You are on page 1of 18

nilgün marmara

metinler
...

Sonra buradan giderdim bir hiç için, nasıl hiç nedensiz dökülüp de yollara vardımsa şu doğa
kucağına ve birden buralı doğumlu, buralı yaşamışlı nasıl duyabildiysem ben-imi, öyle
kolayca bir başka belde de kabullenebilir beni ve hep bulurum yeni güneşler yeni dağlar yeni
denizler yeni sevi titreşimleri, hiç yardımsız. Düşüneceğim bu buluntuların ne kadar sonsuz
olacağından başka hiçbir şey ve yaşamın tüm kolaylığı içindeki erişilmez gizem ve güçlük...-
Bir kelebeğin insanlara çok doğal görünmesine karşın, doğanın onu o denli uyumlu
yaratabilmek için belki de düşlenemeyecek nicelikte zorlukları göğüslemişliği. Bu çok hızlı
bir müzik ritmi benzeri, beynimi kazacaktır, ya da bir ılık rüzgâr gibi okşayıcı olacaktır benim
için. Korkunç kokular saçan, renk cümbüşü içinde, çekiciliği kavranamaz çiçekli yolların,
sürekli kuşkucu yolcusu kimliğinde belirlenemez miyim? Đncecik tahtalar üstünde, neredeyse
denizin üstünde, ortasında yürüyormuş duygusu yaratan iskelelerin, ayakları kaydırma
olasılığı için korkarak, geceleri sakınımlı adımlar sıralayan bir deniz gecesi ya da denizi
tutkunu olarak sürüklenemez miyim?

Hep yürüyen biri olmak istenmez, yürümek sürekli izlenimdir, duraklamak ve düşünceyi
beklemektir yolun varlık kanıtı. Dural bir yol isterim, öyle bir yer ki hem yürüyüş duyumunu
yaşatacak hem de duruk. Orada, motorları geçen işleyişiyle beynimin, yalanlar, gerçekler,
düşsellik, geçmiş, olacaklar, tüm olasılıklar, göksellik, yersellik, erlik, dişilik, hünsallık,
görülenler, görülemeyenler, yaşadıklarını sananlar, hiç yaşamayacaklarını sezenler, göreceli
tutuncalar bularak onlara sarılıp ana memelerini bırakmak istemeyenler örneği yaşamlarını
sürdürmekte bekinenler, ışıklı hayatlar, karanlıklara gizlenenler, seçmeler, vazgeçmeler,
değişimler, tanrılılar, tanrısızlar, yakaranlar ilençleyenler, yeni canlar yaratmak için
çırpınanlar, yarattıktan sonra pişmanlıkla yananlar, bu olayı unutmuş olanlar, kendilerini bile
sürükleme gücünden yoksun insana dönüşebilecekleri daha tohumken yokedenler, çılgınca
arzulayanlar, arzularını gizleme zorunluluğu duyanlar, taşıdıkları gizil güçten habersiz
olanlar, en yüce sevgileri düşleyenler, sevgi sözcüğünü silenler, yine yazanlar, yazgı diye
ölümü bekleyenler, yaşamlarının son bulacağına başkaldıranlar, elleri ve gözleri göğe çevrili o
en büyüğün ellerini tutacağını ve göz kapaklarını okşayacağını umanlar- üzerine, üzerinde
sonsuz düşün gidiş gelişleriyle kıvranabilirim...

Kasım, 1979
Đstanbul
GECENĐN GÜVENĐ

Gün süreci çevriminde bakım gereksinen bir bebek, döngün sorunları olan bir çocuk,
çocukluk ve yetişkinlik arasında bocalayan bir imge.

Oysa ne kadar emin kendinden gece! Gören bir yetişkin... sürekli yenileyen ve yenilenen,
ölümü unutmadan yaşama tutkun dinginliği genleştirerek her an duyumsatan...

Nisan, 1980
Marmaris
ŞEYTAN’IN ĐZLENĐMĐ

Günün ilk saatlerinin kırılganlığı-yeğni rüzgarlarla sakınımının varoluşunu gizlemekte


zorlanan küçük gündüz. Sıcağın kendinden emin, korkusuz, güçlü soluğunun gecikmeyeceği
besbelli şimdiden.

Gün çarpık bir gülüşle ve alaycı bir tavırla, sezgilerini böylesine bir başlangıçla dışavuruyor.

Đşe güneş atmıklarını yağdırmaya başladı yeryüzüne. Işınlarının kavuruculuğu, kurutuculuğu,


tüketme ve yıpratmayı nasıl da kolaylaştıracak. Gölgelerin yitmesi, varlıkların çizgilerinin
belirginleşmesi, artan seslerin vurgun etkisi bu oluşumun seçik göstergeleri.

Ey tiksinç Aydınlık! Kusuluyor senin için, bil!

Temmuz, 1980
Marmaris
Zarf Dileği:

Bu tuhaf bir atılımla size ulaşan betik, dingin bir günbatımı kızıllığında ve insansız bir yerde
okunmalıdır. Elinize geçtiğinde bu ortamın koşulları bütünlenmemişse beklenmeli; betik,
geçen anlar sürecinde farklanmayacak, hep aynı kalacaktır. Kuşku duyulmasın hiç!

BĐRĐNE,

Bu nasıl böylesine pekgözlü, ürkek ve umutlu bir girişim bilinemiyor-

Bilinebilir olanı, size, tansıksı, büyüleyici kokulu, düşsel saydamlıktaki yeşil elmanın
eriyişine tanıklık duyumunu, yanısıra, dostluğumuzun (oluşmuş muydu hiç, yoksa böyle bir
kavramı benimsemekle yanılgıya mı düşüyorum?) tükenişini yeğinlikle algıladığımı
ulaştırmak arzusundan başka ne olabilir? Şu an ses çıkarmak istemiyorum, ayinsi bir yazma
eylemini yaşamak tini tümüyle doyurabilir, nasıl ki bu doyumu, çoğu kişi için müzik
gerçekleştiriyor. Yaşamın kaynağının yazı olduğuna duyulan inanca güçleniyor her geçen
gün. Ya konuşma? Onun kendine özgü bambaşka bir yapısı var ve en az ikiliyi gerektirdiği
için gerçeklikte. Hayır, monologu unutmuyorum, ancak, taşıdığı sayrı öznellik açısından
sözkonusu edilemez şimdilik. Ve dialog?! Eksikliğinin beni o gece (şu tuhaf başkaldırırlığım,
suskunluğum ve umarsızlığımın gözler önüne en uç noktada serildiği, dışarı açıldığı karanlık)
ne denli yıprattığını, ne ölçüde onulmaz yaralar açtığını, ölümle yaşam arasındaki o geçiş
yerine nasıl duygusuzca atıverdiğini ve sonra hiç üzünçsüz bir bakan’ı yapıladığını ve o
yargılayıcı bakışın, kendi dışındaki herkes için yaklaşık aynı değerlendirmeyi yapabilecek
olanın bilincine vardığımda en büyük acıyı bir travma gibi, öç alırcasına elime tutuşturduğunu
ve işte bu sarsıcılığının bana neler anlamlayabileceğini hiç düşünebiliyor musunuz?

Aralıklarla gözlerimi size çevirdiğimde bana sessizce ve dümdüz baktığını ayrımsıyordum.


Belki zorunluluklara, birini o anda bırakıp gidememe, kalık yapıya ilençler yağdırıyordunuz,
belki kadınlara... En baskını uyku isteğidir ki, ezici özellikleri, dışındaki her şeyi kara
gördürerek, baskısını “başka” için olumsuz yargıya hızla yöneltir. Üzgünüm aşağıladınız
demekten, hüznümü silebilecek birkaç sözcüğü nasıl sa esirgediniz diye sormaktan, bu bilinçli
ya da bilinçsiz seçminizin suskunluğu hızlandırıcı ve bütünleyiciliğinin bana umulmaz
rahatsızlıklar verdiğini yadsıyamamaktan ÜZGÜNÜM! Karanlığın içinde varoluşunuzu
böylesine keder verici algılamamın sonucu, sonsuzca katlanan uslamlamalar, içsel haykırışlar,
yürek daralmalarına neden olduğunuz bildirilse, inanışınızın ve düşündükten sonra
katılımınızın içtenlik kanıtı ne olabilir? Beylik bir alaycılıkla, küçük gülümsemelerle, o
dondurulmuş suların beyin hücrelerime etkidiğini söyleyip, yazılanları izleyerek, göz
kırpıncaya dek geçen incecik zaman kadar bile sürmeyecek bir edimle kağıdı böylelikle
düşüncelerimi, örneğin bir ateş kütlesi içinde yokedebilirsiniz. Ya da hiç yoketme gereğini
duymadan, yazımı tümüyle usyarılımlı, yorum delilikli söz oyunları olarak algılayıp
belleğinize, sözcüklerimi kabul onayını verdirtmeyebilirsiniz. Seçiminiz dolaysız unutuş
yanlısı olabilir.

Sevgili karagönüllülüğüm ve karamsarlığım içkinliğinde sunabileceğim olasılıkları


çoğaltabilirim. Đyicilliğimden neler diye sorulursa-

ŞĐMDĐ DURMAK ARTIK BÜYÜK OZANLAR

ÇAĞLAYANINDA YUNMAK VAR.

Göğünüzün genleşmesi dileği ve sevgiyle.

Ağustos, 1980
Marmaris
KURAKLIK ANA

Kuraklık ana! Bir son bulamadık senin için, bir başlangıç da. Bilememe kapanında öyle
yönsünüz ki! Felaketin kıyısını hatırlatan senin tarafsızlığındı, her zaman. Gündüz kaçağı
gözün geceye saldı bizi, susku karanlığında yazdı hep giz sözünü, çekinmeden. Önceleri,
tayfun yığınları, bora çoğulluğu soluyordu yaşamımıza. Sonra zifir durukluğu; söndü, çekip
gitti yıldızlar da. Böylece serildik yatay, paylaşım olanaksızlığı konutunda. Işıltılarını geri
alan şimşeklerin ilenciyle, yer dışı kaldık. Bu yer ölümü tanımamıştı, henüz, yaşama
tanıklığına ant içmişti. Bu yemin kalkanını yüzümüze çevirerek savunmakta kendini hâlâ;
kollarımız bağlı, hiçbir karşılık yok bizden yansıtabileceğimiz. Bir an kısacık bir önsezi
anında, bir bileşim umudunda, kalkanın gözü değişiyor; konutun, kızgın ve atılgan,
tehditleriyle geri bıraktırıyor bu önseziyi ya da devinim umudunu. “Dur” diyor, “hangi
karşılık sana kucak açar, belli sayı için, sıfırdan farklanan?” “Nasıl bir kaçışla vazgeçmek bu
ara’lıktan?” Ürkünç tavrıyla başlamanın hiçliğini yineliyor, alıkoyuyor en küçük kımıltıdan.
Bizlerin yanıtı bu alıkoyuşta buluyor varlığını, dönencenin dışına bırakılmış olanda,
kendiliğinden. Ürkekçe bakıyor, bakıyoruz...

Bu verimsiz otlaklı köyün dışı için bize de ki, Ey Kuraklık ana! Bütün yollar ardıç ağaçlarıyla,
kuş sesleriyle kilitlendi. Sizin bileceğiniz gömütlük ayinleri, yüzyılların sözü ses olarak,
ancak terkedilmiş yıkıntılarda bulunur. Sözün tınılarını dönendiren de bir duvar, duvarlar
kümesi... Bu örtük açıklık, kırmızı bir yüzeyin mavi muskası kabul edilerek, göğsümüze
takacağımız uğur, nişan olacak, pekâlâ! Bir örnek giysili çalışkan cüceler bile, hiçbir etkin
düşsüzlük parçası bile geri alamayacak bu belirlenmeyi bizden.

Azınlık sorusu şudur; Kuraklık ana!

Ben kimim’in arayışı kaç adım gider öz-tanıma? Engin bir su izinde yanıta vardığında, ne
kadar bilebiliriz Kimiz’i?

Korku ağına sarınarak, değirmi bakışını yineliyor.Đmliyor sessizce; “Tam bu kadar işte!”
diyor, oluş tarihine, bizi geri gönderen. Sonra, gözleri yeniden karanlığa yönelmiş, Kuraklık
ananın.

Mart, 1981
...

Dilsizlik okyanuslarında kılıç kuşanmaları;

Büyüttü yürek sancısı ebeleri...

Geçti. Đnce üsteleme gelincikle

rastlantıdan sıyrılan

döndü ırmağa

karanın umulmaz ışığına!

Uzun günler, aşkın ince kemiği düş ağacında asılıydı. Peygamber çiçeklerinin sessiz
yataklarında gizlenen boynu bükük ayna, buruşturulmuş yumuşaklığı ve ters dönmüş yaşamı
yansıtıyordu. Artarak bölünen göz: BEN BÖLÜNEN BÜRÜMCÜK.

Su kadar karanlık ve uçucu görümü tozanların diziyor ürkünç renksizliğini, canlılara yalım
veriyor. Gözleri dalgın ay, gizil yurtluğunda bu devingen dağılıma tanıktır. Bu karıştı
börümcülüğün sessiz sesine, yunma zamanları dışında. Gök bir gece dışına dışına kıvrıldı,
değişti dönemleri kürenin; güneş yerde doğuyor, saçıyor hüzmelerini göksel boşluğa.
Karanlık toprak boğuntusunu serinletiyor kendi içrek odağından, şimdi. Zamanı çalıyor yetkin
camda parmakları bürümcüğün, gizli bir yanardağın lavlarıyla dokunan ağını çözmek için.

Biz güven çağına gelmiş olmalıydık artık!

Mayıs, 1981
SAFĐR DĐLEK

Ey dilek koşulu aşkın; beyaz gül ve incelen oklar. Bir güz ağacı gövdesinde kapalı
gerçekleşmenin kaynağı. Güneşe uyarlanamıyor dilek. Güz, kırmızı gülün düşmanı, el alıyor
donuk karadan kalın oklara karşı. Barışsızlık sürüyor. Bu çılgın eğlentinin karşıtı bir yürek
hangi kuşun sesinde dinlensin? Yinelenen bırakılmalarda ararken serin tınısını el, bir sınırı
hatırlıyor, sonsuz!

Ey, olmayan bir yalımı bekleyen devinim, susuyor öteye varolurken kıydığı çığlıklarını.
Durum diyor bu üstelemenin sarı uzantısı, yaratının ürkünç arılığı ve donuk izleği yaşmanın...
Nasıl geceler eli açıklığında üzüm tanelerinin sesine tanıklık kaçınılmazsa, öyle yükselen
servilerle göğe daha yakın olmak. Mavinin doruğunda diz çöküşü biricik varlığın, öyle süren
aşk çok katlı bir çiçeğin yalnızlığı kadar, bir safir alana doğrulan çocuksu dile gelişte; karanlık
dinlentiden uzak şiirin açılabileceği öte uzam!

Ağustos, 1981
ÇÖZÜLÜŞ TINISI

Bakışın olanağı kadar izledim sizi, yer karardığında uzanmıştım solgun ışıklar kayrasına.
Mutluydum; bu bir cüret! Küçük sürünün içkin yolculuğunda yetkeyi silmenin kıvancıyla,
korunaklılığın ince güveninde konaklıyordum. Biz buyduk, şimdinin kuşkusuzluk adasında.
Ayrıyken bile birlikte, birbirine yansıyan bağı sürdüren nesneler dizisi gibi... Evet yıldızlar
yalnız ve tek tek beliriyor haritalarında, ama uzayın bütünlüğü bilgisine yöneliyor istemleri-
şiddetle kayarak yer değiştirebilen bazılarının dışında- Bu uzaklaşma sürecinde onlar da başka
noktalarda durakalmaya seçiliyorlar, bir sonraki kayışa dek! Đşte, salgısı tikellik ve
değişmezlik olan bu bütüncül arzu yaydığı cömert tiniyle kuşatıyor bizleri, bir tekrar
noktasında yer edinmiş tanıklığımızı gereksinerek.

Borçluyuz daha çok yaşamaya!

II

Sonra neden tedirgin suskunun buyruğunu duyuyor süregiden? Eskil çocuksuluk ışıltısını
soğuk varoluşa bırakarak, yetinememeyi ilk yalnızlıkla birederek ağları çekmeye engel oluyor
bilgi doyumundan? Sevinç sözcüğünün neyi, nasıl imlediği bilinemiyor hâlâ! Değerler şenliği
uzaklarda sanılıyor, ötede olanda. Tüm anlar köpeksi bir zamana, düşkün bir kımıltısızlığa,
aynılığa dönüşüyor, geride kalmanın tiksinç yalnızlığına!

III

Şimdi yaz, gömü ilksel dirimle oynaşıyor sonsuz tekrar bağlantısında. Yangının yumuşak
başlangıcı ve doğanın devamı olmayan anlık parıltısı bilinemez! Balkıma pek kendiliğinden;
kimse sezemiyor doygunluk sınırını ve bengilik isteğini. Yakalanan bir hiç acun peteğinde,
ısının çevriminde. Uzaklaşan kim oluyor, çözülüş tınısının ertelenmesi? Kim oluyor açığa
çıkarılması, sarsılmaz ve katılımsız devler dağının?

Ey, içine bakan gözlerimin yoksul gölgesinde kendini açıklayan gerçeklik! Her kopuşla adını
yineleten umut! Bir serin yaşlı-bahar özlemi, acı kar fırtınaları beklentisi kışlarda ve alıcısı
olmayan iki mevsime, zamanın kapanabilmesi devrimi!

Ağustos, 1981
KĐRPĐNĐN ÖCÜ

Şimdi ölü bir kirpiyim.

Yüzeyi dikenlerle kaplatan, dışa çekerken döndüren gözümü en derine sen oluyorsun. Bir kez
yakmıştın beni, bir kumsalın ürkünç gecesinde. Eziyetçi tanıklığın, tutuşan dikenlerimin
çığlığını gömmüştü küle. Kısık gözkapakların yeterince örtmüyordu parıltısını gözlerinin, az
aralığından hazzını izliyordum yanadurarak. Duymuyordun denize ulaşmaya yalvardığını
tinimin, öte kıyılara, tuttuğun ve yok ettiğin oluyordu, sen oluyordun. Sonsuz tiksintin her
yalımın canavarlığına güç ekliyordu; benim yanarak özgürleşecek sınırlarıma ise meleksilik.
Önceleri, senin çektiklerinle, acılarımı yendiğime inanmıştım. Ah! sonra, yanılgının
anlaşılmasıyla, özkıyım dilendi bir şenlik yerine. Teslim oldum yalnızca göğün ve suyun her
zaman varolacağını bilmeye. Đşkencen tüketilen otlarla, çam pürçükleriyle artarak
muştuluyordu yaklaşan özgürlüğü. Arzuyla sunuyordum o zaman, ateşten başka hiçbir şeyin
ulaşamadığı derimi. Zorba bir tansıktı bu; nasıl da da açığa çıkışı karşıtlığın! Açgözlü
dokunmayı yakarak silmeyi seçiyordum, sense onu hep baştan yazmayı. Sevgilerin
yetişemeyeceği gerçeği serinletiyordu yanan bedenimi, seninse yanına varamadığın acın
katlanıyordu, bahşedemediğin zevkine koşut!

Zaman; tavuğun boynunun her devimiyle uçuşturduğu anlar, denize kaydı senin yönetken
ellerinden ve benim sıfır dokumdan. Eril-dişi suyun kardeşi olduğuma diretirken ben, tenin
adsız olduğuna; hiçliği kusan uzaklıklar yazgımdı ve öğrettiler hoşnutluğu, yaşamdan
sıyrılacak gizleri. Büzüldükçe içkinlik kabuğumda, aşıyordum kötücül yakınlıkların
niyetlerini, dolaylı elde edişleri, süreye yayılmış saklı yol izlemeleri, sayrı tarihine tutsak
hınzır önerilerini.

Ölü bir kirpi oluyordum, dikenleri yıldızlar ve yalnızlıkla kıvrılan. Soyumun küskünlüğünü
hazırlıyordum, bir kez daha oralarda gezinmeyecek olan kardeşlerimin iyicil adımlarını, daha
şimdiden saptırıyordum. Sen de ölüyordun ön-bilisinde, ağlatıyla giyinecek sonuçları.

Şimdi ölü bir kirpiyim.

Sen, ölü bir insan.

Eylül, 1981
SIRÇA SIĞINAK

Her zaman onu anlatır ozan. Sonradan en karanlık yüzlerimizle, arı suçlarla bir yere
döneceğimizi, bıkmadan erinçle.

Korkarız ortak sayılmaktan bir an’a, herkesin unutmaya yaşadığı, ayırdında olmadan içinden
geçtiği sonsuz gün sırçası bakışından, korkarız! Bir ortaklık, cama ulaşabilir yoldan ilerler, ak
açelyaları, kardelenleriyle saydam kalabilen yaşama. Fazladan gözleri gereksiniyor örtülü ser;
camı görebilmek!

Biz görmüştük, sen ve ben, bu örtük yoldan sızan doğrudan ışığı, ötesindeki geçirgen kum
yığınında mutlu eşlenmeyi... En taşkın çocuksuluklar ve bilge ağırbaşlılıkları bekler onun
ardındaki parlaklık. Bitmiştik, oluşumundaki inceliğin her zaman gerçek sayılamayacağını.
Direniyorduk yine de sabrın cömertliğiyle, göz bağlayanları elekten süzebilmek için
sonunda...

Kabullendi sırça konutu soylu sevincin bizleri de. Erdem sığınağının kanatları altında, sen ve
ben çocuklarıyız açelyaların, kardelenlerin.

Ah! Bilinmez kaçıncılarız?

Eylül, 1981
ZAMAN, YER, SONRA

Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan


sözediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan
korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken
yürekler serin tutuluyor. Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzumuza biniyor; toprağın
değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek ağında
gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri,
dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek
konutlarında...

Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdi’yi
saklayan güzellik! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan
ayırmamakla. Arınalım, arınalım artık yozluklarından, şu densiz yeryüzünün kalık
çirkefinden;

Sevgi yazısıyla!

Ekim, 1981
...

Burada daha ne kadar öleceğim?

Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde?


Ben size alışamam. Tehdit: koltuğunuzun bedeninizle dolmaması. Tehdit: bir merdivenin
uygunsuz konumu, gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün yokoluşu. “Ağlıyordum,
onu gönlümde isterdim ve sadece orada.” Öylesine yoksulluk, bir sevi düşünün bu kadar
yayılması günlere, hiç karşılıksız...

Ağlıyorduk. Ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle düşünüyordum size dokunurken. Siz
bu ıslaklığı tanıyordunuz, düşümde böyle düşünüyordunuz. Nasıl biliyorduk, nasıl? Her ışıltı
anının acı yükünü, ülkemizin sonsuzca yumuşayarak kuraklıktan kurtulduğunu; bu
gözyaşlarının susulmuş her çığlık, beklenmiş her sevinç için bu kadar akıcı, saran ve parlak...

WET: SORROW-

Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer
ediniyor. Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla uyanıyorum, bundan
böyle, nereye baktığı bilinmeyen gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.

Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak, tanımlanabilir gün ve


gecelere maledilemeyecek bir sevi karabasanından aldığım pay, saygısını bulsun içkin
dünyasında belirsiz “Ben”in.

Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: “SĐZĐ SEVMEKTE ÖLÜYORUM”

Mart, 1982
...

Kim bilebilir koygun yüreğin ince çalkantısında alıkonan tılsımlı geceyi?

Biten arzu, büyük yalımın gücünü yok etti, varlığın yansıtılabilir gizemli kimliğini...

Nasıl’ı, nasıl niçin’e çevirmeli, ayırdetmeli gelmeyenleri hep gidenleri olanlardan; suyu
karadan?

Beklentileri bir yakaya iliştirmiş, gözlerimiz düşsel doruğun parıltısına bağlanmış, duruyoruz
ayakta.

Bir cüce işitti mi korku yönetmeliğinin acımasız maddesini? Yaptırım şu: Irmak örtülüyor.
Đzlenemiyor yönleri akışın. Kaskatı bir devinimsizlikte, unutulmuş, yitik beden arzuları!
Aranan ve bulunamayan kaynakta gizli, her şey karanlık kesintilerinde saklı çevrimin; aklığa
direnmek orada! Şimdinin açığa çıkarılması sayrı bilincin bulaşıcı akımıyla olası; acı yüzlü
odalar donuk portakal rengi; portakalın tersi, direngen tenine sığmayan kara boşluklarda.
Geriye kalan, bir eskil tutkunun dinsel doyumu: saydam mavi kavanozlarda deniz kabukları
biriktirmek sanki... Bir dilek, bir dilek: Gölgede kalan her kıpırtı gerçeğe bir adım, güne
uymaya başkaldıran bir adım olsun!

GĐDERLERSE-GĐDERĐZ!

Mart, 1982
KISKANÇLIK

Gece vardı; her zamanın esrik ve karanlık suyunun sonsuza yönelmiş akışıyla bakışımlı değil!
Kurtarılmış camdan bir sığınak olarak, ötelerde duran örtülü bir alan olarak değil... Đçinde
barındırıldığımız konut, yağmuru da gizlemiş, mevsimlerin dönüşüm ve şaşırtma ivmesini de.
Bu beton fanusun altında vazoların yalnız çiçekleri; alıp taç yapraklarını dağlara çıkmak
isteyen çiçekler! Günden her zamanın payını alan mor kuşlar –oradalar, belirsizlikte-
damlaların etkisini tehdit saymıyorlar. Yaşamı ve ölümü yaymışlar mevsimler içi ve ötesi bir
zamana; kuşlar. Kendi uçuşlarının yalnız yargısıyla gök boşluğunda yer değiştiriyorlar.

Düşlenen konut: doğayla şenlenmeyen, ses ve su geçirmeyen cam bir küre, üçgen prizma,
içerden dışarıya, dışardan içeriye bakıldığında görüş olanağı eş. Bu konutu aşağılık, saldırgan,
karşı koyan, yaygaracı, ve zamandaş bir bakışla yıkmak olanaksız. Billur leke, varoluşun
parçalı duyumunu kendini sergileyerek, kendinde sürdürmeli.

Şimdiyse, acısı sona erdirilemez böylesine sinsice yaklaşan kapan ve taş sabahın. Korkusuyla,
değişimin olanaksızlığını bağıran bitkisel gün! Çünkü, gecenin açlığı ve uyanıklığı
sevgililerim, ne döşenmiş çimen, ne de her gün kurulan bir gökyüzü. Yazık; gece uçuşu
çiçeklerin açılışı kadar! Gösterilmeye çalışılan çevrim kendi tutsaklığını taşırmış; yaşamanın
ve yazmanın yapay zorlaması boyunca...

Hiç bitebilir bir acı değil, düşsel uçurtmaların zaman-dışı boşluklarda salınmasını beklemek,
bu tekdüzelik ve sıradan değişimler kuşatmasında. Bir yağmur kuşağında gizlenen çocukluk
tutkuları, küçük yaralı dalgalarla eski sevgilileri çağırıyor. Saklamışlar onlar da; arzu
nesnelerinin biz olduğunu üstelenerek, sevginin bir tehdit ve eliaçıklık olarak doğruya
yöneldiğini yineleyerek... Şaşkınlık yalnızca bu geriye dönük şimdilenmede; Ah! onların
olmayan mavilere sığınmış delikanlıların dökük saçlarından taşan haz kırıntıları...

Artan imgeler yoğunluğuyla kıstırılan bir durum-saat bu beden! Olanaksızlığın solak bedeni
sonsuz eksilenmede; şimdi elleri soğuyor, yalnız yüreği ağlıyor, aç!

Nisan, 1982
NOCTURNAL

Yalım avcısıdır gece. Her varlığın içsel karanlığının birlikte oluşturduğu gizil kın... Bir kama,
bu kının içinde; bilinç dışı taşının gölgesinde bilenmiş, kendini tehdit eden... Gece, bulutunun
ördüğü kınla gizleniyor ateşten, aydınlıktan, böylece yaklaşıyor cam şeffaflığına, bilmeden,
yutarken yalımları bir bir...

JOURNAL

Kayalıklarda teşhirci dalgalar çarpar başlarına...

Kendi içindeki düşüncesini köpükle kıran, ufalayan su, insanların yüzlerine yükseltiyor
iyilikçi beşiğini! Bir elma ağıyor göğe, birden. Kırmızı yüzeyi, yuvarlaklığı, gün ışığında,
deniz tuzunda öylesine kışkırtıcı! Dönmeye başlıyor insanlar arasında. Kendi gizilgücüyle
zıplayan elmayı yakalamayı başaran, bir başkasına fırlatıyor. Tutmaya çalışanın ellerinden
kurtulan ve kendini yeniden dalgalara bırakan elmanın utku! Ona ulaşmak için köpüğün
içinde savaş sürüyor; kavranıp yükseltiliyor kırmızı gülle, sunuluyor boşluğa... Kaçıyor elma,
düşüyor yanlarına, yörelerine avuçlar kapanmıyor; kayıyor ellerden, gözlerin üzerinden;
yönsüz hedefini kendi saptıyor ve sonsuzca uzatıyor çift katlı devinimini, denizin ve insanın...

Eylül, 1984
“BANA DOĞRU GELEN KĐM?”

YA DA

ŞĐMDĐKĐ ZAMANDA BĐR MOBĐL,

BĐRĐNCĐ TEKĐL ŞAHIS

Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yokedilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş.


Her an, hoşgeldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duyargalarımla. Sarkıyorum
tavandan (bir tavan varmışçasıına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmeme
karşın-lal rengi, çivit mavisi ve sarı-ve onların yananlamlarını-tutku, dinginlik ve ölüm-
kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi-bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol.
Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene
karşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye ve
devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak. Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte
olmayı yeğlerdim, oysa. Đşte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam,
nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra...

Şimdilik hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın,
sürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezip
geçinceye ve “Bana doğru giden kim?” in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!

16 Haziran, 1986

You might also like