akıllı bir çocuksunuz. Ancak neyim varsa kitaba dök­
tüm. Size maalesef bir şey kalmadı Bay Von Huber.”
Teo uğradığı hayal kırıklığıyla kıpkırmızı olmuştu. Nine onun
yıkık halini hemen anladı.
“Bak yavrum şu resmiyeti kaldıralım. Sana bundan böyle Teo
diyeceğim... Tamam mı?”
“Memnun olurum efendim.”
“Pekâlâ, sana kitaptaki konulardan birini veririm, kitap çıktık­
tan bir gün sonra gazetede yayımlarsın. Bak Tobi fotoğraf da
çekiyor. İkimizi baş başa gösteren fotoğrafı da eklersin yazıya...
Basın toplantısına kadar medyanın önüne çıkmayacağıma göre
harika bir gazetecilik yapmış olursun. Bayan Leoni Adelheid’la ilk
ve son röportaj dersin. Nasıl? İşte sana rekor kariyer puanı...”
Teo sevinçle ayağa kalktı, ninenin ellerine sarılarak öptü.
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum efendim.”
“Tamam tamam heyecanlı adam, abartma canım. Nihayet
kitaptan ild sayfa koparıp vereceğim” diyen nine, Tobi’ye döndü.
“Bu kadar çektiğin yeter, fotoğrafçılığına güvenin mi yok?”
Tobi otururken güldü.
“Güzelliğinizi tespit etmeye doyulmuyor efendim.”
“Hadi oradan dalkavuk sen de.”
Nine çok sevdiği limonlu kurabiyeye uzanırken Tobias arkada­
şına fısıldadı.
“Tatmin oldun mu?”
“Elbette, sağ ol Tobi.”
Bayan Leoni bu arada Sofıe’ye seslendi.
“Kitabın dördüncü bölüm kopyalarının dosyasını getir Sofie.”
Gelen dosyadaki sayfalan büyüteçle inceleyen Bayan Leoni
dört yaprağı ayırdı.
“Al Teo, bu bölüm hayli çarpıcıdır. Sofie bir zarf getir!..”
Teo okumak için deli oluyordu ama nezaket gereği sayfaları
zarfa koymak zorunda kaldı. Nineye tekrar teşekkür etti.
“Bana büyük bir iyilik yaptınız.”
27

Bayan Leoni eliyle bir şey değil gibilerden işaret yaptıktan


sonra durdu, biraz dikleşti.
“Bakın aklıma bir anı geldi çocuklar. Şimdi geldi... Bunu kitaba
yazmadım.”
Teo heyecanlanmıştıi
“Anlatın lütfen efendim.” Çok şanslı günündeydi.
97 yaşmdaki kadının gözleri daldı bir an, hafifçe gülümsedi, anı­
lar canlanmıştı. Akıp geçen o anları gözlerinin önüne getiriyordu.
“Iütaplann yaloldığı 1933 yılmda babam Berlin Kütüphanesi
Yönetim Kurulu başkaraydı. Kütüphaneyle bütünleşmişti; binlerce
kitap, vücudundaki hücrelerdi sanki... Nazi yönetimi geldiğinde
babamı görevden yine Schöneiche’de bu evde oturuyorduk. Ailemiz­
de çok kişi belediye başkanlığı yapmıştı. Şöminenin üstündeki asa­
lar onlara aittir. Adelheid ailesi vatanseverdir. Babam Nazi olmamak­
la beraber komünist de değildi. Rosa Luxemburg ve Liebknecht’in
fırtına gibi estiği dönemlerde diğer entelektüeller gibi komünizme
yalanlaşmamıştı. Naziler bu nedenle babamı kara listeye almadılar.
Babam da işini iyi yapıyordu. Aman kitaplarına dokunmasınlar da,
başka endişesi yoktu. Ne yazık ki babamın rahatı çabuk kaçtı.
Çünkü Propaganda Bakanı Goebbels, ‘Alman kültürü temizlenmeli,
Yahudi yazarların Alman ruhunu yozlaştıran kitaplarından kurtulun-
malıdır’ diyordu. 1933 yılının nisan aymdaydık, Alman Öğrenciler
Birliği yayınladığı bildiride şöyle diyordu: ‘Birleşik Alman ruhunu
bozan kitaplara karşı Sauberung2 operasyonu şarttır.’ Gençler
‘aykırı’ gördükleri kitapların yakılmasını öneriyorlardı. Yahudi lite­
ratürünün Alman dilinin safiyetini kirlettiğini ve Yahudi yazarların
bunu bilerek yaptıklarım ileri siirmekteydüer. Mayıs başında eleme­
den geçen sakıncalı 25 000 kitap babamın kütüphanesinden alına­
rak Bebelplatz’da yakıldı. Buna ‘sembolik’ diyorlardı, yakılacak
milyonlarca kitap vardı. Babam çok rahatsız olmuştu, kara listeye
alınan Bertolt Brecht, Erich Maria Remarque, Lion Feuchtwanger,
Alfred Kerr ve saymakla bitmez daha niceleri... Amerikalı yazarlar
Emest Hemingway ve Helen Keller... Sonra Yahudi Kail Marx, Sig-
mund Freud, Maxim Gorky, Heinrich Heine ve Walter Rathenau gibi
yazarların birçok eseri Berlin Kütüphanesi’ndeydi. Babamın korktu­
ğu günlerin ikmcisi de geldi. Berlin Kütliphanesi’nden toplanan
kitaplar bu kez Berlin Üniversitesi Önünde yaküdı. Kitap yakma
törenleri çığımdan çıkmış, ilkel ayinler halini almıştı. Bandolar geli­
yor, milli danslar yapılıyor, törenlere Nazi olmayan profesörler ve
öğrenciler korkudan katılıyordu. Bizim SchÖneiche’nin nüfusu o

2 . Alm ancada, "te m izlik ” .


28

yıllar 5 000 kadardı. Beldemizde 170 Yahudi yaşardı. Yahudi komşu­


larımızdan Janos Klein babamın asistanıydı. Ateşli bir delikanlıydı,
genç yaşta evlenmişti, kansı Leah hikayeciydi, iyi bir yazardı. Üç
küçük çocukları vardı. Onlan ailece severdik.”
Tobias burada ninesinin sözünü kesti.
“Özür düerim ama Teo’nun işi var, gazeteye yetişmesi gereki­
yor, gelecek ziyaretinde bu güzel anılan dinler.”
Teo hemen atıldı.
“Hayır hayır, harika anılar bunlar, günlerce sürse de dinlerim.”
Bayan Leoni, torununa ters ters baktıktan sonra devam etti.
“Janos, Yahudi karşıtı eylemlerin artışından endişeliydi. Berlin
Kütüphanesi kitaplan o sırada durmadan sansürden geçmektey­
di. Yakmak için yine epey kitap ayırmışlardı. Babam ve Janos
kahroluyordu. 10 mayısta büyük kitap yakma töreni yapılacağını
üan ettiler...”
Burada susan Bayan Leoni gülmeye başladı.
“10 mayıs günü komik bir şey oldu, onun için gülüyorum. Nazi
öğrenciler, SS’ler kitapları meydanlara yığmıştı. Sadece Berlin’de
değil, tam 21 üniversite kentinde... Fakat gelin görün ki, o gün
bütün Almanya’ya sağanak yağmurlar yağdı. Kitaplan yakamadı­
lar, komik duruma düştüler. O gece Janos, kansı ve çocuklarını
alarak bize geldi. Çok endişeliydi, Tahudileri toplayıp çalışma
kamplarına atacaklarmış, böyle bir projeyi bizim cemaatten bazı-
lan duymuş’ dedi. Almanya’dan kaçmak istiyordu. Babam nereye
gitmek istediğini sordu. Janos, ‘Türkiye’ye İstanbul’a’ dedi. Hepi­
miz şaşırdık. Çünkü kaçan Yahudilerin pusulası hep Amerika ve
İngiltere’yi gösteriyordu. Ben 1933 yılında 23 yaşındaydım, her
şeye aklım eriyordu. Ayrıca Nazi rejimine karşıydım. Babama
‘Kaçmasına yardımcı olalım, Janos haklı, başlanna kötü işler
gelebilir’ dedim. Babam, annem, ben ve Janos’la kansı Leah kaçı­
şı organize etmek için düşünmeye başladık. Babam Janos’a, ‘Sana
bazı çok değerli elyazmalan vereceğim onları da götür’ dedi.
İslam bilginlerinin elyazmalannı Nazilerden kurtarmak istiyordu.
Şimdilik ırkçıların gözlerinden kaçmıştı, ama mutlaka İslam dün­
yasının yazarları da kara listeye girecekti. Türkiye’ye gideceğine
göre, İslam ülkesinde elyazmalan güvende olacaktı. Türkiye’nin o
dönemdeki lideri Atatürk bir dünya savaşı daha çıkacağım, fakat
Türldye’nin tarafsız kalacağım söylemişti. 1933 yılında, o tarihte
albay olan ünlü Amerikalı kumandan Mac Arthur Ankara’da
Atatürk’le konuştuklarını Caucasus dergisine yazmıştı. Türkiye’nin
lideri ‘Altı yedi yıl sonra Almanya'nın başlatacağı bir savaşa
29

kesinlikle inanıyorum’ demiş ve eklemiş: ‘Bu savaş Almanya ile


İngiltere ve Fransa arasında, Birinci Dünya Savaşı’nm rövanşı
olacaktır. Yeni silahlarla çok can alacak bu savaşa Türkiye katıl­
mayacaktır.’
Atatürk’ün sözlerini çok net hatırlıyorum. Çünkü Caucasus
dergisindeki bu söyleşi Almanya’nın entelektüel çevrelerinde
yankı yapmıştı. Hitler söyleşiyi okuyunca dergiyi toplatmış ve
okunmasını yasaklamıştı. Çünkü Atatürk şöyle demişti: ‘Savaşı
Hitler kaybeder, ancak galip ülkelerin Sovyetler’i fazlaca destek­
leyip Almanya’yı ezmesi Rusya’yı Avrupa’nın kalbine yerleştirir.’
Bizi de en çok etkileyen şu son sözlerdi. O tarihte Almanya’da çok
tartıştık. Sonuçta Atatürk haklı çıktı, tam söylediği tarihte savaş
çıktı, savaşı Hitler kaybetti, Stalin’in Rusyası Berlin’i ikiye böle­
rek Avrupa'nın kalbine yerleşti. Atatürk’ün yorumunun dikkatleri
çektiği 1933 yılında Türkiye yolculuğuna hazırlanan Janos Klein
elyazması kitaplar ve İslam literatürü konusunda önemli bir
uzmandı. Kitaplara tutkundu. Babamın önerisine sevindi. Elbette
bir sorun vardı, kaç tane kitap götürebilirdi ve hangi yoldan kaça­
caktı. Janos, ‘Hamburg’dan Türkiye’ye gidecek bir gemiye binece­
ğim’ dedi. ‘Amerikan, İngiliz, Fransız, Norveç, İsveç, Portekiz
veya Türk bandıralı gemilerin Yahudüeri aldığını’ söyledi. Kendi­
siyle birlikte Almanya’dan kaçmak isteyen Hamburg’daki akraba­
sı Oswald, ‘Türkler bizi kaçırmaktan korkmaz. Önce Türk gemici­
lerle anlaşmaya çalışacağım’ demiş. Planı zor gözüküyordu ama
Janos Klein her ihtimali denemek zorundaydı. O yıl Yahudilerin
seyahat etmesi henüz kontrole bağlı değildi. Janos babamın ver­
diği kitapları ufak valizine koyarak Hamburg’a trenle taşıdı.
Limandaki gemi nakliyatı şirketinde çalışan akrabası kitaplan
depolarında gizliyordu. Babam bir yolunu bulup Janos’u Ham­
burg Kütüphanesi’ne tayin ettirdi. Ailece oraya gidebilir, bütün
eşyalanm da taşıyabilirlerdi. Berlin’deki son gecelerinde biz de
bu evde yemek yedik. Babamın en çok merak ettiği şey neden
ısrarla İstanbul’a gitmek isteyişiydi. Janos güldü:
‘7 Akbaba’mn sırrmı öğreneceğim, Davud Peygamber’in yedi
kollu şamdanım cemaatimize armağan edeceğim, altın sandığı
çıkaracağım. Yüzyıllardır aranan Bamabas İncili’ni bulacağım’
dedi. Ne demek istediğini tam anlamamıştık ama hepimiz merak
etmiştik. Janos açıkladı: ‘Kütüphane’de 1491 adlı elyazması bir
eser var. 1491’de yazılmış. Oruç Bey adlı Osmanlı İmparatorluğu
resmi tarih yazıcısının eseri... İspanya 1492’de Yahudileri kovmuş­
tu. Yahudileri topraklarına kabul eden Türkler olmuştu. Bu neden­
30

le 1491 isimli kitap ilgimi çekti. Bir Türk tarihçi büyük Yahudi
göçünden bir yıl önce neler yazmıştı, Osmanlı İmparatorluğu’nda
o çağın yaşamı nasıldı merak etmiştim. Kitap Arap harfleriyle
Türkçe yazılmış. Ancak Almanca çevirisinin iki nüshası bizim
kütüphanede bulunuyor. Üstat Lukas Koch’un çevirisi olduğu için
lötabagüvendim. Okudukçaügim arttı. Oruç Bey, Konstantinopolis’i
fetheden Fatih Sultan Mehmed’in tarih yazıcısıymış. Kitabının bir
bölümünde, Fatih’in İstanbul’u fethetme planındaki hisarın yapımı
sırasında bulunan esrarengiz binayı anlatmış. O esrarengiz binaya
Fatih ve iki paşayla birlikte girmiş Oruç Bey. Kendilerinden başka
kimse binaya sokulmamış, kimseye binanın içinde neler bulundu­
ğu anlatılmamış. Çünkü Fatih Sultan Mehmed bu binadan söz
edilmesini yasaklamış. Sultan 1481’de öldükten sonra 1491’de
Oruç Bey bu kitabı yazmaya cesaret edebilmiş. Gördüklerinin,
bildiklerinin tarihe geçmesini istemiş.”
Bayan Leoni burada bir soluk aldı. Sonra anlatmaya devam
etti.
“Bunları nasıl anımsadığımı merak edersiniz; Janos anlatırken
babam ilgüenmiş, notlar almamı istemişti. Yazdıklarım beni de
etkilediği için sonra defalarca okudum. Belleğimde hayli kırıntı
kalmış. Oruç Bey kitabında, binanın içindeki 7 Akbaba heykeli
olduğunu yazmış... Notlarımı savaş sırasında kaybettiğim için
Janos’un anlattıklarının yüzde yüzünü aktaramıyorum şimdi...
Kıymetli taşlarla süslenmiş akbaba heykellerinin göğsündeki
veya kaidesindeki levhalarda hiçbir dile benzemeyen yazılarla bir
şeyler yazılıymış galiba... 7 Akbaba’nm bulunduğu binanın orta­
sında bir sütun varmış. Sütundaki yazıları Fatih Sultan Mehmed’in
hocası olan Akşemseddin adlı bilgin fark etmiş. O yazılar
Latince’ymiş. Akşemseddin ve Fatih Sultan Mehmed Latince bilir­
miş. Yazıyı okumuşlar. Levhalarda kıyametten, insanlığın gelece­
ğinden söz ediliyormuş. Kıyametin tarihi konusu beni etkilemişti
zaten... Metal kubbeli binayı kimin yaptığını, ne amaçla yapıldığı­
nı, neden o arazinin seçildiğini ve nasıl toprağa gömüldüğünü bir
türlü çözememişler. Janos bunları anlattıktan sonra, ‘Oruç Bey’in
eserinin bundan sonrasını okuyamadım. Kütüphaneye koydukları
Nazi gözlemcilerden çekindim, Yahudi olduğumdan, gözleri üze­
rimdeydi. Dikkatlerini kitaba çekmek istemedim. Türkiye’ye git­
tikten sonra umarım ki okuyacağım’ dedi. Janos’a sordum, ‘Altın
sandık, Bamabas İncili ve Davud Peygamber’in yedi kollu şamda­
nından söz etmiştin diye. Janos çok kararlı konuşmuştu: ‘Onlar
da İstanbul’daymış. Bu nedenle oraya gitmek için yanıp tutuşuyo­
31

rum.’ Janos’un başka neler söylediğini 75 yıl sonra anımsamam


zor... 0 anlattı bir şeyler daha, sonra hepimiz şakalaştık, Janos’a
‘hazine avcısı’ diye takıldık. Ertesi sabah Janos ve ailesi trenle
Hamburg’a gitti. Eşyalarının arasına yine değerli elyazmalan giz­
lenmişti. Bir ay kadar sonra Janos ve kansı Leah’ın çocuklanyla
birlikte Hamburg’dan bindikleri Panama banchralı bir gemiyle
Türkiye’ye kaçabildiklerini öğrendik. Sonra onlardan hiç haber
alamadık. Almanya karanlıklara sürükleniyordu. Savaş çıkacağı
belliydi. Yahudi!er toplanarak kamplara götürülüyordu. Savaş
sırasında yakıldıklarını duyduk. Aklımıza o zaman Heinrich
Heine’m 1821’de söylediği söz geliyordu: ‘Eğer bir yerde kitapları
yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanlan da yakacaklardır.’
Naziler, Heine’ın 100 yıl önce yazdığı kitapları da yakmışlardı.
Heine ise, Nazi vandallığmdan 110 yıl önce bu sözü söylemişti.
Sonra savaş felaketi geldi malum... Savaşın acılan bize Janos
Klein ve ailesini unutturmuştu bile... 1933 yılının sonundaki veda
yemeğimizden beri Janos Klein ve ailesini ne gördüm, ne de
onlardan bir haber alabildim...”
Frau Leoni Adelheid’ın bunlan anlatırken zaman zaman gözleri
buğulanmıştı.
“İşte böyle delikanlı” dedi Teo’ya. “Belki bu hikâye işine
yarar.”
Teo büyülenmişçesine dinlemişti. İlginç bir anıydı. Bayan
Leoni’nin bütün anlattıklarını teybine kaydetmişti. 97 yaşındaki
saygıdeğer hanımefendiye defalarca teşekkür ederek evden ayrıl­
dığında çok heyecanlıydı. Tobias da ninesine teşekkürler etmiş,
yanaklarından defalarca öpmüştü.
Köhne VWye bindiklerinde Tobias arkadaşının yakasına yapıştı.
“Sözünü unutma, doğru Le Boubou’ya gidiyoruz.”
“Tamam dostum. Seni üç akşam üst üste o lokantaya götürebi­
lirim.”
Le Boubou Restaurant, Kurfuerstendamm 31 numarada,
Fransız-Batı Afrika mutfağının kaliteli lokantalanndan... İsmini
Afrika dilinde Boubou denilen işlemeli uzun entarilerden almış.
Teo üe Tobi lokantanın camlı ön bölümünde oturmak istiyor­
lardı ama orası doluydu. İçeri geçtiler boş masa yoktu. Teo çevre­
ye bakınırken omzuna biri dokundu.
“Merhaba eski dost. İki kişisiniz değil mi? Bekleyin burada.”
Boubou’nun hızlı garsonu Senegalli İdrissa bunlan söyledikten
sonra gözden kayboldu.
Biraz sonra sesleniyordu.
32

“Hey gazeteci, bak buraya!..”


Arka taraflarda iki kişilik bir masa ayarlamıştı İdrissa.
Teo hemen beyaz şarap istedi. Heyecan içini yakmıştı, soğuk
şaraba deli gibi susamıştı. Birer kadeh içtikten sonra Boubou’nun
spesiyalitesi sıcak füme uskumru gelince heyecanları yatışmıştı.
Bayan Leoni Adelheid onunla ilk defa karşılaşan Teo’yu etkile­
mişti.
“Sana çok teşekkür ederim Tobi. Büyükannen muhteşem bir
hanımefendi. Verdiği doküman ve anlattıkları yaşamımı etkileye­
cek kadar önemli.”
Teo ileriyi doğru görmüştü. 97 yaşındaki kadının anlattıkları
kaderinin şaşmaz takvimini belirleyecekti.
Tobias da arkadaşı kadar mutlu olmuştu.
“Ninemin kitabı üzerine aldığın bilgilerle bomba patlatacaksın
şanslı kerata...”
“Sonra da konuyu kitap yaparım; ‘Janos’un Hâzineleri’... Bak
Tobi ikimizin ailesi de çok varlıklı, ama ben ismimin şirket levha­
sında değil, kültür tarihinde kalıcı olmasını istiyorum...”
Tobias onun eline dostça vurdu, kadehini kaldırdı,
“Çok uçtun Teo ama yazı dizin çok tutulur, buna kesinlikle ina­
nıyorum. Hadi başarma içelim şanslı çocuk.”
Kadehlerini masaya koyduklarında Tobi parmağını Teo’ya
doğru uzattı.
“Seni uyarayım, ninemin anlattığı Janos Klein’m İstanbul ve
akbaba rüyaları üstünde durma... Aptalların bile inanmayacağı
masallara kanmış Janos... Belki o yıllardaki Nazi korkusundan
her Yahudi gibi aklı başından gitmişti. Bunlan yazmaya kalkarsan
kariyerin çizilebilir, alay konusu olursun. Sakın hayal peşinde
koşma, gerçeklerle gazetecilik yap. Janos’u ve akbabalan unut.”
Teo düşündü, Tobias doğru söylüyordu.
“Haklısın dostum, Bayan Leoni’nin kitabından verdiği bölümler
zaten kariyerime büyük katkı yapacak...”

Tobi’yi evine bırakan Teo kendi evine yollanırken mutluydu.


Yorgunluktan şikâyet eden VW motorunun dırdırına aldırmadan
yüksek sesle şarkı söylüyordu. Ufak bekâr dairesine girince ilk işi
buzdolabından bir şişe su almak oldu. Şarap susatmıştı.
Kitap sayfalarını koyduğu zarfı, teybini ve Bayan Leoni’nin
fotoğraflarının bulunduğu dijital belleği ufak başucu masasına
yaydı. Soyundu dökündü, yatağına uzandı, masayı yatağa doğru
33

çekti. Önce zarftaki dört sayfayı okudu. Bayan Leoni ona çarpıcı
bir bölümü vermişti.
Bölümde, Nazi kamplarındaki tıp araştırmalarının bilinmeyen
yönlerini anlatmıştı Bayan Leoni.
Özellikle Auschwitz kampında Dr. Eduard Wirths’in yönetimin­
de insan üstünde yapılan denemeleri kampta görevli bir doktor­
dan dinlemişti. Birinci ağızdan edindiği bilgiler gerçekten bugüne
kadar yayımlanmamıştı. Teo’nun haberi de, Bayan Leoni’nin kita­
bı da etkili olacaktı.
Sonra teybi açarak dinlemeye başladı. Bir defayla tatmin olma­
dı. Bayan Leoni’nin anlattıklarını iki kez dinledi. Başa sardı teybi,
Oruç Bey’in 1491 adlı kitabı takılmıştı akima...
Tobias’m; “Masallarla uğraşma gazetecilik kariyerine zarar
verebilir” uyarısına rağmen kitaptaki gizemli olaylar Teo’yu çek­
mişti. Esrarengiz kubbeyi ve 7 Akbaba’yı merak etmeye başlamış­
tı. Kitabı okumanm ne zararı olacaktı, bir göz atmalıydı.
Janos ne demişmiş: “Kitabın Almanca çevirisinden üd nüsha var.”
Kitap hâlâ Berlin Kütüphanesi’nde olabilir miydi? Bu düşünce
kafasına girince uykusu kaçtı, sağa sola dönerek sabahı zor etti.
Ertesi sabah VW’sini kütüphanenin bulunduğu Potsdamer
Strasse’ye sabırsızlıkla sürdü. 1661 yılında yapılmış tarihi binaya
girdiğinde kütüphane henüz açılmıştı. Dünyanın en zengin kütüp­
hanelerinden Staatsbibliothek zu Berlin’de acaba Oruç Bey’in
1491 adlı ldtabmı bulabilecek miydi?
Danışmaya elyazmasmdan çevrilmiş bir kitabı aradığım söyle­
di. Memur, Oriental Literatür bölümünün yerini tarif etti. Teo
doğrudan bölüm başkanma giderek kendisini tanıttı ve gazetesi
için bir araştırma yaptığmı söyledi.
Oriental ve Elyazmalan Bölüm Başkanı Alois Friedhof nazik bir
adamdı. Universitat der Künste Berlin’de3 profesörmüş. Elyazmalan
uzmanlığı yanında “Zamana Bağlı Medya” dersleri veriyormuş.
Teo ne aradığını söyleyince Profesör Friedhof asistanım çağır­
dı. Asistan “pöti” denilen tiplerden ufak tefek ama bütün hatları
düzgün son derece güzel bir kadındı. Profesör tanıştırdı.
“Uzman asistanım Bayan Lara Grabovvski, gazeteci Bay Teo
von Huber. Bizim sevgili Laramız elyazmalan ve antik semboller
konusunda dünyadaki uzmanlar arasında ilk üçe girer.”
Lara utanır gibi oldu.
“Lütfen profesör, ama ayrıca teşekkür ederim” dedi, sonra
Teo’ya döndü.

3 . Berlin Sanat Ü n iv e rsite si.


34

“Pardon Bay Von Huber, sizinle tanıştığıma memnun oldum.”


Teo ile Lara tokalaştılar. Genç adam biblo gibi kadına hayran
olmuştu. Profesör, Lara’ya ne aradıklarını söyledikten sonra,
“Aramayı burada yaparsan Bay Von Huber de görür” dedi.
Lara, bölüm başkanının odasındaki bilgisayarda kitabı arama­
ya başladı.
“Oriental kitaplar bölümünde 40 000 elyazması ve bunların
Almanca çevirileri var” diyen Lara, Oruç Bey 1491, Oruç Bey adlı
kitabı ararken Profesör Friedhof kahve ikram etti.
“Aramamız uzayabilir, kütüphanemizde varsa elbette bulaca­
ğız. Bir tek endişem var, eskinin kitap yakma törenlerine kurban
gitmesinden korkarım.”
“1933 kitap yakma faciasını söylüyorsunuz herhalde.”
“Evet. O dönemde, 1933’te Berlin Kütüphanesi’nden 25 000
kitap alınmış ve Bebelplatz’da törenle yakümış. Sonra iki kez
daha kütüphaneden büyük miktarda kitap gasp edildi ve yakıldı.
Birçok değerli kitap yok artık.”
Profesörün sözleri Teo’yu endişelendirmişti. Bir Türk yazarın
1491’de yazdığı kitabm tercümesi Nazilerin öfkesini çekebilir
miydi?
“Sadece Naziler değil efendim. İkinci Dünya Savaşı sırasında
bu kütüphanedeki 3 milyon kitap kaçırıldı. Bombardımandan
kurtarmak için kaçırılan 3 milyon kitap 30 manastıra dağıtüarak
saldandı, Savaş bittikten ve kütüphane onarıldıktan sonra geri
getirildi. İşte o kaçırmalar, götürüp getirmeler sırasında kazaya
uğrayan kitaplar oldu. Kitaplan kaçıran kamyonlar bombalandı,
uçurumlara devrildi, kitap sandıkları nehirlere döküldü, dağa taşa
dağıldı.”
“Aradığım kitap da kaybolanlar arasında olabilir diyorsunuz
yani profesör?”
“Olmamasını dilerim.”
“Ben de...”
Kitabı bulamamak endişesi Teo’nun tadım kaçırmıştı. Önüne
bakarak sustu. Profesör onu anlayışla izledi. Bir kitap meraklısı­
nın heyecanla aradığı bir eseri bulamaması üzücü olurdu.
Profesör Friedhof onu oyalamak için sordu.
“Başka aradığınız eser var mıydı?”
Teo “hayır” diyecekti ki, Lara onlara döndü.
“Burada "1491, Oruç Bey” diye bir kayıt var. Açıyorum şimdi.”
Teo gibi profesör de heyecanla bilgisayarın başına gitti. Asistan
Lara açılan sayfadaki kayıtlan okudu.
35

“Evet, böyle bir elyazması kitap varmış. Ama savaştan önce var­
mış. 1930’dan önceki kayıtlarda kitap kütüphanede gözüküyor.
Savaşm bitiminde kitaplar manastırlardan toplandıktan sonra yapı­
lan sayımlarda 1491, Oruç Bey adlı elyazması kitap ne yazık ki
bulunamamış. 1946 yılının ocak ayında tutulan zaptı dönemin
kütüphane başkam Bay Waldemar Adelheid imzalamış.”
Teo bu ismi duyunca, “Bayan Leoni Adelheid’m babası...” dedi
içinden. Lara devam etti.
“1491, Oruç Bey adlı elyazmasımn kütüphanede iki çevirisi
varmış. Lukas Koch tarafından Almanca’ya çevrilmiş.”
“Evet evet...” dedi Teo heyecanla.
“Çevirilerden biri kayıtlarımızda görülüyor.”
“Yani?”
Lara gülerek Teo’ya baktı.
“Yani sizi o kitaba götürebilirim.”
Kadını sarılıp öpmemek için Teo kendini zor tuttu. Profesör de
memnundu.
“Eh gözünüz aydın Bay Von Huber. Düerseniz Lara sizi hemen
kitabınıza kavuşturur.”
“Lütfen profesör, bir an önce kitabı görmek istiyorum.”
“Düediğiniz zaman bana geliniz. Danışma vesaire, ne dilerse­
niz” dedi profesör Teo’yu uğurlarken.
Teo da defalarca teşekkür etti, profesöre kartım verdi ve onun­
kini de aldı.
Lara, profesörün verdiği anahtar kutusu elinde önden yol göste­
riyordu. Kitabı bulmak kadar önündeki Lara’mn zarif bir vazoyu
andıran vücudu da Teo’yu heyecanlandırıyordu. Yaklaşık 1,65
boyundaki Lara kısa siyah saçlıydı. Vücuduna tam oturan açık gri-
mavi tayyörü bu güzel biblonun tüm kıvrımlarını sergiliyordu.
İncecik belinin altında genişleyen kalçaları ve dizinin az üstündeki
eteğinin seyretmeye izin verdiği ince bileklerine uzanan bacakları
Teo’yu büyülemişti. Gözü, Lara’nın sert adımlarıyla ritmik oynayan
kalçalarındaydı. Nerelerden geçtiklerini bile anlayamadı.
“İşte burası!..” diyen Lara’mn sesiyle kendine geldi. Önünde dur­
dukları kapının üstünde “Özel Bölüm” yazıyordu. Lara anahtarıyla
kapıyı açtı. Dolaplarla dolu büyük bir odaya girdiler. Odadan çok
salon denmeliydi buraya... Temiz ahşap dolapların hepsi
camekânlıydı. Bir köşede rutubet çeken makine vızüdıyordu.
Ortada genişçe ahşap bir masa ve çevresinde dört iskemle, iki
okuma lambası vardı. Lara masanın üstündeki kutudan iki çift
plastik eldiven aldı, bir çiftini Teo’ya verdi.
36

“Bunlan takmalıyız.”
Eldivenleri taktıktan sonra Lara kutudan çıkardığı başka anah­
tarla kat kat çekmecelerin bulunduğu bir dolabm cam kapısını
açtı. Teo çekmecelerden birinin üstündeki “1491, Oruç Bey-
Lukas Koch çevirisi” etiketini gördü.
“Aman Tannm, işte kitap burada” dedi Teo.
Lara gülümseyerek çekmeceyi çekti açtı. Elini itinayla uzata­
rak kitabı aldı ve çekmeceyi kapadı.
“Bay Von Huber, kitabı bu odada okuyacaksınız. Yanınıza göz­
lemci memur koymam gerekiyor. Kural böyle, çünkü bu bölümde­
ki eserler son derece değerli.”
“Pekâlâ, tabu kural kuraldır, benim için sakıncası yok” dedi Teo.
Lara iç haberleşme telefonuyla bir memur çağırdı.
“Oturun lütfen Bay Von Huber.”
Teo oturunca masa lambasını yakan Lara kitabı önüne koydu.
Iütap siyah deri kaplıydı. Bir dosya kâğıdının yansı büyüklüğün-
deydi. Hayli kalındı, Teo’nun tahminine göre 700 sayfadan aşağı
değildi.
Memur gelince Lara “İyi çalışmalar” diyerek çıktı.
Gözlemci Teo’nun tam karşısına yerleşti. Başıyla selam verdi o
kadar... Sfenks gibi otunıyordu.
Kitap 1887 yılında basılmıştı, iyi korunmuştu. Sadece cildinin
sırtında bazı kırışıklar ve aşınmalar vardı. Teo kapağı açtı. Girişte
kitaptaki konulann sıralaması vardı. Okumaya başladı.
“1. Sultan II. Murad’m tahtı şehzade II. Mehmed’e bırakması.
2. Sultan II. Mehmed,'in eğitimi ve Akşemseddin Hazretleri.
3. Komtantiniyye’nin fethine karar verildi.
4. Boğazkesen H isan’nm yapılması. Hisar’ın planı.
5. Hisann temelleri kazılırken bulunan acayip bina. ”
İşte Teo’un aradığı buydu. Bir alttaki başlığa baktı.
“6. Acayip binanın içindeki tuhaflıklar, 7 Akbaba, okunma­
yan yazılar. ”
Konular giderek şaşırtıcı olmaya başlıyordu. Oruç Bey’in kita­
bındaki içerik bölümü sayfayı dolduruyordu. Teo okudu.
“7. Kıyametin tarihini yazan levhalar, ”
“Aman Tannm, kıyametin tarihini yazan levhalar mı?” Teo
heyecanla titredi, okumaya devam etti.
“8. İmparator Konstantinos’u n Kudüs’ten getirttiği kutsal
emanetler. Hazreti Musa’n ın asası. Hazreti Davud'un veya Haz-
reti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti Nuh’un baltası,
Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kaymak taşından yapılmış
37

kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçalan. Bamabas încili.


9. Konstantinos’un altın mektubu, kutsal emanetleri ne yaptı?”
Daha sonrasını okuyamadı. Hazine bulmuştu, eli ayağı titriyor­
du, sevincinden zıplamak, oynamak istiyordu. Beşinciden doku-
zuncuya kadar olan beş başlığın içerdiği konular herkesi çıldırta-
bilirdi. Bu değerli kitabı Janos Klein’dan başkası şükür ki görme­
mişti. Janos da İstanbul’a gitmiş, kaybolmuştu.
Sayfaları hızla çevirmeye başladı. Konu başlıklarına bakarak
geçiyordu.
Dördüncü bölüme gelmişti. “4. Boğazkesen H isan’nın yapıl­
ması. Hisar’m planı” başlığını gördü, bir sonraki beşinci konu “5.
Hisar’m tevıelleıi kazılırken bulunan acayip bina” olmalıydı.
Yavaş yavaş dördüncü bölümün sayfalarım çevirdi. Bölüm bit­
tiğinde gözlerim yanlış mı görüyor diye durakladı. Karşısına çıkan
sayfa Almanca değildi. Beş numaralı bölüm yoldu.
Dikkatle baktı, sayfadaki yazılar Almanca değil Latince’ydi.
Evet evet, bu Oruç Bey’in kitabı olamazdı. Gördüğü İncil’den bir
sayfaydı. Çevirdiği sayfada İncil devam ediyordu. Saymaya başla­
dı, Teo hayretler içindeydi, tam 80 İncil sayfası saymıştı.
80 sayfadan sonra tekrar Oruç Bey’in kitabı başlamıştı, ancak
karşısına ilk çıkan 10’uncu bölümdü. Başlığında, “10. Fatih Sul­
tan Mehmed’in Konstantiniyye planını çizdirmesi" yazıyordu.
Teo şaşırdı, bir sonraki bölüme doğru sayfaları çevirdi. Karşısı­
na, “11. Konstantiniyye mimarlığı, Ayasofya’nm camiye çev­
rilmesi” başlığı çıktı.
Teo durdu. Başlıklar girişteld dizilişe uymuyordu. Kitabın sonu­
na kadar sayfaları çevirdi. Bütün başlıkları dikkatle okudu. İlgi­
lendiği beş bölümü bulamadı. Gözlemciye kitabı gösterdi.
“Aradığım beş bölüm yok.”
Gözlemci bir şey demeden kaşlarını kaldırıp dudak büktü. Teo
biraz daha açıkladı.
“Girişte başlıkları yazılı olan beş bölüm kitabın içinde yok.”
Gözlemci bu defa lütfen konuştu.
“Bu konuları Bayan Lara’yla görüşünüz” dedikten sonra yine
sustu.
Teo kitabı sondan başa giderek incelemeye başladı. Aradığı
bölümlerin olması gereken yerde İncil sayfalan vardı. Bir şey fark
etti. O bölümdeld İncil sayfalan, asıl kitabın sayfalarından bir
milim kadar daha büyüktü. Kitabı eline ilk aldığında heyecandan
bir milimlik taşmayı fark etmemişti. Kitabı iyice açarak baleti.
Kitabın basıldığı eski tipografya sistemi matbaacılıkta baskılar
38

tabaka kâğıtlara yapılırdı. Kitap boyutuna göre üretilmiş kâğıdın


bir yüzüne kitabın sekiz sayfası, diğer yüzüne sekiz sayfası bası­
lırdı. Sonra o tabaka kâğıt katlanarak on altı sayfalık bir forma
haline getirilirdi. Formalar üst üste konularak elle birbirine dikilir
ve dikildikten sonra sırtları tutkallanarak cilde yapıştırıhrdı.
İncil'in başladığı ilk sayfanın cilde yapışan yerine parmağıyla
bastırdı. Forma ciltten kolayca ayrıldı. İncil forması bir önceki
formaya dikilmemişti.
Gözlemciye baktı, Teo’nun ne yaptığının farkında değildi.
Yoksa üstüne atlayacağı kesindi. Adamı huylandırmamak için
serinkanlı davranarak 80 İncil sayfasını çevirdi. Aynen ilk sayfa­
ya yaptığı gibi son sayfaya parmağıyla bastırdı. Son forma da
ciltten ayrılıverdi. Dibinde dikiş yoktu. Biraz daha bastırdı,
şimdi cildin iç sırt kısmı ortaya çıkmıştı. Cildin sırt kartonunda­
ki yırtıkları ve kitabın orijinal formasından kopmuş ip parçaları­
nı gördü.
Beş bölümü alan kişi ayırdığı formaları diğerlerine bağlayan
dikiş iplerini kesmişti. Cilde yapışık formalann çekilmesiyle cil­
din sırt kartonu yırtılmıştı. Bu durumda İncil sayfalan, formaları
diken cilt işçisinin hatasıyla araya karışmış değildi.
Açıkça belliydi, en önemli bölümlerin yazılı olduğu beş formayı
biri koparıp almıştı. Yerine İncü’den 80 sayfayı üstünkörü yapış­
tırdığına göre işini aceleyle yapmak zorundaydı.
Teo çok kötü oldu, başı dönüyordu. Gözlemciye “Bak memur
bey” derken sesi hırıltüı çıktı.
“Bu kitabın beş forması, yani 80 sayfası kopanlıp alınmış. Gör­
düğün gibi ben almadım. Şimdi lütfen Bayan Lara’ya haber verir
misin?”
Gözlemci kaşlarını çatarak ayağa kalktı, kitaba eğildi, baktı.
“Kesinlikle ben burada nöbet tutarken olmamıştır” dedi.
Teo neredeyse adama hakaret edecekti. Kendini zor tuttu.
“Elbette, senin gözünden kaçar mıydı yoksa memur bey?”
Gözlemci Lara’yı iç haberleşme telefonundan aradı.
“Ciddi bir durum var Bayan Lara. Özel Bölüm odasına gelmeniz
gerekiyor.”
Bunlan söyledikten soma Teo’ya İhtan verdi.
“Şu andan itibaren kitaba dokunmayın bayım.”
Lara merakla odaya girdiğinde Teo’nun yüzündeki üzgün ifade­
yi gördü. Gözlemci durumu kabaca anlatmaya çalıştı.
“Kitabın içinden sayfalar koparılmış.”
Lara irkilmiş ti.
39

“Nasıl olur? Yanlış mı duyuyorum? Çolc değerli bir kitap bu...”


Teo açıklamak: gereğini duydu.
“Kitabın içinden 80 sayfa koparılıp alınmış, yerine de Incil'den
80 sayfa konmuş.”
Kitap masanın üstünde duruyordu. İncil yapraklarının koyuldu­
ğu bölüm açıktı. Lara eğilip baktı, sayfalan çevirdi. Yüzündeki
büyük şaşkınlık öfkeye dönmüştü.
“Tanrım, biz bu kitaplan çok iyi koruyoruz. Odanın ve dolapla­
rın anahtarları benden ve Profesör Friedhof dan başkasında yok.
Buraya gelen tek tük ziyaretçilerin yanında daima gözlemci durur.
Böyle bir şeyin olacağına inanamıyorum. Nerede hata yapmış
olabiliriz?”
Kitabın içindeki bölümlerin çalınmasından kendini sorumlu
tutacaktı neredeyse... Teo onu teselli etmeye çalıştı.
“Sanınm burada hatalı olan siz değilsiniz, ortada bir hırsızlık
var. Kendinizi suçlamayın, kim çaldıysa suçlu o dur Bayan
Lara...”
Genç kadının sinirden elleri titriyordu.
“Kitabı al, profesörün odasına gidelim Joachim” dedi gözlemci­
ye...
“Siz de buyrun Bay Von Huber.”
Lara odayı dikkatle küitledikten sonra Profesör Friedhof un
odasına gittiler. Durumu öğrenen profesör bayıhr gibi oldu.
“Görülmemiş bir şey... Bu kütüphane son teknolojiyle korunu­
yor. Her yerde kamera var. Özel Bölüm de kamerayla izleniyor.
Hırsızlık mümkün değil.”
Gözlemci bön bön bakıyordu, salakça sordu.
“Peki ne oldu öyleyse? Kim çaldı sayfalan?”

Zaman Tüneli’nde 2008’den 1943’e

Farlan sönük otobüs uzakta patlayan bombaların anlık ışığın­


da ancak görülebilen titrek korkak bir siluetti. 48 yolcusu yaşlı
otobüse ağır geliyordu, aşırı yüklenmiş arabayı çekmek zorunda
olan sıska bir beygiı* gibi inliyordu.
48 yolcu, bombaların çaktığı korkunç ışıklara endişeyle bakı­
yordu. Bomba menzilinden kurtulmaya çalışan şoför, otobüse hız
verebilirmiş gibi direksiyonu itiyor, göğsünü ileri şişiriyordu.
48 yolcunun 40’ı Friedrichstadt Fransız Katolik Kilisesi papa­
zıydı. Yedisi papaz okulu öğrencisi yetim çocuklardı. Bir de şoför
Gustav.
40

Kilise bir gün önceki bombardımanda isabet almış ve kulesi


yıkılmıştı. Kiliseyi terk etmek zorunda kalan papazlar Gustav’m
otobüsünü tutmuştu. Öğrenci çocuklar evlerine yollanmış, yedi
yetimi yanlarına almışlardı. Bomba sağanağından uzaklaşıp kırlık
alandaki bir manastıra sığınmak istiyorlardı.
Kalın paltosuna rağmen kürekkemikleri belli olan kırçıl saçlı
şoför Gustav, “Az kaldı, az kaldı tehlike bölgesinden çıkacağız”
diye bağırıyordu. Ter içinde kalmıştı. Kanca burnu da akıyor, küf­
rederek paltosunun koluyla siliyordu.
Amerikan bombardıman uçaklarının bütün modelleri Berlin’e
bomba yağdırıyordu. Yüzlerce değil, binlerce A-20, A-26, B-17 ve B-24
uçan kaleleri bombalarım bırakıp gittikten soma Almanya’dan bir
parça yok oluyordu, insanların yaşamı yanında tarihi yapılar da...
Gustav’ın bağıra çağıra yüreklendirmek istediği papazlar bir­
den irkildi. Üstlerine gelen güçlü motor sesleri köhne otobüsün
öksürüklerini bastırmıştı. Gustav da sesleri işitmişti, sustu.
Papazlardan biri yanmdakine sesini duyurmak için bağırdı.
“Uçaklar... Tanrı bizi korusun.”
Arkadaşının, “Korkma buraları bombalamazlar, tarlaları ne yap­
sınlar” dediği anda müthiş patlamayla Gustav şoför koltuğundan
savruldu. Bomba otobüsün çok yakınmda patlamıştı. Bombanın
yarattığı basınçla otobüs devrilir gibi oldu, iki tekerleği havalandı.
Tekrar yola oturduğunda Gustav yaşından beklenmeyecek çekirge
çevikliğiyle sıçramış tekrar direksiyon başına geçmişti.
“Yerinizden kımıldamayın, panik yapmayın, olduğunuz yere
çökün kafanızı koruyun” diye bağırıyordu.
İkinci bomba otobüsün hayli gerisine indi.
“Tanrı’dan korkmazlar otobüsten ne istiyorlar?” dedi papazlar­
dan biri.
Koltukların önüne çöken papazlar tespih çekiyor, kendilerini
koruması için Tanrı’ya dua ediyorlardı.
Uçakların uğultusu kulakları sağır edecek kadar güçlü gelmeye
başlamıştı.
Gustav, “Tepemizde yüzlerce uçak var be!.. Burada ne halt edi­
yorlar, tarlalardaki kargaları mı kaçıracaklar Tann’run cezalan”
diye bas bas bağmyor, hız yapamayan otobüsüne “Hadi eski dost,
sakın ölme ha!” diyerek yalvanyordu.
Bomba sağanağı çevredeki sağlı sollu tarlalara inmeye devam
ediyordu. Sağ tarafındaki tarlaya düşen bombadan sonra Gustav’m
gözleri açılmıştı. Tarlalardaki patlamalar devam ediyordu. Birkaç
büyük patlama daha oldu. Sanki yeraltmdaki korkunç bir güç
41

yeryüzüne yanardağ gibi ateş fışkırtıyordu. Lav gibi püsküren


ateşler havada bir daha patlamaktaydı.
Gustav durumu anladı, papazlara seslendi.
“Bakın, burada cephanelik varmış be! Onun için bombalıyor­
lar.”
“Bizim için burada değiller öyleyse” diyordu ki papazın biri,
sözünü tamamlayamadı. Çok yalana düşen bomba otobüsü tüy
gibi uçurdu. Birkaç saniye havada kaldı, burun üstü yola indiğin­
de takla atarak şarampole düştü. Çukura çarpıp top gibi sıçrayan
otobüs tarlada birkaç takla daha atarak yana yıkıldı, bir süre
kaydı, durdu. O anda otobüsün yanında bir bomba daha patladı.
Bombaların korkunç gürültüsü ortasında otobüs, vurulmuş bir
asker gibi koyu bü duman içinde sessizce yatıyordu. Motorundan
cılız bir alev yükseliyordu. İçinden çıkan olmamıştı.
Titrek bir el pencerenin kenarına tutundu. Kırık cam elini kesti
ama çerçeveyi kavrayan kişi buna aldırmadı. Kendini zorlukla
dışarıya çekti, çıktığı pencerenin kenarına oturdu. Yana yatmış
otobüsün üst tarafında şoför mahalline yakın yerdeydi. İnleyerek
titrek elleriyle vücudunu kontrol etti. Yarası yok gibi görünüyor­
du. Bombardıman artarak devam etmekteydi. Yakma düşen bom­
balardan, patlayan tarlalardan korkmadığını fark etti. Buna ken­
disi de şaştı. Delirmiş miydi? Yoksa ölmüş müydü?
İki yanağını birden sertçe tokatladı. Canı acıdı, demek ölme-
mişti.
“Tann’ya şükür” diyerek otobüsün üstünden yavaşça kaydı, tar­
laya düştü. Dizlerinin üstünde emekleyerek şoför mahalline geldi,
ayağa kalkarak pencereden baleti. Bakmasıyla sarsılması bir oldu,
donmuş gibi durakladı, sonra yine dizlerinin üstüne yığıldı.
Hepsini kurtarmak için çırpınan zavallı şoför Gustav’m başı
direksiyon direğinin üstüne düşmüştü. Boynu kırılmıştı, yüzü
yukan doğru dönmüştü. Sağ gözü ile sağ kulağını ön camdan
giren şarapnel uçurmuştu. Ağzı açıktı.
Bombalar, gömük cephaneliğin bulunduğu sağ taraftaki tarlaya
yağıyordu. Papaz tekrar emekleyerek otobüsün soluna geçti.
Sürünerek bile olsa bu cehennemden uzaklaşmalıydı.
Otobüste sağ kalan var mıydı? Girip bakmalı, yaralılara yardım
etmeliydi. Otobüse sürünürken biraz ötesinde patlayan bombalar
korku duyusunu geri getirdi, yüzükoyun tarlaya yapıştı. Toprağın
kokusuyla delice paniğe kapıldı, mezarlar kokardı böyle... Artık
otobüse girip bakacak durumda değildi. Korku bastırdı, kutsal
vicdanı “din kardeşlerine yardım et” komutunu geri aldı, karanlı­
42

ğa çekildi. Vakit geçirmeden carımı kurtarmalıydı.


Önündeki kapkara ormanlığa doğru hızla sürünmeye başladı.
Bir vınlama, ölüm habercisi o ıslık yüreğini tekrar ağzma getirdi,
bomba geliyordu. Patlama uzandığı tarlayı deprem gibi sarstı.
Yüzünü gömdüğü topraktan başım azıcık kaldırarak geriye baktı.
Otobüs havalanmıştı, ateşler, metal parçalan ve 39 papaz, 7
yetim parçalara ayrüdı, soma tarlaya döküldü. Acıyamadı, sadece
“İyi ki tekrar içine girmemişim. Tannm sana şükürler olsun haya­
tımı bağışladın” diyerek dua etti.
Tekrar sürünmeye çalışırken uçakların pervane sesleri uzaklaş­
tı. Geriye, sıcak ekmek gibi dumanı tüten altüst olmuş tarla, parça
parça dağılmış otobüs ve ceset parçalan, yanan yeraltı cephaneli­
ğinin çıtırtıları ve bir de kendisi kalmıştı. Kilisesinden 47 yoldaşı
bir anda yok olmuştu.

L. Manastın

Berlin’in banliyösü Brandenburg’daki L. Manastırı o güne


kadar bombalanmamıştı. Berlin’in hayli dışında olduğundan Ame­
rikalılar Hitler’in orada olduğunu düşünemezdi.
Berlin’in merkezi ise, Hitler her yerde olabilir varsayımıyla
cehenneme döndürülüyordu. Kentin merkez semtlerindeki mabet­
ler bombalardan mutlaka payını alıyordu. L. Manastm’mn mabet
olması yine de bombardımandan biraz olsun kurtulmasını sağlı­
yordu. Fabrika olsaydı eğer, Amerikalıların yerle bir etmesi kaçı-
nılmazdı.
Papaz oımanda 100 metre kadar ilerledikten soma sürünmeyi
bıraktı. Sırtüstü uzandı, ağır gövdesini ormana taşıyan dizleri ile
dirsekleri sızlıyordu. Biraz daha dinlendikten soma kalktı, gündü­
ze kalmamalıydı.
Papaz Sebastian gece boyunca yürüdü. Güçlü bir adamdı. Onnan-
dan çıkar çıkmaz gördüğü paralel uzanan çifte parlaklık onu çok
mutlu etti. Demiryolu, önünde kıvrılıp gidiyordu ve onu Berlin’in
güneybatısındaki L. Manastm’na götürecekti. Demiryolunu gözden
kaybetmeden yarımdan yürüdü, yürüdü, yürüdü...
Manastıra vardığında sabah olmuştu. Gücünün son kmntılany-
la manastırın kapı çanım çalabildi. Kapıyı açan rahibin kollarına
yığıldı.
“Ben Rahip Sebastian Augustinus, Fransız Katolik Kilisesi...”
diyebildi.
Sebastian ertesi gün kendine geldiğinde yıllarını geçirdiği Fri-
43

edrichstadt Katolik Kilisesi’nin bombalarla tamamen yıkıldığını


öğrendi.
Sebastian’ın L. Manastın geniş bir araziye yayılmıştı. Bombar­
dımanlar başlayınca Berlin Kütüphanesi yönetimi 3 milyon kitabı
kent merkezleri dışmdaki 30 manastıra dağıtmıştı. L. Manastın
bunlardan en önemlisiydi, büyüktü ve çok miktarda kitabı saklı­
yordu.
Protestan cemaate ait L. Manastırı’na sığman Katolik Rahip
Sebastian Augustinus, Vatikan’ın takdir ettiği bir din adamı ve
Hıristiyanlık literatürü konusunda dünya çapında uzmandı.
Bombaların yok ettiği kilisesinde yanıp kül olan eşi bulunmaz
kitaplarının üzüntüsüyle sarsılmıştı.
1943 yılının şubat ayında Sebastian Augustinus öğle yemeğin­
den sonra her zamanki gibi kütüphaneye gitti. Manastmn kalın
sütunlarla desteklenmiş yüksek, sivri kıvrımlı romanesk tavanı
altında sessizce yürüdü.
40 yaşlarında olabilirdi. Belki de 45. Yuvarlak kafalı, yuvarlak
yüzlü kaim enseliydi. Arkadan bakınca küçük toparlak bir kavuna
benzeyen kafasının kaim boynuna gömüldüğünü görürdünüz.
Rahip Sebastian şişman değildi, iriyan bir adamdı. Orta boylu
olduğundan eni ile boyu eşit gibiydi. Rahipten çok güreşçiye ben­
zerdi. Aslında sarı olan azı kırlaşmış saçlan kısacık kesilmişti.
Alm geriye doğruydu, kaşları seyrekti, mavi ufak boncuk gözleri
vardı. Toparlak yüzü, ufak ama delikleri büyük burnu, daima ıslak
kaim pembe dudakları ve yuvarlak çenesiyle, Tann bağışlasın
ama domuza benzerdi.
Kısacık sessiz adımlarla yürürdü. Cüppesinin örttüğü ayakları
görülemediğinden soğuk taş zeminin üstünde kayarak gidiyor­
muş sanılabilirdi. Manastmn loşluğu içinde var yok bir hayal
gibiydi. Dar koridora karşm çok yüksek ve birbirine yakın sütun-
lann üstündeki sivri tavan altında insanlar ufacık ve âciz gözükür­
dü. Ürkütücü görkemiyle insanlan ezdiğinden, Ortaçağ’m din
adanılan kiliselerin romanesk ve onu izleyen gotik mimari tarzıy­
la yapılmasını istemişti.
Kütüphane kapısında bir süre durdu Sebastian, kısa bir dua
okudu. Ağıi' yüksek kapıyı iterek sessizce kütüphaneye girdi. Burası
onun dünyasıydı. L. Manastın kütüphanesinin bu bölümünde 560
elyazması takım cüt ve 1 000 elyazması tek kitap bulunuyordu. Hıris­
tiyanlığın ild büyüle azizesi Birgitta von Schweden ve Hildegard von
Bingen’in yazdığı kitaplar da buradaydı.
Rahip Sebastian kapıyı kapadı, elyazması bölümüyle iç içe olan
4 ‘I

büyük salona geçti. Bombardımandan kaçırılan Berlin Kütüpha­


nesi kitapları bu salonda korunuyordu. O kitapların arasından
biri dikkatini çekmişti. Bugün onu inceleyecekti.
Siyah deri ciltli kitabı aldı, masanın üstüne koydu. Cilt kapağını
açtı. Henüz ayaktaydı, kitabın ilk sayfasma kuşbakışı bakıyordu.
İlk sayfadaki yazı şöyleydi:
“1491, Oruç Bey “Fatih Sultan Mehmed dönemi Osmaniı
tarih yazıcısı. Çeviren: Lukas Koch. ”
Rahip Sebastian gözü kitapta oturdu. Fatih Sultan Mehmed
dönemi onun ilgi alanına giriyordu. Hıristiyanlığın rakibi İslam
dininin yayılmasında önemli rol oynayan Sultan Mehmed,
Konstantiniyye’yi almış, Roma İmparatorluğu’nun sonunu getir­
miş, kiliseleri camiye döndürmüş, Ortaçağ’ı kapatıp yeniçağı
açmıştı.
Başlıklarla belirtilmiş ve numaralanmış içeriğe baleti. Beşinci
maddeden sonrasını okumaya başlayınca Rahip Sebastian ayağa
fırladı. İki eliyle başını avuçlayarak kitaba fal taşı gibi açılmış
gözlerle baleti ve yüksek sesle, “Bakire Meryem bu senin gönder­
diğin bir armağan mı?” dedi.
Sekizinci madde aklını başından almaya yeterdi:
“8. İmparator Constantinus'un Kudüs’ten getirttiği kutsal
emanetler. Hazreti Musa'nın asası. Hazreti Davud’un veya
Hazreti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti Nuh’u n bal­
tası, Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kaymak taşından
yapılmış kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçalan. Bama-
bas İncili. ”
“Barnabas İncili ha! Orijinal Bamabas!"
Şaşkınlığını öyle yüksek sesle dile getirmişti ki, ağzından çığlık
gibi çılean sözler kütüphanede yankılandı.
Yaşamında ilk defa böyle coşku gösteren Rahip Sebastian ken­
dini tutamadığı için utandı, endişeyle çevresine baktı. Gösterdiği
aşırılıktan dolayı Tanrı’dan bağışlanma dileyerek dua etti.
Gösterdiği beklenmedik tepki dikkati çekerdi ve tepkisinin,
önündeki kitaptan kaynaklandığı anlaşılırdı. 1491, Oruç Bey adlı
kitabı kimse leeşfetmemeliydi. Görülmediğinden, duyulmadığın­
dan emin olmak için salonun en kuytu köşelerine kadar gidip
baleti. Sinsi bir papaz dolapların gölgesine gizlenip kendisini izle­
yebilirdi. Evhamının yersiz olduğunu anladı. Büyük kütüphanede
yalnızdı.
Bundan sonra yapması gereken kitaba sahip olmaktı.
“Değerli Augustinus yine kitaplara gömülmüşsünüz.”
45

Sebastian Augustinus sıçramaktan zor alıkoydu kendini...


Kütüphane sorumlusu Rahip Dolf Hartman’dı seslenen. Yüzün­
den eksik etmediği gülücükle yaklaşıyordu. Okuduğu kitabı
merak edecek, yılların alışkanlığıyla her zaman yaptığı gibi mutla­
ka gelip bakacaktı. Sebastian paniğe kapıldı. Bu kitabı asla gör­
memeliydi, görürse okumak isteyecekti ve o ilginç sekizinci
madde onun da dikkatini çekerdi. Sonra, sır elinden çıkmış
demekti.
Serinkanlı gözükmeye çalışarak kalktı, sakin bir sesle konuştu.
“Dostum Dolf henüz beni çekecek bir kitap bulamadım.
Bir yandan da rafa doğru yürüyordu. Oruç Bey kitabını hemen
yerine koydu ve başka bir kitabı çekip aldı. Hızla cildin sırtındaki
yazıyı okudu.
“Ah bakırı dostum, bu kitap beni çeker işte; Fransız İhtilali ve
Dinde Reform. Ne dersiniz?”
Sebastian bir yandan da î 491, Oi'uç Bey kitabını koyduğu raf­
tan uzaklaşıyordu.
Rahip Dolf artık yanma gelmişti.
“Güzel bir kitap, demek daha önce okumaya fırsat bulamadı­
nız,”
“Ne yazık ki öyle dostum. Bundan utanmalıyım.”
Rahip Dolf hep güleç yüzlüydü, şefkatle Rahip Sebastian’m
omzunu okşadı.
“Benim de okumadığım o kadar çok önemli kitap var ki...”
Daha fazla konuşmadan, “İzninizle hayli işim var” diyerek salon­
dan çıkan D olf un ardından rahat bir nefes aldı. Kısa süre oyalan­
dıktan sonra kütüphaneden ayrıldı. Kafası karışıktı, 1491, Oruç
Bey kanını kaynatmıştı. O kitabı alıp saklaması şarttı. Saklayacak
yeri yoktu ki? Ne yapabilirdi? Manastırın bahçesinde dolanıp
duruyor çare düşünüyordu.
Sebastian ertesi gün yine öğleden sonra kütüphaneye gitti.
Kütüphanenin her köşesine göz attı, içeride kimse yoldu. Hemen
1491, Oruç Bey'i aldı, bu defa duvara bitişik loş köşedeki tek
kişilik masaya oturdu. Kitabı açtı, ilgilendiği konulan içeren say­
falan saydı; tam 80 sayfa... Ne olursa olsun bu 80 sayfaya sahip
olacaktı, hazırlıklı gelmişti.
Çevresine bakındı, derin bir nefes aldı, sinirleri iyice gerilmişti.
Yaptığını görürlerse ceza verirler, manastırdan kovarlardı. Bunlar
umurunda değildi. Tek çekincesi vardı, yakalanırsa, Protestan
papazların dikkatini Oruç Bey kitabına çekmiş olurdu. Onlar da
okuyup büyük sim öğrenirlerdi. Korkusunun, heyecanının sebebi
46

buydu; Sebastian Katolik’ti ve sırn Protestanlarla asla paylaşmaz­


dı. Özellikle, yasaklanmış Bamabas încili’ni elde etmek Protestan
teologları memnun ederdi.
Oruç Bey’in kitabı kutsal emanetlerin yerini gösteriyordu.
Katolik cemaati, yani Vatikan, kutsal emanetlere sahip olmalıydı.
Emanetleri Vatikan’a kazandırmalıydı. Bunu başarırsa kendisine
mutlaka aziz rütbesini verirlerdi. Hem de 300 yıl beklemeden...
Aziz Sebastian Augustinus; “Aziz” unvanı adına ne kadar da yakı­
şıyordu. Aziz olabilmek için hayatını sunmaya hazırdı.
Kutsal görevi başlıyordu. 80 sayfalık beş formayı tuttu. Bir eliyle
de formaların dibrne bastırıyordu. Formalara asüdı, güçlü adamdı
fazla zorlanmadı, sayfalan birbirine bağlayan iplikler gözüktü. Cüp­
pesinin iç cebinden İncil’ini çıkardı, silkeledi, bir jilet masaya
düştü. Jileti dikkatle sürdü, kesilen gergin cilt ipliklerinin çıtlaması
sessiz kütüphanede yankılanınca hemen durdu, çevreyi dinledi.
Soma ayırdığı bölümün iplerini altlı üstlü kesti, 80 sayfayı kavraya­
rak asüdı, fonnaları birbirine bağlayan ipler tamamen kopmuştu.
Bir daha çekince tutkallı bölüm de ciltten aynldı.
Kopardığı 80 sayfayı hemen cüppesinin içine gizleyen Sebasti­
an iç cebinden küçük bir şişe çıkardı. încil’den 80 sayfa saydı, cilt
iplerini kesti, çekti kopardı. Ardından küçük şişeden parmağının
ucuna yapıştırıcıyı bolca dökerek sayfaları kopardığı Oruç Bey
kitabındaki boşalmış yere sürdü.
Hemen yapışsm diye üfledi ve 80 İncil sayfasını oraya yapıştır­
dı. İncil sayfaları belki bir milimetre kadar taşmıştı.
“Sen, sen! Ne yapıyorsun Sebastian?”
Sebastian yıldınm çarpmış gibi sarsıldı. Rahip Dolf Hartman
her zamanki o nazik rahip değildi, şimdi gürlüyordu. Gözleri öfke­
den ve şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı.
Kitabı saklamaya çalışarak ayağa kalktığında Dolf’le göğüs
göğüse geldi. Dolf, Sebastian’m elinden kitabı kaptı. Sebastian da
onun elinden çekti aldı. Dolf kollarım açarak üstüne geldi.
Kitabı masaya atan Sebastian yumruğunu salladı ama oturta­
madı. Dolf ona engel olmaya çalışarak iki koluyla bh’den kendi­
sinden kısa olan Sebastian’m gövdesini sardı. Sebastian ayağını
Dolf ün ayağına doladı, çelme takarak yaşlı adamı yere indirmek
istiyordu, ama Dolf uzun boylu güçlü bir ihtiyardı, yıkılmadı. İti­
şirken çarptıkları masa devrildi. Sebastian çıkan gürültünün
duyulmasından korktu. Bir kolunu Dolf ün çemberinden kurtar­
dığı an iki parmağını tüm gücüyle Dolf’ün gözlerine soktu. Yaşlı
papaz inleyerek geri çekildi, olduğu yerde sallandı. O anda gırtla­
47

ğına müthiş bir yumruk yedi. Dolf dizleri üstüne çöktüğünde


Sebastian yaşlı rahibin kafasını hırsla tekmeledi. İhtiyar kendini
kaybetmişti, sadece hırıldıyordu. Sebastian ip kemerini çözdü,
inleyen rahibin boğazına sardı. Öldüğünden emin olana kadar
bütün gücüyle sıktı.
Salona o ana kadar kimse gelmemişti. Kemeri tekrar beline
taktı. Dolf’ün cesedim sürükleyerek kitap dolaplarının arkasında­
ki boşluğa yatırdı. Dolaplar ile duvarın arası dardı, ortadaki
küçük dolabı çekerek boşluğun girişini kapattı. Cesedi kokana
kadar Dolf’ü bulamazlardı.
Kitabı aldı, yapıştırdığı İncil yapraklarıyla kitap eski kalınlığın­
da gözüküyordu, “Bunun içinden sayfa koparıldığını kimse fark
etmez” diyerek 1491, Oruç Bey'i raftaki yerine koydu.
Oruç Bey kitabının 80 sayfasım, kopardığı 80 sayfanın yerine
İncil’in içine yerleştirdi. Jileti de sayfalarının araşma koyduğu
İncil’i cüppesinin altına sağlamca koydu. Tutkal şişesini cebine attı,
kütüphaneden çıktı. Heyecandan mı, korkudan mı, yoksa sevinç­
ten mi bilemiyordu ama titriyordu. 1943 yılırım 26 haziranıydı.
Amerikalüann 27 şubatta Wilhelmshaven’i yıkarak başladıkları
bombardımanlar Almanya’yı yok ederek sürüyordu.
22 haziranda müttefikler Sicilya’yı Alınanlardan almıştı. 24
haziranda İngilizler Hamburg’u bombalamıştı.
O gün 26 hazirandı ve Sebastian için yapılacak en doğru şey
Almanya’dan kaçmaktı. Katolik Rahip Sebastian Augustinus ken­
disini uzun süre bağnna basan L. Manastın’ndaki Protestan dost­
larına veda etmeden ortadan kayboldu.
Savaş 1945’te bitti. Manastırlara kaçırılan kitapların-bir kısmı
1947 yılında onarılan Berlin Kütüphanesi’ne taşındı. L.
Manastırındaki 1491, Oruç Bey kitabı da geri getirilenler arasın­
daydı. 80 sayfa eksilde...

30 mart 2008, Berlin

Teo von Huber, iki gün önce Bayan Leoni’den aldığı bilgilerle
sevinmiş, 29 martta kütüphanede üzülmüştü. Elyazmalan müdü­
rü Profesör Friedhof ile asistanı Lara da en az Teo kadar üzgündü.
Kendi bölümlerindeki değerli bir kitabın 80 sayfası çalınmıştı.
“Kitabın orijinal elyazması ile iki çevirisinden biri zaten kayıptı,
son nüsha da eksik çıktı” diyen profesör neredeyse ağlayacaktı.
Teo ikisine de teşekkür ederek kütüphaneden ayrılmıştı. Gazeteye
giderek, Bayan Leoni’nin kitabından seçerek verdiği dört sayfalık
48

bölümü yazacaktı. Kayıp 80 sayfadan kafasını kurtarmalıydı.


Haberi yazdı, yazı işleri müdürü onu kutladı. Ancak Oruç Bey
kitabının kayıp sayfalarını o kadar merak ediyordu ki... Saat
17.00’ye gelmeden Berlin Kütüphanesinin telefonunu çevirdi,
Lara’yı istedi. Genç kadınm sesi sıcaktı.
“Ooo Bay Von Huber, bir ipucu mu buldunuz yoksa?”
Teo nihayet gülebildi.
“Buldum evet... İpucu sizsiniz. Size o kadar çok şey sormak
istiyorum ki...”
“İyi ama sizden fazlasını ben de bilmiyorum.”
“Bana bir iyilik eder misiniz Bayan Lara? Sizi bu akşam yemeğe
davet etsem, şu elyazması kitaplardan konuşsak... O kadar üzgü­
nüm ki, bu konuyu mutlaka konuşmalıyım.”
Lara hemen yanıt vermedi. Biraz sustuktan sonra konuştu.
“Teşekkür ederim davetiniz için... Şey bilmem ki... Hiç aklıma
gelmezdi...”
Teo ısrar etti.
“Bakın çekinmeyin, dilerseniz bir arkadaşınızı, varsa ve çekini­
yorsanız nişanlmızı, flörtünüzü filan da getirin.”
“Çok naziksiniz Bay Von Huber, çok sıküdığınızı anlıyorum.
Pekâlâ o halde... Ben ancak saat 8 gibi gelebilirim.”
“Harika!.. Dilerseniz ben sizi evinizden alırım.”
“Hayır teşekkürler, ben gelirim. Ama nereye?”
“Alt Luxemburg olur mu? Hoş bir yerdir. Sessizdir, yani konuş­
mak için uygun demek istedim. Yemekleri de lezizdir. Adresi
Windscheidstrasse 31 numara...”
“Biliyorum, Alt Luxemburg’a birkaç kere gittim. Ben de seve­
rim” dedi Lara.
“Saat 8’de bekliyorum.”
“Okey...”
Teo telefonu kapatarak tekrar açtı, Tobias’ı aradı.
“Oğlum Tobi, şans kapım sonuna kadar açıldı. Bu gece dünya­
nın en çekici ve akıllı kadınıyla yemek yiyorum.”
“Vay... Hem en çekici, hem de akıllı... Böyle bir kadın dünyada
var mı? Kimmiş akimı uçuran güzel cellat bakalım?”
“Berlin Kütüphanesi semboller ve elyazmalan bölümünden bir
uzman...”
“Nasıl tanıştın?”
“Kütüphaneye gittim. Şimdi sen çıldırdın diyeceksin ama daya­
namadım, 1491, Oruç Bey kitabım aradım.”
“Ne yaptın, ne yaptın? Yahu Teo sen adam olmazsın. Ben sana
49

o kitaptan, daha doğrusu o palavradan uzak dur demedim mİ?"


“Merak Teo merak... Kitapta yazılanları öğrenmek istedim, ne
var bunda?”
“Kafam masallarla karıştırmasana deli çocuk. Sen gerçekçi
parlak bir gazetecisin... Yoldan çıkma.”
“Yoldan çıktığım yok. Sadece merak. Kütüphaneye iyi ki gitmi­
şim oğlum, Lara gibi bulunmaz bir yaratıkla tanıştım.”
“Kitabı okudun mu peki?”
“Hayır. Kitabın en önemli bölümleri 80 sayfasındaymış. İnan­
mazsın, o sayfalar çalınmış. Biri koparmış, yerine Incil’den 80
sayfa koymuş... Hayret değil mi?”
Tobias çok şaşırmıştı, neredeyse bağırarak sordu.
“80 sayfayı koparmışlar ha... Vay canına.”
“Bu kitapta bir iş var diyorum sana Tobi. Bu akşam Lara’yla
yemekte kitabı konuşacağım. İpucu yakalayıp kitaptan koparılan
sayfalarda yazılanları öğrenmek istiyorum. Kayıp 80 sayfanın
peşine düşeceğim.”
“Bak Teo, sen beni kızdırmak için saçmalıyorsun herhalde...
Gerçek konuların peşinde ol diyorum, sen hayal peşinde koşaca­
ğım diyorsun.”
“Kararlıyım Tobi, gerekirse İstanbul’a bile giderim.”
“Ben yarın aklım başına getiririm... İstanbul’a gidecekmiş filan,
seni bırakacak mıyım bakalım?.. İstanbul konusu kapanmıştır,
sana yasaklıyorum. Şimdi ne halt edersen et. O yaratıkla nerede
yemek yiyeceksiniz?”
“Alt Luxemburg’da çocuğum Tobias. Baş başa... Mum ışığın­
da...”
“Kızı kitapla uğraştırma, bu manyağı ne yapayım demesin. Kız
geliyorsa gecenin sonunda aşk umuyordur. Kitapla sıkma, eve at
oğlum, kafanı somut işlere çalıştır. Şarap ve ardından doğanın
yasasım işleme koymak... İşte hayatın gerçeği. Sana iyi oyunlar
dilerim Teo.”
Tobias’m uyarılarına aldırmayan Teo’nun içi sıcacıktı, Lara gibi
farklı bir güzelle buluşacağı için mi, yoksa kayıp kitap sayfalan
üzerine bir uzmanla konuşacağından mı?

Baş döndüren kadın

Alt Luxemburg’da iki kişilik masa ayırtan Teo randevuya 20


dakika kadar erken gelmişti. Heyecanını yenmek için barda bir
duble viski içti, barmenle laflayıp biraz oyalandı. Saat tam 8’de
50

masasına geçerken Lara da kapıdan girdi.


Lokaııtadakilerin bakışları ister istemez genç kadına çevril­
mişti. Koyu kırmızı tayyörün içinde güzel, farklı, kaliteli bir kadm
duruyordu. Teo hemen fırladı, bu güzel küçük kadını şefle birlik­
te masaya götürdü. Geldiği için de iki defa teşekkür etti.
Lara kısa siyah saçlarını yaptırmıştı, puıl pınl parlıyordu. Mak­
yajı Icütüphanedekinden çok farklıydı. İri siyah gözleri, uzun
kirpikleri, hokka gibi burnu, ufak ama dolgun dudaklı ağzıyla
etkileyiciydi. Lara, ürkülecek kadar çekici kadındı.
Alt Luxemburg’un romantik atmosferine Lara çok yakışıyor­
du. Lokantanın duvarları “Türk Kırmızısı/Alizarin Red” ahşapla
kaplıydı. Lambrinin larmızı renginden daha açık “Rönesans kır­
mızısı” kostümüyle Lara, fon rengiyle barışık klasik tablo figü­
ründen farksızdı. Siyah saçları, beyaz teni ve kırmızı dudaklarıyla
başının tam üstünde asılı Veneto’nun Laura tablosuna benziyor­
du. Benzerliği fark eden Teo güldü. Lara’ya benzerliği söyledi,
Lara dönüp baktı. “Ne ilginç” dedi. O kadar... Benzetmeden hoş­
lanmamış mıydı?
Teo, ne söyleyeceğim, konuşmayı nasıl açacağım bilemiyordu.
“Hava bayağı ısındı” filan gibi aptal laflar etmek istemedi... “Keşke
sevgilim olsaydı bu kadm” diye düşünürken garson yetişti.
“İyi akşamlar efendim... İçki ne alırlar?”
Teo soran gözlerle Lara’ya baktı. O “Beyaz şarap, lieblich”
dedi.
Teo hemen bir şişe “Riesling Auslese Goldkapsel” sipariş etti.
Teo’ya göre Goldkapsel en iyi “lieblich”4 beyaz şaraptı. Ren böl­
gesinin beyaz üzümlerinden yapılan şaraplar rakip tanımazdı.
“Çok teşekkür ederim Bay Von Huber, ama en pahalı lieblich
şarabı sipariş ettiniz, gerek yoktu” dedi Lara.
“Şey... Bana Teo demeniz sizi rahatsız eder mi?”
“Bana Lara dersen olur Teo.”
İkisi de tatlı tatlı güldüler. Gece iyi başlamıştı.
Garson şarabın altın yaldızlı folyosunu fiyakayla kaldırıp
Goldkapsel’i açtı. Karides salatası ve ardından Türkiye’den gün­
lük getirilen fırında levrek fileto a la crem sunuldu.
Lara o ana kadar iki kadeh şarap içmişti.
“Severim burayı” dedi gülerek. İyice rahatlamıştı. Teo aslında
şu andan itibaren hiç de kitaptan söz etmek istemiyordu. Lara’yla
geçmişi olsaydı da, karşılıklı romantik sözler söyleselerdi diye
düşünüyordu.

4. A lm ancada, "d ö m isek ".


51

“Aslında bizim o kitapla ilgili yanıp yakılmaktan başka yapaca­


ğımız bir şey yok” deyince Lara, kendini topladı.
“Almanya’daki diğer büyük kütüphanelerde bulma şansımız
yok mu?”
“Yok” dedi Lara, “bilgisayarla hepsini araştırdım. 1491, Oruç
Bey kitabının çevirisinden bugüne sadece bir tane kalmış, o da
bizim kütüphanedeki...”
Teo çaresizce kollarını iki yana açtı.
“O halde ben de İstanbul'a gider Janos KLein’m izini bulurum.”
Lara anlayamamıştı.
“Janos Klein kim?”
“1491, Oruç Bey kitabım keşfeden adam.”
“Nasıl yani?.. Anlayamadım söylediğini... Kitabı nerede bulmuş
Janos Klein dediğin kişi? Kitapla ne ilgisi var, kimin nesi?”
Teo ellerim teslim olur gibi kaldırdı.
“Şimdi Lara, hazır ol. Janos Klein sizin kütüphanenin 1933 yılı­
na kadar önemli bir memuru... Kütaphane müdürü Bay Adelheid’m
asistanı ve oryantal elyazmalan uzmanı...”
“Yani şu efsanevi başkan Bay Waldemar Adelheid mı?”
“Evet, asistanı Janos Klein o kitabı okumuştu. 1491, Oruç Bey
kitabının orijinali, yani elyazmasını alıp Almanya’dan kaçtı.”
Lara çok ilgilenmişti.
“Bunu nereden biliyorsun Teo?”
“Bay Adelheid’m kızı anlattı.”
“Aman Tannm Teo, neler söylüyorsun? Sana anlatan Leoni
Adelheid olmalı. Hani Nazi döneminin bilinmeyenlerini kitap
yapan 97 yaşındaki kadm... O mu?”
“Tam isabet Lara. Torunu Tobias arkadaşımdır. Onun sayesinde
Bayan Leoni’yle buluştum. Janos Klein’m hikâyesini o anlattı.
1491, 0?~uç Bey kitabını keşfeden Janos, Naziler kitaplan yakar­
ken elyazması orijinali kurtarmış, başka değerli kitapları da ala­
rak İstanbul’a kaçmış.”
“Neden kaçıyor? Kitabı kurtarmak için mi?”
“Sadece kitabı değil, canını kurtarmak için de kaçıyor, çünkü
Janos Klein Yahudi...”
Lara sinirle gülmeye başladı.
“Neler olmuş bizim kütüphanede... Peki ama Janos Klein neden
İstanbul’a gitmiş?”
“Kitapta okudukları onu fena sarmış. Bay Adelheid da İstanbul’a
neden gittiğini sorunca, ‘7 Akbaba’yı, Davud’un yedikollu şamda­
nını bulacağım... Onlar İstanbul’da’ demiş. Ben de Janos’un oku-
52

duklarmı merak ettim, size gelerek 1491, Oruç Bey kitabım sor­
dum. Ama sonucu biliyorsun...”
Teo sözlerini bitirince Lara parmağım şıklattı.
“Şimdi anlıyorum, kitabın ild çevirisinden birini de mutlaka
Janos Klein aldı. Orijinal elyazmasmdan okuması mümkün değil­
di. Elbette ki çeviriyi okuyordu. İstanbul’a kaçarken çeviriyi de
götürdü.”
“Bravo Lara, mutlaka öyle olmalı. Acaba diğer çevirinin 80 say­
fasını da Janos mu koparıp götürdü?”
“Sanmam” dedi Lara. “Bir kitabı alabüen kişi istese diğerini de
alırdı, neden sayfalarım koparsın? Bana göre Janos’a tek çeviri
yetmiştir. İki aynı kitabı taşıyacağına, başka değerli bir elyazma-
smı almıştır.”
Teo düşündü biraz.
“Kimse okumasın diye sayfalaıı almış veya yok etmiş olamaz mı?”
Lara başını iki yana salladı.
“Olamaz. Kitaplara değer veren kimseler böyle kitaplan asla
bozmaz, yırtmaz, yok etmez. Bay Adelheid gibi bir efsanenin asis­
tanı asla böyle şey yapamaz. Aklına bile gelmez.”
“O halde başka birisi kopardı sayfalan... Bu demek oluyor ki,
kitabın en önemli bölümlerini okuyan sadece Janos değil. Biri
daha var. O kim peki? Neden kitabı almamış da, sayfaları kopar­
mış. Hadi bakalım çıkabilirsen çık bulmacanın içinden...”
“Doğrusu çok ilginç. O kişi ldmse, sayfaları çalmaktaki amacı
neydi Teo? Çaldığı sayfaları ne yaptı ve şimdi nerede?”
“Ölmüştür belki... Temenni ederim” diyen Teo gülümsedi.
“Bak Lara, ben o kitaba ve içerdiği müthiş hikâyelere o kadar
takıldım ki, Janos Klein’m ailesini bulmak için İstanbul’a gide­
rim.”
Lara şaşırmıştı.
“Ciddi mi söylüyorsun?”
Teo’nun kendisi de şaşırmıştı.
“Seninle buluşmadan önce Tobias’la telefonda konuşurken
öyle ağzımdan çıktı işte... Böyle bir yolculuk aklıma bile gelme­
mişti. Coştum demek ki... Fakat fena fikir değil, neden olma­
sın?”
“Sağlığın bakımından gerçekten fena fikir değil Teo. Çünkü sen
bu ldtaptaki kayıp konuları bulamazsan hasta olabilirsin gibi geli­
yor bana...”
Teo kadehini kaptı ve kaldırdı.
“Hadi Lara, İstanbul’a gitmek fikrine içelim.”
53

Lara da kadehini kaldırdı ve bu defa o Teo’yu şaşırttı.


“Belki ben de gelirim. İstanbul’u çok eskiden beri merak ede­
rim.”
Teo’nun ağzı açık kalmıştı. Lara acaba kafayı bulmuş da atıyor
muydu? Yok canım, o öyle gevşek kadınlardan değildi. El çırptı
Teo.
“Sen de gelirsen kendimi dünyanın en mutlu adamı ilan edebi­
lirim Lara.”
“Sakin ol Teo” dedi Lara, “ben zaten tatile çıkıyordum. Ayrıca
bizim kütüphaneden alınmış 1491, Oruç Bey kitabının izini sür­
mek, Oruç Bey’in yazdıklarını bilmek isterim. Ne olduğunu anlaya­
madığımız şu 7 Akbaba’nın ve Davud Peygamber’in yedi kollu
şamdanı, İsa Peygamber’in kemikleri gibi kitapta yazılı gizemli, akıl
almaz şeylerin sıram kim öğrenmek istemez. Ancak Janos Klein’m
izi bulunabilir mi? Adam 75 yıl önce İstanbul’a gitmiş. Orada kalmış
mı, başka ülkeye geçmiş mi, ailesi ne olmuş bügin yok. İstanbul
benim için kitap aramayı da içeren hoş bir gezi olur. Ancak, elin boş
kalırsa düş kınklığı seni sarsmasm. İyi düşün Teo.”
“Fantastik bir gezi olsa da, aptalca bir hayalin peşinde koşmak
sayılsa da, ben galiba İstanbul’a gitmeyi kafaya taktım Lara. Hele
seninle olursa her şeye değer.”
Lara onun “Seninle olursa her şeye değer” sözleri üzerine cid­
dileşir gibi oldu. Teo’nun ağzından kaçan sözler romantikleşmeye
başladığını gösteriyordu.
“Evet Teo, artık evlerimize gidelim mi? Tatlı sohbete daldık,
hayli geç olmuş.”
Teo birden telaşlandı.
“İstanbul’a gitmekten vazgeçmedin değil mi?”
“Sözüm söz Teo, ama sen kendin için karar ver. İyice düşün
sonra konuşalım.”
Teo’nun evine kadar götürme teklifini Lara kabul etmedi.
“Taksiyle geldim, taksiyle gideyim, evlerimiz uzak zahmet
etme” dedi Lara.
Taksi gelince Teo’yu yanağından öptü.
“Teşekkür ederim, çok güzel bir geceydi” demeyi de ihmal
etmedi.
Lara’mn dudakları yanağına değdiğinde bir tuhaf olmuştu. Par­
fümü ne güzel kokuyordu. VW’sine bindi, yavaş yavaş sürüyordu.
Arabanın camını indirdi, havayı içine çekti. Lara’yla İstanbul’da
bir şeyler olur muydu acaba? Evleneceği kız nihayet karşısına
çıkmıştı galiba.. Teo, “Haftada yedi gün aşk, eder hafta boyu aşk”
54

şarkısını söylemeye başladı. Hayat güzeldi be...


Bomboş caddenin sonundaki üç yol ağzından sola, evine giden
sokağa dönecekti. Farlarını söndürmüş çöp kamyonunu son anda
gördü, direksiyonu sola kırarak kasanın altına girmekten son
anda kurtuldu. Korkmuştu, çok kızmıştı. “Caddeye gece vakti
sinyalsiz kamyon bırakan eşeği polise bildireyim" dedi. Kamyo­
nun yanından geçerken baktı, sürücü direksiyondaydı.
“Vay hayvan herif’ dedi. İyice öfkelenmişti. Şikâyet için cep
telefonunu alırken kamyonun hareket ettiğini gördü. Kısa farları­
nı yakan çöp kamyonu şimdi 10 metre kadar arkasmdaydı. Teo
çok yavaş sürüyordu ama çöp kamyonu onu sollamadı. Caddenin
sonuna doğru kamyonun motor gürültüsü artarak yaklaştı. Dikiz
aynasından baktı, son sürat üstüne geliyordu. Ne yapacağını
şaşırdı.
Korkuyla “Heey heeey!..” diye bağırdı, kolunu camdan çıkara­
rak “solumdan geç” gibilerden sallamaya başladı, bir yandan da
gaza basıyordu. Koskoca kamyon iyice yaklaştı, ona çarpmaya
kararlıydı ve kaplumbağasını yerle bir ederdi. Tamponuna değ­
mek üzereydi, dağ gibi araç üstünden geçecekti. Nasıl kurtulacak­
tı? Direksiyonu birden sola kırdı. Vosvos savruldu kurtuldu.
Kamyon sağ tarafından geçer geçmez fren yaptı, geri vitese taktı
geri geri hızla sola yönelerek tekrar üstüne geldi. Koskoca çöp
konteyneriyle çarpışacaktı.
Teo otosunu caddeyi ikiye ayıran çimenliğin üstüne çıkartarak
kurtulabilen. Kamyon da ardından çimenliğe çıktı. Teo bu defa
karşı yola geçti, kamyon da peşinden... Caddeden geçmekte olan
tek tük araçların hepsi yolun sağma soluna kaçıştı, dehşet içinde
onları izliyorlardı.
Kamyon o kadar yalandı ki, Teo kurtulmak için ne yapması
gerektiğini bile düşünemiyordu. Neden olduğunu bilemiyordu,
ama kamyon kendisini öldürmeye kararlıydı. Azrail’i arkasınday-
dı, ölümle tampon tamponaydı.
Teo ters yolun sağına direksiyon kırınca kamyon da sağa geçti.
Teo bu defa aniden sola dönerek kaldırıma çıktı. Azrail’i de gürül­
tüyle kaldırıma fırlamıştı, yine arkasmdaydı. Büyük çöp kamyonu
kaldırıma sığmıyordu, çöp kutularını, ufak işaret direklerini,
fidan halindeki ağaçları yıkarak hızla arkasından geliyordu.
Teo’nun kaplumbağası ne yazık ki kamyondan hızlı değildi. Cad­
denin bitimindeki üç yol kavşağına gelmişlerdi. Yol burada sağa
sola düz ayrılıyordu. Düz yolun bir yanı parktı. Parkm önündeki
Türklerin döner büfesi 24 saat açıktı. Teo yıllardır arabasıyla ora­
55

dan geçerdi, hem de sık sık uğrar döner yerdi. Büfenin yan tara­
fındaki elektrik trafo istasyonunun yanında uzun beton bir aralık
vardı. Orası Türk donerciye aitti. Kararmı verdi, dar beton aralığa
girerek kurtulacaktı.
Teo dua ediyordu: “Tanrım, aralıkta dönercinin arabası olma­
sın.”
Kaldırımdan caddeye indi, ters yönden gidiyordu ama karşıdan
araç gelmedi.
Hafif sol yaptı, arabasını hizaladı, büfenin yanındaki dar ara­
lığa giriverdi. Oraya kamyon asla sığamazdı. Kamyonu süren de
oraya giremeyeceğini fark etmiş, fren yapmıştı. Tekerlekleri
keskin seslerle asfaltta kara izler bırakırken kamyon duramadı,
sağa doğru kafa verdi, kaydı ve döner büfesinin önündeki rek­
lam tabelasına ve meşrubat dolabına çarptı. Gürültü caddede
yankılandı.
Türkler öfkeyle dışarı fırladı. Ustanın elinde kılıç kadar
uzun döner bıçağı vardı. Kamyonun sürücüsü çabuk toparlan­
dı. Geri vitese aldı, kamyonu büfenin önünden kurtardı, düzelt­
ti, gazı kökledi ve soldaki bulvara girdi. Ardından küfürler
ettiler, yapacak başka şey yoktu, kamyoncuyu ellerinden
kaçırmışlardı.
Teo ölümle yüz yüze gelmenin bitkinliğiyle çökmüştü. Araba­
sından indi, bacakları tutmadı kaldırıma oturdu. Türkler, aralığa
giren bu Alman komşuyu iyi tanıyorlardı, onu severlerdi.
Almanya’daki Türklerin haklarım savunan genç gazeteciydi. Kol­
larından tutup kaldrrdılar, Teo nefes nefese konuştu.
“Beni öldürmek istedi.”
Biraz sonra polis otoları sirenlerini çalarak geldiler. Türkler
polislere çöp kamyonunun kaçtığı yönü gösterdi. Bir polis otosu
Teo’nun yanında kaldı. Kendine gelmeye çalışan Teo ile polisler
bir süre konuştu. Sonra birlikte merkeze gittiler.
Teo polis merkezinde komisere olanı biteni ayrıntılı olarak
anlattı.
“Düşmanın var mı?”
“Hayır.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Gazeteciyün.”
“Adın?”
“Teodor von Huber.”
Onu tanıyorlardı.
Komiserin ikram ettiği kahveyi içerken çöp kamyonunu takip
56

eden polisler telsizle haber verdi: “Kamyon terk edilmiş olarak


bulundu. Belediyenin tamirhane parkından çalınmış."
“Örgüt işi olmalı... Mafya veya yasadışı siyasi örgütlerden biriy­
le ilgili yazı yazdınız mı?” diye sordu komiser.
“Hayır" dedi Teo, “benim branşım mafya veya yasadışı örgüt
gazeteciliği değil, sanının beni birine benzettiler. Herhalde yanlış
tarif kurbanı olacaktım. Vahşi herifler, Berlin’in göbeğinde ezerek
adam öldürmeye kalktılar. Umarım onları yakalarsınız.”
Komiser sırtını okşadı.
“îşimiz bu... Onları yakalayınca sizi haberdar ederiz. Ancak
güvenlik olarak otomobiliniz bizim garajda kalsın. Yarın öbür gün
bomba koyabilirler. Suçluyu yakalayana kadar sizi sivil plakalı
polis aracıyla bizim çocuklar taşıyacak...”
Teo “Yanlışlık olmuştur, korumaya gerek yok sanırım” dediyse
de komiser kabul etmedi. Teo korunacaktı.
O gece Lara’yla geçirdiği mutlu anlardan sonra başma gelen
beklenmeyen olaydan dolayı eve yorgun gelen Teo şaşkınlığını
atmaya çalışıyordu. Karabasan gibi bir olaydı, kamyonun altında
parça parça olmaktan zor kurtulmuştu.
Yaşadığı korkunç olayı akimdan atmaya çalıştı, Lara’yla geçir­
diği kısa sıma tatlı anı, onu çok seven arkadaşı Tobias’ın “macera­
yı boş ver” nasihatlerini düşündü.
Burnunun ucuna kadar sokulan ölümün üstüne sinen kokusu
genç adamı tedirgin etmişti. Kimse ölümünün tarihini bilemiyor­
du, o halde her anı mutlu yaşamak gerekiyordu. Mutlu ve huzurlu,
akılcı ve sakin... “Değil mi?” diye sordu kendine...
İstanbul’a gitme kararını düşündü. 75 yıl önce kaybolan adam,
bilinmeyen adresteki Janos Klein’m izini arayıp yorulacaktı. Oruç
Bey kitabı neydi, 7 Akbaba ile Hazreti Davud’un yedi kollu şam­
danı, kayıp Bamabas İncili, İsa'nın kemikleri gerçekten var
mıydı? Onları bulacağını düşünmekle aptallık mı ediyordu?
Yoksa, 1491, Oruç Bey sırlarının izini bırakmak mı aptallıktı?
Tesadüfen öğrendiği bu konu ayağına kadar gelmiş büyük bir
şans ise...
İstanbul’da eli boş kalsa bile ne olurdu yani? Lara gibi bir
kadınla birlikte olacaktı. İşte bu bile tek başma kaçırılmaz fırsat­
tı...
Ertesi sabah Lara’ya telefon etti.
“Sevgili Lara, kesin kararlıyım gidiyoruz. Bu akşam dilersen Alt
Luxemburg’da buluşalım, yolculuk tarihini vesaireyi konuşalım.”
“Okey çılgın adam” diyerek güldü Lara.
57

Ailenin hikâyesi

Teo telefonu kapattıktan sonra sevinçle ellerini çırptı ve tekrar


telefonu aldı.
“Alo Peter, n’aber? Seninle konuşmamız gerek, hemen.”
Peter von Huber ağabeyiydi. Kendisinden dokuz yaş büyüktü.
14 yıl gazetecilik yaptıktan sonra babalarının kendisini emekliye
ayırması üzerine ailenin ticari işlerinin başma geçmişti. O güne
kadar iki kardeş de babalarının ısrarına rağmen şirkette çalışma­
mışlardı. Gazeteciliğe tutkundular. Ancak, baba Von Huber’in
çekilmesinden sonra iki kardeşten biri yönetim kurulu başkanı
olmalıydı. Teo kaçmış, ağabeyi Peter şirketin sorumluluğunu yük­
lenmişti.
Von Huber înşaat Sanayii şirketi dev bir kuruluştu, Prusyalı
aristokrat Von Huber ailesi sayılı zenginlerdendi. Ailenin hikâyesi
bir romana esin verecek kadar ilginçti.
Büyük dede Teodor Von Huber ile oğlu Martin, Birinci Dünya
Savaşı sonrasımn çökertilmiş Almanyası’nda işlerini yeniden
kuracak kadar becerikli kişilerdi. Prusyalı aristokrat ailenin en
büyüğü Mareşal Alexandre von Huber’di. Savaşta Almanya’nın
müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu ordusunda görev yapmış
ünlü bir askerdi.
Türklerin hâkimiyetindeki Bağdat’ın savunması sırasında İngi-
lizler kimyasal silah kullandı. Britanya İmparatorlğu kimyasal
silahı ilk kullanan ülkeydi. XVIII. yüzyılda Lord Jeffrey Amherst,
Kızılderililere soykırım uygulamasmda “çiçek hastalığını” yaymış­
tı. Yüz binlerce yerliyi hastalık aşılayarak katletmişti.’
İngiliz Harp Dairesi kurmayları bu kez yandaşlan Araplara
dizanteri basili vererek Türk askerlerinin içme sularına attırdılar.
Halk arasında “kanlı basur" denilen dizanteri çok sayıda Türk
askerinin ölümüne sebep oldu. “İskender Paşa” adıyla anılan
Mareşal Alexandre von Huber de dizanteriye yakalandı ve
Bağdat’ta öldü.
Dizanterinin öldüremediği askerler ağır hastaydı. Dizanteri,
dışkının kanla karışık çıktığı korkunç ishaldi. Günde 30 kez tuva­
lete oturtur, kalbi zayıflatarak öldürürdü. Dizanteriyle zayıf düşü­
rülen Türk ordusu Bağdat’tan çekildi. “İskender Paşa” Von
Huber’in naaşı İstanbul’a getirildi ve Tarabya Alman Mezarlığı’na
törenle gömüldü.
Oğlu Teodor ile torunu Martin Almanya’nın en sancılı yıllarında
sanayici olarak yükselirken, komünistler ile Nazi Partisi de yük­
58

selişteydi. Sermaye sahipleri komünist tehlikesine karşı, Kilise’yi


de arkalarına alarak Nazileri destekledi.
Von Huber ailesi destekçiler arasında değüdi. Nazi Partisi iktidara
gelip Adolf Hitler başbakan olunca ailenin kara günleri başladı. İşle­
rinde ve özel yaşamlarında baskı görüyorlardı. Martm’in eşi Sarah’nm
Yahudi olması, baskı yapmakta Nazilere kolaylık sağlıyordu.
1933’ten 1934 yılma kadar Teodor von Huber tüm servetini
İsviçre’ye kaçırdı. Aynı yıl bütün aile, geride tek kişi bırakmadan
Amerika’ya göçtü.
Teodor, oğlu Martin ve gelini Sarah’yla Almanya’daki inşaat
sanayii işini Amerika’da kurarak yükseldi.
Martin ile Sarah’nm tek evladı Mark 1938’de doğdu. Aile savaş
sonrasında Almanya’ya dönerek bombalardan yıkılmış fabrikala­
rını canlandırdı. Artık okyanusun iki yanında da büyük işlere
sahip sanayicilerdi. Dede Teodor öldükten sonra genç oğlu Mar­
tin işleri daha da büyütmüştü. Mark babasının yanında yetişti.
Genç yaşta Heddy’yle evlendi ve Peter ile dedesinin adı verilen
Teo(dor) Amerika’da doğdu.
Babası Maıtin’den sonra yönetimi alan Mark Amerika’daki
inşaat işini bıraktı, üç bankanın büyük hisselerini satın aldı.
Almanya’daki inşaat sanayii işini büyüttü, çocuklarını Berlin’de
yetiştirdi. 65 yaşma gelince oğullan Peter ile Teo’yu şirkette
sorumluluğa çağırdı. Kendisini emekliye ayırdı, Peter yönetim
kurulu başkanı oldu. Baba Mark ise Amerika’ya döndü, Long
Island’daki görkemli malikânesinden denizi izleyerek kitap yazı­
yor ve eşi Heddy’yle balığa çıkıyordu. Peter ona her ayın başında
işler hakkında rapor verirdi.
Teo farklı bir gençti, ailenin bütün varlığına rağmen emek ver­
mediği şirketin parasım almazdı. Hissesinin getirisi milyonlarca
euro idi, bankadaki parası dağ gibi birikmişti, ama dokunmazdı.
Kendi kazancı ona yetiyordu. 45 yaşma geldiğinde ancak şirkette
görev alacağını söylerdi.
Ağabeyi Peter onun telefonundan sonra meraklanmıştı, Teo ilk
defa böyle telaşla “hemen” görüşmek istiyordu.
“Öğle yemeğine şirkete gel” dedi Teo’ya.
Ağabeyinin ardından Tobias’ı arayan Teo arkadaşını da koruma
polislerinin arabasma aldı. Tanımadığı araba ve sivil polisler
Tobias’ı şaşırtmıştı. Teo güldü, “Aptal aptal bakınma” diyerek
kendisini öldürmek isteyen çöp kamyonunu anlattı. Tobias inan­
madı. “Teo, Oruç Bey kitabından sonra hayal gücün arttı bakıyo-
nım” dedi ve sonra kulağına fısıldadı:
59

“Polisleri uyutursun ama beni böyle ucuz numaralarla işlete­


mezsin.”
Teo ciddiydi, alçak sesle işletmediğini, polis merkeziyle kendi­
sini konuşturacağını söyledi.
“Sen ne diyorsun, benimle dalga geçiyorsun sandım. Kim seni
öldürmek ister Teo?”
“Bana göre, birine benzettiler. Pis işlere bulaşmış biri değilim
ki, benim düşmanım yok, olamaz biliyorsun Tobi.”
Tobias tedirgin olmuştu.
“Sen yine de kendine dikkat et, Teo. Olay aydınlanana kadar
polisin korumasında kalmalısın. Şu Oruç Bey masalı peşinden
İstanbul’a gitmekten de vazgeç.”
“İstanbul’a gitmemin ne sakıncası olabilir Tobi?”
“Çöp kamyonuyla adam öldürmeye kalkanların kim olduklarını
bilemiyoruz. Nereye dokunacağını bilemediğin bir yazı yazmış
olabilirsin. İstemeden düşman kazanmışsmdır belki... Bir varsa­
yım, ama seni öldürmek isteyen varsa İstanbul’a gitmekle onların
işini kolaylaştırırsın. Kafanı koparıverirler.”
“Şimdi sen hayalci oldun Tobi çocuğum.”
“Ben sadece en sevdiğim arkadaşımı korumaya çalışıyorum
kafasız” dedikten sona Tobias küskün küskün oturdu, konuyu bir
daha açmadı.
Şirketin merkez ofisinde çalışanlar iki patrondan biri olan
Teo’nun denimli, montlu, spor ayakkabılı boş vermiş giyimine
şaşarlar, şirkete uğramayıp fakir biri gibi eski Volksvvagen’la
dolaşmasına akıl erdiremezlerdi. Oysa ağabeyi Peter, son model
Bentley’ye biner, en pahalı kostümleri giyer, kravatsız görülmez­
di. Teo’nun uzun saçlarının tersine Peter “adam gibi” tıraş ettirirdi
saçlarını...
Ağabeyiyle eşit olarak şirketin en büyük iki hissedaıından biri
olan Teo 29, Peter 38 yaşındaydı. Her iki kardeş de yakışıklıydı.
1,85 boylarında sportmen adamlardı. Açık kahverengi dalgalı saçlı,
yeşil gözlüydüler. Burunlan dikkati çekecek kadar düzgündü, kes­
kin dudakları etkiliydi. Ortasında hafif bir çukuru bulunan geniş
çeneleri güçlü insanlar olduklarını gösteriyordu. Köşeli, hatlı, sert
görünüşlü yüzleriyle Alman ırkının tipik örnekleriydiler.
Üçü yemeğe oturduğunda Teo ilk defa hesabından para çeke­
ceğini söyledi. İstanbul’da yapacağı araştırma çok para gerektire­
bilirdi. Peter kardeşinin garipliklerine alışkındı, ancak bu defa
anlattıklarına aldı ermemişti. Tobias’m yolculuktan vazgeçirme
gayretleri de işe yaramadı. Teo’nun kararlı olduğunu anlayan
60

Peter’in ona hayırlı yolculuklar dilemekten başka çaresi kalma­


mıştı.
Teo, yüklüce nakit para ve seyahat çekleri ile limitsiz iki kredi
kartı için bankasına talimat verdi.

Alman İskender Paşa

Peter İstanbul’a yabancı değildi. Her yıl İstanbul’a gider, büyük


dedeleri Mareşal Alexandre von Huber’in mezarının bulunduğu
Alman Mezarlığındaki törene katılırdı.
Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı ordusunda danışmanlık
yapan Alexandre von Huber’e padişah da madalya ve rütbe ver­
mişti. İsminin Alexandre olmasından ötürü Türkler ona İskender
Paşa demişti.
Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan ve “Golç Paşa” olarak
anılan Mareşal Von der Goltz da aynı mezarlıkta yatıyordu. Wil-
helm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz, Osmanlı ve Alman
ordularından mareşal rütbesi alan Prusyalı bir askerdi. Aynı
zamanda önemli bir yazardı. Birinci Dünya Savaşı sırasmda 19
nisan 1916’da Kutü’l Amare kuşatması sırasında Osmanlı ordu­
suyla Ingilizlere karşı savaşırken kimyasal bombanın yaydığı
tifüse yakalanarak o da Bağdat’ta vefat etmişti.
Bir yıl önceki Çanakkale Savaşı’nda ölen 697 Alman askeri,
yine Çanakkale Savaşı sırasında hemşirelik yapan Alman kraliyet
ailesinden Prenses Marie zu Hohenlohe-Ingelfingen Tarabya
Alman Mezarlığı’na gömüldü. Prenses 35 yaşında, İstanbul
Fener’de 17 mayıs 1918’de ölmüştü. Aynca iki Alman büyükelçisi
de aynı yerde yatmaktadır. Bu nedenle Alman Milli Matem Günü
mezarlıkta tören yapılır.
Peter Von Huber her yıl yapılan törenleri uzun süre kaçırmadı.
Son üç yıldır işleri nedeniyle gidemiyordu, ama İstanbul’da birkaç
dostu vardı. Bunlann başında gazeteci Koksal Demir gelmektey­
di. Kardeşi Teo’ya bir kart uzattı.
“İstanbul’da gazeteci arkadaşım var. İsmi Koksal Demir. Anma
törenlerine gittiğünde buluşurduk. İyi bir insandır, tanınmış bir
gazetecidir. Bu karta telefonlarını ve adresini yazdım, ziyaret
edersen iyi olur. İhtiyacın olursa sana yardım eder, çevresi çok
geniştir. Ayrıca ben de Köksal’a telefon ederek senden söz edece­
ğim.”
Teo kartı aldı, Peter’e veda ederken nedense duygulandı. Peter
de kardeşini uğurlarken dayanamadı sıkı sıkı sarıldı.
61

“Kendine dikkat et aslanım. Projeni eğlence haline getir, sakın


tehlikeli işlere girme.”
Şirketten çıktıktan sonra Teo yolda Tobias’m gönlünü almaya
devam ediyordu. İstanbul’a gitmek fikrini tekrar açtı. Tobias’m
küskünlüğü geçmişti ama yine olumlu değüdi. Biraz öncesinden
daha yumuşak konuştu.
“Boş ver yahu Teo, ben de seni akıllı adam zannederdim.
İstanbul’a gidip kendini yoracaksın. Madem Lara o kadar güzel
kadın, bırak 7 Akbaba’yı aslanım, tatilini akbaba dedektifliğine
değil aşk gezisine çevir. Masanın üstüne bir akbaba bir de fıstık
gibi kız koysalar hangisini alırsın?”
“İkisi bir arada olsa...”
“Sen kafayı üşütüyorsun Teo. 7 Akbaba’ymış, Davud’un şamda­
nıymış, yok Oruç Bey kitabı filan... Bunlar masal... Enayice koştu­
racaksın, bir şey elde edemeyeceksin, çünkü somut bir şey yok
ortada. Böyle yüzlerce efsane var. Sen böyle salak değildin. Keşke
nineme götürmeseydim seni...”
Teo gülerek onun yüzüne baktı.
“Ben kafayı üşüttüm ve Lara’yla İstanbul’a gidiyorum Bay Tobi­
as, tamam mı? Sen de bize katüırsan ne kadar sevinirim.”
Tobias onun suratım itti.
“Önüne bak oğlum, otomobil sürüyorsun.”
“Gelirsen çok iyi olur Tobi, her maceraya birlikte daldık. Beni
bırakma şimdi...”
“Asla... Aptal işlere beni isteme."
Teo ona ters ters baktı.
“Kalleş sen de...”
Tobi gülümsedi o kadar.
Tobias arkadaşına dikkat etti, tekrar 1491, Oruç Bey sırlarına
kilitlenmişti. O geveze Teo VW’mı sürerken konuşmuyordu. Tobi­
as dayanamadı.
“Sen bu Oruç Bey sırlarını kafandan atmazsan paranoyak ola­
caksın. Yerinde olsam Lara’yı alır, Hawaii’ye tatile giderim. Boş
ver İstanbul’u Teo... Git Hawaii’ye veya Jamaika’ya, at kendini
denize, ananas kabuğu kadehlerde kokteylini iç. Lara’yla çılgın
gibi seviş... Pompanın volümünü yükseltmekten başkasını düşün­
me. Hadi gel beni dinle, pomp, pomp, pomp... pompanın volümü­
nü yükselt!”
Teo gülmedi, onun suratına dik dik baktı.
“Neden paranoyak olacakmışım. Büyük bir iş peşindeyim.
Umduğumu bulursam dünya çalkalanacak. Küçük düşünüyorsun
62

Tobi... Ben ise büyük düşünüyorum.”


“Ben seni çok seven en yakın arkadaşınım, büyük düşünen
küçük beyinli, sadece mutlu olmam istedim.”
“Sağ ol dostum. Ancak boşuna çeneni yorma, kararım kesin.”
Tobias bu sözler üzerine sadece kaşlarmı kaldırdı, sustu. Burnu
akar gibi oldu, cebinden çıkardığı küçük paketi açtı, başparmağı
ile işaretparmağı arasını çukurlaştırdı, oraya döktüğü beyaz tozu
burnuna çekti.
Teo kızmıştı.
“Lanet olası kokaini bırakmazsan hakiki bir budala olarak
geberip gideceksin... Hem sana arabamda böyle halt yeme deme­
dim mi?”
Tobias başını geriye yaslamış, gözlerini kapamıştı.

Son akşam yemeği

Akşam yemeğinde buluştuklarında Teo kendi heyecanını


Lara’da görünce sevindi. Ertesi sabah salıydı, biletlerini alacaklar
ve çarşamba günü İstanbul’a uçacaklardı.
Tobias onları uğurlamaya Tegel Havaalam’na gelmişti. Lara’yı
ilk defa görüyordu. Fırsatı bulunca Teo’ya fısıldadı.
“Aptal herif, böyle bir kadınla kitap aramaya gidilir mi? Sana
son defa söylüyorum, geri ver şu İstanbul biletlerini, at kendini
Hawaii’ye... Ben de gelirim söz...”
“Beni İstanbul’a göndermeme takıntısı başladı sende Tobi. Mutla­
ka bir psikologa gitmelisin” diyen Teo arkadaşını kucakladı.
“Kendine iyi bak tek dostum. Bensiz sıkılırsan atla gel
İstanbul’a...”
THY’nin TK1722 sefer sayılı Boeing uçağı 11.35’te Berlin’den
havalandığında Teo çok mutluydu. Dayanamadı yanında oturan
Lara’nm elini tuttu. Lara gülümsedi kibarca elini çekti. Türkiye
saatiyle 15.20’de Atatürk Havaalam’na inmişlerdi.
Teo, İstanbul Hilton’da rezervasyon yaptırmıştı. İstanbul’un
sarı küçük taksilerinden biri onları Hilton’a götürüyordu. Şoför
iki yanı çiçekli havaalanı yolundan sahil şeridine indi. Teo ve Lara
masmavi uzanan Marmara denizine hayranlıkla baktılar.
Taksi sahil yolundan içeriye Aksaray’a döndü. Sahilin sakinliği
bitmiş, tipik metropol gürültüsü başlamıştı. Yolun her iki yanında­
ki uçalc bileti satan seyahat acenteleri ile giyim eşyası satan
dükkânların Rusça, İngilizce, Almanca, Arapça ve İbranice tabe­
laları ikisinin de dikkatini çekti.
Geniş cadde çok kalabalıktı, koşuşturan insanlar, trafiğin sıkı­
63

şıklığı, durmadan bağıran kornalar, Teo ile Lara’nm hoşuna git­


mişti.
“Almanya’dan çok farklı. Hiçbir şey şablon değil. Disiplinsizli­
ğin içindeki kendine özel disiplin insanı deşarj ediyor galiba” dedi
Lara.
Roma İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu’nun görkem­
li yapılan arasından, kemerlerin altmdan, köprülerin üstünden
geçtiler.
Otele gelene kadar yabancısı olduklan yan A La Turca yan
Avrupalı dünyayı merakla seyrettiler.
Onlara Hilton’un 100 numaralı dubleks dairesini ayırmışlardı.
Otelin bahçesinin zeminindeki deniz manzaralı dairenin alt katın­
da Teo, üst katta Lara yatacaktı. Her iki kat da aslmda iki ayn
daireydi. Arzu edilirse aradaki kilitli kapı açılabilirdi. Sadece üst
kattaki oturma salonu büyükçeydi ve geniş bir barı vardı.
Saat akşamın 5’iydi. Duş alıp giysilerini değiştirmişlerdi. Lobi­
ye çıkıp birer espresso söylediler. Teo ağabeyinin verdiği kartı ve
telefonunu çıkardı.
“Peter’in arkadaşı Türk gazeteciyi arasam mı?”
“Ara ara, Almanca biliyor mu acaba? Bilmese bile İngilizce
biliyordur herhalde...”
Teo numarayı çevirdi. Peter’in verdiği direkt numaraymış, kar­
şısındaki Köksal’dı. Teo kendini tanıtınca Koksal memnun oldu­
ğunu, Peter’in aradığını, onları beklediğini söyledi. Eğer uygunsa
onları akşam yemeğine almak istediğini belirtti.
Teo yemek davetini Lara’ya sordu. Evet, memnun olurlardı.
Telefonu kapattı Teo.
“Adam benim kadar Almanca konuşuyor.”
Köksal’la tanıştıklarında tahminlerinde yanıldıklarını gördüler.
Göbekli, orta boylu, kravatı gevşek bir gazeteci tipini gözlerinde
canlandırmışlardı. Oysa Koksal uzunca boylu, ince sportmen
yapılı, kıvnınlı siyah saçlarının şakak kısımlan grileşmiş, ince tel
gözlüklü, son derece şık yakışıldı bir adamdı.
Lacivert blazeri içine giydiği ince mavi çizgili spor gömleği, laci­
vert fulan, bej pantolonu, açık kahverengi mokasenleriyle fotomo­
del gibiydi. Bakışlarında sıcaklık, gülüşünde içtenlik vardı.
Onları Tarabya’daki Garaj Lokantası’na götürüyordu. Köksal’a
göre İstanbul’un en iyi balık lokantalarındandı Garaj.
Boğaz’m eşsiz manzarasını izleyerek sahil yolundan lokantaya
yaklaşırken Range Rover’mm şoförüne seslendi.
“Çetin, Alman köşkünün önünde dur.”
64

Deniz kıyısındaki beyaz görkemli köşk büyiik geniş bahçesinin


içinde göz alıcıydı.
“Büyük deden İskender Paşa’mn, yani AIexandre von Huber’in
mezan burada, Peter her yıl ziyaret ederdi, sen hiç gelmedin” dedi
Koksal.
“Evet, hiç gelmedim” dedi Teo, “ilk fırsatta ziyaret edeceğim.
Yeri de çok güzelmiş.”
Lara ve Teo, Garaj Lokantası’mn rakipsiz lakerdasına, yaprak
ciğerine, karides salatasına ve mezelerine, ızgara ve buğulama
balık yemeklerine hayran oldular. Garsonların sıcaklığı, atmosfer,
Boğaz manzarası harikaydı.
“Buraya Peter’le çok geldik, sanırım özlemiştir” dedi Koksal.
Biraz yemek ve içkiden sonra Teo, Türkiye’ye gelmekteki ama­
cını açıkladı; Janos Klein adındaki bir Alman Yahudisi’nin izini
bulmak istiyordu, Oruç Bey’in kitabından söz etmedi. Klein’ı
gazetesine hazırladığı yazı dizisi için arıyordu. “Kayıp Almanlar
gibi bir başlıkla yayımlanacak” dedi.
“Sana yardımcı olurum” diyen Koksal, ertesi günden itibaren
Range Rover’mı ve şoförünü Teo ile Lara’ya göndereceğini söyledi.
“Taksiyle başa çıkamazsınız. Benim Çetin İstanbul’un kılcal
damarlarını bile bilir. Arabadaki “Basın” plakası da bazı yerlerde
yararlı olur.
Teo ile Lara, sıcalc dostluk gösteren, yardımcı olan Köksal’a
teşekkür ettiler.
Sabah erkenden Köksal’ın şoförü onlan otelden aldı. Alman
Konsolosluğu’na giden Lara ile Teo, “Janos Klein” adındaki
Alman’m kayıtlarında olup olmadığını sordular. Görevli böyle bir
bilgiyi konsolosun izniyle verebileceğini söyledi.
Teo konsolosa gazeteci olarak araştırma yaptığım, Klein’m Yahudi
olduğunu, kitap yakma olayları sırasında korkarak 75yıl önce İstanbul’a
kaçtığını söyledi. Konsolosun güvenini kazanmak için, “Janos Klein’m
hikâyesini, Nazi Döneminde Gördüklerim kitabını yazan Bayan Leoni
Adelheid’ı anlattı... Onların dostuymuş, ben de gazete içki iyi bir yazı
dizisi olur düşüncesiyle İstanbul’a geldim” dedi.
Konsolosun talimatıyla görevli memur Teo ile Lara’yı arşive
götürdü. Görevli Elmar, “Alman kolonisi Türkiye’de uzun süredir
varlığını sürdürüyor. Sayılan da az değil... Eski dosyaların tama­
mını bilgisayara yazdık, öyle olmasaydı yüzlerce dosya içinde
işimiz zordu” diyerek aramaya başladı.
“İşte iki tane Janos Klein bulduk. Kayıtları 1935 ve 1952 yılla-
nnda yapılmış.”
65

“Bizim Janos Klein 1933’te Almanya’dan çıkmış, ama belki kon­


solosluğa daha sonra geldi, 1935 yılında kaydı yapılan olmalı”
dedi Teo.
Konsolosluk memuru Elmar kaydı okudu.
“1935 kayıtlı Janos Klein, 1935 İstanbul doğumlu gemi mühen­
disi. Ailesi 1873 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na gemi mühendi­
si olarak gelmiş. Ailenin bütün kuşakları gemi mühendisi olarak
İstanbul’da çalışmış. Janos Klein da aynı işi yapmış ve emekli
olmuş, İstanbul’dan Ege’ye göçmüş, Marmaris’te ev almış halen
orada yaşıyor.”
“Bu Janos bizim aradığımız değil” dedi Teo. Bizim aradığımız
Janos Klein 1900 doğumlu, bugün 108 yaşmda olması gerekirdi.
“Bir de 1952 kayıtlıya bakalım” dedi memur Elmar. İkinci
“Janos Klein” isminin üstüne tıkladı. Olumsuzca başını salladı.
“1952 kayıtlı Janos Klein 1958 yılında 6 yaşmda ölmüş. Cenaze­
sini ailesi Hanover’e götürmüş, bir daha da dönmemişler.
Lara ile Teo bakıştılar. Teo umudunu kesmemişti.
“Elbette onu bulamayacağımızı biliyorduk. Aradığımız çocuk­
ları veya torunları... Klein soyadı olanları bize verebilir misiniz?”
Memur aradı ama başka Klein yoktu. Teo ile Lara konsolosluk­
tan hayli üzgün ayrıldılar. Teo’nun omuzları çökmüştü.
“Daha ilk günde şaman yedim Lara.”
“Dur bakalım hemen moralini bozma... Janos’un bu şehre gel­
diği kesin değil bir kere... İstanbul’a gidiyorum demiş ama acaba
becerebilmiş mi? Yakalanıp tutuklanmış sonra da Gestapo tara­
fından kaybedilmiş olabilirler. Yolculuk sırasında kaza vesaire
gibi bir sebeple ölmüş olabilirler.”
“Dediklerinin hepsi mümkün Lara. Bunları Berlin’de hesapla­
malıydım. Keşke Tobi’yi dinleyip Hawaii’ye gitseydik.”
Lara onun omzunu okşadı. Alman Konsolosluğu’nun karşısın­
daki binalardan birine takılı tabelayı Teo’ya gösterdi.
“Bak ne yazıyor, Fischer Deutsche Restaurant. Hadi gel baka­
lım nasıl bir yermiş?
Fischer küçük şirin bir lokantaydı. Garsondan iki maden soda­
sı istediler. Biraz serinledikten sonra yemek söyleyeceklerdi.
Çünkü henüz öğle olmamıştı. Yakındaki Atatürk Kültür Merkezi’nin
otoparkında bekleyen şoför Çetin’e telefon ederek iki üç saat
sonra kendisini çağıracaklannı, dilerse yemeğim yemesini söyle­
diler.
Limonlu sodalarını içerlerken Teo cep telefonundan Köksal’ı
aradı. Janos Klein’m izini bulamadıklarını ve şu anda yılgın bir
66

halde Fischer lokantasında oturduklarını iletti.


Koksal yarım saat sonra geldi. Teo son derece üzgündü. Onun
yıkılc haline bakarak güldü Koksal.
“Sevgili dostlar üzülmeyin canım, olur böyle şeyler, şnitzeli
ünlüdür lokantanın, tavsiye ederim, üzüntünüzü alacak bir lezzet
gerek size..." diyerek Şef Mutlu’ya üç şnitzel ısmarladı. Havadan
sudan bahsetti, Peter’le İstanbul’da neler yaptıklarını anlattı.
Sonra duvardaki büyük fotoğrafı gösterdi.
“Bu lokantarun kurucusu Bayan Fischer, İstanbul’un mozaik
taşlarındandır, lokanta daha Önce Galatasaray’daydı. Yani başka
bir yerde...” Güldü. “Galatasaray’ın neresi olduğunu bilemezsiniz
elbette...”
Janos Klein’ı bulamamanın üzüntüsüyle sıkılan Lara ve Teo,
Köksal’ın umursamaz tavrına şaşırmışlardı. Onların düş kırıklığı
adamın umurunda değildi.
Şnitzelleri gelince Koksal şoförüne telefon ederek “ 15 dakika
sonra Fischer lokantasının önünde ol” dedi. Şnitzelini hızla yer­
ken onlara da “çabuk olun” dedi. O kibar adama bir şeyler
olmuştu.
Range Rover’a bindiklerinde nereye gittiklerini bilmiyorlardı.
Araç Tarlabaşı yolundan eski Amerikan Konsolosluğu’nun tenha
sokağına girdi. İki yanındaki eski yüksek binaların gölgeleriyle
grileşmiş sessiz tarihi sokaktaki antikacı dükkânının önünde
durdu. Koksal eliyle dükkânı gösterdi.
“İşte, Kenan Iülan isimli beyefendinin antikacı dükkânı.”
Lara ile Teo ne demek istediğini anlamadılar. Koksal hâlâ gülü­
yordu.
“Dükkânın sahibi Bay Kenan Kılan, aradığınız Janos Klein’m
torunudur.”
Kulaklarına inanamadılar. Böyle bir sürprizi beklemiyorlardı.
Teo’nun gözleri açılmıştı heyecanla sordu.
“İnanılmaz bir şey!.. Onu nasıl buldun? Konsoloslukta kaydı
yoktu.”
Koksal gülerek parmağını ahuna dokundurdu.
“Ama sinagogda vardı.”
“Aman Tanrım” dedi Lara, “bunu akıl edemedik. Öyle ya Janos
Klein Yahudi’ydi...”
“Biraz övüneyim” diyerek güldü Koksal. “Akıl etseniz de adresi
sinagogdan alamazdınız, size vermezlerdi. Yahudi cemaatindeki
bana güvenen çocukluk arkadaşlarımın sayesinde adresi buldum.
Janos’un torunu Kenan Kılan’dan ve kızı Suzan’dan randevu da
67

aldım. Sizden de bahsettim. Demek istiyorum ki, şu anda bizi


beklemekteler."
“Ben sana nasıl teşekkür edeyim can dost” diye Teo cipten
heyecanla indi. Lara ile Koksal onu izlediler.
Hayli büyük dükkân tıklım tıklım antika doluydu. Şamdanlar,
lambalar, sehpalar, biblolar, koltuklar, gramofonlar, teneke oyun­
caklar, taş plaklar, yüzyılı devirdikleri belli kitaplarla başka akla
gelebilecek ne varsa yığılmıştı. Tavana asılmış antika avizelerin
hepsi pınl pınl yanıyordu. Güler yüzlü genç bir kadm onları kar­
şıladı.
“Koksal Bey, hoşgeldiniz.”
Ardından Almanca, “Misafirlerimiz mi?” diyerek Teo üe Lara’yı
gösterdi. Sıcak bir tavırla elini uzattı.
“Siz de Suzan Hanım olmalısınız?” dedi Koksal. Hepsi Almanca
konuşuyorlardı.
“Hı hı...” dedi. “Şöyle buynın bu kalabalığın içinde oturacak
yerimiz bile var."
Suzan balık etinde, 30 yaşlarında açık kumral saçlı hoş bir
kadındı. İnce elbisesi vücudunun hayli güzel olduğunu ortaya
çıkarıyordu. Misafirlerini dükkânın arka tarafındaki ofise aldı.
“Babam az sonra gelecek. Ben Kenan Kılan’ın kızıyım, size
limonata ikram edeyim, hava çok sıcak...”
Teo ile Lara büyük heyecanla Janos Klein’m torunu Bay Kenan
Kılan’ı bekliyordu. Fazla beldetmedi. Kapıdan uzunca boylu, 55
veya 60 yaşlarında gösteren beyaz saçlı, temiz pembe yüzlü zayıf
bir adam girdi. Konuklarına şöyle bir baktı, gülümseyerek Alman­
ca “Hoşgeldiniz” dedi. “Ben Kenan Kılan.”
Teo elinden geldiği kadar çabuk kendisini neden aradığını
anlattı.
“Hem Bay Janos Klein’m Almanya’dan sonraki yaşamı, hem de
İstanbul’a beraberinde getirdiği 1491, Oi'uç Bey adlı kitap beni
ilgilendiriyor.”
Kenan Kılan hiç tepki vermemişti, alçak kısık bir sesle konuşu­
yordu.
“Dedem Janos Klein’m Hamburg’dan gemiye binene kadar olan
yaşamını biliyorsunuz demek.”
Biraz durdu Kenan Kılan.
“Sonrasını anlatayım” dedi. “Sonrasında ise dedem, ninem ve o
yıl üç yaşmda olan annem ile beş yaşındaki dayım 27 günlük deniz
yolculuğundan sonra İstanbul’a geliyorlar. İltica ettiklerini söylü­
yorlar. Türk yetkililer onları alıyor ve bir eve yerleştiriyor. Türkiye,
68

Almanya’yla ilişkileri bozmamak için o yıllar titiz davranıyor.


Dedeme, ‘Güvendesiniz, ancak sizin burada olduğunuzu Alman
makamları bilmemeli, geri isteyebilirler, biz vermeyiz ve siyasi kriz
çıkar’ diyorlar. Bütün aileye Türk kimlikleri çıkartıyorlar. Dede­
min adı Yusuf Kılan, ninemin adı Ayşe Kılan, annem Suzan Kılan,
dayım Rıfat Kılan oluyor. Durumu sadece sinagog biliyor. Dedem
Türk kimliğiyle sinagog kütüphanesinde çahşıyor ve kısa sürede
Türkçe' öğreniyor. Eski kitaplar, elyazmalan ve kütüphanecilik
konusunda uzman olduğu öğrenilince Türkiye Cumhurbaşkanı
Atatürk kendisini çağmyor, görüşüyor. Dedem üniversitelerde
ders veriyor, devlet arşivlerinin düzenlenmesinde çalışıyor. Tezler
hazırlıyor, Profesör Yusuf Kılan oluyor.
Dedem o kadar yararlı çalışmalar yapıyor İd, Cumhurbaşkanı
Atatürk onu ödüllendiriyor, bu caddenin üstünde bir ev armağan
ediyor. Emeldi olunca bu antikacı dükkânım açıyor dedem...
Babam büyüyor ve İstanbul’a 400 küsur yıl önce yerleşmiş olan
Yahudi ailesinin kızı annemle evleniyor, bendeniz dünyaya geliyo­
rum. Dedem Yusuf Kılan’ı, yani Janos Klein’ı 1983 yılında kaybet­
tik. 83 yaşmdaydı. Ardından dayım gitti. Babam ve annem de bir
yıl arayla 95 ve 96’da öldüler. Dört yıl önce de ben eşimi kaybet­
tim. İşte bizim hikâyemiz. Dükkânı kızımla ben yürütüyoruz.
Büyük dayımın kızı ile oğlu üniversitede profesördü. Onların
çocııklan da üniversitede öğretim görevlisidir. Ailenin o bölü­
münde herkes akademisyen. Bundan başka sormak istediğiniz bir
şey var mı?”
Teo teşekkür etti.
“Sizi yorduk” dedi “ama aklı Oruç Bey suiarının bulunduğu
kitaptaydı. Dedeniz Berlin’den aynlırken yanında bazı kitaplar
vardı. Yazı dizim için özellikle onlardan birini bulmam şart. O
kitaplar sizdedir herhalde.”
“Dedem bütün kitaplan bu dükkâna koyardı. Yıllar boyunca
yüzlerce eski kitap geldi, gitti. Ne kadar kitabımız varsa raflarda.
Bunlara bakınız, ama içlerinde dedemin Berlin’den getirdiği bir
kitabın olması imkânsız. 65 yıl önce açılan bir antikacı burası, o
kitaplar çoktan satılmıştır.”
Teo tatmin olmamıştı.
“Berlin’den getirdiği sözünü ettiğim kitaplan satacağını sanmı­
yorum. Evinde tutmuştur. Evindeki kitaplan görebilir miyiz?”
Kenan Kılan bir an düşündü.
“Sizin aradığınız kitabın adı nedir?”
“1491, Oruç Bey. Kitabın orijinal Türkçe elyazması ile çevirisi­
69

ni kaçırması içirı Berlin Kütüphanesi Başkanı Waldemar Adelheid


dedenize izin vermiş. Tarih ise, Almanya’da kitapların yakıldığı
1933 yılı. Bunu bize anlatan Waldemar Adelheid’m kızı. Dedeniz
Janos Klein’ı çok yakından tanıyor. Dedeniz bir emaneti asla sat­
mayacak onurlu birisiymiş. Ayrıca onu İstanbul’a getiren sebep
kitapta okuduğu şeyler... Bu konular aile içinde herhalde konu­
şulmuştur.”
“Hayır, hiç konuşulmadı. Dedem o kitabı kesinlikle İstanbul’a
getirmedi. Bizde olsaydı bilirdim. Ancak sözünü ettiğiniz 1491,
Oruç Bey adlı kitabı babamm zamanında soranlar olmuş. Bana da
son 10 yıl içinde birkaç kere sordular. ‘Yok’ dediğimde nedense
bir türlü inanmadılar, bazıları sinirleniyor. İki hafta önce gelen
genç neredeyse benimle kavga edecekti.”
Teo, Lara ve Koksal şaşkınlıktan ayağa kalktılar.
“15 gün önce biri bu kitabı mı sordu?”
“Evet, o kişi Alman’dı. Hem şaşılacak şey, bu sabah, sizden iki
üç saat önce başka bir Alman aynı kitabı sordu. ‘Yok’ dediğimde
uzun uzun yüzüme baktı. ‘Birine mi sattınız?’ diye sordu. ‘Hayır,
böyle bir kitap bizde hiç olmadı’ dedim. Gözlerime yalan arar gibi
bakıyordu, ‘Sizde kopyası veya ikinci baskısı olmalı değil mi? Ben
kopyayı arıyorum’ dedi.”
Kenan Kılan güldü.
“Kopyası da yok, orijinali de yok diye üstüne basa basa söyle­
dim. Sinirle sınttı. ‘Orijinali zaten olamaz, kendini ne sanıyorsun’
dedikten sonra bir şey söylemeden gitti. Ürkütücü bir tipti.”
Teo, Lara ve Koksal iyice meraklandı.
“Bu sabah ha?” Teo tekrarladı. “Bir Alman ha?..”
“Evet bir Alman. Zayıf, sinsi, tehditkâr bakışlı biri. Hem lütfen
bana söyler misiniz, bu kitapta ne var? Neden bu kadar ısrarla,
hatta öfkeyle soruluyor? Hele bir adam vardı 8-10 ayda bir gelirdi.
Siyah melon şapkası, yakası astragan kürklü siyah paltosu, siyah
bastonuyla hemen tanınırdı. Kamburunu çıkararak yürür, yüzüme
bakmadan kitabı sorardı. Her defasında bizde olmadığını söyler­
dim. Bir defasında, ‘Beyefendi siz hep geliyorsunuz, ben de hep, o
kitap bizde yok diyorum, siz yine geliyorsunuz’ dedim. Hiç kızma­
dı. ‘Belki biri getirmiştir size... Şansımı deniyorum’ dedi. ‘Gelirse
size haber vereyim' dedim, adresini istedim vermedi. ‘Ben yine
gelirim’ diyerek gitti. Son gelişiydi, bir daha uğramadı. Yıllardır
bitmez tükenmez bir istek var. Kitabın elyazması bizde olsa
dedem mutlaka gösterirdi. Çevirisi bizde olsa bilirdik. Emin olun
sizier kadar ben de merak ediyorum, hiçbir kitap 1491, Oruç Bey
70

kadar sorulmadı. Tuhaftır, bizde olmayan bu kitap 60 yıldan beri


ailemden isteniyor.”
“Ben de şimdi bu sabah kitabı soranı merak ediyorum? Ama
belki rastlantıdır” dedi Teo.
Koksal ise, Kenan Kılan’a hiç beklemedikleri bir teklif yaptı.
“Dedenizin evine giderek kitaplarına bakmamıza izin verir
misiniz? Belki bir ipucu buluruz.”
Kenan Kılan gülümsedi.
“îpucu ha? Kimseye güvenme kuralı... Dedektif gibisiniz. Dede­
min evinde şimdi ben oturuyorum. Suzan yarın sizi götürsün
bakın.”
Koksal özür diledi.
“Kusura bakmayın lütfen. Teo’nun rahat etmesi için rica
ettim.”
“Anlıyorum, gençler tutkulu oluyor” diyerek tekrar gülümsedi
Kenan Kılan.
Ertesi sabah saat 10’da Suzan dükkânda bekleyecekti. Evleri
iki adımdı.
Kenan ile Suzan’a defalarca teşekkür ederek dükkândan çıktı­
lar. Kenarda bekleyen Range Rover yanaştı bindiler.
Şoför Çetin’in Köksal’a alçak sesle ve Türkçe söylediklerini
Lara ile Teo anlamadı.
“Koksal Bey siz içerdeyken bir minibüs tam dört defa ağır ağu*
geçti. Her geçişte içindekiler eğilip sizin girdiğiniz dükkâna baktı­
lar. Beyaz bir Ford. Ben huylandım plakasını aldım.”
“İyi yapmışsın Çeto, plakayı gazetedeki polis istihbaratına ver,
minibüsün sahibini öğrensinler.”
“Tamam efendim. Şimdi nereye gidiyoruz?”
“Hilton’a...”
Hilton’un muhteşem manzaralı terasında oturduklarında kafaları
hayli karışıktı. Garson içkilerini ve çerezlerini getirdikten sonra
güvencinler de masalarına kondu. Çerezlere bayılıyorlardı. “Guk
guk” sesleri çıkararak fıstıklarını yutan arsız çerez ortaklarına baka­
rak güldüler. Güvercinlerin şovu gerginliklerini yumuşatmıştı.
Kısa sürede olanları sıraya koymaya çalışıyorlardı. Lara kitabı
soranların bu kadar çok oluşuna şaşırmıştı.
“Kitabı çok ldşi biliyor ama elbette okuyamamışlar, sırları bil­
miyorlar. Sırları öğrenmek için çatlıyorlar İd, yok denildiğinde
kızıyorlar.”
Teo, Kenan’ın “Dedem kitabı İstanbul’a getirmedi” sözüne inan­
mıyordu.
71

“Kenan bizden gizliyor veya gerçekten bilmiyor. Kitaba ne


olduğunu belki babası biliyordu ama ne yazık ki o ölmüş.”
“Kenan kitabın 60 yıldır sorulduğunu söyledi. Çok ilginç. 60
yıldır sorulduğuna göre, kimse kitabı bulamamış” dedi Koksal.
Kıvranıyordu Teo.
“Ne yapacağız peki?"
Koksal bir öneri getirdi.
“İstanbul'da eski kitap satan birçok dükkân vardır. Bazılarında
ummadığınız değerli kitaplan bulursunuz. Birçoğunun sahibi de
arkadaşımdır. Ben yarın onları arayayım, ayrıca gazetedeki
çocuklardan birkaçını da gönderirim, bakarsın sahaflardan birin­
de kitabı buluruz, Milyonda bir ihtimal de olsa, denemeye değer.
Siz Suzan’a gidin, ben de kitapçıları araştırayım.”
“Ben de sizinle geleyim, eski kitaplar benim işim size yardımcı
olurum. Kenan’ın evinde bir şey bulamazsa Teo da bize katılır”
dedi Lara. Teo da aynı fikirdeydi.
“Siz yann Lara’yla gidin, ben Suzan’dan aynlmca size telefon
ederim, buluşuruz.”
Üçü biraz daha konuştular. Koksal onları yemeğe çıkarmak
istedi. Teşekkür ederek erken yatacaklarını söylediler.

Yeni bir gün yeni umut

Sabah saat 9.30’da Koksal arabasıyla geldi, Teo ve Lara’yı ala­


rak Kenan’ın dükkânına gittiler. Teo orada indi, Suzan’a el salladı­
lar. Koksal ile Lara Kadıköy’deki kitapçılan araştırmak üzere yola
devam ettiler.
Saat 13.00 olmuştu, Koksal ile Lara aradıklan kitabı bulama­
mışlardı. KadıkÖylü sahaflar 1491, Oruç Bey adlı kitabı hiç duy­
madıklarını söylediler. Oruç Tarihi adlı yeni basım bir kitap vardı
ama aradıkları o değildi.
Beyazıt’taki sahaflan araştıran gazeteden muhabirler de telefon
ederek Oruç Bey, 1491 kitabım bulamadıklarını Köksal’a bildirdiler.
Ayaküstü bir şeyler atıştmp Galatasaray’daki sahaflara gitmek
üzere arabaya bindiler. Teo henüz aramamıştı.
Galatasaray’a geldiklerinde 14.30 gibiydi... Teo hâlâ aramamış­
tı. Koksal onu aradı Teo’nun telefonu açılmadı.
Galatasaray’daki pasaj içi sahaflannda Köksal’ın çok dostu
vardı. Hepsinin dükkânlarım tek tek dolaştılar. 1491, Oruç Bey
kitabını onlar da duymamıştı.
Saat 17.00 olmuştu, o saate kadar Koksal defalarca aramasına
72

rağmen Teo’nun telefonu açılmamıştı.


“Bir daha arayayım” diyerek Koksal Teo’nun cep telefon numa­
rasını saat 17.10’de tekrar tıkladı. Zil uzun uzun çaldı, telefon yine
açılmadı. Ondan sonra 10 dakikada bir Teo’yu aradılar. Sonuç hep
aynıydı, telefon açılmıyordu.
Saat 20.00 olmuştu. Teo ortada yoktu. Merak yerini endişeye
bırakmıştı. Lara konuşmadan ne yapmaları gerektiğini sorarcası­
na Köksal’ın yüzüne bakıyordu. Kölcsal da bir şey söylemiyordu
ama korkmaya başlamıştı.
“Antikacı dükkânına gidelim” dedi.
Suzan, “Evimiz iki adım” demişti. Dükkân kapanmış olmalıydı
ama komşu kapıları çalarak semtin bu en esld ailesinin evini
öğrenmek kolaydı.
20.45 civarı dükkânın önündeydiler. Kepenkler inikti. Şoför
Çetin ile Koksal kapısını çaldıkları ilk evden Kenan Kılan’m
adresini öğrendiler. Gerçekten dükkâna iki adım sayılacak
kadar yakındı. Zile dokundular, kapıyı Suzan açtı, onları görün­
ce biraz şaşırdı ama içeri buyur etti. Babası da hemen arkasm-
daydı. Lara ile Koksal telaşlıydı, oturmadılar. Ayaküstü konuşu­
yorlardı.
“Rahatsız ettik bağışlayın, ev telefonunuz bende yoktu gelece­
ğimizi haber veremedik. Teo bizi aramadı ve ortada yok. Çok
merak ettik, sabah sizinle buluşmuştu” dedi Koksal.
Baba-kız şaşırmışlardı.
“Siz Teo’yu bıraktıktan sonra buraya eve getirdim. Kitapları
gösterdim” diyerek Teo’un ziyaretini anlattı Suzan.
“Aslında büyük dedemden kalan kitap yoldu, hepsi babamın gün­
lük okuduklarıydı. Baldı baktı onların aradığı kitaplar olmadığım
söyledi, gülüştük, sonra kahve ikram ettim. Biraz Almanya’dan bah­
settik ‘Dedeniz Janos Klein’m fotoğrafı varsa görmek isterim’ dedi.
Dedemin duvara asılı büyük fotoğrafım gösterdim. Uzun uzun bakıp
başım salladı. Sonra ona aile albümlerini getirdim. Çok eski fotoğraf­
lar da vardı. Dedemin İstanbul’a ilk geldiğinde çektikleriyle ilgilendi.
Bazı fotoğraflara baldı, ‘Bu, dedem Alexandre von Huber’in mezarı­
nın fotoğrafı, burada ne işi var?’ diyerek şaşırdı. Ben de Janos
Klein’m her şeyin fotoğrafım çekmiş olduğunu söyledim. Bazı notlar
aldı. Sonra teşekkür ederek gitti.
“Saat kaçtı sizden ayrıldığında?”
“12 veya en geç 12.30 olabilir.”
“Bu saate kadar kendisinden haber alamadık. Defalarca aradık,
telefonu açılmıyor. Endişelenmeye başladık. Neyse biz gidelim, sanı-
73

nm polise başvuracağım” diyen Köksal’a Kenan kartmı uzattı.


“Biz de merak ettik, bir haber alırsanız lütfen bizi evden arayın,
hangi saatte olursa olsun... Telefonum kartta yazılı.”
Arabada giderlerken Lara, “Teo’nun dedesinin mezar fotoğrafı­
nın Janos Klein’m albümünde çıkmasına ne dersin? Çok garip bir
rastlantı değil mi?” diye sordu Köksal’a.

Boğaz’da korku

Klarnetçi aletinin kalağını havaya dikmiş neşeli fasıla çığlık


çığlığa eşlik ediyordu. Tavernanın müşterileri iyice coşmuştu.
Hep birlikte oynuyor, bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı.
Alı ah fıkır fıkır fıkırdama
Gel bana gel
Ah alı şıkır şıkır şıkırdama
Gel bana gel

Darbukacı fırladı ayağa kalktı, oynayanların araşma karışmak


için masaların önünden koşarak geçti. Tam piste dönecekti ki...
Lokantanın girişine yakın yerde biriyle Öyle bir çarpıştı ki, darbu­
kası elinden uçtu. Düşmemek için tutunduğu adamdan Özür dile­
yecekti... Fakat dondu kaldı.
Adamı tutan elleri vıcık vıcık ıslanmıştı.
Adamın yüzüne bakınca “AllaaaahL” diye feryat etti. İki adım
geri kaçtı, bir daha bağırdı: “AllaaaahL”
Feryadı müzik sesini bile bastırdı.
Onun çığlığını duyan ışıkçı, güçlü projektörü sesin geldiği yöne
çevirdi. Gördüğü şeyle yerinden fırlayan ışıkçı lokantanın tüm
lambalarım yaktı.
Ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı. Darbukacı ıslanan ellerine
baktı, kıpkırmızıydı. Sahnede göbek atan müşteriler de ışıkçının
gördüğünü görmüştü. Kadınlar çığlık atarak geri geri gitti. Erkek­
ler şaşkın bakakaldı.
Spotların göz yakan ışığı altında baştan aşağı kanlar içinde
bir adam duruyordu. Kan, saçlarını yüzüne yapıştırmıştı. Kıp­
kırmızı yüzünde parlayan bembeyaz gözakları büyümüş kor­
kuyla bakmaktaydı. Çenesinden sürekli kan damlıyordu. Göm­
leği ve pantolonu kan havuzuna batırılıp çıkarılmış gibiydi...
Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi, dudakları birbirine
vuruyordu, öksürünce ağzındaki kan püskürdü. Kadınlar bir
daha çığlık attı.
74

Boynundaki yaradan ince bir fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Elini


uzattı... Yardım istiyordu. Adım atmaya çalıştı... Sallandı, sonra
taş kesilmiş gibi durakladı, yıkıldı kaldı.
Kadınlar yüzlerini kapadı, erkeklerin dili tutulmuştu. Garsonlar
yere yığılan adama ürkek adımlarla sokuldu, hiçbiri ona dokuna-
mıyordu. Zavallının her yanı kandı. Atan sinirleri bacaklarını tit­
retiyordu.
“Ambulans çağırın, polise haber verin!” bağrışmaları sürerken
devriye polis otosu lokantanın kapısına yanaştı. Polisler içeri
koştular. Biri eğildi, yaralıya baktı.
“Can çekişiyor.”
Tarabya’da saat 21.00’i biraz geçiyordu.
Koksal ile Lara otelin terasında ağızlarına bir lokma koymadan
oturuyorlardı. Teo’dan hâlâ haber yoktu. Koksal polise durumu
bildirmişti. Gazetenin gece muhabirlerinin tümü İstanbul kara­
kollarını ve hastanelerini dolaşıyordu. Koksal paparazzileri bile
Teo’yu aramaya göndermişti.
Saat 22.00’ye yaklaştığında gazetenin polis istihbarat şefi Kubi-
lay aradı. Köksal’a Tarabya’da bir olay olduğunu anlattı.
“Yabancı olduğu sanılan bir genç öldürülmüş. Ceset hastanede.
Genç biri, üstünden kimlik çıkmadı. Görmek isterseniz Sarıyer’de
hastanede bekliyorum.”
Koksal telefonu kapar kapamaz ayağa fırladı.
“Hadi Lara gidiyoruz” dedi.
Sarıyer yolunda Lara’yı ürkütmeden olayı anlattı. Biri öldürül­
müştü ama inşallah Teo değildi. Güçlü olmasını öğütledi Lara’ya,
cesedi sadece Koksal görebilirdi.
Hastanenin kapısında karşılayan Kubilay onları cesetlerin kondu­
ğu bölüme aldı. Camlı bölümün girişinde küçük bir masa ile 2 sandal­
ye vardı. Koksal Lara’yı omuzlarından tutarak sandalyeye oturttu.
“Lütfen burada bekle.”
Lara korku dolu bakışlarla “olur” gibilerden başım salladı. Kok­
sal ile Kubilay camlı bölüme geçtiler. Klimanın buzdolabına çevir­
diği bölümde beyazlar giymiş dört görevli ile iki polis vardı. Uzun
metal masanın üstüne siyah ceset torbası yatırılmıştı. Beyaz saçlı
görevli Köksal’m görmesi için ceset torbasının fermuarım açtı.
Lara’mn tüyleri diken diken olmuş, gözlerini dikmiş KÖksal’m
göstereceği tepkiyi bekliyordu.
Koksal iyice eğildi, cesede baktı. Birden dikildi. Onun dikildiği­
ni gören Lara ayağa kalktı. Bölümü ayıran cama yapıştı. Koksal
kımıldamadan duruyordu. Yüzünü bir türlü kendisinden yana
75

çevirmiyordu. Dayanamadı kapıyı açıp içeri daldı. Onun ayak sesi


Köksali kımıldattı. Arkasına döndü, Lara’mn cesedi görmesini
engellemek için sanldı, ayaklarını yerden kesti, camlı bölümün
dışına kadar taşıdı.
Lara haykırdı.
“O mu?”
“O...”

Kötü haber çabuk ulaşır

Saat 01.30.
İstanbul’dan Köksal’m tuşladığı numara Berlin’deki Peter’in
telefonunu çaldırdı. Berlin’de saat 23.30’du. Peter uyumamıştı.
Telefonda Köksal’m sesini duyunca önce sevindi. Soma yüzü cid­
dileşti, sonra gerildi. Sordu:
“Nasıl?”
Dinledi. Sordu:
“Neden?”
Dinledi. Sordu dinledi, sordu dinledi... Nefesi kesilene kadar
sordu... Hıçkırdı, koltuğa yığıldı. Telefon elinden düştü, zorla eği­
lip aldı.
“Bağışla Koksal, telefonu düşürdüm. Yarm İstanbul’a geliyo­
rum... Hayır, özel" uçağımla gelirim. Elbette saatini bildiririm.
Tabii... elbette... Üzülmemek elde mi, elde mi?..”
Titreyen elleri ile akan gözyaşları fark edilmese Peter’i gören
ölü sanabilirdi. Kolları iki yana düşmüştü, ağzı yarı açık koltuğun­
da hareketsiz oturuyordu. Bir süre öyle kaldıktan soma ilk akima
gelen babası ile annesi oldu. Kara haberi onlara nasıl iletecekti?
Gözlerini yumdu, söyleyeceklerini toparlamak istedi, olmuyordu.
Ne diyecekti?
“Size kötü haberim var çok kötü... Kardeşim öldü, oğlunuz
Teo öldürüldü...” Böyle diyemezdi. Buna benzer bir şeyleri daha
yumuşak söylemek zorundaydı... Annesi ile babasının yüreğine
indirmeden anlatmalıydı. Ah şu görevi başkası yerine getirsey­
di... Çaresiz telefona uzandı, Amerika’daki evin numarasını
çevirdi.
Telefonu bıraktığında karısı Meg’in hıçkırdığını duydu. Annesi
ile babasına anlattıklarım duymuştu. Meg şimdi bağırarak ağlıyor­
du. Peter duygularını gizlemeye çalışmadı. Bir çocuğun annesine
sığınması gibi karısının ellerini tuttu, başmı göğsüne koydu, ikisi
de sarsıla sarsıla ağladılar...
76

Saat 10.45, İstanbul

Peter von Huber’in özel jeti Sabiha Gökçen Havaalam’na indi.


Koksal kucaklaştığı arkadaşım VIP salonuna aldırdı, pasaport ve
gümrükten geçişini hızlandırdı. Peter, iki Amerikalı korumasını
da getirmişti. Biri zenci diğeri beyaz korumalar Beyaz Saray dene­
yimliydi. Peter’in eşi Meg koruma tutmasını kocasına zorla kabul
ettirmişti. Jack ile Matt’i, babası Mark bir yıl önce Amerika’dan
göndermişti. İki koruma da FBI’dan ayrılmış uzmanlardı.
Jack ile Matt filmlerdeki gibi siyahlar giyinmiş güvenlik ele­
manları değildi. Zenci Jack bej rengi tişört, Matt mavi tişört giy­
mişti. Beyaz gömlek siyah pantolon giymiş olan Peter eşini getir­
memişti.
“Meg gelmedi, üzüntüden hasta oldu, ben de cenazeyi Berlin’e
götüreceğim” dedi Peter.
Sonra Lara’yı sordu.
“Teo’nun beraberindeki kız ne oldu, iyi mi?”
“Perişan” dedi Koksal. “Oteldeki odasında yatıyor. Doktor
yatıştırıcı iğne yaptı, haplar verdi. Günde ild kez kontrole gelecek,
deneyimli hemşireler 24 saat nöbetleşe yanmdalar.”
Peter üzüntüyle başım salladı.
Koksal arkadaşı için son model bir Mercedes kiralamıştı. Şoför
güvenli biriydi. Hep birlikte Adli Tıp Enstitüsü’ne gittiler. Teo’nun
cesedi Sarıyer’den Adli Tıp’a gönderilmişti.
Adli Tıp Enstitüsü’nün Fen Bilimleri Anabilim Dalı kriminalis-
tik uzmanı Profesör Sevim Atlı onlan kabul etti. Peter’e başsağlığı
diledi.
Teo’nun raporu profesörün önündeydi. Almanya’da hocalık
yapmıştı, Peter’in dilini kusursuz konuşuyordu.
“Bay Von Huber, adli tıp otopsi raporunun Almanca kopyasını
hazırladık. Konsolosluğunuza ve size vereceğiz. Şu anda otopsi
sonucunu kısaca mı anlatayım, yoksa raporda yazılı olanları
ayrıntılarıyla öğrenmek ister misiniz?”
“Sayın profesör teşekkür ederim. Tüm ayrıntıları öğrenmek
istiyorum.”
“Dayanabilir misiniz?”
“Gayret edeceğim profesör.”
Profesör Sevim Atlı rapordald teknik terimleri aktarmak yerine
bulgulan konuşma diliyle açıklayarak anlattı.
“Maktul Theodor von Huber 23 bıçak darbesi almış. Darbelerin
16 tanesi belden aşağısında bulundu. 14 darbe bacaklarında, iki
77

darbe kasıklarında görüldü. Başında 2 derin kesik var. Diğer beş


darbeden ikisi göğsünde, diğerleri boynunda, sırtında ve karnında
görülüyor. Kamındaki, boynundaki ve kasığındakiler öldürücü
darbeler. Ölümün ana nedeni karın boşluğundaki aorta bağlı
damarm kesilmesidir. Kasıktaki ve boyundaki damarların da
kesilmesi ağır kan kaybı gerçekleştirerek ölümü hızlandırmış.
Öte yandan, maktul mücadele etmiş. Vücudunda bağ veya kelep­
çe gibi bulgular yok. Gövdesinin ve başının birçok yerine darbeler
almış. Kendisini savunmuş, yumruklar attığmı ellerinin üstündeki
yıpranmalar, parmaklarındaki şişlikler belli ediyor. Anlatacakla­
rım bu kadar Bay Von Huber. Raporda tüm teknik bilgiler var.
Geri kalan bilgileri cinayeti soruşturan polisten alabilirsiniz. Size
tekrar başsağlığı dilerim.”
Peter anlatılanları bembeyaz yüzle metin olmaya çalışarak din­
ledi.
“Sayın profesör, teşekkür ederim. Teo’yu görmek istiyorum.”
Profesör Sevim Atlı asistanım çağırarak konuklarını morga
götürmesini istedi.
Peter ayağa kalkarken hafifçe sendeledi, Koksal dirseğinden
tuttu, sonra kendisini topladı. Morg dolabından çıkarılan kardeşi
Teo’nun yüzüne uzun uzun baktı, okşadı.
“Merak etme yavrum” dedi. “Sana kıyan alçakları bulacağım,
elimle cezalandıracağım. Yasalarla değil elimle Teo...”
Hiç konuşmadan morgdan çıktı.
“Koksal, otele gidelim, Lara’yı göreyim.”
Sonra yine tek kelime etmedi Peter, otele kadar dalgın gözlerle
İstanbul sokaklarına baktı. Teo’nun ölü yüzünü görüyordu sade­
ce...
İpucu peşinde

Lara, yatıştırıcı ilacın etkisinde uykulu gözlerle Peter’e baktı.


Teo’nun ağabeyini ilk defa görüyordu. Peter onun elini tuttu.
“Üzüntü çözüm değil. Hızla toparlanmalısm Lara. Bundan
sonra kardeşime neden kıyıldığım öğrenmeliyiz. O zaman katille­
re ulaşırız. Hep birlikte ve serinkanlı olalım.”
Lara gözleriyle “anlıyorum” dedi. Hemşireye artık yatıştırıcı
almak istemediğini söyledi.
Hiçbirinin iştahı yoktu ama otelin terasındaki lokantada top­
lanmışlardı. Lara, Koksal, Kubilay ve Peter. Kanepeler ve sandviç
istemişlerdi. Sadece su ve kahve içiyorlardı. îlk konuşan Koksal
oldu.
“Polis araştırıyor ama biz de nereden bu noktaya geldiğimizi
biliyoruz. Kubilay size polisten aldığı bilgileri aktaracak. Ben ter­
cüme edeceğim. Anlat Kubi...”
Kubilay bloknotunu masaya koymuştu. Uzun notlar almıştı,
şöyle bir göz atarak anlatmaya başladı.
“Olayın başlangıç yerinin Alman Elçiliği’nin Tarabya’daki yazlığı
olduğu anlaşıldı. Daha doğrusu yazlığın balıçesi... İç ve dış duvar­
larda ve yerde kan lekeleri var. Yaralı kişinin duvara içten tırmanıp
dışan atladığım, bıraktığı izlerden polis tespit etmiş. İzler yani kan
lekeleri, Alman köşkünün bahçe duvarına uzak yerinde, mezarlığın
yakınında başlıyor. Dış duvara doğru geliyor.”
“Alman Elçiliği’nin yazlığı mı?” Peter şaşırmıştı. “Teo’nun işi
neydi orada? Özür düerim Kubi, devam et.”
“Kan izleri dış duvann Önünden yazlığın karşı çaprazında bulu­
nan 70 metre uzaklıktaki tavernaya doğru geliyor. Orası Teo’nun
girdiği taverna. Garsonların ve müşterilerin verdiği ifadeye göre,
içerde coşkulu eğlence olduğu için kimse Teo’nun nasıl geldiğini
79

görmüyor. Ardında kimler vardı, kovalanıyor muydu, kimse bilmi­


yor. Polisin ilk raporları bunlar... Araştırma sürecek. Savcı sizleri
de ifade için çağıracaktır.”
“Biz Lara’yla telefonunu bekliyorduk. Haber vermeden
Tarabya’ya gitmesi normal değil. Polise göre Alman köşkünün
bahçesine girmiş. Neden bana telefon etmemiş, ne sebeple bahçe­
ye girmiş, hayret...” dedi Koksal.
“Suzan’la buluştu, kadının bize söylediğine göre öğle saatlerin­
de ondan ayrıldı. Suzan’dan aynlınca ilk yapacağı onu almamız
için telefon etmek olacaktı. Bizi aramadan neden elçilik yazlığına
gitti? Kimler orada saldırdı? Yanıt bulmamız gereken şey..." der­
ken Peter atıldı.
“Suzan kim?”
Koksal kısaca Janos Klein’m torunu Kenan Kılan’ı anlattı. Teo
ile Suzan’m buluşmasını, evde olanları kadının ağzından duyduğu
gibi nakletti. Teo, Klein’lann aile albümüne bakmıştı. Eski fotoğ­
raflarla ve Janos Klein’m İstanbul’a ilk geldiğinde çektikleriyle
ilgilenmişti. Sonra teşekkür ederek gitmişti.
Peter kardeşinin “7 Akbaba hikâyesi, Hazreti Davud’un yedi
kollu şamdanı ve 1491, Oruç Bey kitabının peşinden Janos
Klein’m izini araştırmak için” İstanbul’a geldiğini biliyordu.
Janos’un torununu bulduklarını ve gerisini Köksal’dan öğrendi.
“Suzan’ın evinden çıktıktan sonra başma bu felaket geldi. Tan­
rım neden öldürdüler benim saf kardeşimi... Hırsızlık mı, ne der­
sin Koksal?”
“Hırsızlık olduğunu sanmıyorum” diyerek olumsuzca başını
salladı Koksal.
“Bence Suzan’m evine giderek Teo’nun kaybolmadan önce gör­
düklerine, albüme filan biz de bakmalıyız... Özellikle sen bakma­
lısın Peter...”
Sabah Suzan’dan randevu alacaklardı. Kubilay cinayet şubesinden
bir dedektifin kendileriyle gelmesinin yararlı olacağım söyledi.

Antikacı dükkâmnda buluştuklarında Kenan Kılan ve kızı


Suzan, Peter’e başsağlığı dilediler. Peter acele ediyordu, dükkânda
fazla durmadılar, cinayet masası dedektiflerinden Zeki, Nurcan ve
gazeteci Kubilay’la birlikte Suzan hepsini apartmanlarına götür­
dü. Zeki ve Nurcan, Peter’in Amerikalı korumalarım biraz yadır-
gamışa benziyordu.
Kılanların tarihi apartmanı saray gibiydi. Yüksek tavanından
görkemli bir avize sarkıyordu. Salon antikalarla doluydu. Suzan
80

salona açılan koridorun ışıldarım yaktı.


“Dilerseniz önce Teo’nun nelere baktığını göstereyim. Sonra
otururuz, size albümleri getiririm.”
Suzan’m anlattığına göre; Teo salondaki elyazmalanyla ilgilen­
mişti. Almanca elyazmalan yamnda Türk hatları ve fermanlar
güzel çerçevelerle duvarlan süslüyordu. Peter Almanca elyazma-
lanna baktı. Yme Teo’nun yaptığı gibi Janos Klein’m renklendiril­
miş foto portresinin önünde durdu. Janos Klein bu fotoğrafı
İstanbul’da ünlü Süreyya Stüdyosu’nda çektirmişti, onlar renklen-
dirmişti. Fotoğrafın alt köşesinde "Süreyya” imzası vardı.
Peter içinden, “Janos Klein yakışıklı adammış” diye geçirdi. Sık
dalgalı saçları kabarmış, kurdele kravatı yana kaymış, kalender
tavırlı Janos filozofa benziyordu. Ancak dikkati çeken, zekâ fışkı­
ran kocaman gözleriydi. Duvara asılı bir başka fotoğrafta Janos
Klein, modern Türkiye’m kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’le
görülüyordu. Fotoğrafın altında 1937 tarihi vardı.
Salondan soma Suzan onlan kütüphane odasma götürdü. Gün­
lük kitaplann bulunduğu kitaplıkla Teo’nun ilgilenmediğini anlat­
tı. Hepsi bu kadardı. Teo ile Suzan salona dönmüşler, kahve
içmişler ve Suzan aile albümünü göstermişti.
Şimdi aynısını yapacaklardı. Suzan hepsini oturttu, kahve
ikram etti. Sonra albümleri getirdi. Koksal Peter’in bakmasını
istedi.
“Teo’nun gözüyle ancak sen görebilirsin Peter.”
Albümler üç taneydi. Biri ailenin yeni resimleriydi, diğer iki
albümde esld fotoğraflar vardı. Peter eskilerden birini aldı. Albüm
sayfalarını çevirmeye başladığında dikkatinin dağılmaması için
konuşmadılar.
Janos Klein’m çektiği fotoğraflann bulunduğu albüme bakar­
ken Peter yavaşladı. Bazı sayfalara uzun uzun takılıyordu. Bir
sayfada durdu. Suzan uzanıp baleti.
“Teo da işte bu sayfada durmuştu” dedi.
Diğerleri merak etti, o albüm sayfasında ne vardı? Peter gösterdi.
“Janos Klein bu fotoğrafları Tarabya’daki Alman Mezarlığı’nda
çekmiş. Köşkün fotoğrafları da var ama çoğunlukla mezarlık ve
tek tek mezarlar çekilmiş.”
“Hatıra veya belge olarak çekmiştir” diyen Suzan devam etti:
“Almanya büyük dedemin hep içindeydi. Küçüktüm ama onun
özlemini fark ederdim. Vatanından uzakta ölmüş gitmiş, uzakta
gömülmüş Almanlann mezarlarının onun için duygusal bir anlamı
vardı. Belki de Alman isimleri yazılı mezar taşlanna bakmak içinde
81

bilmediğimiz duygular uyandırıyordu. Ayrıca mesleği kütüphaneci­


lik ve arşivcilik olduğu için belge olarak saklamış da olabilir.”
“Bakın bu da benim büyük dedem Alexandre von Huber’in
mezarı. Her yıl katıldığım törenlerde dua eder, çiçek koyardım,
diyen Peter albümü onlara çevirip fotoğrafı gösterdi. Mermerden
yapılmış büyük Alman haçının altındaki kitabede, Alexandre von
Huber’in altında, “İskender Paşa” yazısı da vardı.
“Dedemizin mezar fotoğrafım görünce Teo bir şey söyledi mi?”
Suzan gülümsedi.
“Aynen sizin söylediklerinizi söyledi. Mezarlığı ziyaretlerinizi
anlattı. Resimlerin yanına dedemin karaladıklarını bir kâğıda not
etti.”
Peter albümü sonuna kadar iyice inceledi.
“Kardeşimle başka ne konuştunuz Suzan?”
“Hiçbir şey. Teşekkür etti, vedalaştı ve gitti.”
Konuşulanların hepsini Koksal dedektiflere çevirmişti. Onlar
da konuşulanları teybe kaydetmişti. Gitmeden önce Peter’in bir
ricası vardı.
“Suzan izin verirsen albümün bazı sayfalarının fotoğraflarını
çekmek istiyorum. Anı olsun diye...”
“Memnuniyetle” dedi Suzan.
Peter cep telefonunun kamerasıyla albümün birkaç sayfasını
çekti.
Dükkâna da uğrayıp Kenan Kılan’a veda ettikten sonra ifade
vermek için savcılığa gittiler. Savcı, acılı Peter’e ve Lara’ya son
derece nazik davrandı. Ayrıca Koksal da ifade verdi.. Peter ve
Lara’mn Almanya adreslerini ve telefonlarını kaydettirdi. Ne
zaman döneceklerini sordu.
“Bümiyoram, katiller bulunana kadar kalmak isterim” dedi
Peter.
Lara ise İstanbul’da kalma süresinin işyerinden alacağı izne
bağlı olduğunu söyledi. Savcı Hilton’daki oda numaralarını yaz­
dırdı. Peter, Lara ve Koksal cep telefon numaralarını da verdiler.
Adliyeden çıktıklarında Peter heyecanlı ve telaşlıydı.
“Otele gidelim, bazı şeyler var.”
Odasına girer girmez hemen laptopunu açtı. Çektiği fotoğrafla­
rı cep telefonundan laptopa aktardı.
“Şimdi bakın” diyerek çektiği fotoğrafları büyüterek ekrana
getirdi.
“Dedemin mezarını görüyorsunuz. Janos Klein mezarı sadece
karşıdan değil, her iki yanından ve baş tarafındaki kitabenin arka-
82

smdan da çekmiş. Hatıra için mezann her yanım çekmek gerekir


miydi?”
Fotoğrafı değiştirdi Peter, bir başka mezar görüntüsü ekrana
geldi.
“Bu mezar Çanakkale Savaşı sırasında hemşirelik yapan Pren­
ses Marie zu Hohenlohe-Ingelfıngen’e ait. Janos o mezarın da dört
tarafının fotoğrafım çekmiş. Aynen dedeminki gibi... İlginç bir şey
daha var.”
“Nedir?..”
Koksal, Lara ve Kubilay üçü birden sormuşlardı.
“Osmanlı dönemindeki iki önemli büyükelçinin mezarlarının
sadece ön görünüm fotoğraflarım çekmiş Janos... Diyelim ki,
arşivlemek için çektiği belgesel fotoğraflarda objeyi dört yandan
görüntülemek gereldyor... Peki, o halde elçilerin mezarlarım da
dört yandan çekmeliydi, ama öyle değil. Neden?”
“Belki çekti, albüme koymamış olamaz mı?” diye sordu Lara.
“Olabilir, söylediğin mantıklı... İlginçtir, mezar resimlerinin
yanma Ayasofya’nın fotoğrafını koymuş. Dedeminki ile
Ayasofya’nın ve Prenses’in fotoğraflarının kenarlarına bazı şeyler
yazmış. Bir de ilginçtir Keops Piramidi ile Kız Kulesi’nin fotoğraf­
ları da aynı albüm sayfasındaydı.”
Peter fotoğrafların yan kenarlarım iyice büyüttü. Kenarlarda
rakamlar ve bazı işaretler vardı. Lara işaretleri defterine yazıyordu.
Mareşal Alexandre von Huber’in mezar fotoğrafı: + ▼ 220.
Prenses’in mezar fotoğrafı: + ▼ 230. Hepsinde bir haç, aşağıyı
gösteren ^ ok ve 230 ile 220’den başka birçok uzun sayı vardı.
Ayasofya fotoğrafının kenarında ise 4+5 rakamları, yukarıyı
gösteren ^ ok ile yanma bir kutu Q çizilmişti, 7,50 m yazılmıştı,
yanma bir daire çiziliydi ve “Prophet M.” yazılıydı ve yine bir­
çok sayı... Lara, Keops Piramidi ve Kız Kulesi fotoğraflarındaki
işaret ve sayıları da yazdı.
Koksal yavaşça Peter’in koluna dokundu.
“Bulmaca çözmeden önce gitmemiz gereken bir yer daha var.
Janos Türkiye’ye geldiğinde sinagog kütüphanesinde çalışmıştı.
Nazilerden kaçarken korumak istediği neydi? Kitaptı... O halde
akima ilk gelecek yer sinagog kütüphanesi olmaz mı? Klein’m
adresini de sinagogdan bulmuştum.”
Peter yorgun başım salladı.
“Haklısın dostum, sinagoga gitmeliyiz.”
Barış Vahası Sinagogu’nda kültür ve halkla ilişkilerle görevli
Haham Yakup Barokas’tı. Köksal’a Janos Klein’m ailesinin adresi­
83

ni veren kişiydi. Ziyaret amaçlarının birazını telefondan öğrenen


Haham Barokas onları ellerinde dosyalarla beklemekteydi.
Cinayeti gazetelerden öğrenmişti. Peter’e başsağlığı diledi.
Medya olayı soygun cinayeti olarak vermişti, öyle biliniyordu.
Koksal, 1491, Oruç Bey kitabından başlayarak Teo’nun öldürül­
mesine kadar olan biten her şeyi Haham Barokas’a açıkça arılattı.
“Teo’nun katillerine ulaşmanın yolu bu kitaptan geçiyor inancın­
dayız. Kitapta neler yazdığım öğrenmemiz gerekiyor. Janos’un toru­
nu, kitap 60 yıldır bizden soruldu diyor. Soran kişiler kitaptan son
derece önem verdikleri bir şeyi öğrenmek istiyorlar. Teo bu kitabı
bulmak için İstanbul’a geldi ve öldürüldü.”
Koksal, 1491, Oruç Bey kitabının sinagog kütüphanesinde
olup olmadığını sordu.
“Kitap sizdeyse okumamıza izin vermenizi rica ediyoruz.”
“Bir konuyu açıklamam gerekiyor” dedi Haham, “Banş Vahası
Sinagogu 1952’de açıldı. Janos Klein birçok Yahudi gibi 1933 yılın­
da İstanbul’a geldi. Nazilerden kaçan Yahudi nüfusu savaş sonuna
doğru iyice arttı. Yeni bir sinagog yapımı kararlaştırıldı, Türk dev­
letinin izni ve katkılarıyla 1948’de başladı inşaat... Yani Janos’un
İstanbul’a geldiği yıllarda Barış Vahası Sinagogu yoktu.
Bir dosya açtı, kısa süre göz attı.
“Bakın, Janos’un görev yaptığı mabedin adı; ‘Bet ha-Knesset
Tofre Begadim’ denilen sinagog. Çok eski bir sinagogdur orası...
Sultan II. Abdülhamid’in özel başarı madalyası verdiği Saray Ter­
zisi Mayer Schönman’ın ricası üzerine padişahın fermanıyla
kurulmuş. Almanca konuşan Yahudi Aşkenaz terzilerin yetiştiril­
diği meslek okulu da olduğundan o sinagoga “Schneiderschul”5
veya “Schneidertempel”6 denmiş. Hem meslek odası ve okul, hem
de mabet olarak yararlanılmış. Bugün kültür merkezidir.”
Lara üzüntüyle ayağa kalktı.
“Yine düş kırıklığı...”
“Sabırlı olun” dedi Haham Barokas, “burası, yani Barış Vahası
Sinagogu açılınca kütüphanesini Janos Klein kurmuş.”
“Oh bir umut” diyerek yerine oturdu Lara.
Haham devam etti.
“Kendi değerli kitaplarını da kütüphaneye bağışlamış. Bunların
arasında aradığınız, 1491, Oruç Bey elyazması ve çevirisi de bulu­
nuyor.”
Hepsi birden “Nee?” diyerek doğruldular.

5 . T e rzi O k u lu .

6 . T e rzi Tapınağı.
84

“Kitaplar burada demek ki... Aman Tanrım” diyen Lara tekrar


ayağa kalkmıştı. Ancak, hahamın sözleri sevinçlerinin üstüne
buzlu su gibi geldi.
“Kitaplar burada değil.”
Şaşkın bir suskunluk oldu. Haham Barokas onlara anlayışla
baktı.
“Çok karışık gibi görünüyor, ama Janos kitapları tekrar
Almanya’ya göndermiş.”
Sağlı sollu yumruklar gibi inen sürprizlerle kafaları iyice karış­
mıştı.
“Neden ama?..”
“Sinagog yönetimine başvurmuş. ‘Kitapları yakılmaktan kurtar­
mak için aldım. Berlin Kütüphanesi Başkam Adelheid kendisi
verdi. Savaş bitti, Almanya artık demokratik ülke, kitapları ait
oldukları yere göndermezsem kendimi hırsız hissederim’ demiş.
Cemaatin yetkili kurulları Janos’u haklı buluyor. Janos kurulun
huzurunda kitaplan Ailen Goldberg adındaki Berlin’de yerleşik
arkadaşına vererek Almanya’ya gönderiyor.”
Lara heyecanla sordu.
“Kime gitmiş kitaplar?”
“Berlin Kütüphanesi Başkanı Waldemar Adelheid’a gönderil­
miş. Bakın burada bütün kayıtlar, teslim etme ve teslim alma
imzalan. İşte şu belgede Adelheid’m kitaplan aldığına dair imza­
sını görüyorsunuz. Belgelerin fotokopisini size veririm.”
Şimdi en çok Lara şaşırmıştı. Bir şeyler söyleyecekti, sustu.
Aklına gelen soruyu çevirerek başka bir şey sordu.
“Bay Adelheid kitaplarla birlikte Janos’tan haber alınca sevin­
miştir. Sonra haberleşmişler mi?”
“Hayır. Nazi döneminde ailesiyle birlikte yaşadığı büyük korku­
lar Janos’ta derin izler bırakmış. Asla eski kimliğiyle anılmak iste­
miyormuş ve adresini kimseye vermiyormuş. Kitabı Adelheid’a
teslim eden Ailen Goldberg, ‘Kitaplar sinagog tarafından gönderil­
di’ diyor. Adelheid, 1933’te kitaplan teslim ettiği asistanı Janos’u
soruyor ama Ailen Goldberg böyle birini tanımadığım söylüyor.”
Öğrenecekleri başka bir şey kalmamıştı. Hepsi teşekkür eder­
ken Lara, hahama sordu.
“İki kitap şu anda Berlin Kütüphanesi’nde olmalı değil mi?”
“Evet, öyle olmalı.”

Kitapların Adelheid’a teslim belgesinin fotokopisini de veren


Haham Yalcup Barokas’a tekrar teşekkür ederek aynldılar.
85

“Hahamın sayesinde kafalarımızdaki karmaşık fantezilerden


kurtulacağız” dedi Peter.
Lara güldü.
“Hiç sanmıyorum, Peter. Nedenini sorarsan, ben de sana şunu
sorarım: Benim işyerimin adını söyler misin?”
“Berlin Devlet Kütüphanesi...”
“Evet aynen öyle... Ve kütüphanede 1491, Oruç Bey elyazması
ve çevirisi yok ki Peter. O kitabı bir hafta önce Teo için aramıştım.
Sinagog Almanya’ya Bay Adelheid’a göndermiş ama kitap kütüp­
haneye girmemiş...”
“Bir dakika durun lütfen. Kafam zonklamaya başladı... Öyle
ya... Hadi bir kafeye, bara filan oturalım” diyen Koksal hepsini
cipe doldurdu.
“Çetin bizi hemen şuraya Pera Palas’a götürüver.”
Peter’in korumaları ise Mercedes’e geçerek arkalarına düştü.
Sinagogdan anacaddeye çıkarken tam dört yol yol ağzında
önlerindeki eski kamyonet sarsılıp aniden durdu.
“Aman Tanrım öldürecek!..”
Çığlık atan Lara elleriyle yüzünü kapamıştı.
Koksal o anda soldaki sokaktan aşırı hızla gelen kamyonu
gördü. Kamyonun çarpmasından kaçamazlardı. Önlerindeki kam­
yonet yollarını tıkadığı için Azrail gibi gelen kamyonun karşısında
çaresizdiler.
O anda saniyeler içinde bir mucize oldu. Dört yol ağzında nöbet
bekleyen polis otosu aynı anda siren çalarak kamyonun geldiği yola
yöneldi. Kamyonun sürücüsü polis otosunu görünce öyle sert fren
yaptı ki, süratle gelen araç savruldu, iki tekerleği kaldırıma çıktı,
duvara çarptı, sürtündü durdu. O sırada şoför Çetin yolu kesen kam­
yonetten bilinin indiğim gördü. Adamın elinde havluya sanlı bir şey
vardı, cipe doğru geliyordu. Çetin tehlikeyi sezmişti.
“Herifin silahı var!..” diye bağırdıktan sonra geri vitese taktı.
Korumaları taşıyan arkasındaki Mercedes’in tamponuna vurarak
kaldırıma çıktı, tam gaz geri geri fırlattı cipi...
Koksal iki eliyle aynı anda Peter ile Lara’mn kafasına bastırdı.
“Yere yatın!..”
Onlar ne olduğunu anlamamışlardı ama hemen cipin zeminine
çöktüler.
Koksal, duvara çarpıp duran kamyonun şoförünün araçtan
atlayıp koşarak kaçtığım gördü. Cip kaldırıma sıçrarken Peter’in
iki koruması otolarından fırlayarak havluya sardığı “silahla”(?)
gelen adama koştu. Bir polis de düdük çalarak üstlerine geliyor­
86

du. Onları gören adam kirli havluya sardığı “şeyi” sımsıkı tutarak
kamyonete döndü. Bozulmuş gibi duran kamyonet birden canlan­
dı ve görüntüsüne göre inanümaz hızla uzaklaştı.
Çetin yavaşlar gibi olunca Koksal bağırdı.
“Durma!.. Kuledibi’ne çık!..”
Çetin ters yoldan Galata Kulesi’nin altındaki parka girdi, bank­
larda oturanlar ne olduğunu anlayamadan hızla geçerek karşıdaki
sokağa daldı. Sokaktaki ilk yokuştan anacaddeye inerken koru­
maların arabası onlan izliyordu. Karaköy’ün yoğun trafiğine girin­
ce zorunlu olarak yavaşladılar. Korumalardan Jack arabasından
inerek cipe atladı, Peter ile Lara’nm yanma oturdu. Şaşkınlıkları
hâlâ devam ediyordu.
“Neler olduğunu polisten öğreniriz” dedi Koksal. Çetin’den
Pera Palas Oteli’ne gitmesini istedi.
Peter, üstlerine gelen kamyonun rastlantı olup olmadığını ve
kamyonetten inen adamın elindeki havluya sarılı “şeyi” yol
boyunca sordu. Silah mıydı?
15 dakika içinde tarihi Pera Palas Oteli’ne geldiler.
Otelin Haliç’e bakan harika manzaralı lokantasına oturdukların­
da derin bir “o f’ çeken Peter, “Bu kadar gerginliğe artık dayanamı­
yorum, viski içeceğim” dedi.
Sinirleri Peter kadar yorulmuş olan Lara ile Koksal da ona katılacak­
lardı. Kubilay soda istedi. Korumalar ayrı bir masada oturuyordu.
İki gün içinde yaşananlara dayanmak zordu. Peter kardeşini,
Lara ile Koksal da kardeş kadar sevdikleri bir dostlarmı kaybet­
mişlerdi. Pırıl pırıl genç adam İstanbul’a geldiğinin üçüncü
gününde delik deşik edilerek öldürülmüştü.
Peter bol buzlu viski bardağını ağrıyan başma tuttu. Bir süre
konuşmadılar. Romanlara, şiirlere, tablolara ilham vermiş Haliç’i
simyacı gibi altına çeviren güneş kızararak alçalıyordu, Eşşiz tari­
hi koya renk değiştirterek “Altın Boynuz” dedirten güneş Eytip’ün
mermer mezar taşlarına altın tozu serperek batıyordu. Sessizce
görkemli manzarayı izlediler.
Güneşin batışıyla altm renginin yerini giderek koyulaşan mavi­
lik alırken ilk konuşan Koksal oldu.
“Esrarengiz kitabın peşine düşen kişileri öldürecek birileri,
belki de bir organizasyon var. Almanya’da olduğunu bildiğimiz,
ama nerede kimde olduğunu bilmediğimiz kitabı mutlaka bulmalı
ve okumalıyız.”
Lara uzandı Peter’in masaya koyduğu zarfı aldı. Zarfta hahamın
verdiği fotokopiler vardı.
87

“Kitap gönderiliyor, Berlin’de teslim almıyor. Teslim alan


kütüphanenin efsane başkanı Bay Valdemar Adelheid ve kitap
ortada yok. Olamaz, olamaz, olamaz...”
Lara konuşurken bir yandan da fotokopilere bakıyordu. Elini
birden masaya vurdu.
“İlginç bir şey var. Janos kitabı Adelheid’m evine göndermiş.
Bakın adrese; Bay Valdemar Adelheid, Mozart Strasse 22, 15 566
Schöneiche bei Berlin. Tarih 5 temmuz 1968. Yani kütüphaneye
göndermemiş.”
Bunları söyledikten sonra çantasını açarak cep telefonunu
çıkardı Lara, “Bizim bölümün başkanı Profesör Friedhof’u araya­
cağım” dedi ve parmağıyla susun işareti yaptıktan sonra numara­
lan tıkladı.
“Alois merhaba... Evet korkunç bir şey oldu, Teo’yu...” Yan
gözle Peter’e baldı. “Maalesef... TV haberlerinde gördün değil mi,
evet... Ben iyiyim, iyiyim... Elbette çok üzüldüm. Ağabeyi Peter şu
anda yanımda... Söylerim sağ ol... Alois lütfen kütüphane perso­
nel kayıtlanna bakar mısın, Bay Valdemar Adelheid hangi yıl
emekli olmuş. Tamam, sen beni arayacaksın. Kendime bakarım
merak etme, çüsss...”
Telefonu kapatıp Peter’in eüni tuttu.
“Alois başsağlığı diliyor. Teo’yla tanışmıştı. Cinayet Almanya’da
TV’lerde birinci haber, gazetelerde manşet olmuş. Alois de çok
üzülmüş.”
Lara’mn telefonu çalmaya başladı. Arayan Alois’ti, Lara “Hım
hım” diyerek dinledikten som a teşekkür ederek kapattı.
“Bay Valdemar Adelheid 1968’in nisan ayında emekli olmuş. 7
temmuz 1968’de ölmüş. Yani kitabı teslim aldıktan iki gün sonra...
İnanılır gibi değil. Demek ki kitabı aldı ama kütüphaneye teslim
etmeye ömrü yetmedi.”
Peter dimdik olmuştu, gözleri açılmıştı.
“O halde?”
“O halde kitap en güçlü olasüıkla Bay Valdemar Adelheid’m
evinde arkadaşlar” dedi Lara.

Berlin’e dönüş

Peter ertesi gün kardeşi Teo’nun cenazesini teslim aldı. Lara’yla


ikisi savcılığa son kez ifade verdiler. Almanya’ya dönüyorlardı.
Koksal gazeteden izin almıştı onlara katılıyordu.
Peter kendilerine çok yardımcı olan Kubilay’m elini sıktı, Lara
yanaklarından öptü ve Peter’in özel uçağıyla Berlin’e uçtular.
Teo’nun tabutunu cenaze evine teslim ettikten soma Peter’in ille işi
Tobias’ı ofisinden aramak oldu. Seyahatte olduğunu söylediler.
“Cep telefonunu kimseye vermezmiş. Nereye gittiğini bilmiyor­
lar. Ne zaman döneceğini bilmiyorlar...”
“Tobias kim?” diye sordu Koksal.
“Teo’nun arkadaşı. Adelheid’ın torunu. Leoni Adelheid ile
Teo’yu o tanıştırmıştı. Tahminimize göre kitap şu anda Leoni’nin
yaşadığı evde... Bizi oraya Tobias kolayca götürürdü. Defolup bir
yerlere gitmiş. Teo’nun serseri ruhlu arkadaşıdır.”
“Tobias olmasa ne olur. Bayan Leoni’nin evine biz gidemez
miyiz?” diye sordu Lara.
Frau Leoni’yi aradılar. Sophie telefona çıktı. Arayanın Peter
olduğunu öğrenince ilk sözü başsağlığı dilemek oldu. Peter,
Bayan Adelheid’ı ziyaret etmek istediklerim söyledi. Sophie bir
anlık izin istedi, Bayan Leoni’ye soracaktı. Az sonra tekrar tele­
fondaydı, “Hemen gelin” dedi.
Mercedes limuzin onları Leoni’ye götürürken Peter elini alnına
vurdu.
“Teo yola çıkmadan önce bana geldi, yaranda Tobias vardı.
Uzun uzun kitaptan ve onu aramak için İstanbul’a gideceğinden
söz etti. Kitap Tobias’m ninesinin evindeyse haberi yok mu bu
çocuğun?”
Lara gülümsedi.
“Serseri ruhlu diyorsun, kitaplarla ilgilenmiyor herhalde.”
Mozart Strasse’deki malikâneye bayılmıştı Koksal. Sophie
kapıyı açar açmaz üzüntüsünü belirtti.
“Teo’yu sevmiştik, çok saygıdeğer çocuktu” diyerek onları
salona aldı. Bayan Leoni orada bekliyordu. Siyah uzun, matem
elbisesini andıran bir kostüm giymişti. 97 yaşmda olduğuna kimse
inanmazdı. Görkemli kadındı, üçüyle de dostça tokalaşarak kol­
tuklara buyur etti.
“Bay Von Huber kardeşiniz için çok üzüldüm. Teo, kibar, akıllı
bir çocuktu. Yazdığı haberleri okumuştum. Başarılı bir gazeteciy­
di. Torunum Tobias bizi tanıştırmıştı, onun nereye kaybolduğunu
bilmiyorum, ama Teo’nun haberini duymuşsa yıkılmıştır eminim.”
Başta Peter olmak üzere hepsi, duyarlılığından dolayı Bayan
Leoni’ye teşekkür etti. O sordu.
“Benden bir isteğiniz olmalı.”
Lara İstanbul’da başlarından geçenleri, 1491, Oruç Bey kitabı­
nın izini sürdüklerini, bu kitabın dönüp dolaşıp Bay Valdemar
89

Adelheid’a geri geldiğini anlattı.


Leoni şaşırmıştı.
“Nasıl olur, benim haberim yok” dedi.
Lara açıkladı.
“Kitap 5 temmuzda Bay Adelheid’a teslim edilmiş, teslim mak­
buzunun fotokopisi bizde, iki gün sonra maalesef babanız vefat
etmiş. Üzgün olduğunuz için dikkatinizden kaçmış olabilir.”
Frau Leoni bilemiyordu.
“En iyisi gidip odasma bakalım” dedikten soma Sophie’ye ses­
lendi.
“Babamın odasına çıkacağız.”
Binanın iki kişilik zarif asansörü Leoni ile Lara’yı üçüncü kata
çıkardı. Diğerleri merdivenleri tırmandılar.
Bay Valdemar Adelheid’m çalışma odası müze gibiydi. Geniş,
güneşli, tertemiz odanın kitap raflarının ara boşluklarına ilk basla
gazeteler, dergiler, yağlıboya ufak orijinal tablolar, tanınmış yazar­
ların imzalı portreleri, birçok ünlü politikacı ve akademisyenin,
sanatçıların Adelheid’la birlikte çekilmiş fotoğrafları asılıydı. Raf­
lardaki kitaplara bakıyorlardı ki, Bayan Leoni atıldı.
“Öyle değerli kitaplan rafa koymazdı” diyerek Sophie’ye işaret
etti.
Sophie beraberinde getirdiği ufak çantayı açtı, çıkardığı anah-
tan çalışma masasının yarandaki kasaya benzer alçak metal dola­
bın kilidine soktu.
Dolabın ağır kapağını açarken Leoni hariç diğerleri nefeslerini
tutuyorlardı.
Kasanın içinde koyu san renkte bez zarflar diziliydi.
“Çıkar teker teker” dedi Bayan Leoni.
Sophie san bez zarfları masaya koymaya başladı.
“Dur!..”
Frau Leoni, parmağıyla kasadaki kutuyu gösteriyordu.
“Onu çıkar!..”
Sophie’nin masaya koyduğu kutu karton inceliğindeki beyaz
tahtadan yapılmıştı.
“Babam bütün değerli kitaplarım sarı bez zarflara koyardı. Bu
kutu farklı...”
Frau Leoni kutunun kapağım açtı. Hepsi heyecanla başlarım uzat­
mışlardı. Üstte, lazıl kahverengi deriyle ciltlenmiş bir kitap vardı.
Onun altında siyah deri ciltli bir başka kitap duruyordu. Leoni kitabı
aldı baldı, üstüne bırakılmış karttaki Almanca notu okudu... Ve zafer
kazanmış şövalye edasıyla, kitabı kılıç gibi kaldınp gösterdi.
90

“VoilaL İşte 1491, Oruç Bey elyazması...”


Nefesler tutulmuştu, kitaba büyülenmiş gibi bakıyorlardı.
Kayıp 1491, Oruç Bey kitabı, gizemi çözülememiş 500 yıllık
elyazması.
Leoni diğer kitabı çıkardı kutudan.
“Et voilaL 1491, Oruç Bey kitabının Almanca çevirisi.”
Lara, Peter ve Koksal atlayıp kitapları kucaklamak, sayfaların
içine hemen dalmak istiyorlardı.
Lara’mn çenesi heyecandan titriyordu, zor konuştu.
“Bayan Adelheid kitabı hemen okumak istiyorum, lütfen” diye­
rek elini uzzatı.
Leoni kitabı geri çekti.
“Hemen olmaz. Önce bir konuşalım. Kitaplar babama ait... Size
veremem.”
Lara onu kırmamaya çalışarak tatlı sert itiraz etti.
“Lütfen, kitaplar Berlin Kütüphanesi’ne ait biliyorsunuz.”
Koksal kaş göz ederek Lara’yı susturdu, Leoni’nin gönlünü
almaya çalıştı.
“Kitapları bize gösterdiğiniz için ne kadar teşekkür etsek azdır
Bayan Adelheid, bunları okumak istememizin amacı Teo’nun kati­
lini bulmaktır. Siz de Teo’yu çok sevmiştiniz... 29 yaşındaydı ve bu
kitapları aradığı için canına kıydılar. Bize en büyük yardımın yine
sizden geleceğine inanıyorum.”
Frau Leoni yatışmıştı.
“Kitapları bulunca heyecanlandım, haklısınız çocuklar. Oturup
birer kahve içelim ve konuşalım. Sophieeee... Bize kahve ve
çörek filan getir.”
“Bağırma Leoni, ben yanında duruyorum” diyen Sophie onun
kolunu tuttu. “Hadi salona hırçın küçük kız.”
“Kitapları kütüphaneye vermem gerekir. Yalnız medyanın da
bulunacağı teslim töreni isterim” dedi 97 yaşındaki “küçük kız”
Leoni.
Lara başka öneri getirdi.
“Şnndilik kütüphaneye teslim etmeyin. Kitapların peşinde olan
tehlikeli kişiler var. Kulakları delik, Teo’nun girişimlerini hemen
öğrendiler örneğin... Kitapların kütüphaneye geldiğini medya kana­
lıyla ilan edersek onların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Kitaplar sizde
kalsın Bayan Leoni, ama okumamıza ve bazı kopyalar almamıza izin
verin. Zamanı geldiğinde törenle teslim edersiniz.”
Frau Leoni biraz düşündü. Sonra kararını verdi.
“Sevgili Lara, sevgili Peter, ciddi bir olayın içindesiniz anlıyorum.
91

Kitapları size vereyim. Sürekli rahat bir ortamda çalışmanız gereke­


cek... İşiniz bitince bana teslim edersiniz, size güveniyorum.”
Lara fırladı, Leoni’yi iki yanağından öptü. Onu Peter izledi.
Leoni bu coşkudan mutlu olmuştu.
“Hayırsız torunum Tobias yılda bir kere bunu yapar. Noel’de
gelir yanağımı öper, bir kadeh içer ve sonra çüsss... Sizi sevdim
çocuklar, sizi de Türk gazeteci Bay... Çalışmalarınız ilerledikçe
bana bilgi vermenizi özellikle isterim. Ve ara sıra gelerek yanakla­
rımdan öpmenizi...”
Kitapları yerine yerleştiren Sophie sandığı da bir çantaya
koydu. Teşekkür ederek ayrıldıklarında Peter, Koksal ve Lara çok
mutluydular. Kitapları ele geçirdiklerine inanamıyorlardı.
Çalışma mekânı olarak Peter’in şato benzeri malikânesini seç­
tiler. Zehlendorf beldesinde değerli antika bir binaydı Peter’in
malikânesi. Çalışma yeri olarak evinin seçilmesi en çok Peter’in
eşi Meg’i mutlu etti. Kocasını nihayet görebilecekti.
Peter eve gider gitmez ofisi arayarak Teo’nun cenaze töreni orga­
nizasyonuyla ilgili bilgi aldı. Teo’nun cenazesi üç gün sonra defne­
dilecekti. Babası ve annesi özel uçaklarıyla aynı gün geleceklerdi.

Çalınan 80 sayfa

Tahta kutuyu açıp 1491, Oruç Bey çevirisini çıkardılar.


“Kütüphaneden çalınmış 80 sayfalık bölümün ne olduğunu
bakalım” diyerek atıldı Lara.
Önce içeriği okumaya başladı Lara.
1. Sultan II. Murad’m tahtı şehzade II. Mehmed'e bırakması.
2. Sultan II. Mehmed’in eğitimi ve Akşemseddin Hazretleri.
3. Konstantiniyye’nin fethine karar verilmesi.
4. Boğazkesen H isan ’nın yapılması. Hisar’m planı.

Beşinci konu başlığına gelince Lara durdu.


“Teo’nun ilgilendiği bölümlere geldik. Buradan itibaren 80
sayfa çalınmıştı. Beşinci başlığa bakalım:
5. Hisarın temelleri kazılırken bulunan acayip bina. Devam
ediyorum” dedi Lara.
6. Acayip binanın içindeki tuhaflıklar. 7 Akbaba, okunama­
yan yazılar.
7. Kıyametin tarihini yazan levhalar.
8. İmparator Konstantinos’un Kudüs'ten getirttiği kutsal
emanetler: Hazreti Musa’nın asası, Hazreti Davud'un
92

veya Hazreti Süleyman’ın yedi kollu şamdanı, Hazreti


Nuh’un baltası, Hazreti İsa’nın kemikleri, cüppesi, kay-
maktaşmdan yapılmış kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh
parçalan, Bamabas İncili.
9. Konstantinos’un altın mektubu, kutsal emanetleri ne
yaptı?

“İşte okuduğum son beş başlığL içeren sayfalar çalınmıştı. 10.


maddeden sonrası da ilginç elbette, ama bizim öne almamız gere­
kenler, çalman sayfalardaki konular... Dilerseniz ‘hisann temelleri
kazılırken bulunan acayip bina’dan başlayalım.”

Oruç Bey ne yazmış?

“Oruç Bey şöyle yazmış...”


... Ve Sultan Mehmed Han karar verdi Konstantiniyye’nin fethi­
ne... “Sultan Yıldınm Bayezid’m yaptırdığı Güzelcehisar’m karşısı­
na Boğazkesen Hisarı yapalım” buyurdu ki, kuşatma sırasında
Konstantiniyye’ye denizden yardım gelemesin. Orası Boğaz’ın en
dar yeridir. Bizans hükümdan Konstantinos Dragazes elçiler gön­
derdi “Benim toprağıma bina yapma” dediyse de, Sultan Mehmed
dinlemedi. Anda elçileri öldürecekti İd, soma merhamete geldi,
“Elçiye zeval olmaz” dedi, bağışladı kellelerini. Ve de Konstantinos
Dragazes’in elçilerine buyurdu ki: “Gidin söyleyin Konstantinos’a;
benim kılıcımın uzandığı yere onun hayalleri ulaşamaz. Bir daha
gelirseniz kellenizi uçururum.” Hisar için kazma vuruldu ki, 7 arşın
kazınca bir acayip kubbe ortaya çıktı. 40 arşın çapında, taş değil,
tuğla değil... Demir değil, demire benzer bir tuhaf kubbe. Hem bina­
nın hem de kubbenin üstüne kazma kürek dokununca yapışmakta­
dır. Kubbenin çevresi kazıldıkça 4 iskelet çıktı, kimdir bilinmez. 20
arşın kazılınca binanın tümü çıktı meydana. 7 köşeli binanın çevre­
sinde demir kapaklı 14 tabut vardı. İçinde kimler yatar bilinmez.
Kapısı var ki külçe. Zağanos Paşa açmak istedi, açamadı. Kapı anda
kendinden açıldı. Kapıdan o anda ışık çıktı. Böyle ışık görülmedi.
Gafil olan kişi anlamaz ışık değil buz zanneder. Paşa içeri girip
çıktı, Sultan Mehmed Han’ın kulağına ne konuştu ki, kimseyi bina­
ya sokmadı padişah. Sadece Akşemseddin Hazretleri’ni, Zağanos
Paşa’yı bir de beni aldı yanma, girdik binaya.
Temiz ki temiz içerisi, öyle ki şaşırdık. Bir de soğuk ki, baharda
dondurur. Soğuk öyle fazla ki, acayip geldi bize. Bir de rüzgâr eser
içerde, kulağa şarkı üfürür. Kubbeye baktık siyahtır. Arasına kon­
93

muş elmaslarla bezeli bir tuhaf siyah demirdir. Zeminde yılan gibi
kıvrılmış süsler vardı. Yılanlar kıvrılmış da üstüne altın gömme
bezeme yapılmış. Bezemeler işarettir onu büdik, ama neye işaret
eder anlamadık. Ayağımız bir ağırlaşmıştır, sanki yer bizi çekmek­
tedir. Zağanos Paşa ile Sultan Mehmed Han’ın kılıçlan aşağı basar
İd, onlar da kılıçlarını ellerinde tutmuştur. 7 oda gördük şaştık. 7
odada 7 kerkes7 heykeli durur. 7 kerkesin 5 tanesinin başı kopa­
rılmış, 2 kerkesin başı durur. 7 kerkesin üstünde renkli renksiz
öyle taşlar parlar ki, sanki ışığı içlerine alıp hapsetmişler. Işık
çırpınır kurtulsun deyu... Anladık ki, bu taşlar mücevherattır. 6
kerkes heykelinin gözleri ile ayaklan yemyeşil zümrüt, tüyleri
kıpkırmızı yakut, geri kalan çıplak boynu ile kuyruğu elmastır.
7’nci kerkes tamamen siyah taşla kaplanmıştır. Dokunalım diye
elimizi uzattık, elimiz akbabaya gitmez. Gözle görünmez bir engel
vardır. Ne kadar zorlasak da akbabalara iki karış kala engel elimi­
zi durdurur. Bir şaştık ki anlatılamaz. 7 kerkesin kaidesi bilmedi­
ğimiz acayip küf yeşili renkli taştır. Kaidelere yazılı levhalar takıl­
mış. Ne acayip bir yazıdır ki, Akşemseddin Hazretleri ile 7 dil
bilen Sultan Mehmed Han bile sökemedi. Bir de ortada büyük
sütun gördük, bir levha vardır, taşa sokulmuştur. Levha soluk
demirdir, büyüklüğü üç karıştır, kılıç çeliği gibi incedir. Üstünde
çok küçük oyma yazılar vardır. Sultan Mehmed Han levhayı çekti
aldı: “Burada Latince yazmakta” dedi. Levhayı okudu ki, şöyle
dermiş: "... Ey Âdemoğlu, senin dilinle yazdık. Çünkü sen bizim
dilimizi bilemezsin. Öğrenmeni istemedik. Sana kendi kendine
bulduğun dille söylüyonız ki, iyi anla. Gördüğün her akbabanın
altındaki levhada Âdem’den önce ve sonra neler olmuştur yazar.
Biz senden önce geldik Âdemoğlu. Düzeni biz kurduk. Her akba­
ba 7 000 yıl demektir. Levhalar akbabanın yaşadığı 7 000 yılı anla­
tır. O akbabanın 7 000 yılında neler olmuş hepsini gösterir. 7 000
yılı geride bırakmış akbabanın kafası kopanlıı* ki, o çağın geçtiği
bilinsin. Kafası koparılmamış akbaba yaşanmakta olan 7 000 yıl­
dır. Olanlar ile sonradan olacaklar kayıtlıdır. 7’nci siyah akbaba
ise msanm sonunu bildirir, Kıyamet Günü’nün tarihini verir. Kıya­
mete inan. Dağlar yanlır. Toprak açılır içinden ateş çıkar. Gök kat
kat olur, her kat gözükür. Sular kaybolur gider. Sonra sular daha
fazla gelir. Büyük ölüm, büyük diriliş başlar. Seni yaratanın dirilt­
me gücü de vardır. Kimin tarafından ve de ne zaman alınacaksın,
nasıl geri verileceksin, zamanı gelince onları seyretmeye ve dinle­
meye yetecek akıl sana verilecek. İşte o zaman öğreneceksin. Her

7. A rap ça d a, “akbaba".
94

anın sana gösterilecek. Akbaba sayılarını şaşma, senin geleceğini


söyler.”
îşte büyük sütunun üstündeki levhayı böyle okurken durdu
Sultan Mehmed... Hepten sustu, sonra yazılan kendi okudu bize
söylemedi. Ne yazıyordu biz bilemedik. Sultan Mehmed bildi.
Öyle bildi ki, bir tuhaf oldu. Levhanın karşısında durakaldıktan
sonra tek tek akbabaların hepsine baktı. Sultan Mehmed benim
yazı kesemi aldı, levhayı içine koydu, kesenin kemerini beline
doladı. Okuyup bize anlatmadığı ne vardı öğrenemedik.
Sultan Mehmed Han levhayı sakladıktan sonra dedi İd: “Her
başsız akbaba 7 000 yılı gösterir, der. 5 akbaba 35 000 yıl eder.
Okuyamadığımız levhalarda geçmiş 35 000 yılın kaydı vardır
demek ki... Okuyamadık, neler olmuş bilemiyoruz. 6’ncı akbaba­
nın başı koparılmamış. Hesaba göre, altıncı 7 000 yılın içindeyiz.
Ama altıncı yedi bin yüm kaçıncı yümdayız? Altıncı akbabanın
kafası koparıldığmda kıyameti bildireceği söylenen siyah akbaba­
nın zamanı başlayacak. Siyah akbabaya sıra geldiği gün kıyamet
günü müdür? Siyah akbaba kıyameti gösteriyorsa, o da 7 000 yıl­
lık zamanın içinde mi gösteriyor, yoksa onun tarihi ayrı mı? O
halde kıyamet hangi tarihtedir? Nasıl bileceğiz?”
Sultan Mehmed Han böyle dedi ki, hocası Akşemseddin Hazretle­
ri de şöyle hesap etti: “Allah istemeseydi bu kubbe burada olamazdı.
O halde hesabımızı Allah'ın kitabından yararlanıp şöyle yapsak;
Kuran’da bazı zaman ölçüleri belirtilir. Kuran’ın Furkan Suresi 59.
ayeti şudur: ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yara­
tan, sonra Arş’a istiva eden8 Rahman’dır. Bunu bir bilene sor.’”
Akşemseddin devam etti. “Nedir bu altı gün? Altı gün Allah’ın
zamanıdır. Bizimkiyle aynı süre olmaz. Bizim binlerce yıl dediği­
miz süre, Allah için çok kısa bir andır. Zamanı ölçmenin bir tek
şaşmaz kuralı yoktur. Zaman ölçülerini uyduran biz insanlarız.
Gerçek zaman bizim uydurup sıraladığımız sayılara bağlı değil...
O halde akbabalan koyup tarih gösterenlerin zamanları da bizim­
kinden farklı olabilir. Levhada kutsal ifadeler var. Bana göre;
Allah’ın elçisi bir peygamber insanlığa gönderilen uyanları yaz­
mış. Ama ne zaman? Meâric Suresi 4. ayette bir zaman ölçüsü
vardır: ‘Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir
günde çıkabilmektedir.’ Mearic Suresi 4. ayette bize verilen zaman
ölçüsü şudur:
Kuran’da yazılan 1 günün karşılığı bizim zamanımızın 50 000
yılıdır. Öyleyse 6 kere 50 000’i hesaplarsak, bizim zaman ölçümü­

8 . A rap çad a, "o n a h ü km e d en ” .


95

ze göre Kuran’da dünyanın 300 000 yılda oluşturulduğu yazmakta­


dır. Akbabaların işaret ettiği 7 000 yıl nedir, bizim takvimimize
göre saydığımız yıllar mıdır? Yani 7 000 kere 50 000 olarak mı
hesaplamak gerekir? Yoksa bizim bin yılımız olarak mı? Bu nere­
nin zamanıdır?..”
îşte bunları dedi Akşemseddin Hazretleri. Sonra dedi ki: “Şunu
bilelim ki; ayette sadece ‘50 000 yılda ulaşır denmiyor’, ‘süresi 50
000 yıl olan bir gün’den bahsediyor. Dünyanın yaratılışındaki
Allah’ın zamanı olan bir gün, dünya zamanına göre elli bin yıldır.”
Sonra Akşemseddin Hazretleri şöyle buyurdu: “Bu hesaplardan
hangisiyle akbabaların 7 000 yılma bakabiliriz? 7 000 yıl bizim
takvime göre hangi zamana denk düşer? Anlayalım dîye bizim
zamanımız ile eş mi yazılmıştır? Kıyamet ne zamandır? Kuran’da
elbette bizim takvimimize göre bir tarih bildirilmez. Kıyamet
Suresi’nin ilk 14 ayeti şöyledir:
1. Kıyamet Günü’ne yemin ederim.
2. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (dirilti­
lip hesaba çekileceksiniz).
3. İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı
sanır?
4. Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getir­
meye gücümüz yeter.
5. Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister.
6. ‘Kıyamet Günü ne zamanmış?’ diye sorar.
7. İşte, göz kamaştığı,
8. Ay tutulduğu,
9. Güneş ile ay bir araya getirildiği zaman!
10. O gün insan, ‘Kaçacak yer neresi!’ diyecektir.
11. Hayır hayır! (Kaçıp) sığmacak yer yoktur!
12. O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbi’nin huzurudur.
13. O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildiri­
lir.
14. Artık insan, kendi kendinin şahididir.
Levhada Kıyamet Suresi’ne benzer uyanlar var, ‘Alınacaksın’
diyor, ‘Her anın gösterilir’ diyor. Sonuçta, ne kadar hesap yapar­
sak yapalım 7 Akbaba’nın kaidelerindeki yazılan Allah'ın izniyle
sökene kadar kıyametin tarihini bilemeyeceğiz...’’
Anda, Sultan Mehmed Han aldı sözü, dedi ki:
“BU KUBBE NEDİR? Bu ışık, bu rüzgâr nereden gelmektedir. 7
Akbaba nedir? Burada yazılı olan tarihler ne anlaür? Bugünün bil­
gisiyle hiçbirisi anlaşılamaz. Allah isterse insanoğlu bilinmeyen
96

gelecekte bu kubbeyi bulur, yazılan da anlar. Şu anda gördüğümü­


zü, okuduğumuzu millete anlatırsak kargaşa, evham ve korku yara­
tır. Millet umutlarım yitirir. Konstantiniyye’yi fethe hazn'lanan
asker, akbabaları uğursuzluk sayar. Akbabaların üstündeki mücev­
herat üe kubbedeki camlar ola İd lanetlidir, ola ki zehirdir, ola ki
tuzaktır. Onlara dokunulamaya... Burayı kapatahm. Kimse bilmeye,
sözünü bile etmeye, kim ki anlatmaya kalksa kellesi alma...”
Acayip binadan dışan çıkınca sekbanlara nöbet verildi. Demir
tabutlar açılmadı. Neden açtınnadı? Sultan’m bize söylemediği
bildikleri vardır dedik. Çukurun çevresi hasırla örüldü. Evvel
yeminli 118 sekban çalıştı, soma 18 sekban kaldı. 18 sekban gece
gündüz çalıştı, üstü örtülü 18 öküz arabası gitti geldi. Sultan Meh­
med Han sekbanlara da bize de hem vallahi hem billahi yemin
ettirdi ki, bundan sonrasını anlatamam...

Lara bunları okuduktan sonra arkadaşlanna şaşkınlıkla baktı.


“Böyle müthiş bir hikâye okumadım. Bir de dikkatimi şu çekti;
Kuran’da dünyanın oluşumu 300 000 yıl olarak gösteriliyor. Günü­
müzün bilimi de dünyayı meydana getiren atomların Büyük
Patlama’dan sonra 300 000 yılda oluştuğunu kabul ediyor. Harika
değil mi? Daha ne sürprizler göreceğiz bakalım...”
Sonra, Oraç Bey kitabını okumaya devam etti.
... Günü geldi çok şükür Allahıma, Konstantiniyye fetholundu.
Sırrı bilen 18 Sekbanlar Konstantiniyye içinde şehit düştü.
Sultan Mehmed Hanımız “Fatih” oldu. Buyurdu ki: “Konstan-
tiniyye’nin tarihini bulun.” Ben dahü 12 bilge aradık. Konstantiniy­
ye bilgelerinden 500 kişi birden fetihten önce Venedik’e kaçmış,
çok değerli belgeleri gemilere yükleyip birlikte götürmüşler. Belge­
lerde kimya, matematik, astronomi, mimarlık bilgileri yazılıymış ki,
dünyada hiçbir millet erişememiş. Geride kalan belgeleri, kitaplan
da Konstantiniyye papazlan yakmış ki bizim elimize geçmeye,
Türkler bilgi edinmeye. Kestik önlerini, kurtardığımızı kurtardık.
Bilge papazlardan dilimizi bilenleri aldık yanımıza. Belgeleri ölçüt­
tük ki, öğrenelim, biz de yazıp padişahımıza verelim. Eski belgeler
çıktı ki, çok yeri yanmış. Çevirmen papaz baktı birine, “Pergament9
üstüne yazılıdır, en eski Helen dilindedir. Pergament, Pergamon10
kenti icadıdır. Öyleyse çok çok eski tarihi anlatır İd, firavunlar
çağından öncedir” dedi. En eski Helen yazısını okuyan, dilini
söken bilge ldşi bulunup getirildi. Bilge okudu, yanmaktan kurtul-
9. P arşö m en geyik d erisi.

10 . Bugün Bergam a.
muş yerlerde şöyle yazıyordu: Konstantiniyye ilk değildir. Sen
ne sanmaktasın mağrur Sezar Constantinus? Sen ne ilksin ne de
son. Sen Konstantiniyye’yi kurmadan önce buraya iki kent kurul­
du. îsa’dan çok önceydi. Bir zorba hükümdar Trakya üstündeki
soğuk diyardan geldi, adı Yanko bin Medyan. Trakya üstü toprak­
lar Yanko bin Medyan zamanından önce buzluktu. Onun halkı,
her canlıyı öldürmüş buzlar gittikten sonra doğdu, çoğaldı. O
halka yüksek akıl verildi. Toprağı işlediler. Keskin taştan baltalar,
kargılar, bıçaklar yaptılar. Yanko güçlenince halkını toplayarak
Trakya’ya indi. Trakya’dan bugün IConstantiniyye'nin olduğu top­
rağa geldi. ‘Burası vatanımız olacak!..’ dedi. Bizans diye kent
yoktu, Bizans dediğin Yanko bin Medyan’m oğluydu, tam adı
Bizantin idi, kendi adına kenti sonradan olacaktı.
Konstantiniyye o zaman yoktu, sonra doğacaktı. îki yanlı arazi­
si insan görmeyen topraklan bulmuşlardı. Oltadaki boğazdan
deniz akar giderdi. Öyle boğaz ki, eskiden yokmuş, oralar toprak­
mış. Dünya ters döndüğünde aşağıdan gelen deniz orayı yarmış,
şelale yapmış, su akmış alçak topraklara geçmiş, bir deniz daha
yapmış. Boğaz iki deniz arasında sulan alır verirmiş. Zorba Bin
Medyan, boğazın yanma kent kurmaya karar verdi, 200 000 ırgat
getirdi. Binalar için hendekler kazmaya başladılar. Topraktan 40
arşın çapında bir kubbe çıktı ki hepsi şaştılar. Kubbe ki, kazmayı
küreği kendine çeker, bir acayip. Binasını bulup acayibi anlamak
için 20 arşın daha kazdılar. 14 demir mezar çevresindeydi. Acayip
binanın kapısını bulup girdiler ki, içerde canlı yoktur. Kubbenin
içinde ne gördüler, 4 yerde 4 akbaba var. Dördünün de başı yok­
tur. Bir de baktılar beşinci bölüm var. Beşinci bölümde bir akbaba
daha var ki, kafası tamdır. Altıncı bölümde bir akbaba daha var ki
siyahtır, kafası tamdır. Yedinci bölüm vardır ki, o bölüm boştur.
Akbabalar, elmasla örülmüş kubbenin altında, demiri çeken taba­
nın üstünde dururlar. Mücevherle kaplanmıştır akbabaların üzer­
leri. Bir mücevher almak istesen alamazsm, acayip binada elin
tutulur. Her akbabanın önünde bir levha vardır. Levhalar ne söy­
ler anlayamadılar. Her şeyi bilen bilgeler de baktı işaretleri söke­
mediler. Dediler ki: ‘Dünya var olduğundan beri bilinen işaretler­
den olsa anlardık. Değilse bunlar bizim bildiğimiz zamandan
değildir. Çünkü biz her işareti biliriz.’ Dediler ki; ‘Bu acayip bina
öncesi ve de sonrası olmayan zamanlardandır. O zamanı ve işare­
tini biz bilemeyiz. Taifelerin işidir.’ Nice nice taifeler çok önce
vardı. Toz bulutu olup da içindeki tozlar büyüyüp de güneşler
olup, birçok dünyalar yandıkça, bizim dünyanın üst ateşi söndü­
98

rüldü, taşlara hayat konuldu, gökten dünyaya hayat yağdı. Taife­


ler düzen kurdu. Taifelerden sonra insan geldi. Bir âlem kuruldu
İd, bozulup dağıldı, sonra yine hayat getirdiler. Sonra bir âlem
daha kuruldu ki, yine bozulup dağıldı. Taifeler durmadı, yine
hayat yağdı, âlem yine kuruldu. Mutlak ki, taifeler bir akbaba
hazırlayıp gelir, binanın içine girer. Taife ne zamandır dünyaya
gelir, kubbenin altma akbabaları koyar bilemediler. Bir de üstün­
de resimler olan levha vardı. Birinci resimde kubbenin üstüne bir
kent oturtulmuştu. İkinci resimde kent ters dönmüş kubbenin
altına düşmüştü. Üçüncü resimde kent suya batmıştı. Bir de
başka levha vardı, üstündeki yazılar çok küçüktü. Onun yazısını
da sökemediler. Bilgeler, Bin Medyan’a, ‘Bu kubbenin üstüne kent
yapma, uğursuzluk olmasın’ dediler. Bin Medyan dinlemedi. Bil­
geler, ‘Bak resme tepe üstü gözüken kent var. Yapacağın kent
yıkılacaktır, emeğini başka yere ver’ dediler. Bin Medyan dinleme­
di. ‘Yıkarım kubbeyi kafanıza!..’ dedi ama el sürmeye korktu. Bir
tek mücevheri bile koparıp alamadı. Akbabalara hep uzak durdu.
Biz dahi uzak durduk. Bilge sözü dinlemedi Bin Medyan. O zama­
na kadar yapılanların hepsinden büyük kent yaptı. Kentin dairesi­
ni duvarla çevirdi. 40 burgaz yaptı, 60 tane kapı yaptı, her kapıdan
giriş çıkışta haraç aldı. 1 000 mabet, 60 000 ev, 100 hamam yaptı­
lar. Çevredeki köylerden insanları tarlasından evinden kopmaya
mecbur ettiler, topladılar zorla duvarların içine sokup evlere yer­
leştirdiler. Onlar o evlerin sahibi olamadı. Bin Medyan evleri
maiyetine dağıttı. Maiyet evlerden topladığı vergiyle zengin oldu.
Zenginler halka zulmetti, halk onlara beddua etti. Halkın her biri
Bin Medyan’a ve kente ‘batsın’ diye lanet okudu. Bin Medyan
kente kendi ismini verdi. Gökleri delen 500 arşın kule yaptırdı,
üstüne ata binmiş kendi bakır heykelini koydurdu. Bir başka kule
yaptırdı ki yüksekliği 50 arşındı. Kuleyi kentin merkezindeki mey­
dana dildi. Yılda bir kere halkı zorla meydana toplardı. Kendisi
kulenin üstüne çıkar secde ederek güneşe tapardı. Halk da kendi­
sine tapsın isterdi. Tapmayam askerleri öldürdü. Yanko bin Med­
yan kenti bütün deniz boyunca genişletmek istedi. Her iki yakaya
binalar yapmak, duvarlarla çevrelemek istiyordu. Akbabalı kub­
beyi yok ederek üstüne bina koyacaktı. Bilgeler karşı çıktı. Dedi­
ler ki: ‘Yapma. Denizin iki yakasından 92 temiz su deresi akar.
Bina yaparak onların yolunu kesme. Toprağı, suyu yaratan en
büyük güce karşı gelme. Yaradan suları getirmiştir ki, su hayattır,
hayat vermiştir. Yaradan ağacı, otu, toprağı vermiştir, insanoğlu
beslene. Suyun otun vardır hikmeti. Suya dokunma, ağacı otu yok
99

edip taş duvar dikme. Dengeyi bozma. İnsanları zorla topladın,


toprağı, suyu kirlettin, yasak yere kent kurdun. Artık onu geniş­
letme. Akbabalı kubbeye dokunma, bilemezsin vardır kubbenin
bir hikmeti.’ Bin Medyan onlarla yine alay etti. ‘Büyük güç benim.
Benden büyük güç yoktur. Benim işaretim gelince kazmalar vuru­
lacak inşaat başlayacak’ dedi. Kentin her yerine binlerce çan
astırdı. ‘Benim saatim gelince çanlar hep birden kendiliğinden
çalacaklar’ dedi, mimarlarm, ırgatların hepsini tamam tuttu. Çan­
lar çaldı ama Bin Medyan’m ilahi gücünden çalmadı. Deprem
başlamıştı. Kentle birlikte dağ tepe sallanmaya başladı. Yer yarıl­
dı, derin uçurumlar açıldı, insanlarla binalar uçurumlara düştü.
Yarıklar büyüdü binalann hepsini içine aldı. Bin Medyan’m 500
arşınlık kulesi yıkıldı, heykeli çukura düştü, kayboldu. Deprem,
duvarları da yıkarak kenti düz etti. Bununla bitmedi, kabaran
deniz kenti sildi süpürdü. Yedi tepenin üstüne kadar çıktı. Anafor
kenti içine çekti, yuttu. Yanko bin Medyan ve binlerce insan öldü.
Sular çekilince koskoca kent insanlarıyla birlikte yok olmuştu.
Kurtulan çok az insan deniz kıyısına kulübeler yaparak köy kur­
dular. Yer yarıldığmda kubbenin ortaya çıkıp yükseldiğini, suların
onu aşamadığını görmüşlerdi. Deniz kıyısındaki köye Bin
Medyan’m oğlu Bizantin geldi, hükümdarlığa kalktı. Kalan insan­
lar fakirdi, verecek hiçbir şeyleri yoktu. Bizantin kayboldu gitti.
Köye kimileri onun adım anarak Bizas dedi. Konstantiniyye arazi­
si üstüne kurulan ilk kent budur ve batışı böyledir...
40 yıl geçti, Bin Medyan’m oğlu Bizantin, Engürü’ye gitmişti.
Oradan Bosna’ya, Roma’ya gitti. 40 yıl sonra Engürü’de krallık
kurdu. Sonra babasının batan kenti üstüne kent kurdu. Halkı yine
tarlasından, balıkçılığından koparıp zorla kentte oturttu, halk
evlerinin, işlerinin sahibi olamadı. Halkı sadece kendisi için çalış­
tırdı, halkın ürettiğini elinden aldı, halktan çaldığıyla hâzinesine
altın dağlar dikti. Halk aç lcaldı. Birleşip Bizantin’e başvurdular,
‘Bize de ekmek ver, buğdayı ekip biçen biziz, ekmeği yapan biziz,
hakkımızı ver’ dediler. Bizantin çok kızdı, halka akıl verenleri,
onlarla birlik olanları topladı, meydanlarda derilerini yüzdürdü.
Başkaldıran halka ağır zulmetti. Onları ölesiye çalıştırdı. Saray
yaptı. Babasmm kulesinden yüksek kule diktirdi. Fil üstüne bin­
miş kendi balar heykelini kulenin üstüne kondurdu. Halk kendi­
sine tapsın istedi, tapmayanı öldürttü. Halk Bizantin’i ve kenti
lanetledi. Deprem oldu, Bizans kenti yıkıldı, yerle bir oldu, sular
altında kaldı kayboldu. Bizantin öldü, hâzinesi toprağa karıştı,
kimse bulamadı. İsa’dan çok önceydi. Konstantiniyye’den önce
100

kurulan ikinci kentin hikâyesi de budur. Konstantiniyye de böyle


durmaz. Gelecekte batacaktır. Hükümdarlık oldukça batacaktır.
Hükümdarlar halkım düşünmez, imparator olmak ister ki, daha
çok halkı zulümle çalıştırıp kendisine altın kazandırsınlar. Halkm
hakkını çalar, hâzinesine dizer. Kuleler, anıtlar diker, kendi adım
koyar. Halkın laneti bitmez Bin Medyan’a, Bizantin’e,
Konstantiniyye’ye.”
Bilgeler, kâhinler dediler ki; “Halkm ürettiği halka paylaştırıl-
mayıp çalmdıkça, oraya kurulacak bütün hükümdarlık kentleri
lanetli olacaktır, hepsi bir gün batacaktır...”

Lara, 8. konu başlığına kadar okumuştu. Kendisi kadar dinle­


yenler de, belgenin yarattığı şaşkınlığın kafa yorgunluğuyla kol­
tuklarına yaslandılar.
“Kimse bir şey söylemeden önce limonataları içelim, duydukla­
rım beynimi yaktı” diyen Peter hizmetliyi çağıran düğmeye bastı.
Lara okurken Peter’in eşi Meg odaya sessizce girmiş bir köşeye
oturmuştu. Peter ve Koksal notlar almıştı. İlk yorumu yapan Kok­
sal oldu.
“Kubbenin altmda 7 Akbaba heykeli var ve bunlar zümrüt,
yakut ve elmasla süslenmiş. Böyle bir hâzineyi barındıran kubbe­
nin yerini herkes öğrenmek ister. Tek başma bir maceraperest
veya bir hırsız çetesi bu yolda cinayet işleyebüir.”
Lara da ona katıldı.
“Kubbenin de elmasla bezeli ve mıknatıslı metal olduğu anlaşı­
lıyor. Eğer gerçekse kubbe ve içindeki 7 Akbaba akıl almaz bir
servet. Ayrıca antika değerine paha biçilemez. Kıyametin tarihini
bildirdiği anlatılan levhalar ise hem bilimsel açıdan hem de tarih
açısından inanılmaz keşifler demektir.”
Peter dayanamadı.
“Efsane değilse dediğin doğru, Lara. Ancak 1491, Oruç Bey
kitabmda yazılı olanların gerçekliğine inanmak ne kadar zor,
kitaptakiler efsane gibi. İsa’dan binlerce yıl önce inşa edilen ilk
Konstantiniyye veya Bin Medyan kenti diyelim, orada 225 m yük­
sekliğinde kuleler varmış, zümrütlü, yakutlu, elmaslı akbabalar
var yazıyor, insanoğlundan önce dünyaya gelmiş yaratıklardan
söz ediliyor, elmas mıknatıslı kubbe vesaire deniyor... Bunlar
efsaneden başka bir şey olamaz... Bütün eski kültürlerde böyle
gerçek dışı hikâyeler vardır.”
Koksal onunla aynı fikirde değildi.
101

“Ya gerçekse Peter... Veya bir kısım gerçekse... Her efsanede


mutlaka gerçek payı vardır. Efsaneler kesinlikle bir gerçekten kay­
naklanır. Allanır pullanır, tanrılar, yaratıklar, doğaüstü durumlar,
soyut öğeler içine katılır, ama efsanelerin çekirdek temaları ger­
çek bir olaya dayarnr. Örneğin Truva gibi, bulunmadan önce mito­
lojik sanılıyordu. 1491, Oi'uç Bey'i okumak için kitap hırsızlığı
yapıldı, cinayet işlendi, amaç herhalde hâzineyi bulmaktı...”
“Kardeşimi bu masalların peşindekiler öldürmüş olabilir. Kitap
beni etkilemiyor, ama gizemi bazı insanların aklım başından alı­
yor, bunu gördük. 75 yıl önce Janos Klein adlı Berlinli Yahudi’nin
yaptığı gibi, Berlinli Teo da İstanbul’a çılgınca koştu. Akıl almaz
hazine efsaneleri uğruna cinayet işleyen manyaldar kriminoloji
tarihinde çoktur. Her neyse, efsane veya gerçek, benim tek ama­
cım var; kardeşime kıymış olan katilleri bumak ve cezalandır­
mak.”
Peter başmı ellerinin araşma aldı. Yaşammın en güzel çağında
canına kıyılmış 29 yaşındaki güler yüzlü kardeşinin kederi ağır bir
taş gibi üstüne çökmüştü. Vücudunun ürpertiyle sarsıldığını gör­
düler. Koksal sırtmı okşadı, eşi Meg limonata bardağını uzattı.
Lara onu teselliye çalıştı.
“Tamam Peter, Meg’in verdiği limonatayı iç, ellerini çek
başından ve bana bak! Sana üzülme diyemiyorum, çünkü bizim
içimiz de ağlıyor. Ancak tüm gayretimizle serinkanlı olmaya
çalışalım. Katillerin bulunması yolunda polise bizden başkası
yardım edemez. Teo’nun başma gelenlerin Oruç Bey kitabı
nedeniyle olduğunu ve kitabın neler içerdiğini öğrenme
imkânımız var. Şimdi yapacağımız, kitabın bize verebileceği
ipuçlarmı çıkarmaya çalışmaktır.”
Biraz soluk aldı Lara, Peter’in elini tutarak devam etti.
“Kitabı okuyanların kimler olduğuna bakalım. Okuyan ilk kişi
Janos Klein. Kitabı keşfediyor, okuyor, alıyor ve İstanbul’a gidiyor.
Soma neler oldu? Kubbeyi ve 7Akbaba’yı bulmak için ne gibi girişim­
lerde bulundu bilmiyoruz. Rumelihisarinda kazı yapabildi mi? Bilmi­
yoruz. Janos’un torunu bu konulardan habersiz gözüküyor.”
Peter araya girdi.
“Veya habersizmiş gibi gözüküyor.”
“Olabilir” diyerek devam etti Lara. “Janos, kitapları 1968’de
geri gönderiyor. Sinagog kitabın içeriğinden habersiz. Bir çelişki­
li durum var; kitabı okuduğunda 7 Akbaba ile kubbeyi öğrenip
Berlin’de heyecanlanan Janos İstanbul’da nasıl durulur? Kesin­
likle 7 Akbaba’yı bulmaya çalışmıştır. Ama ne yapmıştır bilmiyo­
102

ruz? Gelelim İkinciye; kitabın 80 sayfasını çalan kişi de gizemli


akbabaları öğrendi. Kimdi o kişi? Herhalde boş durmadı, ama ne
yaptı bugüne kadar, şu anda ne yapıyor onu da bilmiyoruz?”
Lara’yı dikkatle dinleyen Koksal varsayımları daralttı.
“Cinayetin kitap yüzünden işlendiğini kabul edersek okuyan iki
kişiden biri yaptı. Janos Klein öldüğüne göre, geriye kitap hırsızı
kalıyor. İşte o kim? Bugüne kadar 7 Alcbaba’yı arama girişimini
duymadım. Benim bildiğim Rumelihisarı’nda hiç kazı yapılmadı.
Sadece 1952’de İstanbul’un Fethi’nin 500’üncü yıl kutlamaları
nedeniyle hatırlanıp hisar onarılmış, içinde gecekondu evler var­
mış, onlar yıktırılmış. Hisar, müze ve açık hava tiyatrosu olmuş.
Gizlice kazı yapılması mümkün değil... 30 metre çapındaki bir
kubbeyi ortaya çıkaracak kazı gizlenemez. Janos Klein eski tarih­
lerde yasal kazı yapmışsa eğer, onu da devletin arkeolojik izin
kayıtlarından kolayca çıkarırım.”
O ana kadar hiç konuşmayan Peter’in eşi Meg ilginç bir öneri
getirdi.
“Bence araştırmanın yapılacağı yer Berlin değil İstanbul’dur.
Uzmanlardan bir ekip kurmak şart. Ben Peter’in kuzeni Robert
Younger’ı öneririm. Hofstra Üniversitesi’nin tarih araştırmaları
bölümünde ders veriyor. Geçmişin gizlerini çözmeye meraklı
tarihçidir, aynı zamanda arkeologdur. Yaptığı araştırmalar belge­
sel film olmuştur, gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Yararlı
olur inancındayım. Koksal da Türk bilim adamlarıyla bizi tanıştı­
rır sanınm. Ne dersiniz?”
Peter eşinin fikrini beğendi. Elini tuttu dudaklarına götür­
dü.
“Sevgili karım haldi. İstanbul’a gitmeliyiz ve Robert’i yani bizim
Bob’u Amerika’dan getirtmeliyiz. Dünyanın en ünlü arkeologudur
Bob. Biliyor musunuz, Meg de iyi bir arkeologdur. Önemli kazılar­
da görev almıştır. Benimle evlendikten sonra bilim dünyası böyle
bir dâhiden yoksun kaldı.”
Meg güldü.
“Abartma canım, evlendiğimizde ben mankenlik yapıyordum.”
Peter’in morali düzelir gibi olmuştu.
"Her konuda karar verdik sanırım. Bob’u getirelim, İstanbul’da
ofis 1utalım, ev tutalım her neyse, ama hemen, valdt yitirmeden
bu işleri yapalım. Meg arkeolog olduğundan araştırmaya önemli
katkısı olur.”
Meg itiraz etti.
“Peter ben gelmeyeyim. Bob’un ayağına dolaşmak istemem.
103

Onun kendi yöntemleri vardır, kimseyi ekibine sokmaz. Ortalıkta


boş boş dolanır dururum. Hem sen gidince buradaki işlerimiz
sahipsiz kalmasın.”
“Haklısın, sen Berün’de kal” diyen Peter Lara’nm da İstanbul’a
gelmesini çok istiyordu.
“Uzun sürecek bu çalışmaya katılmak ister misin Lara?”
“Tereddüt bile etmem. Ancak kütüphaneden izin alabilmeliyim.”
“Merak etme, araya girerim, araştırmanın sponsoru olduğumu
bildirir bakanlıktan alınm iznini...”
“0 halde ben hazırım” dedi Lara.
Peter heyecanlanmıştı, kardeşini kaybetmenin üzüntüsüyle
yitirdiği canlılığı geri dönmüştü. Teo’nun katilini bulmak üzere
adım atmak moralini düzeltmişti.
“Meg, sen Bob’u ara konuşalım. Dostlar, o güvenilir bilim ada­
mıdır, bize hemen katılacağından eminim. Cuma Teo'nun cenaze
törem var. Sonra İstanbul’a uçanz. Ofis ve kalacak yer durumları­
nı organize ederiz. Bob bize Türkiye’de katılır.”

“Her satırın sonu kafiyeyle biter”

Koyu yeşil çimlerle örtülmüş ölüler tarlasında açüan “bir kişilik”


mekân... Yeşilin üstünde mezar taşlarının beyaz mermerleri... Siyah
giysililer... Aldı cenazeden başka yerde olan insanlar, iş konuşanlar,
dedikodu yapanlar... Din adamının yarım kulakla dinlenen duaları...
Tabutu çukura indirecek olanların açığa vurmadığı sabırsızlığı...
Dizi dizi park etmiş siyah limuzin şoförlerinin umursamazlığı...
Gömülenin bir daha görülemeyeceği gerçeğinin tabut mezara iner­
ken ancak fark edümesi... Teo’nun cenaze töreni de her ölünün
uğurlanışından farksızdı.
Tek fark Kurt Cobain’in “Stay Avvay” şarkısını gitarist arkadaşı
Jupp’un okumasıydı. Teo, ikizi kadar Kurt Cobain’e benziyordu,
Nirvana hayranıydı. Cobain intihar ettiğinde yas tutmuştu.
Arkadaşlarına “Cenazemde Cobain’in ‘Stay Away’i çalınsın”
demişti.
Jupp gitarının tellerine titreyen elleriyle dokunuyor, üzgün
kısık sesiyle Teo’nun vasiyetini yerine getiriyordu:

Monkey sec, monkey do


(I don’t know why)
I’d rather be deal than cool
{I don’t know why)
104

Every lirıe ends in rhyıne


{I don’t know why)
Less is more, love is blind
{I don’t know why]

Şarkı, “Every üne ends in rhyme”u diyordu, her yaşamın


sonu da ölümle bitiyordu.
Teo’nun her şeyini paylaştığı sevgili arkadaşı Tobias törenin son
anına yetişebildi. Tatildeyken kara haberi almıştı. Deli gibi olmuş
ilk uçakla Berlin’e gelmişti. Solgundu, kara gözlüklerinin altına
gizlediği gözleri şişmişti. En yakın arkadaşım kaybetmenin şokuyla
arada bir sendeliyor, düşer gibi oluyordu. Tören sn'asında şoförüne
tutunuyor, olduğu yerde dalgınca sallanıyordu. Kırmızı burnunun
akması, dalgınlığına rağmen çevreye ara sıra hızla göz atması,
çenesini iyice sıkması kokaini fazlaca çektiğini gösteriyordu.
Tobias ağlayarak, “Ben ona gitme demiştim...” diye cenaze
töreni boyunca söylendi durdu. Öyle kötü durumdaydı ki Peter
bile onu teselli etmek için yanma gitti, arabasına kadar geçirdi.
Tobias koltuğa oturduğu anda tekrar ağlamaya başlamıştı. Peter
uzun süre ardından baktı. Kardeşi ile Tobias’m şakaları, çekişme­
leri gözünün önüne gelmişti.
Babası ile annesi duygularını siyah gözlüklerin ardına gizleme­
ye çalışmıştı. Oradaki mezar taşlarından farksız, kımıldamadan
ve yaşam belirtisi bile vermeden küçük oğulları Teo’yu uğurladı­
lar. Aynı gün Amerika’ya döndüler.

Hazreti İsa’nın mezarı

Peter’in uçağı İstanbul yolundayken kaldıkları yerden kitabı


incelemeye devam ettiler. Lara, kitaptaki diğer gizemli başlığı
Peter ile Köksal’a okudu.

8. İmparator Constantinus’un Kudüs’ten getirttiği kutsal ema­


netler. Bamabas İncili, Hazreti Musa’nın asası, Hz. Süleyman’ın
yedi kollu şamdanı, Hz. Nuh’un baltası, Hazreti İsa’nm kemikleri,
kayıuaktaşından su kâsesi, ekmek kırıntıları, çarmıh parçaları,
cüppesi.

...Ve devam etti.


“Oruç Bey’in yazdığı 8. bölümün içeriği şöyle:

I I . In g ilizced e /’H e r satırın so nu kafiyeyle b ite r”.


105

... Hıristiyan olmamış putperest Rum, bir Rak12 getirdi. Dedi ki,
“Bizans’ın tarihini arayan Türk!.. Al bunu oku!.. Gerçeği anlaya-
sın, yalanı doğruyu bilesin!..” Ben ki Oruç, Latin yazısını okuttum
bilene, şunları yazmış Rum ki, herkes öğrene:
“... Konstantiniyye’yi kuran, üstüne adını koyan İmparator Fla-
vius Valeriııs Constantinus anası Helena’yı Kudüs’e gönderdi. ‘Git,
Hıristiyanların tanrısı İsa’nın mezarını bul. Nesi varsa
Konstantiniyye’ye getir.’ Anası Kudüs’e vardı. Kudüs o zaman
Roma İmparatoru Constantinus’un hükmündeydi. Anası ne iste­
diyse o anda yaptırdı.
İsa’nın mezarım sordu, Kudüs’teki Roma kumandanı onu götür­
dü gösterdi: ‘İsa’nm mezarı burasıdır derler. İsa 300 yıl önce ölmüş
derler.’ Mezan açtılar kemikleri tamam bir iskeletle eşyalar çıktı.
Constantinus’un anası ‘İsa’mn kemiklerini, mezardan çıkan nesi
varsa alm’ dedi ki, emir yerine getirildi. Mezan boşalttılar, İsa’nm
kemikleri, mezardaki toprak, haç parçalan, İsa’nm ellerinden ve
ayaklarından çarmıha çakıldığı çiviler, kaymaktaşmdan yapılmış
kâsesi, ekmek kmntılan, son defa giydiği cüppe alındı. Kumandan,
Constantinus’un anası Helena’yı 100 Romalı askerin koruduğu eski
Yahudi mabedine götürdü. Mabette büyük taş sandık vardı. Sandık­
taki kutsal emanetleri Helena’ya gösterdi. Kumandan Helena’ya
dedi İd: ‘Bunlar Hz. Musa’ya ait asa, altın sandık, Hz. Nuh’un balta­
sı ve Hz. Süleyman’a ait olduğuna inanılan som altından yedi kollu
şamdandır.’ Kimi dedi ki: ‘Yok. Som altın yedi kollu şamdan Hz.
Davud’a aittir.’ Kimi dedi ki: ‘Yok. Şamdan Hz. Musa’ya aittir.’
Kumandan bir başka sandık açtı. İçinde bir kitap vardı. ‘Bu Hıristi­
yanların kitabı... Bundan üç tane daha varmış, hepsi dö'rt taneymiş.
Hepsini yazan Bamabas adlı Kıbnslı. Ölümüne kadar İsa’nm yalım­
daymış. İsa söylemiş, Bamabas yazmış. İsa çannıha gerildikten
sonra kitaplardan biri burada kalmış. Bamabas üç kitabını alıp
Anadolu’ya gitmiş. Hıristiyanlığı putperestlere anlatmış. Helena,
kitabı da Konstantiniyye’ye götünnek üzere aldı.
Helena emretti, Hıristiyanların ileri gelenleri toplandılar. ‘Siz
neye taparsınız, tannnızın biçimi nasıldır?’ diye sual etti. Onlar da
'Tek Tanrı’ya ve onun oğlu İsa’ya, İsa’mn anası Meryem’e taparız,
işaretimiz şudur’ diyerek 3 tane idam çarmıhı benzeri haç göster­
diler ki, hepsi başka biçimde. Helena şaştı kutsal biçimlere, ne
heybetli Zeus’a benzerdi, ne de yakışıklı Apollon’a... Birbirine
çatılmış ild demir ya da iki sopaydı taptıkları. ‘Bunun en doğrusu
hangisidir?’ diye sordu ki, bilemediler. Constantinus’un anası

1 2 . A r a p ç a d a / 'y 3 2 *!1 c e y l a n d e r i s i ” .
106

Helena maiyetindeki kadınlardan birine, ‘Ne dersem onu yapa­


caksın’ dedi. Kadını yalandan hasta edip Hıristiyanların önüne
getirtti. Dedi ki: ‘Hasta kadın. Üç haç var. Bunlara dokun, hangisi
seni iyileştirirse o haç doğru olandır, kutsaldır.’ Kadın birine
dokundu iyileşmedi, İkinciye dokundu iyileşmedi, üçüncüye
dokundu, ‘Hastalığım geçti’ dedi. Helena Hıristiyanları böyle kan­
dırdı. Kendi beğendiği haçı kutsal ilan etti. Barnabas’ın yazdığı
kitabı gösterip sordu: ‘Bir tek kitaptan başka kitabmız yok mu?’
‘Var’ dediler. 400 bilgenin yazdığı 400 ayn Hıristiyanlık kitabı
çıkardılar. Helena 400 kitabı da aldı. Constantinus’un anası işini
bitirdi, vurdu yola, vardı Konstantiniyye’ye. Emanetler gelince
Constantinus hoşnut oldu. Anasını Kudüs’e göndermesinin amacı,
din birliği sağlayarak Roma İmparatorluğu’nu elinde tutmaktı.
Kimi kuşa, kimi taşa, kimi İsa’ya tapan Roma milleti birbirini
yemekteydi. Millet din kavgasıyla bölünüyordu, imparatorlukta
birlik bozulmuştu, birlik bozulunca devlet zayıflayacaktı. Cons­
tantinus akıllıydı, biliyordu ki dil ayrılığı, din ayrılığı milletleri
böler, hükümdarlıkları çökertir. İmparatorluğu kurtarmanın çare­
si din ve dil birliğiydi. Anasının getirdiği emanetleri alan İmpara­
tor Constantinus Hıristiyan bilgeleri Nikaia’da13 topladı.
Constantinus’un davetiyle 2 048 dini lider Nilcaia’ya geldi. Topla­
nanlara ‘Tanrınızın yasası nedir?’ diye sual etti. Her birinin elinde
başka kitap vardı. Constantinus şaştı. ‘Hepiniz Hıristiyansınız
ama her birinizin Hıristiyanlığı ayrı’ dedi. İskenderiyeli din bilgini
Aryos dedi ki: ‘Hazreti İsa’nın söylemediklerini yazan çoktur.
Kimisi cehaletten, çoğu ise insanları etki altına alarak yönetmek
için kendine göre Hıristiyanlık uydurmuştur. Onlar, İsa’yı da Allah
ile eş tutarlar, Tanrı sayarlar. Yanlıştır. ‘Baba’ dedikleri O, ‘baba’
tek başına Allah’tır, ‘oğul’ dedikleri mahluktur, yaratılmıştır, ilah
değildir. Çünkü oğul olmadan önce, bizim bilemeyeceğimiz baş­
langıçtan önce baba vardı, başlangıç onundur.’ Ruhbanların
büyük kısmı çok kızdı ama İskenderiyeli Aryos susmadı, konuştu.
Dedi ki: ‘İsa’nın en yakını, Incil’i İsa’nın ağzından yazan tek kişi
Kıbnslı Bamabas idi. Onun yazdığı İncil Tanrı’nın İsa’ya gönder­
diklerinin aynısıydı, doğrusuydu. Bamabas İncili şunu yazıyor:
‘İsa şöyle dedi: Tann’nm elçisiyim, ben de sizler gibi insanım.’
Bamabas’a inanın.’
İskenderiyeli Aryos’u dinleyen Constantinus’u diğer ruhbanlar
sardı, ‘Onu hemen buracıkta öldürt’ dediler. Constantinus öldürt-
medi, ama Aryos’u hemen memleketine gönderdi. Derler ki

1 3 . Bugün İznik.
107

Aryos’u Anadolu yollarında katlettiler.


Constantinus aldı Barnabas İncili’ni okuttu, dinledi. Barnabas’m
yazdıklarını beğenmedi. Onun kitabına göre Hıristiyanlık sade bir
din idi, İsa Tanrı’mn elçisiydi ama insandı, ölümlüydü. Oysa
pagan Roma’nın tanrıları görkemliydi, insan kılığında olağanüstü
yaratıklardı. Tanrı dediğin ölümsüz olmalıydı, mucizeler yaratma­
lıydı. Tanrı gözle görülmeliydi. Her yerde resimleri heykelleri
olmalıydı. İnsanlar onun bakışlarını üstlerinde hissederek kork­
malıydı. Din bilginlerine tercihlerini sordu. Onlar söylediler. 318
bilge imparatora Paulus İncili’ni verdi. ‘İşte oğlu İsa’ya Tann’mn
gönderdiği başka kitap’ diyerek uzattılar. Constantinus okuttu.
Paulus’un kitabında İsa da Tanrı’mn oğluydu, Tanrı’dan olma tan­
rıydı. Anası Meryem ona kimseden hamile kalmamıştı. İsa kulağı­
na yel olarak girmiş rahminden çıkmıştı, hepsi çok kısa sürede
olmuştu. İsa tanrı olduğu için ölüleri canlandırabiliyordu.
Constantinus kitabı beğendi. 2 048 ruhbanı hiçe sayarak 318
ruhbanın Paulus İncili’ni resmi kitap yaptı. Dört kitap daha seçti,
geri kalan hepsini yasakladı.
Nikaia Konsili’nden sonra Paulusçu ruhbanları topladı, ‘Kitap-
takiler yetmez’ dedi, üstüne yazı koydurdu.
Bilgeler İsa’nın hayat hikâyesini anlattılar. Constantinus beğen­
medi. Constantinus acıklı ve meraklı, etkileyici mucize dolu put­
perest tanrıların renkli hikâyelerini bilirdi. ‘İsa’nın yaşamı onla­
rınki gibi anlatılmalı’ dedi.
Sonunda Paulus’un İncili ve İsa’nın hayat hikâyesi
Constantinus’un istediği gibi kabul edildi.
Constantinus, Hıristiyanlığın çizgisini çizerken kendisi putpe­
restti. Paulusçu görüşün putperestliğin kavramlarına benzemesi
imparatora yalan gelmişti. Bu nedenle Paulus’un yazdıklarını res­
mileştirdi. Onunkine eklediği kendi uydurduğu Hıristiyanlık
kurallarıyla halkı kolay yönetebilirdi.
Constantinus bundan böyle ne yapacaklarını ruhbanlara bellet­
ti. Onlar da Constantinus’un bellettiklerini sürüyle adama anlatıp
onlan papaz eyledi. Çok kiliseler yaptırdı, papazları küiselere
yerleştirdi. Papazlara gelir sağlandı, rahat ettirildi. Papazlar halkı
istediği yöne çevirecekti.
Zaman geçti, gün geldi, içi rahat etti. Papazlar İsa’nın yaşamını,
İncil'de yazılanları halka anlatmıştır, verdiği akıllar Hıristiyanlık
kuralları olmuştur, öyle yayılmıştır, o zaman milletine ferman
okuttu.
‘Yüce imparator Constantinus buyurur ki; İsa doğru yolu göste­
108

rir. Ben İsa’nın yolunu kabul ederim. Roma’nın dini Hıristiyanlık­


tır. Herkes kabul etsin, Roma birlik olsun. Her iki dünyada İsa sizi
mutlu edecektir. İsa’nın çarmıha gerildiği haç, cüppesi, tası ben­
dedir. Onları taşlara gömdüm koruyorum. İsa’yı tanımak için
kiliselere giderek papazları dinleyin.’
İsa’nın kemiklerinden söz etmemişti. İsa ölümsüzdü, tanrıydı,
kemikleri olamazdı. Papazlar halka, kendilerine inananların cen­
net denilen güzel yere gideceğini, inanmayanların cehennemde
yanacağını anlattı. Constantinus’a itaat etmelerini, çünkü onun
aziz olduğunu, annesinin azize olduğunu söylediler. Hıristiyanlık
devlet dini oldu, halkın birliği sağlandı. İsa’nm çarmıhta gerili
heykelleri, resimleri yapıldı. Acıklı yaşamı yazıldı, anlatıldı, her­
kesin içi kan ağladı.
Biline İd İsa Peygamber’in hayat hikâyesi kendi yaşamı değil­
dir. Çok eski başka tanrılarındır.
Constantinus Hıristiyan bilgelere ne emrettiyse o yapılmıştır.
Halkailan etmiştir ki, kutsal emanetler artıkKonstantiniyye’dedir.
Konstantiniyye dünyanın merkezidir ve dünya Konstantiniyye’den
yönetilmektedir.
Kızıl mermer sütun diktirip İsa’nın kemiklerini, tüm kutsal
emanetlerim kızıl sütunun kaidesinin altına koydu ki, 3 kat kaya
içinde kaya oydurdu, taş oda yaptırdı. Kemikler ile Barnabas
İncili’ni oraya sakladı, hepsi oradadır...”
Ben ki Oruç Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’ın tarih yazıcısı-
yım. Yemin ederim ki; Konstantiniyyeli putperestin bana verdiği
derideki Latince yazı aynen böyledir.
Ben Oruç Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’a putperestin deri
yazmasını verdim. Her yazılanı bilir. Bana dedi ki, “Bütün bilgiler
gizli kalacak ki, Devlet-i Osmani’nin sırrıdır. Anda bunlan açıkla­
mak yersizdir, biz biliriz zamanı nicedir, o zaman açıklanır.

Lara’mn okuduğu 8. bölüm hepsinde şaşkınlık yaratmıştı.


“İsa’nm mezarının İstanbul’da olduğunu yazan Oruç Bey kitabı­
nın içeriği baş döndürücü... Bütün bu yazılanlar gerçekse dünya
yerinden oynar. Kitabı bilenler ona sahip olmak için her şeyi
yapabilir” dedi Peter.
Lara, Köksal’a sordu.
“Oruç Bey’in yazdığına göre Fatih Sultan Mehmed kutsal ema­
netlerle İsa Peygamber’in mezarı bilgilerinin saklanmasını iste­
miş. O günden bu yana Türk yetkililerin bu konuda bildiği bir
109

şeyler mutlaka olmuştur. Kızıl Sütun’un altındakiler biliniyorsa


neden gizlenmiş ve günümüzde de gizleniyor?”
Koksal açıkladı.
“Kızıl Sütun’a biz Çemberlitaş deriz. Halen duruyor. Anlatılan­
ların gizlenmesinin birinci nedeni; gerçek olup olmadığı bilinmi­
yor. Oruç Bey, Latince eski bir belgeyi aktarıyor. O belgeyi yazan
putperest. Ayrıca kutsal emanetlerin neler olduğu kesinlikle belli
değil, birçok varsayım ileri sürülüyor. Bir varsayımın ‘var’ olarak
kabul edilmesi Türkiye’nin başma sorun çıkarabilirdi. Fatih,
Konstantiniyye’nin fethiyle paniğe kapılan Hıristiyan dünyasmm
birleşerelc gözünü ebediyen İstanbul’a dikmesini önlemek ama­
cıyla gizlemiştir. Batılı krallar dini kullanarak kavgalı Avrupa
ülkelerini tahriklerle birleştirebilir, birleşik ordular kurabilirlerdi.
İstanbul’u Kudüs gibi Haçlı seferlerinin hedefi yapacak bilgileri
gizlemesi doğaldır. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı
sonunda yıkılınca, galip ülkelerin din adamları İstanbul’un bağım­
sız kutsal bölge yapılmasını önerdiler. Bugün bile fanatik Hıristi-
yanlar aynı iddiayı sürdürüyor. Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı kazan-
masaydı, İstanbul kutsal Hıristiyan bölgesi olarak ilan edilecekti.
“Beni kardeşimin katilleri ilgilendiriyor. Katiller, sınırsız değer­
deki kutsal emanetleri ele geçirmek isteyen antika mafyası
bence... Mücevherle süslü 7 Akbaba ile kutsal emanetlerin nasıl
ele geçirileceği bilgisinin ve bulunduğu adresin 1491, Oruç Bey
kitabında verildiği inancındalar. Sanınm Teo’nun kitabı okuduğu­
na ve hâzinelerin yerini bildiğine inandılar, onu izlediler, konuş­
turmak istediler ve sonra öldürdüler” dedi Peter.
Koksal içinden çıkamadığı düşüncelerini paylaştı.
“Teo bir şey bilmiyordu ki... O halde ne için Alman Mezarlığı’na
gittiler? Aynca, Teo’nun kitabın peşinde olduğunu nasıl Öğrendiler?
Burası sır. İstanbul’a daha bir gün önce gelmişti... Zorlu problem.”
Serin bir sessizlik oldu. Uçağın jet motorlarının gürültüsü
duyuluyordu sadece...
İmparator Constantinus’un Kudüs’ten getirttiği, Hazreti İsa’mn
kemikleri ile diğer ona ait olanları, Hazreti Musa’nm asasım, Hz.
Nuh’un baltasım, altm sandığı, Davud Peygamberin veya Süley­
man Peygamber’in yedi kollu şamdanını, Bamabas İncili’ni ne
yaptığı tartışmasını İstanbul’a bıraktılar. Pilot uyardı, inişe geç­
mişlerdi, kemerlerini bağladılar.

Köksal’m şoförü Çetin onları karşıladı. Peter ile Lara’yı Hilton’a


bıraktılar. Koksal gazeteye gitti. Patronuyla bir süre görüştü, için­
110

de bulunduğu durumu anlatarak geliş gidişlerinde tolerans rica


etti.

Esrarengiz Alman aile

Feriköy Katolik Mezarlığı’m caddeden ayıran yüksek duvara


trafiğin sinir bozucu gürültüsü dalga dalga vurmaktaydı. Mezarlı­
ğın iç taraflarındaki cenaze töreninde dua eden pederin mırıltıla­
rına klakson sesleri karışıyordu.
Müslüman gözüken, ama son nefesinden önce bir papazın dua­
larını isteyen Katolik işadamı Selami Ağustos fani dünyadaki
süresini tamamlamıştı. İki oğlu Selim ile Sami’den başka küçük
bir topluluk cenazeye katılmıştı. Selami Ağustos elinden geldiğin­
ce insanlardan uzak dururdu, hiç arkadaşı yoktu. Cenazesindeki
üç beş kişi ise ailesinden bahşiş almak için orada bulunan tanıma­
dığı adamlardı.
İstanbullu Katolik Rum karısı Meryem’in yanma gömülen Sela­
mi Ağustos Alman kökenliydi. Galata’daki İtalyan yapımı eski
işhanlanndan birinde iki odalı ofisi vardı. Her sabah başı önünde
hana gelir, kimseye selam vermeden loş koridordan hayalet gibi
geçerek ofisine girerdi.
İriyarı sağlıklı bir adamdı ama çevresine bakmamak için başını
hep eğik tuttuğundan kambur gözükürdü. Siyah melon şapkasıy­
la, siyah şemsiye bastonuyla, yakası astragan kürklü kalın siyah
paltosu içinde XIX. yüzyılın Viyana bankerlerini andırırdı.
İki oğlu Selim ile Sami de kendisine benzerdi. Kimseyle konuş­
maz siyah elbiseleriyle gölge gibi gelip geçerlerdi. Selim 31 yaşın­
daydı, arkeoloji ve jeoloji okuyan 26 yaşındaki Sami bir yıl önce
üniversiteyi bitirmişti. Oğulları anneleri Meryem’e benzerdi.
Esmer, siyah sık saçlı, donuk kara gözlüydüler.
Alman kökenli ailenin İstanbul’a geliş hikâyesi 1943 yılından
başlıyordu.
1943’e dönüş, Berlin

Protestan rahip Dolf’ü boğarak öldüren Katolik Rahip Sebasti-


an Augustmus sessizce odasına gitti. Yedek cüppesini, takım
elbisesini, bir çift ayakkabısı ile dört çift çorabım ve tıraş takım­
larını torbasına koydu.
En önemli eşyası çaldığı 80 sayfayı içine yapıştırdığı Incil’di.
Duvardaki çiviye takılı askılı İncil torbasını aldı. Gömleğinin
önünü açtı, torbanın askısmı boynundan geçirdi, İncil’i torbaya
koydu, gömleğinin düğmelerini ilikledi. Kaim kazağını giydi, üstü­
ne cüppesini indirdi.
Sebastian kimseye görünmeden bahçeye çıktı. L. Manastın’mn
hastane bölümüne geçmeden depo duvarının yanından yürüdü.
Deponun ardındaki iki metrelik yükseklikten aşağıdaki çukur
alana atladı. Artık kendisini göremezlerdi. Hızlı hızlı yürüdü,
manastırm arkasındaki ağaçlığa daldı.
Sebastian dimdik kuzeye yöneldi, Damsdorf yolunu sağma ala­
rak tarlaların içinden yola koyuldu. Saatlerce yürüdü, bombaların
harabeye çevirdiği Gross Kreutz beldesini görünce durdu. Aradığı
yer burasıydı, çünkü az ileriden demiryolu geçiyordu. Demiryolu
sağlamdı, silah ve asker taşıyan trenlerin durmaması gerektiğin­
den bombardıman sonrası raylar hemen tamir ediliyordu.
Hava kararmaya başlamıştı. Yarı yıkılmış, sahiplerinin terk etti­
ği boş bir evin yan tarafına yöneldi. Üst tarafım bombanın uçur­
duğu tuğla duvardan içeri girdi. Bulunduğu yer mutfaktı. Tulum­
banın koluna asıldı, bir iki öksürükten sonra tulumba su fışkırttı.
Sebastian sevindi.
İç taraflara geçti, kırık bir ayna buldu. Aynayı aldı mutfağa
döndü, yüzünü iyice yıkadı, kâğıt inceliğindeki sabunu yüzüne
sürdü, sakalını tıraş etti. Kaim kaşlarım dikkatle inceltti.
112

Gömleğinin üstüne geçirdiği kazak hayli boldu, İncil torbasının


kabarıklığım göstermiyordu.
Lacivert takım elbisesini giydi. Papaz cüppelerim, sandaletleri­
ni ve torbasını evin yanmış kömürleşmiş tahta yığıntısı altma
gizledi. Tıraş aletini, iki adet jiletini ve dört çift çorabmı ceplerine
tıkıştırdı. Aynaya baktı, tamamen başka birisi olmuştu.
L. Manastırındaki rahipler Dolf’ün cesedini bulup da onu bula­
madıklarında polise haber vereceklerdi. “Orta boylu, siyah cüppe­
li, kaim kaşlı, uzun kırçıl sakallı bir papaz” diyeceklerdi. Sebasti­
an Augustinus artık bu tarife uymuyordu. Parasmı saydı. Ön
yüzünde Hindenburg'un portresi, arka yüzünde Alman kartalı ve
gamalı haç olan metal iki marklıklardan 13 tane vardı. “Eder 26
mark” dedi. Hitler gençliğine ithaf edilmiş kırmızı 5 marklık bank­
notları saydı, mırıldandı. “98 tane, eder 490 mark.” Bu kadar para­
yı kilisesi bombalanırken kasadan almıştı.
Gross Kreutz istasyonundan Magdeburg’a bilet alarak güneye
yollandı. Soma aktarma yaparak Koblenz üzerinden Freiburg’a
ulaştı, trenden indi, taşıyabileceği kadar yiyecek ve su aldı, hızla
gözden kayboldu. Üç gün üç gece ormanda yürüyerek İsviçre’ye
geçti. Yol tabelalarına bakarak yakındaki Basel’e ulaştı.
Resmi makamlara gözükmeden Basel’deki Roman Katolik
Kilisesi’ne gitti. Piskoposa önemli bilgilere sahip olduğunu, Oruç
Bey kitabında okuduklarını anlattı. Piskopos hemen Vatikan’la
haberleşti.
Sebastian, Papalığın isteği üzerine Vatikan’a gönderildi. 1491,
Oruç Bey kitabında yazılı İstanbul’daki kutsal emanetler hakkın­
da Vatikan’a bilgi verdi. Kitapta Hıristiyanlığı ciddi anlamda tartış­
maya açacak maddeler bulunuyordu. Vatikan’ın Çemberlitaş ve
altında olduğu söylenen kutsal emanetler hakkında bilgisi vardı.
Ancak, Sebastian’m sözünü ettiği kitap farklı bügiler içeriyordu.
Sebastian Vatikan’dan talimatını aldı tekrar İsviçre’ye döndü.
Artık Türkiye’de önemli bir misyonu yüklenmişti.
Vatikan’ın çizdiği planı uygulayarak Basel’deki Türk
Konsolosluğuma başvurdu, Türkiye’ye mülteci olarak kabulünü
istiyordu.
Sebastian Augustinus papaz olduğunu, İsa’ya küfreden pagan
bir SS subayına haçla vurduğunu, öldürülmekten korktuğu için
Almanya’dan kaçtığı yalanını söyledi. Türk Konsolosluğu’na,
Papalığın yardım ricasını içeren belgeyi vermişti.
İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan Türkiye, casus olabilir
şüphesine rağmen Papalığı kırmamak için Sebastian Augustinus’u
113

eı\ yakın tarafsız ülke Portekiz’e uçakla, oradan gemiyle İstanbul’a


gönderdi. Sebastian nihayet Oruç Bey kitabında okuduğu ve aklı­
nı taktığı kutsal emanetlerin ve 7 Akbaba’nm bulunduğu şehre
gelmişti.
Sebastian mutluydu. Türk yetkililer onu gözlem altmda tut­
makla birlikte, kitapçılık bilgisini öğrendiklerinde Süleymaniye
Kütüphanesi’nde iş verdiler. Şehzadebaşı Camii külliyesi içindeki
bir odada yaşıyordu.
Bir süre sonra Müslümanlığa geçen Sebastian Augustinus,
adını Sebati Ağustos olarak değiştirdi. 1945 ağustosunda savaş da
sona ermişti. Sebastian izini tamamen kaybettirmişti. Şaşılacak
hızda Türkçe öğreniyordu.
Sihirli İstanbul’u yavaş yavaş tanıyan Sebastian Augustinus’u
Kapalı Çarşı büyülemişti. Bedesten’deki ve İç Bedesten’deki çok
değerli antikaların hurda eşya fiyatıyla satılmasına şaşıyordu. 1
000 yıllık Bizans sikkeleri, güncel Türk parasından değersizdi.
Sebastian Kapalı Çarşı’yı mesken edinmişti. Kütüphanedeki işi
öğleden sonra bitince soluğu çarşıda alıyordu. Manastırda öğren­
diği tespihciliği yaparak ek para da kazanıyordu. Bedesten esnafı
iyi Türkçe konuşan, Müslüman olmuş, muhabbetine doyum olma­
yan, çok çok bilgili Alman’ı seviyordu.
Sebastian Augustinus’un gerçek amacı çarşıya gelen antikala­
rın kaynağını öğrenmekti.
“Tellal” denen kişilerin, gizli kazı yapan köylülerden antikaları
toplayarak İstanbul’a getirdiğini öğrendi. Birkaç tellalla tanıştı,
kendisine “mal” getirmelerini istedi. Milattan önce XI. yüzyıla ait
Bergama Apollon tunç heykelciklerinden getirdiler. Sebastian çılgı­
na döndü. Çok ucuza kapattığı 20 ile 30 cm boyundaki heykelcikle­
ri bir konsolosluğun kuryesi aracılığıyla yurtdışına çıkardı. Konso­
losluklara rahip, Türk esnafa Müslüman gözükmekteydi.
Tatlı işi sürdürdü. Heykelcikleri, sikkeleri, seramik kaplan,
Hitit, Urartu, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu dönemine ait
antikaları Avrupa’ya gönderdi.
Sebastian veya yeni adıyla Sebati Ağustos iyi para yapmıştı.
Katolik Rum bir kadınla evlendi. Doğumuna çok sevindiği oğluna
Selami adını koydu. İsviçre’deki bir kimya firmasının temsilciliği­
ni aldı. Galata’daki han odasmda boya kimyası satıyor görünüyor­
du, asıl işi tarihi eser kaçakçılığıydı.
Sebastian’ı İstanbul’a getiren 1491, Oruç Bey kitabında okudu­
ğu 7 Akbaba ve kutsal emanetlerdi. 7 Akbaba’lı kubbenin yerini
belirlemek için Rumelihisan’na defalarca gitti. Açık bir kazı yap­
114

mak için izin almak gerekiyordu, bunu yapamazdı, çünkü 7


Akbaba’yı bulsa bile elinden alırlar müzeye koyarlardı. Yıllar
boyu burçlarını tünellerini dolaştığı Rumelihisarı’nda kubbeli
binaya giden saklı bir giriş aradı bulamadı. Çemberlitaş’m altında
olduğu söylenen kutsal emanetlere “gizlice" ulaşmanın yollarını
aradı.
Son nefesine kadar çare aramayı sürdürdü. Ölüm döşeğinde
oğlundan Katolik papaz getirmesini istedi, vaftiz edildi ve Müslü­
man değil Hıristiyan olarak öldü. Oğlu Selami’ye Oi'uç Bey kita­
bından çaldığı 80 sayfayı vermişti. Kendi elde edemediğini oğlu­
nun bulmasını vasiyet etmişti. Babasının 7 Akbaba ve kutsal
emanetler tutkusu Selami’ye geçti. Yıllar boyu uğraşma rağmen
sadece babasının yaşadığı zorluklarla karşılaştı. Ancak tarihi eser
kaçakçılığına devam ediyordu.
Selami Ağustos da Müslüman gözüktüğü yaşamını tamamla­
mış, ölüm döşeğinde vaftiz edilerek Hıristiyan ölmüştü. Dedeleri
Sebastian Augustinus’un, uğruna bir papazı öldürdüğü 7 Akbaba’yı
bulmak, kutsal emanetleri ele geçirmek tutkusu şimdi torunlar
Selim ile Sami’ye devrolmuştu.
Ancak, iki kardeşe miras kalan “yaşamsal” bir görev vardı.
Agnus Dei örgütünün emirlerini kayıtşız şartsız ömürleri boyunca
uygulayacaklardı. Anlamı “Tann’mn Kuzusu” olan Agnus Dei,
Yuhanna İncili 01.36’da geçen ifadenm Latincesi’ydi. Tanrı’nın
Kuzusu olarak tanımlanan ise İsa Peygamber’di.

Yağmur bulutları alçalıyordu. Siyah matem elbisesini henüz


çıkarmamış olan büyük oğul Selim Tepebaşı’ndaki evinin pence­
resinden Haliç’in gece manzarasına baktı. Şimşek çakınca, Haliç’in
sıcacık şiirselliği korkutucu bir görünüme dönüştü, elektrik yüklü
ışık, camileri aydınlatan orar\j ışıkları bir anda silerek grileştirdi,
suya yansıyan altın renkleri bembeyaz yaptı.
Üst üste şimşekler, birbirini izleyen gök gürültülerini getirdi.
Selim, giysisi kadar siyah sakalım ovuşturdu. Kalın kaşlannm altın­
daki gözleri keskin ve düşünceli bakıyordu. Gözakları porselen
kadar beyazdı, parlaktı. Kısa kanca burnu kaim dudaklarının üstüne
iniyordu. Orta boylu, dikkati çekecek kadar geniş omuzlu, büyük
dedesi Rahip Sebastian gibi pehlivan görünümlüydü. Kaim ensesine
gömülen kafası boynuna göre küçük kalıyordu. Saçları çok kısa
kesilmişti. Selim ile Sami dedeleri gibi mavi gözlü, beyaz tenli değildi.
Rum nineleri ve yine Rum anneleri gibi siyah saçlı kara kaşlıydılar.
115

Yağmur camları dövmeye başladığında bir süre daha pencere­


nin önünde kaldı, sonra döndü, odanın ortasına kadar geldi.
“Dedemin ve babamın beceremediği işin altından onların yap­
tığı gibi safça kalkılmaz. Teknoloji kullanmalıyız. Çemberlitaş’m
altına ulaşmak imkânsız görünüyor ama neden olmasın? Kafayı
çalıştırmak gerek... Sonra, 7 Akbaba Rumelihisan’ndaysa onu ele
geçirme şansımız daha kolay olabilir. Gerçekten hisarda gömülü
metal bir kubbe varsa ve bugüne kalmışsa önce yerini belirlemek
gerekir. Anlıyor musun Sami?”
“Anlıyor musun Sami?” sorusunu sertçe sormuştu. Çünkü
konuştuğu sürece kardeşi Sami elindeki gazeteden kafasını kal­
dırmamıştı. Ağabeyinin öfkesini sezdi Sami.
“Seni dinlerken ilginç bir habere takıldım. Amerikalı arkeolog
Robert Younger İstanbul’a gelmiş. Bilimsel araştırma için geldiği­
ni, uzun süre kalabileceğini söylemiş.”
“Ne olmuş yani?”
“Robert Younger ünlü arkeologdur. Gizemli efsanelerin peşin­
de koşar. Mısır’da ve Peru’da sansasyonel bulgulara ulaşmıştır.
İstanbul’da neyi arayacak acaba? Sakın 7 Akbaba ile kutsal ema­
netler olmasın?”
Selim umursamadı.
“Yok camm, o nereden bilecek? Babam bizdeki 80 sayfanın
koparıldığı kitabın tek olduğunu söylerdi. Başkasının okuması
mümkün değil. Yabancı araştırmacılar hep Ege’ye gider, ya da
Hitit, Urartu bölgelerine... Senin Robert mi neyse, o da İstanbul’da
balık yer, rakı içer defolur gider...”
Sami ağabeyi kadar boşveremedi.
“Robert Younger’ın gelişi çok ilginç çok, onu Türkiye’ye getiren
sebebi...” derken salona uşakları Asen girdi. Geldiğini belli etmek
için hafifçe öksürdü.
“E^jder Bey geldi efendim. Elbise ve gömleklerinizi getirmiş. Bir
şey söyleyecek misiniz?”
Selim güldü.
“Elbette Asen, adamın parasmı vereceğiz. Al salona...”
Kuru temizlemeci Ejder saygılı bir tavırla salona geldi. 35 yaş­
larında uzun boylu atletik yapılı, gür siyah saçlı, kalmca kaşlı,
keskin bakışlı yakışıklı adamdı. Kocaman ellerini sıkılgan ifadey­
le ovuşturdu.
“Sonra alırdık Selim Bey, paranın acelesi yoktu."
“Olur mu kardeşim” diyerek uşağma işaret etti Selim.
“Asen, getir temizlenenleri yerine koy.”
116

“Borcumuz nedir Ejder?” dedi uşak çıkarken Selim.


Asen uzaklaşınca Ejder avucunu açarak beş parmağını göster­
di. Kısık sesle konuştu.
“Ayın 5’inde kesin sonuç alınacak. Her iki tarafta... Aynı gün,
aynı saat... Hiçbiri sağ kalmamalı.”
Selim avucuna parayı koyarken başını salladı.
“Tamam, eline sağlık Ejder. Yine görüşürüz.”
“Teşekkür ederim, güle güle giyiniz. İyi akşamlar, dedi Ejder
duyulacak bir sesle ve çıktı.
Biraz sonra da uşak Asen ile karısı Gerdena gelerek evlerine
gitmek için izin istediler. Kan koca Bulgaristan’dan 17 yıl önce
gelmişlerdi. Asen, Bulgaristan’ın Kuman Türklerindendi, isminin
manası “güvenilir”di. Kansı Gerdena Bulgar’dı, adı “çiftçi” anlamı­
na geliyordu, tipi de adına uygundu. Basık gövdeli, eni boyu eşit
güçlü bir kadındı. Sami ona Gerdena demez “gergedan” derdi. 15
yıldan beri Ağustos ailesine hizmet veriyorlardı. Sadık, sessiz,
çalışkan kimselerdi. Akşamları saat 19.00’da evlerine giderle: Ji.
Selim üe Sami, geceleri kalmalarını istemezlerdi.
Hizmetçüeri gidince Sami’nin soran gözlerle baktığı Selim’in baş-
kalanna karşı sürekli safça gülümseyen yüzü maskesi düşmüş gibi
birden değişti. Karanlık bir ifade çöktü suratına, Latince söylendi.
“Beneficium accipere libertatem est vendet'e...”lA
Bir süre konuşmadan kardeşine baktı Selim. Soluk bir sevgi
ışığı karanlık yüzünden hızla geçti gitti.
“Abdülkerim’den emir geldi. Planı uygulayın” diyor.
Odada yalnız değillermiş gibi tedirgindi, alçak ses tonuyla
konuştu.
“Gelecek ayın 5’inde, her iki tarafta, aynı saatte... Unutma
Sami, bugün ayın 28’i, yarın düğmeye bas. Kazlara söyle kesin
sonuç isterim, hedeflerden biri sağ kalırsa tehlikeye gireriz.
Tamamı temizlenmeli, kazlar titiz iş yapsm, öldürdüklerine emin
olsunlar. Yaralı bırakmasınlar.”
“Neden aynı anda sevgili ağabeyim?”
“Aptallaşma Sami. Biri önce olursa diğerleri uyanır, korkarlar,
hemen saklanırla!'. Anlıyor musun?”
“Evet anladım. Gelecek ayın 5’inde, ild yerde, aynı saatte...
Manastır işini bitirecek kazlar Bamabas İncili’ni de arayacaklar. 4
Incil’den biri İsrail’de sanılıyor, ikisi Anadolu’da bir yerlerde ama
nerede?.. Manastır çok eski, aranmalı.”
“Tamam, bulurlarsa doğru bize getirecekler.”

1 4 . Yardım kabul e d e rse n özgürlüğünü satarsın.


117

Kutsal emanetler ve altın sandık

Robert Younger ve asistanı Debra’yı karşılamaya Peter, Koksal ve


Lara birlikte gittiler. Robert Younger orta boyun üstünde, zarif bir
adamdı. Yüzü gençti ama kabarık dalgalı saçlaıı aktı. İri mavi gözleri
çocukça bakıyordu. Bordo tişört ve açık bej pantolon giymişti.
Asistanı Debra uzun boylu, iri güzel bir kadındı. Bilim kadının­
dan çok sinemanın sarışın bombalarına benziyordu. İri dik göğüs­
lü, geniş kalçalıydı. Beyaz atleti göğüslerinin güzelliğini açıkça
gösteriyordu. Açık mavi uzun etek giymişti.
Peter ile Robert kucaklaştılar. Peter, herkesi birbiriyle tanıştı­
rırken, “Robert’e benim gibi Bob deyin, daha samimi olur” dedi.
Bob, küçük kuzeni Teo’nun başına gelenlerden dolayı üzgündü,
Peter’e cinayet konusunda gelişme olup olmadığım sordu. Cinayetin
sebebi henüz kesin olarak bilinemediğinden fazlasını öğrenemedi.
New York’tan İstanbul’a 10 saat süren uçuşun yorgunluğuna
rağmen Bob hemen bilgi istedi. Belli ki mesleğine tutkun adamdı
ve gizemlerin araştırüması onun için her şeyden önde geliyordu.
7 Akbaba konusuna tamamen yabancıydı. Böylesine ilginç bilgiye
sahip olmamasına şaşırdı. Ancak, Çemberlitaş ve altındaki kutsal
emanetler hikâyesini çok iyi biliyordu.
Lara, 1491, Oruç Bey kitabından bölümler okudu onlara. Bob
ve Debra şaşkınlığa yakın ilgiyle dinlediler.
Bob dikkatini çeken noktalan söyledi.
“Çemberlitaş’taki kutsal emanetler iddiasmı duymuştum, ancak
İsa’nm iskeletinin orada bulunduğunu ileri süren bir belgeyi ilk
defa görüyorum. İddiaya bakarsak İsa’nm mezarı İstanbul’da...
Aynca baş döndürücü başka kutsal eşyalar var.”
Lara, Oruç Bey kitabım okurken tuttuğu notlara göz attı Bob.
“Şu inanılmaz hâzineye bakın, Musa Peygamber’in asası, Hz.
Nuh’un baltası, yedi kollu som altın şamdan, altın sandık, Hazreti
İsa’nın kemikleri, kaymaktaşı kâsesi, çarmıh parçaları, Bamabas
İncili...”
Bunlan söylerken gülüyordu.
“Şimdi biz bütün bunlann İstanbul’da olduğunu söylersek kim­
seyi inandıramayız. Kanıt bulana kadar gizlilik içinde olmalıyız.”
“Kardeşimin katilini bulmak bana yeter, Hz. Nuh’un baltası
sizin olsun’1dedi Peter.
Koksal, kubbenin bulunduğu iddia edilen Rumelihisan’nda o
gece bir oyun sahneleneceğini, izlemeyi arzu ederlerse yer ayırta­
cağını söyledi.
118

“Hangi oyun oynanıyor?" diye sordu Bob.


Koksal, Macbeth deyince sevindi.
“Tarihi bir mekânda Türkçe bir Macbeth... Kaçırmayalım.”
Önce Boğaz’da yemek yiyeceklerdi. Koksal onlan her konuğu­
na yaptığı gibi Tarabya Garaj Lokantası’na götürecekti. Fakat
birden toparlandı, Tarabya’daki Alman Elçiliği önünde öldürül­
müştü Teo... İster istemez cinayeti hatırlayacaklardı, gece mate­
me dönecekti. İpucu ararken oraya gitmeleri gerekecekti ama
şimdi sırası değildi.
Sultanahmet’teki Giritli’ye gittiler. Ayasofya ile Sultanahmet
Camii arasındaki 2 000 yıllık yola girerken Bob ile Debra ve Lara
çok heyecanlandı.
Koksal bir yeri işaret etti.
“Bakın şuradaki dikilitaşı görüyor musunuz? Bu taşı bu kenti
kuran imparator Constantinus diktirdi. Üzerinde BURASI DÜNYA­
NIN MERKEZİDİR yazar. Constantinus, Roma İmparatorluğu’nun
başkenti olarak bu kenti ilan ettiğinde, sütunu da diktirmiş.”
Şimdi talihin en yoğun yaşandığı yoldaydılar. Roma ve Osman­
l I imparatorluklarının eserleri çevrelerindeydi. Çinileriyle ünlü

altı minareli Sultanahmet Camii, Alman Çeşmesi, solda 1 550 yıl­


lık Ayasofya, hemen ardındaki Topkapı Sarayı girişi... Sarayın
duvarının dibinden lokantaya inen kısa yokuşa girene kadarki
kısa yolda iki milenyumluk eserleri görmüşlerdi.
Giritli Lokantası, gerçek Giritli genç bir kadına ait, mezeleriyle
ünlenmiş farklı, rahat bir mekândı. XIX. yüzyıldan kalan büyük
ahşap bir evde, servisin sıcaklığı, Girit mönüsünden bol yeşillikli,
sızma zeytinyağlı yiyeceklerin farklılığı, usulünce hazırlanmış
deniz ürünleri Köksal’m davetlilerine unutulmayacak lezzetleri
tattırdı. Lokantadakiler de, Lara ile Debra’nın birbirinden farklı
güzelliğini kaçamak bakışlarla gözlerine meze yaparak kendileri­
ne estetik ziyafeti çektiler.
Lokantadan çıktıklarında hepsi iyi bir yemek somasının keyifli
gevşekliğini yaşıyorlardı.
“İyi bir yemek insana akrabalarım bile affettirir’' diyerek Oscar
Wilde’m ünlü sözünü hatırlattı Bob.
Oyunun başlamasına üç saat kala Rumelihisan’na gitmek üzere
yola koyuldular. Peter, korumaları ve Lara’yla birlikte Mercedes’e
bindi. Koksal, Bob ile Debra’yı cipine almıştı. İki araç Cankurta­
ran yokuşunu inerek kaim Bizans surlarının arasındaki dar geçit­
ten sahil yoluna çıktılar. Sola, Saraybumu istikametine döndüler.
Boğaz’m güçlü akıntılarım karşılayan deniz kıyısındaki görkemli
119

Sepetçiler Kasn’run yanından geçerken Koksal konuklarına bilgi


verdi.
“Padişahlar donanmanın sefere çıkışım buradan izlerdi... Salta­
nat kayıkları da buraya bağlıydı” derken şoförü Çetin’den uyan
öksürüğü gelince sustu Koksal.
Çetin kaşlarıyla dikiz aynasını gösterdi.
“Beyaz minibüs... Lokantadan çıktıktan sonra arkamızda belir­
di. Antikacının orada plakasım aldığımdan size bahsetmiştim,
sanınm aynı minibüs...”
Arkaya baktı Koksal, o dönünce arka koltukta oturan Bob ile
Debra onun bakışını sempati gösterisi sanarak gülümsediler.
Koksal da gülümsedi, kendilerim izleyen Peter ile Lara’nm bindiği
Mercedes’in arkasındaki minibüsü gördü ve önüne döndü.
“Plakasını trafiğe sordur demiştim Çetin, ne oldu?”
“Trafik böyle bir plaka yok demişti. Siz Almanya’ya gittiğiniz­
den söyleyemedim. Plaka sahteymiş.”
Koksal gülümsedi.
“Sende beyaz minibüs takıntısı başlamış diyecektim ama Çetin,
plakanın sahteliği ilginç. Plakayı hatırlıyor musun?”
Çetin cep telefonunu Köksal’a uzattı.
“Telefonun rehberine ‘Beyaz’ diye kaydettim, bakın lütfen.”
Koksal plakayı akima yazdıktan sonra Mercedes’e sinyal vererek
cipi sağa çekmesini söyledi. Çetin’in uzun süren sinyali ve yavaşla­
ması Mercedes’in sürücüsüne duracaklarını belirtti. İki araç kaldırı­
ma yanaşırken beyaz minibüs yanlarından geçti. Koksal baktı, tele­
fondaki ile minibüse takılı plakadaki numaralar ve harfler aynıydı.
Gazetedeki nöbetçi istihbarat şefini aradı plakayı yazdırdı,
sahte plakalı minibüsü polise haber vermesini söyledi.
“Özel olarak rica et, minibüsü çevirip sahte plakadan dolayı
içindekileri gözaltına alınca bize haber versinler. Sen de hemen
beni ara. Kimmiş minibüstekiler anlayalım. Çok önemli” dedi,
telefonu kapadı. “Hadi Çetin yola devam et.”
Önde Range Rover cip, arkasmda Mercedes tekrar yola çıktılar.
Beyaz minibüsü göremediler. Karaköy köprüsünden geçişte izle­
dikleri Haliç ve Boğaz manzarasını Bob ile Debra birbirlerine
gösteriyorlardı. İstanbul’un bin yıllardır insanları çeken eşsiz
güzelliği onları da hayran bırakmıştı.
Bob bir ara KÖksal’m omzuna dokundu.
“Lara’nın okuduğu Oruç Bey belgelerinde bu güzel kentin
kaderinin hep yıkılmak olduğu yazıyor. Kâhinler İstanbul’un
güzelliğini kıskanmış olmalı.
120

Hepsi güldüler. Sahilden Rumelihisarı’na gelmişlerdi. Minibüs


hiç ortaya çıkmadı.
Oyunun başlamasına 1,5 saat vardı. Peter ile Lara ve iki koru­
ma Mercedes’le gelip onlara katılınca hisara erkenden ginneye
karar verdiler.
“Vakit varken hisarın içine bir göz atayım, bakarsmız akbabalı
kubbeyi hemen buluruz” dedi Bob ve sonra güldü: “Bir Amerikan
sözü vardır; ‘Akıl insanı sınırlar, düşler sınırsızdır’ derler.”
Koksal oyun için Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü’nden protokol
davetiyesi almıştı, girişteki memur VIP davetiyeleri görünce
yöneticiye haber verdi. Hisarm oyunlarının yöneticisi girişin
yanındaki ofisten çıktı, “Hoşgeldiniz” dedikten sonra kendisini
tanıttı: “Ben Yeşim Heper.”
Çok gençti, ince, kumral, güzel yüzlü, şık zarif bir genç bir
kızdı.
Koksal konuklarını tanıttı.
“Hisara sık sık geleceğiz, Bob, Lara ve Debra araştırma yapı­
yorlar. Sizi görecek miyiz?” diye sordu Koksal.
Yeşim, bilimcilerle tanıştığına memnundu. Neredeyse ellerini
çırpacaktı.
“Ne güzel, ben de arkeoloğum, Bay Younger’a tüm arkeologlar
gibi hayranım. Size katılmak isterdim ama şu anda tiyatroda
yöneticiyim. Buradaki oyunlardan sonra tarihi tiyatrolarda tem­
siller vermek üzere turneye gideceğiz. Keşke kalabilseydim.
Şimdi size nasıl hizmet edebilirim?”
“Teşekkürler, Yeşim Hanım. Hisarda kısa bir tur atmak için
bilerek erken geldik. İzninizle dolaşabilir miyiz?”
Yeşim yardımcı oldu, yanlarına hisarm en deneyimli bekçisi
emektar Hıdır’ı verdi. 60 yaşlarındaki palabıyıklı Hıdır babacan
bir tipti. Elinde kocaman el feneri ve belinde telsizi onlara yolu
gösterdi. Yeşim’e teşekkür ederek hisarın içine yürüdüler.
Girişin hemen karşısında, sahnenin yanında yıkık bir minare
vardı. Debra sordu.
“Bu sanırım minare olmalı. Cami nerede?”
Bekçi Hıdır az İngilizcesiyle anlar gibi olmuştu, parmağıyla
minarenin hemen önündeki yuvarlak sahneyi gösterdi.
“Onun altmda caminin temeli var. Üstüne sahne yaptılar, baldı­
rı çıplak kadınlar şarkı çığınp tepindi” dedi Türkçe olarak
Köksal’a ve ilave etti: “Tercüme et bey.”
Koksal sıkıldı, konserlerin tartışılması onun eseriydi. Hafif
müzik konserleri böyle bir mekâna yakışmıyordu Köksal’a göre...
121

Hisarda sadece klasik oyunların oynanması gerektiğini yazmıştı.


Burası tarihi oyunlar için görkemli doğal bir dekordu. Konukları­
nın meraklı gözlerle kendisine baktığını görünce anlattı.
“Konuyu araştırıp inatla defalarca yazdığım için caminin tarihi­
ni ezbere biliyorum. Minare, eskiden burada bulunan camiye ait­
tir. Hisann yapımına başlanılan 1452 yılında çalışanların ibadeti
için inşa edildi. Padişah, vezirler, askerler, siviller hep birlikte
namaz kılıyor, dua ediyorlardı. Birlikte ibadet, fetihe hazırlanan
askerlerin üzerinde etkiliydi. Sultanla birlikte secdeye kapandık­
ça savaş için büyük moral ve hırs kazanıyorlardı. O hırsla bu koca
hisarı 139 günde tamamladılar. O yıllarda Kale Camii deniliyordu.
Sonra Fatih Sultan Mehmed Mescidi olarak anıldı. Sultan II.
Mehmed’e ‘Fatihlerin babası’ anlamında ‘Ebu’l Feth’ denince,
Ebu’l Feth Camii adı verilmişti. İstanbul’a ilk yapılan İslam mabe­
di olduğundan özel değeri vardı. Yıllar geçti cami unutuldu.
1953’te İstanbul’un Fethi’nin 500. yıl hisar onarımında caminin
yıktırılması tartışma yarattı, ama konu bastırıldı. Hisar müze
oldu, klasik tiyatro oyunları oynandı. Hamlet, Antigone, Kral
Lear, Fatih ve Kostantinos gibi eserler hisar dekorunda daha bir
güzelleşiyordu. Sonra oyunlar kaldınldı, tarihi hisar pop müzik
konserlerine açıldı, sahne caminin temeli üstüne kuruldu. Tepki­
ler cılızdi, ‘İstanbul için şehit düşenlerin hatırasına ihanet’ diyen­
ler oldu, ama sesleri pek duyulmadı, konserlere sponsor olan
medya konuyu görmezden geldi. Soma halk arasında bir söylenti
yayıldı; ‘Şehit yeniçeri hayaletlerinin ellerinde lalıç geceleri hisar
içinde dolandığım gördük’ diyenler oldu. Yeniçerilerin, ‘Lanet
olası nankörler, camimizi yıkın diye mi İstanbul’ü size aldık’
dediklerini söyledüer.”
Hisar camisinin hikâyesi konuklara ilginç gelmişti. Debra bazı
notlar bile aldı.
Koksal bir bilgi daha ekledi.
“Şimdi pop müzik konserleri yapümıyor, eskiden olduğu gibi
klasik tiyatro eserleri oynanıyor. Evet, rehberiniz Koksal
Demir’den bu kadar...”
Hepsi Kölcsal’ı alkışladılar.
Köksal’m anlatımmı pek beğenen Hıdır, onları Halil Paşa
Kulesi’ne götürdü. Hıdu; “Geceleri merdivenler kapanır” diyerek
demir parmaklıklı kapıları gösterdi. Yulcan çıkmalan imkânsızdı.
Kemer biçimindeki iki kapıdan zemine giriliyordu. Girişler zifiri
karanlıktı. Hıdır fenerini yakarak yol gösterdi.
“Buyrun geçin bakalım. Dikatli olun ha!”
122

Biraz merak biraz da ürküntüyle girdiler. İlk hissettikleri serin­


likti.
Aniden büyük bir gürültü patladı, İmle üstlerine mi yıkılıyordu?
Yüzlerce elin alkışına benzeyen sesler kulaklarına doldu. Hareket
eden “şeyler” yüzlerine çarptı. Lara’nm keskin çığlığı giriş tünelin­
de yankılandı. Korkuyla duvarlara yapıştılar.
Bekçi Hıdır bağırdı.
“Korkmayın korkmayın, kuş bunlar... Doludur kulenin içinde.”
Koksal da gürültüde duyulsun diye avazmm çıktığı kadar bağı­
rarak Hıdır’m sözlerini çevirdi. Kuşlar da uçup kaybolmuştu.
Derin bir nefes aldılar. O sırada Köksal’ın gözüne iki koruma
çarptı. Böyle bir tehlike karşısında Peter’i korumak için kucakla­
mışlardı.
Korkulan geçince hallerine kahkahalarla güldüler. Biraz daha
yürüdüler, şimdi tünel bitmişti. Kule üstlerinde yükseliyordu.
Yukanya baktılar, bir hipnotizmacının gözü gibiydi derin karanlık,
onları susturmuş, hareketsiz bırakmıştı. Suskun bakıyorlardı.
Sessizliği Bekçi Hıdır’ın sesi bozdu.
“Şuradan birinci kata merdiven var, ama gece vakti tehlikeli­
dir” diyordu. Feneri tuttuğu yerde yüksek basamaklı taş merdi­
venleri gördüler. Dar ve korkuluksuzdu.
“Zaten yukarda görülecek bir şey yok” dedi Hıdır.
Fenerin ışığı merdivenlere yönelince kuleye yükselen boşluğun
altı da karanlıkta kaldı. Debra başının üstünde hafif bir hışırtı
duydu. Korkuyla geri adım attı, elinde olmadan başmı kaldırıp
baleti. Bir “şey” hareket mi etti?
Yılan ıslığına benzer bir ses duyuldu, sonra duvara hızla çarpan
sert bir maddenin sesi geldi.
“Kafamın üstünden bir şey geçti...” dedi sarsılan Peter.
“Susturucuyla ateş edilmiş gibiydi, değil mi?” dedi Koksal hay­
retle.
“Evet, bana da öyle geldi” diyen Bob Peter’e seslendi: “İyi
misin?”
“Evet evet, iyiyim ama duvara çarpan o şey başımın üstünden
geçti. Rüzgân saçlarımı yaladı... Baksana yün kokuyor, derken
elini saçlarında gezdirdi ve heyecanla bağırdı: O şey saçımı yak­
mış!..”
Hepsi korkuyla kanşık heyecana kapılmıştı.
Debra o sırada hâlâ hisar burcunun karanlığına bakıyordu.
Bir şey değil, birkaç şey sallanır gibiydi. Arkadaşlanna seslen­
mek istedi, sesi çıkmadı. Yüreği göğsünden fırlayacakmış gibi
123

atmaya başladı, birden dili çözüldü.


“Aman Tannm, aman Tanrım burada bir şey var, gelin yanıma,
ışık ışık...” diye bağırmaya başladı.
Hıdır söylediklerini anlamasa da feneri Debra’ya çevirdi. Debra
onun elindeki feneri kaptı, yukarılara tuttu. Ötekiler şaşkın bakı­
yordu, kulenin karanlığından başka bir şey görülmüyordu.
Lara, elleri titreyen Debra’ya sarıldı.
“Sakin ol Debra!.. Hadi çıkalım buradan, durmamız gereksiz.”
Hıdır tekrar fenerini aldı, yol gösterdi, önde Lara ile Debra
tünelden hisarm içine çıktılar. Koksal büfeden şişe su getirdi.
Debra’ya içirdiler. Kalanıyla da yüzünü yıkadı.
Bob ise Peter’in saçlarına baleti. Beş parmak uzunluğundaki iz
Peter’in tam tep esindeydi. Saçların bir santim kadarı kızgm şiş
dokunmuş gibi yanmış kıvrılmıştı.
“Nedir bu acaba Peter?" dedi Bob dikkatle incelerken. Başına
açık bir elektrik teli dokundu herhalde...
Tiyatrosever kalabalık hisara dolmaya başlamıştı, Macbeth'i
izlemeye gelenler yere oturmuş titreyen Debra’ya merakla baktı­
lar. O, sesi titreyerek arkadaşlarına gördüğünü anlattı.
“Hayalet yeniçeriler gerçek galiba” dedi. “İnanın hareket eden
bilileri vardı.”
Bob onun saçlarını okşadı.
“Debra, bu söylediklerine bir saat sonra güleceksin. Sen bir
bilim kadınısın, hayaletlere inanmazsın...”
Debra iri mavi gözlerini açmış bakıyordu. Çok korkmuş olduğu
belliydi. Peter ile Koksal kollarına girdiler, oyun başlayacaktı,
yerlerine oturma zamanı gelmişti.
Hıdır’a teşekkür ettiler. Kıdemli bekçi Köksal’a doğru eğildi.
“Burada böyle şeyler olur ha!.. Ben de gördüm” dedi. “Şehit
yeniçeriler dolanıyor.”
Koksal gülerek Hıdır’m omzuna vurdu.
“Bize onlardan zarar gelmez Hıdır Ağa, yeniçeriler yabancı
değil, bizden nasılsa... Hadi eyvallah, yine görüşeceğiz.”
“Eyvallah delikanlı, 40 yıldır burada neler gördüm bir bilsen..."
diyerek başını bilgiççe salladı Hıdır da.
Koksal arkadaşlarına katıldığında oyun başlamak üzereydi.
Macbeth'in doğal dekoru olan hisarın iç ışıklan yakılınca görkem­
li bir manzara ortaya çıktı. Sahne dekoratörü tarihi kalenin surla­
rını, kuleleri öyle ustaca ışıklandırmıştı ki, seyirciyi Macbeth’in
karanlık ve irkilten ruh dünyasına sokuyordu.
...Ve üç cadmm gözükmesiyle Macbeth başladı.
124

Debra artık yatışmış, kendini oyuna kaptırmıştı. Türkçe de


oynansa, Macbeth'in İngilizcesini hemen hemen ezbere bildiğin­
den zevk alıyordu. Devlet Tiyatrosu sanatçıları da rollerin hakkım
vermekteydi.
Oyun ilerledi. En çarpıcı sahnelerden biri geliyordu. Kralı öldü­
recekti Macbeth. Kansı ısrarla cinayete itiyordu onu, ama bir
türlü hançerine sanlamıyordu Macbeth.
"Şu Önümde gördüğüm hançer mi? Kabzası elime doğru çevril­
miş. Gel. Yakalayayım seni. Ele geçmiyorsun, ama seni hâlâ görü­
yorum. Uğursuz hayal, gözle görülür de, elle tutulmaz mısın?
Yoksa ateş içinde yanan kafamın uyduluğu bir hayal misin?”
Bu çok beğendiği bölüm Debra’nın belleğinde kazılıydı. Mac­
beth “Yanan kafamın uydurduğu hayal misin?” dediğinde,
Türkçe bilenler kadar sözleri anlamıştı. 0 anda sahnedeki
Macbeth’in yanındaki yeniçeriyi gördü. Elindeki kanlı kılıcıyla
hareketsiz duruyordu. Sağma soluna baktı.
Herkes oyuna dalmıştı. Yeniçeri kimseyi etkilememişti. “Yanan
kafamın uydurduğu bir hayal m i?” diyordu Debra Yoksa Türk
rejisör oyuna böyle saçma bir kişilik mi eklemişti? Tekrar yeniçeriye
baktı, artık Macbeth’in söylediklerini duymuyordu. Gözlerim yeniçe­
riye dikmişti. Yeniçeri birden ona baktı, gülüyordu.
Yanında oturan Lara’ya yeniçeriyi göstermek istedi, dirseğiyle
dürttü, sahneyi başıyla işaret etti. Lara gülümsedi, oyunu övüyor
sandı. Debra tekrar sahneye döndüğünde yeniçeri kaybolmuştu.
Kendinden endişe etti, hayalet görüyordu. Belki de az önce tünel­
de yaşadığı korku varsam görmesine sebep oluyordu.
Debra varsamsıyla uğraşırken oyun da ilerlemişti. Macbeth
cinayeti işlemiş ve kralı öldürmüştü.
Macbeth “... Acaba bütün okyanusların suyu elimi bu kan­
dan temizler mi? Hayır; belki de şu elim sonsuz denizleri kana
çevirir” diyordu.
Debra, oyuncunun yanında yeniçerinin tekrar belirdiğini gördü.
Olduğu yerde sarsıldı, Lara’nm koluna sarıldı. Lara bu davranışım oyu­
nun dehşetine verdi. Debra tekrar sahneye baktı yeniçeri kaybolmuş­
tu. Biraz daha zaman geçti. Seyirciler tamamen oyuna kapılmıştı.
Gerilimiyle ünlü kanlı oyun seyirciyi avucuna almış devam edi­
yordu.
Macbeth ‘Herkes içinde b ir senden sakınmıştım. Çekil!..
Ruhum senin kanınla zaten çok yüklü” diyordu.
O sırada yeniçeriyi yine sahnede gören Debra korku içindeydi,
nasü oluyor da kendisinden başka kimse onu göremiyordu?
125

Yeniçeri, Macbeth’in yanından ayrddı. Şimdi Debra’ya doğru


geliyordu. Elinde kılıcı omuzlarını iki yana sallayarak bir adım
atıyor duruyor, gözlerinin içine bakarak gülüyor sonra tekrar bir
adım daha atıyordu. Gülüyor gibi gözükyordu ama kaşları çatıktı,
palabıyığı ürkütücüydü. Yaklaştı, yaklaştı...
“Aman Tanrım!.. Aman Tanrım!..” diye bağırdı Debra.
Kimse onu durdurmayacak mıydı? îki adım sonra karşısında
olacaktı. Yeniçeri o sırada durdu, kılıcını gösterdi. Kılıcın ucun­
dan kan damlıyordu. Debra ayağa fırladı, bağırmak istedi yine
sesi çıkmadı, gözleri karardı, yeniçerinin “olmaz” gibilerden par­
mağını salladığım gördü bayıldı.
Düştüğünü sadece arkadaşlarıyla yakınlarmda oturanlar fark
etmişti. Peter’in dev korumaları kızı kucaklayarak çıkışa doğru
koşturdular. Debra kucaktayken kendine gelir gibi oldu.
“O nerede?” diye haykırdı. Tekrar bayıldı.

Hastanede

“Korkacak bir şey yok. Anlattıklarınıza göre hisar gezisinde


korkmuş, Macbeth ise malum, kanlı ve sinir bozucu oyundur, bir
de yol yorgunluğu var. Olur böyle şeyler. Hastanede kalmasına
gerek yok. İğneden sonra otelde mışıl mışıl uyur. Sabaha bir şeyi
kalmaz” dedi doktor.
Debra donuk gözlerle bakıyordu.
Hastaneden çıktıklarında hepsi bir tuhaf olmuştu. Debra’mn duru­
munu tek tük sözcüklerle yorumluyorlardı, o uykuya dalmıştı.
Ertesi gün öğleye doğru Debra uyandı. Lara başmda beklemiş­
ti. Onun ısrarıyla kahvaltı etti, kendini toparlamıştı.
“Bayılmamın nedeni yeniçeri hayaleti” diyerek gördüklerini veya
varsanısmı anlattı. Başma gelenlere hâlâ akıl erdiremiyordu.
“Korkak değilim, hayaletlere inanmam, nasıl oldu böyle bir şey
gördüm bilemiyorum” diyordu.
Lara, yaşadığı varsanıyı yol yorgunluğuyla hisardaki kuşların
yarattığı tepkiye bağladığım söyledi.
“Kuşların sebep olduğu korkudan sonra bir de Makbet kanlı
elleriyle, tuz biber oldu” diyerek güldü.
Debra da güldü.
“Haklısın, öyledir” dedi. Yine de aklı hayalet yeniçeriye takılıy­
dı. Ama ben onu gördüm.
Biraz soma Bob, Peter ve Koksal da odasına girdiler. Yeniçeri
hayaleti gördüğünü onlara da anlatınca Debra’ya biraz takıldılar.
126

“Böyle giderse doğaüstü dizilere senaryo yazarsın” dedi Bob.


Debra yapmacık bir öfkeyle ayağa fırladı.
“Hadi bakalım sert erkekler işbaşına, ben az sonra hazınm, siz
de hazır olun” dedikten sonra banyoya girdi.
Koksal elinde olmadan, kısa geceliğin cömertçe gösterdiği
Debra’nın dolgun bacaklarına baktı, yaptığından utansa da içinde
kabaran isteği kendisinden gizleyemezdi. Hemen başını Önüne
eğdi, odadan çıktı.
Debra’mn uyuduğu saatlerde gazeteden telefon eden polis
istihbaratı şefi Kubilay, beyaz minübüsle ilgili olarak Köksal’a
bilgi vermişti.
“Daha önce plaka sorulduğunda yanlış anlama olmuş. Minibü­
sün plakası sahte değil. Plakanın sahibini bulduk... Esenyurt’ta
bir bakkal. Araştırdığımız plaka onun aracının çıktı. Ufak kırmızı
bir kamyonet. Polis, ‘Kopya plaka yapmışlar’ diyor veya sahte
ama rastlantı eseri bakkala ait plakanın eşi olmuş.
Kubilay, aynı plaka numarasını taşıyan beyaz minibüsün aran­
dığını da söyledi.

Kara Temur

Minibüsün beyazlığının kaybolmasma birkaç püskürtmelik yer


kalmıştı. Beyaz minibüs göze çarpmayacak renklerden koyu haki­
ye boyanıyordu. Yeni boya eskitilince ordudan çıkma araçlara
benzeyecekti. Sahte plakası denizin dibini boylamıştı bile...
Ümraniye’ye yakm hurdalıktaki garajın cam duvarlı ofis bölü­
münde oturan posbıyıklı, kirli sakallı zayıf genç adam kısık gözle­
riyle minibüse bakıyordu, ama görmüyordu. Onun aklı
Gürcistan’dan gelecek e-posta mesajmdaydı. Kara Temur’a vere­
ceği raporun notlarını gazetedeki bir reklamın beyaz boşluğuna
yazmıştı. “Herifler reklama bir ton para veriyorlar, sonra koca­
man sayfayı boş bırakıyorlar” diye söylendi.
Kara Temur telefon numarası vermezdi, kendisi sadece
e-posta’yla haberleşirdi. Telefonla çok ender arardı. Dilediği
zaman elbette... Dizüstü bügisayarm mesaj sinyali öttü nihayet.
Posbıyıklı heyecanla baktı. Live messenger hazırdı.
“Buyur Amca.”
Bir süre karşıdan gelen sorulan bekledikten sonra yanıt yazdı:
“Henüz bir şey yok. Dün gece tiyatroya gittiler... Rumelihisan’na...
İki kan, beş herif... İki herif Alman’m gorili... Bize uyandılar yolda,
çaktık tüydük, soma araba değiştirip izledik. Kannın biri tiyatroda
127

hastalandı, hastaneye götürdüler, sonra otele gittiler. Dört adamı­


mız devamlı peşlerinde, her adımlarını takipteyiz Amca...”
Bekledi bir an, tekrar yazdı: “Emirlerini bekliyorum. Buyur
Amca.”
Şimdi Kara Temur yazıyordu: “Macaristan’da NATO toplandı.
Mal yapan Afganlara büyük operasyon geliyor. Obama’run deste­
ğiyle 50 000 komando gönderme karan aldılar. Uyuşturucu satıp
mangırı Taliban’a, El Kaide’ye veriyorlar, diye köklerim kurutma
karan aldılar. Harekâttan sonra uzun süre mal çıkmaz, bizdeki
mal değerlenecek. Sevkıyat yapmayın. Fiyatlar tavana vurunca
göndereceğiz. Tamam mı?”
“Tamam Amca, tamam, başüstüne, ellerinden öperim Amca.”
Kara Temur’un adını asla ağızlanna almazlardı. Onun kod adı
“Amca”ydı.
Posbıyıklı, kirli sakallı, zayıf, sinsi bakışlı gencin adı Faris’ti.
Kirden buğulanmış cama vurdu, ofisin girişindeki taburelerde
oturan iki kişiye işaretle “Gelin” dedi. Dışandakiler telaşla topar­
lanıp içeri girdiler, Faris’in karşısında saygıyla el kavuşturdular.
Faris burnunu çekti, bir daha çekti, kokain burnunun frenini boz­
muştu. Tespihini çıkardı, yukarıdan bakarak talimat verdi.
“Depolardaki mallar tutulacak. Bu geceki sevkıyat yapılmayacak.”

Debra’mn peşini bırakmayan Yeniçeri

Debra yıkandıktan sonra jakuziye girdi. Gece gördüğü hayalet


sinirlerini iyice yıpratmıştı. Su vücudunu dövdükçe rahatlıyordu.
Gözlerini kapayınca Köksal’ı görmesine şaşırdı, Kibaf bir erkekti
ama neden hayaline girmişti? “Yeniçerinin girmesinden iyidir her­
halde” diye geçirdi içinden.
15 dakika kadar jakuzide kaldı. Kurulandı, bornozunu giydi
banyodan çıktı. Koksal hâlâ akimdaydı. Boy aynasının karşısına
geçti. Bornozunu atarak vücuduna baktı. Daima topuz yaptığı san
gür saçları şimdi omuzlarma dökülüyordu. Omuzlannm bu kadar
geniş olması erkeksi bir hava mı veriyordu?
Göğüsleri dikti. Silikonsuz olduğuna inandırmak zordu. Kalça-
lan göğüsleriyle orantılıydı ama uzun baldırları kalmcaydı. Hare­
ket ettikçe beliren kann kaslanyla bacaklannm kaslı olmasının
nedeni orta eğitimden üniversiteyi bitirene kadar futbol oynama­
sıydı. Bir adım geri çekilerek aynaya baktı. Güzel kızdı, hem de
Çok güzel. Koksal onu böyle görmek ister miydi? Bu düşüncesin­
den utandı. Yüksek sesle söylendi.
128

“Fantezileri bırak, işine bak Debra. Sen bilim kadınısın.”


Daha fazla çıplak kalırsa tahrik olacağından korktu, aceleyle
giyindi, toplantıyı yapacakları Peter’in odasma gitmek için çıktı.
Peter bir kat aşağıda kalıyordu. Asansöre binmeye gerek görme­
di, merdivenlere açılan kapı yalandaydı.
Merdivenlerden inerken arkasından gelen birini hissetti. Döndü
baktı, kimse yoktu. Tekrar yüriidü, ilk basamağa adım attığında
arkasındaki sesi yine duydu. Sadece ses vardı, kimse görünmü­
yordu. Bu defa korkmuştu, basamakları atlayarak inmeye başla­
dı, alt katın kapısını açarken merdivenlere baktı, yeniçeri hızla
geçti, elinde mızrak vardı.
Debra koridora çıkmca Peter’in odasma doğru koştu. Kapıyı
tıklattı.
“Hadi Peter aç şunu!” diye söylendi. Gözü merdiven lcapısm-
daydı. Kapı aralandı, yeniçerinin mızrağı gözüktü, ardından ken­
disi de koridora çıktı.
Onu görünce olduğu yere çöktü Debra
Peter kapıyı açtığmda kahkahalarla sarsılıyordu. Koridora
çıkan “yeniçeri” aşçılannkine benzer uzun beyaz başlık giymiş
temizlikçi kadındı, mızrak sandığı ise paspas sopasıydı.
Bir gün önceki varsam sinirlerini dümdüz etmişti. Yine de
Makbet’in yanındaki yeniçerinin kendi düşünün yaratısı olduğuna
kendini inandıramıyordu. Alay edeceklerinden çekinmese arka­
daşlarına, “Benim gördüğüm yeniçeri hayal değil gerçekti. Belki
sadece bana gözüktü” demek istiyordu.
Kapıyı açan Peter’den başka, Debra’mn kahkahalarım duyan
Lara ile Bob ve Koksal da yanma geldi. Gülme krizine tutulan
Debra’yı kollarından tutup kaldırdılar, odaya götürüp oturttular.
Debra şaşkın dostlarma kahkahalarının sebebini anlattı. Temiz­
likçiyi yeniçeri hayaleti sandığını öğrenince onlar da kendilerim
tutamadı.
Herkes sakinleşince Bob toplantıyı başlattı.
“Fatih’in İstanbul’u fethinden 38 yıl sonra, Oruç Bey 1491’de
kitabım yazıyor. Fatih Sultan Mehmed, ‘Kubbeden söz edenin kel­
lesi gider’ dediğmden, gördüklerini yazmaya padişahın ölümünden,
sonra cesaret edebiliyor. Roma belgelerinden, efsanelerden alıntı­
lar yapmış, kendi çağından daha eski olayları anlatan belgeleri de
aktarmış. Bulgularına göre, bugün İstanbul denilen bölgeye,
Bizas’tan ve Constantinus’tan önce kentler yapıldığını öne sürü­
yor... Bakın şurası dikkatimi çekti” dedi Bob ve notlarına baktı.
“Rumelihisarı yapılırken metal kubbeli bina bulduklarını, bina­
129

nın içinde 7 Akbaba olduğunu yazıyor. Konstantinopolis fethedi­


lince çok eski Latince bir belge eline geçiyor... Ve...”
Lara onun sözlerini tamamladı.
“Ve o belgede aynı metal kubbeli bina ve akbabalar anlatılıyor.
Hem de ‘İsa’dan uzun yıllar önce’ kaydıyla. Şuraya dikkat edelim;
Macaristan tarafından geldiği söylenen hükümdar Yanko bin
Medyan efsane değilse, ilk kazıyı İsa’dan önce yaptırıyor. Onlar
da kubbeli binayı ve 7 Akbaba’yı buluyorlar. Kubbeli binanın, İsa
Peygamber’den değil, insanoğlunun yaratılışından önce orada
olduğunu bildiren levhayı okuyorlar.”
Lara’nm sözünü de Peter kesti.
“İnsanoğlundan önce inşa edilmiş kubbeli binaya birüeri
mücevherle kaplanmış akbaba koyuyor, 7 000 yıl sonra geliyorlar
ve akbabanm başını kırıp bir başka akbaba koyuyorlar. 7 000 yıl
soma onun da başını kırıyorlar... Hadi bir akbaba daha... Bu efsa­
neyi birileri gerçek sanıyor ve aptalca İstanbul’a koşuyor. Önce
1933’te Janos Klein, ardından 2008’de benim saf kardeşim... Üste­
lik bu yolda canım veriyor.”
Bob elini uzattı Peter’in ağzını kapattı.
“Bak sevgili kuzenim, sen yarın sabah uçağına biniyorsun ve
evine dönüyorsun. Bizi burada rahat bırakıyorsun. Şu anda ne
yapıyorsun biliyor musun; viskini alıyorsun, yudumluyorsun ve
lafa hiç karışmıyorsun.”
“Okey Bob, size başanlı çalışmalar dilerim” dedi Peter gülerek.
Toplantı masasmdan kalktı.
“Viskimi otelin terasmda içeceğim” diyerek odadan çıktı.
“Peter’in içi yanıyor, kardeşinin ölümüne sebep olduklarından
kubbe ve akbabalar denince Öfkeleniyor, kardeş acısı yüreğini
yakarken mantıklı olabilmesi imkânsız. Berlin’e dönüp işiyle
uğraşması doğra olur” dedi Koksal Bob’a.
Lara da Peter’in eve dönecek olmasından memnundu.
“Eşinin yanında rahat eder, hem üzülmez, hem de kafamızı karış­
tırmaz... Şnndi devam edelim. Akbabalı kubbe bahsi Oruç Bey’in
bulduğu eski Latince belgeye İstanbul’un fethinden yaklaşık 1100 yıl
önce yazılmış, ancak çok daha eski tarihlerdeki olayları arılatıyor.
Oruç Bey 1491’de kaleme aldığı kitabında “Kubbe bulundu ve Fatih
Sultan Mehmed ile maiyeti biz 4 kişi içine girdik, akbabaları gördüm”
diyor. Böylece kubbe çağlar soma ikinci kez bulunmuş oluyor.
“Demek ki alcbabalı kubbe efsane değil. Oruç Bey bilinen bir
kişi. Fatih’in resmi tarih yazıcısı. İçine padişahı katarak efsane
uyduramaz” dedi Koksal.
130

“Janos Klein gibi bir entelektüel boşuna İstanbul’a gelmez.


Mutlaka bizim göremediğimiz bir şeyi buldu.” Bob’un sözleriyle
Debra ilginç bir noktaya geldi.
“Oruç Bey kitabının tamamım okumadık. İsa’nm kemikleri,
Musa, Nuh, Süleyman, Davud, Bamabas İncili deniyor... O bölümle­
re süre ayınp bakmadık, kubbeyle bağlantılı bilgi olabilir.”
Koksal bir başka öneri getirdi.
“Bizde Almanca tercümenin fotokopüeri var. Orijinal Berlin’de
Peter’in kasasında... Orijinalin bir sayfasında notlar veya ipucu
olacak işaretler bulunabilir. Ayrıca Oruç Bey kitabının elyazması-
m da İstanbul’a getirelim. Burada Arap alfabesi, eski Türkçe ve
elyazmaları konusunda dünyanın en iyi uzmanları var.”
Köksal’ın önerisini hepsi onayladı. Gider gitmez orijinal kitap­
ları göndermesini Peter’den isteyeceklerdi.
Ertesi sabah erkenden Türk uzmanlan bulacak olan Koksal not
alırken, Debra’mn kendisine baktığım fark etti. Göz göze geldiler.
Debra gözlerini kaçırmadı. Bir süre bakıştılar. Yüreklerini birden
yakan sıcaklığm nedeni, Eros’un attığı okların kalplerinin tam
ortasına saplanmasıydı.
Bob bir şeyler fark etmiş gibi ikisine de baktı. Hafifçe öksürdü.
“Koksal, ilk işimiz Rumelihisan’nda kazı izni almak olsun...
Sanınm kolay olmaz ve sanınm bunu ancak sen halledersin.”
“Meclis başkanıyla görüşmem lazım. Bir de Bob, kazı için esas­
lı para gerekli.”
“Kazıyı destekleyecek parayı Peter’den başka, Amerika’daki
dört beş kaynaktan temin edebilirim. Son derece meraklı bir kazı
olacağından bazı bankalarla medya kuruluşları, kültür vakıflan
ügi gösterir, onlardan para alırım. Sen kazı iznini kopar Koksal.
Daha fazla kafa patlatmamız gereksiz. Bundan sonra yapılacak­
lar; kazı izni almak, Peter’in orijinal kitaplan göndermesi... Kutsal
emanetler üzerine sonra çalışırız. Şimdi yemeğe inelim” diyen
Bob, Lara ile Debra’yı ellerinden tutarak masadan kaldırdı.
Terasta viskisini içmekte olan Peter’in masasma oturdular.
Yemekte en çok kazı konuşuldu. Bob çok heyecanlıydı. Yemek
sonrası birer içki almak için bara geçtiler, biraz daha sohbet etti­
ler. Geceyasına doğru uykusu gelen Lara kalktı, Bob ile Peter onu
izledi. Koksal ile Debra baş başa kalmışlardı. Bir süre gülümseye­
rek bakıştılar. Sonra Debra en merak ettiği şeyi sordu.
“Evli misin Koksal? Yüzüğün yok ama...”
“Hayır değilim.”
“Hiç evlendin mi?”
“Hayır, ya sen?”
“Ben de evlenmedim.”
Debra, New York Long Island’da üniversiteye yakın bir evde tek
başına oturduğunu söyledi. Koksal da, İstanbul Maçka’da bir apart­
manda tek başına yaşadığım söyledi, gazetedeki işini anlattı. Biraz
konuşuyor, susuyor, kâğıt peçete, bardak gibi şeylerle oynuyor, sonra
kaçamak bakışlar atıyor, gülümseyip duruyorlardı. Sıkıntılarına bar
ışıklarının hafifletilmesi yetişti. Barın kapanma saati gelmişti.
“Kalkmamız gerekiyor” dedi Koksal hesabı imzaladıktan sonra
Debra’ya. “Seni odana bırakayım, yeniçeri karşına çıkabilir...”
Güldüler.
Asansörde konuşmadılar, sadece tavana, duvara ve kaçmcı
kata çıktıklarım gösteren ışıklı levhaya baktılar.
Debra odasının kapışım açtıktan sonra içeri girmedi, döndü
Köksal’a baktı.
“Konuşmak ister misin? Benim hiç uykum yok.”
Koksal anlamıştı, sesini çıkaramadı, odaya girdi. Debra kapıyı
kapadı, bir iki saniye bakıştılar. Sonra saldınrcasma ileri çıktılar,
vücutları birleşti. Birbirlerinin giysilerim yırtarcasma çekip çıkar­
dılar. Koksal genç kadının dilini ağzının içinde hissetti.

Ayın 5’i, iki ayrı yer, aynı saat

Çocuk uzandı bir avuç böğürtlen kopardı, sıktı, kırmızı su par­


maklarının arasından elinin üstüne aktı. Elini arkadaşına göster­
di, o güldü.
Hafif çiseleyen yağmur biraz önce kesilmişti. Tepeye uzanan
dar orman yoluna böğürtlen dallan uzanmıştı, Muşmula ağaçları­
nın dökülen meyvelerine şut çektiler. Ihlamur ağaçlannın sinir
yumuşatan parfümü ormana yayılmıştı. Yağmurun ıslattığı yap­
raklar daha yeşil parlıyorlardı.
Çocuk eğildi bir yaprak aldı, avucuna tükürdü, kırmızı böğürtlen
boyasmı yaprakla silmeye çalıştı, soma elini toprağa sürerek kuru­
ladı. Yeşil ormanın ortasında dalların örttüğü incecik yol iyice dik­
leşmişti. İki çocuk şimdi konuşmadan yürüyorlardı, hızlanmışlardı.
Tepenin zirvesine yaklaşınca kayalığın üstündeki ufak Karadeniz
kentinin ünlü antik manastın ağaçların arasından gözüktü.
Çocuk saatine baktı.
“Dört dakika daha bekleyeceğiz” dedi.
Dört dakika soma manastmn iki kanatlı ağır ahşap kapısının
önündeki düzlükte durdular. Kanatların birinm içinde ufak bir
132

kapı daha vardı. Çocuk o kapıdaki delikten sarkan kalın ipi iki üç
kez kuvvetle çekti.
“Geliyorum, kimdi o?” diye seslendi yaşlı bir ses.
Çocuk arkadaşının elindeki güğüme metal bir şeyle vurdu.
“Sütçü Yavuzum ben patri!.. Ben Yavuz, Yavuz...”
“Patri” dediği kişi kapıyı açtı.
“Bugün süt günü değil yavrum.”
Çocuk, süt güğümüne vurduğu metal “şeyi” doğrulttu. O ses
duyuldu, “patri” arka üstü düştü. Mermi ufacık bir delik açarak
alnından girmiş, büyük bir parça kopararak başının arkasından
çıkmıştı. Rahip Anatolio, her günkü sütçüsü Yavuz’un elindeki
silaha şaşmaya vakit bulamadan ölmüştü.
İki çocuk rahibin üstünden atlayarak manastıra girdi. Defalarca
süt getirdikleri manastırın giriş katım iyi bilirlerdi. Kütüphaneye geç­
tiler, ellerindeki küçük resimle raflardaki kitaplan karşüaştırdılar.
Aradıklarım bulamadılar, kitaplan yere attılar, masalan devirdiler.
Çocuklar saat 14.00’te geldikleri dar orman yolundan aşağıya
doğru koştuklarında saat 14.28’di.

Aynı gün, saat 13.55. Mavi mozaik kaplı apartmanın karşı kaldı­
rımındaki büfede üç delikanlı limonata içti. Soma birer sigara
yakarak sokağa çıktılar. Buz gibi limonata güneydoğu kentinin
beyin eriten sıcağına iyi gelmişti. Biraz oyalandıktan soma karşı
kaldırıma geçerken en kısalan, “Nefesleri derin çekin oğlum, üç
dakika kaldı” dedi.
Aynı anda iyice eski, gri renkte ufak bir otomobü yanlarında durdu,
gençlerden biri arabanın bagajını açtı, bilek kalınlığında, bir metreye
yakın uzunlukta üç sopa çıkardı. Otomobil hemen uzaklaştı.
Sigaraları attıktan soma mavi mozaik kaplı apartmana girdiler,
üçüncü kata çıktılar. Üçüncü katın kapısının üstündeki tabelada
şu yazıyı okudular:
“Kapımız daima açıktır, BUYRUN.” Yazının altında kabartma
haç vardı.
Açıp girdiler. Yaylı kapı kendiliğinden kapandı. İçerde üç mis­
yoner oturuyordu, girenlere gülümseyerek baktılar.
Üç genç adam birden atıldı, sopalan misyonerlerin kafasına indir­
diler. Tam tepelerine inen darbeler onlan anında yere yıkmışü. Genç­
ler bıçaklarım çıkararak baygın papazların üstüne eğildiler.
İşlerini bitirdikten sonra bütün odalan dolaşarak dolaplan
açtılar, çekmeceleri döktüler, kitaplan yerlere attılar.
“Burada eski kitap yok. Gidelim artık.”
133

Çıkarlarken kan gölünün üstünden atlamak zorunda kaldılar.


Sadece kısa boylusu tam aşamamıştı, bir ayağıyla kana bastı. Saat
14.26 idi.

İSTANBUL. Saat 14.42’de temizlikçi Ejder telefon etti.


“Selim Bey, iki gömleğinizi de bugün temizledim, arzu ederse­
niz bu akşam evinize bırakayım.”
“Teşekkür ederim Ejder, zahmet olacak” dedi Selim. Sonra kol­
tuğuna yaslanırken birden burnu kanadı.
“Azrail alerjisi” dedi kardeşine.
“Kazlar iyi iş becerdi, değü mi?” derken gülümsedi Sami.
“Lanet olsun cinayete... Bize bunları yaptıranlara lanet olsun!”
diyen Selim yine Latince söylendi: Fas, fas.15

“Hz. Muhamed (Sav) Incil’de Yazılı!.."

Kazı iznini hızlandırmak için Ankara’ya Meclis başkanıyla


görüşmeye giderken Köksal’ın gazetesinde biri Karadeniz’de diğe­
ri Güneydoğu’da öldürülen dört rahibin telaşı vardı.
Kuzey kentinde öldürülen Rahip Anatolio İtalyan’dı, 37 yıldır o
bölgedeydi. Anatolio adı Latince “Doğu, güneşin yükseldiği yer
Anadolu” anlamında olduğundan ismini kaderinin çizgisi olarak
görmüş ve Anadolu’ya gelmişti.
Güney kentinde cinayete kurban giden üç papaz ise Müslüman­
lıktan Hıristiyanlığa geçmişti. Biri 42, diğer ikisi 27yaşındaydı.
Bölgede bedava din kitapları dağıtan yayınevi kurmuşlardı. Hıris­
tiyanlığı yaymaya çalışıyorlardı.
Rahip Anatolio’nun katil sanığı iki genç olaydan dört saat
sonra, üç misyonerin katili de üç saat sonra yakalanmıştı.
Aynı gün ve aynı saatte işlenen cinayetlerin sanıkları aynı ifa­
deleri vermişlerdi.
“Onların papası Hazreti Muhammed’i, İslam’ı kötüledi, karika­
türistleri peygamberimizi cehennemde terörist olarak çizdi.”
“Olaydan sonra neden ortalığı kırıp döktünüz?” sorusuna da
aynı yanıtı verdiler.
“İsa Peygamber’in Hazreti Muhammed’i ‘Mesih’ gösterdiği Bar-
nabas İncili’ni aradık.”
“Buldunuz mu?”
“Hayır bulamadık.”

15. “Kader, kader.”


134

Rumelihisan’nda ne var?

Meclis Başkanı Köksal’ı bekletmedi. Bir süre cinayetlerden söz


ettiler.
Başkan üzgündü, Papa’ya da sitem etti.
“Katiller kim? Beyni yıkanmış cahil gençler. Bu çocuklar kışkır­
tılmış... Düşünün, çok genç, dindar çocuklar buluyorlar, onlara
mücahitlik telkinleri yapılıyor, bol miktarda para veriliyor ve elle­
rine silah tutuşturuluyor. Olay provokatif kesinlikle... Avrupa
Birliği’ne girmemizi engellemeye çalışıyorlar. Türkiye üzerinde
dış düşmanlarca oynanan bir oyun, karanlık amaçlı ajan işi...
Sonuçta ülkemiz için çok kötü oldu. Ancak Papa da sorumlu.
Büyük bir dinin en yüksek görevlisi olduğu halde Hz. Muhammed
(SAV) hakkında yakışıksız sözler söyledi. İslam dünyasmı tahrik
etti. Müslümanların İsa Peygamber’e gösterdiği saygıyı ve sevgiyi
Papa Hazretleri de Hz. Muhammed’e göstermelidir. Hıristiyan
âlemine örnek olmalıdır. İslam’da İsa Peygamber’i tanımamak
Kuran’a karşı gelmektir, yani bunu yapan İslam dininden çıkmış
sayılır. Müslümanlar, dindar Hıristiyanlar kadar İsa Peygamber’e
saygı gösterir. Papa konuşmasıyla İslam âlemini karıştırmak iste­
yenlere koz verdi.”
“Bu sözlerinizi gazeteme yazabüir miyim?” diye sordu Koksal.
“Memnun olurum.”
Kahvelerim içtikten soma ziyaret sebebim açıkladı. Bakan
olumsuz değildi. Kazının nedenini sorunca, Koksal Bob’un uydur­
duğu hikâyeyi anlattı.
“Hisar yapımına son Bizans İmparatoru Konstantinos Dragazes
karşı çıkmıştı. Söylendiğine göre hisann arazisinde Bizans’tan önce
yerleşim vardı. Orada Bizans’ı koruyan bir tılsım olduğuna inanı­
yordu imparator.... Söylenti gerçekse, İstanbul’da yerleşimin başla­
dığı tarih daha gerilere gidecektir. Tarih yeniden yazılacaktır.
Meclis Başkam bu laf çorbasından pek bir şey anlamamıştı.
Fazla açıklama da istemedi.
“Koksal Bey, konuyu ilgili müdürlüğe vereceğim. Siz de açıkla­
yıcı bir dosyayla başvunı yaparsınız. Merak etmeyin işleri hızla
gördürürüm.”
Koksal teşekkür ederek başkana veda etti. İzin için heyecanlı
bekleyiş başlamıştı. Başkan dört gün sonra Köksal’ı aramıştı
ama iyi haber vermiyordu. Anıtlar Kurulu hisarda kazıyı gerek­
siz bulmuştu. Amerikalı arkeolog eğer bina arıyorsa toprağı
tarayan yeni elektronik aygıtlardan yararlanabilirdi. Kazı redde­
135

dilmişti, fakat elektronik aletlerle araştırma yapılmasına izin


çıkmıştı.
“Belld de daha iyi... Toprağm altında neler olduğunu göstere­
cek aygıtlarımız var” dedi Bob. Aygıtları Amerika’dan isteyecekti.
Sponsorlarla artık görüşebilirdi.
Bob, Amerika’daki gerekli yerleri aradı. Elektronik aygıtlar ile
onları kullanacak uzman ekip bir hafta soma İstanbul’da olacaktı.
Haftanın başmda Peter Berlin’e döndü. 1491, Oruç Bey elyazma-
sını ve Almanca çevirinin orijinalini gönderdi. Peter’in uçağıyla
gelen kurye değerli emanetleri teslim etti.
Araştırmaya az kalmıştı, Koksal Bob’a bir basm toplantısı yap­
masını önerdi.
“Nasıl bir araştırma yapacağım açıklamazsan her kafadan bir
ses çıkar. Hazine aramaktan casusluğa kadar uzanır söylentiler.
Bu nedenle ayrıntılı bilgi ver medyaya...”
Bob ayrıntılı bilgi vermekten yana değildi.
“Bence bilimsel içerikli bir şeyler uyduralım. Metal kubbeli
bina üe 7 Akbaba’dan söz edersek medya garipser, bir kısmı inan­
maz, bir kısmı da bizi alaya alır. Bakanlık da ‘Bunlar maskara’
diyerek izni iptal edebilir.”
Medya, Bob’un toplantısma büyük ilgi gösterdi. Çünkü o, ünlü
Robert Younger’dı. Belgesel kanallarında sıkça görülürdü. Bütün
dünyada ilgi toplamış olan sansasyonel arkeolojik keşiflerin sahi­
biydi. Ayrıca dünya çapında televizyon ünlüsüydü, kimilerine
göre yakışıldı bir stardı.
Yazarlar, muhabirler, kameralar kalabalığı Hilton’un balo salo­
nunu doldurmuştu. Koksal bir köşede gazeteci kimliğiyle oturu­
yordu. Salonda çok sayıda bilim adamı yanında, medyanın ilgi
gösterdiği toplantıları kaçırmayan sosyetenin teşhir meraklıları
da hazır bulunuyordu.
Bob, Lara ve Debra konferans masasındaki yerlerini aldılar.
Bob safari kostümünü giymişti, bej kısa kollu montunun içinde­
ki yakasız zeytin yeşili tişörtü ve domates kırmızısı fularıyla
filmlerdeki maceraperestlerin görünümündeydi. Lara her zaman­
ki gibi ince yazlık “deep blue” lacivert tayyör giymişti. Debra ise
lacivert safari gömleği altma açık mavi tişört ve beyaz pantolon­
la çarpıcıydı. İki kadının güzelliği dikkatleri çekmişti, sosyete­
nin kadınları hemen dedikoduya başlamışken, sosyetenin erkek­
leri de “Acaba tanışmak mümkün olabilir mi?” rüyalarına kapıl­
mışlardı.
Bob hepsini saygıyla selamladı. Türkiye’de olmaktan duyduğu
136

memnuniyeti belirtti. Araştırmasının ne olacağmı anlatmaya baş­


ladı.
“Öncelikle şunu söyleyeyim; kazı yapmayacağız. Kazmak yok...
Elekronik aletlerle toprak altında kalmış yerleşim alanlarım araş­
tıracağız. Biliyorsunuz teknoloji artık yeraltınm röntgenini çeke­
biliyor. Rumelihisan’nda başlayacak araştırmamız İstanbul’un
çeşitli bölgelerinde sürecektir. İstanbul’da bilinen dönemlerden
daha eski çağlarda yerleşim olduğu Yenikapı’daki metro çalışma­
larında 2007’de ortaya çıkan Theodosius Limanı kazısıyla kanıt­
landı. O bölgede 10 000 yıl önce bir köy olduğu anlaşıldı. Tarihi
değiştiren bir keşif..."
Bob, ilginç bazı örneklerle konuşmasmı bitirdikten sonra
medya mensuplannm sorularına geçildi.
“Neden Rumelihisarı’ndan başlıyorsunuz? Orası tarihi yarıma­
danın dışında kalıyor? Elinizde bir bulgu mu var?”
“Yenikapı’dan sonra en eski yerleşim merkezlerinden biri de
Küçükçekmece Yanmburgaz’da 2008’de bulundu. 7 500 yıl Önce
orada insanlar yaşamış. Ayrıca Pendik’te 5 500 yıl öncesinden
kalıntılar var. Demek ki tarihi yarımadanın dışına da çıkmak gere­
kiyor.”
“Neden ille Rumelihisarı? Raslantı mı?”
“Tarihte görüyoruz; birçok kent ve hisar daha önce yapılmış
güçlü taş yapıların üstüne kurulmuştur. Böyle bir varsayımla
hisardan başlayacağız. Şu büinsin ki, İstanbul’dan çok önce de
İstanbullar inşa edilmiş. Bizas köyünü ve Konstantinopolis’i bili­
yoruz, ama Yenikapı ve Yanmburgaz’ı bulunca görüyoruz ki, daha
önce de bu topraklarda yerleşim varmış. Hem de onlardan 5 000
ile 6 000 yıl önce...”
Sorular ve Bob’un yanıtlan birbirini izledi. Bob çok konuştu
ama gerçek amaçlarıyla ilgili hiçbir şey söylemedi. Medya ilginç
bir haber bulmanın mutluluğuyla toplantıdan ayrıldı. Sosyete
hanımlarının pek azı bilimsel açıklamalara ilgi duyarken, çoğun­
luğu Bob’un mavi gözlerini, Lara’nın kısa siyah saçlarım, egzotik
tipini, Chanel tayyörünü ve tayyörün içindeki ince belli vazo biçi­
mi vücudunu, Debra’nm doğal san saçlanmn gürlüğünü, yüzünün
güzelliğini, seksi havasını, kalçalarının geniş yuvarlannı, göğüsle­
rinin iriliğini fısıldaştı.

Semiramis

Medya toplantısı bitince sosyete grubunun arasında oturan


137

esmer ve dikkatleri üstünde toplayacak kadar gösterişli şık bir


kadm kalçalarım sallayarak çıkışa doğru yürürken şoförüne tele­
fon etti. Az sonra BMW 735 otomobili otelin önüne gelmişti.
Telaşla bindi.
“Lunapark’ın yolunda sessiz bir yere çek.”
Hilton’un altındaki kestirmeden çok yakmdaki Doimabahçe’ye
giden yola indiler, şoför en sessiz yere, ağaçların altına park etti.
Kadm eğildi şoförünün omzuna dokundu.
“Sen biraz dolaş, çağırmca gelirsin.”
Şoför arabadan çılcar çıkmaz telefonunu açtı, tek tuşla arama
yaptı. Karşısındaki kişiyle “merhaba” demeden hızlı ve sert ifa­
deyle konuşmaya başladı.
“Rumelihisarı’nda araştırma yapacaklar. Amerikalı arkeolog
Younger ‘İstanbul’un başka yerlerinde de inceleme yapacağız’
dedi... Cin gibi herif. Lafı eveledi geveledi, sorulara uyutucu yanıt­
lar verdi. Bana göre kesinlikle maksadım gizliyor. Bunların başka
numarası var. Hisardan başladıklarına göre amaçları 7 Akbaba’yı
bulmak... Şimdi işime bakıyorum, sonra ararım.”
“Tamam işi bitir” dedikten sonra “Amca” kod adlı Kara Temur’u
aradığı telefonu kapadı.
Başka bir telefonu çantasından çıkarıp yine tek tuşa dokundu.
Bu defa çok yumuşak konuşuyordu.
“Merhaba Vollcodav16 sevgilim.”
“Merhaba Volçiça17 sevgilim.”
Kadm aynı bilgileri “Volkodav”a da verdi. O ateşli bir sesle
yanıtladı.
“Her şey istediğimiz gibi olacak sevgilim. Plana devam... Her
tarafım öpmek için sabırsızlanıyorum.”
“Ben de...”
Konuşmalarını bitirince şoförünü çağırdı.
“Tekrar Hilton’a gidiyoruz,”
Otelin kapısına yanaşan BMW 735’nin kapısını otel kapıcısı
açtı. İnen kadının çekiciliği binlerce güzel kadın görmüş olan
Hilton’un kıdemli kapıcısının bile gözlerini kamaştırdı. Kadm
zarif bir teşekkürle döner kapıya giderken, arabadan fırlayan
şoför kapıcının eline bir lOO’lülc şıkıştırdı, sonra tekrar direksiyo­
na geçerek garaja yollandı.
Lobide şöyle bir bakındı kadm. Boyu 1,75’in üstünde olmalıydı.
Topuklu ayakkabılarıyla daha da uzamıştı. İncecik bileklerinden yük­

1 6 . R u sç a d a ,“ e rk e k k u r t” .

1 7 . Rusçada, "dişi k u rt”.


138

selen bacaMannın güzelliğini kısa eteği cömertçe sunuyordu. Yuvar­


lak kalçalarından sonra incecik beli ve elbisesinin yakasım zorlayan
göğüsleriyle, uzun zarif boynuyla etküeyici bir kadındı. Omuzlarına
dökülen siyah parlak saçlarının çevrelediği yüzü çenesine doğru ince­
liyordu. Geniş yay gibi kaşlan ile iri kara gözlerini çevreleyen uzun
kirpikleri kucaklaşmıştı, ince düzgün burnu ve alaycı bir ifadeyle
kıvrılan dolgun dudaklarının iki yanı gamzelerle süslenmişti. Egzotik
tipiyle az görülür esmer güzellerdendi.
Bob, Koksal, Debra ve Lara’yı gördü. Masalarına baktı, kadınla­
rın önünde beyaz şarap kadehleri vardı. Erkekler viski içiyordu.
“Güzel, çakırkeyif olmaları samimiyeti kolaylaştırır” diye geçir­
di içinden. Doğru onların masasma yürüdü. Elini Bob’a uzattı,
temiz bir İngilizce’yle konuştu.
“İzninizle Bay Younger, adım Semiramis, arkeologum, toplantı­
nızı izledim, araştırmanız beni çok ilgilendirdi.”
Semiramis konuşurken Koksal ile Bob ayağa kalkmıştı.
“Memnun oldum, ayakta durmayın, oturun lütfen” diyen Bob
yer gösterdi.
Semiramis oturdu. Bob onu Lara, Debra ve Koksalla tanıştırdı.
“Demek arkeologsunuz, ilginç. Şu anda kazıda mısınız?”
“Hayır. Sizin Rumelihisarı araşturnanıza katılmak istiyorum.”
Bob birden “olmaz” diyemedi. Zor durumda kalmıştı. Tedirgin
olduğunu Semiramis anlamıştı.
“Sizin gibi dünyanın en iyi arkeoloğu İstanbul’a gelmişken yanı­
nızda bilgimi artırmak istedim. Rahatsızlık vermem emin olun,
sadece gözcü olarak yanınızda olayım.”
Bob kibar ifadeyle Semiramis’ten telefonunu istedi.
“Araştırmalarımda tutucuyum. Ekibime kimseyi katmam. İzin
verirseniz teklifinizi düşünmem gerekiyor, telefonla kararımı bil­
diririm.”
Semiramis kırık bir ifadeyle kalktı, teşekkür etti.
“Güzel bir haber verin lütfen” diyerek gitti. Top modeller kadar
gösterişli kadının arkasından baktılar.
“Teklifini kabul etmeli miyim acaba?” diyen Bob çapkınca
güldü. Lara suratını astı, Debra önüne bakarak başmı salladı.

Otelden çıkan Semiramis Volkodav’ı aradı.


“Sevgilim, Bob Younger onlara katüma teklifimi salladı, kabul
etmeyecek eminim. En seksi halimle gittim ama herif umursama­
dı. Neyi aradıkları anlaşılmasın istiyorlar elbette... Ama onların
139

içine girmenin çaresini bulacağım.”


“Tamam sevgilim, sen başarırsın. Gelecek bizim Volçiçam.”

“Kadını çabuk gönderdin Bob” dedi Koksal. “Biraz daha konuş-


tursaydm, kimliği hakkında bilgimiz olurdu. Bilime düşkün biri
olduğunu sanmıyorum. Bana göre, onu bize gönderdiler."
“Arkeologmuş...”
“Bizde yapmayacağı mesleğin eğitimini gören çoktur. Üniversi­
te diplomosı almakta amaçlan... Her neyse, bu kadm bir ipucu
olabilir, kaçırmayalım. Şimdi yemeğe davet et, çapkınca konuş,
asıldığını belli et, sulan iyice... Eğer davetini hemen kabul ederse
şüphe edelim. Ciddi kadınlar bilimsel görüşmeleri çapkınlık
kokan yemeklerde yapmaz.”
Bob hemen Semiramis’in bıraktığı numarayı tıkladı.
“Rahatsız ediyorum bayan, ben Robert Younger... Evet... Karar
vermem için sizi tanımam gerekiyor...”
Konuşmasını çapkınca ifadelerle sürdürdü.
“Mesela bu akşam yemeğe ne dersiniz? Sizin gibi hoş bir
hanımla yemek zevk olacaktır. Hı, hı... Saat sekizde otelin lokan­
tasında bekliyorum. Teşekkürler, bye.”
Telefonu kapadı.
“Hemen kabul etti. Sana göre bu kadm bir şüpheli, öyle mi
Koksal?”
“Evet, kesinlikle. Sen de adi çapkın numarasını iyi oynadın
Bob, tebrikler.”
Bob kollannı iki yana açtı. Lara üe Debra’ya baktı.
“Kızlar beni bu panter kadınla yalmz bırakmazsınız, sanının.
Sen de Koksal, lütfen bizimle ol.”

Semiramis Volkodav’Ia konuşuyordu.


“Herifi apış arasından yakaladım sevgilim. Şimdi telefon etti.
Akşam yemeğini birlikte yiyoruz. Beni bu gece yatağa atarsa
ondan sonrası kolay, datasmı söke söke boşaltırım.”
“Sen işini bilirsin. Önce iliğini sonra datasmı boşalt.”

Semiramis yemeğe gelmeden önce Koksal Bob’a bilimsel konu­


lara fazla girmemesini tembihledi. Köksal’a göre Semiramis
kesinlikle Oruç Bey kitabı peşinde olanlardan biriyle ilişkiliydi.
140

“Bob, kadına çarpılmış aptal âşığı oyna. Hayranlığından ekibe


katılmasına izin veriyorsun. Bu numarayı yap. Belki de onu
Teo’yu öldürenler görevlendirdi. Yanımızda olsun daha iyi. O bizi
izlerken, biz de onu izleyerek patronlarını buluruz.”
Bob güldü.
“Teşekkür ederim Koksal, aptal âşık gibi harika bir görev ver­
din bana. Bu rol için Jack Lemmon daha uygun düşmez miydi?”
“Fena mı canım? Kadının arkasından imrenerek bakıyordun,
işte sihirli lambadan çıkıverdi” dedi Lara.
Debra genç kadınm tepkisini biraz fazla buldu, yoksa Lara
Bob'a... Hımmm...
Semiramis yemeğe tam saatinde geldi. Göğüslerini iyice göste­
ren baştan çıkarıcı dekolte elbise giymişti. Hep birlikte tatlı gös­
termeye çalıştıkları sohbeti geç saatlere kadar sürdürdüler. Araş­
tırmayı izlemesine izin verdiği için Bob’a sürekli teşekkür eden
Semiramis sık sık eğiliyor, göğüslerinin tamamına yalanım göste­
rirken Bob’un elini de tutuyordu. Ancak beklediği gibi Bob onu
yatağa atmaya kalkışmadı, bu normaldi, o bilim adamıydı, play-
boylar gibi yırtık olamazdı. Utangaçtı.
Semiramis otelden ayrüdıktan soma telefon ederek Bob’un
odasına gitmeyi düşündü, sonra caydı. Öyle ya kendisi de bilim
kadınıydı.
Telefon ederken mutluydu.
“Araştırmaya katılıyorum Volkodav sevgilim. Bob bana iyice
kesildi.”
“Dinle şimdi. 7 Akbaba’nın hisarda bulunduğuna dair ilk belir­
tide beni haberdar edeceksin sevgilim. Bütün şaşırtma planımız
ona göre hazırlanacak. Yarın param evine getirecekler. Öteki tele­
fonundan arayacaklar.”

Abdüllcerim

Onun gerçek adı “Abdülkerim” değildi. “Allah’ın kölesi” anlamı­


na geldiği için “AbdülkerinV’i kod adı olarak almıştı. Gerçek
amacı gizli tutulan Agnus Dei örgütünün İstanbul elçisiydi. Görevi
ve kimliği konuşulmazdı. Buyruğu altındaki kişiler ona sedece
“Efendi Abdülkerim” derdi.
Abdülkerim karşısındaki Selim’e baktı. Parlak yeşil gözlerinde
hipnoz gücü olduğu söylenirdi. Kalın uzun siyah kaşlarının altın­
daki iri yeşil gözlerini Selim’in gözlerine dikmişti. Selim’in içinde­
ki korku giderek yayılıyordu. Abdülkerim’in gözlerinden kendisi­
141

ne doğru ışık mı uzanıyordu? Selim kafasını toplamaya çalıştı.


Onun çöküşünü gören Abdülkerim gülümsedi.
“Otursana Selim, oğlum.”
Selim birden ferahladı, geniş antika koltuğa çöktü. Abdülkerim
ona çini kâse içindeki nane şekerlerini uzattı.
“îçini ferahlatır, heyecanını yatıştırır” dedi.
Selim’in şekere uzanan elinin titrediğini gören Abdülkerim
memnundu. Genizden gelen derin, kaim ve nefesle karışık çıkan
sesiyle ağır ağır konuştu.
“İşler beklediğimizden büyük tahrik yarattı. Demek ki bu plan
tutacak Selim, evladım.”
Selim çekinerek sordu.
“Ölenlerin rahip olması bizi günaha sokmaz değil mi, efen­
dim?"
“Hayır evladım. Rahip Anatolio kanserdi, Tann acı çekmesine
izin vermeden onu almakla günahlarım bağışladığını gösterdi. Üç
genç rahibe gelince, Tann onlan ne kadar sevmiş ki, nimetlerin
en büyüğünü lütfetti, onlan genç yaşlarında katma çağırdı. Ne
mutlu rütbesi yükselen onlara ve de Tann’ya kavuşmalarına vesi­
le olan bizlere ne mutlu. Günah değil sevap işlediniz evladım.
“Haklısınız efendimiz, biz sizin gibi düşünemedik bağışlayın”
dedi Selim ezile büzüle.
Abdülkerim ağzma bir nane şekeri daha attı.
“Hem bak evladım Selim, onların canım' kimler aldı? Müslü-
manlar değil mi? Dünya böyle biliyor, onlan lanetliyor. Müslüman
Türkiye dışandan hiç hoş gözükmüyor böylece... Bu da amacımız
için sevap hanesine yazılacak bir başarıdır.”
Bunları söyledikten sonra ayağa kalktı, uzattığı elini önce
Selim ve soma hemen ardında ayakta bekleyen Ejder, gerçek
adıyla Drago öptü.
“Yeni görevlerinizi Monsenyör Anselmo Colombano Roma’dan
gelerek size tebliğ edecektir ve bir emanet bırakacaktır evlatla-
nm” dedi. Sonra yumuşak bir işaret yaptı.
“Gidebilirsiniz yavrulanm.”

Mikro radarlar geliyor

Hisarda yeraltı araştırması yapacak elektronik aygıtları


Amerika’dan getiren nakliye uçağı İstanbul Atatürk Havalimanı’na
indi. Altı kişilik mühendis ekibi de bir gün önce İstanbul’a gelmiş­
ti. Aygıtlar gelmeden önce mühendislerin istediği otobüs hazırlan-
143
242

osmanschen Jahrbücher Orudsch / Oruç’un İlk Osmanlılar Yıllığı’


mıştı. Amerika’dan gelen ekip duraksamadan işe başladı.
adlı kitabını Oxford elyazmalanndan yararlanarak 1925’te yazdı.
Koltukları sökülmüş, pencerelerine perde takılmış son model
Oruç’u asla efsaneci kabul etmedi. Berlin Kütüphanesi’nde, yine çok
bir otobüse aygıtları yerleştirdiler. Otobüs laboratuvar olarak
eski elyazması olan Zikr-i mülükan hikayeti Konstantiniyye'de
kullanılacaktı.
aynı konuyu bulursunuz. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu konuda
Mühendislerden Tom Jeımer aygıtlar hakkında bilgi verdi.
çok eser vardır; Tevarih-i Âl-i Osman elyazması, Vehbi Efendi’nin
“Önemli aygıtımızın adı yer radarıdır. Kısaca GPR (Ground
1471 Tarihi, Hüsrev Paşa tarihleri size benzer bilgileri verir.
Penetrating Radar) denir, ışık hızına yakın süratle hareketli elekt­
Tevarih-i Âl-i Osman elyazması çevirilerini British Museum’da,
romanyetik dalgalan yeraltına gönderir. Verici anten aracılığıyla
Paris Kütüphanesinde bulabilirsiniz.
yer içine gönderilen çok yüksek frekanslı radyo dalgaları bulduğu
Prof. Adlı’nın açıklamasından sonra Doçent Feriha Malkoç söz
yüzeylere çarpar ve yansm Yeraltında bir yüzey varsa bunları bize
aldı.
gönderir, eğer yeraltında bir bina varsa radyo dalgalarıyla her
“Kitapta sözü edüen kubbeli bina çok eski çağlardan kalmış
yanını tarayabiliriz ve bilgisayarda üçboyutlu resimlerini çizebüi-
olabilir. Kubbe, Onıç Bey’in tarifine göre 1452 yılının insanlannı
riz. Hem de hiç yanılmadan. GPR çok yerde kullanılır; örneğin
şaşırtıyor. Çünkü o çağda bilinmeyen inşaat malzelemeleriyle
baraj, tüp geçitler, madencilik ve antik şehir, tapmak, mezar,
yapılmış. Kubbenin inşaatındaki üstün teknolojiye bakarak, ‘îsa
duvar, temel gibi tarihi kalıntıların bulunmasında kesin sonuç
Peygamber’den çok önceki tarihlerde, diyelim ki MÖ 6000 yılında
verir. Cezaevi firar tünellerini de bulur. 40 m derinliğe kadar
böyle bir bina yapılamaz’ diyemeyiz. Çünkü daha eski çağlardan
yeraltındaki her şeyi görebiliriz.”
kalan ve mimarisiyle bizleri şaşırtan yapılar gözümüzün önünde...
Hisardaki Macbeth oyunu o gece son defa oynanacaktı. Araş­
İrlanda’daki Newgrange mezan düşündürücü bir örnektir. 80 m
tırma iki gün sonra başlayabilirdi. 48 saati değerlendirmek üzere
çapında kubbesi olan mezar gizemini hâlâ koruyor. Bir Cilalı Taş
Türk profesörlerle toplantıya oturulacaktı. Hep birlikte üniversi­
Devri yapısı, ancak çağıyla çelişkili bir yüksek mimari bilgisiyle
teye gittiler.
inşa edilmiş. İnsanlann yerleşime başladığı kabul edilen dönem­
Koksal tanıştırdı.
de, yani Neolitik Çağ’da veya Yeni Taş Çağı ya da Cilalı Taş dedi­
“Tarih profesörü Abdülkadir Adlı, antik kentler uzmanı Profe­
ğimiz tarih dilimlerinde 80 m çaplı kubbe nasıl yapılmış? Hem de
sör Kayhan însel, tarihçi ve jeolog Doçent Feriha Malkoç... Hepsi
yassı bir kubbe. Tencere kapağı derecesinde yüksekliği var. Alçak
Tarih Araştırma Enstitüsü yöneticileri.”
kubbe yapmak bugün bile zor. Aynca bina megalit. Yani büyük taş
Türk bilimcilerin üçü de yeni araştırma teknolojilerini kulla­
bloklarla yapılmış. Taş bloklar 10 ton ile 100 ton ağırlığında Cila­
nan, uluslararası tanınmış uzmanlardı.
lı Taş Devri’nde 100 km uzaktan getiriliyor. Binayı yapanlar 100
Koksal toplantıyı küçük bir aydınlatmayla açtı.
tonluk taşları diledikleri gibi kaldınp yerleştiriyorlar. İnşaat ne
“Sayın hocalarım, konuk ekip gömük hazine çıkarmak peşinde
zaman yapüıyor? 5 000 yüdan daha önce. Mısır’ın piramitleri bu
değil. Amaçları bilimden öteye geçmiyor. Aynca size 1491, Oı~uç
binadan 500 yıl sonra yapılıyor. Girit uygarlığı 1 000 yıl sonra
Bey elyazmasım da Berlin’den getirttik.”
doğuyor. Neolitik Çağ’da böylesine usta mimari nasıl olabilir ve
Hocalar buna pek memnun olmuştu. Bob, Oruç Bey kitabında
100 tonluk taşları taşıyacak araç gereçler hangileridir? Bunlar
yazılanlara ne kadar inandıklannı sordu. Hocalann en kıdemlisi
yanıtlanamadı. Ancak binlerce yıl öncesinden kalan böyle yapılar
olan Profesör Abdülkadir Adlı yanıtladı.
var. Oruç Bey’in sözünü ettiği kubbe de hisarda çıkabilir, ben
“Bir düzeltmeyle başlayalım. Oruç Bey kitabı, 1491’de değil
inanıyorum.”
1486’da yazılmışta. 1491’de yazılan İstanbul Efsaneleri ve Tarih
Profesör Kayhan İnsel, Cilalı Taş Devri ükelliği ile o dönemde
kitabı ise anonimdir ve aslında Oruç Bey kitabından alıntılarla dol­
yapılmış gizemli binalar arasındaki çelişkiyi açıkladı.
durulmuştur. Alıntılan yaparken hayli hata yapmışlardır. Sorunuza
“Taş blok megalit yapıların ve piramitlerin inşaat teknolojisi
gelince, 7 Akbaba ile kubbeli bina hikâyesi başka belgelerde de görü­
bilinemiyor, derler. Tamamen yanlış bu sav. Neden bilinmesin,
lüyor. Bu nedenle efsane diyerek geçemezsiniz, gerçek olduğunu da
teknoloji ortada. Açıkça belli ki 5000 yıl ve daha öncesinin bina-
düşünmek zorundasınız. Örneğin Alman yazar Babinger, ‘Die Frühe-
144

lan günümüzü aşan teknolojiyle yapılmış. Bilinmez olan kimle­


rin yaptığıdır? Bunları kimler yaptıysa, planı çizmiş, çalışacak
usta kadroyu kurmuş, plandaki çizimlerde hesaplama hatası
yapılmamış. Cilalı Taş Devri’nde mükemmel bir inşaat organi­
zasyonu yapılmış. Yani, ağır taş malzemenin taşınması, ustaların
hatasız kubbe ve duvar işçiliği yapması, çalışanların yiyeceği,
yatacağı kusursuz yürütülmüş. Bu yapıtları inşa edenler kesin­
likle yüksek bilgilere sahipti. Mağara insanının henüz yerleşik
olmaya başladığı, vahşi hayvanlar gibi yaşamaktan yeni yeni
uzaklaştığı çağda günümüz teknolojisini de aşan yüksek bilgi
sahibi başka insanlar olabilir mi? Ama olmuş demek ki... Çağı­
mızın mühendisleri, bu kadar büyük kaya kütlelerini kesip taşı­
yarak bir kent imar edip edemeyeceklerinden emin değil. Deva­
sa bloklar metal kesici lazer kullanılarak kesilmiş gibi... Ve o
çağda metal bilinmiyordu... Şimdi bütün gözle görülür, elle tutu­
lur bu kanıtlar karşısında ne deniyor: ‘Fantezi veya kurgubilim
romanı konusu...’ Bağışlayın ama bu kadar cahilce yorum ola­
maz.”
Lara büyük ilgiyle dinlediği Profesör Kayhan İnsel’e sordu.
“Bizden önce bizden üstün uygarlıklar geldi geçti ve onlann
bıraktıkları kanıtlara rağmen bilimin inanmadığını söylüyorsu­
nuz. Pekâlâ, dev taş yapılardan başka kanıt veya iz, herhangi bir
belge neden yok?”
“Bunu sormanız doğal. Taş yapılardan başka kanıt neden yok?
İlk akla gelen soru. Taş binalar dayanıldı olduğundan günümüze
kalan kanıtlardır. Ayrıca başka kanıtlar da gelecek yıllarda bulu­
nabilir. Taş binaların mimari üstünlüğü geçmiş uygarlıkları kanıt­
layan anıtlar olsa da inanmak istemiyoruz" dedi Profesör İnsel.
“Bakın size bir başka kanıt göstereyim. Çağımızdan 1 400 yıl
öncesine ait bir kanıt.”
“Nedir o kanıt?” diyen Lara meraklanmıştı.
“Kuran” dedi proföser. “Bakın size bazı sureleri ve ayetleri
Kuran’dan okuyacağım. Lütfen dikkatle 40. Mümin Suresi 82.
ayeti dinleyin: ‘Kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl oldu­
ğunu görmek için yeryüzünü dolaşmıyorlar m ı? Öncekiler
bunlardan daha çoktu, daha güçlüydüler ve yeryüzündeki eser­
ler bakımından daha üstündüler.' Ama kazandıkları şeyler
kendilerine hiçbir şey sağlamadı. Hazreti Muhammed dönemin­
den çok önce büyük uygarlıklara ve üstün teknolojilere sahip
toplumlarm yaşadığı Kuran’daki ayetlerde vardır. Geçmiş uygar­
lıkların üstün eserleri belirtilmektedir. Darwinci ilerlemeci tarih
145

insanların başlangıçta maymun gibi yaşadığım, taş ve mağara


çağlarından günümüze doğru geliştiğini, evrim geçirerek uygar­
laştığını ileri sürer. ‘Bizim kökümüz olan insandan daha önceki
insan veya uygarlık yok’ der. Bizden önce daha ileri uygarlıkların
yaşadığını kabul etmez. Ben aksini iddia ediyorum. Üstün uygar­
lıklar vardı.”
Lara dayanamadı.
“İnsanları yola getirmek, korkutmak için Hz. Muhammed daha
önceki büyük uygarlıkların Tann’yı inkâr etmeleri sebebiyle yok
edildiklerine inandırmak istemiş olamaz mı?” dedi.
Porfesör güldü.
“Düşünmeden karar verirsek öyle gelebilir. Ben size sorayım.
Mısır’daki Keops piramidinin hacmi 2 515 000 m^’tür. 147 m yük­
sekliği vardır: 230 m tabam ve çok üstün bir tasarımı vardır. Pira­
midin 70 000 yıl önce yapıldığı iddialarına bile ‘yanlış’ diyemiyo­
ruz. İnsanların ilkel hayvanlar gibi yaşadığı çağda bu piramidin
yapılması için altı milyon taşın çıkartılması, taşınması, yığılması
ve yüzyıllara meydan okumasına ne dersiniz?”
Lara biraz kızarmıştı ama gülümsedi.
“Demek ki Mısırlılar mimaride çok ileri gitmiş.”
“Evet” dedi profesör. “Çok üeriydiler, bu nedenle 7 Akbaba
kubbesi de var olabilir. Hisarda yaptığınız araştırmayı gönülden
destekliyorum. Belki tarihi yeniden yazdıracak bir sürprizle kar­
şılaşacağız.”
Üç değerli uzmanın desteğinden mutlu olan Bob ve arkadaşları
teknik ayrıntılara girdiler, elektronik araştırma konusunda bilgi­
ler verdiler.
1491, Oruç Bey elyazmasım Türk uzmanlara bıraktüar. Onlar,
kitabın orijinalini baştan sona dikkatle okuyacaklar, yeni bulgula­
ra ulaşmaya çalışacaklardı. Ayrıca yazılanları çağm bakışıyla
yorumlayacaklardı.
Tekrar bir araya gelmek için sözleştiler.

7 Akbaba’nm peşinde

Ve nihayet araştırma sabahın 6’sında başladı. Elektronik aygıt­


ları taşıyan otobüste üç Amerikalı uzman görev yapıyordu. Dev
jeneratörler iki büyük kamyona yerleştirilmişti. Bütün medya
Rumelihisan’na habercilerini göndermişti. Flaş ışıkları altında ilk
arama çalışması başlatıldı.
Büyük tarama ve toprağa dalgalar gönderme aygıtlarını televiz­
146

yon kameraları bir süre izledi, aramanın monotonluğundan sıkı­


lan habercüer fazla beklemeden gittiler.
Toprağa dalgalar göndererek alttaki cisimlerin biçimlerini,
ölçülerim bildiren aygıtlar, hisann konser sahnesinin üstünde
gezdiriliyordu. Bob’a göre, eğer kubbeli bir bina varsa bulunması
gereken yer burasıydı.
Semiramis araştırmayı tüm dikkatiyle izlemekteydi. Elektro­
nik aygıtlar ona çok yabancıydı. Bob’un konuşmalarından bilgi
kapmaya çalışıyordu, ancak Bob hiç konuşmuyordu. Lara’yla
yan yana oturmuşlar, aygıtlardan laptoplara gelen titreşimleri
izliyorlardı. Semiramis’in olanları öğrenmemesi için konuşmu­
yor, yan yana olduklan halde Live Messenger’la internette
haberleşiyorlardı.
Akşam saat tam 16.47’de Bob heyecanla titredi, Önlemi bıraktı,
Lara’ya iri harflerle mesaj gönderdi. Semiramis de onun bilgisayar
ekranım dolduran, “EUREKA!”18 yazısını gördü.
Lara renk vermemeye çalışarak Bob’un başma dikildi, birlikte
ekrandaki görüntüleri izlemeye başladılar. Bob fısüdadı.
“Yıkık caminin temeli altında bir yapı var. Genişliği 37 m, Oraç
Bey’in verdiği ölçüden 7 m fazla. Gönderdiğimiz titreşimler ne
kadar hızla geri dönüyor görüyorsun, demek ki çatı çok sert...
Yani bu ne anlama geliyor; kubbe Oruç Bey’in yazdığı gibi metal
olmalı...”
Lara dudaklarım Bob’un kulağına yapıştırdı.
“Efsane değilmiş Bob...”
Aygıtların yanından koşar adımlarla gelen Debra da olağanüstü
heyecanlıydı. Ellerini çırpıyordu.
"Tarihe yeni bir sayfa açıyoruz çocuklar! diye bağırdı. Lara kaş
gözle Semiramis’i işaret etti. Debra döndü baktı, ama Semiramis
yoktu. Her zamanki kontağını aramıştı bile. Rusça konuşuyordu.
“Aradıklannı buldular. Kubbeli bina olmalı” dedi.
Biraz durdu karşı tarafı dinledi.
“Yok yok... Şu anda akbaba filan belli olamaz, aygıtlar toprağa
gömülü bir bina olduğunu gösteriyor, Bob’la şıllıklan pek sevindi­
ler...”
“Çoban Köpeği yanımda, onu vereyim müjdeyi senden alsın”
dedi karşıdaki.
Çoban Köpeği demlen kişi önce bir sevinç çığlığı attı.
“Dünyanın en büyük serveti avucumuza düşecek!.. Ben de
İstanbul’a geliyorum.”

1 8 . La tin c e d e ,“ B U L D U M " .
147

Koksal Berlin’deki Peter’i arıyordu.


“Dostum müjde!.. Hisarda gömük bir bina buldular. Oruç Bey’in
tarifine tam uyuyor.”
Peter müjdeyi sakin karşüadı, sesi dalgın ve buz gibiydi.
“Teo’nun katilini bulmama yardımcı olmasını düerim.”
Koksal konuşamadı, Peter’in acısını anlıyordu.
“Bağışla Koksal, kardeşimin katilini bulamamak beni delirte­
cek...” dedi Peter.
Yavaşça telefonu bıraktı. O sırada alışverişten dönen Meg kapıdan
girdiğinde kocasının konuşmalarım duydu koşarak yanma geldi.
“Teo’nun katilini mi bulmuşlar Peter?”
Peter acı acı gülümsedi.
“Yok sevgilim. Hisara gömülü bir bina bulmuşlar. Köksal’m
verdiği haber o işte. Yine de İstanbul’a gideceğim. Ne dersin?”
“Git, gelişmeleri buradan izlemek sinirlerini bozuyor. Gitmen sağ­
lığın için iyi olacak” diyen Meg bir süre Peter’e baktı, gözleri dalmış­
tı, başı önüne düşmüştü. Hızla yatak odasına çıkan Meg bir süre
soma sabahlığım giymiş olarak geldi kocasının dizlerine oturdu.
Sabahlığının önü açılmıştı, iç çamaşırı ve mayo defilelerinde
göz kamaştıran bacakları ortaya çıkmıştı. Kocasının elini tuttu,
bacaklarının üstüne koydu.
“Hadi gel sana güzel bir masaj yapayım sevgilim. Gerginliğin
geçer... Kalktı, kocasını çekerek kaldırdı, sanldı, uzun uzun öptü,
sonra yatak odasma doğru yürürlerken Meg sabahlığım üstünden
attı, çamaşır giymemişti.
Bir saat sonra Peter kendisini daha iyi hissediyordu. Köksal’ı
aradı.
“Özür dilerim Koksal, sana teşekkür etmeden telefonu kapa­
dım. Şey... Yarın İstanbul’dayım ayrıntılı konuşuruz” dedi.
Koksal telefonla görüşürken Debra yanına gelmişti. Onu kolun­
dan tutarak kalabalıktan uzağa götürdü.
“Dikkatimi çeken bir şey oldu, gömülü bina bulununca
sevindim, Bob ile Lara’ya koştum. ‘Tarihe yeni bir sayfa açıyo­
ruz çocuklar!’ diye bağırdım. Lara sus işareti yaptı, Semiramis’i
hatırladım, tüh derken arkama dönüp baktım Semiramis yoktu.
Beni duyup duymadığını merak ederek üç dört adım geriye
giderek bakındım. Semiramis yıkık minarenin arkasına gizlen­
mişti, telefon ediyordu, çok heyecanlıydı...”
“Kimi arıyordu acaba?”
“Sabırlı ol. Huşça konuşuyordu. Birine Rusça bir şeyler söylü­
yordu. Yerinde duramaz gibiydi. Çabuk çabuk anlatarak telefonu
148

kapattı, beni görmesin diye hemen işime döndüm.”


Koksal iki eliyle yüzünü avuçları araşma aldığı Debra’ıun,
dudaklarına bir öpücük kondurdu.
“Muhteşem dedektifim, seni seviyorum.”
“Hişşşt, ne yapıyorsun, görecekler.”
Debra koşarak ondan uzaklaşırken Koksal telefonunu açtı,
Kubilay’ı aradı.
“Kubi, ağzı sıkı iki muhabir al, telsizli arabalardan biriyle hisara
gel.”
Kısa süre sonra gelen Kubilay’a Semiramis’i gösterdi.
“Bu kadının peşini bırakma. Nöbetleşe izlesin çocuklar. Evini
öğrensinler, gittiği yerleri, konuştuğu kimseleri, görüşme saatini
de koyarak not etsinler. Her hareketini yazsınlar. Gerekli gereksiz
ayrımı yapmasınlar.”
Kubilay, Semiramis’e hayranlıkla bakıyordu.
“Kamerayla da çekeriz. Şey müdürüm, uzaydan nu gelmiş bu
güzel yaratık?”
“Harikasın Kubi, yalnız dikkat edin, kadının güzelliğini seyre
kapılıp kendinizi çaktırmayın, uzaydan gelen bu kadın çok uya­
nık. Sık sık telefonlaşalım. Hadi kolay gelsin... Haa Kubi, parktaki
beyaz BMW 735 kadının arabası... Plakasında SEM yazan...
Çoğunlukla şoförü, ara sıra kendisi kullanıyor. Böyle arabası ve
şoförü olan arkeolog gördün mü Kubi?”
Karanlık basınca işi bırakan araştırmacılar aygıtlarını topladı,
otobüse yerleştirdi. Bob, Debra ve Lara, binanın yerini ve Ölçüle­
rini gösteren grafikleri laptoplanna kaydettiler. Çalınma ihtimali­
ne karşı ana bilgisayardan silerek ayrıca CD’lere çektiler, sonra
Koksalla birlikte otele gittiler. Semiramis “Yorgunum” diyerek
yemek davetini kabul etmemişti.
Debra, Semiramis’in Rusça konuşmasını Bob ile Lara’ya anlat­
tı, Koksal da onu izlettiğini söyledi. Hepsinde bir merak başlamış­
tı; Semiramis kime hizmet ediyordu?
Ertesi sabah uyanınca Peter’i karşılarında buldular. Özel jetiyle
şafak sökerken gelmiş kahvaltısını bile etmişti. Kucaklaştıktan
soma hisara yollandılar.
Peter yolda bütün bulgulan dikkatle dinledi.
“Teo 7 Akbaba yüzünden öldürüldüyse, binaıun bulunmasıyla
Teo’nun katilleri bize sokulacaklardır, bu umutla geldim” dedi.
Hisara gittiklerinde ekip çalışmaya başlamıştı. Semiramis’i sor­
dular, henüz gelmemişti.
O gün hava sıcaktı.
149

Îstanbul-Moskova-Löndra

Semiramis, Moskova’yı aradı, telefon açılmadı. Kara Temur


özel bir uçakla İstanbul yolundaydı.
Kara Temur’un Moskova’da uçağa bindiği saatlerde; Londra,
Fulham Road’daki ünlü antikacı Keramet harekete geçti. 38 yaşın­
daki kızı Aylin’e kendisi yokken yapması gerekenleri tembihledi.
“7 Akbaba tarihin gördüğü en büyük antika buluntusu yavrum.
Truva hâzineleri büe 7 Akbaba mücevherlerinin yanında sönük
kalacak kızım. Eşsiz antika mücevherler bizim olacak. Operasyo­
nu yakından izlemeliyim.”
İstanbul’a gidecek ilk uçakta yerini ayırttı. THY uçağındaki
First Class koltuğuna oturduğunda belli etmemeye çalıştığı heye­
canını yenmek için şampanya istedi.
Şampanya kadehini ilk yudumda yanladı. Taze fıstıklan ağzına
attığında mücevherle kaplı 7 Akbaba’yı zihninde canladırmaya çalı­
şıyordu. Boylan ne kadardı acaba? Üzerlerinde kaç tane mücevher
vardı, irilikleri neydi? Ya antika değerleri?.. Aman Tannm!
İkinci fırtta şampanyayı bitirdi, fıstık dolu ağzıyla seslendi.
“Bir tane daha lütfen.”
Hostes görev gülücüğüyle kadehini alırken birden evhamlandı,
tadı kaçar gibi oldu. 7 Akbaba’yı ele geçirebilecek miydi? Müthiş
bir operasyon yapüacaktı. Uzakta mı durmalıydı? İstanbul’a git­
mekle hata mı ediyordu?

Kara Temur İstanbul’a Türk pasaportuyla girdi/Afganistan-


Sovyetler Birliği savaşında mücahitti. Savaş sırasında yaralanmış­
tı. Pakistan’a geçmiş, oradan da tedavi için Ankara’ya getirilmişti.
Aslen Gürcü’ydü, İslam adına komünizmle savaşmak için Sovyet
işgalindeki Afganistan’a gitmişti.
Mücahit lideri olarak 1984’te Sovyetler’e karşı zirveye çıkan
direnişte önemli rol oynadı. Mücahitlerin karşısında Sovyetler
ağır kayıplar verdi.
Kara Temur mücahitlere silah temininde Amerikalı ajanlarla
teması olan kişiydi. Türkiye dahil çoğu dünya ülkesinden bulunma­
yan modem süahlan Amerika’dan aldılar. Mücahitlere en büyük
kayıpları verdiren Sovyet helikopterlerine karşı, omuzdan atılan
Stinger füzelerinin Amerikalüardan alınmasında yine Kara Temur
aracıydı. Stingerler neredeyse tüfek gibi her Afgan mücahidin sır-
tmdaydı. Kara Temur gibi Usame bin Ladin de Afgan mücahit lider­
250

lerdendi ve Amerika’dan büyük destek alıyordu.


1987 yılının aralık ayında yaraları iyileşen Kara Temur
Türkiye’den iltica hakkı istedi, kabul edildi ve böylece Türkiye
Cumhuriyeti pasaportuna sahip oldu. Tekrar savaşmak üzere
Afganistan’a döndü. Sovyetler’in 1989’da çekilmesinden sonra
Kara Temur ortadan kayboldu.
1998’de Moskova’da görüldü. Lüks bir hayat yaşıyordu. Sayılı
mafya babalarından biri olmuştu. Afgan-Sovyet savaşı sırasmda
KGB’ye çalıştığı, Amerikan silahlarının tamamım mücahitlere dağıt-
mayıp Rusya’ya gönderdiği söyleniyordu. El Kaide’nin onu öldür­
mek istediği duyulmuştu, ama herhangi bir suikast gerçekleşmedi.
Kara Temur, kirli işlerini yaptığı patronu petrol devi Georg
Koçiyef’e, “Hayatınım en akılsızca, en maceralı, en riskli ama en
kazançlı işi olacak” diyerek İstanbul’a gelmişti.
Alana iner inmez telefonunu haberleşmeye açtı, açar açmaz da
Semiras aradı.
“Bugün kaç bininci arayışım, neredesin önemli şeyler oldu”
dedi.
“Yanın saat sonra otelde olacağım, oraya gel.”
“İstanbul’dasın ha...”
“Evet, otelde bekliyorum.”
Gümrükten çıkar çıkmaz başta Faris olmak üzere adamlan
Kara Temur’u karşıladı. Hızla kalabağm arasından geçtüer, adam­
lan çevresine etten duvar örmüştü. Bekleyen zırhlı GMC Yukon
siyah cipe bindiler. İstanbul’a gelişlerinde kendisi gibi esld müca­
hit olan arkadaşı Gazi Hüseyin’in Aksaray’daki otelinde kalıyor­
du. Üç yüdızlı otelin teras katı sadece Kara Temur’a aitti.
Otelin kapısında başka korumalar bekliyordu, cip sürtünürce-
sine kapıya yanaştı. Kara Temur hızla otele geçti, asansörle teras
katma çıktı. Orada da cephe arkadaşı Gazi Hüseyin karşıladı.
Uzun uzun kucaklaştılar.
Otelin karşısmdaki kebapçının mırra kahvesini çok severdi
Kara Temur, mırracı hazır bekliyordu, fincanı doldurdu esaslı bir
bahşiş aldı ve mırra ibriğini bırakarak geri geri çıktı.
“Eyyy Gazi Hüseyinim” dedi Temur. “Cihada hazır mısın?”
İkisinin bildiği şifreli sözler, “Takım tamam mı, operasyona
hazırlar mı?” anlamına geliyordu.
Gazi Hüseyin güldü, elini göğsüne koydu.
“Evvel Allah!.. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: ‘Kim mümin kardeşinin bir ihtiyacını giderirse,
Allahüteala da onun bir ihtiyacım giderir.’”
151

Kara Temur da memnun gülümsedi.


“Allah razı olsun kardeşim.”
Biraz sonra otelin terasına Semiramis de gelmişti. O gelince
Kara Temur’un yanındakiler odayı boşalttı. Kara Temur kadmm
Önden düğmeli dekolte kostümünün yarısını gizlediği göğüslerine
ve yırtmacından gözüken bacaklarına hayranlıkla baktı.
Semiramis’in yüzünde son derece ciddi bir ifade vardı.

Selim ile Sami

80 sayfasını çaldığı Oruç Bey kitabı uğruna katil olan Rahip Sebas­
tian Augustinus’un torunları Selim ile Sami her öğle yemeğinde yap­
tıkları gibi, kepek ekmeği ile salata yiyorlardı. Karanlığı dağıtamayan
ekonomik ampullerin ışığı yüzlerinin çıkıntılarını aydınlatabiliyordu
ancak... Yanm yüzyıllık sandalyeler, büyük kasa, dededen kalma iki
masa kahverengi loşlukta iç karartıyordu.
“Ben sana demedim mi, Robert Younger boşuna gelmez. Rume­
lihisarı araştırmasını şipşak bitirdi. Toprağa gömülü bir bina bul­
muş. Basm toplantısıyla ayrıntıları açıklayacakmış. O bina dede­
min anlattığı 7Akbaba’lı kubbe mutlaka... Şimdi sıra Çemberlitaş’a
gelecek” dedi Sami.
Selim güldü.
“Bize akbabalar gerekli değil, kendimiz akbabayız zaten... Kut­
sal emanetleri araştırmaya başlaması bizi ilgilendirir. Dedem 60
yıl uğraşmış arama izni alamamış, Robert denilen herif devletten
arama iznini hemen koparttı. Neyse, iyi olacak, belki, kutsal ema­
netleri bulacak...”
Onun sözlerini kardeşi tamamladı.
“Kutsal emanetler mi? Bulsa da asla sahip olamayacak. Dünya
yıkılsa da... Ya elinden alacağız...”
Selim devam etti.
“Ya da Abdülkerim hepsini havaya uçuracak.”
İkisi de hmzır hınzır güldü. Selim yanm domatesi olduğu gibi
ağzına attı.

Kenan ile Suzan

Janos Klein’m torunlan Kenan ile kızı Suzan gazeteden bir


haber kestiler.
“Amerikalı ünlü arkeolog Robert Younger Rumelihisan’na
gömülü bir bina buldu.”
152

Dükkânda biri varmış da onları duyacakmış endişesiyle çevre­


sine bakındı Kenan, yalnız olduklarına kanaat getirince fısüdadı.
“Dedem Janos’un defterlerim oradan alsak mı?”
“Yıllar boyu orada durdu baba, neden şimdi almak istiyorsun?”
“Arkeolog becerikli bir adam. Orayı da araştırırsa diye korku­
yorum.”
“Orayı neden araştırsın baba, akima bile gelmez...”
Babası başım salladı.
“Anlamıyorsun kızım, orası biliyorsun ki...” derken dükkâna
müşteri girdi. Sustular.

Bob ile Semiramis

Saat 20.00’ye iki kala Semiramis Bob’u aradı. Çok teklifsizdi.


“Sevgilim sadece Taittinger Comtes de Champagne Blanc de
Blancs içerim, eğer yoksa Dom Perignon söyle lütfen... Ve sadece
füme somon üstü siyah havyar... 1 saat soma yarımdayım.”
Semiramis telefonu kapatınca Bob güldü.
“Yahu tam Jack Lemmon’lık hikâye bu, ama o da öldü maale­
sef...”
Semiramis saat 21.00’de Bob’un odasının kapısını tıklattı. İçeri
girer girmez Bob’a sarılıp dudaklarını acıtırcasma öptü.
“Beni hazır bekliyorsun galiba,”
Bob robdöşambr giymişti.
“Robun içine çamaşır giymedin değil mi?”
Bob’un gövdesine bastırdığı vücudunu birden geri çekti, buz
kovasının bulunduğu sehpaya yürüdü, baktı.
“Aa bu şampanya benim istediklerimden değil...”
Bob yine aptal âşıkların şaşkın tavrıyla özür diledi.
“İkisi de yokmuş, Cordon Rouge iyi şampanyadır ama...”
Semiramis şişeyi boynundan tuttu kovadan çıkardı, gülerek
Bob’a gösterdi.
“Nasıl iyi kavrıyor muyum? Neyse, aç şunu!..”
Şampanyalarım içerken divanda yan yana oturuyorlardı. Semi­
ramis elini Bob’un robdöşambrının içine sokmuştu. Diğer eliyle
soyunuyordu. Sonra Bob’u yatağa çekti.
Bütün bildiği oyunları büyük bir enerjiyle uygulayan Semira­
mis Bob’u kendi cennetine uçurmuştu. Bob sırtüstü düştüğünde
kadın tuvalete fırladı.
“Hap alsam da hamile kalmaktan çok korkarım” dedi.
Döndüğünde Bob’u hiç kımıldamadan tavana bakar bir halde
buldu. “Herif mest oldu, oymanın tam zamanıdır” diye düşündü.
Yanma uzandı, göğüslerini onun dudaklarına değecek kadar yak­
laştırdı.
“Bob, ilişkimiz ebediyen sürsün... Hiçbir erkek senin kadar
zevk vermedi. Önemli bir bilim adamı olman da beni etkiliyor.
Beynine de âşık oluyorum...”
Bob içinden konuşuyordu: “Beynime âşık oluyormuş... Tam
orospu lafları... Hiçbir erkek benim kadar zevk vermemiş, sahtekâr
karı ıslanmadı bile...”
“İlişkimiz sürecek mi?” diye sordu Semiramis.
Bob oynamaya devam etti.
“Benimle Amerika’ya gelir misin?”
“Sibirya’ya bile gelirim sevgilim.”
(“Vay yalancı Sibirya’ya gelirmiş.”)
“Biliyor musun Bob, ben Moskova Üniversitesi’nde arkeoloji
okudum. Moskova’da olcu, Amerika’da yaşa...”
Bob’a biraz daha sokuldu.
“Amerika’ya gidince senin asistanın olurum. Birlikte çalışı­
rız. İşten sıkılınca sevişiriz, sen yine beni tavanlara vurdurur­
sun.”
“Tabii tabü, ne güzel olur...” ( “Tavana vurdururmuşum, bu
kadar uzun süren sevişmeden bile etkilenmedi, kupkuru kaldı...
İlginç... Ama ne olursa olsun çok lezzetli kadm.”)
Cilveleriyle Bob’u etkilediğine inanan Semiramis bilgi almaya
çalıştı.
“Hisardaki araştırmada bulduğun binanın içinde bir, şey var mı?”
“Gönderdiğimiz dalgalar bir yere çarpınca orada bir yapı veya
kayalık olduğunu bildiriyor. Sonra dalgaları göndererek çarptığı
yerin biçimini belirliyoruz. Ulaşabildiğimiz kadarıyla...”
Burada sustu Bob, sonra Semiramis’in gözlerinin içine
baktı.
“Bu söyleyeceklerim aramızda kalacak, sakın kimseye söyle­
me. Binanın içi büyük düş kırıklığına sebep olabilir. Elektro dal­
galar şu ana kadar hiçbir şey göstermedi. Kutu gibi dört köşe
kaba bir bina görülüyor, içi belki de bomboş.”
“Binayı ortaya çıkarıp içine bakmayacak mısınız?”
“Bakanlık kazı yapıp girmemize izin verirse bakacağız elbette.”
“Beni de içeri sokar mısın o zaman?”
Bob yan döndü, Semiramis’in göğüs uçlarım öptü.
“Elbette sevgilim, ne demek, binaya ilk seninle birlikte girece­
ğiz... İçinden gülüyordu.”
154

Rumelihisarı... Tepedeki Çakal

Basın toplantısı çok kalabalıktı. Anıtlar Kurulu üyelerinin bazı­


ları ve Kültür Bakanı da Rumelihisan’na gelmişlerdi.
Resmi protokolü korumak amacıyla hisann içinde ve dışında güven­
lik önlemleri alınmıştı. Hisann üstünde yirmiye yakın polis görevdeydi.
Altısı keskin nişancıydı, uzun namlulu silahlan vardı. Hisann içini göz­
lüyorlardı, Arkalanndaki sık çalıların arasından bir polis daha çıktı.
Onun da tüfeği vardı ama diğerlerinden farkk gözüküyordu.
Basın toplantısmm ilk konuşmasmı Debra yaptı, araştırmanın
teknolojisini anlattı.
Ardından Bob aldı sözü. Peşlerinde olanlan yanıltacak ve
umutlarmı kıracak bir konuşma hazırlamıştı.
“Bugüne kadar efsane sanılan antik bir bina bulduk. Efsanede
hisann altındaki binada bazı süslerden, heykellerden söz ediliyordu.
Bulduğumuz binada heykel, süsleme gibi zenginlikler yok. Bugüne
kadar süren çalışmalanmız binanın içinin boş olduğunu gösteriyor.
Ancak binanın kendisi de çok değerli. Biz çalışmalara devam edece­
ğiz. Binanın kesin yaşım da belirleyeceğiz. Bir söylentiye göre Roma
döneminden kalmış su sarnıcı da olabilir.”

Sonradan ortaya çıkan polis hisar içini çok açık gören surların
üstündeki çalılığa girdi. Diğer polisler onu görmemişti. Yere çöktü,
tüfeğinin dürbünüyle basm toplantısmdakileri taramaya başladı.

Biraz daha bügi verdi Bob, bilgisayar bulgularının üçboyutlu


fotokopileri davetlilere gösterildi. Binanın kutu halinde taş yapı
olduğu açıkça belliydi.
Kültür Bakanı, antik binanın üstünde bulunan sahnenin kınl-
ması için verilen izin belgesini imzalayıp Bob’a havalı bir edayla
uzattı. Bob çok teşekkür etti.
Gece çalışmasıyla taş sahne kınlacaktı. Sonra eski hisar cami­
min temeli ortaya çıkacaktı. Temelde de bazı bölümler kazılacak-
tı. Temelin altındaki binaya böylece daha kolay elektrodalga
ulaştınlacak, net veriler toplanacaktı.
Bakan ve diğerleri gittikten sonra hisann içi tenhalaşmıştı.
Bakanla birlikte polisler de hisardan ayrılmıştı.
Çalılığa gizlenen polis herkesin gittiğine emin olduktan sonra
telefonunu açtı.
155

“Av yoktu. İki saat gözledim o gelmedi” dedi.


“Lanet olsun şanslı orospu çocuğu” diyerek daha bir sürü küfür
etti karşıdaki ses.
Adam telefonu kapadıktan sonra tüfeğim söktü, dört parçaya
ayırdı, polis elbisesini çıkardı, hepsini omuz çantasına tıkıştırdı.
Polis elbisesinin altına giydiği lacivert tişört ve cin pantolonuyla
çalılığın içinden çıkarak uzaklaştı.
Gece çalışacak olanları hisarda bırakıp otele yol almadan önce
Bob, Semiramis'e yorgun olduğunu söyledi.
“Bugün erkenden yatacağım, yarın çalışmalara gelmeyeceğim,
sen de dinlen, öbür gün buluşuruz” dedi.
Semiramis kedi gibi mırıldanarak sahte bir küskünlük tavrı
takındı. Göğüslerini Bob’un göğüslerine dayadı.
“Ne yapalım, bu güzel vücuttan yararlanmadan ömründen bir
gün yitiriyorsun, sen düşün” dedi.

Hisarda saat 21.15’ti. Hisann girişi sıkı korumaya alınmıştı.


Bekçiler tanımadık kimseyi yaklaştırmayacak^.
Semiramis’i atlatan Bob ile bütün ekip geri dönmüştü.
Gece çalışmasma kalanlar taş sahnenin küçük bir kısmını kır­
mışlardı. Bob zaten sahneyi tamamen kırmak istemiyordu. Bu
göstermelikti. Çalışmanın amacı, alttaki kubbeli binanın zeminine
kadar sahnenin kenarından kuyu açmaktı. Çelik çemberlerle iç
çevresi korumaya almacak kuyuya Bob inecek, binanın içine
nasıl girebileceklerini anlayacaktı.
Radarların kaydettiği ölçüye göre binanın kare çatısının geniş­
liği 37x37 metreydi. Yüksekliği ise 16 metreydi. Bina, üstündeki
yıkılmış caminin temelinden daha genişti. Bob binanın tam yanı­
na inmek istiyordu. Mühendis Brian Cole hesabı yapmıştı. Artık
başlayabilirlerdi.
Toprağın yumuşaklığı işlerini kolaylaştırdı. Kuyu yarı yarıya
açılmıştı. İki günlük çalışmadan sonra binanın zeminine inebilir­
lerdi. Saat 00.30’da çalışmayı kestiler. Delme makinesinin gürül­
tüsünü hisar üstündeki evler şikâyet ederse polis “Ne oluyor?”
diyerek gelebilirdi. Yapılan işleri kimsenin görmesini, bilmesini
istemiyorlardı. Kuyunun ağzını kaim kerestelerle kapadılar. Keres­
telerin üstüne geniş demir levhalar koydular. Onun üstüne de
malzemeleri yığdılar. Şöyle bir baktılar, iyi kamufle etmişlerdi.
Görülen sadece sahnenin kırılmış taşlarıydı.
156

Monsenyör Anselmo Colombano

İstanbul’un tatsız günüydü. Bulutlar güneşi örtmüş, yağmurun


ıslattığı asfalt yollar iyice kararmış, araçlar farlarım erken yak­
mışlardı. Akıp geçen otobüslerin camlarındaki soluk yüzler
kederli bakıyordu. Akşama doğru günün isteksiz aydınlığı kaybo­
lup gitti. İstanbul’a yakışan bir gün değildi.
Roma’dan gelen uçak indiğinde Yeşilköy’de yağmur dinmemiş-
ti. Yolcuların arasındaki tek siyah takım elbiseli, siyah gömlekli
adam pasaport kontrolünden geçtikten sonra doğruca çıkış kapı­
şma yürüdü. Çanta sayılacak ufak valizinden başka bagajı yoktu,
çantayı da uçakta yanma almıştı.
Siyah elbisesi kaliteli kumaştandı. Siyah gömleği, siyah kravatı ve
ayakkabıları gösterişsizdi ama kimse ucuz olduklarım söyleyemez­
di. Kalın gür saçlan şakaklarında ağarmıştı, üstlerde kırçıldı. Uzun­
ca boyluydu, iriydi, göbekliydi. Ensesi kaim ve katlıydı, yüzü büyük­
tü, şişkin yanakları gömleğinin yüksek yakalan üstüne inmişti. İki
kat gerdanıyla görkemli gözüküyordu. Birbirine çok yakın kalın
kaşlarının altındaki ufak gözlerinin lacivert olduğunu anlamak
zordu. Gözaltlan hafif torba yapmıştı; burnu enli, uzun ve büyüktü;
üstdudağı ince, altdudağı iyice kaim ve sarkıktı. Sinekkaydı tıraş
edilmişti, koyu esmer yüzü parlıyordu. Başı dikti, kendisini arkaya
atar gibi ve çok sert adımlarla yürüyordu.
Onu, siyah elbise giymiş sportmen havalı bir genç karşıladı.
Hürmetle önünde eğildi, çantasını almak istedi. O vennedi. Eliyle
“önden yürü” gibilerden işaret yaptı. Genç adam önündeydi ama
saygısmdan sırtını dönemiyor yan yan gidiyordu. O genç adam
temizleyici Ejder, gerçek adıyla Drago’ydu.
Havaalanı binasından çıkar çıkmaz siyah son model bir Audi
RS6 yanaştı. Drago kapıyı açtı, konuğu bindirdikten sonra şofö­
rün yanına geçti.
Yola boyunca hiç konuşmadılar. Şoför gideceği adresi biliyor­
du. Tepebaşı’na geldiler. Antika binanın önünde durduklannda
konuk ilk defa ağzmı açtı.
“24 saat telefonımuz ve araba hazır olacak. Buraya çok yakında
olacaksınız.”
İtalyanca konuşuyordu.
Şoför ile Drago da aynı dilde, “Başüstüne efendimiz” dediler.
Drago fırladı, arabanın kapısmı açtı, konuğun baş işaretiyle
apartmanın kapı zilini çaldı. Tepebaşı’nm İtalyan yapısı muhte­
şem eski binalarından olan apartman çok bakımlıydı. Kapıya
157

koşan telaşlı ayak sesleri duyuldu.


İki kişi birden kapıyı açmıştı. Konuk girerken abartılı bir say­
gıyla iki büklüm oldular. Audi sessizce biraz ileri gitti.
O gün, Selim ile Sami’yi ziyaret eden kişi önemli biriydi. Mon-
senyör Anselmo Colombano diplomatik Vatikan pasaportuyla
Türkiye’ye gelmişti. Selim ve Sami Ağustos kardeşler son derece
saygı gösterdikleri kişiyi Tepebaşı’ndaki evlerinde konuk ediyor­
lardı. Elini öptüler, duasını esirgememesini rica ettiler. Aile içi
kutsal tören bitince konuğun yüzündeki ilahi ifade değişti, işada­
mı ciddiyetine dönüştü.
Monsenyör Anselmo Colombano valizini masanın üstüne koy­
malarını istedi. Valizi açtırdı, kişisel eşyalarının arasındaki üstü
ipek kaplı çantayı çıkarmalarım istedi. Selim ile Sami her buyru­
ğunu saygıyla yerine getirdiler.
“Açm çantayı!”
İki kardeş açtılar. O anda kutsal yeşil ışık yüzlerini aydınlatmış­
tı sanki... 100 dolarlık yeşil banknotlar onlara gülümsüyordu.
“5 milyon dolar!..” diyen Monsenyör Colombano kaşlarım çat­
mış, koyu lacivert boncuk gözlerini onların gözlerine ok gibi sap-
lamıştı.
“Dört kardeşimizin katledilmesi bizi üzdü. Önlem almalıydınız,
onlara kendilerini korumayı öğretmeliydiniz. Tedbirsiz davrandı­
lar. Dedeniz ve babanız sizin gibi başarısız değüdi.”
Selün ile Sami renk vermediler ama aynı anda aynı şeyi düşün­
düler: “Onların öldürülmesini örgüt emretti, monsenyör neden rol
yapıyor?”
İki kardeş başları önlerinde, akıllan 5 milyon dolara takılı özür
dilediler.
“Biz genciz deneyimsiz olduğumuzdan hata yaptık efendimiz,
bir daha olmayacak.”
“Aileniz 60 yıldan beri misyonerlik organizasyonunu yürüttü,
dinimize hizmet etti. Siz de görevinizi kusursuz yapmalısınız.”
“Yemin ederiz İd kusurumuzu görmeyeceksiniz efendimiz” dedi
iki kardeş.
Selim, “Monsenyör dümen mi yapıyor, yoksa dört papazm infaz
emrini gerçekten mi bilmiyor? Bilmiyorsa örgütte bölünme mi
var?” diye düşündü.
Monsenyör Anselmo Colombano iyice ciddileşti, İtalyan aksa-
myla konuştuğu Almanca sözlerini daha da sertleştiriyordu.
“İstanbul’da araştırma yapan Amerikalı arkeolog hisardan
soma araştırmasına Çemberlitaş’ta devam edecekmiş. Kutsal
158

emanetlerin orada olup olmadığına bakacakmış. Bilgiyi, araştır­


maya sponsor olan Amerikalı bir kardeşimizden aldık. İşte bu
durumda kritik tarihe gelmiş oluyoruz.
İki kardeş “kritik tarih” sözünü duyunca endişeyle kımıldadılar.
Monsenyör tehdit dolu anlatımım sürdürdü.
“Onlar araştırmaya başlamadan Çemberlitaş’ı havaya uçura­
caksınız!..”
Selim ile Sami yerlerinden sıçradı.
“Havaya mı uçuracağız? Çemberlitaş’ı mı?.. Biz mi, yani biz mi
uçuracağız?”
“Sakin olun” dedi Monsenyör. “Elbette bu kutsal yıkımı siz bizzat
yapmayacaksınız. Tarihi eserleri bulmanızı, kaçırmanızı sağlayan
dostlarınızın boıubacüanm kullanacaksınız. 5 milyon doların 3’ünü
onlara verebilirsiniz. 2 milyon dolar misyonerlere dağıtılacak.”
“Tehlikeli bir düşünce efendimiz.”
“Düşünce değil. Karar!.. Ve siz uygulayacaksınız. Soma sır per­
desinin arkasına çekileceksiniz. Biliyorsunuz, Vatikan’ın sırları
öbür dünyada bile açıklanmaz.”
Sami ağabeyinden daha cüretkârdı, monsenyöre yanıt verecek
cesareti vardı.”
“Efendimiz, iyi düşünülerek alınmış bir karar mı söylediğiniz?
Çemberlitaş’ı kaidesi ve temeliyle birlikte yok edecek güçte
bomba binlerce kişinin ölümüne sebep olur. O bölge her zaman
çok kalabalıktır. Yakınında Kapalıçarşı ve cami var, patlama sonu­
cu yıkılırlarsa ölü sayısı çok yüksek olur.”
Monsenyör Anselmo Colombano delikanlının sözlerine kızdı.
Ayağa kalktı ve elini masaya vurdu.
“Bana bak budala!.. Şu anda üç suç birden işledin. Birincisi
bana yanıt verdin. İkincisi kararımızı tartıştın. Üçüncüsü akıl ver­
meye kalktın. Kararımızı tartışmaya kalktığın bizler dünyayı
yönetiyoruz. Sen günahkâr bir faresin. Sana bunlan söylemez
cezalandırılmam isterdim ama bir kredin var, o dedendir. Mezhe­
bimize hizmet uğruna insan öldürme günahına seve seve katlan­
mış bir rahibin torunusun. Deden ve baban 60 yıldır her emri
kusursuz yerine getirdi. Bu ülkede dinimizi yaymak için uğraş
verdiler. Biz de antikalarını dünyaya satmalarında yardımcı
olduk. Bu sayede sizler zenginsiniz. Şunu bil ki, biz ceza verirsek
senin ölümünle bitmez, soyun bu cezayı kıyamete kadar çeker.”
Sami ses çıkarmadan dinliyordu, ağabeyi Selim kaildi monsen-
yörün önünde diz çökerek ellerini tuttu öpmeye başladı.
“Efendimiz kardeşimin cehaletini bağışlayınız. O daha çocuk,

1
159

size karşı gelmedi, amacım ifade edemiyor efendimiz. Agnus


Dei’yi bilmiyor. İzniniz olmadan kendisine anlatmak istemedim.”
Bir yandan ağlayan Selim kardeşine işaret etti, Sami de mon-
senyörün önünde diz çökerek elini öptü.
“Beni bağışlayınız efendimiz. Size karşı gelmedim, akıl verme­
dim.”
Monsenyör Anselmo Colombano onlan iyice korkuttuğunu
anlamıştı. Ses tonunu değiştirdi, bağışlayıcı tavrım takındı.
“Kalkmız çocuklarım. Her insan günah işleyebilir. Ben Tanrı
adma sizi affediyorum. Şunu öğrenmelisiniz; Agnus Dei’nin karar­
lan tartışılmaz, sadece uygulanır... Ne olursa olsun uygulanır.”
Selim ile Sami doğruldular, süt dökmüş kedi gibi pismiş bekli­
yorlardı. Monsenyör teatral bir tavırla elini kaldırdı, onlan takdis
etti.
“Oturan!..”
Selim ile Sami oturduktan sonra monsenyör sözlerini bellete­
rek ağır ağır konuştu.
“Çemberlitaş’m kaidesi ve temeli uçurulacak. Öyle ki, kutsal
emanetlerin gömülü bulunduğu ileri sürülen kayanın tozu kalma­
yacak. Kutsal emanetler yok olacak. Dostlarınızla hemen konu­
şun. Amerikalı arkeolog işe girişmeden bomba patlatılmalı. Anla­
şıldı mı?”
“Anlaşıldı efendimiz” dediler Selim ile Sami sadece.
“Bu işi başaracaksınız, değil mi?”
“Başaracağız efendimiz.”
“Tann yanınızda olacak” dedi Monsenyör ve valizini kapatma­
larını işaret etti.
Ertesi sabah Monsenyör Anselmo Colombano İtalya’ya döndü.
İki kardeşin huzuru kaçmıştı. Kara kara düşünüyorlardı. O güne
kadar keyifleri yerindeydi. İçleri Katolik, dışları Müslüman Türki­
ye Cumhuriyeti vatandaşları olarak İstanbul’da yaşıyorlardı.
Kazançlan çok iyiydi. Tarihi eser kaçakçılığında en büyük işleri
onlar yapıyorlardı.
Dedelerinden ve babalanndan miras kalan kutsal görevleri ise
Türkiye’deki Hıristiyan misyonerleri organize etmek, Müslüman
Türkiye’de Hıristiyanlığı yaymaktı. Çok sessizce, olağanüstü dik­
katli davranarak misyonlannı sürdürüyorlardı. Hıristiyanlığa
dönenlere para yardımı yapıyor, bunların içinden misyonerlik
yapmak isteyenleri dolgun maaşlara bağlıyorlardı.
İlk bakışta yaptı klan dini inanç hizmeti olarak görülse de örgü­
tün emriyle provokasyon amaçlı sabotaj, yanlış bilgi yayma, med­
160

yadan adam satm alma gibi tehlikeli görevleri “taşeron çetelere”


uygulatıyorlardı. Agnus Dei’nin çok önemli saydığı iki cinayeti de
onlar organize etmişti.
Dedeleri Rahip Sebastian Augustinus’un, 1929’da kurulan
Agnus Dei’nin (Tanrı’nm Kuzusu İsa Gizli Örgütü) ilk üyelerinden
oluşu sağ salim Türkiye’ye ulaşmasını sağlamıştı. Agnus Dei’nin
dünyanın bütün ülkelerinde, yerine göre açık, duruma göre gizli
elçilikleri vardı. Bu kişiler kardinal rütbesindeydi.
Türkiye’deki gizli elçi Abdülkerim ise, dış ticaret yapan tanın­
mış bir kişiydi. Örgütün sadece üst düzey yönetimi onun gerçek
kişiliğini biliyordu. Örgüt toplantılarında adı geçtiğinde yerini
belirtmek için “Konstantinopolis Efendisi” olarak anılırdı.
Agnus Dei’nin başka İslam ülkelerinde de örtülü elçileri vardı.
Mısır’daki gizli kardinalin adı “Firavunların Efendisi”, Fas’taki
gizli kardinalin adı “Fez Efendisi”, Lübnan’daki “Baalbek
Efendisi”ydi. Beyrut’ta yerleşik Baalbek Efendisi iç savaşa
kadar Hıristiyan Katolik kimliğini ve kardinalliğini açıkça ortaya
koyardı. İç savaş sonrası Lübnan’daki Hıristiyan nüfusun hızla
azalması, Sünni Müslümanlar yanında Şii Müslümanlar ile Filis­
tinli göçmenlerin artması, Hamas ve Hizbullah örgütlerinin aktif
olmasıyla durum değişti, kardinal Beyrut’u terk etti. Yeni kardi­
nal Arap isimli Hıristiyan’dı, misyonunu gizleyen saygın bir işa­
damıydı. Kendisini güvende hissettikten sonra resmi olarak
Opus Dei örgütünü ve örtülü olarak Agnus Dei örgütünü
Lübnan’da kurmuştu.
“Konstantinopolis Efendisi” Müslüman Türk biliniyordu, gaze­
telerde, televizyon haberlerinde sık görülen biriydi. Agnus Dei
örgütünün Abdülkerim’den sonra gelen beş yöneticisi Müslüman
bilinirdi, derin aile köklerinde Hıristiyanlar vardı.
Ticari işlerini ustaca yürütüyorlardı. İslam dininden bilindikleri
için İslami sermaye gruplarının içinde “koyu muhafazakâr Müslü­
manlar” rolüyle yer edinmişlerdi. Din istismarcılarıyla ortaklaşa
kurdukları holdingleri, bankaları vardı. Namuslu ama cahil dindar
halktan büyük paralar topluyorlardı.
Evlerinde resim bulunmazdı, duvarlarım İslami hatlar süsler,
çoğunun eşleri İslami tesettüre göre giyinirdi. Ramazanda oruç
tutar, namaz kılarlardı. Çıkarları için her boyaya giren kişilerdi.
1928’de kurulan Opus Dei (Tann’mn Yapıtı) örgütünden esinle­
nerek 1929’da kurulan Agnus Dei kurucularının amacı dine hiz­
met değildi. Kalın sır perdesinin arkasında karanlık işleri Hıristi­
yanlık adına yapıyor gözükmekteydiler. Vatikan onların faaliyeti­
161

ne şiddetle karşıydı, ancak örgüt yasal değü gizliydi, yasal engel­


leme mümkün olmuyordu.
îkinci Dünya Savaşı’nm en kanlı günlerinde Sebastian’m
İstanbul’da tutunması Agnus Dei’nin cömertçe verdiği paralar
sayesinde olmuştu. Türkiye vatandaşlığına örgütten aldığı destek­
le geçebilmişti.
Agnus Dei yardım etmişti ama rahibi ömür boyu borçlandırmış-
tı. Sebastian Augustinus’tan artık hizmet bekliyorlardı. “Müslü­
man Türk vatandaşı Sebati Ağustos” kimliği rahat çalışmasını
sağlayacaktı. Agnus Dei’ye bağlılığını göstermeye mecburdu.
Savaşta tarafsız kalmasına rağmen Türkiye, bütün dünya ülkele­
ri gibi yoksulluğu yaşıyordu. Ekmek karneyle veriliyor, şeker yeri­
ne kuru üzüm kullanılıyordu. Temel gıda maddelerini bulabilmek
şanstı. Bir jilet aylarca kullanılıyor, ayakkabıların altı defalarca
pençe yapılarak değiştiriliyor, pantolonlar yamalı giyiliyordu.
Savaşm kargaşası içinde Sebastian fırsatları değerlendirdi.
Fakir, yılgın, umutsuz, bunalıma girmiş, dinini düşünmek bir yana
carımdan bezmiş, öteki dünyadan bile umudunu kesmiş Müslü­
manları buldu. Dostça sokuldu, yardım etti. Hıristiyanlığa çevir­
meye gelince bu fakir Türkler öfkeleniyor, armağanları geri veri­
yorlardı. Başarısız olmuştu, uzun uğraşlar sonucu ancak birkaç
kişiyi Hıristiyanlığa çevirebilmişti.
Kurnaz Sebastian örgüte başarısız gözükmemek için formülü
buldu. İşsiz güçsüz, ailesi olmayan bazı kişilere, “Sen Hıristiyan
gözük, benden paranı al!..” dedi. Agnus Dei’nin müfettişleri
Türkiye’ye gelip yeni dindaşlarıyla tanışmak istediklerinde karşüa-
nna bu sahte Hıristiyanlan çıkarıyordu. Kalabalık cemaat Agnus
Dei’yi memnun etmekteydi, çünkü Hıristiyan zenginlerden “dünya­
yı Hıristiyanlaştırma” adına astronomik bağışlar alıyorlardı.
Böylece, Osmanlı döneminden beri süregelen Hıristiyan misyo­
nerlik faaliyetlerini yöneten en başarılı kişi oldu. Büyük küçük
birçok kente misyonerlerini yerleştirmişti. Başarısının ödülünü
de aldı. Ağustos ailesi Türkiye’deki en zengin “dönme”lerdendi.
Ölünce misyonu ve serveti oğluna geçti.
Mafya-mabet gizli anlaşmaları sayesinde diplomatik kuryelerle
taşıttığı tarihi eserleri dünyanın her yanında en iyi fiyatlarla sat­
tırdı.
Torunları Selim ve Sami, dedelerinden kalan vazgeçilmez miras
gereği “Çemberlitaş’m bombalanması” emrini yerine getirmek
zorundaydı. Selim olgundu, örgütün içyüzünü, dünya çapındaki
etkisini ve cezalandırma yöntemlerini büiyordu.
162

“Monsenyör’ün dediğini yapmasak ne olur? Paramız çok, başka


ülkeye kaçarız, izimizi bulamazlar” dedi Sami.
Selim, bu sözlerim duyunca onun toyluğuna acı acı güldü.
“Ah yavru, sana onlan anlatacağım. Agnus Dei en güçlü kapalı
Hıristiyan örgütüdür. Üyeleri arasında işadamları, politikacılar,
mafya babaları vardır. Kendilerini zincirle döven, dikenli telleri
etlerine batırarak ibadet eden Opus Dei üyelerinden daha beter
olan onlar kimseye acımaz. Vatikan yönetiminin en etkili ama
görünmez grubudur. Çünkü işin içinde inanılmaz büyük paralar
var. Agnus Dei’nin dindarlık maskesi altındaki asıl işi taşeronluk­
tur. Uluslararası tefetilik, kaçakçılık, istenen her ülkede kiralık
ajanlık, suikast, anarşi yaratma işleri yaparlar. Anamızın şeyine
kaçsak bizi bulurlar, anlıyor musun?”
Selim kardeşine, “Bir dakika” diyerek evdeki çalışma odasın­
dan bir dosya getirdi. Belgelere bakarak Sami’ye bilgi verecekti.
“61 ülkede faaliyet gösteriyorlar, öyle etkilüer ki, ABD’de Bush
yönetimini Opus Dei’yle birlikte çalışarak etkilediler. Kürtaj,
eşcinsel evlilikleri ve kök hücre çalışmalarını yasaklattılar. Bak
okuyurum sana kardeşim; Sovyetler Birliği dağılınca bağımsızla­
şan birçok ülkede ve başkalannda Opus Dei şubeleri açıldı. Aynı
ülkelerde gizlice Agnus Dei de kuruldu, örneğin; 1989’da Çin’in
ucundaki Makau’ya yerleştiler, orası bir anda Las Vegas yatırımcı­
larınca kumar beldesi yapıldı. Yeni Zelanda, Polonya, 1990’da
Macaristan, Çek Cumhuriyeti, 1992’de Nikaragua, 1993’te Hindis­
tan, İsrail, 1994’te Litvanya, 1996’da Estonya, Slovakya, Lübnan,
Panama, Uganda, 1997’de Kazakistan, 1998’de Güney Afrika,
2003’te Hırvatistan, Slovenya, 2004’te Letonya ve 2007’de Rusya’da
resmi şube açan Opus Dei’nin ardından Agnus Dei gayriresmi
olarak oralara sızdı, karanlık faaliyetlerine başladı. Opus Dei
onları reddeder, onlara kızar, isim benzerliğinden yararlanarak
din istismarcılığı yaptığım ileri sürer aslmda... Ama Agnus Dei
vardır ve hep güçlüdür.”
“Tamam abi, buraya kadar anladım, yaygm, etkin bir örgüt.
Muhafazakâr dindarlar Örgüt kurabilir, inancında herkes özgür
olmalıdır, ruhunu rahatlatmalıdır, bunlan kabul ediyorum. Anla­
yamadığım şu abi... Herifçioğlu Çemberlitaş’ı uçurun diyor. Dalga
mı geçiyor it herif. Çemberlitaş bu be!.. Oyuncak uçak mı uçuru­
yorsun? Ayrıca bizim hayatımızı tehlikeye atıyor, yakalanırız,
mahvoluruz.”
Selim kardeşine kolonya şişesim uzattı.
“Çek burnuna, rahatla... Bu görevden kaçış yok yavru... İşimizi
163

akıllıca yürütürsek sıyrılırız. Adam öldürtmelerine aracı oluyoruz


oğlum, bunları yapan biz değilmişiz gibi konuşuyorsun.”
“O maksadı biliyorum da... Çemberlitaş’ı neden yıkmak istiyor­
lar? Böyle bir şey olamaz, hâlâ inanamıyorum.”
Selim koltuğuna yaslandı, gözlerim kapattı, kardeşinin sorusuna
bir süre yanıt vermedi. Derin bir nefes aldıktan sonra konuştu.
“Sebebi en başından alarak anlatayım. Dünyayı din adamları
yönetir yavru. Din adamlığı ise en garanti kazancı olan, dünyanın
en rahat işidir. Kimse yaptığını tartışmaz, herkesten saygı görür­
sün, işsizlik korkun hiç olmaz. Mabetlerin iflas edip kapanma
ihtimali hiç yoktur.”
“Çemberlitaş’ı bombalayarak ne elde edecekler?”
“Hıristiyan kiliseleri dünyanın en örgütlü, en kazançlı gelir zin­
cirleri... İnsanların dinden başka ruhlarını emanet edecekleri
makam yok. İnsanlar insanları ezdikçe ezilenler ancak dine sığına­
biliyor. Milyonlarca din adamı, insanların inancı sayesinde rahat
yaşıyor. Bir de milyarlarca dolarlık vurgun yapan din istismarcıları
var. En önemlisi, din baskısından yararlanıp iktidar olan siyasi par­
tiler var. İnanç sarsılmamalı. İnanç sarsılırsa mabetler yoksul, vur­
guncular işsiz kalır. Dinci siyasi partilere seçmen bir daha oy ver­
mez. Böyle bir durumda dünyayı sarsacak depremi düşünsene
Sami. Dünyadaki Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi iktidarların çoğu
sağcı siyasi partiler veya dinci diktatörler. Uydurulmuş din kuralla­
rı ortaya çıkarsa hepsi bir anda toz olacaklar, aldatılmış halkın
elinden zor kurtulacaklar. Bu nedenle bütün din vurguncuları ger­
çeklerin ortaya çıkmasına ölümüne engel olurlar."
“Çemberlitaş’ı yok ederek bir gerçeğin üstünü mü Örtecekler?”
“Evet, sevgili kardeşim. Dedemizi İstanbul’a çeken kitapta;
imparator Constantinus’un annesi Helena’nm Kudüs’ten İstanbul’a
getirdiği kutsal emanetler anlatılıyor. Bu emanetler, Hazreti
Musa'nın asası, Hazreti Nuh’un baltası, Hazreti Davud veya Haz­
reti Süleyman'ın yedi kollu som altın şamdanı ve Hıristiyanlar için
çok önemli olan Hazreti İsa’nın kemikleri, kaymaktaşı kâsesi,
çarmıh parçalan ve cüppesi ve de Bamabas İncili... Bunların
nerede olduğu bilinmezken, Çemberlitaş’m altında olduğu söylen­
tisi yayılıyor. Söylentinin Hıristiyan dünyasındaki etkisi büyük
oluyor. 1918 yılında İngiltere, İtalya ve Fransa İstanbul’u işgal
ediyor. Bundan cesaretlenen 14 Benedikten rahibi İstanbul’a gele­
rek Çemberlitaş’ın karşısındaki Vezirhan’a yerleşiyor. Bütün hanı
kiralayan rahipler Çemberlitaş’a doğru tünel kazıyorlar. Temel
taşma ulaştıkları sırada fark ediliyorlar ve sınırdışı ediliyorlar.”
164 165

“Peki abi, kutsal emanetlerin Çemberlitaş’m altında olduğu cephe alacaklarını düşünmüş. Dump dururken baş ağrısı yarat­
neye dayandınlıyor?” masınlar diye kutsal emanetleri tekrar Çemberlitaş’m temeline
“Çemberlitaş’ı İstanbul’a getirten kentin kurucusu imparator koydurarak konuyu kapattırmış. İster inan ister inanma, dediko­
Constantinus’tur. MÖ 340’tan sonraki belgelere göre; kutsal ema­ du kılıçtan keskin demişler...”
netleri Çemberlitaş’m temeli içindeki hücreye Constantinus’un Sami gülerek ayağa kaltı.
annesi eliyle koyuyor. Constantinus da halka emanetlerin orada “Bana göre söylentilerin Atatürk bölümü uydurma. Eğer böyle
olduğunu ilan ediyor. Bunların arasında asla görülmesini isteme­ kutsal değeri olan eşyalar bulunsaydı Atatürk onları kesinlikle
diği Barnabas İncili de var.” müzeye koydunırdu. Ancak bir şeyi anladım şimdi; arkeolog
Sami’nin kafası karışmıştı. Robert Younger Çemberlitaş’ı araştıracağım söyleyince bizimki­
“Kutsal emanetler oradaysa Monsenyör nasü yok edilmesini ler telaşlandı. Mektubun ve söylediğine göre çekindikleri Bama­
ister? Büyük günah değil mi? Tam tersine onların korunmasını bas İncili’nin bulunacağından korktular. Constantinus’un mektu­
veya çıkarüarak gösterilmesini istemesi gerekir.” bu söylenti de olsa, doğruluk ihtimalini de hesaplıyorlar demek
Ağabeyi güldü. ki, Çemberlitaş ortadan kalksm, Hıristiyanlığı tartışmaya açacak,
“Kazın ayağı öyle değil yavru. Bamabas İncili’nin ortaya çıkma­ inançları kıracak altın mektup ile Bamabas İncili yok olsun ve
sını asla istemezler. Orijinal Bamabas İncili’nin içeriği mevcut yıllardır kafalarını kurcalayan evham kökünden silinsin istiyorlar.
Hıristiyanlık kurallarını tartışmaya açar. Bak işin içinde ne var? İsa’nın kemiklerim bile feda edebilirler.”
Söylenti içinde söylenti var; 1929 yılında Atatürk söylentileri “Aferin yavru bildin. İşte bu nedenle bomba projesi sırtımıza
merak ediyor, Çemberlitaş’ta araştırma yapılmasını istiyor. Yerli yükleniyor.”
yabancı birçok arkeolog araştırmaya katılıyor...” “Ben yine de başka sebepler var düşüncesindeyim. Dedikodu­
“Soma? Niye sustun abi?” ya inanılarak böyle büyük sabotaj yapılmaz... Örneğin,
“Sonrası yok çünkü... Atatürk’ün emri üzerine açıklama yapıl­ Constantinus’un mektubu veya Bamabas İncili... Diyelim ki Ata­
mıyor. Çemberlitaş konusu resmen bir daha açılamıyor. Üstü türk gördü, ya başka yerde saklattıysa... Bir gün açılıp okunması­
kapah bir yasaklama... Resmi açıklama olmayınca yine yoğun nı vasiyet ettiyse... Biliyorsun, Atatürk’ün açılmayan bir mektu­
dedikodu başlıyor. Deniyor ki: “Temelden kutsal emanetler çıktı, bundan söz edilir. Hani bir tarih koymuş da, o zaman halka okun­
Atatürk çıkarılanları gördü. Bunların içinde imparator masını istemiş derler. Bunu hesap etmiyor mu bizimkiler? Başka
Constantinus’un bıraktığı altın levhaya yazılı mektup ile yasakla­ bir dolap nu var yoksa?”
dığı Barnabas İncili vardı. Arami alfabesiyle Süryani dilinde yazıl­ Sami’nin sözleri ağabeyi Selim’i heyecanlandırmıştı. Gözleri
mış İncil’in içeriği ve Latince altın belge Atatürk’e okundu. O açıldı, parmağım şaklattı.
belge üzerine Atatürk açıklama yasağı koydu.” ‘Tabii ya... Bir amaç da şu olmalı: Bizimkiler bir taşla iki kuş vura­
“Haydaaa... Dedikodular o altın levhaya kazınmış mektupta ne rak kafa karıştiracak. Şöyle çamur atacaklar, diyecekler ki:
yazılı olduğunu da söylüyor mu?” ‘Çemberlitaş’ı uçuranlar fanatik Müslümanlardır. Sebep şudur: İsa
“Dedikodu olarak söylüyor... Dedikodu hızla Vatikan’a ulaşıyor. Peygamber’in kalıntıları İslam toprağında bulunmasın, kutsal ema­
Papalık’ta tedirginlik başlıyor. Çünkü, ‘Constantinus altın mektu­ netler ortaya çıkmasın, İstanbul Hıristiyan hacıların uğrağı olmasın
bunda Hıristiyanlığı kökünden sarsacak açıklamalar yapmış’ diye Türkiye’deki fanatik Müslümanlar İsa’nın kemiklerim, kâsesini,
deniyor. Constantinus’un yazdıkları açıklanırsa Hıristiyanlık sar­ çarmıhım, cüppesini, Musa’nın asasım falan filan havaya uçurdular...’
sılabilirmiş. Constantinus aslmda putperest olduğundan devlet Ardından sloganlar gelecelc ‘Kenetlenin Hıristiyanlar!.. Müslümanlar
yönetimi sorumluluğuyla mecbur kaldığı Hıristiyanlıktan öldük­ dünyanın başına bela, üstlerine daha çok gidelim, yeni haçlı seferleri
ten sonra intikam almak istenüş deniyor. Ayrıca Süryanice Bama­ başlasın!.. Türkiye AB’ye alınmasın!..’ diyecekler. Papaz cinayetleri
bas İncili, bildiğimiz İncillerden çok farklıymış, büyük sorunlar stratejinin bir bölümünün uygulanması... Bu defa Türk halkı lazacak,
açarmış. Dedikoduya göre; Atatürk, Hıristiyan dünyasının ‘Türk- ‘Kahrolsun Avrupa Birliği!’ gösterileri patlayacak. Böylece Türlüye ile
ler yalan dolanla Hıristiyanlığa cihat açtı’ diyerek Türkiye’ye Avrupa Birliği ilişkileri kopacak. ‘Avrupa Birliği Hıristiyan topluluğu-
166

dur’ diyen Papa XVI. Benediktus Türkiye’nin AB’ye girmesini kesin­


likle istemiyor, Fransa’da, Avusturya’da, Belçika’da ve Hollanda’da
halkm yüzde 60’ı, Almanya’da yüzde 54’ü Türkiye’yi istemiyor.
Türkiye’yi ebediyen dışlamak için harika bir komplo teorisi... Hıristi­
yan kulübü AB, böylece İslam ülkesi Türkiye’den kurtuluyor. Bağnaz
düzeni sarsacak Bamabas İncili’nden kurtuluyor, eğer yürüyen siste­
mi bozacaksa Constantinus’un altın mektubundan kurtuluyor. Mon­
senyör Çemberlitaş’ı uçurmamız için bizi zorluyor, ama asla ‘Papa
istediği için bunu yapıyor’ diyemem. Agnus Dei Vatikan’ın içinde, ama
Papa onun içine girebilmiş değil. Papa’nın söz geçiremediği, içini bil­
mediği örgüttür. Opus Dei de hiçbir İslam ülkesinin Avrupa Birliği’ne
katılmasını istemez. Türkiye’nin AB’ye girmesi Opus Dei için dinden
çıkmak kadar korkunçtur. Türkiye AB’ye bir girsin kıyamet kopar,
intihar edenler bile olur.”
“Bu kadar manyak mı bunlar?” dedi Sami.
Selim bu sözlerden yerin kulağı varmışçasına korktu. İşaret-
parmağım dudaklarına götürdü.
“Hişşt, alçak sesle konuş. Günde iki saat süreyle vücudunu
dikenli zincirle sıkıp eziyet eden, kendini kamçılayanlara ne
denirse bunlar onlar işte kardeşim. Ama çok güçlüler çoook...
Çoook tehlikeliler çoook...”
“Papa bunlara engel olmuyor mu?”
“Güldürme beni cahil kardeşim. Opus Dei ile Agnus Dei tarika­
tının inancı nedir biliyor musun?”

“Onlar Papalıktan çok Papa’yı kutsal büirler. Papa öyle kutsal­


dır id, onun büyüklüğü Vatikan’ın Papalık makamını yüceltir. Bu
nedenle Papa seçimlerinde çok kulis yaparlar. Kendi adaylarını
papa seçtirirler. İstemedikleri muhterem bir kişi papa seçilmişti.
Sapasağlam adam üç haftalık papayken akşam yemeği sonrası
aniden ölmüştü. ‘Zehirlediler’ suçlamasına rağmen Vatikan otopsi
yaptırmadı. Onlar herkese baskı yaparlar. Görüyorsun kardeşim,
baskı bizim de üstümüzde...”
Selim gözlerini cin gibi açmıştı. Bir daha parmağını şıklattı.
“Çemberlitaş’a sabotajın ardında politik, ticari ve dinsel ihtiras­
lar var. Bence asıl amaçlan Türkiye’yi AB’den koparmaktır. Bu
nedenle Türkiye’de ikili oynuyorlar. Bir yandan dünya Hıristiyan-
larına şirin gözükmek ve bağış toplamak için misyonerleri besli­
yorlar, öte yandan Türk halkı fanatik Müslüman, hatta terörist
gözüksün diye kendi misyonerlerini öldürtüyorlar. Din istismarcı­
larına yardım ediyorlar. Zaten tüm dünya Müslümanlanna terörist
167

damgası vurmuyorlar mı? Dinle vurgun yapanlar dinler arası banş


istemez.”
Parmağını kardeşi Sami’ye ihtar eder gibi uzattı Selim.
“Öyleyse biz ne yapacağız bak; biz ne Hıristiyanız ne de Müslü-
manız ama aldığımız emri yerine getirmek zorundayız. Çemberli-
taş havaya uçurulacak. Ancak uzmanlara bombayı ölçülü koydur-
tacağız. Sütun yıkılacak, temel taşı ortaya çıkacak. Çevrede ölen
ve yaralanan az olacak, belki de olmayacak. Ancak panik patlaya­
cak. Panik sırasında adamlarımız temel taşındaki hücreden kut­
sal emanetleri alacaklar bize getirecekler.”
“Olabilir mi?”
“Olamazsa bir şey kaybetmeyiz. Olursa kazancımız tarihi olur,
bu nedenle oldurmaya çalışacağız. Orada gerçekten kutsal ema­
netler varsa, bunlara her üç dinden milyar değil, trilyon dolarlar
verecek alıcılar da var. Yahudiler yedi kollu şamdana, Musa’nın
asasına değer biçebilir mi? Gerçek Bamabas İncili, altın mektup...
Vay, vay, vay!..”
Selim ayağa kalktı, gözleri parlıyordu.
“Bir taşla iki kuşu asıl biz vuracağız kardeşim. Kutsal emanet­
leri ele geçirirsek, Constantinus’un Hıristiyanlığı sarsacak altın
mektubu ile Bamabas İncili’ni de ele geçirmiş olacağız. Hıristi­
yanlığı nasü sarsarlarmış öğreneceğiz. İsterlerse onu da Araplara
satar kayboluruz.”
“Az önce, anamızın bilmem nesine kaçsak bizi bulurlar diyordun.”
“Kutsal emanetlere sahip olmak, onları trilyon dolara satmak
fikri gözümü kararttı. İslam ülkelerinden birine yerleşiriz bizi ele
geçiremezler. Müslüman değil miyiz kardeşim?”
Sami güldü.
“Elhamdülillah” dedi.

Çemberlitaş ne zaman bombalanacak?

Monsenyör Anselmo Colombano anyordu. Şifreli adıyla Aldo...


İtalya’dan telefon ederken İtalyanca “uzman” anlamına gelen
Aldo ismini kullanırdı. Selim endişeyle telefonu kulağına götür­
müştü. Monsenyör, dinlenme ihtimaline karşı sakin bir sesle
Almanca konuşuyordu.
“İyi günler değerli Selim Bey. Yeni siparişlerinizi bekliyoruz.
Size önerdiğimiz yeni boya kimyası çok değerli ve üstünde durdu­
ğumuz bir formüldür. Temenni ederiz ki en kısa sürede siparişiniz
gelir. Sadece bunu hatırlatmak istedim efendim.”
Monsenyör Anselmo Colombano bunları söyledikten sonra
telefonu kapattı. Sözleri şu anlama geliyordu: “Bir an önce
Çemberlitaş’ı havaya uçurun, konuya çok önem veriyoruz.”
Selim, Yeşil Kanat Nakliyat Şirketi’ne telefon açtı.
“Faris Bey lütfen... Ben Selim Ağustos...”
“Selim Bey buyur.”
“Selamünaleyküm Faris Bey, bugün görüşmemiz gerekiyor.
Yeni formülle yapılmış kimya ürünlerimiz geldi, hassas nakledil­
mesi gerekiyor, bizzat izah etmek isterim. Lütfen ofisime gelir
misiniz? Mümkün olduğunca kısa sürede rica edeyim. Acelemin
nedeni, rahatsızım, belki bir süre yatmam gerekir, yeni ürünü bir
<m önce pazara sunayım dedim... Bayilere dağıtım bir an önce
yapılmalı. Allah razı olsun kardeşim, bekliyorum.”
Bir saat sonra ceketi normalden uzun, siyah takım elbiseli,
yakasız beyaz gömlekli, dindar olduğunu giyimiyle belli eden
zayıf orta boylu, siyah sakallı, avurtları çökmüş koyu esmer bir
adam Selim’in ofisine geldi. Faris, Kara Temur’un İstanbul’daki
nakliyat şirketini yöneten adamıydı. Birlikte ses geçirmeyen
odaya girdiler.
“Acelemiz var Faris. İş çok büyük. Çemberlitaş bombalanacak!..”
Faris’in karanlık bakışlarında değişme olmadı. Buz gibi adamdı.
Sanki Selim çok olağan basit bir işi söylüyordu. Kaim mor dudak­
larım pek aralamadan dişlerinin arasından ıslık gibi konuştu.”
“Eeeee... Böyle bir işin parası hakkıyla ödenecek mi?”
“500 000 dolar alacaksın.”
Faris ayağa kalktı.
“Kara Temur ağa verdiğin fiyatı duymasın dönme!.. Sen kendi­
ne kendin gibi bir ahmak bulursan işi ona ver. Kitabına da küfret­
tirme."
Selim de kalktı kolunu tutarak onu koltuğuna çekti oturttu.
“Dur be Faris. Baştan avans olarak 500 000 alacaksın dedim.
Arkası gelecek.”
“Arkası ne? Toptan konuş Selim. Verdiğin işin çapım hesapla­
madın galiba... Uçurduğuna bak, Çemberlitaş bu be!.. Kuş uçur­
muyorsun.”
Selim’ e doğru eğildi Faris. Bakışları korkunçtu.
“5 milyon dolara iş biter. Sakın pazarlığa kalkma...”
“Pazarlıksız ticaret olmaz Faris. 2 milyon dolar.”
“Ulan Selim, ulan Selim pazarlık yok dedik ya...”
“Tamam be Faris, seni mi kıracağım kuzum. 3 milyon dolar.”
“Beş!..”
169

7 Akbaba var mı?

Bob, Lara, Debra ve Koksal ertesi sabah. 06.45’te hisardaydılar.


Bob’un atlattığı Semiramis yoktu. Ancak, ekibi adım adım izleyen
Kara Temur’un 4 adamından biri Semiramis’e telefon etti.
“Hepsi şu anda hisarda...”
Ekiptekiler 07.00’de bir gece önce keresteler, demir levha ve mal­
zemelerle örtülen kuyunun ağzım açtılar. Drilling makinesi toprağı
taşı keserek kuyuyu oyuyordu. Heyecanla makinenin işini bitirmesini
beklerlerken Semiramis çıkageldi. Huzurları kaçtıysa da belli etmedi­
ler. Semiramis Bob’a sokularak sırnaşık tavrıyla koluna girdi.
“Tatlım beni atlatmışsın. Hani bugün dinlenecektin?”
Bob zorla gülümseyerek Semiramis’in kolundan çıktı.
“Makinede bir arıza olmuş, zoraki geldim işte...”
Öğlene kadar durmadan çalışıldı. Saat 13.00’te ekip yemek
molası verdiğinde kaybolan Semiramis sindiği yerden Kara
Temur’u aradı, olanı biteni anlattı.
“Binaya girmek için kuyu kazılıyor. Hepsi mutlu, aradıklarını
bulacaklarını umuyorlar. Akşama iş biter gözüküyor. Bu gece
dipteki binaya inebilirler, yahut her neyse o binanın içine girebi­
lirler... Baskın ekibi hazır olsun, ortalık sakin durum çok uygun.”
Kara Temur haberi alınca tembelce uzandığı divandan fırladı.
“Anlaşıldı” dedikten soma Faris’i aradı.
“Kaz sürüsü Rumelihisarı’na yakın Aşiyan sahilindeki çay bah­
çesinde hazır olacak Semiramis’in telefonunu bekleyeceksin. Ne
olur ne olmaz, hareket her an gerekebilir. 7 Akbaba bulunduğu
anda Semiramis haber verecek. Bizim ekip vakit geçirmeden bas­
kını yapmalı, 7 Akbaba’yı şimşek hızıyla almalılar. Hata yapanı
yok ederim Faris!.."
Akşama doğru drilling operatörü Pat Coleman makinesinin
çalışmasını durdurdu. Müthiş gürültünün kesilmesi hepsinin
Pat’e bakmasına sebep oldu. Genç operatör parmağının ucuyla
kepini arkaya itti, sapsarı saçları alnına dökülmüş, gülümseyen
yüzüne iyice muzip ifade gelmişti. Pat iki elini havaya kaldırdı.”
“İşte bu kadar! Kuyunuz hazır Bay Younger.”
Bob sevinçle kuyunun başma koştu. Drilling makinesinin tor­
nası yukarı çekilmişti. Kuyuya güvenlik çemberlerini takacak
işçiler malzemeleri getirmişti.
Çemberleme işlemi gece saat 22.00’ye gelirken tamamlandı.
Kaskını giyen Bob, haberleşme telsizini, fenerini ve madenci çeki­
cini kemerine taktı. Kuyuya iniş çıkışlar vincin kancasına bağla­
170

nan 4 kişilik açık asansör sepetiyle yapılacaktı. Bob demir sepete


girdi, vinç harekete geçti. Bütün ekip neredeyse dans edecekti,
onların hafif el çırpmaları arasında vinç Bob’u yavaş yavaş kuyu­
ya indirmeye başladı.
Lara, Koksal, Debrave diğerieriheyecandan titriyordu. Semiramis’in
gözleri avına kolayca yaklaşan atmacanın keyfiyle parlıyordu, ihtiras­
la bekliyordu. Bob aşağıda ne bulacaktı?
Güçlü iki projektör kuyuyu aydınlatmaktaydı.
Asansör sepet indikçe toprak kokusu Bob’un burnunu doldur­
muştu.
“Dur!.. İndirme!..’’ Sonra yukandakilerin endişe etmemesi için
ekledi: “Temeli inceliyorum.”
Sonar cihazmm gösterdiği gibi caminin temeli alttaki binanın
ortasında değil, Bob’un bulunduğu uçtaydı.
Bob “Caminin duvan yıkılmadan önce alttaki binayla aynı hiza­
daymış, neden böyle yapılmış acaba?” diye düşündü. Temel tah­
min ettiği gibi metal bir kubbeye değil toprağa oturmuştu. Kubbe
görünmüyordu.
“Bir metre indirip durun!..”
Temelin altında hâlâ toprak vardı. Kubbeyi yine görememişti.
“Temeli oturtmak için kubbenin yuvarlaklığını toprakla doldur­
muş olabilirler, ama mantıksız değil mi? Hiçbir mimar böyle
salaklık yapmaz” diye mırıldandı.
“Ben dur diyene kadar çok yavaş indirin!..”
İki metre kadar inmişti ki, tekrar yukarıyı aradı.
“Dur!..”
Şimdi temelin altındaki binanın duvarım görmüştü. Duvarm en
üstüne çekiciyle hafifçe vurdu, toprakları çekti. Kubbeyi bulmak
istiyordu. Tekrar çekiçle vurdu.
“Yavaşça indirmeye devam et!..”
Binanın duvan Oruç Bey kitabında anlatıldığı gibi siyah değil­
di, gri-bej taş rengindeydi. Toprağm altında kirlendiğinden renk
net görülmeyebilirdi. Vinç yavaşça inerken çekiciyle zemine
kadar kazıdı. Birden irkildi, beklemediği bir görüntüyle karşılaştı.
Duvar, kitapta yazılana benzemiyordu. Siyah blok “bilinmeyen”
maddeden değildi, eski inşaatlarda kullanılan kesme taş bloklar­
dan yapılmıştı.
Zemine indiğinde tekrar telsize konuştu.
“Şu anda zemindeyim. Bina karşımda. Biraz inceledikten sonra
size sesleneceğim merak etmeyin.”
Bob fenerini duvara tuttu. Çekiciyle topraklan kazıdı, elleriyle
171

iyice temizledi, sonuçta gördüğü duvarın kesme taş olduğuydu.


Kesme taşların arasmda ince tuğla destekler vardı, tipik Roma
tarzı örme duvardı.
Bob anlamıştı, toprak altına gönderdikleri radar dalgalan
aldanmamıştı. Sinyaller, kitaptaki gibi 7 köşeli daire biçiminde bir
yapıyı göstermemişti. Ayrıca kubbe de görünmüyordu. Sinyallerin
bilgisayara çizdiği resimdeki bina dört köşeli, çatısı düz, kutu
benzeri bir yapıydı. Aynca kubbeden 7 m daha büyüktü.
Bob kendini aldatmıştı. Radar doğruyu söylüyordu. Bulduğu
bina 7 Akbaba kubbesi değildi. Midesi bulandı, toprak kokusu az
önce hoş gelirken şimdi içini bulandmyordu. Arkasındaki topra­
ğa baktı, karanlıkta arkası boşlukmuş gibi görünüyordu. Karanlı­
ğın içinde bir şey kımıldar gibi oldu, birisi güldü sanla... Bob far­
kında olmadan yüksek sesle konuştu.
“İyi ama bu ne?”
Söyledikleri telsizden yukanya ulaşmıştı. Telsizden Debra’nın
sesi geldi.
“Profesör, tuhaf bir şey mi var, iyi misin?”
Kendini toparlayan Bob zorla güldü.
“Biiiıu adanılan biraz kaçık olur. Kendi kendime konuşuyorum.”
Sonra Semiramis’in sesini duydu.
“Sevgilim iyi misin? Ne buldun aşağıda?”
“Üç arkadaş buldum poker oynuyoruz Semiramis.”
Bob’a herkesin içinde “sevgilim” diye seslenmesi Lara’yı kızdır­
mıştı. Semiramis’in kolunu sertçe kavradı.
“Burası gece kulübü değil, kendine gel ne biçim konuşuyor­
sun?” derken gözlerinden ateş çıkıyordu. Pişkince gülümseyen
Semiramis’i iterek kolunu bıraktı.
Bob vinç sepetinin içinde ne yapması gerektiğini düşündü,
Duvardaki kesme taşların arasına ince tuğlalar konduğuna göre
ve de klasik Roma duvar örgüsü olduğuna göre duvar 1700 yıllık
olabilirdi. Levhada İsa’dan önce yapıldığı yazılan kubbe yoktu.
Kitapta anlatılan siyah blok duvar, 7 köşeli bina, üstündeki elmas
taşlı kubbe efsane miydi? Fatih Sultan Mehmed böyle eski dört
köşe bina bulmuş olabilirdi. Hisarı bir an önce bitirmek telaşıyla
boşvermişti herhalde... Pekâlâ Oruç Bey tarih diye roman mı yaz­
mıştı? Olamazdı.
Çok sıkılmıştı. “Kendimi yiyomrn, aklımı başıma toplamalıyım,
en iyisi duvarın taşından örnek alayım.”
Çekicinin sivri tarafıyla hızla vurunca sert taştan birkaç küçük
parça düştü. Onlan torbasına koydu.
172

“Bern çekin!..”
Kuyudan çıktığında soran gözler onu bekliyordu. Şimdi aşağıda
ne bulduğunu yukardakilere açıklamak kolaydı. Kuyudan çıkar­
ken bağırıyor, dalga geçiyordu.
“Aşağıda kocaman bir saray var. Duvarları altın, kapılan elmas­
la süslü, güzel kızların raksettiği görkemli bir bahçe... Daha neler
neler...” derken sepet yukarıya çıktı.
Sepetten inerken Semiramis elini uzattı, sonra sarılıp öptü.
Hepsi kızmıştı ama Lara çok sertti.
“Semiramis bırak da ne olduğunu öğrenelim.”
Bob üstündeki toprakları silkeledi. Sonra acıklı bir bakışla
açıkladı.
“Aşağıda taş duvar var. Bildiğimiz taş duvarlardan. Kesme taş
işte... Aynen hisarın surları gibi.”
Şaşkın bir suskunluk oldu. Debra iyice yanma sokularak bakış­
larım Bob’a dikti.
“Şaka yapmıyorsun ya? Bob ciddi konuş lütfen.”
Olumsuzca başım salladı Bob.
“Ciddi söylüyorum. Gömülü olan bina aradığımız bina değil.
Aynen radardan gelen sinyallerin çizdiği gibi dört köşe sıradan taş
bir bina... Kim bilir neydi? Belki de bir depoydu. Biz aptal olduğu­
muzdan hayal kurduk. Bilim adamıyız ve teknolojinin gösterdiği
kutu biçimli dört duvar binayı ille de 7 köşeli ve kubbeli kabul
etmek için kendimize büyü yaptık. Hiç yakışır mı bilim adamları­
na böylesi... Eski kalmışım ben, hâlâ yeni teknolojilerden kuşku
duyuyorum.”
Çok üzgün olduğu belliydi. En çok kendine kızıyordu. Sıkıntıy­
la ofladı, gitti çimenlerin üstüne oturdu. Debra su, Lara kahve
getirdi. Koksal onları izliyordu, Semiramis hemen Bob’un yanma
oturdu.
“Nasıl bir taş bina canikom? Çok mu eski yapı acaba?”
Bob cevap vermedi, gülümseyerek kadının yüzüne baktı.
“Yok yeni bir yapı, betonu bile kurumamış. Dün deli bir mimar
yapmış, toprağa gömmüş. Semiramis boş laflar etme lütfen. Şu
sıra kendi aptallığıma zor direnirken başkasmmkine hiç taham­
mül edemem.”
Suyu içti, kahveden yudumladıktan sonra mırıldandı.
“Otele gidip yatmaktan başka bir şey düşünmüyorum. Allah
kahretsin.”
Bu sözlerden sonra kimse konuşmadı. Çalışmayı tatil ettiler.
Kuyunun üstü yine kapandı. Ekip oteline döndü.
2 73

Semiramis ise Bob’a yapışmıştı. Lara’mn keskin bakışlarına


aldırmadan Bob’la birlikte odasma kadar çıktı.
Bob kapıyı açtı, Semiramis’i içeri itti.
“Soyun!..” dedi. “Beni de sen soyacaksın!..”
Kadm onu ilk defa böyle sert ve ateşli görüyordu. Hızla üstün-
dekileri çıkarıp attı. Semiramis gerçekten baştan çıkarıcı bir
kadındı ve çok güzeldi. Bob’u soyduktan sonra, yanardağ gibi
patlamaya hazır sıcak vücudunu erkeğe yapıştırdı.
Bob onu omuzlarından sertçe kavradı, bastırdı.
“Diz çök!..”
Beş dakika sonra tekrar ayağa kaldırdı ve yatağa itti.
“Seni parçalayacağım. Bütün üzüntümü senden çıkaracağım,
canım yakacağım” derken Semiramis biraz alaycı gülümsedi.
“Savaşa hazırım sevgilim”
Akbabalı kubbeyi bulamamanın hırsını Semiramis’ten alıyordu.
Kadmı ısırıyor, sertliğine şaştığı kalçalarına sert şaplaklar atıyor,
öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu. Semiramis de ona uyunca,
sonuna kadar bağıra çağıra seviştiler.
Semiramis, ünlü Profesör Robert Younger’ın böyle ateşli ve
güçlü bir aşk makinesi olabileceğini beklemiyordu. Hayret dolu
bakışları Bob’un üstündeydi.
Onu bir daha denemek istedi, banyoya çağırdı.
“Yüzünü duvara dön!..” dedi Bob ve iterek yüzünü fayanslara
yapıştırdı, dövercesine sevmeye başladı.
Yüzünü öyle bastırdı İd, Semiramis’in duvara çarpan burnu kana­
dı. Dudaklarına inen kanının tuzlu tadı ateşli kadım daha fazla tah­
rik etti. “Öldür beni!..” diye bağırdı dudaklarındaki kanı'yalayarak.
Semiramis’in isterik feryatları banyoda yankılanıyordu. Bir süre
sonra ikisi de derin soluklar koyvererek dizlerinin üstüne çöktüler.
Semiramis’e göre Bob on üzerinden onluktu. Yaşamı boyunca
ilk defa bir erkek onu orgazma götürüyordu.

Semiramis şiddetli ilişkinin sonrasında Bob’un göğsünde din­


lenmek isterdi, ancak otelde daha fazla kalmadı. Volkodav ve
Kara Temur olanları öğrenmek için çatlıyor olmalıydı.
7 Akbaba’nm çıkarılması varsayımıyla baskın ekibini saatler
boyunca Boğaz’da tutmuştu.
Kara Temur’un telefon numarasını aradı. Kara Temur beklediği
gibi öfkeli çıkmadı.
“Seni merak ettim. Adamlarım her şeyi anlattı. Seninkiler çalış­
174

mayı erken bırakmış, sessizmişler. Sen de birlikte gitmişsin...


Anladım ki bozuk bir şeyler oldu, doğru mu?”
“Beklenmedik bir şey oldu. Bob kuyuya indi, aradığını bulama­
dı. Kubbeli bina yerine bildiğimiz taş duvarlı bir bina gördüğünü
söyledi.”
“Neee... Sahi mi?”
“Evet aynen öyle... Bob, hayal kırıklığıyla otele dönmek istedi.
Gizlediği bir şeyler varsa ağzından alınm umuduyla ben de onlar­
la birlikte otele gittim. Taş duvar diye söylenip duruyordu. Diğer­
leri de aptallaşmıştı. İpe sapa gelir bir şey konuşmadılar. Sonra
Bob odasma uyumaya çıktı. Ben de otelden ayrılıp seni aradım
işte...”
Kara Temur kendi kendine konuşur gibiydi.
“Kubbeli bina çıkmadı demek... Hiç beklemiyordum bunu...
Eğer bütün bu tantana masal çıkarsa kötü işler olur. Kötü...”
Biraz durdu, şimdi sesi yükselmişti.
“Sen peşlerini bırakma, bakalım bu durumda neye karar vere­
cekler. Bir de gözünü aç!.. Böylesine ünlü bir uzman boşuna gel­
mez İstanbul’a, mutlaka konuyu önceden incelemiştir, güvendiği
verileri vardır elinde. Seninle birlikte etrafı da uyutuyor olabilir
herif?”
“Belki, çünkü Bob kapalı kutu. Merak etme onun kutusunu
açınca bir şeyi kaçırmam.”
Kara Temur telefonu kapatınca Semiramis bir şeyin farkına
vardı. Daha önce “herif’ dediği adama şimdi “Bob” demeye başla­
mıştı. Bob’dan zevk almasının şaşkınlığım üzerinden atamamıştı.
Telefonundaki özel numaraya dokundu.
“Merhaba Volkodav sevgilim.”
“Merhaba Voyçiça çikolatam.”
Bilgileri Volkodav’a aktardıktan soma devam etti Semiramis.
“Bugün iş bitecekti, nişancı hazırdı ama orospu çocuğu basm
toplantısına gelmedi. Ne aksilik değil mi?” dedi.
O sakindi, dişlerinin arasından konuşuyordu.
“Zarar yok Voyçiçam, biz istediğimizi alacağız. Kendini üzme
çikolatam. Şu anda seni dudaklarımın arasında eritmek istiyo­
rum.”
Soma telefonu kapattı Volkodav. Semiramis içindeki titreme­
nin kasıklarından boğazına yükseldiğini hissetti. Volkodav’ın
önce yumuşak sonra iyice sertleşen zalimleşen sevişmesini düşü­
nüyordu.
Volkodav vücudunda öpmedik yer bırakmazdı. Bir noktasında
175

yarım saat takıldığı olurdu. Onun dudaklarının ustalığı Semiramis’i


birkaç kez öldürür ve diriltirdi.
Hiçbir erkek onun verdiği hazzı verememişti. Volkodav’la olan
ilişkisi Semiramis’e dünyayı unutturmuştu. Fakat şimdi Bob...
Unuttuğu duyguların kabuğunu kınyor muydu?

Bob içkiyi kaçırınca...

Semiramis’le sevişmesinden sonra gerilen sinirleri boşalan


Bob sakinleşmişti. Beşinci duble viskisini içti, arkadaşlarını aradı,
yemekte buluşacak ve konuşacaklardı.
Yemeğe Koksal ile Peter de katıldı. Bob, duvardan kırdığı par­
çaları gösterdi.
“Bulduğum, Roma tarzı duvarlarla inşa edilmiş bina... Kutu gibi
küp biçiminde... Ne için yapılmış? îçinde ne var? Bunu öğrenme­
liyiz. O halde duvarın öte yanında ne olduğunu anlamak için radar
dalgaları göndereceğiz. Fakat duvarın ötesini görmenin en sağlık­
lı yolu duvarı yıkmak. Kararım budur!..”
Sarhoşluğu iyice belli olan Bob bir kahkaha attı, viski bardağını
kaldırdı.
“Bütün duvarları yıkmaya dostlar!..”
Kadehini kaldırmayan sadece Lara’ydı.
“Nutuk yerine, aşağıdaki duvan iki saat önce dinleseydik daha
iyi olacaktı Bob. Esmer bomban nihayet işine bakmana izin verdi
demek.” Ellerini masanın üstüne koymuş bekliyordu.
Alkol Bob’u kontrolden çıkarmıştı, alaycıydı.
“Özür dilerim Lara, önce iş, değil mi? Önce iş gelir. Sen ciddi bir
kadınsm ve katıksız Alman’sm. Alman demek disiplin, disiplin,
disiplin demektir. Alman için yaşam disiplinin kölesi olmaktır.”
Susmuyordu, aynı kırıcı sözlerini sürdürdü.
“Taş binanın özelliği yok. Başka bir binayı gizliyor olabilir.
Duvan yıkarak içini gönnek şart. Bütün mesele budur Bayan
Lara. Doyçland Doyçland über alles...” derken Peter onun sözünü
kesti.
“Tamam duvarı yıkacaksın Bob. Kardeşimi öldürenler ne ola­
cak? Yani Teo’yu, yani senin de kuzenin olan Teo’yu öldürenler
elini kolunu sallayıp dolaşıyor. Hisarda bir şey saçımı yakıyor.
Bana göre susturucuyla atılmış mermiydi, saçımı yakarak sıyırdı
geçti. Sonra, arabamızın önünü kesiyorlar, elinde silahla bir adam
üstümüze geliyor, böyle kritik durumlar yaşarken sen Semiramis
denilen kadınla yatıyorsun... Ve o kadın Teo’yu öldürenleri tanı­
176

yor eminim. Senin fahiş eni bir odaya kapatmak, döve döve
konuşturmak, gırtlağını sıkmak istiyorum.”
Lara ellerini birinin boğazım sıkarmış gibi uzattı.
“Bende...”
Bob hâlâ gülüyordu.
“İstersen onu sen de becer Peter...” dedi.
Bu söz iki kuzeni kavgaya sürüklemek üzereydi.
Koksal tansiyonu yükselen ortamı yatıştırmak için ayağa kalk­
tı, gitti Peter’in kolunu yumuşakça tuttu.
“Seni anlıyorum ama, soruşturmanın selameti için şimdilik
Semiramis’in üstüne gitmeyi bırakalım. Kendini rahat hissetsin,
nasılsa bizim muhabirler de Semiramis’i izliyor. Kubilay her gün
bana rapor veriyor. Cinayetle ilgisi varsa mutlaka ortaya çıkacak­
tır. Ayrıca hisarda saçını yakanın ne olduğunu polis araştırıyor.”
Bob o sırada kalktı, biraz sallandı, düşer gibi oldu sonra
Lara’mn önünde diz çöktü.
“Beni bağışla, ırkla ilgili şaka yapmak ilkelliktir, kabalıktır.
Duvarı yıkmaya karar vermenin coşkusuyla saçmaladım ve çok
içtim galiba... Senin gibi katıksız olmasam da, bendeniz katıklı
Alman-Amerikan değil miyim?”
Lara dimdik duruyordu.
“Hadi Lara lütfen... Bağışladım demezsen kuyuya girer bir daha
çıkmam.”
Konuşurken dili dolaşan Bob gözlerinin içine bakıyordu. Lara
onun diz çökmüş haline daha fazla dayanamadı gülmeye başladı.
“Kalk asil şövalye, seni affettim.”
Gergin hava dağılmıştı. Bob kalktı, Lara’yı yanağından öptü.
Banş sağlanmıştı.

Keramet korkmaya başlıyor

“Terslik oldu Çoban Köpeği, 7 Akbaba’lı kubbe yerine taş yığını


çıkmış.”
Keramet’in Almanca konuştuğu “Çoban Köpeği” adlı esraren­
giz kişi sinirliydi.
“Biliyorum canım, panikleme... Sana Londra’da otur dedim. Ne
işin var burada, bırak rahat çalışalım. 7 Akbaba’lı kubbe kesinlik­
le var. Robert Younger denilen herif onu ortaya çıkaracaktır.
Aşağıda taş var, kubbe yok’ derken yalan söylüyor.”
Keramet Türkçe küfrettikten soma Almanca devam etti.
“Ben iki gün soma Londra’ya dönerim evladım. Burada akra­
177

bamdan ölen oldu, Topkapı’dan kaldırılacak, onun için kalaca­


ğım, çıkınca seni aranın. Orada saat 15.00’te buluşalım, taksiye
bin şoföre ‘Topkapı’ dersin... Türkçe büen var mı yanında?
Tamam, ver resepsiyon memurunu, adresi Türkçe yazdırayım...”
Berlinli telefonu tekrar aldığında Keramet neredeyse feryat
ediyordu.
“7 Akbaba için aldığımız avans paralarını hemen geri vermem
lazım, ortadan ikiye bölerler beni...”
Çoban Köpeği telefonu parçalayacaktı.
“Keramet, 7 Akbaba bulunacak diyorum. Paralan verme.”
“O mafyayı biliyorsun evladım değil mi?”
“Büiyorum biliyorum. Sen merak etme...”
“Topkapı’da bekliyorum.”

Duvarların sırrı

Bob’la banşan Lara rahatlamıştı, şimdi sır duvanmn heyecanı


başlamıştı.
Debra sabırsızdı.
“Duvan yıkmayı konuşuyorduk. Hadi Bob planını anlat!..”
“Duvarı bizim ekipten birileri yıkmalı. Teknisyenlerden ikisi
dev gibi, araç gerecimiz var, duvan açarlar eminim. Radarla uğra­
şıp vakit kaybetmeyelim diyorum. Duvan yıkmak, arkasında ne
olduğunu anlamanın en doğru yolu bence. Yıkmak dediğim, bir
kişilik geçit açacağız o kadar.
Bob’un planım hepsi uygun bulmuştu. Ancak ciddi bir durum
vardı.”
“Hisarda kuyu delmenize izin verilmedi. Bakanlık temsilcisi
Serkan göz yumdu. Şimdi, kuyuya inerek antik bir yapının taşları­
nı kırmak, geçit açmak bardağı taşınr.”
Bunu hatırlatan Köksal’dı.
“Şansımızı deneriz, Serkan’dan bir kez daha arkasını dönmesi­
ni rica ederiz” dedi Bob.

Akşam haberlerini televizyonda izleyene kadar keyifliydiler.


Rumelihisan araştırmasını protesto edenleri ekranda görünce
dikkat kesildiler. Çok kalabalık değillerdi ama çok öfkeliydiler.
“Muhammed yazılı hisarda ne işleri var? Batıhlar defolun!.. Kutsal
binalardan onlan çıkannL Eski caminin üstünde neler oluyor?
Defolun İslam düşmanlan!” gibi sloganlar atıyorlardı. Haberi
merak ettiler, Koksal tercüme etti.
Bob Köksal’a sordu.
“Bu nereden çıktı?”
“Böyle bir gösteri yapılacağım duymuştuk. Olur böyle şeyler...
Milleti tahrik ederler.”
“Bir şeyi anlamadım” dedi Bob.
“Hisar’m neresinde Muhammed yazıyor?”
“Hisarın kendisinde...” diyen Koksal açıkladı: “Fatih Sultan
Mehmed hisarm biçimini böyle çizmiştir. Denizden bakarsan
hisarın biçiminin eski harflerle ‘Muhammed’ yazdığım görürsün.”
Protestocuların polisin uyarısıyla dağıldığım da haberlerde
izleyince rahatladılar.

Ertesi sabah hisarda buluşup durumu açıkladıkları Serkan,


duvar yıkma kararından tedirgin olmuştu. Temsü ettiği Kültür
Bakanlığı, radar dalgalan göndermek için sadece bazı delikler
açılmasına izin vermişti. Kariyerini riske sokarak derin ve geniş
bir kuyu oyulmasını engellemeyen Serkan şimdi zorda kalmıştı.
Bob’un duvan yıkma kararma karşı çıkmalıydı.
“Görevim sizlerin İzm dışına çıkıp çıkmadığınızı kontrol etmek.
Bilim adına kuyuyu görmezden geldim, aslında suç işledim, göre­
vimi yapmadım. Bir de duvan yıktmrsam mahkemeye verilirim,
sizden rüşvet aldığımı iddia edebilirler, görevi kötüye kullanmak­
tan hapse girerim.”
Serkan sustu, ekiple dostluğu ilerlemişti, onları kırmak da iste­
miyordu, “beni anlayın” dercesine yakaran gözlerle bakıyordu.
Dostlarının gözünde de “sen de bizi anla” yakarışı vardı. Kollanm
çaresizce iki yana açtı.
“Böyle bir araştırmayı... Galiba yarım bıraktıramayacağım.”
“Oooh” diyen Lara teşekkür öpücüğünü Serkan’m yanağına
kondurdu. Hepsi özverisinden dolayı Serkan’a teşekkür ettiler.
Büyük an gelmişti.
Kuyunun başmda sadece Bob, Debra, Peter, Lara ve Koksal
vardı. Serkan hisann kapısına polis diktirmişti. Polis aldığı tali­
matı uygulayarak Semiramis’i bile içeri sokmadı. Semaramis çıl­
gın gibiydi, üst üste ettiği telefonlara Bob yanıt vermedi.
Nihayet duvar yıkılacaktı.
Amerikalı teknisyenler hazırdı. Dev gibi adamlardı, duvan
delecek matkaplann kablolarım jeneratöre bağladılar. Yıkım için
gerekli matkapları ve balyozlan vinç sepetine koydular. Kaskları­
179

m giydiler, el fenerlerini ve kuyuyu aydınlatacak güçlü projektör­


leri kontrol ettiler. Her şey tamamdı, eksiksizdi.
Heyecan doruktaydı... 7 Akbaba’yı bulmalarına az kalmıştı.
Sessizlik artar mı? Evet artıyordu.

Hisarın önü, Semiramis-Kara Temur

“Orospu çocukları beni hisara sokmadılar. Girişe polis dikmiş­


ler. Bob’un verdiği eldpten olduğumu gösteren kimlik bile sökme­
di, polis ‘Emir kesin’ diyerek durdurdu. Lara denüen o kaltak
yaptırmıştır bunu. Başından beri bana yiyecekmiş gibi bakıyor.”
Semiramis, hisarın önüne park ettiği arabasmdaydı. Bunları
Kara Temur’a anlatırken telefonu tutan elleri öfkeden titriyordu.
Kara Temur her zamanki serinkanlılığından uzaktı, endişeli bir
sesle sordu.
“Dışarıya hiçbir şey sızmıyor mu?”
“Sızmıyoooor sızmıyooor... Bob’a cepten telefon ediyorum
açmıyor.”
“O halde bunlar bir bok buldular. Elinden geleni yap, öğren.
Günlerdir adamlan 7 Akbaba’yı alacaklar diye Boğaz’da bekleti­
yorum. Gürcü gemisi onları kaçırmak için Kefken açıklarında
duruyor. Hisarda olanları öğrenmeliyiz, malı elimizden kaçırma­
yalım, bize pahalıya patlar, çok pahalıya... Anlıyor musun?”
“Çok iyi anladım” diyen Semiramis telefonu kapattıktan sonra
arabasından indi, tekrar hisarın girişine gitti. İçeride olan biteni
kapıdan görebildiği kadar anlamaya çalışacaktı. Sonra, da kendi­
sini görene kadar Bob’u bekleyecekti.

Duvarın ardında ne var?

İki teknisyen duvan yıkmak üzere indiklerinde kuyunun üstün­


dekiler nefeslerini tutmuştu. Teknisyenler güçlü ışıklarla duvarı
yukandan aşağıya incelediler. Bir yandan da ufak süpürgeyle
duvardaki toprakları temizliyorlardı. Duvarın toprakla birleştiği
yeri inceleyen Joseph birden arkadaşının kolunu tuttu.
“Şuraya bak!.. Çok ilginç.”
Duvann zeminle birleştiği yerdeki taşlan gösteriyordu. Eğildi,
taşlarm araşma elini sürdü, ışığı iyice yaklaştırdı.
“Taşların arasında beton var Matt. Üstüne de zift sürülmüş.”
“Ziftle beton mu? Yanlış görmüş olmalısın, en az 1 700 yıllık
duvar diyorlar, o çağda betonla zift olamaz.”
180

Matt şaşırmıştı, hemen diz çöktü, taşların arasını iyice süpür­


dü. Lekeler bırakan toprağa rağmen zift ve altındaki beton keskin
ışıkta açıkça görülüyordu.
Diğer taşları da gözden geçirdiler. En alttaki taşlardan yan yana
ikisi ve onların üstündeki iki taşm aralan betonla doldunılmuştu
ve üstleri kaim ziftle örtülmüştü.
“Duvarda bir geçit açılmış. Şu dört taş kesinlikle yakın zaman­
larda çıkanlmış.”
“En eski tarih ne olabilir? Beton ile ziftin bilindiği zamanlarda
burası açılmıştır. Bu taşlar dipte olduğu için Bob görmemiştir.”
Matt telsizle Bob’u aradı.
“Bob aşağıya in. Tek başma, sakin görün.”
“Okey” diyen Bob asansör sepetini yukanya istedi.
Ne olmuştu acaba? Soran gözlerle bakan arkadaşlarına heyeca­
nını belli etmeden sepete binerek kuyuya indi.
Matt ile Joseph alttaki dört taşı ona gösterdi.
“Duvar, beton ile ziftin bilindiği bir zamanda delinmiş Bob. Bir
insanın geçeceği kadar yer açılmış.”
Bob dizlerinin üstüne bıraktı kendim, projektörün güçlü ışığı
duvarı çok iyi aydınlattı. Öyle yakmdan bakıyordu ki, burnu taş­
lara değmekteydi.
“Aman Tannm, işte şimdi kalpten gidebilirim.”
Yukandakiler açık telsizden sözlerini duymuştu. Heyecanla
hepsi birden seslendiler.
“Bob neler oluyor? Bir şey söyleyin?”
“Bir şey yok canım, benim tuhaf şakalarım işte” dedikten sonra
telsizi kapattı.
“Betona ve zifte bakarsak yüzyıldan daha erken zamanda bin­
leri duvan delmiş. Herifler kubbeli binayı bulmuşsa 7 Akbaba’yı
da bulmuşlar demektir.”
Bob bir şeylere karar vermek gerektiğini düşündü.
“Kimdi duvan yıkanlar? 7 Akbaba’yı alıp götürmüşler miydi?
Anlamak için ne yapmak gerekir? Duvan yıkıp öte yana geçmez­
sek bunu öğrenemeyiz. Hadi çocuklar!..”
O an gelmişti. Taşlan söküp birkaç adım attıktan sonra esra­
rengiz binanın ardında veya içinde ne olduğunu göreceklerdi.
Kale gibi yükselen taş duvarm dibinde karanlık toprağın kokusu­
nu heyecanla soluyorlardı. Bulundukları çağdan bir anda çolc eski
takvimlere düşmüş gibiydiler. Yüzyıllardır yazılan ama yeri bilin­
meyen, esrarı çözülemeyen 7 Akbaba kubbesi “herhalde” duvarın
birkaç adım ötesindeydi.
181

Kuyunun üstü öyle sessizdi ki, ekibin kalp atışları duyulabilirdi.


Sessizliği Serkan’m cep telefonu bozdu. Telefonun sesiyle sil­
kindiler. Serkan açtı telefonunu, dinledi.
Kıpkırmızı olmuştu.
“Tabii efendim. Hemen, tamam efendim, merak etmeyiniz.
Elbette hisardayız. Saygılar efendim.”
Neden yüzü kızarmıştı? Serkan’a merakla baktılar, genç adam
paniğe kapılmıştı, yüzünü ter basmıştı.
Aynı anda kuyudaki Matt, “Biz de daha önce çıkarılmış dört taştan
gireriz” diyerek matkabın ucunu alttaki iki taşm araşma soktu.
Yukandakilerin dikkati şimdi paniğe kapılan Serkan’daydı.
Boyu iki metreye yaklaşan Serkan iki büklüm olmuştu.
“Araştırma durduruldu. Bakan beydi telefon eden... Birkaç
saate kadar bazı yüksek memurlar buraya gelecekmiş.”
Hepsi buz kesmişti. Bir an dilleri tutuldu, konuşmuyor öylece
Serkan’a bakıyorlardı.
Onlara aldırmayan Serkan telsize kelimenin tam anlamıyla
bağırdı.
“Bob! Aşağıdakiler! Hemen yukarıya çıkın!.. Acil durum!..”
Serkan yanıt alamayınca çağrısını yineledi.
“Derhal yukarı çıkın diyorum!.. Bekleyecek durumda değilim.
Bob beni duyuyor musun? Acil durum, acil durum!..”
Bob ve iki teknisyen şaşırmıştı ama “acil durum” dendiğine
göre yukarı çıkmalıydüar. Telaşla sepete bindiler.
Çıkınca olağaüstü durum olduğunu yukandakilerin yüzünden
anladılar. Serkan kıpkırmızıydı, telaşla konuştu.
“Bakan araştırmayı durdurdu.”
Sözünü bitirmesine izin vermedi Bob.
“Ne? Yanlış duymuyorum ya? Senin bakanın delirmiş olmalı.”
Bob dizlerine dizlerine vurdu, kendini kaybetmişti, parmağını
Serkan’m gözüne sokarcasma uzattı. Bağırıyordu.
“Araştırma durduruldu ne demek? Onca emek boşa mı gitti?
Olamaz, hayır olamaz! Bunu kabul etmem.”
Serkan son derece tedirgindi ve ciddiydi. Bob’a sert bir yanıt
verdi.
“Bak dostum, kendim hemen topla. İzinsiz iş yaptık, bu kadarına
memnun ol. Bakan ‘durduruldu’ diyorsa araştırma durmuştur.
Şimdi gerçeğe bakalım; buraya yüksek memurlar geleceğini bakan
bey söyledi. Kuyuyu görürlerse beni şuracıkta tutuklatırlar.
Bob bağırıyordu.
“Hayır beni durduramazsın!.. Duvarı yıkacağım.”
182

Serkan’m kızaran rengi beyaza dönmüştü. Endişeliydi.


“Ne laf anlamaz adamsın, hayatımı mahvedeceksin. İlle zor mu
kullanayım.”
Debra su şişesini kaptı, topaç gibi olduğu yerde dönen çıldır­
mış durumdaki Bob’un karşısına geçti, bütün suyu yüzüne boşalt­
tı, sonra ona sanldı.
“Bob kendine gel. Serkan bizim dostumuz, ona nasıl zarar veri­
riz? Devlet durduruyorsa durmak gerekir.”
Debra geri çekilip Bob’un yanaklarına iki tokat patlattı.
“Bob sakin ol. Aç avuçlarını!..”
Soğuk şişeden su döktü.
“Yüzünü yıka!”
Bob suyu yüzüne çarptı, derin ve acildi bir sesle ofladı.
Serkan da delirmiş gibiydi, bağırıyordu.
“Kuyuyu çabuk kapatm, çabuk!.. Memurlar gelmek üzere.”
Koksal hiç durmadan teknisyen Pat’e seslendi.
“Pat, kuyuyu hemen doldurun, bir saniye bile kaybedeme­
yiz!..”
Pat Bob’a baktı, o başıyla onayladı. Kendine gelmişti, utanmış­
tı. Serkan’a sanldı.
“Sen saygın bir arkadaşımızsm. Beni bağışla, durdurma haberi
çıldırttı bir anda. Bu noktaya kadar yaptıkların için teşekkür
borçluyuz. Sağ ol dostum. Memurlar gelmeden kuyu doldurulur
merak etme. Kimse bir şey anlamaz.”
Serkan tekrar telaşlanmıştı.
“Duvarı yıktınız mı?”
Bob onun sırtım sıvazladı.
“Merak etme, dokumnadık bile...”
Koksal da Bekçi Hıdır’ı uyardı.
“Ağa, sen kuyu filan görmedin tamam mı?”
Hıdır göğsünü şişirdi.
“Ne kuyusu canım. Bunlar toprağa elektrikli bir şeyler tuttular,
o kadar.”
İki araç birden kuyuyu doldunnaya başladı. Bob ağlamaklı
gözlerle derin çukura dökülen toprak yığınlarını izliyordu. Dünya­
yı sarsacak bir buluşun eşiğindeydiler. Sonuna kadar gelmişlerdi.
Bakan telefon etmeseydi belki de dakikalar içinde 7 Akbaba’lı
kubbeye girmiş olacaklardı.
Şimdi kuyu tamamen doldurulmuştu. Üstüne sahnenin taşları­
nı kaplanuşlardı. Oraya bir kuyu açıldığı fark edilemezdi. Serkan
rahat bir nefes aldı.
183

“Bakalım bundan sonra neler göreceğiz” dedi Debra fısıldar


gibi.
Peter ise gülüyordu. Gülüşü giderek kahkahaya dönüştü. Gül­
mekten gözleri yaşarmıştı. Arkadaşlarının şaşkınlığı onu daha
çok güldürdü. Mendiliyle gözlerini siliyor kahkaha atarken konuş­
maya çalışıyordu.
“Şunlarm haline bak” derken eliyle ekibi gösteriyordu. “Hele
sen Bob, suya düşmüş kedi yavrusu gibisin... Ne kadar komiksiniz
sayın bilginler, hah, hah, haaa...”
Bob kızmıştı.
“Bu duruma gülecek kadar ilkelsin Bay Peter von Vurdumduy­
maz... Senin de taş devri aklını araştırmak gerekir.”
“Hadi carum” diyen Peter’in yüzü birden kasıldı. O güler yüzün
birden değişmesi şaşırtıcıydı.
“Beni delirdi sanıyorsunuz herhalde... Sizin halinize de, kendi hali­
me de gülüyorum. Biz ne halt ediyoruz yahu? Bir delik açmak için
yırtındınız. Ölçtünüz biçtiniz, 7 Akbaba’ya tam elinizi uzattınız, elini­
ze bir tokat attılar, ‘buraya kadar’ dediler. Şimdi siz leşi kaçıran akba­
ba gibi bakıyorsunuz. Nedir bu çılgınlık?.. Bir 7 Akbaba tantanası
çıktı, yer yerinden oynadı. Yüzlerce yıl önce anlatılmış 7 Akbaba
hikâyesi 75 yıldır modem çağ insanlarının yaşamım altüst ediyor.
Janos Klein ve ardından kardeşim 7Akbaba’nm peşinden koşuyor ve
Teo bu yolda canım veriyor. Kardeşimin katili bulunamadı, benim
tek sorunum budur dostlar. Allah kahretsin akbabaları...”
Peter kendisini tutamadı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Rumelihisarı gizemi

Kuyunun kapatılmasından bir saat sonra iki jandarma minibü­


sü ile bir polis otobüsünün Rumelihisan’na gelişini görenler
meraklanmıştı. Araçlar hisann girişine en yakın alana park etti.
Nöbettekilere katüan yeni grup jandarmalar ve polisler hisara
girilebilecek her noktayı kontrol altına aldı. Aynı anda hisann
üstüne de bir polis minibüsü ve bir jandarma cipi geldi.
Hisarın tam girişmde duran Semiramis öyle şaşkındı ki, jandar­
ma subayı, “Hanımefendi kenara çekilin asker geçemiyor” diye
uyardı.
Uzun namlulu silahlarıyla polis ve jandarma hisarı kuşatmıştı.
Olağanüstü önlem almıyordu.
Biraz soma da general forslu bir cip geldi. Komando üniforma­
lı bir tuğgeneral, bir yarbay ve bir yüzbaşı cipten indi. Onlan polis
ekiplerine kumanda eden Emniyet Amiri başkomiser karşıladı.
Hep birlikte hisara girerlerken Semiramis olanı biteni Kara
Temur'a bildirmek için telefonunu çıkarıyordu.
Generali gören Koksal ile arkadaşları iyice heyecanlanmıştı.
Önce “dur” talimatı, ardından güvenlik güçlerinin ablukası ve şimdi
de generalin gelişi merak edilmeyecek gibi değildi. Neler oluyordu?
Ani durdurma emri ve polisler üe jandarmaların sıkı güvenlik ablu­
kasının sebebini öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.
General yanlarına gelince Serkan bir adım öne çıktı.
“Paşam, bendeniz Kültür Bakanlığı müfettişi Serkan Bozer.
Arkadaşlar araştırma ekibinden yabancı konuklarımız.”
General çok nazik bir şekilde elini uzattı kendisini tanıttı.
“Tuğgeneral Cemal Toplu.”
Serkan, generali Bob, Debra, Lara ve Köksal’la tanıştırdı. Bekçi
Hıdır ise aniden ortaya çıkıp topuklarını çarptırarak asker selamı­
nı çaktı.
“Paşam, ben hisarın 40 yıllık bekçisi Sivaslı Veli oğlu Hıdır. 41’e
1. tertip 57. Tümen merasim bölüğü çavuşu.”
General de onun selamına askerce karşılık verdi.
“Memnun oldum Hıdır Çavuş. Ne var ne yok buralarda?”
Hıdır kasılmaktan çatlayacaktı. Yüzündeki ifade son derece
ciddiydi.
“Paşam. Hisarda asayiş berkemal. Benim gözümden bir şey
kaçmaz. Bu yabancı misafirler elektrikli aletleri toprağa tutturdu
durdular. Yerin altında bina arıyorlarmış.”
Genelar merakla sordu.
“Hıdır Çavuş, buldular mı aradıklarım?”
“Buldular paşam. Elektrik dalgası yerin dibini gösterirmiş.”
“Kazı filan yapıldı mı?”
“Yapılmadı paşam. Aletleri toprağm üstünde gezdirdiler. Aha
aletler şurada... Bakan izin verdi, sahneden kaplama kaldırıp bir­
kaç delik açtılar. Hem de şu sahnenin kırılması iyi oldu paşam.
Altında fetih camiinin temeli var, o camiyi Fatih Sultan yaptırmış,
paşalarla, yeniçerilerle, sekbanlarla birlikte namaz kılmış. Şimdi
üstünde vur patlasın çal oynasın yaptılar, yakışık almıyordu.
Camiyi yemden yaptırın paşam.”
General gülümseyerek Hıdır’a teşekkür etti.
“Binbaşım not alır, çaresine bakmaya çalışırız. Verdiğin bilgüer
için teşekkür ederim. Hâlâ çakı gibi askersin Hıdır Çavuş
bravo!..”
“Vazifemiz paşam. Türk ölene kadar askerdir.”
185

Hıdır ile generalin muhabbeti bitince Koksal kendini tanıttı.


Paşa onu televizyon tartışmalarından ve gazetesindeki yazıların­
dan tanıyordu. Koksal aniden alman önlemlerin sebebini sordu.
“Koksal Bey, emir Genelkurmay’dan geldi. Emin olun ayrıntı
yok. Sadece Rumelihisarı’nm sıkı güvenlik altına alınması ve
önlemleri bizzat teftiş etmem istendi. Sebep nedir bilmiyorum.
Ben de yarbayımla yüzbaşımı alıp geldim.”
Koksal generalle konuşurken Serkan da Debra’ya, Lara’ya ve
Bob’a tercüme ediyordu.
“Sanının bazı yüksek memurlar da gelecekmiş öyle mi
paşam?”
“Öyle... Az sonra burada olurlar, gelirken telsizle görüştük.”

Sırlar sırlar...

Yüksek devlet memurlan nihayet geldiler. Dört kişiydiler. Kok­


sal onların ikisini tanıyordu, arkadaşlanna da tanıttı.
“Öndeki şişman olan Başbakanlık Güvenlik Danışmanı Haluk
Ergin, yanındaki mavi ceketli İçişleri Bakanlığı danışmanlann-
dan, aslında Milli îstihbarat’tan Sezer Akmal, arkadaki iki kişiyi
ilk kez görüyorum.”
Başbakanlık Danışmanı Haluk Ergin generale kendini tanıtıp
tokalaştıktan sonra yanındakileri takdim etti.
“Paşam, İçişleri Bakanlığı Özel Bölüm Müdürü Sezer Akmal
Bey, arkeolog Profesör Atıl Koman Bey, fizik profesörü Falih
Kosova Bey...”
Kasıntılı bir edayla araştmua ekibine döndü.
“Araştırma yapan ekip sanırım sizlersiniz?”
Serkan kendisini tanıttıktan sonra ekiptekileri ve görevlerini
anlattı.
Başbakanlık Danışmanı alaycı bir ifadeyle güldü.
“Eh araştırmayı sona erdirdik. Bundan sonra İstanbul’un tadını
çıkarmaya bakın” dedi İngilizce olarak ve samimi bir edayla
Bob’un omzuna vurdu.
Bob kızdı ama onun alaycı tavrına buruk bir gülümsemeyle
yanıt verdi.
“ 10 000 km öteden bilimsel araştırma için İstanbul’a gelen biz-
lere Boğaz’da rakı içip balık yemek iznini lütfediyorsunuz demek,
güzel” diyerek sordu. “Elyazması eski bir kitabın efsane mi ger­
çek mi olduğunu bilmediğimiz verilerine dayanarak emek verdik,
sponsorlanmız milyon dolar harcadılar. Resmi makamlara bilgi
186

verdiğimiz masum bir araştırmadır yaptığımız. Oruç Bey kitabın­


da yazılanlara göre 7 Akbaba’yı bulsak, Türkiye’nin tarihi hâzine­
lerini zenginleştirecek, turizm gelirlerine büyük katkısı olacak.
Şimdi sayın bayım, günlerimi verdiğim bu araştırmayı neden dur­
durduğunuzu sormak hakkımdır. Neden?”
Başbakanlık Danışmam Haluk Bey bir tuhaf olmuştu, önce ne
söyleyeceğini bilemedi, öksürdü, gırtlağını temizler gibi yaptı,
soma yüksekten bakan ifadesine döndü.
“Sayın Robert Younger, dünyaca ünlü değerli bilim adamısınız,
size saygımız var. Ülkemizde yapüan her türlü bilimsel çalışmaya
destek verdiğimiz çok iyi bilinir. Bilim adamlarını ünlü Türk
konukseverliğiyle ağırladığımızı ülkemizde araştırma yapan tüm
meslektaşlarınız söylemektedir. Ancak, hisardaki bu araştırmayı
kesmek zorundayız. Lütfen anlayışla karşılayınız... Ve bu konuda
bir daha soru sormayınız.”
Bob kollarım iki yana açarak boynunu çaresizce eğdi.
“Kölelere bir daha soru sorma denir.”
Koksal son bir hamle yaptı.
“Haluk Bey, araştırmaya yeniden izin almak için başvuru yapıl­
sa?”
Başbakanlık Danışmam kararlı bir ifadeyle alaycı gülümsedi.
“Hiç umut yok Koksal Bey. Devlet hiçbir zaman, bugün ve uzak
gelecekte bile hisarda araştırma yapılmasına izin vermeyecektir.
Kimse boşuna vaktini ziyan etmesin.”
“Teşekkür ederim Haluk Bey” diyen Koksal, İçişleri Bakanlığı
Özel Bölüm Müdürü Sezer Akmal’a baktı.
“Konuyu kapatmak en doğrusu... Daha fazla som, daha fazla
yanıt demektir ki, yanıt vermeyeceğimizi söyleyeyim” dedi başını
olumsuzca sallayan Sezer Akmal. Son noktayı koymuştu.
Araştırmayı sürdürme umutlan sönerken çimenlere oturmuş
olanları izleyen Debra üstündeki baskıyı garipsedi, kendisini bir
tuhaf hissetti. Hava karanyordu, çevresine bakındı, polisler ve
jandarmalar hisann içinde ve dışında girilebilecek noktalan tut­
muştu. Bakınırken yanma Bekçi Hıdır geldi. Çat pat İngilizcesiyle
bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
“Püfff... Baskı çok, hava ağır... Ben üff fena, sen üff fena...
Bayan, dikkat. Cami... orada...” decü, ama sonrasını nasıl anlataca­
ğını bilemedi, elini başının üstüne götürüp aşağı yukan kaldırı­
yordu.
“Yeniçeri, yeniçeri... Buuuuvv...” dedi ve İngilizce beceremeyin-
ce Türkçe’ye döndü. Hep çıkar caminin toprağından, ben çok
187

gördüm. İçimde bir his var şimdi gözükecek... Dikkat, korkma


ha... Sen gördün ya... O yeniçeri işte...”
Debra anlamıştı. Hıdır “yeniçeri” tarifiyle uyarıyordu. Demek
ki aynı baskı, aynı sıkıntı Hıdır’a da yüklenmişti. İçini korku kap­
ladı. Hayalet yeniçeriyi görmüştü. Arkadaşları dalga geçmişti
ama, işte bekçi de “yeniçeri” diyordu. Debra yeniçeriyi gördüğüne
artık kesin inanıyordu. Hatta iki yeniçeri görmüştü. Biri tünelde,
diğeri hisar tiyatrosundaMakbet oyunu sırasında...
Üst üste gelen olaylarla yorulmuştu. Debra’mn rengi solmuştu,
düşünüyordu. “Saatler boyu karabasan görmüş gibiyim. Öyle akıl
almaz bir ortamdayız ki, insan bunun gerçekliğine inanmayıp
delirebilir. Ben kendimi üşütmek üzere hissediyorum. Biraz din­
lenmeliyim...”
Bob’un sesiyle irkildi.
“Bu gördüklerimden soma ölene kadar buradayım çocuklar,
siz dilerseniz otele gidip bozgunumuzun tadım çıkarın” diyordu.
Bob tekrar öfkeye kapılıp kendini kaybetmişti.
“Polis, asker, kimse beni buradan çıkaramaz.”
Yere oturdu. Bakanlık memurları şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Peter ile Koksal onu yatıştırmaya çalıştı. Sonunda ayağa kalktı
cima pes etmemişti.
“Hadi defolup gidelim. Ama saym beyler şunu bilsinler ki, ben
araştırma iznini tekrar alacağım!.. 7 Akbaba varsa eğer, onları
bulan kişi ben olacağım.”
Ekip malzemelerim toplamaya başladı. Öncelikle elektronik
aletleri kutularına yerleştirdiler. Hepsi üzgündü, bu ^üzünlü anı
kaydetmek isteyen Debra kamerasını çıkardı. Arkadaşlarının
eşyaları toplayışını, asık suratlarını kaydetti. Sonra da Köksal’la
birlikte çekim yapa yapa onlardan uzaklaştılar. Yavaş yürüyorlar­
dı. Debra heyecanlı günler geçirdikleri tarihi kalenin her köşesini
kaydetmek istiyordu.
Objektif, yıkık caminin minaresini gösterirken Debra kamerayı
bırakıverdi, çığlık atarak koştu, KÖksal’a sanldı, parmağıyla
minareyi gösteriyordu.
“Yeniçeri, yeniçeri!..”
Koksal baktı bir şey göremedi, Debra ise titriyordu, işte yeniçe­
ri oradaydı, yarısından kırık minarenin üstünde parmağını “olmaz"
gibilerden sallıyordu. Arkasında kılıcını kaldıran bir yeniçeri
daha vardı, onun kılıcından kan damlıyordu, boynundaki derin
kesik dehşet vericiydi.
KÖksal’a daha sıla sarıldı, dişleri birbirine vuruyordu.
188

“İşte oradalar, bak oradalar!..” diyordu.


Koksal kimseyi görmemişti. Debra yüzünü KöksaTm göğsüne
kapattı. Tekrar görmek istemiyordu.
“Lütfen yeniçeri hikâyesini bizimkilere anlatma, inanmıyorlar,
alay ediyorlar” dedi başmı kaldırmadan Köksal’a.
Ekip artık toplanmıştı, Bob iyice yatışmıştı, hatta yaptıkların­
dan utanmış gözüküyordu. Yine de kendini tutamadı. İki profesö­
re yumuşak bir ifadeyle sordu.
“Sayın meslektaşlarım bağışlayın ama bir sorum var. Burada
durdurulan arkeolojik bir araştırmadır. Siz sayın fizik profesörü,
siz ne sebeple burada bulunuyorsunuz?”
Şaşıran profesörlerin imdadına Haluk Bey yetişti.
“Bir sebebi vardır Sayın Younger. Soru sorulmamasım rica
etmiştik.”
“Okey boss” dedi Bob ve yanlarından uzaklaştı.
Gitme zamanı gelmişti, devlet memurlarıyla, profesörlerle,
Cemal Paşa’yla, emniyet amiriyle tokalaştılar. Geldiklerinden beri
yardımcı olan sevecen Bekçi Hıdır’m gözleri dolmuştu.
“Yahu vallahi merak ediyordum, şu kuyudan ne çıkacak diye...
Neyse üzülmeyin canım, bu iktidar gider, gelecek hükümetten
izin alırsınız, değil mi Koksal Beyim?”
Hıdır’m sözleri çevrilince hepsi güldüler. Sözlerinin beğenilme­
sinden mutlu olan Hıdır hepsiyle tek tek kucaklaştı. Hisarın diğer
bekçileri de gelerek “Uğurlar olsun” dediler.
O sırada hisarm girişinde Semiramis’i gördüler.
Elini kolunu sallayarak içeri girmek istediğini işaret ediyordu.
Lara’mn öfkesi bir kat daha arttı.
“Şu fahişenin gırtlağım sıkmak istiyorum.”
Koksal hemen yanma geldi.
“Duygularını salon belli etme, Lara Bırak kafese girsin. Kuşku-
lanmamalı, çok kritik dönemdeyiz. Dilimizi tutacağız. Semiramis
asla şüphelenmemeli. ”
Koksal generale Semiramis’in ekipten bir arkeolog olduğunu
söyleyerek girişine izin vermesini rica etti.
Semiramis, son derece şık safari bir kostüm giymişti. Kalçala­
rının ölçüsünü belli eden dar pantolunu ve göğüslerini iyice orta­
ya çıkaran kadar düğmelerini açtığı gömleğiyle yadsınamaz çeki­
ciliğe sahipti. Kedi yürüyüşüyle yanlarına geldiği dostlarını selam­
ladı.
“Neredesin Semiramis, seni merak ettik?” diye soran Bob’un
hemen koluna girdi, kıntırak üstünü başım gösterdi.
189

“Yeni bir iş kıyafeti aldım” diyerek dalga geçti.


Lara’mn sert bir sesle söyledikleri ise buz gibi bir hava estirdi.
“Çok şık olmuşsun, Hollywood’un 50 yıllık Afrika filmlerinde
pasta kılıklı safarili yapay kadınlar vardır, onlara benzemişsin.”
Bob, Semiramis’i Lara’nın karşısından uzaklaştırma gereğini
duydu.
“Biraz yürüyelim mi?”
Sonra aptal âşık rolünü sürdürdü.
“Lara’nın bir akrabası ölmüş sinirleri bozuk. Polislerle askerler
güvenlik önlemleri alıyor. Bugün buranın tadı yok... Git keyfine
bak...”
Semiramis kuşkulanmıştı.
“Siz çalışma yapmayacak mısınız?”
“Hayır. General izin vermiyor. O kadar işte... Bir daha buraya
gelmeyeceğiz.”
“Sebep nedir, neden bu kadar büyük güvenlik önlemi almıyor?”
“Bümiyorum, Semiramis. Bize sadece soru sormayın dedüer.
Gidip yatacağım, ama dilersen yarın akşam oteldeki odamda
buluşalım, baş başa bir yemek yeriz” dedi.
Semiramis, generalin araştırmayı durdurma sebebini öğrenme­
liydi, daveti hemen kabul ederek tahrik edici pasım attı.
“Unutulmaz bir gece daha yaşayacağından emin olabilirsin.”
Kırıtarak ötekilerin yanından geçti, başıyla hafif bir selam verdi
o kadar...

Semiramis çıkar çıkmaz Kara Temur’u aradı.


“Adamlarını hemen dağıt. Araştırma devlet tarafından durdu­
ruldu, kuyu kapatıldı. Burası asker ve polis dolu. Artık hayat yok.
7 Akbaba işi şimdilik hayal oldu. Sebebini bilmiyorum.”
Kara Temur inanmıyordu.
“7 Akbaba hayal olmayacak. Devlet gelir gider. Hiçbir şeyi gör­
düğün gibi kabul etme, daima kuşkulan. Kapatma işinde mutlaka
bir tezgâh vardır. Ok yaydan çıktı bir kere. 7 Akbaba’yı artık
kimse unutamaz. Aptal gibi pes etme, sen güçlü kadınsın.”

Vinç ve jeneratörleri taşıyan iki ağır kamyon ile elektronik aletlerin


monte edildiği otobüs ertesi gün alınacaktı. Ekibin Amerikalıları, “Gel­
diğimizden beri ilk defa kafalan çekeceğiz” derken Peter, Serkan’ı da
otele davet etti. Durumu değerlendirmek için toplanacaklardı.
190

Hâlâ toparlanamayan Debra, Köksal’ın koluna sımsıkı sarılmış­


tı. Otele kadar yüzünü Köksal’ın göğsüne kapadı. Hayalet yeniçe­
riler onu fena sarsmıştı.
Bob ise söyleniyordu.
“Fizik profesörü neden geldi? Çok tuhaf?”

Keşlce...
Ertesi gün. İstanbul’un denizi, mavinin en güzeliyle parıldıyor­
du. Gökyüzündeki birkaç minik bulut, sürüden ayn kalmış kuzu­
lar kadar yalnızdı.
Otelin terasındaki camdan bakıyordu Lara. İstanbul ne kadar
güzeldi. Teo’yla sadece gezmeye gelselerdi, ölüm acısı yaşanma­
saydı.
Teo gözünün önündeydi, ışık saçan iyi bir insandı. Yaşça kendisin­
den küçüktü, onu kardeş gibi sevmişti, ama Teo’nun kendisine tutul­
duğunu da fark etmişti. Keşke duygusundan yararlanıp 7 Akbaba
sevdasından Teo’yu vazgeçirseydi. Öyle ama kendisi de Oruç Bey
kitabım bulmak istiyordu. Bilimsel heyecanlarıyla bir kitabın izini
sürerken katillerin yollarım keseceğim nereden bileceklerdi.
“Lara gelsene” diye seslendi Peter.
Saat 15.00’ti, Peter yarım şişeye yalan viskiyi bitirmişti. Lara
masaya geldi, yanm kalan viskisini bir dikişte içti.
Katilleri tuzağa düşürmek, tüm sağlam delilleri elde etmek için
Semiramis’e katlanmak Lara’yı kızdırıyordu. O şıllık da katillerin
ortağıydı. Onun bileziklerle dolu bileğinde kelepçe görmek için
sabırsızlanıyordu.

ipucu: Cep telefonu

Saat 09. 26, İstanbul.


Polis otosu, güneşin parlattığı tramvay rayları üstünden
Sultanahmet’ten Beyazıt’a doğru tembel tembel ilerliyordu. Kulla­
nanla birlikte içinde üç polis vardı. Çemberlitaş’a geldiklerinde
tamir çalışmalarını gördüler.
“Duralım bir dakika” dedi arkada oturan genç komiser.
Polis otosu yanlarında durunca çukurlarda çalışanlar şöyle bir
baktılar, sonra işlerine devam ettiler. Komiser otodan indi,
Çemberlitaş’m tam altında gölgede duran tulumlu dört adama
doğru yürüdü.
“Merhaba arkadaşlar. Kolay gelsin.”
191

“Sağ olurı komiserim.”


Tulumlu dört adam işçibaşı olmalıydı. Komiser şöyle bir çukur­
lara baktı. îki çukurun kenarında “Telefon tamiratı” yazılı bariyer­
ler vardı. Diğer çukurun bariyerlerinde “Sular idaresi” yazıyordu.
“Tesisat tamiri ha? Hem su, hem telefon.”
Adamlardan sakallı olanı yanıtladı.
“Evet komiserim. Sık sık tamir gerekiyor. İstanbul’un eski
semtleri buralar, tesisatlar tarihi...”
Komiser gülümsedi. O sırada sakallı işçibaşmm cep telefonu­
nun zili duyuldu. Adamın telefonu tulumunun göğüs cebindeydi
çıkardı, arayan numaraya baktı saygıyla, “Buyur” dedi. Biraz din­
ledi sonra konuştu.
“Evet amca iyiyiz, çalışıyoruz işte... Aile iyi amca. Paydos olun­
ca seni ararım amca, haydi ellerinden öperim.”
Telefonu cebine koyarken komisere, “Bizim köylü milleti iş
saati bilmez arar” diyerek gülümsedi.
Komiser de gülümsedi.
“Kolay gelsin” diyerek otomobile döndü. Polis otosu tekrar
yola çıkarak Beyazıt istikametine yöneldi.
“Telsizle sor bakalım; telefon şirketi ile sular idaresinin
Çemberlitaş’m tam dibinde kazı çalışması var mı?”
Beş dakika kadar bekledi, el telsizinden merkezi aradı:
“Merkez, Çemberlitaş’m altında tamirat çalışması yapan 12
adam gördük. Şüphelendim. Buraya en yakın ekiplerin hazır
olmasında fayda var... 12 kişiler... Kesinlikle şüpheli kişiler... Bir
dakika bekleteceğim merkez...” (10 saniye kadar yanındaki polis
arkadaşım dinledi.) “Evet, telefon şirketi ile sulaı' idaresinden
istihbarat istemiştik, şimdi haber geldi.”
“Dikkat!.. Çemberlitaş’ta telefon ve sular idaresinin tamir çalış­
ması yokmuş. Şu anda çalışanlar sahte işçiler. Şüphelilerin niyeti
kötü. Acil baskm!.. Tamam.”
Genç komiser derin bir nefes aldı. Aracı kullanan polis sordu.
“Komiserim adamların neyinden şüphelendiniz?”
“İşçi gözüken herif ‘Verdu’ marka cep telefonuyla konuştu. O
telefonun fiyatı 7 bin dolar.

Çemberli operasyon

O kadar çok araç üst üste fren yaptı ki, tüyler ürperten lastik gıcn-
tılan çevrede panik yarattı. Herkes korkmuştu, kadınlar neden kork­
tuklarını bilemeden çığlıklar attı. Ne olduğunu anlamayanlar ne
192

yapacaklarını da şaşırdı. Kimileri gürültüden korkup kaçtı, ama


neden kaçtıklarını bilemeden sağa sola koşuştular. Kimileri de olduğu
yere çakılıp kaldı, bir şeyler anlamak için korkuyla bakmdüar.
Çemberlitaş’m çevresini bir anda polis otoları sardı. Meydanı
daire biçiminde kuşatmışlardı. Araçlar henüz durmadan polisler
araçlardan fırladı, silahlan ellerindeydi.
Çemberlitaş’m dibmdeki tulumlu dört işçibaşının üstüne öyle
bir çullandılar ki, adamlar şaşırmaya büe vakit bulamadan yuvar­
landılar. Bir anda yüzükoyun yere yapıştırıldılar, kelepçeler bilek­
lerine geçirildi. Polisler avazlan çıktığı kadar bağırıyordu.
“Durun!.. Kımıldamayın, ölürsünüz!..’’
Sular idaresinin ve telefon şirketinin tamir için açtığı üç çuku-
mn başmdaydılar. Silahlarını işçilere doğrultmuşlardı.
“Ellerinizi ensenize koyun!.. Çıkm dışarı!.. Hareket yapan mer­
miyi yer!..”
İşçiler kımıldamadan ve ses etmeden bakıyorlardı. Polislerin
çukurlardan çektikleri işçiler hemen yere yatırılıyor, kelepçe
takıldıktan sonra polis araçlanna götürülüyordu.
Kalabalık bir polis grubu da meraklı kalabalığı uzakta tutuyor­
du. Operasyon büyük bir hızla sürdürüldü, çukurlardan çıkanlan
sular idaresi ve telefon şirketinin tulumlarını giymiş işçiler ve
işçibaşl kılıklı dört kişi kısa sürede araçlara bindirilip götürüldü.
Çemberlitaş’m çevresinde çok sayıda komiser ve polis kalmıştı.
Şimdi sıra bomba timindeydi. Otobüsün birinden bombaya karşı
koruyucu zırhlar giyinmiş üç polis indi. Ellerinde dedektörler vardı.
Diğer polisler geri çekilirken kalabalığı da iyice uzaklaştırdılar.
Bomba uzmanları üç ayrı tamir çukunına girdi.
Üçü de aynı anda ellerini kaldırıp “Bomba var!..” işareti verdi.

Dünyayı ayağa kaldıran haber

Çemberlitaş gibi bir anıta sabotaj girişiminin önlenmesi haberi


çarpıcı olduğu kadar şaşırtıcıydı. Bombacılann gerçek amacını
polis dahil kimse bilmediğinden olay terörist işi kabul edilmişti.
Koksal haberi alınca, dununu ayaküstü arkadaşlarına anlatmış
ve hemen gazeteye koşmuştu. Akşam haberlerinde olayı izleyen
Bob ve ekibi de şaşkındı. Onlar Çemberlitaş’m altındaki “kutsal
emanetler” konusuna duyarlı olduklarından haberden iki yönlü
etkilenmişlerdi.
“Çemberlitaş’a bomba!..” Sadece Türkiye’de değil, dünyada
medyanın manşetiydi.
193

“Sütunun kaidesine bomba yerleştirenler gözaltında” haberleri­


nin yanında, konuyla ilgili resmi açıklamanın henüz yapılmadığı
yer alıyordu.
Yorumlara göre, bomba yerleştirenler teröristlerdi. Ağır can
kaybı verdirmek için İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birine
bomba yerleştirilmişti. Antika sütun Çemberlitaş’ın yıkılması da,
hangisi ise, o terör örgütü için dünya çapında propaganda olacak­
tı. Haberlerde, “Bomba patlasaydı yüzlerce insan ölebilirdi” deni­
yor, bölgenin tarihi olması nedeniyle çok sayıda turistin de canını
kaybedeceği belirtiliyordu.
Dünya medyası Çemberlitaş’ın tarihçesini de verirken son
cümleye dikkat edilmesini istiyordu.

...Çemberlitaş, MS 330 yıllarında İmparator Constantinus’un,


İstanbul’un yedi tepesinden biri olan semtteki tepeye diktirdiği
sütundur. Her sütun 3 ton ağırlığında ve 3 m çapındadır. Bilezik­
lerle birbirine bağlanmışlardır. Toplam 8 adet sütun vardır.
İmparator Constantinus Roma’daki Apollon tapınağından sök-
türmüştür. Uzunluğu 57 metredir. O zamanki adı Forum Cons-
tantini olan günümüzün Çemberlitaş meydanına diktirmiştir.
Üzerinde güneşi selamlayan Apollon heykeli vardı. 330 yılında
İstanbul’a dikilince imparator Constantinus, Apollon’u indirtmiş
yerine kendi heykelini koydurtmuştur. Daha sonra Bizans impa­
ratoru olan Iulianus ve I. Theodosius kendi heykellerim
Çemberlitaş’a diktirmiştir. 1081’de yıldırım isabet edince sütun
hasar görmüş, üzerindeki heykel devrilmiştir. I. Aleksios Kom-
nenos sütunu onartmış ve bu defa heykellerin yerini büyük bir
haç almıştır.
İstanbul’un 1453’te fethinden sonra haç indirilmiştir. Padişah
II. Mustafa (1695-1704) döneminde geçirdiği bir yangın sonrası,
mermerler hasar gördüğü için kaidesi duvarla desteklenmiş ve
sütun demir çemberlerle çevrilerek sağlamlaştırılmıştır. Bu
nedenle o günden soma adı “Çemberlitaş” olarak anılmıştır.

Dünya medyasını ve özellikle Hıristiyan okurları son cümle çok


ilgilendirmişti: “Sütunun alt kısrmnda İsa Peygamberin Kudüs’te
olduğu varsayılan mezarından alınarak İstanbul’a getirilen bazı
kutsal eşyaların Çemberlitaş’m temel taşı içinde oyulan hücreye
konulduğu söylenmektedir.”
194

Haberin, Roma’daki bir okurun üzerindeki etkisi, dünyadaki


diğer okurlardan farklıydı.
... Ve o, İstanbul’daki Selim ile Sami kardeşlere emir vererek
Çemberlitaş’m havaya uçurulmasını isteyen Monsenyör Anselmo
Colombano’ydu.
Kiliseye bitişik üç katlı lojmanında gazetelerdeki Çemberlitaş
haberini defalarca okumuştu. Bombacıların yakalanmış olması
monsenyörün midesini fena halde bulandırmıştı. Polise verecek­
leri ifadeler zincirleme felakete dönüşecek kendisine kadar ulaşa­
caktı.
Bombacılar konuşup işi verenlerin Selim ve Sami kardeşler
olduğunu söylerlerse işi bitikti. Selim korkaktı, polis mutlaka
sıkıştıracaktı, o zaman baş azmettirici olarak kesinlikle ismini
verecek, “Patronum Monsenyör’dür” diyecekti.
Monsenyör Anselmo Colombano’nun, 1912 yılında yapılmış
İtalyan mimarisinin zarif eseri olan evine lojman demek gülünç
oluyordu. Orası üç katlı bir malikâneydi. Antika mobilyalarla,
XVII. ve XVIII. yüzyıl ressamlarının tablolarıyla, çok değerli duvar
halılarıyla dolu mini müze de sayılabilirdi.
Monsenyör Colombano küçük kristal çam sallayarak hizmetlisi
Ettore’yi çağırdı. Ettore kapıyı vurarak girdiğinde büyük bir bar­
dak süt getirmişti. Sütü, gümüş ağır tepsisiyle sehpanın üstüne
koyarken “Süt istemiyorum” dedi.
“Bir bardak şarap getir Ettore.”
Hizmetli şaşırmıştı ama sadece “Başüstüne efendim” diyerek
çekildi. Monsenyör bu saatte asla şarap içmez, sütünü içer ve
uykuya çekilirdi.
Efendisine şarabı getirdiğinde monsenyörün endişeli ve rengi­
nin atmış olduğunu gördü.
“Ettore, telefon et Salvatore bana gelsin.”
“Bu saatte ini, yani şimdi mi efendim?”
“Hemen gelsin.”

Faris sorguda...

Kara Temur’un tetikçisi Faris işçi kılığında 7 bin dolarlık Verdu


cep telefonuyla konuşmuştu ve bunu fark eden komiserin uyanık­
lığı korkunç sabotajın önlenmesini sağlamıştı.
Hemen sorguya alman Faris’in avukatı da çağrılmıştı. Faris
önce susma hakkını kullanmak istedi. Savcı uyardı.
“Sabotajın nedenini söylemezsen biz bölücü terör olarak kabul
295

edeceğiz ve sen ömür boyu ağır hapisten kurtulamayacaksın.”


Savcı eğildi, gözlerini Faris’in gözlerine dikerek konuştu.
“Seni İçimlerin yönlendirdiğini söylersen, örgütünde olanı bite­
ni anlatırsan itirafçı yasası kapsamına girersin... Bu demektir ki
verdiğin bilgilerin değerine göre paçayı bile kurtarırsın. Karar
senin bombacı.”
Faris avukatma döndü. Kara kuru suratının ifadesi kafasının
karışıklığını belli ediyordu. Uzun siyah saçları alnına dökülmüştü.
Kaim kaşlarını ve uzun sakallarını kaşıyıp duruyordu. Çökük
avurtlarıyla, alnını haritaya çevirmiş kesik çizgileriyle, yanağın­
dan boğazına inen iki derin bıçak yarasıyla suratı ürkütücüydü.
Portakal rengi işçi tulumunu çıkamuş, avukatının getirdiği siyah
takım elbisesini giymişti. Gözaltları mordu. Çukura kaçmış ufak
kara gözleri karanlık bakıyordu.
Avukatı Şakir Kavur, onun tam tersi şişman kırmızı yanaldı,
kısa boylu, kocaman göbeğinin rahat nefes almasını engellediği
pembe beyaz, saçları dökük bir adamdı. Aslında Kara Temur’un
işlerini takip ederdi, Faris’in vekâletine de sahipti. Şakir terini
sildi, savcıya gülümsedi.
“Şimdilik susma hakkını kullanacak sayın savcı.”
Savcı da gülümsedi, dudak büktü.
“Siz bilirsiniz sayın avukat. Faris Bey susabilir. Ömür boyu ağır
hapsi seçmek yasal hakkıdır. Adını gizlediği ağaları ömür boyu
ona bakarlar mı acaba? Onların ömürleri buna yeter mi?”
Savcı, Faris’in omzuna dostça dokundu.
“Faris Bey, itirafçı olursanız, sizi yeni bir hayata başlatırız. Açık
havada hayatta kalmak mı, hapiste çürümek ini? Seçin bakalım.”
Faris soran gözlerle avukatına baktı. Şakir oralı değildi.
“Sorgunun burada kesilmesini, yann ben gelince tekrar devam
edilmesini talep ediyorum.”
Savcı umursamaz bir tavırla ellerini ceplerine soktu. Yüzünde­
ki alaycı gülümseme değişmemişti.
“Ağalarına sor bakalım ne diyecekler, danışmak zorundasın bili­
yorum. Onlar ‘Sakın ha konuşmasın, biz onu krallar gibi besleriz’
diyecekler. Ama nerede kral olacak? Hapishane kralı ha... Orada ne
krallar var Faris Beyciğim, seni inek gibi sağarlar. Anlıyor musun?”
Avukat Şakir ayağa kalktı.
“Faris Bey konuşmayacak. O bilir ne yapacağım... Yarın gelece­
ğim.”
Sonra Faris’e uyan ve tehdit karışımı bir ifadeyle “Sakın pani­
ğe kapılmayın Faris Bey, savcı bey sizin moralinizi bozmaya
196

çalışıyor. Ben yanınızdayım, sakin olun, susmaya devam edin”


dedi.
Avukatın sesindeki tehdit dozu artmıştı.
“Daha yargı başlamadı, önümüzde çok zaman var, anlıyorsunuz
değil mi?”
Faris “anlıyorum” gibilerden başını salladı.
Avukat tokalaşmak için savcıya elini uzattı.
“Ben gidiyorum savcı bey, yann görüşürüz.”
“Ben de sizinle çıkayım, yann kaldığımız yerden devam ederiz.”
Savcı sorgu odasında bulunan başkomisere talimat verdi.
“Faris Bey'in ihtiyaçları karşüansm. Yiyecek içecek vesaire ne
isterse ikram edin. Kendisi suçlu değü sadece sanık. Yani misafi­
rimiz.”
Kapıyı açtı.
“Buyrun, diyerek avukata yol gösterdi, birlikte çıktılar.”
Onların arkasından tedirgin gözlerle baktı Faris. Odadakiler
konuşmuyordu. Bir süre sonra başkomiser sordu.
“Çay kahve veya meşrubat ister misiniz Faris Bey?”
Faris karanlık bakışlarını komisere çevirdi.
“Çay, ama demliyse. Yoksa boşverin, bir bardak su yeter” dedi
küstah bir sesle.
“Beye demli bir çay getirin” diyen komiser masanın üstündeki
evrakları düzeltmeye başladı.
Biraz sonra çayı getiren polis, bardağı komiserine gösterdi.
“Demli değil mi? Tavşankanı vallahi amirim.”
Başkomiser çay bardağına baktı.
“Beyfendiye ikram et!..” dedi.
“Sigara istiyorum” diyen Faris bardağı dudağına götürdüğü
anda geriye sıçradı, iskemlesi devrildi yere yuvarlandı. Yattığı
yerden korkuyla bakıyordu, çay üstüne dökülmüştü.
“Ne oluyor be?” diye haykırdı.
Komiser başına dikilmiş gülüyordu. Faris bardağı dudağına
götürürken aniden müthiş bir yumruk savurmuştu. Ancak vurma­
mış Faris’in burnuna bir santim kala yumruğunu durdurmuştu.
“Şiddetle vurur gibi yaparak durmak” karatecilerin çok ustaca
yaptığı bir oyundu. Faris korkudan devrilmişti.
“Oturtun şunu yerine” diyen komiser bir iskemle çekerek
Faris’in karşısına oturdu.
Ayağa kaldırılan Faris kıvranıyordu.
“Bacaklarım yanıyor... Çay kavurdu.”
“Çıkar ulan pantolonunu muhallebi çocuğu bitirim. Bacağına
biraz soğuk su dökün şu hıyarın!,.”
Faris paniğe kapılmıştı. Ufak bilye gibi gözleri fıldır fıldır dönü­
yor, delirmiş gibi bakıyordu.
“Pantolonu çıkarmam” dedi.
“Çıkarma lan n’apalım. Senin külı bacaklarına mı meraklıyız
karga. Otur iskemlene şimdi!..”
Oturan Faris’in yanağından bir makas aldı komiser.
“Ey mafyanın kara karga tetikçisi. Dehşet saçan Faris, şimdi
altına sıçan Faris oldun yahu. Yumruğu yemekten korktun lazım
di mi? Oysa, bizde dayak yok, işkence yok yavrum. Avrupa
Birliği’nde neyse bizde o muamele.”
Faris “şimdi ne olacak” korkusuyla komisere bakıyordu.
“Su verin şuna!. Bir de harbiden çay getirin kızımıza. Üstüne
dökme olur mu küçük Farisçik. Yanında bisküvi, pasta ister
misin?” diye sorunca Faris başıyla olumsuzladı.
“Yok yok istemem. Su yeter.”
Komiser suyu içmesini bekledikten sonra elini Faris’in çay
dökülmeyen dizine vurdu.
“Bak uyanık. Şimdi kafam çalıştır. Çemberlitaş’a bombayı kimle­
rin koydurttuğunu söyle. Kendini yakma. Avukatının gazma gelme.
Seni tehdit ettiğine hepimiz tanığız. Konuşmazsan ağır müebbeti
yiyeceksin. İçeri girer girmez seni gebertecekler. Bu kesin, sen de
bilirsin. Tetikçi Maksut’u hatırla. İki yıl önce kahramanlık yaptı
konuşmadı, içeri girdiği gün gırtlağını kesiverdiler. Hem de teste­
reyle. Koruduğun patronların konuşmandan çekinir Faris. Derler
ki; ‘Bu enayi bir zaman sonra hapiste sıküır, kurtulmak için öter, biz
de yanarız, gebertelim gitsin.’ Derler di mi Faris? Söyleyeceklerimi
gözünün önüne getir şnndi: Cezaevinde hamamdasın, biri arkan­
dan gelir şişi karaciğerine dibine kadar sokar, sonra iyice çevirir
içerde, tirbüşon gibi di mi moruk? Sen bu işleri iyi bilirsin ha? Taş­
ların üstüne yuvarlanırsın, pis kanın şakır şakır akar. On para
etmez kadavranı tabuta koyarlar atarlar bir çukura. Ardından da
‘Mikrobun biri geberdi, iyi oldu’ derler Faris.”
Faris önüne bakıyordu. Sesini çıkarmadı. Komiser devam etti.
“Konuşursan savcı bey sana yeni kimlik verir, estetik ameliyat
yaptırır, yurtdışına gönderir. Mangır da bağlanır, ömrün boyunca
rahat yaşarsın. Uyandır canını Faris.”

Salvatore İstanbul’da...

Roma uçağmdan inen tıknaz adamın pasaportunda “işadamı”


yazıyordu. Salvatore Romano enli yüzünü iyice geniş gösteren
siyah fötr şapka giymişti. Enli kaşlı, iri gözlü, basile boksör burun­
lu, kaim dudaklı, büyük ağzının uçlan aşağıya kıvrık, asık suratlı
bir adamdı.
Vücudu genişti, göğsü ileri çıkıktı, kollanılın kalınlığı ceketin­
den büe belli oluyordu. Şişman gözüküyordu ama değildi, çok
iriydi. Koyu gri takım elbisesi şıktı. Siyah el çantasını sallayarak
gümrükten geçti.
Daha önce de Monsenyör Anselmo Colombano’yu karşılayan
iki genç onu bekliyordu. Salvatore otomobile bindikten sonra
konuştu.
“Na’ber Drago, na’ber Dezi?”
“Sağ olun Don Romano iyiyiz, siz nasılsınız?” dedi aynı anda iki
genç.
Salvatore Romano yanıt vermedi.
İki genç hiç konuşmadı. Parlak mavi gecede Salvatore
İstanbul’un ışıklarını seyrediyordu. Hayran olduğu bu kente
beşinci gelişiydi. Dolmabahçe Camii’ni, stadyumu ve saat kulesini
görünce gideceği yere yaklaştıklarım anladı. Şapkasını çıkardı,
kravatını düzeltti. Otomobil Gümüşsüyü yokuşuna dönmüştü.
Siyah araba yavaşladı sola döndü, Japon Konsolosluğu’nun
yanındaki yokuşa girdi. Yokuşun sonunda yüksek duvarlarla çev­
rili dört katlı taş konağın önünde durdu. Üzerinde iki kamera
bulunan denür kapı bir süre sonra elektronik kumandayla açüdı.
Araba konağm bahçesine girdi. İki kişi otomobilin içindekilere
baktı, biri otomobilin kapısını açtı, Don Salvatore Romano indi.
Smokinli uşağın yol gösterdiği kapıdan konağa girdi.
“Efendi şimdi gelecek” dedi İtalyanca, konuğu salona alan uşak
ve çekildi.
“Efendi”nin konağı görkemliydi ama evinin sadeüği Salvatore’yi
her gelişinde şaşırtırdı. Efendi biraz sonra hafifçe öksürerek salo­
na geldi. Salvatore büyük bir saygıyla seğirtti ve onun elini öptü.
Abdülkadir Efendi de onu takdis eder gibi eliyle selamladı.
“Hoşgeldin Don Romano. Görevini çok dikkatli yap. Hiçbir
sızıntı olmamalı. Çok kritik durum. Agnus Dei’nin Çemberlitaş’m
. uçurulmasıyla ilgisi yok. Monsenyör Colombano kimseye danış­
madan inanılmaz bir işgüzarlık yaptı. Papa Hazretleri’ne yarana­
cağını sandı. Papa Hazretleri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katıl­
masını istemiyor ama bir din büyüğü olarak bombalamayı asla
hoşgörmez. Bombacılara işi verenlerin Selim ile Sami olduğunu
mutlaka söyletirler. Onlar Monsenyör Colombano’nun admı verir
ve domino taşlan devrile devrile Papalığa kadar uzanır. Haksız bir
199

suçlama olur, değil mi Don Romano?”


Salvatore saygıyla eğildi.
“Tamamen haklısınız efendim” dedi. İçinden, “Suçlama Papalı­
ğa değil sana ulaşır uyanık, telaşın o yüzden, beni keriz mi sanı­
yorsun?” diyordu.
“Evet Don Romano, işlerini tertemiz yapacağına güveniriz. İnti­
harlar gerçekleşmeden Colombano’nun verdiği 5 milyon doları
mutlaka geri al. Alacağın parayı bana getireceksin. Sen gelene
kadar bekleyeceğim. Yarın sabah ilk uçakla Roma’ya döneceksin.
Tanrı yardımcın olsun Don Romano.”
Bunları söyleyen “Efendi”nin uzattığı eli öpen Don Romano
saygıyla uzaklaştı. Hemen konaktan çıkarak otomobile bindi.
“N ereye gid eceğim izi biliyorsun D ezi.”
Yüzü asıktı ama içinden gülüyordu Salvatore... “Efendi büyük
artist. Sabotaj emrini kendileri verdiği halde bombacılar yakala­
nınca hemen sıyrıldılar. Monsenyör ile Selim ve Sami kardeşler
böylece kurban seçildi. Kendme dikkat et oğlum Salvatore, bir
gün sen de kurban olmayasın ha...”
“İstanbul Efendisi Abdülkerim”, Agnus Dei’nin İstanbul’daki
gizli elçilik görevini sıkıntısız sürdürürken Çemberlitaş fiyasko­
suyla telaşa kapılmıştı. Kardinal rütbesindeki “İstanbul Efendisi"
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve iyi Müslüman saygın işadamı
olarak ne rahattı oysa...

Otomobil, Selim ile Sami’nin evine 200 metre kadar uzakta,


Pera Palas Oteli’nin önünde durdu. Drago ile Don Salvatore
Romano indiler.
“Telefonun çalmca kapının önünde ol!..” dedi Drâgo arabayı
kullanan Dezi’ye.
Drago kapıda beklerken Salvatore otele girdi. Roma’dan Pera
Palas Oteli’ni aramış rezervasyon yaptırmıştı. Odasına çıktı, çan­
tasını bıraktı, tuvalete girdi, elini yüzünü yıkadı, bir süre oyalan­
dıktan sonra lobiye indi. Salvatore’nin otelin çıkışma yöneldiğim
gören Drago yürümeye başladı, 50 m kadar sonra Salvatore yanı­
na geldi. Birlikte yürürlerken gecenin geç saatinde otelden
Şişhane’ye giden yol bomboştu. Pera Palas’m ışıkları geride kal­
mıştı. Güçsüz ışıklı sokak lambalarının geceye yenildiği kaldırım­
larda ve yolda ne yaya vardı ne de araç.
Geniş yolun iki yanındaki yüzyıllık büyük binaların hepsi
karanlıktaydı.
200

O binalardan birinde Kenan Kılan ile kızı Suzan da oturuyordu.


Dedeleri Janos Klein’dan miras kalan güzel ev Selim üe Sami’nin
evleriyle aynı cadde üzerindeydi. O ev de dedeleri Sebastian’m
mirasıydı. Yaşamları kesişen, aynı amaç peşinde İstanbul'a sürük­
lenen, bir ara karşılaşıp uzaklaşan iki adam yıllar boyu birbirlerin­
den habersiz aynı sokakta oturmuşlardı.
O gece sessiz sokak ölü bir dünyaya aitmiş duygusunu veriyordu.
Selim ile Sami iki günden beri televizonun haber kanallarım
sabah akşam takip ediyorlardı. Çemberlitaş havaya uçurulmak
istenmişti ve bombacılar yakalanmıştı. İki kardeş çeneleri kilit­
lenmiş durumda aynı haberi defalarca izliyorlardı. Beyinlerini tek
soru yiyiyordu: Faris onları ele verir miydi? İki kardeş, ellerindeki
değerleri paraya çevirip Türkiye’den hemen kaçmaya karar ver­
mişlerdi. İsviçre’deki hesaplarında yüksek miktarda paraları
vardı.
Kapıları çalındığında irkildüer. Saat 22.17 idi.
Hizmetçileri gece kalmazdı, iki kardeş her zamanki gibi yalnız­
dılar. Birbirlerine korkuyla baktılar. Bu saatte kim gelebilirdi?
Sami fısüdadı.
“Polis mi geldi dersin?”
“Ne bileyim lanet olası...” diyen Selim kalktı.
“Gel açalım kapıyı.”
Tek başlarına oturdukları eski apartmanın dik mermer merdi­
venlerinden indiler. Selim gözden baktı. Ağzı açık kardeşine
döndü.
“Salvatore gelmiş..." dedi sesi titreyerek.
“Aç kapıyı şirin gözük, ne korkuyorsun.”
Selim silkindi, kendini toplamaya çalışarak kapıyı açtı.
“Don Salvatore Romano... Bu ne hoş sürpriz dostumuz.”
Gülümseyen Salvatore üe Drago hemen içeri girdiler. Selim
mutlu olmuş gibi davranıyordu.
“Buyrun, yukan çıkalım lütfen. Geldiğinize ne kadar sevin­
dim.”
Salona çıktıklarında Salvatore ikram tekliflerini kabul etmedi.
“Bombacüara verilecek parayı almaya geldim...” dedi.
Selim kızardı, Sami sesini çıkarmadı.
“Şey... Don Romano biz o parayı peşin ödedik.”
“Nasıl yani? Peşin mi ödediniz?”
“Evet Don Romano, çünkü adamlar parayı almadan işi yapma­
yacaklarını söylediler. Monsenyör de işin hemen bitmesini isti­
yordu, biz de vakit kaybolmasın diye parayı ödedik.”
Salvatore’nin gözlerinden korktu Selim. Öyle kanlı bakıyordu
ki... Kalın dudakları kasılmış aşağıya doğru iyice bükülmüştü.
Onun ne kadar acımasız bir katil ve işkenceci olduğunu iyi bili­
yordu. 35 milyon dolarlık vurgunla Las Vegas’a kaçan bir Papalık
kâtibinin derisini yüzmüştii.
Salvatore’nin sesi değişmişti, korkunçtu.
“Para 5 milyon dolardı Selim. Hepsini şimdi istiyorum, şimdi.”
Selim öyle korktu ki, her yer karardı, Salvatore’nin sesi bir
mezarın derinliğinden geliyordu. Selim öyle hissetmekteydi.
Kekeledi.
“Fakat parayı verdim Don...”
Salvatore’nin pençesi aniden gırtlağını kavradı.
“Evindeki kasada neler olduğunu biliyorum.”
Sonra onu gırtlağından savurarak emretti.
“Lafı uzattıkça tehlikeye giriyorsun Selim. Aç kasayı çabuk!..”
Selim kasanın bulunduğu yatak odasına giderken Drago da
gözlerini Sami’ye dikmişti.
Yatak odasındaki kasa çok büyüktü. Selim şifre numaralarım
çevirdi, kasanın kapağını çekti. İçerde daha küçük bir kasa vardı.
Onu da açtı. Salvatore omzundan çekti, kasaya baktı. Tomarlarca
dolar ve euro düzenli olarak üst üste konmuştu.
“Kaç para var burada?”
“7 milyon dolar, 2,5 milyon euro Don Romano efendim.”
Selim sapsarıydı, bayümak üzereydi, sallanıyordu. Gözleri kay­
mıştı. Duvara tutunmaya çalıştı. Kasanın içinde siyah metal bir
kutu gördü Salvatore, kutunu kapağını kaldırınca gözleri parladı.
İri pırlantalar ışık saçıyordu, çok mutlu olmuştu. Pırlanta kutusu­
nun kapağını indirdi.
“Drago, küçük kardeşle buraya gelin.”
Onlann girmesiyle Salvatore iki eliyle Selim’i omuzlarından
kavradı.
“Üzülme dostum, para dünya malıdır, dünyada kalır” dedikten
sonra arkasına geçti elini cebine soktu, çıkardığı boğma telini
inanılmaz hızla Selim’in boğazına doladı, bütün gücüyle sıktı. Yap­
tığının aynısını Drago Sami’ye yapmıştı. Teller iki kardeşin gırt­
laklarına gömüldü. Selim ile Sami’nin yüzleri anında morardı.
Salvatore ile Drago onları bir an önce öldürebilmek için boğma
teliyle geriye doğru çektiler. Gövdelerinin ağırlığı da tele binmişti.
Selim ile Sami bacaklarını savurarak kurtulmaya çalışıyorlardı.
Bir daha çekilince dayanamadılar sırtüstü düştüler. Bacakları
artık savrulmuyor titriyordu. Yüzleri balon gibi şişti, dilleri dışarı­
202

ya çıktı, bacakları son kez titredi, ölmüşlerdi ve İlcisi de işemişti,


pantolonları paçalarına kadar ıslanmıştı. Salvatore ile Drago
cesetleri halının üstüne yavaşça bıraktılar, boğma tellerini çeke­
rek sardılar, ceplerine koydular.
“Tamam” dedi Salvatore. “Sök perde kordonlarını!.. As bunları
şiıudi!.. İntihar numarası...”
Drago şaşırdı.
“Polis yemez ki Don Romano.”
"Yemezler ama bir süre oyalar onları yavrum. Dediğimi yap!..”
“Başüstüne Don Romano.”
Drago kordonları sökerken Salvatore kasanın içindeki çantaya
paralan doldurdu. Dıago’ya döndü.
“Buraya değil, salona as!”
O çıkınca pırlanta kutusunu açtı, taşlan saymaya başladı. Tam
42 tane iri taş vardı. Pırlantaların yarısını para çantasının cebine
doldurdu. Geri kalanı tekrar kutusuna koydu. Kasanın kapısını
itti ama tam kapatmadı, bir pannak kadar aralık bıraktı.
Çantayı alarak salona geçti. Drago iki kardeşi avizelerin güçlü
kancalarına asmıştı.
“Gidelim Drago.”
Lambalan açık bırakarak merdivenlerden inerken Drago cep
telefonuyla şoför Dezi’ye sinyal gönderdi.
Salvatore onu önden çıkardı, kapının kilidindeki anahtarı
Drago’ya belli etmeden aldı, kapıyı çekti. Drago farlarım söndür­
müş otomobile yürürken anahtarı demir kapı ile dış çerçevenin
arasına sıkıştırdı. Sağma soluna bakındı, caddede kimse yoktu.
Otomobil gecenin tenhalığında uzaklaştı. Parke taşlı yolda teker­
leklerin çıkardığı ritmik ses sinir bozucuydu.
Yarım saat sonra Salvatore çantayı İstanbul Efendisi’ne teslim
ediyordu.
“7 milyon dolar, 2,5 milyon euro efendimiz.”
“Efendi” memnun olmuştu.
“Aferin Don Romano, Seliıu’e verdiğimizden fazlasını getirdin.
Senin payın da buna göre olacak.”
“Çok lütufkârsmız efendim. Bir de sürprizim var.”
“Ne sürprizi?”
“Kasada pırlanta varmış. Hepsi çantada..."
“Abdülkerim” koltuğundan kalktı, iri pırlantalara baktı, büyülü
taşların ışığı yüzünü aydınlatmıştı. Salvatore’nin omzunu okşadı.
“Bir daha aferin oğlum, iyi iş yaptın” dedi ve gözlerini
Salvatore’ye dildi, hafifçe öksürdü.
203

“Buna rağmen sakladığın biraz daha pırlanta veya başka bir


şeyler var mı diye kurallara uyarak, sadece kural gereği üstünü
aratacağım, kırılmazsın değil mi?”
Adamına işaret etti. Salvatore kollarını kaldırdı, gayet ciddi aranma­
yı bekledi. Efendi’nin adamı kasıklarından koltukaltlanna, şapkasın­
dan ayakkabısının içine kadar onu iyice aradı ve “Temiz” dedi.
Salvatore’nin içinde dans eden alaycı, “Bunu yapacağını bildi­
ğimden pırlantaları kasada bıraktım, uyanık efendi” sözlerini
elbette duyamazdı.
Abdülkerim odadakilerin çıkmasını istedi, elini uzattı, Salvato­
re büyük saygıyla eğilip öptü. Efendi, Salvatore’nin kulağına bir
şeyler fısıldadıktan sonra yüksek sesle konuştu.
“Beklediğimizin üstünde hizmet verdin. Hem Tann’dan hem de
bizden ödülünü alacaksın. Sabah yola çıkacaksın, şimdi git, rahat
uyu evladım.”
Kimdi Salvatore? Agnus Dei’nin karanlık işlerle uğraşan din
görevlisi Monsenyör Colombano’nun keşfettiği insan kasabı Salva­
tore Romano Korsika’da doğmuştu. Babası İtalya’ya göçtüğünde 7
yaşındaydı. Roma sokaklarında kapkaç yapan çetelere katıldı.
Henüz 16 yaşındayken dükkân sahiplerini korkutmuştu, haraç top­
luyordu. Mafya, bu gelecek vaat eden “yıldızı” gözden kaçırmadı.
Onu aralarına aldılar. Adam dövme, bacak kırma işlerim kolayca
hallediyordu. Ona “King Kong” diyorlardı. Giderek yükseldi. Acana­
sız çirkin goril Salvatore tetikçi olarak öldürdüğü adamları sayma­
mıştı bile... Artık mafya-din istismarcıları ilişkilerinin usta katiliydi.
Önemli özelliği iz bırakmamasıydı. En zor işleri ona ihale ediyorlar,
iyi para ödüyorlardı. Salvatore tek başına çalışmaya başlamıştı, ama
her işinden soma mafyadaki esld patronuna yüzde 15 pay vermek­
teydi. Böylece kendini korumaya almıştı.

Dezi ile Drago onu otele bıraktıklarında Salvatore, “Hemen


yatacağım, çok uykum var. Sabah erken gideceğim, uykuya dala­
bilirim, otelciler uyandırmayı unutabilir, erkenden gelin ve uyu­
yorsam uyandırın” dedi. Onlar da, “Başüstüne Don Romano,
Tanrı size rahat bir uyku versin efendim” diyerek gittiler.
Salvatore odasrnda yarım saat kadar bekledikten sonra lobiye
indi, sokağı baştan sona gören camın yanındaki süs bitkisinin
yüksek yapraklarını siper aldı. Beş dakika kadar sokağı gözledi.
Dezi ile Drago’nun otomobili görünmüyordu, sokak bomboştu.
Otelden çıktı, Dezi ile Drago kendisini gözlemek için otomobili
204

bir sokağa gizlemişse yüz yüze geldiklerinde “Birden uykum


kaçtı, yürümek istedim” diyecekti. Eğer işler sarpa sararsa ikisini
de oracıkta öldürecekti.
Selim ile Sami’nin evinin karşı kaldırımından yürüyordu. Füme
elbisesi ve esmer teni onu kaldırımın karanlığına karıştırmıştı.
Cinayetleri işlediği evin Önü de karanlıktı, derin girintide kalan
kapı görünmüyordu bile...
Salvatore caddenin sonuna kadar gittikten sonra geri döndü.
Bu defa evin bulunduğu kaldırımdaydı. Selim ile Sami’nin evinin
önüne gelince aniden kapı girişinin koyu karanlığına daldı. Elini
attı, anahtar sıkıştırdığı yerde duruyordu. Tekrar caddeye bakın­
dı, kimseler yoktu. Anahtar kilitte yumuşakça döndü, kapı sessiz­
ce açıldı. Mermer merdivenlerin üstündeki zayıf ışık yanıyordu.
Geçecek kadar araladığı kapıyı kapatıp hızla merdivenleri tırman­
dı, salona girdi.
Süslü avizelerin yanında sarkan Selim ile Sami’nin cesetlerine
bakmadı bile... Yatak odasına geçti, kasayı açtı, kutuyu çıkardı,
kalan 21 iri pırlantayı yassı deri keseye koydu, ceketinin gizli
cebine yerleştirip fermuarı çekti. Kutuyu tekrar yerine yerleştirdi,
kasanın kapısını kapatarak şifre saatindeki numaralan karıştırdı.
Bundan sonra kasayı açmak için çok uğraşmaları gerekecekti.

Roma uçağındaki Salvatore koltuğuna yaslanmış dirseğini gizli


cebinin üstüne dokunduruyordu. Pırlantaları dirseğinde hissettik­
çe korkunç yüzünü belli belirsiz bir gülümseme kaplıyordu. Nere­
deyse sevimli gözükecekti.
Roma Havaalam’nda bindiği taksiden evinin çok uzağındaki bir
semtte indi. Bir başka taksi çevirdi, sonra ondan da inerek üçün­
cü taksiyle sokağının 50 m kadar uzağına kadar geldi. Evine yor­
gun dönen bir memur gibi çantasını tembelce sallayarak yürüdü.
İki çelik kapının koruduğu, pencereleri demir parmaklıklı ve ayrı­
ca par\jurlu iki katlı müstakil evine girdi. Salvatore’nin evi saksı­
larla doluydu. Çeşitli süs bitkileri bakımlıydı, evin içi minik bir
botanik bahçesiydi.
Salvatore yatağının başucundaki komodini bir metre kadar öne
taşıdı, altındaki kilimi çekti kenara koydu. Tahta döşemedeki
kapağı kaldırınca kasası ortaya çıktı. Şifreyi çevirdi, kasayı aça­
rak pırlantaları küçük kutulardan birine, birçok kurbanından
ganimet aldığı servet değerindeki yüzüklerin yanına yerleştirdi.
Havanın kararmasını bekleyip giysisini değiştirmeden evinden
20 5

çıktı. Bu defa taksiye değil hayli kalabalık gelen otobüse bindi.


Dört durak sonra inerek ters yöndeki bir başka otobüse bindi.
Otobüsten indiği bulvardan bir blok yürüdü ve görkemli kilisenin
önüne geldi. Geçer gibi yürürken birden kilisenin alçak bahçe
duvarını aştı, kenardaki dar geçide dalıverdi. Yolunu çok iyi bili­
yordu. Kilisenin arkasındaki Monsenyör Anselmo Colombano’nun
üç katlı lüks lojmanının Önündeydi. İnce ama çok sağlam lastik
eldivenlerini taktı. Kapı zilini çaldı; iki kısa, bir uzun, iki kısa.
Zilin tanıdık oluşu kapının hemen açılmasını sağladı. Uşak
Ettore hafifçe gülümseyerek, "Hoşgeldiniz Don Romano” dedi.
“Monsenyör’ün konuğu var mı Ettore?”
“Efendim her zamanki gibi yalnız Don Romano."
İhtiyar Ettore kapıyı kapadığı anda başma inen korkunç yum­
rukla sersemledi ve aynı anda boğma teli boynuna dolandı.
Monsenyör Anselmo Colombano ahşap merdivenlerden yankı­
lanan ayak seslerini dinledi, gelenin ağır gövdeli biri olduğunu
anladı. Zili şifreli çaldığına göre konuk Salvatore olmalıydı. “İkin­
ci ayak sesi de ne?” diye düşündü Monsenyör, Ettore hiçbir konu­
ğu tek başma merdivenlere salıp efendisinin odasma girmesine
izin vermezdi.
Bunları düşünürken Salvatore’yi karşısında buluverdi. Yalnızdı.
Bakışları buz gibiydi. Kapıyı vurmamış önünde eğilmemişti. Ter­
biyesizliği tehlike demekti. Başucundaki kılıç bastonuna uzanır­
ken Salvatore koca pençesiyle bileğini kavradı.

iki gün sonra, İstanbul

Agnus Dei’nin İstanbul Efendisi Abdülkerim ilk uçakla gelen


İtalyan gazetelerini soğukkanlılıkla açtı. O günkü gazetelerde
beklediği haberin yer alması gerekirdi.
Evet, beklediği gibi, gazetelerin manşetinde Monsenyör Ansel­
mo Colombano’nun büyükçe bir portresi vardı. Portrenin yanında
ise darmadağınık bir oda ve Monsenyör’ün üzeri örtülmüş cesedi
görülüyordu. Bir küçükportre dahavardı, altındaise “Monsenyör’le
birlikte öldürülen hizmetkâr Ettore di Napoli” yazmaktaydı.
Uzandı, yanındaki sehpadan kapuççino kupasını aldı, bir yudum
içti. Onun o anda akimdan geçenleri Salvatore çoktan tahmin etmişti.
“Brrravooo King Kong, 24 saatte ortalığı temizledin... Artık çok
şey biliyorsun koca goril... Seni de düşünmek gerek...”
Efendi’nin kendisini kurbanlar arasına sokacağını Salvatore
daha İstanbul’dayken bildiğinden planım zamanında yapmıştı.
206

İstanbul Efendisi Abdülkerim, Monsenyör cinayetini yazan


İtalyan gazetelerini okurken Salvatore çoktan Kosta Rika’daki
yeğeninin yanma varmıştı. Büyük bir servetin sahibiydi, bundan
böyle balık tutarak, canının çektiği kaliteli şarapları içerek yaşa­
yacaktı.

Tepebaşı’nda İlci ceset

Avukat Şakir ertesi gün savcılığa gittiğinde korktuğunun başı­


na geldiğini gördü. Faris “itirafçı” olmayı kabul etmişti. İtirafının
en önemli bölümleri olan Selim ile Sami kardeşlerle ilişkisini
anlatmıştı. Çemberlitaş’ı bombalama isteğinin onlardan geldiğini
söylemişti. Onların kimlerle ilişkisi olduğunu bilmiyordu. Selim
ile Sami, Faris’in deyimiyle “bildiği son durak’’tı.
Savcının verdiği tüm teminatlara rağmen her şeyi itiraf etme­
miş, Kara Temur ile Semiramis’in isimlerini vermemişti. Çete
liderinin kendisi olduğunu, daha üstünde kimsenin bulunmadığı­
nı söylemişti.
Faris, Kara Temur’u gizlediği için onun 7 Akbaba’yı çalma plan­
larını da anlatmamış oluyordu. Sadece Selim ile Sami’nin kirli
işlerinin taşeronu olduğunu açıklamıştı. Çemberlitaş olayından
önce tarihi eser kaçakçılığında iki kardeşe yardım ettiğini de iti­
raf etmişti, zaten gizleyemezdi.
Ekipler Selim ile Sami’nin ofisi ile evini aynı anda bastılar. Ofis
kapalıydı, evde ise iki kardeşin cesetleri sallanıyordu.
Polisin canı sıkılmıştı, büyük bir örgütün ild halkası olduğuna
inandıkları Selim ile Sami’yi konuşturarak zincirin diğer halkala­
rına ulaşmayı umuyorlardı. Ancak zincir kırılmıştı, diğer halkalar
kaybolmuştu.

7 Akbaba’nm ardındaki somlar

1943 yılında Almanya’dan Türkiye’ye kaçan Rahip Sebastian


Augustinus’un soyu iki torununun öldürülmesiyle yeryüzünden
silinmişti. 7 Akbaba ve kutsal emanetleri ele geçirmek hırsıyla
İstanbul’a gelen Sebastian katildi, tarihi eser de kaçırmıştı. Karan­
lık yaşamındaki büyük soru işareti şuydu: Hayatının değişmesine
sebep olan 7 Akbaba ve kutsal emanetlerle ilgili hiçbir girişimde
bulunmamış mıydı?
O uğurda bir rahibi öldürmüş, İsviçre’ye kaçmış, Vatikan’a
gidip gelmiş, Türkiye’ye iltica etmişti de, İstanbul’a yerleşince 7
207

Akbaba ile kutsal emanetleri unutmuş muydu? Hem de dokuna­


cak kadar yakınken hiç mi onlara uzanmamıştı?

Köksal’m inadı...

Gazeteden çıkınca doğru otele giden Koksal önce Debra’nın


odasına çıktı. Elindeki 11 kırmızı gülden oluşan bukete ikide bir
heyecanla bakıyordu. Kapısını tıkladığı Debra onu görünce sevin­
di, çiçeklere teşekkür etti. Debra gözlüklerini çıkarmaya fırsat
bulamadan Koksal sarüıp onu uzun uzun öptü. Genç kadın uzun
öpüşmeden tahrik olmuştu, titreyerek Köksal’ı itti.
“İki la f edelim de öyle...” dedi gülerek... Utanmıştı.
Koksal kollarından tuttu, koltuğa oturttuktan sonra önünde diz
çöktü, cebinden çıkardığı minik kutuyu açarak Debra’ya uzattı.
“Benimle evlenir misin?”
“Aman Tanrım, bu nasıl bir şok!”
Debra şaşırmıştı, yüzüğü aldı, baktı hemen parmağına taktı.
“Evet, evet, evet...” diyerek o da dizlerinin üstüne indi, Köksal’a
sarıldı.
“Sana âşık olduğumun farkındaydım.”
Debra’nm gözleri mutluluk damlalarıyla dolmuştu. Vücutları
birbirine sımsıkı kilitlendiğinde tansiyonları da hızla yükseldi.
Çılgınca sevişmenin ardından arkadaşlarına telefon ettiler.
“Lobide toplanalım, sürpriz var!..”
Peter, Bob ve Lara yıldırım nişanı öğrenince Önce şaşırdılar,
sonra kahkahalarla gülmeye başladılar.
“Hadi şampanya patlatalım” diyerek hepsini bara götürdü Bob.
“Eh Debra, 7 Akbaba’yı bulamadık ama senin elin boş kalmadı.
Bir hazine ele geçirdin” dedi.
Şampanyayı patlattılar, Koksal ile Debra’ya mutluluk dilediler.
Yemeğe oturduklarında kısa bir sessizlik oldu. Bob, “devletin
anlaşılmaz titizlikle, güvenlik önlemleriyle, generalle durdurdu­
ğu” yarım kalan araştırmasını, Peter kardeşini öldürenleri, Lara
da hem araştırmayı hem de Teo’yu düşünüyordu.
Debra çok mutluydu. Koksal da öyleydi ama aklına taküanları
silkip atamıyordu.
“Dostlar kafamı didikleyen birkaç soru var” dedi. “Dinleyin.
Jaııos Klein ile Oruç Bey kitabından 80 sayfa çalan o meçhul kişi
aklımda... Janos yaşamını tersyüz eden 7 Akbaba ile kutsal ema­
netleri bulmak için hiçbir şey yapmamış. 80 sayfayı çalan kişiden
hiç iz yok... Tuhaf değil mi? Esrarengiz bir durum.”
208

Köksal’m sözleri masadakileri dalgınlıklarından kurtarmaya


yetmişti. Yine en heyecanlı Bob’du.
“Harikasın Koksal. Kızım Debra, akıllı bir adamla evleniyorsun
kutlarım.”
Durdu, gözlerim tavana dikti, gülümsedi.
“Evet, yapmamız gereken bu sorunun yanıtını bulmak. Janos
Klein kendisini İstanbul’a çeken şeyleri ele geçirmek için uğraş­
madı mı? İz yok, diyor Koksal. Öyleyse neden yok? Bunu araştır­
mak gerekir.”
“Nasıl araştıracağız?” diye sordu Peter.
Lara da ikinci kişiye değindi.
“Oruç Bey kitabının 80 sayfasını çalan kişi hakkında hiç bilgi­
miz yok. Teo onun için ‘Belki de ölmüştür’ demişti. Acaba öyle mi,
yoksa o da İstanbul’a geldi mi?”
Koksal devam etti.
“Esrarengiz üç nokta var. Birincisi; devletin araştırmayı bir
general gönderecek kadar telaşla durdurması... Bakanlık temsil­
cisi Serkaıı da aynı işi bir ihtarla yapabilirdi. İki otobüs dolusu
polisle, bir bölük asker ve general neden geldi? İkinci ve üçüncü
noktaların üstünde esrarengiz iki kişi duruyor. Biri Janos, diğeri
meçhul kitap hırsızı. Önerim şu; bu iki kişinin izlerini araştırmaya
yarın sahalı Janos Klein’ın torunlarından başlayalım.”
“Kadehlerimizi yeni maceraya kaldıralım” dedi Bob.
“Delilmiş bunlar” diye düşünüyordu Peter.

“Dedeni anlat Kenan!”

Antikacı Kenan Kılan dükkânını açtıktan kısa süre sonra Kok­


sal, Bob, Lara ve Debra’yı karşısında buldu. Kendilerini gördüğü
an Kenan’ın yüzünde belirip hemen kaybolan tedirginliği Koksal
fark etti. Çabuk toparlanıp gülen yüzünü takman Kenan ayağa
kalktı.
“Buyrun, sizleri gördüğüme sevindim” derken gözlerindeki
kuşkulu bakışı henüz silememişti.
Telaşla dört iskemleyi yan yana getirip onlan buyur etti. Koksal
onu daha fazla merakta bırakmadan ziyaret sebebini anlatmaya
başladı.
“Sizi rahatsız ediyoruz Kenan Bey, ancak bizi de hayli rahatsız
eden sorular var. Bir türlü yanıt bulamıyoruz.”
Kenan iskemlesinde rahatsızca kımıldadı. “Bu kişiler daha
önce gelmişlerdi, ardından cinayet işlendi. Şimdi ne istiyorlar
209

acaba?” diye aklından geçirirken sordu.


“Sizleri rahatsız eden nedir, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Bakın Kenan Bey, dedeniz Janos Klein Berlin’de yaşarken Oruç
Bey kitabım okudu. Kitaptaki 7 Akbaba ve kutsal emanetler konu­
larından etkilendi. Nazi baskısı sebebiyle Almanya’dan kaçmayı
düşünüyordu. İngiltere’ye kolaylıkla kaçabüeceği halde hayli uzak­
taki Türkiye’yi istedi. Bir günde İngiltere’de olabilirdi, 27 günlük
yolculuğu göze aldı, 7 Akbaba’yı bulabilmek için ailesini de riske
sokarak İstanbul’a geldi. Hayali gerçek olmuştu. 7 Akbaba’ya çok
yakındı. Ve sonra hiçbir şey yapmadı. İşte kafamızı karıştıran soru:
Dedeniz Janos Klein neden 7 Akbaba’yı aramadı?”
Kenan Kılan’ın yüzü donuktu. Tek kelime söyledi.
“Bilmiyorum.”
Görüşme Almanca yapıldığından hepsi Köksal’ın söylediklerini
ve Kenan’ın yanıtını anlamıştı. Peter konuşulanların azını anlayan
Bob’a İngilizce aktardı. “Bilmiyorum” yanıtından sonra sessizlik
oldu. Birbirlerine baktılar. Şimdi ne diyeceklerdi?
Sessizliği bozan Kenan'ın kızı Suzan’ın gelişi oldu. Babasmın
aksine onları görünce tedirgin olmamıştı, sevecenlikle hepsine
“Hoşgeldiniz” dedi. Ancak babasının yüzündeki durgunluğu
görünce meraklandı. Bunu fark eden Koksal babasına sorduğu
soruyu ve aldığı yanıtı Suzan’a anlattı.
“Babanız ne yazık ki bize yardımcı olmuyor. Bilmiyorum deyi­
şinde her şeyi bildiğini hissettim.”
Köksal’ın sözlerine kızmadı Kenan, sakindi.
“Bakın, yardımcı olmak isterim, ancak bilmediğim b;f konuda
ne diyebilirim?”
Kenan’ın aksine Peter sinirlenmişti.
“Bay Kılan, kardeşimi öldürdüler. Sebebi 7 Akbaba ile kutsal
emanetleri bulmak hevesiydi. Babanız da aynı hevesle İstanbul’a
geliyor ve sanki her şeyi unutuyor. Akıl almaz bir durum. Ardın­
dan kardeşimin yaşamına mal olan araştırmayı biz yapıyoruz, bir
general, bölükle asker, polisler geliyor araştırmayı durduruyorlar.
General sanki atom bombası tesislerini koruyor ve bizi neden
durdurduğunu söylemiyor. Siz bu durumda ne yaparsınız?”
Lara ayağa kalktı, Kenan Kılan’ın masasına ellerini dayayarak
yüzünü adamın yüzüne yaklaştırdı.
“Ben bu durumda Janos Klein’ın torununa gider ve ona ‘Konuş
torun Kılan, bize dedeni anlat!..’ diye ısrar ederim.”
Lara gözlerini adamın gözlerine dikmişti. Birkaç saniye sustu
sonra konuşmaya devam etti.
21 0

“Dedenizin albümünde Teo kendi dedesi Alexandre von


Huber’in mezarının fotoğrafını gördü. Fotoğrafı çeken dedeniz
Janos Klein’dı ve mezar fotoğrafına 22 veya 28 gibi sayılar, haç
işareti, daha bir sürü uzun sayılar vesaire karalamıştı. Teo’nun, bu
rakamları ve işaretlerin anlamı olduğunu varsayarak bir kâğıda
yazdığını kızınız Suzan söyledi. Aynı gün katledildi, bulunduğun­
da cebindeki kâğıt yoktu. Şimdi bizim size, ‘Dedeniz mezar fotoğ­
raflarını neden çekti, üstüne yazdıkları ne anlama geliyordu ve de
neden 7 Akbaba ile kutsal emanetleri aramadı?’ diye sormak hak­
kımız değil mi? En azından öldürülen bir genç insanın katledilme­
sindeki esrarı çözmek için yardım edin beyefendi.
Kenan Kılan’ın solmuş yüzü pembeleşmişti. Bir şeyler düşün­
düğü, karar vermek için kendisini zorladığı gözlerinden tahmin
edilebiliyordu. Sıkıntıyla pufladı.
Lara adamla burun buruna son sözünü söyledi.
“Sakın yine ‘Bilnüyorum’ demeyin Bay Kılan!.. İnanmıyoruz ve
yalancılığı size yakıştıramıyoruz.”
Lara tekrar yerine oturdu. Kenan Kılan donmuş gibi onlara
bakıyordu. Kimse kımıldamadı, konuşmadı.
Dükkândaki antika saatlerin farklı tıklamaları duyuluyordu
sadece... Kenan Kılan'ın donup kalmış durumunu değiştiren, mavi
gözlerindeki buğulanma ve ardından dökülen iki damla gözyaşı
oldu.
Suzan atıldı, masanın üstündeki kâğıt mendili kaparak babası­
nın gözyaşlarını sildi. Kızma bakan Kenan gözleriyle bir şeyler
soruyordu. Suzan babasımn elini ild avucunun araşma aldı.
“Ver onlara baba. Artık zamanı geldi.”
Hepsi heyecanla doğruldu. Neyi verecekti? Kenan Kılan onlara
baktı. Sesi çok sakindi.
“Oturun oturun. İstediğinizi alacaksınız. Suzan konuklara bir
şeyler ikraıu et, ben de soğuk su istiyorum.”
Suyunu içtikten sonra anlatmaya başladı.
“Dedem hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz. Zaten kendisi de
kimsenin bilmemesini istedi, bunu da başardı. Benim şimdi anla­
tacaklarımın Suzan’dan bir kuşak sonra bilinmesini istiyordu.
Ancak, sevimli genç Teo’nun canına kıyılması lazımla beni çok
düşündürdü. Siz buraya gelmeseydiniz belki de dedemin vasiyeti­
ni tutacak ve bilgilerin açrklanmasmr sonraya, yani benim torun­
larıma bırakacaktık.”
Heyecanla dinliyorlardı. Hangi bilgilerdi açıklanacak olanlar?
“Dedem, Almanya’dan yola çıkmalarından ölümüne kadar olan
211

tarihlerde neler yaptığını güncesine yazmıştı. Ölümünü hissetmiş


olmalı ki, son günlerine yakın iki bölümden oluşan güncesini sak­
lamak telaşına kapıldı. ‘Bunların okunması için henüz erken’
diyordu. Güncesini saklayacak güvenli yer bulmak dedemin tut­
kusu olmuştu. ‘Güncelerimi elde etmek için size kötülük yaparlar,
yerini bilmelisiniz ama sizden uzak bir yerde olmalılar’ diyordu,
bir ara delirdi sandık. Çünkü onlan Tarabya’daki Alman
Mezarlığı’na koyacağını söyledi. Mezarların fotoğraflarım da
çekip albüme yapıştırmıştı.”
Peter çok heyecanlanmıştı.
“Dedemin mezarına mı koydu yoksa? Çünkü albümdeki mezar
fotoğrafı dedeminkiydi..."
“Yaklaştınız Bay Peter von Huber. Cütlerden birini dedeniz
Alexandre von Huber’in mezarına saklayacağını söylüyordu.”
Fotoğraftaki “+ ! 220” işaretinin anlamı şuydu: Haçın en üstünden
altına 220 cm derinde. Prenses’in mezarına da diğer cildi yerleştire­
cekti, fotoğraftaki “+ ! 230” işareti de aynı şifreyi veriyordu: Haçtan
230 cm derinde. Bu şifreleri gömülü güncenin yerleri unutulmasın
diye yazmıştı, ailemizi sürdürecek her kuşağa fotoğrafları göstere­
cek işaretlerin ve rakamların anlamını öğretecektik. Böyle vasiyet
ediyordu. Biz de mezarlığa saklamasını çok tuhaf buluyor ve son
günlerinde aklım yitirmeye başladı diyorduk. Neyse konuya döne­
lim: Mermer haçların bir bölümü mezarların içine iniyordu. Haçların
toprağa giren bölümleri parçalı mermer kaplamaydı, bunları kaldıra­
cak, muşambaya sardığı ciltleri mezara yerleştirdikten sonra mer­
merleri tekrar yapıştıracaktı. Sakladıktan 50 yü kadar sonra güncele­
rinin okunmasını istiyordu. Günceleri torunlarımız haber verecekti,
Almanlar da mezarlardan çıkaracaktı. Neden dedenizin ve Prenses’in
mezarlarım seçti bilemiyorum. Doğup büyüdüğü Berlin’i hep özlerdi,
belki de dedeniz ile Prenses’in Berlinli olması onu çekmişti. Aynca
ailemiz açıklayana kadar dedemin güncelerini Alman Mezarhğı’nda
aramak akla gelmezdi. Saçma bulduğumuz fikrinden caydırmaya
çok çalıştık, ‘Kasada saklarız’ dedik. İkna olmayınca biz de kendisine
yardım etmeye karar vercük. Birinci cildi ikiye böldü, muşambalara
sardı, som a da metal kutulara yerleştirdi. Babam ve dedemle birlikte
geceyansı mezarlığa gidecek, dedeniz Von Huber üe Prenses’in
mezarlarını bulacakük. Kutulan yerleştirdileten sonra mermer yapış­
tırıcısıyla çıkardığı parçalan yerlerine oturtacaktık.”
Peter öyle heyecanlıydı İd, ağzı açık ayağa kalkmıştı.
“Günce dedemin mezannda öyle mi?”
Kenan Kılan gülümsedi,, eliyle işaret etti.
212

“Biraz sakin ve sabırlı olun Von Huber, anlatıyorum işte.”


“Tamam, devam edin, devam edin dostum” diyerek yerine otur­
muştu Peter.
“Mezarlar ikiye böldüğümüz birinci cildi koruyacaktı. 7 Akbaba ve
kutsal emanetlerle ilgili bilimsel açıklamaların ikinci ciltte olduğunu
söylüyordu. 7 Akbaba ve kutsal emanetler hakkında hangi açıklamalar­
da bulunduğunu bilmiyorduk. Çünkü titizlikle gizlemekteydi. İkinci
cildin konusu ayn olduğu için başka bir yere saklamak gerektiğini söy­
ledi. Bu defa yine akla hayale gelmez bir yer seçmişti.”
Hepsi bir ağızdan koro halinde sordular.
“Nereyi seçmişti?"
Kenan Kılan güldü, anlatmaya devam etti.
“Ayasofya’yı..."
“Ayasofya’yı mı?”
“Evet Ayasofya’yı... Albümdeki Ayasofya fotoğrafı kenarında gör­
düğünüz, ‘solda’ yazısı ve ‘4+5’ rakamlan, <9 işareti, yanına çizilen □
işareti ile ‘7,50 m’ yazısının yanına çizilen O ve kitap sembolü £ü
‘Prophet M.’, yazüan sakladığı yeri belirtiyordu. Kendisi unutmazdı
ama biz unuturuz diye böyle kısaltmalarla sakladığı yerleri şifrelemiş-
ti. Kuşaktan kuşağa ailemiz bilgileri aktaracaktı.
‘Solda’, Ayasofya’nm girişinde soldaki demekti, “4” rakamı sol­
daki 4 büyük sütunu gösteriyordu. & ve ‘5’ rakamı, yukarıdaki 5
sütundur, □ balkonu işaret eder. ‘7,50 m’, Ayasofya’nm kubbesin­
deki 7,50 m çapındaki yuvarlak levhaları, ‘Prophet M.’ ise Alman­
ca prophet ‘peygamber’ anlamına geldiğine göre Prophet M.,
üzerinde ‘Muhammed’ yazan levhayı gösterir... Bunları bize ezber­
letti ve imtihan etti.”

Janos Klein’ın oyunu

Kenan anlattıkça soru işaretleri büyüyordu. Koksal sabırsızdı.


“İkinci cildi oraya mı koydu? Vay canına... Yani, ikinci günce
Ayasofya’daki Muhammed yazılı levhada öyle mi?”
“Hayır...” yanıtmı verdi Kenan.
“999”

“Oraya koymadı... Ayasolya’yı konuşuyorduk ki, 24 saat önce


öldü. Aslında mezarlık ve Ayasofya fikirleri mantıklı değildi. Özellik­
le Ayasofya’ya saklamak hem zordu hem de temizlik sırasında bulu­
nabilirdi. Ancak, ikinci cildin içeriğinde dini açıklamalar bulundu­
ğunu, Ayasofya’ya koymasının anlamı olduğunu söylemişti. ‘Bir
mabette ve Muhammed yazısının yakınında olması uygundur. Biri-
213

leri bulsa bile orada bulsun’ demişti. Dedim ya, son günlerinde garip
sayılacak kadar telaşlıydı, bunadığım sandığımız anlan oldu ama
konuştukça hiç de öyle olmadığını anlıyorduk.”
Kenan’ın anlattıklarını Bob ile Debra’ya Peter tercüme etmişti.
Kenan’ın sözlerinin tamamını anlaymca Bob ilk sorusunu sordu.
“Eveeet... Şimdi, birinci cilt mezarlıkta, ikinci cilt de herhalde
bir mabette...”
Kenan onların heyecanıyla eğlenir gibiydi.
“îkisi de değil. Dedem sandığımız gibi aklım yitinniş değildi.
Ancak çok evhamlıydı. Nazi döneminde Almanya’da yaşadıklan ve
Türkiye’de olduğu sırada duyduklan onu herkesten ve her şeyden
kuşkulanır yapmıştı. Yahudilere yapılanlan gazetelerden ve her
gece dinlediği BBC radyosundan öğreniyordu. Savaş sırasında Nazi
ordusunun Yunanistan’ı işgal ederek Türkiye sınırına dayanması
onu çok korkutmuş. Hitler, kendi yanında savaşması için tarafsız
Türkiye’ye baskı yaparken bir gece sının geçmeleri beklenmektey­
miş. Ailece uyuyamaz hale gelmişler. O gerilimli günlerin izini asla
silemedi. Güncesinde bunlan ayrıntılı anlatıyor zaten...”
Kenan durdu, sabırsızlıkla ellerini ovuşturan Bob’a baktı.
“Şimdi siz sonuca gel diyorsunuz içinizden... Ancak, sadece
bilmeniz gerekenleri anlatıyorum. Evet, dedem evhamlıydı ama
bunamış veya delirmiş değildi. Ölümünden 24 saat önce aileyi
topladı. Alman Mezarlığı ve Ayasofya planlarım bize ders olarak
anlattığım söyledi. Biz şaşırmıştık: ‘Ne dersi?’ O açıkladı: ‘Yavru­
larım, fotoğrafların yanma yazdıklanm şifre filan değil. Öyle fan­
teziler kuracak adam olmadığımı bilmeniz gerekirdi. Albüm ve
fotoğraflar tuzaktır. Güncemin peşine düşecek kötü kişileri alda­
tır ve içine düşürür. Eğer sizi tehdit ederlerse kendinizi kurtar­
mak için o işaretleri göstererek, “İşte şifreler bunlar. Güncelerim
ve belgelerini buralara sakladı, zaten delirmişti, biz başka bir şey
bümiyoruz, gidin oralardan alın” dersiniz’ diyerek bize öğrettiği
yalanlan aktarmamızı öğütledi.”
“Vay canına!.. Hepimiz de tuzağa düştük. Bu şifreler nedir diye
kafa patlattık. Bay Klein hepimizi işletti” dedi Lara.
“Pardon ama Öyle...” diyerek devam etti Kenan. “Böyle koruyu­
cu tuzaklar hazırlamakta haklıydı, çünkü Oruç Bey kitabım esra­
rengiz adamlar yılda iki üç kez sorardı... Onlardan hep korktuk.
Dedemin bir şeyler bildiğinden kuşku duymalan doğaldı. Bu
nedenle dedemin güncesi ile belgelerini elde etmek için hazine
avcıları bize kötülük yapardı.”
“Bir dakika!..” diyerek Kenan’m sözünü kesti Peter. Not defte­
2 1 4

rini çıkarıp açtı, sayfaları karıştırıp birinde durdu. “Balon Bay


Kenan, albümdeki fotoğrafları cep telefonumla kaydetmiştim.
Sözünü ettiğiniz sayılardan ve işaretlerden başka sayılar da yazıl­
mış.”
Not defterinden okudu.
“Dedemin mezar fotoğrafının kenarında sizin aldatmaca dedikleri­
nizden başka ayncaşu sayılar var. ‘41.1332 “29.0602’, Ayasofya’ya
‘41. 00’30.81 O 28. 58’47.38’ gibi benzer sayılar yazılmış. Bir de Rume­
lihisarı fotoğrafı vardı, kenarına da şu sayıları yazmış:
‘H 41.08831 <î> 29. 05682.’ Mısır’daki Keops piramidi fotoğrafında da
Rumelihisan’ndaki sayı olan ‘H 41.088310 29.05682’ sayısı görülüyor.
Kız Kulesi fotoğrafımda bu sayı aynen yine var. Hisardaldnin önüne
garip işaretler koymuş dedeniz... Bunlar ne anlama geliyor? Diğer
işaretler gibi kandırmaca nu?”
“Ah, haklısınız” dedi Kenan. “Onlan açıklamayı unuttum, dedem
ve yıllar boyu gizlediğimiz güncesi söz konusu olunca heyecanlan­
dım. Bence en iyisi güncesinde okuyun, çünkü o sayılar uzun
hikâye, hem de benim tam olarak anlatmam mümkün değil.”
Uzun sayılar şimdi yeni bir merak konusu olmuştu.
“Peki Kenan Bey, günce nerede?” diye sorunca Peter, Kenan
muzipçe yine gülümsedi ve hepsinin ayağa fırlamasına neden
olan sözü nihayet söyledi.
“Ciltler mi?.. Evet, önce kat kat bezlere ve üstüne balmumlu
kâğıtlara sardığı ciltleri bize bıraktı. Oturun yerinize, heyecanlan­
mayın da anlatayım.
“Günceler sizde demek?” dedi dördü birden.
Kenan’ın başına dikilmişlerdi.
“Hayır.”
Karşısındakilerin bozulduğunu gören Kenan bu defa işkenceyi
kısa kesti.
“Bende değil. Bir yerde. Ancak, temiz insanlar olan sizlere vere­
ceğim. Dedemin güncelerini okuyacaksınız. Dilerseniz bu akşam
20.00’de bize yemeğe buyrun, sonra günceleri okursunuz. Sadece
bizim evde okumnasma izin verebilirim kusura bakmayın.”
Kenan’a sarılıp öpeceklerdi.
“Yemeğe zahmet etmeyin, gelelim çay kahve içeriz” dedi Lara.
Baba-kıza veda ederek çıktıklarında Bob ile Lara sevinçten
dans edeceklerdi. Peter ise şalca yapmaktan geri durmadı.
“Bunlar esrarengiz insanlar, yemeğimize zehir koymasınlar.
Koksal sen kapıda bir ambulans bulundur en iyisi...”
Lara da Bob’a takıldı.
215

“Bu gecek i yem eğe asistanın Sem iram is’i getirirsen onun kafa­
sını kırarım, a rk eolog bey.”
“İyi ki hatırlattın. Sahi Semiramis nerelerde? Peşimizi bırak­
mazdı” dedi Bob.

...Ve Janos Klein’in güncesi


Akşama kadar sabırsızlıkla beklediler. Saat 20.00’de Kılan ailesi­
nin kapısını çaldılar. Suzan açtı. Siyah şık bir kostüm giymişti. Hep
topuz yaptığı saçlarına kuaförde farklı biçim verdirmiş, koyu kızıla
boyatmış omuzlarma kadar dökmüştü. Dükkândaki halinden farklı,
tam bir salon hanımefendisi olmuştu. Makyajı sadeydi, takılan
uyunüuydu, sonuçta Suzan baş döndürücü bir kadındı.
Konuklarını içeri alırken babası Kenan da hemen yanında oldu­
ğundan, Suzan’ın kalçalarını Köksal’a gösteren Bob’un işaretini
görmüştü.
Salondaki masa çeşitli yiyecekler, kekler, kurabiyeler ve pastalar­
la donatılmıştı. Masanın köşesindeki görkemli semaver pınl pınl
parlıyordu. Çay takımları iki türlüydü, porselen fincanların yanında,
Türk işi ince belli cam çay bardakları duruyordu.
“Ooo bu ne zevldi büfe ve harika bir semaver...” diyerek Suzan’ı
kutladı Debra, diğerleri de zahmetleri için teşekkür ettiler.
Güzel kurabiyeleri yerken, demli çayı yudumlarken akıllan hep
güncelerdeydi. Bob dayanamadı.
“Bay Kılan, günceleri okurken kalbim durabilir mi?”
Kenan gülerek kalktı.
“Sabırsızlanmakta haklısınız. Günceleri okumaya başlarsak
pastalar daha lezzetli gelecek sanırım” dedi salondan çıkarken.
Metal bir çantayla döndü. Çantayı orta sehpasının üzerine
koyarak açtı. Alüminyum çantanın içinde bir de deri çanta vardı.
Onun içinden üç cilt çıkardı. İkisi ince, diğeri kaimdi. Siyah deriy­
le kaplanmış günceler yeni ciltlenmiş kadar temizdi.
“İşte günceler! İki tane birinci cilt ve ikinci cilt.
Dört arkadaş kutsal bir eşyanın karşısında büyülenmiş gibiydiler.”
“Kim okuyacak?” diye sordu Kölcsal.
“Ben okuyayım, eski Almanca’yı benden kolay sökemezsiniz”
dedi Lara.
Birinci cildi alm ca Bob sabırsızlandı.
“Bir dakika Lara, bizi ilgilendiren kısımları okuyalım, baştan
almaya gerek yok” dedi ama Lara onu yatıştırdı.
“Günce kaim yapraklı kâğıtlara yazılı, gözüktüğü kadar uzun
içerikli değil. Hem de Bay Klein’ın anılarım baştan sona atlama­
dan okumamak hata olur.”
Artık hepsi sessizdi, sırtlarım koltuklara yaslamış Lara’nın oku­
yacağı Janos Klein’m anılarım merakla bekliyorlardı.
Lara birinci sayfayı açtı, okumaya başladı.

Göçmen bir ailenin hikâyesi ve insanlık için belgeler

... Ben Janos Klein. Almanım. Dinim Musevi. 1900 yılında


Berlin’de doğdum. Babam kitabevi sahibiydi, annemle birlikte
çalışırlardı. İkisi de kendi çaplarmda yazardılar.
Günceme 1933 yılını ve sonrasmı yazdım. Sebebi, yaşamımı
değiştiren olaylar 1933 yılında başlamıştır. 1933 yılındaki duru­
mum: “Kayıp diller, Doğu dilleri ve İslam elyazmaları uzmanı.”
Berlin Kütüphanesi memuruyum, üniversitede asistanım. Leah
adında eşim ve biri kız diğeri erkek iki çocuğum var.
Bu bölüm ü dünyadaki bütün insanların, siyasilerin, ö zellik le
AvrupalIların v e Yahudilerin dikkatle okum asını isterim .
Naziler kitap yakmaya başladığında Almanya’da kötü şeyler
olacağım hissettim. O kötü şeyler hayal gücümü çok aştı, akıl
almaz bir trajediyi dünya sahnesine koydu. Nazi zulmü, savaş, 55
milyon insanın ölümü, Yahudi soykırımı yaşandı.
Bugün bile yaşandığına inanmakta zorluk çektiğim o çağı yara­
tan sebep neydi? “Gerçek miydi, karabasan mıydı?” dediğim Nazi-
leri kim yarattı?
Nazileri yaratan, Birinci Dünya Savaşı sonrasının İngilteresi,
Fransası ve o yılların dış politika cahili Amerika’dır. İngiltere ve
Fransa’yı azdıran ABD Başkanı Woodrow Wilson dünyanın ger­
çeklerinden, köhne Avrupa'nın entrikalarından uzaktı. Alman
halkının içine sönmeyen kin ateşini yakan Versailles Antlaşması’m
akıllı bir uygulama sandı.
Ateşkes görüşmelerinde Fransız Mareşal Foch yenik Alman
heyetini aşağıladı. Versailles Antlaşması’yla Almanya ve Osmanlı
İmparatorluğu soyuldu. Topraklan ellerinden alındı. Ağır tazmi­
natlar ödettirildi.
Türkler Vesailles’ı ve Sevr’i tanımayarak hemen Kurtuluş Sava­
şı başlattılar. Mustafa Kemal’in liderliğinde kazandılar, Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurdular. Almanya ise bunu başaramadı. Çünkü
halkın birliği bölünmüştü, ideolojik kanlı savaşlar başlamıştı. O
tarihlerde 19 yaşındaydım. Berlin’de okula giderken milliyetçile­
rin veya komünistlerin çevirerek “Hangi taraftansın?” diye sorma­
217

larından korkardık. Soranların yandaşı değilseniz feci döverler


veya öldürürlerdi.
Almanya’nın etini akbaba gibi üstüne çökmüş Fransa ile İngil­
tere yedi. Fabrikaları söktüler, gemilerini, silahlarım, topraklarım
aldılar. Almanya'nın sınırlarım daraltıp paylaştılar, Alman halkı
anavatanında etnik topluluk durumuna düşürüldü. 33 milyar
dolar tazminat istendi.
Onuru kırılmış, ezilmiş Alman halkı açtı, hastaydı.
Ülkenin her yaranda ayaklanmalar, bölünmeler başladı. Komünist­
ler ile milliyetçiler birbirlerini öldürdü. Cepheden dönen Freikorps
denilen düzensiz ama silahlı birlikler Almanya yenilgisinm suçlusu
olarak komünistleri ve komünizmin yaratıcısı olarak Yahudileri görü­
yorlardı. Komünist ayaklanmalara karşı öfkeyle yapılandılar. Mark­
sist Spartakistler Birliği (Spartakusbund) tarafından düzenlenen
ayaklanmayı bastırdılar. 15 ocak 1919’da ayaklanmanın önderleri
komünist Kari Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldürdüler. 1919
yılında Bavyera Komünist Cumhuriyeti’ne son verdiler.
5 mayıs 1919 günü Sosyalist Parti üyesi 12 işçiyi bir rahibin
ihbarıyla Münih yakınlarındaki Perlach’ta Lützow Freikorps bir­
likleri öldürdü.
1920 yılında Adolf Hitler siyasette sivrilmeye başladı. Münih’teki
tanınmayan Almanya İşçi Partisi’nin (daha sonra adı Almanya
Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP) lideri oldu.
Yazdığı Kavgam adlı kitap kapışıldı. Hitler şöyle başlıyordu:
“Aynı kan, aynı imparatorluğa aittir. Alman kavmi, kendi evlatla­
rım tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, sömürge siya­
seti çalışmalarında bulunmayı hak etmeyecektir.” "
Halk bu sözlerden sonra komşu birçok ülkenin Almanya’ya
katılmasını istiyordu. Savaşın sinyallerini yıllar önce şu sözleriyle
veriyordu: “Alman sınırlan bütün Almanlan içine aldığı zaman bu
nüfusu besleyemeyecek kadar güçsüz olduğu ortaya çıkarsa; bu
kavmin hissedeceği gerek ve zorunlulukta yabancı topraklar elde
etmek için hak sahibi olacaktır, işte o vakit, sapan yerini kılıca
bırakacak ve temiz gözyaşlan gelecekteki dünyanın ürünlerini
hazırlayacaktır.”
Hitler kışkırtmanın ustasıydı. Faşist ırkçı duygulan aşılamaya
çocuklardan başlıyordu. Böylece Naziler, onuru kınlmış Alman
halkının intikam duygulanndan yararlanarak iktidara geldi. 33
yaşma gelmiştim, Hitler başbakandı ve geleceği aydınlık görmü­
yordum. Naziler belasının doğuşuna sebep olarak insanlığın başı­
na saran İngiliz ve Fransız politikacılara ve onları destekleyen
ABD Başkanı Woodrow WUson'a lanet okuyordum.
Hitler yükseliyordu. Yaptığı sanayi hamleleri başarılıydı. Dünya
1929 ekonomi kriziyle batmışken Almanya zenginleşmekteydi.
Has Alman olarak kabul edilenler mutluydu ama etnik toplu­
luklar huzursuzdu. Saf Alman ırkını koruma çalışmalarına büyük
yatınm yapıldı. Bu amaçla hasta ve özürlü olanlar kısırlaştırıldı.
Ayıklanma sırası Hitler’in “aşağı ırklar” dediği Çingenelere, Yahu-
dilere gelmekteydi.
Halkın heyecanım canlı tutmak için Hitler olağanüstü görkemli
gösteriler düzenliyor, Alman halkını coşturan nutuklar atıyordu.
Kâbuslarda bile görülemeyecek kadar tehlikeli Nazi ordusunu ve
zihniyetini ne yazık İd diğer ülkeler göremiyordu.
Yahudiler artık her yerde hakaret görüyordu. Eşim alışverişe
Çıkmaya korkuyordu. Çocukları parka bile götüremiyordu.
Mayıs ayında bizim kütüphaneyi basan Hitler Gençlik Teşkilatı
üyeleri 25 000 kitabı toplayıp yaktı. Kitapları ateşe fırlatırken çığlık­
lar atıyorlardı. Yakmalarından korktuğum çok değerli elyazmaları­
nı paltomun içinde, çantamda, pantolonumun kemerine sokarak
evime kaçırıyordum. Yakalansam beni kesinlikle öldürürlerdi.
Kitapların yakılmasına benim kadar üzülen Berlin Kütüphanesi
Başkam Bay Waldemar Adelheid çok uygar insandı. Bölümümde­
ki elyazmalarını kaçırdığımı, özellikle tehlikede olan İslam eserle­
rini kurtarmaya çalıştığımı kendisine söyledim. Aristokrat bir
PrusyalIydı ama Nazi değildi, onları sevmiyordu. Kitapları kurtar­
mama memnun oldu.
Kitapları kaçırıyordum ama evde saklayacak yer kalmamıştı.
Eşim Leah korkudan sinir krizleri geçirmeye başlamıştı.
“Almanya’dan kaçalım” diyordu. Yahudilere baskı ağırlaşıyordu.
Dükkânların vitrinlerine badana boyasıyla “YAHUDİ. Buradan
alışveriş yapmayın” yazıyorlardı. Nazi gönüllüleri yaşlı olsun genç
olsun Yahudiler yanlarından geçerken sopayla tekmeyle vuruyor­
lardı. Hıristiyan Almanlar, artık Yahudilerle görüşmekten kaçmı­
yordu. Almanlar ile Yahudiler arasında arkadaşlık, evlilik yasak­
lanmıştı.
Okullarda çocuklara “Yahudi nedir?” diye soruluyor, öğrenciler
de “Şeytandır” diyorlardı.
Ardından smıf şu şarkıyı söylüyordu:
“Bir Yahudi’nin yüzünden,
Kötü şeytan bize konuşur
Her bir ülkede
Bulaşıcı bir veba olan şeytan Yahudilerden kurtulalım
219

Yeniden neşeli ve mutlu olalım


Tüm gençler savaşmak
Bu şeytanları aldatmak!”
Bu sıralar SA’larm öldürdüğü Yahudilerin katillerini polis gör­
mezden geliyordu. Gestapo’nun kulaklara fısıldanan işkenceleri
ve cinayetleri bana bazen abartılı geliyordu ama...
SA’ların bir Yahudi genci tekmeleyerek öldürdüğünü gözlerimle
gördükten sonra ülkeyi terk etmeye karar verdim.
Almanya’dan tek kaçış yolu denizdi. Birçok Yahudi’nin
İngiltere’ye ve Amerika’ya gemiyle kaçtıklarım duyuyorduk.
Berlin’de deniz yoktu. Liman kenti Hamburg’daki kuzenim
Oswald’a gitmeye karar verdim. Bay Adelheid’dan aldığım izin
kâğıdıyla trene bindim, Hamburg’a giderek Oswald’la görüştüm.
Kuzenim de kaçmak istiyordu.
Kaçacağımız gemiyi bulduğımda iki aile birlikte Almanya'yı
terk edecektik.
Tekrar Berlin’e döndüm. Eve getirdiğim elyazmalannın birinin
kutusunda Almanca çevirisi de vardı. Bu kitap Oruç Bey adındaki
Türk tarihçiye aitti. Oruç Bey, Fatih Sultan Mehmed döneminde
tarih yazıcılığı yapmış önemli bir kişiydi. Osmanlı tarihi ilgi alanı­
ma giriyordu, merak ettim, kitabı okumaya başladım.
1491 Oruç Bey Tarihi adlı kitabı okudukça heyecanım arttı.
Özellikle bir bölüm aklımı başımdan almıştı. Fatih Sultan
Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinden önce yaşanan ilginç bir
olayı anlatıyordu.
Fatih, Rumelihisarı denilen kaleyi yaptırırken temel kazısı sıra­
sında kubbeli bir bina bulmuştu. Binanın içinde 7 Akbaba heyke­
li vardı. Akbabaların kaidelerinde kıyametin tarihinin yazılı oldu­
ğu belirtiliyordu. Binayı gezen sultan hiçbir açıklama yapmadan 7
Akbaba’lı kubbeyi tekrar toprağa gömdürmüştü.
Mücevherle kaplı 7 Akbaba’yı sultan neden gömdürmüştü?
Çok merak etmiştim.
Oruç Bey kitabında, İstanbul’da bugün Çemberlitaş denilen
eski Apollon sütununun altında kutsal emanetler olduğunu anlat­
maktaydı.
Büyülenmiştim. Almanya’dan kaçabilirsem Amerika ve
İngiltere’ye değil Türkiye’ye gidecektim. Hamburg’daki kuzenime
bunu bildirerek, “Türkiye’ye giden bir gemi ayarla” dedim. Yeğen
Oswald nihayet müjdeli haberi verdi. 10 gün sonra bir gemi
Türkiye’nin İzmir ve İstanbul limanlarına yük götürecekti. Baş­
kan Adelheid beni aceleyle Hamburg Kütüphanesi’ne tayin etti.
22 0

Kaçırdığım elyazmalarını kütüphanesiyle ünlü L. Manastırı’na


bıraktım. Çolc değerli birkaçım da Başkan Adelheid’a teslim
ettim, ama Oruç Bey kitabını ve çevirisini yanıma almıştnn.
Kütüphanede bir çevirisi daha vardı. Son akşam yemeğimizi Baş­
kan Adelheid’m evinde yedik, vedalaştık ve ertesi gün ailece
Hamburg’a gittik.
Geminin kalkmasına üç gün vardı. Osvvald’m deniz yolu şirke­
tinde çalışması kaçışımızı sağladı. Şirketin sahipleri Yahudi değil­
lerdi, iyi kalpli Alınanlardı, gemiyi onlar ayarlamıştı, bize çok
yardım ettiler, limandaki depolarında sakladılar. Son geceyansın-
dan sonra gözükmeden gemiye bindik. Gemiciler bizi ambarlara
alarak yük sandıklarının arasına gizlediler. Sandıklarla örülmüş
küçük bir oda oluşturmuşlardı. Ailece dört kişiydik. Osvvaldlar üç
ldşiydi. Yanımızda birkaç altın takı, biraz Reich markı ve kitaplar,
bir de üst üste giydiğimiz üç kat çamaşırımız vardı. Başka eşya­
mız yoktu.
Gemi Portekiz bandıralıydı, mürettebatın yarısından çoğu
Türk’tü. Henüz savaş çıkmamıştı, Naziler gemileri evhamla aramı­
yordu. Yine de çok korktuk. Uluslararası sulara açılınca bizleri
deliğimizden çıkardılar. O günkü mutluluğumuzu anlatamam.
Yirmi gün süren yolculuktan sonra İzmir’e, yedi gün sonra da
İstanbul’a vardrk. Rıhtım polisine teslim olarak iltica etmek iste­
diğimizi söyledik. Yanımıza iki polis katarak bizi İstanbul’daki
Siyasi Şube’ye götürdüler.
Siyasi Şube müdürünün odasına alındık. Müdürün yanındaki
tercüman aracılığıyla maceramızı aktardık.
Müdür, “Türkiye Cumhuriyeti sizi koruyacaktır Bay Klein,
Ancak kesinlikle Alman Konsolosluğu Türkiye’de olduğunuzu
bümeyecek. Size Türk kimlikleri vereceğiz. Türk isimleri alacak­
sınız. Dilerseniz sadece sinagoga kendinizi tanıtınız. Sizin gibi
iltica eden Musevilerin korunmasında sinagogla birlikte çalışıyo­
ruz” dedi.
O zaman Türkiye’nin Yahudi ilticalarına hazırlık yaptığını anla­
dım. Kısa sürede Türk kimliklerimiz çıkarıldı. Benim adım Yusuf
oldu. (Bir yıl sonra 1934’te soyadı kanunu çıktı, biz de Klein’a en
yakm olan Kılan soyadını aldık.)
Bizi, İstanbul’un Tünel semtinde geniş bir apartmana yerleştir­
diler. Yakınımızda iki sinagogdan başka Alman Lisesi, Tetonya
Derneği ve Alman Kültür Merkezi vardı.
Aşkenaz Sinagogu 1866 yılında, Terziler Sinagogu 1894’te kurul­
muş. Kendimi tanıttıktan sonra orada işe başladım. Evime yakm
221

olan Terziler Sinagogu’nda kütüphaneyi düzenliyordum, herkes


Almanca konuştuğundan rahattım.
Osmanlı padişahlarının izni ve katkılarıyla kurulan iki sinagog
etkileyiciydi. Aşkenaz Sinagogu’nda Sefer Toralann konulduğu
ahşap dolap ile Teva demlen dua okuma kürsüsü dönemin ünlü
yontu ustası Fogel tarafından, abanoz ağacından yapılmış.
Çalıştığım Terzüer Smagogu diğer adıyla Schneidertempel, bir
zamanların Aşkenaz Terziler Birliği “Tofre Begadim”miş.
Türkiye’ye gelene kadar Türk-Yahudi ilişkilerini bilmiyordum.
Öğrenince cehaletimden utandım. Meğerse tarih boyunca Yahudi-
lerin tek dostu Türklermiş. Anadolu’ya gelişleri 1 000 yılı aşan
Türkler Yahudilerle birlikte dostça yaşamış ve daima Yahudileri
korumuşlar.
1450’li yıllarda Osnıanlı devletine yerleşen David Caohen ve
Kalman, Avrupa’da kötü şartlarda yaşayan dindaşlarının, Osmanlı
topraklarına gelmelerini arzuladılar. Onların, ısrarıyla haham İsak
Sarfati, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hoşgörü ve iyi hayat şartla-
nıu içeren mektubuyla Alman Musevilerini Osmanlı topraklarına
davet etmiştir. Bu davetle Macaristan, Sırbistan, Bosna, Kırım ve
Almanya’dan büyük gruplar akın etti.
1492 yılında Ispanya’nın Katolik kralı Femando ve Kraliçe Isa-
bel, Yahudileri Ispanya’dan kovdu. 200 000 Yahudi’ye İspanya’yı
terk etmeleri için üç ay tanıdüar. Yanlarına servetlerim almalarım
yasakladılar. Osmanlı Padişahı II. Bayezid topraklarına gelmek
isteyen 100 000 Yahudi’yi kabul etti. Hepsi çeşitli kentlere yerleş­
tirildi, işlerini kurmaları sağlandı. Daha sonra Portekiz Yahudileri
de Türk topraklarına göçtü ve refah içinde yaşadılar.
Bütün bunları Türkiye’deki sinagog kütüphanesinde okuyunca
biz AvrupalI Yahudilerin Türkler hakkında hiçbir şey bilmediğimi­
zi anladım. Yukarıdaki çok özet tarihçeyi torunlarım ve bütün
dünya Yahudileri için yazdım. Türk-Yahudi ilişkileri geniştir, bu
konudaki kitapları okusunlar.
Almanca yazılmış tarihimizi okurken bir yandan hızla Türkçe
öğreniyordum. İstanbul’a ayak bastığımız 1933 yılında Türkiye’de
kelimenin tam anlamıyla devrim yaşanıyordu. Torunlarımın ve
dünyanm da bunları bilmesini istedim. Modem Türkiye’nin kuru­
cusu Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu yeni Türk devleti ve inanıl­
maz bir Kurtuluş Savaşı veren kahraman milleti için, her biri ayn
bir gaye ve ayrı bir hedefi olan devrimleri yapmıştı.
700 yıl şeriatla yönetilmiş, Arap alfabesi kullanan, kıyafetleri
çağdaş dünyadan uzak, ne yazık ki eğitilmemiş, doğnı olmayan
diııi uyutmalarla istismar edilmiş Türk halkına ilerlemenin yolla­
rım açan Mustafa Kemal Atatürk’e hayran olmuştum.
1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı. Biz de Kılan soyadını aldık.
Aynı yıl kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.
Türkiye’ye gittiğimiz 1933 tarihi, Cumhuriyet’in kuruluşunun
10’uncu yılıydı. Büyük şenliklerle coşkuyla kutlandı. O tarihte
modem üniversite uygulamasına geçildi.
1936’da pürüzsüz Türkçe konuşuyor, okuyor ve yazıyordum.
Üniversiteye başvurdum. O yıllarda Almanya’dan Türkiye’ye çok
sayıda Yahudi bilim adamı kaçmıştı. Bizlere görev verdiler.
Hemen her dalda hizmete başladık.
Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde Fransa’dan
gelen Leopold Levy, heykel bölümünde Almanya’dan gelen
Rudolf Belling ve mimari bölümünde Bruno Taut görevlendiril­
di. Göçmen öğretim kadrosu bir reform hareketi başlamasını
sağladı. Bruno Taut ile Robert Vorhölzer gibi ünlü adlar da
Mimarlık Bölümü başkanlığına getirildi (1936).
Emst Hirsch İstanbul Hukuk Fakültesi’nin kuruluşunda büyük
rol oynadı. Türk Ticaret Kanunu’nu hazırlayan ve Türk Gelir Ver­
gisi Yasası’m hazırlayan Fritz Neumark’m yanında çok önemli bir
besteci geldi. Türkiye’deki konservatuvarlan yeniden yapılandı­
ran ünlü besteci Paul Hindemith bizi heyecanlandırdı.
Türkiye’ye göçen Yahudi akademisyenlerin sayısı 200’ü bul­
muştu.
(SAYFANIN KENARINA YILLAR SONRA YAZILMIŞ EK NOT):
Savaş sonrası Batı Berlin eyaletinin ilk başbakanı olan Ernst Reu-
ter de o yıllar Türkiye’deydi.
Fritz Neumark, Gerhard Kessler, Alexander Rustov, Alfred
Isaac ve Wilhelm Röpke gibi değerli bilim adamlarıyla sık sık
buluşuyorduk.
Tüm dünya Yahudileri, bütün insanlık âlemi, torunlarım; aşağı­
da yazdıklarımı dikkatle okuyun ve değerlendirin.
Benden iki veya üç yıl sonra Almanya’dan kovularak Türkiye’ye
gelen Yahudi akademisyenlerle konuşmalarımızda sormuştum:
“Neden sadece Türkiye’ye geldiniz? Başka ülkelere neden git­
mediniz?”
Aldığım yanıtla şaşkınlığa uğradım.
“Başka şansımız yoktu... Amerikan üniversiteleri Harvard,
Princeton, Yale ve Darthmouth aynen Nazi yönetimi gibi ‘Judenf-
rei/Yahudi’den Annchrma’ uygulaması yapıyor. Einstein büe Prin­
ceton Üniversitesi’ne giremedi, Öğrenim Enstitüsü’ne alındı.
223

Harvard Üniversitesi 300’üncü yılını kutlarken sadece Nazi aka­


demisyenleri çağırdı.
Bütün dünya Nazüere uyarak Yahudileri istemezken, Türkiye’de
bilinmesi gereken tarihi bir olay yaşandı. Hitler 8 mayıs 1933’te “Benim
ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayım Mustafa Kemal koruya­
maz. Buna izin veremem” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu
komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajı gönderir. Atatürk
bu messy üzerine “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek
Türkiye’ye sığınmak ve Türk üniversitelerinde görev yapmak isteyen
profesörlerle ilgili işlemlerin hızlandırılması talimatım verir.
1936’da Atatürk bizi yeni başkent Ankara’ya davet etti, Cum­
hurbaşkanlığı köşkünde yemek verdi. Teşekkür etti. Beni yeni bir
işle görevlendirdi. Kütüphaneciliği ve arşivciliği düzene koymamı
istiyordu. Severek kabul ettim ve işe eski başkent İstanbul’dan
başladım.
Osmanlı arşivlerim anlamak için Arap alfabesi bilgimi mükem­
mel duruma getirdim. Türk bilim adamı Osmanlıca uzmanı Gavsi
Hocam sayesinde Arap alfabesiyle yazılmış Osmanlı belgelerim
okuyordum. Harika bilgiler ediniyordum, mutluydum, ailem mut­
luydu. “İyi ki İngiltere veya Amerika’ya gitmedik” diyorduk.
Tadımızı kaçıran, güzelim yaz günlerinde başlayan İspanya İç
Savaşı oldu (17 temmuz 1936).
Nazi Almanyası ile Faşist İtalya’ya gün doğdu. Tüm güçleriyle
İspanyol faşistlerim destekliyorlar. Beyinleri yıkanmış kralcüar halk
olduklarım unutmuş, sömürücüler uğruna canlarım veriyor. Hitler
uçaklar göndererek kralcüara yardım ediyor. Mussolini tanklar ve
askerle İspanyol faşistleri destekliyor. Hitler, İspanyol faşistlerin
lideri General Franco’ya 200 000 askerle desteğim sürdürüyor.
1937’de Hitler’in uçakları İspanya’nm Guemica şehri üzerinde
yeni silahlarını deneyerek kent halkını katlettiler.
Mussolini’yle başlayan Hitler’le devam eden faşizm dalgası
şimdi üçüncü ortak Franco’yla Avrupa'nın üçüncü yüzkarası ola­
cak. Faşistlere karşı birleşecek yerde birbirini kıran İspanya halkı
için dua etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor. İnsanlığı yok
eden faşizmi insanlar göremiyor. Ne acı değil mi?
Büyük acı 1938’de geldi. Atatürk öldü. Biz ve bütün Türkiye
matemdeyiz. Yüzyılın en büyük şahsiyetini kaybettik.

Kristal gece

Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 gecesi Almanya’da Kristali-


nacht (Kristal Gece) yaşandı. Adına bakarak romantik bir gece
sanmayın. Büyük felaketlerin başlangıcıydı.
7 kasım 1938 günü, Naziler tarafından ailesine işkence edilmiş
olan 17 yaşındaki Herschel Grynszpan adlı PolonyalI Yahudi genç,
Paris’teki Alman Büyükelçiliği’nde bir görevliyi vurdu.
Bu olayı Naziler fırsat bildi. Almanya’daki bütün Yahudi mabet­
lerine, işyerlerine ve evlerine saldırdılar.
Yahudilerin evleri ve işyerleri yağmalandı. Bir gecede 1 350
sinagog yakılıp yıkıldı. 100’den fazla Yahudi öldürüldü. 30 bin
Yahudi toplama kamplarına gönderildi. 7 000 işyeri yağmalandı,
binlerce eve zarar verildi.
Korkunç gecede saldınya uğrayan binaların kınlan camlan
kaldırımlara ve yollara yığılmıştı. Yollar ay ışığında pınl pınl par­
lıyordu. Olanları bilmeyen biri ilk bakışta yolları kristalden bir
masal diyarına geldiğini sanabilirdi. “Kristal Gece” denmesinin
sebebi buydu.
Alman hükümeti, olaylardan Yahudileri sorumlu tuttu “kınlan
camlann karşılığı” olarak Yahudilere 1 milyar mark tazminat
ödetti.
Kristal Gece’nin ardından Yahudilere yönelik işkenceler arttı.
Asil vahşet, savaşla beraber başladı. Savaş yıllarında soykınma
dönüştü.
Aynı yıl Hitler yayıldı, Avusturya ve Çekleri Almanya sınırlarına
kattı.
2 eylül 1939 günü Cumhuriyet gazetesini aldığımda gördüğüm
başlık şuydu: “Nihayet harp başladı."
Alman ordusu Polonya’yı işgal ediyordu. İki gün sonra
Polonya’nm toprak birliğini garanti eden İngiltere ile Fransa,
Almanya’ya savaş ilan etti.
Dünyanın felaketi başladı.
Biz Türkiye’de güvendeydik ama Avrupa’da milyonlarca
Yahudi’nin, daha doğrusu insanın katledilmesinin yüreğimize ver­
diği acı işkencelerin en korkuncuydu.

Güncenin burasında Kenan “Bir dakika” diyerek Lara’nm oku­


masını kesti. •
“Buradan itibaren savaş yıllarındaki sıkmtılan, Türkiye’nin
tarafsız kalarak savaşa girmeyişinin büyük kazanç olduğu gibi
konulan yazıyor. Birinci güncenin sonuna şöyle bir göz taraması
yaparsanız görürsünüz."
225

Kenan bunları söyledikten sonra ikinci günce cildini uzattı.


“Sizin öğrenmek isteyecekleriniz burada...”
“Teşekkür ederim” diyen Lara, sayfalarına hızla göz attıktan
sonra birinci cildi bıraktı. Birinciden dalı a çok sayfalı olan ikinci
cildi okumaya başladı.
... 1944 yılma girdik. 1941’de Japonya’nın Amerika’ya saldırma­
sıyla bütün dünyaya yayılan savaş milyonlarca inşam yok ederek
sürüyor.
21 ocak 1944. Bugün Süleymaniye Kütaphanesi’ni teftişe gittim.
Müdür Ali Bey’in, “Bir Alman uzman iş başvurusu yaptı. Bir
papaz... Bakanlık görüşmenizi istedi. Bugün geleceğiniz için ken­
disini çağırdık...” demesi sürpriz oldu.
Bir Alman papaz savaş yıllarında Türkiye’ye geliyor ve iş isti­
yor. Kendisiyle görüşmemi eğitim müdürü de rica etmiş. Türk
yöneticiler göçmenlerin işsiz kalmasını istemiyorlardı.
Papaz tıknaz, iriyan orta boylu, mavi gözlü, beyaz saçlı bir adam­
dı. Müdürün odasmda karşıma oturdu ve gözlerini gözlerime dikti.
Dümdüz bakması rahatsız ediciydi. Aramızda şu konuşmalar geçti.
“Benim adım Profesör Yusuf Kılan, kütüphaneler ve arşivler
genel danışmanıyım. Siz?”
“Benim adım Sebastian Augustinus. Berlin Katolik Kilisesi rahi­
biyim.”
“Almanya’yı neden terk ettiniz?”
“Tanrı’yı reddeden, İsa’yla alay eden pagan bir Nazi subayına
haçla vurdum. Beni öldüreceklerdi zorlukla kaçtım.”
“...Ve doğru Türkiye’ye geldiniz.”
“Evet, iltica ettim. Bir işim olması gerekiyor. Eski diller ve
elyazmalan konusunda çalışmalarım var. Bakanlığa başvurdum,
size gönderdiler.”
“Sayın Augustinus, Türkiye hükümeti iltica eden her yabancıya
iş temin ediyor. Bu nedenle sizi kabul etmemiz kolay olacak.
Uzmanlara da ihtiyacımız var. Nerede kalıyorsunuz?”
“Şehzadebaşı Camii yanındaki odalardan birine yerleştirdiler.
Rahatım.”
“Güzel. Dilediğiniz an başlarsınız.”
İşini kutlamak için elimi uzattığımda sordu:
“İsminiz Türk ama siz Alman’smız değil mi?”
“Evet Alman’dım. Ben Yahudi’yim sayın rahip. 1933’te ailemi ve
kendimi zor kurtardım.”
Bu sözlerime hiç tepki göstermedi. Yine gözlerimin içine baka­
rak teşekkür etti.
226

Rahip Sebastian işe başladı. Bu adama ısınamadım. Nazi subayı­


na haçla vurduğuna bir türlü inanamadım. Yol yalanken İngiltere’ye
kaçabilirdi. Türkiye’ye gelmesi kuşkularımı artırıyordu.
1944’te Almanya savaşı kaybediyordu. Günlerimiz birbirinin
kopyası olarak geçip gidiyordu. Mayıs sonuna kadar kaydedile­
cek bir olay yoktu.
Dört ay sonra 1 haziran. Kütüphane müdürü rahibin elyazmaları­
nın tasnifini çok iyi yaptığmı söyledi, memnun oldum. Ancak, “Oruç
Bey’in TEVARİH-İ Â L-İ OSMAN kitabının orijinal elyazmasını
sordu” diyen müdüre şaşkınlıkla baktım, irkilmiştim.
“Oruç Bey tarihim nereden biliyormuş?”
Çok meraklanmıştım. Oruç Bey kitabını soran benim gibi bir
Berlinli... Hem de rahip. Vay vay... 7 Akbaba ve kutsal emanetleri
de biliyor muydu?”
Yamna gittim lafı uzatmadan sordum.
“Oruç Bey kitabım sormuşsunuz, o kitabı nereden biliyorsu­
nuz?”
Gayet soğukkanlıydı, yine gözlerime bakıyordu.
“İlk Osmanlılar tarihini üç tarihçi yazmış, not aldım;
Âşıkpaşaoğlu, Neşri ve Edirneli Oruç bin Adil. Kayıtlarım gör­
düm, kitapları merak ettim. Kitaplar Türklerin Anadolu’ya gelişin­
den kuruluş ve yükseliş yıllarına kadar olan dönemlerin kaynak
eserleriymiş, etkilendim. Siz eski Türk elyazmalarını okuyabili­
yorsunuz. Bana yardım eder misiniz?”
Rahibin sözleri masumaneydi. Üç ayn Tevarih-i Âl-i Osman
kitabına fırsat buldukça birlikte bakacağımızı söyledim. Çok
teşekkür etti, ilk defa gülümser gibi oldu asık suratı...
îşte o anda çok önemli bir bilgiyi müdürden aldım. Odasmda
kahve içerken bana, “Sayın profesör, rahibin yaranda söyleme­
dim. Oruç Bey ve Neşri ile Âşıkpaşaoğlu kitabından başka bizde
aynı dönemlerde kaleme alınmış anonim bir elyazması var, onu
görmediniz henüz...” dedi. Heyecandan kahvemi döküyordum.
“Hemen göreyim.”
Müdürle özel eserler odasma geçtik. Burada tamir edilerek
kurtarılmış değerli eserler bulunuyordu. Sözünü ettiği anonim
yazılmış eser ne yazık ki tamam değildi. Elde kalan bölümün 26
sayfa olduğunu söyleyen müdürün bana uzattığı dosyayı aldım.
Sayfalar büyüktü. Hemen oradaki masaya oturarak göz attım.
Yazılan tek başıma sökemeyecektim. Kütüphaneden çıkınca
doğru Gavsi Hocama gittim. Bana yardım edecekti.
Ertesi gün kütüphanede buluştuk.
227

Evlatlarım. Size vasiyet ediyorum. Şimdi aktaracağım bilgiler


torunum Kenan Kılan’m torunları 30 yaşını geçinceye kadar açık­
lanmayacaktır. O tarih gelince bile açıklamadan önce Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanlığına ve Genelkurmay Başkanlığı’na danı­
şılmalıdır. îzin vermezlerse hiçbir açıklama yapılmamalıdır. Sebe­
bi şudur:
Eğer öğrendiklerimin bazıları yüzde yüz gerçekse, 7 Akbaba
konusu bütün insanlığı ilgilendiren yaşamsal bir konudur. Aptal­
ca bir merak dünyaya felaket getirir.
Gavsi Hoca’yla birlikte anonim eseri incelediğimizde yazılma
tarihinin 1423 ile 1455 yıllan arasında olduğunu gördük. Demek ki
Oruç Bey’in kitabından 60 yıl kadar Önce yazılmaya başlanmıştı.
Kaç tarihçi tarafından yazıldığı belirtilmemiş anonim eser ne
yazık ki tamam değildi. Bizdeki bölüm, Sultan II. Murad dönemin­
den başlıyor ve oğlu Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinin
iki yıl sonrasına kadarım anlatıyordu.
İlk iki sayfada, “1421 yılında Sultan Murad’m 18 yaşmda tahta
geçişi, yaşının çok genç olmasına rağmen, savaş meydanlarında
üstün kumandan ve devlet işlerinde liyakatli bir devlet başkanı
oluşu” gibi bilgiler ve Bizans imparatoru Manuel’in entrikalan ile
Düzmece Mustafa isyanı yazüıydı.
Üçüncü sayfaya geldiğimizde vücudumu bir anda ateş kapladı.
Şu satırlar aklımı başımdan aldı:
Sultan Murad Han karar vermişti ki Bizans fethedile...
Bizans Kralı II. Manuel Palaiologos geldi kendi konuştu Murad
Han ile... ’
Dedi ki: ‘Ey Sultan yanlış işe kalkma, Konstantiniyye lanetlidir.
Kurulur yine yıkılır. Hayır getirmez. Konstantiniyye’yi koruyan 7
Akbaba felaket demektir. Konstantiniyye’ye dokunana ölüm geti­
rir. Kentten ve onu koruyan 7 Akbaba’dan uzak dur, bırak olduğu
gibi kalsınlar!..’
Manuel II. Palaiologos hileciydi yalancıydı isterdi ki Sultan
Murad Han’m gözünü korkutsun. Murad Han sordu: ‘Nedir 7
Akbaba, nerededir?’ Bizans Kralı Manuel dedi ki: ‘7 Akbaba bura­
da...’”
İşte yazıların bundan sonrası yıpranmış sayfalardan yer yer
silinmişti. Elyazmasmın sonuna kadar gittik. 7 Akbaba bir daha
geçmedi. Belki vardı ama her sayfadaki dalga dalga lekeli bölüm­
lerdeydi ihtimal silinmişti. Süleymaniye Kütüphanesi’nin dünya
çapındaki kitap tamir uzmanlannm silikleri kurtarması mümkün
olmamıştı.
228

Oruç Bey’den önce yazılmış anonim tarihte 7 Akbaba’dan söz


edilmesi eski merakımı yemden ve şiddetle sarsarak uyandırmıştı.
Türkiye’ye 10 yıl önce gelmiştik. Göçmenlik heyecanı, yeni bir
ülkeye uyum, geçimi sağlamak, yeni görevler ve ardından gelen
savaşla 10 yıl rüzgâr gibi geçmişti. 7 Akbaba’yı ve kutsal emanet­
leri aramaya vakit ayıramamıştım. Aslmda beni Türkiye’ye geti­
ren nedeni unutmaya başlamıştım.
Rahip Sebastian Augustinus’la karşüaşmak, ardından anonim
tarihte 7 Akbaba’dan bahsedilmesi beni tekrar baştan çıkarmıştı.
Son 10 yılın fırtınalarını atlatmıştım. Artık 7 Akbaba ile kutsal
emanetleri arayabüirdim. Tanınıyordum, tarihi alanlara rahatça
girecek kimliğe sahiptim.
Rumelihisarı ve Çemberlitaş’ı iyice inceledim, sıradan kişilere
üstü kapalı “7 Akbaba diye bir şey duydunuz mu?” diye sordum.
Kimse 7 Akbaba’dan haberdar değildi. Kutsal emanetleri sadece
yaşlı bir adam duymuştu ama inanmıyordu.
Arap harfli eski Türkçe elyazmalarını en iyi çözen Üstat Gavsi
Hoca’ya konuyu açtım. Önce şaşırdı, “Sen nereden biliyorsun?”
diye sordu. Çok güvendiğim hocaya maceramı eksiksiz anlattım.
Çok ilgilendi. “7 Akbaba derin merak konusudur. Kutsal emanet­
ler bilinir ama eksik bilinir” dedi. 7 Akbaba ve kutsal emanetleri
arılatırken sözlerini o anda yazdım. Aynen şunları söyledi:
"... 7 Akbaba efsane midir yoksa gerçek midir? Çözülemediği
için çok tartışıldı. Rumelihisarı’nda kazı yapmak için ilk başvuru­
yu Sultan Abdülhamid döneminde sanırım tam 1900 yılında Ame­
rikalılar yapmış. Arkeologlara ve tarihçilere kapılan her zaman
açmrş olan Sultan Abdülhamid bu defa izin vermemiş. Neden izin
vermediği merak konusu olmuş. Dönemin muhalif gazetecilerin­
den Ahmet Suphi Efendi, ‘7 Akbaba efsanesi korkutuyor. Duydu­
ğuma göre 7 Akbaba’nm var olduğu ve olağanüstü tehlikeli güçle­
re sahip olduğu sanılıyormuş. Bu çağda böyle düşünenlerin hük­
metmesidir ki, koskoca memleketimiz, şanlı Osmanlı ileri gidemi­
yor’ şeklinde yazı yazıyor ve saray tarafından kulağı çekiliyor.
Daha sonra İtalyanlar kazı izni istiyor, padişah yine ‘hayır’
diyor. Padişahın sadece bu kazıya izin vermemesi bilim çevrele­
rinde dikkati çekiyor. Oraç Bey kitabım inceleyen tarihçi üstadı­
mız Rebii Münir bir yorumda bulunuyor: ‘Padişah, Fatih’in kubbe­
den aldığı ve kimseye göstermediği levhayı okumuş olabilir.
Fatih, levhanın okunmasını ve akbabadan bahsedilmesini tehlike­
li bulmuş ve yasaklamış. Sultan Abdülhamid levhanın içeriğini
öğrendiyse, Fatih gibi 7 Akbaba konusunu sakıncalı bulmuştur.’
229

Cumhuriyet’irt ilk yıllan olan 1920’lerin ikinci yansında yine


İtalyanlann kazı başvurusu neden gösterilmeden reddedildi.
İşte o sırada akademisyenler arasında bir söylenti yayıldı. Mus­
tafa Kemal Atatürk’ün kazı izni verilmeyişini merak ederek nede­
nini sorduğu söylendi. Yine fısıltüara göre soruyu İçişleri Bakan­
lığı ‘Devlet geleneği efendim. Padişahlar da izin vermemiş. Orada
bir sır var’ diyerek yanıtlamış. Bunun üzerine Mustafa Kemal ‘O
halde sırrı öğrenmek için kazıyı biz yapalım’ demiş.
Anlattıklarım tamamen söylentilerdir. Atatürk bu konuşmalan
yaptı mı bilmiyorum.”
Burada ben de Gavsi Hoca’ya “Atatürk hisarda kazı yaptırmış
mı?” diye sordum. Gavsi Hoca dedi ki: “... Kazı yapüdığı söylentisi
kulağımıza geldi... Çok sonra duymuştuk. Sözde kazı yapılıp biti­
rilmiş. Söylentileri nakledenlere ‘Kazıyı kimler yapmış?’ diye
sorduk. Tarih profesörü Suphi Asım Bey’in, arkeolog Hüseyin
Kaynak Bey’in, fizik profesörü Nadi Nadir Bey’in isimlerim verdi­
ler. Üçü de arkadaşımdır, sorduğumda, ‘Kazı filan yapmadık,
hepsi dedikodu’ dediler.”
Gavsi Hoca’ya “Kaç yılıydı?” diye sordum. “1928 yılıydı” dedi.
Biz Gavsi Hoca’yla bu konuşmayı 1944 yılının sonunda yapıyor­
duk. Kazı söylentisinin üstünden 16 yıl geçmişti. “Saydığınız üç
uzman yaşıyor mu?” diye sordum ve yaşadıklarını öğrendim.
Gavsi Hoca’ya rica ettim. Üç uzmandan benim için randevu aldı.
İlk ziyaretimi tarih profesörü Suphi Asım Bey’e yaptım. Kazı ve 7
Akbaba’yı sorunca güldü: “Dedikodu kurbanlan arasına sen de
katıldın. Kazı yapılmadı” dedi. İkinci ziyaretim arkeolog Hüseyin
Kaynak Bey’e oldu. O da kazının dedikodu olduğunu söyledi.
Üçüncü ziyaretimi yaptığım fizik profesörü Nadi Nadir Bey’den
de umutsuzdum. Aynı yanıtı alacağıma emindim. Kazı gerçekten
dedikodu olmalıydı. Bir kere randevu alınmıştı, gitmeliydim.
•Fizik profesörü Nadi Nadir Bey, Beyazıt semtinde Soğanağa
mahallesinde müstakil bir evde oturuyordu. Beni eşi buyur etti.
Kahve ikramından sonra büe profesör gözükmedi. Dayanamayıp
nerede olduğunu sordum. Kadın sıkılarak, “Kendisi biraz rahat­
sız, söylediklerini ciddiye almayın. Ne yazık ki Nadi Nadir Bey
gibi dâhinin o kahrolası kazıdan sonra akli dengesi sarsıldı”
demez mi!
Demek kazı yapılmıştı. Ve çok akıllı bir bilim adamı olan Nadi
Nadir Bey kazıdan sonra akli dengesini kaybetmişti. Eşi “Aman
ne olur her dediğine kulak asmayın” diyerek Nadi Nadir Bey’e
geldiğimi haber vermeye üst kata çıktı. Fizik profesörü merdiven­
230

lerden koşarak indi. Güleç yüzle ve çok samimi şekilde elimi


sıktı. Geldiğime bayağı sevinmişti. Çabuk çabuk konuşarak, “Sizi
tanıyorum yaptıklarınızı biliyorum, çok takdir ediyorum. Akade­
misyenler neden sık sık bir araya gelemiyoruz” dedi. Karşılıklı
oturduk, pipo içmek için izin isteyecek kadar nazikti. Savaştan
söz ettik. Adam hiç de alclım yitirmişe benzemiyordu. Savaşın ve
soykırımın nedenleriyle ilgili yorumlarım kitap yapmasım bile
istedim. Ziyaretimin sebebini merak ediyordu. Söylediğimde
tedirgin olması dikkatimi çekti. Yüzüme dikkatle baktı. Piposunu
emerken yanıt verip vermemek konusunda tereddüt ettiğini sez­
dim. “Bak dostum” dedi. “Şerefli bir insan olarak anlatacaklarımı
sadece senin bileceğine ve kimseye söylemeyeceğine söz verirsen
konuşurum.” Hemen şerefim, namusum üstüne söz verdim. Gün­
cemin uzun süre sonra yayımlanmasını istememin bir nedeni de
verdiğim sözdür. Güncem açıklandığında o günlerin koşulları
çoktan geçmiş olacaktır. Profesörün anlattıkları bilinmelidir.
Ünlü fizik profesörü Nadi Nadir Bey şunları anlattı:
“... 1928 yılındaki kazıdan soma gördüklerimizi gizlememiz,
kazıyı yalanlamamız emredilmişti. Yasaklama sebebi şuydu:
Cumhuriyet’in 5’inci yüındaydık. 7 Akbaba kazısı üzerine yapaca­
ğımız yorumlar halkı korkutabilirdi. Ülke insanının morale gerek­
sinimi vardı. Devrimler yaşamyordu, değişimle bütünleşmeye
çalışan halkın dikkatini başka yönlere çekmek hataydı. Devrim­
ler, halkı doğaüstü söylemlerle yüzyıllardır yanıltan cahil hocaları
ve tarikatları yasaklamıştı. Hurafeler hortlamamalıydı. îşte bu
nedenlerle biz susmalıydık...”
Profesör sözlerinin burasında durdu. Gözleri parlamıştı, kazıda
gördüklerinin filmini seyrettiğinden emindim. Az sonra ben de
Öğrenecektim. Bekliyordum. Nadi Nadir Bey piposunu içiyor,
bana bakıyordu. Konuşmuyordu.
Dayanamadım. “Kazıda ne gördünüz?” diye sormak zorunda
kaldım.
Ayağa kalktı, odayı hızla dolandı ve önümde durdu. “Anlata­
mam” dediğinde çok kötü oldum. “Asla olmaz!..” deyince ben de
“Size şeref sözü verdim” dedun. Yüzüme baktı, yanağıma okşar
gibi iki tokat attı.
“Vazgeçtim anlatmaktan, sırası değil” dedikten sonra kolum­
dan tutarak kaldırdı, “Sizi tandığıma memnun oldum” diyerek
beni kapı dışarı etti.
Sokağa çıktığımda neredeyse ağlayacaktım. 7 Akbaba’yı gör­
müştü bu adamlar... Ve konuşmuyorlardı. Dertleşmek için doğru
231

Gavsi Hoca’ya gittim. Üç bilim adamının da konuşmadığım ve


üzüntümü anlattım.
Gavsi Hoca bunun üzerine, “Seni Almanya’dan ülkemize getiren
7 Akbaba merakım anlıyorum. Senin için bir şeyler öğrenmeye
çalışacağım” dedi. İki gün soma çağırdı. Gavsi Hoca’yı kıramayan
tarihçi Suphi Asım Bey sözü kısa kesmiş, “Çok eski yapının içinde
akbaba heykelleri ve altlarında henüz bilinmeyen bir alfabenin
yazıları var, olağanüstü bir şey yok” demiş. Arkeolog Hüseyin Kay­
nak Bey anlatmayı reddetmiş, fizik profesörü Nadi Nadir Bey ise
dayanamamış biraz konuşmuş. “Benim tespitim sana tuhaf gelebi­
lir” demiş, “7 Akbaba bu dünyanın eseri değildir. Dünyanın geçmi­
şini ve geleceğim gösteren ‘historik ve fütüristik’ takvimdir. Bir
yandan da dünyayı dengeleyen manyetik saatin bir parçasıdır. Asla
dokunulmaması ve yerinden oynatılmaması gerekir.” Gavsi Hoca
benim merak ettiğim soruyu da sormuş: “Kıyametin tarihi de orada
yazılı ıuı?” Aldığı yanıt düşündürücü: “Geleceğin takvimi olduğuna
inanıyorum. O halde kıyametin tarihim yazdığma inanmalıyım.
Ama ne yazık ki alfabeyi çözemedik. Çözsek bile, yine de yazılan
tarihin bize göre hangi yıl olduğunu büemeyiz.” Nadi Nadir’in söy­
ledikleri bu kadarmış. Ancak Gavsi Hoca evinden çıkarken kapı
önünde kulağına eğümiş, “Akbabalar canlı...” dedikten sonra kıkır­
dayıp gülerek kapıyı kapatmış profesör.
Bu sözlerini bana aktarırken Gavsi Hoca onun aklım yitirmeye
başladığına inanmıştı. “Söyledikleri ipe sapa gelmez şeyler, boş
ver uğraşma akbabalarla...” dedi. Ben ısrarlıydım, “Hadi Nadi
Nadir Bey delirdi diyelim, ötekiler neden konuşmuyor, mutlaka
gizlenecek kadar önemli bulguları var. O bulgulan .öğrenmeden
ölmeyeceğim” dedim. Gavsi Hoca’nm gülerek, “Aman Yusuf Bey
sizi de akbabalar yüzünden kaybetmeyelim” demesine kırılma­
dım, çünkü 7 Akbaba’nın peşinden koşarak sürekli çıkmaz sokak­
lara güiyordum. O gece geç saatlere kadar fizik profesörü Nadi
Nadir’in sözlerine taküdım kaldım, gözüme uyku girmedi. “Akba­
balar geçmişin ve geleceğin takvimi” demişti... Hele en son söyle­
diği söz deli saçması mıydı? “Akbabalar canlı...” ne anlama geli­
yordu. Yüzyıllar boyunca toprak altında kalmış heykeller için
nasıl “canlı” diyebilirdi?
Ertesi gün kütüphaneye gittim. Müdür Ali Bey çok heyecanlı ve
telaşlı bir adamdı. Odasına girdiğimizde hemen kapıyı kapattı:
“Rahip Sebastian ilginç bir adam, Bamabas İncili’ni sordu. Oriji­
nalin bizde olup olmadığını merak etmiş” dedi. “Biliyorsunuz
orijinal Barnabas İncili kayıptır. Tek nüshası olduğu ve onun da
232 1
«•

çalındığı, nerede olduğunun bilinmediği söylenir. Rahip


Sebastian’m bunu bilmesi gerekir.” Müdür, rahipten şüphelenme­
ye başlamıştı. “Acaba casus mu, hırsız mı?” diyordu.
Müdür Ali Bey, Bamabas İncili’nin birçok yayınevi tarafından
yeni baskılarmın yapüdığım söyledi. “Ancak yapüan baskıların ori­
jinalin tıpkıbasımı olduğuna din bilginleri inanmıyor. Sonradan
eklemelerle bazı bölümlerinin yemden yazüdığmı iddia ediyorlar.”
Rahip Sebastian’m Bamabas İncüi’ni sormasının normal olduğu­
nu söyledim, o din adamıydı, eski kitaplar uzmanıydı, hiç bulunma­
yan bir kitabı araştırması normaldi. Bu savıma Müdür Ali Bey itiraz
etti, “O kadar basit değil” dedikten soma konunun ne kadar ciddi
olduğunu anlattı. “Bamabas İncili başta Katolikler olmak üzere
kiliselerce ‘günah’ ilan edilmiştir. Yasağın başı imparator
Constantinus’a dayanır, ünlü Nikaia Konsili’nde Bamabas İncili’ni
yasakladı. Bamabas İncili’nde, Hz. İsa Tann’mn oğlu olarak yer
almıyordu ve ölümlü olduğu belirtiliyordu. Bamabas İncili’nin içe­
riği dinle göz boyamaya, akıllan kanştırmaya, halkı baskı altına
almaya uygun değildi. ‘Peygamberler Tann’nın yarattığı kullardır.
Ben de onlardan biriyim, sadece Tann’nm elçisiyim.’
Bu sözleri Hz. İsa'nın ağzından duyduğunu ve kayda geçirdiğini
yazan Aziz Barnabas’m İncili’ne göre insanlar tann ilan edilemez,
Tann’ya eş gösterilemez. Bamabas diğer İnciller gibi Hz. İsa’yı
Tann’ya eş gösteren, Tann’nm oğlu veya bizzat Tanrı diyen Baba-
Oğul-Kutsal Ruh üçlemesini yapmıyordu. Yani Bamabas İncili’nde
Hz. İsa Allah’ın oğlu değildi. Allah'ın bir oğlu olamazdı. Katolik
ruhbanlar, yani Papalık için Barnabas İncili’nin orjinali karaba­
sandır. Eğer bulunur da orijinal olduğu kanıtlanırsa Hıristiyan
dünyası kaynar, bugün kabul edilen İncil gerçekliğini yitirir, mev­
cut kurallara inanç sarsılır, İslam dünyası bile şaşkınlığa uğrar.”
“İslam dünyası neden şaşkınlığa uğrar” diye sordum. Aldığım
yanıt beni de şaşırttı. “Söylendiğine göre, Bamabas İncili’nde Hz. İsa,
Hz. Muhammed’den söz eder. ‘Mesih Hazreti Muhammed’dir’ der.
Bamabas İncili; Allah'ın, Hazreti Âdem’i yarattığında şehadet
getirttiğim ve ilk insanın, yani Hazreti Âdem’in Müslüman olduğu­
nu büdirir. Bamabas İncili’nin yazdığına göre Hz. İsa, ‘Bütün
insanlığın dini sonunda İslam olacaktır, çünkü başlangıç İslam ile
oldu’ demiştir. Hıristiyan âlemi, Bamabas İncili’ndeki Hz. Muham­
med ve İslam bölümlerim İncili Süryanice'den İspanyolca’ya çevi­
ren Arap bilgininin eklediğini iddia eder. ‘Hıristiyanların İslam’ı
din saymamasına kızdığı için bilgin bu bölümleri uydurdu’ derler.
Buna rağmen Bamabas İncili’nin orijinal nüshasının bir gün orta­
233

ya çıkabileceği Hıristiyan'ruhbanları tedirgin eder.”


Müdür Ali Bey anlattıkça neden tedirgin olduğunu kavramaya
başlamıştım. “Yani bir Katolik din adamı eğer Bamabas İncili’ni
bulursa ortadan kaldırmanın yoluna bakar diyorsunuz.” Müdür
“Aynen öyle” dedi. “Bu nedenle bizim Katolik Rahip Sebastian’m
Bamabas İncili’nin orijinalini araştırmasını masum bulmuyo­
rum.”
Ben de merak etmiştim: “Bizim kütüphanede varmış gibi endi­
şe ediyorsunuz. Var mı?” diye sordum. Müdür, “Maalesef yok ama
bir söylentiye göre Çemberlitaş’ın altında orijinal Bamabas İncili
varmış. İmparator Constantinus oraya saklamış. Orada başka
kutsal emanetler olduğunu da söylerler. Söylenti ama inananı çok
fazla... Bizim Sebastian duyarsa herhalde Çemberlitaş’m altına
tünel kazmaya girişir” dedi, bol bol gülüştükten sonra gözümüzü
rahibin üstünde tutmaya karar verdik.
1945 yılında savaşm hemen bitiminde Rahip Sebastian Augusti­
nus kütüphanedeki görevmden ayrıldı. Bizimle alelacele vedalaşıp
gitti. Caminin içindeki odasını da bıraktığım sonradan öğrendik.
Aynı yü hiç beklemediğim bir davet aldım. Fizik profesörü Nadi
Nadir’in eşi kütüphaneye gelerek kocasının görüşmek istediğim
söyledi: “Mümkünse en kısa sürede, çünkü hasta ve ölmeden önce
sizi görmesi gerekiyormuş.” Vakit geçirmeden çıktık, kadıncağız
yolda hep ağladı. “7 Akbaba onun akimı yedi” diyordu. Profesörün
ilaç kokan yatak odasma girdiğimde adamcağızı çok solgun gör­
düm. Geldiğime sevinmişti, eliyle yanma çağırdı, yatağının kenarı­
na iskemle koydular. Odadaki herkesin çıkmasını istedi. İkimiz baş
başa kalınca, “Not al!” dedikten sonra anlatmaya- başladı. “7
Akbaba’yı gördüm. Onlar heykel değil. Canlı da değiller ama yaşı­
yorlar. Onlar çok önemli. İnsandan önce var olduklarına inanıyo­
rum. Akbabaların kaidelerindeki levhalara kazınmış yazılar mutla­
ka çözülmeli. İnsanlık için kesinlikle çok önemli bilgüer içeriyor-
lardır. Geçmişi doğm olarak öğrenebiliriz. Gelecekten haberimiz
olur. Yazılan anlamak insanlık için büyük kazançtır. Düşünün bir
kere, geleceği bileceksiniz ve kötülükleri önleyeceksiniz belki de...
Neden olmasın?” Yatağından biraz doğruldu. “Fakat asla yerlerin­
den oynatılmayacaklar. Asla!.. Büyük felaket işte o zaman patlar!”
Şiddetli öksürükle zayıf gövdesi sarsılmaya başladı. Yüzü
morarmıştı, yine de bir şeyler anlatmak istiyordu. Boğulurcasına
konuştu. “Enlemler... Neyse enlemi bırak... Asıl boylam önemli
biliyorsun... Hangi boylam? İşte o boylam!.. Manyetik alan nere­
den başlar ha!.. Keops sadece Mısırlı imdir? Bunlara bakacak­
234

sın!..” Sustu sonra elim i tuttu, gö zleri dolmuştu. “Sizin konuya


tutkulu olduğunuzu biliyoru m ” dedi. “Lütfen söyled ik lerim i dik­
kate alın v e 7 A k b ab a’nm s ım m öğrenin!.. Sakın yılm ayın!..” Elim i
iyice sıktı. “D eli d eğilim em in o l” d iyerek g ö zlerim e baktı. “Size
inanıyorum ” dedim . Birden elim i itti. “H em en git, hiç va k it kay­
betm e!..” Ben çıkarken yüzüne renk gelm işti sanki... A n ca k iki
gün sonra öldüğünü öğrendim , çok am a ço k üzüldüm.
Nadi Nadir’in söyledikleri kısaydı, ancak şaşırtıcıydı. Sözleri­
nin üstünde durmak gerekiyordu. “7 Akbaba’yı gördüm. Onlar
heykel değil. Canlı da değiller ama yaşıyorlar...” demişti. Canlı
olmayıp yaşayan ne olabilir?
Profesörün sözlerinden etkilenmiştim. “Geçmişi doğru olarak
öğrenmek” insanlığı ışıklandınrdı. Yanıltıcı tarih, uydurma tarih
ortadan kalkardı. İftira sonucu suçlanan toplumlar, suçlanan ama
masum olan tarihi şahsiyetler aldanırdı. Profesörün en önemli
sözü, “Düşünün bir kere, geleceği bilecek ve kötülükleri önleye­
ceksiniz belki de...” olmuştu.
Peki, “Boylam , m anyetik alan ...” d em esi ne anlam a geliyordu.
Bulm aca gibi sözlerin şifresini nasıl çözecektim ?
Kafamı kurcalayan kelimelerle sabahı ettim. İlk trenle Ankara’ya
giderek tarih profesörü olan içişleri bakanıyla görüşmek istedim.
Hemen kabul etti. 7 Akbaba maceramı baştan sona anlattım. Son
olarak Profesör Nadi Nadir’in sözlerini naklettim. “Rumelihisan’nda
üç akademisyen gözetiminde 1928’de kazı yapılmış. Üç akademisyen
araştırma sonuçlannı saklıyor. Bakanlığınızın emriyle susuyorlar.
Profesör Nadir’in ölmeden önce söylediklerini önemsiyorum” dedün.
Bakan beni çok sakin dinledi. Söylediklerim hiç heyecan yaratmamış­
tı. Şaşkınlığım yüzümden anlaşılmış olmalıydı. “Yusuf Bey anlayışlı
olmalısınız. Devletin saklı tutmak istediği bilgüer olabilir. Kabul edin.”
Hemen kalkıp gidecek değildim. Israr ettim. “7 Akbaba’yı bulmak için
yaşamım değiştirmiş bir bilim adamı olarak elde edilen bilgileri pay­
laşmak istiyorum. Size söz veriyorum öğrendiklerimi açıklamayaca­
ğım. Rica ederim beni de bilgilendirin.”
7 akbabanın peşinden yıllardır koşuyordum, sonuç alamamış­
tım. Üzgündüm, yorgundum. Bakana yalvarırcasına rica etmiştim.
0 kadar duygulanmışım ki gözlerim dolmuş. Bilim adamı bakanın
etkilendiğini fark ettim. “Pekâlâ, Profesör Yusuf Kılan öğrenecek-
sütiz” dedi.
Masasının üstündeki zile basarak özel kalem müdürünü çağır­
dı, kulağına bir şeyler fısıldadı. Bana “Biraz bekleyeceksiniz”
diyerek önündeki kâğıtlarla ilgüendi. Üç beş dakika kadar ses
235

çıkarmadan oturdum. Özel kalem müdürü bir dosya getirdi, baka­


na verip çıktı. Dosyanm üstüne kırınızı harflerle ÇOK GİZLİ dam­
gası basılmıştı. Dosyayı bana gösterdi.
“Görüyorsunuz ÇOK GİZLİ yazıyor değil mi?”
Çok heyecanlanmıştım. Sır bu dosyadaydı. Bakan dosyayı açtı.
“Bakın neler yazıyor size okuyorum” dedi.

“Rumeİihisan’nda 1928 ve 1937-38 yıllarında


yapüan kazılar ve bulun tular hakkında emir
Bakanlar Kurulu kararıyla; Türkiye’nin ve dünyanın selameti açı­
sından bu bir devlet simdir. Kazıdaki buluntular ve ne olduklarına
dair yapılan bilimsel yorumlar açıklanmayacaktır. Açıklayanlar her
kimse devlet sırrını vermek ve yasalara karşı gelmekle suçlanacaklar
ve en ağır cezalarla temyizsiz mahkûm edileceklerdir.
İmza: Cumhurbaşkanı, İmza: Başbakan, İmza: Bakanlar Kurulu”

Bakanın okudukları umutlarımı kırmıştı. Yüzüm bir palyaço­


nun acıklı suratına benzemişti ki bakan merhametle gülümsedi.
“Görüyorsunuz çare yok. Yine de üzülmeyin Sayın Kılan, başka
araştırmalarda size yardımcı oluruz.”
“Şimdi iyice meraklandım Sayın Bakan. Kalbim duracak az
kaldı...” dedim.
Bakan hem sıkılmıştı benden, hem de bana acıyordu.
“Öğrendiğiniz her şeyi gizleyeceğinize şeref sözü verdiğiniz için
anlatıyorum” dedi alçak sesle ve koltuğundan kalktı yanıma oturdu.
“Raporu size üç maddeyle özetleyebilirim. Birincisi: Orada
bulunanların bugünün bilimi ve teknolojisiyle aydınlığa çıkama­
yacağı raporlara yazılmış. İkincisi: Buluntulara dokunulması ast­
ronomi ve fizik bilimleri verüerine göre tehlikeli olabilir. Üçüncü-
sü: Kıyametin tarihini bildiren levhalar iddiası dünyadaki bütün
insanlar üzerinde kötü etkiler yapacaktır. Bu konuda yapılacak
her araştırma risk taşımaktadır.”
Açıklamasının önemini kavramamı bekliyordu. Devam etti.
“Artık 7 Akbaba’nm peşini bırakırsınız sanırım. Belki uzak gele­
cekte, bilimlerin ve teknolojilerin gelişmesiyle risksiz bir araştır­
ma yapılacaktır. O günü görmeniz için uzun ömürlü olmanızı
dilerim” dedi.
Artık söyleyecek tek kelimem yoktu teşekkür etmekten başka...
Veda ederken bakan, “Ziyaretiniz vesile oldu” diyerek alnımdan
öptü, “Size ve diğer Musevi bilim adamlarına ülkemize katkıları­
nızdan dolayı minnettarlığımı bildireyim” dedi.
236

Üç damla bilgi ve beni çok mutlu eden bakanın minnettarlık


jestiyle İstanbul’a döndüm.
Bakanın sözlerini ve bilim adamlarının uyarışım ciddiye almam
bile ateşimi söndürmemişti. Tersine, merakım tahrik olmuştu.
Ankara’daki çabalarım ve amacıma ulaşamamak beni yormuş­
tu. Evde bir gün dinlendikten sonra Süleymaniye Kütüphanesi’ne
gittim. Müdür Ali Bey, Profesör Nadi Nadir’in eşinin geldiğini ve
beni görmek istediğini söyledi. Bir an önce kendisini görmeliymi­
şim. Hiç durmadan kütüphaneden çıktım. Profesörün evi yakm
sayılırdı, koşar adımlarla yürüdüm. Kadıncağızın beni görmek
istemesinin önemli nedeni olmalıydı. Kapışım çalarken heyecan­
lıydım.
Beni salona oturtan Bayan Nadir’in, kocasının ölümünden
sonra iyice zayıfladığını gördüm. Siyah elbisesi içinde kaybolmuş­
tu. Hatır sorduktan sonra izin isteyerek üst kata çıktı. Döndüğün­
de elinde mce bir çanta vardı.
“Rahmetli eşim ölüm döşeğinde bir dosya verdi. Böyle bir dos­
yası olduğunu sizden ve herkesten gizlemiş. Bir ara yakmayı
düşünmüş, vazgeçmiş. Son nefesinden önce dosyayı mutlaka size
vermemi vasiyet etti. Kocamın ardından fazla yaşayacağımı san­
mıyorum. Bir an önce teslim etmek istedim.
Bunları söyledikten soma çantayı bana uzattı.
“Dosya çantanın içinde. Vasiyetine uygun davranın lütfen. Sizin
şerefli bir insan olduğunuzu, size güvendiğim söyledikten sonra
kocam benimle vedalaştr ve...”
Gözyaşlarını tutamadı. Sözlerini tamamlayamadı.
Kısa sürede kırk yıllık dostum kadar yakınlık duyduğum Profe­
sör Nadi Nadir’in dosyasında öğrenmek istediklerimin hepsini
buldum.
Profesörün el yazısıyla kaleme aldıklarım güncemin dosyasına
koydum. Türkçe’den Almanca’ya çevirdim. 50 yıl sonra bilinmesi
gereken bölümlerdi.
Profesör Nadi Nadir’in dosyasından sayfalar:

“10 temmuz 1928, Rumelihisarı.


Bugün biz üç bilim adamı; tarih profesörü Suphi Asım, arkeolog
Hüseyin Kaynak ve bendeniz fizik profesörü Nadi Nadir devlet adına
araştırma yapmak üzere Rumelihisarı’na geldik. Araştırma konumuz:
Tarihçi Oruç Bey kitabında bahsedüen 7 Akbaba’lı kubbe.
7 Akbaba’h kubbeyi bulmak üzere yabancı ülke bilim adamlarının
yaptığı ısrarlı başvurular yüksek makamların dikkatini çekmiştir.
237

Yabancı araştırmacılara izin verilmemiştir. Araştırmayı bizim yürüt­


memiz istenmiştir.
Arkeolojik kazıyı yapacak deneyimli elabi Profesör Kaynak getir­
mişti. Hisar bakımsız kalmış. Yaptığımız inceleme sonucunda, kubbe­
nin, 100 yıl kadar önce yıkümış olan caminin altında olabileceğini
tahmin ettik.
Çünkü Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı caminin, eski bir Bizans
sarnıcı üzerine kurulduğu belgelerde yazılıydı. Boyutları içten içe 9 m x
9 m civarındaydı. Sarnıcın boyutları daha genişti. Cami üstüne kondu-
rulmuştu.
Caminin kıblesinin güneyden doğuya tam 29-30 derece olması bizi
şaşırttı. Bu ölçü, günümüz ölçümleriyle ancak dosdoğru bulunabüe-
cek bir kıbledir. İstanbul’un bu ilk camisinin yıkümış olması bizi üzdü.
Rumelihisarı’ndan ayrı düşünülemeyecek olan cami abidenin bir par­
çasıdır.
Caminin temelinin iki yanından kazıya başladık. Temelin altında
sarnıç mı vardı, yoksa 7 Akbaba’h kubbe mi? Görecektik.
2 metrelik kazıdan sonra ulaştığımız kalıntı geleneksel Roma duvar
işçiliğiyle inşa edilmişti. İstanbul’un çok yerinde gördüğümüz sarnıç­
lardan biri olmalıydı. Kazıyı sürdürerek 15 metreden fazla derinliğe
indik. 7 Akbaba’lı kubbenin efsane olduğunun anlaşıldığını söylüyor­
duk ki, arkeolog arkadaşımız Hüseyin Kaynak yap mm Bizans eseri
olmadığını ileri sürdü.
‘Duvarların örülüşü saçma sapan’ dedi. Hiçbir tekniğe uymuyor.
Rasgele, şişirmece yapılmış bir bina bu... Ne Helenistik, ne Roma yani
Bizans, ne de Türk...’
Sonra güldü.
‘Tarihi bir gecekondu diyeceğim neredeyse.’
Ne demek istediğini anlayamamıştık. Açıkladı:
‘Bakın binanın duvarlarının bazı yerlerine iki veya üç tuğla dizi­
sinden sonra, bir sıra taş dizisi yapılmış. Böylesi Roma işi... Bazı
bölümlerde ise taş dizileri dört bir yandan tuğlalarla çevrelenmiş.
Düzensiz ama Bizans împaratorluğu’nun son döneminin duvar işçi­
liğine benzetilmiş... Edimekapı surlarında bu işçilik görülür. Onun
yanında birçok yerde duvar moloz taşlarla rasgele örülmüş. Tuğla
filan yok.’
‘Ne demek istiyorsun?’ diye sorduk.
‘Bir tarza sahip değü. Bizanslılar böyle bina yapmazdı... Bu bina
alelacele yapılmış. Hani ellerine ne geçmişse onlarla duvarları örmüş­
ler. O halde bir şeyi aceleyle örtmüşler demek geliyor içimden...’
Ben heyecanlandım.
238

‘Duvarı yıkalım, bir şeyi örttülerse o şeyi görmenin başka yolu yok’
dedim.
İşçiler taşlardan dördünü duvardan söküp çıkardı. İçlerinden biri,
'Duvarın arkasında kapkara taş var’ dedi.
Kısa bir değerlendirme yaptık. Bize verilen talimata uyarak duvarın
ötesine sadece üçümüz geçecektik. Bizden başka kimse buluntuları
bilmeyecekti. Asistanlarımıza beklemelerini söyledik. Karpit lambala­
rımız ve daha güçlü ışık veren lüks lambalarımız vardı. Onlan yakarak
duvarın ötesine geçtik. Geçmemizle birlikte donup kaldık. Karşımıza
siyah ürkütücü bir yapı çıkmıştı...”

Lara okumasını bu satırdan sonra kesti.


“Hiç heveslenmeyin bundan sonra çok kısa açıklama var.
Ancak, kısa ama heyecan verici. Okuyorum.”

“Binanın çevresinde 14 metal tabut saydık. Sonra binanın kapısın­


dan sızan donuk garip bir ışıkla karşılaştık. Metale benzeyen kapıdan
girdik. İçerisi soğuktu. Esintiyle gelen etkileyici sesler duyduk. Esinti
dalga dalga farklı bir musiki taşıyordu diyebilirim. Siyah mermer ben­
zeri zemine işlenmiş yuvarlak biçimlerdeki gömme süslere hayran
kaldık. Sanki canlıydılar ve nefes alıyorlardı.
7 oda saydık, her birinde bir akbaba bulunuyordu. Üstleri, pırılda­
yan renkli mücevherlerle kaplıydı. Ortalığın bu kadar temiz olması
ve kaynağı belirsiz ışık ile müzikal esinti ürkütücüydü. Akbabaları
yakından incelemek istedim. Akbabayla aramda yarım metre kala
daha yakına sokulmamı engelleyen gözle görülmez bir kalkan beni
durdurdu. Yine de akbabayı çok net görüyordum. İşte o anda aklımı
yitirecektim. Akbabalar durdukları yerde titriyorlardı. Sanki canlı
gibi nefes alıyorlardı.
Tarih profesörü Suphi Asım Bey ekibimize başkanlık ediyordu.
Akbabalarm nefes aldığını görünce korkuya kapıldı.
‘Çıkalım buradan!.. Bize hiçbir şeye dokunmayın’ dediler.
Koskoca adam, ünlü profesör paniğe kapılmıştı. Hortlakla korku­
tulmuş çocuklara dönmüştü. Sürekli ‘Çıkalım, kaçalım!..’ diyordu.
■ Kızdım.
‘Olur mu Suphi Bey, bunlar sıradan heykel filan değil. Baksana
canlı gibüer. Mutlaka incelemek gerekir’ dedim.
‘Hayır!.. Kurcalamana izin vermiyorum. Devletin sözünü dinleye­
ceksin!..’
Suphi Asım tutucu adamdı. İnat ediyordu.
‘Sultan Abdülhamid’in kazı izni vermemesi boşuna değildir.
239

Bakanlık ‘Siz de dikkatli olun, dokunmayın sadece gözlem yapm’


demedi mi?
Delirecektim.
‘Ne diyorsun Suphi!.. Böyle bir buluntuyu gömelim mi yani?’
dedim.
‘Evet gömelim. Bir daha da kimse açamasm.’
‘Sen gidebilirsin’ dedim.
Koluma yapıştı.
‘Nadi beni zorlama. Buradan çıkıyoruz.’
Çok kızmıştım.
‘Bulduğumuz benzeri görülmemiş şey... Akbabaların ne olduklarını
merak etmiyor musun?’
Suphi Asım beni dinlemiyordu bile.
‘Çıkmazsan polisle çıkartırım!’
Öyle de yaptı. Polis gelene kadar geçen sürede akbabaları incele­
meye çalıştım.
Gördüklerimi not defterime yazdım. Araştınnayı ne yazık ki kubbe
dışında sürdürmek zorundaydım.
Polis beni dışarıya davet ettiğinde çaresiz çıktım.
“Çıkmazsa kelepçe takıp çıkartın!’ diye bas bas bağıran Suphi
Asım’la bir daha konuşmadım. Bilim adamı değil de eli sopalı bağ
bekçisi gibi davranmıştı.
‘Sen bilim adına yüzkarası bir alçaksın!..’ dedim yüzüne karşı.
Kubbeyi tekrar toprağa gömdüler. Hüngür hüngür ağladım. Aynı
günün akşamında İçişleri Bakanı bizi başkente istedi.
Bakanlıktaki toplantıya Genelkurmay’dan bir general de- katılmıştı.
Bakan, kubbede gördüklerimizin anlamım sordu. Tarihçi Suphi üe arke­
olog Kaynak bir şey söyleyemediler. Çünkü konu onları aşıyordu.
‘Saym Bakan biraz bile inceleme şansımız olmadı. Suphi Bey öcü­
den kaçar gibiydi, kendisi cahilce korkuya kapıldı, kalıp inceleme
yapmak isteyince beni binadan polis zoruyla attırdı. Bina, arkeolojik
olmanın ötesinde bilimsel açıdan hayret verici özelliklere sahip fevka­
lade önemli bir bulgu’ dedim.
‘Arkeolojik olmasının ötesindeki özellik nedir profesör?’ diye
sordu general. Meraklanmıştı. Elimden geldiğince basit anlatmaya
çalıştım.
‘Binayla ilgili tarihi belgelerde ‘Âdem’den önce’ yazıyor. Şu anda
kabaca ‘Kesinlikle bu dünyanın üretimi değil’ dersek yanlış olmaz’
dedim. Bu defa bakan da meraklandı. Devam ettim.
‘Dış yapısı, içi ve akbabalar mermer, taş veya alçıdan yapılmış değil.
Tamamenyapay malzemeler kullanılarakmeydanagetirilmiş. Akbabalar
hareketsiz heykeller değil. Canlı gibiler. Binanın zeminindeki yerçekimi
şaşılacak kadar güçlü... Müthiş manyetik alan düşündürücü, içerdeki
kaynağı belirsiz ışık vesaire tüyler ürpertecek kadar yabancı. Kubbenin
içi en basit deyimle; yeryüzü dışı alametlerle dolu.’
Bakan ve general bu durumda ne yapılması gerektiğini sordular.
‘Çok sıkı güvenlik önlemleri altında dikkatle incelenmesi gerekli’
dedim.
General ile bakan sordular:
‘Tehlikeli bir durum mu var? Çünkü Sultan Aldülhamid araştırma
başvurusu yapan yabancı arkeologlara izin vermezken, paşalarına
‘Kubbe kurcalanırsa faciaya sebep olabilir’ demiş.’
‘Evet. Günün teknolojisi bugünkü kadar gelişmemiş olsa da Sultan
Abdülhamid mutlaka somut bir veriye sahipti. Belki de atası Fatih
Sultan Mehmed’in binadan aldığı Latince yazılı metal levha kendisin-
deydi, onu okutmuştu, bilgisi vardı. Belki de Osmanlı hanedanı metal
levhayı nesilden nesile her padişaha sır olarak emanet etti. Bilinçsizlik,
bilgi eksikliği tehlike doğurabilir. Tehlikeliyse eğer, bu tehlikenin ne
olduğunu öğrenelim, diyorum. Dokunulmaması ihtarma katılıyorum.
Örneğin, müzeye taşımak için akbabaları oradan sökmek yanlış olur.
Ne olduklarını bilmiyoruz. Nefes alıyor onlar... Böyle bir şey incelen­
mez mi?’
‘Nefes alıyor’ demem üzerine suratıma acayip baktılar.
Arayıp kararlarım bildireceklerini söyleyerek bizi kapı dışarı etti­
ler. iki hafta geçti, arayan soran yok. Dayanamadım hisara gittim.
Bina gömüldükten başka üstüne çimen ve çiçek ekilmişti.
Çıldıracaktan. Bakanı aradım, özel kalem müdürüyle konuştum, ver­
dim veriştirdim.
‘Kendinize gelin profesör ve çenenizi tutun yoksa...’ diyerek telefo­
nu suratıma kapadı.
Ertesi gün üç sivü memur evime geldi. Kendilerini ‘Milli güvenlik­
ten...’ diyerek tanıttılar. Hüviyetlerini de gösterdiler, bir şey anlama­
dım. Kubbe ve bulduklarımız hakkında konuşmamm yasaklandığını,
konuşursam ağır ceza alacağımı söylediler. Bakanlar Kurulu’ndan
çıkmış ağır cezalı yasa metnini de gösterdüer.
Gazetelere üstü kapalı bir şeyler anlatmaya çalışınca başıma gel­
meyen kalmadı. Perdelerin arkasından basını etkileyen kişiler gazete
patronlarını tehdit ettikten başka ‘deli’ olduğumu yaydılar. Gazeteciler
de bendeniz ‘deli profesör’le konuşmayı kesti. Oysa kubbenin duyul­
masını ve halkın baskısıyla araştırmanın başlatılmasını istiyordum.
Israrlı aramalarıma rağmen bakana ulaşamadım, araştırma izni ala­
madım.
241

Tek başıma kubbenin esrarını çözmeye karar verdim. Neydi kubbe,


ne olabilirdi? Neden oradaydı? Mutlaka bir işlevi vardı. Binayı yapan­
lar kimlerdi? Ne zaman yapılmıştı?
Aklıma gelen her soruyu kendime sordum.
Gün geçtikçe sağlığım kötüye gidiyor. 7 Akbaba’nm sırrını çözme­
den ölmek istemiyorum. Edinebildiğim ama maalesef tatmin olmadı­
ğım bilgileri dürüst bir insan olan Profesör Yusuf Kılan’a vereceğim.
Binlerce yıllık belgelerde yazılı 7 Akbaba’nm sırrını çözmek için
İstanbul’a geldi Yusuf Kılan. Akbabaların ve kubbenin esrarını çözene
kadar uğraşacağma inanıyorum.”

Lara Almanca metni okumayı kesti.


“Dostlar. Buradan sonra Profesör Nadi Nadir’in bıraktığı bilim­
sel araştırmalarına ait belgeler var. Sanırım bir fizik profesörüne
ihtiyacımız var.”
“Neden fizik profesörü?” diyen Bob meraklanmıştı. “Hisarda
bizi durduran devlet görevlileri arasındaki fizik profesörüne akıl
erdirememiştim. ”
Lara, güncedeki belgeleri Bob’a uzattı.
“Bak, birçok sayı yazmış Profesör Nadir, ayrıca atomlarla ilgili
formüller ve çizimler var.”
Bob, Profesör Yusuf Kılan’ın Almanca’ya çevirmiş olduğu Profe­
sör Nadir’in dosyasma bir süre baktı, Köksal’a verdi, o da inceledi.
“Çok kanşık. Baksanıza atom gruplan yazılmış. Ayasofya,
Mısır’daki Keops Piramidi, Rumelihisarı ve Tarabya Alman Mezar­
lığı, Kız Kulesi başlığı altında sayılar ve açıklamalar bulunuyor."
Arkadaşlarına sayfadaki bir bölümü gösterdi.
“Profesör Nadir şuradaki iki notta ne demek istemiş? Birinci­
de, ‘gravitasyonel kuvvet etkisiyle bir arada duran galaksi’ ve
İkincide ‘Kuarklar ve kuvvetli etkileşmeleri taşıyan gluon ise renk
yüklüdür’ yazılı... Evet dostlar, kesinlikle iyi bir fizikçiyi aramıza
katmalıyız.”
“Aaa bir de şuna bakın” dedi gülmeye başlayan Koksal ve Debra’ya
döndü. “Bak senin yeniçeriyi Profesör Nadir de görmüş, buraya not
düşmüş...” dedi, ama Debra’nın yüzünü görünce ciddileşti.
“Yeniçeri hayaleti gerçekten var öyleyse... Bekçi Hıdır ile
Debra’nm yeniçerisi Profesör Nadir’e de parmağım ‘olmaz, yap­
mayın’ anlamında mı sallıyormuş?” dedi Bob.
“Dalga geçiyorsun, Bob” diyerek günceyi aldı Debra.
“Lara şunu İngilizce’ye çevirsene...” dedi.
Lara, metindeki “Janissarie” sözcüğünü Debra’ya gösterdi.
242

“İşte burada... Yeniçeri yazdığını anlamak için Almanca bilme­


ne gerek yok.”
Debra hepsini şöyle bir süzdü.
“Hem de parmağını sallıyormuş değil mi? İnandınız mı şimdi?..
Deli olduğumu düşünüyordunuz...”
“Yok canım, Debra...” dediler hep birlikte.
Debra kasılarak yerine oturdu.
Bob bu defa Koksal’a takıldı.
“Dostum sen şimdi fızilc profesöründen başka bir de medyum
bulmalısın.”
Lara’ya döndü.
“Yeniçeriyi nasıl görmüş, okusana.”
Kubbenin çevresi açılmış, tabana ulaşılmıştı. Geniş bir mer­
divenle zemine indik. Merdivenden inerken yüzüm toprağa
dönüktü. Bir anda öyle bir şey gördüm ki, gözlerime inanamadım.
Karşımda heybetli bir yeniçeri vardı. Toprağm Önünde, yarım
metre kadar karşımdaydı. Az daha merdivenden düşüyordum.
Kendime gelmeye çalışırken parmağım olumsuzca salladığmı gör­
düm. Sanki ‘Yapma, sakın ha... Olmaz’ demek istiyordu. Merdive­
nin basamağında donmuştum. Adım atmadığımı gören Profesör
Kaynak seslenince yeniçeri kayboldu. Zemine inince gördüğüm
yeniçeriyi arkadaşlara heyecanla anlattım, bir tuhaf baktılar
bana... Ondan sonra da adımı ‘deli’ye çıkardılar...’”
“Üzücü değil mi?” dedi Lara. “Biz de Debra’yı üzdük.”
Profesör Nadi Nadir’in notlarmı atladı. “Arkadaşlar, fizik pro­
fesörünün son derece önemli bilgiler verdiği kesin... Bir fizik
uzmanı bize açıklayacaktır. Sayfalarca uzayan anlayamadığımız
teknik bölümleri geçelim” diyen Lara güncenin son bölümünü
okudu.

... Ben Janos Klein veya Yusuf Kılan gelecek kuşaklara diyorum ki;
Profesör Nadi Nadir incelemeye fırsat bulamadığı 7 Akbaba’lı kubbe­
nin sırrını ancak bir teoriyle açıklayabiliyor. Teknoloji mutlaka ilerle­
yecek, insan beyni yeni buluşlar yapacaktır. Yaşamın, evrenin, galak­
simizin sırlarından öğrenilenler olacaktır. İnsanlığın daha ilerlediği
yıllarda, Profesör Nadir’in 7 Akbaba teorisinin üzerinde durulmalıdır.
Ancak önemli nokta şudur: Yeterli bilgiye ve teknolojiye sahip olma­
dan asla 7 Akbaba’ya dokunmayın. DÜNYAYI TEHLİKEYE ATMAYIN.
İyice araştırın, ne olduğuna varsayımla değil, kesin bilgiyle karar
verin.
Güncelerim ve asıl Profesör Nadi Nadir’in bilimsel raporu en az 50
243

yıl sonra, bilim sırrı çözecek duruma geldiğinde, işte ancak o zaman
okunsun. Vasiyetimdir. Oğlum ve torunlarım vasiyetimi ailemizin
kuşaklarına iletmekle yükümlüdür.
Profesör Yusuf Kılan
1983, İstanbul, Türkiye

Janos Klein’m veya sonraki adıyla Profesör Yusuf Kılan’m gün­


cesi bitmişti. Kenan ile Suzan ağlıyordu. Peter dalgındı, Koksal
meraklanmış tı, Lara ile Debra heyecanlıydı, Bob ise kabma sığa-
mıyordu. Sessizliği dağıtan da Bob oldu.
“7 Akbaba’nm sırrım çözmeden İstanbul’dan asla ayrılmam.
Kazı izni alana kadar uğraşacağım. Elimden ne geliyorsa yapaca­
ğım.”
Kenan ağlamamaya çalışıyor ama gözyaşlarını tutamıyordu.
“Lütfen Bob, 7 Akbaba’nm sırlarının çözülmesi dedemin ruhu­
nu rahatlatacaktır. Ancak dedemin vasiyetinde istediği gibi, kesin
bilgi ve teknolojiye sahip olduğunuza eminseniz 7 Akbaba’ya ula­
şın."
“0 akbabaları çözecek teknolojiyi şimdiden bilemiyoruz ki?”
dedi Bob.
Debra duygusallıktan kendini kurtarmıştı.
“Araştırmamız için Profesör Nadi Nadir’in dosyasından bir
kopyanın bizde olması gerekiyor. Birlikte çalışacağımız fizik
uzmanına dosyayı vermeliyiz.”
“Haklısın" diyen Kenan, kopya çıkarması için dosyayı kızı
Suzan’a verdi.
Dosyanın kopyasmı aldıktan sonra Kenan ile Suzan’a defalarca
teşekkür ederek kalktılar. Otele gidene kadar neredeyse hiç
konuşmadılar. Bob, ne yapması gerektiğinin planlarına öyle dal­
mıştı ki, sanki boyut değiştirmişti. Koksal onun araştırmadan
vazgeçmeyeceğine emindi.
Hep beraber yemeğe oturduklarında Janos Klein’m güncesi
tartışıldıktan sonra Koksal ile Debra’nın nasıl bir karıkoca ola­
cağı üzerine şakalar yapıldı. Birbirini kovalayan gerilimli olay­
lardan sonra gevşemek için hayli içmişlerdi. Bob, Lara ve Peter
sallanarak odalarına giderken, Koksal ile Debra baş başa kal­
mışlardı.
Mutluluk dolu bakışlar onlara yetiyordu. Hiçbir şey konuşma­
dan gülümseyerek kalktılar el ele Debra’nm odasına çıktılar.
“Kendimi evliliğimizin ilk gecesinde hissediyorum” diyen Debra iki
kolunu da Köksal’m boynuna dolamıştı. Birlikte yatağa düştüler.
244

“Annemiz bizi Türklerle korkuttu”

Eski AB Dönçm Başkanı yeni İtalyan Başbakanı Nazario,


Türkiye’de dört rahibin öldürülmesine sert tepki gösterdi.
Başbakan ilk basın toplantısında, “Türkiye’nin AB üyeliğine
nasıl bakıyorsunuz?” sorusunu abartılı el kol hareketleriyle
yanıtladı.
“Küçükken büyükannem beni, ‘Uslu dur yoksa seni Türk’e veri­
rim’ diyerek korkuturdu. Atalarımız da ‘Türkler geliyor!..’ korku­
suyla yüzyıllar boyu huzursuz yaşamış. Türkler İslam’ı yaymak
için yüzyıllar boyu biz Hıristiyanlarla savaştı, bakın birkaç gün
önce Türkiye’de dört rahip öldürüldü. Böyle insanları neden ara­
mıza alalım?.. Aramıza girip din adamlarımızı öldürsünler diye
mi? Türklerin AB’ye girmesine kesinlikle karşıyım.”
Konuşması tüm Avrupa ve Türkiye medyasında yayımlandı.
İtalya Başbakanı Nazario’nun, AB dönem başkanı olduğu sıra­
da “Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakıyorum” demesi, başbakan
olunca tam tersini söylemesi Türk medyasında “Avrupalı ikiyüz­
lülüğü ve terbiyesizliği” olarak yorumlanıyordu.
Agnus Dei’nin ileri gelenleri ile İstanbul Efendisi Abdülkerim
mutluydu. Planlan başarılı sonuçlar veriyordu.

Barnabas İncili Çemberlitaş’ta mı?

Bob ile Peter Türkiye haberlerini BBC ve Alman radyolarından


kendi dillerinde dinlemişlerdi. Dört rahibi öldürenlerin ifadelerin­
de söylediklerinin, “Bamabas İncili’ni arıyorduk” bölümü dikkat­
lerini çekmişti.
Bob sordu.
“Nedir Bamabas İncili üzerindeki tartışmalar? Janos Iüem’ın
güncesinde sözü ediliyordu, aynca yıllardır duyarım ama konu
beni açmadığı için kulak vermedim. Peter sen Katolik’sin değil
mi? Dindarsmdır, Bamabas İncili’ni bilirsin mutlaka.”
“İlahi Bob, sen gerçekten biraz üşütüksün... Biz akrabayız
kuzenim, ailemizin Protestan olduğunun bile farkında değilsin.
Bana gelince, koyu dindarlara göre pek dindar sayılmam. Sana
yardımcı olamayacağım. Klein’m güncesinde ‘Bamabas İncili’nde
İsa Peygamber’in Allah’ın oğlu olmadığı yazılı, Papalık için Bama­
bas İncili karabasandır, bulunursa Hıristiyan dünyası kaynar’
filan deniyordu galiba... Bir uzman bulur soranz, ben de merak
ettim.
245

“Kafama takılan şu” dedi Bob. “Papazları öldürenler köktendin-


ci Müslüman, Bamabas İncili’ni bulup da ne yapacaklar? Ne işle­
rine yarar?”
Onun sorusuna Koksal yanıt verdi.
“Hz. Muhammed’i peygamber kabul etmeyen, İslam’ı din say­
mayan Vatikan’a, ‘İşte İncil’de İsa Peygamber, Hz. Muhammed’in
‘Mesih’ olduğunu söylüyor!..’ diyecekler.’’
“Bamabas İncili’nde böyle mi yazılıymış?”
“Öyle deniyor... Hem bu işin perde arkası başka... Bu çocuklar
Bamabas İncili’ni ve içeriğini nereden bilecek...” dedi Koksal.
“Eğitim durumları ortada, hepsi de ilkokul mezunu çocuk yaştaki
gençler. İfadeler ezberletilmiş. Onları perde arkasından yönlendiren­
ler var. O perdeyi açsan bir başka perde çıkacak, sonra bir perde
daha... Perdeler perdeleri izler. Ve perdelerin arkasındaki yönlendi­
renler zinciri uzar gider. Cinayetleri işleyenler fanatik İslarni terörist­
ler değil ki, Türkiye’yi yıpratmak isteyen yabancılara ajanlık yapan iç
hainlerin beyinlerini yıkadığı tetikçiler... 1970-80 yılları arasında ben­
zer tahrik cinayetleri işlendi. Ardından siyasiler, gazetecüer, sendika­
cılar, profesörler, öğrenciler öldürüldü. Hepsi de karşıt ideolojik
görüşlere bağlandı ama öyle değildi. Cinayetleri dış ajanlar üe onla­
rın kışkırttığı budalalar işledi. Sonra da gençler birbirine girdi, binler-
cesi birbirine kıydı.”
Lara aralarına girerek konuyu değiştirdi.
“Beyler, bizim hedefimiz 7 Akbaba!.. Janos Klein’m güncesini
okuduktan sonra 7 Akbaba araştırmasından vazgeçemeyiz. Aslın­
da Klein’m yazdığı günce değil rapor. Kubbenin içinde son derece
önemli bilgiler olduğunu anlatmış. Profesör Nadir’in tutanakları
ile araştırmalan son derece değerli. Tekrar izin almak için elimiz­
den geleni yapalım.”
“Yapmalıyız...” derken Peter telefon çaldı.
“Alo. Merhaba sevgilim.”
Arayan eşi Meg’di.
“Merak etme iyiyim. Evet evet yiyeceklerime dikkat ediyorum,
jimnastik yapıyorum, bol bol yürüyorum. Hatta biraz sonra yürü­
yüşe çıkacağım. Evet canım, doğru söylüyorum. Araştırmalar iyi
yolda, bugün hayli önemli adımlar atıldı.”
Peter karısına, “Yusuf Kılan’m güncesini okuduklarım, Profe­
sör Nadir’in dosyasını” anlattı.
“Gelişmelerden seni haberdar ederim. Yeniden araştırma izni
almayı deneyeceğiz. Hadi sevgilim şimdi sözünü dinliyor ve gün­
lük yürüyüşüme çıkıyorum.”
2 46

Metal sinek

Sinir yıpratıcı tartışmalardan sıkılan Peter arkadaşlarından


ayrıldı, korumalarının yanından geçerken oturmalarım işaret etti,
resepsiyona gidecekmiş gibi yaptı, otelden çıktı.
Tek başma yürümek rahatlamak istiyordu. Otelin döner kapısı­
nın önünde bir süre durdu, kapıcıyla selamlaştı, derin bir nefes
aldı. Otelin tam karşısmdaki garajın önünde dikilen adam telefo­
nuna fısıldadı.
“Otelin kapısında duruyor... Şimdi çıkışa doğru yürümeye baş­
ladı... Evet, her gün yaptığı gibi bahçe tarafından yürüyor. Zaten
başka yol yok.”
“Tamam.”
Peter’in çıktığım gören iki koruması hemen yanma gelmişti.
Onlara ne yapacağını söyledi. Yürüyüşten sonra otel çıkışındaki
çeşitli hatıra eşyaları satan mağazaya gidecekti. Eşi Meg’e hediye
alacaktı, ilginç turistik eşyalara bakarak kafasındaki düşünceleri
dağıtabilirdi.
İki yanındaki korumalarıyla birlikte geniş kaldırımdan yürüme­
ye başladı. Sol tarafında otelin yüzme havuzu turkuaz rengiyle
pınl pınldı. Havuzu içine alan bahçenin orman kadar sık ağaçlığı
yemyeşil uzanıyordu.
Birden durdu, parmaklıklara dayanarak havuzdakilere bakma­
ya başladı. Gençlerin şakalaşmaları, çeşitli komiklikler yaparak
tramplenden atlamaları aklına kardeşi Teo’yu getirdi. Ne olurdu
Teo da onlann arasında olsaydı... Gözleri dolmuştu, koruması
Matt, “Burada durmayalım, yürüyelim” dedi.
Gözyaşlannı silmek isteyen Peter mendilini çıkarmak için elini
pantolonunun arka cebine götürürken doğal olarak eğilmiş oldu.
O anda başının yanından geçen sineğin vınlamasını duydu. Sinek
öyle hızlı geçmişti ki, bakındı göremedi.
“Kocaman bir şeydi galiba” derken mendilim düşürdü. Almak
için eğildiğinde sinek tekrar metalik vınlamasıyla geçti. Bu defa
sırtında yanma hissetti. An mı sokmuştu? Korumalan birden
üstüne atladı.
“Yere yat, yere yat!..”
Otelin kapıcısı da İngilizce “Ateş ediyorlar!” diye bağırarak
Peter’e doğru koşuyordu. Aynı anda yanındaki parmaklıklara bir
şey sertçe çarparak sekti. Üç vızıltı sesi de çok kısa aralıklarla
duyulmuştu. Kendisini örten korumalann altında Peter yüzüko­
yun yatıyordu. Kapıcı sağa sola bağmnaya devam etti.
247

“Güvenlik!.. Atış bahçeden geldi... Orada, duvarın üstünde,


kaçıyor kaçıyor!..”
Güvenlik elemanları bahçeye atlarken, girişte duran polis otosu
da hızla döndü, suikastçının atladığı duvarın ardındaki sokağa git­
mek üzere gazladı. Kapıcı nefes nefese Peter’in yanma diz çöktü.
“Size ateş ettiler bayım. İnşallah vurulmadınız?”
“Galiba vuruldum dostum.”
Korumalar Peter’i ayağa kaldırdı, sırtına baktılar. Peter’in göm­
leği 40 cm kadar yırtılmıştı. Sıyırarak geçen merminin sırtında
açtığı yara kanıyordu.
“Tehlikeli değil” diyen korumalar Peter’in koluna girdi. Mermi­
ler susturuculu silalıla atıldığmdan patlama sesi duyulmamıştı.
Kimse olanların farkında değildi. Sadece havuzdakiler bahçede
koşuşan güvenlik elemanlarına bakıyorlardı. Onların duvardan
telaşla atlamasına akıl erdiremediler. Duvarın ardından siren ses­
leri geliyordu.
Kapıcı ceketim Peter’in sırtına koyarak yaranın gözükmesini
engelledi.
Lobide oturan arkadaşları rengi solmuş Peter’i kapıcıyla koru­
malarının kolunda görünce korkuyla ayaklandılar. Çevresini sar­
dıklarında gülümsedi.
“Avcılar beni kuş sandılar.”
Kapıcı olanları anlatmaya çalışırken Peter’i odasına çıkardılar,
yaraşma havlularla tampon yaptılar. Telaşla gelen otel müdürü
“Geçmiş olsun” derken çok üzgündü. Ambulans çağırdıklarını
söyledi.

Alman Hastanesi’ne götürülen Peter’in yarası derin değildi ama


mermi sırtım boydan boya çizmişti. Yaranın derince olduğu bölü­
me üç pens atmaları yetti. Ancak, merminin zehirli olma ihtimali­
ne karşı kan testi yapıldı, sonuç temiz çıktı. Enfeksiyonu önleme­
si için antibiyotikler verildi.
Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, Bob, Lara, Debra ve Koksal
korumaların telaşla anlatabildiği kadar olayı biliyorlardı.
“Biri susturuculu silahla Bay Peter’e üç el ateş etti” dedi koru­
malar.
Bob, Lara, Debra ve Koksal iyice şaşkındı; Peter’i kim, neden
Öldürmek istesin?
Yarası sarılan Peter’in hastanede kalmasına gerek yoktu. Ertesi
gün pansumana gelecekti. Bekleyen polislere ilk ifadeyi başheki­
248

min toplantı salonunda verdi.


Suikastçı yakalanamamıştı, tüfeğini atıp kaçmıştı, görgü tanık­
lan, içinde iki kişinin beklediği ufak gri bir otomobile bindiğini
görmüşlerdi.
“Otonun plakası?”
Bilinmiyordu.
“Sizi kim öldürmek isteyebilir?” gibi geleneksel sorular sordu­
lar,
“Bilmiyorum?” yanıtından başkasını verecek durumda değüdi
Peter. Polisler onu yormak istemedi.
“Otelinizde devam ederiz” dediler.
Peter’i otele götüren ambulansa ild polis otosu eşlik etti.
Oteldeld sorgu devam ediyordu. Kapıcıyı ve güvenlik elemanla-
nm sorgulayan polisler ağaçların altında bulunan suikast tüfeğin­
den başkasını elde edememişti. Kapıcı, suikastçıyı kaçarken gör­
müştü.
“Tipini tarif edemem, görebildiğim, duvardan atlayan bir göl­
geydi” diyebildi.
Peter döndüğünde otelin bahçesindeki uzmanlar keşif yapmak­
taydı.
Resepsiyonda Teo’nun dosyasını araştıran iki dedektif Peter’i
bekliyordu. Cinayet Masası’ndan Zeki ile Nurcan ifade almak için
gelmişlerdi.
“Üstümü değiştireyim az sonra sizi davet ederim” diyen Peter
arkadaşlarıyla odasına çıktı. Başma geleni serinkanlı değerlendir­
meye çalışıyordu.
“Beni birine mi benzetti bu herifler?”
Lara’nm yanıtı hiç de iç açıcı değildi.
“Teo’yu kamyon kovaladığı zaman kardeşin de birine benzetil-
diğini varsaymıştı.”
Hepsi endişeyle Lara’ya döndü. Peter de heyecanlanmıştı.
“Benim gerçek hedef olduğumu sanıyorsun öyle mi? Peki
neden?”
Lara söylediğine inanıyor, kararlı bir sesle konuşuyordu.
“Sanmıyorum Peter, hedef şendin buna inanıyonım. Açıkta
yürüyüşlere çıkmaman, çok sıkı korunman gerekiyor. Kardeşinin
de İstanbul’da cinayete kurban gitmesi, ardından sana mermi
yağdınlması ‘benzetme nedeniyledir’ diye hafife alınamaz.”
“İyi ama biz iki kardeşin yaşamında karanlık hiçbir nokta yok
ki...”
“Dedektifleri çağıralım” diyerek resepsiyonu aradı Koksal.
249

Nurcan ile Zeki odaya girdiklerinde tüfek ellerindeydi.


“Önce geçmiş olsun. Bulduğumuz tüfeği tanıtmakta yarar var,
bakalım yorumunuz ne olacak?” diyerek sorguya başladılar.
“Size ateş açılan tüfek dikkat çekici Bay Peter. Şu anda bahçe­
de keşif yapmakta olan balistik ve süah uzmanımız bilgi verdi.
Aldığım notu okuyayım. ‘Rus yapısı Dragunov.’ Yani bir SDV
marka keskin nişancı silahı. Bütün silahlar felakettir, ama SVD
Dragunov süper felakettir. Silahın dizaynını Yevgeni Dragunov
çizmiş ve 1958 ile 1964 arasında sürekli geliştirmiş. 7,62 kalibre­
lik, dürbünlü, şarjörü 10 mermi alıyor.
SVD hangi suikastlarda kullanılmış ve kullanılmakta, şimdi ona
bakalım; Vietnam Savaşı’nda, Sovyetler’in Afganistan işgalinde,
Sırpların Bosna katliamında Boşnaklara karşı kullanmış... Sırplar
uzun menzilli bu tüfeklerle tepelerden ateş açarak masum Boş­
nakları öldürmüş, Irak Savaşı’nda kullanılmış, şu sıra Irak’ta terö­
ristler bununla Amerikan askerlerini vuruyor, Rus askerleri ile
Çeçenler de SVD Dragunov’la birbirlerini katlediyor. Silahtan
anlayıp da SVD Dragunov’u tanımayanların inanmayacağı bir
marifeti var. Bu silahın attığı mermi 3 800 metreye kadar ulaşabi­
liyor. Bir de düşünün Bay Peter gibi 150 m ötedeki hedeflere isa­
bet ederse kurbanını ne hale sokar. Keskin nişancılar bunu bildik­
lerinden 800 ile 1 000 metrelik atışlarda kafaya nişan alarak riske
girmezler, kurbanın gövdesinin ortasına ateş ederler, mermi vücu­
du parçalar hedef asla kurtulamaz.
Debra dedektifin sözünü kesti.
“Biraz daha anlatırsanız lavaboya koşmak zorunda kalacağım,
çünkü midem bulandı.”
Dedektif Zeki özür diledi.
“Amacım Bay Peter’e atlattığı tehlikenin büyüklüğünü ifade
edebilmek ve... Bakın burası önemli... Böyle bir silahla avlanacak
kadar hangi büyük işin içinde olduğunu Öğrenmek isterim efen­
dim.”
Peter biraz alıngan, biraz alaycı gülümsedi.
“Demek ki bu silah büyük işlerdeki kişileri öldürerek kurbanla­
ra şeref veriyor.”
“Öldürenler öyle düşünür, efendim” derken dedektif de gülüm­
sedi. Çünkü SVD Dragunov büyük çetelerin tetikçileri tarafından
kullanılır. O tetikçilerin hemen hepsi askerlikte ‘sniper’ görevi
yapmış deneyimli katillerdir. Ufak işler için otelin bahçesinde
dolaşan sıradan kişileri öldürmeye kalkmazlar.”
“Yaa...” dedi Peter. “Benim işim de büyük ama vergisini kuruşu­
na kadar ödeyen işadamıyım. Hem Türkiye’de niye öldürsünler
beni?..”
“Biz de bunu merak ediyoruz efendim. Belki de işinizin için­
de...”
Dedektif Nurcan gerilen ortamı yatıştırmak için yumuşak bir
sesle araya girdi.
“Bay Peter, kardeşinizi esrarengiz bir cinayet sonucu kaybetti­
niz. Ardından size sniper ateşi açıldı. Sebebini hepimiz merak
ediyoruz. Aynca bakınız, SVD Dragunov kullanan kişi otomatik
olarak 150 metreden üç mermi attı... Ve vuramadı. Hayret. Kurtul­
manız bile soru işareti yaratıyor.”
Peter kızmıştı.
“Ben kendi kendime ateş ettim de, kendime acıdığım için vur­
madım.”
Dedektif sakindi.
“Sinirli olmanız doğal, efendim. Bir felaket atlattınız ve yaralan­
dınız, sizi üzdüğümüz için özür dileriz. Ancak sorularımız canını­
za kastedenleri bulmak içindir. Şimdi biz susalım. Siz lütfen şüp­
helendiğiniz ne varsa bize anlatınız.”
Odadaki herkesin kulağı Peter’deydi. Sıkıldığı iyice belli olan
Peter biraz su içti.
“Madem kardeşimin öldürülmesiyle bana ateş açılmasını aynı
kaynağa bağlıyor ve birlikte bakıyorsunuz, ne diyebilirim. Mafya
üyesi hiç olmadık, karanlık işlere girmedik. Düşmanımız yoktur,
sevenimiz çoktur... O kendi halinde bir gazeteciydi, ben de dürüst
çalışan bir işadamıyım. Hiç kimseden şüphelenemiyorum. En
iyisi yine siz sorun, ben yanıtlayayım.”
Dedektiflerin ikisi de hemen aynı anda konuştu.
“Siz dinlenin, biz de araştırmaya başlayalım.”
Peter’e geçmiş olsun diyerek ve teşekkür ederek gittiler.
Dedektiflerin hayli düşünceli olduğu belliydi. Sanki Peter’in söy­
lediklerinden tatmin olmamışlardı.
Dedektiflerin çıkmasıyla başlayan sessizliği Lara bozdu.
“Kaynağım bilmediğimiz, amacım çözemediğimiz kanlı bir el Von
Huber kardeşlerin üzerinde dolaşıyor. Birinci atağında kurbanım
aldı, ikinci atağında başarısız oldu. Atışım isabet ettiremeyişi dedek­
tifleri şüphelendirdi. İlginç değil mi? Sanki Peter bir oyun sahneye
koydu, onu oynuyor. Onlara göre elbette...”
“Bir dakika, bir dakika Lara” dedi Peter.
“İlk atak değil bu... Rumelihisarı kulesine girdiğimiz günü hatırla­
yın. Kafamın üstünde yine sinek vızıldamış ve saçlarımı yakmışti değil
251

mi? Duvara çaıpan bir şeyin metalik sesini duymadık mı? Öyleyse o
sesi mermi çıkarmıştı, biri bana susturucuyla ateş etti, karanlıkta
tutturamadı mermi saçımı sıyırıp geçti. Evet, aynen öyle oldu.”
Koksal ayağa fırladı.
“Tabii ya Peter... Sinagog dönüşü önümüzde bozulan kamyonet
ve içinden çıkan herif...”
Peter atüdı.
“Senin şoförün Çetin adamın elinde havluya sanlı tabanca olduğu­
nu söylemişti... İşte size üç öldürme girişimi. İstanbul’a geldiğimden
beri peşimdeler... Peki, neden beni öldürmek istiyorlar?”

SVD Dragunov ve keskin nişancı

Yüzünü örtecek büyüklükte siyah gözlük takmış, uzun kanarya


sansı saçları omuzlarına dökülmüş kadın, karoserinde Yeşil
Kanat seyahat şirketinin logosu yazılı minibüsten indi. Çok bol ve
uzun giysisinden bile vücudunun güzel olduğu anlaşılıyordu.
Üstündeki ucuz bir elbiseydi. Yıpranmış ufak valizinin üstünü
kaplamış havayolu etiketleri gezmeyi seven bir turist olduğunu
gösteriyordu. Laleli’deki otele giren kadın belli ki yol yorgunuy­
du. Kıyafetine göre belli ki dar gelirliydi ve fuhuş için İstanbul’a
gelmiş bir “Nataşa” olabilirdi.
Otelin resepsiyonuna gitti, pasaportunu verdi, gerekli kâğıtları
imzaladı, anahtarını aldı ve tek başma asansöre bindi.
Anahtarda numarası yazılı odanın önüne geldi. Anahtan kilide'
sokmadı, kapıyı üçü hızlı, ikisi yavaş, ikisi hızlı olmak üzere tık­
lattı ve Rusça, “Oda servisi, su getirdim” dedi.
Kapı kendiliğinden açılır gibi yavaşça geriye gitti, kadın odaya
girdi, kapıyı kapattı ve karşısındaki adama müthiş bir tokat patlattı.
“Sersem, rezil, beceriksiz!..”
Ufak tefek zayıf adam beklemediği tokadı yiyince kıçüstü
düştü. Ancak maymun çevikliğiyle ayağa fırladı.
“Delirdin mi sen!.. Bana nasıl vurursun?”
İkisi de Rusça konuşuyorlardı.
“Dua et, kafanı kopartmıyorum. Hani senin şöhretin. Meşhur
Radko ha!.. Bir kilometreden kurbanlarının beynim dağıtan Kem-
göz Radko... Gövdelere ateş etmeyi gurur meselesi yapan, sadece
kafadan vuran Radko... Yüz metreden vuramadın be!.. Yoksa sen
gerçek Radko değil misin?”
Radko kıpkırmızı olmuştu. Yediği tokat ağınna gitmişti, titri­
yordu.
252

“Dinle kadın beni!.. Elbette Kemgöz Radko benim. O herifte


inanılmaz bir şans varmış. İnanılmaz... Asla kurtulamazdı.”
“Ne oldu da gebertemedin?”
“İnanılmaz diyorum ya... Tetiği çekeceğim anda rüzgâr esti ve
arasına gizlendiğim dallardan biri kulağıma giriverdi. Refleks ola­
rak başımı sallayınca elim titredi, hedef şaştı. Ardından hemen
İkinciyi attım, adam anında tesadüfen eğildi ve mermi sırtını yala­
dı. Ve inan ilk defa gövdeye ateş ettim. Adamın korumaları vardı,
üstüne atlayıp hedeften kaçırdılar, üçüncü de boşa gitti. Sonra
kaçtım tabii... Böyle şanslı bir herif olamaz... Ama gelecek sefere
beyninin parçalarım bulamayacaklar.”
“Radko, mahvolduk. Şimdi herif iyi korunacaktır. Polis keskin
nişancının peşine düşecektir. Tüfek Rus malı, İstanbul’daki Rus­
ların, geleni gideni, gireni çıkanı araştırılır. En iyisi sen Rusya’ya
dön... Yakalanırsan hepimiz yananz.”
Radko güldü.
“Beni konuşturacaklarını mı sanıyorsun. Ben ne işkenceler
gördüm de ağzımdan tek kelime alamadılar. Burada kalacağım.
Kemgöz Radko işini bitirmeden asla arkasını dönüp gitmez. Ayrı­
ca tüm Ruslan arasalar da ben akülarma gelmem.”
Sonra çıkanp pasaportunu gösterdi.
“Ben Rus değilim ki, Belçika vatandaşıyım.”
“Pekâlâ Radko” dedi sarışın kadın. “Sana yeni silah gelecek,
yakayı ele verme, benden haber bekle... Haa tokat için kusura
bakma... Bu kadarcık cezan olsun...”
Kadın başka bir şey söylemedi, valizi odada bırakıp çıktı.
Radko ardından dişlerini sıktı.
“Bii' gün senin ihaleni de alırım. Güzel suratını tam ortasından
dağıtırım, inci dişlerini de anı diye saklarım.”

Taş duvarlar...

Peter Azrail’le karşılaşmasına rağmen hiçbir şey olmamış gibi


davranıyordu. Ancak Lara ile dedektiflerin sözleri beynine otur­
muştu.
“... SVD Dragunov kullanan sniper 150 metreden 3 mermi attı... Ve
vuramadı. Hayret... Kaynağım bilmediğimiz, amacını çözemedğimiz
kanlı bir el Von Huber kardeşlerin üzerinde dolaşıyor...”
“Yine de beni birine benzettiler iddiasındayım. Çünkü başka
bir sebep olmasına imkân yok dostlar... Ben sniper'la öldürüle­
cek adam mıyım? Biri bana mantıklı bir sebep göstersin” diyen
253

Peter işlerine bakmalarını söyledi.


“Tek istediğim başıma geleni kanm Meg duymasın. Biri ateş
etti diye Teo’yu öldürenlerin peşini bırakacak değilim. Başladığı­
mız araştırma benim için arkeolojik değil, kriminolojik, ben krar-
deşimin katilini arıyorum.”
Peter o kadar gergindi ki, koşarken konuşuyormuş gibi nefes
nefeseydi. “Dostlar! Bir an Önce sonuca gidelim. Kazının yapılma­
sı şart. Kazı yem olacak. Katiller ancak o süreçte ortaya çıkacak,
buna eminim.”
Kazının yeniden başlayabilmesi için izin almak çok zor gözükü­
yordu ancak başarana kadar ısrar edeceklerdi. Dördü de aynı
görüşteydi, izin için Ankara’ya gitmeye karar verdiler.

Akla gelmeyecek olayların günü

Ertesi sabah uçakla başkente doğru havalanmışlardı. Görev


bölümünü bir gün önce yapmışlardı. Bob ile Debra Amerikan
büyükelçisine, Peter Almanya büyükelçisine, Koksal da
Başbakan’a giderek araştırma izni alabilmek için yardım isteye­
ceklerdi. Uçağın pencerelerinden giren sabah güneşi aynı dakika­
larda İstanbul’da da göz kamaştırıyordu. Saat 09.25’te uçak Anka­
ra yolunu yarılamıştı.

Büyük şok

Koksal, Debra, Lara, Peter ve Bob Ankara’da iki gün kaldıktan


sonra İstanbul yolundaydılar. Dört kişi gitmişlerdi, şimdi 7 kişi
dönüyorlardı.
Üç yönlü ricalar sonucu Başbakan Rumelihisarı araştırmasına
izin vermişti. Ancak bir koşul vardı; fizik profesörü Bedri Cankut
ile astronomi doçenti Esin Alphan araştırma boyunca yanlarında
olacaktı. Ayrıca Korkut Barış adlı devlet kameramanı sürekli
çekim yapacaktı. Bir fizik profesörü arıyorlardı, kendiliğinden
gelmişti. Astronomun neden ekibe katıldığını anlayamamışlardı.
Bütün ekip aynı otelde kalacaktı.

Semiramis yine sahnede

Faris’in itirafından sonra avukatı uyarmış, Kara Temur ile


Semiramis kapalı bir kamyonetle Kefken’e gitmişlerdi. Orada
bekleyen Gürcü gemisine geçerek kaçacaklardı. Ancak akşamü­
254

zeri avukat telefon etti, Faris’in itiraflarında ikisi de yoktu. Şüphe


çekmemek için İstanbul’a döndüler.
Semiramis daha yoldayken Bob’u telefonla aradr.
“Neredeydin diye sorma, anlatmm. Sevgilim seni çok özledim
ve hemen görmek istiyorum, otele geleceğim.”
“Dört saat sonra oteldeyim” dedi Bob. Ankara’da olduğunu
söylemedi. Semiramis telefon ettiğinde dönüş uçağına binmek
üzereydi, dört saat sonra otelde olabilirdi.

İstanbul’a indikten sonra ekip otele, Koksal gazeteye gitti. Bir


süre orada kaldıktan sonra otele dönerek arkadaşlarıyla buluştu.
O günün henüz yayınlanmamış haberlerini anlattı. Bob heyecanla
Köksal’ı bekliyordu. Az sonra Semiramis geleceğinden Bob bir an
önce konuşmak istediğini söyledi. Soğuk birer içki ısmarladıkları
sırada Kubilay Köksal’a telefon etti.
“Müdürüm, Semiramis’in villasının önündeyiz.”
Koksal onun sözünü kesti.
“Semiramis villasında değildir, az sonra burada olacak Kubilay,
siz orada ne yapıyorsunuz?”
“Bir dakika müdürüm... Buraya gözcü koyduğumuz arkadaş
beni acele çağırdı. Villaya bir herif gelmiş anahtarla kapıyı açıp
girmiş.”
Koksal şaşırmıştı.
“Kim bu adam yahu?”
“Muhabir Aydın kardeşimiz yanımda, o gördü, kendisi anlatsın
müdürüm.”
Telefonu alan Aydın’a sordu Koksal.
“Adam nasıl biri?”
“Kesin Avrupalı, kızılca saçlı, genç uzun boylu, ince... Elinde
seyahat çantası vardı. Villanın önüne gelince elini cebine attı,
anahtar çıkardı, sağa sola bakındı, huylandım bakışlarından,
görülmek istemiyordu. Sonra açtı kapıyı, içeri girdi.”
Koksal bir an düşündü.
“Adamda Semiramis’in villasının anahtan var demek. Pekâlâ
Aydın sağ olasın. Kubilay’ı versene bana...
“Kubi, adam hâlâ evde değil mi? O halde Teo’nun soruşturma­
sını yürüten cinayet masasındaki Nurcan ile Zeki’yi hemen ara,
villaya gelenden huylandığını söyle... Bir dümenle kimliğini
öğrensinler...”
“Olur. İhbar var diye gözaltma alırlar, kimliğine bakıp, ‘Pardon
255

yanlışlık olmuş’ diyerek salıverirler. Kolay abi...”


“Adamın kimliğini tüm ayrıntılarıyla al Kubi. Eğer yabancıysa
İstanbul’a neden geldiğim öğrensinler. Fotoğrafını çektir, kamera­
ya kaydet, tamam mı?”
Semiramis’in evine, genç bir yabancının geldiğini, anahtarıyla
kapıyı açıp villaya girdiğini arkadaşlarına anlattı. Adamın kimliği­
ni Kubilay’m öğreneceğini söyledi.
Semiramis henüz gelmemişti. İki saat sonra Kubilay aradığında
Semiramis hâlâ gelmemişti. Kubilay bilgi verdi.
“Oğlanı şimdi saldılar. Adı Tobias, soyadı Adelheid.”
“Bir dakika kalem kâğıt alayım” dedi Koksal. “Söyle ismini bir
daha.” Kubilay söylerken Koksal duyulur sesle tekrarladı. “Adı
Tobias, soyadı Adelheid. Berlinli...”
Bunları duyan Peter ile Lara şaşkın ayağa fırladı.
“Tobias Adelheid mı, ne olmuş ona?”
Koksal parmağıyla “bekleyin” işareti yaptı. Biraz daha konuşup
telefonu kapattı.
“Kubilay buraya geliyor, ayrıntıları anlatacak.”
Peter neredeyse Köksal’m yakasına yapışacaktı.
“O kadının evine giden kişinin adı Tobias Adelheid mı?”
“Evet, öyleymiş” dedi Koksal. Lara ile Peter’in şaşkınlığını anla­
yamadı.
“Tobias Adelheid, Teo’nun en yakın arkadaşı” diye kekeledi
Peter. Koksal hatırlamıştı.
“Berlin’de evine gittiğimiz Bayan Leoni’nin torunu değil mi?
Hani cenazeye gelen kızıl saçlı delikanlı...”
“Öyle... Teo’nun dilinden düşürmediği arkadaşı "Tobias Adelhe­
id” dedi Lara kısık bir sesle.

Tobias ve sırları

Peter ile Lara’nın şok olması doğaldı. Öldürülen Teo’nun en iyi


arkadaşı Tobias’m Semiramis’in evine gitmesi akıl almaz, umul­
maz bir olaydı.
“Başka bir Tobias Adelheid olmasın sakm? Benim tanıdığım
Tobi’nin İstanbul’da tanıdığı kimse yoktu” dedi Peter.
Peter kadar şaşkın olan Lara da şoktan kurtulamamıştı.
“Teo ile beni Berlin’den İstanbul’a uğurlamak için havaalanına
gelmişti. Bizi İstanbul’a gitmekten caydırmaya çok uğraştı. Uçağa
binene kadar ‘Ne işiniz var İstanbul’da, gidin Havai adalarına key­
finize bakın’ diyordu. Belki de isim benzerliğidir...”
256

Debra ve Bob, Tobias’ı tanımadıklarından yorum yapamıyorlar-


dı. Merak ve evham artmadan Kubilay otele geldi. Elinde büyük
sarı bir zarf vardı. Zarfı göstererek güldü.
“Alman delikanlının pasaport fotokopileri...”
Zarfa ilk atlayan Peter oldu. Aceleyle açtı zarfı, fotokopileri
çıkardı. Diğerleri de ayağa kalkmış, omzunun üstünden görmeye
çalışıyorlardı. Peter kâğıtlara bakakaldı. İlk tepki veren Lara
oldu, hafif bir çığlık atarak ellerini yüzüne kapadı.
“Teo’nun arkadaşı Tobias bu... Aman Tanrım, o kadının evinde
ne işi var.”
Peter ise başını deli gibi sallayarak söyleniyordu.
“Tobias ve Semiramis... Tobias İstanbul’da... Ben de burada­
yım... Beni aramıyor, hiç tanımaması gereken o garip kadının
evine gidiyor. Hem de kadının evinin anahtarı cebinde. Neler olu­
yor, neler oluyor?”
Koksal, Lara ile Peter’i iskemlelerine oturttu.
“Durun bakalım, neler olduğunu Kubilay anlatsın. Otur
Kubi.”
Kubilay otururken, Koksal Peter’in elinden fotokopileri aldı.
Kâğıtları masaya yaydı. Tobias’m pasaport fotokopilerindeki
giriş-çıkış damgalarıyla dolu sayfayı içlerinden ayırdı.
“Hangi ülkelere girip çıkmış bakalım. İşte Türkiye’ye giriş çıkış
damgaları. Hey bu da ne?”
Koksal bir damganın üstüne parmağıyla vururak arkadaşlarına
gösteriyordu.
“Şuna balan yahu!.. 4 nisanda İstanbul’a giriş yapmış. Bu tarih,
Teo’nun öldürüldüğü tarihin 1 gün öncesi...”
Peter ile Lara yine ayaklanmıştı. Peter’in dudakları titremeye
başladı.
“Teo’yu öldürürlerken, Tobias İstanbul'daymış ha?..”
Koksal bir damgayı daha gösterdi.
“6 nisanda İstanbul’dan çıkış yapmış. Teo’nun ölümünün ertesi
günü gitmiş.”
Lara’yı sinirden gıcık tutmuştu, öksürmeye başladı. Debra ona
bir bardak su verdi. Lara, çarpıntısını bastırmak ister gibi elini
göğsünün üstüne koymuştu.
“Hadi buna akıl erdirin bakalım. Teo ile bana ‘Sakın İstanbul’a
gitmeyin’ diyen adam bizden bir gün sonra buraya geliyor,
sonra..”
Peter sözünü kesti.
“Teo’nun öldürüldüğü gün burada ve ertesi gün gidiyor. Sonra
257

tekrar geliyor ve Semiramis denilen kadının evine gidiyor. Bu işte


önemli bit yeniği var. Bu piç, kardeşimin başına gelenlerden
sorumlu.”
Koksal, yerinde duramayan Peter’i kolundan çekerek tekrar
sandalyesine oturttu.
“Soğukkanlı olalım. Muammanın boyu uzuyor. O halde daha
akılcı davranmalıyız. Esrarengiz Semiramis’in kontaklarını öğren­
meliyiz. Tobias her kimse onun hangi rolde olduğunu anlamalı­
yız.”
“Tobias Talimhane’de bir otelde kalıyor. Oda numarasına kadar
biliyorum. Cinayet masasındaki dostlar Tobias’ı izliyorlar, ayrıca
yurtdışma çıkamaz” dedi Kubilay.
“Onunla konuşmalıyım, yoksa delireceğim. Teo öldürüldüğün­
de ne sebeple burada olabilir. Onu görmeliyim” derken çok öfke­
liydi Peter.
“Bir şeyler ayarlarım, bir yolunu bulup size getirtirim” dedi
Kubilay.
Peter avucunu yumruklayıp duruyor, dudaklarım ısırıyordu.
Tobias’m oteline gitmek istedi. Koksal engel oldu.
“Polis izliyor, zaten pasaportunu da tutuyor, Türkiye’den
çıkış yapabileceği bütün kapılara eşgali, adı soyadı bildirilmiş,
fotoğrafı gönderilmiş. Asla kaçamaz! Soracağın sorular varsa,
Kubilay onu kaçamayacağı bir yere sana getirecektir. Şimdilik
izlenmesinde fayda var. Ürkütmeyelim onu Peter, ilişkileri çok
önemli.”
“Bir dakika, bir dakika... Bir şey söylemeyi unuttum” dedi Kubi­
lay elini alnına vurarak.
Hepsi ona döndüler.
“Semiramis’in evine gelen adamın olayına daldım. Önemli bir
haber var; Emniyet Müdürlüğü’nden sızıntı aldık. Çemberlitaş’a
bomba koyanların başı konuşmuş. Binlerini ihbar etmiş. Polisler
o kişilere baskın yapmış, adamları ölü bulmuşlar. Başka operas­
yonların da yapılacağı söyleniyor, fakat itirafçı kim, ölenler kim,
olaya başka kimler bulaşmış henüz bilemiyoruz... Ama emniyette­
ki arkadaşların tahmini, bombacıların terörist değil çete olduğu­
dur. Bomba olayının da başka sebepleri var deniyor. Terörist
değiller mi? Peki, öyleyse kim bunlar ve Çemberlitaş’ı neden hava­
ya uçuracaklardı?”
Duyduklarıyla hepsinin kafası karışmıştı. Kubilay beklemedi,
yeni bir şeyler öğrenmek umuduyla tekrar polis merkezine gitti.
Her gelişmede Köksal’ı arayacaktı.
258

Tobias’m ortaya çıkışının şoku Çemberlitaş bombacılannm ve


7 Akbaba’nm yarattığı heyecanı aşmıştı. Peter ile Lara yerlerinde
duramıyorlardı. Ancak misafirleri olan fizik profesörü Bedri Can-
kut ile astronomi doçenti Esin Alphan’m yanlarına gelmesi onları
toparladı, susmalarına neden oldu.
Ertesi gün Rumelihisarı’nda neler yapacaklarını birlikte planla­
dılar. Bu defa rahattılar, çünkü gömülü binayı kazı yaparak ortaya
çıkarmalarına Başbakanlık izin vermişti.

Neler oluyor?

Kara Temur, oteline döner dönmez Bob ile ekibinin Ankara’ya


giderek iki gün kaldığını adamlarından öğrenince heyecanlanmış­
tı. 7 Akbaba’yı çalma planlarım bir daha gözden geçirecekti.
Ankara’ya gidiş sebeplerini ve gelişmeleri öğrenmesi için
Semiramis’i ekibin oteline göndermişti.
Semiramis’in iki profesörü görmesini istemiyorlardı, bu neden­
le lobide değil, Lara’nın dubleks dairesinde toplanmışlardı. Bob
ise lobide Semiramis’i bekliyordu.
“Özleminden ölecektim” diyerek bin bir cilveyle Bob’a sanlan
Semiramis vücudunu öyle dayamıştı ki, lobidekiler bakmadan
edemedi. Bob utanmıştı.
“Oturalım, yoksa ahlak zabıtası gelecek” dedi.
Semiramis’in amacı Bob’u sevişirken konuşturmaktı. Kadınlığı­
nın silahlarını kullanmasına rağmen Bob’u tahrik edemeyen
Semiramis öfkesini zor gizliyordu.
Bob ise sürekli, “Hastalanıyorum galiba, hiç halim yok” demek­
teydi.
Yarım saattir konuşuyorlardı. Bob kazı izni aldıklarından ve
yapacaklarından söz etmedi. Rahatsızlığını öne sürerek onu evine
yolladı. Bir gün sonra Rumelihisarı’nda başlayacak kazıdan
Semiramis’in haberi olamamıştı.
Ancak, sabahın erken saatlerinde ekibi sürekli gözleyen Kara
Temur’un adanılan haberi iletti.
“Amerikalılar kalabalık gruplar halinde Rumelihisan’na gittiler.
Ekipte ilk defa gördüğümüz bir adamla bir kadın var... Bir de
kameraman sürekli çekim yapıyor. Aletlerim taşıyan otobüsle
jeneratör kamyonları da yine oraya park etti. Jandarma ve polis
dışarıda hisarm kapısında nöbet tutuyor. Hisarın içine çok sayıda
jandarma ve polis girdi...”
25 9

Taş duvarlar

Bob hisara girerken durdu, baktı, kollarını koskoca


Rumelihisan’nı kucaklarmış gibi açtı.
“Selam muhteşem kale!.. Gizlediğin sırları bu defa çözeceğim,
bak seyret!..”
îşçiler kuyuyu tekrar açmak için kullanacakları iş makinesini
içeri sokuyorlardı. Hevesle koşan Pat aracını hemen çalıştırdı,
yavaşça kuyunun yanma park etti. İşçiler kuyuyu gizlemek için
koyulan demir levhayı kaldırdılar, Bob’un işaretiyle Pat kepçeyi
kuyunun ağzına indirdi ilk toprak kümesini aldı. Hepsinin sevinç
çığlığı atması ekibin üç yeni üyesini şaşırtmıştı.
“Selam akbabalar biz geldik!..”
Kuyuyu açma işlemi sürerken Koksal, Esin ile Bedri’ye 7
Akbaba’ıun peşindeki heyecanlı macerayı anlatıyordu. Profesör
Bedri 45 yaşlarında ince uzunca boylu, dalgalı gür saçlarına aklar
düşmüş zarif bir adamdı. Doçent Esin gerçek sarışındı, yumuşak
saçlarmı topuz yapmıştı, yeşil gözlü, uzun boylu güzel bir kızdı.
Kameraman Korkut Barış esmer, orta boylu atletik yapılı, güler
yüzlü 35 yaşlarındaydı.
Kuyunun açılması iki saat sürdü. Aceleyle doldurulmuş toprak
yumuşaktı, kolay boşaltümıştı. Joe ile Matt kesici ve delici aletle­
rini alarak duvara geçit açmak için kuyuya indiler. Kuyu güçlü
lambalarla aydınlatılmıştı.
Amerikalı teknisyenler müthişti. Dev gibi adamlardı, hızla işe
giriştiler. Duvarda daha önce tespit ettikleri beton ve asfaltla bir­
leştirilmiş taşlan çıkaracaklardı. Taşların bitişme yerlerim geniş-
lettiler. Taşı kancalı levyelerle çekince kolayca yerinden çıktı. İlk
taştan sonra diğerlerini de balyozla vararak çıkarmak kolay oldu.
Bir insanın sığacağı kadar geçit açtüar. 1 metreye 1,5 metrelik
giriş için altı tane taş sökmeleri yetmişti.
Açılan geçide fenerlerini tutarak baktılar. Aynı anda “Vaavv!”
demekten kendilerini alamadılar.
İki teknisyen kuyudan sabırsızlıkla çıkarak bombayı patlattılar.
“Taş duvarın arkasında bir bina var!”
“Kapkara bir şey...”
Bütün ekip önce bir sarsıldı, sonra neredeyse havaya zıplayacaklar-
dı. Kulaklarına inanamadılar. Teknisyen Joe devam etti.
“İnsan geçecek kadar kapı açtık. Duvar üe arkadaki bina ara­
sında 4,5 m var yok.”
Bob onlara sanldı, kucaklayıp havalandırdı.
260

“Getir asansörümü!” diye bağırdı sonra Pat’e.


Vince bağlı metal sepet kuyunun kenarına getirildi.
“Hadi Debra, radaıı al inelim!” dedi sepete atlayan Bob.
O sırada Profesör Bedri kibarca seslendi.
“Görevimiz gereği sizinle olmamız gerekiyor. Ayrıca radyasyon
ölçeri de almalıyız.”
“Elbette dostum, yerimiz var buyrun.”
Sürekli çekim yapan kameraman Korkut’un ardından Esin,
Bedri, Bob ve Debra vinç sepetine bindiler.
Bob yüreği kabarmış, çılgın gözlerle duvara bakıyordu.
“Görüyor musun Debra, duvarın ardında kapkara bina varmış,
derken çocuk gibi ellerini çırpıyordu.
Pat’in kazı makinesi zemini iyice genişletmişti. 6-7 kişi yan
yana durabilirdi. Bob telsize konuştu.
“Lara, Peter, Koksal, Bay Serkan siz de gelin. Hepiniz birer
fener alın. Vinç yukarı!”
Kasklarını takan, gerekli diğer malzemeyi de alan Lara ile
Peter’den sonra Koksal ile bakanlık gözlemcisi Serkan da kuyuya
indi.

Beklenen an

O an gelmişti... Birkaç adım attıktan sonra esrarengiz bina kar­


şılarında olacaktı. Kalpleri durmuş gibiydi. Kale gibi yükselen taş
duvarın dibinde karanlık toprağm kokusunu soluyorlardı. Kendi­
lerini bir anda çok eski takvimlere düşmüş hissediyorlardı. Yüz­
yıllardır yazılan ama yeri büinmeyen, esrarı çözülemeyen 7 Akba­
ba kubbesi “herhalde” 5 adım ötedeydi.
îlk adımı kim atacaktı? Esin yürüdü, radyasyon Ölçeri duvarda
açılan girişten içeri tuttu.
“Temiz” dedi ve sihirli adımı attı. Onun hareket etmesi diğerle­
rini hipnozdan kurtarmıştı. Teker teker Esin’i izlediler. Fenerleri­
ni binaya tuttuklarında siyah blok öyle bir belirdi ki, kara bir
tsunami dalgası üstlerine yıkıldı sanki... Kutsal bir anıtla karşılaş­
manın doğurabileceği duygular kabardı içlerinde.
Jeneratöre bağlı lambaları da içeri aldılar. Siyah blok malzeme­
den yapılmış bina, bakanları büyüleyen kara bir göz gibi parlıyor­
du. Binayı kaplayan siyah blok biraz önce silinip yıkanmış kadar
temizdi. Yüksekliği kitapta yazıldığı gibi 15 m olmalıydı.
Debra hayranlıkla bakarak mırıldandı.
“Siyah pelerinli dev hayalet, ne kadar da temiz, parlıyor...”
261

Kubbeli bina karşılarmdaydı ve onları oldukları yere çakmıştı.


Sessizdiler, söyleyecek söz bulamıyorlardı... O durumda ne
söylenirdi ki? Oruç Bey’in yazdıkları doğruydu demek. İşte 7
Akbaba kubbesi. Önlerinde dikilen oydu.
Bastıkları zemine baktı Bob, binayla aynı siyah taştan yapılmış­
tı. Binanın iki yanma dizilmiş tabut benzeri metal kapaklı 14 san­
dığa ağızları açık bakıyorlardı.
“Rüya mı bu?” diyebildi Debra kısık bir sesle.
“Salon el sürmeyin!” diyerek uyardı Bedri. Radyasyon veya
benzeri tehlikeler olabilir. Tedbirli olalım.
Sandıklara yaklaştüar. Metal kapaklar da tertemizdi ve parlı­
yorlardı. Radyasyon ve elektrik geçirmez eldivenlerine rağmen
dokunmadılar.
Binaya biraz daha sokuldular. Bob ile Debra siyah duvara değe­
cek kadar yakındılar. Fenerlerin ışığıyla aşağıdan yukarıya bina­
nın duvarını taradılar.
“Aman Tanrım, tek parça bu bina” diyen Debra arkadakilere
baktı. Hiç bitişme yeri yok. Sanıldığı gibi bunlar siyah mermer
bloklar değil...
Bedri radyoaktivite ölçeri her yöne tutuyordu.
“Harika!.. En ufak radyasyon sinyali bile yok” dedi.
Ölçerle duvarı da kontrol ettikten sonra eldivenli eliyle duvara
dokundu, avucunu bastırdı, parmağıyla kapı çalar gibi vurdu.
“Mermer kesinlikle değil. Bir tür metal veya çok sert plastik madde
diyeceğim ama dilim varmıyor... Eski çağlarda plastik ne gezer.”
Debra radar cihazını açtı, kubbe duvarının arka tarafını göre­
bilmek için dalgalan göndermeye başladı. Bob, küçük laptoptan
dalgaların vereceği sonucu beldiyordu.
“Biraz sonra kubbenin içinde neler olduğunu gösteren şekiller
belirir.”
Bob dikkatle baktığı laptoptan başım kaldırdı.
“Hayret, görüntü gelmiyor.” Birden sesi yükseldi. “Radar dalga­
lan duvardan geçmiyor. Böyle şey olamaz!..”
“Mümkündür” dedi Bedri. “Keops Piramidi’nin duvarlarından
da radar dalgası geçmez.”
“Doğru söylüyorsun ama elimdeki aygıt son teknoloji!”
Debra radar aygıtım indirdi.
“Kubbenin esrarı giderek büyüyor. Bu radann arkasını göstere­
meyeceği madde olamaz diyorduk.”
Gözleri büyümüştü Debra’nm.
“Piramitler ve şu kubbe hariç demek ki... Yıllardır uğraşıldı
262

ama ultra souad, radar gibi tarayıcı cihazlar piramitlerde işlevini


yapamadı. Gönderilen titreşimler duvarlara çarpıp geri geldi”
dedi. “Kapıyı açıp girmekten başka çare yok galiba...”
“Debra haklı. Aynen piramitler gibi çözümsüz gizemler taşıyan
bir yapı olabilir bu kubbe... îşimiz zor” diyen Bob yavaş adımlarla
binanın arka tarafına doğru yürüdü. Taş duvar ile bina arasında
yaklaşık 5 m boşluk vardı. Bob’u izlediler. Turu tamamladıktan
sonra arkeolog Doçent Debra kafasını toplamıştı, açıkladı.
“Dıştaki taş duvarı ve çatıyı sanınm Fatih Sultan Mehmed yap­
tırmış. Kubbeli binayı taş bir kutunun içine koymuş diyebilirim.
Oruç Bey, kitabında ‘Sultan herkesi gönderdi, sadece 118 sekban
kaldı çalıştı, sonra 18 sekban kaldı. Sonra gelenler binayı göreme­
diler, çukur kapanmıştı’ diye yazıyor. Demek ki sultan, binayı
duvarların içine aldı, toprakla taş yapıyı örttü ve onun üstüne de
camiyi yaptırdı. Neden neden neden?”
“Kesinlikle tam isabet!” dedi Bob. “Kitapta yazılan 14 sandık da
yerinde duruyor. Anladığım kadarıyla Sultan sandıkları açtırma­
mış. Aynen dediğin gibi, neden neden neden?”
“Fetih savaşı öncesi uğursuz sayılacak bir şeylerin ortaya çık­
masından çekinmiştir” dedi Koksal. Sonra sabırsızlığını belli etti.
“Binanın içine girmeyecek miyiz?”
Metal kapı karşılanndaydı. O güne kadar sürekli kullanılmış
izlenimi verecek kadar temiz ve parlaktı.
“Binanın bekçileri olsa bu kadar temiz tutamazlardı” dedi
bakanlık gözlemcisi Serkan.
“Vardır belki” deyince Peter irkildiler.
Lara kızmıştı yine.
“Şaka yapmanın sırası değil Peter.”
Kapıda tokmak veya başka türlü tutacak yoktu. Metal, buzdo­
labı kapağından farksız görünüyordu.
Oruç Bey kitabında, Zağanos Paşa’nm itmesiyle kapının açıldı­
ğını yazıyordu. Bob eldivenini giydi, sol eliyle feneri kapıya tuttu,
sağ eliyle itti.
Kapı açılmadı. Daha güçlü itti, yine açılmadı. Koksal ile Peter
de yanma geldi, hep birlikte ittiler, kapı açılmıyordu. Binanın
siyah kaplamasıyla kaynaşmış metal çerçevesine baktılar, bir
düğme veya minik bir kol aradılar, yoktu. Peter şaka olsun diye
parmağını bükerek kapıya tıklattı.
“Hey kimse yok mu?”
İşte o anda hiç beklemedikleri bir şey oldu, korkuyla bir adım
geriye sıçradılar.
263

Kapı aralanmıştı.
Bir süre donup kaldılar. Kendim ilk toparlayan Debra’ydı, üeri
çıktı, Koksal onu tutmak istedi ama yetişemedi, Debra kapıyı itmiş­
ti büe. Kapı ardına kadar açılınca dışarıya akan ışık görülmemiş
yoğunluktaydı, çok garipti. îçinde lamba yanan bir sütuna benzi­
yordu. Saydam mermer ya da buz kalıbı benzeri ışığın içinde kalan
Debra’nm silueti de ışık saçan ilahi bir varlık gibi görünüyordu.
“Aman Tanrım, aman Tanrım...” diyordu genç kız sadece...
Yerin metrelerce altındaki bu ışığın kaynağı neredeydi?
Açılan kapıdan gelen derin sesle irkildiler. Müzik benzeri ses inilti
gibiydi, giderek daha çok duyuluyordu. Volümü yükseliyordu.
Hangi çalgıdan çıktığı belli olmayan... Var yok bir musiki... Hem
duyulan, hem de işitme yanügısı gibi gelen ses, kubbeden esen
rüzgâra karışarak kulaklarında yankılanıyordu.
Uğultu mu, bilinmeyen dillerle okunan ilahi mi?
Müzikti, ama hiç duyulmamış bir musiki... Meçhul bir korodan
ilahi, ama dünya dinlerinden hiçbirine ait değil...
Dalga dalga gelen titreşimler ekiptekilerin sinir uçlarına kadar
tatlı sızlamalar bırakarak iniyordu. Hepsini içine alan ilahi uğultu
onlara itaat ve saygı emrediyordu. Direnmek mümkün değildi.
Serkan ile Koksal ellerini açıp dua ettiler. Peter ile Lara haç
çıkardı, Bob dizlerinin üstüne çöktü, Bedri ile Esin dua mırıldana­
rak öylece bakıyordu. Bir an durakladıktan sonra toparlanan
Korkut çekimi sürdürmekteydi.
Debra ışığın içinde kımıldamadan dimdik duruyordu.
Koksal, iradesini zorlayarak vücudunu musikinin tutsaklığından
kullardı. Olduğu yere çakılan Debra’nm yanma gitti. Omuzlarından
tuttu. Şimdi binanın içini görebiliyordu. Buz gibi soğuk bir ışık içe­
riyi aydınlatıyordu. Her taraf aynı ışığı alıyordu ki, hiç gölge yoktu.
Siyah binanın iç duvarları beyazdı. Donuk mat bir beyaz.
Onları bir anda hipnotize eden musikinin volümü düştü, melodi
değişti hafifledi, beyinlerini tutsak eden çember gevşemişti. Konuş­
maya ilk cesaret eden Bob oldu. Silkindi, gözlerini açıp kapadı.
“Büyü bitti, hadi içeri girelim” dedi.
Esin de kendine gelmişti.
“Girmeden önce radyasyon kontrolü yapalım” diyerek aygıtın
uzun ucunu kapıdan içeri tuttu.
“Temiz. Radyasyon yok.”
Protokol gereği binaya ilk Esin ile Bedri girdi. Diğerleri merak­
lı bakışlarla onları izledi. Kapı geniş bir meydana açılıyordu. Mey­
danın ortasına kadar geldiler, durdular.
264

Yedi köşeli meydanın zemini siyahtı. Tam ortasına metal süsle­


meler gömülmüştü. Süslemeler, yılan çöreklenmesine benzeyen
kıvrımlardan oluşan iç içe döıt dairenin üstüne işlenmişti. Daire­
nin çapı 5 m olabilirdi. Yaklaşık iki karış enindeki iç içe dört dai­
reye de üçerli motifler işlenmişti. Motifler süsten çok hiyeroglife
benziyordu.
Kâseye benzer biçim, onun yanında kanatlarım açmış kuş, “H”
harfine benzeyen bir şekilden sonra çizgi geliyordu. Çizgiden
sonra çam ağacı biçimi, ok ucu, sırt sırta iki çizgi, üçgen, iç içe
daireler... Bunlar hep benzetmeydi. O motifler belki kâse veya kuş
değildi. Boşluk bırakmadan dairelerin içini doldurmuştu.
Bob Lara’ya sordu.
“Motiflerin anlamı var mı?”
“Sanırım var. Süsleme değil bana göre... Anlatım olabilir. Ancak
bildiklerimizden değil... Bugüne kadar böyle bir alfabe bulunma­
dı. Sembollerle ifade diyebilirim. Kocaman dairenin spiral biçi­
minde olması ve içinde birçok spiral bulunması son derece
düşündürücü.”
Soğuk esinti, hafifleyen musikiyle birlikte yüzlerini okşuyordu.
Peter şöyle bir silkindi, fısıltıyla konuştu.
“Tavana bakın çocuklar!..” dedi.
Mat siyah kubbede örümcek ağı biçimi süslemeyi oluşturan
taşlar yıldız gibi parlıyordu.
Peter tekrar mırıldandı.
“Bunlar elmas. Kitapta, kubbe mıknatıslı elmastan yapılma
deniyordu...” Doğruymuş.
“Elmas ha.. Süslemenin taşlan elmas olabilir” diyen fizikçi Bedri
açıkladı. “En sert madde elmas. Ama kubbe simsiyah. Elmas ile
çelik karışımı... Yani karbon çelik... Karbon bağmm eşsiz dayanıklı­
lığı ve kenetlenmiş yapısı elmasm sert olmasmı sağlar. Karbon
atomları arasındaki bağlar çok kuvvetlidir. Bu nedenle de çok sert
yapıya sahiptir.”
Gülümsedi Bedri.
“Cilalı Taş Devri'ndeki hangi teknoloji bu kubbeyi yaptı
acaba?”
“Dünya kubbeye büyük ilgi gösterecek elbette...” diyen Kültür
Bakanlığı gözlemcisi Serkan, çevreye ve tavana hayranlıkla bakı­
yordu.
“Tavandaki elmas süsleme de spiral, çok ilginç. Neyse, şimdi diler­
seniz bölmelere girelim. Akbabalar oralarda olmalı” dedi Lara
Bir başka büyük heyecan dalgası esti. Meydanın çevresinde
2 65

yedi köşeli meydana açılan kapısız oda biçiminde yedi bölme


vardı. Kapıya en yakın olandan başladılar.
Bölmeler, aynen iç duvarlar gibi taşı andıran sert beyaz madde­
den yapılmıştı. Labirent benzeri giriş içerisini göstermiyordu. Bu
defa en önde Bedri vardı. Onu diğerleri izledi. Giriş labirentini
aştılar ve gördükleri karşısmda tekrar dilleri tutuldu.
İşte karşılanndaydı.
Akbaba, odanın tam ortasmdaydı. Boyu 1 m kadardı. Zümrüt­
ler, yakutlar, elmaslar gövdesini kaplamıştı. Üstündeki mücevher­
ler ışık saçıyordu. Başı koparılmıştı ve sütun biçimindeki kaidesi­
nin üstünde duruyordu. Gözlerindeki iki büyük yakut, kırmızı
parıltılarıyla dünyanın en ünlü kuyumcularının bile aklını başın­
dan alabilirdi.
Yaklaşık 1,5 metre yükseklikteki kaidesi küf rengi yedi köşeli
sütundu. Kaidenin önüne uzun bir levha eklenmişti. Akbabaya
uzak durduklarından levhadaki ufak yazılan net göremiyorlardı.
“Akbabanın üstüne aynca bir ışık düşüyor, yoksa ben mi yanlış
görüyorum” diye sordu Bob.
Peter onu yanıtladı.
“Bana göre doğru görüyorsun. Zor fark edilen bir ışık tam tepe­
den akbabanın üstüne iniyor...”
“Burası sihirli bir yer. Gördüklerimin gerçek olduğuna hâlâ
inanamıyorum. Sanki rüyadayım ve uyanınca bunlann hepsi kay­
bolacak... Düşünün bir kere; toprağın 25 m kadar altındayız, böyle
bir bina buluyoruz, içinde mücevherle kaplı akbaba görüyoruz,
nereden geldiği belli olmayan ışık, kaynağı anlaşılamaz garip
musiki gibi bir ses, 7 Akbaba, 7 köşeli bina, 7 köşeli sütunlar vesa­
ire vesaire...” dedi Debra.
Debra’nın sözlerini Lara tamamladı.
“Burası öyle bir yer ki her şeyi esrarengiz. Hangi düde yazıldı­
ğını bilmediğimiz levha, Oruç Bey kitabına göre kıyametin tarihi
akbaba levhalannm birinde yazılı... Binanın dış kaplaması bilme­
diğimiz bir madde, iç duvarlar ve zemin de öyle... Aman Tannm
biz neredeyiz yahu?”
Bob kolundan çekti Lara’yı.
“Hadi dostlar diğer odalara bakalım. Sonra levhalan inceleriz."
İkinci odaya geçtiler. Birinciden farklı değildi. Buradaki akbaba­
nın da başı lanlmış ve kaidenin üstüne konmuştu. Altıncı odaya
kadar başı kopanlmış hepsi birbirinin eşi 5 akbaba gördüler.
Altıncı odadaki akbabanın başı yerindeydi. Kaidesinin önünde­
ki levhaya daha öncekiler gibi anlaşılmaz yazılar kazınmıştı.
Kıyamet habercisi mi?

Yedinci akbaba hepsinden farklıydı, tamamen siyah parlak taş­


larla kaplanmıştı. Sadece gözlerindeki yakutlar kıpkırmızı parlı­
yordu. Boynundaki tüy halkalar elmaslarla gösterilmişti. Başı
koparılmamıştı. Kaidesinin önünde iki levha vardı. Yine bilmedik­
leri küçük şekillerle ve harflerle yazı yazılmıştı.
“Oruç Bey kitabmda her akbabanın 7 000 yılı anlattığı yazılı.
Son iki akbabanın başı yerinde... Yedinci siyah mücevherle kap­
lanmış, bana göre kıyametin tarihi siyah akbabanın levhasında...”
dedi Lara.
“Okuyamıyoruz ki” diyen Serkan üzüntüyle başmı salladı.
Bob karıştı.
“Henüz başlangıçtayız. Bütün sun çözmeye çalışacağız. Türk
uzmanlardan, dünyadan yardım isteyeceğiz.”
Sonra eğilip levhadaki şekillere yakından baktı.
“Latin harflerine benzeyen biçimler var. Hayvan figürleri gibi
olanların yanma çizgiler çizilmiş.”
“Yazıdan çok incecik spiral levhanın tamamım kaplıyor. Sanki
plak gibi. Hani CD çalara koy dinle veya seyret. Acaba öyle mi?
Kubbedeki spiraller dikkati çekecek kadar fazla” dedi Lara.
“Dostlar, yazılarla sonra uğraşırsınız, şimdi ne yapacağız? Son
derece önemli bir bulguyla karşı karşıyayız. Tarih değeri yanında
hesaplanamayacak kadar maddi değeri olan bir hazine burada
duruyor...” dedi Koksal.
Serkan atüdı,
“Bakanlığa haber vermem gerekiyor. Ayrıca polis ve jandarma
sayısını çoğaltmak şart. Bence bir an önce akbabalar merkez ban­
kası kasa dairesine taşınmalı, güvende olurlar.”
Bedri telaşlandı.
“Sakın ha!.. Bunlara dokunamayız. Yusuf Kılan vasiyetinde ne
yazmış ‘AKBABALARA DOKUNMAYIN’ diyor. Profesör Nadir
‘ASLA KIMILDATMAYIN’ diye önemle ihtar etmiş. İnceleme yapa­
cağız. Binadaki her şey bulmaca, inceleme çok uzun sürecektir.”
Esin daha ayrıntılı açıkladı.
“Heyecanımız geçince dehşete düşeceğiz. Ne kadar çok bulma­
ca olduğunu fark edeceğiz. Bu ışık bu serinlik nereden geliyor?
Müzikli rüzgârın kaynağı nedir? Binanın inşaat malzemesi, metal
kapısı, içlerinde ne olduğunu bilmediğimiz 14 sandık, elmas kub­
besi gibi soru işaretlerinden sonra bir de 7 Akbaba’nm esrarını
tek tek çözmemiz acaba ne kadar zaman alacak?”
267

Korkutan gerçek

Akbabalı kubbeden çıkan Serkan telefonla aradığı Kültür


Bakanı’na bilgi verdi. Bakan, kubbenin içindekileri öğrenince
kulaklarına inanamadı. Serkan’dan, Bob ve ekibini kendi adına
kutlamasını ve gelişmeleri hemen bildirmesini istedi.
Serkan tekrar akbabalı kubbeye inerek hisarda alman güvenlik
önlemlerinin rahatlatıcı olduğunu anlattı. 7 Akbaba’yı müzeye
taşımak konusundaki düşüncelerini tekrarladı.
Bob, 7 Akbaba’nın nakledilmesine karşıydı.
“Güvene alalım derken ağır bir hata yapabiliriz. Onları yerin­
den oynatmadan maddesini, niceliğini, niteliğini, varsa işlevini
öğrenmeliyiz” dedi.
Debra aynı görüşteydi.
“Gördüklerimizi biri bize anlatsaydı inanır mıydık? Kaynaksız
ışık, musikiye benzer esinti, mücevherle kaplanmış akbabalar...
Ve onlar hakkındaki bilgimiz sıfır... Önce olağanüstü bulguların
ne olduğunu bilmeliyiz.”
Lara bir başka ilişkili konuyu hatırlattı.
“Oruç Bey, kitabında Fatih Sultan Mehmed’in her şeyin gizlen­
mesini emrettiğini yazıyor. Akbabalara dokunmamış. İşte size
soru; neden dokunmamış? Öyle ya, bu kadar değerli taş, zümrüt­
ler, yakutlar, elmaslar gömülür mü? Bir de düşünün, Sultan ve
yanındakiler kubbeyi 1452’de, yani yüzyıllar önce buluyor. Elekt­
riğin olmadığı o çağda kubbenin güçlü ışığı onları nasü etkilemiş­
tir. Hele nereden geldiği belli olmayan müzikli soğuk esinti... Yine
de hiçbir şeye dokunmadan binayı gömdürmüş. İlginç.”
Peter ekledi.
“Çağma göre akıl almaz buluntular Fatih’i korkutmuş olabilir.
Belki ürktüğü için kubbeli binadaki hiçbir şeye dokunmadan top­
rağa gömdürdü.”
“Sanmam” dedi Koksal. “Fatih çok aydm bir padişahtı, çok
gençti ama tam bir rönesans entelektüeliydi. Matematik bilginiy­
di, Latince, Arapça, Rumca ve Farsça okur, yazardı. Bilimsel
eserlerden oluşan geniş kütüphanesi vardı. Kesinlikle yem bulun­
tulardan cehalet yüzünden korkmamıştır. Mantıklı bir tehlike
görmüş olmalı... Sadece mantıklı bir tehlike nedeniyle kubbeyi
toprağa gömdürmüştür.”
Bedri, Köksal’ın görüşüne katılıyordu.
“25 yaşında tarihin ilk yüksek eğitim kurulularını, İstanbul’un
ilk üniversitesini kuran Fatih Sultan Mehmed’in akbabalara
268

dokunmamasmın kesinlikle mantıklı nedeni vardı. Hatta bilimsel


nedeni vardı demek doğru olur.”
Esin de onlara katıldı.
“Bence asıl üstünde durulması gereken, Fatih’i 7 Akbaba’ya
dokundurmayan ‘mantıklı sebep” neydi? O mantıklı nedeni biz de
bulursak bulmacayı çözmüş oluruz.”
“Okey dostlar. Fatih’in mantıklı nedenini bizim de bulmamız
gerekiyor. Şimdi akbabalara biraz daha sokulup bakalım nu?”
dedi Bob ve sonra birinci odadan başlamaya karar verdiler.
Hepsi birinci odadaki akbabaya iki adım kala durdular. Bedri
gözlerini akbabanın üstündeki değerli taşlara dikmişti.
“Varsam mı görüyorum?” diyerek akbabaya biraz yaklaştıktan
sonra heyecanla döndü. İki eliyle yanaklarını tutuyordu, Bedri’nin
gözleri patlayacakmış gibi açılmıştı. Onların endişesini fark etti.
“Hayır hayır, ben iyiyim... Fakat aman Tannm, inanmayacaksı­
nız... Akbaba heykeli soluk alıyor...”
“Ne dedin?”
Onlar da şaşırmıştı.
“Soluk mu alıyor?”
Bedri kekeliyordu.
“Kabarıyor iniyor gövdesi... Taş gibi gözüküyor... Bakın iyice
yakından... Taş değil... Titriyor, dalgalanıyor.”
Hepsi sokulup baktılar.
Bedri’nin engel olmasına fırsat vermeyen Bob, akbabaya
dokunmak için elini uzattı.
“Engelleyen bir şey var. Elim daha ileri gidemiyor.”
Lara da elini uzattı. Akbabaya iki karış mesafede eli havada
kaldı.
“Akbabanın çevresinde kalkan var.”
Bob elini görünmeyen engele dayayarak bütün gücüyle itti.
“Olmuyor. İnanılır gibi değil.”
Akbabanın mücevherlerle kaplı gövdesi zor fark edilecek şekil­
de inip kalkıyordu.
“Haklı çıktınız, neyin nesi olduklarını anlamadan bunlara
dokunmamalı” dedi Serkan.
Bedri kollarını iki yana açtı.
“Zaten dokunamıyoruz ki...”
Esin’in başka uyarıları vardı.
“Akbabaların üstündeki değerli taşlardan kuşkuluyum. Başka
şeylerden kuşkuluyum, bir deney yapacağım. Şimdi ben birkaç daki­
ka beklemenizi rica ediyorum. Yukarıya çüap hemen ineceğim...”
269

Elleriyle “sakin olun” işaretleri yaparak dışarı çıktı. Vinç sepe­


tine binerek telsizle yukarıya çekilmesini istedi. Kuyunun başında
bekleyenlerin en meraklısı Semiramis’ti. Kara Temur’dan haberi
alınca hemen hisara gelmişti. Esin’i tanımıyordu, işçilerden birine
sorarak Öğrendi.
Esin, ekipteki asistanlardan birini kenara çekti, fısıldadı. Bir
şişe süt ve solmaya yüz tutmuş birkaç çiçek almaşım istedi.
“Gül olursa daha işime yarar... Hepsini siyah bir poşete koy,
kimse ne olduklarını anlamasın. Aynca bir şişe su al, suyu dök ve
dışarıdaki çeşmenin yalağından bulamk suyla doldur...”
Doçent Esin, kimsenin soru sormasına fırsat vermemek için
suratını asarak uzakta durdu. Kısa süre sonra asistan siyah poşet­
le döndü.
“Hepsi torbada.”
Esin meraklı bakışlar altında vinç sepetine hızla binerken
Semiramis’in soru atağma ve “Beni de alın” demesine aldırmadan
“İndir!...” diye bağırdı.
Kubbedeki arkadaşları Esin’in elindeki torbaya baktüar. O torba­
yı açtı, üç sap gül, bir şişe süt ve bulamk suyla dolu şişeyi çıkardı.
“Bakınız, gördüğünüz gibi yaprakları dökülmek üzere olan gül­
leri buraya koyuyorum. Sütü ve bulamk suyla dolu şişeyi de yanı­
na bırakıyorum. Bakalım yann geldiğimizde ne göreceğiz?”
“Harikasın Esin, piramit deneyi ha... Güzel” dedi Debra. Arkeo­
log olan Debra ile Bob ne yapmak istediğini anlamışlardı.
Bedri çiçeklerin ve süt üe suyun üstünde durmadı, hemen
karar vermek durumundaydı.
“Akbabalar buradan çıkarılamayacağı gibi binanın içinden,
dışından ve akbabalardan örnek almak düşünülemez bile... Bütün
inceleme aletlerimizi buraya getireceğim.”
Artık yapacakları başka şey yoktu. Korkut biraz daha çekim yaptı,
hep birlikte binadan çıktılar. Kapı kendiliğinden kapandı. Sütun gibi
inen ışık bir an kaldı ve sonra kısalarak kapıdan içeri çekildi.
Kararlaştırdılar, yukarıdakilere gördüklerinden söz edilmeye­
cekti. Hele medya, kazıyı asla bilmemeliydi.
Esin, kuyuya inmek isteyen kadından söz etmemişti. Semiramis’i
tanımıyordu.
Ekiptekiler yukanya çıktıklarında çukurun başındaki sürpriz
Semiramis’ti.
Hemen Bob’a sokuldu cüveli edasıyla.
“Beni yine atlattın sevgilim” dedi. Gözlerini yeni gördüğü Bedri
ile Esin’e dikmişti. Sonra Korkut’u gördü.
2 70

“Ooo kamerayla çekim yaptınız ha... Aşağıda neler oldu gör­


mek isterim.”
Lara öfkeyle Semiramis’i kolundan yakaladı.
“Aşağıda boş duvarlar var. Çok merak ediyorsan seni atalım
aşağıya. Ömrün boyunca kuyuda kalabilirsin, benden sana izin”
dedi ve Semiramis’i sarsarak kolunu bıraktı.
Bob sakin ifadesiyle Semiramis’in elini okşadı.
. “Sevgilim aşağıda daha önce bulduğumuz duvardan başkası
yok. Örnekler alarak laboratuvarda inceleme yapmak istiyoruz.
Kamerayla çekilenlere gelince, bakanlık çekim yapılmasını istedi.
Kameraman arkadaş duvarların çekimini yaptı. Görüntüler devle­
te ait, çok merak ediyorsan yarın bizimle aşağıya inersin...”
Bob’un kuyuya indirme yalanı Semiramis’i sevindirmişti. Kolu­
nu kadının beline doladı.
“Aşağıda yoruldum, şöyle âşıklar gibi tur atalım” diyerek arka­
daşlarından uzaklaştırdı.
Onların ardından köpüren Lara’ya “sus” işareti yapan Debra,
Bedri ile Esin’e Semiramis’i anlattı.
“Bu bayanı size tanıtmam gerekli. Kendileri casustur.”
Bedri ile Esin şaşırmıştı. Debra devam etti.
“Evet öyle... Bazı suçlar işlendi. Peter’in kardeşi gazeteci Teo
von Huber öldürüldü.”
Esin hatırlamıştı.
“Alman genç mi?” dedi.
Peter’e baktılar.
“Çok üzgünüz” dediler Bedri’yle ikisi.
“Evet maalesef... O Alman genç Peter’in kardeşi Teo’ydu.”
“Katillerle Semiramis’in bağlantısından şüpheleniyoruz. Ayrıca
yaptığımız araştırmaya büyük ilgi gösteriyor.”
“Cinayetle araştırmanın ilgisi mi var?”
“Var tabn. Teo’nun İstanbul’a geliş nedeni 7 Akbaba ile Çem-
berlitaş’ın altındaki kutsal emanetleri bulmaktı. Onu öldürdüler.
Biz geldik. Semiramis bize arkeolog olarak başvurdu.”
“Gerçekten arkeolog mu? Daha çok erotik sinemamn yıldızları­
na benziyor" diyen Bedri kızardı. Sözlerinden utanmıştı.
Debra güldü.
“Gerçek bir arkeolog. Moskova Üniversitesi mezunu. Birçok
araştırmaya katılmış, deneyimli biri.”
Lara ise hâlâ yatışmamıştı.
“Bilimsel araştırmalarda bacak arasım en iyi kullanan arkeo­
log.”
t
271

Debra, aralarına yeni katılan Esin’i, Bedri’yi ve kameraman


Korkut’u uyardı.
“Hakkında bildiklerimizi, kuşkularımızı Semiramis’e belli etmi­
yoruz. Hepimiz aptalı oynuyoruz. Siz de lütfen bizim gibi davra­
nın. Ona güvenmeyin, bügi vermeyin. Semiramis’i uyutmayı bize
bırakın ve lütfen onunla konuşmaktan kaçının.”
Otele gitmek üzere yola çıktıklarında 7 Akbaba’nın etkisiyle
düşünceli, şaşkın, heyecanlı ve gergindüer.
Gizemini koruyan 7 Akbaba’nm “ne olduğunu” düşünmek
beyinlerim zorluyor, araştırmanın en yorucu bölümü oluyordu.
Gördüklerini Semiramis’ten saklamak, rahatça tartışamamak
heyecanlarını içlerine hapsetmişti.

Bir saat sonra

Otele döndüklerinde ayrı gruplar halinde yemek yediler. Bedri


ile Esin erken ayrıldı. Bedri üniversite laboratuvannı açtırarak
inceleme için gerekli aletleri Esin’le birlikte hazırlayacaktı. Ertesi
sabah hisarda buluşarak kubbeye ineceklerdi.
Bob ile Semiramis’i yalnız bırakmışlardı. Lara ile Peter başka
bir köşede dertleşiyorlardı. Debra ile Koksal ise barın köşesinde
romantik bataşlarla gözleriyle sevişiyorlardı.
Kubüay’dan gelen telefon, hepsinin yorgun sinirlerine yeni bir
gerilimi taşıdı. Kubilay Köksal’ı emniyet müdürlüğünden arıyordu.
“Müdürüm, polis Tobias’ı gözaltına aldı. Lara üe Peter’in mer­
keze gelmesini istiyorlar. Siz de gelirseniz iyi olur. Semiramis
oradaysa çaktırmayın. Durum enteresan.”

Semiramis’e kimin neden aradığım söylemediler ama o, apar


topar gidişlerini merak etmişti, Bob ve Debra otelde kalmışlardı.
Koksal, Peter ile Lara’yı merkeze götürdü. Merak içindeydiler.
Polis Tobias’ı hangi sebeple gözaltına almıştı?
“Tarihi eser kaçakçılığı yaptığmdan şüphelendiğimiz Londralı
Kerametle buluştu” dedi komiser Adnan.
Tobias’ı sürekli izleyen dedektifler Zeki üe Nurcan da komise­
rin odasmdaydı. Kubüay’m muhabirleri, Topkapı Surp Nigoğayos
Küisesi önündeki kafede Tobias’ın Keramet’le buluşmasını kame­
rayla kayda almışlardı.
Komiser Adnan devam etti.
“Keramet kadar önemli bir başka ilişki de var. Tobias, Rus maf­
272

yasının babalarından Kara Temur’la bir günde dokuz kez telefonla


konuştu. Şifreli lafladılar, ama büyük bir işin peşinde oldukları
belli oluyordu.”
Komiser notlarına baktı.
“Sonraaa... Kara Temur’un metresi sandığımız Semiramis’le de üç
kez telefonlaştı. Hepsini kayda aldık. Zaten onu daha önce
Semiramis’in evinde bulmuştuk. Bu Tobias adlı genç, Keramet, Kara
Temur gibi kara adamlarla hayli kara işlere bulaşmış mutlaka...”
Peter, Tobias’m ilişkili olduğu kişilerin kimliklerini öğrendikçe
şaşırıyor, öfkeleniyordu. Kıpkırmızı olmuştu.
“Kardeşimin en yakın arkadaşıydı. Habersizce İstanbul’a geldi,
kardeşim öldürüldü, kesinlikle katilleri biliyor. İşbirliği yaptığı
kişiler olmalı, ama neden kardeşim öldürüldü? Bunu sorgulayın”
dedi komisere.
“Sizinle ve Bayan Lara’yla yüzleştirmek istiyoruz. Bu sebeple
çağırdık. Yeminli çevirmen de hazır bulunacak. Sorularınızı ken­
diniz sorunuz. Hazır mısınız?”
Peter başını salladı.
“Getirin Alman’ı” dedi komiser içerde bekleyen polise.
Sonra ayağa kalktı Peter’in yanma gitti. “Kendinize hâkim olun
lütfen.”
Az sonra iki polisin arasındaki Tobias odaya girdi. Elleri kelep­
çeliydi. Peter ile Lara’yı önce fark etmedi. Gördüğünde ise yıkılı­
yordu. Yanındaki polisler kollarından kavradılar, komiserin göster­
diği iskemleye oturttular. Yanma da yeminli çevirmen oturdu. Yüzü
lapkırmızı olan Tobias, Peter ile Lara’nm tam karşısındaydı.
“Başlayabiliriz” dedi komiser.
Teknisyen polis, görüşmeyi kaydedecek video kamerayı çalış­
tırdı.
Tobias gözlerini Peter ile Lara’dan kaçırıyordu. Kızaran rengi
şimdi solmuştu, Başı önüne düşmüş, sessiz, hareketsiz duruyor­
du. Göğsüne değen çenesi ara sıra titremekteydi. Peter ile Lara’yı
gördüğü an bastıran ter kızıl uzun saçlarım alnına yapıştırmıştı.
Suçu her neyse, o suçun ağırlığı altında ezildiği belliydi.
Peter ile Lara’mn gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, görülmemiş
olağanüstü bir yaratığın ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydiler.
Komiser, polisler, Kubüay üe Koksal dramatik sahnenin izleyi­
cileri olarak suskun bakıyorladı.
Konuşmak için kendini ilk zorlayan Peter oldu. Önce sıkıntıyla
çenesini ovaladı, derin bir nefes aldı ve sordu.
“Tobias, Teo’ya ne yaptın, neden kardeşime kıydın ha?”
273

Tobias o anda başını kaldırdı, dalgm gözlerle baktı.


“Hayır hayır, ben öldürmedim. Ben değilim ben...”
Sesi titreyerek kayboldu, hıçkırmaya başladı, boşalan sümük­
lerini gömleğinin koluyla sildi. Polislerden biri kâğıt peçete
verdi.
Peter ona tiksinerek bakıyordu.
“Konuş Tobias. En iyi arkadaşını öldürdün. Sebep neydi?”
Tobias’m başı artık önünde değildi. Katılmış halde gövdesini
germiş dimdik oturuyordu. Gözleri Peter’deydi, bakıyordu ama
görmüyordu sanki... Yüzü donmuştu. Kanlanmış gözleri, terden
alnına yapışmış kızıl saçları, çökmüş morarmış gözaltları, bembe­
yaz olmuş teniyle suratı maske cansızlığmdaydı.
Hiç konuşmayacağını sanıyorlardı, o konuştu. Gözlerindeki
donukluk yerini delice bir parlaklığa bırakmıştı.
“Teo’yu ben öldürmedim. Kendisi ölüme koştu. Kendisi koştu
anlıyor musunuz?”
Şimdi bağırıyordu.
“O aptalı uyardım, defalarca uyardım... Neler yaptımsa anlama­
dı” dedikten sonra birden sustu. Başını sallayıp duruyordu.
Peter onu kendine getirmek için tokat gibi bir sesle sordu.
“Anlat Tobias! Neydi Teo’yu ölüme koşturan sebep? Neden
ölüm? Bu kadar önemli miydi?”
“Evet önemliydi. Çok kişi için önemliydi. Teo bulaşmamalıydı.
O çocuktu, aptal kafası uyarılarımı anlamadı.”
Bu defa Peter bağırdı.
“Kardeşime aptal demeyi bırak! Bulmaca gibi konuşmayı kes!
Başından anlat her şeyi! Nedir bu kanlı iş?”
Yerinden kalktı, Tobias’ı tutup sarsacaktı. Polisler engel oldu.
Üstüne gelen Peter’e bakan Tobias’m maskeleşmiş yüzü gülermiş
gibi kırıştı. Acıklı bir tebessümdü.
“Su verin” dedi.
Suyu içtikten sonra sakinleşmişti, artık bağırmıyordu.
“Başından anlat dedin, anlatayım. Ninem Leoni ile Teo’yu kar­
şılaştırmam felaketini başlattı. Teo, ninemle gazetesi için söyleşi
yapmak istedi. Ninem kimseyle konuşmuyordu, Teo’nun kariyeri­
ni etkilesin diye randevuyu ayarladım. Ninemden kitabına yazma­
dığı bir anısını istedi. Ninem 97 yaşında, ‘ilk defa aklıma geldi’
diyerek 7 Akbaba hikâyesini anlattı. Oysa hikâyeyi kaç yıldır bili­
yordum, çünkü en az 10 defa bana anlatmıştı.”
Lara şaşırmıştı.
“Demek sen Oi'uç Bey kitabını ve 7 Akbaba’h kubbe hikâyesini
274

çoktan biliyordun... Ama en yakın arkadaşın Teo’ya 3 yıldır söyle­


memiştin.”
“Söylemedim. Neden söyleyeyim? Teo’yu ilgilendirmezdi ki... 7
Akbaba bana ait bir araştırmaydı, gizli tutulması gerekiyordu.
Hikâyeyi ninemden dinlediğim an 7 Akbaba ile kutsal emanetleri
bulmaya karar vermiştim.”
Lara yine Tobias’m sözünü kesti.
“Oi'uç Bey kitabmı okumadan aradığını nasü bulacaktın. Sade­
ce ninenin verdiği bilgi yetmezdi. Teo’ya aptal dedin ama demek
asıl aptal sensin.”
“Hayır Lara, ben Teo’yla kıyaslanmayacak kadar mantıklı biri­
yim, bak dinle biblo kadın” diyen Tobias iyice canlanmıştı. Oruç
Bey kitabının tamamı senin koskoca Berlin Kütüphanende yoktu,
ama büyük dedemin odasmda vardı. İstanbul’dan Janos Klein’m
gönderdiği Oruç Bey elyazması ile çevirisi dedemin kasasmdaydı.
Kitaplar, dedemin ölümünden iki gün önce geldiğinden onları
kütüphaneye vermeye zamanı olmamıştı.”
Lara’nm ağzı açık kalmıştı.
“Vay canına” dedi Peter, sen nasıl keşfettin peki?”
“Ninem ile bakıcısı Sophie öğle uykusuna yattığında ev benim­
dir. Karıştırmayı severim. Özellikle dedemin odasını ve kasasını...
Ninem hikâyeyi anlatınca dedemin 7 Akbaba ve kutsal emanetler­
le ilgili notları olmalı, diye düşünmüştüm. Odasını sürekli arar­
dım. Sophie uyurken bir gün kasanın anahtarım aldım, açtım ve
‘bingo’ oldu, kitapları buldum. Elyazması işime yaramazdı, gerek­
li olan Almanca çeviriydi. Dedemin odasındaki fotokopi makine­
sini kullanarak kitaptaki beni ilgilendiren bölümlerin kopyalarım
çıkardım. Kitapları tekrar yerine koydum.”
O ana kadar konuşmaları izleyen Komiser Adnan ilk sorusunu
sordu.
“Kara Temur ile Keramet’i nereden tanıyorsun? İlişkin nedir,
birlikte hangi işleri yapıyorsunuz?”
Peter ile Lara gibi öfkeli ve heyecanlı olmayan komiserin sesi
buz gibiydi.
Tobias bir an duraklayınca komiser uyardı.
“Sakın yalan söyleme aleyhine olur. Kara Temur ile Keramet
hakkında iyi bir kaynaktan aldığımız çok bilgi var. Her şeyi açık
ve eksiksiz anlat. Tamam mı?”
“Anlatmasam olmaz mı? Bunlar tehlikeli adamlar. İfademi
öğrenirlerse... Onlar üzerine konuşmama hakkımı kullanmak isti­
yorum.”
275

K om iser Adnan güldü. A yağa kalktı, gülüm seyerek T ob ias’ın


karşısına geçti, çenesini okşadı.
“Bak aslanım. Biz seni Avrupa Birliği yasalarına uygun olarak
sorguya çekiyoruz. Başka türlüsü de olmayacak. Sonuçta ayrıntısı­
na kadar her şeyi anlatacaksın. Bana güven. Mağaradaki iskelet
hikâyesini biliyor musun Tobias? Hımmm bilmiyorsun demek. Anla­
tayım: Mağarada bir iskelet bulunur. Kimliği bilinmez. Amerikan
polisi uzmanlarıyla gelir, üç gün uğraşır iskeletin kimliğini çözemez.
İngiliz polisi gelir, Alman polisi gelir günlerce uğraşırlar iskeletin
kim olduğunu anlayamazlar. En son Türk polis ekibi gelir, mağaraya
girer. Uzun süre çıkmazlar. Yiyecek içecek isterler o kadar... Aradan
6 ay geçer, herkes meraktadır. Yedinci ayda mağaradan çıkarlar.
Türk polis şefi açıklama yapar, der ki: ‘İskelet ifade vermemekte
direndi. 6 ay uğraştık ama sonunda iskeleti de konuşturduk.’”
Odadakiler ilginç hikâyeye nasıl tepki göstereceklerini bileme­
diler. Gülseler sırası değildi... Komiser yüzünü Tobias’m yüzüne
yaklaştırdı.
“Ne demek istediğimi anladın mı?”
“Anladım” dedi Tobias.
Komiser gülümsedi.
“Öyleyse konuş bakalım akıllı çocuk.”
Tobias anlatmaya başladı.
“Oruç Bey hikâyesini öğrenince plan yaptım: 7 Akbaba’lı kubbe
ve kutsal emanetler Türkiye’deydi. Janos Klein onları bulmak için
76 yıl önce İstanbul’a gitmişti. Klein’dan bir daha haber alınama­
dı, akbabalar ile kutsal emanetler de ortaya çıkmadı. Eğer bir
yerlere gizlenmişlerse yeni teknolojileri kullanarak bulmak belki
mümkün olurdu.”
“Peki” dedi komiser. “Yerini biliyor muydun? Teknolojiye
neden gereksinme duydun?”
“Biliyordum. Oruç Bey kitabının bir bölümünü değil, tamamını
okudum. 7 Akbaba’lı kubbenin Rumelihisaıı’nda, kutsal emanet­
lerin de Çeıuberİitaş’ın altında olduğu ortadaydı. Çemberlitaş ve
kutsal emanetler hikâyesi eskiden beri söylenirdi, biliniyordu.
Rumelihisarı’nda gömülü kubbeli bir bina ve içinde esrarengiz 7
Akbaba heykeli olduğunu kimse bilmiyordu. Karar vermiştim bir
kere, onlara sahip olacaktım.”
“Bir dakika Tobias... Sen Almanya'nın zengin ailelerinden biri­
nin mirasçısısın. Milyonlarca euro’luk aile servetin var. Onlara
sahip olmak için tehlikeli işlere girmeye ihtiyacın yok ki” dedi
Peter.
276

Tobias onu hiç duymamış gibi anlatmayı sürdürdü.


“İstanbul’da organizasyon yapmam gerekiyordu. Bir dosttan
yardım istedim. Kreuzberg’de bir Türk kahvesine gittik.”
“Bir dost dediğin kimdi, nereden tanıyorsun, Türk kahvesinin
adı neydi?”
Komiser Tobias’m başma dikilmişti. Tobias yine zorlandı. Artık
kaçamazdı, soruya net yanıt verdi.
“Bir dost, kokain aldığım kişi. Ona‘Franki’ diyorlar, Frankeştayn’a
benzeyen bir Türk. Gerçek adım bilmiyorum. Sadece Franki...
Kreuzberg’deki kahvenin adım unuttum. Yemin ederim unuttum.”
“Peki peki, Berlin’e gidersen kahveyi bulursun değil mi?”
Komiserin bu sorusuna Tobias “Bulurum” yanıtım verdi.
“Oraya gittiniz, sonra ne oldu?”
“Kurtiz’le tanıştık.”
“Kurtiz mi? Ne biçim isim bu? Türk mü?”
“Evet Türk. Asıl adı Kurtuluş, soyadı İz. İkisini birleştirip Kurtiz
diyorlar. Projeme hizmet istediğim bölümlerini anlattım. Pahalı
bir fatura çıkardı. ‘Öderim’ dedim. Kurtiz, Çemberlitaş ve
Rumelihisarı’ndan ‘mallan’ çıkartacak ve Türkiye dışına kaçıra­
cak ekibi bulacaktı. Türkiye’deki işleri Kurtiz’in kardeşi Varol ile
Kara Temur yapacaktı. Kara Temur’la tanıştım, o da beni
Keramet’le tanıştırdı. Keramet ‘malları’ pazarlayacaktı.”
“Şu Tobias’a bak sen” diye söylendi Lara. “Mafyaya girmiş.”
Komiser ise duyduklarından dolayı mutluydu.
“Kurtiz ile kardeşi Varol dediğin kişiler ile Keramet ve Kara
Temur Türkiye’de başka ne işler yapıyormuş? Devam et!” dedi
Tobias’a.
“En büyük tarihi eser kaçakçılığını onlar yaparmış. Aslen Alman
olan Selim ile Sami adındaki İstanbullu kardeşlerin büyük boydaki
heykel lahit gibi mallarım Kara Temur, biblo, sikke gibi ufak boy-
dakileri bazı konsolosluk kuryeleri kaçınmuş. Londralı antikacı
Keramet de satarmış. Yıllardır bu işi yakalanmadan yapmışlar.
Hisar’daki ve Çemberlitaş’taki belirttiğim noktalara gireceklerini
söylediler. Yüzde 30 pay istediler. İstediklerimi çıkaracaklar, kaçı­
racaklar ve sattıracaklardı. ‘Çok zor iş, kolay gibi konuşuyorsu­
nuz’ dedim. Güldüler. Onlar bir yolımu bulurmuş. 250 000 dolar
avans verdim, işe başladık.”
“Bu kadar parayı ne yapacaksın diye ailen sormadı mı?” dedi
Peter.
“Hayır somıadılar. Neden sorsunlar?”
“Yalan söyleme Toibas. Parayı nereden bulduğu önemli, Bay
Komiser.”
277

Tobias kızdı.
“Peter’i mi dinleyeceksiniz beni mi sayın komiser? Şımarığın
biridir Peter.”
Bunu duyunca Peter’in sinirleri iyice kabardı.
“Vay alçak sen ne sinsi herifmişsin, pis işlere girmişsin, ailenin
onurunu da düşünmemişsin” derken Tobias’a saldırmamak için ken­
dini zor tutuyordu, polisler de önlem olarak yanma dikilmişti.
Komiser bir böceği ezermişçesine parmağını Tobias’m alnına
bastırdı.
“Pekâlâ Tobias, senin kod adının Berimli Çoban Köpeği oldu­
ğunu telefon konuşmalarınızdan biliyoruz. Hakkında epey bügi-
miz var, bu nedenle tekrar uyarıyorum sakın yalan söyleme!
Şimdi anlat bakalım, işe nereden başladınız?"
Uyarıyı alan Tobias kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
“Depreme önlem araştırması adı altında Çemberlitaş’m kaide­
sine ve temeline toprak altı radarlarıyla baktılar. Temelde 11x11
m boyunda ve 2,5 m yüksekliğinde blok taş görüldü. Blokun içine
1 m yüksekliğinde, 2 m uzunluğunda ve 1 m eninde mini bir oda
vardı. Oruç Bey kitabında aynısı yazılıydı. Kutsal emanetlerin
orada olduğuna karar verdik. Kara Temur ile Varol oraya gizlice
tünel kazarak kutsal emanetleri çıkaracaklarım söylediler. Onlar
bir yolunu bulur tüneli kazarmış.”
“Peki, Rumelihisarı kazısını nasıl yapacaklardı?”
“Holdinglerine bağlı büyük çapta turizm ve nakliyat firmaları
var. Her türlü nakliyatı Yeşil Kanat adlı firmalarıyla yapıyorlar.
Firma, hisar camiini yeniden inşa etmek için başvurdu. Bakanlı­
ğın bundan hoşlanacağından eminler. Oruç Bey kitabında, hisar
camimin 7 Akbaba’lı kubbenin üstüne yapıldığı yazılıyor. Biz de
cami inşaatı sırasmda temelin altına bakacaktık.”
“Aradığınızı bulursanız gizlice çıkaracak ve kaçıracaktınız”
dedi Komiser Adnan ve bir iskemle alarak Tobias’la diz dize otur­
du. “Tamam, sonra ne oldu Tobias?”
“Teo ortaya çıktı. Ninemden hikâyeyi duyunca heyecanlandı.
Ninemin Oruç Bey kitabını anlatacağını bilseydim Teo’yu eve
sokmazdım bile, boş bulundum. Onu ninemle tanıştırdığıma
pişman olmuştum, ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Teo kitabı
bulma hevesine kapıldı. Kütüphanede Lara’yla tanıştı. Birlikte
İstanbul’a gitmeye karar verdiler. Teo tüm planlarımı berbat
edecekti. Araştırma için resmi makamlara başvuracaktı. Böyle-
ce bizim gizli yürüttüğümüz işin önünü kesecekti, bütün emek­
lerimiz, harcadığım paralar boşa gidecekti. En önemlisi 7
278

Akbaba’yı ele geçiremeyecektik.”


Tobias durdu, terini silmek için kâğıt mendil istedi. Elleri
kelepçeli olduğundan bir polis yüzündeki teri sildi.
Komiser Adnan sordu.
“Önünüzü kesmesin diye Teo’yu öldürdünüz. Öyle mi?”
“Öyle değil, öyle değil..." diyen Tobias’ı yine ter basmıştı.
“Teo’yu İstanbul’a gitmekten vazgeçirmek için çok uğraştım.
Lara tanıkür. Lara’ya da gitmeyin dedim.”
Komiser Lara’ya sordu.
“Doğru mu söylüyor?”
Lara başıyla doğruladı, ama öfkeliydi.
“O gece Teo’yu öldürmeye çalışan kamyonu da sen yolladın
kesinlikle...”
Tobias telaşlandı.
“Hayır öldürmek için değil, korkutmak için Kurtiz yaptırdı. Ben
de ertesi gün ‘Gördün mü bak, başma şimdiden dertler gelmeye
başladı, bırak şu İstanbul macerasını’ dedim."
Peter yine ayağa fırladı.
“Yalan söyleme katil!.. Teo o gece döner lokantasındaki Türkle-
re sığmmasaydı kamyondakiler onu öldürecekti, başaramadı­
lar...”
“Hayır hayır” diyordu Tobias.
Komiser araya girdi.
“Sakin olun, bırakın anlatsın. Konuş delikanlı!”
“Teo ile Lara İstanbul’a THY uçağıyla gittiler. Ayru gün ben de
Lufthansa uçağıyla İstanbul’a indim. Keramet’i ve Kara Temur’u
uyarmıştım. İstanbul’da Kurtiz’in kardeşi Varol’la buluştuk. Teo’yu
korkutup İstanbul’dan kaçırmaya karar verdik. ‘En iyi arkadaşım­
dır, burnu bile kanamayacak’ dedim. Teo ile Lara’yı izlemeye
başladık. Şu gazeteci ile (Köksal’ı işaret etti) birlikte antikacı
dükkâmna gittiler... Dükkân Janos Klein’ın torunlarına aitti.”
“Janos Klein, Oruç Bey kitabmı keşfedip 76 yü önce İstanbul’a
gelen kişi değil mi?”
“Evet, şimdi torunları antikacılık yapıyor. Kitabı soracaklarını
biliyordum. Oysa Janos kitabı yıllar önce dedeme göndermişti.
Elleri boş döneceklerdi, ama biliyordum Teo yılmazdı. Sağa sola
başvuracak işlerimizi berbat edecekti. Herkes 7 Akbaba’yı ve kut­
sal emanetleri bililerinin aradığını öğrenecekti. Medya haber
yapacak, resmî makamlar gözlerini açacak, yolumuz kesilecekti.
Bu işe benimle giren Rus mafyası, Avrupa’daki tarihi eser mafya­
sı, Kara Temur, Keramet ve Kurtiz ile Varol paha biçilmez eserlere
279

odaklanmıştı. Her engeli yok etmeye hazırdılar. Teo’yu korumak


istiyordum, geldiğinin ertesi günü antikacının evine gitti. Biz onu
izliyorduk...”
Koksal araya girdi.
“Beyaz bir minibüsle değil mi?”
“Evet beyaz minibüsle... Teo antikacının evinden çıktığında
sevinçli görünüyordu. Bir şeyler keşfettiğini tahmin ettik. Mini­
büsle sokulduk. Ben kapıyı açıp ‘Teo, sürpriz!’ diye bağırdım.
Beni görünce Önce şaşırdı, sonra sevindi.”
Lara ayağa kalkıp bağırdı.
“Alçak!.. Böyle tuzağa düşürdün onu!”
Kendini kaybetmiş gibiydi. Tobias kanlanmış gözleriyle bir an
Lara’ya baleti, susunca Komiser Adnan onu uyardı.
“Sen anlatmaya devam et. Teo seni görünce sevindi ve sonra ne
oldu?”
“Teo’yu minibüse aldım. Dayanamayıp ardından geldiğimi söyle­
dim. ‘Sen ne yaptın, kitabı buldun mu?’ diye sordum. ‘Bulamadım’
dedikten sonra minibüsteküerin kim olduğunu sordu. ‘Bir turizm
şirketinin adamları. Araştırmada ben de yanında olacağım, ekibi
şimdiden kuruyorum Teo’ dedim gülerek. Bana inanmadı, adamları
süzmeye başladı. Tedirgin olmuştu. ‘Beni otele bırak, Lara ile
Peter’in gazeteci arkadaşı bekliyor. Şimdi arayıp yolda olduğumu
söyleyeyim’ dedi. Cep telefonunu çıkardı. Yanımdakiler Varol’un
adamlarıydı, biri atüdı Teo’nun elinden telefonu aldı. Şaşırmıştı,
bana soran gözlerle bakarken, ‘Sakin ol, Teo. Bu arkadaşlar neler
yaptığım merale ediyorlar. Sana zarar vermezler’ dedim. Çok şaşır­
mıştı. ‘Ne dolaplar çeviriyorsun? Bu adamlarla ne işin var?’ diyor­
du. Beni de zorladıklarım söyledim. Artık bana inanmıyordu. Mini­
büsten atlamaya kalkıştı, adamlar sarılıp minibüsün içine yatırdılar.
Biri alnına silah dayadı, diğeri üstünü aradı. Cebinden çıkan bir
kâğıtta ‘Tarabya Alman Mezarlığı, dedemin mezan, Prenses’in
mezarı ve birçok sayılar’ yazıyordu. Berlin’den Kurtiz’in gönderdiği
adamların ikisi de Almanca biliyordu, okuduklarım anladılar. Biri
‘Bu ne demek istiyor?’ diye sordu. ‘Hiiç dedemin mezan orada...’
dedi Teo. İnanmadılar. Rakamlan sordular Teo konuşmadı. Biri,
‘Alman Mezarlığı’na gidelim, orada konuştururuz’ dedi. Havanın
kararmasını bekledik. Teo benimle de konuşmuyordu. Üç kere de
yüzüme tükürdü. Gece vakti arka taraftan Alman Mezarlığı’na gir­
dik. Teo’nun büyük dedesi İskender Von Huber Paşa’nın mezan üst
taraftaydı. Yakınında Prenses Marie zu Hohenlohe-Ingelfingen’in
mezan vardı, Adamlar Teo’yu orada konuşturmak istedi. Biri tokat
28 0

atınca Teo da ona vurdu. Teo güçlüydü, vurduğu adam düştü, sonra
diğer adam üstüne atladı, ötekiyle boğuşurken düşen adam Teo’nun
bacaklarım bıçaklayarak ayağa kalktı, öldürmek istemiyordu. Ben
‘Yapmayın!’ diyordum. Teo, bıçaklayan adamla diğerini yumrukla­
yarak düşürdü, adamlardan biri tabanca çekince cadde tarafına
kaçmaya başladı. Kan kaybetmişti, bacakları yaralanmıştı zor
koşuyordu, duvarı aşıp caddeye atlamak isterken düştü. Adamlar
yetişip tekrar bıçakladılar...”
Lara kusmamak için mendilini ağzına bastırıyordu, gözlerini
yummuş dinleyen Peter ile Köksal’m tansiyonu iyice yükselmişti.
Tobias anlatmaya devam ediyordu.
“Teo yine de onlardan kurtuldu, duvarı aştı caddeye atladı. Ben
yetiştim, peşinden gitmelerini önledim. Kurtuldu sanıyordum
ama... Ne yazık ki...”
Tobias susmuştu. Öylesine bir sessizlik oldu. Odanın ışıklan
kararmıştı sanki. Lara’ıun hıçkırığı duyuldu, ağlamaya benzer bir
sesle anlaşılmaz sözleri bağırarak söylüyordu, oraya kusmamak
için ayağa fırladı, polislerden biri kapıyı açarak Lara’yı tuvalete
koşturdu. Peter gözlerini açmıştı, dirseklerini dizlerine dayamış
öylece Tobias’a bakıyordu. Komiser sorguyu kesti.
“Götürün, geri kalan ifadeyi sonra alacağız."
Tobias’ı odadan çıkardılar. Komiser son derece üzgün olan
Peter ile perişan durumdaki Lara’ya, “otellerine dönebilecekleri­
ni, gerektiğinde kendüerini tekrar çağıracağım” söyledi.
Peter ne yapacağını bilemiyordu. Tobias’ı yakaladıkları için
defalarca teşekkür etti. Ancak Lara’nın bir sorusu vardı.
“Tobias’ı evinde bulduğunuz Semiramis ne olacak? Tobias’la
tanışıklığı, Teo’nun ölümündeki suç ortağı kuşkusunu uyandırmı­
yor mu?”
“Semiramis izleniyor. Serbestçe, ürkmeden hareket etmesi için
Toibas’a telefon ettirdik...”
“Ne telefonu?”
“Tobias’a Semiramis’i arattık. Önemli bir iş için Londra’ya git­
mesi gerektiğini, kısa süre sonra döneceğini söylettik. Böylece
nereye kaybolduğunu merak etmez. Semiramis’le ilişkisinin
ayrıntılarını da kendisinden almaya başlayacağız.”
Lara memnun olmuştu. Peter heyecanla komiserin ellerine
sanldı.
“Rica ediyorum onu bıçaklayanları yakalayın, olan bitenden
haberim olsun, komiser.”
Peter dik duruyordu. Komiser üzüntüyle ona baktığında çatık
281

kaşlarının gölgelediği gözlerinin ışığını gördü.


“İntikam ışığı var gözlerinizde. Sabırlı olun lütfen. Biz katilleri
yakalarız, siz de Semiramis’e renk vermeyin.”
Peter komiserin elini bir daha sert ve dostça sıktı. Hiçbir şey
söylemedi, Lara’ya yolu gösterdi. Koksal ile Kubilay onları izledi.
Otomobilin penceresinden İstanbul’un ışıklarına bakıyordu
Peter. Yolun sol tarafındaki görkemli camiyi sordu.
“Süleymaniye” dedi Koksal. “Kanuni Sultan Süleyman yaptır­
mış.”
“Muhteşem Süleyman” diyerek tamamladı Lara.
Peter’in dudakları büküldü, ağlamak istemiyordu.
“Dik durmalıyım” dedi. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Dik
durmalıyım, çünkü kardeşimin katillerini cezalandırmalıyım.
Bunu yapamazsam eğer, ona saplanan bıçaklardan daha fazlası
ruhumu delik deşik edecek.” Acı acı gülümsedi. “Muhteşem
Süleyman döneminde olsaydık Teo’nun katillerim hemen buldu­
rur, bir meydanda kafalarım kestirirdi değil mi?”
Lara şefkatle kolunu okşadı.
“Başka şeyler düşünmeye çalış, Peter.”
“Evet düşünüyorum. Onun ölümünden sonra geçen her günün
Teo’nun taze yaşamından gasp edilmiş olduğunu düşünüyorum.
Allah’ın lütfettiği körpe bir candı Teo... Ve cehennemi boşaltmış
iblisler tarafından yaşamı çalmıyor. Onu toprağa gömüyoruz.
Etleri çürüyor yavaş yavaş. O güzel yüzünü böcekler yemeye baş­
lıyor, masmavi gözlerini solucanlar oyuyor.”
Lara endişelenmişti. Kardeş acısmm indirdiği darbenin etkisi
Peter gibi soğukkanlı bir adamın direncini kırıyor muydu?
Peter’in iradesi çatlamaktaydı. Lara, acısına kilitlenmiş Peter’e
bazı uyarılar yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Elini avuçları­
nın içine aldı. Peter’in elleri buz gibiydi. O soğukluk Lara’nın içini
titretti. Yme de konuşmalıydı.”
“Peter, acmı paylaşıyorum inan bana... Tobias’ı bulduk, konuş­
tu ama katiller henüz yakalanmadı. Katillerin arkasında birileri
var, Semiramis de kesinlikle onlarla ilişkili. Bu nedenle Peter, rica
ederim Semiramis’le karşılaştığımızda sakin ol. Düşün ki bunu
ben söylüyorum, yani Semiramis’i bir kaşık suda boğmak isteyen
ben.”
“Bunu benden isteme Lara. O kadım gördüğüm anda...”
Kölcsal koluna sanldı Peter’in.
“Peter lütfen... O kadın ne kadar sinsi ise biz de o kadar soğuk­
kanlı olmalıyız. Teo’ya kıyanların yerini o biliyor.”
Lara onun elini iyice sıktı.
“Asıl suçluların kaçmasına meydan vermeyelim, Peter. Kadına
bir şey olursa...”
Koksal onun sözünü tamamladı.
“... katiller hemen yılan deliklerine girip kaybolurlar.”
“Tamam tamam” dedi Peter. “Ateşim bir süre daha içimde yan­
sın.”
Otele girdiklerinde barın loş köşesinde Semiramis’i gördüler.
Dizlerini Bob’ım bacaklarının arasına sokmuş ateşli âşık rolünü
oynuyordu. Onlan görünce gülümseyerek el salladı.
“Kaçaklar geldi. Neredeydiniz çocuklar?”
Bir iki kaş göz işaretinden sonra en iyi yalanı Koksal söyledi.
“Düğün için Debra’ya sürpriz hazırlıyoruz. Başka soru sorma­
yın, sürpriz kaçmasın.”
Semiramis onların yüzündeki soğuk ifadeden kuşkulandı. Hiç
de mutlu bir olayın organizasyonuyla ilgilenmiş görünmüyorlardı.
Düşünceli, gergin ve heyecanlıydılar. Biraz da dağmık.
Peter kimseyle konuşmadan bardan içki almış, elindeki viski
kadehiyle pencerenin önüne oturmuştu. Buğulanmış gözlerle
Boğaz manzarasına bakıyordu.
Kameraman Korkut neler olduğunu anlayamamıştı, ama ola­
ğandışı bir şeyler yaşandığım sezmişti.
Lara sabırsızlanıyordu, durumu biraz olsun Bob’a anlatmak
istiyordu.
“Semiramis, izin verir misin Bob’la özel konuşmam gereki­
yor.”
“Elbette şekerim. Sevgilim sana emanet, ama fazla oyalama”
dedi Semiramis. Soma küstahça gülerek bacak bacak üstüne attı.
Etekleri kasıklarına kadar açılmıştı. Masaya servis yapan garsonun
manzara karşısında başı döndü, neredeyse sırtüstü düşecekti.
Lara, lobinin köşesine götürdüğü Bob’a alçak sesle anlattı.
“Teo’nun katili Tobias olabilir ya da Öldürülürken yanındaydı,
katilleri tamyor. Semiramis’le yakm temasta. Dikkat et bu karıya,
şimdi öğrendiğin halde, miden kaldırır da sevişirsen sakın ağzın­
dan laf kaçırma.”
Bob şaşırmıştı. Lara başka bir şey demeden uzaklaştı. Aynı
bilgiyi Debra’ya verecekti.
“Ben her şeyi anlattım” dedi Koksal yanlarına gittiğinde.
Debra duyduklarına inanamamıştı, çok üzgündü, Semiramis’e
nefretle bakıyordu.
Bob ile Debra ayrıntıları öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.
283

Semiramis’i atlatmak, evine göndermek için sebep düşünürler­


ken, o hepsini şaşırttı.
“Özel bir görüşme yapmak istiyorsanız engel olmak istemem.
Ben burada beklerim. Kendinize bir yer bulun” dedi.
Tatlı tatlı gülümsüyordu. Onun beklenmedik sevecen davranışı
kuşku verici olsa da, merakın dayanılmaz çekiciliğiyle Lara’nm
odasmda toplanmaya karar verdiler.
“Hemen döneceğiz sevgilim” dedi Bob giderlerken. Yaptığı iki­
yüzlülüğe kendisi de şaştı.
Semiramis baş başa kaldığı kameraman Korkut’a bakarak
gülümsedi.
“Korkut Bey, birer cin-tonik alalım mı?”
Sonra tekrar bacak bacak üstüne atarak müthiş silahlarını
küloduna kadar gösterdi. Gözlerinin içine oyarcasına bakarak
Korkut’u hipnotize etmişti.
“İyi olur, içelim” diye kekeleyen Korkut garsonu görebilmek
için çevresine bakıyordu.
Semiramis’in gözü ise, Korkut’un yarım metre yarımdaki sehpa­
ya bıraktığı kameradaydı. “Korkut kuyuda neleri görüntülemişti?”
Semiramis eğildi, bakman Korkut’un elini tuttu.
“Garson gözükmüyor? En iyisi bara giderek ısmarlamak” dedi
sıcacık bir sesle.
Korkut ayağa fırladı, ama Semiramis elini bırakmadı.
“İçkileri ben söylerim. Size zahmet olacak ama bir ricam var
Korkut Bey.”
Semiramis elini daha sıkı kavramış, okşuyordu.
“Arabam otelin garajında. Anahtarımı versem arabamdaki ofis
çantamı getirir misiniz? Çok önemli bir telefon görüşmesi yap­
mam gerekiyor, rehberim çantamda.”
Dudaklarını ıslatan, gözlerini süzerek kendisine âşık olmuş gibi
bakan kadın, Korkut’un aklım başından almıştı. Semiramis anah­
tarı uzattı,
“Beyaz bir BMW 725. Plakasında SEM yazıyor.”
Genç kameraman iyi eğitilmiş bir av köpeği gibi fırladı.
Semiramis arkasından baktı. Çıktığından emin olunca oturduğu
yerden kameranın açış düğmesine bastı. Dijital ekrana ışık geldi.
Hemen “geri”, kısa süre soma “oynat” düğmesine dokundu.
Küçük ekranda gördükleri Semiramis’in kanını dondurmaya
yetmişti.
Görüntüde bir akbaba vardı. Kamera zoom yapıyordu ve akba­
banın üstündeki pınl pırıl mücevherler iyice belli oluyordu.
284

Yakalanmak endişesiyle “stop”a bastı görüntü akışım durdur­


du, kamerayı kapattı. Görebildiği kadarı yeterdi.
“7 Akbaba’yı buldular!.. Vay alçaklar, vay sinsiler!.. Bob denen
alçak. Beni hayvan gibi becerirken dalga geçiyordun demek...”
En çok bu düşünce Semiramis’e ağır gelmişti. Dişlerini gıcır­
dattığını fark ederek toparlandı. Şu sersemler dönse artık, ben de
defolup gitsem.”
İlk gelen Korkut oldu. Küçük ofis çantasını veren kamerama­
nın heyecanlı haline gülmemek için kendini zor tuttu.
“Teşekkür ederim tatlım” diyerek anahtarını da aldı.
Korkut’un “Bir şey değil” diye kekelediği sırada Koksal ile
Debra geri döndü, biraz sonra diğerleri de geldi. Semiramis kame­
rada gördüğünden öyle etkilenmişti ki, bir an önce otelden çık­
mak ve büyük haberi “Volkodav” ile Kara Temur’a iletmek istiyor­
du. Ayağa kalktı.
“Gitmeliyim dostlar. Yarın sabah hisarda buluşuruz.”
Hızlı adımlarla kaçarcasına çıkarken arkasından bakakaldılar.
Semiramis’i hiç böyle telaşlı görmemişlerdi.
Peter “Tobias’ın durumunumu öğrendi acaba?” derken Semiramis’in
kaybolmasından kuşkulanmıştı. Onun arkasından bir Alman atasözü­
nü mırıldandı: “Auge um Auge, Zahn um Zahn.’n9
Korkut ise Semiramis’in “ısmarlayacağım” dediği cin-tonikleri
masada göremedi. Kamerasını aldı çantasına koydu.
“İzninizle...” dedi. Yatağına uzanacak Semiramis’li düşler kura­
caktı.
Sabahın erken saatlerinde Rumelihisan’nda olacaklardı. Araş­
tırmanın en önemli bölümü başlıyordu.

“Sona geliyoruz”

“7 Akbaba’yı bugün bulmuşlar, benden sakladılar. Neden çıkar­


madılar bilemiyorum. Sabah herkes hisarda olacak. Beklediğimiz
gün geldi. Baskın yarın olmalı.”
Kara Temur’la konuşmasından sonra telefonu kucağına bıraktı
Semiramis. Derin bir nefes aldı, arabasının koltuğuna yaslanarak
gözlerini kapadı. “Sona geliyoruz. Sinir bozucu günler bitecek
nihayet.”
Gözlerini açmadan el yordamıyla çantasını yan koltuktan aldı,
diğer telefonunu çıkardı, heyecanlıydı, parmağını titreten o
numarayı tıkladı. Kalbinin çarpıntısını bastırmaya çalışsa da sesi*
kısılmıştı.

1 9 . A lm a n c a d a ," G ö z e göz, dişe diş” .


28 5

“Volkodav sevgilim. Müjde!.. Yarın her şey bitiyor ve her şey


başlıyor. 7 Akbaba’yı buldular, Kara Temur baskım yapacak. Onu
merak etme, onun işi yarın bitecek. Kesinlikle çatışma çıkacak ve
bir mermi de onun beynini dağıtacak. İki kişi onu kollayacak.
Gerekirse onu ben gebertirim. Artık yeter Volkodav, aşkımızın
özgür olmaması delirtiyor beni.”
Telefonu kapadıktan sonra gözlerini yumdu. “Tannm Volkodav’ı
ne kadar çok seviyorum.”
Fanteziler perdesindeVolkodav’la kendini seyrediyordu. Onun
dudaklarmı göbeğinin altında hissetti, öpücükleri vücudunun her
santimini yakıp kavuruyordu. Ağzı ıslanmıştı, dudaklarını yaladı­
ğında dilinin ucuna tuz tadı geldi, Volkodav votka içtikten sonra
tuzlu limonu yalardı tekila içer gibi... Sonra “Voyçiçam” diyerek
onu öperdi tuzlu dudaklarıyla.

Büyük gün, Rumelihisarı, saat 07.15

Rumelihisarı ve 7 Akbaba’lı kubbeye inen kuyu sabaha kadar


ışıklandırılmıştı. Güvenlik önlemleri sürüyordu. Gece hisarın
önünden geçenler ışıklandırmayı ve nöbetçi polisler ile jandarma­
ları görünce hisarda gösteri yapıldığım sanmışlardı. Gösterinin ne
olduğunu merak edenlere kibarca yanıtlar verilmiş, hisarda ona­
rım yapıldığı söylenmişti.
Sabah 07.15’te Profesör Bedri ile Doçent Esin test aletleriyle hazır­
dı. Bob ile Debra radar aygıtlarım almışlardı. Lara ise okunamayan
yazılar için aşağıda olacaktı. Bir de kameraman Korkut. Sadece altı
kişi kubbeye gireceklerdi. Koksal, Serkan, Peter ve hepsinden önce
hisara gelen Semiramis yukanda bekleyecekti.
Semiramis “7 Akbaba’nm bulunduğundan habersizi” oynuyor­
du. Safça sorularla ekiptekileri işleterek akbabaları gizlemeleri­
nin rövanşım alıyordu.
Vinçle kuyuya inen altı kişilik ekip yaklaşırken kapı kendiliğin­
den açıldı. Işığın buz sütunu gibi akışı bu defa da tüylerim ürpertti.
Kubbeye girdiler. Aynı müzikal esinti, aynı serinlik, aynı donuk
ama her yanı kusursuz aydınlatan ışık, çöreklenmiş yılan benzeri yer
süsleri ve akbabalar inşam dış dünyadan bir anda kopanyordu.
Esin telaşla yürüyerek güller ile şişeleri bıraktığı köşeye gitti.
“Aman Tannm, buraya gelin!”
Parmağıyla gülleri gösteriyordu. Gül yaprakları dünkü gibi
sönük değildi, tazeleşmiş dirilmişlerdi, henüz kopanlmış kadar
tazeydiler.
286

Sonra süt şişesini kaldırdı Esin.


“Bakın yoğurt olmak üzere... Tam olması için 5-6 saat daha
gerekli... Ama görüyorsunuz süt bozulmamış ve yoğurtlaşmış.”
Su şişesim aldı.
“îşte mucize!.. Bulanık su annmış ve tertemiz olmuş.”
Çok sevinmişti Esin, onun yerine Debra açıklama yaptı.
“Piramitlerde aynen böyle olur. Çiçekler dirilir, süt bozulmaz
ve yoğurda dönüşür, bulanık sular berraklaşır. Bunlar piramit­
lerde hep görülmüştür, denenmiştir. Piramide çöp koyarsanız
kokmaz ve bir süre sonra mumyalaşır. Keops Piramidi’nde ne
zaman öldüğü bilinmeyen bir kedi bulunmuştu, kokmadan kal­
mış.
“Doğru çocuklar. Esin’in deneyi yararlı olacak. Piramitlerle eş
atmosferi barındıran bir binanın içindeyiz. Piramitlerle aynı
atmosfer, ilginç çok ilginç" dedi Bob.
Bedri, “Artık testlere başlayalım” diyerek akbabaya sokuldu.
Başı koparılmış olan akbabanın üzerini kaplamış mücevherler
ışıldıyordu.
“Önce akbabayı koruyan gözle görülmez kalkam incelemek
istiyorum. Sonra akbabanın gövdesindeki nefes almaya benze­
yen iniş kalkışlara ve titreşimlere bakacağım."
Bedri yardım istemiyordu. Saat 08.30’du.
Bob ile Debra arkeolojik açıdan kubbeyi incelerken, Esin
Profesör Nadir’in dosyasındaki belgelere bakarak astronomi
hesapları yapıyor, Lara tabandaki işaretlerin alfabesini çözmeye
çalışıyor, kamerasıyla dolaşan Korkut çekimi sürdürerek onla­
rın her yaptığım ve konuşmalarını kaydediyordu. Kubbenin
esintili musikisi içinde duyulan tek ses kameranın vızıltısıydı.”
Saat 09.30’da Bedri sessizliği bozdu.
“Arkadaşlar lütfen toplanalım. Akbabaların ne olduğunu sanı­
rım açıklayabileceğim. Çok enteresan... İnanacak mısınız, bile­
mem.”

Saat 09.30, depodaki hayaletler

Kemerburgaz’daki linyit madeninin depo binası görenleri


şaşırtacak giysilerdeki adamlarla doluydu. Çoktan kapanmış
maden ocağının karanlık deposundakiler sarıklı, şalvarlı,
rengârenk cüppeli palabıyıklı kişilerdi. Deponun karanlığında
onları görenler çağın yüzyıllar öncesinden gelmiş hayaletler
sanabilirdi. Sessizce iki otobüse biniyorlardı. Otobüsler 16
287

Bursa plakalıydı ve üstlerinde POLİS yazılıydı. Otobüslerin ön


sıralarında polisler oturuyordu. Sarıklı cüppeli kişiler iki büyük
sandığı otobüslere taşıdı. Karanlıkta zor seçilen bir otomobil far­
larım üç kez yakıp söndürünce otobüsler hareket etti.

Saat 09.35

Profesör Bedri’nin çevresinde merakla toplandılar. Akbabaları


nasıl açıklayacaktı? Önce Profesör Nadir’in bıraktığı dosyayı gös­
terdi.
“Büyük büim adamım saygıyla anahm. Yaşamım 7 Akbaba’nm ve
bu kubbenin çözümüne adamış... Ama sanırım sonuca da ulaşmış.
İki gecedir üstadın notlarım inceliyorum. Son teknolojiyle yaptığım
testler Profesör Nadir’in 70 yıl önceki tespitlerini doğruluyor. Şimdi
gelelim kubbenin ve 7 Akbaba’mn ne olduğuna. Akbabaların ve
kubbenin madde olarak ne olduklarım, hangi tarihte kimler tarafın­
dan imal edildiğini ve buraya nasıl konduklarım yüzde yüz anlama­
mız mümkün değil. Ancak, çözebildiğimiz kadarıyla kubbe ve
içindekileri iki varsayımla ileri sürebilirim.”
“Binadan ve akbabalardan örnek almamız mümkün olsaydı,
yapım tarihlerini anlayabilirdik” dedi Bob.
Bedii hemen işaretparmağmı kaldırdı.
“Örnek almak için binaya ve akbabalara iyi ki dokunmadık
Bob. Eğer dokunsaydık büyük bir faciaya sebep olabilirdik.”
Debra sordu.
“Peki profesör. İki varsayımınız nedir ve akbalara dokunsaydık
neden facia olabilirdi?”
“İki varsayım da baştan doyurucu gelmeyebilir, ama dinleyin.
Birinci varsayım: Kubbe, bildiğimiz tarihlerden çok önce yaşamış
bilmediğimiz bir uygarlığın eseri. Bu uygarlık bizden çok ileri
teknolojiye sahipti. Dünya üzerindeki birçok esrarengiz bina gibi
7 Akbaba’lı kubbeyi de onlar yaptı diyelim."
“Yani Mısır, Aztek, Maya yapıları gibi” dedi Debra.
“Evet. Kubbenin atmosferinde çiçekleri canlandırma, suyu
arındırma gibi Büyük Piramit’le eş özellikler olduğunu gördük.
Ayrıca denemediğimiz yaralan iyileştirme özelliği de vardır pira­
mitlerin. Ancak, kubbenin inşa edildiği malzeme ile akbabaların
şaşırtıcı teknolojik üstünlüğü piramitlerde görülmüş şeyler değil.
Bilimin yanıt veremediği çok soru var.”
Debra onun savlarını destekledi.
“Güney Amerika kıtasında Peru ile Meksika’da Maya ve İnka
288

uygarlıkları, Afrika latasında Mısır, Asya’da Sümer ve Çin’in Sarı


Irmak uygarlıkları. Bunların gizemi çözülemedi. İlginçtir hepsinin
anıt binaları aynı coğrafi konumlarda, eşboylamlardadır ve yüzle­
ri kuzeye bakar.”
Bob burada gülerek Debra’ıun sözünü kesti,
“Bak bu eşboylam hikâyesi tam isabet Debra. Bakın şimdi,
kubbenin Mısır piramitleriyle çok şaşırtıcı bir bağlantısı var dos­
tum. Janos Klein’m albümündeki Keops Piramidi ile hisarın fotoğ­
raflarının kenarına bazı sayılar yazılmıştı. O sayıların ne olduğunu
düşünmüştük.”
“Bir dakika bir dakika” diyen Korkut kamerasını yere bıraktı.
Balan, parmağımın üstündeki kesik iyileşiyor. Oysa daha dün
tornavida kaçırmıştım, kesik bayağı derindi, bakın epey iyileşmiş
değil mi?”
Hepsi başına toplandı, Korkut’un parmağındaki kesikten pembe
bir iz kalmıştı. Debra yaranın iyileşmesini normal bulduğunu söy­
ledi.
“Bir arkeolog arkadaşımın yarası aynen böyle Keops
Piramidi’nde iyileşmişti.
“Geçmiş olsun Korkut” diyen Bedri Bob’a sordu.
“Fotoğraflardaki sayılardan söz ediyordun, Bob. Doğrusu çok
merak ettim. Aynı sonuca mı ulaştık yoksa?”
Bob notlarını Debra’dan aldı.
“Piramit fotoğrafmm kenarında ‘29.0568°E’ yazılıydı. Bu ne
demektir? Keops Piramidi’nin boylamıdır. ‘E’ doğu boylamı
‘29.0568° derece’ demektir. Rumelihisarı fotoğrafına bakınca şu
sayıları gördük: ‘29.05682°’. Eş sayılar değil mi? Neden? Çünkü,
Keops Piramidi ile Rumelihisarı aynı boylam üzerinde. Hem de
tek bir derece bile şaşmadan... Vee iki yapıda birbirine benzer
açıklanamaz olaylar yaşanıyor. Arman pis su, tazeleşen kuru
çiçek, iyileşen yara vesaire.”
Bedri ile Esin Bob’u alkışladılar. Esin çantasından Profesör
Nadir’in Janos Klein’a bıraktığı dosyayı çıkardı.
“Aynı tespitleri Profesör Nadir yapmış. Keops ile hisarın boyla­
mının eşliğini bulduktan sonra daha da ileri gitmiş. Kız Kulesi’nin
‘29.003910866°E’ ve Tarabya Alman Mezarlığı’mn ‘28.9670°E boy­
lam derecesinde’ bulunduklarım fark etmiş. Hepsi aynı boylam
üzerinde. Aynı boylamdaki Keops ve 7 Akbaba’lı kubbenin gize­
mini biliyoruz. Profesör Nadir, Kız Kulesi’nin oturtulduğu binanın
altında aynen 7 Akbaba’lı kubbe gibi gizemli bir yapı olduğuna
inanıyor. Notlarında ‘Kız Kulesi efsanesiyle gerçek apayrı olmalı.
289

Kulenin oturtulduğu siyah taşların altını açabilsek kesinlikle


şaşırtıcı bulgulara erişiriz’ diyor.”
Lara merakla atıldı.
“Boylamlar eş, tamam anladım. Keops ile 7 Akbaba’h kubbede
gizemli şeyler oluyor. Bunu da gördük. Kız Kulesi ile Alman
Mezarlığı da aynı boylam üzerinde... Ne anlama geliyor aynı boy­
lam üzerinde olmaları profesör?”
“Soruna ben yanıt vereyim. Çünkü yanıt fizik biliminde” dedi
Bedri. “Teknik deyimlerin dışma çıkarak söylüyorum; birçok
fizikçiyle birlikte inancım şudur; İstanbul’un üstünde bulunduğu
30 numaralı boylamın altından dünyayı bir arada tutan manyeti­
ğin en güçlü kuşağı geçer. 7 Akbaba’lı kubbe bu kuşağın üzerinde­
dir ve bunun ne ifade ettiğini anlamak için önce dünyanın manye­
tiğine bakmak gerekir. Dünyanın manyetiği yerkürenin uzayda
toz toz dağılmasını önler. Manyetik kuşak ise çok güçlü olan
bölümdür ve kabaca dünyanın içindeki manyetik topu saran
kemerdir. Dünyanın manyetiği yeryüzünün bütün olarak kalması­
nı sağlar. Yaşamı koruyan, atmosferi yerinde tutan, dünyayı yaşa­
tan kutsal bir görevi vardır. Şu anda bastığımız tabandaki çekim
ne kadar güçlü değil mi?”
“Oruç Bey, kitabında kubbenin kılıçlan aşağıya çektiğini yaz­
mış” dedi Koksal.
Bedri devam etti.
“Evet. Rumelihisan güçlü manyetik alana sahip. Gemi seyir
raporlarında ve haritalarda kaptanlar uyarılır: Pusulalar Rumeli­
hisan önünde 10,5 derecelik sapma gösterir. Rota ayan yapılırken
10,5 derecelik sapma hep dikkate alınır. Dikkatsiz kaptanlann
Boğaz yalılannın üstüne çıkış nedenlerinden biri de 10,5 derece­
lik sapmayı bilmeyişleridir. Pusulaya gözüktüğü gibi uyunca 10,5
derecelik sapma kazaya neden olur. Boğaz’da kılavuz kaptanlar
bu sebeple önemlidir, onlar 10,5 derecelik hisar sapmasım bilir­
ler. Güçlü manyetik alanlann aynı boylam ve enlem kuşaklannda
olmasına kimse rastlantı diyemez. Çünkü dünya ve içinde bulun­
duğu evren rastlantıların değil ilahi bir düzenin eseridir. Bundan
sonrasını astronom olan Doçent Esin Alphan açıklasın.”
“Şimdi bakınız; Profesör Nadir elimdeki dosyasma şu notu yaz­
mış: ‘Dünyanın içindeki çekim enerjisi Tann’nm insanlığa arma­
ğanıdır’ ve bir ipucu vermek istemiş. Kuran’dan bir sure eklemiş.
Yazdığı Fâtır Suresi 41’inci ayet şöyle: ‘Şüphesiz Allah, gökleri ve
yeri, yok olup gitmesinler diye (kurduğu düzende) tutuyor. And
olsun, eğer onlar (yörüngelerinden sapıp) yok olur giderlerse,
290

O’ndan başka hiç kimse onlan tutamaz. Şüphesiz O, halimdir


(hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.’ Kuran,
‘Manyetik düzen asla bozulmamahdır, bozulursa dünyanın sonu
gelir’ bilgisini 1 400 yıl önce vermiş. Benim fikrime göre 7 Akbaba
manyetik düzenle ilgili mekanizmalar... Nasıl anlatayım; bir saat,
bir ayar, bir denge aracı, bir haberleşme merkezi... Size kurgubi-
lim hikâyesi gibi gelebilir. Ancak, gerçek şudur ki, küremizin
manyetik kutuplan hareket halindedir. Yeri değişir, iklimleri etki-
lese de bir mekanizma var ki kutup hareketlerinin hızım ayarlar,
felakete dönüşmesini engeller’” diye açıkladı Esin.
“Kubbedeki serin hava, kaynağı belirsiz muhteşem ışık, temiz­
lik, tavanındaki elmasla karışık metal, parlayan mücevherleriyle
akbabalar ve nefes almaları gerçekten kurgubilim filmlerinde
görülebilir” dedi Lara. “Kaynağı bulmamız zor, imkânsız gibi...”
Bedri onun kadar ümitsiz değildi.
“Kaynağı bulmak istiyorsan akıntıya karşı yüzmek zorundasın
diye bir söz vardır Lara, uğraşacağız.” Biraz önce araştırma yaptı­
ğı elektronik aygıtını gösterdi. “Bakın bu en yeni sonar cihazıdır.
Yeraltı araştırmalarının röntgenidir. Akbabaların içini net olarak
göstenneliydi. Ne gösterdi? Hiç. Dünya doğasındaki her katı mad­
denin öte tarafım gösterebilen alet akbabaya gelince çalışmıyor.
Aynen Keops Piramidi’nin duvarlan böyledir, asla ardındaki
görüntüyü vermezler.”
Bob, Bedri’ye sitemle sordu.
“Eee profesör ne yapacağız şimdi? Hiçbir şeye el sürdürmüyor­
sunuz, dokunamıyoruz, analiz yapamıyoruz” dedikten sonra
öfkeyle yere oturdu. “Açıklayın bakalım, nedir akbabalar? Üstle­
rinde neden mücevherler var? Kaidelerindeki yazılar kıyametin
tarihini bildiriyor mu? Onları buraya kim koymuş?”

* * *

Kemerburgaz’dan çıkan iki otobüs anayola doğru ilerlerken


içindeki polislerle sanklı cüppeli kişiler sessizdi...

* * *

Bob’un sitem dolu sorusunu yine Bedri yanıtladı.


“Oruç Bey, kitabında Latince bir levha olduğunu yazmış. Fatih
Sultan Mehmed kubbedeki açıklayıcı levhayı beraberinde götür­
müş. Latince levhada yazılanlan sonuna kadar okumuş ama bir
291

kısmım açıklamış geri kalanım anlatmamış. Açıkçası gizlemiş.


Bütün müzelerde ve arşivlerde araştırdık bulamadık. Sultan Fatih
levhayı ya yok etti ya da bir yere sakladı. Bu nedenle kaidelerdeki
ve zemindeki yazılarla sembolleri çözemiyoruz.”
“Ben çözmeye uğraşıyorum” diyen Lara zemindeki çöreklen­
miş yılan benzeri spiral halkaların içindeki işaretleri gösterdi.
“Bakın, eski yazıların bazı ortak anlatım işaretleri vardır. Burada­
ki tek işaretler ile ikili, üçlü ve 10’a kadar giden çizgiler, aynca
kuş resimleri anlamlar içeriyor. Çünkü bu kuş resimleri Mısır
hiyeroglif yazılarında gördüğümüz akbabanın ayımsıdır. Beni din­
lerken yerdeki sembollere dikkatle bakın: Başlıyorum.
Akbaba Eski Mısır’da tanrıların annesi, analar anası Nehbet’in
sembolüdür. Nehbet akbaba biçiminde bir kadın olarak gösterilir.
Sembolünün ifadesi koruyuculuk, yol göstericilik ve yaratıcılıktır.
Mısır firavunları taçlarının önüne akbaba sembolünü taktılar.
Çünkü ‘Akbaba Nehbet’ yaratılış görevlisidir. Bir ‘partenogenez’dir.
Yani bir erkek tarafından tohumlanmadan kendi kendine doğu­
randır. Meryem Ana gibi. ‘Akbaba Nehbet’ sadece inşam değil,
dağlan, tepeleri, denizleri doğrurur...”

* * *

Sanklı ve cüppelileri taşıyan otobüsler anayola çıkarak Boğaz’a


inen Maslak-îstinye sapağına girdi.

* * *

Lara kendini ilgiyle dinleyen arkadaşlanna baktı, gülümsedi.


“Uzattım sanmayın, adım adım ilerlemek zorunlu... ‘Akbaba Neh­
bet’ ve diğer tüm semboller anlamım asla kaybetmez.
Sembollerin önemli yanı değerlerini korumalarıdır. Güçlü bilgi
taşırlar. Dilini bilemeyeceğiniz insanlara binlerce yıl ötesinden
mesajlar bırakabilirsiniz. Bu nedenle dikkatli ve sabırlı olmalıyız.
Bakın şimdi; zemindeki sembollerde akbaba işaretinin önünde
‘0-sıfir’ ve sonra ‘1-bir’ çizgi var.
0-sıfır İnçliğin sembolü ama varoluşun başlangıcım gösterir.
‘1-bir’ ise ‘tek olanı tanımlar. Tüm var olanlan yaratan ‘tek’ olanı.
Bir cümle oluşturan şu sembol dizisine bakın:
292

• Sistemimizde ‘1- bir’ güneş anlamına da gelir. Güneş yaşamın


devamım sağlayın güç... ‘1-bir’ aynı zamanda Allah’ın yeryüzüne
kendinden yansıttığı inşam ifade eder.
• Sembollerde, 0 ile l ’den soma akbaba yani Nehbet, yani yaratı­
lış geliyor.
• Yaratılış sembolünü yan yana iki çizgi izliyor. 2 sayısı evrendeki
dualiteyi sembolize eder. Birbirinin tersi olup da birbirini tamamla­
yan her şey ‘iki’yle gösterilir. Nedir bunlar. Erkek ve dişi eneıji, aktif
ve pasif, bölünmez ile bölünebilir, iyilik ile kötülük gibi şeylerdir.
• Şimdi gördüğünüz gibi 2’nin, yani karşıt ikiselliğin ardında çizil­
miş üçgen şu anlama geliyor. Erkek ile dişi enerjinin birleşiminden
doğan eser.
• O eser çocuktur. Aynı zamanda akim yarattığı ürün anlamına da
gelir. 3 sayısı ile üçgen kutsal sayılan semboldür. Yaratılış nedir,
birin ikiyle birleşmesiyle üçe vanşı, üçün bire yansımasıdır.
• Üçgenin içindeki ‘ 1-bir’in sembolü olan nokta, tek olan Tanrı’dır.
3 ve üçgen, inşam oluşturan ateş, su ve toprak ile Tann’nm verdiği
ruh, can, beden demektir.
• Ruh ateşten, can sudan ve beden topraktan üretilmiştir. Üçgen
aynı zamanda evren anlamına da gelir.”

* * *

İki otobüs İstinye’ye inince sağa yönelerek Rumelihisarı istika­


metine girdi. Polislerle sarıklılar hiç konuşmuyordu.

* * *

Sembollerin anlamlarım açıklayan Lara’nm anlattıkları arka­


daşlarını etkilemişti. Devam etti:

o ık II v
“Gördüğünüz yan yana gelen bu semboller şunu anlatıyor:
• Tanrı yaratılıştan önce de vardı. O-sıfır’dan 1- bir’i yarattı.
Yani Güneş’i ve sistemini ve de yaşanacak duruma getirdiği
Dünya’yı, sonra da insanı yarattı. Sonra insanı ikileştirdi. Zıt
cinselliğe sahip iki insan üçüncüyü üretti. Böylece insan nesli­
ni yarattı.
• Üçgenin içindeki nokta ‘Tann’nm gözü üzerinizde’ ifadesidir.
‘Bir’den üç oldunuz’ diyor.
293

• Ardından tekrar gelen iki tane akbaba işareti ‘Toplumu koru­


yan, akbabadır’ demekte.

Semboller şu cümleyi kuruyor:


• ‘Yoktan var edildiniz. Bir idiniz üç oldunuz. Dünyanız sisteme
oturdu. Ruh ve maddeden sizi yaratan Tanrı koruma altına da
aldı. Gözü sizin üzerinizde. Akbaba sizi koruyor.’”
Bunlan söyledikten soma güldü Lara.
“Bütün bunları anlamlandırın bakalım dostlar” dedi.

* * *

İki otobüs Rumelihisan’na 300 m kadar uzaklıkta kaldırıma çıka­


rak durdu. Öndeki otobüsteki komiser cep telefonunu çıkardı.

* * *
Lara’ya yanıt veren Profesör Bedri oldu.
“Semboller ‘Akbaba sizi koruyor’ diyorsa, ‘Siz de koruyucunu­
za dikkat edin veya onu koruyun’, yani benim dediğim gibi
‘dokunmayın’ anlamına geliyor.”
“İyi ama” dedi Bob, “dokunmazsak ne olduklarım veya başka
deyişle ‘bizi nasıl ve neden koruduklarım’ anlayamayız. Buna bir
yanıtın var mı profesör?”
“Var” dedi Profesör Bedri. “Fizik bilimi ve astronomi bilimi size
yanıt verecek durumda Profesör Bob Younger.”
“Dinliyorum.”
Profesör Bedri derin bir nefes aldı boğazını temizledi. Hepsi
biraz daha Bedri’ye sokulmuştu. Lara atıldı.
“Semboller bitmedi, spiralin içinde devam ediyor. Tartışmayı
somaya bırakalım, sembollerin tamamı ne anlatıyor onu dinleyin,
akbabaların ve kubbenin çözümü için bu semboller tam bir anah-
tar.”
Lara zemindeki spiralin ilk halkasını gösterdi. “Çözdüğümüz
birinci cümleden soma bir çizgiyle ayrılan ikinci gruba bakalım:
294

• Kare 4 sayısıdır. Evreni kaostan düzene geçiren 4 ana gücün


ifadesidir. Bunlar ateş, su, toprak ve havadır. Bunlara mahşerin 4
atlısı da denilir. Yani, încil’e göre kıyamet gününde ortaya çıkacak
4 atlı.
• Yanındaki kurbağa başlı tannça Heh sembolü sonsuzluktur.
• Beş kutuplu yıldız pentagram yanma gelmeliydi, öyle de
olmuş, çünkü ateş, su, toprak ve havanın birleşiminden oluşan
beşinci elementi ifade eder, yani insan demektir. Aynca kötü
enerjiyi gönderene geri göndermek ve kötülüklerden korunmak­
tır. Türk bayrağındaki ay ve pentagram yani beş kutuplu yıldız
insanın yüceliğinin ve tanrısal yaratılışının sembolüdür.
• Altı uçlu yıldız, yukarı bakan üçgen Tann’ya ulaşmayı, aşağı
bakan üçgen yeniden doğuşla geriye dönüşü anlatır. Yahudiliğin
sembolü olmasından çok önce de vardı. Sonuçta şu cümle ortaya
çıkıyor:


• “Ateş, su, toprak ve hava yaratıldı, ardından insan geldi. Son­
suzluk kalacaktır ama kıyamet gelecektir.
• İnsan evrenden gelecek tehlikelerden korunacaktır ama kıya­
mette alınacağı gibi geri de gönderilecektir.”
Bob ellerini kaldırarak Lara’mn karşısına geçti.
“Tamam sembollerin kraliçesi, teslim oluyorum. Sembollere
inanıyorum. Lütfen daha kestirme anlat, çünkü yapacak çok işi­
miz var” dedi.
Lara ilk defa kızmadı.
“İyi ama Sayın Profesör Huysuz, semboller bize 7 Akbaba’mn
sırrmı açıklamaya başladı. Yine de hızlı gideyim, ayrıntılar yerine
sonuçlan vereyim.
Üçüncü bölüme geldik.

• Yedigen görüyoruz, gelişmedir. Sesin yedi ana notası, ışığın


yedi ana rengi, insandaki yedi enerji noktası.
• Sekizgen, adalet ve dünyanın fiziksel dengesidir.
• Kare4 + yıldızB = dokuz, başlangıç ve bitiş, bir devir tamamlandı
der.
• Yanında yine akbaba, yaratanın hizmetinde ve bitişten sonra
tekrar yaratılanı koruyucu anlamında.
• Hagal, H harfi biçiminde iki el. Yıldızlardan gelecekleri ve her
türlü saldırıyı engeller.
• Soma bir ve sıfır oluyor = 10. Varlık yüksek noktada, mükem-
melik 10’dur.
• Kaplumbağa: Evrenin yıldızlar boyutunda ‘diğerleri’ tarafın­
dan görülmemesini ifade eden semboldür.
• Akbaba tekrar var, yani koruyucu.
Şimdi dizelim yan yana ve cümleyi kuralım.

• ‘insan aklını geliştirdik, notanın 7 temel sesini bilecek kadar


matematik öğrettik, ışığın 7 rengini ve gövdesindeki 7 enerji noktasını
keşfettirdik.
• Dünyanm dengesi olduğunu fark ettirdik. Adaleti anlattık.
Saldırılardan koruyacak akbabaları ve kaplumbağayı nöbetçi diktik.
Korunacaksın.
• Kendinde ol ve inan. Başlangıç olduğu gibi bitiş olacağını da
unutma Mükemmeliğe ulaşman için mayan var. Bitişten önce mükem­
mel ol. Akbaba seni koruyacaktır. Mükemmel olamazsan bitişte acı
çekersin.”

Sözlerinin burasında durarak gülümseyen Lara, “Son sembol ise


çok önemli ve bütün sembollerin Özeti gibi” dedi.

“Aşağı doğru inen sekiz şerit. Her biri ruhun Tanriya ulaşması
için gerekli aşamaları ifade eder. Ruh en alttan, yani cansızlıktan
gelişmiş insana ulaşmak zorundadır.
Şeritlerin ulaştığı altı köşeli yıldızın çevresindeki çember ve için­
deki gezegen sembolleri, dünyadan başka da akıllı canlıların yaşa­
dığı gezegenlerin bulunduğunu belirtiyor. Başka canlılar dost olma­
yabilir.
Zemindeki spiralin içindeki semboller yaratılışı ve insanın geliş­
mesini anlatıyor. Uyanlarda bulunuyor. Sonuçta uyan şu: ‘Yaratıldı­
nız, yalnız değilsiniz. Evrende kötüler de vardır. Akbabalar sizi
koruyor, onlara dikkat edin.’ Evet, bu kadar dostlar” dedi Lara
2 9 6

“7 Akbaba’nın görevinin dünyayı ve insanlığı korumak olduğu


açıkça belirtiliyor.”
Lara’mn sembolleri okuması sırasında Esin ile Debra sürekli
not aldı. Sözlerim bitirince hepsi birden alkışladılar. Kubbenin
içindeki çalışmalar sürerken hisann girişine beklenmedik konuk­
lar geldi.

Rumelihisarı’nda şenlik

Saat 13.45. Mehter takımım taşıyan Bursa plakalı polis otobüsü


Rumelihisarı’nm önünde park etti. Hisarın girişini tutan nöbetçi
polislerin meraklı bakışları altında mehter takımından on dört
kişi ile bir komiser, sekiz polis otobüsten indi. Altı polis otobüste
kalmıştı. İndirdikleri iki büyük sandığı taşıyarak hep birlikte hisar
girişine yürüdüler. Otobüsle gelen başkomiser, jandarma subayı­
na ve nöbetçi emniyet amirine kendini tanıttı.
“İyi nöbetler arkadaşlar. Bursa emniyetinden Başkomiser
Semih Gürkan. Vali beyin isteğiyle mehteri getirdik. Arkada iki
otobüsümüz dalıa var, mehter takımının geri kalanını onlar getiri­
yor.”
“Hayrola, ne var ki? Bize mehterin geleceğini haber vermediler
komiserim” dedi emniyet amiri.
Başkomiser bilgiççe gülümsedi.
“Haber vermeleri gerekirdi, verirler mutlaka,.. Bazı bakanlar ile
sayın vali bey gelecekler” dedikten sonra kasılır gibi yaptı: İstan­
bul Askeri Müze Mehteri konsere Avrupa’ya gitmiş, tören için
Bursa Valiliği’nden istediler. Biz de aldık getirdik.”
Sonra mehter takımı müzisyenlerine ve birlikte geldiği polisle­
re işaret etti.
“Haydi geçin arkadaşlar, yerlerinizi alın, diğer arkadaşlar da az
sonra burada olurlar.”
Emniyet amiri bir şey söylemeye vakit bulamadı, mehterler ve
polisler hisara girdiler. İki büyük sandığı dikkatle taşıyorlardı.
“Mehter çalgıları, tuğlar filan...” diyen başkomiser arkalann-
daydı, geri dönüp baktı, emniyet amiri telsizini çıkarmış subaya
bir şeyler anlatıyordu. Belki de mehterin hisara gelişini amirlerine
soracaktı.
Başkomiser onlara seslendi.
“Komutanım, komiserim!.. Bir dakika bakar mısınız?” diyerek
telsizini gösterdi. “Vali bey görüşmek istiyor!..”
Emniyet amiri ile jandarmaların komutam hisann içine girdikle­
297

rinde mehter takımı çevrelerini sardı. İkisi de sırtlarına batan


tabanca namlularım hissetiklerinde başkomiser fısıltıyla konuştu.
“Hareket yapmayın. Yaşamak istiyorsanız sessiz durun, benim­
le konuşarak bekçi kulübesine yürüyün...”
Kulübe boştu, iki bekçi de kuyunun başındaydı. Silahlarını
aldıkları emniyet amiri ile jandarma subayım yere oturttular, elle­
rini ayaklarını bağladılar ve ağızlarını sımsıkı bantladılar.
“Kuyuya gidiyoruz. Çok hızlı olacaksınız, hareket yapanı vurun.
Herkes işini biliyor. Hadi!..” dedi başkomiser.
Mehter kılıklı olanlar, gömleklerinin altmdan susturuculu
tabancalarını çıkarıp silahlı ellerim cüppelerinin geniş kol içlerin­
de gizlediler. Meraklılar gibi kuyuya yürürlerken başkomiser
hisarın tepe kısmına baktı, nöbet tutan iki asker ile ild polis
vardı.
Kuyu başında iki polis ile iki hisar bekçisi sohbet ediyordu.
Komiseri görünce selamladılar. Ekipten dört Amerikalı vardı, tel­
sizle aşağıdakilere bir şeyler söylüyorlardı. Kuyuya sepet indiren
vinç aracında Amerikalı operatör Pat oturuyordu. Daha geride,
Zağanos Paşa burcuna yakın iki jandarma nöbetteydi. Başkomi­
ser doğruca Semiramis’e gitti.
“Hanımefendi sanırım araştırma ekibindensiniz?”
Semiramis’le tanıdık gözlerle bakıştılar.
“Evet arkeoloğum. Bir isteğiniz mi var komiser bey?"
"Teşekkür ederim. Biz mehteri getirdik. Biraz sonra tören yapı­
lacak da... Merak ettim, aşağıda ne var?”
Semiramis ipuçlarını verdi.
“Aşağıda sadece 6 arkadaşımız çalışma yapıyor, Henüz başka
bir şey yok. Kapılar açık.” Şimdi daha alçak sesle konuşuyordu.
“Giriş serbest, çok hızlı olun, her saniye değerli.”
“Silahları var mı?”
Semiramis gülümsedi.
“Yok canım bunlar bilim inşam, üçü kadın zaten.”
Komiser mehterlere işaret etti. “İçinde bayraklar ve tuğlar var”
dedikleri iki sandığı açtılar. Aldıkları Uzi makineli tabancaları
cüppelerinin altma gizlediler.
O sırada iki mehter nöbetçi jandarmaların yanma gitti. Polis
üniformalı olanlardan ikisi kuyu başındaki polisler ile bekçile­
rin arkasına geçti. Diğer polis kılığmdakiler ile mehter giysili­
ler hepsini çevrelemişti. Polis giysili ikisi mikro Uzi makineli
tabancalarıyla hisarın çıkışını tuttu. Hisarın içindeki mehter ve
298

polis kıyafetli kişiler, gerçek polislerle jandarmaları hareketsiz


hale getirmişti. Hepsini burçların girişindeki tünellere sokmuş­
lardı.
Hisann üstünde nöbet tutan iki polis ile iki jandarma eri de
dört sahte polis tarafından etkisiz hale getirilmişti. Onları bir
minibüse kapattılar. Biri ön koltuğa oturarak Uzi tabancasmı
polislere doğrulttu.

Keskin nişancı Kemgöz Radko

Polisler ve jandarmalar etkisiz duruma getirildikten bir süre


sonra Kemgöz Radko onların 20 m kadar uzağındaki ağacın altına
geldi. Elinde büyükçe bir alışveriş poşeti vardı. Ağacın çevresi
çalılıktı, gizlenmek için çok uygundu. Çalılığın içine yavaşça otur­
du. Bulunduğu yerden aşağıdaki kuyunun başını çok rahat görü­
yordu. Alışveriş poşetinden çıkardığı siyah deri çantayı açtı.
Çantadaki 4 parçaya ayrılmış “sniper” tüfeğini monte etti.
Silah, Finladiya üretimi bir “Tikka Master Sporter”dı. Mutlak
öldürücü M695 Magnum dört mermiyi üst üste atabilirdi. Ancak,
isabet eden bir M695 hedefi parça parça edeceğinden diğer üç
mermiye gerek kalmazdı.
Kemgöz Radko tüfeğin üstüne dürbünü de kondurdu. Hisann
içini kuş bakışı çok rahat gözlüyordu. Kubbeye inen kuyuya doğru
nişan aldı. Dürbün, kuyu başmda duran herkesi çok net gösteriyor­
du. Oradakileri tararken Peter’in üstünde durdu. Hedef olarak Peter
uygun konumdaydı, arkası dönüktü. Biraz zoom yaptı, dürbünün
çaprazının kesiştiği noktayı Peter’in ensesimn üstündeki küçük
beynin olduğu yere ayarladı. Gülümsedi Kemgöz Radko.
“Şanslı çocuk, çekirge üç defa sıçrar.”
Tetiğe dokunduğu anda M695 Magnum mermi Peter’in kafasını
uçuracaktı.

Semiramis Peter’den uzaklaştı

. Kuyu başındaki mehterler işlerini hızlı yapmışlardı. Koksal ile


Peter ve iki koruması almlarma dayanan silahlar ve “Sakın ses
çıkarmayın!” ihtarıyla ne olduklannı anlayamadan yere çökertil-
mişlerdi. Plan gereği Semiramis de onlann yanına oturtulmuştu.
Semiramis, Peter’in yakınma sokulmaktan özellikle kaçınarak
dizlerinin üstünde bir metre kadar öteye çekildi.
Peter, “ Polislerle askerlere ne oldu?” dediğinde başındaki
299

mehter kılıklı adam Uzi’nin namlusunu kafasına bastırdı.


“Tek kelime daha edersen beynini dağıtırım!”
Sahte mehter takımı ile sahte polisler kısa sürede hisann kont­
rolünü ele geçirmişlerdi. Sadece hisann dışındaki gerçek polisler
ile jandarmanın olanlardan haberi yoktu. Onlan da Bursa plakalı
polis otobüsündeki altı sahte polis gözlemekteydi. 7 Akbaba hisar­
dan çıkarıldığı anda polisler ile jandarmalara ateş açacaklardı.
Mehter giysili bir başkası silahım vinç operatörü Pat’in kamına
dayayarak yana çekilmesini söylemişti. Arkasındaki arkadaşı vincin
operatör koltuğuna oturdu. Pat sessiz ve hareketsiz duruyordu.

Çete K u b b e ’y e gidiyor

Büyükçe bir çantayı vinç sepetine yerleştirdiler. Başkomiser ile


sırt çantası taşıyan biri polis giysili üç adamı sepete bindi. Mehter
kıyafetlerini ve şalvarları atan üç adamın üstlerinde şimdi haki
tişört ve kargo pantolonlar vardı. Kemerlerine şarşörler ve telsiz­
ler ile enli bıçaklar takılıydı. Hepsi çelik yelek giymişti.
Sepet, sahte komiser ile üç adamım kuyunun dibine indirdi.
Duvann önünde sırt çantasını açtüar, Uzi tabancalarım çıkardılar.
Duvardaki oyuktan içeri geçtüer. 7 Akbaba’lı kubbeyle karşüaş-
tıklannda bir an durdular. Siyah zemine oturmuş aynı siyah mad­
deden yapılmış 15 m yüksekliğindeki blok bina şaşırtmıştı. Açık
kapıdan dışarı sütun gibi sızan ışık ürperticiydi. Ürkek adımlarla
kapıya doğm yürüdüler.
Ayaklannın ucuna basarak sessizce 7 Akbaba kubbesine gir­
diklerinde şaşkınlıkları iyice büyüdü. Toprağm altında böyle bir
şey gördüklerine inanamıyorlardı. Yüzlerini beyaza boyayıp ölüye
çeviren tuhaf ışık, serin esintiyle gelen musikiye benzer sesin
yayıldığı kubbe sanılanndan çok farklıydı. Toprak kokulu, rutu­
betli, solucanlann oynaştığı karanlık mezar benzeri bir yer umu­
yorlardı. Oysa tertemiz, aydınlık hoş kokulu müzik dolu meltem­
lerin estiği esrarengiz bir binanın içindeydiler.
Çantayı taşıyan korkmuştu.
“Burası tekin değil galiba..." diye fısıldadı.
Komiser onu itti.
“Yürü lan mahalle karısı mısın!”
Biraz yürüyünce sol taraflarındaki bölmede duran akbabayı
gördüler. Akbabayı kaplayan mücevherler gözlerini kamaştırdı.
Akıl almaz çokluktaki değerli taşlar onlan büyülemişti. Yakutlar,
zümrütler, elmaslar ışıltılar saçıyordu. Böyle akıl almaz serveti bir
300

arada görmek şok etkisi yapmıştı.


Lara ile Profesör Bedri’nin çevresinde toplanan ekip dört ada­
mın gelişini görmemişti.
“Hello!” sesiyle irkildiler. Arkalarında silahlı dört adam görme­
yi hiç beklemiyorlardı. Komiser kılıklı olanın İngilizcesi iyiydi.
“Olduğunuz yere oturun. Ses çıkarmayın’’ dedikten sonra
sokuldu, telsizlerini aldı.
Hepsi çökmüştü.
Bedri “Nedir bu rezalet?” diyecek oldu. Başkomiser suratına
tükürdü.
“Sus lan zibidi beynini dağıtırım. Ses yok dedik!”

Saat 14.05, Rumelihisarı

7 Akbaba’lı kubbedeki sahte komiser saatine baktı, 14.05’ti.


“Hadi, sök birini!” dedi yanmdakine.
Adam akbabayı önce kucaklayıp kaldırmak istedi. Birden geri
çekildi.
“Tutamıyorum, bir şey engelliyor!.. Yatır var burada yahu!..
Evliya kollarımı tutuyor, kollarım kavuşmuyor” dedi korkuyla.
Sesi titriyordu.
“Sıcak bu... Hem elektrikli, çarptı beni.”
“Burada elektrik ne gezer sersem. Korkudan çarpıldın.”
“Bu ışık ne peki... Sen tut bakalım şu leş yiyeni, gör bakalım ne
olacak?”
Komiser kıyafetlisi küfür ederek akbabanın görünmez kalkanı­
nı kucakladığı anda geriye sıçradı.
“Vay be, acayip çarpıyor. Tövbe tövbe...”
Çabuk olmaları gerekiyordu.
“Şimdi hallederiz, evliya mevliya vız gelir” dedi komiser telaşla
ve çantadan küçük bir jeneratörle aletler çıkardı. Diğeri jeneratö­
rü çalıştırmaya başladı.
“Vakit kaybetme!” dedi komiser.
Aynı anda hisarın tam karşısında bir helikopter belirdi. Denizin
üstünde beklemeye başladı. Sonra Boğaz’m karşı yakasına doğru
uçtu, döndü hisarın karşısında daireler çiziyordu. Helikopterdeki
Kara Temıır’un adanılan hisan gözlüyordu, talimat bekliyorlardı.
Her şey Semiramis ile Kara Temur’un yaptığı plana göre yürü­
yecekti.
Helikopterdekiler, hisardakiler ve Bebek koyunda çalışır durum­
da bekleyen büyük sürat teknesindekiler sürekli haberleşmekteydi.
301

İşareti alır almaz tekne hisara gelecek, helikopter de 7 Akbaba’yı


yüklenip kaçıracaktı. Her türlü aksiliğe karşı ve şaşırtma vermek için
sürat teknesi helikopteri denizden izleyecekti.
Boğaz’dan Karadeniz’e çıkacak olan helikopter Kefken yakın­
larında bekleyen Gürcü gemisine inerek akbabaları teslim ede­
cekti. Gemi aldığı emanetleri Bulgaristan’ın Varna limanına
götürecekti. Varna’dan soma akbabalar diledikleri Avrupa ülke­
sine rahatça götürülürdü. Kara Temur ile Semiramis’in planı
böyleydi ve operasyon başlamıştı.
Aynı anda kubbedeki sahte komiser matkabın kablosunu jene­
ratöre bağlamıştı. Çevresini saran görünmez kalkanı delerek
“mücevherle kaplı” akbabayı kaidesinden koparacaklardı. Kor­
kan adamın yerine geçen matkabı doğrulttu. Onun ne yapacağını
anlayan Bedri bağırdı.
“Yapma!.. Sakın yapma!.. Akbabanın üstünde gördüklerin
mücevher değil... İşinize yaramaz!..’’
Komiser öfkelenmişti.
“Kes sesini dedim. Yoksa gebertirim!.. Kör müyüz ulan, ne oldu­
ğunu görmüyor muyuz?”
Bedri aldırmadı, bağırıyordu.
“Hiçbir şey gördüğün yok. Gördüğün gibi değil. Yapmayın,
cinayet işliyorsunuz, çok önemli!”
Bedri’nin feryadı üzerine şaşıran matkaplı duraklamıştı. Komi­
ser ona döndü.
“İşine bak, ne duruyorsun!”
Matkabın ucu akbabanın kaidesine değmek üzereydi. Bu defa
Bedri’yle birlikte Esin ve kameraman Korkut da bağırdı.
“Yapmaaa!”
Adam aldırmadı. Matkabı ileri sürdü, hızla dönen sivri uç
görünmez kalkana değdi.
“Aaahgggh!” diye bağıran adam savruldu, matkap elinden uçtu.
Kalkan şimdi görünür olmuş, mor-pembe renk almıştı. Ufak
kıvılcımlar ve kısa boylu elektrik dalgalan saçıyordu.
“Al matkabı lan yüreksiz!.. Vaktimiz yok be!” diye bağmyordu
komiser.
Düşen adam kımıldamadı. Ekiptekiler ağızlan açık bakakaldı­
lar. Soma olan ise akıllarım iyice başlarından aldı.
Akbaba kaidenin üstünde ağır ağır dönmeye başlamıştı. Kıvıl­
cımlar çoğaldı. Komiser fırladı, savrulan adamına baktı.
“Gebermiş mi ne?” dedi ve matkaba koştu, tutmasıyla birlikte
o da savruldu, yıkıldı, hareketsiz kaldı.
302

Ayakta kalan iki silahlı adam yerdekilerin üzerine eğilince kor­


kuyla doğruldular. Sahte komiserle diğerinin yüzleri maviye çalan
kireç beyazlığmdaydı. Cila gibi saydam bir tabaka suratlarım kap­
lamıştı. Gözleri yok olmuştu, göz oyukları simsiyahtı. Açık ağızla­
rından dişlerinin kilitlendiği görülüyordu.
Adamlar paniğe kapıldılar, “tövbe tövbe” diyerek korkuyla bir­
birlerine bakıyorlardı. Korkut onlann durumunu blöfle değerlen­
dirmek istedi.
“Atm silahlarınızı sersem herifler. Ne olacağınızı gördünüz!”
Blöf tutmuştu. Adamlar büyülenmiş gibi ikiletmeden Uzileri yere
attı. Korkut ile Bob fırlayarak silahlan aldılar, namlular şimdi
adamlara doğrultulmuştu. Ekiptekilerin hepsi ayağa fırladı.
ALkbabamn zedelenen kalkarımdan yayılan yıldırım benzeri
minik elektrik dalgalan uzayarak duvara ulaşmıştı.
Kubbe sallanmaya başladı. Akbabanın dönüşü hızlanıyordu.
Odadan çıktılar, bina ild yana gidip geliyordu. Kulak zarlanna
basmç yapan yoğun uğultu delirtecek gibiydi. Uğultunun ardında
yüzlerce davul tokmaklanıyormuş gibi ritmik gürlemeler geliyor­
du. Sallantı onlan başka bir odaya savurdu. Oradaki akbaba da
yavaş yavaş dönmeye başlamıştı. Kubbe şimdi daha sert sallan­
maya başlamıştı.
“Deprem oluyor!..” dedi Esin.
Bob korkunç sallantıya rağmen bir başka odaya daha girdi,
sonra Bedii de diğerleri de odalara daldı, bütün akbabalar hızla
dönüyordu.
“Kaçalım” diye haykıran Debra Bob’un koluna yapıştı.
Hep birlikte dışarı koştular, sallantı Fatih’in yaptırdığı dış bina­
nın duvarım yerinden oynatıyordu.
Vinç sepetine ilk binenler Debra, Lara, Bedri ve Esin oldu. Bob
ile kameraman Korkut iki çeteciyi yere oturtarak tabancayla baş-
lanna dikildiler. Korkut bir elinde Uzi tabanca, diğer eliyle çekim
yapıyordu.
Bob İngilizce, Korkut Türkçe, “Çek, vinci çeeekL” diye telsize
bağırdılar. Vinçte oturan adamlar depremin korkusuyla katılmış
kalmışlardı. Bob’un haykınşım araçtaki telsizden duyan Pat yanın­
daki adamı dürttü. Artık öğrendiği Türkçe kelimeyi söyledi.
“Çek abi çek!..”
Adam depremden dolayı öyle şaşkındı İd kımıldamadı. Baktı
olmayacak, Pat çekici kola asıldı, sepet yükselmeye başladı. Sal­
lantı kuyuya toprak parçaları doldurmaya başlamıştı.
Demir çemberler kuyunun tamamen çökmesini önlüyordu.
303

Caminin temeli hizasına gelince Debra korkuyla Lara’ya sarıldı.


“Yeniçeri... Yeniçeriyi gönnüyor musun?”
Lara bir şey anlamamıştı. Sallanan toprağm gürültüsü, korku
kulaklarım tıkamıştı. Debra yeniçeriyi görüyordu. Parmağıni-yine
“olmaz” gibilerinden sallamaktaydı. Debra titredi, bayılmak üze­
reydi ki sepet kuyunun üstüne çıktı.
Debra, Lara, Bedri ve Esin çıkar çıkmaz burunlarının ucunda
silahlan gördüler. Adamlar kollanna yapışarak onlan yere itti.
Aynı anda Pat vinç sepetini aşağıya gönderdi. Adamlarla karşıla­
şınca Lara’nm attığı çığlığı lcuyudaldler hafif de olsa duymuştu.
“Lara bu...” dedi Bob.
Korkut anladım gibilerden başım salladı. Deprem devam
etmekteydi. Vinç sepeti sallanarak iniyordu.
“Korkut, bu heriflerle birlikte çıkalım” dedi Bob ve silahım sal­
layarak adamlara seslendi: “Elerinizi kafanızın üstüne koyun!”
Korkut onun söylediğini Türkçe’ye çevirince adamlar çöktü,
biri titreyerek sordu.
“Biz yukan çıkmayacak mıyız? Deprem burayı toprak doldura­
cak ağa...”
“Hep birlikte çıkacağız” dedi Korkut. “Biraz sabırlı olun aslan
parçalan” derken kendisi de sürekli sallantıdan endişeliydi.
Bob Korkut’u kolundan itti.
“Hadi Korkut, çekimi yolda yaparsın, yukarı kardeşim.”
Telsizle talimat verdi.
“Çek çabuk!..”
Bob ile Korkut’u ve iki çeteciyi taşıyan sepet yükselirken kuyu
başındaki silahlı adamlar tetikte bekliyordu.
Kuyudan çıktıklan anda beklenmeyen bir şey oldu. Kendisine
doğrultulmuş silahı görür görmez Bob ateş etti. Adam tam alnın­
dan vurulmuştu, kereste gibi devrildi. Patlamayla aynı saniyede
Korkut diğer tabancalının hayalanna tekmeyi yapıştırdı. Ardın­
dan adama ateş etti, kamerasını da sürekli çalıştırıyordu.
Yere oturtulmuş olan Peter’in koruması Jack başmda bekleyen
Uzi’li adamı topuğundan hızla çekti, adam birden dengesini kabe-
derek yanma düştü. Jack onun boğazına öyle sert vurdu ki, gırtlak
borusunun kırılışı duyuldu. Jack’le birlikte harekete geçen Matt
arkasındaki silahlıya çift daldı iki bacağından çekip havalandırdı.
Sırtüstü düşen sahte polisi kafasına vurduğu tekmeyle bayılttı.
Bir anda ortalık karıştı. Jandarmalar ile polisler depremle dikkat­
leri dağılan ve patlayan tabancalann sesiyle şaşkınlaşan sahte
mehterlere saldırdı. Kıyasıya boğuşma başladı. Jack ile Matt müt­
504

hişti, özel eğitim görmüş iki profesyonel polislere esaslı destek


oldu ve çeteyi dağıttılar.
Silah sesleri surlarda yankılanınca hisann üstündekiler ile
dışardakiler de duydu.
Hisann üstündeki minibüse tıküan iki polis ile iki jandarmanın
nöbetçisi sahte polis yankılanan silah sesi üzerine gözlerini tut­
saklarından ayınp camdan baktı.
Bu fırsatı arka koltuktaki deneyimli polis kaçırmadı ve tüm
gücüyle tekmesini indirdi. Kafasının arkasına darbeyi alan ada­
mın alm arabanın camına çarptı, silahı düştü. Ön koltuğa zıplayan
polislerden biri sersemleyen adamın silahını kaptı. îlk darbeyi
vuran polis, gözcünün başını üst üste olanca gücüyle tekmeledi.
Alm ve kafası yarılan adam aldığı darbelerden sonra kanlar içinde
kendinden geçmişti.
Silah sesleri Kemgöz Radgo’yu da tedirgin etmişti. Bir an Peter’in
ensesine ateş etmeyi düşündü, ama aşağıdan gelecek işareti bekle­
mek zorundaydı. Semiramis kırmızı eşarbım henüz boynundan
çıkanp alnını silmemişti, ama ortalık kanşmıştı. Semiramis’in
ayağa kalktığım tüfeğin dürbününden gördü.
Uzi’yle minibüsten inen polisi diğer polisle iki jandarma izledi.
Aşağıdaki boğuşmayı gözleyen üç sahte polise doğru yürürlerken
onlar ayak sesiyle döndüler. Polis bir an tereddüt etmedi, üstleri­
ne mermi yağdırdı. Sahte polisler kıvranarak devrilirken, silahla-
nn çok yakınında patlamasıyla Kemgöz Radko “Neler oluyor?”
diyerek gizlendiği çalılıktan doğruldu.
Üç adamın vurulduğunu görür görmez onları vuran polise tüfe­
ğini çevirdi. Tetiğe dokunurken birden dondu kaldı, sallandı, toz
üflermiş gibi bir sesle ağzından kan fışkırtarak son nefesini verdi.
Olduğu yere boş bir çuval gibi yığılıverdi.
Kemgöz Radko’nun namlusunun ucundaki polis arkasına baktı.
Az önce silahı alman jandarma tüfeğini kapmış ve Radko’yu sura­
tının tam ortasından, üstdudağıyla burnunun arasından vurmuş­
tu. Yüzlerce Bosnalmın, Makedon’un, Çeçen’in, Rus’un,
Amavut’un, Gürcü’nün ve Kosovalmm katili Kemgöz Radko kendi
usulünce öldürülmüştü. Suratmm ortasına mermiyi yiyerek...
Kafası parçalanmış yatarken kirli kanı başınm çevresinde hızla
göllenmekteydi.
Çetenin 7Akbaba’yı gasp etme planı bozulmuştu. KaraTemur’un
adaıulan depremin korkusu içindeyken üstlerine boşalan silahlar
ve usta dövüşçülerin darbeleriyle sersemlemişti. Panikteki adam­
ların ellerindeki silahlara polisler ile jandarmalar yapıştı.
305

Patlamalardan sonra hisarın girişindeki polisler ile jandarma­


ların bir kısmı içeri koşmuştu. Otobüsteki sahte polisler de
depremin yarattığı korkuyla silaha vaktinde sarılamadılar. Jan­
darmalar üstlerine geliyordu, deprem otobüsü çatırdatarak sal­
lamaktaydı.
Çok sayıdaki jandarmayı gören otobüsün polis üniformalı şofö­
rü, “Tüyelim arkadaşlar, piyastos olduk!..” diye bağırdı.
Geri vitese taktı, bir ileri bir geri, dar alanda hızla manevra
yaptıktan sonra yola çıktı. Bebek yönüne doğru gazlarken oto-
büstekileri uyardı.
“Bebek’te duracağım, kalabalığa karışalım.”
Dışarıdaki jandarmaların ve polislerin gelişiyle sahte mehterler
ile polislerin teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Çetecile­
rin çoğu boğuşma sırasında yaralanmıştı. Polis ve jandarmadan
da yaralananlar vardı.
Polislerin, “Teslim ol!.. Yere yat!..” bağırtılan sırasmda Semira­
mis ayağa kalkmış, cep telefonunu açarak telaşla konuşmuştu.
“Helikopter, helikopter!.. Hisann içine gel beni al!..”
Hisarın üstüne baktı, polislerle jandarmaları gördü. İkisi aşağı­
ya doğru koşuyordu. Kemgöz Radko’nun etkisiz hale getirildiğini
anladı.
Peter’e baktı, öldürülmemiş ti, dikkatle kendisine bakıyordu.
Helikopter denizin üstünde yana yatarak yükseldi ve hisarın
duvarını aştı. Semiramis boynundaki kırmızı eşarbı çıkararak
salladı. Helikopter alçalmaya başladı. Semiramis o sırada yere
düşmüş bir Uzi tabancayı kaptı. Helikoptere eliyle “Alçal!..”
işareti yaptıktan sonra tabancasını beş metre kadar yakınında­
ki Peter’e doğrulttu, gözlerinden şimşekler çıkıyordu. Koruma­
lar Peter’e doğru koştu. Semiramis avazının çıktığı kadar
bağırdı.
“Yeter artık, yeteeer!”
Tetiğe dokunduğu anda helikopter iyice alçalmış bulunuyordu.
Pervanenin rüzgârı ile deprem tetiği çektiği anda Semiramis’i sal­
ladı. Tabanca patladı, Uzi’nin mermisini yiyen Peter’in boğazın­
dan kan fışkırdı. Semiramis yere değmek üzere olan helikoptere
koştu, uzatılan eli tuttu, güçlü bir kol onu uçurup içeri aldı. Heli­
kopter hızla yükseldi.
Yanmayı hisseden Peter elini boğazma attı. Avucuna dolan kan
şaşırtmıştı. Biri arkadan sarıldı.
“Otur dostum” diyen Koksal’dı. Korumalar sıçrayıp Semiramis’i
ayağından yakalamak isteseler de helikopter yükselmişti.
306

“Fahişe bana ateş edip kaçtı” diye bağırdı Peter. Eliyle helikop­
terin gittiği istikameti gösteriyordu.
“Biliyorum biliyorum” diyordu Koksal, bir yandan da yırttığı
gömleğiyle Peter’in boğazındaki kam siliyordu. Mermi deliğini
gördü Koksal. Peter’in gırtlak borusunun yalanındaydı. Kanı sil­
dikçe bir yara daha ortaya çıktı. Boyun ile omzun birleştiği yeri
bıçakla yarılmış gibi kesmişti. Bir santim derinlikte ve yaklaşık 6
cm uzunluktaydı.
“Şansımız var, Peter. Mermi sıyırmış” derken yalan söylüyordu.
Boynundaki deliği saklamıştı.
“Vay fahişe vay... Ateş ederken Almanca ‘Yeter yeter’ diye bağır­
dı” diye söylendi Peter. Sonra gözleri kaydı, bayılır gibi oldu ama
toparlandı.
“Ambulans, ambulans!..” diye bağırıyorlardı Koksal ve koruma­
lar.
Hisarın içi ana baba günüydü. Serbest kalan gerçek komiser ile
jandarma yüzbaşısı telsizle durumu bildirerek destek güç istemiş­
lerdi. Sahte mehter ile sahte polisler kelepçelenmişti. Az sonra
komiser telsiz raporu aldı. Kaçan Bursa plakalı otobüsteki altı sahte
polis ile şoförü de polis ekipleri etkisiz duruma getirmişti.
Kargaşadan bir an unutulan depremin sarsıntıları hafiflemişti,
sonra birden durdu. Sarsıntılar durunca depremi hatırladılar.
Bazıları sinir bozukluğuyla gülmeye başladı.
“Sahi bir de depremimiz vardı” dedi Bedri. Sinirleri öyle bozul­
muştu ki, kahkaha atar gibi kesik kesik konuşuyordu.
Bob, yanma oturduğu Peter’e endişeyle baktı.
“Neler oldu burada, kimdi bu adamlar?” dedi Köksal’a baka­
rak.
Koksal kollarını iki yana açtı.
“Semiramis’in çetesi belli ki... Herifler konuşunca anlayaca­
ğız.”
“O pis kan nereye kaçtı?”
“Polis izliyordur Bob. Göreceğiz, öğreneceğiz.”
Biraz sonra sirenleriyle kıyametleri koparan ambulans filosu
hisann önüne yığıldı. Peter ile diğer yaralılan sedyelere koyarak
koşturdular.
Yaralılar gönderildikten soma bütün ekip bir araya toplanmıştı.
“Aksiyon filmi yaşadık. Anlatınca inanmayacaklar” dedi opera­
tör Pat.
Korkut kamerasına vurarak Pat’e, “Çatışmanın her anını çek­
tim dostum. Herkes inanmak zorunda” dedi.
3 0 7

Helikopterde...

Hisarın bulunduğu Avrupa yakası sahilini izleyen helikopter


Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün altından karşıya geçerek Asya
yakasına girdi. Deniz üstünden ayrılmış, Beykoz’un yakınından
kuş uçuşu yol almaya başlamıştı. Helikopteri izleyen sürat moto­
ru ise kısa süre gitti ve aniden geri dönerek İstinye limanına girdi.
Motordan iki kişi indi, sakin adımlarla balıkçı tezgâhlarına yürü­
düler. Motordakiler oraya sanki balık almak amacıyla gelmişti.
Helikopter, Polonezköy’ün kuzeyinden geçtikten soma Çayağzı
ile Sahilköy arasındaki geniş boşluktan Karadeniz’e çıktı.
Rumelihisarı’ndan kaçtıktan hemen sonra Semiramis telefon
ederek olanı biteni Kara Temur’a anlatmıştı. Onun isteğiyle şimdi
Gürcü gemisine uçuyorlardı. Gemi, Kara Temur’un talimatıyla
demir almış Kefken yönüne tam gaz yollanmıştı.
Başarısız operasyondan tedirgin olan Kara Temur ise kara yoluy­
la Kefken istikametine gidecek, lüks Mercedes’inin dikkati çekme­
mesi için, Kandıra’da motoru çok güçlü olan, gücünü hurda görü­
nümü altma gizleyen Fargo kamyonete binecekti. Bu kamyonet
Köksal’ın cipinin önünü kesen Şişhane’deki kamyonetti.
Kefken burnunun doğusundaki ıssız deniz kıyısına inerek bek­
leyen helikopterdekiler ufukta hızla büyüyüp yaklaşan gemiyi
gördü. Gemi ışıldaklarını üçer kere yakıp söndürerek “geldik”
sinyalini verdi. Haberleşmek için bu yolu kullanmak zorundaydı­
lar. Helikopterdeküer yerlerinin baz istasyonundan belirlenme-
mesi için cep telefonlarının kartlarını boğazm üstünde denize
atmışlardı.
Helikopter havalandı. Alçaktan uçtu geminin güvertesine çok
yumuşak ustaca iniş yaptı. Gemide yakıt ikmali yapılan helikop­
terin moturu çalışıyor, pervanesi yavaşça dönüyordu. Biraz sonra
Kara Temur’u almaya gidecekti.
Kara Temur Kandıra’ya yakın tenha bir arazide Mercedes’ten
inerek Fargo kamyonete bindi. Kefken’e yakın Akçaköy’ün güne­
yindeki ağaçlarla çevrili gözden uzak boşluğa geldiğinde helikop­
teri bekler buldu.

Kaos ve acı sürprizler

Kubbeyi basan çete, deprem, çatışma, Kemgöz Radko’nun


öldürülmesi, Semiramis’in Peter’e ateş ederek kaçması şok edici
olaylardı ama...
308

Depremin şaşırtan sonucu hepsini bastırdı.


Çünkü Rumelihisarı’rıdan başka hiçbir yerde deprem olmamış­
tı. Sadece kubbe ve hisann iç bölümüyle beş-on metrelik çevresi
sallanmıştı. Koksal gazeteye, “Depremin merkezi neresi?” diye
sorduğunda, “Deprem mi oldu?” yanıtını almıştı. Rasathane hiçbir
yerde deprem olmadığını söylemişti. Rumelihisarı’ndaki depremi
rasathanenin sismografları göstermemişti.
Koksal arkadaşlanna garip durumu aktarınca Bob, “Ben kub­
beye iniyonım” dedi.
Bedri hemen atıldı.
“Ben de geliyorum.”
Korkut ile Koksal da onlara katıldı. Serkan ise desteğe gelen
asker ve polislerle ilgileniyordu. Bakanına raporunu çoktan ver­
mişti.
Peter hastaneye götürülürken Lara, Debra ve Esin onunla bir­
likte gitmişlerdi.
Kuyuya indiklerinde sarsıntının çok az toprak döktüğünü gördü­
ler. Duvan geçtikten sonra 7 Akbaba’lı kubbeye baktılar. Binada
sallantının neden olduğu çatlak yoktu. Ancak kapı kapanmıştı.
İttiler açılmadı. Bob, Peter’in yaptığı gibi kapıyı tıklattı. Kapı
yine açılmadı. Bob ile Koksal omuzlanyla yüklendiler, kapı kımıl­
damadı.
“Ne yapacağız?” dedi Koksal.
“Bedri izin verirse kapıyı kırabiliriz” dedi Bob ve profesöre
baktı. Şaka yapıyordu.
Bedri gülümsedi.
“Kapının kırılacağını hiç sanmıyorum. Az önce akbabanın kal­
kanına matkabı sürenlerin ne hale geldiklerini gördük.”
“Şakaydı profesör. Ancak içeri girmenin bir çaresini bulmalı­
yız” dedi Bob ve o sırada kapı aniden ve sertçe kendi kendine
açıldı. O ürkütücü yoğun ışık yine buz kalıbı gibi dışanya uzadı.
“Hah, bizimle eğleniyor bu bina” diyerek sevinçle sıçradı Bob.
“Teşekkürler akbabalar, sizi seviyorum.”
Kubbenin içine geçtiklerinde hemen ilk bölmeye girdiler. Akba­
ba kıvılcım saçmıyordu ve dönmesi durmuştu. Heyecanla bütün
odalara koştular. 7 Akbaba da eski durağan hallerine dönmüştü.
Üstlerindeki “mücevherler” parlıyordu. Bob ihtiyatla elini uzattı.
“Kalkan görevine devam ediyor. Elim daha ileriye gitmiyor.”
“Güzeeel” dedi Bedi'i. “İki aptalın girişimi çok şükür dünyanın
batışım başlatmadı.”
“Dünyanın batışı mı?”
309

Bob şaşırmıştı.
“Evet, dünyanın batışı” yanıtını veren Bedri bir an durdu, göz­
leri şaşkınlıkla büyüdü, zemini gösterdi. “İki ceset ortada yok.
Gördünüz mü?”
Üçü birden durakladı.
“Evet evet, olacak şey değil... Yok cesetler, yoklar. Telaşla far­
kına varmadık.”
Şaşkınlıkları büyüktü, iki çetecinin cesedi buharlaşmıştı
sanki...
Akbabanın çarpmasıyla yıkılıp tespihböceği gibi kıvrılarak can
veren iki haydut kaybolmuştu. Boş siyah zemin az önce cilalan­
mış gibi pırıl pırıl parlamaktaydı.
Bedri başım sallıyordu.
“Dostlar, kim ne derse desin burası bizim teknolojimizin ancak
varsayımlarla yorumlayabileceği olağanüstü bir mekân. Cehaletimiz­
le burayı kurcalarsak inanılmaz felaketleri başlatırız.”
“Ağzındaki baklayı çıkarsana” dedi Bob. “Ben de bilim adamı-
ynn, arkeoloji profesörüyüm, seni anlarım.”
Alınmıştı, kızgınlığı sesinden belli oluyordu.
“Özür dilerim profesör. Size elbette açıklayacağım. Ancak bu
mekânı açıklamaya arkeolojiden çok fizik ve astronomi bilimi
tercüman olacak” dedi Bob.

Peter’in şaşkınlığı

“Hastanede yatmam!..”
Peter hafif baygınlıktan ve 24 saat yattıktan sonra mutlaka
otele dönmek istiyordu. Boynunu delen mermi aort ile gırtlak
borusu arasından geçmişti. Hiçbir daman ve kası koparmaması
mucizeydi. Peter ölümün kıyısına gelip dönmüştü. Boynundaki
deliği operasyonla kapattılar, dikiş attılar. İkinci merminin sıyır­
dığı yarasına ise altı dikiş atılmıştı. Kanama kesilmişti. Peter
inanılmayacak kadar iyi durumdaydı. Alman Hastanesindeki
hekimler onu caydıramayacaklannı anlayınca otele gitmesine
razı oldular.
“Tam bir mucize. İlk baştaki kanlı görüntüsünün aksine yarala-
n ağır değil. Madem istiyor oteline dönebilir, ama başında dene­
yimli bir hemşiremiz olacak” dedi başhekim.
İki nöbetçi doktor da cep telefonu numaralannı Peter ile
Lara’ya verdi. Ambulans otele götürecekti, deneyimli hemşire
yanında kalarak Peter’in durumunu gözleyecekti. Boynuna koru­
3 1 0

yucu takılan Peter’e altı saatte bir ağn kesici iğne yapılacaktı.
Güçlü antibiyotikler verilmeye başlanmıştı.
Ambulans otel yolundayken Peter yarasım düşünmüyordu büe.
“0 kadın beni neden öldürmek istedi? Neden ‘Yeter! Yeter!’
diye bağırıyordu?’’
“Kardeşimin ölümünde parmağı var... Şimdi beni öldürecekti...
Neden bize bulaştı?”

7 Akbaba’nın sırlan

Hastaneden gelen Lara ile Debra’yı ve yaralı Peter’i otelin kapı­


sında karşılayan Serkan ile Koksal onları küçük salona götürdü.
Profesör Bedri ile Bob’un isteği üzerine yapılan toplantı artık
başlayabilirdi.
Peter, Debra ve Lara toplantıda tanımadıkları üç kişinin bulun­
duğunu gördüler. Bedri onları tanıttı.
“İlahiyat profesörü Mustafa Korcan, tarih profesörü Turgan
Kaflı, Ön Türkler tarihi uzmanı Profesör Alp Buharalı... Kendilerini
acilen davet ettim. Ricamı kırmadılar, Rumelihisan’na götürdüm,
kubbeyi ve 7 Akbaba’yı incelediler. Yaşadıklarımızı ve bildiklerimi
aktardım. Şimdi bize katıldılar, çünkü onlara ihtiyacımız var.”
Bedri tanıştırmayı sürdürürken Köksal’m telefonu çaldı. Ara­
yan Kubilay’dı, hızlı hızlı konuştu.
“Polis ekibini izliyorum. Semiramis’in evine gidiyoruz. Araştırma
yapılacak. Ayncabir ekip KaraTemur’uyakalamakiçin Aksaray’daki
otele baskına gitti. Olanı biteni hemen bildireceğim.”
Koksal duyduklarını aktarmadı. Sessizce yerine oturdu. Top­
lantıyı Profesör Bedri açtı.
“Dostlar. 7 Akbaba’nın ve kubbenin sırlarının toplu açıklaması­
nı yapmak için buradayız. Rahmetli Profesör Nadi Nadir’in 70 yıl
önce yazdığı raporlar ve notlar bize sırların kapısmı açtı. Bizler de
çağdaş bilimin yardımını alarak konuya açıklık getireceğiz.”
Bedri yan gözle Bob’a bakarak konuşmasını sürdürdü.
“7 Akbaba ile kubbenin arkeolojik açıdan değeri tartışılmaz,
ancak sahip olduğu üstün ve gizemli teknolojisinin açıklamasını
şöyle yapabiliriz: Tarihini asla kestiremeyeceğimiz çok eski
uygarlıklardan kalma eserdir. Bu uygarlıklar bizim dünyamıza mı,
başka dünyalara mı aittir, şimdilik onu da çözemiyoruz. Kubbeli
binada ve akbabalarda enerji vardır. Bina ve akbabalar, deyim
yerindeyse yaşamaktadır. Şimdi, yaptığım açıklama planına göre
sözü burada tarih profesörü Turgan Kaflı’ya bırakıyorum.”
311

Profesör kısa boylu, tombul, lavır kıvır ak saçlı, yuvarlak yüzlü


sevimli bir adamdı. Koyu kahverengi kostümünü güzelleştiren
bordo yeleğinin ceplerine başparmaklarım sokmuştu.
“Anlatacaklarım belgelerde bulunan 7 Akbaba bahisleri...” diye
söze başladı. “Oruç Bey, kubbeye giren ve 7 Akbaba’yı gözleriyle
gören tarihçi... Ancak ondan öncesi var. 7 Akbaba’nm yer aldığı
Latince belgelerin ilki anonimdir. Yüzyıllar önce yazılmış Latince
belgeden 1300’lü yıllann başmda Dimişki adındaki tarihçi esinlen­
miştir. Dimişki, eski belgeyi Kozmografya El Kitabı adıyla yeni­
den yazmıştır. İstanbul’da gördüğü kubbeye benzer bir mekânı
anlattığı bölüm özetle şöyledir: '... Tapmakların görkemlisi beyaz
mermerden yapılma İhmim'in tapmağıdır; içinde yedi gezegenden
her birine ait yedi oda vardır. Tavanlara kanatlarını açmış kartal­
lar resmedilmiştir..."
Profesör burada durdu.
“Akbaba ile kartal aynı türdür. Burada sözü edilen kuşlar
akbaba da olabilir... Ancak, 7 gezegene ait 7 oda ilginç değil mi?”
dedi ve devam etti. “İç ve dış duvarları satranç tahtası gibi
damalı olarak tarif eden Dimişki şöyle yazar: ‘Her damada iki
sembol vardır. Biri ayakta duran insanı temsil eder, diğeri tahta
oturmuş, gövdesi insan, başı ya kuş, ya balık, ya da dört ayaklı
bir hayvanı gösteren korkunç bir kişidir.’ Demek ki
Konstantiniyye’nin kurulmasından yüzyıllar önce, o topraklarda
böyle mabetler varmış. Dimişki kitabını ilk Osmanlı hükümdarı
olan Osman Bey döneminde yazmıştır, ama yararlandığı belgeler
çok daha eskidir. Dimişki elindeki belgeye dayanarak şunu iddia
etmiştir: Toprak hiçbir zaman bakir olmamıştır. Bir öncesi var­
dır. Mabet sandığımız 7 odalı bir başka kubbe vardır. Kubbe,
dünyanın başlangıcından sonuna kadar akıp giden zamanı ölçen
evrensel saati barındırmaktadır. Bu saat, Konstantiniyye toprak­
larının derinliklerinde gömülüdür...’ Sanki 7 Akbaba’lı kubbeyi
işaret ediyor değil mi?”
Turgan Kaflı burada derin bir nefes alarak söze girdi.
“Yedi gezegene ait yedi oda, bilmediğimiz zamanlar ve evrensel
saat ile toprağın hiçbir tarihte bakir olmadığı ifadeleri...” dedi.
Profesörün sözlerinin yarattığı sessizliği cep telefonunun zili
bozdu.
“Pardon” diyerek telefonunu açtı Koksal. Kubilay arıyordu.
Hayli heyecanlıydı.
“Müdürüm, şimdi Semiramis’in evinden çıktım. Bir şey kaptım
ki çok işimize yarayacak. Semiramis’in albümünü arakladım.
312

Polis diğer odaları araştırıyordu, yatak odasındaki bir çekmeceyi


çektim albümü buldum. Ne acayip kadınmış, ne resimler çektir­
miş. Anadan doğma filan... Yaa müdürüm çok güzel kadın yaa..."
Koksal gülümsedi.
“Şimdi ne yapıyorsun?”
“Polis araştırmayı bitirdi. Semiramis’in bilgisayarını bazı dos­
yalarını filan aldılar... Aksaray’daki baskında Kara Temur buluna­
mamış. Birkaç saat önce arabasına binip gitmiş... Ben ne yapayım
şimdi?”
“Albümü al buraya gel Kubi” diyen Koksal konuşmayı kestiği
için herkesten özür diledi. “Lütfen devam edin, hocam.”
“Şimdilik benden bu kadar. Yeri gelince söz alınm” dedi Profe­
sör Turgan Kaflı.
“Değerli arkeolog Bob Younger, toprak hiç bakir kalmadı söz­
leri üzerine ve geçmiş gizemli uygarlıklar konusunda en ünlü
Mısır eserleri uzmanı olarak bize ışık tutar mı? Uzun yıllar araştı­
rarak Mısır'ın gizemini büyük ölçüde çözen sizsiniz” diyerek
ayağa kalkan Bedri bu defa, Bob’un yanma gitti.
“Mısır’ın gizemi tamamen çözülemedi, şimdi de İstanbul’un
gizemi dünyayı meşgul edecek” diyerek söze başladı Bob. “Sümer
ve Mısır yüksek kültürü mağara devrinden hemen sonra birden
ortaya çıktı. Çok tuhaf değil mi?.. Şuna benziyor: Diyelim ki ilk
otomobil icat ediliyor ve günümüzün son model otomobiliyle aynı
teknolojiye sahip... Ve bu otomobil bütün dünyada tekerlekli araç
yokken imal ediliveriyor. Sümer ve Mısır uygarlıklarının ortaya
çıkışı en iyi bu örnekle anlatılır.
Mağara insanlarının birkaç ayda Sümer ve Mısır uygarlıklarım
yaratacak seviyeye erişmesi mümkün değil. O halde neyi kabul
edeceğiz? Uzaydan gelen öğretmenlerin insan beynine akıl aşıla­
dığını mı? Bu teoriyi de kanıtlamak olanaksız. Arkeolojik araş­
tırmalardaki antik yazıtlar ve sembollerden başka bize ipucu
verecek kaynağımız yok. Kaybolmuş belgeler, anıtlar, yazıtlarla
ilgili bilgileri eski Arap tarihçilerden elde edebiliyoruz... Şimdi
dikkat edin” dedi Bob ve o sırada Köksal’m telefonu tekrar
çaldı.
Koksal hafifçe kızararak kalktı.
“Bensiz devam etmeyin biraz dinlenin” diyerek salondan çıktı.
“Kubi ne var yine oğlum? Burada önemli toplantı yapıyoruz."
“Müdür önemli haber var da... Anında bildirmezsem kızarsın
ya... Kefken Adası açığında bekleyen bir gemiye helikopter inmiş,
biraz sonra kalkmış, yarım saat kadar sonra aynı helikopter tek­
313

rar gemiye iniş yapmış. Bir daha havalanmamış. Kesinlikle


Semiramis’i kaçıran helikopterdir. Gemi tam yol açılıp sahilden
izlenemez olmuş...”
“Kimden aldm bu bilgileri?”
“Kefken’de bizim yurt haberler muhabiri Davut Yılmaz var.
Çocuk aynı zamanda Kefken deniz fenerinde görevli... Orada 24
saat gözetleme yapılıyor. Davut gemiyi ve inip kalkan helikopteri
ilgiyle izlemiş. Sahil Koruma’ya bildirmiş, ama helikopter inip
kalkarken gemi hareket halindeymiş çabuk kaybolmuş. Sahil
botu bir başka görevde uzaktaymış, olay bildirilince peşinden
gitmiş, ancak gemi bulunamamış. Gemi ufak boydaymış, hücum­
bot kadar süratliymiş. Bulgaristan karasularına girdiği varsayılı­
yor. Rumelihisarı baskınını ve Semiramis’in helikopterle kaçışım
çok sonra radyodan öğrenmişler.”
Köksal’m salona döndüğünü gören Bob hemen söze başladı.
“Arap tarihçi Muhammed el-Makrizi yazdığı kitaplarda şaşırtıcı
bilgiler verir. Örneğin; 7 Akbaba kubbesi benzeri binaların yapım
tarihini 30 000 yıl geriye götürür. 1440’lı yıllara kadar yaşayan
El-Makrizi Mısır tarihinin eşsiz araştırmacısı, çok önemli İslam
bilginidir. El Kitat adlı Mısır’ın coğrafyasını ve tarihini anlatan
kitabındaki bir bölüm beni çok ilgilendirdi. Bulduğu çok eski bel­
gelere dayandığım yazan El-Makrizi’ye göre Mısır piramitleri MÖ
2500 yıllarından daha önce inşa edilmiştir. Şöyle diyor:l... Saurid,
inşaatlar bitince piramidin en tepesine bir yazıt dikti. Üzerine
ismini ve piramitleri altı senede inşa ettirdiğini’ yazdırdı. Düşen
akbaba yengeç burcundayken 3 piramidin yapıldığı” yazılıydı. Bu
tarihten Hazreti Muhammed’in hicretine kadar 36 bin güneş yılı­
nın geçtiğini El-Makrizi hesaplamış. Yani; MÖ 35000 yılı civan.
El-Makrizi’ye manırsak üstün teknoloji eseri piramitler 37 000 yıl
önce yapılmış oluyor. Peki, firavunlar yapmadıysa kimler yapmış?
Aynı soru şimdi bizim karşımıza dikildi; 7 Akbaba’lı kubbeyi
Romalılar yapmadı, Osmanlılar yapmadı. Peki, kimler yaptı ve ne
zaman?”
Bob bunları söyledikten soma Profesör Mustafa Korcan’a
döndü.
“Üç büyük piramidi yaptığı varsayılan Saurid kimdir? Piramit­
lerle benzer özellikleri olan ve aynı boylamda bulunan 7 Akbaba’lı
kubbeyi de, kim bilir, belki Saurid yapmıştır. Saurid olağanüstü
önemlidir ve onu size en iyi bir din bügini anlatır” dedi. “Buyrun
söz sizin.”
“Saurid kimdir? Yahudiler onu Anuh veya Enoş diye adlandı­
314

rır, Helenler ise Hermes der" diyerek sözlerine başladı Profesör


Korcan. “Saurid bir firavun veya bir efsane değildir, aslında İdris
Peygamber’dir. İslam inancında böyledir. İdris Peygamber’in
yaptıkları 7 Akbaba’nm gizemine ipuçları sunabilir. Oruç Bey,
kubbede gördükleri Latince levhada ‘Biz Âdem’den önce vardık’
yazısını padişahın kendilerine okuduğunu belirtir. İnanca göre
de İdris Peygamber Hazreti Âdem’den çok önce gelmiştir. Kuran
şöyle der: ‘... Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir
insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yücelttik...’20
İdris Peygamber ilkel insan topluluklarını aydınlatmak göreviy­
le ‘indirilir’. Nuh Tufam’m uzun yıllar önce haber verir. 72 dil
konuştuğuna ve her kavmi kendi diliyle hak dinine davet ettiği­
ne inanılır. 100 kent kurmuştur. İnsanlara yazıyı gösterdi, fen,
astronomi ve tıp gibi ilimleri öğretti. Belgelerde, ‘Kalem ile
yazan ve iğneyle diken’ denilen ilk insandır. İdris Peygamber
dünyayı dört bölgeye ayınp her birine bir temsilci tayin etmiştir.
Aşure Günü’nde göğe alınmıştır. Bunlara inanıyorsak, kubbeyi
yapanlar ve içine 7 Akbaba’yı koyanlar İdris Peygamber’in
görevlendirdiği uygulayıcılar neden olmasın?”
İlahiyat profesörü Mustafa Korcan’dan soma sözü arkeoloji
doçenti Debra aldı.
“Birçok kaynak gökten gelen öğretmenlerin öğretisiyle insan
aklının hızla geliştiğini ileri sürer. 1 000 yıl öncesinin Arap tarihçi­
lerini ve El-Makrizi’yi birçok arkeolog gibi ben de okudum.
El-Makrizi, çok eski belgeleri kitabma kaynak gösterir. 1442 yılın­
da ölene kadar, insanı uygarlaştırmak için indirilen öğretmenler
teorisinin arkasında durmuştur. El-Makrizi, eski Mısır belgeleri­
nin birinde şöyle dendiğini yazıyor: ‘Ateş arabasıyla gökten inen
kişi insanlara akıl getirdi.’ Belgeye göre, ‘ateş arabayla gökten
inen’ (Saurid) İdris Peygamber’di. Mağaralarda yaşayan insan
onun gelişiyle kısa sürede kürk giysilerini attı, kumaş dokumayı,
dikiş dikmeyi öğrendi. İdris Peygamber’e ‘Terzilerin Piri’ derler.
Mağaradan çıkardıklarına mesken yapmayı, site kurmayı öğretti.
800 ve 900 yıllannm tarihçilerinden Abdülillah Muhammed ile Afi
bin Abdullah el-Kasri’nin kitaplarındaki Hz. İdris’e ait bilgileri
aynen aktarıyorum: El-Kasri’ye göre Hz. İdris, Âdem’den önce
yaşamıştır. İnsanları Tufan’da boğulmaktan kurtarıp Yukarı Mısır’a
götürmüştür. İdris Peygamber, Âdem’den önceki insanlara bede­
nini ve aklını birlikte kullanmayı öğretmişti. Descartes da, ‘Dünya
canlı organizmaların makine benzeri işleyişi. Yaşayan saat gibi bir

2 0 . E l-M eryem , 56-57.


315

şey...’ dedikten sonra insanı Kartezyen robot makine gibi tarif


etmişti. İdris Peygamber, insana koordinatları veriyor, insan da
belleğine yerleştiriyordu. İnsan makine değildi, beden-akıl-ruh
üçgeniydi. Güçlü belleği vardı. İnsan beyninin bilgisayar belleğin­
den farklı yanı öğrendiklerini geliştirme yetisidir. Algılıyor, yargı­
lıyor, bilgilerini yenileyebiliyordu. ‘İdris Peygamber 72 dil konu­
şuyor ve kavimleri kendi dilleriyle hak yoluna çağırıyordu’ deni­
yor. Nasıl bir beyne sahipti? 72 dili beynine programlayan tekno­
loji neydi? İdris Peygamber 100 kent kurduysa bunlardan biri de
bugünkü İstanbul’un yeri olabilir. İstanbul’un ilk kurucuları Bizas
ve Constantinus değildir. Aksaray ve Küçükçekmece’deki kalıntı­
lar İstanbul’da 8 500 yıl önce yerleşim bölgeleri olduğunu kanıtlı­
yor. Nuh Tufaru’ndan 300 yıl önce İdris Peygamber’in felaketi
bildiği söylenir. İnsanlığı yükseltecek 300 kitap yazmıştır. Kitaplar
tufanda kaybolmasın diye sulann yetişemeyeceği yükseklikte üç
piramit yapmak ister. El-Makrizi’nin bulduğu belgelere bakarsak
‘gökten inen melekler’ piramitlerin inşaatında insanlara yardım
ederler. Böylece bugünün teknolojisini bile aşan mimari ustalıkla
piramitler tamamlanır. Hz. İdris 300 kitabını Büyük Piramit’in en
üst odasma koyar. O dönemlerde üst odanın çatısının merceklerle
kaplı olduğu ve uzaydan gelen ‘anlamlı’ ışınları odaya indirdiği
iddia edilir. Işınlar odada bekleyene mesaj indirir veya insanüstü
yetenekleri beyne iletirmiş. XIX. yüzyıl başlarında elmas oldukla­
rı da söylenen mercekleri çalınmıştır. Ancak odaya bırakılan
yiyecekler, hayvan ölüleri hâlâ bozulmaz, yaralar iyileşir, aynen
Korkut’un yarasının İstanbul’daki 7 Akbaba’lı kubbede iyileştiği
gibi... O halde kubbe bizim bildiğimiz tarihlerden çok önce belki
de İdris Peygamber tarafından yaptırılmıştır ve işlevi vardır. İşlev
konusuna gelince sözü fizik profesörüne ve astronomi doçentine
bırakmak gerekiyor.”
Bedri ve Esin konuşmalarım yapmak için ayağa kalkarken Ön
Türkler tarihi uzmanı Profesör Alp Buharah, “Kısa bir bilgi ver­
mek isterim” dedi.
“Kadıköy’de bulunan bir antik tak üstünde Ön Türklere ait
‘Atlarımızla denizi (Boğaz’ı) geçtik’ yazılı kabartma vardır. Yakla­
şık 9 000 yıllıktır. Bu anıt, Peçeneklerden önce de Türklerin
İstanbul’a geldiğini ve Boğaz’ı atlarıyla geçtiğini gösterir. O
dönemde İstanbul’da yerleşim olduğu da kanıtlandı. Acaba kim­
lerdi 9-10 000 yıl öncesinin İstanbulluları... 7 Akbabalı kubbeyi
onlar mı yapmıştı? O atlılar nereye yerleşti? Kazılar ilerledikçe
sanırım onu da öğreneceğiz. Teşekkür ederim hepsi bu kadar.”
316

“Benim de fizikçi ve astronom dostlarımızdan önce söylemem


gereken bir şeyler var” diyerek ayağa kalktı Bob. “İnsanı eğitenler
gökten mi inmişler, yerden, mi çıkmışlar tartışması bitmez. 25 yıl­
dır aralıksız sürdürdüğüm arkeolojik araştırmalarda birçok soru­
nun yanıtını buldum. İroniktir, her yamt bir başka soruyu doğurdu.
İnsanın yüz binlerce yıllık yavaş ilerleyen gelişimi birden nasıl
tamamen değişti? Mağaralarda yaşayan, birikintilere kafasını
sokarak su içen, avlanarak karnım doyuran, post giyen insana
sanki sihirli değnek dokundu. Avcıları çiftçilere, çömlekçilere,
kentler kuran mühendislere, mimarlara, heykel ve resim yapabi­
len sanatçılara, hekimlere, devlet adamlarına, düşünürlere hızla
dönüştüren sihir neydi? Yüksek Sümer uygarlığı birdenbire nasıl
ortaya çıktı? İşte bu soruyu araştırırken Mezopotamya’da buldu­
ğum Sümer yazıtından yanıtı aldım. Şöyle yazılıydı: ‘Güzel görünen
her neyse, tanrıların lütfuyla yaptık.’ Sümer’in tannlan. Sümer’in
tanrılarını Yunanlılar kopya etmiştir, ama Sümerlere bu tannlan
şekillendinnek için esin verenin ne olduğunu saklamışlardır. Tek­
vin kitabının 6. babmda ‘insanoğlunun büyüden kurtarılıp gözü­
nün açılması’ şöyle anlatılır. ‘İlahi varlıklar insan kızlarının güzelli­
ğini görünce beğendikleriyle evlendiler.’ Sümer tannlan, onlann
oğullan ve torunları, tannlar ve ölümlüler arasında yaşar. Onlarla
ilgili hikâyeler İncil’de de vardır: ‘Rab oğullan insan kızlarına var-
dıklan, Ve bu kızlar onlara çocuk doğurduklan zaman, O günlerde,
hem de ondan soma, Yeryüzünde Nefilimler vardı, bunlar ebediye­
tin kudretli olanlarıydı, Şem halkıydı.’ ‘Nefilimler’ kimlerdi? Çok
dikkat edelim, XIX. yüzyıl İncil yorumcusu Malbim ‘Nefılimler’i
Arami dilindeki İncilden ‘aşağı düşmüş olanlar’ olarak çevirmiştir.
İncil ile Tekvin’e bakarsak; gökten düşmüş Nefilim ile dünya insa­
nı evlenince doğan çocuklar yeni akıllı insan neslini oluşturdu.
İnsan hızla ilerledi. Kuran’da ise; İdris Peygamber’in öğretisiyle
insan değişmiştir. İdris Peygamber’in de Nefilimleri mutlaka vardı.
Piramitleri yapmak için ‘aşağı düşmüş’lerdi.”
Bob’un sözü burada kesildi, Köksal’ın telefonu çalmıştı. Koksal
yine kızanp “Pardon” diyerek ayağa kalktı.
“Kubilay öyle anlarda arıyorsun ki... Ne oldu yine?”
“Geldim, otelin lobisindeyim. Semiramis’in albümünü getirdim.
Ne resimler var neler...”
“Tamam. Aşağı kattaki toplantı salonuna gel. Bir köşeye otur
sesini çıkanna.”
Tekrar “pardon” diyerek yerine oturdu. Debra’mn kulağma
fısıldadı.
V

3 1 7

“Önemli gelişmeler var da...”


Bob kaldığı yerden devam etti.
“Kesin kanıtlara bakarsak yüz binlerce yıl önce Incil’in deyi­
miyle birileri aşağı düştü. Nefılim olarak adlandırılan yüksek
uygarlık sahibi kişilerin gelişini eski uygarlıklar taşa kazıdı, kil
tabletlere yazdı. Onların ‘ateş arabaları’ veya ‘uçan sandal’la dün­
yaya indiklerini belirttiler. Astronot başlıklı resimlerini çizdiler,
heykellerini ve kabartmalarım yaptılar. 7 Akbaba’lı kubbenin
yapısına ve içindeki akbabalara bakarsak bunların Nefılim eseri
olduğunu galiba kabul edeceğiz.”
Kubilay kapıyı açtı sessizce bir köşeye oturdu.
“Profesör Bob Younger’a bir şey önermek istiyorum” dedi tarih
profesörü Korcan.
“İstanbul’daki ve Ankara’daki arkeoloji müzelerine mutlaka
gidiniz...”
Bob utanmış gibiydi.
“Beni mahcup ettiniz, ilk gitmem gereken yerlerdi. Fakat olay­
ların gelişmesi beni arkeolojiden aldı dedektif yaptı.”
“Rica ederim. Durumunuzu biliyorum. Bizim her iki arkeoloji
müzemizdeki Sümer, Hitit, Akat, Babil ve Asur tabletlerinde geze­
genlerden gelenlerden bahsedildiğini göreceksiniz. Tabletlerde
Marduk gezegeni de yazılıdır. Biliyorsunuz Marduk gezegeninin
2012 yılında dünyaya yaklaşacağı ve Nuh Tufanı benzeri felaket­
leri yaratacağı ileri sürülür. Babilliler tanrıları ‘Marduk’un adım
gezegene takmıştır. Sümerler ise ‘Nibiru’ derlerdi. Babilliler,
Marduk’un Nuh Tufam’m yaratacağını ateş arabalarıyla gelen tan­
rılarının uzun yıllar önce bildirdiğini tabletlere yazmışlar. Müzele­
rimizde görebilirsiniz.”
Çok etkilenmişti Bob.
“Müzeleri görmeden gidemem” dedi. “Marduk gezegenini anla­
tır mısın Esin?” diye sordu.
“Marduk bir efsane değil” diyerek anlatmaya başladı gökbilim­
ci Esin. “Marduk gezegeninin yörüngesi onu 3 600 yılda bir dün­
yamıza yakınlaştırıyor. Gezegen dünyaya yaklaşınca felaketlere
neden oluyor. Maya takvimine göre gezegen 2012 yılında dünyaya
iyice yakınlaşacak. Maya takviminin 2012 yılında bitmesi nede­
niyle bu tarih bazılarınca kıyamet yılı olarak yorumlanıyor. Mar­
duk gezegeni kıyamet etldsi yapar mı? Sümer tabletlerinde evren­
den gelecek tehlikelere karşı ‘gökten inenlerin’ dünyada savunma
sistemleri kurdukları anlatılıyor. Gökten inenlerin savunma sis­
temlerini dünyanın çeşitli manyetik bölgelerine yerleştirdiği belir­
318

tiliyor. Birinci savunma ve koruma bölgesi piramitlerin ve İstan­


bul Rumelihisan’ndaki 7 Akbaba’lı kubbenin üzerinde bulunduğu
30 boylamdır. Uzayla haberleşme sağlamak için yapıldığı iddia
edilen Sfenks de 30. boylam üzerindedir. 30. boylam dünyayı
koruyan manyetik kuşağın en güçlü olduğu yaydır. Güneş’ten ve
uzaydan gelen öldürücü ışınlan manyetosfer kalkan önler, ışınlar
Dünya’yı çevreleyen manyetosfer kalkanı aşamaz. Manyetik hal­
kçılar çizen, adma Van Ailen denilen kuşaklann engellediği güneş
plazma bulutlan, Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom bomba­
sına eş değerdedir. Düşünün manyetosfer olmasaydı ne olurdu?
Van Ailen kuşaklan gibi, atmosfer de, dünyamızı öldürücü dış
etkilerden koruyor. Serseri meteorları durdurduğu gibi, dünya
ısısının ayarlanmasmı sağlar, dondurucu soğuktan korur. Şimdi
ozon tabakasma gelelim. İşte bu noktada ‘mucize’ sözcüğünü kul­
lanmak zorundayım. Neden mi? Ozon tabakası, zararlı ışınlan
süzer ve geçirmez. Öte yandan zararsız ışınlan, radyo dalgalarım,
görünür ışığı ve ölçülü olarak ultraviyole ışınlarım geçirir. Zarar­
sız ışınlar tüm canlılann yaşamlarını sürdürmesini sağlar. Gezege­
nimizde hayat devam eder. Dünyayı koruyan sistemin şaşmaz bir
saat gibi işlemesini sağlayan mekanizmalar olduğu iddia ediliyor.
Bunlardan biri de Rumelihisan’ndaki 7 Akbaba olabilir. Günümü­
zün bilim seviyesi manyetik sistemi ve ozon tabakasının nasıl
olup da akıllı filtre görevi yaptığını henüz açıklayamıyor.”
Esin sözlerini bitirince ilahiyat profesörü Mustafa Korcan,
“İnsan aklı ve bilim Allah’ın gücü karşısında yenilgiye uğrar” dedi
ve ekledi: “Bakınız Kuran ne diyor: ‘Ve Arz (Dünya) göğünü
korunmuş tavan kıldık, onlar onun (göğün) ayetlerinden yüz çevi­
rirler. Ve O (Allah) ki, geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yarattı, her
biri, bir yörüngede yüzerler.’ Atmosferin keşfinden yüzyıllar önce
inen Kuran’ın Enbiya Suresi 30 ve 33’üncü ayetleri böyledir. 7
Akbaba’mn dünyayı koruyan bir hikmeti olduğuna inanıyorum.
Fatih Sultan Mehmed’in saklamasının sebebi de 7 Akbaba’nm süs
olmadığım anlamasıdır mutlaka...”
Profesörün sözlerinin çevirisini dinleyen Bob heyecanlanmıştı.
“Bakın neyi hatırladım” dedi. “Amerika’nın Antarktika’da esra­
rengiz bir istasyonu var. Dünyanın en güney noktasında,
Antartika’mn en karanlık yerinde kumlu istasyon yıllardır çalışır.
Adı ‘araştırma istasyonu’dur ama kimse aslını bilmiyor. Adı
McMurdo Amerikan Araştırma İstasyonu... 1 258 kişi yaşıyor
orada. Her gün düzenli kargo uçak seferlerinin yapıldığı istasyon
kendi nükleer tesisine sahip. 100 binadan oluşan esrarengiz bir
319

yer. Resmen açıklanan, burada uzay projelerine destek sağlayan


astronomi ve astrofizik araştırmalarının yapıldığıdır. Az önce
Esin’in anlattığı atmosferik ölçümler ve hava kirliliği incelemele­
rinin yapıldığı da belirtiliyor. Ancak araştırma raporları açıklan­
mıyor. Bir iddiaya göre McMurdo İstasyonu, uzay trafiğinin kont­
rol merkezi olarak çalışıyor... Ve iddianın en çarpıcı yanı; uzaylı
varlıklarla buradan temas kuruluyor. Bu iddialar giderek büyüdü.
Hatta Stargate SG-1 filmi istasyondan esinlendi, McMurdo,
‘Dünya birlikleri üssü’ olarak gösterildi. İstasyona 80 km mesafe­
de ise kayıp kıta Atlantislilerin kullandığı ‘yıldız geçidi’nin bulun­
duğu ileri sürüldü.
Deşifre adlı kitapta, Atlantislilerin bıraktığı ve tüm dünyadan
gizlenen ‘dünyanın kodu’nun McMurdo’da deşifre edilmeye çalı­
şıldığı anlatılıyor. 7 Akbaba’nm işlevini ve gizemini araştırırken
belki de ‘dünyanın kodu’yla ilgili şifreyle karşı karşıyayız. McMur­
do öyle gizemli ki, Alien filmlerinde de merkezi bir uzay trafik
kontrol istasyonu olarak gösterildi. The Thing filminde de yer
aldı. Aynı bölgede bir de Amundsen Scott İstasyonu yer alıyor.
Burası da McMurdo’ya lojistik destek sağlıyor. Ayrıca içeriği açık­
lanmayan özel araştırma projeleri üzerinde çalışmalar yapıldığı
söyleniyor. Amundsen Scott İstasyonu’nun en ilginç yönü şu;
istasyonun yarısı yeraltında. Neden yarısı yeraltında? İlginçtir,
Antarktika batı-doğu 30. derece içindedir. Aynen piramitler ve 7
Akbaba’lı kubbe gibi... Bizim Amerikalılar da buzların altında
akbabalar mı buldu, yoksa kendileri mi yaratıyor bilemem.”
Dosyalarım masaya yayan Bedri, “Görüyoruz ki dünyamızın
akıllı insanları gizemli geçmişi araştırmaktan yılmıyor” dedi.
“Ülkeler araştırmalara büyük paralar yatırmaktan kaçınmıyor.
Fantezi veya efsane sanılan bir yazıt, yüzyıllardır düden dile geçe­
rek yaşamış bir söylenti önemli bir gerçeği açıklamaktadır. Bilim
dünyası efsaneleri de dikkate alıyor. 7 Akbaba konusunda vardı­
ğım sonucu açıklayacağım. Boğazımı ıslatmam şart” diyerek
gülümsedi ve bir bardak su içti. “Binada neden akbabalar var?
Neden, kedi, aslan değü de akbaba? Bu soruya yanıt aradım. Eski
uygarlıklarm kutsal sembolü akbaba. Eski Türkler akbabaya ‘ker-
kes’ derlerdi. Oruç Bey de kerkes yazmış. Latin kökenli 'Carcas-
se/Kerkesse’ sözcüğü ‘leş’ anlamına da gelir ama kerkesin leş
dışında bizi uyaran anlamlan var. “Özü karanlık, kendini gizleyen”
anlamı bizim akbabalara uyuyor. Kerkes şu anlamlara da geliyor:
Yangına sebep olmak. Topu ateşlemek. İsyan. Otoriteye karşı gel­
mek. Rotayı şaşırtmak. Burada kerkes sözcüğüyle ilgili olarak
320

yazılı projectilis ise “roket, füze ve gökten gelen” anlamını taşı­


yor. 7 Akbaba’lı kubbedeki metinde, ‘Her akbabanın 7 000 yılı
gösterdiği ve son 7 bininci yıhn bitiminde kıyamet gelecektir’
yazılı. 5 akbabanın başının koparılmış olması 35 000 yılın geçtiğini
göstermekte. 7 Akbaba’dan ikisinin başı yerinde... Altıncı akbaba
çok renkli taşlarıyla diğerlerine benziyor, ama sonuncu akbaba
tamamen siyah... Kıyametin tarihini nasıl anlayacağız? Anonim
tarihin yazıldığı 1491 yılı Bizans takvimine göre, dünyanın yaratı­
lışımı! 6 999’uncu yılı. Arada bir şey söylemek istiyorum, bir yıl
sonra 1492 tarihi geliyor ve 7 000 yıl tamamlanıyor. 1492
Amerika'nın keşfedildiği ve dünyada büyiik sosyal ve siyasal
gelişmelerin başlangıç tarihi. 7 000 yıl kıyametle ilgili değil de,
değişimin kilometre taşıydı. Oruç Bey’in hesabına göre ise 7 000.
yıl 1477 tarihinde bitiyor ve kıyamet kopuyor. Ama kıyamet kop­
muyor. Bu gösteriyor ki akbabaların yaşını hesap etmeye kalkar­
sak yanılırız. Uzatıp canınızı sıkmayayım; bugüne kadar rahmetli
Profesör Nadi’nin gerçekçi araştırmaları ve bizim yeni teknolojiy­
le yaptığımız gözlemler şu sonucu ortaya koyuyor: ‘Akbabaların
tarihini hesaplayamıyoruz. Kimliğini bilemediğimiz yüksek tekno­
lojiye sahip olanların eseridir. İnsanlığa, kendilerini bekleyen
tehlikeyi haber vermektedir. O halde akbabalar, manyetik düzeni
ayarlayan saat, dünyayı koruyan zırhların yöneticisi, geçmişin ve
geleceğin trafik istasyonudur, çözemediğimiz levhalar geçmişin
ve geleceğin düzenli takvimidir.’ Bunları kabullenmekten başka
çare yoktur. Eski yazıtlar ve semboller uzmanı dostumuz Lara’mn
yardımıyla sonuca varmak istiyorum; Lara, kubbenin zeminindeki
sembollerin ne anlattığını lütfen bir daha açıklar mısın?”
“Daha önce ayrıntılı anlattım. Semboller öz olarak şu cümleleri
yazıyor: ‘Âdem'den önce kurulan bu istasyondaki akbabalar size
geçmişin ve geleceğin tarihini sunar. Dünyanın dengesini sağla­
yan hayati istasyondur. Sizi uzaydan gelecek düşmanlardan korur.
Kıyamet gününe kadar insanlığın yok olmasını önleyecektir.
Güvenin. 7 Akbaba’ya dokunmayın, kubbeye kötülüğe kalkmayın.
Dünyayı kara deliklere gömersiniz’” diye açıkladı Lara.
“Teşekkürler Lara” dedi Bedri. “Evet, dünyada mikroskobik
kara delikler olabileceğini bilim kabul eder. Bir dengesizlik sonu­
cu bu minik kara delikler büyümeye başlarsa sadece dünyayı
değil, galaksiyi yutar. Şimdi size kubbedeki gizemleri bilimsel ola­
rak açıklayacağım. Kubbedeki ışık, serinlik, akbabaların hareketli­
liği, üstlerini kaplayan mücevherler nedir? Akbabaların enerji kay­
nağım geçen yü açıklayamazdım. Bu yıl bir Türk profesörün dünya­
I

321

yı değiştirecek buluşu sayesinde aydınlandık. Teksas Üniversitesi


öğretim üyesi Prof.Dr. Tahir Çağın, kendi enerjisini üreten malze­
melerin çağını açtı. Vücut hareketi, ısı ve titreşimi enerjiye çevir­
mede kullanılan malzemeler, saç telinden 5 bin kat incelikte üretil­
di. Bu enerjinin adına ‘piezo elektrik’ dedi. Nanoteknolojiyle geliş­
tirilen ‘piezo elektrik malzemelerle şimdilik hayal sayılan araçlar,
örneğin kendi enerjisini üretip yakan otomobÜler ve güdümlü ilaç
sistemleri gerçekleşecek. Bu nano yapılı malzemeler, örneğin bir
ilacı taşıyan kapsülü vücudun belirli bir yerine gönderebiliyor.
Etraftaki mekanik enerji nano yapılı jeneratör olarak kapsülün
yapısmda kullanılabilir. Bu nano yapılı piezo malzeme ilaç taşıyıcı
kapsülleri güdümleme için gerekli küçücük enerjileri, taşıma orta­
mında var olan salınımlardan, yani kandan, bağırsak veya midede­
ki sulardan kendileri üretebilecek. Profesör Çağm diyor ki: ‘Bu
malzemeler ayak ve vücut hareketlerinden elektriğim üretebilecek
ve böylece kendini ısıtan kıyafetlerin yolu açılacak.’ Piezo elektrik
ve nano malzeme, makineleri sonsuza kadar çalıştıracak. Nakil
araçlarına sonsuz enerji sağlayacak. İşte, piezo elektrik yoluyla
akbabaların kendi enerjilerini ürettiklerim anladım. Başlangıçta bir
kere sağlanacak titreşim akbabalara sonsuz enerjiyi vermiş kesin­
likle... Aynı teknoloji kubbenin ışığım, havasmı sağlıyor. Piezo
elektrik, kristaller ve seramikler kullanılarak elde ediliyor. Kubbe­
nin tavanı kristal veya elmaslarla dolu. Ayrıca duvarları seramik
benzeri maddeyle yapılmış. İşte gizemin çözümü...”
Bedri burada durarak dinleyenlerin şaşkınlığını memnuniyetle
izledi. Astronomi Doçenti Esin’e, “Kubbedeki müziğin ne olduğu­
nu sen açıkla...” diyerek sözü genç bilimciye bıraktı.
“Gezegenlerin sesleri, evrenin etkileşimleri ile güneş
rüzgârlarının yüklediği elektromanyetik taneciklerden oluşur.
Ay'ın ses sütunları ile gezegensel manyetosfer kalkanların bazıla­
rı şarkı söyleyen insan seslerine benzer. Rüzgân andıranları var­
dır. Dünyalı insan bu sesleri duyamaz, ancak Voyager uydusu
uzayda kaydetmiştir. “Gezegen müziği toprağa gömülü kubbede
nasıl duyuluyor?” diye sorarsanız, yanıtım, “Kubbenin uzayla
kesin ilişkisi var” olacaktır. Kubbedeki yazıtta “7 Akbaba geçmiş
zamanı ve gelecek zamanı anlatıyor” deniyor. Şimdi izninizle fan­
tastik teorimi öne süreyim: Kubbenin melodisi geçmişte olanları
ve gelecekte olacakları anlatan bitmeyecek bir senfonidir. Her
hareket, her olay ses çıkarır. Olayların matematiksel aralıklarla
çıkardığı sesler birbirini izleyerek nota gibi diziliyor. Her olaydaki
ses yükünün şiddetine göre iniş çıkışlı tek tek değişik dalgalar
322

oluşuyor. Geçmişin ve geleceğin takvimini barındıran, kendi ener­


jisine sahip akbabaların belleği olayları dizerken ışın salıyor.
Gönderdiği ışınlar piyanonun tuşlarına basar gibi ses dalgalarına
dokunarak melodi yaratıyor. Tek tek sesler birbirini izlediğinden
sonuçta kulağımıza toplu bir melodi olarak geliyor. Bergson’un
‘zamanı’ anlatırken gösterdiği örnek gibi: ‘Bir besteyi dinlerken
onun tek tek notalarını değil tamamını kavrarız, bir melodi olarak
bütünleştiririz.’ Kubbede duyduğumuz müzik işte budur.”
Esin oturdu. Bedii tekrar söz aldı.
“Şimdi gelelim akbabaların üstündeki mücevherlere dostlar.
Işıl ışıl yanan kıpkırmızı yakutlar, yeşil zümrütler, göz alan pırlan­
talar değerli taşlar değil aslında...”
“Ya nedir?” diye sordu Peter.
“Dans eden atomlardır. Atomların da rengi vardır. Teknikle
sıkmak istemem ama akbaba mücevherlerini biraz açıklamak
zorundayım. Akbabaların üstündeki elektromanyetik gücü taşı­
yan ışık olarak gözlenen fotondur. Diğer bir elektromanyetik güç
atomları bir arada tutar, molekülleri oluşturur. Elektrik yüküne
ek olarak kuarklar renk yükü taşırlar. Tüm kuarklar ve gluon renk
yüküne sahiptir. Kuark parçacıklar beyaz veya nötral renktedir.
Baryonlar mavi, yeşil ve kırmızının karışımlarından oluşur.
Kuarklar gluon yayınlayıp yuttuğunda sürekli olarak renk yükle­
rini değiştirirler. Gluonlar bir renk yükünü daima bir anti-renk
yüküne değiştirdiğinden hem renk hem de anti-renk yüküne
sahipmiş gibi düşünülebilir. Akbabaların üstünde mücevher ola­
rak gözükenler lcuarklardır. Onların işlevi göz aldatmak değil,
başka olmalıdır. Ancak akbabaları açıp inceleme şansımız yok.
“Neden yok? Böyle önemli bir incelemeyi yapmaktan sizi
engelleyen nedir?”
Peter’in bu sorusuna, “İşte en önemli soruyu sordunuz... Ve
akbabaların ne olduğu bu sorunun yanıtında...” diye karşılık
veren Bedri devam etmek için iki üç dakika izin istedi. Profesör
Nadi’nin dosyalarını karıştırıyordu.
Arayı fırsat bilen Kubilay KÖksal’m yanına geldi.
“Konferans ne zaman bitecek müdür? Acayip haberlerim var.”
“Az kaldı Kubi. 7 Akbaba’nm gizemi çözülüyor. Merak etmiyor
musun?”
“Semiramis’in resimleri daha üginç müdür, görünce hak vere­
ceksin.”
“Tamam. Otur yerine, profesör konuşacak.”
Bedri, Profesör Nadi’nin belgelerini gösterek söze başladı.
323

“Hocamız 70 yıl önce 7 Akbaba’nın gerçeğini keşfetmiş. Ancak


incelemeyi tamamlamasına fırsat vermemişler. Bunun sebebi de
yine kendisi. Çünkü 7 Akbaba kurcalanırsa büyük bir felaketin
doğabileceğini resmi makamlara bildirmiş. '7 Akbaba kubbesi dün­
yanın dengesini sağlayan istasyonlardan biridir, eski belgeler böyle
diyor’ demiş. Ünlü fizikçi Albert Einstein bile gizemli binalarla ilgi­
li bir soruya şu karşılığı vermişti: ‘Bizim bilmediğimiz bazı sırlara
eskilerin vâkıf olduğunu kabul etmek zorundayız.’ Bütün galaksile­
rin, güneş sistemlerinin, sürekli değişen ‘kozmos’un, ‘niçin’ var
olduğunu çözümlemeye insan beyni kapalı... Ancak ‘nasıl’ olduğu­
nu açıklamaya çalışıyoruz. Hepimizi buraya toplayan 1491 tarihli
belgede, ‘Dünyanın başlangıcından sonuna kadar akıp giden zama­
nı ölçen evrensel bir saat Konstantiniyye yerleşim alanının ta derin­
liklerine gömülüdür...’ yazılıdır. îşte gözlerimizin önünde yaşanan
olaylar... Akbabaya dokunan kişilerin ne olduklarım gördük. Mer­
mer heykel sandığımız akbabanın olduğu yerde dönmesi, saçtığı
kıvılcnnlar ve ardından gelen yerel deprem... Sismografların depre­
mi hissetmemesi... Bir makine işliyor dostlar... O makineye asla
dokunulmamak. 7 Akbaba kubbesi, piramitlerden başlayarak güne­
ye ve kuzeye giden 30’uncu boylam üzerindeki koruyucu istasyon­
lardan biri olabilir. O sistem dünyanın manyetik düzenim, atmosfe­
ri ve ozon tabakasını ve de başka bilmediğimiz düzenleri koruyor.
Yüksek teknoloji eseri nükleer bir saat. Ve o mükemmel makineyi
barındıran harika kubbeye bir mesaj koymuşlar: ‘Ey âdemoğlu biz
senden önce vardık. Teknolojin ve akim yeterli olduğunda akbaba­
ları ve kubbeyi anlayacaksın.’ Yazıyı Fatih Sultan Mehmed okumuş.
Sonra o mesaj levhasmı alıp saklamış. Ne yazık ki levhayı bulama­
dık. Belki bugün anlayacağımız çok önemli bilgiler içeriyordu. Şif­
resini çözebilseydik, geçmişte olanlar ile gelecekte olacakları belki
de sinema gibi gösterecekti akbabalar. Umut ediyorum gelecek
kuşaklar o şifreyi çözecektir. 7 Akbaba’lı kubbenin tekrar kapatıl­
masını ve titizlikle korunmasını sağlayacağım. Kurcalanırsa, denge­
lerin bozulacağı, büyük felaketlerin yaşanacağı konusunda uyara­
cağım. Raporumu, rahmetli hocamız Nadi’nin dosyasma ekleyerek
resmi makamlara teslim edeceğim. 7 Akbaba’lı kubbe, aynen Fatih
Sultan Mehmed’in yaptığı gibi unutturulmak.”
Bedri durdu, heyecanlıydı, kızarmıştı, duygulanmıştı, gözleri
dolmuştu. Yığılır gibi iskemlesine çöktü.
“7 Akbaba’nm ne olduğunu öğrenmek ama nasıl işlediğini tam
anlayamamak ne kadar üzücü...” dedi.
Toplantıya katılanlann hepsi fizik profesörü Bedri’nin önerisini
324 325

kabul etti. 7 Akbaba’lı kubbe toprağın altında kalmalı ve unutul- bir görün” diyerek çapkınca güldü Kubilay.
malıydı. Bob albümün kapağını açtı.
“7 Akbaba’ya veda etmeyi bir türlü içime sindiremiyorum, ama “Heyecanlı mısın, Bob? Büyük aşkının gizemli yaşamından
çare yok. Umarım gelecek kuşaklar sim çözecekler ve akbabaların bölümler göreceksin” demesine aldırmadı Lara’nın.
sunduğu bügilerden insanlık adına yararlanacaklardır” dedi Bob. Albümdeki resimleri görmek için Bob’un başma toplandılar. İlk
Toplantı bitmişti ve konuk akademisyenleri yolcu ettiler. sayfada Semiramis çok şık kırmızı bir tuvaletle görülüyordu.
Yanında bir erkek bir kadm vardı.
Birinci şok “İşadamı Vacip Aksözlü ve eşi” dedi Koksal. “Vacip Bey zengin­
likte ilk beşe girer.”
Bir köşede oturan Kubilay elindeki albümle kıvranıp duruyor­ Sayfalan çevirdikçe Semiramis’in çeşitli toplantılarda çektirdi­
du. ği fotoğraflar sıralanıyordu. Sonra Kubilay’ı çarpan görüntüler
“Dostlar, 7 Akbaba’run büyüsünden dünyamıza dönelim. Kubi­ geldi. Semiramis çırılçıplaktı.
lay bir albüm getirdi, çok ilginç olduğunu söylüyor. Semiramis’in “Işığı mükemmel, profesyonel bir fotoğraf stüdyosunda çekil­
fotoğraf albümü" dedi Koksal. miş bunlar” dedi Koksal.
“Anlat Kubilay, neler oldu.” Sevişiyormuş gibi pozlar vermişti. Göğüslerim altlarından
Kubilay, Semiramis’in albümünü toplantı masasının üstüne avuçlamış birine sunuyordu sanki. Diğerinde bacaklarını açmıştı,
koydu. birini saçlanndan tutup kasıklarına bastınr gibi poz vermişti.
“Peter’i vurup kaçtıktan sonra polis Semiramis’in evine baskm Bütün pozlarında kendini birine ikram ediyordu.
yaptı” derken Peter sözünü kesti. “Tam bir ruh hastası cani karı” dedi Peter iskemlesini geri
“Fahişe helikoptere binip gitti. Polis evine gideceğine helikop­ çekerken. “Görmek istemiyorum.”
teri izleseydi.”
“İzliyorlar” dedi Kubilay. “Helikopter bir gemiye indi, gemi
Büyük şok
Bulgaristan’a gitti, sahil muhafaza yetişemedi. Polis peşlerini
bırakmayacak tabii... İpuçları bulmak için Semiramis’in evine Erotik pozlardan sonraki albüm sayfasına sarı bir zarf yapıştı-
baskın yapıldı.” nlmıştı. Bob zarfın içindeki bir tomar fotoğrafı, “Bunlar ne yaa..”
“Bulabildiler mi ipin ucunu bari?” diyerek çıkarıp bakmaya başladı. Gülüyordu.
“Benim gördüğüm kadarıyla ufak bir kasa ile dosya olarak ne .“Semiramis’in arkeolog günleri... Bir kazıda görülüyor, nerede
varsa ve dizüstü bilgisayarı polis götürdü. Semiramis’in üç tane acaba?” derken fotoğrafı yüzüne yakınlaştırdı. Bu şortlu kadm
pasaportu bulundu." kim acaba? Top model gibi arkeolog. Yüzü gözükmüyor ama kal­
“Üç pasaport mu? Vay canına...” çalar ve bacaklan bir arkeolog için şaşırtıcı mükemmellikte...”
“Evet üç tane. Rus, Belçika ve Alman pasaportları. Sahte mi değil İskambil destesi gibi tuttuğu fotoğrafları avucunda açıyordu.
mi henüz bilmiyoruz. Merkezde rica ettim, polis arkadaşlar fotokopi­ Birden ayağa fırladı.
lerini almamaizinverdi. Buaradaevdekiaramasu'asındaSemiramis’in “Yok canım... Yok canım... Yanılıyorum yanılıyorum!” diye
yatak odasma daldım. Eh ben de 18 yıllık polis muhabiriyim, bilirim; bağırırken biri dışında fotoğrafların hepsini düşürdü.
karanlık kişiler en gizli eşyalarım daima yatak odasmda saklar. Çek­ Bob’un gözleri kaydı, sadece gözaklan gözüktü, yüzü ürkütü­
mecelerini karıştırdım, bir baktım kaim, metal kapaklı bir albüm, cüydü. Dudakları titredi, elindeki fotoğrafı salladı, bir şey söyle­
kasa gibi mübarek... Kaptım, çantama sakladım.” mek isterken olduğu yere yığılıverdi.
Masadaki albüm gerçekten ufak yassı bir kasaya benziyordu. Bob düşerken, Peter yaralı boynuna aldırmadan kucaklayarak
Debra sordu. başının yere çarpmasını önledi. Onunla birlikte yere oturmuştu.
“Nasü açacağız bunu?” Koksal otel resepsiyonuna telefon etti.
“Ben açtım büe... Kilidi zorlu değilmiş. Ne resimler var içinde “Doktor çağırın!”


32 6

Lara avucuna döktüğü suyu Bob’un yüzüne sürmekteydi. Su


damlamasın diye fotoğrafı Kubilay aldı. Peter sordu.
“Bob’u bayıltacak ne var o fotoğrafta Kubilay?”
“Semiramis bir arkadaşıyla baş başa.”
“Önemli değildir canım. Bob fotoğraf yüzünden bayılmadı her­
halde. 7 Akbaba’nm tekrar gömülmesine çok üzülmüştü, şimdi
fenalık geçiriyor” dedi Lara.
Bob kendine geliyordu. Bir Lara’ya bir Peter’e baktı. Fotoğrafı
Kııbilay’m elinden aldı, Peter’e verdi.
“Bu gerçek olamaz. Ben delirdim galiba, varsam görüyorum
Peter, bir de sen bak.”
Peter aldı, fotoğrafa bakınca yüzü aynen Bob gibi ürkütücü
görünüm aldı, mosmor olmuştu. Onun da dudakları titredi.
“Aman Tannm, bu o mu?”
“Evet o, değil mi?” dedi Bob. “Hayal görmemişim değil mi?”
Hepsi onların başma toplanmıştı. Lara haykırdı adeta, üst üste
gelen tuhaflıklar sinirini bozmuştu.
“Kim canun o? Bize de söylesenize. 0 fotoğrafta sizi bayıltan ne
var?”
Peter susmuş, hipnotize olmuşçasına fotoğrafa bakıyordu. Bob
iyice toparlanmıştı ama çok üzgün ve şaşkındı.
“Fotoğrafta Semiramis’in yanındaki kadın,..” Burada durakladı
bir an... “Yanındaki kadın Peter’in kansı Meg...” dedi.
Bu sözler üzerine gelen buz gibi sessizlik salonu ürkütücü bir
havaya soktu. Şaşkın ve solan yüzlerle yerde oturan Peter’e bak­
tılar. Genç adam felç olmuş gibiydi. Arkadaşlanna değil kendine
soruyordu.
“Meg ile Semiramis baş başa... Baş başa iki eski dost ha... Bu
nasıl olur, nasıl olur?”
Lara onun ve Bob’un ellerini tuttu.
“Kalkın oturun, hep birlikte neler olmuş anlayalım. Meg’i sizin
evde görmüştüm, ama Semiramis’le birlikte olacağı aklıma gel­
mediğinden fotoğrafa öylesine bakmışım...”
Oturduklarmda Peter elindeki fotoğrafa takılıp kalmıştı, delir­
miş gibi bakmaktaydı. Bir anda çökmüştü, yanakları sarkmıştı,
gözleri buğulanmıştı. Bir yandan da iki kadının nasıl bir araya
geldiğini bilmemenin ağırlığı onu serseme çevirmişti.
Kubilay yere savrulan diğer fotoğrafları masanın üstüne koy­
muştu. Bob onlardan birini alarak gösterdi.
“Bakın ön planda Semiramis kazı alanında görülüyor. Arkada
sırtı dönük şortlu bir kız var, hani demin ‘Top model gibi arkeo­
327

log’ dedim ya... O Meg işte... Demek ki birlikte kazıya katılmışlar.


İkisi de arkeolog çünkü... Değil mi Peter?”
Peter ses çıkarmadı.
“Ben Semiramis’le konuştuğumda Moskova Üniversitesi Arke­
oloji mezunu olduğunu söylemişti” dedi Debra.
“Evet” dedi Bob. “Meg de aynı üniversiteden mezun, arkeolog.”
Peter titreyen elleriyle cep telefonunu çıkardı.
“Meg’i arıyorum” dedi.
Ani sessizlik kulakları çınlattı. Peter tek tuşa bastı. Telefonun
zilini hepsi duydu. Nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Zil uzun uzun
çaldıktan sonra durdu.
“Açılmıyor” derken koca adam çaresiz bir çocuk gibi bakıyordu.
“Evi ara” dedi Bob.
“Sahi yaa...” dedi Peter. Durumu acıklıydı. Tekrar tek tuşla
arama yaptı, evin telefonu kısa süre sonra açıldı.
“Alo Marisa, evet benim. Meg nerede? Çıktı mı? Ne zaman? Ne?
İki gün sonra mı gelecek? Benim haberim yoktu.”
Peter’in rengi ürkütecek kadar beyazlaşmıştı. Sallandı, düşe­
cek gibi olduğunda telefonu Bob aldı. Yarım Almancasıyla konu­
şuyordu.
“Marisa ben Bob, Peter’in kuzeni. Yavaş yavaş ve sırayla anlat.
Meg nereye gitti, yanında kimse var mıydı, nasıl çıktı, yanma eşya
aldı mı?” Dinliyordu Bob, ara sıra “hımm...” diyordu. Soma kendi­
nin ve otelin telefonlarını Marisa’ya yazdırdı.
“Meg’den haber aldığında hemen beni ara!..”
Telefonu kapadı, dudaklarını büktü, şaşırmıştı.
“Meg, oda hizmetçisi Sveta’yla birlikte ‘İlâ günlüğüne tatile
gidiyorum’ diyerek evden çıkmış. Yanlarına küçük bir valiz almış­
lar’. Nereye gittiklerini Marisa bilmiyor. Bir şey sormak için ara­
mış, Meg’in cep telefonu açılmamış.”
Peter giderek fenalaşıyordu. Arkadaşları telaşlanırken doktor
yetişti. Tansiyon ölçümü yapıp Peter’in şok geçirdiğini öğrenince
önce hastaneye götürmek istedi. Peter her zamanki gibi direndi.
Doktor odasında dinlenmesine razı oldu. Odaya çıkınca yatıştırıcı
iki iğne yapan doktor bazı ilaçlar yazdı. Sabah erkenden yine
gelecekti. Bir süre sonra Peter derin bir uykuya dalmıştı. Boynun­
daki mermi yarasmı kontrolle görevlendirilen hemşire sabaha
kadar yanında kalacaktı.
Meg ile Semiramis’in tanışıyor olması ağır yorgunluklarına kar­
şın hepsinin uykusunu kaçırmıştı. Peter’in odasından çıktıktan
soma tekrar küçük toplantı salonuna gittiler. Bob bir şişe viski
328

söyledi, diğerleri çay ve kahve istediler. Onlarla birlikte kalan


Bedri, Korkut ve Esin de olayı tam anlayamamakla beraber
Peter’in durumuna üzülmüşlerdi.
Bob durumu onlara açıkladı.
“Semiramis’le baş başa görülen Meg, Peter’in karısı. Peter
benim kuzenim. Meg’i iyi tanınm. Rus’tur. Asıl adı Anzheta
Demidov’dur. Anzheta aslında Rusça melek anlamına gelir ama
top model olunca beğenmedi, Meg adım taktı kendine. Peter’le
Almanya’da tanıştı. Çarpıcı güzelliğiyle Peter gibi yakışıklıyı bile
nikâh masasına sürükledi. Arkeolog olduğunu sonradan öğren­
dim, meslektaş olarak hayli bilgiliydi ve Peter’e âşıktır bildiğim
kadarıyla... Fakat Semiramis’le ilişkisine çok şaşırdım.”
Lara sordu.
“Semiramis’in bizimle ilişkisini Meg bilmiyor muydu?”
“Müthiş bir soru?”
“İstanbul’da yakm bir arkadaşım var” diyebilirdi.
“Belki İstanbul’da yaşadığını bilmiyordu.”
“Öyle diyelim. Peki Semiramis’e bakalım. Peter’in yakm arka­
daşının kocası olduğunu bilmiyor muydu?”
“Belki de bilmiyordu.”
“Olamaz, Bob. Semiramis herkesin içinden seçip özellikle
Peter’i neden Öldürmek istedi? Yanıtlar mısın?”
“İşte bunun üstünde durmak gerekiyor. Bu tanışıklığın masum
yam yok” dedi Koksal.
Bob’un gözleri açılmıştı.
“Ne yapacağız peki?”
Ona Kubilay yanıt verdi.
“Tobias’ı konuşturacağız. Semiramis’in evine gidip geliyordu.
Tobias nereden geliyordu? Berlin’den... Berlin’de kimler oturu­
yordu? Teo ile Peter ve karısı... Tobias onların dostu değil miydi?
O çakal kesinlikle ilişkilerin anahtarı.”
“Aferin be Kubi!” dedi Koksal. “Polis muhabirleri böyle olur
işte, Sherlock Holmes’tur benim arkadaşım.”
Kubilay gurur] anmıştı, gülümsedi.
“Yarın Tobias’ı sorguya aldırırım. Rumelihisarı baskını polisi
çok kızdırdı. İlgili herkesin peşindeler, bilgi alacakları kişileri
arıyorlar. Meg konusunda Tobias’ı konuştururlar.”

Tobias’m gizlediği bilgiler

Tobias sorguya çekilecekti. Emniyet müdürü ile başsavcının


medyadan gizli tutulmasını istediği sorgulamaya Bob, Lara ve
329

Koksal ile Kubilay tanık olarak katılıyordu. Ayağa kalkacak


durumda olmayan Peter otelde kalmıştı. Debra ise “Sinirlerim
bozuk" diyerek gelmemişti.
İki polisin arasında getirilen Tobias toparlanmıştı. Kısa kesil­
miş saçları taranmıştı, tıraş olmuştu, tertemizdi. Kendine güveni
gözlerinden okunuyordu. Bob ile Lara’yı görünce alaycı küstah
bir bakış attı, o kadar.
Sorguda savcı ve savcı yardımcısı da bulunuyordu.
“Çevirmenin yanma oturtun” dedi Tobias’ı geçen defa da sorgula­
yan Komiser Adnan ve soma Tobias’a sevecen bir ifadeyle baktı.
“Merhaba Tobias, bizim cezaevinin yemekleri sana yaramış.
Hiç de MicLnight Eocpress filminde gösterildiği gibi değilmiş ha?”
Tobias komiserin sevecen tavrından kuşkulanmıştı, rahatsız
olduğu belliydi.
“Yemekler lezzetli” derken kekeledi. “Odalar tek kişilik hava­
landırmalı, çok rahatım.”
Komiser elini Tobias’m omzuna koydu.
“Değerli konuğumuz şimdi tatlı tatlı konuşalım. Hiçbir şeyi
gizleme Tobias, aptalca sıkıntılara girme, kendini sorularıma
bırak, rahat et. Tamam mı?”
“Tamam efendim. Sorularınızı doğru yanıtlamaya hazırım.”
“Aferin akıllı delikanlı. İşte ilk sorum; Peter von Huber’in eşi
Meg’i tanıyor musun?”
“Elbette tanıyorum. Teo’nun ağabeyi Peter de arkadaşımdır.
Evlerine giderim. Peter’in kansı Meg de arkadaşımdır.”
“Güzel. Dürüst bir yanıt. Pekâlâ, seni İstanbul’da Semiramis’in
evinde bulduk ve gözaltına çektik. Meg ile Semiranıis’in eski dost­
lar olduğunu biliyordun değil mi?”
Tobias kıpkırmızı oldu.
“Hım... Öyleymiş” dedi kızararak.
“Sen Semiramis’le nasıl tanıştın? Meg mi sizi tanıştırdı?”
Tobias durakladı. Komiser üstüne eğildi. Buranları neredeyse
birbirine değecekti. Komiser Adnan sinir bozacak kadar uzun
süre ses çıkarmadan yüzüne baktıktan soma Tobias’m çenesini
sertçe tuttu.
“Bu makine dürüst işlemeli Tobias. Çeneni yalana alıştırma.
Dolambaçlı yollara dalma! Hadi şimdi her şeyi tarih sırasıyla ve
tüm ayrıntüanyla anlat. Film anlatır gibi anlat oğlum.”
Tobias ürkmüştü.
“Kafamı toparlıyorum, anlatacağım efendim" dedi. Polisin uzat­
tığı suyu içti, öksürerek gırtlağını temizledi, Lara’ya baktıktan
sonra konuşmaya başladı.
330

“Meg harika bir kadındır. Dosttur. Peter ise şımarıktır. İkisi birbi­
rine uygun değil. Meg asla Peter’i sevmedi. Bana daha yalandı.”
“Meg sevgilin miydi?”
Tobias güldü.
“Hayır hayır, Sayın Komiser. Yakm arkadaşımdı. Dertleşirdik.
Onun da Peter’i sevmediğini anlamıştım. Bana açılmasını, içini
dökmesini söyledim. Aramızda sıkı ve güvenli bir bağ oluştu.”
“İzin verirseniz bir sorum olacak" dedi Bob komisere.
“Sen Peter’in kardeşi Teo’nun en yakm arkadaşıydın. Peter de
dostundu. Onları atlayarak neden Peter’in karısıyla sırdaş oldun?
Peter bunu biliyor muydu?”
“Hayır. Peter kendini beğenmişin biridir. Ondan hoşlanmadı­
ğım için Meg’le dostluğumuzdan söz etmedim.”
“Yaa... Demek Peter’den hoşlanmazdm, ama dostluğu sürdürü­
yordun.”
“Yakışıklılığını dünyanın en yüksek fazileti zanneder Peter...
Kadınlar ona bayılır ya, Peter’e bu yeter.”
Tobias’m bu sözleri Bob’u gülümsetir gibi oldu.
“Peter benim kuzenim, iyi bir gazeteciydi, esaslı bir işadamı
oldu. Onun önem verdiği şeyler dünya barışı, açlıktan kınlan
ülkelerin sorunlannı çözmektir. Bu konuda önemli çalışmaların
içindedir. Aynca felsefe tutkunudur. Senin anlattığın Peter ise
salağın teki bir playboy... O öyle değildir.”
Tobias kızgın bir sesle konuştu.
“Peter on para etmezdi. Meg onu sevmiyordu işte!”
Bob ayağa kalktı.
“Sen yılanmışsın ailenin içinde...”
“Sakin olun” diyen komiser Bob’u yerine oturttu.
“Peki Tobias. Meg senin sırdaşındı. Neleri paylaşıyordunuz
onunla?”
“Büyük sırlan... Çok büyük sırlan.”
Bob ile Lara’ya baldı gülerek, onlan gösterdi.
“Bunların akima bile gelmeyecek sırları paylaşırdık.”
“Çok büyük sırları bize de anlat” dedi Komiser Adnan.
Tobias’m yüzünde intikamını alacağından emin kişilerin ifadesi
vardı. Dişlerini sıkmıştı, ama gözleri mutlu bakıyordu.
“Semiramis’in kim olduğunu anlatmam gerek önce. Bu eşsiz
güzel kadın Belçika’da doğdu, babası Türk inşaat teknisyeniydi.
Semiramis liseyi bitirirken Moskova’ya göçtüler. Babası bir Türk
şirketinin Rusya’daki inşaatlannda çalışıyordu. Semiramis üni­
versiteyi Moskova’da okurken çok cici bir sınıf arkadaşı vardı.
331

Anzheta Demidov adındaki kızla, yani Meg’le çok iyi dost oldular.
Bir an bile ayrılmıyorlardı. Birlikte diploma aldılar, birlikte arke­
olojik kazılara katıldılar. Onlan ayırmak zaten mümkün değildi."
“Bu kadar ayrıntıyı sana Meg mi anlattı?”
“Evet, Sayın Komiser. Meg bana her şeyini anlatırdı. Gün geldi
ikisi de kazılardan bıktılar. İkisi de çok güzeldi. Moskova’daki bir
model ajansına yazıldılar. Çok tutuldular. Bir Fransız ajansına
transfer oldular. Düsseldorf Moda Fuarı sırasında Meg ile Peter
tanıştı. Bizim sersem playboy kıza çarpılmıştı. Kısa süre sonra
evlendiler.”
Bob söze girdi.
“İyi ama Peter Semiramis’i tanımıyor ki, bu nasıl oldu?”
“Hahhah hayyy... Peter’le tanıştığı gece Semiramis defiledeydi.
Meg, ‘Sen gözükme, bu enayi çok zengin, ünlü Peter von Huber,
benimle evlenmesi için kafa kola almalıyım. Eğer evlenirsek onu
iyice yolduktan sonra atarım başımdan. Bu arada biz yine gizlice
buluşuruz’ dediği için Peter hiçbir zaman Semiramis’i tanımadı.”
“Semiramis’in neyi vardı da Meg en iyi arkadaşını Peter’le
tanıştırmadı, daha doğrusu neden onu gizledi?”
İşte Tobias, Lara’nm bu sorusu üzerine zafer kazanmış bir
komutan gibi kasıldı. Tavana baktı alaycı alaycı güldü.
“Neden insanlar daha akıllı olmaya çalışmıyor şaşıyorum. Siz
Meg ile Semiramis’in ruhlarının uçtuğunu bilmiyorsunuz. Uçan
ruhlar, aşk denen şeyin insan üretmek için konulmuş bahane
yasası olmadığım bilir. Meg ile Semiramis uçan ruhlarının özgür­
lüğüyle birbirlerinin yörüngesine girmiş iki yıldızdır.”
Şimdi trajik eserde rol almış tiyatro aktörü 'havasına girmişti.
Gözleri tavanda, dudaklarını alaycı kıvırmış, rolünü oynuyordu.
“Romeo-Jülyet mi desek onlar için, yoksa Hamlet-Ofelya mı?
Yok yok ikisi de değil. En doğrusu Jülyet’in Ofelya’ya aşla
demek... Böylesi uygun olur...”
Bu sözlerden sonra Tobias’m attığı kahkaha odadakileri şaşırt­
tı. Şimdi iskemlesinde dikleşmişti.
“Hazır olun bombayı patlatıyorum” dedi ve sesini iyice yükselt­
ti. Meg ile Semiramis lezbiyen bir çifttir ve birbirlerine çılgınca
âşıktırlar!”
Sözleri odanın ortasına gerçekten bomba gibi düşmüştü. Tobi­
as hepsini süzdü, Semiramis ile Meg’in sırrını açıklayıp dinleyen­
leri şaşırttığı için mutluydu.
Artık konuşmaktan zevk alıyordu.
“Meg aktif lezbiyendir. Semiramis’le ikisinin aralarındaki adı
332

‘Volltodav’, yani Rusça erkek kurttur. Semiramis’e, Rusça dişi


kurt anlamına gelen ‘Voyçiça* der. Kurtların aşkı... Ne vahşi değil
mi? Evet onlar iki kurt gibi vahşice sevişirler...”
“Sus!.." diye bağırdı Lara.
Komiser Adnan fısıldadı.
“Bırakın konuşsun hanımefendi, kendinden geçti, şimdi sadece
doğrulan döker ortaya...”
Tobias derin bir nefes aldı. Gözlerini kapadı. Komiser ara ver­
mesini istemiyordu.
“Sevişmelerini gördün mü? Nasıl bu kadar yakın olabildin?”
“Meg, Peter’in ve kardeşi Teo’nun beş para etmezliğini fark ede­
cek kadar akıllıydı. Onun yalnızlığım fark ettim. Yakınlaştım iyice,
bana güvenmeye başladı. Bir gün ‘Sırdaşım olur musun, Tobi?’ diye
sordu. ‘Görülmeyeceğimiz bir yerde baş başa konuşmalıyız’ dedi.
Evime davet ettim. Benim evim çok güzeldir. Onunla yatmak müt­
hiş bir saadet olacaktı. Bana eşofmanla geldiğinde ‘çabuk soyunup
çabuk giyinmek istiyor’ diye düşündüm. Erkek olarak benden hoş­
landığım sanmıştım. Oysa benden istediği evimi Semiramis’le
buluşmak için kullanmaktı. Her şeyi açıkça anlattı.”
“Masal anlatmıyorsun ya Tobias. Sana nasıl bu kadar güvenir?”
“Hayır Sayın Komiser, masal değil. Meg bana sık sık kokain
parası verirdi.”
“Hani senin ailen çok zengindi.”
“Çok zenginler ama beni parasız bırakırlar. Kokain alacağımı
biliyorlar. Benim kokainsiz kıvrandığımı bilir o alçak ailem ve
acımasızca ezerler beni. Meg veriyordu paramı. Teo da para verir­
di bana, ama onun ‘kokaini bırak’ nasihatlerinden bıkmıştım. Meg
öyle bol para verirdi ki, en kaliteli kokaini alırdım.”
“Semiramis konusunu nasıl açtı?”
“Uzun süre para verdikten sonra benden emin olunca anlatıver­
di. Benim egzistansiyalist ve anarşik ruhumu biliyordu. Kendi
özünü yaratan insan olduğumu anlamıştı. Rahatça açıldı bana;
kendi yarattığım özümü korumak için sınırsız özgürlük yanlısı
olduğumu biliyordu. Cinsel tercihini kabul etmem doğaldı. Ben
de kabul ettim, hatta sevindim.”
“Semiramis’le tanışman nasıl oldu?”
“Konuşmamızdan üç gün sonra telefon etti. Semiramis
İstanbul’dan geliyordu. Onu havaalanından aldım evime getirdim.
Meg’le karşılaşmaları göz yaşartıcıydı. Deliler gibi sarıldılar, öpüş­
tüler. Ben onlan yalnız bırakıp odadan çıktım.”
“Vahşice sevişiyorlar demiştin, gözetledin mi onlan?”
355

“Evet. Kapı aralığından baktım, hasretten gözleri dönmüş,


savaşıyorlardı sanki... Bir fırt koka çektim, tekrar izledim. İkisi de
öyle güzeldi ki tahrik oldum fena halde. O sırada kolumdan biri
çekti, bir baktım Meg’in yanından ayırmadığı oda hizmetçisi
Sveta... O da azmış, birlikte yatak odama daldık. Sveta eski voley­
bolcu, ayı gibi iri, ama taş gibi vücudu var... Sveta’yla...”
Komiser sözünü kesti.
“Sveta’yla yaptığın bizi ilgilendirmez. Sveta’yı nasıl işe almış
Meg?”
“Göndermişler... Yâni Moskova’dan...”
“Moskova’dan mı, kim göndermiş?”
“Koçiyef gönderiyor.”
“Koçiyef kim? Şu ünlü Rus...”
“Evet ünlü Rus mafya babası Georg Koçiyef. Meg’in manevi
babası sayılır. Rusya’da işlerini gördürmek için siyasilere Meg’i
gönderen korkunç herif. Sveta ise Koçiyef ile Meg’in arasındaki
bağlantıydı. Aynı zamanda Meg azdığı zamanlar onunla sevişen
nöbetçi lezbiyen...”
Bunları söylerken gülüyordu Tobias. Komiserin sert sorusu
üzerine biraz toparlandı.
“Senin Koçiyef’le bağlantın var değil mi? Kara Temur’u biliyo­
ruz. Koçiyef’in sağ koludur. Kara Temur’la tanışıyorsun, Semira­
mis de öyle... Hep birlikte iş çeviriyordunuz. Ben biliyorum ama
bir de sen anlat bakalım, nedir o işler?”
Tobias hemen cevap veremedi. Gözleri bir an daldı. Komiser
yumuşak bir sesle uyardı.
• “Doğruyu Söyle yavrum. Şu ana kadar akıllı davrandın, bundan
sonra yalan söyleme... Böyle bir aptallık yapmazsın, değil mi?”
“Evet evet... Siz iyi insansınız, Sayın Komiser. Bana iyi davranı­
yorsunuz, ben de size karşı açık olacağım.”
Komiser gülümsedi.
“Danke schön, Bay Tobias.”
“Georg Koçiyef hem Meg’i hem de Semiramis’i Moskova’da öğren­
ci oldukları yıllarda çok kullanmış. Yabancı diplomatları, yabancı
işadamlarını, yerli politakacılan onlarla büyülemiş, işini görmüş. O
sıralar Semiramis bir Türk işadamının karışma bulaşmış. Kadım öyle
bir yemiş ki, kadın Semiramis’e tutulmuş. Türkiye’ye döndüğünde
hep o kadın Semiramis’e baktı. Soma Meg, Peter gibi enayi zengin
kocayı buldu, Semiramis’e para yağdırdı. Semiramis kopunca kadın
onu öldürmekle tehdit etti, ama o sırada kocası Rusya’da öldürüldü,
kadın da evine kapandı.”
334

“Güzel, Tobias. Koçiyefle ilişkilerine gelelim.”


“7 Akbaba’yı kaldırma işinde bana yardım edecek olan Berlinli
Kurtiz’in İstanbul'daki kai'deşi Varol, aslında Koçiyef in Kara Temm
eldbine bağlı adamıdır. Kara Temur’un adamlan baskm yaparak 7
Akbaba’yı alınca Bulgaristan’a oradan da Londra’ya kaçırılacak.”
“Yaa... İyi plan” dedi komiser.
Tobias, baskını ve 7 Akbaba’nın kurtarıldığını bilmiyordu.
Devam etti.
“Londra’da antikacı Keramet el altından satacak. Bütün planı­
mızı Teo bozdu. 7 Akbaba’yı öğrenince...”
“Koçiyef-Meg-Semiramis ilişkisini anlat. Meg’in kocası Peter’i
İstanbul’da öldürmek istediler. Peter’in kardeşi Teo daha önce
öldürüldü. Bunların sebebini söyle.”
“Oraya geliyorum, Sayın Komiser. Teo İstanbul’a geldi. Bizim
işlere bulaşınca onu öldürdüler. İşte bu olay üzerine Meg’e ilham
geldi. Büyük Von Huber servetinin iki sahibi vardı, Teo ile Peter.
Biri öldüğüne göre bir cinayet daha Meg’i müthiş servetin sahibi
yapacaktı. Özgür olacaktı ve Semiramis’le birlikte yaşayacaklar,
bir daha ayrı kalmayacaklardı.”
“Ooo... Demek Meg kocasını öldürtmek için adam tuttu.”
“Peter Berlin’de öldürülecekti. Ancak Teo’nun katilini bulmak
amacıyla İstanbul’a geldi. İşte şu Bob’u da getirtti.” Gülmeye baş­
ladı. “Semiramis işler yürüsün diye bilgi almak için şu Bob’la
yattı. Meg’e hep anlatıyordu, ‘Herif vahşi at gibi sevişiyor saçları­
mı yoluyor’ diyordu.”
Bob kıpkırmızı olmuştu. Hele Lara’nm anlamlı bakışları koca
adamı terletti.
Komiser ciddiydi.
“Peter İstanbul’a gelince ne oldu?”
“Peter’i öldürme fikrine Semiramis bayılmıştı. Ancak işi verdi­
ğimiz Varol’un adamlan onu öldürmeyi beceremedi. İki kere
denediler, köpek şanslı Peter kurtuldu.”
“Nasıl kurtuldu?”
“Onu hep izliyorduk. Peter arkadaşlarıyla hisara gitmişti. Gez­
mek için hisann kulesine girdiler. Arkalarından adamımız da
girdi. Hisardaki kule karanlıktı, hedefi seçmekte zorlanan tetikçi
salak Peter’i vuramadı. Mermi saçmı sıyınp geçmiş. Bir kere de
Şişhane’de arabasının önünü kesmişlerdi polisi gören bizim ama­
tör kaçtı. Oysa profesyonel suikastçı polis dinler mi, avını öldü­
rür, bir tane de polise, tamam.”
Komiser kızdı.
“Polisi öldürmeliydi diyorsun, Tobias ha?”
Tobias ne söylediğinin farkına varınca korktu, sesi titredi.
“Hayır Sayın Komiser, benim polis dediğim filmlerdeki gibi Ameri­
kan veya Alman polisi, Türk polisi değil, hani mesela dedim...”
“İki kere denediler, Öldüremediler. Sonra ne oldu?”
“Meg Almanya’dan telefon ederek yardım isteyince, Koçiyef en
keskin suikastçısı olan Kemgöz Radko’yu Moskova’dan İstanbul’a
gönderdi.”
Bob birden ayağa kalktı.
“Komiserim” dedi. “Semiramis Meg’e olan biteni telefonla bil­
dirmiştir. Meg kaçabilir, önlem almalıyız. Lütfen Berlin polisine
uyan yapınız!”
“Haklısınız” diyen komiser aceleyle sorgu odasından çıktı,
savcı da onu izledi.
On beş dakika kadar sonra döndüklerinde savcı, “Gereken her
yeri uyardık. Berlin polisi harekete geçti” dedi.
Komiser sorguyu sürdürdü. Tobias coşmuştu, her şeyi anlat­
mak ona sanki zevk veriyordu.
“Semiramis, Kemgöz Radko’yla Laleli’deki otelde buluşur.
Tanınmasın diye sarı peruk filan takar işte... Herkes onu Rus
turist zanneder.”
Komiser acı acı güldü, tekrar çenesini tuttuğu Tobias’a nefretle
baleti.
“Kemgöz Radko gebertildi. Aslan gibi jandarma eri suratının
tam ortasından vurdu. Anlıyor musun pis herif!”
Radko’nun ölüm haberi Tobias’ı şaşırttı. Komiser hâlâ çenesini
bırakmamıştı.
"Şimdi öt bakalım; hisara baskın yapanlar Kara Temur’un
adamlanydı, perde arkasında kim var?”
“Baskın yapıldı demek, ne oldu akbabalar?”
“Soru sorma, yamt ver!”
“Evet, onun adamlan... Faris operasyonu yönetti herhalde.”
Komiser savcıya baktı.
“Bingo!..” dedi. “Faris’in patronu Kara Temur diyorsun.”
“Faris gözdesidir, soma Varol gelir.”
“O işleri Faris tek başma yapamazdı. İt herif itirafında Kara
Temur ile Semiramis’in isimlerini vermedi” dedi komiser savcıya.
“Şimdi yandı, itirafçılıkla sıyıramayacak.”
Tobias aptallaşmıştı, ama aklı hisardaydı.
“Sayın Komiser, hisara baskın yapıldı mı?”
“Yaptılar, senin arkadaşların fare gibi tutuldu, hepsi içerde."
336

“Akbabalar ne oldu?”
“Onları söküp Merkez Bankası kasasına koydular. Artık ordu
gelse onlan alamaz.”
Tobias ağlamaya başladı.
“Bütün emeklerim boşa gitti ha... Hayallerim, hayallerim ne
olacak şimdi?”
Komiser ile savcı, Bob üe Lara’nın daha fazla kalmasını gerek­
siz buldular.
“Sizi yorduk, üzüldünüz. Gidip dinlenebilirsiniz" dediler.
Bob sordu.
“Bundan soma ne olacak?”
Savcı yanıtladı.
“Semiramis ile Kara Temur’u özel ajanlanmızla arayacağız,
bulunca înterpol’e tutuklatacağız. Buradakiler yargılanacak. Çete­
nin ilişkilerini araştıracağız, perde arkasında kimler var çıkaraca­
ğız. Faris’in gizlediği çok şey olmalı.”

“Peter’e nasıl anlatacağız”

Dönüşte Bob ile Lara’yı düşündüren, Meg’in Semiramis’le lezbi-


yen ilişkisini Peter’e nasıl anlatacaklanydı.
“Söylemesek ne olur?” dedi Bob.
“Olmaz, Bob. Kendisi rasgele öğrenirse bir şok daha geçirir,
belki de yüreği dayanmaz. Bu haberi bizden duymalı. Baştan ufak
dozlarla alıştırarak konuya yumuşak iniş yaptırmalıyız.”
“Bir adama ‘Büyük aşkın olan kann lezbiyenmiş, üstelik seni
öldürmek istiyormuş, sana ateş eden kadın da sevgilisiymiş...’
haberini hangi sözlerle verebilirsin. Adamı bu haber de öldürebi­
lir. Melek yüzlü Meg ha... Melek yüzlü bir insan zehirli yılan da
olabiliyormuş” diye mınldandı Bob.

Havaalanı, elveda İstanbul

Dönüş anı gelmişti. Heyecanlı, meraklı, tehlikeli, birbirini izle­


yen acı olayların yaşandığı 7 Akbaba macerası sona ermişti.
7 Akbaba’nm izindeyken öldürülen genç Teo’nun acısı Peter’i
İstanbul’a getirmişti. Karısı Meg ile Semiramis’in ilişkisini öğren­
mek ikinci ağır darbe oldu.
Meg, Peter’in özel hesabma yatırdığı 3,5 milyon euro’yu banka­
dan çekmiş, 3-4 milyon euro değerindeki mücevherlerini de ala­
rak kaybolmuştu.
337

Peter, her şeye rağmen silkinmeye çalışıyordu. İçinden gelme­


se de gülücüklerle arkadaşlarına veda ediyordu.
“Hey gidi vefalı dost, eski günlerimizdeki gibi Balıkpazarı’ndaki
meyhanede içemedik” dedi Köksal’a
“Gelecek defa Peter” dedi Koksal. “İki ay sonra düğünümüze
geleceksiniz.”
Lara ile Peter ve iki koruması Almanya’ya dönüyorlardı. İstan­
bul Atatürk Havalimam’ndan Peter’in özel uçağıyla Berlin’e gide­
ceklerdi.
Bob ve Debra ile nişanlısı Koksal, iki saat soma kalkacak uçak­
la Amerika yolcusuydular. Araştırma ekibindeki altı Amerikalı’yla
birlikte uçacaklardı. Koksal bir hafta soma Debra’yla birlikte
Türkiye’ye dönecekti. İki ay soma yapılacak düğüne davetli olan
bütün ekip tekrar İstanbul’da buluşacaktı.
Onları yolcu etmeye Serkan, Profesör Bedri ile Doçent Esin ve
kameraman Korkut da gelmişti.
“Dönüşümde Bamabas İncili’ni bulacağım, elbette diğer kutsal
emanetlerle birlikte... Çemberlitaş beni bekle” dedi Bob.
Lara gülerek ekledi.
“Profesör Bedri dokunmana izin verecek mi bakalım?”
“Hayır asla!..” diyen Bedri bir kahkaha attı. Bamabas İncili’nin
esrarını, içinde neler barındırdığını bilmiyoruz ki... Ya içinde nük­
leer enerjili tehlikeler varsa?”
“Aman' Bedri lütfen fizik bilimini Bamabas İncili’ne sokma” dedi
Debra. “İncil’i bulursak bu defa da arkeologlar tatmin olsun."
Peter ile Lara’nın zamanı gelmişti. Bob bir ara Lara’yı kenara
çekti.
“Peter sana emanet. Onu yalnız bırakma, şu sıra ilacı sadece
dostluk olacaktır, bütün olaylarda beraberdik, senden iyi kimse
onu tesselli edemez” dedi.
Hepsi kucaklaşarak vedalaştılar. İçlerinde gözleri dolmayan
yoktu. Bob yine coşkuluydu.
“İki ay soma Bamabas İncili macerasmda birlikte İstanbul’dayız
arkadaşlar!..” diye bağınyordu.
Peter ve Lara’nın uçağmdan iki saat sonra Amerika yolcuları da
havalanmıştı.

İstanbul’da hava güneşliydi, sıcaktı. Rumelihisarı baskını terö­


rist saldırı olarak duyurulmuştu. 7 Akbaba’lı kubbe yine toprakla
örtülmüştü. Üstü ve çevresi çimlendirilmiş ti. Sahnenin tamamen
338

kaldırılıp caminin eski temeli üstüne yeniden yapılması kararlaş­


tırılmıştı.
“Cami yapılınca şehit yeniçerilerin ruhu rahat edecek, bir daha
gözükmezler” diyordu Bekçi Hıdır.
İstanbul Efendisi Abdülkerim taş konağında nargilesini tüttü­
rürken rahattı. Çembeıiitaş konusunu bir daha düşünmek ve
altındaki kutsal emanetler ile Bamabas İncili’ni elde etmek için
yeniden plan yapması gerekiyordu. Ancak şu sıra Türkleri fazlaca
kızdıran etnik kökenli gazeteciye suikast ortalığı iyice karıştırır,
Türkiye’yi zora sokardı. Suikast tarihini öne almayı düşündü.
İstanbul’un sıcağında serinlemek için Boğaz’a koşanlar
Rumelihisarı’mn önünden geçip gidiyorlardı. Tam orada pusulala­
rın neden 10,5 derece saptığını bilmiyorlardı. Hisann içinde
gömülü sihirli, gizemli kubbeden ve içindeki 7 Akbaba’dan haber­
sizdiler. 30’uncu boylam üzerindeki gizemi çözülmemiş diğer
yapılar gibi 7 Akbaba’nm işlevini bilseler korkarlar mıydı?
Güneşin ateşi asfaltı buharlaştınyor, buhar görüntüleri titreşti­
riyordu. Rumelihisan’mn titreyen silueti buharın göz aldatması
mıydı acaba? Yoksa yüzyıllardır belli etmediği gibi Rumelihisarı
inceden inceye nefes mi alıyordu?

“Aşkımıza Voyçiçam”

Lapa lapa yağan karı 1 350 m yükseklikteki şalenin geniş pen­


cerelerinden keyifle seyrediyorlardı. İkisi de büyük taş şöminenin
önündeki ayı postunun üstüne atılmış puflara oturmuşlardı.
Şöminenin aleviyle çevredeki onlarca mumım saçtığı sıcak renk
yüzlerine aksediyordu.
Uzandı, buz kovası içindeki votka şişesini alarak iki kadehi
doldurdu. Yanmdakine uzattı.
“Aşkımıza Voyçiçam.”
“Aşkımıza Volkodav.”
Volkodav votkayı içtikten soma başparmağı ile işaretparmağı
arasındaki çukura doldurduğu tuzu dilinin ucuyla aldı, sonra
yarım kesilmiş limonu yaladı.
Derin bir oh çektikten sonra tuzlu dudaklarım Voyçiça’mn
dudaklarına yapıştırdı. Uzun süre öyle hareketsiz kaldıktan sonra
Voyçiça’yı saçlanndan kavrayarak pufun üstünden çekti, sırtüstü
ayı postuna uzattı.
Voyçiça Semiramis kasıklarında Volkodav Meg’in nefesini his­
setti.

You might also like