You are on page 1of 222

Kürt

Ulusal Hareketinin
Sorunları Üzerine
Y a z ıla r
Demir Küçükaydın
Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Yazılar

Demir Küçükaydın

Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde
yayınlanmıştır.
Derleme tarihi: 04.03.2006
Đkinci Versiyon: 24.03.2009

Köxüz Dijital Yayınlar

Đndir – Bas – Dağıt

Bu kitap köxüz sitesinin dijital yayınıdır.


Đndirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

2
Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Yazılar

Đçindekiler

Kürdistan Press’e Yazılar ................................................................................................... 6


Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi.................................................................................. 6
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları ................................................................. 8
Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları ........................................................................... 12
Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2) ..................................................................... 14
Hiçbir Kürt Organında Yayınlanmayan Yazı................................................................. 20
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K.......................................................................... 20
PKK'nın Bazı Özellikleri.............................................................................................. 20
Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları....................................... 24
Özgür Gündem’e Yazılar .................................................................................................. 29
Tarih, Politika ve Uluslar ................................................................................................. 29
Kürt Sorunu mu Türk Sorunu mu?................................................................................... 33
Şu Azınlıklar Konusu ....................................................................................................... 36
Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" Sayfasıyla Đlgili Öneriler ............................ 42
Özgür Politika’ya Yazılar.................................................................................................. 45
Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler .................................................................. 45
Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar ............................................................................ 49
Kadınlar Öne .................................................................................................................... 53
Bir Değişimde Üç Değişim .............................................................................................. 57
Aksayan Ayak ve Kadınlar .............................................................................................. 85
Arafat ve Öcalan............................................................................................................... 87
HADEP, Seçimler ve Baraj .............................................................................................. 90
HADEP’e Açık Mektup ................................................................................................... 93

3
Coşku Duymayandan Kuşku Duy!................................................................................... 97
Bloğun Gücü ve Güçsüzlüğü.......................................................................................... 100
Ankara’ya Giden Yol Đstanbul’dan Geçer...................................................................... 103
Barış Hareketi ve Kürtler ............................................................................................... 106
Dost Acı Söyler .............................................................................................................. 109
Güçlerin Yeni Bir Dizilişine Doğru ............................................................................... 112
Zihinsel Deneyler ........................................................................................................... 115
Farklı Ulusçuluklar ve Yeni Dönem .............................................................................. 118
Irak'ta da Demokratik Bir Cumhuriyet........................................................................... 121
Doğruluk ve Başarı......................................................................................................... 124
Zor Dönem ..................................................................................................................... 127
Bağımsız Bir Kürt Devleti ve Demokratik Cumhuriyet................................................. 131
Diğer Devletlerdeki Kürtler ve Demokratik Cumhuriyet .............................................. 134
Kürdistan’daki Azınlıklar ve Demokratik Cumhuriyet.................................................. 137
Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları........................................................ 140
KADEK’te Örgütsel Dönüşüm Projesi Üzerine Düşünceler ......................................... 146
Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih ............................................................................... 149
Siz Olsaydınız Ne Yapardınız? ...................................................................................... 152
Devam Ama Nasıl? ........................................................................................................ 156
Ülkede Özgür Gündem’e Yazılar ................................................................................... 160
Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Gerici Bir Taleptir?...... 160
Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonuna, ......................................................... 162
Salto Mortale .................................................................................................................. 168
Geliyorum Diyen Felaket ............................................................................................... 170
Akıntıya Karşı ................................................................................................................ 172
Şu Azınlıklar Tartışması................................................................................................. 174
Salto Mortale .................................................................................................................. 176
Bildiri ve Sonrasının Düşündürdükleri .......................................................................... 178
Son Gelişmeler ve Öcalan’ın Durumu ........................................................................... 180
Seçimler, Taktikler, Program ve Đdeoloji ....................................................................... 182
Kassandra’nın Laneti...................................................................................................... 185
“Demokratik Toplum Hareketi”nin Geleceği ................................................................ 187
4
Irak Seçimlerinin Düşündürdükleri ................................................................................ 189
Öcalan’a Karşı Öcalan ................................................................................................... 191
Demek Doğru Yoldayız ................................................................................................. 194
Çeşitli Sitelerde Yazılar ................................................................................................... 196
PKK’da Neler Oluyor?................................................................................................... 196
Tarihsel Nedenler ve Nesnel Sınırlar ............................................................................. 203
Ezilen Çoğunluğun Đki Kanadı ve Konumları............................................................ 203
Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı.............................................................. 205
Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi ............................................................... 208
Đki Çizgi: Günay Aslan ve Yaşar Kaya ...................................................................... 211
Sosyalist ve Devrimci Demokrat Kürdistanlılara Mektuplar......................................... 215
Sunuş .......................................................................................................................... 215
Freud, Güdük Fiiler ve Sınıfsal Eğilimler.................................................................. 218

5
Kürdistan Press’e Yazılar

Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi

Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de, geçmiş üzerine
ama günümüzde yazılanları yani tarihleri okumaktır. Çünkü, sanılanın aksine, Tarih, Tarih'ten
ziyade bugünle ilgilidir. Onlar, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile
kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler. Bunun içindir ki, Tarih'i pek değil ama
günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama yaşanan Tarih'i; bu Tarih içihde çatışan
güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en iyi yollarından biri de Tarih
kitaplarını okumaktan geçer. Keza, yaşanmış bulunan Tarih de, en keskin çizgileriyle, Tarih'in
Tarihinden çıkarılabilir.
Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve
egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak
sunar. Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar, tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde
bilimlerin kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin
ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur. )
Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuvazisi de, kendi Tarihini
yeniden yazar. Bu Tarihler, sömürenlerin iddialarının aksini, yani ne kadar uygar olduklarını
ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını anlatır. Bütün bunlar doğru da olabilir,
çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da
yarı, yeni sömürgesi olmuşlardır.
Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusun tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve
varsayımlarını paylaşmış olur, onun ufkuna hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler
kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken zımnen kendisini ezenlerin şu
varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültürden" gelmeyenler,
medenileştirilmelidirler.
Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum.
Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık
bulunduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına
daha bir haklılık kazandıracakmış gibi.
Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu çabalarıyla, farkına bile varmadan,
kendilerini ezenlerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu.
Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya hariç - hemen hiç bir medeniyet
varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan bir tarihi yaratmak zorunda kalıyordu.
6
Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar Siyah Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin
çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu.
Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine,
Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl kadar
önce, Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında, bugünkü Afrika'nın
durumunda değil miydi? ...
Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt burjuva ve küçük burjuva tarihleri,
egemen ulusların tarihçiliğine, onların varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor.
Bu eğilim Kürt tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği,
dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez
bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin
Med'ler ve diğer birçok Ön Asya medeniyetleri Kürt yapılıyor.
Kürtlerin ya da Türklerin ya da Herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet kurmamış olması niye
bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için,
buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir
sertifika göstermesi gerekmez.
Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar burjuvazisinin varsayımları
çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya çalışılması, Kürdistan burjuvazisi ve küçük
burjuvazisinin konumundan ve çıkarlarından kaynaklanır. Ve bu anlayış, potansiyel olarak,
koşullar değiştiğinde, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin
temellerini oluşturur.
Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva ideolojisinin egemenliğinin bir ifadesi olmakla
kalmaz, aynı zamanda, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir
yandan, Kürdistan'da, hiç de küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan azınlıkları,
Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan, ayrılma hakkını, sadece ulus
olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt Tarihi
örneğinde, gerçeği değiştirdiği için, düşmanlarının eline silah verir.
Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih Anlayışının metodolojisi ile, Kürtlerin ve
Kürdistan'ın tarihini yazmaktır; Tarih'i tahrif eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın
kurtuluş mücadelesini zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir. Kürdistan
sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek ve bu mücadeleye
gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel zaferlere ihtiyacı vardır.
17. 9. 1986
Bu yazıya ilişkin not:
Bu yazı Celal Aydın imzasıyla yazıldı. Kürdistan Press'de yayınlanıp yayınlanmadığını
hatırlamıyorum. Aşağı yukarı aynı, bazı değişiklikler içeren başka bir versiyonu daha sonra
Özgür Gündem'de yayınlardı.
05 Şubat 1999 Cuma 17: 13

7
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları

Kürdistan Press, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak; bu


mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün, bir metodun, bir
programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek netleşmesine ve ağırlığının
artmasına katkıda bulunmak için çıkıyor.
Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan sonra daha ne kadar da oluşturacak
olan Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl
bir yere sahiptir? Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve
çabalarına anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede bulunmaktadır?
Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği
cevapla diğer eğilimlerle ayrım çizgilerini çizebilir.
Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan bakmak; ya da başka bir ifadeyle,
Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın
Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için
olmazsa olmaz ön koşuldur.
Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel" (Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve
evrensel Tarih bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada
bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel olarak var olabildiği
için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir sınıf değildir. Evrensel ölçüde var
olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası
olarak kaldığı sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program
geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun ezilenlerinin
mücadelesini örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o ulusun proletaryası
olmaktan çıkmak, Marks-Engels'in bir zamanlar övünçle kendilerini tanımladıkları gibi:
Kozmopolit olmak, ancak bundan sonra, bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş
mevziinde yerini almak zorundadır. Yani inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde,
ulusun diğer sınıfları karşısında bir karşı kutup, bir alternatif yaratıp ideolojik bir hegemonya
kurabilir.
Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce,
Dünya Tarihsel bir metot ve dünya görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı
vardır. Bu da kendi mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk
adım atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel Tarih
Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır.
***
Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına
rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini,

8
Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle,
Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler.
Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi kavramak gerekiyor. Var olması
nesnel olarak zorunlu bir aşama, ne demektir? Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek
medeniyetinden direk kapitalizme fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta
üretiminin yaygınlık düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini
ve Avrupa derebeyliğini, dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak
tanımlayamayız.
Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En azından Birinci Dünya
Savaşı'ndan bu yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel nedenlerine dayanan bir aşama içinde
değildir. Bugün yaşanan Tarih, yaşanması zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir
yol, bilimsel sosyalizmin kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu
durumda, milyonlarca insanın, birkaç kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal
Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı.
Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist
devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği
olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden
bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme
geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki
yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını
Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü"
kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek
oluşturabilir.
Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin yeterince olgunlaşmamış olmasından,
ne de proletaryanın Antik Tarihin köle ya da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum
kuracak nesnel yeteneği olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki
ihanetler nedeniyle bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir.
Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin
edici karakteristiğini anlamamalarında yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi
mücadelelerinin ekseninden baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin
ekseninden bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi
görüyorlar, dolayısıyla Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya diktatörlüklerinin
kurulması mücadelesini, tarihin geçilmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam
da bu noktada, mantıki sonuçlarıyla, farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş
oluyorlar.
Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım, nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi
yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek; ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş
savaşlarını, dolayısıyla Emperyalizmi ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi
zorunlu bir aşamasıymış gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden
kaynaklandığını kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri
reddetmek anlamına gelir.
9
Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle akmasına yol açan? Üretici güçlerin
sosyalizm için olgunlaşmadığı ya da başka bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda
emperyalizm yani çürüme çağına girmediği... Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun
dayandığı tüm Marksist ekonomi politiğin yanlışlığı demektir.
Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme çağına girmiş olmasına rağmen,
köle ya da serfler gibi, üstün bir düzen kurma yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir
sınıf olmadığı olabilir. Bu da Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir.
Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve zorunlu bir aşama olarak görmek,
kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol
açar. Madem ki güçler sosyalizm için olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil
bir sorunu değildir. Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa
dayanmaktadırlar.
Đkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş, proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf
olmadığı, ya da artık bu vasfını kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak
başka bir güç aranması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya
halkları, kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte, küçük
burjuva ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir.
Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da gizli varsayımların anlamadıkları ya da
göremedikleri bir şey var: eğer Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada,
doğanın tahribi korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom
silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur.
Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir de, çünkü eğer insanlık yok olsa
bile, bu Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya
koyup, bu yok oluş tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler
olmuştur. Ve bu Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve ihanetlerin
onun görevini yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin zorunlu bir dönemden
geçmediğinin kanıtı. Marksistlerin "ya barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu
yaşatan.
Đnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu
kaderin ne olacağına dair tayin edici kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir.
Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış
görüyoruz: Batı Avrupa ve Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya
ülkeleri ve Sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek
zayıflayacak olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak, ondan sonra da
emperyalist ülkeler proletaryası ayaklanacak.
Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü
akışını zorunlu görmüş olmuyorlar, ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde,
böyle uzun bur çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar.
Đnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor.
Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, eğer emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri
10
ülkeler proletaryasına biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman
kazandırabilirse ne mutlu.
Đlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan özelinde sanki mücadele azmini
baltalarmış gibi görünebilir.
"Eğer sonuç ileri ülkelerde belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş
olanaksızsa, kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var" diye düşünülebilir. Ancak, büyük
devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır. Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç
düzeyine henüz hiç bir ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus
emekçilerini kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda
bulundukları için o destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini, Kendilerini
kurtarmaları için değil, ayaklanan alman bahriyelilerine destek olmak için ayaklanmaya
çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş Mücadelesini bütün gücümüzle destekleyeceğiz, onda
yer alacağız, ama insanlığın battığı bir dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir anlam
taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir katkıda bulunabilmek için.
19. 09. 1986
Celal Aydın

11
Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları

Kürt ulusu, sadece bağımsızlığı için savaşırsa, belli dengeler ortamında belki bu bağımsızlığı
kazanabilir. Ancak, yıllardır süren Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının ortaya çıkardığı bir gerçek
vardır: sadece Kürtlerin ulusal bağımsızlığı için savaşmak, Kürdistan'ın kurtuluşunu
geciktirmekte, gerçek müttefikleriyle bağlar kurmasını engellemekte, yenilgilere ve moral
bozukluklarına yol açmaktadır.
Đlk bakışta, şöyle bir akıl yürütme, son derece mantıki gibi görünmektedir. Ulusal kurtuluş
hedefi en geniş cepheyi kurmayı sağlar, ondan sonra ikincil sorunlar gündeme gelir. Bu
anlayışın programatik ifadesi, nasıl bir ekonomi temeli ve üstyapı (devlet vs. ) sorularını açık
bırakarak, bağımsız bir Kürt devleti için savaşmak olmaktadır.
Ne yazık ki, ya da çok şükür, Tarih, düz ya da metafizik mantığa göre hareket etmiyor.
Bağımsız bir Kürt devleti uğruna mücadele, Kürt sosyalistlerini Kürt burjuvazisinin
kuyruğuna takmakta, dolayısıyla küçük ve cılız ve korkak Kürt burjuvazisini kazanayım
derken, en geniş müttefiklerini kaybetmesine, proletaryanın kendi bağımsız programını
geliştirememesine yol açmaktadır. Sonuçta, burjuvazinin tüm korkaklıkları, yalpalamaları,
uzlaşmaları Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesine damgasını vurmakta, yenilgiler ve
umutsuzluklar birbirini izlemektedir.
Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama Demokratik
bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten
demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki Kürt burjuvazisini
kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun
otomatik yan ürünü olacaktır.
Bugün Irak ve Đran'ın bir bölümü Kürt gerillaların elindedir. Đran, Irak ve Türkiye'de binlerce
devrimci, aydın, sosyalist kendi burjuvazilerinin saldırıları karşısında mülteci olarak, bu
bölgelere değil de Avrupa'ya kaçıyor. Niçin? Çünkü, bağımsız bir Kürt devleti şeklindeki
program, demokratik cumhuriyetin önüne geçmiş durumda. Kürdistan'ın dağlık bölgelerine
hakim olan gerillalar, Đran'da, Türkiye'de ve Irak'ta, gerçekten demokratik cumhuriyetler için
savaşsalar, buralar tüm devrimcilerin toplaşıp güçlerini düzenledikleri birer çekim merkezi
haline gelirler.
Kürdistan'da birçok azınlıklar bulunmaktadır. Bunlar Kürdistan nüfusunun hiç de
küçümsenemeyecek bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu azınlıklar için de, aynı nedenlerle,
bağımsız bir Kürt devleti kurma savaşı bir çekim merkezi oluşturmuyor. Bu azınlıkların genç
kuşakları Avrupa'ya sığınıyor.
Kürt sosyalistleri, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi, kendi bağımsız programlarını geliştirmeyi
göze aldıkları takdirde, kendilerini ezen ulusların işçi ve köylülerini, Kürdistan'daki azınlıkları
kazanabilirler. Kürtlerin kurtuluşu, Kürtlerin, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de
kurtarmayı hedeflemelerinden geçer.

12
Bağımsız bir Kürt Devleti programı, ne ezen ulusun işçi ve köylülerini ne de Kürdistan'ın
azınlıklarını harekete geçiremez. Bu yığınlar, Enternasyonalist görevlerinin hatırlatılmasıyla
seferber edilemez ve örgütlenemez. Bunun tek yolu, ezen ulusun ezilenlerine, onların can
yakan sorunlarına cevap veren alternatif bir program geliştirmektir.
Kürdistan'daki azınlıkları kazanmanın da tek yolu budur. Gerçekten Demokratik Bir
Cumhuriyet, planlı ekonomi, toprak reformu, tüm bu güçleri mücadeleye kazanabilir. Egemen
ulusların burjuvazisi ancak böyle tecrit edilebilir.
Kürdistan'da burjuva ve proleter programların farkı budur. Küçük burjuvazi ise bağımsız bir
program geliştiremiyor. Burjuvazinin programını benimsiyor ve sadece mücadele
biçimlerinde radikal olarak ayrım çizgisini çekmeye çalışıyor.
17. 09. 1986
Celal Aydın

13
Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2)

Kürdistan Press'e daha yayınına başlamadan, birbirini tamamlayan ama farklı sorunları ele
alan bir seri makale yollamıştım. Bunlardan yukarıdaki başlığı taşıyan biri de 2. sayıda
yayınlandı. Bu makaleleri yazıp yollamaktaki amacım, Kürdistan Press'in sadece Kürdistan ve
Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki olay ve gelişmelerin aktarıldığı bir gazete olmakla
kalmayıp, aynı zamanda Ulusal Kurtuluş Mücadelesine ilişkin temel programatik ve stratejik
sorunların tartışıldığı bir forum fonksiyonu da görmesine katkıda bulunmaktı.
Yazıyı yazarken, onun yanlış anlaşılacağını ve söylemediği şeylerden ötürü epey eleştiri
çekeceğini tahmin ediyordum. Fakat, ancak, yanlış da olsa, eleştiriler geldiği takdirde fiilen
bu forum gerçekleşmiş olur ve yanlış anlamalar giderilebilirdi.
Beklenen oldu. Kürdistan Press'in 9. sayısında, hem yazının anlaşılmadığını, hem de yaygın
önyargıları yansıtan Lokman Polat imzalı ve "Kürdistan Kurtuluşunun Sorunları Metafizik
Mantıkla Đzah Edilemez" başlıklı eleştiri yayınlandı. Bu eleştirinin yayınlanmış olmasına
herhalde hiç kimse eleştiriye uğrayandan daha fazla memnun olmamıştır. Çünkü, umut
ediyoruz ki, bu vesileyle, Kürdistan'ın kurtuluşunun temel sorunları üzerine bir program ve
strateji tartışması başlar.
***
L. Polat'ın eleştirisinin şahsımla ilgili ve yanlış bilgilerle dolu kısımlarına girmeyi gereksiz
görüyorum. Bu tür iğne batırışlarından rahatsız olmayacak derecede kalın bir derim var. Ama,
şahsım vesile edilerek H. Kıvılcımlı ve "Troçkizm" hakkında bazı peşin yargılar sıralanıyor
ki, esas konuya geçmeden önce kısaca bunlara değinmek gerekiyor.
Kıvılcımlı hakkındaki küçümseyici ve hor görücü ifadeler ancak onun hakkındaki tam bir
cehaletin ürünü olabilirler. Kıvılcımlı'nın l93O'lu yıllarda yazdığı "Đhtiyat Kuvvet: Milliyet"
adlı eseri yayınlanalı yedi yıldan fazla oluyor. Acaba L. Polat ya da başka bir yazar, aradan
yarım asır geçmiş olmasına rağmen, ne Türkiyeli ne de Kürdistanlı sosyalistler arasında bu
ayarda bir eser ortaya çıkarılabilmiş olduğunu iddia edebilir mi?
H. Kıvılcımlı, özellikle l96O-7O'li yıllarda Ulusal Sorun konusunda zaman zaman susmuştur
da. Ama bunun kaynağı, onun Sovyetlerin politikasının sadık bir takipçisi olmasındadır. Bu
vesileyle Kürdistan Press sayfalarında Türk Solunun hastalığı olarak ve de haklı olarak
belirtilen milliyetçiliğin, sadece Türk Solunun değil ama l926'dan sonra III. Enternasyonal ve
Sovyet çizgisinin, dolayısıyla uluslararası bir hastalık olduğunun görmezden gelinişine de
değinmek gerekir. Aynı hastalık Kürt Solunda da vardır, ama Kürt ulusunun Kurtuluş Savaşı
verdiği bugünkü koşullarda, milliyetçiliğin ilerici yanı dolayısıyla Türk Solu'nda olduğu kadar
sırıtmamaktadır.
Gelelim "Troçkizm"e. L. Polat "Troçkist"lerin Lenin'i bir referans noktası olarak görmedikleri
gibi çok yanlış bir önyargıya sahip. Aynen şöyle yazıyor: "Dedik ki, C. Aydın bir Troçkistdir;
eğer bir Leninist olsaydı Lenin'in ezilen halkların ulusal kurtuluş savaşlarıyla ve de ulusal
14
demokratik devrimlerle ilgili söylediği bir çok sözlerin ve Üçüncü Enternasyonal'in bu
konuyla ilgili bir çok kararını buraya aktarırdık".
Bildiğimiz kadarıyla "Troçkist"ler kendilerini' "Troçkist" diye tanımlamazlar, "Devrimci
Marksist" ya da "Bolşevik Leninist" olarak tanımlarlar ve onlar, Marks, Engels, Lenin'in
geleneğinin en sadık, en Ortodoks ve en tutarlı izleyicileri oldukları iddiasındadırlar ve / veya
en azından böyle olmaya çalışırlar. Böyle olup olamadıkları ayrı bir sorun, ama L. Polat
arkadaşın sandığının aksine Marks-Engels-Lenin ve III. Enternasyonal'in ilk dört kongresinin
kararlarını referans alarak her zaman "Troçkist'lerle tartışmaya girebilirsiniz, çünkü onlar
zaten bu referans noktalarından hareket etmektedirler.
Bu vesileyle L. Polat'ın karıştırdığı bir noktaya daha değinelim. Bir görüşün taraftarı, taraftarı
olduğu görüşü her zaman hakkıyla ve doğru olarak savunamayabilir ve onu rezil edebilir. Bu
durumda, o toy savunucuya bakarak, o görüş hakkında bir karar vermeye ya da o görüşü
eleştirmeye kalkmak metodolojik olarak yanlış, ahlaki olarak da bir köylü kurnazlığının
ifadesi olur. C. Aydın da, taraftan olduğu görüşün toy ve onu rezil edici bir savunucusu
olabilir. Belki ileri sürdüğü öneriler, savunduğunu iddia ettiği görüşlerle ilgisiz olabilir. Bu
durumda, C. Aydın'ın yazdıklarından hareketle, onun kendisini taraftar kabul ettiği çizgiyi
mahkum etmeye kalkmak, en hafif bir ifadeyle bilimsel bir sorumsuzluğu yansıtır.
L. Polat arkadaşımız muhakkak ki Marksizm-Leninizm'e inanıyor olsa gerek. Ama bu örneğin
gösterdiği gibi, bu inancını çok toyca ve inandığı fikri rezil ederek savunuyor. Şimdi birinin
çıkıp da, L. Polat'ın dediklerinden hareketle Marks veya Lenin'in düşüncesini çürütmeye
kalkması saçma olur. Aynı saçmalığa düşmemeyi, herhalde başkalarının da L. Polat'tan
bekleme hakkı olsa gerek.
***
L. Polat'ın eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt Ulusu
bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler için savaşmalıdır." ya
da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için, kendini ezen
ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır.“
Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle somutlanmaktadır:
"Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik
bir cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten
demokratik bir cumhuriyet için" savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin
gerekçelendirilişi ve taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir.
Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden,
Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek
gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi
strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır. Yukarıdaki önermeler,
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete,
potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal
Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir. Yazıyı yazarken,
okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması gerektiğini düşünmüştüm.

15
Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır.
Yeni olan yanını göze batırmak için bir kaç örnek verelim.
Bugün Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sol hareketini eleştirirken haklı olarak,
burjuvazinin kuyruğuna takılmakla ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin devrimci
potansiyelini görmemekle eleştiriyor. Ama tam da bu eleştiriyi yaparken, kendini, ezen
ulusların proletaryasının mücadelesinin bir nesnesi ve yedeği olarak görmüş oluyor. Getirilen
ve tartışılmak istenen teze göre ise, Kürtleri ezen ulusların proletaryası ve köylüleri, Kürt
Ulusal Kurtuluş Savaşı içindeki proleter ve sosyalist kanadın, ve bu kanadın öncülük yapması
halinde, Ulusal Kurtuluş Hareketinin yedeği ve nesnesi olarak getiriliyor.
Birbirini tamamlayan bu zıtlığı daha da göze batırmak için şöyle diyelim. Kürtleri ezen
ulusların sosyalistleri, Ulusal sorunu, Proletaryanın yedek gücü olarak görür. Örneğin Dr. H.
Kıvılcımlı'nın kitabı, yeni Türkçe'yle "Yedek Güç: Ulusal Sorun" başlığını taşır, böyle bir
kitabın muhatabı: Türkiye Proletaryasıdır. Ama Kürdistan Proletaryası için, Kürdistan'ın
Kurtuluş Savaşında, sosyalist bir kanadın başarısı için yazan bir sosyalist, kitabına şöyle bir
başlık koymalıdır: "Yedek Güç: Ezen Ulusların Ezilenleri".
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketini yedek güç olarak gören Türkiye Proletaryası, nasıl bu yedek
olarak gördüğü gücü kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundaysa, aynı
şekilde, tersinden, kendini ezen ulusların ezilenlerini yedek güç olarak gören, Kürdistan
Proletaryası da, bunları kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundadır. Yazıda
bu programın ne olacağı tartışılmaktadır.
Anlaşılırlığı sağlamak için yapılan bu kısa açıklamadan sonra, gelelim L. Polat'ın
eleştirilerine:
l) "Toplumsal kurtuluş adına Ulusal Kurtuluşu reddeden. köylülüğü inkar eden saf proleter bir
devrim Kürdistan'ın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda uygulanamaz ve en önemlisi bugün
Kürdistan'da gündemde olan sosyalist bir devrim değil, ulusal demokratik bir devrimdir.“
Yazımızın hiç bir yerinde ve yukarıda daha da açıklanan temel fikirlerinde "toplumsal
kurtuluş" ya da "saf proleter bir devrim" den söz edilmiş değildir. Söylediğim sadece
"demokratik cumhuriyet"tir. Söylemediğim şeylerden hareketle eleştirilmiş olmuyor muyum?
Ama L. Polat'ın böyle eleştirmesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. O bir yerlerden
duymuştur ki "Troçkistler köylülüğü reddeder" ve "saf bir proleter devrim" için uğraşır. Eh,
C. Aydın da "Troçkist" olduğundan, ancak bunu savunuyor olabilir diye çıkarsamayı hemen
yapmıştır. Ne yazık ki, L. Polat böyle yaparak D. Perincek gibi burjuva sosyalistlerinin
yargılarını tekrarlamış olmakta, hatta D. Perincek'in "bir iktidarsızlık doktrini olan troçkizm"
gibi yargılarını benimsemekte bir mahzur görmemektedir. Doğrusu ilginç bir yakınlaşma.
2) L. Polat, "Demokratik Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir
yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı aktarıyor, ama,
benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın
yanlış anlamalara olanak vermemek için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken
çıkardığı cümlecik şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının
engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet.“

16
Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son
derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor.
Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği
çıkarsamasını yapıyorum.
Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek bir
şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkım savunmak için hep Kürtlerin
bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için
Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim. ) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden,
ulus olmayan, tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine ulus olduğuna dair
bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından söz
edilemeyeceği varsayımını içerir.
Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar
doğuracak bu varsayımın yanlışlığım göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için
ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in
Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette,
isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu
engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır.
Örneğin Lenin, Devlet ve Đhtilal'de Engels'ten alıntı yapıyor:
"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka
bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her
Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti;
bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve
bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize
göstermiş bulunuyor.“ (s. 95)
Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu:
"Engels bakımından, merkeziyetçilik, 'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi
arzularıyla (a. b. ç. ) savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan
'buyurma'yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla
bertaraf etmez" (s. 95)
Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının
ulus olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir. Türkler
açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı demektir,
Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız bir Kürt devletine karşı olması diye
bir şey söz konusu değildir. Otomatikman bunu da içerir.
Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı değil, ama aynı
zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi
yüklenmiş olur. Ama böyle bir program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir
şeydir. Bağımsız bir devlet kurma programı, bu devletin alabileceği somut biçimleri ele
almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir devleti de güçleştirir.

17
Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü topluluğun kendi özgür iradeleriyle
birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır?
Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, böyle bir programı savunan bir
öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve
programı uğruna mücadele için örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen
ulusların bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir.
Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer ulusları da yanına kazanabilir. Örneğin
Đran'da Azeriler de ezilen bir ulusturlar. Ama bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri, Kürt
Devleti uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların mücadelesini
de ateşleyip, ivmelendirebilir.
Böyle bir program, Kürdistan'daki azınlıkları da aktif olarak mücadeleye çeker. Unutmayalım,
Kürdistan'daki Kürt olmayan azınlıklar, nüfusun neredeyse yarıya yakınını kapsamaktadır.
Sadece bağımsız bir Kürt Devleti programı, bu azınlıkların mücadeleye girmesi için çekici
değildir, çünkü ayrılmayı ulus olmaya bağlamaktadır. Ama yukarıdaki gibi bir program
Kürdistan'daki azınlıklara şunu demiş olur: "Sizler, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler,
Yezidiler, Araplar, Azeriler, Türkler vb., bizim programımıza göre, eğer istediğiniz takdirde,
bir tek köy bile olsanız ve ayrılmayı istiyorsanız ayrılabilirsiniz.“
Ama Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği böyle bir program için savaşmadı ve savaşmıyor.
Bundan dolayı da, Kürt ulusunu son derece geniş potansiyel müttefiklerinden yoksun
bırakıyor. Ve tam da bu nedenle, sadece bağımsız bir Kürt devleti için savaştığından dolayı,
bağımsız bir Kürt Devletini kuramıyor.
Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının, kendini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmak gibi bir
programı olmazsa, başarıya ulaşması zordur. ("Olanaksızdır" demiyorum. Belli dengeler
ortamında olabilir. Ama bu fiilen yeni bir Yalta demektir). Paradoksal bir ifadeyle, Kürtler,
kendilerini ezen ulusların emekçilerini kurtarmaya kalkarlarsa kendilerini de kurtarabilirler.
Ama böyle bir programı da ancak, Kürdistan Proletaryası ortaya koyabilir. Bunun şimdiye
kadar ortaya koyulamaması, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin Đran, Irak, Türkiye arasındaki
üçgene, yani aynı zamanda Kürdistan'ın en geri, Proletaryanın en zayıf olduğu yere sıkışmış
olmasındandır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi bu çelişkinin içinde bunalıyor. Buralarda güçlü
olan akımlar, yukarıdaki gibi bir program geliştiremediği, kendini ezenlerin ezilenlerini de
kurtarma mücadelesine girmediği için, daima devletler arası çelişkilere dayanmak zorunda
kalıyorlar. Ve tam da bu nedenle, daima ihanete uğruyorlar ve Kürt Ulusu binlerce evladını
yitirip acılar içinde kıvranmaya devam ediyor. Tarihten çıkarılacak ders budur.
L. Polat da, Kürt ulusunu yenilgilere mahkum eden bu anlayışı, bizi eleştirirken en açık
biçimde şöyle ifade ediyor:
"Kürt sosyalistleri bağımsız bir devlet kurmadan demokratik cumhuriyeti nasıl oluştururlar? "
Kıymetli eleştirmen, bizi metafizik mantıkla suçluyor ama, tam da metafizik yaklaşımı
kendisi ifade etmiş oluyor. Tarih ve sosyoloji bunun tersinin doğru olduğunu göstermiştir.
Yani "Kürt sosyalistleri, demokratik bir cumhuriyet programı ve bunun ürünü olan bir

18
ittifaklar manzumesi kurup Ulusal Kurtuluş hareketine öncülük etmeden, Kürtler'in bağımsız
bir devlet kurmazı çok zordur.“
Đşte ortada iki ayrı stratejinin iki özlü ifadesi. Her ikisi de Kürtlerin Ulusal Kurtuluş Savaşının
başarısını amaçlıyor ama ayrı program ve stratejiler öneriyor. Burada, kolaycılığa kaçmadan
tartışılması gereken bu iki ayrı program ve stratejidir. Kürdistan Press, aynı zamanda bu can
alıcı konunun tartışıldığı bir forum olmalıdır.
L. Polat, yukarıda aktarılan satırlarıyla, bizi eleştirirken farkına varmadan iddiamızı da
doğrulamış olmaktadır. Yani kendisi bir sosyalist olarak, Kürdistan'da egemen olan tüm
akımlarla aynı görüşü paylaşmış oluyor: "önce bağımsız bir devlet". Bizim iddiamız da,
şimdiye kadar mücadelenin bu amaç için yürütüldüğüydü.
L. Polat, ne demek istediğimi anlamak için kafa yormadığından, söylemediğimiz şeylerden
dolayı bizi eleştiriyor. Bir iki örnek verelim:
"Kürt, Arap, Fars ya da Türk hangi devrimci kurtarılmış bölgelere gitmiş de oradan
kovulmuştur? " diye soruyor. Yazımın hiç bir yerinde kimsenin kovulduğundan söz etmedim.
Kurtarılmış bölgelerin bir çekim merkezi olmadığından söz ettim. Yani oraya gitmiyorlar ki
kovulsunlar. Bu gitmeyiş de o insanların niyetleriyle, mücadeleden kaçmalarıyla vs.
açıklanamaz. Gerçekte bu insanlar ancak önerdiğimiz türden bir program için oraya gidip
savaşırlar. Ancak öyle bir program, bu insanlarda coşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini
harekete geçirebilir.
Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerinde bir demokrasiden
değil ama belki paternalist bir hoşgörüden söz edilebilir. Elbette bunun nesnel temelleri
vardır. Ama gerçek de budur. Ve bu gerçek, örneğin bir Đspanya Đç Savaşına bütün dünya
ilerici entelijansiyasının akması gibi bir coşkunun harekete geçişinin önünde bir engel
olmaktadır.
Aynı şey Kürdistan'daki azınlıklar için de geçerli. Bu insanların da Egemen devletlerin baskısı
karşısında Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerine değil de Avrupa'ya gittiğini ya da Ezen
ulusların işbirliğine yöneldiğini görmezden gelemeyiz. Onlar, "Kürtler savaştığı için
Avrupa'ya kaçıyorlar" demedim. Sorarım L. Polat'a, Hangi Kürt partisi Kürdistan'daki
azınlıklara, kendi kaderini tayin hakkını garanti eden bir program sunuyor? Yok böyle bir
parti. Kürt bağımsızlık hareketi, Kürdistan'daki azınlıklara da paternalist bir hoşgörüyle
yaklaşmaktadır. Ama böyle bir yaklaşım, o güçlerin enerjisini ve fedakarlığını harekete
geçiremez.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, her yaptığını alkışlayanların değil, bir yandan kendisiyle
dayanışırken, diğer yandan kendisine en ağır eleştirileri yöneltenlerin gerçek dostları
olduğunu anlamalıdır. Kürt yoldaşlarımıza: onlarda yanlış gördüklerimizi söylemeyerekten,
onların sempatisini kazanmak istemiyoruz ve gerçek Kürt sosyalistlerinin de eleştirenleri
düşman gibi görmeyecek bir olgunluk içinde olduğuna inanıyor ve bizlerden bunu beklediğini
sanıyoruz.
l8. 02. l987
C. Aydın
19
Hiçbir Kürt Organında Yayınlanmayan Yazı

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K.


Bir Türk tarihçisi, bir zamanlar Osmanlı Đmparatorluğunun egemenliğinden kurtulan son
ulusun Türkler olduğunu söylemişti. Bu önermeyi bugün şöyle bir paradoksal önermeyle
tamamlamak gerekiyor: Osmanlı Đmparatorluğu'nun egemenliğinden hala kurtulamamış son
ulus da Kürtlerdir. Kürtlerdir, çünkü Türk modernleşmesi ya da "burjuva devrimleri" -yine
paradoksal bir ifadeyle- burjuvaziye karşı yapılmış burjuva devrimleridirler. Bu "devrimler"
Osmanlı Egemenliği altındaki Hıristiyan ulusların burjuvazisine karşı Osmanlı "Devlet
Sınıfları" tarafından örgütlenen ve yönetilen hareketler olmuşlardır. Bu nedenledir ki Türkiye
Cumhuriyeti Devleti Osmanlı Đmparatorluğunun yaşayan Ruhu olmuştur.
Osmanlı Đmparatorluğu egemenliği altındaki Hıristiyan uluslar bu egemenliğe ilk
başkaldıranlar oldular. Ancak bu baş kaldırış, Balkanlarda ve Anadolu'da zıt sonuçlara yol
açtı. Balkanlarda Hıristiyan Kapitalizmi, Müslüman Prekapitalizmini yenip sürerek başarıya
ulaşır ve Balkan uluslarının yolunu açarken, Anadolu'da Kürt-Türk Müslüman Prekapitalizmi
Rum-Ermeni Hıristiyan Kapitalizmini sürerek ve yok ederek tasfiye etti. Bu süreç kıta
Avrupa’sı ve Britanya Adaları arasındaki gelişim zıtlıklarına benzetilebilir. Kıta Avrupa'sında
Sen Barthelmi katliamlarıyla burjuva gelişimi bir kaç yüz yıl geciktirilirken, Đngiltere modern
gelişimin yoluna giriyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Eski Ermeni ve Rum burjuva
konakları, Kürt ve Türk feodallerinin evlerine ya da Osmanlı'dan miras Cumhuriyet adını
almış devletin hükümet konaklarına dönmüştü. Bu tersine gidiş Kürt Ulusal Kurtuluş
Hareketinin de gerilemesine yol açtı. Bundan sonraki dönemde Kürt Ulusal Kurtuluş
Hareketi'nin ağırlık merkezi Đkinci Dünya Savaşının özel koşulları nedeniyle önce Đran'a (Kısa
Ömürlü Mehabat Kürt Cumhuriyeti), Đran'daki yenilgiden sonra da Irak'a kaydı. Bu dönem
boyunca Türkiye Kürdistan'ında (Kuzey Kürdistan) hemen hemen hiç bir ciddi ve kitlesel bir
direniş görülmez. Kürt emekçi yığınları zor ve dini tarikatlar aracılığıyla Türk gericiliğinin oy
deposu olarak kalırlar.
PKK'nın Bazı Özellikleri
1960'lı yıllarda Türkiye'de kapitalist gelişimin hızlanması ve işçi hareketinin doğuşuyla
birlikte yeniden doğan Türk Sosyalist Hareketi (Đlk doğuş Ekim Devrimi Yıllarında olmuştur)
Kürt ulusunun memnuniyetsizliğinde doğal bir müttefik buldu. Türkiye'deki Kürt Ulusal
Kurtuluş Hareketi, Türk Sosyalist Hareketi'nin rahminde onunla aynı Marksist vokabüleri
kullanarak gelişmeye başladı. 60'lı yıllar boyunca ayrı bir kişiliği olmadı, 70'li yıllar Türk
Sosyalist Hareketinden kopma ve Kendi Kişiliğini Bulma mücadelesiyle geçti, 80'li yıllar
Türkiye Kürdistan’ında Bağımsız bir Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin doğuşuna tanıklık etti.
90'lı yıllarda ise müthiş kitleselleşmesi görülüyor. Bu kitleselleşen ve radikalleşen hareket ise
örgütsel ve politik ifadesini P.K.K.’ da buluyor.

20
Kürt Ulusal Hareketi gelişir ve güçlenirken, Türk sosyalist hareketi 1979'dan itibaren, önce
kendi hataları, sonra 12 Eylül darbesi ve en son olarak da Sovyetlerin dağılışıyla birlikte, hızlı
bir dağılış ve çözülme sürecine girdi ve aslında küçük ve etkisiz çevreler sayılmaz ise. bir
toplumsal güç olarak yok olmuş durumda. Bu çöküş öylesine güçlü ki, yükselen Kürt
mücadelesi bile onu canlandıracak bir soluk veremiyor.
Türkiye Kürdistan'ındaki Kürt hareket ve partileri iki kaynaktan doğmuşlardır. Birincisi Irak
Kürdistan’ında mücadele eden hareketlerin uzantıları ve paralelleri. Bu daha ziyade
aşiretlerden güç alan partiler 50'li ve 60'lı yıllarda Kürtler arasında daha etkili ve organize
idiler. Türk Sosyalist hareketlerinin uzantısı ya da paraleli olan partiler ise 70'li yıllardan
sonra daha etkili olmuşlardır.
Türkiye Kürdistan’ındaki Kürt hareket ve partilerinin bu bölümü, içinden çıktıkları Türk
hareketlerinin problematiklerini ve sınıfsal eğilimlerini aynen yansıtmışlardır. 1960'ların
Reformist ve Burjuva sosyalist Türkiye Đşçi Partisi ve 1970'larin yine aynı karakterde ve
Sovyet çizgisindeki TKP'den kopan ya da onun paraleli olan parti ve hareketler Altın çağlarını
1970'li yıllarda yaşadılar ve zamanlarına göre, feodal ve aşiret geleneğine dayalı hareketlere
göre büyük bir ilerlemeyi temsil ediyorlardı. Bunların en bilineni Kemal Burkay'ın lideri
olduğu parti ve harekettir.
Bu temel eğilimdeki partilerin ve hareketlerin ortak özelliği reformist olmalarıdır. Bunun yanı
sıra Sovyet çizgisinin sadık taraftarı olmakla da malûldüler. Bir yandan PKK'nın temsil ettiği
radikalleşme, diğer yandan da Sovyetlerin çöküşüyle birlikte hızlı bir gerileme ve çürüme
sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Bu hareketler bugün PKK'nın temsil ettiği radikal ve
yığınsal Kürt hareketinin başarılarından son derece rahatsızdırlar ve içten içe onun yenilgisini
beklemektedirler. Eğer Türk Burjuvazisi, Türk ordusunun politikadaki geleneksel ağırlığını
sınırlayıp, Đspanya'da Bask sorununun çözümünde olduğu gibi bir politikayı uygulayabilirse,
bu politikanın Türkiye Kürdistan’ındaki dayanağı muhtemelen bu partiler olacaktır. Bunlar
şimdilik sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.
Đsveç kamuoyu Kürdistan'daki gelişmeler hakkındaki bilgileri daha ziyade bu çizgidekilerin
süzgecinden ve yorumlarından geçmiş biçimiyle almaktadır. Bu çevrelerin Đsveç’teki gücü
yanıltıcı olmamalıdır. Onların Đsveç'teki gücü Türkiye Kürdistan’ındaki güçlerinden değil,
Đsveç'in politikasından ve geçmişinden gelmektedir.
Türk Sosyalist Hareketinden kopan ikinci eğilim Küçük burjuva sosyalizminin ve
radikalizminin damgasını taşımıştır. Maocu, Arnavutlukçu ya da Latin Amerika'daki Kastrist,
Sandinist benzeri Türk hareketlerinin Kürt paralelleridirler. Bunların içinde en bilineni ve
doktriner olanı Rızgari idi. Bu hareketler Altın çağlarını 1980'e kadar olan dönemde kısa bir
süre ve Türkiye'deki radikalleşmenin bir yansısı olarak yaşadılar. PKK da bu kategoriden
sayılabilir. Ancak onun doğuşu diğerlerinden bazı bakımlardan ayrılır ve bu ayrılış noktaları
PKK'nın diğerlerine göre niçin başarılı olduğunu anlamak bakımından bazı ip uçları verebilir.
1970'li yıllarda, özellikle 1974'ten sonra Türkiye'de kitlelerin muazzam bir radikalleşmesi ve
kitle hareketinin yükselişi yaşanmıştır. Ancak bu radikalleşme tüm toplum kesimlerinde
senkronize olarak gerçekleşmedi. Önce şehirlerin işsiz kesimleriyle, küçük burjuvazi
radikalleşti. Đşçi Sınıfı nispeten sendikalar aracılığıyla konumunu koruyabiliyor hatta gerçek
21
ücret artışları sağlayabiliyordu. Bu, söz konusu radikalleşme döneminde aynı zamanda ve bu
nedenle Đşçi Sınıfının sanayi çekirdeği arasında reformist sosyalizmin ve Sosyal
Demokrasinin (TKP ve CHP) güçlenmesini de açıklar. Kürdistan ise daha geri toplumsal
ilişkiler nedeniyle radikalleşmede geri kalmıştı. 1978'lere gelindiğinde artık radikalleşmiş
küçük burjuva ve işsiz kitleler yorulmaya başlamışken Đşçilerin ve Kürt yoksullarının
radikalleşmesi başlamıştır. Đşte PKK bu dönemde doğmuştur, ve özellikle kasaba ve şehirlerin
yoksul gençliği arasında taban bulmuş ve onun eğilimlerinin ifadesi olmuştur. PKK en son
doğan Kürt hareketidir Türkiye Kürdistan’ında.
Diğer yandan PKK'nın en az bilinen bir özelliği de Kürt ve Türk devrimcilerinin kurucuları
arasında birlikte yer aldığı ilk ve tek Kürt hareketi olmasıdır. Bütün diğer Kürt hareketleri
sadece Kürtler tarafından kurulmuştur.
PKK kökeni itibariyle Kastrist sayılabilecek Türk hareketlerinin geleneğinden
kaynaklanmakla ve onların Kürdistan'daki paraleli olmakla birlikte, güçlü bir Stalinist
vokabülerle konuşur. Ama bu onun Stalinist olduğu anlamına gelmez. Stalinist Kürt
hareketleri daha ziyade reformist sosyalist Kürt hareketleridir. O daha ziyade Vietnam ve
Çin'deki köylü ve Ulusal Kurtuluş hareketleriyle Küba ve Nikaragua'daki Kastrist ve
Sandinist hareketlerin arasında bir yerdedir. PKK'nın anti-demokratik eğilimleri onun
Stalinizm'inden değil, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendi karakterinden gelmektedir. Bu
özellikler hangi ideolojiye bağlı olursa olsun bütün hareketlerde görülmektedir. Dünyada
PKK'nın yaptığı türden işler yapmamış ve yapmayan bir tek Ulusal Kurtuluş Hareketi
gösterilemez. Namibya, Filistin, Bask, Đrlanda vs. gibi bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde
benzer pratikler görülmüştür ve görülür. Garip olan nokta onlarda hoş görülen bu pratiklerin
PKK'ya ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ne gelince çifte standarda tabi kılınmasıdır.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin Đhanet ya da Mücadele arasında üçüncü bir yola olanak
tanımayan sert ve keskin çelişkileri her türlü demokrasi ve tartışma denemesini olanaksız
kılmaktadır. Savaşan bir ordu, kendi safları arasında farklı strateji ya da tereddütlere tolerans
gösteremez. Orada siyasetin değil, savaşın fizik yasaları belirleyicidir. Burjuva ordularının
mutlak itaat ile sağladığı tek bir iradeye göre davranabilme özelliği, Kürt Ulusal Kurtuluş
Hareketi'nde de ancak tereddütlülerin ya da farklı strateji önerenlerin tasfiyesiyle
sağlanabilmektedir. Tarihteki en geniş demokrasi kültürünü almış, en entelektüel devrimciler
bile, örneğin Bolşevikler ve Jakobenler savaşın fizik yasalarına uymak zorunda kalmışlardır.
Teoride bu davranışlarını politik ilkeler haline getirmeseler bile.
Bu özellik, diğer yandan PKK hareketinin plebiyen-jakoben karakterinin bir yansımasıdır.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve PKK içinde modern işçi sınıfı ve bu sınıfla kader birliği
etmiş, radikal ve devrimci bir entelijansiya çok az bir ağırlığa sahiptir. Çünkü Kürdistan'ın
geri kalmış sosyal gerçekliği her şeyden önce böyle bir oluşumun önünü kesmiştir.
Ulus, imajiner bir gerçeklik olarak varolabilmek için "Biz"i tanımlamak zorundadır. "Biz" ise
ancak "Başkası" ile tanımlanabilir. Ulusal uyanışlar ve bilinçlenmeler bu "Başkası"nı hemen
daima diğer uluslarda bulmuştur. Hemen hemen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve
uluslaşma süreçleri bir veya bir kaç düşman ulusa göre kendilerini tanımlamışlardır. Örneğin

22
Hıristiyan balkan halkları, Yunanlılar, Ermeniler için bu "başkası" Türkler, Türkler için de
Ermeniler ve Rumlar olmuşlardır.
PKK'nın bugün önderlik ettiği hareketin bir diğer özelliği de sözde ve eylemde gerçek
düşmanını ve "başkası"nı dışta değil içte aramasıdır. PKK Türk ulusunu Düşman olarak
göstermez, ısrarla T.C.'den söz eder, yani Türk Burjuvazisinin devletinden ve Osmanlı
Devletinin yaşayan ruhundan. Eyleminde de Türk sivili öldürmekten çekinir, Türk askeri ve
polisi öldürür. Ama Kürtler söz konusu olduğunda sivili öldürmekten çekinmez. Bunun
nedeni ise PKK'nın köleleşmiş ve köleleştirilmiş Kürt ulusunun köle ruhunu atmadıkça hiç bir
şey yapamayacağı tespitindedir. PKK köle ruhlu, işbirlikçi kürde karşı yürütmüştür gerçek
savaşını ve aslında hala da buna karşı yürütmekte, Kürt ulusuna bir kişilik kazandırmaya, onu
köle ruhundan kurtarmaya, baş kaldırmayı öğretmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusu'nu başka bir
ulusa karşı tanımlayarak değil, kendi köleliğine karşı tanımlamaya çalışmaktadır. PKK'nın
önderlik ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde "Biz"i tanımlamaya yarayan "Başkası",
Türk emekçilerini de ezen T.C. ve "Köle Ruhlu", "teslimiyetçi" Kürt'tür.
Bunun tarihe yaklaşım bakımından da ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. Burjuva sosyalist
ve reformist Kürt hareketler, hemen hemen bütün ulusların yaptığı gibi her zaman var olmuş
bir binlerce yıllık Kür Tarihi yaratmaya çalışırlarken ve Med'lerden beri Doğu Anadolu'da
kurulmuş bütün devletleri Kürt olarak vaftiz ederlerken, PKK bu eğilime taviz vermez hatta
onla alay eder. Bu, uluslaşma sürecinde ve ulus bilincinin oluşumunda pek rastlanılmayan
oldukça yeni bir olgudur. Bu yaklaşım ve özgünlük kavranamazsa PKK'nın niye daha çok
Kürt işbirlikçilere saldırdığı ve belki de Türk’ten fazla Kürt öldürdüğü anlaşılamaz. Onun
yüzeysel gözlemlerle en çok eleştirilmiş bu yanı aslında en ilginç ve takdir edilmesi gereken
yanıdır.
PKK Kürdistan'ın var olan en modern kitle hareketidir. PKK'dan önce az çok ciddiye alınacak
güce erişmiş bütün hareketler ya bir aşirete ya da mezheplere dayanıyordu. Bu da onların
temel zaafını oluşturuyor, eski paradigmaları aşıp (din ya da soy kardeşliği gibi) onların
yerine bir Ulus paradigmasını egemen kılmakta yetersiz kalıyorlar nispeten bölgesel olmaktan
kurtulamıyorlardı (Barzani, Talabani vb.). PKK hiç bir aşiret ya da mezhebe dayanmayan,
bütünüyle Ulus paradigmasına göre ortaya çıkmış ilk kitlesel gücü büyük harekettir. Bu
modern özelliği nedeniyledir ki PKK sadece belli bir aşiret, mezhep ya da belli bir ülke
toprakları içinde değil, bütün Kürdistan'da (Türkiye, Irak, Suriye, Đran Kürdistanlarında)
bütün mezhep, din ve aşiretler arasında taraftar bulabilen ve örgütlü ilk harekettir.
PKK özellikle 1984 atılımından sonra Türkiye Kürdistan’ında artan bir hızla kitleselleşmeye
başlamıştır. Gücünün artmasıyla birlikte daha fazla kendine güven ve esneklik de
kazanmaktadır. Bu gün Türkiye Kürdistan’ında örgütlü ve savaşan tek güç vardır ve o da
PKK'dır.
PKK'nın esas kaynağı işçi, işsiz ve yoksul köylü Kürt gençliğidir. PKK'nın önderlik ettiği
gerilla hareketi aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ında Kapitalizm Öncesinin tüm toplumsal
ilişkilerini de havaya uçurmaktadır. Bundan daha bir kaç yıl önce en atılgan hayal gücünün
bile kavrayamayacağı değişiklikler gerçekleşiyor. Aşiret bağları parçalanıyor. Oğullar ve
kızlar köle ruhlu ve bazen da işbirlikçi babalarına karşı kan ve soy bağlarını hiçe sayıp ulus

23
bağını ön plana çıkararak isyan ediyor. kaçıyor ve PKK saflarına katılıyor. Özellikle kadınlar
PKK'ya büyük destek veriyor. PKK saflarına katılarak ev köleliğinden kurtuluyorlar, gerilla
oluyorlar. Erkek gerillalarla aynı işi yapıyorlar. Đktisadi gelişmenin onlarca yılda
gerçekleştirebileceği değişiklikleri PKK hareketi, hem de en zor alanda, kültür alanında birkaç
yılda başarmış durumda. Bugün PKK gerillalarının üçte birine yakınını kadın ve kızlar
oluşturuyor. PKK hareketinin bu bakımdan sonuçları 1968'in Batı dünyasında yaptıklarına
benzetilebilir. 1968 bir toplumsal hareket olarak yenilmiştir ama politika ve kültür hayatında
artık geri dönülmesi bile düşünülmeyecek yeni değerler, yeni kültürel öğeler getirmiştir.
Kadın Hareketi için de benzer şeyler söylenebilir. PKK da yenilebilir, ama onun aracılığıyla
gerçekleşen bu değişiklikler, bu kültürel alt üst oluş bir daha yok edilemez.
Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları
Geç gelmenin yukarıda bazılarına değinilen olumluluklarını taşıyan PKK, geç kalmanın
olumsuzluklarını da yaşıyor. PKK hareketinin önderlik ettiği Kürt Ulusal Hareketinin en
büyük talihsizliği, dünya tarihinin, belki de birkaç bin yılda bir görülen en büyük alt üst
oluşlarının yaşandığı; evrensel bir paradigma değişikliğinin sancılarının çekildiği; Doğu
Avrupa'da olduğu gibi Ulusal Hareketlerin bile ulusal imtiyazların korunması (zenginlik) veya
zenginler arasına alınma (Baltık Cumhuriyetleri, Hırvatistan, Slovenya, Doğu Almanya) gibi
egoist, zenginlik tarafından baştan çıkarılmış, iğfal edilmiş özelliklere dayandığı; Gezegen
çapında bir apartheit sisteminin şekillendiği; dünyanın koca bir Güney Afrika'ya dönüştüğü;
Kapitalizmin Tarihsel bir zafer kazandığı; toplumu değiştirmeye çalışan politik savaşçılığın
yerini kendini değiştirmeye çalışan sufiliğin aldığı; Epiküryen bir ahlakın egemen olduğu;
hemen hiç bir devrimci kabarışın görülmediği bir dünyada geç kalmış bir yükselişi yaşamakta
oluşudur. PKK ve Kürt Ulusal Hareketinin son yıllardaki yükselişi 1968'lerin devrimci
kabarışının son kuğu çığlığıdır. Ama bu çığlığı işitecek kimse yoktur artık.
Bu durum Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni ve PKK'yı geniş manevra alanlarından ve geniş
müttefiklerden yoksun kılmaktadır. Bu durum PKK'nın sınırları ve zayıflıklarında belirleyici
olmaktadır.
PKK'nın başarı için sadece kendi gücü yetmez. Egemenlerin çelişkilerinden yararlanabildiği
kadar Türkiye ve Dünyadaki ezilenlerin desteğini ve sempatisini de kazanmak zorundadır.
Dünyadaki ezilenlerin desteği nasıl kazanılabilir? Burjuva uygarlığın aynadaki aksi olan bir
planlı, eşitlikçi ve demokratik toplum ideali Batı'nın ezilenlerinde hiç bir titreşime yol açamaz
artık. Sosyalistler Burjuva uygarlığından başka bir uygarlığı programlaştırmak zorundadırlar.
Yeni Sosyal Hareketler, Proletarya nasıl baskıcı ve bürokratik burjuva devlet cihazını sınıfsız
bir topluma gidiş için bir araç olarak kullanamaz ise, bu uygarlığın maddi araçlarını da
kullanamayacağını göstermiştir. Bu evler, bu yollar, bu otomobiller vs. ile her türlü baskı ve
sömürü ortadan kaldırılamaz.
Bırakalım böyle bir programın taslaklaştırılmasını, henüz bu sorun bile dünyada henüz çok
sınırlı bir kesimde bir problem olarak tartışılmaya başlanırken, ne kültürel birikimi, ne sınıfsal
dayanağı, ne de paradigması bu sorunları ortaya koymaya olanak vermeyen Kürt Ulusal
Hareketi ve PKK'dan böyle bir başka uygarlığı programlaştırabilmesi beklenemez. Ve bu da,
marjinal gruplar bir yana, PKK'nın dünyanın ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanma şansı
24
olmadığı anlamına gelir. Vietnam savaşının sağladığı destek gibi bir destek PKK için
olanaksız görünüyor.
Elbet Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde bu dolaylı yedek güç belirleyici değildir. Bu olmadan
da başarı kazanılabilir.
PKK'nın başarı için esas savaşı yürüttüğü Türkiye'nin ezilenlerinin desteğini ya da sempatisini
kazanması gerekir. Ancak böylece Türk burjuvazisini ve T.C. devletini tecrit edebilir. PKK bu
gerekliliğin bilincindedir de, bu desteği kazanabilmek için elinden geleni yaptığı da inkar
edilemez. Ancak burada da benzer sınırlarla karşılaşıyor.
PKK Türkiye Kürdistan’ında ve Türkiye'nin batısına göçmüş büyük metropollerin neredeyse
yarısını oluşturan işçiler ve yoksullar arasında büyük bir sempati ve desteğe sahip olmakla
birlikte bunu örgütleme ve mücadeleye sokma yeteneği gösterememektedir. PKK'nın esas
egemenlik alanı Türkiye Kürdistan’ının en geri bölgeleriyle sınırlı olmaya devam etmektedir.
Bu durum her şeyden önce onun Ulusal kurtuluşçu programatik sınırlarından
kaynaklanmaktadır. PKK Kürdistan şehirlerini ve Türkiye'nin de işçi ve ezilenlerini
kazanabilmek için, mücadelesinin nesnel sonuçlarından öte onlar için de bir program
geliştirmek zorundadır. Ama bunu yapabilmesi için onun bir Ulusal kurtuluş Partisi olmaktan
çıkıp bir Sosyal Devrim partisi olması gerekir. Bu ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin kendi
içinde bir devrim yaşamasını gerektirir. Ne yazık ki PKK içinde böyle bir dönüşümün
unsurları çok zayıftır ve Ulusal Mücadelenin başarılarının coşkusu altında giderek de
zayıflamaktadır.
PKK başarı için Türkiye'nin ezilenlerini kazanmak gerektiğini sezmektedir, şehirlere
yerleşmesi gerektiğini sezmektedir, bu yöndeki sıkıntılarını da gizlememektedir ama sorunun
programatik ve stratejik boyutunu görememekte, çözümü taktik ve örgütsel girişim ve
tedbirlerde aramaktadır. Örneğin artık fiilen bir toplumsal güç olmayan. dağılmış Türk Soluna
her türlü desteği sunarak bu zaafını gidermeye çalışıyor. Ama o cesedin artık kımıldaması
olanaksız gibi görünüyor. Ya da eylem ve propagandasında Türk ezilenleriyle bir hesabı
olmadığını sürekli vurgulamaya özen gösteriyor. Ama bu sefer şehirlerde oluşmuş ve bir türlü
örgütleyemediği taraftarlarının kontrolsüz davranışları (örneğin bir mağazaya yangın bombası
atılması ve panik içinde sivillerin ölmesi) bütün propaganda ve eylemin mesajını bir anda yok
edebiliyor ve kendisi çoğu kez kendisini destek amacıyla yapılmış bu eylemcileri
gücendirmemek için bu girişimlere sahip çıkmak zorunda kalıyor.
Bu durumda mücadelenin kendi dinamikleri yeni açılımları ortaya çıkarmadığı sürece
PKK'nın Türk ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanması da şehirlerdeki Kürt azınlıkları
örgütleyebilmesi de pek beklenemez.
Bu sınırları aşamayan PKK bazı özel konjonktürden ve egemenler arasındaki çelişkilerden
yararlanarak kendine bir manevra alanı yaratmaya çalışıyor. Ama bu da onun manevra alanını
aslında uzun vadede sınırlıyor ve güven sarsıcı tutarsızlıklara yol açıyor. Bunlar arasında Türk
devletiyle çelişkileri olan Đran Yunanistan gibi devletlerin çok sınırlı sempati ve hoşgörüleri
sayılabilir. Körfez savaşından sonra Irak Kürdistan’ında Batılı ülkelerin koruması altındaki
bölgedeki manevra olanakları da PKK'nın lehine çalışmıştır. Özellikle Barzani ve Talabani
gibi geleneksel liderliklerin uzlaşmacılığından yılmış ve onlara güvenini yitirmiş birçok Kürt
25
ve Peşmerge PKK'ya katılmaktadır. PKK bugün Irak Kürdistan’ında da hesaba katılması
gereken ve gençliğini soluyan, giderek güçlenen bir güç olmuştur. Bu gelişme Barzani ve
Talabani'nin ayaklarının altından kayan toprağı tutabilmek için T.C. ile daha yakın işbirliği
içine girmelerine yol açmaktadır. PKK'nın Irak Kürdistan’ında paraleli olan örgüt de bir
sosyal devrim partisine dönüşme yeteneğinden yoksundur ve hatta daha da elverişsiz bir
konumdadır. Irak'taki bu geçici durum uzun vadede PKK'nın başarısını garanti etmez. Batılı
Ülkeler ve Türkiye'nin garantörlüğü altında Irak'ta kurulacak bir Özerk Kürt bölgesi (Türk
Hükümeti buna teşne olduğunu bir resmi politika olarak açıkladı) geleneksel önderliklerin
gücü ve Irak Kürtlerinin yorgunluğu da göz önüne alınırsa PKK'yı bu desteğinden ve
gelişmesinden yoksun kılar.
Geriye Suriye kalıyor. Suriye şimdiye kadar Türkiye'nin GAP projesine karşı bir pazarlık
kozu olarak PKK'ya tolerans gösterdi ve hatta destek verdi. Bunu iyi değerlendiren PKK hem
Bekaa vadisinde emin bir üs buldu hem de Suriye Kürdistan’ındaki Kürtler arasında çok
büyük bir destek elde etti. Suriye Kürdistan’ındaki Kürtler Suriye vatandaşı bile
sayılmamalarına rağmen PKK Suriye ile uzlaşmasını bozmamak için, bizzat o Kürtlerin de
onayı ile Suriye rejimine karşı hiç bir örgütlenme ve hareket geliştirmiyor, hatta Suriye
rejimine bu Kürtlerin desteğini sunuyor. Aslında bir azınlığa dayanan Suriye rejiminin de bu
desteğe ihtiyacı var. PKK'nın bulunduğu zor şartlar içinde, bizzat Suriye Kürtlerinin de
onayını alan bu uzlaşma elbette anlaşılır bir durumdur.
Ancak Körfez savaşı ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri köprülerin altından çok sular
aktı. Suriye artık ABD'nin bir müttefikidir. Filistin'de bir uzlaşma ile de desteklenebilecek bir
Türkiye ve ABD baskısı Suriye'nin PKK'ya verdiği desteği ve toleransı bir anda kaldırmasının
yolunu açabilir. Bu durumda PKK'nın tek esas dayanağı yine Türkiye Kürdistan’ı olarak kalır.
Burada PKK yıllarca ne büyüyüp ne küçülen bir gerilla hareketi olarak bir savaş sürdürebilir.
Ama bu bir başarı getirmez ve uzun vadede onun gücünün azalmasına yol açar.
Türk egemen sınıfları şimdi bu avantajlarının bilincinde olarak PKK'yı Irak ve Suriye'deki
destek üslerinden yoksun bırakarak, Türkiye'de Kürtlere sözde bir dil serbestliği sağlayarak ve
MĐT aracılığıyla Türkleri ırkçı bir temelde örgütleyip Kürt'lere jenosit ve sürgün tehdidini
kullanarak ve PKK ve onu destekleyen kitleleri askeri bakımdan ezerek PKK'yı kitle
desteğinden yoksun hale getirme planını uyguluyorlar.
Bu çıkmaz içindeki PKK ise, zamana karşı bir yarış içinde bu günkü elverişli konumunda hiç
olmazsa Kürt Ulusuna bir şeyler koparabilmek için, bir yandan askeri başarılar elde ederek ve
savaşı batıya yayma tehdidini kullanarak sertleşiyor, diğer yandan Türk Hükümetini
müzakere masasına çağırıyor ve amacının ayrılmak olmadığını, Kürt gerçekliğinin
tanınmasını istediğini söylüyor.
Ama Türk burjuvazisinin bu çağrıya iki nedenle kulakları sağırdır. Birincisi PKK bir ezilen
yığın hareketidir artık. Onunla uzlaşmak isyan etmiş yığınlarla baş edebilmenin zorluğu kadar
diğer ezilenlere vereceği cesaret bakımından da tehlikelidir. Diğer yandan Türk Ordusu
Kürdistan'da kesinlikle bir uzlaşmadan ve Kürt gerçeğini tanımaktan yana değildir ve ordunun
ağırlığı eskisi gibi sürmektedir. Dolayısıyla Türk burjuvazisi bu günkü güç dengeleriyle henüz

26
politik bir çözümü kabul etme noktasından çok uzaktır. Bu da Kürt halkı daha çok acılar
çekecek demektir.
Bugünkü verili durumda PKK'nın Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni başarıya ulaştırması için
bir mucize lazım. Bu mucize Türkiye'deki Kürt yığınların bir ayaklanması ya da ani bir Kriz
durumunda Burjuvazi ve ordunun tecrit olması ve bölünmesi gibi bir durum olabilir. Ancak
şimdilik böyle bir belirti yok. Kısa vadede Politik bir Çözüm de yok. En büyük olasılık gerilla
hareketinin kronikleşmesidir. Bu da onun güçsüzleşmesini getirir.
Bu arada unutulmaması gereken başka bir gelişme var. Türk ordusu ve burjuvazisi 200 yıldır
Batı Burjuva uygarlığına oluşmaya o aile içine katılmaya çalıştı. Batı burjuvazisi ise onu hep
dışladı, daha doğrusu ne içine aldı ne de tam karşıya itti. 200 yıllık macerası olan bu
modernleşme çabalarının ideolojisi Kemalizm ise Bir yandan batı uygarlığının da sınırlarının
ortaya çıkmasıyla ve Türkiye'nin dışlanmasıyla, diğer yandan Kürt ulusal Hareketinin
varlığıyla fiilen tüm birleştirici gücünü yitirmiş iflas etmiş bir ideolojidir. Türk burjuvazisinin
ise onun yerine ikame edebileceği bir ideolojisi ve gücü de yok. Bu Kemalist ideolojiyi önce
sosyalistler özellikle 1970'li yılların yükselişinde amaçları bakımından değil, o amaçlara
ulaşamaması ve yol açtığı baskı ve eşitsizlikler nedeniyle epey eleştirip yıprattılar, sonra
yükselen Kürt hareketi Türk şovenizmi ve Kürt gerçekliğini yok sayması bakımından
eleştirdi. Şimdi ise Đslami hareket bizzat hedefinin kendisi bakımından eleştiriyor. Batı
uygarlığının insanlara mutluluk getirmediğini söylüyor. Ne olduğu belli olmayan bir Đslam
Uygarlığı öneriyor.
Türkiye'de son yıllarda yoksulluk iyice arttı. Đşçiler ve Đşsizler ihtiyaçları olan ideolojiyi artık
sosyalizmde bulamıyorlar bu da Đslamcı Akımların giderek yükselmesine yol açıyor. Bugün
Đstanbul'un Đşçi Mahallelerinde Đslamcı Refah Partisi şimdiden en büyük partidir. Đslamcı bir
yükselişin önündeki en büyük engel PKK'nın yürüttüğü Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketidir. Bu
hareketin yenilgisi ve demoralizasyon Kürdistan'ın ezilenlerini yakın zamana kadar olduğu
gibi tekrar Đslamcı partilere yöneltebilir. Bu takdirde Büyük şehirlerin işçileri ve Kürt
yoksullarının desteğini alan Đslamcı Hareket iktidara gelir. Đslamcılık burjuvazi için de bir
tehdit oluşturmaz. Çünkü o Üretim Araçlarının mülkiyetini sorgulamaz. Ayrıca Burjuvaziye
ihtiyacı olan ideolojiyi de sağlar. Kürt-Türk önemli değil, hepimiz Müslüman’ız diyebilir.
Batı Dışlıyorsa kapitalist-Hıristiyan uygarlığa karşı Đslam Dünyası diyebilir ve bu ona Orta
Asya pazarlarında avantajlar da sağlayabilir.
Bu durumda büyük bir olasılıkla PKK'nın yenilgisi Đslamcıların zaferi anlamına gelebilir.
Ancak PKK'nın zaferi Türkiye'yi Yunanistan veya Đspanya benzeri, ikinci sınıf ta olsa bir
Avrupalı yapar ve Türk burjuvazisini Osmanlı artığı Kemalist Türk Ordusunun vesayetinden
kurtarabilir.
Tarihin garip alayı. PKK'nın temsil ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, 200 yıldır modern-
kapitalist Batı'yı örnek almış Türk burjuvazisinin ona benzemek için son şansıdır. Türk
burjuvazisi ve Ordusu ise (ki bu ordu Türk modernleşmesinin itici gücü ve aracı olmuştur)
PKK'yı ezerek bu son şansını kendi elleriyle ve kanla boğmaya çalışıyor ve yıllardır reddettiği
Đslamcılığa zaferi kendi elleriyle sunuyor.

27
Biz ezilenler açısından ise PKK'nın mücadelesi, zafere ulaşamasa bile, gezegen çapında bir
Güney Afrika'ya dönen dünyada, siyahların beyazlara karşı mücadelesi içinde bize, önce
kendi köle ruhumuzla savaşmamız gerektiğini gösteren örneği, gücü ve güçsüzlükleriyle
geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olacaktır.
C. Aydın
02.04.1992
Stockholm

28
Özgür Gündem’e Yazılar

Tarih, Politika ve Uluslar

Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de, geçmiş üzerine ama
günümüzde yazılanları, yani Tarihleri okumaktır. Sanılanın aksine Tarih, Tarih'ten ziyade
bugünle ilgilidir. Tarihler, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile
kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler.
Bunun içindir ki, Tarih'i değil ama günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama, şu an yaş-
anan Tarih'i; bu Tarih içinde çatışan güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en
iyi yollarından biri de, Tarih kitaplarını okumaktan geçer. Aynı şekilde yaşanmış bulunan Tarih
de, en belirgin çizgileriyle yine Tarih'in Tarihi'nden anlaşılabilir.
Burjuvazi için Tarih bir Dünya Tarihi değildir. Tarih ulusların tarihidir ve uluslar da Tarih
boyunca var olmuşlardır. O halde, bir ulusun bir ulus olabilmesi için ulus olarak bir tarihi
olması gerekir.
Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve
egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar.
Aslında Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı
vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi
arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur.)
Ceza suçun cinsindendir. Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuva-
zisi de kendi Tarihini yeniden yazar. Bu tarihler, çoğu kez kendilerini ezen ve sömürenlerin
gizli varsayımlarını paylaşarak ama ezenlerin tezlerinin aksini kanıtlamaya çalışarak
şekillenirler. Bunlar kendilerini sömürenlerin iddialaranın aksini, yani ne kadar uygur
olduklarını, ya da bir zamanlar nasıl büyük uygurlıklar kurduklarını anlatır.
Bütün bunlar bir anlamda doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık
beşikleri kapitalizmin gelişimiyle birlikte yeni/yarı ya da tam sömürge olmuşlardır.
Bu tarz bir tarih yazımı, ezilen bir ulusun kendine güvenini ve mücadele gücünü arttırdığı, o
ezilmeye karşı mücadeleyi güçlendirdiği ölçüde tarihsel olarak haklı ve ilerici bir görev de
görebilir ve bir çok durumda görmüştür de.
Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusların tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve
ideolojik hegemonyasını kabullenmiş olur; onun ufkuna hapsolur. Bu hapsoluş da azlında ezilen
ulusların burjuvazilerinin toplumsal konumlarıyla ve küçük burjuvazilerinin tarihsel sınırlılıkla-
rıyla (burjuvazinin ufkunu aşma yeteneğinde olmayışlarıyla) doğrudan bağlantılıdır.

29
Ezilen ulus tarihçiliği, kendisinin nice uygar olduğunu, nice medeniyetler kurduğunu
kanıtlamaya çalışırken, zımnen kendisini ezen ulusun şu varsayımını da kabullenmiş olur:
Medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültür"den gelmeyenler ulus değildirler ve uluslara
tanınan haklardan yararlanamazlar; o halde medenileştirilmelidirler.
Yıllar önce Gine Bissau'daki Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum. A.
Cabral bu yazısında, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve
uygarlık olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş
savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış gibi...
Cabral'ın bu çabası elbette ilerici ve haklıydı. Ama bu çabaları tarihsel olgulara denk düşseydi
bile, kendilerini ezenlerin, sömürgecilerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş
oluyordu.
Ama bunun yanı sıra, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da -Etiyopya hariç- hemen hiç bir
medeniyet var olmadığından, ister istemez gerçek olmayan bir tarih yaratmak zorunda
kalıyordu. Kapitalizmin girişine kadar Sahra'nın güneyi hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin
çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu.
Afrika'da büyük medeniyetler kurulmamış olması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afri-
ka'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl önce, Avrupa'nın
kuzeyi, yani bugünkü Kapitalist uygarlığın beşiği, Çin, Hint ve Akdeniz uygarlıkları karşısında
bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi?
Haklı olsa da, Cabral'ın ki gibi bir tarih burjuva ideolojisinin egemenliğini güçlendiriyor ve
diğer yandan da gerçeklere denk düşmediğinden, olgular düzeyinde ezen ulusların tarihçiliği
karşısında güç duruma düşüyordu. Bütün bunların yanı sıra, Gine Bissau halkının ilerde başka
"tarihsiz halklar"ı ezmesinin ideolojik temelini atıyordu. Sonraki gelişmeler bunu acı acı
gösterdi.
***
Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt tarihçileri kendilerini ezen ulusların
tarihlerine ve tarihçiliğine, onların varsayımları ve değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyorlar. Orta-
doğu'da Med'lerden beri kurulmuş bir çok medeniyet ya da hanedanın Kürtler tarafından kurul-
duğu ilan ediliyor. Tarih ulusların bir tarihi olarak ele alınıp bir Kürt ulusal tarihi yaratılıyor.
Kürt tarihi ve tarihçiliği özellikle Türk burjuvazisinin dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri
Türk yapan ve Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez bir suç addeden tarihine karşı
mücadelede şekillenmek durumunda kaldığı için bu eğilim oldukça güçlüdür de.
19 yüzyılın sonlarında Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışıyla birlikte doğan Türk tarihçiliğinde
bir A. Cabral'ın ya da bu günkü Kürt tarihçiliğinin haklılığı ve ilericiliği de olmamıştır. Osmanlı
imparatorluğu her ne kadar bir yarı-sömürge idiyse de Türkler bu devlet içinde egemen ulusu
oluşturuyorlardı ve Türk tarihçiliğinin bir Türk tarihi yaratma çabaları daha başından beri
emperyalizme karşı olmaktan ziyade diğer uluslar üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırm-
aya ve meşrulaştırmaya yönelik olmuştur.

30
Böylesine bir tarih ve tarihçilik, kedi lanetini ve seviyesizliğini ona karşı şekillenen Kürt tarihçi-
liğine de bulaştırıyor. Ama Kürt burjuva tarihçiliğinin bu seviyesizliği böylesine kolayca
kapıvermesinin nesnel toplumsal bir temeli de var. Çünkü kürdistan aynı zamanda bir uluslar
mozayiğidir. Yarın bağımsız bir Küdistan kurulursa, Kürdistan'daki azınlık ulusların kendi
kaderini tayin çabalarına karşı şimdiden içgüdüsel olarak hazırlık yapılıyor.
Türkler de Kürtler de tarih boyunca herhangi bir medeniyet kuramamışlarıdır. Osmanlı impara-
torluğu bir Türk medeniyeti değil, Đslam ve Bizans (ama daha çok Bizans) medeniyetinin bir
rönesansıdır. Eyyubiler bir Kürt devleti değil, bir islam devletiydi. Herhangi bir ulusun hiç bir
medeniyet kuramaması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma
hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya bir çok
medeniyet, devlet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez.
Uluslara birer tarih yaratma çabaları, son derece somut bir program sorununa verilen bir cevapla
ilgilidir. Kurulacak devletin örgütlenme biçimine ilişkin bir sorundur bu.
Tarih'i şu veya bu ulusun başarılarınıın, medeniyetlerinin tarihi olarak anlatma ve anlama,
zımnen, tarihi olmayan ulusların -gerçekte ulusların bir tarihi de yoktur- ulus olmadığı,
dolayısıyla da bağımsız bir devlet kurma, kendi kaderini tayin hakları olmadığı varsayımını,
gizli olarak içinde taşır. Bu, ulus olmayan insan topluluklarının, ulus olduğuna dair bir sertifika
gösteremeyenlerin ayrılma hakkının olmayacağı anlamına gelir; diğer bir deyişle, bürokratik ve
militer bir devlet cihazının varlığını meşrulaştırmaya yarar.
Türkiye Sosyalist hareketinde “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” daima bir ulus olup olmama
çerçevesinde tartışıldı. Aslında bilimsel sosyalizmin klasiklerinde, “kendi kaderini tayin
hakkı” bir ulus olup olmamaya bağlı olarak ele alınmaz. Herhangi bir insan topluluğunun,
bu topluluğun "biz" duygusu ya da bilinci neye dayanırsa dayansın (örneğin bir bölgede, ya da
bir mahallede yaşamak gibi), kendi kaderini tayin ya da ayrılma hakkını kullanmayı
engellemiyecek bir demokratik cumhuriyet bağlamında ele alınır.
Gerçek demokratik cumhuriyet "özgür komünler"in özgür iradeleriyle gönüllü birliğinden
oluşabilir ve oluşmalıdır. Marks, Engels, Lenin sorunu hep böyle ele almışlardır. Bu demektir
ki, bir köy ya da mahalle halkı bile, ayrılma hakkına sahip olmalıdır ve bu ayrılma
hakkının kullanılmasını engelleyebilecek hiç bir kurum olmamalıdır.
Burjuvazi ayrılma hakkını bu geniş kapsamıyla katiyen kabul edemez. Çünkü böyle bir devlet
küçük bir sömürücü azınlığın büyük bir ezilenler kitlesine karşı baskısının aracı olamaz. Bu
nedenledir ki burjuvazi, ayrılma hakkını ulus olmaya bağlamakta, bunun için bir ulus olduğunu
kanıtlamak, ulus olduğunu kanıtlamak için de bir ulus tarihi yaratmak; yoksa da icat etmek
zorunda kalmaktadır.
Kürt burjuvazisinin Tarih yazışı da, sadece gerçeği tahrif etmekle kalmaz; sadece burjuvazinin
hiç de demokratik olmayan bir devlet özlemini açığa vurmakla kalmaz ama aynı zamanda Kür-
distan'daki Kurtuluş Savaşı'na da zarar verir. Kürdistan toprakları üzerinde, Süryaniler, Türkler,
Keldaniler, Asuriler, Zazalar, Araplar, Çerkezler vs. hiç de küçümsenmeyecek bir azınlıklar
toplamı oluşturmaktadırlar. Kendi kaderini tayin hakkını bir devlet biçimi sorunu değil, bir

31
ulus sorunu olarak ele almak, bu azınlıkları mücadelenin dışında bırakmakta; hatta zaman
zaman ezen ulus burjuvazisinin kucağına atmaktadır.
Ezenlere karşı verilen her savaş ezilenlerin içindeki bir iç savaşla birlikte yürür. Kürdistan'daki
kurtuluş savaşı ve ona damgasını vuran hareket her gün biraz daha olgunlaşırken, diğer yandan
da radikalleşme eğilimi gösteriyor. Bu hareket reformist eğilimlere karşı mücadelede önemli
politik mevziler kazandı ve kazanıyor. Ne var ki, ideolojik mücadele alanında politik alan kadar
başarı görülmüyor. Hatta bu alanda burjuva ideolojisinin kesin bir egemenliğinden söz
edilebilir. Hatta bu egemenlik nedeniyledir ki, radikallik, burjuva ideolojisinin egemenliğinin
gücü ölçüsünde radikalliğini mücadele biçimleri ve taktikler düzeyinde ifade etmek; bu nedenle
de zaman zaman tüm potansiyelleri harekete geçirememek durumunda kalıyor.
Kürdistan proletaryasının Kürt Ulusal Kurtuluş savaşındaki ağırlığı giderek artarken; bu
yükseliş kendi ideolojik ifadesini de bulmak zorundadır. Örneğin, Kürt proletaryası ve sosyalist-
leri, Kürt burjuva tarihçiliğinin karşısına sosyalist tarihçilikle çıkmak zorundadır. Bu tarihçilik
hiç de burjuvazinin varsayımlarını paylaşmayacaktır. O dünyanın "barbar" ya da "uygar"
halkları arasında bir ayrım yapmayacaktır. O Tarihi ulusların tarihi değil, gerçek devrimci,
devrimci de gerçekçi olmak zorunda olduğu için, bir bütün insanlığın tarihi olarak alacaktır.
Kürdistan sosyalistlerinin, Kürdistan'daki ulusal kurtuluş savaşına önderlik edebilmeleri için
burjuvazi karşısında entellektüel zaferlere de ihtiyacı vardır. Burjuva tarihçileğine karşı bir
mücadele verilmeden de böyle bir zafer kazanılamaz. Ama aslında bu entellektüel zafer demo-
kratik cumhuriyet diye ifade edilebilecek bir programatik hedefin ta kendisinden başka bir şey
de olmayacaktır.
Kürdistandaki ulusal kurtuluş mücadelesinde giderek ağırlığı artan Kürt sosyalist ve işçilerinden
bunu beklemek ona limitlerinin üzerinde bir görev yüklemek olmuyor mu? Sanmıyoruz.
Kürdistan'ın en ileri kesiminde yükselen hareket büyük ölçüde 68'in çocuğudur ve Kürdistan'da-
ki Đşçi sınıfı herhalde Ekim Devrimi'ni yapan işçilerden kültürel bakımdan daha geri ve
nicelikçe de daha az değildir.
Demir Küçükaydın
05.08.1991

32
Kürt Sorunu mu Türk Sorunu mu?

Toplumsal olaylara değişik koordinat sistemlerinden bakılabilir. Bakılan koordinat sistemi


politik çalışmanın muhataplarını, öznesini, nesnesini, içeriğini ve nihayet dilini bile belirler.
Ama yeni öznelerin ortaya çıkışı ister istemez o güne kadar kabul görmüş koordinat
sistemlerini ve bakışlarını sorguya çeker.
Bunun en bilinen örneği Eurosentrizmdir (Avrupa merkezcilik). Bu anlayışta, Avrupa (bazan
da ABD ve Kanada) toplumun ve tarihin öznesi ve merkezi durumundadır. Her şey onlara
göre durumu içinde değerlendirilir. Đnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan "Üçüncü Dünya"
insanları (ki bu "Üçüncü Dünya" tanımı da Avrupa merkezlidir.) sadece bir nesne olarak
hesaplanırlar. Bu yaklaşımın en kaba ve bilinen örneği dünya haritalarıdır. Bu haritalarda
aslında dünyanın "kenarında" bulunan Avrupa hep merkezdedir.
Türk solu "Kürt Sorunu"nu bu güne kadar, eğer tabiri caiz ise, hep "Türk merkezli" olarak
tartışmıştır. Bu "Türk Merkezlilik" daha sorunun adlandırılmasında bile görülür: "Kürt
Sorunu"!.. Yani sorun olan Kürtlerdir, Türkler değil. Ama aslında sorun Kürtlerden değil
Türklerden kaynaklanmaktadır; sorun olan Türklerdir.
Sorun bir kere böyle koyulunca bu muhatabı ve özneyi de belirler: "Kürt Sorunu"ndan söz
ederseniz: muhatabınız Kürtler değil Türkler olur. Sorunu çözecek özne olarak da Kürtleri
değil Türkleri veya "Türkiye Đşçi Sınıfını" veya başka bir Türk kesimini (örneğin Burjuvaziyi
veya Devleti) görmüş olursunuz. Kürtler tartışmaların, politikanın hep nesnesi
durumundadırlar.
Tipik bir örneği hatırlatmakla yetinelim. Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında
Türkiye'deki ulusal sorun ile ilgili olarak, strateji bağlamında yazdığı ve Türk solunun hala
aşılamamış en radikal tavır alışlarını yansıtan kitabinin adı: "Đhtiyat Kuvvet: Milliyet
(Şark)"tır (Yeni Türkçe'siyle: “Yedek Güç: Ulus (Doğu)” gibi ifade edilebilir). Yani kitapta
Kürtler yedek bir güç olarak ele alınmaktadır. Kitabın adı Türk Đşçi Sınıfı merkezlidir.
Kıvılcımlı'nın bu kitabı yazdığı dönemlerde bu tarz bir ele alışın meşru bir yanı da vardı.
Kitap işçiler ve onların öncüleri için yazılmıştı ve o zamanlar Kürdistan'da bir işçi sınıfı yok
denecek kadar azdı.
Ve nihayet Türk sosyalist ve devrimcilerinin "Kürt Sorunu"ndan bahsetmelerinin genel olarak
anlaşılır bir yanı da vardır, çünkü onların gerçek muhatabı Türk veya Türkiye işçileri,
aydınları ve ezilenleriydi.
Ama bu gün, Kürt ulusu bir özne olarak tarih sahnesine çıkmışken, hele hele Kürt
aydınlarının, solcularının, sosyalistlerinin hala bir "Kürt Sorunu"ndan söz etmeleri ve
tartışmaları, Kürt solunun köle dilinden hala kurtulamadığını ve henüz Kürt halkına ve
kendine güvenemediğini gösteriyor.

33
Kürt solu 1960'larda Türk solunun içinde ve onunla birlikte ama onun egemenliği altında
doğdu; Türk solunun 60'larda yürüttüğü strateji tartışmaları içinde şekillendi. Türk solunun
strateji tartışmalarında Kürtler bir nesne, bir yedek güç olarak ele alınıyorlardı ve bu nedenle
de bir "Kürt Sorunu"ndan söz edilmesi kendi içinde az çok tutarlı oluyordu. Kürt Solu da
fazla düşünmeden Türk Solu'nun kullandığı kavramları alıyordu. Bu Kürt Ulusal Kurtuluş
Hareketinin henüz yeterince gelişmemişliğinin; kendine güvenemeyişinin bir yansımasıydı
da. Ve bütün ezilen ulus ve ırk hareketlerinin ilk aşamalarında görüldüğü gibi yalvarıcı,
kölece bir yanı vardı. Ruhça köle edilmişlik dile de yansıyordu. Ama bu gün, artık Kürt
hareketi bütün heybetiyle ortaya çıkmışken Kürt sosyalistlerinin bu göbek bağlarından
kurtulması gerekiyor.
Kürt solu bugün yeniden bir strateji tartışması yapmak zorundadır. Sadece son yıllarda
dünyadaki ve onu kavrayıştaki değişmeler nedeniyle değil, değişik bir özne açısından; yani
Kürdistan Đşçi Sınıfı ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi açısından da tartışmak zorunda
olduğu için. Böyle bir koordinat sistemi değişikliği eşliğinde Kürt Ulusal Kurtuluş
Hareketinin Sorunları ("Kürt Sorunu" değil) tartışılmadıkça, Kürt solu bağımsızlığını ve
kişiliğini kazanamaz. Böyle bir koordinat sistemi değişikliğinin başlaması bile kendi başına
Kürt solunun rüştünü ispat ettiğinin bir kanıtı olur.
Kürt solunun tartışması gereken artık "Kürt Sorunu" değildir. Kürdistan'daki Ulusal
Kurtuluş Hareketinin; Kürt işçi ve halk hareketinin sorunlarıdır. Kürt Ulusal kurtuluş
hareketi hangi güçlerle, hangi güçlere karşı mücadele etmeli veya edebilir?
Ama sorun bir kere böyle koyuldu mu o zaman "Türk Sorunu"nu tartışma gereği de ortaya
çıkar. Türk veya Türkiye sol hareketi nasıl kendi strateji tartışmaları içinde "Kürtleri bir
yedek güç olarak nasıl kazanabiliriz?" sorusunu sordu ve Kürtler için program geliştirdiyse
ya da geliştiremediyse; Kürt solu da "Türklerin ezilenleri kazanılabilir mi; kazanmak için ne
yapmak; nasıl bir program sunmak gerekir"i; diğer bir deyişle "Türk Sorunu"nu tartışmak
zorundadır.
Şimdiye kadar hep Türk işçi ve ezilenlerinin Kürtleri nasıl kurtaracağı ya da onları nasıl
kazanacağı ya da onlara ne verip ne vermeyeceği tartışıldı. Bugün için Türk işçi ve
ezilenlerinin Kürtlere bir şey verebilecek ya da onları kurtarabilecek bir hali yok; en azından
kısa vadede böyle görünüyor. Ama ortada canlı ve hızla yükselen bir ulusal uyanış; bir Ulusal
Kurtuluş Hareketi var. Bu hareketin öncüsü de en azından kendisini Sosyalist görüyor. Bu
koşullarda Kürtlerin Türk ezilenlerini nasıl kurtaracağını; onlara ne verebileceğini
tartışmak gerekiyor. Bu tartışmanın muhatabı ve öznesi Kürt sosyalistleri ve işçileri
olacaktır; nesnesi ise Türk sosyalistleri ve işçileri.
Böyle bir tartışma sadece Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Kürt Solu ve Đşçi sınıfı için gerekli
değil. Türk solunun da (Kürt solunun yıllarca olduğu gibi) bir tartışmanın nesnesi olmanın ne
mene bir şey olduğunu kaslarında sinirlerinde hissedebilmesi; bizzat "Kürt Sorunu"nu
tartışmanın ve ondan söz etmenin bile Kürtlerin ezilmişliğini yeniden nasıl ürettiğini
kavrayabilmesi; mesiyanizminden kurtulabilmesi; kısaca Türk solunun eğitimi için de
gerekli.

34
Ulusal Kurtuluş Hareketleri tarihine bakıldığında bu hareketlerin kendi "Türk Sorun"larını
pek tartışmadıklarını; bu sorunun onların ufku dışında kaldığını görüyoruz. Bu aslında Ulusal
kurtuluş Hareketleri içinde Proletaryanın ve sosyalist geleneğin zayıflığının bir sonucuydu.
Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi modern sınıfların hareketi olarak tarihe geç girdi; denebilir ki,
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi en geç kalmış Ulusal hareketlerden biridir. Ama bu geç
gelmişlik onun aynı zamanda gücünü oluşturabilir. Modern işçi sınıfının gücü ve hareketteki
ağırlığı ölçüsünde bundan önceki Kurtuluş Hareketleri gibi sadece ezilen ulusu değil; kendini
ezen ulusun ezilenlerini de nasıl kurtaracağını bilinçli bir görev olarak; sadece nesnel bir
yardım olarak değil; önüne koyabilir ve sonuncu ulusal kurtuluş hareketlerinden biri olduğu
gibi ilk ulusal temelde şekillenmiş bir sosyal kurtuluş hareketi de olabilir.
Kıvılcımlı'ya nazire: “Đhtiyat Kuvvet: Ezen Ulusun Ezilenleri (Batı)”yı yazmalı Kürt
Sosyalist ve Đşçi Hareketi. En azından böyle bir girişimde bulunabileceğine dair çok emareler
var. Ve de sorunu koymak çözümün yarısıdır.
Đşte bundan sonraki yazılarda "Türk Sorunu"nu ya da diğer bir ifadeyle Kürt Ulusal
Kurtuluş Hareketinin Sorunlarını açmaya çalışacağız. Ama katiyen "Kürt Sorunu"nu değil.
Demir Küçükaydın
11.08.1991

35
Şu Azınlıklar Konusu

Azınlıklar Konusu Türkiye'deki tartışmalarda "Ulusaların Kendi Kaderini Tayin Hakkı"


sorununun; daha somut ifade etmek gerekirse "Kürt Sorunu"nun gölgesinde kalmış
bulunuyor. Bu yazıda “azınlıklar sorunu”nun tartışılmasına bir giriş yapmayı deneyeceğiz.
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen belirtelim ki, "ulusal sorun" herhangi bir
toprak parçasında yaşayan insanların büyük çoğunluğunun kendilerini kader ortaklığı vs.
içinde hissedip bir "ulus" olarak kendi kaderini belirleme hakkıyla ilgilidir. Somut bir örnek
verirsek, örneğin Türkiye'nin doğusundaki birçok bölgede kendilerini Kürt olarak tanımlayan
insanlar çoğunluktadırlar. Uygar, insan haklarına saygılı, demokratik bir ülkede bu sorun son
derece sancısız ve basit bir biçimde, örneğin son zamanlarda Slovakların Çeklerden, eskiden
de Norveç'in Đsveç'ten ayrılmasında olduğu gibi, çözülebilir. Önce bir genel oylamayla kimin
kendini hangi ulustan addettiği ortaya çıkarılır; farklı ulusların çoğunluk oldukları alanlar
herhangi bir tartışmaya yol açmayacak şekilde net olarak belirlenir. Böylece sınırları
belirlenmiş uluslar kendi demokratik seçimlerini yapıp meclislerini kurarlar ve diğer uluslarla
birlikte bir federasyon mu, konfederasyon mu, ortak bir devlet mi kuracaklarına kendileri
karar verirler. Sorunun normal ya da somut tarihte anormal derecede az görülen çözümü böyle
olabilir. Aslında "Ulusal Sorun" çözümü teorik düzeyde en basit olan sorundur. Pratik
düzeyde çok zor olmasının nedeni bu hakkın kullanılmasını engellemeyecek türden bir
demokrasinin son dere-ce nadir bulunan bir rejim olmasındandır.
Bizim bu yazıda tartışmak istediğimiz bu "Ulusal Sorun" ya da klasik ifadesiyle "Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı" değil; "Azınlıklar Sorunu".
"Azınlıklar Sorunu" ise, teorik düzeyde bile çok daha karmaşık bir sorundur ve özellikle
son bir kaç yılda da görüldüğü gibi potansiyel yakıcılığı hiç de ulusal sorundan daha az
değildir.
Hiç bir ülkede, bu ülke en demokratik ve uygar biçimlerle belirlenmiş bile olsa, sadece bir tek
ulustan insanlar yoktur. Gerek tarihten gelen, gerek modern işgücü göçünden dolayı ortaya
çıkan azınlıklar vardır.
Örneğin Türkiye'de Kürtler, Kürdistan'da Türkler azınlık durumundadır. Her ikisinde de
Çingenelerden Çerkezlere, Süryanilerden Araplara kadar onlarca azınlık vardır.
Eğer bu azınlıklar sadece belli köylerde, mahallelerde veya şehirlerde yekpare olarak
bulunuyor olsalardı, sorun yine "Ulusal Sorun" gibi çözülebilirdi.
Ama modern toplum Şehirleri ve Metropolleri yaratmıştır. Modern toplumun nüfusunun ço-
ğunluğu şehirlerde yaşar. Şehirler modern toplumun sinir düğümleridir. Ve modern şehirler,
Ortaçağ kentlerinde Yahudilere yapıldığı gibi azınlıkları “getto”lara tıkamazlar. Getto benzeri
yerleşimler (New York'ta Harlem, Berlin'de Kreuzberg göz önüne getirilsin) görülse de

36
bunlar hukuki dayatmalarla değil, kendiliğinden oluşmuş yoğunlaşmalardır ve hiç bir zaman
ortaçağ gettoları gibi yekparelik göstermezler.
Tartışmaya açmak istediğimiz sorun şudur: Bu azınlıkların özgül sorunları nasıl
çözülecektir?
Şöyle mi denecektir?
"Demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare şeklidir. O halde biz
çoğunluk olarak hangi dili konuşuyorsak, hangi dilde gazeteler çıkarıyor, radyo televizyon
yayınları yapıyorsak, hangi dilde eğitim yapıyorsak azınlıklar da buna uymalıdır. Bu son de-
rece demokratik bir çözümdür".
Evet gerçekten de bu demokratik bir "çözüm" olur! Fakat “genel olarak demokratik”. Burada
genel olarak demokrasi ile özel bir türden demokrasi ayrımına biraz girelim.
Genel olarak demokrasi, gericiliğin, şovenliğin, baskıcılığın aracı olmaya müsaittir.
(Marksist geleneği benimseyen okuyucular için hemen şunu belirtelim ki, genel olarak de-
mokrasinin bu baskıcılıkla, ezici bir milliyetçilikle, her türlü azınlıkların ezilmesiyle bağdaşa-
bileceğini Lenin de söylüyor: "Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle
bağdaşabilir" diyor.)
Gerçekten de genel olarak demokrasi çoğunluğa karar hakkını vererek bütün silahları ona
sunar. Çoğunluk, pek ala demokratik bir şekilde çoğunluk olmasına dayanarak, azınlık olanı,
yine demokratik bir şekilde, bire kadar kılıçtan geçirme kararı alabilir. Bu bir abartık ifadeyse
de genel olarak demokrasinin ne olduğunu kavramayı kolaylaştırır. Somutta henüz kimse
kılıçtan geçirmiyorsa da bir çok durumda taksitle öldürebiliyor. Günlük hayattan bir örnek
verelim. Bir çok toplantıda, özellikle geri ülkelerin insanlarının toplantılarında, sigara içenler
çoğunluktadır. Genellikle sigara içmeyenlerden sigara içilmemesi yönünde öneriler gelir.
Toplantıda oylamaya sunulur ve sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilmesine karar
verilir. Yani sigara içmeyenlerin de içenlerin dumanıyla taksitle öldürülmesine. Genel olarak
demokrasi böyledir.
Ama özel bir demokraside, daha başlangıçtan, "hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızası
hilafına bir zarar veremeyeceği" gibi bir ilke, örneğin bir Anayasa Maddesi olması gerekir.
Böyle bir demokraside, on bin kişilik bir toplantıda, 9999'unun da sigara içtiği bir toplantıda,
bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri "demokratik
bir şekilde" oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmazsa yasa dışına düşülmüş, başta
konulan ilke ihlal edilmiş demektir. Bu durumda o bir kişi 9999 kişiyi mahkemeye verip
hapse tıktırabilir. Özel bir demokrasi, çoğunluğun karar alma hakkını birtakım ilkelerle
sınırlar.
Aslında demokrasinin gelişmesinin tarihi, çoğunluğun karar alma alanına yeni sınırlar
getirilmesinin tarihidir. Örneğin bugün Avrupa ülkelerinin çoğunda homoseksüeller, sakatlar,
çocuklar, yaşlılar, sigara içmeyenler, uyuşturucu müptelaları çoğunluğun karar alma alanını
kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyorlar. Çoğunluk homoseksüel olmasa da
kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. Đki erkeğin ya da iki kadının "ailesi" bir çok
ülkede yasallaşmış durumda. Sakatlar da örneğin merdivenlerin yanında tekerlekli

37
sandalyelerin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler vs. talep ediyor. Çoğunluk "hayır
vergilerimizi küçük bir azınlığın bu talebine harcayamayız" diyemiyor. Örnekler
çoğaltılabilir.
Şu soru sorulabilir: "Nasıl oluyor da çeşitli azınlıklar çoğunluğa kendi karar alanını
sınırlandıracak bir ilkeyi çoğunluk kararı olarak kabul ettirebiliyor?"
Bu kabulde elbette geleneklerin, kültürün, yerleşik daha genel ilkelerin bir rolü vardır. Ancak
bir de "ekonomi politiği" var gibi görünüyor. Azınlığın direnişinin çoğunluğa o hakkın
verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Bir
diğer tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınırların ve ilkelerin çoğalma
eğilimi göstermesidir.
Demek ki, "azınlıklar sorunu"nu genel olarak demokrasi sınırları içinde ele almak, aslında
"azınlıklar sorunu" diye bir sorunun varlığını reddetmek; sorunu ve azınlıkları baskı altına
almak demektir.
Soru şudur: en azından tarihsel deneylerin ışığında ve insanlığın içinde bulunduğu çağımız
koşullarında azınlıklar sorununu çözecek ilke ne olabilir?
En uç örnekten başlayalım. Azınlıklara da tıpkı belli bir toprak parçasında çoğunluğu oluştu-
ran ulus gibi "Kendi Kaderini Tayin Hakkı" tanınabilir mi ve bu bir çözüm olabilir mi?
Bu uç örnek kafadan uydurma değildir. Avusturya-Macaristan Đmparatorluğu'nda Avusturya'lı
Marksistlerin tartıştıkları bir problemdi bu. Avusturya-Macaristan Đmparatorluğu bir "uluslar
mozayiği" idi. Bu nedenle Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin 1899'daki Brünn
Kongresi'nde gündemin ilk maddesi olarak tartışılan "Ulusal Sorun"da iki karar tasarısından
biri olan "Kültürel Özerklik" aşağı yukarı böyle bir anlayışı ifade ediyordu. "Kültürel
Özerklik" denirken "kültür" özerk olacak şeyin içeriğinden ziyade , özerkliğin neye göre -
yerelliğe göre mi kültüre göre mi- ifade etmek için kullanılıyordu.
Benzer bir yaklaşım Almanya'daki Türkler arasında da bir eğilim tarafından savunulmuştur.
Bu yaklaşıma göre Almanya'nın dört bir yanına dağılmış olan Türkler belli bir toprak parçası
olmayan bir devlet oluşturuyorlar. Kendi hukuk sistemleri, mahkemeleri, okulları kısaca belli
bir torak parçası haricinde bir devleti devlet yapan her şeyleri olacaktır. Bu devletin meclisle-
ri, bakanları, bütçesi, vergi toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o
polisleri ve vergi tahsildarlarını eğitecek okulları vs. olacaktır.
Bu planın saçmalığı ortadadır. Her şey bir yana pratik olarak uygulanması olanaksızdır. Belki
zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda uygulanabilir ama zaten o zaman da devlete
ihtiyaç olmaz.
Bu biçimiyle saçmalık ortada olduğundan, bu kültür ve dile göre belirlenmiş devletin sadece
kültür ve dil alanıyla sınırlı bir egemenliği daha rasyonel gibi gelebilir. (Lenin'in de eleştirdiği
meşhur tasarı böyledir.) Yani azınlıklar için yetkileri sadece kültür ve dil alanıyla ilgili alt
devletçikler. Kültür ve Dil deyince de her şeyden önce okullar akla gelir. Yani her azınlık
okullarında hangi dille, nasıl bir program uygulanacağını kendi belirleyecektir.

38
Böyle bir sistem ise modern toplumda yeni kastlar yaratmaktan başka bir sonuç vermez.
Azınlıkların okullarının ayrılması gericiliğin, ve çoğu kez de çoğunluk olan ulusun
gericiliğinin talebidir.
Lenin de bu okulların ayrılması talebine itiraz ederken ABD'in güney eyaletlerini ve o sırada
Yahudi okullarının ayrılmasını öneren çarın bakanlarını örnek verir.
Buna günümüzden de örnek verebiliriz. Örneğin Almanya'da Türkiye'li çocuklar çeşitli
bahanelerle geri zekalı çocukların gönderildiği "Sonderschule"lere yollanıyorlar.
Đtiraz o okullarda hangi dille eğitim yapıldığına değildir. Yapılan veya yapılacak eğitimin
içeriğinedir. Eğitimin içeriğini bu durumda sadece papazlar ya da imamlar belirler.
Ama okulların ayrılması pratik olarak da modern toplumda uygulanamaz. Diyelim ki
Đstanbul'da yaşayan, şehrin çeşitli semtlerinde oturan 100 Süryani çocuk için sorun nasıl
çözülecek. Şehrin herhangi bir yerinde açılacak bir okula gitmeleri demek çoğunun ömrünün
yolda geçmesi ya da pratik olarak okula gidememesi demektir.
Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: "Belli bir sayının üstündeki azınlıklara bu hak tanınmalıdır".
Ama o zaman da bu "belli bir oran"ın ne olduğu ve onu kimin saptayacağı sorunu ortaya
çıkar. Pekala toplumun çoğunluğu en büyük azınlığı bile dışlayacak bir oran belirleyebilir.
Öte yandan bu oran ne kadar düşük olursa olsun dışlanan azınlık ezilmiş olmayacak mı?
Demek ki, kültür ya da dile göre azınlıkların ayrı devletler halinde örgütlenmeleri veya
okullarını ayırmakla yetinmeleri hem gericidir, hem de uygulanma olanağı yoktur.
Azınlıklar için bir tek ilke olabilir: Dillerin ve milliyetlerin eşitliği.
Bu genel ilke pratikte neyi ifade eder?
Okullar ayrılmaz, azınlıkların ayrı devletleri; ya da sırf kültür sorunlarıyla ilgili devletleri
olmaz ama hepsi eşit haklardan yararlanırlar. Herkes istediği dili ana dil olarak seçme ve
istediği dilde eğitim yapmakta serbest olur. Diğer milliyetlerden çocuklarla mahallesindeki
aynı okula giden Süryani çocuğa devlet ona dilini öğretecek bir öğretmen temin eder. Bir tek
azınlık cocuk için bile bu yapılabilir. Ve eğer örneğin Tarih Kitapları Türk çocuklarına Türk
Tarihi öğretiyorsa Süryani çocuğun da Süryani tarihi öğrenme hakkı garanti altında olur.
(Zaten bu nedenledir ki "ulusal tarihler"le böyle bir demokratik sistem bağdaşmaz. Böyle bir
sistemde ancak insanlık tarihi öğrenilebilir.)
Eklemeye gerek yok ki, her azınlık kendi dilinde gazetesini çıkarabilir, radyo, Televizyon
yayını yapabilir. Kendi milliyetinden insanlarla ülke, hatta dünya çapında birlikler, örgütler
kurabilir. Bütün bunlar hem o ülkenin hem de tüm insanlığın maddi manevi zenginleşmesin-
den başka bir şeye hizmet etmez.
Lenin'in de savunduğu, Đşçi hareketinin bu klasik "Dillerin ve milliyetlerin eşitliği" ilkesi
"azınlıklar sorunu"nun çözümü için gerek şartı oluşturur. Ama yeter mi? Tarihsel deney
yetmediğini gösteriyor.
Örneğin ABD'nin kuzey eyaletlerinde çok uzun zamandır siyah ve beyaz çocuklar aynı
okullara gidiyorlar ama ırkçılık ve siyahların alt konumunda bir değişme olmadı.

39
Azınlık demek, somut hayatta, bazı istisnalar dışında, daha baştan dil bakımından, kültür
bakımından, yoğunlaşılan iş alanı bakımından, ilişkiler bakımından dezavantajlı bir durumda
bulunmak demektir. Modern toplum aynı zamanda bu farklılıkları da besler ve bir kastlaşma
eğilimini de içinde taşır.
Bunun için azınlıkların daha baştan var olan ve kendini üreten dezavantajlı durumunu
dengeleyecek "pozitif diskriminasyon" denilen mekanizmalar da gerekir.
Azınlıklara tüm organlarda, örgütlerde en azından nüfus içindeki ve eğer daha yüksek
orandaysa o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil kotaları verilmelidir.
Örneğin işçi sendikalarında azınlıklar, cinsler, yaş grupları vs. en az nüfus içindeki oranları ya
da o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil edilmelidirler.
Bu da yetmez, ulusal hasıladan o azınlığın nüfus içindeki oranından daha büyük bir
bölümü fiili eşitsizliği gidermeye hizmet edebilmek için azınlıklara ayrılmalıdır.
Özetlersek: Herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde kültürünü
geliştirme hakkı temel insan haklarından biri olarak kabul edilmelidir. Buna ek olarak fiili
eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik (daha büyük pay) ve hukuki (kotalama)
ayrıcalıklara gerek vardır.
Bunun için ise şimdiden sendikalar gibi kitle örgütlerinde azınlıkların diskriminasyonunu
dengelemek için azınlıklar için kotalar koyulması yönünde mücadele edilmelidir.
Çoğunluk elbette bunu kabul etmeyecek ve bunun örneğin "işçi hareketini bölücülük" oldu-
ğunu söyleyecektir.
Bu burjuvazinin "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz" demesine benzer. Toplumsal mü-
cadeleler tarihi herhangi bir baskı biçimine uğrayanların diğer baskı biçimine de otomatikman
karşı çıktıklarını göstermiyor. Aksine diğer baskı biçimlerine karşı kör kalıyorlar. Đşçi
hareketi kadınların, ulusların, azınlıkların ezilmesine hiç bir tepki göstermedi. Beyaz ve Erkek
olarak kaldı. Hatta seksizm ve ırkçılık işçiler arasında çok yaygındır da. Kadın Hareketi işçi
ve siyah kadınlar karşısında aynı körlükle maluldu. Đşçi ve siyah kadınların ayrı girişimlerini
bölücülük olarak tanımladı. Siyah hareketi de işçilere ve kadınlara karşı aynı körlükle
maluldu.
Bu hareketlerin her birinde diğer baskı biçimlerine uğrayanlar bir özne olarak ortaya çıktıkça
ve hareketler mücadele içinde radikalleştikçe diğer baskı biçimlerinin yol açtığı sorunlara da
sahip çıkıldı.
Bugün Türkiye'deki Đşçi Hareketi Erkek ve Beyaz'dır (daha doğru ifadeyle Türk'tür). Böyle
kaldıkça da Đşçi hareketinin dar sınıfçılığı; hatta korporatizmi aşma şansı yoktur. Böyle oldu-
ğu içindir ki, ne kadınların, ne azınlıkların ne de diğer ezilenlerin sorunlarını bayrağına
yazmamakta; toplumda alternatif bir güç oluşturamamaktadır. Türkiye'deki Đşçi hareketinin
kadınların ve azınlıkların "bölücü" eğitimine ekmek kadar, su kadar ihtiyacı vardır. Đşçi
hareketi bunu başarırsa, yarın bütün toplum da başarır.

40
Ve böyle bir projeye Kürtlerin Ulusal Hareketinin de çok daha acil olarak ihtiyacı vardır.
Böyle bir proje bugünkü Türkiye'nin bütün azınlıklarının sempatisini kazanır ve ulusal hare-
ket bir ulusun uyanışıyla sınırlı olmaktan çıkıp bir toplumsal devrim hareketine dönüşebilir.
Demir Küçükaydın - 03.11.1992

41
Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" Sayfasıyla Đlgili Öneriler

24 Ekim 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde sekizinci sayfanın "Avrupa"ya ayrıldığı
görülüyor. Aynı sayfada bu yeni girişimi açıklayan Hüseyin Akyol'un "Merhaba" başlıklı kısa
sunuş yazısı da var.
Ancak 25 Ekim 1992 tarihli sayıda ise sayfanın başlığı "Avrupa" değil, "Radyo - Televizyon".
Bir davranış sürçmesi olsa gerek. Başlangıç için pek önemli sayılmayabilir. Ancak bu
vesileyle "Avrupa" sayfasıyla ilgili önerilerimi sizlere iletmek isterim.
Diğer gazetelerin (Hürriyet, Milliyet vs.) Avrupa baskıları var. Bu baskılar Türkiye'dekilerden
özellikle Avrupa'ya ilişkin haberleri bakımından ayrılıyor. Bu o gazetelerin anlayışının
normal sonucu.
Özgür Gündem bu gazetelerden öncelikle iki bakımdan ayrılmalıdır:
1. Buradaki Türkler, Kürtler ve diğer Türkiye'liler "Gurbetçi"ler, "Yurt Dışındaki Vatandaşlar
/ Đşçiler" olarak değil; eğer deyim yerindeyse "Avrupa'daki Türkiye'li Göçmen Azınlıklar"
olarak ele alınmalı. Sorun basit bir adlandırma sorunu değildir; olaya bakışla ilgilidir.
Örneğin Türk Devleti Avrupa'daki Türkiye'lileri "Gurbetçi" olarak ele almakta ve onları dış
politikasının basit bir aracı olarak kullanmaya çalışmakta ve kullanmaktadır. Ama daha
kötüsü Türk ve Kürt sol hareketlerinin de olaya aynı anlayışla yaklaşması, buradaki insanları
sadece oradaki mücadelenin maddi ve manevi destekçileri olarak görmeleridir.
Bu yaklaşım Avrupa'daki Türkiyeli Göçmen Azınlıkların buradaki korkunç durumlarına karşı
mücadeleye girmesini; bir toplumsal hareket oluşturmasını (örneğin Siyahların Amerika'da
50'li ve 60'lı yıllarda yükselen medeni haklar hareketi gibi bir hareket) engellemektedir.
Avrupa'daki göçmen azınlıklar yeni bir öznedir. Er veya geç Avrupa'da bir güç olarak ortaya
çıkacaktır. Gerek Avrupa Devletlerinin gerekse T.C.'nin bütün çabası bunu engellemeye
yöneliktir. Türk basınının bütün Avrupa sayfaları veya baskıları bu amaca yöneliktir. Özgür
Gündem onlardan bu bakımdan ayrılmalı böyle bir hareketin oluşmasına hizmet etmelidir. Bu
Avrupa'da politika yapmak; Avrupa politikası yapmak demektir. Bu politikanın öznesi ve
muhatabı Türkiyeli Göçmen Azınlık olmalıdır.
Sorunu biraz aşırı çekiştirerek somutlamaya çalışayım. "Avrupa" sayfasında iki gün arka
arkaya "Kürtler Avrupa'da 37 bölgede seçime gidiyor" ve "Avrupa'da Ulusal Meclis Sevinci"
başlıklı iki büyük haber yorum var. Aslında bunlar "Avrupa" sayfasına değil Türkiye ya da
Kürtlerle ilgili sayfalara girmesi gerekir. Bu olay elbet bir Avrupa sayfasında da yer alabilir
ama olaya Avrupa'daki göçmen azınlıkların sorunları açısından yaklaşılırsa haberin veriliş
biçiminin kökten değişmesi gerekir. Örneğin denilebilir ki: "T.C. hala Avrupa'daki
"Gurbetçiler"e oy hakkını vermesin Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi Avrupa'daki Kürtlere
sadece oy hakkı değil 500 üyeli Ulusal Mecliste 10 üyelik kontenjan tanıyor."

42
(Bu yaklaşım sadece Buradaki göçmen azınlık açısından değil, Türkiye'deki Demokratik
mücadele açısından da önemlidir. Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 10 üye
Avrupa'daki Türkiye'lilerce seçiliyor!)
Ya da Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin Avrupa'daki Kürt göçmen azınlığın buradaki
mücadelesiyle ilişki ve çelişkileri ele alınabilir. Çünkü bu ikisi arasında bir çelişki olduğu
kanısı çok yaygındır.
2. Elbet Avrupa'da Göçmen Azınlıkların henüz doğuş halinde de olsa örgütlülükleri ve
hareketlilikleri var. Ancak göçmen azınlıklar da kendi içinde sınıflardan oluştuğundan bu
sınıfların eğilimleri de var. Bütün diğer gazetelerin "Avrupa" baskıları bunlar içindeki en
tutucu, en köle, biraz da Sosyal Demokrat eğilimlerin ve örgütlerin propagandalarını
yapıyorlar; sadece onlarla ilgili haberleri veriyorlar. Özgür gündem onların susuşa
getirdiğinin kürsüsü olabilir. Yani göçmen azınlıklar hareketi içinde demokrat ve radikal
bir eğilimi ifade etmelidir.
3. Bütün diğer basında Avrupa baskıları ayrı. Özgür Gündem aynı duruma düşmemelidir.
Yani Avrupa bölümü sırf Avrupa baskısı için olmamalı, aynen Türkiye baskısında da yer
almalı. Böylece gizli paternalizme son verilmeli. Avrupa'daki Göçmen Azınlıkların Türkiye
ve Kürdistan haberleri okuması nasıl normal karşılanıyor ise Türkiye'dekilerin de Avrupa'daki
göçmen azınlıkların haberlerini ve mücadelelerini okuması normal karşılanmalı. Türkiye'deki
insanların da bizlerin buradaki mücadelelerinden öğrenecekleri vardır.
Bu üç nokta diğer basından ayrı; Özgür Gündem'in yapmaya çalıştığı gazeteciliğe uygun bir
Avrupa sayfası için olmazsa olmaz ilkelerdir.
Akıl vermek kolay. Peki pratik olarak ne yapılabilir?
Aslında Ertuğrul Kürkçü Hamburg'a bir konferans için geldiğinde Özgür Gündem'in
Avrupa'da epey okunduğundan; Avrupa'daki Türkiye'li göçmen azınlıkların radikal ve
demokrat bir sesi de olması gerektiğinden; bu konuda yardımcı olabileceğimizden söz
etmiştik. O da böyle bir Avrupa Sayfası projesi olduğundan söz etmişti. Anlaşılan bu sayfalar
o projenin hayata geçirilmesi.
Ancak bu güne kadar kimse bizimle temas kurmadığından önerimizin bilinmediğini
varsayıyorum.
Ben kişi olarak haftada birkaç kere Avrupa'daki göçmen Azınlıkların bakış açısından
yorumlar ya da makaleler yazabilirim. Ayrıca biraz uzun aralıklarla da olsa incelemeler
yazabilirim.
Henüz kimseyle konuşmadım ama böyle bir sayfanın hazırlanmasına katkıda bulunabilecek
birçok arkadaş olacağını düşünüyorum. Örneğin yine Hamburg'tan Selçuk Eralp şimdiden
katkıda bulunmaya başlamış ve "Geciktirilmemesi Gereken Bir Tartışma: Rostok Olayı"
başlıklı bir yazısı yayınlanmış.
Yardımda bulunabilecek arkadaşların bir çoğu bilgisayarın yabancısı değildir. Yazıların seri
olarak iletilmesi için faks'ın yanı sıra modem'den de yararlanılabilir. Tabii kimi teknik

43
sorunları (kaç "baut"luk olduğu; Türkçe karakterlerin ASCII içindeki yerleri gibi) çözmek
şartıyla.
Eğer konsept ve öneriler ilginizi çekiyorsa Özgür Gündem'den bir sorumlunun buraya gelmesi
ve konuşulması en iyisidir.
Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Demir Küçükaydın
(Bu Mektup Hakkında Not: 04.01.1993 tarihinde emniyete alınmış.)

44
Özgür Politika’ya Yazılar

Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler

Kürt Ulusal hareketinin yükselişe geçtiği ve PKK'nın gerilla savaşına başladığı seksenlerin
ortalarına doğru Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler de, özellikle en yoğun oldukları
Almanya'da ilk kez, bir yandan ırkçı saldırılar karşısında öz savunmadan kaynaklanan, diğer
yandan, ayrımcılığa karşı eşit haklar istemi çerçevesinde, tıpkı elli ve altmışların
Amerika'sında olduğu türden bir "siyahlar" hareketi geliştirme eğilimi gösteriyorlardı.
Bir bakıma Avrupa'daki Kürtlerin seksenli ve doksanlı yıllarda yaşadığı, Kürdistan'daki
mücadelelere yönelik politikleşmeyi, Avrupa'daki Türkler yetmişli yıllarda yaşamıştı. Türkiye
yetmişli yıllarda tarihinde gördüğü en kitlesel radikalleşme ve politikleşme dalgasınına
paralel, Avrupa'daki Türkler de hızla politikleşme eğilimi göstermişlerdi. Bu politikleşme ve
radikalleşme, tıpkı daha sonraki on yıllarda Kürtlerde de görülecek türden, "ana
vatan"larındaki radikalleşmeden kaynaklanıyordu.
Avrupa'da politikleşen bu Türklere karşı, Türk sol hareketlerinin tavrı ve bakışı ne ise, aynısı
daha sonra Kürt hareketlerinin Avrupa'da politikleşen Kürtlere bakışı o olmuştur. Onları "ana
vatan"daki mücadelenin bir maddi ve lojistik destek üssü olarak görmek ve onlar aracılığıyla
Avrupa kamu oyu ve devletleri üzerinde bir etkide bulunmak ve dolayısıyla Türk devletine
karşı bir baskı aracı olarak kullanmak. Onların kendi sorunları temelinde bir politika akla bile
gelmez; hatta bu yöndeki kimi eğilimler, esas mücadele alanında güç kaybına yol açacağı, güç
ve enerjileri böleceği, angajmanı azaltacağı gibi düşüncelerle bastırılır.
Aslında burada çok ilginç bir paradoks vardır. Bu göçmenleri böylesine bir diyaspora
milliyetçiliğine yönelten; içinden çıkıp geldikleri ülkedeki gelişmelere bu kadar hassas kılan
tam da yaşadıkları toplumda uğradıkları dışlanma ve baskıdır. Bu yaşanan bakı, sömürü ve
dışlanmaya olan tepki, bir bakıma ana vatana yönelik bir politikleşmeyle kendini dışa
vurmakta ve adeta bir süblimasyon gerçekleşmektedir.
Ne var ki taşıma suyla değirmen dönmez. 12 eylül darbesi gelip de, bütün toplumsal
hareketlenmeyi ve muhalefeti ezince, aynı baskılara uğramasa bile, ateşiyle ısındığı
hareketlenmenin yok olmasıyla beraber Avrupa'daki Türklerin hızlı bir apolitikleşmesi
başladı. Ama aynı sırada Türkler arasında yavaş yavaş, Avrupa'daki uğradıkları ayrımcılığa
ilişkin bir hareketlenme eğilimi de ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra dernekler ve mitingler
giderek azalan sayıda insanların uğrak yeri oldu. Ayağın altından bu toprağın kayışı, kimi
Türkiyeli solcu grupları Avrupa'daki Türklerin sorunlarına yönelmeye itti. Ama bu yönelim
aynı zamanda sadece Türkiye'deki yenilginin değil, dünya çapındaki yeni muhafazakarlığın
gerici atmosferinde, aynı zamanda ideolojik bir sağa kayışla birlikte gerçekleştiğinden,

45
göçmenlerin sorunlarına yönelme ideolojik sağa kayışın nedeni ya da zorunlu bir sonucuymuş
gibi görünmesi yanılsamasına yol açıyordu.
Kürt hareketi ise tam bu sırada, Kürdistan'daki yükselişini yaşamaya başlamıştı ve o yükselişe
paralel, on yıl önce Türklerin yaşadığı türden Avrupa'daki Kürtlerin politikleşmesi ve
radikalleşmesi yükseliyordu. Bu koşullarda, göçmenlerin sorunlarına ve hareketine yönelme,
sadece Kürdistan'a yönelik mücadelenin enerjisini saptırıcı; sadece ideolojik olarak sağ kayış
değil ama aynı zamanda, bu yönelenlerin Kürtlerin mücadelesine karşı tavırları nedeniyle,
sanki Kürt mücadelesine karşı bir manüplasyonmuş gibi kavrandı Kürt hareketi tarafından.
Dolayısıyla daha başlangıçta, Avrupa'da, ki Avrupa'nın en güçlü ülkesi Almanya'da ve
Almanya'daki en büyük göçmen grubu olan Türkiye'den gelen Türkler ve Kürtler arasında bir
uyumsuzluk ortaya çıktı. Aslında bu uyumsuzluğa yol açan nesnel nedenler değil, öznel
şartlanmalar ve yanılsamalardı. Yoksa Avrupa'daki bir göçmen Türk hareketinin yükseliş
eğilimi ve Kürtlerin mücadelesinin yükselişi bir zamandaşlık gösteriyordu ve başka
yaklaşımlar altında pek ala birbirlerini güçlendirici bir etkide bulunabilirlerdi.
Ne var ki gelişme böyle olmadı. Kürtler sadece kendi ulusal hareketlerinin ötesini
görmediklerinden değil; sadece göçmenlerin sorunlarından dolayı ve onlara yönelik bir
hareketlenmenin Kürdistan'daki mücadeleden güç ve dikkatleri saptıracağı korkusundan değil;
ama aynı zamanda, Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye baskı yapmasını sağlama ve onlarla
göçmen sorunu dolayısıyla arayı bozmama yaklaşımının da etkisiyle göçmen
hareketlenmesine soğuk hatta rakip olarak baktılar ve en iyi durumda onları Kürdistan'da
yürütülen mücadelenin duyurulması için platformlar olarak kullandılar.
Bu yaklaşım en açık, yabancıların Alman devletinin ırkçı politikalarına karşı yaptığı toplantı
ve yürüyüşlerde görülüyordu. Örneğin bütün uluslardan konuşmacılar, guruplar, Alman
gericiliğinin ırkçı kavramı olan "misafir işçilik" kavramını reddeder; bu kavramın yabancıları
her türlü haktan yoksun bırakmanın kılıfı olduğunu söyler; madem biz burada çalışıyor ve
vergi veriyoruz tümüyle eşit haklar istiyoruz derken. Kürt Konuşmacıların hemen daima,
konuyla ilgiyi şöyle kurdukları görülüyordu. "Bizler Türkiye'deki baskılar nedeniyle ve işgal
altındaki ülkemizin geri bırakılmışlığı nedeniyle buradayız. Biz burada zorunlu bir misafirlik
yaşıyoruz. Ülkemizi kurtardığımızda kendi ülkemize döneceğiz. O halde bizim ülkemize
dönebilmemiz için, Türkiye'ye daha fazla baskı yapın. O zaman biz bir problem olmaktan
çıkarız. "
Göçmenlerin direniş çabaları karşısındaki bu derin anlayışsızlık ve hor görü yabancıların
kendi sorunları temelinde, daha henüz emekleyen bir hareketlenmeyi canlandırmaya yönelik
mitinglere karşı tavırlarda da görülüyordu. Bu tür gösterileri, Kürtler büyük kitleleriyle ele
geçiriyorlar ve onları Kürdistan'daki mücadelenin sorunlarına ilişkin mitinglere çeviriyorlardı.
Eninde sonunda Kürtlerin çoğunluklarıyla ele geçireceği ve gerçek hedefinden bambaşka bir
hedefe yöneleceğinden göçmenler miting tertiplemez ve mitinglere bile gitmez olmuşlardı.
Kürtler en iyi halde bu mitinglere; o mücadeleye destek vermek için değil; kendi
mücadelesinin tanıtımını yapmak için katılıyorlardı.
Avrupa'daki yabancılar içinde en örgütlü, politikleşmiş, militan ve özellikle Almanya'da en
büyük göçmen gurubunu oluşturan Türkiye'den gelenlerin yarısına yakınını oluşturan
46
Kürtlerin Avrupa'daki yabancıların sorunlarına soğuk, ilgisiz hatta bir rekabet havası içinde
yaklaşmaları; yeni yeni doğma eğilimi gösteren Türkiyeli göçmenler hareketinin daha baştan
topallamasına yol açmakla kalmadı, uzun vadede Türkiyeli göçmenlerin de bu sefer Kürtlerin
uğradığı baskılar karşısında aynı ilgisizliği ve düşmanlığı göstermelerinin yolunu açmış oldu.
Kürt Ulusal Hareketi'nin, Kürdistan'dan göçmüş, Avrupa'nın veya Türkiye'nin batısının
şehirlerine yerleşmiş Kürtleri, Kürdistan'daki mücadelenin sadece madde ve insan kaynağı
olarak görmesi ve onları kendi sorunlarından hareketle örgütlemeye yönelmemesi uzun
vadede Kürdistan'daki mücadelenin tecrit olmasında ve sonunda aldığı ağır darbelerde tayin
edici bir rol oynamıştır.
Türkiye'nin batısında, bunun nasıl politik Đslam'ı güçlendirdiği; bu korkudan bu sefer şehir
orta sınıflarının nasıl Genel Kurmayın arkasına takıldığı gibi konulara başka bir yazıda
değinmiştik. Benzeri Avrupa'daki etkilerde de söz konusudur. Kürt mücadelesi, Avrupa'da
Türkiye'deki Kürtlerin durumuna benzer durumda bulunan göçmenlerin mücadelesi
karşısındaki ilgisiz hatta rakip yaklaşımı; onu en yakın en kolay kazanabileceği
müttefiklerinden etmiş ve bu güçler Türk devletinin kontrolü altına girmişlerdir.
Batı Anadolu ve Avrupa'daki Kürtlerin Kürdistan'daki mücadelenin maddi ve insan destek
üssü olarak görülmesi Türkiye ve Avrupa'da farklı sonuçlara yol açtı. Türkiye'nin Batısındaki
Kürtler Politik Đslama yöneldiler; Avrupa'da ise, diyaspora milliyetçiliği nedeniyle iyice Kürt
Ulusal hareketine. Bu Avrupa'daki zayıflığın görülmesini büyük ölçüde engelledi.
Elbette Avrupa'daki Türklerin kendi kontrolü dışında politikleşme ve özerk bin göçmenler
hareketi oluşturma eğilimlerini gören Türk Devletinin aldığı tedbirler; Türkiye'de yükselen
şovenizmin, özellikle o sıralar hızla yaygınlaşan uydu yayıncılığı ve Türk kanalları
aracılığıyla, Avrupa'ya yansıması; Alman devletinin bazı idari ve hukuki kolaylıklarla
kişilerin kişisel düzeyde birey olarak konumlarını değiştirmeye olanak sağlayan ve toplumsal
bir hareketlenmeyi engelleyen uygulamaları; duvarın yıkılmasıyla birlikte, Doğu Avrupa'dan
gelen göçmenlerin en alttaki Türkiyelilerden daha alt bir konuma geçmeleri; Türkler içinde
işçilerin giderek azalması ve doğu Avrupa'dan gelen ucuz iş gücünü çalıştıran Türk iş
yerlerinin çoğalması ve dolayısıyla Türklerin hem toplumsal konum hem de prestij
bakımından eskisinden daha üst bir konuma geçmesi gibi bir çok etkenin sonunda doksanların
ortalarına gelindiğinde bir göçmen hareketlenmesinden bir şey kalmamış, Türklerin büyük
bölümü de politik Đslam, faşistler ve bir miktar da aleviler kanalıyla örgütlenmiş ve Türk
devleti tümüyle kontrolü ele geçirmiş bulunuyordu.
Avrupa'nın en güçlü ülkesinin en büyük göçmen azınlığı bir yanda Türk Devletinin kontrolü
altında, onun dış politikasının araçları olan Türkler; diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin
kontrolü altında onun lojistik destek üssü ve Avrupa ülkelerine baskı yapmasının aracı olan
Kürtler olarak paylaşılmış bulunuyorlardı. Bu tabloda Avrupa'daki ikinci sınıf insanların
sorunları ve hareketinin hiç bir yeri bulunmuyordu.
Yeni politika bu tabloyu değiştirmeyi sadece mümkün kılmıyor aynı zamanda gerekli de
kılıyor.

47
Yeni Politika, artık Avrupa ülkelerine baskı yapmaya yönelik değil, Türkleri ve Batıdaki
Kürtleri bir demokrasi programı etrafında kazanmaya yönelik olduğundan; Avrupa'daki
Kürtlerin bu politikada doğrudan bir işlevi kalmıyor. Mücadelenin ağırlığı Dağlardan
Kürdistan'ın şehirlerine; Kürdistan'dan Türkiye'nin batısına ve Avrupa'dan Türkiye ve
Kürdistan'a kayıyor. Bu durumda Avrupa'daki Kürtlerin konumu çok değişmiş bulunuyor.
Avrupa'daki Kürtler için bir bakıma seksenlerin başında Avrupa'daki Türklerin bulunduğu
duruma benzer bir durum söz konusu. Kürdistan ve Türkiye'deki mücadele ise bundan sonra
eski taktiklerden ve mücadele biçimlerinden çok farklı belki daha az çoşkulu ve daha çok
siper savaşına benzeyen bir mücadele olacaktır. Bu da buradaki adanmışlığı ve coşkuyu
azaltacaktır muhtemelen.
Avrupa'daki Kürtler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye destek vermezler mi? Verebilirler
ama bunun için eski yaklaşımları ve alışkanlıkları bir kenara bırakmak gerekiyor. Avrupa'daki
Kürtler, örgütlüklerini ve enerjilerini, Avrupa'da bir göçmen azınlık olarak, örneğin Kürt
dilinin ve kültürünün resmen tanınması ve eşit haklar gibi bir mücadeleye yöneltirlerse;
sadece kendi gerçek konum ve sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme sağlamazlar ama
aynı zamanda Türkiye'deki mücadeleye muazzam bir katkı olur bu.
Elbette bu mücadele diğer göçmen azınlıkları da kapsamalı ve bunun için de sadece Kürt
dilinin tanınması gibi bir çerçevede değil daha kapsayıcı dillerin ve kültürlerin eşitliği gibi bir
çerçevede yürütülmelidir. Bu takdirde Avrupa'daki Kürtler yepyeni müttefikler bulacaklardır.
Ama sadece bu değil, böyle bir mücadele, Türklerin küçümsenmeyecek bir kesimini de
kazanabilir ve Türk devletinin Türk göçmenler üzerindeki tekelini kırabilir. Avrupa'da
yükselen ırkçılığa karşı mücadelenin de böylece önüne geçebilecek Kürtler, Avrupa'da çok
daha geniş bir cephenin de parçası hatta öncüsü olabilirler.
Avrupa'da Kürtlerin, diğer göçmen azınlıkları da yanına çekerek başlatacağı bir eşit haklar,
ırk ayrımcılığına karşı mücadele , dillerin ve kültürlerin eşitliği mücadelesi, sadece bir
mücadele olarak bile, Türkiye'deki mücadelelere bir ilham kaynağı ve destek olur. Somut
başarılar kazanılması halinde ise, örneğin Kürtçe'nin dil eşitliğinden yararlanması gibi bir
hedefe bir kaç ülkede ulaşılmasında; Türkiye'yi fiili bir durumu tanımak zorunda bırakır ve bu
Türkiye'deki anti demokratik güçlere en ağır darbelerden biri olur.
Avrupa'daki Kürtlerin bu yeni stratejiye yönelmesi, hem kendi doğrudan sorunlarından yola
çıkan bir hareketlenme; hem de Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele için Türkiye'deki anti
demokratik güçleri arkadan kuşatma ve katkı olur. Ama böyle bir mücadelenin en büyük
kazancı, bu mücadele içinde insanlardaki değişim olacaktır.
demir@comlink. de
09 Şubat 2000 Çarşamba

48
Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar

Hayal kırıklıkları daima beklentiler ölçüsünde büyük olur. Hiç bir beklentiniz yoksa, hiç bir
hayal kırıklığına da uğramazsınız. Kürt Ulusal Hareketi'ni oluşturan hareketlerin çoğu, ilk
doğuşlarını Türk sol hareketinin içinde yaşadılar. Bu nedenle ondan çok şeyler de beklediler.
Ama Türk sol hareketlerinden beklentilerine uygun davranışlar görmedikçe, beklentileri
ölçüsünde büyük hayal kırıklıkları yaşadılar ve bu nedenle o ölçüde de sert eleştirilerde
bulundular.
Ama bu beklentilerin büyüklüğünün nedeni sadece içinden çıkmış olmak değildir, bir bakıma
karşı tarafın değerini ve gücünü abartma; kendi değerini ve gücünü görememe, yani bir
bakıma hala düşünsel bir bağımsızlığa ulaşamamanın da sonucudur. Denebilir ki, Kürt
hareketinin hayal kırıklıkları ölçüsünde Türk solcularına eleştiri yöneltmesi, onlardan
beklentilerinin hala bitmediğinin ve onların yapmasını bekledikleri işleri kendisinin
yapabileceğine güveninin olmamasının bir göstergesidir. Türk solcularına yönelik sert
eleştiriler, ifade edilmemiş olsa bile, Türk solcularından büyük beklentilerin, dolayısıyla da
Kürt hareketlerinin henüz kendilerine hala tam bir güven oluşturamadıklarının bir ifadesidir.
Kürt Ulusal Hareketi, Türk solundan hiç bir şey beklememelidir; beklememeyi öğrenmelidir.
Bir beklentisi olmaz ise, daha baştan, onun, ezilen ulusun sorunları karşısında bütün egemen
ulus, ırk, cins sınıflar gibi davrandığı, davranacağı; başka türlü olmasının da
beklenemeyeceği; yani imtiyazlarının kölesi olduğunu bir veri olarak alır ise; o zaman
eleştirmeye gerek bile duymaz. Onu böylece gerçek yerine koyduğunda da artık prensip
üzerine tartışma biter ve pratik, somut hedeflere yönelik taktik esneklik başlar.
Yeni politikanın özü: Kürt Ulusal Hareketinin Türkleri de kurtarmaya kalkmasıdır. Yani bir
diğer deyişle, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti göstermesidir. Bunun
başarılı olması için ise, Türklerin en geniş muhalif kesimlerinin bir araya gelmesi
gerekmektedir. Bu görevi, Kürt Ulusal hareketi şimdiye kadar hep Türk solcularından bekledi
ve beklentileri de hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
Yeni politika bu tür beklentileri de terk etmeyi gerektiriyor. Hareket hattı Türk solundan hiç
bir şey çıkmayacağı ve çıkamayacağı varsayımına dayanmalıdır. Çıkarsa, fazladan gelmiş
Tanrının bir lütfü gibi elbette seve seve kabul edilebilir.
Türk solundan niye bir şey çıkamaz?
Çünkü Türk solu Kürt hareketinin aksine yıllardır bir gerileyiş yaşadı. Kürdistan'da Kürtler
siyasi bakımdan dev adımlarıyla ilerlerken, Türk solu da tüm Türkler gibi, bildiklerini de
unutup geriledi. Ya eskinin görüşlerini, yaşayan bir fosil gibi taşlaşarak, sürdürüyor ya da
günün moda ve içi boş klişelerinin ardında oradan oraya savruluyor. Denebilir ki, radikal ve
yoksullara dayanan eğilimler birinci; daha orta sınıflara dayanan eğilimler ikinci türde
düşünüp davranıyor.

49
Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu, "Demokratik Cumhuriyet" dediği programına
kazanabilmek için, Türk solunun gettosunun sirenlerinin çağrılarına kulaklarını tıkamalıdır.
Bunun ilk koşulu da, ondan beklentilerin terk edilmesidir. Kürt Ulusal Hareketi, işin başa
düştüğünü görmelidir.
Đşin başa düştüğünü görmek ve Türk sol hareketinden hiç bir şey beklememek, yeni politikayı
başarıya ulaştırmak için, bu günkü koşullarda, bir ruhsal dönüşüm olarak şarttır. O zaman her
şey başka bir ışık altında görülebilir. O zaman çeşitli aydın ya da sol grupların rekabetleriyle
tıkanmış gettonun içine girmeden, onun etrafından dönülüp bu getto kuşatılabilir ve ancak
ondan sonra kazanılabilir.
Dinamik ve gençliğini soluyan Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu Demokratik
Cumhuriyet denen demokratik dönüşümler programına nasıl kazanabilir? Aslında kazanmak
da doğru bir sözcük değil; bu programın hukuki bir temellendirmesi olan Sami Selçuk'un
konuşmasının Türklerin yüzde altmışının desteğine sahip olduğu anketlerle ortaya çıktığına
göre; bu desteğin nasıl örgütlenip mobilize olacağı ve bir güç haline geleceğidir sorun. Soru
budur. Bu sorunun cevabı, hemen partilere, eğilimlere ve kişilere bakılarak aranmadan önce,
sosyolojik düzeyde verilmelidir. Yani Kürt Ulusal hareketi, hangi toplumsal kesimlere
dayanarak, Arşimetin dediği gibi, büyük toplumsal güçleri yerinden kımıldatabilir ve bir
toparlanma için bir maya görevi görebilir?
Ne orta sınıfların ÖDP'sinin, ne de radikal sol hareketlerin örgütleyemediği, bir ölçüde Refah
tarafından kapılmış, ama büyük çoğunluğu hala parsellenmemiş olan, batının şehirlerindeki
Kürt yoksullar ve işçiler, böyle bir toparlanmanın çekirdeği olabilir. Kürt Ulusal Hareketi
nasıl Ankara'dan çıkıp Kürdistan'a ayak bastığında, Kürdistan'ın en yoksul bölgelerinin, şehir
ve kasabaların yoksullarına dayandı; ve bu sayede Türk solunun içinde bir öğrenci grubu
olmaktan bir ulusal uyanışın ve ayaklanmanın hareketi oldu ise; şimdi aynı yolu, ama bu sefer
ters yönde, Kürdistan'dan Batının şehirlerine doğru kat ederken, şehirlerin o en yoksul Kürt
işçi , işsiz ve emekçilerine dayanarak, toplumsal bir canlanma hareketi olabilir.
Bu yaklaşım sadece bu kesimlerin toplumsal konumları nedeniyle de değil, bu kesimler henüz
Türkiye'nin en "bakir" kesimleri olduğu için de gereklidir. Bir toplumsal kesim, bir kere
politize olup belli partiler tarafından paylaşıldı mı, bir daha orada başka ve yeni
örgütlenmelerin; başka ve yeni sorunların egemen olması, adeta olanaksız hale gelir. Ev
doludur, yenilerine yer yoktur. Zorla girmek, büyük çatışmalara ve enerji kayıplarına ve
hedefin gözden yitirilmesine yol açar. Türkiye'nin batısındaki bütün diğer kesimler, adeta sol,
islamcı ve faşist partiler tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. Tek Kürt yoksullar şimdilik bu
paylaşmanın büyük ölçünde dışındadırlar. Refah'ın etkisi ise, geçmişin kalıntısı ve derine
işlememiş ve bu günkü politik konjonktürde kolayca temizlenebilecek bir etki olarak
görülebilir.
Peki şehirlerin bu yoksullarına nasıl ulaşılabilir? Bunlar batının şehirlerinde nasıl bir atılımın
çekirdeği olarak bir politik özne haline getirilebilir? Yeni Program bunun politik koşullarını
yaratıyor, Türk solundan beklentilerin terk edilmesi psikolojik koşullarını yaratır. Ama bunlar
henüz işin başıdır. En büyük zorluk, kültürel engellerdedir.

50
PKK, Türkiye Cumhuriyeti'nin en geri, en yoksul bölgelerinde ve en yoksul insanlar arasında
güçlendi, kökleri hep orada oldu; dolayısıyla o bölge ve insanların kültürel biçimleri ona
damgasını vurdu. PKK aslında, politik olduğu kadar, bir kültürel dönüşüm ve modernleşme
hareketidir. Zaten onun gücü bir politik dönüşümün kültürel dönüşüm ve modernleşme
hareketiyle senkronize olmasından gelir. Bu dönüşümler birbirlerini beslemişlerdir. PKK bir
politik hareket olarak bu kültürel dönüşümleri hızlandırmış; onları sıradan bir kültürel
modernleşme ve dönüşüm hareketi olmaktan çıkarmıştır; ama bu Kültürel modernleşme de,
PKK'nın bir saman alevi gibi büyümesine ve insanların ona, çoğu kimsece anlaşılmayan,
bağlılıklarına yol açmıştır. Örneğin PKK'nın Kürt kadınına verdiği özgürlükler; kadını o
feodal bukağılarından kurtarma; kadınların ona en büyük fedakarlıkla adeta borçlarını öderce
sarılmalarının ardındaki nedendir. Denebilir ki PKK aslında bir kadın hareketidir. Kocalarının
kaytarmalarına karşı onlara baskı yapıp; zorla politik aktiviteye iten, çocuklarını gerillaya
yollayan kadınların ve aile baskısına karşı isyan eden genç kızların hareketidir PKK.
Ama bütün bunlara rağmen, PKK yine de, kendisini oluşturan ve destekleyen kitlenin kültürel
sınırlarının damgasını taşır. Ona damgasını vuran hala büyük ölçüde feodal ve köylü
kültürünün çizgileridir. Alışkanlıklar ve gelenekler sanıldığından çok daha güçlüdür. Bu güç
nedeniyledir ki, Öcalan da bir çok yerde, enerjisinin yüzde doksan beşini bu sorunlara
ayırdığından yakınmaktadır.
Kürt Ulusal Hareketinin şehirlere göçmüş Kürtler arasındaki etkisinin sınırlı kalması ve onları
örgütleyememesinin ardında, onlara yönelik bir program olmaması kadar, PKK'nın politik
kültürünün, bu artık şehirli olmuş Kürt yoksulları için itici etkilerinin de çok büyük bir rolü
vardır. Ama artık şehirlerde büyümüş ve Kürt ulusal hareketinin dinamizmini temsil eden
yeni güçler vardır ve bunların enerjisi ve inisiyatiflerini harekete geçirecek koşullar
yaratılırsa; tıpkı Gerillanın ilk yıllarındaki gibi bir mucize bile yaratılabilir.
Örneğin HADEP'in temelini oluşturan ve artık yıllardır şehirlerde yaşayan yoksullar ve
kadınlar bu toparlanmanın çekirdeği olabilir. Ama bunun için, onların inisiyatiflerinin ve
yaratıcılıklarının serbest bırakılması gerekmektedir. En küçük birimlerde bile partililer o
temsilcilerini hiç bir atama olmadan kendileri seçmeli; kararları kendileri alıp uygulamalı ve
bu böylece bir piramit gibi yükselmelidir. Disiplinin temeli bu inisiyatif olmalıdır. Atamalar
yerine, o kişilerin kendi kaliteleriyle insanların güvenini ve sevgisini kazanıp seçilmeleri
yoluna girilmelidir. Bu aynı zamanda bir güven oylaması anlamına da gelir.
Ancak, bu geniş kitlenin girişimleri ve inisiyatifi, Batının şehirlerindeki yoksul Kürtlerin de
anlayabileceği ve kendilerini bulabilecekleri bir hareket yaratabilir. Ancak bu yoldan,
Batıdaki o tıkanıklığa son verilip başka güçlerin harekete geçmesinin zemini hazırlanabilir. O
parsellenmiş kesimler sarsılıp yeniden davranışa sokulabilir.
Bu şehirli yoksullar kitlesinin davranışları ve politik kültürü çok başka olacaktır. Hatta bu
Kürt ulusal hareketinin geleneksel olarak çekirdeğini oluşturmuş kesimlerde kuşku ve
güvensizlik bile yaratabilir. Ama kültürel biçimler ile politika arasında bire bir uyum olmadığı
kimse için bir sır olmamalıdır.
Ya da daha somut ve Türkiye'yi ve Kürdistan'ı yerinden oynatacak, Batı'nın insanlarını her
şeyi yeniden düşünmeye ve mücadeleye çekecek bir öneri. HADEP bütün organlarına, en
51
küçük mahalle toplantısından, genel başkanına kadar, kadınları seçmelidir. Bütün organlar
yüzde yüz kadınlardan oluşmalıdır. Okumuş yazmışlık falan hiç aranmamalıdır. Hiç
korkmaya gerek yok. HADEP kadınların yönettiği bir parti olmalıdır. Şimdiye kadar bütün
örgütlerde nasıl hep yöneticiler erkek, sıradan üyeler kadın olduysa, şimdi bütün yöneticiler
kadın; üyeler erkek olmalıdır. Örneğin HADEP kendi içinde böyle devrim yapabilecek bir
atılımı göze alabilir; kadınların inisiyatifinin önünü açarsa, en kısa zamanda sadece Türkiye'yi
değil, bütün bölgeyi allak bullak eden bir toplumsal hareket haline dönüşebilir. Aslında hiç
gecikmeden yapılması gereken budur. Olayların beklemeye zamanı yok.
Tarihte bütün tıkanıklıkları hep kadınlar çözmüştür, yeter ki, onların önü tıkanmasın.
demir@gmx.li
18 Şubat 2000 Cuma

52
Kadınlar Öne

Canlıların evrim tarihinde cinslerin keşfi başlı başına bir devrim oluşturmuş ve bu keşiften
sonra yeni türlerin ortaya çıkışı büyük bir hız kazanmıştır. Dişi ve erkek ayrımı onların
çocuklarında yeni genetik özelliklerin ortaya çıkmasına bu da türlerin yaşamasına ve
çeşitlenmesine yol açmıştır. Ve bu ayrım, giderek özellikle çocukların belli bir bakım
gerektirdiği "yüksek" canlılarda çoğu kez bir tür iş bölümünün, bu da toplumsal
örgütlenmenin ilkel biçimlerinin temel dinamiğini oluşturmuştur.
Đnsanın insan oluşunda emeğin rolü üzerinde epey durulmuştur. Ama, Kadının rolü hep es
geçilmiştir. Ancak toplumsal bir örgütlenme olmadan, alet kendi başına, gereğinde alet
kullanan bir çok canlıda görüldüğü gibi, kimi organların bir uzantısı olmaktan başka bir işlev
göremez. Ama Toplum'un ortaya çıkışıyla, artık organların ve türlerin değil de, toplum
biçimlerinin değişimi olanağı ortaya çıkar. Alet, Toplum'un olduğu yerde bir üretici güç
haline gelir. Toplumu yaratan ise kadın olmuştur.
Cinsel yasaklar, insanın hayvanlıktan kurtuluşunun ve toplumun ortaya çıkışının yolunu
açmıştır. Đnsan, doğanın çok güçsüz bir yaratığı olarak, ancak toplu halde davrandığı takdirde,
ve ama bu davranış basit bir aritmetik toplam gibi ortak çıkarlar temelinde değil de, bir bütün
uğruna parçayı feda etme temelinde davranabildiği takdirde varlığını sürdürebilirdi. Đnsan'ın
her canlının en doğal iç güdüsü olan, yaşama iş güdüsünü, tehlikelerden kaçma iç güdüsünü,
toplum denen soyut varlık uğruna yenebilmesini gerektiriyordu. Kişinin kendini daha üstün
bir varlık uğruna feda edebilmesidir toplumu bir sürüden; insanı hayvandan ayıran.
Bu muazzam devrimi ancak kadınlar yapabilirdi. Dişiler zaten, bütün "yüksek" canlılarda
görüldüğü gibi, çocukları uğruna kendilerini feda edebilme yeteneğine sahiptiler. Buradan,
daha büyük bir birlik uğruna feda etmeye kolayca geçilebilirdi. Bu yüksek şey ise, yine ancak
kadın aracılığıyla bilinebilen soy olabilirdi. Böylece cinsel yasaklar, hem bir yandan soyun,
ailenin, akrabalığın, yani toplumun mekanizmasını ve örgütlenmesini belirliyor, hem de
kendine egemen olmayı, belli yasakları çiğnememenin, dolayısıyla parçayı bütüne tabi
kılmanın yolunu açıyordu. Bu nedenle, bütün "ilkel" toplumlarda, kabilenin eşit bir üyesi
olabilmek, sancılı imtihanlardan geçmekle mümkün olur. Bütün bunlar, parçanın bütüne tabi
olmasının, hayvansallığı ifade eden iç güdülerin yenilmesinin; toplumsal kutsallaştırmanın
ifadesidir.
Erkek hayvansaldır, kadın bitkisel. Erkek avcıdır, kadın toplayıcı. Erkek öldürür, kadın üretir.
Kadın çevreyi düzenler, erkek tahrip eder. Erkek savaşcıldır, kadın barışcıl. Bu nedenle bütün
kültürlerde evrensel olarak, kadın kıyafeti toplayıcılığa dayanan kökleriyle eteklik; erkek
kıyafeti, avcılığa uygun olarak pantolondur. Ve çoğu kez erkek isimlerinin kökeninde hayvan,
kadın isimlerinin kökeninde bitki isimleri yer alır.

53
Çocukları yemesin diye erkekleri dışlayan, toplayan, çocukları büyüten, bin bir denemeyle
yeni otlar, kökler, sepetler, kilimler, çömlekleri icat eden, hatta muhtemelen erkeklerin
avlayarak öldürdüğü hayvanları ehlileştiren, bütün bunları diğer kadınlarla paylaşan, bunun
için dili geliştiren, on binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş her biri isimsiz bir mucit ve kaşif
olan, kadınlara borçludur insanlık bütün kültürünü. Đnsanı hayvanlıktan çıkaran kadındır. Bu
nedenledir ki, bütün "ilkel" toplumlarda kadın, bir tür ana tanrıca, şaman, kutsal anadır.
Đnsanlığın medeniyete, yani sınıflı topluma, geçmesiyle birlikte Kadın'ın toplumsal alt
konuma geçirilişinin hikayesi de başlar. Klasik uygarlıkların geliştiği bütün yerlerde, kadının
toplumdaki yeri aşağı düşer. Hatta uygarlık ile, kadının konumu arasında kesinlikle bir ters
orantı vardır. Çin, Hint, Akdeniz uygarlığının geliştiği bütün yerlerde kadın yerin dibine
yollanmıştır. Harem denen cinsel köle zindanlarını; kadınların ayaklarını dumura uğratmayı;
ölen kocalarıyla birlikte yakmayı; gömmeyi hep medeniyet keşfetmiştir. Kadının bu alt
konuma geçirilişi, fiziksel baskı ve terörün yanı sıra ideolojik bir savaşla birlikte
yürütülmüştür. Ademin Cenneten atılmasının suçunu Havva'ya yüklemekten, kadın tanrıların
meduza veya masalların dev anaları gibi gösterilmelerine kadar, tarih öncesinin masal ve
efsanelerin ardına gizlenmiş tarihi aslında, Tıpkı, Atatürk'ün Nutku; ya da Stalin'in SBKP
tarihi ya da "Barbarları" anlatan "uygarların" vekayinameleri gibi, gerçek tarihi erkeklerin
bakış açısından tahrif eden ve yeniden yazan tersinden okunması gereken yalanlardır. Bu
fiziksel ve ideolojik savaşın nasıl kanlı yürüdüğünü, en geç uygarlığa geçen Avrupa'nın yakın
tarihindeki cadı yakma ve kovuşturmalarından biliyoruz. O yakılan cadılar, ilkel sosyalist
toplumların "kadın ana"larının geleneklerini sürdüren son temsilcilerdiler. Onlarla birlikte
sadece kadınlar aşağılara itilmiyor, topluma eşitlikçi ve özgürlükçü, devlet tanımayan
ilişkileri unutturuluyordu.
Açın bir dünya haritasını bakın. Klasik uygarlıkların ulaşamadığı yerlerde, kadının
toplumdaki yeri yüksektir. Eski uygarlık beşiklerinin dağları, yollara, bezirgan ilişkilere
uzaklığı ve kolay zapt edilemezliği ile, ilkel sosyalist eşitlikçi ve özgür ruhun sığınakları ola
gelmişlerdir. Buralarda, kadınların toplumdaki yerleri de bezirgan kasabalarına ve uygar
şehirlere göre çok daha yüksek olmuştur. Ve dikkat edilirse, kadının toplumdaki bu yerinin
yüksek olduğu bölgeler, aynı zamanda, Batıni, yani muhalif tarikatların da yaygın olduğu
yerlerdir. Örneğin Đslam aleminin bütün dağları Alevi - Batınidir. Ege dağları veya dersim
dağları: buralarda "kadın ana"lar hala vardır, yaşayan "cadılar" olarak; genellikle alevidirler
ve uygarlık oralara fazlaca girememiştir.
Dünya'da da böyledir. Avrupa'nın hiç bir zaman doğru dürüst medenileşmemiş kuzeyinde
kadının yeri, kapitalizmin bütün farkları yok edici erezyonuna rağmen bir güney Avrupa
ülkesiyle kıyaslandığında farklıdır. Dikkat edilirse, buralarda Roma uygarlığının ruhu Katolik
Kilisesi fazla derine işleyen bir etki gösterememiştir, ve buralar aynı zamanda Protestanlığın
güçlü olduğu yerlerdir. Kapitalizm de buralarda doğup hızlı bir gelişim gösterebilmiştir.
Demek ki, insanlığın kapitalizme geçişi ile, kadının toplumdaki konumunun yüksekliği de
ilişkilidir. Modern uygarlığa geçişte kadının bu ana maya rolü yeterince incelenmiş değildir.
Modern tarihte, bütün büyük ayaklanmaları kadınlar başlatmış ve onlar kadınlara nispeten
daha geniş özgürlükler getirmiştir; bütün restorasyonlar ve karşı devrimler de kadının bu

54
kısmi kazanımlarını geri almıştır. Fransız Devrimi'nden, Ekim Devrimi'ne ve Cezayir
Kurtuluş Savaşı'ndan Đran Devrimi'ne kadar bütün devrim ve karşı devrimler tarihi bunu
kanıtlar.
*
Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde de bu yasa geçerliliğini sürdürür. Ulusal hareketin yükselişi,
Kadının eski feodal baskılardan kurtulabilmesi için ona muazzam bir olanak sunmuştur. Kürt
ulusal hareketi aslında büyük ölçüde, kadınların başını çektiği bir modernleşme hareketidir
de. Ve bu dinamizmle, Avrupa'da ve Türkiye'de Feminist hareketin yatağına çekildiği
koşullarda, anca benzeri Đsveç gibi toplumlarda görülebilen kadın partisinin kuruluşuna kadar
giden bir dinamizm göstermiştir.
Kürt Ulusal Hareketi, bugün büyük dönüşümler geçirmektedir. Bu dönüşümlerin yol açtığı
problemler kadar, her mücadele biçiminin kendi tehlikeleri vardır. Örneğin silahlı mücadele,
başına buyruk çeteciliğe, güce tapmaya, savaşı ve silahı kutsallaştırmaya, terörizme yönelik
eğilimleri de besler. Bu nedenle, sürekli olarak bu eğilimlere karşı bir mücadele gerekir. Ama
legal ve açık mücadele biçimlerinin de kendi tehlikeleri vardır. Bunlar da, reformizmi, zengin
sınıfların ağırlığını, parlemantarist eğilimleri, bölgeciliği vs. güçlendirir. Legal yollar sadece
mücadeleye değil, bu tür eğilimlere de yeni olanaklar sunar. Bu eğilimlere karşı, teknik
tedbirlerle karşı durulamaz. Bu tür eğilimlere ancak, belli toplumsal güçler bir set çekebilir.
Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, kendi içinde Kürdistan'daki bütün sınıfların eğilimlerini de
taşımaktadır, ulusal baskıya karşı mücadelenin içinde daima bu farklı sınıfların eğilimlerinin
de bir mücadelesi var olmuştur ve olacaktır. Bu mücadele genellikle, farklı konulara vurgular
biçiminde süregelmektedir. Bu gün bütün bu eğilimlerin büyük bölümü HADEP içi ve
çevresinde toplanmış bulunuyor. HADEP içindeki mücadeleler, aslında Kürt Ulusal Hareketi
içindeki farklı sınıfsal eğilimlerin mücadeleleridir. Ulusal hareketin çekirdeğini oluşturan
yoksullar, şehirlerin ve legal mücadelenin yollarını daha iyi bilen orta sınıflara karşı; onların
bundan yararlanarak politikayı belirleme çabalarına karşı, gerillanın prestijiyle ve kimi zaman
da dayatmalarla bir ölçüde tehlikeleri engelliyebildi ve memnuniyetsizlikleri bastırabildi.
Ancak bundan sonra mücadele biçimleri ve ekseni tamamen değiştiğinden, eski yöntemlerle
aynı sistemi sürdürmek hem olanaksızdır hem de bölünmelere yol açar.
Bu çıkmazdan çıkışın, yeni mücadele biçiminin ve mücadele alanının yer değiştirmesinin
tehlikelerini en aza indirebilecek tek toplumsal güç Kadınlardır. Kürt Ulusal Hareketini
sırtında taşıyan ve hala bir yükseliş yaşayıp kadınların yeni katmanlarının katılışıyla
canlılığını sürdüren kadınlar mücadelenin önüne geçmelidir. Bu, sadece yeni mücadele
biçimlerinin yeni tehlikelerine karşı bir sigorta oluşturmaz; yaratıcı girişimlerin de yolunu
açar. Ve nihayet, hep geriliğinden söz edilmiş Kürdistan'da kadınların böyle bir öne çıkışı,
Türk kadınlarının ve geniş yığınlarının her şeyi bir başka ışık altında görmelerine yol açabilir:
Bu da Kürt hareketini bu gün bulunduğu tecritten çıkarıp, Batı'da yeni kıpırdanışların yolunu
açabilir. Ve en nihayet, ilerde bir restorasyonda, kadınlara karşı onları tekrar eski rollerine
itecek girişimler başladığında, bu girişimlere karşı şimdiden daha elverişli bir pozisyonda
bulunmak ve daha geniş mevzileri elde tutmak çok önemlidir.

55
Bunun ilk şartı, kadınların öne geçmesidir. Kadınların öne geçmesi somut olarak, HADEP'te
bütün organlara en azından yarı yarıya ve daha iyisi ise tamamen kadınların getirilmesiyle
olabilir.
Türkiye'yi de, Kürdistan'ı da bu çıkmazdan ancak kadınlar çıkarabilir. Kadınlar öne. Ve kuru
bir slogan olarak değil somut olarak: Kürt Ulusal hareketinde Bütün Organlarda ilk elde
kadınlar çoğunluğa. Bu Türk devletinin bütün manevralarını boş çıkarabilecek stratejik bir
hamle olur. Türkiye'yi de, Dünyayı da sarsar. Yeni yedek güçleri harekete geçirir. Karşı
tarafın tecridini güçlendirir. Ve yeni mücadele biçiminin tehlikelerine karşı bir pan zehir
oluşturur.
Politikayı küçük hesaplar ve pazarlıklar olarak görenler için hayalci görünen bu öneri;
Politikayı özünde büyük bir taktik esneklik, diplomatik ustalık ile birleştirilmiş stratejik
manevralar olarak gören bir anlayış için son derece gerçekçidir.
demir@comlink.de
09 Mart 2000 Perşembe

56
Bir Değişimde Üç Değişim

Artık "Đmralı Süreci" diye adlandırılan, Kürt Ulusal Hareketinin yeni stratejisi, dikkatlice
incelendiğinde, onun bir stratejik değişim içinde üç stratejik değişim içerdiği görülür. Bu üç
stratejik değişiklik, onun karşısına ve yanına aldığı yeni güçleri belirlemektedir.
Birinci stratejik değişiklik kendini demokratik görevlerle sınırlamadır.
Yirminci yüz yıl boyunca, demokratik taleplerden kaynaklanan hareketler ve ulusal kurtuluş
hareketleri, ilk önce Rusya'da ve daha sonra da bizzat Rusya'nın sunduğu dünya dengelerinin
ek etkisiyle, iktisadi ve kültürel koşulların bulunmadığı bir çok ülkede, gerek kendi
burjuvazilerinin korkaklığı ve ihaneti; gerek uluslararası burjuvazinin tehdit ve baskıları
karşısında, sosyalist tedbirler geliştirmek ve sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar.
Yani demokratik karakterli devrimler sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar ve
kendilerini demokratik görevlerle sınırlamadılar. Yirminci yüzyılın bütün trajedisi bu
dönüşümde, toplumsal ve kültürel koşullar oluşmadan, köylü ve ulusal karakteri ağır basan
devrimlerin sosyalist karakterli dönüşümler yapmak zorunda kalmalarında ve buna karşılık
koşulların var olduğu ülkelerin ise onlara yardıma gelmemelerinde gizlidir. Bu gün
bakıldığında yirminci yüz yıl tarihinin, bir çıkmaz sokağın ucuna kadar gidip geri dönüş ve
kalınan yerden başlamak gibi görünmesinin nedeni de budur.
Fakat yirminci yüzyılın bitişiyle de çakışan büyük alt üslük sonucunda bu gün gelinen
noktada görülen odur ki, demokratik karakterli hareketler, ideolojik şekillenmeleri geçen yüz
yılda sosyalist devrimlere dönüşmeye dayansa bile, kendilerini demokratik karakterdeki
görevlerle sınırlamak zorunda kalıyorlar. Pratik ve teori arasında, geçen yüzyıldaki
bakışıksızlık bu sefer ters yönde varlığını sürdürüyor. Yirminci yüzyılda, on dokuzuncu yüz
yıl yadigarı programları demokratik görevlerle sınırlı partiler sosyalist devrimlere
yöneliyordu, şimdi ise, yirminci yüzyıl yadigarı programları sosyalist devrim hedefleyen
partiler kendilerini demokratik taleplerle sınırlamak zorunda kalıyor.
Bir kaç örneği hatırlatmak yeter. Geçen yüz yılın son devrimlerinden olan Nikaragua,
başlangıçta, sosyalist bir devrime doğru, tıpkı örneğin Küba'da olduğu gibi hızlı bir değişim
geçirdiyse de, bir süre sonra bu hızını kesmek ve demokratik bir programla kendini sınırlamak
zorunda kaldı. Ama daha çarpıcı bir örnek Güney Afrika'dır. Güney Afrika'daki hareket, hem
programataik ve ideolojik olarak kendini demokratik görevlerle sınırlamayacağını ifade
ediyor hem de Rusya dahil hiç bir devrimin dayanmadığı kadar güçlü bir işçi sınıfına
dayanıyordu. Bu hareket bile kendini demokratik görevlerle sınırlamak zorunda kaldı. Geri
ülkelerdeki bütün diğer kurtuluş hareketlerinde, örneğin en radikal görünen Zapatistalarda
bile bu değişim gözlenmektedir. Eşitlikçi bir toplum ideali bir şekilde hepsinde korunmaktadır
bir bakıma, ama bu o kadar uzak bir geleceğin sorunudur ki, somut politika ve strateji
açısından bir anlamı yoktur artık.

57
Kürt Ulusal Hareketi de bu genel eğilime uymak zorundaydı ve uydu. Kendini demokratik
görevlerle sınırlayacağını açıkça ifade etti. Birinci önemli stratejik değişiklik budur. Bu
değişiklik, Kürt Ulusal Hareketine, sosyalist bir devrim umuduyla destek veren küçük
sosyalist ve radikal grupların, yeni stratejiye tepki duymalarına ve diğer değişiklikleri
anlayamamalarına yol açmaktadır.
Kendini bu demokratik görevlerle sınırlama, yoksullara dayanan bu hareketlerin demokratik
hedeflerine ulaşabilmek ve onları savunabilmek için yeni yollar aramasına yol açmaktadır.
Sürekli devrimi yaratan dinamik; yani uluslar arası burjuvazinin baskısı ve kendi
burjuvazisinin korkaklığı ve ihanetinin yoksulları öne çıkarması; bu sefer kendini başka bir
biçimde dışa vurmaktadır. Yirminci yüzyılda, nasıl yoksullara dayanan demokratik karakterli
dönüşümler birikmiş enerjisini sosyalizme doğru, tabiri caiz ise derinliğine ileri giderek
değerlendirmeye çalıştıysa, bu yüz yılda da, bu enerjiyi genişliğine yayılarak değerlendirmeye
çalışacak gibi görünüyor. Ya da şöyle ifade edelim. Geçen yüz yılın bir ülke içinde derinliğine
ilerleyerek sosyalizme ulaşma hedefi yerini; ulusal sınırlar dışında, bir bölgede demokrasiyi
yayma hedefiyle yer değiştirmektedir. Demokratik görevlerin sınırları aşılamıyor ise; sosyalist
devrime dönüşün yolu kapandı ise; ulusal sınırları aşarak; demokrasiyi ulusal sınırların
ötesine yayarak bu çıkmazdan çıkılma denenemez mi? Geçen yüz yıl sosyalist devrime
dönüşerek çıkış arama damgasını vuruyordu ise bu yüz yıla da demokratik görevleri ulusal
sınırların dışına yayarak bu çıkış arama temel rengini verecek gibi görünüyor.
Bu eğilim ilk önce Meksika'daki Zapatist harekette görüldü. Bu hareket ulusal baskıya karşı
ama aynı zamanda yoksullara dayanan bir hareketti. Giderek kendini demokratik görevlerle
sınırlamasına paralel olarak, Meksika'da ve dünyada demokrasiyi hedefleyen ve neo
liberalizmi karşıya alan taleplerle yeni dayanacağı güçlere yöneldi. Ulusal bir hareket
olmasına rağmen, ulusal baskıya bütünsel bir demokrasi aracılığıyla ulaşmanın yolunu denedi
ve deniyor. Çok küçük bir nüfusa, çok küçük bir gerilla gücüne dayanmasına rağmen tecrit
olmamayı ve Meksika hatta bir derecede de dünyadaki muhalefet için bir katalizör rolü
oynamayı başarıyor. Ve bu tür yönelişlerin potansiyelleri hakkında belli ip uçları vererek
ilginç bir keşif kolu deneyi sunuyor.
Kürt Ulusal Hareketi de aynı yola girmiş bulunuyor. Yeni stratejinin dünya tarihsel bakımdan
önemi burada bulunmaktadır. Burada ikinci ve üçüncü değişiklikler gündeme geliyor.
Đkinci stratejik değişiklik, ulusun kültür, etni ve dile bağlı tanımından hukuki bir tanımına
geçiştir.
Ulus ilk doğduğunda, yani Amerika'da tam da bu kültür, etni ve dilden soyut anlamıyla ortaya
çıkmıştı. Dünyadaki bu ilk ulusal devletlerden biri, ne bir dil ne de bir soy ortaklığına
dayanıyordu. Belli bir toprak parçasında, hukuki olarak tanımlanmış insanlardan oluşuyordu
ulus. Kültür, dil, etni ulusun tanımının dışındaydı yani politik bir anlama sahip değildi.
Bindiği gibi ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışmasını öngörür, ulusal olan hukuki bir
tanıma indirgenince etni, kültür ve dil politik olmaktan çıkıyorlardı. Ne var ki, daha sonraki
dönemde ulusçuluk düşüncesi ve modernleşme, uzun yıllardan beri benzer dili konuşan, az
çok ortak bir kökten geldiğine inanılan bölgelerde yayılınca, Kültür, etni ve dil giderek politik

58
bir anlam kazandı ve ulus olmak gibi ulusçuluk da bunlardan ayrılamazmışçasına algılanmaya
başladı.
Son yıllarda gerek dünya ölçüsünde muazzam işgücü göçleri, gerek çeşitli ulusların Avrupa'da
olduğu gibi başka bir ulus kurmaya yönelişleri, gerek bilgisayar ve iletişim alanındaki
gelişmeler ve gerekse yine bilgisayarların sanayie uygulanmasına bağlı olarak, klasik fordist
standart üretim ve tüketim kalıpları yerine, daha esnek ve çeşitli versiyonları olan üretim ve
tüketimin olanaklılaşması gibi gelişmeler, yirminci yüzyılın uluslaşmalarına damgasını
vurmuş olan etni, kültür ve dile dayanan ulus tanımlarının değiştirilmesinin ve ulusçuluğun ve
ulusların çıktığı ilk dönemin anlayışlarına geri dönülmesinin koşullarını yarattı. Bir bakıma
ulusçuluk da, ilk çıktığı yere, ulusun hukuki tanımına dönüyor.
(Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'daki ulusal hareketler hiç bu tabloya uymaz
görünüyorlarsa da, onlar da aslında, yirminci yüzyılın başında, Osmanlı ve Habsburg
hanedanlarının sonunu getiren gelişmelerin olduğu yere dönmüş bulunuyor. Oralarda filim
kopmuştu, şimdi kaldığı yerden devam ediyor, o ulusal hareketler bu günün dünyasına değil
geçmişe aittirler.)
Đşte Kürt Ulusal Hareketi, Anayasal vatandaşlık temelinde kültür, dil ve mahalli otonominin
gelişmesi gibi formülasyonlarla aslında ulusun yeni bir tanımına geçmiş bulunuyor. Böylece
sınır çizgilerini, Kürtler ve Türkler arasında değil, Kürtlerin ve Türklerin, dil, etni ve kültüre
dayanan eski ulusçuluk tanımında ısrar edenleriyle, dili ve etniyi ulusun tanımının dolayısıyla
politik alanın dışına itenleri arasında çiziyor. Bu yeni çizgiyle her iki tarafta da yeni güçler
kazanırken bazı güçleri de kaybediyor. Klasik ulus tanımında ısrar eden Kürt burjuvazisi ve
milliyetçiliği, tam da bu nedenle, Kürt Ulusal hareketini ihanetle suçluyor ve en saldırgan
tavrı alıyor. Aynı şekilde Türkler arasında da Genel Kurmaydan MHP ve Ecevit'e kadar bütün
bu yeni ulusçuluk karşısında kesin bir tavır alıyor. Böylece, yeni çizgi, her iki tarafın dil ve
etniye dayanan milliyetçilerini kendisine karşı olmakta birleştiriyor. Bunlar, Kürt Ulusal
hareketine karşı, yeni çizgi kendi paradigmalarının aşılması anlamına geldiğinden zımni ve
fiili bir çıkar ortaklığı ve iş birliği içinde bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, kendini demokratik
görevlerle sınırlamanın milliyetçi ve burjuva eğilimleri kazanması gerçekleşmemekte;
milliyetçiler milliyetçiliğin klasik tanımı reddedildiği için; klasik sosyalistler ise, ulusçuluğun
daha esnek bir biçimine rağmen kendini demokratik görevlerle sınırladığı için, yeni çizginin
karşısında yer alıyorlar. Ama gerek bu milliyetçi anlayış, gerek sosyalist anlayış, ikisi de
geçmişin dünyasının ifadeleri olduğu, bu gün var olan gerçekten uzak oldukları için; yeni
çizgi ile karşıtları arasındaki çatışma geçmişin, taşlaşmışın yeni olanla ve geleceğe ait olanla
çatışmasıdır.
Elbette bu yeni ulus tanımı, Türklerin çok büyük bir bölümünün de çıkarınadır. Türkiye'de bu
ulusçuluğun bu iki biçimi arasında, Özellikle PKK'nın mücadelesinin yükselmesiyle başlamış
bir mücadele sürmektedir. Ne var ki, bu mücadele daha ziyade ideolojik ve kültürel bazda
sürmekte, Kürt Ulusal hareketinde olduğunun aksine, somut bir program ve onu savunacak
politik güçten yoksundur. Türk tarafında, örgütlü ve güçlü olan, Ulusun klasik tanımıdır, Kürt
tarafının aksine. Kürt tarafı, yeni çizgisiyle, Türkiye'deki paralellerine örgütlenme ve bir
politik güç olma olanağı sunarken, Türk tarafı da, yeni çizgiye karşı saldırısı ve baskısıyla,

59
Kürt tarafındaki klasik milliyetçilere aynı olanağı sunmaktadır. Klasik Türk milliyetçiliğinin
kalesi Genel Kurmayın klasik Kürt Milliyetçilerinin güçlenmesine, Kürt Milliyetçilerinin de
var oluşlarını sürdürüp etkilerini arttırabilmek için yeni çizginin başarısız kalmasına gerekleri
vardır.
Üçüncü stratejik değişiklik, ulusal bir hareketten sosyal bir harekete dönüşme özelliğidir.
Genel anlamıyla elbette her ulusal hareket bir sosyal harekettir: Ama daha dar anlamda sosyal
bir hareket, dinamiğini ulusal olmayan (sınıfsal, cinsel ve daha başka) ayrımlardan alan
hareket demektir. Ulusun bir tanımından diğer tanımına geçmek, henüz ulusal hareket olma
özelliğini aşmak anlamına gelmez; ama bunu olanaklı hatta zorunlu kılar.
Ulusal bir hareket adı üstünde, ulusal baskıyı ortadan kaldırmaya yöneliktir, bu baskı sadece
ayrı bir devlete ulaşmakla değil; ulusu başka biçimde tanıyarak ve dil gibi özellikler politika
dışına, yani ulusun tanımının dışına itilerek de ortadan kaldırılabilir. Ulusal baskıya son
vermeye yeni biçimde, sadece ulusun yeni bir tanımıyla ulaşılabilir, klasik biçimde tıpkı
ayrılmayla veya ayrılma hakkını elde etmeyle ulaşılabileceği gibi.
Ama bunu başarabilmek için, eski ulus anlayışını egemen kılan güçlerin tasfiyesi
gerekmektedir. Teorik olarak, pek ala, yeni bir ulus tanımına dayanan ama aynı zamanda hiç
de demokratik olmayan bir rejim mümkündür. Đşte, Kürt Ulusal Hareketi, sadece ulusun yeni
tanımıyla yetinmiyor, yetindiği takdirde ulusun yeni bir tanımına ulaşılamayacağını,
dolayısıyla ulusal baskıyı ortadan kaldıramayacağını görüyor; Ulusal baskıyı ortadan
kaldırmak için ise, demokratik ve sosyal dönüşümleri de hedefleyerek, ulusçuluğun eski
tanımına dayanan güçlere karşı bütün demokratik güçleri kapsayan bir harekete dönüşmeyi de
hedeflemiş bulunuyor; ama böyle yaptığında da ulusal bir hareketten bir sosyal harekete
dönüşüyor. Ama bu sosyal hareket ise, kendini demokratik görevlerle sınırlıyor. Böylece daire
kapanıyor ve yeni strateji bir tümlük olarak ortaya çıkıyor.
demir@comlink.de
15 Mart 2000 Çarşamba

60
Newroz'un Dönüşümü

Đnsanlık, tarihindeki büyük devrimleri bayramlaşmıştır. Đnsan, on binlerce yıl, bir kıtlık
ekonomisi içinde ve açlık tehdidi altında yaşamıştır. Ancak son beş bin yılda, ılıman iklim
ırmak boylarında düzenli ekinciliğin ve hayvancılığın keşfiyle, açlık tehdidinden
kurtulabilmiş, düzenli bir artı ürün elde edebilmiştir.
Düzenli bir artı ürünün olmadığı; avcılık ve toplayıcılık ve gel geç bahçecilikle yaşayan bir
toplumda, düzenli olarak tekrarlanan bir bayram olanaksızdır. Orada, rastlantısal olarak elde
edilen bol ürünün tüketilmesi söz konusu olabilir ki, bu bayramdan ziyade şölendir.
Bayram, her şeyden önce, yaşamın çalışmadan sürdürülebileceği günlerdir. Ekincilik ve
hayvancılığın keşfi düzenli tekrarlanan bir kutlamayı mümkün kılmakla kalmamış, insanlar
bizzat bu bayramları mümkün kılan keşifleri, yani insanlık tarihinin bu en büyük devrimlerini
bayramlaştırmıştır.
Örneğin Kurban Bayramı, insanlığın avcılığın kıtlık ekonomisinden, hayvancılığın bolluk
ekonomisine geçişin bayramıdır. Kurban bayramı efsanesinde, Đbrahim'in çocuğunu kurban
etmesi, kıtlık ekonomisini; meleğin getirdiği koyun ise göçebeliğin bolluk ekonomisini
sembolize eder.
Aynı şekilde, ılıman iklim kuşağında, tarım ekonomisine geçmiş bütün toplumlarda, bahar
aylarında doğanın canlanmasından kaynaklanan bayramlar vardır. Tiyatronun doğuşuna
kaynaklık eden eski Yunanlılardaki eğlenceler, Avrupa'da kökleri Hıristiyanlık öncesine
dayanan Paskalya ve Đrani kavimlerde yaygın olan Newroz da tarıma dayalı ekonominin
ortaya çıkardığı bayramlar olarak görülebilir.
Bütün büyük dinlerin kökeni tarım ve ticarete dayanan toplumlarda olduğu için, dinsel
bayramların kökeninde genellikle tek tanrılı dinler öncesinin bayramları ve onların anlam
değiştirmeleri vardır.
Đslamlık, nasıl Đslamlık öncesi Sami kavimlerin geleneği Kurban bayramını kendisine mal
ettiyse; Đran gibi güçlü bir uygarlık beşiği, Müslümanlaşırken Newroz gibi Đslamiyet öncesi
bayramlarına dinsel bir anlam da vermiş ve onları sürdürmüştür.
Böylece, dinlerin yayılması aracılığıyla, bu bayramlar, ilk doğuşundan çok başka koşullarda
ve başka anlamlar içinde yaşamaya devam etmişlerdir. Đnsanların hafızasından silinmiş de
olsa, bu bayramlar büyük devrimlerin izi olarak, yepyeni işlevler kazanarak devam
etmişlerdir.
Hıristiyanlık kölelerin dinidir ve Hıristiyanlık: "Allah altı günde tüm alemi yarattı yedinci gün
dinlendi" diyerekten, kölelere haftada bir gün dinlenme sağladı. Bu tatil de bir bayram gibi
görülebilir. Bu öyle büyük bir kazanımdır ki, modern işçi hareketinin mücadeleleri ile
kazanılmış sekiz saatlik iş günü, yıllık ve hastalık izni gibi gelişmeler bile, yılda elli iki

61
günlük bir tatil kazanımının yanında küçük kalır. Bu bakımdan Pazar günleri de, çalışanlar
açısından büyük bir devrimin sonucudur ve bizzat kendisi bunun bir kutsanmasıdır da.
*
Ulusal bayramların temelinde ise, burjuva devrimleri veya bunları sembolize eden olaylar
bulunmaktadır, bağımsız bir devletin kurulması gibi.
Çoğu ulusta topu topu, devrim veya bağımsızlık ilanı gibi, en büyük olaylara denk gelen bir
veya iki önemli ulusal bayram vardır. Ama Türk devletinde, 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30
Ağustos ve bir çok şehrin "kurtuluş" bayramları da sayılırsa, beş kadar ulusal bayram vardır.
Ortada refah getiren bir devrim olmayınca, Türkiye'nin egemenleri, refah yerine, çalışanlara
bayramlarla tatil günü rüşvetleri vererek iktidarlarını korumayı denemişlerdir. Bu beş bayram,
Türkiye'de doğru dürüst burjuva devrimi yapılmadığının itirafından başka bir şey değildir.
Bütün dünyada, adam gibi devrim yapmış burjuvazi, bağımsızlık ya da devrim günün
bayramlaştırarak bir günle yetinmiştir.
Çalışılmayan bir gün, burjuvazi açısından artı değer üretilememiş, dolayısıyla kayıp bir gün
demektir. Bu nedenle, normal olarak burjuvazinin bayramlarla arası hoş değildir. Türkiye'de
de son yıllarda burjuvazi palazlandıkça, bunca bayrama ne gerek var diyerekten çok bayram
ve kaybedilen iş günleri için memnuniyetsizliğini dile getirmektedir ama, bir refah
sağlamaktan ve gerçek politik iktidara sahip olmaktan öyle uzaktır ki, ancak 27 Mayıs'a
dokunabilmiştir.
Türk devletinin kuruluşu, Osmanlı "devlet sınıfları"nın eseridir. Bunlar için ise, bir
kapitalistin artı değer hesabından ziyade, egemenliği sürdürmenin kendisi, bunun için de
rüşvet ve tehdit önem taşır. Bunun için Türkiye'deki ulusal bayramların hepsi, bir tatil günü
olarak çalışanlara rüşvet olduğu kadar; militarizm gösterileriyle, ordunun ve bürokrasinin bir
kutsanma ayinine dönüşmesiyle bir tehdittir.
*
Bütün bayramlar gerçekleşmiş olaylara, dönüşümlere dayanırlar. Bir Mayıs ise, henüz
gerçekleşmemiş ve belki hiç gerçekleşmeyecek bir dönüşümün bayramıdır. Bu nedenle bir
bayram bile değil, bir birlik ve mücadele günüdür. Tarihte, henüz gerçekleşmemiş bir projeye
dayanan ve bizzat o projeyi gerçekleştirmenin de aracı olan ilk bayramdır; Politik bir
mücadele aracıdır. Bütün bayramlar, kutlayıcılarını ulus ya da dinlerle sınırlarlar. Bir Mayıs
insanlık tarihinde, bütün dinlerden ya da uluslardan insanların ortaklaşa kutladığı ilk ve tek
bayramdır. Bu özelliği de onun projesinin özünü yansıtır.
Ne var ki, 1 Mayıs, Uzun yıllar, bürokratik diktatörlüklerde, ulusal bayramların yerine
geçirilmiş resmi ve militarizm gösterisine dönüşmüşlerdir. Kimi Türkiye gibi ülkelerde, kendi
gerçek projesinden çok farklı, özünde demokratik karakterdeki hareketlerin sembolü olarak
bir anlam kazanmıştır. Zengin ülkelerde ise, görevli sendika bürokratlarının, küçük aşırı sol
grupların ve diaspora milliyetçiliğinin bir gösterisi olarak kutlanır. Bu anlamda, 1 Mayıs,
kendi özgün anlamıyla artık dünyanın hiç bir yerinde kutlanılmamaktadır. Somut, mümkün ve
gerekli bir proje olarak eşitlikçi bir toplum ideali tekrar ortaya çıkmadıkça da, 1 mayış, başka
politik program ve güçlerin bir aracı olarak kalmaya devam edecektir.

62
*
Dinsel ve geleneksel bayramlar, politik bir anlama sahip olmadıkları sürece burjuva devletleri
için bir problem oluşturmazlar. Ancak, bunlar, örneğin Kürt Ulusal hareketinde olduğu gibi,
politik bir anlam kazandığı durumlarda, şiddetin hedefi haline gelirler. Newroz, politika dışı
anlamı ve biçimiyle kutlandığı sürece bir sorun olmamış, bir folklorik adet olarak muamele
görmüştür. Ama ne zaman ki, ulusal baskıya karşı Kürt direnişinin sembolü olmuş, bütün
şiddeti üzerine çekmiştir.
Gelenek, geleneksel değildir; modern toplumda gelenekler inşa edilir. Kürt modernleşmesi de,
uluslaşma ve modernleşmeyle birlikte binlerce yıl gerilere kadar giden ulusal bir Newroz
geleneği inşa etmektedir. Nasıl dinler önceki bayramların anlam ve fonksiyonlarını
değiştirerek onları kendilerine mal ettilerse, Kürt Ulusal hareketi de, Newroz'u bir ulusal
bayram olarak kendine mal ediyor. Böylece Newroz, muhtemelen doğuşundan sonra birincisi
Đran uygarlığının dini Zerdüştlük, ikincisi Đslam olan üçüncü önemli dönüşümünü yaşıyor. Bir
büyük devrimin, tarım ekonomisinin ve doğanın canlanışının bayramı bir ulusun canlanışının
bayramına dönüşüyor. Ve , bir Mayıs gibi, yeni anlamıyla henüz bir bayram bile değil, bir
mücadele günü. Bu gün Kürtler ilerde ulusal baskıdan kurtulmuşluklarının sembolü olarak
Newroz'u kutlayabilmek için, şimdi onu kutlarmış gibi yapıyorlar. Bu günkü Newrozlar,
Newrozları kutlayabilme Newrozlarıdır, birer politik mesaj, birer politik manevra, birer
kararlılık ve güç gösterisidirler. Doğrusu da budur.
*
Ama Newroz, bu dönüşüm içinde bir dönüşüm daha yaşıyor. Newroz'un, henüz bir bayram
bile olmayan, program olan niteliği de, Kürt Ulusal Hareketinin geçirdiği muazzam değişimle
birlikte değişme işaretleri veriyor. Kürtler, başkalarını kurtarmadıkça kendilerini de
kurtaramayacaklarını gördü; ulusun yepyeni bir tanımında bir demokratik cumhuriyet projesi
geliştirdi. Kutlama biçimli son Newroz gösterilerinin parola ve sloganları, bizzat bu yeni
projenin bir ifadesi oldu. Bu muazzam Newroz gösterileri, Newroz'un bir ulusal bayrama
dönüşümü içinde, ulusun yeni bir tanımına dönüşümünün de ifadesi. Kürt ulusu, Bir ulus
olarak bayramı kutlarken, aynı zamanda onu bir yeni projenin gösterisine dönüştürdü.
Bu nedenle bu Newroz, bir yandan, katılım ve gösterileriyle büyük bir devrimci kabarışın
ifadesi olduğu kadar; o gösterilerdeki sloganlarıyla ve çağrısıyla yeni bir projenin de ilk
kitlesel ifadesi oldu. Bu muazzam patlama, eğer ezilmemeyi başarır, enerjisini başarılı olarak
kullanabilirse, sadece Kürtlerin ve Türklerin değil, bütün bölgenin kaderini değiştirebilir.
Newroz gösterileri, bayram biçimi altında, bütünüyle yasal zeminler kullanılarak nasıl politik
bir mücadele yapılacağının; kitlelerin yaratıcılığının güzel bir örneğidir ve Kürt Ulusal
hareketinin, yılların mücadelesi içinde politik bakımdan her türlü taktik kıvraklık ve
esneklikle, hedeflere bağlılığı birleştirmeyi çok iyi öğrendiğini ve olgunlaştığını gösterdi. Ve
bu halk, Newroz gösterileriyle, başta Türkler olmak üzere diğer halkları projesine kazanma
savaşına girmiş bulunuyor.
22 Mart 2000 tarihli Özgür Politika'daki şu haber böyle bir gelişimin müjdecisi olabilir:

63
"Kürdistan Đşçi Kadınlar Partisi (PJKK), Newroz'un Kürt ve Türk halklarının ortak bayramı
olmasını diledi. PJKK, Newroz'un 21. yüzyılda barış ve demokrasi temelinde halkların
kardeşlik ve birlikteliği hedefi ile yaşamsallaştığını hatırlattı."
Bir ulusal hareketten sosyal harekete, ulusun dile ve etniye ve kültüre dayanan tanımından,
hukuki tanımına geçiş, ifadesini bu "ortak bayram" ve "kardeşlik" projesinde buluyor.
Bu Newroz'un sloganları, siyasi taleplerine gereken güçleri kazanıp örgütleyebilir ve zafer
kazanırsa, Newroz, Orta doğudaki halkların ortak bir demokrasi bayramı olabilir ve bir
dönüşüm daha geçirebilir.
demir@comlink.de
22 Mart 2000 Çarşamba

64
Newroz Depremi ve Türk Solu

Türkiye'nin batısı jeolojik bir depremle sarsılmıştı bir süre önce. Newroz'da Türkiye'nin
doğusunda, Kürdistan'da, toplumsal bir deprem yaşandı.
Newroz'da yaşananların bir deprem olduğunun anlaşılmasını engelleme; bu depremi
gözlerden, gönüllerden ve bilinçlerden uzak tutma, bizzat mücadele konusunu oluşturuyor;
onu önemsiz gösterme, hatta mümkünse hiç söz etmeme: toplumsal depremi lokalize edip şok
dalgalarının yayılmasını engellemenin tek yolu olarak görülüyor.
Bu deprem sadece Türk devletini ve onun borazanı basını değil, yeni stratejinin muhaliflerini
de derinden rahatsız etti. Hepsi olanın anlam ve önemini çok iyi kavramış bulunuyorlar, ve
tam da öyle olduğu için, Newroz depremi karşısında, sanki hiç bir şey olmamış gibi, "deliye
taşı andırmamak" veya "eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmemek" için, görmem, duymam,
konuşmamı oynuyorlar. Bizzat bu sessizlik, bu geçiştirme çabası ortada ne kadar önemli bir
gelişme olduğunun en önemli delili. Önce Đmralı'da ortaya atılan, HADEP ve PKK tarafından
benimsenen yeni strateji, program ve mücadele biçimlerine, Kürt yığınları ayaklarıyla oy
vermekle kalmadı bizzat uygulamaya geçti.
Devletin de, basının da, yeni stratejinin muhaliflerinin de böyle davranmasının
anlaşılmayacak bir yanı yok. En önemliyi en önemsiz, en önemsizi en önemli gösterme; yani
şu Türkiye'de çok kullanılan deyimle "gündemi belirleme", bizzat bir toplumsal mücadele
aracıdır.
Ama, aslında Türkiye'nin belki de demokratik hedeflerin tek tutarlı savunucusu olan
sosyalistlerin de özünde aynı şekilde davrandıkları ve bir intihar politikası güttükleri
görülüyor. Elbette, sosyalistler, programatik olarak, en azından prensip düzeyinde, Kürt
ulusunun haklarını kazanmasından; Türkiye'deki baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi sistemin
kökten değişmesinden yanadırlar. Onların bu inançlarından hiç kimse kuşku duymaz. Ama
tam da bu nedenle izledikleri politikaya intihar politikası demek gerekiyor; çünkü izledikleri
politika, bu istemlerin karşısındaki güçlerin ekmeğine yağ sürüyor ve onların pozisyonlarını
güçlendiriyor.
Onların hepsinin temel yanlışı, "Kürt Sorunu"nu, sorunlardan bir sorun olarak görmelerinde;
Kürt Ulusal Hareketi'ni dinamik bir mücadele öznesi olarak görmek istememelerinde; onun
varlığından rahatsız olmalarında; onun varlığında kendilerine bir rakip görmelerindedir. Bu
durum onları, Kürt Ulusal Hareketi'nin başarıları karşısında; ya da oradaki önemli dönüşümler
karşısında, susmaya, olanları önemsiz göstermeye itmektedir ve bu politikalarıyla, nesnel
olarak Genel kurmay ve onun basit bir psikolojik savaş aracı olmuş Türk basınının soldan iş
birlikçisi haline gelip intihar etmektedirler. Bu devekuşu politikasının adı da, "sınıfa
dayanan"; "sınıf dinamiklerinden hareket eden politikalar" olmaktadır sözüm ona.

65
Türk solunun genellikle pek işçi sınıfıyla başı hoş olmamıştı geçmişinde. Reformistlerinde
işçiler demek aslında sendikacılar ve sendikal hareket demekti; radikallerinde ise işçi sınıfı
sadece bir retorik olarak yer alırdı. Ama son yıllarda, hemen hemen bütün Türk solunun, "işçi
sınıfı"cı, "sınıfa dayanan politikalar"cı olduğu görülüyor. Ne oldu da hidayete erdiler? Bu
söylem, gerçek sorunu, yani "Kürt Sorunu"nu gözden kaçırmanın, gizlemenin aracıdır. Bu
günün gerçek sosyalist politikası ancak "Kürtçü" olmakla yapılabilir. Bu gün, her kim sınıftan
söz etmektedir; her kim "Kürt Sorunu"nun önemini gözden kaçırmaya, onu sorunlardan bir
sorun gibi göstermeye çalışmaktadır, onun sosyalizmle ilgisi yoktur.
Bulundukları ülkenin doğusunda, insanlar son derece açık politik bir programla, kendi ulusal
sorunlarını da aşmış olarak neredeyse bir serihildan gerçekleştiriyor. Ve bu Türk solunda ne
bir heyecan, ne bir silkinmeye yol açıyor.
Đnsan bekliyor ki, Newroz'da gerek mesajları gerek katılımıyla bir serihildan olan gösteriler
karşısında, sosyalist partiler, örneğin bir Özgürlük ve Dayanışma Partisi, aceleyle en yetkili
organlarını toplayıp, bu yeni durum karşısında neler yapılacağını görüşsün; Newroz'un önemi
ve mesajlarına Türklerin dikkatini çekmek, onun karşısındaki susuş duvarını yıkmak için
somut girişimlerin neler olacağına kafa patlatsın.
Đnsan bekliyor ki, sosyalist partiler bir araya gelip, Kürt Ulusunun yaptığı teklife, yani
Newroz'un Türklerin ve Kürtlerin ortak bayramı olması teklifine, Türk Tarafından olumlu
cevap verip, gelecek sene, Türk tarafında da, Newroz'u vesile ederek, anayasal vatandaşlık
temelinde, bütün dil ve kültürlerin eşit olduğu bir cumhuriyet ve demokratik dönüşümler için;
devletin resmi Newrozuna karşı, Kürtlerin Newrozuna el veren ve böylece fiilen halkların
kardeşliğini gerçekleştiren kutlama biçimli gösteriler kararı alsın ve şimdiden bu mesajı
versin.
Đnsan bekliyor ki, Newroz'un "W" harfine karşı yürütülen yasak ve koğuşturmaları gülünç
duruma düşürmek; onlara karşı mücadele etmek için, örneğin klasik parti ve mücadele
biçimlerine itibar etmediği vurgusu yapan ÖDP, örneğin adındaki "ve" bağlacını bundan
sonra "we" olarak değiştirme kararı alıyor.
Đnsan bekliyor ki, bütün sol basın bir araya gelip, bundan sonra bütün "ve" bağlaçları yerine
"we"; weya bütün "v" harfleri yerine "w" kullanma kararı alıyorlar.
Böyle hassasiyetlerin hiç birinden iz yok. Nedir bu körlük ve Kürt Ulusal Hareketi
karşısındaki kompleksler.
Đçine girilen yeni dönem, bu tür mevzii savaşlarını, siper savaşlarını, bu tür yeni mücadele
biçimlerini gerektiriyor. Bunun nasıl uygulanacağını, Kürtler bizzat Newroz gösterileriyle
örnekliyorlar. Böyle bir "w" için yapılacak mevzii savaş az mı önemlidir? Hani genel olarak
belirsiz bir tarihte devrim için uğraş değil de, şimdiden küçük de olsa değişiklikler önemliydi?
Hani, artık eski yaratıcılıktan yoksun örgüt ve mücadele biçimleri sürdürülmeyecek, yaratıcı
olunacaktı? Genç kuşaklar, bu beyni kireçleşmiş, Osmanlı yadigarı bürokratik kastın artık
komik olmaktan bile çıkmış bunaklığına karşı böyle yaratıcı biçimlerle bir politik mücadeleye
çekilemez mi? Hayır. Baylarımız ciddi politikacılardır. Dünyanın bir çok sorunu vardır ve
Kürt sorunu da bunlardan sadece biridir. Herkes haddini, hududunu ve yerini bilmelidir.

66
Örneğin ÖDP MYK'sı 25 Mart 2000 tarihinde toplanıyor. Peki Newroz, nasıl bir yer alıyor bu
toplantıda?
"Bilgilendirme bölümünde; Genel Başkan’ın faaliyetleri yazılı olarak heyete sunuldu.
Yıldırım Kaya’nın Diyarbakır’da katıldığı Newroz kutlamaları bilgisi yazılı sunuldu. Masis
Kürkçügil’in Portekiz’de gerçekleştirilen uluslararası toplantı konusunda sözlü bilgi aktarımı
gerçekleştirildi."
Đşte sloganlarında ifade ettiği programı ve katılımıyla bir tür serihildan olan Newroz'a,
Türkiye'nin en büyük ve en popüler sosyalist partisinin verdiği değer bu kadar. O, diplomatik
ilişkiler bağlamında, Portekiz'deki uluslar arası toplantıdan daha fazla bir anlama sahip değil.
Hatta metinde Newroz'dan da değil, Newroz hakkındaki Yıldırım Kaya'nın raporundan söz
ediliyor.
Raporun başka bölümlerine bakıyoruz, acaba başka yerde bir şey var mı diye. Kürt sorununun
geçtiği bir yer daha görüyoruz. Aktaralım:
"Son dönemin tartışma konularından Cumhurbaşkanlığı seçimi, 312. Madde etrafında devam
eden siyasi yasaklar konusu, silahlanmaya yönelik adımlara karşı tutum, kıyak emeklilik,
sendikasızlaştırma ve sigortasız işçi çalıştırma, militarizm, AB ve esnekleşme, tarım alanına
ilişkin politikalar, nükleer santraller ve enerji, Kürt sorunu, özelleştirme saldırıları...vb.
konulara ilişkin eldeki verilerle parti tutumunun bir kez daha basın açıklaması, basın
toplantısı vb. araçlarla kamuoyuna duyurmak üzere, Propagandadan Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Saruhan Oluç’un görevlendirilmesine,(...)"
Đşte, yine aynı sorun. Kürt sorunu sorunlardan bir sorun.
Raporun daha aşağılarına bakıyoruz. 1 Mayıs ile ilgili bir bölüm var. Aktaralım:
"1 Mayıs çalışmaları hakkında yapılan görüşme sonucunda;
1 Mayıs’ın, konfederasyonların ortak katılımı doğrultusundaki çalışmalarının desteklenerek,
onların belirleyeceği alanlara örgütlerimizin yönlendirilmesine,
Dışımızdaki “emekten, barıştan, demokrasiden ve özgürlükten” yana olan güçleri de katarak
bir çalışmanın yürütülmesine,
Çalışmaların yaygın ve düzenli olması için merkezi komisyon kurulması ve bu komisyona
bağlı olarak il ve ilçelerde hemen çalışmaların başlatılmasına,
1 Mayıs’ın ana teması olarak sendikaların benimsediği “Küresel Saldırıya Karşı Küresel
Direniş” şiarının desteklenmesi ve alt başlıkların afiş tasarımı ve diğer dokümanlarda
zenginleştirilmesine, yazılı çalışmaların MYK’na sunulduktan sonra basılı hale getirmek ve
tüm çalışmaları 1 Mayıs kutlamalarına kadar yürütmek üzere MYK’dan (...)’nın
görevlendirilmesine"
Yaşanmış ve Kürt Ulusu tarafından toplumsal bir program sunan Newroz'a bir satırı çok
gören ÖDP MYK'sı, 1 Mayıs'a beş paragraf ayırıyor. Sosyalistliğe bu yakışır
Ya içerikçe? Kürt ulusunun Newroz'da yaptığı kitlesel teklife ve şiarlara bir cevap var mı?
Bunun öne çıkarılması ve tanıtılması var mı? Yok. Soyut ve canlı politikayla ilgisi olmayan,

67
aslında ilgisi ve gerçek fonksiyonu Kürt sorununu gözden gizlemek olan, "küresel saldırıya
karşı küresel direniş" gibi sloganlar önde.
Kürtlerin Newroz'una, onun sloganlarına sahip çıkarak; yapılacak 1 Mayıs'la karşılık vermek
gerekirken, tam da bu gözlerden ve gönüllerden uzaklaştırılıyor.
Bu günün Türkiye'sinde tek doğru 1 Mayıs, Kürtlerin Newroz vesilesiyle yaptığı gösteri ve
davete, Türkler açısından 1 Mayıs vesilesiyle benzer gösteriler yaparak icabet etmek olabilir.
Yani, Dillerin ve kültürlerin eşitliği özgürlüğü temelinde, hukuki olarak tanımlanmış bir
vatandaşlığa dayanan demokratik dönüşümler yapmış bir cumhuriyet. Bunun için de, ilk elde,
Genel Af, Đdamın kaldırılması ve Kürtçe'nin serbest bırakılması aktüel talepleri.
Türk Sosyalist partilerinin yaptığı ise, bunları arka plana itmek, can alıcı olanı, sorunlardan
bir sorun gibi göstermek.
Bu gün kutlanması gereken Bir Mayıs, "işçici" ya da "enternasyonalist" veya "anti globalist"
Bir Mayıs değil, "Kürtçü", Kürt ulusunun milli bayramı Newroz'un çağrısını izleyen
"Milliyetçi" bir Bir Mayıs olmalıdır. Böyle bir Bir Mayıs, Türkiye'nin egemenlerini rahatsız
eder ve gerçek Enternasyonalist görevini yerine getirebilir. Globalizmi veya işçileri veya
enternasyonalizmi slogan olarak öne çıkarmak fiiliyatta, Enternasyonlist görevlerden
kaçmanın örtüsüdür.
Bu Newroz'un ilk dersi şudur: genel olarak demokrasi mücadelesinin bir gücü olan Türk Solu,
fiili politikalarıyla bu mücadeleye ve bu mücadelenin en dinamik gücü Kürt ulusal hareketine
karşı çalışmaktadır. Ondan bir şey beklememek gerekiyor. Türkler arasında, Kürt Ulusal
hareketinin çağrısına cevap verecek güçler, ancak bunların dışından çıkabilir.
demir@comlink.de
31 Mart 2000 Cuma

68
Yeni Politikanın ve Eleştirilerin Özü

Politikada bir gücü kazanmak demek başka bir gücü yetirmek demektir. Çünkü toplumda
konum ve çıkarları birbirine zıt ve birbiriyle çelişen insan kümeleri vardır. Bunlardan birini
kazanmaya yönelik bir çaba diğerini yitirmeye yol açar. Birini kaybetmeden başka birini
kazanamazsınız.
Büyük politik ve stratejik dönüşümler daima belli güçleri kazanırken, belli güçleri kaybetme
sonucu verir. Soru şudur: "Kürt ulusal hareketinin gerçekleştirdiği son politika değişikliği,
güçlerin hangi dizilişine dayanmaktadır?"
Ne var ki, bunu ele almadan önce, kısaca karıştırılan başka bir sorunu ayırmak gerekiyor. Bir
politik ve stratejik dönüşüm boşlukta gerçekleşmez. Politika değişikliği, belli güç ilişkileri
ortamında gerçekleşir; hareketler, strateji ve politika değişikliğini, bir seri diplomatik ve
taktik manevralarla gerçekleştirmek zorundadırlar. Diplomatik ve taktik manevraları, stratejik
değişikliğin kendisiyle karıştırmamak gerekir.
Örneğin, gerilla savaşının bırakılması ve Türkiye hudutlarının dışına çıkma kararı, bir
stratejik veya programatik değişikliği değil, mücadele biçimlerinde bir değişikliği ifade eder.
Kürt ulusal hareketi pek ala eski program ve stratejisiyle de silahlı mücadeleye son vermiş
olabilirdi. Bunun tersi de mümkündü, yeni strateji, eski mücadele biçimleriyle de
sürdürülebilirdi. Ancak bu ikisinin ilişkisinde, belirleyici olan, strateji ve politikadır,
mücadele biçimleri değil. Mücadele biçimlerine bakılarak bir politikanın doğruluğu veya
yanlışlığı söylenemez, ama mücadele biçimlerinin doğruluğu veya yanlışlığı, ancak politika
ve strateji içinde değerlendirilebilir.
Unutmamalı, son derece doğru bir politika ve strateji, son derece aptalca, mücadele ve örgüt
biçimleriyle sürdürülebilir. Bunun tersi de doğrudur. Son derece yanlış bir politika, son derece
akıllıca mücadele ve örgüt biçimleriyle götürülebilir. Mücadele ve örgüt biçimlerinin
doğruluğu ve haklılığı, politika ve stratejinin doğruluğu ve haklılığı anlamına gelmez.
O halde, her ciddi politikacı, her hangi bir gücün politikasının ve stratejinin gerçek mahiyetini
anlayabilmek için, onu gerçekleştiği, ifade edildiği biçimlerden soyutlayıp ele almalı, onun
özünün ne olduğunu ortaya çıkarmalı, sonra bütün o örgüt ve mücadele biçimlerini;
diplomatik manevraları; ideolojik argümanları, bu soyutlanarak özü ortaya çıkarılmış hedefler
ve strateji bağlamında; ona hizmet edip etmedikleri bakımından değerlendirmelidir.
Ne var ki, bir politikayı yaratanlar ve uygulayanlar, onu şimdi bizim burada ele aldığımız
gibi, belli soyutlama düzeylerinde geliştirip, sistemlice ortaya koyma durumunda olmazlar.
Onlar bunu çoğu kez, olayların dayatmasıyla, ne yaptığının tam bilincinde olmadan; daha
ziyade sezişleriyle gerçekleştirir ve ifade ederler. Tarihte yaptıkları değişiklikleri bilinçlice
yapıp, anlamlarının bilincinde olanların biricik örneği, Rus devrimcileridir. Bu bakımdan bir

69
politikanın ve stratejinin ne olduğu anlayabilmek sanıldığından çok daha karmaşık ve zorlu
bir iştir.
*
Şimdi bu genel metodolojik yaklaşımlar ışığında, Kürt ulusal hareketinin, yeni stratejisinin ne
olduğunu anlamaya çalışalım.
Kürt Ulusal Hareketi, Ulusal baskıya karşı oluşmuş bir harekettir ve var oluşundan
kaynaklanan temel hedefi, Kürtler üzerindeki ulusal baskıyı ortadan kaldırmaktır. Bu genel
hedef içinde, Kürtler üzerindeki ulusal baskının ortadan kalkmasına, ancak Kürtlerin kendi
ulusal devletiyle ulaşılabileceği, bütün Kürt siyasi akım ve hareketlerinin ortak varsayımı
olagelmiştir.
Bu varsayımda, ulusal baskının son bulmasına, bir ulusal devletle ulaşılabileceği anlayışında,
ulus esas olarak, diliyle tanımlanmış oluyordu. Kürt ulusunu, ana dili Kürtçe olanlar ve ana
dili Kürtçe olduğu için baskı altında olanlar oluşturuyordu.
Ne var ki, Kürtlerin, Dünyanın en kritik bölgesinde, her biri çok güçlü olan ve dünyayı
yöneten güçlerce ağırlıkları hesaba katılmak durumunda olan devletler ve uluslar arasında
(Türkler, Araplar, Farslar) parçalanmışlığı durumu, bağımsız bir Kürt devletine ulaşarak
ulusal baskıdan kurtulma yolunu, hele ABD'yi bir ölçüde dengeleyen Sovyetlerin çöküşüyle
adeta olanaksız kılıyordu. En son, en modern ve büyük Kürt örgütü olan, PKK'nın başkanı
Abdullah Öcalan'ın yeryüzünde başını sokabileceği bir ülke bile bulamaması, bu zorluğun en
somut kanıtını oluşturuyordu.
Bu dünya koşullarında Kürt ulusal hareketi için adeta umutsuz ve çıkışsız bir durum ortaya
çıkıyordu. Ayrı bir devlet için mücadelenin, bütün haklılığına rağmen, dünya çapında ve
bölge çapındaki büyük güçlerin karşı ağırlığı karşısında adeta hiç bir başarı şansı
bulunmuyordu. Bu umutsuz durum karşısında, tek umut dünya ve bölge ölçüsündeki güçlerin
çelişkilerini temel alarak, tıpkı Güney Kürdistan'daki örgütlerin yaptığı gibi ayakta kalma ve
onların bir dengesi olarak varlığını sürdürme olasılığı kalıyordu. Bu ise, sadece çatışan
güçlerin bir piyonu ve uzantısı olmaktan başka bir sonuç vermezdi. Bir gücün kendi hedefleri
açısından, çatışan güçlerin çelişkilerinden yararlanması ile, çatışan güçlerin basit bir uzantısı
olması arasında bir fark vardır. Bir dönüştürücü stratejik hedef ve program yoksa, basit bir
uzantı durumuna düşmek kaçınılmazdır.
Bu durumda, Kürt ulusal hareketi için bir tek şans kalıyordu, Kürt ulusunu kurtarabilmek için,
kendisini ezen ulusları da kurtarmayı hedeflemek. Bunu mücadelenin olağan bir yan ürünü
olarak değil; doğrudan somut bir hedefi olarak ortaya koymak. Böylece, ulusal baskıya karşı
klasik ve alışılmış, yirminci yüzyılın stradart çözümünden daha farklı bir yaklaşım
gerekiyordu.
Dünyada, belli bir dil ve etniye dayanan uluslar artık bu günün dünyasının ihtiyaçları için,
gelişimin bir olanağı değil bir engeli olmuşlardı. Her yerde, "çok kültürlülük", "çok etnililik";
kültür ve dil farklarını" ortadan kaldırılması gereken arazlar değil, "bir zenginlik" olarak
gören bir söylemin egemenliği vardı. Bütün bu söylemin yolu da zaten gerçek fonksiyonu

70
böyle bir programa ideolojik ve metodolojik temel sağlamak olan, relativist post-modern
görüşlerce açılmış bulunuyordu.
Đşte bu ideolojik iklimde, zaten önceden beri var olan tohum halindeki eğilimleri ve nihayet
de gelişmelerin dayatmasıyla, dünyada ilk kez bir ulusal hareket, Kürt Hareketi, yaygın ulus
tanımını değiştirerek, ulus tanımında dil ve kültürü politik alanın dışına iterek; hem ulusal
baskıya son verme, hem de bölgedeki uluslara bir perspektif verme yoluyla, içinde bulunduğu
çıkmazdan kurtulmayı deniyordu.
Bu adeta bir paradigma değişimi anlamı taşıyordu. Eski biçimde, egemen ulusun ulus tanımı
zorunlu olarak aynen benimsendiğinden, bu dayatılmış ayrım çizgisi içinde, ancak ayrı bir
devlet yoluyla ulusal baskıya son verilebileceği noktasına ulaşılıyor ama gerçek durumun
buna imkan tanımaması çıkışsız bir durum yaratıyordu. Şimdi ise, ezilen ulus, ezen ulusa,
başka bir ulus tanımını önermektedir: gelin ulusun tanımını hukuki bir noktaya getirelim; dili
ulusun tanımının dışına çıkaralım demektedir. Bu size de, bize de, hatta bütün bölgeye de,
rahat ve istikrar getirir. Hem günün dünyasının ihtiyaçlarına uygundur; hem de bölgenin
sorunlarına bir çözüm sunar. Hem de bölgeyi büyük güçlerin rekabeti karşısında koruyucu bir
fonksiyon görür. Eski çözümde (dile dayanan ulus temelinde ayrı devlet) ezilen ulus,
"ayrılıkçı" iken, yeni çözümde (dili ulusun tanımının dışına çıkararak bütün dilleri eşitlemek)
ezilen ulus "birlikçi" olur.
Bu yaklaşım, fiilen ezen ve ezilen ulus için başka bir bölünmeyi, dolayısıyla başka bir güçler
dizilişini gerektirir. Öncelikle, her iki ulus ta, ulusu "dile" göre tanımlayanlar ve
tanımlamayanlar; dili, kültürü ve etniyi politik alanın dışına atmak isteyenler ve istemeyenler
diye bölünür.
Đşte, Kürt ulusal hareketinin yeni stratejisinin ve programının özü budur. Böylesine ufuk açıcı
bir proje ve bu projeyi destekleyen dinamik bir halk var ortada.
Kürtler arasında, yeni sürece muhalif olanlar, itirazlarını bütünüyle mücadele biçimleri,
taktikler vs. noktalarına bakarak getiriyorlar. Onların gerçek itirazları ise aslında, yeni
projeyedir. Onlar aslında, eski anlayışların ve çözümlerin yeni olana direncini temsil
etmektedirler. Türk solunun da bütün duyarsızlığının ardında, bu muazzam değişikliği
anlamamak yatmaktadır. Onlar da aynı şekilde, geçmişin dünyasını yansıtmakta ve bu
nedenle, Kürt hareketinin projesine paralel bir Türk tarafından proje getirilmesinin önünde
adeta bir engel haline dönüşmektedirler.
Kürt hareketi, elbette yığınla yanlış işler, güç ve zaman israfları yapıyor. Ama bütün bunlar,
bu yeni proje açısından değerlendirilebilir. Örneğin, bu stratejinin bizzat uygulayıcıları, bu
projeyi yeterince anlamış değiller ve onu geniş yığınların bilincine kazımak için gerekeni
yapmıyorlar. Yeni politikayı taktikler ve mücadele biçimlerine ilişkin değişikliklermiş gibi
kavrıyor ve o düzeyde savunuyorlar. Eleştirmenleriyle aynı zeminde bulunuyorlar. Toyca
savunarak rezil ediyorlar.
Evet, yeni politikanın kendisi var olanlar içinde en doğru politikadır. Bir ulusal hareketin
ulaşabileceği en ileri noktayı temsil eder. Bu politika ancak başka bir açıdan eleştirilebilir:
çözümü hala ulusal olanla politik olanın çakışmasında aradığı için. Ama bunu bir ulusal

71
hareketten beklemek anlamsız olduğu gibi, bu yöndeki bir eleştiri, bu günün Orta Doğusunda,
Kürt hareketinin projesine güç de verir.
Kimileri bizim Kürt ulusal hareketini eleştirmediğimizi söylüyorlar. Hayır eleştiriyoruz. Hatta
okuyup anlayabilen için her yazımız bir eleştiridir. Hem programatik olarak başka bir
program sunuyoruz, hem de çoğu kez, onu bizzat kendi amaçları açısından da akıllıca
davranmamakla eleştiriyoruz. Ama bütün bu eleştirilerimiz, ya daha ilerden ya da onun kendi
amaçları açısındandır. Yeni çizginin muhaliflerinin geriden yaptıkları türden bir eleştiri
değildir ve olmayacaktır bu eleştiri. Aksine, muhalifler, belki çok akıllıca hatta "doğru" işler
yapıyor olabilirler; ama onların programları yanlış; eski, aşılmış varsayımlara dayandığından,
hiç bir çıkış sunmadığından, o en "doğru" ve "haklı" argümanları bile, yanlış bir politikaya
hizmet ettiğinden; dolayısıyla yanılsamalara yol açtığından; doğru bir politikaya tabi
yanlışlardan çok daha yanlıştırlar.
Yanlışlar üzerine kurulu bir dünyada doğru bir hayat olamayacağı gibi; yanlış politika ve
stratejiler içinde doğru taktik ve mücadele biçimleri olamaz.
http://www.comlink.de/demir/
demir@comlink.de
13 Mayıs 2000 Cumartesi

72
HADEP Ne Partisi Olmalı?

“Soruyu doğru sormak, problemi çözmenin yarısıdır” derler. HADEP bağlamında yürütülen
“Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi tartışmalarında doğru bir yönelişe ulaşmak için de
soruyu doğru sormak gerekir.
Mantıki olarak bakıldığında bunlar birbirinin alternatifi olmayan farklı kategoriden
kavramlardır. “Kürt Partisi” kavramı, dayanılan güçlere ilişkindir, hedefler hakkında bir fikir
vermez; “Türkiye Partisi” ise hedeflere ilişkindir ve dayanılan güçler hakkında bir fikir
vermez ve onları belirlemez. Farklı kategorilerden kavramların birbirine karşı olarak
koyulması ve böyle bir tartışma yürütülüyor olması, ortada bir sorun olduğunu, ama adının
konulamadığını ve başka biçimler altında ortaya çıktığını gösterir.
Siyasi partiler, kendilerini her şeyden önce programlarıyla tanımlarlar. Programın kendisi,
içeriğiyle, talepleriyle, bizzat o programı gerçekleştirecek güçleri de belirler. Modern
partilerin sınırları, ideolojiler, etniler, kültürler aracılığıyla değil, SOMUT HEDEFLER,
YAPILACAK ĐŞLER PLANI, yani PROGRAM aracılığıyla belirlenir. Modern toplumda,
toplumu değiştirebilecek güçleri bir araya getirmenin başka bir yolu yoktur. Ancak küçük
burjuva sektler kendilerini belirlerken ideolojileri, inançları, etnileri ve bunlar çoğu kez
doğrudan ifade edilemeyeceğinden, bunların sembollerini sınırları çizmenin aracı olarak
kullanırlar. Modern toplumsal sınıflar ve onların partileriyle, eskinin kalıntısı tabakalar ve
onların parti ve hareketleri arasındaki temel farklarından biri de budur. Türkiye politikasında
sembollerin ve hiç bir somut hedef önermeyen ama belli bir gruba aidiyeti belirleyen rozet
sloganların müthiş ağırlığı buradan gelir
Dolayısıyla bir bakıma, “Kürt Partisi”, “Türkiye partisi” tartışması, bir yanıyla, hedeflere göre
mi, yoksa belli güçlere göre mi sınırların çizileceği tarzındaki, bilinçsiz bir metodolojik
tartışmanın da yansımasıdır ve modern bir parti mi yoksa bir sekt mi olunacağını belirleme
gücündedir. Ve bu anlamda, derinden derine, eski ve yaygın anlayışlarla, modern bir politika
anlayışının farkını ve çatışmasını yansıtır. Farklı kategoriden sorunları karşı karşıya getiren
mantıki yanlışın mantığı burada gizlidir.
Mantıksal olarak program önce gelir ama tarihsel olarak, partileri yaratan ve onlara damgasını
vuranlar somut toplumsal güçler olur. Partiler son duruşmada belli toplumsal güçlerin
eğilimlerini yansıtırlar, dolayısıyla, mantıki olarak ikincil düzeyde olan güçler sorunu, tarihsel
düzeyde birincildir.
Dolayısıyla HADEP’i HADEP yapan da, programı değil, somut toplumsal güçler olmuştur. O
Kürt direniş ve uyanışının bir ifadesidir. Bu güç onu ortaya çıkarmıştır. Bu gücün kendi
içindeki bir arayış, bir tartışma ve arayış olarak bakıldığında, “Türkiye Partisi” mi “Kürt
Partisi” mi tartışması aslında, hangi güçlere dayanılacağı veya ittifak yapılacağı tartışmasının,
yani bir strateji tartışması olarak algılanmalıdır somut bağlamı içinde.

73
Kürtlerin hareketini ve direnişini yaratan koşullar aynen varlığını sürdürdüğünden, Kürtler
açısından bu koşulları ortadan kaldırmak, temel hedef olmaya devam etmektedir. Peki değişen
ve bu tartışmayı zorlayan nedir?.. Eski stratejiyle, yani güçlerin yer alışıyla Kürt hareketini
yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığı...
Eski stratejide, Kürtlerin hedeflerine ulaşması, Türkiye’nin de demokratikleşmesi sonucunu
vereceği, Türkiye’deki ezilenlerin konumunu düzelteceği için, Türklerden bu nedenle destek
talep ediliyor; ama temel güç bir bütün olarak Kürtler ve onların mücadelesi görülüyordu.
“Kürt Partisi” formülasyonu bir bakıma bu eski stratejinin savunusu anlamına gelmektedir.
Yeni stratejide ise, Kürtlerin üzerindeki baskının ortadan kalkması Türkiye’nin
demokratikleşmesinin ürünü olarak koyulmaktadır. Burada, artık Türkiye’nin ezilenleri ve
demokratik güçleri bir yedek değil, ikinci bir temel güç olarak ele alınmaktadır. Diğer bir
ifadeyle, önceki stratejide, Kürtler kendilerini kurtararak Türkiye’nin ezilenlerini de
kurtaracak iken, yeni stratejide, Türkiye’nin ezilenlerini de kurtarmaya kalkarak kendilerini
de kurtarabilecekleri noktasından hareket edilmektedir.
Bu yaklaşım, ulusal baskıya karşı direnişler tarihinde bir tür “Kopernik Devrimi”dir. Bunun
etkileri çok daha derinden ve uzun vadeli olacaktır. Ancak, kısa vadeli mücadelelerle kolay
zafer beklentileri içinde olanlar için, bu günkü durum bir hayal kırıklığı yaratır. Ama işte,
Filistin’den Bask’a veya Đrlanda’ya kadar örnekler ortada. Oralarda yıllar önce başlamış
“Barış görüşmeleri”ne ve resmen tanınmalara rağmen hiç bir somut ve kalıcı garanti ve
demokratikleşme sağlanamamışken, yeni stratejiden başka hiç bir çıkış yolu olmadığı çok
daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni strateji, bir hareketin başarısı için en önemli iki
koşulu sunmaktadır her şeyden önce Kürt hareketine, politik inisiyatif ve moral üstünlük.
Karşı tarafın aczi, Barış gruplarına tavırdan, Ecevit’in siyasileşmeye ilişkin söylediklerine
kadar her alanda görülmektedir.
Şimdi sorun, bu yeni stratejinin nasıl bir programda ete, kemiğe bürüneceğidir. O halde,
tartışmayı “Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi çıkmazından çıkarıp, somut bir program
tartışmasına çekmek gerekmektedir. Đçinde hiç bir yuvarlak laf olmayan somut talepler ve
yapılacak işlerden ibaret bir program; işsizlik ve pahalılığa son vermeyle demokrasiyi, yani
Kürtlerin üzerindeki baskının kalkmasını birbirine bağlayan; biri olmadan diğerine
ulaşılamayacağını gösteren bir program.
Sonra bu programı, Kürtlerin özlemlerinin de partisi olacak bir “Türkiye Partisi” mi yoksa,
Türkiye’nin ezilenlerinin özlemlerinin de partisi olacak bir “Kürt Partisi” mi, yoksa ikisinin
birden mi gerçekleştirebileceğini toplumsal güçlerdeki gelişmeler belirler. Bu gün hala önemli
olan, kimin yapacağı değil neyin yapılacağıdır. Ve en büyük kazanç, ezilenlerin kafasında
neler yapılacağının yer etmesidir.
HADEP, Kürtlerin demokratik özlemlerinin tutarlı savunucusu olduğu ölçüde “Türkiye
Partisi” ve “Türkiye Partisi” olduğu, yani Türk ezilenlerinin çıkarlarını savunabildiği ölçüde
de bir “Kürt Partisi” olabilir.
Ama bütün bunları başarabilmek için de, öncelikle bir erkekler partisi olmaktan çıkıp,
kadınların öne geçtiği bir parti olmak zorunda. Kürt uyanışının bel kemiği kadındır ne var ki

74
kadınlar, HADEP’in esas karar ve yönetim organlarında gerçek ağırlıkları ölçüsünde yer
almıyor. HADEP’in bu tıkanıklığı ile, kadınların kenara itilmişliği ve kadın kollarına
hapsedilmişliği arasında çok derinden bir ilişki bulunmaktadır.
HADEP Bir “Kürt” ve “Türkiye” partisi olmak istiyorsa, her şeyden önce bir “Kadın Partisi”
olmalıdır. Ancak kadınlar hem HADEP’i ehlileştirmek isteyenlerin, hem onu bir sekt olarak
tutmak isteyenlerin girişimlerine bir baraj oluşturabilirler. Ancak kadınlar, Batı’nın
ezilenlerinde ilgi ve umut uyandırabilirler.
HADEP’in yönetim organlarının en az yarısından fazlası ve başkan, genel sekreteri gibi,
kamu oyunda partiyi temsil eden yöneticileri kadın olmalıdır. Nasıl tok açın halinden anlamaz
ise, nasıl Türkler Kürtlerin uğradığı baskıya duyarsız ise, Erkek milleti de kadınlar mücadele
etmedikçe kadınlara zerrece olanak tanımaz. Bunun için erkeklere karşı mücadele etmek
gerekmektedir.
Tecrübe ve bilgi yok falan diye çekinmek gereksiz. Kimse anasının karnından politikacı
çıkmaz. Suya girmeden de yüzme öğrenilmez. Kaldı ki, Kürt kadını onlarca yıldır süren
mücadelede, politikada yeterince piştiğini bir çok kereler kanıtladı; en yaratıcı taktikler ve
politik esneklikle hedefe kilitlenmeyi birlikte götürebiliyorlar. Bu gün yüzünde dövmeleriyle,
rengarenk elbiseleriyle zılgıt çeken en sıradan Kürt kadını bile şu piyasayı kaplayanlardan bin
kere daha iyi ve doğru politika yapabilir. Sorun “Türkiye” ya da “Kürt” partisi mi diye
koymak yanlıştır, doğrusu Erkekler Partisi mi yoksa Kadınlar Partisi mi şeklindedir. Sorunun
bu tarz koyuluşu bütün çatışan tarafların gerçek niteliğini ortaya koyar.
http://www.comlink.de/demir/
demir@comlink.de
10 Kasım 2000 Cuma

75
Yeni Stratejinin Yaygınlaşması

Her ulusal kurtuluş hareketinin başarısı yan ürün olarak ezen ulusun üzerindeki anti
demokratik rejimlerin zayıflaması ve çökmesi, dolayısıyla demokratikleşmesini getirir. Dünya
dengeleri, Kürt Ulusal Hareketinin kendi gücüyle ulusal baskıdan kurtulmasını olanaksız
kılınca, Kürt Ulusal Hareketi'nin yaptığı strateji değişikliğinin özü, ezen ulusun
demokratikleşmesi ulusal kurtuluşun yan ürünüyken, ulusal kurtuluşa demokratikleşmenin
yan ürünü olarak ulaşmaktır. Yani eski stratejide bir sonuç ve yan ürün olan, yeni stratejide
bir hedef; eski stratejide bir hedef olan yeni stratejide bir yan üründür.
Bu sadece basit bir yer değiştirme değil, güçlerin yer alışında köklü bir değişiklik anlamına
gelir, zorunluluklar hedefi büyütmeyi getirmiştir. Sorun artık sadece Kürtleri ulusal baskıdan
kurtarmak değil, Türkleri de anti demokratik devletten kurtarmaktır. Ama hedefin
büyütülmesi aynı zamanda yepyeni güçler ve olanaklar da demektir. Bir Türk, Kürtlerin
ulusal baskıdan kurtulması için kılını kıpırdatmayabilir hatta bu baskıdan yana bir tavır
alabilir. Ama kendisini yoksulluk ve keyfilikten, anti demokratik rejimden kurtaracak bir
harekete aktif olarak katılabilir.
Bu mekanizma, bütün ezilenlerin hareketlerinde vardır. Herhangi bir nedenle baskı altında
olanlar, başlangıçta sırf o nedene ilişkin mücadeleye girerler. Ama güçlerinin sınırlılığı onları
başka ezilenlerin sorunlarını da kendi sorunları yapmaya, yani hedef büyütmeye ve yeni
güçleri kazanmaya ve onları harekete geçirmenin yollarını aramaya zorlar. Bu nedenledir ki,
işçi ve sosyalist hareketin önderleri, işçileri kendileri için mücadeleye çağırmanın sendikalizm
olduğunu, sosyalistlerin görevinin onları tüm ezilenler ve gayrı memnunların sorunları için
mücadeleye çağırmak olduğunu söylemişlerdir. Đlk bakışta güçleri dağıtıyor ve mücadeleyi
zayıflatıyor gibi görünen şey aslında mücadeleyi güçlendirir.
Đşçi hareketiyle paralellik kurarsak, Kürtlerin sadece kendi ulusal kurtuluşları için mücadele
ettikleri dönem, bir bakıma işçilerin sadece kendi ücret artışları için mücadele etmelerine
benzetilebilir. Bu elbette mücadelenin zorunlu bir aşamasıdır, ilk okuludur. Ama bunun belli
sınırları vardır. O sınırlara ulaşıldıktan sonra, hala ilk okulu okumakta ısrar etmek, tutuculuk
ve yenilgiye yol açar. Đşçi hareketi bu noktada kendini aşmak, sadece işçiler için değil,
köylüler, ezilen uluslar, ezilen cinsler için de tedbirler önermek zorundadır. Bu ise hedef
büyütmek, basit bir ücret mücadelesinden öte, bir toplumsal dönüşüm için harekete geçmek
demektir. Artık ücret artışları ve sosyal haklar mücadelesinin yan ürünü olarak demokratik
haklarda gelişmeler değil, demokratik ve siyasi haklardaki gelişmelerin yan ürünü olarak
ücret artışları ve sosyal haklar elde edilmeye çalışılır.
Đşte Kürt ulusal hareketinin yeni stratejiyle yaptığı budur. Onun bir ulusal hareketten bir
sosyal hareket dönüştüğünü söylemek bu anlama gelmektedir. Bu, değişimi onun
hedeflerinden vazgeçmesi olarak anlayan ya da öyle gösterenler, aslında aşılmış bir döneme
takılmışlıklarını sürdürmektedirler ve niyetleri ne olursa olsun, nesnel olarak hareketin
gelişimi için bir engeldirler.

76
Kürt hareketinin zorlukları, yanlış bir politikanın ve stratejinin yarattığı zorluklar değildir.
Doğru bir politikayı uygulayacak araçların olmamasının ortaya çıkardığı zorluklardır.
Örneğin, kültürel zorluklardır, dayandığı tabanın yoksul ve köylülükle bağı güçlü kesimler
olması, pratikte önemli sınırlar getirmektedir. Kültürel bakımdan daha iyi eğitilmiş kesimler
ise, okumuşluk, kültürel düzey ve gelir durumu arasındaki bağ nedeniyle genellikle
reformizme ve dar milliyetçiliğe eğilimlidirler. Kültür ve bilgi olarak geri bıraktırılmış yoksul
ve ezilenlerin ezeli sorunudur bu. Kızıl Ordu'da bu nedenle her birliğin bir meslekten
subayının yanı sıra bir de "komiser"i bulunuyordu.
Kürt hareketinin ikinci bir zorluğu, Türkiye'de onun yaptığını yapacak bir karşılığının
bulunmamasıdır. Yani kendi ücret mücadelesi için, Kürtlerin sorunlarına sahip çıkacak bir işçi
hareketinin olmamasıdır. Bütün Türk solu, Mac Donalt'dan Nazım'ın Mezarına; "Tenceremiz
boş"tan, IMF veya Globalizme kadar, bütün ekonomik temelde veya somut politik anlamı
olmayan hedefler için uğraşmaktadır. Kendi ücreti için Kürtlerin haklarını, dolayısıyla köklü
demokratik dönüşümleri gündemin birinci maddesi yapmamaktadır. Ama ekonomik kriz
derinleştikçe, Kürtlerin yeni stratejisinin sağladığı olanaklarla, belki biraz geç de olsa onlar da
bu yönde bir eğilim göstermek zorunda kalacaklardır. Örneğin Avrupa'daki Aleviler bu yönde
ciddi bir gelişim içinde bulunuyorlar.
Ne var ki, bu engel ve zorlukların yanı sıra, Kürt hareketinin bizzat kendisinin de, henüz
kabul ettiği yeni stratejiyi tüm alanlara yayıp mantık sonuçlarına götürdüğü söylenemez. Bu
olanaklar henüz yeterince değerlendirilmiş değildir.
Geçiş dönemleri daima böyledir, eskinin ve yeninin anlayışları bir süre yan yana ve bir arada
bulunur. Yeni bir anlayış siyasetin ve uygulamanın bütün alanlarında aynı hızla ve bir anda
yerleşmez. Bu en iyi Avrupa'daki; Irak, Đran ve Suriiye'deki Kürtler bağlamında görülüyor.
PKK Kürdistan'ın bütün parçalarında etkisi olan tek harekettir. Ama yeni stratejinin
Türkiye'ye ilişkin olarak yaptığını, diğer parçalar ve Avrupa bağlamında henüz geliştirebilmiş
değil. Burada hala, eski stratejinin anlayışları yeni anlayışla birlikte var olmaya devam ediyor.
Eski Stratejide, bu ülkelerde ve Avrupa'daki destek, esas olarak, Türkiye'deki mücadelenin bir
arka planı ve lojistik desteği olarak görülüyordu. Bu eğilim ve anlayış hala varlığını
sürdürüyor. Ama dikkatli düşünülünce bunun aşılması gerektiği de açıktır. Türkiye'de yapılan
hedef büyütme ve güç genişletmenin benzeri, bütün alanlarda yapılmalıdır. Ve nasıl
Türkiye'deki demokratikleşmenin sonucu olarak orta doğuda bir demokratikleşme
düşünülüyorsa, orta doğudaki bir demokratikleşmenin bir sonucu olarak da Türkiye'deki bir
demokratikleşme olasılığı üzerine düşünülmelidir.
Diğer bir ifadeyle, Kürt Ulusal Hareketi, Demokratik Cumhuriyet hedefini, Đran, Irak ve
Suriye gibi ülkeler için de ortaya koyup, bu ülkelerdeki demokratikleşme mücadelesinin
önüne geçmelidir. Bu ülkelerdeki etki, Türkiye'deki mücadelenin desteği ve aracı olarak değil,
eşit düzeyde bağımsız bir mücadele olarak ele alınmalıdır. Đlk bakışta bunun hareketin
güçlerini dağıtacağı sanılabilir. Ama aksine yeni güçleri harekete geçirir. Orta doğu gibi bir
alanda, dünyanın yedi düveline karşı bağımsız bir politika uygulayabilmek, hedefi daha da
büyütmek ve yeni güçleri harekete geçirmekle olabilir.

77
Aynı durum Avrupa için de geçerlidir. Avrupa'daki Kürtler uzun yıllar ve hala, "gurbetçiler"
olarak ve Kürdistan'daki mücadelenin bir lojistik destek alanı olarak, Türkiye'de devam eden
mücadelenin araçları olarak değerlendirildiler. Ama bu yaklaşım da sınırlarına ulaşmış
bulunmaktadır.
Öncelikle, Avrupa'daki Kürtler'i Avrupa'da geçici olarak yaşayan "gurbetçiler" olarak değil,
Avurpa'daki Kürt azınlık olarak görmeyi ve bu azınlığın Avrupa'daki hakları için mücadeleye
girmesi üzerine düşünmek gerekiyor.
Kürt Ulusal Hareketinin Avrupa'daki Kürtlere yaklaşımı henüz hala Türk devletinin
Avrupa'daki Türklere yaklaşımından farklı değildir. Türk devletinin onları döviz makinesi ve
dış politikasının araçları olarak görmesi gibi, Kürt hareketi de Lojistik destek alanı ve Avrupa
ve Türkiye'deki politikasının araçları olarak görmektedir. Elbette Türkler haksız, Kürtler haklı
bir politikanın araçları olmaktadırlar ama yaklaşımın paralelliği ortadadır. Kürt Hareketi
Avrupa'daki Kürtleri; Avrupa'daki Kürtlerin kendileri de kendilerini, "gurbetçiler", "Yurt
dışındaki Kürtler" değil; Avrupa'nın siyahları; Avrupa'daki Kürt azınlık olarak görmeyi
öğrenmelidirler. Bunun ne gibi muazzam olanaklar yarattığı ve yeni stratejinin de bunu nasıl
zorunlu kıldığı o zaman daha iyi anlaşılabilir.
Şimdiki Kimlik beyanları bu politika ve yaklaşımlar üzerine düşünme, tartışmak ve çıtayı
yükseltmek için iyi bir başlangıç olabilir. Avrupa'daki Kürtlerin de, Avrupa için bir
Demokratik Cumhuriyet benzeri hedefleri olması ve en örgütlü politik gruplardan biri olarak,
demokratik mücadelenin önüne geçmesi, yepyeni güçleri harekete geçirebilir.
Yani strateji değişikliği sadece Türkiye'de değil, bütün Orta Doğu ve Avrupa'da.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
29 Mayıs 2001 Salı

78
Demokrasi Söyleminin Somut Anlamı

Küçük Burjuva Sosyalizminin ve/veya radikalizminin varacağı yer daima burjuva reformizmi
olur. Neden böyledir?
Sınıflar Modern üretim yöntemiyle, yani kapitalizmle, doğrudan ve zorunlu bir varoluş ilişkisi
içindeki, durum ve çıkarları birbirine zıt insan kümeleridir. Bu ne demektir? Đşçi ve işveren
olmadan; işçinin işgücünü satın alan ve onunla bir üretim yapan bir sermayedar olmadan
kapitalizm mümkün olmaz. Küçük esnaf, köylü, bürokrat vs. olmasa da kapitalizm var olur.
Hatta daha mükemmel bir kapitalizm olur. Bunlar kapitalist üretimin doğrudan ve zorunlu
koşulu değildirler.
Ama kapitalizm bir vahiy gibi gökten inmemiştir. O kapitalist olmayan bir dünyada ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla sermayenin gerçek tarihsel hareketi, Marks’ın Kapital’de, saf haliyle
analiz ettiği harekete hiç uymaz. Sermaye, saf kapitalist bir dünyada yeniden üretmez kendini,
kapitalist olmayan bir çevreye yayılarak üretir. Sermaye cinsler ve ırklar karşısında nötrdür.
Ama “ırk” ve cins ayrımlarının olduğu bir dünyada azami kar başka güçlerin etkisine girer.
Sermaye açısından bir malın niteliği, yani kullanım değerinin şu veya bu olmasının önemi ve
anlamı yoktur, ama somut doğada vardır. Dolayısıyla sermayenin gerçek tarihsel hareketi,
Kapital’de ele alınan sermayenin saf hareketine hiç benzemez. Çarpılmalara uğrar, başka
üretim biçimleriyle ve sınıflarla simbiyoz (ortaklaşa) bir yaşama geçer.
Aslında, Marksizmin ve sosyalist mücadelelerin gelişim tarihi, sermayenin bu gerçek tarihsel
hareketinin anlaşılması ve bizzat bu gerçek tarihsel hareketin ortaya çıkardığı öznelerin
mücadeleye katılışının tarihidir. Marks, Büyük Toprak Sahipliği ve Rant teorisiyle bunun ilk
adımını atar. Ama bu aynı zamanda, köylülük ve ulusal kurutuluş hareketleri gibi iki başka
özne demektir. Dolayısıyla bunlarla ilişkiler gündeme girer. Kadın, Siyahlar, Ekoloji, Barış
gibi hareketlere baktığımızda, bunların sermayenin gerçek tarihsel hareketinin sonucu olarak
var oldukları açıktır. Bunlar sermayenin saf mantığı bakımından, varlığı zorunlu hareketler
değildirler. Đnsanlar solucanlar gibi cinsiyetsiz ve hepsi tornadan çıkmış gibi aynı olsa, dünya
sınırlı olmasa ve artık maddelerin fiziksel özellikleri yaşam koşullarını ortadan kaldırmasa, bu
hareketlerin hiç biri olmaz ama kapitalizm yine ve çok daha mükemmel olarak var olur. Bu
nedenle modern toplumda iki sınıf vardır ve insanlığın geleceğini bu iki sınıf arasındaki
mücadele belirleyecektir: Đşçi Sınıfı ve Burjuvazi.
Ama sermayenin gerçek tarihsel hareketi, sadece kapitalizmi değil, bu iki temel sınıfın konum
ve çıkarlarında, strateji ve politikalarında da değişikliklere yol açar. Örneğin Büyük toprak
sahiplerinin varlığı, işçilere köylülük gibi bir müttefik kazandırırken, burjuvaziye de rant
haracı ödediği bir rantiyeler tabakasının desteğini sağlar.
Ancak, sınıflar, sadece iktisadi ilişkiler içindeki yatay bir bölünmeye denk düşmezler, ama
aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir bölünmeye de denk düşerler. Küçük burjuvazi, geçmiş
üretimin yadigarı olarak veya kapitalist üretimle dolaylı ilişkili olarak, burjuva uygarlığından

79
daha geri bir dünyaya aittir. Dolayısıyla burjuva uygarlığını ve ufkunu aşma yeteneği
gösteremez, kültürel temelleri buna yetmez.
Yanı tarihsel ve kültürel bölünmüşlük olarak baktığımızda, küçük burjuvazi işçi sınıfına
burjuvaziden daha uzaktır. Bu nedenle küçük burjuva devrimciliğinden işçi sınıfı
sosyalizmine ulaşan pek çıkmaz. Çünkü, kültürel ve metodolojik olarak burjuva dünyasının
ufku onlara yakındır ve onu aşamazlar. Đyi sosyalist, burjuva dünyasını ve ufkunu aşabilen
burjuva aydınlardan çıkar.
Bütün işçi ve sosyal hareketler tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Radikal sosyalistler
ve devrimciler, radikalizmlerinin ayrılmaz bir unsuru olan sekterlik ve dogmatizmlerinden
uzaklaşmaya başladıklarında, istisnasız olarak, reformizme ve burjuvazinin siperlerine
geçerler. Böylece bilinen ve birbirini haklı kılan bir bölünme ortaya çıkar: devrimci olanlar
genellikle dogmatik ve sekter, daha esnek olanlar, daha açık olanlar reformist ve burjuva
eğilimdedir.
Küçük burjuvazi ve burjuvazi, radikal devrimcilik ve reformizm, sertler ve yumuşaklar
arasındaki ve son duruşmada hep burjuvazinin kazanacağı mücadele de bir sınıf
mücadelesidir, ama bu mücadele, modern bir sınıfla, o modern toplumun kültür, kavram
sistemi ve metodolojisine sahip olmayan bir sınıf arasındaki mücadeledir.
Küçük burjuvazi, burjuvaziyle demokratik koşullarda ideolojik ya da politik mücadeleye
girdiğinde kaybetmeye ve burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik
bir işleyiş içinde, burjuva reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her
zaman yener ve çoğunluğu kendi politikasına kazanabilir.
Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu aynı
zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi
olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz.
Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye
geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin
iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her
türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva
radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı
kabul etmez. Demokratik ve radikal hareketlerin demokrasi ve fikir özgürlükleriyle başının
hoş olmamasının nedeni budur.
Burjuva reformizmi ise, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu sağlayan
biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının gerici
niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz
demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak
belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar
alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur.
Ama zaten bu noktada savaş kaybedilmiş ve burjuvazinin ufkuna hapsolunmuş demektir
küçük burjuva radikalizmi bakımından. Çünkü artık politikaların içeriği değildir tartışılan,
tarih ve toplum üstü bir anlam verilen “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramların, yani

80
burjuva ideolojisinin egemenliği vardır artık. Radikal hareketlerin demokratikleşmesini, bu
sınıfsal bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak,
burjuvazinin çıkarlarının örtüsüdür.
Radikal ve devrimcilerin buradan tek çıkış yolu vardır. Modern işçi tabakalara dayanmak.
Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü
bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Dikkat edilsin, radikal hareketlerden demokrasi
bayrağıyla kopanların hiç birinin, bu radikal hareketlerin nasıl olup da modern işçi tabakalara
dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorununu tartıştığı görülmez.
Radikal hareketler açısından sorun, dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve
bunun mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.
Ama Kürt hareketinde muhalefete geçenlerde de, dünün burnundan kıl aldırmayan Dev-
Yol’cu liderlerinde de böyle bir yaklaşımın izi bile görülmez. Yazının başında da dendiği
gibi, küçük burjuva radikalizminin varacağı yer burjuva reformizmidir.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
11 Ocak 2002 Cuma

81
Büyük Dönüşüm

PKK’nın aldığı Türkiye ve Avrupa’da PKK olarak faaliyeti durdurma ve aynı zamanda
hemen her orta doğu ülkesinde o ülkede bir demokratik cumhuriyet kurma hedefine bağlı
olarak bir çok örgüte dönüşme yönünde aldığı/alacağı kararlar, hem programatik ve stratejik
dönüşümlere uygun düşmektedir, hem de taktik olarak tam da zamanında alınmış
bulunmaktadır.
Taktik olarak da gecikmeden alınmış bir karardır. Yakında Irak ve peşinden bütün Orta
Doğu’daki dengeler alt üst olacaktır. Böyle alt üstlük günlerinde sanılanın aksine en çok
ihtiyaç duyulan şey güç değil, ne yapacağına dair bir perspektiftir ve o perspektiflere uygun
örgütlenme biçimleridir. Kürt Ulusal Hareketi şimdi böyle bir dönüşümü başararak,
zamanında çok iyi bir satranç hamlesi yapmış ve iyi bir yer tutmuş bulunuyor.
Futbolda, toplu oyunun yanı sıra bir de topsuz oyun vardır. Modern iyi futbolcu, sadece toplu
oyunu değil, aynı zamanda topsuz oyunu da bilen oyuncudur. Toplu futbol top ayağınıza
geldiğinde onu rakibe kaptırmadan en uygun olana aktarmaktır. Topsuz oyun ise, oyunun
akışını okuyup, topun gelebileceği ve geldiği takdirde oyunun kaderini etkileyebilecek bir
yerde bulunmaktır. Đyi golcüler, bunun kokusunu alanlardır genellikle.
Bundan bir kaç yıl önce, Öcalan kaçırıldığında, herkes Kürt hareketinin bittiğini, bir dönemin
sona erdiğini söylüyordu. Biz o zamanlar, Kürt hareketinin bir ulusal hareketten bir sosyal
harekete dönüşme kararı aldığını, muazzam bir stratejik dönüşüm başardığını ve bunu
olağanüstü kötü şartlarda başardığını; gerçek yükselişin şimdi başlayacağını yazıyorduk.
Hatta “bir kaç yıl sonra Öcalan Türkiye’ye başbakan bile olabilir” dediğimizde bizimle herkes
alay etmişti.
Şimdi bu günden geriye bakıldığında ne görüyoruz?
Bir örgütün, alışılmış program ve stratejisini değiştirmesi kadar zor bir iş yoktur. Bu gibi
girişimler daima büyük bölünmelerle sonuçlanırlar. Yılgınlık ve bölünmeler sonucunda
genellikle tüm örgüt dağılır gider.
Kürt hareketi hemen hemen hiç fire vermeden bunu başardı. Hatta bu bir bakıma hareketin dar
görüşlü, klasik milliyetçi yanı güçlü unsurlardan temizlenmesini bile sağladı denebilir. Çünkü
bu yeni strateji klasik milliyetçilerle modern milliyetçilik anlayışı arasındaki bir bölünmeyi
gerektiriyordu.
Ama bu dönüşümde önemli olan, bunun olağanüstü kötü koşullarda başarılmış olmasıdır.
Düşünün ki, Türk devletinin elinde esir bir başkanınız var ve herkes bu değişiklikleri onun
canını kurtarma kaygısıyla yaptığını söylüyor. Bu koşullarda, bütün bu baskılara rağmen
sadece dönüşüm başarılmadı, aynı zamanda büyük bir fire verilmeden ve büyük ölçüde
arınılarak başarıldı.
Kürt Hareketi’nin ağırlığı yeni stratejiye uygun olarak Türkiye’deki şehirlere kaymış oluyor,
mücadele ve taktik biçimleri buna uygun değiştirmek gerekiyordu. Kısa bir bocalama
82
devresinden sonra, Kürt hareketi, özellikle HADEP aracılığıyla yüz bin katılımlı Kongreleri,
milyonluk Newroz’ları ile yeni dönemin mücadele biçimlerine nasıl bir uyum sağladığının
sinyallerini vermeye başlamıştı. PKK’nın çözüleceğini bekleyenler, bu sefer onun politikayı
kullanmaya başladığından, tehlikenin buradan geldiğinden söz etmeye başlamışlardı. Bu bir
yenilginin itirafından başka ne anlama gelirdi.
Şimdi Kürt hareketi, özellikle son Kürtçe Öğrenim kampanyasının gösterdiği gibi, yeni
mücadele ve örgüt biçimlerini en doğru ve başarılı biçimlerde kullanmayı öğrendiğini
gösteriyor. Tekrar gündemin ön sıralarına geçiyor.
Bu gün Kürt hareketine egemen olan hava, yorgunluk, ne yapacağını bileme, dağınıklık değil;
bir kendine güven, canlılık, yeni vizyonlar ve daha da geniş bir kitleselleşmedir.
Bu arada Kürt Ulusal Hareketi, sadece Türkiye ile ilgili bir Demokratik Cumhuriyet
programının sınırlılıklarını da görüyordu. Kürtler dört beş ülkede daha olduğuna göre, bu
ülkelerde de demokratik Cumhuriyetler için mücadele edilmeliydi. Olayların mantığı bunu
zorluyordu.
Ama bu da yetmezdi, çünkü bu ülkelerdeki halklar binlerce yıldan beri beraber yaşamışlar bir
çok ortak özelliklere sahiptiler. Ayrıca modern üretim bile bir birleşmeyi zorlamıyor muydu?
Đşte Avrupa, bu günkü dünyaya ayak uydurabilmek için birleşmek zorundaydı. Buradan bir
demokratik Orta Doğu federasyonu projesine geçmek tek mantıki sonuç oluyordu.
Öcalan’ın AĐHM’ne verdiği savunma bu projenin tarihsel ve ideolojik arka planını
oluşturmaya yönelikti. Ama bu adımı attıysanız, buna ilişkin ve uygun örgüt biçimlerini de
yaratmanız gerekir. Böyle bir demokratik Orta Doğu federasyonuna ulaşmak için, her
ülkedeki demokratik mücadeleyi o ülke koşullarında yürütecek farklı mücadele biçimleri ve
taktikler izleyecek aynı amaca farklı noktalardan ve koşullardan yürüyerek gelen örgütler
olması gerekir.
Kanımızca yapılan örgütsel değişiklikler yeni programa uygundur. PKK adeta bir orta doğu
enternasyonali kurmaktadır.
Đşçi hareketinin programı dünya çapında olduğu için, partisi de dünya çapında olurdu. Her
ülke bunun bir seksiyonunu oluştururdu. Kürt hareketinin hedefi bölge çapında olduğundan,
partisinin bölge çapında olmasının ve her ülkenin bunun bir seksiyonunu oluşturmasından
daha doğru ne olabilir? Yapılan örgütsel düzenlemeler programatik değişikliklerin ruhuna
uygundur.
Burada hayret verici olan Kürt hareketinin nasıl olup da bunu başarabildiğidir. Bu muazzam
bir değişikliktir. Şimdi bölge karışmanın arifesindeyken, Kürt Ulusal hareketi, programını,
stratejisini, taktiklerini ve örgütlenme biçimlerini değiştirmiş ve hazırlıklarını tamamlamış
olarak çok iyi bir yer tutmuş bulunuyor. Topsuz oyunu iyi oynadığını gösterdi.
Ama bu aynı zamanda, eğer Kürt hareketi tecridi bir yarabilirse, sadece Türkiye’yi değil, Orta
Doğu’daki ve dünyadaki dengeleri alt üst edecek demektir. Bizzat bu program ve strateji de
elbet bu tecridin yıkılması için gerekli koşulu oluşturmaktadır.

83
Đlerde, bölge çapında ulusları birleştirme girişimi, emperyalistlerin baskısıyla karşılaşınca, bu
sefer de, nasıl şimdi, Kürtleri kurtarmak için bölgeyi kurtarma projesi geliştirmek zorunda
kaldı ve bir ölüm parendesi attıysa, acaba zaman da, bu sefer bölgeyi kurtarmak için insanlığı
kurtarma projesi geliştirebilir mi? Diğer bir deyişle, ulusun tanımından dil ve etniyi dışlama
projesinden; ulusal olanla politik olanın bağını koparma projesine geçebilir mi?
Tarih bu sorunun cevabını açık tutuyor. Buna şimdiden kategorik olarak, hayır yanıtı
verilemez. Kürt hareketi şimdiye kadarki değişimleriyle, en iyimser tahminleri bile aşma
yeteneğinde olduğunu gösterdi. Ama bu soru ilerde er veya geç Kürt ulusal hareketinin
karşısına çıkacaktır. Çünkü Demokratik Cumhuriyetlerin Orta Doğudaki bir birliği,
emperyalist ülkelerin topunu da karşısında bulacaktır. Unutmayalım, Orta doğu, Kafkaslar ve
Orta Asya dünya kapitalizminin Aort damarıdır.
15 Şubat 2002 Cuma
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

84
Aksayan Ayak ve Kadınlar

Kadınlar bütün devrimlerin ana mayası ola gelmişlerdir. Kürdistan’daki her hangi bir
mitingin, bir toplantının en sıradan resmine bakın. Orada kadınları görürsünüz. O resimler
tıpkı Büyük Fransız Devrimini canlandıran resimlere benzerler. Kürdistan’da bir devrim
yaşanıyor. Ama bu devrim, Türkiye ile zamandaş bir devrimci durumla çakışmadığı, yani
senkronize olmadığı için algılanamıyor ve bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmıyor.
Kürt hareketini bunca badireye rağmen ayakta tutan, oğullarını ve kızlarını gerillaya yollayan;
kocalarını itekleyen kadınların eseri olduğu çok az bilinir. Kadınların hareketin kaderi
üzerindeki bu belirleyici sosyolojik etkilerine rağmen, kadınların hareketin politikası
üzerindeki etkileri çok sınırlı kalmaya devam etmektedir. Örneğin HADEP yönetiminde
yükseldikçe kadınların ağırlığı, toplumsal hareket içindeki ağırlıklarıyla ters oranda
azalmaktadır. Televizyonda politik sorunların tartışıldığı programlarda bir kadın görmek bir
istisnadır.
Elbet Kürt Ulusal hareketi Kadına ataerkil köleliğin zindanından bir çıkış olanağı sunmuş ve
kadınların konumunda hayal bile edilemeyecek gerçek değişikliklere yol açmıştır ve
kadınların bu hareketin bel kemiğini oluşturmalarının temel nedeni de budur. Ama yapılanlar
hala yapılabileceklerin küçük bir bölümüdür.
Kadınların politikada da hareket içindeki ağırlıklarına uygun oranda yansıması Kürt ulusal
hareketinin karşılaştığı bir çok sorunun bir darbede çözümünü sağlayabilir.
Örneğin Kürt hareketinin en büyük zorluğu, Batı’da kendisine partner olabilecek radikal bir
demokratik hareketin bulunmamasıdır. Kürt hareketi bu eksikliği kapamak için elinden geleni
yapmıştır. Ama sorun genellikle örgütsel tedbir ve girişimlerde veya lojistik destek
bağlamında ele alınmıştır. Sosyolojik ve tarihsel sorunları çözümü de sosyolojik ve tarihsel
anlamı olan, yani programatik ve stratejik tedbirler ve dönüşümlerle olur.
Demokratik Cumhuriyet programı bu yönde çok önemli bir adımdır. Ama bu programa bağlı
olarak Türkiye’de ve Batı’da örgütlenme, “Türkiye Partisi” olma girişimleri şimdiye kadar
başarılamamıştır. Bunun nedeni Programın ve stratejinin yanlışlığı değil, doğruluğuna
rağmen, Türkiye’nin batısındaki ideolojik, kültürel ve ruh haline ilişkin farklılıklardır. Ruh
hali farklıdır, çünkü Kürtler yükselen bir hareketi yaşar ve arınırken, Türkler, gerileyen,
yenilmiş bir hareketin çürüyen ruh dünyası içindedirler. Çok umut bağlanan Türk
sosyalistlerinin tavrına da damgasını vuran bu genel eğilimdir. Bu sosyalistler özünde
milliyetçi demokratlardır. Kendilerini sosyalist sandıkları için demokrat olamamaktadırlar;
milliyetçi bir sosyalizm anlayışıyla damgalı olduklarından sosyalist de olamazlar. Böylece
Türkiye, sosyalist ve demokratları olmayan liberaller ve devlet partisi arasındaki bir
çatışmanın çıkmazına hapis olmaktadır. Bu hapislik ise tekrar çürümeyi pekiştirmektedir. Bu
çıkmazdan nasıl çıkılabileceği, Kürt hareketinin başarısının da, Türkiye’deki Demokrasinin
de hayati sorusudur?

85
Kürt ulusal hareketindeki kadınlar bu fasit daireyi kırabilecek biricik güçtür. Bu güç sadece
bu sorunu çözmez, yanı sıra bir çok sorunu da çözer. Bunun için yapılması gereken,
kadınların, hareketteki gerçek yerinin, politika ve örgüt alanlarına da yansımasıdır.
Bunun için yapılacak iş, kadınların HADEP veya o kapatılırsa onun yerine kurulacak partinin,
bütün yönetim organlarında en azından çoğunluk olması; ve etkinin yeterince sarsıcı
olabilmesi için, merkez organının, yani başkanlık ve merkez yönetiminin tümüyle kadınlardan
oluşmasıdır. Kürt Ulusal Uyanışı böyle bir devrimci atılıma cesaret edebilir ve başarırsa,
sadece çok geniş yedek güçleri harekete geçirmekle kalmaz, bir çok sorunu da bir yan ürün
olarak bir çırpıda çözer.
Kadınların yönetiminde kesin ağırlığı olan bir HADEP, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan,
şimdiye kadar Kürt hareketi hakkındaki bilgisi özel savaşın dezinformasyonundan ibaret geniş
kitleleri sarsar. Sadece Türk kadınlarını değil, özellikle Kürt hareketin ilgisiz duran ve politik
Đslam’dan korkusundan genel kurmayın arkasında sipere yatan şehir orta sınıflarını derinden
etkiler, onların sinirlerinde titreşimlere yol açar. Böyle bir titreşimin yol açacağı dalgalar,
Türk sosyalistlerinin de Kürt hareketi karşısındaki konumlarını gözden geçirmelerine bile yol
açma potansiyeli taşır. Böylece felçli olan öbür ayakta, tekrar sinirler duyarlı hale gelebilir.
Kürt ulusal hareketi, Kürt ulusunun bütün sınıflarını kapsamaktadır. Ulusal hareketin fakir
tabakalarının öncüsünün ağırlığı legal alanda azalma eğilimi gösterir, Kürt burjuvazisi bin bir
yoldan kendi sınıfsal eğilimlerini yansıtma, gerçek politikayı orasından burasından tırtıklama
ve törpüleme olanağı bulur. Bunu engellemek için ise bu sefer alınan idari tedbirler,
inisiyatiflerin engellenmesine, enerji ve coşkunluk kayıplarına yok açar. Ama kadınların
bütün organlarda çoğunluğu alması durumunda, kadınlar arasında bu burjuva eğilimler hemen
hiç mertebesinde olacağından, bir yaratıcılık ve inisiyatif patlaması gerçekleşebilir.
Dünya’da Kürt hareketi hemen hemen hiç bilinmemektedir. Kürt hareketinin yapacağı böyle
bir dönüşüm, dünyadaki çok geniş ilerici çevrelerin Kürt hareketine bakışını etkileyecek ve
onların konumlarını gözden geçirmelerine yol açacaktır.
Ve nihayet, sonuncu ama önem bakımından değil, ilerde devrimci kabarış yatağına
çekildiğinde, şimdiye kadar bütün toplumsal mücadele deneylerinin gösterdiği gibi, kadına
tekrar evine ve çocuklarına dönmesi dayatıldığında, daha iyi bir ortalama için de bu
gereklidir.
Kadınlar bunu erkeklerden beklememeli, böyle bir proje için mücadeleye girmeliler.
Unutmamalı kadınlara 8 Martlarda övgüler yağdırmak ama fiili ilişkilerin değişmesi için hiç
bir şey yapmamak da, erkek egemenliğini sürdürmenin bir stratejisidir. Kadınlar, erkeklere
hiç güvenmemeli, sapanlarından taşı hiç eksik etmemeli.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
06 Mart 2002 Çarşamba

86
Arafat ve Öcalan

Arafat, 1950’lerin ve altmışların başlarının, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş ve bağımsızlık


hareketleri döneminin çocuğudur. Filistin hareketinin bütün önderleri gibi, Arap Milliyetçiliği
hareketinden gelir. Bunlardan Havatmah ve Habaş gibileri daha sonra 68’lerin etkisiyle sola
doğru bir kayma gösterdilerse de, kökenlerindeki milliyetçi doku her zaman belirli bir ağırlığa
ve dolayısıyla da ufuk darlığına neden olmuştur.
Öcalan ise, 68’in çocuğudur. Onun politikleşmesinin temelinde Vietnam’daki Tet saldırısıyla
başlayan, dünya ölçüsündeki radikalleşme vardır. Filistin hareketinin önderlerinin önünde,
örneğin Đsrail Devletine karşı mücadele eden, ve bu mücadeleleri sonunda, “yaşasın Arap ve
Yahudi halklarının kardeşliği” son sözleriyle idama giden, Yahudi Deniz Gezmişler olmadı
hiç bir zaman, Ama Öcalan’ın ve PKK’nın ideolojik şekillenmesinde Mahirler, Denizler tayin
edici bir öneme sahip oldular.
Böylece daha baştan kökten bir farklılık oluştu Filistin ve Kürt hareketi arasında. Kürt
hareketi, daha baştan kendisini ezen ulusların ezilenlerini de kazanma, onları düşman
görmeme anlayışıyla şekillenirken, Filistin hareketinin, en ilerici biçimlerinde bile Yahudi
ezilenlerini kazanma ve düşman görmeme pratik hiç bir anlamı olmayan pazar vaazlarından
başka bir anlam taşımıyordu. Filistin hareketinde hiç bir zaman, Yahudileri de kurtarmak gibi
bir problem olmadı, Kürt hareketinde ise ezenini de kurtarmak her zaman temel bir yönelişti.
Filistin hareketinde hiç bir zaman, Đsrailde bir devrim için Filistinlilerin safında çarpışan
Yahudiler olmadı, ama PKK içinde yüzlerce, Türkiye’deki bir devrim için Kürtlerin safında
çarpışanlar, hatta yöneticiler oldu. Filistin hareketinde Kemal Pir’lerin, Duran Kalkan’ların
paraleli hiç bir zaman olmamıştır ve hayal bile edilemez.
Ama daha da önemlisi ise, onların farklı sınıfsal eğilim ve çıkarların ifadesi olmalarıdır.
Arafat, her bakımdan burjuva bir önderdir. Arap ve Filistin burjuvazisinin eğilimlerini
yansıtır. Batı başkentlerinde onun Filistin’li radikallere karşı daha baştan açıkça veya el
altından desteklenmesi; Arap ülkelerinin mali yardımları, son duruşmada onun Filistin
burjuvazisinin eğilimlerini ve çıkarlarının ifadesi olmasıyla ilgilidir.
Buna karşılık Öcalan ve PKK, kelimenin tam anlamıyla Kürt yoksullarının, pleblerin
eğilimlerini yansıtmışlar ve bunun ifadesi olmuşlardır. Kürt hareketinin çok daha güçlü ve
etkili olmasına rağmen, Arafat’ın aksine, Öcalan’ın sürekli dokunulmaz parya muamelesi
görmesinin temel nedeni budur.
Temeldeki bu ideolojik ve sınıfsal farklılıklar, her ikisi de haklı ve ezilen ulusa ait iki
hareketin farklı programlar ve stratejiler ve mücadele biçimlerine yönelmesi sonucunu verdi.
Birincisi, Milliyetçilik anlayışı bakımından, Kürt hareketi gerek kökenindeki ideolojinin
olanakları gerek sınıfsal temelinin uygunluğu nedeniyle, dil, etni ve kültüre dayanan bir
milliyetçilikten, hukuki tanıma dayanan bir milliyetçiliğe kolayca geçebildi. Filistin hareketi
ise, aksine Araplıkla sınırlı bir milliyetçiliğin sınırlarını aşamadığı gibi, başlangıçtaki,
87
Hıristiyan Arapların ağırlığında da yansıyan laik karakterini bile yitirdi. Böylece Arap ve
Filistin milliyetçiliği dine dayanan Đsrail milliyetçiliğinin aynadaki aksine dönüştü.
Kürt hareketi de, Filistin hareketi de olağanüstü büyük güçlerle karşı karşıyadır. Tek başlarına
bu güçleri yenmeye güçleri yetmez. Bu çıkmazdan kurtulmak için ideolojik ve sınıfsal
temellerine uygun olarak farklı yönelişler geliştirdiler.
Filistin hareketi, programatik düzeyde değişiklikler yapıp stratejik bir yenilenmeye gitmedi.
Örneğin, Arap ve Yahudilerin birlikte yaşadığı, laik ve demokratik bir Filistin, hatta Orta
Doğu federasyonu gibi bir strateji ile çok daha geniş bir cephe kurmayı hiç denemedi. Ne
ideolojik ne de sınıfsal temelleri böyle bir yönelişe olanak sağlamadı.
Bu gün, diyelim ki Filistinlilerin, madem ben yaşamıyorum, sen de yaşama diyen eylemleri
Đsrail’e geri adım attırsa ve küçücük Filistin devleti kurulsa bile, bu devlet, Đsrail için ucuz iş
gücü sağlayan bir Bantustan’dan farklı olmayacaktır. Ortaya bir Apartheit rejimi çıkacaktır.
Ne Araplar ne de Yahudiler için bir refah ve demokrasi getirmeyecek, her iki tarafta da
gericiliği güçlendirecek, gelir farklarını derinleştirecektir. Filistinlilerin, Arapların hiç bir
Yahudi’nin ruhunda titreşimler yaratabilecek bir programı yoktur.
Ama Kürt hareketinin programı, eğer bilinse, Türkiye’deki insanların yüzde yetmişinin de;
Iraklıların da, Suriyelilerin de, Farsların da ruhunda titreşimler yaratacak bir programdır.
Politikada, gücünüz yetmiyorsa, güç kazanmanın iki yolu vardır.
Birinci yol, hedefleri daha dar ve mütevazı kılarak daha geniş bir müttefikler manzumesine
ulaşmaktır. Radikal hareketlerin sonunda fiilen geldikleri ılımlı reformizm genellikle budur.
Đkinci yol, hedeflerinizi daha da genişleterek ve büyüterek yeni güçlere yönelmenizdir. Kürt
hareketinin yaptığı da budur.
Bunu şöyle somutlayalım. Bağımsız bir Kürt devleti hedefiniz var diyelim. Buna
ulaşamayacağınızı görüyorsunuz. Güç ilişkileri buna el vermiyor. Bu durumda, örneğin kısmi
bir otonomi ve bazı kültürel haklar noktasına çekilebilirsiniz. Bu noktaya çekilmenin size bazı
güçlerin desteğini veya tarafsızlığını sağlayabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak bu stratejinin
bir sakat yanı vardır. Karşı taraf için bu bir başarı olarak görüleceğinden, bu geri adımınız
daha büyük zaaf olarak görülecek böylece o kısmi haklara da ulaşmanız olanaksızlaşacaktır.
Bunu dengelemek, karşı tarafı kendinize razı edebilmek için, el altından radikallerin, terörist
eylemlerin önünü açarak, karşı tarafı kendinize razı etmeyi denemeniz gerekir. Bu nedenle,
dünyanın her yerinde, ulusal hareketlere burjuva önderlikler ve radikal hareketlerin terörist
yöntemleri bir arada bulunur. Bask veya Filistin’deki bombalamaların veya intihar
eylemlerinin ardında burjuvazinin karşı tarafı sıkıştırmasına ilişkin taktikler vardır. Kısmi
reformlara çekilme ve terör aynı madalyonun iki yüzüdür.
Bir de ikinci yol vardır. Kürt devleti hedefinize ulaşmaya izin vermiyor koşullar. Ama Ulusu
Dil veya kültüre göre değil, yurttaşlık hukukuna göre tanımlamış daha büyük bir bütün içinde,
ulusal baskı ve farklılıkları yok etmeyi hedefleyebilirsiniz. Bu stratejide, birincisinden farklı
olarak, hedeflerde gerileme değil, büyüme ve radikalleşme vardır. Büyüyen hedefler
aracılığıyla daha büyük güçler kazanılmaya çalışılır. Tabii böyle bir strateji, ezen ulusların

88
geniş ezilen kesimlerini, muhalif kesimlerini de kazanmaya yönelik olacağından, terör
yöntemlerine gerek duymaz. Başarısı halinde ise, bütün bir bölgeyi alt üst eder.
Arafat ile Öcalan’ın farkı, bu iki stratejinin farkıdır. Bu iki farklı stratejinin ardında ise, farklı
ideolojiler ve sınıfsal eğilimler vardır.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
23 Nisan 2002 Salı

89
HADEP, Seçimler ve Baraj

Tarih kulağını ters eliyle ve kafasının üstünden dolandırarak gösterir. Ya da şöyle diyelim,
Ekim Devrimi, “Đhtilali Kebir” gibi yıldızın parladığı anlar dışında, iyileri öne çıkararak değil,
daha kötüleri, dayanıksızları eleyerek işini görür.
Şimdi de olan bu. Kürt ulusal hareketi Türkiye’yi değiştiriyor. Ama bu, bu ulusal hareketin
göz alıcı bir zaferi biçiminde gerçekleşmiyor. Onun varlığını, anlamını kabul etmeyenlerin
onu yok etmek isteyenlerin, elenmesi biçiminde gerçekleşiyor.
Đşte baraj sistemi. Bütün partiler Genel kurmayın karşısında yerle yeksan olarak, sırf HADEP,
yani Kürt ulusal hareketi, Kürt uyanışı mecliste yansımasını bulmasın diye, barajı düşürmeye;
bu anti demokratik seçim ve partiler yasasında zerrece düzeltmeye yanaşmıyor. Ve
yanaşmadıkları için de belki hepsi barajın altında kalacaklar ve silinip gidecekler.
Silinmemeleri için bir tek yol var: HADEP ile seçim ittifakı. HADEP ittifaklara en açık,
bunun için en sorunsuz parti. Ama seçim barajını kaldırmaya yanaşmadıkları gibi HADEP ile
ittifaka da yanaşmıyorlar.
Böylece Kürt sorununu inkar ve bastırma anlayışı barajın korunmasına ve Kürtlerle ittifakın
reddedilmesine, bu da inkarcıların barajın altında kalarak elenmelerine; Kürt hareketine karşı
geliştirdikleri silahların kendilerini vurmasına yol açıyor. HADEP ile bir araya gelme cesareti
olmayanların yaşama ve bir alternatif olma şansı yok.
Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor, Kürt hayaleti. Ve bu hayalet, kendisini görmek
istemeyenleri çarpıyor. Şu çok konuşulan Derviş’in geleceğini de Kürt hayaleti belirleyecek.
Derviş, sadece uluslararası finans kapitalin ve Türk burjuvazisinin uzun vadeli ve genel
çıkarlarını savunan bir politikacı değil; kökeniyle Türkiye’deki Devlet sınıfları geleneğinin bir
uzantısı. Bu iki egemen gücün kesişme ve uzlaşma noktası. Bu anlamda, sistemin kendini
yenilemesi için Özal’dan beri ortaya çıkabilmiş en yetenekli ve ideal tip.
Ancak bu yetenekler gerçekten var mı yok mu, yine Kürt sorununda görülecek. Derviş’in
birleştirmeye çalıştığı “sol liberal” güçler aynı zamanda HADEP’in de ittifaka hazır olduğu
güçler. Ve HADEP sosyalist Enternasyonal tarafından sosyal demokrat olarak kabul edilen bir
parti. Derviş’in hem solu birleştirmekten, hem istikrarlı bir çoğunluktan söz etmesi ve hem de
HADEP ile en küçük bir ittifaka yanaşmaması, kendi projesini baştan başarısızlığa mahkum
etmesi, intihar etmesi demektir. Derviş’in ya da burjuvazinin projesini gerçekleştirmesinin,
tek yolu var: HADEP ile, yani Kürt Ulusal hareketiyle ittifak. Derviş, eğer Kürtlerle ittifakı
göze alabilirse, YTP gibi “sol” ve liberalleri (kısmen ANAP ve M. Ali Bayar) hatta AKP’den
korkan Kemalistleri arkasına alıp burjuvazinin gönlündeki çoğunluğu sağlayabilir ve Özal’ın
yeni bir versiyonu olabilir. Bu da uzun vadede Türkiye’deki egemen sınıfların konumunu
güçlendirir. Ama bütün bunların gerçekleşmesi için Derviş’in bunu yapabilecek politik
öngörü ve cesareti olması gerekir. Şu ana kadar Kürtler’e karşı bir söz etmedi ve kapıları
kapamadı; örneğin Cem gibi bir davranış içine girmedi. Bu onun sorunun önemini gördüğüne
90
gösterir ama bu, öneme uygun cesur bir davranış içine girebileceği anlamına gelmez henüz.
Hasılı, burjuvazinin gönlündeki önderin, yani Derviş’in de geleceği Kürt sorunundaki tavrına,
dolayısıyla HADEP ile bir ittifaka girme cesareti gösterip gösterememesine bağlı.
Yazının başında, tarihin, işini iyileri öne çıkararak değil, daha kötüleri eleyerek gördüğünden
söz etmiştik. Kürt hareketi ve HADEP’in böylesine kritik bir işlev üstlenmesi, onun
yetenekleri sayesinde değil, yeteneksizliklerine rağmen gerçekleşiyor.
HADEP elbette bu gün Türkiye’de her türlü demokratik talep ve özlemin destekleyicisi bir
partidir ve bu nedenle Sosyalistlerin ve demokratların bütün diğer partiler karşısında
desteklemeleri gereken bir partidir. O bu niteliklerini Kürt hareketinin, ezilen ulus hareketinin
demokratik karakterinden alır. Bu işin alfabesi.
Ancak politika, sadece sosyolojik eğilimlerin ifade bulmasından ibaret değildir, politika aynı
zamanda bir sanattır. Yani yaratıcılığın ve esteteğin olması gereken bir alandır. Bu anlamda
HADEP çok kötü politika yapmaktadır. Bunun nedeni de, HADEP’in Kürt hareketinin
demokratik özellikleri kadar, Kürt burjuvazisinin dar görüşlülüğünü ve kişiliksizliğini de
yansıtmasıdır.
Sanılanın aksine, Kürt ulusal hareketinde, ister HADEP ister PKK ister KADEK içinde olsun,
stiller, kültürel farklılıklar, vurgu farklılıkları; ayak sürümeleri, bilinçli ya da bilinçsiz fiili
sabotajlar, rekabetler biçiminde görülen çok sert bir sınıf mücadelesi sürer. Bu zıtlık en açık
bu ulusal hareketin iki farklı ifadesinin üstlerine doğru çıktıkça daha açık olarak ortaya çıkar.
PKK ya da KADEK’de üstlere doğru çıktıkça, burjuvazinin ve ulusal motiflerin ağırlığı azalır
plebiyen bir karakter öne çıkar. HADEP’te ise, üstlere doğru çıktıkça burjuvazinin ağırlığı
artar. KADEK’in üstündekiler, yıllardır dağlarda proleterleşmiş kaybedecek şeyleri olmayan
gerillalardır. HADEP’te ise üsttekiler avukatlar, doktorlar, aydınlar iş adamlarıdır.
Bu zıtlık en açık, Öcalan ve HADEP’in politikaları arasında görülebilir. Öcalan, politik
bakımdan son derece esnek, gerektiğinde çok cesur adımlar atabilen, ve bütün bunlara rağmen
ve bunlar sayesinde programatik hedeflerini koruyan, güçlendiren bir politikacıdır. Buna
karşılık, HADEP’te her şey zıddına döner. Politik ve taktik esneklik politik programsızlığa ya
da kişiliksizliğe; programatik sağlamlık adına yapılanlar da bir dar görüşlü milliyetçiliğe
dönüşür.
Örneğin, HADEP hala şu Türkiye partisi olma meselesini anlayamaz ve çözemez. Biz
Türkiye partisiyiz diyor. Halbuki bu denilmez, yapılır. Tıpkı iyi bir sanat eserinde gerçek
fikrin doğrudan ifade edilmemesi gibi. HADEP bir Kürt partisi olarak Türkiye politikası
yapmayı beceremiyor. Biraz da bu nedenle barajı aşamıyor ve diğer partiler onu son anda baş
vurulabilecek cepte keklik görmelerine çanak tutuyor ve bu da onun tıkıldığı gettonun
duvarları dışına çıkmasını engelliyor. Ama bütün bunların nedeni, Kürt burjuvazisinin sınıfsal
eğilimlerinin, dar görüşlülüklerinin, korkularının HADEP’e çok yoğunlaşmış olarak
yansımasıdır. KADEK ve HADEP arasında şöyle bir zıtlık var. PKK’da üstte yaratıcılık, alta
indikçe kabızlık artar. HADEP’te ise, altta yaratıcılık, üstlere çıktıkça kabızlık artar.
Bunun aşılmasının bir tek yolu var. Kürt hareketini sırtlayan kadınların, HADEP’in
yönetimine gelmesi.

91
Lenin, ölümüne yakın, bürokratlaşmayı görünce, en azından bir tutamak noktası sağlamak, bir
soluklanma ve zaman kazanma sağlar düşüncesiyle, merkez komitesine yüz kadar hiç
politikaya bulaşmamış işçi almaktan söz ediyordu. Đşte HADEP’in ihtiyacı olan da böyle bir
şey, zılgıt çeken, hareketin yükünü taşıyan kadınları öyle göstermelik oranlarla, sembolik
organlara değil, bütün yönetim organlarına getirmeli. Bu hem burjuvazinin yol açtığı
kabızlığa son verir, hem de barajın aşılmasının yolunu açar. O zaman Türkiye kadınlarına da
mesaj veren bir Kürt partisi olur. Kolombun yumurtası gibi, bu kadar basit.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir
13 Ağustos 2002 Salı

92
HADEP’e Açık Mektup

Bu gün Türkiye’de etki yapmak, genç ve modern kesimlerin ruhunda titreşimler yaratmak
ancak sorunları, sıkıntıları, açmazları ve korkuları açıkça ortaya koyan bir yöntemle mümkün
olabilir. Derviş’in genç kuşaklarda böyle bir etki yaratmasının nedeni, en azından böyle
davranıyor izlenimi verebilmesinde yatar.
HADEP ise diğer klasik partiler gibi davranıyor. O şarkın ezeli, “ağır ol da molla desinler”
anlayışının dışına çıkamıyor. Örnek mi? HADEP’in bütün sözcüleri, HADEP’in tek başına
seçim barajını aşacak güçte olduğundan söz ediyor. Eğer böyle ise izlenen politikalar ve
taktikler buna uygun değil, yok eğer izlenen politika ve taktiklerin doğru olduğu
düşünülüyorsa bu sözler gerçek durumu ve HADEP’lilerin gerçek kanaatlerini yansıtmıyor.
Bu durumda da HADEP’in üslup olarak diğer partilerden hiç bir farkı kalmıyor.
Şimdi bir de tersini düşünelim. HADEP yöneticilerinin açıkça, “Maalesef tek başımıza barajı
aşmamız çok zor. Bu durumdan kurtulmak için, bu anti demokratik seçim yasasının barajını
aşmak için yollar arıyoruz. Ama bütün partiler bizi dışlıyor ve bizimle bir arada olmaktan
korkuyor. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde millet vekillerinin, “Şeytan da oluruz,
Bolşevik de” demeleri gibi, biz de, önümüze konan bu anti demokratik engeli aşmak ve
koyanları yenilgiye uğratabilmek için şeytanla bile iş birliği yapmaya hazırız” tarzında
konuştuklarını var sayalım. Bu takdirde, hem içtenlikle sorunlar ve korkular ortaya koyulmuş
olur, hem de yapılanlar ile söylenenler uygun olur.
Ama en önemlisi, bu, Türkiye’nin boğucu bezirgan politika ortamına, onun çok yabancı
olduğu içtenliği getirir ve değişik bir soluk olur. Ancak o zaman HADEP batının şehirli
modern sınıflarının, şimdiki HADEP ve diğer partiler gibi davranan ana babalarının
içtenliksizliğinden tiksinen genç kuşaklarının ruhunda bir titreşim yaratabilir. Ancak o zaman
HADEP olmaya çalıştığı, “Türkiye Partisi” olma yolunda gerçek bir adım atabilir.
Niçin inanmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Siz de biliyorsunuz ki, HADEP için en büyük
sorun, barajın altında kalma korkusudur. Ne derseniz deyin, bütün taktiklerinize bu kaygı
damgasını vurmaktadır. Đnsanlar da aptal değil bunu herkes de görüyor ayrıca. Đşin kötüsü,
kendi aranızda sizde böyle konuşuyorsunuz. O zaman bu parçalanmış bir kişiliğin şizofrenik
ruh hali olmuyor mu? Siz de biliyorsunuz ki, HADEP bir türlü, Batı’da yaşayan modern
kuşaklara ve orada yaşayan Kürtlere yeterince ulaşamıyor. Siz de biliyorsunuz ki, yüzde on
barajını aşamaması ve Meclis’e girememesi Kürt hareketi için ciddi bir moral kaybına yol
açabilecektir. Bunları açıkça söyleseniz ne kaybedersiniz?
Siz ise gerçek kaygılarınızdan değil, Đktidara gelmekten söz ediyorsunuz. Ayıp. Kendi
sözlerinizi siz ciddiye almıyorsunuz veya ciddiye alacağınız sözler söylemiyorsanız, sizi
kimsenin ciddiye almasını bekleyebilir misiniz? Bu tür palavralarla taraftarlarınıza mücadele
morali mi verdiğinizi düşünüyorsunuz? Đnsanlar aptal mı? Bir zamanlar Aybar’ın “Başa
güreşeceğiz” palavraları gibi, iktidar palavralarına insanlar değer verir mi sanıyorsunuz?

93
Yapabileceğiniz ve söylemeniz gereken, iktidar palavraları atmak değil, mütevazı bir hedef,
örneğin “ezilenlerin ve demokratik güçlerin, muhalefetin sesini parlamentoya taşımayı
hedeflediğiniz, iktidar hayalleri görmediğiniz”dir. Böyle açık konuşursanız, başka bir örnek
sunmuş, en azından kendinize ve halka karşı dürüst davranmış olursunuz.
Her sözünüze “barış ve demokrasi güçlerinin birliği”, “ilkelerde birlik” gibi sözlerle
başlıyorsunuz. Ne demektir bunlar? “Barış ve Demokrasi” gibi, “Emekten Yana” gibi, her biri
muz gibi söyleyenin niyetine göre değişen kavramlarla politik ittifaklar kurulabilir ve politika
yapılabilir mi? En kanlı savaşların barış bayrağıyla yapıldığı kimse için bir sır değilken, bu
kırk yıllık yavanlık ve sıradanlıkları tekrarlayarak mı politika yapacaksınız? Türkiyeli
sosyalistlerin yıllardır tekrarladıkları en büyük saçmalıklardan biri olan “ilkelerde birlik”
sözünden başka onlardan alacak şey mi bulamadınız? “Đlkelerde birlik”le hiç bir birlik
kurulamaz, ancak sektler kurulabilir. Bırakalım ittifakları bir yana, modern partiler bile ilkeler
ile değil, somut yapılacak işler planı olan programlar temelinde kurulabilir.
Modern toplumda birlikler ve ittifaklar somut hedefler, yapılacak işler temelinde kurulabilir.
“Đlkelerde Birlik” her zaman somut hedefler üzerine bir ittifak kurmaktan kaçışın parolasıdır.
Aslında siz de, o “ilkelerde birlik” lafını ağzından düşürmeyen Türk sosyalistler de, yıllardır
nesir konuştuğunu bilmeyen Molliere’in kahramanı gibi, fiilen böyle davranırlar. Saadet
partisi ile seçim görüşmeleri, tam anlamıyla bundan başka nedir ki? Barajı aşma somut
hedefinde bir ittifak.
Böylece şu netameli konuya geliyoruz. Saadet ile seçimde barajı aşmak için ittifak. Đlke
düzeyinde buna elbette itiraz edilemez. Sorun bunun gerçekten, Kürtlerin ve ezilenlerin
mücadelesine, hizmet edip etmediği, mücadele azmini ve moralini güçlendirip
güçlendirmediğidir.
Eğer baştan, yukarıda ifade edildiği türden bir açık politika yapılsaydı, bu açık politika
çerçevesinde açıkça, bizi tecrit etmek ve oylarımızı zebil etmek isteyenlerin oyunlarını
bozmak için şeytanla bile işbirliğine hazırız denilseydi, gizli kapaklı değil, kamu oyu önünde,
açıktan, teklif yapılsaydı, bu takdirde böyle bir teklif mücadele moralini bozmak bir yana
kamçılar, hatta bizzat Saadetin çalkalanmasına kadar gidebilirdi.
Ama siz ne yapıyorsunuz? Bir yandan ilkeler sözlerini ağzınızdan düşünmüyorsunuz. Diğer
yandan gizlice Saadetle görüşüyorsunuz. Bu gizliliğin kendisinin bile, sizin için nasıl bir
tuzak olduğunu anlamak ve görmek istemiyorsunuz. Đşte bir gazete ifşa ediverdi. Sizin açıkça
yaptığınız takdirde size puan kazandıracak bir girişim, birden bire sanki gizli bir günahınız ve
gazetenin yaptığı da kamu oyunu aldatılmaktan kurtarmak oluverdi.
Elbette Saadetle bile seçim ittifakı yapılabilir. Đttifakların biricik ilkesi, ilkelerin değil somut
çıkarların ve hedeflerin geçerli olduğudur. O zaman da, her ittifakın götürdükleri ve
getirdiklerini hesaplamak gerekir. Ama bundan da önemlisi, ittifak girişiminin başarılı ya da
başarısız olması durumunda da, sizin güçlenmenizi sağlayacak bir politik çizgidir yukarıda
ifade edilen türden.
Saadetle görüşmeler neye yaradı? HADEP saflarında kafa karışıklığına yol açtı. HADEP’e
bin bir korkusunu yenerek yaklaşmaya başlayanların tekrar uzaklaşmalarına; HADEP’in

94
destekleyicileri arasında hiç de az olmayan sosyalist ve Alevi bir çok kişinin kırgınlığına ve
burukluğuna.
Bu biçim ve koşullarda, Saadetle bir seçim ittifakının, götüreceklerinin getireceklerinden az
olmayabileceği hesaplanmalıdır.
Saadetle ittifak, elbette Meclis’e adam sokmayı başardığı takdirde, Kürtler arasında belli bir
moral yükselişine yol açabilir. Bir çok insan içine sinmese de bu ittifaktan dolayı,
HADEP’ten yüz çevirmeyebilir. Ama bir çoğu da çevirecektir. Özellikle sol ve Alevi güçlerin
desteğinin azalması ve yitirilmesi de olacaktır. Oyları etkilemese bile coşkuyu kıracaktır.
Burada sorun kayıpların kazançları karşılayıp karşılamayacağıdır.
Ancak biraz daha yakından bakınca, bu gün izlenen politikayla ve stille, kayıplarının
kazançlarından fazla olduğu görülür. Hatta bu ittifakın, barajı aşma amacına bile hizmet
edeceği şüphelidir. Çünkü moral etkenleri bir yana bırakalım, sadece HADEP tarafından
kayıp oylar ve güçler olmayacaktır, Saadet tarafında daha büyük kayıp olur. Saadetin, önemli
bir seçmen kitlesi, HADEP ile ittifak durumunda, AKP veya MHP’yi desteklemeyi tercih
eder. Onların ikinci bir alternatifleri var, ama HADEP’i destekleyenlerin yok. Saadetin
tabanındaki direnç, HADEP’inkinden de büyük olacaktır. Bu şu demektir, yüzde dört saadet
oyu için yapılan ittifak, saadetten yüzde iki oy gelmesine, HADEP’in de yüzde bir civarında
oy kaybetmesine yol açabilir. Böylece, yüzde birlik bir artış da meclise girmeye izin
vermeyebilir. Bu takdirde, meclise girmeden beklenen moral kazancı da olmayacağından, çok
daha büyük zararlara yol açar. Attığın taş ürküttüğün kuşa deymez.
Tekrar ediyoruz, bu günkünden başka, içtenlikli bir stille, Saadet ile seçim ittifakı girişimi, bu
ittifakın kurulması veya kurulmaması halinde HADEP’in güçlenmesine de hizmet edebilir.
Ama bu yukarıda anlatılan stille mümkün olabilir. Zaaflarını, korkularını, kaygılarını
planlarını açıkça ortaya koyan bir politika stiliyle.
Ancak bütün bunlara gerek yok. HADEP son derece kolay olarak, tecrit çemberini kırıp bu
engeli aşabilir. Seçim barajını aşamasa bile, bu takdirde mücadele azmi ve moralinde bir
gerileme değil, yükselme sağlar.
HADEP kapatıldığı gettonun duvarlarını parçalamak zorundadır. Bütün vuruşunu bu noktaya
yapmalıdır. Bu yapılması gerekenler somut olarak şöyledir.
Sol ve sosyalistlerle ilkelerde birlik olanaksızdır. Zaten denildiği gibi, ilkelerde birlik, somut
hedeflerde ittifaktan kaçışı meşru gösterme aracından başka bir şey değildir. Onlarla
programatik olarak da bir çok bakımdan zordur ittifak yapmak. Tipik örnek olarak Avrupa
Birliği gösterilebilir. Öncelikler de farklıdır. Sosyalistlerinki örneğin IMF’dir, HADEP’inki
demokratikleşme. ĐMF ile ancak demokratikleşme aracılığıyla mücadele edileceği, ana
halkanın bu olduğu gibi sorunlar ise, ittifaklar değil, ideoloji alanına girerler, bu tür
tartışmaların bu bağlamda bir anlamı yoktur. Ya da sosyalistler Egemen ulusun
sosyalistleridir, onların Kürt halkının çektiklerini anlaması ve aynı hassasiyetle yaklaşması
düşünülemez.
HADEP her şeyden önce bütün bunları veri kabul etmelidir. yani bu öncelikleri,
hassasiyetleri, programı farklı oldukça da şoven; “ilkelerde birlik” diyerek örneğin somut bir

95
barajı aşma ittifakından kaçan Türk sosyalistlerini, nasıl köşeye sıkıştırıp, onları kendisiyle bir
seçim ittifakına zorlayacağını planlamalıdır. Sorun bunların oyu kadar, bu sosyalistler
aracılığıyla gettonun duvarlarının parçalanması kadar, sosyalistlerin kaçış yollarının
tıkanmasıdır.
Bu hedefe ulaşmak için HADEP’in yapması gereken, geç kaldığı ama hala yapabileceği
şudur: bütün bu sol ve sosyalist parti ve gruplardan ağırlığı olan veya kamu oyunun tanıdığı
kişileri, kendi listelerinden, Özellikle Türkiye’nin Batı’sındaki şehirlerden, onlardan hiç bir
angajman beklemeden Bağımsız aday olarak göstermek.
Somut yazalım, bir kaç sembolik isim verelim. ÖDP’den Ufuk Uras, Oğuzhan Müftüoğlu,
Saruhan Oluç, EMEP’ten Levent Tüzel, Aydın Çubukçu, diğer Parti ve eğilimlerden veya
bağımsızlardan Haluk Gerger, Doğan Tarkan, Ertuğrul Kürkçü, Eşber Yağmurdereli, Metin
Çulhaoğlu, Mihri Belli, veya bu parti ve grupların kendilerinin önerebileceği isimleri, Đnsan
Hakları alanından Eren Keskin, Akın Birdal, Hüsnü Öndül, Pınar Selek; hatta Saadet
Partisinden Bekaroğlu; SHP’den Fikri Sağlar gibi daha bir çoğu sıralanabilecek isimleri, hiç
bir karşılık beklemeden Batı’nın büyük şehirlerinden, veya bulundukları şehirlerden ön
sıralarda bağımsız adaylar olarak gösterip, bunların Meclis’te kendi seslerini duyurmaları için
kapı açacağını, bu kişilerin cevabını beklemeden, ve onlarla önceden özel görüşmeler
yapmadan, (çünkü o zaman bunların baştan yolları kapama olanakları olur, onlara kaçacak
delik bırakmamak gerekir, HADEP şimdiye kadar hep kaçacak delik bıraktı) açıkça kamu oyu
önünde ilan edip, onları teklifine cevap vermeye çağırmalıdır. Onlardan programatik, politik
ve ideolojik hiç bir talebi olmadığını, sadece listelerinden bağımsız aday olarak göstermek
istediğini, bu değerli insanların Meclis’e taşınmasına aracı olmak istediğini açıkça
belirtmelidir.
Bu listeye elbette Orhan Pamuk’tan, Yaşar Kemal’e, Ahmet Altan’dan, Etyen Mahçupyan’a
kadar bir çok isim eklenebilir.
Bu yapıldığı takdirde kimsenin kaçacak bir yeri kalmaz. Kaçtıkları takdirde kendileri
kaybederler, onlara yönelik sempati HADEP’e akar. Kaçmazlarsa güç verirler. Ancak bu
takdirde, ve bu derhal yapıldığı takdirde, Türkiye’nin şehirli, modern batılı nüfusunda bir
yankı yaratılabilir ve gettonun duvarlarında çatlaklar oluşturulabilir. Đşçi sınıfı maalesef şimdi
AKP’nin, yani Politik Đslam’ı bayrak yapmış burjuvazinin peşinde, ona kısa vadede
ulaşılamaz. Ama bu şehir orta sınıfları sarsılabilir.
Acil yapılması gereken budur. Đkinci olarak eski önerimizi tekrarlayacağız. Kadınların bütün
organlarda çoğunluğa getirilmesi önerisi. Bunu yapmıyorsanız, hiç olmazsa, adaylarınızın en
az yarısını kadınlardan seçin. Ama öyle kıytırık, göstermelik yerlerde değil, seçilme garantisi
ve olasılığı olan yerlerde. O zaman sadece Türkiye’deki kadınlar sarsılmayacak, HADEP’e de
bambaşka bir dinamizm gelecektir. Unutmayın, şu ana kadar iki gazeteci HADEP’e oy
verebileceğini söyledi. Bunların ikisinin de kadın olması bir rastlantı değildir.
Bunları yaptığınız takdirde, yüzde on barajını aşamasanız bile, bu Türkiye’deki ezilenlerin
moralini ve mücadele azmini güçlendirir. Önemli olan da budur.
27 Ağustos 2002 Salı

96
Coşku Duymayandan Kuşku Duy!

Tarihteki bütün önemli değişiklikler, milyonlarca insanın girişim, enerji ve iradi çabalarının
belli bir noktada yoğunlaşmasıyla gerçekleşir. Bir sistem ne kadar çürürse çürüsün; bir
gelişme ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, geniş kitlelerin fedakarlıkları, iradi çabaları,
coşkuları, enerjileri harekete geçmeden hiçbir değişiklik gerçekleşmez. Olaylara daha
yakından bakıldığında, insanların fedakarlıklarının, iradi çabalarının, coşkularının da
genellikle tam da çürüyen sistemlere karşı olgunlaşan bir gelişmenin ortaya çıktığı
zamanlarda yükseldiği görülür. Ve insanlardaki fedakarlığın, iradi çabaların, coşkuların
yükselişi de bir sistemin çürüdüğünün, yeni bir gelişmenin olgunlaştığının ifadesinden başka
bir şey değildir.
DEHAP çatısı altında oluşan Blok bunun en güzel ve tipik örneği. Yıllardır bir araya
gelememiş, birbirine yakın olsa bile, birbirinden uzak düşmüş eğilimler ilk kez bir araya
gelebildiler. Bu bir araya geliş, sistemi değiştirmek için bir iradi çabanın, bir fedakarlık ve
coşkunun harekete geçmesi olduğu kadar; bir sistemin artık iyice çürüdüğünün ve onun içinde
yeni olanın artık iyice olgunlaştığının da ifadesi ve bu nesnel toplumsal eğilimin politik
yansımasıdır.
Bu sorun elbette daha kategorik düzeyde, öznel olanla nesnel olanın ilişkisidir. Öznel iradi
çabaların bile son duruşmada nesnel eğilmelerin ifadesi ve yansıması olduğu önermesinden
hiç de hiçbir şey yapmamak gerektiği gibi bir sonuç çıkmaz. Bir zamanlar Engels’in de
dikkati çektiği gibi, tarihte en büyük iradi çabaları en kaderci ve determinist tarikatlar
(örneğin Hıristiyanlıkta Kalvinizm, Đslam’da Kaderiye) göstermiştir. Benzer şekilde, modern
tarihte, maddi üretim hayatının son duruşmada her şeyi belirlediğini söyleyen Marksistler,
insanlığın son iki yüz yıllık tarihinde en büyük fedakarlıkları, en büyük coşkunluğu ve iradi
çabaları göstermişlerdir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bütün önemli
toplumsal gelişmeler, modern çağın kadercileri olan kendini sosyalist olarak tanımlayan
milyonlarca ve milyonlarca militanın ve sempatizanın enerjisi, coşkusu fedakarlıkları
olmadan tasavvur bile edilemez.
Neden böyledir? Çünkü bir coşku, bir fedakarlık, bir iradi çaba, her şeyden önce, sınıf
mücadelesi içinde bir tavırdır; sınıfsal bir konumlanıştır; sınıf mücadelesinin bir aracı ve
yoludur.
Bu en iyi son olarak Bloğun yarattığı heyecanlarda görülebilir. Blok, ÖDP ve SHP’nin utanç
verici ve hiç de sürpriz olmayan tavırlarına rağmen, büyük bir enerji, coşku ve iradi çabayı
harekete geçirmiş bulunuyor. Ama aynı zamanda, bu çaba, enerji ve coşkuya karşı bir
küçümseme, alay, sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi bu canlılığı görmezden gelme eğilimi
görülüyor. Hayır, bunu sadece karşı tarafta veya örneğin ÖDP’lilerde görmüyoruz, bizzat bu
Bloğu destekleyen parti ve eğilimlerin içinde de görüyoruz. Çünkü bu parti ve eğilimler de
kendi içinde farklı eğilim ve çıkarları barındırırlar ve onların arasında bir çatışma söz
konusudur.

97
Geçenlerde başıma gelen çok ilginç bir olaydan yola çıkayım. Hamburg Halk Evi’nde, Bloğu
desteklemek üzere toplanmıştık. Toplantı yapıldığı saatlerde, Türkiye’den ÖDP’nin de bloğa
katıldığına dair haberler geliyordu. “Sen, ben bizim oğlan”dan ibaret katılımcılar olarak
hepimiz heyecanlanmış ve şimdi bir girişimde bulunmanın doğru olmayacağı; bloğu
destekleyen parti ve örgütler ve bunun da harekete geçireceği daha geniş çevrelerle bir sonraki
hafta çok daha geniş güç ve olanaklarla toplanmanın daha doğru olacağı sonucuna ulaşmış,
heyecanla toplantıdan dağılmıştık. Bir çorba içmek üzere genellikle Kürtlerin gittiği bir
lokantaya uğramıştım. Orada tesadüfen gördüğüm bir iki Kürt tanıdığa sevinçle bloğun
oluştuğunu söylediğimde, aynı sevinci beklerken, onların sevinmek yerine sinirli bir şekilde
“Đyi olmadı, Türk soluyla bir şey olmaz, şimdi Kürtlere daha çok baskı olacak. ANAP veya
Saadetle olsaydı Kürtler Meclise girebilirdi veya bağımsız adaylarıyla” itirazlarıyla
karşılaşınca şaşırmış ve donup kalmıştım.
Aslında şaşacak bir şey yok, Kürt hareketinin Türk sosyalistleriyle yaptığı bu ittifaktan
rahatsızlık duyan veya zerrece bir coşkunluk göstermek bir yana, içten içe veya açıktan
memnuniyetsizliğini açığa vuran Kürt burjuvazisinin eğilimleri, Özgür Politika’ya yazan bir
çok yazarın satır aralarında veya açıktan görülebilir. Bu bloğun başarısız olması, örneğin
barajın altında kalması, sonra da “Bakın biz dememiş miydik, Türk soluyla ittifak yanlıştır
bize hiçbir şey kazandırmaz” diyerek, Kürt hareketi içindeki yoksulların radikal ve demokrat
eğilimlerini baskı altına alıp kenara itmeye ve hareketin içindeki ağırlığını arttırmaya çalışan
çok ciddi bir burjuva eğilim vardır.
Kürt burjuvazisi, cılız ve korkak olduğu için Kürt ulusal hareketinin önderliğini ele
geçirememiştir, bunun yerine önderliği, devrimci demokrat plebiyen ve yoksul tabakalara ve
bunların eğilimlerinin temsilcisi PKK – KADEK çizgisine kaptırmıştır. Ancak bu durumdan
son derece rahatsızdır. Bilmektedir ki, etkisi ve prestiji nedeniyle bu çizgiye açıktan karşı
çıkması tümüyle tecridine yol açar. Bu durumda, onun bayrağı altında, sinsice sabotajlarla,
ayak sürümeleriyle, engellemelerle, saptırmalarla uzun vadeli, kendisine sıranın gelmesini
bekleyen bir strateji izlemektedir. Bloğun başarısızlığına içten içe sevinecek ve timsah
gözyaşları dökecekler onlardır.
Dolayısıyla bloğun başarısı için çalışmak, çabalamak, coşkunluk duymak ve bu coşkunluğu
başkalarına bulaştırmaya çalışmak bir sınıf mücadelesi konusudur aynı zamanda. Sanki hiçbir
şey olmamış gibi, susmak, zerrece heyecan duymamak; blok konusunda bir satır yazmamak
ve insanları bu bloğun başarısı için harekete geçirmeye çalışmamak da başka bir sınıfın
mücadele stratejisidir.
Her kim ki, bu gün, Bloğun oluşmasından dolayı bir coşkunluk duymuyor ve bu içindeki
coşkunluğun salgın hastalık gibi başkalarına bulaşması için çalışmıyorsa; her kim ki bu gün,
bu bloğun tarihsel ve politik önemini küçümsüyorsa; her kim ki bütün enerjisini ortaya
koymuyor ve insanları böyle davranmaya çalışmıyorsa, o demokrasiyle sosyalizmin bu
sembolik ittifakının başarısından rahatsız olan, bunu açığa vurmaktan korkan bir burjuvadır.
Bu ittifakın başarısı, sadece Genel Kurmay ve Türkiye’nin egemenleri için değil; sadece
Kürtlerin haklarını kabul eden ama onları kendilerine bazı haklar bahşedilebilecek bir nesne
olarak gören ırkçı Türk “sol”cuları için değil, Türk ezilenlerine bıkmadan el uzatan

98
demokratik Kürt hareketinin bu tavrından hep rahatsızlık duyan, gönlü Emperyalistler ve
onların Türk burjuvazisi içindeki paralelleriyle işbirliklerinde olan; onlarla bir işbirliğinin
Kürtlerin ulus olarak ezilmesinin sonunu getireceği hayalini yayan Kürt burjuvazisi için de
ağır bir darbe olacaktır.
Her kim ki, Bloğun barajı aşabileceği başarısından kuşku duyarak insanların enerji ve girişim
çabalarını öldürmeye kalkar, her kim ki, barajı aşmasa bile bu bloğun oluşumunun tarihsel
anlamını küçük görür o bir bozguncudur. Coşku duymayandan kuşku duy!..
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
24 Eylül 2002 Salı

99
Bloğun Gücü ve Güçsüzlüğü

Bayrakların toplumsal ve politik işlevleriyle onların içerikleri arasında hiçbir doğrudan ilişki
yoktur. Bunun en klasikleşmiş örneği, Sri Lanka’nın Kürtleri olan Tamillerin ulusal baskıya
karşı mücadelelerinin öncüsü olan “Tamil Kaplanları”nın adının ve bayrağının, o sıra
tesadüfen ellerinde bulunan bir kibrit kutusunun kapağındaki resimden alınmış olmasıdır. O
kaplan resmi yerine başka bir resim olsaydı Tamil halkı daha az direniş ve cesaret
göstermezdi. Bir bayrağın üzerindeki renkler, şekiller veya o renk ve şekillerin üzerinde yer
aldığı maddenin cinsi ile (pamuktan bir bez parçası, atlas veya kağıt) ile o bayrağa sahiplenen
kitlenin özlemleri ve varoluş nedenleri arasında hiçbir doğrudan ilişki olmadığının kanıtıdır
bu.
Bunun bir başka klasik örneğini de dünyanın ilk modern partisi olan, Alman Sosyal Demokrat
Đşçi Partisi sunar. Alman işçi hareketi içindeki Marksist ve Lassalcıların, daha sonra Marks’ın
kenarına düştüğü notlar nedeniyle meşhur olan, Gotha’daki birleşme kongresinde kabul edilen
program, sosyalist teori açısından akıl almaz yanlışlarla doludur. Ama bir program da aynı
zamanda çoğu kez bir bayraktır. Alman Đşçileri onu programdan ziyade bir bayrak olarak
almış ve onda, içinde yazılanları değil gönlünde yatanları görmüştür. Bayrak olarak bir işlev
gördüğü sürece onun içeriğinin önemi olmaması ve Alman işçileri onda gerçek yazılanları
değil özlemlerini gördüğü için, Marks onca yıl o programa sesini çıkarmamıştır.
Bloğa gelirsek, aynı durum söz konusudur. Bloğun programı bir yığın yuvarlak ve hamasi
sözlerle doludur. Bloğu oluşturan örgütlerin programdan anladıkları da farklıdır. Bir sosyalist
Blok destekçisi örneğin Avrupa Birliği’ne karşı mücadele için Bloğu önerirken bir başka Blok
bileşeni pek ala Avrupa birliğine girmek için bloğu önerebilmektedir. Aslında ikisi de, bloğun
gerçek programı olması gereken Demokratik Cumhuriyet programından uzaktır. Bloğun Türk
sosyalist kesimi ekonomisttir. Yani işçilerin sorunları üzerinde, IMF özerinde yoğunlaşmayı,
Avrupa’ya Hayır demeyi, emperyalizmden söz etmeyi sosyalistlik ve sınıfçılık
zannetmektedirler. Bu nedenle, Avrupa’ya veya IMF’ye karşı direnebilmek için, önce bu
pahalı, baskıcı bürokratik devlet cihazının parçalanması ve onun yerine gerçek iktidarın
halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olduğu, bürokratik, baskıcı ve militer olmayan bir devlet
cihazına geçilmesi, sorununu es geçmekte, sanki bu mecliste bir çoğunluk olunsa, iktidara da
sahip olunabileceği hayali yaymaktadırlar. Meclisteki bir çoğunluğun, bu günkü pahalı,
baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazının tasfiyesi için sadece güçlü bir mevzi kazanmak,
belki de ikili bir iktidar durumu yaratmak anlamına geleceği gerçeğini görmezden gelmekte
ve sahte hayaller yaymaktadırlar.
Bloğun Kürt Ulusal hareketi kanadında da işler daha iyi değildir. Legal ve parlamenter
mücadelede, Kürt burjuvazisinin artan ağırlığı ve daha güçlü damgası nedeniyle, Demokratik
Cumhuriyet, Kürtlerin kurtuluşunun da bir yan ürün olduğu stratejik bir hedef veya program
değil, içi boşalmış, var olan devlet sistemi içinde, güç dengelerinin el verdiği kimi demokratik

100
görünümlü küçük reform ve uygulamalar anlamını kazanır. Türk ezilenlerini çekebilecek ne
bir program ne de sloganlar geliştirilebilir.
Tabii böyle anlayışlar ortamında çıkacak programın doğru olması elbette beklenemez. Ama
yukarıda da belirtildiği gibi, bunun hiçbir önemi de yoktur bu gün için. Bu gün bloğu
destekleyenler o programda yazılanların gerçek anlamından dolayı değil, bloğun kendisi
özlemlerini yansıtan bir bayrak olduğu için destekliyorlar. Çok daha doğru bir programın,
daha büyük fedakarlıkları ve coşkunluğu harekete geçirebileceğini kimse söyleyemez.
Ancak, burada ortaya çıkan çok özgül bir durumdan da söz etmek gerekiyor. Gerek bloğu
oluşturan taraflar, gerek programları, eksiyle eksinin çarpımının artı olması gibi, tek başlarına
eksi değerler ifade ederlerken bir araya geldiklerinde, toplamları bir artı değeri ortaya
çıkarmaktadır. Kürt hareketinin demokrasi özlemleri ve vurgusu, solun ekonomizmini
nötralize etmekte, ekonomist Türk sosyalistlerin vurguları da, Kürt hareketine damgasını
vuran ulusal dar görüşlülüğü nötralize etme işlevi görmektedir. Böylece, ortaya, Türk
ezilenlerin sorunlarını sorun eden Kürt Ulusal hareketi; Kürt halkının uğradığı ulusal baskıya
direnen Türk emekçi ve sosyalistleri sonucu bloğun tümlüğü içinde ortaya çıkmaktadır.
Bloğun büyük tarihsel ve sosyolojik anlamı tam da buradadır.
Bu mekanizma aracılığıyla Blok, farkına varmadan, onlarca yılda başarılabilecek bir siyasi
eğitimi, pratikte ve miting alanlarında fiilen başarmakta, Ezilen Kürt ulusunu Türk
ezilenlerinin; Türk ezilenlerini ezilen Kürt ulusunun sorunları ve hassasiyetleri konusunda
eğitmektedir. Bu eğitim sadece kitlelerde değil, tarafların konuşmacılarının kavramlarındaki
değişmelerde de görülebilir. Hep Kürt emekçilerinden söz edenler, bir ulusun adeta seçim
gösterileri biçiminde yansıyan ayaklanmasıyla yüz yüze geldikçe Kürtlerden söz etmeye
başlamışlardır. Đşte yığınların pratik içindeki eğitimi denen şey tam da budur. Bu muazzam
patlayıcı bir bileşimdir. Hani nasıl astrolojide yıldızların belli dizilişleri büyük mucizelerin
veya olayların habercisi olarak görülürse, sosyolojide güçlerin bu tür dizilişleri daima büyük
hareketlenmelerin ve değişimlerin habercisi olarak kabul edilebilir.
Bloğun programı gibi, onu oluşturan örgütler ve adaylar konusunda da programdakine benzer
bir durum geçerlidir. Bir örgüt olarak işlevleri bakımından, bloğu oluşturan örgütlerin,
yaratıcılığı ve girişim yeteneğini geliştirmeleri bir yana ona çoğu kez engel oldukları,
iticilikleri kimse için bir sır değil. Ve her gün duyduğumuz, gördüğümüz bir yığın pratik
olayda bunun örnekleriyle de karşılaşılır. Ama burada da onların bu işlevleri değil, bayrak
olarak işlevleri söz konusudur. Burada da olumsuzlukların olumluluklara yol açması
mekanizmasıyla karşılaşıyoruz. Bloğun aceleyle kurulmuş olması, ekonomizmin ve ulusal dar
görüşlülüğün egemen olduğu bir güçlü örgütsel mekanizmanın oluşumunu engellemiş
bulunuyor; bu sayede girişim ve yaratıcılık yeteneği kendini açığa vurabilecek kanallar
buluyor ve bu eksikliğin kendisi bu girişim ve yaratıcılık yeteneğinin harekete geçmesini
zorluyor. Böylece var olan örgütler, hem bir bayrak işlevi görürken, henüz kalın bir kabuk
olmaya fırsat bulamamış yapılarıyla tıpkı yağmurun oluşması için, havadaki toz ve
bakterilerin tohum işlevi görmesi gibi, girişim ve yaratıcılığın potansiyellerinin gerçekleşmesi
için olumsuzluklarını gideren bir işlev görmektedirler.

101
Adaylar için de aynı şeyler söylenebilir. Onlar da birer bayraktırlar. Nasıl bayrakların nitelik
ve içerikleriyle bayrak olarak işlevleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmuyorsa, adayların
insan ve politikacı olarak kaliteleri ile onların bu gün gördükleri bayrak olarak işlevleri
arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Elimizdeki ucuz bir pamuklu veya atlas olmuş; rengi veya
şekli buymuş, şu an önemli değil, bayrak olarak, bir hareketin kendini tanımlaması ve
etrafında toplanmasını işlevini görüyorsa, şimdilik sorun yok demektir.
Özetle, bloğun gerçek gücünü onun güçsüzlükleri yaratmaktadır. Blok eksi değerlerden artı
değerler çıkaran bir mekanizmayı harekete geçirmiştir, ya da daha doğrusu, eksilerden artı
çıkarmanın politik biçimi olmuştur Blok.
Unutmayalım, Blok eğer barajı aşarsa, bunu doğru programı, girişim yeteneğini besleyen
örgütleri veya karizmatik adayları olduğu için değil, programının yuvarlaklığı; oluşturan
partilerin kabızlığı; adaylarının kalitesizliğine rağmen, kitlelerin yaratıcılığı ve girişim
yeteneğiyle bunu başaracaktır. Ve sadece Programının yuvarlaklığı; örgütlerin kabızlığı;
adaylarının ve konuşmalarının kalitesizliğine rağmen değil, tam da öyle olduğu için. Eksi
değerleri artıya dönüştürme yeteneğinde olduğu için, ya da bu dönüşümün kendisi Blok
anlamına geldiği için.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
22 Ekim 2002 Salı

102
Ankara’ya Giden Yol Đstanbul’dan Geçer

Fransız Devrimi iki yüzyıldan fazla bir gecikmeyle Türkiye’ye geliyor. Ama bu geliş,
Batı’dan değil, Doğu’dan, yani Kürdistan üzerinden, bir kuşatmayla gerçekleşiyor.
“Avrupa’ya giden yol Diyarbakır’dan geçer” sözü, her ne kadar, Avrupa’nın Türkiye’yi içine
alacağı ve bunun için de Türkiye’nin demokratikleşmesini istediği gibi bir sahte hayal yayarsa
da, Avrupa sözcüğünde ifadesini bulan, Fransız Devriminden kaynaklanan demokratik
özlemlerin, özel savaş döneminin zorladığı Ezop diliyle kısa formülasyonu olarak, Fransız
Devrimi’nin Türkiye’ye Kürdistan üzerinden girdiğini ve girebileceğini ifade eder.
Son seçim dolayısıyla yapılan mitingleri olağan seçim mitingleri olarak anlamak, olan biteni
hiç anlamamak olur. Bu mitingler demokratik karakterli devrimci bir kabarışın habercisidirler.
Ve bu kabarış, Đstanbul’dan ya da Batı’dan Doğu’ya doğru, Diyarbakır’a doğru değil;
Diyarbakır’dan Đstanbul’a doğru bir yol izlemektedir. (Ve bu tarihin yumağının tersinden
sökülmesi gibi başka bir yazı konusu olabilecek ek sorunlara yol açmaktadır.) Kürdistan’daki
kabarış, Batı’ya Batı’daki Kürtler aracılığıyla sızmaya, demokratik soluğunu duyurmaya
başlıyor.
Bu kabarış, bu seçimlerde, ham Kürdistan’daki Kürtlerin ezici çoğunluğunu birleştirmiştir
hem de, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan Kürtleri kendi bayrağı altında toplamıştır. Đstanbul
mitingi başta olmak üzere, Türkiye’nin Batı, Kuzey ve Güneyindeki mitinglerin kanıtladığı
budur.
Ne var ki, bu güç tek başına Türkiye’yi değiştirmeye yetmez. Türkiye’nin de çoğunluğunun
bu bayrağın altına kazanılması gerekir. Kısaca Demokratik Cumhuriyet olarak ifade edilen
yeni strateji bu çoğunluğu kazanmak için gerekli programatik temeli sağlamaktadır. Bu
anlamda esas zor ve gerekli olan temel vardır. Sorun, ön yargıların nasıl yıkılıp, Türkiye
vatandaşlarının çoğunluğunun bu gerçeği nasıl kavrayacağıdır.
Bu seçimlerde Kürdistan’dan başlayan demokratik devrimci dalga, ilk kez, bizler gibi küçük
ve tecrit olmuş marjinal grup ve kişiler dışında, yüzde on barajının zorlamasıyla da olsa,
Türklere de ulaştı. Blok bu buluşmanın ifadesinden başka bir şey değildir. Yani Türk
sosyalistlerin, aydınların DEHAP çatısı altında Kürt ulusal hareketiyle bir araya gelişleri ve
onu desteklemeleri, özünde Kürt Ulusal Hareketinin Türkler içinde müttefikler bulmaya
başlamasıdır. Bu bakımdan, niteliksel olarak köklü bir dönüşüm anlamına gelir. Bundan
sonrası bu yeni nitelik çerçevesinde bir genişleme olacaktır.
Ama batıdaki mitinglerin gösterdiği temel bir gerçek var. O mitinglere bütün damgasını ve
ağırlığını vuran Kürtler. Örneğin, Morlar (Feminizm)ve Kızıllar (Sosyalizm), Sarı, Yeşil,
Kırmızılar (Kürt Ulusal Hareketi) denizinde, küçük adacıklar olarak kalmaya devam
ediyorlar. Eskiden hiç görülmezlerdi, şimdi ilk kez görülüyorlar. Bu nitel bir değişim, ama
henüz geniş kitlelere ulaşmış değil.

103
Avrupa’ya giden yol nasıl Diyarbakır’dan geçerse, yani Demokratik devrim ancak Kürt
Ulusal Hareketine dayanarak ve onun özlemlerine cevap verilerek gerçekleşebilirse;
Ankara’ya giden yol da, Đstanbul’dan geçer. Yani Diyarbakır’da başlayan Demokratik Devrim
diğer bir ifadeyle Kürt Ulusal Hareketi, ancak Đstanbul üzerinden, yani batıdaki işçi sınıfı ve
orta sınıfları kazanarak, Ankara’ya, yani iktidara gelebilir. Ve Đstanbul, sadece Ankara’nın
değil, bütün Orta Doğu ve Balkanların da anahtarıdır. Đstanbul bu gün neyi konuşursa,
Türkiye yarın onu konuşur. Türkiye bu gün neyi konuşursa, Orta Doğu ve Balkanlar onu
konuşur. Bu Doğu Roma’dan beri Bizans ve Bizans’ın bir devamı olan Osmanlı’nın
kanıtladığı bir gerçektir. Bölge, binlerce yıllık ortak tarihi ve coğrafyasıyla bir bütündür.
Eyüp Mitinginde en kötü tahminlerle 300 veya 350 bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Birinci
Parti olan AKP’nin Zeytinburnu’nda yaptığı mitinge 100 bin kişinin geldiği göz önüne
alınırsa, kat edilen yolun ne olduğu daha iyi anlaşılır. 300 veya 350 bin katılımcı, her
katılımcı en kötü olasılıkla iki oy olarak hesaplanırsa, en azından 600 veya 700 bin oy
anlamına gelir ki, bu da iptal ve sayılmayan oylar ile yüzde on demektir. Đstanbul’da yüzde on
ise, Türkiye’de yüzde on olarak kabul edilebilir.
Bu şu demektir: Đstanbul, büyük bir olasılıkla Meclis’e girmenin yolunu açtı ama henüz
iktidarın değil. Eğer yüzde on aşılamaz ise bu küçük bir farkla olacaktır. Özellikle Đşçi sınıfı
ve Aleviler henüz Blok’tan çok uzak duruyorlar. Đşçi Sınıfı AKP’nin, Aleviler CHP’nin
saflarında olmaya devam ediyor. Şehir Orta sınıfları ise, bloğun varlığından bile haberdar
değil.
Eğer blok, bir ay önce kurulabilseydi veya seçimlere daha bir ay olsaydı, Kürdistan’da
başlayan devrimci kabarışın dalgaları Đşçilere ve Alevilere, hatta şehir orta sınıflarına ulaşmış,
oralardan ilk kopmalar sağlanmış olurdu. Hatta şu Đstanbul mitingi bir hafta önce yapılmış
olsaydı bile bu gün çok başka bir noktada olunabilirdi. Ya da Kadınlar bir veya iki yıl önce, o
zamanlar defalarca önerdiğimiz gibi HADEP’in başına gelmiş olsalardı, şimdi bütün bu
sorunlar aşılmış, ön yargılar yıkılmış olurdu.
Şimdi sorun şu: şu bir kaç gün içinde ne yapmak gerekiyor?
Karşı tarafın en zayıf yeri, Kadınlar ve Aleviler. Eğer hala Bloğun ve DEHAP’ın varlığın
duymamış milyonlarca Alevi ve Kadına varlığı ve programı anlatılabilirse, çok kısa zamanda
buradan büyük kopmalar sağlanabilir.
Aleviler CHP’den son derece memnuniyetsizdir. Bu memnuniyetsizlik çeşitli Alevi ileri
gelenlerinin açıklamalarında yankısını buldu, ama bu memnuniyetsizlik henüz DEHAP’a
yönelme noktasına ulaşmış değil. DEHAP’ın Alevilerin uğradığı ayrımcılığa karşı programını
ve DEHAP’ın varlığını bu geniş Alevi kitlelere ne yapıp edip ulaştırmak gerekiyor. Bu
yapılabildiği takdirde bir iki gün içinde bütün dengeler alt üst olabilir.
Kadınlar da öyle. DEHAP en çok kadın milletvekili adayı olmasına rağmen, (ki bizce
yetersiz, en az yarısı olmalıydı), bu henüz Türkiye’nin kadınlarınca ve orta sınıflarınca
bilinmiyor. Kadın adaylar, Kadın çalışmasıyla görevlendi ve kadınların gettosuna kapandı.
Onlara sadece kadınların sorunları söz konusu olduğunda fikirleri soruldu. Bu en büyük
yanlıştır. Bu tıpkı, Alman solcularının, yabancı üyelerini yabancılar içindeki çalışmayla

104
görevlendirmeleri ve sadece yabancılar sorunu söz konusu olduğunda, kafalarını onlara
çevirerek fikirlerini sormalarına benzer. (Bu durumu normal karşılayıp, isyan etmeyen ve
yabancılar konusunda konuşmayı reddedip sadece Alman ve dünya politikası hakkında
konuşmayı akıl edemeyen yabancıların suç ortaklığı da ayrı bir konu.) Biri nasıl en
rafinesinden ırkçılıksa, (solcunun ırkçılığı da böyle olur); diğeri de en rafinesinden cins
ayrımcılığıdır.
Çok geç de olsa, ilk yapılması gereken, kadınların Bozlak, Tüzel, Abbasoğlu, Birdal’ların
önüne geçmesi; onların kadınların gölgesinde kalmasıdır. Kadınların erkeklerin alanına el
atması kadın gettosundan çıkması gerekiyor. DEHAP ancak bu takdirde, diğer partilerden
farklı olup, bunu geniş Türk kitlelerine ve kadınlarına hissettirebilir.
Đşçi hareketi nasıl işçilerle ilgilenmekten çıkıp, tüm toplumun sorunlarını sorun yaptığında
gerçek bir işçi hareketi olabilirse; bir Ulusal hareket nasıl, bir ulusun sorunlarının dışına çıkıp,
tüm toplumun demokratik özlemlerinin sözcüsü olmaya soyunduğu takdirde gerçekten bir
Ulusal hareket olabilirse, Kadınlar da kadınların sorunları alanından çıkıp, tüm toplumun
sorunlarını sorun ettiklerinde, yani kadınların gettosundan çıkabildiklerinde gerçek gerçekten
bir kadın hareketi olabilirler.
Ankara’ya giden yol Đstanbul’dan geçiyorsa, Đstanbul’un Anahtarı da kadınların ellerinde
bulunuyor.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
29 Ekim 2002 Salı

105
Barış Hareketi ve Kürtler

Yazacak öyle çok konu var ki, insan hangi birini ele alacağını şaşırıyor. En iyisi bu sefer de,
kısa kısa en önemli görünenlerine değinmek.
Avrusya ve ABD arasındaki bloklaşma giderek net bir biçim alıyor. Bu gün Çin de Alman,
Fransız, Rus pozisyonlarına yakınlığını bildirdi. Ancak bu bloklaşmanın ABD karşısında, en
azından bir zamanların Sovyetler birliği kadar olsun bir denge oluşturma şansı oldukça az
görünüyor.
Elbette iktisadi güce; insan kaynaklarına, ülkelerin yüz ölçümlerine vs. bakıldığında Avrupa,
Rusya ve Çin'in oluşturduğu Avrasya bloğu ABD ve Müttefiklerini fersah fersah geride
bırakır. Ancak iktisadi büyüklükler otomatikman askeri bir büyüklüğe ve siyasi bir iradeye
denk düşmez. ABD'nin üstünlüğü burada, zaten ABD tam da bu geçici üstünlüğünü
pekiştirmek, bu üstün durumdan yararlanmak için bu savaşları başlatmış bulunuyor. Avrupa
da ilerde daha kötü şartlarda kalacağını gördüğü için, hiç istemediği halde isyan bayrağını
açmak zorunda kaldı.
Ama bir çatışma bir kez başladı mı, o savaşın kendi dinamiği ve mantığı giderek belirleyici
hale gelir. Şimdi ABD ile aynı amacı paylaşıp farklı yollar biçiminde görülen çatışma, bir
süre sonra gerçek özü olan farklı amaçlar tarafından belirlenmeye başlar. Bir noktadan sonra
da bu gün karşıda olanlarla fiili ve zorunlu ittifaklar gündeme gelir.
Öyle görülüyor ki, bu çatışmanın iç dinamiğiyla, ABD bir süre sonra atom silahlarına baş
vuracaktır. Karşı tarafı tümüyle etkisizleştirmek ve sindirmek için.
*
Türkiye'deki barış hareketi kendini sadece ABD'nin Irak'a saldırısıyla sınırladı. Türk
Ordusunun Kuzey Irak denilen Güney Kürdistan'a girmesine ise karşı çıkmayı aklından bile
geçirmedi. Halbuki Türk Ordusu başından beri Irak'a karşı savaşa girmeyeceğini, "Irak'ın
toprak bütünlüğünü korumak için" gireceğini açıkça söylüyor. Bunu gerçek olguların diline
çevirirsek, Güney Kürdistan'daki ulaşılmış fiili otonomi ve bağımsızlığın siyasi bir biçim
almasını engelemek için, yani Kürtleri ezmek onların kazançlarını yok etmek için oraya
gireceğini açıkça söylüyor. Barış hareketi ise, sanki hiç böyle bir şey yokmuşçasına, sanki
Türk ordusu da Irak'a karşı savaşa girecekmişçesine bir propaganda ve hareket yürütüyor.
Barış hareket ve girişimlerine, tüm medyanın genel kurmayın kontrolu altında olduğu bir
memlekette böyle çok yer verilmesinin anlamı da burada gizli. Çünkü böyle bir barış hareketi,
tıpkı Gül hükümetinin diplomatik manevraları gibi, Genel Kurmay'ın ABD ile pazarlıkta fiyat
yükseltmesinin araçlarından başka bir işlev görmemektedir.
Halbuki barış hareketi ancak, Türk Ordusunun Kürdistan'a girmesine karşı çıkan; halen orada
olan birliklerin çekilmesini ve Türkiye'de Kürtlerin tüm demokratik haklarının verilmesini
talip eden bir çizgi izlese, barış hereketi olarak dünya çapındaki harekete kendi bulunduğu
savaş mevziinden çok daha büyük katkıda bulunurdu.
106
Genel Kurmayın bütün mantığı, Kürt bağımsızlığını veya otonomisini tehdit olarak
görmesinde. Bu tehdit mantığına doğrudan saldırmayan her politika, tıpkı AKP'de olduğu gibi
Genel Kurmaya teslim olamk zorundadır. O halde ABD'nin destek taleplerine hayır
diyebilmenin koşulu, Kürtlerin özgürlük taleplerine destek vermektir. Ve ancak kendi
ülkesindeki Kürtlere her türlü özgürlüğü verebilen bir rejim başka ülkelerdeki Kürtlerin
haklarının gelişmesinde kendine bir tehdit değil bir destek görür. Kürtlerin otonomi veya
bağımsızlığını düşman gören bir rejim ABD'nin isteklerine hayır diyemez.
O halde demokratik bir cumhuriyet için, Kürtlerin özgürlükleri için mücadele, Türkiye'de
savaş karşı mücadelenin yakalaması gereken ana halkadır. Ne yazık ki şu an Türkiye'de,
ABD'nin Irak'a saldırısına karşı var ama, Genel Kurmay'ın Güney Kürdistan'ı işgaline karşı
hiç bir hareket yok.
Ayrıca Kürtlerin özgürlüğünde bir tehdit değil destek gören bir rejim sadece kendisi ABD'nin
isteklerine daha güçlü direnmez, aynı zamanda Güney Kürdistan'daki Kürtlerin de ABD'ye
karşı direnişlerinin yolunu açar. O zaman onların Türkiye ve Saddam korkusundan ABD'nin
kanatları altına sığınmalarına gerek kalmaz. Türkiye ve Güney Kürdistan'daki Kürtlerin
destek vermediği ve karşı çıktığı bir harekat ise ABD için göze alınamayacak büyük bir risk
olurdu. Đşte o zaman barış hareketi gerçekten barışa bir katkıda bulunabilirdi. Bu gerçek bağa
gözlerini kapıyan barış hareketi de Türkiye sosyalist hareketi gibi intihar etti.
*
Türk Genel Kurmayı Güney Kürdistan'a girince oradan bir daha çıkmayacağı hiç kimse için
bir sır olmasa gerektir. Kıbrıs'a da geçici olarak, darbeye karşı girmişti güya, şimdi Güney
Kürdistan'a ya da diğer adıyla Kuzey Irak'a öyle girecek. Güya göç dalgasını önlemek için
insani amaçlarlaymış. Kürtler olsa olsa Türk ordusundan kaçıp, Güney'e doğru bir göç dalgası
başlatırlar. Muhtemelen de böyle olacak. Bu da tam Türk ordusunun gizli planıdır. Kaçan
Kürtlerin yerine Tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi, Kerkük ve Musul Türkmenlerinden
kolonizatörler yerleştirmek ve uzun vadede, şimdi tıpkı Kıbrıs'ta başardığı gibi, bu
kolonizatör tabakaya dayanarak orada çoğunluğu ele geçirip fiili bir ihak başarmak. Uygun bir
fırsatta da bunu siyası bir ihakla taçlandırmak.
Kimi Kürtler, ABD'nin buna müsaade etmeyeceğini, Türk ordusunun şiddetinden ve şerrinden
kendilerini koruyacağını sanıyorlar. Hatta aklını Öcalan düşmanlığıyla bozmuş kimileri, Türk
Ordusunun KADEK'i ezeceği ve böylece kendilerine yol açılacağını sanıyorlar. Fena halde
yanılıyorlar.
Kürtlerin yapması gereken en acil iş: Türk Ordusunun Güney Kürdistan'a girmesine kesinlikle
karşı çıkmak; şu an oradaki birliklerin çekilmesini talip etmek ve Türk ordusu Kuzey Irak
topraklarına girdiği takdirde bütün Kürtleri ulusal direnişe çağırmaktır. Eğer KADEK, KDP,
KYB ve diğer idrili ufaklı gruplar bir araya gelip, Kürdistan'a girecek Türk ordu birliklerine
karşı böyle bir tavır koyabilirlerse, barış için en büyük katkıyı da yapmış olurlar.
Böyle bir birlik ve kararlılık bütün dünyadaki ve Türkiyedeki Kürtlerde mücadele moralini
yükseltir ve direnişi harekete geçirir. Bu güç karşısında, Orta doğudaki en büyük ordulardan

107
biri olun Türk ordusu bile çekinmek zorunda kalır. Böyle bir birlik, bölgedeki demokratik
güçleri canlandırır, muhaliflerin seslerinin daha güçlü çıkmasına yol açar.
Kaldı ki, bu günkü Avrupa ve ABD çatışması da bunun için uygun koşullar yaratmış
bulunuyor. ABD'nin en büyük ve etkili stratejik müttefiğine karşı böyle bir tavır onun
rakiplerinin doğrudan veya dolaylı desteklerini sağlayabilir veya en azından kendine daha
geniş bir manevra alanı elde edebilir.
Ama şu ana kadar böyle açık bir çağrı ve programla ortaya çıkan olmadı. Öcalan'a sahip
çıkmak, onun yaratıcılığını, hedefe bağlılığını ve taktik esnekliğini uygulayabilmekle olur.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
12 Şubat 2003 Çarşamba

108
Dost Acı Söyler

Ulusların da dinler gibi, o ulustan olduğuna inananlar olmasa var olmayacağını


düşünenlerdenim. Bu nedenle nazsıl dinsiz isem ulusum da yok.
Ama bir ateist olmama rağmen, sünni müslüman hanefi kültürüyle yetişmiş bir insan olarak
elimde olmadan kültürel olarak müslümanımdır. Bu kültürün davranışlarıma sinmiş biçimleri
ve elimde olmadan varoluşumun bir parçası olmuş sıfatlar beni Türkiye'de sünni, müslüman
ve hanefi olmayanların uğradığı baskılardan korur. Adım bir hristiyan ismi, örneğin Gabriel
değildir. Ya da sünnet edilmişimdir. Kimbilir böyle daha nice, çoğu bilince çıkmamış
işaretlerle sünni müslüman kültürüyle damgalıyımdır. Özel olarak konu olmazsa herkez
benim bir sünni müslüman olduğumu düşünür. Böylece, bilinçli ya da bilinçsizce, Ateist de
olsam sünnilerin yaşadıkları imtiyazları paylaşırım, en azından sünni müslüman olmayanların
uğradıkları baskılara uğramam.
Fakat dünya ölçüsünde, ezilenlerin bayrağı bu gün için müslümanlık olduğundan,
müslümanlar zengin batı ülkelerinde özel olarak baskıya uğradıkları için, yine bir ateist
olarak, bu sefer de politik olarak müslümanımdır.
Konumum milliyetler karşısındada böyle. Ama devletler ulusal olduğu için daha da zor.
Evet, milletim yok. Ama elimde olmadan öncelikle kültürel olarak Türk'üm. Ama hukuki
olarak da Türk'üm. Ana dilim Türkçe'dir. Adım Türkçe'dir. Bütün bunlar bana Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olarak imtiyazlar sağlar. Elimde olmadan imtiyazlıyımdır.
Elbet tıpkı politik olarak müslüman olmam gibi, örneğin Almanya'da politik olarak
Türk'ümdür. (Gerçi son yıllarda Türkler, kahvelerinde ya da iş yerlerinde özellikle
Polonyalıları çalıştırdıkları, ve konumları yükseldiği için, örneğin artık Türk değil daha
ziyade Polonyalı olmak gerekiyor politik olarak.) Ama Kürtlerin ve diğer ulusların uğradığı
baskıya karşı imtiyazlarını paylaştığım Türklerin içinden, Türklere karşı daha iyi mücadele
edebilmek için de politik olarak Türk'ümdür.
Bu nedenle eleştirimin okları daima Türklere yönelik olur, özellikle de bir parçası olduğum
Türk sosyalistlerine.
Bu, egemen olanın içinden desetklemeye çalıştığımız ezilenlerin hatalarına bir eleştirimiz
olmadığı anlamına gelmez elbette. Ama bu eleştiriyi çok zorda kalmadıkça yapmamaya
çalışırız.
Bunun bir çok nedeni vardır. Birincisi, ezilenlerin yapacakları yanlış işlerin onların
haklılıklarına zerrece halel getirmeyeceği anlayışımızdız. Yani diyelim ki, Kürt hareketi, bir
sürü yanlışlar yapıyor, hatta bu nedenle kendini tecrit ediyor. Bu onun haklılığına zerrece
halel getirmez. Haklılık, toplumsal konumdan, ezme ezilme ilişkisinden kaynaklanır. Bu
nedenle, elinde olmadan da olsa ezen ulustan bir insan olarak, bizim görevimiz onların
temeldeki haklılığına, kendi haksızlıklarımıza ve aptallıklarımıza vurgu yapmaktır.

109
Ama sadeca bu da değil. Ezilenlerin de, tıpkı ezenler gibi, yanlış yapma ve kötü olma hakları
olması gerekir ve onların bu hakkını savunmak gerekir. Örneğin, gazetelerde egemen ulustan
biriyle ilgili bir haberde, onun milliyetinden hiç söz edilmez, ama ezilen ulustan biriyse,
garanti bu sıfatıyla anılır. Örneğin bir mitingte birileri diyelim ki yanlış bir şeyler yapmışsa,
bunlar eğer ezen ulustan ise, onların ulusundan değil, siyasi grup olarak adından söz edilir;
ama aynı işi yapanlar ezilen ulustan bir politikanın taraftarları ise, adlarının önüne Kürt sıfatı
konularak anılırlar. Türkiye sosyalistleri arasında çok güçlü olan bu ırkçılığa karşı bir denge
sağlamak için de, yani ezilenin de kötü olma ve yanlış yapma hakkını savunmak için de,
ezilen ulusun yanlışları hakkında konuşmamayı ve iğneleri elimizde olmadan imtiyazlarını
paylaştığımız egemen ulusa yöneltmeyi tercih ederiz.
Tabii sadece bu kadar değil. Tok açın halinden anlamaz. Egemen ulustan bir insan olarak,
hiçbir zaman ezilen ulustan (cinsten, "ırktan", dinden de) insanların duyarlılıklarını
kavrayamam. Dolayısıyla bu kavrayışsızlığı da hesaba katmam gerekir.
Tabii sadece bu kadar değil. Đnsanım, çiğ süt emmişim. Đster sosyalist, ister dinsiz ve
milliyetsiz olayım. Toplumsal mücadeleler tarihi, siyasi bir tercihin insanı otomatikman,
insani zaaflarından azade kılmadığını gösteriyor. Ezen ulus, cins, "ırk", din içinden ezilene
dostane eleştirilerin ne kadarının gerçekten ezilene yardımı hedeflediği, ne kadarının en keşfi
zor biçimlerde bu imtiyazlı konumu korumaya ve yeniden üretmeye yaradığı da belli değildir.
Lenin'in de ölümünün sonlarına doğru dikkati çektiği gibi, sosyalist amaçlarla yardım etmeye
kalktığınızda bile, ezen ezilen ilişkisini yeniden üretirsiniz.
Ve nihayet, bütün bunlar olmasa bile, sizin egemen ulustan bir insan olarak ezilen ulustan
insanlarca eleştirilerinizin nasıl algılanacağı gibi bir sorun vardır. Bu hassasiyetler de
önemlidir.
Hasılı bütün bu problemleri biliyorum ve bunlara uygun olarak davranmaya çalışıyorum. Ama
durum çok kritik olduğu için, ezen ulustan birinin ukalalıkları olarak da kavransa çenemi
tutamayacağım. KADEK'in son dönemdeki politik, stratejik ve taktik bakımlardan gördüğüm
yanlışlarına değineceğim.
Sorunu, Öcalan'ın görüştürülmemesi olarak koymak çok büyük bir hatadır. Bizzat Öcalan'ın
kendisi buna karşı çıkardı. Bu Kürt hareketini sadece zayıflatmamakla kalmıyor, karşı tarafın
eline daha güçla bir silah veriyor. Öcalan'ın Kürt hareketi için önemsiz olduğunu
söylemiyorum. Aksine, Öcalan'la görüşülemeyen şu dönemdeki politikalara bakınca, aslında
Kürt hareketinde politik düşünme yeteneğindeki tek önderin Öcalan olduğu çok daha iyi
görülüyor. Ama bu açmazdan kurtulmanın ve Öcalan'ı Türk hükümetinin bir silah olarak
kullanmasını engellemenin tek yolu, Öcalan olmadan da, o varmış gibi politika yapabilmektir.
Bunun şartı da Öcalan'la görüşmeyi temel sorun yapmamaktır.
Açıktır ki Öcalan'ın görüştürülmemesi tamamen politiktir. Sorun Öcalan değil, Kürt
hareketine ve Kürtlerin kazanımlarına karşı başlatılacak saldırıdır. Savaşın kuralı, savaşı
düşmanın istediği şartlarda kabul etmemek, onu kendi istediğiniz şartlara çekmektir. Savaşı
Öcalan'la görüşme konusunda kabullenmek veya oraya çekmek baştan kendini yenilgiye
mahkum etmek demektir. Buna karşı yapılacak iş, en geniş ittifak sağlamaktır. Bunun da
yolu, Türkiye'deki Barış hareketi içinde yer alıp, bu hareketin sadece ABD'nin Irak'a saldırısı
110
üzerinde yoğunlaşmasını eleştirerek, Kürt ulusunun haklarını tanımamanın Türkiye'yi nasıl
ABD'ye destek gerekçesi haline getirildiğini göstererek, savaş karşıtı hareket ile
demokratikleşme projesini biribirine bağlamak olur. Ancak bu mekanizmayla karşı taraf uzun
vadeli tecrit edilebilir.
Bununla aynı zamanda, Güney Kürdistan'da da, bütün Kürt örgütleri Türk ordusunun işgaline
karşı, "insani yardım"larına karşı, bir Kürtler cephesi oluşturulmaya çalışılırdı. Her iki hareket
de, otomatikman hem somut olarak savaşı engelleyici ve ABD saldırısını zorlaştırıcı, aynı
zamanda demokratik güçleri güçlendirici, onlara perspektif kazandırıcı olur ve karşı tarafı
tecrit ederdi.
Ama bütün bunlar yapılmıyor. Sorun mekanik olarak, Savaş Karşıtlığı ile Öcalan'la
görüşmeyi birbirine bağlamak oluyor. Bu programatik ve stratejik hata.
Hata burada da bitmiyor. Öcalan şu tarihe kadar görüşemezse savaş başlar deniyor. Sonra da
biraz revize ediliyor esnetiliyor. Bu sefer taktik ve mücadele biçimleri düzeyinde hata
yapılmış ve Genel Kurmay'ın bahanesine adeta çanak tutulmuş oluyor. Örneğin, Türk ordusu
Güney Kürdistan'a girdiği takdirde, onu savaşılacağı söylense, barış hareketine hem güçlü bir
silah verilmiş olur, hem de Güney Kürdistan'daki güçlü bir direnişin tohumları atılmış ve
öncülüğü elde edilmiş olurdu.
Bütün bu stratejik ve mücadele biçimlerine ilişkin tecrit oluşa, bütün dünyada savaş karşı
gösterilerin yapıldığı günde, Strasburg'ta ayrıca yürüyüş yapmak, yani fiziksel oarak da
kendini tecrit etmek tüy dikiyor.
Tehditlerle, bir oraya bir buraya sallanarak ciddi politika yapılamaz. Öcalan "beni
anlamıyorsunuz" derken ne kadar doğru söylüyor.
Bütün bu eleştirilerle, elinde olmadan egemen ulustan bir insan olarak, çok ince bir şekilde bu
egemenliği yeniden üretiyor ve onu hizmet ediyor olabilirim. Bu rezervle okunmasını dilerim.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
18 Şubat 2003 Salı

111
Güçlerin Yeni Bir Dizilişine Doğru

Türkiye'deki Kürt Ulusal Hareketi'nin en güçlü örgütü, bütün diğer Kürt hareketlerinden farklı
olarak, bütün bölge için bir demokratikleşmeyi bir program olarak koymuştur. Böylece
Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluşu ile bölge halklarının kendilerini ezen Müslüman, Baasçı
ya da Kemalist diktatörlüklerden kurtuluşunu birbirine bağlanmıştır. Elbette bu Kürt
hareketinin kendi kafasından uydurduğu, zorlama bir bağ değil, nesnel koşulların zorunlu
kıldığı bir bağıdır.
Bu günkü dünyada, her hangi bir ülkedeki Kürtlerin, Kürtler olarak kendi güçleriyle
kendilerini ezen devleti yenip, bağımsızlıklarına kavuşmaları olağanüstü elverişli koşullar
oluşmadıkça mümkün değildir. Bu günkü dünya ise böylesi koşulların oluşmasını adeta
olanaksız kılmaktadır.
Bu durumda Kürt ulusal hareketi için iki yol kalmaktadır. 1) Kendi güçsüzlüğünü bir ölçüde
olsun amorti edebilmek için, bölgedeki çatışan büyük güçlerden birine dayanmak. 2) Kendini
ezen ulusların ezilenlerini kazanmak için bir program ve strateji geliştirmek.
Örgütlü ve askeri bakımdan bir anlam ifade eden Kuzey Kürdistan'da PKK, Güney
Kürdistan'da Talabani ve Barzani vardır. Kuzey ve Güney bölünmesi, aynı zamanda yukarıda
değinilen bu iki farklı stratejiye, iki farklı programa tekabül etmektedir.
Kuzey Kürdistan'daki PKK – KADEK çizgisi, Öcalan'ın kaçırılmasıyla birlikte, zaten tohum
halinde var olan bir anlayışı mantık sonuçlarına götürmüş ve Demokratik Cumhuriyet ve
Ortadoğu Demokratik Cumhuriyetler Federasyonu gibi projelerle, Kürtlerin ulusal baskıdan
kurtuluşu ile egemen ulusların halklarının kurtuluşunu birbirine bağlamıştır.
Buna karşılık Güney Kürdistan'da aşağı yukarı aynı dönemde, gerek ABD'nin askeri
bakımdan Saddam'ın kuvvetlerinin uzak durmasını sağlayan uçuş yasağı ve gerek Irak'ın
sattığı petrollarden belli bir yüzdenin doğrudan doğrudan mahalli Kürt yönetimlerine
aktarılmasıyla, uluslar arası hukuk bakımından olmasa bile, Güney'deki Kürtler fiili bir
bağımsızlık yaşamışlar ve akan petrol gelirleri aracılığıyla da, hemen hemen hiçbir dönemde
olmadığı kadar nisbi bir refahı tatmışlardır. Bu reel durum sadece Güney'deki değil,
Kuzey'deki Kürtlerin bile çok büyük bir bölümünde, ulusal baskıdan kurtuluşa giden yolun bu
olduğu anlayışının güçlenmesine yol açmıştır.
Bu kuzey ve güney kürdestan arasındaki strateji ve program farkı, aynı zamanda Kürt Ulusal
hareketi içindeki iki farklı sınıfsal pozisyonun yansımasıdır.
Böylece, bir yanda, ABD ve Avrupa'nın desteğiyle ağır bir derbe almış ve önderi düşmanın
eline düşmüş; bir türlü tecrit çemberini aşamayan, seçimlerde kurduğu blok yüzde altıda
takılan PKK-KADEK çizgisinin kısa vadede hiçbir başarı vaadetmeyen program ve stratejisi;

112
diğer yanda, neredeyse filli bir bağımsızlığa; nispi bir refaha ulaşmayı başarmış görünen
Talabani ve Barzani'nin program ve stratejisi. Herşey PKK'nın aleyhine görülüyordu.
Geniş Kürt kitleleri her iki gelişmeyi de dikkatlice izliyor; Kürt köylüler, Türk hükümetinin
basıkları karşısında Güney Kürdistan'a geçeceklerini söylüyor; kimi PKK-KADEK'i kerhen
destekleyen yazarlar, bu sefer ABD'nin Irak'ı ele eçirdikten sonra, Orta Doğu'da fiili durumun
siyasi bir biçim alacağını, yani Irak federasyonunun bir unsuru Kürt devleti kurulacağını;
petrol gelirleri ile de bu devletin mis gibi yaşayıp; sunduğu refah ve Kürtlere özgürlükle bir
süre sonra bölgedeki bütün Kürtleri kazanacağını düşünüyorlardı. Yasemin Congar, son
duruşmada Diyarbakır'daki mi, Güney Kürdistan'daki mi Kürdün daha demokratik ve refah
içinde yaşadığının tayin edici olacağını yazıyordu.
Barzani-Talabani çizgisinin bu fiili başarıları, PKK-KADEK çizgisinin muhaliflerinin iyice
saldırganlaşmasına yol açıyordu. Hatta bunlar içinde öyle ileri gidenler vardı ki, ABD'nin
Barzani ve Talabani'yi koruyacağı, Türk devletinin de PKK'yı ezeceği ve kendilerine yolun
açılacağını yazıyla olmasa bile sözle açıktan söylüyorlardı.
Böylece PKK-KADEK çizgisi, Türkiyle ezilenlerini henüz kazanamadığı veya bunları temsil
edecek bir ittifak yapacak güç olmadığı için Türkiye'nin ezilenlerinden; Güneydeki Kürtler ve
Kuzey'dekilerin bir bölümü ise, ABD'nin sağladığı askeri, siyasi ve iktisadi olanakların
büyüsüne kapıldığı için; Kürt Ulusunun önemli bir bölümünden çok tehlikeli biçimde tecrit
oluyordu. Denebilir ki, bu dönem PKK-KADEK'in yaşadığı en zor ve tehlikeli dönemdir.
Ne var ki, şimdi güçlerin bu tehlikeli dizilişi dramatik değişiklikler geçiriyor. Bu değişikliğe
yol açan Türk devletinin, bir bakıma PKK'nın tersi bir stratejiye geçmek zorunda olmasıdır.
Nasıl PKK-KADEK çizgisi, Kürtlerin kurtuluşu için bölge çapında bir demokratikleşme
programı oluşturduysa; Türk devleti de ayakta kalmak için bölge çapında bir anti demokratik
bir bölge programı oluşturmaktadır. Aslında ABD ile Türk devletinin yaptığı görüşmelerde,
Türk devletinin öne sürdükleri, çok önemli bir strateji değişikliği anlamına gelmektedir.
Şimdiye kadar Türk devleti, diğer ülkelerdeki Kürtlerin otonomisine, fiilen sabote etmeye
çalışsa da, politik düzeyde açıktan karşı çıkamıyor ve buna karşılık bir programı
bulunmuyordu. Bunlar diğer devletin iç işi olarak görülüyordu. Ama şimdi ortaya çıkan
durum farklıdır. Türk devleti, diğer ülkeler içinde otonomiye, demokratik ve seçilmiş mahalli
idarelere de karşı çıkmakta; bütünüyle merkezi bir devlet ve ordunun bütün iktidarı, elinde
tuttuğu bir modeli dayatmaktadır. Yani Türkiye'nin devlet örgütlenmesinin ta kendisini tüm
bölgeye yaymak istemektedir. Ve öyle görülüyor ki, ABD dünyanın en büyük ordularından
biri olan Türk ordusunu kaybetmekten ve Kuzey'deki bir cephenin olanaklarından mahrum
olmaktansa, Türk devletinin isteklerini esas olarak kabul etmiş bulunmaktadır.
Bu şu demektir: Kürtlerin şimdiye kadarki kazanımlarının artık hiçbir değeri yoktur. Sadece
fiili bağımsızlık değil, çok sınırlı bir otonomi bile artık bir hayaldir. Ama sadece bu değil, bu
programı uygulamak için Türk ordusu, fiili Kürt devletini işgal izni almış bulunmaktadır.
Bu da otomatikman güçlerin yeni bir dizilişi demektir.
Birincisi, şu ana kadar başarılı görünen ve bir çoklarını büyüleyen Talabani ve Barzani
stratejisinin fiili bir başarısızlığı söz konusudur. Güney'deki Kürtler de şu soruyu kendilerine

113
sormak zorunda kalacaklardır: ABD ya da diğer devletlere de güvenilmeyeceğine, bu sefer de
yine satıldığımıza ve sırf kendi gücümüzle bu kuşatılmışlık içinde, bölge devletleri arasındaki
çelişkilere dayanarak bir yere ulaşmak da mümkün olmadığına göre, başarı için nasıl bir
strateji izlemek; hangi güçleri birleştirmek için nasıl bir program gerekir?
Bu sorunun PKK-KADEK tarafından verilmiş cevabı vardır: Demokratik Cumhuriyet.
Đktidarın seçilmiş idarecilern elinde bulunduğu; bu gerçek iktidara sahip yerel yönetimlerin
özgür birleşmeleriyle oluşmuş; ulusu dil, den, kültüre göre değil, tıpkı ABD veya Đsviçre'de
olduğu gibi yurttaşlığa göre tanımlayan; tüm dil ve ulusların eşitliğine dayalı bir demokratik
cumhuriyet. Ancak böyle bir program, kendileri de bizzat anti demokratik rejimler altında
inleyen bölge halklarını kazanabilir. Önümüzdeki dönem, bu program ve stratejinin
güneydeki Kürtler tarafından da tartışılıp kabulü dönemi olabilir.
Đkincisi, Türk Ordusu'na karşı Güney Kürdistanlıların da PKK ile aynı gemide olduklarını
görmeleri. ABD'nin kendilerini koruyacağı ve Türk Ordusunun PKK'yı ezeceği, PKK'yı yem
ederek bu fırtınayı atlatıp, kazançlı çıkılacağı hayallerinin bitmesi. Bu da Türk ordusunun
işgaline karşı ortak ve fiili bir mücadele demektir. Belki ilk kez, bütün Kürtlerin ortaklaşa
olarak Türk ordusuna karşı mücadele olanağı ortaya çıkıyor.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
26 Şubat 2003 Çarşamba

114
Zihinsel Deneyler

Yirminci yüzyılın başında, 1905 civarında, hemen hemen aynı yıl içinde, fizikte ve sosyal
bilimler alanında, birbirinden habersizce, iki önemli teori ortaya koyuldu: Einstein’in Đzafiyet
Teorisi ve Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi. Bu teorilerin ikisinin de ortak özelliği, zihinsel
deneylere dayanması ve ulaştığı sonuçların, “sağ duyuya”, alışılmış yargılara aykırı
olmasıydı.
Einstein teorisini ışık hızıyla giden asansörler, trenlerle açıklıyordu. Bu deneyler ancak
zihinde yapılabilirdi. Sonuçlar ise bilinenlere çok aykırıydı. Örneğin, hiç bir şey ışıktan daha
hızlı gidemeyince ve ışık hızı da sabit olunca, hızlanan cismin daha ağır çekmesi veya
saatlerin daha yavaş çalışması gibi sağ duyuya çok aykırı sonuçlara ulaşılıyordu.
Troçki’nin Sürekli Devrim teorisi de benzer şekilde, sınıfların karakterleri ve çıkarlarından
hareketle devrimde nasıl davranacakları üzerine bir düşünce deneyine dayanıyordu. Bu
deneyin sonunda ise, ilk bakışta Tarihsel maddeciliğin önermelerine karşı görünen sonuçlar
ortaya çıkıyordu. Tarihsel maddeciliğe göre, üretici güçler gelişmelerinin belli bir
aşamasında, o güne kadar içinde geliştikleri üretim ilişkileriyle çelişkiye düştüğünde toplum
bir devrim dönemine girerdi. Kapitalist üretim ilişkileriyle de, üretici güçlerin en büyük
çelişkisi, en ileri ve en gelişmiş ülkelerde olacağından, sosyalist devrimin en ileri ülkelerde
olması gerekiyordu. Bu günün dünyasının Marksistlerinin unuttuğu, ama o zaman
doğruluğundan kimsenin şüphe etmediği bir önermeydi bu.
Ama Troçki, geri bir ülkede sınıfların karakterleri ve çıkarlarını bir devrimci durumun kendi
iç mantığı içinde ele aldığı bir zihinsel deney yaptığında, Rusya gibi geri bir ülkede,
burjuvazinin işçi ve köylülerden korkusu nedeniyle demokratik görevlerden kaçmasının,
işçileri, köylülükle ittifak kurarak demokratik devrimi yapmak zorunda bırakacağı, bunun da
Rusya gibi geri bir ülkede, işçileri iktidara getireceği, iktidara gelmiş işçi sınıfının da, toplum
henüz sosyalizm için olgun değil, o halde ben kendimi demokratik görevlerle sınırlıyorum
diyemeyeceği, olayların zorlamasıyla sosyalist dönüşümler yapmak zorunda olacağı sonucuna
ulaşıyordu. Yani tarihsel maddeciliğin formüle edildiği satırların teorisine göre sosyalist
devrimin ileri ülkede, yani kapitalist üretim ilişkileriyle en büyük çelişki içinde olması
gerekirken, bu kafadaki deneyin sorucuna göre, geri bir ülkede olabileceği sonucu ortaya
çıkıyordu. Bu sonuç, sağ duyuya aykırı, dinden imandan vazgeçme gibi bir şeydi. Tabii bu da
korkunç sorunlar yaratıyordu.
Đzafiyet ve Sürekli Devrim teorileri, bütün o sağ duyuya aykırı ön görülerine rağmen, ikisi de
yirminci yüzyıldan sağ salim ve güçlenerek çıkmış teorilerdir. Ne evreni, ne de bu gün
yaşadığımız toplumu ve tarihi bu teorileri bilmeden anlamak mümkün değildir. Eğer
yanlışsalar, gerçekten çok güzel ve tutarlı yanlıştırlar.
Örneğin yirminci yüzyılın bütün sosyalist devrimleri, hep geri ülkelerde, demokratik
karakterli devrimlerin sonunda oldu. Tam da böyle olduğu için, bürokratik diktatörlükler

115
haline geldiler ve yine tam bu nedenle faşizmler, savaşlar dünyasında yaşamaya devam
ediyoruz.
Şimdi, Güney Kürdistan’da egemen olan çizginin yarattığı sorunları görebilmek için benzer
bir zihinsel deneyi, Kürt hareketinin iki temel eğilimi ve ABD, Irak ve TC gibi üç gücün
ilişkileri için yapalım.
Kürt hareketindeki birinci temel eğilim, PKK-KADEK’in temsil ettiği, Demokratik-
Cumhuriyet programı ve bu program aracılığıyla Kürtleri ezen ulusların ezilenlerini
kazanmak. Bu program, ancak, yurttaşlığa dayanan bir ulusçulukla gerçekleşebilir. Hedefi
ayrılıp bağımsız devlet kurmak değildir, isteyenin ayrılıp bağımsız devlet kurabileceği bir
demokrasidir.
Đkinci Temel eğilim ise, Talabani-Barzani ve hemen hemen bütün diğer Kürt örgüt ve
hareketleridir. Program Kürtlerin bağımsızlığıdır. Kendini ezen ulusların ezilenlerini
kazanmak, onlar için doğrudan kazançlar sağlayacak ve bununla onları ortak mücadeleye
çekecek programı bir yana, böyle bir sorunu bile yoktur. Ulusçuluğu, soy, dil ve ulusun
çakışması anlayışına dayanan, demokratik karakterde olmayan bir ulusçuluktur. Ayrılmak ve
bağımsız devlet kurmak hedeftir. O bağımsız devletin içinde bile, isteyen her köyün
ayrılabileceği bir demokratik cumhuriyet ön görülmez.
Eğer programınız ve çizginiz doğruysa, en elverişsiz uzlaşmalar bile size hizmet eder, ama
programınız ve çizginiz yanlış ise, en elverişli uzlaşmalar bile, uzlaştıklarınıza yarar.
Birinci çizgi için müttefik çok açıktır: Kürtleri ezen ulusların ezilenleri. Hepsi için demokratik
cumhuriyet ve federasyon. ABD, Avrupa veya bölge ülkeleri arasındaki çelişkilerden elbette
taktik düzeyde yararlanılabilir ve yararlanılmalıdır. Ama bütün bunlar, stratejik bir anlam
taşımazlar, o stratejiye hizmet eden taktik olurlar.
Đkinci çizgi ise, diğer ülkelerin ezilenlerini kazanmak diye bir ufuktan ve sorundan yoksun
olduğundan, gerek bölge ülkelerinin gerek ABD ve Avrupa gibi büyük güçlerin, veya bu
güçlerle bölge ülkelerinin arasındaki çelişkilerden yararlanarak, hedefine ulaşmak için
bunlarla ittifak yapmak zorundadır. Bu ittifaklar taktik değil, stratejik bir anlama sahiptirler.
Ve her ittifak son duruşmada, ittifak yapılanlara hizmet eder.
Politikada bir gücü kaybetmeden başka bir gücü kazanamazsınız. Kendi ulusunuzun
burjuvazisini kaybetmeden veya onun tarafından kaybedilmeden başka ulusun ezilenlerini
kazanamazsınız. Keza büyük emperyalist güçler tarafından kaybedilmeden ezilen halkları
kazanamazsınız. Ama başka ulusların ezilenlerini kaybetmeden de, emperyalistleri
kazanamazsınız.
Son yıllar, PKK-KADEK’in aldığı ağır darbe ve aynı sürede ABD’nin koruması altında
Güney Kürdistan’da alınan yol, ikinci eğilimin prestijini ve ağırlığını arttırdı ve Kürt
aydınlarının büyük bir bölümünü kendi yörüngesine çekti. Bu yolu böyle cazip kılan,
Sovyetlerin yıkılışı ve ABD’nin tek güç olması ve ezilenlerdeki demoralizasyon ve yılgınlıktı.
Şimdi, Irak’ın mucizevi direnişi, birden bire bu çizginin aslında ne kadar çürük başarı
getirmekten uzak olduğunu gösteriyor. Eğer ABD’yi Iraklılar, ellerinde bayraklarla

116
karşılasalar ve bir direniş göstermeselerdi, bu çizginin sınırlılıkları ve olumsuzlukları ortaya
çıkmaz, görünmez, geniş Kürt kitleleri için muazzam bir çekim gücü olurdu.
Ne var ki, şimdiki direniş bile, bu çizginin, Kürtleri nasıl kötü bir duruma düşüreceğini
göstermektedir. Bütün dünya ABD’nin saldırısına karşı savaşırken, bu çizginin etkisindeki
Kürtler, ABD’nin korucuları gibi bir duruma düşmüş bulunuyorlar. Đkinci çizginin temsil
ettiği Kürt hareketi, ABD’nin desteğini aldı ama, bütün dünya halklarının desteğini ve
sempatisini yitirdi. Buna rağmen, ABD başarı kazandığı takdirde, yine de Kürtler açısından
olumsuzluğu pek görülmez. Ama başarı halinde bile, tıpkı Đsrail gibi, ABD’nin bir karakolu
olarak görülecek ve halkların sempatisinden yoksun olacaktır.
Ama bir an için Irak’ın direnerek, savaşı uzatarak, ABD’nin içindeki direniş aracılığıyla vs.
ABD’yi çekilmeye zorladığını düşünelim. Yani kafamızda bir deney yapalım. O zaman ne
olur? Birincisi, Irak orduları, kendi düşmanıyla iş birliği yapmış Kürtlere karşı onları
cezalandırmak için saldırıya geçer. O zaman ne olur? Birinci Körfez savaşında olan, Kürtler
bu ceza seferinden kurtulmak için, Đran’a ya da Türkiye’ye doğru kaçmak zorunda kalır.
Kendisinin en büyük düşmanlarından birine sığınmak zorunda kalır. Türkiye de bu durumda,
bunu fırsat bilerek, Kürtleri koruma gerekçesiyle, Musul ve Kerkük’e kadar girebilir.
Yani Kürtler en büyük düşmanları olan Türk ordusuna sığınıp, kendi elleriyle Musul ve
Kerkük’ü Türk ordusuna teslim etme durumunda kalabilirler. Sonra ne olur? Đran ne yapar?
Bunlar ayrı sorun. Bunun gerçekleşmemesi böyle bir olasılık olmadığı anlamına gelmez. Ama
bu kafadaki deney bize bu çizginin tehlikelerini gösterir.
Ama Demokratik bir Cumhuriyet programı Kürdistan’da başat olsa, Kürt hareketi bu kötü
durumlardan hiç birisine düşmez. Belki hemen başarı kazanamaz ama bölgedeki bütün
demokratik güçler için bir örnek olup onların güvenini kazanır. Türk Genel Kurmayına,
Saddam’a, Đran’ın molla oligarşisine, Suriye’nin Baas diktasına karşı, tüm demokratik
hareketleri birleştiren bir güç olabilir. Hem Kürtlerin ulusal baskıya karşı özlemlerini, hem
bölge halklarının kendi egemenlerine karşı direnişlerini, hem de dünya halklarının
emperyalizme karşı direnişlerini bir bütün içinde birleştirebilecek biricik program demokratik
cumhuriyettir.
Son aylarda ABD’nin kolay bir başarısı varsayımıyla, KADEK’in demokratik hareketleri
kazanmaya çalışmakla vakit ve enerjisini kaybetmemesini oldukça saldırgan bir üslupla
önerenlerin, Irak’ın direnişiyle birlikte sesleri kısıldı. Şimdi, Irak’ın ABD’ye karşı bir zafer
kazanması olasılığı karşısında soğuk terler döküyorlar. Şimdi bunların biraz iki ellerini başları
arasına alıp düşünmelerinin ve KADEK’in Demokratik Cumhuriyet çizgisine karşı en azından
daha saygılı bir konuma gelmelerinin zamanıdır.
02 Nisan 2003 Çarşamba
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

117
Farklı Ulusçuluklar ve Yeni Dönem

Kürt Ulusal Hareketi çok geç doğmuş ve çok uzun sürmüş bir hareket olduğu için, ez azından
son yüz yıl içinde, ulusal hareketlere damgasını vuran temel eğilimler, tıpkı bir fay hattındaki
jeolojik katmanlar gibi, var olmaya ve yaşamaya devam ederler. Yani Kürt hareketindeki
farklılıklar sadece sınıfsal eğilimlerden değil, aynı zamanda, ulusal hareketlerin farklı
dönemlerinin, farklı paradigmalarından da kaynaklanırlar. Her paradigma ve dönem içinde,
farklı sınıfsal eğilimler, kendini yeniden ifade eder. O paradigma aşıldığında, o eğilim ve
hareketler tümüyle yok olmazlar, büyük kan kayıplarına uğrasalar da bazen yaşayan bir fosil
gibi, yeni koşullara kendilerini uyarlayarak bir şekilde varlıklarını sürdürürler.
Örneğin, ulusal hareketlerin ilk kuşağı ve ilk ulusçuluk, Amerika kıtasında görülen,
sömürgelerin ana vatanlarından ayrılışlarıyla ortaya çıkan ulusları yaratır. Bu günün kana
dayanan ulusçuluğunun havsalasının almayacağı bir şekilde ortaya çıkar bu uluslar; kendi
dillerinden, "kanlarından" olanlardan ayrılırlar. Güney Amerika'daki ulusların kurucuları,
Đspanya'daki Đspanyolların torunlarıydı. Amerika Birleşik devletlerini kurmak için Đngiltere'ye
isyan edenler de, Amerika'ya göç etmiş Đngilizlerin torunlarıydı. Bu günün, ulusları dile ve
soya göre tanımlayan ulusçuları için kabulü ve tasavvuru olanaksız bir gerçektir bu. Ulusun
ve ulusçuluğun özü en iyi burada görülür: ulusların "ulus"larla ilgisi yoktur. Örneğin Kürt
Ulusal Hareketinde bu ilk dönem ulusçuluğunun en küçük bir izi bile görülmez. (Bu gün
Kıbrıslı Türkler arasında, çok farklı koşullarda, bu tür bir ulusçuluğun çok zayıf bir
yankısının, tekrar bir ölümden sonraki dirilişe uğrayışından söz edilebilir. Sömürgedeki
"soydaşlar" "anavatana" isyan ediyorlar.)
Đkinci Kuşak ulusal hareketler ve ulusçuluk demokratik ve cumhuriyetçi bir karakterdedir.
Ulus, eski feodal ve aristokratik düzenle savaş içinde ortaya çıkar. Ulusu tanımlayan
yurttaşlıktır, soy ya da dil değildir. Bunun en klasik örneği Fransa'dır. Ve Alsas-Loren'deki
Almanlar, kendilerini feodal boyunduruktan kurtaran Fransızlarla aynı ulusal devletin
yurttaşları olmayı tercih ederler. Bu da yine bu günün ulusçusunun hiç görmek istemeyeceği
ve havsalasının almayacağı bir davranıştır.
Bu tür bir ulusçuluk, daha sonra burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesiyle ortadan kalktı.
Bunun yerini, Bonapartist-Alman tipi kana, soya, dile, kültüre dayanan ulusçuluk aldı, 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Türk ulusçuluğu böyle bir ulusçuluk biçiminde ortaya
çıktı, Türk ulusçuluğunun baskısına karşı doğun Kürt ulusçuluğu da, bu tür bir ulusçuluk
biçiminde ortaya çıktı.
Bu arada, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından, 1917'ye kadar, işçi hareketinin demokratik
cumhuriyet programı, Fransız tipi demokratik bir ulusçuluğun taleplerini otomatikman
karşılıyor ve bu geleneği sürdürüyordu. Ne var ki, Sovyetlerdeki bürokratlaşmaya paralel
olarak, demokratik cumhuriyet programı ve bu tür bir ulusçuluk da hafızalardan silindi gitti.

118
Ortaya, çok başka, bir yandan, feodal gericiliğe ve sömürgeciliğe karşı, genellikle ezilenlere
de dayanan, tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik karakterde ama aynı zamanda siyasi
bakımdan demokratik olmayan ve büyük ölçüde dile, soya, kültüre dayanan bir ulusçuluk
yayıldı. Bu tür bir ulusçuluk, büyük ölçüde, işçilerin ve burjuvazinin zayıflığı koşullarında
ortaya çıkabilen bürokratik egemenliklerin anti demokratik modernleşmelerini yansıtıyordu.
Bu bakımdan, yirminci yüzyılın bütün ulusları ve ulusal hareketleri bir bakıma, bu tür bir
ulusçulukla damgalıdırlar.
Denebilir ki, Kürt ulusal hareketi geç ortaya çıktığından, Amerika Kıtasında ya da Fransa'da
görülen birinci ve ikinci kuşak ulusçulukların izleri Kürt hareketinde görülmez ama, daha
sonraki Alman tipi ve ikinci dünya savaşı sonrasının, bir yandan tarihsel olarak demokratik
karakterde ama politik olarak demokratik olmayan, diğer yandan cumhuriyetçi ama büyük
ölçüde soya dayanan ulusçuluk anlayışıyla damgalı "bürokratik ulusçuluğu"nun damgalarını
taşır yirminci yüzyıldaki Kürt ulusal hareketleri. 1968 öncesinde doğan Kürt ulusal hareketleri
ile, 1968 ve sonrasında doğan ulusal hareketler arasındaki ayrım, aynı zamanda, Alman-
Yunker ulusçuluğu ile, bürokratik modernleşmeci ulusçuluklar ayrımıdır.
Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bir yandan Avrupa Birliği gibi birleşmelerin
zorlaması; diğer yandan muazzam işgücü göçlerinin yarattığı yeni göçmen azınlıklar bunlara
paralel olarak, post fordist üretim yöntemleri ve elektroniğin yaygınlaşması, klasik ulusların
standartlaşmaya ağırlık vermesinin aksine, artık standartlaşmış bir dünyada, farklılığı
zenginlik gören, bir tür post-modern ulusçulu ortaya çıktı. Bu ulusçuluk, bir çok bakımlardan
Fransız devriminin demokratik ulusçuluğuna benzerse de, ondan çok farklıdır. Örneğin
demokratik vurgu yoktur. Ya da Fransız devrimi ulusçuluğu, farklılığı zorla kaldırmaya karşı
çıkmazdı ama farklılığı yüceltmez ya da korumazdı. Kendiliğinden, ekonomi dışı cebir
olmadan, kendiliğinden yok olmasına da sesini çıkarmazdı, hatta bunu hedeflerdi. Post
modern ulusçulukta ise, bu farklılığın korunması ve yüceltilmesi söz konusudur.
PKK son yıllarda, Sovyetlerin çöküşünün ve post-modern ulusçuluğun yükselişinin yarattığı
uygun ideolojik atmosferde, Kürtleri bulundukları tecrit durumundan kurtaracak, onlara yeni
müttefikler bulacak demokratik cumhuriyet programıyla, bir bakıma, tekrar, Fransız tipi
ulusçuluğu yeniden canlandırdı. Böylece Kürt hareketi içinde, Fransız (Demokratik), Alman
(Bonapartist), "Sosyalist" (Bürokratik) ve Avrupai (post-modern) ulusçuluklar, bir arada ve
karşılıklı etki-tepki ve birbirleriyle de mücadele içinde bulunmaktadırlar.
Türkiye'deki farklı toplumsal güçler arasındaki mücadele, farklı ulusçuluk anlayışları arasında
bir mücadele olarak da ortaya çıkar. Türkiye'ye egemen olan üçüncü kuşak, Alman tipi
ulusçuluktur. Bunun karşısında Kıbrıslı Türklerin Amerika kıtası tipi birinci kuşak ve
PKK'nın temsil ettiği Kürtlerin Fransız tipi ikinci kuşak ulusçuluğu ile kısmen Türkiye'nin
şehirlerinin orta sınıflarında görülen post-modern ulusçuluk yer alır. Türk sosyalistlerinin
anti-emperyalist bürokratik ulusçuluğu bu ulusçuluklar karşısında, zaten ideolojik ve sınıfsal
akrabalıklarının da bulunduğu Türkiye'ye egemen Bonapartist ulusçulukla ittifak eder.
Kürt hareketinde, son yıllarda, güney ve Kuzey bölünmesi, bir bakıma Barzani-Talabani'nin
Alman tipi Ulusçuluğu ile PKK'nın geliştirmeye çalıştığı, Fransız tipi ulusçuluk arasındaki
bölünmeydi.

119
PKK çok şanssız bir harekettir. Dünya çapındaki gelişmelerin ağır darbelerini yer. 1980'lerde
tam yükselirken, Duvar yıkılır, Türkiye ve Dünyada kitle hareketlerinde muazzam gerileme,
milliyetçiliğin ve dinsel hareketlerin yükselişi karşısında tecrit olur ve ağır darbeler alır. Yani
kendi yükselişi dünya çapındaki bir yükselişle senkronize değildir, aksine dünya çapında bir
düşüş içinde küçük bir yükseliş olarak ortaya çıkar.
1990'ların sonunda, Demokratik Cumhuriyet stratejisiyle yeni bir yükselişin temellerini atar.
Ama bu anlayışın tohumları yeni yeni yeşerirken, Duvar’ın yıkılışı gibi dünya tarihsel bir
gelişme, yani ABD'nin Irak işgali ve Güney'deki gelişmeler muhtemelen, Alman tipi
ulusçuluğun yeni bir yükselişini getirebilir. Dün PKK'nın başarılarının etkisiyle onun peşine
takılanlar, şimdi muhtemelen, ondan yüz çevireceklerdir.
Böylece PKK tekrar yeni darbeler alacak ve yeni başarısızlıklara uğrayacaktır. Ama toplumsal
gelişmelerde başarı değildir doğru bir tavrın ölçüsü. Aksine onlar gerçekleşmediklerinde de
doğruluklarını kanıtlarlar.
Örneğin, sosyalizm hiçbir zaman başarıya ulaşmadı. Başarıya ulaşamadığı için yanlış olduğu
söylenebilir mi? Hayır. Aksine, insanlığın bu gün çektikleri, onun doğruluğunun kanıtıdırlar.
Aynı şekilde, dünyadaki gelişmeler PKK'nın temsil ettiği çizgiye hiçbir başarı sunmayabilir.
Bu onun yanlışlığını göstermez ve göstermeyecektir. Bölge halklarının çektikleri ve
çekecekleri, PKK'nın programının Kürtler ve bölge için doğruluğunu, tersinden kanıtlamaya
devam edecektir.
Binlerce yıllık devletçilik geleneği ve bonapartist-bürokratik diktatörlükler altında inleyen
birbiri içine girmiş halkların, binlerce yıl beraber yaşadığı bu bölgede, ancak, bürokratik
devlet cihazlarını parçalayan, onların yerine ucuz ve demokratik bir cihaza dayanan; bütün
dillerin, kültürlerin eşitliğine dayanan Fransız devrimi tipi bir ulusçuluk; ulusal baskılara ve
bürokratik keyfiliklere son veren demokratik cumhuriyet tek çözüm olarak kalmaya devam
eder.
16 Nisan 2003 Çarşamba
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

120
Irak'ta da Demokratik Bir Cumhuriyet

Demokratik bir Cumhuriyet programının sadece Türkiye için değil, aynı zamanda Irak ve
bütün bölge ülkeleri için de geçerli biricik strateji ve program olduğu bu gün daha açık olarak
görülüyor.
Siyasi mücadelede esas sorunun iktidarı, gücü, kitle desteğini ele geçirmek olduğu sanılır.
Ama toplumsal mücadeleler tarihi, esas sorunlu bölgenin, bu gücün, bu desteğin ele
geçirildikten sonra başladığını gösterir. Gücü elinde tutanların ne yapacağını bilememeleri
veya önceden yapacaklarını söylediklerini yapma kararlılığından yoksun oluşlarında toplanır
esas sorun.
Kararlılık ve bir perspektife sahip olma ise, son duruşmada uzun hazırlık yıllarının ve
dayanılan toplumsal temelin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu gün Irak'ta ve Güney Kürdistan'da
bu ne yapacağını bilememe, tarihin sunduğu fırsatı değerlendirememenin tipik bir örneğiyle
karşılaşıyoruz. Bunun nedeni de, bir uzun hazırlıktan yoksunluk, bir toplumsal temel
yoksunluğundur.
Bu gün, Irak'taki yerli tek silahlı ve örgütlü güç Kürtler. Ne yazık ki, Barzani ve Talabani'nin
örgütlü güçlerinin, tüm Irak için bir demokratik cumhuriyet projeleri yok ve böyle bir
projeleri olmadığı için de, tüm demokratik güçleri birleştirme olanak ve şansları bir yana
böyle bir perspektif ve sorunları bile yok.
Halbuki bu günkü güçleriyle Kürtler, tüm Irak için bir demokratik Cumhuriyet programıyla
ortaya çıksalar bir anda, bütün Irak'taki demokratik güçlerin önderliğini ele geçirip, tüm bölge
çapında bir depremin başlatıcısı olabilirler.
Onlar ise hala, "padişah olsam soğanın cücüğünü yerim" diyen çoban gibi davranıyorlar. Bu
günkü konumlarının önlerine, bırakalım bir özerk Kürt bölgesini, bırakalım bağımsız Kürt
devletini, bütün bölgenin demokratik dönüşümüne önderlik etme gibi bir fırsatı çıkardığını
bile görmüyorlar.
Görmemeleri bir rastlantı mı? Hayır. Çünkü ne bir teorik-ideolojik hazırlıkları ne de bunun
için gerekli bir toplumsal temelleri var.
Bir an için Irak'ta Öcalan gibi, "Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa" diye bir
kitap yazmış bir politik önderin olduğunu var sayın. Ve yine var sayın ki, bu hareketin veya
partinin uzun yıllardır böyle bir programı ve ideolojik hazırlığı var. Yine var sayın ki, bu güç,
şimdi Barzani veya Talabani'nin gücüne ve olanaklarına sahip. Ve böyle bir programı
benimseyen, böyle bir sorunu olan bir sosyal temeli de var. Yani içinde her dinden, her
ulustan elemanlar var. Yani bu günkü PKK'yı alalım ve onların gücü, etkisi ve olanaklarıyla,
Barzani veya Talabani'nin yerine koyalım.

121
Bu günkü koşullarda böyle bir güç, bir anda sadece Irak'ı değil, bütün bölgeyi sarsacak ve
ABD'nin ve emperyalizmin planlarını alt üst edecek, bir hareket yaratabilir ve böyle bir
harekete öncülük edebilir.
Tarih Barzani ve Talabani'nin, ya da Irak'taki Kürtlerin önüne harika bir fırsat sunmuş
bulunuyor. Ama onlar bu fırsatı kullanmak bir yana, görme yeteneğinde bile değiller. Hayal
güçlerinde veya programlarında soğanın cücüğünden ötesi yok.
Bu gün Irak'ta, sadece Şiiler, sadece Kürtler veya sadece Sünni Arapların çıkarlarını
korumaya yönelik değil, tüm bunlar içindeki demokrasi güçlerini birleştirecek bir partiye veya
partilere ihtiyaç var. Bunun için ise, tüm bunların demokratlarını birleştirecek bir program, bir
perspektif.
Böyle bir perspektifi olmayanın, böyle bir programı olabilir mi? Böyle bir programı olmayan,
bütün demokrasi güçlerini birleştirebilir mi?
Kendini sırf Kürtlerin veya Şiilerin veya Arapların çıkarlarıyla sınırlayan hareketlerin böyle
perspektifleri ve programları olamaz. Dolayısıyla, Demokratik Bir Cumhuriyet, aynı
zamanda, tüm bu güçler içinde, yani Kürtler, Şiiler, Araplar vs. içinde, bir demokratik
cumhuriyetten yana olanlarla, demokratik bir cumhuriyeti değil de, bağlı olduğu dini ya da
etnik kimliğin dar çıkarlarını hedef alanlar arasında bir bölünme gerektirir.
Eğer laik değilseniz, yani devletin tüm dinler karşısında tarafsız ve din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrılmasını savunmuyorsanız, örneğin Şiiler içinde, Irak'ta bir Şii Đslam devletini
savunanlarla bölünmüyor ve onlara karşı mücadele etmiyorsanız, Irak'taki tüm dinlerden
demokratları yanınıza çekemezsiniz. Dolayısıyla tüm dinlerden laiklerin ve demokratların
birliğini kuramazsınız.
Eğer tüm milliyet ve dillerin eşitliğinden yana değilseniz, bir demokratik cumhuriyet
programınız yoksa, tüm uluslardan ve dillerden demokratları aynı cephede birleştiremezsiniz.
Yani sorunu Musul, Bağdat veya Basra'nın, Kürt, Arap veya Şii mi olacağı değil de, Musul,
Bağdat ve Basra'da, tüm dillerin ve dinlerin eşitliği, devletin bunlar karşısında tarafsızlığı
olarak koyulursa, sorun doğru koyulmuş olur. Ve sorunu doğru koymak çözümün yarısıdır.
Irak'ta eksik olan budur.
Ve bu günkü Irak'ta sorunu böyle koydukları takdirde bunun etrafında bütün dil ve dinlerden
insanları toparlayabilecek tek güç olarak ortada Kürtler var ama onlar sorunu böyle
koymuyorlar. Tüm Irak'ın önüne bir demokratik Cumhuriyet perspektifiyle çıkmıyorlar, kendi
bölgelerinin sınırlarıyla uğraşıyorlar. Halbuki bu günkü güçleriyle laik bir Irak için
ağırlıklarını koysalar, Mollaların egemenliğindeki bir Şii özerk bölgesine karşı olan geniş bir
Şii kitlesinin ortaya çıkmasına yol açabilir ve onlarla ittifak kurabilirler.
Sorunu böyle koyan bir güç ortaya çıktığı an, ABD ve diğer emperyalistler, derhal, aşiret veya
çeşitli milliyetlerin veya dini cemaatlerin, üst sınıflardan liderleriyle ittifak içine girecektir.
Çünkü, böyle bir demokratik güçler birliği halklar ve cemaatler arasındaki düşmanlıkların
önüne geçip, onları birleştirebilir. Bu ise Emperyalizmin hesapları için öldürücü bir darbe
demektir.

122
Demokratik Cumhuriyet sadece dinlerin ve milliyetlerin özgürlüğünü sağlamaz, aynı
zamanda, onların emperyalist dayatmalara ve bölme çabalarına karşı durma; onları birleştirme
olanağı yaratır. Böyle bir Demokratik Cumhuriyet, sadece Irak'ı değil, bütün bölge ülkelerinin
ezilenlerini de kazanır.
Demokratik Cumhuriyet'in Sürekli Devrime benzer bir karakteri vardır. O varlığını
sürdürebilmek ve emperyalist dayatmalara direnebilmek için, tüm bölgedeki demokratik
güçleri kazanmak, yayılmak zorundadır.
Ancak bir Demokratik Cumhuriyet programı, emperyalizmin bölgeye egemen olmak için,
bölgedeki cemaat ve ulusları birbirine karşı kullanma, bölme politikalarına karşı bir parat
oluşturabilir.
23 Nisan 2003 Çarşamba
demir@comlink.de

123
Doğruluk ve Başarı

Sadece sosyalistler arasında değil, genel olarak politikaya ilgi duyan insanlar arasında da,
doğru bir politikanın başarılı olacağı ya da başarılı politikaların doğru olduğu yönünde gizli
bir var sayım egemendir. Devrimci bir politikanın ise ilk sorgulaması gereken bu varsayımın
kendisidir. Ve bu sorgulamanın gerçek bir radikalizme ulaşmak ve onu sürdürebilmek için
hayati bir önemi vardır.
Sanılanın aksine doğur politikalar nadiren başarılı olurlar, başarılı olanlar ise doğru politikalar
değildir. Doğru politikalar, başarısızlıklarında da doğruluklarını kanıtlayan politikalardır.
Sosyalizm hedefini ele alalım. Genelleşmiş meta üretimine dayanan bir sistemin yani
kapitalizmin, hiçbir zaman insanlara sömürü, baskı ve savaşlardan azade bir hayat
sağlayamayacağı noktasından hareket eder ve bu sistemi yok etmekten çıkarlı ve buna
yetenekli olabilecek tek toplumsal gücün, ücretliler olduğunu söyler.
Bu hedef (meta üretimin tasfiyesi) ve bu strateji (yeryüzünün ücretlilerine dayanmak) yani bu
politika, henüz hiçbir başarıya ulaşamamıştır. Peki bu onun yanlışlığını gösterir mi? Hayır.
Aksine, onun başarısızlığı, yeryüzünde baskı, sömürü ve savaşların giderek daha kıyıcı
olmasından başka bir sonuç yaratmamıştır. Başarısızlığı bile o politikanın, yani o hedeflerin
doğruluğunun kanıtıdır.
Tabii ki bu mücadelede her şey her zaman böylesine net değildir. Örneğin, Đşçi Sınıfından
başka bir özne yoktur sosyalizmi getirecek. Köylüleri veya küçük burjuvaları sosyalist
yapmaya kalkarsanız onları sosyalist yapamazsınız ama sosyalizmi bir köylü ve küçük
burjuva sosyalizmine dönüştürürsünüz. Bu nedenle, diyelim ki, bir ekonomik krizin veya bir
ulusal baskının radikalleştirdiği, sosyalizmin belli bir prestiji olduğu dönemde, geniş köylü,
gençlik ve küçük burjuva kesimlerin sosyalizme akışları gerçekleşir. Elbette onlar var olan
sosyalizmler içinde, kendi meşreplerine en uygun olanları seçerler veya böylesi yoksa kendi
meşreplerine uygun olanı yaratırlar. Aynı dönemde, diyelim ki, işçi hareketi başka güçlerin
baskısı altında dünya tarihsel bir yenilgi, dağınıklık ve demoralizasyon içindeyse. Böyle bir
dönemde, gerçekten onu gerçekleştirecek özneye uygun bir sosyalizm zerrece bir
kitleselleşme gösteremezken, küçük burjuva ve köylü sosyalizminin başarıdan başarıya
koştuğu görülebilir. Bu başarının çekiciliğine dur diyebilmek, Odyseus’daki gibi, sirenlerin
ayartıcı seslerine kapılmamak için, kendinizi geminin direğine bağlamanız gerekir. Tarihsel
olarak belki kısa ama insan hayatı bakımından uzun, (ve insanlar dünyaya kendi hayatlarını
ekseninden bakarlar) belki birkaç kuşaklık bir dönem boyunca, kendinizi başarısızlığa
mahkum etmeniz gerekir. Yani sadece başarısızlık doğruluğu kanıtlamaz, bazen doğruluğu
koruyabilmek için, kendinizi uzun bir süre başarısızlığa da mahkum etmeniz gerekir.
Ve bütün bunlara rağmen nihai başarı yine de garanti değildir. Sosyalizmin zaferinin hiçbir
garantisi yoktur. Komünist Manifesto’nun daha ilk satırlarında, tek yönlü olmayan, açık uçlu

124
bir tarih anlayışı ifade edilir. Bir yanda çöküş ve bir yanda devrim ve kurtuluş. Her ikisi de
sadece bir olasılıktır.
Ne var ki, işte o burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri, tarihin bu açık uçluluğunu,
sosyalizmin hiçbir garantisi olmadığı, bunun sadece bir olasılık, hem de oldukça zayıf bir
olasılık olduğunu unutturmuş, düzgün, zorunlu olarak sosyalizme giden bir tarih anlayışı
egemenliğini kurmuştur. Sosyalistler, bir olasılığı gerçekleştirmekten değil, tarihin tekerleğini
hızlandırmaktan söz eder olmuşlardır. O hızlanan tekerleğin, sosyalizm kadar yok oluşa ve
barbarlığa götüreceğini unutulmuştur.
Hatta, insanlık tarihinin ve yaşadığımız son birkaç yüzyıllık modern tarihin yasaları,
sosyalizmin, yok oluş veya barbarlık karşısında bir olasılıktan ziyade sadece küçük bir
rastlantı olabileceğini ima etmektedir. Çünkü Tarih boyunca hiçbir normal doğum yoktur.
Yani hiçbir zaman en gelişmiş, en ileri olanın kendi içinde bir devrim gerçekleşmemiştir.
Eğer tarih aynı kurala uyar ve bizlerin hatırı için bir istisna yapmazsa ve en ileri içinde bir
devrim gerçekleşmezse, yani Amerika’da bir devrim olmazsa, insanlığın yaşama şansı veya
sosyalizmin şansı hiç yok demektir.
Mekanik burjuva materyalizmi, nasıl doğa tarihini, ilkel hücrelilerden omurgalılara,
memelilere ve insana doğru, adeta zorunlu olarak yükselen, bir süreç olarak ele alırsa, burjuva
ve küçük burjuva sosyalizmleri de toplum tarihini, ilkel komünle başlayan ve sosyalizmle
taçlanan bir süreç olarak ele alır. Doğada insan, toplumda sosyalizm, aynı tek uçlu zorunlu
akışın sonucu olarak kavranır.
Halbuki, sadece toplumun tarih değil, doğanın da tarihi, insanın evrimin ulaşması gereken bir
zorunluluk değil, çok küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olduğunu göstermektedir. Yani insan
gibi sosyalizmin gerçekleşmesi de, sadece küçük bir tesadüfün gerçekleşmesinden başka bir
şey değildir ve olamayacaktır.
Ve tarihe böyle bakıp sosyalizmi küçük, küçücük bir olasılık olarak gördünüz mü, sosyalizmi
tarihin zorunlu gidişi ve sosyalistlerin mücadelesini de bu gidişi hızlandırmak olarak gören
yaklaşımlardan çok farklı bir başarı anlayışınız olur. Sosyalistler, küçük bir olasılıktan başka
hiçbir başarı vaat etmeyen bir politikanın izleyicileri olmak zorundadırlar. Yani sadece geçici
başarıların ayartıcılığına karşı durmak da değildir sorun, nihai başarı bile bir küçük olasılıktan
başka bir şey değildir artık. Böylece, devrimci sosyalizm, sondaki başarı ile doğruluk
arasındaki bağı da koparmak zorundadır.
Đşte bu nedenle, doğru olanın başarılı, başarılı olanın doğru politika olduğu yolundaki gizli
varsayımla mücadele, aslında küçük burjuva ve burjuva tarih ve toplum anlayışlarıyla bir
mücadeledir. Ve bu metodolojik yanılgılardan kurtulmadan, sosyalizmin hiçbir başarı şansı
olamaz. Paradoksal gibi gelebilir ama, sosyalizm başarıya ulaşabilme olasılığını korumak
istiyorsa, başarı ile doğruluğun ilişkisini koparmak, başarıda doğruluğunu görme anlayışından
kopmak zorundadır. Başarıda doğruluğunu görmeyen bir sosyalizmin küçük de olsa başarı
şansı olabilir.

125
Bu günlerde Kürt ulusal hareketi de, sosyalizmin bu tarihsel problemleriyle başka bir düzeyde
karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Bir süredir KADEK, bölge için bir demokratik çözüme vurgu
yapıyor. Akıntıya karşı duruyor.
Kürtlerin önemli bir bölümünün, Barzani ve Talabani’nin ABD’nin desteğiyle elde ettikleri
başarının büyüsüne kapıldıkları bir dönemde başka havalar çalıyor. Talabani ve Barzani’nin
başarılarını görenler, onların politikalarının doğru olduğunu düşünüyorlar.
Sosyalizm için geçerli olan, aynen Kürt ulusunun mücadelesine de aktarılabilir. KADEK’in
politikalarının bu güne kadar, örneğin Talabani veya Barzani gibi bir başarıya ulaşmamış
olması, onun yanlışlığını göstermez. Başarıları onların doğruluğunun kanıtı değildir.
Hatta daha ileri gidelim. Eğer ABD kendi çıkarları açısından akıllıca ve uzun vadeli bir
politika uygularsa, geniş Kürt kitlelerini daha da fazla kendi çıkarlarıyla uyumlu politikaların
etkisine çekebilir. Örneğin, diyelim ki, çok güçlü otonomisi olan Kürt bölgesini ya da
bağımsız bir Kürt devletini destekleyerek, Kürdistan’daki petrollerin gelirinin büyük bir
bölümünü o bölgeye aktarabilir. Bu koşulda, KADEK politikası, başarıda doğruluğu gören
geniş Kürt kitlelerini gözünde ikna gücünü büyük ölçüde yitirebilir. Ve daha sonra tarihin
yolları öyle değişir ki, KADEK de sosyalist hareket gibi hiçbir zaman başarıya
ulaşamayabilir.
Bütün bu hiçbir başarı vaat etmeyen olasılıklarda bile, KADEK’in bu günkü politikası yanlış
olmaz. Hatta bizzat başarısızlıkları onun doğruluğunun kanıtı olur. Nasıl sosyalizmin
başarısızlığı, yani savaşların, yoksulluğu ve baskının sürüşü onun doğruluğunun kanıt ise, orta
doğu için bir demokratik çözüm programının başarısızlığı da, orta doğuda kanlı
boğazlaşmalar, baskı, sömürünün sürmesi ile doğruluğunu kanıtlayacaktır.
Elbette bu demokrasi programının şansı, dünyada bir sosyalizmin başarı şansından çok daha
yüksektir. Tarih, bu şansın yüksek olduğunu da ima ediyor. Bütün uygarlık alanları içinde
(Çin, Hint, Đran) sadece Orta doğu parçalandı. Bu binlerce yıllık uygarlık alanını birleştirici
güçleri Çin, Đran ve Hindistan’dan daha zayıf değildir. Demokratik cumhuriyet, tarihin bu
birleştirici eğiliminin bir ifadesidir. O nedenle şansı da daha büyüktür.
29 Nisan 2003 Salı
demir@comlink.de
http://ww.comlink.de/demir/

126
Zor Dönem

Duvarın yıkılışının sosyalist harekete yaptığı etkinin benzerini ABD’nin Irak işgali Kürt
Ulusal Hareketi içindeki Devrimci Demokratik akıma yapabilir. Bu nedenle Kürt Ulusal
hareketi içindeki Devrimci Demokratik kanadı, daha somut ifadesiyle PKK-KADEK çizgisini
çok zor bir dönem bekliyor.
Duvarın Yıkılışı, ve bu yıkılış sırasında ortaya çıkan eğilimler sosyalistler tarafından hala
analiz edilmiş ve gereken sonuçlar çıkarılmış değil. Halbuki sosyalistler bu gibi büyük, çağ
değiştiren kitlesel olayların analizine dayanırlar. 1789 ve 1848’in dersleri, 1917’ye kadar, tüm
dünya sosyalist hareketinin çıkarsamalarının verilerini oluşturmuştu. 1917’nin dersleri de
sonraki dönemin. Peki, şu çağ değiştiren, Sovyetlerin çöküşü ve duvarın yıkılışından
çıkarılacak sonuçlar hiç yok mudur? Hangi sosyalistin analizlerinde bunların küçük de olsa
izlerine rastlayabilirsiniz? Hiç kimsenin. Bu alanda ara sıra gösterdiğimiz çabalar hiçbir yankı
bulamadan bir suskunluk duvarına çarpar. Çünkü hiç de gönül okşayıcı sonuçlar değildir
onlar, Türkiye’nin sosyalistleri ise “Türk’e Türklük propagandası” yapan Türkler gibi,
kendilerine sosyalizm propagandası yapar durumdadırlar. Elbette böylelerinin ruhunu
okşamaz o çıkan sonuçlar.
Bu derslerden birini hatırlayalım. Biraz provake edici biçimde formüle edelim. Önceki bütün
devrimlerde, devrim ilerledikçe, ona ezilenlerin aktif katılımı yükselir ve devrim eylemi
içinde bu ezilenlerin hızla siyasi bakımdan da olgunlaşmasıyla devrim giderek daha ileri
hedeflere yönelir. Başlangıçta hayal bile edemeyeceği noktalara varır. Örneğin Fransız
devrimi başladığında, kimse Kralım kafasını kesip Cumhuriyet kurmayı düşünmüyordu. Ama
o devrim Paris’in baldırı çıplaklarını öne çıkarıp eğittikçe ve devrim radikalleştikçe, Kralın
kafası da gitti, Cumhuriyet de Kuruldu. Ekim Devrimi başladığında, kimse sosyalist bir
devrime geçiş düşünmüyordu. Herkes, geri bir ülke için demokratik dönüşümler yeter diyordu
ve devrim de zaten klasik Demokratik Cumhuriyet, 8 saatlik işgünü, barış, ekmek gibi
parolalarla patlamıştı. Ama birkaç ay içinde fiilen bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda
kalmıştı. Bu nedenle, sosyalizmin bütün büyük teorisyenleri, devrimin kitleleri eğittiğinden
söz ederler.
Doğu Avrupa devrimlerinde ise, tam tersi görülür. Devrim ilerledikçe, ezilen kitlelerin
katılımı arttıkça, devrim, başındaki taleplerinden hızla daha geri noktalara kayar. Doğu
Avrupa’daki rejimlere karşı muhalefetin iki ayağı vardı, bir tarafta liberaller ve sosyal
demokratlar, yani kapitalizme dönüş isteyenler, diğer tarafta devrimci sosyalistler, yani
bürokrasinin iktidarını yıkıp, gerçek işçi iktidarına dayanan, her türlü demokratik özgürlüğe
dayalı bir sosyalist devrim için mücadele edenler. Hareketler başladığında, batı basınının
liberal ve sosyal demokratları bütün öne çıkarma çabalarına rağmen, sosyalist kanadın etkisi
hiç de küçük değildir ve iyi bir başlangıç sağlayacak durumdadır. Yani sosyalistler, devrimin
kitleleri radikalleştirmesinin, önceki devrim deneylerinin derslerine dayanarak, kendi
politikalarını öne çıkarabileceğini umabilecek durumdadırlar. Polonya’da başlangıçta

127
Dayanışma içinde çok güçlüdürler. Çekoslovakya’da Peter Uhl gibiler, muhalefetin
sembolleri arasındadırlar. Ama kitleler öne çıktıkça, sosyalistlere yönelmek ne kelime,
hareket hızla sosyalizmden uzaklaşır ve arasına mesafe koyar.
Bu eğilim en açık biçimde doğu Almanya’da görülmektedir. Đlk sokağa çıkmalar
başladığında, harekete, Brecht’in şiirinin verdiği ilhamla, Bürokrasinin Halk söylemini ona
karşı bir silaha dönüştüren, “Biz Halkız” sloganı vardır. Yani Bürokrasinin iktidarını
tasfiyedir slogan ve zımnen, zaten ortadaki kapitalist ekonomi olmadığından, bir sosyalist
devrim talebini içermektedir. Ama bu başlangıç aşamasında henüz işçiler ve yoksullar yoktur
meydanlarda. Harekete daha ziyade aydınlar ve daha tuzu kurular, hatta bürokrasinin
reformist kanadı katılmaktadır. Ama ne zaman ki işçiler ortaya çıkar, işçiler her zamanki
pratik zekalarıyla, küçük bir gramatik değişimle, yani Almanca’daki “das” yerine “ein”ı
koyarlar, ve “Biz Halkız” sloganının yerini alan “Biz Bir Halkız” sloganı devrimin bayrağı
olur. Bunu anlamı şudur: Sosyalizm falan istemiyoruz. Batı Almanya ile birleşip, Alman
kapitalistler tarafından sömürülmek istiyoruz, bu sizim için en demokratik sosyalizmden bile
bin kat iyidir. Đşçiler aynen böyle düşünüyorlardı ve de öyle yaptılar. Yani devrime işçiler
katılıp o devrimci hareket içinde radikalleştiklerinde, bu radikalleşme önceki bütün
devrimlerden farklı olarak, sosyalizme doğru değil, ondan uzaklaşma biçiminde gerçekleşti,
ne kadar radikal ise o kadar kapitalizm taraftarı oldu. Eğer provakatif olarak ifade etmek
gerekirse, on dokuz ve yirminci yüzyılın devrimlerinden farklı olarak, doğu Avrupa
devrimleri, kitleleri eğitmedi, aptallaştırdı.
Tabii bir devrimci ve sosyalist iseniz, bunun sonuçları üzerine ciddi düşünmeniz gerekir. Bu
sorunlar üzerine düşünen ve kafa patlatan bir sosyalist gören varsa beri gelsin. Bu sadece
sonuçlardan biri. Ama çok ciddi bir sonuç. Bunun gibi daha niceleri var.
Biz yine bunda kalalım. Bu sonucun da başka bir sonucu var. Yani Sovyetler ve doğu
Avrupa’da onlarca yıl, bürokrasiye karşı mücadelenin öncülüğünü ve bayraktarlığını
sosyalistler yapmalarına rağmen, bu sonuç dolayısıyla onların bütün o muazzam çabaları
sanki hiç olmamış gibidir. Đsim ve mücadelelerini kimse hatırlamaz bile. Tarih böylesine
nankördür de.
Şimdi gelelim, Kürt Ulusal Hareketine. Kürt Ulusal Hareketi, Doğu Avrupa’daki bu alt
üstlüğün doğrudan etkilerini yaşamadı. Doğu Avrupa’daki çöküş gerçekleşirken, Kürt Ulusal
Hareketi zirvesini yaşıyordu, kendi gücünden emin ve zaferleriyle sarhoştu. Daha sonraki
Körfez Savaşı da nispeten uygun koşullar yaratmıştı. Bu nedenle, Duvarın yıkılışının
dalgalarının dünya çapındaki çöküntülerini, kürdistan özelinde, Kürt mücadelesinin yükselişi
nötralize edebiliyordu. Duvar çöküntüsü, daha ziyade dolaylı müttefiklerde bir gerileme,
(gerek uluslar arası alanda gerek Türkiye’de demokratik ve sosyalist muhalefetin çökmesi
biçiminde) Türkiye’de gericiliğin ve özel savaş rejiminin dizginlerinden boşanması biçiminde
gerçekleşti.
Đdeolojik planda ise olumlu denebilecek etkileri oldu. Kürt ulusal hareketi içindeki devrimci
demokrat kanadın, sosyalizm diye öğrendiği Stalinizmin ideolojik bukağılarından
kurtulmasını ve devrimci demokrasinin daha otantik biçimlerine dönmesini ve belli bir
esneklik kazanmasını kolaylaştırdı. Görünüşte bu kimi sosyalist tabuların yıkılması ve

128
sosyalizmden uzaklaşma gibi görünse de, aslında devrimci demokrasinin özüne bir dönüş
anlamı taşıyordu. Diğer yandan, Kürt Ulusal Hareketi içindeki burjuva kanadın, eski dönemin
sosyalist söylemini terk etmesini ve aslına uygun bir dile dönmesini sağladı. Bir bakıma taşlar
yerli yerine oturuyordu.
Ama bütün bunlar, henüz Kürt hareketi içinde devrimci demokrasinin zayıflamasını
getirmiyordu. Talabani ve Barzani, kimi zaman Đran, kimi zaman Saddam, kimi zaman
Türkiye desteğiyle birbiriyle savaşıyorlar ve Kürtler için hiçbir çekim gücü
oluşturmuyorlardı. PKK’nın temsil ettiği devrimci demokrasi büyük başarılar kazanamasa ve
ağır darbeler alsa da gücünü ve prestijini koruyordu. PKK bu sayede, en zor koşullarda, en
zorlu stratejik değişimleri hiçbir önemli güç kaybına uğramadan ve ciddi bir bölünme
yaşamadan gerçekleştirebiliyordu. Burjuvazi hala ayrı bir bayrak açamıyor, devrimci
demokrasinin bayrağı altında, doğrudan veya dolaylı etkilemelerle yerini korumaya
çalışıyordu.
Ama son yıllarda, Güney Kürdistan’da ABD’nin koruması altında, Petrol gelirlerini Güney
Kürdistan’a aktarması, Barzani ve Talabani’yi adeta zorla birleştirmesi, bunun sonucu olarak
ortaya çıkan refah ve özgürlük ortamı, zaten Duvar’ın yıkılışıyla sosyalizm terminolojisinin
yükünden kurtulmuş burjuvazinin önemli bir bölümünün, Kürtlerin Kurtuluşunun açıkça
ABD ile ittifaktan geçtiğini savunabilmelerinin yolunu açmıştı. Ama özellikle Kuzey
Kürdistan’daki geniş Kürt kitleleri hala devrimci demokrasinin önderliğe altında
bulunduğundan, ve kısmen de hala henüz hiçbir şey garanti olmadığından, eski
aldatılmışlıkların anısıyla, yine de köprüler atılmıyordu devrimci demokrasiyle.
Ama şimdi durum kökten değişmiş bulunuyor. ABD’nin Güney Kürdistan’da güçlü bir Kürt
Özerk Bölgesini destekleyeceği belli oldukça, sadece şimdiye kadar kerhen devrimci
Demokrasi ile yan yana yürüyenler, artık açıkça onunla köprüleri atma eğilimi gösteriyorlar.
Ve henüz saldırı oklarını henüz doğrudan o devrimci demokrasiye karşı yöneltemedikleri için,
eşeğini dövemeyenin semerini döveceği misali, Devrimci demokrasinin ittifak aradığı Türk
soluna ve onunla ittifaka saldırarak, onun gölgesinden çıkıp ayrı bayrak açıyorlar.
Ama sadece bu değil, geniş Kürt yığınlarında, tıpkı Doğu Avrupa’daki kitlelerde olduğu
türden bir değişimin ip uçları görülüyor. O kitleler, hiç de öyle sosyalizm falan deyip,
insanlığın çoğunluğuyla kader ortaklığı yapmaya yanaşmadılar ve kendilerini kurtarmaya,
Batı Avrupa ile birleşerek imtiyazlılar arasına katılmaya karar verdiler.
Kürt hareketinin uzun yıllar tecrit durumu, onu kendisini ezen halkların ezilenlerini kazanmak
sorunuyla yüz yüze getiriyordu. Yani kendisini kurtarmak için kendisini ezenleri de
kurtarmaya kalkma zorunluluğuyla karşılaşıyordu. Zaten, stratejik dönüşüm bunun bir
ifadesiydi. Ve tam da bu nedenle, ezenlerin ezilenlerini kazanmak için yaptığı bu değişiklikle
Kürt burjuvazisini yitiriyordu. Bu bölünme iki farklı ulusçuluk anlayışında ifadesini
buluyordu.
Şimdi Doğu Avrupa’nın benzeri Kürdistan’da olabilir. Kürt ulusunun şimdiye kadar Kuzey
Kürdistan’da yoğunlaşmış yoksul kesimleri de, Devrimci Demokrasinin, Demokratik
Cumhuriyet programı, Kürt Arap, Fars, Türk bütün halkların ortak kurtuluşu programı için
uzun vadeli ve sonu belirsiz bir savaşa girmekten ise, doğu Almanlar veya Doğu Avrupalılar
129
gibi, kazanan ata oynayıp kısa yoldan özlemlerini gerçekleştirmeyi seçebilirler. Yani devrimci
demokrasinin programı bütün çekiciliğini ve ikna gücünü, tıpkı Duvar’ın yıkılışında,
sosyalizmin başına geldiği gibi, yitirebilir. Ve böylece Devrimci Demokrasi, tıpkı sosyalizm
gibi, yoksul Kürt kitleleri içindeki desteğini hızla yitirebilir ve Yoksul kitleler Kürt Ulusal
hareketi içindeki burjuvazinin, şimdilik Barzani-Talabani’de sembolleşen bayrağı ardında
onun zafer arabasına binebilir.
Ve işin daha da kötüsü, ABD’nin desteği ile, bu Türkiye’de büyük bir basınç oluşturup,
egemen kastın, yukarıdan kimi düzenlemeler yapmasının yolunu açabilir. Çünkü, Bürokratik
kast bu gün çok tehlikeli biçimde tecrit olmuş bulunuyor. Bu tecritten kurtulup iktidarını
sürdürebilmek için, Kürtçe’yi Türkiye’nin ikinci dili yapmak gibi, şimdiye kadar dayanılan
aşiretler yerine, Kürt burjuvazisini yedeğe alan, ama iplerin elinde kalmasını sağlayan, bir
düzenleme yapabilir. Ortaya çıkan Demokratik bir Cumhuriyet değil, şimdiki Bürokratik
Cumhuriyetin Kürtlerin desteğini almış yeni bir versiyonu olabilir.
Bu takdirde, ABD ve Kürt burjuvazisi, PKK’nın onlarca yılda onca fedakarlıkla kenarına bile
ulaşamadıklarına, kendi bayraklarıyla ulaşabilirler. Bu da Kürt Ulusal hareketi içinde,
Devrimci Demokrasinin adeta olmamışa dönmesine ve unutulmasına bile yol açabilir.
Örneğin, bu gün, Stalin’in kamplarında bürokrasiye karşı mücadelede ölmüş yüz binlerce
Bolşeviği, Devrimci Marksist’i hatırlayan bile yok. Hatırlamak bir yana bunların varlığından
bile haberi yok kimsenin. Ve kimse de hatırlamak bile istemiyor. Şimdi aynı akıbet PKK ve
onun mücadelesini de tehdit etmektedir.
Bu Kürt hareketi içindeki devrimci demokrasinin, şimdiye kadar karşılaştığı en zorlu meyden
okumadır. Bu meyden okumaya şimdiye kadar başarılı olmuş yöntemlerle cevap verilemez.
Ama bir cevap bulabilmek için, yuvarlak sözlerin ardına gizlenmeden, eğilimleri ve tehlikenin
büyüklüğünü ve sonuçlarını açıkça ortaya koymak ve açıkça tartışmak gerekir. Sosyalistlerin
bir tek silahı vardır: açıklık. Problemleri ve tehlikeleri, hiçbir gizleme, güzelleştirme, önemsiz
gösterme çabasına girmeden, moral bozar diye korkmadan açıkça ortaya koymak ve
tartışmak.
07 Mayıs 2003 Çarşamba
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

130
Bağımsız Bir Kürt Devleti ve Demokratik Cumhuriyet

Demokratik Cumhuriyet sorununu şimdiye kadar genellikle, Kürtleri ulusal baskıdan


kurtaracak stratejik nitelikleri bakımından ele almaya ağırlık verdik. Kürtler, dört bir yandan
çevriliydiler. Bu durumda ulusal baskıya karşı mücadelenin tecritten ve yok olmaktan
kurtulmak için müttefikler araması gerekiyordu. Bu müttefikler genellikle, Kürdistan’a
egemen devletlerin aralarındaki çelişkilerde bulunuyordu. Ancak bu durumda ya bu devletler
anlaşıyor ve bunun sonucunda Kürtler katliamlara uğruyordu, ya da her devlet diğerinin
içindeki Kürtleri diğerine karşı destekliyor bu da Kürtlerin Ulusal baskıya karşı
mücadelelerini bölüyordu.
Bu çıkmazdan çıkışın şu yolları vardı:
Bir olasılık dünyanın gelişmiş ülkelerinde bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi ve bunun geri
ülkelerdeki ulusal ve sınıfsal baskıların kaldırılması ve bunlara karşı direnişler için muazzam
bir destek sunması olabilirdi. Artık hayal gücünden bile uzaklaşmış bu olasılık Kürtlerin
Üzerindeki ulusal baskı dahil tüm sorunların bir çırpıda çözümünü getirirdi.
Ne var ki, tarihin yumağının ters ucundan çözülmeye başlaması, yani geri ülkedeki Ekim
devriminin ileri ülkelere yayılamaması ve bunun sonucu da yozlaşması, dolayısıyla
çözülemeyip bir kör düğüm, bir Gordiyos düğümü olması, bu çözümü olanaksız kıldı.
Đkinci olasılık, Bölge devletlerinden birinde en azından demokratik karakterde bir devrim
gerçekleşmesiydi. Bu devrim gerçekleştiği ülkedeki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını
tanır ve böylece diğer ülkelerdeki Kürtlerin özgürlüğü ve oralarda da demokratik devrimler
gerçekleşmesi için diğer ülkelerdeki demokratik hareketleri desteklerdi. Böylece Demokratik
devrimin Kürt ulusal hareketiyle ittifakı, Kürtlerin ulusal baskıdan ve diğer ulusların da
Kemalist, Baas ya da Molla rejimlerinin egemenliğinden kurtulmasını sağlardı.
Maalesef birinci kör düğüm, geri ülkelerdeki devrimci ve demokratik hareketleri zayıflatarak,
bu olasılığı da ortadan kaldırıcı bir etki yaptı ve Kürt ulusunun kaderi üzerinde ikinci bir Kör
düğüm oluştu.
Bu durumda Kürtlerin karşısında iki olasılık kalıyordu.
Bu iki olasılıktan biri şöyle özetlenebilir:
Kürtler tersinden giderek bu iki Gordiyos düğümünü çözmeyi deneyebilirlerdi. Kürt ulusal
kurtuluş hareketi, bölge devletlerinden en azından birinde demokratik bir devrim yaparak,
yani aslında kendisini ulusal baskıdan kurtarması gerekenleri uğradıkları baskıdan kurtararak,
ulusal kurtuluştan hareketle demokratik devrim yaparak, bölge çapında demokratik devrimin
yayılması sürecini başlatabilirdi. Ama ezen ulusun ezilenlerini kazanmak için, sadece
bağımsızlık veya belli bir devlet içindeki Kürtlerin özerkliği gibi bir program yetmezdi.
Mücadelenin nesnel sonuçları değil, bizzat hedefleri, ezen ulusun ezilenlerini kazanmaya

131
yönelik olmalıydı. Bunun da bir tek somut ifadesi olabilirdi: Demokratik Cumhuriyet. Kürt
ulusal hareketi, ulusal baskıya son verebilmek için, bir sosyal harekete dönüşmeyi, kendini
ulusal baskıdan kurtarabilmek için kendini ezenleri de diğer baskılardan kurtarmayı
hedefleyebilirdi.
Sadece Kuzey Kürdistan’daki, yani nispeten Kürdistan’ın en gelişmiş bölgesindeki hareket,
PKK, kimi geleneklerinin katalizatörlüğü ve uğradığı dünya çapındaki tecrit ve kuşatmayı
yarma zorunluluğuyla bu programı benimseyebildi. Ama bu politik benimseyiş sınıfsal ve
kültürel sınırlara takıldı. PKK’nın büyük bölümü yoksullar hatta büyük ölçüde işçiler
olmasına rağmen, toplumsal konumuyla işçi veya yoksul olan bu tabakalar ruhsal
durumlarıyla köylü, kültürel bakımdan kapitalizm öncesi bir karakter taşıyorlardı. Bu da
onların hem Kürt burjuvazisi karşısında bağımsız bir politika oluşturmalarını engelliyor hem
de batının büyük şehirlerinin işçi ve emekçilerini kazanmasını olanaksızlaştırıyordu. Bu
açmazdan kurtuluşun biricik yolu, egemen ulusun demokratik ve sosyalist hareketinin, ezilen
ulusun bu stratejisinin kendisine sunduğu olanakları değerlendirerek bir itilim kazanması
olabilirdi. Ne var ki, gerek duvarın yıkılış öncesinin gerek yıkılış sonrasının egemen
ideolojilerinin yarattığı tahribat, böyle bir egemen ulus solunun ortaya çıkışını
olanaksızlaştırmıştı. Böylece doğru bir strateji, hem kendi kültürel ve sınıfsal sınırlarına hem
de dönemin yarattığı yoksunluklar duvarına çarparak, kendini gerçekleştirme olanağı
bulamıyordu. Ya da gerçekleşmesi, çok uzun bir zaman gerektiriyordu.
Eğer Kürdistan, Bask veya Katalan gibi ulusal baskı altında ama ülkenin kültür ve ekonomice
en gelişmiş bölgesi olsaydı, bu strateji en azından Kültürel ve sınıfsal sınırlara takılmadan,
dayanacağı bir modern proletarya bulacağı için başarıya ulaşabilirdi. Ne var ki, Kürdistan’ın
aynı zamanda, bulundukları ülkelerin en geri bölgeleri olması, bu olasılığın gerçekleşmesini
olağanüstü güçleştiriyordu.
Bu durumda son bir olasılık vardı, büyük bir emperyalist gücün, Kürtleri desteklemesi, bu
takdirde Kürtler, kendini kuşatan ülkeler karşısındaki müttefik eksikliğini ve güçsüzlüğü
aşabilirlerdi.
Şimdiye kadar bölge devletlerinin Arap, Fars ve Türk devletleri gibi, gerek petrole gerek
büyük ordulara ve geleneklere sahip olan devletler olması, büyük emperyalistlerin Kürtlerin
mücadelesi karşısında bir müttefik olarak son duruşmada her zaman onların yanında
bulunmasına yol açmıştı. Zaman zaman aralarındaki çelişkiler nedeniyle, sadece karşı tarafı
sıkıştırmak için Kürtleri destekler gibi yaptılarsa da, bu tıpkı bölge devletlerinin aralarındaki
çelişkiler nedeniyle zaman zaman yaptıkları manevralara benziyordu. Zaten bölge
devletlerinin bu manevraları da çoğu kez dünya çapındaki rekabetin bu devletler aracılığıyla
yansımasından başka bir şey değildi. Yani Emperyalist ülkeler Kürtlerin Kurtuluşunu değil,
bölge devletlerini desteklemeyi tercih ederlerdi.
Ne var ki, bu durum ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilk kez kökten değişti. ABD’nin dünyaya
egemenlik planı, bu bağlamda bölge devletlerini kendi kontrolüne alma planı, onu bu
devletlerin baskısı altındaki Kürtlerle müttefik yapmaktadır. Böylece hiçbir zaman doğru
dürüst bir müttefik bulamayan Kürtler bir anda dünyanın en büyük askeri ve politik gücünün
desteğini elde etmiş bulunmaktadırlar.

132
Bu durumda Kürtler arasında, özellikle de kraldan fazla kralcı diyasporada şöyle bir
düşüncenin geliştiği görülmektedir. “Đşte ABD’nin çıkarları bizi desteklemeyi gerektiriyor.
Bu güce dayanarak bir süre sonra, çeşitli biçimlerde, üzerimizdeki ulusal baskılara son
verebilir ve hatta bağımsız ve birleşik bir Kürdistan devleti kurabiliriz. Bu durumda,
Demokratik Cumhuriyet gibi, ezen ulusun ezilenlerini kazanmaya yönelik, uzun ve yorucu
işlerle uğraşmanın gereği yok. Şimdiye kadar gelselerdi. Ne yapalım günah bizden gitti. Hatta
ABD gibi güçlü bir müttefiğin desteğini kaybetmemek için, artık onlarla aramıza mesafe
koymamız gerekir.”
Böyle düşünen Kürtler, tıpkı Avrupa’ya katılarak Türk devletinin keyfiliğinden ve
baskısından kurtulmak, demokrasi ve ekonomik refahtan nasiplenmek isteyen ve bunun için
de Kıbrıs Cumhuriyeti ile birleşmek isteyen Kıbrıs’ın Türkçe konuşanları gibi; veya “halk
biziz” diyerekten bürokrasiyi tasfiye eden bir sosyalizmi seçerek bin bir türlü zorlukla dolu
sonu belirsiz bir maceraya girmekten ise, “biz bir halkız” diyerekten Batı Almanya ile
birleşerek bir an önce refah ve demokrasiye kavuşmak isteyen doğu Alman işçileri gibi
davranmaktadırlar. Birinin Batı Almanya ile, diğerinin Avrupa ile birleşerek ulaştığına veya
ulaşmak istediğine Kürtler de ABD ile ittifak kurarak ulaşmak istemektedirler. Bu da en az
Kıbrıslı Türklerinki veya Doğu Almanlarınki hatta Avrupa’ya bir an önce girelim diyerek bir
an önce bu gerilik ve keyfilikten kurtulmak isteyen Türklerinki gibi son derece anlaşılır bir
beklenti ve davranıştır ve onlardan zerrece farkı yoktur. Tek farkları farklı emperyalistlere
dayanmaları olabilir. Bu bakımdan ABD ile diğerleri arasında bir fark yoktur. Avrupa ve
Almanya ABD’nin bu gün yaptıklarını yapacak güçte değildir sadece. Olsalardı neler
yapabileceklerini görmek isteyenler, aralarındaki rekabet için hangi katliamlara nasıl destek
verdiklerini Yugoslavya’da görebilirler.
Bu durumda, ABD desteğiyle, bir şekilde bağımsızlığa ya da Kürtler üzerindeki ulusal
baskının son verilmesine ulaşılabileceğini düşünen ve giderek sayıları artan Kürtler için bu
gün, Kürtler üzerindeki ulusal baskının kalkmasının biricik yolunun kendilerini ezen ulusların
ezilenlerini kazanmak olduğun söylemenin, (hele bunu söyleyen bizim gibi egemen ulustan
biriyse, egemen ulusun çıkarlarını korumak ve Kürtlere düşmanlık gibi algılanacağı bir
ortamda) bir değeri olmadığını biliyoruz. Bu nedenle Kürt devletinin gerçekten bağımsız
olabilmesinin bir koşulu olarak demokratik cumhuriyet üzerinde, yani strateji olarak değil,
programatik bir hedef olarak demokratik cumhuriyetin olmazsa olmazlığı üzerinde duracağız.
Bağımsız bir Kürt devleti de, eğer gerçekten bağımsız olmak istiyorsa Demokratik bir
Cumhuriyet olmak zorundadır. Ve Demokratik bir Cumhuriyet de orta doğuyu kapsamak
zorundadır. Gelecek hafta bu konuyu ele alalım.
10 Haziran 2003 Salı
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir

133
Diğer Devletlerdeki Kürtler ve Demokratik Cumhuriyet

Dünyadaki en büyük Kürt şehri Kürdistan’da değildir. Bu şehir, Doğu Roma, Bizans ve
Osmanlı’nın, yani Đyonya ve Balkanların, Levant’ın baş kenti olan Đstanbul’dur. Bu on
milyonu aşkın nüfuslu megapolde azınlık olarak yaşayan Kürtlerin sayısı, Kürdistan’ın en
büyük şehrinde yaşayan Kürtlerden fazladır.
Sadece Đstanbul değil, Mersin’den Ankara’ya, Đzmir’den Antalya’ya batı Anadolu’nun bütün
büyük şehirlerinde çok büyük Kürt azınlıklar yaşamaktadır ve bunların her birinin nüfusu,
Kürdistan’daki bir çok büyük şehrin nüfusundan fazladır.
Sadece Türkiye’de değil, Irak, Đran, Suriye ve hatta Lüban’da da bu ölçüde olmasa bile, büyük
şehirlerde küçümsenmeyecek Kürt azınlıklar bulunmaktadır. Bir Bağdat, bir Tahran, veya bir
Halep’te de hiç küçümsenmeyecek bir Kürt nüfusu bulunmaktadır.
Sadece Orta Doğu’da değil, Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinde de, örneğin Berlin, Londra,
Paris’te de yine Kürdistan’ın her hangi bir ortalama büyüklükteki şehrinden daha büyük Kürt
nüfusları yaşamaktadır. Yakın zamana kadar, Avrupa’nın her hangi bir büyük şehrinde
yapılan Bir Mayıs gösterisine bakmak bile bu nüfusun büyüklüğü hakkında bir fikir verirdi.
Avrupa’nın bir çok ülkesindeki Kürtler, bu ülkede kendilerine azınlık hakları tanınmış bir çok
azınlıktan daha büyük bir nüfusu kapsarlar. (Örneğin Almanya’daki Danimarkalılar göz
önüne getirilebilir.)
(Avrupa’daki Türk imgesi, aslında bir Kürt imgesidir. Avrupa’da Türk Mutfağı diye bilinen
aslında Kürt mutfağıdır. Batı Anadolu’dan Avrupa’ya göçenlerin büyük bir bölümü, kısmen
dış görünüşü kısmen de yaşam tarzıyla Avrupa’nın şehir yaşamına entegre olduğu için
varlıkları ve farklılıkları görülmez ve bu nedenle Avrupa’da son yıllarda yaygınlaşan Türk
imgesi, büyük ölçüde Türkiye’den gelmiş Kürtlerden kaynaklanır.)
Bir Barzani ve Talabani’nin, ya da değişik bir şekilde ifade edersek, Kürtlerin ulusal baskıdan
kurtulması için biricik yolun Kürdistan’daki bağımsız bir Kürt devleti olduğunu düşünenlerin
yani bir Demokratik Cumhuriyet’i önemsemeyenlerin, belki Kürdistan’dakinden bile daha
büyük Kürt nüfusunu barındıran, hadi Bırakalım Avrupa’yı şimdilik bir yana, Kürdistan’a
egemen devletlerin Kürdistan dışı şehirlerinde yaşayan Kürtler için hiç bir programı yoktur.
Onlara sunabilecekleri biricik program, bağımsız devlet kurulduktan sonra geri dönmeleri
olabilir. Bunun ise gerçek yaşamla hiçbir ilişkisi yoktur.
Sadece Kürtlerin bağımsız bir devletini hedef alan bir yaklaşımın, diğer devletler içindeki
Kürtler için düşüneceği tek rol, bağımsızlık mücadelesi boyunca maddi manevi destek,
bağımsız bir devlet kurulduktan sonra da, o bağımsız Kürt devletinin diğer devletlerle
ilişkisinde, pazarlık ve baskı fonksiyonu görecek dış politikanın ve diplomasinin basit bir
uzantısı olmaktır. Bunun nasıl bir politika olduğunu merak edenler, bu günkü Türkiye’nin
diğer ülkelerdeki Türklere ilişkin politikasına bakabilirler. Diğer ülkelerdeki Türk azınlıklar,
ister tarihten kalmış ister modern iş gücü göçlerinin ürünü olsunlar, Türkiye açısından sadece

134
bir tek işleve sahiptir: Türk devletinin dış politika manevralarının basit bir aracı olmak.
Bunların hakları ve o ülkelerdeki demokratik mücadeleler ve kazanımlar Türkiye’yi zerrece
ilgilendirmez, hatta bu kazanımlar ve mücadeleler azınlık Türkleri Türk dış politikasının aracı
olarak kullanmayı zorlaştıracağı için, bunlara düşmandır.
Kendisi de Demokratik bir Cumhuriyet olmayan bir Kürt devleti, Kurulduktan sonra da diğer
ülkelerdeki Kürtleri, tıpkı kurulmadan önce gördüğü gibi veya şimdi Türk devletinin diğer
ülkelerdeki Türkleri gördüğü gibi görecektir.
Bu şu demektir, Kürt devleti, diyelim ki bir Đstanbul’da yaşayan Kürtlerin sempatisini,
Türkiye ile devletler arası ilişkilerinde, dış politikası ve diplomasisinin bir aracı olarak
kullanacaktır. Tıpkı Türkiye’nin bu gün Avrupa’daki Türkleri veya Kürdistan’daki
Türkmenleri kullanmaya kalktığı gibi.
Ama bu da karşı tedbiri kışkırtır. Yani Kürt azınlık üzerindeki baskı artacak demektir. Bu
durumun aşırı noktalara varması halinde, Yugoslavya benzeri pogromlar, katliamlar da
gündeme gelecek demektir.
Diğer bir deyişle, Demokratik bir Cumhuriyet’i hedeflemeyen bir bağımsız bir Kürt devleti ile
Kürtlerin üzerindeki ulusal basıkların son bulacağı düşüncesi, Kürdistan dışında yaşayan
Kürtlerin, yani çok büyük bir Kürt nüfusunun üzerindeki ulusal baskıların artması sonucunu
doğurur. Gerilimlerin tırmanması ise “etnik temizlik”lerin gündeme gelmesini. Bu da
devletler arası savaşları. Tabii bütün bunlar emperyalizmin dayatmaları karşısında en küçük
bir direnme yeteneği gösterememeyi getirir.
O halde, bağımsız bir Kürt devleti, gerçekten kendini emniyete almak için diğer ülkelerde
yaşayan Kürtlerin haklarını gündeme getirmek ve o ülkelerde demokratikleşmeyi istemek
zorundadır. Yani onlar için, modern iş gücü göçünün yarattığı büyük şehirlerde toplanmış
azınlıklar için, bir demokratik program geliştirmek zorundadır. Peki ne olabilir böyle bir
program? Bu program, bütün dillerin ve ulusların eşitliği olabilir. Yani, diğer ülkelerdeki
Kürtlerin, bulundukları ülkelerin çoğunluğu ile, aynı dil ve kültüre ilişkin haklardan
faydalanmasını istemesi ve o ülkelerdeki Kürtleri bunun için mücadeleye teşvik etmesi
gerekir.
Ve elbette bunu sadece Kürtler için değil, genel bir ilke olarak tüm milliyetler için istemelidir.
Ama ne demektir bu? Bu dillerin, milliyetlerin ve kültürlerin eşitliği demektir. Diğer bir
deyişle, ulusun tanımından, dil, kültür ve soyu dışlamak, onu hukuki ya da coğrafi olarak
tanımlamak demektir.
Yani bağımsız bir Kürt devleti, diğer ülkelerdeki Kürtleri, diğer devletlerle ilişkilerinde dış
politikasının basit araçları olarak kullanarak kanlı pogromlar ve savaşlar yoluna girmek
istemiyorsa, onların demokratik haklarını, yani ezilen modern azınlıklar olarak haklarını
gündeme getirmek zorundadır. Ama bunu gündeme getirmesi demek, o ülkelerde ulusun
tanımından etniyi, dili, kültürü dışlanmasını istemek, yani bütün dil, milliyet ve kültürlerin
eşitliğini savunmak demektir. Ama bunu savunmak demek, Demokratik bir Cumhuriyet’i
savunmak demektir. Çünkü Demokratik Cumhuriyet’in eksenini dillerin, ulusların ve
kültürlerin eşitliği oluşturur. Ama diğer ülkelerdeki Kürtler için o ülkelerde Demokratik bir

135
Cumhuriyet’i isteyebilmek için de, bağımsız Kürt devletinin kendisinin bir Demokratik
Cumhuriyet olması gerekir. Sırça köşkte oturan başkasını taşlayamaz. Ama kendisinin
Demokratik bir Cumhuriyet olması demek, kendisinin tüm dillerin, ulusların ve kültürlerin
eşitliğini kabul etmesi demektir, yani ulusun tanımından dili kültürü ve etniyi dışlaması
demektir. Bu da ulusu coğrafyaya göre veya hukuken tanımlamak demektir. Ama bu da somut
olarak şu demektir: Kürt devleti, diğer ülkelerdeki Kürtlerin, demokratik özgürlüklerden
yararlanmalarını savunabilmek için Kürt devleti olmaktan çıkmak, demokratik bir Kürdistan
devleti olmak zorundadır.
Hasılı, PKK’nın kuşatma altında varmak zorunda kaldığı programa, yani Demokratik bir
Cumhuriyet programına, olayların mantığı Bağımsız bir Kürt devletini de zorlar. Demokratik
bir cumhuriyet olmadığı takdirde, bağımsız bir Kürt devleti varlığını sürdüremez. Dengeler
sürdürmesine elverse bile bu kan revan içinde olabilir.
Bu yazıda, Demokratik Cumhuriyet’in zorunluluğunu, Kürdistan dışındaki Kürt azınlıkların
konumu ve çıkarı bağlamında göstermeye çalıştık, gelecek yazıda da Kürdistan’daki azınlıklar
açısından göstermeye çalışalım.
17 Haziran 2003 Salı
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

136
Kürdistan’daki Azınlıklar ve Demokratik Cumhuriyet

Geçen yazıda, eğer gerçekten bağımsız bir Kürdistan ve Kürtlerin üzerlerindeki her türlü
ulusal baskıdan kurtuluşları isteniyorsa, gelişmelerin iç mantığının, bağımsız bir Kürt
devletini, Demokratik bir Cumhuriyete dönüşmek zorunda bırakacağı, Demokratik bir
Cumhuriyetin ise, tüm dillerin ve ulusların eşitliği ilkesine dayanabileceği, dolayısıyla
bağımsız bir Kürt devletinin, Demokratik Bir Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorunda
olduğunu göstermeye çalışmıştık. Yani PKK’yı Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya son
vermek için, Demokratik Cumhuriyet stratejisini geliştirmeye zorlayan nesnel güçler, aynen
bağımsız bir Kürt devletini de Demokratik bir Cumhuriyet olmaya zorlar.
Bu yazıda sorunu bir de tersinden koyalım. Nasıl Kürdistan’ın dışında büyük Kürt azınlıklar
varsa, Kürdistan’da da büyük Kürt olmayan azınlıklar bulunmaktadır. Zazalar, Türker,
Farisiler, Türkmenler, Azeriler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Asuriler ve daha
burada sayılamaycak niceleri gibi. (Elbette kimileri Zazaların Kürt, Türkmenlerin Türk,
Süryanilerin Asuri vs. olduğunu söyleyebilir. Bunların bir önemi yoktur. Her hangi bir grup
insan kendisinin ayrı bir milliyet olduğunu düşünüyorsa ayrı bir milliyettir. Bunun için
Tarihten, antropolojiden veya etnolojiden bir delil veya sertifika göstermesi gerekmez.)
Bağımsız bir Kürt devleti bu azınlıklar karşısında nasıl bir tavır alacaktır?
Bu azınlıklar karşısında onların özgürlüklerini tanımayan bir tavır aldığı takdirde, bu
azınlıkların memnuniyetsizliği, özellikle Arap, Türk ve Fars devletleri tarafından kaşınacak,
bu azınlıklar, bu ülkelerin gerici rejimlerinin dış politikasının ve diplomasisinin uzantıları ve
Kürt devleti üzerinde baskının araçları olarak kullanılacaktır. Tabii bu kaşıma sadece
“akraba” azınlıklarla sınırlı kalacak diye bir kural da yoktur. Diğer memnuniyetsizlikler de
aynı şekilde kaşınır, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi gereğince.
Buna karşılık muhtemelen Kürt devleti de aynı araçlarla cevap verecektir. Yani o da diğer
ülkelerdeki Kürtleri, o devletlere karşı dış politika ve diplomasisinin bir aracı olarak
kullanmaya ve böylece durumu dengelemeye çalışacaktır. Ama bu her iki tarafta da, giderek
ulusal düşmanlıkların büyümesine, pogrom eğilimlerinin güçlenmesine yol açacaktır.
Bir soy, dil veya kültüre dayanan ulusçuluk açısından başka bir olasılık da yoktur. O ulusa, o
soy ve kültüre, o dile ait olmayanlar, o ulustan sayılmaz. Dolayısıyla aslında kurtulmak
istenen ama zorunlu olarak katlanılan bir hastalık gibi görülürler. Bu ulusçuluğun ardında
kaçınılmaz bir şekilde saflaştırma eğilimi bulunur. Onların varlığına, diline katlanılır, tolerans
gösterilir. Bu bir eşit hak olarak görülmez.
Demek ki, Kürtler de bir devlete sahip olduklarında, bu gün Türkiye, Đran ve Arap ülkelerinde
egemen olun ulusçuluk anlayışına dayanan bir devlete sahip oldukları takdirde, yani Kürtlerin
devleti bir Kürt devleti olduğu takdirde, tıpkı bu gün var olan diğer devletler gibi davranacak
ve onları mahveden bütün sorunlar onun da başına yığılacaktır.

137
Ancak bir yol daha vardır, bölünmeyi ulus değil, demokrasi düzeyinde yapmak. Diğer
devletlerle, ayrılığı, Kürtlük, Türklük veya Araplık noktasından değil, demokratik haklar
noktasından yapmak. Yani diğer devletlerin dayandığı ulusçuluk anlayışıyla bölünmek.
Onların soya, dile, kültüre dayanan ulusçuluk anlayışları yerine, coğrafyaya, hukuka ve
yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk anlayışını savunmak. Ama onlara karşı bunu savunabilmek
için, önce Kürt ulusu içindeki aynı ulusçuluk anlayışını paylaşanlara mücadele gerekir.
Kürdistan’daki azınlıklar karşısında ikinci olasılık, bunların tüm haklarını tanımak ve
savunmaktır. (Burada, hoşgörüye dayanan, katlanmaya dayanan bir tanımadan söz etmiyoruz.
Bu gerici sonuçlar doğuran bir yaklaşımdır.) Bu takdirde, diğer devletler kendi “soydaş”
azınlıklarını bu bağımsız Kürt devletine karşı kullanamaz, aksine bu “soydaş” azınlıklar o
devletlerdeki gerici ve anti demokratik rejimler için bir tehlike olarak ortaya çıkar.
Peki Kürdistan’daki azınlıkların haklarını tanımak ve savunmak nedir somutta? Bu tüm
dillerin ve ulusların eşitliği demektir. (Ortak anlaşma dilinin, en büyük nüfusça konuşulan bir
dil olması, örneğin Kürtçe olması teknik bir sorundur. Önemli olan, bütün dillerin eşitliği,
herkesin ana dilinde eğitim yapma ve dilini kullanıp geliştirme hakkıdır.) yani Kürdistan’daki
azınlıklar sorunundan da çıkıp yine aynı noktaya varıyoruz. Kürt devleti sadece var oluş
kaygısıyla hareket etse bile, komşu devletlerin baskı ve provakasyonlarına son verebilmek
için, kendi içinde tüm dillerin ve ulusların eşitliğini tanımak ve savunmak zorundadır. Ancak
bu takdirde, kendisine karşı kullanılabilecek bu azınlıklar silahını o ülkelerin gerici
rejimlerine karşı döndürebilir.
Bunun nasıl bir mekanizmayı harekete geçirebileceğini görmek için hiç de uzaklara gitmeye
gerek yok. Şu Avrupa birliği bile bir fikir verir. Avrupa Birliği, azınlıkların haklarını garanti
ediyor. Eh refah da var. Bu durumda Kıbrıs’ın Türkçe konuşanları, hatta Türkiye’den oraya
kolonizatör olarak yerleştirilenlerin bir kısmı bile, Avrupalı olmak, Güney ile birleşmek
istiyor. Bunun için Türkiye’nin gerici, anti demokratik rejiminin militan muhalifleri oluyorlar.
Toparlarsak, Kürdistan’daki diğer milliyetler ve azınlıklar sorunu da, Kürt devletini Kürt
devleti olmaktan çıkmak, Demokratik bir Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorunda bırakır.
Bunu yapmadığı takdirde ise, belki varlığını sürdürebilir ama bu kan revan içinde bir sürdürüş
olur. Ama olayların mantığınca, bağımsız bir Kürt devleti nasıl bağımsız bir Demokratik
Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorundaysa, Demokratik bir Kürdistan Cumhuriyeti de Bir
Kürdistan Cumhuriyeti olarak kalamaz, Bir Orta Doğu Demokratik Cumhuriyeti veya
Federasyonu gibi bir şey olmak zorundadır.
Çünkü kendisi demokratik cumhuriyet olduğu an, komşu devletlerin tümünün gerici ortak
cephesini yaratır. Onlar böyle yeni bir ulusçuluk anlayışında kendilerinin ölüm fermanını
göreceklerdir. Ama bu devletlerin bütün azınlıkları ve diğer ezilenleri de bu demokratik
cumhuriyette kendileri için en büyük desteği ve ideali görecektir. Böylece olayların mantığı
bütün orta doğu çapında, iki ulusçuluk anlayışı arasında bir hesaplaşma eğilimi taşır. Böylece
Fransız devrimi, ya da burjuva devrimi, iki yüz yılı aşkın bir gecikmeyle, tıpkı Fransız
devriminin feodal prenslikler anlayışını tasfiye etmesi gibi, kan ve soya dayanan ulusçuluklar
anlayışını tasfiye ederek bölgeye girebilir.

138
Hasılı, orta doğuda her hangi bir ülkede demokratik karakterde bir değişim; bir devrim veya
köklü bir alt üst oluş, en azından orta doğu çapında bir “sürekli devrim” özelliği taşır. Var
olmak için yayılmak zorundadır. Diğer gerici rejimler de var olmak için onu yok etmek.
Bölgede her hangi bir gücün bu yeteneği gösterememesi, bölgenin tıpkı bu günkü Afrika’ya
dönüşmesine yol açar. Küçücük., zayıf ve birbirine düşman devletler, burjuva uygarlığının
sömürdüğü bu petrol yatakları için her halde en ideal çözümdür.
Bu atılımı hangi ulus başarırsa, o tıpkı Fransız devriminden sonra Avrupa’da olduğu gibi,
Orta Doğu halklarının sempatisini kazanır. Şu an için buna en yakın görünen ulus Kürtler.
Sadece onların içinden böyle projesi ve ulusçuluk anlayışı olan bir parti çıkmış bulunuyor. Ne
Türkler, ne Araplar ne de Farslarda böylesine bir entelektüel, teorik ve programatik hazırlık
görülmüyor. Ama bu şu anın fotoğrafıdır. Yarın ne olacağı bilinemez. Belki Đran’daki bir
devrimci kabarış aynı yolu çok daha hızlı aşmayı sağlayabilir.
Ama bölge Dünyanın enerji kaynaklarının düğüm noktasıdır. Orta Doğuya yayılan bir
Demokratik Cumhuriyet, burjuva uygarlığı için bir tehdit demektir. Bu takdirde
Emperyalistlerin tehdidine karşı, burjuva uygarlığına karşı bir program geliştirmek zorunda
kalır. Ama bu da, artık ulusun yeni tanımıyla yapılamaz, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini aşmayı zorlar. Yani bu sefer sürekli devrim dinamiği onu dünyaya yayılmak ve
ulusçuluğu da aşmak zorunda bıraktırır.
Birikimleri bütün bunları aşmaya yeter mi? Şimdiden bir şey söylenemez. Ama şu an çok
soyut gibi görünen bu tartışmalar ve yazılar, bunun bir hazırlığı olarak da görülebilir. Oku ne
kadar uzağa atmak istiyorsanız yayı o kadar germelisiniz. Yayı germeye devam. Belki tarihin
tersinden çözülmeye başladığı için çözülemeyip için kör düğüm olmuş yumağı yine tersinden
bir çözme denemesiyle çözülebilir veya ayakları önde gelen bebeğin başı öne çevrilebilir.
18 Haziran 2003 Çarşamba
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

139
Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları

Bu günün dünyasında sosyalist olmak zordur. Bu dünyada egemen ulustan bir sosyalist olmak
daha zordur. Ama Türkiye’de egemen ulustan bir sosyalist olmak çok daha zordur. Hele hele
şu son dönemde, ABD’nin Orta Doğu’ya el koymasından beri, Türkiye’de Kürt Ulusal
Hareketinin destekleyen sosyalist olmak olağanüstü zordur.
Biraz bu zorluklara değinelim. Çünkü bizzat bu zorluklar bize içinde bulunduğumuz dünyanın
sorunlarını daha iyi kavrama olanağı sağlar. Yani sanki öznel zorluklarımızdan bahsedermiş
gibi yapıp, yine toplumdaki eğilimler ve çatışan güçleri anlamaya çalışalım.
Bu günün dünyasında sosyalist olmak, zaten Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan
farksızdır. Doğu Avrupa’nın halkları, hatta buna Çin ve Hindi Çinini de ekleyelim, aşağı
yukarı insanlığın neredeyse beşte ikisi, sosyalizm diye bürokratik diktatörlüklerin egemenliği
altında yaşadığı için, eğer sosyalizm bu ise olmaz olsun deyip, sosyalizmden nefret etmiş,
sosyalizm sözcüğüyle ortak bir hecesi var diye sosis bile yemez olmuştur. “Yok o sosyalizm
değildi” itirazlarını dinlemek bile istememektedir.
Zengin ülkelerin nüfusunun büyük bir çoğunluğu ise (yani yuvarlak hesap beşte bir), yer yüzü
ölçüsünde eşitlikçi bir düzen, bu günkü maddi yaşam düzeyinde bir düşüş, bir gerileme
anlamına geleceğinden, sosyalizmle selamını sabahını çoktan kesmiştir. Geri kalan beşte iki
ise, ilk beşte ikinin yaşadıkları nedeniyle aynı soğukluk içinde olmanın yanı sıra, beşte birin
yaşadığı refahın göz kamaştırıcılığı ile, sosyalizm diye bir hayal bile kuramaz olmuş, kral olsa
soğanın cücüğünü yiyecek çoban gibi, o gözünü kamaştıranlar gibi olmaktan başka hayali
kalmamıştır.
Geriye sözünüzü dinleyecek kim kalır? Kendine sosyalist diyenler. Yani toplumsal bir gücün
nesnel eğilimlerinin ifadesi olanlar değil, bir dönemin kalıntısı olarak var olmaya devam
edenler.
Ama bu var olmaya devam edenler, zaten o bürokratik egemenliklerin bayrağını hala
sosyalizm diye savunanlar ise ve sosyalizmin bir canlanışının geçmişin kalıntısı bu kuşağın
ortalıktan kaybolması gerçekleşmeden pek mümkün olamayacağını düşünenlerdenseniz,
varolan sosyalistlerin Müslüman mahallesinde de salyangoz satıyorsunuz demektir.
Bu kadar olsa gene iyi. Ya bir de egemen ulustan ezilen ulusun bir ulusal hareketini
destekleyen bir sosyalistseniz yandınız demektir. Diyelim ki, ezilen ulustan bir sosyalist
olsanız (örneğin Kürdistanlı olsanız) veya egemen ezilen ulus ilişkisinin bulunmadığı bir
ülkede yaşıyorsanız (örneğin Đsveç’te veya Norveç’te) şimdi anlatacağımız sorunlarınız
olmayacaktır. Yukarıdaki iki kategori zorlukla uğraşmanız yeter. Ama bunlara bir de egemen
ulustan bir sosyalist olmanın ek zorlukları biner.

140
Her hangi bir baskıya karşı mücadele, diğer baskılara karşı mücadeleyi anlamayı ve
desteklemeyi otomatik olarak getirmez. Hatta genellikle diğer baskı biçimlerine karşı
mücadelenin o mücadeleyi zayıflattığı, güç ve enerjileri başka mücadelelere çektiği, hatta
böldüğü düşünülür. Đşçi hareketi ve sosyalistler, uzun yıllar feministleri, siyahları ya da ezilen
ulusları hareketi bölmekle suçlamışlardır. Tersinden kadın veya ezilen ulus ve ırk hareketleri
de işçi hareketi veya birbirlerine karşı aynı tavırlar içinde olmuşlardır. Bütün bu durumlarda,
eşitlikçi veya kurtuluşçu bir hareketin, diğer baskı biçimleri karşısında, kolaylıkla o baskı
biçimlerini yaratan egemenliğin korunması ve savunmasına hizmet edebileceği görülür.
Türkiye’de olan tam da budur. Sosyalizm, egemen ulus sosyalistlerinin, egemen ulus
konumunu gizlemenin, ezilen ulusun mücadelesine destek vermekten kaçmanın örtüsüdür.
Birileri ne kadar sosyalizm diyorsa o kadar egemen ulus konumunu problem etmekten kaçıyor
demektir. Yani egemen ulus sosyalistleri, dogmatik de olsa sosyalist olmaktan da çıkmışlar,
egemen ulusun egemenliğinin korunmasının araçları haline dönmüşlerdir. Ve Egemen ulus
sosyalistlerinin yüzde doksanı da bu durumdadır. Bu durumda, sizin, ezilen ulusu destekleyen
egemen ulustan bir sosyalist olarak söyleyecekleriniz, bu sosyalizmi egemen ulus konumun
gizlemenin aracı olarak kullananlar karşısında, sosyalizm maskeli milliyetçi “Müslümanların”
mahallesinde salyangoz satmak olmaktadır.
Geriye çok az da olsa, yine de birazcık, ezilen ulusu destekleyen sosyalistler kalır. Ama
bunlar da hala, eski dünyanın varsayımları ve kavramlarıyla bunu yaparlar. Aslında eğer
olgulara gözlerini kapamasalar ya da çıkarsamalarını mantık sonuçlarına götürseler, o hareketi
desteklemeyecek olanlardır. Bu çelişkilerden söz edip, onlarla farkınızı koyduğunuzda, bu
sefer ezilen ulusu destekleyen sosyalistlerin Müslüman mahallesinde salyangoz satar duruma
düşersiniz.
Bu kadar olsa gene iyi, sorunun bir de ezilen ulus tarafı vardır. Eskiden, ABD ve Avrupa ile
Türkiye’nin oligarşisi Kürtlere karşı iş birliği içindeyken, Alman silah bağışları ve Amerikan
tekniği ile Kürt hareketi ezilirken, iyi kötü, az kalmış destekçilerden biri olarak insan yine de
belli bir kabul görürdü. Ama şimdi, bir yanda Avrupa Birliği kriterleri aracılığıyla ulusal
baskının hafiflemesi yolları açılmışken veya ABD’nin desteği ile belli kazanımlar sağlamak
mümkün görülüyorken, artık bir destek değil bir kendisinden bir an önce kurtulunması
gereken bir yük olarak görülmeye başlanmışsınızdır. Yani desteklediğiniz ezilen ulusun
giderek artan bir bölümü de bu destekten rahatsızdır artık. Yani sevdiğinizin gönlü
başkasındadır ve kendisini artık rahatsız etmemenizi istemektedir.
Ama sadece bu kadar da değil. Eşeğini dövmeyen semerini döver derler. Biraz da semerlik
yapmanız gerekir. Kürt ulusal hareketine egemen olan özgürlük hareketi, bütün bu baskılara
rağmen iyi kötü hem toplumsal konumu, hem eski geleneklerinin etkisiyle bu eğilimlere
direnir, ezenin ezilenlerini kazanma stratejisini izler. Bu stratejiden rahatsız olan milliyetçiler
ve burjuvalar, bunu açıktan söyleyecek cesaret ve güce henüz sahip olmadıklarından,
doğrudan özgürlük hareketine saldıracak yerde, onun egemen ulustan destekçisi sosyalistlere
saldırmayı hem ideolojik hem de programatik ve stratejik çıkarları bakımından eşi bulunmaz
bir durum olarak görürler. Doğrusu kendi açılarından son derece akıllıca da davranmış olurlar.
Böylece bir taşta iki kuş vururlar. Bir yanda egemen ulustan olduğunuz için, egemen ulusun

141
ezilenlerini kazanma stratejisine dolaylı bir eleştiridir, diğer yanda sosyalist olduğunuz için
sosyalizm idealine karşı bir eleştiridir. Yani Kürt ulusal hareketi içindeki Kürt burjuvazisi,
devrimci demokrasiye karşı mücadelesini de sizin sırtınızda yürütür. Yani sadece bir yük
değilsinizdir, dövülecek iyi bir semersinizdir.
Bu kadar olsa yine iyi. Bütün bunları söyleyemezsiniz de. Đki nedenle. Birincisi, görevinizin,
esas olarak “kendi” ulusunuzun milliyetçiliği ile mücadele olduğunu düşünürsünüz. Bu
nedenle, ezilen ulusun saflarından yapılanları duymazdan, anlamazdan gelirsiniz. Egemen
ulustansınızdır. Bunun nasıl içe işlediğini, egemen ulus konumunun en keşfi zor biçimlerde
savunulabileceğini bildiğinizden, insanım çiğ süt emmişim, sosyalizm beni egemen olmanın
imtiyazlarından azade kılmaz; belki bu imtiyazları en ince biçimde savunmanın aracı olabilir
diye düşünür kendinize karşı son derece kuşkucu yaklaşırsınız.
Bütün bunlar olmasa bile, haklı ve doğru olsanız bile, ezilen bir ulus dediklerinizi egemen
ulustan olanın yukarıdan akıl vermesi olarak görebilir. Bu psikolojik boyutu da hesaplarsınız.
Dilinizi tutarsınız.
Bütün bu zorluklar, aslında hem dünyada eşitlikçi bir toplum özleminin, hem de Kürt ulusal
hareketinin demokratik özlemlerinin zorluklarının, yani nesnel eğilimlerin yarattığı nesnel
zorlukların, egemen ulustan bir sosyalistin öznel zorlukları gibi yansımasıdır. Yukarıda
sıralanan öznel gibi görünen zorluklar, nesnel zorlukların öznel bir görünüşünden başka bir
şey değildir. Ama bu öznel görünüş, küçücük bir noktada olağanüstü yoğunlaşmış bir
görünüş.
30 Temmuz 2003 Çarşamba
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

142
Đki Ulusçuluk ve Öcalan’ın Önerisi

Ulusçuluk, nam-ı diğer milliyetçilik, bir ulusun çıkarlarını her şeyin önünde düşünmek olarak
anlaşılır. Böyle tanımlandığı sürece ulusçuluğun ne olduğunu anlamak mümkün değildir.
Çünkü bu tarz bir anlayış, ulusçuluğun ulus anlayışını veri kabul eder, ulusçuluğu ulusçu
olmayana göre tanımlamaz. Ulusçuluğun karşıtı olarak, sınıfın çıkarını ulusun çıkarının
üstünde tutma biçiminde tanımlanan Enternasyonalizm de, ulusçuluğun bu tarz bir anlayışının
bütün temel hatasını içinde taşır ve onu yeniden üretir. Çünkü ister sınıfın ister ulusun çıkarı
üstün görülsün, her iki anlayış da, kendini aslında tam da tanımlanması gereken ulusçuluk
içinde tanımlamaktadır. Ulusçuluk ve enternasyonalizm, bunların ikisi de ulusçudur. Çünkü
enternasyonalistler de ulusçuların ulus anlayışını kabul ederler.
Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Yani, politik olanı
ulusal olana göre tanımladığınız andan itibaren ulusçusunuzdur, ulusal veya sınıfsal çıkarı
önde tutun fark etmez. Ayrılığınız ulusçuluğun ufku içindedir. Ulusçuluk ve
enternasyonalizmin bu özdeşliği en iyi biçimde, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinde
görülür. Bu enternasyonalizm ilkesi, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği
anlayışının savunusudur ve onu yeniden üretir. Yani enternasyonalizm de özünde milliyetçi
bir ideolojidir.
Milliyetçi olmayan bir anlayış, ulusal olanla politik olanın çakışması anlayışının reddine
dayanabilir. Yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her hangi bir ulustan olmanın, kişisel bir
inanç sorunu olarak ele alınmasıdır. Nasıl bu gün, dinsel olanla politik olan arasında, bir
çakışma aranmıyorsa ve din kişinin bir özel sorunu olarak politik alının dışına sürülmüşse;
ulusçu olmayan bir anlayış, ulus karşısında da benzer bir yaklaşım içinde olabilir. Bu
bağlamda çeşitli ulusçuların ulusu neye göre tanımladıklarının önemi yoktur. Nasıl
tanımlanırsa tanımlansın; yani ister kana, ister dile, ister demokratik yurttaşlığa, ulusal olanı
kişinin bir özel sorunu olarak almak ulusçu olmayan bir anlayış olabilir.
Nasıl dinsel olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışı ile (yani teokratik anlayış veya
bunun özel Đslami biçimi şeriatçılık) dini kişinin vicdan sorunu olarak gören anlayış, bir arada
bulunamaz ve birinin kabulü diğeri üzerinde bir diktatörlükse, aynı şekilde ulusal olanla
politik olanın çakışması anlayışı ile ulusal olanı tıpkı din gibi kişinin bir özel inanç sorunu
yapan anlayış bir arada bulunamazlar. Birinin kabulü diğeri üzerinde diktatörlüktür. Ve bu
gün yeryüzündeki bütün devletler, ulusçuluk ilkesi açısından birer şeriat devletidirler. Ve
örneğin bütün enternasyonalistler de, analojiye bağlı kalırsak, aşağı yukarı, din ilkesine
dayanan devletlerin halklarının kardeşliğini savunan şeriatçılardır. Çünkü ulusal olan ile
politik olanın çakışması ilksini kabul etmekte, ona dayanmakta ve onu yeniden
üretmektedirler.
Bunlar işin alfabesi, henüz sosyalistlerin bilmediği alfabe. Bu günün dünyasında bu alfabe
bilinmeden, burjuva uygarlığının temel var oluş biçimine karşı bir program geliştirilemez ve
politika yapılamaz. O halde sosyalistler alfabeyi bilmeden politika yapan kara cahillerdir.

143
Peki bu gün tartışılan nedir? Her ne kadar “ulusal devletin sonu”ndan söz etmek modaysa da,
tartışılan, ne ulusun ne de ulusal devletin kendisidir, ulusun ve ulusal devletin nasıl
tanımlanacağıdır. Yani aslında bütün tartışma, ulusçular arasındadır. Ulus etni, kan, soy dile
göre mi yoksa yurttaşlığa göre mi tanımlanacaktır? Bu gün ulusun tanımında kullanılan, Etni,
kan, soy, dil, kültür vs. politik alanın dışına itilerek; ulus belli bir coğrafyada yaşayan
yurttaşların birliği olarak tanımlanmak istenmektedir; ama nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
ulusun kendisi değil. Ve bu tartışmada, sosyalistler bırakın ulusçuluğa karşı olmayı;
ulusçuluğun, kronolojik olarak daha sonra doğmuş olmakla birlikte ilkel, demokratik ve
cumhuriyetçi olmayan biçimini savunmaktadırlar.
Kürtler içinde Abdullah Öcalan ulusun bu tür demokratik ve cumhuriyetçi bir tanımını
savunmaktadır. Buna karşılık, bu gün Türklerin çoğu ve Türkiye’ye egemen olanlar ve diğer
Kürt hareket ve partileri; özünde ulusun dile, kültüre, etniye, soya göre tanımlanmasını
savunmaktadırlar. Öcalan, yaptığı muazzam stratejik dönüşle, ayrım çizgisini kökten
değiştirmiştir. Artık bölünme, Kürtler ya da Türkler arasında değil; Kürtlerin ve Türklerin
ulusu, dil, soy, etni, kültüre göre tanımlamakta ısrar edenleri ile; demokratik ve cumhuriyetçi
geleneğe uygun olarak, bunların politik alanın dışına itilerek yurttaşlığa göre tanımlanmasını
isteyenler arasındadır.
Soruna böyle baktığımızda, örneğin Kemalistlerle “ilkel milliyetçi” denen Kürtlerin aynı ulus
ve ulusçuluk anlayışını paylaştığı görülür. Her ikisi de ulusu, dile, soya, yani somut olarak
Kürtlüğe ya da Türklüğe göre tanımlamaktadırlar. Ve böyle bir tanıma karşı çıkan; ulusu
demokratik ve cumhuriyetçi bir temelde yurttaşlığa göre tanımlayan ulusçuluk karşısında
çıkar ve kader ortaklığı içindedirler.
Burada problem, bu iki farklı ulusçuluğun Türkler ve Kürtler içindeki gücünün asimetrik
durumundadır. Kürtler içinde böyle bir parti vardır; en azından Kuzey Kürdistan’da en büyük
parti durumundadır. Ama Türkler arasında programı böyle bir parti yoktur ve henüz bir
kültürel ve entelektüel akım olarak, sadece büyük şehirlerin aydın kesimi içinde küçük bir
taraftar kütlesi vardır.
Bu çelişki şöyle daha iyi görülebilir. Abdullah Öcalan, savunmasında şöyle yazıyor:
“Örneğin Đsviçre, Belçika, Đspanya, Rusya, ABD ve daha birçok ülkede olduğu gibi, ne kadar
dil ve kültür varlığı olursa olsun, tek bir Đsviçre, Belçika, Đspanya ve ABD ulusu nasıl
mümkünse, Türkiye ulusu olarak tek ulus da mümkündür. Türk yerine Türkiye ulusu daha
gerçekçi, tarihi ve sosyal realiteye daha uygundur.”
Yani ezilen ulus olarak, Türk ulusuna, gelin ulusu dile, kültüre göre değil, demokratik bir
cumhuriyetin yurttaşlığına göre tanımlayalım, bu ulusun adının “Türkiye Ulusu” olması bizim
için problem değil diyor.
Ama Öcalan’ın karşısında Türkiye’de henüz şöyle bir parti yok:
“Evet, Öcalan Türkiye ulusu denmesini uygun görüyor. Ama bu yanlış olur. Türkler uzun
yıllar gerek Kürtler, gerek diğer uluslar karşısında egemen ulus konumundaydılar ve bunun
yarattığı büyük kırgınlıklar vardır. Bu kırgınlıkların giderilebilmesi ve gerçek bir eşitlik
hedeflendiğinde, böyle bir adlandırma yanlış olur. Başka bir isim üzerinde düşünmek gerekir.

144
Türkiye, batılıların Osmanlı Đmparatorluğu’nu tanımlamak için kullandığı bir deyimdi.
Batının bu topraklara verdiği bir isimdir bu topraklarda yaşayanların oralara verdiği isim
değildi. Yani sömürgeciliğin, oryantalizmin damgasını taşır; buna kölece sahiplenmeyi ifade
eder. Başka bir isim olarak düşünülebilecek Orta Doğu ise fazla Avrupa merkezli bir
adlandırmadır. Yeri Avrupa’ya göre tanımlar. Daha uygunu, Anadolu ve Mezopotamya
Demokratik Cumhuriyeti ve bu cumhuriyetin yurttaşlarından oluşan Anadolu ve
Mezopotamya Ulusu olabilir. Soylar, diller, kültürler karşısında da daha tarafsızdır, daha
nötrdür.”
Böyle iki tavır birbirini tamamlardı. Tıpkı Lenin’in Polonya’nın ayrılmasını savunurken,
Rosa’nın birliğe vurgu yapması gibi. Böylesi yok Türkiye’de. Neden yok? Çünkü,
Türkiye’nin sosyalistleri, yani Enternasyonalistleri, ulusu dil, soy, kültüre göre tanımlayan bir
ulusçuluğun enternasyonalistleridirler. Bu enternasyonalistlerle bölünecek, demokratik ve
cumhuriyetçi enternasyonalisti bile yok. Bırakalım enternasyonalizmi bile sorgulayacak;
ulusçuluğun kendisiyle bölünecek gerçek sosyalistleri bir yana.
demir@comlink.de
http://www.comlink.ed/demir/
05 Ağustos 2003 Salı

145
KADEK’te Örgütsel Dönüşüm Projesi Üzerine Düşünceler
KADEK geçenlerde yaptığı Genişletilmiş Yönetim Kurulu Toplantısında bir çoklarının yanı
sıra örgüt yapılanmasında önemli değişiklikler yapma yönünde karar almış. Bu kararlarda
yapılması gerekenler ve nedenleri özetle şöyle belirleniyor:
“Demokratik çözüm, özüne uygun bir örgütsel ve toplumsal yapılanmaya ihtiyaç
duymaktadır. Yönetim tarzının demokratikleşmesi kadar; mücadelenin militan ve kitle
tabanının sınırsız katılımı da demokratik olmanın gereğidir. Demokrasi mücadelesi yürüten
parti, kurum ve kuruluşlar demokrasiyi bir söylem olmaktan çıkararak bir yaşam biçimi haline
getirmek istiyorlarsa, karar alma ve pratikleşme süreçlerini en geniş kesimlere açmalarının
gereği vardır. Bu da demek oluyor ki, Leninist Parti yapılanmasının mutlak yönetim ve
bundan kaynaklanan bireyin vazgeçilmez hale gelmesi, katı hiyerarşi ve disiplin anlayışının
yanı sıra, partinin bütün toplumsal kesimlere mutlak öncülüğü demokratik yapılanmaya tezat
oluşturmaktadır. KADEK'in Leninist Parti modelinin etkilerini taşıması, söylemine denk bir
demokratikleşmeyi engellemiştir. Demokratik düşünce ve söylem yeterince yaşama
yansımamıştır. Demokratik çözümün olgunlaştığı bugünkü koşullarda, eğer sürecin tıkanması
istenmiyorsa örgütsel ve toplumsal yapılanma alanında ciddi bir reformu gerçekleştirme
ihtiyacı vardır. Parti bir siyasal mücadele aracı olarak işlevini görürken, demokratik kurum ve
kuruluşların öncüsü konumundan çıkmalıdır. Her demokratik yapı kendi içinde öncü ve
katılımcı özelliklerini taşıma kapsamında işlev yüklenmelidir. Partilerin, demokratik kurum
ve kuruluşların ortak çabaları eşit katılım temelinde Demokratik Toplum Koordinasyonu'nda
ifadesini bulmalıdır.”
Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, “mutlak yönetim”, “katı hiyerarşi ve disiplin”, “bütün
toplumsal kesimlere mutlak öncülük” gibi özelliklerin artık örgütün toplumu dönüştürme
projesini gerçekleştirmede bir engel olduğu ifade ediliyor.
Gerçi biz dışardan bir gözlemciyiz, ama bu konuda görüşlerimizi, bu dönüşüm hakkındaki
tartışmalara bir katkısı olabileceğini düşünerek kısaca ifade etmeyi deneyelim. Böylece bu
dönüşümün fiili gerçekleşmesine, yani sorunlar üzerine demokratik bir tartışma ortamının
oluşmasına küçük bir katkı da olur.
Kararda, örgütün yapısı ve işleyişinin bu günkü program ve stratejinin gereklerini başarıyla
yapmasına engel olduğu, bu yapı ve işleyiş düzeltilerek bunun üstesinden gelinebileceği
varsayımına dayanılıyor. Ve kanımızca esas yanlış bu varsayımda ve bu sorunun özünün
ortaya koyulmasını engelliyor.
Önderler ve önderi oldukları kitleler ilişkisi, aynen örgütler ve kitleleri açısından da
geçerlidir. Yani o önder ya da örgüt, destekleyicisi olan kitlenin kültürel ve siyasi eğilimlerini
yansıttığı ölçüde ve yansıttığı için onun önderi veya örgütü olabilir ve bu durumunu
koruyabilir. Bununla çeliştiği an, o nesnel eğilim kendine uygun örgütü ve önderi çıkarır ya
da var olanlar içinden bulur. Sanılır ki, kitleler ya da destekleyiciler örgütlerin pasif

146
izleyicileridirler, aslında büyük ölçüde tam tersi doğrudur. Đlişki tıpkı son duruşmada
düşünceyi varlığın belirlemesi gibidir.
Ama belli toplumsal kesimler arasında sadece siyasi değil kültürel ayrımlar ve gerilimler de
vardır ve örgütlerde en azından bunlar da siyasi eğilimler kadar tayin edicidirler. Ve bunlar
gerçek dönüşümlerin önünde son derece ciddi zorluklar yaratırlar. Bir örnek verelim. Örneğin
bu gün Özgür Politika gazetesinin içeriği, biçimi, yazdığı konular sadece Kürtleri, Kürtler
içinde de sadece KADEK’e yakın olanları ve ona sempati duyanları ilgilendirir. Bir de
“bakalım bunlar da ne diyor” diyen gözlemcileri. Şimdi bu içerik ve biçimle istediğiniz kadar
iyi dağıtın, istediğiniz kadar güzel düzenleme yapın, çok sayfayla çıkarın vs. sadece o verili
kitle içindeki sınırları zorlayabilir, başka toplum kesimlerine gidemezsiniz.
Ama başka toplum kesimlerine gitmek istediğiniz, onların kültürel kotlarına ve politik
ilgilerine yönelik bir gazeteye dönüşmeye çalıştığınız an, bu sefer de, bu kotlar ve ilgiler sizin
gerçek okuyucu kitlenizin ilgisini çekmeyecek, hatta belki tepkisini çekecektir. O zaman
diğerini kazanamadan var olanı da kaybetme tehlikeniz ortaya çıkar.
Bu sadece örgütlerde böyle değildir. Her hangi bir lokanta bile açsanız, yer, çaldığınız müzik,
sunduğunuz yemek, dekorunuz, belli bir kesimi iterken belli bir kesimi çeker. Belli bir sabit
müşterisi olan bir lokantanın, var olan müşterisinin müzik, yemek zevkleriyle çelişki içindeki
başka bir müşteri kitlesine açılması ve bunu yaparken eski köklü müşterilerini koruması ve
onların müzik ve yemek zevklerini dönüştürmesi bile çok zor bir işken, bir örgütün bunu
başarabilmesi korkunç zordur. Sadece çok sistemli, sorunu doğru koyan, bu saydığımız
güçlükleri açıklıkla ortaya koyan bir politikayla bu başarılabilir.
Bir hastalığı tedavi etmek için onun nedenini bilmek gerekir. KADEK’in kanımızca son
derece doğru olan program ve stratejisine, ondan nesnel olarak çıkarlı, gerek Kürt gerek Türk
modern yoksul kesimleri ve aydınları kazanamamasının nedeni, örgütsel çalışma ve işleyişe
ilişkin uygulamalar değildir. Elbet bunların da bir etkisi vardır ama bu örgütsel işleyiş ve
çalışma biçimlerinin kendileri bizzat bir sonuçtur. Onların nedeninin ne olduğu araştırılırsa şu
görülür: PKK’nın destekçisi kitle ile PKK’nın programını gerçekleştirebilecek nesnel hedef
kitle arasında bir gerilim ve uyuşmazlık vardır. Var olan kitleyi harekete geçiren, bağlılığını
sürdürmesini sağlayan kültürel kotlar ve siyasi ilgiler; nesnel hedef kitleyi, yani şehirlerin
modern kitlesini çekmez; onu kazanabilecekler ise, var olanın kaybına yol açar.
O halde sorun şudur: bir yandan var olan şimdiye kadar bu hareketi sırtlamış ve hala götüren
ama daha ileriye götürmekte sınırları ortaya çıkan kitleyi yitirmeden, küstürmeden son
yıllarda zaten önemli ölçüde değişmiş, şehirli modern ve yoksul kitle ve aydınların desteği ve
aktif katılımı nasıl sağlanabilir? (Bunun örgütsel ifadesi de şöyle olur: var olan üye ve militan
bileşimi ve yapısı yitirilmeden nasıl yeni ve modern bir üye ve militan bileşimine geçilebilir?)
Kanımızca sorunu örgütsel tedbire indirgeyen çözüm önerisi, zorluğun kendisiyle
yüzleşmiyor. Sosyolojik bir sorunu, tüzük ya da çalışma tarzı değişikliği gibi idari tedbirlerle
çözülebilecek bir sorun gibi ele alıyor.
Bu zorluğa daha somut bir örnek verelim. Çünkü genel ifadeleri insanlar genellikle
anlamıyorlar. Yukarıdaki değişimlerin ifade edildiği bildirinin sonunda şu cümleler var:

147
“Özgürlük Hareketi, devrim niteliğindeki bu çıkışla, demokratik uygarlığı yaratmada Kürt
halkını tamamen bunun öncü gücüne dönüştürmede kendisine güvenini bir kez daha ortaya
koymuştur. Başkan APO'dan alınan güçle bu devrimi başarmanın kesin karalılığı
içerisindedir.”
Şimdi bu sözler bir KADEK destekçisine, bir KADEK’liye muhtemelen heyecan verir. Ama
bu sözler, daha iyisi olmadığı için, KADEK’e yakın duran, bırakalım batılı veya Türk’leri bir
yana, bir çok modern Kürt genç işçisini ve aydınını bile, “başkan APO’dan alınan güçle” gibi
bir ifadeyle kendini ifade eden bu hareketten uzak durmaya zorlar. APO’nun önemsiz
olduğundan değil, sadece böyle ifade edildiği için. Bir iman bildirimi gibi tekrarlandığı için, o
“Leninist” denen ve terkedileceği söylenen örgütsel gelenekleri ve politik kültürü hatırlattığı
için. Gücün gerçekten Apo’dan alınıp alınmaması değildir sorun, bunun ifade edilmesi ve
ediliş tarzıdır. RSDĐP de gücünü Lenin’den alıyordu, ama onun bütün yayınları taransa böyle
bir politik kültürü yansıtan bir tek cümlecik bile bulunamaz. Ve zaten, değişim hedeflerini
ifade eden bildirinin sonundaki bu ifade bile, o değişimin, dayanılan toplumsal yapıya ilişkin
bir değişimi başaramayacağını, dolayısıyla hedeflenen örgütsel işleyişe ilişkin değişimin de
yüzeyde kalacağını gösterir.
Tam da o terk edilmek istenen ve kanımızca yanlış olarak “Leninist Örgüt” denen tarzdır bu.
Lenin’in üyesi ve önderi bulunduğu Rus Sosyal Demokrat Đşçi Partisi’nde Lenin için kimse ve
hiçbir organ böyle bir söz etmezdi ve edemezdi. Ve o parti, bizzat Rus Devrimi tarihini yazan
burjuva tarihçisi Carr’ın bile teslim etmek zorunda olduğu gibi, dünya tarihinin gelmiş geçmiş
en demokratik partisiydi. Böyle olmasının nedeni de, onun Rusya’nın geriliği ile tezat içinde
bütün Rus entelijansiyasının ve genç işçi sınıfının en ilerilerini bağrında toplamış olmasıydı.
Sorun bu güne kadar KADEK’i sırtlamış ve hala götüren yoksul ve fedakar ama bugün artık
onun gelişmesine engel olan kitlenin desteğini yitirmeden, Türkiye ve Kürdistan’ın en ileri
aydınlarının ve işçilerinin desteğini nasıl kazanabileceğidir.
Sorunu doğru koymak çözümün yarısıdır.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
20 Ağustos 2003 Çarşamba

148
Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih

Dünyaya kendi köylerinin veya ülkelerinin; tarihe kendi hayatlarının ekseninden bakanların
onun ani dönüşlerini anlama şansı olmaz. Bu gün ne olduğunu anlayabilmek için ona dünya
tarihsel bir eksenden ve yüzlerce yılda ortaya çıkan genel eğilimlerden bakmak gerekir. Bizler
için kural gibi görünen çoğu kez bir istisnadır.
Evreni göz önüne getirelim. Evrende milyarlarce galaksi her galakside milyarlarca yıldız var.
Bunların bir çoğunda, en azından kendi benzerini üreten moleküllerin, yani canlıların yapı
taşlarının veya canlıların var olduğu düşünülebilir. Ama evrene onun tüm tarihi ve yapısı
açısından baktığımızda ortada adeta mucizevi denebilecek sayısız koşulun bir araya
gelmesiyle oluşmuş bir durum olduğunu görürüz. Örneğin, evren aşağı yukarı on beş milyar
yıldır vardır. Başlangıçta evren sadece hidrojen ve helyumdan oluşuyordu. Yani birinci kuşak
yıldızlar ve onların etrafında oluşması mümkün gezegenlerde bunlar dışında elementler
olmayacağından canlı yaşamın doğma olasılığı yoktur. Hayat, Phoeniks gibi ömrünü
doldurmuş yıldızların küllerinden doğar. Yani bu elementleri demire kadar yakan ve
dönüştüren ve daha sonra da patlayan ve bu patlama esnasında da diğer ağır elementleri
yaratan yıldızların külleri belli bir yoğunluğa ulaşmalıdır ki, hayatı oluşturan maddelerin belli
bir yoğunluğu ortaya çıkabilsin. Olaya böyle baktığımızda, evren tarihinin büyük bir
bölümünde, hayatın ortaya çıkmasının en elementer koşullarının olmadığı görülür.
Yani en azından ikinci ya da üçüncü kuşak yıldızlardan sonra, her hangi bir yıldızın etrafında
oluşabilecek bir gezegende hayatın ortaya çıkması için gerekli elementler bulunabilir. Yani
hayatın ortaya çkış koşul olarak, evren tarihinin on milyar yılını, yani en azından üçte ikisini
ya da dörtte üçünü bir çırpıda silmeniz gerekir.
Ama evrendeki yıldızların yüzde doksanı ortak bir eksen etrafında dönen çift yıldızlardır ve
çift yıldızların etrafında gezegen oluşamaz. Yani evrendeki yıldızların yüzde doksanının bir
yana atmanız gerekir. Tek yıldızlar içinde büyük ve küçük olanları bir kenara atmanız gerekir,
birincilerin ömrü; ikincilerin yaydığı enerji ve çekim gücü gezegenler oluşmuşsa bile orada
yaşamın ortaya çıkmasına el vermez. Ancak güneş gibi orta boy ve tek yıldızların etrafında ve
ne çok yakın ne çok uzak çok dar bir kuşakta bu olasılık vardır. Ama bu yıldızın galaksideki
yıldızların büyük bölümünün toplandığı merkezde veya spirallerin yoğun bölgelerinde de
olmaması gerekir, çünkü diğer yıldızlarla etkileşimler ve çarpışmalar, süpernova patlamaları
vs. hayatın ortaya çıkması için koşulları yok eder. Daha burada sayılmayacak kadar çok başka
koşullar da gerekir.
Böylece, ilk başta sanki evrimin zorunlu bir sonucuymuş gibi görünen, birden bire adeta
mucize denebilecek bir sırat köprüsünden geçiş gibi ortaya çıkar. Günümüzün bilimi ile on
dokuzuncu yüz yılın bilmi arasındaki temel fark da buradadir. On dokuzuncu yüzyılda, evren,
doğa ve toplum, canlılara insana ve sosyalizme giden zorunlu bir süreç gibi görünür.
Günümüzün astronomi ve paleontolojisinin ortaya çıkardığı ise, bunun bizlerin kültürel değer
yargılarıyla dolu olan bir tasavvur olduğunu gösterir. Böyle bir zorunlu gidiş yoktur. Eğer bir

149
zorunlu gidişten söz edileceksi, tam aksi yöndedir. On dokuzuncu yüzyılda zorunlu gidiş gibi
görünenler aslında olağanüstü rastlantılardır. Astronomi ve paleontoloji, yani evrenin ve
canlıların tarihinin bu günkü kavranışı, eski kavrayışı çoktan havaya uçurdu. Ne var ki,
sosyolojide, yani toplum tarihinde hala büyük ölçüde eski anlayış egemenliğini sürdürüyor.
Bunun nedeni, tarih ve toplum hakkındaki bilgilerimizin yetersizliği değil, sosyolojik ya da
psikolojik ya da kültürel olgulardır. Örneğin, ezeli adaletin bir gün gerçekleşeceğine dair
mesihçi diyebileceğimiz kültürel yargılar veya bu kültürel yargılarla şekillenen insanların iyi
bir gelecek beklentisi olmadan mücadele etmeye eğilim göstermeyen psikolojileridir. Tabii
ayrıca bunun ardında, başarıya gör programlanmış, aslında sınıflı toplumdan ve özellikle de
kapitalizmden kaynaklanan bir ahlak, değer yargıları ve politika anlayışı da yatar. Hiçbir
başarı beklemeden bir mücadele ve politika anlayışı tasavvurun bile ötesindedir bu kültür ve
dünya için.
Eğer bu kültürel, psikolojik yargılardan arınarak, tıpkı canlıların ya da evrenin tarihine
baktığımız gibi insanlığın tarihine bakabilmeyi öğrensek, yaşanmış ve yaşanan tarih bize olası
tarihlerden sadece biri olarak görünür.
(Ve yine o zaman tarih, sosyalizme doğru giden zorunlu bir süreç gibi değil, tıpkı evrenin
varlığı, tıpkı canlıların ortaya çıkması, tıpkı insanın ortaya çıkması gibi, olağanüstü koşulları
gerektiren bir mucize olarak görünür. O zaman sosyalizm uğruna mücadele, “tarihin gidişini
hızlandırmak” gibi bir anlam içinde değil, korkunç zayıf bir olasılığı gerçekleştirmek olarak
ortaya çıkar. Mücadeleye ve tarihe böyle baktığınız an ise, artık değer yargılarınız ve politika
anlayışınız, öncelikleriniz de değişir. Politika başarıya kenetlenmişlikten ziyade, uzun vadeli
etkilere, gelenek bırakmaya öncelik verir. Politikanız umuttan değil umutsuzluktan yola çıkar.
Bu ise tam aksine bir kültürle yoğrulmuş geniş insan yığınlarıyla korkunç bir uyumsuzluk
yaratır vs..)
Örneğin ulusal hareketlerin kendileri, tarihin çok özel bir gidişini var sayarlar. Olası
tarihlerden sadece birinde mümkündür ulusal hareketler. Eğer yirminci yüzyılın başında veya
yirmi dokuz bunalımından sonra ABD, Almanya gibi ülkelerde sosyalist devrimler olsaydı,
dünya tarihinde ulusal kurtuluş savaşları diye bir olgu hiç olmayabilirdi. Nasıl bu tarihte
bizler kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş gibi bir şeyi yaşamadıysak ve bunun
sorunlarını tasavvur edemiyorsak öyle. Öyle bir tarihte de ulusal kurtuluş hareketlerinin var
oluşun bile tasavvur edemeyecektik.
Bütün bunları niye yazıyoruz? Bu her alana aktarılabilir. Bizzat ulusal hareketlerin izlediği
yollara bile. Bir düşünün şöyle, 1960’ların dünyasında birisi çıksa, Sovyetlerin çökeceğinden,
kapitalizmin dünya tarihsel bir zafer kazanacağından söz etse, kim inanır ve böyle bir gidişi
tasavvur edebilirdi. Bunu tersine de çevirebiliriz. Kapitalizmin bu zaferinde, otuz yıl
sonrasının dünyasında kapitalizmin var olmayacağını biri söylese kim inanır. Onu deli diye
tımarhaneye tıkmaz mıyız veya rüya gördüğünü söylemez miyiz? Daha mı az olasıdır
böylesine bir tarih gidişi bu günü ortaya çıkaran gidişten? Değil.
Kürt Ulusal hareketi açısından düşünün yetmişli ya da doksanlı yılları. Barzani ABD
tarafından satılmış, on binlerce Kürt ölmüştür. Yetmişli yılların Kürt basınında çıkan
yorumları okuyun o zamanlardan. Ya da doksanlarda Talabani’nin Saddam ile şapur şupur

150
öpüştüğü sahneleri göz önüne getirin. Kim inanırdı o zaman birileri, yirmi yıl sonra ABD’nin
yaptıklarını hiç kimsenin hatırlamak bile istemeyeceğini söyleseydi? Kim inanırdı, Talabani
Saddamı öptükten sonra, onun politik ölümü bizzat Kürtlerce ilen edilmişken, şimdiki
duruma.
1960’larda veya yetmişlerde diğer ulusların ve kendilerini ezen ulusların ezilenlerini
kazanmak biricik doğru strateji olarak görülüyordu Kürt ulusal hareketi için, hiç bir Kürt
ABD’nin desteği ile bir başarıyı tasavvur bile edemezdi; şimdi ise tam tersi, diğer ulusların
ezilenlerini kazanmaya kalkmanın aptallık olduğu, bununla vakit kaybetmenin Kürtlerin
davasına zarar vereceği düşünülüyor. Günün kahramanları tekrar Talabaniler Barzaniler’in
temsil ettiği çizgi. Öcalan’ın temsil ettiği çizgi bu gün hiçbir başarı vadeder görünmüyor.
Tıpkı onbeş ya da yirmi beş yıl önce Talabani ve Barzani çizgilerinin başarı vadeder
görünmediği gibi.
Ama on veya yirmi yıl sonra bu gün artık Kürtler tarafından bile artık hatırlanmak istenmeyen
ve tabulaştrılarak canlı canlı gömüldüğü Đmralı’daki mezarında unutulmak istenen Öcalan’ın,
kan gölüne dönmüş bir Orta Doğu’da, biricik kurtarıcı olarak görülmeyeceğini; bu günün
kahramanlarının adını bile kimsenin hatırlamak istemeyeceğini kim garanti edebilir?
Hava ile iklimi karıştırmamak gerekir. Beş on yıl sıcak yazlar yaşayabilirsiniz. Ama iklim çok
uzun vadeli eğilimleri ifade eder. Bu gibi hava değişikliklerini iklim değişikliği olarak
tanımlamak yanlıştır. O iklimlere ise dünya tarihinden baktığımızda, şu an bir buzul çağında
yaşadığımız, yer yüzü tarihinin sadece yüzde onunu bu günkü gibi buzul çağlarının kapladığı,
dünya tarihinin yüzde doksanında buzulların olmadığı görülür. Yani istisnai olanın içinde
istisnai bir durumu genel bir eğilim gibi almamak gerekir.
Emperyalizmin karakteri, ABD’nin karakteri değişmedi. Yani iklim değişikliği yok. Geçici
çıkar çakışmalarını onun karakterinin değişimi gibi yorumlamak, büyük yanılgılara ve acılara
yol açar. Birdenbire yakıcı sıcakta susuz, dondurucu soğukta yorgansız kalabilirsiniz.
07 Ekim 2003 Salı
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

151
Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?

Hasan Bildirici’nin “Kürt Siyasetinde Değişim Rüzgarları” başlıklı seri yazısının, 12 Ekim
Pazar günkü altıncısında sayın Yaşar Kaya, her zamanki açık sözlülüğüyle şöyle diyor:
“Savaş döneminden kalma gazetemizi, sızmacı Türk solunun çok geri unsurları kullanıyorlar.
Bu işte Kürtlük yok ve halk şikayetçi. Bir şey değişmiyor, değişmesi gerekir. Türk solunun
durumu başlı başına bir tartışma konusudur.”
Ne düşüncelerini açıkça söylediği için Yaşar Kaya; ne bu düşünceleri olduğu gibi yansıttığı
için Hasan Bildirici; ne de bunları okuyucuya duyurduğu için Özgür Politika kınanabilirler.
Aksine, var olan eğilimlerin açıkça ifadesini sağladıkları ve tartışılmasının yolunu açtıkları
için tebrik edilebilirler. Toplumlar da insanlar gibidir, bilinç altına atma ve bastırma sonradan
büyük patlamalara yol açar.
Yaşar Kaya’nın dilinden ifade edilen görüşler, sadece Yaşar Kaya’nın değil, bu gazetede
yazan yazarların; sadece yazarların değil Kürtlerin ve sadece Kürtlerin değil KADEK’in
çizgisini destekleyen ve sempati duyanların da ezici bir çoğunluğunun görüşleridir. Bunu
görmemek için kör olmak gerekir. Sokakta yürürken karşılaştığınız insanların bakışları,
görmezden gelişleri veya selam verişleri her şeyi anlatır. Öcalan ABD tarafından Türkiye’ye
teslim edildiğinde, Kürtler yapayalnız kalmışken, gözleri parlayarak selam verenler artık
selam verme zorunda kalmamak için kafalarını çeviriyorlar. Dolayısıyla, sadece Yaşar
Kaya’nın görüşleri olarak değil, çok güçlü bir eğilimin ifadesi olarak ele alınmalıdırlar. Bizzat
bu gazetedeki yazarlarca, ya Ezop diliyle dolaylı bir biçimde, ya da açıkça kimi ağır
nitelemelerin hedefi oluyoruz. Yaşar Kaya’nın “Sızmacı” olarak nitelemesi gibi daha
geçenlerde “Kolonizatör” olarak nitelendik.
“Nitelendik” diyorum, çünkü, Türkiye Solu kökenli olup da bu gazetede yazan topu topu dört
beş kişiyiz. Bu nedenle Yaşar Kaya’nın ifade ettiklerini üstüme alınmam son derece
normaldir. Ayrıca bu zaten uzun süredir kafamda evirip çevirdiğim bir düşünceyi
okuyucularla tartışmak ve onlara danışmak için de iyi bir vesiledir.
Sayın Yaşar Kaya, bizleri “Türk solunun çok geri unsurları” olarak niteliyor. Türkiye
solundan gelen diğer yazarları bilmem ama, kendi payıma, “çok geri bir unsur” olduğumu
kabul ediyorum. Ne yazık ki insanların ve solcuların yetenekleriyle ezilen bir ulusun davasına
yakınlık arasında doğrudan bir ilişki yok. Hatta aksine, yetenekliler var olan toplumda hızla
yükseldikleri için, ezilen bir ulusun davasına hepten duyarsız hale geliyorlar. Bu durumda
belli bir duyarlılık ancak bizim gibi “çok geri unsurlara” kalıyor.
Ama itirazım şu “sızmacılık” nitelemesine. Burada bir yanlış değerlendirme var. Bunu biraz
açalım. Bu aynı zamanda tartışmak istediğim konuyla ilgili.
Sanılır ki, bir Türk ya da Türkiyeli solcu olarak Kürt basınında yazmak hoş ve “sızmacılık”
yapmaya değer bir iştir. Aksine. Bu konuya geçenlerde “Eğemen Ulustan Bir Sosyalist
Olmanın Zorlukları” başlıkla yazıda kısmen değinmiştim. Kısaca tekrarlayayım.
152
Önce egemen ulustan bir sosyalist olarak şu çelişkiyi yaşarsınız: Her türlü milliyetçiliğe karşı
görüşlerinizle, ezilen bir ulusun, milliyetçi bir hareketin desteklenmesinin çelişkisidir bu.
Dolayısıyla milliyetçiliğe karşı görüşlerinizi bir kenara koyar, ezilen ulusun haklılığı
noktasına vurgu yaparsınız. Ama bu aynı zamanda, politik olarak ezilen ulusu desteklerken
aynı zamanda yapmanız gereken ulusçuluğa karşı ideolojik mücadeleyi boşlamanız demektir.
Ezilen ulusun organında yazarak ona sunduğunuz sembolik desteğin sevabının, sosyalist
olarak ideolojik mücadeleyi yeterince yapmamanın günahlarını affettireceğini düşünürsünüz.
Diğer yandan, egemen ulustan biri olarak yazdığınızdan, politik eleştirilerinizi bile ifade
etmemeye çalışırsınız. Çünkü bunlar egemen ulusun çıkarlarının gizli bir savunusu olabilir.
Öyle olmasa bile ezilen ulusun hassasiyetleri nedeniyle yanlış anlaşılabilir vs.. Dolayısıyla
egemen olustan bir sosyalist olarak, ezilen ulusun organlarında yazdığınızda, size çok dar bir
alan kalır. Ezilen ulusun haklılığına ve o hareketin gelişiminin tarihsel ve sosyolojik anlamını
açıklamaya ve ezen ulusun ve onun sosyalistlerinin duyarsızlıklarını ve milliyetçiliklerini
eleştirmeye yönelik yazılarla yetinirsiniz.
Tabii bizim durumumuzda ek bir sorun daha vardır. Đsmet Đnönü, “büyük bir devletle ittifak
yapmak, bir kaplanla aynı yatağa girmek gibidir” diye bir laf etmişti. Düşünün ki devletler
arası ilişki bile böyledir. Ya hele hiçbir politik ağırlığı olmayan bir kişi olarak, neredeyse
devlet gibi bir hareketi desteklemenin nasıl sorunlar yaratacağı da tahmin edilebilir.
Ben şahsen bütün bunlara iki nedenle katlandığımı söyleyebilirim.
Birincisi, Đsa’nın insanların günahlarının kefareti için acı çekmesine benzetilebilir.
Türkiye’nin sosyalisteleri Kürt ulusunun acıları karşısında öylesine anlayışsız ve milliyetçi bir
tavırdadır ki, onun günahlarının kefareti olarak yaptıklarımı yapmaya çalışıyorum
Đkincisi şuydu. Dikkat edilirse, ben Kürt ulusal harketinin organlarında, ABD’nin Öcalan’ı
Türkiye’ye teslim ettiği; tüm dünyada Öcalan’ı kabul edecek bir tek ülkenin bile bulunmadığı;
Türk ulusunun neredeyse tamamının Özel Savaşın terörü ve propagandası altında kalıp
inkarcılığın ve şovenizmin zirveye vardığı; Kürt ulusal hareketinin yapayalnız kaldığı
koşullarda yazmaya başladım. Politik bir ağırlığımız elbette yoktu. Ama bir Türkiyeli olarak
Kürt organlarında yer almamızın sembolik ve manevi bir anlamı vardı. Yani Kürtlerin
mücadele azim ve moraline küçük de olsa bir katkı anlamı taşıyordu. Aynı zamanda
Türkiyeliler içinden de Kürtlerin davasına bir destek sunarak, halklar arası kardeşliğe küçük
de olsa bir katkı anlamını taşıyordu.
Bütün bunlar için değerdi. Yani durumu “sızma” değil; “acılara katlanma”, “kaferetini
ödeme”, “destek”, “örnek sunmak” gibi kavramlar açıklar.
Bu açıklamaya bağlı olarak gelelim şimdi okuyuculara danışmak istediğim soruna.
Biliniyor, diyalektik olarak, her şey zıttına döner. Dün doğru olan bu gün yanlış olur. Kürt
organlarında, bir Türkiyeli sosyalist olarak yazmaya devam etmenin, artık Kürtlerin
mücadelesine destek anlamına geldiği konusunda ciddi kuşkularım var. Bu gün, Türkiye solu
kökenlilerin, Kürtlerin organlarında yazmayarak, Kürt ulusal hareketine daha fazla destek
sunabileceklerini düşünüyorum. Niçin böyle?

153
Birincisi, Kürt ulusal hareketi artık yapayalnız ve sembolik desteklerin bile önemli olduğu bir
durumda değil. Dünyanın en büyük gücünün konum ve çıkarları ile Kürt ulusunun çıkarları
arasında, en azından şimdilik, belli bir yakınlık ya da çakışma var. Böyle bir durumda, hala
Türkiyeli sosyalistlerin Kürt organlarında yazması gereksiz bir sürü gerilimlere ve yanlış
anlamlara yol açabilir. Zaten, bizlere gösterilen soğukluk, hatta düşmanca tavrın ardında bu
kaygı ve korkunun büyük bir payı bulunmaktadır.
Đkincisi, Kürt hareketi içinde, Öcalan’ın temsil ettiği çizgi ile Barzani ve Talabani’nin temsil
ettiği çizgi arasındaki gerilim ve mücadelede, bizlerin Öcalan çizgisini dekteklememiz,
Öcalan çizgisinin konumunu onun rakipleri karşısında zayıflatmaktadır. Şöyle ki, bizlerin
desteği, Türklük kaygılarıyla bir destekmiş gibi gösterilmekte ve böylece Öcalan’ın çizgisinin
Kürtlerce değil, Türklerce savunulduğu imgesi yaratılmaktadır.
Üçüncüsü, Öcalan’ın çizgisine düşmanlık ve eleştiriler, doğrudan ona değil, bize
yöneltilmektedir. Biz bir bakıma Öcalan’ın çizgisine yönelik yıldırımları toplayan bir
paratöner işlevi görüyoruz. Eğer Kürt hareketine ve onun içinde de Öcalan’ın temsil ettiği
çizgiye bir faydası olsa, paratonerliğe de okey. Ama artık faydası yok. Biz aradan çıkarsak,
eleştiri ve yıldırımlarını ya keserler ya da gerçek adresine yöneltirler. Böylece Kürt Devrimci
demokrasisi de bu saldırılara açıktan cevap verir.
Ve nihayet, Kürt organlarında yazmak, Kürdistan’da sosyalist harekete de zarar vermektedir.
Kürt burjuvazisinin sosyalizme karşı artan düşmünlığı ve mücadelesi, bizlerin Türkiye’li
sosyalistler olmamız nedeniyle Türk milliyetçiliğine karşı bir mücadeleymiş gibi
sunulabilmektedir. Bu belden aşağı vuruş karşısında, sosyalist görüşlerimizi savunmaya
kaltığımızda, bu pozisyonlar Türklükle ilişkilendirilmektedir. Halbuki biz aradan çıkarsak,
Kürdistanlı sosyalistlerle karşı karşıya kalacaklarından, onlara karşı Türklük ya da
Türkiyelilik noktasından değil, doğrudan ideolojinin kendisinden dolayı saldıracaklardır.
Yanlış anlaşılmak istemem. Sorun, Türkiyeli bir sosyalist olarak, Kürt ulusal harketinin
başarısına nasıl daha fazla katkı yapılabileceğidir. Bu günün koşullarında, Kürt organlarında
yer almamanın daha büyük katkı yapmayı sağlayabileceği görülüyor. Bu organlarda yer
almamak desteğimizin olmayacağı anlamına gelmiyor.
Bu ilk defa da başımıza gelmiyor. Bir zamanlar, Özgür Gündem’de yazıyorduk. Kürt ulusal
hareketi o zamanlar yükselişini yaşıyordu. Bu yükselişin güveni ve zafer sarhoşluğuyla, o
zaman oralarda yazan Türkiyeli solculara, “düşün yakamızdan” denilmiş ve Kürt hareketinin
çıkarabildiği en geniş katılımlı gezete kapatılmıştı. Bu bir çoklarını kırdı ama bizi değil. Biz
yakadan düştük ve bu sefer dışardan desteğe devam ettik.
Biz bir hareket hakkındaki tavrımızı onun bize karşı tavrına göre belirlemeyiz. Kürt ulusu
ezilen bir ulustur. Kürt ulusal hareketi haklı bir harekettir. Bu hareket içindeki ayrılıklarda da
PKK-KADEK’in temsil ettiği eğilim, en modern, en yoksullara dayanan harekettir. O hade,
genel olarak Kürt ulusal hareketini ve o hareket içirnde de PKK-KADEK çizgisini
desteklemek gerekir. Bunlar işin alfabesi ve geçerliliklerini sürdürüyorlar.

154
O halde, okuyuculara soruyorum. Kürt organlarında yazmamızın Kürt ulusal hareketine ve
onun içinde de PKK-KADEK çizgisine bir yararı var mıdır, varsa nedir? Yanlış ve yanlış
anlışılabilir bir karar almamak için görüşlerinizi bekliyorum.
Bu durumda siz olsaydınız ne yapardınız?
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
15 Ekim 2003 Çarşamba

155
Devam Ama Nasıl?
Geçen haftaki yazının sonunda sorduğumuz soru şuydu:
“Kürt organlarında yazmamızın Kürt ulusal hareketine ve onun içinde de PKK-KADEK
çizgisine bir yararı var mıdır, varsa nedir? Yanlış ve yanlış anlışılabilir bir karar almamak
için görüşlerinizi bekliyorum.”
Soruya bir çok cevap geldi, ağırlık “Yazmaya devam” diyenlerdeydi ama gerek “devam”
gerek “tamam” diyenlerin hiç biri, yukarıya aktarılmış sorunun cevabını objektif ve rasyonel
olarak tartışmıyordu. Çoğu duygusaldı ve yanlış anlamalar vardı. Örneğin yazı bulutsuz gökte
çakan bir şimşek gibi algılanmıştı veya bir kırgınlığın duygusal dışa vuruluşu olarak
kavranmıştı. Ama bu yanlış anlamların en önemlisi, sanki Kürt Ulusal Mücadelesini ve bunun
içinde de KADEK’in çizgisini destekleyip desteklemeyeceğimizi sormuşuz gibi
tartışılmasıydı. Bunun en son ve somut örneği sayın Ayçiçek’in yazısının başlığnda görülür:
“Yürüyüşe Devam”. Sanki “tamam” diyen varmış gibi. Soru, yürüyüşün hangi biçimde devam
etmesi gerektiğiydi. Soruyu böyle anlamak, Kürt medyası dışında bir devam olanağı olmadığı
gibi biz gizli varsayımla mümkün olabilir.
Cevaplarda ortaya çıkan bütün bu yanlış anlamaları, olgusal ve metodolojik yanlışları tek tek
burada ele almak ne mümkün ne de gerekli. Bunları ayrıca uzun bir yazıda ele alıp,
Đnternetteki sayfamızda yayınlayacağız, ilgi duyan oradan okuyabilir. Burada kısaca
ulaştığımız sonucu belirtelim.
Bu günkü verili durumda, Türkiyeli bir sosyalist olarak, Kürt organlarında yazmanın zararı
yararından fazladır. Çünkü, demokratik Cumhuriyet Programı karşısında etnik milliyetçiliğin
ve sosyalizme karşı globalizm hayranlığının bin bir biçimde ifade edilen saldırıları karşısında,
demokratik programı ve sosyalist inançlarınızı savunmaya kalktığınızda daha baştan
yeniksinizdir. Çünkü karşınızdaki sizinle Kürt ve Türk olarak tartışmaktadır. Bu açmazdan
kurtuluşun tek yolu, bu koşulda savaşmamak, savaşı kendi alanımıza çekmektir. Bu saldırılara
Kürt ve Kürdistanlı demokrat ve sosyalistler cevap verirse bir anlamı olur.
Onların hem cevap vermesi hem de bunu elverişli bir pozisyonda yapması için, Türkiyeli
sosyalistlerin aradan çıkması gerekir. Yani Kürt organlarında, Türkiyeli veya Türk bir
sosyalist veya demokrat olarak yazmanın, ideolojik ve siyasi zararı, orada yazmanın manevi
ve sembolik yararından fazladır.
Kaldı ki bu baştan yenik durum olmasa bile, bu organlar böyle bir mücadelenin aracı olarak
da kullanılamaz. Çünkü cevap verseniz, sürekli ideolojik polemikler yapma durumunda
olursunuz. Bu hem tepki çeker hem buna izin verilmez. Cevap vermeseniz, eliniz kolunuz
bağlı sürekli darbe yer durumda kalırsınız. Bu berbet durumdan kurtulmak için yapacağnız
tek şey, gazetenin sorumlularından böyle saldırılara fırsat vermemesini istemek olabilir ki, bu
fiilen fikirler sansür koyulmasını istemek anlamına gelir ki, düşülebilecek en kötü durumdur.
Daha yüzlerce nedenin yanı sıra bu iki nedenle, Kürt hareketinin organlarında, dayanışma için
bir Türk veya Türkiyeli olarak yazmanın yararları, bir demokrat veya sosyalist olarak baştan

156
yenik olmanın ya da susmak veya susmalarını istemek zorunda kalmanın zararlarını hiçbir
şekilde karşılayamayacağı için bundan sonra, Kürt hareketinin organlarında Türkiyeli veya
Türk bir yazar sıfatıyla yazmayacağım. Kişisel kanımca, yazmaya devam etmek, gerek
sosyalist inançlarıma, gerek Kürt ulusunun üzerindeki baskının kalkması mücadelesine,
gerekse de Kürt Ulusal Hareketi içindeki Devrimci Demokratik Harekete (yani KADEK’in
programına) yarar değil zarar vermektedir.
Elbette herkesin durumu farklıdır. Ve nihayet bu organlarda yazarak mı yazmayarak mı daha
faydalı olunacağı, hedef ilişkin bir ayrılık değil, taktik bir ayrılıktır. Farklı taktiklerin de
denenmesi her zaman yararlıdır. Kararımız yanlışsa da en azından bu yanlışı gösteren;
doğruysa yanlışların giderilmesini sağlayan bir örnek ve deneme olur.
Ama Kürt hareketinin organlarında bir Türkiyeli veya Türk Sosyalist veya Demokrat olarak
yazmayacağımız, yazmaya son verdiğimiz anlamına gelmiyor. Aksine daha fazla, dilimizi ve
elimizi tutmadan yazacağımız anlamına geliyor. Ve hatta istenirse yazılarımızın Kürt
organlarında daha fazla yer alması anlamına da gelir. Nasıl ve ne demek?
Toplum bilimciler demiri, insanların küçük bir zümresinin kullandığı olanakları geniş
kitlelerin kullanımına açtığı için en demokratik maden (metal) diye tanımlarlar. Gerçekten de
demir, tunç devrinden sonra, tarımsal üretimi, dolayısıyla uygarlığı ve refahı nehir
boylarından kurtararak ve kapitalizm çağında da sanayi devrimiyle, o zamana kadar üst
sınıflara has olanakları geniş kitlelere yayarak, iki kez bu demokratik özelliğini kanıtlamıştır.
Benzer şekilde Đnternet de en demokratik bilgi ve enformasyon aracıdır, medyadır. Radyo
veya televizyonu bir yana bırakalım, bir dergi ve gazete çıkarmak bile büyük bir sermaye, güç
ve örgüt birikimini gerektirir. Bir zamanların en demokratik medyası olan teksir makinesi,
mumlu kağıt ve daktilo bile, sıradan çalışan bir insanın kapasitesini aşan bir para gerektirirdi,
en azından küçük bir grup olmak gerekirdi. Ama internet, söyleyecek sözü olan bir insana,
haftada bir bir dergiye verilecek para karşılığına bir yıllığına bir sayfa açıp, milyonlarca
insana ulaşma olanağı sağlar.
Biz Kürt medyasına yazmadan önce de internet aracılığıyla yazılarımızı yayınlıyorduk. Zaten
Kürt medyasına yazmamız da bu araçla olmuştur. (Đnternetteki yazılarımız okunarak,
gazetelere yazmamız önerilmişti.) Bu dönem boyunca, gazetelerde haftada bir sınırlı bir
alanda yazılanlar yetmediği için yazmaya devam ettik ve fikirlerimiz esas olarak okuyuculara
zaten gazete aracılığıyla değil, internet aracılığıyla ulaşmaktadır. Ve Đnternet’te
yayınladıklarımız gazetede yayınlananlardan fazladır.
Bundan sonra tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi, her hafta yine yazmaya devam edeceğiz.
Bunları “Demokratik Bir Cumhuriyet Đçin”, “Kürdistanlı Sosyalist”, “Tarihsel Maddecilik ve
Sosyalizmin Sorunları” gibi internet site-yayınlarında yayınlamaya devam edeceğiz. Eğer
Özgür Politika’yı çıkaran arkadaşlar, bu yazıların okuyucularına ulaşmasını yararlı görürlerse,
-ki görüşlerimizde bir değişme yok, aynı şeyleri, daha geniş bir konular yelpazesinde, daha
açık, direk ve sınırsız olarak yazmaya devam edeceğiz- yazılarımızı bize hiç sormadan,
istedikleri gibi iktibas edip yayınlayabilirler. Yani belki böylece, istenirse, yazılarımız Kürt
basınında daha sık ve daha fazla yer alabilir. Böylece yazar olarak yazmamamızın yol
açabileceği eksiklik ve olumsuzluklar minimuma indirilebilir.

157
*
Đçinde bulunduğumuz duruma yukarıdan kuşbakışı bakabilmeliyiz. Önümüzdeki zorlukları
açık yüreklilikle ortaya koyabilmeliyiz. Büyük ölçüde iman gücüyle yürüyen bir harekette
zordur ama yine de yapılması gerekir.
Dünyanın işçileri, ister Stalinizmin yarattığı demoralizasyon, ister dünya işçilerinin
bölünmüşlüğü veya ikisi ve başka faktörler nedeniyle olsun, artık sosyalizm için mücadele
etmiyor veya etmeye cesaret edemiyor. Đşte, Güney Afrika’daki Kurtuluş Hareketi. Sosyalist
geleneği ve Đşçilere dayanan toplumsal yapısına rağmen sosyalist dönüşümleri istemedi veya
cesaret edemedi. Đşte Brezilya, muazzam Đşçi ve Köylü Mücadelelerinin yarattığı hareket ve
bu hareketlerin örgütlü ifadesi Đşçi Partisi, bütün Sosyalist geleneğine ve ideolojik arka
planına rağmen, bir Sosyal Demokrat “Kriz Yönetimi” programından ötesine gitmiyor,
gidemiyor. Nedenleri ayrı konu. Ama bu gün dünyada en umutvar olabilecek iki hareketin
durumu bile böyle.
Đşçilerin sosyalizmi istememesi veya istemeye cesaret edememesi, sosyalizmin yanlış
olduğunu gösteriyor mu? Hayır. Aksine, savaşları, açlığı, yoksulluğu, atom savaşı
olasılıklarını bir kenara koysak bile insanlık hızla yok olmaya doğru gidiyor. Tüm
yeryüzündeki öko sistem bir tek canlı gibi de görülebilir. Modern kapitalist uygarlığın
şehirleri, yolları, fabrikaları bu canlının vücudurnda yayılan ve metastas yapan karnser
hücreleri gibidir. Bu kanserin ne ölçüde ve nasıl yayıldığı, geceleyin uzaydan çekilmiş
fotoğrafların şehir ışıklarında görülebilir. Bugün insanların bakış açısından refah adası gibi
görülen yerler, bu kanserin en öldürücü biçimde yayıldığı yerlerdir. O halde, kimse yüz
vermese de, insanlığın yaşaması için bile, sosyalizm için mücadele etmekten başka çare yok.
Benzer durum Kürt Devrimci Demokratik hareketi için de geçerli. Đstanbul’un, Tahran’ın
veya Bağdat’ın işçileri, ulusal ve dinsel baskılara karşı gerçek bir demokratik cumhuriyeti
programlaştırıp mücadeleye girmedikleri sürece, Tıpkı Güney Afrika veya Brezilya işçilerinin
sosyalizm için mücadeleye girmemeleri veya cesaret edememeleri ve kısmi iyileştirmeleri
daha gerçekçi ve gerçekleşebilir bulmaları gibi, Kürtler de böyle bir Cumhuriyet için
mücadeleye girmektense, daha somut ve erişilebilir görünen, Kürtler üzerindeki ulusal
baskıya son veren, bağımsız bir Kürt devleti yönünde mücadeleye yöneleceklerdir.
Bunun için brezilyalı veya Güney Afrikalı Đşçiler kınanamayacağı gibi Kürtler de kınanamaz.
Ama nasıl, sosyalizm olmadığı sürece insanlık açlık, savaşlar, baskı ve yoksulluklar
ortamında kalacaksa ve sonunda sosyalizme gelmediği takdirde yok olmaya mahkumsa;
demokratik bir Cumhuriyet olmadığı sürece de Orta Doğu ve orda yaşayan tüm halklar, etnik
ve dinsel bölünme ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum olacaklardır.
Bizler mücadele azmimizi ve gerekçemizi başarı beklentilerinde değil doğrulukta aramalıyız.
Nasıl hiç bir başarı vaad etmese de dünyada sosyalizm için mücadele etmek doğru ise; orta
doğuda da, hiçbir başarı vaad etmese de, dinsel, etnik, kaltürel, dilsel ayrılıklar karşısıda
tarafsız ve eşit bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele etmek de doğrudur.

158
Sorun buna azami katkının nasıl yapılacağıdır. Biz bu katkının bu günkü verili koşullarda ve
bizim durumumuzda, Kürt basınında yazmamakla olacağını düşünüyoruz. Doğruluğu veya
yanlışlığı zamanla görülebilir.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
22 Ekim 2003 Çarşamba
*

159
Ülkede Özgür Gündem’e Yazılar

Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Gerici Bir


Taleptir?

Toplumsal mücadeleler tarihinde taleplerin gerçek anlamlarıyla onların ifade edildikleri


bağlamda kazandıkları anlam genellikle birbiriyle çakışmaz. Đlerici ve kurtuluşçu amaçlarla
kitlelere mal olmuş talepler özünde son derece gerici bir hedefin ifadesi olabilirler.
Örneğin. , bir çok işçi eyleminin ya da işçilerden yana partinin dilinden düşürmediği “emek en
yüce değerdir” sloganını düşünün. Aslında bu su katılmamış bir burjuva slogandır. Zaten
tarihsel olarak da burjuvazinin teorisyenleri tarafından bulunmuş, değerin yoğunlaşmış emek
olduğu yasasının bir politik slogan haline getirilmesinden başka bir şey değildir. Marksizm
ise, bütün burjuva ekonomi politiğinden, işgücü denen metaın kullanımı sonunda ortaya çıkan
değerin emek olduğu önermesiyle ayrılır. Çünkü ortaya çıkan değer, sadece işgücünün fiyatı
olan ücreti değil, artı değeri de, yani rantı, faizi, sanayi ve ticaret karını içerir. “Emek en yüce
değerdir” demek: bilimsel olarak, “ücret + kar + faiz + rant en yüce değerdir” demektir.
Elbette, sloganların bilimsel ve gerçek anlamları değil somut olarak kazandıkları anlamlar
önemlidir toplumsal mücadelelerde, ama bu yanlış içerikler aynı zamanda egemen sınıfların o
müthiş ideolojik hegemonyasının da bir dışa vurumudur. Ve uzun vadede bu gerçek anlamlara
göre çıkar sonuçlar.
Toplumsal mücadeleler tarihinde böyle yüzlerce örnek gösterilebilir. Ama biz, yeni kurulacak
parti vesilesiyle kimsenin doğruluğunu sorgulamayı aklından bile geçirmediği, “Kürtlerin ve
Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” sloganını ele alalım.
Elbette bu slogan bugünün verili koşullarında, Kürtler üzerindeki ulusal baskıya karşı
mücadelenin bir sloganı olarak ve Kürtler içinde de Türkiye’nin ezilenlerini ve demokratik
güçlerini kazanarak, demokratik dönüşümler aracılığıyla Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya
son verme stratejisinin bir ifadesi olarak, tıpkı “emek en yüce değerdir” gibi, kazandığı somut
anlamla ilerici bir işlev görmektedir. Ama bu günkü ilişkiler çerçevesinde kazandığı somut
anlama karşıt olarak, bu program gerici bir programdır ve gerici bir ulusçuluk anlayışına
dayanır.
Burjuvazi, devrimci çağında, ulusu etniyle, dille vs. değil, insan veya yurttaşlık haklarıyla
tanımlıyordu. Amerikan Ulusu, bu dünyanın en eski ulusu, hiçbir etniye ya da dile en küçük
bir gönderme içermez örneğin.

160
Ancak daha sonra burjuvazi gericileşince, ulusu, dile, dine, tarihe, etniye, kültüre, ırka göre
tanımlamaya başlamıştır. “Đnsan ve Yurttaşlık Hakları”nın yerini, “Ulusların Kaderini Tayin
Hakkı” almıştır. “Ulusların Kaderini Tayın Hakkı”nın, ulusu dile, dine, etniye göre
tanımlayan gerici özü, onun özellikle, Rus, Osmanlı ve Avusturya Macaristan gibi gerici
imparatorluklara karşı burjuva direnişin bayrağı olması nedeniyle görülememiştir. Onun
gerici özü, ulusu beyazlara göre tanımlayan güney eyaletlerinin “kendi kaderlerini tayin” için
ayrılmalarında görülür. Đnsan ve yurttaşlık haklarına dayanan kuzey, insanı ve yurttaşı bir ırk,
dil, din ile tanımlamaya karşı savaşmıştır.
Ulusun hiçbir dinsel, dilsel, ırksal, soysal, tarihsel gönderme içermeden insan ve yurttaşlık
haklarıyla tanımlandığı bir ülkede, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”, ulusu din, dil, etni, vs.
gibi gerici bir kritere göre tanımlama hakkı anlamına gelir. Ezilen sınıfların yapması gereken
bu hakka karşı çıkmaktır. Avrupalı Đşçiler, Marks, Engels de böyle yapmışlar ve Güney’in
ayrılması karşısında bu ayrılma hakkını reddeden Kuzey’in savaşını desteklemişlerdir.
Kürt ve Türklerin kurucu olduğu bir cumhuriyet parolası, ulusu bir dil, etni, din, soy veya
tarihle tanımlamayı reddetmez, sadece onu bir değil iki, dil, etni veya soyla tanımlar. Bu
nedenle devrimci ve demokratik değil gerici bir ulusçuluğun parolası olabilir.
Devrimci bir parola, ulusun tanımında hiçbir, dilsel, dinsel, etnik, soysal, tarihsel gönderme
içermeyen; ulusu insan ve ondan başka bir şey olmayan yurttaşlık haklarıyla tanımlayan bir
ulus parolası olabilir.
Birden fazla etniye göre tanımlanmış uluslar parolası, sadece gerici ve yanlış değildir, aynı
zamanda, her zaman en kanlı ve gerici bölünmelerin temelini atar. Yugoslavya, tıpkı Kürtlerin
ve Türklerin kurucu olduğu bir Cumhuriyet gibiydi, daha çoğuna göre tanımlanmıştı.
Yöneticiler, tıpkı şimdi Öcalan’ın yeni Kurulacak parti için önerdiği gibi, her ulustan
dönüşümlü olarak seçiliyordu. Sonuç ortada.
Hedef Kürtlerin ve Türklerin kurucusu oldukları değil, Kürt Türk ya da başka bir etni veya
dinden olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı; herkesin ana dilde eğitim hakkının olduğu;
tüm dil, din, etni, kültürlerin eşit olduğu; en küçük bir köyün bile isterse ayrılacağı
Demokratik bir Cumhuriyet olmalıdır.
Yeni partinin nasıl bir parti olacağı tartışılırken, bu en temel programatik ilkeyi hatırlatalım
dedik.
demir@comlink. de
http: //www. comlink. de/demir/

161
Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonuna,

Sayın Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonu,


Đki hafta kadar önce sayın Pınar Selek, bundan sonra artık iki haftada bir değil de haftada bir
yazmamı istedi. Ben de aslında bir çok çekincelerin bulunmasına rağmen (örneğin bir
sosyalist olarak yazarsam onlara sansür uygulanacağı gibi), özellikle yeni bir parti kurma
çalışmalarının bulunduğu bu aşamada, haftalık yazılarla olsun bu tartışmalara girerek fiilen
onun olmayı amaçladığı gibi sadece Kürtlerin partisi olarak kavranmamasına dolayısıyla
hedefine ulaşmasına küçük de olsa bir katkım olabilir diye düşünerek teklifi kabul ettim ve
geçen hafta Pazartesi günü akşamı yazımı yazıp yolladım.
Yazılarım bildiğim kadarıyla Çarşamba günü yayınlandığından (Çünkü benden en geç Salı
öğleye kadar iletmem istenmişti çok önceleri) Çarşamba günü tesadüfen telefon etmiş bir
gazete okuyucusuna yazımı okudun mu diye sorduğunda, gazetede yazım olmadığını söyledi.
Üzerine düşünmeyi bile gerekli görmedim. Her zaman olduğu gibi bir organizasyonsuzluk,
koordinasyonsuzluktur. Sayfayı düzenleyen haftalık yazmaya başladığımı bilmiyor olabilir
veya belki bu uygulama gelecek haftadan itibaren başlayacaktır diye düşündüm.
Ancak, yanılmıyorsam Cuma günü, gazetede yazımın yayınlandığını ama (gazetede yazımı
okuyan okuyucu aynı zamanda benim yazılarımı internet üzerinden okuduğundan, orijinal
başlığını biliyordu) başlığının değiştirilmiş olduğundan söz etti ve sonundaki “gerici”
sözcüğünün olmadığını söyledi. Ancak o arada bağlantı koptuğu ve sonradan tekrar bağlantı
kuramadığımdan, bunun sadece o sözün mü yoksa, “Niçin gerici bir taleptir” tarzındaki yan
cümleciğin mi eksildiği olduğun anlayamadım. Ancak bunun önemi yok.
Đster sadece “gerici” sözü çıkarılmış ve başlık “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir
Cumhuriyet Niçin Bir Taleptir? ” şeklinde olsun; ister son cümlecik çıkarılmış “Kürtlerin ve
Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” şeklinde olsun, eğer o arkadaşın bana söylediği
yalan değilse, yazımın başlığı değiştirilmiş bulunmaktadır.
Đlk bakışta bir cümlenin veya bir yan cümleciğin değişmesi pek önemli gibi görülmeyebilir
veya bu öyle görülmek istenmeyebilir. Ancak bunu çözümlediğimizde bunun son derece
vahim sonuçları olduğu görülmektedir. Hem de bir çok farklı düzeylerde.
Şimdi öncelikle kısaca bunları ele almak istiyorum.
Gazetede yayın gününden başlayalım.
Birincisi, bırakalım devrimciliği veya demokratlığı bir yana, en sıradan bir burjuva basanında
bile, en sıradan insani ilişkide bile, bir insandan şu gün yayınlanmak üzere bir yazı istenmişse
ve o yazı o gün örneğin her hangi bir teknik nedenle yayınlanmamışsa, o insana bir haber
verilir, kusura bakmayın, şu şu nedenlerle yazınızı bu gün yayınlayamadık falan gibi bir

162
şeyler söylenir. Bu her sıradan uygar insanın yapması gereken bir davranıştır. Bu insanlara ve
onların emeğine verilen bir değerin ifadesidir. Düşünün ki bu bile yapılmıyor.
Belki denebilir ki, bundan sonra Çarşamba günleri değil, Cuma günleri yazınız
yayınlanacaktır onun için özel olarak telefon edilip haber verilmemiştir. Ama bu daha da
kötüdür. Bu aynı zamanda bundan sonra yazılarımı haftanın başka günleri yazmam demektir
ki, yaşamımı buna göre düzenlememi gerektirir. Böyle bir durumda, bunun yapılabilmesi için,
aksine böyle bir değişikliği sadece bildirmek değil, mümkün olduğunca önce bildirmek ve
böyle bir düzenlemenin kendisine uyup uymadığını o kişiye sormak gerekir. Bütün bunlar
yapılmıyor. Hiçbir açıklama, bilgilendirme hiçbir şey yok. Tesadüfen o günlerde Türkiye ile
haberleşmem olmasa, hiçbir şeyi bilmem bile söz konusu değil.
Hayvanlara bile insanlar daha saygılı davranırlar. Anlaşılan bizlere bir hayvan kadar bile
değer verilmiyor. Zaten bir değer verilmesini de beklemiyoruz. Ona da eyvallah. Eğer
başlıktaki değişiklik olmasaydı, şimdiye kadar onlarca kere olduğu gibi, bunu da görmezden
gelir; anlamamış gibi yapar, aptallığa vurur geçiştirirdik. Başlıktaki değişiklik olmasaydı bu
satırları yazma gereğini bile duymazdım.
(Kim bilir belki daha önce de yazılarımda benzer değişiklikler yapılmıştır. Bilmiyorum.
Çünkü ben gazeteyi sadece internetten izleyebiliyordum ve çok uzun zamandır internetten de
izlemek mümkün olmuyor. )
Ama başlıktaki değişiklik sorunun sadece bir ihmal, koordinasyonsuzluk ve hatta kabalıkla
açıklanabilmekten uzak olduğunu, ortada kasıtlı bir durum olduğunu göstermektedir.
Birincisi, bir yazarın yazısını her hangi bir nedenle değiştirmek için, bırakalım demokratlığı,
ilericiliği ya da bilmem hangi güzel ve olumlu nitelemeleri bir yana, en sıradan, hiçbir iddiası
olmayan insanlar bile, o yazara sorar izin isterler.
Ama bizim gazetemiz. Yazarların yazılarını istediği gibi kesip biçmekte, onlar haber verme
gereği bile duymamaktadır. Bu nasıl bir anlayıştır ne denir söyleyecek söz bulamıyorum.
Ama burada muhtemelen her zaman olduğu gibi, muhtemelen şöyle bir itiraz yapılacaktır.
“Heval kusura bakmayın, sayfayı yapan arkadaşın gözünden kaçmış, kasıtlı bir şey yoktur.
Henüz tecrübesizdir. Lütfen öyle büyütmeyin. ” Tamı tamına böyle olması gerekmiyor. Olayı
önemsizleştiren, tesadüflere, acemiliklere bağlayan bir açıklamayla geçiştirme.
Đlk zamanlar bunların gerçekten öyle olduğuna da inanıyordum. Arada geçen zamandaki
tecrübelerim bana hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını; o güdük fiiller (unutmalar, iş sürçmeleri. ,
acemilikler) gibi görülenlerin aslında politik ve ideolojik tavırların ifadesi olduğunu çoktan
öğretti. Bu bakımdan böyle masallara karnım tok.
Önce şunu belirteyim. Yazımın başlığından, ister bir kelime ister bir cümlecik çıkarılmış
olsun, sonuç değişmemekte, yazının başlığının bütün anlamı ters yüz edilmiş olmaktadır.
Çünkü ben yazımın başlığına; son derece bilinçli ve kasıtlı olarak “Niçin Gerici Bir taleptir”
ifadesini koydum. Kişi olarak uzun başlıkları pek sevmememe rağmen. Çünkü yazının
mesajını başlıkta net bir şekilde ifade etmediğim takdirde ne dediğimin anlaşılmayacağını
veya görmezden gelineceğini bildiğim için, provakatif olmak; yeni parti kuruluş

163
çalışmalarında bir tartışma başlatmak, insanları düşündürmek için kasıtlı olarak böyle formüle
ettim.
Ben de 40 yıldır aktif politika içinde olan bir insanım ve neyin niçin ne zaman nasıl yapılacağı
hakkında bir fikrim vardır. Bir gazete sayfa düzenleyicisinin veya redaktörünün onları
“düzeltmeye” kalkmasına ihtiyacım yoktur.
Ve yazımı tırpanlayan kişi ya da kurul, onu tam da bu en can alıcı noktasında hadım
etmektedir. Bu açıkça siyasi ve ideolojik bir tavırdır. Bunun tesadüfle, ihmalle, tecrübesizlikle
falan ilgisi yoktur. (Ve muhtemelen, delilim olmadığı için kanıtlayamam ama yazının
yayınlanmasının iki gün gecikmesi de teknik ya da başka bir nedenle değil, tamı tamına
yazının başlığının değişmene yol açan nedenle ilgilidir. )
Hepimiz siyasi insanlarız. Hepimizin inandığı ya da doğru kabul ettiği görüşler inançlar var.
Bunların farklı olduğu da kimsenin meçhulü olmasa gerekir.
Açıkça şu söylenebilir. “Kusura bakmayın bu yazı bu biçimiyle gazetemizin politikasına
uymamaktadır. Bunu böyle yayınlamayız. Şöyle bir değişiklik öneriyoruz. Ne dersiniz? ” O
zaman da yazar kendine göre öneriyi kabul edip etmeyeceğine , yazıp yazmayacağına kendisi
karar verir.
Ama bu yapılmıyor. Sanki ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranılıyor. Haber bile verilmiyor.
Ama bu haber vermeme bile, olayı sanki hiçbir siyasi veya ideolojik anlamı olmayan, tesadüfi
bir olay gibi, önemsiz gibi göstermenin bir aracı aslında.
Yani doğrudan ve açıktan bir siyasi veya ideolojik itiraz yapılmayarak ama fiilen yazının
başlığı, sanki tesadüfen, önemsiz bir kelime değişikliği ile yayınlanmış gibi gösterilerek belli
bir anlayış sansür edilmekte ve bastırılmaktadır.
Eğer bu değişiklikten, sayın Pınar Seleğin haberi vardı ve onun bilgisiyle yapıldıysa, buna
yaparak, hem verdiği sözü tutmamış olmaktadır hem de bunu benden gizlemiş demektir. Bu
durumda, söyleyecek söz bulamam.
Ama sayın Seleğin bu değişikliği bildiğini bile sanmıyorum ve onun hiçbir zaman böyle
davranmayacağına inanıyorum.
Eğer sandığım gibiyse, bu ister sayfa düzencisi, ister sayfa sorumlusu, ister redaksiyon
tarafından yapılmış olsun, bu tür gizli engellemelerin adı, benim bildiğim kadarıyla sabotajdır.
Sadece benim yazıma karşı değil, benim yazımda yansıyan politik program ve çizgiye, yani
aynı zamanda büyük ölçüde, Abdullah Öcalan’ın da savunduğu çizgiye karşı sabotajdır.
Hiçbir rastlantısal yanı yoktur. Farklı bir program ve anlayışın, açık bir siyasi mücadeleye
girmeden, kendisini, gizlice engellemelerle dayatmasıdır.
Şimdi bunu kanıtlayacağım. Birincisi, yazının başlığında, görmediğim için hala bilmiyorum.
Hangi türden değişiklik yapılmış olursa olsun, yapılan değişiklik, bütün anlamı ve mesajı ters
yüz etmektedir.
Örneğin, eğer birinci ihtimal ise, yani sadece “gerici” sözü yoksa, başlık şöyledir: “Kürtlerin
ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Bir Taleptir? ” bu başlık sanki talebin
gericiliği veya ilericiliği değil de, “Kürtlerin ve Türklerin kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet’in

164
talep olup olmadığı tartışılıyor anlamı çıkmaktadır. Bu da fiilen, şu ana kadar Türkiye’de
kimse benzerini söylemediğinden, yazıda Türklerin ve Kürtlerin Kurucu Olduğu bir
Cumhuriyet’in savunulduğu ve buna talep değildir diyenleri karşı bunun bir talep olduğu gibi
bir anlama gelmektedir. Yani talep olup olmadığını tartışan bir başlık gibi formülasyon ise
eğer bu fiilen bu talebin savunulduğu anlamına gelmektedir.
Yok eğer tüm cümlecik düşmüş ise, “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet”
biçimindeyse, daha da kötüdür. Karşı olduğu sloganı savunur bir yazı başlığı olarak anlaşılır.
Ortada taammüden işlenmiş ama kolayca bir kaza süsü verilebilecek tarzda zekice planlanmış
bir cinayet bulunmaktadır. Burada öldürülen bir insan değil bir duruş bir politik anlayış, bir
programdır.
Ama sadece bu kadar değil. Burada öldürülen sadece benim savunduğum program da değildir.
Bunun bile affedilir bir durumu yoktur. Ama ortadaki durum çok daha vahimdir. Benim bir
çok konuda farklı görüşlerim olduğu bilinmektedir, bu öldürülen de öyle bir görüş olsaydı,
hadi bu bir derece anlaşılabilirdi. Ama burada, Gazetenin ya da onun eğilimlerini yansıttığı
siyasi hareketin resmen savunduğunu iddia ettiği görüşlere karşı bir sabotaj ya da cinayet söz
konusudur.
Bunu önce biçimsel sonra da içeriksel olarak kanıtlayayım.
Herkesin bildiği sırdır ki, bu gazete Öcalan’ın görüşlerine paralel görüşleri savunmakta, en
azından okuyucuları ondan bunu beklemektedir.
Herkesin bildiği gibi, ben Öcalan’a mektuplar yazdım. Bu mektuplarla birlikte, Ortadoğu
Demokrasi Manifestosu diye bir metni de ilettim. Öcalan bu mektupları okudu. Hatta
Avukatlarına, “Küçükaydın’ın yazılarını okudunuz mu diye sorarak” onları kendi üslubuyla
okunmak için tavsiye etti (ve bu ifade tavsiye olmaktan çıkarılmak için, tıpkı bu başlık
hikayesinde olduğu gibi, Öcalan’ın Orijinal Görüşme Notlarındaki “Okudunuz mu” ifadesi,
tavsiye anlamından çıkarılarak “Okudum” olarak değiştirildi gazetede yayınlanan versiyonda.
Orada da bir cinayet vardı ve bu sabotajla aynı nedenle yapılmıştı. )
Bu yazının başlığı, o Öcalan’ın okunmasını, tavsiye ettiği metinlerdeki görüşleri
savunmaktadır. Yani Öcalan’ın en azından tavsiye ettiği bir görüştür cinayete kurban giden.
Biçimsel olarak sadece bu kadar değil. Biliniyor. Öcalan, o mektupları okuyunca, “benim
görüşlerimi radyo ve televizyonda vs. savunabilir, geliştirebilir” diyerek adeta bir açık çek
verdi. Yani benim yazılarımdaki görüşler, kendi görüşlerinin savunusu ve geliştirilmesi olarak
kabul edilmektedir Öcalan tarafından. Ve böyle anlaşılması istenmektedir.
Bu cinayet işleyen, muhtemelen, cinayetini, Öcalan’ın görüşlerini tartışılmaz kılma adına
işlemiş olsa gerektir. Çünkü yüzeysel bir bakışla, benim Öcalan’ın “Türklerin ve Kürtlerin
kurucu Olduğu Cumhuriyet” sözüne karşı olduğum bu nedenle de Öcalan’a karşı görüşlere
gazete sayfalarında hiç olmazsa yazı başlığı olarak yer vermemek için, küçük bir hileye baş
vurulmuş gibi kavranılmış ya da böyle yapılmıştır ya da böyle temellendirilmiştir
muhtemelen.

165
Ancak bu doğru değildir. Eğer gerçekten içten gelen, demokratik bir cumhuriyet olarak
savunulsa, pek ala, Öcalan’ın bize ilişkin bütün o söyledikleri, yazıya dokunmamanın bir
gerekçesi ya da bahanesi olarak da iyi bir sığınak sunar.
Niçin bu tercih edilmemektedir de, tam tersi tercih edilmektedir. Çünkü, ulusun tanımından
dilin, dinin, kavmin, soyun çıkarılması benimsenmemektedir. Yani Öcalan’ın “Đlkel
milliyetçilik” dediğine yakınlık duyulmaktadır. Ama bu açıkça ifade edilmemekte, sanki
yazımın başlığı değiştirilerek ve bana haber verilmeyerek, küçük hilelerle Öcalan
savunuluyormuş gibi yapılarak, aslında Öcalan’ın savunduğu demokratik milliyetçilik
anlayışı sabote edilmektedir.
Buraya kadar söylediklerim biçimsel yanıdır. Elbette ben Öcalan’ın yazılarım hakkında
söylediklerini gerekçe göstererek onların benimsenmesi veya kabul edilmesini istemiyorum.
Bunu zaten yazdığım mektupta da açıkça belirtmiştim. Bu da bilinmektedir. Böyle şeylere
ihtiyacım yoktur.
Bunları burada belirtmemin nedeni, yazının başlığını değiştirenin muhtemelen Öcalan’a laf
söyletmemek adına böyle bir şey yaptığı bahanesini elinden almak, Öcalan’ı savunma
postunun ardına gizlenişin ardındaki sınıfsal eğilimi ve programatik farklılığı göstermektir.
Gelelim içeriksel kanıta. Eğer gerçekten Demokratik Cumhuriyet, gerçekten ulusun
tanımından dile, etniyi vs. dışlamak kabul edilmiş olsa, benim yazımın itirazsız koyulması
gerekir. Đlk bakışta benim yazımın Öcalan’ın söyledikleriyle çeliştiği bile düşünülebilir.
Ancak durum öyle değildir.
Fikirlerin özü kavrandığında, Öcalan’ın zaman zaman söylediği “Türklerin ve Kürtlein kurucu
olduğu” cumhuriyet gibi sözler, kısmen bir kavramsal netlik olmamasından kaynaklandığı
gibi, aynı zamanda burada Öcalan, bu sözleriyle Ulusun Kürtlere ve Türklere göre, yani bir
yerine iki etniye ve dile göre tanımlanmasını değil; Kürtlerin ve Türklerin dile ve etniye göre
tanımlanmayacak, ulusun kurucuları olmasını kastetmektedir. Yani Kürtler ve Türkler burada,
ulusun tanımında dayanılacak etni, dil, ya da “ulusları” değil; kuracakları ulusu kendilerine
göre tanımlamayacak Toplumsal güçleri ifade etmektedir.
Ancak, bir “ilkel milliyetçi” “Kürtlerin ve Türklerin kurucu” olmasını, ulusun tanımı olarak
görür ve anlar. Đşte benim yazımda yaptığım da tam da bu görüşün ve anlayışın üzerine
gitmekti. Tam da üzerine gittiğim için, yazım kaza süsü verilmiş ve sözde Öcalan’ı savunan
bir cinayete kurban gitti.
Öcalan’ın son görüşme notlarında bu çok açıktır. Öcalan kendini sürekli geliştirmeye çalışan
ve düşünen bir insan olarak, son görüşme notlarında bu noktayı daha da açık olarak
koymaktadır.
Örneğin şöyle diyor:
“Biz demokratik bütünlüğü geliştiriyoruz. Devletin üst kimliği içinde bütün kültürler
kendilerini ifade eder; demokratik bütünlük içinde her kültür kendini özgürce ifade eder
diyoruz. Devletin üst kimliği vatandaşlık bağını ifade eder. Avrupa ulusu da bir üst kimliktir.
25 devlet Avrupa Anayasasına imza attılar. Avrupa ulusu kavramı ilan edildi. Avrupalılık bir
üst kimliktir. Bu Avrupa’da nasıl oluyorsa, Türkiye’de de olabilir. Türkiye’deki farklı milletler
166
Türkiye ulusu içinde yer alır. Her millet kendi dilini özgürce kullanır, yayınını yapar,
eğitimini yapar, kültürünü özgürce geliştirir.
Bir formül öneriyorum. Bundan sonra önerim şu: Üç kimlikli hareket edilecek. Birincisi
Avrupa ulusu, ikincisi Türkiye ulusu, üçüncüsü her etnik kimliğin kendi kavimsel özelliğidir.
Örneğin Avrupa ulusundanım, Türkiye ulusundanım, aynı zamanda Kürd’üm, Türk’üm,
Çerkez’im. Böyle devam eder”
Çok açık ki, Türkiye’yi coğrafi bir kavram olarak ele almakta, resmi dili teknik bir sorun
olarak almakta, bunun ötesinde tamı tamına bizim yazımızda önerdiğimiz biçimde, tüm
dillerin eşitliğinden söz etmektedir. Ulusu etnilerin toplamı olarak tanımlamamaktadır.
Avrupa ve Türkiye’yi politik olarak tanımlarken, “etnik kimliğin kavimsel özelliği”nden söz
etmekte, etniyi politik alanın dışına atmaktadır. Bu tamı tamına bizim dediğimize denk
düşmektedir.
Yani yazımın başlığını değiştirip sansür edenler, fiilen özünde Öcalan’ın yaklaşımını sansür
etmektedirler.
Bunları belirtmemin nedeni Öcalan’ın ardına gizlenmek değildir. Sadece yazıyı sansür
edenlerin Öcalan’ın ardına gizlenmelerini engellemek için belirttim.
Öcalan savunur ya da savunmaz: benim görüşlerim bellidir. Bunları Orta doğu için
Demokrasi manifestosu adlı metinde yazdım. Bana bu gazetede yazmam teklif edildiyse bu
görüşlerim bilinerek, bunları savunacağım bilinerek teklif edilmiş demektir. O halde,
görüşlerime karşı böyle gizlice yapılmış sansürleri kabul etmem mümkün değildir.
Ve kamu oyu önünde açıkça bir özeleştirisi yapılmadıkça, ve en iyisi bu mektubum açıkça
yayınlanmadıkça, yazmaya devam etmemin söz konusu politik çizgiyi ve davranışları
gösterenleri güçlendireceği ve cesaretlendireceği için gazetenize yazmayacağımı bildiririm.
Saygılarımla
Demir Küçükaydın
15 Kasım 2004 Pazartesi

167
Salto Mortale

Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın kaçırılışından ve mahkemeye çıkarılışından sonra, yeni


programatik ve stratejik yönelişlerini Öcalan’ın ağzından ilk olarak açıkladığında, herkes
şaşkınlık içinde felç olmuşken, biz bunu, “bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme
niyeti” ve projesi olarak selamlamıştık. Ama aynı zamanda, bu girişimin önemini ve
zorluklarını vurgulamak için, bunun aynı zamanda bir “Salto Mortale” (Ölüm Perendesi)
olduğunu da ekliyorduk.
Niçin ölüm perendesidir? Ölüm perendesinde, Yer çekiminin gücüne karşı eski bastığınız
yerden kopmuşsunuzdur, ama henüz yeni bir yere de ulaşmamışsınızdır. Boşlukta ve yer
çekiminin dayanılmaz gücünün baskısı altındasınızdır. Yeterince hızlı ve atik değilseniz, derin
bir boşluğa ya da kafa üstü düşmenizi hiçbir güç engelleyemez.
Bir Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşme de, o ana kadar dayanılmış toplumsal güçlerin
en azından bir kısmıyla kopmak, buna karşılık başka güçlerle birleşmek demektir. Ve bu
güçler, bir mıknatısın uçları gibi birbirini iten güçler ise, arada bir boşluk vardır ve birini
kaybetmeden diğerini kazanamazsınız. Birini kaybetmeyi göze aldığınız takdirde diğerini
kazanacağınızın garantisi yoktur; ama kaybetmeyi göze almadan da kazanma şansınız yoktur.
Öte yandan bundan kaçma şansınız da yoktur. Yapmadığınız takdirde yine öleceksinizdir ama
bu sefer sürünerek.
Yirminci yüzyılın bütün mücadeleleri bu “salto mortale” sorunuyla yüzleşmek zorunda
kalmıştır. Ve ancak buna cesaret edenler belli bir başarı kazanabilmiştir.
Sorunun özü şöyle de ifade edilebilir: işçilere ya da diğer yoksul tabakalara dayanan bir
hareket, burjuvaziyi kaybetmeden ve onun tarafından kaybedilmeden, diğer ezilenleri
kazanamaz. Bu ise, o hareket içinde, başka bir program ve strateji için burjuvaziye karşı bir iç
savaş demektir.
Bunu bir matematik formüllerle ifade etmeyi deneyelim. Düz mantık sorunu şöyle görür: işçi
sınıfı + köylüler ve küçük burjuvazi + burjuvazi. Bu sınıfların ortak cephesi kurulursa en
geniş cephe kurulmuş olur. Böylece başarı için en büyük güçlerin bir araya getirilmesi koşulu
tamamlanır.
Bu ister bir ulusal hareket, ister demokrasi mücadelesi, ister kadınların veya Alevilerin
hareketi olsun, hep o öznenin birliği olarak ifade edilir. “Halk Cephesi” denirdi geçen
yüzyılın sosyalist hareketinde buna. Şimdi “Demokrasi Güçlerinin Birliği”, “Alevilerin
Birliği”, “Kadınların Birliği”, “Kürtlerin Birliği” biçiminde, o öznenin adıyla anılıyor.
Ancak bu mantığın çok basit bir temel hatası vardır. Bu mantık basit aritmetiğin mantığıdır,
cebirin değil. Bu mantık, sıfırın ve eksilerin bilinmediği bir dünyanın mantığıdır. Dolayısıyla
bu formül gerçek ilişkileri yansıtmaz.

168
Gerçek ilişkilerde, yukarıdaki işçiler+köylüler+burjuvazi formülünde, burjuvazinin önünde
bir eksi işareti vardır. Dolayısıyla, işçiler veya yoksullar burjuvaziyi kaybetmeyecek
programlara yöneldiklerinde, diğer yoksul ve ezilenleri kaybederler.
Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, bütün o radikal ve devrimci söylemlerine rağmen,
hiçbir zaman burjuvaziyi kaybetmeyi göze alan somut bir program koyamadılar. Yani
bürokratik, askeri ve militer devletin tam bir tasfiyesi; ulusun tanımından tüm din, dil, etni
belirleyicilerinin çıkarılması; bütün dil ve kültürlerin eşitliği hiçbir zaman somut ve acil bir
program olarak onların programı olmadı. Çünkü, bu, yerine ve hareketine göre, “anti
emperyalist”, “milli”, “liberal” gibi sıfatlarla anılan burjuvaziyi karşıya almak dolayısıyla da
“Halk cephesini” zayıflatmak olarak görülüyordu. Ama bu burjuvaziyi yitirmeme kaygısı, en
büyük devrimci demokratik gücün, ezilen ulusun yitirilmesine yol açıyordu. Burjuvaziyi
kaybetmeyi göze alamadığı için Kürtleri kazanamıyordu. Yani Yetmişli yıllarda görkemli bir
yükseliş yaşayan Türkiye sosyalist hareketi, bir ölüm perendesine cesaret etmek bir yana,
sorunu böyle koymadı bile. Bunun için de yenildi. Sanılanın aksine yenilginin gerçek nedeni,
sosyalist hareketin bu programatik ve stratejik günahıdır.
Đşti şimdi aynı sorunla Kürt hareketi karşı karşıyadır. Bütün Kürtlerin Birliği, tıpkı Halk
Cephesi gibi, bir hayaldir. Olduğunda da burjuvazinin önderliğinde bir birlik demektir zaten.
Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’nin ve diğer orta doğu halklarının ezilenlerini kazanmak
istiyorsa, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kürt burjuvazisini
kaybetmeden diğerlerini kazanamaz. Bunu yapmadığı takdirde akıbetinin ne olacağını görmek
istiyorsa, Türk sosyalistlerine baksın.
Ama bunu yapmak ve başarmak ise; her şeyden önce bu sorunu ve zorluğu açıkça ortaya
koyup onları açıkça tartışmakla olur. Ancak o zaman ezilenlerin inisiyatifi ve yeni güçler
harekete geçip zorlukları aşma olanakları sunarlar.
Şimdiye kadar bütün diğer Partiler bu temel soruna gözlerini kapadılar, ve gözlerini
kapadıkları bu sorun tarafından çarpıldılar. Demokratik Toplum Hareketi de şimdiye kadar
değişik bir performans gösterebilmiş değil. Ne burjuvaziyi yitirmeyi göze alabiliyor, ne de bu
göze alışın ortaya çıkaracağı sorunları ve bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tartışmayı.
Dolayısıyla öncekilerle aynı akıbete uğramaması için bir neden yok.
Pek iç açıcı bir sonuç değil ama böyle. Dost acı söyler!
18 Kasım 2004 Perşembe
demiraltona@hotmail. com
http: //www. comlink. de/demir/

169
Geliyorum Diyen Felaket

Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir
zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi
daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı
izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.
Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman
halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle
sürgünlerine.
Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan
Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,
Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az
bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, Đkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu
sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre
milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. Đsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani
katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı
üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.
Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,
ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı
gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,
tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin
kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve
din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer
emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve
muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.
Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün
Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile
yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye
kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.
“Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,
Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik
Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı
Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu
tanımlamalıdır” demediler.

170
Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,
soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,
kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç
dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve
imhasıyla olur.
Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan
paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her
zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa
soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü
gösteremediler.
Đşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi
şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik
hareketin de sarsılmasına yol açtı.
Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye
gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika
olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar
dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin
bütün yolları tıkanmış olabilir.
ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen
uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap
vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.
*
Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği
belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,
Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.
Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu
tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini
fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri
olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve
yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir
dine göre tanımlamayı reddediyordu.
Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,
Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin? ” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,
tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,
Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.
27 Temmuz 2004 Salı
demir@demirden-kapilar. net
http: //www. comlink. de/demir/

171
Akıntıya Karşı

Birinci Dünya Savaşı patladığında, hemen hemen bütün ülkelerin işçileri kendi
burjuvazilerinin ardında saf tutmuş; o muazzam Alman Sosyal Demokrat Đşçi Partisi savaş
kredilerine oy vermiş ve Đkinci Enternasyonal bir anda çökmüştü. Bu müthiş savrulma
karşısında aklını ve yüreğini yitirmeyen; “akıntıya karşı” duran bir avuç sosyalist, Đsviçre’nin
Zimmerwald adlı dağ köyünde toplandıklarında topu topu dört at arabasına sığıyorlar ve
“Enternasyonal’in kuruluşundan yarım yüz yıl sonra, bütün dünyanın enternasyonalistleri
dört at arabasına sığacak kadar kalmışız” diye kendi aralarında trajik durumu ifade eden
espriler yapıyorlardı.
Ama çok değil, üç yıl sonra, o dört at arabasına sığan devrimcilerin programı, tüm ülkelerin
işçilerinin ve köylülerinin programı haline geliyor, milyonlarca işçi ve köylü; ezilen halklar
elleri veya ayaklarıyla bu programa oy veriyorlardı.
Yeni ve sağlam bir başlangıç yapmak için, dört araba kararlı insanın hiç de az bir sayı
olmadığını tarih göstermiş bulunuyor.
Şimdi Orta Doğu’da olan da benzeri bir durum. Elbette ortada Enternasyonaller yok. Egemen
ulusların (Türk, Arap, Fars, Đbrani) işçi ve sosyalistleri yurttaşı oldukları, ulusu dile, etniye,
soya, dine göre tanımlayan devletlerin bu niteliğini sorgulamayı akıllarından bile
geçirmiyorlar.
Tam da ulusun dile, dine, etniye, soya, tarihe göre tanımlanması nedeniyle baskı altında
olanlar ise (Filistinliler, Kürtler, Hıristiyanlar, Sünniler, Şiiler) kendilerinin ezilmesine yol
açan modeli sorgulamayı akıllarından bile geçirmeden, aynı modele göre ezilmelerine karşı
direniyorlar.
Bütün bunun bir tek istisnası, yirminci yüzyılın son büyük devrimci kabarışının, yani 1968’in
çocuğu olan; yirminci yüzyıla damgasının vuran, Çin, Yugoslavya, Küba, Vietnam’da ulusal
kurtuluş hareketlerini başarıya götüren ve yoksullara dayanan partilerin son örneği olan PKK.
Bu örgütün önderi olan Öcalan, Mao, Tito, Ho, Fidel’lerde ifadesini bulan çizginin son
temsilcisiydi.
Sadece bu parti, ulusun tanımından dili, dini etniyi dışlayarak; ulusal baskılara son verme
programına sahipti. En dinamik ulusal harekete dayanan en büyük parti arkasındaki kitle
desteğini koruduğu ve bu çizgiyi sürdürdüğü sürece, Orta Doğu’daki halkları bir Yugoslavya
veya Kafkaslarda olduğu gibi salhaneye sürmek kolay değildi. Bu nedenle bütün
emperyalistler ve bölge devletleri, Kürt burjuvazisinin de içerden ve dışardan işbirliği ile bu
örgütü çökertmeyi ve desteği yok etmeyi temel görev bellediler. Ama yine de elle tutulur bir
başarı elde edemediler.

172
Bütün bu muazzam komploya yine de uzun süre direnildi. Ancak, şimdi ABD’nin Irak’ı
işgalinden beri, durum tamamen değişmiş bulunuyor. Şimdiye kadar, açıktan karşı
duramayacağını bildiğinden, onu içinden etkilemeye ve yönlendirmeye çalışan burjuvazi,
artık hızla kopuyor ve açıktan karşı çıkıyor. Hala etki alanında kalanlar ise, giderek daha bir
saldırgan dille konuşuyor ve pervasızlaşıyorlar. Örgütün bürokratlaşmış kadroları bu gidiş
karşısındaki sessiz duruşlarıyla bu gidişi destekliyorlar. Koca örgüt tıpkı bir zamanların Đkinci
Enternasyonal’i gibi giderek içi çürümüş bir ağaç gövdesine benziyor. Örgütün kadroları
saldırılara ideolojik olarak teslim olmuş bulunuyor. Şu ana kadar ister içerden, ister dışardan,
ister ayrılanlardan gelen eleştiri ve argümanlara karşı bir tek tutarlı ve cepheden karşı çıkış
bile görülmedi.
Böyle durumlarda bütün kararsız unsurları dışlayıp, az öz ve kararlı insanlarla yola çıkmanın
hayati önemi vardır. Bölge tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki gibidir.
Birinci Dünya Savaşında, savaşın patlaması ister istemez kesin bir ayrışmaya yol açmıştı;
PKK’da ise ortada hala neredeyse bir devlet gibi bir yapı olduğundan, projesine karşı olanlar
onun içinde ve çevresinde bulunmaya devam etmektedir.
“Bu örgütün ve hareketin olanaklarının hiç biri olmasaydı, o zaman hala kim bu projeyi
savunurdu? ” kriteriyle iş görmek ve böylece bütün güvenilmez ve çürüklerden arınmak
gerekir.
Bu gün akıntıya karşı durmayı bilecek, dile, dine, soya, etniye dayanan ulusçulukla hiç bir
tereddüte yer vermeden bölünecek ve ona açıkça karşı duracak; en azından, dili, etnisi, dini
olmayan, insan haklarına dayanan devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak dört at
arabasını dolduracak insan çıkarsa, Orta Doğuyu bekleyen kanlı boğazlaşmalar, çürümeye
değil bir sıçrayışa varabilir.
Zimmerwald’ın dört arabaya sığanları olmasaydı; savaşın boğazlaşmaları devrimlerle değil;
perspektifsizlik ve çürümeyle sonuçlanırdı.
demir@gmx. li
http: //www. comlnik. de/demir/
20 Eylül 2004 Pazartesi

173
Şu Azınlıklar Tartışması

Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin yokluğu
nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi azınlıklar konusunun tartışılmasında da, tüm
kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik
sağlamak bir yana kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor.
Şu an Türkiye’de şu görüşleri savunan bir Fikir Akımı, bir Toplumsal Hareket, bir Parti
olduğunu var sayalım:
“Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl
dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç “özel” bir sorun ise, dil, din, etni, kültür de
öyle olmalıdır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu olduğu yerde otomatik olarak baskı
altındaki azınlıklar da oluşur. ”
Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri
apaçık ortaya çıkardı.
*
Azınlıklar sorunu, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve demokratik olmak
üzere iki şekilde “çözülebilir”.
Birincisi, o azınlıkların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Türkiye’de
devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni Đslamın özel bir
yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere
imam atar, onların maaşını verir, Đmam Hatip okulları açar vs. . Bütün bunların laiklikle hiçbir
ilgisi yoktur. Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cem Evlerinin de
Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen
Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım.
Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına karışmasını
sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş
olur.
Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir
sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır.
Yani örneğin Đmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi
bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin,
azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani en Sünni semtte bile, isteyenin
ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur.
Türkiye’de bir politik Đşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu
alandaki bütün tartışmalar, gerici çözüm çerçevesinde yapılmakta, Burjuvazin ile bürokrasi
arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir. Bu gün mazlum rolü
oynayan, politik Đslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği

174
savunmamaktadır. Onun sorunu, devletin resmi Đslam’ının kendi savunduğu Đslam
olmamasıdır. Tersinden Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik Đslam'a
karşı resmi Đslamla ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar ya da Aleviliğin de
tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler.
Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Eziciler, Hıristiyanlar
gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer.
Sorun aynen ulusal sorunda da görülmektedir. Şimdi Kürtler “biz Asli unsuruz” diyerek
aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma
politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkıp,
Türk-Kürt devleti olmasını istemektedirler. Evet bu da bir “çözüm” olabilir, ama tıpkı
Alevilerin diyanette yer alması gibi bir “çözüm”dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir
talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil, Türk devleti olmaktan
çıkarılmasıdır.
Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun
olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi de olmaz. Ulusun tanımı bunlarla değil, insan
haklarıyla yapılır. Örneğin tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim
hakkı. Böyle bir toplumda, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi
bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini
olmadığı için herhangi bir dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi.
Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili olarak seçimi ise, teknik bir çözümdür
ulusun tanımına ilişkin değildir. Bu dilin en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve
Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin
Đngilizce bile seçilebilir.
En devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt hareketi bile, hala sorunu kurucu asli
unsur çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile ve etniye göre tanımlanmasını sorgulamamakta;
tutarlı bir devrimci demokrasi programını ortaya koyamamaktadır.
Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle
bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir. Türkiye’de veya Orta Doğu’da ulusu dil,
etni, din, kültürle tanımlamayı reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik
Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrimci
demokratik eğilimlerini ifade edememektedir.
Görev, inancın, dilin, kültürün kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç, kültür ve dillerin eşit
olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’i savunacak devrimci demokratik bir politik akım,
bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün
ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı
olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir.
demir@gmx. li
http: //www. comlink. de/demir/
18 Ekim 2004 Pazartesi

175
Salto Mortale

Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın kaçırılışından ve mahkemeye çıkarılışından sonra, yeni


programatik ve stratejik yönelişlerini Öcalan’ın ağzından ilk olarak açıkladığında, herkes
şaşkınlık içinde felç olmuşken, biz bunu, “bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme
niyeti” ve projesi olarak selamlamıştık. Ama aynı zamanda, bu girişimin önemini ve
zorluklarını vurgulamak için, bunun aynı zamanda bir “Salto Mortale” (Ölüm Perendesi)
olduğunu da ekliyorduk.
Niçin ölüm perendesidir? Ölüm perendesinde, Yer çekiminin gücüne karşı eski bastığınız
yerden kopmuşsunuzdur, ama henüz yeni bir yere de ulaşmamışsınızdır. Boşlukta ve yer
çekiminin dayanılmaz gücünün baskısı altındasınızdır. Yeterince hızlı ve atik değilseniz, derin
bir boşluğa ya da kafa üstü düşmenizi hiçbir güç engelleyemez.
Bir Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşme de, o ana kadar dayanılmış toplumsal güçlerin
en azından bir kısmıyla kopmak, buna karşılık başka güçlerle birleşmek demektir. Ve bu
güçler, bir mıknatısın uçları gibi birbirini iten güçler ise, arada bir boşluk vardır ve birini
kaybetmeden diğerini kazanamazsınız. Birini kaybetmeyi göze aldığınız takdirde diğerini
kazanacağınızın garantisi yoktur; ama kaybetmeyi göze almadan da kazanma şansınız yoktur.
Öte yandan bundan kaçma şansınız da yoktur. Yapmadığınız takdirde yine öleceksinizdir ama
bu sefer sürünerek.
Yirminci yüzyılın bütün mücadeleleri bu “salto mortale” sorunuyla yüzleşmek zorunda
kalmıştır. Ve ancak buna cesaret edenler belli bir başarı kazanabilmiştir.
Sorunun özü şöyle de ifade edilebilir: işçilere ya da diğer yoksul tabakalara dayanan bir
hareket, burjuvaziyi kaybetmeden ve onun tarafından kaybedilmeden, diğer ezilenleri
kazanamaz. Bu ise, o hareket içinde, başka bir program ve strateji için burjuvaziye karşı bir iç
savaş demektir.
Bunu bir matematik formüllerle ifade etmeyi deneyelim. Düz mantık sorunu şöyle görür: işçi
sınıfı + köylüler ve küçük burjuvazi + burjuvazi. Bu sınıfların ortak cephesi kurulursa en
geniş cephe kurulmuş olur. Böylece başarı için en büyük güçlerin bir araya getirilmesi koşulu
tamamlanır.
Bu ister bir ulusal hareket, ister demokrasi mücadelesi, ister kadınların veya Alevilerin
hareketi olsun, hep o öznenin birliği olarak ifade edilir. “Halk Cephesi” denirdi geçen
yüzyılın sosyalist hareketinde buna. Şimdi “Demokrasi Güçlerinin Birliği”, “Alevilerin
Birliği”, “Kadınların Birliği”, “Kürtlerin Birliği” biçiminde, o öznenin adıyla anılıyor.
Ancak bu mantığın çok basit bir temel hatası vardır. Bu mantık basit aritmetiğin mantığıdır,
cebirin değil. Bu mantık, sıfırın ve eksilerin bilinmediği bir dünyanın mantığıdır. Dolayısıyla
bu formül gerçek ilişkileri yansıtmaz.

176
Gerçek ilişkilerde, yukarıdaki işçiler+köylüler+burjuvazi formülünde, burjuvazinin önünde
bir eksi işareti vardır. Dolayısıyla, işçiler veya yoksullar burjuvaziyi kaybetmeyecek
programlara yöneldiklerinde, diğer yoksul ve ezilenleri kaybederler.
Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, bütün o radikal ve devrimci söylemlerine rağmen,
hiçbir zaman burjuvaziyi kaybetmeyi göze alan somut bir program koyamadılar. Yani
bürokratik, askeri ve militer devletin tam bir tasfiyesi; ulusun tanımından tüm din, dil, etni
belirleyicilerinin çıkarılması; bütün dil ve kültürlerin eşitliği hiçbir zaman somut ve acil bir
program olarak onların programı olmadı. Çünkü, bu, yerine ve hareketine göre, “anti
emperyalist”, “milli”, “liberal” gibi sıfatlarla anılan burjuvaziyi karşıya almak dolayısıyla da
“Halk cephesini” zayıflatmak olarak görülüyordu. Ama bu burjuvaziyi yitirmeme kaygısı, en
büyük devrimci demokratik gücün, ezilen ulusun yitirilmesine yol açıyordu. Burjuvaziyi
kaybetmeyi göze alamadığı için Kürtleri kazanamıyordu. Yani Yetmişli yıllarda görkemli bir
yükseliş yaşayan Türkiye sosyalist hareketi, bir ölüm perendesine cesaret etmek bir yana,
sorunu böyle koymadı bile. Bunun için de yenildi. Sanılanın aksine yenilginin gerçek nedeni,
sosyalist hareketin bu programatik ve stratejik günahıdır.
Đşti şimdi aynı sorunla Kürt hareketi karşı karşıyadır. Bütün Kürtlerin Birliği, tıpkı Halk
Cephesi gibi, bir hayaldir. Olduğunda da burjuvazinin önderliğinde bir birlik demektir zaten.
Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’nin ve diğer orta doğu halklarının ezilenlerini kazanmak
istiyorsa, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kürt burjuvazisini
kaybetmeden diğerlerini kazanamaz. Bunu yapmadığı takdirde akıbetinin ne olacağını görmek
istiyorsa, Türk sosyalistlerine baksın.
Ama bunu yapmak ve başarmak ise; her şeyden önce bu sorunu ve zorluğu açıkça ortaya
koyup onları açıkça tartışmakla olur. Ancak o zaman ezilenlerin inisiyatifi ve yeni güçler
harekete geçip zorlukları aşma olanakları sunarlar.
Şimdiye kadar bütün diğer Partiler bu temel soruna gözlerini kapadılar, ve gözlerini
kapadıkları bu sorun tarafından çarpıldılar. Demokratik Toplum Hareketi de şimdiye kadar
değişik bir performans gösterebilmiş değil. Ne burjuvaziyi yitirmeyi göze alabiliyor, ne de bu
göze alışın ortaya çıkaracağı sorunları ve bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tartışmayı.
Dolayısıyla öncekilerle aynı akıbete uğramaması için bir neden yok.
Pek iç açıcı bir sonuç değil ama böyle. Dost acı söyler!
18 Kasım 2004 Perşembe
demiraltona@hotmail. com
http: //www. comlink. de/demir/

177
Bildiri ve Sonrasının Düşündürdükleri

Bir takım Kürt aydınları bir araya gelip International Herald Tribune bir ilan veriyorlar.
Veremezler mi? Verebilirler.
Bu ilanda Basklılar veya Türk devletinin Kıbrıs Türkleri için istediği kadar olsun haklar talep
ediyorlar. Edebilirler elbette.
Hatta isteyen Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasını, federasyonu veya ayrı devlet kurmasını
isteyebilir.
En azından bunları isteme özgürlüğünü savunmak hepimizin görevidir. Bir yanlış anlamaya
meydan vermemek için önce bunu not edelim.
Türkiye’nin devlet partisinin ve iktidar partisinin borazanlarının, içlerindeki tüm inkarcı, etnik
milliyetçi anlayışlarını ve birikmiş ırkçı kinlerini kusarak bu bildiriye ve imzalayanlara karşı
cadı kazanı kaynatmalarının da anlaşılmayacak bir yanı yok. Onlar da kendi çıkarlarını ve
imtiyazlarını savunuyorlar.
Bunlara karşı “eleştiri silahı” değil, “silahların eleştirisi” gerekir. Bu da açıktır. Konumuz
bunlar değil bu yazıda.
Biz bu ilanın somut sosyolojik ve tarihsel anlamı üzerinde biraz duralım.
Bu ilan eylemi gerek bildirinin içeriği (ulusu etni ve dille tanımlayan ve böyle tanımlanmasını
sorun etmeyen Talepleri), gerek biçimiyle (Avrupa ve Amerikan Gazetelerine Đlan, uluslar
arası burjuvaziden destek) ve imzacılarıyla (Aydınlar ve burjuvalar) Kürt Burjuvazisinin
eylemidir.
Ve Kürt burjuvazisinin, şimdiye kadar güçsüzlüğü nedeniyle ayrı bir bayrak açmaktan
korktuğu PKK – Kongra Gel çizgisiyle açık bir kopuşmaya girdiğinin ve ona karşı bayrak
açtığının bir göstergesidir.
Bu ayrışma ABD’nin Irak’ı işgalinden beri sürüyordu. Ancak kendini yeterince güçlü
hissetmediği ve tabanını etkilemek bakımından daha uygun bir taktik olarak değerlendirdiği
için doğrudan PKK-Kongra Gel’e ve Öcalan’a karşı değil, dolaylı biçimlerde, örneğin
Türkiye solu kökenli yazarlara saldırılar biçiminde, ifadesini buluyordu.
Osman Öcalan’ın ayrılması bu ayrışmanın ulaştığı boyutun ilk işaretiydi; bu bildiri ise artık
Kürt aydınlarının ve burjuvazisinin çok büyük bir bölümünün, Öcalan’ın Programı karşısında
açıktan yer aldığını göstermektedir.
Bu da bulutsuz gökte çakan bir şimşek değildir; gören göz için her şey çok açıktı.
Burada daha kritik olan nokta, Zana ve arkadaşlarının bu bildiriyi imzalamasında ifadesini
bulan, Özgürlük hareketi saflarındaki karasızlık, programsızlık ve burjuvazi ile açıktan bir
ideolojik ve programatik kapışma konusunda gösterilen cesaretsizliktir.
178
Özgürlük hareketinin kendi içindeki bürokratlaşma gençlerin, kadınların ve yoksulların
devrimci ve demokratik eğilimlerini iğdiş etmektedir. Bu bürokratlar ilk fırsatta burjuvazinin
gemisine atlamak için fırsat kollamakta ve içinde bulundukları gemiyi batırmak için
ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Bu gün özgürlük hareketi çok zayıf durumdadır. Kürt burjuvazisi ABD ve Avrupa’nın
desteğine dayanmaktadır. Özgürlük hareketi hala partnersizdir. Yani Türkiye’nin emekçileri
hala dile, dine etniye göre tanımlanmayan bir demokratik cumhuriyeti; yani Türk devletinin
Türk devleti olmaktan çıkarılmasını bayrağına yazmaktan çok uzaktır. (Ve bunun en büyük
suçlusu da Türkiye’nin sosyalistleridir. )
Bu koşullarda, ABD ve Avrupa’nın desteğini almış; özgürlük hareketin bürokrasisinde gerçek
bir işbirlikçi bulmuş olan Kürt burjuvazisinin baskısını püskürtmek ve karasız ve yalpalayan
unsurları tavır almaya zorlamak için biricik güç, özgürlük hareketini destekleyen gençler,
kadınlar, yoksullar ve diğer ezilen gruplardır.
Đşçi sınıfı nasıl bürokratik, baskıcı, militer burjuva devletini, sınıfsız topluma giden yolda bir
araç olarak kullanamazsa ve onu parçalamak zorundaysa; Özgürlük Hareketi de bu gün var
olan bürokratik, hantal, omurgasız aparatı devrimci demokratik bir kitle hareketi ve
örgütlenmesi yaratmakta kullanamaz; onu parçalamak; tamamen aşağıdan gelme inisiyatife
dayanan; bürokratik ve hantal olmayan; hareketin üzerinde yükselmeyecek ve ona hizmet
edecek; onun aracı olacak yepyeni bir yapılanma oluşturmak zorundadır.
Özgürük Hareketi Đçindeki kadınlar, gençler, yoksullar ve diğer ezilenler bu inisiyatifi ve
cesareti gösterebilir; hareketin içinde bir devrim başarabilirse, Türkiye’yi de Bölgeyi de alt
üst edebilecek bir süreci başlatabilirler. Ama bunun için ilk şart, gençlerin, kadınların ve
yoksulların Kürt burjuvazisine ve harekete egemen aparata isyan etmelerdir.
Đsyanla da oynanmaz. Ayaklanma sanatının değişmez kuralı: hücum, hücum, hücumdur.
Tereddüt, durgunluk, uzlaşmalar düşmanın toparlanması ve yenilgi demektir.
Kendi hataları karşısında acımasızlık, cesaret, girişim ve cüret. Đhtiyaç olan ve az bulunan
bunlardır.
14 Aralık 2004 Salı
demiraltona@hotmail. com
http: //www. comlink. de/demir/

179
Son Gelişmeler ve Öcalan’ın Durumu

Modern işçi hareketi bağımsız bir programla ortaya çıkıp, var olan bütün bölünmeleri ortadan
bölmediği sürece, ister dünya, ister ülke, ister örgütsel düzeylerde olsun bütün politik
manzaraya iki eğilim damga vurur.
Biri burjuvazinin reformcu, liberal eğilimi; diğeri küçük burjuvazinin radikal ve sekter
eğilimi. Bu iki eğilim sürekli olarak birbirini besler ve birbirlerinin varlılığını meşrulaştırırlar;
ama ikisi de, bizzat bu bölünmeyle bölünen gerçekten devrimci demokratik veya sosyalist
eğilime karşı suç ve çıkar ortaklığı içinde olurlar.
Bunlardan liberal ve reformist olan daima yeni olgulara dikkati çeker ve onlardan reformist
sonuçlar çıkarır; diğeri o yeni olgulara gözlerini kapayıp aslında bir şeylerin değişmediğini
söyler. Ama aslında ikisi de aynı gizli varsayımı paylaşırlar: radikaller bir şeylerin değiştiğini
kabul ettikleri takdirde karşı tarafın çıkardığı sonuçları çıkarmak gerektiğini; reformistler de
yeni olgular yoksa çıkardıkları sonuçların çıkarılamayacağını.
Ama bunların karşısında susup suç ve çıkar ortaklığı içinde bulundukları bir üçüncü alternatif
daha vardır her zaman: bir şeylerin değiştiği hem kabul edilip hem de başka devrimci sonuçlar
çıkarılabilir.
Globalleşmeden bir örnek verelim. Liberaller globalleşmenin ortaya çıkardığı yeni süreçlere
dikkati çekerek, onun nimetlerini anlatıyorlar. Peki radikaller ne yapıyor? Aynı sonuçları
çıkarmamak için neredeyse hiç bir şeyin değişmediğini söylüyor; globalleşmeye karşı çıkmak
adına kana, soya, dile, dine, etniye dayanan ulusal devletleri savunuyorlar.
Son duruşmada biri burjuva, diğeri küçük burjuva iki eğilim karşısında bir üçüncü devrimci
eğilim de vardır. Globalizm karşısında ulusal devletleri savunmak değil; nasıl tanımlanırsa
tanımlansın tüm ulusal sınırların kaldırılmasını savunmak. Çünkü en demokratik ülkenin
ulusal sınırları bile, milyarlarca yoksulun o sınırların dışında bir hapishanede, rezervatta
yaşaması anlamına gelmektedir, yanı ırkçı bir dışlamanın aracıdır. Paranın ve malların
serbestçe dolaştığı bir dünyada, hala ulusal devletleri ve bağımsızlığı savunmak, yani iş
gücünün serbest dolaşımına karşı çıkmak aslında yoksul insanlığın kendi zincirlerini; kendi
hapishane duvarlarını savunmasıdır. O halde yapılacak iş, duvarları savunmak değil
yıkmaktır. Örneğin Avrupa Birliği’ne girmeye karşı çıkmak değil; Avrupalılığa karşı
çıkmaktır; yani Avrupa’nın sınırlarına. Đşgücünün serbest dolaşımını; yani globalizmi tüm
mantık sonuçlarıyla savunmaktır. Zaten dünyanın milyarlarca emekçisi bu programa
ayaklarıyla oy verip uygulamaya geçiyor.
Ama bu alternatif karşısında, globalisti de anti globalisti de, reformisti de radikali de susuş
kumkumasına girerler.

180
Son ayrılıklar da böyledir. Bir yanda değişim isteyen reformist bir liberalizm diğer yanda
değerleri savunma ardına gizlenen bir sözde radikalizm.
Halbuki Demokratik Cumhuriyet ve Orta Doğu projesi, ne biri ne diğeridir?
O, ulusal ve diğer baskıları devrimci demokratik bir tarzda, ulusun tanımından dili, dini, soyu,
kültürü, etniyi çıkararak; ulusu politik anlamda etnisiz, dilsiz, soysuz, tarihsiz, dinsiz yaparak;
ve böylece gerçek bir eşitliği sağlayarak aşma projesidir.
Ama projeyi gerçekten ortaya koyup temellendiren hapiste olunca, bu onu uygulayacak sağ ve
sol, liberal ve sekter yorumlarının çarpılmasına ve çekiştirmesine uğramakta; bütün anlamını
ve vuruculuğunu yitirmekte; iğdiş olmaktadır.
Hapiste ya da sürgünde yaşamaya mahkum olup da, fikirlerini yayınlamak ya da
uygulamak için, başkalarına muhtaç olanların her zamanki kaderidir bu. Fikirlerinizin
ve önerilerinizin en yakınlarınızın elinde ve dilinde bütün içlerinin boşaldığını,
engellendiğini görürsünüz. Teori, Program, Strateji o en yakınınızdakilerin idari, teknik
ve taktik kaygılarına tabi ve kurban olur.
Newroz gösterilerinde, yüz binlerce Đnsan Öcalan’a Özgürlük diye bağırdı. Bu o insanların
kendi özgürlükleriyle Öcalan’ın özgürlüğünü ayrı görmediklerini gösterir. Elbette bu
doğrudur ve Kürtler üzerindeki baskı ile Öcalan’ın içerde bulunuşu birbirinden ayrılamaz.
Ama Öcalan’ın özgürlüğü, sadece ulusal baskının sonu anlamına geleceği için değil; bizzat
özgürlük hareketi içinde onun fikirlerine ve önerilerine uygulanan baskının; bu fikir ve
önerilerin uğradığı kırılma ve anlam yitimine uğramanın bir son bulması için de gerekli.
Ve son gelişmelerin gösterdiği gibi, ikincisi olmadan birincisinin gerçekleşmesi çok zor.
demir@comlink. de
http: //www. comlink. de/demir/
22 Mart 2004 Pazartesi

181
Seçimler, Taktikler, Program ve Đdeoloji

Sınıflar ve ordular savaşı arasındaki temel fark: sınıflar savaşında biri daha baştan yenik ve
altta diğeri muzaffer ve üsttedir; ordular savaşında savaşın başında kimse yenik ya da
muzaffer değildir. Đkinci bir temel fark şudur: ordular savaşında taraflar, farklı bayraklar,
üniformalar, cephe çizgileri ile en kör gözün bile seçebileceği kadar ayrıdırlar; sınıflar
savaşında ise, baştan üstte olanlar aslında daima küçük bir azınlık olduklarından, üstünlüğün
devamı ancak cephelerin karışmasıyla ve ortadakinin bir sınıf savaşı olduğunun gizlenmesiyle
mümkündür. Yani ortadakinin bir sınıflar savaşı olduğun gizlemek ve cepheler karıştırmak
bizzat o savaşın bir yürütülüşüdür üst sınıflar için.
Bu onların politikayı yapış tarzlarında da yansır, örneğin üst sınıflar, programatik ayrılıklarda,
sanki ortadaki taktik ya da örgüt anlayışına ilişkin ayrılıklarmış gibi davranırlar.
Fakat benzer eğilim, alt sınıflar içinde, çok başka bir nedenle, küçük burjuvazide de görülür.
Küçük burjuvazi, kültürel ve ideolojik olarak burjuvaziye alternatif olabilecek bir program
oluşturma yeteneğinde olmadığından, ona olan muhalefetini özellikle belli mücadele biçimleri
ve davranış kotları biçiminde dile getirmek zorunda kalır. Köylü ruhunun egemen olduğu
hareketlerde, özellikle sembollerin ve liderlerin sembol olarak birer program anlamı
kazanmasının nedeni budur. Bu hareketlerde, kişi tapınması gibi görünen aslında, küçük
burjuvazinin burjuvaziye karşı kendi konumunu ifadesinin bir aracı; onun yoğurt yiyişidir; üst
egemen sınıflardaki benzerleriyle karıştırılmamalıdır.
Burjuvazi ve küçük burjuvazinin sınıfsal çıkar ve hedeflere ilişkin ayrılıkları taktikler, örgüt
biçimleri, davranış kotlar veya semboller biçiminde dile getirmesi birbirine benzese de,
burjuvazi bunu yaparken, üst bir sınıfın konum ve çıkarını gizler; küçük burjuvazi ise, ezilen
bir sınıfın kültürel ve ideolojik sınırlılıkları nedeniyle böyle davranır. Yani biri haksız diğeri
haklıdır.
Sadece modern işçi sınıfı, o taktikler, mücadele biçimleri, sembollerde yansıyan ayrılıkların,
aslında programatik ayrılıklar olduğunu göstermekten çıkarlıdır. Çünkü o ancak böyle
davranarak kendisinin program ve hedeflerinin ayrılığını gösterebilir; politikanın gerçek
anlamını deşifre edip saydamlaştırabilir.
*
Üst sınıfların bu tavrı örneğin, seçim sonuçları karşısındaki eleştirilerde çok açık görülebilir.
Kürt burjuvazisi eskiden mecburen kabul eder göründüğü ve bir pazarlık gibi yorumlayıp
uyguladığı Öcalan’ın ulusun dine, dile, soya, etniye göre tanımlanmasına son vererek ulusal
baskıya son verme; yani devrimci ve demokratik bir ulusçuluk anlayışı ile tüm orta doğuda
ulusal baskı ve ayrılıklara son verme, bunun için de bütün ulusların ezilenlerini birleştirme
program ve stratejisinden çoktan yüz çevirmiş bulunuyor. Seçimler bu yüz çevirişin
belgelenmesidir.

182
Ama bu program ve stratejiye muhalefetini açıkça, mertçe, Öcalan’ın formüle ettiği ulusun
tanımından dili, dini, soyu, etniyi, dışlayan ulusçuluk anlayışına ve bunun programatik ve
stratejik ifadesine değil, örneğin bu politikanın taktiklerine saldırarak sürdürmektedir.
Örneğin Kürt burjuvazisi çıkıp, “Öcalan’ın önerdiği program yanlıştır. Kürtlerin, diğer
ulusların ezilenlerini kazanmak ve orta doğu demokratik cumhuriyeti gibi hedefler gütmesi,
olmayacak duaya amin demektir; dünyaya yön veren güçlerle ittifak kurup bağımsız bir Kürt
devletine veya fiili bağımsız bir otonomiye ulaşmak biricik doğru hedeftir” demiyor.
Peki ne yapıyor? Sanki o programa karşı değilmiş de taktiklere karşıymış gibi yapıyor. Yok
Türk solcuları zaten bir gücü ifade etmiyor, yok Karayalçın bir özel savaşçı. Bunlarla ittifak
yapmak yanlıştı diyor örneğin.
Bütün bunlar doğrudur da, ama politikada güvenilmez unsurlarla ittifaklar yapılmayacağı ne
zamandan beri kuraldır? Amerika örneğin Karayalçın’dan daha mı güvenilir ve tutarlıdır?
ABD’nin ellerinde daha mı az Kürt kanı vardır? Demek ki sorun aslında güvenilirlik değil,
taktiklere ve ittifaklara ilişkin değil, programatiktir.
Şöyle bir itiraz yapılsa bu anlaşılır. “SHP ve Türk Sosyalistleriyle ittifak Kürt hareketinin
devrimci demokratik, ulusu yeniden tanımlayan hedeflerini belirsizleştirmektedir. Ne Türk sol
partileri ve ne de SHP için radikal ve devrimci demokrasi gerçek bir siyasi hedef değildir.
Bunların bizzat kendileri de aynı ilkel, ulusu dile, soya, tarihe göre tanımlayan anlayışı
savunmaktadırlar. Dolayısıyla bu seçim ittifakı, tecritten kurtulmak, Türkiye’nin tüm
ezilenlerine bir mesaj vermek amacıyla yapılsa da, amacına hizmet etmemekte, devrimci ve
demokratik profil ve çizginin yitirilmesine yol açmaktadır. Bu mahzur, onların DEHAP çatısı
altında girmeleri ve onların değil, devrimci demokratik program ve sloganların damga
vurmasıyla giderilebilir, onlarla bir araya gelişin zararını karşılayıp ittifakı bir yarara
dönüştürebilirdi. ” Yapılan eleştiri, bu örnekteki gibi, devrimci demokrasi için en iyi taktiğin
ne olacağı noktasından değildir; hedefin kendisinedir.
Peki Özgürlük Hareketinin buna cevabı ne olmalı?
Ne Yar’dan ne Ser’den geçmeyeyim diyen Yar’ı da kaybeder Ser’i de?
Özgürlük Hareketi için elbette ciddi bir tecrit tehlikesi vardır. O, hala güçlü ve örgütlü olması
nedeniyle Kürt burjuvazisinin kendisine açıkça karşı çıkamayışını, ona karşı bir silah olarak
kullanmak ve tecrit olma tehlikesinden kurtulmak zorundadır. Ama taktik bir ittifak
programatik ve stratejik hedeflere hizmet ediyorsa; taktikler program ve ideolojiye feda
edilmiyorsa anlamlıdır. Bunun ilk koşulu da programatik ve ideolojik ayrılıkları vurgulamak
ve savunmaktır. Yani Kürt Burjuvazisiyle taktik ittifaklar yaparken, örneğin onlara
gazetelerde yazma olanağı verirken, aynı zamanda aynı gazetenin sayfalarında bunları açıkça
programatik ve ideolojik olarak eleştirmek; onların eleştirilerinin gerçek programatik yanını
göstermek demektir.
Aynı şey SHP ve Türk Solu için de geçerlidir. Elbette onlarla da ittifak yapılmalıdır. Ama
onların da son duruşmada, aynı Kürt burjuvazisinin dayandığı milliyetçi anlayışa dayandığı;
tutarlı bir demokrasi mücadelesinden ve programından yana olmadıkları da gösterilmeli ve
onlara da programatik ve teorik olarak saldırmaktan korkulmamalıdır.

183
Bu modern işçilerin stilidir. Sadece modern işçi sınıfı, ittifak yaptıklarına daha çok ideolojik
saldırı oklarını yöneltip, onlarla arasındaki programatik ayrılıkları vurgular.
05 Nisan 2004 Pazartesi

184
Kassandra’nın Laneti

Eski toplumlarda geleceği görenlere kahin denirdi. Ama sanılanın aksine kahinlerin gerçek
işlevi geleceği görmek değildi. Onlar bu gün “derin devlet”lerin, stratejlerin, “think tank”ların
yaptığı işi yaparlardı. Kahinler, bilgileri ve tecrübeleri, ilişki ve haber kaynaklarıyla, politik
kararları alanlara danışmanlık ederlerdi. Onlar geleceği görmezler, geleceği şekillendirirlerdi.
Gerçekten geleceği görenler ise, Kassandra’nın lanetine uğrarlar. Onlar olacakları görürler,
ama kimse dediklerine inanmadığı için geleceği şekillendiremezler. Bilindiği gibi, Yunan
mitolojisindeki Kassandra, Apollon’u aldattığı için onun tarafından cezalandırılmıştır.
Geleceği görmekte, söylemekte ama ona kimse inanmamaktadır. Truva’nın düşeceğini, Atın
bir hile olduğunu söyler, ama ona kimse inanmaz.
Günümüzün Kassandraları, toplumsal eğilimleri görenler, yaşanan ana uzaktan
bakabilenlerdir.
“Bir imparatorluk kurmak ancak halkları etnilere, dillere göre bölmekle ve onları birbirine
karşı kullanmakla olur. Buna ulusun tanımından, dili, dini, etniyi, kültürü, tarihi dışlayan,
gerçekten insan haklarıyla özdeşleşmiş bir yurttaşlık hakları anlayışına dayanan bir
demokratik cumhuriyet projesiyle dur denebilir. Bu başarılmadığı takdirde Ortadoğu bir
halklar mezbahasına dönecektir” diyoruz. Dinleyen yok.
Herkes Avrupa Birliği’ne giriyoruz diye pembe hayaller görüyor. Sosyalistler “Demokratik
Cumhuriyet de neymiş canım, biz sosyalist cumhuriyet için savaşıyoruz” diyorlar, işçi sınıfını
tecrit ediyor, ekonomizme mahkum ediyor, toplumu perspektifsiz bırakıyor. Kürt burjuvazisi,
“kim şimdi demokratik cumhuriyet ile uğraşacak işte dünyanın en büyük gücü bizi
destekliyor, herkes gibi biz de devletimizi kurarız, kimse de kılımıza dokunamaz” diyor ve
Kürt köylülüğünü kendi beşinden sürüklemeye başlıyor. Türk burjuvazisi ve ordusu, PKK’yı
tasfiye edersek bu iş bitti sayılır hesabını yapıyor. Eğer bu güne kadar bur Türk Kürt çatışması
çıkmadıysa, Bunun Kemal Pirlerin, Deniz Gezmişlerin, Đbrahim Kaypakkaya’ların yüzü suyu
hürmetine olduğunu, onların örneğinden beslenen ve bu geleneği savunan Öcalan ve PKK
sayesinde olduğunu görmüyor ve tam bir inkarcılıkla ABD ve Avrupa’nın planlarına destek
çıkıyor. Öcalan’ın etkisi bittiği, PKK tükendiği gün, Türkiye dahil Orta Doğunun bir mezbaha
olmasını engelleyecek hiçbir güç kalmayacağını kimse görmek istemiyor.
Dokunulmaz kılarak öldürme, Doğunun eski geleneğidir. Kendisini sözde dokunulmaz tabu
kılan örgütü bile Öcalan’a karşıdır bu gün. Öcalan’ın dediklerini ciddiye alan yok. Bütün Kürt
basını ve yayınları yirmi dört saat Öcalan’a karşı fikirlerin propagandasını yapıyor. Öcalan’ın
“Demokratik Ulusçuluk” dediği, Devrimci demokrasinin, ulusu dile, dine, etniye, tarihe göre
tanımlamayı reddeden ulusçuluğunu açıktan savunan ve etniye, dile, dine dayanan ulusçuluğa
karşı açıktan bir ideolojik mücadele yürütüp saldırı inisiyatifini ele alan bir allahın kulu yok.
Bu iki ulusçuluk sanki bir arada olabilirler ve birbirlerini desteklerlermiş gibi koyuluyor. Bu
anlayışla, Öcalan’ın örgütü, Kendal’ların, Ümit Fırat’ların yazdığı bildirileri destekliyor.

185
Aymazlık öyle ki, en bilinçli bilinenler bile, bunda ne varmış, diyebiliyorlar ve içsel
uzlaşmazlığı görmek istemiyorlar.
Defalarca yazdık, burjuvaziyi kaybetmeden ve burjuvazi tarafından kaybedilmeden diğer
ezilen halkları ve sınıfları kazanmak mümkün değildir. Bu ise kesinlikle demokratik bir
ulusçulukla olabilir. Ulusu, yani devleti, yani politik olanı dile, dine, etniye, soya göre
tanımladığınız an, burjuvazi tarafından kazanılmış olursunuz ve ezilenleri kazanamazsınız.
Yirminci yüzyılın bütün sosyal mücadelelerinin bu dersini kimse hatırlamak istemiyor.
Öcalan’ın şu çığlığını iyi işitin ve unutmayın:
“Ben şimdiye kadar barış için elimden gelen her şeyi yaptım. Hükümet beni ciddiye almıyor,
Kongra Gel de beni ciddiye almıyor. Bir ağır tecrit hükümlüsünün bu konularda bu kadar
konuşması doğru değil. Ben Kurt ve Türk halkının ihtiyaçlarını düşünerek bunu yaptım. Ama
bundan sonra nefesim yetmiyor. Gücümün yetmemesinden ziyade, bahsettiğim dört özellik
nedeniyle fazla anlamlı bulmuyorum. Yirmi yıl, otuz yıl mücadele verdim, ancak bu kadarına
yol açtım.
“Benzeri şeyler 1948’de Filistin’de de oldu. Sonuç korkunç savaşlardır. Đsrail’i nasıl
Araplara karsı savaştırıp Arapları mahvettilerse, burada da yürütülen, iti ite kırdırma
politikasıdır. Türk-Kurt savası başlıyor, ABD iki tarafı kullanıyor. AB de kullanacak. Ben
bunun önlenmesi için caba harcadım. Başbakan eğer halkını düşünüyorsa adim atar. ”
Öcalan da gelişmelere bir parça olsun uzaktan bakanlar gibi, felaketi haber veriyor ama onu
kendi örgütü dahil kimse dinlemiyor.
Gerçek önder sadece belli bir kitlenin eğilimlerini ifade eden değildir, gerçek lider, gereğinde,
tarihsel eğilimleri görerek, kitlenin eğilimlerine karşı durmayı, Kassandra’nın lanetine
uğramayı bilendir.
Şunu hiç unutmamalı: Kassandra’nın söylediklerini dinlemeyenler, tanrıların, lanetine
uğramaktan kurtulamazlar. Yani modern toplumun diliyle, toplumsal sınıfların ve eğilimlerin
lanetine.
demiraltona@hotmail. com
11 Ocak 2005 Salı

186
“Demokratik Toplum Hareketi”nin Geleceği
“Demokratik Toplum Hareketi” yeni bir partiye dönüşebilir mi? Hukuken evet. Ama bir
sosyal ve politik hareket olarak bu mümkün görülmüyor. Niçin? Bu şunun ya da bunun şöyle
davranması, şu veya bu eksiklik yüzünden değil, çok daha derin tarihsel ve toplumsal
nedenler nedeniyle öyledir. Bunları kısaca ele almayı deneyelim.
Hukuki değil ama sosyolojik anlamıyla yeni bir parti, güçlü bir sosyal hareketin ve genellikle
buna eşlik eden büyük bir paradigma değişiminin politik ifadesi olarak ortaya çıkar. Örneğin
PKK veya aynı sosyal hareketin değişik hukuki ifadeleri olan DEP, DEHAP, HADEP böyle
ortaya çıktı. Bu temel yoksa, yeni diye kurulanlar eskilerin yeni bir baskısı olur.
Yeni girişime bu açıdan bakıldığında, yeni partinin daha önce DEP, HADEP, DEHAP’ın
dayandığı harekete ve sosyal temele dayandığı görülüyor. Ortada yeni ya da değişik bir sosyal
hareket ve temel yoktur. Sadece Öcalan ve giderek gücü azalan bazı kesimler tarafından ifade
edilen, sosyal temelin genişlemesi ve değişmesi gerektiğine dair bir niyet vardır. Ama bu
niyet, başka bir hareket; toplumsal temel ve paradigma değişikliği ile gerçekleşebilir.
Ama dayanılan eski sosyal temelde ve dayanılan harekette beklenenin ve istenenin tam tersi
yönde bir değişim bulunmaktadır. Özgürlük Hareketi’nin gücü karşısında açıktan ayrı bir baş
çekemeyerek onun dümen suyunda sıranın kendisine gelmesini bekleyen burjuvazi, artık bu
harekete isyan bayrağı açmaktadır. Bu taşra avukatları, aydınlar ve işadamlarının bu isyanı
elbette yine doğrudan değildir. “Dışardan müdahale olmasın”dan; “Eğer olacaksa Kürt partisi
olsun”a kadar dolaylı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Giderek güven kazanan ve sesi daha gür
çıkan bu burjuvazi karşısında, radikal kanat sürekli geri adım atmak zorunda kalmakta; ona
açıktan ideolojik ve politik olarak karşı çıkmayı göze alamamaktadır. Dolayısıyla son
duruşmada onun tarafından teslim alınmaya mahkumdur. Sonuç olarak yeni parti eğer
kurulursa, eskilerinden daha fazla “Kürt Partisi” olacaktır.
Zaten sorunun Türk ve Kürt partisi diye koyulması yanlıştır. Bir partinin Kürt ve Türklerden
oluşması başkadır; Kürt ve Türklerin partisi olması başkadır. Kürt ve Türklerin Partisi, her
biri kendini dil, etni, soy ile tanımlamış uluslardan insanların, kendini Kürt ve Türk olarak
tanımlayanların bir araya gelmesidir. Bunun devrimci demokratik hiçbir özelliği yoktur. Đlk
zorlamada da tam eklendiği yerden kırılır. Tıpkı demir ve Bronz iki çubuğun kaynakla
birleştirilmesi gibidir. Yugoslavya vs. bunun nasıl olduğunu gösterir.
Ulusun dil, din etni vs. ile tanımlanmasına karşı çıkanların; yani kültürel ya da etnik olarak
Kürt veya Türk olmakla birlikte, ulusun Türklük ya da Kürtlükle tanımlanmasına karşı
çıkanların, daha provakatif bir ifadeyle, Türklük düşmanı Türklerin; Kürtlük düşmanı
Kürtlerin, Türklüğe ve Kürtlüğe, yani ulusun, yani politik olanın Türklük ya da Kürtlükle
tanımlanmasına karşı çıkarların bir partisi yeni bir parti olabilir.
Böyle bir parti, iki ayrı metalin eklenmesine değil; tıpkı kalay ve bakırın eriyip kaynaşıp
başka bir alaşımın ortaya çıkmasına; insanlığa çağ atlatan tunca benzer ve gerçekten tüm
bölgeye çağ atlatabilir.

187
Bırakalım böyle bir sosyal hareketi; bırakalım böyle bir ideolojik veya kültürel akımı, daha
sorunu böyle koyan bile yok. Böyle bir anlayışı programlaştıran Ortadoğu Đçin Manifesto adlı
metne kimse ilgi göstermiyor; yayınlanma ve tartışılma olanağı bile bulamıyor.
Bu yönde tek çaba Öcalan’dan geliyor, Özellikle “demokratik ulusçuluk” ve “konfederalizm”
kavramlarıyla bu çabalarını sürdürüyor. Ama dayandığı kavramsal araçların sınırları ve belki
de içinde bulunduğu koşullar nedeniyle ulusçuluğun sırrına eremediği için el yordamıyla
gidiyor. Đşin ilginci onun bu çabalarının sonuçları örgütü tarafından bile anlaşılmıyor ve
dolayısıyla da savunulmuyor.
Bu durumda, Orta doğudaki politik gelişmelerin, altındaki sosyal temeli hızla kaydırdığını
gören radikaller (plepler); ideolojik ve programatik olarak da dayanacak bir şey göremeyince,
tecrit olmamak için giderek Öcalan’dan uzaklaşmakta (ama uzaklaşmasını gizlemek için daha
fazla Öcalan’ı dokunulmaz kılmakta ve bayrak yapmaktadır) Kürt hareketi içindeki burjuvazi
ve plepler ilişkisi tersine dönmektedir. Dün burjuvazi Pleplerin bayrağı altına sığınmıştı;
şimdi plepler burjuvazinin bayrağı altına sığınıyorlar. Yeni parti toplantılarının
atmosferinden; son tartışmalı bildirilere ve PKK’dan ayrılmalara kadar tüm olaylar bu
eğilimin ifadeleridir.
Özgürlük hareketi içindeki devrimci ve demokratik eğilim şunu görmek zorundadır: Dile,
dine, etniye, tarihe vs. dayanan bir ulusçuluk ile; bütün bunları politik anlamdan dışlayan ve
dili, dini, etnisi, tarihi olmayan bir ulusçuluk anlayışı bir arada olamaz. Bu kopmayı göze
alamayan; bir Kürt ve Türk partisi değil ama, ulusun Kürtlük ya da Türklükle tanımlanmasına
karşı çıkanların bir partisini kuramaz. Bunun için de önce bu amacın benimsenmesi;
benimseyenlerin bir sosyal hareket oluşturması ve sonunda da bu hareketin modern bir siyasi
hareket olarak örgütlenmesi gerekir. Bu günün dünya şartlarında buna giden yol ise uzundur
ve başarı şansı çok azdır da.
Bu yola girmeye cesaret edemeyenler, ne kadar karşı olurlarsa olsunlar, son duruşmada
ulusun Kürtlük ya da Türklükle tanımlanmasından yana olanlara teslim olmaktan
kurtulamazlar.
Kimilerinin sandığının ve görmek istediğinin aksine, federasyon, demokratik cumhuriyete de
gidebilecek yolda bir aşama değildir; ona tamamen karşı bir ulusçuluk anlayışına dayanır.
Sorun Federasyn veya konfederasyon değil; o federasyon veya konfederasyonu karmak
isteyeceklerin nasıl bir ulusçuluk anlayışına dayandıklarıdır. Sorunu federasyon olarak
koymak daha baştan ulusu dile, dine, etniye göre tanımlamayı var saymaktadır. Demokratik
cumhuriyet ise, bir köyün bile, isterse hiç bir gerekçe getirmeden ayrılabileceği; ulusun insan
haklarıyla özdeş yurttaşların haklarıyla tanımlandığı; iktidarın gerçek seçilmiş temsilcilerin
elinde olduğu; bürokratik; baskıca ve militer bir aparatın olmadığı bir cumhuriyettir.
Sosyalist hareketin tarihini bilenler bilir. Plekhanov, Menşevikler karşıydı ama onlarla
kopuşmayı göze alamadığı için sonunda onlara teslim olmuştu.
25 Ocak 2005 Salı

188
Irak Seçimlerinin Düşündürdükleri

Irak Seçimleri ABD’nin Dünya Đmparatorluğu planının büyük bir başarı şansı olduğunun
göstergesidir. Ve bu seçimler aynı zamanda, bu plana karşı durmak isteyen, ezilen insanlığın
ve işçi sınıfının nasıl bir strateji izlemesi gerektiğinin ip uçlarını ve derslerini sunmaktadır.
Irak Seçimleri, bir işgal gücü tarafından yapılmış olmasına rağmen, katılımıyla işgalcinin
hedeflediği amaca ulaştı. Đşgalci, işgalini seçilmiş bir meclisin ve hükümetin olduğu bir
ülkede bulunmak biçiminde hukuki bir meşruiyetle örtme olanağına kavuştu. Ayrıca bu
seçimler gerek Irak’ta, gerek uluslar arası planda ABD’ye bu günkünden çok daha geniş
manevra olanakları sunmaktadır. Artık farklı güçleri birbirine karşı daha iyi oynayabilecektir.
Bu da daha az bir askeri güçle daha büyük kontrol demektir.
Peki ABD nasıl oluyor da böylece kolayca amaçlarına ulaşıyor?
ABD’ye bu zaferleri bizzat onun sözde düşmanları tarafından altın bir tepsi içinde
sunulmaktadır. Đster Doğu Avrupa’nın bürokratları, ister Saddam, ister Türkiye’nin Devlet
partisi ve burjuvazisi, ister Đran’ın mollaları olsun, hepsi gerici milliyetçiler oldukları ve
zerrece demokrasiye tahammül edemedikleri için, yarattıkları gayrı memnun çoğunluğun
ABD’nin müttefikleri haline gelmesine veya en azından tarafsız kalmalarına yol
açmaktadırlar. Daha önce Doğu Avrupa’da görülen şimdi Orta Doğu’da gerçekleşmektedir.
Eğer Sünnilere dayanan bir iktidar varsa, bu devlet kendini Araplıkla tanımlamışsa,
demokratik özgürlükler yoksa, orada Kürtler, Şiiler, demokrasi olmadığı için kendi öz
savunma mevzileri oluşturamayan işçiler ve emekçiler eziliyorlar ve hoşnutsuzlar demektir.
Bu iktidarı yıkmak isteyen gücün otomatik olarak müttefikleri olurlar. Tam da bu nedenle
Bağdat bir tek kurşun atılmadan teslim oldu; bu nedenle seçimlerde ABD hedefine ulaştı.
ABD sanıldığının aksine çok akıllıca bir stratejik dönüş yapmış bulunuyor. Eskiden,
diktatörlükleri ve gerici rejimleri ABD destekler; Avrupa da ABD karşısında oradaki liberal
ve demokratik muhalefeti ABD’ye karşı bir denge unsunu olarak kullanmaya çalışırdı. Ama
ABD’nin statükoyu değiştirmeye kalkması ve dolayısıyla var olan ve zaten şimdiye kadar
kendisine hizmet etmiş iktidarları karşıya alması, durumu tersine döndürdü. Örneğin Irak’ta
Kürtler ve Şiiler ABD’nin müttefikleri haline geldi. Buna karşılık Saddamcılar, Đktidardan
nasiplenmiş Sünniler veya El Kaideciler, Đran, Suriye, Suudi Arabistan kanalıyla Avrupa’nın
dengesi haline geldi.
Bu stratejik hamle ABD’ye tarafsızlığı ya da desteği sağlanabilecek çok büyük bir güçler
sunmaktadır. Bu ABD’nin en büyük silahıdır.
Bu hamleye karşı, ezilenler ve işçiler ne yapmalıdır?
Bu durumda, örneğin Türkiye’deki çoğu sol grubun yaptığı gibi, bombalamaları veya işgalci
Amerikan askerlerinin öldürülmelerini büyük bir direniş veya ikinci bir Vietnam diye
selamlamak bölgenin gerici rejimleriyle paralel konumlara düşmeyle sonuçlanmaktadır. Diğer

189
tarafta, örneğin Barzani’nin yaptığı gibi, ABD demokrasi getiriyor diyerekten ABD’nin dünya
çapındaki gerici imparatorluk planlarının basit bir aracı olmak var.
Hem ABD’ye ve müttefiklerine; hem bölge gericiliklerine ve Avrupa’ya yedek olma
durumuna düşmemek için ne yapmak gerekir?
Bu onların ortak paydasına karşı savaşmakla olabilir. Ancak o zaman bağımsız bir çizgi ve
taktik esneklik bir arada yürütülebilir.
Nedir onların ortak paydası? Her ikisi de, devletin, yani ulusun, yani politik olanın dile, dine,
etniye, cinse göre tanımlanması ilkesine dayanmaktadır. Türk devleti nasıl Türklüğe
dayanıyorsa; Barzani de Kürtlüğe dayanmaktadır.
ABD bir dünya imparatorluğunu, dünyaya ancak bu tür ulusçuluk anlayışları egemen olduğu
sürece kurabilir ve sürdürebilir. Aynı şekilde, bölge gericilikleri de, Đsrail’den Türkiye’ye,
Arap ülkelerinden Đran’a kadar, ulusu din, dil, etni, cins ile tanımlayan bu gerici ulusçuluğa
dayanmaktır. ABD ile ona karşı çıkanlar arasındaki tek fark, ulusların, devletlerin, hangi dile,
dine, etniye dayanacağı noktasında toplanmaktadır.
ABD’nin Irak’ta kurduğu sistemde olduğu gibi, temsili, din, dil ve etniye göre yapmanın
hiçbir demokratik yanı yoktur. Çünkü bu bölümleme hem ezilenleri böler, hem de o din, etni,
dillerden olanları bir tek bütün olarak kabul eder. Ama ABD’nin desteklediği bu anti
demokratik gericiliği demokratik temsilmiş gibi sunma olanağı sağlayan, yine bizzat kendileri
de ulusu, dil; din, etni, kültür, tarihle tanımlayan, dolayısıyla diğer dil, etni, din, kültürden
olanları ezen bu günkü gerici devletlerdir.
Daha somut olarak, örneğin Türkiye’de Türk devletinin Türk devleti olmaktan çıkması, yani
dini, dili, tarihi, cinsi, soyu, sopu olmayan bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele
demektir bu. Devlet, yani politik olan bunlarla tanımlanmadığı an bu alanlarda hiçbir baskı
ilişkisi kalmaz. Devlet Türk devleti değilse, her yurttaşın istediği dili ana dil seçme ve ana
dilde eğitim hakkı varsa, hiçbir dil baskı altında olmaz. Devletin dini yoksa ve eşitliği
sağlamak dışında hiçbir müdahalesi yoksa, hiçbir inanç veya din baskı altında olmaz.
Aynı şekilde, Kürdistan’daki özerk yönetim veya devletin, etnisinin, dilinin, dininin, soyunun,
tarihinin, olmaması; yani dili, dini, cinsi, tarihi, soyu, sopu olmayan bir demokratik
cumhuriyet için mücadele demektir bu.
Ancak böylece, her etninin, dinin, dilin, soyun, sopun “hain”lerinin, ulusu dinle, dinle,
etniyle, soyla, tarihle tanımlayanlara karşı ortak cephesi kurulabilir.
Dünyanın bütün “hain”leri birleşiniz! . . .
31 Ocak 2005 Pazartesi
demiraltona@hotmail. com
http: //www. comlnik. de/demir/

190
Öcalan’a Karşı Öcalan

Öcalan’ın görüşme notlarını ve buna karşılık Öcalan’ın temsil ettiği çizgiyi savunduğunu
iddia edenlerin veya öyle olduğu düşünenlerin yazı ve beyanatlarını okuyan aradaki zıtlığı ve
uçurumu görmeden edemez.
Bu zıtlığı gizlemenin ya da meşru göstermenin başlıca argümanları şunlardır.
1) Öcalan dışarıdaki durumu bilmiyor, bilseydi o da öyle konuşur ve davranırdı.
2) Öcalan biliyor ama taktik icabı öyle konuşuyor.
Durumun böyle olmadığı, Öcalan’ın tam da ne dediğini bilerek öyle konuştuğu delil ve akıl
yürütmelerle gösterildiğinde ise bu fark şu argümanla meşru gösterilmeye çalışılıyor:
Aslında onlar da Öcalan gibi düşünüyorlar ama, onlar Öcalan gibi konuştukları takdirde, bu
günkü müthiş kayışın karşısında duramazlar, her şey kaybolur. Bunun için o akımın içine
girip, ona uyup kontrolden çıkmasını engellemek için öyle davranıyorlar.
Bu argüman ise somutta, hala Öcalan’ı bir kerteriz noktası alanları, ortadaki apaçık zıtlık
karşısında, izlenen politikalara açıktan bir direnişten caydırmanın, onları tereddütte
bırakmanın bir aracıdır.
Bir parça politikayla meşgul olmuş, tecrübesi olan herkes bilir ki, politikada neyi
söylemişseniz onu söylemiş olursunuz. Karşı bir politikayı hangi gerekçeyle savunursanız
savunun o andan itibaren, o politikanın bir aracısınızdır. Çözümün değil sorunun
parçasısınızdır.
Bu argüman ayrıca en temel tekzibini Öcalan’da bulur. Öcalan’ın durumun ne kadar kritik
olduğunu bildiği çok açıktır bütün ifadelerinde. O niye böyle “akıntıya uyma taktiği”
izlememektedir de, karşı durmaktadır açıktan ve hiçbir yanlış anlamaya imkan vermeyecek
şekilde?
Aslında en ideal çözüm Öcalan’ın şimdi ölmesi olurdu. Gerçi şimdi canlı canlı mezarda ama
yine de arada kafasını kaldırıp bir şeyler söylüyor ve kulağını ona dikmişlerin kafasını
karıştırmaya devam ediyor.
Bu durumda tek yol kalıyor. Olanları olmamışa çevirmek için, söylenenleri tahrif etmek ve
onlara bambaşka anlamlar yüklemek. Ezilenler yollarını kaybetmemek için, tıpkı pusula
bilmeyen gemicilerin sahilden sahilden gitmesi gibi, belli kişileri ve sembolleri kerteriz
noktası mı bellemiştir. Bu kerteriz noktası ele geçirilerek onlar yanıltılabilirler. Hele bir atı
alan Üsküdar’ı geçsin, gerisi kolaydır. Hep de öyle olur. Stalin, Lenin’e karşı savaşını Lenin’i
bayrak ederek yapar. Muaviye Askerlerinin Mızraklarına Kuran-ı Kerim astırır. Karşı tarafı
bir kere tereddüde düşürüp de o kritik anda olabilecek direnişi kırıp engelledi mi? Gerisi
kolaydır. Demir tavında dövülür.

191
Burası şarktır. Binlerce yıllık firavunların, nemrutların şarkıdır. Stalin’lerin resimleri ve
tarihleri değiştirmesinden binlerce yıl önce “sapkın” Firavun Eknaton ve karışı meşhur
Neferetiti’nin ölümlerinden sonra taşlardan kazındığı yerdir. Orada her sülale tarihi ve
takvimi kendisiyle başlatır. Orada, harflere küçük bir iki nokta koyularak, “kabul ediniz” emri
“katl ediniz”e çevrilir.
Şimdi olan da budur. Hala Öcalan’a bağlı olanlar var ve o onları uyarmaya devam ediyor.
Yapılanların onun temsil ettiği çizgiye karşı olduğu anlaşılırsa, bu aniden bir dirence ve net
bir saflaşmaya yol açabilir. Onları tereddütte bırakmak gerekir. Bunun en iyi yolu, Öcalan’a
karşı Öcalan’ı çıkarmak olabilir.
Öcalan’ın konuşmalarından montajlar yapılarak, söyledikleri bağlamından koparılarak, kendi
sesinden Öcalan Öcalan’a karşı çıkarılabilir. Böylece olası direnişler tereddütler denizinde
daha doğmadan boğulabilir.
Dün akşam paltalk adlı programda, Şark’ın bu bin yıllık geleneğinin yeni bir versiyonu vardı.
Öcalan’ın eski konuşmalarından yapılan montaj bu günkü Öcalan’a karşı çıkarılıyor; izlenen
politikaları aslında Öcalan’ın istediği izlenimi veriliyordu.
Đşin kötüsü Öcalan demiyor mu sık sık “siz bu dediklerime dayanarak bir şeyler yazarsınız”
diye. Kendisi demiyor muydu konuşma akışı içinde “dikkatsiz söylenmiş ifadeler temizleyin”
diye. Kim ne diyebilirdi ki? Öcalan’ı Öcalan’a karşı çıkarmak için bizzat Öcalan’dan da izin
alınmıştır artık.
Çok mu soyut bu söylenenler. Somutlayalım.
Buyrun şu haberi okuyalım:
“KONGRA GEL Siyasi Komitesi üyesi Cemil Bayık, Kerkûk'ün bir Kürt şehri olduğunu
belirterek, Kürtlerin Kerkûk'ü kendi federe devletlerine katmalarının yerinde bir tutum
olduğunu söyledi. ”
Bu mudur Öcalan’ı temsil ettiği söylenen örgütün en itibarlı gerilla komutanının söylemesi
gerekenler?
Türk devletiyle aynı düzeyde mi konuşacaktır o? Öcalan’ın yaptığı paradigma değişikliğinin
en küçük bir izi bulunabilir mi bu konuşmada?
Öcalan’ın politikalarını zerrece anlamış birisinin şöyle demesi gerekmez mi?
“Kerkük’te Kürtler, Đstanbul’da Türkler, Bağdat’ta Arapça konuşanlar, Basra’da Şii
inancındakiler çoğunluk olabilir. Biz her dile, her ulusa bir devlet anlayışının yanlışlığını
savunuyoruz. Biz tıpkı ABD’de olduğu gibi ulusun bunlarla tanımlanmasına karşıyız, insan
haklarıyla özdeş bir yurttaşlık haklarından yanayız. Yani bizler, Kerkük’ün Kürt, Đstanbul’un
Türk, Bağdat’ın Arap, Basra’nın Şii şehri olmasına karşıyız ve bunu değiştirmek için
savaşıyoruz. Programımız budur.
“Bunun için de öncelikle, Kürdistan’ın Kürt devleti değil, Kürdistan’da yaşayan herkesin eşit
bir yurttaş olduğu; kendini Kürtlük ya da başka bir dinsel, dilsel, etnik, kültürel, tarihsel
ölçütle tanımlamayan bir devlet olması için; Türkiye’nin Türk devleti değil, Türkiye denen

192
topraklarda yaşayan herkesin eşit bir yurttaşı olduğu; dilsiz, dinsiz, etnisiz; soysuz, tarihsiz,
tıpkı ABD’deki gibi, insan ve yurttaşlık haklarıyla tanımlanmış demokratik bir devlet olması
için mücadele ediyoruz. Bizim savaşımız, şu veya bu şehrin etniye, dine veya dile göre
tanımlanmış hangi ulusa ait olduğu için bir savaş değil; bu savaşın kendisine karşı bir
savaştır. Kürdistan’da kendini Kürtlükle tanımlamayan bir demokratik Cumhuriyet
olduğunda Kerkük’ün nüfusunun çoğunun Kürt olması nasıl bir politik anlama sahip olmaz
ise; Türkiye’de kendini Türklükle tanımlamayan bir demokratik Cumhuriyet olduğunda
Đstanbul’un nüfusunun çoğunun Türkçe konuşması veya Sünni olması nasıl bir politik anlama
sahip olmaz ise öyle. Ve o zaman aynı ilkeye göre tanımlanmış bu demokratik cumhuriyetlerin
ayrı olmasının da bir anlamı olmaz ise öyle. Bu da pratik ve somut olarak, Ortadoğu
Demokratik Cumhuriyeti’dir. ABD’nin Bölgeyi sözde demokrasi adına, dillere, dinlere
etnilere göre tanımlanmış uluslara bölme planına karşı biz bizzat ABD’nin kendisinin
dayandığı ilkelere dayanılarak karşı çıkılabileceğini söylüyoruz. Wilson’un sözde Ulusların
kaderini tayin Hakkı ile değil; Washington’ların, Jefferson, Tom Paine’lerin, Lincoln’ların
insan hakların dayanan ulusçuluklarının geleneğini savunuyoruz ve bölge halklarını bunları
savunmaya çağırıyoruz. ”
Bu kadar zor mu bunları söylemek?
Öcalan’a karşı Öcalan’ı çıkarıp gerici ulusçuluğu savunmaktansa; Amerika’ya karşı
Amerika’yı çıkararak devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunmak gerekmez mi?
01 Mart 2005 Salı
demiraltona@hotmail. com
http: //www. comlink. de/demir/

193
Demek Doğru Yoldayız

Đki hafta önce yazdığımız “Öcalan’a Karşı Öcalan” başlıklı yazı tam bir “arı kovanına
çomak sokmak” oldu.
Aynı gün Eyyüp Demir’in Ülkede Özgür Gündem’de ve Cahit Mervan’ın Avrupa’da çıkan
Özgür Politika’da yazdıkları yazılar aynı görüşleri dile getirdiler: ikisi da sorunu Türklük ve
Kürtlük temelinde koydular ve gerici ideolojik ve politik görüşlerine Kürtler arasında bir
üstünlük sağlamak için yazarın “Türk” olduğuna dayandılar.
En kör göz bile bu bayların bakışı ile Öcalan’ın bakışı ve sorunu koyuşu arasındaki yüz
seksen derece zıtlığı görmeden edemez. Örneğin Öcalan bu bayların tam aksine “Türk”leri
tartışmaya çekmek istemektedir. Bu baylar ise, fikrin içeriğine girmeden, o fikrin bir Türk
tarafından söylenmiş olmasını onun Kürtlere karşı olduğunun bir kanıtı olarak
getirmektedirler.
Sırf bu tavır zıtlığı bile bu bayların ideoloji program ve stratejileriyle Öcalan’ın birbirine zıt
olduğunu kanıtlar.
Peki Öcalan’a karşı olunamaz mı? Olunabilir. Bizim tek dediğimiz, Öcalan’a karşı olanların
bunu açıkça yapmamaları, yaptıkları takdirde tecrit olacaklarını bildiklerinden, ezen sınıfların
binlerce yıllık yöntemlerini kullanarak Öcalan diyerekten yapmalarıdır. Tam da bu kötü
oyunu afişe ettiğimiz için de bize saldırmaktadırlar.
Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Ortadaki sınıf mücadelesidir. Eğemen sınıf elbetteki
savaşı istediği yere çekmek isteyecektir. Sınıf mücadelesinin varlığını inkarın kendisi sınıf
mücadelesinin varlığının en esaslı kanıtı olduğu gibi, bizzat sınıf mücadelesinin bir aracıdır.
Bunlar işin alfabesi. Onlar elbette Türklerden ve Kürtlerden söz edeceklerdir. Kürtler ve
Türkler içindeki farklı sınıflar ve bu farklı sınıfların farklı program, strateji ve ideolojilerini
görmek ve göstermek istemeyeceklerdir. Bunda anlaşılamayacak bir şey yok
Ama esas korkunç olan, bu baylara karşı bir tek yazının çıkmamış olmasıdır. Tehlikeli olan,
bu bayların o gerici bakış açısına karşı bir yazının; bu gericiliği ve Öcalan’ın ve özgürlük
hareketinin çizgisiyle zıtlığı gösteren bir tek yazının çıkmamış olmasıdır. Sanki gazetenin
yazarları arasında farklı yorumlar arası bir tartışmaymış, dışarıdan seyredilen bir
müsabakaymış gibi sorunun ele alınması ve öyle görülmek istenmesidir. Bu gerici
milliyetçiler değildir tehlikeli olanlar, bu gerici milliyetçileri tehlikesiz gibi gören ve
gösterenler; onlarla uzlaşanlardır. Onlara karşı şu veya bu nedenin ardına gizlenerek açıktan
ideolojik, programatik ve stratejik bir mücadeleye girmeyenlerdir.
Avrupa’da Özgür Politika’ya çok uzun zamandır yazmıyorum. Çünkü gazeteyi Türk
solcularının ele geçirdiği, orada Kürtlük olmadığı söylenerek, Türk solcuları aracılığıyla
Öcalan’a saldırılıyordu. Bu oyuna alet olmamak için, gazetede yazmamaya karar vermiş ama

194
gazeteyi çıkaranlara isterlerse yazılarımı hiç sormadan iktibas edebileceklerini belirtmiş ve
son yazımda yazmıştım.
Böylece gazeteyi çıkaranlara, “Evet işte Türk solcuları yazmıyor, biz Kürtler onların
yazılarını alıp yayınlıyoruz. Sorun Kürtlük Türklük değil, farklı sınıflar, programlar ve
stratejiler sorunudur. Bir hesabın varsa gel bizle gör” deme fırsatı veriyorduk.
Onlar bunu yapmadılar ve bu tuzağın bilinçli veya bilinçsiz aktörleri olmaya devam ettiler.
Şimdi yine aynı durum karşısındayız. Kürt hareketi içindeki gerici burjuvazi, gerici
milliyetçilik devrimci demokrasiye; demokratik milliyetçiliğe, yani Öcalan’a, yine bizim
üzerimizden saldırıyor. Sorun bir üslup sorunu, farklı yorumlar sorunu gibi koyuluyor ve iki
çizgi aynı kaba koyuluyor ve bilinçli veya bilinçsiz olarak bu oyuna alet olunuyor. Ben böyle
bir oyuna alet olmam. Savaşın kuralı düşmanın istediği şartlarda savaşı kabul etmemektir.
Bunun da tek yolu vardır. Artık bu gazeteye yazar olarak yazmam. Ama her hafta sözümü
sakınmadan yine yazımı yazarım ve internette yayınlarım. Bu gazete bana sorma bile gereği
duymadan onları yayınlayabilir.
Böylece bu gerici milliyetçilere karşı, “Biz alıp yayınlıyoruz o yazıları, bir hesabın varsa
bizimle gör. Đşte bu görüşleri Kürtler de savunuyor, Şimdi ne diyeceksin? ” der. Ozaman bu
gerici oyun açığa çıkar.
O zaman gerçek ayrılığın Kürtler ve Türkler arasında değil; Devletin Kürtlük veya Türklükle
tanımlanmasında bir sorun görmeyen gerici milliyetçilerle; Devletin kürtlüğe ya da Türklüğe
göre tanımlanmasına karşı olanlar arasında olduğu görülür.
O zaman Cahit Mervan ve Eyyüp Demir’in Doğu Perincek ve Yalçın Küçük ile aynı gerici
milliyetçilik anlayışını paylaştığı; buna karşılık Öcalan ile Küçükaydın’ın bu gerici
milliyetçiliğe karşı aynı devrimci demokratik programı savunduğu görülür.
14 Mart 2005 Pazartesi
demiraltona@hotmail. com
http: //www.comlink. de/demir/

195
Çeşitli Sitelerde Yazılar

PKK’da Neler Oluyor?


Bir süredir tanıdıklarımız bize Kongra-Gel, DEHAP veya Kürt Hareketinde ne gibi gelişmeler
olduğunu soruyorlar.
Neler olduğunun ayrıntıları konusunda bildiklerimiz başkalarından farklı değil. Şimdiye kadar
bölük pörçük, oradan buradan duyduklarımız aşağı yukarı bu gün Radikal’de Çıkan Murat
Yetkin’in “Kandil Dağında Ayrılık” başlıklı yazısında anlatılanlara benziyor. (Bu yazı şurada
var: http://f50.parsimony.net/forum202930/messages/1994.htm )
Ancak bu gazetecinin anlattıkları bizlere o güçlerin konumu ve olan bitenlerin ardındaki
toplumsel eğilimler hakkında bir bilgi vermez. Bunlar işin daha ziyade, ayrıntı, magazin kısmı
gibidirler. Esas sorun bu ayrılıktaki eğilimlerin karakteri ve ayrılığın nedenleri ve de o
hareketin bu krizi nasıl aşabileceğidir.
Bütün bu konuları içeren uzunca bir yazıyı bir süredir yazmak istiyoruz. Ama şu sıralar
rahatsızlığımız nedeniyle uzunca bir süre oturup yazı yazmamız mümkün olmuyor.
Konu bizim için yeni değil. Çok uzun zamandır, bu konuda yeri geldikçe değinmeler,
çözümlemeler ve öneriler yazdık. Madem ki yazamıyoruz, en azından bu eski yazılardan
küçük bir derleme yapmak bir çok konuyu aydınlatıcı olabilir.
*
Bu arada olanların anlamı üzerine de kısa birkaç söz.
PKK bir yoksullar hareketi olarak doğdu. Sadece bir Kürt hareketi değil bir Kürdistan
hareketi olarak doğdu. Kürdistan’ın en ezilenlerini birleştirdi. Kürtlerin en yoksullarını;
Kürdistan’ın en ezileni olan kadınları ve en çok ezilen milliyetler ve dinlerden olanları
(Ezidiler, Asuriler, Aleviler) içinde birleştirdi.
Başlangıçkta, özellikle Gerillanın yükseldiği dönemde, köylülüğün ortaya çıkardığı şehirli ve
aydın düşmanlığı; çetecilik gibi sorunlarla karşılaştı. Bir süre sonra bu sorunlar ikinci plana
düştü ama bu sefer, hareketin büyümesi ve kazandığı başarı, Kürdistan’da burjuvazinin
kitlesel bir şekilde hareketin safları ve destekleyicileri arasına yönelmesine yol açtı.
Bu bir yandan hareketin yeni alanlara açılmasının olanaklarını yarattı; (Legal partiler, geniş
bir diplomasi ağı vs.gibi) ama bu aynı zamanda, bu burjuvazinin harekete damgasını vurması
tehlikesini getiriyordu.
PKK’nın buna bulduğu çözüm şöyle oldu: son derece uzun bir eğitim ve sıkı bir seçimden
geçmiş kadroların oluşturduğu çekirdek örgüt. Bunun etrafında burjuvaziyi de kapsayan bir
kitle örgütleri ağı.
PKK denen örgüt, esas olarak bu gerilla ve militan kadrolardan oluşuyordu. Aslında bunlar
ikisi tek bir bütündü. Çünkü sürekli olarak bir rotasyon uygulanıyordu. Yani birkaç ay

196
gerillada olan, oradan bir kitle örgütlenmesine, oradan başka bir yayında çalışmaya, bir
şehirden diğerine, bir ülkeden diğerine sürekli yer değiştiriyordu. Kadrolar için tam anlamıyla
bir lokma bir hırka ilkesi geçerliydi. Kadın ve Erkek kadroların evlenmeleri bile yasaktı.
Bütün bunlar aracılığıyla, bu püriten yaşam, sürekli rotasyonla birlikte örgütün radikal
devrimci çizgisini korumasını mümkün kılıyor; burjuvalaşmaya ve konformizme karşı bir
savunma sağlıyordu. (Ayrıca bu yasak, genç kız ve kadınların, feodal baskıdan kaçıp gerillaya
katılıp toplumda saygın bir yer edinmesini de mümkün kılıyordu. Ve onların gerillaya katılışı,
radikal çizgiyi savunmanın ve sürdürmenin bir garantisi oluyordu.)
Ama bu tedbirler aynı zamanda örgütün önündeki en büyük engeller haline de geliyordu. Ne
kadar rotasyon da uygulansa, ne kadan püriten bir yaşam da zorlansa, kadrolar zamanla
bürokratik bir aparatın özelliklerini ve eğilimlerini yansıtıyordu. Yani Burjuvazinin zehrine
karşı kullanılan ilacın kendisi de giderek bir zehir haline geliyordu. Ya da ilacın yan etkileri,
hastalık kadar tehlikeli olabiliyordu.
Gerilla savaşı sürdüğü sürece bu büyük bir sorun yaratmadı gene de. Ama Öcalan’ın ABD
tarafından Türkiye’ye teslimi ve Stratejik dönüşüm ile birlikte, bu örgüt yapısı ile ortaya
koyulan söylem arasında giderek artan bir gerilim ortaya çıkmaya başladı.
Madem ki artık demokratikleşmeden söz ediliyordu, sivil toplumdan geniş örgütlenmeden söz
ediliyordu o halde bu kadrolar dağılmalı, evlenme yasağı gibi engeller kalkmalıydı.
Bu durumda PKK şöyle bir açmazla karşı karşıya kalıyordu. Eğer söylemine uygun davransa,
kısa süre içinde, burjuvazi tüm örgütü kontrol altına alırdı. Eğer davranmaz ise, giderek
olumsuzluğu öne çıkan o dar çerçeveyi kırması olanaksızlaşırdı.
Yani kırk katır mı kırk satır mı? Devrimci demokrasi, bütün tarih boyunca karşı karşıya
kaldığı açmazla bir kez daha karşı karşıya kalıyordu.
Aşağıdaki çeşitli yazılarımızda, bu açmazı yaratan tarihsel ve sosyolojik nedenler konusunda
ortaya koyduğumuz teorik açıklama ve bu açmazdan çıkış için önerdiğimiz yollar görülebilir.
Burjuvazi çok akıllı olarak elbette, madem ki demokratikleşme diyoruz o halde, bu bürokratik
aparatı kaldıralım; evlenme yasağını kaldıralım gibi bir söylem tutturuyor ve inisiyatifi ele
geçiriyordu.
Biz ise, PKK’nın nasıl olup da, devrimci ve radikal yapısını modern ezilen sınıflara
dayanmaya kaydıracağı noktasında yoğunlaştık. Yani tam aksi yönden soruna yaklaştık.
PKK’nın içindeki sol kanat ise, eski deneyleriyle sorunu hep bir örgütsel tedbirler ve kadro
politikası sorunu olarak gördü. Đdeolojik savrulmalar karşısında sesini bile çıkarmayıp, nasıl
olsa ipler bizim elimizde diye düşündü.
Bizzat Öcalan bile, sorunu her zaman bir kadro ve örgüt sorunu olarak görüp, PKK’nın
benimsediği program ile o programı gerçekleştirebilecek modern yoksul tabaklar arasındaki
açmazı nasıl aşacağı sorunuyla hiçbir zaman yüzleşmeyi denemedi.
Örneğin, bir tarihte, Öcalan’ın bir avukatıyla tesadüfen karşılaşmış ve ona ABD’nin Irak’a
müdahalesinden sonra, Kürt organlarında yazan Türkiyeli yazarlara giderek artan bir
düşmanca tavırdan söz etmiştik. Daha sonra bir görüşme notunda bizim bu gözlemimizin

197
Öcalan’a aktarıldığını okumuştuk. Öcalan’ın tepkisi ilginçtir. Örgütlü bir şey mi bu tepki diye
sormaktadır. Ancak örgütlü ise tehlikeli görmektedir. Evet biraz öyledir ama bu aynı zamanda
sorunu bütünüyle örgütsel tedbirler düzeyinde ele aldığının da bir göstergesidir.
Eğer ABD Irak’a girmeseydi, yine de bu günkü kriz bu ölçüde ortaya çıkmayabilirdi. Çünkü
PKK her şeye rağmen oturmuş yapısıyla daha yıllarca durumu götürebilir ve bu arada ileride
çıkacak uygun bir fırsatta yeni bir kitle hareketlenmesi yükselişine dayanabilir veya ona
katalizatörlük edebilirdi.
Ne var ki, duruma ABD el attı ve dünyada olduğu gibi Kürt hareketi içindeki bütün dengeleri
de alt üst etti.
Eskiden, Talabani ve Barzani hem birbirleriyle, hem Türk devletinin desteği ile PKK’ya karşı
savaşıyorlar, hem Saddam’la öpüşüyorlar hem Türkiye’nin Kırmızı pasaportunu taşıyorlardı.
Onlar böyleyken, PKK önce gerillada başarılar kazanıyordu; 92’den sonra ise gerillada
ilerlemesi dursa hatta gerilese bile bu sefer diplomasi ve yayıncılıkta, televizyonlarıyla vs.
başarıdan başarıya koşuyordu. Gerillaları ve kadroları Barzani ve Talabani’nin çürüme ve
rüşvet içinde boğulan peşmergeleriyle kıyaslanmayacak bir modernlik; ahlaki ve insani
değerler bakımından üstünlük içinde bulunuyordu.
Bu koşullarda PKK yükseliyor, diğerleri geriliyordu. Barzani ve Talabaninin aşiretlere
dayanan yapısı karşısında, PKK gerçekten modern ve yoksullara dayanan bir hareket olma
niteliğini de koruyordu. Kadınları, azınlıkları ve yoksulları içinde barındırıyor, onların
eğilimlerini temsil ediyor ve onların haklarını koruyordu.
Bu da her yönden PKK’ya doğru bir akış ve destek yaratıyordu. Ve bütün bunlar, dünyada,
dünya tarihsel yenilgilerin olduğu koşullarda, yani Sovyetlerin çöküş, Globalizmin ve Post
modernizmin zafer yürüyüşü yaptığı koşullarda olabiliyordu. Bu koşullarda PKK’nın
sınırlılıkları ve açmazları da görülmüyordu elbette.
Ne var ki, ABD’nin bütün Orta Doğuya el koyma ve bu bağlamda Güney Kürdistan’daki
Barzani ve Talabani’yi PKK karşısında zorla alternatif yapmaya karar almasıyla birlikte bütün
dengeler değişti.
ABD önce, Barzani ve Talabani’ye sağlayacağı fiili askeri ve ekonomik özerkliğe Türkiye’nin
olurunu almak için Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Yani, “işte bak, Kürt sorununun başını
sana veriyorum. Artık, Güney’de benim projeme dokunma” dedi ve Türkiye bunu kabul etti.
ABD Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken buna paralel olarak Barzani ve Talabani’yi adeta
zorla barıştırdı. Bunu sağlamak için, Petrol satışlarından gelen muazzam paraları onların
emrine verdi. Bu ekonomik güç ve ABD’nin askeri koruması eski dengeleri zamanla
değiştirmeye başladı.
Artık roller değişmişti. PKK başını kaptırmıştı. Buna karşılık. Barzani ve Talabani, ABD’nin
kendilerine akıttığı petrol paralarıyla hızla bir zenginleşme yoluna girmişti. Güney
Kürdistan’da hastaneler, üniversiteler açılıyor. Ekonomik hayat canlanıyor. ABD’nin
korumasıyla Türkiye veya Saddam tarafından işgale uğrama tehlikesi giderek yok oluyordu.

198
Öcalan bu durumda, aslında çok akıllıca muazzam bir stratejik dönüş de yaptı. Kürt
ulusçuluğundan, Fransız devriminin, ABD veya Đsviçre’nin devrimci demokratik
ulusçuluğuna bir geçiş yaptı. Artık ne dünya çapındaki dengeler (yani ne Avrupa, ne Amerika,
Ne Rusya) ne bölge çapındaki dengeler (Ne Suriye, Ne Yunanistan, Ne Đran) bir hareket
olanağı sunmuyordu. Dünya çapında işçi hareketi de tam anlamıyla bir yenilgi içinde
bulunuyordu. Kürt hareketinin modern ve plebiyen kanadı her türlü destek ve yedekten
yoksun tam bir tecrit içinde bulunuyordu. Bu koşullarda, yapılabilecek biricik şeyi yaptı.
Bölgenin tüm ezilenlerini birleştirecek bir demokratik programa geçti. Bu uzun vadeli bir
değişimdi. Bir ulusal hareketin bir ulusal hareket olmaktan çıkma planıydı aynı zamanda.
Ulusal baskıya, ulusun tanımından etniyi, dili, soyu dışlayarak son verme stratejisiydi. Sadece
akıllı değil, aynı zamanda devrimci demokratik ideallere bir dönüştü. (Öcalan’ın “Sümer
Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” kitabı, dile etniye göre, bir ulusçuluktan el
yordamıyla bir demokratik ulusçuluğa geçme çabasıdır. Bu yönde el yordamıyla bir arayıştır.)
Ama bu stratejinin ifadesi bir çok zorlukla maluldü.
Birincisi, bu strateji gerek kaynaklandığı gelenekler (Marksizm diye bilinen Stalinizm); gerek
egemen ideolojik iklim (Post modernizm, globalizm, sivil toplumculuk) dolayısıyla, çok
elverişsiz kavramsal araçlarla dile getiriliyordu.
Đkincisi, Öcalan’ın hapiste olması nedeniyle ve aynı zamanda taktik manevralar nedeniyle bir
ihanetin rasyonalleştirilmesi; teorize edilmesi veya Öcalan’ın kendisini kurtarmak için ortaya
attığı bir saçmalık olarak görülüyordu.
Aslında böyle olmadığı bilinmesine rağmen böyle tanıtılması özellikle Kürt milliyetçilerinin
ve burjuvazisinin ve milliyetçi Türk sosyalistlerinin işine geliyordu. Ezilen ulusun davasına
ve demokratik programına ilgisizliklerini, yani kendi ihanetlerini, bir ihanete karşı devrimci
uzlaşmazlıkmış gibi satmalarına imkan veriyordu.
Aslında, başlangıçta programatik ifadesini bulamamış Kürt burjuvazisi ile devrimci
demokrasisi arasındaki ayrılık, Öcalan’ın yeni stratejisiyle programatik ifadeye de kavuşmuş
oluyordu.
Biri ulusu dil ve etniyle tanımlıyor. Diğeri ise, ulusun tanımından etniyi, dili çıkararak ulusal
baskıya son vermeyi hedefliyor.
Biri Kürtlerin birliği diyor. Diğeri. Kürt devrimci demokrasisiyle ezen ulusların ezilenleri ve
demokratlarının birliği diyor.
Ve sonuçları itibarıyla biri “Bağımsız Kürdistan”, diğeri “Ortadoğu Demokartik
Federasyonu” diyor.
Ne var ki, bu son derece demokratik ve akıllıca yapılmış hamle ezen ulusun ezilenlerinde bir
yankı bulamıyordu dünya koşullarının elverişsizliği nedeniyle. Diğer yandan, başarıdan
başarıya koştuğu sürece Kürt burjuvazisini de en azından kendi peşinde sürükleyebiliyordu bu
proje en azından Kuzey’de.
Ama bu arada ABD’nin uygulamasının sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Güney’deki fiili bağımsızlık ve artan refah, Kürtlerin dikkatini artık Öcalan’dan Barzani

199
Talabani’ye doğru yöneltiyoırdu. Artık, Öcalan’ın inişi, Barzani ve Talabani’lerin yükselişi
başlamıştı.
Bunun en açık belirtileri Türkiye’deki genel seçimlerde görüldü. Bizzat Özgür Politika
gazetesine yazan, etnik milliyetçiliğin şampiyonu yazarlar Türkiye’nin solcularıyla
oluşturulan seçim bloğuna son derece soğuk hatta düşmanca yaklaştılar. Türkiye’nin
ezilenleriyle bir ittifaktan ise, Kürdistan’da bağımsız adaylar gösterme veya ANAP, Saadet
gibi partilerle ittifak sağlayarak Meclis’e girmeyi savundular. Ancak Öcalan ve gerilla
önderliğinin zorla dayatmasıyla sonradan gönülsüzce desteklermiş gibi yaptılar ve her adımda
sabote ettiler.
Seçimlerde barajın aşılamaması ve Güney’deki gelişmeler ve ABD’nin Barzani ve Talabani
ile geçirdiği cicim ayları, Kürtler arasında Barzani-Talabani’nin temsil ettiği burjuva çizgiye
muazzam bir kayış yarattı. PKK’nın en güvenilir kadroları bile artık, fiilen kendi
programlarını savunmaz olmuş, gerek tabanın baskısı gerek kendilerinin eğilimleriyle fiilen
birer Barzanici haline gelmişlerdi.
Ama bu koşullarda bile doğrudan Öcalan’a saldırılamıyordu. O zaman Öcalan’ın stratejisinin
sembolü isimlere saldırılmaya başlandı. Yani gazetede yazan Türkiye sosyalist hareketinden
gelen yazarlara.
PKK’lılar bu saldırılar karşısında hiçbir ses çıkarmamaya ve bunu kendi denge politikalarının
bir aracı olarak kullanmayı biricik politika olarak benimsediler. Barzani ve Talabani’nin
çizgisi fiilen PKK’yı teslim almıştı. Almadıysa bile en küçük bir direniş bile görülmüyordu.
Öslında Öcalan ve Öcalan’ın çizgisini destekleyen PKK’nın çekirdeği hariç, bütün kadrolar
artık fiilen Öcalan’ın çizgisini terk etmiş, Barzani ve Talabanilere doğru kayışın yönergesine
girmiş bulunuyordu. Tabii bu kayış her zaman olduğu gibi, Öcalan dokunulmaz tabu kılınarak
yapılıyordu.
Đşte bu koşullarda KONGRA-GEL kongresi yapıldı. PKK’lılar hala, Askeri gücü elinde
bulundurduklarından KONGRA-GEL’in demokratik ve geniş bir örgüt görünümü
sağlayacağından ama fiili bir gücü olmayacağından emin görünüyorlardı. Planlar buna göre
yapılmış bulunuyordu. Tıpkı Türkiye’deki Parlamento’nun Ordu ile ilişkisi gibiydi bu.
Türkiye’de gerçek güç ve ipler nasıl ordunun elindeyse, PKK’da da gerçek güç ve ipler gerilla
komutanlarının yani onlar aracılığıyla da Öcalan’ın elinde bulunacaktı. Bu onların Kongra
Gel’den ayrılığı biçiminde ifadesini buluyordu.
Ne var ki, burada hesaplanmayan, artık o kayışın bizzat gerillaları bile etkilediğiydi.
Burjuvazinin eğilimi, artık bizzat PKK’nın en üst organlarından bir destek buluyordu.
Bu destekle burjuvazi Konra Gel konresinde adeta bir darbeyle kontrolü ele alır.
KONGRA-GEL kongresinde, Başkanlık Konseyi, kendilerinin yönetime girmeme kararı
almalarına rağmen, Osman Öcalan kendini aday gösterir ve girer. Ayrıca Amerikancılığı ve
sağcılığı ile bilinen bir çok ismin de onun yönetimine gelmesini sağlar. Buna karşılık hareketi
başından beri götürmüş Öcalan’a bağlı komutanlar seçilemezler bile. Burjuvazi demokratik
olarak KONGRA-GEL’i ele geçirmiştir.

200
Aslında Kongre’de olan şudur. Kürt burjuvazisi, ya da Barzani-Talabani çizgisi ya da etniye,
dile dayanan milliyetçilik, Kongra-Gel kongresinde iktidarı ele geçirmiş, Kongra-Gel’in
yönetimine geçmiştir.
Tabii çok demokratik gibi görünmekle birlikte aslında bu da tam bir darbe gibi yapılır. Biraz
tarihteki yüzük veya hakem vakasına benzer. Aynı toprakların aynı egemen sınıfları vardır
ortada. Yaptıkları Muaviye’nin yaptığının bir benzeri gibidir.
Bilinir, iki hakem Muaviye ve Ali’yi halifelikten almaya karar verirler. Ali’nin hakemi önce
Ali’yi halifelikten alır, ama bu noktada Muaviye’nin hakemi oyunu oynar ve Muaviye’yi
halife ilan ediverir.
Konra Gel Kongresinde de aynısı olur. Tüm komutanlar hiçbir şekilde Kongra-Gel
yönetimine girmemeye karar verirler. Kimse aday olmaz iken, Osman Öcalan ve benzerleri
aday olur ve seçiliverirler.
Tabii bu arada, Peygamber’in de peygamberliği elinden alınır. Öcalan’a “Halk Önderi”
denilir. Eskiden “Ulusal Önder”dir.
Burada burjuvazi yine ezeli kurnazlığını yapar karşı tarafı kendi oyununa getirir. “Madem ki
halk ve demokratikleşme deniyor o zaman halk önderi olsun”. Tabii bunun ardında ulusal
önderliğin Barzani ve Talabani için boşaltılması söz konusudur. Đki taraf da bunu böyle
anlamaktadır. Ama böyle ifade etmemektedir. Bunlar PKK’nın kendi özel jargonu içinde
böyle anlaşılmalıdır. Bizler için hiç bir şey ifade etmeyen sözler, o özel jargon içinde çok sert
bir sınıf mücadelesinin ifadesidir.
Bu sonuç, PKK’nın eski plebiyen kökenli ve gelenekli kadrolarında müthiş bir sarsıntıya yol
açar. Ama kimse de sesini çıkaramamaktadır.
Đşte bu ortamda, Öcalan, Đmralı’dan müdahale eder ve yeni çizginin kendisine karşı olduğunu;
Barzani’nin etnik milliyetçi çizgisi olduğunu, kendi projesinin inkarı olduğunu söyler. Bu
PKK’nın gerilla komutanlarına ve esas çekirdeğine tekrar güç verir ve aslında bir tür Askeri
darbe olur. Hasılı Türkiye’de gerçek iktidar nasıl Türk ordusunun elindeyse, Kandil’de veya
Kürt hareketinde de gerçek iktidar Gerilla’nın ve kadroların elindedir.
Yani Sağ çizginin Osman Öcalan öncülüğünde Kongra-Gel kongresinde yaptığı darbeye karşı
Abdullah Öcalan, sol çizgi aracılığıyla karşı darbe ile cevap vermiştir. Ama kendi otoritesine
güvenerek, onlara tekrar geri dönüş yolunu da açık bırakır.
Eğer bu günkü eğilim sürerse, Kürtler arasında Barzani ve Talabani çizgisine kayış sürerse,
uzun vadede Öcalan’ın çizgisinin hiçbir şansı bulunmamaktadır. PKK içindeki şimdiye
kadarki bütün bölünme ve ayrılmalarda ayrılanlar her zaman politik olarak sıfır
oluvermişlerdir Ama bu sefer pek öyle olmayabilir. Olsa bile sonuç değişmez. Artık koşullar
eskisi gibi değildir.
Öcalan çizgisinin inişini nasıl ABD’nin politikaları belirlediyse, bu inişi yine ABD
politikaları tekrar durdurabilir. Tabii isteyerek değil, mecburen, nesnel sonuçları itibariyle.
Şimdiye kadar, ABD’nin Kürtlere bağımsızlık vereceği sanılıyordu. Bu arada herkes bir
hafıza kaybına uğramıştı. Ama şimdi, ABD’nin hiç de bağımsız bir Kürdistan demediği,

201
Şiileri, Arapları, Türkiye’yi vs. gözetmek zorunda olduğu görülünce o yakın zamana kadar
süren Barzani ve Talabani çizgisine hızlı kayış biraz olsun yavaşlamış, hatta kimileri tekrar
ABD’nin bir emperyalist olduğunu hatırlamaya başlamış bulunuyor.
Irak’taki olumsuz gelişmeler, Öcalan’ın stratejisinin tekrar bir çekicilik kazanmasına yol
açabilir. Kürtler tekrar bölge güçleri arasındaki çatışmalarda bir piyon durumuna düştüklerini
gördükçe, bölge halkalarına Öcalan’ın projesiyle yaklaşmanın bu çıkmazdan biricik çıkış
olduğunu görebilirler. Çok zayıf da olsa bu olanak hala var. Ama bunun olabilmesi için,
Türkiye, Đran ve Arap aleminde böyle bir projeyi benimsemiş modern bir parti ve hareketin
ortaya çıkması gerekiyor. Yani Öcalan’ın Kürtler içinde yaptığını Fars, Türk ve Araplar
içinde yapacak; etniye, soya, dile dayalı ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir
ulusçuluğu yükseltecek hareketler ortaya çıkmadıkça, Kürt hareketinin bunları yaratması
kendi toplumsal ve kültürel sınırları nedeniyle olanaksız görünüyor.
Şimdiye kadar görülen o ki, PKK’nın kendisi bu dönüşümü ve toparlanmayı yapacak
durumda değil. O sınırlarını aşamıyor. Yapmak istediği projenin gerektirdiği cesur adımları
atma; modern yoksul sınıflara dayanmanın yollarını arama çabasında değil.
Aşağıdaki yazılarda bu sürecin daha genel tarihsel ve sosyolojik kavramlarla açıklanması ve
çıkış yolları yer alıyor.

202
Tarihsel Nedenler ve Nesnel Sınırlar

Demokrasi Üzerine Yazılar: 12

Ezilen Çoğunluğun Đki Kanadı ve Konumları

Şimdiye kadar Demokrasi konusunu, iki soyutlama düzeyinde ele aldık: ya sınıf ayrılık ve
çelişkilerinden soyutlayarak, örneğin sınıfsız toplumların olmuş ya da olası ilişkileri
bağlamında, bir çoğunluk ve azınlık ilişkisi olarak ele aldık; ya da bir adım daha atarak, sınıflı
toplumlarda ezilen ve sömürülen çoğunluk ve ezen ve sömüren azınlığın birbiriyle ve
demokrasiyle ilişkileri bağlamında. Böyle ele aldığımızda da, örneğin demokrasinin ezen ve
sömüren azınlığın egemenliğinin bir aracı olmaya uygun olamayacağı ve gerçek tarihte de
olamadığı sonucuna ulaşmıştık. Ama bunun yanı sıra ezilenlerin de, demokrasiyi pek
kullanamadıkları gibi bir olguyla karşılaşmıştık. Dolayısıyla bu paradoksun açıklanmasına
sıra gelmişti. Bunun için de bu paradoksun, nasıl bir tarihsel sürecin sonucu olarak ortaya
çıktığını araştırdık ve bunun, doğumda bir ters gelişin komplikasyonları olduğu sonucuna
vardık. Ne var ki paradoksu, bir tarihsel perspektife oturtma, komplikasyonların kaynağını
bize göstermekle birlikte, bunların nasıl bir mekanizma ve işleyişle ortaya çıktığı sorunu hala
ortadadır.
Bu cevabın ip ucunu, bizzat yine bize bebeğin ters gelmesi benzetmesi sağlar. Bebeğin ters
gelmesi demek, Đşçi Sınıfının, kapitalizmi aşabilecek olan sınıfın, devrim yapamaması
dolayısıyla, ağırlığın demokratik ve ulusal karakterdeki hareketlere kayması demektir.
Demokratik ve ulusal karakter demek ise, her şeyden önce, küçük burjuvazi ve köylülük
demektir. Dolayısıyla, ezilen çoğunluk ve ezen azınlık ilişkisini ele alırken, ezilen çoğunluk
içindeki, işçiler köylüler, küçük burjuvazi gibi ayrımları kavramsal araçlarımız arasına
katmamız gerekmektedir. Paradoksun işleyiş mekanizmalarının sırrı, ezilenlerin arasındaki
ayrımlardadır. Bu ayrımlara ilişkin kavramsal araçlara baş vurmak gerekmektedir.
Şimdilik, kolaylık olması bakımından, ezen azınlığı burjuvazi ile, ezilen çoğunluğu da Đşçi
Sınıfı ve Küçük Burjuvazi ile sınırlayalım. Bunların ilişkilerinin durumuna bakalım.
Sınıfları belirleyen, burjuva sosyolojisinin yaptığı gibi gelir düzeyleri değil, onların iktisadi
ilişkiler içindeki konumlarıdır. Bu konumlara baktığımızda, var olan toplumda, iki tür iktisadi
ilişki görülür. Geçmiş toplumun yadigarı olan iktisadi ilişkiler; modern toplumun ilişkileri.
Modern toplumda iki temel sınıf vardır: Đşçi sınıfı ve burjuvazi. Yani kapitalizm sadece işçi
sınıfı (iş gücünü satanlar) ve burjuvazi (üretim araçlarını elinde bulundurup iş gücü satın alıp
artı değere el koyanlar) ile mümkündür. Yani memurlar, küçük köylüler, esnaflar, rantiyeler
olmadan da bir kapitalizm mümkündür ve bu aslında en ideal kapitalizm olur.
Sınıfsal konumu gelir durumu belirlemez dedik. Gelişmiş ülkelerin bir işçisi, gelir durumu ve
yaşam kalitesi itibariyle pek ala geri bir ülkedeki 40-50 işçi çalıştıran, kelimenin gerçek
203
anlamıyla bir burjuvadan çok daha üst bir durumda olabilir. Bu birinin burjuva, diğerinin işçi
olma gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Bir de modern üretimle doğrudan ilişkisi olmayan (örneğin memurlar) ya da geçmiş üretimin
yadigarı (köylüler, küçük dükkancılar, esnaflar) tabakalar vardır. Bunlara küçük burjuvazi
deniyor.
Klasik el kitapları, küçük burjuvazinin, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki gri bölgeyi
doldurduğunu ve ikisi arasında yalpaladığını söyler. Ne var ki, bu tanım daha ziyade batı
Avrupa’nın klasik gelişimini ve gelirlere göre bir konumlanmayı ifade eder.
Batı Avrupa’da sanayileşme döneminde, gelir ve yaşam düzeyi bakımından gerçekten de
küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer alıyordu aynı zamanda hem emekçi hem
de üretim araçlarının sahibi olması nedeniyle de böyle bir ara bölgeyi dolduruyordu. Ancak
bu günkü dünyada, bu değerlendirme ve şema artık yetersizdir. Gelir düzeyi bakımından,
dünya ölçüsünde baktığımızda, işçi sınıfının gelişmiş ülkelerdeki çekirdeğinin, geri ülkelerin
ve bu ülkelerdeki ezilenlerin çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvalarından daha yüksek bir
yaşam ve gelir düzeyinde olduğu ortadadır. Aynı şekilde, aşağı yukarı ülkelerin içinde de
böyle bir durum vardır. Đşçi sınıfının örgütlü çekirdeği, küçük burjuvaziden daha iyi bir
durumdadır.
Bu durumun, klasik şemalara sığmayan ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. Đşçi sınıfının, bu
toplumu aşma yeteneğindeki çekirdeği ve zümreleri, sistemle uzlaşıp, onun içinde sınırlı
iyileştirmelere yani reformizme yönelmektedir; artık toplumun önüne bir projeyle çıkmaz,
kendini savunmaya yönelir. Đşçi sınıfının alt ve örgütsüz tabakaları ise, daha ziyade toplumsal
konumları ile işçi olmakla birlikte ruh durumlarıyla daha köylü bir karakter gösterirler.
Dolayısıyla bu tabakaların radikalliği de, küçük burjuva radikalizminin damgasını taşır.
Ama sadece işçilerin alt kesimleri değil, küçük burjuvazi dediğimiz kesimlerin de büyük bir
bölümü, işçilerin çekirdeğinden, hatta işçilerden daha yoksul olduğu için, radikalleşme
eğilimi gösterir. Yani işçi sınıfının çekirdeği reformistleşirken, küçük burjuvazi radikalleşir.
Bu ise, görünüşte, klasik, küçük burjuvazinin burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer aldığı ve
yalpaladığı genel şemaya uymaz. Aksine, gerek dünya, gerek tek tek ülkeler ölçüsünde, sağda
burjuvazi, ortada küçük burjuvazi, solda işçi sınıfı şeklindeki şemaya hiç uymayan bir
gerçeklikle karşılaşılır. Evet sağda kabaca gene burjuvazi vardır, solda ise, klasik şemaya
aykırı olarak, işçiler değil, küçük burjuvazi ve işçilerin alt tabakaları vardır. Ortada ise işçi
sınıfının reformist çekirdeği. Bu tabloda, klasik tablodaki işçi sınıfına dayanan modern
sosyalizmin yeri yoktur. Bu gün bütün dünyadaki siyasete bu tablo damgasını vurmaktadır.
Bütün dünyada, radikal demokratik hareketlere, küçük burjuvazi, reformist hareketlere de işçi
sınıfı damgasını vurmaktadır.
Tekrar edelim, iktisadi konumlar ve bundan çıkan siyasi tavırlara göre: soldan sağa doğru,
işçiler, küçük burjuvazi, burjuvazi ya da sosyalist, radikal, liberal tayfının yerini, küçük
burjuvazi, işçiler burjuvazi, yani kızıla boyanmış bir radikalizm, reformizm ve liberalizm tayfı
almıştır.

204
Küçük burjuvazinin bu “kızıla kayma”sı ve toplumsal muhalefetlere damgasını vurması
demek, ezilen çoğunluğun hareketlerine, dolayısıyla onların demokrasiyle ilişkilerine küçük
burjuvazinin damgasını taşıması demektir. Bu damganın niçin demokratik sistemler
kuramadığı ve uygulayamadığının sırrını ise bize sınıfsal bölünmelerin aynı zamanda tarihsel
ve kültürel bir bölünmeyi de yansıttıkları noktasından anlaşılabilir.
Toplumsal konuma göre sıralamada, burjuvazi hep sağdadır. Ama tarihsel ve kültürel konuma
göre, burjuvazi, küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alır. Bu konumlanış, nedenleri ve
demokrasi konusundaki sonuçları da gelecek yazının konusu olsun.
01 Eylül 2000 Cuma
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
*
Demokrasi Üzerine Yazılar: 13

Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı

Geçen yazıda, kolaylık olsun diye, üç temel sınıfı, yani burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi
sınıfını, iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından ele almış ve bu ilişkinin, yer
yüzündeki işçi sınıfının bölünmesi nedeniyle, nasıl bir yer değiştirmeyle sonuçlandığına
dikkati çekmiştik: Burjuvazi (liberal), küçük burjuvazi (radikal), işçi sınıfı (sosyalist)
biçiminde de ifade edilebilecek klasik konumlanış yerini, burjuvazi (liberal), işçiler
(reformizm,sosyal demokrasi) ve küçük burjuvazi (kızıla boyanmış radikalizm) şeklinde bir
konumlanışa bırakmıştır.
Ne var ki, bu konumlanış yatay bir ilişkiyi ve yer değiştirmeleri ele alır. Sınıflar arası ilişki,
sadece yatay bir ilişkiyi değil, zamansal ya da tarihsel bir ilişkiye de karşılık düşer ve bu
ilişkide, sınıfların konumları, yatay ilişkiden tamamen farklıdır.
Modern toplum, gerçekte saf olarak var olmaz, geçmişin kalıntılarıyla bir aradadır. Geçmişin
kalıntılarını ise, küçük burjuvazi temsil eder her şeyden önce ezilen sınıflar içinde. Buna
karşılık ise, işçi sınıfı, bir bakıma, bu toplumun inkarını, geleceği, onda doğmakta olanı.
Soruna sadece ekonomik ilişkiler, zenginlik ve gelirler bağlamında baktığımızda, küçük
burjuvazi, işçiler ve burjuvazi arasındaki bölgede yer alır; ama, tarihsel ve kültürel boyutuyla
baktığımızda, bu sefer Küçük burjuvazi ve işçiler uçlarda yer alırlar; biri geçmişi diğeri
geleceği temsil eder; burjuvazi bunların arasında yer alır. Kapitalizm öncesi, küçük
burjuvazide, kapitalizm burjuvazide, sosyalizm işçilerde, ifadesini bulur. Gelecekle geçmişin
arasında burjuvazinin ve kapitalizmin şimdisi vardır.
O halde, küçük burjuvazi, kapitalizmden daha alt ve geri bir üretim ilişkisini ve kültürel
yapıyı temsil ettiğinden, kapitalizmi aşma yeteneğinde olamaz, onun karşısında zafer

205
kazandığında bile en fazla ona bir gençlik aşısı verir. Jakobenizm denen küçük burjuva
radikalizmini, Marks’ın burjuva görevlerin plebiyen yollarla yapılması diye tanımlaması da
zaten bu anlamdadır. Tarihsel olarak burjuva uygarlığından daha geri bir üretim ilişkisinin
sınıfsal ifadesi olduğundan, küçük burjuvazinin ufku, burjuva uygarlığının ufkunu aşamaz. Bu
kültürel ve kavramsal temelden yoksundur.
Küçük burjuvazinin muhalefeti, ne kadar keskin ve radikal biçimler alırsa alsın, programatik
düzeyde bütünüyle burjuva uygarlığının ufku içinde kalmaya mahkumdur. Örneğin yirminci
yüz yılda bütün geri ülkelerde v e demokratik hareketlerde olduğu gibi, kendini ne kadar
sosyalist bir söylemle ifade ederse etsin, sözlerin ve kavramların gerçek anlamlarına ve
kullanımlarına bakıldığında, onların burjuva uygarlığının ufkunu aşamadıkları görülür.
Dolayısıyla burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmaya mahkumdurlar. Küçük burjuvazinin
burjuvazi karşısındaki en büyük siyasi başarıları bile, kültürel yenilgilere karşılık düşer.
Küçük burjuvazinin burjuva uygarlığını her fetih edişi, onun tarafından fetih edilişle
sonuçlanır.
Küçük burjuvazi ve işçi sınıfının burjuva uygarlığı ile ilişkilerini bir tarihsel analojiyle
açıklamayı deneyelim. Uygarlıkla karşılaşan ve onu fetih eden göçebe uluslar, bu fetih
ettikleri tarafından fetih edilirler. Yıktıkları uygarlığın yerine, ondan daha üstün bir uygarlık
kuramazlar, en fazla ona yeni bir atılım ve canlanma sağlarlar. Çünkü onlar, içinden geldikleri
üretim ilişkilerinde, o fetih ettikleri uygarlığın tüm kurumlarını kapsayacak bir kültürel
temelden ve kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ancak, benzer gelişmişlik düzeyine ulaşmış,
örneğin yerleşik bir kent yaşamına geçmiş halklar bir eski uygarlığı fetih ettiklerinde yeni ve
başka bir uygarlık kurabilirler. Çünkü onlarda, artık bir uygarlığın kurumlarını kapsayıp
örgütleyecek bir kültürel ve kavramsal temel vardır. Bu iki farklı biçimden birinciye göçebe
Türkler örnek gösterilebilir. Hiç bir yende orijinal bir uygarlık kuramazlar, fetih ettikleri
tarafından fetih edilirler. Buna karşılık, Araplar yerleşik bir toplumdan çıktığından,
uygarlıkların beşiğinde orijinal bir Đslam uygarlığı kurarlar.
Modern toplumda, burjuva uygarlığı karşısında, onunla çelişki içinde bulunan iki büyük
toplumsal güç olan ve ezilen çoğunluğu oluşturan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının konumları,
klasik orta doğu uygarlıkları karşısında Türklerle Arapların durumuna benzer. Bu benzetmede
küçük burjuvazinin payına, yerleşik bir toplumun kavram, kurum ve kültürüne sahip olmayan,
göçebe Türkler, Đşçi sınıfının payına da, yerleşik bir toplumun kurum, kavram ve kültürüyle
daha eski uygarlıkları fetih edip onlardan daha gelişkin bir uygarlık kuran Araplar düşer.
Sınıfları ve sınıflar arası ilişkiyi, tarihsel ve kültürel bir boyutla dakikleştirdiğimizde, sınıflar
arası ilişkilerin iktisadi ilişkilere nazaran kökten değişimi ile karşılaşırız. Örneğin Tarihsel ve
kültürel boyut itibariyle, burjuvazi ve işçi sınıfı birbirine daha yakındır, işçi sınıfı ile küçük
burjuvaziden. Aynı şekilde, küçük burjuvazi de, işçi sınıfına değil, burjuvaziye daha yakındır.
Đşçi sınıfı ve küçük burjuvazi birbirlerine en zıt ve uzak iki sınıfı oluştururlar. Đşte küçük
burjuvazinin politik konumu ile kültürel konumu arasındaki bu çelişki, küçük burjuvazinin
damgasını taşıyan hareketlerin niçin demokratik sistemlerle sonuçlanmadığının anahtarıdır.
Sınıflar arası ilişkiyi, böyle tarihsel ve kültürel ilişki olarak ele almak, bize bir yığın olayı
kolaylıkla açıklama olanağı da sağlar. Küçük burjuva dünyasından, kültürel ortamından,

206
küçük burjuva sosyalizminin saflarından hemen hemen hiç bir zaman modern sosyalizmin
çıkamamasının sırrı buradadır. Bütün büyük sosyalist teorisyenlerin, burjuva kültürünü
hazmetmeye uygun bir ortamdan gelmeleri ve bu kültürü özümleyerek aşmış olmaları bir
rastlantı değildir. Marks, engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg, Benjamin, Adorno, Mandel gibi
Marksizm’in bütün büyük teorisyenlerinin burjuva uygarlığının kültürünü çok iyi özümlemiş
ve onu içinde taşıyarak aşmış kişilerden oluşması bir rastlantı değildir. Buna karşılık, küçük
burjuva teorisyenlerin Mao’dan Enver Hoca’ya veya Đbrahim Kaypakkaya’ya kadar, Marksist
bir terminoloji ile konuştuklarında bile, metodoloji düzeyinde burjuva uygarlığının bile
gerisinde kalmaları bir rastlantı değildir Bu nedenle bir rastlantı değildir bütün küçük burjuva
radikal ve sosyalistlerinin sonradan burjuva liberallere ya da reformistlere dönüşmeleri. Bu
sadece bir siyasi kayış değil, burjuva uygarlığı tarafından bir kültürel fetih ediliştir. Bu
nedenle, olağanüstü azdır, modern işçi sosyalisti.
Tabii burada, işçi sınıfı deyince, radikal dergilerde işçi sınıfını temsil eden küçük kafalı, koca
pazulu, tulumlu ve anahtarlı, Neandertal adamına benzeyen yaratığın işçi sınıfıyla ilgisi
yoktur. Bu olsa olsa, işte o küçük burjuvazinin, kapitalizm öncesi dünyanın kültürünü
yansıtan küçük burjuvazinin, işçi sınıfı tasavvurudur.
Đşçi, başka bir şeyi olmadığı için, iş gücünü satarak yaşayan insandır. Gelişmiş ülkelerin ve
bütün dünyadaki şehirlerin, yani burjuva uygarlığının iktisadi, siyasi ve kültürel düğüm
noktalarının, nüfusunun büyük çoğunluğunu iş gücünü satarak insanlar yani işçiler oluşturur.
Ve bu günkü uygarlığı sırtlayanlar, tam da böyle insanlardır. Uzayda uyduları yerleştirenler,
Banglore’de tavuk kümesi gibi küçük odalarda bilgisayar programlarını yazanlar, güney doğu
Asya’da elektronik aletleri üretenler vs.. Onlar bu uygarlığı yaratmakla kalmazlar aynı
zamanda bu uygarlığın yaratığıdırlar, ve tam da bu nedenle o uygarlığın kültürel temellerini
içlerinde taşırlar ve bu sayede onu aşabilme yeteneğindeki tek toplumsal güç olmaya devam
ederler. Dünya işçi sınıfının bu günkü bölünmüşlüğü, ve işçi sınıfının modern burjuva
uygarlığını yaratan ve taşıyan çekirdeğinin, nispi refahı ve burjuvaziyle uzlaşmalarıdır
insanlığın durumunu umutsuz kılan da zaten.
Đşçi sınıfının burjuva uygarlığıyla ilişkisi, onu içinde taşıyarak aşma, diyalektik inkar
ilişkisidir, küçük burjuvazi ise, burjuva uygarlığın kavrama yeteneğinde olmadığı için, ve o
uygarlık onun karşısında üstün ve egemen bir toplumsal konumu ifade ettiği için, ekonomik
ve sınıfsal tepki yok ederek ya da yok sayarak inkar biçiminde yansır. Bir bakıma, küçük
burjuva direnişler ne kadar radikal ve yoksul tabakalara ve kapitalizme uzak ilişkilere
dayanıyorsa o kadar yok ederek ve yok sayarak inkarcıdır. Ve bütün inkarcılıklar gibi, inkar
ettiğinden daha geriye düşmekle ve onu teslimiyetle sonuçlanır.
09 Eylül 2000 Cumartesi
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/

207
Demokrasi Üzerine Yazılar: 14

Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi

Önce kısa bir hatırlatma. Yirminci yüzyılda bütün demokratik karakterli hareketlerin, ezilen
çoğunluğa dayanmalarına ve de demokrasi çoğunluğun çıkarlarını savunmanın aracı olmaya
en uygun sistem olmasına rağmen, niçin pek demokrasi diye bir dertlerinin olmadığı sorusuna
cevap arıyorduk. Bu cevabı ararken, önce tarihsel bağlamda, bugün yaşanan tarihin bir ters
doğum olmasına, yani kapitalizmi yıkma yeteneğindeki sınıfın onu yıkamamasına, dolayısıyla
onu yıkma yeteneğinde olmayanların öne çıkmasına yol açtığına dikkati çektik. Yani
kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilenlerin, ama o kapitalizmin kendi ürünü, kendi
yarattığı olmayan ezilenlerin, hareketleri damgasını vuruyordu tarihsel döneme. Bu ilişkinin
mekanizmalarını kavrayabilmek için, sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı sorununu
ortaya koyduk. Bu kavranışta küçük burjuvazinin işçilere değil burjuvaziye yakın olduğu;
ama daha geri bir üretim temelinin kültürel temeli nedeniyle onu aşma yeteneğinde
olamayacağı, onun tarafından fethedilmeye mahkum olduğunu gördük. Đşte bu özellik bize,
küçük burjuva radikalizminin niye demokrasi diye bir derdinin olamayacağının
mekanizmasını anlama olanağı sağlar.
Bu arada şu küçük burjuvazi ve burjuvazi kavramına da bir değinelim. Küçük burjuvazi
sadece toplumsal konumlanışı değil, kültürel bir konumlanışı ifade etmektedir. Yani modern
toplum ve üretimin kültürel temelinden uzaklığı, kapitalizm öncesi dünyaya aitliği de
belirlemektedir. Bu anlamda sadece, köylüler, esnaflar, zanaatkarları değil, işçi sınıfının,
genellikle alta tabakalarını oluşturan, toplumsal konumuyla işçi ama henüz ruh durumuyla,
kültürel yapısıyla köylü ve esnaf tabakaları da bu kategoride sayılabilir. Aynı şekilde,
burjuvazi de, sadece sermaye sahiplerini değil, burjuva dünyasının kültürünü edinmiş
aydınları, dolaylı ilişki içinde olmakla beraber, modern küçük burjuva tabakaları (memurları
vs.) içerir. Hatta, kendiliğinden işçi bilinci ve hareketi, yani reformist işçi hareketi de
burjuvaziye dahildir. Đşçi hareketi ancak sosyalist ve devrimciyse, burjuva ufkunu aşıp ayrı bir
güç olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle, işçi hareketinin alt tabakaları küçük burjuva ise, üst
tabakaları da burjuvadır, hem toplumsal eğilimleri, hem de kültürel yapısıyla.
Durum böyle görülünce, yirminci yüzyıldaki bütün devrimci, demokrat ve radikal hareketlerin
toplumsal temelinin küçük burjuvazi olduğu görülür ve bunlar genellikle burjuvaziye değil,
emperyalizme, sömürgeciliğe, onların işbirlikçisi bürokrat ve kapitalizm öncesi tabakalara
karşıdırlar. Yani burjuvazi de muhalefet içindedir bir ölçüde. Bu demokratik muhalefet içinde,
küçük burjuvazi büyük çoğunluktur, burjuvazi ise azınlık. Ve bunlar arasında, demokratik
hareketin içinde bir çatışma ve kavga, bir sınıf mücadelesi vardır. Bu mücadele burjuvazinin
kültürel üstünlüğü nedeniyle biçimsel demokrasi alanında ortaya çıkar.

208
Đlk bakışta, zaten çoğunluk olduğu için küçük burjuvazinin, demokratik hareket içinde
demokratik biçimlerin var olup güçlenmesinden çıkarlı olduğu düşünülebilir. Ancak,
sınıfların, tarihsel ve kültürel konumlanışı göz önüne alındığında, durumun hiç de öyle
olmadığı görülür.
Küçük burjuvazi, burjuvaziyle ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde kaybetmeye ve
burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva
reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu
kendi politikasına kazanabilir. Radikal küçük burjuvazi, bunu toplumsal bir eğilim olarak bilir
ve sezer. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu
aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi
olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz.
Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye
geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin
iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her
türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva
radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı
kabul etmez. Demokratik hareketlerin anti demokratik olmasının nedeni budur.
Elbette küçük burjuva radikalizmi bunu bilinçli olarak yapmaz, daha ziyade iç güdüsel,
toplumsal eğilimleri ifade ettiğini düşündüğü sembollerle gerçekleştirir. Zaten küçük
burjuvazinin burjuva ufkunu aşan bir program geliştirememesi nedeniyle, burjuva dünyasına
zıtlığı yansıtan semboller ve rozetler büyük önem taşırlar.
Ama böylece, küçük burjuva radikalizmi, uzun vadede yenilgisine yol açacak, ki bu son
duruşmada yine onun burjuva dünyası tarafından hazmedileceğinin bir ifadesidir, bir açmazla
karşılaşır. Burjuva reformizmi, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu
sağlayan biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının
gerici niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz
demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak
belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar
alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur.
Özetle, demokrasi sınıf savaşının aracıdır. Burjuvazi, kültürü nedeniyle, kendisine üstün bir
konum sağlayacağından küçük burjuvaziye karşı önderlik savaşında demokrasiden yana olur.
Küçük burjuvazi de biçimsel demokraside kaybedeceğini bildiği için, demokrasiye kuşkuyla
bakar ve bu nedenle bütün radikal ve devrimci demokratik hareketler biçimsel demokrasi
(sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü, her düzeyde seçimler) karşısında kuşkulu hatta
düşmancadır.
Burada ele aldığımız soyut gibi görünen ifadelerin, Kürt ulusal hareketiyle yakından ilgili
olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Kürt ulusal hareketi, bir yandan radikal ve devrimci idi, ama
aynı zamanda kültürel bakımdan, kapitalizm öncesinin baskısı altındaydı. Bu radikal çizgi,
hareketi yüklenen yoksul insanların ağırlığı; gerillanın prestiji ile; sürekli rotasyon, burjuva
dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı olduğu düşünülen yaşam tarzına yönelik tedbirler ile bir
ölçüde korunabildi. Bu koşullarda bile, sürekli oluşan bir bürokrasinin hantallığı ve

209
sabotajları; burjuva dünyasının bin bir yoldan sızışı sürekli bir kan kaybına yol açtıysa da,
şimdiye kadar tahribatlar yukarıdan kontrol mekanizmalarıyla daima sınırlı tutulabildi. Bu
mekanizmalar olmasa, hareket Kürt burjuvazisinin kontrolü altına geçer ve her şey yitirilirdi.
Ancak bu mekanizmalar artık hareketin bu günkü hedefleri bakımından işlevini yitirmektedir.
Demokratik biçimlere geçiş, Kürt burjuvazisinin hareketi kontrol altına alması ve bu da
yenilgi demektir. Yeni biçimlere geçemeyiş ise, gerekli toplumsal güçlerin harekete geçmesi
ve örgütlenmesinin bir engelidir ve yine yenilgi demektir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir?
Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü
bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Kürt hareketinin demokratikleşmesini, bu sınıfsal
bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, kesinlikle Kürt
burjuvazisine hizmet eder ve onun çıkarlarının örtüsüdür. Kürt hareketi ne yapıp yapıp şehirli
modern işçilere dayanmak zorundadır. Kimi eleştirmenler, Kürt hareketinin nasıl yapıp da
modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorunu yerine, biçimsel
demokrasi çağrılarıyla, aslında Kürt burjuvazisine imkan hazırlıyorlar. Eskisi gibi
dayatmalarla işin götürme çabaları da aynı şekilde sonuçlanır. O halde, sorun, demokratik
veya eski yöntemler değil; dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun
mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.
15 Eylül 2000 Cuma
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir

210
Đki Çizgi: Günay Aslan ve Yaşar Kaya

Yeni açılan Kürdistan Post sitesinde (http: //www. kurdistan-post. com/) iki farklı görüş
kendini şöyle ifade ediyor:
Biri Yaşar Kaya. Aynen şöyle yazıyor:
“1960’larda ortaya atılan Ortadoğu Devrimci Çemberi bir hayaldi. Türk, Đran, Pakistan
askeri oligarşileri CENTO’yu kurmuşlar, Kürtlerin idam fermanına Bağdat Paktı’ndan sonra
ikinci mührü basmışlardı. Ama ne Türk solunun, ne Đran solunun ne de Pakistan solunun
birbirinden haberi yoktu. Şimdi ki Ortadoğu Demokratik Federasyonu da öyledir.
KÜRTLERĐN FARS, ARAP VE TÜRKLERĐ DEMOKRATĐKLEŞTĐRECEK KÜLTÜRLERĐ
YOKTUR. Kürtler inkar ve imhaya karşı can derdindeler, Acemi Politikacı Abdullah Gül
ağzından kaçırdı, düşmeden bir hafta önce Saddam “gelin Kürtlerin kafasını birlikte keselim”
dedi. Biz kabul etmedik diyor. Ortadoğu’da Kürt gerçeği budur. Halen herkes bizi kesmede
işbirliği yapıyor. Bu gerçeği en çok Kürtler görmeli dediğimiz için biz “ilkel milliyetçi”
oluyormuşuz. Bırakın bizde Đttihat ve Terakki, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal, Karakol
Cemiyeti kadar milliyetçi olalım. Bunu da tartışalım dediğimiz için biz bir çizgi oluyormuşuz.
Şunu açıklıkla söyleyelim ki 45 yıldır durduğumuz çizgideyiz. Biz hancı olarak gelip geçen
çok yolcu gördük. Dedik ya artık Ortadoğu’da herkesin elinde bir yol haritası var. Bizim
çizgideki rehberimiz Kürt halkıdır. Herkese yeni çizgiler dileğiyle. . . ”
Diğeri Güney Aslan. O da aynen şöyle yazıyor:
“Kürtler artık kendi sorunlarıyla ilgilenmek ve buna uygun çözümler üretmekle yetinemezler.
Böylesi bir alışkanlık Kürt siyasetini marjinalize eder, Kürt toplumunu da edilgen bırakır.
KÜRTLER BUNDAN BÖYLE BĐRLĐKTE YAŞADIKLARI ARAB’IN, TÜRK’ÜN VE FARS’IN
SORUNLARINA DA KENDĐ SORUNLARI GĐBĐ SAHĐP ÇIKMALI VE ONLARIN
SORUNLARINA DA GEÇERLĐ ÇÖZÜMLER ÜRETMELĐ VE BUNLARI HAYATA
GEÇĐRMENĐN YOLLARINI ARAYIP BULMALIDIRLAR. Bundan kaçınmak, bunun
gereklerini yerine getirmemek ya da bu görevleri savsaklamak Kürd’ün –biçimi ne olursa
olsun -köle statüsünde kalmasına hizmet etmekten başka bir anlamını olmayacaktır ve bunun
vebali de ağır olacaktır. ” (Biz majiskülledik)
Bu iki yazı aynı sayfada bulunuyor. Aşağıda her iki yazının da tamamı var.
Đkisi de aynı konuyu tartışıyor ve farklı cevaplar veriyor.
Bu tartışma aynı zamanda bir strateji tartışmasıdır.
Bu tartışmayı açıkça yapmak gerekmiyor mu?
Bu yazılar bir başlangıç olamaz mı?
Başka cevaplar var mı?
*

211
“Yeni Çizgi – Yaşar Kaya
Evet biz Kürt ulusal ve demokratik mücadelesi içinde bir çizgiyiz. Bir defa Kuzey
Kürdistan’da 1950’li yıllarda başlayan inkara karşı çıkma eyleminin emekçilerindeniz. O
karanlık dönemlerin bedelini ödeyerek yola devam etmişiz.
Đkincisi her dönemde ne zaman Kürt halkının ciddi eylemleri olmuşsa, ister basın-yayın, ister
legal partiler, ister kültür alanında olsun, hiç bir mevziyi terk etmeksizin, emeğimizi
koymuşuz. Biz onun için bir çizgisiyiz. Kürt ulusal mücadelesinin en yakıcı dönemini olan
silahlı mücadele döneminde, ateş hattında basınını, partilerini, kurumlarını ve diplomasisini
yürütmüşüz. Onun için biz Kürt hareketi içinde bir çizgiyiz.
Üçüncüsü Kürt sorununun Kemalist bir gözle gören Türk sol kurum, kuruluş ve partilerinde
yer almadığımız için biz bir çizgiyiz. Elimizden geldiğince kafaları Kemalizm’in
kurtçuklarıyla dolu olan solun halkımızın önüne koyduğu safsataları deşifre edip Kürdistan
devriminin ideolojik olarak yönünü saptıranları bu halka teşhir ettiğimiz için bir çizgiyiz.
Kimse bizim çizgimizden rahatsız olmamalı. Kürt halkının yüce çıkarları nerede ise biz
elimizden geldiğince onu savunmuşuz. Bunu savunmaya devam edeceğiz. Geniş ve kanlı Kürt
coğrafyasında kurulmuş olan elli yıllık partiler Kürt aydınına gel benim kölem ol, bana
xulamlık yap, benim propagandamı yap, gereği kadar kullanır, sonra burnunu sürterim,
haddini bildiririm demişler. Hiç birisi, bana fikir ver, kişilik sahibi ol, üretim yap, bana proje
üret dememiştir. Biz bu iptidai kafalara karşı çıktığımız için bir çizgiyiz.
Biz çok sesliliği, özgür vicdanı, fikir özgürlüğünü, fikri suç saymayan basını savunduğumuz ve
köhne, çağdışı, küflü geri fikirlerle, tek parti ideolojilerini, dikta rejimlerini yerdiğimiz ve her
türlü geriliğe savaş açtığımız, her türlü ilerici, devrimci demokrasiye omuz verdiğimiz için bir
çizgiyiz.
Kürt ulusal dirilişinde Kürt devriminin arka bahçesi Kürt kültür rönesansına büyün önem
verdiğimiz ve ulusal bilinci besleyen ulusal kültürün önemine değindiğimiz için biz bir
çizgiyiz.
Örgütlenmenin parti kurmanın, kurum yaratmanın ve yaşatmanın çağın bilimsel gereğine
uygun olmasında ısrarcı olduğumuz ve legaliteyi vazgeçilmez bir metod olarak şeffaflığı ve
asrın bütün yaralarının merhemi olarak demokrasiyi tanıdığımız için biz buyuz.
Kürt ulusal hareketi ve aktifistlerinin çağı çok geriden takip ettiklerini söylüyorum. Biz her
türlü tartışmaya açığız. Karşı sözü olanlar elbette söylerlerse menmun oluruz. Gayem bir
manifesto yazmak değildir. Türk solu, Arap dejenere komünistliği, Fars kurnazlığı, Tudeh
solculuğu biz Kürtlere tam elli yıl kayıp ettirdi. Her ülke, her halk kendi solunu kendi yaratır,
kendi devrimini kendisi yapar. Bu sömürgeci rejimlerin burjuva inkarcılığı kadar, bu
ülkelerin devlete bağlı solu Kürtleri serseme çevirdi. Đşte kırk yıldır biz buna karşı çıktık.
Çizgi oluşumuz işte bundandır.
Kuzey Kürdistan’da yaratılan Kürt legalitesinin, ehliyetsiz ellerde çok kötü bir şekilde tahrip
edildiğini söylediğimiz için, itiraz ettiğimiz için mi çizgi olduk? Böyle çizgilere can kurban,
kadası belası ne ise çekilir elbet.

212
Ortadoğu’da bir ucu Kemalizm, bir ucu Saddam baazcılığı olan tek parti ideolojileri son
buldu. Kemaliz’min AB’ye girmenin önünde en büyük engel olduğunu Avrupalı söyledi.
Ecevit, Bahçeli, Mesut Yılmaz bir gecede acımasızca tarihin çöplüğüne gittiler. Bu en çok da
biz Kürtlere bir şey anlatmalıydı.
1960’larda ortaya atılan Ortadoğu Devrimci Çemberi bir hayaldi. Türk, Đran, Pakistan askeri
oligarşileri CENTO’yu kurmuşlar, Kürtlerin idam fermanına Bağdat Paktı’ndan sonra ikinci
mührü basmışlardı. Ama ne Türk solunun, ne Đran solunun ne de Pakistan solunun
birbirinden haberi yoktu. Şimdi ki Ortadoğu Demokratik Federasyonu da öyledir. Kürtlerin
Fars, Arap ve Türkleri demokratikleştirecek kültürleri yoktur. Kürtler inkar ve imhaya karşı
can derdindeler, Acemi Politikacı Abdullah Gül ağzından kaçırdı, düşmeden bir hafta önce
Saddam” gelin Kürtlerin kafasını birlikte keselim” dedi. Biz kabul etmedik diyor.
Ortadoğu’da Kürt gerçeği budur. Halen herkes bizi kesmede işbirliği yapıyor. Bu gerçeği en
çok Kürtler görmeli dediğimiz için biz “ilkel milliyetçi” oluyormuşuz. Bırakın bizde Đttihat ve
Terakki, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal, Karakol Cemiyeti kadar milliyetçi olalım. Bunu da
tartışalım dediğimiz için biz bir çizgi oluyormuşuz. Şunu açıklıkla söyleyelim ki 45 yıldır
durduğumuz çizgideyiz. Biz hancı olarak gelip geçen çok yolcu gördük. Dedik ya artık
Ortadoğu’da herkesin elinde bir yol haritası var. Bizim çizgideki rehberimiz Kürt halkıdır.
Herkese yeni çizgiler dileğiyle.”
*
“Yeni Dönemin Kürt Siyaseti – Günay Aslan
Denilebilir ki son iki yüz yılı ulusal ayaklanmalar ve onun arkasından yaşanan yenilgilerle
geçiren Kürtlerin yüzüne tarih ve talih ilk kez küresel süreçle birlikte gülmeye başlamıştır.
Zira, bin yıllardır bölgemizde ve ülkemizde kurulan her yeni dengeye “kurban” edilen Kürt
halkının merkezinde yeraldığı yeni bir denge ilk kez kuruluyor. Bu dengeyle birlikte de
Kürtlerin uluslararası demokratik toplumun eşit ve özgür bir üyesi olma statüsünü elde
etmelerinin yolu açılıyor. Bunun kıymetini bilmek ve hayatın sunduğu bu fırsatları iyi
değerlendirmek gerekiyor. Bunun için de yeni bir bakış açısı, çağa ve moral değerlere uygun
bir siyaset anlayışı ve buna uygun bir yapılanma kaçınılmaz oluyor.
Bu yönlü işaretler de yok değil. Ne de olsa, Soğuk Savaşın sona ermesi ve küresel çapta yeni
dengelerin kurulmaya başlanması süreci, tarihten günümüze kurulan her yeni dengeye
“kurban”edilen ülkemizi de yaşamsal önemde etkilemiş, yeni bir arayışa sürüklemiş ve bu
arayış da Irak Savaşı’ndan sonra daha bir boyutlanmıştır. Bölgesel gericiliğin tasfiyesinde
önemli bir mevziinin(IRAK) ele geçirilmiş olması, Kürt siyaset sınıfını da derinden sarsmış
ve onu yeni bir siyaset oluşturmanın ve de buna uygun yeni bir yapılanmayı hayata
geçirmenin arayışına itmiştir.
Özellikle de Irak Savaşı sonrası başlayan yeni dönem, bir bütün olarak Kürt siyasetinin siyasi
yetersizliğini aşmasında, çevresini saran kuşatmayı kırmasında ve geleceği kucaklamasında
önemli fırsatlar sunmuştur. Şimdi sorun bu fırsatların değerlendirilip değerlendirilemeyeceği
noktasında düğümlenmiştir.
Yeni Yaklaşım Kaçınılmazdır

213
Bu fırsatları değerlendirmenin biricik yolu da Kürt siyasetini dar örgütsel, ailesel, aşiretsel,
sınıfsal, din ve mezhepsel ve hatta ve hatta dar ulusal özelliklerin egemenliğinden
kurtarmaktan geçmektedir. Örgütsel, sınıfsal, dinsel ve de ulusal değerlerini tabulaştırmış,
deyim yerindeyse bu değerlerin kölesi haline gelmiş güçlerin küresel süreçte yapacakları bir
şey olamaz. Ülkemize, bölgemize ve de dünyamıza yeni bir bakış açısıyla, insanı merkezine
alan, “mülti-kültürel” bir bakış açısıyla bakmayan, zorlansa da, dünyayı sarıp sarmalayan
“evrensel entegrasyonun” böylesi bir bakışı zorunlu kıldığını kavramayan bir siyasetin Kürtler
adına bir çıkış yapması ve bölgesel ya da küresel bir alternatife katkı sunması olası değildir.
Bu adım atılmadan da ne ulusal aidiyetinin kölesi haline gelmiş bölge halklarının
demokratikleşmesi, ne de “ulusal özellikleri”tekelinde tutan bölgesel gericiliğin tasfiyesi
mümkün olabilecektir.
Bu bakış açısının küresel Kürt siyasetine damgasını vurması halinde ise hem Kürtlere
muazzam mevziler kazandıracak, hem de insanlığın gelişimin sürecine ivme katacaktır.
Evet, Küresel süreç, Kürt siyasetine, içinde hapsolacağımız ve üstelik yine de başkaları
tarafından yönetilmekten kurtulamayacağımız yeni sınırlar çizmek yerine, aidiyetlerimizi
kendimizi ve toplumuzu geliştirecek yeni siyasetlerin aracı yapmayı, bundan hareketle de
bölgesel gericiliğin çözülmesine öncülük etmeyi bir misyon olarak biçmiş bulunmaktadır. Dar
ulusal, sınıfsal, ailesel, aşiretsel, mezhepsel ve dinsel sınırlar yerine kendi özelliklerini
özgürce ifade edebilen, buradan hareketle de koruyup geliştirebilen ve dünya insanlığıyla
buluşturup kaynaştıran bir bakış açısı artık kaçınılmaz hale gelmiştir.
Kürt ve Kürdistan sorunu artık Türkiye’nin, Đran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin sınırlarının dışına
taşmış ve uluslararası toplumun “istikrar, güvenlik ve refah” arayışının önemli bir aracı
olmuştur. Kürtlerin bir bütün olarak bölgedeki ırkçı ve despotik rejimlerin çözülmesinde bir
“manivela” ya da “çözücü” işlevi görecekleri de artık bir “kader” haline gelmiştir. Tarih
onlara böyle bir misyon yüklemiştir ve bundan kaçış da mümkün değildir. Bölgesel gericiliğin
tasfiyesinde ve bölgenin uluslararası demokratik topluma entegre edilmesinde ve dolayısıyla
da tarihin Kürtlere sunduğu “öncü rolün” yerine getirilmesinde böylesi bir kılavuza ve onun
etkin araçlara yaşamsal ihtiyaç duyulmaktadır.
Kürtler artık kendi sorunlarıyla ilgilenmek ve buna uygun çözümler üretmekle yetinemezler.
Böylesi bir alışkanlık Kürt siyasetini marjinalize eder, Kürt toplumunu da edilgen bırakır.
Kürtler bundan böyle birlikte yaşadıkları Arab’ın, Türk’ün ve Fars’ın sorunlarına da kendi
sorunları gibi sahip çıkmalı ve onların sorunlarına da geçerli çözümler üretmeli ve bunları
hayata geçirmenin yollarını arayıp bulmalıdırlar. Bundan kaçınmak, bunun gereklerini yerine
getirmemek ya da bu görevleri savsaklamak Kürd’ün –biçimi ne olursa olsun -köle statüsünde
kalmasına hizmet etmekten başka bir anlamını olmayacaktır ve bunun vebali de ağır olacaktır.
Bir sonraki yazıda bu konuya devam edecegiz.”

214
Sosyalist ve Devrimci Demokrat Kürdistanlılara Mektuplar

Sunuş
PKK’ya ve / veya Kürt Ulusal Hareketinin derimci demokratik kanadına, yıllardır, çok uzun
bir süre birbiri ardınca bıkmaksızın uyarılar yaptık, çıkış yollarını gösterdik. Bunları kimi
zaman doğrudan, kimi zaman kırmamak için satır aralarında ifade ettik.
Şimdi o uyarılarını yaptığımız tehlikeler birer tehlike olmaktan çıkmış birer gerçeklik olmuş
durumda. Bu uyarı ve eleştirilere yukarıdan bakıp yokmuş gibi davrananlar, şimdi ne
yapacaklarını bilemez durumdalar. Batan gemiyi terk eden fareler gibi, bir an önce postlarını
kurtarmanın derdine düşmüş bulunuyorlar.
Yoksul ve ezilen Kürdistanlılar: Kebapçıların mutfaklarında yemek yapıp bulaşık yıkayan
avurdu çökük ezgin yoksul Kürdistanlı genç işçiler; Ezidiler, Aleviler, Kadınlar ve Genç
Kızlar; Hıristiyanlar; bir zamanlar devrimci demokratik özlemlerin ifadesi olan
Kürdistanlılığın yerini Kürtlüğün alması karşısında; yani devrimci ve demokratik eğilimleri
ifade eden bir milliyetçilikten; etniye, dile dayanan bir milliyetçiliğe; bu gerici milliyetçiliğe
doğru muazzam kayışın karşısında bu güne kadar her şeylerini verdikleri örgütün kadrolarının
hiçbir şey yapmaması ve yapamamasını görünce şaşkınlıkla kalakalıyorlar.
Kendine güvenli, neyi savunduğunu bilen, ona inanan bir ses bekliyorlar. Çıt çıkmıyor.
Örgütün bürokratlaşmış kadroları; bürokratlaşmamış olsa bile; sadece zafer ve güce göre
şekillenmiş militanları ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Halbuki, PKK’yı PKK yapmış, ona gerçek kimliğini ve desteğini vermiş Kürdistan’ın
ezilenleri, hala bu muazzam kayışa karşı bir direniş hattı oluşturabilir. Onların beklediği hala
net açık bir görüş ve tutarlı bir tavır. Kendilerine gerçekleri olduğu gibi söyleyecek bir ses.
Öcalan hala onların eğilimlerine ve duygularına; bu devrimci ve demokratik eğilime tercüman
olmaya devam ediyor. Ama Öcalan ile aralarındaki bağlantı kayışları kopmuş, çalışmıyor.
Öcalan’ın sözleri daha ağzından çıktığı an, bağlantı kayışlarının elinde ve dilinde anlamını
yitirip boş sözlere; papazların Pazar vaazlarına dönüyor; yayın organlarında politikayı değil
kimliği tanımlayan Pazar vuzından öte bir işlevle yer almıyor.
Çok ilginçtir, şu an Kürdistan’da ve Kürtler arasında, bu muazzam savruluş karşısında, tutarlı
bir ideolojik tavrı sürdüren ve savunan bir tek Allahın kulu yok. O anlı şanlı, tafrasından
yanına varılmazların hiç biri ortada görülmüyor. Tüm örgütü Öcalan’a karşı ve ona ihanet
içinde. Öcalan’ın kendi eğilimlerini dile getirdiğini bilen ve sezen en alttaki ezilen
Kürdistanlılar ise Öcalan’ın, böyle onu bir an için dilinden düşürmeyip tanrılaştıranların bu
gizli suikastı karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar.
*
Biz ise uyarılarımızı, önerilerimizi şimdiye kadar yaptığımız gibi bundan sonra da yapmaya
devam edeceğiz. Sanki dinleyen varmış gibi.
215
Bizim için yeni değil bunlar. Biraz hatırlatalım.
Hani şu bir zamanlar sosyalist denen ülkeler var ya. Onların sosyalist değil, işçi sınıfının
üzerindeki bürokratik diktatörlükler olduğunu; Ekim Devriminin tecrit olması nedeniyle,
Rusya gibi muazzam köylü bir ülkede, yirmilerin ortalarında bir bürokratik kastın bir karşı
devrimle iktidarı ele aldığını, onlarca yıl söyledi Devrimci Marksistler. Ama onların gücü
yoktu ki sözleri dinlensin. Fikirlere ardındaki güç kadar değer verirdi o anlı şanlı sosyalistler.
Onlar “doğru” yoldaydılar. Doğru oldukları için işte güçlüydüler.
Sonra birden o “Sosyalist Sistem” olmamışa döndü. O yanlarına varılmaz sosyalistler, derhal
eski dogmatik görüşlerinden kurtulup globalleşmenin ve liberalizmin savunucuları oldular. O
anlı şanlı TKP’lerden, SBKP’lerden ortada kimseler kalmadı.
Bu bayların kerameti kendilerinden menkuldur. Onlar dün o bürokratik diktatörlükmlere
sosyalizm derken de doğruydular bu gün globalleşme veya liberalizme övgüler düzerken de
doğrudurlar. Hatta bunun için diyalektik üzerine yemin bile edebilirler. Hani şu diyalektiğin
babalarından Hegel değil midir “gerçek olan aklidir” diyen.
Egemen sınıfların eski mesleğidir. En devrimci sözleri içini boşaltıp en gerici çıkar ve
konumların aracı yapmak. Şark’tır orası, boyuna takılan işkence aletine de güzel bir çiçeğe de
lale der.
Ama unutulan bir şey var. Biz o baylar sosyalistliklerinden kıl aldırmazken de o baylara karşı
sosyalizmi savunuyorduk; şimdi o baylar en gerici milliyetçilikleri; kapitalizmleri;
liberalizmleri savunurken de sosyalizmi savunuyoruz.
Nasıl her şeylere kadir tanrı, bir topal şeytanı yok edemez ise, biz şeytanın yer yüzündeki
gölgeleri de var olmaya devam ediyoruz.
Şimdi bu filmi bir defa daha göreceğiz anlaşılan. Bu sefer kürdistan’da. Daha düne kadar
Kürdistan’da sosyasitliği, devrimci demokratlığı kimseye bırakmayanlar şimdi ışık hızıyla ve
tabur tabur ABD’nin, liberalizmin; etni, dil ve soya dayanan milliyetçiliğin faziletlerini
keşfediyorlar. Devrimci demokratik ideallerini terk edip onlara eski bir elbise kadar bile değer
vermeden çöpe atıyorlar.
Bu baylarımız dün de doğru yoldaydılar bu gün de doğru yoldalar; onlar doğruluklarını
yollardan değil; yollar doğruluklarını onların varlığından alır. Onların bulunmadığı yolların
doğru olması mümkün değilir. Onların kerameti kendilerinden menkuldür.
Biz ise, dün de bu baylara karşı devrimci demokrasi ve sosyalizmi savunuyorduk bu gün de
savunmaya devam edeceğiz.
Çünkü biz insanlığın kurtuluşuna, zafer kazananların, galiplerin değil; mağlupların, daha
baştan yenik olan ve yenilgiye mahkum olanların daha büyük ve gerçek katkıyı yaptığını
düşünen bir mezhepteniz.
Yıllar önce bir yazımızda şöyle demiştik:
“Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir tavrın,
bir zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman

216
zaman bir parça ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler
sayesinde olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi değil.
Zaferi kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin daha çok katkısı vardır
insanlığın kurtuluşuna.

Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu bile olmayan bir tavır
olabilir ancak umudun kendisi.” (Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak,
http://www.comlink.de/demir/konular/programatik/gelecek.htm )

Uyarıları, eleştiileri, önerileri yapmaya devam. Sanki dinleyen varmış gibi. Önemli olan bir
gelenek birakmak, bir örnek sunmak, dersleri sistemleştirmektir.

Biz ideolojik mücadeleye devam deceğiz. Kullanmasını bilene en gelişmiş teorik silahları
sunmaya devam edeceğiz. Kimsenin onları eline almayacağını bile bile.

217
Freud, Güdük Fiiler ve Sınıfsal Eğilimler

Freud’un esas büyük katkısı, en sıradan, nedensiz gibi görünen rüyalar ve unutkanlıklar; dil
sürçmeleri gibi güdük fiilerin ardında bir nedensellik olduğunu ve bunun ardında da iç
güdülerle bilinç arasındaki gerilimin yarattığı bilinç altının varlığını keşfetmesidir. Yoksa bu
büyük keşfi somutlamaları, uygulamaları ve sunduğu açıklamalar, Orta Avrupalı bir küçük
burjuvanın dünyasını tarih ve toplum üstü evrensel bir insan özü olarak ele almaktan öteye
gitmez. Burjuvazi, Freud’u her zaman gerçek katkılarıyla değil, tam da bu yanlış yanıyla ele
alır ve sahiplenir.
Bu ele alışta, örneğin cinsel içgüdüler ve bastırmalar, insanın insan olma sürecindeki o müthiş
zembereğe bir ilgi ve vurgu görülmez; kapitalist toplumun şehir küçük burjuvasının
yabancılaşması ve ahlaki bastırmaları ve bunların ortaya çıkardığı nevrozlar evrenselleştirilir
tarih ve toplum üstü açıklamalar haline getirilir.
Halbuki, insanın insan olma sürecinde, cinsellik, bastırıp yüceltmeye uygun biricik canlı iç
güdüsüdür. Açlık, susuzluk, yaşama iç güdüleri bastırılamaz. Biricik bastırılabilecek güdüdür
cinsellik. Ancak cinsel yasaklar, bu iç güdüyü bastırma ve yüceltme, sürülükten topluma
geçme olanakları doğur. Cinsel yasaklar için soy, soyu tanımlamak için te totem olmazsa
olmaz koşuldur. Komünün tüm üst yapısı ve toplumsal örgütlenmesi toteme göre şekillenir;
totemi yaratan ise, soydur. Soy ise ancak cinsel yasakların olduğu yerde var olabilir. Bu
anlamda ele alındığında, insan totemi yarttığı gibi, totem tarafından yaratılmıştır. Kelimenin
gerçek anlamıyla insanı totemler yaratmıştır. Totemleri o ilk komünlerin allahları olarak
tanımlarsak; insanın Allah tarafından yaratıldığı; Allah’ın insan tarafından yaratıldığından hiç
de daha az doğru değildir.
Ama tarih gibi doğa da hiçbir şeyi karşılıksız vermez. Cinselliğin bastırılması ve bilincin ve
toplumsallığın gelişmesiyle birlikte; bilinç altı da gelişir. Bilinç altındaki birikimler ve
patlamalar da. Bu nedenle insan çıldıran hayvandır. En akıllı varlık olan insan, iç güdülerine
en egemen bu varlık, tüm hayvanlar aleminden iç güdülerine bastırmasıyla ayrılan bu varlık,
bir anda en ilkel sürü hayvanından bile daha ilkel olarak o bilinç altının; bastırılmış güdülerin
esiri olabilir.
Başa dönersek, işte Freud’un en büyük katkısı, sadece nevrozlar ve rüyalar gibi önemli ve
dikkati çeken değil; unutkanlık ve dil sürçmeleri gibi en dikkati çekmeyen, nedensiz gibi
görünen olyların ardında bile; bilinç altına itme mekanizmalarının bulunduğunu
göstermesidir.
Geçenlerde, Öcalan’a yazdığım ikinci mektubun hala verilmediğini, verilip verilmediğine dair
sorularıma da cevap verilmediğini. Neden böyle davranıldığını sorduğumda, bana “bir kasıt
yoktur. Şu ara çok önemli şeyler var, unutmuşlardır” diye cevap veriyordu.
Bu cevabın doğru olduğunu var saysak bile, yani ortada politik olmayan kasıtlı unutmalar
olmadığını var saysak bile, sonuç değişir mi?

218
O unutmaların, o güdük fiillerin ardında sınıfsal eğilimler, güdüler olduğu Freud’tan beri
bizler için bir sır değildir.
Bir komplo’dan bile söz edilebilir. Ama bu kelimenin gerçek anlamında bir komplo değildir.
Sınıfsal eğilimlerin yarattığı; kendiliğinden işleyen; konuşulmamış, görüşülmemiş bir
komplodur bu. Öne çıkarılan her görüş, öne çıkarılmayana karşı; söylenen her görüş
söylenmeyen, unutulan ve unutturulana karşı bir komplodur.
Bizim yazılarımızı, görüşlerimizi gizleyen, gündemden düşüren, yok veya önemsiz sayan her
davranış, Kürdistan’da devrimci demokratik ve sosyalist görüşlere karşı bir komplodur. Bütün
bu davranışların ardında; en bilinçsiz olunduğu durumlarda bile sınıfsal içgüdülerin yarattığı
bir komplo vardır.
Bu nedenle yazılarımız bir mihenk taşıdır.Eğer gerçekten Kürdistanlı sosyalistler veya
devrimci demokratlar kimin hangi safta olduğunu anlamak istiyorsa söylediklerimiz
karşısında gösterilen tavırlara baksın.
Çünkü onlar Kürdistan’da devrimci demokrasi ve sosyalizmin dayanabileceği biricik doğru
teorik temeli sunarlar. O yazılarda ifade edilen teorik ve politik çizgiye dayanmadan,
Kürdistan’da veya dünyanın başka bir ülkesinde, ne sosyalist ne de devrimci demokratik bir
alternatif geliştirmek; saldırıya karşı güçlü savunma mevzileri oluşturmak ve bir karşı saldırı
geliştirmek mümkün değildir. Bu görüşler, Marksizmin ve işçi hareketinin son yüz elli yıllık
mücadelesinde geliştirdiği deneylerden çıkan en gelişmiş teorik araçlara dayanmaktadır.
Bir örnek verelim, Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğuna dair bir tek derli toplu yazı var
mı? Yok. Bu konuda tek biz yazdık ve işin ilginci yazdıklarımız bizzat Demokratik
Cumhuriyet’i savundaklerini söyleyenler tarafından, yayınlanmadı ve engellendi. Şimdi onları
engelleyenler, ona açıktan saldırıyorlar. Bunlar bir rastlantı değildir.
PKK kadroları, Demokratik Cumhuriyet’i anlamadıklarından, onu savunamadıklarından
yakınıyorlar. Ama onun ne olduğunu gösterecek yazıları dün okumadıkları ve okumadıkları
gibi, bu gün de öyle davranmaya devam ediyorlar.
Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğuna dair bir teorik temel, onun doğruluğuna dair bir
inanç, bir bilgi yoksa nasıl savunulabilir ki?
Bu teorik temel ve açıklamalar ise, Đşçi hareketinin deneylerini sistemleştirilmiş biri
tarafından, Đşçi Sınıfının Devrimci demokratik Kürt hareketine bir desteği olarak
sunulmaktadır. Bunlara el bile sürülmemekte, gözlerden uzak tutulmakta, sonra da toplu
günah çıkarma ayinlerinde, biz anlayamadık diye ağlaşılmaktadır.
Đnsan moral makinasıdır. Bir şeye inanmıyorsanız, doğruluğundan emin değilseniz nasıl
savunursunuz ki? Đnanmadığınız, savunmak için teorik olarak cihazlanmadığınız bir görüşü
savunmanızın olanağı var mıdır? Yoktur.
Böyle bir durumda, bir yandan Demokratik Cumhuriyet’i anlatan yazıları gizlemek,
bilinçlerden uzak tutmak; sonra da demokratik Cumhuriyet’i anlamadık diye ağlaşmak, bu
sınıfsal iç güdülere dayanan sözleşilmemiş bir komplodan başka bir şey değildir.

219
Açık konuşalım. PKK’ya, Kürdistanlı Devrimci Demokratlera eğer varsa sosyalistlere
demokratik cumhureyet stratejisini anlamaları ve savunmaları için en mükemmel, en gelişmiş
araçları sunduk. Bunların hiç birine dokunan olmadı ve olmuyor.
Örnek verelim.
Demokratik Cumhuriyet Programını ve stratejisini, Komünist Manifesto’ya benzer bir
biçimle, edebi bakımdan oldukça da iyi bir metin olarak; sadece Kürtlerin değil, Orta
Doğu’daki tüm etnilerden, dinlerden, dillerden insanların kendilerini bulacakları bir biçim
içinde anlatan ABD’nin büyük orta doğu Projesine bir alternatif olarak koyan Ortadoğu Đçin
Demokratik Manifesto adlı bir metin yazdık.
Bu metin hem programatik ve stratejik açıklık sağlamakta, hem de ideolojik silahlar
sunmaktadır.
Bu metni bütün Kürt yayın organlarına mail ile yolladık, sayfamızda yayınladık. Bir tek kişi
çıkıp, suskunluktan kurtulması, üzerine tartışılması için bir şey yazmadı ve hiç biri
yayınlamadı.
Bu gaflet ve önüne hazır olarak verilen silahı almama konusundaki gafletten uyandırmak için,
tuttuk bu metini, yayınlaması için PKK’ya yayın evlerince yayınlanmasını önerdik. Hiçbir şey
istemediğimizi belirttik: Kimse cevap bile vermeye değer bulmadı.
Bıkmadık, son kongre öncesinde, metni tuttuk hem Öcalan’a hem de Kongra Gel kongresine
yolladık ve Kongra Gel’e program olarak önerdik. Ne gündeme alındı, ne cevap verildi.
Ondan sonra da “Çizgiyi Anlamadık” diye ağlaşıldı.
Bıkmadık. Öcalan’a yolladık aynı zamanda bir mektup olarak. Belki Öcalan’a sunulmuş bir
mektup olduğu için yayınlanır diye düşündük. Yayınlamadılar. Tartışmadılar.
Mektup diye mektupları sunan kısa mektubu yayınladılar. Mektubun asıl kendisi olan bu
metni ve Beşikçi Eleştirisini yayınlamadılar.
Daha sonra Öcalan, Görüşme Notları’nda “Demir’in yazılarını Okudunuz mu” diye sorarak
zımnen tavsiye etmesine ve okunmasını önermesine rağmen. Yine yayınlamadılar. Hatta bu
sözlerini de tahrif ettiler. Öcalan “Okudunuz mu?” diye sorar ve zımnen okunmasını
önerirken, gazete sayfalarında yayınlanan görüşme notlarında “Demir’in yazısını Okudum”
şeklinde yayınlandı. (Bu “güdük fiil”erin, “Dil sürçmelerinin” ardında rastlantılar değil,
sınıfsal içgüdüler olduğuna daha önce değindik.)
Öcalan tuttu bir de bizim, kendi görüşlerini geliştirip savunabileceğimizi söyledi. Böyle bir
görev istemiyorduk ve yapmazdık ama en azından, Öcalan’ı dokunulmaz tabu kılanların onun
dediklerini bir emir olarak görmeleri beklenirdi. Yani bu durumda, Öcalan’ın okunmasını
önerdiği metinleri basması beklenirdi. Tekrar yayınlanmasını önerdik: cevap bile verilmedi.
Ama bütün bunları yapmayanlar; “Okudunuz mu”yu “okudum” yapanlar. Çok önemli
meseleleri görüşmekten toplu halde “demokratik cumhuriyeti anlamamışız” ayinleri yapanlar,
aynı gazete sayfalarında, TV’de, Öcalan’ın görüşlerine; demokratik Cumhuriyet Programı ve
stratejisine açıkça karşı oldukları bilinen, Ahmet Kahraman, Haydar Işık gibileri karşısında

220
ağızlarını açarak bir tek söz söylemiyorlar; onlara karşı kendileri bir tek sözcükle mücadele
etmiyorlardı.
Bu görevi yine aynı komplonun bir parçası olarak, Türk Solu kökenli yazarlara bırakıyorlar,
onlar da, kendilerini defalarca uyarmamıza rağmen bile bile bu oyuna ve komploya alet
olmaya, Özgür Politika sayfalarında yazmaya devam ediyorlardı.
Bunun adı da “Kürt Gerçekliği” oluyordu. Kadrolar arasında şöyle davranılmaktadır. Önce
Öcalan’ın görüşleri ya da eski devrimci demokratik gelenekten gelen görüşler sıralanmakta,
ama bunlar hep hamasi bir şekilde pratikten uzak olarak, birer besemele gibi tekrarlanmakta;
ondan sonra “Kürt gerçekliği”nden söz edilerek, biraz önce söylenenlerin 180 derece aksi,
aslında kendi savunduğunu söylediği stratejiye karşı görüşler savunulmaktadır. Bunun adına
da politika denmekte ve bunun politika olduğu sanılmaktadır.
Sorunun, yani Demokratik Cumhuriyet’in, ulusun nasıl tanımlanacağı sorunu olduğu, bu
noktada açık teorik ve ideolojik mücadeleye girmek gerektiği; gereğinde kısa vadede ilkel bir
milliyetçiliğin akıntısına kapılanlardan tecrit olmayı göze almak gerektiği görülmemekte ve
kimse buna cesaret edememektedir.
Sadece bu kadar da değil. Cahit Mervan isimli kişi örneğin Özgür Politika sayfalarında,
Öcalan’a yazdığımız mektupları, Öcalan’ın görüşlerinin savulmamasına ilişkin
gözlemlerimizi aktarmaları; Öcalan’a ihbarcılık yapıyormuşuz diye tanımlamakta ve bu
yayınlanmakta: kimse çıkıp buna bir tek kelimeyle olsun cevap vermemektedir.
Açık ki, bütün gazete ve televizyonun bütün en kritik noktalarında bulunanlar, demokratik
Cumhuriyet’e karşı ve Ulusun dil ve etniyle tanımlanmasından yana olanlardan oluşmaktadır.
Yani PKK’nın kontrolündeki bütün organlar, aylardır, hatta yıllardır, Öcalan’a karşı bir
ideolojik mücadelenin araçlarıdır. Burada saldırı doğrudan Öcalan’a karşı değil, bir savaş
hilesiyle, onunla özdeş olduğu düşünülen görüşler ve semboller üzerinden yapılmaktadır.
Herkes toplu halde bir ihanete ortak olmaktadır. Bizim gazeteden ayrılışımız bu ihaneti açıkça
ortaya koymasına ve defalarca uyarmamıza rağmen bu ihanete devam edilmektedir.
Bu gün koskoca örgütte, ulusun dele, etniye dine göre tanımlanmasına açıktan karşı çıkacak,
karşı tarafa açıktan ideolojik mücadeleye girecek bir tek kimse bulunmamaktadır. Aslında
PKK fiilen ideolojik olarak çökertilmiş bulunmaktadır. Gerici milliyetçilikle mücadele
etmeyenler de onun hizmetindedirler.
Şimdi artık onların karşısında konuşacak bir tek sözleri kalmamış bulunuyor.
Bunun en ilginç örneği Ahmet kahraman’la yaşandı. Ahmet kahraman bir yazısında Mihri
Belli üzerinden Gazetede yazan Türkiye solu kökenli yazarlara ağır ifadeler kullandı. Bunun
üzerine gazetede birkaç gün sonra, Ahmet Kahraman adına, o da yine Türk solu kökenli
yazarların uyarısıyla, özer dilendi. “Gözden kaçmış” dendi.
Ama sonra da A. Kahraman, “ben dediğimin arkasındayım benim adıma kimse özür
dileyemez dedi” ve bunu da kuzu kuzu yuttular.
Bu gün, etniye dayanan milliyetçiliğe açıkça karşı olmadan, demokratik cumhuriyet
savunulamaz. Hem Kürt gerçekliği diyerek, ulusu dil ve etniyle dayanan görüşlerle kuzu kuzu

221
bir arada yaşayacak onların saldırıları karşısında zerrece tepki göstermeyeceksiniz, hem de
sözde demokratik bir cumhuriyeti savunduğunuzu söyleyeceksiniz. Buna kargalar güler.
Buna karşı mücadele etmek istiyorsanız yapmanız gerekenler şunlardır.
1) Gazetedeki Türk yazarlara “Lütfen artık yazmayın. Sizleri alet ederek Öcalan ve
Demokratik Cumhuriyet stratejisine saldırıyorlar. Bu saldırılara biz cevap vermek
istiyoruz ve öncelikle bizim cevap vermemiz gerekir. Yazılarınızı yine yazar ve başka
yerlerde yayınlarsanız biz sizin yazılarınızı gereğinde oradan alıp yayınlarız. “Biz
yayınlıyoruz işte” deriz. Bu saldırılara ancak biz Kürt devrimci demokratları veya
sosyalistleri cevap verirsek anlamlı olur. O zaman Kürt Türk tarzında değil, Kürtler
içindeki bir sınıf mücadelesi ve ideolojik mücadele olarak tartışma olabilir”. denerek
onların yazmaması sağlenmelı.
2) Gazete’de yazan, Demokratik Cumhuriyet karşıtı yazarlara da yol gösterilir. Ya da
onların her imasına, her dokundurmasına açıktan yine gazete sayfalarında Kürt
devrimci demokrat ve sosyalistlerince karşı yazılar yazılır. Onlara ideolojik olarak göz
açtırılmaz.
3) Bizim şimdiye kadar yazdığımız yazılardan özellikle Demokratik Cumhuriyet’i ve
yeni stratejiyi açıklayanlar, Đsmail Beşikçi Eleştirisi, derhal yayınlanır ve aynı
zamanda toplu olarak tartışılır.
4) Orta Doğu Đçin demokrasi manifestosu, Kongra-Gel tarafından Program Taslağı
olarak gündeme alınır ve tartışılmaya başlanır.
Karşi mücadeleye girebilmek için öncelikle ideolojik silahlanma ve cihazlanma
gerekmektedir. Bunu bizim yazdıklarımızdan başka size sağlayacak kitap bulunmamaktadır.
Bunlar acil olarak ilk elde yapılabilecek olanlar ve yapılması gerekenler.
01.09.2004

222

You might also like