Professional Documents
Culture Documents
Sanatçı ve Ç ağı
Yıldırım Keskin
Bilgi Yayınevi
«Sanatın amacı kanunlaştırmak
ya da hükmetmek değil, her-
şeyden önce, a n l a m a k t ı r . Anla
mak için hükmettiği olur bazen.
Ama hiçbir dehâ eseri, kücüm-
seme ve kin üzerine kurulma
mıştır.»
B İL G İ Y A YIN LARI 5
BÎLÎM D ÎZ ÎSÎ 1
B irinci Basım
E ylül 1965
BİLG İ Y A Y IN EV İ
Bakarya Caddesi No 8
Yenişehir, Ankara
Tel 177403-178930
Albert Cornus
Sanatçı ve Ç ağı
Bilgi Yayınevi
Bu k ita p F ra n s a ’d a «D iscours de Suède» adı Ue
y ayınlanm ıştır.
G 1M
Güzel İstanbul Matbaası
Ankara
ALBERT CAMUS
5
olsa olsa, içinde bulunduğumuz dar,
küçük dünyada, birbirimizi gözden
kaçırmadan ve birlikte yaşamak bir
çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu
bir kitap sayfası ya da gazete üze
rindeki bakışını duymama ve kendi
kendime «Ne diyor? Şu anda ne di
yor?» dememe engel değildi.
Olaylara ve içinde bulunduğum
ruhsal duruma göre, bazen çok sa
kıntılı, bazen çok acı olarak yargıla
dığım sessizliği; ısı ya da ışık gibi,
her günün niteliği idi, insancıldı. Ki
taplarının - özellikle, belki en güzeli
ve en az anlaşılanı olan Dügüş’iin -
tanıttığı düşüncelerinin, yanında ya
da karşısında olunuyor, ama her za
man onlarla birlikte yaşanıyordu.
Kültürümüzün belirli bir serüveni
idi bu; dönemleri ve sonucu bulun
maya çalışılan bir davranıştı.
Çağımızda ve tarih karşısında ya
pıtları transız edebiyatında belki de
en ilginç olan uzun ahlâkçılar zinci
rinin günümüzdeki mirasçısını tem
sil ediyordu. İnatçı, dar ve saf, duy
gulu ve sert insancıllığı, çağımızın
biçimsiz ve toplu olayları üe, sonucu
şüpheli bir savaşa girmişti. Ama, bu
nun yarımda da reddetmekteki inat
çılığı üe, çağımızın ortasında, ger-
6
çektiğin altınlarına ve makyavelci-
lere karşı, ahlâkın varlığını savunu
yordu.
Bir yıkılmaz deyimlenme, savun
ma olduğu söylenebilirdi. Ne değin
az okunur, ne değin az düşünülürse
düşünülsün, avucunda sıkı sılaya
sakladığı insancıl değerlerle karşı
karşıya kalınıyordu: siyasal davra
nış sorununu koyuyordu ortaya ör
neğin. Ya yanından kıvrılıp gitmek,
ya da savaşa girişmek gerekiyordu:
tek kelime ile, düşünce hayatını ya
pan gerilim için kaçınılmazdı. Son
ydlarda, sessizliğinin bile olumlu bir
yönü vardı; uyumsuzun bu Descar-
tes’çısı, ahlâkın güvenli toprağını bı
rakıp, uygulamanın sonucu belirsiz
yollarına sürüklenmeyi reddediyordu.
Farkediyorduk bunu; sessizliği seçti
ği sorunların ne olduğunu da sezi
yorduk: çünkü alılâk, yalnız başına
ele alınırsa, hem devrim yapılmasını
gerektirir, hem de suçlular onu.
Bekliyorduk; beklemek gerekti,
bilmek gerekti: sonunda ne yapar,
neye karar verirse versin Camus,
kültür alanımızın belli başlı kuvvet
lerinden biri olmakta, çağın ve F ran
sa'nın tarihini kendince temsilde de
vam edecekti. Ama konuşsa idi, bel
7
ki gittiği yola öğrenecek ve anlaya
caktık. Ilerşeyi yapmıştı - bütün bir
eser . ve her zaman olduğu gibi, her-
şey ortada idi. Kendisi de söylüyor
du: «Eserimi bundan sonra yapaca
ğım». Bitti artık. Bu ölümün, kendi
ne özge bir rezaleti var; insancıl ol
mayanın, insanlık düzenini ortadan
kaldırması bu.
bir düzensizliktir
İ n s a n lık ıtiİ7Bnif
henüz; haksızdır, geçicidir, bölünür
orada, açlıktan öldürülünür; ne var
ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca
ayakta tutulm akta ve savaşı yapıl
maktadır. Bu düzende Camuş’nün
yaşaması gerekti; ilerleyen bu adam,
bizim sorunumuzu ortaya koyuyor
du; kendisi de karşılığını arayan bir
sorundu; bizler için, kendisi içiiı, dü
zeni kuran ve reddeden insanlar için,
uzun bir hayatın ortasında yaşıyor
du; sessizlikten çıkması, karar ver
mesi ve sonuca bağlaması önemli idi.
Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelen
miş olup, yaşantılarının anlamı, ya
şantının a n la m ı değişmeden ölebile
cekler vardır. Ama bizim gibi karar
sız, şaşkın olanlar için, en iyilerimi
zin karanlık geçitin sonuna gelmeleri
gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve ta
rihsel bir a n ın koşulları, çok ender
8
olarak, bir yazarın yaşamasını bu
kadar açıkça gerektirmiştir.
Camus'ytt öldüren kazaya, reza
lettir diyorum; günkü bu kaza, in
sancıl dünyada, en derin gereklilik
lerimizin uyumsuzluğunu ortaya çı
karıyor. Camus, yirmi yaşında iken,
a n s ız ın kapıldığı, y a y ı n t ı s ı n ı alt üst
eden bir hastalıkla, uyumsuzu - insa
nın budalaca yokluğunu - buldu. A-
lıştı buna, dayanılmaz koşulunu dü
şündü ve kendisini kurtardı. Bu iyi
leşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarı
dan gelen bîr ölümle çiğnendiğine
göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği
söylediği zannedilebilir. Buna göre
uyumsuzluk, ne kimsenin ona, ne de
onun kimseye sorduğa sorudur; ses
sizlik büe denemeyecek, hiç bir şey
olmayan bir sessizliktir.
Böyle olduğunu zannetmiyorum.
İnsancıl olmayan, kendini belli eder
etmez insanın bir bölümü olur. Dur
muş her yaşantı, - bu değin genç bir
adamınki bile olsa - hem kırılan bir
plak, hem de bütün bir hayattır. Bu
ölümde, onu sevmiş olanlar için, da
yanılmaz bir uyumsuzluk vardır.
Gene de bu parçalanmış yapıtı, bü
tün bir yapıt olarak görmeyi öğren
mek gerekir. Camus’uiin insancıUı-
9
ğmda, kendisini ansızın alıp götüren
ölüme karşı insancıl bir davranış
bulunduğu, onurlu mutluluk a ra ştır
masının, ölmenin insanlık dışı gerek
liliğini içine aldığı ve zorunlulaştır-
dığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden
ayrılamayacak olan yaşantıda, gele
cekteki ölümüne karşı varlığının her
anım kuşatmak isteyen bir insanın,
saf ve başarılı girişimini bulacağız (*)
10
Sanat ve Y a z a r
Louis Germam’e
özgür Akademinizin bana onur veren
armağanını alırken, bu armağanın kişisel
yaraşıklığımı ne değin aştığım düşünü
yorum; gönül borcum o değin artıyor (*).
Her insan ve özellikle her sanatçı, yaptık
larının kabul edilmesini ister. Ben de iste
rim. Gene de, kararınızı öğrendiğim za
man onun uyandıracağı yankıyı, gerçekte
olduğumla kıyaslamadan edemedim. Genç
sayılabilecek, sadece kuşkulan ve henüz
hazırlık evresindeki yapıtı ile zengin, ça
lışmanın yalnızlığı ya da dostlukları çev
resinde yaşamaya alışkın bir insan, nasıl,
onu bir anda yalnızlığından ve kendi ken-
(*) « S an at ve Y azar» başlığı altın d a tllrkçeye
çevirdiğim iz bu düz yazı, C am us’nUn 10
A ralık 1957 tarihinde, Nobel arm ağanını
ald ık ta n sonra, S tokholm Belediye bina
sında söylediği n u tu k tu r.
13
disi olmaktan çıkarıp, çiğ bir ışığın orta
sına atan duraklamayı, bir çeşit paniğe
kapılmadan karşılayabilir? Avrupa’da baş
ka yazarların, içlerinde en büyükleri bu
lunan yazarların susmaya zorlandığı bir
çağda ve aynı zamanda kendi ülkesi
nin (*) bitmez tükenmez bir felâket için
de bulunduğu sırada, hangi yürekle bu şe
refi kabul edebilir?
Bu şaşkınlık ve perişanlığın ne olduğu
nu biliyorum. İç huzurunu bulabilmem
için, denebilir ki kendimi, aslmda çok cö
m ert bir kaderle bağdaştırmam gerekti.
Ve yalnızca kendi yaraşıkbğıma dayana
rak, bu kadere eşit olamadığım için, bütün
ömrüm boyunca, en güç durumlarda beni
desteklemiş olanı yardıma çağırmaktan
başka çare bulamadım: yazarın rolü ve
sanatım üzerine görüşüm. Bir gönül bor
cu ve dostluk duygusu içinde, bu görüşün
ne olduğunu, en basit şekli ile, söylememe
izin veriniz.
Kişisel olarak, sanatım olmadan yaşa
yamam. Ama bu sanatı da, hiç bir zaman,
herşeyin üzerinde tutmadım. Bana gerekli
olduğu kadar, başkalarından da ayrıla
maz o; ve beni, olduğum gibi, herkesin
düzeyinde yaşatır. Benim gözümde sanat,
yalnızlık içinde tadılacak bir eğlence de
ğildir. Ortak sevinç ve kederlerin, aynca-
(*) A lb ert Cam us, C ezayir’de doğm uştur.
14
lı bir görünümünü vererek, en çok sayıda
insana erişecek, onları heyecana getire
cek bir araçtır. Sanatçıyı yalmz kalmama
ya zorlar; onu en önemsiz ve en evrensel
gerçeğin buyruğuna verir. Ve kendisinin
ötekilere kıyasla, başka olduğunu duydu
ğu için, sanatçı kaderini seçen de, çoğun
lukla, sanatını ve değişikliğini, ancak öte
kilere olan benzerliğini itiraf ederek bes
leyebileceğini anlamakta gecikmez. Sanat
çı, kendisi ile ötekiler arasındaki bu bitip
tükenmez gidiş gelişlerde; vazgeçemediği
güzellikle, kopamadığı toplum arasındaki
yolun ortasında yetişir. Bu yüzden gerçek
sanatçılar hiç bir şeyi küçümsemez; yar
gılayacak yerde, kendilerini, anlamaya
zorlarlar. Ve, bu yeryüzünde tutacakları
bir yön varsa, bu da ancak, Nietzsche’nin
büyük sözü ile, yargıcın değil, ister işçi
ister aydın olsun, yaratıcının hüküm sü
receği bir toplum olacaktır.
Bu durumda, yazarın rolü güç görev
lerden ayrılamaz. Günümüzde yazar, tanı
mı bakımından, tarihi yapanların hizmeti
ne giremez; tarihin ezdiklerinin hizmetin
dedir o. Yoksa, sanatından yoksun ve yal
nız kalır. Tiranlığın bütün orduları, mil
yonlarca insanı ile, onu yalnızlığından çı
karamazlar; hatta, adımlarım onlarınkine
uydurmuş olsa bile ve özellikle bu durum
da. Ama bilinmeyen, yeryüzünün öteki u-
eunda, küçülmelere terkedilmiş bir tutuk-
15
lunun suskusu, yazarın sürgününden çık
masına yeter; hiç değilse, özgürlüğün ay-
n calan ortasında, bu suskuyu unutmadı
ğı ve sanat yollan ile duyurabildiği her
durumda.
Hiç birimiz böylesine bir uğraş için ye
ter derecede büyük değiliz. Ama yaşantı
sının bütün durumlarında, ister geçici ola
rak ünlü ya da meçhul, ister tiranlığın al
tında ezilmiş olsun, mesleğinin büyüklü
ğünü yapan iki zorunluğu kabul etmek
şartı ile yazar, kendisini doğrulayacak
canlı bir toplumun varlığını duyabilir: öz
gürlük ve gerçeğe hizmet etmek. Görevi,
en çok sayıda insanı bir araya getirmek
olduğu içindir ki, egemen oldukları yerde
yalnızlıklan arttıran yalan ve kölelikle
bağdaşamaz. Kişisel aksaklıklarımız ne
olursa olsun, uğraşımızın soyluluğu, her
zaman, yerine getirilmesi çok güç iki gö
revde kök salacaktır: bilinen üzerine ya
lan söylemeyi reddetmek ve baskıya karşı
koymak.
Yirmi yıl süren çılgın bir tarih boyun
ca, bütün benim yaşımdaki insanlar gibi,
çağın karışıklıklarında, çaresizcesine yiti
rilmiş olarak, günümüzde yazmanın bir
şeref olduğu, çünkü bunun inşam zorun
lu kıldığı, ve salt yazmakla yetinmeye
zorladığı gibi — pek de iyi tanımlanama-
yacak — bir duygu ile destek buldum. Bu
16
duygu özellikle, benimle aynı tarihi yaşa
yanlarla birlikte paylaştığımız ümit ve
ümitsizliği, olduğum gibi ve kuvvetim öl
çüsünde taşımaya zorluyordu beni. Birin
ci dünya savaşı başlarında doğan, hitle-
rin iktidara geçtiği ve aynı zamanda ih
tilâl mahkemelerinin kurulduğu sırada
yirmi yaşında olan, daha sonra eğitimle
rini İspanya savaşı, İkinci dünya savaşı,
ölüm kampları evreni, işkence ve ceza ev
leri Avrupası ile karşı karşıya kalarak ta
mamlayan bu insanlar, bugün de, yapıt
larını ve oğullarını, nükleer savaşın kor
kuttuğu bir dünyada yetiştirmek zorun
dadırlar. öyle zannediyorum ki, hiç kim
se, iyimser olmalarım isteyemez onlardan.
Ve h atta ben, onlara karşı savaşı sürdü
rürken, bir umutsuzluk dalgası ile, şeref
sizliğe hak iddia edenlerin ve çağın nihi
lizmlerine koşanların yanlış davranışları
nı anlayışla karşılamamız gerektiği dü
şüncesindeyim. Ne var ki, kendi ülkemde
ve Avrupa’da içimizden çoğu bu nihilizmi
geri çevirdi ve bir yasalılık aramaya ko
yuldular. Felâket çağında, ikinci bir kez
doğmak ve yaşantımızda sürüp giden
ölüm içgüdüsüne karşı açık yüzle savaş
mak için, bir yaşama sanatı yaratm aları
gerekti.
Şüphe yok her kuşak, dünyayı yeni
baştan düzene sokmak görevinin kendisi
ne verildiğini sanır. Benim kuşağım, hiç
17
değilse, bunu yapmayacağını bilmektedir.
Ama belki, görevi daha da büyüktür. Yer
yüzünün parçalanmasını önlemek görevi
dir bu. Düşük devrimlerin birbirine karış
tığı, tanrıların öldüğü, ideolojilerin tüken
diği ve günümüzde değersiz iktidarların
herşeyi yıkıp, inandırmayı bilmediği; ze
kânın, kin ve baskının uşakhğını yapacak
kadar alçaldığı bir tarihin mirasçısı olan
bu kuşak, kendi içinde ve çevresinde, salt
kendi yokluklarından başlayarak, yavaş
yavaş, yaşamanın ve ölmenin vakarını ya
panları yeniden kurmak zorunluğunda
kalmıştır. Bu kuşak, büyük enkizisyoncu-
larımızm ölümün egemenliğini bütün bü
tün yerleştirmek tehlikesi yarattıkları,
parçalanma korkusu altındaki bir dünya
karşısında, yokuş yukarı yapılan bir çıl
gın yanşa girmişçesine, uluslar arasında
uşaklık olmayan bir banşı kurmak, çalış
ma ile kültürü yeniden uzlaştırmak, bü
tün yaşayanlar arasında bir bağdaşma
kemeri atmak zorunluğunda olduğunu
bilmektedir. Bu büyük görevi başarabile
ceğine güvenle bakamamaktadır; ama
yeryüzünün her yönünde özgürlük ve ger
çek için verdiği çifte sözü tutm akta oldu
ğundan ve gerektiğinde, bu söz için kin
tutm adan öleceğinden güvenlidir. Bulun
duğu ve özellikle kendisini feda ettiği her
yerde özendirilmesi ve saygı duyulması
gereken bu kuşaktır. Bana verdiğiniz şe
18
refi, bu kuşağa devretmemi içten gönüL
hoşluğu ile karşılayacağınıza inanıyorum.
Böylelikle, mesleğimin asaletini söyle
dikten sonra, savaş arkadaşları ile pay
laştıklarından başka sam olmayan, inat
çı fak at dayanıksız; haksız fak at adalet
sevgisi ile dolu, utanmadan ve alçak gö
nüllülükle, herkesin gözü önünde eserini
kuran, her an ıstırap ve güzellik arasında
parçalanan ve son olarak, tarihin yıkıcı
lığı içerisinde, çifte varlığından çıkardığı
yapıtlarını inatla yüceltmeye adamış olan
yazarı da gerçek yerine koymuş oluyo
rum. Bütün bunlardan sonra kim, bir ya
zardan, hazır çareler ve ahlâk dersleri
bekleyebilir? Gerçek, esrarengizdir, kay
paktır ve her zaman yeniden kuşatılmak
ister. Özgürlük tehlikelidir; ne kadar he
yecan verici ise, birlikte yaşamak o kadar
güçtür. Bu iki amaca doğru, bu değin u-
zun bir yolda, yetersizliklerimizi önceden
bilerek, güçlükle, fakat kararlı olarak yü-
rümeliyiz. Bu durumda hangi yazar, iyi
niyetle, kendisinden fazilet istenmesi yü
rekliliğini gösterebilir? Bana gelince, bir
kez daha söylemeliyim ki, bunlardan hiç
birisi değilim ben. Hiç bir zaman, içinde
büyüdüğüm özgür hayattan, varolma
mutluluğundan, ışıktan vazgeçemedim.
Her ne kadar bu özlem yanılma ve yan
lışlarımın pek çoğunu açıklıyorsa da; şüp
hesiz, mesleğimi daha iyi anlamama da
19
yardım etmiştir; bugün de, körü körüne,
bu dünyadaki yaşantılarına ancak anılan
ile, kısa ve özgür mutluluklara dönmekle
katlanabilen sessiz insanlar yanında ayak
ta durmama yardım etmektedir.
Yeteneklerimi, borçlarımı olduğu ka
dar da zorlu inancımı, gerçekteki gibi göz
lerinizin önüne serdikten sonra, bana ver
diğiniz armağanın cömertliğini ve kapsa
mım sizlere göstermek için, kendimi daha
özgür duyuyorum; bu armağanı, benimle
aynı savaşı paylaşıp, hiç bir ayrıcalık al
mamış, aksine sadece mutsuzluk ve zulüm
görmüşlere karşı gösterilen bir saygı ola
rak kabul etmek istediğimi söyleyecek ka
dar özgür duyuyorum. Bundan sonra ba
na, sizlere yürekten teşekkür etmek ve
kişisel gönül borcumu göstermek için de,
her gerçek sanatçının, her gün sessizlik
içinde kendisine verdiği hep aynı ve çok
eski bağlılık sözünü açıkça vermek kalı
yor.
20
Sanatçı ve Ç a ğ ı
Doğulu bir ermiş, dualarında, kaderin
kendisini ilgi çekici bir çağ yaşamaktan
alıkoymasını dilermiş (*). Ermiş olmadığı
mızdan, kader bizleri korumadı; ilgi çekici
bir çağ yaşıyoruz, ilgi çekici, hiç değilse
kendisi ile ilgilenmemizi isteyen bir çağ.
Günümüz yazarları da biliyorlar bunu. A-
ğızlarım açsalar, hücuma uğruyorlar, ten
kit ediliyorlar. Alçak gönüllülük gösterip
sussalar, niçin sustukları soruluyor, en
şiddetli şekilde azarlanıyorlar.
Böyle bir karışıklık ortasında yazar,
kendi düşüncelerini ve sevgili hayallerini
izleyebilmek için, dışta kalmayı ümit
edemez. Şimdiye kadar, çekimserlik tarih
boyunca mümkün olmuştu, iyi ya da kötü.
Bir sorunu doğrulamayan susabilir, ya
da başka konudan söz açabilirdi. Bugün,
( *) «Bu n u tu k , 14 A ralık 1951 tarih in d e U psala
Ü niversitesinin büyük salonunda söylenm iş
tir.
23
her şey değişti; ses çıkarmamanın bile,
şüphe dolu bir anlamı var. Çekimserliğin
bile bir taraf tutm a sayıldığı andan itiba
ren yazar-övülsün ya da yerilsin- ister is
temez gemiye binmiştir (*) Gemiye bin
miştir, demek, burada bana, güdümlen-
miştir demekten daha doğru geliyor. Ger
çekte de söz konusu olan, iradeye bağb
bir güdümlülük değil, bir çeşit zorlu as
kerlik ödevidir. Bütün sanatçılar bugün,
zamanlarının kalyonuna binmişlerdir. Bu
duruma boyun eğmek zorundadırlar; is
ter o kalyon ringa koksun, ister muhafız
larının sayısı pek çok olsun, hattâ isterse
rota yanlış olsun. Denizin ta ortasındayız.
Sanatçı da, ötekiler gibi, sırası gelince kü
rek çekmek zorundadır, ölmeden dayan
malıdır buna; yani yaşamakta devam ede
rek, yaratarak.
Doğrusu kolay değil bu; onların geç
miş zamandaki rahatlarının özlemini çek
melerini anlıyorum. Değişme biraz sert ol
du. Şüphe yok, tarihin sirkinde aslanla
kurban her zaman vardılar. Kurban son
suzluğun vaatleri ile kuvvet buluyordu,
aslan tarihin kanlı gıdası ile. Ama bu de
virde sanatçı, sirkin ortasında değildi, se
(*) M. A lbert C am ns b u ra d a «em barqué» keli
m esini kullanıyor. Öyle sanırım ki, söyle
diklerinin ruhuna uy g u n olarak b u cüm le
ye «...ister İstem ez k a v g a y a k atılm ıştır»
dem ek daha doğru olacaktır. D üz yazıya
b ağ lı k alm ak endişesi İle kelim eyi olduğu
gibi çevirm eyi d a h a sadık buldum .
24
yirciler arasında oturuyordu. Şarkısını
kendisi için söylüyordu; ya da kurbanı
cesaretlendirmek, aslanın da iştihasım aç
mak için. Şimdi ise sanatçı sirktedir. El
bette sesi aynı kalmamıştır; daha az gü
venle çıkmaktadır.
Sanatın bu değişmez zorunluk yü
zünden neler yitirdiği görülüyor. Önce ra
hatlık; ve Mozart’ın eserinde nefes alan
o kutsal özgürlük. Böylece sanat eserleri
mizin, birdenbire uğradıkları bozgun, ça
tılmış çehresi, şaşkın ve öldürülmüş ha
vası daha iyi anlaşılıyor. Niçin ortalıkta
yazardan çok gazetecinin, Cezanne’dan
çok resim yamağının gezindiği, nasıl olup
da aşk romanları ile polis romanlarının
Ilarp ve Sulh, ya da, Parm a M anastm ’mn
yerini aldığı, böylelikle açıklanıyor. Şüphe
yok, bunlara karşı, insancıl yalvarıp ya
karmayı çıkarabiliriz; Ezüenler’de Step-
han Trophimotichin, bütün kuvveti ile iste
diğini olabiliriz: örnek bir sitem. Onun gi
bi uygar bir bedbinliğe düştüğümüz ola
bilir. Ama bu keder, gerçeği değiştirmez.
Bence, en iyi yol, — mademki kendisi,
kuvvetle istiyor bunu— çağımıza hakkım
tammak ve sevgili üstatlar, kamelyalı sa
natçılar çağının sona erdiğini kabul etmek
tir. Bugün yaratmak, tehlike içinde y a ra t
maktır. Her yayım, bir harekette bulun
m aktır; ve bu hareket hiç bir şeyi affet-
miyen çağın ihtirasları önüne çıkmıştır.
25
Sorun, bu hareketin sanata zararlı olup
olmadığını bilmekte değildir. Sanatsız, sa
natın anlamı olmadan yaşayamıyanlar
için, bu kadar ideolojik kısıtlama içinde,
(bu kadar inanış içinde, bu ne yalnızlık!)
yaratıcılığın garip özgürlüğünün mümkün
olup olmadığını bilmektir.
Sanatın devlet kuvvetleri ile tehdit
edildiğini söylemek yetişmez. Bu durum
da sorun basittir: Sanatçı ya savaşır,
ya da savaşamayacak duruma getirilir.
Savaşın, sanatçının içinde kendisini gös
terdiği farkedildiği andan itibaren, so
run daha ölümlü, daha çapraşıktır. İçinde
yaşadığımız toplumun en güzel örnekleri
ni verdiği, sanata karşı kin, bu kadar
şiddetli ise, sebebi, bu kinin bizzat sanat
çılar tarafından beslenmesidir. Bizden ön
ceki sanatçıların bütün endişesi kabiliyet
leri üzerinde toplanıyordu. Günümüz sa-
natçılanmnki ise, sanatlarının gerekliliği
üzerine, başka bir deyimle, doğrudan doğ
ruya varlıkları üzerinedir, 1957 yılında
Racine, Edit de Nantes ile mücadele ede
cek yerde, Berenice’i yazdığı için, özür di
leyecektir.
Sanatçı tarafından sanatın böyle so
run yapılmasının bir çok nedenleri vardır.
Bu sorunlardan en önemlilerini ele almak
gerektir. Durum, çağımız sanatçısının, ta
rihin kötü günlerini hesaba katmadığı
takdirde, sesini çıkarmamak ya da yalan
26
söylemek duygusu ile açıklanabilir. Ger
çekte de, ç a ğ ım ız ı belirten, toplulukların
bu çabuk taşmaları ve duygululuk karşı
sındaki zavallı durumlarıdır. Bu topluluk
lar, unutulmaya başladıkları her anda
kendilerini belli ederler. Varlıklarını du
yurmalarının sebebi, aydınların, sanatçı
olsun, olmasın, daha ileri olduklarından
değil, -bundan emin olabiliriz- toplulukla
rın kuvvetlenmelerinden ve bizi kendileri
ni unutmaya bırakmamalanndandır.
Sanatçıyı çekimserliğe zorlayan, bir
kısmı daha az soylu, başka sebepler de
vardır. Bu sebepler ne olursa olsun, amaç
la n birdir: özgür yaratmanın esas ilkesi
olan sanatçının kendi kendine karşı güve
nine hücum ederek, cesaretini kırmak.
Emerson, olağanüstü bir şekilde, «Bir in
sanın kendi dehâsma olan güveni, inanı
şın ta kendisidir,» demişti. XEX. yüzyılın
bir başka Amerikalı yazarı da, «Bir insan,
kendi kendisine sadık kaldıkça, herşey
onun tarafına doğru yol alır; hükümet,
toplum, h attâ güneş, ay ve yıldızlar» diye
eklemişti. Bu büyük iyimserlik, bugün öl
müş gibidir. Sanatçı, çoğunlukla, kendi
kendisinden ve varsa, ayncalarmdan u-
tanç duyar gibidir. Her şeyden önce, ken
di kendisine sorduğu soruya cevap ver
mek zorundadır: Sanat sahte bir lüks mü
dür? (*).
(* ) «l’a r t est-i] un luxe tn e n so n g er?»
27
I
28
Neden söz açacaktır sanat? Toplumun
istediği ile yetinse, dar bir eğlence aracı
olur çoğunlukla. Bunu yapmasa; sa
natçı, kendi düşlerinin içine çekilme kara
rını alsa, bir reddin deyimlenmesinden baş
ka bir şey olmayacak. Böylelikle eğlendi
riciler, ya da gram er kuralcıları edebiyatı
na düşeceğiz. Her iki halde de, yaşayan
gerçekten kesilmiş bir sanat olacak bu.
Aşağı yukarı yüzyıldanberi parayı bi
le düşünmeyen bir toplumda yaşıyo
ruz (altın ya da gümüş, cinsel tu t
kular ortaya çıkarabilir). Toplumumuz,
para değil, fa k a t paranın soyut sim
geleri toplumudur. Bir tüccarlar toplumu
malların yerini; rakkam lann, işaretlerin
aldığı bir toplum olarak deyimlenebilir.
Yönetici smıf, servetini altın külçelerine,
ya da toprak parçalarına göre değil de,
değiştirme işlemlerinin karşılığı olan rak-
kamlarla ölçerse, kendi deney ve evrenin
ortasında bir çeşit dolandırıcılığın bu
lunmasını kabul ediyor demektir. Bak
kamlar üzerine kurulmuş bir toplum, as
lında, insanın şehvet gerçeği aldatılmış
sahte bir toplumdur. Böyle olunca bu top
lumun, kendi inanışlarım kurmak için, şek
lî ilkelerden yapılmış bir ahlâk seçmesini,
özgürlük ve eşitlik gibi kelimeleri yalnız il
keler üzerine değil, malî tapmakların üze
rine de yazmasını hayretle karşılamamak
gerekir. Gene de kelimeler, utanmazcasına,
29
her online gelen yerde kullanılamaz. Gü
nümüzde en çok hakaret edüen değer, öz
gürlük değeridir. İyi düşünenler, (her za
man iki çeşit zekâ olduğunu düşünürüm
zekî zekâ ve aptal zekâ) özgürlüğün, iler
leme için bir engelden başka bir şey olma
dığını yazmışlardır. Ama bu kadar büyük
saçmalıklar söylenebiliyorsa, tüccar dü
şünceli bir toplumun özgürlüğü, yüz yıl-
danberi, tek yönlü olarak ve kendi malı
gibi kullandığından, onu bir ödev gibi de
ğil, daha çok bir hak gibi gördüğünden
ve ilke özgürlüğünü, her fırsatta, bütün
işlenen zulümlerin yerine koymaktan
çekinmediğindendir. Böyle olunca, bu
toplumun sanattan özgürlükten çok,
sonuçsuz bir deneme, basit bir eğlen
ce olmasını istemesinde şaşılacak ne var?
Sadece para sıkıntılarının ve aşk acılarının
yer aldığı bu süslü dünya, Oscar Wilde'in
hapse girmeden önce, kendi kendisine dü
şünürken söylediği gibi, en büyük kötülü
ğün sathîlikte olduğu bu dünya, yıllar bo
yu, zevk düşkünü romancılarının yazdık
ları ile ve en değersiz bir sanatla yetindi.
1900 yıllarından önce ve sonra burjuva
Avrupa’nın, sanat yapıcıları (sanatçıları
demiyorum) sorumsuzluğu kabul ettiler;
çünkü sorumlu olmak, toplumdan kop
mayı gerektiriyordu. (Toplumdan ger
çekten kopmuş olanlar Rimbaud, Niet-
zche, Strindberg gibi kimselerdi. Bu
30
kopuşu ne kadar ağır ödediklerini her
kesçe bilinir.) Sorumsuzluk için, bir
istihkak dâvası olan sanat için sanat
teorisi bu çağdan kalmadır. Sanat için sa
nat, yani bir sanatçının yalnız, kendi ken
disini eğlendirmesi, sahte ve soyut bir
toplumun sanatıdır. Mantıkî sonucu, sa
lon edebiyatıdır bunun, ya da gerçeğin yı
kılışı demek olan güzel lâkırdılar ve soyut
fikirlerdir. Birkaç eser, bir avuç adamın,
hoşuna gider, öte yandan kaba saba bir
sürü buluş, geri kalanları yıkar. Sonuçta,
sanat toplumun dışında kurulmuş olur ve
yaşayan köklerinden kesilir. Yavaş yavaş,
sanatçı, isterse en çok alkışlananı olsun
yalnız kalır, ya da, milleti tarafından, ken
disi hakkında basit ve uysal bir fikir ve
ren radyo ve basınm aracılığı ile tanınmış
olur. Sanat ihtisas işi oldukça, basitleş
tirme de o kadar gereklidir. Milyonlarca
insan, devrimizin bir sanatçısını, onun ga
zetelerde kanarya yetiştirdiğinden, ya da
yalnız altı ay için evlendiğinden söz açıl
dığı için, tanıdıkları duygusuna kapıla
caktır. Günümüzde en büyük ün, okun
madan sevilmek, ya da nefret edilmektir.
Toplumumuzda tanınmak isteyen bir sa
natçı bilmelidir ki, tanınacak olan kendi
si değildir; kendi adını taşıyan bir başka
sıdır; o başkası kendi iradesinden kurtu
lacak ve belki de günün birinde, içindeki
gerçek sanatçıyı öldürecektir.
31
Böyle olunca, XIX ve XX. yüzyıl tüc
car Avrupası edebiyatında yaratılmış ger
çek değerlerin, çağın toplumuna karşı ku
rulmuş olmasına neden şaşalım? Denebi
lir ki, Fransız ihtilâline kadar yapılan
edebiyat, genellikle bir boyun eğme edebi
yatı idi. İhtilâlden doğan bir burjuva top
lum, yerini bulduktan sonradır ki bir
karşı gelme edebiyatı gelişti. Resmî de
ğerler inkâr edildi. Örneğin bizde böyle
oldu bu: romantiklerden Rimbaud’ya ka
dar gerçekten ihtilâl fikri taşıyanlarla,
Vigny ve Balzac gibi asalet fikrinde ısrar
edenler yaptılar bunu. Her iki halde de
halk ve asiller -ki ikisi de gerçek uygarlı
ğın kaynağıdırlar- çağlarının sahte toplu
muna cephe aldılar.
Ama uzun zamandanberi üzerinde ıs
ra r edilen ve sertleşen red fikri de sahte
leşti ve başka çeşit bir kısırlığa götürdü:
Tüccar toplumundan doğan lanetlenmiş
şair mefhumu (Chatterton bunun en gü
zel örneğidir) katılaştı ve kendi çağının
toplumunda, o topluma karşı cephe alın
madan büyük sanatçı olunamıyacağı ka
nısını meydana çıkardı. Başlangıcında,
gerçek sanatçı, para fikri üzerine kurul
muş bir dünya ile birleşemez derken hak
lı olan ilke, gide gide, sanatçı genel ola
rak herşeye cephe almadıkça ifadesini
bulamaz demeye getirildiği için yanlış yo
la saptı. Bunun içindir ki, sanatçılanmı-
32
zın pek çoğu lânetlenmeğı arzu ediyorlar
ve lanetlenmezlerse rahatsız oluyorlar, al
kış ve ıslığı birlikte istiyorlar. Toplumu-
muz da bugün yorgun ve kayıtsız olduğun
dan tesadüfen alkışlıyor veya yuhalıyor.
Günümüzün aydını, bu başarıyı sağlama
bağlamak için, büsbütün kendisini ağıra
çekiyor. Fakat, herşeyi, h a ttâ sanatının
geleneğini bile reddede reddede, çağımı
zın sanatçısı kendi özel kurallarını yarat
tığı hayaline kapılıyor, gide gide Tanrı
zannediyor kendisini. Böylece, kendi ger
çeğini yaratabileceğim zannediyor. Oysa
ki, toplumdan uzak, biçime dayanan, so
yut, fak at özü birlik olan gerçek sanat ve
rimliliğinden yoksun eserlerdir yarataca
ğı. Sonuçta çağdaş soyutlaşma ve incelikle,
Tolstoy ve Moliere’in eserleri arasındaki
fark, bir buğday tanesi üzerine çizilmiş
çizgi ile, kalın toprak üzerindeki sapan
izi arasındaki fark kadar büyük olacaktır.
33
n
□emek sanat böylece bir sahte lüks
olabiliyor. Bu durumda insanların ve sa
natçıların geriye, gerçeğe dönmek iste
meleri karşısında hayret etmemek gere
kil. Artık, sanatçmın yalnızlığa hakkı ol
duğu inkâr edilmiş, ona konu olarak düş
leri değil, herkes tarafından yaşanmış ve
derdi çekilmiş gerçek verilmiştir. Şüphe
yok, sanat sanat içindir görüşü, üslûbu ile
de, konuları ile de büyük kitlenin anlayışı
nın dışında kalmakta, ya da onların ger
çeğini yansıtmamaktadır. Oysa ki kitle ço
ğunluktan söz açsın ve çoğunluk için çalış
sın istiyor. Herkesin mutluluğu, herkesin
sıkıntıları, herkesin anlayacağı bir dille ya
zılsın ve bütün evren anlasın. Gerçeğe olan
bu bağlılığın armağanı, bütün insanlar
arasında elde edeceği bağ olacaktır.
34
Gerçekte de bu evrensel bağ, her bü
yük sanatçının amacıdır. Zannedilenin ak
sine olarak, yeryüzünde yalnızlığa hakkı
olmayan tek kimse varsa, o da sanatçıdır.
Sanat, bir kendi kendine konuşma ola
maz. Olamayınca da, yalnız ve bilinmeyen
sanatçı, geleceğe hitap ettiği zaman bi
le gene kendi istidadını ortaya koya
caktır. Çağdaşları ile bir karşılıklı konuş
ma, anlaşma mümkün değilse, çağdaşları,
kör ve sağırsalar, sanatçı konuşmasını
gelecek kuşaklara yapacaktır; konuşaca
ğı kişilerin sayısı daha çok olacaktır o za
man.
Herkesten herkes için söz açmak, her
kesin bildiği ve beraber yaşadığımız ger
çekten söz açmakla olur. Bizi birbirimize
bağlayan, deniz, yağmurlar, ihtiyaç, istek,
ölüme karşı savaş gibi konulardır. Biz,
birlikte gördüklerimiz, birlikte ıstırap çek
tiklerimizle birbirimize benzeriz. Düşler,
insandan insana değişir ama, dünya ger
çeği, birlik vatanimizdir. Gerçek tutkusu
meşrudur, çünkü derin şekilde sanat ma
cerasına bağlıdır.
öyleyse gerçekçi olalım. Hiç değilse
gerçekçi olmaya gayret edelim, olmak
mümkünse. Mümkünse diyorum, çünkü
kelimenin bir anlamı olduğu belli değil
dir, ne kadar istersek isteyelim, gerçek
kesin bir şekilde mümkün olamaz. Kendi
kendimize, sanatta saf gerçeğin mümkün
35
olup olamayacağını soralım önce. Geçen
yüzyılın natüralistlerine göre gerçek, ta
biatın olduğu gibi kopyasıdır. Demek sa
nat için gerçek, resim için fotoğraf gibi
dir. Birincisi kopya ederken, İkincisi bir
seçim yapar. Ama ne kopya eder ve
gerçek nedir? Fotoğrafların en iyisi bile
sadece bir kopya değildir, tam anlamı ile
gerçek değildir, örneğin, dünyamızda bir
insan hayatından daha gerçek ne vardır,
ve bu hayat en iyi şekilde bir gerçekçi
filmden başka nasıl kopya edilebilir? Bu
film hangi şartlarla mümkün olacaktır?
Ancak hayal kuvveti ile. Öyle bir sinema
makinesi düşünmek gerek ki gece gündüz
o kişinin üzerine çevrilmiş olsun ve en
küçük hareketlerine kadar hayatını filme
çeksin. Sonuç, ancak bir başkasının haya
tının ayrıntısına kendilerini verecek
seyirciler tarafından görülebilecek, oyna
tılması ömür boyu süren bir film olacak
tır. H atta bu şartlarla bile film, gene de
gerçeğe uygun olmayacaktır. Çünkü insan
hayatının gerçeği, sadece o insanın yaşa
dığı yerlerde değildir. O hayata biçim ve
ren başka hayatlardadır; önce, çekilmesi
gereken sevilen insanların hayatındadır,
sonra, bilinmeyen, kuvvetli ya da zayıf va-
daş, polis memuru, öğretmen, iş arkadaşı,
diplomat, diktatör, devrimci, din adamları,
basit temsilciler, yaşayışımız için efsaneler
yaratan sanatçıların bayatındadır, nihayet
36
en düzgün hayat süren varlıklara bile ege
men olan tesadüftedir. Şu halde, mümkün
olabilecek tek bir gerçek film vardır :
Dünya perdesi üzerinde, her zaman göz
lerimizin önünde seyrettiğimiz görünmez
bir makine tarafından bize oynatılan film.
Varsa eğer, en gerçekçi sanatçı Tanrıdır,
öteki sanatçılar, ister istemez gerçeğe sa
dık olamayacaklardır.
Böylece, burjuva toplumunu ve onun
şeklî sanatını redderek, gerçekten, sa
dece gerçekten söz açmak isteyen sa
natçılar, acı bir çıkmaza saplanmışlardır.
Gerçekçi olmak zorundadırlar, olamazlar.
Sanatlarını gerçeğin yoluna koymak ister
ler; ama gerçekten, sanatın orijalliğini
gösterecek bir seçim yapmadan söz açıla
maz. Rus ihtilâli ilk yıllarının güzel ve
acı eserleri bu karşılıklığın örneğidir.
Blok ve büyük Pasternak, Maiakovsky,
Essenine, Einstein, beton ve çeliğin ilk
romancılarının bize verdiği, arama çılgın
lığı içinde, verimli bir şüphecilik, biçimler
ve konular laboratuarıdır. Ama bir sonu
ca varmak, gerçekçiliğin mümkün olma
dığı yerde, nasıl gerçekçi olunabileceğini
göstermek gerekti. Diktatörlük başka
yerde olduğu gibi burada da meseleyi kö
künden halletti. Onun için gerçekçilik ön
ce bir ihtiyaç ve ancak sosyalist olmak
şartiyle mümkündü. Bu kararın anlamı
nedir?
37
önce bir seçim yapmadan gerçekten
bahsolunmayacağım kabul ediyor, sonra
da XIX. yüzyıldaki gerçekçilik teorisini
reddediyor. O zaman, çevresinde dünya
kurulabilecek bir seçim ilkesi bulmak ge
reği doğuyor. Onu da bizim bildiğimiz
gerçekte değil, fakat olacak gerçekte, ya
ni gelecekte buluyor. Şimdiki gerçeği iyi
göstermek için, geleceğin gerçeğinden söz
_açmak gerektir, diyor. Yani sosyalist ger
çekçiliğin konusu, henüz gerçek olmayan
dır.
Buradaki tenakuz muazzamdır. H attâ
sosyalist gerçekçilik sözü bile yanlıştır.
Nasıl bir sosyalist gerçekçilikten söz açıla
bilir, gerçek tam anlamı ile sosyalist olma
dıktan sonra? Gerçek, ne geçmişte sosya
listti, ne de şimdi sosyalisttir. Buna vere
cekleri cevap basittir. Bugünün ya da dü
nün gerçeğinden, geleceğin dünyasını kur
maya yarayan ve onu hazırlayan unsurlar
seçilecektir. Böyleee gerçeğin içinde, önce
sosyalist olmayan ne varsa hepsi reddedi-
lecek,. öte yandan sosyalist olanlar ye ola
cağı jtakmin edilenler övüleçektir. Bu da
bizi, iyileri ve kötüleri ile propagandadan
ibaret bir sanata, bir pembe dünya ede
biyatına, kısacası, şeklî sanat kadar
yaşayan ve çarpagık gerçekten uzak,
kesilmiş bir sanata götürecektir. So
nuçta da bu sanat gerçekle ilgisi ke
sildiği oranda sosyalist olacaktır.
38
Gerçekçi olmak isteyen bu estetik, bir
gerçek sanatçı için, burjuva estetik kadar
kısır yeni bir idealizme dökülecektir. Ger
çek ortadan büsbütün kaldırılmak için,
egemenlik koltuğuna oturtulmuş oluyor.
Bir hiçe iniyor sanat. Uşak oluyor, uşak
lık ediyor ve kendisine uşaklık ettiriyor.
Sadece, gerçeği doğru yazmamayı amaç
edinenler gerçekçi sayılıyor ve alkışlanı
yorlar. Ötekiler birincileri alkışlıyanlar ta
rafından sansüre uğruyorlar. Burjuva top-
lumunda okunulmadan, ya da kötü oku
nularak elde edilen ün totaliter toplum
da gerçek sanat şeklini kaybediyor, dövü
lüyor ve evrensel bağ, onu en çok tutku
ile isteyenler tarafından imkânsız kılmı
yor.
Bu başarısızlık karşısında yapılacak
şey, sosyalist denilen gerçeğin büyük sa
natla ilgisi olmadığını, ihtilâlcilerin ihtilâ
li yaşatmak istiyorlarsa, ona bir başka
estetik aramaları gerektiğini kabul etmek
tir. Böyle sanatı savunanların, bunun dı
şında sanat olmadığını bar bar bağırdıkla
rı malûmdur. Gerçekten de bar bar bağır
maktadırlar. Ama öyle zannediyorum ki,
söylediklerine kendileri de inanmamakta
dırlar ve kendi kendilerince, sanat değer
lerini, devrim hareketinin olanaklarına bo
yun eğdirmeye k arar vermişlerdir. Bunu
açıkça söyleseler, tartışm a daha kolayla
şacak. Çoğunluğun mutsuzluğu ile, bazen
39
sanatçı kaderlerinin gerektirdiği imtiyaz
lar arasındaki fark karşısında acı duyan
insanların bu büyük boş verme duygusu
na saygı duyulabilir. Sanatçı, sefaletin
kırbaçladıkları ile, _ödevi gerçeği deyim-
lendirmek olanlar arasındaki mesafeyi red
dedebilir. O zaman, bu kimseleri anlayabi
liriz; onlarla karşılıklı konuşabilir, ve ör
neğin, kulluğun kaldırılması için, yaratıcı
özgürlüğün öldürülmesinin, pek de iyi bir
yol olmadığını, herkesin söz söyleme hak
kı olacağı güne kadar, bir kaç kişinin bile
olsa, söz hakkının alınmasının yanlış ol
duğunu söylemeye çalışabiliriz. Evet, sos
yal realizm, siyasî gerçekçiliğin ikiz kar
deşidir ve bunu itiraf etmelidir. Sanatı,
sanat dışı bir sonuca feda etmektedir; bu
sanat dışı sonuç, değerler merdiveninde
daha yüksek bir basamak gibi görünebilir.
Sanatı, adaleti kurmak için şimdilik orta
dan kaldırmaktadır^ Adalet, yerine yerleş
tiği zaman, belli olmayan bir gelecekte,
sanat yeniden doğacaktır. Böylelikle sa-
nata, çağdaş zekânın altın kurallarından
biri uygulanmış oluyor: Yumurtayı kır
madan pmlet_yapmanın imkânsızlığı. Ama
bu ezici iyi niyet bizi kötü yola sürükleme
meli. Binlerce yumurta da kırılsa, iyi omlet
yapılmayabiür ve bana öyle geliyor ki, aş
çının değeri de kırılan yumurtaların sayısı
ile ölçülmüyor. Çağımızın sanat aşçıları
aksine, istediklerinden daha çok yumurta
40
sepeti devirmekten korkmamalıdırlar, yok-
as uygarlık omleti pişmeyebilir; sanat, bir
daha hiç doğmayabilir. Barbarlık hiç bir
zaman gelip geçici olmamıştır. Pek hakkı
verilmez bunun, sanatın etkisi ile, adetlere
girer. O zaman insanların kanından ve
mutsuzluğundan anlamsız edebiyatlar, boş
gazete lâkırdıları, dostluk biyografileri ye
kinin,_dinin yerini aldığı, emirle yazılmış
eserler^ doğar. Böylelikle sanat, lükslerin
en kötüsü olan, emirli iyi hiyet ile, en ucuz
yalanlar arasında kalır.
Niçin şaşmalı buna? İnsanlığın derdi o
kadar büyük bir konudur ki, hemen he
men hiç kimse, Keats gibi elleri ile acıya
dokunacak kadar duygulu olmadıkça bu
derdi ele alamayacaktır. Güdümlü edebi
yat bu derde resmî avutmalar getirince
daha da çok görülür. Sanat için sanat ya
lanı, kötüyü görmemezliğe geliyor ve so
rumluluğunu ta şıyordu. Gerçekçilik yal anı
ötekine kıyasla, insanların bahtsızlığını
tanımak cesaretini gösteriyorsa, hiç kim
senin ne olduğunu bilmediği ve bütün al
datm alara elverişli olan geleceğin mutlulu
ğunu büyütmekle o kadar da ona ihanet
ediyor.
Biri tamamen günlük olayları, öteki de
günlük olmayan herşeyi reddeden, uzun
zamanlardanberi mücadele halindeki bu iki
estetik sonuçta, gerçekten uzak, sanatı
41
ortadan kaldıran bir yalanda birleşiyor-
lar. Sağcı akademizm, solcu akademizmin
istism ar ettiği sefaleti hesaba katmıyor.
Fakat, her iki halde de sefalet, sanat in
kâr edildiği ölçüde kuvvetlenmiş oluyor.
42
m
43
girer? Sanatçı, kendisinin seçilmiş olması
gibi, konusunu seçer. Sanat biraz, dünya
nın bitmemişliğine ve” kaçıp gidicüiğine
Jıarşı isyandır. Sanatçı, heyecanının kay
nağı olduğu için korumak zorunda kaldığı
gerçeğe biçim vermekten başka şeyi ödev
edinmez gene de. Bu açıdan, hepimiz ger
çekçiyiz ve hiç birimiz değiliz. Sanat ne
bütün bir reddir, ne de bütün bir kabul.
Aynı zamanda ret ve kabuldür; bunun
için de, ancak, durmadan yenilenen bir
şiddetli acıdan başka bir şey olamaz.
Sanatçı, her zaman bu iki anlamlılık için
dedir. Bir yandan gerçeği inkâr edemez,
öte yandan, gene de sonsuz bitmemişlik
sürdükçe gerçeği tartışm ak zorundadır.
Bir «nature-morte» yapabilmek için, bir
elma Ue bir ressam biribirlerini düzeltmeli,
birbirleri ile savaşmalıdırlar. Yeryüzünün
ışıkları olmaksızın nasıl biçimler anlamsız-
laşırlarsa, biçimler olmadan da ışıklar çok
şey kaybeder. Muhteşemliği ile cisimleri ve
heykelleri yaratan gerçek evren, aynı za
manda onlardan da göğün ışıklarım yara
tan bir ikinci ışık alır. Büyük üslûp böy
lelikle, sanatçı ile konunun arasında yan
yolda kalmıştır.
Söz konusu olan, sanatın, gerçekten
kaçması ya da ona boyun eğmesi değil,
bulutlar arasında kaybolup gitmemek ya
da aksine kurşun ökçelerle yerlerde sürün
memek için ne ölçüde gerçekten vazgeçme
44
si gerektiğidir. Bu sorunu her sanatçı,
duyduğu ve yapabildiği kadar halleder.
Sanatçının dünya gerçeğine karşı duydu
ğu isyan ne kadar büyük olursa, ona den
gesini verecek gerçeğin ağırlığı da o ka
dar büyük olur. Ama bu ağırlık, sanatçı
nın münzevi varlığım boğmamalıdır. En
büyük eser,J ıe r zaman, eski Yunan tra je
dilerinde, Melville’de, Tolstoi’da, Moliere’-
de olduğu gibi, gerçeği ve insamn gerçeğe
karşı duyduğu reddi dengeleyecek eser
dir. Bunlardan herbiri ötekini taşıracak,
mutlu ve acı hayatın fışkırmasının ta ken
disi olan, bitip tükenmez bir canlılık vere
cektir. O zaman, yavaş yavaş, hergünkün-
den farklı, gene de aynı; özel gene de ge
nel, masum bir güvensizlikle dolu, dehânın
doymazlığı ve kuvveti ile bir kaç saat için
yaratılmış yeni bir dünya ortaya çıkacak
tır. Bu, budur; gene de bu, bu değildir;
dünya bir hiçtir, gene de dünya herşeydir;
işte her gerçek sanatçının yorulmak bil
mez iki çığlığı; onu gözleri açık ve ayakta
tutan, ve yavaş yavaş, herkes için, uyuk
layan dünyanın ortasında hiç rastlamadan
tanıdığımız bir gerçeğin ısrarlı ve kaçak
hayalini uyandıran çığlık.
Böylece sanatçı, çağı karşısında ger
çekten ne vazgeçebilir, ne de ona boyun
eğebilir. Vazgeçerse boşlukta konuşmıiş
olur. Fakat aksine onu madde (*) olarak
(*) Objet.
45
aldığı ölçüde, kendi varlığını da konu (**)
olarak ortaya koyar ve olduğu gibi ona
boyun eğemez. Başka bir deyimle, herke
sin kaderini paylaştığı anda sanatçı kendi
kişiliğini söylemiş olur. Sanatçı, tarihten,
doğrudan doğruya, ya da aracılıkla, ken
di görebildiklerini, acısını çektiklerini alır;
yani kelimenin en kesin anlamı ile günde
lik olayları ve günümüzde yaşayan insan
ları; yaşayan sanatçı için keşfi güç olan
bir gelecekle, gündeliğin bağını değil. Gü
nümüz adamını, henüz var olmayan bir in
san adına yargılamak, peygamberlik olur
ancak. Sanatçı, efsaneleri yaşayan insan
üzerindeki tepkileri ölçüsünde değerlendi
rebilir. Peygamber ise, ister dinî, ister si
yasî olsun, kesin olarak yargılayabilir ve
zaten, kaçmmadıkları da malûmdur. Sa
natçı yapamaz bunu. Kesin yargılar verse,
iyi ile kötü arasında gerçeği, farksız böl
müş olacaktır, melodram yapacaktır. Oy
sa aksine, sanatın amacı kanunlaştırmak,
ya da hükmetmek değil, herşeyden önce,
anlamaktır. Anlamak için, hükmettiği olur
bazen. Ama hiç bir dehâ eseri, küçümse
me ve JcinJizerine kurulmamıştır. Bunun
için de sanatçı, yürüdüğü yolun sonuna
geldiğinde suçlandıracağı yerde affeder.
Yargıç değildir, doğrulayıcıdır o. Yaşayan
yaratığın, yaşadığı için ve yaşadığı zaman
boyunca sonsuz avukatıdır. Yakın sevgi-
(**) Snbjet.
46
sini, gerçekten savunur, çağdaş uygarlığı
bir mahkemede din dersi durumuna sokan
uzak sevgisini değil. Büyük eser, sonuçta,
bütün yargıçları birleştirir. Sanatçı, bü
yük bir eserle, hem insanlığın en büyük
çehresi karşısında saygı duyuyor, hem de
canilerin en sonuncusu önünde eğiliyor de
mektir. Wilde hapishanede «bu sefil yer
de benimle birlikte bulunan bahtsızların
içinde, hayatın s im üe sembolik bağı ol
mayan tek bir kişi yok» diyordu. Evet, ve
işte, sanatla bir araya gelen de, hayatın bu
sim dir.
Yüz elli yıl boyunca, tüccar toplumun
yazarları, bir kaç ayrıcalık dışında, mutlu
bir sorumsuzluk içinde yaşayabileceklerini
sandılar. Yalnız yaşadılar, ve yalnız yaşa
dıkları gibi de, yalnız öldüler. XX. yüzyı
lın yazarları, bizler, hiçbir zaman yalnız
kalmayacağız. Bilmeliyiz ki, ortak se
faletimizden kaçamayız; varlığımızın
şayet varlığımızdan söz açılabilirse,
yegâne delili, imkânlarımız ölçüsünde,
ağızlarını açamıyacak durumda olanlar
için ve gelecekteki büyüklükleri ne olursa
olsun, üzerlerine baskı yapan Devlet ve
partiler yüzünden ıstırıp çekenler için yap-
tıklarımızdır: sanatçı için, imtiyazlı cellât-^;
İar yoktur. Bunun için güzellik bugün biie,
hattâ her zamandan fazla bugün, hiç bir
partiye hizmet edemez, ancak, uzun ya da
kısa bir zaman için, insanların özgürlük
47
ve acılarına hizmet eder. Güdümlü sanat
l ı , ancak, mücadeleden kaçmadan, kitleye,
gönüllüler sürüsüne katılmayı reddeden
dir. Böylece, güzellikten alacağı ders,
şayet bu ders namusluca alınmışsa, ego
izm dersi değil, kardeşlik dersidir. Bu an
lamda güzellik, hiç bir insanın hizmetine
girmemiştir. Ve binlerce yıldır, her gün,
Tier saniye, insanların kuüuğuna ferahlık
vermiştir; ve bazen, bir kısmını, o kulluk
tan büsbütün kurtarm ıştır. Sonuçta, bel
ki de böylece, güzellikle ıstırap, insan sev
gisi ile yaratm a çılgınlığı, dayanılmaz yal
nızlık ve yorucu kalabalık, red ve rıza ara
sındaki ezelî gerginlik içinde sanatın bü
yüklüğüne eriyoruz. Sanat, iki uçurum
arasında gidip geliyor: propaganda ile ha
vaîlik. Büyük sanatçının yürüdüğü bu te
pe yolunda her adım bir macera, sonsuz
bir tehlikedir. Gene de bu tehlikede ve sa
dece bu tehlikede, sanatın özgürlüğü var
dır. Güç müdür bu özgürlük, daha çok bir
kilise disiplinine mi benzer? Hangi sanat
çı inkâr eder bunu? Hangi sanatçı kendi
sini bu sonsuz ödevi başaracak kudrette
sayabilir? Bu özgürlük, bir yürek ve vücut
sağlamlığı, ruhun kuvveti kadar dayanık
lı bir üslûp, sabırlı bir savaşçılık gerekti
rir. Her özgürlük gibi bu da, daimî bir teh
likedir, yorup bitiren bir maceradır ve iş
te bunun içindir ki, her türlü kulluğa kat
lanarak, hiç değilse böylece ruhun rahatı-
48
uı sağlamak gayesi ile bu maceradan ka
çınılır. Sanat, bir macera değilse nedir, ne
dir öyleyse doğrulaması? Hayır, özgür sa
natçı, özgür insan gibi, rahatım düşünen
adam değildir, özgür sanatçı, güçlükle,
kendi düzenini yaratandır. Bu düzen
ne kadar pervasız olursa, kuralı o kadar ke
sin olacak ve özgürlüğü o kadar ortaya ko
yacaklardır. Anlaşmazlığa yol açmakla be
raber her zaman kabul ettiğim Gide'in bir
sözü vardır : «Sanat baskı ile yaşar ve
özgürlükle ölür.» Dtoğrudur bu. Ama bun
dan sanatın güdümlenebileceği anlamı çık
masın. Sanat, kendi kendisjne yaptığı bas
kı ile yaşar, başkalarıma baskısı Ue ölür.
Aksine kendi kendisine baskı yapmazsa
çıldırır nihayet ve bir takım hayaletlerin
kulu olur. Böylece en özgür, en isyancı sa
nat, en klâsik sanat olacaktır; en büyük
gayreti armağanlandıracaktır. Bir toplum
ve sanatçıları bu uzun ve özgür gayrete
razı olmadıkça, eğlencelerin rahatına, kon-
formizme, sanat sanat içindir oyununa,
ya da gerçek sanat vaızlanna kendileri
ni bıraktıkça kısırlık ve hiçlik içinde kalır
lar. Bunu söylemek, günümüzde yenilenme
cesaretimize ve açık görüşlülükteki irade
mize bağlıdır, demektir.
Evet, bu yenilenme hepimizin elinde
dir. Avrupanın, Büyük İskender'in kılıcı ile
kestiği uygarlığın Gordium düğümünü ye
nide bağlayacak İskender düşmanlan
49
yaratması bizim elimizdedir. Bunun için
biltiin tehlikeleri ve özgür çalışmaları gö
ze almak gerektir. Adaletin yolundan gi
derek, özgürlüğü koruyabileceğimiz, ya da
koruyamıyac ağımız değildir, bilinmesi ge
reken. Bilinmesi gereken, özgürlük olma-
dan h iç bir şey yapamayacağımız, gelecek
adaleti de, jjeçm iş güzelliği de kaybedece-
ğimizdir. J^ncak özgürlük, insanları yalnız
lıktan ^curtarabüir; kulluk bir yalnızlıklar
kalabahğı igüıde_gezer. Sanat, açıklamaya
çalıştığım bu özgürlük esası sayesinde, is-
tibdatın ayırdığı yerde, birleştirir. Böyle
olunca, bütün baskı yapanların onu düş
man edinmelerinde şaşılacak ne vardır?
Şaşılacak ne vardır, ister sağcı, ister sol-
cu olsun, günümüz istibdatlarında sanatçı
ve a ydınların ilk önce kurban gitmelerin-
de? Müstebitler, sanat eserinde, ancak
inanmayanlara esrarlı gelen bir kaçış kuv
veti olduğunu bilirler. Her büyük eser,
insanlığın çehresini daha zengin, daha
hayran olunacak şekle sokar, bütün s im
buradadır. Ve bu muazzam vakar tanık
lığım karartm ak için binlerce kamp ve
hücre demiri gene azdır. Bunun için de,
bir yenisini hazırlamak bahanesi ile de
kültür, geçici bir zaman için de olsa, or
tadan kaldırılamaz, insanın, sefaleti ve bü
yüklüğü üzerine bitmeyen tanıklığı orta
dan kaldırılamaz, bir nefes durdurulamaz.
Mirassız kültür olmaz ve biz de batı kül
50
türünü inkâr edemeyiz, etmemeliyiz. Ge
leceğin eserleri ne olursa olsun, hepsinde
aynı sır bulunacaktır; cesaret ve özgürlük
ten yapılmış, yüzyıllar boyunca, her mil
letten binlerce sanatçının cesareti ile bes
lenmiş, aynı sır. Evet, modern istibdat,
kendisini yalnız mesleğine vermiş de olsa,
sanatçı halkın düşmanıdır, diyorsa, hak
lıdır. Ama böylece, aynı istibdat, insanlı
ğın çiğneyemediği bir çehresine de saygı
duyuyor demektir.
51
Sonucum basit olacak. Tarihimizin kız
gınlık ve gürültüsü ortasında §unu diye
ceğim: «Sevinelim». Evet, sevinelim, ya-
lancı ve rahatına düşkün bir Avrupanın
öldüğünü gördüğümüze ve bu kadar çiğ
gerçeklerle karşı karşıya kaldığımıza. İn
san olarak sevinelim; çünkü uzun bir al
datma devri çökmüştür ve bizi tehdit eden
leri artık açık açık görüyoruz. Sanatçı ola
rak sevinelim; sağırlıktan ve uykudan
uyandırılmışız; sefalet, kan ve hapis önün
de kuvvetle duruyoruz. Bu manzara karşı
sında, günlerden ve çehrelerden aklımızda
kalanları unutmuyorsak, dünyanın güzel
liği karşısında ezüenleri hatırlıyorsak, ba
tı sanatı kuvvet ve ihtişamını tekrar bu
lacaktır. Şüphe yok, tarihte, bu kadar güç
sorunlarla karşı karşıya kalmış az sanat
çı vardır. Ama böyle olduğu; kelime ve
cümlelerin en âdilerinin bile kan ve özgür
52
lükle ödendiği içindir ki sanatçı, onları
ölçü ile kullanmasını öğrenir. Tehlike, kla-
sikleştirir sanatı ve her büyük eserin kö
künde de bu tehlike vardır.
Sorumsuz sanatçıların çağı geçti. Kü
çük mutluluğumuz için üzülüyoruz buna.
Ama bu deneyin gerçekliliğimize yar
dım ettiğine inanıyoruz ve savaşa daveti
kabul ediyoruz. Sanatta özgürlük, sanat
çının rahatını sağlamaktan başka işe ya
ramadığı zaman ağır çekmez. Bir değerin
ya da bir faziletin toplum içinde kök sal
ması, yalan söylememekle, mümkün oldu
ğu her zamanda onun hesabını vermekle
olur. Şayet özgürlük tehlikeli olmuşsa, bir
daha orospulaşraamak yolunda, demektir.
Ve ben bugün, uysallığın çöktüğünden şi
kâyetçi olanlara acımıyorum. İlk nazarda
haklıdır onlar. Ama gerçekte uysallık,
hiç bir zaman, bir kaç kütüphane hüma
nistinin tehlikesiz eğlencesi olduğu zaman
ki kadar değerinden kaybetmemiştir. Ger
çeğin, nihayet tehlikelerle karşı karşıya
kaldığı günümüzde ancak, yeniden ayakta
durabilmesi, saygı görmesi imkânı var
dır.
Nietzsche, Lou Salome’den ayrıldıktan
sonra, denir ki kesin yalnızlığa düş
müş, hiç bir yardım olmadan yaratacağı
engin eserin görünüşü ile de yorgun ve he
yecanlı, Cenova körfezine bakan dağlarda
53
geceleri gezinir, yaprak ve dallardan yak
tığı ateşin aöniişünü seyredermiş. Çok ge
çirdim o ateşleri hayalimden; ve düşünce
lerimde, bir çok eserlerle insanları, dene
mek için, o ateşin karşısına koymak iste
diğim oldu, Çağımızın da dayanılmaz yakı
cılığı hiç şüphesiz bir çok eserleri kül hali
ne getirecek. Ama ateşe dayanacakların
maddesi sağlam kalacaktır ve bu kalacak
ların önünde kendimizi tutmadan adı «hay
ranlık» olan zekânın en büyük sevincine
bırakabiliriz.
Hiç şüphe yok hayale, daha az yakıcı
bir alev, bir mola, bir rahatlık devri iste
nebilir, bunu ben de diliyorum. Ama belki
de sanatçı için, kavganın en şiddetlisinden
başka yerde rahat, yoktur. Emerson «her
duvar bir kapıdır» diyor. Karşısında yaşa
dığımız duvardan başka yerde ne kapı,
ne çıkış arayalım. Aksine molayı, olduğu
yerde bulalım, yeni mücadelenin ta orta
sında demek istiyorum. Zira, bana göre,
ve sözümü de burada bitireceğim, rah at
oradadır ancak. Büyük fikirlerin yeryüzü
ne, güvercin ayaklan ile geldiği söylenir.
O zaman belki, kulak verirsek eğer, impa-
ratorluklann ve milletlerin gürültüsü için
de bayat ve ümidin küçük kımıldanışlarını
zayıf bir kanat çırpıntısı halinde duyabiü-
riz. Bazılan bu ümit bütün bir milletindir
diyecektir; bazılan tek bir insanın. Ben
54
öyle zannediyorum ki aksine, bu ümit, iş
ve eserleriyle, her gün tarihin en kaba gö
rünüşlerini, hudutları; herkesin acılan ve
sevinçleri ile, herkes için yükselttikleri ve
her zaman tehdit edilen gerçeğin değerini
gizliden gizliye panldatm ak için inkâr
eden, binlerce müizevî tarafından yaratıl
mış, canlandırılmış ve beslenmiştir.
65
İ Ç İ N D E K İ L E R
Albert Camus 5
Sanat ve Yazar 11
Sanatçı ve Çağı 21
B İL G İ TAYIN LA RI
1. I n g m a r B e r g m a n T A B A N Ç İL E K L E R İ
Türkçesi Tezer Sllmer
2. Jean Tardiue BEKİZ OTUN
Tilrkçesi Yıldırım Keskin
3. Cahit Atay KARALARIN MEMETLERİ
4 Cahit Atay SULTAN GELİN
5 Albert Camus SANATÇI VE ÇAĞI
Tilrkçesi Yıldırım Keskin
e. Oppenheimer BİLİM VE SAĞDUYU
Türkçesi Onur öym en
7 Turgut özakman DUVARLARIN ÖTESİ
57
1957 yılında N obel Edebiyat
A rm ağan ın ı kazanan A lbert
('am us, düşünür, rom ancı ve
tiy a tro adam ı olarak eserleri
y ü z y ı l ı m ı z ı deyim lendiren
yazarların en büyüklerindendir.
D üşünce özgürlüğünden hiç
bir zam an ayrılm am ış, inandığı
ve sa y g ı duyduğu gerçekleri,
e n g i n b i r yürek lilik le
savunm uştur. 1952 yılında,
aynı yü rek lilik le sözünü e ttiğ i
tarih sel sorum luluk konusunda,
bir b aşk a büyük yazar, J. - P .
Sartre ile araları açılm ıştır.
«Sanatçı ve Ç ağı» na ald ığın u z
Ga m u s ile ilg ili yazısın d a
Sartre, bu dargınlık «içinde
bulunduğum uz dünyada,
birbirim izi gözden kaçırm adan
ve birlikte y a şa m a k tı bir çeşit»
diyor ve büyük arkadaşının
değerini te slim ediyor. Onun,
kültür v a rlığım ızın yık ılm az
bir ifadesi olduğunu söylüyor.
3 Lira