You are on page 1of 52

 Muhyiddin Đbn Arabi 

(r.a.)

~ Alıntılar ~

Derleme: http://jonasclean.blogspot.com

...Dağların da üstündeki yüce zirvelere olan teceliyat-ı ilâhiyeye bir bak!. Bil
ki!..O görenlerin, daima nazarları o zirvelerdeki tecelliyata olur. Alçalmada yücelik
olmasaydı, yüzlerimiz, görüneni gözler ile aramakla alçalmazdı...
Đşte bundan dolayı Allah bize, secde etmemizi emr etti...


Allah, Muhammed ve al-i Muhammed hakkı için bizi dünya ve ahirette onun
ilimlerinden faydalandırsın. Hamdolsun Allah'a, uygun kılmasının güzelliğinden
dolayı. O'ndan diliyorum; Yoluna salik olmayı nasip etmesini, Bu yolu tah-kik ehli biri
olarak kat etmemi ilham etmesini,Yolunu tasdik etmekten dolayı huzura ermiş
mutmain bir kalp bahşetmesini, Önce geçmesini sağlayan özelliklerle donattığı
aydınlık bir akıl vermesini, Şereflendirmesinin makamına huzur veren bir sururla
koşmayı, Cehaletten uzaklığın mutmainliğini yaşayan bir nefis, fikrin kıvılcım ve
şuleleriyle parlayan bir anlayış,Fethin pınarından ve halis şarabından zahir olan bir
sır, Neşenin genişliği ve enginliğiyle açılmış bir lisan vermesini, Fani dünyanın çekici
süslerinden ve zevk veren cazibesinden beri, yüksek bir düşünce bahşetmesini,
Kevnin batışında ve doğuşunda varlığın sırrını gözlemleyen bir basiret nasip
etmesini, Huzur rüzgarının arındırması neticesi her türlü bozukluktan beri duyular
vermesini, Noksanlığın taşkınlığından ve tatbikinden uzak tertemiz bir fıtrat vermesini,
Şeriatın egemenliğine ve güvencelerine uyan bir huy, Toplayıp ayırmaya elverişli bir
vakit bahşetmesini...

Salât ve selam Muhammed'e -al-i Muhammed'e ve grubuna, Ondan sonraki


halifelere ve yolunu izleyen tabîlerine, Selam ve esenlik onların üzerine. Bil ki,
varlıktan ve şühuddan murat Allah'tır ve amaç da O'dur. Ne inkar var ne de rat. O,
bana yeter ve O ne güzel vekildir.

En meşhur Osmanlı şeyhü’l Đslâm'larından ibni Kemal'in fetvası:


Bismillahirrahmanirrahim..
Kullarından bir kısmını ilim ve ihsana mümtaz ve enbiya ve murselîne vâris
eden Cenab-ı Hakka hamd ve sena ve ehl-i dalâl-ı ıslâha meb'ûs olan (gönderilen)
Nebiy-yi zîşân ile şer'i metini (sağlam şeriatı) icraya ced ve gayret eden âl ve
ashabına edayı selât ve selam bî intiha (sonsuz selât ve selam) olunduktan sonra;
ma'lum olsun ki hakikât ehlinin uyduğu; Hazret-i Şeyh Âzam Kutb-ul Arifin Muhyiddîn
Âlî al-Arabî at-Tâi al-Hatemî al-Endülüs-i hazretleri muctehid-i kâmil ve mürşid-i
fâzıldır. Hayret veren menâkıbında mevcud olan harikulade kerametleri müridler,
alimler ve fâzıl kişiler tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. Đnkâr edenlerin, çok büyük
hata edecekleri ve inkârda ısrar edenlerin ise çok dalâlete duçar olacakları aşikârdır.
Emr-i bil ma'ruf ve nehyi anil münker'le me'mur hakimlerin, işbu batıl inanç
sahihlerinin hallerini düzeltmelerine ve itikâdlarmı değiştirmelerine teşvik ve te'dîb
(uslandırma) eylemeleri boyunlarına borçdur. Đbn-i Arabi hazretleri birçok kitab ve
resâil te'lif buyurmuşlardır. Fusus'ul Hikem, Fütuhatı Mekiyye diğer te'lif ettiklerinin
yanında meşhurdur. Hazreti Şeyh'in kitablarında ve risalelerinde bulunan bazı
ibârelerinn lafzları ve manâları ilâh-i emre ve şer'i nebeviye yakın yani anlaşılır
olması yönüyle itiraz edilmemektedir. Ancak bazı ibarelerin derecâtının yüksek
olması yani keşf ve tevhîd ehlinden olmayanların idrâklarının fevkinde olması,
amaçlanan manâyı idrâk edemeyenlerin ve tasavvuf ehli olmayanların "Sakın
bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden
sorumlu olur" (Đsra/36) âyetine uyarak sükût etmeleri ve itirazdan kaçınmaları vaciptir.
Büyüklerden birisi şöyle buyurmuştur: Kim tasauvujı hakikatlerin ehli ile beraber
oturursa ve onların ortaya koydukları hakikatlerin bazısını inkâr ederse, Allah iman
nurunu onun kalbinden söküp alır." Đbn-i Arabi (k.s) hâlen, ilmen, tarikat şeyhi ve
hakikat ehlinin büyüğü olduğu gibi; ilim müessesesi teşkilatının kurucusudur. Cenab-ı
Şeyh, öyle ucu bucağı olmayan bir denizdir ki sahilini görmeğe beşer gözü,
dalgalarının çalkalanırken çıkardığı sesi işitmeğe; beşer kulağı acizdir. Đnci taneleri
olan sözleri ise yâr'dan uzak olanların ellerine ulaşıp ziyan olmaktan korunmuş ve
gönül ehline neş'e bahş olacak feyizler ile dopdoludur. Đbn-i Arabîye mensub olan
tâife-i nâciye doğru yola girmiş mümtaz bir kavimdir. Sözleri ve diğer tasavvuf!
ıstılahları diğer tasavvuf ehli gibidir. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki, hilali görmeye,
kusurlu gözler nasıl müsaid değilse hazreti herkesin idrâk etmesi mümkün
olmayabilir. Allah'a yeminle beraber beyân olunur ki şübhesiz Şeyh'ul Azam b. Arabi
ilminin ihata etmediği şeyi yazmamıştır ve ilmi ise; malumatın şekillerini hakikati
vechle, ru'yetle hasıl olmuş ilm-i şuhûddur. Hak Subhanehû tealâ hazretleri bazı
kullarını nübüvvetle bazısını da velayetle seçmiştir. Durum şudur ki, bir şeyi
bilmemek, görmemek o şeyin yok olduğunu gerektirmez. Bulup görmemekle de o
şeyin varlığını inkâr lâzım gelmez. Örneğin; yarasanın güneşi görmeyerek inkâr
etmesi, güneşin olmadığı anlamına gelmez. Taassubun zarardan başkaca faydası
yoktur. Hususiyle Ricâl-ul Gayb hakkında hadis-i şerif vârid olmuştur. Onların çaresiz
kalanlara Allah'ın emriyle yardımları meşhurdur. Şu satırları yazan ben dahi bu
ruhanî yardımlarına mazhar olmuşumdur. Muna-sib olan budur ki her zaman
mukaddes mevcudiyed-lerini ikrar edib özellikle Şeyh'ul Ekber Muhyiddin ibni Arabî
ve Şeyh Abdulkadir Geylânî hazretlerini uygun tabirlerle yâd etmek lüzumludur. Setr
ettikleri ve gizledikleri ibareleri idrâk edememek sebebiyle inkâr uygun değildir. Cifir,
Nucûm ve Đksir ilmi gibi konuları avamdan gizlemişlerdir. Ekseriya sözleri vicdanidir,
tatmayan bilmez kabilindendir. Onların yolu sırat-ı müstakimdir,muhabbetullahtır.
Onlar "Muhammedî"dirler. Bilinmelidir ki, Allah'ın dostları ile Allah'tan bize haber
getiren herkes, TEK görüş üzeredirler. Allah'dan getirdikleri bilgiye ne bir şey eklerler,
ne noksan söylerler, ne de birbirlerine muhalefet ederler. Aksine onlar; birbirlerini
doğrularlar. Tıbkı buluttaki yağmur suyunun yere inmesi halinde özünde değişiklik
olmaması gibi onların kelâmlarının özleri BĐR'dir manâsı BĐR'dir. Bizlere düşen
"Bilmiyorsanız bir bilene sorunuz" ilâhi hükmüne riayet etmektir ki bu hüküm Đslamın
şartlarındandır. "Hak teâla cümlemize tevfîk ve basiret ihsan eyleye" Inanırız.. Hazreti
Şeyhin buyurduğu gibi...O, Allah Hakkı söyler ve O, doğru yola iletir.

Muftîyu's sekaleyn ibn-i Kemâl

…Sözlerimi dikkatle dinle. Çünkü garip, alışılmamış şeyler söylüyorum. Ben


kıskanç biriyim; hem açıklamak isterim, hem de gizlemek isterim...


Sen ve ben biriz, tekiz. Aramızda hiç fark yoktur, içimde olanı acil olarak
açıklamamdan başka. Sen ise içindekini bir sır olarak saklarsın. Fakat gizlerinde bir
çeşit erdem vardır.

Bismillahirrahmanirrahim

Değiştirme ve Kudret " O"ndandır.


Cemâli zahir olduğu için celâli ulu, yaklaşmasında yakın ve yüceliğinde
mürakebe eden Allah'a hamd olsun. O, izzet, göz kamaştırıcı parlaklık, azamet ve
büyüklük sahibidir. O'nun zatı başka zatlara benzemekten yücedir, hareketlerden,
duruşlardan, sağa sola dönmelerden, işaret ve ibareleri algılamak gibi beşeri
olgulardan beridir. Nitelenmekten, sınırlardan, hareket olarak inip çıkmaktan, istiva
edilen şeye temas etmek anlamında istiva etmekten, oturmaktan, bir maksadı olsa
bile maksat peşinde koşuşturup seğirtmekten, yitik bir şeyle karşılaşmaktan dolayı
coşkuyla kahkaha atmaktan yücedir. Tafsilatlı olarak izah edilmekten, toplanmaktan,
damgalanmaktan, milletlerin değişmesiyle değişmekten, lezzet almaktan, bir amelden
dolayı acı duymaktan veya ezeli olmamakla nitelenmekten münezzehtir. Yer
kaplamaktan, bölünmekten ya da cisimlerin niteliklerini almaktan, anlayışların
hakikatinin künhünü ihata etmesinden ya da vehimlerin şekillendirdikleri gibi
olmaktan, yahut uyanıklık veya uyku halinde olduğu gibi kavranmaktan, mekanlarla
ve günlerle kayıtlandırılmaktan, varlığının devamlılığının üzerinden ayların ve yılların
geçmesine bağlı olmasından, üstünün, altının, sağının, solunun, arkasının veya
önünün olmasından, akılların veya düşlerin celâlini kavramasından uludur.
Kapasitelerinin yüksekliğine rağmen akılların fikirleriyle, keşif ehlinin zikirleriy-le,
gerçek ariflerin sırlarıyla, gözdelerin gözleriyle idrâk etmelerinden beridir. Hicâb ve
perdelerin gerisinde noksan bir varlık olmaktan da münezzehtir. O, ancak nurlarında
idrak edilebilir. Đnsan suretinde olmaktan da beridir. Objelerin varlıklarından uzak
olmaktan, ya da daha önce yok iken sonradan onlara dönmekten, varlıkları
yarattıktan sonra kendisinde daha önce olmayan bir halin meydana gelmesinden
kalbin habbesi ve özü tarafından dilsiz bir şekilde sınırlandırılmaktan, ya da O'na bu
mahiyette inanılmasından, objelere tecelli etmesiyle bir mekan edinmekten, mazi,
gelecek veya şimdiki zaman dilimlerine tabi olmaktan yücedir. Duyularla kaim
olmaktan, şüpheye düşmekten, olayların kendisine karışık gelmesinden, misâllerle
veya kıyasla idrâk edilmekten ya da cinsler gibi çeşitlenmekten, ünsiyet kurmak için
alemi yaratmış olmaktan, oturan üç kişinin üçüncüsü olmaktan münezzehtir. Eş ve
çocuk edinmekten, bir kimsenin kendisine denk olmasından, varlığından önce
yokluğun olmasından, el, dirsek ve ayak gibi organlarla nitelenmekten, öncesizlikte
bir başkasıyla beraber olmaktan, kulların tevbe etmelerinden dolayı insanlarda
bilindiği şekilde gülmekten ve sevinmekten, öteden beri biline gelen öfke ve
şaşırmaktan, insanlarda olduğu gibi suretten surete girmekten yücedir. Ululuğunda
üstün iradeli ve heybetinde azamet sahibi Allah yücedir. "Leyse kemislihi şeyun ve
huve's semi'ul basir / O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir."
(Şûra, 11)

Allah'ı severiz, çünkü Allah güzeldir. O da bizi ve tüm yaratıkları sever, çünkü
bu da güzeli sevmektir. Allah'ın güzelliği bütün güzellik türlerinin kaynağıdır. O, fikri
ve manevi güzellikler kadar şekil güzelliğinin de kaynağıdır.

Ya Allah! Dediğim zaman, niçin çağırıyorsun dedi.

Şayet çağırmasam, bu sefer, çağırsana, diyor.


Her seven, sevdiğine kavuşmuş olsa da özlem duyar…

Sana,”ben hakkım” diyen bir şey gördüğün zaman, ona de ki: Sen Hak ile
varsın.

…Bu yüzden bu anlamı bilen muhakkiklerden biri şöyle demiştir: "Bu döşeğin
üzerine otur, ama sakın uzanma. Çünkü Onun, bizim içimizdeki celâli, huzurda
edebsizlik etmemizi engeller." Tıpkı Onun cemâli ve açılması karşısında ürpermemiz,
heybete kapılmamız, edebsizlik etmemize engel olması gibi. O halde bizim ashabın
keşfi doğrudur, ama celâl içlerine kapanmalarına, cemâl ise açılmalarına neden
oluyor, hükmünde bulunmaları ise yanlıştır. Keşif doğru olduktan sonra gerisine
aldırmamak gerekir. Đşte hakikatlerin anlattığı kadarıyla celâl budur. Bil ki, Kur'an
cemâlin celâlini ve cemâli ihtiva eder. Mutlak cemâle gelince hiçbir mahluk onu
bilmeye nüfuz edemez, onu müşahede edemez. O sadece Hakka has bir alandır.
Burası yüce Allah'ın kendisini olduğu gibi gösterdiği huzurdur. Eğer bu huzura ve bu
huzurda sergilenen mutlak celâle müdahale imkanımız olsaydı, o zaman bilgi olarak
Allah'ı ve Onun katında olan şeyleri ihata etmiş olurduk ki, bu imkansızdır…

Sözgelişi bir insanın "eğer ona şunu demeseydim, şu olurdu." "eğer ben
olmasaydım, çoluk çocuk helak olurdu." demesi bu türden bir iddiadır ve bu, uluhiyet
mertebesinin en aşağısıdır. Hatta bu tarikattaki bir Şeyh şöyle demiştir: "Eğer benim
himmetim falancaya eşlik etmeseydi,mutlaka helak olurdu." Bu sözlerin tümü uluhiyet
sırrı hastalığından kaynaklanan illetler ve marazlardır. Bu sözleri söyleyenlerin, bu
iddiada bulunanların her biri iddiasının oranında ceza görecektir. Ya en büyük cezaya
çarptırılır, ya da nasip eksilmesine uğrar. Ama mutlaka ceza görür. Bu yüzden bize
göre fena (yokluk) anlayışı üzere kalmak en yücedir. Bizden önceki kuşaktan
arkadaşlarımız bu hakikatin farkına varamadılar. Ey dostum! Sen bunu bil!

..O halde bizden güçlü ve yetkin kimse, kendisiyle Rabbi arasındaki büyük
genel topluluk sır perdesini yırtıp, kendisinin değil Rabbinin uluhiyetini müşahede
eden ve ona kulluk eden kimsedir. Bunu gerçekleştirince alemin en güçlüsü ve en
şiddetlisi olur. Çünkü bu en büyük perdeyi kaldırmıştır...

..Alemin tavırlarına ortaklığından dolayı, onlarla birlikte ibadetlerinde büyük


toplayıcılığı ikame etme yükümlülüğüne muhatap olduğun gibi, senin için sabit olan
büyük toplayıcı sırdan dolayı, mahlukatma karşı icra ettiği gibi bu sırrı icra etme
yükümlülüğüne de muhatapsın. Allah kullarına karşı latiftir, sen de öyle ol. Allah
esirgeyen, bağışlayandır, sen de öyle ol. Nitekim yüce ALLAH, Nebisini (s.a.v) bu
şekilde nitelendirmiştir: "bt'l mü'minine reufun rahim / Müminlere karşı çok şefkatlidir,
merhametlidir." (Tevbe, 128) şu halde, perdeyi yırttıktan sonra uluhiyet sırrı senin için
daha bereketli sonuçlar doğurur. Ama perdeyi yırtmadan önce bu sır, büyüklük
taslayan zorbalarınkine benzer sonuçlar doğurur senin için...

Sen sen değilsin...


Sen O'sun; ama sen olaraktan değil!..


Eğer kendi benliğinle desen, bu sensin, O değil. Eğer O’nun benliğiyle desen,
diyen sen değilsin. Dolayısıyla ne anlam yoluyla ne de sekil yoluyla kesinlikle
birleşme olmaz.

Varlıklar gelir, ilahi isimlere ayna olur, görünür ve yiterler.

El-Bari (Yaratıcı) kendisiyle mevcuttur (vardır), vücudunu (varlığını) hiç


kimseden almamıştır. “O” Subhanehu “AHAD” Tek’dir. Yani; O’ndan başka bir şey
yoktur. Alem ise onunla vardır, varlığını O’ndan almıştır. Alem zati ile mümkün,
başkasıyla da vacibül vücuttur. Çünkü başkasından edinmiştir varlığını. Yaratıcı ise
vacibül vücuttur, varlığını başka bir şeyden edinmemiştir.

O olmasaydı biz olmazdık. Ama bizim olmamamız yüce Allah’ın olmamasını


gerektirmez.


Hallerin lezzetlerinden kaçın.

Aşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle artmamalı, Sevgilinin cefalarıyla


de azalmamalıdır.

Bu dünya evi Alim ve Aziz Allah’ın takdir ettiği ölçüde, tutarsız gerçeklerle ve
perdelerle örtülüdür. Allah öte dünyayı yaratmış ve bizi oraya doğru götürmektedir.

Yalancı iddiaların, sahte davaların kabul edilmediği bir yurttur orası.

Kadim dediğinde de, sonradan var olan silinirken Allah dediğinde alem yok
olur.


Hak şöyle der: Seni güçlükten feraha erdirmek için, sana inmeye niyetlendim,
böylece meşakkat olmaksızın sana veririz ve ihsan ederiz.

Allah'a aşık olan mutlaka O'na kavuşacağından emindir; şuraya buraya


yönelerek telaşa kapılmaz.
Çünkü bilir ki Allah zamanla ve mekanla kayıtlı değildir ki bu yüzden oraya
buraya yönelsin.

Gözlerinizi açın, akıllılığın alâmeti, dünyaya aldanmamaktır.

Kralların kapısında nöbetçiler vardır, Allah’ın kapısının avlusunda ise bahşişler


dağıtılır.

Hak bana varlığın nurunu ve müşahede yıldızının doğuşunu göstermiştir ve o


yıldız bana şöyle demiştir: Sen kimsin? Dedim ki: zuhur eden yokluk. Bunun üzerine
şöyle sormuştur: Yokluk nasıl varlığa dönüşür? Mevcut değil idiysen, var olman
geçerli olmazdı. Cevap verdim: Đşte bu sebeple 'zuhur eden yokluk' dedim. Batın
kalan yokluk'a gelince, onun var olması mümkün değildir.


Hamd, şeyleri yokluktan ve yokluğun yokluğundan izhar eden Allah'adır.

Yaratılmışların mahiyetini, gök kuşağı ve onda renklerin yaratılmışların


suretleri gibi farklılaşmalarını gören bilebilir. Gerçekte gök kuşağında ne renklenen,
ne de renk bulunmadığını bilirsin, bununla birlikte rengi de görmektesin. Varlık'tan
ibaret Hakk'ın varlığında sonradan var olanların suretlerini müşahede etmen de
böyledir.

Bütün mevcutlar kudret güneşinin nurlarından bir nurdur. Güneş karşısında


güneş ışığı, onunla beraber olan değil, adeta bir mumdur. Bu meselenin gerçeğini
öğrendiğinde, herşeyin hali hazırda yok olucu olduğunu görürsün. Eşyanın var
olurken yok olması, tutuştuğu esnada mumun ateşinin tükenmesine benzer. Bu
örnek, yola yeni katılana anlatmak içindir; çünkü bir şeyin varlığı esnasında yok
olması yadırganır. Hakta kendisini kaybetmiş kimsenin gözünde, eşyanın yok
oluşuna gelince bunun anlamı, çok incedir ve gözle görülmez. Ehli onu remiz, ima ve
zevk yoluyla bilebilir.


“O” Yaratan, var edendir.(Haşr-23) . Bu ayetlerde görüldüğü gibi, “O” dan
sonra yer alan isimler, “O” nu ve alemde özel olarak meydana getirilmesi istenen
hadiseleri açıklamaktadır. Dolayısıyla isimlerin tümü “O” nun tercümanıdır.

Mesela; arşı vücuda getirmesindeki hikmet, kudretini izhardır.. Zâtına bir


mahal olsun, diye değil.
Sonra, mevcudatı yaratmasındaki hikmet de; bir ihtiyaca mebni değildir.Ancak,
isim ve sıfatlarının izharı içindir..
Düşün ki, O'nun bir adı da "Gafûr" dur. Elbette bu isme bir zuhur yeri gerek..
Dolayısıyla mağfirete uğrayacak bir varlık lazım..

Herşey müftekir (Muhtaç); müstağni olan yok...Durum budur, sözün gerçeği.


Anarsam Tek, Müstağni olan diye. Anlarsın kimden söz ettiğimi. Herşey birbirine
bağlı, kaçacak yer yok. Öyleyse anlayıver sözlerimi...

Sapık kimsenin sapmasının nedeni, ulûhiyeti ilah olmayana nispet etmesidir. O


söz konusu mabuda ibadet ederken ulûhiyet sırrına ibadet etmiştir ve bu da sadece
yüce Allah’a ait bir niteliktir. Çünkü yüce rabbimiz bu sırrın etkisini o mabuda
yansıtmamıştır. Đlahınız tek bir ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. Bakara Sûresi-163

Ebu Said el- Harraz’a sorulmuş:


-Allah’ı ne ile bildin?..
-Đki zıttı bir arada bulundurmasıyla, diye cevap vermiş.

Kemal ehli bütün makamları ve halleri idrak etmişler ve celalin de cemalin de


ötesine geçmişlerdir, böylece onların ne sıfatı ne de vasfı yoktur. Ebu Yezid'e "Bu
sabah nasılsın" diye sorulduğunda, "benim sabahım ve akşamım yok; sabah ve
akşam sıfatlarla kayıtlanmış olanlara aittir, benimse sıfatlarım yok."

Marifetin aslı ariflerin ulaştığı en son makamdır, yani "la-makam"dır ve Allah şu


ayette bu makama işaret eder:"Ey yesrib halkı, makamınız yok"(33:13). Bu makam
hiçbir sıfatla kayıtlanmamıştır. Ebu Yezid,"bu sanah nasılsın?" sorusuna verdiği
cevapta buna dikkat çekmiştir...

"Sabah" doğu güneşine ve "Akşam" da batı güneşine ilişkindir. Doğu güneşi


zuhura, mülk alemine ve şahadet alemine ilişkindir, batı güneşi ise örtülmeye, gayb
alemine ve melekuta aittir. Bu makamda arif, "ne doğudan ne de batıdan olmayan
zeytin ağacıdır," çünkü hiçbir vasıf bu makamın hükümlerini belirlemediği gibi, bu
kimse de onunla kayıtlanmaz. Bu, söz konusu arifin, "O'nun benzeri yoktur"(42:11) ve
"Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir"(37:180)'e iştirakidir.

Adı sanı bilinmeyen silik bir kişi olmaktan ayrılma.

Onu gören hiçbir şey görmemiştir.


Onu gördüğümden beri Ondan başka hiçbir şey görmedim.

Şimşekler çaktı, gök gürültüleri duyuldu, esti sabâ rüzgarı/ Ya da kuzey


rüzgarları güney rüzgarları, koptu şimal fırtınaları/Yollardan, akik taşlarında söz
ettiysem tertemiz/Ya da dağlardan, hayallerden, yankılardan, kumlardan/Ya da
samimi dostlardan, göçlerden, sazlıklardan,geçitlerden/Ya da verimli topraklardan,
verimsiz topraklardan, yüklerden/Ökçeleri üzerinde kıvrak kıvrak yürüyen zarif
kadınlardan/Al gibi doğan, güneş gibi parlayan al yanaklı kızlardan/Her ne zaman
onun adının geçtiği yerleri andıysam, ya da ona benzer şeyleri/ Hep O söz konusudur
eğer anlarsan.


Sadece Allah’a yönelmek gerekir. Đnsanlar sebeplere dayandıkları sırada Allah


onlara azap eder, çünkü sebepler her zaman yitip gidebilecek olgulardır.

Ama O’nu O’nun için zikret. Çünkü zikir Allah için, dua ise Allah katındaki
nimetler içindir.

Allah'ı bir neden için arayan kişi, talep ettiği şeye aittir ve Allah'tan aradığından
başka bir şeyi elde edemez.

Dua ibadettir, zikir efendiliktir. Dua eden, Ona ulaşır, yanına girer. Zikredense,
onun yanındadır. Dua seslenmektir. Seslenmek ise uzaklığı ifade eder.


Korkunun sebebi zat değilse, ona itibar edilmez.

Bir kimsenin muhtaç ve muzdarip olduğunu görürsen ve sen de onun ihtiyacını


ve sıkıntısını giderecek güce sahip isen, o zaman senin malında onun da hakkı
olduğunu bilmen gerekir. Çünkü, Allah onun hakkını veresin diye onun durumunu
sana göstermiştir. Eğer o hakkı vermezsen, o zaman sorumlu olursun.

Dilenciye yedir, içir. Çünkü o, senden dilenmesi sebebiyle seni, kullarına


yediren ve içiren hakkın menziline çıkarmıştır.

Süslenmeye, güzel görünmeye dikkat et. Çünkü bu başlı başına bir ibadettir.


Đşlediğin hiçbir ameli hakir görme. Çünkü Allah bu ameli yaratırken ve bizim
üzerimize vacip kılarken küçümsememiştir.

Alemde mutlak güzel, ayıplanan ya da çirkin yoktur, çünkü şeylerin içinde


bulunduğu yönler ve konumlar onları belli bir kayıt altına sokar. Bunun kaynağı
>>kayıtsızlık<< değil de kayıtlı olmak olduğundan, yani varoluş kayıtlı olmayı
>>gerektirdiğinden.<<

Varlık hikmetini inceleyenlerin öncü ve büyüklerinden olan Ebul Hamid Đmam


Gazâli'den rivayet edildiği üzere: Varlıkta ki birbirine olan bu münasebeti nesnenin
hakikâtini inceleyen hikmet ehlî araştırdığında o hikmeti keşf eder. Gazâli'de varlıklar
arasında münâsebetten bahseder ve o münâsebetler hakkında görüş bildirirdi. Bir
gün imam Gazali Kuddus'ta bir güvercinle karganın birbirine bitişik olarak durduklarını
gördü. Ve onlar birbirinden korkmadan ünsiyet ediyorlardı. Buna binâen Gazalî
"Karga ve güvercin yanyana durmalarında bir münâsebet vardır" dedi. Ondan sonra
eliyle onlara işaret edince birbirlerinden ayrıldılar. Onlar ayrıldıklarında her birisinin
topal oldukları görüldü. "Đşte bunların yanyana oluşlarının hikmeti topallıklarıdır"dedi.


Hiç kimse Hakk'ı bilemedi. Bu itibarla insanlar biribirinden farklı ve mertebeleri
değişik oldu.

Nice bilgi cevheri var ki şayet açıklasam


Bana 'puta tapıcılardansın' denilirdi
Müslüman adamlar kanımı helal görür
Yaptıkları en çirkin şeyi güzel sayarlardı

Tavafta dedim ki: Nasıl tavaf ederim?


O bizim 'sırr'ımızı algılamaktan alıkonmuş
Taş benim hareketlerimi anlayamaz ki
Denildi ki: Sen kendini yitirmiş bir şaşkınsın
Nuru parıldayan Ev'e (Kabe'ye) bak!
Temizlenmiş kalpler için bu açık kılınmıştır.
O kalpler ona perde olmaksızın Allah ile bakar

Hakk'ı bir kayd ile bağlamayıp O'na mutlak olarak iman eden kimse, O'nun her
bir surette değişik bir tecelli gösterdiğini inkar etmeyip gerçekler. O kimse, Hakk'ın
bitmez tükenmez tecellilerindeki suretlerini yine Hakk'tan bilir.


Ey Allah’ın kullarına rahmeti,


Allah seni cemadat aleminde yerleştirdi.
Ey Allah’ın evi, kalbimin nuru !
Ey gözümün aydınlığı, ey kalbim !
Ey aslında varlığın kalbinin sırrı olan,
Ey mabedim, ey aşkımın saffeti !
Ey Allah’ın Kabesi, ey hayatım !

Kalbim her sureti kabul eder oldu. Meselâ :

Ceylanlara otlak, rahiblere manastır,


Putlara tapınak, hacılara Ka'be,
Tevratın sayfaları,
Đslâm'ın mushafi oldu.
Dinim sevgi dinidir, onun kervanına yöneldim.

Sevgi dinidir dinim ve imanım.

Ben sevginin sevgilisiyim, ah bir bilseniz


Sevgi de bizim sevgilimiz ,ah bir anlasanız
Eğer benim niyetimi anlarsanız
Yüce Allah'a hamd ediniz
Biliniz , niçin çevremdekiler sözlerimden yüz çevirdiler
Çünkü benim sözlerimi anlamaktan çok uzaktılar onlar.

Ben Kur'an ve Fatiha suresiyim


Ruhun ruhuyum, canlıların ruhu değil
Kalbim bildiğimin katında yerleşmiş
O'nu müşahede eder; dilim ise sizin yanınızda
Göz ucunla bedenime doğru bakma
Ruhunu şarkılarla beslemekten uzak dur
Zat'ın zat deryasına dal da
Gözlere açılmamış sırları gör
Ayrıca sırlar belirsizce gözükür
Manaların ruhlarıyla gizlenmiş olarak

Bize Ahmed b. Muhammed b. Ahmed anlattı; ona Hüseyin b. Ali et-Taberi, ona
Abdu'lgafir el-Farisi, ona el-Celudi, ona Süfyan, ona Müslim b. Haccac, ona Yahya b.
Yahya, ona Malik, ona Salih b. Keysan, ona Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, ona
Zeyd b.Halid el-Cuheni şöyle rivayet etmiş:

Resulullah (s.a.v) Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurun ardından bize


sabah namazı kıldırdı. Namazı bitirdikten sonra insanlara döndü ve;"Rabbinizin ne
dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Allah ve Resulü daha iyi bilir, karşılığını
verdiler. Buyurdu ki: "Rabbiniz şöyle dedi: "Kullarım, bir kısmı bana iman etmiş, bir
kısmı da beni inkar etmiş olarak sabahladılar. Ve onlardan "Allah lütuf ve rahmetiyle
üzerimize yağmur yağdırdı," diyenler Bana iman etmiş, yıldızları inkar etmişlerdir.
Onlardan "Şu şu yıldızın doğması veya batması neticesinde üzerimize yağmur
yağdı," diyenler ise Beni inkar etmiş, yıldızlara iman etmişlerdir."

...cisim, cisimlerin ve onların taşıdığı anlamların varlık esası, mizanın hükmüne


bağlıdır. Böylece mizan ve zamanın üzerindeki her şey, el Hakim isminin talep ettiği
ilahi ölçüden meydana gelmiştir ve onu el-Hakem ve el-Adl izhar eder. O'ndan başka
ilah yoktur.

Mizandan akrep zuhur etmiş, Allah'ın onda vahyettiği ilahi emir meydana
gelmiştir. Böylece yay, oğlak, kova, balık, boğa, yengeç, aslan, başak, koç ve ikizler
meydana gelmiştir.

...Bunlar kendilerinde genel-maddi bir keramet zahir olduğunu fark ettikleri


anda, ondan kaçınıp Allah'a sığınırlar. Allah'tan bu kerameti normal adetlerle
örtmesini dilerler. Ki halkın genelinden, kendilerini ayrıcalıklı kılan bir farklılıkla
belirginleşmesinler. Đlim hariç. Çünkü ilimle temayüz etmek istenen bir şeydir. Đlimle
temayüz etmek insanlık için yararlıdır. Đlim kerametlerin en yücesidir…


“Allah yücedir.” Sonsuz yücelik ve azamet sahibidir. Öyle ki yüceliğinin ve
azametinin ölçüsünü bilmek, bir ölçüyle sınırlandırmak mümkün değildir. Mülkünde
işini bozacak kimse yoktur. O her şeyden yücedir, mülkünde iradesi ve kudreti
doğrultusunda tasarrufta bulunur. Kimse O’nun adaletini de etkisiz kılamaz. O her
şeye hakkını, hikmeti doğrultusunda eksiksiz verir. “Acele etme…” zevkin son sınırına
ulaşmak maksadıyla heyecanla uyanan şevkten dolayı ledünni ilmi cem
mahzeninden almak için acele etme. “Önce…” onun sana varit olmasına
hükmedilmesinden ve sana ulaşmasından önce acele etme. Çünkü ilim ve hikmetin
nüzulü, senin kabiliyet açısından kaydettiğin yükseliş mertebelerinin terettübüne
bağlıdır. Đstemekte, feyizlenme hususunda aşırı talepkâr olma. Çünkü feyiz
tükenmez. Arınma, yükseliş ve güzelliklerle bezenme hususunda artış kaydetmek
suretiyle feyizde artışı talep et.

Daha fazlasını istemek, ancak hal duasıyla ve istidat diliyle olur; kabul imkânı
oluşmadan bir an önce istemekle, talep etmekle olmaz. Her öğrendiğin, bildiğin şeyle
birlikte, ondan daha yüce ve daha gizli olanını kabul etme yeteneğin artar. Adem (a.s)
kıssası ve bu kıssanın tevili daha önce birkaç kere geçti. “Şimdi burada senin için ne
acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.” Çünkü ruhani âlemde maddi giysilerden arınma
esnasında zıtların çatışması söz konusu olamaz. Aynı şekilde, fesada yol açan
bezenme de gerçekleşmez. Bilakis nefis, tükenmesinden ve yok olmasından endişe
duymadan, emin olarak maksadın gerçekleşmiş olmasıyla lezzet alır.

Bütün bu incelikleri ancak; Allah ve Rasûlü'nün yolunda ittibâ edenler Allah ve


Rasûlü'nün bildirdiklerine çelişmeyecek tarzda anlatanlar idrâk edebilir.

Allah Celle ve Alâ; «Ben, kâinatı, arşı, insanı ve bütün varlıkları yarattım»
diyor. Hayır efendim, "âlemde hiçbir şey yoktur, yalnızca ALLAH mevcuttur..." veya
"Allah âlem'in bâtınında ve zahirinde görünmektedir.." denilebilir mi?.. Tâbi ki Hayır!.
Ancak, >>varlık Allah'ın sıfatlarının gölgesidir<<.. >>Dolayısıyla<<, âlemde Allah'ın
"El- Bâtın" isminin tecellisi batini ve "Ez-Zâhir" isminin tecellisi zahiri olmak yönüyle,
âlem'in batini ve zahiri özellikleri >>o isimlerin hakikâtlarinde<< >>sabit olan<<
hakikâtlarıdır. Ayrıyetten şunu da belirtmekte fâide vardır. Zira Esmalar Uluhiyet
Makamında her birisi diğerinin aynıdır. Đşte bu cihetle "Vahdet-i Vücûd" denmektedir.
Yani, Esma ve Sıfatlar, >>Zât-i Đlâhinin varlığında<< her biri bir >>diğerinin aynıdır.<<
Orada isimlerde taaddüt yoktur. Ve Zâtta bütün Esmalar birbirinin aynıdır. Âlemde ki
tecellilere gelince, bu varlıkların istidadına göre açığa çıkmaktadır. Öyle ise, varlıkta
açığa çıkan isim ve Sıfatların özellikleri Hak'kın isim ve Sıfatlarının aynı değildir.
Meselâ; insanda açığa çıkan ilim Hakkın Đlim Sıfatının tecellisidir, fakat Hak'kın ilmi,
diğer bütün Sıfatların aynı olduğu gibi Ezelî ve Ebedi'dir, >>fikir yoluyla elde edilmiş
değildir.<< Bizim ilmimiz ise, sonradan olma olduğundan Ezelî ve Ebedî değildir.
Ayrıca bizde açığa çıkan ilim, bizim diğer sıfatların aynı da değildir. Şayet, "bizden
açığa çıkan sıfatlar ve özellikler Hakkın Sıfat ve özellikleridir" dersek Hakkı kayıt
altına sokmuş oluruz.. Bu da apaçık olarak Tevhîd'e aykırıdır. Zât-ı Đlâhî'yi kayıt altına
aldıktan sonra tenzîh'in ne anlamı kalır...???!!!

Akıllı kimse, nefsini kendisi için gerekli olan şeylerle uğraştırır, ötesine
geçmez. Çünkü insanın ömür süresi kısa ve nefesleri de sayılıdır. Geçen zaman bir
daha geri gelmez. Bil ki, Allah, Tek Đlâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. Bundan sonra
da O'nun mahiyetine, kemiyetine ve keyfiyetine dalmaya kalkma. Đman yolundan
ayrılma. Allah'ın sana farz kıldığı şeylerle amel et. Sabah akşam Rabbini, O'nun
senin için belirlediği zikirlerle an. Allah'tan korkup sakın. Eğer Hak teala, kendisini
bilmeyi sana bahşederse, bu, yararlı nurdur ki, kalbin onunla hayat bulur, onun
sayesinde fikirlerin ürettiği şüphe ve kararsızlık karanlıklarından kurtulursun. Bütün
Resuller ve Nebiler, Resullerin takipçileri muttaki keşif ehli zatlar Allah ile ilgili ilimleri
hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Çünkü aynı kaynaktan gelen nurlardır. "Eğer o,
Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı." (Nisa,
82)


Đlim hakkında niye bu kadar çok beyanatta bulunduk. Zira, ilmin makamı
hakkında kendilerinde cehaletin gâlib geldiği ve heva-ı nefsin kendileriyle oyun
oynadığı adedleri sayılmayacak kadar kimseler bu zamanda türemeye başladılar.
Hattâ onlar; ilmin perde olduğunu söylerler. And olsun!..Onlar, söylemiş oldukları bu
şeye inanıyorlarsa farkında olmadan doğru söylemişlerdir. Evet!. Đlim, kalbi gafletten,
cehaletten ve ilmin zıttı şeylerden engelleyen büyük bir perdedir. Öyle ise, ilim
hakikâte ulaşmaya kesinlikle engel değildir. Ancak, Đlimle gururlanılmadığı müddetçe.

“Onlar, boş söz işittikleri zaman…” kemalatı kabul etmeye engel fuzuli sözler
işittikleri zaman onu dinlemekte ısrar etmezler, dönüp giderler. Çünkü onlar muvahhid
velilerdirler, enbiya değildirler. “Size selam olsun.” Allah, sizi hakkı kabul etmeye
engel olan hastalıklardan, afetlerden korusun, selamette kılsın. “Đstemeyiz” sohbetini
“kendini bilmezlerin.” beyinsizlikle ve katmerleşmiş cehaletle kendilerini
kaybedenlerin arkadaşlığını arzu etmeyiz. Çünkü onlar bizim arkadaşlığımızdan
faydalanmazlar, bizim yol göstericiliğimizi kabul etmezler. “Sen sevdiğini hidayete
erdiremezsin.” Hidayete ermesini istediğin kişiyi doğru yola iletemezsin. Çünkü sen
sevdiğin kimsenin haliyle ilgilenirken onun istidadına muttali değilsin. Sadece
aranızda hemcinslik ya da bedensel akrabalık vardır. Bu asli bir akrabalık, yakınlık
değildir. Ya da aranızda hakiki ruhsal bir arkadaşlık yoktur, sadece arızi bir
arkadaşlığınız vardır. “Bilakis, Allah dilediğine hidayet verir.” Đnayet ehlinden dilediği
kimseyi doğru yola iletir “ve hidayete girecek olanları en iyi o bilir.” Hidayete yatkın
kimseleri O bilir. Çünkü onların istidatlarından haberdardır, onların kalplerinin üzerine
mühür vurulmadığını ancak O bilir. “Đşte o gün onlara bütün haberler körleşmiştir.”
Küçük kıyamette hakikâtler onlardan gizlenmiş ve karışmıştır. Çünkü onlar
perdelenmişlerdir ve körler gibi başkalarının yanında yer almışlardır. Bu köklü cehalet
her iki hayatı da kuşatmıştır. Nitekim, “Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür.”
(Đsra, 72) buyrulmuştur. “Onlar birbirlerine de soramayacaklardır.” Çünkü
konuşmaktan aciz olacaklardır, ağızlarının üzerine mühür vurulmuş olacaktır.“Fakat
tevbe eden…” gözünü bağlayan, kalbinin ve istidadının üzerini örten nefsinin
sıfatlarından uzaklaşan ve ilim yoluyla gaybe iman edip “ … yapan …” erdemlere
bürünmek, hayır ve faziletler edinmek için “ iyi işler” salih ameller işleyen kimseye
gelince “onun kurtuluşa erenler arasında olması umulur.” Kalp makamı aracılığıyla
nefis makamından arınmak ve hayat perdesinden sıyrılıp fıtrata dönmek suretiyle
kurtuluşa erenlerden olması ümit edilir.

Ey Kardeşim! Bu, kendime ve sana yaptığım bir nasihattir. Çünkü seni de


kendim gibi gördüm ve Allah için seni sevdim. Đnsaflı tutumunu beğendim, seninle
birlikte olmayı tutkuyla arzu ettim. Bu gün de senin yanında olmayı, sana nasihat
etmeyi, senin beni kınamanı, benim de seni kınamamı, böylece Allah için iki dost olup
ölünceye kadar birbirimizi sevmeyi arzu ettim. Seni ne çok seviyorum! Ne kadar derin
bir şefkat besliyorum sana karşı! Allah senden razı olsun. Gerçekten senin yanında
olmayı istedim. Nitekim Ebu Muhammed Yahya b. Ebu'l Hasan (r.a) bize şöyle
rivayet etti: bize Ebu'l Feth Abdulbaki b.Ahmed b. Selman anlattı, ona Ebu'l Fadl
Ahmed b. Hüseyin b. Hayrun anlatmış. O, Ebu Ali el-Hasan b. Ahmed b. Đbrahim b.
Şazan'dan duymuş. Ona Ebu'l Hasan b. Abdulaziz el- Harazi anlatmış. O, Ebu'l Hafs
et-Tunisi'den duymuş. O na da Ebu Ma'bed anlatmış ki: Bilal b. Said'in şöyle dediğini
duydum: Đsrailoğullarından iki kardeş tenhalarda ibadet etmek üzere birlikte yola
çıktılar. Yolun bir yerinde ayrılmaları gerekti. Biri diğerine dedi ki: Sen şu yolu tut, ben
de şu yolu tutayım. Bir senemiz dolunca, burada buluşalım. Böylece ibadet etmek
üzere yola çıktılar. Ertesi sene söyledikleri yerde buluştular. Biri diğerine dedi ki:
Đşlediklerin içinde en büyük günah hangisidir? Şöyle cevap verdi: Yolda yürürken bir
başak gördüm. Sağımda ve solumda iki tarla vardı. Başağı tarlalardan birine attım.
Ama başağın, attığım tarlaya mı yoksa diğerine mi ait olduğunu bilmiyorum. Sonra
diğeri soruyu soran kişiye sordu: Peki senin işlediklerin için en büyük günah
hangisidir? Şu karşılığı verdi: Bilmiyorum; ama namazda bazen şu ayağıma bazen de
şu ayağıma ağırlığımı veriyorum. Đki ayak arasında adil davranıyor muyum,
davranmıyorum, bilmiyorum? Evde bulunan babaları konuştuklarını duydu. Şöyle dua
etti: Allah'ım! Eğer doğru söylüyorlarsa, hemen şimdi canlarını al. Sonra dışarı
çıktığında iki oğlunun ölmüş olduklarını gördü.

Đşte böyle, ey dostum! Allah ehlinin buluşmaları ve konuşmaları kusurlarını


zikretme ve kendilerine karşı insaflı, dürüst davranma şeklinde olur. Birbirini övme
hususunda insaflı davranma şeklinde değil. Hapishanede ancak oranın havasına
uygun şeylerden söz edilir. Vefat edip rahmet mekanına yerleştiğin ve amellerinin
semeresini devşirdiğin zaman, bu güzellikler yurduna uygun şeylerden ve kendi
güzelliklerinden söz edersin. Ama burada değil. Çünkü burası imtihan, kazanma ve
edinme yurdudur. Burada insan, Nebi olsun veya olmasın kanının mahkumudur. Kanı
da ancak öldürülme ile çıkar. Eğer sana karşı nazik davranma gereğini
duymasaydım, konuşmalarımız, değişmez ve çıplak hakikatler ışığında, zindanın ve
mahkumların mertebeleri ile ilgili olurdu. Aramızda geçen bu konuşma yeter. Allah
biliyor; eğer sana duyduğum sevgi ve içimde sana karşı beslediğim saygı olmasaydı,
bunların hiçbirini sana söylemezdim, adını anmazdım ve seni Allah'ın diğer kulları
arasında ihmal edilmiş bırakırdım. Ama Allah beni ve seni ruh, beden, mana ve şekil
olarak tanıştırdı. Bu yüzden sana, ancak açık sevginin, saf ve sahih dinin gerektirdiği
biçimde hitap edebiliyorum. Fakat senin faziletin, kendi tarikatında ileri oluşun benim
nazarımda meşhurdur.
Her bilenden daha üstün bir bilen vardır.
O, dilediğini rahmetine özgü kılar.
Allah büyük lütuf sahibidir.

Bu gün seninle Allah için arkadaşlık edecek çok az kişi bulunur. Senin bu zamanında
arkadaşlıkların çoğu şu amaçlar yüzünden ve de arzuların hakimiyetinin iyice
pekişmesinden dolayı maluldür. Allah'ın kulları o kadar az ki! Bu anlamda kaleme
aldığım beyitler var. Onları aşağıda sunuyorum:
Şu muhkem varlığa bak
Bizim varlığımız ise işaretlenmiş bir rida gibidir.
Halifelerine bak, mülklerinde
Kiminin dili açık, fasih konuşur, kiminin anlaşılmaz
Onlardan Đlahını seven yok;
Ancak dirhem sevgisine bulaştırarak severler.
Bu yüzden: şu marifetin kuludur, şu
Cennetin, şu da cehennemin kuludur, denir.
Çok çok azı müstesna. Onlar
Vehim türünden olmaksızın Onunla sarhoşturlar
Onlar Allah'ın kullarıdır, onları bilemez
Ondan başka hiç kimse.
Nimetin kulları değildirler...

Allah için arkadaşlık ettiğinin belirtisi sana nasihat etmesi ve açıklandığı zaman
hakkı kabul etmesidir. Şayet kabalığı varsa dahi, bunun, ona veya sana mutlaka bir
faydası vardır.

Sana, yerine getirmen durumunda mutlu olacağın bir şeyi tavsiye eden kişi
Allah tarafından sana gönderilmiş bir elçidir.

Furkan (hak ile batılı ayırma) ile sonuçlanmayan takvaya itibar edilmez.


Yine de sen bu şekil ve kalıp ulemasını taklit etme; ama ona muhalefet de
etme.


...Ve hiç kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar
çeşitli olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur...

...Ya Rabb, beni bağışla [gafr]!.. Yani, beni ört; ve benden dolayı ört! Ve senin,
Allahın kadrini hakkıyla bilmediler [Enam Suresi, 6/91] sözünde kadrin bilinmediği
gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin!..Ve ana-babamı da ört.. ki ben onların
sonucuyum; ve onlar akıl ve tabiattır ..Ve benim evime.. yani kalbime ..giren kimseyi
de mümin olarak ört.. yani nefslerin içeriden söyledikleri olan kalbime gelen ilahi
haberleri tasdik edici olarak gireni ört. Ve akıllar olan ..mümin erkekleri.. ve nefsler
olan ..mümin kadınları.. da ört.Ve karanlık örtülerin arkasında gizlenen ve gayb ehli
olan ..zalimlerin ancak helakını artır...

Bazen kimi guruplar uluhiyeti mutlak olarak onlara nispet etme anlayışından
sıyrılarak gizli yönü düşünmeye başlamış ve bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar
diye kulluk ediyoruz, demişlerdir. Böylece onları perdeler ve vezirler gibi görmüşlerdir.
Allah’a sığınırız bu tür anlayışlardan… Eğer bu guruplar, bu yönü onların nefsinde
görebilmiş olsalardı, uluhiyete bir dıs varlığın şahsında kulluk sunmazlardı. Bilakis
uluhiyetin kendisine kulluk ederlerdi.
Bizim dediğimizin özü şudur: Kulluk sunulan mutlak varlık uluhiyettir, varlıklar
değil.

(Halis kul:) Kul Allah'tan başka birisine ibadet etmezse, sadece Allah'a kul
olmuştur.

Bil ki, rububiyete iman hidayeti artırır. Uluhiyete iman ise hidayetin kendisidir.

Bir gün senin ağladığını görmüş. O ve orada bulunup ağladığına tanık olan
başkaları, ağlamanın sebebini sormuşlar. Sen su cevabı vermişsin:

…“Otuz seneden beri inandığım bir mesele vardı. Biraz önce karsıma çıkan bir
delil sayesinde bu meselenin benim inandığım gibi olmadığını anladım. Bu yüzden
ağlıyorum. Simdi oluşan kanaatimin de önceki gibi olmasından korkuyorum!..”

Bu senin sözündür. Aklın ve fikrin mertebesini bilen bir kimsenin sükunet


bulması veya rahat etmesi imkansızdır. Özellikle Allah’ı bilme hususunda. Kişinin
Allah’ın mahiyetini gözlemle, ilmi nazarla bilmesi imkansızdır.
Allah, aklın fikri ve nazarıyla kendisini bilmesinden münezzehtir…

"Biz, tek cümleden fikre karşı çıkıyoruz. Çünkü fikir, karışıklık ve doğruluktan
uzaklaşma şeklinde sonuç verir. Geride tek şey kalıyor, o da ilme ancak keşif ve
varlık yoluyla ulaşılmasıdır. Fikirle meşgul olmak perdedir. Bizden başkaları buna
karşı çıkar. Ama >>Allah'ın tarikatının ehli<< olanlardan hiç kimse buna karşı çıkmaz.
Tersine karşı çıkanlar, hallerle ilgili zevkleri olmayan şekil ulemasından oluşan nazar
ve istidlal ehli olanlardır. Eğer Eflatun-i ilahi gibi filozoflarınkine benzer hal zevkleri
olsaydı, böyle davranmazlardı. Eflatun gibiler ise pek nadirdirler. Onun da tıpkı keşif
ve vücut ehlinin çıkış yerine benzer bir çıkış yerinden hareket ettiğini görürsün.
Müslümanlar içinde ondan hoşlanmayanların bu tutumlarının nedeni, felsefeye nispet
edilmiş olmasıdır. Çünkü bu Müslümanlar felsefe kelimesinin anlamını bilmiyorlar.
Hukema, gerçek anlamda Allah'ı bilen, şeyleri ve bu bilinen şeylerin menzillerini
kavrayan kimselerdir (…) Filozofun anlamı "hikmeti seven" demektir. Çünkü "sofiya"
Yunancada hikmet demektir. "Filo" ise sevgi demektir. Dolayısıyla felsefenin anlamı,
hikmet sevgisidir. Aklı olan herkes hikmeti sever. Ancak fikir ehlinin ilahi hakikatlerle
ilgili yanlışları doğrularından daha fazladır. Đster filozof olsun, ister mutezili olsun, ister
eşari olsun, ister nazar ehli gruplarından birine mensup olsun. Dolayısıyla filozofları
sadece isimlerinden dolayı yerilmiş değildirler. Bilakis, kişisel görüşlerine hüküm
verdikleri için, ilahi ilimler alanında yaptıkları hatalardan, Resullerin (a.s) getirdikleri
bilgilere muhalif şeyler söylemelerinden dolayı yerilmişlerdir. Çünkü bozuk fikirleri
nübüvvet ve risaletin aslına dair yanlış kanaatlere sahip olmalarına sebep olmuştur.
Neticede dayandıkları temel yüzünden mesele zihinlerinde karmaşık bir hal almıştır.
Eğer hikmeti sevdikleri sırada, onu Allah'tan isteselerdi, fikir yoluyla hikmet elde
etmeye kalkmasalardı, her hususta doğruyu bulabilirlerdi. Felsefecilerin dışında kalan
mutezililer ve eşariler gibi Müslüman fikir ehline gelince, bunlar Đslami geçmişe
sahiptirler, onlar hakkında verilecek hüküm de Müslümanlıkları yönündedir. Sonra
kendi anlayışlarına göre islamdan uzaklaşmaya başladılar. Bu yüzden temelde
isabetli, ama tevillerine göre açıkladıkları teferruatlarda ise hatalıdırlar…"


…Burada sayıların bir olduğunu görürsün; ama mertebelerde bir seyre çıkmış
olarak. Bu yolculukta sayıların objeleri belirginleşir. Bu makamda birlikten söz eden
kişinin ayağı kaymıştır. Çünkü birin vehmi mertebelerde yolculuğa çıktığını ve
mertebelerin farklılığına bağlı olarak farklı isimlerle anıldığını görmüştür. Bu yüzden
sayıların ancak bir olduğunu düşünür. Bu yüzden birlikten söz eder. Oysa sayı
ismiyle zahir olduğu zaman zatıyla zahir olmaz; kendine özgü mertebesi hariç. Bu
mertebe, vahdaniyet makamıdır. Bu makamın dışındaki bir mertebede zatiyle zahir
olduğunda, ismiyle zahir olmaz. O zaman bu mertebenin hakikatine uygun bir isimle
anılır ve ismiyle fena bulur. Ama zati ile bakî kalır. Bir dediğin zaman, bu ismin
hakikatiyle başka her şey yok olur. Đki dediğin zaman, bu mertebede bir zatın
varlığıyla zahir olur, ismiyle değil. Ve ismi de zatının bu mertebesinin varlığıyla çelişir.
Keşfin ve ilmin bu dalını insanların büyük kısmından gizlemek gerekir. Çünkü yüksek
seviyesi nedeniyle ona bütünüyle dalmak uzak bir ihtimal ve dalıp da mahvolmak
yakın bir ihtimaldir.

Esas makamlara kavuşmak, ancak nefsin tezkiyesi, kalbin safiyeti, ruhun


parlatılması ile olur...Ne var ki...- Asıl gaye, ruhun parlatılmasıdır...Ruhun, mana
halinde tam bir şekilde nurla parlaması için, kalb, safiyetini bulması gereklidir. Bu iş,
kalbin bütün yabancı unsurlardan temizlenmesine bağlıdır. Kalbin anlatıldığı gibi
olması ise...Bilesin ki!..Ancak nefsin tezkiye yolu ile temizlenmesi sonunda olur....Đşbu
nefsin tezkiyesi ile...gerekli olan bir iş için mukaddime sayılır...Meşayihten bazı zatlar,
şu fikirdedir: - Nefsin tezkiyesi, ancak kalbin safiyeti bulmasının bir sonucu olarak
hâsıl olur..Çünkü: Bir kimse, her şeyi bırakıp nefsinin temizlenmesi işi için
uğraşırsa...Ki... bunu tam ve kemalli bir şekilde elde edemez... Olması mümkün olsa
dahi...uzun bir zamana bağlıdır ki, ömür yetersizdir..Amma, bir kimse, nefsinden çok
kendini kalbinin safiyetini elde etmeye verirse... bunu kısa bir süre içinde elde
eder...Nefis de, kalbe tabi olarak hemen ıslah olup temizlenir...Tezkiye halini bulur...

Ruh nur, doğa karanlıktır.

O’nu bilme hususunda ruhunun payına düşeni verdiğin gibi, O’na ibadet etme
hususunda bedeninin payına düseni de ver.

Kendi iç alemine ve kendisiyle birlikte namaz kılan meleklere imamlık ettiğinde


–ki sahih bir hadiste belirtildiğine göre, namaz kılan kişinin arkasında melekler
namaza durduklarından, namaz kılan herkes imamdır– bu kişi için resul rütbesi hasıl
olur ve bu rütbe Allah’ın vekili olmaktır [niyabet]. “Semi Allahu limen hamideh” (Allah
hamdedeni işitir) dediğinde, kendi nefsine ve arkasındaki meleklere, Allah’ın işitmiş
olduğunu haber verir ve kendisiyle birlikte orada bulunanlar, “Rabbena ve lekel
hamd” (Ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur) karşılığını verirler. Çünkü hiç kuşkusuz
Allahu Teala, kulunun diliyle, “Semi Allahu limen hamideh” buyurmuştur (Hadis).
Öyleyse namazın rütbesinin yüceliğine ve namaz kılanı nereye götürdüğüne bir bak!


Et-Telvin: Kulun hallerinde intikal edişi. Bir çoğuna göre bu eksik bir makamdır.
Bize göre makamların en mükemmelidir. Kulun bu makamdaki hali yüce Allah'ın şu
sözünde işaret ettiği hal gibidir: "Külle yevmin huve fi şe'n: O her gün yaratma
halindedir."

Et-Temkin: Telvin halinde yerleşiklik kazanma demektir bize göre. Bazılarına


göre ise vusul ehlinin halidir.

Allah ilmi sadece sevdiğine, hali sevdiğine ve sevmediğine verir. Çünkü ilim
sabit, hal gidicidir.

Sevgi her şeyin tabi olduğu bir sultandır.




Mürid, istediği her şeyi Kur'an'da bulmadıkça mürid olamaz.

Ahlaktan yoksun tasavvufa itibar edilmez.

Sevme zamanı varolma zamanıdır


Kavuşma zamanıdır, yiyiniz içiniz
Peki o büyük aşk nerede, o unutulmaz dert ?
O büyük tutku? Kafanız karışmadı mı, aklınız nerede ?
Giysisi tertemiz sevgili öylesine örtülü ki
Hiç kimseye hiçbir şeye benzetilemez ki O.

Yazıklar olsun!!! Yazıklar olsun!!! Đnsanla oyun oynayacak.


Artık böyle asırların kendisini oyuncak yaptığı kimseyi seherde doğan
yıldızların vaktinde riâyet etmesi gereken amellerinden, bakirelerle oynaşması, güzel
kokulu çiçeklerin kokusunu koklaması, meyvelerin özlerinden lezzet alması, kuşların
nağmelerini dinlemesi ve makyaj yapan kızlarla müzik yaparak dönüşüm yapması,
hakikâtten meşgul ederek onu her şey'den engeller. Böylece böyle olan herkes
sapıtarak şaşkın hâlde kalır. Herkes kaçmaktan şikâyetçi oldu.. Hakîm-i Mutlak'ın
san'atının ve Cebbarının sibğasının nuruyla parlayan Đftar hilâli gözüktü. Öyle hilâl ki
parlayan bileziğin yansı gibidir. Hilâl ve Dolunay'ın devranı ve onların çizdiği çizgileri
feleğin ortasıdır. Asıllarının kuvvet yerlerinde gelip-gitmeleri karşı karşıya gelir, O
asıllarında ki güç tek yönlüdür. Ve Dolunay ve Hilâl Ay'ın ortasında varlıklarında asıl
olan yerde bir hizaya gelip birleşirler, Dolunay ve Hilâl ateş ve sudur. Ateş ve Su ise,
ancak merkezlerinde aslî unsurlarda ehemmiyetli bir şe'nden ötürü karşılaşıp
birleşirler. Onların birleşimleri büyük bir hükümdür. Ateş harb için alevlendi. Eserleri
taleb etmek için alevleri sür'atlendi. Ve, alevler, bazen mağaranın sağ bazen de sol
taraflarına meyi ederek mağrada mazinin tercübesizlikleriden oluşan boş nesneleri
gösterdi. Orada esareti kabul edenleri sağlam bir tarzda bağladı.. Helak olmak
kâfirlerin sahasına bu sebebden ötürü kondu. Ehlinin zilletinden ötürü paraya karşılık
kendisinde sulh yapılan yurdun akibeti ne kötü akibettir. Đmân ışıklar yayarak o yeri
aydınlattı. Israrın düğümleri bu vesile ile çözüldü. Aslan ve ceylan imân nuru ile
dostlaştılar. Öyle nûr ki, onun tesiriyle ceylan kurttan uzaklaşmıyor. Kurt'da onun
tesiriyle ceylan'a karşı komşuluk hukukuna riâyet etti. Đmân nurunun tesiriyle muhsin
kullar, maddi ve ma'nevi faideleri elde etmekte başkalarını kendi üstlerine tercih
etmek ahlakıyla ahlâklandılar. Đmân nurunun bu tesirleri itibariyle Mukarribinin seyiati
Ebrar'ın hasenatı olmaya intikâl etmiştir.Evet!. Evet!. Sebat, seçilenlerin yüksek
zirvelerde ki en hayırlı evleridir, öyle seçkinler ki, onlar arınma vadisinin ortasında
otururlar. Peyderpey nadir vaki olan olaylar ve yaygın haberler sağlamlaştı.
Duraklamanın kendisine meşakkatli gelmeyen seyyarlardan bir hatib emr-ı ilâhi ile
kâim oldu. Hürlük ve köleliğin sırlarını açıklayıcı olarak bizleri da'vet etti.
Tefekkür edenler ve herşeye ibretle bakanlar nerede? Sabah olunca ayan ve
ağyarın karanlıkları kayb olup nurlar belirtir. Artık o karanlıkları çirkin serlere konar.
Ay, ne zaman bilezik gibi yusyuvarlaklaşır ondan nice sırrlar zahir olur., öyle sırlar ki,
çizilmiş olan eserlerin tamamını siler, öyle çizilmiş eserler ki, onlar görüş ve yeşermek
için ölçüdür. Öyle ölçüler ki yükseklerde sabah akşam ışık yayan büyük bir fenerdir..
Abd-ı Muhtar, inkârı istimal etti.. Düşünceler onu seyyar ve mukim olmak arasında
sevk etti.. Bu hâl üzere intizarı uzadı. Artık ihbarlar o halde hibe edildi. Hibe edilen
ihbarlardan bir azı güneşin yükseliş vaktinde nuzûl eder etmez hemen âlemde inkâr
vaki olup perdeler kaldırıldı. insanla Hak arasında vaki olan varlık perdeleri
kaldırılınca insanın teslim olmasını iltizam eden Dolunay nûr'lanarak doğdu. Böylece
varlık âleminde olanların tamamı müjde hilâlini ve Melik-ı Kahhar'ın Resullerini iza'n
ettiler.

...Bunlar, cahillerin irşadından ne zaman ümidsizleştiler işi Allah'a havale


ettiler. Ve kendileri her şeyden yüz çevirdiler. Yalnız Allah'a yakîn olmaya vesile
olacak amellerle iştigal ettiler. Böylece şer'an cahillerden yüz çevirdiler ve hakikaten
de selâmeti buldular...

Hakka uyana da muhalefet edene de merhamet et. Çünkü bu durumu taksim


eden O’ dur. Kafir, mü’mine merhamet ettiği zaman, Allah, onun azabını hafifletir.
Mümin kafire merhamet ettiği zaman, Allah onun ödülünü eksiksiz verir.

Kıyamet günü nesebini bilerek, akrabalarını göstererek, rahmi aracılığıyla


Rahman'a ulaşmış olarak gelen bir adamla, bütün bunları bilmeden, yabancılığa ve
münasebetlerin uzaklığına inanarak gelen bir adam arasında ne büyük bir fark vardır.
Eğer bu kimse, hayrı bilseydi, babası onun yanında Adem menzilinde, kendisi de
Adem'in oğlu konumunda olurdu. Yani babasını Adem gibi görürdü. Ama böyle
kimselere bu akrabalık mutluluk vermez. Ama yanlış bir tutumdur bu. Bana göre bu,
bir zevktir ve ben bunu Mekke'de babamız Adem adına yaptığım bir Umre’de tattım.
Bu husus bana bir müjde olarak zahir oldu ki, bazı insanlar da hem bizim hem de o
gece benimle beraber Adem adına Umre etmelerini emrettiğim cemaat ile ilgili olarak
müşahede ettiler. Burada ilahi yakınlık, göklerin kapılarının açılması, bu cemaatin
yükselişi, mele-i a'lada ağırlanıp konuk edilmeleri gibi haller yaşandı. Ki gördükleri
karşısında dilleri tutuldu, akılları başlarından gitti. Çünkü Adem ile aramızdaki
akrabalık, ehlullah olan bir çok insan tarafından unutulmuştur. Sıradan insanlar da
hayda hayda unutmuşlardır. Allah'a hamdolsun, Adem'e karşı akrabalık görevimi
yerine getirdim. Sebebimle bağımı kurdum ve bu geleneği ben başlattım. Kuşkusuz
bu, ilahi bir tevfiktir. Daha önce kimsenin böyle bir yol izlediğini görmemiştim ki onun
yolunu izleyeyim. Nimetlerinden dolayı hamdettim. Ancak ilahi neseb sayesinde bu
gerçeği keşfedebildim…

...onlar (Vera sahipleri) melekleri yaralamaz. Babaları Adem hakkındaki


suçlama nedeniyle onlara sataşmadıkları gibi meleklerin karşısında saygılı
davranırlar. Üstelik Hakkın mertebesini tercih edip doğru bilgiye ulaşmaları nedeniyle
melekleri mazur sayarlar...

Yokluğuna dön; çünkü yokluk senin kadimliğinin niteliğidir ve Allah onda


senden razıdır. Hakka itaat edip de ölen kimse ölmemiştir.


Senin halka dönük bir zahirin, hakka dönük bir batının vardır. Hak ne zaman
senin zahirinde zuhur ederse, halk nezdinde ki saygınlığın ortadan kalkar.

Bu senin için mutluluktur. Çünkü seni hak ile baş başa bırakmış olurlar.

Kul Hakkın nezdinden ayrıldığında, ona hizmet edilir ve saygı gösterilir. Hakkın
yanına girdiğinde, çok özel kişilerden başka kimse onu bilmez, saygı göstermez.

Hak onu terbiye etmiş, halk da onu yalnız bırakmıştı. Ay’ı tutulmuş, kaderi
sinmişti.

Kimse ona bakmıyor, aldırmıyordu. Sevenleri onu terk etmiş, arkadaşları ona
öfke besliyorlardı. Allah dilerse bu, onun için bir arınma ve temizlenme vesilesiydi, ki
her şeyi bilen ve her şeyden haberdar Allah’ın yardımıyla varoluşunu gerçekleştirsin.

Aslından ayrılıp çıkan gariptir. Gurbetin acısı da şiddetlidir.


Bedbaht insan ahirette gariptir, mutlu insan da dünyada gariptir. Ne mutlu
gariplere. Aslından ayrılıp çıkan gariptir.

Üç diyen değil, Allah üçün üçüncüsüdür diyen kafir olmuştur. Şayet Allah ikinin
üçüncüsüdür demiş olsaydı doğru söylemiş olurdu. Allah'ın üçüncüleri olduğu iki kişi
hakkında ne düşünebilirsin ki? Allah onların üçüncüsü olmakla, hicret ederken
mağarada onları koruduğunu kast etmiştir.

Nasihat edip doğruyu söylemeye devam ettikçe, alem-i imkanda dostum


kalmadı.

Allah’ın kitabında, her yerde gece gündüzden önce zikredilir.

Peygamberlerin isrası (gece yolculuğu/miracı) onda gerçekleşmiştir. Faydalar


gece elde edilir. Hak gece vakti kullarına tecelli eder. Gece, takdirlerin akısı altında
yaşanan bir sükut vaktidir.

Gece gayedir. Çünkü gece iddianın yokluğudur; ne varlık kalır, ne sekil.



Allah, Kuran'ı azim diye nitelediği gibi, Hz Peygamber'in yaratılışını da azamet
özelliğiyle nitelemiş, bu nedenle Kuran Hz peygamber'in ahlakı olmuştur. Bu yüzden
ümmetinden kendisine yetişememiş kimselerden onu görmek isteyenler, Kuran'a
bakmalıdır. Bir insan Kuran'ı Kerim'e bakarsa, ona bakmakla Peygambere bakmak
arasında hiçbir fark yoktur. Böylece Kuran-ı Kerim adeta bir beden suretinde inşa
edilmiş de ona Abdulmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed denmiştir. Kuran-ı
Kerim, Allah'ın kelamı, kelam ise O'nun niteliğidir. Böylece Muhammed (a.s.) de
Allah'ın sıfatı olmuştur.

Göz yaşlarını döker, kalp hüzünlenir; ama biz rabbimizin razı olduğundan
başka bir şey söylemeyiz. Allah’a yemin ederim ey Đbrahim! Biz senin ayrılığından
dolayı üzülüyoruz. (Hadis) Sa’d O’na: -Ya Rasûlullah bu nedir? Dedi. Buyurdular ki:
-Bu Allah’ın kullarının kalplerine yerleştirdiği rahmettir. Allah ancak merhametli
kullarına merhamet eder.
O halde ölüye ağlamak mubahtır; bağırıp çağırmadan, feryat etmeden. Bunları
kız kardeş olarak sana aktarıyorum ki, günah olmadığını ve sorguya çekilmeyeceğini
bilerek göz yaşını akıtıp yüreğini ferahlatsın. Eğer sevabını Allah’tan umarak
sabredersen, ecrini Allah verecektir ve büyük bir ödül kazanacaksın.


Biz aşktan sudur ettik

Aşk üzerine yaratıldık

Aşka doğru yöneldik

Aşka verdik gönlümüzü




Aşk içinde yanıp yıkıldılar şaşırdılar yolları.

Ah bir bilseydim, bir bilebilseydim. Hangi kalbe sahipler acaba biliyorlar mı? Ah
gönlüm bir bilseydi, bir bilebilseydi. Hangi yollara düştüler,nasıl aştılar dağları. Sen
sağ salim mi görüyorsun onları? Ya da helak olmuş yok olmuş gibi mi onları? Hayrete
düştüler o aşıklar geçtiler kendilerinden. Aşk içinde yanıp yıkıldılar, şaşırdılar yolları.

Đman kalplerin amelidir.

Ey Oğul!.

Yaptığın amellerde ki kasdın nereyedir? Sen Hakkın nezdinde takdim


ettiklerinden başkasını bulamazsın. Halbuki sen bütün menzilleri bildin. Ya tam bir kul
veya noksan bir kul. Đşte bu tilâveti güzelce tefekkür et. Hayatının bütün safhalarında
tilâveti kendi nefsine uygula!. Billahi, Lillâhî, Mallâhi, Fillahi, Đlâllâhi ve Anillâhî hareket
et. Hep tâyin edilen bu sınır üzere ol! Bütün hareketlerinde Billahi, Lillâhî, Mallâhi,
Fillâhî, Đlâllâhi ve Aniliâhî olmaya gayret göster! Şimdi bu kelimelerin mânâlarını izah
edelim ki Murid kendi nefsini hangi mertebede olduğunu gözetebilirsin.
Billâhî; Hakkın kulun yaptığı bütün işleri üstlenmesi, Lillâhî; kulun işlediği
herşeyi yalnız Allah için yapması, Mallâhî; müşâhade ve murakabe de hep Allah ile
olduğunun şuurunda olmak, Fillâhî; Allah'ın sanat eserlerini tefekkür etmek, Đllallahi;
yalnız Allah'a yönelmek ve Onu kasd etmek, Anillâhî; sadece Allah'a karşı mükellef
bulunmak. işte Ey Oğul!.. Hakk'ça okuman böyle olmalı. «(Zira O) gizliyi de gizlinin
daha gizlisini de bilir.» (Tahâ Sûresi, Âyet:7) Onun razı olmadığı bir ameli sende
müşâhâde etmesin.

Ey Oğul!. Senin fiilini de, âlemde olup biten herşeyi icâd eden faili hakîki
'O'dur. Böyle olmasına rağmen, Hakka karşı hep edebini takın ve hazret-i ilâhinin
iktiza ettiği tâ'zîm ve saygıda kusur etmemeye gayret sarf et. Bil ki; Ey Oğul!.
Đnsanların işledikleri fiillerin tamamını Allah Subhânehû yarattı. O fiilleri Mahmud ve
Mazmum olmak üzere ikiye ayrıdı. Mahmud ilâhî övgüye mazhar olan fiillerdir.
Mazmum da ilâhî yermeye müstehâk olan fiillerdir. Öyle ise bulunduğun an içinde
işlemekte olduğun amellere bak, eğer o amel mazmum ise, bil ki sen o anda gazaba
uğramışlardansın. Ve Allah'a yönelerek nasuh tövbe et. Eğer işlemek arzusunda
olduğun amel Mahmud ise, bil ki sen Mahbub'sun ve buna şükürle mukabelede
bulun.

Ey Oğul!. Hakkın razı olmadığı bir amel işlemek işlediğinde kendi nefsine zem
etmek ve taksirlikte bulunmakla sorgula. Zira sen böyle davranmakla Hakk tarafından
mükâfatlandırılırsın. Bilâkis bu davranış Tevhidin de hakikâtidir. Zira edebli olmayı
gerektirmeyen Tevhîd Tevhîd değildir. Eğer kusurların senden türediğini görmezsen,
o kusurlardan dolayı nefsini yadırgamazsan ve işlemiş olduğun o kötülüklerden
pişman olmazsan senin tevben sahih değildir. Tevbe etmediğin zaman da sen
Mahbub olamazsın. Ve bu hakikâtlerden de dünyada ne de âhırette sana hiçbir fâide
vermez.

Ey Oğul!. Okumakla tâbir ettiğimiz fiilîn Billâhî Mertebesiyle sudur ederse, sen
Mahv sahibi müşahade edicisin. Fiilin Ma'llâhi Mertebesiyle zahîr olursa sen hâl
sahîbi muridsin. Fiilin Fillâhî mertebesiyle mevcûd olursa, sen Đsbât sahibisin. Fiilin
Đllâllahi Mertebesiyle vaki olursa, Himmet sahibi Arifsin. Bu makamları Allah
Subhânehû bize ve sizlere müyesser kılsın. Hepimizi bütün afatlardan muhafaza
eylesin. AMĐN.


"...Artık beni kendinde arayıp yorulma! Beni dışarıda arayıp rahatını kaçırma!
Aramaktan da vazgeçme, yoksa bedbaht olursun. Bana kavuşuncaya kadar beni ara,
böylece yükselirsin. Fakat beni arayışında edepli davran. Yoluna girerken, bilinçli ol.
Beni ve seni ayırt et. Çünkü sen beni göremezsin, sadece kendini görürsün..."

Zevkimizin putuna tapınmaya devam ettik. Şehvetlerimizin dizginlerini sonuna


kadar salıverdik. Allah’ın hudutlarıyla ilgili olarak alabildiğine aşırı gittik; sanki Allah
tarafından bir güvencemiz varmış, sanki tehditlerinin bizi kapsamayacağına ilişkin
olarak Allah bize söz vermiş gibi.

O şahısların doğrulukta derin izleri vardır. Onlar Himmet vasıtasıyla öldürürler.


Himmet doğruluk demektir.


Dediğimizi anlayamaz
Himmet sahibi olandan başkası

Vehmin tasallutuna uğrayan adamın durumu, iki yüksek duvarın üstüne bir
karış enindeki tahtayı koyup bir duvardan diğerine geçmek isteyen şahsın haline
benzer.

Bu adam iki duvar arasına koyduğu tahtanın üstüne çıktığında altına bakar ki
çok yüksekte olduğunu anlar. Ve hep hayâlinde şimdi düşerim diyerek hayâl kurar...
Artık öyle bir hâle giriftar olur ki o yükseklikten yere çarpı verir. Halbuki bu adam daha
önceleri bir parmak kalınlığındaki bir nesnenin üstünde o yüksekliklerde yürürdü. Ve
onun düşmesi vakî değildi. Vehim, olmamış bir şeyi olmuş gibi kabullenmektir. Bu
adam mevhum düşmeyi hayâline sokup sonunda gerçekleştirdi.
Müridlere araz olan haller de bu bölümdendir.

“Her kim…iyi olan işlerden yaparsa…” kötülüklerden arınarak ve güzelliklere


bürünerek salih ameller işlerse “mümin olarak…” hakiki imanla inanmış biri olarak
bunları gerçekleştirirse “korkmaz…” elde ettiği kemalattan bir şeyin eksilmesinden,
bulunduğu mertebede asli istidadının gerektirdiği hakkının kısılmasından korkmaz.


O’na dua ettiğin zaman, O’ndan duanın kabulünü iste; çünkü O, kendisinden
icabet istemeyenlerin duasına icabet etmez. Eğer icabet istemeden sadece dua
ederse, bu dua, dua etmemiş olmaktan farksızdır.

Konuşma kudreti varken kişinin bildiği bir şeyi söylemekten kaçınması nefse
en ağır gelen şeylerden biridir.

Đki iş arasında mütereddit kaldığın zaman nefse daha ağır gelenini tercih et.
Zira nefse haktan gayrısı ağır gelmez.

Yahudi bilginlerinden birisi bize şöyle dedi: ‘Sizin birlikte bir nasibiniz yok!
Kitabınızın sureleri B ile başlıyor.’ Ben de şöyle yanıt verdim: ‘Sizin ki de öyle! Çünkü
Tevrat’ın ilk harfi de Ba’dır.’

Bunun üzerine sustu kaldı ve başka bir şey söyleyemedi. Çünkü Elif ile asla
başlanamaz.


Zahir ve batın, birbirinden ayrılmayan ikiz kardeşlerdir.

“…Allah’a karşı kibirlilik edenin karşısında kibirlen, çünkü senin mütevazılığın


budur. Kibirlenenlerin büyüklenmeleri karşısında, bunun Allah’tan olduğunu bilsen de
tevazu gösterme. Çünkü büyüklük O’nun bir sıfatıdır…”

Đsteme; çünkü istemek yazılanı değiştirmez. Ancak isteğin yazılanla ilgili


olması başka.


Yüce şari (kanun koyucu-Hz Peygamber) bize kaza ve kadere razı olmamızı
emretmiştir, takdir edilene, hükme bağlanana değil. Bu ise Hak tealayı seçmektir,
seçtiğini değil.

Şunu diyemezsin: Allah’ın benim için takdir ettiği günahlara razı oldum.


Allah'ın kazasından razı olan kimsenin kazanın gereğinden de razı olması şart
değildir. Kaza Allah'ın hükmü ve hoşnut olmamızı emrettiği şeydir. Onun gereği ise
hakkında hüküm verilen şeydir ve dolayısıyla ondan hoşnut olmamız şart değildir.

..Oysa gerekli çaba sarfedildikten sonra ulu huzura yaraşır şekilde kusuru itiraf
etmek gerekir. Sarhoşluk (sekr) hali galip geldiği için " Eğer sonradan olma varlık
görüşünün kirliliğiyle görürse, ben kadim cemale hücum ediyorum" diyenin
safahatından uzak dur. Bu sözün Allah erleriyle bir ilgisi yoktur. Bu bir şatahat-tır ve
onu söyleyen o sırada bu halde bulunmuştur. Hakikatler kesinlikle reddeder bunu. Ya
da "cehde ile vasıl olacağını sanan kendini boşuna yorar" diyenin sözüne de
aldanma. Bu adam bir keresinde de şöyle demiştir: "Cehdsiz vasıl olacağını sanan,
kuruntuda bulunmuştur." Burada seni teşvik ettiğimiz çaba sarfetmeye, iyi niyetle
amel etmeye işaret ediliyor, ki vasil olmak ancak Allah'ın rahmetiyle olabilir.Nitekim
yüce Allah kuruntu edenler hakkında şöyle buyurmuştur: " Ve ğarretkumu'l emaniyye
/ Kuruntular sizi aldattı."(Hadid, 14) çaba sarfedip yorulanlar hakkında da şöyle
buyurmuştur:
"ve ni'me'l ecru'l amilin /Đyi amelde bulunanların mükafatı ne güzelmiş!"
(Zümer, 74) " vellezine cahedu fina lenehdiyennehum subulena/ Ama bizim
uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz." (Ankebut, 69)
Burada çaba sarfedip yorulanlara yönelik bir övgü vardır. Yorulmak, ibadet etmek için
çaba sarfetmek kaçınılmaz olduğuna göre, böylesi daha evladır.

Eğer kişide cehdden kaynaklanan yorgunluk var ise ve kendisi de iddiasından


vazgeçip cehdin sonuçlarına önem vermiyorsa, bu bakımdan bütün amellerinden bu
duyguyu hali kılıyorsa, o rabbani nefha-lardan birine maruz kalır. Çünkü boyun
eğdirmenin etkisiyle yapılan ibadetler genel Fakihlerin özelliğidir. Allah onları
hakikatlere karşı kör kılmış ve onlara denilmiştir ki: Bu dünyada önceden salih
ameller gönderin ki onları ahrette karşınızda bulaşınız... Bunlar bize göre cahildirler.
Bu gibi kimselere yükümlülük ismine uygun olarak yöneltilir. Bu yüzden ibadetleri eda
ederlerken, ancak Allah' ın bildiği bir ağırlık ve yüksünme çöker üzerlerine. Çünkü
mabudlarım hakkıyla bilmezler. Nefislerinin şehevi arzularıyla, kısa ve uzun vadeli
hazlarıyla meşguldürler. Ama gerçek sufiler dediğimiz bu zümrenin ibadet etmeleri,
ilahi boyun eğdirmenin bir sonucu değildir. Aksine, amele ve sonuçlarına fena
olgusunun hakim olduğunu müşahede eder biçimde şükür mahiyetinde ibadet
ederler. Đleride sevap olarak karşılarına çıksın, kendilerine ödül olarak verilsin diye
amel etmezler. Aksine onların amel etmelerinin sebebi, efendinin onlara: "Amel edin!"
demesidir. Onlar, amel ederler ve amellerini takdim ederler. Kabul veya reddetmek
Efendiye aittir. Teklif bunlara yönelik değildir. Teklifin anlamı bunlardan kaldırılmıştır.
Yani onlar ibadet ederken, salih amellerini sunarken bir ağırlık, bir yüksünme
hissetmezler. Çünkü ma-budlarını irfan derecesinde bilirler, kendi nefislerinin hakları
yerine Onun haklarını eda etmekle meşguldürler. Kendileri için bir ecir talep etmeleri
tasavvur edilemez.

Bu durumda ahiret yolunda kendilerinden istifade ettiğimiz şeyhlerimiz


arasında sözünü ettiğimiz ümmetlerden de kimseler vardır. Örneğin Fas şehrinde bir
duvarın üzerinde bir oluk gördüm. Oluktan yere su akıyordu, tıpkı Ka'be'nin oluğu
gibi. Onun ibadetini fark ettim. Onunla birlikte bu ibadeti yerine getiririm diye kendimi
zorladım.Bunlardan biri de kendi gölgemdir. Gölgemden iki ibadet türünü aldım, ki bu
iki ibadeti yerine getiriyordu. Bunun gibi bir çok örnek vardır. Hayvanlara gelince;
onlardan da şeyhler vardır, dedik. Onlardan güvendiğim şeyhlerimiz arasında at
vardır. Ki atın ibadeti çok ilginçtir. Şahin, kedi, köpek, pars ve balansı da bu
şeyhlerdendir. Ne kadar uğraştıysam, onların ibadetlerini onların düzeyinde yerine
getirmeye güç yetiremedim. Sadece kimi zaman onlar düzeyinde bu ibadeti
yapabilirken, kimi zaman da yapamadım. Ama onlar her an bu düzeyde ibadetlerini
gerçekleştirirler. Üstelik benim kendilerinin efendileri olduğuma da inanarak beni
ayıplıyor, kınıyorlardı. Onlara özgü ibadeti yerine getirme hususunda eksik kaldığımı
gördüklerinde bana karşı sert davranırlardı. Hatta bazıları bana öfkeleniyordu. Öyle ki
bu öfkesi Allah'ın dinine ilişkin gayretini perdeleyecek düzeyde olurdu. Bunun sebebi
de onların ibadeti ile ilgili eksikliğimdi. Asiliğim ve Allah'a karşı sergilediğim kötü
muamele yüzünden üzerlerindeki efendiliğim de kaybolurdu. Üzerlerindeki itaatim de
zail olurdu. Ben de onları bu hususta mazur görür ve ihdaslarından dolayı onların
ihlasını teslim ederdim. Çünkü Hz. Ebubekir(r.a) halife olduğu zaman şöyle demiştir:
"Allah ve resulüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Eğer isyan edersem, bana
itaat etmeniz gerekmez." Hiç kuşkusuz Ebubekir (r.a) gerçeği söylemiştir. Ey dostum!
Köpek, sürüngen ve yırtıcı hayvan ümmetlerinden biri sana eziyet ederse veya bitki
ümmetinden bir odun ya da yaprak seni incitirse yahut üzerine tökezlemen, bir
duvardan üzerine düşmesi veya bir çocuk yahut bir adamın bir şeyden dolayı sana
atması sonucu bir taştan sana eziyet ilişirse ve taş sana yönelirse öfkelenme, insaflı
davran ve içinde bulunduğun o hal ekseninde kendi nefsine bak. Allah'ın nefsi
denetleme ve sürekli olarak huzurda tutma hususunda emrettiği adalet terazisini
onun için kur. O zaman mutlaka kendinde sana yöneltilen ve bu esasa göre
gerçekleştirdiğin ibadetle ilgili bir kusur veya aşırılık bulacaksın. Đşte bu kusur ya da
aşırılıktan dolayı hayvandan, bitkiden veya taştan eziyet görmüşsündür.

Allah'tan bağışlanma dile, tevbe et, ihlaslı ol ve bir daha bu kusur ve aşırılığı
işlememeye azmet. Eğer bu bağlamda sakınırsan, seni inciten bu varlık, seninle
konuşacaktır ve buna da sen keramet adını verirsin. Oysa bu gerçekte keramet
değildir. Sadece bu gerçeğin farkına varmandan, tevbe etmenden ve varlıklarla uyum
mekanına kaçıp sığınmandan ibarettir.

Gerçek keramet istikamet üzere olmaktır.

Himmet üç mertebedir" demişlerdir: Đkaz himmeti, irade himmeti ve hakikat


himmeti.


…Marifet himmete tasarruf imkanı bırakmaz. Đnsanın marifeti arttığında,


himmet vasıtasıyla tasarrufu eksilir.

Arif alemde himmet ile tasarruf ederse, bunun nedeni, kendi iradesi değil, ilahi
bir emir ve zorlamadır.

Allah onları serbest bırakırsa, mutlaka yaratıklarından gizlenmeyi ve Allah'a


yönelmeyi yeğlerler. Onların halleri mertebelerini kendilerinden bile gizlemek
olduğuna göre-nerede kaldı başkaları!-onların korunma menzillerini açıklamamız
gerekti.

En iyisi; insanın teslim olması, Hakka teslim olmayı dilemesi ve sırf nefsiyle
meşgul olması, onu bulunduğu mertebeden daha iyi bir mertebeye yükseltmeye
çalışmasıdır. Đşte varlığın hakikatlerine ulaşmış said/mutlu insan budur. Bu sırları
lafızlara dökme-yip gizleyenler, yabancılar farkına varmasın diye onları saklayanlar,
himmet neticesinde bir takım eserlerin meydana geldiğini söyleyenler, her zaman bu
metotlarını devam ettirirler. Tâ ki fehvanı (anlamsal) makamlardan yakınlığa
erişmişlerin mertebesindeki yüce ruhaniler kendi elleriyle parlak alametleri onlara
gösterinceye kadar. Bu makamda ise yazılı kutsal kitablar vardır. Böylece bu sırların
sahipleri bildikleri hakikatlere dair gerçek şahidler görmüş olurlar. Bu vasıftan başka
bir vasfa intikalin ne büyük bir aşama olduğunu anlarlar. Bu intikalin ayırıcı özelliği,
sırrı gizleyenin sırrının artık ortaya çıkması, düğümün çözülmesidir. Kilidinin açılması,
bağının çözülmesidir. Böylece bu diğerinin himmetleri de aynı noktada birleşir. Çünkü
teklik hakikatini görmüştür. Her ikisi tekten başka bir şey görmezler. Bütün etkiler ve
eserler hakikate dayanır böylece. Bazen döndürmek şeklinde tezahür ederken,
bazen de bu himmetler doğrudan O'ndan gelmiş gibi belirginleşir. Çünkü hakikate
bütün yönleriyle yönelmiştir, bilmese de. Her himmeti istemiştir, bizzat ulaşmasa da.
Telaffuz edemese de bütün lisânlarla konuşmuştur. Bu ne dehşetli bir hayret ve ne
çetin bir hasrettir! Perde açıldığı zaman, gözle bütünleştiği zaman. Ay ve güneş bir
araya geldiği, eser sahibi eserde zuhur ettiği ve de çıplak gözle görüldüğü zaman!
Onlara suretlerde belirdiği, tuzağı kuran tuzağa düştüğü, iman edenin kazandığı,
inkar edenin de kaybettiği zaman! Đlâhî hitap, en kutsal lisânla ve ihlâs diye ifade
edilen bir ibareyle yönelmiştir. Dolayısıyla alacağı ödül için değil, ibadetini ihlâsla
sunan, her türlü sapıklıktan uzak hanîf yolunu izleyen, ilâhî yakınlık mezhebine
intisab eden kimse, emri yerine getirme sorumluluğunu gerçekleştirmiş olur. Böyle bir
kimse nur alemine mensub olur, ücret alemine değil. "Allahu nuru'ssemavati ve'l ardi /
Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr, 35) "Lehum ecruhum ve nuruhum /Onların
ücretleri ve nurları verilir." (Hadid, 19) "Nuruhum yes'a beyne eydihim / Onların
önlerinden nurları gider." (Tahrirn, 8) Nur, "Ben sizin rabbinizim",der, onlar da Ona
tabi olurlar.

You might also like