You are on page 1of 116

KUR’AN PENCERESİNDEN

KURTULUŞ SAVAŞI’NA BİR BAKIŞ

“Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmaya-


caktır.”-Bakara Suresi, 193

“Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemle-


rin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu
ispat etmek isteyen bir adamım.”-Mustafa Kemal Atatürk

“Bu memleketin en son tepesine çıkacağız. Ve


orada taş taş üstünde kalmayıncaya kadar uğra-
şacağız ve en son orada öleceğiz. Ancak ondan
sonradır ki, düşmanlar bu memlekete sahip ola-
bilirler.”-Mustafa Kemal Atatürk

“Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan


bazıları, milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cum-
huriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde ken-
di fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana
direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir. Ben, milletin
vicdanında sezdiğim büyük ilerleme kabiliyetini bir
milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün
içtimai heyetimize tatbik ettirmek mecburiyetinde
idim.”-Mustafa Kemal Atatürk

“Avrupalıların namusuna güvenemeyiz!”-Mustafa


Kemal Atatürk

“Kuvayi Milliye’nin dinsiz olduğu yolunda pro-


paganda İstiklal Harbi’ni tehdit eden en zehirli
ve alçak propaganda idi.”-Kazım Karabekir

“Amacımız bölmek ve hükmetmek ol-


malıdır. Biz, gerçek ideali dinmiş gibi
davranacak çıkarcı bir grubu idareci
olarak takdim etmeye çalışacağız.”- İngiliz Baş tercümanı Ryan

Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK


-İlahiyatçı, Hukukçu, Siyasetçi

Time Dergisi’nin gerçekleştirdiği ‘20. Yüzyılın En Önemli Kişile-


ri’-The Most Important People of 20th. Century anketinin ‘En
Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar’-The Most Important Scien-
tists and Healers listesinde, dünya kamuoyunca belirlenmiş yüz
ismin ilk onu arasında yer alan Yaşar Nuri Öztürk, 1951 yılında
Trabzon’da doğdu. İlk Arapça, Farsça eğitimini, aynı zamanda
en büyük hocası olan babasından aldı. Lisans eğitimini hukuk ve
ilahiyatta, master ve doktora eğitimini İslam felsefesi dalında ta-
mamladı. Bir süre avukatlık yaptıktan sonra üniversiteye intisap
etti.

Türk üniversitelerinde öğretim üyesi ve dekan olarak 26 yıl görev


yaptı. ABD-New York’ta-The Theological Seminary of Barrytown
bir süre misafir profesör olarak ‘İslam Düşüncesi’ dersleri okuttu.
Türkiye, ABD, Rusya, Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar’da
İslam düşüncesi, insan ve insan hakları konularında birçok kon-
ferans verdi.
‘Kur’an’ın Yorum Katılmamış İlk Türkçe Çevirisi’ni yapan bilim
adamı olarak da anılır. 1993-2011 yılları arasında üç yüzü aşkın
baskı yapan bu çeviri, ‘Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin En Çok Bas-
kı Yapan Kitabı’ sayılmaktadır.

Türkçe, Almanca, İngilizce ve Farsça basılan eserlerinin sayısı el-


liyi aşkındır.
Öztürk’ün düşünce dünyası, değişik üniversitelerde yapılan Türk-
çe, Almanca, İngilizce, Fransızca tezlerle incelendi.
Önsöz

Elinizdeki kitap, hayatımın en büyük eserlerinden biri olan ‘Kur-


tuluş Savaşı’nın Kur’ani Boyutları’ adlı üç ciltlik çalışmamın kısa bir
özetidir. Anılan çalışmadan bu eserde ‘Ana Eser’ diye söz edilecek-
tir. Ana Eser’i okumakta zorlanacak veya sabırsızlanacak olanlara
yardımcı olmak için böyle bir özeti yayınlamayı zorunlu gördük.
Eserde, sık sık kullanılan ve bir kısmı, Türk literatüründe ilk kez
tarafımızdan telaffuz edilen bazı tabirleri burada vermeliyim:
‘Allah ile aldatan, saltanat dincisi, siyaset dincisi, Emevi dincisi,
Emevici-Arapçı, emperyalizmle işbirlikçi, dini anlatmak yerine daya-
tan, Ilımlı İslamcı, BOP’cu, Maun Suresi mücrimi, Deniz Fenercisi,
Kurtuluş Savaşı’na hıyanet eden, din istismarcısı’ tabirlerinin tümü
eşanlamlıdır; aynı ekipleri, aynı zihniyetleri tanıtır.

‘Sahte Atatürkçü, Atatürk dalkavuğu, Atatürk’ü joker olarak kulla-


nan, Atatürk istismarcısı, Atatürk’le aldatan, Atatürk’ü anlatmak ye-
rine dayatan’ tabirlerinin tümü de eşanlamlıdır; aynı ekipleri, aynı
zihniyetleri tanıtır.

Bu tabirlerin büyük kısmı, Kurtuluş Savaşı’nın kanla yazılmış lü-


gati içinde yer aldığı için, bir kısmı da Türk basınında herkes tara-
fından kullanıldığı için biz de bunları gerektiği yerlerde kullanacağız.
Önsözü bu kadarla kesiyor, ‘Üstü Örtülü Gerçeklerin’ önemli bir
kısmını daha deşifre etme gücünü bana verdiği için Cenabı Hakk’a
şükürler ediyorum.
GERÇEĞİ ARAYANLARA Ve Bulduğunda Mutlu Olanlara
SELAM OLSUN!

Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK


İstanbul, 2012
80 Yıldır Sorulmayan Soru:

Cumhuriyet dönemi aydınları ve ona bağlı olarak da siyasetçileri,


çok ciddi ve hayati tartışmalara sebep teşkil eden bir konu olma-
sına rağmen, şu soruyu mert ve yürekli insanlara yakışır biçimde
hiç sormadılar; hala da sormuyorlar. Bu soruyu önce aydınların,
sonra da siyasetçilerin cesaret ve ciddiyetle sorması gerektiğini.
yıllardır dile getirmekteyiz.

80 yıldır sorulmayan hayati soru şudur:


“Özgün ve esas yapıları itibarıyla, İslam’la Mustafa Kemal mirası
veya Cumhuriyet mirası arasında bir çelişme, bir didişme, bir
zıtlaşma, bir kavga var mıdır?”

Yani işin esası bakımından ve bu iki mirasın varlık yapıları iti-


barıyla bir zıtlık söz konusu mudur? Bir defa, fikir olarak bunun
sorulması ve cevabının verilmesi lazım. Cumhuriyet dönemi ay-
dınları bu sorunun cevabını hala vermemişlerdir. Cevabı vermek
yerine günü gün etmek için meseleyi hasır’ın altına süpürüp yan
yatmışlardır. Sebep, bir kısmının imansızlığı, bir kısmının ceha-
leti, bir kısmının kendine güvensizliği, bir kısmının da istismara
müsait bir ortamın devamını istemesidir. Bu sorunun cevabının
verilmemesi yüzünden bu ülkeye kötülük etmek isteyen birileri-
nin yapay olarak yarattığı bir kavga, maalesef devam ediyor. Çok
sert biçimde sürüp giden bir kavgadır bu. Bu kavga, bugün, Türki-
ye üzerinde hesabı olanların kendileri açısından da ciddi çıkarlar
sağlayacağı bilindiği için, artık dışarıdan kotarılıyor.

Hepimizin bir vicdan borcu olarak şunu bilmesi gerekir:


Atatürk’ün dinle münasebeti Türk aydınları tarafından yıllar ve
yıllarca sadece irtica hareketleri açısından irdelendi, gündem yapıl-
dı. Oysaki işin bir başka yönü daha vardı ve belki de bu yönün
irdelenmesi ülkemizin geleceği açısından çok daha önemli ve ge-
rekliydi. O yön, Atatürk’ün verdiği mücadelenin dinden ve din
adamlarından gördüğü destekti. Atatürk-din ilişkisi, işte bu açı-
dan gereğince ele alınmadı. Dinci çevrelerle eyyam Atatürkçüle-
rini memnun etmek için ‘Sarıklı Mücahitler,’ ‘Kurtuluş Savaşı’nda
Din Adamları’ vs. türünden dipsiz-başsız, felsefi temelden yoksun,
İslam’ın özünden habersiz, birtakım kitaplar yazılmadı değil ama
niyetleri ne olursa olsun, onların hiçbirinde Cumhuriyetle İslam’ın
ortak paydasına ilişkin altı çizilecek işe yarar bir tespit görülemez.
Tümü hamaset, siyaset ve idare-i kelamdan ibarettir.

Atatürk’e karşı olan Müslüman dinci çevrelerle haçlı emperyalist


çevreler bu yanlıştan son derece memnundurlar ve bu memnuni-
yetlerini stratejilerinde değerlendirerek Türkiye’ye ve Müslüman-
lara büyük oyunlar oynadılar.

Atatürk, dinci ve dinsiz istismarcıların söylediklerinin tam aksini


yapmıştır.
Gazi, din meselesinde asla kaçak güreşmemiş, kıvırmamış, işin
içine girmiş ve ilk günden son güne kadar yaptığı devrimlerin di-
nin talebi olduğunu en gür sesiyle haykırmış, savunmuştur. Yani
Atatürk, onu istismar ederek ‘rozet’ çığırtkanlığı yapan sözde Ata-
türkçülerin aksine, din meselesinde dincilik karşısında ve dindarlar
yanında taraf olmuştur. Biz bunu bütün ayrıntılarıyla ve tüm alan-
larda dünyanın önünde ispata hazırız.

Korkmaya, kaçınmaya, tedirginliğe gerek yok. Kur’an ortada,


Cumhuriyet tarihi de ortada. Biz de buradayız. Kurtuluş Savaşı
günlerinin alnı secdeli Müslümanları Mustafa Kemal’i ‘İslam’ın kur-
tarıcısı’ diye anıyorlardı.-ABE. 15/52 Zaman tünelinin burasında
biz de aynı kanaatteyiz. Peki, Atatürk devrimlerinin savunuculu-
ğu rolüne soyunanlar böylesine önemli bir gerçeği nasıl görmedi-
ler veya göremediler?
*ABE.: Atatürk’ün Bütün Eserleri
.
Çünkü hemen hepsinin sadece hurafeci Arap-Emevi İslam’ın
dan değil, İslam’ın gerçeğinden de rahatsızlıkları vardı. Onların
benliklerine yerleşmiş olan ‘İslam’dan nefret virüsü,’ daha doğrusu
‘Ruhsal olandan nefret virüsü,’ Allah’ın bir takdiri olarak, sonunda
onların başına en büyük belayı açtı ve kendi kulvarlarında nefes-
siz kalmalarına sebep oldu.

İnancımız odur ki, bu yanlış yapılmasaydı, Atatürk mirası, bütün


Müslümanlar için kurtuluş reçetesi sayılabilecek bir ‘Kurtuluş teo-
lojisi’ oluşturabilecekti.-Kurtuluş Teolojisi tabiri, eski Marksist
yeni Kur’an mümini Fransız düşünürü Roger Garaudy’nindir.

Gereken yapılmadığı için bu Kurtuluş Teolojisi’nin yerine İslam’ın


ve Müslümanların düşmanlarınca bir ‘Fesat Teolojisi’ oluşturuldu.
Şimdi bu fesat teolojisi, bütün köşe başlarını tutmuştur ve haçlı-
larla işbirliği halinde, Türk milletinin can damarlarını birer birer
koparmaktadır. Alpaslan Işıklı’nın şu tespiti, üzerinde olduğumuz
konuda gerçeğin tam ifadesidir:

“Atatürk, Kurtuluş Teolojisi’nin öncülüğünü, Kuvayi Milliye ile İs-


lamiyet arasında kurmayı başardığı köprü üzerinde, bu asrın başında
gerçekleştirmiştir.”-Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, 188
Köprü kuruldu ama köprünün üstünden geçmesi gerekenler geç-
medi ve köprü muattal kala kala çürüyüp çöktü. Çünkü Türk
aydını ve Türk siyaseti, Atatürk ve İslam konusunda ölümcül bir hata
yaptı: Gerçeği ortaya koyarak açık yürekle tartışmak yerine siyasal
manevralarla günü kurtarmayı yeğledi. Öte yandan, dindarları ahmak
yerine koydu. “Neyse ne, bu sümüklü heriflere hesap mı vereceğiz?

Otursunlar oturdukları yerde!” kafasıyla alemi kör, dünyayı sersem


sandılar.
Ve müstahaklarını buldular. Onlar müstahaklarını buldu ama gü-
nahsız ve aldatılmış kitleler, müstahak olmadıkları halde çok ka-
hır çekti ve çekmeye devam ediyor.
Cevabı Emperyalizme Verdirmemeliydik:

İlk başlık altında sorduğumuz sorunun önemini kavrayamamak


veya kavrayıp da savsaklamak yüzünden meydan boş kaldı ve ce-
vabı Türk aydınları yerine, Türkiye aleyhine çalışan birileri verdi.
Cevabı Türk aydınlarının vermesi gerektiğine ve bunun nasıl ola-
cağına ilişkin aydınlatma, işin başlangıcında bizzat Atatürk tara-
fından yapılmıştı ama uyarı göz ardı edildi.

Gazi Mustafa Kemal, üzerinde olduğumuz meselede hemen her-


kesin kulağının üstüne yatıp yok gösterdiği bir gerçeğin altını çi-
zerek, bize göre, tarihimizin en ciddi uyarılarından birini yapma-
nın yanında gelecek siyasetçilere de ufuk açmıştır. 5 Şubat 1924
günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor:
“Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfal-
leriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.”-ABE.
16/208

Hangi Atatürkçü bu sözleri yok farz edebilir. Edemeyeceğine


göre, şunu söylemek borcunda değil miyiz: Gazi, kayıtsız kalma-
ya çare aramak yerine işe bilfiil girmiş ve bunun için de yaraya
neşter vurmuş, gelecek kuşaklara ufuk gösterip ders vermiştir. 29
Ekim 1923 günü, sorularını cevapladığı Fransız gazeteci Maurice
Pernot’ya din meselesinde şöyle diyor:
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar ol-
malıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum.
Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.”

Saygı gösterdiği dinin mahiyetini böyle özetleyen Gazi, aynı adı


taşıyan ama dinin esası olmayan safsata ve uydurmaların vücut
verdiği sahte din söz konusu olduğunda tavrını değiştiriyor. “Ben
bunlarla mı uğraşacağım, canları cehenneme!” deyip kenara çekil-
miyor. Yani onun adını bugün istismar edenlerin yaptıklarını yap-
mıyor. İşi sahipleniyor, kırılma noktasını gösteriyor, çareyi ortaya
koyuyor. Pernot’ya cevabının devamı şöyle:
“Bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan iba-
ret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler, sırası gelince
aydınlanacaklardır. Onlar eğer aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendileri-
ni mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”-ABE.
16/150

Atatürkçülük, bir yanıyla da Türk milletinin ‘şimdiye kadar Arap-


ların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat
etmek isteyen adamları’ devrede tutmak zorundadır. Bu zorunlulu-
ğu yok sayan veya savsaklayanlar Atatürk’e ihanet etmiş olurlar.

Nitekim bu, ‘fark edilmeden yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Tür-


kiye din meselesinde bugün bulunduğu trajik-dramatik noktaya
gelmiştir.
Sorulması gereken sorunun 80 yıldır sorulmaması, bunun hayat
tarafından istenen cevabının emperyalizm tarafından verilmesine
yol açtı. Emperyalizm bu sorunun cevabını elbette ki Türkiye’nin
derdine deva olacak şekilde vermeyecekti. O, İslam mirasıyla Ata-
türk mirasının çelişik, uyuşmaz, savaşan iki miras olduğunu iddia
etti ve bu fikri sürekli pompaladı. Alpaslan Işık, gerçeği, açık-
ça ifade edelim ki, bizim mesajlarımız sayesinde, geç de olsa fark
edenlerden biridir. Şöyle yazıyor:
“Emperyalizm; Kemalizm ile İslamiyet ve demokrasi arasında bağım-
sızlık temelinde sağlanacak bir uzlaşmanın önemini görmüş ve bu uz-
laşmanın ortaya çıkardığı büyülü sentezin hayata geçirilmesine engel
olabilecek bazı adımların atılmasını gerçekleştirmiştir. Kemalizm’e
karşı son yıllarda başlatılmış bulunan bir tür haçlı seferinin ve Ilımlı
İslam pompalama çabalarının gerisinde yatan asıl sebep de budur.”
-Işıklı; Sosyalizm, Kemalizm ve Din, 84

Bu nasıl iştir ki Cumhuriyet kurulalıdan beri yaklaşık bir asır geç-


miş, şimdi suyun öbür tarafından birileri bize bir din dayatıyor ve
bu da onları bu topraklardan kovup çıkarmış bir adamın bıraktığı
eserin imhası sadedinde kullanılıyor. Basının köşe başlarını tutan
adamlardan biri, kurulduğu bir ekranda hiç utanmadan şöyle di-
yordu: “Atatürk’ün yaptığı da Ilımlı İslam’dı.” Bu, çok haysiyetsiz
bir iftiradır.

Ilımlı İslam, emperyalizme uşaklık edecek bir sömürge dini yaratmak


üzere, Türkiye’nin yaşadığı bin yıllık dini yozlaştırarak Türkiye’nin
anasını ağlatmanın projesidir. Bunun aksini söyleyenler iftira eder
ve haysiyetsizce yalan söylerler.

Eğer Ilımlı İslam; Atatürk mirasının, Atatürk anlayış ve idrakinin


zorunlu bir sonucuysa, o zaman Ilımlı İslam’ı ve onun ana başlığı-
nı oluşturan BOP’u dayatanlar niçin bu ülkede Atatürk’ü ve onun
mirasını çökertmeye uğraşıyorlar?

Ilımlı İslam’ı destekleyen Avrupa ülkelerinin, hem de Avrupa


Parlamentosu’nun başına gelmiş adamları değil mi, bir raporla-
rında; “Atatürk’ten vazgeçin,” öbür raporlarında, “Laiklikten
vazgeçin, yoksa AB’ye tam üye olamazsınız” anlamında dayatmalar
yapanlar?

Oostlander raporlarını hatırlayın: Birincisi kişiden hareketle


“Atatürk’ten vazgeçin” demiştir; İkincisi ilkeden hareketle “Laik-
likten vazgeçin” demiştir. İkisi aynı şeydir. Kişiden konuştunuz
mu Atatürk dersiniz, ilkeden konuştunuz mu Laiklik dersiniz.

Bunların ikisi bir madalyonun iki yüzü gibidir. Atatürk olsun ama
Laiklik olmasın demek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Laiklik olsun
ama Atatürk olmasın demek de eşyanın tabiatına aykırıdır.
Türkiye’de 80 küsur yıldır-bir hesaba göre, yüz küsur yıldır sü-
rüp giden bir kavga ve bu kavganın ekseninde de İslam meselesi
var. Şöyle de diyebilirsiniz: Yapay olarak yaratılmış bir kavganın
ekseninde Atatürk mirasının İslam’la barışık olup olmadığı tartışması
var. Bu tartışma yüzünden bu ülkede kan akıyor. Bunları unuta-
rak bir yere gidemezsiniz. Bunları halının altına iterseniz yenileri
ve daha ağırları tekrar vücut bulur. İçeride ve dışarıda bunları ta-
kip eden birileri var.

Meseleleri halının altına süpürenler uyur ama meseleleri sizin aleyhi-


nize değerlendirenler uyumaz.

Şimdi önemli soruyu sormak ve cevap vermek durumundayız. Bu


soruya cevap bulunmadan bu ülkenin rahat etmesi mümkün değil.
Bu ülkede temel kavga sebebi olan ve dışarıdan ülkeye müdaha-
lelerin zeminini oluşturan ve imkânlarını hazırlayan soru şudur:
“İslam mirasıyla Atatürk mirası, bizim daha çok kullandığımız ifa-
deyle, Muhammedi mirasla Mustafa Kemal mirası arasında bir çeliş-
me var mıdır?”

Bir defa bunu milletin önünde, cesaretle soracağız. “Efendim, bi-


raz daha idare edelim” denerek yıllar ve yıllar harcanmıştır. Nasıl
idare edeceksiniz? “Sormayalım, sorarken gargara yapalım, günü
kurtaracak cevaplar verelim, ertesi gün gelsin, o gün bir şeyler ya-
parız. Böyle idare edelim” denmiştir. Hep böyle yapılmıştır. Aydın
hep susmuştur, “Söz gümüşse, sükut altındır” diyerek nabza şerbet
edebiyatıyla yan yatmıştır. Istırabı göğüsleme haysiyet ve şahsiye-
tini gösteren kaç aydınımız var? Kelimenin anlamına gerçekten
uygun kişiliği olanları tenzih ederek söylüyoruz:
Türkiye’de aydın yaftalı birçok adamın haysiyeti yok. Bunların birço-
ğu, giydiği elbisenin parasını etmez.

Galiba ilk tartışılacak olan, aydınların haysiyetidir. Evet, evvela


bunu tartışmak lazım. Haysiyeti tartışılan bir aydına, demin sor-
duğumuz soruyu, ona benzer soruları sormanız mümkün değil.
Cevap bulmanız hiç mümkün değil.

Türkiye’de siyasetçilerin bir raiyye bölümü var; parmak kaldırıp in-


diriyor; yaşadık, gördük. Bir de siyasetin önünde giden adamlar var.
Bunlar ya siyasetin cambazlarıdır ya da haysiyetli devlet adamları ola-
rak siyasetin önündedirler; ikisi de var. Ama ne olursa olsun, aydı-
nın sormadığı soruyu siyasetçi hiç sormuyor, soramıyor.

İlk Günden Başlayan Yanlışlar;


Seyit Bey’in Görevini Sona Erdiren Hata:

Seyit Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Adliye Vekili’dir. Onun


hakkında geniş bilgiyi Ana Eser’de-Kurtuluş Savaşı’nın Kur’ani
Boyutları bağımsız bir bölümde verdik. Şimdilik şu kadarını
söyleyelim:
Seyit Bey ve Ubeydullah Efendi, Kurtuluş Savaşı dönemi Türki-
ye’sinin müçtehit sıfatını taşıyabilecek iki ender şahsiyettir. İkisi
de Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilir, İkisi de İslam fıkhında derinli-
ği olan üstün zekâlı, yaratıcı insanlardır. Özellikle Seyit Bey, bir
Üniversite Profesörü olarak İslam fıkhı hocasıdır ve bu alanda son
birkaç asrın yetiştirdiği müstesna değerlerden biridir. Onun ‘Usuli
Fıkıh, Birinci Kısım: Medhal’ adlı eseri, fıkıh tarihinin devrim eser-
lerinden biridir.

Cumhuriyet devrimlerinin hava ve su kadar muhtaç olduğu Seyit


Bey ve Ubeydullah Efendi, ne yazık ki, ‘olmasa da olur’ türünden
iki insan olarak görülerek saf dışı edilmişlerdir. Seyit Bey, Mec-
lis’teki hilafetle ilgili o tarihi konuşmasından sadece üç gün sonra,
bir takım siyasal manevralarla adalet bakanlığından istifaya zor-
lanmış, istifa etmeyince de, başbakan İsmet İnönü istifa ederek
kabineyi dağıtmış, kurduğu yeni kabinede de Seyit Bey’e yer ver-
memiştir. Bu vefasızlık, bu namertlik karşısında çok sarsılan Se-
yit Bey, Ankara’yı terk ederek İstanbul’a gelip üniversite’deki eski
görevine dönmüşse de uğradığı vefasızlığın etkisiyle hastalanarak
birkaç ay sonra hayata veda etmiştir.

Çankaya adlı önemli kitabın yazarı Falih Rıfkı Atay’a göre, Adliye
Vekili Seyit Bey, hilafetin ilgasına ilişkin tarihi konuşmasını yapıp
kürsüden indiğinde-ki, bize göre, hilafetin kansız-kavgasız kal-
dırılmasını sağlayan o konuşmadır, Atatürk ne yazık ki şu hayret
verici ve temel kırılmayı başlatan sözü söylemişti:
“Seyit Bey son vazifesini yaptı.”-Atay, Çankaya, 423

İşte, felaketin başladığı nokta orasıdır. Büyük Atatürk, o sözü ger-


çekten söyledi mi? Söylediyse ne maksatla, hangi bağlamda söy-
ledi, bilmiyoruz. Bildiğimiz şudur: Seyit Bey son vazifesini yapma-
mıştı, meseleyi böyle görmek büyük bir hata idi. Bu hatanın kahır
faturasını ödemeye devam ediyoruz.
Keşke Seyit Bey’in, daha doğrusu Seyit beylerin görevleri bitirilme-
seydi.

Andığımız sözü nakleden Atay’ın daha büyük bir kırılmanın ifa-


desi olan bir sözüne daha dikkat çekelim. Şu talihsiz tespiti veya
yorumu yapıyor Atay:
“Atatürk belli başlı devrim kararlarını verdikten sonra, bir defa da
pek sevdiği Diyanet İşleri Reisi Hoca Rifat Efendi’yi çağırıp onu tatlı
dille kandırır, sonra da ‘Şimdi Mareşal’e gidelim’ derdi.”-Atay, age.
224

Buradaki ‘kandırmak’ kelimesi büyük bir talihsizlik ve kırılmanın,


farkında olmadan ifşasıdır. Atatürk’e de Rifat Hoca’ya da haka-
rettir. Ve Türk milletine kötülüktür. Falih Rıfkı, ne büyük bir halt
işlediğinin farkında değildir. Aynı Falih Rıfkı, Rifat Börekçi’den
bahsettiği başka bir yerde şunları söyleyerek kendisiyle çelişmiş-
tir:
“Din İşleri vazifesini gören rahmetli Hoca Rifat, pek vatanperver,
dürüst ve cesur, bundan başka Ankaralıların pek saydığı bir adam-
dı. Sert yaylanın bu çetin karakteri, hemşehrileri ile beraber, en güç
zamanlarda Mustafa Kemal’e bağlı kalmıştı. Sadece inandığından ve
inandıklarından!”-Atay, age. 455
Sözün doğrusu burada söylenendir. Böyle ise ‘çetin karakter’
nasıl olur da ‘kandırılır?’

Atay, yine kendisiyle çelişerek bir doğru tespit daha yapıyor:


“Din meselesi halledilmeli idi. Atatürk devri laiktir. Laisizm, din ve
dünya işlerini ayırmak demektir. Daha ilk günden laisizm halk yığınla-
rına ‘dinsizlik’ hareketi diye telkin edilmiştir. Halk camilere gidiyordu,
dini görevlerini yapıyordu. Fakat kendisine klavuzluk edecek devrim-
ci din adamları yetiştirilmediği için eski hocalık hiçbir zaman olmadı-
ğı kadar kaba, cahil ve mutaassıp bir yobazlık halini alıyordu. İmam
Hatip okullarında ilk öğrenilecek şey, laisizmin bizzat Müslümanlığın
da kurtuluş davası olduğu idi. Devlet din işlerinden elini büsbütün
çekecekse, din işlerini topluluklara da bırakacaksa, yine her şeyden
önce bu mesele halledilmiş olmalıydı. Bugün de bu ikisini yapmak,
tam ve çabuk yapmak zorundayız.”-Atay, Çankaya, 546

Nasıl yapacaksınız beyefendi? Seyit beylerin görevini hilafetin


kaldırıldığı gün bitmiş ilan eden anlayışın büyük hatası işte bu-
rada. Seyit beyleri, Ubeydullah efendileri saf dışı ettiniz. Onları
görevi bitmiş ilan ettiniz. Oysaki onların görevi bitmemişti. Seyit
beylerin sayısını çoğaltmanız gerekirken, mevcutlarını da ‘görevi
bitmiş’ ilan ederek kenara ittiniz.

Ne yazık ki, bugün ‘Atatürkçü’ geçinenler de bu kırılma nokta-


sının ve sebebinin farkında değildirler. “Dediğim dedik, çaldığım
düdük” diye naralar atarak dolaşıyorlar. Gerçeği görmek istemi-
yorlar. Gerçeği gören tek tük bazı aydınlar ise yanlış gidişe etkili
olabilecek noktalara yükselemiyorlar.

Aymazlığın Tahribatı:

Aymazlık, üst boyutlarda, aydınlar ve siyasetçiler zemininde za-


ten var olan ‘Atatürk Karşıtlığı’nı, halka indirdi. Halk, ‘kendisini
emperyalizmin boyunduruğundan, analarının, avratlarının ırzını
Yunan paryalarının kirli postallarından kurtaran’ adamın içtiği
rakılara bakarak ona karşı çıkmıyordu, çıkmamıştır. Bunları hal-
kın kafasına ‘yukarıda’ gösterdiğimiz odaklar soktu. 3 Ekim 1923
tarihinde Gazi’yi TBMM’de ziyarete gelen 75 yaşındaki Konyalı
Hacı Hüseyin Ağa, ziyareti sonrasında etrafını merakla saranlara
şunları söylüyordu:
“Paşa’ya dedim ki, ‘Paşa Efendi, validemin sana çok selamı vardır.
Sana altı okka bal hediye gönderdi. Paşa bizim ağzımızı tatlandırdı,
al bu balı Paşa’ya ver, onun da ağzı tatlansın dedi. Kadınına da bir
namaz bürgüsü, Konya işi bir yün çorap ile bir de çarık gönderdi. La-
tife Hanımefendi bu örtüyü örtsün ve kışın çoraplarımızı giysin’ dedi.
Paşa efendi çok memnun oldu; güldü… Yetmiş beş yaşına geldim;
böyle büyük adam görmedim. Bizi kâfirin elinden kurtardı. Ben onun
ellerini değil, ayaklarını bile öperim.”-ABE, 16/126

Ne yazık ki, bugünün Konyalı Hacı Hüseyinlerinin en azından


önemli bir kısmı ‘Paşa Efendi’ için böyle düşünmüyor. Neden?

Konyalı Hacı Hüseyin’in dine bağlılığı mı zayıftı? Hayır! Hacı


Hüseyin acıyı, yaşayarak görmüştü. Paşa Efendi’nin yaptığının
ne anlama geldiğini, nasıl bir kurtarış olduğunu derinden hissedi-
yordu. Onun içindir ki, acıyı hissedenler, Paşa Efendi’ye ‘İslam’ın
Halaskar Gazisi’ unvanını vermişlerdi. Bu unvanı ona, dincilerin
söyledikleri gibi, ‘yamuk, dinsiz adamlar’ vermemişti; dindar halk
vermişti. Kimler ne yaptı da Hacı Hüseyin Ağaların, ‘analarını, av-
ratlarını, kızlarını, kızanlarını kâfirin elinden kurtaran’ Paşalarına
bugünkü nankör ve namert saldırıların kulvarına girildi?!

Din dediğiniz, bu ülkede egemen yapı bakımından, İslam. İslam,


bugün yüz bine yakın camiyle temsil edilen bir mühür fikir, bu
ülkede. Din dediğiniz zaman onu, Avrupa’daki Hıristiyanlık gibi
anlayamazsınız. Bakın; 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun
üç kıtada yaptığı cami sayısının üç, dört katı bugün Türkiye
Cumhuriyeti’nde yapılmış. Nasıl bir mühür fikir, bunu görmek la-
zım. Böyle bir dinden söz ediyoruz. Şimdi siz bu dinle, bu ülkenin
kurtuluşunu sağlamış mirasın temelde barışık olup olmadığını,
esasları bakımından bu ikisinin kavga eder olup olmadıklarını sor-
muyorsunuz ve durumu el yordamıyla idare ediyorsunuz. Bunu
ne kadar süreyle yapacaksınız? Geldiğiniz yere bakın, yapamadı-
ğınız belli.

Türkiye’de nedense herkes, Cumhuriyet dönemiyle yüzleşmek pe-


şinde. Hiç kimse parmağını gözümüze sokan güncel musibetlerle
yüzleşelim, onları aşalım demiyor. Varsa yoksa Cumhuriyet dö-
nemi. Niçin? Cumhuriyeti çökertmek istiyorlar. Emperyalizmin
sıkıntısı orada. Neden altı yüz yıllık Osmanlı’nın vücut verdiği
onca yanlışla yüzleşmekten söz etmiyorsunuz? Ve neden, bin
yıldır yaşadığımız dini bir Arap ideolojisine dönüştürerek üm-
meti mahveden Emevi zulüm ve ihanetleriyle yüzleşmekten tek
kelimeyle söz etmiyorsunuz? Çünkü orada emperyalizmin çıka-
rı yok. Onun çıkarı Mustafa Kemal’i bertaraf etmede. Onu da
Cumhuriyet’in altını oyarak yapabilir.

İmansızlığın Tahribatı:

Müdafaai Hukuk öncüleri, 1924 yılına kadar geleneğin hiçbir ka-


bulüne dokunmamışlardır. Bu dokunulmayanlarda, hurafelerle
gerçekler iç içedir. O hassas dönemde, kitle rahatsız edilmesin
diye, hurafelere de dokunulmamıştır. Dokunulan sadece hainlik-
ler ve hainlerdir. Dincisi, dinsizi. Başka bir deyişle, o hassas dö-
nemde, hıyanetten başka hiçbir şeyin üstüne gidilmemiştir. Sadece
ve sadece hıyanetle uğraşmışlardır. Din, hıyanete alet edildiğinde
onun da üstüne gitmişlerdir ama hıyanet söz konusu olmadığı sü-
rece dindeki yanlışlarla, bilgisizliklerle kavga etmemişlerdir.

Müdafaai Hukuk öncüleri, 1924’den sonraki zamanda ise akıl ve


İslam dışı bulduklarını ayıklamaya ve tasfiye etmeye başlamışlardır.
Bu tasfiye, Atatürk düşmanlarının söyledikleri gibi, dinin değil,
din adı altında sahnelenen yalanların, uydurmaların, hurafelerin
tasfiyesidir. Bu gerçek, meseleye daha çok saltanat dinciliği açısın-
dan bakan yazarlar tarafından bile kabul edilmektedir. Şu satırlar,
bu bağlamda önemli satırlardır:
“Milli Mücadele dönemi Meclis zabıtlarına baktığımızda, İslam un-
suru vurgusu dönemin genel havasını yansıtmaktadır. Bunları vur-
gularken, ‘aslında, eskiden şunu söylüyordu, sonra bunu söyledi’ gibi
bir basitleştirmekten kaçınmak gerekiyor. Mesele, dinin şekillendir-
diği anlam ve hayat dünyasının dışına çıkmanın zorluğudur. Mustafa
Kemal Paşa da dönemin havasını ve psikolojisini yansıtmaktadır.”
-Faruk Deniz, İmparatorluktan Ulus Devlete Geçişte Akçura, Gökalp
ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Arayışları, Divan İlmi Araştırmalar
Dergisi, 2006/2, s. 35-61

1924 sonrası ikinci süreç Atatürk’ün ölümüne kadar sürmüştür.


Bu dönemin hataları da vardır elbette ama niyeti ve temel iradesi
sağlamdır, samimidir. Atatürk’ten sonra ise radikal İslam dışılık
ve İslam karşıtlığı devreye sokulmuştur. Bu bir imansızlık döne-
midir. Bu dönem, bütün tek partili-şeflik dönemi boyunca sürüp
gider.

Demokrat Parti’nin buna karşı çıkış gibi görünen icraatı bir imanın
icabı değil, aynı kadroların iç çekişmelerinden doğan bir siyase-
tin icabıdır. Biri dinsizliğin biri de dinin temsilcisi gibi algılanan
bu iki siyasal kadro, ortak çıkarlarının gerekli kıldığı her konuda
derhal işbirliğine girebilmiştir. Bu işbirliğini sağlayan temel etken,
ABD’nin devreye girmesi ve Türkiye’yi belli bir yere götürmek
üzere harekete geçmesidir.

ABD’nin devreye girip dayattığı konularda CHP ile DP tek yu-


murta ikizleri gibi ortak ve birlikte hareket etmişlerdir. Toprak
ağalığının takviye edilerek sürdürülmesi, Köy Enstitüleri gibi
UNESCO’nun bile ‘tarihin en değerli eğitim projesi’ olarak ilan et-
tiği ve Türkiye’ye çağ atlatacağı muhakkak olan bir projenin yerle
bir edilmesi ve ABD’ye teslimiyet anlamındaki onlarca antlaşma
ve icraat…

Ahmaklıkların Muzaffer Kıldığı Hıyanetler:

Bu tabiri, Atatürk’ün, az sonra kayda geçireceğimiz bir söylemin-


den esinlenerek belirledik.
Hayat bize şunu göstermiştir: Hemen her alanda, özellikle siya-
sette, bazı insanlar ve kadrolar, kendi zeka ve dehalarından değil,
rakiplerinin zekasızlık, yeteneksizlik ve ahmaklıklarından bes-
lenerek yükselir ve çoğu zaman da zafere ulaşırlar. Ben bunun
en yaman örneklerinden birini Türkiye’de Cumhuriyet düşman-
larıyla rozet Atatürkçülerinin münasebetlerinde görmekteyim.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Kelime-i Şahadet düşmanı haçlı


kodamanlarla işbirliği halinde neredeyse agoniye sokmayı başaran
dinci ve dinsiz ekipler, bu başarılarını hiçbir zaman ve asla kendi
zekalarıyla elde etmediler. Onların zekâ ve ehliyetleri bu işin zi-
bilini taşımaya bile yetmez. Onların iki büyük güç kaynağı oldu:

1: Haçlı süperlerinin Atatürk mirasını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tah-


rip için verdikleri her türlü destek,

2: Cumhuriyet düşmanlarının rakibi, hatta düşmanı olduklarını söy-


leyenlerin zavallılıkları, zekâ yetersizlikleri, basiretsizlikleri ve yer
yer de ahmaklıkları.

Müdafaai Hukuk mirasını çökertmek üzere kılıç sallayan hıyanet


odakları, en pis gübrelerle beslenen muzır böcekler misali, işte
bu iki gıda ile beslenerek hedefine vardı. Bu gıdaların biri hıyanet
marka’dır öteki ise hamakat marka…

Müdafaai Hukuk’un ölümsüz Başbuğu, bu noktadaki yaratıcı fel-


sefeyi çok iyi bilen ve siyasetlerini bu gerçeği göz ardı etmeden
oluşturan bir deha idi. Onun hayatında birçok uygulamasına ta-
nık olduğumuz bu felsefeyle ilgili burada sadece bir örnek verece-
ğiz. Yakın arkadaşı ve Müdafaai Hukuk’un anıt isimlerinden biri
olan Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce
Dolmabahçe Sarayı’nda, Halaskar Gazi ile yaptığı görüşmeyi anla-
tırken, daha birçok bakımdan ibretler içeren şu satırları yazmıştır:

“Savarona’da onunla 22 gün kadar geceli gündüzlü beraber olmuş-


tum. Fakat Dolmabahçe Sarayı’nda onunla beraber bulunmamıza
maatteessüf engel olmuşlardı. Ben her gün Saray’a giderek saatlerce
kalmış isem de; ancak bir kere Atatürk’ün yanına gitmek fırsatını bul-
muştum. Şunu tebarüz ettirmek isterim ki, bence meçhul kalmış olan
sebeple, Başyaver Celal Bey’le Atatürk’ün yakınlarından bir iki zat
hem Atatürk’ün hem de benim şiddetli arzularımıza rağmen beni
Atatürk’ün ziyaretinden mahrum bırakmışlardı.”

“Onu hiç olmazsa manen memnun etmek hepimizin mukaddes bir


vazifesi iken gözlerini bu fani aleme kapadığı ana kadar acaba etrafı
bunu düşünebilmiş ve yapabilmiş miydi? Zannetmiyorum.”-Cebe-
soy, Siyasi Hatıralar, 653-657; ABE. 30/277-278
Atatürk üzerinde işte böyle ‘gizli ama etkili’ hegemonya kuranlar,
bu hegemonyayı daha sonraki zamanlarda onun özgün fikirleri
üzerinde kurdular ve bu kahırlı hegemonyadan yararlananlar, sa-
dece ve sadece siyaset dincileri oldu.

Kurtuluş Savaşı’nın Bitmeyen Kısmı;


AYDINLANMA:

Savaş’ın bu bitmeyen kısmı, bir bitmeyen kavgaya vücut veriyor:

Karanlığın çocuklarıyla aydınlık sevdalılarının kavgasıdır bu, Ka-


ranlığın istediği, her devirde aynıdır ve bellidir: Aklın ve bilimin,
bunlara bağlı olarak da özgürlüğün dışlanması. Türkiye’de aydın-
lıkla karanlık arasındaki kavgayı şu tabirlerle de ifade edebiliriz:

Rifat Börekçi-Dürrizade kavgası, Rifat Börekçi dindarlığı-Dürrizade


dinciliği kavgası, mümin-mürteci kavgası, vatanperver dindarlığı-
haçlı ile işbirliği dinciliği kavgası ve nihayet, sadakat dindarlığı-hıya-
net dinciliği kavgası.
Bu kavgada birinci kutupta daima namuslu dindarlar, ikinci ku-
tupta ise çıkarlarına bağlı ikiyüzlü dinciler, namı diğer, Maun suresi
mücrimleri yer almaktadır.

Bu kavga, aydınlıkla karanlığın, akılla inadın, ilimle cehaletin kav-


gasıdır. Bu kavga, zahiri planda bir ‘milli’ kavga görünümü arzet-
mekle birlikte, gerçek mahiyeti bakımından Kelime-i Şahadet’le haçın
kavgasıydı. Bunun içindir ki, Kelime-i Şahadet’in iman çocukları
hangi kavmiyet ve milliyetten olurlarsa olsunlar bu kavgada Ana-
dolu mücahitlerinin yanında yer almışlardır. Muhteşem ve tarihe
mal olmuş bir örnek olarak Mısırlı müfessir bilgin Şeyh Tantavi
Cevheri’nin İslam’ın tefsir ilmi gibi müstesna ir branşının sayfa-
larına işlenmiş tespitlerini vereceğiz.

Allame Tantavi’nin Anadolu Kurtuluş Savaşı İle


İlgili Kur’ani Tespitleri:

Hilafet başkenti İstanbul’da, Dürrizade ve Mustafa Sabri gibi


resmi kimlikleri ‘Türk Din Alimi’ olan hainlerin tahribatı sergile-
nirken, yüzyılın en büyük müfessirlerinden biri olan Mısırlı Şeyh
Tantavi-ölm. 1359/1940, tarihin önüne, Türk Kurtuluş Savaşı
ile ilgili göz ardı edilemez bir yaklaşım koyuyordu. Bu yaklaşımın
azamet, kutsiyet ve önemini iyi kavramak için öncelikle yaklaşı-
mın sahibini tanımak gerekir.

Tantavi’nin Şefaat Anlayışı Ve Bunun


Türk Kurtuluş Savaşı İle İlgisi:

Tantavi’ye göre, peygamberlerin, o arada Hz. Muhammed’in şefa-


ati, öyle ahrette günahkarları cennete koymanın bedava bir yolu
değildir. Peygamberler, şefaatlerini iki yolla iletir ve etkili kılarlar:
1: Öğüt-uyarı yolu, 2: Fiili kumandanlık yolu.
Peygamberin şefaatinden yararlanmak için bu iki yolu işletmek
gerekir.

Tantavi’nin Türk Kurtuluş Savaşı ile ilgili tarihi değerlendirmesi işte


bu noktada yapılmıştır. Ona göre, Türk milleti, peygamberleri la-
yıkıyla takip eden ve onların şefaatlerinden hakkıyla yararlanan
diğer bazı milletler gibi, öğüdü dinlemiş ve bu öğüt istikametinde
önderlik-kumandanlık yapmış kişiyi izlemiş ve bu yolla başarıya
ulaşıp düşmanlarını mağlup etmiştir. Bu tespiti yaptığı satırların
Türkçesi şöyledir:
Şimdi, şefaatin bu kavranışı hakkında size zamanımızdan bir örnek
vereceğim: Bir millet var. Öyle bir millet ki, komşuları, üstüne yürü-
müş, Batı milletleri her yandan üstüne çullanmış. Nüfuzu az, maddi
gücü yetersiz bir millettir bu. Malı, nüfusu az olduğu için düşmanları
önünde boyun eğerek teslim olmuştur. Düşmanları onu hor ve zelil
bir şekilde boyun eğdirmiştir. İşte bu milletin ordularının kumandan-
ları içinden bir tanesi çıkıp meydana atılmış ve şöyle haykırmıştır: Ey
millet! Mezarlarınızdan kalkın! Allah size yardım edecektir. Saflarını-
zı birleştirip toparlanın! ‘Sayıca az nice topluluk vardır ki, sayıca çok
nice topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle
beraberdir.’-Kur’an, Bakara, 249

“Ve bu milletin erkekleri, kadınları, çocukları, ihtiyarları, gençleri o


kumandanın bu çağrısına icabet ederek bir tek kuvvet/bir tek toplu-
luk olmuşlar ve istilacı-yağmacı düşmanlarını hezimete uğratmışlar-
dır. Bu yağmacı düşmanlar, onca cesaretlerine rağmen ricat etmiş,
geldikleri yere geri dönmüşlerdir. Ezilip horlananların zaferi gerçek-
leşmiştir.”

“İşte bu millet, bugünlerin Türk Milletidir.”

“Ey aklı başında insan! Görüyorsun ki, bu zafer, o mürşit, o yol göste-
rici kumandana güvenmekle elde edilmiştir. O millet, o kumandana
şöyle demiştir: ‘Himmetinle düşmana karşı çık, azmini, gücünü orta-
ya koyarak onunla savaş. Allah seni destekleyecektir. Biz seni övmek-
te, sana hayırla dualar etmekteyiz. Senin ardın sıra geleceğiz.’ Böyle
demişler ve onun çevresinde toplanarak bir tek güç haline gelmişler,
eylemlerinde onun izinden gitmişler. Ve bu sayede düşmanı mağlup
ve perişan etmişlerdir….”-Tantavi, Tefsir, 1/70

Mısırlı Müfessir Tantavi, Türk Kurtuluş Savaşı hakkında bunları


düşünüyordu. Mısır’ın yetiştirdiği allame düşünürlerden bir diğe-
ri olan Ferit Vecdi-ölm1954 ise Türk Kurtuluş Savaşı’nı tari-
hin en büyük mucizelerinden biri olarak görüyordu. Onlara karşı
çıkan kimdi biliyor musunuz’ İsminin başında bir de ‘Şeyhülis-
lam’ lakabı bulunan hain Mustafa Sabri. Bu hainin, Türk Kurtuluş
Savaşı’nı değerlendirme sadedinde ve ‘Kur’an’ın Tercümesi Mesele-
si’ adlı hezeyan namesinde Ferit Vecdi’ye verdiği cevapta şu melun
satırlar da vardır:
“Üstat Ferit Vecdi’nin kahramanlık mucizesi diye kabul ettiği bu aca-
ip harp, ittifakla, İslam’a karşı planlanmış olup muharip taraflar ara-
sında bir danışıklı dövüşten ibarettir.”

Türklere ve Türk Kurtuluş Savaşı’na kini, kuduz illetinden daha


beter olan bu adama sormak lazım: “Bahsettiğin o ittifak senin gibi
katmerli hainler dışında kimin ittifakıdır?”

Cumhuriyet’in mimarının ömrü Kurtuluş’un siyasal-istiklal tarafı-


nı halletmeye yetti ama aydınlanma savaşını tamamlamaya yetme-
di. O, sonsuzluğa geçer geçmez, düşüş başladı. Demek ki, onun
çevresini saranların kiminin çapları yetersizdi, kiminin de sami-
miyetleri kifayetsiz. Yoksa seksen yıla yakın bir zaman, bir arpa
boyu ilerleyememek bir yana yüz yıl geriye gidilir miydi?

Türk aydınları ‘Allah ile iskat’ oyununa teslim oldular.


Dincilik, tarihi boyunca işe yarar ne kadar aydınlanmacı varsa,
dinine-imanına, takvasına bakmadan onları Allah ile iskat-İnsan-
ları, Allah’ı araç yaparak susturma, yoluna gitmiştir. Allah
ile iskat tabiri İslam’ın büyük vicdanı Mehmet Akif’indir. Soruyor
ölümsüz Akif:
“Mümkün mü bizi Allah ile iskat?”

Elbette ki mümkün değil. Akif gibi Kur’an vicdanlı adamları sus-


turmak mümkün değildir. Çünkü Akif gibiler şu Kur’ansal gerçeği
çok iyi bilirler:
Kur’an’ın en çarpıcı mesajlarından biri de şudur: Kur’an; han-
gi başlık, renk ve desenle olursa olsun, Allah’a inananlar arasında,
Allah’ın karşılıklı hüccet alarak kullanılmasını yasaklamıştır.-Şura,
15-16 Bir insanın Allah’a imanı varsa, o insanı susturmak için
Allah’ı kanıt olarak kullanamazsınız. Ne var ki, susmak, pısmak,
işi başkalarına havale etmek için zaten bahane arayan dinci veya
dinsiz aymazları susturmak pekala mümkün.

Allah ile iskatın mümkün olmaması gerektiğini anlamak, aydın-


lanmanın ilk ve en hayati adımıdır. İkinci adım, bu şeytani oyuna
teslim olmamaktır. Türkiye’deki aydınların en büyük zaafı, hatası,
aymazlığı işte bu gerçeği kavrama noktasında belirginleşiyor.

Yıkıcı İman Veya Fesat Teolojisi:

“Kuvayi Milliye’nin dinsiz olduğu yolunda pro-


paganda İstiklal Harbi’ni tehdit eden en zehirli
ve alçak propaganda idi.”-Kazım Karabekir

Milli Mücadelenin en büyük kahramanlarından biri olan Kazım


Karabekir’in yukarıdaki sözü-bk. Karabekir, İstiklal Harbimiz,
1/361, dinin, bizim tarihimizde en hayati zamanlarda bile bir
tahrip aracı olarak nasıl kullanıldığını göstermesi bakımından şa-
heserdir.
İman, Kur’ansal anlamda düşünüldüğünde, insan benliği ile varlı-
ğın esası arasındaki bağın şuurlu bir biçimde kurulması ve bunun,
bir varoluş gerçeği olarak ilanıdır.

İman, esrarlı bir kavramdır. En yaratıcı-yapıcı enerji de imandır,


en öldürücü-yıkıcı enerji de… Kur’an, bir mucize yaklaşım ola-
rak, ilme kötülük izafe etmediği halde imana eder.-bk. Bakara,
93, Çünkü ilmin aksine, imanda sübjektivite vardır. Eğer imanın
yüzü doğru yöne çevrilmezse yakar-yıkar, hayatı cehenneme çevi-
rir. Bunun içindir ki, Kur’an, bir başka mucize sergileyerek, imanı
beyine ile yani akıl ve bilimin ürünü olan kanıtla kucaklaştırmak
ister. Ve beyine üzerine olmayan imandan hayır gelmeyeceğini
ilan eder.

Yapıcı iman, tanrısal rahmetin verilerine dayanan bir ‘kurtuluş


teolojisi’nin manifestosunda belirginleşir. Böyle bir iman; sevgi,
hoşgörü, hizmet ve amele-eylem, üretim odaklı bir hayat tarzı-
na vücut verir. Yıkıcı iman ise din adına kurallaştırılıp dokunul-
maz-esnetilmez ilan edilmiş bir takım tabulara dayanan bir ‘fesat
teolojisi’nin dayatmalarında belirginleşir.

‘Fesat teolojisi,’ salt bir teoloji olarak pazarlanmakla birlikte esa-


sında bir ‘fesat ideolojisi’dir. Hz. İsa’nın öğretisi bir kurtuluş te-
olojisi idi. Onu yozlaştıran Pavlus kristolojisi ise İsevi tebliği bir
fesat teolojisine dönüştürdü ve sonuçta, din, engizisyon cellatları
elinde bir zulüm ideolojisi oldu. İslam’ın, rahmet teolojisinden
fesat teolojisine dönüşmesi, Arap-Emevi zorbalarının eliyle vücut
buldu. Bu fesat teolojisi, son devirlerde, siyaset dinciliği eliyle bir
‘Allah ile aldatma’ sistemine dönüşerek Müslüman kitlelerin canını
yakmaya başladı.

Kur’an, dinin dünyevi imtiyaz aracı yapılmasına giden yolları ka-


patmıştır. Dini bir sulta aracı yapmaya çalışanların, din adına
Kur’an’dan rahatsız olmalarının tek açıklaması budur. İman-ve
buna bağlı olarak din, meselesinin en hayati noktası da burasıdır.
Kur’an zaman üstü bir kitap olarak bilir ki, iman, şuurlu bir varo-
luş enerjisi olarak alındığında yapıcı iman olur; bir dünyevi imtiyaz
olarak alındığında yıkıcı imana dönüşür.

Metafizik açıdan bakıldığında, yıkıcı iman, insan egosuna üstün-


lük sağlamak uğruna Allah’ın istismarı olarak karşımıza çıkar.
Bu imanın alt yapı oluşturduğu din anlayış ve yaşayışına dincilik
diyoruz. Yapıcı imanın alt yapı oluşturduğu dinsel yaşayışa ise
dindarlık denmektedir.
Yıkıcı iman, hukuk ve sosyoloji açısından, bir tahakküm aracı ola-
rak belirginleşir ve insan hakları ihlalini maskelemek için kutsal
bir paravan halinde kullanılır. Kur’an, Bakara suresi 93. ayette,
imanın çirkinlik ve kötülüğü emredici bir kuvvete dönüşebilece-
ğini ifadeye koyarken, dinler tarihinde belki de ilk kez, çok hayati
bir gerçeğe parmak basmıştır.
Tarih ve Kur’an bize gösteriyor ki, yıkıcı imanı, egemenliklerinin
maskesi olarak kullananlar bunu, kendileri gibi düşünmeyenleri
kafir ilan ederek yaparlar. Bir eylem ve hizmet enerjisi olması ge-
reken imanı, bir sulta ve imtiyaz aracına dönüştürmenin ilk gös-
tergesi budur. Bunun içindir ki, Kur’an, önemli bir bölümünü, din
temsilcilerinden şikayete ayırmış, onların ilahi iradeyi saptırarak
insanı aldattıklarını, toplumları kavga ve perişanlığa ittiklerini
çok sert ifadelerle insanlığa duyurmuştur.-Bu konuda ayrıntılar
için bizim ‘Allah İle Aldatmak,’ ‘Dincilik’ ve ‘Maun Suresi Böyle Bu-
yurdu’ adlı eserlerimiz okunmalıdır.

Tarih bize şunu da gösteriyor: Yıkıcı iman-buna gerçek imana


musallat saltanat ve imtiyaz iştahı diyebiliriz, için en büyük en-
gel, yapıcı iman olduğundan dini, egolarının imtiyaz aracı yapan-
ların saldırı hedeflerinin ilki, daima dindarlardır. Bunun genel ta-
rih içinde en çarpıcı örneği, Ortaçağ engizisyonudur. Engizisyon
zorbalarının ‘Tanrı’yı ve dini savunma’ adı altında yakarak veya
doğrayarak öldürdükleri insanlar, Hz. İsa’nın tebliği açısından en
samimi , en sadık dindarlardı.

İslam tarihinde ‘dincilerin dindarlara kötülüğü’ne ilk ve en bü-


yük örnek ise Emevi zulmüdür. Dine hizmet adı altında, Tanrı
Elçisi’nin evladını zehirleyen, doğrayan, iffetine ve malına teca-
vüz eden, bununla da yetinmeyip ortadan kaldırdığı Peygamber
torunlarına hem de İslam’ın mabedinden seksen yıl lanet okutan
Emevi zulmü, bütün bunları, ‘İslam’ı fitneden uzak tutma’ yaftası
ile maskeliyordu.
Kur’an dininin, kinleri tatmin aracı yapılması, her şeyden önce
gerçek müminlerin zararınadır. Bu sıkıntıyı aşmada bize en büyük
yardımı Kur’an yapabilir. Elle tutulur bir noktanın altını, büyük
Müslüman düşünür Garaudy’nin ‘Entegrizm’ adlı önemli eserinden
hareketle çizelim:
“Kur’an’ın iman çocuklarını, ‘İslam’ın bir yozlaştırılması olan
İslamcılık’tan kurtarmak borcundayız.-Garaudy, Entegrizm, 38

Kur’an bir ‘salah’-barış, uyuşum dini getirmiştir; İslam dünyası-


nın bazı yerlerinde, özellikle Türkiye’de Müslüman halka bugün
yaşatılan sözde İslam ise bir ‘fesat’-bozgun, kavga dinidir. Bu-
nun içindir ki İslam dünyasının kurtuluşu, fesat dininden salah
dinine, fesat teolojisinden salah teolojisine, kısacası geleneğin di-
ninden Kur’an’ın dinine geçmekle mümkündür. Bunun bir anlamı
da tabulara teslimiyetten işletilen akla geçmektir.

İşletilen akla geçiş, fesat teolojisinin babaları ve baronları için


ölüm haberi demektir. Bunun içindir ki, şirk kalıntısı bu baronlar,
kitlenin, aklın öne çıktığı bir süreçle tanışmasına asla izin vermez-
ler. Halk bunu ayağa kalkarak, söke söke almalıdır. Ya alacaktır
yahut da batacaktır.
Kurtuluş Ve Aydınlanma Savaşının Temel Kodları:

Bunlar, Kur’ancı ve akılcı bir İslam’ın da kodları olarak belirginle-


şir. Bizler, ömrünü İslam İlahiyatına vermiş insanlar olarak, ‘akılcı
ve Kur’ancı bir İslam’ın temel kodları’nı tespite kalksak, emin olu-
nuz, ölümsüz Atatürk’ün, aşağıda listeleyeceğimiz tespitlerinden
başka şeyler söylemeyeceğiz.

İmzasız Baş Makaleler:

Bilindiği gibi, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Milli Mücadele’yi


destekleyen basın organlarında, özellikle Milli Mücadele’ye des-
teğin sembolü konumundaki Hakimiyet-i Milliye gazetesinde en
hayati yazıları yazan insanlardı. Bu yazıların önemli bir kısmı,
Hakimiyet-i Milliye’nin ‘Baş Makale’ adlı köşesinde, Mustafa Kemal
tarafından yazılmıştır. Mustafa Kemal, ayrıca ‘İleri’ gazetesinde
de müstear isimlerle yazılar yazmıştır.-Şengül Altınal, Hakimiyet-i
Milliye Gazetesi, 22. Bu yazılarda, bir yandan Türk Bağımsızlık Sa-
vaşı’nın olmazsa olmazları belirlenirken, bir yandan da Türk Ay-
dınlanma Savaşı’nın olmazsa olmazları ortaya konmuştur. Şöyle de
söyleyebiliriz:
Hakimiyet-i Milliye’deki başmakalelerde, Anadolu Bağımsızlık Hare-
ketiyle Anadolu Aydınlanma Hareketi aynı anda kodlanmıştır.
Bu kodlar, bizzat baş mimar veya en yakın arkadaşları tarafından,
en yetkin ilahiyatçılardan beklenebilecek bir vukuf ve isabetle ta-
rihin ve insanlığın önüne konmuştur.

Hakimiyet-i Milliye gazetesinin başmakaleleri, savaşın aydınlan-


ma kısmına ışık tutmayı esas almış gibidir. “Bu makalelerde ağır-
lıklı olarak işlenen konular; çağdaşlaşma, devletçilik, devrimler, dış
politika, eğitim, dil konularıdır.”-Altınal, age. 36

Müdafaai Hukuk basiretine ve Atatürk dehasına tanık sayabilece-


ğimiz belgelerden birine vücut veren bu ‘temel kodlar listesi’nde
ürpertici tespitler var. Çok önemlilerini görelim:

‘TAM MÜSLÜMANLIK;’Tıpkı, ‘TAM BAĞIMSIZLIK’ Gibi.


‘MUHAMMEDİ İMAN’ Ve ‘İSLAM KARDEŞLİĞİ.’

Hakimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1921 tarihli nüshasındaki ‘Hayat-


ta Cidal’ adlı başmakalede şu satırlar var:

“Ocağının ırzını muhafazaya Muhammedi bir imanla kalkışmış olan-


larla başa çıkılmaz. Bu dava, tarihte yüzlerce misaliyle kayıtlıdır.
Bu tarih harikalarının en parlakları, Müslüman ve Türk âleminde
görülür. Müslüman ve Türk! Evet, bu iki kelimenin üzerinde durdu-
ğumuzun büyük bir hikmeti vardır. Evvela Müslüman deyince bun-
da hürriyet ve adalet duygularının yükseldiği kat’i bir iman parlar.
Müslüman’ın yurdu bütün dünyaya uzanır! Öyle ki Türkiye’deki
Müslüman Hindistan’dakini düşünür. Mısır’daki ta Mağrib’dekini,
Mağrib’deki ta Cidde’dekini anar. Birine dokunan diken ötekini de
incitir. Ehlisalib diyar-ı İslam’a tecavüz ettiği vakit karşısında hem
Kılıçarslanı, hem Selahaddini Eyyubi’yi gördü. Daha ileri gitse idi,
Hintli’yi, Çinli’yi, Acem’i, Afgan’ı, Arab’ı, Tatar’ı görecekti. Bu pek
açık bir meseledir…”

“Tam Müslümanlıktaki kuvvet ve heybet başkadır. O doğruluk, ada-


let bir adamı on defa büyütür. On misli vakar ve azamet sahibi yapar,
ondaki büyüklükten hem dost iftihar eder hem de düşman korkar.
Zira her şeyden evvel asıl mertlik, doğruluktur, menfaat hissiyle baş-
kasının malına el uzatmamaktır. Onda muhtaç da olsa yine kendini
menetmekte büyük bir necabet ve kalpte irade kuvveti var demek-
tir. Hülasa, hayatta cidal vardır. Fakat doğruluk esas vazifedir. Her
ikisinin yerleri ayrılmıştır. Tabirleri suiistimal etmemelidir. Biz bu
kelimeleri ve delalet ettikleri olayları daima Müslümanca ve Türkçe
düşünmeliyiz ki hakikate vasıl olabilelim. Bize Frenkçe düşünmek
yaramaz.”-Devrin Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve Mustafa
Kemal, 428-431

Kur’an İle Hatırlatmak:

‘Kur’an ile hatırlatmak’ tabiri, Kur’an’ındır. Bu tabir, bu şekliyle,


Türk-İslam tarihinde, devlet başkanı düzeyinde ilk kez Gazi Mus-
tafa Kemal Atatürk tarafından kullanılmıştır. Hem de İzmir İktisat
Kongresi gibi hayati bir platformda…

Benim tespitlerime göre, Atatürk’ün hayatında yaptığı en uzun


süreli konuşma, 2 Şubat 1923’te İzmir Kordon’da, İzmir İktisat
Kongresi toplantılarının birinde yaptığı konuşmadır. Gazi,
“Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki…” tabirini de ilk kez o konuş-
masında kullanmıştır.
İzmir İktisat Kongresi bana göre, bizim aydınlanma devrimimizin
fikri ve fiili oluşum toplantısıdır.
Tam Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi 19 Mayıs 1919 ise
Türk Aydınlanma Savaşı’nın başlangıç tarihi de İzmir İktisat Kong-
resi münasebetiyle yapılan o uzun konuşmanın tarihi olan 2 Şubat
1923’tür.

Atatürk’ün dehası, bu aydınlanma savaşını o bağımsızlık savaşı-


nın içine sokmuş, ikisini birleştirmiş, böylece tarihin önüne bir
benzerini görmediği büyük bir diriliş örneği koymuştur.

Atatürk’ün En Uzun Konuşması:

Orta boy puntoyla tam 53 büyük sayfa tutan bir konuşmadan söz
ediyoruz. Puntosu biraz büyük tutulursa bir kitap olacak geniş-
liktedir.
Atatürk; orada dinin nasıl yanlış anlaşıldığını, nasıl saptırıldığını,
Haçlı Batı tarafından tarih boyunca aleyhimize nasıl kullanıldı-
ğını, özellikle ilim ve kadın konusunda din kullanılmak suretiyle
nasıl perişan edildiğimizi hayret ve hayranlık verecek bir ihtişamla
anlatırken bir yerde, tek cümle ile bir büyük ihtilal daha yapıyor.
Kur’an’ın mucizelerinin uzantılarından biri olarak görebileceği-
miz-ve benim öyle gördüğüm şu cümleyi kullanıyor:

“Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki…”-ABE. 15/69

Bu cümle; Kur’an’ın açık bir emrinin, bin küsur yıl sonra, Kur’an
dini adına yalan ve saptırmalara teslim edilmiş ve sonunda İslam
düşmanlarının işgaline uğramış bir millete, o milleti uyandıran bir
önderin dilinden tekrarıdır. Böyle bir cümleyi böyle bir zamanda,
söyleyenden çok söyletene bakmak gerekmez mi? Çünkü söyle-
yen bir ilahiyatçı, din adamı, din filozofu değildir; asker yanı galip
bir siyaset, ihtilal ve fikir adamıdır. Bir kumandandır, bir devlet
kurucusudur.
“Kur’an ile hatırlatmak istiyorum…” diyor Gazi.

Kur’an ne diyor? 50. Sure olan Kaf suresinin son ayeti aynen şöyle:
“Benim tehdidimden korkanlara, sadece Kur’an ile hatırlat!”
İşte Atatürk de bunu yapıyor.

Din adına Kur’an ile hatırlatıyor, hurafe, yalan ve uydurmalarla


değil. Çünkü onları yıkmak istiyor, bir kısmını da yıkmıştır. Onun
ayakta tutmak ve din olarak yaşatmak istediği, Kur’an ile hatırla-
tılması mümkün olanlardır.

Müslüman toplumları asırlardır yönetenlerin, dini, hesap ve hege-


monyaları uğruna saptıranların neler söylediklerini yaşayarak gör-
müş bulunan Gazi Atatürk, nihayet Kur’an’ın söylediğini aynen
yapıyor. Kur’an’ın verdiği emri, farkında olarak veya olmayarak
-ki farkında olmaması olayın ihtişamını daha da büyütür, Türk
halkına, dünyaya ve tarihe hatırlatarak şöyle diyor:
“Kur’an ile hatırlatmak istiyorum…”

Böyle diyor ve ardından, İslam adına öne çıkarılmış birçok yala-


nın maskesini düşürüp Kur’an adına söylenmesi gereken gerçek-
leri sıralıyor. İşte birkaç satır. Ve işte, aydınlanma öncüsü Gazi
Mustafa Kemal:

“Eğer Müslümanlardan, Kur’an’ı yüceltmek dini bir vazife olarak


talep olunuyorsa hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli,
kudretli ve bütün bu kuvvet ve kudret akılca ne kadar yüksek olur,
ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, Kur’an’ı yüceltmeyi iyi yapmasını
bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir.
Bütün Müslümanlara da ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve
maddi bir misal gösterilmiş olur…”
“Milli Mücadeleye karar verdiğimizde, ne yazık ki, en büyük düş-
manımız, asırlardan beri bu milletin başında taç taşımış olan insa-
nın kendisiydi.-Yani Padişah Hilafet ve padişahın irtica kuvvetleri
Ankara’ya doğru yürüyordu. Osmanlı padişahı ve halife, çok mundar
olan o taç ve tahtını koruyabilmek için en tehlikeli düşmanlarla el ele
vermiş ve onların tesis edemeyeceği kuvvetleri tesis etmişti… Yunan
ordusunun elinde, bu memleketi mahvetmek için fetva vardı, ferman
vardı.”

Müdafaai Hukuk Başbuğu Atatürk, aydınlanmanın önünü açma-


ya şöyle devam ediyor:

“Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bun-
da büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep
etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulun-
sun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburi-
yetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı
derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile
hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim?
Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir
engellemesi yoktur…”

“Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit ede-


cek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!”

“Biz, elhamdülillah Müslüman’ız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz


zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli, yalnız ve yalnız
bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir. İlahi emirlerde hükümet şekli
yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükümetin na-
sıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan
biri şuradır.-Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi
sistemi, YNÖ. Bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapmaz-
dı.”

“İkinci esas adalettir, Üçüncüsü ululemre-devlete, devleti yöne-


tenlere. YNÖ, itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena
insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve her-
kese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek padişah
demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir
canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit ol-
sun, rezil olsun, itaat edeceksin.”

“Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yö-


netime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte
Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. Çok iftihara değerdir
ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini
fiil halinde göstermiş oldu.”
“Şahıslar gibi, meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı şa-
hısların istibdadından daha tehlikelidir… Onun için, bilhassa bizim
gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müd-
deti çok olmamalıdır… Meclisin yapacağı kanunun tasdikini bir ada-
ma vermek demek, milli hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir…
Milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız fakat çok küçük olan
heriflerdir…”

“Devletler yapan, büyük imparatorluklar yaratmak kudret ve kuvve-


tinde bulunan Türk milletini mahvetmek hususunda mevcut kanaat
pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hasıl ol-
muş bir görüş değildir. Bundan evvel, çok çok evvelkileri zamanında
yerleşmiştir. Bu, adeta babadan evlada intikal eden bir zihniyet, bir
adet, bir anane olmuştur…”

“Türk milleti intikamını, zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp


ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu cihan bizim kalp ve vicdanımız-
da düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa bizim hakkımızda kalp ve
vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça intikam hissi
devam edecektir.”

“İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en


alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar…”

“Devlet serbest olmazsa, hariçten gelecek mal üzerinde tesirli olmaz-


sa, el koyacağı gümrük vergisinde serbest olmazsa bu mesele kapi-
tülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi?... Barış istiyoruz, fakat tam
bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur.”

“Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmek-
tense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp
ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın…
Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa
ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdür-
mekle mümkün olacaktır.”

“Türkiye halkı denildiği zaman, mukadderatını birleştirmiş olan ve


hissen, dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana
gelen halk demektir. Bunlar içinde ırken muhtelif olanlar vardır.”
“Bizim dinimiz İslam, en makul, en doğal dindir ve ancak bundan
dolayıdır ki son dindir ve en mükemmelidir. Doğal olabilmek için akla
uygun olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve
fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur… Bi-
zim dinimizde ruhbanlık yoktur.”-Bu seçilmiş sözler için bk. ABE.
15/50-103
İslam’ı Yozlaştıranları Tepelemek:

‘Tepelemek,’ bizzat Atatürk’ün kullandığı tabirdir.


Dini kullanarak insanları aldatan ‘dincilik yobazları’ndan söz eder-
ken, “Tek başıma kalsam yine de gider tepelerim” diyor.

Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun kutsalı sömürenlere, özellikle İslam


gibi akılcı bir dini karanlık emellerine alet edenlere öfkesi kelime-
lerle tanımlanamayacak kadar derin ve büyüktür. Bu öfke, rahatlıkla
söyleyebiliriz ki, Büyük Atatürk’ün tüm hayatının her zaman motor
gücü olmuştur.

Akılcı, ilimci, insancı, fenci, eylemci, bağımsızlık aşıkı, emperya-


lizm düşmanı olduğu için ‘son din’ olmuş İslam’ın, taşıdığı de-
ğerlerin tam aksi yönde kullanılması, Mustafa Kemal’i çıldırtan
tezatların başında gelmektedir. Bütün faaliyetlerinde, inkilapla-
rında bu tezadı aşmak ve bu tezadın arkasındaki temiz, pürüzsüz,
huzur kaynağı gerçeği milletinin ve insanlık camiasının önüne
koymak, onun temel ideali olmuştur.

Ben, bu satırların yazan adam, şunu rahatlıkla söyleme hak ve öde-


vini vicdanımda hissediyorum:
Atatürk’ün İslam meselesiyle ilgisi, devrimlerini yerleştirmek için
değildir. Tam aksine, Atatürk’ün o devrimleri yapmasının gerekçe-
si, İslam’a yapılan kötülükleri aşmak ve Müslüman millete oynanan
oyunları etkisiz kılmaktır. Atatürk, bu meseleyi insan olmanın bir nu-
maralı meselesi bilmektedir.

Elbette ki, Atatürk bütün bunları bir ‘din müceddidi, din ihyacısı’
olarak, o mantık ve niyetle yapmadı; insanlık, akıl, bilim, barış,
dürüstlük ve bağımsızlık aşkıyla yaptı.

Bütün temiz fıtratlı, hakikat, barış ve insan sevgisiyle dolu ben-


liklerin tüm eylemlerini Allah’ın muradına uygun eylemler olarak
değerlendiren ve resmi patentleri ne olursa olsun, tümünü ‘İslam’
içinde gören büyük Müslüman düşünürlerin penceresinden baktı-
ğımızda söyleyeceklerimiz, işte bunlardır.

Kur’an, doğruyu ve güzeli yakalamada gidiş yolu ve tarza değil,


sonuca bakmaktadır. İbnül Kayyım’ın ifadesiyle, “Hakk’a varış
hangi yoldan olursa olsun, Allah’ın dini, emri ve rızası içindedir.”
İbnül Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkıin, 3/543

Özetleyelim: Cumhuriyet devrimleri, İslam’a aykırılık şöyle dursun,


İslam’ın bizzat talepleridir. Mustafa Kemal, yaptığı devrimlerle, öz-
gün İslam’ın ve Hz. Muhammed’in hasretine cevap getirdiği inancın-
dadır. Biz de o inançtayız.
Esaret Tanımamak:

Atatürk düşmanlığının Batı ve Doğu versiyonlarının ortak öfke-


lerinin temel sebebi, Atatürk’teki antiemperyalist ruhtur. Dahası
var: Atatürk, bu ruhu İslam’a ve Hz. Muhammed’e dayandırmak-
tadır. İşte, Atatürk düşmanlarını, özellikle haçlı emperyalizmin
kodamanlarını deliye döndüren budur. Şimdi, bu noktayı irdeleyelim:
Atatürk için Hz. Muhammed, esaret tanımamanın sembolüydü.
Arap fistanı, sakal, çavlar veya takkenin değil.

Atatürk, 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuş-


mada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat or-
dularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getiriyordu.
-ABE. 9/133

Evet, Hz. Muhammed’in bağlısı dindar, esaret tanımaz, esaretle


bir arada yaşamaz. O bilir ki, Hz. Muhammed, her şeyden önce,
Müslümanların bukağılarını parçalayan, onları özgürlük ve efen-
diliğe doğru kanatlandıran bir öncüydü. Kur’an Hz. Muhammed’i
böyle tanıtıyor: Prangaları kıran rehber…-bk. A’raf suresi, 157
Batılı emperyalistler Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’e şu adı
koymuşlardır:
‘Müslüman dünyanın Militan Lideri.’-ABE. 8/115

Batı onu böyle görüyordu. Ve esaret tanımayan ümmetin dindar


evlatları da onu böyle görüyor, ardından gitmeyi gurur biliyorlar-
dı. Ama aynı günlerde onu tam tersi bir gözle gören, mandacı,
teslimiyetçi mürteci dinciler de az değildi.

‘Müslümanların Militan Lideri’ özgürlük savaşçısı için, esaret tanı-


mamanın kutsal bir modeli vardı: Hz. Muhammed. Dindar insan-
larımızın bu gerçeği göz ardı etmemelerini, geleceğimiz bakımın-
dan hayati önemde görmekte ve gereğini yapmayı bir onur borcu
bilmekteyiz.

Toplumculuk Ve Antiliberalizm:

Müdafaai Hukuk felsefesinin bir tür ‘amentü’ belgesi olan Ha-


kimiyet-i Milliye’de toplumculuk ve antiliberalizm de işlenmiştir.
Bireycilik zararlı gösterilmiş, ‘toplum için birey’ ilkesi öne çıkarıl-
mıştır.-bk. Altınal, 173-178 Kur’an’ın yolu-yöntemi de budur.

Bu konunun temel ilkeleri İslam fıkhının bütün kaynaklarında bir


biçimde tekrarlanır. Mecelle’de formüllendirilen şekliyle verelim:
“Zarar-ı has, zarar-ı ama tercih edilir.”

Bugünkü dille ifadesi şu:


“Kişisel zararla kamu zararı yan yana geldiğinde kişisel zarar tercih
edilir.”
Devrimci kadrodaki korporasyon ve devletçilik fikrinin dayandığı
temel ilke de bu toplumculuk ilkesidir. Osmanlı düzeninde sınıf-
ların olmadığı yolundaki ısrarlı beyan ihtiyatla karşılanmalıdır.

Osmanlı toplumunda, hatta bütün geleneksel Müslüman top-


lumlarda ‘sınıflar,’ geleneksel-Müslüman Doğu’nun standartları-
na uygun biçimde vardır. Derebeylik bir biçimde vardır. Şeyhlik,
Ağalık sistem ve zihniyeti kendine özgü sınıflı bir toplum yapısıdır.

Yapının Batı’dakinden farkı, bu yapının, mistik ve dinsel baskı-


larla eleştirilemez, dokunulmaz kılınmış olmasıdır. Onun için de
sınıflar arası mücadele yoktur. Şimdi, bu mücadelenin olmaması-
na bakarak “Osmanlı’da sınıflı toplum yoktu” hükmüne varmak
isabetli ve inandırıcı değildir. Geleneksel Müslüman ülkelerde, o
arada Osmanlı ülkesinde sınıflı toplumun en zehirlisi vardır.

Uygarlığın Akıl Ve Bilime Dayandırılması Ve İnsanlığın


Ortak Malı Olarak Takdimi:

Hakimiyet-i Milliye’de ortaya konan Müdafaai Hukuk felsefesine


göre, Batı’nın üstünlüğü, medeniyetini akıl ve bilime dayandırma-
sından kaynaklanmaktadır. Akıl ve bilim, insanlığın ortak malı ol-
duğuna göre, Batı medeniyetine sahip olma çabaları, Batı’yı taklit
veya Batı’ya teslimiyet olarak algılanamaz.

Bu tez, Kur’an ve Muhammedi öğretiye tamamen uygundur.


Atatürk’le aynı yıl ölen ve Cumhuriyet devrimlerini İmamı Azam
fıkhının yeni bir içtihatla uygulanması olarak gören Muhammed
İkbal tarafından da defalarca dile getirilmiştir.

Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun


Özgün İslam Tutkusu:

İslam dünyasında çözümün esası, teolojiktir. Bunu ilk anlayanlar-


dan biri, belki de ilk anlayan Atatürk’tür. Teolojik icaplar yapıl-
madan İslam dünyasının hiçbir meselesini çözemezsiniz.
İki yol vardır:
1: İslam’ı tamamen terk etmek,

2: İslam’da gereken tecdidi yani yeniden yapılanmayı gerçekleştire-


rek teolojik sıkıntıyı bertaraf etmek.

Atatürk birinci yolu seçenlerden ve önerenlerden değildir. Onlara


hep karşı çıkmıştır. O, ikinci yolu seçti ve gereğini yaptı.

Atatürk ve onu başbuğ edinmiş Müdafaai Hukuk öncüleri ibadet


Müslüman’ı değil, cihat Müslüman’ı idiler. Kurtuluşun da böyle bir
İslam anlayışıyla mümkün olacağını düşünüyorlardı. Onların
cihadının omurgasında ise, iki ceht vardı:
1: Bağımsızlığı sağlayan kılıçla cihat yani savaş,

2: Aydınlanmayı sağlayan kalemle cihat yani içtihat.

Birincisini tarih tartışmasız biçimde kayda geçirmiştir. O cihadı


önceleri, Başbuğ’un ifadesiyle, bir ‘harbi sağir’ sayılan dönemde
‘Kuvayi Milliye’ yerine getirdi. Kuvayi Milliye, Müdafaai Hukuk’un
teşkilatsız ilk ordusudur. Sonra, nizami ordu, Türk ordusu devre-
ye girecek ve cihadı amacına vardıracaktır.

İkincisi olan içtihada gelince, Müdafaai Hukuk devrimlerinin


tümü, yeri geldiğinde işaret edileceği gibi, bazı hatalar sergilen-
mekle birlikte, bu içtihat anlayış ve gayretinin kararlı uygulamala-
rıdır. Nitekim, elinizdeki eserin ilgili bölümünde, çağın en büyük
İslam düşünürü olan Muhammed İkbal’in de bu kanaatte olduğu,
onun sözleriyle gösterilecektir.

Özgün İslam Tutkusu Ne Demek?

Atatürk, İslam imanının hayatımızda bir koordinat ve kod be-


lirleyici olmaktan çıkarılmasını asla istemiyordu. Ama o, İslam
imanı adı altında Arabizme, akıldışılığa kulluğu da asla istemi-
yordu. Mücadele ettiği ve kısmen de yıktığı, işte bu ikincisidir. Bu
ikincisinin yıkılmasından rahatsız olan dincilerle, özgün İslam’ın
koordinat belirleyici kılınmasından rahatsız olan dinsizler, Ata-
türk’ü elbette ki ‘dine karşı’ göstereceklerdir. Ve bunu el birliğiyle
yapmışlardır. Birbirine ateşle su kadar zıt olan bu iki habis unsur,
Atatürk’ü din dışı göstermekte, akıl almaz bir kader birliği yaptı-
lar. Türkiye’nin anasını ağlatan bela, işte bu paradoksal ve şerir
kader birliğidir.

Müdafaai Hukuk Başbuğu, İslam’ı koordinat belirleyici olmaktan


çıkarmanın insanlık için de Türk halkı için de telafi edilemez bir
kayıp olacağına inanmıştır. Milleti İslam’dan uzaklaştırıp Hıristi-
yanlığı din yapmaya çalışanlara açıkça karşı çıkmış, İslam’ın her
hal ve şartta korunacağını ama gereken arındırma ve tecdit işinin
mutlaka yapılacağını savunmuştur. Bu, elini taşın altına koyan
onurlu ve sorumlu benliğin tavrıdır. Bu, mayınlı tarlaya girmekti
ama o bundan kaçmadı, mayınlı tarlaya girdi. Acaba, bir dini ısla-
hat lideri gelseydi bundan başka ne yapardı?

19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerin-


de o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti
yapmaktadır:

“Hükümetimizin şekli, gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen


uygundur.-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211
Demek ki, dincilerin söylediklerinin ve Atatürkçü geçinenlerin
iddia ettiklerinin tam aksine, Atatürk, din konusunda asla kaçak
güreşmemiş, asla kıvırmamış, asla idare-i maslahatçılık yapmamış,
asla aldatmamıştır. Yaptığı işin dinin ruhuna, mesajına, talepleri-
ne tamamen uygun olduğunu cesaret ve mertlikle savunmuştur.

Bu örneğin, Müslüman dünyanın önüne konması gerekiyordu.


Alan alır, almayan belasını bulur. Nitekim, İslam dünyası alma-
mayı tercih ederek belasını bulmuştur. Ama Atatürk, insanlığın
büyük ve onurlu bir evladı olarak kendine düşeni yaptı.

En yakın arkadaşları bile, din konusundaki tavrını eleştirdiler.

“Bu işlerimize dini karıştırmayalım, dincilere yüz verici tavır


takınmayalım, dinle meşgul olarak dinin ve dinle ilgili olanların
önemli oldukları yolunda bir kanaat uyandırmayalım” şeklindeki
öneriler, hatta dayatmalar Gazi’ye sürekli yapılmıştır. Hem de en
‘dindar’ bilinen zevat tarafından. Ne yazık ki, Atatürk düşmanlı-
ğını meslek edinmiş birtakım vicdansızlar bunun tam tersini ileri
sürmüşler, sanki çevresi Atatürk’ü daha dindar olmaya zorlamış
da o bundan kaçınmış havası yaratmışlardır.”

Şimdi size, tipik bir örnek olarak ‘en dindar’ bilinenlerden biri
olan Kazım Karabekir Paşa’nın tavrını göstereceğiz. Temelinde
imanlı bir adam olan ama ‘muhafazakar dediği dindar çevreye
tahammül edemeyen, ibadet hayatıyla ise en küçük bir ilgisi bu-
lunmayan Karabekir, Atatürk’ü dinden ve din kavramlarına yer
vermekten tamamen soyutlamaya çalışanlardan biridir.

Karabekir Paşa’nın bu yanıyla ilgili olarak önce, o günleri yaşaya-


rak değerlendirenlerden biri olan Falih Rıfkı Atay’ın bir beyanını
dinleyelim:
“Karabekir Paşa ‘Ben şahısların milleti kurtaracaklarına ve kurtu-
luşun şahısları sivriltmekte olduğuna inanmam diyordu.’-Mustafa
Kemal söz konusu edildiğinde, Enver Paşa da aynı sözleri söylü-
yordu.-YNÖ … Karabekir, liderliğe ‘şahıscılık’ damgası vurduğu va-
kit düşündüğü, Mustafa Kemal’i başa geçirmemek ve kendisi açıkça
meydanda görünmeksizin, başta bulunmak olduğunda şüphe yoktur.
Erzurum’a gelen delegelerden bazıları ile Erzurumlulara verdiği bir
çadır yemeğinde şöyle diyordu: ‘Bu size birinci yemeğim. İkincisi in-
şallah İstanbul’da Yuia tepesinde olacak. Şükran namazını da Eyüp
Camii’nde kılacağız inşallah. Karabekir, sözde hizmetinde bulunmak,
gerçekte onun en küçük hareketini gözden kaçırmamak, sual sorarsa
sır vermemek görevi ile başçavuş Ali’yi Mustafa Kemal’in emrine ver-
mişti. Mustafa Kemal Ali Çavuş’tan kuşkulanmış, onu elde etmiştir.”

Yuşa tepesinde zikirden, Eyüp’te şükür namazından söz eden


Karabekir’in, namazında niyazında ibadet dindarı bir adam olduğu
düşünülür. Oysaki durum bunun tam tersidir. Karabekir, ibadet
işleriyle asla ilgisi olmadığı gibi dinin toplumsal meselelere ka-
rıştırılmasını, dinden kod ve koordinat alınmasını da şiddetle ret
eder. Atatürk’le çekişmelerinin sebeplerinden biri de budur.

Atatürk ise dinin dışlanmasına karşı çıkmış, toplumsal mesele-


lerde bir ‘koordinat ve kod noktası’ olarak dinin dikkate alınma-
sını her zaman benimsemiştir. Gazi’nin Balıkesir Zağnos Paşa
Camii’nde hutbe okuması, Karabekir’i bakın nasıl küplere bindir-
mişti. Kendisinden dinleyelim:
“Akşam, Mustafa Kemal o günkü beyanatını nasıl bulduğumu sordu.
Ben de fikrimi söyleyeceğimi bildirdim ve dedim ki, ‘Dünya işleri-
ni camilere sokmamızın acısnı çektiğimiz yetmez mi paşam. Milli
işlerimizi neden yine camilere sokuyoruz? Ve neden siz, başkumandan
olduğunuz halde dinle, hilafetle bir din adamı gibi hatta daha ileri
giderek meşgul oluyorsunuz? Münevverlerimiz haklı olarak bu gidişi
iyi telakki etmeyeceği gibi, bu yol da esasen tehlikelidir. Paşam, görü-
yorum ki, siz din ve hilafet kuvvetlerine çok ehemmiyet veriyorsunuz;
şu halde muhafazakarlara dayanmak istiyorsunuz. Size bu vesile ile
bir daha o eski teklifimi arz edeyim. Lütfen okuyunuz. Türk milleti
yeniliğe muhtaçtır. Ve bunu da mütehassıslarla başarabiliriz. Asla
camilerde değil, asla muhafazakarlarla değil.”

“Din, vicdan kanaatidir; münakaşaya gelmez. İlim adamı olan bizle-


rin, hele sizin bunu ele almanızı katiyen doğru bulmuyorum. Bunu
tamamıyla ihmal edilmiş bir halde bırakınız. Bu mütalaalarımı size
açık kalbimle daima söyleyeceğim.”

Karabekir ve benzerleri, Gazi’nin milletin işlerine dini karıştır-


masını, dinle bizzat meşgul olmasını istemiyorlardı. Başımıza ne
gelmişse din ve dindar çevrelerden gelmiştir, biz dine kendi yü-
rüyüşümüzde birazcık olsun yer verirsek-mesela, Zağnos Paşa
Camii’nde bir hutbe okursak, dindar camianın artık gemlenme-
si mümkün olmaktan çıkar diye düşünüyorlardı. Gazi’nin ikide
birde dinle, İslam’la ilgili söz söylemesini ‘muhafazakar’ çevreyi
cesaretlendirici ve sonuç olarak da zararlı buluyorlardı. Karabekir
şunu da söylüyor:
“Bir aralık Çankaya’da çifte minareli büyük bir cami yapmak hevesi
de uyandı ve gazetelerde de neşrolundu.”-Uğur Mumcu, Karabekir
Anlatıyor, 72

Demek ki bunu da, o demin değindiğimiz kafayla hemen önledi-


ler. Çünkü Atatürk, bu yolda tavırlar sergiliyordu. Anadolu’nun
orasında burasında yapılmakta olan camilere yardım gönderdiği
belgeleriyle sabittir. Hatta bir tanesine tam beş bin lira yardım gön-
derdiği kayıtlardadır. O günkü beş bin liranın bugünün yaklaşık elli
milyarından daha üstün olduğunu söylemeye gerek yok. Atatürk bu
paraları kendi cebinden göndermiştir, örtülü ödenekten değil. Bunlar
da belgelidir.
Gazi’nin din meselesinde lakaytlığı asla benimsemediğine şu söy-
lediklerimiz yeterli kanıttır. Kaldı ki bu tür kanıtların daha on-
larcası vardır. Gazi’den “Dinden uzak dur, dindarlara taviz verme”
talebinde bulunan sadece Karabekir Paşa değildir. Din yaşantısı
olmamasına rağmen bir mümin adam olan Karabekir Paşa bunu
böyle anlamışsa, imanla hiç ilgisi olmayan veya çok az ilintili olan
adamların bu konuda Gazi’yi nasıl yönlendirmek istediklerini dü-
şünmek gerekir.

Gazi, dini çok önemsedi. Önemsediği için de onunla ilgili hem icraat
yaptı hem eleştiri. O istiyordu ki Türk halkı İslam’la birlikte yaşasın,
onunla mutlu olsun ama bunu yaparken hurafenin, Arabizmin, ya-
lan, talan ve din adına sahtekarlığın elinde oyuncak olmasın, kahır
çekmesin.

Bir kurum ve kavrama inanmayan, değer vermeyen adamın tavrı


bu olmaz; Karabekir’in tavrı olur.

Karabekir Paşa, vatanperver, erdemli bir asker, bir kumandandır


ama bu nitelikleri yanında birçok çelişkisi olan bir insandır. Ha-
set, egoizm ve kin gibi duyguları ise tartışmasızdır. Biraz önce,
din meselesini milli işlere karıştırmayalım dediğini naklettiğimiz
Karabekir, bu kanaatinin kayaya çarptığını bizzat kendisi görmüş-
tür ama bundan gerekli dersi çıkardığı kanaatinde değiliz.

O günlerde alttan alttan şu düşünceyi gündeme getirip Gazi’nin


fikrini yoklayanlar vardı. Diyorlardı ki, “İslam ilerlemeye engeldir;
ondan vazgeçelim, millet başka bir dine geçsin, mesela Hıristiyan-
laşsın veya dinsiz kalsın.” Karabekir’i dinleyelim:
“Mustafa Kemal Paşa’yı bu sefer de nerelere götürmek istedikleri gö-
rülüyordu. Münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa o da
din değiştirme gayretidir. Bence İslam kalırsak mahvolmayız. Bilakis
yaşarız. Hem de itibar görerek yaşarız. Fakat din değiştirme oyunu ile
birliğimizi ve salabetimizi kırarak bizi mahvedebilirler.”

Tartışmaya bu anlayışla katılan Karabekir, hiç akla gelmeyecek


bir şey söylüyor: Serbest Fırka denemesinde ‘dini hassasiyetlere
saygısı’ndan da söz edilen Fethi Okyar’ın bu tartışmada şu fikri
öne çıkarıp savunduğunu kaydediyor. Karabekir’e göre, Ali Fethi
Okyar, ‘mütehakkim bir eda ile’ şöyle demiştir:
“Evet, Karabekir! Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri
kaldılar. Ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar.”
-Uğur Mumcu, Karabekir Anlatıyor, 79

Münakaşa günlerce sürüp gitmiştir. Gazi, bunları sadece dinle-


miş ve nihayet 19 Ağustos 1923 günü katıldığı bir yemekli top-
lantıda tavrını ortaya koymuştur. Karabekir’e göre, bu son top-
lantıda İsmet Paşa, hocaların toptan etkisiz kılınmasını önermiş
ve bunun yapılacağı zaman bugündür; çünkü kudretimizin zirve-
sinde olduğumuz gün bugündür yolunda beyanda bulunmuştur.
Karabekir’in hatıratında anlattıklarından bu projenin öncüleri-
nin Ali Fethi Okyar ve İsmet Paşa olduğu kesinlikle çıkmaktadır.
Yine Karabekir’e göre, Mustafa Kemal bu konuda Ali Fethi ve
İsmet Paşa’ya katılmamış, karşı çıkmıştır. Tam aksine, bu fikrin
karşısında olan Karabekir’i desteklemiştir. Fakat ne ilginçtir ki,
Karabekir, sonraki zamanlarda Gazi ile ters düştüğü için, büyük
bir çelişkiye imza atmak pahasına, Gazi’yi de bu fikirde Ali Fethi
İsmet İnönü ikilisinin yanında gösteriyor. Ona asla yakışmayacak
bir kıvırma ve egoizmdir.

Bahsettiğimiz son toplantıyı şöyle tamamlıyor Karabekir. Gazi’ye


ve oradakilere şöyle hitap etmiş:
“Ben, taassuptan uzak ve terakki sever bir insan olduğumu eserle-
rimle de gösterdim. Zaten yakından biliyorsunuz. Din hakkındaki
düşüncemi Şarkta iken çocuklar için yazdığım ‘Öğütlerim’ başlıklı
eserimde de üç yıl önce neşretmiş bulunuyorum. Müsaadenizle oku-
yalım.”

“Din ve mezhep öğüdünü okudum; sükûnetle dinlediler, hiç cevap


vermediler. Bahis de kapandı. Mustafa Kemal Paşa’nın büyük bir
dikkat ve sükunetle beni dinleyişinden ve ara sıra da İsmet Paşa’yı
süzmesinden ve ayrılırken de bana karşı gösterdiği samimiyetten çı-
kardığım mana beni haklı bulduğu idi.”-Uğur Mumcu, Karabekir
Anlatıyor, 92

Batı, Atatürk’ü Neden Yıkmak İstiyor?

“Amacımız bölmek ve hükmetmek ol-


malıdır. Biz, gerçek ideali dinmiş gibi
davranacak çıkarcı bir grubu idareci
olarak takdim etmeye çalışacağız.”-İngiliz Baş tercümanı Ryan

Kurtuluş Savaşı günlerinde böyle yapıyorlardı, sonraki zamanlar-


da da böyle yaptılar, iki binli yılların Türkiye’sine de böyle yapı-
yorlar.

Başlığın altındaki söz, İngiliz işgal kuvvetlerinin, İstanbul’daki


karagahında ‘tercüman’ unvanıyla görev yapan en önemli casus-
larından birinin sözüdür. Ve elbette ki bu söz, öncelikle, Kurtuluş
Savaşı günlerinde Damat Ferit ekiplerinin seçilip kotarılmasındaki
haçlı niyet ve amacı deşifre etmektedir. Sonraki zamanların bütün
‘namıdiğer’ Damat Feritleri bu anlayışa uygun olarak seçilip iş ba-
şına, özellikle ülkenin yönetim mevkilerine oturtulmaktadır. Bu-
nun son devirlerdeki en yaman örneği, Ilımlı İslam ve BOP dönemi
Türkiye’sinde yaşanmıştır.

“Dindar Cumhurbaşkanı isterük”ün, özellikle çıktığı ağızlara dik-


katlice baktığınızda, ifade ettiği gerçek anlam, casus Ryan’ın sö-
zündeki anlamın ta kendisidir. Bu talep, açıkça İslam dışıdır, din
dışıdır; Allah ile aldatma zihniyetinin bir dışavurumudur. Çünkü
İslam’ın, toplumsal görevlerin tevdiinde ‘dindarlık’ diye bir kıstası
ve talebi asla yoktur. Tek talep, ehliyet ve liyakatin öne çıkarılma-
sıdır. Ehliyet ve liyakatle dindarlık arasında tercih gerektiğinde
Kur’an ve Peygamber’in tereddütsüz tercihi ehliyet ve liyakat ol-
maktadır. Bunun aksine kanıt olacak tek söz ve uygulama göste-
rilemez . Buna kanıt olacak örneklerse yüzlercedir. Çünkü dindarlık,
namıdiğer takva, Kur’an’ın açık beyanıyla, insanlar arasında üs-
tünlük sebebi yapılamaz. O sadece Allah ile insan arasında ve Al-
lah katında bir üstünlük ve seçkinlik sebebidir.

Müdafaai Hukuk ve onun dahi başbuğu, bu gerçeği bildiği ve ica-


bını yaptığı için Batı ve hizmetkârları tarafından düşman ilan edil-
miştir. Çünkü bu gerçeği hayata geçirmek, Allah ile aldatanların
ve emperyalist Batı’nın en önemli silahını elinden almak demektir.

Batı, bir Müslüman İmparatorluğun halkını Batı medeniyetine


yaklaştırmakla itham edilen bir lideri neden saf dışı etmek isti-
yor? Burada suratımıza sadece haykıran değil, adeta tokat atan
bir paradoks yok mu? Sadece bu paradoksun üstüne gitmek bile,
Atatürk konusundaki dinci ve dinsiz yanılgılarını aşmaya yeter diye
düşünmekteyiz. Ama bunun için dincilerin İslam’ın gerçeğinden,
dinsizlerin de Atatürk’ün gerçeğinden rahatsız olma sürecini
kapatma haysiyetini göstermeleri lazımdır.

Ne yazık ki, şu ana kadar bu haysiyeti ne dinciler göstermiştir ne


de dinsizler.

Evet, Batı, bizzat kendi ifadesiyle, ‘batıcı, İslam karşıtı’ bir adam-
dan neden rahatsızdır? Müslümanları düşündüğü için mi? Batı,
özellikle şeytani İngiliz siyasetleri, yıllar ve yıllar, İslam dünyası
ile Atatürk’ün arasını açmak için şu nakaratı tekrarlayıp-ve tek-
rarlatıp durmuştur.

“Atatürk sizi bin yıllık dininizden uzaklaştırıp Batı’nın, Hıristiyanlı-


ğın uydusu yaptı. Onun neyine güvenip de arkasından gideceksiniz?
Böyle bir adamı hangi akılla örnek alacaksınız?”

Bu şeytani İngiliz stratejisi etkisini tam anlamıyla göstermiş ve


Müslüman dünya, birkaç lider ve aydın dışında, Atatürk’e karşı
cephe almıştır ve almaya devam etmektedir. Batı şeytanları, işin
bu küresel yanını hallettikten sonra, Atatürk’ü anavatanında bitir-
mek için Türkiye içine yöneldiler ve tarihin en büyük antiemper-
yalistlerinden biri olan Atatürk’ü vatanında yıkmanın çalışmaları-
nı başlattılar. Maalesef, içteki dinci ve dinsiz gaflet ve hıyanetten
aldıkları destek ve gördükleri işbirliği sayesinde bu ikinci etapta
da başarıya ulaşmak üzeredirler.

Yıllardan beri birçok eserimizde birçok kez sorduğumuz ana soru-


muzu tekrar edelim: “Batı Atatürk’ü neden saf dışı etmek istiyor?”
Ve bugüne değin kısmen cevapladığımız bu sorunun vicdan ve
irfanımızda oluşan tam cevabının burada verelim.

Batı, Atatürk’ü, kendisi açısından hayati önemde olan üç gerek-


çeyle saf dışı etmek istiyor:

1: Atatürk’ün, emperyalizme karşı başarılı olmuş idrak ve iradesinin


Müslüman ülkelerde genelleşmesini önlemek,

2: Türkiye’yi, çok tehlikeli olacak muhtemel bir Çin-konfüçyanizm


yakınlaşmasından mutlaka ve muhakkak uzaklaştırmak için İslam
dünyasında egemen olan Arap-Emevi İslam’ına tam anlamıyla adapte
edip kapitalist Batı hegemonyasına payandalık edecek güçlü bir part-
ner yaratmak ve bu partneri, uykularını kaçıran Çin-konfüçyanizm
tehdidine karşı kullanmak.
Yeni Osmanlıcılık ve ‘hortlatılmış hilafetçilik’ perdesinin arka planı
budur. İslam dünyasında Kaddafi tarafından yükseltilen “Biz Çin
ve konfüçyanizm ile birlik olmalıyız” sedasının, Kaddafi’nin linç
ettirilmesiyle sonuçlandığını Ana Eser’in sayfalarında ayrıntıladık.

3: Her şeye rağmen yükselen ve Huntington’un tahminine göre,


2025’ten itibaren Hıristiyanlığı nüfus bakımından da geride bıraka-
cak olan İslam’ın, akılcı-bilimci Atatürk mirası sayesinde Arapçı-
Emevici hurafe gayyasından kurtularak yeni bir hamle ile insanlığı
kucaklamasını önlemek.

Bu söylediklerimi anlamak için ne kâhin olmaya ne de allame ol-


maya ihtiyaç vardır. Batı’nın yüz yıl içinde yetiştirdiği iki kimli-
ği, Toynbee-ölm. 1975 ve Huntington’ı-ölm. 2008 ‘adam gibi’
okumak yeterlidir. Batı, andığımız üç gayeyi gerçekleştirmek için
Atatürk karşıtı zihniyetlerin önüne şu zehirli aldatmaca çöreğini
atıyor: Siz, Batı’ya-akılcılık ve ilimciliğe adapte olmaya kalktık-
ça sadece rezil ve zelil olursunuz. Liderler mevkiine yükselmeni-
zin tek yolu, İslam dünyasının başına geçmektir. Bunun çaresi ise
laiklik ve Atatürk girdabından kurtulmaktır.

Batı, 2000’li yıllarda, bir yandan bu ‘zehirli İngiliz-ABD çöreği’ ile


uyuşturup güdümüne aldığı bazı zavallıları ‘Müslüman coğrafyalar
fatihi’ ilan ederek petrolü bol, aklı kıt Ortadoğu ülkelerini avla-
maya çalışırken öte yandan bu avladığı zavallıları, o Müslüman
ülkeleri vurmak ve sindirmek için ‘eşbaşkan’ ve ‘tetikçi’ olarak kul-
landı. Hatta, mesela, Batı’nın bize en namert ambargoları koydu-
ğu zamanlarda mertçe ve erkekçe yanımızda yer alan Kaddafi’yi
mahvetmek için kullandı. Ne yazık ki, onlar da bu ‘kullanımı’
afiyetle, keyifle yuttular.
Emperyalizmin Kurtuluş Savaşı’nı
Kirletme Stratejisi:

Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı, insanlık tarihinin en büyük va-


kıalarından ve gerçeklerinden biridir. Mitolojiye bulaşmamış, tama-
men belgeye, hatta yaşayanların canlı bilgileriyle desteklenmiş belge-
lere dayalı, hayali, hikâyesi, uydurması, romantizmi olmayan bir vakıa
ve gerçektir Kurtuluş Savaşı.

Mısırlı müfessir düşünürlerin en büyüklerine göre, Kurtuluş Savaşı,


tarihin en büyük mucizelerinden biridir.

Böyle bir gerçek ve böyle bir vakıa, yapısının tam tersi bir konuma ge-
tirilebilir mi? Yani belgesiz, mitolojik, uydurma, dayatma bir ‘destan’
gibi lanse edilebilir mi? Eğer karşınızda, bin yıllık dininin kitabı tara-
fından “Allah ile aldatılmayın!” uyarısı almış bir kitle varsa edilebilir.
Vakıa ve gerçek, hayal ve mitoloji gibi, hatta jakoben bir dayatmanın
ürünü gibi lanse edilebilir.
Ve edilmektedir.

Batı, özellikle İngiliz entelijansyası, bunu bilmekte ve Kurtuluş


Savaşı’na buradan giderek kirletmekte, hatta ‘yok’ hükmüne indir-
gemeye çalışmaktadır. Batı gizli servisleri, Türk Kurtuluş Savaşı ve
Mustafa Kemal konusunda, “Bana tevil edilmez bir söz söyleyin,
onunla sizi idama götüreyim” söylemine uygun çalışmaktadır. Ve so-
nuç almaktadır. Çünkü uyguladığı stratejiden zarar görecek kitle yani
Türkiye halkı, bu stratejide Batı’nın karşısında olması gerekirken ne
yazık ki onun yanındadır. Hal bu ise, istediğiniz anda beyazı siyah,
güneşi katran gösterebilirsiniz veya bunun tam tersini yapabilirsiniz.

Haçlı emperyalizm Türk Kurtuluş Savaşı bahsinde aynen bunu


yapıyor. Özellikle son elli yıl, içerdeki dinci ve dinsiz hainlerin
de elbirliği ve hizmetleriyle, Kurtuluş Savaşı vakıa ve gerçeğinin
inkarıyla geçen yıllar oldu. Bu inkâr fırtınası devam etmektedir.
BOP ve Ilımlı İslam stratejileri bu fırtınayı daha da kuvvetlendir-
miştir.

“TARİHİMİZLE HESAPLAŞALIM, YÜZLEŞELİM!”

“Tarihimizle yüzleşelim” diye bir laf şimdilerde dolanıp duruyor.


Güzel. Yüzleşin, görelim. Yüzleşmek, her şeyden önce değil, ta-
mamen samimiyet işidir. Siz hiçbir şeyle yüzleşemezsiniz, çünkü
samimi değilsiniz. Siz sadece ‘yüzleşme’ nağmeleri döktürerek
halkı kandırıyorsunuz. Yüzleşmenin erkânı belli. O erkânı işletin,
görelim. Kendi tarihiyle yüzleşmek ‘hanif’ olmak demektir. Hanif,
ecdadının akıl dışı kabullerine savaş açan adam demektir. Ken-
di tarihiyle yüzleşmek için bu savaşı açmak gerekir. Siz, bırakın
hepsini, tarihimizin, ecdadımızın açık şirk veya şirk şaibeli kabul
manzarası arz eden icraatını eleştirin, görelim. Yüzleşmek bura-
dan başlamayacaksa nereden başlayacaktır?
Son zamanlarda, “Dersim ile yüzleşelim” diyerek siyasal hokkabaz-
lık yapmaktalar. Dersim ile yüzleşecekseniz, daha geriye gidip da-
mara gireceksiniz.

İslam’ı tersinden anlamanın, İslam’ı insan hakları aleyhine yorum-


lamanın sembol isimlerinden biri olan Ebussuut-ölm. 1574 ile,
Osmanlı’nın en uzun süreli şeyhülislamlığını yapmış Yenişehirli Ab-
dullah Efendi-ölm. 1743 denen zatın, Alevi-Şii camiayla ilgili fetva-
larıyla-özellikle o fetvalarla yüzleşeceksiniz.-Her cümlesi ayrı bir
insanlık suçu olan bu fetvalar için bizim ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı
eserimizin Mezhepler maddesine bakılmalıdır.

Onlarla yüzleşmeden Dersim ile nasıl yüzleşeceksiniz? Mehmet


Ebussuut, Anadolu’da 16. yüzyılda vuku bulan Alevi soykırımının
I. Selim ve Kanuni ile beraber baş sorumlularından biridir. Aynı so-
rumluluk, 18. yüzyılda Yenişehirli Abdullah Efendi’nin boynundadır.

İslam ilahiyatındaki Emevi dayatması Kur’andışılıkları, deşifre


edin. Biz bu işin bir kısmını, İmamı Azam adlı eserimizde yerine
getirdik diye küplere bindiler. Peki, buna bile tahammül göstere-
meyenlerin tarihimizle yüzleşme iddiaları inandırıcı olabilir mi?

Bunların yüzleşme dedikleri, son tahlilde, Atatürk’e ve Cumhuri-


yete sövüp sayma siyasetinin meşrulaştırılmasında kullanılan bir
aldatma yönteminin adıdır. Hiçbirinin yüzleşmek gibi bir niyeti
yoktur, bugüne kadar olmamıştır.

Muhammed İkbal’in Cumhuriyet Devrimleriyle


Kur’an Düşüncesi Arasında Gördüğü Bağlantı:
İkbal Denince Ne Anlamalıyız?

Genel kabule göre, yirminci yüzyılın, bu satırların yazarına göre,


son yedi yüzyılın en büyük İslam düşünürü olan Pakistanlı filo-
zof-şair Muhammed İkbal-ölm. 1938 Kur’an ile ona iman etmiş
insanın ‘olması gereken münasebet’ini, şu cümleyle ifade etmiştir:
Bu devrim cümlenin Türkçesi şudur:

“Kur’an-ı Kerim’i, tıpkı Hz. Peygamber’e vahyedildiği gibi mümine


de vahyedilmedikçe anlamak, mümkün değildir.”

İkbal, benliğinin en derin noktalarına nüfus etmiş bu cümleyi de-


ğişik zamanlarda değişik biçimlerde ifade etmiştir. Şiirlerini top-
layan kitaplarından biri olan ve Cebrail’in Kanadı anlamına gelen
‘Bali Cibril’de şu kıta vardır:

“Tanrısal kitabın her suresi ve ayeti bizzat senin kalbine de vahye-


dilmedikçe, müfessirler istedikleri kadar derin tefsirler yapsınlar,
Kur’an’ın ince manaları vuzuh kazanamaz.”
İkbal’in felsefesine aşina olanlar, onun, başlı başına bir devrim
olan bu söyleminin amaçladığı mesajın şu iki cümlede özetlenebi-
leceğini anlamakta zorluk çekmezler:

1: Kur’an’ı birey ve toplum olarak onunla sizin aranıza giren tüm


vasıtaları dışlayarak bizzat kendiniz anlayacaksınız.
O, sizi yaratan kudretin size, sizi anlatmak üzere gönderdiği pros-
pektüstür. Sizin benliğinizin kullanımını gösteren bu prospektüsü
en iyi anlayanın siz olmasından doğal bir şey düşünülemez.

2: Kur’an’ın insana yüklediği kozmik sorumluluğu, tıpkı Peygamber’in


hissettiği gibi hissetmedikçe Kur’an size, gerekeni vermez.
Muhammed İkbal, hayata, tarihe, İslam dünyasına bu söylemin
ışığıyla baktığı gibi, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’na,
onun getirdiği Cumhuriyete, onun mimarlarına ve nihayet Türk
Devrimi’nin baş mimarına da bu ışıkla bakmıştır.

Ve bu ışıkla bakarak, Türk Devrimi’nin Kur’an’ın taleplerine uy-


gun, hatta o taleplerin beklediği bir atılım olduğunu değişik vesile-
lerle defalarca ifade etmiştir. Elbette ki, tarihin tüm alışkanlıkları-
na ters düşecek kadar kısa bir zamanda gerçekleştirilen bu büyük
devrimin, İkbal gibi bir iman ve düşünce önderinin bazı eleştiri
oklarına hedef olmaması düşünülemezdi. Ve İkbal, bir ilahi lütuf
ve mucize gibi gördüğü bu devrimi, özellikle kadrolarının bazı za-
afları yüzünden zaman zaman eleştirmiştir.

Bize düşen, o eleştirilerin ruhunu yakalamak ve İkbal’in Türk dev-


rimini tamamlayıcı nitelikte gördüğümüz o eleştirilerinden yarar-
lanmaktır. Ne yazık ki bunun bugüne değin yapıldığını görebilmiş
değiliz. Türk literatüründe bu mesele, ilk kez bizim tarafımızdan,
‘İmamı Azam’ adlı eserimizde ele alınmış ve ayrıntılanmıştır.

İkbal’in Türk Devrimi ile İslam Mirası, özellikle Hanefi fıkhı ara-
sında tespit ettiği ortak noktaların çok kısa bir sıralanışı şöyle ve-
rilebilir:

1: Akılcılık, 2: Anti-Arabizm, 3: Ana dilde ibadet, 4: Kadına özgürlük,


5: Hadislere eleştirel bakış, 6: Despotizme karşı çıkış, 7: İçtihadın sü-
rekli işlemesi gereken bir Kur’ani ilke olduğunun kabul ve ilanı, 8:
Halifenin/Devlet Başkanının seçimle belirlenmesi.

İleriki sayfalarda, onun ana eserlerinden biri olan Reconstruction’ın


Altıncı bölümünü takip ederek bu meseleye ilişkin tespitlerini
kendi ağzından dinleyeceğiz.
İkbal’in İmamı Azam Fıkhıyla Türk Devrimi
Arasında Kurduğu İlişki:

Muhammed İkbal-1873-1938, genelde İslam fıkhı ve özelde


de Ehlisünnet fikriyatıyla Müdafaai Hukuk Cumhuriyeti arasında
kurduğu ilişkide İmamı Azam’a ilaveten, saltanat dincilerinin sev-
mediği şu isimleri telaffuz etmektedir: Mustafa Kemal, Ziya Gök-
alp, Halim Sabit Şibay, Sadrazam Said Halim Paşa. Özellikle Ziya
Gökalp’le kurulan irtibat çok ciddi ve sarsıcıdır.

Tam bu noktada, Ziya Gökalp’in, Mustafa Kemal devrimlerinin


temel felsefesini veren düşünürlerden biri olarak kabul edildiğini
bir kez daha anımsatalım.

İkbal, bu yaklaşımını, düz yazıda ana eseri olan ‘The Reconstruc-


tion of Religious Thought in Islam: İslam’da Dini Düşüncenin Ye-
niden Yapılandırılması’ adlı kitabının ‘The Principle of Movement
in Structure of Islam: İslam Bünyesinde Hareket İlkesi’ adlı bö-
lümünde ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, bu eser, İkbal’in çok
üst düzey Hintli ve Batılı aydınlara 1928-1932 yılları arasında
verdiği 7 konferanstan oluşmaktadır. Bizim burada değerlendir-
diğimiz konferans, altıncı sıradadır ve bu demektir ki, İkbal bu
konferansını 1930’lu yılların başında vermiştir. Yani Türkiye
Cumhuriyetinin ne istikamette ve nasıl yol aldığını yeterince gör-
dükten sonra.

İkbal’in, İslam dünyasının kaderini etkileyecek önemde bulduğu-


muz yaklaşımını, işte bu konferanstan özetleyerek tercüme edip
buraya alacağız.-Özgün metin için bk. İkbal, Reconstruction of Re-
ligious Thought in Islam, Lahor, 1999, s. 116-142

İslam’daki Hareket İlkesinin


Cumhuriyet Devrimleriyle İlişkisi:

Şimdi, İmamı Azam fikriyatıyla Atatürk Cumhuriyeti arasında gör-


düğü ilişkiyi, kendi eserinden izlemek üzere sözü İkbal’e bırakı-
yoruz. Bazı yardımcı açıklamalar için zaman zaman araya girece-
ğimizi de ifade edelim.

“İslam Bünyesinde Hareket İlkesi”

“İslam bünyesindeki hareket ilkesi nedir? Bu ilke, ‘içtihat’ olarak anı-


lır….”

“Bu çalışmamda ben, içtihadın sadece birinci mertebesine, baş-


ka bir deyişle, kanun koymada tam otorite konusuna odaklana-
cağım. İçtihadın bu derecesinin mümkün olduğu, teorik açıdan
tüm Sünni ekollerce kabul edilmiştir, fakat pratikte bu ekollerin
kurulduğu günden beri işlemez hale sokulmuştur. Çünkü ‘tam iç-
tihat’ fikri, bir tek şahısta vücut bulması neredeyse imkânsız olan
şartlarla kuşatılmıştır. Böyle bir tavrın, hayatı esaslı biçimde hare-
ketli bir yapıya oturtan Kur’an’a dayandırması gereken bir hukuk
sistemine son derece yabancı olduğu ifade edilmelidir.”

“Bazı Batılı yazarlar, İslam fıkhının donuk bir karakter taşımasının


Türklerin etkisine bağlamaktadır. Bu tamamıyla tutarsız bir gö-
rüştür; çünkü kabul görmüş İslam fıkıh ekolleri, İslam tarihinde
Türk etkisinin başlamasından çok önce kuruluşlarını tamamla-
mıştı. Kanaatimce, gerçek sebepler başkadır…”

“Türkiye’ye gelince, modern felsefi düşüncelerle takviye edilmiş ve


genişletilmiş içtihat fikrinin Türk milletinin dini ve siyasi düşünce
hayatında uzun süreden beri devrede olduğunu görmekteyiz. Bu,
Halim Sabit Şibay-ölm. 1946 tarafından modern sosyolojik kav-
ramlara dayandırılan ‘yeni İslam fıkhı’ teorisinde açıkça dikkat
çekmektedir.”

“Eğer İslam Rönesansı, yaşayan bir realite ise ki ben onun yaşa-
yan bir realite olduğuna inanmaktayım, bir gün bizler dahi, tıpkı
Türkler gibi, entelektüel mirasımızı yeni bir değerlendirmeye tabi
tutmalıyız.”

“Şimdi, Türkiye’de dini-siyasi düşüncenin durumunu anlatmaya


geçebilirim. Bu anlatımım sizlere, bu ülkenin son zamanlardaki
fikir ve faaliyet alanında içtihat kuvvetinin nasıl belirginleştiğini
gösterecektir.”

“İslam’ın ruhu olan tevhidin esası, başka bir deyişle, korunması


gereken esas ide, eşitlik, dayanışma ve özgürlüktür. İslam açısın-
dan devlet, saydığımız bu ideal ilkeleri zaman-mekan kuvvetlerine
dönüştürecek gayret ile, bunları elle tutulur beşeri bir organizas-
yon sayesinde hayata geçirme arzu ve iştiyakının kurumlaşma-
sıdır. İslam’da devlet, sadece ve sadece bu anlamda teokratiktir.
İslam, kişisel despotluğunu sanal bir yanılmazlık perdesi altında
gizlemeyi her zaman başarabilecek bir ‘Tanrı vekili’nin egemen ol-
duğu devlet şeklini kabul etmez. İslam’a yöneltilen tenkitler, dik-
kate alınması gereken bu önemli gerçeği gözden kaçırmaktadır…”

“Kutsal olan-kutsal olmayan diye bir ayrım yoktur; kutsal olmayan


alem diye bir şey yoktur. Şu sınırsız madde âlemi, ruhun kendisini
ortaya koyması için bir alan teşkil etmektedir. O halde her yer
kutsaldır. Yüce Peygamber’in ifade buyurduğu gibi, ‘Bütün yeryü-
zü, bütün varlıklar alemi bir secdegahtır, bir mabettir.’ İslam’a göre,
devlet, ruhsal olanı beşeri teşkilatlar aracılığıyla hayata geçirme-
nin gayretini ifade etmektedir. İşte bu anlamda olmak üzere, sırf
istilacılık peşinde koşmayan ve anılan ideallerin hayata geçirilmesi
teşebbüsüne öncülük eden her devlet Tanrısal iradeye uygundur.”
“Öte yandan, liderliğini 1921’de ölen Sadrazam Said Halim
Paşa’nın yaptığı ‘Dini Islahat Fırkası,’ İslam’ın, idealizmle poziti-
vizmin ahenkli bir kucaklaşması olduğu yolunda esaslı bir tezde
ısrar ediyordu.”

“Said Halim Paşa’ya göre, önümüzde açık bulunan tek çare, esası
itibarıyla dinamik olan bir hayat tecrübesini hareketsiz hale geti-
ren sert kabuğu İslam’ın üzerinden çekip atarak, ahlaksal, sosyal
ve siyasal ideallerimizi onlara has orijinallik ve evrenselliğe uygun
şekilde inşa etmek üzere özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın özgün
hakikatlerini yeniden keşfetmektir.”

“Görüyorsunuz ki, bu zat, İslam fıkhının modern düşünce ve dene-


yimler ışığında yeni bir bakış açısıyla yeniden yapılandırılmasına
imkan verecek bir içtihat hürriyetini savunuyor.”

“Şimdi, izin verin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, anılan içtihat


gücünü, halifelik kurumu açısından nasıl kullandığına bakalım.
Sünni fıkha göre, bir halife-imam-devlet başkanı atamak mutlak
bir kaçınılmazlıktır. Bu bağlamda akla gelen ilk soru şu olmakta-
dır: ‘Halifelik hak ve yetkisi bir kişiye verilebilir mi?’ Türkiye’nin bu
noktadaki içtihadı şu olmuştur: İslam’ın ruhuna göre, devlet baş-
kanlığı demek olan halifelik hak ve yetkisi tek bir kişiye tevdi edilebi-
leceği gibi, seçilmiş bir meclise de tevdi edilebilir. Bildiğim kadarıyla,
Mısır ve Hindistan fukahası bu konuda henüz bir görüş beyan
etmiş değildir. Şahsen ben, Türk içtihadının, mükemmeli yakalamış
ideal bir görüş-perfectly sound olduğu kanısındayım. Bu nokta üze-
rinde tartışma açmak tamamen yersizdir. Hükümetin cumhuriyet
ilkelerine uygun şekli-the republican form of government, İslam
ruhuyla tam uyuşum sergilemekle kalmaz, İslam dünyasında ba-
şıboş kalmış yeni kuvvetlere bir bakış açısı kazandırmak bakımın-
dan da bir zaruret olarak karşımıza çıkar.”

“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içtihadını anlamak için izin verin


sizi, İslam’ın ilk tarih felsefecisi İbn Haldun’un öncü fikirleriyle ta-
nıştırayım. İbn Haldun-ölm. 808/1405 ünlü eseri Mukaddime’de,
küresel İslam hilafetiyle ilgili üç farklı görüşe vurgu yapmaktadır.

1: Küresel hilafet, tanrısal bir kurumdur ve bunun için de kaçınıl-


mazdır,

2: Hilafet meselesi normal bir kamu yararı meselesidir,

3: Hilafet diye bir kuruma ihtiyaç yoktur.

Son görüş, haricilerindir. Anlaşılan o ki, Türkiye, birinci görüş-


ten vazgeçip küresel hilafeti sıradan bir kamu yararı meselesi ola-
rak değerlendiren Mütezile görüşünü benimsemiştir. Türkler şu
görüşü savunuyorlar: ‘Siyasal düşünce sistemimizde,’ geçmiş poli-
tik deneyimlerimizi dikkate almak zorundayız. O deneyimler bize
gösteriyor ki, küresel hilafet fikri, ameli bakımdan iflas etmiştir.
Küresel hilafet sistemi, İslam imparatorluğu eksiksiz işlediği za-
manda uygulanacak bir sistemdir. Bu imparatorluk dağıldığın-
da bağımsız politik birlikler vücut bulmuştur. Küresel hilafet fikri
artık uygulanabilir olmaktan çıkmıştır; çağdaş İslam’ın organize
edilmesinde, yaşayan bir faktör olarak anlam ifade edemez.”

“Küresel hilafet fikri, yararlı bir amaca hizmet etmek şöyle dursun,
bağımsız Müslüman devletlerin bir birlik oluşturmalarına giden yolda
ciddi bir engel oluşturmaktadır. İran, hilafete ilişkin doktrin farkları
yüzünden Türklerden tamamen ayrı bir tavır takınmıştır. Fas, onla-
rın tümüne her zaman güvensizlikle bakmıştır. Arabistan’a gelince,
o bu konuda özel emeller taşımıştır. İslam’daki bütün bu kırılmalar,
uzun zaman önce yok olmuş bir gücün anlamsız bir sembolü uğruna
vuku bulmuştur. Bu durumda biraz daha ileri giderek şöyle söyle-
nebilir: ‘Siyasal düşüncemizde yaşanan deneyimden neden ders
almayalım?’ Kadı Ebu Bekr el-Bakıllani-ölm. 403/1012, yaşanan
tecrübelere bakarak ‘hilafette Kureyşilik’ şartından yani Kureyş’in
gücünü yitirmesine bağlı olarak, onun İslam dünyasını yönetme-
sine ilişkin kabulden vazgeçmedi mi? Hilafette Kureyşilik şartına
şahsen inanmakta olan İbn Haldun bile, asırlar önce, aynı tezi
daha da ileri bir düzeyde savundu. İbn Haldun şöyle söylüyor:

‘Madem ki Kureyş’in gücü işe yaramaz hale gelmiştir, tek çare,


en güçlü kişiyi, gücünü gösterebileceği ülkede halife olarak kabul
etmektir.’ İbn Haldun, böylece, vakıaların zorlayıcı mantığını fark
eden bir insan sıfatıyla bir görüş teklif etmektedir. Bu görüş, zayıf
belirtileri henüz fark edilmeye başlanan ‘enternasyonal İslam’a iliş-
kin ilk ve bulanık vizyon olarak mütalaa edilebilir.”

“Hayatın bambaşka şartları altında yaşamış olan fakihlerin sko-


lastik akıl yürütmelerinde değil de yaşanan deneyimlerin ortaya
koyduğu gerçeklerden ilham alan modern Türklerin tavırları bu
olmuştur.”

“Benim düşünceme göre, Türklerin öne çıkardığı bu kanıtlar, doğ-


ru değerlendirilecek olursa, uluslararası bir idealin doğduğunu ilan
eder mahiyettedir. Öyle bir ideal ki bu, İslam’ın özünü oluşturmasına
rağmen bu dinin ilk asırlarında Arap emperyalizmi onu gölgelemiş
veya onun yerine geçmiştir.”

“Bu yeni ideal, şiirleri Auguste Comte’un felsefesinden mülhem


olan ve Türkiye’nin bugünkü tefekküründe çok önemli bir paya
sahip bulunan büyük milliyetçi şair Ziya Gökalp’in eserinde yankı-
lanmıştır. Ziya Gökalp’in şiirlerinden bir tanesinin özetini, Profe-
sör Fischer’in Almanca tercümesinden aktarıyorum:

“İslam adına gerçekten etkili bir siyasal birlik vücuda getirmek için
her şeyden önce, bütün Müslüman ülkeler bağımsız hale gelmeli,
daha sonra da bir bütün halinde bir tek halifeye bağlanmalıdırlar.
Böyle bir şey, şu an itibarıyla mümkün müdür? Eğer mümkün olma-
yacaksa herkes beklemeli. Bu arada, halife de, layıkıyla işleyebilecek
modern bir devletin temellerini atabilmek için kendi evini yeniden
düzenlemelidir. Milletlerarası âlemde zayıfa ilgi söz konusu değildir,
hürmete layık görülen, sadece kuvvettir.”

“Ziya Gökalp’in bu satırları, günümüz Müslümanlarının eğilim-


lerini açıkça dile getirmektedir. Yaşadığımız günlerde her Müslü-
man millet, benliğinin derinliklerine çekilip güçlenmeli ve kudretli
bir cumhuriyetler ailesi oluşturana kadar bakışını bir süre için sa-
dece kendi varlığına çevirmelidir.”

“Ziya Gökalp-ölm. 1924 gibi milliyetçi düşünürlere göre, gerçek


ve yaşayan bir birlik oluşturmak, sadece sembolik bir liderlikle
elde edilebilecek kadar kolay değildir. Böyle bir birlik, gerçek ifa-
desini, ırki rekabetleri, birleştirici ortak bir bağın ruhsal iştiyakıy-
la ahenkli bir biçimde dengelenmiş bağımsız ve özgür birliklerin
çokluğu ile vücut bulur.”

Ziya Gökalp’in ‘Din ve İlim’ adlı şiirinden alacağım aşağıdaki par-


ça, günümüz İslam dünyasında yavaş yavaş şekillenmekte olan
genel din anlayışını anlamamıza biraz daha ışık tutacaktır:

“İnsanların ilk mürşidi kimlerdir?


Hiç şüphesiz, peygamberler, veliler;
Bu devirde din hikmete rehberdir,
Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer.

Fakat sonra din yerini ham zühde


Verir, artık coşkun vecdi azalır;
Velilerin yeller eser yerinde,
Mürşit adı fakihlere irs kalır.

Fakirlerin kılavuzu nakliyat,


Dini zorla sürüklerler bu yola,
Hikmet der ki ‘Bana rehber akliyat;
O halde siz sağa gidin, ben sola.’

Din mürebbi olur, hikmet muallim;


Her birisi çeker ruhu bir yana.
Savaşırken bunlar, çıkar meydana
Tecrübeden doğma müspet bir ilim.

O şey nedir? Bir vecidli gönül mü?


Kutsi olan her şey ona dil midir?
Öyleyse al benim de son sözümü:
‘Din,’ kalpteki vecdin müspet ilmidir.”
“Bu satırlar, Türk düşünürünün, Comte’un, insan zihninin geliş-
mesinde esas saydığı dini, metafizik ve bilimsel üç devre teorisini
İslam’ın din perspektifine ne kadar güzel uyarladığını açık bir şe-
kilde göstermektedir. Şunu da ifade etmeliyiz: Bu satırlarda kris-
talleşen din anlayışı, Ziya Gökalp’in, Türkiye’nin eğitim sistemin-
de Arapça’ya verilen payeye karşı tutumunu da göstermektedir.”
Gökalp, bu noktada şöyle yazıyor:

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe Kur’an okunur,


Köylü anlar manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!”

“Eğer dinin gayesi, kalbi ruhanileştirmek ise insan ruhuna nüfuz


etmek kaçınılmazdır. Ve Ziya Gökalp’e göre, insanın iç âleminde
bu nüfuzun en iyi şekilde gerçekleşmesi için, ruhanileşmeyi sağla-
yacak fikirlerin, kişinin ana diliyle giysilendirilmesi gerekir.”

“Hindistan’da çoğu insan bu şekilde Arapça’nın yerine Türkçe’nin


geçirilmesini itham konusu yapacaktır. Zaman içinde görülecek
bazı sebepler yüzünden, Gökalp’in içtihadı, ciddi sataşmalara
açıktır ama kabul edilmesi gerekir ki, Gökalp tarafından önerilen
reform İslam tarihinin geçmişinde örneği olmayan bir öneri de-
ğildir. Müslüman Endülüs’ün liderlerinden biri ve milliyeti bakı-
mından bir Berberi olan Muhammed bin Tumart-ölm. 525/1130
iktidara gelip Muvahhitler devletinin ruhani kadro ve sistemini
oluşturduğunda, eğitimsiz Berberilerin durumunu düşünerek şu
emri vermiştir: Kur’an Berberi diline tercüme edilip bu dilde oku-
nacak. Ezan da Berberi dilinde okunacak. Bütün din uleması ve din
adamları Berberi dilini öğrenmeye mecbur tutulacak.”

İkbal, bir fakih olmadığı için, Kur’an’ın tercümesiyle ibadet meselesinde


haklı olarak sadece düşünce ve siyaset tarihinden örnekler veriyor. Oysa-
ki savunduğu anlayışın, İslam fıkıh tarihinde onlarca kaynağı ve yüzlerce
savunucusu vardır. Dahası, Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınacağına,
ezanın tercümesinin okunabileceğine ilişkin ilk fetvayı veren kişi, İslam fık-
hının babası sayılan İmamı Azam’dır. İbn Tumart’tan dört asır, Ziya
Gökalp’ten on iki asır önce…

Bizim bilmemiz gereken şudur: Kur’an’ın tercümesiyle ibadet fikrinin


tarihi öncüsü de fıkhi öncüsü de İmamı Azam’dır.

İkbal’i okumaya, kaldığımız yerden devam edelim:

“Ziya Gökalp, bir başka yerde kadınlıkla ilgili düşüncesini ifadeye


koyuyor. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik iştiyakını orta-
ya koyarken, İslam aile hukukunda bugünün anlayış ve uygulama-
sını bile tadil edecek radikal değişiklikler talep ediyor:
“Bir kadın var ki, ya annem ya kardeşim ya kızım,
Odur bende o mukaddes duyguları yaşatan,
Bir diğeri sevdiğim ki, günüm, ayım, yıldızım,
Odur bana hayattaki şiirleri anlatan.

Bu mahlûklar nasıl hakir olur şer’in gözünde?


Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde.
Ailedir temeli milletin ve devletin!
Eksik kalır milli hayat, kıymeti anlaşılmazsa kadının,
Hak ve adalet üzere yetiştirilmelidir aile;
Bunun için üç şeyde müsavat lazımdır: Talak, ayrılık ve miras.

Kadın veraset işlerinde erkeğin yarısı,


Evlilikte dörtte biri addolundukça,
Ne aile ne de memleket yükselebilir.
Başka haklar için milli mahkeme açtık,
Diğer yandan aileyi fıkhın elinde bıraktık,
Kadını neden yüz üstü bıraktık bilmiyorum.”

“Gerçek şudur ki, bugünün Müslüman milletleri arasında dogmatik


uykusundan uyanıp bağımsız ve öz benliğinin bilincine ulaşmış tek
millet Türkiye’dir. Zihni özgürlük hakkını isteyen yalnız odur. Hayali
olandan gerçek olana geçen, yalnız odur. Böyle bir geçiş, zorlu bir
entelektüel ve ahlaksal mücadele gerektirir. Hareketli ve habire ge-
nişleyen bir hayatın habire büyüyen griftliklerinin, Türkiye için yeni
bakış açıları sunacak yeni konumlar vücuda getireceği kesindir. Bu
bakış açıları, temel esasların yepyeni yorumlarını kaçınılmaz kılacak-
tır. O yorumlar ki, gerekli ruhsal genişliğin zevkine varamamış bir
toplum için sadece akademik ilgiden ibarettir. Şu sarsıcı tespit sanıyo-
rum, İngiliz düşünürü Hobbes’undur: Birbirinin halef-selefi olan aynı
duygu ve düşüncelere sahip olmak, hiçbir düşünce ve duyguya sahip
olmamak demektir. Bugünkü Müslüman ülkelerin büyük kısmının
durumu budur. Bu ülkeler, eski değerleri mekanik bir alışkanlıkla
tekrarlayıp durmaktalar. Ama Türkler, yeni yeni değerler yaratmanın
yoluna girmiş bulunuyorlar.”

“Türk, öz benliğinin derinliklerinden ilham edilen muhteşem dene-


yimlerden geçmiştir. Onun benliğinde hayat yeniden hareketlenme-
ye, değişmeye, genişlemeye başlamıştır. Bu olgu onda bir yandan
yeni iştiyakların doğuşunu sağlarken bir yandan da yeni zorluklara,
yeni yorumlara vücut vermektedir. Bugün onun karşısına dikilen
soru ki, yakın bir gelecekte diğer Müslüman ülkelerin de karşısına
dikileceğe benziyor, şudur: ‘İslam fıkhı tekamüle müsait midir?
Çok zorlu zihinsel gayretlerle cevaplandırılabilecek bir sorudur bu
ama cevap olumludur. Elverir ki, Müslüman dünya bu soruya, İslam
tarihinde tenkitçi aklın ve bağımsız zihnin ilk mümessili olan Hz.
Ömer’in ruhuyla yaklaşabilsin. O zihin sayesindedir ki Ömer, İslam
Peygamberi’nin son nefeslerini vermekte olduğu bir sırada ‘Allah’ın
kitabı bize yeter!’ diyebilecek ahlaksal cesareti gösterebilmiştir…”
“İslam fıkıh mezhepleri, bütün idrak ve şümullerine rağmen, niha-
yet kişisel söylem ve yorumlardan ibarettir. Bu itibarla da hiçbirisi
son sözü söylemiş olmak gibi bir iddiada bulunamaz. Şunu bilmiyor
değilim: Müslüman fakihler, tam bir içtihadın teorik imkansızlığını
inkar etmeye cesaret edememelerine rağmen, oluşturdukları popü-
ler fıkıh mezheplerinin varılabilecek son gayeyi temsil ettiğini iddia
etmişlerdir. Peki, mezhep imamlarımızın bizzat kendileri, kişisel is-
tidlal ve yorumlarının varılacak son nokta olduğunu iddia etmişler
midir? Hayır, asla etmemişlerdir…”

“Bugünün liberal Müslüman kuşakların, kendi deneyimleri ışığın-


da ve çağdaş hayatın değişmiş bulunan koşulları muvacehesinde,
temel fıkıh ilkelerinin yeniden yorumlanması gerektiği yolundaki
iddiaları, kanaatime göre, tamamen haklı bir iddiadır. Kur’an’ın,
‘hayat sürekli gelişen bir yaratılış sürecidir’ mealindeki öğretisi,
her neslin, kendinden öncekilerin çalışmalarını önlerinde engel
değil de kılavuz tutarak kendi problemlerini kendisinin çözmesine
izin verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır…”

“Türkiye’de kadınların uyanışı, temel ilkeleri yeni bir yoruma tabi


tutmadıkça karşılanmayacak talepler öne çıkardı mı bilmiyorum.
Pencap’ta, Müslüman kadınların istenmeyen kocalardan kurtulmak
için din değiştirmek zorunda kaldıkları durumlarla karşılaşıldığı
herkesin malumudur. Kendisini insanlığa tanıtmak isteyen bir dinin
amaçlarına bundan daha ters bir şey tasavvur etmek mümkün değil-
dir. Büyük Endülüslü fakih Şatıbi-ölm. 790/1388, el-Muvafakaat
adlı ünlü eserinde, İslam’ın şu beş şeyi korumayı amaç bildiğini
söylemektedir: Din, nefs, akıl, mal ve nesil. Dinin beş temel amacı-
na-makaasıdı hamse vurgu yapan bu ölçüye dayanarak şunu sor-
mak cesaretini kendimde buluyorum: Eski fıkıh kitabı Hidaye’deki
irtidada ilişkin hükümleri bu ülkede, bu şartlar altında uygulama-
nın İslam imanının beklentilerine cevap vermeye müsait olduğu
söylenebilir mi? Hintli yargıçlar, bu ülkenin Müslüman halkının
ağır tutuculuğu karşısında, ölçü alınmış fıkıh kitaplarına sarıl-
maktan başka hiçbir şey yapamazlar. Sonuç şudur: Halk hareket
halinde olmasına rağmen kanunlar yerinde sayıyor.”

“Çağdaş toplum, ağır sınıf kavgalarına sahne olan yapısıyla bizi


ciddi biçimde düşünmeye sevk edecek mahiyettedir. Kanunlarımı-
zı, çağdaş ekonomik hayatı tehdit sinyalleri veren devrimi dikkate
alarak değerlendirirsek şu gerçeği keşfedeceğiz gibi görünüyor:
Temel İslami ilkelerde bugüne kadar fark edilmemiş veçheler vardır
ve o veçheleri o ilkelerin hikmeti ışığında yenilenmiş bir imanla ça-
lıştırabiliriz…”

“Bir peygamberin yöntemi, belirli bir halkı eğitmek ve onları ev-


rensel bir hukuk oluşturmakta çekirdek olarak kullanmaktır. Pey-
gamber bu suretle, bütün insanlığın sosyal hayatında anlamı olan
ilkelere vurgu yapar ve onları, içinde bulunduğu toplumun özel
adetleri ışığında karmaşık özel durumlara tatbik eder. Bu uygu-
lamadan vücut bulan şeriat değerleri-özellikle suçlarla ilgili ceza
kuralları bir anlamda o topluma mahsustur. Bu kuralların icrası,
gaye anlamında son uygulama olmadığına göre, onlar, gelecek ku-
şakların karşılaşacakları durumları çözmek üzere dayatılamaz.”

İkbal, bir yandan Türk Devrimi’nin bu temel esas üzerinde


yürüdüğünü ifadeye koyarken, bir yandan da bu hayati gerçeği
ilk ve en şümullü biçimde yakalayan Müslüman fakihin İmamı
Azam olduğunu ifade ederek, bizim temel tezlerimizden birinin
de can noktası olan şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Belki de bu bakış açısının ışığı sayesindedir ki, İslam’ın evren-


sel karakterini keskin bir nüfuzla yakalamış olan İmamı Azam Ebu
Hanife, söylendikleri dönemin uygulamalarını gösteren hadisleri, ya-
şadığı zamanın normları için esas almamıştır. Görülen o ki, İmamı
Azam, hukuki tercih anlamına gelen ‘istihsan’ prensibini öne çıkardı.
İstihsan, mevcut şartların hukuki bir tefekkür içinde dikkatlice
incelenmesini gerektiren bir prensiptir. İmamı Azam’ın, istihsanı
bu şekilde öne çıkarması, onun, İslam fıkhının bu yeni kaynağına
ilişkin tutumuna yol açan saiklerin anlaşılmasına ziyadesiyle ışık
tutmaktadır. Şunu söyleyenler de vardır: İmamı Azam, hadisleri
kullanmadı, çünkü onun günüde muntazam bir ‘hadis koleksiyonu’
yoktu.”

“Bir kere, ‘Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda muntazam bir hadis ko-
leksiyonu yoktu’ iddiası doğru değildir. Çünkü, Abdülmelik ve İbn
Şihab ez-Zühri’nin hadis koleksiyonları İmamı Azam’ın ölümünden
en az otuz yıl önce oluşmuş bulunuyordu. İkincisi, bu koleksiyonla-
rın Ebu Hanife’ye ulaşmadığını veya fıkhi değeri haiz hadisler ihtiva
etmediklerini varsaysak bile, Ebu Hanife, eğer gerekli görseydi, tıpkı
kendisinden sonra gelen İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi, kendi
özel hadis koleksiyonunu kolaylıkla oluşturabilirdi. Benim bu konu-
daki görüşüm, sonuç olarak şudur: Ebu Hanife’nin fıkhi önem taşı-
yan hadislerle ilgili tutumu mükemmel ve çok anlamlı bir tutumdur.”

İkbal, İslam’da din kaynaklarından biri sayılan icma kavramını incelerken


de devrim niteliğinde yorumlar yapmaktadır. Onun bu konudaki düşünce-
sinin esası şudur:

Temel esasları Kur’an verileriyle belirlenmiş bir icma’dan söz edeceksek,


bugünkü cumhuriyet sistemlerinin parlamentoları bunun tam uygulama
yeridir. O halde, Türk Devrimi’nin uygulamaya koyduğu parlamenter
meclis sistemi, İslam fıkhının itibar ettiği icmaın ideal bir işleyişi olarak
görülmelidir.

İkbal, başka bir eserinde, İslam’ın temel özelliklerinden birinin de demok-


rasi olduğunu vurguladığı satırlarında şu tespiti yapıyor:
“Siyasal bir mefkure olarak, İslam’ın en önemli veçhesi, demok-
rasidir. Bu böyle olmakla birlikte şunu itiraf etmeliyiz ki, Müs-
lümanlar, Asya’nın siyasal gelişimine, özgür birey ideallerine
yakışır şekilde herhangi bir katkı veremediler. Müslümanların
demokrasileri-ilk dört halife dönemiyle kayıtlı olarak, sadece
otuz yıl sürdü ve politik gelişmelerle birlikte ortadan çekildi.
Asya milletleri için son derece yabancı olan ‘seçim’ bu milletlerce,
İslam’ın ilk zamanında da benimsenmemiştir.”-İkbal, Islam As An
Ethical and Political Ideal, 103-104

İkbal’in esas bahsimiz olan eserine tekrar dönelim:

“Cumhuriyetçi ruhun gelişmesi ve Müslüman coğrafyalarda teşrii


meclislerin yavaş yavaş oluşması, ilerlemede çok önemli bir aşama
teşkil etmektedir. İçtihat gücünün mezheplerin ferdi temsilcilerin-
den alınıp Müslüman bir teşrii meclise verilmesi, birbirine muhalif
hiziplerin geliştiği modern zamanlarda icmaın alabileceği biricik
uygulama şeklidir. Bu şekil, gelişmelere ve olaylara nüfuzu olup da
din ulemasından veya hukuk mesleğinden olmayan kişilerin teşrii
müzakerelere katılmasını da garantiler. Yalnız bu sayededir ki, fıkıh
sistemlerimizdeki uyuşuk ruhu eyleme geçirip ona devrimci bir veçhe
kazandırabiliriz.”

“Burada, icma konusuyla ilgili olarak sorulması ve cevaplandırıl-


ması gereken bir iki soru vardır. İcma, Kur’an hükümlerini fesh
ve ilga edebilir mi? Öyle sanıyorum ki, burada mesele, ‘somut ola-
ya ilişkin soru’ ile ‘kanun ve hukukla ilişkin soru’yu birbirinden
ayırmaya bağlı bulunuyor. Olaya ilişkin sorunun cevabını ancak
sahabe bilebilir. Ve biz onların icmaı ile bağlı oluruz. Kanun ve
hukuka ilişkin soruya gelince bu bir yorum ve ifadelendirme işi-
dir. Ben burada, Hanefi fakihi Ebul Hasan el-Kerhi-ölm. 340/952
tarafından gösterilen cesarete dayanarak şunu söylemek cüretin-
de bulunacağım: Sonraki nesiller, sahabenin icmaına bağımlı değil-
dir. Kerhi şöyle diyor: “Sahabenin icmaı, kıyasla halledilemeyecek
olaylarla sınırlıdır; kıyasla çözüme ulaştırılabilecek meselelerde saha-
beye uymak gerekmez.”-bk. Serahsi, Usul, 2/106

“Çağdaş Müslüman bir meclisin teşrii faaliyetine ilişkin de bir soru


sorulabilir. Böyle bir meclis, en azından şimdilik, Muhammedi fıkhın
inceliklerine vukufu olmayan kişilerden oluşacaktır. Böyle bir meclis,
hukuksal yorumlarında ciddi hatalar yapabilir. Bu tür hatalı yorum-
ları nasıl önleyebiliriz, en azından nasıl azaltabiliriz?”

“Müslümanlar tarafından fethedilmiş ülkelerde işlerlikte olan fark-


lı sosyal ve tarımsal şartlar muvacehesinde, İmamı Azam’ın fıkhi
mezhebi, hadis literatüründe kayda geçmiş önceki vakalardan,
değil tamamen, kısmen bile yararlanmamış görünüyor. Hanefilere
açık tek şık, yorumlarında, işletilen akla müracaat etmekti…”
“İmamı Azam’ın kullandığı kıyas, başlangıçta, müçtehidin kişisel
kanaatini tanınmaz hale getiren sahte bir elbise gibi göründü ise
de zaman içinde, İslam fıkhında bir hayat ve hareket kaynağına
dönüştü…”

“Anılan çekişmelerin sonuçlarını tümüyle içselleştirmiş olan İmamı


Azam fıkhı, kendi özgün ilkelerinde tamamen özgürdür ve bu niteli-
ğiyle, yaratıcı intibak kudretine diğer fıkıh ekollerinin hepsinden çok
daha yüksek derecede sahiptir. Ne var ki, günümüzün Hanefi fakihi,
kendi mezhebinin ruhuna aykırı olarak, kurucu imamının veya onun
yakın öğrencilerinin yorumlarını ebedileştirmektedir. Bu durum,
İmamı Azam’ı eleştiren ilk muarızlarının somut vakalar üzerine veri-
len fetvaları ebedileştirmelerine benziyor.”

“Hanefi ekolün asli ilkesi olan kıyas, gerektiği gibi anlaşılıp hakkıyla
uygulandığında, İmamı Şafii’nin de haklı olarak söylediği gibi, içti-
hadın diğer bir adından başka bir şey değildir. O içtihat ki, vahyedilen
kitabın sınırları içinde, her zaman ve tamamen serbesttir…”

“İçtihat kapısının kapandığı yolundaki söylem, kısmen, İslam fıkıh


tefekkürünün kristalize olmasından, kısmen de, özellikle ruhsal dü-
şüş sürecinde vücuda gelen zihni tembellik yüzünden, büyük fakihleri
putlara dönüştüren bir hayal, bir yalandır. Sonraki dönem fakihleri bu
yalanı sahiplenmiş olsalar da çağdaş Müslümanlar zihni bağımsızlığın
istekli bir teslimi olan bu sahiplenmeyle bağlı değildirler. Sekizinci as-
rın Şafii fakihi Türk müfessir Bedruddin ez-Zerkeşi-ölm. 794/1392
haklı olarak şu tespiti yapıyor:

“İçtihat kapısının kapandığı iddiasına geçerlilik tanıyanlar eğer eski


ulemanın, içtihat için daha çok kolaylığa sahip olduğunu, sonraki
ulemanın ise daha çok zorluğa maruz kaldığını söylemek istiyorlarsa
bu anlamsız bir iddiadır. Çünkü içtihat meselesinde, sonraki ulema-
nın eski ulemaya nispetle daha büyük imkanlara sahip bulunduğunu
anlamak için çok fazla bir kavrayışa sahip olmak gerekmiyor. Gerçek
şu ki, Kur’an tefsiri ve hadis şerhlerine ilişkin eserler öylesine art-
mıştır ki, bugünün müçtehidinin elinde, bir müçtehidin muhtaç oldu-
ğundan çok daha fazla malzeme vardır.”-İkbal’in herhangi bir eser
adı vermediği bu alıntı, Seyit Bey’in Medhal’indeki yaklaşımla
tamamen örtüşmekte, dahası, tamamen aynı satırlarla, Hicri 13.
yüzyılın ünlü muhaddis-fakihi Muhammed eş-Şevkani’nin-ölm.
1250/1832 ‘İrşadül-Fuhül’ adlı eserinde geçmektedir.

İkbal şöyle devam ediyor:

İslam dünyası, nüfuz gücüne sahip tefekkür ve taze deneyimlerle


donanmış olarak, kendisini bekleyen yeniden yapılanma işini yerine
getirmek üzere cesaretle ilerlemelidir. Bu yeniden yapılanma işinin,
hayatın modern şartlarına düzen vermekten daha ciddi bir yanı vardır
ve şudur:
“Büyük cihan harbinin getirdiği uyanış, bir Fransız yazarın, ‘İslam
dünyasının sağlamlık ve denge unsuru’ olarak tanıttığı Türklerin uya-
nışını da sağladı. Müslüman Asya bölgesinde yaşanan yeni ekonomik
tecrübe, gözlerimizi, İslam’ın derin anlamını ve kaderini kavramak
üzere açmalıdır…”

“Son olarak şu tespiti yapmama izin verin: Bugünün Müslümanı


kendi konumunu önemsemeli, temel esaslar ışığında sosyal hayatını
yeniden inşa etmeli, İslam’ın şu ana kadar sadece kısmen ortaya kon-
muş gayretleri arasından bu dinin nihai hedefi olan ruhani cumhuriyeti
meydana çıkarıp geliştirmelidir.”

Bağımsız Yaşama Coşkusu Ve Mustafa Kemal:

İkbal’e göre, işgal ve köleliği kabul eden Hintli Müslümanların


karakteri ‘insana yakışmayan’-unmanly bir karakterdir. Bu ka-
rakter onların, bireysel ve ulusal morallerini mahvetmiştir. Ve bu
karaktere yenik düşen Müslümanlar, işleri ve kazançları, mev-
ki ve siyasal kariyerleri ne olursa olsun, çöküşe, mahvolmaya
mahkumdurlar. Çünkü onlardaki ‘hayat coşkusu, varoluş aşkı ve
bağımsızlık sevdası’ mecalsiz kalmış, sönmüştür.

Büyük İkbal, içini yakan bu acısını, Armağanı Hicaz adlı eserindeki


şu Farsça beyitle dile getirmiştir:
“Şebi Hindi ğulamanra seher nist,
Be in hak, afitabira gozer nist.”

Yani, “Köleler Hindistanı’nın gecesine şafak yok; bu toprak üzerin-


den bir güneşin geçmesi söz konusu değil.”

Ölümsüz düşünüre göre, bu karanlık kaderin müsebbipleri Hintli


Müslümanların bizzat kendileridir. Çünkü onlar, Türklerin ak-
sine, özgür ve bağımsız yaşamayı sağlayacak bir karaktere sahip
olamamışlardır. İkbal, burada, Hintli Müslümanlar için gerçekten
çok ağır bir sıfat kullanmıştır: ‘Characterless Host.’ Yani ‘Karakter-
siz kalabalık veya karaktersiz ev sahibi veya karaktersiz ordu.’ Kul-
landığı ‘host’ sözcüğü bu anlamların üçünü de taşımaktadır ve
İkbal’in öfkesini ifadeye belki de en uygun sözcüktür.

Bu tabiri kullandığı konferansında üç soru soruyor ve üçünün ce-


vabının da olumsuz olduğunu bildiriyor. Sorular şunlardır:

1: Hintli Müslüman güçlü bir bedende güçlü bir iradeye sahip midir?

2: Hintli Müslüman, var olmak iradesine sahip midir?

3: Hintli Müslüman, kendine ait olan sosyal vücudu darmadağın et-


meyi amaçlayan güçlere karşı koymayı başaracak yeterlilikte bir ka-
raktere sahip midir?
“Üzgünüm ama, diyor İkbal, bu soruların tümüne olumsuz cevap
vermek zorundayım.” Ve ekliyor:

“Efendiler! Bilmelisiniz ki, büyük var oluş savaşlarında, sosyal bünye-


nin hayatta kalmasını sağlayacak olan temel değer sayı çokluğu değil,
niteliktir. İnsanoğlunun en mükemmel ve kader belirleyici sermayesi
nitelik, namı diğer karakterdir.”

İkbal’in, İslam dünyasının kaderini mutluluğa doğru kanatlan-


dıracak ruhu, İmamı Azam’ın mücadelesiyle, onun zihniyetini
izleyen Türklerin fikir ve siyaset anlayışında bulmasının sebebi,
işte buradadır. Yani İkbal, İslam ümmetinin selametini Hintli
Müslüman’la Türk Müslüman’ın mukayesesinde dikkat çeken,
‘Türk Devrimi’nin yarattığı fark’ta bulmaktadır. Hintliyi zavallı
köleye dönüştüren o fark olduğu gibi, Türk’ü vazgeçilmez ve öncü
kılan da o farktır.

Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlık da anılan farkı yaratan ön-


derin Mustafa Kemal olması yüzündendir. İkbal, kader belirleyen
Gazi’ye bu derin hayranlığını, Peyamı Maşrık-Şarktan Haber
adlı şiir kitabına koyduğu şu manzumesiyle ölümsüzleştirmiştir:

MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA HİTAP


-Allah Ona Yardım Etsin!

“Bir millet vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdi-
rin gizli alemindeki sırlara vakıf olduk.”

“Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken onun bir bakışı ile ciha-
nı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik.”

“Din büyüğü Harem piri, gönlünden aşk mefhumunu çıkardı. O


zaman, alemde kusurumuz derecesinde zelil olduk.”

“Bize yarayan, ovaların sert rüzgârlarıdır. Bahar rüzgârının nefesleri


altında dargın ve mustarip bir goncaya döndük.”

“Allah dışındaki şeylerin tuzağına düştüğümüzden beri, o, feleklerin


kubbesini aşan feryatlarımız, birer iniltiye dönüştü.”

“Tuzak kurmadan nice avlar avlayıp terkimize asmıştık. Şimdi ise


okumuz ve yayımız koltuğumuzda, avlarımız bizi öldürüyor.”

“Atın nereye kadar giderse oraya yürü, düşünme! Biz bu meydanda


nice kereler tedbirli olalım diye diye mat olduk.”-İkbal, Peyamı Maş-
rık, Ali Nihat Tarlan tercümesi, 79
Allah’a Ve Peygamber’e Vekâlet Devrinin
Kapatılması: Laiklik

Kur’an, peygamberler de dahil, hiç kimseye Allah’a vekalet yetki-


si vermemektedir. Hiç kimsenin, Allah katında, insanların vekili
olmak gibi bir niteliği yoktur. İnsanların vekili ancak Allah olabi-
lir ki, bu da son tahlilde ilkelerin vekilliği demektir. Zaten İslam
fıkhında Allah, çoğu zaman kamu haklarını veya hukuksal ilkeleri
ifade etmektedir.
Hz. Muhammed, ne Allah katında insanların vekilidir ne de insanlar
katında Allah’ın vekili. Kur’an çok açık konuşuyor:

O, hak olduğu halde senin toplumun onu yalanladı. De ki, “Ben sizin
üzerinize vekil değilim!”-En’am, 66
“Allah dileseydi, şirke batmazlardı. Biz seni onlar üzerine bekçi yap-
madık. Sen onlara vekil de değilsin.”-En’am, 107
“Kuşkusuz, biz bu kitabı sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık
kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa kendi aleyhi-
ne sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil değilsin.”-Zümer, 4. Ayrıca
bk. Yunus, 108; İsra, 54; Şüra, 6
İnsanların seçimsiz vekili, sadece Allah’tır. Aslında, O, her şeyin
hem yaratıcısı hem de vekilidir.-Zümer, 62 Bunun içindir ki,
Kur’an müminleri sadece Allah’ı vekil edineceklerdir. Başka vekil
aramaları şirktir. Çünkü “vekil olarak Allah yeter.”-Nisa, 81, 132,
171; İsra, 65; Ahzab, 3, 48

Eğer insanlar kendilerine insandan bir vekil istiyorlarsa bunu biat


denen bir ortak mukavele ile yani seçimle kendileri tespit edecek-
tir. Peygamber bile, bu anlamda bir vekaleti yani devlet başkanlığı
yetkisini kullanmak için kitleden biat almak yani onların ortak
onayına başvurmak zorunda bırakılmıştır. Onun peygamberliği,
kitleyi yönetim erkini otomatik olarak kullanmasına yetmemekte-
dir. Peygamberlik erki, tebliğ ve aydınlatma erkidir. Oysaki devlet
başkanlığı veya yönetim erki, idare, yargı ve gerektiğinde infaz
erkidir. Peygamber bu son erkleri ancak kitleden vekalet alarak
kullanmaktadır.

Şimdi, tarihe ve Müslümanlara sorun bakalım, bu Kur’ansal ger-


çeklerin bir tanesi olsun hayata geçirilmiş midir? Bırakın onu,
Cumhuriyet devrimlerine kadar akla getirilmiş midir?

Vekalet kelime ve kavramı, Kur’an’ın tedirginlik duyarak kullan-


dığı bir kavramdır. Belli ki Kur’an, Allah’a vekalet sözünün her
geçtiği yerde bir şirk şaibesi görüyor ve ciddi biçimde rahatsız
oluyor. İnsanlara vekil olma hak ve yetkisi, asıl anlamıyla sade-
ce Allah’ındır. Tanrısal kitabın önemli kavramlarından biri olan
ve 40 küsur yerde geçen tevekkül de vekil kökünden gelmekte ve
‘Allah’ı vekil etme’ anlamı taşımaktadır.
Allah adına vekalet kullanma küstahlığı iki tip tarafından sergi-
lenmiştir:
1: Halife tipi, 2: Veli tipi.

Bunlardan birincisi, önceleri ‘Peygamber’e vekalet’ derken, daha


sonra Allah’a vekalete geçmiş ve kendisini ‘yeryüzünde Allah’ın
gölgesi’ olarak dayatmıştır. Hatta bu anlamda bir de hadis uydu-
rulmuştur. Şu işe bakın! Kur’an, vahyedildiği Peygamber’e bile
Allah’a vekalet hakkı vermezken, Kur’an’ı tebliğ eden Peygamber,
halifelerin Allah’ın vekili olduklarına ilişkin beyanda bulunuyor!

Hiç kimse çıkıpta “Bu nasıl şeydir?” diye sormamıştır.


Anlaşılan o ki, Cumhuriyet devrimi, halifeliği kaldırmakla, Kur’an’ın
yolu üstünden büyük bir şirk kalıntısını temizlemiştir.

Allah’a vekalet olmadığı gibi, Peygamber’e vekalet de yoktur. Böyle


bir iddia da şirktir.

Zaten Peygamber’e vekalet anlamında alınan halifelik, kısa bir


süre sonra, Emevi zorbaları tarafından Allah’a vekalete dönüştü-
rülmüştür. Bu şirk kulvarından Müslümanları Müdafaai Hukuk
devrimleriyle Atatürk kurtardı.

Neden Laiklik?

Çünkü İslam dünyasında problem teolojiktir. O halde çözüm de teo-


lojiktir. Daha açık bir ifadeyle, problem teolojikse çözüm, sahte
dinden ve dincilik hegemonyasından kurtulmaktır. İslam dünyası
işte buna yaklaşmıyor. Buna yaklaşmayınca da sadede gelemiyorlar
ve bir badireden çıkıp öteki badireye giriyor.

Problem teolojik ve çözümü de ‘Allah’a vekalet’ sapıklığından


kurtulmak ise laiklik kaçınılmazdır. İslam dünyasının meseleleri
laiklik olmadan asla çözülemez. Yıllar değil, asırlar geçse çözüle-
mez. Çünkü laiklik olmadan şirk çemberinden çıkılamaz. Dahası,
laiklik yoksa şirk, İslam adı altında pazarlanır. Laiklik yoksa, akıl
prangalanır. Ve Kur’an, aklını işletmeyenler üstüne pislik indiri-
leceğini bildiriyor.

Batı’nın Tedirginliği:

Emperyalist Batı’nın bütün korkusu bu laiklik noktasında düğüm-


leniyor. Batı şunda kararlıdır: İslam dünyası her şey olabilir ama
laik olmamalıdır. Olursa emperyalizmin İslam dünyası üzerindeki
bütün hesapları suya düşer. Batı çok iyi bilmektedir ki, teolojinin
bir ‘fesat teolojisi’ olmaktan çıkıp bir ‘kurtuluş teolojisine’ dönüşmesi
için laiklik, olmazsa olmaz koşuldur.
Sekülarite Anlamında Laiklik De
Kur’an’ın Talebidir:

Laiklik denince de bunun İslam dünyası için en uygun olanı se-


külarite anlamında laikliktir. Çünkü teolojik fesadı aşmak için
kitlenin seküler hale gelmesi, dünyevileşmesi gerekir. Fesat teo-
lojisinin güdüme alıp zehirlediği ve Arabize edip çöl örfüne tes-
lim ettiği hayatın sekülarite yoluyla Kur’an’ın anladığı ve öğret-
tiği ‘dünyada güzellik’ ve ‘dünyadan nasibi unutmamak’ ilkelerini
hayata sokmanın sağlanması lazımdır. Fesat teolojisinden kur-
tulmak, din ile devlet işlerinin ayrılmasıyla sağlanamaz. Bu, işin
ilk adımı ve üçte biridir. Diğer kısmı, sekülariteyi işleterek hayatı
fesat teolojisinin elinden kurtarmaktır. Devletin kurtulmasının
yetmediği, Türkiye örneğinde belirlenmiştir. Din ile devlet işlerinin
seksen yıla yakın zamandır ayrı olduğu Türkiye’de bugün fesat
teolojisinin kahrına maruz kalan kitleler laiklik düşmanlığı adıyla,
haçlı emperyalizmin dilsiz kölelerine dönüştürülmüştür.

Tek başına laiklik, fesat teolojisinin egemenliği söz konusu olma-


yan ülkelerde, özellikle AB ülkelerinde yeterlidir. Hatta bu ülke-
lerde laikliğin anayasalara yazılması da gerekmez. Çünkü hayata
egemen olan sekülarite ve seküler zihniyet laiklikten beklenebile-
cek her şeyi doğrudan doğruya devlet ve topluma sunmaktadır.

Ama İslam dünyası aynı zihniyet madunda değildir. Bunu ilk gö-
ren, Atatürk’tür. Atatürk işte bunun içindir ki toplumun anaya-
sasına ‘Laiklik’ diye yazmadan, sekülarizm aşamalarını topluma
yaşatmıştır. Sekülariteyi getiren devrimlerle laikliğin yasallaşması
arasında on beş yıla yakın zaman vardır. İşe böyle baktığınızda,
Atatürk devrimini bir tek kelimeyle ifade etmeyi zorunlu kılsanız bu
kelime bence sekülarite olacaktır.

Laikliği siyasal bir mesele olarak alıp mevzuata yazmakla işin


çözülemeyeceğini layıkıyla kavrayamayan Atatürk sonrası Ata-
Türkçüler bu aymazlık ve idraksizliklerinin cezasını Türkiye’yi bir
‘tarikat cumhuriyeti’ne dönüştürmeyi seyretmekle ödediler. Eğer
mevzuattaki laiklik sosyal hayatta sekülarite ile beslenmez ise
mevzuatı jakobenlikle itham ederek emperyalist Batı’yı da yanına
alan dincilik endüstrisi ortada laiklik adına, bu kelimenin harfle-
rinden başka bir şey bırakmaz.

Batı bunun farkındadır. Batı, Türkiye’ye kelimenin asli anlamın-


da bir endüstrinin girmesini asla istemez; ne yapılabilmişse ona
rağmen yapılmıştır. Ama Batı Türkiye’ye sürekli ve kararlı bir
biçimde irtica endüstrisi pompalamaktadır. Fesat teolojisi ve Batı
emperyalizmiyle işbirliği yapan dincilik endüstrisi, Türkiye’nin
canına okumuştur. Dincilik endüstrisinin istediği zemin zaten fe-
sat teoloji tarafından asırlar boyu hazırlanmıştır. Fesat teolojisi,
Kur’an’ın en hayati ilkelerini yok etmiş, dinden çıkarmıştır. Bu
ilkeleri hayatına sokmak isteyen bir Müslüman insanın iki yolu
vardır:

1: Kur’an’ı din veya dini Kur’an yapmak, yani sekülerleşmek,

2: İslam diniden çıkıp başının çaresine bakmak.

Birinci yol kurtarıcı, emin yoldur ama zordur. İkinci yol görünüş-
te kolaydır fakat akıbeti hüsrandır.

Kitle, dünyevileşmeden devlet laikleştiğinde dincilerle onların fi-


kir babası olan emperyalist kodamanlar şu şarkıyı sürekli çala-
caklardır: “Jakoben laiklik Müslümanlara nefes aldırmıyor.” İşiten
de sanır ki, emperyalizmin kan yiyen kodamanları tövbe etmiş de
merhamet kahramanlığına soyunmuş. İlk iş olarak da Müslüman-
ları kurtarmak için çırpınıyorlar.

Batı diyor ki, Jakoben laikliğin aşılması yani demokratikleşme la-


zımdır. Ve onu Müslümanlara biz verebiliriz. O halde, Müslüman-
lar laik devletin yanında değil, bizim yani Batı emperyalizminin
arkasında saf bağlamalı.

Aklın Özgürleştirilmesi:

Müdafaai Hukuk ve Atatürk devrimciliğinin veya devriminin esası


bir tek cümleye indirgenebilir: Aklın özgürleştirilmesi. Bu bakımdan
Atatürk aydınlanmasının esası akla vurulan prangaları kırmak olarak
nitelemebilir.

Bu devrimi biz, Kur’an’ın akılcı devriminin tıkanan yolunun ye-


niden açılması olarak da niteleyebiliriz. Osmanlı dönemi, altı
asırlık bir ‘aklın prangalanma dönemi’ sayılmalıdır. Osmanlı, aklın
işletilmesine hiçbir katkı sağlamamış, aklın daha önceki yaratı-
cı dehalarca verilmiş ürünlerini hazır yeme dönemi olarak tarihe
geçmiştir. Aklın egemenliğini Fransız filozofu Descartes’in ünlü
“Düşünüyorum, o halde varım” söylemi sembolize ediyorsa bilin-
melidir ki Descartes-ölm. 1650 bunu Kur’an’dan yaklaşık bin yıl,
Kur’an’ın iman ve düşünce çocuğu İbn Rüşd’den yaklaşık dört yüz
yıl sonra formüllendirmiştir. O da, İbn Rüşd-ölm. 1198 tarafın-
dan açılan yolda kalabildiği için.

Muhammed-Mustafa mirasının ortak yanlarından biri de aklı öne


çıkarmalarıdır. Budist-Brahman şark kültürüne tasavvuf yoluyla
bağlanan İslam Doğu, sadece inanmaktan ‘bilerek inanma’ya, şuur-
suz dincilikten beyyineye dayalı dindarlığa kanat açışını, itiraf etsin,
etmesin, Atatürk’ün öncülük ettiği aydınlanmaya borçludur.
Atatürk, Kur’an’ın şe’niyetçi-sürekli iş ve eylem isteyen dinine rağ-
men, nirvanayı amaç edinmeyi din sanan Müslüman Doğu’ya, nirva-
nasız dini tanıttı. Dinci basiretsizliğin ‘dinsizlik’ diye algılayıp anlat-
tığı, işte bu nirvanasız dindir.

Tarikat kültürünün Atatürk’ü deccal gibi görmesinin arkasın-


da Kur’ani-Muhammedi kaygı yok, nirvanasızlığa göçürülmenin
yarattığı hüsran var. Sadece dünyada nirvanasızlık istemekle ye-
tinmeyip ahirette, cennet yurdunda bile ‘uğraş’ın esas olduğunu
belirten Kur’an dinini, tarikat kültürünün nirvanaya endeksli kafası
asla anlayamaz. Onu anlamayınca da Atatürk’ü dine karşı olmakla
ithama devam eder. Atatürk’ü anlayanların yapması gereken, nir,
vana dincilerini Atatürk’ü anlamaya zorlamaktan çok Atatürk’ü
gerçekte olduğu gibi anlayanların-rozet Atatürkçülerinin değil
inşa edeceği yeni hayat ve medeniyeti yaygınlaştırmaktır.

Nirvana kültürü ve kültünü Budist-Brahman şarktan alan İslam


Doğu, kaderciliği de eski Yunan mitolojisinden aldı. Kaderci-
lik, doğunun değil, genelde Kur’an öncesi dinlerin, özellikle de
eski Yunan mitolojisinin ürünüdür. Taklit dönemi Müslümanları
Budist-Brahman şarkın da pagan Yunan’ın da en berbat yanlarını
aldılar. O aldıkları yanlar Kur’an’ın insan hayatından kovmak is-
tediği yanlardı. Böyle baktığımızda, bugün Batı medeniyeti veya
muasır medeniyet diye tanıttığımız değerler bütününe yakınlık,
Kur’an’ın niteliklerinden biri olarak öne çıkarılabilir. Bu anlamda
Kur’an, şarktan çok Batıya hitap eden bir kitaptır.

Gerçek bir Kur’an mümini, kıtasıyla nereli olursa olsun kafasıyla Ba-
tılı’dır. Kıta anlamında değil, kafa anlamında Batı. Çünkü Kur’an,
işletilen akıl istiyor. İşletilen akıl ise şarkın değil, Batı’nın alameti
farikasıdır.

Bütün medeniyet tarihçileri ittifakla bildirirler ki, bugünkü Batı-


nın vücut bulmasında üç ana unsur vardır ve bunlardan birincisi
Eski Yunan’dır. Eski Yunan felsefesi, evreni müşahede kabiliyeti-
dir. Eski Yunan’ı Batı’ya tanıtanların Müslümanlar olduğunda ise
medeniyet tarihçilerinin kuşkusu yoktur. Bu tanıtımın ana vatanı,
İslam’ın hilafet merkezi Bağdat’tır. Bugünkü Batı’nın, Moğol zul-
müyle tarumar ettiği Bağdat.

Batı, Aristo felsefesinin evreni temel kitap olarak okumayı öğre-


ten zihniyetini Müslümanların hem eski Yunan tercümelerinden
hem de Aristo ile ilgili çalışmalarından öğrenmiştir. Müslüman ve
aynı zamanda Türk olan Farabi’yi, İbn Sina’yı yok farz ettiğinizde
Batı’nın Aristo ile ilgisi yok olur. Batı-Müslüman Doğu ilişkisini
irdelerken bu gerçeği unutmadan iş yapmak gerekir.
Atatürk, Müslüman doğunun bu birikimine ‘Doğu maneviyatı’ di-
yor. Atatürk’ün Batı medeniyetine teveccühü, esası itibarıyla işte
bu Doğu maneviyatına dönüştür. Bu anlamda ve bu noktada Mu-
hammed İkbal ile Mustafa Kemal aynı çizginin ve aynı zihniyetin
insanıdır. Tıpkı ölüm yılları aynı olduğu gibi bu düşünce altyapı-
ları da aynıdır.

İspanyol şarkiyatçı Asin Palacios-ölm. 1944, İtalyan şairi Dante’-


nin İlahi Komedyası’nın kaynaklarını İslam düşüncesine çıkaran
çalışmasında şu tespiti yapar:
“Ortaçağ İslam medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kül-
tür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk rönesanstan başka nedir?”
-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 90

Kur’an’ın en büyük mucizesi, akla din ve kutsal adına vurulan pran-


gaları kırmasıdır. Sadece şarkta değil, bütün insanlık tarihinde bunu
ilk yapan Kur’an’dır. Kur’an, akla vurulan prangaları kırmakla kal-
madı, akla herhangi bir gerekçeyle sınır koymayı da durdurdu. Ona
inandığını söyleyen sonraki İslam dünyası ise aklın işletilmesine
önce sınırlar koydu, daha sonra da-Gazali’nin yıkıcı operasyonuyla
aklı prangaladı. Ve Müslüman zihinleri, Kur’an’ın gelişinden önceki
zihinler kulvarına geri döndürdü.

Bu geri dönüşte birinci derecede etken olan mezhep Eş’arilik, kişi


ise bu mezhebin öncü isimlerinden biri olan Gazali’dir. Şimdi bu
iki yıkıcı etkeni, Müdafaai Hukuk’un ilim ve düşünce mümessille-
rinden birinin, Şemsettin Günaltay’ın kaleminden özetleyelim:

“Selçuklu devletinin kuruluşundan 127 sene evvel yani 913 tarihinde


ananeciler hiç beklemedikleri bir şahsiyetin bu sahada kendilerini
fevkalade güçlendirecek yardımına mazhar oldular. Bulundu-
ğu rasyonalizm sınıfından ayrılarak kendilerine iltihak eden bu zat,
Yemenli Ebu Musa Eş’ari ahfadından Ebul Hasan Eş’ari idi. 873’de
Basra’da doğmuş olan Eş’ari, rasyonalistler mektebinde tahsil etmiş,
onların ilmi ve felsefi metodlarını öğrenmiş, kırk yaşına kadar rasyo-
nalistler safında çalışmıştı. Fakat yaradılıştan mağrur ve kindar olan
bu zat günün birinde üvey babası ve rasyonalistlerin reisi olan Ebu
Ali Cübai’ye kızarak bu mektepten ayrıldı. Ananecilerin Sıfatiye mez-
hebiyle ekseriyetin taraftar olduğu Cebriye mezhebi esaslarında cüzi
tadilat yapmak suretiyle yeni bir mektep kurdu. Rasyonalistlerin ilmi
metotlarıyla mücehhez iyi konuşan bir hatip, kudretli bir mantıkçı
olan Eş’ari’nin ananeciler safına iltihakı büyük bir hadise idi. O za-
mana kadar ilmi münakaşalarda daima rasyonalistlere mağlup olan
ananeciler, Eş’ari ile kuvvetli bir müzahir bulmuş oluyorlardı.”

“Fakat, felsefe henüz bu mektep tarafından aforozlanmamış, laik


ilimler birer afet gibi gösterilmemişlerdi. Eş’ari mektebine bu son
hamleyi yaptırtan Ebu’l-Ferec Abdurrahman Cevzi tarafından port-
resi pek güzel çizilmiş olan Ebu Hamid Muhammed Gazali oldu.”
“Gazali yalnız felsefeyi menetmekle kalmıyor, insanları müspet dü-
şünmeye alıştıran matematiği de din hesabına bir afet sayıyor ve gitgi-
de bilhassa Şam’da geçirdiği on senelik çilekeşlik devresinden sonra,
adeta bir engizisyon reisi kesiliyor. Felsefe ve laik ilimlerle uğraşan-
ları ezmek, boğmak istiyor. Fakat bu hedefine erişmek için zaman
müsait değildir. el-Munkızu mine’d-Dalal adlı eserinde felsefe laik
ilimlerle uğraşanları tenkit için kendisine arka çıkacak mütedeyyin
ve kahır bir sultanın bulunmamasından acı acı şikayet etmektedir.”

“Vefatından yarım asır sonra bütün İslam dünyasında kazandığı ge-


nel hürmet ve sulta neticesi olarak münevver zümre arasında Eş’ari-
Gazali sistemi haricinde düşünmek cesaretini gösterecek kimse
kalmadı. Onun, filozofları, laik ilim taraftarlarını tekfir etmesi, ilim
denilen şeyi Eş’ari sisteminden ibaret göstermesi münevver zümre
arasında rasyonalizme olan temayülü kurutmuş, meydanı, her şeyi
Eş’ari sistemi çerçevesi dahilinde görenlere bırakmıştır.”

“Bir aralık Endülüslü İbn Rüşd, Gazali’nin sultasını kırmak maska-


dıyla Tehafetü’t-Tehafet adlı bir eser yazmışsa da hiçbir şeye muvaffak
olamamış, Eş’ari-Gazali sultası bütün kuvvetiyle devam etmiştir. Hat-
ta on beşinci asrın ikinci yarısında Hocazade Muslihüddin Mustafa
ile Alaüddin Tusi, İbn Rüşd’e mukabele olarak ayrı ayrı iki kitap yazmak
suretiyle Eş’ari-Gazali saltanatını takviye etmişlerdir. Bu sulta zamanla o
kadar kuvvetlenmiş, o derece şumullenmiştir ki, Osmanlı İmparatorluğu
resmen Matüridi mezhebinde olduğu halde bütün İstanbul ve Türkiye
medreselerinde son güne kadar tedrisat tamamıyla Eş’ari sistemine göre
yapılmış, yüksek tahsil olarak Eş’ari mektebi teolojisi takip edilmiştir.”

“Ölümü üzerinden henüz yarım asır geçmeden bütün Müslüman dünya-


sında ermiş bir veli, emsalsiz bir ilim otoritesini kazanan Gazali’nin bir
taraftan felsefe ve laik ilimleri aforozlaması, diğer taraftan da tarikatçi-
liğe bir hız, bir hamle verişi, hayatında kendisinin de tahmin edememiş
olacağında şüphe etmediğimiz şu iki meşum neticeyi verdi: Onun kut-
sallaştırılmış ilmi şöhretinin parıltısı karşısında kamaşan gözler, yarasa-
lar gibi görmeyecek hale geldiler. Gittikçe daralan bir çerçeve dahilinde
düşünmeye mahkum kalan dimağlar ya Eş’ariyye mektebinin labirentleri
içinde bunaldılar veya meskenet ve atalete sürükleyen tarikatçilik izbeleri
içine gömüldüler.”-Şemsettin Günaltay, Belleten, II, 5-6, sayfa: 73-88,
yıl: 1938; Belleten’den naklen, İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Dü-
şüncesi, 2/1094-1098

Aklın Özgürleştirilmesinin
Laiklik Açısından Önemi:

Başlık şöyle de atılabilir: ‘Aklın özgürleştirilmesi Açısından Laikli-


ğin Önemi’

Başlığı nasıl atarsanız atın, Laiklikle özgür aklın veya işletilen ak-
lın irtibatı kesindir. Biri yoksa öteki de işlevsel olamıyor. Neden?
Çünkü aklı öne çıkarmak, hakimiyet ilkesinin saptırılmasını önle-
mede rol oynayacağı gibi, yönetimin ihtiyaç duyduğu pozitif hu-
kukun oluşturulmasında başı çekmek suretiyle de kitlelere ufuk
açacaktır.

Bilindiği gibi, laikliğin temel taleplerinden biri de hukuk normları-


nın kutsal veya Tanrı adına değil, yönetilen kitlenin seçip vekalet
verdiği parlamenterlerin görev yaptığı parlamento adına çıkarıl-
masıdır.

Aklın işletilmesi veya aklın öne çıkarılması ilkesine bu açıdan


baktığımızda neler görüyoruz? Daha önce de işaret ettiğimiz gibi,
aklın esas ve genel peygamber oluşunun bizi götürmesi gereken
sonuçların en önemlisi, İslam fıkıh bilginlerinin ezici çoğunluğu-
na göre, şudur:

Dinin bildirdiği birçok kavram ve gerçek, aynı zamanda akıl tara-


fından da bilinir, bilinmektedir. İman ve ibadet alanları-taabbudi
alan hariç olmak üzere, iyi, güzel, çirkin, adalet, zulüm
gibi eşyanın esasında olan nitelikler ve özellikler akılla bilinebilir.
Din bu alanlarda akla yardımcı olur, ama tek belirleyici değildir.

İslam’ın akılcılıkla öne çıkmış ekolü olan Mütezile mezhebinin bü-


yük imamları çok erken bir zamanda bu gerçeğe dikkat çekmişler-
dir. Eserlerinden sık sık alıntılar yaptığımız Kadı Abdülcebbar ile
Ragıb el-Isfahanni bu fikir önderlerinin başta gelenleridir.

Bütün zamanların en büyük kelam bilgini ve en büyük fakihle-


rinden biri kabul edilen Mütezile-Şafii imamı Kadı Abdülcebbar
-ölm. 415/1025 ünlü eseri el-Muğni’de, önce, akıl ile vahiy iliş-
kisinin dayandığı ve kendisinden sonraki tüm Müslüman düşü-
nürlerce de tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor:
“Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip
çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır,
vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.”-Kadı
Abdülcebbar; el-Muğni, 8/280

Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat


çekmiştir. Şöyle diyor:
“Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez.
Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla ha-
vale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.”-Aynı
eser, 15/26, 17/102

Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, insanlık tarihin-


de ilkin onun telaffuz ettiği şu muhteşem tespiti yapmaktadır:
“Dinsel deliller sıralamasında ilk sıra aklındır.”
Dahi kadımız bu delile ‘hüccetü’l-akl’ demektedir. Kur’an ikinci sı-
rada, sünnet-Peygamber’in uygulamaları ise üçüncü sırada yer
alıyor. Dördüncü sıra, bilginler ittifakının yani icmaındır.
Geleneksel anlayış ve manifesto, bu sıralamada aklın yerini değiş-
tirmekle kalmamış, aklı tümden devreden çıkarmıştır. Geleneksel
Emevici kabule göre, dinde, deliller sıralaması şöyledir: 1: Kur’an,
2: Sünnet, 3: Kıyas, 4: İcma.

Geleneksel dinciliğin bu sıralamasındaki sünnetin içinin, uydur-


ma hadislerle doldurulduğunu da dikkate alırsak, böyle bir ‘dinsel
deliller-edillei şer’iye sıralamasından insanlığa ve Müslümanlara
bir hayır gelmeyeceğini anlamakta gecikmeyiz. Nitekim, tarihin,
önümüze koyduğu gerçek de budur.

Ölümsüz eserinden bahsettiğimiz Kadı Abdülcebbar’ın, altına ‘Cum-


huriyet devrimleri manifestosu’ veya ‘Atatürk’ün din-akıl anlayışı’
diye rahatlıkla yazabileceğiniz şu muhteşem tespitine de kulak ve-
relim: Ona göre, din de dahil, bütün alanlarda akıl ve onun verileri
-akliyat önde gelir. Din verileri-şer’iyyat ise esas hüküm sahibi
olan akla yardımcı olur.

Akıl, ayrıca, vahyi kavramanın ön şartı olarak da vahiyden önce


gelir. Abdülcebbar’a göre, “Akıl, delillerin delilidir.”

Abdülcebbar’ın akıl-vahiy ilişkisinden çıkardığı sonuçların bun-


dan sonrası, geleneğin saldırısına zemin hazırlayan, ‘mayınlı bir
alan’ arz etmektedir. Burası öylesine mayınlı bir alandır ki, ben-
zeri ifadeleri kullanan Cumhuriyet aydınları, özellikle Atatürk, ra-
dikal dinciler tarafından kategorik olarak kafir ilan edilmiş, daha
mutedil dinciler tarafından ise ‘deist’-Allah’a inanıp din hayatını
dışlayan kişi diye damgalanmıştır.

Evet, Kadı Abdülcebbar’ın, deizme çok önemli bir dayanak teş-


kil ettiğine bizim de inandığımız görüşleri vardır. Bütün Mütezile
imamlarında bu görüşler vardır. Ama unutmamak lazım ki, bu
anlamda bir deizm, dine ve Allah’a karşı çıkış değil, din adına
sergilenen kötülüklerin yarattığı ateizme karşı bir savunmadır.

‘Kur’an Verileri Açısından Deizm’ adlı eserimizde gösterdiğimiz gibi,


deizmin büyük öncülerinin hemen tamamı, Kur’ani anlamda birer
muvahhittir. Onlar, tevhidi imanlarını korumak için, engizisyon
zorbalarının güdüme aldıkları din hayatından kaçmışlardır. On-
ların deizmi budur; Allah’a imansızlık değil, yozlaştırılmış dinsel
yaşantıdan uzak kalmaktır.

Allah’a imanı tehlikeye atıp ateist olmaktansa, ibadetleri terk edip


Allah’a imanı korumak yani deist olmak elbette yeğdir.

Abdülcebbar’ın, üzerinde olduğumuz konudaki çarpıcı fikirlerini


tanıtmaya devam edelim:
Abdülcebbar’a göre, akli alanda yani ibadet ve iman alanı dışındaki
konularda peygamberleri örnek almak gerekmez. Muamelata ait hü-
kümler, vahiy olmasaydı bile akıl tarafından bilinebilecek hüküm-
lerdir. Vahiy burada akla yardımcı olmakta, örneklemeler yap-
maktadır. Vahyin bu örneklemelerini bütün zamanlar için geçerli
saymak, isabetli olmaması bir yana, vahyin ve dinin muradına da
aykırıdır.

Kısacası, peygamberlerin verdiği bilgiler, aklın özet olarak vere-


bileceği bilgilerin bir tafsilidir.-Abdülcebbar, el-Muğni, 16/270
Abdülcebbar’ın, Cumhuriyet devrimlerine, özellikle laikliğe alt
yapı olarak değerlendirebileceğimiz, hatta onları aşan tespitleri-
nin en önemlisi ise şudur:
İman ve ibadet alanı dışındaki konularda yani muamelatta, Kur’an
ayetleri aklın verileriyle hükümden düşürülebilir. Çünkü akıl, iyi ile
kötüyü bilme gücüne sahiptir ve bu gücünü vahiy olmadan da kulla-
nır.

Buradan hareket eden Abdülcebbar, daha sonraki zamanda, mes-


lekdaşı devrimci Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tufi’nin ‘maslahat’
anlayışını-Muamelat alanında hükümler, kamu ihtiyacına göre
her devirde yeniden belirlenmelidir, doğuracak temel fikri kris-
talleştiriyor:
Kadı Abdülcebbar, vahye dayalı verilerin inşai-kurucu, yapıcı, yok-
tan getirici olmayıp ihbarı-olanı bildiren, duyurucu olduğunu ileri
sürmektedir. Ve bunun bir sonucu olarak, nasslardaki emir kipleri,
sırf emir kipi oldukları için vücup-gereklilik ifade etmez. Vücubun
doğması için aklın verilerinin bunu gerekli kılması aranır. Başka bir
deyişle, dil açısından emir kipinin kullanılması yükümlülük anlamın-
da emrin varlığı için yeterli değildir; yan şartlara ihtiyaç vardır.

Abdülcebbar’ın kendisinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan


selefi İmam Matüridi-ölm. 333/944 de aynen böyle düşünmekte-
dir. Matüridi, ‘Te’vilatü’l-Kur’an’ adlı eserinde, Kur’an’ın muamelat
hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini-hükümden düşürüle-
bileceğini söylemekte ve örnek olarak da Halife Ömer’in, Müel-
lefetül Kulub’a zekâttan pay verilmesini emreden Kur’an ayetini
“Bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur” diyerek askıya almasını gös-
termektedir.

Tüm bu akılcı yaklaşımlar, hukuk alanında hüküm vermenin


omurgasında ‘maslahat’-kamu yararı ilkesini görmekte ve bu il-
keyi işletmenin öncelikle akıl kullanılarak yapılması gerektiğine
vurgu yapmaktadır. Dinsel veriler-nakil burada ancak yardımcı
konumdadır.

Aklın ve özellikle maslahat ilkesinin önemini ve fıkhın bu ilke esas


alınarak yeni ihtiyaçlara göre yeniden oluşturulması gerektiğini,
‘Maslahat Risalesi’ adlı anıt eseriyle bir ekol tezi olarak öne çıka-
ran düşünür, Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tüfi-ölm. 716/1316
olmuştur. Tüfi, temsil ettiği muhteşem ekolün temel anlayışını şu
cümle ile ilkeleştirilmiştir:
“Muamelatta hükümler maslahata-kamu yararı göre belirlenir; bu
alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz.”

İnsan hayatının muamelat kısmıyla ilgili olarak, Cumhuriyet dev-


rimlerinin, özellikle laikliğin talepleri, yukarıda adları geçen ünlü
fakihlerin, özellikle Tüfi’nin söylediğinden hiç farklı değildir. Ne
yazık ki, Tüfi ve benzeri devrimci fukahanın görüşleri, geleneksel-
siyasal tabucu zihniyetlerin engelleri yüzünden vaktinde hayata
geçirilememiştir. Ve bunun sonucu, İslam dünyasına çok ağır bir
faturanın çıkması olmuştur.

İslam dünyasında, Tüfi’nin fikirlerini ilk kez hayata geçirme onuru,


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’e nasip
oldu. Bu nasiplenmenin omurgasında laiklik ilkesinin yer aldığını
söylemek ise bir vicdan borcudur. Ve bir gerçekçiliktir.

Mustafa Kemal’in Temel Niteliği; Akılcılık:

Kur’an-ı Kerim; “Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar” di-


yor. Bu, Yunus suresi 100. ayet. Bunu bilmeyen birine, dindar
veya dinci birine; “Mustafa Kemal böyle demiştir” desem, bana
isyan eder. Şükürler olsun ki, Kur’an söylüyor. Pislik, aklı olma-
yanlar üzerine iner denmiyor, aklını işletmeyenler üzerine iner de-
niyor. Aklın varlığı yetmez, işlevsel akıl lazım. Buradan hareketle,
İslam mirası şunu tespit etmiştir: Akıl, komutan olacaktır. Dinin de
komutanı akıl olacaktır.

Peki, Müdafaai Hukuk Başbuğu Mustafa Kemal’in dediği ne?


Anayasaya 1937’de koyduğu laikliğin manası ne? Mustafa Kemal
gayretinin alameti farikalarından biri, aklı işler hale getirmektir.

Aklın işletilmesinin yöntemi ve teminatı ise laiklik. Bugünkü dün-


yada, o olmadan akıl işletilemez. Aklın işlevsel olması için laiklik
işlevsel olarak bulunacak. Kanun kitaplarına yazarsınız, yazmaz-
sınız; bu bir yöntem meselesidir. Türkiye gibi bir ülkede yazmaz-
sanız sizi duman ederler. Yazdığınız halde duman ediyorlar.

“Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.” diyor Falih


Rıfkı. Ve derin bir hakikati tam isabetle ifade ediyor.-Atay, Ata-
Türkçülük Nedir, 46

Aklın özgürleştirilmesi Atatürk’ün dayatması ya da lüksü değildir.


O bunu, İslam’ın da temel talebi ve temel özelliği olarak görüyor.
Aklı özgürleştirme mücadelesi yaparken İslam’dan destek almayı
sürdürüyor. Karakteri akılcılık olan bu dinin mensuplarının akla
ihanet edenler tarafından aldatılmasına asla ve asla seyirci kalmı-
yor. Bir aydına yakışanı yaparak İslam’ı da bu açıdan değerlendi-
riyor. İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı tarihi
konuşmada şu satırlar da var:

“Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabii dindir ve ancak bun-


dan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için
akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığı, ilme ve
fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O hal-
de bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anla-
tabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin
hakkı yoktur.”-ABE. 15/95

‘Atatürk Devrimleri’ tabiri ne derece doğrudur, bilemem ama ‘Ata-


türk devrimi’ tabiri tamamen doğrudur. Ve bana göre, Atatürk’ün bir
tek devrimi vardır: Aklın özgürleştirilmesi. Gerisi bunun uzantısı ve
ayrıntısıdır.

Kıyafet devriminde bile akılcılık ilkesi işletilmiştir. Modern kıya-


fetin seçimi, bir heves veya bir medeniyetin örfünü öne çıkarma
tutkusunun sonucu değildir. Rasyonel olan yapılmıştır. ‘Giyimde
rasyonellik olmaz’ diyemeyiz. Kur’an bile giyimde rasyonelliğe
atıf yapmıştır.-Bu konuda, bizim, Kur’an’ın Temel Kavramları adlı
eserimizin Giysi maddesine bakılmalıdır.

Batı, özellikle İngiliz emperyalizmi, Mustafa Kemal Atatürk akıl-


cılığının ileriki zamanda kendileri için nasıl bir tehlike yaratacağı-
nı çok erkenden anlamıştır. İngilizler, özellikle İslam dünyasının
Atatürk etkisine teslim olmaması için ilk günden itibaren tedbir
almaya başlamışlardır. O ince, o sinsi, o hep uzakları gören ve
erken davranan İngiliz dehasıyla.

Atatürk, İslam-Doğu’yu, hastanın yüzündeki, göğsündeki, el ve


kolundaki sivilcelere pudra ve krem sürerek vakit geçirmekten
çıkarıp bu sivilcelere sebep olan merkezi enfeksiyonu bulma nok-
tasına getirdi ve tedaviyi ona göre yaptı. Merkezi enfeksiyon, teo-
lojikti. Biz bunu, İslam’ın Kur’an akılcılığından koparılıp Budist-
Brahmanist-Hıristiyani mistisizme teslimi olarak belirledik.

Atatürk, Müslüman Doğu’yu, Kur’an rasyonalitesine çeviren adam-


dır. Ve bu anlamda Türk-İslam aydınlanmasının da öncüsüdür.
Batı bunu çok erken bir zamanda fark etti ve Müslüman Doğu’nun
uyanmaması için bu dünya ile Atatürk’ün arasına nifak soktu.

Kur’an dışı İslam’ın şerir takımı ve istismarcısı olan siyaset dinci-


leri de bu tuzağa, Hıristiyan Batı emperyalizmi adına beyinsizce su
taşıdılar. Ve taşımaya devam ediyorlar.
Dış Politikada Akılcılık:

Dış politikada akılcılık, hem karşılıklı saygıyı hem de karşılıklı çı-


karları korumanın yolunu açar. Tek başına saygı, teslimiyet ve
esarete, tek başına çıkarcılık sömürü ve tagallübe çıkar. Atatürk,
bu menfi çıkışları önleyen bir akılcı dış politika şuuru oluşturmuş-
tur. Bir Anadolu hümanisti olarak Atatürk bütün doğu milletleri-
ni de dikkate alarak, bu politikasının esasını şöyle belirliyor:

“Asya, Batı âleminin ölümünü istemiyor. Bu memleketler müthiş ve


feci bir esaretten yeni çıkıyor. Asyalılar başka milletleri kendilerinin
asırlarca çektikleri ıstıraplara uğratmak istemiyorlar. Onlar kendi
hesaplarına memleket fethetmek fikrinde değillerdir. Onlar yalnız
bağımsızlık istiyorlar ve bunu alacaklar.”

“Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yaban-


cılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler,
hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri
takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupa-
lılardan aşağı tutan teorinin artık tatbik zamanı geçmiştir. Bundan
sonra Doğulular ve Batılılar yekdiğerine aynı suretle muamele etme-
lidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları
Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”-ABE. 12/295

Mistik-Teolojik Algılamadan
Akılcı-Kozmik Algılamaya Geçiş:

Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen Türk düşünürlerinden biri olan


Peyami Safa-ölm. 1961, aynen bizim gibi, İslam dünyası için en
hayati soru olarak şunu görüyor:

“Niçin Ortaçağ Türk ve İslam düşüncesi, Yunan düşüncesinden son-


ra ve onun ilhamıyla, bugünkü Avrupa kafasının temellerini attığı
halde, birden bire sapıtarak sabit bir iman içinde yan gelmeyi tercih
etmiştir? Şimdiye kadar ileri sürülen bütün sebepler sabit kalmış ol-
duğu halde bu değişikliğin sırrı nedir? Üstüne şimdiye kadar hiçbir
garp, şark ve Türk mütefekkirinin ihtiraslı bir dikkatle eğilmediği bu
muammayı halletmeden kendimizi anlamış olmak imkanı yoktur.”
-Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, 97

Peyami Safa’ya göre, akılcı İslam düşüncesinin “İleri bir Avrupa


kafasından çıktığı halde bir Asya kafasında karar kılmasının sebe-
bi, tekamül etmiş Greko-Latin kültüründen uzaklaşarak ilkel kalmış
Brahma-Buda kültürüyle temasını arttırmasındandır.”-Safa, age.
105

Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir
düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce
doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu
halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hası-
lı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark,
düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş
tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106

Buna bir ekleme yapmak zorundayız: İslam Doğu, Kur’an inkıla-


bının getirdiği yeni ve yaratıcı akılcı ruhla, üç dört asır yukarı gitti.

İslam, Kur’ani inkılabı boğan Arap-Emevi saltanat ideolojisinin


zebunu yapıldıktan sonra bu ideolojik fesat teolojisinin prangasıy-
la aklın ayağını çelmiş ve bu fesat teolojisinin akıttığı kirli nehrin
girdabından bir daha çıkamamıştır. Ta Atatürk’e kadar.

İslam-Doğu, Atatürk’ün vücut verdiği büyük aydınlanma devrimi


iledir ki, mistik algılamaya hapsolmaktan çıkıp Kur’an’ın antiklasik
ruhundaki akılcı-kozmolojik algılamaya geçmiştir.

İlmin Mürşit Yapılması


Tek Üstünlük Ölçüsü: İlim

Kur’an’da ilim kökünden kelimeler 850 civarında yerde geçmek-


tedir. Bunların 400 küsuru fiil halde kullanımdır. Kur’an’da kulla-
nıldığı şekliyle ilim, geçtiği yere göre, bilimsel bilgi, akli bilgi, dene-
yime dayalı bilgi, vahyi bilgi anlamlarından birini ifade etmektedir.
İlmin karşıtı cehalettir.

Kur’an, kendisinden önceki dönemi, özellikle kendisine karşı çı-


kanların yaşadığı toplumun Kur’an öncesi dönemini Cahiliye diye
anarak kendisinin esas amacının ve mesajındaki omurganın ilim
olduğuna çok muhteşem bir vurgu yapmaktadır. Kur’an, kendi-
sinin layıkıyla tanınmasını sağlayacak değerin de ilim olduğunu
ifade etmektedir:
“Kendilerine ilim verilenler onun, senin Rabbinden bir hak olduğunu
bilsinler, ona inansınlar da kalpleri ona saygı duysun diye böyle yapıl-
mıştır.”-Hac, 54

Mürşitlik Sadece İlmin Ve Alimin Hakkıdır:

Kur’an, irşat-aydınlatma, iyiye ve doğruya kılavuzlama işinin sa-


dece ilimle mümkün olacağını defalarca ifadeye koymuştur.
Kur’an, hayatta bir tek mürşit tanır: İlim.
Peygamberlerin mürşitliği de ilim üzerine oturan bir yetidir. İlmi
bir ‘şeytani yeti’ gibi gösteren bazı tarikat çevrelerinin dillerine
doladıkları ‘arif’ tipin irşat ehli olduğuna işaret eden bir ima bile
yoktur. Tam tersine, ilimden nasibi olmayanların yoluna asla ve
asla uyulmaması buyrulmaktadır. Bu emir verilirken yol tabiri-
nin kullanılması ayrıca mucize bir ihbardır:
“Dosdoğru ve dürüst biçimde yol alın ve bilgiden nasipsizlerin yolunu
sakın izlemeyin.”-Yunus, 89
İlimden nasipsizlerin çağıracağı şey, heva ve heves-boş ve bitmez
arzular olur:
“Daha sonra seni, iş ve yönetimde bir şeriat/bir yol-yöntem üzerine
koyduk. Artık ona uy! İlimden nasipli olmayanların keyifleri ardınca
gitme! Kuşkun olmasın ki, onlar, Allah karşısında sana hiçbir yarar
sağlayamazlar/Allah’tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramaz-
lar.”-Casiye, 18-19

Heva ve heves, dürtüler, sübjektif bakış açıları demektir. Objek-


tif değerlere ve gerçeğe ulaşmanın yolu ilimdir. İlim dışındaki
değerlerin tümü, irfan ve iman dahil, sübjektiflikten kurtulamaz.
Kur’an, yine mucize bir yaklaşımla, ilme hiçbir kötülük ve çirkin-
lik izafe etmemiştir ama imana etmiştir. Bakara suresi 93. ayet,
Yahudilerin sapmalarını eleştirirken esrarlı üslubuyla insanlığa
muhteşem bir ders vermekte ve imanın çirkinliklere alet edilebile-
ceğine vurgu yapmaktadır:
“Hani, sizden şu yolda kesin söz almıştık da Tur’u üzerinize kaldırmış-
tık: ‘Size verdiğimizi kuvvetlice tutun ve dinleyin!’ Şöyle demişlerdi:
‘Dinledik ve isyan ettik.’ İnkârları yüzünden gönüllerine dana içirildi.
De ki, “Eğer müminlerseniz, ne kötü şeydir size imanınızın emret-
mekte olduğu!”-Bakara, 93

Kur’an, cevher olarak ilme kötülük izafe etmiyor ama cevher ola-
rak imana çirkinlik ve kötülük izafe ediyor. Çünkü ilim objektiftir;
daha doğrusu ilimden söz etmemiz için objektiflik şarttır. İmanın
objektifliği söz konusu edilemez. İmanda asıl olan sübjektivitedir.

Bu olgu, çok iyi anlamlara kaynaklık edebileceği gibi çok kötü


anlamlara da kaynaklık edebilir. Sübjektivite demek nefsin alanı
demektir. Nefsin karıştığı şeyde genellikle hayır aranmaz. Hayır
aranmayacak şeyin de ardından gidilmez.

İlimsiz irşadın tehlikeli görünümlerinden biri de ‘hadis eğlencesi sa-


tın alarak’ insanları ilimsiz bir şekilde saptırmaktır. Bu noktaya
parmak basan ayet, İslam tarihinin asırlık sıkıntılarından birine
mucize bir biçimde dikkat çekmektedir:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce saptırmak
için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böy-
lelerine rezil edici bir azap vardır.”-Lokman, 6

Kur’an’a göre, peygamberlere gelen vahiy de yeryüzüne indikten


sonra ilme dönüşür. Ondan yararlanmak için ilmi devreye soka-
caksınız. Vahiy, epistemolojik olarak ilim üstüdür diyebilirsiniz,
vahyin getirdiği bilgi ile bilimin kazandırdığı bilgiyi, elde edilişleri
açısından tartışabilirsiniz ama unutamazsınız ki, vahyin getirdiği
bilgi ile bilimin kazandırdığı bilginin kaynağı tektir: Varlığın esası.

Siz bu ‘esas’a, inanç ve anlayışınıza göre, Tanrı diyebilirsiniz, ta-


biat diyebilirsiniz; bunlar yöntem ve tercih işidir.
Gerçek olan şudur: Eğer insanın müdahalesiyle kirletilmemişlerse,
vahiyle bilimin verdikleri bilgiler arasında çelişme ve uyumsuzluk
yoktur, olamaz.

Buna rağmen, Kur’an burada, bir sigorta koymuştur. Bilimin veri-


leriyle aklın verileri arasında çelişme veya zıtlık imajı doğarsa öncü-
lük, komutanlık, düzelticilik rolü bilime verilecektir. Neden? Çünkü
vahiy dediğinizde iman, iman dediğinizde ise sübjektivite söz ko-
nusu olur. O halde, komutanlığı sübjektiviteye veremeyiz, komu-
tanlık objektivitenin, aklın ve bilimin olacaktır.

Kur’an’ın en hayati tezlerinden biri şudur: Vahiy ilme teslim edilme-


dikçe ondan hayır gelmez.

Atatürk Ne Yaptı?

Atatürk’ün gözünde bilimin öncülüğü, hayatın ve mutluluğun garan-


tisidir. Atatürk’ü hatırlayalım, bütün yapıp ettikleri ilim ve aklın
öncülüğündedir. Bu öncülüğü söyleme dönüştürdüğü söz şu:
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”

Atatürk’ün bu sözü, Kur’an’ın iki yüze yakın ayetinin Türkçe ifa-


desidir. Biraz daha Kur’anileştirerek söyleyelim:
“Hayatta tek mürşit ilimdir.”

Atatürk, tam bir Kur’ani yaklaşımla, insan fıtratının dinsizliği red-


dettiğini, hiçbir insanın yaradılış bakımından dinsiz olamayacağını
ifade etmiştir. Bütün mesele, imanı ilimle aydınlatmak ve olumlu
üretime sokmaktır. Bu konuda, İzmir İktisat Kongresi’nde, bir bü-
yük İslam düşünüründen beklenecek güzellik ve ihtişamdaki şu
sözleri söylüyor:

“Bugün biliyoruz ki, Batı’da dinsizliği kendine meslek yapanlar var-


dır. Fakat bence, dinsizim diyen, mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz
olmanın imkanı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem.
Yalnız bu sözü ne için söyledim, arz edeyim.”

“Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin


tercih edilmesi söz konusu olabilir. Bittabi biz, mensup olduğumuz
dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanı-
mız da vardır. Fakat bu iman, aydınlanmak lazım, güzel ve iyi olmak
lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf in-
sanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için
çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz.”-ABE. 15/97

Atatürk’e göre, ilim, dinin anlaşılmasında da mürşit konumun-


dadır. Bu kabul tamamen Kur’anidir ve Atatürk’ten önce çok az
Müslüman aydın tarafından dile getirilmiştir. İlme övgü, elbette
ki bol bol yapılmıştır ama ‘ilmin, dinin anlaşılması ve işe yarama-
sında da mürşit mevkiinde olması gerektiği’ şeklinde net bir ilke
telaffuz edilmemiştir. Atatürk, 1 Mart 1923 günü, TBMM’nin 4.
toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada dinin ilimle buluşturul-
ması yönünde, daha önce bir benzerini göremediğimiz muhteşem
bir kararlılığa şöyle temas ediyor:

“Tetkikat ve Te’lifatı İslamiye Heyeti’nin vazifeleri arasında hikme-


ti İslamiyeyi Batı’nın ilmi ve felsefi teorileriyle mukayese ve İslami
kavimlerin itikadi, ilmi, içtimai, istatistiki, iktisadi hayatlarına ait
işleri incelemek ve neticelerini yayımlamak, anmaya değer ehemi-
yete sahiptir. İnceleme için bir kütüphane tesis edildi. İstanbul’dan,
Avrupa’dan ve Mısır’dan bir kısım mühim kitaplar getirtildi. Ehem-
miyetli birçok kitap da Avrupa ve Mısır’a sipariş edildi. Şer’iye
Vekaleti, medreselerin birleştirilmesini ve asri müessese haline
getirilmesini hedeflemektedir. Vekâlet, asri müçtehit ve müfessirlere
kaynak olmak üzere bir Külliyei İslamiyye vücuda getirmeye büyük
ehemmiyet atfetmektedir.”-ABE. 15/175

İlim Ve Hikmeti Her Yerden Almak:

İlim ve hikmet neredeyse oradan alınır. İlim ve hikmet Allah’ın


nurudur; onun vatanı olmaz. Onun ‘düşman coğrafyası hiç olmaz.’ İlim
ve irfanın kaynağı ve sahibi Allah, yeryüzünün maliki de Allah’tır.
Yani mal da onundur, malın bulunduğu mülk de.

Bunun içindir değişik gerekçelerle mücadele ettiğiniz kişi ve top-


lumun, devlet veya kavmin bile ilim ve hikmet birikiminden yarar-
lanmanız bir zaaf ve güçsüzlük değildir; hele hele onursuzluk hiç
değildir. Kaldı ki, biraz geriye gittiğimizde görüyoruz ki, bu ilim
ve hikmetin bugün kümelendiği coğrafyalara onları bizim Müslü-
man ecdadımız kazandırmıştır. O halde, bunları oradan alırken
herhangi bir komplekse düşmemiz gerekmiyor. İlim ve hikmette
öne geçmiş kitlelerden bu değerleri alırken, onların kavmiyetçi,
egoist zulümlerine teslim olmamız da gerekmiyor. Bu zulümlere
karşı onlarla savaşır, o ilim ve hikmet birikimini onlardan pekala
alırız. Onlar da bizden aynen böyle almışlardı. Bir yandan Haçlı
Savaşları ile üstümüze çullanmış, öte yandan İslam-şarkın olanca
ilim ve kültür değerini talan edip götürmüşlerdi. Şimdi biz, bu
talan edilmiş malımızı geri alacağız. Bu geri alış, Batıcılık veya
Batı’ya teslim olmak değildir.

Atatürk bu iki noktayı birbirinden çok güzel ayırmıştır. Dincilik


bunu elbette anlar ama işbirliği içinde olduğu haçlı efendileri izin
vermediği için telaffuz etmez. Atatürk, bu ayırımı yapma hakşi-
naslığını, şahsiyet ve dirayetini kendine yakışır melâmet ve açık
yüreklilikle, Milli mücadele’nin başladığı günlerde bile göstermiş-
tir. Dahası var: Bu ayrım, İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920
günü Heyeti Temsiliye reisi Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan
protestoda bile yer almaktadır:
“Bu işgalin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın de-
ğil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırak-
makla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesuliyete son
defa bir kere daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.”-ABE. 7/121

27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık
seslenmiştir:

“Medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız.


Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. Bu ilim ve fen nerede ise oradan
bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen
için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz bu yüce emri ihtiva ettiği içindir ki,
ekmel dindir. Dinimiz, ilim ve fenni putperest memleketlerde aratır,
ta Çin’de bile aratır. Bu hakikatleri bütün milletin bilmesi lazımdır.”
-ABE. 14/44-45

Müdafaai Hukuk zihniyet ve dirayeti, bütün bunların adını, her


anlama gelecek bir kaypak tabir kullanarak ‘Batılılaşmak’ olarak
koymamıştır. Kur’ani-Muhammedi taleplere tam tamına uygun
bir adlandırma seçmiştir:

‘Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak.’


yani, ‘kaybolmuş malımız olan hikmeti nerede bulursak oradan
almak’ veya ‘ilmi Çin’de bile olsa gidip almak.’

Takvanın Gerçek Anlamına Kavuşturulması:

“İlmin olsa ne yazar, bilgi şeytanda da vardı; ben senin bilgine değil,
dindar olup olmadığına bakarım” teranesi, örtülü biçimde Allahlık
ilan eden vahim bir müşrikliktir. Ve Müdafaai Hukuk devriminin
yıktığı putperestliklerin başında gelenlerinden biri de budur.

Bir defa, şeytanın, ilmine rağmen veya ilmi yüzünden battığını iddia
etmek Kur’an dışı bir yalandır; şeytanın oyununa gelmenin, şeytan
uşaklığının göstergesidir. Kur’an bunun tam aksini söylemektedir:
Şeytan, onca ibadet ve itaatine rağmen cehalet ve inadı yüzünden
batmıştır; onca ilmine rağmen, ibadetsizliği yüzünden batmamıştır.
O halde, İslam dünyasında şeytan uşaklığı yapanlar, ibadet methi-
yeciliği adına ilmi tepeleyenlerdir.

“Ben senin dindarlığına bakarım” sözünü söyleme hakkı yalnız Al-


lah’ındır. Çünkü takva sadece ve sadece O’nun la kulu arasında bir
değer ölçüsüdür; kulların kendi aralarında değil. “Ben senin din-
darlığına bakarım” sözünü insan söylediğinde kendini Tanrı’nın
yerine koymuş olur. Bu söze dayandırılan iddia, Allah’ın yerine
‘ibadet adlı bir put’ koymaktır. İslam dünyası asırlardır bu putun
yaydığı kahrın acıları içinde kıvranmakta ama sebebin farkında
olamamaktadır.
İbadetleri Allah’a vardıran araç olmaktan çıkarıp Allah’ın kendisi
yaptılar. Bunun içindir ki, ‘Allahsızlık’a yüklenmesi gereken bütün
anlamlar ibadetsizliğe yüklenir oldu. Bu, din ve İslam konusunda tam
bir sapıklık, tam bir felakettir. Bu sapıklık, Kur’an’ın temel buyruk-
larından birini dinin dışına çıkardı. Şu gerçek unutuldu, unuttu-
ruldu:
Dinler tarihinde Kur’an’ın yıktığı belalardan biri de ibadetin imanla
eşitlenmesidir. İslam amentüsündeki “Amel imandan bir cüz değil-
dir” ilkesi belayı yıkan ilkedir. İslam dünyası bu ilkeyi bin küsur
yıldır kitaplarda korudu ama hayata geçirmedi; hayatında bunun
tam tersini egemen kıldı. Ve mutluluğa gidecek yolu kendi eliyle
tıkadı.

“Dindar değil” damgasının açtığı seri iftira ve hezeyan kampanya-


ları vardır. Bu kampanyalar, İslam tarihinin de Türk tarihinin de
en karanlık, en zalim sayfalarına vücut vermiştir. Milli Mücadele
tarihinin en kahırlı sayfaları da bu sayfalardır.

Raiyye, Millet Ve Ümmet:

Halkın kafasını sürekli karıştıran ama bu karışıklığı yıllardır dü-


zeltemeyen ‘dayatma Atatürkçüleri’-veya Atatürk dayatmacıları
dillerine şunu hep pelesenk etmişlerdir: ‘Atatürk bizi ümmet ol-
maktan çıkarıp yurttaş yaptı.’
Bu söz her harfiyle bilgisizlik, tutarsızlık, dayatmacılık ve zavallı-
lık ifade ediyor. Anlaşılan o ki, bu sözü sakız gibi çiğneyip duranlar
ne ümmet kavramını biliyor ne de Atatürk’ün ne yaptığını.

Bir defa, Atatürk’ün yaptığı işin karşıtı ümmetçilik değildir. Tam


tersine, bir Anadolu hümanisti olan Atatürk’ün yaptığı iş, İslam açı-
sından tam bir ümmetçiliktir. Yani Atatürk, İslam’ın Arap-Emevi
ideolojisi olmaktan çıkarılıp evrensel bir insanlık dini olmasına
katkı vermiştir. Sırf cehalet yüzünden, Atatürk’ün yaptığı işi yan-
lış tanıtıp meselenin esasını bilenlerin tepesini attırmanın ve Müs-
lüman halkı Atatürk’e tepki duymaya adeta teşvik etmenin anlamı
nedir? Neden cehaletini yenmez bu insanlar?! Yenmez de onun
zarar faturasını bu halka ve Atatürk’e çıkarırlar!

Ümmetçilik, İslam’ın hümanist çehresini ifade eder. Ümmetçiliği,


daha İslam’ın en bakir döneminde Emevi Arabı yıkıp tarumar et-
miştir. İslam’ın asırlardan beri ümmetçi yanı kalmamıştır; onun
yerini Arapçılık, hatta Arap milliyetçiliği almıştır. Kastedilen buy-
sa bunu, ait olduğu kelimelerle vermek gerekir. Evet, Atatürk,
Türk milletini Arapçılık ve Arap ideolojisi tasallutundan kur-
tarmış ama bu, ‘ümmetçilikten kurtarma’ değildir, öyle ifade
edilmemelidir. Mesela, Emevi dinciliğinden kurtarmak veya Ara-
bizmden, Arapçılıktan kurtarmak tabirleri kullanılabilir. Eğer kast
edilen ‘Padişah ve saray kulluğundan kurtarmak’ ise bunu ümmet-
çilikle ifade etmek de tamamen cehalettir. Bunun adı, müşriklik-
ten, putçuluktan kurtarmaktır ki, bu eserde ayrıca incelenmiştir.
-Ümmet kavramının Kur’ansal yapısıyla ilgili ayrıntılar için bizim
‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Ümmet maddesine ba-
kılmalıdır.
Ümmetçiliği, Müslüman dünya ile bağları koparıp Hıristiyan
Batı’ya teslim olmayı kutsallaştırmak için bir tür sövme aracı
olarak kullandılar. Atatürk’ü, bu anlamda da ümmetçilik karşıtı
gösteremezsiniz. Atatürk, Müslümanların birliğini, beraberliğini de
bir hasret olarak içinde taşımış ve bunu hayata geçirmek için şartları
ve zamanı beklemiştir. Hayat ona, maalesef bu hasretini hedefine
vardırma imkanı vermedi. Ama bu hasretini tarihin kulağına da
vicdanlara da iletmiştir. Ümmetçiliğe habire sövenler bütün bunları
yok farz ediyorlar. Veya bilerek yok gösteriyorlar.

Şimdi, Atatürk’ün o hümanist dehasına yakışır bir ferasetle bu,


‘Müslümanların Birliği’ne yani ümmetçilik meselesine nasıl baktığı-
nı ve bu konuda nasıl fırsat ve zaman kolladığını, bunun için hangi
fedakarlıklara katlanabileceğini, bu arzusunun gerçekleşmesinde
engel gördüğü Batı’yı nasıl yerden yere çaldığını onun o melamet
ahlakına yakışır dürüst kelamından dinleyelim:
21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı
Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, rozet Atatürkçülerinin asla
gündeme getirmedikleri şu sözleri de söylemiştir:

“İmparatorluğun idare tarzındaki kabalığın doğurduğu birçok hoşnut-


suzlukları da nazarı dikkate almak icap eder. Ben şahsen bütün camia
için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hasıl olmuş bulunan zihniyet-
ler, bizi birbirimize yaklaştıramayacak kadar mühim idi. Bu sebeple, ben
bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk
olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yapar-
ken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış
insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış
anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların
birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.”

“Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İs-


lam devleti olmasıdır. İsterlerse Suriyeliler bizimle dost olurlar veya-
hut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde bağımsız
bir Suriye İslam devleti kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemi-
yorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat ev-
vela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik in-
sanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler böyle
düşünmelidirler. Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulun-
dum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye’nin daha birçok
şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra kumandan olarak da bulundum.
Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonun-
da Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. Suriye’ye, Irak’a
bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa ‘Bunu başkasına söyleme, seni
asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi bugün Tür-
kiye, Suriye ve Irak, ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacak-
lardı, bağımsız Suriye, Irak ve Türkiye.”
“Suriyeliler henüz olgun değillermiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun
olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar
ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef
bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini
kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Bu namus
meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele,
Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hat-
ta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu
yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans
yarın Suriye’ye ve Şam’a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere
ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki,
ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fran-
sızlar engel olursa Fransızlara da söyleyeceğimiz sözler vardır. Ona
da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi.
Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni
ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi
terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz,
ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz
iseniz her şey yaparlar.”-ABE. 30/120-122

Tanrı ve tarih, Müslüman milletlerin şu Mustafa Kemal’e yaptığı nan-


körlüğün cezasını çok ağır biçimde ödetecektir.

Ödetme başlamıştır ve ağırlaşarak devam edecektir. Hızlı bir biçim-


de Afganlaştırılan Türkiye, bu ödemeyi yapacak ülkelerin elbette ki
başındadır.

Şimdi, ‘Raiyyeliğin Reddi’ başlığımızı değerlendirmeye devam ede-


biliriz.
Raiyyeleşmek, Yaratan’dan başkasına kul olmanın giriş kapısıdır.
Raiyyeleşmeyi reddedemeyenlerin kula kulluktan çıkıp Tanrı’ya
kul olmaları mümkün değildir.

Raiyye ve raiyyeleşme tabirlerinin Kur’an’da olduğu bile söylen-


medi halklara. Tarihin önündeki hakkımı kullanarak diyorum ki,
Anadolu halkına bu tabirin ve buna bağlı emrin Kur’an’da yer al-
dığını ilk kez bu satırların yazarı söylemiştir. “Raiyyeleşmeyin!”
buyruğu-Bakara, 104 Kur’an’ın bugüne değin yapılan meal-
lerinde, saray ve saltanat rahatsız olur diye saklanmıştır. Ayeti
Kur’an’dan çıkaramayacakları için buyruğu saklama sadedinde
ayeti tağyir ve tahrif etmiş, böylece mesajı halktan saklamışlar-
dır. Klasik Arap-Emevi dinciliğinin bu, ‘halktan saklama’ işindeki
‘dinci’ ustalığı, engizisyon papazlarına taş çıkartacak bir şeytanlık
manzarası arz eder.

Raiyyeleşmek, sürüleşmek demek. Sürüleşince, birine “Bize çoban


ol” diyeceksiniz. Biraz önceki kayıtta gördüğümüz gibi, Vahdettin
de böyle diyordu.
Müdafaai Hukuk öncüleri ve özellikle onların başbuğu ise millete,
Millet Meclisi kürsüsünden hitap ederken ‘vicdanımızın kıblesi’
diyor. Fark burada: Millet, birine göre davar sürüsü, ötekine göre
ise ‘vicdanın kıblesi.’ Bunları Kur’an vicdanıyla düşündüğümde
şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum:

Bu millet, Mustafa Kemal’in hakkını nasıl ödeyecek? Ve onun mira-


sına yaptığı ihanetin faturasını nasıl ödeyecek?

Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun, 1 Mart 1923 günü Meclis’te yaptığı


konuşmanın sonu, onun, milleti nelerin kaynağı ve sahibi olarak
gördüğünün tarihi belgesi niteliğindedir. Şöyle sesleniyor:

“Muhterem ve muazzez arkadaşlarım! Hep beraber ihtiram bakışları-


mızı, vicdanımızın kıblesi olan millet muhitine dikelim. Orada fazi-
letin, vefa ve sadakatin, yenilik arzusunun, hakimiyet ve bağımsızlık
aşkının söndürülemez ateşi yanmaktadır. Bu mukaddes ateş kendi
içindeki cehaleti ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımız önüne di-
kilecek bütün engelleri yıkacaktır. Bu muazzam iradenin huzurunda
büyük bir hürmet ve bağlılıkla eğilelim.”-ABE. 15/184

Mustafa Kemal milletten şu sözlerle de bahsetmektedir:

“İlham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir.”-Age. 17/47


“Hayatımdaki en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gör-
düğüm itimat ve destektir.”-Age. 18/364

Ve Kastamonu’daki 30 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında bir


varlık kanununu ifadeye koyuyor:

“Milletimizde gelişme kabiliyeti mevcut olmasaydı, bunu yaratmaya


hiçbir kuvvet kudret kafi gelmezdi. Herhangi bir gelişme vaziyetin-
de bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan
düşer gibi filan gelişme mertebesine ulaştırmanın imkansızlığı izaha
muhtaç değildir.”-Age. 17/293-294

Millet ve millet için çalışmak dendiğinde, akla ilk gelen sorulardan


biri, belki de birincisi para meselesi olarak belirginleşir. Millet için
çalışmak, ama bunun maddi desteğini, parasını kim karşılayacak?

Milletten para almak, gerekçeniz ne olursa olsun kolay iş değil-


dir. Atatürk, milletini bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı bilen
bir lider sıfatıyla bu konuyu da Türk milleti adına cevaplamıştır.
Şöyle diyor:
“Efendiler! Senelerce evvel bu memleket, bu millet büyük bir felake-
tin içinde bırakılmıştı. Ben, memleket ve milleti, düştüğü felaketten
çıkarabileceğim kanaatiyle Anadolu’ya geçtiğim ve maksadın icap
ettirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para ol-
madığını beyan etmeliyim. Fakat parasızlık, milletle beraber atmaya
yöneldiğim koca adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya
dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi
müşkülat ve engeller kendiliğinden halloldu.”

“Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen iş-


gal etmiş düşman ordularını bu topraklardan atmaktan bahsettiğim
zaman bana en şuurlu, en uzak görüşlü oldukları iddia olunan zevat,
bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsettiler. Ne ka-
dar paran vardır veya nereden, nasıl para bulabilirsin gibi sorular yö-
neltiyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: Türk milleti, teşebbüsün
ciddiyetine kanaati halinde, onun gerektirdiği kadar servet kaynağını
müteşebbislerin emrine amade kılar.”

“Hükümet teşekkül ettiğinde onu teşkil eden kişilerin dahi bana,


‘Hükümet teşekkül etti fakat devlet ve hükümetin idaresi için nere-
den para alacağız?’ dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap çok sade
olmuştu: ‘Mesainiz devleti, milleti kurtarmaya yönelik olunca ve bu
hedefiniz büyük Türk milletince malum olunca sorunuz tekerrür et-
meyecektir.’ Türk milleti, kendi için, kendi geleceği ve selameti için
çalışan müteşebbisleri ve heyetleri müşkülat karşısında bırakmaya-
cak kadar yüksek vatanperverlik ve yüksek şeref hissiyatıyla donan-
mıştır.”-ABE. 18/283

Millet, Milletin Hükümeti Veya ‘Halk Hükümeti’:

19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerin-


de o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti
yapmaktadır:

“Hükümetimizin şekli, gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen


uygundur. ‘Bunun şekli yoktur, vaziyeti yoktur, şüphelidir belirsizdir’
demek, elbette isabetli olamaz. Fakat belki saygıdeğer arkadaşları-
mızdan bazılarıyla öneri yazarı beyefendinin söylemek istediği başka
bir şeydir. Yani, ‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist
bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi
söylenen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular!”

“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir


hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bi-
limsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir.
Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu
öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi
ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilatı Esasiye Kanu-
nu’muzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin
ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet
ve yetkisini açıklamıştır. Şekli belirlenmiştir. Fakat sosyolojik açıdan
bile düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için
çalışan gayret ve emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Konumumuzu
bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan
bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır.
Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yat-
mak ve hayatını çalışmaktan arınmış geçirmek isteyen insanların bi-
zim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur.”

“Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak is-


teyenbir sosyal meslektir. Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, ba-
ğımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce
bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen
kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği ta-
kip eden insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle ve
açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya da-
yanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz; fakat ne yapalım
ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir
şeye benzemiyormuş!”

“Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü


biz bize benziyoruz efendiler.”-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211-212

Fena Fil Millet Olan Adam:

Tasavvufun önemli ıstılahlarından biri de ‘fena olmak’ ıstılahıdır.


Mistik yolcunun, amacı olan şeyde eriyip yok olması, iradesini
onun iradesinde eritmesi, bir tür ‘o’ olması demektir. Fenanın sı-
rasıyla üç mertebesi vardır; 1: Fena Fil Mürşit, 2: Fena Fil Resul, 3:
Fenafillah.

Bu ayırımın Kur’an açısından doğru olmadığını söylemek zorunda-


yım ama ayrıntılara girmenin yeri burası değildir. Toplumumuzda
derin izleri bulunan sufi anlayıştan yürüyerek bir değerlendirme
yapmak istedim. Böyle yaparak Atatürk’e de bir fena makamı
vermek istersek onun bu makamı ‘fena fil millet makamı’ olacak-
tır. Gerçekten Atatürk, fena fil millet olmuş bir insandır. Bunda en
küçük bir tereddüt göstermek tarihe, akla, irfan ve vicdana ihanet
etmek olur.

Atatürk, milletiyle münasebeti açısından nedir? Vahdettin gibi


‘millete çoban’ mı, yoksa diğer bütün sultanlar gibi ‘Allah’ın yeryü-
zündeki gölgesi’ mi? Hayır, hiçbiri değil. Ne olduğunu, bizzat ken-
disi, bir büyük melaminin azizlik ve temizliği içinde bakın nasıl
anlatıyor:
“Sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi mil-
letin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe
bütün bu devirlere ait bir toplum meselesinin açıklanmasını ve ortaya
konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden bekle-
mek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.”

“Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürme-


timden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum.
Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz;
kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgi-
liniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi,
bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir
sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar
büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi
ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben,
mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeye-
ceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar
ediyorum.”-ABE. 17/45

2 Aralık 1925 günü gazeteciler ve kumandanlarla konuşmasında,


kendisinin ‘Sürekli Cumhurbaşkanlığı’ ile ilgili şöyle diyor:

“Birçok yerlerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe


reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır.”
-ABE. 18/127

12 Haziran 1925 günü, yani Türkiye’de ve dünyada güç, şöhret ve


itibarının zirvesinde olduğu sırada, milletiyle bütünlüğünün, mil-
letinde eriyip yok olduğunun ifadesi olan şu konuşmayı yapıyor:

“İki Mustafa Kemal vardır; biri karşınızda oturan ben; et ve kemik,


fani Mustafa Kemal. İkinci bir Mustafa Kemal var onu ‘ben’ keli-
mesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler,
memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni mefküre için
uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını tem-
sil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını
tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümre-
nin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukad-
der olan Mustafa Kemal odur.”-ABE. 17/255

5 Ocak 1925 günü Konya’da yaptığı şu konuşma, Müdafaai Hu-


kuk devrimi ve Atatürk meselesinin tarihe ışık tutan bir vicdan
belgesi gibidir:

“Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz. Hayatımız, bütün


faaliyetimiz memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe hareket edenlere
karşı mücadele ile geçmiştir.”

“Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün haya-
tımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.”
“Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle za-
rarlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz
vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak
isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal niza-
mımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar ola-
mayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık
talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet
menfaatını her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149

İzmir suikastında cezaların verilmesini ve infazını, kendisine yönelik


bir hareketin mahkumiyeti olarak düşünmüyor, Türk devlet ve
milletine yönelen bir ‘irtica’ yani dinci hıyanet olayı olarak düşünü-
yor. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları
söylüyor:

“Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri set çeken engelleri kal-


dırmak ve genel hayata muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıta-
larını vermek için sarf ettiğiniz mesainin bütün milletin tasvibine
kavuştuğu muhakkaktır. İhtiraslarını ve içlerinde gizlediklerini mil-
letin selameti yolunda tatmin edilmemiş görenlerin boğazlanmışça-
sına teşebbüsleri milli irade karşısında daima kahrolmuştur ve dai-
ma kahrolacaktır. Suikast hadisesi naçiz şahsımızla alakası itibarıyla
değil, fakat Türk milletinin merdane vasıflarına yaraşmayan ve millet
vekaleti gibi yüksek bir itibar mertebesini tecavüz vasıtası kılmayı
düşünecek kadar soysuzlaşan irticai bir zihniyet göstermek itibarıyla
üzücü olmuştur.”-ABE. 18/297

İzmir suikastıyla ilgili böyle düşündüğü halde birçok sanığın


mahkumiyetini bizzat devreye girerek önlemiştir. Mustafa Kemal’in
Türk milletini nereden nereye taşıdığının göstergesi bu bakış açı-
sının, bu şahsiyet ve yüceliğin iyi mütalaa edilmesindedir.

Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yönetenlerin hangisi, vicdan rahatlığı


içinde şuraya kadar verdiğimiz Gazi söylemlerinin altına imza atabi-
lir?! Bize göre, hiçbirisi. Evet, onların hiçbirisi böyle bir çap ve haysi-
yet taşımıyor. Bir şey daha: Atatürk’ü, ‘her şeyi kendine bağlayan, her
şeyi kendinden bilen, Milli Mücadele’nin bütün hasenatını kendine,
söz konusu olabilecek bütün seyyiatı da millete yüklemekle itham
vicdansızlığını gösteren’ dinci-bölücü propagandacılar, bu sözleri oku-
yarak tövbe istiğfarı hiç düşünmezler mi?

Saltanat dinciliği, eleştirdiği bazı yanlışların, Atatürk’ün değil,


onun çevresini saran beleşçi dalkavukların hezeyanları olduğunu,
Atatürk tarafından her seferinde reddedildiğini elbette ki biliyor.

Şeytaneti, böyle bir şeyi bilmemesine engeldir. Biliyor ama, he-


zeyanları esas sahiplerine mal etse Atatürk’ü övmesi gerektiğini
de biliyor. Onun için, dalkavuk hezeyanlarını Atatürk’e mal edip
ardından da onu eleştiriyor, ona saldırıyor. Yani hakşinas olma-
sı gereken yerde hakkı tepeliyor, hakka ihanet ediyor. Başka
bir deyişle, kinini tatmin uğrunda vicdansızlaşarak şeytana yoldaş
oluyor.

Tekrar raiyyeleşme meselesine dönelim:


Kur’an diyor ki, krallık sistemleri zulüm ve zillet sistemleridir.
Peygamberimiz bu Kur’ansal idraki ayrıntılarken şöyle buyuruyor:
“Krallıklar artık ayağımın altındadır.”
Şunu da duyuruyor:
“Kisra öldü, artık Kisra gelmeyecek; Kayser öldü, artık Kayser gel-
meyecek.”

Arapça’da, Kisra Doğu krallarının, Kayser de Batı krallarının un-


vanıdır. O halde, yüce peygamberimiz şunu fermanlaştırıyor:
Artık ne doğuda ne de batıda, krallık, padişahlık, sultanlık olma-
yacak, olmamalıdır. Hz. Muhammed böyle buyurdu, onun iman
evladı Mustafa Kemal de Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda bu-
nun icabını yaptı.

Bir de bugün yaşananlara bakalım: Bırakın kralı, kayseri, kisrayı


insanlığın yakasından atmayı, İslam dünyası Kelime-i Şehadet düş-
manlarının önünde sürüye dönmüş durumda. Ve bütün Ortadoğu
coğrafyasında, halklara, haçlı kodamanların hizmetini yapanlar
çobanlık etmede. Bu gidişe tahammül edenlerin kıldıkları namazın
Kur’an’ın emrettiği ve Muhammed’in kıldığı namaz olduğunu söyle-
yebilir misiniz? Söyleyenlerin imanından şüphe ederim.

Bir soru daha: Hz. Muhammed’in iman evladı olmaya, raiyyeleşmeyi


tarihe gömen Atatürk mü daha layık, bugünkü Arap aleminin yeme-
içme makinesi gibi çalışan kralları mı?

Bir soru daha: Türkiye’de İslam adına velvele koparan siyaset ve sal-
tanat dincileri, Atatürk’ü İslam’a aykırılığı yüzünden mi reddediyor-
lar yoksa raiyyeleşmeyi kaldırıp bundan nemalananların saltanatıma
son verdiği için mi?

Kur’an, ilkeler kitabıdır; ilkeleri koyuyor. Atatürk onları uyguladı.


İlahiyatçı olduğu için veya dini yönetim peşinde olduğu için değil,
aklın ve yaradılışın sesini vicdanında duyduğu için uyguladı. Böy-
le olunca da Kur’an’la net bir biçimde örtüştü.
Kur’an’la örtüşmek, ‘din yaygarası koparmakla’ olmaz; aklın ve bili-
min taleplerine uymakla olur.

Anlaşılan o ki, Müslüman’ın esas meselesi İslam’ı yanlış anlamak-


tır. İslam dünyasının esas derdi, teolojiktir; ekonomik falan de-
ğil. İslam dünyası ya bu yanlış anlamayı terk edecek yahut da bu
yanlış anlama İslam’ı bitirecek. Müslüman, ne yanlış anlamaktan
vazgeçiyor ne de yanlış İslam’dan. Asırların irinleştirdiği bir dert-
tir bu. Çok ciddi neşter vurulmadan iyileşmez. Atatürk çok ciddi
bir neşter vurdu ama kıymeti bilinmedi.
Onun için ben, TBMM’de ne zaman bu konuları konuştumsa
Atatürk’ün iki vasfına mutlaka işaret ettim. Dünyanın her yerinde
bahsettim ama özellikle TBMM’de. Türkiye’yi işgalci postalından
kurtarmış, bağımsızlığımızı sağlamış ve Türk-İslam aydınlanmasının
önünü açmış olan Mustafa Kemal dedim. Atatürk bu ikisini birden
yapmıştır.

Atatürk’ün yaptığı, Türk halkını raiyyeleşmekten kurtarıp millet


olma noktasına taşımaktır. Atatürk bu halkı raiyyeden millete dö-
nüştürdü ama bu millet aradan bir asır geçmeden tekrar raiyyeliğe
dönmeyi tercih etti.

Millet Nedir?

Kur’an’da ‘topluluk’ ifade etmek üzere kullanılan kelimelerden


biri de ‘millet’ kelimesidir. Yaklaşık yine bu anlamda ‘kavim, raht,
cemaat, hizip, şia’ kelimeleri de kullanılır. Din ve şeriat sözcükle-
rini de aynı zamanda ‘millet’ anlamında değerlendiren bilginler
vardır.

Bu satırların yazarı, Türk diline kazandırdığı ‘Parantezsiz Kur’an


Meali’nde millet kelimesini aynen korumuş, Türkçe çeviriyi ‘mil-
let’ olarak aktarmıştır. Aksini yapmanın büyük kayıplara neden
olacağı düşüncesindeyiz. Çünkü Kur’an, Türkçe’de yaklaşık aynı
anlama alınabilecek birkaç kelimeyi kullanmışsa, bunları birbiri-
nin yerine tercüme etmek büyük hata olur. Sırrına varmak yerine
hepsini aynı anlamda çevirip işin içinden çıkmak, ilim adına say-
gın bir tavır olamaz. Araştırmak, biraz da hayatın yapacağı tefsiri
beklemek gerekir. Kur’an’ın en iyi müfessiri zamandır. Mademki
aynı anlamda filan kelimenin değil de falan kelimenin kullanılmış
olmasındaki ince sırrı yakalayamıyoruz, o kelimeyi aynen korur,
tam maksadının zaman tarafından belirlenmesini bekleriz. Acele-
miz ne?

Kur’an’a karşı cüret ve bilgiçlik olmaz. Kur’an karşısında cüret ve


bilgiçlik yoluna saparsanız Kur’an sizi yere serer. Ve sırlarını sizden
saklar, mana kapılarını size kapatır.

Kaldı ki, millet kelimesi Türkçe’de her gün kullanılan kelimeler-


den biridir. Neden tercüme edelim. Yapacağımız iş, Kur’an’ın onu
hangi maksatla, hangi anlamda kullandığının açıklanmasıdır. O
da çalışmakla olur. Türkçede zaten kullanılan kelimeyi benzeri
başka bir kelimeyle tercüme edip ‘işte tercüme ettim’ demek hüner
değildir. Açıklaman yoksa, kelimeyi aynen koru. Çünkü Türçede
kullanılıyor.

Atatürk, Türk halkını raiyyelikten kurtarıp millet yaptı. Nedir Atatürk’ün


bu ‘millet’i?
Önce kendisini dinleyelim. O günlerden çok bugünlere çözüm ge-
tiren bir reçeteyi andıran şu sözleri ibretle okuyalım:
“Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir
unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana
gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim
kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır
ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif
İslam’i unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerinin karşılıklı hürmet ile
riayetkardırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırki, toplumsal,
coğrafi hukukuna daima riayetkar olduğunu tekrar ve teyit ettik ve
hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz
ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çer-
kez değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul
edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.”
-ABE. 8/157

Atatürk’ün bu ‘millet’i, Kur’an’daki millet anlayışına tıpa tıp uy-


gundur. Atatürk’ün ‘millet’i de tıpkı Kur’an’ın ‘millet’i gibi, ırk,
bölge, dil, renk ve sınıf üstü ve ötesi bir ‘birliktelik’ ifade ediyor.
“İbrahim’in milletine uyun!” diyen ayetteki millet tabiri de aynı an-
lamda bir tabirdir. Kavmiyeti, bölgeyi, rengi, sınıfı, dili, eti, kanı,
kemiği dışlıyor. Esas aldığı değerler, İbrahim’in şahsında ve mesa-
jında belirginleşen değerlerdir. Yani ideal, iman ve kader birliği esas
alınmıştır. Bakara 120’deki millet tabiri de böyle.

Millete Hesap Vermek:

Müdafaai Hukuk Başbuğu’na göre, millet, aynı zamanda kendisi-


ne hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Bu makama ver-
diği hesabı aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la
yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir
hakikatin ifadesidir:
“Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve
tarihte eşine az rastlanır.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 40

Şunu da unutmayalım ki, verilen hesap içinde-yani Nutuk’ta


820 kişinin adı geçmektedir. Bu kişiler, tarihin diyalektiğine sa-
mimiyetle sunulan nitelemelerle layık ve müstahak oldukları sı-
fatlarla hiç çekinmeden deşifre edilmişlerdir. Müdafaai Hukuk
Başbuğu’nun, tarihin o en büyük melamet erlerinden biri olan
Gazi’nin bir özelliği de layık olana layık olduğunu, müstahak ola-
na da müstahak olduğunu hiç tevil etmeden, hiç esirgemeden ve
acımadan vermektir. Bu şaşmaz ilkesine bağlı kalarak, Nutuk’ta
bazı kişilere ‘kahraman’ nitelemesi reva gördüğü gibi, bazılarına
da ‘korkak, hain, mürteci’ sıfatları vermiştir. Dediğimiz gibi, hiç
esirgemeden, hiç acımadan.

Eğer, gerçekten ve haysiyetle bir hesap vermeye girişilmişse, kişi-


lerin layık ve müstahak olduklarını da açık yüreklilik ve mertlik-
le telaffuz etme zorunluluğu vardır. Yoksa buna ‘hesap verme’
değil, idare-i kelam etme denir ki, haysiyetli adamların tenezzül
edeceği şey değildir.
Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile
getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle
diyor:

“Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesa-


bını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.”-Hâkimiyeti Milliye
gazetesi, 16 Ekim 1927

Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı ko-


nuşmada bir soru üzerine şöyle dile getiriyor:

“Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerinizi söylemeden önce


geçmişe ait olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süre-
gelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek, ödevim
olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek
demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken
bir ödev olduğuna göre sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve
bağışlayacağınızı umarım.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 43

Millet Ve Kavim, Milliyet Ve Kavmiyet:

Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’da yapılanın aynını yaparak millet


ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim de-
ğil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan
Nutuk’a hazırlık dosyasındaki notlarında şu satırlar var:

“Millet kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Şu farkla ki millet keli-


mesiyle siyasi teşekkül kast olunur; kavim-people kelimesi ise her
şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.”

“Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne


yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine
sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun
gibi, siyasi müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya
üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı milli bir bağ ile bağlı
kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete
mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir
surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine
en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.”

“Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek


siyasi müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet,
tarihin derin inkılaplarının mahsulü olan manevi bir unsur, manevi
bir ailedir. Arazinin şekliyle tayin olunmuş bir grup değildir. Bu fikir
üzerinde ısrar ederek, millet hakkında ancak eksik bir fikir veren ge-
çici ve ikinci derecedeki unsurları hariç bıraktıktan sonra Renan, ço-
ğunlukla pek ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini ilave
eder: Birisi zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri beraber
yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın mu-
hafazasına devam hususundaki iradedir.”
“Milli birlik meselesinde ırk ve dil ihtilafına rağmen anlaşılması lazım
gelen budur. Fakat müşterek fikrin belirmesine, hayati benzeyişler ile
köken birliğinin ahlak yakınlığı inşa etmesine müessir olduğu ilk esas
ki köken ve ırktır, bunların tesirini inkar etmemelidir. Her şeyin mu-
kaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır.
Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya kazanılmış haklara,
hususi karaktere sahip olması, kendisini kuşatan milletlerden farklı
bir uzviyet teşkil etmesi, çoğunlukla onlardan ayrı olarak asra paralel
gelişmeye çalışması keyfiyetine milliyetler prensibi denir.”

“Her kavim, hükümetinin şeklini tanzim etmek ve değiştirmek hak-


kına sahiptir. Bir kavim diğerlerinin hükümetine karışmak hakkına
sahip değildir. Bir kavmin hürriyetine tecavüz, bütün kavimlere te-
cavüz demektir. Millet, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri
ihtiva edebilir. Devlet, milletin ancak bir teşkilat unsurudur, şekillen-
mesidir.”-ABE. 18/317-322

Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine


yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram
ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuş-
tur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmak-
tan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle
şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum:

Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortak-evrensel medeniyet


fikrini ileri sürüyor.
Ve insanlığın birliğinin bu ortak-evrensel medeniyet etrafında vü-
cut bulmasını öneriyor. Türk milletini de bu ortak-evrensel me-
deniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle
açıklıyor:

“Biz, yabancılara karşı herhangi düşmanca bir fikir beslemediğimiz


gibi, onlarla samimi münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Mem-
leketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi
için de bu yegane medeniyete iştirak etmek lazımdır. Siyasetimizin,
ananelerimizin, menfaatlerimizin bizi fikir ve eğilim itibarıyla bir
Avrupa Türkiye’si, daha doğrusu Batı’ya yönelmiş bir Türkiye arzu
etmeye meylettirmesi olacaktır. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru
yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmeli-
siniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Vücutları-
mız Doğu’da ise fikirlerimiz Batı’ya doğru yönelik kalmıştır. Medeni-
yete girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Eğer
yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa
halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim ya-
bancı düşmanı olduğumuz söylenebilir.”-ABE. 16/148-149
Millet olmak nedir sorusu da önem arz etmektedir. Osmanlı hiç-
bir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader
meselelerini kotaran, var oluşunu sağlamak için sürekli hayatını
ortaya koyan unsur-Türk unsur ise en fazla ihmal edilen, hatta
horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o
unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun
bütün günahlarını ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan
unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf
ve hakşinaslıkla parmak basıyor:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, mil-


letin bağımsızlığı zararına, hayati menfaatleri zararına o kadar çok
şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız kendisinin mahvolmasından ve
çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin
hakiki sahibi olan milleti hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müş-
külata maruz bıraktı.”

“Vatan dediğimiz kutsi mevcudiyete genel bir bakışla bakalım. Onun


hayat namına, ümran namına her mazhariyetten mahrum bir siyah
toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah top-
rak sahasının altında defineler ve üstünde asil ve kahraman bir millet
yaşıyor.”-ABE. 16/77, 79

Kendi Kaderine Sahip Olmak:

Kendi kaderi hakkında söz sahibi olmak, insan onurunun bir gös-
tergesidir. Kur’an, bağlılarının bu onuru tüm canlılığıyla koruma-
larını istiyor. “Dinde baskı ve zorlama yoktur. Işıkla karanlık net bir
biçimde birbirinden ayrılmıştır.”-Bakara, 256 İlkesinin korumak
istediği temel değerlerden biri de andığımız onurdur.

Kur’an, bütün yaratıcılıkların çekirdeği ve motoru olan bireyin devlet


otoritesinin baskısı altında eriyip gitmemesi için yönetim erkinin ar-
kasına Allah’a vekaleti değil, topluma vekaleti koymuştur. Böyle yap-
mıştır ki, zulüm ve kötülüğe sapan yönetimler, kitlenin başından
uzaklaştırılabilsin. Bu buyruk, krallık sistemlerini fesat ve zulüm
sistemi olarak gösteren ayetle-Neml, 34 birlikte düşünülmelidir.

Davarlaşmaya giden yollar tıkanmıştır. Yönetimin ‘şura’ ve ‘biat’e


bağlanması, bunun tartışılmaz kanıtıdır. Şura, yönetenlerle yöneti-
lenlerin birbirlerini denetlemeleri sistemidir. Biat ise, yönetenlerin
yönettiklerinden sosyal mukavele ile yetki almalarını ifade eder.

Bunları bugünkü dünyada karşılayabilecek en uygun kelimeler


cumhuriyet ve demokrasidir.-Bu konularda geniş bilgi için bizim,
Yeniden Yapılanmak adlı eserimizin, İnsan Hakları ve Hukuk Devleti
bölümüne bakılabilir.
Kitlenin raiyyeleşmesi, yani davar sürüsüne dönüşmesi, yöneten-
lerin, halkı, ‘Allah’ın vekili’ sıfatıyla yönetmeleri halinde vücut
bulan bir beladır.
Kul’a Kulluk Bitmelidir!

Arap ve Arapçı Emevi yönetimi, bir yandan doğuşuna zemin ha-


zırladığı sufiliğin uyuşturucu söylemleriyle kitleleri iğdişleştirip
raiyyeye dönüştürürken bir yandan da uydurttuğu hadis patentli
sözlerle köleliği dinleştiriyordu. Hicri ikinci yüzyıl literatüründe
‘hadis’ adı altında arzı endam eden şu uydurmaya bakın:

“Kuyruk ol, sakın baş olma!”-Bu uydurmanın şeceresi için bk.


Elbani, el-Ahadis ez-Zaifa, 1/476, no: 305

Kaç asırdan beridir, Müslüman kitlelerin büyük çoğunluğu, kuyruk


yani görünürde Allah’ın kulu, gerçekte ise efendilerinin kulu. Bu
ikinci kulluk ‘müritlik’ adı altında yürütülüyor.

Mürit, iradesini efendisinin iradesine teslim eden kişi demek. Yani


iradesi ve aklı felç edilmiş kişi, insan suretinde robot. Kur’an’ın
deyimiyle abdi memluk, yani kendi iradesiyle köleleştirilmiş kişi.

Peki, “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”


-Fatiha suresi, 5 diyerek önünde secde ettiğimiz Allah’a kulluk
nerede? Efendisinin müridi-robotu haline gelen, yani Allah dışın-
da bir şeye veya kişiye teslim olan nasıl oluyor da Müslüman olu-
yor? Hem de birinci sınıf Müslüman!...

Müritten özgür bireye, yani maskeli şirkten tevhide geçmedikçe ölüm-


süz hiçbir şey üretemezsiniz. Demokrasiyi de kuramazsınız. Kula
kulluğun; bir çuval kömüre, üç paket makarnaya oy verdiren zil-
leti, demokrasiyi bir tuluat oyununa çevirip yozlaştırır. Müritten
insana geçmedikçe demokrasiye ulaşamazsınız; çünkü özgürlüğe
ve ‘yaratıcı ben’e ulaşamazsınız; insan suretinde robotlara ulaşır-
sınız. Bu robotlar sizin işlerinizi çok güzel görebilirler ama insan
denen varlığın yaratacağı değerlere asla imza atamazlar. Yani kısa
vadede karlı çıkarsınız ama uzun vadede hüsrana uğrarsınız.

Kişilerin Egemenliğinden;
İlkelerin Egemenliğine Geçiş:

Kur’an’ın kişiler egemenliğinden ilkeler egemenliğine geçişin dev-


rimini yapan onlarca ayeti vardır ama bunların ikisi bu gerçeğin
tam manifestosudur. Bu ayetler, Ali İmran 144. ayetle, A’raf 3.
ayettir. Birinci ayetin meali şu:

“Muhammed bir elçiden başkası değildir. Ondan önce de elçiler gelip


geçmiştir. O ölse yahut öldürülseydi ökçeleriniz üzerine gerisin geri
mi dönecektiniz? İki ökçesi üzerine gerisin geri dönen, Allah’a hiçbir
şekilde zarar veremez. Allah, şükredenleri ödüllendirecektir.”
Bu ayet iki devrimi birden gerçekleştirmektedir:

1: Vahyin bir kişide değil, bir kitapta mihverleştirilmesi;


Kilise, bu tevhit gerçeğini tersine çevirerek, tanrısal vahyi İsa’nın
kişiliğinde kristalleştirmiştir. Kur’an ise vahyin bir kişide, Mu-
hammed’de kristalleşmesini istememekte, bunu bir kitapla yap-
maktadır. İslam tarihinde bu tevhit gerçeği, resmi mabet olmadı-
ğı için kilise gibi bir kurum tarafından yıkılamadı ama uydurma
hadisler yoluyla yıkıldı. Vahyi, ‘okunan vahiy-okunmayan vahiy’
diye ayırıp ardından da “Okunan vahiy Kur’an’dır, okunmayan
vahiy de hadisler” söylemini dinleştiren zihniyet, işte bu şirke ka-
yışın baş temsilcisidir.

İkinci ayet olan A’raf 3 ise şu mealdedir:


“Rabbinizden size indirilene uyun; O’nun berisinden birtakım velile-
rin ardına düşmeyin. Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”

Dikkat edilirse burada, havra-kilise anlayışının tam tersi yapıl-


makta, uyulması gerekenin, peygamberin şahsı değil, ona indirilen
vahiy yani ilkeler olduğu gösterilmektedir. Kur’an dininin olmazsa
olmaz ilkelerinin başta gelenlerinden biri, belki de birincisi budur.

Geleneksel Emevi İslamı’nın vahiy anlayışına Kur’an asla izin ver-


mez. Böyle bir anlayış, Kur’an’ı sessiz sedasız ve bizzat onu teb-
liğ eden Peygamber’i kullanarak saf dışı etmektir. Kur’an dışında,
din adına bağlayıcı metin anlamında vahiy olmaz; “Olur” demek,
niyet ne kadar samimi olursa olsun, örtülü bir şirke kapı arala-
maktır. Hadislerin gerçekten Peygamber’e ait olanları bile sadece
vahye getirilmiş Peygamber yorumlarıdır ve o nitelikleriyle saygı-
ya layıktır. Ama hiçbirisi asla vahiy değildir. Çünkü Hz. Muham-
med beşerdir, Kur’an, beşerden vahiy sadır olacağını kabul etmez.

2: Kişiler egemenliğinden ilkeler egemenliğine geçiş;


Hz. Muhammed, dinler tarihi geleneğinin kıstaslarıyla baktığımız-
da peygamberler zincirinin son halkası ve bu itibarla peygamber-
lerin en yücesi olduğu halde Kur’an, ona sadece bir ‘beşer-pey-
gamber’ olarak atıf yapmakta, onu, Allah elçiliğinin ötesinde bir
kutsallıkla yüceltmemektedir. Daha doğrusu, Hz. Muhammed’i
bir ‘melek-peygamber’ olarak algılamaya gidecek yolu tıkamakta-
dır. Kur’an, Hz. Muhammed’in kişiliğini değil, temsil ettiği ilkele-
ri yücelterek, en büyük insan da olsa, kişilerin değil, ilkelerin öne
çıkarılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu, hukuk ve medeni-
yet tarihinin tespitinden onbeş asır önce ilan edilmiş ve yürürlüğe
konmuş bir büyük devrimdir. Bu büyük devrimin şanına yakışır
bir büyük anekdotu da kaydedelim:

Kur’an vicdanının en büyük taşıyıcılarından biri ve Hz. Peygam-


ber’in kayınpederi olan ilk halife Hz. Ebu Bekir, dostu Peygamber’in
ölüm haberini aldığında Medine dışında bulunuyordu. Haber üze-
rine kente döndüğünde ortalığın daha ilk dakikalarda birbirine
karıştığını gördü. Peygamberlerinin vefatını haber alan halk, başta
Hz. Ömer olmak üzere, çok derinden sarsılmış, büyük bir duygu-
sallıkla, “Peygamber ölmemiştir, o ölmez” demeye başlamıştı. Hat-
ta o büyük kişilik Ömer bile acının etkisiyle kendini kaybederek
kılıcını çekmiş ve “Peygamber öldü diyenin kafasını uçururum” diye
bağırmaya başlamıştı.

Vakar ve temkin örneği Ebu Bekir, kalabalığa yaklaştı, onları


aralayarak Yüce Peygamber’in naşının yattığı yere girdi. Yüzünü
açıp baktı, eğilip öptü ve şöyle dedi. “Sağlığında güzel olduğun gibi
ölümünde de güzelsin.” Ve dışarı çıkıp insanlık tarihinin de tevhit
tarihinin de en ölümsüz söylemlerinden biri olan şu muhteşem
sözleri gök kubbeye armağan etti:

“Ey halk! Muhammed’e tapan bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a


tapan ise bilmelidir ki Allah ezeli ve ebedi diridir.”

Ve Ebu Bekir, az önce verdiğimiz Ali İmran 144. ayeti okuyarak


halktan şunu rica etti: “Artık herkes kendine düşeni yapmak üze-
re dağılın!”

Hz. Ebu Bekir, Son Peygamber’in ölümüyle, kişi egemenliği yeri-


ne ilkeler egemenliği devrinin başladığını ifade etmenin yanında
Muhammed’i bir biçimde ilahlaştırmanın şirk olduğunu da ifade
etmiş oluyordu.

Kur’an, egemen gücü, insan olmaktan çıkarmıştır. Kur’an’ın ruhu


bu bakımdan da anti klasiktir. Egemen güç, Allah’ın indirdiği-gös-
terdiğidir. Yani ilkeler. Bunu modern zamanın hukuk diline çevi-
rirsek, egemen güç hukukun ilkeleridir. Modern hukuk anlayışının
ittifak noktalarından biri olan bu tespit, Kur’an’da yüzyıllarca
önce verilmiştir. Ne var ki, onun hayata geçmesi için insanın çok
uzun bir yol yürümesi gerekmekteydi. Yol yürünmüş ve bugüne
gelinmiştir. Bugün için sulta, artık kişinin veya kişilerin değildir,
olmamalıdır. Hükümet edenler, sultanın sahibi değil, emanet ta-
şıyan görevlileridir. “Sultanın sahibi, tüzel kişilik olan devlettir”
deseniz bile, son tahlilde bu da yine hukukun egemenliği anlamı-
na gelmektedir.

Siyaset dincilerinin habire tekrarladıkları “Yöneticiye, zalim de


olsa itaat gerekir; çünkü o, tanrısal iradeyi temsil ediyor.” yolun-
daki geleneksel Emevici anlayış, Hıristiyanlığa, Pavlus tarafından
sokulmuştur.-Romalılara Mektup, 13/17 Emeviler tarafından
İslam’a aktarılarak saltanatı desteklemek için kullanılan bu Pav-
lus kaynaklı tez, sonraki zamanlarda Emevi avukatı ulema tara-
fından bir inanç ilkesi olarak İslam’ın içine şu şekilde yerleştirildi:
“İmam-devlet başkanı, yönetici ahlaksızlıklar-fısk ve zulümler
-cevr de sergilese azledilemez.”
Tarım ve sanayi toplumunun kişi-egemen hayat anlayışı Kur’an’a uy-
maz.Kur’an’ın önerdiği hayat tarzı olan İslam’ın anlamı, son tah-
lilde ilkelere teslimiyettir. İslam, Allah dışında hiçbir kişiye teslim
olmamak, sadece Allah’a teslim olmaktır. Allah, bizim için iyiye ve
güzele götüren yaratıcı ilkelerin bütünüdür. Allah’a teslimiyetin
ameli anlamı, ilkelere teslimiyettir. Çünkü Allah soyut bir varlıktır
ve kendini ilkeler halinde hayata müdahil kılmaktadır.

Günümüzün hukuk devleti kavramı da sonuçta, kişiler yerine il-


kelere öncelik demektir. Ne yazık ki, Müslüman Doğu toplum-
ları, o arada Türk toplumu, Kur’an’ın bu dünyasına çok uzakta
durmakta ve ilkeleri değil, kişileri izlemeyi din saymaya devam
etmektedir. Bunun en yıkıcı sonucu, evrenselliğe, evrensel değer-
lere yükselememek, ruhsal ve maddesel dünyada kişi güdümüne
bağımlılığı devam ettirmektir. Müslüman toplumlardaki kişiye
bağlı ve bağımlı zihniyet yapısı, yani putperestlik, olayların ‘ne-
den’ine ve ‘niçin’ine inme zihniyetine imkân vermemektedir.

Kişiye bağımlılık veya kişi egemenliğinin en büyük yıkımı, yaratı-


cılığın baş düşmanı olan taklitçiliği yerleşik tutmasıdır. Taklitçilik,
kişiye bağımlılığın bir ürünüdür. Ve bu haliyle Müslüman Doğu
toplumunun temel hastalıklarından biridir. Taklitçilik, demokrasi-
nin de en büyük düşmanıdır. Çünkü demokrasinin özü olan örgütlü
katılım, kişi egemenliğine uyarlanmış taklitçi toplumda gelişemiyor.

Hâkimiyet Kavramının Gerçek Anlamına


Kavuşturulması;
Müdafaai Hukuk’un Hâkimiyet Anlayışı:

“Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.” ilkesi Müdafaai Hukuk’un


en hayati ilkesidir. Anadolu devriminin temel ilkesi de budur.
Türk-İslam aydınlanmasının dayanağı olan esas ilke de budur.

Hâkimiyetin millete verilmesi, sultana verilen tanrılık türünden


bir sapıklık değildir. Aksini iddia etmek, Kur’an’daki şura ve biat
ilkesine sataşmak ve sonuçta Allah’a kafa tutmak olur. Çünkü
şura ve biatın esası da milli hakimiyet yani kitle egemenliğidir. Mil-
lete verilen hakimiyetin hangi temel değerlere dayanacağını Gazi
Mustafa Kemal şöyle ifade etmektedir:

“Hâkimiyeti milliye üç büyük dayanak noktası tanır: Zekâ, irfan, ha-


miyyet. Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.”-ABE. 6/125
Atatürk, bu konuya, İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü
yaptığı konuşmada, bir büyük Müslüman fakihten beklenebilecek
bir vukufla şöyle açıklık getirmektedir:

“Biz elhamdülillah Müslüman’ız, dinin hakiki esaslarını incelediğimiz


zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükümet
şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.”
“Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükümet şekli yok-
tur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükümetin
nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esas-
ların biri de şuradır, meclistir. Hükümet mutlaka meclis halinde ol-
mak lazımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şurasız muame-
le yapamazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas, adalettir.
Şura, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet
şekli kınanmıştır.”

“Herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sul-


tan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demek-
tir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazım-
dır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”

“Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve


bu menfaatleri muhafaza etmek için lazım gelen vasıflara ve meziyet-
lere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden
meydana gelen bir şuraya sahip olursa ve bu şura adalet üzere hare-
ket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükümet odur. Çok
iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu
hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”

“Bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaraca-


ğımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi
istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler
de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından
daha tehlikelidir. Dolayısı ile uzun müddet iktidara sahip olmak üze-
re toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini se-
çen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden
uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka
türlü çalışıyor, milli emeller başkadır.”-ABE. 15/76-83

Müdafaai Hukuk öncülerinin, hâkimiyetin milletin elinde oldu-


ğunu kurallaştıran söylemleri, Kur’an’ın şuraya kadar irdelediği-
miz hâkimiyet anlayışına tamı tamına uygundur. Ne var ki o uy-
gunluk birilerinin saltanatına zarar verdiği için Müdafaai Hukuk
devrimleri, ‘Allah’ın hakimiyetine karşı çıkış’ gibi lanse edilmiştir.
Diğer birçok konuda yapıldığı gibi…

Hâkimiyet kavramının Kur’an’i-İslami çehresini bizim tarihimiz-


de en mükemmel şekliyle ve ilk kez açıklayan aydın, Müdafaai
Hukuk’un ve Cumhuriyet devrimlerinin öncülerinden fıkıh profe-
sörü ve Cumhuriyet’in ilk Adliye vekili Seyit Bey’dir. Aynı zamanda,
tarihimizin en büyük vefasızlıklara uğratılmış kahramanlarından
biri olan bu fıkıh üstadı aydının ilk TBMM’de hilafet meselesinin
tartışıldığı sırada yaptığı tarihi konuşma, onun mütevazi bir öğ-
rencisi sıfatıyla bendeniz tarafından yine bugünkü TBMM’de 23
Nisan 2006 günlü olağanüstü toplantıda HYP Genel Başkanı sıfa-
tıyla değerlendirilmiştir. İşte, Meclis zabıtlarından birkaç paragraf:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk meclisine İzmir mebusu olarak gi-
ren ve Yüce Meclis’te 1924 yılında yaptığı uzun konuşmayla
‘hakimiyet’ kavramını hilafet bağlamında ele alan büyük hukuk bil-
gini ve Atatürk’ün adliye vekili Seyit Bey’i rahmet ve hürmetle anı-
yorum. Seyit Bey, tarihsel konuşmasında, egemenlik konusundaki
dinci saptırmalara cevaplar getirmiş ve Cumhuriyet kuşaklarının
yıllardır yararlandığı bir ufuk açmıştır.”

“Milletimiz; “Laiksen Müslüman olamazsın” diye dayatan uçlarla,


“Müsümansan laik olamazsın” diye dayatan uçların kıskacında
ağır ıstıraplara maruz bırakılmaktadır. Anlaşılan o ki, Seyit Beylere
daha çok ihtiyacımız var.”
“Din üzerinden siyaset yapan saltanat ve menfaat dinciliğinin laik
cumhuriyet söz konusu edildiğinde sürekli öne çıkarıp istismar
ettiği geleneksel hakimiyet anlayışının babaları Arap-Emevi yöne-
ticileridir. Dinin saltanat aracı yapılmasının İslam tarihindeki ön-
cüleri ve teorisyenleri onlardır. Onların fikri devamı olan bugün-
kü siyaset dinciliği, dünyanın orasında burasında, Batı emperyal
güçlerin bilerek veya bilmeyerek güdümüne girmiş bir halde, maz-
lum ve mağdur Müslüman kitlelerin kaderini karatmaya devam
etmektedir. Tabii ki, bundan, Atatürk Cumhuriyeti’nin Türkiyesi
de etkilenmekte ve pay almaktadır.”

“Siyaset ve saltanat dincisi söylem, “Milletlerin, insanın egemen-


lik hakkı olamaz; egemenlik Tanrı’nındır” diyerek, din adına yalan
söylemekte, geleneksel Ortadoğu despotizmlerini İslam diye öne
çıkarmaktadır. Oysaki İslam’ın ana kaynağının açık beyanlarına
göre, insana egemenlik yetkisi verilmiştir. Dindeki, ‘Egemenlik
Tanrı’ya aittir’ ilkesinin anlamı ontolojik egemenliktir, siyasal yö-
netsel egemenlik değil.”

“İnsana verilen hâkimiyet bahsinde esas olan, yönetilenlerle yö-


netenler arasındaki vekâlet ilişkisidir. Siyasal ve yönetsel egemen-
liğin kaynağı olan halk-millet, bu yetkisini kullanmak üzere seç-
tiklerine vekalet verir. Sosyal mukavele ile verilen vekâlet, onu
veren toplum tarafından istenildiği anda geri alınıp bir başka yö-
netici kadroya verilir. Yani yönetme yetkisi, doğuştan bir hak de-
ğil, kitle tarafından tevdi edilmiş bir görevdir. Kanunlar, bu görevi
kullananlar tarafından millet adına çıkarılır.”

“Dinin gerçek verileri içinde insanın egemenlik yetkisi kullanma-


sını engelleyen hiçbir buyruk yoktur. Çatısı altında bulunmaktan
onur duyduğumuz bu meclis ve onun büyük mimarı Mustafa Ke-
mal Atatürk, yerleştirdiği ulusal egemenlik ilke ve kavramıyla, di-
nin gerçeğini değil, din adına boynumuza pranga gibi vurulmuş
tabuları yıkmıştır. Atatürk’ün yıktığı bu akıl ve din dışı tabula-
rı, hala din diye taşıyan toplumların durumları hepimizin gözleri
önündedir. Bunlar, ‘Allah’ın hâkimiyeti’ diye diye, emperyalist-sö-
mürgeci güçlerin hâkimiyeti altına girmişlerdir. Daha da kötüsü,
bunun farkında değillerdir.”
“Ne yazık ki, bugün bölgemizde, özellikle ülkemizde egemen kı-
lınmak istenen ve Müslüman olmayan güçler tarafından belirlenen
Ilımlı İslam’ın dayatmacıları, görünürde Atatürk Cumhuriyeti’ni
çağ dışı ülkelere model göstermenin gayreti içindedirler ama ger-
çekte heveslendikleri, Atatürk mirasını, İslam dünyasında bir diriliş
modeli olmaktan çıkarmaktır.”

“Ilımlı İslam diye bir din yoktur, İslam vardır. Ve Türkiye, bir Ilımlı
İslam modeli değildir; Atatürk Cumhuriyeti modelidir. Eğer bu mo-
deli, Atatürk mirasına sadık kalarak örnek göstermek istiyorlarsa,
buyursunlar; yardımcı olalım. Bizim, dinimizden de Cumhuriye-
timizden de şikâyetimiz yoktur. 120 bin caminin yirmi dört saat
açık olduğu Türkiye’de, halkın bin yıldır yaşadığı dine yeni bir ad
bulma hakkını nereden aldıklarını bu insanlara ve onların oyunla-
rına alet olanlara sormak hakkımızdır.”

“İslam’ın ana kaynağına göre, egemen güç, kişi veya zümreler de-
ğil, hukukun ilkeleridir. Tanrı’nın istediği yönetim, hukuk ilkelerinin
işlerlikte olduğu yönetimdir. Bugünkü dünyada buna hukuk devleti
diyoruz. Siyasal saptırmalardan uzak kalarak baktığımızda, gerçek
dinin özlemi de hukuk devletidir.”

“Hukuk devletinin olmazsa olmazlarından biri de laikliktir. Çünkü


laiklik olmayınca hukuk devleti hayalden öteye geçemiyor. Hukuk
devleti olmayınca da gerçek anlamda din olmuyor; din adına zorbalık
oluyor. Taliban sistemi oluyor. Taliban sistemlerini destekleyenlerin
hukuk devletini ve demokrasiyi ihya edeceklerini söylemeleri inandı-
rıcı değildir.”

“Laiklik olmadan demokrasi de olmuyor. Böyle bir örnek yok. De-


mokrasi, bomba ve işgalle değil, laik vicdan ve bilincin yerleşmesiyle
gelir. Bunu da bir toplum kendi niyet ve çabasıyla elde eder; işgalci-
lerin eliyle değil.”

“Batı’nın AB kanadına da, şunu sormak hakkını kendimizde görü-


yoruz: Çağdışı yönetim anlayışının adeta simgesi olan siyaset din-
ciliğinden şikâyetçi iseniz neden Müslüman-laik modelin dayandı-
ğı Atatürk mirasını tahrip etmek için uğraşıyorsunuz? Neden, biz
size yaklaştıkça siz bize “Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin ki sizi
aramıza alalım” diyorsunuz? Avrupa Parlamentosu raporlarıyla ha-
bire Atatürk mirasına neden sataşıyorsunuz? Saltanat dinciliğini
Atatürk değerlerinin üstüne niçin salıyorsunuz?

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Ana Dile


İbadet Meselesi;
Üç Büyük Hata:

Türkiye’de, ibadet dilinin ve ezanın Türkçeleştirilmesi fikri, din-


ci müfterilerin iddia ettikleri gibi, Cumhuriyet döneminde ortaya
çıkmış değildir. “Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle
II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Türkçülük cereyanının ve buna
bağlı olarak dilde sadeleşme akımının ortaya çıkmasından sonra iba-
det dilinin Türkçeleştirilmesi doğrultusunda görüşler ileri sürülmeye
başlanmış, bu görüşler arasında bilhassa ezanın Türkçeleştirilmesi
gerektiği düşüncesi önemli tartışmalara yol açmıştır. Ezanın Türkçe-
leştirilmesi fikri muhtemelen ilk defa Ziya Gökalp tarafından 1918’de
ortaya atılmıştır.”-DİA, Ezan maddesi

Cumhuriyet döneminin farkı, bu ‘Türkçeleştirme’ fikrini eyleme


geçirmesidir. İcraat Atatürk’ün olsa da icat onun değildir. Daha
feci bir garabet var: Bütün bu yıllar boyunca, tartışmaların ortalığı
toza dumana boğduğu günlerde, ilmi esası ‘Ana dilde ibadet’ olan
bu meselenin İslam fıkıh tarihindeki babası sayılan İmamı Azam’a
ve onun ekolünün fakihlerine hiçbir atıf yapılmamış, onların adla-
rı bile anılmamıştır. Mesele, sanki ilk kez Mustafa Kemal tarafın-
dan telaffuz edilmiş gibi bir hava yaratılmış, bu işin esasından ha-
beri olmayan halka en küçük bir bilgi verilmemiştir. Tam tersine,
halkı galeyana getirmek üzere sürekli “Birileri çıkmış ana dilde de
ibadet yapılabilir diyerek dinimizde reform yapıp İslam’ı tahrif ve
tahrip ediyor” diye provokasyon fırtınaları estirilmiştir.

Sürekli Atılım Ruhu:

Kur’an’ın getirdiği yaratıcı atılım ruhunu ifade eden ayetler on-


larcadır. İki tanesini, hem Kur’an’ın hareket ruhunu ifade etmek
hem de Müdafaai Hukuk felsefesinin kaynağını göstermek için
okuyalım:

“Göklerde ve yerde kim varsa O’ndan ister. O, her an yeni bir iş ve


oluştadır.”-Rahman, 29
“Bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir iş ve oluşa koyulup yorul!”
-İnşirah, 7

İşte, Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve genel bir ifadeyle bütün ya-


ratıcı ruhların varoluş formülleri olan bu ayetler, Müdafaai Hukuk
öncülerinin, özellikle onların başbuğu Gazi’nin de varoluş formü-
lüdür. Bu formül, rozet Atatürkçüsü beleşçiler tarafından pörsük
hale getirildiği anda, pusuda bekleyen haçlı emperyalizmin kotar-
dığı karşı devrim, boşalan alanı istila etti ve Atatürk felsefesi tez
olmaktan çıkarılıp onun yerine haçlı kotarımlı dincilik zihniyeti
belirleyici tez haline getirildi. Bu gerçeğe dayanarak şunu söyle-
yebiliriz:

Atatürk devriminin en hayati ilkesi, belki de tek ilkesi şudur: Sü-


rekli devrim içinde olmak, sürekli yaratıcılık sergilemek. Atatürk,
bir aksiyon felsefesi mimarı gibi konuşmaktadır. Hem kurgulayan
hem de yaratan adamın şu sözünün altına, aksiyon felsefesinin
mimarı filozof Maurice Blondel-ölm. 1949 imzasını atsanız kim-
se yadırgamaz. Şöyle diyor ölümsüz Atatürk:
“Yerinde duran bir şey geriye gidiyor demektir. Bu münasebetle, ma-
arif hakkındaki görüşlerimi tespit ediyorum. Bir taraftan genel olan
cehaleti gidermeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal ha-
yatta bizzat etkili iş gören verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da
ilk ve orta öğrenimin pratik bir tarzda olmasıyla mümkündür. Ancak
bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkarlarına sahip olur. Bittabi
milli dehamızı geliştirecek, kültürlerimizi layık olduğu dereceye ulaş-
tırmak için yüksek meslek erbabını da yetiştireceğiz. Kız çocukları-
mızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”-ABE.
14/45

Ve şu sözünün altına ego-yaratıcı özgür benlik felsefesinin mi-


marı ve Kur’an’ın vicdan düşünürlerinden biri olan Muhammed
İkbal’in adını yazsanız kim garipser? Şöyle diyor Gazi:

“Büyük ve kutsi hedefler, ulaşılamayacak hedeflerdir. Dolayısıyla


herhangi bir hedefe ulaşmakla kanaat etmeyeceğiz. Daima daha ileri-
sine varmak için mesai sarf edeceğiz.”-ABE. 18/46

Ankara Halkevi’nde Bursalı gençlere hitabesinde şu sözler de var:

“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat, ar-


kadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette
yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil,
yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz da-
kikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan
için, her mahluk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu
yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulan-
ları dinlendirmeden yürütür. Dinlenmemek üzere yürümeye karar
verenler asla ve asla yorulmazlar.”-ABE. 29/175

Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir
devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir dev-
rimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patika-
larında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini pratiğine
yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifade-
siyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı
bizzat çarşının içinde yapmıştır.”

Atatürk devrimi savaş meydanlarında kan ve gözyaşıyla yapıl-


dıktan sonra kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Yani önce yapılan
sonra yazılan bir devrimdir.

“Gerçekleşmeden önce; bir sistem halinde, Türk inkılâbının hiçbir


kitapta yeri yoktu. Türk inkılâbının izahına başlamak ancak vukuun-
dan yıllarca sonra mümkün olabiliyor. Bu inkılap, kendinden evvelki
bazı dağınık fikir cereyanlarının tekamülü ve taazzuvu olsa bile, bir
ideoloji haysiyetiyle hiçbir peşin düşünceye maledilemez. Türk inkı-
labının bir kitabı varsa o, canlı bir tarihtir ve hayatın ta kendisidir.”
-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 117
Türk devrimiyle ilgili önemli eserlerden birinin yazarı olan Avus-
turyalı diplomat Norbert von Bischoff, Ankara adlı eserinde şu sa-
tırlara da yer veriyor:

“Sevk ve idarenin tamamen hayata göre yapılması, inkılâbı ve dev-


letle cemiyetin inşası işini, önceden kabul edilmiş bir idealle karşı-
laştırılmak külfetinden kurtarmıştır. Hakikatler dünyasının ideal-
ler dünyasına tamamen uyması imkânsızdır. Türk inkılâbında ise
ideal, devlet yaratılır yaratılmaz ortaya çıkmıştır ve bu, yeni
Türk dünyasının inşasıdır. Bu suretle, hakikatle ideal birbirini
bulmuştur. Böyle olmakla beraber üstünlük hakikatindir ve idea-
le bir yer verilmesi hakikate yer verilmekte olmasından dolayıdır.
İdeal, tek başına bir hayata malik olamaz ki, eskiyi devirip gelen
yeni, hakikatin önüne bir engel gibi dikilsin.”-Peyami Safa, age,
118

Sürekli atılım, bir anlamıyla da sürekli taarruz halinde olmak de-


mektir.
Sürekli savunma halinde olmak, çöküşe gitmenin başka bir ifade-
sidir. Atatürk’ün hayat felsefesi ve siyaset anlayışının temelinde
bu ‘sürekli taarruz’ ruhu yatar. Bu ruh, onun için sadece askeri
harekat açısından anlam ifade eden bir taktik değildir; tam aksi-
ne, hayatın bütün alanlarında geçerli bir varoluş idrakidir. Şöyle
diyor:

“Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirile-
cek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220

Sürekli atılımın bir gerçeği de sürekli savaş halinde olmaktır. Hiç-


bir başarı, hiçbir barış savaşa hazır olmayanlar için bir anlam ifa-
de edemez; çünkü her an yıkılmaya ve yok olmaya mahkumdur.
Özellikle Türkiye gibi ülkelerin konumlarından doğan gerçeklerin
başında bu ‘sürekli savaş halinde olmak’ vardır. Büyük Gazi, bu
gerçeğe, hayatının en büyük zaferini kazandığı tarihte, 13 Ağustos
1923’te, TBMM’de yaptığı bir konuşmada parmak basmıştır:

“Bugün ulaştığımız barışın, ebedi barış olacağına inanmak, elbette


safdillik olur. Bu, o kadar mühim bir hakikattir ki, ondan bir an gaf-
let, milletin bütün hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz ki haklarımıza,
şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe mütekabil hürmette katiyen
kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına hürme-
tin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübeler-
le öğrendik. Onun için, bütün ihtimallerin talep edeceği hazırlıkları
yapmakta asla gecikemeyiz.”-ABE. 16/79

Sürekli atılım ruhunun bir gereği de ‘sürekli savaş’ içinde oldu-


ğumuzun bilincine varmaktır. Hayat, inanmak ve savaşmaktan iba-
rettir. Bu bilinç korunduğu sürece ve gereği yapıldığı oranda bir
miktar barış ve sükun beklenebilir. Sadece barış ve sükuna uyarla-
nan, öyle kurgulanan bir hayat zillet ve sefalete götürür. Müdafaai
Hukuk Başbuğu’nun 2 Şubat 1923 günü İzmir’de halka yaptığı
konuşmadan aldığımız aşağıdaki satırlar, büyük bir aksiyon filo-
zofunun en hayati öğretilerinden birini ifade eden sözler gibidir:

“Hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta mu-


vaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu
da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meş-
gul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı tehlikeler ve bütün elde
ettiği muvaffakiyetler, genel bir mücadelenin dalgaları tarafından
doğurulagelmiştir. Herkesçe bilinir ki, insanlığın bizce malum olan
çarpışması, Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla
taarruzuyla başlar.”

“Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazım-


dır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vukuu bulan taarruza karşı, mu-
kabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti, mutlaka mağlup
olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.”-ABE. 15/57

Sürekli atılım ruhunu tehlikeli kılan bir numaralı hata, hayalcilik-


tir. Çünkü hayalcilik, varlık kanunlarını zorlamaktır. Varlık ka-
nunlarını zorlamak Allah’ın iradesini zorlamak ve yaradılış sırrını
tersine çevirmeye kalkmaktır. Kur’an’ın, ‘sünnetullahta yani var-
lık kanunlarında değişme, değiştirme olmaz’ söylemini birkaç kez
ifadeye koyması boşuna değildir. Yaratıcı Kudret, sünnetullahın
değişmesine izin vermez. Hesabınızı kitabınızı bu ‘değişmezliği’
unutmadan yapmak zorundasınız. Büyük cengaverlerin, muhte-
şem sultanların büyük hataları işte burada ortaya çıkar. Buradaki
dengeyi bulamamak, nerede duracağını tayin edememek onların
muhteşem zaferlerini de çoğu zaman işe yaramaz hale getirir. Ata-
türk, yine büyük bir filozof tavrı ve fark edişiyle bu noktayı tam
omurgasından yakalamış ve hem dünya tarihini hem de Müslü-
man tarihi bu açıdan bir tahlile tabi tutmuştur. Gazi’nin bizce, en
filozofik konuşmalarından biri olan 2 Şubat 1923 İzmir konuşma-
sında bu konuya ilişkin sarsıcı sözler vardır:

“Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak,


halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin
başına geçen hükümdarlar, kendi arzularına, heveslerine göre bir
nevi siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürük-
ler, götürürlerdi.”

“Bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışa-


rak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dün-
yada elde edilemez olan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır,
çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek
ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir. Bu dediğim
nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat
maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat
vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği
hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca
yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve
belki çok büyük felaketlerle bulmuş olduğu bir neticedir.”

“Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartla-


rına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişik-
liklere göre, bütün İslam aleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi
bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkan yoktur ve olamaz. Bunu
bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey dü-
şünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü ‘bu olmamıştır
ve olamayacaktır’ dediğim zaman bu benim ifadem değildir, tarihin
ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın,
mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu
teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?”

“Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkum


oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir va-
kit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi
ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hal ve vaziyete düştü.”

“Hepsinin iradesine sahip olanın iradesi, umumun iradesi yerine ge-


çer. Dolayısıyla bütün görüşleri bir noktada özetlemek lazım gelirse,
mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplumların,
mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine sahip olmamış bulun-
malarıdır. İradenin başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya
başkalarına terk edilmiş ve bırakılmış olmasıdır. Bir toplum, bir dev-
let müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, ne şekilde tesis
olunursa olunsun, her halde netice itibarıyla felakete mahkumdur.
Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debde-
besini yaşadıktan sonra düşmeye başladı.”-ABE. 15/57-60

Olabildiğince Güçlenmek;
Bağımsızlık Ve Özgürlüğü
Koruyan Güç: İstitaat

Klasik Arap-Emevi fıkhı, özgürlük denince sadece kölelikten


azade olmayı anlar ve bu hakkı sadece Arap asıllı olanlara tanır.

“İnsan köleleştirilemez” sözünün anlamı Emevi için şudur: Arap


köleleştirilemez.

Özgürlük anlayışını eğer Kur’an’a sorarsanız, özgürlük bir ‘istitaat’


meselesidir ve bütün insanların doğuştan haklarıdır. İstitaat nedir?
Bu Arapça kelime, bir Kur’an kavramıdır. Güç yetirmek demektir.

İslam fıkhını tetkik ederseniz şunu görürsünüz:


İstitaattan iki anlam çıkarılmıştır: Birisi, siyasal-askeri güç, ki
buna ‘güvenlik özgürlüğü’ denmiştir. Bu anlamda istitaat, Enfal
suresi, 60-62. ayetlerde adeta tanımlanmıştır. Biraz aşağıda gö-
receğiz. İkincisi ekonomik güç ki bu da ekonomik özgürlüktür.
İstitaatin bu anlamı hac ibadetinden söz eden Ali İmran 97. ayet-
te, istitaatin ‘kuvvet’ anlamıyla birlikte kristalleştirilmiştir. Anılan
ayette, haç için aranan özgürlük şartının istitaat olduğu söyleni-
yor. Hem yol güvenliği olacak hem ekonomik özgürlük olacak.

Ekonomik özgürlüğü olmayan bir ülkede hac, farz olmaktan çıkıyor.


Bu, ‘Cuma Namazı’ için de böyledir. İlginçtir, fıkıh, bütün mezhep-
leriyle, bu iki ibadet için özgürlük şartı aramıştır. Niçin? Namaz
kılarsınız, buna kimse engel olamaz. Gece gündüz, evde barkta kı-
larsınız. Hatta ne kadar gizli kılarsanız o kadar makbuldür. Ama
niçin Cuma ile hacda bu özgürlük şartı, bu istitaat şartı var?

İstitaat anlamında özgürlükler bir Müslüman toplumda sendele-


meye, tökezlemeye başlamışsa Müslüman’ın bunu bir biçimde fark
etmesi lazımdır. Hac ve Cuma namazında özgürlük şartı bunun
için getirilmiştir. Uyarıcı şuur yaratan şartlardır bunlar. Yoksa ca-
miler, Muhammed İkbal’in dediği gibi, sömürgecilerin hapishane-
lerine, kutsallaştırılmış hapishanelerine dönerler. Öyle hapishaneler
ki kapısına kilit vurmanıza gerek yok. İçeri soktuklarınız zaten
orada kendilerini bağlarlar.

Kurtuluş Savaşı’nı verdiğimiz sırada, camilerin kapısında kilit var


mıydı? Yoktu. Hanımların başlarının sıkıca kapatılmasına bir en-
gel var mıydı? Yoktu. Peçe bile kullanılıyordu. Peki, biz kurtuluş
Savaşı’nı niye verdik? Soruyu bir başka şekilde sorayım: O gün
din adına elimizde olanlarla bugün din adına elimizde olanlar ara-
sında bir fark var mı? Yok. 1856 Kırım Muahedesi ile imzaladığı-
mız borçlanma, Avrupa başkentlerinde bayram havasıyla kutlan-
mıştır. Osmanlı’nın ilk borçlanmasıdır. Atatürk’ün doğduğu 1881
yılında Düyunu Umumiye resmen kuruluyor; ondan sonrası belli.

Bugün, kurumların, kişilerin adları değişmekle birlikte aynı pran-


ga, Türkiye’nin boynuna 600 milyar dolar borçla vurulmuş.

Etkin, Yetkin Ve Güçlü Toplum:

Bu başlık altında anlatılmak istenen, şu temel ilkedir: Layık olana


layık olduğunu, müstahak olana da müstahak olduğunu vermek.
Mustafa Kemal şöyle diyor:

“Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak


sayılır.”

Büyük Atatürk’ün bu sözü, Zühruf suresi 54-56 ayetlerin Türkçe


tercümesi gibidir. Anlatılmak istenen şudur: Firavunları, onlara ita-
at eden kitleler yaratır.-Bu konuda ayrıntılar için bizim ‘Kur’an’ın
Yarattığı Mucize Devrimler’ adlı eserimiz okunmalıdır.

Hz. Muhammed’de şöyle diyor:


“Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir.”
Her toplum, müstahak olduğuna maruz kalır, layık olduğunu da
mutlaka elde eder. O halde, çöküşün de yükselişin de esası ve
motoru, toplumun yapısı ve hak edişidir.

Muhammedi miras ile Mustafa Kemal mirası bu noktada son de-


rece ısrarlıdır. Toplum layık ise hakkı olanı onun elinden alacak
hiçbir kuvvet düşünülemez. Çünkü Allah’ın iradesi budur. Allah
ne acizdir ne de vefasız. O halde, layık olan toplum külli kudretin,
en vefalı ve en adil kudretin eliyle layık olduğunu mutlaka alır.
Yeter ki layık olsun ve layık oluşunun takipçisi olsun.

Mustafa Kemal, Türk toplumunun talep ettiği haklara layık ol-


duğuna ve bu liyakatin hedefine varmasında Yaratıcı kudretin bu
toplumu destekleyeceğine inanmıştır. Amasya Genelgesi’nden
başlayarak, bu imanı elle tutulur biçimde görmekteyiz. Bu imanı-
nı, Muhammedi mirastan aldığı koordinatlarla dahiyane bağdaş-
tırmış ve hedefe varmıştır.

Koordinat alışın tipik örneklerinden biri de Nutuk’taki 97. vesika-


da görülmektedir. Orada, toplumun layık olduğunu görmesi ge-
rektiğine dikkat çektikten sonra sözü şöyle bağlar:

“Çünkü Peygamberimiz, ‘Kema tekunu yüvella aleyküm’ yani ‘Siz ne


mahiyette olursanız evliyayı umurunuz da o mahiyette olur’ buyur-
muşlardır.”-Nutuk, eski harf basım, 2/86

Burada Muhammed-Mustafa birlikteliğinin muhteşem güzellikle-


rinden birkaçı esrarlı bir şekilde kucaklaşmıştır:

1: Bir toplumun, layık olmadan bir mevkie sahip olamayacağı gerçe-


ğinin ifadesi,

2: Layık olunan hakların elde edilmesi için toplumun bizzat ayağa


kalkmasının kaçınılmazlığı, havalecilik ve ihaleciliğin, hakların elde
edilmesinde hiçbir işe yaramayacağı,

3: Atatürk’ün, Muhammedi-Kur’ani metinleri özgün Arapça metinle-


rinden bizzat okuması ve sonra da tercümelerini en isabetli biçimde
anında vermesi.

Altını çizdiğimiz bu gerçeklerin vicdanımıza tespit ettirdiği bir


de onursuzluk vardır: Atatürk’ün, İslami alana vukufunun, dinci ve
inkarcı yobazlar tarafından sürekli saklanması. Kur’ani-Muhammedi
metinlerin özgün şekillerinin Atatürk tarafından okunmuş olma-
sı, onun bu işe verdiği önemi gösterdiği gibi, bu işi nasıl bir vukuf-
la bildiğini de gösterir ki son derece hayati bir noktadır.
Kur’an Ve Müdafaai Hukuk’un Kuvvet Anlayışı:

Kur’an’a göre, yaratıcı varoluş iki gerçeğe oturur:

1: Hüccet-bilim, düşünce ve sanat üretimi,

2: Kudret-sahip olunanları koruma imkan ve yetisi.

Müdafaai Hukuk, bu Kur’ansal anlayışı hayat ve mücadelesine ta-


mamen egemen kılmıştır. Burada, meselenin ‘kuvvet’-güç kısmı-
na bakacağız. Kur’an, sanki Müdafaai Hukuk kadrolarına talimat
verircesine şöyle diyor:

“Onlara karşı, gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın! Ordugahlarda


atlar besleyin! Böylece hem Allah’ın düşmanını hem kendi düşma-
nınızı hem de bunlardan başkalarını korkutabilirsiniz. Siz onları bil-
mezsiniz ama Allah hepsini bilir. Allah yolunda harcadığınız her şey
size tam olarak ödenir; hiçbir haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer barışa
eğilim gösterirlerse sen de buna yanaş ve Allah’a tevekkül et! Çünkü
O, en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir. Eğer sana hile yapmak/
tuzak kurmak isterlerse Allah sana yeter. Yardımıyla ve müminlerle
seni destekleyen O’dur.”-Enfal, 60-62

Güç böylesine anlamlı ve böylesine yaratıcı ise milletin kuvveti-


nin sembolü olan ordu daima hücum hedefi olacaktır. Ve Türk
tarihini esas alırsak bin yıldır da böyle olmuştur. Atatürk, aynen
Kur’an’da ifade edildiği gibi, bu anlamda ‘kuvvet, ordu’dur ger-
çeğine inanmaktadır. Sadece o günleri değil, bizim Anadolu’daki
kaderimizi ve o kaderi, haçlı efendilerinin desteğiyle karartan ha-
inleri, bir tür kehanet gibi deşifre eden şu cümlelere bakın:

“Kuvvet, ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı


takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İn-
gilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii, ev-
vela onu ordudan mahrum etmek çaresine giriştiler… Sonra, kuman-
danlarımıza ve subaylarımıza taarruz ve tecavüze başladılar. Askerlik
izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.”

“Her halde, ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Ordu-


yu mutlaka imha etmek, subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır.
Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi bo-
ğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Düşmanlarımız herkesten
evvel subayları öldürdüler; onları aşağılar ve hor görürler… Subayın
yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak. Düşmanlarımızın
kast ettiği ise o şerefi ayaklar altına almaktır.”-ABE. 9/112-113

Müdafaai Hukuk öncüleri, bir mücadele veya idealin gerekli kuvve-


te sahip olmadıkça hedefine asla varamayacağı, sadece zalimden
merhamet dilenmekle yetineceği, bunun ise zalimin sadizmini art-
tırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinç ve inancındadırlar.
Atatürk 3 Mart 1922 günü, Rus diplomat Aralof’un konuşmasına
cevaben yaptığı konuşmada tarihi ve tarihi yaratacak olanları şöy-
le uyarıyor:

“İstilacı, mütecaviz saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin


malikanesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için ça-
lışmaya mahkum esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve
adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden
beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün
silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam
etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler. Buna diğer bir
saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat
koparmak. Hilekarlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler… Bun-
lar sırf kendi hırslarına çalışmaktadır. Bunların gayesi insaniyetin,
iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilakis, zulüm, baskı olduğu için, onla-
rı lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuv-
vet mevkiinde bulundukça bunların mazlumlara merhamet ve şefkat
göstermelerine imkan yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaf-
lettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlardan tecrit edeceğimiz
zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir.”-ABE. 12/299, 300

Müdafaai Hukuk Başbuğu, kuvvet olmadan hak sahibi olmanın


hiçbir anlam taşımayacağı bir dünyada yaşamak zorunda olduğu-
muzu biliyor ve bunun için hazırlıklı olmamız gerektiğine deği-
şik vesilelerle vurgu yapıyordu. Arkasında caydırıcı bir kuvvetin
bulunmadığı bir barış teklif ve temennisinin emperyalist kurtlar
sofrasında çiğ çiğ yenmeyi kabul anlamında olduğunu da biliyor-
du. Bir yandan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek yüreğinin, vic-
danının arzusunu ifade ederken, bir yandan da aklının ve hayat
kanunlarının gereğini yaparak 19 Nisan 1926 günü İtalyan ve Rus
sefirlerine şöyle konuşuyordu:

“Savaşları arzu etmiyorum; her türlüsünden kaçıyorum; ama bizi


buna zorlarlarsa bendeki güç sadece savunmayla sınırlı değildir.”
-ABE. 18/176

Bakanlar kurulunca alınan bazı kararlardan tedirginlik duydu-


ğunu ifade eden ve 9 Eylül 1937 günü Başbakan İsmet İnönü’ye
hitaben yazılan şu cümle de dikkat çekmektedir:

“Bütün insani anlaşmazlıkları barışla neticelendirecek teşebbüslere


iştirak ederiz. Bunun haricinde Türkiye Cumhuriyeti’ne empozisyon
-dayatma olamayacağı tabiidir.”-ABE. 29/306

Atatürk, bir insan olarak başarısının temel felsefesini ‘kuvvetli ol-


mak’ esasına oturtmuştur. Bu, onun sadece siyasetinin değil, hayat
anlayışının da esasıdır. Bu temel felsefeyi şöyle tanıtıyor:
“Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate
almak lazımdır. Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkumudur.
İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her
şeyden evvel kuvvettir. Dolayısıyla, bizim kurtuluşumuz için vuku
bulacak yardımlar karşısında, ki bağımsızlığın korunması içindir,
kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek
için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar.”-ABE. 9/391

İnsanlığın oluşturduğu hiçbir hukuk kurumu, kuvveti hukukun


emrine verememiştir, veremez. Atatürk bunu daha o günlerde
görmüş ve mesela bugünkü Birleşmiş Milletlerin o günkü şekli
olan Milletler Cemiyeti için, 1923 Temmuz’unda şöyle demiştir:

“Milletler Cemiyeti’nin hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer


milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un ‘kendi
kaderini tayin’ fikri garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.”
-ABE. 16/39

Geldiğimiz nokta ortada: ABD, Birleşmiş Milletleri ya kendi özel


hizmet bürosu gibi kullanıyor yahut da yok farz edip sırtını dönerek
işini bildiği gibi yapmaya devam ediyor. Yani BM, kuvveti hakkın ve
hukukun emrine vermenin kurumu olmaktan çıkmış, hakkı ve huku-
ku kuvvetin emrine sokmanın kurumu haline gelmiş bulunuyor.
Kısacası, milletlerin kaderini onların sahip bulundukları kuvvet
ve kudret tayin ediyor.

Barış ve silahsızlanma ideali, daha doğrusu hayali, teorik olarak


güzeldir ama tarih boyunca bu hayal, mazlumların daha çok ezil-
mesiyle zalimlerin daha çok ezmesinden başka bir şey üretmemiş-
tir. Silahsızlanma ve barış ideali dahi, tüm toplumların gelişme ve
güç seviyelerinin denk olmasıyla elde edilebilir. Bu bir hayat ka-
nunudur. Gazi, bu hayat kanununa dikkat çekerken şöyle diyor:

“Silahsızlanma ve daimi barış, ancak ve ancak büyük devletlerin dev-


let adamlarının büyük ve küçük bütün milletlerin bağımsızlık ve ge-
lişme haklarına eşit surette sahip olduklarını kabul etmeyi öğrendik-
leri zaman mümkün olacaktır.”-ABE. 15/24

Hayati Kuvvet Anlamında Türk Ordusu;


Türk Tarihinde Kuvvet-Ordu İlişkisi:

Bu ilişki, bizim kader noktalarımızdan birinin düğümlendiği yer-


dir. Kendisinden başkasına güvenmek gibi bir şansı ve imkanı ol-
mayan bir millet için kendi gücünün sembolü neyse, onun öne
çıkarılması ve belirleyici hale getirilmesi lazımdır. Bu, bir tercih
meselesi değil, tarihin ve Tanrı’nın Türkiye’ye ve Türkiye’de yaşa-
yan halklara biçtiği kaderdir.
Mustafa Kemal bu kader sırrını isabetle teşhis etmiş ve onun ge-
reklerini samimi ve net ifadelerle tarihin ve milletin önüne koy-
muştur. Yalnız kendi emeğine güvenmek, Türkiye’nin yarınlara
taşınması bağlamında değerlendirildiğinde iki şeye güvenmek,
başka bir şeye de güvenmemek anlamına gelmektedir. Gazi, bunu,
24 Şubat 1924’te yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmektedir:

“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, di-
ğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıy-
la layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE.
16/221

Türk ordusu, Türk milletinin sahip bulunduğu en büyük değerdir.


Bu konuda dünyada hiç kimsenin bir tereddüdü olmamıştır. Bu
gerçeği en iyi bilen insan ise Kurtuluş ve Cumhuriyet Ordusu’nun
mimarı ve başkumandanı olan Atatürk’tür. Atatürk, Türk Or-
dusu’nun, tarih boyunca alet edildiği hanedan ve kişi ihtirasları
koruyuculuğu ile ileride emperyalizm tarafından vuku bulacak
‘karakol görevi’ taleplerine asla alet edilmemesi gerektiğini düşün-
mekte ve bunu çok erken bir tarihte Türk milletine ve Türkiye’yi
yöneteceklere duyurmakta, onları uyarmaktadır. 18 Nisan 1922
günkü TBMM konuşmasında bu anlamlı uyarısını şöyle dile ge-
tiriyor:

“Yüce Meclisimizin malum olan elim müşkülat içinde vücuda getir-


meye muvaffak olduğu ordular, gerçi Viyana surlarına dayanan eski
Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insani
mefkure itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik
parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu isti-
lalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için
şunun veya bunun elinde ihtiras aleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve
bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı mefkureyle
mütehassıs ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlatlarından mey-
dana gelen muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”-ABE. 12/383

Batı, Türk Ordusuna Neden Düşmandır?

Gazi, “Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi


olmuştur.” diyerek Türk-İslam tarihiyle ilgili en hayati gerçekler-
den birini ifadeye koyuyor ve devam ediyor:

“Diğer milletlerde ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır.


Halbuki bizde iş tamamıyla tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subay-
larımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılabı da yine onların fedakarlığına
borçluyuz.”-ABE. 17/290

Batının Türk Ordusu düşmanlığının temel sebebi, işte budur.


Türk Ordusu sarsıntıya uğratılıp etkisizleştirilmeden Türkiye’de
istenen haçlı hedeflere varılamayacağı hem haçlı kurmayların hem
de onların içimizdeki dinci ve dinsiz işbirlikçilerinin çok iyi bildiği
bir gerçektir.

Türk Ordusu’nun hücum hedefi olmasını terviç eden önemli bir


sebep de bu ordunun, diğerlerinde, özellikle Osmanlı’da görüle-
nin aksine, ilericiliğin, aydınlanmanın yanında hatta önünde yü-
rümesidir. TSK, mesela, Yeniçeri’nin aksine, din yobazlığıyla veya
ilmiyenin yobaz takımıyla bir işbirliği içine asla girmemiştir.

Avrupa’nın Türk Ordusu’na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfke-


lerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa’daki silahlı güçlerde, siya-
setçilerde değildir. Avrupa’nın en hümanist aydınları, filozofları,
şairleri, edipleri, ressam ve heykeltıraşları da, Türk ordusuna duyu-
lan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther’den Kant’a,
Dante’den Engels’e, Hugo’dan Marx’a, Voltaire’den Byron’a ka-
dar… Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel… gibi isimler de bu öfke
listesinde yer alanlardan bazıları.

Birkaç örnek verelim:


Fransız yazarı Hugo, Osmanlı’dan ‘katil imparatorluk’ diye söz
eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı
susturmalıyız!” diye ekler. Engels’e göre, Osmanlı Türk İmpara-
torluğu ‘ayak takımının egemenliği’dir.

Engels’in beklentisi şudur: “Bu egemenlik er geç sona erecek,


Avrupa’nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kur-
tarılacaktır. Zaten Türkler devlet asker gücünü ellerinde tutmasa-
lardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gide-
cekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler’in ortadan kaldırılması gerekir.”

Marx’a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür.


Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın
çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı’nın İstanbul’u elinde tut-
ması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.

Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep


belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordu ve mil-
let tarafından engellendi. Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik Batı
düşmanlığını değerlendirirken bu arkaplanı unutmamak gerekir.

Batı’nın bizimle ilgili neler düşündüğünün en şaşmaz göstergesi


onun Türk Ordusu hakkındaki fikridir. Falih Rıfkı Atay, bize bir
belge vermek üzere şöyle diyor:

“İşgal sırasında ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük dü-


şürmek bir parola idi. Bu hücumlar, nihayet Mustafa Kemal’e kadar
ulaştı.”-ABE. 3/86
Bu parola bugün de kullanılıyor. Haçlı kodamanlarla işbirliği yap-
mış dincilerin haçlılarla ortak uğraşlarının birincisi Türk ordusu
ve ordu kumandanlarına bir vesile bulup sataşmaktır.

İki binli yıllardan itibaren, Türkiye yeniden ‘Hasta Adam’ haline


getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr’in şartlarını,
çeşitli gerekçelerle ‘sineye çekilir’ bulan yeni Damat Ferit ekipleri
ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu.

Batının Türk ordusuna düşmanlığı çok derin ve tatmin edilmez bir


düşmanlıktır. Öyle bir düşmanlık ki, Türk ordusunu hatırlatan her
şeyden rahatsız olur ve adeta tabii bir itişle o hatırlatan şeye saldırtır.

Bu söylediklerimizin ne anlama geldiğini daha iyi kavramak


için, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Milli Mücadele’ye katılmak üzere
Ankara’ya geldiği 1920 Nisanında TBMM’de yaptığı konuşmayı
dikkatle incelememiz ve üzerinde iyice düşünmemiz gerekir. Şim-
di bu olayı tarihsel belgesinden izleyelim.

29 Nisan 1920 günü, Mustafa Kemal’in TBMM Reisi sıfatıyla, 20.


Kolordu Kumandanlığı’na gönderdiği yazıda şöyle deniyor:

“Nisan’ın 27. günü Ankara’ya teşrif buyurarak doğruca BMM’ne dahil


olan eski Harbiye Nazırı Fevzi Paşa Hazretleri tafsilatlı bir nutuk irat
buyurmuşlardır. Anılan nutkun aslı Meclis zabıtnamesinde yayınla-
nacaktır. Hülasası aşağıdadır:

Fevzi Paşa’nın ibret ve dehşet verici nutku şöyle:

“Esaret mevkiinden kurtularak milletin serbest sinesine sığınmaya


muvaffak olduğumdan dolayı Cenabı Hakk’a hamt eylerim. İstanbul
işgali pek feci bir şekilde icra edilmiş, 10. Fırka Mızıka efradı uyku
esnasında basılarak bazı neferler şehit edilmiştir. Harbiye nezareti
Nazır Odası süngülü askerlerle açılmış ve Babıali’ye hareketim esna-
sında etrafı süngülü İngiliz askerleri kuşatmıştı. Cuma Selamlığı’nda
rikabı şahanede saltanat kudretinin timsali olarak bulunması alışıl-
mış olan silahlı Osmanlı askerlerinin varlığına müsaade edilmemiş-
tir.”

“Selamlıktan sonra huzura kabul buyrulan zata, tarafı şahaneden


büyük bir hüzün ve elemle aşağıdaki beyanat tebliğ buyrulmuştur.”

“Ben bugün böyle elim azap içinde camiye gelmek istemiyordum. Fa-
kat bu bir dini vazifedir. Cenabı Hakka bir ibadet olan bu vazifeyi
geri bırakmayı münasip görmedim. Ancak elli senelik kötü niyetlerin
gerek benim ve gerekse sizin kabinenizin üzerine yıkıldığını görmekle
fevkalade içim kan ağlamaktadır. Enkazın altında ezildik…”
“İngilizlerin pek kötü olan baskıları karşısında teessüratı şahaneyi
söyleten bu cümleler dikkatle okunmalı ve hükümleri ahaliye anla-
tılmalıdır. İşgalden itibaren nazırların her telgrafı kontrol edilmiş ve
birer suretinin Fransızca yazılması mecburiyet altına alınmıştır. İn-
gilizler, kendi arzuları dahilinde bir barışı kabul edecek bir kabineyi
iktidar mevkiine getireceklerini açıkça söylemişler ve Salih Paşa ka-
binesini süngü ile Babıali’den atacaklarını hissettirmişlerdir. Kabine-
nin barışçı tedbirlerini İngilizlere kabul ettirmek mümkün olamamış
ve İslam ahaliyi birbirine kırdırarak emeline nail olmak esasından
ibaret olan İngiliz maksatlarının tatbikatına başlanmıştır. Millet, sa-
hip bulunduğu hakikati fark etme hissiyle elbette bundaki faciaları
görecek ve anlayacaktır.”-ABE. 8/138-139

Yalnız Kendi Emeğine Güvenmek:

Müdafaai Hukuk devrimlerinin bir anlamı da Türk milletinin ‘ken-


disi olma’ arzu ve ihtiyacına cevap getirmekti. Bağımsızlık Savaşı
bu cevabı getirmiştir. Ve Atatürk bunu gerçekleştirmiş olarak bu
dünyadan ayrıldı. Sonrası onun ne işidir ne de suçu.

Kendisi olmak, ‘şahsiyet sahibi olmak’ demektir. Şöyle diyor Ata-


türk:

“İnsan, cüret edebilmeli ve tehlikeyi göze alabilmelidir.”ABE. 23/69

Atatürk bir insan olarak da, bu milletin bir mümessili olarak da


şahsiyet sahibi olmayı insan olmakla eşanlamlı bilmiş ve hem ken-
di hayatını hem de önüne geçtiği milletin hayatını bu anlayışa göre
düzenlemiştir. Daha 1919’da ilkeyi şöyle koyuyor:

“Dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve


kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakarlığa
razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında
ve safında görmek istemez.”-ABE. 3/83

Yalnız kendine, kendi emeğine güvenmenin iki belirişi vardır:


1: Kim ne derse desin, aldırmadan ve sarsılmadan hedefe yürümek,
2: Kim ne kadar överse övsün, yaratmadığı değerlerin sahibi havasına
girmemek.
Yani ne yermeye teslim olmak ne de övmeye.

Bu, Atatürk’te gördüğümüz melamet ahlakının belirişidir. Ger-


çekten de, melamet ahlakının veya ‘sadece kendi ürettiği değerlere
güvenme’nin Türk-İslam tarihinde en muhteşem anlatımlarından
birini Mustafa Kemal’de buluyoruz. Böyle bir anlatımı, İslam dü-
şünce tarihi uzmanı bir insan sıfatıyla söylüyorum, mesela tasav-
vuf literatüründe görebilmiş değilim. Gazi Paşa, Selanik’te, bir
gazeteye yazdığı yazı hakkında fikirlerini soran Cemal Paşa’ya
görüşlerinin anlatırken adeta asırlara ders verircesine şunları söy-
lemiştir:
“Birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düş-
meyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz, içinde bulundu-
ğumuz vaziyeti değerlendiriniz. Ve evvela kabul ediniz ki biraz fera-
gat sahibi olmak lazımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet
almaya tenezzül ederseniz, bugününüzü bilmem, fakat geleceğiniz
çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş geniş
muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkari hayaller ile dolu
olanlar çoktur. Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin,
hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu
görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır,
herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukave-
meti yok eden kişi olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır,
kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kim-
seden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan
sonra sana bu yüksek adam derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”
-ABE. 3/29

Müdafaai Hukuk felsefesi ve öncüleri için, kendi emeğine güven-


menin bir anlamı da millet olarak kendine ve kendi imkanlarına
güvenmektir. Müdafaai Hukuk Başbuğu bu noktada sonsuz bir
güven içindedir. Türkiye’nin her yanının nimet ve hazineyle dolu
olduğunu ama bunları işletmeden bu hazineden yararlanmanın
mümkün olmadığını ısrarla vurgulamış, bu hazinelerin başka-
larına kaptırılmaması için gereken dikkat ve tahammülü ortaya
koymamızı istemiştir. Adana Türk Ocağı’nda, 15 Mart 1923 günü
yaptığı konuşmada şöyle diyor:

“İtiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz ha-


zinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış in-
sanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek, bütün
servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen va-
zifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru
değildir.”-ABE. 15/204

Hazineler ne kadar çeşitli ve bereketli olursa olsun, üretmek


şarttır. Yani emeği bir biçimde devreye sokmak lazımdır. Emeği
devreye sokmayanlar, yani üretmeyenler varis olduklarının zen-
ginliğiyle onurlu yaşayamazlar; bir biçimde birilerine muhtaç
olurlar. Dünya petrolünün büyük kısmını elinde tutan Müslüman
Arap-Acem kitlelerinin haline bakmak bu noktada başka bir kanıta
ihtiyaç bırakmaz.

Atatürk, üretmenin şuurundadır ve bu şuurun milleti tarafından


yakalanmasını istiyor. Sahip bulunduğumuz en büyük hazine,
dört mevsimi yaşama imkanı veren toprağımızdır. O halde, emek
ve üretimimizin öncelikle tarıma yönelmesi lazımdır. 16 Mart
1923 günü Adana’da şunu söylüyor Gazi:
“Hakiki fetihler yalnız kılçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri va-
tanlarında sağlam bir şekilde yerleştirmenin, millete istikrar verme-
nin vasıtası, sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuv-
vetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını
kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve
saban; bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olur. Tarihin
bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün gözlemleri bunu teyit edi-
yor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür.
Bütün onlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun asıl
hikmeti şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken,
diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük
çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacak-
tık.”-ABE. 15/210

Saban burada, üretmenin, çalışmanın, yaratmanın sembolüdür.


Atatürk’ün çalışmakla ilgili şu tespitleri, bir Kur’ancı filozofun,
örneğin bir Muhammed İkbal’in-özellikle onun sözleri olarak ra-
hatlıkla kabul edilebilir:

“Tabiat bir şey vermez, her şeyi kazanmak lazımdır. Kazanmanın


tabii kanunlarını arayacak olursak, yalnız tek bir esas görünür: Çalış-
mak… Bundan başka çare yoktur. İnsan, tabii olarak, şahsına sahip-
tir; bu hassa, insanı bütün dünyaya sahip kılabilir. Yani insan, zekası,
sanatı, iradesi sayesinde bütün unsurlara boyun eğdirebilir. Bu, bize
çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını ve her şeyden mukaddes
olan bir hakkı, çalışmak hakkını gösterir. Tembellik, bütün fenalık-
ların anasıdır. İnsan, çalıştığı için, eli altında veyahut kafasının için-
de eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk
duyar! Çünkü neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yap-
mamak veyahut neticesiz, manasız şeyler yapmak, çalışma kanununa
karşı büyük kabahattir. Bu eser, ister çiftçinin hasadı, ister mimarın
evi veyahut heykeltıraşın heykeli, ister bir alimin veya bir sanatkarın
keşfi, kitabı olsun; zevk birdir. Bu zevk, bütün zahmetleri, saban ar-
kasında dökülen terleri, sanatkarın, fikir adamının bazen pek elemli
olan yorgunluklarını derhal unutturur.”-ABE. 23/66-67

Çalışmak, beklenen sonuca götürmese de bu uğurda katlanılan


maddi kayıp, insanın tarih önündeki ruhsal ve fikirsel doygunlu-
ğunu, onurunu zedelemez. Önemli olan, gayretin gösterilmesidir.
Atatürk, bu anlamda çalışmayı, ‘gayret’ ile eşitler. Ve şu muhte-
şem tespiti yapar:

“Bu hayat müsabakasında diğerleri, kabiliyetleri itibarıyla sizi geçebi-


lirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kız-
mayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızma-
yınız. Asıl mühim olan muvaffakiyet değil, gayrettir. İnsanın elinde
olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”-ABE. 23/68
Ümitsizliğe Düşmemek:

Kur’an’a göre, ümitsizlik bir zulümdür. O halde, temel davası


zulümle savaş olan ‘Kur’an mirası ile Müdafaai Hukuk mirası,
ümitsizlikle de savaşmak durumundaydı. Ve öyle olmuştur. Hem
İslam inkılabı hem Müdafaai Hukuk inkılabı ümitsizlik zulmüyle de
uğraşmıştır.

Müdafaai Hukuk Başbuğu Ne Yaptı?

İşe girişirken şöyle düşünüyordu-8 Temmuz 1920 Meclis konuş-


masından:

“Efendiler, memleketimizin ellide biri değil, tamamı yakılıp yıkılsa,


tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepe-
ye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız-gayet şiddetli
alkışlar. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy yakılıp
yıkılmış diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim
efendiler, bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal edi-
lebilir. Fakat bu işgal, hiçbir zaman imanımızı sarsmayacaktır.”

Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi.
21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu
sordu Gazi’ye:

“Millet, tasavvur edilen her türlü teşebbüste ve fedakarlıkta bulun-


duktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın?”

Cevap şu olmuştur:

“Bir millet, mevcudiyetini ve bağımsızlığını temin için tasavvur edi-


lebilen teşebbüsleri ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya
muvaffak olamazsa demek o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek
demektir. Dolayısıyla, millet yaşadıkça ve fedakarca teşebbüsleri-
ne devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”-ABE.
4/84

Ümitsizliğin en haklı sanılacak şekilde akla geleceği konu, eko-


nomi ve para konusudur. Onu bile bir ümitsizlik sebebi saymı-
yor. Yaratmanın zevkine varmış olan benlik, 19 Ocak 1923 günü
İzmit’te yaptığı 7.5 saat süren konuşmasında bakın o konuda da
ayaklarını nasıl ufukların üstüne koyuyor:

“Efendiler! Yollarımızı, şimendiferlerimizi yapmak için, limanlar vü-


cuda getirebilmek için ve gemiler inşa edebilmek için ne kadar para
ve ne kadar ihtisas lazımdır! Bir an düşünürsek ve bütün bunların
bizde olmadığını hatırlarsak ne kadar hüzün duyarız değil mi? Ha-
kikaten üzüntü ve acı vericidir. Bununla beraber asla ümitsiz olmak
gerekmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sayısız türlü türlü hazi-
nelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet
kıskanç bir surette milli hakimiyetini elinde tutarak, mukadderatını
bizzat idareye devam ettikçe, sermaye de, müesseseler de, ihtisas da
bulur! Her şey bulur…”-ABE. 14/342

Mustafa Kemal, ekonomik gerekçelerle göçe bile razı değildir; o


kapıyı hiçbir zaman açmamıştır. Çünkü göç, beleşçiliği, ümitsiz-
liği, kaçıp kurtulmayı ümit haline getirir. Bu da bir davanın daha
başından cascavlak kalması demektir.

“Yaşamaya azmetmiş olan milletimiz, isterse geçici olsun, hiçbir ya-


bancı işgal ve denetimi kabul etmez. Göç doğru değildir; bilakis, aziz
topraklarınızda kalarak milli teşkilatınızı genişletiniz.”-ABE. 5/49

Ehlikitap’a Güvenmek:
“Avrupalıların namusuna güvenemeyiz!-Mustafa Kemal Atatürk

Kur’an Ne Diyor?

Önce, konumuzun temel ayetini okuyalım:


“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. On-
lar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse/onları
işlerinin başına getirirse o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu
doğruya ve güzele kılavuzlamaz.”-Maide, 51

Başta Ehlikitap toplumlar-Yahudi ve Hıristiyanlar olmak üzere,


İslam’a ve Müslümanlara kötülük yapmış toplumları ve kişileri
dost edinmek, hele hele onları güdücü-yönetici mekiine getirip
Müslümanların işlerini ve iplerinin onların eline vermek, Allah’ın
öfkesine çarpılmanın temel sebeplerinden biridir.

Bu pencereden baktığımızda, örneğin, Türkiye’nin AB tutkusu,


önümüze sarsıcı tespitler çıkarmaktadır. AB ve ABD gibi; zu-
lüm, riya, sömürü toplumlarını, onların içine girip üyesi olmak
-Kur’an’ın deyimiyle, içlerine dalmak suretiyle iş ve emanetlerin
başına getirmek, Müslüman kitlelerin egemenliğini onların eline
vermek, Kur’an’ın değişik bağlamlarda dikkat çektiği büyük fela-
ketlerden biridir.

Ehlisalib’e teslimiyetin sonucu İslam’dan kopmak olacaktır. Baka-


ra 120. ayet bu noktanın altını çiziyor:
“Sen onların öz milletlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da
senden asla hoşnut olmaz. De ki, ‘Allah’ın kılavuzluğu, erdirici kıla-
vuzluğun ta kendisidir.’ İlimden sana ulaşan nasipten sonra bunların
boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir dostun/destek-
çin olur ne de bir yardımcın.”
Onlara yaranmanın yolu, demokrasi veya çağdaşlaşma değildir;
Kur’an’ın söylediği gibi, ‘tam teslimiyet’tir. Ne var ki onlar, Müs-
lüman kitleleri teslim alırken, onları demokratikleştirdiklerini,
uygarlaştırdıklarını, ıslah ettiklerini söyleyerek egemenlik kurar-
lar. Batı’nın bu şeytani oyunu, Atatürk tarafından daha 1922’de
ayrıntılarıyla ifade edilmiştir. 6 Mart günkü TBMM oturumunda
yaptığı tarihi konuşmada şu sözler de var:

“Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine


karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarla-
nadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin
imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit kalmaktan çık-
mışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak
etmişlerdir. Bunun neticesi olarak birçok zekalar, hisler, fikirler
Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan
şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkar bir anane şeklini
almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde
devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek,
Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle,
bahanelerle Türkiye’nin dahili hayatına, dahili idaresine girmişler
ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini,
kuvvetini kazanmışlardır. Halbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz
Türkiye halkında mevcut olan ilerleme cevherine zehirleyici ve yakıcı
bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve
bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak
için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan na-
sihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bü-
tün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu.
Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, ya-
bancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetme-
miştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar
acı neticelerle karşılaşmışlardır. İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla,
bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat,
her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür.
Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir
ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken dü-
şüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile
başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulu-
nuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve
ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu
maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.”

“Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile acz ile başlamıştır.


Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insan-
lar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkum imiş gibi Türkiye’yi
atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Kendi kendilerine memleke-
tin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak
idiler. Türkiye müttefikleri adeta kendi kendilerine hareket edi-
yorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendi-
mize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı,
tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç
şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare
etsin diyorlardı. Bunu da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı
hatırlatmak isterim. Malumu alinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni mü-
teakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş
bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bun-
ların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi
kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muk-
tedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirtelim ve
onlara mevki verelim.”

“Efendiler, Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan, tükenişe ve


yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün alimlerin
keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafa-
larını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazın-
da hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket
çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiye-
tini tanıtarak hayat bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya ka-
biliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım
geliyordu. Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi
ile mümkün olabilir. İşte bugün, efendiler, milletimiz ve milletimizin
hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla
benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve
fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyor-
sunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan
başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühüm bir
yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla
bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün
milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve
sebat göstermesi feraizi ayındadır.”

“En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç se-
neden beri ve asırlardan beri mesai sarfetmektedir. Malumu aliniz,
bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşman-
larımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanları-
mız bu uğurda her türlü fedakarlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar.
Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teş-
kil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli
teşebbüsleri içinden yıkmak ve dahili cepheyi yıkmaktır. Bu arada
nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, gü-
neydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve ora-
daki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel
birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok,
hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım
gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça
bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz
etsek bile bunları derhal tamir etmek imkan dairesindedir.”-ABE.
12/312-315
Maide suresinin 52-53. ayetlerinde, Ehlikitap’ı dost ve güdücü
yapanların hangi gerekçeleri dillerine dolayacakları da mucize
bir ifadeyle gösterilmiştir. Ayetler, günümüzde Müslümanları AB
Hıristiyan egemenliğine teslim etmeyi bir hizmet ve başarı gibi
sunmaya çalışan kadroların ruh hallerini, dayanaklarını, zaaf ve
hastalıklarını da ortaya koymaktadır:

“Kalplerinde hastalık olanların, ‘Başımıza bir felaket gelmesinden


korkuyoruz.’ diyerek onların içine daldıklarını görürsün. Olabilir ki,
Allah, bir fetih yahut katından bir buyruk getirir de bunu yapanlar,
benliklerinde sakladıkları şeye pişmanlık duyar hale gelirler. İman
edenler derler ki, ‘Şunlar mıdır o tüm güçleriyle sizinle beraber ol-
duklarına yemin edenler?’ Bütün amelleri boşa çıkmıştır da hüsrana
uğrayanlardan oluvermişlerdir.”

Demek oluyor ki, Ehlikitap’ı dost ve güdücü yapanların akıbetleri


hüsrandır.
Müslümanları Ehlikitap’a teslim edenlerin de bu teslim alışı Ehli-
kitap sömürgeciliği adına üstlenenlerin de hedefleri aynıdır: Müs-
lümanları kendi benlik ve imanlarından koparıp paryalaştırmak.
Ali İmran 100. ayet çok açık konuşuyor:

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye boyun


eğerseniz sizi, imanınızdan sonra kafirler haline getirirler.”

Demek oluyor ki, Müslümanları teslim edenlerin de teslim alanla-


rın da içlerinde saklı hesapları vardır ve kalpleri hastadır. Haçlılar
önünde zilleti Müslümanların başına musallat edenler, teslimi-
yetlerini, “Başımıza bir iş gelmesinden korkuyoruz!” diyerek mazur
ve meşru göstereceklerdir. Kur’an’ın bu mucize ihbarının, Türki-
ye’deki siyaset dinciliğinin ülkeyi ABD emperyalizmine veya AB
Hıristiyanlar kulübüne teslim ederken yaptığı savunmada aynen
tecelli ettiğini görmekteyiz.

“AB’ye üye olacaksınız!” yalanının peşine takılarak, Haçlı Batı’nın,


Kıbrıs başta olmak üzere, istediği her şeyi vermeyi siyaset yapan-
lar, bu yıpratma ve çökertmeyi şöyle savundular:
“Bizim Brüksel’e büyük tavizler vermemiz, Ankara’nın şerrinden
Brüksel’in şefaatine sığınma ihtiyacından doğmuştur.”

Kur’an, Haçlılara teslimiyetin, Müslümanları mahvolmaya götü-


ren uydurma gerekçelerini, yukarıki sözlerde geçen hemen hemen
aynı kelimelerle tanıtmaktadır:
“Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz.”-Siyaset dincileri-
nin deyimiyle, ‘Ankara’nın şerrinden’ korkuyoruz.
‘Ankara’nın şerri’ tabiri, siyaset dinciliğinin lügatinde, ilk günden
beri Atatürk mirasını ve Türk ordusunu ifade etmek için kulla-
nılmaktadır ve tarihin en büyük Atatürk düşmanı olan İngiliz gizli
servisinin Müslüman dünyaya ezberlettiği sloganlardan biridir…
Kur’an, İslam’dan sapma ve Ehlikitap tarafına geçmenin sonuçta
ne anlama geleceğini ve arkasından neyin zuhur edeceğini de yine
Maide suresinin 54. ayetinde bildirmiştir:
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Al-
lah, yakında, kendilerini sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı
boynu bükük, kafirlere karşı başı dik bir topluluk getirecektir. Bun-
lar Allah yolunda tüm gayretleriyle didinirler, hiçbir kınayanın kına-
masından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine yönelttiği bir lütuftur.
Allah, yaratılışı ve yarattıklarını genişletir, her şeyi bilir.”

Bu ayet, Müslümanları Hıristiyan ve Yahudilere teslim eden ve bunu


“Başımıza bir felaket gelmesinden korktuğumuz için yaptık” veya
“Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaatıne sığınıyoruz” diyerek sa-
vunan siyasetlerin ardından, Hakk’ı ve Müslümanların haklarını
düşünmenin ötesinde bir kaygısı olmayan kadroların geleceğini
ve Müslümanları kurtuluş ve zafere bu kadroların taşıyacağını
muştulamaktadır.

Kur’an, Müslüman kitleleri küfür güdümüne sokanların karşıla-


şacakları acıklı ve rezil edici akıbeti de bildirmiştir. Aynı ayetlerde,
onların bu akıbete uğramalarının sebebinin yalancılık, aldatma,
ikiyüzlülük olduğu da açıklanmıştır. Şu ayetler, günümüzde sah-
nede olan, tarih boyunca da emsali çok görülen ‘küfre teslimiyetçi
kadrolar’ı bütün çıplaklığıyla tanıtan mucize beyanlardır:

“Allah’ın kendilerine öfkelendiği bir kavmi dost edinenleri/onları iş-


lerinin başına getirenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de
onlardan. Bilip durdukları halde yalana yemin ediyorlar. Allah, on-
lar için şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ne kötüdür onların yapmakta
oldukları! Yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.
Küçük düşürücü bir azap var onlar için. Onların malları da çocukları
da kendilerine, Allah’a karşı hiçbir şey sağlayamaz. Ateş halkıdır onlar.
Uzun süre kalacaklardır orada. Allah onları tekrar dirilttiği gün, size
yemin ettikleri gibi O’na da yemin edecekler ve bir şey yaptıklarını sa-
nacaklar. Dikkat edin, onlar yalancıların ta kendileridir. Şeytan onla-
rı kuşattı da Allah’ın zikrini/Kur’an’ını onlara unutturdu. İşte bunlar
şeytanın hizbidir. Dikkat edin! Şeytanın hizbi hüsrana uğrayanların
ta kendileridir.”-Mücadile, 14-19

Bahsimizle ilgili olabilecek ayetleri biraz daha okuduğumuzda


şunu da görüyoruz:
Ehlikitap’ı Müslümanların kaderine egemen kılanlarla onları kul-
lanan Ehlikitap kodamanları karşılıklı bir ikiyüzlülük içindedirler.
Müslüman tarafta bunun nasıl yürüdüğünü biraz önce gördük.
Şimdi Ehlisalib tarafta nasıl yürüdüğüne bakalım. Ali İmran 72-73
ilginç bir tespit getiriyor:

“Ehlikitap’tan bir zümre şöyle dedi: ‘Şu iman edenlere indirilene gü-
nün başlangıcında inanın, günün sonunda karşı çıkın! Belki bu saye-
de geriye/eskiye dönerler. Dininize uyandan başkasına inanmayın!”
Kur’an, İslam’ın adını kullanan ama onu Kur’an dışı bir sömürge
dini haline getiren siyaset dinciliğinin, Müslümanları haçlı düş-
manlarına nasıl, hangi gerekçeleri öne sürerek, hangi hüsranlar
pahasına teslim edeceğini çok açık beyanlar halinde ve asırlar ön-
cesinden bildirmektedir. Ve bildirmektedir ki, bu mandacı-Batı-
cı siyaset kadroları, esas itibarıyle ne Haçlı Batı’dandırlar ne de
Müslümanlardan. İkiyüzlülük ve takıyye siyasetleriyle, ‘içlerinde
saklı tuttukları emelleri’ni gerçekleştirmek üzere hem onlardan
görünmekteler hem de Müslümanlardan.

Sonuç, haçlı hizmetçilerinin hüsranı olacaktır ama Müslüman


kitleler de çok büyük bir hasara uğrayacaktır.
Anadolu halkının AB münasebetiyle maruz bırakıldığı aldatma ve
yıkımın bu şekilde ihbar edilmesi Kur’an mucizelerinden birine
daha tanık olmamızı sağlamıştır.

Özellikle İngilizler:

Atatürk, Hıristiyan Batı’nın Müslümanlara düşmanlığı söz konusu


edildiğinde özellikle İngilizlere yollama yapmaktadır. İşte birkaç
tespit:

“Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler-ABE. 10/108,


Müslümanların en alçak düşmanlarıdır.”-Age. 12/314

İngilizlerin İslam’ın baş düşmanı olduklarını mükerreren ifade eden


Atatürk, bu düşmanlığın özellikle Türkiye’ye yönelik olduğuna, çün-
kü Türkiye’nin güçlü ve kuvvetli olması halinde İslam dünyasının
çökmeyeceğinin bilindiğine vurgu yapmaktadır.

“Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere’nin, bütün İslam alemini


kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki hainane teşebbüsüne
mukavemet ve muhalefet edebilecek yegane İslam hükümeti Türki-
ye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizmi-
nin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöneltilmiş bulunuyor.”
-ABE. 10/22

TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumunda yaptığı konuş-


mada, İngilizlerin diğer ülkeleri ve o arada Türkiye’yi içeriden
parçalayıp yıkmak için nasıl şer ve hıyanet cephesi açtığına şöyle
dikkat çekiyor:

“Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarılması, değişmesi, mağlup


olması, çözülmesi hiçbir vakitte bir milleti ve bir memleketi mah-
vedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip
olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dahili
cephenin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden daha ziyade vakıf olan
düşmanlarımız, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi
yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmekte-
dir.”-ABE. 12/314-315
İngilizler ‘amansız düşmanlarımızdır.’ İngilizler, bütün Doğu mil-
letlerini çiftlik hayvanları mesabesinde görmekteler.-ABE. 10/31

“Hile ve desiseler imal ve bazen cebir ve şiddet kullanmak suretiyle


bütün Asya alemini kendi bencil emellerine ve maksatlarına boyun
eğdirmeye ve sonsuz zulümleriyle, bilhassa İslam milletlerini rahatsız
etmeye çalışmış olan İngilizler, sonraki yıllarda da İslamlar arasında-
ki uyanış eserleri ve dayanışma eğilimlerinden pek ziyade endişelene-
rek darbelerini şiddetlendirmeye ve asırlardan beri iman ehlinin hiz-
metindeki kılıç mesabesinde olan Osmanlı Türklerinin milli ve siyasi
mevcudiyetini imhaya kalkıştılar.”-ABE. 9/207

İngilizler, Türklere ayrı bir kin ve düşmanlık beslemektedirler:

“Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıy-


met vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin
türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizlerin, bilinen özellik-
lerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngilizin hayatının muhafazası
endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile
mevcudiyetin ve bağımsızlığın muhafazasına kesin olarak karar ver-
miş ve tarihi ve tabii muhitinde zannolunduğundan çok kuvvetli ve
saülam bir milli hükümet tesis eylemiş olan bir milleti, hala hafife
alamak ve hakir görmek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır.”
-ABE. 9/167

Yine İngilizler:

“Alçak İngilizlerin Mezopotamya’da yapmakta oldukları canavarlık-


ları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve
teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık
mikroplarından temizlemeyi düşünüyoruz; ancak, içinde bulunduğu-
muz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mü-
him İslami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır.”
-ABE. 7/167

Elcezire kumandanına İngilizleri anlatıyor:

“Müşterek düşmanımız ve dinimizin, bağımsızlığımızın haini olan İn-


gilizlere karşı Irak mücahitlerinin cesurca ve aslanca mücadelelerini
hükümetimiz büyük bir iftihar ve takdir ile takip etmektedir. Muhte-
rem mücahitlere maddeten ve fiilen yardım etmek başlıca emelimiz-
dir.”-ABE. 10/108

Acaba, bugün, din ve iman yaftası altında Atatürk’e sövmeyi hüner


sanan iman ve namus yoksunu zihniyetler, Ehlisalip karşısında,
Atatürk’te gördüğümüz şu cesaret, feraset ve dirayetin onda birini
tarihin herhangi bir zamanında gösterebilmişler midir? Bugün göste-
rebiliyorlar mı? Hayır! Asla! Yaşayıp görmekteyiz: Gösterebildikleri
sadece teslimiyet, arzı ubudiyettir.
İmandan İmkan Yaratmak:

Kur’an, imandan imkan yaratanların kutsal kitabıdır. Ne yazık ki bu


kitap, müteselsil hainlikler ve hainler yüzünden, imkanları iman-
sızlık bahanesi yapanların kitabı gibi algılanır oldu.

Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, zevki çilede


arayan bir benkilti. Şöyle diyor:

“Her güç şey zevklidir.-ABE. 18/351

Hayatın zevk ve coşkusunu çile ve ıstırapta arayan ruhların ya-


rattığı bir destandır Anadolu Bağımsızlık Savaşı. O ıstıraplı des-
tanın çilekeş başbuğu, Türk milletinin uyuyan cevherini açığa çı-
karmada ıstırabın çok yaratıcı bir rol oynayacağına imanını sık
sık tekrarlamıştır. Çekilen ıstıraplardan adeta mutluluk duymuş
gibidir. 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmada şöyle diyor:

“Felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım et-


kenler vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle
kara günlerinden sonra milletlerin uyanış ve ağırbaşlılığını bulması,
kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli neticeleri, nihayet
bizim milletimizde de bu hassaları doğurdu. Tam bir emniyetle söy-
lerim ki, milletimiz baştan başa böyle bir uyanışa nail olmuş, tamam
ve kamil bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir iftiharla ilan
ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya
ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu hassaları, bu idraki
sayesinde kazandı.”-ABE. 15/210

Parasızlık, bir ıstırap alevi gibi bütün Milli Mücadelelerin içinde


yanmakta ve onlara acı vermekteydi. Bizzat Atatürk’ün defalarca
tekrarladığı yakınma ve şikayetler var. Rahmetli Talat Paşa’ya yaz-
dığı mektupta şöyle diyor:

“Parasızlıktan bahsediyorsunuz. Ne yazık ki ben de ondan bahse-


deceğim. Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete girerken beş param
olmadığını kolayca tahmin edeceğinizden eminim. Girdikten sonra
da İstanbul’da bol bol vaatlerde bulunan zengin zevatın bizi hatırla-
yacaklarını farz etmek gafletinde bulundum. Milletten para istemek,
onları en mukaddes gayeler hakkında bile şüphe ve tereddütte bırakı-
yor.”-ABE. 411-412

Türk Ressamlar Cemiyeti resim sergisinde bir tablosunu izlediği


İbrahim Çallı’ya sordu:
“Bu zeybek ne üzerine oturuyor?” Çallı cevap verdi:
“Taş üzerinde ama taşın üzerinde atının çulu var.” Atatürk, şöyle
devam etti:
“Değil bu zeybekler, bizzat biz bile başımızı çıplak taşa koyduk. Böyle
bir çul bile bulamadık.”-ABE. 18/150-151
Çekilecek çile, ölümle de bitebilir. Eğer tarihe şerefli ve saygın
bir ad bırakılacaksa bu bitiş dahi gururla kabul edilmelidir. Şöyle
diyor büyük Gazi:

“Barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın


manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır.
On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine
şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve aşağılık bir derekeye indirildikten
sonra ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bu-
gün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.”

“Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mü-


cadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.”-ABE. 15/86-88

İman-İmkan İlişkisi:

Tüm oluş ve erişlerin, tüm zaferlerin iki temel dayanağı vardır:


İman ve imkan.

İman yoksa imkan hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkanın azlığı
zaferi engelleyemez. İman, imkan yaratır ama imkan iman yaratmaz.

Tam tersine, imkanın bolluğu, imanı zaafa uğratabilir. Çünkü


imkan bolluğu gevşeme, pelteleşme, gurur ve yozlaşma getirebi-
lir. Tarih yaratanların en büyüklerinden biri olan Mustafa Kemal,
19 Mayıs 1919’da Samsun’a, dümeni bozuk, çürük bir tekne yerine,
güvertesinde hizmetlilerin dolaştığı görkemli bir vapurla gitseydi,
mayalandıracağı savaş Kurtuluş Savaşı değil, İngilizlere manda olma
savaşı olurdu.

İman varsa imkanın azlığı tasavvur edilemeyen kuvvetler oluşturur.


Yani iman varsa imkanın azlığı veya yokluğu güce dönüşebilir. Güç-
süzlerin gücünün korkutması bundandır.

İmkan yiyenlerin sonu bitiş ve çürüyüştür. Türkiye, Atatürk’ün


ölümünden itibaren imkan yiyenlerin yönettiği ülke oldu. Büyük bir
imkandı yedikleri. Öyle bir imkan ki, bugün hala, kendisine sö-
venleri bile lütuflandırmaya devam ediyor.

Atatürk, çok büyük bir imkan yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme
yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı.
Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbi-
rinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkan yiyici, hazıra
duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda
haindi. Türkiye’de imkan yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile gel-
dikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman
olmadığı için sürekli imkan yediler.
Hiçbir imkan, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz.
Çünkü imkan, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan var-
lık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, en-
gel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun
göstergesidir. İmkanın ise böyle bir özelliği yoktur.

Kurtuluş Savaşı’nın aziz kumandanlarından Ali Fuat Paşa, o günle-


ri anlatırken vicdan kulağımıza şunu üflüyor:

“Yurdun müdafaasında, zengin kaynakları ellerinde tutanlar, mane-


viyatsızlık ve ahlaksızlık yüzünden çözülüp bozulmuşlardı.”-Cebe-
soy, Milli Mücadele Hatıraları, 71

Bizim bu millete, Tanrı’nın ve tarihin huzurunda söyleyeceğimiz


şudur:
Eğer Türkiye toparlanamaz, yeni Kurtuluş Savaşı’nı kazanamaz, haç-
lı kurtların hırs ve kinlerine yenilirse, tarih ve bu millet bilmelidir ki
bunun sebebi imkansızlık değil, imansızlık olacaktır.

Bu Kitabın Özeti Veya Son Söz:

Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş


Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır.

Nihayet, şunu söylemek borcundayız:


Atatürk’ü gerçekten anlayanlar ve sevenler, ‘Türk milletinin şimdi-
ye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış ol-
duğunu ispat etmek isteyen’ adamları devrede tutmak zorundadır.
Bu zorunluluğu, çarpıtılmış bir ‘laiklik’ gerekçesiyle veya kanları-
na bulaşmış İslam nefreti virüsünün itişiyle ‘yok’ göstermeye çalı-
şanlar, Atatürk’e ihanet etmiş olurlar. Nitekim bu, ‘fark edilmeden
yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Türkiye bugün bulunduğu trajik-
dramatik noktaya gelmiştir.

Allah herkese basiret ve feraset nasip etsin!

Dünya Basınında;
Yaşar Nuri Öztürk:

“Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve


laik-reformist bir İslam’ın öncü teorisyenidir.-Die Zeit, 20 Şubat 2003

“İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz
binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konu-
sunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre,
‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulma-
ları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve
laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı
oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek
madalyonun iki yüzüdür…”
“Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların
dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkanı ile gele-
neksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara
yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001

“Öztürk’e göre, İslam gelenekleri, Kur’an’ın ışığında yeniden gözden


geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam olarak
algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara zarar
verir.”-Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23
Haziran 2000

“Öztürk, kendini, İslam’ın her yüzyılda yaşayan yenilikçilerinden biri


olarak görmektedir… Öztürk’ün sergilediği açık görüşlülük, onun
beşiğine, doğduğu gün konmadı… Babası onu Arapça ve Farça’da
eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart eserlerini okudu…
Hiçbir Türk teologu Türk televizyonlarına Öztürk kadar çıkamadı…”
-Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002

“Öztürk’e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol


insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani toplumun bağ-
rından yükselmelidir… O, şöyle düşünüyor: ‘İslam dünyasına kan-
sız ve İslam’la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek yolu,
Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türkiye modelini almaktır.’ Öztürk’ün
görüşüne göre, Batı, Atatürk’ü İslam karşıtı göstermekle bir hata
yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları Atatürk mo-
delinden ürkmektedir. Öztürk, İslam’ın modern bir yorumunu sa-
vunmaktadır.”-Godehart Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003

“Öztürk, İslam’ın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan


‘Kur’an’daki İslam’, Öztürk tarafından ‘Otantik İslam’ olarak tanım-
lanıyor. Öztürk’ün, ‘Uydurulmuş İslam’ olarak adlandırdığı İslam’ın
diğer yüzüne ise tüm dünya 11 Eylüül’de tanık oldu…”
-Silke Koppers; Westdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003

“Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir
hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit
alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı

“Profesör Öztürk, şu anda Türkiye’nin en popüler, aynı zamanda da


en çok tartışılan İslam düşünürüdür… Öztürk’ün ‘Kur’an’daki İslam’
adlı eseri ‘Kur’an’a Dönüş Hareketi’nin temel taşı olarak kabul edi-
liyor.”-Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi

“Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en ta-


nınmış Türk teologu olarak biliniyor… 20 yıldan beri devrede olan
siyasetçiler, Türkiye’nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna politik
görevler sundular ama o kendini bunların hiçbirine teslim etmedi.”
Star eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabının müellifi, köşe yazarı ve
televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlandırdı.
Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların akılcı bir
din anlatımına ihtiyaçları vardır.”
“Öztürk; Siyasal İslam’ı, reform dışında bir şeyle adlandırılama-
yacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu
‘Türk Lutheri’ olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervari bir
girişimle, temel kitaba, ‘Kur’an’a Dönüş’ü başlattı. Bu faaliyetiyle,
geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi İslami
öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldışı olu-
ğunu ortaya koydu.”-Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005

“Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Öztürk’ün kitaplarına he-


men her kitapçıda rastlanmaktadır. Onun kitapları hemen her köşe-
de bulunan kırtasiye dükkanlarında bile bulunabilmektedir.”
“Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir talep
bulunmamaktadır. Arapça kaligrafik dekor elemanlarından birden-
bire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü büyük
harflerle hafızamıza o kazımıştır.”
“Onun belirgin niteliklerinden biri, modernleştirilmiş ama aynı za-
manda halkın anlayacağı şekle getirilmiş bir dil zenginliği ile kaynaş-
mış hicivli üslubudur. Dinde reformu son derece tedrici bir biçimde
aktarmıştır.”
“Onu düşünce yapısı, modern ve gelişmeye açık olarak tanımlan-
malıdır. Bu yapıda belirleyici bakış açısı, insan haklarıdır.”
“Öztürk, öncelikle halk kitlelerine yönelmiştir. Öztürk, kutsallaştı-
rılmış geleneksel söylemlere karşılık, günümüzde işe yarayan alter-
natif çözümler sunuyor.”
“Öztürk, emperyalizmin boyunduruğundan şikayetçidir. Ona göre,
emperyalizm yüzyıllardan beri İslam’ın gelişmesine engel olmakta-
dır.”
“Şimdi ne yapmak zorundayız? sorusuna Öztürk’ün verdiği nihai
yanıt şudur: Gayret gösteriyoruz, umuyoruz, dua ediyoruz ve bekli-
yoruz.”-Körner, Felix; Koranhermeneutik in der Türkei heute; Herder
Verlag, Freiburg-Basel-Wien, 2006, sayfa: 237-243

“Öztürk, Kur’an’ın zamana uygun ve modern bir şekilde yorum-


lanması gerektiğini savunuyor. Ona göre, Kur’an’ın ibadetle ilgili
zaman üstü bölümleri, her zaman geçerlidir. Ama Kur’an’ın diğer
bölümleri, zamana, bölgeye ve hatta iklim koşullarına göre yeniden
yorumlanmalıdır.”-Kemal Güler; Fraenkische Nacht, Ekim 2000

You might also like