Professional Documents
Culture Documents
Makale
Hollywood filmlerinde
entelektüel kimliklerin temsili
Hüseyin Köse 1
1
Yard. Doç., Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü, Kampüs,
25240 / Erzurum, e-posta: huseyink180@yahoo.com
78 Hüseyin Köse
GİRİŞ
YÖNTEM
KURAMSAL TARTIŞMA
Kısaca, onu, insan bedenlerini yok etmek suretiyle yeni bir kimlik
oluşturmaya yönelten şey, Spinoza’nın deyimiyle, dengeli bir “akıl hayatı”na
karşılık, ebedi bir belirsizlikler ve hatalar deniziyle dolu bir “hayal yaşamı”na
mahkum etmesi değil midir? Şayet “hayal gücü”, Spinoza’nın dediği gibi,
dünyadaki yaşamı eksik tanımanın bir sonucuysa, insanoğlunun içine düştüğü
yanılgı tuzaklarının da başlıca nedenidir (Werner, 2000: 20).
Estetize edilmiş kötülük düşüncesi, öte yandan, estetize edilmiş şiddet
eylemlerinden de büsbütün ayrı düşünülemez. Bu konu, bizi Antik Roma
tiyatrosu’nun en eski kaynaklarına, özellikle de Seneca’nın sahnede gerçek
şiddet eylemlerine izin verildiği trajedilerine geri götürür. Bu anlamda, “kötü
karakterler, şiddet eğilimli ya da hain kişiler üzerinden ilk kez Seneca’nın
trajedileri döneminde Avrupa edebiyatında görülmüştür” (Morton, 2005:
150). Dahası, Seneca’nın trajedileri, günümüzün snuff movie film türünün
(gerçek insanların kullanıldığı, sahnede gerçek ölüm seyretme arzusuna dayalı
film türünün) de ilk örneklerinden birisidir. Yine bilindiği üzere, tıpkı ölüm
cezasıyla yargılanan suçluların Antik Roma arenalarında gerçek “ölüm
gösterilerinde” acımasız gladyatörler için yem olarak kullanılmalarına benzer
biçimde, Seneca’nın bu oyunlarında da gerçek suçluların figüran olarak
kullanıldıklarına dair rivayetler mevcuttur. Daha temelde ise, Antik Roma
tiyatrosunda “izleyici çekmeyen oyunlara ayrılmış ödeneğin şenlik
yöneticisince iptal edilebildiği bir ortamda”, bu tür oyunların sahnelenme
yönündeki isteksizliğin aşılması yönünde, oyunlara fazladan gösteri unsurları
katılması durumu söz konusudur (Artaud, 2006); bu ise, gösterilerin bazen
kaçınılmaz biçimde aşırılıklara varmasıyla sonuçlanmaktadır. Aynı gösteri
unsurunu, bu kez bambaşka bir kaygıyla ve görece daha steril bir biçimde
sahnede “bedenin dili” içine yerleştirmeye çalışmış olan Antonin Artaud ise,
tiyatro alanında estetize edilmiş şiddet sahneleri için Vahşet Tiyatrosu’na
ilişkin kaleme aldığı “İkinci Manifesto”sunda şu ölümcül gerekçeyi öne
sürmektedir: “Kabul edilsin ya da edilmesin, bilinçli ya da bilinçsiz, şiirsel
durum, yani hayatın aşkın bir durumu, aslında halkın aşkta, suçta,
uyuşturucuda, savaşta ve isyanda aradığıdır” (Artaud, 2006). Buna karşın,
Artaud’nun manifestosunda sözünü ettiği olumsuzluklar, insandaki kötü
doğanın tezahürleri ya da doğrudan bir araştırmasını açığa vurmayı
amaçlamaz. Artaud’nun sözünü ettiği şey, daha ziyade, “insanların değil de
olayların sahnelenmesini” amaçlayan; insanları “belirli güçlerin görüntüleri
olarak ve olaylarla içinde rol aldıkları tarihin ölümcüllüğü açısından ele alan”
Hollywood filmlerinde entelektüel kimlik temsili 89
108). Şu halde, izleyicilerin böylesi bir karakterle üst düzey bir özdeşlik
kurma çabalarının kendisi, ölümcül bir hatadır. Çünkü, filmde her şeyden
önce, normal insanlarla değil de, sadece katil ve canilerle özdeşleşebilen ve
sadece onlarla empati kurabilen bir adamla karşı karşıyayız. Dolayısıyla,
böyle biriyle özdeşleşmek, izleyiciler açısından, doğrudan doğruya katilin
kendisiyle özdeşleşmekle aynı şeydir. Bu ise, bir sinema filmi izleme
deneyimi içindeki izleyicinin karşılaşabileceği en tehlikeli şeydir. Lecter’ın
dayanaksız ve gösterişli entelektüelliği ve başlı başına Lecter karakterinin
kendisi, aslında Hollywood yapımcılarının kendi kafalarındaki önyargılı
entelektüel temsilinin bir ürünü olup, filme karşı yüksek entelektüel bir
beklenti içerisindeki izleyicilere sunulmuş yalancı bir yemdir.
Hollywood’un yanıltıcı ve önyargılı “entelektüel” temsil biçiminin bir
başka önemli dayanağını “kötülüğü her şeyden önce bir muhayyile sorunu”
olarak gören görüşle açıklayabiliriz. Buna göre, “büyük eksikliğimiz, sonunda
daima iyilerin kazanmasıdır; bu ise bir muhayyile eksikliğidir”(Kahraman,
2006: 100). Çünkü kötülük yapmak zekâ işidir, en karmaşık cinayet planları
öncelikle güçlü bir hayal gücünü gerektirir. Eğer bu varsayım doğruysa,
herkesten önce, entelektüellerin güçlü bir muhayyile gücüne sahip oldukları
söylenebilir; dolayısıyla, bu güç, onlara iyiliğin mi yoksa kötülüğün mü bir
anıtını dikmeleri gerektiği konusunda yardımcı olabilir; bu ise, tümüyle bir
tercih sorunudur. Gelgelelim, bu soruya Hollywood’un verdiği yanıt, hiç
tartışmasız, söz konusu muhayyileyi kötülüğün hizmetine koşmak olacaktır ki,
Dr. Lecter karakteri bunun en somut örneğidir. Özetle, Lecter’ı kötülüğe
eğilimli entelektüelin katıksız bir sureti olarak sunan film anlayışı, genel
olarak entelektüel kimliğe karşı geliştirilmeye çalışılan önyargılı bakış
açısının bir tezahürüdür. Film, entelektüelin bilgi birikimi, olumlu ve barışçı
tavrıyla insanlık için yararlı işler yapmayı düşünmeden önce, bu gücü kötüye
kullanma yönündeki isteğinin klişeleşmiş Hollywood temsil görenekleri
içinde dışa vurulmasıdır. Çünkü bize sunulan Lecter karakteri, şayet tam
olarak akli melekelerden yoksun birisi olsaydı, o zaman belki giriştiği
cürümlerden dolayı onu bağışlayabilirdik. Oysa yakından bakıldığında,
aksine, Lecter’ı diğer sosyopat kişilik tiplerinden farklı kılan şey, onun
fazlasıyla akıllı olmasıdır. O, “normal olandan patolojik olana doğru
genişleyen eşiği” (Morton, 2005: 58) rahatça ve hızla geçebilmekte, deyim
yerindeyse, kötü niyetinin onu götürüp bıraktığı yerde, karşılaştığı bin bir
zorluğa karşın yine de ölüm çarkını işletebilmektedir. Yani ne yaptığının
tümüyle bilincindedir. Bu da olsa olsa gözümüzde onun korkunçluğunu ve
Hollywood filmlerinde entelektüel kimlik temsili 95
çok önemli bir felsefi düsturu; Derrida’nın, modern dünyada “hukukun tecelli
ettiğini, ancak adaletin gerçek anlamda tecelli etmediğini” dile getiren
önermesini doğrulayacak; modern hukukta bırakılmış boşlukları kendi
“tarzında” dolduracaktır. Öte yandan, Seven’ın katilinin, kendi duruşuyla
doğrulamaya çalıştığı bir başka şey, Zizek’in farklı açıdan tanımladığı bir
“kötülük” düşüncesinde karşılığını bulmaktadır. “Kötülük” diye yazmaktadır
Zizek; “her yanında Kötülük gören masum bakışın kendisindedir” (2002:
301). Bu masum bakışın yöneldiği hedef, günümüzde modern kapitalist
dünyanın çarpık bakışı ya da daha önce değindiğimiz gibi, Öğüt’ün sözünü
ettiği, bağrında “kötülük çiçeklerini büyüten” kapitalist toplumun kendisidir.
Nitekim Seven’ın seri katili John Doe, açgözlülük günahını işleyen
avukatı, “hayatını sürekli olarak katilleri, eşcinselleri ve uyuşturucu
kaçakçılarını korumak için yalanlar söyleyerek geçirdiği”; kibir günahını
işleyen kadını ise “iç dünyasının çirkinliği yüzünden, dış güzelliği olmadan
hayatını sürdürmeyi başaramayan birisi olduğu” için öldürdüğünü söyler. Do,
aynı şekilde, işlediği şehvet günahı nedeniyle cezalandırdığı fahişeyi “ortalığa
hastalık saçan birisi” olduğu için; oburluk günahını işleyen obezi “ayağa bile
kalkamayacak kadar iğrenç birisi olması” nedeniyle; tembellik günahını
işleyen adamı ise “kendisine bahşedilen bedeni kötüye kullandığı” için
cezalandırır. Doe’nun, son iki cinayete kendi ölümünü de eklemesiyle “eserini
tamamlaması”na izin veren günahlar da, aynı “ilahi haleyle”
gerekçelendirilmiştir: Dedektif David Mills, kapıldığı öfkenin bedelini
karısının ölümüyle öderken, katil John Doe, Mills’in aile saadetiyle dolu sade
yaşamına karşı duyduğu kıskançlığın bedelini öder.
John Doe, kurbanlarıyla ilgili bu “samimi” düşüncelerini bir bir
açıkladıktan sonra, bu kötülük toplumuna dönük nefretini finalden bir önceki
sahnede şöyle ifade eder: “Ama mesele bu; her köşe başında, her evde
ölümcül bir günah gizli ve bunu önemsemiyoruz, çok yaygın olduğu için
önemsemiyoruz.” John Doe’nun algıladığı dünya, o kadar günaha batmış bir
dünyadır ki, kişi bu dünyada eğer “birisinin kendisini dinlemesini istiyorsa,
onun omuzlarına yavaşça dokunmasının artık yeterli olmadığını” bilmelidir;
Doe’ya göre, artık kişinin başkasından küçücük bir ilgi ve anlayış görmek için
bile “onun omuzlarına balyozla vurması gerekmektedir”. Çünkü bu dünya,
insani yabancılaşmanın, “duygusal buzlaşmanın” dünyasıdır. Dedektif
Somerset’in de filmin bir yerinde dediği gibi, “kayıtsızlığın bir fazilet gibi
kabul edildiği bu dünyada daha fazla yaşanamaz.” Yatak odasının başucunda
kırmızı ışıklı bir haç, evinin odasının raflarında da her biri yazılı 250 sayfa
98 Hüseyin Köse
yoktur.2 Burada, basit bir ilkeden hareketle, Phone Booth’ın katilinin varmaya
çalıştığı noktayı rahatlıkla görebiliriz. Phone Booth’ın katili kabaca şöyle
düşünür: “Eğer İyilik, yaşamın yüceltilmesine adanmış olansa, yapmaya
çalıştığım şey, son derece doğrudur. Çünkü insan bilincinin evrimi, ilerlemeyi
daima daha iyiye doğru giden bir süreç olarak algılamaktan acizse ya da bu
süreç, insanı kendi özgürlüğünü yararlı olarak kullanma biçimleri üzerinde
düşünmeye sevk etmiyorsa, orada esaslı bir tadilat işine girişmek gerekir!”
Ne var ki, bu “sofistike” düşünce, onu, yine de etrafındaki insanların
hayatına burnunu sokan, “anormal”, “toplum düşmanı”, “sosyopat bir keskin
nişancı” kertesine indirgemeye engel olmaz. Nitekim Phone Booth’ın
katilinin, Stu için ısmarladığı pizzayı getiren adamı yok yere öldürmesini
başka türlü yorumlamak olanaksızdır. Film, entelektüel kişiliği, tüm
karmaşıklığı içinde ele alıp çözümleme zahmetine yanaşmaz; çünkü böyle bir
çaba, ortaya yeni argümanlar koyabileceğinden, “ortalama” film izleyicisi
tarafından sindirilmesi zor, zahmetli bir iştir. Bunun yerine, “gerçekler”
kapsül bilgiler halinde, hazır ve yerleşik düşünce kalıpları biçiminde verilir;
bu yöntem, kişiyi akla ziyan sorgulamalara sevk etmediğinden, akıl sağlığı
için eşi bulunmaz değerdedir. Yine aynı nedenden dolayıdır ki, Hollywood
sineması her tür eğitici vasıftan da yoksundur: “Yeme alışkanlıkları bozuk
olan ya da rasgele cinsel ilişkide bulunan ergenlik çağındaki çocuklarının
sorunlarını çözmekte ya da ailede ciddi bir hastalıkla karşılaşıldığında, ana
babalara yardım edebilecek hiçbir Hollywood filmi yoktur” (Gans, 2005: 95).
Bu sinemasal bakış açısı, aynı nedenle, Phone Booth’ın katilini ruhsal bir
çıkmaza sürükleyen düşünsel etkenleri de anlayamaz. Anlayamadığı için de
anlatamaz.
Bu sinema türü için düşünmemek, sorgulamamak, en güvenilir sığınaktır.
Verilen mesaj açıktır: En kolay anlaşılır klişeler yeğlenir, çünkü böylesi,
izleyicinin kafasında yer etmiş olan hazır sunum kalıplarına daha uygun
düşer, böylelikle mesaj kolayca benimsenir. Hollywood, izleyicinin kafasında
soru işaretleri oluşturmak istemez, asıl amaçladığı, “bildik dünyanın” her
günkü “bildik” sorunları üzerine fazlaca düşünülmemesi gerektiğidir. Buna
2
Stu, bir türlü peşini bırakmayan alt-orta sınıf geçmişinden kurtulmak için, pahalı
İtalyan elbiseler giymeye ve nadide aksesuarlar taşımaya özen göstermekte, bir
bakıma kendini kandırmaktadır. Stu’yu asıl endişelendiren, “sınıf düşme
korkusu”dur. O, bu korkuyu yenme uğruna sahte bir hayatı sürdürmeyi göze
almıştır. Tabii, bunun bedelini de…
Hollywood filmlerinde entelektüel kimlik temsili 101
SONUÇ
KAYNAKÇA