You are on page 1of 119

■ ■■

MİNÖR POLİTİKA
ALİ AKAY

Q> BAĞLAM
ONSOZ

inör Politika 1999-2000 ders yılında yapılan derslerden


1
M ortaya çıkmıştır. Uzun zamandan beri minörlük üzerine
düşünmekteydim. 1996 yılında "Azınlık" adlı bir serginin
küra-törlüğünü yapmıştım. Burada Deleuze ve Guattari'den
yola çıkarak minör edebiyat üzerine düşünmüş ve onların
kullandığı anlamda kullanmıştım.
6. İstanbul Bienali sırasında çağdaş sanat ile ilgili işleri iz-
lerken minörlük kavramının plastik sanatlara kaydığını fark
ettim. Bu minvalde yazdığım yazılardan sonra Fransa'da yapılan
Lyon Bienali benim bu saptamalarıma destek verir nitelikteydi.
"Egzotizmin Bölüşümü" tam manasıyla ikili bir şekilde
işlemekteydi. Herkes herkesin "doğusunda"ydı artık. Egzotizm
ve primitivizm bu anlamda çağdaş sanat sergilerinin ana mal-
zemesi arasındaydı: Chen Zhen adlı Şanghay doğumlu sanat-
çının çalışmaları da önce Venedik Bienali'nde (1999) sonra da
her yerde görülmeye başladı. FIAC 200 Fuarı da ona yer verdi.
En son olarak da bu önsözü yazdığım sıralarda Art Presse
Bağlam Yayınları 156 dergisi ona birkaç sayfa ayırdı (Eylül 2000). Bu gelişimin baş-
İnceleme/Araştırma 101
ISBN 975-6947-45-4
langıcı ise 1989 yılında Vilette Parkı ve Beaubourg Sanat Mer-
kezinde yapılan "Dünya Büyücüleri" sergisinde Jean-Hubert
Ali Akay Martin'in "Primitivizmi" ve sanat olarak gözükmeyen büyü
Minör Politika nesnelerini sergilemesiyle yeniden gündeme geldi. Çağdaş sa-
© Ali Akay ©
Bağlam Yayınları nat artık edebiyatın peşinden minörlük kavramı üzerine çalış-
maya, işlemeye başlamıştı.
Birinci Basım: Kasım 2000 Aslında biraz daha geriye doğru bakıldığında Picasso'dan
Kapak Resmi: Seza Paker / Gökkuşağı, 7,2000
Baskı: Kardeşler Matbaası Matisse'e; daha önce Gaugin'den geçerek ve Fovistler ve Dada
ile ve de Alman ekspresyonizmiyle ve de Amerikan
eks-presyonizmiyle ve de ve de .... Birçok yerde Beuys'den bile
geçerek primitivizmin ve egzotizmin yeni şekillerle yeniden ve
BAĞLAM YAYINCILIK Ankara Cad. 13/1 34410 Cağaloğlu-İstanbul yeniden ve yeniden sorunsallaştırıldığını fark etmemek imkan-
Tel: (0212) 513 59 68
sız hale geliyor. Toplumsal yaşamda çokkültürlülük kavramı rada artık kimlik sorunu olarak soru nerden geliyorsunuz değil,
ve de postkolonyalizm söylemi hem primitivizmi hem de egzo- nereye gidiyorsunuz olmaktadır". Chen Batı'da değil ülkesinde
tizmi toplumun içinden gelen dinamikler olarak sanata ve yaşamakta ve Batıda sergilemektedir. Ülkemizde Bülent
edebiyata yansıttı (Fransız antropolog Maurice Godelier Afrika Şangar, Halil Altmdere, Hale Tenger, Aydın Murtazaoğlu,
ve Okyanusya Müzesi'nin 2004 yılında kurulmasında danış- Gülsün Karamustafa vb. da benzer bir durumdadır. Bu çok il-
manlardan biri olarak "postkolonyal bir politikanın icad edil- ginç bir şekilde ileri doğru giden bir kimlik meselesini bize
mesi sayesinde" bu projenin hayata geçirildiğini söylemiştir. sunmaktadır. Geçmiş ve geleneksel kimlik yerini ileriye dönük
Ancak Amerika kaynaklı bu söylem Fransız kolonisinden Ma- oluşlara doğru bırakmaktadır. Deleuze ve Guattari'nin "kaçış
lililere ve Fildişi sahillerinin yerli sanatlarına yer vermekten çizgisi" diye adlandırdıktan kavram çağdaş sanat içinde artık
çok, kendi topraklarında yaşayan Amerikalı yabanların sanat- örneklenmeye başlanmıştır. Onlar edebiyattan ve şiirden ve si-
larına yer verdiğini söylemektedir. Bkz. Hugo Lacroix, "La nemadan örnekler vermekteydiler; bugün ressamlar, sanatçılar
Tache de la panthere", Art Presse, Mayıs 2000). Yine Fransa'da
bu sorunlarla uğraşmaktalar. 1991'den beri ileri sürmekte
Jacques Kerchache'ın bu yerli -ilkel sanatlarına olan hayranlığı
olduğum ve sanatçıların sosyolojik ve siyasal meseleleri
ve koleksiyonunu bu yönde yapması "özgür ve eşit" sanatlara
sorun-sallaştırdıkları "gerçeği" daha çok belirginleşmeye
verdiği değeri gösterirken, aynı zamanda Louvre Müzesi
koleksiyonuna olan yakınlığın da o zamanki Paris Belediye başlamıştır. Konum-lar'dan (1991) beri bu kitaplara hep
Başkanı Jacques Chirac'dan geçtiği ileri sürülmektedir. yansımıştır zannediyorum. Kıvrımlar (1996); Postmodern
Edebiyat alanında ise başka örnekler var; ancak bunlar da aynı Görüntü (1997); Emre Zeytinoğlu ile birlikte yazdığımız
yıllara rastlar gibi durmakta. İlk olarak Salman Rüşdi'nin Kavramın Sınırlarında (1998); Armağan ve Sanatın Sosyolojik
edebiyatım ve de özellikle "Şeytan Ayetlerini düşündüğümüzde; Gözü (1999), hepsinde satır aralarında bunu bulmak
bu kitapta canavarlaşan ve aynı zamanda "batılılaşan veya mümkündür.
İngilizleşen" Hintlilerin ilkellikle olan bağlantısını hatırlama- 1995'den beri küratörlüğünü yaptığım sergilerde de bunu
mak mümkün değil. Dinlerin ve ritüellerin üzerine düşünen hep gazetelerde açıklamak ihtiyacını duydum. Sanat ve Sosyo-
bir edebiyat ile bu şekilde büyücülüğü sergi salonlarına taşıyan loji seminerlerinde (Yapı ve Kredi'de 1995-96)yine bunu anla-
düşünce arasındaki yakın bağ görülmezse görülmez bir bağ tan konumlan sorunsallaştırdım. Bir bakıma Chen Zhen gibi
olarak durmakta. Chen Zhen'i dinlediğimizde 196O'lı yılların tecrübelerimi birer trans-tecrübe veya disiplinler-arası tecrü-
söylemi ile 199O'lı yıllar arasındaki ayrım dikkat çekicidir: beler olarak ele aldım. Sanatın ve de özellikle çağdaş sanatın
"1960'lardaki mücadelede açıkça iktidar odaklarına, yani siste- bir tecrübe alanı olduğunu, Önemli olanın arayışlar ve deneyler
me karşı tavır alınmaktaydı. Batılı olmayan sanatçılar da batılı olduğunu vurgulamaya çalıştım. Sosyolojiye de bu şekilde
değerlere karşı mücadele etmekteydiler; ama merkezde otu- yaklaştım. Bourdieu'nün, Baudrillard'm, Maffesoli'nin burada
ruyorlardı." Chen Zhen kendisine yeni bir direnme stratejisi özellikle önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.
bulduğunu söylemektedir: "Yeniden marjinalleşmenin sağlan- Nat-halie Heinich ise sosyologlar arasında bu durumu fiilen en
ması açısından yeni bir pozisyon nasıl bulunabilir? Kültürel çok pratik edenlerden birisi. Nicholas Bourriaud ise, "İlişkisel
klişelere karşı savaş alanı nasıl oluşturulur? Estetik" adlı çalışmasıyla bana en yakın yerde duranlar
Transtecrübeleri-mi nasıl yapabilirim? Aralarında yer arasında, Guattari'nin terimleriyle sanat yapmak bana yakın
değiştiren bir göçmen olmak için "öteki" kültürlere girmek nasıl gelen tutumlar. Bunlar tanımadığım halde bana kitaplarıyla
mümkün olabilir? Bu-
yakın gelen arkadaşlar.
Bu andan itibaren sanatta ve sosyolojide politik olarak
mi-nörlüğü ele almanın zamanının geldiğini düşünmeye 24 Ekim 1999
başladım. Bu da bir süreç oldu. Başında tam olarak
inör politika bize 20. yüzyıl tarihinin 19. yüzyıldan gelen
geliştirmediğim; ama giderek konunun göbeğine doğru
girmeye başlayarak eski metinlerle haşır neşir olmaya başlayan
bir grup olduk. Bunlara öğrencilerim katılmaya başladı. Bu yıl
M çizgisini sanatta, edebiyatta, felsefede ve sosyolojide
verdi. Ancak bu yaklaşım 20. yüzyıl içinde aydınlanma felsefe-
içinde birçok öğrencim derslerdeki aktif katılımlarıyla konunun sinden gelen ilerleme düşüncesi ile birleştiğinde, minörlük ye-
ilerlemesine ve de eski metinleri başka bir gözle okumaya bana rine yetkin ve toyluktan çıkmış majör örnekler halinde düşün-
yardımcı oldular. Onların ve bazı sanatçıların sorularıyla ceyi etkisi altına aldı. 20. yüzyıl başının antropoloji çalışmaları
ilerlemeye başladım. Armağan kitabıyla birlikte Minör ilkellerle ilişkiliyken, ikinci yarısının başında yapısalcılıkla bir-
Politika'nm oluşumunda katlıları olan Mimar Sinan Üniversitesi likte, yapısal antropoloji ilkel teması yerine karşımıza "yaban"
Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü öğrencilerimi, bu ütopyasını çıkarırken, daha evvel Rousseau tarafından gelişti-
anlamda, çok ilginç bir konumda bulduğumu söylemeliyim. rilmiş bir tema olan "iyi yerli" ütopyasını sundu. Burada ya-
Çok meraklı ve atak olarak konular üzerinde düşünmeye banlar ve tarih teması Batı merkezli bir okumadan uzaklaştırı-
başladılar. Özellikle, burada tam katılımlarıyla ve derslerdeki larak, yeni baştan hem Batının tarihi hem de Üçüncü Dünya
sunumlarıyla Engin Sustan, Narin Bağdatlı, Barış Başaran, veyahut Güney'in ve Doğu'nun tarihi okunmaya başlandı. Bü-
Başak Demir, Berrak Dal, Selin Olgaçer, Burçak Artan'a ve de tün bir 20. yüzyıl burada gelişme, ilerleme kavramlarını Batı
metinleştirmekte yardımcı olan Ezel Yurdadön'e teşekkür ile hesaplaşma anlamında ele aldığında, majör temalar ütop-
borçluyum. Aynca Ender Keskin hem derslerdeki enerjisiyle yanın majörleştirilmesi; bütün bunlar hep genel kavramlar
hem de daha sonra bu kitabın oluşumundaki yardımlarıyla olarak karşımıza çıktı. Minörlük bize bunun tersini göstermeye
müteşekkir kaldığım bir kişidir. Bu şekle gelen kitabın çalışmaktadır. Özellikle Deleuze ve Guattari'nin Kafka
oluşumunda büyük katkıları vardır. Ayrıca son olarak okuması minör temaya büyük bir açılım imkanı sunmuştur.
primitivizm ve minörlük konusunda tartıştığım ve bu tartışmalar Günümüzde çağdaş sanat kendisim 20. yüzyılın başı ile bir-
sırasında beraber gezdiğimiz sergilerle anında örnekleri tartışma leştirirken, bir yüz yıldan çıkma geçmiş bir yüzyıla girmeyle
konusu edebildiğim, bana insanın özünün tembellik olduğunu aynı anlamda kullanılır oldu. Primitivizm ve minörlük görsel
yazan Malevitch'in kitabını (La Paresse comme la verite effective sanatlarda ön plana çıkartılarak, Batılı ve yerli ayrımı yerliden
de l'Homme) gösteren Seza Paker'e ve minör politika ve sanat yana, yerelden yana ele alındı. Burada sanatçının tamamen
üzerine benimle yaptığı tartışmalardan dolayı Ömer Uluç'a da ki-şiselleştirdiği, öznelleştirdiği sanat eserleri kendilerini
teşekkür borçluyum. Beni, bir yerde, tartışmalarıyla bu dersi minör eserler olarak ortaya koydular. Tracy Emin örneği
yapmaya ve bu kitabı oluşturmaya teşvik ettiklerini yaşadığı aşkları gösterirken hem kimsenin ilgisini çekmez gibi
söyleyebilirim. gözüken aşklarını ve cinsel hayatını ortaya dökerken, buradan
bir sanat eseri ortaya çıkarttı. Örnekleri çoğaltabiliriz. En vahşi
Ali Akay ve minör duygular sanatta en kırılgan ve yine minör
İstanbul, 12 Ekim 2000 malzemelerle kendilerini ifade ettiler. Sulu boyalar, desenler,
mumdan yapılma çalışmalar sanat tarihinde tuval resminin
yanında birer
duğu gibi ilerleyen bir toplumsallık değil de; toplumsallığın
minör malzeme olarak durmalarına rağmen, çağdaş sanat on- farklarını, hatta "geri" gibi duran ilkellerin daha demokratik
ları gerçek bir sanat nesnesinin tecrübe aletleri haline soktu. olduğunu iddia eden metinler yazıyor. "Modern toplumları-
mızda her ne kadar bolluktan, insan haklarından, demokrasi-
lerden vs. bahsetsek de, bu anılanlar yabanlarda daha fazla
Marksizm'in sosyalist toplumu kendisini kurmaya uğraşır- vardır ve daha meşrudur. Çünkü hiyerarşi devletli toplumlarda
ken, Doğudan gelen rüzgar Sovyetler Birliği'nde sosyalist rejimi olduğu gibi piramidal yapıda genişlemiyor, tersine piramit
kurduğunda söylemin ütopik hali kendini bir gerçeğe terk ters-yüz edildiği zaman bu toplumsallık anlaşılabilir".
etmişti. Bu örnekten yola çıkarak 20. yüzyıl siyaset tarihi gerçek Devletli toplumlarda bir merkez, ondan sonra sınıflar veya
politikalar üzerine kendilerini kurarlarken, sürekli varolan sınıf fraksiyonları vs. var. Her katman Marksist anlamda üst
durumun "kurtarılması" üzerine ve de "hikmet-i hükümet" sınıflar veya ezilen sınıflar diye ikiye ayrıldığında sınıf katman-
üzerine düşündüler. Reel politikada Sovyetler Birliği Üçüncü larını gösteriyor.
Dünya halklarının yanında emperyalist Batı ve Amerika ile Ama Marx'taki burjuvazi veya işçi sınıfı gibi kaba ayırımları,
mücadele ederken kendi halkından bu mücadeleye katkı bek- modern toplumlara uygulamaya pek imkan olmuyor. Bu
ledi. Yıllar süren bu katkı sonunda duvarın çökmesi sonrasında nedenle kendisi de Marast olan başka bir sosyolog;
yerini yeni bir ütopya arayışına bıraktı. Bu ütopya 21. yüzyılda Poulant-zas, Marx'taki sınıfsal analizin ikili olduğunu, fakat
belki Marx'tan çıkan ama güncel siyasetle sınırlı kalmayan, bunun modern toplumların anlaşılması için yetmediğini, bunun
Malevitch'in "tembellik insanın doğasındadır" vecizesiyle için de sınıf fraksiyonları kavramından bahsetmek gerektiğini
sanatta kendine yeni yerler edinmeye çalıştı. Çağdaş sanat si- gösteriyor. O anlamda da devletli toplumlardaki yapı da;
yasi alanda kurulmuş olan bu söylemi 21. yüzyıla doğru taşır- merkez devlet, idaresi altında devlet bürokrasisi ve üst sınıflar
ken, yeni bir ütopya iddiasını taşıyabilir. burjuvazisi, altta ise köylüler ve orta sınıf, işsizler gibi
Ütopya, komünist toplumunu neredeyse ortaya çıkarıyordu. katmanlar sözkonusu. Bu üçlü ideoloji arayışı aslında...
Bu biraz yabanlara, ilkellere ait bir toplumsal gündelik yaşam İnsanlarla devlet arasındaki kamusal alanda söz söyleme
biçimi gibi duruyordu. 20. yüzyılın siyasi pratiği bunu mümkün haklarının, hukuki yapıların eş merkezli olması üzerine kurulu
kılmadı. Ama bir başka açıdan baktığımızda, yaban-lardaki olması. Clastres'e göre ise; devletli toplumlardaki bu
toplum biçiminin karşı piramidal bir yapıda olduğunu farklılaşma düzeni, demokrasi meselesinde bir handikap. Şefin
görüyoruz; bu da şefin çalışkanlığı sayesindedir. Diğerlerinin en altta durduğu, en çok çalıştığı, diğer kabile insanlarının ise
tembellik yapma hakkına sahip olduğu sözkonusu edilebilir. hiç çalışmadan sürekli artığı tüketip; hediyeleri alıp, rahat bir
Bu, antropolog Pierre Clastres'in* Devlete Karşı Toplum kita- yaşam sürdürmelerin-deki imkan, ancak demokrasi sayesinde
bındaki "Kızılderili Şefinin Felsefesi" adlı metinde göstermiş varoluyor, o da yaban-lardaki demokrasi. Bunun anlamı, şefin
olduğu meseledir. yaptığı işlev, en iyi avcı olmak; en çok hikaye anlatabilmek, en
Clastres, C. Levi Strauss'un izinden yapısalcı bir analiz ya- iyi iş yapmak ve gündelik yaşamında bunların dışında bütün
parken; yabanlarda ve modern toplumlardaki yaşam farkların- zamanını çalışmaya ayırarak, kabilenin diğer üyeleri için
dan, gündelik yaşam pratiklerinden yola çıkarak, Marx'ta ol- hediyeler yapabilmek. O zaman çalışma zamanında ortaya çıkan
Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev.: Mehmet Sert, Ay- artığın, şeften kabileye doğru -devletli toplumlardaki durumun
rıntı Yayınlan. tersine- işlediğini görüyoruz.
Osmanlı piramidal yapısında da, devletli toplumlar düzenine
oğula geçen bir çizgi bu. Teknik bilgiler insanı genelde kalaba-
benzer bir piramidal yapı sözkonusu. Bu piramit yapısında
lığın olduğu ortamda ayıran şeyler. Bu bilginin de miras gibi
yukarıdakiler işçiyi sömürürken; yabanıllarda ise tüm kabile,
işlerliği sözkonusu. Benzer bir şekilde Büyücü de Şaman da
şefi sömürüyor. Yabanıllarda lider konumunda olan insan en
toplumsalın olduğu alanda gruptan veya kabileden farklı bir
çok çalışan, en çok ödül veren durumunda; diğerleri ise bütün
şekilde giyiniyor, davranıyor, farklı ilaçlar içiyor ve üretiyor.
gün pipo içiyor, yatıyor, akşamları şefin avladıklarından ye-
Genelde Şamanlar için medecineman adı (hasta, iyileştiren kişi)
mek yiyor vs. Şefin iyi bir avcı olması gerekiyor. Çünkü bütün
kullanılır. Bunların çoğunun fiziksel sakatlıkları vardır. Bu da
kabileyi besleyecek hayvanı vurması gerekli. Dolayısıyla şefin
onları toplumdan ayıran bir özelliktir. Aksak Timur hem
artığı kabileye dağılmaya başlıyor. Böyle bir durumda iktidarın
Şaman hem de Kaan'dı. Cengiz Han da topaldı.
tabandan yayıldığı söylense de, Clastres başka bir şeyden daha
sözediyor ki, bu da şefin tek avantajı olan poligaminin olması; Samanlarla (yani Kamlarla) Kağanlar arasında bir benzerlik
sözkonusu. Biri iktidardaki savaşçı, diğeri büyücü.
yani kabiledeki kadın dolaşımında şefin çok kadınla evli
Dume-zil'den yola çıkarsak; "iktidarlar genelde çift kutuplu, biri
olabilme imkanı var. Bu bakımdan da bu -yazının ortaya çıktığı
egemenlik üzerine kurulu olan siyasi iktidar, öbürü ise büyü
dönem- birkaç yazarı saymazsak, feminist yaklaşımlarla kadının
veya din üzerine kurulu olan iktidar, dünyayı kontrol
toplumsal konumu insanların çok fazla ilgilendiği konulardan edebilmek. Bunların arasında bir egemenlik savaşından, bir
değil, o dönem daha çok konuşulan, sınıfsal yapı nasıl iktidar savaşından söz edebiliriz. Hangisinin toplumu
çözülecek, sınıflar arasındaki ayrımın nasıl ortadan kalkacağı, yöneteceği meselesi. Bu 4. yüzyılda Orta Asya'daki bir Göktürk
kol emeği ile kafa emeği arasındaki ayrım vs. olduğu için, kabilesinden Selçukluya; Selçukludan Osmanlıya; Osmanlıdan
Clastres'in düşüncesindeki demokrasi de artığın dağılımı üze- Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar pek değişmiş gibi durmuyor.
rine kurulu. Kadın dağılımı pek önemli gibi durmuyor burada. Avrupa'da da aynı durum sözkonusu. Kraliyetlerle Papalık
Yabanılların piramidal yapısında altta duran şef aslında arasındaki iktidar savaşları da aynı durumun Avrupa ayağındaki
poli-gamlıkla toplumsallık içinden bir ayrım elde ediyor: Bir örnekleri. Napolyon bile Papa'yı emirle huzuruna getirterek taç
artık veriyor, ayrım elde ediyor. Bu noktada, yabanıllarda giyiyor. Bunu, dini olanın da meşruiyeti olması sebebi
artığa karşılık ayrıcalık alan şefin varlığı, buna karşı devletli gerçekleştiriyor. Yavuz Sultan Selim'in Ridaniye ve Mercidabık
toplumların hem artık hem de ayrıcalığın alındığı piramidal seferi ve savaşıyla halife olması, Osmanlının Arap ve
yapısı. Clastres'in farkı artık üzerinden hesaplanırken, Müslüman dünyası üzerinde büyük bir meşruiyet kazanmasını
ayrıcalık meselesi o dönem belki de gündemde değildi. Bu iki ortaya koydu. Fas kralının da aynı iddiası sözkonusu. Burada
piramidal yapıdaki insanlar bir şekilde bütün bir ilginç bir nokta da Osmanlının Kuzey Afrika'da Fas'a kadar
toplumsallıktan ayırıyorlar -Devletli yapının piramidinin ilerleyip, Fas'a girmemiş oluşu. Fas'ın kendi tarihinde Fas
başındaki için, hem ayrıcalık hem artığın kendisine doğru kralının halife olduğu iddiası var.
yöneldiği bir yapı sözkonusu; Yabanıl kabilenin ters piramidal Din ve Hukuk-Politika ilişkisi bugünkü en temel siyasi kav-
yapısındaki şef, artık yerine poligamik ayrıma sahip. Bu galardan birisi, kim yönetecek, kim en meşru erk sahibi, iktidar
noktada bir anlamda şefin bu ayrıcalığı onu toplumun içinde sahibi olacak?
farklı bir yere getirirken, aynı zamanda farklı bir bilince Ancak ister siyasi-hukuki otorite, ister dini otorite olsun,
ulaştırıyor. Bu bilinç, onu kolektif bilinçten ayıran bir bilinçtir. Şaman veya Kağan belli bir tarihi sıraya göre bir anlamda top-
Bu ayırımı yaparken, şefin bir takım teknik bilgilere ihtiyacı lumsal ayrımlarını ortaya çıkartıyorlar. Şamanlar otların sahi-
sözkonusu ve genelde babadan
JL3L
Aslında bu maddi dünya ve manevi dünya ayırımı, iki baĢlı bir
bi olarak hem zehir hem de panzehir verebiliyorlar. Ecza de-
iktidar modelinin en toplumsal ve siyasi göstergelerinden biri
posu oldukları için en iyi uyuĢturuculara da sahipler. Samanların
olarak çıkıyor karĢımıza. Bütün bu süreçte, ister
sık sık seyahat ettiklerini, köstebek gibi yerlerin altına girip
ġa-man-Kağan, ister üfürükçü-demirci olsun, ikisi de teknik
oradaki kötü ruhlarla tanıĢtıklarını düĢünürsek, bir masal gibi
kullanıyor. Bu noktada aslında önemli gibi duran bilgi ve
gelse de, toplumlar bu masallara inanıyorlar. ġamanlar teknik
sahibi, otlara sahip, ilaç yapabiliyorlar, hastalan iyileĢtiriyor, teknik sahibi olan birinin öbürlerinden kendini farklılaĢtırması
Ģifalı otlan tanıyorlar vb. Bu bakımdan öbür dünyalara gidip ve diğerlerini yönetmeye baĢlaması. Burada, Foucault'nun "Bilgi
geliyorlar (Ģamanik bir extas durum). Bütün bunlarla ġaman ve iktidar" eksenlerinin birleĢtiğini görüyoruz; bilgi sahibi olanın
veya Büyücü toplumsaldan kendisini ayırıyor, birey olarak or- iktidar sahibi olmasını görüyoruz. Bu durum modern toplum-
taya çıkmaya baĢlıyor, bireyselleĢiyor, kolektif bilinçten öznel larda da böyledir. Bilgi sahibi olanla, iktidar sahibi olanlar
bilince sahip olmaya baĢlıyor. Bilinç terimlerini kullanırsak aĢağı yukan benzer kiĢiler. Günümüz siyasetçileri, onların bil-
burada "bilinç farklılığı" var. Eğer görüntü farklılıklarını kulla- diği bazı Ģeyleri herkes bilmiyor. Bu yüzdendir ki Antik
nırsak, ġamanlar kadın kıyafetleri giyiniyor, boyanıyorlar. Bu Yu-nan'da sanat sözcüğünün karĢılığı olarak techne (teknik)
durumda ne erkek ne kadın, ne bu dünyada ne öbür dünyada, sözcüğü kullanılmıĢtır; sanat bilgi, teknik bilgi demektir. Sanatçı;
dolayısıyla "arada" bir durumda ġamanlar. Ne erk sahibidirler tekniğin sahibidir. Tekniğin sahibi Ģaman, büyücü; retoriğin
ne de idare edilebiliyorlar. Ne zaman ki -Ergenekon hikaye- sahibi siyasetçi ve bir hukuki bilgi sahibi adalet dağıtıcısı iktidar
sinde olduğu gibi- bir demirci demiri dövüp, bir kılıç yapıyor, o oluĢumlan içinde bunlar en belli baĢlı odaklardır. DanıĢmanlar,
zaman Kağan bir kılıç darbesiyle ġamanın büyülerini çözüyor. Osmanlıdaki vezirler, Enderun'dan yetiĢen insanlar
Kılıcın ortaya çıkmasıyla iktidar, büyüsellikten tinsellikten imparatorluğu yönetiyorlar. ġaman, ġef kolektif bilinçten
maddi hayata doğru geçiyor. Gözle görünür ve darbeyi yiyince ayrı-•lırken kendi öznelliğini ortaya koyuyor, özne oluyor;
de duyulur bir etki -kılıcın etkisinde olduğu gibi, saplanıyor kolektif özneden çıkıp, bireysel özne oluyorlar. Burada özne
vs.- ġamanın büyüsel dünyası ya uyuĢturucuyla ya otlarla me- vardır, doğa nesnesidir onun.
tafizik bir hale çıkıyor. Tasvirlerde azizlerin baĢındaki halenin Böyle bir iliĢkide yönetenlerle, toplumdan kendini ayıran-
oluĢu bir ıĢık olması gereği var, bu da ayrıcalıktır: Tanrının larla, yönetilenler veya alt kesitte duranlar her ne kadar ma-
koruduğu insan. Burada ġamanlar da kendilerini kolektif bi- nevi ve maddi dünya ayrımında yaĢamıĢ olsalar bile, sık sık bu
linçten ayınyorlar ama iĢin içine kılıç girince aynı zamanda de- iki dünyanın gündelik yaĢam pratiklerinde ayrıldığını, ama ay-
mirci olan Kağan, savaĢçı iktidarını büyüsel iktidar karĢısında rılırken de beraber olmaya devam ettiğini görebiliyoruz. Bu,
daha kuvvetli bir Ģekilde ortaya çıkartıyor. Ergenekon'da de- bir verme modeli; iktidar sahiplerini topluluktan ayırıyor ve
mir dağı delip bir demirci tarafından yol gösterilme hikayesi bu sayede de iktidar devam edebiliyor. Modelde de aslında
tamamen bu demirci hikayesiyle alakalı. Kağan (kurt) yol gös- Romalılann "everjet" dedikleri (bağıĢ yapan, bahĢiĢ veren) bir
teriyor. Tam bir efsane ama efsanenin metallerle ilgili bir ger- tür iktidann kendi yapısını sağlamlaĢtırmak tekniği var. Dev-
çeği var. Demir dağı yok ama demir döven biri ortaya çıkıyor. letli toplumlann baĢındakiler de ara sıra Kızılderili Ģefin yaptı-
Zeus'la Prometheus'taki ateĢin çalınmasında olduğu gibi. ğını -reayaya bir Ģeyler vermek vs.- yapmak zorundalar. Ara sıra
Pro-metheus'un ateĢi çalması ve ateĢi kullanabilen bir demirci pramidel yapının tabanını oluĢturan kesime, reayaya, teba-ya
olması miti, Mezopotamya'daki Kawa mitinde olduğu gibi, birĢeyler vermek zorunluluğu. Yabanılların ters çevrilmiĢ
Ortadoğu, Kuzey Amerika, kuzey Asya, Latin Amerika kendi yapısı devletli toplumda da bir Ģekilde devam edebiliyor. Eko-
demircileri, kendi samanları olan yerler. nomik ve siyasi olarak üstünlüğünü ortaya koyan kiĢiler, kral-
sında en aşağı onun değerinde ve hatta daha değerli bir şey
lar, sultanlar, büyücüler, adalet dağıtıcıları, erk sahipleri ve vermek üzerine kurulu olan bir sistem. Armağan almak ve
zenginlik sahibi olan insanlar belirli dönemlerde birşeyler ver- vermek ilişkisi yabanlarda ve modern toplumlarda benzer bir
mek durumunda kalıyorlar. Bu günümüzdeki sponsorluk sis- şekilde işlev görebilen bir sistem, hatta bu günkü Batı toplum-
temi gibi bir şey: Bağış, hediye, armağan verilmesi... larında işsizlik krizi devlet içinde bir tür armağan sistemine
Armağan bu noktada, gerek yabanılda, gerekse modern dönüşüyor. Şiddetli şeylerin olması için nasıl bir para ödenebi-
toplumlarda olabilen bir harcama modeli. Armağan: iktidarı leceğine yönelik düşünceler vs. sözkonusu ki tüm megapoller-de
sağlam tutmak ve başkaldırıları engelleme modeli. Armağan
en büyük korku; günün birinde işsiz fakirlerin baş kaldıracağı
dediğimiz zaman, din, büyü vb. konulan ele almış olan bir sos-
korkusu. İşçilerin yürümeleri kendi haklarını almak üzere
yologdan, Marcel Mauss'dan sözetmemiz gerekir. M. Mauss,
hukuki bir eylemi içerirken, işsizlerinki hukuka dahil olmayan,
Durkheim ardıllarından. 1923 yılında Sosyoloji Yıllığı dergisinde
armağan üzerine yazılan bir metninde Mauss, Melanezia ve irrasyonel bir durum. Ve tüm bu durumlarda müthiş bir şiddet
Polynezya yerlilerinin toplumsal yaşamdaki armağan verme gösterimi sözkonusu toplumlarda.
modelini inceliyor. Buna göre de ilkellerde bir mübadele sis- M. Foucault'nun Deliliğin Tarihi kitabında belirttiği hasta-
teminin olduğunu söylüyor. Bu sistemde armağan veren biri nenin kurulmasıyla birlikte, evsiz, işsiz, hasta, deli, sapkın vs.
verdiği armağanın karşılığını almak durumunda. Çünkü top- hepsinin aynı anda bir mekana kapatılmasında olduğu gibi,
lumsal mübadelenin olması için, alıp verme ilişkisi şart. Bunun bugün de artık post-modern toplumlarımızda gettolar aynı iş-
da işlemesi toplumsal bir koşul olarak karşımıza çıkıyor; levi görüyor (varoşlar). Şehirlerin belirli yerlerinde veya dışla-
Armağan veren armağan alır; çünkü armağanı veren kişi -bu rında öyle mahalleler kuruluyor ki, buraya ne iktidar ne polis
bir anlamda armağan kavramında en önemli meseleyi ortaya girebiliyor, ne de oradakiler dışarı çıkabiliyor. Böyle bir top-
çıkartıyor- beraberinde armağanla birlikte verdiği nesnenin lumsallık durumunda bu armağan sistemi gitgide gündeme
ruhunu da veriyor. Burada çok değişik ilişki var, Batılı feodal gelmekte olan bir sistemdir. İşsiz kadınların evlerinde yemek
veya kapitalist toplumlarda pek olmayan bir değişim, mübadele yapma, çocuk bakma saatlerinin ücretlerinin ödenmesinden
ilişkisi. Marcel Mauss'un incelemiş olduğu toplumlarda bir bahsediliyor. Kapitalize olmayan zamanların, domestik işlerin
nesnenin ruhu veriliyor nesneyle beraber; karşılığında bir kar- kapitalize edilme zorunluluğu, kapitalizmin çok daha büyümeye
şılık nesne alınıyor onun ruhuyla beraber. Burada armağanı başladığı 21. yüzyıla girerken, her an kapitalize edilmek
alacak olan, karşılığını veremeyecekse armağanı istemez. üzerine düşünülmektedir. Bu anlamda da bu armağan sistemi, en
Çünkü karşılığını veremeyecekse borçlanacaktır. Bu borç ilkelden en modern veya post-modern ekonomik ve siyasi
maddi değil de manevi bir borçsa; bir korku sözkonusu burada: ilişkilere kadar, birbirlerinin yerini ikame edercesine varlıkla-
manevi borcun nasıl ödeneceği, manevi borcun değerinin ne rını sürdürüyorlar. Burada verme, zenginlikten verme veya elde
olduğu vs. Bu parayla ölçülecek bir şey değil. Nesneyle beraber olanın fazlasını verme ilişkisi, kapitalizmle alakalı gibi ortaya
ruh dolaşımı sözkonusu burada ve lanetlenme korkusudur konuluyor. İslam'daki zekatın da işlevi bu anlamda benzer
borçlu olanın korkusu. Öbür dünyadaki ruhların o nesneyle denilebilir. İktidarların büyüsel-dini veya siyasi-hukuki ayrım-
beraber ona geldiğini ve geriye gitmesi gerektiğini düşünen larıyla, birbirleri arasındaki yöneten-yönetilen, ezen-ezilen vs.
toplumlar mevcut. Günümüz toplumlarında da bunların kalın- ilişkilerde en materyalist olanında kapitalizmde laik bir
tılarını, versiyonlarını bulmak mümkün. Dilenciye para ver- tensel-lik sorunu en ekonomik haliyle gündeme gelebilir.
memekle cezalandırılacağımız korkusu, vs. Ruhani bir ilişki,
kendilerinden bir şeyler veriyor olma. Armağan, alınan karşı-
JLZL
1 Kasım 1999 meydana gelebileceği düşünülebilir. Ancak otorite yaban top-
lumlarında tamamiyle gölge mekanizması şeklinde yürütül-
Clastres Yapısalcı Bir Antropolog ve Devlete Karşı Toplum mekteydi. Hatta bazı yerli kabilelerde şef kurumunun olmadı-
P kitabının ilk iki makalesinde, siyasi antropolojide iktidar
biçiminin şekilde sorunsallaştırılıyor oluşunun analizini
ğına da rastlanmaktadır.
Otoritesi olmayan şeflik kurumunun nasıl işlediği ve bu tür
yapıyor. Birinci makalesinde Batı gibi tarihi olmayan toplum- toplumlarda siyasal iktidarın nasıl olup da yaratılmadığı soru-
ların, iktidar mekanizmasını nasıl oluşturmadıklarını göster- larına Lowie üç madde halinde yanıt veriyor:
meye çalışan Clastres, La Pierre'in söylemiş olduğu bazı tabir- Şef, öncelikle bir barış mimarı olmak durumundadır, sa
ler üzerinde duruyor; "tohum halinde", "başaramamış", "ta- vaşta ve barışta toplum içerisindeki sivil ve askeri topluluklar
mamlanmış" gibi sözcüklerin farklı bir iktidar anlayışından ba- arasında meydana gelebilecek anlaşmazlıkları, kavgaları ya da
karak söylenebileceğini; ama aslında ilkellerdeki iktidar biçi- çeşitli problemleri çözebilecek ve buna egemen olabilecek
minin farklı olduğunu iddia ediyor. ılımlı bir eğilim çizmek zorundadır.
R. Lowie'nin 1948'de kaleme aldığı varsayımlarla ilgili ko- Şef, topluluğun her talebine cömert bir anlayışla karşılık
nulara ilişkin olarak, yazarın da belirttiği gibi etnoloji kuramı vermek durumundadır. Bu talepler av, süs eşyaları vs. tüm ko
birbirine karşıt olan iki zıt siyasal iktidar düşüncesi ile -ki bu nularda toplumun tüm isteklerine cevap vermesi gerekmekte
iki zıt siyasal iktidar düşüncesi aynı zamanda birbirini tamam- dir.
lamaktadır- bu düşünceler arasında gidip gelmektedir. Bu dü- Şef, iyi bir hatip, belagat ustası olmak durumundadır.
şüncelerden ilki öncelikle siyasal örgütten tamamiyle yoksun Gün ağardığında veya gün batımında şef, toplumun karşısına
yaban toplumlar^ bu toplumlar ya anarşi üzerine kurulmuş ya çıkarak, gelenek ve göreneklere göre yaşamanın ne kadar
da, tarihin bir devresinde, belirli bir siyaset öncesi devrede ta- doğru olduğu vs. konularında konuşur ve topluluk üyeleri de
kılı kalmıştır. Diğeri ise yaban toplumlardan ancak küçük bir şefi dinler; bu konuda şefin iyi bir hatip olması gerekir.
bölümün insana yakışır, insana özgü bir örgütlenme biçimiyle Savaş ve barış zamanında olmak üzere, şefin otoritesi iki
kendi siyasal örgüt aşamasına gelmiş, fakat bu durumda da farklı durum şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Barış zamanında
despotluk meydana gelmiştir. Sonuç olarak her iki düşünce ya şef; tamamiyle ılımlı, çok fazla otoriteye sahip olmayan bir
despotluk ya Uranlık kendini göstermektedir. Siyasal örgüt ek- portre çizmekle birlikte; savaş zamanında otoriteyi daha fazla
sikliği ve bunun sonucunda meydana gelen despotluk, anarşi ele almakta, askeri ve sivil iki grubu uzlaştırarak sorunların
ya da örgütün aşırı derecede güçlenerek bir despotluğa dönüş- üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Pek çok yaban kabilede
mesi; birbirini tamamlamakla birlikte, birbirine tamamen zıt sıklıkla rastlanan bir diğer nokta ise, savaşın bitmesinin ardın-
gibi görünmektedir. Burada Amerika'da bulunan yaban top- dan şefin bütün gücünün bittiğinin görülmesidir. Bazı kabile-
lumlarda ele alınan en belirgin özellik basit demokrasi anlayışı lerde her iki durum için -savaş ve barış için- iki ayrı şefin mev-
ve eşitlik durumudur. Bu demokrasi eğilimi Güney Ameri- cudiyetinden sözetmek olası. Dolayısıyla şefin en önemli gö-
ka'da yaşayan pek çok kabile -adalarda yaşayanlar hariç- şeflik revlerinden biri topluluk içinde barış ve uyumun egemen ol-
otoritesine dayanan bir yönetim biçimiyle hatta otoritesi ol- duğu bir ortamı sağlamaktır.
mayan bir şeflik mekanizmasıyla yönetilmekteydi. Toplumsal Otoritenin kaynağının ne olduğu, nereden geldiği konusu
tabakalaşma ve siyasal örgütlenmeyle birlikte bu otoritenin da önem taşımakta; şef saygınlığını yitirmemeli, adil olmalıdır

_1SL
ki kabile üyeleri şefin bu adil oluşu, cömertliği, barış mimarı de, fazla maddi zenginliğe sahip olmayan bir portre çizmekte-
olması ve belagatına dayanarak onun sözünü dinleyebilsinler. dir. Eşleri de topluluğun ihtiyaçlarını giderebilecek yönde şefe
Şef eğer cömert olmazsa, kabile üyeleri kendisini yağmalamak yardımcı olmaktadırlar. Yaban toplumlarının küçük bir bölü-
konusunda bir hakka sahip olabiliyorlar -bu duruma hem Kuzey münde otorite bu şekilde kendini göstermektedir.
hem de Güney Amerika yerlilerinde rastlamak olası-. Yani iyi Burada sözedilen yabanlar, evrensel ilkeller veya yabanlar
avcı olan şef aynı zamanda kabile üyeleri talep ettiği sürece değildir. Bütün kabileler, topluluklar veya topluluklar birliği
onlar için avlanmak ve onların ihtiyaçlarını karşılamak konfederasyonlar vs. birleşmeler içinde her yerde şeflik meka-
zorundadır. C. Levi Strauss bu durumu "şef hiçbir zaman hayır nizmasının bu şekilde işlediğini söyleyemeyiz. Clastres maka-
dememek durumundadır. Çünkü cimrilik ve iktidar hiçbir za- lesinde bir yanda Kuzey Batı Amerika'daki Ant Dağlarının
içerdiği kültürel yapı arasında bir fark ortaya koyuyor. O fark
man birarada yürümez" şeklinde açıklıyor.
da İspanyol ve Portekizlilerin 16. yüzyılın ikinci yarısında
Hatiplik konusu ise siyasal iktidar için hem bir ön koşul Amerika'nın Güneyi üzerine yapmış oldukları bu istila sırasın-
hem de bir araçtır. Birçok toplulukta şef çokeşli olma hakkına da, İnkalar, Aztekler gibi yaban topluluklarda kendilerininki-ne
sahiptir. Doğal dengenin sayısal olarak sağlanması zorunlulu- benzer bir iktidar oluşumunu görüyorlar. Piramit yukarıdan
ğu, böyle bir ayrıcalığın başta şef olmak üzere bazı kişilere ço- aşağıya doğru değişiyor. Tabandaki insanlar modern top-
keşlilik hakkının verilmesine sebep olabiliyor. Bu kadın sayı- lumlarda adına "ezilenler" denen kesim, vergi yükümlülüğüyle
sıyla bağlantılı bir durum. Yerli topluluklar çoğunlukla mülkiyet hakkına sahip olmayarak, şeflerine veya krallarına
çokeş-lidir. Bu çokeşlilik tamamen şefe tanınmış bir durumdur. bağlı olarak yaşamayı sürdürüyorlar. PvClastres, bunun yanında
Bu kabilelerde meclis kurumu vardır, şefin her konuda bütün yabanların iktidar mekanizmasının bu şekilde olmadığını
danıştığı, fikir aldığı bir kurumdur. Meclis en güçlü söylemek istiyor. Çünkü bir yanda Batı'daki iktidar oluşumuna
savaşçılardan oluşur. Bu savaşçılar da çeşitli durumlarda -savaş benzer bir iktidar varken -İnkalar'da oluğu gibi- diğer yanda
kazanıldığı durumlarda vb.- çokeşliliğe sahip olabilmektedirler. başka kabilelerde bu üçlü ilişkiyi görmek mümkündür diyor.
Bir veya birkaç kadını aşmamak kaydıyla. Çok eşli olan şef Barışçı bir şef; savaşırken bir barış yapmak üzere savaşıyor.
sahip olduğu kadınlara ve topluluğa iyi bakabilmenin gereği Ilımlı bir eğilimi temsil eden, savaşçı ancak savaşının gayesi iki
olarak iyi bir avcı olma zorunluluğundadır. Bu sistem babadan düşman taraf arasında dengeyi bulabilmek. Bir bilge
oğula geçen bir sistemle yürümektedir. Ancak oğul, anılan bu konumundaki kişinin şef olması gerekiyor.
vasıflara haiz değilse savaş sonunda galibiyetler almış birine İkinci önemli husus cömertlik: Cömertlik dediğimiz zaman
veya erkek kardeşe de verilebilir şeflik. devletli toplumlarla kıyasladığımız zaman, bu toplumları mül-
Evlilik konusunda en çok görülen kız kardeşle yapılan evli- kiyetin ve malların arzındaki dağılımın farklı olduğunu görü-
liktir. Toplum, malların kadınların ve sözcüklerin yoruz. Batıdaki ilişkide, devletli diğer yaban toplumlardaki
mübadele-siyle tanımlanıyor. Kadınlar topluluktan şefe doğru ilişkide; mülkiyetin tepedeki krala ait olduğu; malların ise alttan
sunulmakta iken; mallar şeften topluluğa doğru sunulmakta, iktidara -yukarı- doğru dolaşıma girdiği bir model sözko-nusu.
iki farklı durum ortaya çıkmakta. Oysa P. Clastres'in modelinde mal ve kadın arasındaki dağılım
Yargı mekanizmasının işlerliğine baktığımızda, şef burada ters bir şekilde işliyor. Şef malı veriyor, topluluk da ona
yargılayıcı bir hakim yerine, daha çok bir hakem; barıştırıcı, kadınları veriyor. Demek ki öncelikle bir toplumla şef arasında
uzlaştırıcı bir hakem görevindedir. Bu kabilelerde şef, çok sa- ikili ilişki -ister devletli ister devletsiz toplumlarda ol-

_2J_
sun- biçimi olarak var. P. Clastres'in burada sorunsallaştırdığı Burada pek çok problemle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri
şey demokrasi anlayışı ve eşitlik duygusunun farklı oluşu üze- aile ve sivil toplumdan oluşmuş bir sentez olan devletin aynı
rine, sözedilen kabilelerde demokrasi anlayışına göre iktidar anda hem devlet kurumunu hem de hükümet kurumunu içer-
bütün gücünü tabandan alıyor ve aldığı iktidarın da bir zamanı miş olması. Devleti kim yönetiyor? sorusu sorulduğu zaman
var; her zaman o iktidara sahip değil. Savaş zamanında ve barış bir hükmeden hükümet meselesi sözkonusudur. Yasaları yapan
zamanında olmak üzere ikiye ayrılan bir iktidar sahipliği var. ve idare eden; yasama, yürütme, yargı arasındaki ilişkide
O halde burada sivil ve askeri ayrımı siyasi terminolojide yürüten kısım ve bu diğer iki alandan da bağımsız olmalıdır.
birbirinin karşıtı olarak gözüküyor. Burada beliren sorun da, Yargı ayrı yasama ayrı ve yürütme ayrı olmak üzere üç mercii
sivil olanın askeri olanın karşıtı olup olmadığı meselesidir. bunlar, Montesquieu'nun kuvvetler ayrımı üzerine olan top-
Yüzyılın başlarında Gramsci "Hapisane Defterleri"* notla- lumsal düzeni. Hegel'de sivil toplum aileler sentezinden olu-
rında sivil toplumdan sözediyor ve sivil toplumun siyasi toplu- şuyor ama aileye bir antitez olarak ortaya çıkıyor diyalektik
mun karşıtı olduğunu öne sürüyor. Devletli toplumlarda siyaset bir ilişki sözkonusu. Hegel "tez ile antitezin bir sentezi olması
hem askeri hem de .... Ama sivil toplum alanı aynı zamanda gerekir" diyor.
siyasi toplum alanına dahil oluyorsa, bu ikisi arasında bir ayrım Antropolog ve sosyologlar bu meseleleri sorun haline geti-
nasıl ortaya çıkar diyor Gramsci. İktidarın oluşumunda sivil rirken, bağımlılık teorisyenlerinden biri olan A.G. Frank; Latin
toplum alanı -resmi siyasi partilerin dışındaki alanlar burada Amerika'da Azgelişmişliğin Tarihi'nde* ("Dünyasal Birikim") ve
sivil toplum dediği Gramsci'nin- siyasi toplumun dışında Mısırlı Samir Amin Eşitsiz Mübadelece* -Marx zaten bunu iddia
olanlardan müteşekkil. Bunu Gramsci'den önce Hegel ve ettiği için, bu marxist sosyologlar- aynı iddiayı 20. yüzyıl içinde
Marx sorunsallaştırıyor. İkisinde de farklı bir şekilde ele alınan bir kez daha tekrarlıyorlar. Yabanlarla Batılı toplumlar
sivil toplum anlayışı sözkonusu. Hegel'e göre sivil toplum arasındaki ilişkide önemli gibi duran: 1) Tarihin farklı olarak
mutlaklığa ulaşma yolunda bir etaptır. Aile birimi, toplumun düşünülmesi, 2) İleri-geri arasındaki ilişkinin anlamsızlaşması.
temelini oluşturur; ardından aileler birliğinden ortaya çıkan 3) Siyaset üzerine kurulu bir antropoloji -bu yabanlarla ilgili
bir sivil alan vardır ki bu sivil toplumdur ve sivil toplum bir ka- veya Batılı olabilir, antropoloji Batı için de söz konusu olabilir.
mu mekanıdır. Aile özel mekandır. Özel mekanla (mahrem Hegel'in köle-efendi diyalektiği tamamen bir antropolojiye da-
olarak) kamu arasındaki sentez ikisinden farklı bir etabı ortaya yanıyor. Bütün bunlar zaman sorunsaîlaştmlması açısından yeni
çıkartıyor ki bu da devletin olduğu alandır. Devlet, sivil bir epistemolojiyi, bilimsel bilgiyi ortaya çıkartıyor. İlerleyen
toplumdan ve aileden oluşmuş bir yapılanma biçiminde ikti- değil; eş zamanlı hatta nekahat devresine giren bir tarih ve yine
darın oluşumu aile biriminden ve aile biriminin kamu alanında tüm bunlar başka bir tarih anlayışı değil de geçmişten nasıl
söz söyleyen kesiminden (sivil toplum) oluşuyor. İkisinden hesaplaşacağımızı sorunsallaştıran, geçmişe bakarak bugün di-
Hegel'e göre başka bir sentez ortaya çıkıyor. Ve o sentez idari yeceğimiz üzerine bir tarih anlayışı. Geçmişe bakarken de geç-
alan, toplumu yöneten alındır. Hegel'de devlet ve idareciler mişin tarihine değil, arkeolojisinden, bugünün katmanlarından
aynı politik bütünlük içinde ortaya çıkabiliyorlar. bakılıyor. Arkeoloji eğer toprak katmaniarıysa katmanlar
üs-tüste yığılmış vaziyettedir. Tarih dediğimiz zaman, geriye
Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev. Adnan Cemgil, doğ-
1975 Payel Yay., 1986 Belge Yay. A. Gunder Frank,L'acumulation Mondale, Çalman Levy, 1977. S.
Amin, Le Developpement Inegal, Ed. Minuit, 1973.
ru bakış vardır, coğrafya yoktur. Coğrafyanın olmadığı tarihten yor. Bu bir anlayış ve zihin meselesi ve buna göre de C. Levi
coğrafyanın olduğu bir tarihe geçiş var. Strauss sıcak ve soğuk toplumlar anlayışıyla birlikte; evrilen
toplumlarla, evrilmeyen toplumları ayırmıştır. Evrilmeyenler
yabanlar, evrilenler ise Batılılardı. Bu noktada evrilme, ilerleme,
Özetle, konumuzda P. Clastres'in yapısalcı bir analizle yap- geri kalma, geri bıraktırılma, az gelişmişlik, gelişmişlik,
mış olduğu yabalardaki şefin felsefesi; diğer yandan da askeri yardım, IMF, Dünya Bankası vs. gelişen bir kurumlar sosyolojisi
ve sivil meselesi üzerinde durup, bunların ne şekilde içinde ortaya bir zaman meselesi çıkmaktadır; yabanlar zamanı
sorunsal-laştırıldığı sözkonusu edildi. Buradan yola çıkarsak en nasıl algılıyor, Batılılar zamanı nasıl algılıyor sorunsalı. Buna
son ilerleme ve geri kalma üzerine olan bir -60-70'lerde moda göre de, Batının belli bir tarihten itibaren zamanı ilerleyen
olan- sosyoloji anlayışından bahsedildi ve bunun da bugün hâlâ zaman olarak düşünmesi aslında bütün Batı'yı kapsayan bir
ne kadar tartışılan birşey olup olmadığı, kuramsal tartışma- tarihsellik içermiyor, çünkü Batının bugün üzerine yaslanmış
lardan biri olarak karşımızda durmakta. Çünkü bu ilerleme ve olduğu toplumsal model eğer Eski Grek ve Roma ise, Ro-ma'da
geri kalma meselesi; Batılı ve Doğulu olma meselesi, 3. Dün- ve Eski Greklerde zamanın ilerleme üzerine kurulu olmadığı
yapısal analizlere dayanan edebiyat araştırmaları tarafından
yalı veya sanayileşmiş olma meseleleri aslında hep pozitivizmle
ortaya konuyor. Vernant, Detienne veya Vidal Naquet gibi
alakalı. Sosyolojinin ilk çıktığı anla alakalı gibi görünmekte.
araştırmacılar, tarihçi filologlar Hesiodos'un,
A. Comte* Üç Hal Kanunu adını vermiş olduğu evrimci an- Theogo-nia'sına, Yunan Mitolojisini ele almış olduğu
layışında bir şeyin bitip, yerine başka birşeyin geldiğini iddia çalışmasında -eğer gelişim varsa- gelişimin iki öğe üzerine
etmişti. Sosyal Fizik adı altında P. Clastres'e baktığımızda ya- kurulu olduğunu gösteriyor: biri ölçü, diğeri ölçüsüzlük. Dike:
pısalcı analizin A. Comte sosyolojisiyle alakalı olmadığını gö- adalet duygusu, aynı zamanda ölçü; Hibris ise ölçüsünün
rürüz. Clastres, yerlilerde, yabanlarda demokrasi fikrinin çok kaçırılması ve bunun mitolojide bir yerden bir yere doğru veya
daha kuvvetli olabileceğinden söz ediyordu. İlerleyen bir tarih ölçüsüzlükten ölçüye veya ölçüden ölçüsüzlüğe doğru giden bir
anlayışında bunun mümkün olması, kabul görmesi olanaklı çizgi olmadığını, tersine devirlere göre ölçü ve ölçüsüzlüğün
durmuyor. Çünkü ilerleyen bir tarih anlayışına göre ilkellikten arasında gidiş ve gelişlerin olduğunu gösterdiler.
bolluğa doğru giden bir toplumsallık sözkonusu. Ancak ilerle- Devir, devri-daimle alakalı, daima bir devir geliyor, bir devir
yen toplumlarda üretim daha fazla gelişir, geliştiği için artık de gidiyor. Bu noktada devirler arasındaki, dönemler ara-
çoğalır ve artığın çoğalması beraberinde artık değerdeki göreli sındaki ilişkiler ilerleme üzerine değil, ama paradigmatik iliş-
veya mutlak meselesini gündeme getirdikten itibaren teknolo- kiler olarak ortaya çıkıyor; bir dönemin anlayışıyla diğer döne-
jiyi devreye sokar. Teknolojiyle de daha fazla gelişilir vs. min anlayışı farklı, ama buna rağmen bir yerden bir yere doğru
P. Clastres'de tam tersine, Kızılderili şefinin en çok çalışan, giden bir çizgi sözkonusu değil. Eski Yunan'da devirlerin altın,
en çok artık üreten, en çok konuşan ve en çok armağan veren gümüş, demir ve bakır dönemlerine göre ayrıldığı iddiasını
kişi oluğu gözüküyor. Buna göre bu ilerlememe fikri öne sürü- ortaya atan Hesiodos'tur. Ve her dönemde de Zeus kaf-şısmda
lüyor: İstemli, iradeli olarak toplumsal evrim Clastres'in ele diğer tanrıların ve insanların tavırları aynı şekilde değil. Altın
almış olduğu ve sorunsallaştırdığı devletin iktidarını frenleni- devri, bütün dinlerde olduğu gibi en parlak devir, herşey
yolunda gidiyor; Zeus, Clastres'in şefi gibi çalışıyor,
Auguste Comte, La Science Sociale, Gallimard 1972; Pierre cengaverlere yiyecek sunuyor, ateşe sahip, avlanıyor ve ateşte
Macherey, Comte, Le Philosophie et les Sciences, PUF 1989.
şan lider, şef tanrı, günün birinde artık tembellik yapmaya ça-
balayıp, artığa elkoymaya çalışır. Artık bundan böyle gerek yabanlar,
etleri pişirip insanlara ve cengaverlere yemek sunuyor. Zeus gerek Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman toplumların insanları Tanrı
burada Clastres'in şefi gibi bir konumda. Daha sonra kahraman için bir şeyler yapmak zorundadır. O klasik soruda olduğu gibi:
cengaverler, savaşçı niteliklerini kaybedip yavaş yavaş "Bugün tanrı için ne yaptın?" Tanrıya bir şeyler sunması, adak
tembelleşiyorlar ve Zeus'un vermiş olduğu hediyelerin, yiye- adaması gerekir, hediye vermesi vs. Artık çalışarak yapabilecek olan
ceklerin karşılığını ve o Zeus'un sunduğuna karşılık olarak bir şey yakalıyor insanlar ve şeflerine, dini liderlerine veya ruhani
Zeus'a olan saygıda eksik, geri kalıyorlar ve Dike (ölçü), tinselliğe.... O zamandan itibaren piramit ters çevrilmeye başlıyor;
Hub-ris'e (ölçüsüzlük) dönüşüyor. Adalet duygusu zayıflıyor. iktidar modeli sivri olan yerde aşağıya doğru eğilen ve hiyerarşik
Tam bu arada demir devrine doğru giderken ünlü Pandora olarak sistemin sıra düzeni içinde bulunanlar yeralmaya başlıyor bu
hikayesi var. Prometheus ateşi çaldığında Zeus buna çok çizgi içinde.
öfkeleniyor ve "bundan sonra insana ne yiyecek ne de pişmiş et P. Clastres'in şefinin benzeri olarak gerek Yunan, Hıristiyan,
var" diyor, "madem ateşi çaldılar, kendileri pişirsinler" dedikten Yahudi, gerek Müslüman hiyerarşisinde, devletçi, piramidal
sonra bir de Pandora'mn kutusunu açıyor ve kadını çıkarıyor. iktidarın oluştuğu formasyona doğru bir şekil değiştirme
Pando-ra'mn kutusundan çıkan kötülük kadının ortaya çıkması
-konfigürasyon- ortaya koydular. O zaman Batının Üçüncü
olarak ele almıyor ve "bundan böyle artık ben değil, siz
Dünya veya Güney ve Doğu toplumları üzerindeki egemenliği
çalışacaksınız; toprağı ekeceksiniz, ekinleri toplayacaksınız,
hakimiyetinin kuruluş tarihi birinin üretken, ötekinin daha az
kadınlarınızı alacaksınız, dölleyeceksiniz" diyor Zeus. Çünkü
üretken olmasından kaynaklanan bir ayrımla parçalanacaktır.
daha önce ne kadın var, ne çocuk. Cengaverler kalkanlarıyla
Batılılar çalışanlar; endüstriyel olanlar ve kapitalist artık değeri
kılıçlarıyla topraktan fışkırıyorlar ve Pandora'mn kutusuyla
ortaya koyan toplumlar olarak ele alınacak; karşısında tembel
Prometheus mitolojisiyle birlikte Zeus tembel tann haline
geliyor, aynı zamanda bu Yahudi-Hıristiyan tanrısının da zenciler, Afrikalılar, "tembel Doğulular, göçebejer, üretmeyen,
durumunu gösteriyor. Zeus'a çok benzeyen bir tanrı anlayışı üretemeyen veya üretmek teknolojisine, bolluğuna sahip olmayıp
var, her iki dinin kutsal kitabının: Tanrı evreni yaratırken 6 gün kapitalize olamamış olanlar" şeklinde ele alınmaya başlanmıştır.
çalışıp, 7. gün tembellik yapıyor ve buna göre de bundan Bu ayırımın tarihi olarak ortaya atıldığı zihinsel yüzyıl da İ.S. 4.
böyle tanrı hep tembel kalmaya başlıyor ve dünyayı temaşa yüzyıldır. Roma İmparatorluğu'nda Kons-tantin zamanında Aziz
ediyor. Buna ileride tekrar döneceğiz. Zeus da tek tanrılı Agustinus İ.Ö. ve İ.S. meselesini ortaya koyuyor, o andan
dinlerin tanrıları da artık tembel tanrılar olarak insanlığa itibaren zaman ve üretim, bir yerden bir yere doğru ilerleyen bir
bakıyorlar sadece. 7 rakamının kutsallığı aynı zamanda 7. üretim halinde düşünülmeye başlanıyor; zamanın ilerleyişi;
rakamla birlikte aylaklığın ve tembelliğin ortaya çıktığını üretimin gelişerek ilerleyişi.
-tanrılar açısından- bize gösterirken; insanlar açısından da üretimi P. Clastres'in bahsettiği yerliler, Vernant, Detienne, Vidal
göstermeye başlıyor. Naquet'in bahsetmiş olduğu Eski Grekler tarihi ve zamanı
Bu noktada ilerleyen toplum, gelişme, yabanlara karşı. Batılı çevrimsel ve dönemsel olarak algılıyorlar. Eşsüremli bir zaman
anlayışının ilk prensiplerinden biri olan çalışma, üretim yapma, anlayışı ilerlemeyen döngüsel bir zaman anlayışı, mevsimler
tembel olmama, tanrılardan insanlara ters bir hediye; artık üzerine kurulu. Burada kaybolan bir şey olmadığı gibi, sadece
bundan böyle çalışmaktan başka şansı yoktur insanın. Artık dönen birşey vardır. Küresel, yuvarlaktır, döngüsel,
tanrılar değil, insanlar, kalabalıklar çalışmaya başlıyor. Burada çevrimseldir, helezonik, labirentiktir ama düz değildir.
bütün bir Batı mitolojisi, Grek mitolojisi, hatta Yahu- J2JL
di-Hıristiyan mitolojisi P. Clastres'deki "şef gibi çalışıyor. Çalı-
_2fi_
Batı'nm kendi zaman anlayışım bütün küresel dünyaya kabul tik gibi duruyor denilebilir. Burada ilerleme ve geri kalma me-
ettirişi ise aşağı yukarı 15. yüzyıl sonu, 16. yüzyıl civarıdır selesindeki sorun nedir? Eğer ilerlemek diğerlerinden üstün
denilebilir. İspanyol ve Portekiz gemicileri, denizcileri yeni kı- olmak, diğerlerini eziyor, öbürlerinin üstünde teknolojik bir
taya ulaşıp, o kıtaya medeniyet getirmeye uğraşıyorlar üstünlüğe sahip olup, refah olgusunu güçlendiriyorsa, Batı
-Ba-tı'nın medeniyetini ve inanç sistemlerini-. O zaman ilk için bu ilerleme demek olabiliyor. Ama Clastres'in meselesi
emperyalist, sömürgesel diyebileceğimiz ilişkiler ortaya çıkmaya farklıdır, burada kimin daha fazla artık ürettiği değil; kim daha
başlıyor. Doğru olan, evrensel olan bir anlayış, buna sahip az çalışıyor; kim daha az üretken aynı zamanda boş zamanını
olmayanlara taşmıyor. Yerlilere, din, medeniyet ve teknoloji genişletiyor diye soru ortaya konulduğunda, ilerleme gerileme
götürülüp; bu teknoloji ve medeniyet sayesinde büyük bir yerli meselelerinde değişiklik görülmeye başlıyor. Yani ilerleyen bir
kıyımı ortaya çıkartılıyor. Kıta Avrupa'sından Amerika'ya taşı- mantıkla ortaya atılmış olan Marx'ın sosyalizmi veya
nan gemiciler, beraberinde Batılıların alışık olduğu, bağışıklık komünizm düşünüldüğünde, Clastres'in
kazanmış olduğu her türlü mikrobu, hastalığı taşıyorlar ve bu topluluklarında Marx'ın neredeyse yaşamakta olduğunu
büyük bir kıyıma neden oluyor. Çünkü daha önce hiç bilme- görüyoruz ve zaten Marx da kendi modernitesini ortaya
dikleri mikroplarla karşılaşan bu yerliler ve onların bağışıklık çıkartırken biraz teknolojik diyebileceğimiz, sonu belli olan bir
sistemi anında iflas ediyor, kitle ölümleri ortaya çıkıyor. zaman fikrinden tekrar geriye dönüşü algılarmış gibi, ilerleye
1980'lerden beri adından çok sözedilen Aids için, benzer bir ilerleye geriye dönmek fikrini geliştirir, belki de 19. yüzyıl
yorum yapıyor Batılılar. Afrikalı maymunların sahip olduğu insanı olarak Marx başka bir şey düşünemeyecektir- o
bu virüsün, seyahatlerin çoğalması ve cinsel ilişkilerle Batı'ya paradigmanın içinde ama geldiği noktadan dönüş, tam da bir
taşınıp, maymundan insana geçerek hastalığa neden olduğunu yaban toplumuna dönüşü düşündürtüyor- İnsanın 9-12 saat değil
savunuyorlar. Bu oldukça ırkçı olarak nitelenebilecek bir be- de, sadece kendisi için birkaç saat çalışıp; sadece kendisi için
timlemeyi ortaya çıkartıyor. Burada maymun metaforu hem kendi eğlencesi için hobileri olması ve istediği hayat pratiklerini
maymunun kendisini hem de zenci Afrikalıyı belirtiyor ve yaşamaya çalışması tamamen Batı'nın ilerlemiş, sanayileşmiş
Aids'in onlardan taşman bir virüs olduğu ileri sürüldü başlan- toplumunda yaşayan insanın modelinden farklı bir modeli ortaya
gıçta. Ardından başka bir ayrımcı ilişki sözkonusu edildi; virüsü çıkartıyor. Küresel ve kapitalist insan çok çalışan, çok kazanan,
heteroseksüeller değil de homoseksüeller taşıdı denildi. Bu da mümkün olduğu kadar bilgisini arttırıp, dünyada ve
bir maymundan beyaza; bir de beyazın öteki maymunundan toplumlarında ileri safhalarda yer alabilen insanlardır. Marx'm
(zenciden) bir heteroseksüele taşınması. Gelişimin mantığı kafasındaki insan bu insan değil ve yeni diye sunduğu insan tipi
sürekli birinin diğeri üstündeki egemenliğini ve üstünlüğünü biraz yerliye benziyor -iki saat balık tutan, üç saat sohbet eden
kanıtlamaya çalışıyor ve ne zaman ki ters taraftan bir şey insan-. Kapitalist rasyo-nalite içinde böyle olsaydı kapitalizm
sızıyor o zaman hemen söylem üstünler ve üstün olmayanlar kendi kendine çökmüş olurdu. Çökmemesi için de 19. yüzyıl
arasındaki ilişkide berraklaşıyor. veya 20. yüzyıl sonunda olduğu gibi bu insanları büyük bir
Demokrat cumhuriyetçi Batının söylemi, Clastres'in bah- açlığa ve sefalete itecekti. Çünkü şu anki Batı'nm yaşadığı
setmiş olduğu gibi, öyle söylendiği gibi cumhuriyetçi, eşitlikçi durum 19. yüzyıldaki yaşanan duruma benziyor -bir farkla: 19.
değil, onun maymun yerine koymuş olduğu yerlinin toplumsal yüzyıl insanı iş bulamıyor değil, çalışmıyordu ve daha yeni insan
oluşumunu en azından mesafe duygusu, iktidara olan mesafesi ilişkileri, kapitalizm ilişkileri belirlenmekteydi. Ama bugünün
ilişkisi bakımından ele alındığında görüntüde daha demokra- kapitalize insanı istese de çalışamıyor, işsizlik kronik bir
durumda.
_2S_
J2SL
C. Levi Strauss'un veya Clastres'in veya diğer yapısalcıların
antropolojik, yapısal antropolojik çalışmaları aslında yaban yere gittiğini gösterdim. İnsan maymundan geliyor günümüze,
zihniyetiyle Batılı zihniyet arasındaki farkın hiyerarşik olma- gidişatı inceleyip, sermayenin ortaya çıkışını, kıymetli maden-
ması üzerine kurulu. Biri diğerinden daha zeki vs. değil, hatta C. lerden paraya, paradan da sermayeye geçen bir tarihi anlattım.
Levi Strauss brikoloj kavramını (yaptakçılık) ileri sürer. Siz insanlık tarihinin biyolojik evrimini anlatırken, ben de eko-
Yaptakçı zihniyetin, Batılı bilimadamı zihniyetiyle aynı mantığı nomik evrimini anlattım" diyor.
taşıdığını göstermek ister. Bu çok yakın örneklere benzer bir şekilde Andre Breton ve
"Yaptak" bilimsel bir yöntemdir yapısal antropolojiye göre. Freud var. Rüyaların yorumu ve sürrealistlerin rüya yorumu
Einstein'ın görelilik teorisi ne kadar bilimsel ise vs. yaptakçılık da o gibi otomatik yazıyı ortaya koyması. Aklından her geçenin ya-
kadar bilimseldir. Çünkü bilimsel yöntem dediğimiz şey, bir zılması Dada akımı, buna benzer birşeydir ve 20. yüzyıl
düşünme biçimidir, bir iş yapma biçimidir; ister teorik ister pratik avan-gardlarının hepsi de primitivizmden geliyorlar. Picasso
anlamda, dolayısıyla bir iş yapma biçimi olarak techne, teknik, dördüncü boyutla ilgileniyor, buraya da Afrika masklarından ve
tekniğin Grekçe'sini düşünürsek de bir sanat. Bilim yapma Mısır resim anlayışından geliyor. Profilden bakan yüz; gözün
biçimi sanat yapma biçimidir aynı zamanda. Bunlar arasında büyük direkt bakıyor oluşu. Dadaistler, kabarelerdeki Afrika maskla-
anlayış farkları yoktur. Her bir beceri, el becerisi veya kafa becerisi rından yararlanırken kağıtları makasla kesmek yerine Afrikalılar
belirli bir yaptakçı zihniyete yaslanır. Düşüncenin başka bir gibi elleriyle yırtıyorlar. Bu primitivizm. Batı'nm 20. yüzyıl
düşünceyle kıyaslandığı ve onunla girmiş olduğu ilişkide yeniden devrimlerini ortaya çıkarıyor ve hiç rastlantı değil ki; CLevi
aynı farklı farklı öğelerden yeni bir eser çıkarmak gibi bir şey. Strauss, Andre Breton aynı gemide Alman nazizminden
Büyük sanatçıların aynı zamanda bilim adamı olarak ele alınması kaçarken Jung, Freud ve aynı şekilde yüzyılın başlarında
boşuna değildir. Devrimci düşünce bilimde olduğu kadar Amerika'ya doğru giderlerken, ünlü söz, aynı Batılıların İs-
sanatlarda da olan bir şeydir. Zaten 17. yüzyıla kadar art-liberales - panyol ve Portekizlilerin Güney Amerikalı yerlilere taşımış ol-
liberal sanatlar- kendi içinde matematiği, fiziği, astronomiyi, el dukları mikroplar gibi, Freud'un bilinçdışı mikrobunu getirdiği
zanaatçılığını ve diğer sanatları da içeriyordu. Retorik, konuşma söyleniyor. Bu nedenle psikanalizin ilk olarak burada yaygın
üzerine konuşma şekli: sözün imge gibi sunulması, metaforlar, olduğunu görüyoruz. Tüm bunlar veridirler, ama bu veriler
şiir. 20. yüzyılın başlarındaki avangard hareketler, Picasso, Batı'nm toplumsal ve sanatsal anlayışlarının zamanla hesap-
Kübizm, Dadaizm, Füturizm varolan duruma ve statükoya karşı laşmasından geçen verilerdir.
çıkmakla alakalı ve kübizm ve Öklid geometrisi karşıtı gelişmeler A. Comte'dan başlayan 19. yüzyıl zaman anlayışı kökenlerini
döneminin matematikçilerinin ve fizikçilerinin imzasını taşıyor. Descartes'da buluyor. Ama Descartes'da dahi özne ve nesne
Öklidçi, üçgen üzerine kurulu espastan, dördüncü boyutun yüzey ayırımı; beden ve ruh ayırımı 18. yüzyılda hâlâ tablo üzerinde
üzerine taşınmasına doğru giden bir yeni espas anlayışını ileri süren öğelerin yanyana kurulmasıyla ele almıyor. 19. yüzyılda ilk defa
Reiman fiziğinden etkilenen Picasso, üç boyutlu perspektiften tablo fikrinden vazgeçiliyor Batı'da ve ilerleyen bir zaman fikri
çıkıp, dördüncü boyutu; görünmeyen boyutu aynı tuval üzerine öğelerin birbirinin ardına dizilmesiyle ele alınmaya başlanıyor.
taşıyor. Bu aynı zamanda olan bir şey. Marx'la Darvvin arasındaki Burada devrim fikrinin ilk defa yeniyi ortaya çıkarttığını söylemek
ilişki örneğin, Marx Kapital'm ilk cildini yazar yazmaz, hemen mümkün. Daha evvel revolution yeni anlamını içermiyor;
Dar-win'e gönderiyor ve "ben de sizin gibi yaptım ve bir yerden bir yıldızların devirlerini tamamlayıp, eski yerlerine yerleşmesi
demektir. Tekrar yerini alan yıldız takımı. 18. yüzyıl sonuna kadar
_3fl_
yeni diye bir anlayış yoktu, ilerleyen tarih
<>y
»,kü
r tarih anlayı§ı
f hzanmas ı '« ln «W zaman geçiyor, en
»edilemiyor. Yap lsal diyebileceği
yor. Kapitalizmin çok da gelişmemiş olduğu Rusya'da devrimin
olmasının nedenleri nelerdi? Çin'de veya diğer Üçüncü Dünya
«& ülkelerindeki ulus devlet devrimlerinde olduğu gibi, tuhaf bir
ka<*ar
l
^öge 19. yüzyıl kadar uzun sürdüfü şekilde devrimler gelişmemiş yerlerde oluyor, Rusya'da,
lİ M
bırınde nası1 Isa st
Çin'de, Türkiye'de, Hindistan'da, Kuzey Afrika ülkelerinde. 19.
, - * yüzyıl için Batı'dan kopmaz ve Batı'ya karşı antiem-peryalist
hi
Wesi gibi, ölülerin hareketler, doğası gereği belki de bu bölgelerde oldu. Marx
fa
zamanında bunların ilk nüveleri, belirtileri ortaya çıkmış ve
İ7İ * wn an la y 1 ^ ilerle yen ama geri dö- ^ bir
JI anlayi§ A C
' " °mte'den itibaren
Marx'ın yazılarında -Doğu Sorunu yazılarında-ATÜT
tartışmalarının Sovyetler Birliği'nde yasaklanması da
§ yavaş kaybediyoruz. Ama buna S.S.C.B.'nin bir Asya Tipi Üretim Tarzı yeri olduğunu ortaya
§
^cesi rağ-hâlâ bu anlayışın içinde. Mars'ın çıkaracağı gerekçesine dayanıyor. Merkezi otoritelerin güçlü
dü- olduğu yerlerde devrimler oluyor. Günümüz solu -ister Avru-
konıünizm, ilkel komünizmin 1 pa'da ister Avrupa dışında olsun- ulus devleti savunur, küresel
özneyle geri gelecek, proletarya onbir bir dünyaya karşı çıkan solun önerisi ulus devlet olduğunda,
ak
tezde olduğu gibi ayakları yere ulus devletin şu anki durumuna da baktığımızda karşımıza nasıl
modern özne bizi ilkel komünist ir, bir tablo çıkacaktır?
devrimci özne olarak -bu Yahu- Ulusaşın gelişen bir sermaye, dünya pazarına hakim olmaya
çalışıyor, ithalat ye ihracatı bunlar gerçekleştiriyor, devlet
isi ■U devam ettiğini görmek mümkün. bürokrasisi ve devlet de bunlara hükümetleriyle destek sağlı-
ş o
4, ^^er
jdugv>
: nnIr
3em hem de doğaüstü bir modernite
Sanayi toplumunun ve onun ortaya
yor ve ulus devletin yapısına göre de bugün Kemalizm diye adı
geçen, modern diyebileceğimiz bir ideolojik yapılanması var.
Fakat bütün bunların ortaya çıkarttığı tablo yığınla işsizin ol-
;lt=r- koyuyor, hem de modernliğin duğu, lümpenlerin dolaştığı ve her türlü lümpenin de pop kültür
BuH"
War çıkmazda olduğunu gösteri- sayesinde her an yükselme ihtimalinin olabileceği kapitalist
m dem
° '^■»alanndaki sol, liberal bir Türk rüyası görüntüsü sergiliyor. Eğer savunulması
îa kaPitalist o'duklarm. düşünür- » gereken bu ise, bunun içerisinde yaşıyoruz zaten. Ama buna
İlgİ
5 y° . »•«« devleti savun-
ba h riar
" karşı uluslararası hukukta Türkiye'nin içişlerine kimse
°' a c abĠÇĠmidir
^ -y'^ek bu Uaa kendi d karışamaz deyip, her türlü demokratik hakkın kısıtlandığı, in-
' °-
dünyalaşmış olduğunu söylü- san haklarına saygının olmadığı bir ulus devlet yapısı varsa,
burada sol olarak savunulacak pek fazla bir şey kalmıyor. Ter-
sine, ulusaşın sermaye gibi, ulusaşın kültür de ulus-devietleri
y Mrika ' Latin Amerika ve lu ortadan kaldırmıyor ve kaldıracağa da benzemiyor ama yeni
bir sömürü dünyası var, adı hukuki çerçeve içinde ulusaşın hukuklar nasıl geliştirilir bunun
. Marx son dönemlerinde sık sık üzerinde çok tartışma yapılıyor. Hukuki durumun ulus devlet
Ruşya»ya dikkat Çekmeye ba§h_
sınırında kalmaması, ulus devletlerin kendi içindeki

3Z-
j\ .. ^Pılarının hukukun zayıflatılması anlamına ^ UJ uı. 15 Kasım 1999
1 J ^°k yönlü yatırım anlaşmaları buna karşı çıkan güçler
II ...
bu ^
pt sınırlarının çözüleceği için değil, ama bütün
Sl
nırlar içinde Amerikan kültürünün ve Holywood
S osyolojik olarak toplumsal parçalanma, bölünme gruplara
ayrılma, başka bir ifadeyle sosyallikler analizi denilen bir
dönem içinde, sivil toplum-devlet arasındaki bu karşıtlığın anlamı
si-i j*1' P°P kültürünün bütün dünyayı hegemonyası
ne olabilir tartışmaları bağlamında, sınıfsal olan bazı çelişkilerin
altına , ?U korktuğu için, buna karşı çıkıyor, ulus devleti sa-,
aynı zamanda kültürel çelişkilerle ilişkisini ele almak gerekecektir.
. . . l$n değil. Ulus devletin olmazsa olmaz şartı; bir devle
Çünkü 19. yüzyıl sosyolojisinden farklı olarak günümüz
âh rme
kimsenin karışmaması, kendi egemenliği ve .
tartışmaları içinde bilinç ve bilgiden bahsediliyor -Türk halkının
^üku ile yönetilmesi. 19. yüzyıldan beri sermaye ulu-§ ın
bilinçlendiği fakat bilgi sahibi olmadığı gibi konular sözkonusu
^S^akta, aristokrasi ulusaşırı. Hatta sadece ve sadece
illiÎÇÎİ I KSil ediliyor-. Bu bağlamda bilimsel bilgi ne anlama sahip olabilir?
, , r lan orta sınıf köylüler ve işçiler. Her zaman -200 Bilimsel bilginin meşruiyeti nedir? gibi bilim dünyası için yeni
yıl-, - ^ görülmektedir ki aristokrasi kendi içinde bir olabilecek sorular söz konusu.
zincir-rrw §turuy°r- Avrupa kraliyetlerinin birbirleriyle Bilginin ve iktidarın içiçeliğinden bahsederken, bu bağlamda
yaptığı s. ile saray aristokrasisi diye bilinen grup dünyasal A-
rv da P. Clastres'in örneğinden yola çıkılması gerekirken; aynı
h H^ten* ^ermaye ^e aym Şekilde Marx'm söylediği gibi 4 Kıı ^ri zamanda en az iktidara sahip olan kişi olduğu üzerinde duruldu.
..„ neredeyse oraya yönelen bir sermaye var. Eğer o "^ Fakat burada bir fark vardı, ki o da Kızılderili şefinin poly-gami
kısıtlıyorsa, kaçak olarak çıkıyor bu. Eğer bir ülke-TT ". olmasıydı. Diğer yandan büyücüler ve Samanlardan bahsederken
™*v^Hin kendi para birimi yerine dolarla veya markla ev de bu insanların kolektif, toplumsal bilincin dışında, kendi öznel
K it" Jİ I ?ıniT\ bilinçlerini geliştirmiş oldukları sözkonusu edilmişti. Ve o
, veriş yapılıyorsa, artık ulus devlet denilen
Y alış bakımdan da yine Kam (Şaman) ve Kağan arasındaki bir iktidar
şeyin mücadelesinden sözettik.
JJ , , ^ yönünün ağırlığından bahsetmek pek olası Şaman ya da büyücünün yaptığı teknikle bilgi arasındaki
değil. ilişki belki de günümüze doğru bunu taşırsak başka bir ilişkiyi
v
,. . leti en çok savunmak isteyen gruplar en askeri, en gündeme getiriyor, o da tekniğin (tehcne) sanatla olan alakası;
polisiye w r , _■ teknik sahibi olan kişi sanatkardır. Biraz daha ileri gidip, şunu
r J e
mafya gruplarıdır. da diyebiliriz: Şamanlar ve büyücülerin de bir tekniği var ve o
teknik sayesinde bazı şeyleri bilebiliyorlar. Aynı şekilde
Kızılderili şefinin en iyi avcı, en iyi sözcü, vs. olmasının belirli
bir bilgi ve o bilginin teknik gücü ile alakalı olduğu düşünüle-
bilir. Bu bağlamda da teknik, bilgi ve sanatı ilgilendiren bir
şey diyebiliriz. Aslında, 18. ve 19. yüzyıl bilim dünyası daha
doğrusu pozitivizmi, 17. yüzyıldan başlayan bir pratikle; özneyi
veya kişiyi, bağlı bulunduğu doğal ve sosyal ortam içinde ayrı bir
yere koydu: Descartes 17. yüzyılda öznenin nesne karşı-
sındaki farklılığını ve öznelliğini gündeme getirdi. Burada sözü nacak. Bu 18. yüzyıl içinde gelişen Aydınlanma sosyal düşünce-
edilen özne madem ki doğal ve sosyal durum karşısında kendi siyle, onun uzantısı olan, siyasi Fransız ihtilali ile ve ihtilal
öznelliğini ortaya koyabiliyor, bunun için de bilimsel ve nesnel son-rasıyla, Comte sosyolojisiyle ele alınan bir sistemleştirme.
bilginin varlığına dayanabiliyor, o halde bu öznenin -modern Bu düşünce üzerinde bir yandan ulus devlet kuruluyor,
öznenin kuruluşundan sözediyoruz- bahsettiğimiz şamandan ve Cumhuriyet kuruluyor. Cumhuriyet Napolyon savaşlarıyla öteki
büyücüden farkı nerede? Şamanlar ve büyücüler için, kendi ülkelere yaygınlaştırılıyor, her bir savaş Fransız ihtilalinin
toplumsal kolektif bilincinden uzaklaşıp, kendi bilincini ortaya ideallerini taşımak üzere, ispanya'ya İtalya'ya Almanya'ya
koyuyor ve kendi tekilliğinde kendi farkını, kişiselliğini ortaya ihraç ekliyor veya Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki
koyuyor dediğimiz zaman, aslında ciddi bir sorunla imparatorluklar çökünce, Osmanlı, Avusturya-Macaristan vs.
karşılaşıyoruz. Çünkü birinde Kağan veya Şaman doğadan ulus devletler kuruluyor ve aynı bilimsel mantık süregeliyor.
kopmuş değil; doğa üzerinde belirli bir tekniğe sahip sadece ve Bugün tekrar baktığımız noktada bütün bu arzulanan hedef
bir özne olarak ortaya çıkmıyor, bir öznelliği sözkonu-su değil, tamamen tali kalmış durumda. Çünkü, toplum denetlenemi-
ama buna rağmen kolektif bilinçten farklılaşan bir kişiliği var. yor, homojenleştirilemiyor, toplum tamamen kontrol altına
Ama asla bu düşünce özne ve nesne farkım ortaya koymuş alınmış bir şekilde adil, eşit, özgür ve kardeşçesine yaşayamı-
değil. yor, tüm bunlar sosyal problemleri teşkil ediyor, yanısıra
Modern dönemde ise Descartes'la başlayan bir süreç hem ho-mojenleştirme istenci içerisindeki iktidarlar olağanüstü
özneyi etrafındaki nesnelerden ayırıyor; hem de öznenin nes- baskı rejimleri oluşturuyor, Fransız ihtilalindeki terör ve
neler ve doğa karşısındaki gücünü ispatlamaya çalışıyor; doğa sonrasındaki diğer tüm 20. yüzyıl totaliter örnekleri ancak
zapt-u rapta alınmaya çalışılıyor ve modern bilim de bunun özgürlüklerin kısıtlanmasıyla bazı şeyleri dengeleme
üzerine inşa ediliyor. Bu noktada modern bilim nesnel bir bilim amacındalar. Ve sanayileşmenin tümü, tüm bir sanayileşme
olarak karşımıza çıkıyor ve diyor ki bu nesnel bilim, bilimlerin tarihi büyük bir katastrof-la neticeleniyor -ozon tabakasının
sanatlardan farklı birşey olduğunu iddia ederek; bilimsel yırtılması, çevre kirliliği vs. Bununla beraber doğanın
düşüncenin hem doğayı kontrol altına alacağını, hem de top- egemenlik altına alınması mümkün gibi durmuyor, 20. yüzyıl
lumu denetleyebileceğini ileri sürüyor. sonundaki afetler de bunu gösteriyor, seller, depremler,
Foucault'nun, 18. yüzyılda yeni bir iktidar modeli ortaya çı- volkanik hareketler... Bütün bir bilimsel bilginin kurmaya
karken, hapishane modelinden yola çıkması bu anlamda çalıştığı sistemin olağanüstü bir "iflası" sözkonu-su, hatta bilimin
önemli bir noktaya işaret ediyor; çünkü sıkı düzen kapalı me- kendisi, en bilimsel alanında -fizik, matematik, jeoloji, vs.-
kanlarda daha çok kendini gösterebiliyor. Ama bunun uzantısı anlaşılmaz bir şekilde, aynı dili bile konuşamıyor. 20. yüzyıl
yine Foucault'nun söylemiş olduğu gibi, toplumsal emeğe ve başında, modern bilimin oluşumundan beri bu sorun mevcut.
onun kurumlarına ve tüm topluma doğru yayılan bir şekilde Çünkü 6O'lı yıllarda bir paradigmatik değişimden
genişliyor. Bu noktada denetleme mekanizması bilimsel bir şe- bahsedilebiliyordu. Bilimsel Devrimlerin Yapısı'm yazdığı
kilde düşünüp, toplum ve doğayı egemenlik altına alabiliyorsa zanian Thomas Kuhn 62'de, her dönemin bilimsel bilgisinin
ve buradan da bir "ilerleme" bir evrilme veya refaha çıkma pro- ayrı olduğunu ama bunların da mutasyonla değiştiğini söyle-
jeleri gerçekleştiriliyorsa; burada teknolojik bir buluşun varol- miştir -bir bilimsel bilgi çöküyor, yerine yenisi geliyor-. 20.
duğunu söyleyebiliriz. Doğa egemenlik altına alınarak, toplum yüzyıl daha ciddi bir problemle karşı karşıya kaldı. Çünkü aynı
düzenlenecek ve toplumlardaki eşitlik ve adalet ilkeleri sağla- paradigma içinde çelişkilerin de olduğunu gördü; Einstein gö-
reliliği ile kuantum fiziği birbiriyle çelişiyor ama ikisi de doğru

JîfiL _32_
kabul ediliyor. Ardından matematik ve geometri; 20. bütün aydınlanma ve bütün modern dönem aynı inancı paylaşı-
başlarında kübizmle birlikte anılan iki bilim adamı var yor. Doğal bilimle sosyal bilim ayrımı, eğer kabul ediliyorsa ki
ve Lobatchauski. Biri öklitçi, geometrinin tersini id- bu kabul ediliyor, bilim dünyası için model alınan yine doğal
ediyor -üçgenin iç açılarının toplamı 180°'dir. Böyle bir bilimler oluyor. Marx KapitaVi yazdığında Darwin'e "ben de si-
olmadığını ispatlayan geometriciler grubu çıkıyor ve zin söylediğinizi yapıyorum" diyor. Marx'da da Hegelci bir tek-
SruP 180°'den daha büyük ve 180°'den daha küçük olmak . nolojiyle birlikte Darwinci bir evrimcilik sözkonusu. Foucault
Daha sonra 80'li yıllara gelindiğinde daha tuhaf bir dudumla "Kelimeler ve Şeyler'&e Marx'ı Adam Smith ve Ricardo ile aynı
karşılaşıldı ki, bu aslında bilimle iktidar arasındaki iliş-kiyi episteme içinde düşündüğü zaman benzer birşeyi söylüyor. İs-
gösterirken, aynı zamanda bilimin de tuhaflığını sergiliyordu. ter liberal ister anti-liberal olsun sonuçta aynı konuyu tartışı-
O da Benveniste'in saf suyun belleği olduğu iddiasıydı. yorlar. Bugün siyasi alanda çeşitli söylemler mevcut ama tar-
î>Iesne-özne ayrımı üzerine kurulu olmayan şamanistik grup- tışma bağlamına baktığımızda aynı şey üzerine tartışıldığını
larda, doğa ile ilişki dengeden geçiyor, doğa üzerindeki bir görüyoruz. Bu tartışmalar neticesinde ne işsizliğe vs. çare bu-
teknikten geçiyor: otların ve doğal durumun bir teknikle ön- lunabiliyor ne de doğa egemenlik altına alınabiliyor.
görüsü sözkonusu iken, modern dünya öngörüsüz bir bilimsel-
liğin içine katılıyor. En belirgin durum da bugün Türkiye'deki
durumdur. Her bir deprem uzmanı başka bir şey söylüyor;
sosyolog ve psikologlar da "yardımcı" oluyorlar onlara.
Bir başka şey daha var ki, olasılık üzerine kurulu olmadı-
ğından daha inandırıcı duruyor, bir teknik üzerine kurulu. O
da tekniğin, en arkaik anlamıyla sanat olmuş olması ve sanatın
da bir bilgi türü olarak 20. yüzyıl sonunda ortaya atılması. Bu
yüzdendir ki birçok yazar, sosyolog, filozof, hatta bilim adamı
kendi uğraşlarını bırakıp; sanata ait bir alana doğru girmişler-
dir. Thomas Kuhn, tüm yapısalcılık sonrası filozoflar grubu;
Baudrillard, Julia Kristeva, bunlardan bazılarıdır.
Önemli olan bilgi türünün 20. yüzyıl sonunda farklılaşmaya
başlamasıdır. Bilimsel bilgiden çok, teknik bilgi veya sezgisel
bilgi üzerine düşünmeye başlamak. Sosyolojinin de burada
farklı bir yeri var, o da kendi bilimsellik iddiasının dışında bazı
şeyler yapmaya çalışmış olması. Şamanistik dönemde olduğu
gibi veya P. Glastres'in bahsettiği modern yerli kabilelerde ol-
duğu gibi -oradaki bilimsel teknik veriye göre- farklı,
öz-ne-nesne veya insan-doğa karşıtlığından kurulmuyor,
Rous-seau'nun ilk kez ciddi bir şekilde, doğal durumla sosyal
durum arasındaki farkı kuran kişi olması -Descartçı bir
mantıkla- bir şeylere işaret ediyor. Çünkü tam bir 17. yüzyıl
düşüncesi içinde
Bunun yanında -Beck'in hiç değinmediği- 17. yüzyılda
Fransa'da yapılan bir tartışma -eskiler ve modernler tartışması-
29 Kasım 1999
yine sanayi toplumuyla alakalı değil, D'escartes döneminde
gerçekleşiyor ve o dönemde edebiyatta, sanatta yapılan bir
odernliğin içinde, modernliğin kriziyle birlikte küresel
M dünyanın nasıl şekillendiğine değinmiş; P. Clastres'in iktidar
mekanizmasını ele almıştık. Bu bağlamda başka bir yazara
tartışma. Edebiyat modern mi olmalı yahut eski Grek ve Roma
kültürüne mi dayanmalı? Bu tartışma da sanayileşmeyle alakalı
değil. Dolayısıyla Beck'in sorunsallaştırması, direkt olarak
değineceğiz. Siyaset sosyolojisi yapıyor ve o anlamda da sosyolojik bir sorunsallaştırma olarak çıkıyor karşımıza. Yani
kendine göre bir kavramsallaştırma ortaya çıkartıyor Ulrich modernliğe sadece toplumsal ve iktisadi anlamıyla bakmak
Beck.* Alman bir sosyolog ve 1986'da çıkan Risk Toplumu adlı durumunda kalıyor Beck. Bunu söylerken de modernliğin sanayi
kitapla gündeme geldi ve bu kitapla; post-modern bir anlatı toplumuyla sınırlı kalan zayıf bir tez olarak çıkıyor karşımıza.
için, modernlik yeni baştan nasıl ele alınabilir konusunu Çünkü zaten modern olmak demek -17. yüzyıldaki tartışma-
so-runsallaştırdı. Ve risk toplumuyla birlikte -1974 krizinden Rönesans'ta olduğu gibi Grek ve Roma'ya dönüş mü, yoksa
sonra- yeni bir modernite önerisinde bulundu. Bu modernlik yeniyi ortaya çıkartmak mı? Bununla alakalı olarak, Beck en başta
de adına refleksivite (düşünümsel) denilen bir modernlik bunu gözardı etmiş oluyor. Fakat tuhaf bir şekilde, Türkçe'ye
anlayışı. Buna göre Beck, modern toplumun ortaya çıkmasını çevrilen "Siyasallığın icadı" adlı kitap ilk olarak 20. yüzyıl başının
yeni baştan okuyor ve diyor ki; genelde modernlik sanayi soyut sanat akımını ortaya çıkaranlardan biri olan Vasily
toplumuyla birlikte ele alındığında ve sanayi toplumunun Kandisky'den başlıyor. Kandisky'nin bir metninden yola çıkarak
sıkışma-sıyla (ki bu 70'li yıllar krizi ve 80'li yıllara tekabül 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında bir fark olduğu iddiasıyla kendi
ediyor Batı tarihinde) sanayi sonrasına giden bir dönemde, "Risk Toplumu" kavramına değinmeye çalışıyor. Kandisky'ye göre
sanayi sonrası modernliğin sonrasıyla örtüştürülüyor. Bu ilk 19. yüzyıl ikili karşıtlıkların yüzyılıydı ve "ya da, ya da" -"ya o,
önermedir, biz bunu biraz aşmaya kalktığımızda, modernliğin ya da öbürü"- sorusu üzerine odaklanıyordu. Ya modern, ya eski;
sanayi sonrası toplumu içinde krize girme meselesini biraz ya sağcı ya solcu vs. ikili bir karşıtlık var ve bunlardan bir
açmaya çalıştığımızda şunu söyleyebiliriz: Beck'in söylemiş tanesinin doğru olduğu tezi 19. yüzyılın hakim tezi gibi duruyor
olduğu gibi acaba modernlik gerçekten sanayi toplumuyla ki bunu bir ölçüde sosyo-lojize edersek, 19. yüzyıl düşünürlerine
birlikte mi ele alındı? Hegel veya Hegel'den yola çıkarak bakarsak -bu Marx olabilir, Hegel olabilir- onlarda gerçekten
Habermas'ın "Modernlik Üzerine Söylem" adlı çalışmasını ikili bir karşıtlığın olduğunu söylemek mümkün gibidir. Marx;
düşünürsek, burada modernliğin sanayi toplumuyla direkt bir burjuvazi mi, işçi sınıfı mı? Sermaye mi, emek mi? Hegel'deki
alakasının olmadığını göreceğiz. Çünkü modernlik, Hegel'de ve diyalektik aşmalar ise ikili karşıtlar olarak; tez ve antitezi aşan bir
Habermas'ta 1. keşifler, 2. reform, 3. Fransız ihtilali şeklinde sentez fikri ile oluşur. Bütün bunlar Kandisky'nin söylemiş
gelişiyor. Böyle bakarsak, Beck'in söylemiş olduğu sanayi olduğu ikili karşıtlık meselesini gündeme getirebilir. Ve Kandisky
toplumuyla direkt olarak modernliğin alakası olmadığını 1919 yılında yeni sorunun "ya da, ya da" olmaktan çok "ve"
söylemek olası. Bu noktada demek ki modernlik direkt olarak üzerine kurulduğunu -"o ve öbürü"- söylüyor. "Ve" yeni bir bağ
sanayi toplumuyla ortaya çıkmış olduğu söylenen bir kavram ortaya çıkartıyor. 20. yüzyılda artık sanayi toplumunu sanayi
değil. sonrası mı, modern öncesi mi, modern sonrası mı gibi o ikili
Ulrich Beck, Siyasallığın İcadı, Çev.: Nihat Ülner, İletişim Ya-t karşıtlık-
yınlarıl999. Habermas, Le Discours sur la Modernite, Gallimard,
1988.

_4Û_
toplumu krize girdiğinde de krize giren aslında, olmayan mo-
1'' il -■• -i?1? °>"ıem de diğeri" ilişkisinin birden egemen f ,,?' derniteydi.
ls
^in birden beraber yaşayabileceği bir yeni söy-/ < ; „ n e Burada açık bir şekilde bir tarafgirlik gözüküyor: Modern sonrası
Of
taya çıkıyor. Buradan yola çıkarak diyor ki /', ° ^ r.nlik deyimini kullanmamaya çalışmak, post - modern kavramını
-buna klasik modernlik adını veriyor- aslın-f §lmdıye kadar kullanmamayı denemek. Çünkü post - modern kavramının
modern olmadı". Heidegger'in sorduğu 4ünce dh y°rbu: anlamlarından bazıları Beck'in radikal modernliği içinde benzer
"Dü§ünce nedir? sorusuna Heidegger: vvan^'w- ^ü§unmeye koşullarda varlığını sürdürüyor. Ve şunu söylüyor Beck: "20.
başlayamadığımızı düşünmektir" yüzyıl eğer Kandisky'nin söylemiş olduğu gibi Ve'lerin
yanıtveriyordu. toplumuyla yani sanayi öncesi ve sonrası, sağ ve sol, kadın ve
Modernlik de Beck'de daha modernliğin radikal olarak or- erkek vs. ayrımlar yerine bunların ayrışık birlikteliği üzerine
or-A çıkamadığı yer oıarak gözüküyor. Radikal bir modernlik kuruluyorsa modernlik; radikal modernliğin olması için başka
l
f, ama modern olmayan bir modernlik var. Bu da modernli-lf bir şey daha gerekiyor, o da; toplumsal alanın maruz kaldığı, kontrol
içinde, eskiden arta kalan öğelerin hâlâ sürmesi. Beck'in edemediği kendi bilinçli egemenliğinin dışında bulunan başka
UavramsallaştlrmaSı yine burada başka bir kuramsal, teorik öğelerin bu yeni modernlik içinde -radikal modernlik içinde-
fileri hatırlatıyOr bu da; 6O'lı yıllarda Althusser, Poulantzas U güvensiz bir şekilde kendini göstermeye başlaması. Çünkü bu
Marksist filoZo'fların söylemiş olduğuna çok benziyor. Alt-Lser insanların maruz kaldığı bir durum. İnsana dışardan gelen,
"Üretim biçimleri, birbirlerine eklemlenir, birbirinin \f güvensiz öğelerin ne olabileceği sorusu ortaya çıktığı noktada
girer" diyOr Bu bir üretim biçiminin diğer üretim biçi-J/le bütün bu içinde yaşadığımız -Türkiye, Batı vb.-sorunlarının en
eklemlenmesi için bunların "saf olmaması gerekir. Saf \ belli başlılarından biri bu dışandaki öge gibi duruyor. O da
üretim biçimi yoktur. Kapitalizmin içinde her zaman fekler "Doğa"dır. Doğa, insanın dışında insanın maruz kaldığı bir öge
mev C u ttur. olarak çıkıyor Beck analizinin içinde.
Diğer taraft arı ^ Althusser'den yola çıkan Poulantzas Deprem üzerine olan konuşmalarımızda, uzmanların bir-
/şekilde ben2er bir düşünceyi ifade ediyordu: "Saf üretim yw birleriyle olan uyuşmazlığından ve bilimin krizinden bahset-
yoktur, çünku sosya ı formasyonun içinde, toplumsal ^umun miştik. Aslında Beck'in söyledikleri bu bahsettiklerimize ya-
içinde üretim biçimleri birlikte varolurlar". Bu nok-l& kın: "Bu yeni dönemde ekolojik dengesizliklerin olduğu dö-
modernite Beck'in gözünde Marksist düşünürlerde oluğu i nemde, hiç bir uzman, mühendis, yapmış oluğu incelemenin
karmaşık, heterojen bir yapıyı ortaya çıkartıyor. Farklı sonunda raporunu ortaya koyduğu zaman, raporunu yazan diğer
Jftım ili§kilerinin farklı üretim biçimlerinin bir alanda -ki bu «o uzmanla uzlaşamıyor. "Buradan itibaren diyor ki Beck:
toplumsal oluşum- birlikte, ayrışık olarak varolmalarını "Sigorta şirketleri uzmanların raporlarına inanarak sigorta
geriyor. BeCk de buna benzer bir şey söylüyor: "Modernlik yapmaktan vazgeçmeye başladılar". Burada Beck'in "risk top-
jj)a modern olmadl çünkü eğer modern eski ile kendi lumu" kavramı da önem kazanmaya başlıyor. Eğer uzman ra-
ılışkısı-^oparan bir §e 4, modernliğin içinde eski öğeler porları karşısında sigorta şirketleri raporlara inanmayıp; sigorta
mevcut-$? Çünkü bütün kapitalizm tarihi içinde mevcut kontratlarını yenilemiyor veya yapmıyorlarsa burada bir ihtilaf
olan göç, (^dal ilişkiler, toprak kanıtı vb. Marx'ın durumu ortaya çıkmıştır. Yani bilimsel bir doğru-yanlış
sorunsallaştırdığı gamlar rnoçj ernite şeklinde ortaya çıktılar. ilişkisi. O bakımdan da yine bir construction yaparsak Beck'in
Burada Beck'e f radikal bi r edemizin daha olmadı ve söylemiş olduğu ve ilk oluşan radikal modernlik bir anlaşmaz-
modernliğin de Jnayı toplumuyla direkt alakası vardı. 80'li
yıllarda sanayi
lık içine giriyor. Çünkü uzman ve sigortacı diyemiyoruz, uzman kapitalizminde, bütün bu ilişkiler uluslararası hukukta da so-
ve diğer uzman diyemiyoruz, ya o uzman ya öbür uzman demek runlar çıkartan konular. Hukukun ulusal bir hukuk olarak so-
zorundayız. Veya ya bu sigorta ya öbür sigorta demek runları çözemediği bir yeni uluslararası ilişkiler durumuna so-
zorundayız. Burada Kandisky'nin "ve"si bu sigorta şirketleriyle kuyor bizi. Başka bir taraftan bakarsak bu risk toplumu kavramı
vatandaşlar veya şirketler arasındaki ilişkilerde yürümüyor. içinde şu sorularla karşılaşıyoruz. "Kimler riskli yerlerde
Daha siyasi alanlarda yürüyor bir ölçüde. Bugün sağ mı, sol oturuyor?" Çernobil'de oturan Ruslar şanssız bir coğrafya
mu sorusu belki sorulabilecek bir soru; bunların farkı var mı? içinde buna maruz kalacaklardır. Çernobil, ulusal sınırları
Aynı şeyi mi söylüyorlar? vs. Ama bu örneğe bakarsak, uz- aşan, rüzgarıyla, streosferiyle, hatta fizikteki "kelebek" etkisiyle
manlar arası "ve" ilişkisi hâlâ krizde gibi duruyor. Eğer bir rapor sadece Çernobillilerin değil ama D. Bloku, Türkiye, İran ve
karşısında diğer rapor ikisini de dikkate almıyorsa, veya birini hatta Batılı ülkelerin bir kısmını da içine alabilecek bir şekilde,
dikkate alıp, ötekini almıyorsa, buna göre de sigortalamıyorsa nükleer riski, tehlikeyi ulus devlet sınırlarının dışına taşıyan bir
eğer, ilk risk ögesiyle karşı karşıya kalmıyor demektir. tehlikeyle, riskle dolu.
Sigortalanmayan bir ticaret ilişkisi bina ve emekçi aynı zamanda Sosyal alana baktığımızda, sosyal sigortalı olanlarla olma-
ortaya çıkmaya başlıyor. "Risk Toplumu" dendiğinde bir yanlar arasındaki ayrım gitgide ayrışmaya başladı (Batı'da).
yandan ekolojik riskler diğer yandan siyasal riskler sözkonusu; Bir yerde garantililer, diğer yanda garantisizler ikili bir top-
bu aynı zamanda refah toplumunun ve devletinin iflası ile ala- lumsallık içinde yer aldılar. Beck'in de söylemiş olduğu gibi
kalı. Böyle olduğunu düşündüğümüzde risk toplumunun, sa-
Üçüncü Dünya artık Batının içinde, 4. Dünya diyorlar buna ve
nayi toplumu içinde yeni bir etap oluğunu düşünmemiz müm-
Batı'da megalopollerde yaşayan evsizler, işsizler, serseriler ve
kün hale gelecektir. Bir şey daha var ki, insanın dışında olan,
fahişelerden oluşuyor. Uluslararası alanda gerek suç, gerek
maruz kaldığı (doğanın kirlenmesi, nükleer santrallar, sanayi
kuruluşları vs.) doğanın aslında, çok kartezyen bir şekilde mo- mafya ilişkileri konusunda oldukça sorun çıkartan ve sık sık
dernliğin içinde zaptu rapta alınmaya çalışıldığı ama alınama- reklam ve halkla ilişkiler kampanyalarıyla üzerinde durulan bir
dığını ortaya çıkarmaktadır. Doğa kontrol edilemiyor çünkü sorun olarak çıkıyor karşımıza. Fahişelik ve küçük çocuk
doğa birçok açıdan bizimle yeniden hesaplaşmaya girişiyor. fahişeliği. "Tacize hayır" kampanyaları, toplumsal bir sorun
Bu anlamda Türkiye'de ekolojist hareket hiç olmamışçasına olarak çıkmaya başladı. İstanbul'daki tinerci çocukları buna
sesini duyuramıyor -Euro Gold'a karşı direnen Bergamalı- örnek olarak gösterebiliriz. Bu bakımdan risk, Beck'in söylediği
lardan Gökova santraline direnenlerden başka doğayla alaka- anlamda ekolojik, toplumsal ve cinse dair bir sorun. Hem sanayi
mız yok gibi- siyasi olarak bu tip bir örgütlenmenin, siyasi bir toplumunun kavramlarından biri olan smıfsalhğı içeriyor
dayanışmanın neredeyse hiç olmadığı bir toplumuz galiba. Al- -fakirler, göçmenler, işsizler, ilticacılar-, hem de daha post -
manya'da çok güçlü bir hareket var; Fransa'da iki ekolojist modern dönemde ortaya çıkan etnik veya dini taleplerle göç ve
parti var. Ekolojistlerin seçmeni de Beck'in söylemiş olduğu iltica konularında gündeme geliyor. O anlamda da risk her an
gibi aslında sağ ve sol ayrımları üzerinden konuşmuyor, yani ve herkesin yaşamakta olduğu bir durumu ifade ediyor.
emek ve sermaye çelişkisinden doğmuyor; doğa ve toplum Kubrick'in "Gözü Tamamen Kapalı" filmi aslında bu risk
arasındaki ilişkiyle, uyumla alakalı. toplumuna muhafazakar bir örnek gibi çıkıyor karşımıza. Aile
Ekolojik dengenin bozulduğu ve hatta merkezle çevre ara- dışı her ilişkinin, aids, tarikatlar, siyasi güçler, cinayetler vs.
sındaki ilişkilerde atıkların ihraç edildiği bütünleşmiş dünya riskleriyle örülü bir tehlike çemberi olarak gösterilmesi.
19. yüzyılda Krafft-Ebing* adlı psikiyatr bütün cinsel sap-
Beck'in kavramsallaştırdığı risk toplumunun içinde çocuk kınlıkların tasnifini yapıyor. Bunlar; röntgencilikten küçük
tacizinden ayrı bir fotoğraf ve video pornografisi kaydediyorlar kızların saçlarını gizlice kesmeye dek çeşitlenen çeşitli sapkın-
ve Kubrick'in ima etmiş olduğu topluluk -büyük işadamları, lıkları içeriyor. Roland Barthes Çağdaş Söylenceler'de boks ya-
politikacalar vs.- içinde kahramanın gerçekten öldürüldüğü pan iki sporcuyla boğa güreşçilerinin ne kadar estetik olduğu
filmlerden haz duyuyor. Ortaya çıkartılan birçok vaka belgesel üzerinde duruyor, boğanın katledildiğini seyreden insanları
gibi çekilen filmin içinde erkek veya kadın kahramanlar ger- görüp.
çekten öldürülüyorlar. Bu sinema dünyasının hayaliliği ile top- Beck "risk toplumunun analizi içinde modernlik yeni baştan
lumsal gerçeklik arasında muğlaklığı hem pekiştiren hem de yeni haliyle ele alınmalı" diyor. "Bütün riskleri de ekolojik, si-
ortadan kaldıran bir durum. -Post-modern edebiyat için yasal, toplumsal vs. bunun için de modernliğin kendi modernliği
"ha-yalgücü ile gerçeğin birbirine karışması gibi-burada gerçek üzerine düşünmesi lazım". Bu da refleksif (düşünümsel) olarak
ile hayalgücü gerçekten birbiri içine karışıyor. Alman haz diyor ve refleks ile refleksivite arasında bir ayırım yapıyor.
İÜ
hayalde geçiyor, film seyrediyor, ama bunun yanında gerçek bir "Sanayi toplumunun modernliği reflekslerle hareket ediyordu,
öldürme sahnesi seyrediyor. Riskin ve modernlik krizinin bu bilinçli değildi" diyor. Doğaya karşı, düşmana karşı refleksleri
fantazmalarla, fetişlerle, pornografiyle alakası aslında daha vardı, ama refleksivite (yansıtma düşünme) refleksif olduğu za-
başından beri Marx'ın sorunsallaştığı bir konuydu. Kapital'in man, kendi kendini yansıtıyor ve kendini kendi önünde gördü-
ilk cildinde "malların fetişizmi" diye bir bölüm var. Ve ğünde (!!) kendi üzerine düşünmesi kabil oluyor. Dolayısıyla
Baude-laire 19. yüzyılda yazdığı şiirlerinde, yine bu açılan yeni, modernliğin modernlik üzerinde düşünmesi (radikal modernlik,
büyük mağazalar, vitrinler, pasajlar -ona flâneur (gezgin aylak) düşünümsel ...) için refleksif kavramından farklı olarak Mark
adını veriyor* bütün bu sergilenen malları pasajlarda Auge adlı bir antropolog; "üst modernlik kavramı" raf-leksif
vitrinlerden seyrediyor, aynı zamanda onlara sahip moderniteye karşı daha mı zayıf kalır?" diyor.
olmaya çalışıyor. Marx'ın söylemiş olduğu değişim Refleksif modernite ve bir şekilde insanların risklere karşı
değerleriyle alakalı bir durum, kullanmak için değil, daha temkinli olabileceğini, daha eleştirel olabileceğini söylü-
değiştirmek üzere aldığı bir şey. Ama her türlü değişime yor ve eski modernliğin eleştirelliğini yetersiz görüyor. Kant'ın
açıktır bu; mübadele olabilir, armağan şeklinde bir mübadeleyi veya Marx'ın eleştirisi yetersiz gibi gelmiyor (modernlik için).
de gündeme getirebilir veya fan-tazma değiş tokuşu yapabilir, Marksizmden kurtulmuş bir entelektüel dünya refleksif mo-
sinemada olduğu gibi; paramızın karşılığında bir hikaye dernliği daha rahat tartışabilir refleksif modernliği diye düşü-
anlatıyor. Mitolojinin de yaptığı bunun gibi, hikaye anlatıyor. nüyor Beck.
Değişim öğlerinin gelebildiği en son nokta ve çok riskli. Beck'in kavramsallaştırması özellikle "post-modern" dememek
Kubrick'in filminde konu edilen veya örnekleri 80'li yıllardan üzere (bundan imtina eden bir yaklaşımla) bir modernliği yeni
beri özellikle A.B.D.'de çok sık rastlanan vakalardan biri olan
baştan ele almak üzere. Çünkü sorunlar benziyor, ekolojik
bu tip pornografiler polisiye ve hukuki sorunlar çıkartıyor.
dengesizlik her yerde olabilecek olan sorunların ulusaşırı
Hukuki sorun yönü; bakan kişi katil değil ama, alığı zevk,
katletmekten geçilen bir filmin gerçekten öldürüldüğünü olmaya başlaması ulus devlet krizleri, küreselleşme, bunlar Dr.
bilerek seyretmekten oluşuyor: Gerçek bir cinayet filmi Richard Von Krafft-Ebing, Psychopathia Sexualis, Paper-back Library
seyredenler suçlu mudur? gibi yeni bir hukuki sorunu ortaya İne, N.Y. 1965.
çıkartacaktır bu.
hep post-moderniîe içinde ele alman kavramlar. Ama Beck'in öğesi belirsizliktir. Dolayısıyla teolojik bir yaklaşımı yok
bu kavramları ele alırken yaklaşımı yine modernden yola çıka- Beck'in ama belirsizliği risk toplumuna bağlaması ancak sos-
rak, post'a geçmeden modernliğin içinde kalmaya çalışıyor. yolojik olarak söylenebilecek bir şeydir. Kandisky'den yola çı-
Klasik modernlik için eleştirelliğin eksik olduğunu söyleyen kıp, Sartreçılarla devam eden bir sosyolojiyi sürdürmek, bera-
bir modernlikten sözediyor. "ya, ya"dan "ve"ye geçen bir ilişki- berinde riskle belirsizliği bağlamaya yeterli olmuyor, eksik ka-
den sözediyor, bu da Nietzsche için "ya o, ya o" yoktur, ikili bir lıyor. Çünkü ulus devlet sınırlarını aşan bir ekolojik katastrof
düşünceye sahip değildi Nietzsche. Marx ve Hegel için bu nereye gideceği, kimin tarafından nerede kontrol altına alına-
doğru olabilir ama bazı düşünürler için bu sözkonusu olmaya- cağı belli olmayan bir durum. Dolayısıyla belirsizlik taşıyor
bilir. içinde. Modernite düşünümsel olduğu zaman Beck orada sanki
Beck bütün bunları yazarken Habermas'ın iletişimsel eyle- daha bilinçli bir modernliğe yaklaşımdan bahsediyor ama, aynı
mine de karşı çıkıyor. Çünkü sorun özneler arası iletişim ek- şekilde aydınlanmayı ele alacak ne kadar tatmin edici olacağı
sikliğinden gelmiyor ve bundan başka Habermas'ın söylemiş tartışmaya açık.
olduğu gibi insanlar diyalog yaparlarsa anlaşacaklar diye bir
sorun sözkonusu değil. Bu insanı çok homojen olarak kabul
etmek anlamına gelecek bir şey. Bu bakımdan demokrasilerin
bir diyalog üzerinde bir özneler arası iletişim üzerinden kurul-
muş olması tezine de karşı çıkıyor Beck. Ve bu bakımdan da
aslında birçok post modernite içinde tartışılan konuları ele alı-
yor, yazarları ele alıyor ama bunların radikal modernizm içinde
nasıl çözülebileceğini düşünmeye çalışıyor.
Klasik ve radikal ayrımı yaparken radikal demokrasi için
kullandığı kavram "refleksif' kavramı. Ama aynı zamanda
üst-modernlikten veya post modernlikten çok da farklı birşey
ifade etmiyor. Bir kavram değişikliği yaşanmakta olan
sorunların niteliğini değiştirebilir mi? sorusu sorulabilir burada.
Aynı zamanda "ve" bağlacı ile birlikte modern olan
düşünümsel modernlik de bir belirsizlik üzerine kuruluyordu.
Risk var, risk olduğunda da teknolojik bir yaklaşımı yok
Beck'in. Zaten riskin olduğu yerde özneler -Beck'in anlattığı
anlamdaki toplumsal yapıda özneler arası ilişkilerde diyalog
mümkün değil.
Belirsizlik meselesi, 80'li yıllarda Beck'in söylemiş olduğu
risk toplumunda ilk defa ortaya çıkan birşey değil. 20. yüzyıl
sanatı, Dada, Futurizm avangard hareketi, üçü de aynı deney-
sellik ve belirsizlik üzerine kurulu, akışkanlık üzerine kurulu;
bilimsel açıdan da bu böyledir. Kuantum fiziğinin en belirgin

ASL
men- geleneksel bir tavırla ele alınır. Çünkü günümüzde bile
6 Aralık 1999
17. yüzyıl kıyafetleriyle törenler yapılmaktadır.
Bu tartışmanın en önemli öğelerinden biri, geride kalan
eck'in modernleşme ile alakalı olarak ele almış olduğu
B sanayi toplumunun aydınlanma ile alakası direkt olarak
kurulmasa bile aydınlanmayı ikili bir süreçte ele aldığını gös-
geçmişte duran kültürle, gelmekte olan kültür arasındaki tercih
meselesidir. Yani bir grup akademisyen Grek ve Roma Antik
kültürü ürerine dönmenin gerekliliğinden bahsederken, bunun
teriyor. Biri sanayi modernliğine ayrılan bir aydınlanma biçimi; karşısında başka bir grup bunların eskidiğinden, çağın
öbürü ise adına refleksif veya düşünümsel dediği ikinci bir değiştiğinden, değişen çağ içinde de edebiyatçıların, şairlerin
aydınlanma biçimi. Aydınlanmanın içinden bir gelişim çizgisi, vs. önemli eserler vermiş olduğu bir edebiyat biçimini ortaya
Beck'in modernite meselesinde ele aldığı gibi, aynı şekilde ay- çıkartmak durumunda olduklarından bahsetmektedirler. Bir
dınlanmayı yeni baştan ele alan bir tavrı ortaya çıkartıyor. Bu yandan eskiler savunuluyor, diğer yandan dönemin insanları
tavır da biraz refleksif modemite ile alakalı, yani ekoloji ile ve onların gelecekteki konumu tartışılıyor.
ulus devlet sonrası dinamiklerle ilgili. Aydınlanma ve entelek- Burada ikili bir dinamik sözkonusu. Biri Fransız
tüellerin konumu sanayi toplumunda ve öncesinde nasıl gelişti Akademi-si'nin kendi iç yapısı ve iktidarla ilişkisi üzerine
diye bakarsak ve Batı Avrupa'dan bahsediyorsak eğer; orada -kraliyet ilişkisi, Kardinal Richelieu ile alakası- diğer yandan da
Fransa'daki bir örnekten yola çıkacağız. 17. yüzyıldaki bu ör- yazarların kendilerine olan olağanüstü güvenleri sayesinde o
nekten yola çıkarak, modernlik ve post-modernlik tartışmala- eserlerin, Antik dönemin eserleriyle eşdeğer sayılmasını
rında sık sık adından bahsedilen bir Avrupa içi tartışmadan beraberinde getiriyor ve yeniler kendi eserlerini o denli güçlü
söz edeceğiz. Bu tartışma Fransa'da, İngiltere'de ve İtalya'da buluyorlar ki Platon'la, Çiçero ile eşdeğer olduklarına dair bir
17. yüzyılda ele alman bir tartışmadır; "eskiler ve yeniler" iddia ortaya atıyorlar. Bu da eski/yeni tartışmasını
tar-tışmasıdır bu. Antikler ve modernler tartışması ve modern alevlendiriyor. Burada bir yandan aydınlanmayı ve moderniteyi
sözcüğü burada sanayi toplumu öncesinde ele alman bir kav- oluşturacak hatta günümüze kadar gelen bir kavram önem
ram olarak çıkıyor karşımıza ki Beck'in "basit modern" olarak kazanıyor. Bu kavram aslında zaten Yahudi-Hıristiyan
adlandırmış olduğu modernlik bu noktada Beck'in düşüncesi içinde oluşan bir kavram ama modemler ve
kavramsal-laştırması içinde gündeme geliyor. Fakat ilerleme antikler tartışmasında daha çok gündeme geliyor: İlerleme
üzerine kurulu bir görüş meselesi Beck'in sınırlarını çizmiş kavramı (terakki kavramı). Bunu modernler ileri sürüyorlar.
olduğu kav-ramsallaştırmanın dışında kalan bir yapıyı ortaya Modernlere göre dünya ilerleme üzerine kurulmuştur ve bu
koyuyor. Antikler (eskiler)-modernler (yeniler) tartışması aynı yüzden de geçmişteki eserler geçmişe aittir. Ama artık yeni
zamanda başka bir kurumun ortaya çıkmasıyla ilgili. Bu kurum eserler "yeni" mantığı üzerinden kurulmalıdır ve daha iyidir.
da bir çeşit aydınlanma dönemi içindeki entelektüellerin Çünkü ilerleyen şey (terakki eden şey) bir evvelkine göre onu
tavrıyla direkt ilgili gibi duruyor. Çünkü bahsedilen kurum ve aşar. Burada görüyoruz ki, bir yandan Hegel ile karşı
tartışmanın yapıldığı yer Fransız Akademisi ve 17. yüzyılın karşıyayız, Batı düşüncesinin ya da Batı metafiziğinin
ikinci yarısına doğru (1634-1635) gelirken Kardinal Richelieu aşmalarla ilerleyen bir mantığı, onun uzantıları Marx ve
tarafından kurulan bu kurum hâlâ Fransa'da varlığım Marksistler. Bir de sanayi toplumu mantığı var ilerleme üzerine
sürdürüyor. Edebiyatçıların, yazarların vs. konuşmalarını kurulu. Beck'in bahsetmiş olduğu bir terakki meselesinin
sanayi toplumu tarafından gelenekselliğin arkada bı-
yayınlayan bu kurum hâlâ aynı geleneksel -modern bir kurum
rakılmasıyla alakalı olduğunu biliyoruz. Bu anlamda da ilerle-
olmasına rağ-
_5Û_
rir. Darbe diyorum çünkü darbenin Fransızca kelimesi "devlet
me en temel kavramlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu darbesi"dir. Bir devlet darbesi gerçekleşir. Çünkü etrafında
bakımdan hem aydınlanma düşüncesi hem Batı pozitivizminin (1600'lü yılların ilk yarısında) edebiyatçıları toplamaya başlıyor.
tartışması çok temel tartışmalardan birisidir. Bu tartışmayı Kendisi de edebiyat meraklısıdır ve bunlarla bir entelektüel güç
Fransa'da iki tane önemli şahsiyet sürdürüyor, iki şair sürdü- oluşturmaya çalışıyor. Yani Gramsci olsaydı buna
rüyor. Bunlardan birisi Perrault, öbürü ise Boileau'dur. Bunlar "hegemonya" derdi. Bir hegemonya oluşturmaya çalışıyor ve
Fransız Akademisi içinde bu ikili tartışmayı başlatan iki önemli bu hegemonya sayesinde hem Fransa'yı hem de Fransız dilini
kişidir. İkisi de iyi şair, eserleri hâlâ Fransız edebiyat tarihi uluslararası evrensel bir dil haline getirecek kurulu kurmaya
içinde okutulan kişiler. Ve bu tartışma içinde hem Fransız çalışıyor. Bu da Fransız Akademisi'dir. Burada önemli bir yar-
Akademisinin kuruluşu ve onun iktidarla alakası hem de gerici dım sözkonusu, kendi kendine gelen bir yardım: Descartes.
ve ilerici kavramlarının siyasi anlamı üzerine bu tartışma önem Descartes yine 17. yüzyıl içinde 'Yöntem Üzerine Söylem" kita-
taşıyor. bını yayınladığı zaman, bunu felsefeciler ya da edebiyatçılar
Bunlar Fransız Akademisi içinde bu tartışmayı başlattıkla- okusun diye değil, Fransız halkı okusun diye yazıyor ve Fran-
rında Akademinin kuruluşunda önemli bir yazar ve iktidar sızca olarak yayınlıyor. Böylece ilk defa olarak edebi ve felsefi
ilişkisi var. Bu da şuradan geliyor: Modernleşen bir Fransa var değeri olan bir metin Fransızca olarak yayınlanmış oluyor. Bu
ve Paris 13. Louis döneminde başlayan ve 14. Louis döneminde bütün bir felsefe dilinin Fransızcaya kaymasını sağlayacaktır.
iyice merkeziliğin önem kazandığı sırada edebiyatçıların Ona cevap verenler de Fransızca yazmaya başlayacaklardır.
toplanma merkezi haline gelmeye başlıyor. Ve burada Paris'in Örneğin Leibniz, daha sonra Descartes eleştirisi yaparken
konumu kendisini İtalya ile kıyaslayan bir görüngüyü ortaya Fransızca'yı kullanmaya başlıyor, Alman olmasına rağmen. Bu
çıkarıyor. Çünkü daha önce İtalyan Akademisi ve onun dili bakımdan Richelieu'nun yaptığı bu hareket artı Descartes'ın
olan (Romanın dili olan ve özellikle Vatikan'ın dili olan) Latin Fransızca yazmış olduğu "Yöntem Üzerine Söylem"* metni, Av-
dili edebiyat dili olarak tüm Avrupa entelektüellerinin diliydi. rupa içinde Latin dili egemenliğine son verip yerine Fransız
Kim edebi ya da felsefi bir metin yazacaksa Lâtince olarak dili egemenliğini ön plana çıkarıyor. Böylece modernlerle es-
yazmakta zorunlu hissediyordu. Bu Latince metinleri Avrupalı kiler arasında temel bir fark oluşmaya başlıyor. Çünkü eskilerin
entelektüeller, hatta krallar bile okuyorlardı. Latince bir üst dili Grek ve roma dili olan Latince ve bütün Rönesans bil-
dil halinde gelişiyor ve entelektüeller kendi aralarındaki diğimiz gibi eski Grek metinlerinin yeni baştan tercümesi, La-
tartışmaları bu üst dil sayesinde gerçekleştiriyorlardı. Bunu tince yani kilisenin dili tarafından gerçekleştiriliyor. O anlamda
açıklamak için şu örneği verebiliriz; eczanelerden aldığımız dilin evrensel anlamda -dini anlamda- evrensel bir dil olan
ilaç prospektüslerinde bir dil vardır, onu kimse kolay anlaya- Latince'den Fransızca'ya geçmesi bir modernite olarak çıkıyor
maz, isimlerin neredeyse hepsi Latincedir, bunu ancak tıpla karşımıza. Tıpkı reform sırasında İncil'in Almanca'ya çevril-
alakalı olanlar veya oradan buradan bir şekilde Latince'ye aşina mesi gibi. Buna benzer bir hareket olarak reform hareketi var,
olanlar anlayabilir. Edebiyat metinleri de aynı şekilde bir üst ancak bu reform dinde değil dildedir. O bakımdan ilerleme
dili oluşturur ve bu üst dil de entelektüellerin dili olarak fikriyle Fransız evrenselciliğinin direkt alakası ortaya çıkmış
görünmektedir. oluyor. Yani sonuçta insan hakları bildirgesi yayınlandığı za-
Richelieu, bu merkezileşmeye başlayan merkantilist bir ik- Rene Descartes, Yöntem Üzerine Söylem, Çev.: Aziz Yardımlı,
tisadı savunmakta olan Fransız teritorial devletin kuruluşu sı- İdeal996.
rasında 20. yüzyıla kadar sürecek olan bir darbeyi gerçekleşti-

_52_
^an (ihtL f1^) knun Fransızca olması Fransa adına düşüncesinin salonları ve Aydınlanma düşünürleri, daha sonra 20.
%etrt,e, Sonrasl !a
y^ manda evrensel olması dilin evrenselli-jN» yüzyıl entelektüelleri hatta yakın zamana kadar 1970'lere kadar
kiVe ^n^Plnla§ılır bir şey var ortada. Yani, bildirge, Hınat:yor' Fransa'dan ve Fransa'daki serbestiden çıkmadı. Baskı tabii
vo^^'nı Fransız dilinde yazıldığı için Fransız Hna JeSllse? %a olacak ya iktidar herşeyi serbest bırakıyor değil ama bir gelenek
bu dil evrensel bir dil olarak kabul «rııyor^e seslenmiş olarak serbest bırakma çoğunluğunu hissediyor. Mesela
olarak ifade ediliyor: Herke-o> nerl^|ajiara. Bo§u bo§una Fransa'da Richelieu serbest bırakma meselesinde Akade-mi'nin
bütüll 18 . 19 y^da topraklarına girmiyor, idaresine karışmıyor. Girip onları dinleyip
^\,, , ?, U§ / lH' hukuk dili Fransızca kalmıyor ve yine '%na şunu yapm, bunu yapın demiyor. Bir şeyler dikte etmiyor. Ama
OL lll§klle!^11 entelektüelleri Fransızca öğrenip tabii, kulislerle, daha sonraki konuşmalarla vs. herhalde iktidarın
Fran-Jzdilindeymın tv^}yazip5 mektuplaşmaları evrensel dili klasik mekanizması olarak, bir iktidarı oluşturan kulisleri
kul-%or ki bu da modern bir şey ve sanayi yapmaya devam ediyordur. Bir örnek olarak; Atina'nın dışına
sürülen bir edebiyatçı bir daha oralara gelemiyor. Bazı örnekler
§u sırasında Richelieu bir yandan etra-yazarları, var ama o örneklere göre de en azından tamamen bunların
edebiyatçıları toplarken, aynı /h e ba ğ ımu serbest olduklarını söylemek mümkün değil. Tıpkı Cezayir
kılmaya çalışıyor. Ama bir ke, } 16. Savaşı'nda 1950'li yıllarda Fransız entelektüellerinin yine iktidar
yüzyıldan kalma bir Fransız gelene-^ü tarafından tam manasıyla "temizlenmesi" gibi. Yani iktidarlar bir
Zenginlikler Analizf nin yazan- onun ? içindeki geleneği sürdürüyorlar ama aynı zamanda iktidarın geleneğini
her türlü lonca belirli bir ser-u^kü o serbestlik de sürdürüyorlar. İkili bir iktidar geleneği var orada. Serbest
sayesinde iktisadi olarak bırakmak aynı zamanda da kontrol etmek. Ama serbest
~° M( v H '-J^^&nı koruyarak uluslararası alanda bırakmak meselesi burada önemli bir kapı gibi, eşik gibi duruyor.
vAvmpa pJe t>agJ ede %be§tçe iktidardan bağımsız olarak kl.
^1MC" 1/ , bilsin diye böyle bir gelenek var. Ve Çünkü o gelenekten yola çıkarak aydınlanma geleneği de bu
bu ■*!«.. i, hareK^ l onca kummu için geçerli Fransızca'da serbestliği ortaya çıkartacak. Biliyorsunuz belki Aydınlanma
^, r tU^/', beden anlamında, ya da birlik anlamm- entelektüelleri aristokratların salonlarından da destekleniyorlar.
her { emirlerini direkt olarak
C" i </t\ ^ kralından ^di , Fransız Akademisi'ne dönersek, aynı şekilde bu lonca serbestisi
,^^ alîI iakla yükümlüdür. Mesela iplikçiyse ^lanm VÇllysa sayesinde kendilerinin bir bağımsızlığı var. Madem ki Fransız dili
pamukçu loncasıkendi
gibi. Bu lonca sis-
• pan ^/ sert>estlikl
erini edinmek zorun- evrensel, Latinceden farklı olarak ortaya çıkıyor, o halde
ınsaniy%z ^^^5^ kurarken kendine ve modernliği savunan Richelieu ve 14. Louis -Güneş Kral-bu
:e lar
"' A ° ak Akademiyi kurmak istiyor. Fakat modernliğin iktidarını belirleyen kişiler olarak ortaya çıkıyorlar.
• kurui pı tiik okrak orgütlenmi§ler Dolayısıy ia Bir yerde daha sonra kullanılacak olan kavramın onlar için
. -"»" '^ 1 . , *//' ^ e loncanın oluşum kanunlarına göre kullanılması uygun gibi duruyor ki bu kavram; "aydınlanmış
^serbesij ^^y^ Ve bu serbesti de aydınların veya despot" kavramıdır. Yani ileriye dönük, terakkici, aydınlanma
ente-^nd üklerini serbestçe söyleme hakların-^ r yanlısı ama, aynı zamanda tepeden inmeci, kararı merkezden
gelenektir, kraliyet bahçesindeki bir °§U boşuna veren bir gelenek bu. Bu noktada iktidarın ikili bir dinamiğinden
değildir, yani Aydınlanma sözederken şunu söylemek mümkün: iktidarlar hem bir despot
geleneği sürdürüyorlar, hem de aydınlanmış
SîNaya Ç lk a r t ıv o r la r - Yani serbest bir merkezi ka -S ri ' a ma
ÖnCC Serbest
bırakılan, sonra denetlenen hir rn1Sİne uyg^nsa ° kralı, parlamentosu vs. Burada iktidarın siyasi iktidar politikası
serbestliği kendi iktidarı için kulla-^ ">zi kr^Hyet modeli eleştiriliyor. Bununla birlikte bütün bir Avrupa edebiyatı, Av-
çıkıyor ortaya. 14. Louis de rh<VnI?
elesini lduk a lü bir
° 9 ^ rupa düşüncesi ve Avrupa iktisadi ilişkileri belirleniyor. Latince
§ ekiIde
kullanıyor. Bura-' v , a vebu daha Öneml Cğer dİ1 Fransızca
İ yerine, uluslararası hukuk Fransızca olacaktır ve Fransa
olarak kullamh-Y ler h ** 14' ^ouıs Fransasmm dili ise, merkezli bir Avrupa dünyası teşekkül edecektir.
edebiyatçılar, fel- K> kullanıyorsa, yavaş yavaş başka bir Böylece eski-yeni tartışması içinde iktidara karşı tavır almı-
alana daha f l T ^ llsenin * ullanmı § olduğu dilden uzaklaşmaya yor. İktidar kralın kendisi; tavır alanlar ise antik anlamda ede-
baş-ı ° »V k^™ ulaşıl maya başlanı yor. Zaten bir üst dil biyatın sürmesini savunanlardır, geçmişi savunanlardır. İktidara
hnn!? llan ' halkm yalnızca dinsel dualarda kullandığı ama Dunun karşı lonca sisteminin bir serbestisi olma geleneği var ve
ötesinde kullanılmayan bir dil Latince. Diğer yanarkenT bir dil Ol f Richelieu egemenliği altına almak istiyor Akademiyi ama,
FianS1ZCa kendi evre
nselliğini ortaya î!?%
y ile ve PapaIlk kurumu ile böyle bir gelenek yok Fransa'da. Bu tartışma bağlamında mo-
hesaplaşıyor veortaya
Gü-1701 14 LouİS; Tann &al Va dern olan merkezi krallık. 14. Louis zamanında 17. yüzyıldaki
f ' - «kan k hükümd
ar bu ilericilik-gericilik meselesi zaten varolan krallık üzerinden ku-
modernli- ruluyor. Merkezi krallığın savunmuş olduğu kültür politikası-
nın karşısına çıkanlar gericiler (Antikleri savunanlar). Burada
Snin bÖylf bİI geÇmİ§İ tuhaf bir §ekilde Wzi ilerici-ı hem H
başka bir örnek verirsek; aynı mantığı görebiliriz: Nerede bir
kavramlarıyla birleştiriyor. Hem ilerici edebiyat-î itidir V krid
İbl ilericilik sözkonusu, bu muhalefet ille de ilericiler tarafından
% S° ken ama aslında despot bir mer-mfnet bir 2* bunU C

PerraUİt İle BoiIeau yapılmayabiliyor. Mesela Nikaragua'daki 1979 sonrasında
«asındaki tartış-T Permu t kilde g östenyor -Ikisi d e söz Sandinistalar iktidarı ele geçirdikleri zaman, muhalefettekiler,
dern; m dern Ve kraldan yana ve krala
söyleme hakkına sa-£'Jdüzüvo> ° sağcılar, Somozist idi. Muhalefetin her zaman ilerici ve
methi- uvor n5 §iirIer yaZiy°r Ve §İİrIerini Fransız Akademisin- ka ^ m O f? mo-dernlerce gerçekleştirileceğinin bir mantığıydı. İlerici
a ma i k t i d a r d a
n y a "a. Böyle bir pa- «h vet B. kar§ıya ka lmyOr ' Dİğer kavramının ille de ileriye dönük bir muhalefeti, bir yeniliği,
yanda
karşısındaki ede-nl Amakral İleau ^ nCl ?*™ kSayihyor ' ^ ünkü iktidar-dışılığı gerektirmediğini gösteren bir örnekle karşı
ikilerdenya-Hk Birada ik ka ^ meSaf ' alan ' hatta ona kar ^ $*™ bir karşıyayız. Yani iktidarın istediği şey eğer modernlik ise
İdarla m afe k ymak aÇ1Slndan modern ile a
kişi-k İsındaki fark Ündei efgdĠyOr ° GeneIde modern insa "" modern oluyor ve muhalefettekiler de geçmiş değerleri
2 ^ ü d
aıma modern
- olduğu ve
nla-
modern ol-
e d ilericil^ n
savunanlardan oluşuyor. Bazen iktidarlar tam tersi de olabilir.
bir evrİmCİ ° UgU' deVrİmd Oİduğu ölÇüde de M- bit IÜS olu§tUran 1980'lerde Thatcher muhafazakar gelenekleri savundu ve
kݧİler ldu u söz
° S konusu iken; bu-%Tumla kar~§1 kar§iya kalıy°ruz: iktidardaydı. Burada hep kafamızdaki pozitivizm bizi
Gerici olan, kra- bahsettiğimiz iktidar klasik anlamda
bir ikti n deVlet ve onun hükmeden hükümeti veya şekillendiriyor, cumhuriyetler ve demokrasiler birlikte ele
alınırlar; laiklik yine aynı şekilde ilericilik demektir. Bunun
karşısında gericiler vardır... gibi çok şematik bir ayrım
tamamen Ulrich Beck'in söylemiş olduğu sanayi modernizmine
benzeyen bir ikileşme ve "ve, ve" üzerinden kurulu. Ama her
şey "ve, ve" üzerinden direkt olarak kurulmuş değil. Ama
modern zaman Batı metafiziğinden yola çıkan "ya o, ya o"
üzerinden kurulu bir mantığı da yok değil. Burada da aslında
"ya ilerici, ya gerici" üzerinden düşünülüyor,

_57_
■ya antikler, ya mode^.^ Ama burada çok temel bir siyasi mısralarına inanıp «a geçmişin Ak^defflisini unutabüir misiniz? diyor
ayrım var, o ayrım da «^j« üzerinden kaynaklanan bir ayırım; Boi-leau. Akademi, eskide^ ba§mda Platon ve adına Müzler deni- d o k u z k
A^d
Fra nsızca'nın yerleşm^ uğra§1 i ıy or.
Modern ve Antik Ediğimiz şey; 1) Her modernite yeniyi
oluştururken, yem h^p siyasi olarak siyasi yeniyi de getirir
mantığı ki bu 19. ve 2fj yüzyıı pozitivizminin ortaya çıkartmış
l£İU u ır mantlk
? ^. > 17. yUZyıla baktığımızda karşımıza çıkmı-
Kultüre i
P olit k k d l i k

? ^. . yUZyıla baktığımızda karşımıza çıkmı


y: n! Kultürei. Polit*kaya muhalif olmak modernlikten veya
aîltikhkten (ilericilikte^ veya gericilikten) geçmiyor. Genelde l9 .
ve 20. yüzyıl mantığa iktidar ve devletler kapitalist devler
olduğundan dol^ yı ona kar§1 olan muhalefet de hep sol-dan ve
aydınlardan, marjinaıierden gelebilir gözükmesine rağmen,
aslında her zan Xan bu geçerli değildir. Burada önemli olaîı bir örnek
daha var Fransız dili ile birlikte loncalardaki serbestleşme geleneği
iıe' birlikte aslında belki de Aydınlanma geleneği ortaya atılıyo^
Maliyet kendi içinde kendi muhalefeti hazırlıyor. Çünkü ^ u
ede biyatçılar Fransız Akademisi için bir devlet kurumu ve bu kurum
lonca gibi i§liyor; lonca gibi serbest ve serbest oldı^ u için de yazar savunduğu
şeyi rahatça söyleyebiliyor, karşı t^taf da dinliyor buniL Bu bir
gelenektir. Türkiye de eksik olan ^ ir geıenektir bu. Tanzimat'tan
itibaren bir Batılılaşmanın ıçit}deki aydınlanma konumuna
bakarsak, Osmanlıdaı sürgüne gönderiyorlar, söz söyleme
imkanları kısıtlanıyor fikirlerini ır^paratorluk sımrian dahilinde dile
getir-me imkanları kısıtlanıp p^^ di ğ er tarafta Boileau
savundu-ğU düşünceyi bütün F^ansa»ya kar§1 söyleyebiliyor ve
kraliyeti d6 eleştirebiliyor bu b^^^ Ve C. Perrault'un
^ ^ i n i n sembolleri. Daha sonra da bunu
Roma, sonra da italya da almı§ ve onıann bu sembolüne karşı
diline karşı, yeni bir s^ mbolik ortaya tartılıyor, entelektüel
lerindokuz
semboliği;
klz bu d^ kraliyet Fransa'sı içinde ve 14. Lou-
len sembolleri. Daha sonra da bunu
is>n in iktidarda olduğı^ sıraıarda salonlarda gelişiyor muhale
fet. Aristokratların sal^j^^ müz ik dinleniyor, edebi eser-
ler okunuyor ve yava§ siyasete dair yeni fikirler ortaya
çıkmaya başlıyor. Örneğin kuvvetlerarası ayrımlardan Fransız devriminin öznesi halk; Fransız dili ile alakalı. Fransız
bahse-dilebiliyor. Herşey kralın elinde iken, Montesquieu bir İnsan Haklan Bildirgesi ile Fransızca konuşan halk ile aydınlar
ayrımdan bahsediyor, farklı alanlar olmasından, merkezi arasında bir ilişki kurulmuş oluyor. Edebiyatta da bu bakımdan
görüşün parçalanması gereğinden sözediyor; herşey in bir çok siyasi bir iş yapıyorlar. Richelieu o bakımdan 14. Louis ile
elden yöneti-lemeyeceğini söylüyor. Rousseau da aynı şekilde birlikte kendi dönemlerinin itibarını sağlıyorlar ama aynı za -
çıkışlar yapabiliyor. Voltaire de tamamen entelektüel manda içten içe de kraliyetin kuyusu kazılmaya başlanıyor. Bu
salonlardan çıkan bir aydm ve onlarla yıllarca anlamda modernler ve Antikler tartışması modernite anla-
mektuplaşıyor. Her seferinde kendi piyeslerinin oynanmasını mında ele alınıyor. Çünkü modern ve post - modern tartışmaları
sağlıyor. Bu piyeslerinde de savunduğu mesele, İngiltere'de da aym şekilde gidiyor ve muhafazakarlar adı altındaki bazı
görmüş olduğu ayrı bir parlamenter sistemin olması. post-modernist görüş sahibi sanatçılar veya edebiyatçılar,
Fransız Akademisi bu anlamda bir aydınlanmanın öncülü- geçmişin arkeolojisiyle mouernite eleştirisini gerçekleştiriyorlar
ğünü yapıyor diyebiliriz. Çünkü entelektüeller, yazarlar her ve post-modern kavramının içindeki en temel sözcüklerden
zaman kilise, aristokratlar ve krallarla içli dışlı olmuşlar. Ama biri olan eklektizm, burada sanata yönelik bir eklektizm
burada daha önceki Ortaçağ entelektüelleri veya İtalyan sözkonusu. Resimde bu çok belirgin bir şekilde kendini göste-
Rönesans aydınları karşısında ilk defa halkın anladığı dilden riyor. Post-modern ressamlar 80'li yıllarda Poussin'nin resmine
yazan bir yazar topluluğu ortaya çıkıyor. Bu çok önemli bir benzer resimler yapıyorlar, Poussin'nin resmine benzeyen
fark. Çünkü daha önce ancak seçkinlerin anlayabileceği dilde resimler aynı zamanda Ajkadia ile ilgili. Arkadia Eski Grek
yazan aydınlar ilk defa halkın okuyabileceği dileme yazıyorlar. Roma ve İtalyan geleneğindeki Akademinin sembolüdür. Do-
_58_
o Akademi .ister itaıyan> ister

B ÜeaU Ve Perrault 27 Aralık 1999


° ™ m«^ bir e
hem —*n e.e§ti-
odernlik bağlamında Beck gibi modernliği hem eleştirel
M olarak ele alan; hem de modernliğin daha ötesine git-
mekte direnen bir filozofun yaklaşımımı, M. Foucault'yu ele
S2 alacağız.
Foucault'nun hem genel metinlerine bir bakış özellikle de
özne, öznellik ve Descartesçı modern özneye karşı geliştirmiş
olduğu öznellik, bireyselleşme boyutunu ele aldığımızda, bu-
rada Foucault'nun diğer yapısalcılık sonrası düşünürlerde ol-
duğu gibi kendine özgü bir terminoloji geliştirmiş olduğunu
görüyoruz. Bu modern özne olarak insanın bir yandan
Dele-uze ve Guattari'de olduğu gibi makinasallığını
düşündürürken, Foucault'da beden üzerine odaklanan iktidar
ve onun oluşumları belli bir teknoloji üzerinden gerçekleşiyor,
yani bedenin kendi kendini denetim altına alması ve bu kendi
kendini denetim altına almasından ortaya çıkan bir beden
teknolojisi hem bedenin neye maruz kaldığını; nelere
direnebildiğini, nelere karşı direnme imkanın elinden
alındığını bize gösteriyor. Bu öznenin düşünen, ruhu
düşündüren ve zihinsel bir şekilde varlığını ortaya koymaktan
çok direkt, en maddi haliyle bedeninin kendisi üzerindeki
teknolojiyi meydana getiriyor. Bu teknoloji işkence denetleme
mekanizmaları, emir-komuta zincirleri, okullardaki bedenin
eğitilmesi süreci gibi denetim mekanizmalarının aslında
çocukları daha sonraki hayatlarına doğru bir alıştırma olduğu
ve öğretmenin de düzen sözcükleriyle bedensel oluşumu nasıl
desteklediğini gösterir. Bu bakımdan da sözel olan, söylemsel
olan, maddi olan gibi durmamasına rağmen, aslında en maddi
olanla bütünleşiyor, şu an yapmakta olduğumuz bu
anlatılanları yazıya geçirme süreci de zihinsel değil, bedensel
bir eğitim sistemidir. Futbolcuların eğitilmesinde olduğu gibi,
çocuklar da kalemle, kağıtla, el ile bu eğitim sistemi içinde
bedensel bir kontrol mekanizması içinde tutuluyor.
_fiÛ_
ve bu bakımdan da bir teknolojidir bu.* İnsanın kendisi, kutsal
Bedensel bir arzu, bedensel bir istekle öznenin özne olma kitaplarda tanrının imgesi insanın kendisi tanrıdan geçmekte-
halinde hem kendi kendini öznelliğin dışına itmesi, hem de dir. İnsanın yokoluşu meselesi de bununla alakalıdır. İnsanlığın
öznellik ile öznellik-dışı arasında, bedenin onlara karşı vermiş tarihinde, Grek toplumunda yalnızca "varolma" fiili mevcut,
olduğu reaksiyonlar ve etkilere karşı bedenin yaptığı bir takım bunun için felsefe Yunan'dan başlatılıyor. Bu fiil diğer uy-
tepkiler, bedenin doğal oluşumları içindedir. Özne de kendi garlıklarda olmayan bir sözcük. Ama bu varolmak, mevcudiyet,
kendisini o anlamda bir kendilik teknolojisi ile kendi ve ben insanın insan olarak varolmasından değil, insanın bir varlık
arasındaki ayrım gibi anlatmak daha uygun düşmekte. Burada olarak varolmasında oluşuyor. Heidegger buna "arada olan
benlik teknolojisi yerine kendiliğin teknolojisi demek daha varlık" diyor.
doğru, çünkü "benlik" öznenin kendi kendine olan bilinciyle Varlık sonuçta insanın kendisi olmaktan başka, hayvanların da,
alakalı bir süreç, "kendilik" ise maruz kalan bedenlerle alakalı bitkilerin de ve her türlü mahlukatın da adlandırılmasıdır. Bir
bir şey. Foucault'nun "kendilik" veya "benlik" üzerine sorunla- varlık dediğimiz noktada, insan, hayvan, mahluk, hatta hayaletler
rına ilişkin sunumu; Benlik teknolojisi benliğin yaygın şekilde de aklımıza gelebilir. Bu bakımdan belki de insanın kendisi,
kendi kendisini kurmaya çalışırken, gökteki ışığın hayaleti gibi
çevrilmiş -kurmak dediğimiz zaman inşa etmekten, yoktan var
kendini ortaya çıkartıyor. Bu bakımdan da insan varlığı aslında
etmekten bahsediyoruz- kendi kendinin teknolojisi ile varolan
klasik çağda ortaya çıkan bir süreç. Kelimeler ve Şeyler'de
bedenin üzerine kendini kontrol etmek, denetlemeye uğraş-
Foucault'nun gösterdiği şey budur. Klasik çağda ortaya çıkıp;
mak ve denetlettirmek birlikte ele almıyor. Burada beden ge- modern dönemde varolmaya başlayan bir şey insanın
netik ve ontolojik olarak mevcut. İnsan doğuştan itibaren ben dillendirilmesi, humanizma; insani olan, beşeri olan
olmuyor; egosuna doğuştan sahip değildir. Lacan'nm ayna ev- dil-lendirildiği zaman bir epistemik geçerliliği olmaya başlıyor,
resinde çocuk kendini aynada olan imgesinden varediyor, orada paradigmatik bir geçerliliği olmaya başlıyor. Bir döneme ait bir
önce "ben" yoktur, önce "sen" var ve "sen" sayesinde kendine şey ve onun için Nietzsche'den, 19. yüzyıl sonundan beri insan
bakarak "sen" diyor, kendini "sen" diye adlandırıyor. Daha denilen varlığın ölümünden bahsediliyor, çünkü insanın bileşkesi
sonra benliğe sahip olmaya başlıyor, ben ötekinden geçiyor değişmeye başlıyor burada artık; tanrıyla birleşen insan, geçmiş
-öteki de ben'im aslında-. Ben bedenin varolduktan eğitimden uygarlıklar ve Batı Hıristiyan geleneğinde Müslüman, Yahudi
sonra 6-8 aylık olduktan itibaren aynada hem cinselliğini, hem toplumlarının oluşturduğu insan figürlerinin her biri tanrının
kendiliğini, kendi egosunu ön plana çıkarmaya başladıktan imgesi veya hayaleti. Ne zaman ki bilimsel devrim dünyanın bir
sonra ben'i kurmaya başlıyor. Ben, sonuçta bireyin dışındakiler gezegen olduğunu, güneş sistemini ve antropolojik insan figürünü
tarafından kuruluyor, kolektif bir kuruluş süreci ortaya çıkartıyor; belki de Foucault tarafından Kant'ın
sözkonu-sudur burada. Bu nedenle "ben"in kurulması, antropolojisiyle birlikte ele almıyor. 1700'lü yıllara ve oradan
insanın kendi kendisini kurması demek değil, başkaları itibaren de 18. ve 19. yüzyıllara "insan çağı" adı veriliyor, çünkü
tarafından ve kendi tarafından varlığını kurmaya insan artık orada tanrıya ihtiyacı olmayan bir varlıktır,
başlaması ve kendinin bir "ego"sunun olduğunun farkına özerkleşmeye başlayan bir varlıktır.
varmaya başlaması. Ama bu farkına varmak da hep Lacan'm 1946'daki makalesi bunun üzerinedir ("ayna evresi").
"ötekf'nden geçen bir farkına varmadır Makale ilk olarak 1938'de Encyclopedie Françoisede, yayımlan-
mıştır.
imıtııiî
lirgin farkları var insan fizyolojisinden, bu nedenle cüzamlılar
lan, evsiz-barksızlar hepsi ortak bir mekanda olabiliyorlardı. dışlanıyor. Daha sonra deliler aynı şekilde kapatılmaya maruz
Bunların ayrı ayrı terapiye ihtiyaçları olduğunu gözlemliyor ve kalıyor.
onları insan olarak ele almak gerektiğine işaret ediyor. Çünkü Klasik çağ öncesinde Foucault'nun gösterdiği gibi, insanın kendine
bir açıdan insanın dünyası, insanın dönemi başlıyor, Kant'ın dönük sorunları daha çok ontolojinin teleolojik gön-dermeleriyle
antropolojisinde olduğu gibi. Burada biri Foucault'nun ilgili. Aynı dönemlerde -Foucault da bunları gösteriyor- öznenin
mik-ro-iktidar kavramıyla ilişkili, diğeri de daha çok Rönesans kendisine ait sorunların ontoloji dışına çıkmasının izlerini
sonrası aydınlanma ve aklın delilikle olan ilişkisine örnek olarak bulabiliyoruz. Örneğin Hıristiyanlıkta "günah çıkartma ve itiraf
mikro-iktidarı çağrıştırabilecek bir örnek. pratikleri. Foucault'nun "Benlik Teknolojileri" metni Platon'nun
Foucault, Deliliğin Tarihinde kütlesel yapısının ve değerlerinin Sokrates-Alkibiades diyaloguna dayanıyor ve iki temel fragmanı
simgeleştiği küçücük bir dünyadır düşkünler evi. Burjuvazi var; "kendini bilmek" ve "kendine dikkat etmek." Foucault'nun
hastaları hiç kullanmamakla birlikte, onları dışlamak için çalışması boyunca gösterdiği şey modern bilimle birlikte, "kendine
kullandığı yöntemlerle sistemini sağlamlaştıran ve sistemin dikkat etmek"ten "kendini bilmeye" doğru giden bir evrilme
bütünsel işleyişine katkıda bulunan politik durumu ortaya sözkonusu. Antik metinlerde görülen "kendine dikkat etme" yerini
koymakta ve bu analizi gerçekleştirmektedir. Burjuvazi gereği modern bilimle birlikte "kendini bilmek"e bırakıyor. "Bilen özne"
iktidarla ilgilenir. Daha önceden belirtildiği gibi akıl hastane- ya da epistemolojiyi düşündüğümüzde bunun mantıksız olmadığını
sinin her iki ilk biçiminde yeni birisi - aslında bu yeni kişi ken- görebiliriz. Foucault'nun görüşüne göre insan tözsel bir varlık
disinde baba, yargıç, uzman vb. geleneksel kişilikleri de topladı. değildir. Bu anlamda söylemler ve epistemeler birer tarihsellik
Tarihsel olarak akıl hastanesinde böyle bir doktor figürünün toplamı ya da kuramların tarihsellikleri olarak insan özünün
önemi bir hayli stratejiktir. Çünkü akıl hastanesi burjuva soykütüğü olarak anlaşılabilir. Benlik teknolojisinden bir alıntıyla
toplumunun devasa yapılarının ve değerlerinin simgelendiği bir
başladığımızda Foucault 4 teknoloji ve 4 egemenlik tipi olarak;
tür mikro cosmosu oluşturan bir yapıya sahiptir. Burada
Foucault akıl hastanesindeki hekimin işleviyle, makro iktidar Teknoloji nesneleri üretmemize, dönüştürmemize ve
göndermesi yapıyor. O. Tekelioğlu Descartes bağlantısı yaparak kullanmamıza imkan veren üretim teknolojileri,
"Descartes'de delilik deneyimini düşünmeyen bir özne gibi İşaretleri, değerleri, simgeleri ya da anlamı kullanmamı
tanımlar ve iyi bilinen bir antikite nosyonunu izleyerek, insa- za imkan veren işaret sistemleri teknolojileri,
noğlunun özünde düşünen bir yaratık olduğunu iddia eder.
Bireylerin hareket tarzını belirleyen ve onların bireylik
Dolayısıyla delilik, düşüncenin olduğu bir durumu temsil
eder. Bununla birlikte Descartes'a göre ussal düşüncenin saf lerini belirleyen ve özneyi nesneleştiren iktidar teknolojileri,
biçimi olan us delilik durumunu dışlar: "Bir insanın hasta ol- Bireylerin kendi bedenleri ve ruhları, düşünceleri, hare
ması olanaklıdır, ama düşüncelerin asla". Bu noktada öyle bir ket tarzları ve varoluş biçimleri üzerinde, kendi imkanları ya
rasyonalite var ki, Descartes'a göre, onun dışında birşey olarak da başkalarının yardımıyla bir dizi operasyon yapmaları ve
hastalık vardır, ama aklın hasta olması olası değildir. Mu- böylece belli bir mutluluk, armmışlık, bilgelik, ölümsüzlük ha
hafazakarların, Ortodoksların, eşcinselliği bir vaka gibi ortaya line ulaşmak üzere kendilerini dönüştürmelerini sağlayan
koyması, cüzamlıların önceki toplumsal alandan dışlanmaları benlik teknolojileri.
sözkonusu. Deliler bir anlamda cüzamlıların yerini alıyor. Yani
daha öncesinde bedensel bir ayrım var, cüzamlıların çok be-
_6fi_
/.I

Foiicaı
yani benı> t'cla bizleri en çok ilgilendiren 3. ve 4. teknolojiler, dünyadan ve evlilikten vazgeçme; bedenin temizliği, ölümsüz-
sizm'in Ü^ Ve iktidar teknolojileridir. Burada bir de lüğe kavuşma gibi Hıristiyanlığı ayrıştıran pratikler öneriyor
Mark-üzeririe *%n üzerine kurulu alanı: Göstergebilim, ve burada kendinden vazgeçme sözkonusudur. Ancak "kendi-
işaretler Marksi^kselen teknoloji döneminin iki ana beşeri ne dikkat etme"de -Tanpınar'da ve Platon diyalogunda olma-
bilimi; üzerine ı!\ ekonomik verileri ve göstergebilimin dığı şekliyle, Georgias'ta kendinden vazgeçmek
işaretler loji tat^ Sıi u hali ondan sonraki beden üzerine olan sözkonusuy-du. Foucault'nun yaptığı şey, antik gelenek ile
tekno-dara becf^amiy^a siyaset bilimi. Marksizm'in ekonomisi, Hıristiyan geleneği arasındaki ikiliği, benliğin farklı biçimlerini
ikti-lim ve 4 Ver üzerindeki teknoloji kuran siyaset, gösterge alarak ortaya koymak ve burada Hıristiyan çileciliği ile
bi-Dönethj' ^vut da psikanaliz, rüyalar ve insanların Hıristiyanlığın "kendini bilme"sindeki kendinden vazgeçişi
endişeleri. göstermektir. Antik kültürdeki "kendine dikkat etme"de de
? 4 beÜi başlı disiPlmi burada söz konusu olan. 3 ve 4 e ^ ilişkiyi aksine kendinden vazgeçmemek, kendini oluşturarak pratiklere
yö netseu ^ olarak ifade ederken, Foucault nabilif 5k degi§İIlcie yönelmek sözkonu-su ve bu yüzden bugün yaşama sanatı,
yine bir mikr°-iktidar kavramıyla açıkla-görseler vivıCault bu dört yaşama estetiği vs. söze-dilmekte.
teknolojinin nadiren ayrı ayrı işlev ğini $övı^ het birinin belirli Foucault, iki mirastan sözederken "biz kendimize dikkat
bir egemenlik tipinde bütürileşti-ucault'^Vebiliriz diyor. etme"yi bir ahlaksızlık olarak, tüm muhtemel sapkınlıklardan
"Kendini bilmek" anlam olarak Fo-ton'u n o* bir öziie kaçış aracı olarak görmeye daha çok eğilimliyiz. Selamet koşu-
arkeolojisi olarak adlandırılabilir ve Pla-mu lunun "kendinden vazgeçme"ye bağlı olduğu Hıristiyan ahlak
gck^krates-Alkibiades diyalogunu kullanarak bu geleneğinin mimarıdır. Kendinden vazgeçişin yolu da para-
dönüşü-arası^çj ^ivoX- "Kendini bilmek" ve "kendine dikkat doksal bir biçimde "kendini bilmek"tir. Kendine dikkat etmekle
etmek" anlatty \i a yrımı Platon diyalogları üzerinden açarken kendini bilmek arasındaki çizgi budur. İnsanın kendini bilmesi
şöyle tını i£artMu- "Kendine dikkat etmek daha çok bir yaşam gerekiyor, çünkü kendinden vazgeçmesi gerekiyor bu noktada.
sana-S 0Ste rrrS ediyo r- Ben'e yönelik özen, töz olarak ruha Ama "kendine dikkat etmek" de kendini bilmeye dönük bir
özen yi kenîSSk değil, etkinliğe yönelmektir. Kendine dikkat özen sözkonusu değil; aksine oluşturmaya dönük bir pratik
etme-işaret V\e ilgilenmek olarak kodluyor ve bu yaşama var. Bunun yanısıra dışsal bir yasaya adaletin temeli olarak
sanatını düstı^^vyor. Kendine dikkat etmek düsturu kendini saygı gösteren bir laik geleneği de miras alır. Bu durumda kişi
bilmek kat küı ^Xu iÇİne auTuy°r- ^utun bunların yanısıra kendine ahlakın temeli olarak benliğine nasıl saygı duyabilir? Bizler
dik-nin teJ^t\ründe yazı yazmak da önem taşıyordu. Dikkat kabul edilebilir davranışın kurallarını başkalarıyla olan
etme-dan teC^l özel uklerinden biri, kişinin kendi hakkında ilişkilerde arayan toplumsal ahlakın varisleriyiz. 16. yüzyıldan
sonra-t ^ ar okuması gereken notlar almasını, risaleler ve mek-n bu yana yerleşik ahlaka yönelik eleştiriler, benliğin tanınması
Vazinasını ve kişinin ihtiyacı olan gerçekleri yeniden tes'i^ ve bilinmesinin önemi adına yürütülüyor. Bu nedenle kendine
Hvrıîıak üzere defter tutmasını gerektiriyordu. Sokra-Tanp, dikkat etmek ahlakla bağdaştırılabilir bir ilke olmaktan çok,
Mektupları bu öz alıştırmanın bir örneğini oluşturur, insa^ ^^r kendini etkinlik içinde görmekle ilintileridir ilebilir. "Kendini
günce tutanın, kendini gözünün önünden ayırmayan ları)^ bil" ilkesi "kendine dikkat et" ilkesini gölgede bıraktı. Çünkü bir
^Hduğuna işaret ediyor (Yaşadığım Gibi, Dergah Yayın- çilecilik ahlakı olan ahlakımız benliğin kişinin red-debileceği
bir şey olduğu konusunda ısrar eder. İkinci neden
ni Üzerine"de kendine dikkatin Hıristiyan Descartes'tan Husserl'e değin kuramsal felsefede benlik bilgi-
çileciliği- muştuladığını söylüyor Foucault ve
Georgias'ın

JBfl_ JB9_
sinin, yani düşünen öznenin bilgi kuramında gittikçe artan gibi. Ve burada Foucault dolayısıyla modern devletin bütün-
önem kazanmasıdır. leştirerek kurma stratejisi ve bu anlamda da modern devletin
Foucault'nun Seneca'dan alıntısında "gerçekleştirebildiğim nasıl girişken bir yapı olduğunu gösteriyor. Burada devletin ya
ahlaksal ilerleme konusunda ölümün sözüne inanacağım, ken- da devletin kurumlarının yaptığı şey dışarda bırakmamak, ola-
dimi kendimin yargıcı yapacağım ve erdemi dudaklarımda mı bildiğince bütünleştirmek, iktidarın yeni teknolojisini oluştur-
yoksa yüreğimde mi yaşattığımı bileceğim günü bekliyorum" makta. Bu nedenle benlik teknolojileri aslında iktidar tekno-
(M. Foucault, Ders Özetlen, YKY, Çev. Selahattin Hilav). Er- lojilerinden çok daha geçerli ve hesaplı şeylerdir. Çünkü bü-
dem yürekle ve sözle yürek arasında bir bilinmezlik arasında tünleşmeye yani öznenin söylem içerisine net olarak kendisini
duruyor ve söylemsel mi yoksa ben'e ait bir şey mi olduğu ko- konumlamasına o söylemle bütünleşmesine yolaçan şeylerdir.
nusunda şüphesi var Seneca'nın. Rousseau İtiraflar'da "kendi- Bir başka örneği ülkedeki muhalif hareketlerden verebilmek
mi sürekli biçimde açığa dökme ihtiyacı duyuyorum. Kayıtsız mümkün; "Susma, sustukça sıra sana gelecek" sloganı da aslında
şartsız bir biçimde itiraf etmek üzere, yüreğimi her an dudak- tam anlamıyla muhalif hareketle -Türkiye'de birey özneye dair
larıma götürüyorum" der. Seneca'da yürek ve dudaklar iki ayrı tartışmaların yaşandığı dönemler- öznenin kendisine bir
söylemi çağrıştırıyordu bize; Rousseau dudaklarını yüreğine muhalefet teknolojisini içermesini istiyor; susmamasının ken-
döküyordu. disinin içsel süreçleri tarafından motive edilmiş bir kurgu ol-
Grek felsefesi kendini bilmek meselesi, tüm İslam düşün- ması gerektiğine işaret ediyor. Foucault nasıl bir özne öneri-
cesi de aslında bu metinlerin çevirisinden ortaya çıkıyor. Tür- yor? Foucault'nun rasyonel aklın kurulmasıyla ilgilendiğini
kiye'nin yakın tarihine ilişkin pek çok örnek vermek olası. Bu- belirtmiştik ve bu kurulmanın biçimleriyle ilgilendiğini
nun, yönetsellik mekanizmasının ikili ilişkiler biçimiyle ele al- belirt-miştibvBu noktada tıbbın normal ve patoloji ayrımlarını;
mak olası. Değindiğimiz Foucault'nun iktidar ve benlik tekno- aklın kendisinin kendinin öteki olarak deliliği icat etmesini vs.
lojileri üzerinde bunu yönetselliğinin ikili mekanizması olarak Özetle, Foucault'nun göstermeye çalıştığı şeyin tözsel olarak
düşünebiliriz. Burada hem iktidarın benlikleri kurması, hem insanın, belki de evrensel olarak insanın olanaksızlığıydı.
de iktidarı benliklerin kendisinin kurması, ya da kendi kendi- Foucault'nun çizdiği dört teknolojiden bahsetmiştik. Bunun
sini kurması konusunda oluşturucu olması, eğitim kurumları için de Foucault'nun kullandığı Platon diyaloglarında
örneğinde sekiz yıllık eğitim tartışmaları sürecinde, çocukların Sokra-tes ile Alkibiades diyalogunu kullanmıştı. Burada iki
bilinçlerinim oluştuğu devre olarak 10-13 yaşlar arası olduğu temel ilke karşımıza çıkmaktaydı. "Kendini bilmek" ve
düşüncesinden hareketle, bu sürecin mutlaka irticai tehlikeye "kendine dikkat etmek". Foucault bu iki ilke üzerinden modern
karşı eğitilmelerini elde tutma gereğine ilişkin yaklaşımların bilimin yani modern epistemolojinin ve onun pratiklerinin
ortaya konulması. Bu noktada çocuğun sosyalizasyon süreci- nasıl bir "ku-rulma"ya uğradığını göstermeye çalışıyor ve
nin, söylemlere angaje edilmesi. Kamu hayatından bundan da "kendine dikkat etme" ilkesinin "kendini bilme"ye
sözeder-ken, kamu sağlığı, kamu hijyeninin sağlanması vs. evrilmesi olarak sözediyordu. Daha önce kendine dikkat etme,
buradan 50'li yıllarda Türkiye'de adabı muaşeret dernekleri kendini bilmeyi de içerirken, daha sonrasında kendine dikkat
dernekleri gibi oluşumlar sözkonusu. Bu derneklerin yaptığı etme, kendini bilme tarafından alta almıyordu ve ortadan
şey de geleneksel değerlerimizi kaybetmeyelim ama diğer kayboluyordu. Bu ikisi arasındaki değişimi modernlik için
yandan da modernleşmeye devam edelim. Bunu örnek kent kendini bilme ilkesi insan bilimleriyle yakınlaştırıyor ve bu
vatandaşı olmak vs. Vapurlarda afişleri sergilenen "iyi vatandaş "kendilik için" karşılığını, modernlik içinde, modern
olun" örnekleri epistemolojisinde buluyordu.
j ü i n d u r . ^ ^ a n ı n e n z o r ^ ^ ^ c e ö l m e k t e o l a n k i ş i şeyin b u
old uğunu biliriz. Hem ae sdu

öm6 klerle başlıyor,


son S
" *\endim bilmenin
0tiyor,Vl,rm^n\^ öncende, b^ura Hıristiyan
, *»*** vazgeçişe f^^an pratiği başlı-
lig101 '§aret ediyor. Daha sonra,» y oluşmaya
d aha so nta yasik dönem ve burada^ oz ^ ü.
» a s l Mlaoma, Rönesans, Aydınlanm
atlıası. ? Ve bunun

y e ni
bir^öznellik£w™.«^ v a r o .
* 137.^i,
1 1
a** mı, taş, f <^%odernlik içinde "ken-
l" ' '? konusuna girmeden önce, m Fouca_
**»*
b
ilkesinin
d a
birey «%$££&
e l
tyle y eritildiğini örneği
aÇmaya çakacağız. bif
metnin
Îçinde eldiğini aÇmaya ç a k ğ metnin
î4odern Uk iddiaS1^^ZV^l, "^
vasltasıyla g^ rmeye ^«^^^Unayanlürın Ortaklığı,
de Alphons,, Lingis ' in Ortak BırŞeytenOUy ^ da var
/AVfıntl YaV ^ kitabındaki temalar aslına* ^C ise, bu soru- bl .
^^4a eF F^^^C ise, bu soru-
"cemaaf ve "birey" bu
r e y^ l l l k ^ ne öne r dj gnu ^" ^ " c e maaf c ve " bi r ey" bu
§abiiırdı?
/"kamus^neolaIl " ve "özel
önerjg olaIl" ve olan ya da c «las, Bk
a§abi i ırdı
y
a Ç l a a n. naaSSl lll ^^bbili
"özel z; ? ° ? °^ ™* Z^
i l i r iriz; cemaat
«lasılışkı-
, B
Li^. b b a b ı nbd a b u n a
^ ö r0 egı, ^üernformasyonuny ^ ^ lc&BMÛ ortak bir k
si arasında bif örneği degerle
ylen ola^ e ortaklaşa bir şe

degerlend ^r sayıda b
yle ortaklaşa ve
ş ^ bir şeyler_ m§a e
olanları ^ §eyi ke .
kalar. Herkes y^ ğ düşünülür genellikle. ^
olüm he rkesı
rm ölmekte olanlara
ll
«^fl& Heidegge,
zorunluıUgu krde .
Yalnız ^ ^ değil;
ölen
c f l e n n d se ^ ^i ardlna k^^ giden ve artık yapa-
filerin Va nlfld a son a n a kadar katoay s ^^ k
ca k hiç b lr yi kalmadığında da onun yan bir du_
orunda ^unu yüreğiyle *?£***& Jpflması gereken
annemiz, babamız ya da sevdiğimiz olduğunu, hayatımızı
birlikte geçirdiğimiz biri olduğu için değil, yan yatakta ya
da yan odada tek başına ölen kişi zamanda kalabilir.
Sadece bireysel ahlakın kritik noktası mıdır insanları
ister hastanelerde olsun, ister köprü altlarında tek
başlarına ölmeye terkeden; bir toplumun kendisini
kökten yıktığını düşünmeye başladım....".
Burada, büyük oranda aynı tür bir "yalıtma"yı görmek
mümkün. Aynı zamanda cemaatin işlevinin tanımlanması açı-
sından modernlik projesi olarak cemiyetleri görüyoruz. İkinci
örnek de yine Lingis'in kitabından Batı aklı ya da rasyonel ak-j|
İm kurulması ve bunun gündelik pratiğiyle ilgili bir örnek:
"Batı'nm bilim dediği şey gözlemlerinin birikimi değil; açıkla-
yıcı sistemlerdir. Husserl, bilim ve felsefeyi doğuran rasyonel
iradeyi bir neden sunma iradesi olarak tanımlamıştır. Nedenler
düşüncenin üründürler. Rasyonel bilgi de kendini yabancı
güçlerin eylemlerinin bireyle üzerinde bıraktığı izlerin toplamı
olarak değil de; bir inşa çalışması olarak sunar. Burada inşa
hem rasyonel bilimin kuruluşu açısından, hem de öznenin
kendisini kurması açısından sözkonusudur."
Heisenberg'den yaptığı alıntıda; "Heisenberg rasyonel
bilim diye yazmıştır; kendisinde, bütün temel parçacıkların
özelliklerinin ve her türlü maddenin davranışlarının
çıkarılacağı tek bir denklem yazmaya dayanır". Rasyonel
bilim, evrensel-leştirilmiş yasalar, hem ahlak için hem
öznenin kurulması için, öznenin evrenselliği için ortaya
konan evrensellik diyebileceğimiz şey, rasyonel bilimin
kurulması.
Pratikle ilgili bir başka örnek: "Neden sunma iradesi,
belli bir söylem pratiğinin karakteristik özelliğidir. Antik
Yunan'm ticaretle geçinen kentlerine gelen yabancılar
Yunanlılara sorarlar: Bunu neden böyle
yapıyorsunuz? İnsan gruplarının kendi farklılıklarını
çizip geliştirdiği her toplumda bunun cevabı şu olmuştur
ve olmaktadır: Bunu böyle yapmayı bize babalarımız
öğrettiği için; bunun böyle olmasını tanrılarımız bu-
yurduğu için. Yunanlılar babası bu babalardan, tanrısı bu
tanrılardan olmayan yabancının kabul edebileceği, aklı
başında
«İÜw S
o-1
p
-t

S Mİ
S 5' £. § 1
S* S o 3 .1
g- ~g |r. -■ b o s w ^"S g. 3 Fî'S = P ı ■

CT* P

«" 1 1 o 5^
. ^j h-t H^

fN^ ^.

îıîlliîltlîîîlî- îiflrıî?i-fh-^ tm*


P* 9/ &9T.
^: a S S.

o o 5-v-<

o P P -g. % ı g-1 r. &. z. s 3 r S- s; o-^ & e- f-S § a


o- E & 5r
;?■• i B-| t % i * ||5 i Ġl ?. & - Î ^-
Şilili; 6t; s 2*.
3
►3 ^ P 9*. S P
^ 3 o
o- '3 p §
>-* 5
- ct> O- < />
N

(D p,
*fl
a p
a e
o P a «o cSc s*. 3 ?r^ p ~ - °- ^ -^ * -
w

o o *I ç; P •
R"Ö - ^ - ^- -
ı-j >-♦ r\-ı ^r »-4

ı;iıptl
rt
o a W
Pî O
3 N " 4
i —. >■ M
n
M
n ftot P

*•*. Mü. »-i P a o»

S o ö ^3 P <ro
S

IHI? t? ı

<<j r^
evrenselin de genelin de tümünü kapsamayan, ikisinin arasın-
yorum" yerine; "düşünülüyor" veya "yapılıyor" nötr, tekil alanı
kullanmış olduğu hep dikkat çeken bir şey. daki bir alan tekil alan; enderliklerin olduğu bir yer. Öyle bir
nesnellik ki bu kendilik nesnesinden bahsediyor kendisi üzerine
F. Keskin'in makalesinde belirtmiş olduğu gibi, aslında tam
hakikati söylerken başkalarının hakikatiyle de ilgilenmeden
da Kant'daki modern özne fikriyle, kendini bilme arzusu duyan
edememiştir. Kendi varlığını dönüşüme sokan bir nesne
bir öznenin etikası veya etosu yaşama biçimi burada birbiriyle
olmuştur. Kant ahlakı kendi öznesini de dolaşıma sokarak
kesişiyormuş gibi duruyor ve o anlamda da etik'in kendisi, kendi
onu diğerlerinin hakikati olarak yani rasyonel aklın hakikati
kendinin koyduğu yasalardan geçen bir çıtayı ortaya çıkartıyor.
Yani insan kendini aşkın kanunlara değil ama kendi kendinin olarak da dolaşıma sokabilmiştir büyük oranda.
koymuş olduğu, kendi yasalarını, kendi başına ve kendi Evrensellik de böyle bir şeydir aslında. Herkesin kabul etmiş
özerkliği içinde ortaya koyması sayesinde, kendi yaşamından olduğu varsayımından yola çıkarak evrensel oluyor birşey.
Objektifliği olduğu inancım taşıyan bir düşünce evrensellik.
bir sanat eseri çıkarmaya imkan bulacaktır diyor ki, bu örnek
Sokrates ile Alkibiades örneği olarak Cinselliğin Ta-rihi'nde ele Ama evrensel olan, herkesin aynı şeyi düşünmesini, düşüne-
alınıyor. Burada tam da post-modernite içinde Amerikalıların bilme imkanını ortaya koyamıyor. Bu bir zorlama biçiminde
ortaya çıkıyor. Bir akıl üzerinden ve o akim neden-sonuç iliş-
ele almış olduğu Foucault'nun ne kadar modern terimler içinde
düşünmüş olduğunu görebiliriz. Bütün bu meseleler, Deleuze, kilerine dayanarak aydınlanma özne teorisine göre akıl
Derrida, Foucault'nun post-modern okumasının Amerikalılar ra-tio'yu çıkartıyor. Asıl kökeni Descartes, sahip olabileceği ve
üzerinde hakimiyet kurabileceği, bunun için de aklını kullana-
tarafından veya onların buradaki yansımaları tarafından ne
kadar yanlış okumalar olduğunu gösteren örnekler bu bileceği bir özne-nesne ilişkisi. Ve bu özne-nesne ilişkisinden de
cümleler. Tekil düşünce, modern bir düşüncedir, post-modern evrensel bir özne ortaya çıkarmak gerekecek, çünkü evrensel
özne de bütün öznelerin hepsinin karşısında farklı farklı
düşünce değildir. Post-modern dönemin içinde olabilir belki
ama, baktığı yer modern düşüncenin daha ötesine gitmiyor. nesneleri ele alabileceği ve hepsini de ayrı ayrı şekilde ele ala-
bileceği bir özne alanı olarak çıkıyor karşımıza. Yani her özne
Şöyle bir eleştiri gelebilirdi: Kant'ın da Foucault da olduğu aynı şeyi düşünmeli; aynı şekilde kendine nesne olarak aynı
gibi "kendiliğinden hareket ederek ahlakı temellendirdiği eşyaları ortaya çıkartabilmeli. İki aynı şeyi düşünen özne ara-
söylenebilir. Çünkü Foucault'nun önerdiği şey de kendilik sındaki ilişki farklı farklı düşünen öznelerin ilişkisi olacaktır
teknolojisidir. Ama burada çok temel bir fark var, o da Kant burada. Köle ve efendi diyalektiğini düşündüğümüzde, iki öz-
kendilikten, kendinden hareket ederek evrensele doğru gider- nenin aynı anda aynı şeyi düşünmesi mümkün değildir. Dola-
ken, Foucault için kendi olsa olsa tekillik pratiğinden başka yısıyla Descartes'm evrensel öznesi veya Kant'ın evrensel öznesi
bir şey olmuyor. Birincisi, özne teorisi değil, öznenin kendi veya evrensel öznenin üzerinden kurulu evrensel sürekli barış
kendinden bir sanat eseri çıkarması; bir bireysellik veya öznellik teması ne kadar mümkün? İkincisi ise, aydınlanmanın kendi
ortaya atması. Özne başka bir şey çünkü. İkincisi tekil denilen projesinin içindeki tarihi gelişimine baktığımızda aydınlanma
şey evrenselin karşıtı değil, evrensel ile genel arasında, ikisini Kant'a göre eğer toyluk halinde çıkış, erginlik hale ge-çişse
birden kapsayan bir alan. Hem evrenseli hem de geneli burada demektir ki ergin olmayan birçok insan o aydınlanmaya
karşılıyor, yani hem bir'i, hem de çoğu kapsayan bir çokluk sahip olamayacak. Dolayısıyla bir sorun çıkacaktır ortaya; ya
alanı. Bu bakımdan da partiküler olan, bir'e ait olan bir şey aydınlanmayı aydınlanmayanlara götürecekler -anlayacak,
değil tekil; tekil bir çoğulluk göstergesi aynı zamanda. Ama aydınlanabilecek- veya aydınlanmayı anlayamayacak.
JZfi_
1784'de ortaya attığı bu soruya Kant, şu an olup biten nedir? Bize
ne olmaktadır? Bu dünya içinde bulunduğumuz bu devir, şimdi
Bu noktada anlaması için ona baskının yapılması sözkonusu içinde yaşadığımız an nedir? gibi sorular sormak istemiştir. Başka
olacak. Dolayısıyla bir tahakküm, iktidar meselesiyle karşı bir ifadeyle soru şuydu: "Aydınlanma olarak, aydınlanmanın bir
karşıya kalmıyor. Evrensellik de böyle bir şey. tanığı olarak biz kimiz?" Bunu Descartes'ın öznesiyle
Descartes'ın özne teorisi büyük oranda "düşünüyorum öy- karşılaştıralım: Ben kimim, biricik fakat evrensel ve tarih dışı bir
leyse varım". Foucault'nun yaptığı düşünüyor olmak ve var olmak özne olarak ben kimim? Descartes, bütün insanlar tüm mekanlar ve
arasındaki ilişkiyi kesmek. Foucault'nun sorusu: "Evrensel olanın tüm zamanlar adına söz almaktadır. Descartes'ın sorusu için
ne olduğuna ilişkin olarak, düşünmekte olduğumuz mu, varolmak Foucault'nun eleştirisinin tarihselleştiril-memiş bir ontoloji
mı, yoksa düşünmek varolmak mı?" Bu Heideg-ger'in sorusu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Kant başka bir şey sorar: "tarihin
aslında."Daha düşünmeye başlamadığımızı bilerek düşünmeye belirli bir anında bulunan bizler kimiz?" Felsefenin bu özelliğinin
başlamak". Düşünmeye başladığımız zaman, biz giderek daha çok önem kazandığını düşünüyorum. Hegel,
düşünmediğimizi anlayabiliyorsak, o zaman zaten düşünen bir Nietzsche örneği Felsefenin diğer görümünü yani evrensel felsefe
özneyle, düşündüğünü anlamayan öznenin ayrımıyla karşı ortadan kalkmamıştır. Ancak içinde yaşadığımız dünyayı eleştirel
bir biçimde çözümlemek giderek en büyük felsefi ödev haline
karşıya kalacağız. Yani özne parçalanacaktır orada; biri dü-
geliyor. En büyük felsefi sorun, yaşadığımız dönemdir. Şu belirli
şündüğünü bilen, düşündüğünü söyleyen özne, öbürü ise daha
anda olduğumuz şey. Bu gün asıl hedef ne olduğumuzu keşfetmek
düşünmeye başladığını düşünemeyen özne. Düşünmeye başla-
değil, burada kendini bilmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.
dığını düşünemeyen özneyle, düşündüğü zaman düşündüğünü Modern iktidara ait yapıları uyguladıkları eşzamanlı genelleştirme
söyleyen özne, iki ayrı özne olarak çıkıyor karşımıza. Biri dü- ve bütün-cülleştirmede siyasi bir nitelik taşıyan bu çifte
şündüğünü biliyor, öbürü daha düşünmediğini biliyor. zorlamadan kurtulmak için olabileceğimiz şeyi düşlemeli ve inşa
Foucault'nun "yalıtılmışlığa" veya "kapatılma"ya karşı sun- etmeliyiz.
duğu bir alternatif olup olmadığına baktığımızda, "Özne ve ***
İk-tidar"dan bir alıntı: Foucault; "kendimizi hem devletten
Sonuç olarak günümüzün etik sorunu, kendimizi hem dev-
hem de devlete özgü bireyselleştirme türünden özgür kılmak, letten hem ona bağlı bireyselleştirme şeklinden kurtarmaktır.
yeni öznellik biçimleri geliştirmek. Burada buna yeni bir Bir kaç yüzyıl önce dayatılan bu tür bir bireysellik yeni öznellik
öznellik dediğimiz noktada bu biçimin olasılık olmasını nasıl biçimlerini oluşturmuştur. Bireyin Foucault'da ortaya çıkması
sağlayabiliriz diye sorabiliriz. hapishane modelinde beliriyor; hücre sistemiyle birey çıkıyor
1997 yılında yayınlanan Toplum ve Bilim dergisindeki ma- ortaya. O bakımdan devlet tarafından ortaya çıkartılan bir-bir
kalesinde Ferda Keskin, "öznenin nominalist bir indirgemesini denetim altında tutulacak olan bir bireyle, Fouca ult'nun
yapmak, bunu kendimizin tarihselleştirilmiş bir ontolojisi ola- bahsetmiş olduğu devletten ve onun iktidar teknolojilerinden
rak kullanabilmek" olarak özetliyor. 18. yüzyıl sonunda Kant serbestliği olan, özgürleşmiş olan bireyselleşme ayrı
bir Alman gazetesinde "Aydınlanma Denen Şey Nedir?" başlı- şeylerdir.
ğıyla kısa bir yazı yayınladı. Bu yazıya o dönemde günümüze Orhan Tekelioğlu tarihselleştirilmiş ontoloji dediği nominal
de görece önem gözüyle bakıldı. Bu yazıyı ilginç ve şaşırtıcı
indirgemesiyle, Orhan Tekelioğlu teorik benlik veya teorik öz-
buluyorum. Çünkü ilk kez bir filozof sadece bilginin sistemini
ya da metafizik temellerini değil; tarihsel bir olayı, güncel çağ-
daş bir olayı incelemeyi felsefi bir ödev olarak önermiştir.
ne diye bir kavramsallaştırma kullanıyor. O halde teorik kendi-
10 Ocak 2000
liğin amacı, iktidar ilişkilerine tabi kılınmış ve yeni bir öznellik
üreten, şu anki bilgilere meydan okumaktır. Bunun anlamı çok
ant ahlakından bahsederken, koşulsuz buyruk, koşullu
açıktır; teorik özne iktidar rejiminin yapısal haritası çıkarmak
ve öznelliğinin bastırılmış ve bağımlı kılınmış bilgileri adına,
K buyruk olarak ikiye ayırdığını söylemiştik. Kendilik tek-
nolojisi olarak üzerinde durduğumuz ise koşulsuz buyruktu.
bilgi hiyerarşisini yeniden inşa etmek zorundadır.
Fouca-ult'nun metninde olabileceğimiz şeyi düşlemek ve inşa Foucault'da yeni öznellik biçimlerinin olup olmadığı yanıtını
etmek vardı, burada da başka bir bilgi hiyerarşisini inşa verirken de Foucault'nun iki önemli kavramı: öznenin
etmekten sö-zediyor O. Tekelioğlu ve olabileceğimiz şeyi no-minalist indirgemesi ve kendimizin tarihselleştirilmiş
düşlemek ve onu inşa etmek Foucault'nun yeni öznellik bilimleri ontolojisi kavramları. Bu sorunun sorulmasının şöyle bir
olarak düşlediği bu olsa gerek. Kendini hem iktidarın anlamı var; Kant'ın metni boyunca göndermede bulunduğu
teknolojilerinden, hem de kendilik teknolojilerinden kurtarmış bir dönem var, bu dönem de Büyük Friedrich dönemi olarak
bir kişi. biliniyor. Prusya prensi olan Friedrich'in adını alan bu dönem
aynı zamanda Aydınlanma dönemi olarak da biliniyor. Bu
nedenle birçok kişiye Aydınlanmanın ne olduğuna ilişkin bir
soru soruluyor dergide. Kant'ın verdiği yanıt da bu alanda hem
kendi özgürlük kavramından ne anladığı yani Kant ahlakında
özgürlük kavramının yerinin ne olduğunu anlamayı içeriyor;
hem de özgürlük kavramını kitleyle, kamu özgürlüğüyle
ilişkilendire-rek kuruyor. Kamusal olarak özel olan ilişkisini
göstermeye çalışıyor Kant. Foucault buna "Kant, insanoğlunun
olgun olmama durumundan kurtulması için gerekli olan iki
koşuldan bahseder. Bu koşullar da ilkin ruhsal ve kurumsal,
etik ve politiktir." Bir bireye, özneye içkin olan alan etik;
kamusal olana ilişkin alan ise politik alan.
Metin boyunca, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir
"ergin olmama durumundan" bahsediyor Kant. Bu ergin olma-
yış durumunu ise insanın, kendi aklını bir başkasının kılavuz-
luğuna başvurmadan kullanamayışında buluyor. Ama metnin
devamında söylediği gibi, aslında insanlar bu ergin olmayış
durumundan pek de rahatsız değiller. Foucault da aynı soruna
değiniyor. Hem insanlar bu ergin olmayış durumunun farkında
değiller, ya da farkındalar ve bundan çok fazla rahatsız değiller,
hem de ergin olmayış durumundan çıkmak istiyorlar. Kant
bunu şöyle açıklıyor: "İnsanlar dogmalar ve çizilmiş kurallarla
yaşamaya öylesine alıştılar ki onlar için bir başkasının
JBÛ_ JBJL
"Alet kutusu" bir metafor ve 1972'de Deleuze ve Foucault'nun
önerisiyle yaşamak o kadar kolay ve rahat ki artık kendi akıl- aydınlar üzerine yapmış oldukları konuşmalardan L'Arc
larını kullanarak eylemde bulunmak gibi bir arzuya sahip de- dergisinden kalan bir metafor. Bir düşünürün, yazarın, filozofun vs.
söylediği veya yazdığı, yaptığı eser, önerme, fikir vs. bunu olduğu
ğiller". Başka bir ilke çıkıyor karşımıza, o da "kendi suçu olan
gibi alıp, her bağlamda kullanılması değil; tam da
ergin olmayış" durumu ve buna karşı olarak; "bilmek ve tanı-
tarihselleştirildiği anlamda, belirli bağlamlarda farklı farklı
mak yürekliliğini göstermektir.
anlamları içerecek olan yorumlar sayesinde, fikirleri veya
Kişi, "kimse" demek aynı zamanda. Batı dillerinde "person"
düşüncelerin kullanılmasını öngören bir düşünce biçimi olarak
kişi demektir. O anlamda nötr bir özne çıkıyor karşımıza; ne çıkıyor karşımıza alet kutusu. Araştırma yapan veya bir konu
olduğu belli olmayan, kim olduğu belli olmayan bir kişi. Kişinin üzerinde çalışan kişinin oradan veya buradan düşünceyi veya
kendisi "kimse" demektir (Bkz, Ali Akay, Michel Fouca-ult'da şekilleri vs. almakla aslında yükümlü hale geliyorlar. Yani her
İktidar ve. Direnme Odakları, Bağlam Yay.; "özne olmadan kişi bağlamda genelgeçer fikirleri ortaya koymak değil; örneğin her
olmak" diye nitelendirdiğimiz yaklaşım). zaman için bir sınıf mücadelesi üzerine düşünmek değil, ama
Başından beri söyleyegeldiğimiz şekliyle Foucault üç çeşit bağlamına göre sorununa göre sonuç vermesini ortaya çıkarmak
ontoloji ortaya çıkartıyordu: İktidar, bilgi ve kendilik. Özne ve veya sorunun onunla alakası olmadığını düşünmek gibi bir yeni
İktidar metninden yaptığımız alıntıda Foucault, iktidarın onto- düşünce şekillenmesi konfigürasyonu olarak çıkıyor karşımıza.
lojisi olarak "kendilik" ile ilişkisini koruyordu, devletle veya ik- Daha önce aydınların yapmış olduğu ezen-ezilenin olduğu
tidar teknolojileriyle ve o onun kendilik üzerindeki teknoloji- dünyanın siyasal, konjonktürel düzenlerinde genelgeçer söylemler
siyle uğraşmaktan bahsediyordu. üretmek, büyük teoriler üretmek yerine, entelektüellerin
Orhan Tekelioğlu bilgi hiyerarşisiyle, yeni bir bilgi hiyerar- durumuna karar vereceği ve tarihsel bağlamı inceledikten sonra
şisi yaratmakla diğer varolanı kurmakla ilgili bir süreci işaret teorik yansımalarını ortaya koyabileceği bir düşünce şeklini
ediyor. Ontoloji olarak bilginin kendini bize gösteriyordu. Bu- önermesi bakımından önemli. Burada evrensel teoriler değil,
rada kendiliğin tarihselleştirilmiş ontolojisiyle öznenin evrensel ve her bağlamda kullanılması imkanı olan teoriler değil;
soykü-tüğünü anlayabiliriz. Tekelioğlu'nun metafor olarak tersine bazı bağlamlarda kullanılabilecek ama bazı bağlamlarda
kullandığı Foucault'nun çalışmaları, bizim kendimiz üzerinde bir kenara bırakılacak olan teoriler çıkıyor karşımıza. Ve onu
kendilik teknolojilerini kurmamızda ve bizim yeni bulmak da tarihsel ontoloji dediği yeni inceleme konusunun p anki
öznelsellikler yaratmamızda nasıl yararlı olabilir? Tekelioğlu tarihsel durumuma göre analiz etmenin ve teoriyi de buna göre
da bu soruyu soruyor ve cevabı bir meteior olarak "alet kullanmanın imkanlarını sunan farklı bir düşünce tarzı. Bu
çanta"smı kullanmakla özdeşleşiyor. "Alet çantası", Foucault bakımdan da evrensel bir düşünce tarzıyla kendini ayırıyor. Ama
temel bir şey söylemiyor, Foucault'nun söylediği sürekli bu evren-, selliğin reddi anlamına da gelmiyor.
söylediği başka bir şey var "tek bir bilgi ve durumlara göre Tekelioğlu'nun kitabına yazdığım önsözün son paragrafında
değişiyor; bu yüzden biz onu sabit rasyonel olarak belirttiğim gibi; "kendi kendine duyulan endişe, kişiyi birey gibi
kullanamayız ama bu bir alet çantası olabilir. Alet çantası diye modern kapatıcı pratiklere esir etmeksizin, özne gibi bütüncül
sözünü ettiği Foucault'nun tarihselleştirilmiş ontoloji dediği şey ve kurgusal değerlere maruz bırakmaksızın işleyen bir
ya da öznenin nominalist indirgemesi dediği şey, tartıştığımız tecrübedir. Bu da bir tekillik pratiğidir. Özne değil, olay ol-
tekil düşünceye yaklaştırılarak ortaya ko-yulabilecek bir şey.
maktan geçer, bu başka bir deyişle oluş-çizgisidir." (Orhan 17 Ocak 2000
Te-kelioğlu, Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam Yayınları) Kant'm öne sürmüş olduğu bu önerme çok önemli bir şey.
Foucault'nun Deleuzcü bir okuma şekli oluyor ama belir- İnsan eğer kendi beğenisini, kendi seçeneğini, kendi isteğini kendi
tildiği gibi oluş bağlamlara açılan gittiği yolu kendisi bulan biraz kendine söyleyebiliyorsa, aydınlanma vardır. Başkasının
da tecrübe olarak, gözü kapalı olarak çalışan bir düşünceyi etkisinde kullanıyorsa aydınlanma ortadan kalkıyor bu noktada.
çıkartıyor. Olay olmak dediği her anın kendi dönüşüm pratiği Türkiye'de aydınlanma üzerine yapılan bir sürü laf, yazı vs. pop
içinde bir küçük olay olarak ortaya çıkması, yani her türlü bi- kültürü içinde bütün Batı bütünleşmiş kapitalist toplumları için
reyin kendi yaşantısına ait olup, aynı zamanda kendi yaşantısı- geçerli olan bir süreç ama burada daha yoğun bir şekilde bu
nın sorunlarını ortak platformda ortak mekanda diğerleriyle yaşanıyor ve o anlamda da özel tv'ler, özel kanallar, özel
güç ilişkisi halinde ortaya çıkarttığında olay üzerinden kurulu radyolar vs. birçok program bu bağlam içinde Kant'm bu
bir öznellik çıkacaktır karşımıza; her özne kendi öznelliğini sorusunun hâlâ güncelliği olduğunu düşünmek yerinde aslında.
belirli bağlamlarda farklı farklı ortaya koyabilecektir. Aynı Çünkü genelde bu "konuşan Türkiye","düşünen Türkiye" vs.
olayı iki farklı durumla anlatışında, farklı farklı anlatımlı du- şeklindeki laflarda (çünkü laf söyleniyor başka bir şey değil) bu
rumla karşı karşıya kalması ki; o iki ayrı öznellik biçimi. birine dayanmak ihtiyacı, birine yaslanmak ihtiyacı temel gibi
Foucault'daki öznellik, yani tarihsel bağlama ait öznellik, gözüküyor. Medya, sordukları sorular, bilenler uzmanlar vs. ve
hatta Deleuzecü okuma olarak bakarsak; her an kendinde arkasından da insanlar konuşuyor. Burada gözüken şey insanların
farklılık taşıyan bir momenti oluşturuyor ki bu aslında kendi kendilerine, kendi isteklerine göre, kendi beğenilerine göre
He-gel'den de çok ayrı bir düşünce değil gibi. Hegel'in konuşamadıkları. Bütün yapılan konuşmalar hep klişeler veya
"oluş"uyla, tarihsel perspektifi ile Deleuze'ün "oluş"u arasında birine göndermelerle devam ediyor. Kimse kendi düşüncesini "ben
benzerlikler mevcut. Ama tek fark; Hegel'in nihai bir hedefi böyle düşünüyorum" diyen bir özne", "person" gibi gözükmüyor.
var, Dele-uze'deki "oluşu"nun böyle bir hedefi yok, nereye O bakımdan da bu modern, post-modern tartışmaları hatta belki
gittiği belli değil. Ama momentler olarak çok benziyor. de postmodern küresel ve post küresel sonrası bir dönemdeki
Türkiye veya dünya içinde Kant'ın "Aydınlanma Nedir?" metni;
bütün bir aydınlanma problematiğinin dışında, ayrı bir önem
taşıyor gibi gözüküyor. Çünkü eğer aydınlanma sadece teleoloji,
ileriyi düşünmek, devrim ve gelecek nedir gibi sorular değil de, "şu
anda konuşan insan kendi kendine başkasının etkisinde kalmadan
nasıl konuşuyor" sorusuysa eğer, orada aydınlanma -belki- önem
kazanmaya başlıyor.
Aydınlanmanın kurumlarının eleştirisi aydınlanma eleştiri-
sini beraberinde getiriyorsa ki bu bütün yapısalcılık sonrası ve
post modernizm için geçerli olan bir şey, Kant'm sorduğu soru
bu modernite eleştirisi ve aydınlanma eleştirisi için geçerli de-
ğil. Çok modern soru "toyluk sonrası, ergenlik öncesi" minör ladı: müzisyenler kendi isimlerini saklamaya başladılar. DJ'ler
olmaktan çıkıp, majör plan insan nasıl karar verecek? ortaya çıkmaya başladı ve bunlar imza atmaya başladı. Ve DJ
İkinci soru: Kaııi'ın sorusu yine beraberinde bir majörite imzası altında kimin müziği mix ediliyor, kimin edilmiyor, hu-
sorusunu soruyor; çoğunluk yahut ergin olma hali ve ergin ol- kuki olarak ortadan kalktı. Bu enteresan durumu Plastik sa-
ma hali dışında kalan insanlar bu aydınlanma içine girmiyorlar natlarda da görmek mümkün. Ortak yapılan çalışmalarda
-16 veya 18 yaşından küçük minör olmak; akli yetkinliğe ulaş- isimler var ama kimin neyi yaptığı belli değil. Tüm bu durum-
mamış iman yetkisi yok, hırsız, suçlu vs.- o bakımdan Aydın- larda Kant'm sorusu minörlükten çıkma hali dışında, yeni bir
lanma ikinci bir problematiğin üzerine oturuyor ki o aslında oluşum var. Bu oluşuma Kant cevap veremiyor. Ama diğer
Aydınlanmanın seçkin tarafı olarak gözükebilir- çünkü orada yandan popüler kültüre baktığımızda da uzmanlar ve halk me-
ancak minörlükten çıkanlar, yani rüştüne erenler söz söyleme selesi minör halin dışına çıkmak üzere kurulu bir tavır değil.
hakkına ve düşünme hakkında sahipler. Kant'm sorusu bize Minörlükte kalmış bir tavır ve bu kamu alanında, özel alanın
pek uymuyor.. Ama diğer yandan minör işler yapmak; rüştüne siyasi gücünü gösteremiyor. Siyasi gücünü nerede göstere-
erişmemiş gibi gözüken işlerle uğraşmak ki bütün bir modern biliyor? Bir tek sivil toplum kurumlarında, sivil toplum ku-
edebiyat ve resim bunun üzerine kuruldu- Kafka, Picasso, em- rumları da homojen olmayan ve kolektif bir imzanın atılabildi-ği
presyonistler, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanat gruplardır. Bireyin kendi kendine kendi rüştünü ispatladığı bir
mi-nörlükle uğraştı, minörlüğjü aradı. Primitivizmi ortaya ortamın dışındaki oluşumlar. Bireyselleşme diyebileceğimiz
çıkartmaya çalıştı ve Batı tarihinin erişkin, erişen, yükseğe birinin kendi adına bir laf söylemesiyle, bir partinin, sendikanın
doğru çıkan teleolojik yapısının dışına çıkmaya çalıştı. Oradan veya bir sivil toplum örgütlerinden birinin ortak bildirisi
baktığımızda Kant'm bu "Aydınlanma Nedir?" sorusunun çok üzerinden konuşmak, kolektif bir görüşü savunmak ayrı
şeylerdir. Kant'm bahsettiği, kolektif olmayan bireyler kendi
büyük problemleri çıkacaktır karşımıza.
kendinin erginlik yani rüştünü ispatlayan insan durumunu or-
Medya içinde konumlanan programlar veya onun izleyicisi taya çıkartmak hali. Burada bir çıkmaz, bir paradoks var. Çık-
veya konuşanları arasında genelde bir uzmanlar çoğunluğu mazlardan biri: "minörlükten çıkmak doğru mu?" Belki bu soru
hakim gibi gözükmekte. Eğer aydınlanma, minörlükten çık- yanlış bir sorudur, ama siyasi olarak baktığımızda, etik olarak,
mak, ergin olmaksa, bir de imza meselesi var, "ben buyum, im- plastik olarak baktığımızda sorular ayrı ayrı sorulmaya
zamı atıyorum, erginim ben". İnsanın ergin hale gelmesi, mi- başlanıyor. Evrensel, genelgeçer bir aydınlanma sorusu değil
nörlükten çıkması, imza atmasıyla alakalı bir süreç. Hukuki belki Kant'ın sorusu. Etik, politik ve estetik anlamda ayrı ayrı
olarak imza atma yetkisine sahip olmak, ehliyeti olabilir, banka somlar sorup; ayrı ayrı cevaplar arayabileceğimiz bir soru "ay-
hesabı açabilir, bankadan para çekebilir, kimsenin bağımlısı dınlanma nedir?"
olmadan, anne-baba bağımlısı olmadan. Bu anlamda baktığımızda da siyasi olarak veya etik olarak
Aydınlanma olması için imza gerekiyor ve bütün bir hukuk rüştünü ispatlamayla plastik olarak minör hale geçiş arasında
tarihi, sanat tarihi, isim ve imza üzerine dönüyor. Tüm 20. bir ayrımlar paketi çıkıyor karşımıza. O bakımdan da 1. ku-
yüzyıl bunun üzerine oturur. Fakat bu müzikte en büyük dar- rumlar eleştirisi, 2. bireyin kolektif müdahaleleri, 3. plastik
beyi alıyor. Resimde, romanda, kitapta hep yazar var, ismi de müdahaleler. Burada Kant'm sorusu kronik bir soru,
var yazarın. Ama bu 80 sonrası Batı'da ortaya çıkan zaman-dışı bir soru. Ama kamu alanı ve bireyin etik ve politik
tek-no-elektronik müzik, ilginç bir oluşum ortaya çıkartmaya tavrında Kant'm sorusu aşılmamış bir sorudur, Kant'm
baş- metninde

_az_
"Kant'ın aydınlanma metnini belirleyen iki temel öge etik ve
"benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan politiktir" derken, aslında etikle kendilik teknolojisine gönder-
bir din adamım, perhizimle ilgilenerek karar veren din adamım me yapıyor. Kendilik teknolojisi ulus devlet formunda ya da
var, ben neyi düşüneyim?" diye soruyor. Hayat, Yelpaze gibi modernliğin bütünleştirdiğini, artık dışarıda tutmadığını içine
dergiler, 60'larda moda, müzik, sinema, yemek, günlük yaşam, aldığını, onu kapsadığını; bu anlamda rasyonel aklın oluşum
dikiş-nakış, herşeyin birarada sunulduğu dergiler. 80 sonrası bu süreçlerinin iktidar teknolojisinin içselleştirilmesi olduğunu
alanların uzmanlaşarak farklı dergilerde yer aldığını görürüz. belirtmiştik. İktidar teknolojisiyle kendilik teknolojisi arasın-
Özelleşmiş alanlarda üretim yapmaya başlıyorlar. Dergiler hem daki ilişkiyi göstermeye çalışmıştık. Kant'ın arzusu da, kendi
bilgisayar dergileri hem moda dergileri, hem iktisat dergileri akıllarından çıkıp bunu dolaşıma sokan öznelerden oluşan bir
tamamen Kant'ın sorusuna tam karşılığını veriyorlar. cumhuriyetti, demiştik. Buradaki Foucault'nun da söylediği
Doktorun, modacının, uzmanın vs. Doktorun, hukukçunun gibi, aydın despotizmiyle demokrasiyi yanyana koymak.
dediği şey direkt ticari ve gündelik yaşamın, sağlığın alanları. Leninist teoride aynı şey devam edecektir. Bilinç taşıyan,
Okul, sağlık, iş hayatı. Üç önemli faktör giriyor işin içme. avangard işçi. Devam ediyor ve diyor ki "dogmalar ve kurallarla
Burada hoca, doktor ve danışman. Bunlar devreye giriyor, bu yaşamaya alışmışız. Bunlardan çıkması zordur öznenin, kişinin
noktada da bütün bir medya izleyicisi borsaya, top 10'a aynı ama kitlenin aydınlaması daha kolaydır" diyor. Aslında
onların ona vermiş olduğu veriler bazında cevap vermeye söylediğinin tam tersini yapıyor yani hem akim özgürleşmesini
başlıyor. Yani eğer dolar düşüyor diyorlarsa, Mark'a yöneli- arzulayan yanda dururken Kant, etikten çıkıp kişiden
yor, Tarkan'ın şarkısı yükseliyorsa ona yöneliyor. Bütün Top çıkıp-kitle içine girdiği zaman, kitlenin özgürlüğünü sınırlayan
lO'ların popüler kültürün belki de en etkin alanlarından bir bir şekilde gösteriyor kendini bu anlamda. Çünkü yine kitleyi
tanesi ve Kant'ın sormuş olduğu soruyla alakalı. başkası tarafından belirlenen hale sokuyor.
Foucault için Kant'ın bu metninin önemi şu: Foucault bu Kant ve Mendelshon zamanın felsefe uzmanları ve bir başka
metin için Kant'ın minör bir metni olduğunu söylüyor; çünkü tuzak da dergide bunun yayınlanmış olması, onların da birer
felsefe metni değil bu, deniyor ve bu yüzden senelerce felsefe uzmanları olması. Uzmanları okumak başka bir şey;
felsefe-cııer DU metinle uğraşmıyorlar. Foucault bu metnin uzmanlara dayanarak düşünmek başka bir şey, uzman olmak
önemli olduğunu, çünkü modern felsefenin de "aydınlanma başka bir şeydir. Üçü de farklıdır. Uzmana dayanmak
nedir?" sorusuna yanıt aradığı biliniyor. Ve o modern felsefe -Foucault'ya, Kant'a vs.- bilim dünyasının felsefe veya sosyoloji
büyük oranda şimdiyi yanıtlamaya çalışıyor, şimdinin, şu an dünyasının başlangıçları. Ama oraya dayanıp, kendi argü-
içinde bulunduğumuz anın, aydınlanan olarak bizler kimiz? manlarını, kendi kanıtlarım sadece onların lafları üzerine kur-
sorusunu soruyor. Bu yüzden, bir bağlam içine oturttuğu için duğu zaman, o zaman aydınlanmanın dışına çıkılmaya başlanı-
önemli. Foucault Kant'la Descartes'ı ayırmıştı. Descartes'ta da yor. Minör halinden majöre geçilmiyor. Foucault bunu yanıtlı-
bir öz-nelsellik, özne var ama bu öznenin sınırı yok, bağlamı yordu. Tekelioğlu'nun sözünü ettiği "alet çantası" metaforu,
yok. Ama Kant bunu bir bağlama sokuyor. Kant'ın bu metni, yeni öznellik dediğimiz şeyi nasıl kullanacağımız konusu. Bir
büyük oranda kamu özgürlüğü ile kişinin özgürlüğünü bir alet çantası metaforu diye düşünebiliriz. Tarihselleştirilmiş
arada tutuyor. Kant'ın "şu anda neredeyim? ne yapabilirim? ne ontolojiyi kullanmanın belki de en iyi yolu bu. Foucault, dergi-
umabilirim?" soruları bağlamla alakalı sorular. lerin misyonunun bugünlerde, aslında cevabı bilinen şeyler
Foucault'da 4ört teknolojiden bahsetmiştik. Son iki tane- konusunda bilgi vermek olduğunu söylüyor. O gün içinde, ya-
siyle iktidar ve kendilik teknolojisiyle uğraşmıştık. Foucault,

_8fl_
lanarak kamusallık içindeki vergi alma biçimlerini eleştirebilir"
diyor. Din adamı kendisinin inanmaya dair sorunları varsa, bunları
sanılan bir süreçti ve bu yüzden önemli Foucault için Kant'ın
inanma biçimleri içinde aktarmamak zorundadır, buna hakkı
sorusu veya bu sorunun Kant'a sorulması. O dönem içinde
yoktur. Ama aynı din adamı bir bilgin olarak aklının özel halini
ya-sanıldığı halde aydınlanma devriydi. Foucault'nun söylediği
kullanarak, kendi teolojik eleştirisini getirebilir, ama bunu
gibi, Kant'ın bu metni, büyük -majör anlamda- felsefe metinleri
yaptığı yer önemlidir" diyor. Din adamı kamu mekanında
arasında -salt akıl, pratik akıl ve 3. kitap olan yargı gucu
yapıyorsa bu eleştirisini, reform yapıyor demektir. Bu karışıklığa
dışında- Kant'ın minör metinlerinden biridir. Kant majorıteyı
yol açtığı için meşru görülmüyor. Kant'ın aslında söylemeye
aydınlanma ile birleştirmeye uğraşırken, minör bir metin yazı-
çalıştığı veya kurduğu şey; modernlik için bildiğimiz tanımlı
yor. Bu da önemli bir şey aslında.
roller; o roller içinde yaşanan gerçeklik ya da, o rollere göre
Kant kişinin özgürlüğü kavramıyla yola çıkıyordu. Ahlak ya-
biçimlenen gerçeklik ve davranış biçimleri. Kant aslında bunları
sasını kurarken, kendi içinden çıkan öznenin, kendisini
kodluyor ve bu davranış biçimleri aslında kendiliğinden; kendi
nesne-leştirmesi ve sağladığı evrensellik fikri; aynı şey özgürlük
eleştirisini de içerisinde taşıyor.
ıçm de geçerli. Çünkü "aydınlanma için özgürlükten başka
"Bir iktidar erki bir yasayı koyacaksa, onun için belki de ölçü
hiçbir şeye gerek yoktur" diyor. En zararsız özgürlüğün
olabilecek tek soru vardır: acaba aynı ulus karar vermede kendi
kitlelerin önünde aklı her yönüyle apaçık olarak kullanmak
başına bırakılsaydı bu yasayı kendi kendisine de koyar mıydı?"
özgürlüğü olduğunu savunuyor. "Ama her yerde, yer yanda
gibi muğlak bir ölçüt sunuyor burada Kant. Bir ulusun kendi
'düşünmeyin, aklınızı kullanmayın' diye bağmldığmı işitiyorum"
kendisine bile yükleyemeyeceği herhangi birşeyi hükümdarı
diyor ve devam ediyor: "Subay; düşünme, eğitimini yap!
ya da yöneticisi ona haydi haydi yükleyemez. Yasa koyma
Maliyeci; duşun-me, vergini öde! Din adamı, düşünme, inan!
yetkisi olan hükümdara bu yetki yalnızca hükümdarın, ulusun
diyor. Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da istediğin kadar,
iradesini, kendi iradesinde toplamış olması nedeniyle
istediğin şeyi düşün, ama itaat et! diyor". İşte bunu söyleyen
verilmiştir. Burada irade sorunu var ve o irade sorununun, yö-
Büyük Friedrich. Bu buyruğun aydınlanma için nasıl bir
neten olarak iktidarın sahibi, ama o iktidar erkini, o iradeyi aldığı
rasyonel bir buyruk olabileceğini sorunsailaştmyor ve Kant bu
yer ulus. Burada Kant'a göre bir çelişki yok, çünkü başından beri
buyruk için baskıcı bir buyruk değil diyor ve şöyle devam ediyor:
Kant için kişi kendinden çıkıyor ve kendisini dolaşıma sokuyor
"Eğer evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak kendinizi tanıtma
ve aynı zamanda yasalar nesneleştiği, dolaşıma soktuğu
durumundaysanız, örneğin bir bilgin sıfatıyla kendi düşünme
özneyle uyarlık taşıyor. Bu anlamda, onun temsili olan
yetisine dayanarak yazılarınızla kamuyu yönlendirebilir, her hal
hükümdarın vereceği yasa da ondan yani ulusun kendisinden
ve durumda aklını kullanabilir ama zamanında edilgin olarak da
bağımsız olmayacak. Temsili bir demokrasi de olsa adı, bu bir
olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan
eğilimin işareti olacaktır.
yapar bunu. Herhangi bir emir aldığında asker, o emrin
Kant ikinci olarak "din bakımından ergin olmayış, her şey-
doğruluğunu veya yanlışlığını düşünmez ve düşünmemek
den daha tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır" diyor ve "Din, bi-
zorundadır. Onu uygulamak zorundadır. Ama bu emrin dışında,
limler ve sanat" başlığını koyuyor devamında. Bilimler ve
subayın aklının bir özgür yanı ve hali korunabilir. O halde ona,
Sa-natlar'da yine Büyük Friedrich büyük bir örnek özgürleşme
askerlik sistemi içerisindeki emir-komuta zincirini sorgulama
konusunda. Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik
hakkı tanır" diyor. "Aynı şekilde yurttaş için maliyecinin
tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir ya-
kendisine getirdiği "vergi öde!" düsturu asla soruşturulamaz.
Çünkü yönetimin devamlılığı sözkonusudur burada. Aynı 31-
yurttaş aklının özel halını kul-
yılım gösterir ve kendi yasası açısından bir bile vatandaşlarının rilmiş ontolojinin kaynaklarından biri olarak şimdinin, yaşa-ıan
kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmalarına anın sorunsallaştırılmasını istiyor ve burada iki soru var:
izin vermesinde hiçbir tehlikenin bulunmadığını bilir. Herkesin aydınlanma nedir? ve Devrim nedir? Aralarındaki ilişkide bir
önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların dü- lönceleyen sonralayan ilişkisi var mıdır? Bunu rahatlıkla bugün
şüncelerini alır. Bu da kamuoyu dediğimiz şey, konuşan Tür- söyleyebiliriz. Foucault bunu söylüyor "hiçbir dönem daha önce
kiye, proje üreten Türkiye vs. Bu durum yürürlükteki yasanın kendi ismini bu kadar net olarak bu biçimde koymamıştı.
doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu Yaşanan anda kendisine aydınlanma dememişti. Bu dönem o
türe uygun çok parlak bir örnek vardır. Bu örnek Büyük idi. Foucault, Kant'ın Fransız devriminden sonra nasıl düşün-
Fri-edrich'tir. Burada söylediği şey Kant'ın, hükümdar için düğünü de merak ediyor. Bu nedenle ilgileniyor bu metinle.
akıllarını serbestçe ortaya dökmelerinde herhangi bir tehlike Bugün geriye bakıp; büyük oranda aydınlanmanın meşruiyetini
yok. Çünkü bu Foucault'nun kendilik teknolojileri dediğimiz sağlayan şeyin Fransız devrimi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
şeyler tarafından belirlemiştir zaten. Rasyonel akıl ve o aklın bir iktidar biçimi, kendi meşruluğunu sağlıyor. Bu anlamda onu
da havuzun dışına çıkması, birşeyler söylemesi çok olanaklı önceleyen diyebileceğimiz bir süreç aydınlanma düşüncesi
değil. Herkes belirlenmiş olan dağarcık dahilinde konuşuyor. kendi meşruluğunu sağlıyor bunun üzerinden. "Kant'ın bu
Bunun dışında bir öneri çıkmıyor. Çünkü bunun meşruluğu yok. metninde ilk kez ortaya atılan soru "şimdi"nin sorusudur; şimdi
Kant son olarak şunu soruyor:" Acaba şimdi aydınlanmış bir ne olduğunun sorusudur. Şu anda ne oluyor? Bugün ne oluyor?
çağda mı yaşıyoruz?" Yanıtını veriyor: "Hayır, aydınlanmış bir kendimizi içinde bulduğumuz şimdi nedir? yazdığım anı kim
çağda değil fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, bir tanımlıyor? Foucault'nun Kant'm metninde bulduğu bütün
aydınlanma döneminde yaşıyoruz" diyor. "Evrensel özellik buradadır. Kant'ın yaşanan anla ilgili bir sorunsaldı bu
aydınlanmaya gidilen yoldaki engeller, insanın kendi suçuyla soruyu yeniden ürettiğini, sorduğunu söylüyordu. "Kısaca
düşmüş bulunduğu bu "ergin olmayış" durumundan kurtuluşuyla Kant'ın metnini ortaya çıktığını gördüğümüz konuşulan
ilgili. Güçlükler, yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte filozofun ait olduğu felsefi bir olay olarak şimdidir, Kant'ın da
bu bakımdan çağımız bir aydınlama çağıdır ya da Friedrich'in kendisini içinde konumlandırdığı bir dönem olarak "şimdi".
yüzyılıdır." Böylece evrensel aydınlanma ile Büyük Friedrich "Burada devrim nedir sorusunu Kant için nasıl yanıtlayabi-
aydın despotizmi aynı potada erimiş ve birbirinin içine geçmiş liriz?" diye soruyor Foucault. Kant'ın kişinin özgürlüğü fikrin-
oluyor. Foucault'nun iktidar ve kendilik teknolojilerinin den, kitlelerin özgürlüğü fikrine geçişte devrimin işlevi olama-
gelişimini özetleyen bir metin bu. Yani nasıl oluyor da insan bir yacağı ya da bu aydınlanmanın nasıl bir biçimde kendisini gös-
ergin olmayış durumun içinde? Ve biliyor ki bu aydınlanma bir terebileceği konusunda yanıtlarını gördük. Burada yine bütün-
durum değil ve aydınlanma zorunda ergin olmayan kişi. Ergin leştirme, Foucault'nun gösterdiği şeyi, onun için modern
olmayan durum buna rağmen sürüyor. Çünkü ergin olmayış epis-temenin kuruluşuyla ilgili bir şeye iktidarın
durumu hâlâ meşru ve uygun ve çok daha rahat. Çünkü onların çevresindekileri kendisiyle bütünleştirmesiyle ilgili devrim
yerine düşünen ve hareket eden birşeyler var. isteği insanın ahlaki eğiliminin bir işaretidir. Eğer ahlaki
Foucault "Doğruyu Söyleme Sanatı" adlı metinde Kant'm eğilimin bir işareti ise bu kişiden çıkıp kitleye doğru giden
"Aydınlanma Nedir?" metnini yerli yerine oturtmaya çalıştım onun içinde kendisini dağıtan bir süreçtir. Foucault'nun sormuş
diyor. Bu metnin işlevi, anlamı neydi, bunu oturtmaya çalıştım olduğu soru bireysel özgürlükten kolektif özgürlüğe geçişle
diyor. O yüzden bu metin boyunca kullandığımız tarihselleşti- devrim arasındaki ilişki
_92_
i;ılabilir ., ^ \ olması, devrimin doğruyu yapıp yapmadığının soru-
i s j - Fransız devriminin oluşturduğu ortam ve er diiyorm?
dev-ilmajQrUtly^iyıe Kant'ın sorduğu soru arasındaki ilişki,
W
im lt n " do 8 ruyu sö y leme sanatı" dediği şey; Eski paresia
bireyim i *; e \ iktif
v, . kavramıyla yani dürüst olma, insanın ken- \ine dürüst
olması hali. Doğruyu söylemek gerçekten ^ m
söylemek. Hem kendine hem etrafa kafasından c
klamak. Bir itiraf hali doğruyu söylemek. Ama sırf
^i^ devr
t|lclu
ğn' •• *kesin ava§a kalktl§lj nerkesin baskı altından kur-iel -aj,'
°î\e geleni yıkıp yaktığı, kırdığı bir eğlence, bir ri- î« K' an
başkaldırı. Varolan kuralların tam tersini

iSj) *;e \ ^oiektif majorite anlamında. Yani kolektif


rüş-
inj\ toplum arasındaki ilişki, devrim kavramıyla
irn a^kr eibi gözüküyor. Burada birincisi başkaldırı ve
i, bJ^Niaki fark' ayrım' ikincisi devrimin bir erginlik
lir. Çi .%mîi *se bu" iöinörlük hali olduğu sorusu sorula-
n
^ devrin1 olmadan evvel başkaldırı bir bayram yeri
k §a kalktl§l nerkesin baskı altından kur
laldır. k bakımdan çocuklukla alakalı bir kavram baş-ın'in
meşhur sözü: "Goşizm, komünizmin çocuk-bzi
okau%" flaş kaldırmak, spontan hareketler, ademi
mer-blıbiruU\âr bütün bunlar çocuklukla yani minörlükle
9İdu ala-[ olarak başkaldırıyı sorunsallaştırabiliriz.
Arka-^aşkaldıran kitlelerin daha sonra kurallarımı" n yeni
yapı ve Kant'ın sorduğu anlamda da inşama cfuı ^v toplumun
sunu ergin hali yani. Çok fazla sürmeyecek taek !ll\ sarecinde
sürecek. Aynı şekilde yine Lenin'den -o metinler
baştan okunabilir belki- Devlet ve bir devlet
merkeziyetinde kurulma durumu ortaya çıkartabilecek bir
ue şey ve yine Kant'la artık imza atma yetkisine sahip bir
duruma V^tîdarı. Yani sovyetten devlete geçen bir 17. yüz-

ğ\ı poucault'nun "Doğruyu Söyleme Sanatında,


sormuş aslında soruların kendisinin başlığıyla
da ala-
-eı^ \ bir yerde. Başkaldırının çocukluk, devrimin ise
doğruyu söylemek yani Doğrunun Dostları Derneği,
Hakikat Arayışı Derneği, bir evrensel hakikat var o
hakikati bulanlar derneği. Kendi doğrusunu söyleme
hareketi ise entelektüel bir tavır değil, bu aynı zamanda
entelektüel olduğu kadar her kişiyi ilgilendiren bir şey.
Ciğerinden çıkan laf, aklından mı geliyor? Yürektin mi
geliyor? Yürekten geliyorsa doğruyu söylüyor. Çünkü
yüreğin söylediği doğru. Akıl rasyonalize ediyor.
Teleolojik hakikat ile pareria arasındaki fark orada yatıyor.
Foucault ikinci bölüme geçmeden önce bizi şuna
hazırlıyor; onun epistemesi sürece ait bir akıl kullanımı
üzerine. Bu akıl kullanımının Kant metni üzerinden nasıl
ilişkilendirilebi-leceğine hazırlıyor. Üçe ayırmış ve
aydınlanmayı sorunsallaştı-rıyor tekrar. Ve aydınlanmanın
özgür bir irade kullanımı olarak hem etik hem politik bir
süreç olarak hem iktidar hem de kendilik teknolojisiyle
bağlantılı olarak kendi hakikatini dolaşıma sokan bir nesne
hali olarak düşünüyor. Bir üçüncüsü de tekilden
evrenselleştirmeye doğru giden bir süreç. Kant'ın insanoğlu
sözcüğünü nasıl kullandığı bunu nasıl dolaşıma soktuğunu,
bu kavramı nasıl kullandığına ilişkin bir devamı var. Şöyle
söylüyor: "Aydınlanmanın, önceden varolan irade, otorite ve
aklın kullanımını birbirini bağlayan ilişkilerde bir değişim
olarak tanımlanıyor. Yani başka bir otorite var. "Kant, in-
sanların körükörüne ve akılsızca itaat etmesini değil; aklın
kullanımını belirlenmiş koşullara uyarlamalarını ister.
Akim özel kullanımı dediği buydu. Ve akıl da görünen belli
hedefler tarafından buyruk altında bulundurulmalıdır.
Böylece akim özgür kullanımından sözedemeyiz."
Foucault metnin devamında da sürekli olarak -kendisi de
Friedrich'i kullanmış- rasyonel despotizm adını vermiş.
Özgür akılla rasyonel despotizmin sözleşmesi yani etikle
politik olan; etik olan özgür irade, özgür akıl; rasyonel
despotizm de aklın özel halleriyle uyumlu hale gelebilecek
bir yönetim biçimidir. Burada bir tavır olarak düşünüyor
modernliği Foucault -modernliği pre-modern ile
post-modern arasındaki bir süreç, bir form olarak değil; bir
ta-jvır olarak düşünüyor. Baudelaire'de bu tavrın kendisini
gördüğümüzü söylüyor ve modernlik, insanın kendini özne
olarak
1-3

o >-»
S o»
PR
J
o
c/> 3
S 3 P
^ g c/>
p* 03

1.
N
P 9

sr Ş §■ E
p <
pl p* o>
o
P-
(D P
'E
C/3 O*

P e
P «r:

p
as OO
Ç* P

3=?; I p- p , er £
en \
< 3
p s a
5< O*
a* p
£
lVl!l.| c/5
p
ı-* 5»r*
P* P
S
O
P-

P P-> P 3 ^ o-, s» ° ^ f S.e £ iP-Ü P- ^ P- g o
£ P S'O. O* £ p- p '" p B
00. P ■ 5 3 o as
Pp ö
i-* "O
P £•• p-gl.S & 5 P
P
P P P >î>
I— 1
! p P/ B*. 8 2 o
03' p-. P r» o
N P -, o ^ S- o-- S 6- ^ Pj; r p #.P,
P*- p
■ § £s
:-î.;-|l.I.îlfI O
O P CD
P P*.C/5 p o- ^ P 3 P
e p. o f- P. 9S. ?1 55 p & g çr. « P p P,rLa<
P
s=. S P p
| 8- S S İ
S S, 2 N S Sİ i s Sİ S
î-1* t-r\ p <; p r+ °B
S. I- ,s s.
^ H 00 -
O* ■

PP o er p ı -g
PP ^- p g. 3 p '
p S P-
O 0 Q c lt
• O/lU »
l-t_
C/l
S.
O' o-, ie
^ P 3
11,
& § P
o.! 00 ° o* S - P
o-
•8. P3. P
3 f es p5
*"£% p -3
P-
3
İ p9
P ı
W5

VT3ırt*-iP- r^-P*
<o 6*. P9
% X/i «9-S*
W 8*
:
g ^»
Oo
o
p .„ 2L 3
f
'0 & '/s.
P S
p

P P
g. İSİ
p.
^
p

C/5

I
gels'in de buna dayanan devrimin kaçınılmazlığı yolundaki öğ- yolu burjuva devletinin egemenliğine son verip, sınıf savaşıyla
retileri burjuva devletle ilgilidir. Proleter diktatörlüğü ancak yeterli kalmayan bir Marksizm önermesi sözkonusudur. Bu da
zora dayanan bir devrimle burjuva devletini yıkabilir. Lenin'e zorunlu olarak, sınıf savaşından bir adım daha öteye giden
göre devlet özel bir iktidar örgütüdür ve bir sınıfın başka bir proleterya diktatörlüğü kavramıyla açıklanabilir. Burada nasıl
sınıf üzerinde baskı uyguladığı bir iktidar örgütüdür. Sınıf ola- bir hareket var? Bir ikame sözkonusu, burjuva devletinin yıkılıp
rak örgütlenmiş proleteryanm burjuva sınıfının direncim kır- -yâni burjuvazinin çıkarları üzerinde kurulu devlet anlayışı
mak amacıyla devlete gereksinimi vardır. İlk etapta üretim hukukunun, demokrasisinin vs. bunların bir anda başka bir ya-
araçlarının özel mülkiyetine dayanan toplumdaki egemen sı- pıya ikame edilmesini gerektiren bir merkezi yapılanma hali.
nıflar, proleterya üzerinde baskı kurmak ve sömürülerine sür- Yani devlet proleteryanm devleti olarak diktatörlüğünü onun
dürmek amacıyla devlete ihtiyaç duyarlar ve aynı şekilde siyasal için de bu merkezi yapılanmanın oluşması için de burjuva kav-
egemenliğe yani devletle gereksinimi vardır. Çünkü o da ramlarından biri olan demokrasinin yadsınması gerekecektir.
azınlığın direncini kırmak istemektedir ve azınlığa karşı ço- Çünkü ona daha sonra ihtiyaç kalmayacağı düşünülüyor.
ğunluğun çıkarlarını korumak zorundadır. Dolayısıyla devlete Burada ilk başta devletin sınıflar-üstü bir yapısında bahse-
gereksinim vardır. diliyor. Çünkü sınıfların ortaya çıkmasıyla devlet ortaya çıka-
Kant'ın "Aydınlanma Nedir?" metninden ve Foucault'nun cak. Bu hep ele almış olduğumuz pozitivist ilerlemeci bir tarih
devrim kavramından yola çıkarak Lenin'in bu metnine geldik. anlayışı üzerinden Engels'in düşünmüş olduğu bir devletin or-
Bu metinlere geri dönerek onun yeni okumaları, yeni pers- taya çıkma teorisi. Fakat o dönemin antropolojisi, o dönemin
pektifler getirebiliyor insana. Lenin'in eleştirmiş olduğu sosyal bilimsel bilgisi içinde Engels'in öne sürmüş olduğu bu ilerleyen
demokratlar -ki bunlara çoğu zaman "sosyal şoven" diyor- mil- tarih içindeki gelişim evresinde devletin ortaya çıkması ve
liyetçi olanların Marksizm'in içeriğini boşalttıklarını iddia edi- birgün yok olması yine bize düz, çizgisel bir tarihte yaşamakta
yor. Lenin'in içeriğini doldurmuş olduğu içeriğe uymayan bir olduğumuzu ileri sürüyor ve bunun için de sık sık "geçiş" keli-
içerik getirdikleri için onları eleştiriyor ama temelde şöyle bir mesi kullanıyor. Bir yerden bir yere geçiş evresi. Çünkü proleter
sorun ortaya çıkıyor: 1917 yılının Ağustos ayı içinde ilk defa diktatoryası da yine aynı şekilde bir geçiş evresi; devletin
bu metin ortaya çıktığında, Nisan'dan itibaren başlayan Sov- merkezi devlet olarak ortaya çıkmasıyla yokolması arasında
yetlerin iktidarı, konseylerin iktidarı bir kaos yarattığını düşü- bir evre olarak düşünülüyor. Ne zaman ki komünist toplum ve
nülebilir. Çünkü bir iç savaş var Menşeviklerle Bolşevikler sınıfların uzlaşması ortaya çıkabilecek, o zaman sınıflara ihti-
arasında ve aynı zamanda bir dünya savaşı, Dünya savaşında yaç kalmayacak; sınıflara ihtiyaç kalmayınca da sınıflar yüzün-
bir kopma sözkonusu. Rus İmparatorluğu'ndan Sovyetler den ortaya çıkmış olan devlet kendi kendine yok olacaktır.
Bir-liği'ne geçiş söz konusu ve büyük bir toprak alanı üzerinde Lenin böyle bir geçiş evresinde ancak devletin ortadan kal-
kurulu bir imparatorluk -daha sonraki analizlerde ortaya kabileceği teorisine evet diyebiliyor ve anarşistlere karşı çıkı-
çıkacağı gibi- bir klasik Asya geleneğinden geliyor ve Lenin de yor. Diğer yanda sosyal demokratlara karşı çıkıyor, çünkü sos-
aslında bir yerde devralan kişisi, değiştirirken. Bu bağlamda yal demokratlar bir diktatörlük kavramı yerine Marx'ın sınıf
baktığımızda bir kere devrim sonrası anarşistlerin öngörmüş mücadelesi kavramı üzerinde duruyorlar. Ama haklı olarak,
olduğu devletin ortadan kalkması gibi geçişli olmayan ama sınıf mücadelesi kavramının Marx'a ait bir kavram değil, bur-
mutas-yonla çalışan anında değişen, değişimini ortaya çıkartan juva tarihçilerinin kavramı oluğunu söylüyor. Bu da Fransız
bir yapıya tahammülünün olmadığı, kaotik ortamdan tarihçisi Guizot' nun ortaya atmış olduğu bir kavram. Marx'ın
çıkmanın

jaa_
kavramlarına bakacak olursak, aslında bir yanda liberal ikti- düşünen, aydınlanma kuramının vermiş olduğu "bir" üzerin-
satçıların kavramlarından yani Smith ve Ricardo'da onun den kurulu bir birey üzerinden, kişi üzerinden kurulu aydın-
He-gel okuyuşundan gelen bir çizgide Marx'a geliyor bu lanmanın çoğunluk olma daha doğrusu majör olmasıyla, ergen
kavramlar, üretim, üretim, üretim araçları vs. Diğer yandan olmasıyla, çoğunluğun ergen olması arasında bir paralellik
tarihçilerden gelen bir sınıf mücadelesi kavramı var. Burada da görmek mümkün burada. Lenin'in aydınlanması ergenleşmiş
aslında Marx'ın bir yaratısı olmadığı görülüyor. Yani onların bir çoğunluğun iktidarı: işçiler ve köylüler kendi çıkarları için
kavramlarını alıp, bir adım daha ileriye götürmeye çalışıyor. devlet aygıtını kendi lehlerine döndürmekle yükümlüler ve
Burjuvaziyle aristokrasi arasındaki o sınıfsal çelişkiyi bu sefer onlar bu şekilde devrimcileşebiliyorlar. O halde Lenin'deki
eskiyen burjuvaziyle yeni devrimci sınıf olan proleterya Kantçı anlamda aydınlanmaya baktığımızda diyebiliriz ki; ço-
arasında görmeye çalışıyor. Burada bir hakimiyet teorisi var ğunluğun ergenlik yaşma gelmesi, diktatörlüğünü ilan etme-
aslında. Hakimiyet teorisi arasında Marx'm öngördüğü belki siyle ortaya çıkabiliyor. Yani halkın kendisinin çoğunluk olarak
de Althus-ser'in söylemiş olduğu gibi, en sağlam kavramı aydınlanmış olması. Bunun için ne yapması lazım? devlet
Marx'a ait bir kavram, emek gücü kavramı. Emek gücü aygıtını işgal etmesi lazım. Burjuvaları atıp, onun yerine prole-
üzerinden bütün bir sermaye oluşumunu görmek Marx'm terya devletinde proleter ahlakını geliştirmesi lazım. Çünkü
üretim üzerinden düşünen Smith, Ricardo herkesin bireysel merkezi devlet üzerinden kurulan bir aydınlanmanın bize gös-
çıkarlarının ortak çıkara dönüşeceği teorisi, yani görünmez el terdiği şey bu aslında -Kantçı anlamda aydınlanmaya baktığı-
teorisi, "herkes ortak çıkara çalışıyordur" bizi elbette ki mızda ve Lenin'i o şekilde okuduğumuzda- aydınlanma deni-
Marx'a ait bir tez olmaktan çıkıyor. Çünkü birey üzerinde len şeyin ergenlikle alakalı olduğu; ergenliğin de bir merkezi
kurulu bir anlayışı var. Bir Ro-binson ve Cuma hikayesi yapıyı kolektif olarak işgal etmesiyle birlikte, bir tür proleter
diyebiliriz belki de. "Her birey kendi düzenini kurarken aydınlanmasının ortaya çıktığını görüyoruz.
kolektif, toplumsal düzeni kurmaktadır aslında" tezi, Bu proleter aydınlanması nedir? İster burjuva aydınlanması,
liberalizmin tezlerinden biri aslında. Marx ve daha sonra Lenin ister proleter aydınlanması olsun, bizim karşımıza çıkan iki yüz
bu birey üzerinden kurulu olan bir toplumsallık karşısına yıllık bir tarih, Batı'da burjuvaziyle örgütlenmiş bir devlet
kolektif özneyi çıkartıyor yani devrimci olan prole-teryayla, bürokrasisini, sosyalist adı altındaki rejimlerde ise proleterya
reaksiyonel olmaya başlamış olan burjuvazi arasındaki çelişkide diktatörlüğü kavramıyla örgütlenmiş bir yeni tip bürokrasi or-
bunu görmek diye. taya çıkardı. Ve o yeni tip bürokrasi, belki de aslında
Burada bir mesele uzlaşma üzerinden çıkıyor. Uzlaşıldığı Kaf-ka'nm Dava'da, ylmeri/ca'da Ceza Sömürgesinde veya Çin
zaman devlet kendini lağvedebilecek, o halde azınlığın devleti Sed-di'nde incelemiş olduğu birbirine eklemlenen iki
çoğunluğa karşı çalışmakta. Burjuva devleti azınlık olarak dü- bürokratik mekanizmayı bize çıkartıyor, Lenin'in tam tersine.
şünülen burjuvazinin ve sermaye sahiplerinin devleti olup, ço- Sovyetler Birliği'nin olağanüstü bir entelijansiya yanı çıkarttı
ğunluk olan köylü ve işçi karşısında burjuvaların değerlerini, ortaya, Nomanklatura denilen kavramla kemikleşen bir parti
kültürünü ve çıkarlarım savunuyor olarak çıkıyor karşımıza ve ve bürokrasi yapısını ortaya çıkarttı. Merkezi devletin,
bunun karşısına, o halde bu sefer çoğunluğun iktidarının gel- devrimin merkezi idaresini üstlenen partiyi ortaya çıkarttığını
mesi lazım Lenin'e göre. Çoğunluk; ezilenlerdi bunlar ise işçiler ve o bakımdan Kafka'daki eski tip bürokrasiyi canlandırdığını
ve köylülerdi. Burada bizim azmlık-çoğunluk kavramlarımızla söyleyebiliriz. Yani Çin İmparatorluğu bürokrasisi merkezi
karşı karşıya geliyoruz. Kolektif bir azınlık ve kolektif bir yapıda ve tepeden kontrolle işleyen bir bürokrasi. Merkezdeki
çoğunluk kavramı. Kant'm aydınlanmış insan üzerinden bir ya-

100 ĠÛĠ
küçük ayrı parçalara bölmeye başladı. Bu metinden yola çıkarsak,
ın etrafı kontrol ettiği, neredeyse tanrının gözü gibi, tepe-d^n birinci etik burjuva etiğinin dönüştürülmesi politik olarak
kontrollü totaliter bir parti yapısının bürokrasisini bize yemden gerçekleştiriliyor, merkezi devlet - sosyalist devlet bu sefer- ve
canlandırdı bu Leninist devlet modeli. Bunun tersine &atı Avrupa sosyalist etik diye bir şey çıkacak ortaya. Ama o etik,
veya Amerika liberal bürokrasisi yeni tip bir ör-g-ütlenme biçimi No-manklatura'nm bir etikası olarak gündeme geliyor. Kant'ın ay-
olarak, yatay örgütlenme biçimlerine doğru gediyor. Yani aslında dınlanan bireyi ergen olmak istiyorsa, burada da devlet ergen
pop kültürünün yaygınlaştığı 1940'larda, Amerikan toplumunda olmak istiyor; çoğunluğun egemenliğini istiyor, işçinin ve köy-
savaş sonrası Batı Avrupa'da daha sonrada 50'lerde, 60'larda lünün ergenliğini istiyor. Aydınlanan ergenlik kavramı sorunlu bir
Üçüncü Dünya'ya doğru yayılan P°P ötürüyle birlikte yatay bir kavram. Kant'ın aydınlanan majör bireyiyle, devrimin aydınlanan
yaygınlık kazanan burjuva Uülturıi, onun pOpü|er kupürü ve bu majör ve çoğunluğu içeren bürokratik devleti, sosyalist devleti,
kültürün yayılmasında sponsorluk yapan, yani para veren idari proleterya devleti sorunlu kavramlar gibi gözüküyor ve sorun
mekanizmanın bürokrasisi arasındaki ilişki, Batı'yla Doğu'yu majör olmaktan kaynaklanıyor. Ne zaman yetişkin olmaya
birbirinden ayırmaya Itıaşlaoi; Modern bir bürokrasi, halkın kendi kalkılıyor, yetişkinlikte bir evrim, ilerleme, geçiş ve bir yere varma
kendine içselleş-tıroıgıbir özgürlük ortamını -özgürlük ortamının inancı yatıyor ve ne zaman bir yere varmaya kalkılıyorsa, o
baskısını daha ogrusu- ortaya çıkartırken, herkes kendini özgür zaman da ister modern bürokrasi, ister geleneksel -Rus, Çin vs.-
zannediyor araa sürekli manipüle edildiğinin farkında olmayan bürokrasisi gibi merkezi yapılanmalar bi-' zi ancak erginliğe
özgürlük ortamı söz konusu . Bu Batı Avrupa tipi bürokrasinin taşıyor. Majör olmak merkezi olmaktan, ilerlemekten ve de
ortaya çıkartmış olduğu özgürlük kavramını bize sundu. W. Ben- aydınlanmadan geçiyor. Aydınlanan bireyin majörlük hakkıyla
imin den Derrida'ya kadar hukuki yapı nasıl çalıştığı inceleme en kolektif öznenin aydınlanma hakkı arasında olağanüstü bir tezat,
yapılıyor. Diğer yandan ise devletin merkezi yapısından sonra çelişki, farklılık gözükmeye başlıyor. Nereden çıkıyor bu? Kendi
devletin ortadan kalkacağını ileri sürerek; tam tersine dev eti kendine karar verebilen bir bireyin aydınlanmasının ne kadar
özgürlük ve demokrasi kısıtlayıcısı bir aygıt haline çevi-JJn enmist önemli olduğunu söylemiş olduğumuz gibi, aynı şekilde kolektif
merkezi devleti ve devrimci partisi ve proleteryası 12 eski tip öznenin aydınların merkezi yapıyı ele geçirmesi de o kadar tehlikeli
bürokrasiyi yeniden canlandırdı. Yani Lenin'in soy ediğinin gibi.
Aydınlanma kavramlarından bir tanesi pozitif bir tanesi ise
tersine, aslında bürokrasi bir geçiş döneminden s0 r<> yeni bir
negatif bir anlama sahip. Ne zaman kişi kendi kendine karar
bürokrasiye doğru toplumsal iktidarı dönüştü-recegmi
verebiliyor, kendi özgürlüğünü, etiğini, bilincini, politiğini ku-
düşünebiliriz. Leninist Merkezi Devlet, Kafka'daki h a» nm
rabiliyor; orada aydınlanma Kant'ın aydınlanması olumlu bir
merkezi bürokrasisini yeni baştan kurdurdu ki, ™ Wh yıllar
anlamda hatta Habermas'm da söylemiş olduğu gibi, kurtarıl-
içinde K. Wittfogel tarafından Asya Tipi Üretim arzı olarak
ması gereken bir modernite olarak dururken; kolektifleştikçe
adlandırılan toplumlarda toplumsal gelenek, ıj rtezi
bu aydınlanma öznesi, o kadar kaçınılması gereken bir aydın-
yapılanmaları her seferinde yeni baştan daha güçlü 1 Şekilde
lanmış politik özne gibi durmaya başlıyor ki, problem
oturtmakla yükümlü oluyor ve bu merkezi yapılanır
kolekti-viteden, cemaatten ve kişiden geçen bir problem olarak
dayokolmaktan çok, daha çok güçlenmeye başlıyorlar, çıkıyor karşımıza. Orada birey ve kişi ayrımı önemli. Kimse
^orbaçov'un yapmış olduğu saydamlık politikası bu işleyen ? a bir olmayan bir kişiyle person, kimse -birey olmaya çalışan burjuva
çomak gibi girdiğinde, baştan aşağı bütün yapıyı de-m irmeye bireyi arasındaki ilişki, aydınlanan kişiden geçen bir pozitifliği
kalkarken, bir modern anlamda büyük bir devleti
1X12.
p
İB.S
£►§ 5>" S"
^ — *p>
o^' Î?. Ç*: lPT
** 3 - o

< 5~
.!.§.£ 8.*
^•^ 5T^ P- O Cî:
S
p p a S y*. o «-
>—H c/ı p- *"■* 7^ H-*" p
H ü 3 Pî CT . -* f^i B
p2 c
O
P5
B
1
O P ÇT P
ı s* o> 5 2
Q. P O- >^# O P
^ S S a> 1
§'' ^S ^
o P - c? 3 p
O)
P p

^ P - H - İ ^ P P ^ f t ) P

ġ* 3. 7 5f ^ r» 53 .

^ * 2: 3p •?.
§
52
p s1

» -t
(/ >" ■ s, p. a»
9*. P* a < p_
» 2 63

İ P^

İ
P* S
:
O

fî^SES^o-g^g *£
r~: İ-* r L-t vw [/] <^ _; »—*« ÜV -» »_-* EİP'S S ö.
oO

3 - ÇL ıo
^ __ ^ c/ \ O

•s1
CT
^ a- P^
& ^< R CC
2 , ı-t rv >-
5
o
a& s
i"
) H #— • H «c«_ p
•3 gp n
:
4 li! «1551
>—
S af- S â t* C
CL; S
t—
p T: h—
P t-t

114f 1,İlli!«
e: 3 C fc
a. ^

T ıİiiffıf
:|İ -1 &
' çr p >■
f
a. - 1 5 E 3' <-r
* *T\ /Ti h ki

k- 5 Q :
• s*s <3" 5
3
» N 0< l
.* <
O . O
» S i BJ *■ C/3
-2
f3 E r+ 3 ) ^OÇ
ETrS £:
^
*■
ti». S-S-?
* S J—
s^ » •
W"
cra< a ,.3 S n
p
-c ! s-f î
ss ?
s- P- 5* 2
î fcr.
•"^ (Kî *^ P
Ġ.Cg
î
5
S1 c
!
ppc ^v^ 2 ^ ı
«-»■
ı-t

i
C
(
3

1
ç ►
. a e c
3c P .İ - 9*.
a
qş . K- ■ g
t »* &• a. t

' O: P
2'.erS. rS

P* »
C)

- a *-< ^ . '

s s1- p-?r.^t
C/5

"n pP s*. PO>-3 O p


9-1p. t-t
P 1

1 § '|1
3 p
3
3a'
o
0Q
cr fi
1
op p
öl ! a--a :
5Ş P
8.
o p jg'
w3P
iR-S^ a§■ a§''£^ o3
P - (D Hp p
P* O: o--
P 5-
(D o 4g a ^ o--
ı
s* a. c/5 qs . &• o •"pr. p. S' ö
3
o *?? X Bt s ?r P

^ S •S B.
P
1° 3 BT
^••B p 5
II
N
3* 3
3- on trr o o
p a-
. o o VSÎ

O
P
fcC/3
8. §1
3.
3 3e rr
CV-
o P a * CU
Cs o C
P P
o-- 3 w-
o
ET
^
O 3 52.
' P »-t P
3
p
I Cu E. ■t*
h-

"so*a P 5*.fii
0
er
<
P
•5 ! i T3
si -2P 7? ı -• ■
a* p-
S «=• a
3< ^
gO P
p

I-t
İH p
^
3

R-.S-
p
3- ^ o
O-
p &

^2
a

p.c^-p

. —

5*.
p 3

3
o 3 a
ı-t P
& a
8* cr ^ T3
H W S
3
co
ja N^ Bj p
ET
- cr

ı-t
O
:
>-t

I fi

R-
I sr
legaliteye hızlı geçmek durumunda oluşan bir sapmadır" diyor. Ve
bu liderler yığınlar arasındaki ayrılığın teorik, tarihsel arka
lerinde de Almanya ve ingiltere örneğindek. ^pmalan somut pratiklerine bir vurgu yapıyor: "Liderler ile yığınlar arasındaki
olarak tahlil ediyor ve oradaki metinlerle pol«« ayrılık, özellikle emperyalist savaşın sonunda ve savaşı izleyen
Alman komünistleri kendilerini i k . n m h a l e ş süreler içerisinde bütün ülkelerde daha da belirginleşmiş ve daha da
belirli bir durum almıştır." Proleterlerin sınıf birliğinin en yüksek
adlandmyor. »Alman Komünist Parüsındeki Bota™e
birimi olan proleteryamn devrimci partisi gelişmeye başladığı
t apçı k üz eri nden Le ni n t ez l eri ni *^ \* m ^ zaman, sendikalar kaçınılmaz olarak bazı gerici özellikleri, bir çeşit
polemik gördüklerinin bir kısım ise şöyle; ?? mesleki dar görüşlülük, siyaset dışı kalma eğilimi, bir çeşit
% r . D i k t a t ö r l ü p k i m ^ ^ { f ^ sa proleter sınıf mı?" hareketsizlik vb. eğilimi göstermeye başladılar. Lenin, "Ama
Bu yazıyı ele alıyor Len yor: "Böylece şimdi artık birbirinin dünyanın hiç bir yerinde proleteryamn gelişmesi, sendikaları
karşısın£ * Partisi vard,r. Birisi devrimci savaşım, olmadan, sendikaların ve işçi partisinin karşılık küme eğilimi
yukarda"^ meyi ve yönetmeyi düşünen, liderlerin bir
koalı;sy°nJ™ üne girmesini sağlayacak durumları yaratmak olmadan gerçekleşmemiştir ve gerçekleşemez" diye yazıyor.
¥" Pa Sendikaların bir komünizm okulu olarak da
ter uzlaşmalar, kabul eden liderlerin P5tlsldirn°';ke''bu sava-ci değerlendirilebileceğini söylüyor: "Proleterlerin kendi
savaş.m,n atılımın aşağıdan geleceğine manan,*bu sava diktatörlüğünü uygulamada zorunlu bir komünizm okulu, bir hazırlık
okulu olarak ülkenin bütün ekonomisinin yönetenin, derece derece
ş , m d a a ç ı k ç a b u h e de f e gö t ü r e c e k o l a n ^ " ^ 7 ^ .
ilkin işçi sınıfının, şu ya da bu mesleğin değil, tüm işçi sınıfının
Uyan her türlü P—er- Srin dSüğü eline, sonra da emekçilerin tümünün eline geçmesi için, zorunlu işçi
var-^SKS bizim P rob,emimız örgütü olarak varlıklarını sürdürdüklerini ve daha uzun süre de
^niÎtnun üzerine şöyle ^^Sİ sürdüreceklerini unutmamalıyız" diyor. Ve gerici sendikaların
diktatörlüğü mü, yoksa sınıf ^3» mü? biçiminde dışında kalmanın devrimci harekete zarar vereceğini savunuyor.
diktatörlüğü mü, yoksa yığınların diktatörlüğü m *
koymak bile inanılmaz bir umutsuzluğa yol açan fikr karm "Biz bu hareketi bu yığınları kendi yanımıza çekmek için yaparız"
şas, anlamına gelir. Bu adamlar tamamen ozgun ta şey *§_ diyor ve işçi yığınlarının biraraya geldikleri yerlerin de sendikalar
etmeye kalkışırlar ve ak,U. «»^SffiC olduğunu söylüyor. Dolayısıyla devrimci partilerin gerici de olsa
yorlar. Yığman smıflara ™*^ karşısına konması sendikalar içinde bulunmasının ve propaganda yapmasının gerekli
ancak genel olaraK olduğunu söylüyor.
ü r e t i m s i s t e m i n d e t u t t u ğ u ye r e ? «. «^ d S ü Bir diğer polemik konusu da; burjuva parlamentolara katılıp
önünde tutmadan, toplumsal üretim s.ste™^ behr katılmamak üzerine. Yine Alman komünistlerinin metinle-
tutan kategorilerin karş.sma ko —da hf rinden alıntılar veriyor Lenin. Tabii yanıtları olumsuz Alman
rın bir kural olarak ve çoğu durumlarda hiç komünistlerinin. Aktarım şöyle: "Tarihsel ve siyasal bakımdan
uygar ülkelerde -siyasal partiler a ^*£ artık zamanını doldurmuş olan parlamenter savaşım biçimlerine
her türlü dönüş, artık kesin olarak reddedilmelidir" diyor Sol
sal partilerin de genel olarak en^şok ot°rl' Alman komünistleri. Lenin bunu gülünç olarak nitelendiriyor,
olan, en deneyimli ve sorumlu bireylerden özellikle parlamentarizme dönüş lafının gülünç olduğu-
topluluğuna yönetildiğini biliriz Bu ^
fırtınah ilerlemesi ve iç savaşın gelişmesi sonucu
il-
nu söylüyor. "Yoksa Almanya'da şimdiden Sovyet Cumhuriyeti varılan uzlaşmanın meşru mu, yoksa ihanet eden bir sendika
mi kuruldu" diyor. "O halde dönüşten nasıl söz edebiliriz? liderinin bir grev kırıcısının eseri mi oluğunu saptamak soru-
Parlamentarizm tarihsel olarak zamanını doldurmuştur, ama nundan çok, çözümü daha zor durumlarla karşılaşılacaktır" di-
yor. Ve özellikle bunu vurguluyor: "Her duruma uyan bir re-
bu propaganda anlamında doğrudur" diyor. "Çünkü herkes bilir
çete ya da hiçbir zaman uzlaşılmayacak içiminde bir genel kural
ki pratikte altedilmekten henüz daha çok uzaktır". Ve bunu
bulmaya kalkışmak saçmalıktır" diyor. "Tarihin her özel ya da
açıyor, yine Frankfurt merkezli bu grubun kitapçığından alıntı
özgün anında karşımıza dikilen pratik siyasal durumlarda
yapıyor: "Merkezin -merkezdeki Katolik Partisi- siyasetini iz-
kabul edilmesi olanaksız uzlaşmaları, oportünizmi temsil eder
leyen milyonlarca işçi karşı devrimcidir diyor Alman Sol Ko- uzlaşmaları, devrimci sınıfa ihanet niteliğindeki uzlaşmalar-
münistler. Eğer milyonlarca proleter yalnızca genel olarak dan ayırt etmeyi bilmeli ve bunların iç yüzünü açığa varmak
parlamenterizmden yana olmakla kalmayıp aynı zamanda için ve onlara karşı mücadele vermek için, bütün olanaklar
açıkça karşı devrimci iseler, parlamentarizmin siyasal olarak kullanılmalıdır" diyor. 1914-1918 emperyalist savaşı sırasında
zamanını doldurmuş olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Besbelli ki oportünizmin başlıca ve temel biçimi olan sosyal şovenizmin
parlamentarizm Almanya'da siyasal olarak henüz zamanını yani bu savaşa gerçekte kendi ulusal burjuvaların çıkarlarının
doldurmuş değildir. Besbelli ki Alman Solları kendi isteklerini, savunulması anlamına gelen ulusal savunmanın desteklenmesi
kendi politik ideolojik tutumlarım nesnel gerçeklikle birbirine oldu diyor. Savaştan sonra soyguncuların örgütü olan
karıştırmışlardır" diyor. Ve "parlamentarizm kuşkusuz zamanını Cemi-yet-i Akvam'm savunulması devrimci proleteryaya karşı
doldurmuştur" diyor. "Ama esas mesele burada bizim için ve Sovyet hareketine karşı kendi ülkesinin burjuvazisiyle
propaganda anlamında zamanını doldurmuş olan şeyin aslında doğrudan ya da dolaylı olarak koalisyonun savunulması
geniş Alman emekçi kitleleri ve yığınlar için gerçekten Sovyetler iktidarına karşı burjuva çarlamentarizminin ve
zamanını doldurup doldurmadığıdır" diyor. Ve ekliyor: "Bur- burjuva demokrasinin savunulması. İşte son hesapta her
juva parlamentosunu ve bütün diğer gerici kurumları dağıtmaya seferinde devrimci proleterya için ve onun davası için meşum
gücümüz yetmediği sürece bu kurumlarla çalışmak zorun- bir oportünizmle sonuçlanan kabul edilmesi olanaksız
dasınız. Bunu yapmazsanız da gevezeden başka bir şey değilsi- uzlaşmaların belli başlı belirtileri bunlar olmalıdır". Bu uzlaşma
niz" diyor. taktiğinin nesnel zeminini de proleterya toplumsal sınıfların
Son bölümde de uzlaşma konusundaki polemiğe geliyor varlığı ama özellikle de proleteryanın kapitalizm dönemindeki
Lenin. Buna örnek olarak Engels'in 1874'deki 33 tabakalara ayrılmış olmasından hareketle açıklamaya çalışıyor.
Blanqu-ist-Komünist bildirisine yazdığı eleştirileri örnek Köylüden orta köylüye geçişi yansıtan son derece çeşitli
olarak gösteriyor. Buradan yaptığı alıntılar şöyle: "Biz toplumsal tiplerle çevrili olmasaydı, proleteryanın kendisi de
komünistiz diye yazıyorlar, çünkü biz zafer dönemini mesleksel gruplar ve bazen dinsel vb. gruplar olarak
uzaklaştırmaktan ve kölelik dönemini uzatmaktan başka bir bölünmeseydi, kapitalizm kapitalizm olmazdı. Proleteryanın
sonuç vermeyen aradaki aşamalardan, uzlaşmalardan öncüsü için onun bilinçli bölümü için, Komünist Partisi için
geçmeden amacımıza ulaşmak istiyoruz." Engels buna not gerektiğinde zig-zaglı, dolambaçlı yolda yürümenin ve küçük
olarak şunu yazmış: "Kendi sabırsızlığını teorik bir iddia olarak üretici partileriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmaya varmanın
ileri sürmek ne çocukça bir saflıktır". Lenin bunu geliştirerek gereği bundan doğmaktadır" diyor.
şöyle yazıyor: "Açıktır ki uluslar ve uluslararası sınıflar ve Bundan sonra ilerleyen metin İngiltere'deki sol komünist
partilerarası son derece çapraşık ilişkilerin bazen sözkonusu eğilimlerle ilgili. Burada tezler birbirleriyle aynı parlamento,
olduğu politikada, bir grev yüzünden
Sendika nist denilen sağ gruplar -Lenin'e göre- isterse Goşist veya Sol
Komünist denilen aşırı sol gruplar olsun, bunların eylemlerinin
astada ingiltere'deki sapmaları mazur got çocuksuluğu önplana çıkıyor. Çünkü Lenin'e göre bilimsel analiz
olduğunu ve llder, söylüyor. Kautsk>' P°^™ irivor ki yapılmıyor. Bir yandan Kautsky'le olan tartışmaları diğer yandan
bunlara ve her ikisini de aynı cümlede b sendikaların içinde gelişen yani daha pratik anlamda devrimci
rarayag .> sag
grupların sınıf fraksiyonlarını ele almaksızın, incelemeksizin bu
l a ğ doktrincilik" ve '\ol doktnncıhk <hyorL^ ^ ^ ^ Sosyal Demokrat ya da Goşist grupların bir devrim pratiğinin
doktrinciliğin temel sebebi, yem eleştirisi çıkıyor karşımıza. Burada en önemli soru:
doktrinciliğin ha n ^ Diktatörlüğü kim yönetecek meselesi, yani sınıflar mı yoksa Parti
içer«£ J kl erde sü rekl i ı srar her türlü
et m e. ^ tas. ise, yeni içengm kusursuz mi? Bu tartışma bizi direkt partinin yapılanma istencinin, yani
nesnel değişikliğe kars, taknk kabul ^ ut ı ak o ı a rak red- majör bir merkeziyetçiliğin öbür denetim altına alınamaz
etmemeleri. Belirli etki detmekte şmda da belirt.l- görünen pratiklerle olan ilişkisinde (1. sendikaların içinde, 2.
i değişici un- sınıf fraksiyonlarının içinde olan grupları nasıl denetlemek
inat etmeleri. D« diği gibi özellikle ve
mümkündür sorusu, tamamen majör bir soru, bütüncül temel bir
devrimci hareketinı dolarak sol
doktrincilik ve sag£ mücadele
J^ ^.^
. Aslmda

,;, iddiada olması, yanı


çok
en soru) Anarşist hareketlerle ilişkisi kitle, sınıf ve birey
biçimlen,ekseninde^kav politikacı tartışmalarına bizi bağlıyor.
çalanmas! bölünmesi ve Burada, Lenin için, önemli gibi duran şey, kitlenin homojen
bir metinle karş.. » dikkat çekici t mı olmamalı mı gibi, yapısının kurulabilmesi, Parti sayesinde. Yani bütünleşmiş bir işçi
ola bi n zaman.
", " f ^ aristokratları olsun, yarı proleteryalar olsun, yarı köylüler olsun vs.
nesnel koşullar, bıUmsel, ^^at
mı olmama g bütün bu alt sınıf katmanlarının, yani ezilen sınıflar katmanlarının
sendikacılık içinde partmm yer ol m ^ aynızaman birinin homojenleştirilmesi ana sorunlardan biri olarak çıkıyor
direkt o dönem Sovyetler karşımıza ki bu tam da bir bütünleştirme politikası. Yani küçük
Birliğini^ karşl k ar. küçük, parça parça gibi duran şeyleri birleştirme politikası. Şimdi
da Avrupa solunu rtgilendıren bir^polern ^ Qİgu; ^. diğer yandan bakarsak bu sosyolojinin de problemi. Yani bu
§ıyayız. Ama sonuçta burada en be\ırg^ merkezi lktl homojenleştirme meselesi A. Comte'dan başlayıp, yakın zamanlara
lin'in bir parti politikası ve oP^* K™ ikma kadar -kabaca 70'li yılla-, [ ra kadar- gelen sosyolojinin de
danm oluşturma Çabası olarak etoy«^ § tezler mut- sorunu. Ve sosyoloji aynı Lenin'm yapmış olduğu gibi "Comte
olarak en son uzlaşma üzerine^ılen sum § r ku Fransız ihtilali sonrası parçalanmışlıklar nasıl bütünleştirilecek, yeni
hiş ideolojik ve söylemsel bırtaktık^vaıg ^ ^ burjuva devrimiyle nasıl bütünleşecek, toplum nasıl bir burjuva
sonuçta LenuVin daha solunda katato ünistıer dı- toplumu olacak" sorusunu soruyor. Marx'm ve Hegel'in de
lanlar arasındaki; biri Sosyal Demok»^ r ^ kullanmış olduğu gibi, nasıl sivil toplum olarak burjuva toplumu
^ wkı m in s0 . oluşacak? Sosyolojinin sorusu sivil toplum oluşturmak, yani burjuva
«eri Goşistler, sol komunızmındeKi gı F olarakin s0. toplumu oluşturmak nasıl mümkün ise, Lenin'in sorunu da bir aşama
Sik esnekliğini kabul ^^fiS bizi mm sonra komünist toplum içinde ezilenlerin homojen bütünleştirmesi
nunda. Ve bu esneklik mese b nasıl mümkün olacak sorusuyla tam bir paralellik
politikayla ^^tf^S^to***.
leeeği pragmatık esneklikle karşı k a ^ y k waAki m§kl
v m
Bu metni minör olmak \ ^°L a birin cisi, ister
oportü-bağlamında okumaya kalkarsak; burada

112.
% S- H^S R. p >-t. H-l
a P- 3
ü!H!!.!
*8 aı
S 5* "2
S Kfe
&O $** p çf n> p
P-P- k » ^ . » - « j j ( „

3 ^ i-1
p- a .-•»s p ot/5 p a e»
P
4 3P İ
1O p ^ g« R ^ (jq ç; r* """ ^. P-» § 63 3 çS: 5 •<
oa3 N a P/
3 go^
VP
cr i
g*
p P o o^' -• P a" O 3 P
H ^ !^* P H-t
N a» o 3 t
>-t 5î' es>" N "B"
«o
P P
a e^^gcro P* «
P
35 ,o
O ı-t
s a
P- Cu
•— ^ p P p
P .. P
S* p' S. p 2 ^'
oo
5 Jö
ES P _ P
P
3 p ta ?V ^ -i- t»
*^ o
o
O P a P »3Q
O
51 P Et r«
|P-
|3|_|.( 1
a'
N J p P
(D j^ *"" O : ($ ü* C/5

3- P 2-oq C : pc p P
P <_ -T. I-t
^' P er P t-t
o ut/î
3 p i** O
^ §: P» PL N p
5^
£«O
P "£
2- p <
01 ao P*
d5< cr eP O
* S"
II 1:1
s* (D
C- a
o
'O
'•3 cr
f1 * -f
cr. P
p- 3 ç3 3 g 11 f
BN p"
P
63^ a "" . p
p
P ft
» &
PP £ o o cjs S a
p o
P
p3 3
p N 1 a^
O »r* «S. f P - S p. pl ■
_.
c
r 3 cr <? *? rr
r-
2. i ^ a
P O es-- P
N_
5- » o
O
^ P <■ H (t
P
P

K ^ & "• p. I
ff. S : ^ &
i rî£< P N ri- TS ES H=-
(
P __
P
es
6
S & P 3
1/1
. 65" 3
-?L FJ. P P
' R P. O p
a "^ —
O)

a fi P W* 2.
oC/5

P
P

1
^ P

4
a

o
s*

H-t
3.
2 "
o g

B
.

B
*

2
"
.

§

3
"

s
:

d

2
bütün minör oluşumları daha başından yoketmekle sonuçla-
nabilecek olan bir merkeziyetçiliği öngörüyor. rindeki şekiller arasında farklar başlıyor. Bu şekilleri çizmeden
evvel de aslında -tahtadaki farklı renklerde olduğu
Aynı "Devlet ve Devrân"de olduğu gibi, devletin meşruiyeti
gibi-bireyselleşme öncesi gibi farklar potansiyel olarak
merkeziyetçiliğinden, devrimin meşruiyeti de merkezi partiden
duruyordu. Bu yaptığımız şekiller, tüm bu soyut şekiller ve
geçmek zorundadır. Burada da yine uluslararası gruplar,
somutlaşmaya başlayan şekiller sonuçta bu öz ve özün dışındaki
Sosyal Demokrat, Katolik, Sendikalist, Goşist vs. ne olursa ol-
sun, bütün bu gruplar kendi oluşumuna imkan tanmmaksızın her türlü değişimi içeren bireyleri bize gösterecek ki birey
merkezden denetlenecek, onun dışındaki hali ise (minörce) meselesi tam da Lenin'de hastalığın parmak basılması gereken
çocukça ve antibilimsel olarak görme tavrı ve dönemin en aşa- noktalarından biri olarak çıkıyor karşımıza. Çünkü kitle
ğılayıcı eleştirilerinden biri olan "küçük burjuvalık" adı altında karşısında bireyin ne önemi olacağı. Anarşistlerin bireyi ancak
bir karalama politikası olarak gözüküyor. Kapitalizmin, tüketim bilimsel olmayan bir okuma sunabilir olmalarına göre.
toplumunun cazibesi gibi bütün dünya entelektüelleri aynı Bütünsel bir sosyoloji de olduğu gibi -A.Comte sosyolojisi
cazibeye kapıldı. Bu Sovyetler Birliği'ndeki Bolşevik merkezli ve devamı- bütünsel bir devrimci pratikte olduğu gibi merkez
yapılanması yani Picasso'dan Nazım Hikmet'e, Neruda'ya vs. partisinin her alana sızması ve egemenliği altında merkezi ola-
herkesi komünist partili yaptı. Burada bir cazibe, bir duygula- rak oluşturması. Ve bütün bu meselenin de bize aynı zamanda
nım kullanmak, hissiyatı kullanmak meselesi var. Hissiyatı aydınlanmanın devamı olarak sunulması. Marjlarda,
majörleştirmeye uğraşmak sözkonusu. periferi-de, kenarlarda gelişen pratiklerin nasıl paranoyak bir
hareketle denetim altına alınmaya çalışıldığını gösterecek 20.
yüzyıl tarihi içinde. Çünkü bahsettiğimiz pratik -Lenin ve
Malevitch'in beyaz üzerine beyaz tuvalinde de tam bir devamı pratiği- Doğu Bloku pratikleri, bütün bunlar bizim için
ken-dindelik var. Beyaz duvarda beyazın rengi ışığı alışı, üzücü pratikler. Yani bir açmaz, bir zamanlar bütün gücüyle
tonlar arasındaki farklılaşmalar sözkonusudur. Enformel, anti ka-pitalistliğiyle, dünya kapitalizmini ve onun savaş sonrası
şekilsiz renklerin varlığı sözkonusudur burada. Sanatta, merkezi olan Liberal Amerikan ideolojisine karşı direnmeye
resimde enformel ne ise şu an tahta üzerindeki yeşil rengin uğraştığı 50 küsur yıllık bir pratik. Sonuçta Sovyetler Birliği'ne
aldığı tonlar da aynı şey. Tüm tahtayı silmeniz durumunda ve diğer Doğu Bloku ülkelerine bakarsak Üçüncü
soyut bir tablo varolacaktır karşımızda. Yeşil tahta enformel Dünyalaş-madan başka bir pratiği vermedi; yani bugün
bir eser olarak çıkıyor karşımıza; ışığı alışıyla, silgi izleriyle, yer geldiğimiz nokta Lenin'in metinlerinden yola çıkarak merkezi
yer beyazlaş-mış görünümüyle bir resim var karşımızda. Beyaz otoritenin kurulmasından itibaren ve de II. Dünya Savaşı
duvar daha da enteresan, direkt Malevitch'e gönderme yapıyor. sonrasında bütün bir Doğu Avrupa'yı Üçüncü Dünya içinde
Malevitch resim tarihinde en minör tabloyu gerçekleştiren kişi. büyük bir coğrafi alanı kapsar. Gelinen noktanın en azından
Beyaz tuval üzerine beyaz boya kullanıyor; tam bir beyaz duvar bugün için majörlük meselesinde özellikle ne kadar yanıltıcı
aslında. Almış olduğu tonlar şekilsiz ve aslında onlar bir özü olduğunu söylemeye doğru gidecek. Ve belki de bu soru
oluşturuyor; bir öz bu -Spinoza'daki öz gibi bir şeyi şekilsiz sorulabilir: "Birçok farklı oluşumları aynı zamanda engelleyen
ama bir tutarlılığı var. Ne zaman ki bunun üzerine biz birşeyler bir merkezi yapılanma mıdır burada karşımıza çıkan?" Çünkü
çiziyoruz, bireyleşmeler başlıyor ve bireyler beyaz duvarın 68 pratiği bunun tam tersini gösterdi ve 68 pratiği o bakımdan
şekillenmesi. Beyaz duvar şekil alıyorsa eğer kendine o zaman başarılı sayıldı. 68 çocuksu grupların eğlence için, devrim için,
üze- gülmek için başkaldırdıkları bir an aslında, tam bir komünizm
pratiği, ortak bir pratik.
68 pratiği spontan idi, merkezi parti yapılanmalarında onlara
karşı olağanüstü bir başkaldırma pratiği olarak karşımıza çıktı. 20 Mart 2000
Onun "kendinde" ve "kendi için" gibi bir problemi olmadı.
mek ve Çalışma üzerine Malevitch'ten yola çıkarak
Çünkü orada ayrı ayrı gruplar kesiştiler, birbirleri rastladılar.
İki Fransız sosyologunun kitabında (L. Waquant, .... Le
E tembellikten bahsedeceğiz. Yine ayın şekilde Mars'ın tarih
okumasını da düşünürseniz, emeğin rolü hem iktisat teorisinde
Novel Esprit du Capitalisme, Gallimard, 1999) bahsettiği şey
avangard sanatı nasıl kapitalizm içselleştirdi. 1970 sonrası to- hem Marksist iktisat teorisinde, hatta toplumsal kuruluş olarak
parlanan kapitalizm ve 70 sonrasında çöken sosyalizmin pra- emeği düşündüğümüzde yine çok büyük kavramlardan biri
tiklerinin arasındaki ilişkiyi doğru buluyorum. Kapitalizmin olarak çıkıyor karşımıza: emek. Üretim üzerine kurulu, emek
avangard sanat pratiğini kendi içine çekerek, ondan güç alarak üzerine kurulu, emeğin sömürüsü üzerine kurulu bir dünya
beslenmesinin çok büyük etkisi var. Çünkü, sonuçta, Sovyetler tarihi, emeği ve üretimi neredeyse sınıfların oluşumunda -ki
Birliği'nde gelişti bütün bu avangard sanat. Yani nerede bir Marx'ta bu tarihin motoru olarak düşünülen birşey-majör bir
canlılık var, o canlılığı boğmaktan geçen bir merkezi sistem, kavram olarak karşımıza çıkarıyor. K. Malevitch bahsetmiştik.
her şeyi boğmaya çalışıyor. Lenin'in paranoyak merkeziyetinin "Beyaz tuval üzerine beyaz boya" yani resmin artık ne figüratif
karşısında kapitalizm, şizofreniyi benimsiyor; çünkü, Sovyetler ne de soyut olduğu, ama bir tür kendi homojenliği içinde ışığı
Birliği'nde sürekli merkezden emirle kodlar koyma sistemi var. alışma göre içinde farklı tonlar potansiyelini taşıyan bir tablo
Kapitalizmin en önemli özelliği, belki de, bu, merkezileşme olarak beyaz üzerine beyaz tuval çıktı karşımıza ve oradan
meselesinde odaklanıyor. Merkez bir tek şey istiyor; merkezi yola çıkarak da bu majör kavram, emek karşısında, minör
devrim. Kapitalizmde böyle bir şey yok. Hangi güç ondan ya- kavram tembellik (çalışmama hakkı) kavramı oluştu. Hem
naysa sermaye oraya gider. Kâr haddi neredeyse, sermaye ora- Paoul Laforgue hem de Malevitch ve 1921 yılında yayınlanmış
ya gider. Yani bütün Batı Avrupa ve Amerika kapitalizminin metini ve bir günde yazdığı söylenen metin (15 Şubat 1921) söz
tarihi 20. yüzyıl tarihi de, aslında; işçi hareketleri, sendika ha- konusu. Buna gelmeden önce Poul Lafar-gue'nm Tembellik
reketleri vs. birlikte gelişir hatta bugünkü gelmiş olduğu tek- Hc/c/a'ndan bahsetmek gerekiyor. Kitap 1883'de yazılıyor.
nolojik serbest zaman bırakma meselesiyle, insanlara ne kadar 1917 devrimiyle Laforgue'nm Tembellik Hakkı üzerine yaz-
daha kendilerine harcayacak zaman bırakmak lazım ki o za- dığı metni düşünürsek ve de bütün Marksist tarih kuramının
manları patronları için geçirsinler. Yani bu olağanüstü başarı. emeğin sömürülmesi üzerinden gittiğini düşünürsek, tembel-
"Bana zaman bırakacaklar ki, ben bana maaş verenler için ka- lik eden bir devrimci işçi sınıfının 1917 devrimindeki yüceltil-
zandığımı harcayabileyim." Sanat pratiği kapitalizmin bugünkü miş, büyütülmüş devrimci işçi söylemi ve figürleriyle bu çalış-
anlamındaki zaferini taşırken, sanat pratiğinin Sovyetler mayan ve çalışmadığı için de o heybetli işçi gücünü gösteren
Birliği'ndeki reddi sistemin çökmesini beraberinde getirdi. dev gibi heykeller değil de, kamburu çıkmış, ağzı açık, gözleri
Malevitch başlangıçta devrimi destekliyordu. Bugünkü res- kapalı uyuşmuş birini düşünürsünüz. Bunun tembelliğiyle Sov-
samlara baktığımızda, aynı şekilde sitüasyonistlere ve Guy yetler Birliği'ndeki idealize edilmiş işçi arasındaki tezat bana
Debord'a eğildiğimizde, gösteri toplumunun ve tüketim toplu- biraz abartılı bir biçimde Laforgue ve Lenin arasında varol-
munun cazibesini yaratan şeylerin heryerde mallardan, malla- mamış bir ilişki kurmuş olduğunu düşündürüyor. Hem
rın sunulmasından ve reklamlardan geçtiğini söyleyebiliriz. Benja-min'in metni, hem bu metin, hem de Malevitch'in
metninin
ıı& 119.
Lafargue'm bu çalışmasında dört bölüm var; ilk bölümde genel
olarak çalışma dogmasının nasıl doğduğundan söz ediyor.
minör metinler olarak geçmesinin özelliklerinden bir tanesi Kapitalizmin nasıl olup da insanları çalışma doğasına ikna ettiğini
de Marx'm KapitaVini düşündüğümüzde, hacim olarak ve bo- anlatıyor. Bunu anlatırken de Antik Yunan'la bağlantı kuruyor. O
yutlarıyla kıyasladığımızda, emek üzerine kurulu majör-büyük dönemdeki metinlerden alıntı yaparak çalışmanın ikinci sınıf birşey
metinlerde yine karşımıza aynı "büyüklük-küçüklük" sorunları olduğunu, sadece kölelerin çalıştığım ve yurttaşlar için çalışmanın
içinde çıkacaktır. büyük aşağılanma olduğunu söylüyor. Ve çalışmanın bir dogma
Sovyetler örneğinde emeğin yabancılaşmasının önemli bir oluşunu Hıristiyanlık ortaçağı ve bunun sonrasındaki kapitalizme
sebebi var. Çünkü anlaşılan işçi sınıfı kendi iktidarını kurduğu bağlıyor. Ve birinci bölümü şöyle bağlıyor: }%ç\ sınıfı tarihi ilerletme
için harcayacağı emek asla yabancılaşmış olamaz. Laforgue gi- görevini unutup, içgüdülerine ihanet ederek kendilerini çalışma
rişte Descartes ve Danvin'den alıntı yapmış. Laforgue'da iler- dogmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve korkunç olacaktır".
leme teması sadece "modern" emek kavramıyla ilgili. Bu an- Lafargue; çalışmanın zenginlik getirmeyeceğini büyük bir sefalet
lamda ilerleme teması mesela teknoloji değil. getireceğini söyler. İşçi sınıfının bilinçlenmesi çalışma esnasında ve
çalışma anında ortaya çıkan bir süreç olarak düşünülüyor. Ancak bu
Darwinci olarak bakarsak, parmakların kullanılmaya başlanması
gün için bilinçlik faktörünün yeni bir teknoloji haline gelen "boş
antropolojik olarak alet kullanmaya başladıktan sonra elin
zaman kullanımıyla" oluştuğunu söyleyebiliriz. "Çalışmanın
çalışmaya başladığı hep söylenir. İşte bu insanın Klasik
Kutsanması" adlı bölümde ise, yine aşama aşama 1700'lerin
Marksist teorinin Darvvinci okunuşu içinde doğayla alet ara- sonundan 1800'lere iktidarlarla çalışmayı özetliyor. Napolyon'dan bir
sındaki gelişim nasıl insanı el emeğini kullanır haline getirdi. alıntı yaparak; "halk ne kadar çok çalışırsa, kötülükler o kadar
Bizi bu anlayışa doğru götürür. Yani bütün bir tarihi marksist azalır" diyor. Tıpkı Deliliğin Tari/ıfnde bahsedildiği gibi, deliliğe
açıdan okuma el emeğinden geçiyor. Zaten yıllarca sosyalist karşı da çalışmak bir ilaç. İnsan bedenen yorulduğunda
yahut komünist sol içindeki tartışmalar hep el emeği ve kafa düşünemeyecek ve düşünemeyeceği için
emeğinin sömürüsü üzerine sürer. Yani bunlar nasıl aynı tip de delirmeyecek.
sömürüye maruz kaldığı halde, biri diğeri üzerine iktidar ku- Lafargue, burada, emeğin özgürleşmesi kavramına geçiyor.
rabiliyor. Kafa emeği ve kol emeği sömürüye karşı ne zaman Ortaçağdan farklı olarak, yeni dönemde emeğin özgürleşmesi
kesişecekler ve ortak eyleme girebilecekler? Bu doğru son, asla denen şeyin aslında sadece emeğini özgürce satabilme özgür-
doğru eyleme dönüşememiş. Ama aslında bütün bir devrim lüğü olduğunu aslında biliyoruz. Ve Laforque bunu fark etme-
teorisi içinde düşünülen şey -68'de yaşandı- üretken emek ve yenleri eleştiriyor. Çalışma dogmasının getirdiği baskıdan do-
üretken olmayan emek arasındaki farklılıklar hangi koşullarda layı kendi zevklerinden çıktıklarını, eğlenmeye dönük herhangi
ortak bir noktada birleşecekler ve orada bir patlama noktası bir istek duymadıkları gibi, eğlenmeye dönük yeni projeler
ortaya çıkacak? 68 bir başkaldırı anı olarak bunu gerçekleştirdi. geliştirmekte çok kısır kaldıklarını anlatıyor. Bu bölümde ma-
Çünkü orada ev kadınından, feministe, öğrenciden işçiye, kine teknolojisinin gelişmesiyle birlikte insanların yaptıkları
sendikalı olandan sendikalı olmayan çalışanlara kadar 68 Ma-yıs'ı işleri daha kısa zamanda bitirmesi gerekirken, nasıl oluyor da
bir başkaldırı anını toplumsal bir harekete dönüştürebildi. Birkaç işçi sınıfının çalışma süresi kısalmıyor? Buna Yunandan ör-
ay sürdü. Sonra bu çok iddialı "çocukça" başkaldırı bir devrim nekler vererek başlıyor. Son bölüm "yeni müziğe yeni ses" diye
olarak, kendi kurallarını koymaya başlayınca bu kesişmeler 12±
parçalanmaya başladı.
para vermek durumundadır. Eğer diyor Lacan, "para teorisi
başlıyor. Bu dönemde artık işçi sınıfının nasıl mücadele etmesi
yoksa psikiyatristin iyileştirme gücü de olmaz". Aynı bu
gerektiği, nasıl karşılık gelmesi gerektiğini söylüyor.
Şama-nist ilişkilerde olduğu gibi, Armağan* ilişkisinde olduğu
Burada şu soruyu sorabiliriz: Çalışma ile sefalet nasıl bir- gibi. Bir şey vereceksiniz ki karşılığını alabilesiniz. Bir
likte işleyebiliyor? Lafargue'in metninde -ki bu Marksist bir
vereceksiniz ki karşılığında bir ruh alabilesiniz. Yahut fal
metin ve o perspektiften bakıldığında- işçinin çalışarak sefalete
baktırdınız öyle değil mi, para veriyorsunuz karşılığında laf
düşmüş olması tam bir yabancılaşma teorisi olarak gözüküyor.
alıyorsunuz. Psiki-yatristler- hastasının ilişkisi de aynı şekilde.
Yani ne kadar çok çalışırsa, o kadar çok yoruluyor ne kadar çok
dünyayı güzelleştirirse, kendisi o kadar çirkin kalıyor, dünyayı Konuşan hasta, dinleyen psikiyatrist. Eskiden Şamanlar
ne kadar çok uygarlaştırırsa kendisi o kadar hayvanla-şıyor. konuşuyor, hasta dinliyor, Psikiyatri öncesi tıpta doktor
Yeni çalışmayla Marx'ın kurmuş olduğu ilişki çok prob-lematik tavsiyede buluyor, hasta yapıyordu. Burada tam tersi bir ilişki
bir ilişki. Yani bütün liberal iktisatçıların üretim ve emek var. Doktor sadece dinliyor ve arasıra da yönlendiriyor, o da her
üzerinden kurulu olan modern iktisat kavramını temelden seansta değil. Çünkü önemli olan hastanın kendi kendine
eleştiren aslında Marx'ın kendisi. Yani yukarıda söylemiş harcadığı zamana karşılık ödediği para kadar hatırlatmakla
olduğumuz gibi, üretim güçleri üzerine konuşurken, tarihin yükümlü olması. Bir ilk sahneye dönüş, doğum sahnesine dönüş
motorunun sınıflararası savaşlar olduğunu söylerken, aslında var hep. Bütün bir psikiyatri bunun üzerine kurulu yukarıda
Marx'ın kafasında artı değer teorisinin olduğunu biliyoruz. verilen örnekteki çok çalışan çok kazanan ve hayatının anlamı
Peki, artı değer teorisi nedir? Üretim eğer zaman üzerinden olmadığı için de kazandığı parayı ne yapacağım bilmemekte olan
kurulursa, 19. yüzyılda olduğu gibi, bir insan harcadığı emek bir çok insan da aynı zamanda bir tür kapitalizmde olduğu gibi,
gücünün saatinin hepsini kendisi için harcamıyorsa, burada bir bunalım edebiyatı, bir iktidar teorisi çıkarıyor karşımıza;
artı değer var demektir. Demek ki artı değerin olması için, La- kapitalizmin nasıl zayıf-güçlü olmaya değer yaratarak kendini
fargue'in söylemiş olduğu gibi; çalışan işçinin aynı zamanda alçaltan insanlara ihtiyacı varsa -ki üzerinde iktidarını kuracak-
harcadığı gücün tekabülü olacak olan sadece ücreti olmayıp, psikiyatrîstlerin de hastalara ihtiyaçları var diyor, Deieuze ve
toplumsal olarak da sefil koşullarda hayatım sürdürmesıyle Guattari. Aynı ikilide bir başka model çıkıyor ortaya; biri
birleşen bir teoriyle karşı karşıya kalıyoruz Marx'ın teorisiyle. psikiyatrinin ve psikanalizin baskısı, öbürü iktisadi olarak
Bu sefalet Marx yahut Lafargue'in bakmış olduğu anlamda ik- kapitalizmin baskısı.
tisadi bir sefalet değil, psişik yahut psikolojik bir sefalet; çok Verdiğimiz örnek bu okumayla ilişkili olabilir ama ilk soru
çalışıp kazanıp hayatını anlamsızlaştıran kişinin sefaletidir. O eğer sefillikle çalışma arasındaki ilişki nasıl kurulmuş diye so-
bakımdan ikisinin ayrı ayrı ama birlikte işlediği daha modern rulduğunda o zaman Marx'ın, Lafargue'nın, hatta
bir teori. Yani Deieuze ve Guattari'nin Kapitalizm ve Male-vitch'in analizleri, aslında, iktisadi olarak çalışmayla
Şizofre-ni'si bunu daha iyi dile getiriyor. Yani bir yandan alakalı. Malevitch de aynı şeyi söylüyor ve diyor ki "eskiden
kapitalizm yani iktisadi olarak sömürü, bir yandan şizofreni kapitalizmin yaptığının aynısı yapıyor sosyalizm". Ne yapıyor?
yani psikiyatrik sömürü. İnsanlara çalışma aşkını aşılamaya çalışıyor, aynı kapitalizmde
Lacancı (194O'lı yıllar) okuma yapısalcı bir okuyuş ortaya olduğu gibi. Sosyalizm de insanın doğasını, emek üzerinden
çıkartıyor. Para ve Psikiyatri arasındaki ilişkiyi çok temel bir çalışma üzerinden yakalamaya çalışıyor ve özgürlük alanını
şekilde ortaya koyuyor. Yani, insanın psikiyatr karşısında kendi çalışmakta arıyor ve bu gerek kapitalizmde gerek sosyalizmde
sorunlarını anımsarken harcadığı zamanın karşısında bir -SSCB ör-
Bkz., Ali Akay, Armağan, Bağlam Yay., 1999).

123L
i-3 *-/ p t
seUnina' PersPektifine göre mümkün olabildiğini düşünür-liyle
* tecrübesinin de bize geleneksel olan hayatın mode-bir, Aşacağını 27 Mart 2000
söylemek bana kalırsa bugün muhafazakar
ona^l§m.görü§ünü yansıtıy°r- Hangi perspektiften bakılırsa, A~ bir ukarıda aylaklık meselesinden, Baudelaire'den, bir tür
anlam kazanır. Tecrübe de keşif var. Y flâneur olarak Benjamin'den söz ettik. Züppe yerine aynı
anlama gelen Dandy kelimesini kullanmayı tercih ediyorum.
Dandy tipi olarak flâneur yani kalabalıkların yalnızı olan kişi,
çalışmayan bir tip olarak çıkıyor karşımıza. Ve bütün yaptığı
şey bir tür temaşa, temaşa etmek-seyretmek. Seyretmek, aynı
zamanda gözlem yapmakla beraber ele alman bir kavram.
Mesela, sanatta bir tabloyu temaşa etmek, ona bakıp, onun
içindeki verilerin üzerinden düşünmek demek. Yukarıda
verdiğimiz Bedevi örneği gibi. Mesela öküz, yani hayvanlar.
Bunlar bizim için olumsuz şeyler. Trene bakmak demek dü-
şünmemek demek. Baudelaire ya da Brumell de bir tür sanatçı
dandy prototipleri olarak Paris'te 19. yüzyılda kendi yaşam
biçimlerini ve kıyafetlerini oluşturan tipler. Yani çalışan yahut
fakir her neyse, insanların giydiği kıyafetlerin dışında kendile-
rini bir birey olarak ortaya koyan kimseler. Ve Paris'in 19.
yüzyıl içindeki yavaş yavaş gözlemleriyle aydınlanan pasajla-
rında Baudelaire'in yaptığı şey yeni modern şeyleri temaşa et-
mek ve temaşa ettiği zaman da ortaya yazdıkları çıkıyor. Ba-
udelaire, büyük bir rastlantı sonucu şu onda örnek olarak ş'air
olduğu gibi aynı zamanda bir sanat eleştirmeni ve modernite
üzerine yazdığı yazılarda sürekli "modern ressam kimdir" so-
rusu üzerinde duruyor.
Guy De Car bir gazeteci, muhabir ve gittiği yerdeki olayları
resmedip, onları gazeteye yollayarak yayınlayan bir karikatü-
rist. Baudelaire bütün Batı sanat tarihiyle karşılaştırdığında
onu modern sanatçı olarak gösteriyor. Baudelaire'in resim be-
timlerinde yazmış olduğu bir sürü karikatürist daha var. Ve
her biri de sanat tarihinin büyük "T" ile yazılmış tarihi içinde
dikkate alınmayacak olan tipler. (Büyük ressamlar, büyük, id-
dialı eserler çıkartıyorlar. Mesela Foucault'nun yaptığı analizi
hatırlarsak; Velasquez sayesinde bir temsiliyet meselesi gün-
deme gelecek. Kralın artık merkezde temsif edilme duramun-
12a 129.
05 u es *
^ BJ s* g-- s B" i (-f -*
C/3
cr es ^ o UCA
> 2 0Q^ o Pen 0Q'
^
!H§S* to O
r-
cr 2 3 3
o °

e
2*. P İL «' 3' ^ ,o tf ri
«' g g R* 3 g & & M
^ ^ er
|.f•
CC CT rT

Isı & il 11III

o er o
kapitalizm karşıtı gibi dururken aynı mekanizmayı çalıştırmaya
Hıristiyan dünyasında, kapitalizme dönük bir ahlak çalışma
devam ediyor. Kapitalist toplumlarda insan emeğinin sö^
üzerine, yahut Hıristiyanlığın emrettiği gibi gözükürken de tu-
mürüsü var, sosyalist göstergede ise makinalaşan bir sanayinin
haf bir şekilde bizi Hıristiyanlığa bağlıyor. Kardeşlik, eşitlik,
insanları kurtaracağı inancı var. Yani günün birinde her şeyi
özgürlük vb. Aydınlanmanın yaptığı şey birazcık Hıristiyanlığı
makinalaştırdığı zaman insan rahatlayacak ve
ayaklarının üstüne bastırmak, laikleştirmek. Ama ortak nokta-
tembelleşebile-cek. Ama tabii kapitalist mantığın çalıştığı
ları da kötülüklerin anasının tembellik olduğu. Ve bütün in-
Marx'ın yaptığı analizi düşünürsek, mutlak artıdeğer ile göreli
sanlık tarihi boyunca bu söz her yerde geçerli ve insanın ey-
lemlerini özel bir şekilde belirliyor: Okullar, çalışma kampları artıdeğer arasındaki fark teknolojik donanımdan geçiyor. Artı
vb. Mesela Foucault'nun hapisane modeli üzerinden yapmış değer göreli-leştikçe makinalar devreye giriyor ve sömürünün
olduğu analizleri, yeni hapishane modeli aslında "gözetleme yoğunluğu artıyor ve buradan yola çıkarak bütün kötülüklerin
toplumu" modelinin ilk aşaması gibi duruyor. Herkesin anası tembelliktir sözünden yola çıkarak, Malevitch bize, bugüne
kal-kış-yatış saatleri, çalışma saatleri belli. İlk çalışma evleri bu kadar tembelliğe karşı yapılan gösterilerin çok doğru olmadığını
kapatılma mekanlarında kuruluyor. Fabrika işçileri gibi mah- gösteriyor. Çünkü, niçin emek bu kadar çok yüceltiliyor? Bunun
kumlar Avrupa'da çalıştırılıyor. İşte bu emek üzerinden kurulu tersine tembellik bir aşağılık nesnesi yahut kötülüğü besleyen bir
dünya aynı zamanda liberal okumayla A. Smith'in olduğu şey olduğu ileri sürülüyor. Burada demek ki zafer işçinin
kadar, Marx'm da teorisiyle örtüşüyor. Komünist toplumun gücünden, emekten geçen bir zafer ve zaten hem (1920'lerde)
ütopyası aslında Malevitch'in dünyasına daha yakın Marx'ta kapitalist toplumlarda hem de sosyalist toplumlarda emek
emek üzerinden kurulu bir dünyanın aslında emek sömürüsü- üzerinden kurulu bir başarı, bir zafer, eğer inanılan bir şey ol-
nün eleştirisi, en şiddetli şekilde ortaya koyuluyor. masaydı, bu sosyalist blokla, kapitalist blok arasında mücadele de
Marx'ın kuramı üzerinden kurulu bir sosyalist toplum mo- olmazdı. Kapitalistlerin korkusu da aynı zamanda aynı şey olarak
deli de -Sovyetler Birliği modeli- sonuçta emeği yücelten bir duruyor. Dünya eğer sosyalizme doğru gidiyorsa emek sömürüsü
sistem olarak çıkıyor, tam tersine olarak. Emek, dünyayı de- üzerinden kazanılan artıdeğer elimizden gidecek. Buna karşılık
ğiştirecek olan bir unsur olarak görülüyor. Ama komünizme sosyalistler şunu söylüyor: "Gelir dağılımındaki adaleti öyle bir
ütopya olarak bakarsak, orada emekten çok tembelliğe yakın şekilde kurmak lazım ki, kapitalistlerin elinde biriken para daha
bir şey var. Yani Marx'm komünist insanı, ilkel insan gibi ya- fazla dağılsın ve bu şekilde sanayileşme daha adil bir şekilde
şayan yani modern olmayan toplumun insanı. Ama Sovyetler ortaya çıksın ve eşitlik, hukuki eşitliğin yanına iktisadi eşitlik de
Birliği'nde deneyimin gösterdiği şey, Amerika ile yarışma. yerleşsin. Ve Malevitch için sosyalizmin bütün yapması gereken
Kim daha fazla füze yapacak, kim daha çok sanayileşecek, kim şey, kapitalistlerin elinden tembellik yapma ihtiyacını alıp,
daha fazla silah üretecek, kim daha fazla ağır sanayi ortaya çı- topluma yaymak. Bunun bir zenginleştirme olduğunu
kartacak; bunu yüceltiyor. Yani emeğin sömürüsünü sosyalist düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz, çünkü herkesin ortak bir
toplum idealine doğru yönlendirmesi bir tarafta kapitalist top- şekilde varolan zenginlikten adil bir pay alması demek,
lum ideolojisine yönlendirilmesi, öbür tarafta olmak üzere. bazılarının biraz daha fazla alırken, diğerinin fakirleşmesi demek.
Aslında aynı şeyi yapıyorlar. Sonuçta bir dağılım, bir pay varsa, o pay kapitalist toplumlarda
Malevitch'in burada gösterdiği de aslında Sosyalizm adını birinin lehine doğru çalışırken, öbür toplum idealinde dengeyi,
alıyor, insanın geleceğini emek üzerinden düşünürken, kapita- eşitliği sağlayan bir sistem olarak ortaya çıkıyor. Fakat tabi 1921
lizmin yaptığı şeyden farklı bir şey gerçekleştirmiyor". Aslında yılında, Malevitch daha sonra oluşacak
133
132.
aylaklığı değil. Bedevi örneği daha tembelliğe yakın bir örnek,
olan Sovyet bürokrasisini düşünmüyor. Çünkü kemikleşen bü- kahveden. Çünkü kahvede tembellik edilmiyor, kahvede bir
rokrasi daha sonra ortaya çıkan bir şey. Devrim gerçekleşmiş tüketim gerçekleşiyor. Üretken bir emek yok orada (ama 19.
ama yürümeyen şeyler de var aynı zamanda. Malevitch de yüzyıla bakarsak, 19. yüzyıl kahvelerinde iktidara karşı örgüt-
Sovyetler Birliğinden Batı'ya doğru gidecek, çünkü onun yap- lenme alanlarıdır. 1940-50 yıllarının pastahaneleri gibi). Bu
tığı tipte sanat Sovyetlerde lanetleniyor. kahvelere baktığımız zaman orada tembellikten çok aylaklık
Başlangıçta fakirlerin zenginleştirilmesi için sosyalizm var görüyorum. Burada tembellik kavramıyla aylaklık kavramına
gibi gözüküyor. Fakat bu siyasal, uluslararası ve iktisadi bir bakarsak. Aylaklık; 20. yüzyıl sonu çalışmayan insan modeli,
mücadele. Ve bütün bir Sovyetler Birliği halklarının 1930'dan işsiz insan, iş bulamayan insandır aylak. Dandy onun için aylak
itibaren, önce Nazilerle sonra kapitalist dünyayla hesaplaşmak değil, flâneur. Geziniyor, dolaşıyor. Türkçe'de bizim aylak
adına, sürekli zenginleşme olanakları kısıtlandı. Ve her zaman dediğimiz şey 20. yüzyılın ikinci yarısının sonunda ortaya çıkan
Sovyetler Birliğinin sözü şu oldu "Bekleyin, tüm dünya sosya işsizler, garantisizler. Bauman'ın ele aldığı birşey var. Küresel-
list olduğunda zenginleşeceksiniz. Çünkü şu onda onlara yar leşme üzerine bir kitap bu.* Orada bugünün aylaklığı ortaya
dım etmemiz lazım ....." koyuluyor. Bugünkü anlamıyla kahve daha çok işi olmayanların
Burada bir de iktidarın yayılma özelliğini yok ettiğini hatır- gidip zaman geçirdikleri bir yer. Bazı kahvelerin o boş zamanı
layabiliriz. Çünkü iktidarın üzerine yaslanabileceği varlıklar içinde iş bulma olanakları sağlayan mekanlar bunlar aynı
yok oluyor. Niçin insanlar kendi tahakkümleri için bu kadar zamanda. Mesela mafya örgütlenmeleri kahvelerden geçen bir
uğraşırlar? Eskiden bugüne kadar sorulan sorulardan bir ta- şey, aynı şekilde devrimci örgütlenmeler de kahvelerden geçiyor.
nesidir. Yani "niçin bedenler kendilerini hakimiyet altına alacak Ama mesela, Avrupa'da bir kahve, Türk mahallesindeki bir
olan hükümdarlara imkan sağlarlar?" İmkan sağlamak, zaten kahve- oraya gelenlerin, iş sahibinin ilan astığı bir mekan, işçi
varolmak eylemini beraberinde getiriyor. Eğer o varlık yoksa bulma kurumu kahveler. Eğer böyle bakarsak, kahveye aylaklık
o varlığın üzerine kuvvet gider mi? Yani "sıfır noktası" denilen var ama ne flâneurlük var, ne de tembellik var. Çünkü tembellik
şey, 'T^eyaz üzerine beyaz" tabi ki aynı zamanda varlığı yok ettiği entelektüel bir şey. Tembel olmak dediğimiz şey Malevitch'in
gibi, iktidarın kullanım dokularını da yok ediyor. Yani yaratmak üzerine kurulu bir şey. Çünkü demek ki insanın
bedenlerin emek gücü olarak kendilerini ortaya atmaktan yaratıcılığını engelleyen bir şey.
geriye çekilmeleri ile birlikte onların üstüne yaslanarak Tembel dediğimiz insan tipi, Baudelaire olsun, Malevitch
yükselecek olan bir sermaye de yahut devlet iktidarı da kendi olsun, yaratma imkanları bulunan, uğraşı içinde olan insanlar.
gücünü kaybediyor. Yani yine klasik bir sorundur bu, Marx'ın Onun için de daha sonra Tanrı ile kıyaslanıyorlar. Tembel
söylemiş olduğu gibi, artı değer olmazsa nasıl sermaye haline olan Tanrı ile kıyaslanıyor, çünkü tembellik yapmak demek
gelecek? Yahut tebaları olmazsa krallar nasıl "kral" olacaklar? yani nesnellik dışına çıkmak, varlık dışına çıkmak demek, va-
veya vatandaşları olmayan bir ülke nasıl devlet haline gelecek? rolan koşullardaki yaşam biçimleri dışına çıkmak demek, yani
Bütün bu sorular varlık üzerine kurulu sorular. bir kaçış çizgisi oluşturmak demek. Yani bir oluş haline gir-
Burada başka bir tema olarak kahvehaneleri birer tembellik mek demek. Bugünkü insana sunulan olanakların dışına
ve boş zaman mekanları olarak örnekleyebilir miyiz? 1700'lü doğ-Zygmunt Bauman, Küreselleşme, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı
yıllarda açılıyor ilk kahveler. İngiltere'den moda halinde Yay. 1999.
Fransa'ya geçiyor. Malevitch'in bahsettiği aylaklık, kahve
135
13A
o sr P &^
Ama Malevitch'in zaten öbür metinlerini okuduklarına göre,
yani bunu varsayalım.
bir şeyin başladığını gösteriyor. Ama en azından Malevitch'in Süprematizm nedir? Bunun türkçesi yok. Süpra; üstçülük
metni hâlâ ereksel bir dil, bir nihai nokta inancı, özgürleşme demek, mükemmeliyetçilik diyebiliriz belki, ama tam da bu
anma doğru bir gidişat var. Bu gidişatı da mükemmellik terimi ile anlama geldiğini söyleyemeyiz. Mükemmeliyetçilik başka bir
belirtiyor. Tüm bu minörlük, tembellik aynı zamanda mükemmel şey; yaptığı herşeyi mükemmel yapan insanlara
olmakla birleşecek. Mükemmellik nedir, sorusuna da Malevitch: mükemmelli-yetçi diyebiliriz. Buradaki mükemmellik başka
"Günün birinde yeni bir beden, yeni bir makine, yeni bir aygıt, birşey. Ama hemen bunun arkasından Kandinsky "Sanatta
emek gücünün sömürüldüğü bu durumdan çıkartacak -bu zihinsellik" diye bir metni kaleme alacak. Ama zihinsellik
Sovyetler Birliği'nde yaşayan ve devrimi destekleyen bir kişinin aslında spirütu-aliszm, tinselliktir. Süprematizm, zihinsellik
metinleri karşımızdakiler- ve bugün dünya başka bir görünüme değil.
bürünecek ve gelecekteki mükemmelliğin yoluna doğru gidecek. Mükemmele ulaşmak sözü aslında tüm evreni tıpkı insanı ortaya
Bir insan, bir halk, bir insanlık tümüyle günün birinde bir amaca çıkartırken emek harcayan Tanrının farklı gücü gibi düşünmek
doğru gidecektir ve bu da mükemmellik demektir" diye cevap gerekiyor. Burada Tanrının yaptığı şey tabi ki fiziki bir güç
veriyor. değildi. Ve diyor ki bunun sonucunda; "Madem ki Tanrı
Yani mükemmellik Tanrının yaptığı şeydir. Burada biraz da elleriyle fiziki olarak insanı yaratmadı, o zaman dinlenmeye
tinsel bir boyutla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü bu onun ihtiyacı yok. Ama çalıştı, yaratıyı gerçekleştirmek için de aslında
söylemiş olduğu gibi fiziki dinlenmeden çok, ruhun dinlenmesi. sözcükler söyledi. Mesela "Adem çıksın!" dedi. Bütün bu "olsun"
Bedensel dinlenme demek, hem bedeni hem ruhu aynı anda dediği şeyi bütün evrende altı defa tekrar etti. Ve bu şekilde kendi
dinlenme içine koymak ve Tanrının yapmış olduğu mü - tahtında, Tanrı ki tahtının ismi de tembellik tahtı- dinlendi ve
kemmelliğe doğru giden bir yola koymaktır. Yola koymak ne- kendi bilgeliğini de temaşa etti". Tanrı kendi tembellik tahtında
dir? yola koymak deyince mesela 20. yüzyıl filozoflarından dinlendi ve kendi bilgeliğini temaşa etti. Ve burada Tanrı
Heidegger "Hiç Bir Yere Varmayan Yollar" adlı kitabında* tec- mükemmelliğini bu temaşa sayesinde gerçekleştirdi. Yani
rübe üzerine kurulu bir sanat yani araştırma yoluna girmek Tanrının bilgeliği, hem evreni yarattı hem de bize onun bakışının
için ve de daha yakın bir zaman için kaçış çizgileri oluşturmak evrendeki yaratılmış halini bize sundu. Kendi bakışını bize
amacında olup, tözsel gerçek ve sanat arasındaki yapısal ilişkiyi sundu. Yani tamamen bir sanatçı eylemi var burada. Tanrı,
kurmaya çalışmaktadır. Böyle baktığımızda Heidegger'den bakarak yaratıyor, kelime söylüyor -şiir gibi- kelimeyi telaffuz
farklı olarak Deleuze ve Guattari'nin kavramları burada Ma- etmesiyle beraber o kelime varlık kazanıyor ve bu tanrının
levitch'in bir metniyle bir tür ilişkiye giriyor. Ve zaten Deleuze gözünden bakılmış bir şekilde bizim gözlerimize sunuluyor. Yani
burada bir tür bakış meselesi var. Zaten de burada söylemiş
ve Guattari'nin "Felsefe Nedir?" metninde söylediği gibi-felsefe
olduğu şey: Tanrı altı günde dünyayı yarattı ve yedinci gün artık
konstrüktivisttir diyorlar. Felsefe Deleuze ve Guatta-ri'de
çalışmayı bırakıp, tembellik yapıp, dünyayı temaşa etmeye
Malevitch'e yakındır. Oradan baktığımızda şuradaki metinlerle,
başladı. Mesela Zeus, tek çalışan Tanrı. P. Clastres'in şefi gibi
bilinçli veya bilinçsiz -Deleuze ve Guattari bu metni okudular Tanrı da ilkel bir şekilde çalışıyor -tek başına- ama sihirli bir
mı bilmiyoruz- ama direkt bir bağ kurmak mümkün. gücü var. "Ol" diyor, oluyor. Zeus da öyle. Burada aslında
Malevitch'in söylediği şey tembellik hakkını kapitalistler emekli
Martin Heidegger, Chemins qui ne menent nulle part, Gallimard olduklarında kazanabiliyor olma-
1962. 139ı
dar, iktidarları devirmekten geçmemeli. Buradaki sıfır nokta-
T
^ vapmak lazım ki sında bir iktidarı ele geçirmek veya devirmek değil, geriye çe-
bir şeyin başladığ^/^ Kkı sadece ser- kilip, iktidarsızlık anını bulmak herkesin kendi iktidarsızlık
metni hâlâ ereks sahiplerinin ye- anını bulması önem kazanıyor. Zira, günlük yaşamda bunun
anına doğru bir ile san o zaman var- nasıl kurulacağı başka bir problem. Foucault'nun son metinle-
belirtiyor. T kemmel f jlığı nedir? Üreti- rinde "her insanın kendi bedeninden bir sanat eseri çıkarması"
olmakl Malevitch: m ı\, sosyalist veya ka- dediği, aslında Malevitch'in yaklaşımıyla birleşebilir. Minör
"Gü yeni bir aygıt, }tl
s olacak. Yani onun sanatçı, sanat tarihinin veya siyaset tarihinin bize sunmuş ol-
kartacak -bu leyen ipsinin yokolma teh-/arlık duğu tüm bu tarih oluşumlarının içindeki verilerin dışında dü-
bir kişi başka bir gör dışılığma itildiği dünyası bir anda şünen, eylemi gerçekleştiren kişi olarak gözüküyor.
yoluna doğr günün kendi ;aklar. Çünkü insan
birin mellik dem bu-anda onun tembelliği
Yani mj da tinsel ola-insanlığın düşünürleri bü-j
söylemiş si. Bedeni da hayvanları varlık dışılığa akilde
dinleı ancak varlıklarını gös-arada artık
diyalektik bir ne-geçmeyen
varlık dışının ancak j olumlayıcı
düşünce var. Ve bu ulaşmış
olduğu mükemmel varlık

dir? ı varlık kendi varlığına ve üretimine ilan da,


Heide^ hayvanları da buraya doğru jr. Bu bakımdan beyaz
rübe üi üzerine beyaz nsel devrim fikrini düşünüp
için yaratmaya . çıkıyor karşımıza. Marx'ın komünist
niza çıkıyor: Şu kadar saat kitap okuyan, tutan
yi kimse. Mesela sanat veya sanatçı ;i veya komünist
insan arasındaki ilişki tu-ilışmamn, emeğin
sömürüsü olarak çıkıyor minör olarak devrim -yani
iktidarı alan, ele ievrimci bir düşünceye karşı
adlandıracağımız mlayıcı pasiflik, geri çekilmeyen
olumlayıcı pa-iktidarsızlık çünkü, burada iktidar
yok. Çünkü >k öngörülü bir şekilde, iktidar
meselesini ortaya icault'nun yahut yapısalcılık
sonrası düşünürlerin :de farkettiği şeyi, Malevitch
1921'de yazmış. İkti-

140
1A1
yabildiler, hem de rahat yaşayabildiler. Ama burada çalışmak
tan kasıt, el emeği harcamaktır. El emeği harcamadan top
lumda kimler yaşayabilir? Buraya geldiğimizde, tekrar benzer
10 Nisan 2000 bir soruyla karşılaşabiliriz: Kimler çalışmadan toplumlarda or
alevitch'in insanın gerçekliği olarak "tembellik" kitabından tak bilinçten bireysel bilince ulaşıp, toplum düzeyinde bir ko
M bahsettik. Ve Malevitch'in süprematizm akımı içinde "beyaz
üzerine beyazMan, yani renkteki erişilebilecek olan en
numa gelip, toplumsal alanda el emeği harcamadan, bu işi ba
şarıyor? Burada tabi ki aklımıza Şaman örneği geliyor. Bildiği
mükemmel an olan "sıfır noktasından ve bunun tanrısal miz gibi Şaman'ı erk sahibi olarak düşünmüyoruz. Çünkü bu
mükemmellikle alakasından bahsettik. Aynı zamanda Male- rada erk sahipleri daha sonra geliyor. Belki "kudret" diyebili
vitch'in S. Birliğinde yaşayan bir Rus vatandaş olarak sosyalist riz. Siyasi iktidarı olmayıp kudreti olanlar. Şaman, büyücü gibi
toplumun ve kapitalist toplumun birlikte işleyiş tarzlarını kişilikler. Ama bunlar da bunun yanında belirli fiziksel sakat
emek üzerinden düşündüğü için, insanın gerçekliği olan yani lıklar sayesinde bu konuma yerleşiyorlardı. Büyücüler ve Sa
mükemmellik, tembellik meselesini anlayamadıklarını yazdığını manları düşünürsek, bunlar genellikle doğal insani durumlar
söylemiştik. Buna biraz devam ettikten sonra aylaklık meselesinin dan eksiklikler taşımaları sayesinde fazladan "kudret" sahibi
günümüzdeki konumuna değinebiliriz. olan insanlardır. Samanlarla büyücüler aslında bir tür iyileştir
Malevitch "tembelliğin bütün kötülüklerin anası olması" me pratiğine sahip olan kişilerdir. Ama nasıl iyileştiriyorlar?
yaklaşımı karşısında, bunun ne kadar tinsel, Tanrı'ya ait oldu- Yer altı ve yer üstü güçleriyle nasıl ilişkiye giriyorlar? Ya da
ğunu söyleyerek, aslında sosyalizmin kapitalizmle birlikte in- öbür dünyadakilerle nasıl ilişkiye giriyorlar? Eğer Samanların
sanın temel meselesinin tembellik olduğunu farkında olup kullandığı davulu ve danslarını ve hayvan taklitlerini düşünür
ama bu farkmdalığı toplumsal alanda gerçekleştiremediğini sek, bu insanlar bir nevi mükemmelliğe ulaşmış kişilerdir. Sa
söylemişti. Burada kapitalist sistemlerde kapitalist sınıf için, kat olup da, bunu denetim alıma alan kişilerdir. Yani güçsüz-
yani tembellik hakkına erişebilecek olan sınıf için bütün araç- lükleriyle güç elde etmişlerdir ve kudret kazanmışlardır. Bu
ların mubah olduğu, çünkü zenginlik sayesinde yani artı değer aynı zamanda sanatsal da bir sorun. Bir tiyatrocuyu düşüne
üzerinden elde edilen kazanç sayesinde kapitalistlerin zengin- lim, dans ve tiyatro aslında mimetik bir ilişki.* Demek ki Şa-
likleriyle tembellik hakkına sahip oldukları alt sınıfların ise manik faaliyetinde sanatsal bir faaliyet var. Ama bütün top
hayatları boyunca çalışmak zorunda kaldıkları için, böyle bir lum şamanik ayinim bilmiyor. Demek ki ilkel veya yabanlarda
hakları olmadığı fikrine değinilmişti. Buradan günümüzün ay- büyücü ve samanlığın toplum üzerindeki etkisi, üstünlüğü bir
laklığına doğru geçmeye çalışırsak; şöyle bir şey çıkar karşımıza: tür onların toplumsal durumdan ayrılmalarıyla, ve kendi ayrı
Malevitch için sanatçı ancak bir mükemmeliyete erişme calıklarını ortaya koymalarıyla gerçekleşiyor. Bir "ayrıcalık"
durumunda kalan kimsedir. Tabi burada şu tip sorularla karşı- var. Çok sosyolojik bir kavramla karşı karşıyayız: "ayrıcalığı"
laşılabilir: Sözü edilen mükemmeliyet fikrine sadece sanatçılar mı olanlar. Sosyolojik olarak ayrıcalığı olan insanlar -toplumun
erişebilme hakkına sahipler? Ya da; hiç çalışmayan biri do- ileri gelenleri, krallar, burjuvalar, aristokratlar, zenginler, vs.-
layısıyla hiç parası olmayan biri tembellik hakkına nasıl erişe- kendi farklı konumlarını ortaya koyabilenlerdir. Zenginlik de
bilecek? Aslında bu gibi sorular toplumsallıkla alakalı olarak sosyal bir ayrıcalıktır.
bazı zorlukları beraberinde getirmiyor değil. * * Robert Wilson'un minör tiyatrosu buna örnek olabilir.
Hiç çalışmayan kişi nasıl yaşayacak? Bunun Batı tarihi içinde I
bir takım karşılıkları oldu aslında. Hiç çalışmayanlar yaşa-
142.
Daha önce sözünü ettiğimiz flâneur ve dandy "oluş-kaçış" çizgisi. Mesela 19. yüzyılda Gaugin'in, Lautrec'in
kavramlaştır-malarını anımsayacak olursak, burada nasıl bir çizgisi bir "oluş" çizgisidir (Toulouse Lautrec küçük yaşta attan
ayrıcalıktan söz edilebileceğini sorabiliriz. Bunlar için parasal düşüp cüce kalmış ve burjuva bir aileden gelmesine rağmen,
yada statü-sel bir ayrıcalık değil, minörlük üzerine kurulu bir kendisi Paris'in Kuzeyinde fahişeler ve kankan yapan dansçı
ayrıcalıktan söz edebiliriz. Bu ayrım, kendi farklarını toplumda ve konsomatris kadınlarla yaşamıştır). Minör oluşa gidiş, kaçış
ortaya koymalarından kaynaklanır. Şimdi asıl sorumuz netleşti çizgisinde:
sayılır: Minörlük üzerine kurulu ayrıcalık nedir? toplumun altına girmek,
Berduşîuğunun ya da serseriliğinin farklılık olarak adını
koymak. Yani zenginliğin ayrıcalığına karşılık, parasal ya da normların altına girmek,
toplumsal statünün en aşağısına geçip, orada farklılığı ortaya aile altına girmek
koymak. Burada Ki-nik'leri örnek gösterebiliriz. Kiniklerin "Altına girmek"; yer altına girmek anlamında söyleniyor,
kendilerini köpeklerle özdeşleştirdiklerini biliyoruz. Diyojen en yahut toplum, norm ve aile dışına çıkmak, onlar dışında yaşa-
bilinen örnek. Diyo-jen toplumun içinde doğada yaşar gibi mak.
yaşıyor. Köpekler gibi. Kiniklerin yaptığı şey, "toplumun en Burada mükemmellik biçimi bir şey yapmamak değil, tam
aşağılığı olma" konumundan, farkı ortaya çıkarmak. Burada tersine sürekli bir iş çıkarmak, eser vermek ama toplumsal an-
dandy örneğine yakın bir örnek var, kısaca minörlükten geçen lamda emek sürecine katılmamaktır. Artı değer yaratmamak,
bir örnek. Baudelaire de aynı şekilde bir örnek . Hatta daha ona el koymamak, burada mükemmelliğe doğru giden bir de-
yakm bir tarih, Roland Barthes bu örneğe yakın bir şekilde, ğer arayışı var. El koymak yok. Ne zorbaca, ne kapitalist an-
geceleri Paris'te dolaşıyor.* "Berduş veya serseri oluş"... Bu bir lamda değere el koymak söz konusu değil. Paul Gaugin örne-
burjuvanın ya da aristokratın kendini öbürlerinden ğini verebiliriz. Gaugin de ailesini terk ediyor. Vahşi akımın
ayırmasından farklı bir ayırma biçimidir. Üstten bakan değil, (fovist) onun sayesinde çıktığını söylemek mümkün.
"aşağıya doğru" giden bir ayırma biçimidir. İşte Baudelaire Minörlük meselesinde yavaş yavaş 20. yüzyıl başına doğru
örneğindeki flâneur bu tip bir minör ayrıcalık diyebileceğimiz gelmeye başlıyoruz. Baudelaire ve Gaugin örneklerinden
bir oluş'a gidiyor. Minör ayrıcalık; en fakirden daha fakir, en fo-vizme girmeye başladığımızda, fovistler bir hayvan "oluş "a
sefilden daha sefil gözükmek... Bu aynı zamanda ruhun da gidişi, bu anlamda sanatta hayvansallaşma sürecini örnekliyor.
bedensel sefillikle buluştu-rulması gibidir. Bir tür içsel şiddet, kendi ayrılığını yaptığıyla ifade eden bir
Mesela Kinikler hiç yıkanmazlar. Neredeyse onların top- şiddettir. Toplumsal anarşist bir şiddetten çok, içe dönük bir
lumsal ayrımı doğal; kokuyorlar. Bunun için yanlarına yakla- şiddettir. Ve bu aşağıdan, minör bir tür ayrıcalık, yahut kendini
şılmıyor. Dandy ise, tam bir Kinik olmasa da, onun aşağıya gi- toplumdan ayırma bizi başka bir şaire götürebilir: Arthur
diş sürecini yaşıyor. Bir metafor olarak düşünürsek Samanların Rimbaud. Rimbaud ilk defa "benlik" ve "öteki" meselesini or-
yer altına inmesiyle, dandy'lerin yahut flâneur'lerin yer altına taya koyan şairlerden bir tanesidir. Rimbaud şöyle söylüyor:
inmesi, kelimesi kelimesine yer altına inmekten geçiyor. Yani "En hayvanı, en aşağılığı, ırkların en zencisi olmak istiyorum".
bir nevi "underground" kültür. Aynı zamanda kalabalığın Yani toplum tarafından en fazla dışlanan örnekleri olmak isti-
içindeki herhangi birinin yer altı hareketi var. yorum diyor. Zenci "oluş", hayvan "oluş", aşağılık "oluş"... Te-
Bu bir mizlikle, şıklıkla, modayla düşünsel bir ayrımcılık olarak çıkı-
yor karşımıza ve sanatla buluşuyor. O zaman minör bir sanat
* Bkz., R. Barthes Ara Anlar, Kaf Yay., 2000.
144
14J5.
minör bir edebiyat, minör bir resim bir tür ayrıcalık ortaya çı- Mikro sosyolojinin bireyi bile incelemediğini söyleyebiliriz. Bi-
karma biçimi. Ancak bu ayrıcalığı egemen unsurlardan değil, reyin bir tavrını, bir andaki tavrını incelediğini söyleyebiliriz.
egemen unsurların tam zıddı olan unsurlardan ortaya çıkar- Mesela günümüzden bir örnek verirsek; bir alan araştırması
mayı içeriyor. Bir tür devrimci klasik yani bir entelektüelin nasıl yapılır? Örneğin araştırma alanı lokanta olsun. Buradaki
kendini proleterya özdeşleştirmesinden siyasi olarak farklı fa- mekan, yerleştirme biçimleri, masalar, duvarlar, yani orada sabit
kat tavır olarak benzer bir tutumu içeriyor. Mesela boşu boşuna sermaye nedir? Bıçaklar, çatallar hangi maddeden yapılmış,
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında "sanatçı ve bohem hayatı" duvarlarda ne tip bir dekorasyon var? Mekan büyüklüğü,
aynı şekilde adlandırılmadı. 20. yüzyıldan başka bir örneği, bulunduğu konum, mahalle vs. Önce bir fiziki araştırma. Bunun
Picasso'yu düşünürsek, onun hayatı üzerine çekilen bir filmi üzerine o fiziki araştırmaya göre, içeri gelen insanlar
örnek olarak kullanabiliriz. Bu filmde onun eserlerini almak arasındaki ilişkiler. Lokanta sahibi ile müşteriler arasındaki
isteyen burjuva ve aristokratları kapısında nasıl beklettiğini güç ilişkileri ve müşterilerle diğer müşteriler arasındaki güç
hatırlatabiliriz. Bu bize bir tür güç ilişkisini gösteriyor. Yani ilişkileri. Bütün sosyoloji araştırması bu değişkenler üzerinden
paranın gücüne karşı, sanatın gücüyle karşılık veriyor. kuruluyor. Fakat büyük (S) harfi ile sosyoloji, içeri giren
Minör tavır, zenci sanatında, Kara Afrika'da ve yabanlardan ak-törlerler nasıl inceleyecek? Mesele içeri giren kişi bilinen
gelen bir hareket. Yani Batı'nm sömürgeîeştirdiği, ezdiği, köle biri mi? Eğer bilmen biri ise, ilişkiler hemen toplumla
olarak sattığı insanlardan geçen bir sanat anlayışı. Az önce kurulmaya başlanacak, z Ama buradaki kişilerin fiziki ya da
sözünü ettiğimiz gibi, bir tür yer altına geçiş. Silahlı olmayan toplumsal konumları başta gelecek.
bir yer altı. İşte dandy ya da flâneur bu geleneğin içinden Şimdi sıralarsak, bu örnekte şunlar var: 1) önce fiziki mekan
geliyor. Yani Kiniklerden uzanan bir çizgi. Malevitch ise tem- dedik, nerede bulunduğu önemlidir. Türkiye'de mi, Fransa'da
bellikten bahsettiğinde, beyaz üzerine beyaz dediği zaman, as- mı, İstanbul'da mı, vb. 2) Bulunduğu fiziki mekanın yerini
lında bu sürecin en son noktasına varmaya çalışıyor, en mü- önemseyeceğiz. Esnaf lokantası mı, lüks bir lokanta mı?
kemmel yer altına iniş... Çizgisi, rengi olmayan ve kendini an- Örneğin Beşiktaş'taki bir esnaf lokantasının garsonu nasıl
cak boşlukta kaybedecek kadar (sıfır noktası dediği şey) davranıyor, orta sınıf bir lokantada bir garson nasıl davranı-
mü-kemmelleştiren. O halde tembellik emek karşısında yor? Ya da lüks bir lokantayı düşünelim. Bir davranış ilişkisi
düşünce tarihinde sosyoloji tarihinde ciddiye alınmayan bir farklılığı mikro sosyolojiyi ilgilendiren konu. Güç ilişkileri
kavram. Tembellik sadece toplumun dışında olma hali olarak analizinde genelde garsonun ne zamandan itibaren nasıl dav-
çıkıyor karşımıza. Bir tür bireyleşme süreci. Nasıl Şaman, ranacağı konusu mikro sosyolojinin konusudur. Burada davra-
büyücü kolektif bilinçten kendini bireysel bilince ayırıyorsa,
nışlar çok önemseniyor. Artık psikolojiye giden bir hat var.
burada da sanatsal tavır, yine kolektif bilinç durumundan
Davranış detayları analizi minör detayların analizi olarak dü-
kendini ayırıyor. Anti sosyolojik bir durum söz konusu. Comte,
şünülebilir. En dikkat çekici isimlerden bir tanesi Gabrielle
Durkheim ve benzeri sosyolojik yönelimlere karşı bir tavır.
Tarde'dır . Onun mikro sosyolojisi tam da minör bir sosyolojidir.
Bunun da bir karşılığı var. Mikro sosyoloji aslında minör, detay
üzerine kurulu tavırların araştırılmasını kapsıyor. Mikro İnsanların neyi, ne zaman, nasıl taklit ettikleri ana sorun-
sosyoloji, insanların nasıl gruplaştıklarını, iktidar ilişkilerini larından biridir. Hemen hepsi küçük detaylar üzerine kurulur.
nasıl kurduklarını değil, bu ilişkilerin ortaya koyulusunda, Bkz., Gabriel Tarde, Les Lois Sociales, Les Empecheurs de
hangi detaylarla büyük toplumsal değişimler ortaya çıkıyor, Pen-ser en Rend 1999.
bunu inceliyor.
İ4Z
na konuşurken, kapitalist ekonominin girmediği yerlere de
Bu minör oluşa dönersek, tembellik ve aylaklık meselesini girmeye çalışıyor. Hatta yine son dönemlerde rastladığımız bir
düşündüğümüzde, karşımıza başka bir sorunsal çıkıyor. Bu da
modern kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni bir durumdur: İşsiz- başka durumu anımsatabiliriz. Öyle ki kadın doğurganlığı ile
lik. İşsizliğin olduğu yerde tembellik ve işsizlik arasındaki ilişki karşılanabilir bir emek kategorisi içinde değerlendirilmeye
nasıl kurulacak? Bu bir irade midir? Yahut zorunlu bir durum başlandı. Taşıyıcı anne olarak adlandırılan durumun özeti bu-
mudur? 70'li yıllardan beri Batı kapitalizmi önce petrol krizi dur. Örneğin 1980'lerde feministler, kadınların doğurganlığı-
adı altında geçen daha sosyolojik olarak transnasyonel nın yine kadınların verimliliğini düşürdüğü gerekçesiyle do-
burjuvazinin tekelci burjuvazi karşısındaki egemenliği olarak ğumlara karşı çıkıyorlardı.
adlandırabileceğimiz yeni bir oluşuma girdi. Ve buna göre de Peki bu süreç bizi nereye götürecek? Örneğin doğum
Batı ülkelerinde kalifiye olmayan işçiler sanayinin çökmesiyle kapi-talize bir hal mi alacak? Yahut dandy ve berduş örneğinde
ya da daha doğrusu emek gücünün daha ucuz olduğu yerlere olduğu gibi, insanlar hayattan ve paradan kaçmaya mı
kaydırılmasıyla bir işsizlik krizine girdi. Ve bu durumda da ya çalışacaklar? O anlamda sanatsal çıkışlar boşuboşuna
göçmenler ya mülteciler ya da yerel vatandaşlar iş bulamaz psikanaliz tarafından kullanılmıyor. Bir tür kaçış çizgisini
duruma geldiler. Bu aşağı yukarı 30 yıllık bir süreçtir. Bunun minörlüğe gidiş çizgisi şeklinde sanatla buluşturduğumuzda
sonuçları sosyal sigorta sahibi olmamak, sağlığın bozulması, yıkım sürecine sokmamakla karşı karşıya bırakıyor kişiyi.
biraz daha marjinal bir örnek verecek olursak; öğrencilerin Mesela Male-vitch'te çalışma gibi olağanüstü bir pozisyon var
öğrenim sürelerini uzatmaları olarak düşünülebilir. aslında. Müzisyen, ressam vs. Fakat emek anlamında bir
Mesela Türkiye'de çalışanların neredeyse %45'i kayıt dışı kullanımı yok bu çalışmanın. Tembellik olarak adlandırılıyor
ekonomiden geçiniyor. Buraya vergisiz çalışanlar, mafya ve çalışmak. Değersizlik, kapitalizm anlamında değeri yok. İşte
kara para vb. dahil. Batıda bu tip bir kayıt dışı ekonomi imkanı aylaklık o halde modern dünyadaki zorunlu durumdur. Ve
olmadığı için, işsizlik krizleri daha vahimdir. Artı, buradaki artık bir ayrıcalık değildir. Çünkü artık üç-dört milyon işsiz
insanlar arası yardımlaşma ilişkileri ile Batıdakiler daha farklı. varsa, bu farklı olmaktan çıkmıştır. Malevitch'in önerisine
Burada bir tür aylak olma, tembel olma, iktisadi olarak rasyo- göre sanatçı eğer tembellik hakkına sahip olarak
nel bir şey. İki üç saat dilencilik yapmak varken, sekiz saat ça- mükemmelliğe erişebiliyorsa, herkes sanatçı olabilir mi?
lışmaya gerek yok. örneğin mahalle yardımlaşma konusunda
önemli bir kamusal alan. Aylaklık modern kapitalizmde minör
oluş'la bir alakası olmayan gayet de ekonomik rasyonalitesi
olan bir anlama geliyor. Dilenmek çalışmaktan çok para geti-
riyor. Örneğin son yıllarda sık sık rastlanan ve kadının eviçi
emeğini ücretlendirmeye dönük sendikal çalışmaları hatırlaya-
biliriz. Bunu refah devleti için bir adım olarak değerlendirebi-
liriz. Başka bir açıdan bakacak olursak, bütünleşmiş dünya ka-
pitalizminin girmediği alan, coğrafi bölge kalmadığı gibi, en
"mahrem" alanlara da sızdığını söylemek mümkün. Sendikala-
rın sosyal refah devleti adına aldıkları tavır ile, değişen kapita-
lizm arasında bir uyum var. Yani sendikal hareket işsizler adı-
149
17 Nisan 2000 düşünür. Böylece işçi sınıfına ait bir mülkiyet, özel mülkiyetin
yerini alacaktır. Ancak bu zaman alacak bir süreçtir, hemen
alevitch'in S.S.C.B. eleştirilerinde gördük ki, tembellik gerçekleştirilemez.
M insanın özünde olan bir şey; ama kapitalist ve sosyalist
dünyalar insanı tembelliği üzerinden değil de çalışması ve
Bu kitapta Bakunin, ani bir toplumsallaşmanın bürokratik
bir yapıyı ortaya çıkarabileceği kehanetinde bulunur. Bu şekilde
emeği üzerinden değerlendirdiler. Lenin'in, "Kant'da Aydın- bilincin oluşmasının zorunluluğu üzerine düşünür. İşçi sınıfının
lanma Nedir?" adlı makalesinde olduğu gibi, majörlük arayışı, üzerine dışarıdan bir bilinç verme söz konusu olamaz. Burada
toyluktan çıkış meselesi ve Lenin'in "çocukluk hastalığı" olarak Lenin ile Bakunin'in ayrıldığı noktaya yaklaşıyoruz: işçi sınıfına
adlandırdığı sol komünizm bu bakımdan bize yeni açılımlar ve bilinç verecek olan "avantgarde" işçiler, Bakunin için sadece
yeniden eleştirel okumalar sunmakta. bürokrasinin ortaya çıkmasından başka bir işe yaramaz. Bu,
Burada, Bakunin'in temel fikirlerinden yola çıkarak; anar- bürokratik iktidarı doğuran bir oluşum olarak kabul edilir. İşçi
şizm felsefesinin ana hatlarıyla, Lenin'in merkezi devlet ve sınıfının bilinçlenmesi entelektüellere bırakılmamalıdır.
Bolşeviklerin iktidarı fikirlerine karşı çıkan anarşizmin günü- Devrimin başkaları, yani devrimci pratik tarafından
müzdeki hali ve Deleuze ile Guattari'den yola çıkarak yönlendirilmesi değil, kaostan geçen bireylerin var edeceği bir
"minör-lük" diye adlandırdığımız kavram ile alakası üzerinde devrimcilikle mümkün olabilir.
duracağız. Bakunin'in "Devrimci El Kitabı", "Federalizm", "Devrimci El Kitabı"nda Bakunin ayrıca geleceğin toplu-
"Tanrı ve Devlet", "Devlet ve Anarşi" makalelerinden yola munun uluslar üzerine kurulamayacağını yazar. Örgütlenme-
çıkacağız. İlk olarak devletsiz bir toplumun oluşumu üzerine nin başarılı olabilmesi için ulus-devletler değil, uluslararası bir
odaklanan Bakunin'in düşüncesi, otoritesiz bir özgürlüğü dayanışma gereklidir. Burada da Bakunin'in merkezi devlet
öngörmektedir. Sosyalistlerde var olan halk devleti veya fikrinden ne kadar uzakta olduğunu görmekteyiz.
proleter devlet fikrinin tersine Bakunin, devletin zorunlu olarak Günümüzde Avrupa Birliği toplumunun gelişimiyle Baku-
kölelik ve kulluk yaratan bir aygıt olabileceğini iddia eder. Bu nin'in fikirleri arasında ne kadar paralellik kurmak mümkün
nedenle, "devlet ve otorite sonuna kadar red edilmelidir" olur, sorusunu sorduğumuzda, hemen belirtmeliyiz ki, AB'nin
derken Marx'ın devletin baskı aracı olduğunu söylemesine kapitalistik yapısıyla Bakunin'in düşüncesi arasında hiçbir
yaslanır. Aralarındaki ayrım şu şekilde ifade edilebilir: Olası benzetme yapamayız. Sorulan bu soruyu doğru bulmadığımı
bir devrim durumunda Bakunin, devletin tamamen ortadan ifade etmeliyim. İktidar ve otorite AB için temel ilkeler ara-
kalkması gerektiğini yazarken, Marx devletin sosyalist bir sındadır. Avrupa Birliği içinde federalizm üzerine ele alman
aşamadan geçmesini doğru bulur. Ancak bu aşamadan sonra son tartışmalarla, belki, Bakunin'in federalizmi arasında ben-
devlet yok olabilecektir. Burada Marx'ın, Hegel'in zerlik var mı, sorusunu sorabiliriz. Bakunin "gelecekteki Avrupa
felsefesinden ne kadar etkilenmiş olduğunu fark edebiliriz. devletlerinin birleşmesi"nden söz etmektedir. Başka bir sorun
Ayrıldıkları nokta, o halde, budur. da Bakunin'in temsiliyet karşıtı tavrıdır. Bolşevikler için
Bakunin, "Devrimci El Kitabı"nda devrimin acil pratik so- proleteryayı mecliste temsil eden bir temsilcilerin bulunması
runları üzerinde durur. Mükemmel anarşi toplumundan çok, ana temsili mekanizmayı ortaya çıkarmaktadır. Bu parti tara-
bir eylem kitabı olarak düşünebiliriz bu yazıyı. Özel sanayi fından ve onun bürokrasisi tarafından mümkün kılınmaktadır.
sektörlerinin toplumsallaştırılmasmdan yana gözükmeyen Ba- İktidarın yok edilmesi, ancak temsil mekanizmasının dışına çı-
kunin, öncelikle miras hakkının ortadan kalkması gerektiğini
151
İSO.
nu yazar. Özgürlük sorununun patlak verdiği her yerde insan-
kıldığında ve federasyonların bireyler tarafından yönlendiril
ların otoriteye karşı çıkma hakları olduğunu hatırlatır.
diği bir durumda mümkün olabilecektir. Merkezsizleşme diye
Bakunin "Tanrı ve Devlet" adlı makalesinde, anarşist bir
adlandırabileceğimiz bu durum da, Marx'm aşamalı sosyaliz toplum kuramını oluşturmaya çalışır. Otoritenin doğası, otorite
minin tam tersidir. : ve bilim arasındaki ilişkiyle, birey dikkate alındığında devletin
Bilginin merkezileştirilmesi de yine iktidar sorunuyla ilinti- bağını vurgularken, Bakunin burada "otorite ve bilim" ve de
lidir. Bilgi yukarıdan aşağıya doğru değil de, aşağıdan yukarıya "insan, toplum ve özgürlük" bölümlerini yukarıdaki yazısında
doğru geliştirilebilecek bir şeydir. "Devrimci El Kitabı"nda geliştirir. "Otorite ve Bilim" adlı bölümde doğal yasaları
Bakunin şunları belirtir: "Tanrı kültünün yerine insanlığa say- dikkate alır ve doğal durumun insan özgürlüğü ile alakalı ol-
gıyı, sevgiyi koyan, insan haklarına saygılı bir insan vicdanını duğunu yazar. Ancak, insan bu doğal yasalara itiraz etme hak-
adaletin tek temeli, kaynağı olarak görür, özgürlüğün salt ol- kım taşır bünyesinde. Doğa içsel bir yasa olmalıdır; çünkü iktidar
duğunu düşünür. Bir insanın özgürlüğünün başka bir insanın tarafından yönlendirilemez ve dışarıdan verilemez. Halbuki
özgürlüğünü engellemesini doğru bulmaz. Kişi ancak diğerle- bunun tersi olarak, devletin ve resmi kurumların yeni ide-
rinin özgürlüğünü tam ve resmen rızasıyla kabul edip, geniş- olojilerinin ve otoritenin yasakları dışsaldır. İnsana dışarıdan
lettiği ölçüde gerçekten özgür olmuş olur. Bu nedenle tek kişinin verilemezler bunlar. Yasalar bu nedenle red edilmelidir.
özgürlüğü ancak herkesin eşit olmasıyla elde edilebilecek bir "Bilim ve Otorite"de şunları söylemektedir: "Uzmanlaşmış bir
şey olarak görünür. Burada birey hakları ortaya çıkar. Ku- iktidar bizi yozlaşmaktan başka bir yere götürmemektedir.
rulabilecek bir anarşist toplumda birey hakları şöyle olanaklı- Uzmanların olduğu yerde kitleler ancak kör bir kalabalık olarak
dır: tüm giderler toplumun bütçesi tarafından karşılanmak gözükebilirler. Bilginler topluluğu neticede, devletin hege-
üzere, her erkek ve kadın doğumlarından itibaren yetişkinlik- monyasına yarar. O sebeple toplumlarda dışsal yasalar ve otorite
lerine kadar; bakım, yiyecek, sağlık, çalışma, kıyafet gibi hak- olmamalıdır. Bunlar birbirlerine yaslanmaktadırlar. Burada
lara sahip olacaktır. İki yetişkin cinsin özgürlüğü, tembellik sadece kölelerin var olduğu bir toplum mümkün olabilir."
veya aktif olma, çalışma özgürlüğü, ahlaklı veya ahlaksız olmak Ancak buna rağmen, Bakunin ayakkabı söz konusu olduğunda
özgürlüğü, kimseye karşı sorumlu olmaksızın kendiliğinden bile "ayakkabıcının otoritesine ve bilgisine saygım vardır" diyerek,
kurtulma özgürlüğüdür söz konusu olan. Özgürlük ancak özgün bilgilere başvurulabileceğini de gözardı etmez. Ama
özgürlük ile nihai hedefine ulaşabilir". Bakunin'e göre onların insan üzerindeki zorunlu otoritesinin de karşısına çı-
"başkalarının özgürlüğü benim özgürlüğümü kısıtlamak yerine, kılması lazımdır, diye düşünür. Eleştiri ve red hakkı her za-
benim özgürlüğümü sonsuzcasına serbestleştirir ve mümkün man saklı kalmalıdır. Otoriteler arasında kıyaslama da yapıla-
kılar. Özgürlükler özgürlüklerden geçmektedir." Bireylerin bileceğini ve birden çok uzmanın fikrini aldıktan sonra karar
özgürlüğü sonuna kadar savunulmaksızın özgürlük ortamının verilebileceğini ileri sürer. Bakunin, "çok özel konular" oldu-
olanaklı kılınamayacağını savunur Bakunin. ğunda bile, bir tek otoriteyi kabul etmemektedir. Birilerinin
"İnsan, Toplum ve Özgürlükler" yazısında: "Toplumla kar- fikirlerine ne kadar bağlı olursak olalım, hiçbir zaman tama-
şılaştığında ve ona karıştığında bireyin önce geldiğini, men onun fikirlerine boyun eğmeme özgürlüğünü her seferinde
kolek-tifliğin ise daha sonra mümkün olabileceğini" savunur. saklayan Bakunin,"bilimin mutlak otoritesinin üzerine fi-
Liberallerin toplum ve birey arasındaki ilişkisine rağmen, kirlerini yaslar. Çünkü Bakunin'e göre bilimin temel amacı fi-
Bakunin "birey ve toplumun birbirlerine eşzamanlı olarak ziksel ve toplumsal yaşamdaki maddi, entelektüel, ahlaki, gün-
geçmiş oldukları" fikrini ileri sürer. Bunun da doğal bir durum
olduğu- 153
p, O »*> ö"
ç£:

L8*f »o
• ** SÎ JK"
& p-^ t» C P v<- c< p. E L S

CfQ< 'i 3

p er o^S «•
w P
P S a- fi-a E
3
o
1/1
*"* p ı ı

P
8*
8. İ 8-
P

er
O*
3 £•■ P
ö:
p-l. ^.
3

p
r
*

3 S" E^
° ö ^^3 5
- cf & İ-
5» S- S'
Soa^
^ % rr

P O- O=
O
-
&
3

P
*

.
5
»
6
3 S.e
3'
M P-
S- S' O
p
S
1*^
QJ
P
fi t2Se
fl> c/3
{< S^ P* O
P 63
9 p?

3
a
£ P* a>,K
% S*. N
B

er.
o P >■
P-

2 i B .a
^ si
3■<

I P
Q

s:- »
H
9.B § P

52. ^

a
^5
'
P

SS
p-

&8
p,. J-.
8-1 C/l
o--
3 2
f o.3.S
I
Tek farkları devletin genişleme alanlarının daha fazla olması ve
marjinal küçük azınlık gruplarının bu olanaklarının daha az
burada devreye girebilir; bu da anarşistlerin birey ve toplum olduğu gerçeğidir.
merkezli görüşlerinden çok başka yerlere taşımaktadır bizim Aşağılık-oluş içinde "sonsuzcasına doğru" giden bir çizgiden söz
düşüncemizi. Minör bir yaklaşımın mikro-sosyoloji ile olan etmek mümkündür. Hiç bir grup veya kişi sonsuzcasına
alakası, anarşizm ile ilintili gözükmemektedir. küçülmedikçe minör oluşa veya devrimci oluşa tekabül
Siyaset ağırlıklı metinlerde siyasetin bütüncül yaklaşımları ve edememektedir. Her birinin farkı her bir küçük alanın diğer
alanlardan farklılaşması üzerinden belirgin kılıyor kendisini.
varsayımları bireyin karmaşası karşısında aciz kalıyor. "İktidarda
Küçük parçalanan devletler, Ortaçağ senyörleri, mafyavari
olmak" ne demek sorusu da sadece siyasi olarak sorula-bilecek bir
oluşumlar, devletin oluşumunda yeni güçler olarak postmo-dern
konu olarak kalıyor; halbuki yukarıda ele aldığımız şekilde bu bir
dönemin içinde kendilerini ortaya koymakta aciz değiller; ancak
psikanalitik ve erotik sorudur aynı zamanda. Ama norm
bunların oluşumlarının minör politikayla hiç bir alakalarının
açısından kimin ne zaman hangi tür bir gücü diğeri üzerinde olmadığının üzerine sık sık basarak söylemeliyiz. Günümüz
kuracağını ve bunu kullanacağı hakkında bize çok fazla ipucu örneklerinden bahsedersek; tabii ki Alaaddin Çakıcı örneği siyaset
vermiyor. Cinselliğin bile iki cinsli olması (biseksü-ellik meselesi) ile gizli servislerle ve mahalle kabadayılığı ile birleşen güçlerin
iktidar oluşumlarında minörlük kavramıyla çok anlamlı bir ilişkiyi bazen siyasi dünyayı ne kadar etkilemekte
oluşturmuyor. Salt siyasi metinler yeteri kadar açıklayıcı olamıyor. olduğunu görebiliriz.
Aşağılık-oluş diye adlandırdığımız (Baudelaire, Rimbaud vb.) Bu açılardan baktığımızda 21. yüzyıl anarşizmi olsun, Ba-kunin
şey ile günümüz toplumlarının travesti hikayeleri çok farklı. anarşizmi olsun, minör politika ve yapısalcılık sonrası düşünce
Aşağılık-oluş bir bakıma entelektüel bir hareket; Sart-re'm ile ilintilendirilmesi çok zorlaşıyor. Özgürlüğün bir "an"
"kendi sınıfıma ihanet etmekteyim" dediği gibi bir şey. meselesi olması fikri ilginç bir fikir. Ancak, bu günümüzdeki
Toplumda para kazanmak için fuhuş yapıldığında toplumsal anarşist söylem içinde bir anlam kazanıyor: Bergsoncu ve
normlarla bütünleşildiğinde aşağılık-oluş'tan söz etmek mümkün dolayısıyla Deleuzecü bir an ancak bugünün anarşizm okuması
olmaz. Zengin olmak, başarılı olmak, itibar kazanmak minörlük içinde mümkünleşmekte. Bu okumada yapısalcılık sonrası
ile alakalı olarak durmamaktadır. Marjinal olanın normlara düşüncenin büyük bir etkisi olduğunu söylemek doğru olacaktır.
girmeye çalışmasıyla alakalı olarak görülmelidir. Flâneur Ancak bu an negatif özgürlük kavramıyla anlaşılır kılmıyorsa, o
olmak başka bir şeydir. Azınlık olmak, travesti, Kürt veya zaman bazı teorik sorunlar çıkacak karşımıza; ve bunu Deleuze
Yezidi ne olursa olsun, minör olmak ile aynı oluş içine girmek ile birleştirmek olanaksızlaşacak. Difrensiyel hesapta olduğu
demek değil. Minörlük yukarıdaki bir konumdan kendi gibi, en küçük farkın önemi teoride anlaşmazlıklar doğuruyor. Bu
kendisinden feragat etmekten geçen bir şey olarak okunmalı. anlamda halka ve bireylere özgürlük vaadinde bulunan çağdaş
Bir çok azınlık, toplum içinde kendi iktidarlarını kurmaktan anarşizm için de söyleyebiliriz ki, aslında Sade, Nietzsche ve
başka bir şey yapmayan pratiklere yöneliyorlar. Maf-yavari Foucault'nun özgürlükleriyle direkt olarak alakalı değil. Mikro
oluşumlar da bunların örnekleri arasında sayılabilir. Mafya iktidarlar göz önüne alınmış gibi durmuyor; çünkü daha
devlet karşıtı olarak oluşsa da bir "sivil toplum" olarak okunabilir bütünsel bir yaklaşım söz konusu. Anarşizmin etkin olduğu 19.
mi? Yahut da sivil toplum olarak kabul edildiği durumlarda, nasıl yüzyıl sonunun genel fikirlerinin havasından ayrı olduğunu
olur da sivil toplum kurumlarına güven sağlayabiliriz? Mafyalar düşünmek, zaten bir açıdan safdillik
veya siyasi"azmhklar" siyasi oluşumlar olarak sadece mikro
159
devletler kurma hayaliyle var olabiliyorlar.
1S&
er 3 S ftf O:

a. sr s 3 3 g s - P§3o
CD

g- _8 ! S* 1 § |
3 N oc/3 P
3
P e KT Ö. &3 2^
§ CTQ P
3•
& 3
2- p 3 2 ^ OQ <
o E*
E*
Bl
ffi

5rr* 3 i—* 3 ^
P Q "e p 3' O:
u (-( CD^ p
CD
3 3: Lİ " P
H-T»
: 3
2 E^ £ 3
•3
3
P
cr. P
o- " '" P
CD C/3 ST
| B.U §:
S:
-
î=i
p
D
ÇD
CL
CD

2
^■3 5"|Şgf£g î3
CD
p P

i—• •—* CD Ö"


CD g 3= < C L 3 t B * 3 : < j " 3 , ^ ^ S ^ P
3
r + J c / J
^ P R* 3'
=
►-* er •-< H2. c^ •-*• £L t- 2:
a 8 §I CD* P ^
►" ^ n ^ 3 m O*
E' 2". 3 3. N ^
""• 3 3 S CD 3
3:
C D f a f o p p ş a ^ S ^
D- p
CD
|f I lif S'İIHIİ ? *<
CD Ç*
P 3- N
CD
"" 5' r 1 •« 3 0 - 0 3 - 3 3 "S- ö ° *" 3 g5 cT
|-L
- 1 —1 5 ^ . ÇP P. »-; • KT P . Co o 3 N n o. 5" - 3
'

2 CD
0Q( iJ ^ C c 2TT (5 i—» H
—i
W^
3 CD
2 - g 3. er 3"

CD <O_, p
^"
CD ^' er.
P
?•§
CD O* r* 3"
p
5G

S1.SS _
«1 ^ Ö»
* 3 I. ?
ff*. p: P
"&
0
&3
İS -
3
sf i.ft-«5
<O 3 O-

İlip-! s* Ke •

^ sr
^ ^ P ÇD
p
^ 2 -" CD"
3* CD ö 00 3
CT-8 g '

S'SB.
S er
^
8fff.l&
S R
H3
ġ*S
p* g: "Î S
J * î^3 EI §" PTe
3 CD
CD

pr o- 3: er 3
8-
i? I er ^*CD
cx oCDer p-
5,
1 ^^
P^*
^"^ Û3
o 3t 3
t- 3 & C/3
P

3 M2
-«« S 3 e 8. CD >S
p P^ E
}» ft H CD
S. o, B» 3
W 13 S*
H ^^'
8* * S. I 5
o^es

2tg.*
3 S- CD t
P.3
ö
§
< P ^
3 3
*" 3 P
!-■
W3 3
!^" 3 OT
CD 3—
bırakılacak bir şey değildir. Cumhuriyet ve egemenlik herkese
tan çıktığında özdeşliği bozmuş olur. Başkasının bedeni de bana aittir. Burada, çok aydınlanmacı bir tavır var, ancak, bu tavır
ait olmaktan çıkar ve kendini temsil etmekten başka bir şey beraberinde bir bireyin her türlü norm içi ve dışı bir oluşumu, bir
yapmaz. Çünkü zaten kendi içinde, kendi doğallığı içinde ve parçalanmayı, bir ayrışıklığı oluşturduğunu düşündüğümüzde
kendiliğinden olarak beden iki cinsiyeti içinde taşıdığında, ku- hiç de Bakunin'in ele almış olduğu salt birey fikriyle alakalı
rumsal dil darbe almış olmaktadır. olmadığını görmekte gecikmeyiz. O bakımdan, Sade'm tavrı
Bedeni olan "ben", "ben"i kazanırken, öteki beden bana ait aristokrat ama kral tarafından hapse attırılan bir cumhuriyetçi
olmayan olarak benim tarafımdan kaybedilir. Eksilme eylemi, aristokratın tavrı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hapse atılmasının
işte bu kaybetme anında gerçekleşmektedir. Bir bedene sahip nedeni ise sanıldığının aksine şiddetli bir cinsel yaşamı yaşamış
olmanın temsiliyetinin şartı kendime has olan bir bedene sahip olmasından çok, o döneme ait olan tıpkı söylemlerin bir döneme
olarak değil de, bir edepsizliğin özgül koşullarında imkanlı hale ait olduğu gibi, bir aristokrat yaşamının cinsel sapkınlıklarını
gelmektedir. En büyük suç Sade için, başkasının bedenine zarar kaleme alıp, tarihe bir belge olarak bıraktığı içindir. Psikiyatri
vermek değil; kendi bedeninin egemenliğini oluşturan tarafından adı sadizm ile bütünleşen Sade, burada ve bu
kurumsal dili yapıbozumuna uğratarak, dilin içinden kurum tavırlarda ve tutumda, bir cinsel sapkından çok, cumhuriyet
dışı, ahlaksız bir görüntüyü edepsiz sayesinde sunmak olur, tutkunu bir aydınlanmacı olarak ele alınabilinir. Bu söylemsel
devrimci diye adlandırabileceğimiz minör politik eylemde devrimde en aşağı tabakaların gittikleri yere Bastille
(Sadizmin başkasına eziyejt çektirmekten çok başka bir hapishanesine kapatılıyor, şikayet mektupları sayesinde. Karısının
okuması olduğunu göstermiştir Pierre Klossovski). Bu eylemin annesi tarafından şikayet edilen Sade, yaşamından çak aristokrat
kendisi cinsel olduğu kadar, anında siyasi bir eylem olarak değerleri yerle bir ettiğinden dolayı saldırıya uğrayarak, içeri
okunabilir ve Klossovski'nin de bize göre, yaptığı yorum bu tıkılıyor. Tüm rejim aleyhtarlarının kaderi Sade'm da kaderiyle
minvaldedir. Bu durumda hayalgücü gerçek bir temsiliye-tin birleşiyor. SSCB'de Paradjanov'un eşcinselliği veya Fransız
yerini alır: Cinayetin romansı hayalgücü gerçek olanı değil, Komünist Partisi'nde Gide'in sömürülenlere karşı tavrından çok,
kurgusalı bize göstermektedir. eşcinselliği yüzünden "dönek" kategorisine konulması gibi, Sade
de sapkın olarak kabul edilen entelektüellerin kaderini paylaşır.
Aydınlanmış diye adlandırılmış insanlar yeni bir anayasa
En karanlık ve en izbe yerlerde aşağılık sınıfların hayatını pratik
ile birlikte yeni hakları ortaya çıkarırlarken, vatandaşlar onların
ederken, Foucault'nun veya R. Barthes'm pratikleriyle benzerlik
bu yeni fikirlerine boyun eğmekten öteye gidemeyecektir. Sade
göstermektedir. Ba-udelaire veya Rimbaud aynı şekildedir.
bunu sorun olarak ortaya koymaktadır. Buna göre, halka kalan
Minör oluş ve aşağılık oluş burada daha anlamlı hale
seçilmişlerin fikirlerini kabul etmekten başka bir şey değildir. gelmektedir; yaşayarak yazılan kuramsal olmaktan çok pratiği
Güneş kral 14. Louis örneğinde olduğu gibi, güneşin ışıkları belirleyen yazıların, minör oluşundan söz etmekteyiz. Sade bunu
sadece parlar ve dünyaya yansır; bu da cama yansıyan ışığın yazdığından dolayı hapislik oluyor. Sade'ın yazdıklarına ne
parlaklığında tıpkı yıldızlarda olduğu gibi insanları söndürür. kralcılar ne de cumhuriyetçiler tolerans gösterebiliyor. 2 Nisan
Bu metinler ebedi ağırlıklı metinler olarak görünmek-teler ama 1789'da devrim sayesinde Sade da hapisten çıkartılıyor; ama
halka haykırmaktan başka bir işleri de yok gibi durmaktadır. cumhuriyetçilerin baskıcı tutumlarına karşı gösterdiği tepkiler
Sade'm, burada öz ettiği, temsilcilerinize sizin yerinize idare onu yine cumhuriyet zamanı da hapise yollamaktan
etmek üzere iktidarı bırakmayın; çünkü cumhuriyet onlara kurtaramıyor; ancak Robespierre'm
163
idamı onu bir kez daha giyotinden kurtarıyor. Metinlerinden
T 24 Nisan 2000
ve kitaplarından bir çoğunu da hapisteyken yazıyor:
Paradja-nov'un dediği gibi, Gulak kamplarından çıktığında pistemolojik ve söylemsel bir oluşumun Bakuninci bir
"Bazılarının Oxford'dan çıktığı gibi, ben de kamplardan
eğitilmiş bir şekilde çıktım. Onlarca eser, onlarca desen vb.
E diyalektik düşünce ile ilgili olmayacağını söyledik. Burada
bunu, yeniden hatırlatabiliriz. Dayanışma ve direnme bi-
ürettim" diyor Arte'de, televizyonda kendisiyle yapılan bir çimleri ne kadar bireycilik üzerine kurulu olursa olsun, yine
konuşmada. de, birey üzerinden kurulu bir özgürlüğün yapısalcılık-sonrası
21. yüzyılın anarşizmi olarak adlandırılan düşünme için, ile alakalı olmadığını tekrarlayabiliriz (daha fazla bilgi için.
bunun yapısalcılık-sonrası düşüncenin sayesinde yeniden bir Bkz. Ali Akay, İktidar ve Direnme Odakları, Bağlam Yay.
okumayla canlanan bir anarşizm olduğunu söyleyebiliriz. Bu 1995, 2000). Modern bir bireyden çok bir bireyselcilik süreci
tip bir kuramsal anarşizmin ne yollara gideceği, yapıbozumsal ve kişilik bireyden daha ön plandadır Foucault'nun
yola mı yoksa arkeolojik yola mı gireceğini 21. Yüzyılın zaman Dele-uze'ün okumalarında. Bugün anarşizmin kuramsal
birimi içinde ancak yaşarken görmek mümkün olabilecek. okunuşu ne anlama gelebilir? sorusunu sorduğumuzda,
yanılsamanın var olduğunu da hatırlatmıştık.
***
"Yeni Bin Yıl için Ortodoks Olmayan Düşünceler" başlığı bizi
yeni bir alana doğru götürmekte gibi duruyor. 12 farklı
makaleden oluşan kitap anarşizmi çözümlemeye ve güncelleş-
tirmeye kalkıyor. Girişte "devlet bir devrimle yıkılabilecek bir
şey değil" diye yazdıklarında "devrimin stratejisi" daha anlamlı
hale gelebiliyor. Bireyin minör anlanlarm içinde bulunduğu
toplumsal ilişkilerde devlet iktidarını bir yere yerleştirip, güç-
lerden bir yapı ortaya çıkarıldığı iddiası ortaya konuluyor.
Anarşizmin felsefi olarak devleti iktidar odağı olarak karşısına
yerleştirmesinin sebebi devlet iktidarının topyekün iktidarının
ortadan kaldırılması ile, kurulacak olan ütopyanın en önemli
dayanağı insanın doğası olduğu söyleniyor. Öncelikle
ortodok-siden uzaklaşarak , "Anarşizm, İnsan Doğası ve Tarih"
makalesi anarşist perspektiften gelişen insan doğasının ikili
karakterinden bahsediliyor. Biri evrensel anlamdaki kötü olarak
kabul edilen, diğeri ise bağlama göre değişiklik gösterebilen, iyi
karakter. Ancak bunun üzerinden insanlığın kötülük yapma
kapasitesinin iktidar şehveti üzerinden geliştiği ileri sürülürken
merkezi devlete genel olarak mesafeli, iktidarı toplumlardan
kaldırmanın imkansızlığı üzerine düşünen bir fikirle karşı

İMâ.
karşıya kalıyoruz. Bu "insan doğası" üzerine geliştirilen indir-
gemeci bir anarşist apriyoriyi reddeden bir düşünce ortaya ko- v
yuyor. Anarşist kuramdaki köklü yeniliğin en önemli motivas- odele bı-
yonlarından birinin de, aslında 1970'den beri tartışılmakta
olan yapısalcılık sonrası analizleri ile ilintili olduğunu söyleye-
biliriz. 1960'lar sonunda ilk olarak feminist söylem içinde ortaya
atılan "kişisel olan politiktir" sloganı ile ifadesini bulan bu söylem
19. yüzyılın yaklaşımlarının yetersizliğini açıklamakta ve anarşist
sorunlar,
kuramcılar için bir nevi örnek cümle olarak ortaya
çıkartılmaktadır. Ancak 19. yüzyılın en çok kullanılan düşün-
celerinden biri olan diyalektik düşünce biçiminin değişim üzerine
kurulu, sentezlerin ve sentezlerin aşılması ve buna bağlı olarak
da toplumsal değişme ile sentezlerdeki niceliksel çoğal-—Wm
niteliksel sıçramalara uğrayacağı ve yeni bir aşamaya
m
' ""* -"»"»«ini belirlediğinde, metin- ~

maların niteliksel sıvım" ___


geçeceği düşüncesi, diyalektiğin yapısını belırleaıgmuv, « ___
lerde hesaplaşmaların bu yüzyılın söylemi içinde kaldığını iddia
edebiliriz. Marxistlerin de aynı şekilde hesaplaşmaları benzer
diyalektik yöntemlerle geliştirildiğinde, Marx'ın Hegel-ci yönü
görünür kalmaktadır. Anarşist düşünce ile marxist düşünce
arasındaki fark da makro boyutlarda iktidar ile hesaplaşmak
konusunda benzerlikler taşır. Ama, devletin ve de toplumda bireyin
analizlerinde farklılaşırlar. Marksiszmin çoğul-laşan üretim
ilişkileri ve biçimleri makro analizlerle gelişirken, iktidar sadece ektif yeni ceva
devlet ve sivil toplum arasında hapsolmuş olarak, Marx'ta devlet
odaklı; anarşistlerde devlet karşıtı olarak
geliştirilmiştir.
Bu günkü anarşizm günümüz söylemine yakınlaşarak bireyin ve
devletin iki antagonist kutup gibi ele alınmasını düşünür.
Örneğin 1980'li yıllarda hem Doğu Bloku, hem Türkiye ve
angklosakson marksistlerin yapısalcılık sonrası ile içice ge-
çirdikleri bir okuma sivil toplum ve devlet arasındaki çelişkileri
bir özgürlük alanına karşı bir baskıcı alan ilişkisi haline çevirdi.
Yani devlet baskıcı kutbu oluştururken sivil toplum halkın
iktidara karşı başkaldırdığı, sivil itaatsizlik gösterdiği,
öz-gürleştiği, diktatörleri devirdiği bir söylem pratiği halinde ele
alındı. 1980 sonrasını düşündüğümüzde eski Doğu Bloku pra-
166
bu hareket Sitüasyonistlerden başladı ise devrimci düşünce kendisini
yapısalcılık sonrası düşünürlerinde geliştirdi. Bu bakımdan ilk olarak
ilişkilerin yapısalcılık sonrası tarfmdan yeniden Debord tarafından modern gündelik yaşam gösteri toplumu olarak
değerlendirle-mesini hatırlatıyor. Lyotard'ın ideolojilerin sonu ortaya konuyorsa, 20. yüzyılın en çarpıcı ve devrimci bir okuması da
büyük söylemlerden çıkış olarak adlandırdığı postmodern durum kapitalizme yapılan eleştirilerle Deleuze ve Guattari tarafından
anarşi-zimde de karşımıza çıkıyor. Büyük anlatıların sonu bu bağlam- gerçekleştirildiği söylenebilir. Bu yüzden anarşist kuramın da
da bir meta anlatı olarak duruyor. Çalışma tekniği olarak da yapısalcılık sonrasına dayanarak yapmış olduğu kapitalizm eleştirisi,
indirgemeci çözümlemeler yerlerini Foucault ve Deleuze'un özellikle anglosak-son dünyasında bir eğitim sorunu olarak ele alındığı
düşüncenin bir "alet kutusu" metaforu ile dolduruyorlar. Buradaki düşünülebilir. Metin okumaktan geçen bir çalışma biçimi yazarların ve
bütüncül söylemlerin sonu anarşizmde ideolajinin kötü düşünce yapılarının giderek bağlamlara göre değiştiğini ileri süren
kaderi gibi duruyor. yapı bozum anarşizmi bu sefer de Derrida ile buluşturmaktadır. Ortak
İlginç bir noktaya gelmekteyiz. Bir siyasi ortamda anarşizm söylemi içinde güncelleşen düşüncenin kav-ramsallaştırılması
kuramsal olarak nasıl kurulabilir sorusu* yeni baştan bir meta Nietzsche, Heidegger, felsefede özdeşlik yerine fark, siyasi analizlerde
anlatı olarak kurulabilmesi ile bazı yakınlıklar taşıyor. Marksizm
Laclau ve Mouffe tarafından geliştirildi. Yukarda adı geçen makalede
iflas etti ise eğer, marksizm üzerinden kurulu toplumsal üretim
ilişkileri, Doğu Bloku, Sovyetler, Çin bütün bunlar bir düzenin Sitüasyonizm ile ilişki yeni toplumsal hareketler olarak eylemsizlik
sora ermesi ile, 1989'daki duvarın metoforik olarak ve reel çizgisi içinde kuruluyor.
olarak ortadan kaldırılması perspektifinde liberalizm ve sivil Yerel olana, özerk olana eğilen yapısalcılık sonrası anarşizm
toplum söylemi yine bütüncül meta anlatılarla buluşmakta. Bizim için Sitüasyonistlerle birlikte süre gelen bir ortodoksiden kopuş
minör politika diye adlandırdığımız kuramsal yaklaşımla söz konusu edilebilir. Burda yeni toplumsal hareketlerle
yukarıdaki yeni liberal veya anarşist birey teması yakınlıktan çok bütünleşmek için yeni bir eylem çizgisi olarak günümüzün
uzaklık ve bir mesafe meydana getirmektedir. 21. yüzyıl anarşizmi Çevreci, feminist ve eşcinsel hareketleri yeni mücadele biçim-
bireyler arası ilişkileri ve güç ilişkilerini sorunsallaştırıyorsa, lerine örnek olarak gösteriliyor. Buradan baktığımızda 20.
insanlar arası ilişkiler ve de barış söylemi söz konusu edildiğinde, yüzyılın sonunda iş gücünün değil de yüksek teknolojinin yo-
ilk planda Nietzsche'in bir yaklaşımından bahsedebiliriz. ğunluğunda bir toplumsallık çıkıyor. Batıda sendikal hareketlerin
Nietzsche'de güç ilişkileri tüm ilişkileri belirlemekte. Ancak minör söylemi ileri sürmelerinden çok, makinalar ve teknoloji
iktidar ilişkileri farklı bir şey. Bu anlamda yapısalcılık sonrasının yoğun bir artı değer söylemi sözkonusu edilebilir. Bu sendikal
Nietzscheci perspektifi ile 21. yüzyıl anarşizminin perspektifi söylemlerin daha önce ele almış olduğumuz Male-vitch'in
benzerlikler taşıyor. insanın özü olan tembellik sorunu ile alakası olmadığı aşikar.
"Anarşizm Yıkıcı Bir Akım mı?" makalesi içinde yazarlar Çünkü Malevitch insanlığa tembellik hakkını verecek bir
Ortodoks sosyalizmden etkilenen bir muhalefet biçim ve araç- toplumsal durumu ortaya çıkartırken, kapitalizm ve sosyalimin
larının yeni dönemde yeniden dönüştürülmesi üzerine yazdık- ister emek isterse de teknoloji yoğun olsun, insanın emeği
larında, anarşizmin uzun süredir farklı politikalar geliştirmiş üzerinden çalışma gücü üzerinden toplumsalı kurmak istemesini
olduğunu öne sürüyorlar. Burda 196O'lı yılların Sitüasyonistle-ri eleştiriyordu. Anarşist sendikal hareketlerde yine emek
ve 1968 sonrası pratiklerle başarılı olmayan, başarısını sadece üzerinden düşünülen toplumsallık tembellik hakkını gö-
kültürel ve sosyal alanda gösteren yeni yaşam biçimleri ortaya
koyan bir dönem içinde, Guy Debord'un gösteri toplumu ile
bütünleşen bir toplumsal durum karşımıza çıkıyor. Eğer,
; u . « , g i b ı ^ ^ ^ lprinbirdekonstrük-
nra
VfarkU bir görüntü bı^ su a ^ ^
X ol arak m aki na i l e bu u » Ue bWik mak,
\vrammm kurucusu Guattar nı ktadır. Yamye -
Vsal odlara sokulduğunda bir an M ^ b
\zyurtsuzlaşma noktası™^ en uç fc Bu da başka br
Vsünce minör bir duşunce oU" Ue bizi bütunlestırır-
Wian Gabriel Tarde'»n mJ«^^ gelen
bütün culu-Ven, Durkheim'ın po»W b« ^ j , oji bir
bakıma bı-|ü ile farkları °^ tur^fd fd Lniz sosyolojik
analizlerle ben-«m »sosyallikler ^'^^Sojinin büyük
harfle.yaz. dgr-zerlikler taşımaktadır. ^u S^yfarkWaşan davranış
biçimlerin, nın tersine, küçük analiz ön plana çıkarır.

nu tam
^f^sanaca
k

şmadan

dün
bir

Rim imbaud
burada

lîû
lastiği üç imkansızlıktan sözeder. Deleuze ve Guattari'ye göre
daki sınırları kaldırmakla kalmıyor, Çek asıllı biri olarak bu 20. yüzyıl başlarında yalnızca Prag Yahudilerine özgü bir
Al-manca'nın söz dizimini de başka boyutlara taşıyor. Ve yine dilsel mahrumiyet değil, tüm dünyada, kendilerini yabancı
dili içinden mayınlıyor. "Ana dilinde yabancı olmak" olan bir kültürün diliyle ifade eden tüm azınlıkların ve marjinal
denilebilecek bir azlık biçimini gerçekleştiriyor. Azınlık oluş, grupların ortak tipik özelliği olduğudur. Çoğunluk ile azınlık
azınlık gibi olmayı değil; tam da bir yersizyurdsuzlaştırmayı dilleri iki ayrı çeşit dil değil, aynı dilin iki olası uygulamasıdır. Ve
gerektiriyor. Çünkü sayısal olarak çok olabileceği gibi az olan görülen o ki, azınlık dilinin ifadesel özelliği, çoğunluk dilinin
bir grubu da içerebiliyor. sabitlerini baltalamaya ve böylece onu yersizyurdsuz-laştırma
Minör bir edebiyat nedir? metnine geldiğimizde, içine sokmaya olanak tanır.
gözönün-de bulundurulan içerikler ve onların biçimleri Minör edebiyatın ikinci karakteristiği burada herşeyin siyasi
olduğunu söyleyerek başlıyor Deleuze ve Guattari. İfadenin olması. Majör edebiyatlarda bunun tam tersine bireysel davalar
biçimden soyutlanamaz olduğunu, çünkü böyle bir soyutlama bireysel olmayan davalara erişmeye meyilli. Majör edebiyatlarda
yapıldığı takdirde, içerikler düzeyinde bile bir çıkış yolu sosyal ortam, çevre ve geri plan işlevi görüyor. Minör edebiyatta
bulunamayacağını; sadece ifadenin bize ancak yol ve yöntemi ise tam tersine en küçük mekan bile, her türlü dava bile
verebileceğini söylüyor. Kafka ifade sorununu burada soyut bir bireyselleştiriliyor. Ve her dava siyasete bağlanıyor. Bir bakıma
şekilde ortaya koyuyor. Aslında Varşova ve Prag'daki Yahudi minör edebiyatta bireysel dava majör hale geliyor. Kafka minör
edebiyatı bunun bir örneği. edebiyatın amaçları arasında baba-oğul arasındaki çatışmanın
Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha çok arındırılması ve bunu tartışmanın imkanlarının yaratılmasını
bir azınlığın majör dilinden yapılan bir edebiyatıdır. Bu edebi- sayıyor. Ama bu ödipal bir fantazm olarak yok burada. Bu bir
yatın ilk karakteristiği dilin yersizyurdsuzlaşmadan etkilenmesi. siyasal program.
Kafka bu anlamda Praglı Yahudilerin yazıya erişmesinde engel Minör edebiyatın üçüncü karakteristiği ise herşeyin kolektif
teşkil eden bir çıkmaz tanımlıyor ve burada edebiyatta üç bir değer alması. Yazarın tek başına söylediği şeyler bile aslında
imkansızlık meydana getiriyor. Birincisi, yazmamanın im- hâlâ ortak bir eylemdir. Söylediği veya yaptığı diğerleri
kansızlığı. İkincisi, Almanca'da başka türlü yazmanın imkan- hemfikir olsun veya olmasın zorunlu olarak siyasaldırlar. Siyasi
sızlığı. Üçüncüsü Almanca yazmanın imkansızlığı. Yazmama- olan tüm sözceyi kapsamıştır.
nın imkansızlığında ulusal, belirsiz ve de baskı altına alınmış Bu edebiyat tüm kötümserliğine rağmen aktif bir dayanışma
bir kimlik var. Ve bu bilinç zorunlu olarak edebiyata geçiyor. üreten bir edebiyattır. Eğer yazar bu kırılgan cemaatin
Almanca'da başka türlü yazmanın imkansızlığı ise, Praglı Ya- dı-şmdaysa veya onun kenarındaysa bu konunun onu aslında
hudiler için ilkel Çek yurdu ile aralarında indirgenemez bir başka alternatif potansiyel cemaat yaratmaya, başka bir bilince,
mesafe olmasından kaynaklanıyor. Almanca yazmanın imkan- başka bir duyarlılığa yöneltir. Böylece edebi makina, gele-i
sızlığı ise, Almanca'nın kitlelerden kopuk bir dil olması ve cek olan bir devrimci makinanın vardiyasını devralmış olur. ;
Yi-dişin Çekoslovakyalı Yahudiler tarafından kullanılmasıdır "Edebiyat halkın davasıdır" diyor burada Deleuze ve bunu
(Burada Kafka'nın Max Brod'a yazdığı mektup örnek olarak Kafka'nın güncesindeki "Edebiyat, edebiyat tarihînin olmaktan
kullanılabilir). Kafka burada yine Prag Yahudilerinin karşı- çok, halkın işidir" ifadesine dayandırıyor.
Bkz., Maurice Blanchot, de Kafka â Kafka, Idees/Gallimard
1981. ıza
172
1 y^{ sorun bu terimlerde ortaya konmasına m zamanda Kafka üzerinde yazılan belki de temsil niteliği taşıyan
«■' V rağmen,
"■ i%em iki özneli geleneksel kategorilere -anlatı-ai)( bütün çalışmaları eleştirmeyi öneriyor.
kahraman, hayal kuran, kurulan- göre anlatısını i \yl Kafka, Deleuze ve Guattari, Kafka'nın en yakın arkadaşı olan Max
yazar ve efendi edebiyatını reddettiği ^, racl\'cı ilkesini Brod çalışmasını defalarca vurguluyor. Trajik bir yazar olarak
de çabucak bırakıyor. Burada artık bir V ı H '^ de®1' kesinlikle görmüyorlar. Tersine dünyadan kopuk olmayan,
SadCCe anlatımın
kolektif düzenlemesi \ ^ hil V" harfi ne bir ki§iyi politik ve neşeli bir yazar olarak görüyorlar. Tanımlanmaya
ne de
anlatıcıyı belirtiyor. %V aflça tığına taklh olarak duran bir çalışılan anlamda Kafka, gerçekçi bir yazar olarak karşımıza
bireyden çok, ma-I ?.elVeWenleme "kolektif bir fail" olarak çıkıyor. A. Robbe-Grillet'e göre, Kafka imgesel görüşüyle
bulunuyor. V* ^k tamına minör bir edebiyatın malzemesini maddesel bir dünya yaratmıştır. Ona göre Kafka'nın hikayeleri
bir alegoridir ve iki dünya tasarımı vardır. Burada Pla-ton'u da
işle-*f HylV\ olduSunU söküyor. Güncesinde kullandığı "kü-^«
anımsamak mümkün: Bilinen dünya ve gerçek dünya.
si
Uht»elleği, büyük bir milletinkinden daha kısa defi 1Se
Romancının görevinin ise bir tür arabuluculuk olduğunu söy-
oyduğuna göre, varolan malzemeyi daha derin iş- leyebiliriz. Görüneni tasvir ederek, onların arkasındaki gizlenen
\ îv T^ada iyi bİr Örnek gibi duruy°r- Deleuze ve Gu-\i gerçekleri yansıtmaktadır. Deleuze ve Guattari için ise,
at arı
^ f \V kavramını bazı edebiyatları nitelemediğini ''A J:
ör
Kafka'da bunlar öylesine bir edebiyat makinasıdır ki, minör
ni
y Jör denilen edebiyatın bağrındaki tüm devrimci mj v edebiyatın tüm genel problematiği burada konumlanmıştır.
^^ ko § uilarmı belirle diğini söylememiz gerekti-|s r> , a ^- Kafka'nın analizinde minör edebiyat ya da azınlık edebiyatı,
Deleuze ve Guattari'nin Kafka metni şi -\K ° etnik bir grubun toplu yaşamında bir odak noktası görevi üst-
d
üğ,LHiyata en detaylı ve en yaygın şekilde uygulan-jj\ lenmiştir. Sosyal problemleri çözmeksizin, içinde çelişkilerin
§ıiıyor^a Kafka'nın ana temasının bir "köksap", bir telaffuz edilebileceği bir araç sağlıyor. Burada belki en önemli
"sı-|\Wslnde A>kı bir yabani ot gibi merkezsiz bir yapı şey, edebiyatla politikanın bu edebiyatta birbirleriyle sıkı bir
taşıdı-|,v\i akl di Aök ağacının antitezi olan köksap, bu genel ilişki içinde olmasıdır. Bu edebiyatta halkın yaşamın merke-
pro-ı Wjeğerlendiriliyor. Kök ağacı hiyerarşi parçaları zinde olduğunu ve minör edebiyatı olan bir ulus için edebiyatın,
Aoenli bağlantıları içerirken, köksap ise tersine, .yayılman edebiyat tarihinden çok insanlığı ilgilendirdiğini söyleyebiliriz.
çoklukları ifade ediyor. Deleuze ve Guatta-\ ^ günlükleri, Deleuze ve Guattari Kafka'nın minör edebiyatı için (azınlık
mektupları, hikayeleri, romanları l^dağılan bir köksap edebiyatı) sosyal ve politik fonksiyon gösteren bireysel
haritasını çıkardığım görü-yîiada köksap'ın ne anlama ifadelerden çok, toplu sesleri teşvik eden, besleyen kuvvetli bir
geldiğinden çok, na-Jü sorguluyorlar. Tüm anti-ödip "yersizyurdsuzlaşma" emsali bir edebiyat olarak betimleyerek
boyunca Dele-ediy^yi yorum objesi olarak bilinç dışının genişletiyorlar. Ve Deleuze Guattari için Kafka'nın bireysel
psikanaliz Da^ıiî) fasını işaret ediyor. Ve bilinç dışı burada düşünceyi yansıtmayan ama buna rağmen sosyal tasvirleri
herşe-u w, üretiyor. Sadece ürettiği şeyin tarifine ihtiyacı ; " manipüle eden, tümüyle politik bir yazar olduğu kesindir.
^ yan Deleuze ve Guattari, Kafka'nın çalışmala-^arzu Minör bir edebiyat figürü olarak Kafka'nın ele alınışı bize
pratiklerinin", bunların açılımlarının bazı açılımlar sağlayacaktır. Bunlardan biri dersin başından
en-vnetamorfozlarının izini sürmekle kalmıyor; ay- beri yapmış olduğumuz "devrimci söylem" ile, "minör politika"
arasındaki ayrımdır ve burada yeniden karşımıza çıkmaktadır.
En başta özne ve anlatımın kolektif düzenlemesi arasındaki
fark, "devrimci oluş" diye adlandırılan bir ifade biçimine bizi
götürüyor. Özne dediğimiz zaman Descartes'a, Kartezyen dü- nörlük sorusu. Bu bakımdan da majör politikadan, edebiyattan,
şünceye, Hegel'e, bilinç felsefesine, öz bilincin sahibi olan ve sanattan ayrılıyor minör politika ve sanat; ama minörlü- ğün
öz bilinçle birlikte hem kendinde, hem de kendi için -kendinin içinde en majörle karşı karşıya kalıyor. Kendi tekilliğinde, kendi
farkında olan- bir öznenin bilince erişmesine ve ardından da oluşunda en küçük bir bir olay, dram birdenbire büyük bir
devrimci özne dediğimizde; günümüz kapitalistik üretim biçimi sosyal problem ve siyasetle içice sokulacak hale geliyor.
içinde bunun ne anlama geldiğine ve kim olduğu gibi sorulara Örneğin 1980 sonrasında Türkiye'de sadece Güneydoğu'da
bizi götürüyor. boşaltılan bir köyde doğmuş olmak bile, hiç politika yapmaksı-
Derslerimiz sırasında Marksist söylem içindeki özne fikri zın, o olayın kendisinin politik olmasına yeterli. Burada kişinin
üzerine de konuştuğumuzu hatırlıyoruz. Marx'ın burada özel- siyasi işler yapması, siyasete girmesi bile gerekmiyor. Yani
likle üretici güçleri düşündüğünü, "tarih yapmak" fikrinin de boşaltılan bir köyde doğmuş olmak, tek başına ister politik an-
bunun bir bilince dönüşmüş haliyle mümkün olduğunu gör- lamda, ister edebiyat ya da sanat anlamında, minörlük içinde
müştük. Ve bilindiği gibi Marx bilinçten sözettiğinde, hemen olma durumunu gösteriyor. Sadece azınlık bir yerden gelmiş
herzaman maddi yaşam koşullarını düşünmekteydi. Bu anlamda olması onu başlıbaşına politikanın büyük P'si ile karşı karşıya
Marx bir özne ideolojisi yaparken materyalisttir, idealist bırakır.
değildir. Aslına bakılırsa, ideolojik bir söylemden çok, maddi
bir söylemi ortaya çıkartır. Çünkü Marx'ın kendisi aslında bir
bilinç felsefecisidir. Fakat Marx'ın yeni baştan ele alınışı ve bu
şekilde de bir devrimci özne ortaya koymuş olması, bizi
prole-terya ile birleştirecek büyük bir projeyi (anlatı)
beraberinde getirecektir. Ve burada bilinçli özne olmak şartı
kişilerin yabancılaşmadan kurtulmasına olanak sağlayacaktır.
Yani özne bu şekilde sömürüldüğünün farkına vararak, kendi
öz bilinci sayesinde devrimci bir potansiyel olarak ortaya
çıkacaktır. Bu 19. ve 20. yüzyıl tahlillerinde önemli bir
gösterge. Bütün bu önemi ile birlikte, net bir şekilde görüyoruz
ki aslında Marx'ın söz ettiği, majör bir bilinçtir ve Kartezyen
felsefe ile ilintili bir şekilde özne felsefesi yapılmaktadır. Bu
da bizim minör bir politikanın dışında bir söylemle karşı karşıya
olduğumuzu gösteriyor.
Kafka örneği, Beckett örneği, hatta modern sanatlar diye-
bileceğimiz 20. yüzyıl başındaki Dada hareketi, özetle tüm
bunlar bizi bir tür minör oluş'a doğru sürükleyen sanat biçimleri
olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü Kant'ın "aydınlanma
tıedir?" sorusunda olduğu gibi, erginliğe doğru giden bir yol
değil, kendi içindeki azınlığı baskın hale getiren bir soru, mi-

İZfi
ızz
la, ikinci etapta da malzemenin bir inşaat malzemesi olması
8 Mayıs 2000 dolayısıyla bize her an yeniden inşa edilebilir bir eserle karşı
karşıya olduğumuzu gösteriyor. Yani biten, ressam taraftan son
inör sanatın plastik sanatlardaki kurucularından olduğunu rötuşunun yapıldığı, sonra da asılıp sergilendiği tuvali değil; her
M söyleyebileceğimiz Fluxus grubu içindeki Maciunos, Beuys,
Cage, Filliou gibi sanatçıların yaptığı şey bize Kaf-ka'nın ve
an herkesin içine girdiğinde interaktif bir şekilde bozacağı ve
yeniden yapacağı bir işle, eserle karşı karşıya kaldığımızda,
Beckett'in yaptığı şeyi gösteriyor. Nedir bu? Örneğin Cage bize devamlı bir devingenlik halinde olan bir eser göreceğiz. Yani son
sessizliğin müziği olduğunu hatırlattığında, "beyaz üzerine noktası olmayan bir eser. O halde, bir tür malzemenin
beyaz" gibi bir şeyden, sesin bir yerden performansından bahsedebiliriz. Burada performans da
yersizyurdsuz-laşmasından bahsediyor. Majör müzik yerine sanatçının herhangi bir mekanda gösteride bulunmasından farklı
minör-minimal bir müzik türünü sunuyor. Beuys'un yaptığı şey olarak seyircilerin kendilerini performansa katıyor. Ve her
ise, Dada hareketinde Marcel Duchamp'ın yaptığı gibi, seyirci edimsel hareketini, performatif hareketini mekana girdiği
bakanın sanatı yaptığı ve herkesin sanatçı olabileceği andan itibaren gerçekleştirmeye başlıyor. Ve yerin malzemesi
önermesini bugüne taşıması. Şu an Karaköy'deki bir sanat her an her bir kişi içeriye girdiğinde değişiyor ve her değişiklik
mekanında yapılan "Dol-durma-Boşaltma" adlı sergide kendi kendine kımıldamaya ve izleyiciyi içine aldığı zaman da
kullanılan malzemeler (çakıl taşı, yapay halı, bir bank, kendi şeklini değiştiren bir eseri ortaya koyuyor. Fluxus bir eser
merdiven, uyarı ışıkları) yoluyla Beuys'un önermesinin, "herkes için yani akışkan akımları içeren ve herkesin kendi mevcudiyeti
sanatçı olabilir" önermesinin içine girebiliriz. Çünkü herkesin sayesinde -sanatçı olması, sanattan anlaması, çocuk olması vb.
kullanabileceği bir malzeme var karşımızda. Duchamp'ın burada hiç önemli değil- oraya gelip onlarla oynaması, basması
bakmakta olan kişinin sanat eserini yaptığı önermesi de yine yeterli bir şekilde kayganlığı, devingenliği bize gösterebilir.
burada karşımıza çıkmaktadır. Oraya gelen bir çocuğun mekanda yerdeki kumlarla çakıl
Bu sergide yere dökülmüş olan çakıl taşları, çakıl tozları taşlarıyla oynamış olması ve onların halini kendine göre
üzerinde gezinen ayaklar, her seferinde sanatçının yapmış ol- düzenlemesi ve kendine orada bir sınır oluşturması, kendi başına
duğunu bozmasıyla, çok oynak bir malzeme ile karşı karşıya eserin bir çocuk tarafından yapıldığını bize gösterebilir.
olduğumuzu gösteriyor. Sanatçının yaptığı ile sergiyi gezenin Çocuğun yaptığı bir eser ile iki sanatçının yaptığı bir eser aynı
doğrudan mekana girdiğinde bastığı her alan, sanatçının yap- eser. Burada tam bir minörlük sözkonusu. Bu konuştuklarımızı
tığım bozup yeni baştan inşa ediyor. Burada çakıl taşı ve tozunun Kafka'nın romanları üzerinden de işleyebiliriz. Zaten Deleuze ve
birer inşaat malzemesi olması bir konstrüksiyon olmakta Guattari'nin Kafka kitabında da başlangıcında bir soru ile
oluşunu gösteren bir şey. Bir park konstrüksiyonu ve o anlamda karşılaşıyoruz. "Kafka'nın eserine nasıl girilmeli?" Kapısı yok
da minimal öğeler bize minör bir sanat biçimini ve minör sanat bunun. Esere girmek; bu bir kök-saptır. Aynı şekilde "şato"nun
biçimi içinde de her an değişmekte olan bir eserin oluş halini birçok girişi olduğu gibi. Birden fazla kapısı olan bir şato ve
ortaya koyuyor. Şöyle özetlenebilir belki; eserin oluş hali ilk Kafka'nın eseri. Birden fazla kapısı olan bir eser; nereden
etapta sanatçıların fikirsel düzeydeki düşüncelerinin girilmeli? Bahsedilen esere de devingenliğin içinde sağdan mı
maddileşmiş olmasıyla yani bir malzemeye dönüşmüş olmasıy- girilecek, yoksa soldan mı? Yoksa orada duran bir bankın
arkasından mı girilecek? Bu girişlerin hepsi mümkün. Dolayısıyla
Küratörlüğünü yapmış olduğum ve Seza Paker ile Anabelle tek bir girişi olmayan eser. Bir ka-
Hu-baut'nun gerçekleştirdiği Bir Dükkan Bir Sanat Mekanı'nda
yapılan (Nisan, 2000) sergiden söz ediliyor. ıza
17flL
değil, geçmişte olanların yeniden güncelleşmesi sayesinde
pisi olmaması demek, bize aynı zamanda bunun çizgisel bir ta-
rihi olmamasını da gösterir. Tarihin eğer bir kapısı varsa -yazı- kendi oluşumunu sağlıyor.
nın bulunuşu- yazıdan günümüze gelen bir çizgi bize nasıl gös- Minörlük dediğimiz zaman, burada bir özne öznenin varh-jh
terir? 19. yüzyıl pozitivizmi ve Danvinci devrim teorisinin dı- yerine bir anlatımın kolektif düzenlemesinden bahsettik. Kafka,
şında çok kapısı olan ve çok farklı kültürleri yanyana getirebilen Beuys, Cage, bunlar özne olmaktan çokta anlatanın kolektif
başka bir biyoloji doğa bilimleri olduğunu biliyoruz. Cari von düzenlemesini sergiliyorlar. Yani bir çokluk sozkonu-su. Üstelik
Linne ilk defa türlerin tasnifini yapan kişi, Foucault'nun örnek vermiş olduğum Karaköy deki serginin
"Kelimeler ve Şeylerdin ilk kısmında, doğa bilimleri ile ilgili kı- ÇDoldurma-Boşaltma", Seza Paker, Anabelle Hubaut) ıkılı
sımda, ele almış olduğu bir klasik dönem tasnif biçimini ger- oluşumu -iki sanatçı tarafından yapılması- özne meselesini ta-
mamen ortadan kaldırıyor. Orada bir Habermas m söylemiş
çekleştiren kişi. Burada bir tablo modeli var, Leibniz'de olduğu
olduğu gibi, öznelliklerarası bir iletişımsellık yok. Tersine ıkılı bir
gibi. 18, 19. yüzyıl düşüncesi bir tablo düşüncesi ve tablonun
klpma söz konusu. Birinin diğeri tarafından kapılırken, diğerinin
içinde yerleri olan türler var -tasnif edilmiş türler. Halbuki
de öbürü tarafından kapılması. Böylelikle ortaya ne bir anlatım
Darwin Linne'nin ele aldığı epistemolojik tablo biçiminden
öznesi, ne de bir sözce öznesi çıkıyor. Burada ne bir anlatım
uzaklaşıp, 19. yüzyıl epistemolojisine giriyor. Marx'ın,
öznesi ne de bir sözce öznesi söz konusu. Eğer "Kafka bize
Com-te'un, Durkheim'ın içinde olduğu bir epistemenin içine
yabancılaşmayı anlatıyor1 deseydım, Kafanın anlatım öznesi
giriyor Darvvin. Türlerin evriminde bize gösterdiği gibi, sudan
yabancılaşma olacaktı. Buna daha basitçe konusu diyelim. Konu,
kaynaklanan bir evrimi, evrimsel okumayı gerçekleştiriyor.
sözce öznesinin kişinin benliği ise, anlatım öznesini oluşturuyor.
Fakat 6O'lı yıllarda farklı bir biyoloji okuması çıkıyor, Kladistik Kafka burada ne bir konu an atıyor, ne kendi benliğini ortaya
deniliyor. Buna göre ise türler bir evrimden çok, bir koyuyor. Edebiyatın mınorlugu bura-dan gelmekte.
yakınlaşmanın ürünü. Kim kimle daha yakın? Kim nereden Madem ki Kafka ne anlatıra ne de sözce öznesini ortaya
geliyor sorusunu sormaktan çok, kim kimle daha yakın koyuyor ve kolektif bir düzenleme ortaya çıkartıyor o halde bu
sorusundan oluşuyor Kladistik yöntem. Yani tek girişi nedir? Bütün bir Yahudi toplumunun kırdan şehıre goçu
olmayan, birden fazla türü aynı tablo içine yerleştirebilen bir sözkonusu. Kafka'mn baba ile ilişkisi bir göçün dışta. Obur
yöntemi ortaya koyuyorlar. Buna göre de bir şempanze ile insan Yahudi aileleri gibi bu sadece Kafka ya özgü degıl. Birçok aile
arasındaki yakınlık, şempanze ile orangutan arasındaki çeşitli şehirlere yerleşiyorlar ve orada ticaret yapıyoıar O
yakınlıktan daha yakın -şempanze insana daha çok benziyor ve halde bir tür dışarı* ile ilişki var. Dışarısı nedır? Kolek f b n
insan türünün içine giriyor, orangutan insan türünün içine düzenleme var dedik, çünkü hikayelenen tek bır Yahudi nm
girmiyor. Maymundan insana giden bir çizgi değil, ayrı ayrı hikayesi değil. Çünkü dışarı ile ilişkiye giriliyor ve butun bir
kompartımanları olan bir biyoloji okuması. Veya timsahlar Doğu Avrupa Yahudilerinin ticareti, bürokratı d > ve od.
kertenkeleden daha çok kuşa benziyorlar. Niye? Çünkü kargındaki ezilmişliğini ifade ediyor Bürokratik il Almanca
ağızlarının altındaki çukur -kertenkelenin ağzında çukur yok, olmasına rağmen, kendi dilleri tam bir Almanca degıY.dış,
ama kuşların ve timsahların ağızlarının altında çukur var- bu Çek ve Almanca karışımı bir dil konuşuluyor. Türkiye de çok
türleri yakınlaştırıyor. bilinen azmhklar sorunu ile birlikte Türkiye sınırları içinde ya-
Bu yönteme göre bütün bir felsefe tarihi, sanat tarihi ve şayan Yahudilerin örnekleri verilebilir. Rumlar ve Ermenıler-
minör bir edebiyat diyeceğimiz politik tarih, tuhaf bir şekilde ıaı
çağdaşlığını yaşayanların mevcudiyetinden veya varlığından

ıaa
durandan, en minör alanda önerdiği yeni sunum bizi majör bir
de olduğu gibi azınlık haklarından yararlanamayan Yahudiler politika yapmakla yanyana getirmekte. Bir kesişme noktası var
durumu, Cumhuriyetin kuruluş yıllarına denk gelen "vatandaş burada. Minör politikanın öne koyduğu bir kesişme noktası.
Türkçe konuş!" kampanyaları ile Kafkagil bir durumu çağrıştı- Böyle baktığımızda bir yandan metaforlarla işlemeyen bir
rıyor. Burada Mario Levi'nin öznesiz bir dil içinde edebiyatını edebiyat demiştik. Çünkü edebiyatın, şiirin kendis i bir tür
sunuyor olması, Türkçe'den de bir azınlık dili oluştuğunu bize edebiyata göre metaforlarla çalışır. Burada Kafka başka türlü
gösterebilir. Yahut Murathan Mungan örneğinde olduğu gibi. edebiyat yaptığını söylüyor ve mesela 1921 'deki güncesinde diyor
Dolayısıyla anlatılan kolektif bir hikaye. Tekil bir birey tara- ki: "Metaforlar, edebiyatta beni en çok umutsuzluğa iten
fından sunuluyor, ancak o birey birey değil, çünkü kendi hika- şeyler". Yani metaforla yapılan edebiyat Kafka'yı en mutsuzluğa
yesi daha hikaye başlamadan herkesin hikayesi ile kesişiyor. doğru götüren edebiyat. Gregor Samsa'nın dönüşümünde bir
Benzer bir şekilde Kürtleri örnek vermiştik. Sadece Yahudi böcek oluş'a girmesi, insanın böcek gibi olması değil, -bir
olması, sadece Yidiş, Çek dili ve Almancayı kullanmış olması, otorite, bir bürokrasi veya baba karşısında- gerçekten bir hayvan
Kafka'yı siyasi bir yazar yapmaya yetiyor. Ve Deleuze ve oluş vardır. Halbuki Kafka'yı biz metaforla okusaydık, böcek gibi
Gu-attari'nin söylemiş olduğu gibi, olmayan ama olmakta olan bir insan (böcekleşen insan) diyecektik. O edebiyatı "edebiyat
bir dili ortaya çıkartıyor. Devrimci oluş, burada devreye yapmak için yapan" edebiyata karşı süslemek, teşbihlerle
giriyor. Yani çokdilli bir yazım. Üstelik de 1920'lerde Yahudi ilerlemek, göndermeli yazı bu tür bir edebiyatın umutsuzluk
cemaatinde eski Kabala diline olan yakınlığı -ki o dili dolu olduğunu söylüyor. Onun için de her türlü metaforu,
Yahudiler unutmuşlar ve kullanmıyorlar- bir de Yidişin içinden sembolizmi ve anlam doluluğu öldürüyor diyor, Deleuze ve
bir azınlık dili oluşturmasını sağlıyor. Eski Kabala dili Yahudi
Guattari. Eser kendinin anlamını her bir ayak oraya bastığında
dili, Çek dili, Alman dili bütün bir edebiyat dili haline geliyor
kendini yeniden oluşturacak. Eseri yapanın sanatçının elinde
ve burada yeni bir dil ortaya çıkıyor. Deleuze ve Guattari'nin
tekelinde değil, eserin anlamı. Anlam sanatçının düşündüğü,
söylediği olmayan ama olmakta olan dili kurmaları da yeni bir
düşünmediği, düşünemediği hepsi birlikte varolacaktır.
olmayan dili ortaya çıkartmaları da minör politikanın, majör
Düşündüğü bakan tarafından anlaşılacak ve ya
devrimci hareketiyle bizi direkt ilişkiye sokmaya başlıyor. Bu-
aniaşı-lamayacak ama bakan kendi perspektifini, kendi
rada yavaş yavaş başka bir merhaleye doğru geliyoruz. Minör
müdahalesini oraya koyduğu zaman, eserin anlamı içinde onun
dil, minör edebiyat, minör politika, minörlük -bunun içerisin-
yeni fikirleri, yeni perspektifleri ve bakışları meşruluk içinde
de'tembellik, Malevitch'in "beyaz üzerine beyaz" vs.
koyduk-minör alandan majör alana doğru gitmekte. Yani varolacaktır. Ve burada aynı şekilde Meta-morphos
merkezi parti iktidarının majör yapısından başlayan hareketi (dönüşüm), her türlü metaforun karşısında bulunur. Göçmen
burada minör hareketten yola çıkıyor. Tam tersi bir yoldan işçi içinde olduğu dilin sesi ile yabancılığını ortaya koyuyor,
hareket ediyor, ama kesiştiği nokta aynı. aksanıyla. İstanbul'daki Doğulunun, Türkçe'yi doğulu
Minörden majör politika yapmak. Ve majör politikanın aksanıyla konuşması gibi. Yabancılığını, farklılığı, azınlığını,
kendisini minör olanın içinde dağıtmak. Yani Marx'ın azınlık olmasını, sesiyle ortaya koyuyor ve standart dilin sesini
onbirin-ci tezindeki "filozoflar dünyayı yorumlamakla yersizyurdsuzlaştırı-yor. Türk entelektüellerinin çoğunun ortak
yetiniyorlar, as-lolan onu değiştirmektir" önermesiyle, minör kaygısı haline gelen Türkçe kullanımının bozulması, medya
politika aynı şey, ama çıkış noktası farklı. Merkeziyetçilikten, sektöründe sık sık karşımıza çıkıyor. Bu minörlük açısından çok
erginlikten, merkezi partiden değil; en köşede kalmış olandan, sorunlu bir görüntü ifade ediyor. Çünkü aydınlanmış, dili iyi
en marjinal gibi bilen edebiyatlar

1&2
nım tarzım bulmasıysa eğer bu, doğallıkla ortaya çıkıyorsa,
çılar, gazeteciler, köşe yazarları, edebiyat eleştirmenleri, söy-
orada minörlük vardır. Empresyonistler arasında Manet üç
leyiş yanlışlıklarını yahut mantıki yanlışlıkları polisiye bir bi-
boyutlu öklitçi bir perspektif anlayışını ilk kıran kişi ise, bunu
çimde araştırıp ortaya koyuyorlar. Halbuki orada o dili bilme-
yapmış olduğu hataya borçlu. Yaptığı tabloda ufuk çizgisini
diği, o dili kullanmadığı düşünülen bir tür azınlık var. Genç,
doğru çizememişti çünkü. Hatayı üstlenip, onu benimsemek
çocuk veya hayalgücünü cümlenin içine sokan edebiyatçılar,
bazen minör politikanın içinde olan bir şey. Çünkü minör po-
veyahut da dili bozmaya çalışan düşünürler. Bütün bunlar bize
litika önce düşünülen, kurgulandıktan sonra da gerçekleştirilen
minör bir sesi, minör bir kelime kullanımını ve cümle yapısını, bir eylem değil, yersizyurdsuzlaşma ve kaçış çizgisi halindeyken
cümle kuruluşunu gösteriyor. Ve bir tür dilin içinden mayın- bulunmakta olan bir silah minör politika.
lanması denen şey bunu içeriyor. Söz dizimi, kelime ve üzerin- Başka bir örneği de Lenin ile Kautsky arasındaki polemikte
den kurulu bir yersizyurdsuzlaşma. bulabiliriz. Lenin'de merkezi bir devletin herşeyi toparla-
Şu sorulabilir: "Kafka bunu bilerek yapıyor, ama spiker bunu masına karşın, Kautsky'de azınlıklara yönelik bir teorik eleştiri
bilmediği için yapıyor". Bu bence hiç sorun değil. Edebiyat veya var. Ancak azınlık konusunda asıl söz edeceğimiz yazarlar ise
gırtlaktan çıkan ses eğer ifade ise, ifade de öznenin ifadesi Kari Renner (1870-1950), Otto Bauer (1881-1938). Ren-ner
olmaktan çok, bilinçli öznenin ifadesi olmaktan çok, bir an- etnik sınırlara dahil olan küçük oluşumlar fikrini ortaya atıyor
latımın kolektif öznesi ise, bu bize bilinçli olarak yapılan hatayı ve her bir milli eğilime göre de dilin, kültürün önemi üzerinde
değil de, genelleşmiş olan bir hatanın doğrulanmasını gösterir. duruyor. Buradan yola çıkarak da bir hukuki bütünleşme
Eğer bir grup gençlik aynı şekilde kullanıyorsa bu dili, spikerin olarak milli komünler kurma fikrini geliştiriyor. Milli
de kullandığı bu dildir. Yılmaz Erdoğan'ın dolayısıyla komünler kurmak demek, Rusya'daki veya Avusturya Maca-
Mükremin'in dili de bir grubun dili ve anlatımın kolektif dü- ristan İmparatorluğundaki, daha çok Avrupa'nın Doğusu ile
zenlemesinin dilini bize gösteriyor. Bunlar dilbilimsel olmaktan ilgili olan kısmında yeni bir hukuki lonca sistemi geliştirip -bir
çok, sosyolojik, ancak mikrososyolojik olguları ve azınlık ve tür cemaat sistemi- bunu kamu ve özel hukuka göre yeni bir
çoğunluk olarak değil de, oluş koşullarına göre baktığımızda şekilde düzenlemeye uğraşmak. Buna bir tür küçük bilimlerden
kendilerine göre, kendi meşruiyetleri olan diller olarak oluşan, hatta mahalle sistemleri gibi çalışan minör örgütler ve o
karşımıza çıkıyor. minör örgütlerin oluşturacağı azınlıklar hakkında hukuk
Doğru edebiyat yapmak, majör edebiyatın içinde kalmak, politikaları gerçekleştirmek. Ve Renner ayrı ayrı olan bu azınlık
dili öğrenmek, bilmek ve edebiyatı bilinçli olarak kullanmaktan grupların bir milli sınır içinde kalmadan, milli sınırlardan
geçen bir edebiyat. Minör edebiyatta ise sadece standart dili ayrılmalarını düşünüyor. Her bir etnik grup kendi milli
şiveli aksanlı konuşmakla bile doğumundan ve yöresinden komününü kuracak ve her bir milli komünün kendi hukuk sis-
dolayı olduğundan, her yapılan yanlış dilin içinde siyasi bir temi olacak ve bu şekilde de bunlar ulus-devlet sınırlarının
yanlışa dönüşür, bir tavır halini alır. Bu ister bilinçli, ister bi- içinde kendi özerklikleri içinde yaşayacak. Ve bu siyasi, hukuki
linçsiz yapılsın, çok farketmez gibi gözüküyor. Kafka'nın bunu ve kültürel olarak kopma fikrini içeriyor, ama separatizmi
bilinçli yaptığını biliyoruz. Ama minörlükten bahsediyorsak ve içeriyor. Renner'e göre azınlıkların ayrı ayrı parçalara bölün-
minör olmak her standart dili konuşan kişinin kendi içindeki mesi lazım. Dolayısıyla her bir bireyin azınlık cemaati içinde
üçüncü dünyayı bulması meselesi ise, yani içindeki kekemeliği kolektif kültürü, kolektif dili ve kendi bireyselliği olması gere-
kendi yeraltına, kendi içindeki aşağılık oluşu, kendi içindeki kecek. Yani gelenek üzerinden kurulu olan cemaatin içinde
tembelliği, kendi içindeki o'yu, dili içinden mayınlayan kulla-
,- cemaatın dışında kendi bireyliğini de ortaya ko- sorunun Bunun için de aynı bölgede yaşayan Çekler,
aynı zamanda. .. ?. . i 1 D Y^ n ptvanyalılar, Polonyalılar gibi azınlık
• J• J
,. ^zgurluğe sanıp olması gerekecek. Bunun için de gruplarının,
, i i i ^ ı düzenlemeleri ve özel hukuk düzenlemeleri a u l
' olarla milli, etnik, bağımsızlık hareketleri oluştur-
bu ayrı ayrı grUP1 & s
kamu hukuki .. . . 1 1 1 1 1
,,, . . - ayrı ayrı düzenlenmesi gereken kuruluşlar
ola-
azınlıklar ıçiJ^ ' J &
* 186
rak düşünülü/ ' , , . , . „ .. . _ „
,,. „
şındakı diğer ısım ise Otto Bauer dır. Bauer
ar sı a n ama o da azınlık
f politikalarıyla yakın-
ar sı a
f ^ Tarihsiz milletlerin tarihlerinden sözediyor. O
an
lc rt#* ^ v millet olarak ortaya çıkmamış olan etnik
zaman ^nillet politikası, milliyetçilik politikası olduğun-
grup arın 1 ^^ Renner'de olduğu gibi bir tür
Nationali-
.aÜ # J \ Ştâte, devletin kültür milliyetçiliği yapmasından
taten bundert ^ . n * J - J 111 J
-1
. ^auer m sorunsallaştırdığı sadece azınlıklar
değil,
a s ıv
ip toplamdan kopmuş proleteryayı da azınlık ola -aynı
zaman g u ^ ilginç bir konu. Çünkü işçi sınıfını ho ra
uşunuy ^ n o\ âTak değil, hem bir ulus devlet sınırlarına m(jlen
1
^jiyle, kültürüyle bağlı olan bir proleterya, hem
ag 10 a , de
yersizyıırdsuz bir proleteryadan bahsedi-
^şj^yş yersizyıırdsuz bir proleteryadan bahsedi-
ıç, göçer ^ en azın( j an j^jj. hetorojen bir durum var. Ve iç
y° T ' e ^köyünü, toprağını terkedip, kente gelip işçi ol -
TMÜ^ P l terya ile milli proleterya arasında bir
SUZ ro e

muş- ye zy ğunun fa^jn^a ve 0 bakımdan da hem ayrı ayrı
problem old^^ u an , , . .:...*..-
c\ c>l § proteteryayı hem de proleteryanın tumumu
grup ar -runu gibi ele almaya çalışıyor. Bauer'in
Ren-
1F
'HZl f ki m^ proleterya ile azınlıkların proleteryası ara-ner e".
^^^mlenme" teorisi geliştirmesi; dolayısıyla da pro-sınc a u
olarak, heterojen bir yapı olarak bir tür "azınlık
e e ^y a y ^ kabul etmesi; aynı zamanda milli ve etnik âzın-f tf
U
^ n^ a ozer ^ ü İ m i o rtava koyacak olan ama etnik po-
! . arm I ğlı olmayan, yani ayrılıkçı olmayan bir politikayı lı 1
a neara .^ j^enner»m "bölmeci" politikasının karşısında,
^ U A u* sınıfsal bir bölünmeden bahsediyor. Ve azınlık
Bauer, danfl . , . , . , ,. , , .,
,-f fakirlik sorunu, yanı proleterya sorunu olabılece-
masına Bauer karşı çıkıyor. Çünkü bunun asimilasyonculuk
karşıtı bir hareket ve antiasimilasyonist bir ideoloji olacağını
söylüyor. İşçilerin bir devrim stratejisi içinde proleterya ide-
olojisine asimile olması gerekirken, azınlıkların dil ve kültür-
lerinin buraya girmesini proleterya devrimi için tehlikeli oldu-
ğunu düşünüyor. Çünkü heterojen olan bir işçi sınıfının bü-
tünlüğü bu şekilde yara almış ve tehlikeye girmiş oluyor.
İki ayrı azınlık düşüncesi ve bu iki ayrı düşüncenin de her
birinin kendi açısından azınlık sorununa bakışı aslında
Kaf-ka'nın da kendi ironisi, dili, kanun karşısındaki tavrı gibi
sorunlarda, bu kuramlarla bizi yakından ilgilendirir gibi duruyor
ve hatta Kafka belki de diyebiliriz ki, bunların dışında farklı
bir dünyayı düşünüyor: Azınlıkların kendi özerkliklerinden
çok, milli dilin içinde azınlık dili oluşturmaya çalışıyor. Minör
politika her bir azınlığın kendi özelliğini değil, milli dilin içinden
bir minör dilin ortaya çıkmasını hedefleyen bir durum. Bu
bakımdan Kafka'nın tutumu, bahsetmiş olduğumuz iki azınlık
politikasından da farklı.
Bütün bu oluşum dahilinde Lenin uluslararası sosyalist
en-ternasyonelde, bu minörite, azınlıklar sorunu üzerine çok
yoğun bir şekilde eğilerek, bunun bir "çan ruhu" olabileceğini
söylüyor. Lenin'in muhtemelen "çan ruhu" dediği şey; Batı'nın
köylerinde her bir kilisenin yerel saate göre çanlarını çalması,
her birinin ayrı ayrı zamanlarda kendi oluşumlarını kurmaya
çalışmaları, bütünlükçü bir politikaya zarar vereceği düşünce-
sini geliştiriyor. Dolayısıyla daha çok azınlıkların ortak eyle-
minden sözedebiliriz. Ve o bakımdan da Bauer'in fikirlerine
Lenin daha yatkın gözüküyor. Proleteryanın ayrı ayrı etnik dil
ve kültür gruplarının oluşturulmasından çok, çanın aynı yer-
den, merkezden çalınıp, merkezin hareketinden yana olduğunu
görmek mümkün oluyor.
Rusya'da devrim sonrasında azınlıkların savunulması ve
merkez komitenin homojen iktidarı arasında gözüken Menşe-
vik ve Bolşevik kavgası, 1903'deki Sosyal Demokrat
Kong-re'de tam bir kopma ile sonuçlanıyor. Menşevikler her
bir azınlık grubunun öz yönetiminden, öz belirlenmesinden
söz
iflZ
Ve ticari hakları onları Avrupa ile bağladığından, sonuçta em-
ederken, Bolşevikler, dolayısıyla Lenin merkezi devleti savu- peryalizm ittifakçısı gruplara dönüşmelerine yolaçmıyor. Tanzi-
nuyor. Bu noktada Rusya'da adına Bundistler denilen Yahudi mat sonrasında artık bunların birer azınlık grubu değil de, ön
grupları Menşeviklerle ittifaka giriyorlar. Burada Bundistlerin
vatandaş konumuna gelmeleri, birer özne olarak kabul edilme-
Menşeviklere eklemlenmesi, Rusya'da daha sonra gerçekleşti-
leri ve hukuki olarak kamu hukukuna bağlı olmaları, Batılıların
rilecek olan anti-semit politikalara bir ön unsur olarak duruyor
diyebiliriz belki. Sovyetler Birliği'nde anti-semit politikalar azınlık hakları üzerinden Osmanlıya direttiği bir yapı olarak or-
Stalin döneminde yoğunluklu bir şekilde gözüküyor ve taya çıkıyor. Bu ise aslında tam bir dışlama politikası.
1948'de İsrail'e doğru yaşanan yoğun göç, buradaki anti-semit Etniklik değil, tamamen dini cemaatlerin etnik hale getirilmesi
politikaları gösteriyor. Aynı şekilde 1933'deki Sovyetler Birliği söz konusunu bu noktada. Ve asıl mesele gayrimüslim
ile Nazi Almanyası arasındaki anlaşma, birçok komünist Ya- meselesi. Zımniler gayrimüslimlerin ortak adı ve örneğin fazla
hudi'nin şaşkınlığına yolaçıyor. Aynı dönemlerde dünyanın vergi ödüyorlar. Ama kendi aralarındaki ayrılma Rum, Ermeni,
pek çok yerinde anti-semitist hareketlerle karşılaşmak müm- Yahudi ayrımı dinsel ayrım olarak sonradan geliyor. Mesela
kün. Burada Türkiye örneğini yine Fransa'da Dreyfus davası Rumlarla Ermenilerin aynı mezhepten olmaları, onların ayrı ayrı
örneğini hatırlayabiliriz. Bütün bu ırkçılık Avrupa'da bir Ya- gruplarda olmasını engellemiyor. Kimi zaman Rumlar, kimi
hudi politik ve kültür bilincinin gelişmesine neden oluyor. Irk- zaman Ermeniler en sonunda Yahudiler Osmanlı ticareti içinde
çılığa karşı gelişen bu tavır Yahudi işçi sınıfı için normal haklar yükselen gruplar. Yunanistan'ın bağımsızlığı ve 1915 meselesi
istiyor. Yahudileri Osmanlıya yaklaşan azınlıklar arasında tek başına
Bu hakların savunulması açısından da iki ayrı çizgi var. Birisi bırakıyor. Osmanlının kuruluşu sıralarında ise Rum azınlık
yurtçular diyebileceğimiz teritoryalistler (toprak üzerine Osmanlıya yakın azınlık grubunu oluşturuyor. Ticaret yapanlar
politika kuranlar kastediliyor), öbürü ise ekstra teritoryalistler, arasında Yahudilerin 15. yüzyıldan beri Avrupa içinde
yani toprak üzerinden politika kurmayanlar. Bu iki ayrı birbirlerine olan güvenleri dikkat çekiyor. O sırada bir Ya-
görüşten ilki toprak devleti, bir ulus-devlet kurulması üzerinden hudi'nin imzaladığı bir kağıda karşılık İtalya'daki bir Yahudi, bu
düşünüyor; öbürü ise Bundistlerde olduğu gibi, toprak kağıdın garantisi altında malları veriyor ve parasını alıyor. Çek
üzerinden devlet kurmak değil, azınlık kültürünü ve dilini des- gibi işleyen "söz" üzerine kurulu bir sistem var. Bir cemaat
teklemek gerektiğini söylüyor. 19. yüzyıl sonundaki bu mesele sözleşmesi. Max Weber'in tezlerine yakın bir şey karşımıza
çıkıyor. Herbir dinsel cemaat ticari olarak bir garantör oluyor.
bugün hâlâ Fransa'nın, eski Yugoslavya'nın, eski Sovyetler
Protestan etikası: Protestan birey eğer borçlanırsa o cemaat
Birliği'nin olduğu kadar Türkiye'nin de problemleri arasında
onun borcunu ödeyebiliyor. Bu yüzden Weber'in dinsel ana-
gözüküyor. Türkiye örneği aklımıza geldiğinde, şu ana kadar
lizleri bir cemaat analizi aynı zamanda. Kapitalizm bir cemaat
gördüğümüz yaklaşımlardan farklı olarak, Ali Bulaç'ın "Medine
tarafından yaratılıyor. Marx'da bunu sınıflar olarak görüyoruz, bir
Vesikası"nı hatırlayabiliriz. Bulaç, azınlıklar meselesini bir tür
çeşit sekülerleşme karşımıza çıkıyor. Her cemaat kendi içinde
Bauerci ve Leninist strateji içinde islamın garantisi altında
yaşamım belirliyor. Yahudi cemaatinde Hahambaşı kararı veren
birleşme olarak düşünüyor. Dolayısıyla azınlık sorunu etnik ve kişiyse, Müslüman cemaatinde Kadı karar veriyor. Osmanlı
dilsel sorun değil, dini bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. sisteminin belki de bu kadar uzun süreli olmasında, bir vergi
Osmanlı sistemini düşündüğümüzde azınlıkların özerklikleri sistemi dahilinde kültürel ve ticari olanın tanınmasının etkili
siyasi bir plana taşınmıyor. Asker değiller, devletin yüksek ka- olduğunu söyleyebiliriz.
demelerinde yer alan insanlar değiller, ancak ticari hakları var.

188
15 Mayıs 2000 uze, Krafft Ebing'den bahsederken birçok sapkınlıkların ra-
hatlıkla yazıldığını -fetişler, ölülerle ilişkiler, hayvani cinayetler,
zınlıklarla alakalı olarak karşımıza çıkan diğer bir yazar da karın deşmeler, ölü seviciliği vs.- büyük bir soğukkanlılık
A Kont Sacher Masoch. Masoch Avustur -ya-Macaristan
imparatorluğunda yaşamış olan bir Slav yazar, edebiyatçı ve
taşıdığını ve bütün bunların hiçbir değer yargısı olmaksızın
tasnif edildiğini, fakat tek bir örneğin Ebing tarafından "çok
Almanca yazıyor, Kafka örneğinde olduğu gibi bir örnekle karşı tehlikeli bir fetişist" olarak nitelendirildiğini söylüyor. Ebing:
karşıyayız. Fakat Almanca kendi içinden Slav-Balkan dilleriyle "Bu tip insanlar o kadar tehlikelidir ki, onları muhakkak has-
örülmüş vaziyette. Masoch'nun kendi dönemindeki siyasi taneye tıkmak lazım. Bir akıl hastanesine tıkmak lazım. Ancak
azınlık grupları ile çok yakın ilişkide olduğu biliniyor. Önemli iyileştikleri zaman onları çıkarmak mümkün olsun. Onlar en
yapıtlarından biri Kürklü Venüs ve yanısı-ra küçük hikayeleri ufak bir acıma duygusunu bile hissettirmiyorlar insana". Bu fe-
var. Bu hikayelerde özellikle pan-slavizm Osmanlı tişistler otobüslerde küçük kızların saçlarını keserler. Saçları
İmparatorluğu'nda Avusturya-Macaristan İmpara-torluğu'nda kesilen ufak kız çocuğunun annesinin, babasının üzüntüsünü
içeriden bir direnme hareketinin başladığı ve milliyetçi gördüğü zaman, bunun anlaşılmasının imkansız bir şey oldu-
hareketlerin, etnik milliyetçiliklerin dini milliyetçiliklerden daha ğunu, kızın o güzel saçlarını kaybettiğini ve bunu yapan delile-
kuvvetli bir şekilde kendini göstermiş olduğu bir dönem içinde rin de tımarhaneye atılması gerektiğini söylüyor. Deleuze,
ortaya çıkıyor. Mazohizm kurucusu bir yazar ile daha önce Ebing'in yüzlerce sapkınlıktan sonra böyle bir saç kesme vaka-
sözünü ettiğimiz flâneur teması ve Baudelaire arasında en sında bu kadar şiddetli bir şekilde patlama göstermesini, sinir-
aşağılık konuma girmek bağlamında tuhaf bir yakınlık bulmak lerinin çatlamış olmasına dayandırıyor. "Bu da herkes için bir
mümkün. İktidarını ve nazlarını egemen olmak üzerinden değil ders olsun" diyor Deleuze. Bu kadar çok sapkınlıktan sonun-
de, egemenlik altına girmek üzerinden oluşturmak... cusuna gelirken, yavaş yavaş sinirler boşalmaya başlıyor.
Masoch'nun özellikle hayatına girmiş olan üç kadınla yaşadığı Psikiyatrist Ebing, Masoch'u "cinsel olarak ezilmekten,
ilişkiler üç ayrı kadın figürünü eserlerinde ortaya çıkartıyor. kendini ezdirmekten zevk alan bir fetişist" diye tanımlıyor.
Sonuncu kadın Vanda, Masoch üzerine küçük bir kitap yazan ve Burada Freud'dan da bildiğimiz bir çifti hatırlatıyor: "Sadolar
onu bir açıdan unutulmaktan kurtaran yazarlardan bir tanesi. ve Mazolar". Deleuze ise Kürklü Venüs'ün önsözünde bütün
Diğeri de Fanny Phistor da Kürklü Venüs'ün kahramanı. pskiyatrların nasıl yanıldığını Sado ve Mazo'nun bir çift ola-
Masoch'u unutulmaktan çıkartan diğer kişi de mayacağını anlatıyor. 1967 yılında çıkan bu yazı Deleuze'ün
Krafft-Ebing adlı bir pskiyatrist. Krafft-Ebing Cinsel anti-ödip'ten önce psikiyatrlara karşı savunusunu gösteriyor.
Psikopat-lık adlı kitabın yazarı ve Masoch'nun Krafft-Ebing Bu Deleuze'ün okuması açısından ilginç. Ama diğer yandan
sayesinde adı ilk defa tıp literatürüne geçiyor. Ebing cinsel bizim minörlük meselemizle alakalı bir şey, "en aşağılık ol-
sapkınlıkları teker teker tasnif eden Freud öncesi ilk mak" vs. Aynı zamanda siyasi olarak Masoch bütün bir minör
psikiyatrist. Ebing fiziksel ve tensel acı duymak ile haz duymak politika içinde azınlıkların folklorik özelliklerinden yararlanı-
yor. Azınlık kültürünü edebiyatın içine katan bir yazar. Al-
arasındaki ilişkileri Masoch'nun romanlarından yola çıkarak
manca yazıp Slav edebiyatını güçlendirmeye çalışıyor. Ve tüm
ortaya koyuyor. Masoch'nun ön sözünün yazarı olarak
Balkan milliyetçiliği içinde ne kadar azınlık varsa -Bulgar, Ma-
gördüğümüz Gilles Dele-
kedonyalı, Sırp, Hırvat, Arnavut vs.- bu azınlıkların küçük kü-
Presentation de Sacher-Masoch, Miniut Yay. 1967. çük, folklorik adetlerini ve onların yaşam tarzları üzerine veri-
ıaa lâl
leri eserlerine aktaran bir yazar Masoch. O bakımdan da azınlık
politikası ile doğrudan alakalı gözüküyor. Masoch'nun acı, duğu örneklerdir: Mısırlılar insanları çalıştırırken nasıl kamçı-
kanun ve haz arasındaki ilişkilerini düşündüğümüzde, minör larlardı? Yahut kafanın kesilmesinden sonra bir kafatası kül-
politika ve merkeziyetçilik arasındaki ilişki burada pisikiyatrik türü nasıl gelişti? Bu temalar hem sanat tarihini hem antropo-
açıdan bizim bir örneğimiz olarak çıkıyor karşımıza. İlginç lojiyi ilgilendiriyor. Bütün bu yazdığı kitaplarda bir yandan
olan diğer bir vaka da, doktorların genelde vakalara isim vermiş edebiyat, bir yandan doğal felsefe, bir yandan ise Fransızlar
olmalarına rağmen, Sade ve Masoch'dan başka isimlerini "bir çaba daha gerek Cumhuriyet olmamız için" anlamında bir
hastalık adına veren iki kişi ile karşılaşmamamız. Sade ve Ma- siyaset ortaya koyuyor, temsiliyet üzerine oluşmayan bir siyaset
soch bir tür haz türüne adlarını vermişler. kısaca. Çünkü Jakobenlerin devrimciliği karşısında Sade,
Bu anlamda hastalığa ismini vermiş olan bu çift Sade ve temsili olanın bırakılması gerektiğini ve her küçük birimin
Masoch, Deleuze tarafından nasıl ayrı bir erotik politikaya kendi mevcudiyetini temsil olmaksızın ortaya koyması gerekti-
yerleştiriliyor? Deleuze burada iki ayrı tıp yönteminden bah- ğinden bahsediyordu. Bu moleküler politika, moleküler devrim
sederek bu ikilinin birlikte yahut ayrı olarak nasıl anılabileceğini -Guattari- ve minör politika açısından önemli veriler oluş-
göstermeye çalışıyor. Bu yöntemlerden ilki doktorun bulduğu, turuyor.
hastalıkların isimleri üzerinden, semptomları ayıran veya
Bu arada Sade ve Sade'm eserlerindeki sadizm teması sine-
birleştiren veyahut daha önce birleştirilmiş semptomları
ayırıp, başka türlü birleştiren bir tıp tarihi. Pisikiyatri tarihinde maya uygulandığında Pasolini Sodom ve 120 Gün filmi karşı-
semptomatik olarak Sade ve Masoch ayrılan değil, birleşen ikili mıza çıkmaktadır. Bu film tuhaf bir şekilde Sade'ın Nazilerle
olarak gündeme gelmesine rağmen, Deleuze başka bir olan alakasını ortaya çıkartan bir filmdir. İtalyan faşistleri iş-
semptomoloji yapıp, başka bir belirti, teşhis koymak, semp - kenceyi yapan insanlar. Ve hikaye anlatılıyor, hikaye üzerinden
tomlar belirlemek yoluyla Sade ve Masoch'nun bir çift değil, de o hikayenin heyecanı ile bir cinayet işleniyor. Veya bir acı
ayrı ayrı işlevi olan iki ayrı düşünceyi, iki ayrı hazzı, iki ayrı orjisi gerçekleştiriliyor. Bataille Erotizm kitabında Sade'ın
sapkınlığı oluşturmuş olmalarına işaret ediyor ve yeni bir klinik Nazi-işkenceci düşüncesi ile alakası vurgulanırken, bunun ne
tablo ortaya çıkartıyor. Bu aslında Foucault'nun Deliliğin kadar saçma bir düşünce olduğunu yazdığında şöyle söylüyor:
Tarihi'nin ilk başında cüzam, veba ve delilik arasında kurmuş "Hiç bir sadist, hiç bir işkenceci yaptığını işkence eden bir insan
olduğu ilişki gibi, deli figürünün vebalı figürünün yerini almış olarak göstermez ve anlatarak övünmez, işkenceci susar."
olması veya cüzamlı figürünün yerini almış olması gibi, burada da Sade'de işkence durumu çok paradoksal bir şeydir, diyor.
farklı bir klinik ayrım söz konusu ediliyor. Çünkü Sade işkence görenin gözünden işkence eylemini gös-
Diğer yandan Sade'ın Masoch ile olan ilişkisi ikisinin de termektedir. Auschvvitz toplama kampında Yahudiler, ölümle
eserlerinde doğa felsefesini, antropolojiyi ve kültürün ve insa- yaşam arasındaki Yahudiler "Müslüman" (der muselmann) diye
nın her türlü kavramlaştırılmasını ele almış olmalarından gelir. adlandırılıyor. Tanrıya boyun eğmiş Müslümanlar gibi Nazilere
Fakat bunlar nasıl farklı farklı ele alınacak, Sade ve Ma-soch'u boyun eğmiş Müslümanlar. Bu Müslüman denilen Ya-
ayıran bu farklılık ne olacak? Sade örneğinden düşünürsek hudilerden büyük çoğunluğu kamplarda öldü. İtalyan bir res-
kitaplar bize Afrikalı, Asyalı ve Avrupalı insanlık tarihinden sam Giorgio Agamben'in Auschvvitz'den Kalanlar* kitabında
örneklerle sadizm arasındaki ilişkileri kurmaya çalışıyor. anlatılıyor: Müslüman denilenlerin resmini yapan İtalyan res-
Sade'ın kullandığı örnekler tarih kitaplarından almış ol- Giorgio Agamben, Le qui reste d'Auschwitz, Bibliotheque
Riva-ge, Payot 1999.
±32.
ıaa
sam Brera Akademisi'nde resim profesörü Aldo Capri, Nazi- kurban törenlerinde. Bir sıcaklık var, bir hız var. Masoch'da
lerin de portrelerini yapıyor o sırada. Ve Naziler, Nazi subay- ise bir donma var, bir yavaşlama var. Hatta yavaşlamanın öte-
ları, işkenceciler, Müslüman denilen Yahudilerin resimlerini sinde, askıya alma sözkonusu. Ve Sade'ın filmatik imajları
gördükleri zaman bakmak istemiyorlar. Ve ressam Aldo karşısında, Masoch'nun fotografik imajları var. Yani
Cap-ri'ye onların resimlerinin çizilmesini yasaklıyorlar. Bu sabitleş-miş imajları.
Batail-le'in söylediğine çok yakın bir şey. Gerçek işkenceci Kürklü Venüs'ün en başında bir şöminenin karşısında otur-
yaptığını görmek istemez, tasvir etmek istemez. muş olan Venüs "bir kadın olmaktan çok, bu ad altında erkek
Cellat veya işkenceciyi düşündüğümüzde burada hazzın cinselliğine savaş açan bir aşk tanrıçasının kendisiydi" diye
söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Onun için bir çok işken- başladıktan sonra, "yüzü solgundu, gözleri beyaza yakındı ve
ceci pişmanlık duyuyor ve sonrasında itiraflara başlıyor. Cel- arasıra ayaklarını ısıtmak üzere şömineye doğru uzatıyordu".
latlığın ise Avrupa'da aristokrasi gibi babadan oğula geçen bir Çok yavaş hareketler söz konusu Masoch'nun hikayesinde.
meslek olduğunu hatırlatabiliriz. Sade'm işkencecileri bastırıl- "Başı olağanüstüydü, gözlerinin ölü ve taşlaşmış olmasına rağ-
mış bir şeyi ortaya çıkarmıyorlar. Primo Levi'nin o meşhur ki- men." Burada yine fotoğraf imgesi karşımıza çıkıyor: taşlaşmış
tabında* anlattığı Müslümanların resmini bile görmeye daya- gözler. Masoch'nun haz dünyasında hareketsizlik sözkonusu.
namayan Naziler gibi, Sade da bütün bu tasvirleri yaparken al- Zaten Kürklü Venüs'ün alt başlığı da: Soğuk ve Korkunç.
dığı hazdan bahseder. Bataille'ın söylemiş olduğu gibi işken- Sa-de'da ise sözünü ettiğimiz gibi, film imajı gibi bir hız
cenin, işkencecinin değil, işkence yapılanın gözünden anlatı- sözkonusu. Birkaç sayfada kamçılar atılıyor, küfrediliyor ve
yor. Onun için Sade gerçek bir sadist değil. Sade da bir kurban bunlar büyük bir hızla gerçekleşiyor. Sade ve Masoch'nun
olarak anlatıyor. Justine ve Julliette hikayeleri, özellikle ilişkisi tam bir ters ilişki. Sade hazzı hız üzerinden üretirken,
Justine bir kurban hikayesi ve Julliette de Fransız aristokrasi- Masoch için haz yavaşlıkla ilintili. Freud ve Krafft-Ebing'e
sinin ve sarayın ileri gelenlerinin cinayetlerini anlatıyor. Ve göre bir mazo-hist ancak bir sadisti kendine eş olarak
bundan nasıl haz duyulur sorusu insanın doğasmdaki vahşilikle seçebilecekken, burada ikisi ayrı ayrı çiftler olarak karşımıza
açıklanıyor. Buraya devreye bir tip antropoloji giriyor. Sade çıkıyor. Sade'daki doğallığa nazaran Masoch'da bir teatralite
bütün bir Hıristiyanlığın kurban teması üzerine kurulu oldu- sözkonusu. Sade ifade ettiği şeylerin, bir caniyi bir kurbanın
ğunu gösteriyor. Dini, teolojik temalar burada insanlar tara- gözünden tasvir ederken; Masoch kurban konumunda olan
fından içselleştirilmiş temalar olarak düşünülüyor. 18. yüzyıl kendisinden, kendi gözünden bakarak tasvir ediyor. Bir sadist
insanı bunları işkenceyle, boyun eğdirmesiyle vs. yeni baştan ile mazohist çift olduklarında bir metin yazsalar, bu metinler
canlandırıyor. uyuşmayacak. Deleuze bir ilk okul öğretmeniyken, Masoch bir
eğitimci, üniversite hocasıdır. Çünkü eşi olan Kürklü ve
Sade ve Masoch arasındaki fark Deleuze göre aslında tek-
kamçılı Venüs'le yapacağı herşeyi Masoch'nun kendisi dikte
rarların hızlandırılması, yahut tekrarların askıya alınmasında
edecek. Sade'da böyle bir şey yok. Sade'da kurbanlar zavallı
yatıyor. Tekrarlar Sade'ın metinlerinde inceliksel olarak anla- vaziyette bekliyorlar. Bu bakımdan roller farklılaşıyor. Ve ikili
tılır. Kaç kırbaç yapıldı, kaç çocuk öldürüldü, kaç boyun kesildi çift olmaktan uzaklaşıyor.
... Bir tür nicelik analizi söz konusu ve bu hep tekrar ediliyor.
Masoch'nun antropoloji ve tarih temalarına olan alakası,
Ve her tekrar hızla birbirini takip ediyor. Bir sadik hız var
özellikle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndaki 1848
Primo Levi, Les Naufrages et les Rescapes, Gallimard, Paris 1989. devrimi ile kökensel bir ahlaksızca bir ilişkisi olduğunu söylü-
194.
yor. Deleuze; çünkü bu çağlar boyunca söz konusu edilen cani Çağdaş sanatta Gilbert ve George adlı bir ikili heykel te-
aşk teması, Masoch için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu' masından yola çıkarak kendi bedenlerini fotoğraflayıp sergili-
nda bulunan azınlıkların kaderlerinden ve adetlerinden almış yorlar. Daha yakın zamanda da Adel ve Eve ikisi de kadın kılı-
olduğu bir rezervdir, diyor. Onların adetleri, yaşam biçimleri ğında dolaşıyor. Saçları sıfır numara ve canlı heykel olarak
ve yine kaderleri Masoch'ya ilham veriyor. Galiçyahlar, Ma- performans yapıyorlar. Bunlar minör performansları. Çinli sa-
carlar, Polonyalılar, Yahudiler, Prusyalılar, bütün bunlar eser- natçı gibi bir fabrikayı uçurmuyorlar havaya. Çinli bir sanatçı
lerinin kahramanları. "Habil'in Mirası" adlı küçük bir hikayede bütün meselesi barutla fabrika veya müzeleri barut döşüyor ve
Masoch aynı temayı söz konusu olan azınlıkların ağzından bir duvarları havaya uçurmak için de patlamalar gerçekleştiriyor.
insanlık tarihi gibi anlatıyor. Habil meselesinde aşk, özel mül- Ve patlamalardan ortaya çıkacak şekilleri de fotoğçaflayıp
sergiliyor. Bunlar daha majör hareketler. Veya Oleg Kulig kö-
kiyet, para, devlet, savaş ve ölüm temaları direkt bir azınlık
peği ile dolaşan adam, köpeklik yapıyor. Kimlik teması felse-
politikası ile alakalı. Savaşlar, ölüm, devlet bunun karşısında
fedeki Kinizmin çağdaş sanattaki görünümüdür diyebiliriz.
para, özel mülkiyet ve aşk. Ve her biri bütün güçler anında Foucault'nun Cinselliğin Tarihi adlı kitabının üçüncü cildinde
kendi duyumsal caniliğini ortaya çıkartacak. Ve bunun için de bir insanın kendi hayatından bir eser çıkarma teması üzerinde
bir kavram kullanıyor Masoch: Süpra-sansual, durması ve Sokrates ve Alkibiades örneğini vermesi, insanın
duyumsa-ma-üstü diyebileceğimiz bir kavram. Vücudun her kendisinden bir beden-heykel ortaya çıkarması, çağdaş sanatta
noktası du-yumsama-üstü bir uyarı merkezi. Bu Deleuze ve sıkça ele alman konulardan biri.
Guattari'nin Anti-Ödip'te ele almış oldukları organsız beden Adel ve Eve güçlü kuvvetli olmadıkları halde -ki bu bedenin
teması ile çok ilintili. Freud'un bir hastası olan başkan Schreber heykel olarak ele alınmasıyla gücü arasındaki ilişkinin bir
vücudundaki derinin her bir parçasının bir küçük hayvan kuvvet ilişkisi olmasının dışındadır ve de 1980'li yıllarda
olduğunu söylediğinde, süpra-sansualite ile çok alakalı bir şey Kali-forniya'daki vücut geliştirme ve plaj geleneği ile
söylemiş oluyor. Masoch kardeşi Charles'a yazmış olduğu bir Foucault'nun insan bedeninden bir eser çıkarma temasının aynı
mektupta şöyle bir şey söylüyor: "48 devrimlerindeki büyük olmadığı görülecektir- ikisi de erkekken kadın, kadınken erkek
zaferi birleştirmek ve Pan-Slavlığı ortaya çıkartmak için, kılığına girerek bir tür insan-üstü yaratık veyahut Nietzsche'nin
Slavlara güzel bir kadın despot lazımdı, bir Katharina lazımdı". terimiyle üst-insan görüntüsünü minör bir şekilde ortaya
Daha önce de söylediğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğunda ve çıkartıyorlar. Minörlük Masoch'nun heykelimsi figürleriyle
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndaki Pan-Slav (Kürklü Venüs, mermer vücut) Nietzsche'nin veya Marki de
hareketler ile alakalı Masoch. Sade'ın Cumhuriyetçiliği ve onun eleştirisi ile alakalı bir konu
Dil üzerinden düşünüldüğünde Masoch'nun da bir Kafka olduğunu ileri sürebiliriz. Nietzsche'nin Zerdüşt'ünde, aynı
kadar, bir Baudelaire kadar önemli olduğunu düşünebiliriz. zamanda kendi hayatındaki üçlü ilişkiler, aynı Kürklü Venüs
Masoch'nun bu sabit imajları, eğitimciliği, gerçekleştirmiş ol- kitabında Vanda'nın Masoch tarafından betimlenmesiyle
duğu tecrübenin de bir tür sanat olduğunda odaklanıyor. De- benzerlikler taşımaktadır. Nietzsche'de bu, Wagner-Cosima
leuze Masoch'nun pratiğinin doğallığı arayan bir sanat ile ala- çiftinde gözükmektedir. Tıpkı Masoch ve Fanny çiftinde
kasını düşünüyor. Taşların su tarafından aşındırılıp bir form olduğu gibi. Wagner'i örnek aldığımızda müziği ve aynı
zamanda hayran olunan karısı Cosima ve aşığı Nietzsche bir
kazandırılması gibi, Kürklü Venüs de her bir harekette sabit
üçlü olarak ele alınırsa, bu üçlü Thesee (Wagner), Ariane
dururken, bir heykel konumunda canlı bir heykel.
(Cosima) ve Diony-

ıaz
sos (Nietzsche) üçlüsü olarak gözükmektedir. Thesee'nin hi- Türk edebiyatında da örnekler vardır. Sait Faik'in minör
kayesi içinde onun tarafından mağaraya, labirentin içine çekilen edebiyata yakın bir kişilik olduğunu belki de ileri sürebiliriz.
Ariane ipi sayesinde Dionysos tarafından kurtarılır. Burada Şehirli yaşam yerine balıkçı yaşamını tercih etmesi, bir balıkçı
Ariane üstün-insan Thesee'yi takip etmez, üst-insan Diony-sos'u gibi yaşamış olması onu yüksek değerlerden çıkartıp, minör
takip ederek hayatını kurtarır. Dionysos Ariane'm boynundaki oluş'a sokması bize buraya ait örneklerden biri gibi gözükebilir.
iple onun hayatını kurtarmaktadır. Üst-insan Dionysos müzik Ya da Ece Ayhan'ın mülkiyeli bir kişilik oluşturmak yerine, bir
yapan filozof Ariane'a "küçük yuvarlak kulaklarımı al, tak ve elçi, bir konsolos, bir politikacı olmak yerine, kendini minör
müziği dinle" dediği zaman aslında ona nişan yüzüğünü hediye oluş'a bırakıp yazdığı şiirleriyle batakhanelerdeki,
etmektedir. Yüzüğün yuvarlaklığı ile kulakların yuvarlaklığı mey-hanelerdeki azınlık yaşamlarıyla alakası olduğu gibi,
metaforik olarak bir zifaf anını göstermektedir. Burada majör Çanakkale'ye çekilip merkez dışında yer alarak orada hayatını
kişilik olan Thesee değil, minör kişilik olarak üst-insan sürdürmesi bir minör politika örneğidir; şiirlerindeki yenilik ve
izlenmektedir. Yahut da majörlüğü terk edip minör-lüğe doğru sapkınlık gibi. Nietzsche'nin deyimiyle Sade'da Masoch'da ve
giren küçük kulaklı minör kişilik hayat kurtarmakta ve burada Sait Faik veya Ece Ayhan'da hastalıklı bir kişilik
labirentten Ariane'ı çıkarmaktadır. Nietzsche'nin Diony-sos'u o sapkınlık bulmak mümkün. Ancak filozoflar ve şairlerin
anlamda üst-insan olarak Wagner'in tam karşılığıdır. Bu dehaları ile hastalıklı yaşamları arasındaki ilişki olduğunu da
yüzden dolayı Nietzsche daha sonra Wagner'in müziği yerine hatırlatan bir Nietzsche var felsefe tarihinde. Tıpkı kendisinin
Fransız kankan danslarının bestecisi Offenbach'ın müziğini
hasta olması, kapanması, hiç bir şey söyleyemez yazamaz hale
tercih ettiğini söylemektedir. Nietzsche'de Alman milli-
gelmesi gibi. Bu sağlıksız ve hasta kişiliklerin sapkınlıkların
yetçiliğini görenlerin tersine, Nietzsche Alman Wagner'i değil,
ebedi dönüş teması ile reaktif olmayan hmç insanı olmayan,
Fransız Offenbach'ı tercih etmektedir. Tıpkı Sade'ın 120
saldırmayan ve tersine hayatı olumlayan kişilikler olması
Gün'ünün Pasolini tarafından filme alındığında Sade ve Naziler
arasında kurmuş olduğu ilişkinin Bataille tarafından izah bizim ebedi dönüş ve minörlük arasında bir bağlantı
edildiği şekliyle geçersiz olduğu gibi. kurmamıza yarar.
Alman müziğinin entelektüelliğini, ağırlığını, terkedip hafif Büyük anlatıların değil ama modernizmin bu anlatılarının
bir Fransız müziğini tercih eden Nietzsche'nin Naziliği ve Al- tersine postmodernizmdeki küçük oluşumlar ve anlatılar ve de
man milliyetçiliği ne kadar şüpheli ve şaibeli bir söylem oluş- parçalanmalar minör edebiyatla alakalı olabilirler. Siyasette
turduğunu burada görebiliriz. Alman ırkçılığı ile alakası olma- de merkezi partilerin değil ama belki de yabancılaşma teorisi-
yan ve geriye dönük olmaktan çok, ileriye dönük değerleri nin -Marx'tan bahsederek bir geri gelişi söz konusu olabilir.
tersyüz eden bir Nietzsche söz konusudur. Bu da milliyetçilik Nietzscheci olarak okursak Marx'taki yabancılaşma
açısından Nietzsche'nin azınlık oluş'u olarak adlandırılabilir. minörlük-le alakalı olabilir. Bilindiği gibi Althusser Marx'ın
Böylelikle yeni değerler kurmak, alman milliyetçiliğini ve de- Kapital'inin I.Cildine yazdığı önsözde yabancılaşma metnini
ğerlerini yüceltmek anlamına gelmemektedir. Aynı Hegelci bularak bunun bir minör metin olduğunu iddia eder.
Ma-soch'da olduğu gibi, Avusturya-Macaristan Yani olgun olmayan bir Marx, minör Marx'tır. Daha sonra
İmparatorlu-ğu'nun majör değerleri yerine, azınlıklar üzerine olgunlaşır ve yabancılaşma teorisinin üzerine çıkar. Sonuçta
yazmış olduğu hikayelerle azınlık oluş'a giren bir yazardan Marx'ın minör-lüğü, Nietzsche'nin ebedi dönüş'ü ve üst-insan'ı,
bahsetmekteyiz. Masoch'nun minör edebiyatı ve azınlıkların folkloru üzerine
kurmuş olduğu yazıları, Sade'ın kurbanının gözünden yapılan
198 işkenceleri

199
anlatması vs. Bütün bu örnekler bize minör oluş'un felsefede, 22 Mayıs 2000
edebiyatta örnekleri olarak gözükmektedir.
Bu anlamda minör bir Sade okuması Sade'ı işkence yapan- luşmakta olan bir takım çalışmalar üzerinden bir ders
ların değil, işkenceye maruz kalanların yanma koyar. Sade'a
göre, işkence insanları ancak iktidarları altına almak isteyenler
O yapmak istiyorum. Bunun için de plastik sanatların bu-
günkü görünümü ile, sosyal bilimlerin yahut edebiyattan yola
tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunu söylerken aynı za- çıkarak plastik sanatlarda minör kavramı ile alakalı çalışmalar
manda insanın doğasında antropolojik olarak bir tür acı verme yapıldığını düşünüyordum. Onun için de mikro-sosyolojide ya-
ve bu acıdan haz alma diye bir duygunun olduğunu da gös- hut edebiyatta, psikanalizde ve tabi doğal olarak minörlük de-
termektedir. Sade bunu dinlere ve antropolojiye bağlar. Din- diğimiz zaman, Kant'm aydınlanmasından başlayıp, siyasette
lerde bulunan bu temanın üç tek tanrılı dinden nasıl bir görünüm aldığını incelemek ve onun üzerinden tekrar
sekülerleşme-ye ve aydınlanmaya doğru giden yolda olgusal plastik sanatlara dönmekti. Bu hemen hemen gerçekleşti.
olarak örneklerini verir. Aristokrasinin, papazların, Justine'e Kabaca 19. ve 20. yüzyıl içinde şiirde, edebiyatta en azından
nasıl saldırdıklarını, işkence yaptıklarını, tecavüz ettiklerini edebiyatın felsefeye ve sosyolojiye yansıdığı şekliyle, minörlük
örnekleyerek ve betimleyerek anlatır. Bu hikayeler gazetelerde kavramı ele alındı diye düşünüyorum. Bunun yanında bu ders-
okumakta olduğumuz Bosna olayları yahut 19. yüzyılda lere başladığımız sırada daha önce düşünmediğim bazı metinler
Osmanlı topraklarında geçen saldırılar, sürmeler, karşı de okundu. Bunların içinde örneğin Lenin'in Devlet ve
saldırılar ile ne kadar benzerlikler taşıdığını görebiliriz. DevrinC'ı yoktu. Ama çocukluk hastalığı meselesi aklımdaydı.
Deleuze Sade'a atıf yaparken onun bu tasvirlerini bir ilk Anarşizm konusu ise yine derslerde ortaya çıktı. Baudelaire,
okul öğretmeni edasında anlattığını yazar. Karşısındakilere Benjamin, Rimbaud vs. bütün bunlar zaten plastik sanatlardaki
basit şeyler öğretmektedir: İnsanın doğasını. Masoch ise Dele- bütün gelişmelerle çok alakalıydı. Minörlüğü post-modern
uze tarafından bir eğitmen olarak, bir pedagog olarak gösteril- olarak adlandırmıyorum. Çünkü burada 19. yüzyıl sorunu
mektedir. Eğitmen de eğitirken kendisine yapılan şiddet hare- mi-nöriteler, azınlıklar, 20. yüzyıl başı edebiyatı söz konusu.
ketinden haz almakta ve eğitimini bu haz içinde sürdürmekte- "Transmodern" diye bir kelime kullanmak istiyorsak, kullana-
dir. Masoch asla bir sadist tarafından hazza itilemez. Çünkü biliriz.
sadist Masoch'nun tersine işkenceyi yapan kimse olarak Plastik sanatlardan ilk örnek Malevitch olmak üzere, epeyce
Ma-soch'ya zevk değil acı verir. Çünkü Masoch'nun hazzı örnek verdik. Minörlük kavramının plastik sanatlara yansıması
gerçekten acı duymaktan değil, temsili bir acı çekmekten üzerine düşündük. Aslına bakılırsa, dersin oluşumu da plastik
geçmektedir. Bunun için de kendisine çift olarak bir sadisti sanatlarla uğraşan sanatçıların minör kavramına gösterdikleri
değil, sözleşmeyle bir kişiyi, bir kadını veya bir erkeği parayla şaşkınlıktan kaynaklandı biraz da. "Çağdaş sanatın gelmiş
tutar ve bu görevi yapan kişi acı vermekten çok acının verilme olduğu son durum minörlüktür" dediğimde, "minörlük neymiş"
temsili-yetini sergilemektedir hareketlerinde. Çünkü Masoch diye aldığım sorular bu derslere yol açtı. Bir de minör dedikleri
acı çektiren aktörün eğitimini bu hareketler sırasında zaman, minörlük kavramı azınlıkla alakalı bir kavram olarak
tamamlamaktadır. Yani acı çeken pedagog, acı vermeye yüksek sanatların -resim, heykel gibi- minörlükle ne alakası
uğraşan öğrencesi-ne hazzı anlatmaktadır. Sade'daki olabilir? sorusundan yola çıkarak,"bu minör olan nedir?"
işkenceciler ise, öğrenciler değil, hakimler, yargılayan sorusuna geldik. Minör olan yüksek kültürün, yüksek
politikacılardır.

2flfl. 2Û1
sanatların, yüksek sınıfların, yüksek değerlerin, yüksek olduğu öncesinde -1850'li yıllar öncesinde- bana önemli gibi gelen iki
iddia edilen burjuva kültürünün dışında, akademik olanın, örnek var. Sanat tarihi içerisinde bir tanesi Delacroix.
sosyolojik olanın dışında, sosyal bilimlere ait olanın dışında, Baude-laire'in üzerine yazılar yazmış olduğu Delacroix resim
akademik resmin, plastik sanatların dışında olan bir oluşumdur. içinde fırçanın kullanımında büyük bir serbesti getiriyor,
Aslında minörlükle kurmuş olduğum ilişki önce biraz Venedik rahatlama getiriyor, özgürlük alanı açmaya başlıyor.
Bienali sırasında, biraz da İstanbul Bienal'i sırasında oluştu. Aydınlanmadaki "insanın özgürleşmesi" fikri ile, resimdeki
Orada görmüş olduğum çalışmalar beni biraz minörlü-ğe doğru üslubun özgürleşmesi arasında çok yakın bir tarihi paralellik
düşünmeye götürdü. Çünkü kırılganlık kavramı basit gibi olduğunu söylemek mümkün.
durmasına rağmen, olağanüstü bir deneyi, insansal deneyi, Bir başka örnek ise Fransız ihtilalinin idealleri ile siyasi
güncel yaşamdaki deneyi ortaya koyan bazı çalışmalarla minör olarak ihtilalin ideallerine inanan İspanyadaki despotik yöne-
kavramını görsel sanatlarda edebiyatla yanyana getirdi time karşı Cumhuriyetin bir gün gelip onları özgürleştireceği-ne
diyebiliriz. inanan Goya. Saray ressamı iken birdenbire marjinalize olan,
Majör sanatlar nedir? sorusunu sorduğumuzda, majör sa- majörken minörleşen -her anlamda minörleşen, kulağının
natların yüksek sanatların bir tarihi olduğu çıkacak ortaya. sağırlaşması, hastalıklar- ve bütün bir aristokrat manyeriz-min
Zanaat, el becerisi, teknik ve sanat (grekçe: techne). Bu tekni- dışına çıkan bir Goya. Bütün bunlar bir "minör oluş" çizgisini
ğin düşünceyle birleşmesiyle beraber -aşağı yukarı Ortaçağ ve gösteriyor. Delacroix da aslında benzer özelliklere sahip.
Rönesans döneminde gerçekleşen birşey bu- mekanik sanatlar Modern resme açtığı yol, hem empresyonistlere açılan bir alan,
adı verilen resim ve heykel liberal sanatlara dönüşmeye başladı. hem de empresyonizm sonrası adına "vahşiler" veya "fov-lar"
Ve liberal sanatlar içinde özellikle Leonardo örneği temel bir denilen fovistlere açılan bir alan. Bu Matisse ile bütünleşen bir
örnek gibi duruyor. Hem desen yapan, hem resim yapan, hem çizgi. Bu çizgi bir tür Doğuya açılımla; kadın, Doğulu, Yahudi
bunları mimari yapılara göre uygulayan, ama aynı zamanda ve efemine, toplumun efeminizasyonu ile gerçekleşiyor. Bunlar
insanın kafatası yapısı, anatomi ve insanlarla hayvanların 20. yüzyıl başında büyük bir sorun olarak çıkıyor karşımıza.
bedensel farklılıkları, işlevsel farklılıkları gibi bilimsel araş- Viyana ve Alman anti-semit hareketlerinde toplumsal
tırmalar, liberal sanatlar adı altında yapılıyor. minörleşmeye karşı bir saldırı sözkonusu.
Burada bizim bu derste görmüş old ğumuz Fransız Akade- Bütün bu saydığım öğeler kadına, çocuğa, doğuluya, homo-
misinin kurulması, 17. yüzyıldaki eskiler ve yeniler tartışması, seksüele veya Yahudi'ye, göçmene karşı bir üstün ırk, üstün
16. yüzyılın sonunda İtalyan Akademisinin kurulması ve Aka- maço değerler, askeri değerler ve faşist güç değerleri toplumun
deminin kurulması ile birlikte, resim ve heykelin yüksek sanat, o günkü deyimiyle "hastalıklaşması"na karşı bir tavır gösteriyor.
zanaatın ise bugünkü alçak sanat haline gelmeye başlaması ve Ve Viyana Hitler'in de doğmuş olduğu bir şehir olarak çok
aradaki hiyerarşinin resim ve heykel lehine gelişmesiyle önemli bir yere sahip 19. yüzyılın başında. Psikanalizin ortaya
Aka-demia'mn, akademik sanatı 18. yüzyıla kadar süren bir çıkması ve psikanaliz ile birlikte moda olan bütün bu saydığım
tarih çizgisi içinde, uzun dönem tarih içinde majör olarak ele minörleşme diye adlandırabileceğimizi toplumsalın, bir
alması karşımıza çıkıyor. Yüksek sanat yapmaya çalışıyor ve
dekadans olduğu, bir çöküş olduğu iddiasıyla değerler er-
Fransız İhtilali sırasında, 1800'lü yıllara doğru giderken bazı
örnekler sanatın yüksek akademik biçimlerine değil, fakat Bkz. Jacques Le Rider, Modernite Viennoisc et crises de l'identite,
deneysel türlerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Ve burada P.U.F., Guadrige 2000.
empresyonizm
2O2L
202.
keksileşmeye, güçlü olmaya ve saldırgan olmaya ve daha sa- bazen Monarşik değerler ön plana çıkartılarak kraliyete, im-
vaşçı olmaya doğru dönüşmeye başlıyor. I. ve II. Dünya paratorluğa, emperyal devlete ve onun kutsal kilisesi olan Ro-
Sava-şı'ndaki bu savaşçı tavır ile majör olmak, yenmek tavrıyla ma Kilisesinin değerlerine geri dönüş, dünyadaki aşırı
mi-nörleşme arasındaki bu ilişki çok da siyasi ve sosyolojik bir sağcı-laşma ve yeni sağcılaşmayla -Haider, Le Pen vs.- yeni bir
ilişki. Burada Masoch, Kafka, Wittgenstein, Musil, Freud ve reaksiyon alam kendini bulmaya başlıyor ve benzer bir şekilde
takipçileri toplumdaki bir dekadansı temsil ediyor. Kaldı ki, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl sonu arasındaki sıkıntı, 19. yüzyıl
1937 yılında Almanya'da yapılan bir sergide bütün bu modern sonunda karamsarlığı, diğerinde ise Nietzscheci bir coşkuyu,
sanatlar diye adlandırılan avangard sanatçılar -kübistler, da- ironiyi aynı anda barındırıyor.
daistler, fovistler ve Alman ekspresyonistleri- "dejenere sanat" Sıkıntı dışa vurulduğu zaman ya kötümserliği, karamsarlığı
adı altında alaya almıyorlar. Sanat nasıl çirkinleşti, kötüleşti, yahut da olağanüstü bir ironiyi, mizahı gündeme getiriyor. Bu-
Yahudileşti, kadınsılaştı ve kuvvetli çizgiler, kuvvetli değerler, gün de plastik sanatlarda benzer bir şekilde bu ironiyi ve bazen
konular yerine, tuhaf renkler, doğanın renkleri yerine, eks- de bu sıkıntıyı görmek mümkün. Bana öyle geliyor ki ironi 20.
presyonistlerin yapmış olduğu gibi vahşi renklerin sürülmesi yüzyıldan çıkarken sıkıntının daha üzerinde bir değere sahip.
nasıl gerçekleşti? Nietzsche'nin dans ve kahkahası, Wittgenstein'ın dil oyunları,
Bütün bu süreç siyasi tarihle çok alakalı. Fovist hareketin Foucault'nun gerçek oyunları vs. bütün bu kavramlar eğlence
bir tür primitivizme dönüşü ve dadaist hareketin; savaş karşıtı kuramından uzak da olsa, oyunsal bir ilişkiyi ortaya koyup,
eylemler ve objelerden sanat yapmaya başlaması ve mükem- yüksek değerlerden, üstün insanın değerlerinden ayrılıp bir
meliyeti güçlü değerlerde değil ama güçsüz değerlerde trans - mütasyonla yatay geçişli bir dönüşümle yeni değerlere
arama-sı-Malevitch'de "beyaz üzerine beyaz"da olduğu gibi- doğru giderken, minörlükten geçen bir kaçış çizgisini ortaya
gibi. Bütün bu sürecin adına minörleşme demek bana yanlış çıkarmayı bildiler. Nedir bu çizgi? Deleuze'ün deyimiyle bu çizgi
gelmiyor. Bu minörleşme hareketine karşı gücün, akademizmin, bir kaçış çizgisidir.
"doğru" diye adlandırılanın kuvvetli bir şekilde gidip öbürünü Yüksek değerlerden bahsederken, üst kültürden, Avrupa
ezmeye uğraşması ile, savaşlar arasındaki güç gösterileri, askeri burjuvazisinin 18. ve 19. yüzyıl içinde katettiği sınıfsal yükselme
değerler, faşist ve Nazi değerleri ile I. Dünya Savaşı sırasında sırasında edindiği "haz alma" türlerine gönderme yapıyoruz.
kurulan Avrupa'daki ulus-devletlerin kuruluşları sürecinde Müzikte, operada ve görsel sanatlarda yüksek sanatlar
sanatsal değerlerle güçlenen, ulus-devletle güçlene-n ilişkilerin akademizmin karşısında kendisini modernize ederlerken, resim
ancak minör olarak adlandırılan, siyasi, toplumsal ve sanatsal ve boyalar, renkler kendi yollarını 20. yüzyılda deneysel olarak
hareketlerin bastırmasıyla gerçekleştirilmesi bizi 20. yüzyıl so- bulmasını bildiler. Çizgiler, boyalar gözükmeyecek kadar
nunda minörlükle, plastik sanatlarda olduğu gibi etnik, dinsel fırçanın darbeleriyle yapıldığında, İtfaiyeci Resmi ortaya
ve cinsel kimliklerdeki yeniden patlamayla yeni bir çehreye çıkarken, akademik resmi belirlemekteydi, buna karşın em-
bürünüyor. Ve minörlük diye adlandıracağımız bu gelişim çiz- presyonistler, özellikle ilk başta Delacroix'mn etkisiyle
gisi kendine yeni bir yol bulmaya çalışıyor. Ma-net'nin dahiliğiyle bu üslubun dışına çıkıp, fırça darbelerini
Cinsel kimliklerin, azınlık kimliklerinin -ister etnik, ister renklerde görünür hale getirdiler. Akademik değerler dışına
dinsel, ister cemaatsel olsun- bu talepleri ile resimsel, görsel çıkan empresyonizm ve postempresyonizm, Manet'ten geçerek
tecrübe ve deneysel çalışmalar arasında büyük bir yakınlık söz Van Gogh ve Gaugin'e kadar vahşilik temasıyla birleştiler.
konusu. Ve yine aynı şekilde bazen Cumhuriyetçi değerler, Özellikle postempresyonistler içinde gelen çizgi Gaugin'den

204 2Û5L
Fovistlere, Matisse'e, Picasso ile Kübizme, Afrika ve Mısır sa- Yani nasıl Kafka'da Yidiş kültürü, Çekçe ve Almanca arasın-
natından geçerek geldiler. Primitivizm ve minörlük 20. yüzyılın daki ilişkiler majör dili yani Almancayı bozuyorsa; burada da
başında tam anlamıyla görsel sanatlarda hakimiyetlerini plastik dil olarak resim dili, "heykel dili" bozan hem doğudan
akademizm karşısında gösterdiler. Fakat bunların parasal de- hem primitivizmden, yabanlıktan hem de kendi kültürel de-
ğerle buluşması onları minörlükten majörlüğe doğru giden bir ğerlerinden gelerek majör dili parçalayan, majör dili yok et-
çizginin içine soktu. meye çalışan bir sanat ortamı hakim olmaya başladı. Ama bu
1980'li yıllarda yapıldıysa eğer, bunun kökenleri modern sa-
Burada modernizm içindeki avangard, öncü teması yüksek natlara kadar gidiyor: Van Gogh'a, Gaugin'e, Picasso'ya,
sanatların karşısında bir tavra bürünüyor. Fakat bunu yaparken Jackson Pollock'a, Archile Gorky'ye kadar gidiyor. Gorky Er-
Afrika'dan, Doğu'dan, Japonya'dan -19. yüzyılda Japon meni, Ermeni kültürünü getiriyor. Pollock Kızılderili
estampları- faydalanırken, Batı sanat tarihi içinden ayrılmıyor. Şama-nist kültürü resme taşıyor, bedensel resim, jestuel resim,
Sanatçıların çoğu Alman, İspanyol, Fransız, Hollandalı Batı acti-on-painting dedikleri şey, yani damlatma üslubu
medeniyetinden yetişiyorlar. İşte bu fark bugün de bir ayrımı (dripping). Bütün bunlar yabanlarla, primitivizmle ve
ortaya koyuyor. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Batı sanatı minörlükle, azınlık gruplarıyla alakalı şeyler.
kendi minörlüğünü ararken rüzgarları Güney'den ve Doğu'dan 1980'li, 9O'lı yıllar bu tip azınlık çalışmalarının küratörler
alıyor ve bunu kendi sanat ortamına uyguluyor. Yani bir tür tarafından da çok gündeme getirildiği bir dönem. Burada
adaptasyon var. Van Gogh'un üslubu; Japon sanatıyla, 1989 yılında Paris'te yapılan ve aslında çok gürültü çıkaran,
Picasso'nun üslubu; Mısır ve Afrika sanatıyla, Fovistlerin üslu- tartışma çıkaran aynı zamanda da bütün bir sanatsal mekan,
bu; bütün bir Okyanusya, Avustralya ve Melanezya ile alakalı. espas anlayışını değiştiren bir sergiden bahsedebiliriz: Dünya
Böyle bir süreç Kolomb sonrasında mümkün olabilirdi. Bir Büyücüleri Sergisi. Bu sergide Batılıların mistik ve aynı zamanda
yerli sanatı, yerli zenginliği Avrupa'ya 16. yüzyılda nasıl geldi? ironik çalışmalarıyla, sergiye çağrılan Afrikalı, Okyanusyalı
Aynı şekilde Kolomb beraberinde oradaki Kızılderililerin sa- gerçek büyücülerin "büyü eserleri" yanyana sergileniyor. Bu
v;ı natlarını da getirdi. Albert Dürer'in bunlara hayran kaldığını sergi ile büyücüler ve sanatçılar yanyana geldiler. 1988 yılında
biliyoruz. Batı sanatına bunları dahil etmek Picasso'dan, Van "suyun belleği" teorisi ortaya çıktığında, hem bilim zedeleni-
Gogh'tan, Gaugin'den önce kimsenin aklına gelmiyor. yordu hem de yine büyücüler, fizikçiler ve ressamlar yanyana
Akademizmin ve yüksek sanatların gücü sosyal alandaki geliyordu. Sergide ressamlar, heykeltraşlar, enstalasyon ya-
yükselen değerlerin ve burjuvazinin gücüyle benzer bir şekilde panlar ile gerçek büyücüler yanyana geliyorlar ve orada çok
"öteki" veya "ötekiler" diye adlandırabileceğimiz alanları adapte enteresan bir şekilde duvarda sergileme, dışardan bakarak
ediyorlar, kullanıyorlar, yahut da hiç görmezden geliyorlar. sergileme üzerine kurulu olan Rönesans'tan beri gelişen "te-
1970'li ve 80'li yıllara geldiğimizde küreselleşmeyle alakalı maşa" sistemi ile (Batı'mn "uzaktan bakma" sistemi ile) bu bü-
bir dünyaya giriyoruz. Orada "sömürge sonrası söylem" adı al- yücülerin labirentik içine alıcı espas anlayışları müthiş bir zıt-
tında Üçüncü Dünya'dan gelip de Batı'mn içinde yaşayan ama Jean Hubert Martin, bu sergiden sonra 2000 yılının Temmuz
kendi kökenindeki kültürel değerleri Batı'ya taşırken, Batı'mn ayında açılan Lyon Bienali'nde yine, çağrılı küratör olarak sergiyi
sanat dilini bozan bir anlayışla -Kafka'nın ve Joyce'un yapmış yaptı ve Aborjinlerin eserleri, primitivizm sergilendi. Zaten
Lyon Bienali'nin kavramı "Portage d'eyotisme" idi. Batı'mn Gü-
olduğu gibi- minör bir edebiyat hareketiyle ve onun plastik sa-
ney ve Doğu'ya, onların da Batı'ya olan egzotizmleri sergilendi.
natlarda rastlamaya başladığımız örnekleriyle karşı karşıyayız.
2ÛZ
lık oluşturuyor. Ve espas anlayışı bana kalırsa çok farklı bir
yöne doğru çekiliyor ve daha sonra da kullanılıyor. Seyirci
herbir yönünü algılayamayacağı eserlerin içine çağrılıyor. Daha Burada dikkatimizi çekmesi gereken diğer bir aşama da sa-
önce ise seyirci uzaktan bakan biriydi, yani sadece "temaşa" nat tarihine girmeyen ve akademik alanlarda, üniversitelerde
ediyordu. kabul görmeyen malzemelerin çağdaş sanat içinde kullanılma-
ya başlamlmasıdır. Malzeme bu açıdan çok önemlidir. Eğlence
Kant'ın ve Nietzsche'nin felsefedeki estetik algılamalarıyla
için yapılan mumya malzemeleri, Paris'teki Grevin Müze-si'nde
bu iki espas arasında bir benzerlik var. Kant ressamın gözün-
olduğu gibi -ki 1960'lardan ve 70'lerden başlayan bir süreçtir
den ve aynı zamanda da izleyicinin gözünden bakarak kurduğu
ama 90'larda daha belirgin bir hale gelmeye başlamıştır-mum
estetik teorisinde, "temaşa" teorisinde, Nietzsche ise eserin
malzemeden yapılma insan bedenleri, yüksek sanat alanları
içinden bakmak yoluyla benzerlik yaratıyor. Dolayısıyla Ni-
içine yerleştirilmeye başlanmıştır. Diğer bir örnek de plastik
etzsche'nin Dionysos teması ile Kant'ın estetik teması arasında sanat objelerinin kullanımıdır. Pazardaki malzemeler, müzeye
hem Batı felsefesi hem sanatı açısından çok ilginç yakınlıklar ve sergilerin içine girmeye başlayan ucuz malzemeler yoluyla
çıkıyor ortaya. Kant uzaktan bakan, yargılayan ve minör sanat, sanat'ın objeler yoluyla ortaya koyduğu
aydın-lanmacı, uzaktan bakarak bir majörlük öneren bir hiyerarşiyi kırmaya başlamıştır. Burada karşımıza yine yanya-
felsefenin ve estetiğin kurucusu, eleştirel bir yargı gücü nalık çıkmaya başlamıştır. Bir başka örnek de Amerikalı zenci
sözkonusu. Nietzsche ise labirentik Dionysos ve çocuksu, bir sanatçıdan geldi (Kara Walker). Turistleri eğlendirmek
hafifleyen, dansçı filozofun minör estetiği, felsefesi ile; eserin için yapılan gölge portreler çok da siyasi bir çalışma içinde
kendi içinden eseri ele alan, espasın içinden bakan yaklaşımıyla kullanılmıştı. Malzemenin zayıflığı ve kullanılmasının imkan-
tam bir mi-nör-majör zıtlığı oluşturuyor. Kant için bir majör sızlığına karşın -balmumu, mum vs.- herkesin çekebileceği fo-
estetiğini, "yüce" estetiğini, Nietzsche için ise bir dionysiak toğrafların, videoların ve hatta gündelik hayatta çekilmiş gibi
minör estetiğini ortaya koymuştur diyebiliriz. Ki Zerdüşt duran küçük aile fotoğraflarının sergilenmesi bize tam da birer
sonuçta tam bir pagandır, aynı "dünya büyücülerinde olduğu popüler kültür öğesi olan bu üretimlerin yüksek sanat alanına
gibi. İki espasla iki estetik, felsefede Kant tamamen Batılı, girmekte olduğunu gösterdi.* O halde, çağdaş sanatta bugün
Nietzsche ise Batılı olmayan bir bakış ortaya çıkartıyor. Bu gelinen yerin deneyselliği, zayıf malzemesi, kırılganlığı,
bakımdan da Nietzsche ve Kant arasında bir majör ve minör kullanımdaki rahatlığı ve herkese olan açıklığı hatta neredeyse
ayrımı yapmak çok mümkün gibi duruyor. Dünya Büyücüleri "beceriksizce" sunulması, tüm bunlar minör bir estetiğin
sergisinde bu majör estetikle minör estetik aynı zamanda edebiyatta olduğu gibi hakim dili, plastik dili içinden mayınla-
yakınlaşma ve farklılaşma üreterek müthiş bir şey ortaya maya başladığını, bozmakta olduğunu bize gösterdi. Bana ka-
çıkartıyor. Bakış farklılığı ve espas içinde beraber sergilenme, lırsa son İstanbul Bienali'nin bu kadar tepki toplamış olması da
"yanyanalık" çıkıyor ortaya. Yanyanalık kavramı minör biraz bu yeni oluşumla alakalı. Yani "kuvvetli iş yok" denmesi.
oluşumlar bakımından bir meşru alan sağlıyor. Nasıl ki toprak, Bunun yerine küçük küçük "beceriksizlik" gibi duran suluboya
toprağın yere yerleştirilmesi, boyaların büyüsel ayinlere göre desenlerin, animasyonların, neredeyse "çöp adamlardan
düzenlenmesi ile, tuvalin veyahut heykelin, yahut obje oluşmakta olan sinemanın, çocuk çizimlerinin bize tam da
üzerinden kurulu Dada hareketi ile başlayan ready-made'lerin minör sanatı gösterdiğini söyleyebiliriz. Bütün bu deneysel
kullanımı, dışardan bakan göz ile içine giren arasındaki farkı çalışmalar sanatçıların kendi araştırma süreçlerini gös-
oluşturuyorsa, majör ve minörün farkı da buradan başlıyor.
Bkz., Ali Akay, "Kırılgan ve Hayaletimsi Azınlık: Tutkunun He-
yecanı", Sanatın Sosyolojik Gözü, s. 142, Bağlam Yay. 1999).
208

209.
teren çalışmalar. Ortada bitmiş hiçbir şey yok. Bir süreç var ve
her şey o sürecin gösterilmesinden ibaret.
Zannediyorum ki sanatın minörleşmesi ile siyasetin, sosyo-
lojinin hatta sözü edilen "sosyolojinin büyük krizi"nin,
Tar-de'ın mikro-sosyolojisinin, "postmodernizm" adı altında
gelmiş olan düşüncenin kırılganlığının, derinlik
yoksunluğunun, yüzeyselliğinin ve edebiyatın "minör oluş"
halinin ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Plastik sanatlardaki
kadar ağırlıklı olmasa da diğer alanlarda da en azından bir
parıltı imkanın ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz.
Özellikle siyaset alanının bu konuda karmaşalarla dolu olduğu
düşünülebilir. Zira minör olduğu kadar majör beklentileri olan
kimlik meseleleri de söz konusudur siyasette. "Ben de
kültürümün üstünlüğünü herkese tanıtacağım", "ben de
kendi devletimi kuracağım", "ben de büyüyeceğim" yahut;
"ben de erkekleşeceğim" tipindeki talepler, aidiyetler minörün
majör yansımaları olarak adlandırılabilir. Çünkü burada
kendisi minörken majörleşme -büyüme- arzusunun ön planda
olduğunu görüyoruz. Halbuki minörün kendisi bir tür "Teneke
Trampet", büyümek istemeyen çocuk, cüce kalmak isteyen
varlıktır. Günter Grass'ın bu romanı bu bakımdan olağanüstü
bir örnektir ve Nazizm sırasında büyümek istemeyen bir çocuğu
bize göstermektedir. Eşcinsel ve feminist söylemde de benzer bir
durumla karşılaşıyoruz. Her ikisinde de tam anlamıyla bir
kimlik talebi söz konusu. Eşcinsellerin kendi eşcinselliklerine
dönük ifadeleri "siyah güzeldir" yargısındaki kapalılıkla
benzeşiyor, "ibne teorisi" ("Queer theory") diye
anlandırıyorlar. Tıpkı 196O'lı, 70'li yıllardaki feministlerin
kimliksel talepleri gibi. Buraya söylenmek istenen şey, kimlik
talepleri kapanıp, kendi kimliğini öne çıkarmaya uğraştıkça
-ister kadın, ister gay, ister lezbiyen olsun farketmez- majör
olma yoluna giriliyor. Halbuki minör politikanın en kaçındığı
şey büyüme bu anlamda majörleşme olmalı. Minör politik,
siyasi grupların içinde olmaktan çok, Foucault'nun Cinselliğin
Tarihfnde göstermiş olduğu gibi, bir tür minör bireyleşme
sürecinden geçecek olan bir politikadır. Şu an yapmış
olduğumuz gibi, yaşamın her anında aslında bir

21a
politik eylem yapıyoruz. Ressamın yaptığı, şairin yazdığı, yahut
da televizyonlarda izlediğimiz reklamlar bile tamamen bir
politik ekonomiyi ortaya koyuyor. Özetle siyasi bir karşılığa
sahipler. Nasıl ki azınlık olmak sadece bir azınlık cemaatinin
üyesi olmayı bile bir azınlık politikası olarak sunuyorsa, sonuçta
minör politika da illa devletin, kurumların, üniversitenin
bildiğimiz anlamda politikasından geçen bir politika olmamalı.
Bir anlamda yine Deleuze ve Guattari'nin "göçebe düşüncesi"
ile yani göçebenin o kaçan, kayan haliyle alakalı bir şey ol-
duğunu iddia edebiliriz.
Kafka üzerine konuşurken; Deleuze-Guattari minör bir
edebiyatın, minör bir oluşumun, minör bir resmin, desenin,
güncenin kendisinin başlıbaşma bir politika olmuş olması, po-
litikanın ille de sivil toplum kuruluşlarından, partilerden, or-
dudan, televizyondan geçmek zorunda kalmadığını bize göste-
riyor. Minör politika eğer bir "politika"ysa ve majör olmak ta-
lebinde değilse, zaten merkezi partilerden, sivil toplum kuru-
luşlarından, bunlara dair bir aidiyet taşımaktan yahut tarikat
mensubu olmaktan, yahut uluslararası kurumlar içinde
yeral-maktan geçmeyen bir tavırdır. Minörlüğün
politikasından söz ettiğimizde, aslında, yaşamın kendisinin bir
politika haline gelmesinden söz ediyoruz. Verdiğimiz
örneklerin hemen hepsi kuvvetini yaşamdan alıyor.

21±
MİNÖR POLİTİKA
ALİ AKAY Minör Politika sosyal
bilimlerde, siyasette ve
sanatta 20. yüzyıl boyunca
hakim olan egemenlik ve
ergenlik kavramlarının
karşısında yer almaktadır.
Tartışma alanını Malevitch,
Kafka, Beaudalaire,
Foucault, Deleuze, Sade ve
Masoch'dan almakta ve
Kant, Lenin, Bakunin'e karşı
şizoanalitik bir şekilde
geliştirmektedir. Çağdaş sanatın bugünkü
görünümü sosyolojik ve siyasi olanı sanata
yaklaştırmakta, sanattaki minörlüğu de
diğerlerine taşımaktadır.
ALİ AKAY
Ali Akay, Paris'te Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi
okudu. Türklerde Devletçi İktidarın Oluşumu adlı tezini
1986'da savundu. M.S.Ü. Sosyoloji Bölümü öğretim
üyesidir. Çeşitli dergilerde sanat-sosyoloji ve felsefe
makaleleri yayımlanmıştır. Yayımlanmış kitapları;
Konumlar, Bağlam Yayınları, 1991, Tekil Düşünce, Af a
Yayınları, 1991,1999, Pisuarın Bir Dekonstrüksiyonu
(Emre Zeytinoğlu ile), Urart, 1994, Michel Foucault İktidar
ve Direnme Odakları, Bağlam Yayınları, 1995, İstanbul'da
Rock Hayatı (Derya Fırat, Mehmet Kutlukan, Pınar
Göktürk ile birlikte), Bağlam Yayınları, 1995, Eleştiri ve
Eleştiri Kuramı Üzerine Söylemler (Yayına hazırlayan
Mehmet Rifat), Düzlem Yayınları, 1996, Kıvrımlar, Bağlam
Yayınları, 1996, Postmodern Görüntü, Bağlam Yayınları,
1997, Kavramın Sınırlarında (Emre Zeytinoğlu ile), Bağlam
Yayınları, 1998, Sanatın Sosyolojik Gözü, Bağlam
Yayınları, 1999, Armağan, Bağlam Yayınları, 1999.
Çevirileri: Gilles Deleuze- Felix Guattari, Kapitalizm ve
Şizofreni I (Göçebebilim İncelemesi: Savaş Makinası),
1990, Kapitalizm ve Şizofreni II (Kapma Aygıtı), Bağlam
Yayınları, 1993, Gilles Deleuze -Claire Parnet, Diyaloglar,
Bağlam Yayınları, 1990, Felix Guattari, Üç Ekoloji, Hil
Yayınları, 1990. ISBN: 975-6947-45-4

BAĞLAM
ii 9V89756

You might also like