You are on page 1of 163

Şark İslâm Klasikleri

İHŞA'ÜL-ULÛM
İlimlerin Sayımı
F ar ab i
Şark İslâm Klasikleri
22

No. 9047
TOPTAN SATIŞ
İstanbul Devlet Kitapları Müdürlüğü
Ankara, İzmir, Adana, Samsun, Elazığ ve Erzurum
Bölge Şeflikleri
PERAKENDE SATIŞ
Millî Eğitim Yayınevleri
ve Bakanlık Yayınları satıcıı

6 KDV DAHİL FİYATI:


(1887 Lira+113 Lira;
MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI YAYINLARI: 484
BİLİM VE KÜLTÜR ESERLERİ DİZİSİ : 57
Şark İslâm - Klasikleri : 22

it^^Jll
Kitabın adı
İHSÂ'ÜL - ULÛM
İlimlerin Sayımı
Yayın kodu
90.34. Y.0002.276
ISBN 975.11.0250.2
Baskı yılı
1990
Baskı adedi
20.000
Dizgi, baskı, cilt
MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ

Yayımlar Dairesi Başkanlığı'nın


9.10.1990 tarih ve 8306 sayılı yazıları ile
üçüncü defa 20.000 adet basılmıştır.
Şark - İslâm Klasikleri

ÎHSÂ'ÜL-ULÛM
İLİMLERİN SAYIMI

Farabî

Çeviren
Prof. AHMET ATEŞ

İstanbul 1990
İÇİNDEKİLER

Giriş
FÂRÂBÎ
Hayatı, Eserleri ve Felsefesi

1. Hayatı/1
2. Fârâbî'nin Eserleri/23
3. Fârâbî'nin Felsefesi/35

İHSA'-ÜL ULÛM
İlimlerin Sayımı Hakkında Kitap
1. Dil İlmi Hakkında/57
2. Mantık İlmi Hakkmda/67
3. öğretme (Talim) İlimleri/92
Sayı (aded) ilmi/92 Hendese ilmi/94 Menazır ilmi/97
Yıldızlar ilmi/ilmilOl Musiki ilmi/104
Ağırlıklar ilmi/106 Tedbirler (hiyel) ilmi/107

4. Tabiat ve ilâhiyat ilimleri hakkında/111


İlahiyat ilmi (el-ilm-ül-ilâhî)/121

5. Medeni ilim, fıkıh ilmi, kelam ilmi


hakkında/125

Medeni ilim/125 Fıkıh ilmi/132 Kelam ilmi/133

Notlar
ÎHSÂ'ÜL - ULÛM
İLİMLERİN SAYIMI
Giriş
FÂRÂBÎ

I
HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFESİ

1. HAYATI (874 - 950 / 260-339)

«Fârâbl, islâm feylesoflarının en an*


layışlısı ve eski ilimleri en iyi bilenidir.
Onlar arasında feylesof sayılmağa değen
yalnız odur. ölümünden önce, kemale eriş-
miş, gerçeğe varmıştı.»
İbn-ü-Sab'ln, Büdd-ül-ârif

İslâm aleminde, ilk olarak, hakikî felse-


feyi en iyi bir şekilde anlayıp yayan ve bun-
dan dolayı, bütün dünyanın kabul ettiği üzere,
kendisine, Aristo'nun «ilk öğretmen» sayılma-
sına karşılık, ikinci öğretmen (el- muallimüs-
sâni) lâkabı verilmiş olan Fârâbî, Mâverâün-
nehr'de, Balasagun civarrıda, bugün yıkıntı-
ları Karagöl gölü yakınlarında bulunan bir şe-
hir ile onun dahil olduğu vilâyetin adı olan Fâ-
râb'da doğmuştur. Fârâblı, mânasına gelen Fâ-
râbî nisbesi işte bu Fârâb'dan gelmektedir. An-
cak Fârâbî'nin bugün adı yerine geçmiş olan
olan bu nisbesi, onun Fârâb vilâyetinde doğ-
2 CİRiS

duğunu kesin olarak göstermekle beraber, bu


vilâyetin başşehri olan Fârâb şehrinde doğdu-
ğunu aynı kesinlikle göstermez.
Fârâbî ile aşağı yukarı çağdaş olan Ibn
Havkal (el-mesâlik-ü ve 'l-memâlik «Yollar ve
ve ülkeler» adlı eserini 977/367'de, yani bizim
Fârâbî'nin ölümünden 27 sene sonra, yazmış-
tır), onun küçük bir kale olan Vesîc'de doğdu-
ğunu söyler. Bu rivâyetin doğru olmaması için
hiçbir sebep yoktur. Buna göre Fârâbî, aslında
Vesîcli olduğu halde, nisbesini, örneği pek çok
görüldüğü üzere, belki pek küçük olup, herkes
tarafından bilinmeyen Vesîc'den değil, onun
dahil olduğu ve herkesçe tanınan Fârâb vilâ-
yetinden almıştır. Fârâbî'nin çok daha garpte,
Horasan'ın büyük şehirlerinden biri olan Fâr-
yab'da doğduğuna dair rivayetler, herhalde,
bir isim benzerliğinden ileri gelmiş bir yanlış-
tan ibarettir.
Fârâbî'nin babasının, doğduğu şehrin, ya-
ni Vesîc'in askerî kumandanı olduğu söylenir.
Asıl adı kaynaklarda, dede adları ile türklü-
ğünü açıkça gösteren şu şekillerde görünmek-
tedir: Muhammed b. Muhammed b. Tarhan
b. Avzalag,1 veya Muhamed b. Tarhan b. Avza-

1 Bu ad umumiyetle Uzlug veya Uzluk şeklinde

okunmaktadır. Fakat meşhur hal tercümesi müellifi


îbn Hallikân bunun burada yazıldığı şekilde okun-
ması icap ettiğini bilhassa açıklamıştır (Vefey&t,
C 11, s. 102).
FARABİ. İ. hayati 3

lag, veya Muhammed b. Muhammed b. Nasr,


veya Muhammed b. Avzalag b. Tarhan v.s. Ken-
di eserlerinde daha tam bir isme rastgelin-
mez, bunlar umumiyetle «Ebû Nasr-el-Fârâbî
dedi» gibi bir cümle ile başlar ki, buradaki
Ebû Nasr onun künyesidir. Ne olursa olsun,
yukarıki kayıtlardan, onun tam adının Ebû
Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b.
Avazalag olduğu çıkarılabilir.
Fârâbî'nin ne zaman doğduğunu da bil-
miyoruz. Fakat en güvenilir kaynaklar onun
hicrî 339 (milâdî 950) senesinde, 80 yaşına ya-
kın olduğu halde, öldüğünü söylerler. Bun-
dan dolayı hicrî 260 (milâdî 874) tarihi, bü-
yük bir ihtimal ile, onun doğum tarihi olarak
kabul edilebilir.
Fârâbî'nin nasıl bir fikir çevresi içinde
yetiştiği belli değildir. Şu var ki, onun doğduğu
sıralarda, memleketi Sâmânîlerin (204 - 395 /
819- 1005) idaresi altında bulunuyordu. Bu sü-
lâleye mensup hükümdarların himayesi altın-
da, Maveraünnehr'de Yeni îran edebiyatının
doğduğuna ve, başta Rûdekî olmak üzere, pek
mühim şahsiyetler yetiştiğine şahit oluyo-
ruz. Bunlar arasında, eserleri bugüne kadar
gelmemiş olmakla beraber, Şehîd-i Belhî gibi
büyük bir şair feylesof da bulunmaktadır. Arap
dil ve edebiyatı da bu zamanda ve bu sahada
son derecede inkişaf etmişti. Bundan dolayı
I V . / X . yüzyılın ilk yansında yetişmiş olan
4 CİRİ3

es-Sa'âlibî bu devir şairlerinden bahseden Ye-


tîmet-üd-dehr'inin büyük bir bölümünü, 4. cil-
din ilk yarısını, bu sahada yetişmiş olan ve bil-
hassa arapça, bazan da arapça ve farsça yazan
mühim edip ve şairlere ayırmıştır. Bu ülke, bu
devirde ilim bakımından da, son derecede ve-
rimli idi. Fârâbî'nin doğum yeri olan Fârâb'a
gelince, bu vilâyetin eski devirleri hakkında
elimizde kâfi derecede bilgi yoktur. Ancak aynı
çağda bugün halâ kullanılmakta olan Sahâh-ül
-Cevheri adlı arap lügatini yazmış olan îsmâil
b. Hammâd-il-Cevherî (ölümü 393/1003) ile
Dîvân-ül-edeb'i yazan Ebû İbrâhim Ishak b.
îbrâhim-il-Fârâbî (ölüm 350/961)'yi anmak, bu
şehrin islâm âlemine ve kültürüne büyük fey-
lesofumuzdan başka şahsiyetler de verdiğini
göstermeğe kâfi gelir. Elhasıl, ne olursa olsun,
Fârâbî islâm ülkelerinin merkezinden, Bağ-
dad'dan uzak, fakat fikir hareketleri bakımın-
dan çok canlı ve verimli bir sahada yetişmiş-
tir.
Fârâbî, ilk tahsilini her halde anayurdun-
da gördü. Bu tahsilin o zamanlar mutad olan
arapça ve dinî bilgiler olduğu muhakkaktır.
Kaynaklarımızdan bazıları, onun yalnız türk-
çe bildiğini, ancak Bağdad'a geldikten sonra
bu şehirde arapçayı öğrendiğini söylerler ki,
bu bir yanlış anlamadan ileri gelmiş olmalıdır;
çünkü aynı kaynaklar, onun Bağdad'a oldukça
tanınmış bir şahsiyet olarak geldiğini söyler-
FARABİ. İ. HAYATİ 5

ler. Yukarıdanberi verilen açıklamalardan,


ona, doğduğu memleket ve çevrede, ilk tah-
silini kazandıracak ve kâfi derecede arapça
öğretecek hocaları kolayca bulabileceği gö-
rülmektedir. Esasen, görünüşe göre, onun ha-
yatının sonlarına doğru veya olsa olsa belki 40
yaşından sonra geldiği Bağdad'da bu dili yeni
öğrenmeğe çalışması, o zamanın kendisinden
sonra İbn Sina'da da gördüğümüz ve başka
örnekleri de pek çok olan, erken, pek küçük
yaşta başlıyan ve programı birinci derecede
arapça dil bilgisini ihtiva eden tahsil sistemine
çok aykırı düşerdi. Nihayet Fârâbî, bazen «bi-
zim dilimiz» dediği arapçada, büyük Arap ve
İranlı ediplerin yapmağa muvaffak olamadıkla-
rı bir inkilâp yapmıştır: O, arapçayı, bütün
eserlerinin açık olarak isbat ettiği üzere, her
türlü felsefî fikirleri kolayca ve rahatça ifade
edebilecek bir seviyeye yükseltmeğe muvafak
olmuştur. Ondan önce, Süryanîler'in ve bizzat
Arapların tercüme ettikleri ve yazdıkları felsefî
eserlerde görülen kaba, cümleleri arasında ir-
tibat bulunmıyan ve birçok mefhumları iyi
karşılamıyan dil yerine, pürüzsüz, her mefhu-
mu en güzel bir şekilde ifade eden ve felsefî
düşüncenin zarurî kıldığı ve kısa ve kesik cüm-
lelerden mürekkep olup rabıt edatları ve rabıt
şekilleri çok az olan arapçanın hakikî bün-
yesi ile uzlaştırılamaz görülen türlü fikrî bağ-
lar ile birbirine bağlı, müteselsil uzun fikirleri
6 CİRİS

ifade edebilecek bir Arap felsefe dili kurmağa


muvaffak olmuştur. Bu bakımdan da, Arap
dili ve edebiyatı tarihinde, parlak ve silinmez
izler bırakan büyük feylesof, bu dili her halde
çok geç bir yaşta değil, ancak çocukluk yaşın-
da öğrenmiş olmalıdır.
Bütün bu düşünceler ile beraber, Fârâbî-
nin Bağdad'da arapçaya da çalıştığı ve İbn-üs
-Serrâc diye tanınan Ebû Bekr Muhammed b.
es-Serî'den (ölümü 3 1 6 / 9 2 8 ) arapça nahiv,
yani gramer dersi almış olduğu, buna karşılık
ona mantık öğrettiği hakkındaki rivayetler as-
la esassız olmıyacaktır. Fârâbî'nin, Bağdad'a
geldiği zaman, pek çok halis Araplar, hattâ
Arap edip ve şairleri gibi, klasik arapçanın
gramerini tekrar etmek ve mükemmel bir su-
rette kullandığı dilin hususiyetlerine daha faz-
la nüfus etmek istemiş olması mümkündür.
Bu ders mübadelesinin mahiyeti, biraz ileride,
daha esaslı bir şekilde gösterilecektir.
Böylece, ilk tahsilini herhalde Vesîc'de
gördüğü muhakkak olan Fârâbî'nin, bu sıra-
da , ana dili olan türkçe ile beraber, muhitin-
de kısmen edebiyat dili olan farsçayı ve bu
ilk tahsilin sonunda elde ettiği arapçayı bil-
diği muhakkaktır. Bunların dışında başka dil-
ler biliyor mu idi? Bazı eserlerinde, bir takım
yunanca kelimelerin izahını verirken, veya ba-
zı tabirleri kullanırken onların tekabül ettiği
yunanca kelimenin harfiyen tercümesinin baş-
FARABİ. İ. HAYATİ 7

ka olacağını, meselâ Yunan gramerinde «fiil»


İstılahına karşılık «harfiyen» kelime ıstılahının
kullanıldığını söylerken, bu dili çok iyi bili-
yormuş gibi davranmaktadır. Şu kadar var ki,
onun bu dili anayurdunda öğrendiğine dair
bir kayıt bulunmadığı gibi, ne orada, ne de
yakın civarında, Maverâ unnehir, Şarkî Tür-
kistan ve Horasan'da bu dili bilip okutanların
bulunduğuna dair elimizde herhangi bir delil
mevcut değildir. Bazı kaynaklarda Fârâbî'nin
biraz ileride bahsedileceği üzere, Halep'te veya
Şam'da Seyf-üd-Devle ile ilk görüşmesinden
bahsedilirken, bir münasebetle, 70 dil bildiği-
ni kendisine söyletirler ki, bu ifadeyi olduğu
gibi kabul etmek tamamiyle imkânsızdır. Fâ-
râbî, uzun seyahatler ile dolu hayatında, bu-
lunduğunu bazı yerlerdeki mahallî şiveleri bi-
raz öğrenmiş olabilir. Bu mümkün kabul edilse
bile bunların toplamının 70 etmesi imkânsız-
dır. Bu rivayeti, muhterem üstadımız A. Adıvar'-
ın gösterdiği üzere şu şekilde anlamak lâzım-
dır: Arapça seb'în ( = yetmiş), mutlak olarak
söylendiği zaman, belli sayıya değil, ancak
çok olan bir sayıya delâlet eder. O halde bu-
rada Fârâbi'nin hakikaten yetmiş dil bildiğin-
den değil, ancak çok dil bildiğinden bahsedil-
miştir.
Ne olursa olsun, memleketinde yapnbile-
caği tahsilini tamamlamış olan genç Fârâbî,
bundan sonra ne yapmıştır? O zamanlar is-
GİRİŞ
8

lâm ülkelerinde âdet olduğu üzre, onun da tah-


silini tamamlamak için, civarındaki büyük şe-
hirlere, Buhara, Belh, Semerkand ve Herat'a
bilhassa bunların birincisine gitmiş olması
kuvvetle muhtemeldir. Fakat maalesef buralar-
daki tahsili, hocaları ve üstadlan hakkında
hiçbir şey bilmiyoruz.
Bazı kaynaklar, feylesofumuzun felsefeye
başlamadan evvelki hayatı hakkında, inanıl-
ması imkânsız vakalar anlatmaktadır. Meselâ
bunlardan birine göre, o Şam'da (Dımaşk)
bahçıvan idi ve Aristo'nun eserlerini okuduk-
tan sonra, felsefeye merak ederek, bu sahada
çalışıp, zamanın en büyük feylesofu olmuştur.
Başka bir rivayete göre, o musiki ile meşgul
olurken, Aristo'nun kitapları kendisine ema-
net olarak bırakılmış, o da bunları okuyarak,
feylesof olmuştur. Bütün bu rivayetlerin sebe-
bi, Fârâbî'nin fevkalâde şahsiyetinin, sözde
garip tesadüfler ile süslenmesi arzusu olma-
lıdır. Devrin âdetlerine bakılacak olursa, yu-
karda esasları tesbit edilen tahsilin sonunda,
Fârâbî'nin ilk önce, bir kaynağımızın da söy-
lediği üzere, kadılık veya bir başkasının söy-
lediği üzere, babasının mesleği olan askerlik
mesleklerinden birine girmiş olduğu kabul
edilebilir. Bu kadılık veya askerlik vazifesi
sırasında, yine aynı kaynakların söylediğine
göre, kendisine emanet olarak bırakılan Aris-
to'nun eserlerini okuyarak, yahut da bu sa-
farabi. i. hayati 9

hada eline geçirdiği başka felsefî eserler üze-


rinden düşünerek, kendisini tamamiyle felsefe-
ye vermiş ve asıl mesleğini bırakmış olmalı-
dır. Bu sırada Fârâbî, karakter ve ahlâk ba-
kımından, kendisinin felsefe ve hikmet merak-
lısı bir gençte bulunmasını istediği meziyetlere
sahip olması lâzımdır. Bunlar da şunlardır:
«Hikmet ve felsefe öğrenmeğe başlıyan-
ların, doğru ve tam mizaçlı bir genç olması,
iyi kimselerin taşıdığı âdetleri taşıması, ilk
önce Kuran, dil ve şeriat ilimlerini öğrenmiş
bulunması, nefsine hâkim, iffetli ve doğru ol-
ması, ahlâksızlık, kötülük, haksızlık, hainlik,
hile ve dolandırıcılıktan uzak bulunması, ge-
çim gailesi ile kalbinin dolu olmaması lâzım-
dır. Şer'î, dinî vazifelerini yerine getirmeli,
şeriatın esas ve âdâbından hiç birini terk et-
memelidir. ilim ve alimleri büyük tutmalı, ilim
ve alimlerinden başka bir şeyi saygıya değer
saymamalıdır. Felsefeyi bir kazanç vasıtası
yapmamalıdır. Bu sıfatlardan ayrı olanlar söz-
de hakimdirler». Fârâbî'nin, ileri de görülecek
olan hayatında, daima bu yüksek ahlâkî va-
sıf ve meziyetlerin örneği olarak yaşamış olma-
sı, onun gençliğinden başlayarak, aynı şekil-
de yaşamış olmasına delâlet edebilir.
İşte Fârâbî, kadılık veya askerlik, ne olur-
sa olsun, resmî vazifesinden ayrıldıktan son-
ra, bütün hayatı boyunca devam eden uzun
seyahatlerine çıktı. Biraz ileride görüleceği
10 CIRİ3

üzere, o zamanların imkânlarına göre, artık se-


yahat edememesi ve bir yerde oturup, sükû-
net içinde, eserler yazması veya eski eserle-
rini gözden geçirmesi icap eden ihtiyarlık za-
manlarında da devam eden bu seyahatlerini
izah etmek için çeşitli sebepler ileri sürülmüş-
tür. Halbuki bunlara, bilhassa o zamanki is-
lâm âleminin, beşikten mezara kadar ilim öğ-
renilmesi lâzım geldiği fikrini ileri süren te-
lâkkisi ile ve türlü yerlerde büyük üstadlar-
dan ilim öğrenmek için pek uzun seyahatlere
girişen bilhassa büyük hadis, fıkıh âlimlerinin
adetleri göz önünde bulundurulursa, Fârâbî'-
nin bu seyahatlerinin sebebi kolayca anlaşılır.
O, mütamadiyen bilgisini genişletmek ve en
büyük üstadlar ile bizzat görüşerek, onlar ile
türlü meseleleri münakaşa ve müzakere etmek
için bu seyahatlere çıkmıştı. Kendini yalnız
düşüncelerine vermek isteyen mizacı ve Türk-
lüğünün kendine verdiği hareketli ruhu da
onun seyahat arzusunu desteklemiş olabilir.
Ne olursa olsun, uzun müddet süren se-
yahatleri sırasında, Horasan'da ve iran'ın şark
taraflarındaki büyük şehirlerde oldukça kal-
mış olmalıdır. Fakat bu sahalardaki çalışma-
ları hakkında da elimizde herhangi bir kayıt
yoktur. Ancak Ahlâk-ul-hükema («Hâkimlerin
ahlâktı») adlı eserden alarak, Beyhakî'nin an-
lattığına göre, bu sırada Büveyh-oğullannın
meşhur veziri ve devrinin en büyük edibi olan
18
FARABİ. İ. HAYATİ

es-Sâhip îsmâil b. Abbâd, iran'ın garbinde


bulunup bugünkü Tahran'ın yakınında olan
Rey şehrindeki sarayında, bilhassa onunla gö-
rüşmek istemiş ve bunun için imkânlar ara-
mıştır. Fârâbî, bir gün tam bir Türk kıyafe-
tinde ve kendisini tanıtmadan es-Sâhib'in bir
toplantısına girmiş, es-Sâhib'in meclisinde bu-
lunanlar, onu tanımayarak, onunla alay etmiş-
ler. Bir müddet sonra herkes biraz içki içip
başlar dönmeğe başlayınca, Fârâbî bir çalgı
aleti ile, herkesi uyutacak bir parça çalmış ;
bunun üzerine, toplantıda bulunanlar, ölü gi-
bi uykuya dalmışlar; Fârâbî çalgının üzerine
«Fârâbî, yanınıza geldi, onunla alay ettiniz; o
da sizi uyuttu, sonra kayboldu,» diye yazıp
oradan uzaklaşmış. Bir müddet sonra, es-Sâ-
hib ve davetlileri uyanınca, bu harikulâde şah-
sın kim olduğunu anlamadıklarına teessüf
ederek, onunla bir daha görüşeceklerini te-
menni etmişler ve onun şerefine kadehlerini
kaldırmışlar. Başka bir çalgıcı Fârâbî'nin üze-
rine yazı yazdığı çalgıyı alınca, yazıyı görüp
es-Sâhib'e göstermiş; es-Sâhib bilinmeyen zi-
yaretçini Fârâbî olduğunu anlayıp, ona ya-
pılan muameleden son derecede müteessir ol-
muş ve arkasından adamlar göndermiş ise
de; onu bulamamış ve ömrü boyunca bu ha-
diseye teessüf etmiş.

Bu vaka ilk bakışta, mümkün gibi gö-


rünüyorsa da, maalesef doğru olması ihtimal
12 CİRİS

dahilinde bile değildir. Evvelâ bu vak'a Fâ-


râbî ile seyf-üd-Devle arasında vukua gelmiş
gibi de gösterilmektedir. Sonra es-Sâhib İbn
Abbâd 323 - 935 de doğmuştur; Fârâbî'nin
339-950 yılında öldüğü muhakkak olduğuna
göre, o öldüğü zaman el-Sâhib, 15-16 yaşın-
da bulunuyordu ki, onun bu yaşta Fârâbî ile
arasında yukarıda bahsedildiği üzre bir vak'a
değil, herhangi bir münasebet bile bahis mev-
zuu olamaz. Esasen biraz ileride görüleceği
üzere, bu sıralarda Fârâbî Suriye ve Mısır ta-
raflarında bulunuyordu.
Bu rivayetin esassızlığı böylece tesbit edil-
dikten sonra, yine zamanının âdetlerine de ba-
kılarak, denilebilir ki Fârâbî, memleketinden
çıkıp, iran'ın muhtelif şehirlerinde kaldıktan
sonra, o zaman islâm âleminin büyük edebi-
yat ve ilim merkezi olan Bağdad'a geldi ve
muhakkak olarak, göründüğüne göre, siyaset
adamları müstesna, devrinin birçok mühim
şahsiyetleri ile tanıştı ve görüştü. Biraz evvel
bahsedildiği üzere, bu sırada, Fârâbî'nin bil-
hassa Ibn-üs-Serrâc'dan (ölümü 316-928) nahiv,
onun da kendisinden mantık okuduğu rivayet
edilir.
öyle görünüyor ki, İbn-ü-Serrâc, birbiri-
ne müsavi iki âlim arasındaki bu ders müba-
delesinin sonunda, Fârâbî'nin bu sahadaki nok-
san bilgisini tamamlamış olsa bile, kendisi ta-
mamiyle Fârâbî tesirinde kalmış ve bu tesir
fArâbi. i. hayati 13

uzun nesiller boyunca devam etmiştir. Çünkü


Ibn-üs-Serrâc'ın nahiv sahasında yazmış ol-
duğu Usûl adlı eseri, hemen tamamiyle man-
tık ıstılâhları ile yazılmış olduğu gibi, onun
talebesi olan el-Rümmânî (ölümü 384-994) de
nahve dair eserlerini, bütün mantık ile doldu-
ruyordu. Öyle ki, büyük arab dilcisi Ebû Ali-
el-Fârisî, — «Eğer nahiv el Rümmânî'nin de-
diği şey ise, bizde ondan birşey yoktur; yok
eğer bizim dediğimiz ise, o bundan bir şey an-
lamıyor» demektedir. Fârâbî'nin bu büyük te-
siri el-Rümmânî vasıtası ile, tbn-üs-Serrâc'ın
çok muahhar talebelerinde de devam etmiştir.
Fârâbî bu sırada, Bağdad'da Yuhannâ b.
Hîlân'dan Kitâb-iıl-bürhâri ın sonuna kadar
Aristo'nun mantığını okumuştur. Kaynakları-
mızdan bazıları, onun Ebû Bişir Mettâ b. Yu-
nus (veya Yûnân)'dan (ölümü 328-940) da
mantık okuduğunu, bunlar muasır olmakla be-
raber, Ebû Bişir Mettâ'nın daha yaşlı ve Fâ-
râbî'nin ise ondan daha zeki olduğunu söy-
lerler. Fakat Fârâbî, bir eserinde, bir müna-
sebetle Aristo'nun eserlerini Yuhannâ b. Hî-
lân'dan okuduğunu bizzat söylüyorsa da, bu
ikinci şahıstan, kendine bir şey okutmuş bir
şahıs olarak değil, Aristo eserlerini iyi öğren-
miş bir feylesof olarak bahseder. Bundan dola-
yı Fârâbî'nin onunla birçok meseleleri görüş-
tüğünü, fakat bu münasebetin bir talebe-ho-
ca münasebeti değil, iki meslekdaş münasebe-
ti olduğunu kabul etmek icab eder
14 GIRİ5

Fârâbî'nin Bağdad'da oturmasının ne ka-


dar sürdüğü belli değildir. Fakat burada, ge-
çime o kadar ehemmiyet vermiyen Fârâbî'nin
maddî vaziyetinin o kadar iyi olmadığı mu-
hakkaktır. Bazı rivayetlere göre, geceleri bek-
çiler için yakılmakta olan fenerlerin ışığı al-
tında durur. Ondan istifade ederek sabahlara
kadar kitap okurdu. Bu rivayet ilk bakışta bi-
raz mübâlağalı görünürse de bizzat feylesofu-
muz, mesela Aristo'nun Kitâb-ün- nefs'ini yüz
defa, başka bir eserini kırk defa okuduğunu
söylüyor. O halde gecelerini de, uzun müddet
oturup eserler okumakla geçirdiği muhakkak-
tır. Maddî imkânları kâfi olmayınca, gece
bekçilerinin fenerlerinden istifade etmesi ta-
biîdir.
Fârâbî, bütün gittiği yerlerde bir türlü
terk edemediği ve müverrihlerin bilhassa
kaydettikleri Türk kıyafetiyle dolaşırdı. Geçim
gailesine ve dünya servetine ehemmiyet ver-
mediği için, bu hali ile, tam bir feylesof hayatı
geçirmekte idi. Bu arada, Yunan felsefesini
Arapçaya nakletmekte büyük hizmeti dokunan
Sabeî'lerin merkezi olan Harran'a da bir seye-
hat yapmış - hatta, bazı rivayetlere göre, Yu-
hannâ b. Hîlân'dan burada felsefe okumuştur-
ve tekrar Bağdad'a dönmüştür. Pek büyük bir
Bağdad'da yazmış olacaktır. Ancak bu hususta
da elimizde bir kayıt yoktur.
Fârâbî, yaşı çok ilerlemiş olduğu halde,
aşağı yukarı 70 - 72 yaşında Bağdad'ı terk
FARABİ. İ. HAYATİ 15

etti. Bu son sehahatlerine de sebeb olarak,


bazılarınca, o zamanlar Bağdad'da mezhep
münaferetinin son derece hâd bir şekil alması,
üstelik ehl-i sünnetten olmıyan bazı mezhep-
ler arasında da şiddetli münakaşaların çık-
ması gösterilmek istenmiştir. Bazıları da, bu
seyahata sebeb olarak 330-941 de, Bağdad'ı
zaptederek, şehri tahrip etmiş olan İbn-ül-Be-
ridî vak'asiyle bunun neticesinde Bağdad'da
çıkmış olan kıtlığı göstermektedirler. Fârâ-
bî'nin Bağdad'dan ayrılmasının bu 330-941
senesinde veya onu takip eden senede vukua
gelmiş olması pek muhtemeldir. Ancak onun
gibi zaten çok az bir şeye kanaat eden, mün-
zevî bir şahsın, herhangi bir suretle, bu, gün-
lük hadiselerden müteessir olması mümkün
değildir gibi görünmektedir. Bu seyahat de
bize kalırsa, her şeyden evvel, Fârâbî'nin gez-
gin temayülü ve devrin âdetleriyle izah edil-
melidir. Bir de biraz ileride gösterileceği üze-
re, elimizdeki kaynakların gösterdiği gibi, se-
yahatinin Haleb'e müteveccih olmayıp, o za-
manki mutad yolu takip ederek, Şam'dan ge-
çip Mısır'a doğru gittiğine bakılırsa, bu seya-
hat için başka bir sebeb de gösterilebilir: Fâ-
râbî, biraz evvel kısmen temas edildiği üzere,
asıl felsefenin Yunanistan'dan, iskenderiye'ye
geçtiğini, orada Aristo'nun eserlerinin hüküm-
dar hazinelerinde saklanıp nesilden nesile,
muayyen hocalar sayesinde okutularak öğre-
ÇİKİŞ

tildiğini ve îslâmiyete de bu yol ile geçip, ken-


disinin bu ilmi oradaki son feylesoftan öğre-
miş olan Yuhannâ b. Hîlân'dan öğrendiğini
söylemektedir. Binaenaleyh bu kadar yaşlı
olmasına rağmen, felsefenin bu kaynağını biz-
zat yerinde görmek arzusunu duymuş olabi-
lir. Fârâbî'nin herhangi bir hükümdar veya
vezire intisap etmesi ve kendini bu yerlerde
himaye edebileceğini düşüneceği herhangi bir
şahsiyetin görünmemesi, üstelik Bağdad veya
felsefe meraklısı çok olan İran ve cenubî Ana-
dolu gibi daha ziyade kendisinin istifade ede-
ceği, veya kendisinden istifade edilecek bir mu-
hit de buralarda yoktu. Böylece büsbütün şe-
bebsiz ve gayesiz kalan bu seyahatin sırf yu-
karda açıklanmış olan bu felsefe kaynağını ye-
rinde görmek arzusiyle yapıldığı, oldukça kuv-
vetli bir ihtimal olarak, ileri sürülebilir.
Kaynaklarımızda (Ibni Hallikân ve diğer-
leri) hemen ittifakla söylendiğine göre Fârâbî,
Bağdad'ı terkettikten sonra, Haleb'e gelmiş
ve o zamana kadar hiç yapmamış olduğu bir
şeyi yaparak meşhur Hamdânî hükümdarı ve
Arap - Bizans mücadelelerinin IV./X. asırdaki
büyük ve muhteşem kahramanı Seyf-üd-Dev-
le'ye (hüküm yıllan 333 - 356 - 945 - 956) intisap
etmiştir. Fârâbî'nin onunla görüşmesinden
başlıyarak, ölümüne kadar, kaynaklarda, bir-
birini takip eden ve şimdiye kadar, iyi ve
esaslı bir tenkide tabi tutulmadan, hakikat
FARABİ. I. HAYAT! 17

imiş gibi kabul edilen bir sıra vakıalardan


bahsedilmektedir. Bunların burada kısaca hu-
lâsa edilmesi, tarihî bir kıymetleri yok ise de,
halk nazarında Fârâbî'ye verilen kıymeti gös-
termesi bakımından, faydalı olacaktır.
Bu rivayetlere göre, Fârâbî, Seyf-üd-Dev-
le'nin meclisine ilk defa olarak girince, otur-
masına müsaade edilmiş; Fârâbî Seyf-üd-Dev-
le'ye— «Senin oturtduğun yere mi, yoksa, ken-
di yerime mi» — diye sormuş; onun kendi yeri-
ne oturmasını söylemesi üzerine, herkesi çiğne-
yerek, gelip hükümdarın yanına oturmuş.
Hükümdar, bunun üzerine, etrafındakilere,
sırf kendi aralarında kullandıkları bir dil ile,
Fârâbî'ye bazı şeyler soracağı, cevap veremez
ise dışarı atmalarını söylemiş, o da aynı dil
ile, işlerin sonunun beklenmesi icap etdiği ce-
vabını vermiş. Fârâbî, bu hususî dili nasıl bil-
diği sualine cevap olarak da, daha «yetmiş»
dil bildiğini söylemiştir. Anlatıldığına göre,
mecliste oturanlar onunla münakaşa edemeyip,
ilk önce karşısında sükûtla oturup,cevaplarını
dinlemişler; sonra defterlerini çıkararak, bu ce-
vapları yazmağa koyulmuşlar. Az sonra, içki
meclisi başlayınca, Fârâbî içki içmemiş, kendi
icad ettiği kanunu çıkarıp, ilk önce güldürücü
bir parça çalarak, herkesi güldürmüş, sonra
ağlatıcı bir parça çalarak, herkesi ağlatmış,
nihayet uyutucu bir parça çalarak, herkesi
uyutmuş ve oradan gitmiştir. Bunun üzerine,
Seyf-üd-Devle onu takdir ederek, yanından
18 GlRİS

uzaklaştırmamış; fakat Fârâbî, hükümdarın


lütuflarını kabul etmiyerek, günde dört dir-
hem gibi, kaynaklarımızın sözüne göre, gayet
cüz'î bir tahsisatla iktifa edip, kendini eserle-
rini yazmağa vakfetmiştir.
334/945 yılında, yine aynı rivayetlere gö-
re, Fârâbî Seyf-üd-Devle'nin Şam muhasara-
sına ve zaptına iştirâk ederek, onunla beraber
oraya girmiş ve, hayatının sonuna kadar, yani
339/950 yılma kadar, orada kalmış ve orada
ölmüştür. Seyf-üd-Devle, bazı yüksek memur-
ları ile birlikte, onun cenaze merasiminde ha-
zır bulunmuştur. Ancak burada el-Beyhakî,
diğer kaynaklarımızdan ayrılarak, Fârâbî'nin
Şam'dan Akdeniz kıyılarındaki önemli liman-
lardan biri olan Askalan'a gitmek isterken,
yolda eşkiyalann tecavüzüne uğradığını, ki-
tapları geri vermeleri şartı ile, eşya ve hayvan-
larını onlara bırakmağa razı olan feylesofu
dinlemediklerini, bunun üzerine Fârâbî'nin on-
lar ile vuruştuğunu ve bütün adamları öldür-
dükten sonra, kendisinin de öldürüldüğünü söy-
ler. Sonra, bunu duyan Seyf-üd-Devle'nin, son
derecede müteessir olarak, bu eşkiyayı yaka-
lattığını, Fârâbî'yi defnettirdikten sonra, on-
ları mezarının başında idam ettirdiğini riva-
yetine ilave eder.
Çok güzel bir hikâye gibi anlatılan bu
rivayetlerde maalesef en küçük bir tenkide
tamammül edebilecek bir vaziyette değildir.

-
fArâbI. i. hayati 19

ilk önce, Fârâbî'nin 330/941 e doğru Haleb'e


Seyf-üd-Devle'nin yanına geldiği söyleniyor.
Halbuki Seyf-üd-Devle'nin Haleb'i zaptedmesi
ve saltanatının başlangıcı 333/944 senesinde-
dir. Binaenaleyh bundan dört sene evvel, Fâ-
râbî'nin Haleb'e ve onun yanına gitmesi ve
bu sarayda geçmiş gibi gösterilen vakıaların
cereyan etmesi mümkün değildir. Bu münase-
betle anlatılan Fârâbî'nin sözde yetmiş dil bil-
mesi rivayeti daha evvel tenkit edilmiştir. Bu
arada, bir de şu noktaya temas etmek lâ-
zımdır: Kaynaklarımız ve onlardan nakleden
müellifler, Fârâbî'nin sözde, Seyf-üd-Devle!-
den günde dört dirhem almağı kabul etmesi-,
ni hakikî bir vakıa gibi gösterirler ve bunun
da Fârâbî'nin kanaatkârlığının bir delili oldu-
ğunu ilave ederler. Halbuki bu dört dirhem
hiç de zannedildiği kadar az bir miktar değil-
dir. Ondan tam bir buçuk asır sonra, meşhur
Gazelî, lhyâ-ü ulûm-id-dîrı adlı büyük eserin-
de, bekâr bir sûfînin muhtaç olduğu parayı
hesaplamıştır. Onun hesabına göre, 4,5 dirhem
bir sûfîye bir ay kâfi gelmektedir. Dirhemin
kıymeti, bir buçuk asır içinde, artmayıp eksil-
diğine göre, bu para eğer Seyf-üd-Devle tara-
fından hakikaten Fârâbî'ye verilmiş olsa idi,
o, günde bir insanın en az bir aylık ihtiyacına
kâfi gelecek bir parayı kabul etmiş olurdu.
Bu da, tabiîdir ki, Fârâbî'nin yaşayış tarzına
20 GİKİ3

ve prensibierine uymazdı. O halde, bu rivâyet


de mümkün değildir.
Nihayet Fârâbî'nin Şam'da (Dımaşk) öl-
mesine gelince, bu, sırada anlatılan şekli ile,
asla mümkün değildir. Çünkü Seyf-üd-Devle
gerçi 334/945 te Şam'ı almıştı, fakat bu şe-
hirde iki yıl sonra isyan çıkmış ve şehir
337/948 de tekrar Mısır hükümdarı olan Ah-
şidî'lerin eline geçmişti. Binaenaleyh Fârâbî'
nin orada ölmüş olması mümkün ise de, Seyf-
üd-Devle'nin onun namazını kıldırması müm-
kün değildir. Öldürülmesine gelince, onun mu-
asırı olan büyük müverrih Mes'ûdî'nin (ölü-
mü 345/956 veya 346) onun 339'da Şam'da öl-
düğünü söyledikten sonra, katil hususunda
sükûtu muhafaza etmesi, bunun asılsız oldu-
ğunu göstermeğe kâfidir. Esasen bütün hikâ-
ye, büyük şair el-Mütenebbî'nin eşkıya tara-
fından, döğüşürken öldürülmesinin aynıdır ve,
o hikâye göz önünde bulundurularak, uydu-
rulmuştur.
Fârâbî'nin hayatının bu son devrinin
menbalardan anlatılandan büsbütün başka tür-
lü cereyan ettiği bizzat onun ifadesi ile sabittir.
Fârâbî, «Kitâb-ül-medinet-il-fâzıla ve 'l-me-
dînet-il-câhile» adlı eserinin, bugün de bir yaz-
mada (Şehid Ali Paşa kütüphanesi No. 674)
mevcut bulunan ve yukarıki rivayetleri anla-
tan kaynaklarda da nakledilmiş bulunan mu-
kaddemesinde bizzat anlattığına göre, bu ki-
FÂRÂBİ. I. HAYATI 21

taba Bağdad'da başlamış ve, 330 yılı sonunda,


onu birlikte Şam'a götürmüş, 331 yılında ora-
da tamamlamıştır; sonra yeniden gözden ge-
çirerek, bâbiara bölmüştür. Bir müddet sonra
da, onun mevzularını göstermek üzere, fasıl-
lara bölünmesi kendisinden istenince, 337 yı-
lında Mısır'da iken onu altı bölüme ayırmış-
tır.
Fârâbî'nin bu sözlerinden, onu Bağdad'-
dan Haleb'e değil, Şam'a geldiği ve etrafında
cereyan eden siyasî hadiseler ile, bu arada
mesela Şam'ın Seyf-üd-Devle tarafından zab-
tedilmesi, orada isyan çıkması v. s. ile, her
hangi münasebet gösterilmeden, orada bir
müddet oturduktan sonra, Mısır'a gittiği ve,
337 yılında, ölümünden iki yıl evvel, orada
bulunduğu muhakkak olarak anlaşılmaktadır.
Fârâbî, biraz evvel sebebleri izah edilen bu
Mısır seyahatini müteakip, yukarıki ifadeden
de anlaşılabileceği üzere, tekrar Şam'a dön-
müştür. Burada, belki artık çok ilerlemiş olan
yaşının tesiri ile, tabiî bir ölüm ile, 339/950
yılında ölmüş olmalıdır. Çünkü bütün kay-
naklar, onun mezarının Şam'da olduğunu
söyledikleri gibi, kendisi de hâlâ Şamlılar
tarafından bir evliya gibi kabul edilmektedir.
Fârâbî'nin hayatının, bu tablosunu elde
bulunan imkânlar nisbetinde, çizerken, onun
şahsiyetini biraz daha açık bir tarzda göste-
ren kaynaklarımızın naklettiği bir kaç noktayı
22 ClRlS

da burada ilave etmek lâzımdır: Fârâbî inzi-


vayı çok sever, insanlardan uzak yaşamaktan
ve daima düşünmekten hoşlanırdı: Hatta bu-
nu bir şiirinde şu şekilde anlatmaktadır:

«Zamanın ters, sohbetin faydasız, her rei-


sin bezgin olduğunu ve her başın bir ağrı ta-
şıdığını görünce, evime kapanıp, şeref ve hay-
siyetimi korudum ve, izzet olarak bununla ka-
anat ettim. Yanımda bulunan ve avucumda ışlı-
dıyan hikmet şarabından içerim; içki arkadaş-
larım mürekkep şişeleridir; musikim onların
çıkardığı seslerdir. Aynı zamanda, artık ülkeler-
de mevcudiyetleri kalmamış olan hikmet eh-
linin sözlerinden meyveler toplarım.» O dün-
ya hayatımın değersiz olduğunu, dünyevî haz-
lann kıymeti olmadığını söyler; geniş, sonsuz
gökler isterdi. Bunu da, yine bize kadar kal-
mış bir şiirinde, şöyle anlatmaktadır:

«Kardeşim, beyhude ve kötü şeylerin sa-


hasını bırak, hakikatleri kavrayıp, elde etmeğe
bak! Ne bu dünya bizim için bir ebediyet evi-
dir, ne de insan cihanda yenilmiyecek gibidir.
Öteye gitme, biz nihayet bir küre üzerine düş-
müş kararsız çizgilerden başka bir şey miyiz
ki, kısılmış bir ibareden ehemmiyetsiz şeyler
için, birbirimize rekabet ve haset ederiz? Gök-
lerin çevresi nemize yetmiyor ki, bu merkezde,
dünyada, sıkışıp duruyoruz,» (Nafiz Danışman
tçrçümesi).
FÂRAB1. 2. ESERLERİ 23

Bunlardan dolayı, o, ekseriya vakitlerini


kırlarda geçirir, ırmak kenarlarında veya bah-
çelerde dolaşarak, tamamiyle geniş, temiz ve
güzel tabiat içinde yaşardı. Kaynaklarımızda
bulunan ve hayatının başlarında bir bağ bek-
çisi olduğunu anlatan rivayet, onun bu tabiat
sevgisinden ve tabiat içinde yaşamasından
ileri gelmiş olmalıdır. Fârâbî, eserlerini de
böyle yerlerde yazarmış. Hâttâ kendisi def-
terlere değil de, ayrı ayrı kâğıtlara yazdığı
için, bazan rüzgârların bu kâğıtları alıp gö-
türdüğü ve Fârâbî bunlan bulamayınca, eser-
lerin bu yerlerinin eksik kaldığı da rivayet
edilmiştir.
Görülüyor ki, büyük feylesofumuz Fârâbî'-
nin hayatı, baştan sonuna kadar, tamamiyle
öğrenmeğe ve öğretmeğe hasredilmiş, her ba-
kımdan örnek olmağa değer, fedakârlık, fe-
ragat ve temizlikle dolu bir hayattır.

2. FÂRÂBÎ'NÎN ESERLERİ
Fârâbî, bundan evvelki bölümde görül-
düğü üzere, baştan başa düşünme ve ilim yo-
lunda çalışmalara vakfedilmiş olan uzun ha-
yatında, pek çok eser vermek imkânını bul-
muştur. Bu gün el yazması, basma, latinceye
ve ibranî diline tercümeler halinde elimize
geçmiş bulunan eserleri ile, çeşitli kaynakla-
rın verdikleri listeler mukayese edilmek su-
retiyle tertip edilecek bir Fârâbî'nin eserleri
CİRİS

listesi, türlü isimler altında göründüğü halde


bir eser olması muhakkak veya muhtemel
olanlar bertaraf edildikten sonra, tam yüz
altmış eseri ihtiva etmektedir. Yalnız bu mik-
tar onun bu sahadaki çalışmalarının büyük-
lüğünü ve verimliliğini ispat etmek için kâfi bir
delil teşkil eder.
Fârâbi'nin eserlerinin bir kısmı, eski bü-
yük feylesofların eserlerini tanıtma ve açık-
lama mahiyetinde eserlerdir. Ancak bunlar,
asıllarının o zamana kadar ekseriya yeter
derecede mükemmel bir şekilde yapılmış ter-
cümelerinin bulunmaması ve onlar üzerine eser
yazmış olan bazı kimselerin onları iyi anla-
yamamış olmaları yüzünden, islâm âleminde
son derecede faydalı olmuş eserlerdir. Burada
bu bakımdan örnek olmak üzere, yalnız bir
vakayı zikretmek kâfi gelebilir: İbn Sina, çok
genç yaşında olmasına rağmen, Aristo'nun
Mâba'd-et-tabîa (Metafizik) sını 40 defa oku-
duğu halde, anlayamadığını ve anlamak ümi-
dini büsbütün kaybettiği bir sırada, Fârâbi'-
nin eline geçen bu sahadaki bir eseri saye-
sinde, anlamağa muvaffak olduğunu bizzat
talebesi el-Cüzcânî'ye anlatmış, o da bize nak-
letmiştir.
Fârâbi'nin diğer bir kısım eserleri de, çe-
şitli ilimler ile Fârâbi'nin kendi felsefesine —
tabiî Aristo, Eflâtun v. b. feylesofların tesiri
altında kurduğu kendi felsefesine — dair eser-
FARAbl. 2. ESERLERİ 25

lerdir. Bunlara umumî olarak bakıldığı za-


man, göze çarpan ilk şey, onların ekseriya
çok küçük risalelerden ibaret olmasıdır. Fakat
Fârâbî, bu küçük risalelerle, başka âlim ve
feylesofların büyük ciltlere sığdırmağa muvaf-
fak olamadıkları düşünce ve bilgileri rahat
rahat ve ferah ferah sığdırmış görünmekte-
dir. O, hiçbir zaman, fikirlerini ifade ederken
zahmet ve sıkıntıya düşmemiş gibidir. Bun-
dan dolayı üslûbu, ilk bakışta, çok sade ve
kolay göründüğü halde, bir bakıma göre, son
derecede güçtür.
Yukarıda kaydedildiği üzere, şüpheli olan
eserler hariç bırakıldığı takdirde bile sayıları
160 olan bu küçük, fakat kıymetli eserlerin
hepsini burada sayılıp tahlil edilemiyeceği
meydandadır. Bunlar için şu makaleye bak-
mak kâfi gelebilir: Ahmet Ateş, Fârâbî'nin
eserlerinin bibliyografyası, Belleten, sayı 57
(1951), s. 175-192. Burada ancak çok meşhur
ve basılmış olan eserleri, oldukça sade bir
tasnif içinde verilecektir.

A. Felsefeye giriş mahiyetinde olan eserleri.


1. Kitâb-ü mâ yenbaği en mukaddeme
kable taallüm-il felsefe («Felsefe öğrenmeden
önce takdim edilmesi lâzım gelen şeyler kita-
bı»). Fârâbî, bu küçük eserde, Aristo felsefesini
öğrenmeden evvel, sahip olunması icabeden
bilgileri gösterir. Bunlar da felsefî meslekleri,
26 CİRİS

Aristo'nun her kitabındaki gayelerini, felsefeye


giriş mahiyetinde olan ilimleri, felsefenin fay-
dasını, felsefe öğrenmenin yolunu, feylesof
olmak isteyen kimselerin hallerini bilmek v.s.
dir. Bu eser, Almanca ve İbraniceye tercüme
edilmiş olduğu gibi, Kahire, Leyden ve Dehli
de basılmıştır.
2. Kitâb-u thsa-il-ulûm («İlimlerin sayımı
kitabı»), tercümesi burada verilen eser olup,
mahiyet ve tesirlerinden, basma ve başka dil-
lere tercemelerinden ayrıca bahsedilecektir.
3. Merâtib-ül-ulûm («İlimlerin mertebele-
ri»), çok küçük bir eser olup, çeşitli ilimlerin
mevzu ve mahiyetlerinden bahseder. Lâtinceye
terceme edilmiştir. De ortu scientiarum admı
taşıyan bu lâtinceye tercemenin birkaç el-
yazması nüshası (Paris ve Bodleian'da) ve bir
de basması vardır: Baeumeker, Alfârâbî
über den Ursprung der Wissenchaften.

B. Mantığa dair eserleri.

4. Cevâmi'-ü kütüb-il-mantık («Mantık ki-


tapları dergisi»), mantığın bütün kısımlarını
ihtiva eden bir eserdir; XVIII. asırda, Aris-
to'nun eserlerini yeniden arapçaya terceme
eden Esad Yanyevî için, talebesi Muham-
med-ül-Üskübî'nin 1133'te istinsah ettiği nüs-
he, İstanbul'da Hamidiye Kütüphanesinde,812
numarada bulunmaktadır.
FARAbl. 2. ESERLERİ 27

5. Kitab-ül müdhal fi'l-mantık («Mantığa


giriş kitabı»), mantık için mukaddeme mahi-
yetinde küçük bir eserdir. İki defa ibranî di-
line tercüme edilmiştir; birisi Münih Kütüpha-
nesinde (numara 307) bulunmaktadır.
6.Fusûl-u yuhtâc ileyhâ fî sınâat-il-mantık
(«•Mantık sınâatında muhtaç olunan fasıllar»),
bu da mantığa giriş mahiyetinde bir eserdir,
ibranî harfleri ile yazılmış arapça bir nüsha-
sı Paris'te (Bibliothèque Nationale, Nr. 303)
bulunmaktadır; ibranî diline üç defa terceme
edilmiştir.
7. Kitâb-ü kıyâs sagir («küçük kıyas ki-
tabı»), mantıktaki kıyasa dair bir eserdir. Ibn
Bâce tarafından şerh edilmiştir. Bunun ayrıca
ibranî diline tercemeleri de vardır.
8. Kitâb-ün fî's-safsata («Safsata hakkın
da kitab»), bu da ibranî diline bir kaç defa
terceme edilmiştir; mantık ilmindeki safsata-
dan bahseder.
9.Kitâb-ün fi'l-hitâbe («Hitabet hakkında
kitap»), kaynaklarımızda 20 cildlik bir eser
olmak üzere gösteriliyorsa da, burada bir
yanlış olacaktır; çünkü bu, umumiyetle kısa,
fakat özlü eser yazmak itiyadında olan Fâ-
râbî'nin âdetlerine muhalif olurdu. Bu gün
yukarıda bahsedilen Hamidiye Kütüphanesin-
de (numara 812) yegâne nüshası bulunan eser
olacaktır ki, bir defa Venedik'te, 1484'te, bir
28 CiRİS

defa da 1515'te basılmış olan latinceye ter-


cümeler, bunun tercemeleri olmalıdır.

C. Ta'limî ilimler.

10. Fârâbî, hendese sahasında, Uklides'in


(«Kitâb-ül-usul») adlı eserinin, 1 inci ve 5 inci
kısımlarına şerhler yazmıştır. Bunlar 1270'e
doğru ibranî diline terceme edilmiş olup, bu
tercemenin yazmalarına tesadüf edilmektedir.
11. Kitâb-ün-nüket fî-mâ yesihhü velâ ye-
sihhü min ahkâm-in-nücüm («Yıldızlar ahkâ-
mından doğru olan ve olmayan şeyler hak-
kında nükteler hitabı»), türlü adlar altında,
birçok el yazması nüshalarına tesadüf edilen,
birçok defalar basılmış, kısmen türkçeye ve
tamamen de almancaya terceme edilmiş bir
risale olup, Fârâbî, burada yıldızlara bakıla-
rak, onlardan hükümler çıkarmanın manasız-
lığım izah ve isbat eder.
12. Kitâb-ül-mûsîkî'l-kebîr («Büyük mu-
siki kitabı»), vezir Ebû Ca'fer Muhammed b.
el-Kasım-el-Kerhî adına yazılmış olup, R.d'Er-
langer tarafından La musique arabe (Paris
1930) adı altında metni basılmış, sonra yine
aynı şahıs tarafından, aynı eserin ikinci cil-
dinde fransızcaya tercüme edilmiştir.
13. Kitâb-ül-müdhal fi '1-mûsîkî («Mu-
sikiye giriş kitabı»), İstanbul'da (Kılıç Ali Pa-
şa Kütüphanesi 674 v.b.) ve dünyanın başka
FARAbl. 2. ESERLERİ 29

büyük kütüphanelerinde el yazması nüshaları


mevcut olup, bâzı parçaları H.G. Farmer ta-
rafından, kısa tercemeleri ile, Collection of
Arabic Writers on Music adlı eserinde (Glas-
kow, 1934) te neşredilmiştir.

D. İlâhî ilimler.
14. Kitâb-ün fi'l-akl («Akıl hakkında ki-
tap»), aklın mahiyeti ve dereceleri hakkında
bir eser olup, biri büyük, diğeri küçük olmak
üzere, iki şekli varmış. Bu gün,görünüşe göre,
elimizde yalnız küçük olanının yazmaları, pek
çok nüshalar haline (en iyisi, Fatih Kütüp-
hanesi, numara 5416/4 nüshasıdır), bize ka-
dar muhafaza edilmiştir. Bu eser üç defa la-
tinceye terceme edilmiş olup, biri takriben
1314 senelerinde Kalonymos tarafından yapıl-
mıştır. Bu latince terceme, fransızcaya terce-
mesi ile birlikte basılmıştır; Liber Alfarabii
De intellectu et intellecto; texte latin édité et
traduit par M. Gilson (Archives d'histoire
doctrinnale et littéraire du Moyen Âge, c. IV, s.
123 ve devamı). Bu eser, ayrıca, yukarıda
adı verilmiş olan Fatih Kütüphanesinde bu-
lunan nüshasına göre, yeniden basılmıştır :
Risâlat al-aql. Texte arabe intégral en partie
inédit établi par M. Bouges, Beyrut 1938. Da-
ha ewel de metni ve almanca tercemesi Die-
terici tarafından verilmişti : Alfârâbî's phi
losophische Abhandlungen (Leiden 1890, 1892)
30 CİRiS

15. Kitâb-ü uyûn-il-mesâil («Önemli soru-


lar kitabı»), aslında 360 soruyu ihtiva ettiği
söylenen bu eser, mantığa dair bir mukadde-
me ile, tabiiyata ve ilâhiyata ait bazı soruları
ve onların cevaplarını ihtiva eder. Son dere-
cede veciz ve sağlam bir üslûp ile yazılmış-
tır. Öyle görünüyor ki, Fârâbî bunu, tam bir
eser olmak üzere kaleme almış değildir; bun-
lar ancak ilerideki eserlerinde kullanmak üze-
re yazdığı düşünceleridir. Bu eserin el yazması
pek çok nüshası olduğu gibi (meselâ Ayasof-
ya Kütüphanesi, numara 2577/1 4600/2 v.s.),
metni Schmoelders tarafından, 1836 da, Bon-
nae'da basılmıştır: Documenta philosophiae
Arabum. Daha sonra Dieterici tarafından, adı
geçen eserde neşr ve almancaya terceme edil-
miştir. Bâzı parçalan da ibranî diline tercüme
edilmişti.
16. Kitâb-ül-vâhid ve'l-vahde («Bir ve bir-
lik kitabı»), «bir» mefhumu ile «bir» kelime-
sinin kullanıldığı türlü türlü manaları göster-
mek için yazılmış bir risale olup, henüz el
yazması halinde durmaktadır.
17. Kitâb-ü agrâz -il-Hakim Aristötâlis
(«Feylesof Aristotalis'in maksatları»), Aristo'
nun Mâba'de't-tabiâ (Metafizik) sının esaslı
düşünceleri ile gayelerini göstermek üzere
kaleme alınmış bir eser olup, İbn Sina ancak
bu eser sayesinde felsefeyi kavnyabilmişti.
Bu da Dieterici tarafından basılmış ve alman-
FARAbl. 2. ESERLERİ 31

caya tercüme edilmiştir. Kahire'de, 1327 de, el-


İbâne'an garaz-il-Hakîm... («Feylesofun mak-
sadının açıklanması») adı altında basılmıştır.
18. Kitâb-u felsefet-i Eflâtun («Eflâtun
felsefesi kitabı»), Eflâtunun felsefesini izah
etmek için yazılmış bir eserdir. Ayasofya Kü-
tüphanesinde bulunan yegâne yazması (nu-
mara 4833), latinceye tercümesi ile beraber,
F. Rosenthal ile R. Walzer tarafından basıl-
mıştır: Alfarabius De Platonis Philosophia
(Corpus Platonicum Medii aevi, 2), '¿London,
1943. Daha önce de, aslı XIII. asırda Samtob
b. Yosep tarafından İbranî diline çevrilmiş ve
basılmış idi.
19. El-mesâil-ül-felsefîye ve'l-ecvibet-ii
'anhâ («Felsefe soruları ve onların cevapları»),
kaynaklara göre, 23 felsefî sorunun cevabı
olması lâzım gelirse de, bugünkü nüshaların-
da 42 soru ile cevabı vardır. Görünüşe göre,
bu risaleyi bizzat Fârâbî değil, talebeleri top-
lamıştır. Bu da Dieterici tarafından basılmış
ve almancaya tercüme edilmiştir. Todros Tod-
rosi tarafından latinceye çevrilmiştir.

E. Medenî ilimler (ahlâk, siyaset v. s.)

20. Kitâb-ü tahsil-il saâde («Saadetin el-


de edilmesi kitabı»), bazı parçalan Ibranîye
tercüme edilmiş ahlâka dair bir eser olup,
1345'te Haydarabad'da basılmıştır.
32 CİRİS

21. Kitâb-üt-tenbîh alâ sebil-il-saâde


(«Saadet yolunu gösterme kitabı»), çoğu za-
man bundan evvelki ile aynı sayılırsa da,
ondan ayrı, felsefî bir ahlâk kitabıdır. Hay-
darabad (1346) ve Bombay'da (1354) basıl-
mıştır.
22. Kitâb-ün fî mebâdî âra-i ehl-il-
Medînet-il-fâzıla («Faziletli şehir halkı fikir-
lerinin esasları»), tamamiyle hayalî olan fazi-
letli bir şehrin nasıl olması lâzım geldiğini
ve Fârâbî'nin felsefesinin esaslarını ve fikirle-
rini gösteren bir eserdir. Burada Tanrı'nın bir-
liğinden ve başka sıfatlardan, akıl ve nefisle-
rinden, derecelerinden; feleklerden ve onların
akıllar ile alâkalarından, cisimlerden, meyda-
na gelmeleri ve derecelerinden, insan kuvvet-
lerinden, reislrin nasıl olmsı ve nasıl olmama-
sı lâzım geldiğinden, vahiyden, peygamberlik-
ten v. s. bahsolunur. Metni Dieterici tarafından
basılmış olup (Leyden, 1895), aynı şahıs tara-
tarafından Der Musterscaat adı altında alman-
caya tercüme edilmiştir (Leyden 1900).
23. Kitâb-ül-siyâset-il-medeniye («Şehir
siyaseti kitabı»), Mebâdi 'l-mevcûdât («Var-
lıkların mebde'leri») adını da taşıyan bu ese-
rin konusu, bundan evvelki eserin konusu
gibidir. Bunun da birçok yazmaları (Ayasof-
ya Kütüphanesi, No. 4839/3,4854/3 v. s.) ol-
duğu gibi, 1284'te, Mose ben Samuel tara-
fından İbranî diline de tercüme edilmiş ve bu
tercüme basılmıştır (Londra, 1850).
FARAbl. 2. ESERLERİ 33

24. Kitâb-ül-elfâz - il - Eflâtuniye («Eflâ-


tunun sözleri kitabı»), kitapta verilen bilgilere
göre, Eilâtun'un sözlerinden toplanmış bir
ahlâk ve siyaset kitabı olup, Ayasofya Kütüp-
hanesinde üç yazma nüsha (numara 2820-2822)
hâlinde, basılmamış bir vaziyette, durmakta-
dır.

E. Çeşitli eserler.
25. Kitâb-ül-cem-' beyn re'yey-il-hakîmeyn
(«İki feylesofun fikirlerini birleştirme kitabı»),
Eflatun ile Aristo'nun fikirleri arasında görü-
len uyuşmazlıkları zahirî telâkki eden Fârâbî'
nin, onların fikirlerini birbirleriyle uzlaştırmak
için yazmış olduğu küçük bir eserdir. Diete-
rici tarafından almancaya tercümesi ile bir-
likte basılmış olduğu gibi, ayrıca Kahire'de
de basılmıştır. Bugün el yazması hâlinde du-
ran bir de farsçaya tercümesi vardır.
26. Kitâb-ü füsûs-il-hikem («Hikmetlerin
yüzük kaşları kitabı»), tasavvufî hikmetleri
ihtiva eden bir eserdir. Fârâbî, burada, büyük
sûfîlerin nefislerini terbiye ile vasıl oldukları
ve delilsiz ve isbatsız olarak anlattıkları ma-
kamlar ve bilgileri, bazen yüksek bir şaira-
nelik derecesine varan bir ifade ile (Fürûzân-
fer) ve aynı zamanda delil ve kıyas kalıpla-
rına sokup isbat ederek anlatmaktadır. Ol-
dukça çok miktarda el yazması nüshalarına
da tesadüf edilen bu eser (bk. meselâ Ragıp
34 CIRİ3

Paşa Kütüphanesi, numara 1469; Şehit Ali


Paşa Kütüphanesi, numara 1385/6), üç defa
şerh edilmiştir. Metin ve şerhlerinin birçok
basmaları vardır, bir tanesi almancaya tercü-
mesi ile beraber, M. Horten tarafından neşre-
dilmiştir : Buch der Ringsteine al-Fârâbî's
(Zeitschrift für Assyriologie, c. 18 ve 20; ter-
cüme: Münster, 1906).
Khalil Georr, 1947 de Revue des études
islamiques'de neşrettiği bir makalede, bu
eserle Fârâbî'nin öteki eserleri arasında, gö-
rülen bâzı fikir ve ıstılah ayrılıklarına baka-
rak, bunun Fârâbî tarafından yazılmamış
olduğunu isbat etmeğe çalışmıştır. Bizce, Bu-
rada gösterilmek istenilen ayrılıklar, biraz
mübalağa edilmiş olduğu gibi, mukayese de
Fârâbî'nin bütün eserleri arasında yapılmış
değildir. Şimdilik şu da muhakkak olarak
söylenebilir ki, burada görülen fikirler ile
umumiyetle tasavvufa teveccüh eden Fârâbî-
'nin diğer eserlerinde görülen felsefesi mü-
kemmelen uyuşabilir. Ancak bu eserdeki ta-
savvuf ve onu isbat usulleri ile öteki eserleri
arasında şu fark vardır: ilkeleri tasavvufun
yollarını, ikincisi gayeyi gösterir. Esasen Kh.
Georr da bu eserin müellifinin Fârâbî mekte
bine mensup ve fikirce Fârâbî'ye çok yakın
bir kimse olması icabettiğini söylemektedir.
Bu da isbat edilmek istenilen eserin Fârâbî'ye
âit olmadığı fikrini kabul etmek için şimdi-
FARABI. J. FELSEFESİ 35

lik bir sebep bulunmadığını ve bulunması çok


az muhtemel olan yeni deliller çıkıncaya
kadar, bu eseri Fârâbî'nin eseri saymak ica-
bettiğini göstermeğe kâfidir.
27. Et-Ta'lîm-üs-sâni («İkinci öğretme»),
bu eser, sırf her hangi bir merakı tatmin için,
burada zikredilecektir. Sözde, Sâmânî hüküm-
darı Mansur b. Nuh, Fârâbî'den zamanına ka-
dar Yunan felsefesinden yapılmış olan tercü-
melerin tashihli bir hülâsasını istemiş, o da
bunu yaparak, yazdığı esere de et-Ta'lîm-üs-
sâni adını vermiş; sonra îbni Sina, bunu
İsfahan'da Sivân-ül-hikme Kütüphanesinde bu-
larak, bütün felsefesini ondan öğrenmiş, ve
bu kütüphaneyi yakmış v.s. Burada adı geçen
hükümdar Fârâbî'nin ölümünden on sene son-
ra tahta çıktığı gibi, bizzat Ibni Sina, Fârâbî
sayesinde felsefeyi anlamağa muvaffak oldu-
ğuna açıkça söylemiştir. O halde, bu rivayet
baştan başa bir uydurmadan ibârettir.

3. FÂRÂBÎ'NİN FELSEFESİ
Fârâbî'nin felsefesi, uzun zaman Aristo
felsefesinin alelâde tekrarı veya Aristo ve Ef-
lâtun felsefesinin iyi mezcedilmemiş bir kop-
yası gibi telâkki edilmiştir. Halbuki Fârâbî,
felsefeyi bir ilim gibi kabul etmesine, Aristo
ile Eflâtun arasında hakikî bir ayrılık olabile»
35 GİRİŞ

ceğini reddetmesine ve binenaleyh felsefeyi


bütün mesele, usul ve neticeleri, mantıki ola-
rak, bir olması lâzım gelen bir bilgi kümesi
gibi görmesine rağmen, içinde yetiştiği çok
cânlı fikir muhitinin ihtiyaçları, iman ettiği
dinin getirdiği esaslar ile, serbest bir düşün-
cenin çarpışmasından doğan ve halli güç olan
bir takım meseleler, nihayet bizzat kendisinin
tabiat, cemiyet ve beşer hâdiselerini müşahede
ederek, elde ettiği neticeler, onun felsefesini,
birçok yerlerde, evvelkilerden esaslı bir surette
ayırmıştır. Bundan başka, bu felsefe ortaçağ-
larda, gerek yahudi, gerekse diğer ortaçağ-
feylesoflarına şiddetle müessir olduğu gibi,
bu tesir bazı yeni devir feylesoflarında da
açık denilebilcek şekilde, kendini göstermek-
tedir. İşte Fârâbî'nin, hiç olmazsa islâm âle-
minde eşsiz kalmış olan muhteşem yekpare
felsefe sistemi, yukarıda temas edilmiş olan
hususiyetleri ile, muhterem üstadımız Adnan
Adıvar tarafından, mükemmel olarak, tavsif
ve tahlil edilmiştir. (İslâm Ansiklopedisi, Fâ-
râbî maddesi, cüz 34, s. 451-469). Burada
billhassa onun bir hülâsası verilmekle iktifa
olunacaktır.

Fârâbî'nin Felsefesi, Aristo'nun eserleri-


nin, arapçaya tercümelerinin tetkik, şerh ve
izahı ile, ondan evvel şark felsefesinde hüküm
süren tabiat felsefesi yerine, bir zihniyet fe*
sefesi getirmiştir, yani felsefede elkimyacılar
FARABİ. î . felsefesi 37

ve tecrübecilerin yerini mantıkçılar ve mef-


humcular (conceptualistes) aldı. Bu cereyan
kelâmcılar üzerinde de müessir olmuştur: Bu
sahada kullanılan deliller, sonraları tabiatın
temaşasından ziyade, mantıktan alınmıştır. Ne
olursa olsun, I V / X . yüzyıl, Fârâbî sayesinde,
ilk hakikî islâm felsefe mektebinin kurulduğu
yüzyıl olmuştur. Fârâbî'den evvel el-Kindî'de
Aristo'nun meşşâ'un (peripatetiens) felsefesine
doğru başlamış olan fikir cereyanı, asıl Fârâbî
tarafından tam bir fikir sistemi haline getiril-
miştir. Fârâbî, arapçayı çok mükkemmel bir
tarzda kullandığı için, bir taraftan da İbni
Sina'nın gelmesine yol açmıştır. Eğer Fârâbî
bu dili hazırlamasaydı, belki İbni Sina o açık
ve berrak dil ile felsefesini yazamazdı.
Arap dilinde Fârârbî'nin felsefesi kadar
ahenkli, biraz sun'î de olsa, insicamlı bir fel-
sefe bulunamaz. Bu insicam ve ahenk arzusu
sebebi ile, Fârâbî, eski Yunan'ın iki büyük
feylesofunun, Eflâtun ile Aristo'nun ayrı ayrı
felsefî meslekler yaratmış olmalarını kabul
edememiş, ve netice itibarı ile bunların aynı
felsefî akideyi iltizam ettiklerini isbata çalış-
mıştır. Bu yolda yürümek için, Fârâbî, en
büyük cesareti o asırlarda Aristo'ya atfedilen
ve hakikatta Plotinus'un Enneade lannın de
ğiştirilmiş parçalan olan Kitab-u usûluciya
(Thelogia)'dan almıştır. Elhasıl Fârâbî için
fikir âlemine hâkim olacak bir tek felsefe
36 GtRIS

vardı ve bundan dolayı Eflâtun ve Aristo


gibi büyük feylesofların, gayeleri hakikati ara-
mak olduğu için, aynı felsefî fikre sahip ol-
maları lâzımdı. Bunların ikisi de felsefeyi
«varlıkların, var olmak haysiyeti ile, bilinmesi»
şeklinde tarif eder. O halde felsefe birdir ve
felsefede birçok mesleklerin bulunması, siya-
set fırkalarının çok olması gibi, zararlıdır. Bu
fikrin neticesi olarak, başlıca feylesofların
fikirlerini uzlaştırmakla kurulan bir felsefe
sistemi manasında, «Fârâbî syncretisme» i de-
nilen felsefî sistem kurulmuştur.
Fârâbî, bundan sonra, kendi «syncretiste»
felsefesini islâm akideleriyle uzlaştırmak iste-
miştir. O, bir de ruh temizliğine çok ehenH
miyet vermiş ve felsefî düşüncenin temeline
bunu koymuştur. Bundan başka tabiî ve ma-
nevî ilimlerde araştırmalar yapılırken, netice-
lere hendese ve mantık yolu ile varılmasını
tavsiye ederdi. Felsefe bütün varlıklarının ilmi
olduğu için, ona varan, biraz Allah'a benze-
miş olur. «Burhan» ın gerçeği bulmak için,
bir yoldan ibaret olmayıp, bizzat gerçeğin
kendisi olması fikri, Fârâbî'nin kendine has
bir görüşüdür.
Fârâbî'nin fizik (tabiat) ve metafizik (ma-
ba'dattabia) sahasındaki felsefesi, hepsi bir
gayeye varıp, bir kül teşkil eden üç kısım
gösterir: 1 — Ülûhiyet, 2 — Akıl, 3 — Nübüv-
vet (peygamberlik) nazariyeleri; bunların ga-
FARABİ. J. FELSEFESİ 39

yeleri Aristo felsefesini islâm akaidi ile uzlaş-


tırmaktır. Bu düşünüşün de Fârâbî'nin buluşu-
dur, kendinden sonra gelenler aym fikri devam
ettirmekte iktifa etmişlerdir.
İlk nazariyede, Fârâbî'ye göre. Tanrı bir-
dir, varlığı zatında zarurîdir, zatı ve varlığı
başka hiçbir şeye ve illete muhtaç değildir;
namütenahi derecede mükemmel olduğundan
bu zatiyet ve varlık başka hiçbir varlıkta yok-
tur. Bu Tanrı tasavvuru, İbn Sina, îbn Rüşd
ve Meymunides'in ibranî felsefesinde devam
etmiştir. Gazâlî ise, meşhur Tehâfüt-ül-felâsi-
fe'sinde bu fikri, Tanrı'yı varlıklardan tama-
miyle ayırdığı için, tenkid etmiştir. Şu kadar
var ki, Fârâbî tasavvuf yoluna girerek Tanrı
ile varlık arasındaki bu kesintiyi bağlar: İn-
san, duygular âleminden, akıl âlemine geçin-
ce, ilk gerçek bilgiye ve kemâle erer: murakebe
yolu ile, Tanrı ile birleşerek, onda kendisini
unutur. Ancak bu düşünceye göre de duygu-
lar alemi ile akıl ve fikir alemi arasında bir
uçurum hasıl olacaktır.
Fârâbî, feyz («taşma») nazariyesi ile, bu
uçurumu doldurur:
Tanrının kendi cevherini bilmesinden, bil-
mek ve düşünmek, işlemek ve yaratmak oldu-
ğundan «birinci akıl» çıkar, (feyezan eder). Bu-
nun varlığı, kendi zatında mümkün iken,
Tanrı dolayısı ile zarurî olduğundan bunda
çokluk vardır. Bu da ilk varlığı, Tann'yı bil-
40 CiRİS

diği için, bundan «ikinci akıl» taşarak çıkar


(feyezan ve sudûr eder). Birinci aklın varlığı
mümkün olduğundan ve o da kendini bildi-
ğinden, maddesinden birinci felek, sûretinden
o feleğin ruhu («nefs»i) çıkar. Aynı yollar
ile, sırasiyle on akıl hasıl olur ki, bu onuncu
akıl, akl-ı fa aldir: bunların karşısında da fe-
lekler hasıl olmuştur. Bu son akıl bir taraftan
insan ruhunun, diğer taraftan feleklerin yar-
dımı ile, dört unsurun illetidir; biri ayın bu-
lunduğu felektir ve onun altındaki âlemi, ya-
ni yeryüzü âlemini, o idare eder. Bu akıllar,
varlık ve kudretlerini bir Tanrı'dan aldıkları
için, burada Fârâbî'nin Tanrı telâkkisi bozul-
muş olmaz ve onca yegâne varlık yine Tan-
rı'dan ibarettir. Burada Fârâbî ile Spinoza
arasında münasebet görülmektedir. Spinoza,
Mûsa b. Meymûn (Meymunides) vasıtası ile,
Fârâbî'den müteessir olmuştur. Bu iki feylesof-
ta da Tanrı'ya verilen sıfatlar ile varlık bir-
liği (vahdet-i vücut) müşterektir.
Akl-ı faalden ilk madde (heyûlâ) çıkar,
bunda suretleri almak istidadı vardır ve ay-
altı alemindeki (yer yüzündeki) dört unsurun
müşterek esası budur. Bu suretle fiziğe ge-
çen Fârâbî'ye göre, bütün cisimler bunların
oluş (birleşiş) ve dağılışlarından hasıl olur.
Bu sırada fa'âl akıldan aldıkları suretler ile
taayyün ederler. Bundan dolayı Fârâbî muay-
yeniyete (déterminisme) inanmaktadır; ona
FÂRABİ. 1. FELSEFESİ 41

göre, eğer bazı hadiselerin illetlerini bilmiyor-


sak, bu onların illetleri olmadığı için değil,
belki bu illetler kolay keşfedilemediği içindir.
Fârâbî, akıl nazariyesinde bilhassa ruh
(nefs) ile meşgul olur. Çünkü, onca, beden
kemâlini ruhtan alır; ruhun varlığının kemâli
ise, akıl sayesindedir; o halde hakikî insanı,
ruh ve bedeni ile birlikte, akıl teşkil eder.
Bundan dolayı, bunların hepsi bir bahis için-
de toplanılabilir. Fârâbî ruhu (nefs) vazifeleri
ile izah eder: Bunlar da fiil ile anlama ve id-
râktir. Birincisi nebatî hayvanî ve insanî'dir.
İkinciler ise yalnız hayvanî ve insanî'dir.
Nebatî ruhun vazifesi ferdin yetişme ve ge-
lişmesi, hayvanî ruhunki iyiyi elde edip,
kötüden çekinmesi, insanî olanınki güzel ve
faydalıyı seçmesidir. Anlama ve idrâk ise,
dış (beş duygu) ve iç melekeler ile olur; so-
nuncular (hayvanlarda vehim, insanlarda
müfekkire), dış melekelerin verdiği mu'talan
toplayıp, dimağ işlerini yapar. Bunların ne-
ticesi ilim ve sanattır. Akla gelince, Fârâbî
bunun çocukta bilkuvve mevcut olduğunu, an-
cak his mu'talanm alarak, bilfiil akıl haline
geldiğini söyler. Bu dış âleme muhtaç olmadan
kendini düşünebilir. Bir de «müstefâd» akıl
vardır ki bu mücerret suretleri idrâk edebilir
ve bu idrâk bir hads ile olur. Bu akıl dere-
celerinin sonunda, faâl akıl vardır ve bunun
sayesinde kuvvede bulunan akıl ve makul fiil
42 CİRİ9

sahasına çıkar; nasıl ki karanlıkta görmez-


ken kuvvede kalan görme hisleri, güneşin
doğması ile, fiil haline geçer (ortaçağlarda,
şark ve garpte çok kullanılmış olan bu teş-
bih Fârâbi'nindir).

Fârâbî'nin ahlâk nazariyesine gelince, bu


amelî felsefe sahasında Fârâbî, ahlâklılık vas-
fının, iyi ile kötünün, akıl ile fark edilebile-
ceğini iddia eder. En yüksek fazilet bilgi ol-
duğundan, yüksekten gelmiş olan ve bilgi
veren akıl, elbette hareketlerimize dair hüküm
vermek imkân ve kuvvetine sahiptir. Ruhun
(nefs) arzusu ve idrâk dolayısı ile bir iradesi
vardır; bu iradenin aklî düşünceler üzerine
kurulduğunu bilen insan, hür bir iradeye sa-
hip olur. Bu hürriyet zarurîdir ve Allah'ın aklî
mahiyeti ile muayyiniyet kazanmıştır. Böyle
bir aklî düşünceden mahrum olan insan hay-
vana benzer bir insandır. Ancak madde akla
mukavemet edebileceğinden insan hürriyeti
asla tam ve kâmil olamaz; bu ancak aklın
hatalardan kurtulduğu ruhlar âleminde müm-
kün olabilir. Fârâbî'ye göre sırf iyi olduğu
için iyiye ulaşmağa çalışmak en büyük saa-
dettir. Bu da insandaki ruhun kendi üstün-
dekine teveccühüdür ve bu hal göklerdeki,
feleklerdeki ruhların (nefs), Tanrıya tevec-
cüh edip yaklaştıkça saadete erişmeleri gi-
bidir.
FÂRÂBI. 3. FELSEFESİ 43

Devlet nazariyesinde Fârâbi, Eflâtun'dan


müteessir olmuştur. Tabiî ihtiyaçların şevki
ile insanlar, iyi veya fena bir tek şahsın ida-
resi altında toplanıp, devleti (medîne=şehir)
kurarlar. Bu şahıs, yani reis, kötü, cahil, ah-
lâksız ve hataya düşmüş bir kimse ise, dev-
let de kötü bir devlet (el-medînet-ül-câhile=ca-
hil şehir) olur; fakat reis iyi ve feylesof ise,
devlet iyi bir devlet (medîne-i fazda) tir. Bu
iyi reis peygamber ile feylesofun bütün iyi
vasıflarını nefsinden toplamalıdır. Fârâbî, bu
münasebetle vahiy ile felsefeyi de uzlaştır-
mağa çalışır. İyi bir devlette, Fârâbî'ye göre,
bütün ferdler, kendi ihtisasları olan işleri yap-
malı ve hepsi birden tam bir bütün teşkil et-
melidir. Öyle ki herhangi bir uzvun rahat-
sızlığı bütün devlette duyulmalıdır. Ahlâka
gelince, bu dinî bir topluluk teşkil eden dev-
lette kemâle gelir. Kötü devlette gaye yiye-
cek, içecek ve maddî lezzetten ibaret olduğu
halde, iyi devlette ferdler birbirine yardım
eder, cömert, alicenap ve doğru sözlü olurlar.
Kötü devletin mesulü reislerdir. Fârâbî, iyi
bir devlete reis olacak kimselerde, bu vazife-
ye ehil olmaları için icap eden bütün vasıflar
bulunmazsa, bunlardan, birbirini tamamlıya-
cak şekilde bir kaçının birden reis tayin edil-
mesini söyler, yani münevver bir aristokrasi
kurulmasını tavsiye eder. Bunlar ve idare et-
tikleri, bu dünyada kazandıkları bilgi ( — saa-
44 CIRİS

det) derecesinde, ahrette de saadet kazanacak-


lardır. Böylece yine her şey Allaha dönmüş
olacaktır ki, bu Şark felsefesinde görülen
«ittisal» dır.

Umumî olarak bakılırsa, Fârâbî'nin felse-


fesi spritualiste veya daha doğrusu intellec-
tualiste bir felsefedir. Duygularla aldığımız
şeyler, ruhun tahayyüllerinden ibaret karışık
tasavvurlardır; asıl varlık ise ruhtur. Tam,
tek ve saf ruh Tanrı'dır; bundan sıra ile di-
ğer ruhlar fezeyan etmiştir, insan da akıl ha-
lindedir. Kâinat bir bütün olup, iyilik ve gü-
zellikle doludur, fenalık, ancak münferit şey-
lerde mütenahliğin zarurî neticesi olarak, var-
dır. Ruhun Tanrı'ya iştiyakı vardır. Bilgi ile
yükselip, bir dereceye kadar tatmin edilir
Fakat bunun sonu nedir? Fârâbî bu soruyu
açıkça cevaplandırmaz, ancak bunlara pey-
gemberlerin cevap verebileceğini söyler. Pey-
gamberlik (nübüvvet), doğru rüya ve ilham
gibi tahayyül âlemine aittir ve akıl ile duygu
âlemi arasında yer alır. Fârâbî siyaset ve ah-
lâk felsefesinde dine yüksek bir mevki ver-
mektedir.

«Fârâbî, her vakit, fikir mülkünde bir


hükümdar gibi yaşamıştır. Tabiat zenginlik-
lerinin ortasında fakir bir hayat geçiren Fâ-
râbî, muasırlarının büyük bir ekseriyetine hi-
tap edememiş, ahlâkî ve siyasî talimlerinde
FÂRÂBI. }. FELSEFESİ .45

bu dünyayı alâkadar eden maddelerden bah-


setmemiş, saf ruhun tecrübeleri içinde gaş-
yolup kalmıştır. Pek az talebesi tarafından
sûfî ve-mukaddes bir insan gibi, akıl ve hik-
metin müşahhas bir misali olarak, büyük bir
hürmete nail olmuştur» (A. A. Adıvar).
II
KlTABt) IHS—IL—ULÛM
HAKKINDA

<Fârâbî'nin, ilimlerin sayılması ve ga-


yelerinin bildirilmesi hakkında yüksek bir
kitabı vardır ki, kimse ondan önce böyle
bir eser yazmamıştır. Kendinden sonra da
kimse o yolda yüriimemiştir. Bütün ilim-
leri öğrenmek istiyenler bu kitabın reh-
berliğinden müstağni kalmazlar ve her
şeyden evvel onu gözden geçirmelidirler»

Kadı Ibn-ü Sâ'id, Tabakat ül-ümem.

Fârâbî'nin sayısı yüz altmışı bulan ve her


biri ayrı bir kıymet ifade eden eserleri ara-
sında, «İlimlerin sayımı hakkında kitabet,
faydası ve ihtiva ettiği bilgi ve görüşlerin
zenginliği bakımından, diğerlerinden daha az
kıymetli değildir. Yukanya alınmış cümlelerde
görüldüğü üzere, daha XI. yüzyılda Ibn-ü
Sâ'id, bütün felsefe öğrencilerine bunu oku-
mağı tavsiye ettiği gibi, daha sonraki yüz-
yıllar boyunca da, aynı takdir devam etmiş-
tir. ileride gösterileceği üzere, latinceye üç,
ibranî diline bir defa tercüme edilmiş olması
FARABİ. II. İLİMLERİN SAYIMI 47

onun, aynı zamanda batıda da tesir ettiğini


gösterir.
Fârâbî bu eserini, amelî diyebileceğimiz
bir gaye ile yazdığını söylüyor; çünkü o, —
«Bu kitabı meşhur olan ilimleri bir bir say-
mak, bunların herbirinin şamil olduğu bütün-
leri tarif etmek, cüz'leri bulunanların cüz'leri-
ni ve cüz'lerinin her birinde bulunan bütünü
tarif etmek maksadı ile yazdık» — diye söze
başlarken, insan bilgisinin hudutlarını, mev-
zularını v.s. yi tarif etmek, sonra aralarındaki
bağlan göstermek istiyor gibidir. Fakat he-
men biraz aşağıda «Bu kitapta bulunan bil-
gilerden istifade edilebilir...» diyerek, eserin
amelî gayelerini anlatıyor: Her hangi bir ilim
öğrenmek isteyen, bu kitaba bakmak suretiy-
le, çeşitli ilimlerin mevzularını, kendisine ne-
ler öğretebilip, kendisini nelerden müstağni
kılabileceğini anlıyacağını, hangi ilmin daha
faydalı olacağına karar verebileceğini, bir il-
mi öğrenmek istediği takdirde, bu işe körü
körüne girişmeyip, bilerek girişeceğini anlatır.
Sonra, daha da ileri giderek, bilgiç geçinen-
lerin yalancılıklarını veya neyi, ne dereceye ka-
dar bildiklerini bu kitap sayesinde anlamanın
kabil olacağını söyler. O halde, kabul etmek
lâzımdır ki, bu eser, esas bakımından, amelî
gaye ile yazılmış, bir nevi ilimler ansiklope-
disidir ve gayesi yukarıda anlatıldığı üzere,
bir ilimler nazariyesi ve tasnifi değildir. An-
4 a GIKİŞ

cak şunu ilâve etmek lâzımdır ki, arapça ola-


rak yazılmış olup, bu güne kadar kalan en
eski ansiklopedidir.
Fârâbî, eserinin kolayca görülen bu ma-
hiyetine rağmen, bahsettiği ilimleri gelişi gü-
zel sıralamamış, onları diğer eserlerinde görü-
len felsefî sistemi ile alâkalı, ahenkli bir ter-
tip içine koymuştur. Böylece burada, zımnî
olarak ifade edilmiş olan bir ilimler tasnifi ile
karşı karşıya bulunmaktayız. Çünkü Fârâbî,
bu eserinde, ilimleri ilk önce beş büyük kıs-
ma böler: 1. dil ilmi, 2. mantık ilmi, 3. ta'-
limî ilimler, 4. ilâhiyât, 5. medeni ilimler. Son-
ra, bunların her birinin içinde bulunan ayrı
ayrı ilimleri mâkûl bir sıra ve tertip içinde gös-
terir; meselâ ta'limî ilimler şunlardır: Sayılar
(hesap), hendese, menâzır ilmi, yıldızlar (nü-
cûm) ilmi, musiki (çünkü bu da tamamiyle
riyaziyeye dayanır) ilmi, cerr-i eşkal ve ted-
birler (hileler) ilimleri (bunlarda da her biri-
nin amelî ve nazarî kısımlarını göstermiştir).
Görülüyor ki, Fârâbî burada mücerretlerden
başlayıp, müşahhaslara doğru gitmektedir.
Esasen o, Kitâb-i'ı tahsil-is-saâde («Saadeti el-
de etme kitabı») adlı eserinde, ilimlerin şu
esaslara göre tasnif edilmesi fikrini ileri sü-
rer :
1. Nazarî ilimler. Bunlar üçtür: a. ta'limî
ilimler (riyaziye), b. tabiî ilimler, c. ilâhiyât
(veya mâba'dettabia, metafizik).
FARABİ. II. İLİMLERİN SAYIMI 49

2. Amelî ve felsefî ilimler. Bunlar ikidir:


Ahlâk, felsefî siyaset ilmi veya siyaset ilmi.
Bu tasnif, «îhsâ-ül-ulûm»da anlattığı ilim-
ler dolayısiyle kendiliğinden meydana çıkan
tasnif ile mukayese edilirse, görülür ki, Fârâbî,
bu son eserde, bu noktai nazarı aynen takip
etmiştir. Ancak Ihsa-ül-ulûm da, fazla olarak,
dil ve mantık ilimleri vardır ki, birincisi ma'-
kulâta delâlet etmeleri bakımından kelimelerin,
diğeri kelimelerin kendilerine delâlet etmeleri
bakımından ma'kulâtın bilgisidir. Bunlar bü-
tün ilimlerin ve ilimlerin şahıstan şahsa geçi-
şinin zarurî vasıtalarıdır. Bundan dolayı bun-
lar hepsinin başına konulmuştur. Buna göre,
Fârâbî, a. gayelerine bakarak, b. mevzularının
basitliklerine ve bizi ulaştırdıkları vuzuh de-
recesine bakarak, ilimleri tasnif etmiştir ki,
bu ikinci hususta tamamiyle kendi düşüncesi
ile hareket etmiştir. Descartes, XVII. yüzyıl-
da, güç meselelerde, onları cüzlere bölüp, kü-
çük ve basitlerinden başlıyarak, karışık (ntu-
dil) olanlara gidilmesi fikrini söylerken, eğer
bu eserin latince tercümelerini okumamış ise,
yedi yüzyıl sonra, Fârâbî ile aynı neticeye var-
mış demektir.
Fârâbî, bu tasnif hususunda, kimseden
mülhem olmamış ve tamamiyle orjinal bir
düşünceyi ileri sürmüş görünüyor. Çünkü o
zamana kadar bu şekilde bir ilim tasnifi mev-
cut değildir. Meselâ, malûmdur ki, Aristo ilim-
50 CIRI)

leri üçe ayırıyordu: 1-Nazarî felsefe (gayesi


bilgi veya gerçekleri anlamaktır, riyaziye, ta-
biiyât ve ilahiyat), 2-Amelî felsefe (gayesi iyi-
dir, ahlâk, tedbir-i menzil ve siyaset), 3-şiir
veya güzellik ilmi (gayesi güzelliktir, şiir, hi-
tabet ve cedel).
Aristo'nun şarihlerinde ise ikili bir tasnif
vardır: Nazarî ve amelî ilimler, tslâm sahasın-
da ise, Şihâbeddin b. Muhammed, ilimleri üçe
bölmüştür: 1. Yüksek ilim (ilâhiyat), 2. Orta
ilim (riyaziye), 3. Alçak ilim (tabiiyât). Bunu
da meşhur el-Kindî'nin Mâhiyet - ül - il m ve
aksâmih («İlmin mahiyeti ve kısımları») ki-
tabı ile Aksâm-ül-ilm-il-insî («İnsan ilimleri-
nin kısımları») kitabından aldığını söyler.
Böyle olunca, Fârâbî'ye kadar olan ilim tas-
nifleri arasında, onunkine benzer bir tasnif
bulunmadığı kendiliğinden meydana çıkmış
olur. Üstelik de Fârâbî'nin tasnifi çok daha
makul esas ve fikirlere dayanmaktadır.

Fârâbî'nin bu eserinin meziyeti bunlardan


ibaret değildir. O bahsettiği ilimlerin her bi-
rini en mükemmel bir şekilde anlatmış mev-
zularını gayelerini, dayandıkları prensipleri
çok güzel bir şekilde göstermiştir. Bundan do-
layı, meselâ İbn-ü Rüşd'ün talebesi olan îbn-ü
Tumlûs, El-müdhal li-sınâat-il-mantık («Man-
tık smaatına giriş») adlı eserinde, bu sahada
Fârâbî'nin burada verdiği bilgiden daha mü-
FARABİ. II. İLİMLERİN SAYIMI 51

kemmel ve iyi tertip edilmiş bir eser görme-


diğinden, ve galiba kendisinin de Fârâbî'nin
eseri elinde olduğu halde, o kadar iyi bir hü-
lâsa yapamayacağına emin bulunduğundan,
İhsâ-ül-ulûm'daki mantığa dair bölümü aynen
eserini almıştır. Bundan başka, bu eser, man-
tıki bir tertip içine konulmuş bütün ilimleri
ve felsefeyi içine aldığından îbn-ü Sâ'id ile
birlikte denilebilir ki, hiç olmazsa şarkta,
felsefeye başlangıç için okunacak en iyi kitap
bu kitaptır.

ilimlerin sayımı hakkında kitap, son


derecede geniş ve devamlı bir tesir yapmış-
tır. Tereddütsüz olarak denilebilir ki, şarkta,
îbn Sina'dan başlıyarak, yazılmış olan ansik-
lopedi mahiyetindeki bütün eserlerde, Fârâ-
bî'nin bu eserinin tesirini açıkça görmek ka-
bildir.

Garpte ise, bu tesir kendini şöyle göste-


rir: İlk önce bu eser birkaç defa latinceye
tercüme edilmiştir. İlk tercüme milâdî XII. as-
rın başlarında yaşamış olan Dominicus Gun-
dissalinus tarafından yapılmıştır. Ve bu ter-
cüme Guilielmus Camerarius tarafından 1638'-
de Paris'te Alpharabi philosophi opusculum
de Scientiis adı altında basılmıştır. Ancak bu
tercüme kâfi derecede sıhhatli ve tam bir ter-
cüme değildir. Diğeri milâdî 1114 yılında şi-
malî italya'da Cremona da doğmuş olup 1187'
CİRİ9
52

de Tuleytala'da ölmüş ve 70 kadar arapça


eseri latınceye tercüme etmiş olan Gerard de
Cremona tarafından yapılmıştır: Liber Alp-
harabi de Scimtiis. Yine aynı asırda Sevilli
John tarafından da De Scientiis adı altında
latinceye tercüme edilmiştir. Bu suretle garp
âleminde bu eserden kolaylıkla istifade etmek
imkânı hasıl olmuştur. İlk önce, Gundissalinus'-
un De divisione philosophiae'smda verilen ilim-
ler tasnifinde hemen tamamiyle bu eserden
istifade edilmiştir. Milâdî 1264'de ölmüş olan
V. de Beauvais, Speculum doctrinale' sinde,
Sevilli John'in tercümesi vasıtasiyle «İlimlerin
sayımt»ndan istifade etmiştir. Fârâbî'nin
adını Batlamyus ve Oklides ile birlikte zik-
reden meşhur Roger B a c o n (takriben
1214—1280)'ın da bu eserden istifade etmiş
olduğu Vogl tarafından, Die Physik Roger
Bacons (Erlangen, 1904) adlı eserinde, mey-
dana konulmuştur.

thsa-ül-ulûm da bulunan musikiye dair


bir bölümün başlı başına Avrupa'da uzun
müddet müessir olduğu musiki tarihçisi H.
G. Farmer'in Journal of the Royal Asiatic
Society (1932)'de çıkan The Influence of Al
Farabi's Ihsa' al-ulum (De scientiis) on the
Writers on Music in Western Europe (El-Fâ-
râbî'nin thsa-ül-ulûm'unun batı Avrupa'da
musiki hakkında yazanlar üzerinde tesiri) adlı
FARABİ. II. İLİMLERİN SAYIMI 53

makalede, bütün teferruatı ile, tetkik ve isbat


edilmiştir.

Ihsâ'-ül-ulûm'un Kalonymus ben Kalo-


nonymus (ölümü 1314) tarafından İbranî diline
de tercüme edilmiş olduğunu buraya ilâve
etmek lâzımdır.

İhsa-ül-ulûm'un arapça metninin bu gün


dört tane el yazması nüshası bulunmuştur
ki, bunların en iyisi, istanbul'da Köprülü Kü-
tüphanesi'nde (No. 1604) bulunan nüshadır.
Bir başka yazması da İspanya'da Madrid ci-
varındaki Escurial Kütüphanesi'ndedir. Arapça
metni, ilk önce, 1921 yılında Sayda'da çıkan
El-İrfân adlı mecmuada neşredilmiştir. Mı-
sırlı felsefe tarihçisi Osman Emin de, bütün
el yazmalarına istinat ederek, bunu yeniden
neşretti (Kahire 1931). Arapça metindeki bazı
güçlükleri halledebilmek için Angel González
Palencia, bu metni, iki latinee tercümenin
metni ve ispanyolca'ya tercümesi ile birlikte,
bastırdı: Alfarabi, Catálogo de las Ciencias,
Madrid, 1932. Nihayet Osman Emin, neşrini
biraz daha islâh ve ikmal ederek, yeni not-
lar ile, ikinci bir defa daha bastırmıştır:
Kahire 1949.

Buradaki tercümede istifade edilmiş olan


metin işte Osman Emin'in bu yeniden tashih
edilmiş olan basmasındaki metindir.
KİTABÜ ÎHSÂ-IL-ULÜM

ilimlerin Sayımı
Hakkında Makale

Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed-il Fâ-


râbi'nin İlimlerin mertebeleri hakkında kita-
bı\ Dedi ki-,
Bu kitabı, meşhur olan ilimleri bir bir
saymak, bunlardan her birinin içinde bulunan
bütünleri, bölümleri onların bölümlerini ve
bölümlerinin her birinde bulunan bütünleri
tarif etmek maksadı ile yazdık. Kitabı beş
bölüme ayıracağız :
1. Dil ilmi ile bölümleri hakkında,
2. Mantık ilmi ile bölümleri hakkında,
v/'K 6-3. Öğretme3 ilimleri (sayı, hendese, me-
nazır, yıldızlar, musiki, ağırlıklar (eşkâl) ilim-
leri ile tedbirler «hiyel4» ilimleri) hakkında,
4. Tabiat ilimleri, ilâhiyat ilmi ve bölüm-
leri hakkında,
5. «Medeni» ilim, ile bölümleri; fıkıh ve
kelâm ilimleri hakkında.
Bu kitaptaki bilgilerden istifade edilebi-
lir. Çünkü insan, bu ilimlerden birini öğren-
İLİMLERİN SAYIMI 55

mek isteyip bu kitaba bakarsa, cesaretle


^neye giriştiğini, neye baktığını, bu bakışı ile
ne fayda temin edeceğini, bütün bunlardan
kazancının ne olacağını, bunlarla hangi fazileti
elde edeceğini bilir. Böylece, ilimlerden neyi
kazanmağa girişmiş ise, körükörüne ve al-
danmalarla değil de bilerek ve görerek, ona
doğru ilerler. İnsan, bu kitap sayesinde ilim-
ler arasında bir mukayese yapabilir ve han-
gisinin daha üstün, hangisinin daha faydalı,
hangisinin daha açık, hangisinin daha sağ-
lam ve hangisinin daha kuvvetli olduğunu,
hangisinin daha gevşek, daha kuvvetsiz ve
daha zayıf bulunduğunu anlar.

Bu ilimlerden birini iyice bildiğini iddia


ettiği halde bunu blmeyen kimseleri meyda-
na çıkarmak hususunda da bu kitaptan fay-
dalanmak mümkündür. Çünkü kendisinden
bu ilimdeki bütünü (cümle) bildirmesi, bölüm-
lerini (cüz') sayması istenir ve her bölümde
bulunan bütünler sorulur; o, buna cevap ve-
remezse, iddiasının yalanlığı belli olur ve
kendisinin de yalancılığı meydana çıkar.

Bu ilimlerden birini güzelce bilen bir


kimsenin, bunun hepsinin mi, yoksa bölümle-
rinden birini mi iyi bildiği ve bu bilgisinin
ne kadar olduğu, yine bu kitap sayesinde bel-
li olur.
56 İLİMLERİN S A Y I M I 56

İyi bir şekilde yetişmiş ve türlü bilgileri


bilen kimseler arasında her bir ilimdeki bü-
tünleri güzelce öğrenmek isteyenlerle, ilim-
ehlinden sanılmak için onlara benzemek iste-
yenler de bu kitaptan faydalanabilirler.
.Sl/taoJ ^ fojJo.
fetÜt«! , Itfr İ&A- -•
Birinci Bölüm
DİL İLMİ8 HAKKINDA

Dil ilmi, bütün olarak, iki kısımdır:


1. Herhangi bir halk arasında bir mâna-
ya delâlet eden kelimeleri ezberlemek ve on-
lardan her birinin delâlet ettiği şeyi bilmektir.
2. Kelimelerin «kanun» larını bilmektir.
Her smaatta7 kanunlar külli yani umumî
sözlerdir8^ ve bunlardan her biri yalnız başına
bu sınaatta bulunan birçok şeyleri içine alır,
ve kendileri için bir sınaat meydana getirilen
şeylerin hepsini veya pek çoğunu kaplar.
Bir sınaatta, kanunlar, ya kendinden ol-
mayanlar içine girmesin, yahut kendinden
olanlar dışarıda kalmasın diye, o sınaattan
olan şeyleri çevrelemek için meydana getiril-
miştir. Bazan da bir kimsenin bir husuSta
yanlış yapıp yapmadığını sınayıp denemek
için {imtihan), yahut bu sınaatın içine aldığı
şeylerin öğrenilmesi ve ezberlenmesi kolay
olsun diye hazırlanmış olur. i
Çok olan tek şeyler, ancak insan ruhunda
(nefs) belli bir tertip ve sıra ile hasıl olan
kanunlara girmek suretiyle smaatlar haline
gelir veya sınaatlardan birinin içine girer.
58 İLİMLERİN S A Y I M I 58

Meselâ nazari ve emelî yazma sanatı, tıp,


ziraat, mimarlık ve başka sınaatlar böyledir.
Herhangi bir sınaatta kanun olan her söz,
kanun olması ile, andıklarımızın ya biri veya
hepsi için hazırlanmıştır. Bundan dolayı âlim
ve feylesoflar, bir cismin kemiyetinde veya
keyfiyetinde veya bundan başka bir şeyinde
hissin yanlış yapması ihtimaline karşı her
hangi bir deneme (imtihan) için yapılmış olan
şakul, pergel, satır çizme aleti ve teraziler
gibi aletlere, «kanun» 1ar derlerdi. Hesap cet-
velleri ile yıldızlar için yapılan cetveller de
«kanun» 1ar denilir. Uzun ve büyük kitaplar-
dan akılda tutulmak için yapılan kısaltılmış
kitaplar «kanun» lardır. Çünkü az sayıda
şeyler çok şeyleri içine almaktadır. Onlar az
sayıda olduklarından, onları bilmek ve ezber-
lemek suretiyle, çok sayıda şeyleri bilmiş olu-
ruz.
Şimdi içinde olduğumuz konuya dönelim.
Deriz ki, her halkın dilinde bir mânaya
delâlet eden kelimeler iki kısımdır.
1. Tek kelimeler,
2. Toplu kelimeler.
Tek kelimeler, aklık, karalık, insan ve
hayvan gibi kelimelerdir. Toplu olanlar ise
«insan bir hayvandır», «Amr beyazdır» gibi
sözlerimizdir. Tek olan kelimeler arasında
varlıkların lâkabı, adı olanlar vardır: Meselâ
58 İLİMLERİN SAYIMI 59

Zeyd ve Amr. Bunlardan eşyanın cins ve


nevilerine delâlet edenler vardır: İnsan, at,
hayvan, aklık ve karalık gibi. Cins ve nevi-
lere delâlet eden tek kelimeler ya isimler, ya
fiiller (kelime) veya edatlardır. [Arapçada]
isim ve fiillerde (kelime) erkeklik (müzekker-
lik), dişilik (müenneslik), tekillik (vahdet),
ikilik (tesniye) ve çoğulluk (cemi) halleri bu-
lunur; fiillerde (kelime) bilhassa zamanlar
vardır. Zamanlar da geçmiş zaman, şimdiki
zaman ve gelecek zamandır.
Her halkın dilini inceleyen dil ilmi yedi
büyük bölüme (cüz') ayrılır:
[_1. Tek kelimelerin ilmi,
2. Toplu kelimelerin ilmi,
3. Kelimelerin tek oldukları zamanki ka-
nunları,
4. Kelimelerin toplu oldukları zamanki
kanunları,
5. Doğru yazma kanunları,
6. Doğru okuma kanunları,
7. Doğru şiir okuma kanunlarıj
Bir mânaya delâlet eden tek kelimeler
ilmi, eşyanın cinslerine ve nevilerine delâlet
eden bu dile mahsus veya ona dışarıdan gir-
miş kelimelerin nadir9 olanları ile herkes ta-
rafından bilinenlerin birer birer neye delâlet
ettiğinin bilinmesini, onların ezberlenmesini
ve rivayet edilmesini içine alır.
58 İLİMLERİN S A Y I M I 67

Toplu kelimeler ilmi, bu halk arasında,


toplu olarak tesadüf edilen sözlerin ilmidir,
bilinmesidir. Bu da bu halkın hatipleri ile
şairlerinin yaptıkları (yazdıkları) eserlerin ve
güzel konuşanları (beliğ) ile doğru konuşan-
larının (fasih) söyledikleri sözlerin rivayet
edilmesi ve ezberlenmesidir. Bunlar, uzun,
kısa, vezinli ve vezinsiz olabilir.
Tek kelimelerin kanunları ilmi, ilk önce,
seslerin (huruf-ı mu'ceme)10 sayılarını ve bun-
lardan her birinin, ses çıkarma uzuvlarının
(organ) neresinden çıktığını, bu sesleri çıka-
ran uzuvları aynı dilde bu harflerin birbirleri
ile birleşenlerini ve birleşmiyenlerini, bir mâ-
naya delâlet eden bir kelimenin meydana
gelmesi için en az kaç sesin birleştiğini,
en çok kaçının birleştiğini gösterir. İkilik
(tesniye), çoğulluk, erkeklik (müzakerelik),
dişilik (müenneslik), türeme ve başkaları gibi,
kelimelerin hallerini gösteren ekler geldiği
zaman kelimenin gövdesinde değişmeden ol-
duğu gibi kalan sesleri, ekler aldığı zaman
kelimeleri değiştiren sesleri (harf), yanyana
geldikleri zaman birbiri ile benzeşen (indigâm)
sesleri araştırır.

Sonra, bunun arkasından, tek kelimelerin


türlü hallerini gösteren çekim örneklerinin
(emsile) kanunlarını11 verir. Başka bir şeyden
türemiş olmayan ilk çekim örnekleri ile türe-
58 İLİMLERİN SAYIMI 61

miş (müştak) olanları birbirlerinden ayınr; tü-


remiş kelimelere ait sınıfların çekim örnek-
lerini verir. İlk çekim örnekleri arasında, keli-
melerin kendilerinden meydana getirildiği
mastarlar ile mastar olmıyanları birbirinden
ayırır. Mastarların fiiller haline gelmesi için
nasıl değiştiklerini gösterir. Fiillerin çekim
örneklerinin çeşitlerini, emir ve nehi ile kemi-
yetlerine— bunlar üçlükler (sülâsî), dörtlük
(rübâî) ve bundan çok harfli olan fiiller ile
muzâaf" olan ve muzâaf olmıyan fiillerdir —,
keyfiyetlerine — bunlar fiillerin sahih ve mu-
tel13 olmalarıdır — ve bunlara benzer şeylere
göre fiillerin nasıl değiştirildiklerini gösterir.
Bütün bunların erkek (müzekker), dişi (müen-
nes), tekil ve çoğul oldukları zaman nasıl ol-
duklarını bildirir. Bir de fiillerin bütün hepsin-
de onların şahıslara ve zamanlara göre nasıl
değiştiklerini gösterir. Sonra, ilk vazedildikle-
ri14 sırada söylenmesi güç olup sonraları söy-
lenmesi kolay olacak şekilde değiştirilen keli-
meleri araştırır.

Kelimelerin toplu oldukları zamandaki


kanunlarını bildiren ilim iki kısımdır:
1. Kelimeler toplu oldukları veya bir tertip
içine konuldukları zaman, isim ve fiillerin son-
larının nasıl olacağını gösteren kanunları verir.
2. Kelimelerin birbirleri ile birleştirilmele-
rinin ve yan yana gelmelerinin bu dilde nasıl ol-
duğunu gösterir ve bunların kanunlarını verir.
62 İLIMLERIN SAYIMI

isim ve fiillerde görülen değişikliklerin


kanunlarını nahiv (syntaxe) ilmi bildirir. Na-
hiv ilmi, [arapçada] isim ve fiillerde (kelime)
kelime sonlarının nasıl değiştiğini bildirir.
Çünkü edatlar asla değişmez. Bu değişiklik
bazan isimlerin başında olur; meselâ Larap-
çada] isimleri «ma'rife»15 yapmak için başına
elif lâm'6 veya, başka dillerde, bunun yerini
tutacak bir şeyin getirilmesi, isimlerin sonla-
rında olan değişmeler de vardır, bunlara
«sonda bulunan değişme» denir I'rap harfleri"
denilen şeyler bunlardandır. Fiilde ise, baş
tarafta değişme olmaz, ancak son taraflarda
olur. isim ve fiillerde sonda olan değişmeler,
bunlann, arapçada meselâ üç tenvin, üç ha-
reke ve cezm18 edatlarını almalarıdır. Arap
dilinde, kelimelerin sonunda başka bir değiş-
me varsa, o da bunlardan sayılır, isimlerden
bazılarının, aynı halde bulunan başka isim
münsarif19 olduğu, cümle içindeki yerine göre
sonu değiştiği halde, «münsarif» olmadığı-
nı, sonlarının değişmeden kaldığını, yani
«mebni»20 olduğunu bildirir. Bazı isimlerin de
bazı hallerde «münsarif» olup, bazılarında ol-
madığını," yine isimlerden bütün hallerde
«münsarif» olanların mevcut bulunduğunu bil-
dirir.

Bu ilim, isim ve fiillerin sonunda görülen


bütün edatları ve değişmeleri sayar, isimlerin
ve fullerin aldıkları edatları birbirlerinden ayı-
58 İLİMLERİN SAYIMI 63

rır. «Münsarif» isimlerin «münsarif» oldukları


bütün halleri, ve fiillerin «münsarif» olduğu
bütün halleri sayar. Sonra isimler ile fiillerin
her birine hangi halde, hangi edatın eklendi-
ğini bildirir. îlk önce, her bir halde isim edatla-
rından birinin kendisine eklendiği tekil ve
«münsarif» isimlerin hallerini, teker teker,
baştan başa sayar; ikilik (tesniye ve çoğul ha-
lindeki isimlerde aynı şeyi verir. Nihayet fiil-
lere mahsus olan «edat» ların değiştiği bütün
halleri, sonuna kadar, araştırır. Sonra, bazı
hallerde münsarif olan isimlerin hangi hallerde
münsarif olduklarını, hangi hallerde münsarif
olmadıklarını bildirir. Sonra, her biri yalnız
bir tek halde kalan «mebni» isimleri ve bunla-
rın hangi halde «mebni» olduğunu bildirir.

Edatlara gelince, o dili konuşanların âdet-


lerine göre, bunlardan her biri bir tek halde
kalıyorsa yani «mebni» ise, bunu bildirir. Ba-
zısı yalnız bir halde mebni ise ve bazısı bazı
hallerde münserif ise, bütün bunları bildirir.
Bu dilde, edat mı, isim mi veya fiil mi olduk-
larından şüphe edilen kelimeleri, yahut bu
dilde kelimelerin bazıları isme benzer, bazısı
fiile benzer gibi görünüyorsa bunları, hangi
kelimelerin isim yerine geçtiğini, hangi haller-
de münserif olduklarını, hangi kelimelerin fiil
yerine geçtiğini ve hangi hallerde münserif
olduklarını bildirilmesine ihtiyaç hasıl olur.
58
İLİMLERİN S A Y I M I 64

Kelimelerin birleştirilmelerinin kanunla-


rını veren kısma gelince, bu kısım, ilk önce, ke-
limelerin bu dilde hüküm ifade eden sözler
haline gelebilmek için, nasıl ve kaç türlü yan
yana getirilip, tertip edildiğini açıklar. Sonra
bu dilde en doğru terkip ve tertibin hangisi
olduğunu açıklar.
Doğru yazma kanunlan ilmi, ilk önce, o
halkın satırlar içinde yazılmayan ve yazılan
harflerini biribirinden ayırır.22 Sonra satırlar
içinde yazılanların nasıl bir tarzda yazılaca-
ğını açıklar.
Doğru okuma kanunları ilmi, noktaların
yerlerini, bir dilde yazanların bir harf satır-
larda yazılmadığı (ve yazıldığı) zaman koy-
dukları işaretleri, biribirine benzeyen harfleri
biribirinden ayırmak için kullanılan işaretleri,
biribirleri ile karşılaştığı zaman biribirleriyle
benzeşen, veya biribirilerinden uzaklaşan harf
ler için kullanılan işaretleri, sözlerin kesildiği
yerlerde (cümle sonlarında), konulmakta olan
işaretleri bildirir. Sözlerin az, orta derecede
ve en çok kesildiği yerlerde kullanılan işaret-
leri biribirlerinden ayırır. Biribiri ile bitişik
kelime ve sözlerin çirkinliğini göösteren işaret-
leri ve bilhassa araları uzak olunca biribirini
bozan işaretleri açıklar.

Şiir kanunları ilmi, dil ilmine benzemesi


bakımından,23 üç bölümdür.
58 İLİMLERİN SAYIMI
72

Birinci bölüm, o halkın şiirlerinde kulla-


nılan basit ve karmaşık vezinlerin sayılması-
dır. Sonra ayrı ayrı çeşitlerinden ayrı ayrı ve-
zinlerinin çıktığı harf terkipleri sayılır. Harf-
lerin bu terkiplerine araplarda «esbâb» ve
«evtâd»,24 yunanlılarda ise «kesme yeri» ve
«ayak» denilir. Sonra beyitler ile mısraların
miktarları; ve ayrı ayrı vezinlerin, ayrı ayrı
beyitlerin kaç harf ve kesinti (makta') ile
tam ve mükemmel bir hale geldiğini araştırır.
En sonra da, tamam olan vezni noksan ola^
nından ayırır ve hangi vezinlerin duyulduğu
zaman daha parlak, daha güzel ve daha tatlı
geldiğini gösterir.

İkinci bölüm ayrı ayrı vezinlerdeki beyit-


lerin sonlarından" hangisinin o dilde bir tek
şekilde kaldığını ve hangisinin değiştiğini in-
celer. Bu son çeşitte hangisi tamdır, hangisi
artıktır, hangisi eksiktir (bunları araştırır).
Hangi sonların bütün şiirin hepsinde muhafaza
edilen bir tek sesten olduklarını, hangilerinin
«kaside» boyunca muhafaza edilen birden çok
sesler ile teşkil edildiklerini, o dilde beyitlerin
sonlarının en çok kaç ses ve hece olduğunu
gösterir.24 Sonra çok ses ile olanlarda bazı
seslerin yerine söylenme ve telaffuz zamam
kendine eşit olan başka seslerin konulmasının
uygun olup olmadığını ve bunlardan hangisi-
nin yerine, zaman bakımından kendisine eşit
&6 İLİMLERİN SAYIMI

bir ses konulmasının uygun olabileceğini


bildirir.

Üçüncü bölüm, o dilde şiirlerde kullanıl-


ması yerinde olan kelimeler ile şiir olmayan
sözde kullanılması yerinde olmıyan kelime-
leri araştırır.

Dil ilmi bölümlerinin her birinde bulunan


bütünler bunlardan ibarettir.
ikinci Bölüm
MANTIK iLMl
HAKKINDA

(Bu bölümde mantık ilminin) içinde bulu-


nan bütünü, sonra onun faydalarını, sonra
mevzularını, sonra adının mânasını bildirece-
ğiz; sonra da bölümlerini ve her bir bölümün
içinde bulunan bütünleri sayacağız.

Mantık sınaatı, bütün halinde, aklı düzelt-


meğe (takvim) ve, yanlış yapılması mümkün
olan bütün mâkul" şeylerde, insanı doğru
yola ve gerçek {hak) tarafına yöneltmeğe
yarayan kanunları ve insanı mâkullerde yan-
lıştan, sürçmeden ve hatadan koruyan ve
muhafaza eden kanunları verir. Bir de yan-
lış yapan bir kimsenin mâkullerde yanlış
yapmış olup olmadığından emin olunmazsa,
onun denemesi (imtihân) için kullanılan ka-
nunları gösterir. Bu da, mâkuller arasında,
yanlış yapılması asla mümkün olmıyan bazı
şeylerin bulunması ile mümkündür. Bunlar da,
insan ruhunun, yaratıldığı zaman, onları bili-
yormuş ve kesin bilgi (yakîn) halinde kabul
ediyormuş gibi bulduklan şeylerdir28. Meselâ
bütün parçasından daha büyüktür; her üç
58
İLİMLERİN S A Y I M I 68

tek bir sayıdır. Daha başka şeyler vardır ki,


onlarda yanlış yapmak, gerçekten uzaklaşıp,
gerçek olmıyan şeylere gitmek mümkündür.
Bunlar, ancak fikir, derin düşünce (teemmül),
kıyas ve istidlâl ile idrâk edilenlerdir. Bütün
bunlarda, daha önce, kesin (yakîn) gerçeği
isteyen insan, zaruri olarak bütün istediklerin-
de mantık kanunlarına muhtaç olur.
Bu sınaat, nahiv sınaatına benzer. Çünkü
mantık smaatımn akıl ile mâkulata nisbeti
(oranı), nahiv sınaatının dil ile kelimelere
nisbeti gibidir. Nahiv ilminin bize kelimeler
hakkında verdiği bütün kanunların mâkuller-
deki benzerini mantık ilmi bize verir.
Mantık ilmi, bir de aruz ilmine benzer.
Çünkü mantık ilminin mâkullere nisbeti (ora-
nı), aruzun şiir vezinlerine nisbeti gibidir. Aruz
ilminin şiir vezinleri için bize verdiği bütün
kanunların mâkullerdeki benzerlerini bize man-
tık ilmi verir.
Bundan başka aklın yanlış yapıp yapma-
dığından veya gerçek olanı idrâk etmekte
kusur edip etmediğinden emin olmadığımız
mâkullerde, onları deneme ve sınama (imti-
hân) aleti olan mantık kanunları, hissin alda-
nıp aldanmadığından veya miktarını idrâkte
kusur edip etmediğinden emin olmadığımız
birçok cisimleri kontrol etmek için alet olan
terazilere ve ölçülere benzer; doğruluğunu id-
58 İLİMLERİN SAYIMI 69

râk etmekte hissin yanlış yapıp yapmadığından


veya kusur edip etmediğinden emin olunmıyan
hataları kontrol (imtihân) etmekte kullanılan
satır çizme aleti (mistar) gibidir; dairelerde
yuvarlaklığını idrâk etmekte hissin yanılıp
yanılmadığından ve kusur edip etmediğinden
emin olunmadığı zaman onları kontrol için
kullanılan pergel gibidir.
Bunlar mantığın gayesinin (garaz) bütü-
nüdür. Sen, insana verdiği faydanın büyüklü-
ğünü gayesinden anla! Bu fayda, kendimizde
ve kendimizden başkasında düzeltilmesini
istediğimiz her şeyde ve başkasının bizde
düzeltilmesini istediği şeyde kendini gösterir,
Elimizde böyle kanunlar bulunursa ve
kendi kendimizde istenilen düşünceyi çıkar-
mak ve düzeltmek istersek, zihinlerimizi tas-
hih edip düzelteceğimiz şeyi aramakta başı
boş, sayısız, hudutsuz şeyler arasında yüzer
bir halde bırakmayız; ona tesadüfi bir yerden
ve hata yapıp, biz farkına varmadan, gerçek
olmayan bir şeyi bize gerçek olarak göster-
mesi mümkün olan yönlerden varmak ister
bir vaziyette de bırakmayız. Belki gerçeğe
(hak)doğru giderken, hangi yolu takip etme-
miz icabettiğini, hangi şeylerden ona gidece-
ğimizi, gidişe nereden başlıyacağımızı, zihin-
lerimizin kesin (yakîn) bilgiye erdiğini nere-
den bileceğimizi ve, zaruri olarak istediğimize
erişmek için, zihinlerimizi nasıl çalıştıracağı-
10 İLİMLtKIN SAYIMI

mızı daha önceden bilmiş olmamız lâzımdır.


Bununla birlikte bizi yanlışa (galat) düşüren
ve bize karanlık görünen (mülbese) bütün bu
şeyleri bilmiş oluruz ve, işe başlarken, onlar-
dan sakınırız. Bu halde çıkardığımız düşün-
celerde gerçek ile karşılaştığımızı ve yanlış
(galat) yapmadığımız kesin olarak (yakîrıen)
biliriz. Çıkardığımız bir düşüncenin hali bizi
şüpheye düşürünce ve o hususta kendimizi
yanlış yapmış sanırsak, hemen o zaman onu
sınarız. İçinde yanlış varsa, o yanlışı anlar,
sürçülen yeri kolaylıkla düzeltiriz.
Kendimizden başkasında bulunup da dü-
zeltmek (tashih) istediğimiz düşüncelerde de
halimiz böyle olur: Çünkü başkasındaki fikri
(re'y) ancak kendimizdeki fikirleri düzelten
yollar ve şeyler gibi yol ve şeyler ile düzelti-
riz. Ondaki bu fikri (re'y) düzeltmek (tashih)
için ona söylediğimiz söz ve deliller husu-
sunda anlaşmazlığa düşersek, bunun neden
dolayı o fikri düzelttiğini ve zıddını düzelt-
meden bu fikri nasıl düzeltebildiğim ve bu
fikri düzeltmekle neden dolayı başkasından
daha üstün olduğunu bizden sorarsa, ona
bütün bunları göstermeğe muktedir oluruz.
Bunun gibi, bir başkası, bizdeki herhangi
bir fikri (rey) düzeltmek isterse, bu maksatla
kullanmak istediği söz ve delilleri sınayaca-
ğımız şeyler, bizde önceden mevcut bulunur:
Eğer gerçekten düzeltiyorsa, neden dolayı
58 İLİMLERİN SAYIMI 71

düzelttiği meydana çıkar. Biz de bunlardan


kabul edeceğimizi, bilerek ve anlayarak ka-
bul ederiz. Eğer mugalata29 yapmış veya
yanlışa düşmüş ise, ne bakımdan mugalata
yaptığı ve yanlışa düştüğü meydana çıkar
ve, biz de, bilerek ve anlayarak, bunlardan
yanlış çıkaracaklarımızı yanlış çıkarırız.
Eğer mantık ilmini bilmezsek, bütün bu
şeylerde halimiz, mantık bildiğimiz zamanki
halimizin aksi olur. Bütün bunlardan daha
kötüsü, daha çirkin ve daha fenası, korkulup
çekinilmeğe daha çok lâyık olanı, birbirine
zıt düşüncelere bakmak veya bunlar hakkında
çekişen iki kişi arasında ve her birinin kendi
fikrini doğru ve karşısındakinin fikrini yanlış
çıkarmak için getirilen söz ve deliller hakkın-
da hüküm vermek istediğimiz zaman başımı-
za gelen haldir: Çünkü biz mantık ilmini bil-
mezsek, onlardan gerçeğe varmış olanın doğ-
ruluğunu, gerçeğe nasıl vardığını ve hangi
yönden vardığını, delillerinin fikrinin doğru-
luğunu nasıl icap ettirdiğini kesin olarak ne-
reden anlıyacağımızı bilemeyiz. Bundan dola-
yı onlardan yanlış veya mugalata yapanın yan-
lışını, hangi yönden yanlış veya mugalata yap-
tığını, delillerinin nasıl fikrinin doğruluğunu
icap ettirmediğini bilemeyiz. Bu halde ya bü-
tün fikirlerde şaşkınlığa düşüp, hangisinin doğ-
ru, hangisinin yanlış olduğunu bilmeyiz; ya bir-
birlerine zıt oldukları halde, hepsinin hak ve
58
İLİMLERİN SAYIMI 72

gerçek sanırız; ya onlarda, hatta her bir parça-


sında, hak ve gerçek yok sanırız, yahut da bi-
rini doğru bulmağa ve birini yanlış çıkarmağa
başlarız. Neden dolayı öyle olduğunu bilmeden,
doğru bulduğumuzu doğru, yanlış bulduğumu-
zu yanlış göstermeğe çalışırız. Münakaşa iste-
yen biri, doğru bulduğumuz veya yanlış çıkar-
dığımız fikir hakkında, bizimle münakaşa etse,
ona bunların yönlerini, (öyle olmalarının sebeb-
lerini) gösteremeyiz. Tesadüfen doğru veya yan-
lış bulduğumuz şeyler arasında, gerçekte öyle
olan bir şey olsa, o iki şeyden birinin gerçekte
bizim düşündüğümüz gibi olduğunu kesin
olarak bilemeyiz. Belki, düşüncemize göre,
doğru olan şey hakkında, — «Mümkündür
ki, yanlış olsun!», veya düşüncemize göre
yanlış olan şey hakkında — «Mümkündür ki
doğru olsun!» diye bir zan ve kanaat bes-
leriz. Bu iki zannın ikisinde de taşıdığımız
fikrin zıddına girmemiz mümkündür. Dışarı-
dan bize bir fikir gelmesi veya aklımızdan
nefsimize (ruhumuza) bir düşünce gelmesi ve
bizi bugün bizce doğru veya yanlış olarak
kabul ettiğimiz şeyin aksine çevirmesi müm-
kündür. Bütün bu hallerde, darbı meselin de-
diği gibi, «geceleyin odun toplayanca30 dö-
neriz.
Bütün bu şeyler, aramızda, ilimlerde ke-
mal iddia eden kimseler hakkında başımıza
gelir. Eğer biz mantık bilmezsek ve elimizde
58 İLİMLERİN SAYIMI 73

fikirleri sınayacak bir şey bulunmazsa, ya


hepsi hakkında doğru olduğu zannını besleriz,
ya hepsini itham ederiz, yahut onları birbirin-
den ayırmağa koyuluruz ve bütün bunlan tesa-
düfi bir şekilde ve kesin olarak bilmeden yap-
mış oluruz. Hakkında iyi zan beslediğimiz
kimsenin şarlatan ve aldatıcı olup olmadığın-
dan emin olamayız; bu takdirde yanlış yapan
kimse bizden nasip almış olur; biz de, bil-
meden, bizimle alay etmiş olana yardım et-
miş oluruz; yahut hakkında ithamda bulun-
duğumuz haklı olur, biz de bilmeden, onu at-
mış bulunuruz.
İşte bu, mantık bilmeyişimizin zararları
ve onu bilmemizin faydalarıdır. Bellidir
ki, inançlarında ve düşüncelerinde zanlar
ile yetinmek istemeyen kimseler için man-
tık zaruridir; (bunlar sahibinin nefsinde ken-
dilerinden vaz geçip, zıtlarına gidilmeyen
inançlardır); düşüncelerinde zanlar ile yetin-
meği ve öyle kalmağı tercih eden kimseler
için mantık ilmi zarurî değildir.
Cedelî3' söz ve konuşmalar (muhâtebât)
iyice alışmanın, yahut hendese (geometri) ve
sayı gibi müsbet (talimi) bilgilere iyice alış-
manın, insanı mantık kanunlarını bilmekten
müstağni kılacağını, yahut bunun onların ye-
rini tutacağını ve işini yapacağını, insana her
sözü, her delil ve her fikri sınayacak kuvveti
vereceğini ve başka ilimlerden hiçbir şeyde
58
İLİMLERİN S A Y I M I 74

yanlış yapmayacak şekilde insanı gerçek (hak)


ve kesin bilgiye götüreceğini iddia edenlere
gelince, bu, şiir ve nutukları (hutbe) ezberle-
meğe çalışıp, bu hususta büyük bir alışkan-
lık kazanmanın ve onları çok çok rivâyet ve
tekrar etmenin, dilin düzeltilmesi -ve konu-
şurken hata yapılmaması bakımından, onu
nahiv ilmi kanunlarından müstağni kılacağını,
onların yerini tutacağını ve yaptığı işi yapa-
cağını ve bunun insana her sözün «i'râb»
mın 2 isabetli ve doğru mu, yahut yanlış mı
olduğunu sınayacak kuvveti vereceğini iddia
eden kimse gibidir. Orada, nahiv hususunda,
ona verilmesi yerinde olacak cevap, burada
mantık hususunda ona verilecek cevaptır.
Ayni şekilde, herhangi bir zamanda, man-
tık kanunlarından bir şey bilmediği halde,
gerçekte asla altlanmayan mükemmel akıllı
bir insan bulmak bazen mümkün olduğu için,
mantıcın insanın muhtaç olmadığı bir fazla-
lık olduğunu iddia eden kimsenin sözü de, in-
sanlar arasında, nahiv kanunlarından bir şey
bilmediği halde, asla konuşma yanlışı yap-
mayan kimseler bazen bulunduğu için, nah-
vin lüzumsuz bir fazlalık olduğunu iddia eden
kimsenin sözü gibidir. Her iki söze verilecek
cevap bir tek cevaptır.
Mantığın konularına gelince, bunlar onda
kanunları veren şeylerdir. Bunlar da keli-
melerin kendilerine delâlet etmeleri dolayısı
58 İLİMLERİN SAYIMI 75

ile, «mâkul» 1er ve, «mâkul» lere delâlet etme-


leri dolayısı ile, kelimelerdir. Çünkü fikri, onu
dikkatle tetkik etmek ve ruhumuzda yerine
bu fikri düzeltmeğe yarayan şeyler ve mâ-
kuller koymak suretiyle, kendimizde tashih
ederiz. Başkasının fikrini de, ona sözler söy-
lemek suretiyle düzeltiriz: Bu sözler sayesinde
bu fikri düzeltmeğe yarıyan şeyleri ve mâkul-
leri kendisine anlatırız.
Tesadüfen akla gelen bir fikri, yine tesa-
düfen akla gelen bir mâkul ile düzeltmemiz
ve bu mâkulleri tesadüfen bulunan bir sayı,
terkip ve tertipte buldurmamız kabil değildir.
Belki düzeltmesini istediğimiz her fikirde,
mahdut, ne olursa olsun, belli bir sayıda ve
belli hallerde, terkipte ve tertipte mâkuller
ile şeylere (umûr) ihtiyacımız vardır. Başka-
sındaki fikirleri düzeltirken, onu ifade eden
kelimelerinin hali de böyle olmalıdır. Bundan
dolayı, mâkullerde ve onları ifadede, bizi gö-
zetliyecek ve bunlarda bizi yanlıştan koruya-
cak kanunlara kesin olarak ihtiyacımız vardır.
Bunların ikisine, yani mâkuller ile onları ifa-
de eden sözlere, eski feylesoflar «kelime ve söz
(nııtk ve kavi)» adını verirler: Mâkullere
«kavi» derler. Ruhta (nefis) bulunan ve mâ-
kulleri ifade eden iç konuşma «kavil» dir.
Ses ile dışarı çıkan ve insanın ruhundaki fik-
ri düzelten söz (nutuk), ruhta bulunan «kavi»
dir; insanın, ister ruhta bulunsun, isterse ses-
1104 İLİMLERİN S A Y I M I

le dışarı çıkmış olsun, başkasında bulunan bir


fikri düzeltmesine yarayan söze (kavi), eski fey-
lesoflar «kıyas» derler.
Bu halde mantık, her iki sözün (kavi) iki-
sinde bulunan ve anılmış olan kanunlan verir.
Mantık, kelimelerin (.lafız) kanunlarını
vermesi ile, bir dereceye kadar, nahiv ile bir-
leşir. Nahiv ilminin herhangi bir halkın (üm-
met) kelimelerine mahsus olan kanunları ver-
mesine karşılık, mantık ilmi de bütün millet-
lerin kelimelerini içine alan müşterek kanun-
lan vermek bakımından ondan aynlır. Çünkü
kelimelerde öyle haller vardır ki, bütün halk-
lar, bunda müşterektir. Meselâ, kelimelerin
bir kısmı tek tektir; bir kısmı da toplu ola-
rak bulunur; tek olan kelimeler, isim, fiil
(kelime) ve edattır; bunlarda vezinli olanlar
ve olmayanlar vardır.33

Bir dilde olup, ötekisinde bulunmıyan


haller de vardır: Meselâ özne, «merfu», düz
tümleç «mansup» tur34 ve bir isim tamlama-
sında belirtilene harf-i tarif olan «elif ve lâm»
girmez. Bu ve daha bir çoklan Arap dilinin
hususiyetlerini teşkil eder. Her milletin dilinde
bunun gibi kendine mahsus olan haller var-
dır. Nahiv ilminde bulunup da bütün halklann
kelimelerinde müşterek olan şeylere gelince,
nahiv ile uğraşanlar, nahvi tesbit edilen bu
dilde mevcut olması dolayısı ile, onlan al-
58 İLİMLERİN SAYIMI 77

mışlardır. Meselâ Arap nahivcilerinin «arap-


çada kelime çeşitleri isim, fiil ve edat (harf)
tır» demeleri, Yunan nahivcilerinin de «Yu-
nancada «kavi» in kısımları (cüz) isim, kelime
ve edattır» demeleri gibi. Bu bölüş, yalnız
arapçada, yahut yalnız yunancada bulunmaz,
belki bütün dillerde bulunur. Arap nahivcileri
onu arapçada bulunduğu için almışlardır;
Yunan nahivcileri de onu yunancada bulun-
duğu için almışlardır.
O halde, her dildeki nahiv ilmi, o halkın
diline mahsus olan şeyler ile müşterek olması
dolayısı ile değil de, bilhassa dillerinde mev-
cut olması dolayısiyle, kendisinde ve başka
dillerde müşterek olan şeyleri tetkik eder.

İşte nahiv ile uğraşanların kelimelere ba-


kışı ile, mantık ile uğraşanların kelimelere
bakışları arasındaki ayrılık budur. Çünkü
nahiv herhangi bir halkın kelimelerine mahsus
olan kanunları veriyor ve, müşterek olması
bakımından değil, belki nahivin kendisi için
yapıldığı dilde mevcut olması bakımından,
kendisi ile başkasında müşterek olan şeyleri
alıyor.
Mantık, ancak bütün halkların kelimele-
rinde müşterek olan kelime kanunlarını verir
ve onları müşterek olmaları dolayısiyle alır;
herhangi bir halka mahsus olan şeylerin hiç
birine bakmaz, belki bu hususta muhtaç olu-
&6
İLİMLERİN SAYIMI

nan şeylerin bu dilde ilim sahibi olanlardan


alınıp öğrenilmesini tavsiye eder.
Adına, unvanına gelince, bellidir ki, o
gaye ve maksadının hepsini göstermektedir.
Çünkü nutuk («konuşma») kelimesinden türe-
miştir ve bu kelime eski ilim adamları ve
feylesoflarca üç mânada kullanılmıştır:

1. Ses ile çıkan sözdür ve insanın içinde


bulunan şeyi dil bununla ifade eder:
2. Ruhta bulunan sözdür ve bu da keli-
melerin delâlet ettiği mâkullerdir;
3. İnsanda yaradılışından, (fıtrî olarak),
mevcut olan ruh kuvvetidir. Başka hayvan-
larda bulunmayan ve insanlara mahsus olan
ayırt etme (temyiz) kuvveti ile varlıkları bir-
birinden ayırt etmek bunun sâyesindedir. İn-
sanlar mâkulatı, ilimleri ve sanatları bununla
elde ederler; eşyanın dikkatle tetkiki bununla
olur, güzel ve çirkin işler bununla birbirinden
ayırt edilir. Bu, bütün insanlarda, hatta be-
beklerde bile, bulunur.

Fakat ayırt etme (temyiz) kuvveti, küçük-


lerde, zayıftır, işini yapacak dereceye erişme-
miştir. Nitekim çocuğun ayağındaki kuvvet
yürümesine kâfi gelmez; kütüğü yakacak de-
receye gelmemiş olan az ışıklı ateşe benzer.
Bu kuvvet, deli ve sarhoşlarda şaşı göze,
uykuda olanda kapalı göze, baygın kimseler-
58 İLİMLERİN SAYIMI 79

de üzerinde buhar veya başka bir şeyden per-


de olein göze benzer.
Dış konuşmanın (en-nutk-ül-hâricî) kanun-
ları ile, iç konuşmanın (en-nut k-ül-dâhili) ka-
nunlarını verdiğinden ve bu iki hususta ver-
diği kanunlar ile, insanda yaradılıştan mevcut
olan üçüncü konuşmayı (en-nutk-üs-sâlis) ke-
male getirip, yukarıki iki konuşmadaki işini
en doğru, en tam ve en iyi tarzda yapacak
şekilde doğru olarak sevk ettiğinden, bu ilme,
bu üç mânâda kullanılan nutk'tan («konuş-
ma») türetilmiş olan bir isim verilmiştir. Nite-
kim nahiv sahasındaki ilim ehlinin kitapları
arasında yalnız dış konuşmanın kanunlarını
veren kitapların çoğuna «mantık» ismi veril-
miştir." Besbellidir ki, konuşmanın her saha-
sında insanı doğruya götüren ilim, bu ada
daha çok lâyıktır.

Mantığın bölümlerine gelince, bunlar se-


kizdir. Çünkü bir fikrin veya bir «matlûb» un36
düzeltilmesinde kullanılan kıyas nevileri ve
söz nevileri, bütün olarak, üçtür. Bunların
mükemmel bir hale gelmesinden sonra, konuş-
mada (muhataba) kıyası kullanmağa yarayan
sınaatların nevileri, bütün olarak, beştir: bür-
hanî, cedelî, sofistâî, hatâbî37 ve şi'rî sınaatler.

Burhanî sözler38, bilinmesi istenilen «mat-


lup» hakkında kesin bilgi vermeğe yarayan
sözlerdir; bunu, matlubu çıkarmak için, insan
&6
İLİMLERİN SAYIMI

kendisi ile ruhu arasında kullanır; yahut


onunla başkasına hitap eder, yahut da baş-
kası bu matlubu düzeltmek için, onunla ken-
disine hitap eder. Çünkü bütün hallerinde
kesin bilgiyi ifade etmek için kullanılır. Bu
kesin bilgiyi de aksi bulunması mümkün olma-
yan bilgidir. İnsanın bundan dönmesi mümkün
değildir, bundan dönülebileceğini zannetmesi
de mümkün değildir, onun hakkında yanlış
yaptığı şüphesine de düşmez, mugalâta onu
bu düşünceden vazgeçirmez, bir yön ve se-
bebten dolayı ondan şüphe etmez ve tered-
düde düşmez.

C e d e 1 î sözler (kavi)39 iki şeyde kulla-


nılan sözlerdir:
1. Soran, cevap verenin, meşhur sözler
ile korunmak veya zafer temin etmek istedi-
ğini görünce, kendisinin de ona karşı üstün-
lük ve galebe temin etmek için, bütün insan-
ların kabul ettikleri meşhur şeyleri, sözleri
kullanmasıdır. Soran, meşhur olmayan delil
ve sözlerle cevap verene galebe çalmak ister-
se ve cevap veren de koyduğu sorunun ko-
runmasını veya zaferini meşhur olmayan söz-
lerle temin etmek isterse, onların ikisinin yap-
tıkları bu iş cedel yolu ile bir iş olmaz.

2. İnsanın ya kendi kendisinde veya baş-


kasında düzeltmek istediği bir fikir hakkında
kuvvetli bir zan hasıl etmek için kullandığı
58 İLİMLERİN SAYIMI 81

sözlerdir. Bunlar kesin bir bilgi olmadığı hal-


de, insan onu kesin bir bilgi zanneder.
S o f i s t â î sözler, insanı şaşırtmak, sa-
pıtmak, ve yanlışa düşürmek için kullanılan
sözlerdir; gerçek (hak) olmayan şey hakkın-
da gerçek ve gerçek olan şey hakkında ger-
çek değil zannını verir; âlim olmayan kimse-
yi kuvvetli bir âlim zannettirir, hakim olan
bir kimse hakkında da öyle değilmiş zannını
verir. Bu isim, yani safsata ismi, söz ve şüp-
he ile, insanı mugalâtaya düşürmeğe, şaşırt-
ma ve aldatmağa muktedir kılan meharetin
adıdır. Bu da ya kendi hakkında olur ve in-
san kendini hikmet, ilim ve fazilet sahibi zan-
neder; ya başkası hakkında olur, gerçekte
öyle olmadığı halde onun noksanlık sahibi
olduğunu zannettirir; yahut gerçek bir fikrin
gerçek olmadığım ve gerçek olmayan bir fik-
rin de gerçek olduğunu zannettirir.
Bu kelime, yunanca «felsefe (=hikmet)»
demek olan «sofiya» ile, «göz boyayan» de-
mek olan«istis» ten mürekkeptir; o halde
«göz boyayıcı hikmet» demektir.40 Sözler ile
herhangi bir şey hakkında göz boyacılığına
ve mugalâtaya muktedir olan kimseye bu isim
verilir. Bir takım insanlar, — «Sofİsta eski za-
manlarda yaşamış bir insanın adıdır, mezhebi
de idrâkin ve ilimlerin kıymetini yok etmektir;
onun fikrini takip edip, mezhebini destekle-
yen taraftarlarına «sofistâî» 1er adı verilir ve
&6
İLİMLERİN SAYIMI

bu adamın fikri gibi fikir söyleyenler ile mez-


hebine yardım edenlere de bu isim verilmiştir»
derlese de, öyle değildir. Bu, cidden ahmak
olan bir kimsenin zannıdır. Çünkü geçmiş ve
eski zamanlarda mezhebi ilimlerin ve idrâkin
kıymetsizliğini kabul etmiş olan ve bu lâkabı
taşıyan bir insan yoktu. Eskiler, sofista lâka-
bını taşıyan bir insanla ilgili gördükleri için,
bir kimseye bu ismi vermiş değillerdir. Belki
onlar mehareti, konuşma tarzı, aldatma ve
yanıltma kudreti olunca, kim olursa olsun,
halktan bir insana bu adı veriyorlardı. Nite-
kim bir insana, cedel lâkabını taşıyan bir in-
sanla ilgisi olduğundan dolayı, cedelî denil-
mez; belki halktan kim olursa olsun, mehare-
tinden, konuşmasının tarzından ve sınaatını
iyi kullanmağa muktedir olmasından dolayı
bir kimseye «cedelî» denilir. Kendinde bu
kuvvet ve sınaat bulunan sofistâîdir; onun
mehareti, sanatı, sofistâîliktir; bu sanatından
ve maharetinden hasıl olan iş de, sofistâî bir
iştir.
H a t â b î sözler,41 insanı herhangi bir
fikre kandırmak için kullanılan ve zihni ken-
dine söylenilen şeyler ile sükûnet bulmağa
ve, ister daha zayıf, ister daha kuvvetli olsun,
herhangi bir şekilde o fikri kabul ve tasdik
etmeğe meylettiren sözlerdir. Çünkü kandırıcı
tasdikler (et-tasdîkat-ül-iknâîye), kuvvetli zan-
dan daha aşağıdır ve bunlar birbirlerinden
58 İLİMLERİN SAYIMI 83

daha üstün olabilir. Sözlerin ve onunla bera-


ber kulanılan şeylerin bazılarının ötekilerden
üstün olmasına göre, bazısı ötekilerden daha
çok kuvvetli olur. Çünkü bazı kandırıcı söz-
ler ötekilerinden daha çok tesir yapar, daha
güzel söylenmiştir, ve ona daha çok güveni-
lir. Nitekim şahitliklerde bazen böyle olur.
Çünkü şahitler çok oldukları nisbette habere
kandırmakta ve tasdik elde etmekte daha te-
sirli olur ve daha çok inanç verir, ruh onların
söyledikleri şeyle daha çok sükûnet bulur. Şu
kadar var ki — kandırma kuvvetleri birbirle-
rinden üstün olmakla beraber—, hatâbî söz-
lerde kesin bilgiye yakın bir zan hasıl edecek
bir şey yoktur. Bu bölümde, hitâbet, cedelden
bununla ayrılır.
Ş i ' r î sözlere gelince, bu da konuşulan
şeyde, herhangi bir hal veya şeyi daha üstün
veya daha alçak tasavvur ettirmeğe yarayan
şeylerden terkip edilendir. Bu da güzellik ve-
ya çirkinlik, yükseklik veya alçaklık, yahut
bunlara benzeyen başka bir bakımdan olur.
Şi'rî sözleri duyduğumuz zaman, onun
ruhumuzda hasıl ettiği hayalden, (meselâ) hoşa
gitmeyen bir şeye benzeyen bir şeye baktığı-
mız zaman ne duyarsak, öyle bir şey duyarız:
Çünkü hemen bu şey hakkında, onun hoşla-
nılmayacak şeylerden olduğu tasavvuru hatı-
rımıza gelir. Gerçekte onun bize tasavvur et-
tirildiği gibi olmadığını kesin olarak bilsek de,
&6
İLİMLERİN SAYIMI

ruhumuz ondan nefret eder ve ondan uzakla-


şırız. İşin ve şeyin, şi'rî sözlerin bize tasavvur
ettirdiği gibi olmadığını bilirsek de, yine onun
hakkında, onun bu sözünün bize tasavvur et-
tirdiği gibi olduğunu kesin olarak bildiğimiz
zaman ne yaparsak, aynı şeyi yaparız. Çünkü
insanların yaptıkları, zan veya ilimlerini takip
etmekten ziyade, tasavvurlarını takip eder.
Zira insanların, zan veya ilmi tasavvurlarına zıt
olduğu halde, bir şey yapması, bu zan ve il-
mine göre değil de, sık-sık tasavvuruna göre
olur. Nitekim bir şeye benzeyen şeyler ile baş-
ka şeylere benzeyen şeylere bakmaktan ruh-
ta, aynı duygu hasıl olur.
Şi'rî sözler, herhangi bir şeye doğru sü-
ratle hareket ettirerek ve derece derece gö-
türerek, onu yapmağa teşvik edilen bir insana
hitap edilirken kullanılır. Bu da, ya derece de-
rece iş yapmağa sevk edilen insanda, kendisi-
ne, doğru yolu gösterecek aklının olmaması
ve binnetice tasavvur ile yaptırılmak istenilen
işe kalkması ve tahayyülün aklın yerini tutma-
sı ile olur; yahut kendinden istenilen hususta
aklı olan, fakat bu hususta düşündüğü zaman
onu yapıp yapmıyacağından emin olunmayan
bir insan olur; bu takdirde tasavvur ile aklı
geçirmek için hemen şi'rî sözler söylenir, ni-
hayet bu insan bu işe igirişir. Böylece, bu
işi, sonunda ne olduğunu aklı ile iyice anla-
madanğ acele ile yapmış olur; yoksa belki
&6 İLİMLERİN S A Y I M I

büsbütün ondan çekinir, yahut onu dikkatle,


adım adım takip eder ve sonunda, bu husus-
ta acele etmemeği ve onu başka bir zamana
bırakmağı daha uygun görür, Bundan dolayı
öteki çeşit sözler değil, bilhassa bu şi'rî söz-
ler süslenir, bezenir; kelimelerine kuvvet ve-
rilir ve, «Mantık ilmi» nde zikrettiğim şeyler
ile, onun parlaklık ve güzelliği artırılır.

Kıyasların sınıfları, kıyas sınaatları ve bü-


tün işlerde herhangi bir fikri düzeltmek için
kullanılan konuşmaların çeşitleri bunlardır.
Bunlar, bütün olarak, beştir: Kesin bilgi ve-
renler (yakınî), zan verenler (zannî), şaşırtan-
lar (mugallita), kanaat verenler (muknia) ve
hayaller verenler (muhayyile).

Bu beş sınaattan her birinin, kendine mah-


sus şeyleri ile ötekilerle müşterek olan başka
şeyleri vardır.

Kıyasî sözler, ister ruhta bulunsun, isterse


ses ile harice çıkmış olsun, birleştirilmiş (mü-
ellef) sözlerdir: Ruhta bulunanlar bir tek şeyi
düzeltmek (tashih) için biribirine yardım eden
biribirine bağlı ve tertipli olan birçok mâkul-
lerdir; ses ile dışan çıkanlar ise, bu mâkul-
lere delâlet eden ve onlara müsavi olan biri-
birine bağlı, tertipli birçok kelimelerdir. Bun-
lar, onlarla birleşerek dinleyendeki bir şeyi
düzeltmeğe yardım eder.
8b İLİMLERİN SAYIMI

Sesle dışarı çıkan sözlerin en azı, iki tane


ikişer ikişer kullanılan kelimelerden mürek-
keptir, ruhta bulunan sözler de iki tane iki-
şer ikişer bulunan tek mâkulden mürekkep-
tir. Basit olan sözler işte bunlardır.

Kıyasî sözler basit sözlerin birleştirilmesi


ile meydana getirilir. Bunlar, o zaman mürek-
kep sözler olur. Mürekkep sözlerin en azı iki
basit sözden mürekkep olanlardır; en çoğu
ise hudutsuzdur. Her kıyası sözün en büyük
bölümleri basit sözlerdir, en küçük bölümleri
ise, bölümlerinin bölümleridir, bunlarda tek
mâkuller veya onlara delâlet eden tek keli-
meledir.
O halde mantığın bölümleri, zarurî ola-
rak, 8 olur ve her bir bölüm bir kitapta bu-
lunur:

Birinci kitapta, mâkuller ile onlara delâlet


eden tek kelimelerin kanunları vardır. O da
arapçada «mâkulât» (catégorie), yunancada
«katîgorîyâs» adı verilen kitapta bulunur.

ikincisinde, ikişer ikişer iki tek mâkulden


terkip edilmiş mâkuller ile, ikişer ikişer iki
kelimeden mürekkep olup, bunlara delâlet
eden kelimelerden ibaret olan basit sözlerin
kanunlan vardır. O da arapçada «el-ibâre»
ve yunancada «Bârî erîminyâs» denilen ki-
tapta bulunur.
58 İLİMLERİN SAYIMI 87

Üçüncüsünde, beş sınaatta müşterek olan


kıyaslan sınayıp denemeğe yarayan kanunlar
vardır. Bu da arapçada «el-kıyâs», yunancada
€ânâlûtîka'l-ûlâ» adı verilen kitapta bulunur.
Dördüncüsünde, burhanı sözleri sınamağa
yarayan kanunlar ile felsefeyi mükemmel ve
tam bir hale getiren şeylerin kanunlan vardır.
Bu bölümde bir de işlerinin daha tam, daha
üstün ve daha mükemmel bir hale gelmesine
yarayan her şeyin kanunlan bulunur. Bu
arapça «el-Burhân» ve yunanca «Ânûtâtîka
's-sâniye» denilen kitaptır.

Beşincisinde, cedelî sözlerin sınanmasında


kullanılan sözler, cedelî soru ve cevapların
nasıl olacağı, bütün olarak, cedel sınaatını
tamamlayıp mükemmel bir hale getirmeğe
yarayan ve işlerini daha mükemmel, daha
üstün ve daha tesirli bir hale getiren şeylerin
kanunlan vardır. Bu arapça <Kitâb-ül-mevâzi'
•il-cedelîye» («Cedel yerleri kitabı») ve yunan-
cada *Tûbikâ» dır.
Altıncısında, ilk önce, gerçek (hak) hak-
kında insanı yanıltmağa, aldatmağa ve şaşırt-
mağa yarayan şeylerin kanunları ile, ilimlerde
ve sözlerde aldatmak ve yalan söylemek is-
teyen kimsenin kullandığı bütün şeyler sayılır.
Sonra, bunun arkasından, yalan saçıp aldata-
nın kullandığı yanıltıcı sözlerin karşılanması
için lâzım gelen bütün şeyler sayılır; bunların
6» İLİMLERİN SAYIMI

nasıl bozulacağı, neler ile reddedileceği ve


insanın araştırdığı şeyde (matluo) yanlıştan
veya yanıltmadan nasıl korunacağı gösterilir.
Bu kitaba yunancada «Sofistikd» denilir ki,
mânası «Yanıltıcı felsefe» (el-hikmet-ül-mümev-
vihe)' dir.
Yedincisinde, hatâbi (hutbî) sözleri, nu-
tukların ve güzel konuşan ve hatip kimselerin
sözlerinin çeşitlerini sınayıp denemeğe yara-
yan kanunlar bulunur, ve bu sayede onların
hitabet tarzına uygun olup olmadıkları anla-
şılır. Bu bölümde hitabet sınaatını tamamlayıp
mükemmel bir hale getirmeğe yarayan bütün
şeyler sayılır. Hatâbî sözlerin, türlü işlerin
ayrı ayrı her bir bölümünde nutukların nasıl
yapıldığını ve hangi şeyler ile bunların daha
iyi ve daha mükemmel bir hale geldiğini,
işinin daha tesirli ve daha beliğ olduğunu
bildirir. Bu kitaba yunanca Ritörikâ denilir
ki, «Hitabet» demektir.
Sekizincisinde, şiirler ve meydana geti-
rilmiş olan (ma'mût) şi'rî sözlerin çeşitleri ile
çeşitli işlerde ayrı ayrı yapılan şiirleri sınayıp
denemeğe yarayan kanunlar vardır. Aynı za-
manda şiir sınaatının mükemmelleştirilmesine
yarayan bütün işler sayılır. Bunlardan her
bir sınıfın sanatının nasıl olduğu, hangi şey-
lerden yapıldığı, hangi şeyler ile mükemmel-
leştiği, daha iyi, daha kuvvetli, daha parlak
ve daha hoş olduğu, daha beliğ ve daha te-
&6 İLİMLERİN SAYIMI

sirli olmak için hangi haller bulunması lâzım


geldiği sayılır. Bu kitaba yunancada «Bâyöti-
ka» adı verilir ki, «şiir kitabı» demektir.
Mantığın bölümleri ve her bir bölümün
içinde bulunan bütünler bunlardır.
Dördüncü bölüm, şeref ve başkanlığa en
çok yaklaşanıdır. Mantıktan ilk önce dördün-
cü bölüm istenir. Geri kalan bölümleri dör-
düncü bölüm için yapılmıştır. Çünkü ondan
önce gelen üçü, öğretme tertibinde, ona ha-
zırlık, giriş ve yollardır. Ondan sonra gelen
dört tanesi ise, iki şey içindir.
1. Onlann her birinde, dördüncü bölümün
aletleri yerini tutmakta olmaları dolayısı ile,
herhangi bir yardım ve destek, çok veya az
bir fayda vardır.
2. Korunma bakımından. Çünkü eğer in-
san, bu sınaatlan, her birinin kanunlarını öte-
kinin kanunlarından ayn olarak bilecek kadar
bilfii (en acte) birbirlerinden ayırmazsa, in-
san, gerçek ve kesin bilgiyi elde etmek iste-
diği vakit, cedelî olduğunu bilmeksizin, cedelî
şeyleri kullanıp kullanmadığından emin olmaz
ve sonunda kesin bilgiden sapıp, kuvvetli
zanlara düşer; yahut bilmeksizin hatâbî şey-
ler kullanmış olur ve böylece kandırma yolu-
na sapar; yahut bilmeksizin yanıltıcı (mugal-
lit) sözleri kullanmış olur; o zamanda da bu
sözler, gerçek (hak) olmayan şeyi ona gerçek
1104 İLİMLERİN SAYIMI

tasavvur ettirir ve o da ona inanır, veya ken-


disini şaşkınlığa düşürür; yahut kullandık-
larının şi'rî sözler olduğunu bilmeksizin şi'rî
sözler kullanmış olur ve böylece inançların-
da hayallere, tasavvurlara istinat etmiş olur.
Bu hallerde, aklınca gerçeğe giden yola girip,
istediğini bulduğunu sanır; halbuki gerçekte
ona tesadüf etmemiştir. Nitekim gıdalan ve
ilâçları bilen kimse, alâmetlerini ve bilgisini
kesin olarak öğrenecek kadar zehirleri bun-
lardan ayırmayacak olursa, bilgisizliği yüzün-
den, onları gıda ve ilâç sanarak, almak ve te-
lef olmak tehlikesinden kurtulamaz.
ikinci halde ise, dört sınaattan her biri-
nin ehline, o sınaatın tam ve mükemmel
olması için lâzım olan şeylerin hepsini vermiş
olur. Öyle ki insan meharetli bir cedelci ol-
mak isterse, kaç şeyi öğrenmeğe muhtaç ol-
duğunu anlar; sözlerinde cedel yoluna girip
girmediğini öğrenmek için, nefsinde veya baş-
kasında, sözlerini ne ile sınayıp, kontrol ede-
ceğini anlar; meharetli bir hatip olmak iste-
diği zaman, kaç şey öğrenmeğe muhtaç oldu-
ğunu bilir; sözlerinde hitabet yoluna mı, yok-
sa başka bir yola mı gittiğini bilmek için han-
gi şeyler ile, ruhunda veya başkasında bun-
ları kontrol edip sınayacağını anlar. Aynı şe-
kilde, meharetli bir şair olmak istediği za-
man, kaç şey öğrenmeğe muhtaç olduğunu
anlar; sözlerinde şiir yoluna girip girmediğini,
58 İLİMLERİN SAYIMI 91

veya ondan sapıp, ondan başka bir yolu


onunla karıştırıp karıştırmadığını bilmek için,
kendi ruhunu ve kendinden başka şairleri
hangi şeyler ile sınayıp kontrol edeceğini
anlar. Yine aynı şekilde, başkasını yafîıltmak
için ve kimsenin kendisini yanıltmaması için
kendisinde kudret bulunmasını istediği zaman,
kaç şey öğrenmeğe muhtaç olduğunu anlar.
Bir de, her söz ve her fikirde kendisinin yan-
lış yapıp yapmadığını veya yanıltılıp yanıltıl-
madığını ve bunun neden dolayı böyle oldu-
ğunu bilmek için, onu hangi şeyler ile, sına-
yıp kontrol edebileceğini anlar.
Üçüncü Bölüm
TA'LÎM İLİMLERİ
HAKKINDA

Bu ilim, kitabın başında saymış olduğu-


muz yedi büyük bölüme ayrılır.

Sayı (aded) ilmi.


Sayı ilmine gelince, bu ad ile bilinenler
iki ilimdir:
1. Amelî sayı ilmi,
2. Nazarî sayı ilmi.

Amelî sayı ilmi, sayısının tesbit edilmesi


lüzumlu olan sayılı şeylerin sayıları olmak
bakımından sayıları tetkik eder. Bunlar da
insanlar, atlar, altınlar, küçük paralar (dirhem-
ler) ve başkaları gibi sayısı olan cisimler ve
cisimlerden başka şeylerdir. Halkın pazarlar-
daki ve şehirlerdeki muamelelerinde kullan-
dıkları, bu sayı ilmidir.

Nazarî olan sayı ilmine gelince, bu, sayı-


ları zihinde cisimlerden ve sayılan her şeyden
tecrit edilmiş olduğu halde, mutlak olarak
tetkik eder. Sayılara, kendileri ile sayılması
mümkün olan mahsusattan43 ayrı olarak ve
58 İLİMLERİN SAYIMI 93

mahsusatın ve gayrisinin sayılan olan bütün


sayıları içine alabilecek bir yönden bakar.
İlimler bütünü arasına giren budur.
Nazarî sayı ilmi, mutlak bir surette bir-
birine nisbet edilmeden, yalnız olarak sayıla-
rın kendilerinde hasıl olan her türlü halleri
tetkik eder; meselâ çift (zevç), tek (ferd)
olmaları gibi. Bir de birbirlerine nisbet (izafe)
edildikleri zaman hasıl olan halleri tetkik
eder. Bunlar da eşitlik (tesâvî), birbirinden
çok olma (tefâzul), bir sayının bir başkasının
bir bölümü veya onun bölümleri veya onun
iki katı veya onun kadar, yahut bir bölüm
veya birkaç bölüm ziyadesi olmasıdır; oranlı
(mütenâsip), yahut oransız (gayr-ı mütenâsip),
müteşâbih,44 yahut gayr-ı müteşâbih, müteşâ-
rik veya mütebâyin olmasıdır. Sonra, bazısı-
nın bazısına eklenmesinden veya onunla top-
lanmasından, birinden birinin çıkarılmasından
veya ayrılmasından, bir sayının birkaç başka
sayının birler (âhâd) sayısı ile çarpılasından
ve bir sayının başka bir sayının birler (âhâd)
sayısı ile bölünmesinden hâsıl olan halleri
tetkik eder. Meselâ sayı murabba,45 yahut
musattah, yahut mücessem, yahut tam, yahut
tamın gayn olur. Çünkü sayı ilmi bütün bun-
lan ve iki sayı birbirine nisbet izâfe) edil-
diği zaman hâsıl olan halleri araştırır ve bili-
nen sayılardan sayıların çıkarılmasının, elhasıl,
yolu ve hususiyeti sayılardan çıkarılma olan
1104 İLİMLERİN SAYIMI

her şeyin çıkarılmasının ne yoldan ve nasıl


olduğunu bildirir.

Hendese (geometri) ilmi:

Hendese ilmine gelince, bu ad ile bilinen


ilim iki şeydir:
1. Amelî hendese,
2. Nazarî hendese.
Amelî hendese, bunu kullanan marangoz
ise, ağaç cisminde; bunu kullanan demirci
ise, demir cisminde; bunu kullanan mimar
ise, duvar cisminde, çizgi ve yüzeylere bakar;
mühendis (=ölçücü, kadostro memuru) ise,
yerlerin, tarlaların yüzeylerine bakar. Böylece
amelî hendeseyi bilen herkes, aklında, o ame-
lî sınaatın konusunu teşkil eden maddeden
ibaret olan bir cisimde olmak üzere çizgiler,
yüzeyler, dörtgenler, daireler ve üçgenler ta-
savvur eder.

Nazarî olanı, cisimlerin yüzey ve çizgile-


rine, mutlak ve umumî olarak, bütün cisim-
lerin yüzey ve çizgilerini kavrayacak şekilde,
bakar. (Bununla meşgul olan) kimse ruhunda,
hangi cisimde olduğuna ehemmiyet vermeden,
umumî şekilde çizgiler tasavvur eder; yine
ruhunda, hangi cisimde olduğuna ehemmiyet
vermeden, en umumî yönden yüzeyler, dört-
gen, daire ve üçgen tasavvur eder; yine hangi
58 İLİMLERİN SAYIMI 95

cisimde, hangi madde ve mahsusta olduğuna


ehemmiyet vermeden, en umumî yönden, ha-
cimli şekillde tasavvur eder. Ruhunda ağaç,
duvar, yahut demir olan bir hacimli şekil değil,
fakat bunların hepsini içine alan bir hacimli
şkil düşünerek, mutlak olarak, tasavvur eder.
ilimler bütününe giren bu ilimdir. Bu,
mutlak olarak, çizgi, yüzey ve hacımlarda şe-
killerini, miktarlarını, birbirlerine eşit oluşla-
rını, birbirinden fazla oluşlarını, duruşlarının
ve tertiplerinin çeşitlerini inceler. Nokta, açı
ve başkaları gibi onlarda bulunan şeyleri araş-
tırır. Bir de orantılı (mütenâsip) olanlar ile
olmayanları, onların nelerden elde edilmiş ol-
duklarını, müteşârik olanlar ile mütebâyin
olanları, muntak ve asam46 olanlarını, ve bu
ikisinin çeşitlerini araştırır. Nazarî hendese,
yolu bunlardan yapılmak olan her şeyin ya-
pılmasındaki yönü, yolu bundan çıkarılmak
olan her şeyin çıkarılması yönünün nasıl oldu-
ğunu bildirir. Bir de bütün bunların sebeble-
rini gösterir ve hakkında şüphe edilmesi müm-
kün olmıyan kesin ilim veren burhanlar ile
bunların neden dolayı böyle olduğunu bildi-
rir. Hendesenin baktığı araştırdığı şeylerin
bütün bunlardır.

Bu ilim iki bölümdür:


1. Çizgi ile yüzeylere bakar,
2. Hacimli olan şeylere (mücessem) bakar.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

Hacimli şeylere bakan, küp, piramit, kü-


re, silindir, prizma ve koniler gibi, hacimli
şekillerin nevilerine göre, bölümlere ayrılır.
Bütün bunlara iki yönden bakılır:
1. Bunlardan her birine yalnız başına bak-
maktır. Meselâ yalnız başına çizgilere, yalnız
başına yüzeylere, yalnız başına küpe, yalnız
başına piramide bakmak gibi.
2. Onlara ve birbirlerine nisbet (izâfe)
edildikleri zaman hasıl olan şekillere bakmak-
tır. Bu da ya birini ötekisine kıyas etmekle
olur. O zaman birbirlerine eşit olmalarına, bir
birlerinden fazla olmalarına, yahut her ikisin-
den başka hallerde bulunmalarına bakılır;
yahut da bir ötekisi ile birlikte bir araya ko-
nur ve tertip edilir. Meselâ bir çizgiyi bir cis-
me, yahut bir yüzeye, yahut bir hacmi bir hac-
me koyup tertip etmek.
Bilmek lâzımdır ki, hendese ile sayılar
ilminin, temelleri ve esasları ve bu esaslardan
çıkmış başka şeyleri vardır. Esaslar mahdut-
tur, fakat esaslardan çıkanlar hudutsuzdur.
Uklîdes el-Fîsâgöri'47nin yazdığı söylenen
kitapta, hendese ve savının esaslan vardır.
Bu el-Ustukussât kitâbı diye tanınmıştır. Bun-
larda bakış iki yöndedir: Analiz (tahlil) ve
sentez (terkip). Bu ilmin ehlinden olan eski
kimseler kitaplarında her iki yolu birleştiri-
yorlardı. Ancak Uklîdes böyle yapmadı, çün-
58 İLİMLERİN SAYIMI 97

kü o, kitabındaki bilgileri yalnız sentez (terkip)


yoluna göre tertip etmiştir.

Menazır ilmi":
Menazır ilmi, hendese ilminin tetkik et-
tiği şekilleri, büyüklükleri, tertibi, duruşları,
eşitlikleri, artıklıkları ve başka halleri tetkik
eder; fakat, bunları, mutlak olarak çizgi, yü-
zey ve hacımlarda (mücessemlerde) bulunma-
sı bakımından tetkik eder.
O halde hendesenin bakışı daha umumî-
dir. Hendesenin tetkik ettiği şeyin bütününe
dahil olduğu halde, menazır ilmini ayırmak
ihtiyacı şundan doğmuştur: Hendesede, her-
hangi bir şekil, duruş, tertip ve başka bakım-
dan belli bir halde bulunması lâzım gelirken,
çoğu zaman kendilerine bakıldığı vakit, bu-
nun aksi halde bulunurlar. Çünkü her hangi-
bir uzaklıktan bakıldığı takdirde, gerçekte
dörtgen olan şekiller daire şeklinde, birbi-
rinden daha uzak olanlar (mütevali) birbirin-
den artık, birbirinden artık olanlar birbirine
eşit görünür. Bir tek yüzey üzerine konulmuş
şeylerin bir çoğunun, bazısı daha alçak, ba-
/-îsı daha yüksek görünür; önde bulunan bir-
çok şeyler, arkada kalmış gibi görünür. Bun-
ların benzerleri çoktur.
Gerçekte bulunduğundan başka görünen
Şeyler ile gerçekte olduğu gibi göze görü-
1104 İLİMLERİN SAYIMI

nenler, bu ilim sayesinde, birbirinden ayrılır.


Bu ilim, bütün bunların sebeplerini, neden
dolayı öyle olduklarını, kesin burhanlar49 ile,
gösterir. Bu ilim gözün, hakkında yanlış yap-
ması mümkün olan her şeyde, yanlış yapma-
ması, belki baktığı şeyde, miktarında, şek-
linde, duruşunda, tertibinde ve gözün, hak-
kında yanlış yapması mümkün olan başka
şeylerinde, gerçeğe erişmesi için alınacak ted-
birlerin ne olacağım bildirir.
Bu sınaat sayesinde insanın yetişemiyece-
ği derecede kendisinden uzakta bulunan bü-
yüklüklerin ölçülmesi kabildir. Bir de bize
nazaran boyutlarının miktarlarını ve, birbir-
lerine nazaran, boyutlarının ne olduğunu
anlamak mümkündür. Bunlar da uzun, yüksek
ağaçların ve duvarların yüksekliği, vadi ve
nehirlerin genişliği, hattâ gözün görebildiği
kadar, dağların yüksekliği, vadi ve nehirlerin
derinlikleri, sonra içinde bulunduğumuz yere
nazaran bulut ve başka şeylerin uzaklıkları,
yerin hangi kısmının hizasında bulundukları;
sonra, gökteki cisimlerin, yıldızların, ve ken-
dilerine ayrı ayrı yerlerden bakılması mümkün
olan her şeyin uzaklıkları ve ölçüleri gibi
şeylerdir. Elhasıl bu ilim, göz ile görüldükten
sonra, ölçüsü ve her hangi bir şeyden uzak-
lığı bilinmek istenilen her büyüklüğü verir.
Bunların bazısı gözün yanlış yapmaması için,
onu düzeltmek gayesi ile, kullanılan aletler
sayesinde, bazısı da aletsiz olur.
58 İLİMLERİN SAYIMI 99

Bakılan ve görülen her şey, havadan,


yahut gözlerimiz ile bakılan şey arasında bu-
lunan saydam (şeffaf) cisimden geçip, o şeye
varan ışıklar vasıtası ile görülür.50

Bakılan her şeye kadar saydam cismi


geçen ışıklar, ya düz (müstakim), ya dönen
(mün'atıf), ya akseden (mün'akis) veya kırık
(münkesir) olur.

Düz (müstakim) olan ışık, gözden çıktığı


zaman, geçerek kesilinceye kadar, göz tara-
fına doğru uzayan ışıktır.

Dönen (mün'atıf) ışık, gözden geçerek


uzadığı zaman, yolunda ilerleyip gitmeden
önce, önüne bir ayna çıkıp, yönü üzerinde
ilerlemesine engel olunan, sonra aynanın ta-
raflarından birine dönerek bükülen, sonra
bakanın önünden geçip, şu şekilde olduğu
gibi, döndüğü taraftan uzayan ışıktır.

Akseden (mün'akis) ışık, bakan bir kim-


senin gözünden çıkıp, ilk önce gittiği yolda
1104 İLİMLERİN SAYIMI

bulunan aynadan dönerek aynı kimsenin cismi


üzerine düşen ışıktır. Bakan insan kendini bu
ışık sayesinde görür.

Kırık (münkesir) ışık, bakan bir kimsenin


gözünden çıkarak, kendi tarafına doğru ay-
nadan dönen ve ondan ayrılarak yönlerinden
birine doğru uzayan ve bakan başka bir
kimsenin arkasında, sağında, solunda veya
üstünde başka bir şey üzerine düşen ışıktır,
insan, o zaman, arkasında yahut öteki taraf-
larından birisinde bulunan şeyi görür. Bu şu
şekildeki gibi olur:

Göz ile bakılan şey arasında bulunan


aracı ve ayna, bütün olarak, saydam cisim-
lerdir. Bunlar da ya hava, su ve gökte bulu-
nan her hangi bir cisimdir, yahut cam veya
ona benzeyen şeyler gibi tarafımızdan yapıl-
mış olan bazı cisimlerdir.
İLİMLERİN SAYIMI îöl

Işıklan çevirip, aldıklan yönlere doğru


gitmekten alıkoyan aynalar, ya yanımızda bu-
lunan demir veya başka şeylerden yapılmış
aynalar olur, yahut nemli yoğun (kesîf) buhar,
su ve buna benzeyen başka bir cisim olur.

işte menazır ilmi, kendilerine bakılan ve


bu dört türlü ışıklar ile ve aynaların her bi-
rinde görülen her şeyi ve bakılanda hasıl
olan her şeyi araştırır, tetkik eder.

Bu ilim iki bölüme ayrılır:


1. Düz (müstakim) ışıklar ile bakılan ci-
simleri tetkik eder,
2. Düz olmayan (gayr-i müstakim) ışıklar
ile bakdan cisimleri tetkik eder. Bu da aynça
«ayna ilmi» nde tetkik edilir.

Yıldızlar ilmi:"

Yıldızlar ilmine gelince, bu ad ile bilinen


iki ilimdir :
1. Yıldızlardan çıkanlan hükümler ilmi.
Bu da, yıldızların gelecekte meydana çıkacak
şeyler ile, hâlâ mevcut veya geçmiş şeylerden
bir çoklanna delâlet etmesini tetkik eden
ilimdir.52
2. Müsbet (ta'limî) yıldızlar ilmi. ilimler
ve öğretmeler (talimler) arasında sayılan bu-
dur. Ötekisi ise, ancak rüya tabiri, falcılık,
1104
İLİMLERİN SAYIMI

bakıcılık ve benzerleri gibi insana olacak şeyi


haber vermek iktidarını kazandıran kuvvet ve
meharetlerden sayılır.

Müsbet (ta'limî) yıldızlar ilmi gökteki ci-


simlerde ve yer yüzünde üç bütünü tetkik
eder:
a) Gökteki cisimlerin şekillerini, birbirle-
rine nazaran duruşlarını ve âlem içindeki
mevkilerini, cisimlerinin miktarlarını, birbirleri
ile nisbetlerini, birbirlerinden uzaklıklarının
miktarını ve yer yüzünün, bütün olarak, yeri-
ni değiştirmediğini ve yerinde de hareket et-
mediğini tetkik eder.53

b) Gökteki cisimlerin hareketinin kaç ol-


duğunu, hareketlerinin hepsinin küre şeklinde
bulunduğunu, gerek yıldızları, gerekse yıldız-
lardan başka şeylerin hepsini içine alan şey-
leri, bütün yıldızları içine alan şeyleri, sonra
yıldızlardan herbirine mahsus olan hareket-
leri, bu hareketlerin her birinin kaç çeşit ol-
duğunu, kendilerine doğru hareket ettikleri
yönleri, onlardan her birinde bu hareketin
neden dolayı var olduğunu (araştırır) ve birer
birer her yıldızın her türlü hareketleri ile, her
bir vakitte, burçların bölümlerindeki yerlerini
tesbit etmek için ne yapılacağını bildirir.

Bir de gökteki cisimlerde meydana gelen


şeyleri ve onların burçlardaki hareketlerin-
ILIMLERIN SAYIMI 103

den meydana çıkan hallerin her birini, kavuş-


ma (içtimâ), ayrılma (iftirak) ve duruşlarının
birbirlerinden farkları gibi birbirine nisbet
(izâfe) edildikleri zaman hasıl olan halleri
tetkik eder.
Bir de, bütün olarak, güneşin tutulması
gibi, yer yüzüne nisbet (izâfe) edilmeden,
onun kendi hareketlerinden hasıl olan bütün
şeyleri ve ayın tutulması gibi, yer yüzünün
ona nazaran, âlemde içinde bulunduğu yerde
duruşu sebebi ile, onda meydana çıkan bütün
şeyleri (tetkik eder). «Teşrik» ve «tagrib» 1er54
gibi olan bu şeylerin açıklanmasını, sayısını,
hangi halde olduğunu, bunlann onlarda hangi
vakitte meydana çıktığını ve ne kadar zaman-
da olduğunu (araştırır).
c) Yer yüzündeki mamur yerler ile ma-
mur olmayan yerleri tetkik eder. Mamur yer-
lerin ne kadar olduğunu, en büyük kısımları-
nın, yani iklimlerinin" kaç olduğunu açıklar.
O zaman mevcut bulunan meskûn yerleri,
her meskûn yerin nerede olduğunu, âleme
göre tertibinin ne olduğunu sayar. Her şey
için müşterek olan ve yer yüzünün içinde bu-
lunduğu mekân sebebi ile, gece ve gündü-
zün bir biri arkasından gelmesinden ibaret
bulunan âlemin bir defa dönmesinden56 iklim-
lerin ve oturulan yerlerin her birinde, zarurî
olarak, hasıl olması lâzım gelen güneşin ve
yıldızların doğma ve batma zamanlarını, gün
1104 İLİMLERİN SAYIMI

ve gecelerin uzunluk ve kısalığını ve benzer-


leri gibi şeyleri araştırır.

Bu ilmin içine aldığı şeylerin bütünü bu-


dur.

Musiki ilmi.
Musiki ilmine gelince, bu ilim bütün ola-
rak, melodilerin (lahn) çeşitlerini, neden, ne
için ve nasıl terkip edildiklerini, daha tesirli
ve dokunaklı olmaları için hangi hallerde bu-
lunmaları icap ettiğini bilmeğe yarar.

Bu ad ile bilinen ilim iki ilimdir.


1. Amelî musiki ilmi,
2. Nazarî musiki ilmi.

Amelî musiki ilmi, duyulan (mahsûs) nağ-


melerin çeşitlerini, ister tabiî, isterse sun'î bir
şekilde olsun, kendileri için hazırlanmış olan
aletlerde bulunmasını temine yarayan ilimdir.

Tabiî musiki aletleri gırtlak (hançere), kü-


çük dil, bunun yanında bulunan uzuvlar, (or-
gan), sonra burundur. Sun'î olanlar, flüt, ud-
lar ve başkalarıdır.
Amelî musiki ile uğraşan kimse, nağme
ve melodileri (lahn) ve onlarda hasıl olan her
şeyi, üzerinde onları çıkarmak itiyadında ol-
duğu aletlerde bulunması bakımından tasav-
vur eder.
58 İLİMLERİN SAYIMI 105

Nazarî musiki ilmi ise, bunların ilmini


verir. Bu akıl ile idrak olunan (ma'kule) bir
ilimdir. Bir de melodileri (elhân) meydana ge-
tiren her şeyin sebeblerini verir. Bunların bir
maddeden çıkarılması bakımından değil, belki
mutlak olarak ve her alet ve her maddeden
çıkarılması bakımından bu sebebleri verir.
Bunlan hangi aletle ve hangi cisim ile olursa
olsun, umumî olarak, duyulmuş olmaları ba-
kımından ele alır.

Musiki ilmi beş büyük bölüme ayrılır:

İlk bölüm, bu ilimde bulunan şeyleri çı-


karmak için kulanılan esas (mebde) ve ilk
bilgilerden, bu ilk bilgilerin nasıl kullanıldı-
ğından bu sınaatın hangi yol ile çıkarıldığın-
dan, kaç şeyden terkip edilip kemale getiril-
diğinden, bu ilimde bulunan bilgileri araştı-
ran kimselerin nasıl olması icap ettiğinden
bahseder.

ikinci bölüm, bu sınaatın usulünden bah-


seder. Bu da nağmelerin çıkarılmasını, sayıla-
rının kaç olduğunu, nasıl olduklarını, çeşitle-
rinin ne kadar olduğunu ve birbirlerine nis-
betlerini açıklar. Bir de bütün bunlar hakkında
getirilen deliller üzerinde araştırmalar yapar;
nağmelerin duruşlarındaki (evza) çeşitleri, is-
teyen onlardan istediğini alsın ve aldıkların-
dan melodiler meydana getirsin diye hazırlan-
1104 İLİMLERİN SAYIMI

mış bir hale gelmesine yarayan tertipler hak-


kında araştırmalar yapar.

Üçüncüsü, usul bahsinde meydana çıkan


şeyler ile nâğmeler için hazırlanmış olan, hep-
si çalgı âletleri üzerlerinde çıkan ve bunların
üzerlerindeki yeri usuller bölümünde açıkla-
nan tertipte ve miktar üzerinde bulunan bu
sınaata mahsus âletlerin çeşitleri hakkındaki
burhanlar ile sözler arasındaki uygunluğu
araştırır.

Dördüncüsü, nağmelerin vezinleri olan ta-


biî isa'ların sınıfları hakkındaki bölümdür.

Beşincisi, bütün olarak, melodilerin (lahn)


meydana getirilmesi, sonra tam melodilerin
meydana getirilmesi hakkındadır. Bu bölümde
bir tertip ve intizam ile terkip edilmiş şiirler
ve ayrı ayrı melodilerin gayelerine göre, na-
sıl ayrı ayrı yapıldıkları hakkında araştırmalar
yapılır. Melodilerin yapılmasına sebeb olan
gayeye erişmek için onu daha tesirli ve daha
dokunaklı bir hale getiren halleri bildirir.

Ağırlıklar ilmi."
Ağırlıklar ilmine gelince, bu ilim, ağırlık-
ları çekmek hususunda iki konuyu inceler:
Ağırlıklara, ya ağırlıklarını tayin etmek, veya
kendileri sayesinde başka şeylerin ağırlıkları-
nı tayin etmek bakımından bakmakdır. Bu
58 İLİMLERİN SAYIMI 107

bölüm teraziler hakkındaki sözün, bahsin esas-


larını tetkik edip araştırır. Bir de hareket et-
tirilen veya hareket ettirmekte kullanılan ağır-
lıklara bakmaktır. Bu bölümde ağır şeylerin
kaldırılmasında ve bir yerden bir yere taşın-
masında kullanılan aletlerin dayandığı esasla-
rı tetkik eder.

Tedbirler (hiyel) ilmi."


Tedbirler (hiyel) ilmine gelince, bu bah-
sedilmiş olan öğretme (talim) ilimlerinde, var-
lıklarına burhanlar verilen her şey ile tabiî
cisimler hakkındaki söz, bahis ve burhanların
birbirine uyduklarını göstermek için alınacak
tedbirin nasıl olduğunu gösteren ilimdir. Çün-
kü bu ilimlerin hepsi çizgilere, yüzeylere, ha-
cimlere (mücessem) ve baktıkları başka şey-
lere, onları yalnız mâkul ve tabiî cisimlerden
alınmış telâkki ederek bakarlar. Bunların ta-
biî cisimler ile duyulur cisimlerde (mahsusât)
var edilmesi ve irade ile meydana çıkarılması
istendiği zaman, daha önceden onlarda bu-
nun meydana getirilmesini ve birbirleri ile
uygunluklarını tertip ve nizama sokacak bir
kuvvete muhtaç olunur. Zira madde ve du-
yulur (mahsûs) cisimlerde öyle haller vardır
ki, burhanlar ile meydana çıkan haller tesa-
düfi bir suret ve tarzda onlara konulmak is-
tenince, bu haller onların oraya konulmasına
engel olur. O zaman, tabiî cisimlerin, üzer-
1104 İLİMLERİN SAYIMI

lerinde meydana getirilmek istenen şeyi ka-


bul edecek bir hale getirilmesine, engel olan
şeyleri ortadan kaldırmak için, bir muameleye
tabi tutulmasına ihtiyaç hasıl olur.

îşte tedbirler (hiyet) ilmi, tedbirler bilgi-


sinin nasıl olduğunu, bunların tabiî ve duyu-
lur (mahsus) cisimlerde sun'î olarak ve bilfiil
meydana getirilmesi için muamelelerin yolla-
rını veren ve onları bildiren ilimlerdir.

Sayı tedbirleri (hiyeî) bunlardandır ve bu-


nun birçok yönleri vardır. Zamanımız (IV.-X.
yüzyılın başlan) halkı arasında, «cebir ve
mukabele59» diye tanınan ilim ile benzerleri
bunlardandır. Şu kadar var ki, bu ilim sayı-
lar ilmi ile hendesede (geometri) müşterektir.
Bu, Uklîdîs'in Üstukussât adlı kitabının onun-
cu bahsinde esaslannı verdiği «muntak» ve
«asam» 1ar60 ile, o bahiste zikretmedikleri hak-
kında kullanılmağa yarayan sayılan çıkarmak
için alınan tedbirlerin nasıl olduğunu göste-
rir. Çünkü «muntak» ile «asam» m birbirlerine
nisbeti (oran) sayılann sayılara nisbeti (oran)
gibi olduğundan, her sayı, «muntak» veya
«asam», herhangi bir büyüklüğe benzer olur.
Büyüklüklerin nisbetlerinin benzerleri olan sa-
yılan çıkardığın zaman herhangi bir yönden
büyüklükleri çıkarmış olursun. Bundan bazı
sayılar, «muntak» büyüklüklere benzer olsun
diye «muntak» yapılmış, bazı sayılar da.
58 İLİMLERİN SAYIMI 109

«asam» büyüklüklere benzer olsun diye,


«asam» yapılmıştır.

Hendese {geometri) tedbirleri (Jıiyet) de


bunlardandır. Bunlar çoktur.

Binanın reisliği sınaatı bunlardandır61.

Türlü türlü cisimleri ölçmek için alman


tedbirler bunlardır.

Yıldızlar için aletler, musiki aletleri yap-


mak, yaylar ve türlü silahlar gibi birçok amelî
sınaatlar için aletler hazırlamak husundaki
tedbirler de bunlardandır.

Uzakta bulunan ve kendilerine bakılan


eşyanın gerçekte nasıl olduğunu anlamak gibi
görüşü kuvvetlendiren ve doğruya götüren
aletlerin yapılması, aynalardan ışıkların dön-
mesine (mün'atif olmasına) aksetmesine (müri-
akis olmasına), veya kırılmasına (mürıkesir ol-
masına) göre, ışıkların geldikleri yerler hak-
kında bilgi kazanmak için alman menazır
(optik) ilmi ile alâkalı tedbirler bunlardandır.
Yine buradan, güneşin ışıklarını başka cisim-
lere çeviren ve aksettiren yerler hakkında bilgi
kazanılır. Bundan da yakıcı aynalar yapılması
ve onun için alınacak tedbirler meydana çıkar.

Garip kaplar82 ve sınaatlar için birçok


aletler yapılması için alınan tedbirler de bun-
lardandır.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

Bunlar ve benzerleri tedbirler (hiyel)


ilimleridir. Bu ilimler bina yapıcılığı, maran-
gozluk ve başkaları gibi cisimler, şekiller,
duruşlar (evzâ), tertip ve bir şeyin (her hu-
sustaki) değerini ölçme huşunda kullanılan
ve şehirlere mahsus olan amelî sınaatlara ait
ilk bilgilerdir.

Öğretme (talîm ilimleri ve bölümleri


bunlardan ibarettir.
Dördüncü Bölüm
TABİAT İLMİ ÎLE
İLAHİYAT İLMİ HAKKINDA

Tabiat ilmi:

Tabiat ilmi, tabiattaki cisimleri (ecsâm-t


tabiîye) ve varlığı (kıvâm)63 bu cisimlerde
olan arazları" tetkik eder. Bu cisimlerin ve
varlığı (kıvâm) onların içinde bulunan araz-
ların hangi şeylerden, hangi şeyler ile ve hangi
şeyler için bulunduğunu bildirir.

Cisimler ya sunî, veya tabiî olur.

Sunî olan cisimler, cam, kılıç, sedir, el-


bise gibi olanlardır. Bütün olarak, varlığı bir
sınaat ve insan iradesi ile olan her şeydir.

Tabiî olan cisimler ise, gök, yer yüzü, bu


ikisinin arasındaki varlıklar, nebat ve hayvan
gibi varlığı ne sunî, ne de insan iradesi ile
olanlardır.

Tabiî cisimlerin hali, bu hususlarda, sunî


cisimlerin hali gibidir: Çünkü sunî cisimlerde
öyle hususlar vardır ki, onların varlığı (kı-
vam) sunî cisimler iledir; onlar için öyle şey-
ler bulunur ki, sunî cisimlerin varlığı onlar-
1104 İLİMLERİN SAYIMI

dan doğmuştur; öyle şeyler de vardır ki,


varlıkları onlarladır ve öyle şeyler vardır ki,
varlıkları onlar içindir05. Bunlar, sunî cisim-
lerde, tabiî cisimlerde olduklarından daha
belli ve açıktır.
Varlığı (kıvam) sunî cisimlerde bulunan
hususiyet, elbisede düzgünlük kılıçta parlak-
lık, camda saydamlık ve sedirde nakışlar gi-
bidir.
Sunî cisimlerin kendileri için var olduk-
ları şeyler, onların yapılmasındaki gayeler ile
maksatlardır; meselâ elbise. Çünkü elbise,
giyilmek için yapılmıştır. Kılıç, düşmanla sa-
vaş yapmak için; sedir, yerin nemliliğinden
korunmak için, yahut sedirin yapılmasında
gözetilmiş olan bundan başka bir şey için;
cam içinde kendinden başka bir kabın eme-
rek çekip çekmiyeceğinden emin olunmıyan
bir şeyi saklamak için yapılmıştır.
Varlığı (kıvam) sunî cisimlerde bulunan
arazların kendileri için mevcut kılındıkları ga-
ye ve maksatlara gelince, bunlar elbisenin
süslenmeğe yarayan düzgünlüğü; kılıcın düş-
manı korkutmak için parlaklığı; sedirin görü-
nüşü güzel olsun diye nakışları; camın, içinde
bulunan şey görünsün diye saydam oluşu
gibi şeylerdir.
Sunî cisimlerin kendileri sayesinde mev-
cut oldukları şeyler, onların yapıcıları ve on-
İLİMLERİN SAYİMİ 113

lan meydana getirenlerdir. Sedir dolayısiyle


var olan marangoz, kılıç dolayısiyle var olan
kılıç yapan gibi.

Sunî cisimlerin kendileri ile var olduk-


tan şeyler, her sunî cisimde, kılıçta olduğu
gibi, iki şeydir. Çünkü onun varlığı iki şey-
dir: Keskinlik ve demir. Keskinlik onun kalı-
bı ve heyetidir, işini onunla yapar; demir,
maddesi ve kalıbın konulduğu yerdir (mevzû'),
bu onun kalıp heyetinin taşıyıcısı gibidir. Ku-
maşın da varlığı iki şey iledir: Eğrilmiş ve
uzunlamasına konulmuş ipliklerin mekik ip-
likleri ile dokunması. Dokunma heyeti ve
kalıbıdır, iplik ise dokumanın taşıyıcısı gibi-
dir ve onun yeri (mevzû) ve maddesidir. Sedi-
rin de varlığı iki şey iledir: Dört köşeli olma
ve tahta, dört köşelilik onun heyeti ve kalıbı-
dır, tahta ise maddesidir ve o dört köşeliliğin
taşıyıcısı gibidir.

Geri kalan sunî cisimler de böyledir. Bu


ikisinin birleşmesi ve birbirlerini tamamlayıp
mükemmel bir hale getirmesi ile, onlardan her
birinin varlığı, bilfiil mükemmelliği ve mahiye-
ti ile, meydana çıkar. Bunlardan her biri, ken-
di maddesinin için meydana çıktığı zaman-
ki hali ile hangi iş için yapılmış ise, ancak o
işi yapar, veya onunla o iş yapılır, veya o,
o işte kullanılır, veya o işte kendinden istifade
edilir. Çünkü kılıç işini ancak keskinliği ile
İH 1104 İLİMLERİN SAYIMI

yapar; kumaş da ancak yanlamasına iplikle-


rinin uzunlamasına iplikleri ile dokunduğu
zaman fayda verir. Sunî cisimlerin geri ka-
lanları da böyledir.

Tabiî cisimlerin de hali böyledir. Çünkü


onların her biri, ancak bir maksat ve gaye
için mevcut kılınmıştır. Varlığı (kıvamı) tabiî
cisimlerde olan her şey ve araz da böyledir:
Çünkü bu, muhakkak ki, her hangi bir mak-
sat ve gaye için var kılınmıştır. Her cisim ve
her arazın bir yapıcısı ve meydana getiricisi
vardır ki, o onun sayesinde meydana gel-
miştir. Tabiî cisimlerin her birinin varlığı ve
kemal haline gelmesi iki şey iledir.

1. Yerinin kendine nisbeti (oran) kılıcın


keskinliğinin kılıca nisbetinde eşit şeydir,
bu da bu tabiî cismin kalıbıdır;

2. Yeri, kılıca nisbetle kılıcın demirinin


nisbetine eşit olan şeydir, bu da tabiî cismin
maddesi ve kalıbın konulduğu yerdir (mevzû)
ve onun kalıbının taşıyıcısı gibidir.

Şu kadar var ki, kılıç, sedir, elbise ve


başka sun'î cisimlerin kalıp ve maddeleri göz
ile görülür ve duyulur; meselâ kılıcın keskin-
liği ve demiri, sedirin dört köşeli olması ve
tahtası. Tabiî cisimlere gelince, onların çoğu-
nun kalıpları ve maddeleri duyulmaz, bunların
varlıkları, bizce ancak kıyas ve kesin bilgi
58 İLİMLERİN SAYIMI
115

veren burhanlar ile doğru olarak bilinir ve


kabul edilir.

Şu kadar var ki, sunî cisimler arasında


da, kalıpları (siyağ) duyulmayanlara sık-sık
tesadüf edilir. Meselâ şarap. Bu, sunî olarak
var edilmiş bir cisimdir. Onun sarhoş eden
kuvveti duyulmaz, bunun varlığı ancak işi ve
tesiri ile bilinir. İşte bu kuvvet, şarabın biçim
(sûret) ve kalıbıdır. Onun şaraba nisbetle
mevkii keskinliğin kılıca nisbetle mevkiine
eşittir. Çünkü bu kuvvet, şaraba tesirini ve
işini yaptırtan kuvvettir. Tıp sınaatı ile terkip
edilmiş olan panzehir ve başkaları gibi ilâçlar
da böyledir. Çünkü onlar vücuda ancak ter-
kip sonunda kendilerinde hasıl olan kuvvetler
sayesinde tesir eder. Bu kuvvetler de duyul-
maz, ancak bu kuvvetlerden hasıl olan tesir-
ler duyulmakla müşahade olunur. Her ilâç iki
şeyle ilâç olur: Terkip edildiği karıştırılmış
cisimler (halt) ve ona tesirini yaptıran kuvvet.
Bu cisimler maddesidir, kendisi sayesinde te-
sir ettiği kuvvet de kalıbı (5Îga)'dır. ilâçtan bu
kuvvet kaldırılırsa, ilâç ilâç olmaz; nitekim
kılıcın keskinliği kaldırılırsa, kılıç kılıç olmaz.
Ve yine nitekim kumaşta yanlamasına ve uzun-
lamasına ipliklerinin dokunması kaldırılırsa,
o zaman kumaş kumaş olmaz.

Tabiî cisimlerin kalıpları (siyağ), eğer du-


yulmakla müşahede edilmiyorsa, o zaman bun-
1104
İLİMLERİN SAYIMI

lar sunî cisimlerin madde ve kalıplan arasın-


daki görülmeyen madde ve kalıplar gibi olur.
Çünkü bunlar, gözün cismi ile onda görmeği
temin eden kuvvet gibidir; elin cismi ile ya-
kalayıp tutmayı temin eden kuvvet gibidir.
Uzuvlardan (organ) her biri bunun gibidir:
Çünkü gözün kuvveti görülmez, bu, diğer
duygu uzuvlanndan herhangi biri ile de du-
yulmaz, belki ancak akıl vasıtası ile kavranır,
idrâk olunur. Tabiî cisimlerde bulunan öteki
kuvvetlere, sunî cisimlerin suretlerine benzet-
me yolu ile, sûret («biçimler») ve kalıplar
(siyağ) denilir. Çünkü kalıp, biçim (sûret) ve
hilkat, halk arasında, hayvanlann ( = canlıla-
nn) şekillerine ve sunî cisimlerin kalıplanna
delâlet eden hemen hemen aynı mânada isim-
lerdir. Sonra, bu mânadan alınarak, benzetme
yolu ile, tabiî cisimlerdeki mevkii, sunî cisim-
lerdeki hilkatler, kalıplar ve biçimlerin mevki-
ine eşit olan şeylere ve kuvvetlere isim olarak
verilmiştir. Çünkü sınaatlarda âdet, halk ba-
zı şeylere adlar takmış bulunursa, bu adlan bu
şeylerin benzerlerine de vermektir.

Cisimlerin maddelerine, biçimlerine, yapı-


cılanna (faillerine) ve kendileri için var ol-
duklan gayelere, «cisimlerin başlangıçlan (me-
badî)» denilir; arazlar için olursa, «cisimler-
de bulunan arazlann başlangıçlan (mebâdî)»
denilir.
İLİMLERİN SAYIMI

Tabiat ilmi, tabiî cisimlerde varlığı açık


ve belli olanlarını her hangi bir duruş içine
koymakla bildirir. Her tabiî cismin maddesini,
biçimini, yapıcısını (fail) ve bu cismin ken-
disi için var olduğu gayeyi bildirir. Arazla-
rında da böyledir. Çünkü arazların varlıkları
(kıvam) ne ile ise, onu yapıcı olan şeyleri ve
bu arazların kendileri için yapıldığı gayeleri
bildirir. O halde bu ilim tabiî cisimlerin baş-
langıçları (mebadî) ile arazlarının başlangıçla-
rını (mebadî) vermektedir.
Tabiî cisimlerin bir kısmı katışıksız (basit),
bir kısmı katışıktır (mürekkeb). Katışıksız (ba-
sit) olanlar varlıkları kendilerinden başka
cisimlerin varlığından olmıyan cisimlerdir,
katışık (mürekkeb) olanlar ise, hayvan ve
nebat gibi, varlığı kendisinden başka cisim-
lerden olanlardır.
Tabiat ilmi sekiz büyük bölüme ayrılır:
Birincisi, ister katışıksız (basit), ister katı-
şık (mürekkeb) olsun, tabiî cisimlerde olan
müşterek başlangıçları (mebadî) ve bu baş-
langıçlara bağlı olan arazları araştırmaktır.
Bunların hepsi «Tabiî duyma (es-Sema'-üt-
tabiî)» bölümündedir.
İkincisi, katışıksız (basit) cisimlerin mev-
cut olup olmadıklarını araştırmaktır. Bunlar
eğer mevcut iseler, hangi cisimlerdir, sayıları
kaçtır? Bu âlem nedir, ilk kısımları nelerdir,
1104
İLİMLERİN SAYIMI

bunlar kaçtır? Onlar bütün olarak, üç veya


beştir, diye tetkik eder. Bu âlemin başka kı-
sımlarından göğü tetkik eder. Bu «Gök ve
âlem (es-Semâ'-ü ve 'l-âlem)» kitabının ilk
makalesinin ilk bölümünde bulunur. Sonra,
bunu geçince, katışık cisimlerin ustukuslarını66,
onların varlıkları meydana çıkarmış olan o
katışıksız (basit) cisimlere dahil olup olmadık-
larını, yahut onların dışında başka cisimler
olup olmadığını, eğer onların bir parçası ise,
hangileri olduğunu araştırır. Bu, onların gö-
rülebilip görülemediğini ve «GöT: ve âlem»
kitabında ilk bölümün sonlarına kadar araş-
tırılan başka şeyleri araştırıp tetkik etmektir.
Bundan sonra, ister ustukuslar ve katışık
(mürekkeb) cisimlerin esaslarını olsun, isterse
onların ustukusları olmıyan şeyleri olsun, bü-
tün katışıksız (basit) cisimlerde müşterek olan
şeylere bakar. Bu, gök ve onun bölümlerini
tetkik olup, «Gök ve âlem» kitabında ikinci
bölümün başından üçte ikisine yakın yerini
kaplamaktadır. Sonra ustukuslardan olmayan-
lara has olan şeyler ile, onlardan ustukuslar
ve onlara bağlı arazlar olanlara has olan şey-
lere bakılır. Bu «Gök ve âlem» kitabının ikinci
bölümünün sonu ile üçüncü ve dördüncü bö-
lümlerinde tetkik edilen şeylerdir.
Üçüncüsü, umumî olarak, tabiî cisimlerin
oluşlarını (kevn) ve dağılışlarını (fesad"') ve
bununla tamamlanan bütün şeyleri tetkik eder.
58 İLİMLERİN SAYIMI 119

Bir de ustukusların oluş ve dağılışlarının na-


sıl olduğunu, katışık (mürekkeb) cisimlerin
bunlardan nasıl hâsıl olduğunu (tekevvün) ve
bütün bunların başlangıçlarının (mebadî) ve-
rilmesini araştırır. Bu, «Oluş ve dağılış (el-
Kevn-ü ve 'l-fesâd)» kitabında bulunur.
Dördüncüsü, katışık (mürekkeb) cisimlere
değil de, yalnız ustukuslara mahsus olan araz-
lar ile dışardan tesir almalarının başlangıçla-
rını araştırır. Bu, «Yüksek eserler (el-Âsâr-
ül-ulviyye)»" kitabının ilk üç bölümünde gös-
terilmiştir.
Beşincisi, ustukuslardan terkip edilmiş
cisimleri, bunların bazısının parçalarının bir-
birine benzediklerini, bazısının parçalarının
birbirinden ayn olduğunu; parçaları birbirine
benzer olanlar arasında et ve kemik gibi
parçaları birbirinden ayn olanlann terkip
ettikleri parçalar bulunduğunu; onlardan tuz,
altın ve gümüş gibi parçaları birbirinden ayn
tabiî bir cisime asla parça olmıyanlar bulun-
duğunu tetkik eder. Sonra, bütün katışık
(mürekkeb) cisimlerde, müşterek olan şeyleri
araştırır. Sonra ister parçalan birbirlerinden
ayrı olanlann parçalan olsun, ister bunlann
parçalan olmasın, parçalan birbirine benzer
olan bütün katışık (mürekkeb) cisimlerde müş-
terek olan şeylere bakar. Bu da *Yüksek eser-
ler (el-Âsâr-ül-ulviyye)» kitabının dördüncü
bölümünde bulunur.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

Altıncısı, — bu «Madenler kitabı (Kitâb-


ül-maâdin)» dir — bu katışık (mürekkeb) ci-
simler ile, parçaları birbirinden ayrı cisimlerin
parçaları olmıyan ve parçaları birbirine ben-
ziyen cisimleri — bunlar da taş ve türlü çe-
şitleri gibi maden olan cisimler ile bunların
çeşitleridir — ve onlardan her bir neve has
olan şeyleri tetkik eder.

Yedincisi, — bu «Nebat kitabı (Kitâb-ün-


nebât)» dır — nebat nevilerinde müşterek ve
her bir neve has olan şeyleri araştırmadır.
Bu, parçaları birbirinden ayrı olarak katışık
(mürekkeb) cisimler hakkındaki araştırmanın
iki bölümünden biridir.

Sekizincisi, — «Hayvanlar kitabı (Kitâb-


ül-hayavân)» ile «Ruh kitabı (Kitâb-ün-nefs)»
dır — hayvan nevilerinde müşterek olarak
bulunan şeyler ile bunlardan her birine has
olan şeyleri tetkik eder. Bu, parçaları birbi-
rinden ayrı loan katışık (mürekkeb) cisimler
hakkındaki araştırmanın ikinci böiümüdür.

O halde, tabiat ilmi, bu cisimleri her bir


nevinde dört başlangıç (mebâdi) ile bu baş-
langıçlara bağlı olan arazları verir.

Tabiat ilminde bulunan şeylerin bütünü


ile bölümleri ve bölümlerinden her birinde
bulunan bütün bunlardan ibarettir.
58 İLİMLERİN SAYIMI 121

îlâhiyat ilmi (el-ilm-ül-ilâhî).

Bunun hepsi Tabiat ötesi (Mâba'detta-


bîî)»*'' kitabındadır.

îlâhiyat ilmi üç bölüme aynlır.

Birincisinde, varlıklar (mevcudât) ve on-


ların varlıklar olması ile kendilerinde mey-
dana gelen şeyler, haller, araştırılır.

ikincisinde, bölümlere ayrılmış olan nazarî


ilimlerdeki burhanların başlangıçları (mebadî)
tetkik edilir. Bunlar da, mantık, hendese
(geometri), sayı ve bu ilimlere benzeyen
başka ilim bölümlerinin geri kalanları gibi,
bu nazarî ilimlerden her birinin hususî bir
varlığı tetkik etmek için ayrıldığı bölümlerdir.
O halde, mantık ilminin, öğretme ilimlerinin,
tabiat ilimlerinin başlangıçlarını (mebâdi) tet-
kik eder; onları düzeltmeğe, esasları ile hu-
susiyetlerini bildirmeğe ve tarif etmeğe çalışır.
Nokta, birlilik, çizgiler ve yüzeylerin cevher-
ler olduğunu ve onların ayrılabileceğini (mu-
farika) sananların zanlan ile, başka ilim-
lerin başlangıçlarında (mebâdî) bulunan bun-
lara benzer zanlar gibi, bu ilimlerin başlan-
gıçları (mebâdî) hakkında eski âlim ve fey-
lesofların düşmüş oldukları bozuk zanları
sayar, onların yanlışlıklarını isbat eder, bozuk
olduklarım meydana çıkarır.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

Üçüncü bölüm de, cisim olmıyan ve ci-


simlerin içinde olmıyan varlıkları araştırır
ve tetkik eder. İlk önce bunlar var mıdır,
yok mudur, bunu araştırır; bunların var ol-
duklarını burhanlar ile isbat eder. Sonra, bun-
ların çok olup olmadıklarını araştırır ve çok
olduklarını meydana kor. Sonra, sonlu (müte-
nâhi) olup olmadıklarını araştırır ve sonlu
olduklarını burhanlar ile isbat eder. Sonra
kemaldeki mertebeleri bir midir, yoksa mer-
tebeleri birbirlerinden farklı mıdır, bunu araş-
tırır ve kemaldeki mertebelerinin birbirlerinden
farklı olduğunu, burhanlar ile meydana koyar.
Sonra, çocuklarına rağmen, bunların en nakıs-
larından daha mükemmeline ve ondan daha
mükemmeline yükselmek suretiyle, sonunda,
kendinden daha mükemmel bir şey olma-
sı mümkün olmayan, her hangi bir şeyin ken-
di varlığı mertebesine benzer bir mertebede
bulunması asla kabil olmayan, benzeri, eşi ve
zıddı bulunmayan bir kâmile, kendinden önce
bir ilk (evvel) bulunması mümkün olmayan bir
ilke (evvel), kendisinden daha önde bir şey bu-
lunması mümkün olmayan bir önde - bulunana
(mütekaddim) ve varlığını bir şeyden almış
olması asla mümkün olmayan bir varlığa
(mevcût) ulaşıldığını, ve ezelî ve, mutlak ola-
rak, önde - bulunanın (mütekaddim) yalnız bu
varlık olduğunu, burhanlar ile, isbat eder.
58 İLİMLERİN SAYIMI 123

öteki varlıkların, var olmakta ondan da-


ha sonra (müteahhir) bulunduğunu, kendin-
den başka her bir varlığa varlığım vermiş
olan ilk varlığın o olduğunu, kendinden baş-
ka her şeye birliği kendisi veren ilk birin
o olduğunu, kendinden başka gerçeklik (ha-
kikât) sahibi her şeye gerçekliği veren ger-
çeğin (hak) o olduğunu ve bunu hangi ba-
lomdan verdiğini, onda hangi bakımdan olur-
sa olsun çokluğun (kesret) bulunmasının müm-
kün olmadığım; belki bir adı ile bunun mâ-
nasına, varlık adı ile bunun mânasına, gerçek
(hak) adı ile bunun mânasına, kendinden
başka olup hakkında birdir, vardır ve ger-
çektir denilen şeylerden daha çok lâyık oldu-
ğunu meydana çıkarır. Sonra, işte bu sıfatlan
taşıyanın aziz, ulu ve adlan mukaddes olan
Tann (Allâh) olduğu inancının taşınması lâ-
zım geldiğini meydana koyar. Sonra, bunun
ardından, Tann'ya verilen sıfatlardan geri ka-
lan şeyleri, hepsini tüketinceye kadar, dikkat-
le tetkik eder.
Sonra, varlıklann kendinden nasıl hasıl
olduğunu (hudûs), kendinden varlıklannı na-
sıl aldıklannı bildirir. Sonra, varlıklann de-
recelerini, onlann bu derecelerinin nasıl hasıl
olduğunu, onlardan her birinin içinde bulun-
duğu derecenin içinde bulunmağa ne ile ehli-
yet kazandığını araştınr. Birbirlerine bağlan-
malarının ve intizamlarının nasıl olduğunu,
1104 İLİMLERİN SAYIMI

birbirlerine bağlanmaları ile intizamlarının ne


ile olduğunu meydana koyar. Sonra, varlık-
larda aziz ve ulu olan Tanrı'nm geri kalan
işlerini (ef'âl), hepsini tamamlayıncaya kadar,
dikkatle sayar. Varlıkların hiç birinde hiçbir
zulüm, hiç bir bozukluk (halel), uyuşmazlık
(tenâfür), kötü nizam ve kötü birleştirme (te'lîf)
bulunmadığı ve, bütün olarak, onlardan hiç-
bir şeyde noksan ve kötülüğün (şer) asla
bulunmadığını meydana çıkanr.

Sonra, bunun arkasından, aziz ve ulu olan


Tanrı'nın işlerine noksanlık girmesi ile onun
hakkında, işleri hakkında ve yaratmış olduğu
varlıklar hakkında beslenen bozuk zanlann
yanlışlığını gösterip, onları ortadan kaldırmağa
girişir. Bunların hepsini, insanın içine tereddüt
sokması veya şüphe karıştırması kabil olmayan
ve kendilerinden dönülmesi asla mümkün ol-
mayan kesin bilgi (yakîn) ve ilim veren bur-
hanlar ile, çürütüp ortadan kaldırır ve redde-
der.
Beşinci Bölüm
MEDENÎ İLİM, FIKIH İLMİ
VE KELAM İLMİ HAKKINDA

Medenî ilim.'0

Medenî ilme gelince, bu, irade ile yapılan


işlerle (ef'âl) hareketlerin (sünen) çeşitlerini,
bu işler ile hareketlerin meydana gelmesine
sebeb olan meleke, ahlâk, seciye ve huylan
ve bunların kendileri için yapıldığı gayeleri,
bunların insanda nasıl var olmalan lâzım
geldiğini, onların insanlarda bulunmalan lâzım
geldiği yön üzere onlardaki tertiplerindeki
yönün nasıl olduğunu araştınr ve tetkik eder.
İşlerin kendileri için yapıldığı ve hareketlerin
kullanıldığı gayeleri birbirlerinden ayırır. Bun-
lardan bazılarının gerçekte saadet olduğunu;
bazılannın da saadet olmadıklan halde, öyle
zannedildiğini; gerçekte saadet olan şeyin bu
hayatta değil, belki bu hayattan sonra olan
başka bir hayatta, yani ahiret hayatında bu-
lunmasının mümkün olduğunu; zenginlik, cö-
mertlik ve lezzetler gibi saadet zannedilen
şeylerin gayeler haline getirildikleri zaman,
yalnız bu hayatta bulunduğunu meydana ko-
yar. İşler ile hareketleri birbirlerinden ayınr.
1104 İLİMLERİN S A Y I M I

İnsana gerçekte saadet olan şeyi kazandıranın


iyilik, güzellik ve faziletler olduğunu, onlar-
dan başka şeylerin kötülük (şer), çirkinlik ve
noksanlıklar (nekais) bulunduğunu, bunların
insanda bulunmasındaki sebebin faziletli işler
ile hareketlerin şehirler ile halklar arasında
bir tertibe göre dağılması ve müşterek olarak
kullanılması olduğunu meydana kor. Bir de
bunların ancak bir başbuğuluk (reîslik) saye-
sinde kabul olduğunu ve, şehirlerde ve halk
lar arasında, bu iş, hareket, seciye, meleke
ve ahlâkın ancak başbuğ' (reis) ile mümkün
bulunduğunu; onun bunları, yok olmamaları
için, korumağa çalıştığını; bu başbuğuluğun
(reisliğin) ancak bir meharet ve meleke ile
kabil olup, halk arasında inzibatı (temkin)
te'min işleri ile aralarında inzibat altına ahnan
şeylerin onlara karşı korunması işlerinin bun-
dan çıktığını meydana koyar. İşte hükümdar-
lık, padişahlık ve ona ne ad vermek istenilir-
se o, bu meharettir; siyaset de bu meharetin
yaptığı iştir.

Başbuğluk (reislik) iki kısımdır:

1. Gerçekten saadet olanı elde etmeğe


yarayan ve irade ile yapılan işleri, hareketleri
ve melekeleri inzibat altına alıp sağlamlaştı-
rman bir başbuğluktur. Bu faziletli (fazıl) bir
başbuğluktur. Bu başbuğluğa boyun eğen şe-
58 İLİMLERİN SAYIMI 127

hirler ile halklar faziletli (fazıl) şehirler ile


halklardır;

2. Şehirlerde, gerçekten saadetler olma-


dıkları halde saadetler sanılan şeylerin elde
edilmesine yarayan iş ve huyları inzibat altına
alan başbuğluktur; bu cahilane (câhil) bir
başbuğluktur.

Bu başbuğluğun bir çok çeşitleri vardır.


Her birine, kastettiği ve hedef tuttuğu gaye-
lere göre, bir ad verilir ve bu, bu başbuğlu-
ğun arayıp istediği ve kendisi için gaye ve
maksat haline getirdiği şeylerin sayısınca
olur. Eğer zenginlik istiyorsa, «hasislik baş-
buğluğu» adım alır: eğer cömertlik istiyorsa,
«cömerdlik başbuğluğu» adım alır; bu ikisin-
den başka bir şey istiyorsa, bu gayesinin
adına göre, bir ad ile adlandırılır.

Bu ilim faziletli hükümdarlık meharetinin


iki kuvvetle tamamlanıp kemale erdiğini gös-
terir.
1. Külli71 kanunları öğrenerek kazandığı
kuvvet,
2. İnsanın şehir, (cemiyet işlerinde uzun
zaman çalışması ve uğraşması ile, şehirlerde
ahlâk ve şahıslar hakkındaki tecrübe işleriyle
uğraşması ile, tecrübe ve uzun müşahedeler
sayesinde, bu sahalarda olgunluk elde ederek
kazanılan kuvvettir.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

Bu, tıbbın dayandığı kuvvetlere benzer,


çünkü doktor iki kuvvet ile bir tedavi edici
(doktor) olur. Biri, tıp kitaplarından elde et-
tiği külli bilgiler sayesinde kanunlar üzerin-
deki kuvvetidir; diğeri hastalarda tıp işleri
ile uzun müddet uğraşmakla ve şahısların
bedenleri üzerinde uzun müddet tecrübe ve
müşahadelerde bulunmakla bu hususta olgun-
luk kazanmak ile hasıl olan kuvvettir. Dok-
torun, türlü hallerde, türlü vücutlara göre,
ilâç ve devayı ancak bu kuvvet sayesinde tak-
dir etmesi mümkün olur. Tıpkı bunun gibi,
hükümdarlık meharetine sahip olan bir kim-
senin, türlü türlü zamanlarda, türlü türlü hal-
ler ve türlü türlü durumlara göre, işleri ancak
bu kuvvet ve bu görgü ile takdir etmesi müm-
kün olur.
Medeni felsefe, tetkik ettiği irade ile yapı-
lan işlerde, hareketlerde, melekelerde ve başka
tetkik ettiği şeylerde külli kanunlar verir.
Bir de, bunların türlü türlü haller ve vakitlere
göre takdir edilmesindeki kanunları, ne ile,
nasıl ve kaç şey ile takdir edildiğini, sonra
onları takdir edilmemiş bıraktığını, çünkü iş
(fi'l) ile takdirin, bu işten başka bir kuvvetle
olduğunu ve yolunun ona katılmak bulundu-
ğunu bildirir. Bununla beraber, kendilerine
göre takdir yapılan haller ile durumlar (avâriz)
hudutsuzdur ve hepsi bir araya toplanıp kav-
ranamaz.
58 İLİMLERİN SAYIMI 129

Bu ilim iki bölüme ayrılır:

Saadetin tarifini, gerçek olanı ile saadet


zannedilenini birbirinden ayırmağı; şehirler
ile halklar arasında dağıtılmış bir halde bu-
lunan irade ile yapılan ve külli olan iş, ha-
reket, ahlâk ve huyların sayılmasını içine alan
ve onlardan faziletli olanlar öyle olmıyan-
lardan ayıran bir bölüm. Şehirlerde ve halk-
lar arasında, faziletli huy ve hareketlerin na-
sıl tertip edildiğini, faziletli hareketler ile iş-
leri inzibat altına almağa ve bunların şehir
halkı arasında bir tertibe sokulmasına yara-
yan hükümdarlık işlerini, şehirliler arasında
inzibata ve tertibe sokulan şeyleri korumağa
yarayan işlerin bildirilmesini de içine alır.
Sonra, faziletli olmayan hükümdarlık meha-
retlerinin sınıflarının kaç olduğunu ve her bi-
rinin ne olduğunu sayar. Her birinin yaptığı
işleri ve her birinin kendi reisliği altında
bulunan şehirlerde ve halklar arasında hangi
hareketler ile melekeleri sağlamca yerleştirmek
istediklerini sayar. Bunlar Aristötâlîs'in (Aris-
to) «Bölîtika kitabı»'nda. bulunur ki, bu «Si-
yaset kitabı» demektir. Bu aynı zamanda,
Eflâtunun «Siyaset kitabı*'nda ve Eflâtunun
ve başkalarının başka kitaplarında açıklan-
mıştır.

[Bunlardan hükümdarlık meharetlerine


has olan işlere gelince, bunlar faziletli hü-
1104
İLİMLERİN SAYIMI

kümdarlık meharetlerinin hastalıklarıdır (em-


raz), onların şehirlerine mahsus olan hareket
ve melekeler ise, faziletli şehirlerin hastalıkları
gibidir]." Sonra, faziletli başbuğluklar ile
faziletli şehirlerin hareketlerinin değişip cahi-
lane hareketler ile melekeler haline gelip-gel-
miyeceğinden emin olunmayacağına delâlet
eden yönleri ve sebebleri sayar. Bunlarla bir-
likte, faziletli şehirler ile başbuğluklann
bozulup, faziletli olmayan şehir ve başbuğ-
luklara dönmemesi için, onları inzibat altına
almağa yarayan işlerin çeşitlerini sayar. Aynı
zamanda, bunlar faziletli olmayan bir şehir ve
başbuğluk haline geçince onu eskiden olduğu
gibi faziletli hale getirmek için alınacak ted-
birleri, çareleri ve yapılacak şeyleri sayar.
Faziletli hükümdarlık meharetinin kaç şey ile
tam ve mükemmel bir hale geldiğini, nazarî
ve amelî ilimlerin bunlardan olduğunu, bun-
lara şehirlerde ve halklar arasında uzun za-
man uğraşmak ve çalışmakla elde edilen tec-
rübeden hasıl olan kuvvetin eklenmesi lâzım
geldiğini meydana kor. Bu tecrübe kuvvetinin
de ayn ayrı topluluklara, yahut şehirlere veya
halklara göre, ayn ayn hallere ve vaziyetlere
uyacak iş, hareket, ve melekeleri takdir et-
meğe yarayan şartlan iyi ve kolayca bulup
çıkarmak kudreti olduğunu meydana koyar.

Bu ilim, faziletli şehrin (et-medlnet-ül-fâ-


ztla) hükümdarları ancak, yamanlar içinde,
58 İLİMLERİN SAYIMI 131

«a'yani™» bakımından bir olan şartlara göre,


birbiri arkasından gelip de, önce gelenin ye-
rini almış olan sonra gelen ikincinin önce
gelenin içinde bulunduğu haller ve şartlar
içinde bulunduğu ve birbiri arkasından gel-
melerinin kesintisiz ve aralıksız olduğu tak-
dirde, faziletli olarak devam edeceğini mey-
dana koyar. Hükümdarların, kesintisiz olarak
birbiri arkasından gelmesi için ne yapmak
lâzım geldiğini bildirir.
Hükümdarların ve başkalarının çocukla-
rında aranması lâzım gelen tabiî şartlar ile
halleri meydana çıkarır. Böylece kendisinde
bu şartlar ve haller bulunan kimseler, bunlar
ile, bu gün hükümdar olandan sonra hüküm-
dar olmağa ehliyet kazandırılır. Kendisinde
bu tabiî şartlar bulunan kimsenin hükümdar-
lık meharetini kazanıp, tam bir hükümdar
olmak için, nasıl yetiştirilmesi lâzım geldiğini;
nasd terbiye edilmesi icabettiğini açıklar. Bun-
lar ile beraber, başbuğlukları cahilane bir
başbuğluk olan kimselerin asla hükümdar ol-
mamaları icap ettiğini ve onların bütün hal,
iş ve tedbirlerinde nazari ve ameli felsefeye
asla muhtaç olmadıklarım, belki onların her
birinin kendi reisliği altında bulunan şehirde
ve halk arasında, istediğini elde etmesini te-
min eden işlerin cinsi ile meşgul olmasından
hasıl olan tecrübe kuvveti ile, gayesine doğru
yürümesinin mümkün olduğunu ve lezzeti,
1104
İLİMLERİN SAYIMI

cömertliği, yahut bunlardan başka istemekte


olduğu iyiliği elde etmesini temin eden işler-
den muhtaç bulunduğu şeyleri bulup çıkar-
ması için, kendisinde tesadüfen anadan doğ-
ma iyi bir akıl ve anlayış kuvveti bulununca
ve buna istekleri kendi istekleri olan eski hü-
kümdarları iyi bir şekilde taklit etmesi ekle-
nince ve tabiî şartlar ile iyi gayelerine ulaşa-
cağını açıklar.

Fıkıh ilmi.
Fıkıh sınaatı, insana, şeriatı74 kuranın,
tahdidi75 ile, ayrı ayrı takdirini açıkça göster-
mediği şeyin, tahdit ve takdir ederek göster-
diği şeylere bakılarak, bulunup çıkarılması ve
peygamberlerin gönderilmiş olduğu halk ara-
sında kurduğu dine göre, şeriat kuranın mak-
sat ve gayesinde uygun olarak, bunun düzel-
tilmesine çalışma iktidarını kazandıran sına-
attır.

Her dinde fikirler (ârâ) ve işler (ef'âl)


vardır. Fikirler, subhan olan Tann hakkın-
daki düşünceler ile ona sıfat olarak verilen
şeyler hakkında, bir de âlem ve bundan başka
şeyler hakkında şeriatın koymuş ve vermiş
olduğu fikirler gibi şeylerdir. İşler ise, aziz
ve Ulu Tann'ya ibadet ederken yapılan işler
ile şehirlerde türlü muamelelerin yapılmasına
yarayan işler gibi şeylerdir.
İLİMLERİN SAYIMI

Bundan dolayı fıkıh ilmi iki bölümdür;


bir bölümü fikirler (ârâ), öteki bölümü de iş-
ler (ef'âl) hakkındadır.

Kelâm ilmi.
Kelâm sınaatı, insana dini kuranın açık-
ça anlattığı belli düşünce, fikir ve işleri mu-
zaffer kılmak ve onların aksi olan her şeyin
söz ile, yanlışlığını göstermek iktidarım ka-
zandıran bir melekedir.
Bu sınaat da iki bölüme ayrılır: Fikir-
ler hakkında bir bölüm ve işler hakkında bir
bölüm.
Bu sınaat fıkıhtan ayrıdır. Çünkü fıkıh
âlimi (fakîh) dinin kurucusunun doğru ve
gerçek diye kabul edilmiş olan açıkça anlat-
tığı fikir ve işleri ele alır; onları esas yapa-
rak, onlardan lâzım olan şeyleri (zarurî neti-
celeri) çıkarır. Kelâm âlimi (mütekellim), fıkıh
âliminin kullandığı şeylerden başka şeyler is-
tidlâl edip çıkarmaz, yalnız onları destekler
ve muzaffer kılar. Bir insanda tesadüfen her
iki ijimde birden iktidar bulunursa, o kelâm
ilmini bilen bir fıkıh âlimi (fakîh-ün mütekel-
lim) olur. Dini desteklemesi kelâm âlimi ol-
ması ile, ondan istidlallerde bulunması fıkıh
âlimi olması iledir.
Dinleri (milel) destekleyip muzaffer kıl-
mak için lâzım olan yön ve fikirlere gelince,
kelâm âlimlerinden bir kısmı, — «Gerçekten
İM 1104 İLİMLERİN SAYIMI

dinler ile onlarda bulunan bütün haller, in-


san fikirleri, akıl ve zekâsı ile tetkik edilecek
ve denenecek şeyler değildir; çünkü onlar,
derece bakımından, bunlardan daha yüksek-
dirler; zira Tanrı'dan gelen vahiyden alınmış-
tır ve içlerinde insan akıllarının kavramak-
tanâciz kalacakları ve kendilerine ulaşamıya-
caklan ilâhî sırlar vardır» — demekle, dini
destekleyip muzaffer kılacakları kanatindedir-
ler.
Bir de (derler ki), — «İnsanların akıllan
ile kavrayamıyacaklan ve anlamaktan âçiz
kaldıklan şeyleri dinlerin kendilerine vahiy
ile anlatıp bildirmesi tabiîdir. Yok eğer va-
hiy insana yalnız bilmekte olduğu, şeyler İle
derin derin düşündüğü takdirde aklı ile kav-
raması ve idrâk etmesi mümkün olan şeyle
ri bildiriyorsa, onun ne mânası, ne de fay-
dası kalır. Eğer böyle olsa idi, herkes aklına
güvenir ve ne peygamberlere (nebî) ihtiyaçla-
n olurdu, ne de vahye. Halbuki onlara bu ikti-
dar verilmemiştir. Bundan dolayı dinlerin
(millet) bildirdikleri şeyler, idrâki akıllarımı-
zın takati içinde olmayan bilgiler olmalıdır.
Sonra, yalnız bunu değil, belki akıllarımızın
beğenip kabul etmediği şeyleri de vermelidir.
Çünkü bizce en çok heğenilip kabul edilmee-
yen her şeyin, en çok faydalı olması daha zi-
yade mümkün olmalıdır. Zira dinlerin getir-
diği akılların kabul etmediği ve tasavvunann
İLİMLERİN SAYİMİ 13S

çirkin ve imkânsız şeyler değildir, belki bunlar


ilâhi akıllarda doğrudur.»
«Gerçekten insan, insanlıkta, kemalin so-
nuna varsa bilejlâhî akıllara sahip olanlar ya-
nındaki mevkii, kâmil insan yanında çocuğun,
genç ve tecrübesiz bir kimsenin mevkü gibi
kalır. Nitekim birçok çocuklar ve tecrübesiz
kimseler, gerçekte çirkin ve imkânsız olma-
yan şeylerin bir çocuklarım, akıllan ile, uygun
bulmazlar, ve bunlar kendilerine «imkânsız
gibi gelir. İnsan akimin varabileceği kemâl de-
recesinin sonunda bulunan bir kimsenin mev-
kii ilâhi akıllar yanında tıpkı böyledir.»
«İnsan nasıl tahsil görüp, olgunlaşmadan
önce, birçok şeyleri uygun görmez, onlan çiıv
kin bulur, imkânsız olduklarım tasavvur eder-
se ve ilimler tahsil edilip, tecrübelerle olgun-
laşınca, onlar hakkında bu zanlan silinirse ve
kendisince imkâsız olan şeyler değişip olması
mümkün şeyler haline gelirse ve eskiden ken-
disini hayrete düşürmüş olan şeyler, zıddı ile
hayrete düşülecek şeyler gibi olursa, öylece in-
sanlığı kâmil olan bir insanın bazı şeyleri uy-
gun görmüyor olması ve gerçekte öyle olda-
dıklan halde, ona imkânsız görünmüş olması
imkânsız değildir.»
îşte bu düşüncelerden dolayı bunlar, din-
ler hakkındaki fikirlerin düzeltilmesinde şu
tedbiri aldılar: — «Gerçekten, anılması yüce
1104 İLİMLERİN S A Y I M I

olan Tann'dan bize vahiy getiren peygamber


doğrudur, sadıktır ve yalan söylemiş olması
caiz değildir.» —
Şu iki bakımın birinden dolayı onun böy-
le olması doğrudur: Yaptıkları veya kendi-
lerinden görülen mucizeler ile; ya ondan ön-
ce gelmiş olan doğru ve sözü kabul edilir
kimselerin, bunun doğruluğuna ve peygam-
berlerin yüce ve aziz olan Tanrı'ya nisbetle
yeri, mevkii hakkındaki şehadetleri ile; yahut
her ikisi ile birden.
Bu düşünceler ile doğruluğunu ve pey-
gamberin yalan söylemiş olmasının caiz ol-
mayacağını doğru diye kabul ettiğimiz za-
man, o halde, bundan sonra, söylediği şey-
lerde akıl, düşünce, zekâ ve tetkikin (nazar)
hareket edeceği ve işe yarayacağı bir yer
kalmamış olması lâzım gelir.
Bu kimseler, bu ve benzeri düşünceler
ile, dinleri destekledikleri ve muzaffer kıldık-
ları kanaatindedirler.
Kelâm âlimlerinden bir takım kimseler
de vardır ki, dini (mille) şöyle destekleyip
muzaffer, kılarlar: İlk önce, dini kuranm
açıkça gösterdiği şeylerin hepsini, gayeleri
için ifade edildikleri sözler ile, çıkarıp top-
larlar. Sonra duyulan şeyleri (mahsûsât), meş-
hur şeyleri ve mâ'kulleri incelerler. Onlar ve-
ya onların zaruri sonuçlan (levâztm) arasın-
58 İLİMLERİN SAYIMI 137

da, uzaktan da olsa, dinde olan bir şey için


bir tanık görürlerse, dini bununla destek-
lerler. Onlar arasında, dinde bulunan bir
şeyin zıddı olan bir şey bulurlarsa, ve
dini kuranın ifadesinde kullandığı sözü te-
vil76 etmeleri mümkün olursa, uzak bir
te'vil de olsa, onu tevil ederler- Eğer bu,
onlar için mümkün olmazsa ve bu aksi, zıddı
olan şeyin yanlış olduğunu göstermek veya
onu dinde bulunan şeye uyacak bir yöne
yormak (hami) mümkün olursa, bunu yapar-
lar. Eğer meselâ duyulan şeylerin (mahsûsât)
veya onun zarurî sonuçlarının (levâzım) bir
şeyi icap ettirmesi ve meşhur şeylerin, veya
onların zarurî sonuçlarının bunun zıddını icap
ettirmesi gibi, meşhur olan şeyler ile duyulan
şeyler tanıklıkta biribirinin aksi olursa hangi-
sinin dinde olan şeye daha kuvvetle tanıkhk
ettiğine bakarlar ve onu alırlar, ötekini atıp,
yanlış olduğunu meydana koymağa çalışırlar.

Dindeki (mille) düşüncelerden birinin bun-


lardan birine uygun düşecek bir şeye yorul-
ması (hami), veya bunların birinin dine uygun
düşecek bir şeye yorulması mümkün olmazsa
ve dinde bulunan bir şeyin aksi olan duyulan
şeylerden, meşhur şeylerden ve mâkulâttan
bir şeyin atılması veya yanlış olduğunun gös-
terilmesi mümkün olmazsa, şöyle demekle dini
destekledikleri ve muzaffer kıldıkları kanaa-
tindedirler: — «O gerçektir, çünkü yalan söy-
13« İLİMLERİN SAYIMI

lemesi veya yanlış yapması caiz olmıyan bir


kimse tarafından bildirilmiştir.» — İlkin bah-
sedilen öteki kimselerin dinin bütünü için
söylediklerini, bunlar, bu bölümünde söyler-
ler.
Bunlar, bu düşünceler ile dini destekle-
dikleri ve muzaffer kıldıkları kanaatindedirler.
Bu kelâm âlimlerinin bir takımı da, bu
şeylerin benzerlerinde, yani haklarında kötü
oldukları tasavvur edilen hususlarda, başka
dinleri incelemekle (kendi dinlerini) destekle-
dikleri kanaatindedirler. Onlar, başka dinde
bulunan kötü şeyleri toplarlar; bu dinlerden
birine mensup bir kimse, kendilerinin dininde
bulunan bir şeyi kötülemek istedimi, bunlar,
onların dinindeki kötü şeyler ile karşılarına
çıkarlar ve böylece onlara karşı kendi dinle-
rini korumuş olurlar.

Kelâm âlimlerinin bir başka takımı, buna


benzer hususlarda, dine yardım için getirdik-
leri sözlerin yeter olmadığım görmüşlerdir.
Çünkü bu delil ve sözler, karşılarındaki düş-
manlarım, söz ile karşı durmaktaki acizlerin-
den dolayı değil de, bunların istenilen soruyu
tam bir doğrulukla göstermesi ve isbat et-
mesi ile susturmahdır. Böyle olunca, onlar
sözler ile birlikte, düşmanlarını ister utanıp
sıkılmaları, ister başlarına gelecek bir fena-
lıktan korkmaları sebebi ile olsun, susmak
58 İLİMLERİN SAYIMI 139

zorunda bırakacak şeyler kullanmağa mecbur


kaldüar.
Başka kelâm âlimleri de, kendi dinleri ken-
dilerince doğru olduğundan ve doğruluğundan
şüphe etmediklerinden, başkalarının yanında
ne ile olursa olsun, ona yardım etmek, onu gü-
zel göstermek, onun hakkındaki şüpheleri da-
ğıtmak ve hasımlarını uzaklaştırmak lâzım gel-
diği kanaatini beslerler. Bunlar, yalan, yanılt-
ma, şaşırtma ve zorla kandırma (gibi vasıta-
lar) kullanmakta uygunsuzluk görmezler. Çün-
kü bunlar, dinlere muhalif olanları, şu iki
(cins) insanlardan biri olarak görürler: Ya düş-
mandır, onları, uzaklaştırmakta ve yenmekte,
cihad ve harplerde olduğu üzere, yalan ve al-
datma kullanmak uygundur; yahut düşman de-
ğildir, fakat akıl ve ayırt etme (temyiz) kuv-
vetlerinin zayıflığından, ruhunun (nefis) bu
dinden alacağı nasibi bilmeyen bir kimsedir;
insanın yalan ve aldatma ile ruhunun nasibi-
ni almağa sevk edilmesi, kadınlar ile çocuklara
yapddığı gibi, caiz ve uygun bir iştir.
*
• •

Ebû Nasr el-Fârâbî'nin ilimlerin bölüm-


lere ayrılması, onların bölümleri ve derece-
leri hakkındaki kitabımn yazılması, 640 hic-
rî yılı mübarek Ramazan ayının sonlarında
tamamlandı. Bu kitaba «İlimlerin sayımı» adı
verildi.
NOTLAR

L bilimlerin mertebeleri hakkında kitap». Burada


metinde aynen böyledir. Ancak, Fârâbî'nin bu adı
taşıyan başka bir kitabı vardır ve burada ter-
cüme edilen İlimlerin aaytmt hakktnda kitap'tan
ayrıdır. Bunun için bu isim buraya yanlışlıkla
yazılmış olmalıdır.

2. «Dedi ki» İslâm yazarları arasında, çok eski-


denberi, kullanılmakta olan bir esere başlama
usulü olup, ancak Avrupa tesiri ile terkedilmiş-
tir. Aslında, bilhassa Fârâbl devrinde (X. ve
daha sonraki yüzyıllarda), yazar eserini yaz-
maz, kendisi söyler, talebeleri yazarlardı. Talebe
de notunun başına Kale filân ( « . . . . dedi» diye
başlamak itiyadında idi. Arapça, eski farsça ve
türkçe eserlerin başında görülen yazar adının
anılması işte bu âdetin devamından ibaretir.

3. öğretme ilimleri (aşağı yukarı = müspet üimler).


Bunların tarifleri ve mevzuları için burada 42.
nota bakınız.

4. Tedbirler (hiyel) ilimlerinin mevzu ve mahiyet-


leri için burada s. 102 ve devamına, bir de not
58'e bakınız.
58 İLİMLERİN SAYIMI 1

5. «Medeni ilim». Bu ilim mevzuu İçin burada, s.


119'a bakınız. Burada şunu ilâve etmek lâzımdır
ki, Fârâbl şehir (medine) kelimesini belli bir
gaye ile, bir şehirde toplanmış olan kimselerin
meydana getirdiği «topluluk» mânasmda kullan-
maktadır. Bundan dolayı, bilhassa kendisinin,
hakkında birkaç eser yazmış olduğu bu bölüm-
de, ahlâk, siyaset, insanların hayattaki gayeleri
ve başka konulan incelemekte olduğu gibi, fa-
ziletli bir şehrin, yani faziletli bir şehir teşkil
eden faziletli kimselerin düşüncelerinin ne ola-
cağını veya ne olabileceğini incelemek dolayı-
siyle, bütün felsefesini de bu ilim bölümünde
anlatmak ve açıklamak imkânını bulmaktadır.

6. «Dil ilmi». Bu bölümdeki düşünceleri iyi kavra-


mak İçin, her şeyden önce, bilhassa Arap dili
ile onun gramer anlayışının esas almdığı daima
gözönünde bulunmalıdır.

7. «Smaat». Bu kelimeyi Fârâbl, hemen her vakit,


İlimle sıkı bir bağı bulunan işler ve tatbiki ilim
mânasında kullanmıştır; yani her ilim, sırf İlim
olarak tasavvur edilirse, ilimdir; ameli bir fay*
dası ile birlikte düşünülürse sınaattır. Bundan
dolayı, meselâ mantık smaatı, tıp sınaatı, ziraat
sınaatı, mimarlık sınaatı v.s. denilmektedir. Ay-
nı kelime, İbn Sina'da da, aynı mânada, hattâ
bir defa metafizik (mâba'dettabia) ve felsefe
mânasmda kullanılmıştır. Fakat bu feylesoflar,
1104 İLİMLERİN S A Y I M I

tou kelimenin tarifini vermemişlerdir. (Fransız-


cada, klâsik mânada: discipline, art).

8. «Söz ve sözler», arapçada kavi (ve çoğul akavil)


karşılığı olarak kullanılmıştır. Tek tek kelime-
lerden tertip edilmiş ibare (1er) mânasındadır;
bunlar «tam» (meselâ: geldi, güneş doğdu, gü-
neş parlaktır, gibi) veya «tam olmıyan(gayr i
tam)» (meselâ: güneşin ışığı, evde) olabilir. Bu
tercümede, daima söz, bu mânada olan kavi kar-
şılığı olarak kullanılmıştır.

9. «Nadir (çoğul: nevâdir) kelime». Bir dilde az


kullanılan veya herhangi bir ilme mahsus bir
ıstılah terim olmadığı halde, umumi konuşma
dilinde geçmiyen kelimelerdir. Bu türlü kelime-
ler, her dilde bulunursa da, bilhassa kelime ha-
zinesi çok zengin olan arapçada çoktur ve bun-
lar öğrenciler ve edebiyatçılar tarafından ayrıca
ezberlenirdl. Bundan dolayı bazı eski büyük
Arap edebiyatçı ve dilcileri tarafından, yalnız
böyle kelimeleri toplayan ve adlanna izafe edi-
lerek tanınan eserler yazılmıştır: Nevâdir-ü Eb\
Zeyd, Nevâdir-ü tbn-H-AraM, Nevâdir-ü Ebİ Arar-
m-il-Şeybâni gibi.

10. Aslında: «harfler». Harf yazıda kullanılan işa-


retler ve şekillerdir; burada ise, bu işaretlerin
delâlet ettikleri sesler kastedilmiş olduğundan,
bu mânada harf (ve çoğul hurûf) ses (ve sesler)
İle tercüme edilmiştir.
58 İLİMLERİN SAYIMI 143

11. Yani, meselâ isim veya fiil çekimlerini (tasrif-


lerini) cetveller halinde gösterir.

12. Burada geçen tabirlerin hepsi arapçanın gramer


ıstılahlarıdır ve arapçaya mahsustur, üçlük (sü-
lâaî) arapça bir fiilin-di'li geçmiş zamanın tekil
üçüncü şahsı yalnız üç sessizden meydana gelen
fiildir : KaTaBa ( = yazdı) gibi; dörtlük (rübaî),
aynı şahsı dört harften mürekkep olanlardır:
DaHRaCa (=yuvarladı), AKRaMa («ikram
etti) gibi; muzaaf olanlar üçlük (sülâsi) lerinde
bulunan iki sessizi aynı olanlardır: FaRRa (=
kaçtı) gibi.

13. tMu'tel fiil», kökünü teşkü eden seslerden biri


A, V, Y'den biri olan füldir : KALa ( = söyledi),
DaVVaRa ( = döndürdü), ZaYYaNa ( = süsledi)
gibi. tSahîh» fiUler ise, köklerini teşkü eden harf-
lerden biri yukarıda gösterilmiş olan A, V, Y'den
biri olmıyan ve örnekleri bundan evvelki notta
bulunan evvelki notta bulunan fiillerdir.

14. Vaz', arapçada koymak demektir. Eski dilciler,


umumiyetle kelimelerin toelH manalara gelmek
üzere vaz'edilmiş, konulmuş olduğunu kabul,
sonra kelimeleri delâlet ettikleri manaya vaz'-
edenin (vazi') Tanrı mı, yoksa insanlar im ol-
duğunu münakaşa ederlerdi Fârâfol, burada bir
kelimenin vazedildiği sıradaki şefldi ile, ilk şek-
lini kastetmektedir.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

15. Ma'rife, belli bir şeye veya mânaya delâlet eden


isimdir ; «bir adam»a karşılık «adam» gibi (iran-
Eizcası : défini

16. Elif İdm arapçada bir ismi ma'rife (muayyen


bundan evvelki nota bakınız) yapmak için isim-
lerin baş tarafına getirilen el- ( = elif ve lâm)
harf-i tarifinden ibarettir : el-beyt ( = ev ; belli,
muayyen veya daha evvel bahsi geçmiş olan ev)
kelimesindeki el- gibi.

17. Arapçada i'râb, isimlerin (ve, bazı yazarlara, bu


ar ad t. Fârâbl'ye göre, fiillerin) cümle içinde mev-
kilerine, hallerine (özne, tümleç, tamlayan v. b.),
göre sonlarına isim çekim ekleri almasıdır, t'rab
harfleri de isimlerin sonlarına aldıkları Arap ya-
zısında ekseriya yalnız işaretlerle gösterilen bu
eklerdir : el-kitab-u (=kitap), el-kitab-a ( = ki-
tabı) el-kitâb-i (kitabın v. s.) ve kitâb-ün (bir
kitap), kitâb-en ( = bir kitabı), kitâb-in ( = bir
(kitaJbın)'daki -w, -a, - i ; -ün, -en, -in ekleri gilbi.

18. Tenvitı, bundan evvelki notta gösterilen ve Arap-


çada isimlerin -un, -an, -in eklerine, harekade -ii,
•e, -i'ye denir ; cezrn ise, fiilin sonunda hiç bir
seslinin bulunmamasıdır : lem yaktüb ( = yaz-
madı)'da olduğu gibi.

19. Arapçada munsarif, çekimlerde, bundan evvelki


notlarda gösterilmiş olduğu üzere, Uç hali bulu-
nan isimdir.
58 İLİMLERİN SAYIMI 145

20. Afefeni, arapçada çekimde yalnız bir hali bulunan


zamirler, işaret sıfatları v. b. gibi kelimelerdir :
hâzâ ( = bu, bunu, bunun v. s.).

21. Munaarif olmayan isimler, arapçada çekimde yal-


nız iki hali bulunan isimlerdir : Zü/er-ü ( = Züfer
has, isim), Züfer-e ( = Züfer'i, Zûfer'in v. s.) gibi.

22. Fârâbl, burada da Arap yazışım göz önünde bu-


lundurmaktadır. Malumdur ki, Arap yazısında
yalnız sessizler ile uzun sesliler gösterilir; kısa
sesliler ise, hareke denilen ve yazıda bazen hiç
gösterilmeyen işaretler ile ifade olunur.

23. Metin harfiyyen böyledir. Fârâbl, şiirde iki esas


görmektedir: 1 — Kelimeler, 2 — Onların ter-
kibindeki esaslar. İşte şiirin, dil ilmine benzeyen
değil, dil ile sıkı bir alâkası bulunan birinci kıs-
mı burada bahis konusu edilmektedir. İkincisin-
den ise, mantık kısmında bahsedilecektir.

24. Esbâb, sebep ( = çadır ipi, bağ) kelimesinin ço-


ğulu olup, aruz ilminde bir kapalı hece ( = — )
veya iki açık hece ( ^ ) ' dir. Evtâd ise, veted
( = çadır kazığı) kelimesinin çoğuludur ve aruz-
da birincisi açık, diğeri kapalı (— — ) veya
birincisi kapalı, diğedi açık ( = — — ) iki hece-
dir. Bunlardan müstef'ilün, mefâUün, failatün
gibi <tef'Ue»ler, onlardan da müstef'ilün müs-
tefüün müstef'ilün veya f&ilAtün fâüAtün v.b.
gibi aruz vezninin bahir ( = deniz) leri, yani ka-
lıplan teşkil olunur.
1104
İLİMLERİN SAYIMI

25. Fârâbl, beyit sonraları İle kafiyeyi kastetmek-


tedir. Burada şunu da ilâve etmek lâzımdır : Fâ-
râbl eserini yazarken, aslında beyit ve sonra şiir
demek olan kafiye kelimesi bu günkü manada
kullanılıyordu, fakat bu mana, o zamanlar yeter
derecede kabul edilmemiş olduğundan, Fârâbl
bunu hiç kullanmamaktadır.

26. Kafiye, arapça şiirde, basit olarak, beyitlerin so-


nunda, şiirin sonuna kadar aynen muhafaza edi-
len sestir, diye tarif edilir. Bundan kafiyenin bir
tek ses veya heceden ibaret olduğu anlaşılıyor
gibi ise de, gerçekte bu yalnız başına bir kafiye
teşkil etmez, ondan önce gelen bir veya birkaç
hecede de belli bir uygunluk olmalıdır. Meselâ
arapçada mütekûvis denilen kafiye — vez-
ninde tam dört heceden meydana getirilir.

27. Fârâbl. malcul kelimesini, tbn Sina gibi, akıl ve


zekâ ile kavranan veya kavranılabilen ve bu sı-
fatı taşıyan şey ve fikir mânasmda kullanılmak-
tadır. Bunun çoğul şekli olan ma'kulât da aynı
sıfatı taşıyan şeylerdir.

28. Ruhiyatta «ilk prensipler» denilen düşüncenin


bu esaslarına Fârâbl bazen «zarûriyât» veya
«fıtri ma'kulât» («yaradılışta var olan ma'kül-
ler») demektedir. Başka mantıkçılar, bunu umu-
mi olarak, evveliydi derler.

29. Mugalata. Sekli, konusu veya her ikisi birden


bozuk olan bir layas demektir.
58 İLİMLERİN SAYIMI 147

30. Arapçası hâtübü'l-leyl olan bu tabir, karanlıkta


odun toplamak isteyen, fakat göremediği için
eline geçen her şeyi odun sanıp devşiren kimse-
den mecaz olarak, kullandığı kelimelerin mana-
sım iyi anlamadan, abuk sabuk konuşan kimse-
leri göstermek için kullanılır.
31. Cedel (dialectique), meşhur veya esasen kabul
edilmiş hükümlerden teşkil edilmiş «kıyas» de-
mektir.

32. l'râb. bak. burada, not 17.

33. Metinde aynen böyledir. Bu ibare ile Fârâbl bel-


ki, «gerek çekimleri ve gerekse başka hususi-
yetleri bakımından kıyasî olanlar, bir ölçüye
uyanlar ( = mevzun) ve müstesnalar, yani bir
ölçüye uymayanlar vardır» demek istemektedir.

34. Merfu, arapçada bir cümle içinde özne (fail,


müpteda) mevkiinde bulunup da, sonuna bu yer-
de bulunduğu için, -ü veya -ün ekleri gelmiş olan
isimdir. Mansup ise, cümlede tümleç (meful)
mevkiinde bulunduğundan sonuna -e, veya -en
ekleri gelmiş olan isimdir.

35. Gerçekten mantik, arapçada, «konuşma» mana-


sında olup, dile ve edebiyata dâir bazı eserlerin
adında, bu kelimeye, bu manada olarak, tesadüf
olunur. Bu arada İbn-ül-Sikkît (ölümü 243/867)'in
düzgün ve güzel arapçayı öğretmek gayesi ile
yazdığı tslâh-ül-manUk («Konuşmantn düzeltil-
mesi») ile VH./XEH. yüz yılda yetişmiş sûfi İran
1104 İLİMLERİN SAYIMI

şairlerinden Feridüddin Attâr'ın eseri olup, türk-


çeye birçok defa tercüme edilmiş olan Manttk-
ut-tayr («Kuşların konuşması»)'ım burada hatır-
latmak icabeder.

36. Matlûp, umûmi olarak, aranan, sorulan ve hal-


ledilecek olan mesele, soru demektir. Hususi ola-
rak da, mantıkî bir kıyasta çıkacak olan netice
mânasına gelir. Bir kıyas yapılarken çıkarmak
ve isbat edilmek istenilen şey, eğer doğru ise,
bizzat kıyasın neticesinde ifade edilmiş olacak-
tır. Bundan dolayı matlup hem soru, hem de
sorunun cevabı mânasına gelebilir.

37. Hatabi. Aynı mânada olmak üzere,hutbi ( = nut-


ka mensup) şekli de görülen bu tabir, hakiki
ve mantıki fikirlere değil, umumiyetle kabul edil-
miş fikirlere dayanan muhakeme ve düşünüş tar-
zı demektir.

38. Burhanl sözler ( = démonstration), öncülleri ke-


sin bilgilere dayanan, ve bundan dolayı kesin so-
nuçlar (neticeler) veren kıyaslardır (îbn Sina).

39. Burada not 8'e bakınız.

40. Sophistique karşılığı olarak kullanılan bu keli-


me, esassız ve ciddi olmayan kıyas ve fikirler
demektir. Fârâbî'nın burada verdiği iştikak ve
kelime mânası doğru değildir. Çünkü bu kelime
yunancada «meharçt» ve«ıhazâkat» mânasına
58 İLİMLERİN SAYIMI 149

olan sofizma'dan gelir ve bileşik bir kelime de-


ğildir. Ancak şunu ilâve etmek lâzımdır ki, Fâ-
râbi'nin burada yanlış bir türeme vermesi, onun
yunanca bilmediğini gösteren kat'i bir delil teş-
kil etmez. Çünkü örnekleri pek çok görüldüğü
üzere, bir insan pek iyi bildiği bir dilde, hatta
ana dilinde bile, kelimelerin türemesinde aldan-
mış olabilir.

41. Bak. burada not 37.

42. öğretme (ta'lîm) ilimleri veya ta'limî ilimler.


Serbest olarak, «müsbet ilimler» diye tercüme
edilebilecek olan bu tabir ile eskiden riyaziyeye
dayanan ilimler kastedilirdi, ve bazan da meta-
fizik (maba'dettabia) karşılığı olarak kullanı-
lırdı. «Umumiyetle tabiat ilimleri veya tabiîyât,
değişmekte olan varlıkları incelediği halde, ta'lim
ilimleri, varlıklardan tecrid edilmiş bir halde
miktarları inceler» (îbn-ü Rüşd). Bu ilm eski-
den hesap (aritmetik), hendese (geometri), yıl-
dızlar ilmi (astronomi) ve başka bölümlere ay-
rılırdı ki, bunlar burada da sayılmaktadır.

43. Mahsûsât, varlıkları dış duygu uzuvları vasıtası


ile bilinen ve idrâk olunan şeylerdir, gök, mavi,
yeşil, yaprak gibi. Aynı vasıtalar ile yapılan
«iasdifc» 1er, yani verilen hükm 1er için de kul-
lanılır : Gök mavidir, yaprak yeşildir, gibi.

44. Müteşâbih, iki sayının biribirileriyle çarpılan sa-


yıları orantılı (mütenasip) olan musattah veya
1104 İLİMLERİN SAYIMI

mücessem (not 45'e batanız) iki sayı demektir.


Meselâ 4x3=12 ile 8x6=48 gibi, çünkü -J-
o o
'dir.
Gayri müteşabih ise, böyle olmayan sayılardır.

45. Murabba, kendi kendisi ile çarpılan, meselâ


4x4, 7 x 7 gibi sayılara denilir; musattah başka
bir sayı ile çarpılana (5x4, 7 x 3 v. s.), mücessem
de musattahm sayılarından birine çarpılandır
(meselâ 4 x 5 x 4 , ve 5 x 5 x 4 gibi).

46. Riyaziyede (matematik) umumiyetle kullanıldı-


ğına göre muntak (rasyonel), kökü (cezri) bu-
lunan sayıya denilir, 9=32 vs 121=112 gibi; asam
ise, tam bir kökü (cezir) olmayana denilir. Fakat
Fârâbî, bu tabirleri burada biraz başka bir ma-
nada kullanmaktadır.

47. Uklides (Euclide) el-Fîsâgurî. Milâttan önce III.


asırda İskenderiye'de yaşamış bir riyaziyeci (ma-
tematikçi) olup, arapçası Ustukussât («Unsurlar»,
fransızca: «Eléments») adını taşıyan hendeseye
dair meşhur eseri yazmıştır. Bu eser. hemen ya-
zılmasından sonra, büyük bir şöhret kazanmış,
bütün islâm memleketlerinde ve Garpte, hende-
senin (geometri) esası olarak, okunmuş ve oku-
tulmuştur.

48. Menâzır ilmi fransızcada «optique» denilen ilim-


dir.

49. Burhan için burada s. 76'ya ve not 38'e batanız.


İLİMLERİN SAYIMI
151

50. Bu ibarelere göre Fârâbl, görme olayını, Ukli-


des'in fikrine uygun olarak, gözden çıkan ışık-
ların havadan veya göz ile bakılan şey arasında
bulunan saydam şeffaf, bir cisimden geçerek ba-
kılan şeye varması ile izah etmektedir.

51. Yıldızlar ilmi, bugiin astrologie ve astronomie


dediğimiz ilimlerdir. Açıkça görülüyor ki, Fârâ-
bl'nin gösterdiği ve ilim saymadığı bölüm astro-
logie, ilim saydığı bölüm de astronomie karşı-
lığıdır.

52. Yıldızların duruşlarından ve bunun neticesi ola-


rak, yer yüzündeki hadiselere tesirinden bahse-
den ve şimdi de bazan ilm-i nücum denilen söz-
de ilmin hiç bir esasa dayanmadığını, Fârâbl,
ayrı bir eserinde de izah etmiştir. Bak. burada,
eserleri, No. 11 : Kitâb-ün-nüket.

53. Bundan anlaşılıyor ki, Fârâbl de, ortaçağlardakl


bütün âlim ve feylesoflar Ue birlikte, yer yüzü-
nün gerek kendi mihveri (eksen) etrafındaki ve
gerekse güneş etrafındaki hareketini kabul et-
memekte idi. O zamanlar dünya sabit ve kâina-
tın merkezi sayılırdı. Dünyanın sabit değil de,
hareket etmekte olduğu çok geç devirlerde, an-
cak XVI ncı yüz yılda Copernic ve Galilée tara-
fından isbat edilmiştir. Bu gerçeğin uzun müca-
delelerden sonra kabul edildiği malumdur.

54. Teşrik, bir yıldızın güneşten önce doğmasıdır;


tağritfde güneşten sonra batmasına derler.
1104 İLİMLERİN SAYIMI

55. iklim, eski coğrafyacılarda, şimdi olduğu gibi bir


yerle alâkalı hava şartlarının toplu olarak hep-
sine birden denilmezdi. O zamanlar, burada Fâ-
râbl'nin yaptığı gibi, aşağı yukarı büyük bir bü-
tün teşkil eden «ülke» mânasına kullamlırch.
Eski bir taksime göre, yedi iklim vardır: Gü-
neyde : Hind, Hicaz; ortada, doğudan batıya doğ-
ru : Mısır, Babil, Orta ve doğu Asya; Kuzeyde:
Anadolu ve Avrupa'nın kuzeyi, Rusya (Hazer
ülkesi). (Bir başka taksime göre, ortada bir ik-
lim olmak üzere diğerleri onun etrafında, daire
gibi sıralanmışlardır: Hintlilerin ülkeleri, Arap
ülkeleri Berberlerin ülkeleri — dördüncü ve orta-
da— İran ülkesi, Rum ve Saklap (îslavlar) ül-
kesi, Hazer ve Türk ülkesi ve nihayet Çin ve
Tibet ülkesi.

56. Fârâbl, devrindeki telâkkilere uygun olarak, ge


ce ve gündüzün uzunluklanndaki değişiklikler üe
meselâ güneşin ve başka yıldızların doğup bat-
malanndaki değişiklikleri dünyanın hareketleri
Ue değil, göğün hareketi ile olduğunu söylü-
yor. Burada not 53 ile karşılaştırınız.

57. Ağırlıklar ilmi, eskiden ağırlıkları çekmek ilmi


(Um-i cerr-i eşkal) denüen ilimdir ki, şimdiki
mekanik ilminin bazı konularım incelerdi

5& Tedbir (hiyel) ilmi, şimdiki mekanik denilen il-


min bazı kısımları ile, diğer müsbet ilimlerin
tatbikatım inceleyen İlimdir.
58 İLİMLERİN SAYIMI
153

59. Cebir ve mukabele, aslında riyaziye (aritmetik)


de İki ameliyenin adıdır. Cebir, bir eşitliğin (mü-
savatın) bir tarafında bulunan menfi (negatif)
bir haddi (terim), eşitliğin (müsavat) her iki
tarafına ona eşit müsbet (pozitif) bir had ilâve
ederek yok etmektir, meselâ :
5xl — 6 x + 2 = 4 x J + 7
eşitliğinde (müsavat), ilk tarafta bulunan — 6 x'i
yok etmek için, her iki hadde + x ilâve edil-
mek sureti ile,
5x, + 2=4x, + 6x+7
elde edilmesi cebirdir. Mukabele ise, eşitliğin her
iki tarafmdan eşit veya «mütecanis» hadleri
•kaldırmakdır. Meselâ yukarıdaki eşitlikte eşit
hadlerin (terim) kaldırılması ile
x2=6x + 5
elde edilir. Bu tabirler orta çağda Avrupa'ya
da geçmiş, meselâ fransızcadaki algèbre ( = ce-
bir) (ıstılahı (eZ-cebtr)'den çikmıştır. FârâbI bu-
nun bazı esaslarının Uklides'in kitabından çıktı-
ğını söylüyorsa da, şimdiye kadar bu isbat edil-
miş değildir. Bunun Hind'den gelmiş olduğu ve-
ya, daha kuvvetle muhtemel göründüğüne göre,
islâm müellifleri tarafından bulunduğu söylen-
mektedir (İslâm ansiklopedisi).
60. Burada not 46'ya bakınız.
61. Metnin, olduğu gibi, kelime kelime tercümesi
budur. Bütün ilimlerden bahseden eserlerde, böy-

O t VT1 İT
1104
İLİMLERİN SAYIMI

»e bir ilmin varlığına ve nasıl bir ilim olduğuna


dair bir bilgiye tesadüf edilmiyor. Fârâbî, belki,
bir bina yapılırken, çökmemesi veya yıkılmaması
için alınacak tetfbirleri gösteren bir ameli ilmi,
bir sınaatı anlatmak istemektedir.

62. Garip kaplar Arapçası evân-in acibe; el yazması


bir nüshada evaz-in-, latinceye «ağırlıklar (— eı>
zân) sınaatı» mânasında tercüme edilmiştir. Bu-
rada Kahire, 1949 basımasında bulunan yukarıki
şekle göre tercüme edildi.

63. Kıvam, var oluş ve varlık mânalarındadır. Bu


bakımdan kıvam bir arazın (accident) ayrılmaz
bir şekilde bağlı olduğu, fakat var olmak için
araza ihtiyacı olmıyan bir yer, bir mevzu de-
mektir.

64. Araz, varlıklarda cevherin zıddı olup, bir cisim-


de bulunup da, onun cevherini teşkil etmiyen
şeydir. Bunlar, ya o varlığa — onun var olma-
sını temin etmeden — hususiyetini verir, yahut
umumi olur : Kar ve kirecin beyazlığı gibi.

65. Görülüyor ki, Fârâbl, biraz aşağıda daha da


açıklıyacağı üzere, tabü cisimlerde, dört «illet»
(sebeb) görmektedir: 1. Maddi illet: cismin
maddesi, meselâ masanın tahtası, 2. «sûrl» illet:
maddenin aldığı şekil, meselâ masanm dört kö-
şeli olması, 3. Yapıcı ve hareket ettiren illet:
cisme o şekli veren, meselâ masayı yapan ma-
rangoz, 4. Gai illet : cismin ne için yapıldığı,
meselâ masanın üzerinde kitap okumak için ya-
pılması.

Şunu da ilâve etmek lâzımdır ki, bu tasnif


aynen Aristo'da vardır.
58 İLİMLERİN SAYIMI 155

66. Ustukus, «mürekkepleri (bileşikleri) teşkil eden


asıl» mânasına gelen yunanca bir kelimedir. İbn
Sina bunu şöyle tarif etmektedir : «Ustukus, ilk
cisim olup, kendisine zıt ilk cisimlerle birleşme-
si dolayısiyle ona ustukus denilir. Bundan dolayı,
cisimlerin tahliyesinde en son varılan unsur (élé-
ment) ustukustur».
67. Oluş (.kevn) maddenin suret alması, dağılış (/e-
8âd) da suretin maddeden silinip kalkmasıdır.
Fârâbi'ye göre, oluş, bir terkip veya ona benzer
•bir şeydir; dağılış da bir çözülme, terkibin açıl-
ması veya ona benzer bir şeydir.
68. «Yüksek eserler», yer yüzü ile gök arasında, gök
boşluğunda, meydana gelen yağmur, kar, ebem-
kuşağı ve başkaları gibi olayların araştırılıp in-
celenmesinden bahseden ilim bölümüdür.

69. Burada ayrı bir ilim gibi telâkki edilen bu ma-


badet-abia (Tabiat-ötesi, métaphysique) veya ilâ-
hiyat ilmi, şimdi metafizik denilen asıl felsefe
konularını inceler.

70. Medenî ilim, tabiî ihtiyaçların zorlaması ile bir


şehir ( = medine) kuran insanların irade ile yap-
tıkları hareketlerini, seciyelerini, ahlâklarını ve
bir de siyasete dair hususları araştıran ve ince-
leyen ilimdir. Bak burada not 5.

71. Külli (universel) ayrı ayrı birçok şeyleri içine


alan söz, mâna v.s.'dir. «Külli mânası birçok
şeyler hakkında kullanılmasına engel olmayan
düşünce ve başka şeylerdir» (İbn Sina).

72. Burada köşeli tırnak içindeki ibareler, bir nüs-


ha hariç, başka bütün el yazması nüshalarda
mevcuttur. Fakat, konu ile alâkasız olmamakla
1104
İLİMLERİN SAYIMI

beraber, aslında sahifenin kenarında bulunan ve


sonra yanlış bir yere konulmuş olan bir nota
benzemektedir.
73. A'yan. arapçada ayn kelimesinin çoğul şeklidir.
Felsefede belli bir şahısta, müşahhas (somut) bir
halde, var olan varlık mânasında «varlık» de-
mektir. Bundan dolayı da fert ve şahıs mâna-
sında kullanılır. Meselâ «şey, akıl veya tasav-
vurda mevcut bulunan müşahhas (somut) bir
varlık ( = ayn) veya bir surettir» (îbn Sina)
74. 5eriat, Kelime mânası «suya giden yol» demek
olan şeriat, umumiyetle «din» mânasında kulla-
nılır ve şöyle tarif edilir : «Tanrı'nın bir peygam-
ber aracılığı ile kullan için çizdiği yol». Bu da
iki şeyden meydana gelir: 1. İnanılması em-
redilen inançlar (itikatlar), 2. yapılması emre-
dilen işler lameller). Bunların birincisi kelâm
ilminin, ikincisi fıkıh ilminin konusunu teşkil
eder. Burada şeriat kelimesi daima bu mânada
kullanılmıştır.

75. Tahdîd, felsefede bir şeyin tarifini ( —had) ver-


mek, bir şeyi tarif etmektir. Şeriatta ise, kuru-
cusunun iş (ef'al) ve inançlar (itikad) hakkında
sınırlar ( = had, cemi hududJ tesfoit etmesi, yani
bu hususlarda verdiği hükümlerdir.
76. Te'vil, bir mânayı uzalk bir mânaya çekmek, bir
hadiseyi yorumlamak mânasına gelir. Kelâm
alimlerince, dine ait bir fikir ve işte, Kur'an'daki
bir âyeti veya bir sözü, kesin deliller ile değil
de, zanna dayanan deliller ile yorumlamak, açık-
lamak demektir.

You might also like