Professional Documents
Culture Documents
Bunların ikisi bir madalyonun iki yüzü gibidir. Atatürk olsun ama
Laiklik olmasın demek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Laiklik olsun
ama Atatürk olmasın demek de eşyanın tabiatına aykırıdır.
Türkiye’de 80 küsur yıldır-bir hesaba göre, yüz küsur yıldır sü-
rüp giden bir kavga ve bu kavganın ekseninde de İslam meselesi
var. Şöyle de diyebilirsiniz: Yapay olarak yaratılmış bir kavganın
ekseninde Atatürk mirasının İslam’la barışık olup olmadığı tartışması
var. Bu tartışma yüzünden bu ülkede kan akıyor. Bunları unuta-
rak bir yere gidemezsiniz. Bunları halının altına iterseniz yenileri
ve daha ağırları tekrar vücut bulur. İçeride ve dışarıda bunları ta-
kip eden birileri var.
Çankaya adlı önemli kitabın yazarı Falih Rıfkı Atay’a göre, Adliye
Vekili Seyit Bey, hilafetin ilgasına ilişkin tarihi konuşmasını yapıp
kürsüden indiğinde-ki, bize göre, hilafetin kansız-kavgasız kal-
dırılmasını sağlayan o konuşmadır, Atatürk ne yazık ki şu hayret
verici ve temel kırılmayı başlatan sözü söylemişti:
“Seyit Bey son vazifesini yaptı.”-Atay, Çankaya, 423
Aymazlığın Tahribatı:
İmansızlığın Tahribatı:
Demokrat Parti’nin buna karşı çıkış gibi görünen icraatı bir imanın
icabı değil, aynı kadroların iç çekişmelerinden doğan bir siyase-
tin icabıdır. Biri dinsizliğin biri de dinin temsilcisi gibi algılanan
bu iki siyasal kadro, ortak çıkarlarının gerekli kıldığı her konuda
derhal işbirliğine girebilmiştir. Bu işbirliğini sağlayan temel etken,
ABD’nin devreye girmesi ve Türkiye’yi belli bir yere götürmek
üzere harekete geçmesidir.
“Ey aklı başında insan! Görüyorsun ki, bu zafer, o mürşit, o yol göste-
rici kumandana güvenmekle elde edilmiştir. O millet, o kumandana
şöyle demiştir: ‘Himmetinle düşmana karşı çık, azmini, gücünü orta-
ya koyarak onunla savaş. Allah seni destekleyecektir. Biz seni övmek-
te, sana hayırla dualar etmekteyiz. Senin ardın sıra geleceğiz.’ Böyle
demişler ve onun çevresinde toplanarak bir tek güç haline gelmişler,
eylemlerinde onun izinden gitmişler. Ve bu sayede düşmanı mağlup
ve perişan etmişlerdir….”-Tantavi, Tefsir, 1/70
Orta boy puntoyla tam 53 büyük sayfa tutan bir konuşmadan söz
ediyoruz. Puntosu biraz büyük tutulursa bir kitap olacak geniş-
liktedir.
Atatürk; orada dinin nasıl yanlış anlaşıldığını, nasıl saptırıldığını,
Haçlı Batı tarafından tarih boyunca aleyhimize nasıl kullanıldı-
ğını, özellikle ilim ve kadın konusunda din kullanılmak suretiyle
nasıl perişan edildiğimizi hayret ve hayranlık verecek bir ihtişamla
anlatırken bir yerde, tek cümle ile bir büyük ihtilal daha yapıyor.
Kur’an’ın mucizelerinin uzantılarından biri olarak görebileceği-
miz-ve benim öyle gördüğüm şu cümleyi kullanıyor:
Bu cümle; Kur’an’ın açık bir emrinin, bin küsur yıl sonra, Kur’an
dini adına yalan ve saptırmalara teslim edilmiş ve sonunda İslam
düşmanlarının işgaline uğramış bir millete, o milleti uyandıran bir
önderin dilinden tekrarıdır. Böyle bir cümleyi böyle bir zamanda,
söyleyenden çok söyletene bakmak gerekmez mi? Çünkü söyle-
yen bir ilahiyatçı, din adamı, din filozofu değildir; asker yanı galip
bir siyaset, ihtilal ve fikir adamıdır. Bir kumandandır, bir devlet
kurucusudur.
“Kur’an ile hatırlatmak istiyorum…” diyor Gazi.
Kur’an ne diyor? 50. Sure olan Kaf suresinin son ayeti aynen şöyle:
“Benim tehdidimden korkanlara, sadece Kur’an ile hatırlat!”
İşte Atatürk de bunu yapıyor.
“Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bun-
da büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep
etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulun-
sun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburi-
yetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı
derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile
hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim?
Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir
engellemesi yoktur…”
“Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmek-
tense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp
ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın…
Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa
ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdür-
mekle mümkün olacaktır.”
Elbette ki, Atatürk bütün bunları bir ‘din müceddidi, din ihyacısı’
olarak, o mantık ve niyetle yapmadı; insanlık, akıl, bilim, barış,
dürüstlük ve bağımsızlık aşkıyla yaptı.
Toplumculuk Ve Antiliberalizm:
Şimdi size, tipik bir örnek olarak ‘en dindar’ bilinenlerden biri
olan Kazım Karabekir Paşa’nın tavrını göstereceğiz. Temelinde
imanlı bir adam olan ama ‘muhafazakar dediği dindar çevreye
tahammül edemeyen, ibadet hayatıyla ise en küçük bir ilgisi bu-
lunmayan Karabekir, Atatürk’ü dinden ve din kavramlarına yer
vermekten tamamen soyutlamaya çalışanlardan biridir.
Gazi, dini çok önemsedi. Önemsediği için de onunla ilgili hem icraat
yaptı hem eleştiri. O istiyordu ki Türk halkı İslam’la birlikte yaşasın,
onunla mutlu olsun ama bunu yaparken hurafenin, Arabizmin, ya-
lan, talan ve din adına sahtekarlığın elinde oyuncak olmasın, kahır
çekmesin.
Evet, Batı, bizzat kendi ifadesiyle, ‘batıcı, İslam karşıtı’ bir adam-
dan neden rahatsızdır? Müslümanları düşündüğü için mi? Batı,
özellikle şeytani İngiliz siyasetleri, yıllar ve yıllar, İslam dünyası
ile Atatürk’ün arasını açmak için şu nakaratı tekrarlayıp-ve tek-
rarlatıp durmuştur.
Böyle bir gerçek ve böyle bir vakıa, yapısının tam tersi bir konuma ge-
tirilebilir mi? Yani belgesiz, mitolojik, uydurma, dayatma bir ‘destan’
gibi lanse edilebilir mi? Eğer karşınızda, bin yıllık dininin kitabı tara-
fından “Allah ile aldatılmayın!” uyarısı almış bir kitle varsa edilebilir.
Vakıa ve gerçek, hayal ve mitoloji gibi, hatta jakoben bir dayatmanın
ürünü gibi lanse edilebilir.
Ve edilmektedir.
İkbal’in Türk Devrimi ile İslam Mirası, özellikle Hanefi fıkhı ara-
sında tespit ettiği ortak noktaların çok kısa bir sıralanışı şöyle ve-
rilebilir:
“Eğer İslam Rönesansı, yaşayan bir realite ise ki ben onun yaşa-
yan bir realite olduğuna inanmaktayım, bir gün bizler dahi, tıpkı
Türkler gibi, entelektüel mirasımızı yeni bir değerlendirmeye tabi
tutmalıyız.”
“Said Halim Paşa’ya göre, önümüzde açık bulunan tek çare, esası
itibarıyla dinamik olan bir hayat tecrübesini hareketsiz hale geti-
ren sert kabuğu İslam’ın üzerinden çekip atarak, ahlaksal, sosyal
ve siyasal ideallerimizi onlara has orijinallik ve evrenselliğe uygun
şekilde inşa etmek üzere özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın özgün
hakikatlerini yeniden keşfetmektir.”
“Küresel hilafet fikri, yararlı bir amaca hizmet etmek şöyle dursun,
bağımsız Müslüman devletlerin bir birlik oluşturmalarına giden yolda
ciddi bir engel oluşturmaktadır. İran, hilafete ilişkin doktrin farkları
yüzünden Türklerden tamamen ayrı bir tavır takınmıştır. Fas, onla-
rın tümüne her zaman güvensizlikle bakmıştır. Arabistan’a gelince,
o bu konuda özel emeller taşımıştır. İslam’daki bütün bu kırılmalar,
uzun zaman önce yok olmuş bir gücün anlamsız bir sembolü uğruna
vuku bulmuştur. Bu durumda biraz daha ileri giderek şöyle söyle-
nebilir: ‘Siyasal düşüncemizde yaşanan deneyimden neden ders
almayalım?’ Kadı Ebu Bekr el-Bakıllani-ölm. 403/1012, yaşanan
tecrübelere bakarak ‘hilafette Kureyşilik’ şartından yani Kureyş’in
gücünü yitirmesine bağlı olarak, onun İslam dünyasını yönetme-
sine ilişkin kabulden vazgeçmedi mi? Hilafette Kureyşilik şartına
şahsen inanmakta olan İbn Haldun bile, asırlar önce, aynı tezi
daha da ileri bir düzeyde savundu. İbn Haldun şöyle söylüyor:
“İslam adına gerçekten etkili bir siyasal birlik vücuda getirmek için
her şeyden önce, bütün Müslüman ülkeler bağımsız hale gelmeli,
daha sonra da bir bütün halinde bir tek halifeye bağlanmalıdırlar.
Böyle bir şey, şu an itibarıyla mümkün müdür? Eğer mümkün olma-
yacaksa herkes beklemeli. Bu arada, halife de, layıkıyla işleyebilecek
modern bir devletin temellerini atabilmek için kendi evini yeniden
düzenlemelidir. Milletlerarası âlemde zayıfa ilgi söz konusu değildir,
hürmete layık görülen, sadece kuvvettir.”
“Bir kere, ‘Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda muntazam bir hadis ko-
leksiyonu yoktu’ iddiası doğru değildir. Çünkü, Abdülmelik ve İbn
Şihab ez-Zühri’nin hadis koleksiyonları İmamı Azam’ın ölümünden
en az otuz yıl önce oluşmuş bulunuyordu. İkincisi, bu koleksiyonla-
rın Ebu Hanife’ye ulaşmadığını veya fıkhi değeri haiz hadisler ihtiva
etmediklerini varsaysak bile, Ebu Hanife, eğer gerekli görseydi, tıpkı
kendisinden sonra gelen İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi, kendi
özel hadis koleksiyonunu kolaylıkla oluşturabilirdi. Benim bu konu-
daki görüşüm, sonuç olarak şudur: Ebu Hanife’nin fıkhi önem taşı-
yan hadislerle ilgili tutumu mükemmel ve çok anlamlı bir tutumdur.”
“Hanefi ekolün asli ilkesi olan kıyas, gerektiği gibi anlaşılıp hakkıyla
uygulandığında, İmamı Şafii’nin de haklı olarak söylediği gibi, içti-
hadın diğer bir adından başka bir şey değildir. O içtihat ki, vahyedilen
kitabın sınırları içinde, her zaman ve tamamen serbesttir…”
1: Hintli Müslüman güçlü bir bedende güçlü bir iradeye sahip midir?
“Bir millet vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdi-
rin gizli alemindeki sırlara vakıf olduk.”
“Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken onun bir bakışı ile ciha-
nı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik.”
O, hak olduğu halde senin toplumun onu yalanladı. De ki, “Ben sizin
üzerinize vekil değilim!”-En’am, 66
“Allah dileseydi, şirke batmazlardı. Biz seni onlar üzerine bekçi yap-
madık. Sen onlara vekil de değilsin.”-En’am, 107
“Kuşkusuz, biz bu kitabı sana insanlar için hak olarak indirdik. Artık
kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa kendi aleyhi-
ne sapmış olur. Sen onlar üzerine vekil değilsin.”-Zümer, 4. Ayrıca
bk. Yunus, 108; İsra, 54; Şüra, 6
İnsanların seçimsiz vekili, sadece Allah’tır. Aslında, O, her şeyin
hem yaratıcısı hem de vekilidir.-Zümer, 62 Bunun içindir ki,
Kur’an müminleri sadece Allah’ı vekil edineceklerdir. Başka vekil
aramaları şirktir. Çünkü “vekil olarak Allah yeter.”-Nisa, 81, 132,
171; İsra, 65; Ahzab, 3, 48
Neden Laiklik?
Batı’nın Tedirginliği:
Ama İslam dünyası aynı zihniyet madunda değildir. Bunu ilk gö-
ren, Atatürk’tür. Atatürk işte bunun içindir ki toplumun anaya-
sasına ‘Laiklik’ diye yazmadan, sekülarizm aşamalarını topluma
yaşatmıştır. Sekülariteyi getiren devrimlerle laikliğin yasallaşması
arasında on beş yıla yakın zaman vardır. İşe böyle baktığınızda,
Atatürk devrimini bir tek kelimeyle ifade etmeyi zorunlu kılsanız bu
kelime bence sekülarite olacaktır.
Birinci yol kurtarıcı, emin yoldur ama zordur. İkinci yol görünüş-
te kolaydır fakat akıbeti hüsrandır.
Aklın Özgürleştirilmesi:
Gerçek bir Kur’an mümini, kıtasıyla nereli olursa olsun kafasıyla Ba-
tılı’dır. Kıta anlamında değil, kafa anlamında Batı. Çünkü Kur’an,
işletilen akıl istiyor. İşletilen akıl ise şarkın değil, Batı’nın alameti
farikasıdır.
Aklın Özgürleştirilmesinin
Laiklik Açısından Önemi:
Başlığı nasıl atarsanız atın, Laiklikle özgür aklın veya işletilen ak-
lın irtibatı kesindir. Biri yoksa öteki de işlevsel olamıyor. Neden?
Çünkü aklı öne çıkarmak, hakimiyet ilkesinin saptırılmasını önle-
mede rol oynayacağı gibi, yönetimin ihtiyaç duyduğu pozitif hu-
kukun oluşturulmasında başı çekmek suretiyle de kitlelere ufuk
açacaktır.
Mistik-Teolojik Algılamadan
Akılcı-Kozmik Algılamaya Geçiş:
Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir
düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce
doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu
halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hası-
lı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark,
düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş
tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106
Kur’an, cevher olarak ilme kötülük izafe etmiyor ama cevher ola-
rak imana çirkinlik ve kötülük izafe ediyor. Çünkü ilim objektiftir;
daha doğrusu ilimden söz etmemiz için objektiflik şarttır. İmanın
objektifliği söz konusu edilemez. İmanda asıl olan sübjektivitedir.
Atatürk Ne Yaptı?
27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık
seslenmiştir:
“İlmin olsa ne yazar, bilgi şeytanda da vardı; ben senin bilgine değil,
dindar olup olmadığına bakarım” teranesi, örtülü biçimde Allahlık
ilan eden vahim bir müşrikliktir. Ve Müdafaai Hukuk devriminin
yıktığı putperestliklerin başında gelenlerinden biri de budur.
Bir defa, şeytanın, ilmine rağmen veya ilmi yüzünden battığını iddia
etmek Kur’an dışı bir yalandır; şeytanın oyununa gelmenin, şeytan
uşaklığının göstergesidir. Kur’an bunun tam aksini söylemektedir:
Şeytan, onca ibadet ve itaatine rağmen cehalet ve inadı yüzünden
batmıştır; onca ilmine rağmen, ibadetsizliği yüzünden batmamıştır.
O halde, İslam dünyasında şeytan uşaklığı yapanlar, ibadet methi-
yeciliği adına ilmi tepeleyenlerdir.
“Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün haya-
tımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.”
“Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle za-
rarlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz
vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak
isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal niza-
mımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar ola-
mayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık
talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet
menfaatını her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149
Bir soru daha: Türkiye’de İslam adına velvele koparan siyaset ve sal-
tanat dincileri, Atatürk’ü İslam’a aykırılığı yüzünden mi reddediyor-
lar yoksa raiyyeleşmeyi kaldırıp bundan nemalananların saltanatıma
son verdiği için mi?
Millet Nedir?
Kendi kaderi hakkında söz sahibi olmak, insan onurunun bir gös-
tergesidir. Kur’an, bağlılarının bu onuru tüm canlılığıyla koruma-
larını istiyor. “Dinde baskı ve zorlama yoktur. Işıkla karanlık net bir
biçimde birbirinden ayrılmıştır.”-Bakara, 256 İlkesinin korumak
istediği temel değerlerden biri de andığımız onurdur.
Kişilerin Egemenliğinden;
İlkelerin Egemenliğine Geçiş:
“Ilımlı İslam diye bir din yoktur, İslam vardır. Ve Türkiye, bir Ilımlı
İslam modeli değildir; Atatürk Cumhuriyeti modelidir. Eğer bu mo-
deli, Atatürk mirasına sadık kalarak örnek göstermek istiyorlarsa,
buyursunlar; yardımcı olalım. Bizim, dinimizden de Cumhuriye-
timizden de şikâyetimiz yoktur. 120 bin caminin yirmi dört saat
açık olduğu Türkiye’de, halkın bin yıldır yaşadığı dine yeni bir ad
bulma hakkını nereden aldıklarını bu insanlara ve onların oyunla-
rına alet olanlara sormak hakkımızdır.”
“İslam’ın ana kaynağına göre, egemen güç, kişi veya zümreler de-
ğil, hukukun ilkeleridir. Tanrı’nın istediği yönetim, hukuk ilkelerinin
işlerlikte olduğu yönetimdir. Bugünkü dünyada buna hukuk devleti
diyoruz. Siyasal saptırmalardan uzak kalarak baktığımızda, gerçek
dinin özlemi de hukuk devletidir.”
Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir
devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir dev-
rimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patika-
larında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini pratiğine
yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifade-
siyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı
bizzat çarşının içinde yapmıştır.”
“Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirile-
cek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220
Olabildiğince Güçlenmek;
Bağımsızlık Ve Özgürlüğü
Koruyan Güç: İstitaat
“Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, di-
ğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıy-
la layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE.
16/221
“Ben bugün böyle elim azap içinde camiye gelmek istemiyordum. Fa-
kat bu bir dini vazifedir. Cenabı Hakka bir ibadet olan bu vazifeyi
geri bırakmayı münasip görmedim. Ancak elli senelik kötü niyetlerin
gerek benim ve gerekse sizin kabinenizin üzerine yıkıldığını görmekle
fevkalade içim kan ağlamaktadır. Enkazın altında ezildik…”
“İngilizlerin pek kötü olan baskıları karşısında teessüratı şahaneyi
söyleten bu cümleler dikkatle okunmalı ve hükümleri ahaliye anla-
tılmalıdır. İşgalden itibaren nazırların her telgrafı kontrol edilmiş ve
birer suretinin Fransızca yazılması mecburiyet altına alınmıştır. İn-
gilizler, kendi arzuları dahilinde bir barışı kabul edecek bir kabineyi
iktidar mevkiine getireceklerini açıkça söylemişler ve Salih Paşa ka-
binesini süngü ile Babıali’den atacaklarını hissettirmişlerdir. Kabine-
nin barışçı tedbirlerini İngilizlere kabul ettirmek mümkün olamamış
ve İslam ahaliyi birbirine kırdırarak emeline nail olmak esasından
ibaret olan İngiliz maksatlarının tatbikatına başlanmıştır. Millet, sa-
hip bulunduğu hakikati fark etme hissiyle elbette bundaki faciaları
görecek ve anlayacaktır.”-ABE. 8/138-139
Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi.
21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu
sordu Gazi’ye:
Cevap şu olmuştur:
Ehlikitap’a Güvenmek:
“Avrupalıların namusuna güvenemeyiz!-Mustafa Kemal Atatürk
Kur’an Ne Diyor?
“En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç se-
neden beri ve asırlardan beri mesai sarfetmektedir. Malumu aliniz,
bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşman-
larımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanları-
mız bu uğurda her türlü fedakarlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar.
Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teş-
kil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli
teşebbüsleri içinden yıkmak ve dahili cepheyi yıkmaktır. Bu arada
nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, gü-
neydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve ora-
daki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel
birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok,
hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım
gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça
bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz
etsek bile bunları derhal tamir etmek imkan dairesindedir.”-ABE.
12/312-315
Maide suresinin 52-53. ayetlerinde, Ehlikitap’ı dost ve güdücü
yapanların hangi gerekçeleri dillerine dolayacakları da mucize
bir ifadeyle gösterilmiştir. Ayetler, günümüzde Müslümanları AB
Hıristiyan egemenliğine teslim etmeyi bir hizmet ve başarı gibi
sunmaya çalışan kadroların ruh hallerini, dayanaklarını, zaaf ve
hastalıklarını da ortaya koymaktadır:
“Ehlikitap’tan bir zümre şöyle dedi: ‘Şu iman edenlere indirilene gü-
nün başlangıcında inanın, günün sonunda karşı çıkın! Belki bu saye-
de geriye/eskiye dönerler. Dininize uyandan başkasına inanmayın!”
Kur’an, İslam’ın adını kullanan ama onu Kur’an dışı bir sömürge
dini haline getiren siyaset dinciliğinin, Müslümanları haçlı düş-
manlarına nasıl, hangi gerekçeleri öne sürerek, hangi hüsranlar
pahasına teslim edeceğini çok açık beyanlar halinde ve asırlar ön-
cesinden bildirmektedir. Ve bildirmektedir ki, bu mandacı-Batı-
cı siyaset kadroları, esas itibarıyle ne Haçlı Batı’dandırlar ne de
Müslümanlardan. İkiyüzlülük ve takıyye siyasetleriyle, ‘içlerinde
saklı tuttukları emelleri’ni gerçekleştirmek üzere hem onlardan
görünmekteler hem de Müslümanlardan.
Özellikle İngilizler:
Yine İngilizler:
İman-İmkan İlişkisi:
İman yoksa imkan hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkanın azlığı
zaferi engelleyemez. İman, imkan yaratır ama imkan iman yaratmaz.
Atatürk, çok büyük bir imkan yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme
yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı.
Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbi-
rinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkan yiyici, hazıra
duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda
haindi. Türkiye’de imkan yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile gel-
dikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman
olmadığı için sürekli imkan yediler.
Hiçbir imkan, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz.
Çünkü imkan, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan var-
lık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, en-
gel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun
göstergesidir. İmkanın ise böyle bir özelliği yoktur.
Dünya Basınında;
Yaşar Nuri Öztürk:
“İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz
binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konu-
sunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre,
‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulma-
ları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve
laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı
oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek
madalyonun iki yüzüdür…”
“Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların
dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkanı ile gele-
neksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara
yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001
“Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir
hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit
alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı