Professional Documents
Culture Documents
Postmodernizm
ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
AVA | nirengikitap
Fredric Jameson) Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin KOltOrel M antığı
Marksist edebiyat kuramcısı, edebiyat eleştirmeni ve teorisyeni Jameson 1934 yı
lında Cleveland, Ohio'da doğdu. Münih ve Berlin'de okudu, Yale Üniversitesinde, Je-
an-Paul Sartre üzerine doktorasını yaptı.
Jameson 1950'li yıllarda Amerika'da o zamana kadar çok tanınmayan Batı Mark-
sizmi’nin dogmatik olmayan bir yorumunun tanınmasını sağladı. Böylece, Birleşik
Devletlerde Yeni Sol un gelişmesine katkıda bulundu. Jameson, bir Marksist ola
rak geç dönem kapitalizm koşullarında Marfcsizmi eleştirel olarak yeniden kullanı
ma sokmaya yönelmiştir.
Jameson ın, toplumsal ve tarihsel Bütünlük {"Bütünseltik") temelli Yeni-Marksizmi,
Marksist politik ve teorik düşünce içinde, Hegei’in İçkin Beştiri (İmmanennte Kritik)
kavramının etkisinde ortaya konulmuştur. Bunun yanı sıra,Georg Lukâcs'ın, Emst
Bioch'un.Theodor Adomo'nun, Walter Benjaminin, Herbert Marcuse'un ve Sartre'ın
Jameson üzerinde belirgin bir etkisi vardır.
Jameson, romandan videoya; masallardan postmodernizme farklı alanlarda ele al
dığı konular hakkında ilgi çeken metinler oluşturdu. ABO'de Duke Üniversitesi' nde
çalışmalarını sürdüren jameson, günümüz düşünce dünyasının en etkili isimleri
arasında sayılıyor.
Türkçedeki kitapları şunlardır Marksizm ve Biçim ÇYKY, 1997), Dil Hapishanesi{YKY,
2002), Biricik Modernite (Epos, 2004), Kültürel Dönemeç (Dost, 2005), Modernizm
ldeolqisi( Metis, 2008), Ütopya Denen Arzu (Metis, 2009)
Nirengi Kitap: 6
İnceleme: 2
Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin KOltOrel Mantığı
I.Baskı: M art 2011 (1000 Adet)
ISBN: 978-605-5515-27-0
NİRENGİ KİTAP
Birleşik Dağıtım Kitabevi
Bayındır Sokak, No: 6/33 Kızılay, Ankara
T. 312 431 89 60 F. 312 43219 65
W. nirengikitap.com
Fredric Jameson
Postmodernizm
ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
Postmodernism, or, The Cultural Logic of Late Capitalism
| nirengikitap
Mitchell Lawrence için..
İÇİNDEKİLER
9 G iriş
27 KÜLTÜR
Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
99 İDEOLOJİ
Postmodern Kuramları
117 VİDEO
Bilinçdışından Yoksun Sürrealizm
153 MİMARİ
Dünya Sisteminde Uzamsal Karşılıklar
195 TÜMCELER
Okuma ve İşbölümü
225 UZAM
Ütopyanın Sonunu İzleyen Ütopyacılık
259 KURAM
Postmodern Kuramsal Söylemde İçkinlik
355 EKONOMİ
Postmodern ve Piyasa
381 FİLM
Şimdiki Zaman Özlemi
405 SONUÇ
İkincil Bakışlar
555 Dizin
G İRİŞ
Postmoderruzmin ne olduğunu
kavrayabilmenin en emin yolu, onu herşeyden önce, tarihsel yönden
düşünmeyi unutmuş bir çağda, yaşanan zaman üzerinde tarihseld bir
bağlamda düşünmeye yönelik bir girişim şeklinde ele almaktır. Bu
durumda postmodemizm -seçmiş olduğumuz eğilime bağlı olarak-
ya derinlerde yatan bastırılamaz tarihsel bir dürtüyü -çarpık bir bi-
çimde- "ifade eder" ya da etkili bir biçimde "bastırır" ve saptırır. Böy-
lece postmodemizm, postmodem bilinç herşeyden önce, değişimlerin
ve modifikasyonların salt belirlenmesinden oluşan kendi olasılık du
rumunun kuramsallaştmlmasından öteye varamaz. Modemizm de,
benzer bir tutkuyla Yeni üzerinde düşünmüş ve onun doğuşunu iz
lemiştir (bu bağlamda, tarihsel zamanı durduran fotografiye yakın
kayıt ve yazım cihazlarını icad etmiştir); oysa postmodemizm, kopuş
ların, yeni dünyaların değil, olayların bir kez öyküsünü anlattıktan
sonra, artık aynı olmayan "an"ın, Gibson'un deyişiyle "Herşey tümüy
le değiştikten sonra"nm1 ya da daha doğrusu, şeylerin temsilindeki
değişikliklerin ve tersine çevrilemeyen değişimlerin peşindedir. Mo
demler, bu değişimlerden sonra ortaya çıkması gereken sonuçlar ve
bunların genel eğilimleri ile ilgileniyorlar, ütopyaa ve öze yönelik bir
yaklaşım içinde şeylerin kendilerini düşünüyorlardı. Bu bağlamda
postmodemizm, Benjamin'in belirtebileceği gibi daha biçimsel ve daha
"mesafeli" dir; yalnızca değişkenlikleri anı anma izler ve içeriğin yal
nızca daha "daha çok imgeler" anlamına geldiğini çok iyi bilir. Daha
1 William Gibson, Mona Lisa (Altın Kitaplar, İstanbul: 2004). Çoğumuz için postmodernizmin ol
masa bile, geç kapitalizmin en üstün yazınsal ifadesi olarak "cyberpunk" üzerine kitapta bir bö
lüm ayrılmamış olmasına yerinmenin tam yeri.
sonra açıklayacağım gibi, Modemizm'de, eskiye, arkaik çağlara ait bir
"doğa"nın ya da "varoluş"un kalıntılarının bulunduğu birtakım bel
geler hala vardır. Kültür, henüz bu doğa üzerinde bir etkide buluna
bilmekte ve bu "gönderge"yi dönüştürebilmektedir. Postmodemizm
ise, modernleşme süreci tamamlanıp söz konusu doğa geri gelmemek
üzere silindiğinde ortaya çıkar öncülünden çok daha insanca, çok da
ha insana özgü bir dünyadır, ancak bu dünya içinde kültür, değişken,
"ikincil bir özellik" halini almıştır. Gerçekten de, kültürün geçirdiği ge
lişim, postmodernizmin izlenişinde önemli ipuçlarından birini oluştu
rur: Evrenin (yani, metalar evreninin) geniş boyutlarda açılımı; Reel'in
geniş boyutlarda ve tarihsel yönden özgün bir biçimde kültüre işleyi
şi; Benjamin'in daha o dönemde gerçekliğin "estetize edilişi" adını
verdiği sürece doğru büyük bir atılım (Benjamin, bunun faşizm anla
mına geldiğini savunuyordu. Oysa biz bunun yalnızca bir eğlence;
şeylerin yeni düzeni karşısında olağanüstü bir hezeyan, metalara doğ
ru bir akın, nesnelerle, temsillerimizle ilgili, zorunlu olarak nesnelerin
neden olmadığı bir coşku, ruhsal bir salımmın uyandınlması olduğu
nu biliyoruz). Bu nedenle postmodem kültürde "kültür", kendi içinde
bir ürün olmuştur; pazar, kendi kendisinin ikamesini gerçekleştirmek
te ve gerçek anlamda, kapsamına aldığı nesnelerin herhangi biri ka
dar metalaşmaktadır: Modemizm, henüz, minimal ve taraflı bir yak
laşımla metalaşmaya ve onun kendini aşma çabalarına bir eleştiri
getirebiliyordu. Postmodemizm ise bir süreç olarak, salt metalaşma-
run tüketimidir. Bu nedenle, süper devletin "yaşam biçimi", primitif
animizmlerin ya da ilkel anlamda idollere tapınmanın en gelişmiş tek
tanrıcı biçimi olarak Marks'ın tanımladığı "meta fetişizmi" ile ilişkili
bir konumda yer alır. Gerçekten de, postmodemizm üzerinde çalış
malar yapan yetkin herhangi bir kuramcı, Horkheimer ve
Adomo'nun iyi bilinen "Kültür Endüstrisi" kavramı ile MTV ya da
gürültülü reklamlar ile 1950/lerin televizyon dizileri arasındaki ortak
noktalan mutlaka farkedecektir.
Bu arada "kuram"ın kendisi de bir değişim geçirmiştir ve bu gi
zemle ilgili kendi ipuçlarını sunmaktadır. Postmodernizmin en çarpıcı
özelliklerinden biri de onun, bugüne değin birbirinden çok farklı alan
lar olarak görülen -ekonomik tahminler, araştırmalar, kültür eleştirile
ri, yeni terapiler, pazar araştırmaları, uyuşturucular ve aşın hoşgörü
konusundaki (genellikle resmi kaynaklı) yerinmeler, sanat gösterileri
ya da ulusal film festivalleri üzerine incelemeler, dinsel canlanmalar
ya da kültler- üzerine yapılan taraflı analizlerin,yeni kurgusal bir tarz
içinde "postmodemizm kuramı" olarak adlandırabileceğimiz bir koa
lisyon oluşturabilmesidir ve böyle bir bütünleşme, kendi içinde belli
bir incelemeyi gerektirmektedir. Postmodemist kuram açıkça, kendi
sınıfının üyesi bir sınıftır; bu çalışmayı oluşturan bölümlerin, bu tür
bir postmodem kuramın doğası üzerine araştırmaları mı, yoksa yal
nızca bu kuramın örneklerini mi oluşturdukları konusunda açıkça
herhangi bir yargıya varmak istemiyorum.
Kısmen özerk ve göreceli olarak birbirinden bağımsız bir dizi belir
ti ya da özelliği sergileyen postmodemizmle ilgili kişisel yorumumu,
tarihselciliğin yitimi gibi tek ve benzersiz biçimde ayrıcalıklı bir belirti
ile sınırlamamaya çalıştım. Kaldı ki tek başma bu belirti, hiç bir zaman
tam da isabetli bir biçimde postmodernin varlığını göstermez ve bu
durum köylüler, sanat kuramcıları, çocuklar, liberal ekonomistler ve
analitik filozoflar tarafından da eşit ölçüde gözlemlenebilir. Ne var ki,
genel herhangi bir bağlamda "postmodemizm kuramı"nı, artık müz
minleşen -tabii eğer farkındaysanız- ve düzelmeye yönelik olarak
zaman zaman ve belirli aralıklarla, ancak umutsuz bir biçimde ortaya
çıkan girişimleri belirleyen tarihsel sağırlık konusuna yönelmeden ir
deleyebilmek olanaklı değildir. Postmodemizm kuramı, gerekli araç
lar olmadan ve artık bir "çağ" ya da Zeitgeist, "sistem" ya da "mevcut
durum"un bulunup bulunmadığından bile emin olmadığımız bir ko
numda, içinde yaşanan çağın sıcaklığını ölçme girişimlerinden biridir.
Bu nedenle Postmodemizm kuramı, hiç değilse ilk ipucu olarak belir
sizliği seçebilme ve bu "Adriane'm İpi"ni bir labirente değil de belki
bir ceza sömürgesine ya da belki de bir alışveriş merkezine kadar iz
leyebilme bilgeliğine sahip olduğu ölçüde, diyalektik bir süreçtir. Bu
nunla birlikte, bir mahalle uzunluğunda devasa bir Claes Oldenburg
termometresi, sürecin bir meteor gibi aniden gökyüzünden düşen gi
zemsel bir belirtisi olarak kabul edilebilir.
Zira, şunu bir hipotez olarak kabul ediyorum ki, "modemist tarih"
postmodemizm döneminin (özünde, postmodemizm kuramının üze
rinde Achille Bonito-Oliva'nın geliştirdiği yorumun)2 ilk kurbanı ve
gizemli yokluğudur: Hiç değilse yakın bir geçmişe değin sanatta iler
leme ve sona erme (telos) nosyonu, en canlı, en parlak, en az budalaca
ve en az karikatürize edilmiş biçimi ile varlığını sürdürebilmiş ve ger
3
Michael Speaks bu konuyu çalışması Remodelling Postmodemism(s): Architecture,
Phitosophy, Literature'da geniş bir biçimde ele alıyor.
(ne var ki, bu kişilerin bu taşkınlıkları kendi içinde ilginç bir tarihsel
belirtidir) genel anlamda yeni bir kültür ancak, yeni bir toplumsal sis
temin yaratılmasını amaçlayan kolektif bir savaşım ile gerçekleşebilir.
Tüm postmodemizm kuramının temelinde yatan katışıklık (ki, ser
maye gibi bunun da kendi kendine içsel bir mesafede olması, yabancı
bir içeriğin dışsal yapısını kendi kapsamına dahil etmesi gerekir) sü
rekli olarak vurgulanması gereken dönemselleştirmenin gerçeğini,
yani, postmodernizmin tümüyle yeni bir düzenin ("post-endüstriyel
toplum" adı alfanda birkaç yıl önce medyada geniş yer kaplayan söy
lentilerin) kültürel başatlığı olmadığı, yalnızca kapitalizmin geçirdiği
başka bir sistematik modifikasyonun bir yansıması ve onunla birlikte
ortaya çıkan bir süreç olduğu gerçeğini olumlar. Bu nedenle, hiç şüp
he yok ki kendi eski ilahlarının (modemizm olduğu kadar aynı ölçü
de realizmin de) kalıntılan, bir varsayım ürünü olan ardıllarının gör
kemli örtülerine sanlmış bir biçimde yaşamlarını sürdürmektedirler.
Ancak, -anlatıların sonunun anlatısı olarak- anlatının bu önceden
kestirilebilir geri dönüşü, tarihsel "telos"un ölümü üzerine yapılan
tahminlerin ortasında tarihin bu geri dönüşü, postmodernizmin özel
likle dikkat gerektiren ikinci özelliğini, yani; şimdiki zaman ile ilgili
herhangi bir gözlemin, gerçekte nasıl şimdiki zamanın arayışı içinde
harekete geçirilebileceğini ve görünmez bir biçimde nasıl kendi ku
ranıma ve kuramın kendisine dönen postmodemin derinde yatan
mantığının bir belirtisi ve bir göstergesi olarak işlevsellik kazanacağı
nı da gösterir. Yüzey için gösterebileceği bu tür herhangi bir "derinde
yatan mantığın" artık bulunmadığı bir belirtinin hastalığın kendisini
(ve hastalığın da belirtiyi) oluşturduğu böyle bir durumda başka nasıl
olabilirdi? Ancak, şimdiki zaman kipinde gerçekleşen herşeyin,
postmodemin benzersizliğinin ve insanlık tarihi içinde yer alan daha
eski hareketlerden köklü biçimde farklılığının kanıtı olarak gösterilen
bu cinnet gerçekten de zaman zaman kişiyi, sanki geçmişi tümüyle
unutmuş olmamızın, tanım açısından geçmişle karşılaştınlabilmesi
olanak dışı bir şizofrenik şimdiki zaman kipi üzerinde boş, ancak bü
yülenmiş bir tefekkür içinde tükendiği, kesinlikle kendi kendine gön
dermede bulunan bir patolojiyi barındırdığını düşünmeye itmektedir.
Bununla birlikte, daha sonra gösterileceği gibi, kişinin bir kopuşla
mı yoksa bir süreklilikle mi karşı karşıya geldiği -şimdiki zamanın,
tarihsel bir özgünlük biçiminde mi, yoksa yalnızca farklı koyun post
larına bürünen aynılığın uzantısı biçiminde mi algılanması gerektiği
ile ilgili karar ampirik olarak haklı gösterilebilir ya da felsefi yönden
tartışılabilir bir karar değildir. Zira, anlatılacak olan olayların algılanı
şına ve yorumlamşına zemin oluşturan, bir başlangıç sağlayan, anlatı
nın kendisidir. Bunu izleyen bölümlerde -pragmatik nedenlerden do
layı bunları zamanı geldiğinde açıklayacağım- postmodemin, kendini
kabul ettiği ölçüde olağan dışı olduğu ve daha etraflı bir biçimde
açımlanmaya değer kültürel ve deneyseld bir kopmayı oluşturduğu
savma inanmış gibi görüneceğim.
Bu, tek başına ya da temelde kendi kendini oluşturabilen bir pro
sedür değildir; ya da daha doğrusu, böyle olsa bile, formüllerinin de
önerdiği gibi bu tür prosedürler sık rastlanan olgular ya da olasılıklar
değillerdir (bunlar ve böylelikle de, bizzat kendileri, önceden tahmin
edilebilecekleri gibi, tarihsel inceleme nesnelerini oluştururlar). Adın
kendisi -postmodemizm-, oluşu, embriyo durumunda içinde muha
faza eden ve şimdi çoğul doğuşlarını yoğun biçimde belgelendirmek
üzere ilerleyen, bugüne değin birbirinden bağımsız olduklan kabul
edilen hareketleri kristalize etmektedir. Böylece adlandırma ediminin
somut bir biçimde yalnızca "cratylism" ve botanik alanlarında gerçek
leşmediği, zaman zaman da, üstyapıdan temellere doğru çakan bir
şimşeğin dipte kendi temelini oluşturan maddeleri parlak bir küme ya
da bir lav yüzeyini oluşturacak biçimde birbirinin içinde eritebildiği
ortaya çıkar. Aksi halde, inandırıcılıktan uzak ve her tür şüpheye açık
olabilecek bu deneyim -gerçekten de çeşitli şeylerin belki de geri çev
rilemez biçimde değişmiş gibi görünmelerine rağmen- şimdi bizim
tarafımızdan, başkalarının kullanarak gerçekliğini kendi kendilerine
olumladıklan bir sözcüğü kullanarak adlandırdığımızda, bizlerin üze
rinde bir yetke duygusunu uyandırır. Postmodemizm teriminin başan-
sırun öyküsünün hiç şüphesiz, bir best-seller formatında kullanılması
gerekmektedir: Neolojizmin icad ettiği bu sözcükler, iki korporasyo-
nun birleşmesinin gerçeklik etkisine sahip bu tür "neo" olaylar, yal
nızca üzerinde çalışma yapılmasını değil, aynı zamanda tümüyle yeni
bir "medya-leksikolojik" alt disiplinin geliştirilmesini gerekli kılan
medya toplumunun getirdiği yenilikler arasındadır. Neden böylesine
uzun bir süre postmodemizm sözcüğüne tam da farkında olmadan
bu denli gereksinim duyduk; neden birbiriyle uzlaşmayan, gerçek an
lamla birbirinden farklı kişiler terim ortaya çıkar çıkmaz onu kucak
lamaya koştular. Bu sorular -olanak dışı da olsa- kavranun felsefi ve
toplumsal işlevini tam olarak anlamadan ve bu bağlamda da, bu ikisi
arasındaki ilişkileri bir şekilde kavramadan açıklığa kavuşturulama
yacak gizemlerdir. Şimdiki durumda, birbiriyle rekabet eden bir dizi
formülasyonun (postyapısalcılık, post-endüstriyel toplum, şu ya da
bu Mc Luhancı terminolojinin) uygulandıkları alanlar (sırasıyla felse
fe, ekonomi ve medya) tarafından gereğinden fazla kesin çizgilerle be
lirlendikleri ve tanımlandıkları ölçüde yetersiz kaldıkları açıkça gö
rülmektedir: Bu nedenle, ima ettikleri anlamlar ne olursa olsun, post-
çağdaş yaşamın gerekli uzmanlık boyudan içinde aracı bir konuma
yerleşemezler. Bununla birlikte postmodern, gündelik yaşam ya da
günlük olanın uygun alanlarını kendi içine alabilmiştir: Salt estetik ya
da sanatsal olandan daha uçsuz bucaksız görünen kültürel tınısı4,
kendi doğasma uygun bir biçimde iktisadi olandan uzaklaşır, ama
aynı zamanda, daha güncel konumda ekonomiyi ilgilendiren malze
meyi (örneğin, pazarlama ve reklamcılıkta, ancak aynı ölçüde de iş
örgütlenmesi alanında) ortaya çıkan gelişmeleri yeni bir başlık altında
kataloglamak üzere biriktirir. Kaldı ki, yeniden kataloglama ve karşı
lıklı kodlama hiç de önemsiz edimler değillerdir; bu tür neolojizmle-
rin etkin işlevi -etiği ve politikası- bilinen tüm şeylerin yeni terimlerle
tekrar yazımı ve böylelikle modifikasyonlar, yeni ideal perspektifler,
kemikleşmiş duyguların ve değerlerin yeniden elden geçirilmeleri ile
ilgili olarak önerdikleri yeni çalışmalardan kaynaklanmaktadır: Eğer
"postmodernizm", Raymond Williams'm temel kültürel kategorisi
olan "duygu yapısı"nda belirttiği duruma karşılık veriyorsa (ve bu
noktada, Raymond Williams'm temel kategorilerinden bir diğeri olan
"tahakkümcü" bir niteliğe bürünüyorsa) bu durumu ancak derin bir
ortaklaşa dönüşüm aracılığı ile, eski sistemin yeniden elden geçirilme
si ve yeniden yazımı aracılığı ile elinde bulundurabilecektir. Bu işlem,
yeniliklerin ortaya çıkmasını sağlar ve entelektüellere ve ideologlara
yeni ve toplumsal yönden yararlı görevler verir: Modem, modemizm
ve modernlik (bu terimler üzerindeki kavrayışınıza bağlı olarak) sınır
layıcı, doyurucu olmayan ya da sıkıcı bulduğunuz herşeyden kurtul
ma konusunda belirsiz, meşum ya da heyecanlandırıcı vaadlerde bu
lunan yeni terimin bir diğer özelliğidir: Diğer bir deyişle, son derece
alçak gönüllü ya da yumuşak bir apokalips (daha önce de gerçekleş
miş olmanın sağladığı ek bir avantaja sahip) hafif bir meltem. Ancak -
4 Jost Hermand’ın altmışlı yılların kültürünün ayrıntılı bir envanterini sunan Pop, oder die These
vom Ende derKunts (Stiele, Ismen, Etikketen (Wiesbaden, 1978) ilk elden postmodernizm olgu
sunun tüm biçimsel yeniliklerini kapsamaktadır.
sizi öznel üzerinde olduğu kadar nesnel dünya üzerine de yeni bir
perspektife ulaştırabilen- bu kapsamlı yeniden yazma operasyonu
nun yukanda belirtildiği gibi ek bir sonucu daha vardır: Herşey, ait
olduğu değirmende öğütülür ve burada önerilen türden analizler,
birbirinden farklı bir dizi yararlı kodlar arasında ayraçlar olarak ko
layca proje tarafından yeniden soğurulurlar.
Bununla birlikte, bu yeni kuramın temel ideolojik görevinin, yeni
uygulamalar ve toplumsal ve zihinsel alışkanlıklar ile (son aşamada
Raymond Williams'in "duygu yapısı" nosyonu ile bunu ima ettiğini
düşünüyorum) son yıllarda kapitalizmin geçirdiği değişim -yeni kü
resel iş bölümü tarafından ortaya atılan yeni ekonomik üretim tarzı ve
örgütlenme arasında bir eşgüdümün oluşturulması- olarak kalması
gerekmektedir. Bu, farklı bir bağlamda, üretim tarzının skalası üzerin
de "kültürel devrim" şeklinde genelleştirdiğim olgunun göreceli ola
rak daha küçük çapta ve yerel bir yorumudur5: Aynı şekilde, kültür ve
ekonomi arasındaki ilişki burada tek yönlü bir yol değil, sürekli ve
karşılıklı bir etkileşim ve geri-besleme sürecidir. Ancak, tıpkı (Weber'e
göre) içe dönük ve münzevice dinsel değerlerin giderek, "modem"
emek sürecinin geç de olsa ortaya çıkan meyveleri ile refaha ulaşabil
me olanağına sahip "yeni insan"ı yaratması gibi, postmodemin yapısı
da, nesnel özellikleri ve gereksinimleri ile -tabii bunları uygun bir bi
çimde belirleyebilmek mümkün olsaydı- "postmodemizm"in kendi
sine bir yanıt oluşturacağı ve bize tek başına modemizm kavramından
biraz daha kesin bir tanım getirebilecek, son derece kendine özgü bir
sosyo-ekonomik dünya içinde işlevini yerine getirebilen postmodern
insanın yaratılması şeklinde algılanmalıdır. Elbette bu çalışmada böyle
bir girişimde bulunmayacağım; şunu da eklemek gerekiyor ki, iktisa
dın derisinin üzerine sıkı sıkıya yapışmış ve bulunduğu yerden sıyn-
larak kendi bütünlüğü içinde irdelenmesi gereken bir süreç anlamın
da "kültür", kendi içinde Magritte'in "ayakayakkabı"smdan pek farklı
olmayan bir postmodern gelişmedir. Bu nedenle ne yazık ki, burada
yönelmeye çalışıyor göründüğüm altyapısal tanımın kendisi, zorunlu
olarak kültüreldir ve postmodemizm kuramının önceden geliştirilmiş
bir yorumudur.
Postmodern ile ilgili program analizimi ("Geç Kapitalizmin Kültü
rel Mantığı"), üzerinde önemli bir değişiklik yapmadan yeniden ya-
6 Alıntı Jacques Derrida:"Yazın ve felsefe üzerine metinlerde ‘geç kapitalizm’ terimi ile ne zaman
karşılaşsam, açık bir biçimde dogmatik ya da stereotipik bir önermenin analitik bir gösterimin ye
rini almış olduğu farkederim." Kaynak: “Some Questions and Responses”, The Linguistics of
Writing, Ed.: Nigel Fabb, Derek Attridge, Alan Durant, Colin Me Cabe, (New York, 1987), s. 254.
7 Bkz. Benim yazdığım Late Marksism: Adomo, or the Persistence o f the Dialectic, (Londra,
1990); bu konu, ayrıntılı bir çalışmayı gerektirmektedir. Bugüne değin, konu üzerinde Giaccomo
Marramao "Political Economy and Critical Theory" Teios no. 24 (1974 Yaz Sayısı) dışında yal
nızca dolaylı referanslar bulabildim; aynca bkz. Helmut Dubiel, Theory and Politics, (Cambridge,
Mass., 1985).
tüm yazılarında karşımıza çıkar; zaman zaman kavramın (örneğin
"yönetilen toplum" gibi) yazarların kendi buldukları eşanlamlı söz
cüklerle bir çeşitlilik kazandığı gözlenir ki bu, daha ziyade Weber'e ya
kın bir türden çok farklı bir görüşün, özünde Grossman ve Pollock'dan
türetilen ve iki temel özelliği: 1) bürokratik kontrolün taraflı bir ağı
(daha çok karabasanlan andıran formlan içinde Foucaultvari "avant
le lettre" bir sistemi), 2) devlet ve "big business"in Nazizm ve New
Deal'in (ve yumuşak ya da Stalinci sosyalizmin bazı biçimleri de gün
demde görünüyor) birbiri ile ilişkili sistemler olduklarını ortaya çıka
racak biçimde yorumlanışını vurgulayan bir anlayışın yer aldığını
açıkça ortaya koymaktadır.
Yaygın şekilde kullanıldığı haliyle geç kapitalizm terimi, bunlardan
çok farklı anlamlan içermektedir. Bugün artık hiç kimse, özellikle
devlet sektörünün ve bürokratikleşmenin genişlemesini fark etmiyor:
Bu süreç, yaşamın yalın, "doğal" bir gerçeği olarak kabul ediliyor.
Yeni kavramın (bugün hala Lenin'in kapitalizmin "tekelci dönemi"
kavramına aşağı yukan tekabül eden) eski kavramı aşacak biçimde
geliştiğinin başlıca göstergesi, yalnızca tekelci safhanın ötesinde yeni
iş örgütlenme biçimlerinin (çokuluslular, ulusötesi kuruluşlar) ortaya
çıkması değil, bunun da ötesinde, özünde çeşitli sömürgeci güçlerin
kendi aralarında sürdürdükleri rekabetten öteye varamayan eski
emperyalizmden temelde farklı bir dünya kapitalist sisteminin gö
rümü olmaktadır. "Geç Kapitalizm" ile ilgili nosyonların (Marks'ın
Grundrisse’de dünya pazarının kapitalizmin nihai ufku olduğunu sü
rekli ima etmesine karşın)8 Marksizm ile gerçekten tutarlılık gösterip
göstermediği konusunda sürdürülen skolastik (bence teolojik) tartış
malar, enternasyonalleştirme konusunu ve bunun nasıl tanımlanaca
ğını (ve özellikle "bağımlılık kuramı"nm ya da Wallerstein'in "dünya
sistemi" kuramının ilgili bağlamının toplumsal sınıflar temelinde bir
üretim modeli oluşturup oluşturmadığı konusuna geri dönerler. Bu
kuramsal belirsizliklere rağmen, bugün ("post-endüstriyel toplum"
gibi kavramların vurgulamaya çalıştıklan kınlma, kopma ve mutas-
yonun yerine kendisinden önceki ile arasında varolan sürekliliği be
lirtmek üzere "geç kapitalizm" adı verilen) bu yeni sistem ile ilgili
kabaca da olsa bir fikir sahibi olduğumuzu söyleyebiliriz. Yukanda
8 Bkz. Karl Marx, The Grundrisse, Collected Works, vol. 28, (Moskova, 1986), örneğin, s. 66-
67,97,98,451.
belirtilen uluslar ötesi iş formasyonlannm yanı sıra, geç kapitalizmin
özelliklerinin arasmda, yeni bir uluslararası işbölümü, uluslararası
bankacılığın ve borsalann kazandırdığı baş döndürücü dinamizm
(İkinci ve Üçüncü Dünyanın dev boyutlara ulaşan borçlan da buna
dahildir), medyalar arası yeni ilişkilerin gelişimi (özellikle "kontey-
nerizasyon" gibi yeni taşımacılık sistemleri), bilgisayarlar ve otomas
yon, üretimin gelişmiş Üçüncü Dünya alanlarına kaydırılması ile bir
likte, geleneksel iş gücünün krizi, yuppie kesiminin ortaya çıkması ve
artık globalleşen bir boyutta tabakalaşmanın oluşumu gibi oldukça iyi
bilinen toplumsal sonuçların ortaya çıkması da yer almaktadır.
Bu tür bir görüngünün dönemselleştirilmesinde modeli, her tür
tanımlayıcı "alt döngü"lerle karmaşıklaştırmamız gerekecektir. Yeni
yapıyı oluşturan (genelde aralarında herhangi bir ilişki bulunmayan)
çeşitli önkoşulların giderek ait oldukları bağlamlara yerleşmeleri ile,
tüm bu koşulların bütünleşerek işlevsel bir sistem olarak bir araya
geldikleri "an"ı (bu, tam da kronolojik bir düzen izlemez) birbirinden
ayırmak gerekir. Bu anın kendisi de, bir zamandizini sorunu olmak
tan çok aşağı yukarı Fruedien "Nachträglichkeit" ya da retroaktiviteye
yalandır: Ne kişiler, içinde yakalandıklan yeni bir sistemi, ancak daha
sonra ve aşamalı bir şekilde kavrayabilirler ne de yeni bir sistemin
(fabrikaların kapatılması ya da yükselen faiz oranlan gibi birbirinden
bağımsız çeşitli kriz semptomlarından belirli aralıklarla ve fragman-
laşmış bir şekilde ortaya çıkan) kolektif bilinçdışırun alacakaranlığı,
ifade ile ilgili yeni kültürel formların ortaya çıkması ile aynı şeydir
(postmodemizmi kültürel yönden tanımlayabilmek için Raymond
Williams'in "duygu yapılan"na başvurmak zorunda kalmak, kişiyi
oldukça şaşırtıyor). Yeni bir "duygu yapısı"nı oluşturan çeşitli önko
şullar, birleşme ve herkes tarafından kabul edilen göreceli ölçüde ta-
hakkümcü bir üslup olarak birleşme ve kristalleşme anından önce de
mevcuttular; ancak bu tarih öncesi, iktisadi oluş ile eşzamanlı değildir.
Bu nedenle Mandel (burada "geç kapitalizm" olarak adlandmlan) ka
pitalizmin yeni "uzun dalga" sının temel yeni teknolojik önkoşulları
nın, uluslararası ilişkilerin yeniden örgütlenmesi, sömürgelerin sö
mürgelikten arındırılması ve yeni bir ekonomik dünya sisteminin
ortaya çıkabilmesi için gerekli temelin atılması gibi etkilere daha o
zamanlar sahip bulunan İkinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği yıllarda
mevcut bulundurulduklarını öne sürmektedir. Bununla birlikte kültü
rel bağlamda, önkoşul (daha sonra öncüller biçiminde yeniden yapı
lanan yan-çılgın modemist deneyler bir yana bırakılırsa) geleneklerin
büyiik bir bölümünü mentaliteler düzeyine indirgeyecek biçimde silip
süpüren 1960,lı yılların büyük toplumsal ve ruhsal dönüşümlerinde
yer almaktadır. Bu nedenle, postmodemizm ya da geç kapitalizmin
ekonomik yönden hazırlanışı, savaş sonrası dönemin yaşadığı tüke
tim mallan ve yedek parça sıkıntısı sona erdikten ve (medya da dahil
olmak üzere) yeni ürünlerin ve yeni teknolojilerin öncülerinin ortaya
çıkabildiği 1950'li yıllarda başladı. Öte yandan bu yeni çağın habitus
ruhu, 1960'lı yıllarda daha gerçek biçimiyle ortaya çıkan kuşaklararası
kopma tarafından güçlenen kesin bir kınlmayı öngörür (bundan şu
anlaşılmaktadır: Ekonomik gelişme, bu kopuştan dolayı herhangi bir
duraklama geçirmez, tam tersine, kendi düzleminde ve kendi mantığı
doğrultusunda alabildiğine sürer). Bugün artık çağdışı olmuş bir dil
ile açıklamak gerekirse, bu aynm birçok yönden Althusser'in, bir kül
tür kritiğinin toplumsal yaşamın en çoğul ve "çatallaşmış" özellikle
rinde içten içe varolan tek bir postmodem ilkesini bulmayı amaçladığı
şimdiki zamanın Hegelci anlamda "özüne inen kesiti" ile, çeşitli düz
lemlerin birbirleri üzerinde yan-özerklik oluşturduklan, eşitsiz bi
çimde geliştikleri ve yine de bir bütünü oluşturmak üzere kendi arala
rında gizli bir ittifak sağladıklan Althusserci "tahakküm yapısı"
(structure in dominance) arasında vurguladığı aynm ile aynıdır. Buna
bir de "genel bir geç kapitalizmin" bulunmadığı ve ancak şu ya da bu
özgül ulusal biçimden söz edilebileceğini öne süren zorunlu temsil
sorununu da eklediğimizde, Kuzey Amerikalı olmayan okurlar, kaçı
nılmaz bir biçimde yorumumun Amerikan merkezciliğini eleştirecek
lerdir. Elbette bu eleştirilerin haklı yönleri vardır ancak, şuraya kadar
ki, yeni sistemin gelişimi için gerekli ortamı ya da elverişli toprağı
sağlayan dönem, kısa süren "Amerikan Asn" (1945-73) olmuştur ve
aynı zamanda da, postmodemizmin kültürel biçimleri, ilk kez spesifik
olarak Kuzey Amerika'nın küresel üslubundan gelişmiştir.
Bununla birlikte kanım odur ki -1973 krizlerinin (petrol krizi, ulus
lararası altın standardının sona ermesi, tüm amaçlan ve hedefleri ile
büyük "ulusal kurtuluş" dalgasının sona ermesi ve geleneksel komü
nizmin sonunun başlangıcı) yarattığı büyük şokla bir şekilde kristalle
şen ekonomik sistem ve kültürel "duygu yapısı", şimdi artık kendisini
çevreleyen bulutlar dağıldığında, yeni ve tuhaf bir görünümü; (sayı
lan giderek artan diğer araştırmalara ve varsayımlara dayalı yorum
larla birlikte) bu kitapta yer alan yazıların tanımlamayı çalıştığı görü
nümü ortaya çıkartmaktadır.9
Ancak, bu dönemselleştirme sorunu, bugün artık kullanımıyla,
karşı tarafın onaylamaya pek istekli olmadığı, özünde Marksçı top
lumsal ve ekonomik öneriler arasında örtük bir anlaşmayı oluşturan
ideolojik ve politik bir bubi tuzağı biçimine getirilen bir tür "sol logo
su" şeklinde tanımlanan "geç kapitalizm" deyimi tarafından verilen
sinyallere tümüyle yabana değildir. "Bizzat kapitalizm teriminin
kendisi bile bu anlamda komik bir sözcüktür: Yalnızca bu sözcüğü
kullanmak bile -ki, sözcük aslında özellikleri üzerinde her iki tarafın
da mutabakata vardığı bir ekonomik ve toplumsal sistemi betimlemek
üzere seçilen alabildiğine tarafsız bir terimdir- sizi dolaysız olarak
sosyalist konuma olmasa bile farkedilir derecede eleştirel, şüpheci bir
konuma yerleştirir ki, bu anlamı ile sözcüğü, yalnız açıkça sağ kanada
bağlı ideologlar ile ağzı kalabalık piyasa savunucuları kullanmaktadır.
"Geç kapitalizm" de bu özelliklere kısmen sahiptir, ancak şu farkla
ki, terimi kullanan kişi ender olarak son aşamasında bu sistemin pen
çesinde bulunduğu hastalığı, çöküşünü ve ölümünü kastetmektedir
(bu, postmodemizmden çok modemizme özgü bir görümdür), "geç"
önekinin gerçekte vurgulamak istediği, bir şeylerin değiştiği, dünya
nın artık eskisi gibi olmadığı, bir anlamda kesin, ancak, modernleşme
ve endüstrileşmenin yaşamış olduğu sarsıntılarla karşılaşünlamaz;
daha zor algılanan, daha az dramatik, ancak daha akıcı ve daha kap
samlı olması nedeniyle daha kalıcı bir yaşam dönüşümünü yaşadığı
mız gerçeğidir.10
Bu da, geç kapitalizm teriminin kendi içinde de yazımın başlığının
öteki, kültürel yansını içerdiği anlamına gelmektedir: Yalnızca diğer
terimin, yani postmodemizmin sözlük anlamında çevirisini önermekle
kalmaz, aynı zamanda sahip olduğu zamansal gösterge, dikkatleri
gündelik ve kültürel bağlamda ortaya çıkan değişimler üzerinde odak-
laştınr. Bu da, kullandığım her iki terimin, "kültürel" ve "iktisadi" te
g
Bununla ilgili açıklamalar ve yorumların sayısı giderek artmaktadır. Bunların arasından öner
diklerim: David Harvey, Postmodemliğin Durumu, (Metis,İstanbul, 2010); Antonio Benitez Rojo,
La Isla que se repite, (Hanover, N. H. 1990); Edward Soja, Postmodern Geographies, (Londra,
1989); Todd Gitlin, "Hip Deep in Postmodernism", New York Times Book Review, 6 Kasim
1988; s. 1 ; ve Steven Connor, Postmodernist Kültür, (Yky, Istanbul: 2001).
10 İlgili bir çalışmada (bkz. yukarıda not:7), yeni' sistemin anı için uygun sayılabilecke türde bir
marksizmi betimleyebilmek üzere kendimi Almanca “Spatmarksismus” terimini kullanmaya,
Hayden Whlte’in deyişiyle “yetkin hissettim”.
rimlerinin -çoğu kimsenin başta postmodemizmin en belirgin özelliği
olarak algıladıkları temel ve üstyapı arasındaki ayrımın yıkılışı ile-
birleştiğini ve aynı şeyi ima ettiğini belirtmek, aynı zamanda, kapita
lizmin üçüncü aşamasında yer alan temeli, yeni bir dinamik içinde
oluşturduğunu da önerir. Böyle düşünmeyen kişilerin (haklı olarak)
terim hakkında duyduklan kaygılar da buradan kaynaklanabilmek-
tedir: Sizi önceden, ekonomi, politika üzerine olmasa bile hiç değilse
bir iş alanı olarak kültürel görüngüler üzerine konuşmaya zorlar.
Postmodemizmin kendisine gelince: Kavram üzerinde bir kullanım
şeklini sistematize etmeye ya da tutarlı bir özet anlam geliştirmeye ça
lışmadım; zira terim yalnızca tartışmalara açık bir anlam ifade etmek
le kalmaz, aynı zamanda içsel yönden çatışıktır ve çelişkilerle dolu
dur. Bu nedenle, terimi bu şekilde kullanamayacağımızı öne
sürüyorum. Ancak, argümanlardan da anlaşılacağı gibi, terimi her
kullanışımızda, içsel çelişkileri yeniden açıklamak ve temsile ait tutar-
sızlıklan ve ikilemleri yeniden ele almak zorunluluğu ile karşı karşıya
geliriz. Postmodemizm, bir kez ve tüm kapsamı içinde belirleyip, bun
dan sonra rahat bir vicdanla kullanabileceğimiz bir kavram değildir.
Böyle bir kavram varsa eğer, buna çalışmanın başmda değil, nihaye
tinde ulaşılması gerekir. Terime -yanlış birtakım sonuçlara ulaşmayı
önlemek üzere- vaktinden önce açıklamalar getirmenin neden olabi
leceği zararlan önleyebilmenin tek yolu da kanımca budur.
Bu ciltte tasarlanan malzeme, The Poetics of Socictl Form başlığını ta
şıyan daha geniş kapsamlı projenin sondan bir önceki alt bölümünün
üçüncü ve son bölümünü oluşturmaktadır.
Durham, Nisan 1990
K Ü LT Ü R
GEÇ KAPİTALİZMİN KÜLTÜREL MANTIĞI
1 Robert Venturi and Denise ScottBrown, Learning From Las Vegas, (Cambridge, Mass, 1972).
2
Charles Jencks’in öncü yapıtı Language of Postmodern Architecture'in (1977) özgünlüğü,
postmodern mimari ile bir tür göstergebilim arasında biri diğerinin varlığını olumlayacak biçimde
neredeyse diyalektik bir birleşimi gerçekleştirebilmesinden kaynaklanır. Göstergebilim, bu yeni
mimari akımın popülizminden yola çıkar ve onunla ilgili bir analiz geliştirerek kendini kabul ettirir.
İleri modernizmin anıtsallığının aksine bu söylem “okur kitlesine" göstergeler ve mesajlar iletmez,
ö te yandan, yeni mimari akımın kendisi de, göstergebilimse) analizin kapsamında yer aldığı ve
böylelikle (ileri modemizmin estetikler-arası yapımlarının yerine) özünde estetik bir nesne olarak
varolabiimeyi sürdürdüğü ölçüde olumlanabilmektedir. Böylece burada estetik ile bir bildirişim
tek bir özelliği, yani dikkatlerimizi, yüksek kültürle ticari kültür ya da
kitle kültürü arasındaki o eski (özünde ileri modernist) sınırın ortadan
kalkması, ve Leavis ve Amerikan Yeni Eleştiri akımından Adomo'ya
ve Frankfurt Okulu'na kadar modemizmin tüm ideologları tarafından
şiddetle reddedilen kültür endüstrisinin tüm formlarını, kategorilerini
ve içeriklerini kapsayan yeni metin türlerinin ortaya çıkması üzerinde
toplayabilme gibi bir erdemi vardır. Nitekim, postmodemizmler tam
olarak da, zevksizlik ve kitsch, TV dizileri ve Reader's Digest kültürünü,
reklamlan ve motelleri, gece şovlarını, ikinci sınıf Hollywood filmleri
ile hava alanlarında satılan ucuz baskı korku, aşk, popüler biyografi,
cinayet, bilim kurgu ve fantezi romanları kategoriyle "sözde edebi
yattan oluşan bu bayağı görünüm karşısında büyülenirler ve Joyce
ya da Mahler gibi bunları yalnızca "alıntılamakla" kalmaz, aynı za
manda kendi kapsamlarına dahil ederler.
Ayrıca, sözkonusu kopmanın salt kültürel bir bağlamda ele alın
maması gerekiyor: gerçekten de -ister kutlayıcı, ister ahlaksal yönden
itici ve reddedici bir dille ifade edilsin- postmodern kuramlar aynı
zamanda, en iyi "post-endüstriyel toplum" (Daniel Bell) adıyla bilinen
ancak sık sık tüketici toplum, medya toplumu, bilgi toplumu, elektro
nik toplum ya da "high tech" toplum gibi adlarla da anılan tümüyle
yeni bir toplum türünün ortaya çıktığını ve başladığını bize haber ve
ren tüm o iddialı toplumbilimsel genellemelerle güçlü bir kan bağı
içinde görülüyor. Bu tür kuramların, kendilerini rahatlatacak biçimde,
sözkonusu yeni toplumsal formasyonun, klasik kapitalizm yasalarının
-yani endüstriyel üretimin başatlığı ve sınıf savaşımının her yerdeli-
ğine- artık uymadığını göstermek gibi bariz bir ideolojik misyonlan
vardır. Bu nedenle (sermayenin evrimi içinde üçüncü bir aşama ya da
an olarak gördüğü) bu yeni toplumun yalnızca anatomisini incele
mekle kalmayıp aynı zamanda bu aşamanın kendisinden önce gelen
anların her birinden daha saf bir kapitalizm aşamasından başka bir
şey olmadığını göstermeyi amaçlayan Geç Kapitalizm adlı çalışmanın
yazan Emest Mandel gibi önemli bir ustanın dışmda Marksist gele
nek, bu kuramların hepsine şiddetle karşı çıkar. Bu tartışmaya daha
sonra geri döneceğim; şimdilik, bu konunun 2. bölümde ele alınacağı
nı belirtmekle yetiniyorum: -ister savunma ister kara çalmak olsun-
ideolojisi arasında karşılıklı bir etkileşim ortaya çıkar (son bölümde bu konu üzerinde ayrıntılı bir
şekilde durulacaktır). Jencks’in çok sayıdaki katkılarının yanısıra bkz. Heinrich Klotz, History of
Postmodern Architecture, (Cambridge, Mass., 1988); Pier Paolo Portoghesi, After Modem
Architecture, (New York, 1982).
postmodemizmle ilgili her konum aynı zamanda ve zorunlu olarak,
bugün çokuluslu kapitalizmin doğasına yönelik açık ya da örtük bir
politik tavırdır.
Giriş olarak yöntem üzerine son bir söz: Aşağıdakiler, üslupçu bir
tanım, diğerlerinin arasından tek bir kültürel biçem ya da hareketin
ele alınarak açımlanması şeklinde yorumlanmamalıdır. Daha ziyade,
tarihsel dönemselleştirme kavramının son derece sorunlu olduğu bir
durumda, dönemselleştirme ile ilgili bir hipotez sunmayı amaçlıyo
rum. Farklı bağlamlarda, tüm yalıtılmış ya da farklı kültürel analizle
rin her zaman örtük ya da bastırılmış bir tarihsel dönemselleştirme
kuramını belirtmiştim: Her durumda "soybilim" (genealogy) kavra
mı, çizgisel tarih, "aşama" kuramları ve ereksel tarih yazımı ile ku
ramsal kaygılan büyük ölçüde yatıştırıyor. Bununla birlikte şimdiki
bağlamda, bu tür (son derece gerçek) konular üzerine, öze ilişkin bir
kaç yorum belki de daha kapsamlı kuramsal tartışmaların yerini ala
bilecektir.
Dönemselleştirme hipotezinin sık sık uyandırdığı kaygılardan biri
de, bu hipotezin farklılıklan ortadan kaldırmaya ve tarihsel dönem
kavramını (her iki taraftan açıklanamaz zaman-dizimsel başkalaşım
lar ve noktalama maddeleri tarafından sınırlandırılmış) kütlesel bir
homojenlik şeklinde göstermeye eğimli olmasından kaynaklanır. Bu
nunla birlikte, postmodemizmin neden bir biçem olarak değil de kül
türel bir başatlık: birbirinden çok farklı, ancak ikincil özelliklerin bir
likte varolabilmesine olanak tanıyan bir kavram seklinde kavranması
gerektiği sorusunun yanıtı da bence tam olarak bu oluyor.
Örneğin, postmodemizmin kendisinin (daha eski romantizmin
olmasa bile) modemizmin yeni bir aşamasından öteye geçmediğini
Öne süren güçlü alternatifi ele alacak olursak; gerçekten de birazdan
sayacağım postmodemizmin tüm özelliklerinin ("avant la lettre" açık
ça postmodemist sayılabilen Gertrude Stein, Raymond Roussel ya da
Marcel Duchamp gibi şaşırtıcı ölçüde postmodemizmin soy kütü
ğünde yer alan öncüler de dahil olmak üzere) gerçek boyutlarda ken
disinden önceki şu ya da bu modemizmin içinde izlenebildiği kabul
edilebilir. Bununla birlikte, bu görüşte dikkate alınmayan husus, ön
ceki modemizmin toplumsal konumunu ya da daha doğrusu,
modemizmin, formlarını ve özelliklerini değişik biçimlerde çirkin,
uyumsuz, anlaşılmaz, skandal yaratıcı, ahlak dışı,bölücü ya da genel
de "toplum dışı" bulan eski Viktoryen ya da post-Viktoryen burjuvazi
tarafından şiddetle reddedilmiş olmasıdır. Bununla birlikte burada,
bu tür tavırların kültür alanında gerçekleşen bir mutasyon sonucu ar
tık çağ dışı bir konuma geldiği öne sürülecektir. Bugün Picasso ve
Joyce yalnızca artık çirkin görülmemekle kalmıyor, aynı zamanda bir
bütün olarak bizleri hayli "gerçekçi" olarak etkileyebiliyorlar ki bu,
modem hareketin 1950'li yılların sonlarından itibaren resmen kabul
edilmesi ve akademik yönden kuramsallaştmlmasımn bir sonucudur.
Bu, elbette postmodemizmin kendisinin ortaya çıkması ile ilgili en
makul açıklamalardan biridir; zira, 1960'lann genç kuşağı, Marks'm
farklı bir bağlamda belirttiği gibi yaşayan insanların zihinlerine "bir
karabasan gibi çöken" bir zamanların muhalif modem hareketi, artık
bir dizi ölü klasikler dizisi olarak göreceklerdir.
Tüm bunlara karşı postmodemizmin başkaldırısına gelince, şu
noktanın da aynı ölçüde vurgulanması gerekir ki -belirsizlik ve bariz
biçimde cinsel malzemeden ruhsal sefalete ve ileri modemizmin en
aşın dönemlerinde bile düşlenebilenlerin ötesine geçen toplumsal ve
politik meydan okuma biçimlerine kadar- postmodem başkaldırının
saldırgan tüm özellikleri bugün artık kimse tarafından bir skandal
olarak nitelendirilmemektedir ve büyük bir hoşgörüyle karşılanmala
rının yaraşıra kurumsallaşmış ve Batı toplumunun resmi ya da popü
ler kültürü ile bütünleşmiştir.
Olan şudur ki, bugün estetik üretim genelde meta üretimi ile bü
tünleşmiş durumdadır: Daha geniş ciro sağlayacak şekilde (giysiden
uçağa kadar) sürekli daha yeni görünen ürünlerin imal edilmesine yö
nelik çılgın ekonomik zorunluluk, bugün estetik ilerleme ve deneysel
ciliğe giderek daha önem kazanan yapısal bir işlev ve konum atfet
mektedir. Böylece bu ekonomik gereksinimler, vakıflar ve bağışlardan,
müzelere ve diğer himaye biçimlerine kadar yeni sanata sağlanan çe
şitli kuramsal destekler ile kendini kabul ettiriyor. Tüm sanatlar ara
sında ekonomiye temelde en yakın olanı, komisyonlar ve arsa değerle
ri ile onunla neredeyse dolaysız bir ilişkiye girmiş bulunan mimaridir.
Bu nedenle, yeni postmodem mimarinin yaşadığı olağanüstü olgun
laşmanın zeminin yaygınlaşmasının ve gelişmesinin kesinlikle aynı
dönemde ortaya çıkan çokuluslu iş dünyasının himayesi altında ger
çekleştiğini görmek bizleri şaşırtmıyor. Bu iki yeni olgu arasında tek
tek şu ya da bu projenin bire bir finansmanının ötesinde çok daha de
rin bir diyalektik ilişkinin bulunduğunu daha sonra göstereceğim.
Ancak, burada okuyucuya bariz bir noktayı hatırlatmam gerekiyor:
Bu, tümüyle global, ancak aynı ölçüde de Amerikan postmodern kül
türünün, dünya çapmda yeni bir Amerikan askeri ve ekonomik başat
lığı dalgasının içsel ve üstyapısal bir ifadesidir: Bu anlamda, tüm sınıf
tarihi boyunca olduğu gibi, kültürün alt yüzü yine kan, işkence, ölüm
ve terörden oluşmaktadır.
Bu nedenle, başatlıkta dönemselleştirme kavramı üzerine belirtil
mesi gereken ilk husus, postmodemizmin tüm temel özellikleri, ken
dinden önceki modernizmin tüm temel özellikleri ile özdeş ve bu
özelliklerin devamı niteliğinde olsa da -bence bunun yanlışlığı kanıt
lanabilir, ancak bu, modernizmin daha geniş kapsamlı bir analizini
gerektirmektedir- bu iki olgunun, postmodemizmin geç sermaye
ekonomik sistemi içinde sahip olduğu farklı konum ve bunun da öte
sinde, çağdaş toplumda kültür alanının bizzat geçirdiği dönüşümden
dolayı, anlam ve toplumsal işlev yönünden kesinlikle birbirinden
farklı olduklandır.
Bu nokta, ayrıntılı bir biçimde kitabın sonuç bölümünde ele alına
caktır. Burada, dönemselleştirme konusuna yöneltilen farklı bir itira
za: Sol kesim tarafından sık sık vurgulanan dönemselleştirmenin he-
terojenliği silmesi olasılığı konusunda duyulan kaygıya değinmek
istiyorum. Şurası kesin bir gerçek ki, çağdaş toplumun hareketinde
farkedilen bir "sistem"i, bütünleştirici bir dinamiği tanımlamaya yö
nelik tüm girişimleri çevreleyen Sartrevari tuhaf bir ironi -bir "kaza
nan kaybeder" anlayışı var. Şöyle ki, giderek daha bütünselleşen bir
sistem ya da mantığın görümü güçlendikçe -bunun en belirgin örne
ği, hapishane kitaplarıyla Foucault'dur-, okurun gücü de o ölçüde
azalıyor. Bu nedenle kurama, giderek daha kapalı ve dehşet uyandı
rıcı bir makine oluşturarak kazandıkça, yapıtın eleştirel kapasitesi fel
ce uğradığından, olumsuzlama ve başkaldm ile birlikte toplumsal
dönüşümün itici güçleri makine karşısında giderek daha gereksiz ve
önemsiz olarak algılandığından dolayı, aynı zamanda da bir yenilgiye
uğruyor.
Bununla birlikte, gerçek farkların ancak başat bir kültürel ya da ta-
hakkümcü bir norm kavramın ışığında ölçülüp değerlendirilebilece
ğine inanıyorum. Bugün tüm kültürel üretimin, terime atfedeceğim
geniş bağlamda "postmodern" olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.
Bununla birlikte postmodern, birbirinden çok farklı türlerdeki kültü
rel itkilerin -Raymond Williams'm çok yararlı deyişiyle kültürel üre
timin "kalıntılarının" ve "ortaya çıkan" biçimlerinin- içinde kendi yol-
1arını bulabilmeleri gereken bir güç alanıdır. Bir kültürel başatlık üze
rine genel bir görüş elde edemediğimiz durumda bugünkü tarih gö
rüşümüz, salt heterojen farklılıkların rastgele biçimde ortaya çıktığı,
etkileri üzerinde tam olarak bir karar veremediğimiz birbirinden fark
lı güçlerin bir arada varoldukları bir oluşum şeklinde olacaktır. Her
durumda, aşağıdaki analizin geliştiği politik ruh şu oluyor: Günü
müzde herhangi bir köktenci kültür politikasının en etkili biçimleri
üzerinde daha kapsamlı bir biçimde düşünebilmek üzere yeni bir sis
tematik kültürel norm ve bu normun yeniden üretimi ile ilgili bir kav
ramın yansıtılabilmesi.
Bu çalışmada sırasıyla postmodemizmin şu temel özellikleri ele
alınacaktır: Gerek çağdaş "kuram", gerekse yeni imge ve simulakrum
kültüründe uzantısını bulan yeni bir derinlik yoksunluğu: bunun so
nucu olarak, gerek kamu tarihi ile ilişkilerimizde, gerekse (Lacan'ın
deyişiyle) "şizofrenik" yapışırım günümüze daha yakın (temporal)
sanatlarda yeni sözdizimi türleri ya da sözdizimsel ilişkileri belirleye
ceği kendi öznel zamansal boyutumuzda tarih duyumunun zayıfla
ması: En iyi şekilde yüce ile ilgili daha eski kuramlara geri dönerek
açıklanabilecek -ve benim "yoğunluklar" olarak adlandıracağım-
tümüyle yeni bir tür duygusal zemin tonu: tüm bunların, kendi başı
na yeni bir ekonomik dünya sisteminin bir göstergesi olan yepyeni bir
teknoloji ile arasındaki derin ve yapıcı ilişkileri; ve, inşa edilen uzam
deneyimimizde yaşanan postmodemist mutasyonlarla ilgili kısa bir
bölümden sonra, geç ya da çokuluslu sermayenin, kişiyi şaşkına çevi
ren yeni dünya uzanımdaki politik misyonu üzerinde duracağım.
1
Güzel sanatlarda ileri modemizmin kutsal yapıtlarından biriyle, Van
Gogh'un ünlü köylü ayakkabılan tablosu ile başlıyoruz. Sizin de tah
min edeceğiniz gibi, bu örnek saflıkla ya da rastgele seçilmiş değil.
Tablonun yorumlanışına yönelik iki yöntem sunacağım, bunların her
ikisi de bir şekilde yapıtın alımlanışını, iki aşamalı ya da çift düzeyli
bir süreç içinde yeniden kuruyor.
Önce şunu belirtmek isterim ki, eğer bu sık sık yeniden üretilen
imge salt dekoratif bir işleve indirgenemiyorsa, tamamlanmış yapıtın
ortaya çıktığı özgün durumu yeniden oluşturmamız gerekecektir.
Geçmişin içinde yitip giden bu durum bir şekilde zihinde yeniden
canlandırılmadıkça, tablo atıl bir nesne, praksis ve üretim olarak ken
di içinde simgesel bir edim şeklinde kavranması olanak dışı şeyleşti-
rilmiş bir son ürün olarak kalacaktır.
Son terim, yapıtın bir şekilde bir yanıt oluşturduğu ilk durumu ye
niden oluşturabilmenin bir yolunun, ham maddeleri, yani, yapıtın
yüzleştiği, üzerinde yeniden çalıştığı, dönüştürdüğü ve kendine mal
ettiği ilk içeriği vurgulamak olduğunu belirtir. Van Gogh'da bu içeri
ğin, bu ilk maddelerin, daha sonra açıklayacağım gibi tümüyle, tarım
sal sefaletin, çıplak gerçekliği içinde kırsal yoksulluğun nesneler dün
yası ile yıpratıcı köylü emeğinin iptidai insan dünyası; en vahşi ve
tehditkar, en ilkel ve marjinalleştirilmiş bir duruma indirgenmiş bir
dünya olarak algılanması gerekir.
Bu dünyada meyve ağaçlan, verimsiz topraktan fırlayan yaşlı ve
tükenmiş dallardır: Köy halkı, çökmüş iskeletler, insanların son dere
ce groteskleşmiş tipolojisinin karikatürleridir. Böyle ise, nasıl oluyor
da Van Gogh'da, örneğin elma ağaçlan, sannsal bir renk düzleminde
patlıyor ve aynı anda, rustik stereotipler birdenbire ve görkemli bir
biçimde kırmızılara, yeşillere bürünüyorlar? Bu ilk yorumlama seçe
neğinde, kasvetli bir köylü-nesne dünyasının yağlı boyada saf rengin
a ı görkemli maddiliğine doğru istekli ve ani bir dönüşümünün, üto
pik bir jest, son aşamada duyular -ya da hiç değilse o en üstün duyu -
görüntü, görsel göz- için oluşturulan tümüyle yeni ütopik bir evrenin
ortaya çıkması ile sonuçlanan bir telafi eylemi olarak algılanması ge
rekir; bu eylem ile, kendi içinde yan özerk bir uzam, sermaye gövde
sinde oluşan yeni bir işbölümünün bir parçası, kapitalist yaşamın
uzmanlaşmalarının ve iş bölümlerinin suretini yapan duyu merkezi
nin yeni bir fragmanlaşması olarak bizler için yeniden oluşturulur ki,
aynı zamanda uzmanlaşma ve bölünmeler arasında umutsuz bir üto
pik telafi arayışına girdiği yer de tam olarak bu fragmanlaşmadır.
Elbette bu tabloya baktığımızda gözardı edilemeyen ikinci bir Van
Gogh yorumu daha vardır; bu da, sanat yapıtının Yeryüzü ve Dünya
arasındaki ya da benim tercih ettiğim aktanmla, sanat yapıtının, be
denin ve doğanın anlamsız maddeselliği ile tarihe ve toplumsal olana
atfedilen anlam arasındaki boşluktan ortaya çıktığı düşüncesinin te
melinde örgütlenen Heidegger'in "Der Ursprung des Kunstıverkes"de
geliştirdiği merkezi analizdir. Bu boşluk ya da kopukluğa daha sonra
geri döneceğiz. Şimdilik, bu ünlü köylü ayakkabılarının, bir zamanlar
yaşamış olduklan bağlamı oluşturan tüm yitik nesneler dünyasını
kendi çevrelerinde yavaşça yeniden oluşturduklan süreci biçimlendi
ren o ünlü tümceleri anımsayalım: "Onlarda" diyor Heidegger, "top
rağın sessiz çağrısı, onun mısın olgunlaştıran alçakgönüllü hüneri ve
işlenmemiş kış tarlalarının gizem dolu kendi-kendilerini yadsıyışlan
titreşir". Heidegger şöyle devam eder: "Bu gereçler toprağa aittir ve
köylü kadının dünyasında korunur... Van Gogh'un tablosu, gereçle
rin, bir çift köylü ayakkabısının gerçekte ne olduğunun ortaya çıkar
tılmasıdır. Bu oluşum, varolmayan tüm dünyayı ve toprağı, köylü ka
dınının ağır ayak izleri, tarla patikalarının ıssızlığı, aydınlıktaki
kulübe, sabanın açtığı yarıklarda ve ocaktaki aşınmış, kınk dökük iş
aletleri ile birlikte kendi çevresinde ortaya çıkartan sanatın aracılığı ile
kendi oluşunun gizinin örtüsünü kaldınr.3 İşin yenilenen maddeselli-
ği, bir maddesellik biçiminin -toprağın kendisi, üzerindeki yollar ve
fiziksel objeleri-, kendi içinde ve kendi görsel hazlan için olumlanan
ve ön plana çıkartılan yağlı boyarım maddeselliğine dönüşümü üze
rinde biraz daha durarak, Heidegger'in yorumunun tamamlanması
gerekiyor; ancak, yine de yorumun doyurucu bir inandmcılığı var.
Her durumda, kendi atıl, nesnesel biçimiyle yapıtın en son gerçek
olarak onun yerini alan daha geniş bir gerçekliğin bir imi ya da belirtisi
şeklinde ele alındığında her iki bakış da yorumsamacı olarak tanımla
nabilir. Şimdi, daha farklı bir çift ayakkabıya bakmamız gerekiyor ve
böyle bir görüntü ile, çağdaş görsel sanatların merkezi bir konumunda
yer alan bir simanın son yıllarda gerçekleştirdiği bir yapıtla karşılaş
mamız gerçekten iyi bir rastlantı. Andy VVarhol'un Elmas Tozu Ayakka
bıları açıkçası bize, Van Gogh'ın köylü ayakkabılan'mn dolaysızlığı ile
hitap etmezler: Gerçeği söylemek gerekirse, bize hiç hitap etmezler.
Bu tabloda, açıklanamayan bir doğal nesnenin tüm olasılığı içinde,
kendisiyle bir müze koridorunun köşesinde ya da bir galeride karşıla
şan bir izleyici için minimal de olsa herhangi bir konum örgütleyen
hiç bir özellik yok. İçerik düzeyinde, gerek Freudcu, gerekse Marksçı
anlamda, açıkça fetiş nesnelerle karşı karşıyayız (Derrida bir yerlerde,
Heideggerci "Paar Bauernschule" (Van Gogh'un ayakkabılarının, sap
ma ya da fetişize etmeye olanak tanımayan heteroseksüel bir çift oluş
turduğunu belirtir). Bununla birlikte burada (VVarhol'un yapıtında)
Auschwitz'den artakalan bir ayakkabı yığını ya da kalabalık bir dans
salonunda çıkan nedeni anlaşılmaz trajik yangından artakalanlany-
3 Heidegger, “The Origins of the Work of Art”, Albert Hofstadler and Richard Kuhns, ed.
Philosophies of Art and Beauty, (New York, 1964), s. 663. (Sanat Eserinin Kökeni, DeKi, Anka
ra: 2007)
mışçasma daha önceki yaşam dünyalarından kopartılmış, bir tutam
şalgam gibi tuvalden sarkan rastgele seçilmiş bir ölü nesneler kümesi
var. Bu nedenle VVarhol'da yorumsamacı jesti tamamlayarak bu bölük
pörçük nesneleri dans salonunun ya da balonun bağlamını ya da jet
sosyetenin moda veya parlak yaşam magazinlerinin yaşanmış gerçek
dünyalarına iade edebilmenin olasılığı yok. Bununla birlikte bu, ya-
şamöyküsel bilgilerin ışığında daha da paradoksallaşıyor: YVarhol sa
natçı yaşamına ayakkabı modelleri çizen ticari bir illüstratör ve çeşitli
kadın ayakkabılan ve terliklerinin ön planda yer aldığı mağazalar için
vitrin tasarımcısı olarak başlıyor. Gerçekten de -erken de olsa- kişi is
ter istemez burada postmodemizm ve olası politik boyutlarının önemli
konularından birini ortaya çıkartmak istiyor. Andy VVarhol'un sanatı
gerçekten metalaşma üzerinde odaklaşıyor ve belirgin bir biçimde, geç
sermayeye geçişin meta fetişizmini ön plana çıkartan Coca Cola şişeleri
ya da Campbell konserve çorba kutularının büyük afiş görüntülerinin
güçlü ve eleştirel politik bildirileri olmaları gerekiyor. Eğer değillerse,
kişi elbette bunun nedenini öğrenmek ve geç sermayenin postmodem
döneminde politik ya da eleştirel sanatın olasılıklan üzerine biraz da
ha ciddi bir biçimde düşünmeye başlamak isteyecektir.
Ancak, ileri modemizm ile postmodemist hareket arasmda; Van
Gogh'un ayakkabılan ile Andy VVarhol'un ayakkabılarının arasmda,
burada kısaca ele almamız gereken daha önemli farklılıklar da var:
Bunların birincisi ve en belirgin olanı, yeni bir yavanlık ya da de
rinlikten yoksunluğun, kelimenin gerçek anlamıyla yeni bir yüzeysel
liğin ortaya çıkması; bu, farklı diğer birtakım bağlamlarda zaman za
man geri döneceğimiz, tüm postmodemizmlerin belki de en bariz
biçimsel özelliği oluyor.
Daha sonra, elbette bu tür çağdaş sanatta fotografinin ve fotografik
negatifin rolü üzerinde bir anlayış geliştirmek zorundayız; elbette ki,
izleyicinin şeyleşmiş gözünü içerik düzeyinde ölümle ya da ölüm sap-
lantilanyla ya da ölüm kaygısıyla arasmda hiç bir şey yokmuş gibi kü
çük düşüren VVarhol'un görüntülerine ölümcül niteliğini kazandıran,
bu donuk -X - ışını zerafetidir. Gerçekten de burada, Van Gogh'un
ütopik jesti tersine çevriliyor: Önceki yapıtta talihsiz bir dünya, Ni-
etzscheci bir irade ve istencin bir edimi ile ütopik bir renk çeşitliliğine
dönüşür. Buna karşın burada parlak reklam imgeleri içinde özümse-
nerek önceden bayağılaştırılan ve kirletilen şeylerin dışsal ve renkli
yüzeyleri, altta yer alan fotografik negatifin siyah-beyaz alt tabakasını
ortaya çıkartmak üzere soyulmuşlardır. Görünümler dünyasının bu
tür ölümü, özellikle trafik kazalan ya da elektrikli sandalye dizilerin
de olmak üzere Warhol'un bazı yapıtlarında izlekleştirilmesine karşın,
bu artık bir içerik sorunu olmaktan çıkar ve hem -artık bir dizi metin
ya da benzeşim durumuna gelen- nesneler dünyasında, hem de ko
nunun durumunda ortaya çıkan daha temel bir mutasyonu ilgilendirir.
Yukandaki açıklamalar beni, burada geliştirilmesi gereken üçüncü
bir özelliğe, postmodem kültürde duygulanımın silinmesi adını ver
diğim olguya getiriyor. Elbette bu yeni imgede tüm duygulanımın,
tüm duygusallığın ya da duyarlığın, tüm öznelliğin yitirildiği anlamı
na gelmez. Gerçekten de Elmas Tozu Ayakkabılar'da bastırılmışın bir tür
geri dönüşü, tablonun adının da açıkça gösterdiği tuhaf, telafi edici ni
telikte bir coşku vardır; bu da elbette, tablonun yüzeyine damgasını
basan, gözümüzün önünde parıldayan altın tozunun ışıltısı, yaldızlı
kumun parlaklığıdır. Bununla birlikte, Rimbaud'nun "bakışlarınıza
karşılık veren büyülü çiçeklerini" ya da Rilke'nin burjuva özneyi ya
şamını değiştirme konusunda teşvik eden arkaik Grek gövdesinin
saygın bir önsezi gibi bir anda gözler önüne serdiklerini düşünün. Bu
rada, bu nihai dekoratif kaplamanın sahte hafifliğinde bu türden hiç
bir şey yoktur. Bu makalenin İtalyanca çevirisi üzerine yazdığı incele
me yazısında4 Remo Ceserani, bu ayak fetişizmini, Van Gogh-
Heidegger ayakkabılarının şaşırtıcı "modemist" ifadedliğine Walker
Evans ve James Agee'nin gerçekçi "pathos"unu ekleyerek dörtlü bir
imge biçiminde geliştirir (bu "pathos"un böyle bir grubu gerektirmesi
gerçekten şaşırtıcı!). Warhol tarafından ele alındığında bir önceki yılın
modellerinin rastgele seçimini andıran görünüm, Magrittte'in insan
ayağının tensel gerçekliğini yansıtır ve böylece, üzerine basıldığı deri
den daha fantazmik bir nitelik kazanır. Sürrealistler arasında benzer
siz bir konumda yer alan Magritte, modemizmin, ardılma doğru de
ğişimine ayak uydurabilmiştir ve bu süreç içinde bir tür postmodem
amblem, acayip, ifadeden yoksun bir engel oluşturmayı başarmıştır.
Gerçekten de, eski bir ayakkabıya ya da bir insan ayak tırnağının se
batla, azimle büyüyen organik gizemi karşısında aynı ölçüde büyüle
nen gözlerin önüne yalnızca sonrasız bir şimdiki zamanın yerleştiril
mesi kaydıyla, ideal şizofreniği memnun etmek oldukça kolaydır.
Böylece, Ceserani kendi göstergebilimsel kübünü hak ediyor:
g
Bu noktada önemli bir çeviri sorununa değinmem ve bir postmodem uzamsallaştırma nosyo-
2
Bireysel öznenin kaybolması, bunıın formel sonucu olarak kişisel üs
lubun giderek varlığını yitirmesi, bugün "pastiş" olarak adlandıraca
ğımız neredeyse evrensel uygulamayı ortaya çıkartmaktadır. Thomas
Mann'a (Doktor Faustus) borçlu olduğumuz, onun da, Adomo'nun ge
lişmiş müzik deneyselciliğinin iki çizgisi (Schoenberg'in yenilikçi
planifikasyonu ile Stravinsky'nin usdışı eklektisizmi) üzerine yazdığı
büyük eserinden aldığı bu kavramın, daha hazır biçimde alımlanan
parodi düşüncesinden kesinlikle ayn tutulması gerekir.
Elbette parodi, modemlerin kendine özgü tavırlarında ve "taklit
edilemeyen" üsluplarında kendisi için verimli bir alan buldu: Örneğin,
nefes nefese zarf-fiilleri ile Faulkner'ın uzun tümceleri, hırçın yerel
ağız tarafından yer yer kesintiye uğrayan Lawrence'ın doğa imgeleri,
VVallace Stevens'ın isim bulunmayan sözcük bölüklerini kökleşmiş bir
biçimde ele alması ("gibi"lerden dolambaçlı bir biçimde kaçınma);
Mahler'in yüksek orkestral duygulanımdan köy akordeonu duyarlı
ğına doğru çarpıcı (ancak daha sonra önceden beklenebilir duruma
gelen) ezgileri; Heidegger'in bir "kanıt" tarzı olarak yanlış etimolojiyi
düşünceli-ciddi bir biçimde uygulaması... tüm bu özellikler, bilinçli
olarak yapılan acayipliklerin zorunlulukla düşmanca olmayan siste
matik bir öykünmesi yoluyla kendisini daha sonra kabul ettiren bir
normdan gösterişli bir şekilde saptıklan ölçüde kişiye oldukça tipik
unsurlar olarak görünüyor.
Ancak, nicelden nitele doğru diyalektik sıçrayışta, modem yazının
bir dizi kesinlikle kendine özgü üsluplar ve manyerizmler biçiminde
parçalanmasını, normun kendisinin kaybolduğu (Esperanto ya da ba
sit İngilizceyi ortaya çıkartanların ütopik beklentilerinden oldukça
nunun Joseph Frank’ın özünde “uzamsal form”u İleri modemizme atfedişi ile kanımca neden
uyumsuz olmadığını belirtmem gerekiyor. Geriye baktığımızda, Frank’ın betimlediği, modern sa
nat yapıtının bir tür uzamsal bellek güçlendirme yöntemi ortaya çıkartmaya yönelik misyonudur -
ki, bu da Frances Yates’in The Art of Memory de belirttiği ve özgül bir şekilde, tümceyi ya da ayrın
tıyı bir bütün olarak formun kendi ideasına bağlayan yineleyici ve öncül gerllimlerin oluşturduğu
bir bellek bataryasını kendi kapsamına aldığı, damgalanmış, özerk sanat yapıtı anlamında “bü
tünleştirici yapı’ yı çağrıştırmaktadır. Adorno, şef Alfred Lorenz tarafından seslendirilen VVagner
müziği üzerine yorumunda, tam olarak bunu vurgular: “Büyük bir eseri tüm ayrıntıları ile iyice öğ
rendiğinizde bazı anlarda zaman bilincinizin tümüyle ortadan kalktığını ve tüm eserin “uzamsal"
bir düzleme aktarıldığını hissedersiniz; yani, şimdiki zaman içinde olup bitenler, büyük bir kesin
likle ve eşsüremll bir biçimde zihinde de olup bitmektedir” (W. 36/33). Ancak bu belleksel uzam
sallık, "bütünlüğün” tanım gereği neredeyse dışlandığı postmodern metinler için asla bir belirleyi
ci özellik olamaz. Frank’in uzamsal formu postmodernizml betimleyen bir terim olarak kullanmak
istemesine karşın, terim, postmodernlzmin burada-ve-şlmdi nominalizmi bir yana, evrensel kent
leşme süreci için bir “metonomi” oluşturabilmekten bile uzaktır.
uzakta) nötr ve şeyleşmiş bir medya konuşmasma indirgediği noktaya
ulaşan toplumsal yaşamın dilbilimsel fragmantasyonu izlemiştir ki,
bu da, Modemist biçemler arasmda sıkça yer alan lehçelerden birini
oluşturur ve böylece postmodem kodlar durumuna dönüşür. Ve top
lumsal kodların bugün şaşırtıcı ölçüde yoğun bir biçimde profesyonel
ve disipliner jargonlara (ve de aynı zamanda etnik, cinsel, tinsel ve sı
nıfsal fraksiyonlara bağlılığı onaylayan belirtilere) dönüşümü de,
mikropolitika sorunsalının yeterince gösterdiği gibi politik bir olgudur.
Eğer bir egemen sınıfın düşünceleri bir zamanlar burjuva toplumunun
egemen (ya da tahakkümcü) ideolojisini oluşturduysa, bugünün ge
lişmiş kapitalist ülkeleri, herhangi bir normdan yoksun biçemsel ve
söylemsel bir heterojenlik alanı oluşturuyorlar. Gerçi yüzlerini gör
mediğimiz efendiler, varoluşumuza sınırlar getiren ekonomik strateji
leri biçimlendirmeyi sürdürüyorlar, ancak, artık konuşmalarını bizle-
re etmeye çalışmıyorlar (ya da bundan böyle bunu beceremeyecekler);
ve geç kapitalist dünyanın okur-yazarjık ötesi, yalnızca herhangi bir
dev kolektif projenin değil, aynı zamanda, daha eski dönemlere özgü
ulusal dillerin de artık mevcut olmadığı gerçeğini yansıtıyor.
Bu durumda parodi kendini, işlevini yitirmiş buluyor: Artık, ya
şam süresini doldurmuştur ve o tuhaf, yeni oluşum, "pastiş" yavaş
yavaş parodinin yerini almaktadır. Pastişde parodi gibi kendine özgü,
ya da benzersiz "nev-i şahsına münhasır" bir üslup, lengüistik bir
maske, ölü bir dilde yapılan bir konuşmadır. Ancak, pastişde parodi
nin gizli amaçlan yoktur, alaya güdüleri kopartılmıştır, gülme duy
gusundan ve geçici bir süre için kullandığımız anormal dilin altında
sağlıklı bir dilbilimsel normalliğin hala varolduğu konusunda her
hangi bir kanıdan yoksundur, nötr bir uygulamadır. Bu nedenle pas
tiş, boş bir parodi, kör bir heykeldir: Bir tür boş ironi uygulaması ola
rak nitelendirebileceğimiz o ilginç ve tarihsel yönden modem özellik,
YVayne Booth'un onsekizinci yüzyılın "dengeli ironileri" adım verdiği
özellik için ne ise, parodi için pastiş de aynı şeydir.
Bu nedenle, Adomo'nun kahince teşhisi -tersine de olsa- gerçek
leşmiş görünmektedir: Postmodem üretimin habercisi (sağlanan sis
temin kısırlığını daha o dönemde fark eden) Schoenberg değil,
Stravinsky'dir. Zira -kendi parmak izleriniz denli benzersiz ve yanıl-
masız (erken dönem Roland Barthes'm biçemsel buluş ve yeniliğin
kaynağının ta kendisi), kendi gövdeniz denli kıyas kabul etmez- ileri
modemizmin üslup ideolojisinin yıkılışı ile kültür üreticileri, geçmiş
ten; ölü biçimlerin öykünmesi, artık globalleşen kültürün düşsel mü
zesinde muhafaza edilen tüm maskeler ve seslerden sağlanan konuş
malardan başka yönelecek bir yer bulamıyorlar.
Elbette bu durum, mimarlık tarihçilerinin "tarihsellik" adını ver
dikleri olguyu, yani, geçmişin tüm biçemlerinin rastgele yağmalan
masını, rastgele üslupçu kinayeler, ve genelde Henri Lefebvre'in
"neo"nun giderek artan önceliği adını verdiği durumu belirlemekte
dir. Bununla birlikte, pastişin bu heryerdeliği, belli bir mizahtan yok
sun, ya da tüm duygularsan arınmış değildir; ne de alışkanlıklara -
salt kendisiyle ilgili imgelere ve yapay olaylara ve (sitüasyonistlerin
terimiyle) "seyirlere" dönüşen bir dünyaya duyulan tarihsel yönden
özgün tüketici düşkünlüğüne yabana sayılır. Platon'nun benzeşim
(simulacrum) kavramını -yani hiçbir zaman varolmayan aslın özdeş
kopyasını- özellikle bu tür nesneleri betimlemekte kullanabiliriz. Ni
tekim, benzeşim kültürü, kullanım değerinin belleklerden silindiği
noktaya ulaşacak ölçüde değişim değerinin genelleştirildiği bir top
lumda, ya da Guy Debord'un olağanüstü bir deyişle gözlemlediği gibi
"görüntünün, metalann şeyleşmesinin nihai biçimini aldığı" bir top
lumda yaşama geçilir.
Benzeşimin yeni uzamsal mantığının, bugüne değin tarihsel zaman
olarak algılanan duyum üzerinde belirleyici bir etkide bulunması ar
tık beklenebilecektir. Böylece bizzat geçmişin kendisi modifikasyona
uğramaktadır: Bir zamanlar, tarihsel romanda Lukâcs'm tanımladığı
gibi burjuva kolektif projesinin organik soykütüğü olarak algılanan
-ve bugün de, E.P. Thompson, ya da Amerikan sözlü tarihinin "kefa-
retçi" tarih yazımında anonim ve susturulmuş ölü kuşakların yeni
den doğabilmesi için kolektif geleceğimizin yaşamsal bir biçimde ye
niden yaşama geçirilmesi yönünden vazgeçilmez bir retrospektif
boyutu oluşturan- özellikle de bu arada, ardı arkası kesilmeyen im
gelerin oluşturduğu geniş bir ufuk, bir fotografik benzeşim çoğullu
ğuna dönüşmüştür. Guy Debord'un güçlü sloganı, tüm tarihselliğini
yitirmiş, kendi varsayımsal geçmişi bir dizi tozlu seyirlere indirgen
miş bir toplumun tarih öncesi için bugün her zamandan daha geçer-
lidir. Postyapısal dilbilim kuramına harfi harfine uygunluk içinde,
"gönderge" olarak tarih, kendini giderek ayraçların içine alınmış ola
rak bulur, ve zamanla geride yalnızca metinler bırakarak tümüyle
silinir.
Ancak, bu sürecin tümüyle aldırmazlıkla karşılandığı sanılmamak
aksine, bugün fotografik imgelere duyulan tutkunun böylesine yo
ğunlaşması, bizzat, heryerde varolan, herşeye aç ve neredeyse
libidinal bir tarihselciliğin elle tutulur bir belirtisidir. Daha önce de be
lirttiğim gibi, mimarlar (aşın derecede çoğul anlam içeren) bu terimi,
rastgele ve herhangi bir ilkeye bağlı olmadan, ancak belli bir beğeni
düzeyi içinde geçmişin tüm mimari üsluplarını yutan ve bunlan aşın
derecede uyana gruplar oluşturacak biçimde birleştiren postmodem
mimarinin kendinden hoşnut eklektisizmini belirtmek amaayla kul
lanıyorlar. Nostalji terimi (özellikle, estetik bağlamda geri getirilmesi
olanak dışı bir geçmişle yüzyüze modemist nostaljinin aası göz
önünde bulundurulduğunda) bu büyülenmeyi betimlemek için pek
doyurucu gelmiyor; ne var ki, nostalji filminde (ya da Fransızca deyiş
le "la mode retro") olduğu gibi, dikkatlerimizi ticari sanatta ve beğe
nide kültürel yönden sürecin çok daha genelleştirilmiş bir görünümü
üzerinde topluyor.
Nostalji filmleri, pastiş konusunu tümüyle yeniden yapılandınr ve
bunu, kayıp bir geçmişi ele geçirmeye yönelik umutsuz bir girişimin
artık modaların değişiminin demirden yasası ve ortaya çıkan kuşak
ideolojisi tarafından yansıtıldığı kolektif ve toplumsal bir düzleme ak-
tanr. Bu yeni estetik söylemi ilk başlatan George Lucas filmi American
Graffiti (1973), kendisini izleyen birçok filmin yaptığı gibi, Eisenhower
döneminin artık büyüleyici hale gelen kayıp gerçekliğini yeniden ele
geçirmeyi amaçlıyordu7: Kişi -yalnızca Pax Americana'nın sağladığı is
tikrar ve refahtan dolayı değil, aynı zamanda, erken rock and roll ve
gençlik çetelerinin karşı kültürün ilk güdülerinin naif masumluğun
dan dolayı da, en azından Amerikalılar için 195Cni yılların, arzunun
ayncalıklı yitik nesnesi olduğunu düşünüyor (bu durumda Coppo-
la'mn Rumble Fish'ı artık geçmişte kalan bu dönemin ardından oluştu
rulmuş çağdaş bir ağıttır; bununla birlikte filmin kendisi gerçek an
lamda nostalji filmi üslubundadır). Bu ilk adımdan sonra Amerika'da
ve İtalya'da 1930'lu yılların üslupçu yeniden canlanışlarını yansıtan sı
rasıyla Polanski'nin Chinatoum ve Bertolucd'nin İl Conformista'sında
gözlemlendiği gibi diğer kuşaklar, estetik kolonyalizasyonun yollarım
açtılar. Daha da ilginç ve problematik olan, bu yeni söylem aracılığı
ile, bize ait olan şimdiki zaman ve yakın geçmişimiz ya da bireysel va-
7 Bu dönem (50’li yıllar) üzerine daha fazla açıklamalar için bkz. bölüm 9.
roluşsal belleğin kapsamına girmeyen daha eski geçmiş üzerinde bir
kuşatma oluşturmaya çalışan en son girişimlerdir.
Bu nihai nesnelerle -toplumsal, tarihsel ve varoluşsal bugünümüz
ile "kendisine gönderme yapılan" geçmişle- yüzyüze geldiğimizde,
postmodernist "nostaljik" sanat dili ile gerçek tarihseldliğin uyuş
mazlığı daha da dramatik bir biçimde belirginleşir. Bununla birlikte
çelişki, bu durumu karmaşık ve ilginç yeni biçimsel bir yaratıcılığa
yönlendirir. Bundan şu anlaşılmalıdır: Nostalji filmi hiç bir zaman, ta
rihsel içeriğin bir tür eski moda temsiliyle ilgili değildi, bunun yerine
geçmişe, görüntünün cilalı imgeleriyle ve "1930'lu ya da 1950'li" gibi
modaya atıflanyla "geçmişe ait olma"yı yansıtan stilistik çağrışımlarla
yaklaştı (bu bağlamda çağrışımı düşsel ve stereotipik idealliklerin sağ
lanması; örneğin "Sinite"yi bir tür DisneyEPCOTvari Çin kavramı
olarak gören Barthes'ın Söylerıler'de belirttiği formülü izlemiş olur).
Şimdiki zamanın nostalji tarzıyla anlamsızca sömürgeleştirilmesi,
Lawrence Kasdan'ın zarif filmi Body M ealde izlenebilir: Film, James
Cain'in Double Indemnity adlı filminin uzak bir refah toplumuna uyar
lanışı biçiminde bir yeniden yapımıdır ve günümüzde, Miami'ye bir
kaç saatlik otobüs yolculuğu uzaklığında küçük bir Florida kentinde
geçer. Bununla birlikte, film için "yeniden yapım" terimini kullanmak
bir anakronizma olur; zira, diğer versiyonlarının bulunduğunu bil
memiz (roman üzerine yapılan daha eski filmler ve romanın kendisi)
şimdi filmin yapısının temel ve başta gelen bir bölümünü oluşturmak
tadır: Diğer bir deyişle şimdi, estetik etkinin içine yerleştirilen bir
özellik ve "geçmişe ait olma"nın ve içinde "gerçek" tarihin yerini este
tik tarzların aldığı yapay-tarihsel derinliğin işleticisi olarak "metinlera-
rası" bir noktadayız.
Ancak, en baştan, estetik işaretlerin oluşturduğu bir tabur, resmi
çağdaş imge ile aramıza zaman içinde bir uzaklık yerleştirdi: Örneğin
tanıtım yazılarının "art deco" tarzda sunumu, bir anda, hem izleyiciyi
uygun "nostaljik" alımlama biçimine programlar (art deco alıntılar,
Toronto'nun ilginç Eaton Centre'ında olduğu gibi mimaride büyük
ölçüde bu işlev için kullanılırlar)8 Bu arada, yıldız sistemi kurumunun
kendisine yapılan karmaşık (ancak tümüyle biçimsel) araştırmalarla
çok farklı birtakım çağnşım oyunlan harekete geçirilmektedir. Baş
oyuncu William Hurt, statüsü, yıldızlık kuramının evriminin daha er-
g
Ayrıca bkz. “Art Deco”, benim yazdığım Signatures ofthe Visible, (Routlege, 1990).
ken çağlan bir yana, Steve Me Queen ya da Jack Nicholson (ya da, da
ha da uzak olarak Marlon Brando) gibi, kendinden bir önceki erkek
süperstarlar kuşağından bile açıkça farklıdır. Kendinden hemen önce
ki kuşak, üstlenmiş olduğu çeşitli rolleri, genellikle uzlaşmacılık kar
şıtlığım ve başkaldmyı çağnştıran kendi dönemlerinin iyi bilinen '"be
yaz perde" kişileri ile ve bunların aracılığı ile yansıtıyorlardı. Son
başrol oyunculan kuşağı, yıldızlığın bilinen işlevlerinin (en kayda de
ğer biçimde cinsel yönden) hala sürdüğü konusunda bir güvence sağ
lamayı sürdürürler, ancak burada, eski anlamda "kişilik" ten tümüyle
yoksunluk ve karakter oyunculuğunun anonimliğinden birşeyler taşır
(ki bu özellik, William Hurt gibi oyuncularda ustalık boyutlanna ula
şır, ne var ki bu, Brando ya da ondan önce Olivier'ın ustalığından çok
farklıdır). Ancak, yıldızlık kuruntumda bu şekilde "öznenin ölümü"
şimdi, oyunculuk tarzının böylece geçmişi çağnştıncı bir işlevi üstle
nebilmesi amacıyla çok daha eski rollere yönelik -bu durumda Clark
Gable ile ilgili- tarihsel araştırmalar oyunu için olanaklar yaratıyor.
Son olarak, mekan, normal olarak çokuluslu dönem Amerika'sının
çağdaşlığını yansıtan göstergelerin çoğundan kaçınmak üzere son de
rece zeki bir biçimde stratejik olarak çerçevelenmiştir: Küçük kent
mekanı, kameraya yüksek yapıların ön planda olduğu 197CKİİ ve SO'li
yılların görünümünden kaçmabilme olanağını sağlar (bununla birlik
te anlatının anahtar bölümlerinden biri, eski binaların arazi speküla
törleri tarafından yok edilmesi ile ilgilidir), öte yandan, bugünün nes
neler dünyası -tarzlan bir anda görüntünün tarihini açığa vurabilen
yapıtlar ve araç-gereçler büyük bir dikkatle görüntü dışı bırakılmıştır.
Bu nedenle, filmde yer alan herşey, resmi çağdaşlığını bulanıklaştır
mak ve izleyicinin öyküyü sanki bir tür hep varolan 1930'larda, ger
çek tarihsel zamanın ötesinde geçiyormuş gibi alıntılamasını sağla
mak üzere gizli bir anlaşmaya girmiştir. Bugüne benzeşimin sanat
dili, ya da, stereotip bir geçmişin "pastiş"i ile ilgili bu tür bir yaklaşım,
bugünün gerçekliğine ve bugünün tarihinin gerçekliğine cilalı bir se
rabın büyüsünü ve uzaklığını getirir. Bununla birlikte; bu büyüleyici
yeni estetik tarzm kendisi, tarih duyumumuzun, tarihi etkin bir bi
çimde deneyimleyebilme konusunda bir zamanlar sahip olduğumuz
olanağın silinişinin ayrıntılarla bezenmiş bir belirtisi olarak ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle şimdiki zamanın bu tuhaf gölgelendirmesinin,
bu estetik tarzm biçimci gücü ile gerçekleştiğini söyleyemeyiz; bu tarz
daha çok, içsel çelişkileri aracılığıyla, kendi mevcut deneyimlerimizle
ilgili temsilleri oluşturmakta giderek yetersiz kaldığımız bir durumun
ne denli büyük boyutlara ulaşmış olduğunu göstermektedir.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, bir zamanların tarihsel romanının
geleneksel amacını oluşturan "gerçek tarih"in kendisine gelince, bir
geriye dönüşle bu eski yazm tarzına ve aracına bir göz atmak ve ki-
taplan, daha geleneksel anlamı ile "tarih'le beslenen ve şimdilik
Amerikan tarihinin "epik söylemi" içinde birbirini izleyen kuşaklara
ait dönemlerden kesitler veren daha ciddi ve yenilikçi solcu romana-
lardan birinin eserlerinde romanın postmodem yazgısını okumak da
ha aydınlatıa olacak. E.L. Doctorow'm romanı Ragtime (World's
Faifde olduğu gibi) kendini, yüzyılın ilk iki on yılın resmi bir pano
raması olarak sunmaktadır. Romancının son yapıtı Billy Bathgate, tıpkı
Loon Lake gibi otuzlu yıllan ve Büyük Bunalım dönemini işler; öte
yandan The Book ofDaniel'da. Eski Sol ile Yeni Sol'un, 1930'lu ve 1940'lı
yılların komünizmi ile 1960'lann radikalizminin iki büyük anı gerçek
çi bir biçimde yan yana bize sunulmaktadır (romanaran eski western
çalışmasının bile bu modele uygun bir yapıyı izlediği ve daha belirsiz
ve biçimsel yönden daha acemi bir şekilde ondokuzuncu yüzyıl so
nunda "frontier" (sınır) in sona erdiğini belirttiği söylenebilir).
The Book of Daniel, beş büyük tarihsel roman içinde okuyucunun ve
yazarın şimdiki zamanı ile yapıtın konusunu oluşturan daha eski ta
rihsel gerçeklik arasında belirgin bir anlatı bağı oluşturan tek yapıt
değildir: Burada açıklamayacağım Loon Lake!in şaşırtıcı son sayfasmda
da bu bağ çok farklı bir biçimde oluşturulur. Bu noktada şunu belirt
mek ilginç gelecektir: Ragtime: m. ilk versiyonu9 bizi açıkça içinde ya
şadığımız zaman kipine, yazarın New York, New Rochelle'deki evine
götürür ve burası bir anda bulunduğu yerin kendi (düşsel) geçmişinin
1900'lü yıllardaki mekanını oluşturur. Bu ayrıntı basılı metinden çı
kartılmış, böylece simgesel yönden şimdiki zamanla olan bağlar kesi
lerek roman, bizimle ilişkisi oldukça belirsiz yeni bir geçmiş tarihsel
zaman düzleminde özgürce konumlandınlmıştır. Bununla birlikte bu
jestin hakikiliğinin derecesi, bugün ancak okul kitaplarından öğren
diğimiz Amerikan tarihi ile gazetelerin ve kendi gündelik yaşanılan
ınızın çokuluslu, çok katlı, stagflasyonist kentsel yaşam deneyimleri
arasmda herhangi bir organik ilişkinin artık bulunmadığı yolundaki
bilinen varoluşsal gerçek tarafından ölçülebilir.
g
“Ragtime”, American Review no. 20, Nisan 1974, s.1-20.
Bununla birlikte, tarihselcilik krizi, metin içinde yer alan diğer çe
şitli tuhaf biçimsel özelliklerde kendini semptomatik bir biçimde belli
etmektedir. Romanın resmi konusu, Birinci Dünya Savaşı öncesi dö
nemin köktenci işçi sınıfı politikalarından (büyük grevler) 19201i yıl
larda ortaya çıkan teknolojik buluşlar ve yeni meta üretimine
(Hollywood'un bir meta olarak görüntüsünün yükselişi) dönüşümle
ilgilidir: Kleist'ın Michael Koolhaas'mm ara yorumu, siyah kahramanın
başkaldınsırun tuhaf ve trajik epizodu, bu süreçle ilişkili bir an şek
linde düşünülebilir. Her durumda, Ragtime'ın politik bir içeriğe, hat
ta, bir tür politik "anlam" a sahip olduğu açıkça belli olmaktadır ve
Lynda Hutcheon'un ustalıkla açıklandığı gibi bu özellik:
(Romanda yer alan) birbirine koşut üç aile: Anglo-Amerikan kökenli
kurumsallaşmış aile, Avrupa kökenli göçmen marjinal aile ve Ameri
kalı zenci aile (tarafından gösterilmektedir). Romanın gelişimi birinci
ailenin merkezini dağıtır ve Amerika'nın kentsel kesiminin toplumsal
demografisi üzerine biçimsel bir alegori ile marjı, anlatının çoğul
"merkezleri" üzerinde odaklaştırır. Aynca, kapitalist mülkiyet ve pa
raya dayalı güçten kaynaklanan sınıf çatışmalarının sunumu aracılı
ğıyla Amerikan demokrasi ideallerinin yoğun bir eleştirisi de yer al
maktadır. Gerek kara-derili Coalhouse, gerek beyaz Houdini, gerekse
göçmen Tateh, emekçi sınıfının üyeleridir ve bundan dolayı da -buna
rağmen değil- üçü de, yeni estetik formların (ragtime, vodvil, sinema)
ortaya çıkması için uğraşabileceklerdir.10
Jean Paul Sartre, “L’Etranger de Camus” içinde Situations II, (Paris, Gallimard, 1948).
E.L. Doctorow, Amerikan köktenci geçmişinin ortadan kalkması
nın, Amerikan köktenci geleneğine ait daha eski geleneklerin ve anla
rın bastmlmasının epik ozanıdır: Sol sempatizanı hiç bir okur, bu ne
fis romanları okuduğunda içinde bulunduğumuz politik ikilemlerle
yüzleşmenin yarattığı gerçek bir yürek burkulmasını hissetmeden
edemez. Bununla birlikte/kültürel yönden ilginç olan Doctorov/un,
bu büyük izleği biçimsel yönden iletmek (zira konusu tam olarak, içe
riğin tükenmesidir) ve daha da önemlisi, yapıtım, kendi ikileminin
ayıncı özelliğini ve semptomunu oluşturan postmodemin kültürel
mantığının ta kendisi aracılığı ile işlemek zorunda kalmış olmasıdır.
Pastişin stratejileri (özellikle Dos Passos'un yeniden keşfinde) Loon La-
ke'de çok daha belirgin bir biçimde konumlandınlmaktadır; ancak
Ragtime, tarihsel göndergenin ortadan kalkışı ile oluşan durumun en
benzersiz ve en şaşırtıcı anıtıdır. Bu tarihsel roman, artık tarihsel geç
mişi temsil etmek üzere yola çıkamaz: Ancak geçmiş üzerine kendi fi
kirlerimizin ve stereotiplerimizin "temsilini" sunabilir (ve böylece bir
anda "pop-tarih" haline gelir). Böylece kültürel üretim, artık eski mo
nada özneye değil, değersizleşmiş bir tür kolektif tine ait bir zihinsel
uzama geri döner; artık, varsayımsal gerçek bir dünyaya, bir zamanlar
şimdiki zaman olan, olan bir geçmiş tarihin yeniden inşasına doğru
dan bakamaz: Bunun yerine, Plato'nun mağarasmda olduğu gibi,
kendisini çevreleyen duvarlarda geçmişle ilgili zihinsel imgelerimizin
izlerini takip etmek zorundadır. Bu nedenle, burada eğer gerçekçilik
ten herhangi bir şey geride kaldıysa, bu, kapatılmışlığı kavramış ol
manın ve sonsuza değin ulaşamayacağımız tarihi kendi pop imgele
rimiz ve benzeşimlerimiz aracılığı ile aramaya mahkum olduğumuz
yeni ve özgün tarihsel durumun yavaş yavaş farkına varmanın yarat
tığı şoktan çıkarsanması gereken bir "gerçekçilik" dir.
3
Tarihselliğin krizi şimdi, yeni bir yolla, genelde postmodem güç ala
nındaki zamansal örgütlenme sorununa ve elbette, giderek uzam ve
uzamsal mantığın başatlığının altına giren bir kültür içinde zamanın,
zamansalın ve sentagramatiğin alacağı biçim sorusuna doğru bir dö
nüş yapar. Gerçekten de eğer özne ön gerilimlerini ve yeniden geri-
limlerini etkin biçimde zamansal çoğulluğun ötesinde uzatabilme ve
geçmişini ve geleceğini tutarlı bir deneyimin içinde örgütleyebilme
yetisini yitirdiyse, bu tür bir öznenin kültürel üretimlerinin, "fragman
yığınlarının" dışında, rastgele heterojenliğin, parçalanmışın ve rastlan
tısalın pratiğinin ötesinde ne verebileceğini tahmin etmek zor oluyor.
Bununla birlikte bunlar, tam olarak postmodernist kültürel üretimin
analizinin yapıldığı (hatta avukatlarının savunmalarını yaptıkları) ay-
ncalıklı terimlerden bazılarını oluşturur. Bununla birlikte bunlar, yine
de yetersiz özelliklerdir: Daha yeterli formülasyonlar, "metinsellik",
"ecriture" ya da "şizofrenik yazım" gibi adlar alırlar ve bu noktada
göz atacağımız terimler de bunlar olacaktır.
Lacan'ın şizofreni ile ilgili yorumunu bu bağlamda yararlı görü
yorum; bunun nedeni, yorumun klinik yönden kanıtlanmış bir doğ
ruluğunun bulunduğunu belirlemiş olmam değil, bunun yerine,
bana -teşhisten ziyade tanım olarak- fikir verici bir estetik model su
nabilmesi.12 Elbette -Cage, Ashberry, Sollers, Robert Wilson, Ishmael
Reed, Michael Snow, Warhol ya da hatta Beckett gibi- en önemli
postmodern sanatçıların herhangi birinin klinik anlamda şizofren ol
duğunu düşünmüyorum. Ne de amacım, buradaki düşüncelerin ruhu
ve metodolojisi ile arasında bir mesafe koymaya çalıştığım
Christopher Lasch'in dönemi yakından etkileyen eseri The Culture of
Narcissism türünde ruhbilimselleştirici ve ahlakileştirici kültür eleş
tirmenlerinin yaptığı gibi toplum ve sanatı üzerine kültür ve kişilik
teşhisleri geliştirmek kanımca, toplumsal sistemimiz üzerine söylene
cek, bu ruhbilimsel kategorilerin aracılığı ile söylenebilenlerden çok
daha eleştirel şeyler var.
Kısaca, Lacan şizofreniyi gösteren zincir, yani, bir söyleyiş ya da
anlamı oluşturan birbirine bağlı sentagramatik gösteren dizilerinde
bir kınlma şeklinde tanımlar. Bu durumun, Lacan'ın Oedipal rekabeti,
annenin dikkatini çekmek konusunda rakibiniz olan dirimsel birey
olarak değil, artık dilbilimsel bir işlev olarak kabul edilen ataerkil oto
rite, Baba'nın Adı şeklinde tanımlayarak dile kodladığı ailesel ya da
daha ortodoks psikanalitik arka planını atlamak zorundayım.13
Lacan'ın gösteren zincir kavramı özünde, Saussurecü yapısalcılığın
temel ilkelerinden (ve en önemli buluşlarından) birini, anlamın, göste
ren ile gösterilen arasında, dilin maddeselliği ile bir sözcük ya da bir
12 Lacan’ın Schreber üzerine tartışmalarını içeren temel kaynak, “D’Une Question preliminaire a
tout traitement possible de la psychose” alıntı Ecrits, çev.: Alan Sheridan, (New York, 1977), s.
179-225. Bir çoğumuz psikoz üzerine bu klasikleşmiş görüşü, Deleuze ve Guattari’nin Anti-
Oedipus’u aracılığı ile alabildik.
13
Bkz. Bana ait “Imaginary and Symbolic in Lacan”, The Ideologies of Theory - I içinde,
(Minnesota, 1988), s. 75-115.
ad ile onun göndergesi ya da kavramı arasmda birebir bir ilişki olma
dığını öngörür. Bu yeni görüşte anlam, gösterenden gösterilene hare
ketten ortaya çıkar. Genelde gösterilen adını verdiğimiz (bir ifadenin
anlamı ya da kavramsal içeriği) şimdi, bir anlam-etkisi, gösterenler
arasındaki ilişkiler tarafından oluşturulan ve yansıtılan anlamlandır
manın nesnel serabı olarak görülmektedir. Bu ilişki koptuğunda, gös
teren zindrinin halkalan kırıldığında, birbirinden ayn ve aralarında
ilişki bulunmayan gösterenler yığını biçiminde şizofreni ile karşılaşı-
nz. Bu tür dilbilimsel işlev bozukluğu ile şizofreniğin ruhu arasındaki
bağ bu durumda iki düzlemli bir öneri aracılığı ile kavranabilir. Birin-
dsi, kişisel kimliğin kendisi, geçmiş ve gelecekle kişinin kendi şimdiki
zamanının belli bir zamansal birleşimidir. İkindsi de, bu tür bir za
mansal birleşimin kendisi, zaman içinde yorumsamacı bir döngü
içinde devinen dilin, daha doğrusu, tümcenin bir işlevidir. Tümcenin
geçmişini, geleceğini ve şimdiki zamanını birleştirmekte başarısız ka
lıyorsak, kendi biyografik deneyimimizin ya da ruhsal yaşamımızın
geçmişini, şimdiki zamanını ve geleceğini de birleştiremiyoruz de
mektir. Bu nedenle, gösteren zincirinin kopmasıyla şizofrenik, salt
maddesel gösterenler, başka bir deyişle, zaman içinde bir dizi saf ve
ilintisiz şimdiki zaman deneyimlerine indirgenir. Böyle bir durumun
estetik ya da kültürel sonuçlarına birazdan geleceğiz: Önce bunun na
sıl bir duygu olduğunu görelim:
Olduğu günü çok iyi anımsıyorum. Köyde kalıyorduk ve arada sırada
yaptığım gibi tek başıma yürüyüşe çıkmıştım. Bir okulu geçiyordum
ve birdenbire kulağıma bir Alman şarkısı geldi: Çocuklar müzik der-
sindeydiler. Durup dinlemeye koyuldum ve o anda tuhaf bir duyguya
kapıldım; çözümleyebilmesi zor bir duyguydu bu, ama daha sonra
çok iyi öğreneceğim bir duyguya -rahatsız edid bir gerçekdışılık duy
gusuna yakındı. Sanki artık okulu tanıyamıyordum, neredeyse bir kış
la kadar büyümüştü; şarkı söyleyen çocuklar, şarkı söyleme zorunda
bırakılan tutsaklar olmuştu. Sanki okul ve çocukların şarkısı dünyadan
aynlmıştı. Aynı anda gözlerim, hudutlarını göremediğim bir buğday
tarlasına takıldı. Güneşin altında gözleri kamaştıran o san uçsuz bu-
caksızlığın, düz taşlardan inşa edilen okul-kışlada tutsak edilen çocuk
ların şarkısıyla birleşmesi bende öyle bir tedirginlik yarattı ki hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladım. Hemen eve, bahçemize koştum ve
"herşeyi çoğunlukla olduklan gibi yapma", yani, gerçekliğe dönme
oyunu oynadım.Daha sonraki gerçek dişilik duyumlarında her zaman
varolan unsurların: sınırsız genişlik, parlak ışık ve maddi şeylerin cila
sı ve pürüzsüzlüğünün ilk görünüşüydü bu.14
Bob Perelman15
4
Şimdi, postmodemist zaman ve uzamla ilgili bu olağanüstü yorumu,
yeni kültürel deneyimin betimlenişinde sık sık kullanılan bu yükselme
ya da yoğunluklar teriminin son bir analizi ile tamamlamamız gereki
yor. Geride Hopper'ın binalarının terk edilmişliğini ya da Sheeler'in
formlarının katıksız Orta Batı sentaksını bırakarak bunların yerini,
araba mezarlıklarının bile sannsal bir görkeme büründüğü foto ger
çekçi şehir manzaralarının olağanüstü yüzeylerinin aldığı bir dönü
şümün heybetini yeniden vurgulayalım. Bu yeni düzeylerin coşkusu,
özlerinde sahip olduklan içeriklerin -kentin kendisinin- modemist
dönem bir yana, yirminci yüzyılın daha erken yıllarında bile kavrana
bilmesinin olanak dışı olduğu bir ölçüde çürümüş ya da çözülmüş
olması gerçeği karşısında daha da paradoksallaşıyor. Metalaşma te
rimleri ile ifade edildiğinde bu kentsel yozlaşma ne şekilde görsel bir
ziyafet oluşturur ve kentin gündelik yaşamındaki yabancılaşmaya
doğru bu eşi görülmemiş büyük sıçrama şimdi nasıl, acayip sannsal
bir coşku biçiminde deneyimlenebilir -soruşturmamızın bu anında
karşımıza çıkan sorulardan bazılan bunlar. Yeni estetikte uzamın tem
silinin bedenin temsili ile uyum oluşturmayacağının artık kesin bir şe
kilde belli olmasına rağmen -ki bu, manzara ile ilgili daha eski ve daha
erken kavrayışlardan çok daha fazla vurgulanan estetik bir işbölümü,
gerçekten daha meşum bir belirtidir- insan figürünün de bu araştır
manın dışmda kalmaması gerekmektedir: Doug Bond'un yapıtlarında
karşımıza çıkan boş banyolarda olduğu gibi yeni sanatın ayncalıklı
uzamı köktenci bir şekilde insan biçimine (anti-anthropomorfik) karşı
dır. Bununla birlikte, insan bedeninin son kertede çağdaş fetişize edilişi
Duane Hanson'un heykellerinden çok farklı: Kendine özgü işlevi
Sartre'ın gündelik yaşamı çevreleyen tüm dünyanın "gerçeklikten
anndırılması" adını vereceği süreçte yatan ve benim benzeşim adını
verdiğim bir yöne doğru gelişir. Diğer bir deyişle, bu polyester figürle
rin nefes alıp verişi ya da beden ısılarının olup olmadığı konusunda
duyduğunuz şüphe anı, müzede çevrenizde hareket eden insanlara
yansıyor ve bir an için onları da, ölü et rengi benzeşimlere dönüştürü
yor. Böylece dünya geçici bir süre için derinliğini yitiriyor ve cilalı bir
ten, stereoskop bir göz yanılsaması, yoğunluktan yoksun filmsel imge
lerin bir akışına dönüşme konusunda bir tehdit biçimini alıyor. Ancak
bu deneyim bugün bizde dehşet mi uyandırır, yoksa heyecan mı?
Bu tür deneyimleri, Susan Sontag'm etkili bir çalışmasında diğer
özelliklerden ayına bir biçimde yaptığı gibi camp adını verdiği terim
lerle ele almak yararlı olur. Bense, Edmund Burke ve Kant'm yapıtla
rında yeniden keşfedilen ve bu ilk terimle boy ölçüşebilecek derecede
gündemde olan yüce izleğinden yola çıkarak konuya farklı bir ışıkta
yaklaşacağım. Burke için yüce, dehşetle sınırdaş bir deneyim, insan
yaşamını bütünüyle ezip geçecek boyutta bir muhteşemliğin karşısın
da şaşkınlık, sersemleme ve korku içinde bir anlık bakıştı; daha sonra
Kant, bu terimi temsil sorusunu da içerecek biçimde işledi ve böylece
yücenin amaa yalnızca insan organizmasının doğaya olan fiziksel
yönden orantısızlığı ve salt güç sorunu olmaktan çıkarak, aynı zaman
da figürasyonun limitleri ve insan zihninin bu derece büyük güçlerin
temsili yapabilme konusundaki yetersizliğini de kapsadı. Modem
burjuva devletinin henüz ilk ışıklarının belirdiği bu tarihsel anda
Burke'ün ancak tanrısal terimlerle tanımlayabildiği bu güçlerle
Heidegger bile, günümüzde doğa imgesinin en son biçimi olan orga
nik kapitalizm öncesi kırsal manzara ve köy toplumu arasmda düş-
lemsel bir ilişki kurmuştur.
Bununla birlikte bugün, Doğanın köktenci bir biçimde karanlığa
gömüldüğü bu anda tüm bunlara farklı bir yoldan yaklaşmak tam da
olanak dışı sayılmaz. Ne de olsa Heidegger'in "tarla patikası"; geç
kapitalizm, yeşil devrim, yeni-sömürgecilik ve bir zamanlann tarla
ları üzerinden süper otoyollar geçiren, boş otoparklar inşa eden ve
Heidegger'in "oluş evi"ni sefalet içinde, buz gibi, farelerin cirit attığı
kira evlerine olmasa bile kat mülkiyetine dönüştüren megapolis tara
fından kurtarılamayacak, geri gelmeyecek biçimde tahrip olmuştur.
Duane Hanson, ‘Turist II"
Bu anlamda, toplumumuzun "öteki" bölümü, artık kapitalizm ön
cesi toplumlarda olduğu gibi doğa değil, bundan sonra oturup ne ol
duğuna karar vereceğimiz başka bâr şey haline gelmiştir.
Biraz aceleci bir tavırla bu "öteki şey" in kendi içinde "teknoloji"
olarak kavranmasını istemiyorum, zira göstermek isteyeceğim gibi,
teknoloji daha farklı bir oluşumu belirtmektedir. Bununla birlikte tek
noloji, makinelerimizde depolanan ölü insan emeğinin oluşturduğu
insan yapımı ve doğa karşıtı bu muazzam gücü, fark edilemeyen bi
çimleriyle geriye dönerek bizi karşısına alan kolektif olduğu kadar
bireysel praksisin de en kapsamlı anti-ütopya ufkunu oluşturan -
Sartre'ın "pratik-aklm karşı-sonluluğu" »dini verdiği bu yabancılaş
mış emeği belirleyebilmede bize ilk elden yardımcı olabilir.
Bununla birlikte Marksist görüşe göre teknolojik gelişme, kendi
içinde nihai bir belirleyici durum değil, sermayenin gelişiminin bir
sonucudur. Bu nedenle, sermaye içinde kuşaklar itibanyla makinanın
gücünü, teknolojik devrimin çeşitli safhalarını birbirinden ayırmak
gerekir. Ben burada, sermaye egemenliğinde makinenin evriminde üç
temel aşama ya da büyük atılım belirleyen Emest Mandel'i izliyorum:
Güç teknolojisinde -hareket ettirici makinelerin makineler tarafından
üretimi teknolojisi- temel devrimler bu nedenle, bir bütün olarak tek
nolojinin devrimlerinde belirleyici anlar olarak ortaya çıkmaktadır:
1848'den başlayarak buharlı motorların makineyle üretimi teknolojisi;
19 yüzyılın 90'lı yıllarından başlayarak elektrikli ve yakıtla çalışan mo
torların üretimi teknolojisi; 20. yüzyılın 40'lı yıllarından itibaren elekt
ronik ve nükleer güçle çalışan aygıtların üretimi teknolojisi -geç 18.
yüzyılın ilk "endüstriyel devriminden" bu yana kapitalist üretim tarzı
tarafından oluşturulan teknolojideki temel devrimler bunlar.17
17 Ernest Mandel, Late Capitalism, (London, 1978). (Geç Kapitalizm, Versus, İstanbul: 2008).
çelişmek bir yana, sermayenin bugüne değin metalaştırmadığı alanlara
doğru yoğun biçimde genişlediği en saf biçimini oluşturduğu önerisini
getirir. Günümüzün bu daha saf kapitalizmi böylece bugüne değin to
lerans göstererek haraç aldığı ve bunun karşılığında sömürdüğü kapi
talizm öncesi örgütlenmenin kuşatma altındaki son kalıntılarını orta
dan kaldınr. Bu bağlamda kişi ister istemez Doğaya ve Bilinçdışına
yeni ve tarihsel yönden özgün bir biçimde nüfuz edilmesinden ve sö-
mürgeleştirilmesinden, yani, kapitalizm öncesi (pre-kapitalist) tarımın
Yeşil Devrim tarafından yok edilişi ve medyanın ve reklam endüstrisi
nin yükselişinden söz etmek istiyor. Her durumda, benim gerçekçilik,
modemizm, postmodemizmi içeren kültürel dönemselleştirmemin,
Mandel'in üçlü şeması tarafından esinlendiği ve bunun tarafından
olumlandığı da böylece açıklığa kavuşacak.
Bu nedenle içinde yaşadığımız dönemden Üçüncü Makine Çağı
olarak sözetmek olası: İşte Kanfın yüce üzerine daha önceden yapmış
olduğu analizde belirgin bir biçimde geliştirilmiş bulunan estetik
temsil sorununu yeniden gündeme getireceğimiz nokta da burası; zi
ra, makine ile ilişkilerin ve makinenin temsilinin teknolojik gelişimi
nin bu nitel yönden birbirinden farklı safhaların her biriyle diyalektik
bir değişim geçirmesini beklemek oldukça mantıklı bir davranış olur.
Bu durumda, sermayenin bir önceki anında makinenin uyandırdı
ğı heyecanı, fütürizmin coşkusunu ve özellikle de Marinetti'nin ma
kineli tüfeği ve motorlu arabayı kutlamasını hatırlamak yerinde ola
caktır. Bunlar hala, modernizasyonun bu erken döneminin devingen
enerjilerine bir somutluk ve figürasyon kazandıran henüz gözle görü
nebilir amblemler, yontusal düğümlerdir. Bu akış çizgili büyük şekil
lerin saygınlığı, Le Courbusier'in binalarında, yaşlı, düşkünleşmiş
dünyanın kentsel manzarası üzerinde devasa buharlı gemiler gibi yü
zen geniş ütopik yapılarındaki metaforik varoluşlan ile ölçülebilir.18
Makine, burada ele almaya zamanımızın el vermediği Duchamps ve
Picabia gibi sanatçıların yapıtları üzerinde de farklı bir büyüye sahip
olmuştur: Konuyu bağlayabilmek amacıyla, Femard Leger ve Diego
Rivera gibi 19301u yılların devrimci ya da komünist sanatçılarının, bir
bütün olarak insanlık toplumunun Prometeuscu bir biçimde yeniden
inşasında makinelerin uyandırdığı bu heyecanı nasıl kendilerine mal
etmeye çalıştıklarına değineceğim.
18
Le Courbousier’de bu tür motifler için özellikle bkz. Gert Kahler, Architektur als Symbolverfall:
Das Dampfermotifin der Baukunst, (Brunswick, 1981).
Şurası dolaysız bir biçimde gözlemlenebilir ki, kendi anımızın tek
nolojisi artık temsil konusunda bu kapasiteye sahip değildir; ne tür
bin, ne Sheeler'in buğday asansörleri ya da fabrika bacaları, ne boru
ların ve konveyör kayışlarının barok aynülan, ne de demiryolu treni-
treninin akış çizgili profili -bunların tümü de atıl durumda bile yoğun
hız araçlarıdır- ancak, bunun yerine dış kabuğu hiç bir amblematik ya
da görsel güce sahip olmayan bilgisayar ya da hatta, hiç bir şey söy
lemeyen ancak kendi düz (flat) görüntüsünü kendisiyle birlikte taşı
yan, herşeyi içine emen o televizyon denen ev aletinde olduğu gibi çe
şitli medyaların dış kalıpları.
Bu tür makineler gerçekten üretim değil yeniden üretim makinele
ridir ve estetik temsil kapasitemiz üzerinde, fütürist anın eski ivme ve
enerji yontularının eski makineler karşısındaki idolleştirid enerjiden
öykünmelerinden çok farklı taleplerde bulunurlar. Burada, kinetik
enerjiden çok yeni geliştirilen her tür yeniden üretim süreçleri ile karşı
karşıyayız. Postmodemizmlerin daha zayıf üretimlerinde bu tür süreç
lerin estetik yönden biçim bulmaları genellikle daha kolay bir şekilde
içeriğin izleksel temsiline -yeniden üretme süreçleri üzerine anlatılara-
dönüşür ve film kameraları, video kayıt cihazları, benzeşimin üretimi
ve yeniden üretimine ilişkin tüm teknolojiyi kapsar. (Bu bağlamda,
Antonioni'nin modernist Blow-Up'mdm De Palma'nın postmodernist
Blowout'na geçiş, paradigmatik bir özellik oluşturuyor). Örneğin Japon
mimarlar bir binanın tasarımım üst üste konmuş kasetlerin dekoratif
öykünmesi üzerinde modellendirdiklerinde getirilen çözüm, en iyi
durumda izleksel ve araştırmacı, ancak, büyük ölçüde de mizahidir.
Ancak, en enerjik postmodernist metinlerde bir başka özelliğin da
ha ortaya çıktığı gözlenir; bu da, tüm izleselliklerin ve içeriğin ötesinde
yapıtın, bir şekilde yeniden üretim sürecinin şebekelerine sızabildiği
ve böylelikle bize, gücü ya da sahiciliği bu tür yapıtların çevremizde
yeni bir postmodernist uzamın belirmesini sağlayabilmedeki başarısı
ile kanıtlanan postmodem ya da teknolojik bir yüceye bir an için ba
kabilmemizi sağladığı duygusudur. Bu anlamda mimari, ayrıcalıklı
estetik dil olma özelliğini muhafaza eder ve bir devasa cam yüzeyin
bir diğeri üzerindeki çarpıtıcı ve fragmanlara ayına yansıması, post
modernist kültürde sürecin ve yeniden üretimin merkezi rolünün pa
radigması şeklinde kabul edilebilir.
Bununla birlikte, daha önce de belirttiğim gibi, teknolojinin her
hangi bir biçimde bugünkü toplumsal yaşamımızın ya da kültürel
üretimimizin "nihai belirleyici durum"u olduğu izlenimini uyandır
mak istemiyorum: Böyle bir tez elbette, post-endüstriyel toplumla ilgi
li post-Marksist nosyon ile aynı kapıya çıkmaktadır.
Benim vurgulamak istediğim, dev bir iletişim ve bilgisayar şebeke
si ile ilgili hatalı temsillerimizin kendilerinin, daha derinlerde yatan
bir şeyin, günümüzün çokuluslu kapitalizminin çarpıtılmış bir figü-
rasyonu olduğu. Bu nedenle, çağdaş toplum teknolojisi kendi özellik
lerinden dolayı değil, zihinlerimizin ve düş gücümüzün kavrayabil
mesi daha da güç olan bir güç ve kontrol şebekesinin; bizzat
sermayenin üçüncü döneminin tümüyle yeni merkezsizleştirilmiş
global ağının kavranabilmesi için ayrıcalıklı bir temsili özet sunabil
mesinden dolayı çekici ve büyüleyicidir. Bu, betimsel bir süreçtir ve
bugün en iyi biçimde çağdaş eğlence yazını tarzında gözlemlenebil-
mektedir -kişi ister istemez bu süreci, varsayımsal global bir bilgisa
yar sisteminin devrelerinin ve şebekelerinin, genelde okuyan normal
insan zihninin kavrayabilme kapasitesinin ötesinde bir karmaşıklık
içinde, özerk, ancak birbirine ölümüne kenetlenmiş ve rekabet halin
deki enformasyon ajanslarının labirentvari komploları tarafından an-
latisal bir biçimde harekete geçirildiği bir "ileri teknoloji paranoyası"
şeklinde tanımlıyor. Ancak komplo kuramı (ve onun gösterişli anlatı-
sal görünümleri) gelişmiş teknolojinin figürasyonu aracılığı ile çağdaş
dünya sistemi üzerinde düşünmeye yönelik niteliksiz bir girişim şek
linde algılanmalıdır. Kanımca postmodern yüce ancak bu devasa ve
tehditkar; buna karşın hayal meyal algılanabilen, ekonomik ve top
lumsal kurumlann diğer gerçekliği aracılığı ile yeterli ölçüde kuram-
sallaştınlabilecektir.
İlk kez espiyonaj romanlarının erken dönem yapısında ifade bul
maya çalışan bu tür anlatılar ancak son yıllarda uluslar ötesi korporas-
yonlannın gerçekliği olduğu ölçüde dünya çapında paranoyanın da
ifadesi olan ve cyberpunk adı verilen yeni bir bilim kurgu türünde kris-
talize olabilmişlerdir: Gerçekten de Willliam Gibson'un temsili yenilik
leri, yazarın eserine başat biçimde görsel ya da işitsel postmodern üre
timin yazınsal yönden gerçekleştirilmesi niteliğini kazandırmaktadır.
5
Şimdi, bu bölümü bitirmeden gerçek boyutlanyla postmodern bir bi
nanın -çoğu yönden, başlıca temsilcileri Robert Venturi, Charles
Moore, Michael Graves ve son yıllarda da Frank Gehry'nin oluştur-
duklan postmodern mimarirıin karakteristik özelliklerine birçok yön
den uymayan, ancak kanımca postmodernist uzamın özgünlüğü ko
nusunda çok çarpıcı dersler verebilen bir yapıtın kısa bir analizini
yapmak istiyorum. Yukanda yer alan açıklamalarda hep yer alan figü
rü biraz daha büyütelim ve farkedilir duruma getirelim; bizlerin bu
rada inşa edilen uzamda oluşan mutasyon gibi bir oluşumun huzu
runda olduğumuzu öne sürüyorum. İma etmek istediğim şu ki, bizler,
kendilerini bu yeni uzamda bulan insan özneler bu evrime ayak uy
duramadık: Nesnede, kendisine öznede eşdeğerde bir mutasyonun
eşlik etmediği bir mutasyon oldu. Bu yeni hiper-uzama uygun algısal
bir donanıma sahip değiliz; bunun nedeni kısmen, algısal alışkanlık-
lanmızm, ileri modemizmin uzamı diyeceğim daha eski bir uzamda
biçimlenmiş olması. Bu nedenle, yeni mimari türü -daha önceki açık
lamalarda belirttiğim kültürel ürünlerin çoğunda olduğu gibi- yeni
organların geliştirilmesi, sinir sistemimizi ve bedenimizi henüz düş-
lenemeyen ve belki de son kertede gerçekleşmesi olanaksız yeni bo
yutlara doğru geliştirmeye yönelik bir tür emir kipi oluşturuyor.
Özellikleri birazdan aşağıda sıralayacağım bina, Los Angeles'in
merkezinde, diğer eserlerinin arasında çeşitli Hyatt Regency otelleri,
Atlanta'da Peachtree Center ve Detroit'de Renaissance Center'm da yer
aldığı mimar ve tasanmcı John Portman tarafından inşa edilen Westin
Bonaventure Oteli. Postmodemizmin büyük mimari modemizmlerin
elit (ve Ütopyaca) kesinliğine karşı retorik savunmasının popülist özel
liklerinden bahsetmiştim: Diğer bir deyişle, bu yeni binaların bir yan
dan popülist yapıtlar olduğu, diğer yandan ise Amerikan kent doku
sunun mimari özelliklerine saygı gösterdikleri genellikle kabul edilir;
yani bu eserler, ileri modemizmin baş yapıtlarının ve anıtlarının yaptı
ğı gibi, kendilerini çevreleyen kentin bayağı, ticari gösterge-sisteminin
içine farklı, ayrı, yüksek bir ütopyacı bir dil yerleştirmeye çalışmadılar;
bunun yerine, artık amblemleştirilmiş deyişle "Las Vegas'dan öğre
nildiği" gibi, bunlarla aynı dili konuşmaya, aynı leksikonu ve sentak
sı kullanmaya özen gösterdiler. Sıralanan bu özelliklerden ilkinde,
Portman'ın Bonaventure'ü tüm savlan doğrular niteliktedir: Yapı, ge
rek yerel halkın gerekse turistlerin heyecanla gezdiği popüler bir bina
dır (Portman'ın diğer yapılan bu yönden daha başanlı olsa da). Bunun
la birlikte, kentsel dokunun içine popülist bir yapının yerleştirmesi
farklı bir konudur ve tartışmaya da bu konuyla başlıyoruz. Bonaven
ture'ün, biri Figueora'da, diğer ikisi ise eski Bunker tepesinden arta-
The VVestin Bonaventure (Portman)
Le Corbusier, “Unite d’Habitation
kalan meyil üzerinde inşa edilen yüksek bahçelerden geçilerek ulaşan
otelin diğer yanında olmak üzere üç kapısı var. Bu girişlerden hiç biri,
geçmiş yıllarda inşa edilen binaların geçişinizi şehir sokağından iç
mekana doğru yönlendirdiği eski otellerin tenteli girişlerine ya da anıt
sal "porte cochere"lere benzemez. Bonaventure'ün giriş yollan, olduk-
lan biçimleriyle, yanal ya da daha doğrusu, arka kapılarla ilgilidir:
Arka bahçeleri izlediğinizde kendinizi kulenin altıncı katında bulur
sunuz ve orada bile sizi lobiye ulaştıracak asansörü bulabilmeniz için
bir kat merdiven inmeniz gerekecektir. Bu arada, Figueroa'da ilk ba
kışta ön giriş kapısı gibi görünen giriş sizi, elinizde bagajlarınızla,
ikinci katta yer alan alışveriş balkonuna ulaştınr ki buradan ana kayıt
masasına yürüyen merdivenle inmek zorunda kalırsınız. Bu tuhaf bi
çimde herhangi bir göstergeden yoksun giriş yollan üzerine belirtmek
istediğim ilk şey, bunların, (Portman'ın uğraşmak zorunda olduğu
maddi sınırlamalardan da üzerinde ve ötesinde) otelin iç mekanında
başat bir biçimde kendini hissettiren yeni bir kapanmışlık kategorisini
empoze etmeye çalışıyor olmalan. Kanımca, Paris'de Beauborg ya da
Toronto'da Eaton Centre gibi diğer bazı karakteristik postmodem bi
nalarla birlikte Bonaventure, toplam bir uzam, komple bir dünya,
minyatür bir kent oluşturmayı amaçlamaktadır: Bu arada, bu yeni
toplam uzam, yeni bir kolektif uygulama, kişilerin sağa solda dolaş-
tıklan, birleştikleri yeni ve tarihsel yönden özgün bir tür hiper-
kalabalık uygulamasının yeni bir tarzına tekabül ediyor. Bu nedenle,
ideal olarak, Portman'ın Bonaventure'unun minikentinin hiç bir giri
şinin bulunmaması gerekir, zira giriş yolu her zaman binayı, kendisini
çevreleyen kentin kalan bölümüne bağlayan dikiş izidir; oysa bina,
kentin bir parçası olmayı değil, onun kopyası olmayı, onun yerini al
mayı ve ikame etmeyi amaçlamaktadır. Bu elbette ki olanak dışı; bu
radan da girişin en yalın biçimde minimuma indirgenmesi ortaya çı
kıyor.19 Ancak bu kendini çevreleyen kentten kopuş, Enternasyonal
19
Bu tür bir yapının “arkasını döndüğünü” belirtmek, elbette gerçeği olduğundan farklı göster
mek olur; öte yandan, binanın “popüler” özelliğinden söz etmek ise, onun dışarıda (yığınlarının
eski Plaza’nın açık uzamını yeğleyen) Hispanik-Asya karışımı devasa şehirden sistematik biçim
de kendini ayırmış olduğu gerçeğini gözardı etmek anlamına gelir. Gerçekten de bu, Portman’ın
iletmeye çalıştığı, başlıca illüzyonu onaylamak anlamına gelir: Portman, süper lobilerinin kap
sadığı özenle tasarlanmış uzamlarında, kensel yaşamın gerçek popüler dokusunu yeniden ya
ratmıştır. (Gerçekte Portman yalnızca, üst orta sınıflar için, şaşırtıcı derecede karmaşık emniyet
sistemleri tarafından korunan akvaryum ya da seraları andıran geniş yaşama mekanları inşa
etmiştir. Kent merkezinde inşa edilen yeni yapıların büyük bir bölümü, Jüpiter'in üçüncü uydusu
üzerinde yükselen yapılar gibidir. Bunların temel mantığı, kendi içinde doğayı minyatürieştir-
meğe çalışan klastrofobik bir uzay kolonisinin mantığına benzer. Bu nedenle Bonaventure, nos-
Üslubun kopuşundan farklıdır; zira -modernist yeni Ütopik uzamının
açık bir biçimde reddettiği bozulmuş ve düşmüş kent dokusundan
köktenci bir biçimde ayırdığı Le Corbusier'nin büyük pilotisinde ol
duğu gibi- bu arutsal yapılarda kopuş eylemi daha şiddetli, daha göz
le görülür bir nitelik taşır ve son derece gerçek simgesel bir anlamı
vardır (bununla birlikte modemin kozu, kendi "yeni"liğinin taşıdığı
güçlü kini içinde bu yeni Ütopik uzamın, kendini çevreleyen kent do
kusunu uzamsal dilinin gücüyle sonunda dönüştürebilmektir). Oysa
Bonaventure, Heidegger'in parodisiyle "düşmüş kentin dokusu bırak
öyle kalsın" der gibidir; ne daha fazla etki, ne de daha geniş proto
politik ütopik dönüşüm beklenir ya da arzu edilir.
Bu teşhis, biraz önce yansıma olgusunu genellikle yeniden üretime
dayalı teknolojinin bir tematiğini geliştirirken kullandığımdan daha
farklı bir yorumla değerlendireceğim Bonaventure'm devasa yansıtıcı
cam derisi tarafından da doğrulanmaktadır (ancak bu iki yorum bir-
biriyle çelişik değildir). Şimdi, bu camdan derinin, dış dünyayı oluş
turan kenti nasıl geri püskürttüğünü vurgulamak gerekiyor: Bu geri
püskürtme ya da yansıtmanın bir anolojisine de, konuştuğunuz kişi
nin sizin gözlerinizi görebilmesini engelleyen ve böylece Diğeri üze
rinde bir agresitivite ve güç sağlayan aynalı gözlüklerde rastlıyoruz.
Benzer biçimde carhdan deri de Bonaventure'ün tuhaf ve yersizleştiri-
taljik bir Güney Kaliforniya mekanını bir çeşni olarak sunar: Portakal ağaçlan, fıskiyeler, çiçektt
asma dallan ve temiz hava. Dışarıda, zehirli dumanların altındaki kent gerçekliğinde, aynalı
camlarla kaptı geniş yüzeyler, büyük kentin yalnızca sefaletini ve düşkünlüğünü değil, aynı za
manda (Kuzey Amerika’nın en coşkulu kentsel yakın çevre duvar resimleri (mural) akımı da da
hil olmak üzere) bastırılamaz bir devingenliği ve bir otantiklik arayışını da yansıtmaktadır”. (Mike
Davis, “Urban Renaissance and the Spirit of Postmodernism”. New Left Review 151 (Mayts-
Haziran 1985); 112). Davis benim bu tür ikinci derecede kensel yenileme girişimleri konusunda uz
laşmacı ya da soysuzlaşmış bir yaklaşım içinde olduğumu inanıyor; makalesinde okur için yarar
lı kentsel bilgilerin ve analizlerin yanısıra, yoğun bir içtensizlik de yer alıyor. Emek sömürüsüne
dayalı atelyelerin (sweatshops) “pre-kapitalist” döneme ait olduğunu düşünen bir kişinin verdiği
ekonomi dersleri yararlı olmaz; öte yandan, postmodemizmi bir orta sınıf özelliği olmak bir yana,
(hegemonik ya da “egemen sınıf üslubu olarak -tabii eğer öyle bir şey varsa) bir oluş şekline
dönüştüren formatif bir etki olarak bizim tarafımıza alacak kaydetmenin (1960’tarın sonlarında
patlak veren getto ayaklanmaları) bize sağlayacağı avantam ne olacağı açık değildir. İşleyiş dü
zeni de elbette tersine olacaktır: Sermaye (ve onun çoğurnüfuzları”) önce gelir ve ancak bunun
ardından bir “direniş” ortaya çıkabilir ki genelde, bunun tersine olduğunu düşünmek kişilere ca
zip gelir. (Fabrikada ortaya çıktığı biçimde işçilerin kendi aralarındaki ilişkileri ontar tarafından
değil, sermaye tarafından konumlandırılır. Bunların birleşmeleri, kendi oluşlarını değil,
sermayeninin oluşunu belirler. Tek başına işçi için bu, rastlantısal gibi görünecektir. Kendisinin
diğer işçilerle bir araya gelmesini ve onlarla olan iş birliğini, sermayenin işleyiş tarzları açısından
“yabancılaşmış” ilişkiler olarak görür. (Karl Marx, Grundrisse, Collected Works, volume 28,New
York, 1986, s. 505). Davis’in yanıtı, Sol'dan gelen daha “militan” seslerin tipik bir örneğini yansıt
makta; öte yandan, yazıma sağ-kanattan gelen tepkiler ise genellikle konuya estetik yönden
yaklaşıyor ve örneğin benim postmodern mimariyi genelde Portman gibi bir kişi ite özdeş kıl
mamı eleştiriyorlar; oysa Portman, yeni kent merkezlerinin (Harold Robbins’i olmasa bile)
Coppola'sı sayılır.
d bir şekilde kendisini içinde bulunduğu mekandan ayınyor. Buna bir
dış yüzey bile diyemeyeceğiz, zira otelin dış duvarlarına baktığınızda,
otelin kendisini değil, onu çevreleyen herşeyin çarpık imgelerini gö
rüyorsunuz.
Şimdi, yürüyen merdivenlere ve asansörlere geliyoruz. Özellikle
Portman'ın "dev kinetik heykeller" adını verdiği ve özellikle -dev
japon fenerleri ya da gondollar gibi durmaksızın inip çıktığı
Hyatt'larda otel iç mekanının görselliğinin ve heyecanımmn önemli
bir unsurunu oluşturan asansörlere bilinçli bir ayrıcalık tanınmış ve
ön plana çıkartılmışlardır. Kanımca bu "insan taşıyıalar"ı (terim,
Portman tarafından Disne/den uyarlanmıştır) salt işlevselliğin ve
teknik komponentlerin ötesinde ve daha önemli bir gösteren olarak
görmek gerekir. Her durumda son yıllarda ortaya çıkan mimari ku
ramın başka alanlardan anlatısal analizler almaya başladığını ve fizik
sel yörüngelerimizi, biz ziyaretçilerden kendi gövdelerimizle ve hare
ketlerimizle yerine getirmemiz ve tamamlamamız istenen gerçek
anlatılar ya da öyküler aracılığı ile dinamik yollar ya da anlaüsal pa
radigmalar şeklinde görmeye çalıştığını biliyoruz. Bununla birlikte
Bonaventure'de bu sürecin diyalektik bir biçimde yükseldiğini görü
rüz; bana öyle geliyor ki, yürüyen merdivenler ve asansörler burada
yalnızca hareketin yerini almakla kalmıyor, aynı zamanda ve
herşeyden çok, kendilerini gerçek anlamda hareketin yansıtıcı işaret
leri ve amblemleri olarak belirliyorlar (bu binada -özellikle yürüme
nin kendisi olmak üzere eski hareket biçimlerinden neyin geride kal
dığı sorusuna geldiğimizde açıklığa kavuşacak bir konu). Burada
anlatısal dolaşma, artık kendi başımıza yapmamıza izin verilmeyen o
eski gezintinin alegorik bir göstereni durumunu alan bir taşıma aracı
tarafından vurgulanmakta, simgeleştirilmekte, şeyleştirilmekte ve
ikame edilmektedir ki bu da, kendisine dönerek kültürel üretimini
kendi içeriği olarak belirleme eğilimi gösteren tüm modem kültürün
kendi kendisine göndermede bulunma özelliğinin diyalektik bir yo
ğunlaşmasıdır.
Konunun kendisini, bu tür alegorik aygıtlardan inip, minyatür bir
göl ve altıncı kattaki bir tür çatı serasına kadar yükselen balkonlar ta
rafından çevrelenen, asansörleri ile dört simetrik yerleşim kulesinin
ortasında büyük merkez sütunu ile lobi ya da atriuma adım attığınız
da yaşadığınız uzamsal deneyimi anlatmaya gelince, kendimi kay
bolmuş hissediyorum. Kanımca, bu tür bir uzam, artık hadm ya da
hacimlerin dilini kullanmamıza fırsat vermiyor, zira bunların kavra-
nabilmeleri de olanak dışı. Yukarıdan sarkan flamalar, gerçekte sahip
olabileceği form üzerinde herhangi bir varsayımda bulunabilmeyi ön
lemek üzere sistematik ve kasıtlı bir biçimde bu boş uzamı kaplıyor
lar; aynı anda, uzam içinde akıp giden sürekli bir faaliyet, bu boşlu
ğun burada kesinlikle sıkıştırılmış olduğu, bunun da, bir zamanlar
perspektif ya da hacim duyumunun algılanabilmesini sağlayan o me
safenin artık yer almadığı bir durumda içine gömüldüğünüz uzamı
oluşturduğu duygusunu uyandırıyor. Tüm bedeninizle ve gözlerinize
kadar bu hiper-uzamın içindesiniz; ve eğer, daha önce postmodem
resim ve yazmda sözünü ettiğim derinliğin baskı altında tutulmasının
mimaride gerçekleşebilmesi zorunlu olarak güç göründüyse, belki de
bu şaşkına çevirici içine gömülme deneyimi de, bu yeni ortamın bi
çimsel karşılığı olarak görülebilir.
Ancak yürüyen merdiven ve asansörün de bu bağlamda diyalektik
yönden birbirinin karşıtı olduğu ve asansör gondolün o görkemli de
viminin de aynı zamanda atriumun dolu mekanı için diyalektik bir te
lafi oluşturduğu öne sürülebilir; asansör, bize kökünden farklı, ama
aynı zamanda tamamlayıcı uzamsal bir deneyim, dört simetrik kule
nin birinden yukarı yükselerek süratle tavanı aşma ve göndergenin,
Los Angeles kentinin kendisinin nefes kesici, hatta ürkütücü bir bi
çimde gözlerimizin önüne serildiği duygusunu deneyimleme fırsatı
sunmaktadır. Ancak, dikey devinim bile kontrol altındadır: Asansör
sizi o dönen kokteyl salonlarından birine ulaştırır ve siz, bir kez daha
pasif konumda dönerek şimdi dışarıya baktığınız pencere camlan
üzerinde kendi imgelerine dönüşen kentin düşündürücü bir panora
masını izlersiniz.
Lobinin merkezi uzamına geri dönerek bu konuyu kapatabiliriz
(ancak otel odalarının gözle görünür biçimde kenara itilmiş olduğu
da geçerken gözlemlenir; yerleşim bölümlerindeki koridorlar alçak
tavanlı, karanlık en bunaltıcı anlamında işlevsel, odaların ise son de
rece zevksiz olduklan anlaşılmaktadır). İniş, oldukça dramatiktir: Ça
tıdan aşağıya hızla düşüp, gölün ortasına konarsınız. Ancak buraya
vardığınızda olanlar ise oldukça farklıdır ve şaşkınlık, uzamın, yine
de içinde yürümeye çalışanlardan aldığı bir öç şeklinde tanımlanabi
lir. Dört kulenin mutlak simetrisi göz önünde bulundurulduğunda,
bu lobi içinde yolunuzu bulabilmeniz neredeyse olanak dışı gibidir.
Eski bir uzamın koordinatlarını yeniden kurabilmek amacıyla acınası
ve oldukça umutsuz bu durumu açığa vuran bir çaba içinde, son yıl
larda renk kodlaması ve yön işaretleri eklenmiş bu uzamsal mutasyo-
nun uygulamadaki en dramatik sonucundan, çeşitli balkonlardaki
dükkan sahiplerinin içinde bulunduklan talihsiz açmazdan söz ede
ceğim: 1977'de otelin açılışından bu yana hiç kimsenin bu dükkanlar
dan herhangi birini bulamayacağı, aradığınız butiği bir kez bulabilse-
niz bile büyük bir olasılıkla ikinci kez aynı dükkanı bulabilme
şansınızın çok az olduğu herkesçe biliniyordu: Sonuç olarak, dükkan
kiraalan perişan halde ve tüm mallar indirimli satılıyor. Portman'ın
bir mimar olduğu kadar bir iş adamı ve milyoner bir inşaatçı, bir sa
natçı ve aynı zamanda kendi çapında bir kapitalist olduğunu anımsa
dığımızda, burada da bir tür "bastırılmışın geri dönüşünün" söz ko
nusu olduğu anlaşılıyor.
Böylece, en sonunda esas savıma geliyorum: Uzamın bu en son
mutasyonu -postmodernist hiper-uzam- en sonunda, insan bedeninin
kendini konumlandırabilme, yakın çevresini görsel yönden örgütle-
yebilme ve bilişsel olarak, haritası yapılabilen bir dış dünyada kendi
pozisyonunun haritasını çıkarabilme kapasitesini aşmayı başarmıştır.
Şimdi, beden ile onun inşa edilmiş çevresi arasındaki bu ürkütücü ay
rılma noktasının -ki, modemizmin uyandırdığı ilk şaşkınlık arasında
ki fark, bir otomobil ile bir uçağın sürati arasındaki fark gibidir- hiç
değilse şu anda kendimizi zihinlerimizin içinde tek tek bireyler olarak
bulduğumuz dev, global, çokuluslu ve merkezsiz iletişim ağının hari
tasını çıkartabilme kapasitesinden yoksunluğunun yarattığı daha be
lirgin bir açmazın simgesi ya da analojisini oluşturduğu öne sürülebilir.
Ancak, Portman'ın uzamının olağan dışı ya da görünürde marjinal
ve Disneyland türü eğlence merkezi üzerinde uzmanlaşmış bir uzam
şeklinde algılanmasını istemediğimden dolayı, bu kendinden hoşnut
ve (sersemletici de olsa) eğlence zaman-uzamını, kendinden çok farklı
bir alanda, özellikle Michael Herr'in Vietnam deneyimlerini konu
alan harika kitabı Dispatches'da aktardığı biçimiyle postmodern savaş
uzamı ile karşılaştırmak istiyorum. Yapıtta yer alan olağanüstü dilbi
limsel yenilikler, dilin kişisellikten anndınlmış bir biçimde başta rock
dili ve siyah dili olmak üzere çağdaş kolektif idiolektlerin oluşturdu
ğu geniş bir yelpazeyi birleştiren, buna karşm bu birleşmenin içeriksel
sorunlar tarafından yönlendirildiği eklektik yöntem açısından post
modern sayılabilir. Bu ilk korkunç postmodernist savaş, geleneksel
savaş romanı ya da filminin paradigmalarının herhangi biriyle anlatı-
lamaz -gerçekten de, tüm eski anlaüsal paradigmaların yıkılışı, eski
bir askerin bu tür bir deneyimi aktarabileceği her tür ortak dilin de
yıkılışıyla birlikte, bu kitabın ana konularından birini oluşturur ve
bunun da yeni bir "dönüşlülüğe" (reflexivity) yol açtığı söylenebilir.
Benjamin'in bedensel algılamanın tüm eski alışkanlıklarını aşan bâr
yeni kent teknolojisi deneyiminden yola çıkarak Baudelaire ve
modernizmin doğuşu üzerine yazdıklan, teknolojik yabancılaşmaya
doğru bu yeni ve neredeyse düşlenemez sıçramanın ışığında, bire bir
bağlamda hem ilişkili hem de güncelliğini ve geçerliliğini yitirmiştir.
O, hareket eden hedeflerden kurtulan, hedeflere abone, savaşın gerçek
çocuğuydu. Zira, kıskıvrak bağlandığın ya da kapana kısıldığın ender
durumların dışında sistem, eğer istediğin buysa, seni sürekli devingen
kılacak biçimde ayarlanmıştı. Elbette herşeyden önce ordaysan ve bu
nu yakından görmek istiyorsan, bu da hayatta kalabilme tekniği olarak
herşey kadar anlamlıydı; düzgün ve doğru başlıyordu. Ancak ilerle
dikçe konik bir şekil alıyordu; zira, hareket ettikçe daha çok görüyor,
daha çok gördükçe, ölüm ve yaralanmanın ötesinde daha çok tehlike
ye giriyordun; ve daha çok tehlikeye girdikçe de birgün "hayatta ka
lan" biri olabilme şansın daha azalıyordu. Bazılarımız, savaşın içinde,
bu koşuşun bizi nereye sürüklediğini artık göremeyecek duruma ge
linceye kadar, çılgınlar gibi hareket ediyordu; yüzeyde ise yalnızca, fa
sılalarla, beklenmedik bir şekilde delip giren savaş vardı. Helikopterle
re taksiler gibi ulaşabilmemiz olanaklı olduğu sürece, görünürde
sessiz kalabilmemiz için gerçek bir bitkinlik, şoka yakın bir bunalım ya
da bir düzine afyon çubuğu gerekiyordu, yine de ha ha, La Vida Loca,
bizi kovalayan biri varmış gibi kafamızın içinde koşup dururduk. Geri
dönüşümü izleyen aylarda bindiğim yüzlerce helikopter, kolektif bir
meta-helikopter oluşturuncaya kadar bir araya geldi ve bu benim için
ortalıktaki en seksi şeydi: Kurtancı-yokedici, sağlayıcı-harcayıcı, sağ
el-sol el, atak, akışkan, uyanık ve insanca; kızgın çelik, gres yağı,
cangılın nemine bulanmış branda, önce soğuk, sonra sıcak ter, bir ku
lakta kasetten gelen rock and roll ve diğer kulakta yanıbaşındaki tüfe
ğin patlaması, benzin, sıcak, dirimselllik ve ölüm ve ölümün ta kendi
si, hiç de beklenmedik olmayan.20
21 Bkz. benim yazdığım “Morality and Ethical Substance”, Ideologies o f Theory I içinde,
(Minneapolis, 1988).
Böyle bir çaba ilk elde, bizlerin şu düşüncelere varmamızı sağlayan
iki soruyu ortaya çıkarıyor. Postmodem kültürün daha belirgin "ya
paylık anlan" içinde bir "gerçeklik anı" belirleyebilmemiz olanaklı
mıdır? Böyle olsa bile, yukanda önerilen tarihsel gelişimin diyalektik
yönden incelenişinde son aşamada felce uğratan bir şey yok mudur?
Tarihsel kaçınılmazlığın aşılması olanaksız sisi içinde olasılıkları sis
tematik yönden ortadan kaldırarak bizleri edilgenliğe ve umutsuzlu
ğa teslim olmamızı sağlayacak şekilde hareketsizliğe mahkum etmi
yor mu? Bu iki (birbiriyle ilgili) konuyu etkili bir çağdaş kültür
politikası ve gerçek anlamda politik bir kültürün yapılanabilmesi için
mevcut olanaklar bağlamında ele almak yerinde olacaktır.
Konu üzerinde bu şekilde odaklaşmak, elbette genelde kültürün
yazgısı özelde ise postmodem dönem içinde bir tür toplumsal düzey
ya da an olarak kültürün işlevi gibi daha gerçek bir konuyu güdeme
getiriyor. Yukarıdaki tartışmada öne sürülen herşey postmodemizm
adını verdiğimiz olgunun, toplumsal işlevinde önemli bir modifikas
yonu içeren geç kapitalizm dünyasının kültür düzleminde temel bir
mutasyonun gerçekleştiği yolundaki hipotezin ayrılmaz bir parçası
olduğunu ve onsuz düşünülemeyeceğini öne sürüyor. Kültürün uza
mı, işlevi ya da evreni üzerine daha eski tartışmalar (en başta Herbert
Marcuse'ün "Kültürün Olumlayıcı Doğası" üzerine arhk klasikleşmiş
makalesi), onun başka bir dilin "yan özerklik" şeklinde adlandıracağı
özelliğini; övücü benzerliğin meşrulaştınlmasından eleştirel hiciv ya
da ütopik acının kavgacı ithamlarına kadar uzanan biçimler şeklinde
kendi görüntüsünü yansıttığı, varolanın pratik yaşamı üzerindeki iyi
ya da kötü, hayaletimsi; ancak Ütopik varlığını vurgulamışlardır.
Şimdi kendimize sormamız gereken soru, kültürel evrenin yan
özerkliğinin geç kapitalizmin mantığı tarafından yok edilip edilmedi
ğidir. Ancak, kültürün (pre-kapitalist toplumlar bir yana) kapitalizmin
daha erken dönemlerinde diğer özelliklerle birlikte sahip olduğu gö
receli özerkliğe artık sahip olmadığını öne sürebilmek, zorunlu olarak
onun artık varolmadığını ya da tükendiğini ima etmek anlamına gel
mez. Aksine, özerk bir kültür evreninin çözülüşünün, daha ziyade bir
patlama: Kültürün, tüm toplumsal düzlemde -ekonomik değerler ve
devletin iktidarından, uygulamalara ve tinin kendi yapısına kadar-
toplumsal yaşamımızda yer alan herşeyin özgün, ancak henüz resmi
leşmemiş bir anlamda "kültürel" bir nitelik kazandığı noktaya ulaşa
cak şekilde yoğun bir yaygınlaşması şeklinde ele alınmalıdır. Ancak
bu öneri, görüntü ya da benzeşim toplumu ve "gerçek olayların ya-
pay-olaylara dönüştürülmesi" üzerine daha önce belirttiğimiz teşhis
ile tam bir tutarlılık içindedir.
Aynca, kültür politikasının doğası üzerine yüceltilen eski ve geçerli
köktenci kavramlarımızın bazılarının artık çağdışı olduklan vurgu
lanmaktadır. Bu kavramlar -olumsuzlama, karşı çıkma ve başkaldır
ma sloganlarından eleştiri ve yansıtmaya kadar- birbirlerinden ne
denli farklı olurlarsa olsunlar, tümü de yine eski ve geçerli sayılan
"eleştirel mesafe" formülü ile özetleyebileceğimiz tek, temelinde
uzamsal bir ön varsayımı paylaşıyorlardı. Bugün sol içinde, kültürel
edimi daha sonra saldınya geçmek üzere sermayenin büyük Oluşu
nun dışında konumlandırabilme olasılığını içeren, belli bir minimal
estetik mesafeyi elde edebilmek üzere şu ya da bu nosyondan yarar
lanmayan, geçerli hiç bir kültür politikası kuramı yoktur. Bununla bir
likte, yukandaki argümanın önemli bir bölümünün göstermeye çalış
tığı, genelde mesafenin (ve özelde eleştirel mesafenin) bu yeni post-
modemizm uzamından kesinlikle ortadan kaldırılmış olmasıdır. Ar
tık, postmodemizmin dolu ve yayılmış hacimlerine postmodem be
denlerimiz uzamsal koordinatlardan ve (kuramsal bir yana) pratik
yönden mesafe belirleme yetisinden yoksun kaldığı noktaya ulaşacak
derecede gömülmüş durumdadır; bu arada, çokuluslu sermayenin bu
geniş yayılmasının sonuçta, eleştirel bir etkililik için mekan-ötesi ve
Arşimetçi dayanaklar sunan pre-kapitalist kalıntılara (Doğa ve Bilinç-
dışına) nasıl nüfuz edip bunları nasıl sömürgeleştirdiğini de görüyo
ruz. Kısaca deyişle "Uzlaşma" (co-optation), bu nedenle sol içinde her
yerde varlığını sürdürmektedir; ancak şimdi, yalnızca kültürel direniş
ve gerilla savaşının anlık ve yerel karşı-kültür biçimlerinin değil, "The
Clash" gibi açıkça politik müdahalelerin bile belirli bir mesafe oluştu-
ramadıklanndan dolayı artık bir parçası olarak kabul edilebildikleri
bir sistem tarafından gizlice etkisiz hale getirilmelerinin ve soğurul-
malannın hepimizce şu ya da bu şekilde hissedildiği bir durumun an
laşılabilmesi için yeterli bir kuramsal temel oluşturamıyor.
Bu noktada, postmodemizmin "gerçeklik anının" tam olarak, bu
olağanüstü derecede moral bozucu ve iç karartıcı özgün yeni global
uzam olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Postmodemist "yüce" adı
nı verdiğimiz, yalnızca, bu içeriğin en belirgin durumuna ulaştığı,
kendi içinde tutarlı yeni bir uzam türü olarak bilinç yüzeyine en yak
laştığı an olmaktadır. Ancak burada -en iyi şekilde yeni uzamsal içe
riğin henüz dramatize edildiği ve açıklandığı ileri teknoloji temati-
ğinde belli olduğu gibi- belli bir biçimsel gizleme ya da örtüklük söz
konusudur. Bununla birlikte, yukanda belirtilen postmodemin daha
erken özelliklerinin, aynı genel uzamsal nesnenin kısmi (ancak oluş
turucu) yönleri olarak görülebilir.
Diğer yönleri ile açıkça ideolojik bu üretimlerin belli bir otantikli-
ğinin bulunduğu savı bizim postmodem (ya da çokuluslu) uzam adı
nı verdiğimiz nosyonun salt bir kültürel ideoloji ya da fantazya olma
dığı ve (her biri kendi kültürel özerkliğine sahip ve kendi dina
miklerine uygun yeni uzam türleri geliştiren daha önceki ulusal paza
rın ve emperyalist sistemin yayılmalarından sonra) dünya çapında
kapitalizmin geçirdiği üçüncü özgün yayılma olarak gerçek bir tarih
sel (ve sosyo-ekonomik) gerçekliğe sahip olduğu yolundaki öneriye
bağlıdır. Bu durumda, yeni kültürel üretimin bu yeni uzamı keşfetme
ve açıklamaya yönelik çarpıtılmış ve gerçeği yansıtmayan girişimleri
nin de kendi içlerinde (daha eski bir dili kullanmak gerekirse) "yeni
bir" gerçekliğin temsiline yönelik çok sayıda girişimler şeklinde ele
alınmalan gerekecektir. Terimler paradoksal görünse de -klasik
yorumsamaa seçeneğin izinden- bunlar, kendilerine özgü yeni ger
çekçilik biçimleri (ya da hiç değilse gerçeğin öykünmesi) şeklinde yo
rumlanabilirler; ancak aynı zamanda ve eşit ölçüde de, dikkatlerimizi
bu gerçeklikten saptırma ya da gerçekliğin çelişkilerini örterek bunlan
çeşitli biçimsel mistifikasyonlar kılığına sokmaya yönelik girişimler
olarak analiz edilebileceklerdir.
Bununla birlikte, gerçeğin kendisine; çokuluslu ya da geç kapita
lizmin yeni "dünya sisteminin" henüz kuramlaşmamış özgün uzamı
na gelince (ki olumsuz ya da uğursuz yönleri herkesçe iyi bilinen bir
uzamdır bu) Marks'm dünya piyasasını ulusal ekonomilerin ufku ola
rak görmesi ya da Lenin'in daha eski emperyalist global ağ için yaptı
ğı gibi diyalektik, bizden, bu uzamın ortaya çıkışının olumlu ya da
"ilerlemeci" şeklinde yorumlanışına aynı derecede açık olmamızı is
ter. Zira ne Marks ne de Lenin için sosyalizm daha küçük (ve bu ne
denle daha az baskıcı ve kapsamlı) toplumsal örgütlenme sistemlerine
bir geri dönüş değildir; aksine, sermayenin kendi çağında ulaşmış ol
duğu boyutlar, yeni ve daha kapsamlı bir sosyalizmin elde edilebil
mesi yolunda bir vaad, model ve bir önkoşul olarak kavranıyordu.
Köktenci yeni bir tür enternasyonalizmin müdahalesini ve olgunlaş
masını öngören yeni bir dünya sisteminin daha da global ve bütünleş-
tirid uzamı için de aynı şey geçerli değil mi? Sosyalist devrimin (Gü
neydoğu Asya ve başka yerlerde) daha eski nasyonalizmlerle, sonuç
lan yakın zamanlarda sol içinde ciddi şüphelere yol açacak biçimde
bir araya gelmesinin yol açtığı felaketler bu görüşe destek oluşturmak
üzere ileri sürülebilir.
Ancak, durum böyle ise, yeni bir kültür politikasının hiç değilse bir
olası biçimi açıklık kazanıyor, ancak burada hemen belirtilmesi gere
ken estetik bir kayıtla. Sol kültür üreticileri ve kuramcılan -özellikle
romantizmden kaynaklanan ve kendiliğinden içgüdüsel ya da bilinç-
dışı "deha" biçimlerini yücelten burjuva kültürel gelenekleri tarafın
dan biçimlenenler, ama aynı zamanda, Idanovizim ve sanata politik
ya da parti müdahalesinin üzücü sonuçlan gibi çok iyi bilinen tarihsel
nedenlerden dolayı- genellikle tepkisel yönden burjuva estetiğinin ve
özellikle ileri modemizmin sanatın yüzyıllardır varolan işlevlerinden
birinin -pedagojik ve didaktik işlevinin reddedilmesi karşısında bek
lenenin ötesinde dehşete düşmüşlerdir. Bununla birlikte sanatın öğre
tici işlevi (büyük ölçüde ahlak dersleri biçiminde olsa da) klasik dö
nemde her zaman vurgulanmıştır; öte yandan, Brecht'in olağanüstü
ve hala tam olarak anlaşılamayan eserleri, yeni ve biçimsel yönden ya
ratıcı ve özgün bir yolla, modemizm anı için, kültür ve pedagoji ilişki
sine karmaşık yeni bir kavrayış getirir. Benim burada önereceğim kül
türel model de benzer bir biçimde (sırasıyla realizm ve modemizmin
ayına anlan üzerine) gerek Lukâcs gerekse Brecht tarafından çok
farklı biçimlerde vurgulanan politik sanat ve kültürün bilişsel ve pe
dagojik boyutlarını ön plana çıkartmaktadır.
Bununla birlikte artık bize ait olmayan tarihsel durumlar ve ikilem
ler temelinde geliştirilen estetik uygulamalara geri dönemeyiz. Bu
arada, burada geliştirilen uzam kavramı, içinde bulunduğumuz du
ruma uygun bir politik kültür modelinin temel örgütleyici etkinliği
olarak zorunlulukla uzama ilişkin konulan ortaya çıkartacağını be
lirtmektedir. Bu nedenle bu yeni (ve varsayımsal) kültürel formun es
tetiğini geçici olarak "bilişsel haritalandırma" olarak tanımlayacağım.
Klasik eseri Kent İmgesi'nde Kevin Lynch bize, yabancılaşmış ken
tin herşeyden önce, içinde yaşayan kişilerin ne kendi konumlarım ne
de kendilerini içinde bulduklan kentsel bütünlüğü (zihinlerinde) hari-
talayamadıklan bir uzam olduğunu öğretmiştir: içinde geleneksel işa
retleyicilerin (anıtlar, merkez noktalar, doğal hudutlar, meskun pers
pektifler) hiçbirinin bulunmadığı Jersey City gibi ağlar bunun en
belirgin örnekleridir. O halde, geleneksel kentte yabancılaşmanın or
tadan kaldırılması, bir "yer duyumunun" pratik yönden yeniden ka
zandırılması ya da bellekte kalıcı ve bireysel öznenin hareketli, alter
natif yörüngeler arasındaki anlan esnasmda tekrar tekrar haritalaya-
bileceği eklemlendirilmiş bir bütünlüğün inşası ya da yeniden inşasını
ilgilendirmektedir. Lynch, kendi yapıtının konusunu bu tür bir kent
formunun sorunları ile bilinçli bir şekilde sınırlamıştır; bununla birlik
te burada sözünü ettiğimiz daha geniş ölçekli ulusal ya da global
uzamlara yansıtıldığında yapıt, olağanüstü bir derinlik kazanır. Ayn-
ca, aceleci bir tavırla Lynch'in modelinin -temsille ilişkili son derece
merkezi konulan gündeme getirmekle birlikte- "temsil ideolojisi" ya
da mimesisin klasik postmodem kritikleri tarafından herhangi bir şe
kilde kolayca çürütülebileceği öne sürülmemelidir. Bilişsel harita, söz
cüğün daha eski anlamıyla tam da öykünmeci (mimetic) sayılmaz;
gerçekten de, ortaya attığı kuramsal konular temsil üzerine analizlerin
daha yüksek ve çok daha karmaşık bir düzeyde yeniden oluşturma
mızı sağlar.
Herşeyden önce, kentsel uzam terimleriyle Lynch'in ele aldığı am
pirik sorunlarla, ideolojinin "öznenin kendi Reel varoluş koşullarıyla
arasmda kurduğu Düşsel ilişkilerin temsili22 şeklindeki Althusserci
(ve Lacancı) kusursuz yeniden tanımı arasmda son derece ilginç bir
yakınlık vardır. Elbette bu, fiziksel kent içinde gündelik yaşamın daha
dar çerçevesinde bilişsel haritanın tam olarak yerine getirdiği işlev; bir
bütün olarak kentin yapılarının birleşiminin daha geniş ve uygun bi
çimde temsil edilemeyen bütünlüğü içinde birey açısından durumsal
bir temsilin sağlanabilmesi olmaktadır.
Bununla birlikte haritacılığın (kartografi) kendisinin temel bir ara
cılık durumunu oluşturduğu ölçüde Lynch'in yapıtı aynı zamanda
diğer bir gelişim çizgisini de ortaya çıkartıyor. Aynı zamanda bir sanat
olan bu bilimin tarihine bir göz attığımızda, Lynch'in modelinin ger
çekte, daha sonra haritacılık adını alan sürece tam olarak tekabül et
mediği ortaya çıkıyor. Lynch'in özneleri daha çok, açıkça, sonuçlan
haritadan çok "kılavuz" şeklinde tanımlanan pre-kartografik faaliyet
lerle ilgilidir: Yolcunun henüz özne merkezli ya da varoluşsal yolcu
luğu çevresinde örgütlenen, vahalar, sıradağlar, nehirler, anıtlar, vb.
22 Louis Althusser, “Ideological State Apparatuses” Lenin and Philosophy içinde, (New York,
1972). (Ideotoji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Ithaki, Istanbul: 2006).
belli başlı temel noktaların işaretlendiği şemalar. Bu şemalann en ge
lişmiş biçimleri, açık denize ender açılan Akdenizci denizcilerin kul
lanımı için kıyılara ait özelliklerin işaretlendiği gemici kılavuzlan ya
da portulanlazdır.
Ancak pusula, gemici kılavuzlarına yeni bir boyut kazandınr ki bu
boyut, kılavuz sorununu tam anlamıyla dönüştürecek ve bizlere ger
çek bilişsel haritalandırma sorununu çok daha karmaşık bir şekilde
yeniden ortaya çıkartacaktır. Zira bu yeni gereçler -pusula, sekstant
ve teodolit- yalnızca yeni coğrafya ve navigasyon sorunlarına (Avru
palI gemicilerin bugün hala Afrika kıyılarını gözlemleme yoluyla am
pirik olarak belirledikleri daha kolay olan enlem yöntemine karşın,
özellikle yeryüzünün eğimli yüzeyi üzerinde boylamın belirlenmesi
gibi zor sorunlara) tekabül etmekle kalmazlar, aynı zamanda yepyeni
bir koordinatı; özellikle yıldızlar ya da nirengi noktalan gibi yeni ope
rasyonlar aracılığı ile bütünlükle ilişkinin koordinatını ortaya çıkarır
lar. Bu noktada, daha geniş anlamıyla bilişsel haritalandırma, varo-
luşsal verinin (öznenin ampirik konumunun) coğrafi bütünlüğün ya
şanmamış, soyut kavranılan ile koordinasyonunu gerektirmektedir.
Son olarak, yaklaşık aynı dönemlerde ilk kürenin geliştirilmesi
(1490) ve Mercator projeksiyonun bulunması ile birlikte harita yapı
mıyla ilgili olarak, bizim bugün temsili kodlatın özelliği olarak adlan
dıracağımız, çeşitli gereçlerin içsel yapılarını, özellikle o güne değin
çözülemeyen (açıkça Heisenbergci) eğimli düzlemlerin düz çizimlere
geçirilmesi konusundaki ikilem olmak üzere, temsil dillerini ilgilendi
ren tüm yeni temel sorulan ve haritacılıkla ilgili daha naif öykünmeci
kavrayışlan kapsayan üçüncü bir boyut ortaya çıkar. Bu noktada (aynı
zamanda da, harita yapımının çeşitli tarihsel anlarında bilimsel iler
lemenin ya da daha doğrusu diyalektik bir gelişim olabileceği de or
taya çıkmadığı bir anda) hiç bir haritanın tam olarak doğru olmaya
cağı açıkça anlaşılır. Tüm bu verilerin şimdi Althusserci ideoloji
tanımının çok farklı sorunsalına aktanlabilmesi için iki noktanın belir
tilmesi gerekmektedir. Birincisi, bu Alhusserci kavram şimdi bizi, bu
coğrafi ve kartografik konulan, toplumsal uzam terimleriyle -örneğin,
toplumsal sınıf ve ulusal ya da uluslararası bağlam terimleriyle, kişi
sel toplumsal ilişkilerimizin zorunlu olarak aynı zamanda yerel, ulu
sal ve uluslararası sınıfsal gerçeklikler içinde bilişsel yönden harita-
landınlmasma ilişkin terimlerle yeniden düşünebilmemizi sağla
maktadır. Ancak, sorunun bu şekilde yeniden formüle edilmesi, bu
rada tartışılan postmodernist ya da çokuluslu anın global uzamı tara
fından daha da arttırılmış ya da daha özgün biçimlerle ortaya attığı
haritalandırmaya ilişkin güçlüklerle de açıkça karşı karşıya gelmemiz
anlamına gelir. Bu konular, salt kuramsal değildir: Birinci Dünya öz
nelerinin varoluşsal (ya da ampirik) olarak geleneksel üretimin silin
diği ve klasik anlamda toplumsal sınıfların yer almadığı bir "post-
endüstriyel toplum" da yaşadıkları ile ilgili -politik praksis üzerinde
dolaysız etkileri bulunan- alışılagelmiş kamlardan da anlaşılacağı gibi
bunların kaçınılmaz pratik politik sonuçlan da bulunmaktadır.
İkinci nokta ise, Althusserci kuramın Lacancı desteklerine geri
dönmenin yararlı ve anlamlı bazı metodolojik katkılar sağlayabilece
ğidir. Althusser'in formülasyonu, bugün bizim için hiç de değersiz
sayılmayan bilim ve ideoloji arasındaki daha eski ve bu nedenle de
klasikleşmiş Marksçı aynım yeniden gündeme getirir. Varoluşsal -
bireysel öznenin konumlandınlması, gündelik yaşam deneyimi, biyo
lojik özneler olarak zorunlu bir biçimde sınırlandınldığımız bir dünya
üzerindeki monadik görüş- Althusser'in formülünde örtük bir bi
çimde soyut bilgi alanına -Lacan'ın bize hatırlattığı gibi, hiç bir zaman
somut öznede değil, "le sujet suppose savoir" (bilindiği varsayılan özne;
the subject supposed to know) olarak adlandırılan yapısal boşlukta,
bilginin özne yerinde konumlanan ya da gerçekleşen bir alana- karşı
çıkmaktadır. Burada öne sürülen, dünya ve bütünselliğinin soyut ya
da "bilimsel" yolla bilinemeyeceği savı değildir. Marksçı bilim, soyut
bir yolla dünya üzerine bir bilgi ve kavrayışın elde edilebilmesi için
böyle bir yöntem getirmektedir: Örneğin Mandel'in büyük eseri, bu
kitabın hiç bir yerinde böyle bir bilginin elde edilemeyeceğinin söyle-
nemediği, ancak böyle bir bilginin temsilinin mümkün olamayacağı
nın belirtildiği -ki bu da tümüyle ayn bir konudur- global dünya sis
temi üzerine son derece zengin ve ayrıntılı bilgiler sunmaktadır. Diğer
bir deyişle Althusserci formül, varoluşsal deneyim ile bilimsel bilgi
araşma bir kopukluk, bir çatlağm yer aldığını belirtir. Bu durumda
ideolojinin işlevi bir şekilde, aynk durumdaki bu iki boyutu birbirine
eklemlenebilmeleri için yol bulmaktır. Tarihselci bir inceleme, tanıma
şu noktayı eklemek isteyecektir: Böyle bir koordinasyon, işlevsel, ya
şayan ideolojilerin üretimi, farklı tarihsel durumlara göre farklılık gös
terecektir; ancak herşeyden önce de, bunun kesinlikle mümkün ola
mayacağı bazı tarihsel durumlar söz konusu olabilir -ki öyle
görünüyor ki içinde bulunduğumuz kriz, böyle bir durumu yansıtıyor.
Oysa Lacancı sistem, iki değil üç bölümden oluşmaktadır. İdeoloji
V» bilime karşı Marksçı-Althusserci muhalefet, Lacan'm üç parçalı iş
levlerinin yalnızca ikisine; sırasıyla, Düşsel ve Gerçek işlevlere tekabül
eder. Bununla birlikte, son aşamada bireysel diller ya da araçların
kodlan ve kapasiteleri ile ilgili uygun bir temsili diyalektiği ortaya çı
kartan haritacılık üzerine açtığımız ayraç, Lacancı Simgesel boyutun
buraya kadar gözardı edilmiş olduğunu da bizlere hatırlatmaktadır.
Bireysel özneye global sistemdeki yeri üzerine gelişmiş bir duyum
kazandırmayı amaçlayan pedagojik politik bir kültür olarak bilişsel
haritalandırma estetiğinin, artık son derece karmaşıklaşmış bulunan
bu temsili diyalektiğe zorunlu olarak saygı göstermesi ve ona
hakettiği yeri kazandırabilmek için de köktenci yeni formlar icad et
mesi gerekmektedir. Bu da, açıkça görüldüğü gibi, daha eski tür bir
makineye, daha eski ve daha şeffaf bir ulusal uzama ya da daha gele
neksel ve rahatlatıcı perspektifsel ya da öykünmeci bir kalıntıya geri
dönüş için bir çağn değildir: Yeni politik sanat (elbette ki böyle bir şey
eğer mümkünse) postmodemizmin gerçeğine, yani temel objesine -
çokuluslu sermayenin dünya uzamına- dayanmak ve aynı zamanda
bireysel ve kolektif özneler olarak içinde bir kez daha kendi konu
mumuzun farkına vardığımız ve yaşadığımız gerek uzamsal gerekse
toplumsal kargaşa tarafından, şu etkisiz bir durumda, eylemde bu
lunma ve mücadele etme kapasitemizi yeniden kazandığımız henüz
düşlenemeyen yeni bir temsil tarzına doğru büyük bir yeniliğe ulaş
mak zorundadır. Postmodemizmin politik biçimi eğer oluşacaksa,
gerçek misyonunu gerek toplumsal gerek uzamsal ölçekte bir global
bilişsel haritalandırmanın icad edilmesi ve yansıtılmasında bulacaktır.
İDEOLOJİ
POSTMODERN KURAMLARI
1 Aşağıda yer alan analiz bana, postmodernizmi farklı bir bağlamda daha çok kurumlaşmış
“modemist" düşüncenin eleştirisi olarak gören boundary 2 grubunun yapıtlarına uygulanabilir gibi
görünmüyor.
ması ve daha da ilginci ve aslında tarzının bir özelliği olan zorlayıcı
bir alaycılığın retoriği içinde modeme duyduğu şiddetli nefret olmak
tadır ki bu aslında yeni değil çok eski ve arkaik bir duygudur. Bu san
ki, ilk burjuva sınıfının, bizzat modemizmin -onikinci yüzyılda inşa
edilen katedraller kadar beyaz ilk Courbusier'lerin, dilbalığı gibi düz
bir profil üzerinde iki göz taşıyan Picasso'nun skandal yaratan ilk baş
figürlerinin, Ulysses ya da The Waste Land'in ilk basımlarının- ortaya
çıkışları karşısında duyduklan dehşetin, bu ilk /z/zstenlere, Spiess-
bürgerlere, bu burjuvalara, bu Ana Cadde Tüccarlarına duyulan nefre
tin geri dönüşü ve modemizmin yeni kritiklerine, genelde okuyucuda
etkisi, bugün artık varlığını yitirmiş ileri modemizme özgü prototipik,
Ütopyacı, anti-orta-sınıf itkilere duyulan aynı ölçüde arkaikleşmiş bir
sempati duygusunu yeniden uyandırmak olan ideolojik yönden çok
farklı bir ruh aşılamak üzere geri gelmesi gibidir. Bu nedenle
Wolfe'un hicivi -ilerici gücünün büyük bir bölümü, yeni bir kentsel
duyum ve ortodoks ileri modemizm adına toplumsal ve kentsel ya
şamın daha eski biçimlerinin yok edilişinin artık önemli boyutlara
ulaşan deneyiminden kaynaklanan modemin mantıklı ve çağdaş bir
yaklaşımla kuramsal yönden reddinin, bariz biçimde gerici bir kültür
politikasının hizmetine yeniden tahsisinin ve bu yolda zorlanmasının
nasıl gerçekleşebileceğine ilişin bir ömek sunar.
Böylece -anti-modem, pro-postmodem- bu konumlar, amaçlan
hala hayatta ve yaşam dolu olduklan kabul edilen ileri modernist bir
geleneğin gerçek itici gücünün yeniden olumlarıması yoluyla genelde
postmodemizmin banalliğini ve sorumsuzluğunu gözden düşürmek
olan bir grup karşı bildiride karşıtlarını bulurlar ve yapısal yönden
tersine çevrilirler. Hilton Kramer'in, dergisi The New Criterion’\m ilk
sayısında yer alan ikili manifestolan, bu görüşleri güçlü bir biçimde
dile getirir ve klasik modernizmin "başyapıtlarının" ve anıtlarının ta
şıdığı sorumluluk duygusunu, "bayağılık" (camp) ve Wolfe'un üslu
bunun olgun ve belirgin bir örneğini yansıttığı "alaycılık" la ilişkili bir
postmodemizmin temeldeki sorumsuzluğu ve yüzeyselliği ile karşı-
laştınr.
Daha da ilginci şudur ki, politik yönden Wolfe ve Kramer'in ortak
birçok yönü bulunmaktadır ve Kramer'in, modemin klasik örnekleri
nin "yüksek ciddiyetinden", temelde anti-orta-sınıf tavn ve Viktoryen
tabular ve aile yaşamı, metalaştırma ve giderek artan boğucu, kutsal
lığı bozucu (desacralising) kapitalizmin Ibsen'den Lawrence'a; Van
Gogh'dan Jackson Pollock'a kadar en büyük modemistler araalığı ile
reddinin haberciliğini yapan protopolitik tutkuyu ortadan kaldırmayı
amaçlayan girişimlerinde belli bir tutarsızlık yer alır. Kramer'in bu
büyük modemistlerin gösterişli anti-burjuva tavrının, vakıflar ve yar
dımlar ile bizzat burjuvazi tarafından gizlice beslenen "sadık bir kar
şıtlık" ile özümsenmesine yönelik zekice girişimi, göze batan bir öl
çüde inandmcılıktan uzak da olsa, olumsuzlamalan, reddettikleri ve
reddettikleri ölçüde de kendi uğraş alanlarını oluşturan unsurların
varolmalarına dayanan durumlarda, gerçek modemizmin kültürel
politikasının çelişkileri tarafından gerçekleşebilmektedir -ancak, böy
le bir ilişkinin olmadığında (ki, böyle durumlar Brecht'de olduğu gibi
çok enderdir) -sermaye ile simbiyotik bir ilişki kurma anlamında ger
çek bir politik öz-bilinci elde etmeyi başarırlar.
Ancak burada, The New Criterion'un politik projesi açıklığa kavuş
tuğunda Kramer'in hamlesini anlayabilmek kolaylaşmaktadır: Zira,
bu derginin misyonu açıkça altmışlı yıllan ve ondan artakalan mirası
ortadan kaldırmak, tıpkı ellili yılların otuzlu yıllara ya da yirmili yılla
rın I. Dünya Savaşı öncesinin zengin politik kültürüne yaptığı gibi, bu
dönemin tamamen unutulmasını sağlamaktır. Bu nedenle The New
Criterion, bugün varlığını sürdüren, her yerde geçerli olan ve estetik
ten, ailenin ve dinin savunmasına kadar yayılan bir alanda çok çeşitli
terimlere bürünebilen yeni bir tutucu karşı devrimin oluşturulması
girişimine kendini bağlamaktadır. Özünde politik olan bu projenin,
çağdaş kültür içinde politikanın heryerdeliğine duyduğu hayıflanma
yı belirtmesi -oysa bu, altmışlı yıllarda son derece yaygınlaşmış bulu
nan bir hastalıktır, ne var ki, Kramer bu durumdan dönemimizde
postmodernizmin eblehliğini sorumlu tutar- bu nedenle şaşırtıcıdır.
Ancak -tutucular açısından elbette konunun aynlmaz bir parçasını
oluşturan- bu operasyonun başlıca sorunu şudur: nedeni ne olursa
olsun, Mc Carthyizm'de ya da Palmer olaylarında da olduğu gibi, ka
ğıt para retoriğinin, devlet iktidarının altın külçeleri tarafından des
teklenmediği gözlenmektedir. Vietnam Savaşı'nın başansızlığı, hiç
değilse şimdilik, yalın haliyle baskıcı güç uygulamalarını olanak dışı
kılmış2 ve altmışlı yıllara, otuzlu yılların ya da I. Dünya Savaşı öncesi
dönemin geleneklerine sağlanamayan bir kolektif bellek ve deneyim
kalıcılığı sağlamıştır. Bu nedenle Kramer'in "kültürel devrim"i genel
3 Bkz.: “Modernity -A n Incomplete Project", The AntiAesthetic, Hal Foster, ed. içinde, (Port
Townsend, Wash., 1983).
ulusal durumun bizim kültürümüzden oldukça farklı olduğu olasılı
ğını göz önünde bulundurmamız gerekecektir: Bir kere, Mc Carthy-
dlik ve baskı, bugün Federal Almanya'da geçerli olan gerçeklerdir ve
(Batı Alman Sağı tarafından büyük ölçüde "terörizm" ile ilişkilendiri-
len) Solun entelektüel yönden sindirilmesi ve sol kültürün susturul
ması, bir bütün olarak Batı'da diğer ülkelere nazaran çok daha başanlı
bir biçimde gerçekleşmiştir.4 Yeni Mc Carthydliğin, Spiessbürger kül
türünün ve filistenizmin zaferi, özellikle bu kültürel durum içinde
Habermas'ın haklı olabileceğini ve ileri modernizmin daha eski form
larının, diğer kültürlerde artık etkisini yitiren bölücü gücü kısmen de
olsa muhafaza etmiş olabileceğini vurgulamaktadır. Böyle bir du
rumda bu gücü zayıflatmayı ve ortadan kaldırmayı amaçlayan bir
postmodemizm, değerlendirme üzerinde bir genellemenin yapıla
mamasına rağmen, Habermas'ın teşhisini yerel bağlamda haklı çıkar
tabilmektedir.
Yukarıda yer alan konumların her ikisinin de -modem karşıtı/
postmodern yanlısı ve modem yanlısı/ postmodern karşıtı- ne şekilde
değerlendirilirlerse değerlendirilsinler ortak özellikleri, modem ve
postmodern arasında kesin bir kopmanın temel niteliği üzerine bir
mutabakata vanlması ile aynı anlama gelen yeni bir terimi kabul et
miş olmalandır. Bununla birlikte, iki nihai mantıksal olasılık yer al
maktadır ve bunlann her ikisi de bu tür bir tarihsel kopma ile ilgili
herhangi bir kavramın reddine dayalıdır, bu nedenle de açık ya da ör
tük bir biçimde bizzat postmodemizm kategorisinin yararlılığını sor
gulamaktadır. Postmodemizme ilişkin eserlere gelince, bunlar, klasik
anlamda modernizmin içinde özümsenecek ve böylelikle de
"postmodern" terimi, dönemimizde gerçek anlamda modem yapıtla
rın büründükleri biçimlerin ve yeniliğe yönelik bilinen modernist gü
dünün diyalektik bir yoğunlaşmasından öte fazla bir anlam taşımaya
caktır. (Bununla birlikte burada, yeniden olumlandığı bağlamda
modernizmin sürekliliğinin, gerek modernizmin gerekse postmo-
demizmin organik safhalan olarak kabul edilecekleri, onsekizinci
yüzyıldan bu yana varolan romantizmin güçlü bir devamı ile ilgili
daha geniş bir görüşü içeren büyük ölçüde akademik bir dizi tartış
mayı burada ele almayacağım).
4
Yeşiller hareketi ile ilişkilendirilen özgül politika, bu durumun bir istisnası olarak değil, ona bir
tepkt olarak doğmuştur.
Bu nedenle konu ile ilgili iki nihai konum mantıken, şimdi ileri
modernist gelenek içinde özümsenen postmodemizm üzerine sırasıy
la bir olumsuz, bir de olumlu bir değerlendirmeyi kapsayacaktır. Jean
Francois Lyotard5 bu nedenle, bugün yaygın biçimde "postmodern"
olarak tanımlanan yeni ve henüz ortaya çıkan, çağdaş ya da post-
çağdaş kültürel üretime olan yaşamsal bağlılığının, Adomo'nun ru
huna çok uygun daha eski otantik ileri modemizmlerin bir bölümü ve
yeniden olumlanışı şeklinde kavranmasını önerir. Lyotard'ın bu öne
risindeki zekice kıvrılma ya da sapma, postmodemizm adı verilen
oluşun, bir artık ürün olarak ileri modemizmi izlemediği, aksine, tam
olarak, çevremizdeki tüm çağdaş postmodemizmlerin, eski gücüne ve
diriliğine tekrar kavuşan yeni bir ileri modemizme geri dönüşü ve
yeniden yeniden icadı, onun zafer içinde yeniden ortaya çıkışının
vaadedecek şekilde ondan önce geldiği ve onu hazırladığı görüşü ile
ilgilidir. Bu, kahince bir tavırdır ve analizleri modemizmin ve post-
modemizmin temsil-karşıtı (anti-representational) hamlesine yönelir.
Bununla birlikte Lyotard'ın estetik konumlarını estetik terimler aracı
lığıyla yeterince değerlendirebilmek olanaklı değildir; zira, bu ko
numların ortaya çıkışının habercisi, klasik kapitalizmin ötesinde yeni
bir toplumsal sistemle ilgili özünde toplumsal ve politik bir anlayış
sunan (eski dostumuz) "post-endüstriyel toplum"dur: Bu anlamda,
yeniden canlanan modemizm ile ilgili görümü, tüm yönleri ile doğ
makta olan yeni bir toplumun ortaya çıkış olasılığına ve böyle bir top
lumun vaadine yönelik kahince inançtan ayırabilmek olanaklı değildir.
O halde, bu konumun olumsuz yönde tersine çevrilmesi açıkça,
modernist formları kapitalist toplumsal yaşamın şeyleştirmesinin
kopyasının çıkartılması şeklinde tanımlayan Lukacs'ın daha eski ana
lizinden, bugünün ileri modemizmi üzerine yapılan daha açık ve an
laşılır eleştirilere kadar farklılık gösterebilen modemizmin bir tür
reddini de kapsayacaktır. Bununla birlikte bu konumu yukarıda özet
lenmiş bulunan modemizmlerden ayıran özellik, konumun genel tav
rının yeni bir postmodernist kültürün olumlanmasının sağladığı em
niyet duygusundan yoksun olması, tam tersine postmodemizmin
kendisini de ileri modemizmin zaten bozulmuş güdülerinin daha da
yozlaşmış bir formu olarak görmesidir. Tüm konumlar arasmda belki
5 Bkz. J.F. Lyotard, “Answering the Question, W hat is Postmodernism?” Alıntı Postmodern
Condition, (Minneapolis, 1984), s. 71-82. Kitap, öncelikle kültürden çok bilim ve epistemoloji üze
rinde odaklanmıştır. (Postmodern Durum, Vadi, Ankara: 2000).
de en kasvetli ve en uzlaşmaz biçimde olumsuz görüşleri yansıtan bu
konum, yoğun analizleri, ileri modemizmde "proto-politik" güdüler
olarak adlandırdığımız oluş (kültürel politikanın uygun anlamda po
litika tarafından "Ütopyaa" ikamesi, formlan, uzamı, dili dönüştür
me yoluyla dünyayı dönüştürme misyonu) üzerine güçlü bir suçla
mayı oluşturan Venedikli mimar ve tarihçi Manfredo Tafuri'nin
yapıtlarında en canlı biçimde karşımıza çıkar.6 Bununla birlikte Tafuri
kendi eleştirel yapısında pek de az olmayan bir sertlik ve demistifiye
edici tavırla çeşitli modemizmlerin eleştirel davetleri (çağrılan) ve bu
davetlerin işlevlerini bir tür Hegeld 'Tarih Aldatmacası" olarak okur
ve bunun sayesinde sermayenin kendisinin araçsallaştına ve kutsallı
ğı ortadan kaldıran eğilimlerinin en sonunda modem hareketin sa
natçılarının ve düşünürlerinin çalışmalarının bütüncül bir yıkımı ile
fark edildiğini ifade eder. Bu nedenle bu modemizmlerin "anti kapita
list" tavırlan, son aşamada "toplam" bürokratik örgütlenme ve geç
kapitalizm üzerindeki denetimin temelini oluştururlar ki, bu bağlam
da, Tafuri'nin toplumsal ilişkilerin kendisinde köktenci bir dönüşüm
gerçekleşmeden kültürde herhangi bir dönüşümün söz konusu ola
mayacağı yolunda vardığı sonuç, hiç de mantıksız sayılmaz.
Daha önceki iki konumda gösterilen politik muğlaklık bence bura
da da söz konusudur, ancak bu durum, bu son derece karmaşık iki
düşünürün kendi konumlan içinde söz konusudur. Yukanda sözü
edilen kuramalann aksine, gerek Tafuri, gerekse Lyotard belirgin bi
çimde politik kişiliklerdir ve daha eski devrimci geleneğin değerlerine
açıkça bağlıdırlar. Örneğin, şurası açıkça bellidir ki Lyotard'm estetik
yeniliğin nihai değerini güçlü bir biçimde savunması, bir tür devrimci
tavrın ifadesi şeklinde kabul edilirken, öte yandan Tafuri'nin bütü
nüyle kavramsal çerçevesi büyük ölçüde klasik Marksist gelenek ile
tutarlılık göstermektedir. Ancak her ikisi de örtük bir biçimde ve za
man zaman belirli stratejik noktalarda daha açık olarak, son kertede
bilinen anti-Marksizmden pek farklı olmayan post-Marksist bir söy
lem içinde yeniden yazılabilmektedir. Örneğin Lyotard, çok sık ola
rak, kendi "devrimci" estetiği ile Stalinist ya da arkaik ve yeni post-
endüstriyel düzene uyumsuz gördüğü politik devrime ilişkin daha
eski idealler arasında bir ayrım getirmeye çalışmıştır; öte yandan,
6 Özellikle bkz. Architecture and Utopia, Cambridge, Mass., 1976 ve Francesco Dal Co, Modem
Architecture, (New York, 1979), ayrıca bkz. benim yazdığım “Architecture and Critique of
Ideology” The Ideologies o f Theory II içinde, (Minneapolis, 1988).
Tafuri'nin topyekün sosyal devrime ilişkin apokaliptik görüşü ise, an
cak, depolitizasyon ve reaksiyonun hüküm sürdüğü bir dönemde,
Marksistlerin genellikle bütünüyle politikayı reddetmeleri ile sonuç
lanan düş kırıklığı ile sonuçlanabilecek kapitalist bir "toplam sistem"
düşüncesini araştırmaktadır (burada, Horkheimer ve Merlau-Ponty
ile otuzlu ve kırklı yılların eski Troçkistleri ve altmışlı ve yetmişli yılla-
nn eski Maoistleri akla geliyor).
Yukarıda özetlenen birleşim şeması, şimdi şematik olarak aşağıda
gösterildiği gibi temsil edilecektir; artı ve eksi işaretleri, söz konusu
konumların politik yönden ilerici ya da gerici işlevlerini tayin etmek
tedir:
Wolfe - +
POSTMODERNİST Lyotard
YANLISI
Jencks + -
ANTİ-POSTMODERNİST - Kramer -
Tafuri
+ Habermas +
ö r. Bkz. Charles Jencks, Late-Modern Architecture (New York, 1989); Bununla birlikte
Jencks’in burada kullandığı biçimde terim, kültürel bir başatlık ya da bir dönem üslubundan çok,
diğerlerinin yanısıra bir estetik hareket anlamına geliyor.
uzamının, kendisini, içinde yer aldığı düşmüş kentsel dokudan kök
tenci bir biçimde ayırmak istemesine karşın -bu nedenle formlan
uzamsal bağlamdan köktenci bir kopma (büyük "pilotis"te zeminden
ayrılışın dramatize edilişi ve yeni uzamın "novum" nitelliğinin koru
naklı kılınması) edimine bağlıdır- postmodemist binalar tam aksine
kendilerinin "post-süper-otoyol Amerikan kenti"nin reklam panoları,
moteller ve fast-food zincirlerinin oluşturduğu manzaranın heterojen
dokusunun içine yerleştirilmesini alkışlarlar. Bu arada, araştırmalar ve
biçimsel çağnşımlar ("tarihseldlik") bu yeni sanatsal binalarla, kendi
lerini çevreleyen ticari ikonlar ve uzamlar arasında bir bağın oluşu
munu sağlar ve böylece, ileri modernizmin köktend fark ve yeniliğe
ilişkin savlan reddedilir.
Daha yeni mimarinin bu önemi su götürmez özelliğinin popülist
olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği açık bir soru olarak kal
maktadır. Bu yeni kültürün -reklamcılık ve yaygınlaştırmadan başla
yarak her tür paketlemeye, ürünlerden binalara, bu arada, televizyon
şovlan gibi sanatsal metalardan "best-seller"lara ve filmlere kadar-
ortaya çıkan biçimlerinin, köylülerin ve kentsel zanaatçıların henüz
varolduğu daha eski toplumsal sınıflarda altın çağım yaşayan -ve me-
talaşma ve piyasa sistemi tarafından on dokuzuncu yüzyıldan başla
yarak giderek artan biçimde sömürüleştirilen ve yok edilen daha eski
folk ve gerçek anlamda "popüler kültür"den kesinlikle aynlması ge
rekmektedir.
Bu noktada en azından, diğer sanatlarda daha belirgin olarak yük
sek kültür ile sözde kitle kültürü arasındaki daha eski bir aynmın si
linmesi şeklinde ortaya çıkan bu özelliğin daha geniş bir bağlamda
varlığının kabul edilmesi gerekmektedir; modemizm, kendi özgüllü
ğünü sürdürebilmek için bu aynma bağlı kalmak zorundaydı ve
Ütopyaa işlevi en azından kısmen, kendini çevreleyen orta ya da dü
şük kültür düzeyindeki ticari kültür ortamına karşı kendi otantikliği-
nin korunabilmesinden oluşuyordu. Gerçekten de, ileri modernizmin
bizzat ortaya çıkışının, farkedilebilir bir kitle kültürünün ilk kez bü
yük ölçüde yaygınlaşması ile aynı dönemde gerçekleştiği ileri sürüle
bilir (Zola, sanat romanı ile "best-seller"ın tek bir metinde birlikte son
kez varolmasını sağlayan sanatçı olarak belirtilebilir).
Bu belirleyici farklılaşma artık görünürde silinme noktasma ulaş
mıştır: Müzikte Schoenberg'den, hatta John Cage'den sonra birbirine
antitez iki geleneğin -"klasiğin" ve "popülerin" şimdi bir kez daha bir
leşmeye başladıklarını belirtmiştik. Görsel sanatlarda fotografinin
kendi içinde önemli bir araç ve aynı zamanda pop-art ve foto gerçek
çilikte "tözün düzlemi" şeklinde kendi kendini yenilemesi, aynı süre
cin önemli bir belirtisidir. Her durumda, yeni sanatçıların artık,
Flaubert'in yapmaya başladığı gibi bir kitle kültürünün ya da popüler
kültürün malzemelerini, fragmanlarını ve motiflerini "alıntılamadık
ları" minimal yönden açıklık kazanıyor; bunun yerine sanatçılar bu
gereçleri, (tam olarak kitle kültürü ve yüksek kültür arasmda ki kök
tenci farklılaşmanın üzerinde temellendirilen) daha eski ve eleştirel
kategorilerin artık işlevsel görünmeyecekleri bir noktaya kadar kendi
yapıtlarına katıyorlar.
Ancak eğer gerçek böyle ise, postmodemizmle ilgili daha önceki
savunmalarda ve manifestolarda çeşitli maskelerin ardından bakan ve
"popülizm" jestlerinde bulunan özelliğin bugün, bir zamanlar kitle
kültürü ya da ticari kültür olarak suçlanan unsurların şimdi yeni ve
genişletilmiş bir kültürel alanın kapsamı içine dahil edildiği (doğru
sunu söylemek gerekirse oldukça önemli) bir kültürel mutasyonun
yansımasını ve belirtisini oluşturması hiç değilse mümkün görünü
yor. Her durumda, politik ideolojilerin tipolojisinden geliştirilen bir
terimin, ilk göndergesi (genelde "halk" olarak adlandırılan işçilerin,
köylülerin ve küçük burjuvaların Halk Cephesi adı altında koalisyo
nu) ortadan kalktıktan sonra, semantik yönden temel birtakım yeni
den düzenlemelerden geçmesi bekleniyor.
Bununla birlikte, belki de bu tümüyle yeni bir öykü sayılmaz: ger
çekten de burada kişi ister istemez Freud'un, düşlerin analizi üzerine
mevcut çok çeşitli geleneklerin arasmda, tüm düşlerin gizli cinsel an
lamlar taşıdığı nosyonuna -cinsel düşlerin dışında, bu düşlerin anla
mı farklıdır- ulaşabilen gizli kalmış kabilesel bir kültürü keşfettiğinde
duymuş olduğu sevinci anımsıyor. Aynı durum, postmodemizm tar
tışması ve ona tekabül eden, politikadan kültüre bir kaymayı ima
eden tek belirgin politik bildirinin dışında tüm görünürdeki kültürel
konumların politik ahlaksallığm simgesel biçimlerine dönüştüğü
depolitize edilmiş bürokratik toplum için de geçerlidir. Burada -
sınıfın kendi kendini kapsadığı ve sınıflandırmanın, kendisinin göz
lemleyebilmesi ya da kendi kuramsallaşmasını sağlayabilmek için (ye
terince ayncalıklı) bir yer sağlayamadığına yönelik- olağan itirazın,
kuramın hiç bir sonuca varmayan bir kısır döngüyü içeren bir tür
olumsuz dönüş (reflexivity) olduğunu belirtmesi gerekmektedir.
Postmodemizm kuramı gerçekten de, izleyicinin konumunun tersyüz
edildiği ve sınıflandırmanın daha geniş bir ölçekte yeniden sürdürül
düğü sürekli bir içsel bir dolaruin şeklinde görünmektedir. Bu nedenle
postmodem bizleri, genelde tarihselciliğin karamsar bir taklidini
yapmaya çağınr; burada, kendi durumumuzun bir şekilde tarihsel
kavrayış edimini tamamladığı öz-bilince yönelik girişimleri, en kötü
düşlerde olduğu gibi sürekli yinelenmektedir ve öz-Mlinç kavramının
kendisinin felsefi yönden reddedilişi, bunun çeşitli yeniden canlan
dırmışlarının grotesk bir karnavalı ile yan yana getirilmektedir. Bu
sonuçsuziluğun bellekte kalan bölümü daha sonra, dışsal gözlemciyi
şaşkına çevirmek ve kuramın kendisinden önceden çıkartılan bir ah
laki yargıyı durmaksızın vurgulamak üzere, kendi yerel konumların
dan ortaya çıkan artı ve eksi işaretlerinin kaçınılmazlığı biçiminde
yerleştirilir. Bu ahlaki yargının bile, geçici bir süre için kendi kendinin
ötesine geçerek dış sınırlarım da kapsamına dahil edebilen bir kuram
aracılığıyla ilgili özellikler arasına dahil edildiği bu eğreti illüzyonistik
eylem, "kuram" ile önerdiği ve önceden belirttiği kapanmayı yeniden
biçimlendirmeyi ve nasıl görünmesi gerektiğinin bir örneğini belirt
mek istediği sürece kalıcı olamaz. Böylece postmodemizm kuramı,
son aşamada giderek artan kesinlikle kendi kendini yeniden üretme
nin içkin özgürlüğünü kutlayan en dolaylı propagandaları ile birlikte
sistemin kendisinin düzeyine yükselir.
Bir turnusol kağıdı olmak bir yana, hiç çekinmeden bir silah olarak
önerilebilen bir postmodem kuramını önceden engelleyen bu durum
lar, bizleri şu ya da bu sonsuz geri çekilmenin rahatlığına yöneltme
yen, tahmini bir uygun kullanım üzerine bazı düşüncelerin geliştiril
mesini gerektirmektedir. Bununla birlikte bu özgül ve artık büyülü bir
özellik kazanan alanda, sahte sorun tek gerçek nokta olabilmektedir
ve böylece, kendisini tanım gereği dışlayan şartlar altında politik sa
natın olanak dışı özdeği üzerine düşünmek, zamanın belirlenmesinde
benimsenebilecek en kötü yöntem olmaz. Gerçekten de (daha sonraki
sayfalar bu inancımı onaylasa da, onaylâmasa da) öyle sanıyorum ki
"postmodem politik sanat" -daha eski anlamıyla değil, en başta nasıl
mümkün olabileceği üzerine sona ermeyen bir varsayım olarak- tam
da bu olabilmektedir.
Modem/postmodem düalizmlerine gelince: diğer çeşitli düalizm-
lerden çok daha tahammül edilmez, bu nedenle de, bu tür düalizmle-
rin araçlan olduğu kadar belirtileri de oldukları istismarları önlemek
üzere olasılıkla önceden zararsız hale getirilen bu düalizmlere -bu ki
tapta yer almayan, ancak konu ile ilişkili başka bir çalışmada harekete
geçirilmesi olanaklı-9 üçüncü bir terimin eklenmesi ile, farkların kay
dedilmesine ilişkin bu tersine çevrilebilir şema, daha üretken ve daha
taşınabilir bir tarihsel şemaya dönüştürülebilecektir.
Bu üçüncü terim -ileride daha iyi bir sözcük bulmak üzere şimdi
lik realizm olarak adlandıralım- Aydınlanmadan doğan dindışı
göndergelerin dinsel göndergeleri silen, gerek dilin, gerekse piyasa
nın, modemizm ve emperyalizm içinde ikinci dereceden çekimlerini
öğrenecek şekilde gelişimlerini sürdürmelerinden önce, ekonomik sis
temin kendisinin yerine bir tür ilk mekanı isnat eder. Böylece bu yeni
terim, diğerlerinden önce, çeşitli pre-kapitalizmler için hipotez olarak
geliştirilebilecek her tür dördüncü terimlerle birlikte bunlan bir araya
getirir ve örneğin tıpkı filmlerde ya da rock müziğinde ya da zenci
yazınında olduğu gibi görünürde kronolojisini, tüm kronolojik düze
nin dışında özetleyebilen daha soyut gelişimsel bir paradigmanın
oluşmasını sağlar. Bu durumda bu yeni şemayı yukanda sayılan düa-
lizmlerin açmazlarından (aporia) kurtaran özellik, aynı zamanda, ta
rihleri kapsam dışı bırakma konusunda entelektüel bir eğitim, bir
kavrayış tarzı olarak kronolojinin nihai ödülünü ertelemeyi öğrenebi
leceğimiz çift-süremliliğin bir tür "askesis"i, her durumda sistemin
dışına çıkmamızı sağlayan bir ödüldür; ancak, bu sisteme ilişkin bu
rada taslak halinde sunulan iki ya da üç unsur, içsel, sonsuza değin
birbirinin yerini alan terimlerdir.
Bunu yapamadığımız ve (içsel yönden birlikte alındıklarında diğer
ikisinden daha da çatışkılı) üçüncü bir terimi yerleştirmeye duyulan
haklı görülebilir bir isteksizlik içinde bulunduğumuz sürece, ancak şu
yalm ve sağlıklı tavsiye önerilebilecektir: Düalizm, sizin ilgi duyma
dığınız bir nesneyi yerleştirmenizi gerektiren yanal bir görüm alanı
olarak, bir anda kendi kendinin karşıtı olarak kullanılabilir. Bu neden
le, postmodemin şu ya da bu özelliği üzerine yapılacak dikkatli bir
araştırma sonuçta bize postmodemizm üzerine değerli çok az bilgi
sağlayabilecek, tersine, kendi amacına karşın ve hiç de kasıtlı olmak
sızın, modemizm üzerine oldukça şey söyleyebilecektir: Bu ikisi en
baştan hiç bir zaman simetrik olarak birbirinin zıttı olarak düşünül
memiş olsalar bile belki de bunun tersi de doğru olacaktır. Aralarında
g
Bkz.: “The Existence of Italy”, Signatures o f The Visible içinde (New York, 1990).
gerçekleştirilecek daha süratli bir değişim, en azından, kutlayıcı ya da
daha eski döneme ait patlamaya hazır ahlaksal jestin mekanı içinde
donmaktan kurtulmasına yardıma olacaktır.
VİDEO
BİLİNÇDIŞINDAN YOKSUN SÜRREALİZM
Raymond Williams, Television (New York, 1975) s. 92. E. Anna Kaplan’in Regarding Televisi
on, American Film Institute Monograph No. 2 (Maryland, 1983) ve John Harnhard’in Video Cult
ure, A Critical Investigation (New York, 1986) gibi çalışmaları okumuş olanlar için bu tür savlar
şaşırtıcı görünebilier. Bununla birlikte bu tür makalelerde sık yer alan bir izlek, uygun anlamda
bir video kuramının yokluğunu, gecikmişliğini, baskı altında tutulduğunu ya da olanak dışı oldu
ğunu vurgulamaktadır.
aldatmaca ile şaşırhlması gerekmektedir. Bu durumda, ticari televiz
yon üzerine yeterli bir şekilde düşünme edimi, bu düşünceyi tamamen
terkedip başka bir şey üzerinde düşünmeyi gerektirebilir ki, böyle du
rumda bu, deneysel video (ya da alternatif olarak, benim burada ele
alamayacağım MTV adlı o yeni form ya da tarz) olacaktır. Burada so
run, kitle kültürüne karşı elit kültürden ziyade, laboratuar kontrolü al
tındaki durumları ilgilendiriyor. Gündelik yaşamda acayiplik ya da
kural dişilik noktasına kadar kendi içinde uzmanlaşma gerektiren bir
tarz -örneğin hermetik şiir- tanıdık, gündelik formlarının gizlediği bir
inceleme nesnesinin (bu durumda dil) özellikleri üzerine son derece
önemli bilgiler verebilir. Tüm geleneksel sınırlamalardan özgürleşmiş
durumda deneysel video bizlerin, daha kısıtlı çeşitli kullanım biçimle
rini, yani bu ilk türün alt biçimlerini aydınlatacak biçimde medya ile
ilgili olanaklan ve gizil güçleri gözlemleyebilmemize olanak tanır.
Bununla birlikte, televizyona deneysel video yoluyla bu tür yakla
şımın da, eğer yapısal yeniliklerin, genişletilen olanaklar, yeni formlar
ve görsel dillerin serpilip çoğalması ile sonuçlanacağı bekleniyorsa,
belli bir yabancılaştırmaya ve yer değişikliğine tabi tutulması gereke
cektir: Bu formlar elbette ki vardır ve video sanatının kısa tarihi içinde
(kimi zaman Nam June Paik'in 1963 yılındaki ilk deneyleri ile başla
dığı söylenir) öylesine şaşırtıcı bir biçimde yer alırlar ki, kişi, bunlann
bu denli zenginliğini hangi kuram ya da tanımın kapsayabileceğini
düşünür. Bununla birlikte ben, bu konuya farklı bir yoldan, hem bir
estetik yanıt, hem de fenomenolojik bir sorun olarak can sıkıntısı so
rununu gündeme getirerek yaklaşmayı daha aydınlatıcı buluyorum.
Gerek Freudien, gerekse Marksist geleneklerde (İkincisi için Lukács,
ama aynı zamanda, Sartre'ın "Journal o f the Phony War "daki budalalık
üzerine tartışması) "can sıkıntısı", şeylerin ve eserlerin nesnel bir nite
liği olmaktan çok, (ister arzu, ister praksis terimleriyle kavransınlar)
enerjilerin bloke edilmesine bir tepki biçiminde ele alınırlar. Bu du
rumda can sıkıntısı, felç durumuna bir reaksiyon ve de, hiç şüphesiz,
bir savunma mekanizması ya da bir önleyici davranış olarak ilginçlik
kazanır. Kültürel alımlamanın daha dar alanında bile ele alınsa özgül
bir eser ya da üslup ya da içeriğe sahip bir can sıkıntısı, her zaman,
kendi varoluşsal, ideolojik ve kültürel limitlerimizin değerli bir belirti
si, diğer insanların kültürel pratikleri ve bunlann, sanatın yapısı ve
değeri üzerine bizim kendi rasyonalizasyonlanmıza yönelik tehdidi
yönünden nelerin reddedilmesi gerektiği konusunda bir gösterge ola
rak, son derece üretken bir biçimde kullanılabilirler. Bu arada, ileri
modemizmin belli başlı eserlerinin bazılarında, çoğunlukla sıkıcı gö
rünenin aslında son derece İlginç olduğu ya da bunun tam tersinin or
taya çıkması, hiç de büyük bir sır sayılmaz: örneğin, Raymond Rous-
sel'den herhangi bir yüz satırm okuması, okuru her iki durumunda
bir arada bulunduğu bir kombinasyonla karşı karşıya getirebilir. Bu
nedenle, en başta sıkıcı kavramını (ve deneyimini) her tür aksiyolojik
çağrışımlardan ayırmamız ve bir bütün olarak estetik değer kavramı
nı bir ayraç içine almamız gerekecektir. Bu, kişinin kendini alıştırabi-
leceği bir paradokstur: sıkıcı bir metin aynı zamanda iyi (ya da şimdi
belirttiğimiz gibi ilginç) olabiliyorsa, çeşitlilik, oyalayıcılık, zamansal
metalaştırma gibi özellikleri içeren heyecan verici metinler de kimi
zaman "kötü" (ya da Frankfurt Okulu diliyle "düşük" [degraded])
olabilirler.
Her durumda, televizyon ekranında, anlaşılmaz ve sonu gelmeyen
feryatlar ve mırıldanmaların eşlik ettiği bir yüz düşünün: Yüz her
hangi bir ifadeden yoksundur, "yapıt" süresince hiç değişmez ve so
nunda bir tür ikon ya da yüzen, hareketsiz zaman ötesi bir maskeye
dönüşür. Merakınızdan dolayı bir kaç dakika dikkatinizi verebilece
ğiniz bir deneyimdir bu. Bununla birlikte, ilginiz dağılınca, elinizdeki
programını karıştırıp bu videotekstin süresinin yirmi bir dakika oldu
ğunu okuduğunuzda, zihinde bir panik duygusu belirir ve neredeyse
bu programdan başka herşeyi tercih edebilecek duruma gelirsiniz.
Öte yandan, başka bağlamlarda (bir meditasyon uzmanının ya da
dinsel mistiğin hareketsizliği bir gönderme noktası oluşturabilecektir)
yirmi bir dakika hiç de uzun bir süre değildir ve estetik can sıkıntısı
nın bu özgül formu, özellikle video sanatını seyretme süreci ile de-
neyselci filmin benzer deneyimini anımsadığımızda (birincisinde,
sosyal ve kurumsal bir ritüelde nezaketle oturmak yerine cihazı her
zaman kapatabilme şansımız vardır) ilginç bir sorun halini alır. Bu
nunla birlikte, daha önce de belirttiğim gibi, bu bantın ya da metnin
kısacası kötü bir bant olduğu gibi kolay bir sonuca varmaktan kaçın
mamız gerekmektedir: Bu noktada kişi derhal çok sayıda ve çok çeşitli
eğlendirici ve sürükleyici videotekstlerin bulunduğu yolunda birta
kım yanlış kavramalar öne sürebilir -ancak, böyle bir durumda bile
kişi, bu tür yapıtların kısaca daha iyi (ya da aksiyolojik anlamda "iyi")
yapıtlar olduğu sonucuna varmaktan kaçınmak istiyor.
Bu noktada burada ikinci bir olasılık, "yazara özgü" amaçlılığı ge^j
rektiren açıklamaya yönelik ikinci bir güdülenme ortaya çıkıyor. Bi|
durumda, video yapımasının seçiıninin bilinçli ve istekli bir seçim ol?
duğu ve bu nedenle de, yirmi bir dakikalık bu video bantının bir prof
vokasyon, izleyiciye yönelik doğrudan hedeflenen bir agresivite ok
masa bile, önceden hesaplanmış bir hamle şeklinde algılanması
gerekiyor. Durum böyle ise, tepkimiz de doğru bir tepkidir: Can sıkın?
üsı ve panik uygun reaksiyonlardır ve o estetik edimin anlamının
kavranmış olduğu anlamına gelir. Yazınsal amaç ve amaçlılık kavram?
lannın kapsadığı iyi bilinen sapmalar bir yana, (estetik, sınıfsal, cinsel
ya da her ne ise) bu tür agresivitenin tematiğinin, tek başına video
bantı temel alınarak yeniden oluşturulması neredeyse olanak dışıdır.
Bununla birlikte belki de, dikkatleri ilgili diğer bir aracı, yani tek
noloji ve makinenin kendisi üzerinde odaklaştırarak bireysel öznenin
güdülerini atlayabilmek mümkün olacaktır. Örneğin, bize söylendiği
ne göre fotografinin erken -ya da "daguerrotype"- dönemlerinde öz
nelerden, gerçi karga uçuncaya kadar olmasa bile, yine de göreceli
olarak tahammül edilemez süreler için hareketsiz bir biçimde durma-
lan istenirdi. İster istemez akla yüz kaslannın kontrol edilemez se
ğirmesi ya da elde olmadan ortaya çıkan kaşınma ya da gülme dürtü
leri geliyor. Bu nedenle fotoğrafçılar, elektrikli iskemleye benzer bir
düzenek geliştirmişlerdi ve en sıradan ve bayağı generallerden bizzat
Lincoln'ün kendisine kadar portre öznelerinin başlan, beş ya da on
dakikalık poz süresi boyunca yerine kenetlenerek herhangi bir hare
ket yapmalan engelleniyordu. Yukanda daha önce sözünü ettiğim
Roussel, bu sürecin bir tür yazınsal karşılığını oluşturur: nesneler üze
rine düşlenmesi bile olanaksız derecede ayrıntılı ve özenli betimleme
leri -herhangi bir ilke ya da tematik ilgi olmaksızın sonsuza değin sü
ren bir süreç- okuru yoğun bir dikkatle cümleleri birbiri ardından
okumaya zorlar, sonu gelmeyen bir dünya. Ancak Roussel'in bu özel
deneyleri, daha eski modemizm dönemi içinde postmodemizmin bir
tür kestirimi şeklinde tanımlayabilmek mümkündür; her durumda,
modemist dönemde marjinal ya da ikincil olarak nitelendirilen sap
malar ve aşırılıkların, bugün postmodemizm adını verdiğimiz süreç
içinde gözlemlenen sistematik yeniden yapılandırma esnasında başat
özellikler durumuna geldiği hiç değilse tartışılabilir. Bununla birlikte,
şurası açıkça bellidir ki, kökenlerini ister Paik'in 19601ı yıllarda yap
mış olduğu deneylere, ister bu sanatın bir akım biçimini aldığı 1970'li
r
2 “Time, Work Discipline and Industrial Capitalism” Past and Present, 38 (1967).
Bu önermeler bize, toplam akış kavramının kendisine geri döne-
bilmemizi ve onun ticari (ya da kurgusal) televizyon ile ilişkisini yeni
bir yaklaşım içinde kavrayabilmemizi sağlayacaktır. Maddesel zaman
ya da makine zamanı, reklamların daha kısa döngülerinin oluşturdu
ğu izlenimler tarafından gölgelenen bir saatlik ve yarım saatlik prog
ramlama döngüleri yoluyla, ticari televizyon akışına noktalama işaret
leri getirir. Bu düzenli ve periyodik kopuşların, film de dahil olmak
üzere diğer sanatlarda rastlanan kapanışlardan çok farklı olduklarını
belirtmiştim, ancak bu tür kapanışların (closure) benzeşimine ve böy-
lece de bir tür düşsel kurgusal zamanın üretimine fırsat verirler. Kur
gusal olanın benzeşimi bu tür maddesel noktalama işaretlerini, bir
düşün dışsal bedensel uyarılan yakaladığı gibi yakalar, onlan kendine
çeker ve başlangıçların ve sonların görünümlerine -bir başka deyişle,
bir yanılsamanın yanılsamasına, zaten kendisi olan bir şeyin ikinci de
recede benzeşimine, diğer sanat biçimlerinin terimleriyle, bir tür bi
rinci dereceden düşsel kurgusallık ya da zamansallığa dönüştürürler.
Ancak, yalnızca, var olanlan ve olmayanlan, görüntüleri ve gerçekleri
ya da özleri konumlandırabilen diyalektik bir perspektif bu yapıcı sü
reçleri ortaya çıkartabilecektir: Örneğin, yalnızca hem ticari hem de
deneyselci videonun salt varlığı ve mevcut veri tabakalan ile uğraşan
tek boyutlu ya da pozitivistik bir göstergebilim için bu birbiriyle ilişki
li ancak diyalektik yönden kesinlikle ayn formlar, benzer analiz gereç
lerinin uygulandığı benzer bir malzemede yer alan kopuşlara ve
uzunluklara indirgenmiştir. Ticari televizyon, özerk bir inceleme alanı
değildir: Kendisinin ne olduğu ancak, diyalektik olarak, deneysel vi
deo ya da video sanatı adını verdiğimiz o diğer imleyici sistemin üze
rinde konumlandırdığımızda kavranabilmektedir.3
Bir medium olarak videonun daha büyük bir önem taşıdığı hipo
tezi, anolojilerinin belki de ticari televizyon ya da kurmaca yapıt ya da
hatta belgesel film arasındaki karşılıklı göndermelerden ziyade başka
yerlerde aranmasının daha iyi olacağı düşüncesini öneriyor. Bu yeni
form için öncü sayılacak özelliklerin en anlamlı biçimde animasyon ya
da çizgi filmde bulunduğu olasılığı üzerinde durmamız gerekecektir.
Animasyonun maddesel (ve paradoksal olarak kurgusal olmayan)
özgüllüğü en az iki bölümden oluşur: Bir yandan müziksel ve görsel
3
“Réification and Utopia in Mass Culrure’ da (1977 yeniden basım Signatures of the Visible,
1990) “yüksek Yazın” (ya da ileri modernizm) ile kitle kültürü arasındaki ilişkileri daha genel bağ
lamda ele almaya çalıştığım nokta bu konuyu ilgilendirmektedir.
bir dil (kurmaca filmde olduğu gibi, artık birbirine bağımlı olmayan
iki tam anlamıyla geliştirilmiş iki sistem) arasmda yapıcı bir eşlen
dirme ya da uygunluğun sağlanması ve diğer yandan da, sonu gel
meyen başkalaşımlan içinde artık gerçeğe benzeyiş, yerçekimi gücü,
vb. "realistik" kurallar yerine yazı ve çizimin "metinser kurallarına
uyan animasyon imgelerinin üretilen elle tutulur doğası. Animasyon,
(temsil nesnelerinin -karakterler, eylemler, vb.- anlatımsal çıraklığı
nın tersine) maddesel gösterenlerin yorumlanışını öğreten ilk büyük
okulu kurmuştur. Bununla birlikte, daha sonra deneyseld videoda
olduğu gibi, maddesel gösterenlerin dilinin Lacancı yorumlan, kaçı
nılmaz olarak insan praksisinin kendisinin her yerde var olan gücü ta
rafından tamamlanarak; daha içsel bir destek olarak madde ya da
maddeselliğin statik ya da mekanik bir materyalizm yerine üretimin
aktif bir materyalizmini öne sürmüştür.
Bu arada toplam akışa gelince, deneyseld videonun ve özellikle bu
tür bir mediumun sunduğu çalışma nesnesi ya da birliğinin analizi ile
ilgili önemli birtakım metodolojik sonuçlar içerir. Elbette bugün, ger
çek anlamda postmodemizmde "eserin" -sanat eserinin, başyapıtm-
daha eski dilinin yerini her yerde //metin"in, metinlerin ve metinselli-
ğin oldukça farklı dilinin alması -ki, organik ya da anıtsal formun ba-
şanlanrun stratejik olarak dışlandığı bir dildir bu hiç de rastlantı sa
yılmaz. Bu anlamda herşey (gündelik yaşam, beden, politik temsiller)
bir metin sayılabilir; öte yandan, daha önce "eserler" sayılan nesneler
şimdi, çeşitli metinler arası ilişkiler (inter-textualities), birbirini izleyen
fragmanlar olarak birbirinin üstüne yerleştirilen geniş metin gruplan
ya da sistemleri, veya, (buradan sonra metinsel üretim ya da metinsd-
leştirme olarak anılacak olan) salt süreçler şeklinde yeniden yorumla
nabilirler. Böylece -eski özerk özne ya da ego ile birlikte özerk sanat
yapıtı görünürde kaybolmuş ya da buharlaştınlmıştır.
Bu gerçek hiç bir yerde deneyseld videonun "tekstleri" tarafından
gösterildiği biçimde açıklık kazanmamıştır: Bununla birlikte bu du
rum, analizi yapan şahsın, şu ya da bu şekilde tüm postmodemlerin
tipik özelliği olan, ancak bu bağlamda daha da kesinlik kazanmış yeni
ve olağan dışı birtakım sorunlarla karşı karşıya gelmesine yol açar.
Eğer eski modemleştirid ve anıtsal biçimler -"Book of the World",
mimari modemizmlerin ''büyülü dağlan", Bayreuth'un merkezi mit
sel opera çevresi, tüm resim yapma olasılıklarının merkezi olarak mü
zenin kendisi- eğer bu tür bütünleştirid gruplar analiz ve yorumsama
için temel örgütleyici çerçevelet1 oluşturmüyorsa; diğer bir deyişle,
eğef kriterleri bir yana, artık hiç bir başyapıt hiç bir "büyük" kitap
üretilmiyorsa (ve eğer iyi kitaplar kavramının kendisi bile sorunsal bir
nitelik kazandıysa)- eğer kendimizi bundan böyle "metinler"le, yani
geçici, derhal tarihsel zamanın birikiminin kıvrımlarına geri dönmeyi
amaçlayan elden çıkarılabilir eserlerle karşı karşıya buluyorsak- öyle
ise, süratle geçen bu fragmanlar herhangi biri üzerinde bir analiz ya
da biir yorumsama örgütlemek zor, hatta çelişkili bir girişim olacaktır.
Bir "örnek" oluşturması için bile tek bir videoteksü seçmek ve yalıtıl-
miş bir biçimde bu örneğin üzerinde tartışmalar geliştirmek, başyapıt
ya da kriter metnin yeniden canlandırılması ve toplam akışı daha önce
içinden çıkartıldığı bağlam içinde şeyleştirmek gibi son derece hatalı
bit girişim olacaktır. Gerçekten de video izlemek, tercihen rastgele bi
çimde birbirini izleyen üç ya da dört video bant ile bu sürecin toplam
akışının içine gömülmek demektir. Elbette video bu anlamda (ve hal
ka açık televizyon yayınlan ve kablolu televizyon sayesinde) kurum
sal alışkanlıkla ve tiyatroya ya da operaya (hatta sinemaya) gider gibi
rahat bir gayri resmilik içinde ziyaret edeceğimiz video bankalan ya
da müzelerinin yakın çevremizde oluşturulmasını gerektiren kentsel
bir olgudur. Tümüyle yanlış olan, bir "video yapıtı" tek başına ele ala
rak incelemektir; bu anlamda, şunu belirtmek mümkündür ki video
başyapıttan yoktur, hiç bir zaman bir video ölçütü (canon) geliştirile
mez ve hatta, (imzaların hala mevcut olduğu) bir "auteur" video ku
ramı bile oldukça sorunsallaşır. Şimdi bu "ilginç" metnin, diğer metin
lerin oluşturduğu farklılaşmamış ve rastgele akışından çıkması
gerekmektedir. Böylece, video analiziyle ilgili bir tür Heisenberg ilkesi
ortaya çıkar: analistler ve okuyucular özgül ve ayn ayn tekstleri birbi
ri ardından incelemek zorundadırlar; ya da isterseniz, birbiri ardında
tek tek bütün tekstler üzerine konuşmak zorunda kaldıklan bir tür
çizgisel "Darstellung" (Temsil'e) mâhkum edilmişlerdir. Ancak bu algı
lama ve eleştirme biçiminin kendisi, algılanan şeyin gerçekliğine bir
anda müdahale eder ve onu orta-ışık akışı içinde durdurarak tüm
bulgularım tanınmayacak biçimde değiştirir. Böylece tek bir tekst üze
rine tartışma, kaçınılmaz ön seçim ve ayırma, anonim video yapımcı
sını4bilinen sanatçı ya da "auteur" tanımına geri götürür ve kesin ola
rak sildiği ya da ortadan kaldırdığı daha yeni mediumun devrimci
4 Burada temelde, modem Usta’fım demiürgoscu öznelliği ya da “deha”sına karşı, ortaçağa öz
gü el sanatlarının olumlu anonimliğine değinmek istiyorum.
doğasında bir zamanlar varolduğu daha eski modemist estetiğin tüm
özelliklerinin geri dönüşü için gerekli zemini hazırlar.
Bu görüşlere ve şüphelere karşın, somut bir metni (videotekst) sor
gulamadan videonun olanaklarının keşfi üzerinde daha fazla ilerleye
bilmek imkansız görünüyor. Burada, 1979^3 School of the Art
Institute of Chicago'da Edward Rankus, John Manning ve Barbara
Latham tarafından üretilen AlienNATION başlıklı yirmi dokuz dakika
uzunluğunda bir "yapıt"ı ele alacağız. Okuyucu için bu açıkça bir düş
sel metin olarak kalacaktır; ancak okurun, izleyicinin tümüyle farklı bir
durumda olduğunu "düşlemesine" gerek yoktur. Her tür imgenin
oluşturduğu bu akışı daha sonra betimlemek, zorunlulukla imgenin
daimi buradaliğını ihlal etmek ve okura metnin kendisinden daha çok
şeyi gösterecek şemalara göre bellekte kalabilecek yeni fragmanların
tekrar örgütlenmesi olacaktır: Bunu bir tür öyküye dönüştürmeye mi
çalışıyoruz? (Jacque Leenhardt ve Pierre Jozsa'nın yazmış olduğu son
derece ilginç bir kitap Lire la Lecture (Paris: Le Scycamore, 1982) bu sü
recin, "kurgu"dan yoksun (plotless) romanlarda bile işlediğini gös
termektedir. Okurun belleği metnin dokusundan "kahramanlan"
oluşturur, bunlan farkedilebilir olaylara ve anlatısal sürekliliklere ye
niden yerleştirebilmek üzere okuma sürecini ihlal eder, vb.). Ya da,
eleştirel yönden daha sofistike bir düzlemde, malzemeyi hiç değilse
tematik bloklara ve ritmlere göre düzenleyip onlara başlangıçlar ve
sonuçlar, yükselen ve düşen duygusallığın grafikleri, düğüm noktala-
n, ölü pasajlar, geçişler, özetlemeler ve benzeri özellikler vererek bir
birlerinden ayırabiliyor muyuz? Şüphesiz; ancak, bu toplam biçimsel
devinimlerin yeniden oluşturulması, bantı her izleyişimizde farklı
olmaktadır. Bir kere, videoda yirmi dokuz dakika, her hangi bir konu
lu filmin ona tekabül eden zamansal parçasından çok daha uzundur;
kaldı ki, bir video bantta imgenin bir uyuşturucu etkisine benzeyen
buradalığırun deneyimlenmesi ile, birbirini izleyen şimdiki zamanla
rın yerleştirileceği türde metinsel bellek arasında (daha eski imgelerin
geri dönüşlerinin, bulunduklan durumda, akış içinde, bizlere her
hangi bir yarar sağlamayacak derecede geç kavranabilmesine rağmen)
gerçek ve son derece kesin bir çelişkiden söz etmek de bir abartma sa
yılmaz. Eğer burada, Hollywood tipi kurmaca filmlerin bellek yapılan
ile arada bulunan zıtlık açıkça belli oluyorsa, -belgelendirme ya da
tartışabilmenin daha zor olmasına rağmen- kişi, bu tür zamansal de
neyim ile deneyselci filmin zamansal deneyimi arasındaki kopuklu
ğun daha da büyük olduğu duygusuna kapılıyor. Bu op-art göz ya
nılmaları ve ayrıntılı görsel montajlar özellikle "Ballet Mechanique"
gibi daha önceki yılların klasiklerini çağnştınyor: Ancak, kurumsal
konumdaki (burada sanat sineması salonlan ve evde ya da videotekst
müzelerindeki televizyon monitörleri) farkın üzerinde ve ötesinde, bu
deneyimlerin çok farklı deneyimler olduklarına ve özellikle filmdeki
mateıyal bloklarının (süratle geçseler bile) ve televizyon ekranındaki
bu incelmiş görsel verilerden çok daha geniş ve daha somut biçimde
algılanabilir olduğuna inanıyorum.
Bu nedenle, kendileri izlek olmayan (zira bunlar çoğunlukla bir yer
lerdeki sözde-ticari depolardan alıntılanan malzemelerdir); ancak,
Bazinci mizansenin yoğunluğundan da yoksun bu video malzemele
rini saymaktan öteye gidilemez; zira, mevcut birtakım sekanslardan
alıntılar bile olmayan ve yalnızca bu spesifik bantta kullanılmak üzere
filme alınan bu parçalar, imge nesnelerinin, dünyadaki diğer imgele
rin açık gerçekliğine karşı, bunlara kurmaca ve kurgusal olma özelli
ğini veren düşük nitelikli renk stoklarının beceriksizliğini yansıtırlar.
Bu nedenle burada, "doğal" adını vereceğimiz malzemeler (yeni ya da
dolaysız filme alınan sekanslar) ile yapay malzemelerin (makinenin
kendisi tarafından "mix" edilen önceden kotanlmış imge malzemele
ri) yanyana geldiği bu durumda "kolaj" sözcüğünün geçerliliğini hala
koruyabildiği bir anlam bulunmaktadır. Yanıltıcı olan, bu bağlamın,
daha eski resimsel kolajın ontolojik hiyerarşisi şeklinde yorumlamak
tır; bu video bantta "doğal", kendisi artık (kübizmde olduğu gibi) in
san tarafından inşa edilen yeni bir toplumun güvence altındaki gün
delik yaşamını değil, gürültüleri ve birbirine karışmış sinyalleri, yeni
media toplumunun düşlenmesi olanak dışı enformasyon çöplüğünü
gösteren "yapay" dan daha düşük ve daha kötüdür.
Önce, neredeyse bir "krep"i andıran zamansal "kültür"den alman
zaman "nokta" sı üzerine küçük bir varoluşsal şaka; daha sonra çeşitli
sözde bilimsel raporlar ve terapik programlarla (stresle nasıl başa
çıkmalı, güzellik bakımı, hipnoz yolu ile kilo verme, vb.) seslendiril
miş deney fareleri; daha sonra bir Japon filmi olan Monster Zero'dan
(1965) alınma bilim kurgu dilimi (canavar filminin özgün müziği ve
grup "jargon"u diyaloglarla birlikte). Bu noktada, imgelerin akışı tek
tek sayılamayacak şekilde yoğunlaşmıştır: Optik etkiler, oyuncak
bloklar ve kaldıraç takımlan, klasik resimlerin röprodüksiyonlan,
aynı zamanda, mankenler, reklam görüntüleri, bilgisayar çıkışlan, her
AHenNATlONfan bir görüntü (Rankus, Manning, and Latham)
tüı kitap ilüstea^yoi’i m (îvfiçhigaiı Gölü'ne yavaş yavaş gömüleri çok
güzel bir Magritte şapkasının da yer aldığı) yükselen ve düşen karton
figürler; güfülttlsüz şipaşekter; olasılıkla hipnoz altında yere uzanmış
bir kadın (bir Robe-Grillet romanında olduğu git«, bu yalnızca yere
uzanmış ve olasılıkla hipnoz altında bir kadının fotoğrafı değilse); her
yönde ve çeşitli açılarda yükselen asansörlerin bulunduğu ultra-
modem otel ya da iş merkezi lobileri; trafiğin yoğun olmadığı bir yol
kenarı görüntüleri; büyük bir tekerlek üzerinde bir çocuk ve alış veriş
paketleri ile dolaşan birkaç yaya; göl kenarında moloz yığınlarının ve
oyuncak blokların etkili bir yakın çekimi (burada, kum üzerinde bir
sopaya tutturulmuş gerçek boyutlarında Magritte şapkası da görü
nür); Beethoven sonattan, Holst'un "Planets"i, disko müziği, cenaze
salonu orgu, uzay ötesi ses efektleri, Chicago ufuklarında beliren uçan
dairelere eşlik eden "Lawrence of Arabia" izleği; aynı zamanda,
(Hostess Tvvinkies'e benzeyen) kızartılmaya hazır portakal dilimleri
nin ufak bıçaklarla ikiye bölündüğü, mengenelerle sıkıldığı ve yumr
ruklarla parçalandığı grotesk bir sekans; çatlak bir süt kabı, doğal or
tamları içinde disko dansçıları, yabana gezegenlerin görüntüleri,
çeşitli değişik fırça darbelerinin yakın çekimleri, 1950'U yılların mut
fak reklamlan ve daha bir sürü şey. Şimşeğin üzerine bindirilen optik
imgeler, reklamlar, anime figürler, film müzikleri ve birbiriyle ilgisi
olmayan radyo diyaloglarında olduğu gibi bazen bunların daha uzun
sekanslar biçiminde birleştiği de görünür. Görüntüye eşlik eden göre
celi olarak méditatif klasik müziğin tınısından kitle kültürünün vur
gulu tınısına geçişte olduğu gibi çeşitleme ilkesi zaman zaman belir
gin ve beceriksiz görünmekte; karışık imgelerin hızlandırılmış akışı
zaman zaman izleyiciye bütünleşmiş belirli zamansal bir süratlilik,
yara, bir coşku ya da şöyle diyelim; izleyid-özneye yönelik doğrudan
deneyselci bir saldın gibi görünmektedir; öte yandan bütünlüğü içinde
yapıta, -olasılıkla izleyiciyi yaklaşmakta olan kapanış ve farkedilebilir
şekilde filmsel "yan anlamsal" dile -nesnel dünyarun fragmanlara bö
lünmesi, ama aynı zamanda da bir tür limit ya da nihai uca dokunuş
(Fellini'nin La Dölce Vitdsının kapanış sekansını andıran bir biçimde)
göndermeler yapan- final görüntüsünde olduğu gibi biçimsel sinyal
ler "bağlantıyı kopartmaya hazır ol" mesajlan ile noktalama işaretleri
getirilmektedir. Hiç şüphe yok ki (daha "ciddi" birşeyler görmeyi bek
liyorsanız) bu, tümüyle görsel bir şaka ya da aldatmaca ya da eğer is
terseniz, bir öğrencinin eğitim çalışmasından öteye gitmez: Ne var ki,
deneysel video tarihinin temposu da bûyheâk ki, bu tarzm içinde
olanlar ve bu tarzım uzmanlan, 1979 yapımı bu filmi belli bir nostalji
içinde ve insanların bir zamanlar böyle şeyler yaptıklarım, ancak şu
anda farklı şeylerle uğraştıkları gerçeğim anımsayarak izleyebilmek
tedirler.
Bu tür bir videotekstin ortaca attığa en ilginç sonalar -bu arada bu
metnin, anlamı ne olursa olsun amaçladığı sonucu elde ettiğinin anla
şılmış olmasını dilerim- {hiç değilse kısmen, izleyicilerin hiç bir za
man tam olarak kavrayamayacakları içerdiği aşın yükten dolayı) ya
pıt defalarca Mense de- muhtemel herhangi bir yanıtının olmadığının
anlaşılmasının dışında -ki tarihsel yönden ilginç olan şey budur- bu
sorular değer ve yorumsama sorunu olarak kalırlar. Ancak benim bu
metni anlatma ya da özetleme girişimim şunu açıkça göstermektedir
ki yorumsayıa, soruya -"bunun anlamı nedir" ya da küçük burjuva
versiyonu ile "neyi temsil etmesi gerekiyor?" sorusuna- ulaşmadan
önce bile form ve okumaya ilişkin önsel konularla yüzyüze gelmemiz
gerekecektir. Bir izleyicinin, bu tekstin biçimsel okunuşunun zaman
içinde başlangıçlar ve izleksel doğuşlar, kombinasyonlar ve gelişme
ler, direnişler ve üstünlük savaşımlan, kısmi çözümler, bir ya da bir
diğer kesme işaretine ulaşan kapanış formlan ile yavaş yavaş kendi
kendini ayırdığı bir bilgilenme anma ya da yoğunlaşmış bir belleğe
ulaşabileceği kesin değildir: Kişi, çok kabaca ve genel bir biçimde de
olsa yapıtın biçimsel zamanı üzerine genel herhangi bir şema oluştu-
rabıldiğinde tanımımız zorunlulukla, ses ve müziksel notalandırma-
run matematiksel boyutlannın görünürde daha somut çözümler öne
rebilmesine rağmen bugün, "rastlantısal" ve post-on iki ton müzik
üzerine karşılaştığı sorunlarla hayli benzer bir konumda bulunan
müziksel formun terminolojisi kadar boş ve soyut görünecektir. Bu
nunla birlikte benim kemim şudur ki, diğerlerinden ayırabildiğimiz
bir kaç biçimsel gösteren bile -göl kenan, bina bloklan, "sona erme
duygusu"- aslında aidatladır: Zira bunlar artık yeni bir formun özel
likleri ya da unsurlan değil, daha eski bir formun işaretleri ve izleri
olmaktadır. Bu eski formların, tekstin aynntılannm, "brikole" doku
sunun içinde yer aldıklarını hatırlamamız gerekiyor tıpkı kmk bir
parçasının yeniden yaşama döndürülerek bir heykelin içine yerleşti
rilmesi ya da yırtık bir gazete parçasının tuvale yapıştmlması gibi Be
ethoven'in müziği bu "brikolaj"m yalnızca bir parçasıdır. Ancak daha
eski Beethoven eserinin müziksel tabakası içinde geleneksel anlamda
"form" hala varlığını korur ve -örneğin, "alçalan kadenza" ya da "ilk
temanın geri dönüşü" gibi tanımlarla adlandınlabilmektedir.
Aynı şeyler, Japon canavar filminin klipleri için de söylenebilir; bu
küplerde "keşif", "tehlike", "uçuş girişimi", vb. gibi bilim kurgu for
munun kendisinden alıntılar vardır (burada -müziksel jargona benzer
biçimde- mevcut biçimsel terminoloji muhtemelen, anlatısal formun
tarafsız dilinin neredeyse tek kaynaklan olarak Aristo ya da Propp ve
ardıllan ya da Eisenstein ile sınırlanacaktır). Bu nedenle ortaya çıkan
soru, burada alıntılan tabakalarda ya da parçalarda varolan biçimsel
özelliklerin videotekstin kendisine, bunların bölümlerini ve unsurla
rını oluşturduldan "brikolaj"a her yerde aktarılmasın mümkün olup
olmadığıdır. Ancak bu sorunun önce tek tek epizodlar ve anların mik
ro düzleminde sorulması gerekecektir. Bir "yapıt" ve zamansal bir ör
gütlenme olarak ele alman tekstin daha geniş biçimsel özelliklerine
gelince, göl kıyısı görüntüsü, daha eski güçlü bir zamansal ya da mü
ziksel kapanmanın burada yalnızca biçimsel bir tortu olarak
varolduğunu önermektedir: Fellini'nin son sahnesinde söylensel bir
tortunun izlerini hala taşıyan herşey -insanın ve toplumun, doğanın
başkalığı ile karşılaştığı yer, temel bir unsur olarak deniz burada çok
tan unutulmuş ve silinmiştir. Bu içerik ortadan kaybolmuş, geride öz
gün biçimsel yan anlamının silik bir izini, yani, kapanış olarak onun
sentaktik işlevini bırakmıştır. En incelmiş bu noktada gösterge sistemi,
gösteren, daha eski göstergenin ve elbette artık tükenmiş olan bu gös
tergenin biçimsel işlevinin karanlık bir anısından öte bir şey olma
maktadır.
Bir önceki paragrafta kendini hissettiren yan anlam dili, kavramın
merkezi ayrmtılandırmalannın yeniden incelenmesini gerektirmekte
dir; kavramı borçlu olduğumuz kişi Roland Barthes'dır ve o da terimi,
Hjemslev/in izinden "Çağdaş Söylenler" de, yalnızca daha sonraki "me-
tinsel" çalışmalarında, estetik ile toplumsal, sanatsal özgür oyun ile
tarihsel göndermeler arasındaki eski bölünmelerin kopyalan olarak
gördüğü -yazarın Metnin Hazzı gibi metinlerinde önlemeye ya da ka
çınmaya çalıştığı bölünmelerdir bu- birinci ve ikinci derece dillerin
(yan anlam ve düz anlam) arasındaki örtük farklılaşmalan reddetmek
üzere ele almıştır. (Medya incelemelerinde hala son derece önem taşı
yan) daha erken kuramın bu zıtlaşmanın önceliklerini zekice tersine
çevirmesine, fotografik imgenin düz anlamsal değerine bir otantiklik
(bu nedenle de estetik bir değer) atfetmesine ve özgün yan anlamsal
metinleri içeriği olarak kendine mal eden, hazır ve mevcut imgeleri,
değersiz düşünceler ve ticari mesajların oluşturduğu daha abartılı bir
oyunun hizmetine tahsis eden reklam metinlerinin daha yapay "uza
tılmasına" suçlu bir toplumsal ya da ideolojik bir işlevsellik yükleme
sine rağmen, tartışmanın öne sürdüğü savlar ve ima ettiği anlamlar ne
olursa olsun, Barthes'ın yan anlamların nasıl işledikleri üzerine daha
eski, klasik anlayışı bu anlamda ancak, belki de tanınmayacak ölçüde
karmaşıklaştığı durumda işimize yarayabilecektir. Zira burada du
rum, "daha saf" ve bir ölçüde daha maddesel göstergelerin bir dizi
ideolojik gösterenin araçları olarak tahsis edildikleri ve uyarlandıkları
reklam durumunun tam tersidir: Burada tam aksine, ideolojik göste
renler (signifiers), özünde yoğun biçimde kültürel ve ideolojik olan ilk
metinlerin içine yerleştirilmiştir: Beethoven müziği genelde "klasik
müziğin" yan anlamlandıncılığını en baştan kapsar; bilim kurgu film
leri en baştan çoğul politik mesajları ve kaygılan içerir (Japon anti-
nükleer politikasına uyarlanan bir Amerikan Soğuk Savaş formu ve
daha sonra her ikisinin de yeni bir kültürel yan anlam olan "grup" un
kapsamında bir araya gelmeleri). Ne var ki, burada "ürünleri" -
reklam imgelerinin yansıttığı daha dar anlamda ticari ürünleri büyük
ölçüde aşan (öte yandan yine de bunların bazılarını kapsayan ve el
bette yapılarının farklı biçimlerde kopyalarını çıkarttığı) bir kültürel
ortamda yan anlam, çeşitli mesajların birlikte varolduğı çok anlamlı
bir süreçtir. Bu nedenle Beethoven'dan disko müziğine geçişin hiç
şüphesiz sınıfsal bir mesajı vardır: Yüksek kültüre karşı popüler kül
tür ya da kitle kültürü, ayncalık ve eğitime karşı çeşitliliğin daha po
püler ve bedensel formla; ancak öte yandan da zaman, çelişki ve ölüm
konulanyla başa çıkabilmek için bir tür trajik ağırlığa sahip daha eski
içeriği; zamanı ve mekanı, şimdi kendini daha eski "trajik" sorunu
nun artık ilgisiz göründüğü noktaya kadar dolduran postmodern ça
ğın büyük kent ticari müziğinin acımasız zamansal şaşkınlığına karşı
çıkıyor bulan sonat formunun kendisinin sahip olduğu zaman duyu
munu, en katı burjuva estetiğinin "yüksek ciddiyetini" de araç olarak
kullanmaktadır. Tüm bu yan anlamlar aynı anda hareket halindedir.
Bunların yukanda belirttiğimiz (yüksek kültür ve kitle kültürü ara
sındaki) ikili zıtlığa kolayca indirgenebildikleri ölçüde -ve yalnızca bu
ölçüde- dış sınırda yorumsamaa bir eylemin ortaya çıkmasına fırsat
tanıdığını ve bizim, videotekstin bu özgül karşıtlık "hakkında" oldu
ğunu öne sürmemize fırsat tanıyan bir tür "izlek" ile karşı karşıya ol
duğumuzu belirtebiliriz.
Bununla birlikte, özellikle bu videotekstte işler durumda her
mistifikasyon sürecine benzer her tür özelliğin dışanda bırakılması
gerekmektedir: Bu anlamda tüm malzemeler düşüktür: gerek Beetho
ven, gerekse disko. Birazdan açıklayacağımız gibi burada, metnin çe
şitli düzeyleri ve komponentleri arasında çok karmaşık bir etkileşim
bulunmaktadır; ya da, çeşitli diller (görüntü ve ses, müzik ve diyalog),
bu düzeylerden herhangi birinin (Godard'da olduğu gibi) diğerine
karşı politik anlamda kullanılması, imgenin yazılana ya da konuşula
na karşı kullanılarak bir tür temize çıkartılması girişimi, hala kavra
nabilir unsurlar olmasına karşın, burada artık gündemde yer alma
maktadır. Kanımca, eğer alıntılanan çeşitli elemanlan ve kompo
nentleri -çağdaş kültürel düzlemde tüm birincil metinlerin kınk par
çalan- bir çok logo olarak, yani; Barthes'm daha erken kuramlarının
ele aldığı reklam imgelerinin tümünden yapısal ve tarihsel yönden
çok daha gelişmiş ve karmaşık yeni bir reklam formu olarak düşün
düğümüzde, bu konuya bir açıklık getirebilmek mümkün olacaktır.
Logo, bir reklam imgesi ile marka adının sentezi gibi bir şeydir; daha
doğrusu, bir imgeye dönüştürülmüş bir marka adı, neredeyse
metinlerarası bir yolla, kendi içinde daha eski reklamcılıkların tüm bir
geleneğinin anısını taşıyan bir imge, bir gösterge ya da amblemdir. Bu
tür logolar, görsel ya da (Pepsi izleğinde olduğu gibi) işitsel ve müzik-
sel olabilir: Bu, iş merkezi yürüyen merdivenleri, moda mankenleri,
psikolojik danışmanlık küpleri, sokak köşesi, göl kenan, Monster Zero
ve diğerlerinin daha dolaysız bir biçimde tanınabilen logo unsurlan-
nın yamsıra bu kategoriye "sound-track" malzemelerini dahil etme
mize olanak sağlayacaktır. Bu durumda "Logo" bu fragmanlardan
her birini kendi içinde bir göstergeye dönüştürür; ancak, bu tür yeni
göstergelerin tam olarak nelerin göstergeleri olduğu tam olarak açıl
dığa kavuşmuş değildir, zira ortada tanımlanabilir hiç ürün, hatta lo
go tarafından özgün anlamında, çeşitlilik kazanan çokuluslu korpo-
rasyon alameti olarak kesinlikle belirlenen jenerik ürünler dizisi bile
görünmemektedir. Yine de, yazınsal göndermelerini daha eski, daha
statik "tarz"lar tablosu ya da sabit türlerden biraz daha geniş bir bağ
lamda ele alırsak, "jenerik" teriminin kendisi bir anlam kazanacaktır.
Bu fragmanlar tarafından yansıtılan jenerik kültürel tüketim daha di
namiktir ve (kendisi, bir tür metinsel tüketim şeklinde daha geniş bir
anlamda kavranan) anlatı ile belirli bir ilişkilendirmeyi gerektirmek
tedir. Bu anlamda, bilimsel deneyler, Larvrence o f Arabia kadar dolu an-
Iatılartür; beyaz yakalı işçilerin görümü ve yiirüygıı merdivenin
samaklannda yükselen bürokratlar, en az bilim kurgu film küpleri (ya
da korku filmi müziği) kadar anlamsal bir görüme sahiptirler; batta
sessiz şimşeğin fotoğraf görüntüsü bile çoğul bir anlatısal kare (frame)
dizisi önermektedir (Ansel Adams ya da Myi& fırtınanm dehşeti ya
da Remington tipi batı manzarası logosu ya da onsekizinei yüzyıla
özgü yüce ya da yağmur yağdırma merasimine Tanri'nm yanıtı ya da
dünyaıun sonunun başlangıcı).
Ancak, bu unsurların ya da yeni kültürel göstergelerin ya da logo
ların hiç birinin tek başına var olmadıklarını farkettiğimizde konu da
ha da karmaşıklaşır; videotekstin kendisi neredeyse tüm anlarda, bu
göstergelerin ya da logoların arasmda sürekli, görünürde rastgele bir
etkileşim süreddir-Tanım ve analiz gerektiren yapı açıkça budur, ne
var ki bu, üzerinde ancak en tahmini kuramlara sahip olabildiğimi?
göstergeler arasmda bir ilişkidir» Gerçekten de bu, her biri ayrı bir an
latı türü ya da özgül bir aniah süreci için özet bir tür gösterge gibi gö
rülebilen çoğul malzemelerin sürekli akmuni ya da "toplam akışını"
kavrayabilme sorunudur. Ancak, ansal sorulanmış art-süremü değil
eş-süremli olacaktır: Bu çeşitli anlatısal göstergeler ya da logolar nasıl
kesişirler? Her birinin diğerlerinden ayn biçimde alımlandığı zihinsel
bir bölümiendirme düşlenebiür mi? Yoksa, zihin bunlarla bir tür bağ
lantı mı oluşturmuştur? Öyle ise bu durumda bağlantıları nasıl tanım
layabiliriz? Bu malzemeler birbirlerine nasıl bağlantüanmışlardır -
tabii eğer böyle bir bağlantı varsa? Yoksa, duyumların bir kaleydos
kop gibi hep birlikte kavradıkları farklı unsur akimlarının bir eşza
manlılığı mıdır karşılaştığımız? Burada kavramsal zayıflığımızın öl
çüsü şudur; Tartışmaya en yetersiz metodolojik karar -Kartezyen çıkış
noktası- ile başlama eğilimini gösteririz ve görüngüyü m basit for
muna, yani bu tür iki unsur ya da gösterge aramdaki etkileşime in
dirgeriz (oysa diyalektik düşünce bize, daha basit formların türevleri
ni oluşturdukları en karmaşık form ile başlamamızı ister-
Bununla birlikte, iki unsur ele alındığında bile, anlamlı kuramsal
modeller çok azdır, Bunların en eskisi, elbette özne ve yüklem man
tıksal modelidir ve -öneri tümceleri ve gerçeklik savlarından- oluşan
önerme mantığından son yıllarda soyutlanarak konu ile yorum ara
sındaki ilişki biçiminde yeniden yazılmıştır. I-A- Richards'm anlam ile
araç arasındaki ayrımının da göstereceği gibi yazın kuramı ¡çoğunluk
la bu yapı ile yalnızca metaforun analizinde karşılaşmaktadır- Bunun
la birlikte, yorumsama -ya da "semiosis" (gösterge) yi- ısrarla zaman
içinde kavramaya çalışan Peirce'in göstergebilimi, tüm bu ayrımları
yararlı bir biçimde, ikinci bir gösterge ile ilişkisinin yorumlayıcı bir iş
levini üstlendiği bir ilk gösterge terimleriyle yeniden yazmıştır. Son
olarak çağdaş anlatı kuramı, fabl (anektod, temel öykünün ham mad
desi) ile mizansenin kendisi arasındaki işlemsel ayrım, bu malzemele
rin söyleniş ya da sahneleniş biçimi, diğer bir deyişle "odaklaştırma"
üzerinde durur.
Bu formülasyonlarda dikkat edilmesi gereken, eşit doğaya ve de
ğere sahip iki göstergenin kesiştikleri noktada, göstergelerden birinin
diğerinin üzerinde çalıştığı malzeme işlevini aldığı ya da birinci gös
tergenin, diğerinin ikincil ve yardıma işlevleri taşıyabilmek üzere ek
lendiği bir içerik ve merkez konumunu aldığı (burada hiyerarşik iliş
kilerin öncelikleri görünürde dönüşümlüdür) yeni bir hiyerarşiyi
oluşturmalarıdır. Ancak, geleneksel modellerin terminolojisi ve jargo
nu, video bağlamımızda göstergelerin akışının temel özelliğini oluş
turan noktayı, yani bunların yer değiştirdiklerini, tek bir göstergenin
hiç bir zaman bir işlem konusu olarak öncelik kazanmadığını belirt
mezler; göstergelerden birinin, diğerinin yorumlayıcısı olarak işlev
gördüğü durum geçici olmanın ötesindedir, önceden belirtmeden de
ğişebilir; ve burada ele aldığımız gibi hiç durmamacısına dönüşen bir
moment içinde, iki gösterge şaşırtıcı ve neredeyse sürekli bir değişim
içinde birbirlerinin konumunu alırlar. Bu durum, Benjamin'in "dağı
lım" (distraction) kavramına yeni ve tarihsel yönden özgün bir gücün
yüklenişine benzemektedir: Gerçekten de burada formülasyonun,
doğru anlamıyla postmodemist zamansallığın hiç değilse bir olası ta
nımını verebildiğini belirtmek istiyorum; bunun sonuçlarını aşağıda
göreceğiz.
Ancak buraya kadar, sürekli yer değiştirmeleri kabul ettiğimizde
bile, bu tür bir unsurun -gösterge ya da "Iogo"nun- diğerinin üzerin
de "yorumda" bulunduğu ya da onun "yorumlayıcısı" işlevini gör
düğü sürecin niteliğini henüz yeterince tanımlayamadık. Ancak, bu
sürecin içeriği, belirli bir tür anlatının göstergesi ya da kısa özeti şek
linde tanımlanan logonun kendisinin yorumunun içinde örtük olarak
vardır. Burada tarafımızdan incelenen mikroskopik atomik ya da
izotopik değişim bu nedenle, bir anlatısal göstergenin bir diğeri tara
fından ele geçirilmesi; anlatılaştırmanın bir formunun, şimdiki du
rumda daha güçlü bir başka formun terimleri ile yeniden yazılması,
göstergelerin içinde zaten var olan anlatısal unsurların sürekli biçim
de yeniden anlatılandınimasmdan başka bir şey değildir. Bu nedenle,
en belirgin örneklerle başlandığında, vitrin mankenleri ya da model
lerle ilgili sekansa benzer görüntülerin, bilim kurgu filminin ve onun
çeşitli logolarının (görsel, müziksel, sözel) güç alanı ile kesiştiklerinde
güçlü ve kaba bir biçimde yeniden yazıldıklarını söyleyebilmek olası
dır: Böyle anlarda, reklam ve modanın bilinen insansal dünyası "ya
bancılaştırılıyor" -bu kavrama daha sonra geri döneceğiz ve çağdaş
büyük mağaza, uzak bir gezegendeki başka dünyanın toplumunun
kumrularından herhangi biri tuhaf ve ürkütücü bir görünüm alıyor.
Aynı şekilde., boylu boyunca yere uzanmış kadının konunun üzerine
şimşek görüntüsünün bindirilmesiyle fotoğrafta birşeyler oluyor; "sub
specie aetemitatis” belki? Doğaya karşı kültür? Her durumda, bu iki
gösterge, birinin diğerinin üzerinde üstünlük kurmaya başladığının
jenerik işaretleri ile bir ilişkiye girmeden duramazlar (örneğin, hipnoz
altındaki kadının kendi izleksel yörüngesine şimşeği nasıl çekebilme
yi başardığını düşlem ek daha da zordur). Sonuç bölümünde, farelerin
görüntüsü ile davranış deneyleri ile psikolojik ve mesleki danışmanlı
ğa ilişkin metinlerin kesişmesinde, kombinasyonun, bürokratik top
lumun gizli programlama ve şartlandırmalan üzerine önceden tah
min edilebilir mesajlar ilettiği belli oluyor. Bununla birlikte, bu üç tür
etki ve yeniden anlamlandırma formu -jenerik yabancılaştırma, do
ğa/kültür karşıtlığı ve "pop" psikolojik ya da varoluşsal kültür eleşti
risi- tek tek sayılması imkansız olmasa bile oldukça zor, çok daha
karmaşık bir etkileşimler repertuarının yalnızca eğreti birkaç örneğini
oluştururlar (bununla birlikte diğer örneklerin arasında, daha önce
açıklanan yüksek/düşük kültür karşıtlığı ve rastgele ve "doğal" bi
çimde dolaysız olarak çekilen sokak görüntüleri ile bu görüntülerin
içine yerleştirildikleri stereotip medya malzemelerinin akışı arasında
ki en "diakronik" değişim de yeralır).
Öncelik ya da eşit olmayan etki üzerine sorular şimdi yeni bir ışık
ta, ses ve görüntünün açıkça merkezi konumu ile sınırlandırılmaya
cak bir şekilde gündeme getirilebilecektir. Ruhbilimciler işitsel ve gör
sel tanıma biçimlerine bir ayrım getirirler; burada, işitsel, tam olarak
biçim bulan sessel ya da müziksel "gestalt"lar aracılığı ile görünürde
daha dolaysız ve daha işlektir, öte yandan görsel, giderek artan bir ta-
nımlandırabilme sürecini gerektirmektedir ki, görüntü tam olarak
"farkedilebilir" hiç bir obje biçiminde kristalize olmayabilmektedir.
Bit ezgiyi bit anda tanıyabiliriz, diğer bir deyişle, bir film klibinin je
nerik sınıfını tanımlayabilmemize imkan tanıması gereken uçan daire
ler, onlan açıkça ait oldukları kültürel ve yan anlamsal konuma yer
leştirmemize hiç de yardıma olmayan belirsiz geometrik bir bakış
olarak kalabilir. Bu durumda, işitsel logoların nasıl görsel logolara
karşı üstünlük kazaindıMan ve onları nasıl yeniden yazdıkları ve ter
sinin olmadığı da açıkça görülmektedir. (Bunünla birlikte kişi, bilim
kurgu müziği ile manken fotoğraftan arasında, örneğin ilkinin, tözü
ikindsi ile özdeş geç yirminci yüzyıl kültürel çöplüğüne dönüştüğü
karşılıklı bir etkileşimi görmek istiyor).
Farklı duyumlardan ve farklı medyadan gelen göstergelerin göre
celi etkileşiminin ötesinde, kültürümüzde çeşitli jenerik sistemlerin
kendilerinin göreceli ağırlıklarının daha genel sorunu yer almaktadır:
Bilim kurgu a priori olarak reklamcılık adını verdiğimiz tarzdan ya da
bürokratik toplumun görüntülerini (koşuşturma, ofis, rutin) sunan
söylemden ya da bilgisayar çıkışlarından ya dâ op-art etkileri dediği
miz o adlandırılmayan görsel tarzdan (ki bu tarz, grafik sanatın yeni
teknolojisinden çok daha geniş yan anlama sahiptir) daha mı güçlü-
dür? Godard'm yapımı kanımca bu soruya geri dönmekte ya da hiç
değilse soruyu açık bir biçimde çeşitli yerel yollardan sormaktadır:
Örneğin Martha Rosler gibi politik video sanatı da benzer kültürel
öncelikleri bir sorun halinde belirtmek üzere kültürel dillerin bu eşit
olmayan etkileri ile oynar. Bununla birlikte burada ele alman
videotekst, bizlerin bu tür konulan sorun olarak formüle etmemize
olanak tanımamaktadır, zira -geçici gösterge takımlarının sonu gel
mez biçimde dönüşen momenti olarak adlandırdığımız- kendi formel
mantığı, bunlann görüntüden silinişine bağlıdır: Bizleri, bu noktaya
değin ertelediğimiz yorumsama ve estetik değer konularına geri geti
recek bir önerme ve hipotez.
Yorumsamacı soru -"metin ne ile ilgilidir?" sorusu- video bantın
zorlayıcı başlığı AlienNATIÖN'm da ima ettiği gibi izleksel bir yanıtı
desteklemektedir. Yanıt oradadır ve hepimiz artık bünu biliyoruz: İz-
lek, tüm bir ulusun yabancılaşması ya da belki de yabancılaşmanın
kendisinin çevresinde örgütlenmiş yeni bir tür ulustur. Yabancılaşma
kavramı, özellikle (Marks'm Paris Elyazmalarmâa olduğu gibi) işçi sı-
nıfirun çeşitli somut yoksunluklarını dile getirdiğinde belirli bir ke
sinlik taşıyordu; Doğu'da (Polonya, Yugoslavya) ve Bah'da (Sartre)
radikallerin Marksist düşüncede ve pratikte yeni bir geleneği başlata-
caklarma inandıkları özgül bir tarihsel anda (Krushcev açılışı) özgül
bir tarihsel işlev taşıyordu. Bununla birlikte bu, (burjuva) tinsel rahat
sızlığının genel bir belirlenmesi olarak fazla bir anlam taşımaz. Ancak,
Laurie Anderson'un U.S.A/i gibi kusursuz bir postmodem perfor
mans boyunca "yabancılaşma" sözcüğünün (olduğu gibi, izleyicilere
fısıldandığı biçimde) art arda tekrar edilerek performansın izleğinin
bu olduğu sonucuna varmamanın olanak dışı kılınması, kişinin his
settiği düş kırıklığının tek nedeni değildir. Bunu neredeyse birbirine
özdeş iki yanıt izleyecektir: ...demek bunu ifade etmek istiyordu, de
mek ifade etmek istediği şey bu imiş. Sorun ikilidir: Yabancılaşma,
herşeyden önce yalnızca modemist bir kavram değil aynı zamanda
modemist bir deneyimdir (burada bu konuda daha fazla bir şey be
lirtmeyeceğim, ancak günümüzün hastalığını adlandırmada "ruhsal
fragmanlaşma" daha iyi bir terimdir). Ancak, sorunun ikincil sınıf
landırması nihai bir nitelik taşıyacaktır: Böyle bir anlam ve (anlam
olarak) yeterliliği ne olursa olsun, kişi daha derinde USA ya da
AlienNATION'un bu tematik bağlamda hiç bir "anlamının" olmaması
gerektiği duygusuna kapılıyor. Bu, kendi kendini gözlemleme yoluyla
ve tam olarak U.S.A.'in izleksel yönden açık anlarının izlenişinde be
lirttiğim kısa süreli düş kınklığını yaşadığımız anlara biraz daha dik
kat ederek herkesin doğruluğunu kanıtlayabileceği bir durumdur.
Sonuç olarak, Rankus-Manning-Latham video bantırun izlenişinde
duyulan özelliklere benzer özellikler farklı bir bağlamda da belirtile-
bilmektedir. Bunlar tam olarak, gösterge ve yorumlayıcının kesiştikle
ri noktada ürettikleri geçici mesajlarla aynı özelliklerdir: Yüksek kül
tür/kitle kültürü karşıtlığı, modem dünyada hepimiz laboratuar
fareleri gibi programlanmış durumdayız, doğa / kültür karşıtlığı, vb.
Yerel bağlamın bilgeliği bizlere bu izleklerin klişeleşmiş -yabancılaş
manın kendisi kadar klişeleşmiş olduğunu (ancak, camp sayılacak öl
çüde demode olmadığım) açıklar. Yine de, bu ilginç durumu basitleş
tirmek ve bir doğa ve nitelik sorununa, izleklerin kendilerinin entelek
tüel tözüne indirgemek hata olur; gerçekten de, yukarıdaki analizimiz
bu tür boşlukların çok daha iyi bir açıklamasını sunabilmektedir.
Buraya kadar, özgül olarak bu video sürecinin (ya da "deneysel
toplam akışının) belirleyici özelliğinin, unsurların, her an yer değişti
recek şekilde sürekli olarak birbirine dönüşümü ve bunun sonucu
olarak da, hiç bir unsurun tek başına "yorumlayıcı" (ya da birincil
gösterge) konumunu herhangi bir zaman süresi içinde muhafaza
edememesi, bıınıın yerine, bu işlevi dönüşümlü olarak bir sonraki ana
devretmesi olduğunu göstermeye çalıştık ("kareler" (frames) ve "çe
kimler" (shots) gibi filmsel terminoloji, bu tür bir ardıllığı belirtebil
mek için uygun terimler değildir). Bununla birlikte, eğer bu açıklama,
sürecin doğru bir yorumunu sunuyorsa, o halde, mantıken akışı dur
duran ya da müdahale eden her özelliğin estetik bir kusur olarak gö
rülmesi gerekecektir. Yukanda eleştirdiğimiz izleksel anlar, tam ola
rak bu tür bir müdahale, bu süreç içinde bir tür blokaj ardandır: böyle
noktalarda geçici bir "anlatılaştırma" -bir gösterge ya da logonun,
kendi anlatısal mantığına göre yorumlayarak yeniden yazacak şekilde
diğerinin üzerinde geçici bir üstünlük kurması- yapıtın kendi metin-
sel mantığı ile oldukça tutarsız izleksel bir mesaj oluşturabilecek ve
iletebilecek kadar uzun "tutulan" bir anda, film üzerinde yaruk bir
nokta gibi sekans üzerinde süratle yayılır. Bazı anlar banşçıl bir şey-
leştirme formu içermektedir ve biz bu anlan "izlekselleştirme" ile ka-
rakterize edebiliriz ki bu kelime Paul de Man tarafından bulunmuş ve
Derrida'nın bir filozof olarak felsefik sisteminin yazma hakkındaki
yanlış okumasını tanımlamak için kullanılmıştır. Öyle ise izlekselleş
tirme, metnin bir unsurunun ya da parçasının, daha yüksek bir ko
numa, "yapıtın ardamı" konumuna getirilmeye aday olacak biçimde
resmi bir izlek durumuna yükseltilmesidir. Ancak, bu tür bir izleksel
şeyleştirme, zorunlu olarak "izleğin" kendisinin filozofik ya da ente
lektüel niteliğinin bir işlevi değildir: Çağdaş bürokratik yaşamın ya
bancılaşması nosyonunun felsefi ilgisi ve geçerliliği ne olursa olsun,
burada bir "izlek" olarak ortaya çıkışının, temelde biçimsel nedenler
den dolayı bir kusur olarak kabul edilmesi gerekir. Önerme, elimiz
deki metinde olası bir diğer boşluğu, Japon bilim kurgu film küpleri
nin "yabancılaştırma etkilerine" aşın derecede bağımlılık şeklinde
tanımlayarak farklı bir açıdan da tartışılabilir (bununla birlikte film
klibinin birkaç kez izlenmesi, bu etkilerin anımsandığı kadar çok ol
madığını açıkça belli etmektedir). Öyle ise burada, popüler felsefe ve
stereotip doxa\ax aracılığıyla bir değer yitimini ile değil, anlatısal ya da
jenerik bir tipin izlekselleştirilmesini ele almamız gerekiyor.
Şimdi bu analizden beklenmedik bazı sonuçlar çıkartabileceğiz: bu
sonuçlar yalnızca postmodemizmde yorumsama ile ilgili rahatsız edi
ci soruyu ele almakla kalmayacak, aynı zamanda farklı bir konuyu -
tartışmanın başlangıcında geçici olarak sınıflandırmaya dahil edilen
estetik değer konusunu da irdeleyecektir. Eğer yorumsamadan anlaşı
lan, tematik bağlamda temel bir izlek ya da anlamın metnin bütünlü
ğünden kopartılması ise, o zaman şu nokta açıkça bellidir: Post
modernist metin -ki burada ayncalıklı bir örneği olarak videoteksti
ele aldık- bu perspektiften, anlama karşı direnen, temel içsel mantığı
bu anlamda bu tür izleklerin ortaya çıkışını önlemek ve bu nedenle,
sistematik olarak geleneksel yorumsamaya yönelik girişimleri devre
dışı bırakmak olan yapısal bir gösterge akışı şeklinde tanımlanacaktır
(bu özellik, Susan Sontag tarafından, henüz postmodern çağ olarak
adlandınlmayan oluşun ilk belirtilerinin ortaya çıkmaya başladığı yıl
larda, son derece isabetli bir başlık koyduğu "Against Interpretation" da
kahince bir sezgi ile açıklanmaktadır). Böylece, estetik değerin yeni bir
kriteri, beklenmedik bir biçimde bu önermeden doğmaktadır:
Videotekst, ne kadar iyi bir videotekst olursa olsun, bu tür bir
yorumsamanm mümkün olduğu, metnin, izlekselleştirilmesinin bu
tür yerlerini ve alanlarını beceriksizce ortaya sürdüğü her an, kötü ya
da kusurlu bir eser olarak kalacaktır.
Bununla birlikte "izleksel yorumsama" (konusal yorumlama) yani
yapılanın anlamını araştırma bu metinde dahil olmak üzere bütün
metinlerin maruz kalabilecekleri makul bir hermenötik operasyon
değildir ve konuyu sona erdirmeden önce iki farklı yorumsama seçe
neğini daha tanımlamak istiyorum.Bunlardan birincisi, burada birbi
rinin içine örülmüş bir şekilde yer alan paket kültürel değersizliklerin
yazıldığı ya da kaydedildiği alıntılara oranla buraya kadar çok az
önem verdiğimiz başka bir unsur malzemeler dizisi aracılığı ile bek
lenmedik bir biçimde gönderge sorusuna geri döner: Bunlar ("doğal"
malzemeler olarak nitelendirilen) doğrudan kamera çekimleridir ve
göl kenan sekansının ötesinde ve üzerinde, özünde üç grupta topla
nırlar. Birincisi olan kentsel cadde geçidi, niteliksiz bir uzamdır ve -bu
açıdan, Antonioni'nin Eclipse'inin izleyiciyi şaşkına çeviren final sah
nesinin uzak, yoksul bir akrabasına benzer- belli belirsiz bir biçimde
boş bir sahnenin soyutlamasını. Olaym cereyan ettiği mekanı, bir şey
lerin olabileceği, biçimsel bir beklenti içinde kişinin böyle bir şeyin
olmasını beklediği bağlı bir uzamı yansıtır. Elbette Eclipse'de, olay ger-
çekleşemeyince ve aşıklardan hiç biri randevuya gelmediğinde, yer -
burası artık unutulmuştur- yavaş yavaş yerini artık düşkünleşmiş
uzama, modem kentin ölçülebilir ve nicelleştirilebilir, arazinin ve top
rağın çeşit çeşit metalara dönüştürüldüğü ve satılmak üzere parsel
lendiği şeyleştirilmiş uzamına bırakır. Burada, burada da hiç bir şey
olmaz; bu bantta olağan dışı sayılabilecek olgu, yalnızca birşeylerin
olabileceği duygusu ve Olayın kendi kategorisinin belli belirsiz ortaya
çıkmasıdır (bilim kurgu klibinin tehdit edici olaylan ve kaygılan yal
nızca olayların "imgeleri" ya da eğer isterseniz, kendi zamansallıklan
bulunmayan seyirlik olaylardır).
İkinci sekans ise delinmiş süt kartonu sahnesidir: Bu sekans sürekli
olarak yinelenir ve ilk sekansın kendine özgü manüğını onaylar; zira
burada bir anlamda elimizde katıksız olarak olayın kendisi, artık ar
dından figan edilmemesi gereken geri dönülemez olan bulunmakta
dır. Parmak yanğa arük engel olmamalı; süt, parlak beyaz cevherinin
tüm görsel büyüleyiciliği ile masanın üzerine, hatta kenarlarından
aşağı doğru akmalıdır. Eğer bu oldukça enfes görüntü daha da uzak
bir şekilde bana, daha filmsel bir durumu çağnştırıyorsa, bu durum
dan hiç şüphesiz, bu sahne ile The Manchurian Candidate'deki o ünlü
sahne arasmda kurduğum tuhaf ve kesinlikle kişisel ilişki de kısmen
sorumludur.
Daha mantıksız ve daha anlamsız olan üçüncü parçaya gelince,
donanım depo araçlan ile Hostess Tvvinkie tutarlılığına sahip belirsiz
büyüklükte portakal nesneler üzerinde sürdürülen laboratuar dene
yinin saçmalığını daha önce belirtmiştim.Bu amatör dada parçasının
skandal yaratıcı ve biraz da rahatsız edici özelliği, görünürde herhan
gi bir motivasyondan yoksun olmasıdır: izleyici bu sahneyi laboratuar
hayvanlan sekansının Emie Kovacks türü bir parodisi olarak büyük
bir hazla izlemeye koyuluyor; her durumda, bant üzerindeki hiçbir
özellik, "sesin" bu kendine özgü tarzını ya da acayipliğini yansıtmaz.
Bu üç görüntü grubu, ama öncelikle bu Twinkie'nin otopsisi belli be
lirsiz bir biçimde, Joseph Beuys'un heykellerinde balina yağının kul
lanılışı gibi organik bir doku içinde örülen organik bir maddenin ör
güsünü anımsatıyor.
Kaldı ki, birinci yaklaşım kendini bana neredeyse bilinçdışı kaygı
ya ulaşacak düzeyde hissettirdi; süt kartonundaki delik -Manchurian
Candidate.de, kurbanın geceyansı birşeyler atıştırmak üzere buzdola
bının kapağını açtığında donup kaldığı cinayet sahnesinin ardından-
şimdi açıkça kurşun deliği şeklinde yorumlanmaktadır. Bu arada, di
ğer bir ipucunu belirtmeyi ihmal ettim: Uzun namlulu bir tüfeğin ni
şangahı gibi boş kent yaya geçidinde hareket eden bilgisayar çizimi X
işareti. (Çalışmanın daha erken bir versiyonunda) bu görüntü ile ilgili
bağlantının yapılması ve artık iyice belirginleşmiş ve doğruluğu su
götürmez bir durumu açığa çıkartmak görevi dirayetli dinleyiciye dü
şüyordu: Amerika medya izleyicileri için bu iki unsurun -süt ve
Tvvinkie- kombinasyonu herhangi bir itici güçten yoksun olmayacak
ölçüde tuhaftır. Nitekim, 27 Kasım 1978 de (bu video banhn oluştu
rulmasından bir yıl önce) San Francisco Belediye Başkanı George
Moscone ve Büyük Şehir Danışmanı Harvey Milk, eski danışman ta
rafından tabanca ile vurularak öldürülmüşlerdi ve eski danışman, al
mış olduğu aşın derecede Hostess Tvvinkies'in etkisi altında cinnet ge
tirmiş olduğu gerekçesiyle suçsuz ilan edildi.
Burada da, hiç değilse göndergenin kendisi açığa vurulmaktadır:
Kaba gerçek, tarihsel olay, bu düşsel bahçenin içindeki gerçek kara
kurbağa. Bu tür bir göndergenin izini bulmaya çalışmak elbette ki,
daha önce sözü edilen türde çok farklı bir yorumsama ya da tefsir edi
ci açıklamada bulunmaktır; zira eğer AlienNATION bu konu "hakkın
da" ise, bu durumda böyle bir ifadenin ancak, metnin yabancılaşma
nın kendisi "hakkında" olduğu önermesinde kullanıldığı anlamdan
oldukça farklı bir anlam içermesi gerekecektir.
Gönderme sorunu, şimdiki anı (ve onunla birlikte "gerçeklik",
"temsil", "realizm" ve benzerlerini -hatta tarihi) tanımlayan çeşitli
postmodemist söylemlerin egemenliği altında tekil bağlamda yerin
den alınmış ve gözden düşürülmüş ve "Gerçek" üzerinde herhangi
bir çekince duymadan yalnızca Lacan söylemini sürdürebilmiştir (an
cak burada da Gerçek bir yokluk olarak tanımlanmaktadır). Bilinçten
özgür dış dünya sorununa yönelik saygın felsefi çözümler, tümüyle
gelenekseldir; yani, mantıksal yönden ne derece doyurucu olursa ol
sunlar (kaldı ki, hiçbiri mantıksal yönden gerçek anlamda tam da do
yurucu sayılmazlar), çağdaş polemiğe katılım için uygun adaylar ol
mayacaklardır. Metinselcilik ve metinselleştirmenin kuramlarının
tahakkümü, diğer anlamlarının yaraşıra, bu konuların tartışıldığı ka
mu evrenine giriş biletinizin, bazen bu konularla ilgili geleneksel ko
numların önden reddettikleri, genel bir sorun alanına ilişkin temel ön
varsayımlar ile örtük ya da başka türlü bir anlaşma olduğu anlamına
gelmektedir. Benim kişisel düşünceme göre ise, tarihselcilik bu kısır
döngü ya da ikili bağlanmadan, kendine özgü, beklenmedik biçimde
bir kurtuluş olanağı sunabilmektedir.
Örneğin, çağdaş kültür ve düşüncede "gönderge"nin yazgısı ko
nusunu gündeme getirmek, gönderme ile ilgili daha eski bir kuramı
öne sürmek ya da tüm yeni kuramsal sorunların önceden reddedil
mesi anlamına gelmektedir. Öte yandan bu sorunlar ele alınırlar ve
onaylanırlar, şu koşulla ki bu sorunlar yalnızca kendi içlerinde ilginç
sorular olmakla kalmayacaklar, aynı zamanda tarihsel bir dönüşü
mün belirtileri olma niteliğini de taşıyacaklardır.
Burada bizi ilgilendiren an içinde, bana daha elle tutulur bir
göndergeyi -yani son kertede metinselleştirilemeyen ve metinsel ay-
nntılann kombinasyon ve özgür oyunun dokularından dışan taşan
ölüm ve tarihsel olgunun- buradalığını ve varoluşunu ele aldım
("Gerçek" diyor Lacan bize "kesinlikle simgeleştirmeye karşı çıkan
dır"). Bu noktada derhal şunu belirtmek istiyorum ki; bu, varsayımsal
herhangi bir realizmin çeşitli metinselleştirici dünya görüşlerinin üze
rinde felsefi bir utkunun kazanılması anlamına gelmez. Geçmişte
kalmış bir atıf için yapılacak çıkarsama günümüzdeki örneğe benzer
şekilde iki yönlü bir caddede karşıt yönlerin sembolik olarak "açıkla
ma" ve "Aufhebung" ya da "Sublation" olarak adlandmlmasıdır: Re
sim, baktığımız güneşin doğmakta mı, yoksa batmakta mı olduğunu
bize hiç bir şekilde açıklayacak bir ipucuna sahip değildir. Buluşumuz
göndergenin herşeyi belirten yerçekimli yükünün kalıcılığını ve inat
çılığını mı belgelendiriyor, yoksa tam tersine, göndergenin sistematik
olarak işlendiği, parçalandığı, metinselleştirildiği ve geride, sindirimi
olanaksız bir iz bırakarak buharlaştığı tarafgir bir tarihsel süreci mi
gösteriyor?
Bununla birlikte belirsizlik giderilir, filmin kendisinin yapısal man
tığına ilişkin durumunun kalıntıları kalır ki bu durumda belirgin bir
şekilde doğrudan kayda alınan sahne birçok ipucundan sadece bir ta
nesidir ve durumun belirgin bir aynadır (sahip olunan şeyin belirli bir
dikkati çekmesine rağmen). Göndergesel değerinin doyurucu bir şe
kilde gösterilebilmesine rağmen, yukarıda açıklanan dönüşümlü ola
rak birleştirme ve ayırmanın mantığı, tek tek izleklerin ortaya çıkma
sından daha fazla hoş görülmeyen böyle bir değerin çözülmesi için
uğraşacaktır. Ne de bu acayip sekansların bir şekilde medya stereo-
tiplerinin rastgele ve amaçsız "sorumluluğundan" daha iyi olduklan-
nı kabul edilmesi adma hipotezsel bir sistemin nasıl geliştirilebileceği
tam olarak açıldık kazanabilmiş değildir.
Bununla birlikte böyle bir bandı yorumlamanın bir başka yolu da -
varsayımsal mesajların, anlamların ya da içeriğin yerine doğrudan
üretim sürecini ön plana çıkartmayı amaçlayan yorumsama biçimidir.
Bu tür bir yorumda, cinayet düşüncesinin uyandırdığı fantazyalar ve
kaygılar ile medya ve yeniden üretim teknolojisinin global sistemi
arasında uzak birtakım uygunluklar kurulabilir. Görünürde birbiriyle
ilişkisiz iki düzlem arasındaki yapısal anoloji, tuzak nosyonları tara
fından kolektif bilinçdışında muhafaza edilir; öte yandan bu iki kav
ram arasındaki tarihsel bağlantı, artık medya kapsamından soyutla
namayan Kennedy suikastının tarihsel anı durumuna getirilmiştir. Bu
tür bir yorumsama tarafından kendi kendine göndergede bulunma
terimleri ile sorulan soru, onun olabilirliği değildir. Kişi şu önermeyi
savunmak istiyor: Tüm video sanatının, hatta tüm postmodemizmin
en derin "özne"si, yeniden üretim teknolojisinin ta kendisidir. Metodo
lojik zorluk daha çok, bu tür global "anlam"m -hatta yukanda değin
diğimiz yorumsayıa anlamlardan daha yeni tip ve statü içeren anlam
ların- bir kez daha tek başma metnin toplam akıştan daha da felaket
getirici bir aynmsızlık içinde erimesinden kaynaklanır -yukanda be
lirtilen tek başma yapıtın içinde bulunduğu çatışkı: Eğer tüm
videotekstler en yalın anlamda üretim/yeniden üretim sürecini belir
liyorsa, bu durumda hepsinin de yardıma olmayan bir biçimde "ay
nı" olduklan öne sürülebilir.
Bu sorunların hiç birini çözmeye çalışmayacağım: Bunun yerine,
çağdaş (postmodemist) kültürel üretimin doğasının belirlenişinde ve
çeşitli kuramsal yansımalarının konumlandmlmasmda yararlı buldu
ğum bir tür söylen (myth) yoluyla gerekli gördüğüm yaklaşımlan ve
perspektifleri yeniden tanımlayacağım.
Kapitalizmin ve orta sınıf toplumunun ışıklannın ortaya çıktığı ilk
dönemlerde gösterge adı verilen ve kendi göndergesi ile herhangi bir
sorun yaşamadan ilişkide bulunan bir şey ortaya çıktı. Göstergenin bu
parlak çağı -yazınsal ya da göndergesel (referential) dilin zamanı ya
da çokça dile getirilen bilimsel söylemin problemli olmayan iddialan-
eskimiş gizemli dil yapılanırın aşındmcı çözülmesine neden olan bir
gücün ki ben bu güce özelleşme, rasyonelleşme ve Taylorist iş bölü
münün alanlarının şeyleşmesi diyeceğim -öyle bir güç ki temelsiz bir
ayırma ve aynştırma mantığına sahiptir etkisiyle varoluşunu tamam
ladı. Ancak ne yazık ki -geleneksel gönderme kavramını ortaya çıkar
tan- bu güç aralıksız sürer ve sermayenin kendisinin de mantığını
oluşturur. Bu nedenle, kodların çözülüşünün ya da realizmin bu ilk
anı uzun süreli olamaz: Diyalektik bir dönüşümle bu kez kendisi, gös
tergeyi göndergeden ayırmak üzere dil evrenine giren şeyleşmenin
üretici gücünün nesnesi olur. Böyle bir aynm, gönderge ya da nesnel
dünya ya da gerçekliği tümüyle ortadan kaldırmaz ve ufukta, batmış
bir yıldız ya da kırmızı bir cüce gibi hayal meyal bir biçimde varlığını
sürdürmesine izin verir. Ancak, göstergeden çok uzakta olması onun
bir özerklik anına, göreceli olarak havada asılı bir Ütopik varlık olarak
eski nesnelerinin üzerinde varolmasına neden olmaktadır. Kültürün
bu özerkliği ve dilin bu yan özerkliği, modemizmin ve kendisini da
hil etmeden dünyayı yeniden kopyasını çıkartarak hem olumlu ve
olumsuz bir güç kazanan ve aynı zamanda bir tür öte dünya gereksiz
liğine sahip olan estetik düzlemin anıdır. Ancak, bu hareketten sorum
lu olan şeyleştirmenin gücü burada da durmaz: başka bir safhada,
yükseltilmiş bir boyutta, nicelden nitele bir dönüşüm içinde şeyleş-
tirme göstergenin içine nüfuz eder ve göstereni gösterilenden ayırır.
Şimdi gösterge ve gerçeklik hepten kaybolurlar ve anlamın kendisi -
imlenen- bile sorunsal bir niteliğe bürünür. Geride elimizde kalan,
postmodemizm adını verdiğimiz, gösterenler arasındaki saf ve rastge-
le oyundur: Burada, modemist türde anıtsal eserler üretilmez, önce
den varolan metinlerin parçalan, daha eski kültürel ve toplumsal üre
timin binalan, yeni ve yükseltilmiş bir "brikolaj" içinde yeniden
dağılırlar; sonuç: Diğer kitaplan yutan üst-kitaplar, diğer metinleri
parçalar halinde karşılıklı özümseyen üst-metinler -en özgün ve en
otantik formlarını deneysel videonun yeni sanatında bulan
postmodernizmin mantığı genelde budur.
M İM A R İ
DÜNYA SİSTEMİNDE UZAMSAL KARŞILIKLAR
2 Bkz.: G. Deleuze, F. Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin (Yky, İstanbul: 2000).
hareket, örneğin Samuel Delany gibi yazarların kuramsal söylemlerin
terminolojik fragmanlarını kendi resmi "yazımsal üretimlerine" geri
göndererek onlan, geleceğin Pompei'sinde atomlara ayrılan bir gövde
nin tabakalaşmış kanıtlarına ya da ana hatlarına ait fosiller gibi orada
tutmalarında olduğu gibi, tersine çevrilebilmektedir. Her durumda
kuramsal söylemde "fragmanlar", daha önceki sanat yapıtının bu tür
parçalan olmaktan çok, terimlerin kendilerini, yani, ideolojik logolar
haline geldikten sonra, bir şarapnel parçası gibi toplumsal dünyaya
yayılan, genel kullanıma aktanlan ve sonuçta şu ya da bu sabit engele
yerleşinceye kadar giderek azalan bir güçle kendi parabollerini tanım
layan -ki bu süreç elbette kendi içinde medyanın kendisi durumuna
gelmekle sonuçlanabilecektir- neolojizmleri oluştururlar.
Sancının ve sanlarım stratejisi tarafından sürekli vurgulanan, bu
parçaların hiç birinin yeni olmadıkları ve bundan böyle söz edilen
oluşun köktenci bir yenilik değil, varolanın tekran olduğu görüşüdür
(ki bu aynı zamanda metinlerarası kavramının da örtük biçimde en
açık mesajıdır). Sorun, sonuçta bunun yeni ya da "novum"un reddi,
genelde postmodernizmin ve özelde mimari postmodernizmin tarih
sel yönden özgün olduğuna yönelik bir sav olarak ortaya atılmasının
yol açtığı paradokstur. Öyle ise bu "neo" kavramının (yeni ve özgün
bir anlamda) özgünlükten kaçınarak daha güçlü ve özgün bir tavırla
tekrarlamayı vurgulayışındaki özgünlük nereden gelmektedir?
Postmodemin dünyanın kendisini dönüştürebilecek radikal anlamda
yeni bir Ütopik uzamı üretebilmeye yönelik büyük modemist söyleni
açık biçimde reddettiği bir durumda postmodemde ne dereceye ka
dar uzamsal yapımın özgünlüklerinden söz edilebilir?
Bununla birlikte, her zaman olduğu gibi postmodemin ikilemleri
nin kendileri, yemliklerinin ideolojik değer olarak ikilemlerden yete
rince özgür olduğu, buna karşın, gerçekleştirilme yönünden yapısal
bir muğlaklığı ve belirsizliği içeren modemin yarattığı ikilemleri de
ğiştirirler (ve buna karşılık kendileri de değiştirilirler). Bu tür yargıla
rın, (örneğin Le Courbusier gibi) modemizmin en programlı uygula
yıcılarının formeli bu tür toplumsal değişimlerle doğrudan doğruya
özdeş kılmaları ile kolaylaştırılabilir; toplumsal yeniden doğuşu olgu
ya bağlayabilmenin kolay bir işlem olduğuna inanıyorsanız bu görüş
olağan bir ampirik doğrulamayı sunabilir. Bu tür değişimleri üstyapı
perspektifi açısından düşünerek değerlendirmek, son aşamada özün
de dinsel bir türde toplumsal modeller ya da dünya görümleri ürete-
Mktif. Har durumda, uzam kavramının kendisi burada, estetik
formülasyonunun bir yanda bilişsel sonuçlan, diğer yanda sosyo-
politik sonuçlan kapsamaya başlayış biçimiyle, sahip olduğu üstün
aracılık işlevini göstermektedir.
Ancak bu aynı zamanda, uzamsal yeniliklerin toplumsal sonuçla»
nnı, uzamın kendisi ile ilgili terimlerle açıklamanın neden yanılüa
olabileceğini de göstermektedir -farklı bir alan ya da mediumdan
çıkarsanan üçüncü bir terim ya da yorumlayıcının yol açtığı yanlış
yönlendirme burada kendini hissettirmektedir. Bir kaç yıl önce
Christian Metz'in kendi film göstergebilimini; filmsel yapının temel
özelliklerinin dil ve gösterge dizgeleri terimleriyle yeniden formüle
edildikleri kapsamlı yeniden yazma programı içinde geliştirmeye yö
nelik girişimde de böyle bir durumla karşılaşıldı.3 Böyle bir yeniden
yazım programının gözle görülebilen sonucu, salt sinematografik te
rimlerle ifade edilmeleri durumunda hiç bir zaman dile getirilemeye
cek ya da odaklaştmlamayacak ikili bir sorunun -imgede, sözcüğün
kendisi, göstergeye ve onun unsurlarına tekabül eden; ya da filmsel
"diegesis" içinde, daha geniş bir tür "metinsel" paragraf olmak bir
yana, bir tümce olmasa bile, eksiksiz bir söyleyiş (utterance) olarak
kabul edilebilen minimal bütünlükler ve makro formlar sorununun-
üretilmesi olmuştur. Ancak, böyle sorunlar, varlıkbilimsel (ya da, aynı
anlama geldiğine göre metafizik) görünen ve filmin bir tür dil olup
olmadığı (hatta bir dil gibi -ya da Dil gibi- metafizik bir rezonansının
bulunup bulunmadığı) şeklindeki yanıtlanması olanak dışı bir soru
biçimini alan daha geniş bir "yapay-sorun" bağlamında "üretilirler".
Özellikle bu tür film çalışmalarının yapıldığı dönem, varlıkbilimsel
sorunun yanlış bir sorun olarak belirlendiğinde değil, karşılıklı kod-
lamaya yönelik yerel çalışmanın, yapay-sorun ile ilgili yargının ulaştı
ğı noktanın artık geçerliliğini yitirmesi ile nesnelerinin sınırına ulaş
ması üzerine sona ermiştir.
Böyle bir yeniden yazma programı, (henüz varlığını koruyan) mi
mari göstergebilimi ile karıştırılmadıkça ve bu temel safhaya (inşa edi
len uzamın bir tür dil oluşturup oluşturmadığına ilişkin) benzeşik
varlıkbilimsel sorular ortaya atmak yerine şu ya da bu uzamsal for
mun olasılık koşullarına ilişkin soruların uyandınlması işlevini üstle-
3
Bu anın kışkırtıcı bir değerlendirmesi için Bkz.: D. N. Rodowick, The Crisis o f Political
Modemizm (Urbana, III., 1988).
nen tarihsel ve Ütopik ikinci bir safhanın yerleştirilmesi kaydıyla,
mevcut mimari bağlamımız için yararlı olabilir.
Filmde olduğu gibi, ilk sorular minimal birimleri ilgilendirmekte
dir: İnşa edilen uzamın sözcükleri ya da hiç değilse adlan (subs-
tantives), (Adolf Loos tarafından püriten bir tavırla reddi, ilginç birta
kım dilbilimsel ve yazınsal koşutluklar sunan) boya ve mefruşat, de
korasyon ve süslemeler biçimindeki sıfatlar tarafından modifikasyona
uğratılan -örneğin, koridorlar, menfezler ve merdivenler gibi- çeşitli
uzamsal fiiller ve belirteçler tarafından sentaktik ya da "senkto-
gramatik" yönden ilişkilendirilerek ifade kazandınldıklan hücreler ya
da kategoriler gibi görünmektedir. Bu arada, -eğer bir binanın "olabi
leceği" şey bu ise- bu "tümceler", bedenleri çeşitli "değiştirici açıklık-
lan" (shifter slots) ya da özne konumlarını dolduran okuyucular tara
fından yorumlanır; öte yandan, bu tür birimlerin içine yerleştirildikleri
daha geniş metin, bu tür bir kentselmetin gramerine (ya da belki bir
dünya sistemine, daha da engin coğrafyalara ve onlann sözdizimsel
(sentaktik) yasalarına bağlanabilir).
Bu tür karşılıklar yerine oturtulduktan sonra, -dilbilimsel ya da
göstergebilimsel malzeme tarafından ima edilmeyen ve bu sorunun
kendisine diyalektik yönden bir sorgulama ortaya çıktığında elde edi
lebilen tarihsel özdeşliğe ilişkin daha ilginç sorular kendilerini belli
etmeye başlar. Örneğin (minimal bir birim olarak) odanın temel kate
gorisini ne şekilde düşünmemiz gerekecektir? Özel odaların, ortak
kullanılan odaların ve çalışma odalarını (örneğin beyaz yakalı kesimin
ofis mekanı) bir tür ad (substantive) olarak mı düşünülmesi gerekir?
Bunlar herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın aynı tümce yapısı için
de konumlandınlabilirler mi? Bununla birlikte, bir tarihsel yoruma
göre4, modem oda kavramı ancak onyedind yüzyılda koridorun keş
fedilmesinin sonucu olarak geliştirilebilmiştir; kişiselliğinin, bir insa
nın fare yuvasını andıran odalardan geçip, uyuyan bedenlerin üze
rinden atlayarak ulaştığı o farklılaşmamış uyuma mekanları ile çok az
ilişkisi vardır. Böylece, yeniden anlahlanan bu buluş şimdi, ilgili mi
mari tekniklere ilişkin sorular kadar, çekirdek ailenin kökenleri ve
burjuva öznelliğinin yapısı ve oluşumu üzerine de bilişsel sorular üre
tir. Ancak en baştan, bu formülasyonun üretilmesini sağlayan dil fel
sefeleri üzerinde de dddi birtakım şüpheler oluşturur: Gerçekten de,
Robin Evans, "Figures, Doors and Passages”, Architectural Design (Nisan 1978), s. 267-78.
sözün ve tümcenin tarihlerarası durumu nedir? Modem felsefe, en
temel (Batılı) kategorilerinin antik Yunan dilinin gramatik yapılan ile
ilişkilerini değerlendirmeye başladıktan sonra (Latince ile ilgili tah
minleri bir yana bırakıyoruz) kendi tarihi ile ilgili görümünde önemli
değişiklikler ortaya çıktı. Modem felsefede töz kategorisinin reddi, bu
tür özelliklere ödün vermeyen tarihsicilik deneyiminin yarattığı so
nuçlara bir yanıt olarak düşünülebilir. Bir disiplin olarak dilbiliminin
tümce ile kurduğu yapıcı iHşkinin kavranabilir en geniş çalışma nes
nesini oluşturduğunun anlaşılmasına rağmen (ve bu görüş, aşmaya
ya da ortadan kaldırmayı arzuladıkları sınırlan dramatik ölçüde belir
leyen anlambilim ya da metin grameri gibi dengeleyici disiplinlerin
geliştirilmesine yönelik girişimler tarafından ortadan kaldırmak bil
yana, güçlendirilmektedir) bilinen tümcenin makro düzleminde buna
benzer bir şeyin olup olmadığı açıklığa kavuşmuş değildir.
Burada, politik ve toplumsal sonuçların çıkarsanması tarihsel spe
külasyonu yalnızca daha da yoğunlaştırmaktadır. Bizzat dilin köken
leri ile ilgili soru (insanlığın ilk ortaya çıktığı zamanlarda galaktik bir
magma içinde sözün ve tümcenin ilk oluşumu), bu sorunun kendisiy
le birlikte toplumsalın kendisinin kökenlerine ilişkin sorulan (ve hatta
bununla ilişkili olarak ailenin kökenleriyle ilişkili bir diğer soruyu da
ha) getirmesine rağmen, Kanttan Levi-Strauss'a kadar herkes tarafın
dan bir tabu olarak kabul edilmiştir. Ancak, dilin olası evrimi ve deği
şimine ilişkin sorular hala kavranabilen sorular olarak kabul
edilmektedirler ve (hala kavranabildiği durumda) toplumun olası de
ğişimine ilişkin Ütopik soruyla da yaşamsal bir ilişki içindedirler.
Gerçekten de, bu tür tartışmaların kapsamında yer alan formlar,
postmodem toplumun daha fazla değiştirilebilip değiştirilemeyeceği
konusundaki daha derinde yatan inançlarınızla doğrudan orantılı ola
rak felsefi yönden alımlanabilir ya da tam tersine, fosilleşmiş boş
inançlar şeklinde görülebilir. Örneğin, Sovyetler Birliği'nde ortaya çı
kan M an tartışmaları, büyük ölçüde Marr'ın dilin kendi formunun ve
yapışırım, üstyapısını oluşturduğu üretim tarzına bağlı olarak değişti
ği konusundaki hipotezinden dolayı Lysenko tarafından bilimsel bir
sapma olarak sınıflandırılmıştır. Rusçanm çarlık döneminden beri
makul hiç bir evrim geçirmemiş olmasından dolap, Stalin ünlü kitap
çığı ("Marksizm ve Dilbilim") ile bu spekülasyonu sert bir şekilde sona
erdirmiştir. Günümüzde ise yalnızca feminizm, cinsiyet ayrımına da
yalı tahakkümün ve eşitsizliğin sona erdiği toplumlarda konuşulan
Ütopyacı diller üzerinde düşünebilmeyi başarmıştı5: Bunun sonucu
ise, yalnızca son yıllara özgü bilim kurgu tarzının deneyimlediği bir
zafer anının çok ötesindedir ve bir praksis formu olarak Ütopyacı im
gelemin politik değeri için bir örnek oluşturma yolundaki çabalarını
sürdürmesi gerekmektedir.
Ancak, tam olarak da bu türden bir Ütopyacı praksis perspektifin
den mimaride modem hareketlerin ortaya çıkarttığı yenilikler üzerine
vanlacak yargı sorununa dönülebilir. Zira, tıpkı tümcenin genişleyişi
nin Mallarme'den Faulkner'a yazınsal modemizmde temel bir rolü
üstlenmesi gibi, minimal birimin başkalaşımı da, sokağı ortadan kal
dırarak kendi "tümcesini" aşmaya çalıştığı düşünülebilen mimari
modemizm içinde temel bir konuma sahiptir. Le Courbusier'in "öz
gür plan"ının aynı anlamda, "sentaktik" bir kategori olarak gelenek
sel odanın varlığına meydan okuduğu ve yeni bir biçimde yaşayabil
meye, biçimsel mutasyonun estetik ve politik (belki de aynı Ölçüde
psikanalitik) sonuçlan olarak yeni yaşam ve yaşama biçimlerinin ya
ratılmasına yönelik bir emir kipi ürettiği düşünülebilir. Bunun üzerine
herşey, sizin "özgür plan" dan anladığınızın yalnızca bir oda mı (an
cak yeni bir oda), yoksa (tıpkı tümcenin ötesinde dilin hem Bati kav-
ramsallığımızı, hem de toplumsallığımızı aşması gibi) bir bütün ola
rak bu kategoriyi aşması mı olduğuna bağlı olmaktadır. Ne de bu,
dadanın ikona kinci ve saflaştincı terapisinde olduğu gibi eski formla-
nn ortadan kaldmlması sorunudur: Bu tür modemizm, uygun biçim
de Ütopik olarak tanımlanabilen yeni uzamsal kategorilerin ortaya çı
kartılmasını vaat ediyordu. Postmodemizmin, aştığım öne sürdüğü
ileri modemizmin bu tür eğilimleri üzerinde olumsuz bir yargı geliş
tirdiği bilinmektedir -oysa yeni ad, köktenci kopuş duygusu, yeni bi
na türlerine duyulan coşku- tüm bunlar, modemin kendisinden sonra
da varlığını sürdürdüğü gözlemlenen yenilik ya da buluş ile ilgili bir
nosyonun yer aldığının delilidir.
Devrimci bir uzamsallık kavramı üzerinde güçlü bir sav öne sür
düğü gözlemlenen bir kaç postmodern binadan biri olan, Kanadalı-
5 Modern bilim kurgu genellikle bu tür dil deneyleri için bir laboratuar işlevi görmüştür. Örneğin,
Ursula LeGuin’in Karanlığın Sol Eli (Ayrıntı, 1993) (burada LeGuin yalnızca erkek cinsini kullana
rak) hermaphrodit bir cins için toplumsal yapı modeli geliştirmiştir); ya da Samuel R. Oelan/nin
Stars in My Pocket Like Grains o f Sand da (New York, 1984) (burada kendi tipimizdeki oluşlar
için cinsel ayrımla ilgili olarak) dişil zamirler evrensel olarak tinsel özne için kullanılır, buna karşın
eril zamirler (fiziksel olarak hangi cins için olursa olsun) arzu nesnesini oluşturan kişilik ile sınır
landırılmıştır)
Amtrlkan mlmann Santa Monica, Califomia'da kendisi için 1979 yı
lında İnşa (ya da yeniden inşa) ettiği ev (ya da tek aile için konuta
üzerinde gerçekleştirmeye çalışacağım incelemenin hiç değilse sorun*
sal çerçevesi budur. Bu başlangıç noktasında bile çeşitli sorunlar var
dır. Bununla birlikte şunu belirtmek gerekiyor ki, Gehry'nin kendisini
daha genel anlamda postmodemizmle ilişkisi bağlamında nasıl biı
konumda ele almması gerektiği açık değildir: Biçeminin elbette
Michael Graves ya da Charles Moore, hatta Venturi'nin kendisinde iz
lenen dekoratif abartılar ve tarihselci araştırmalarla çok az ortak nok
tası bulunmaktadır. Gehry, Venturi'nin "öyküleme uğraşı içinde"
olduğunu gözlemlemiştir ve "Beni gerçekten ilgilendiren, öykü an
latmak değil, dolaysız olarak yapının kendisidir"6 der; (diğerlerinin
yarusıra) postmodernizmin de ortaya çıkmasına yol açan dönemsel-
leştirmeye duyulan tutkunun yeterince uygun bir betimlenişi. Bunun
la birlikte tek aile için konutun aynı zamanda postmodernizmin proje
lerinin daha az tipik bir örneği olacağı düşünülebilir: Saraym ya da
villanın görkemi, herşeyden önce "öznenin ölümü" ile başlayan bir
çağ için kesinlikle uygun bir mekan oluşturmaz. Ne de çekirdek aile
kavramı, postmodern için bir anlam ya da ilgi odağı oluşturur. Öyle
ise burada da, hem kazanan, hem kaybeden biz olacağız: Gehry'nin
eseri gözümüze ne denli özgün bir örnek şeklinde görünürse/ özellik
lerinin genelde postmodemizm içinde genelleştirilmesi de o denli zor
laşacaktır.
Ev, Yirmi İkinci Cadde ile Washington Avenue'nun kesiştiği köşede
inşa edilmiştir ve doğruyu söylemek gerekirse, yeni bir bina değil, da
ha eski, son derece geleneksel çerçeveli bir konutun yeniden inşasıdır.
Diamotıdstein: Mamafih, yaratmayı becerdiğin sanat eserlerinden biri
de kendi evin. Bir tür varoş anonimliği şeklinde tanımlanıyor. Özgün
yapı felemenk çatılı, iki katlı ahşap kaplama bir evdi. Sen bu yapıyı bir,
bir buçuk kat yüksekliğinde, oluklu metal kaplı bir duvarla çevreledin;
ancak duvarın gerisinde ilk yapı, yeni yapının içinde sırıtıyor. Burada
amacının ne olduğunu bize söyleyebilir misin?
Gehry: Bu, karımla ilgili. Bu güzel evi buldu, ben de karımı çok seve
rim -içinde antikalar bulunan bu şipşirin evi buldu. Çok tatlı minik bir
ev. Bu arada ev bulmakta güçlük çekiyorduk. Tam gayrı menkul pat
lamasının doruğunda Santa Monica'da bu evi bulduk. Mümkün olan
en yüksek fiyatı ödedik tabii.
7 a.g.e., s.43-44.
y¡j
Buildings'inden8 büyük ölçüde yaralanacağım. Evi ben de ziyaret et
tim ve Barthes'ın (bizzat fiziksel modalar yerine moda üzerine yazı
lanların analizini yapmayı yeğlediği) "Moda Dizgesi"nde yer alan salt
metodolojik açmazı (aporia) gözardı etmek konusunda oldukça istek
liyim; ancak, şurası kesindir ki, "mimari metin"e yönelik en fiziksel ya
da duyumcul yaklaşımlar bile, dışavurum ya da yorumsamaya ancak
görünürde karşı çıkmaktadır (mimari fotografi olgusuna geri döndü
ğümüzde bu konu ile tekrar karşılaşacağız).
Ancak, Macrae-Gibson'un kitabı, daha eski yüksek modemizm
düzleminde kalan ve bu nedenle de, tanımlama ve yorumsamanm ke
siştikleri noktalarda modemizm ve postmodemizm arasındaki farklı
lıklar üzerine bizlere Gehry'nin yapıtının kendisinde olduğu ölçüde
aydınlatıcı farklılıklar üzerine bizlere Gehry'nin yapıtının kendisinde
olduğu ölçüde aydınlatıcı bilgi verebilen yorumsayıa çerçevesinin
doğasından dolayı burada bizim için daha büyük önem taşımaktadır.
Macrae-Gibson, Gehry'nin evi ile ilgili üç tür uzam belirler. Burada bu
üç farklı mekan ile ilgili ayrıntılara girmeyeceğim, ancak bu değerlen
dirme bizlere yararlı bir başlangıç noktası sunmaktadır: Birincisi, evin
arka tarafında, merdivenler, yatak odaları, banyolar ve dolaplardan
oluşan her iki katta yer alan bir grup küçük oda. İkincisi, giriş katında
oturma odası, birinci katta büyük yatak odası olarak yeniden düzen
lenen eski evin ana mekanı. Son olarak da, oturma odasından beş ba
samak aşağıda giriş mekanlarından; mutfak ve yemek odası mekanla
rından oluşan yeni uzamsal ambalajın karmaşık bir biçimde dar bir
plana oturtulan mekanlar.9
Şimdi bu değişik uzam türüne geri dönelim: "Ev, dış kabuk ve eski
dış duvarlar arasında yeni uzamlar oluşturacak biçimde 1920/li yıllar
dan kalma pembe damlı hoş bir evi üç yandan saran oluklu metal bir
dış kabuktan oluşmaktadır.10 Eski tahta iskelet yer yer eski yapının
anısını korumak üzere muhafaza edilmiştir, ancak yemek odası alanı
ile mutfak, eski yapının sınırlarının ötesine geçmiş ve eski garaj girişi
ile arka bahçenin bulunduğu yerde (eski zemin katın seviyesinden beş
basamak aşağıda) konumlandınlmıştır. İskelet ile ambalaj arasında yer
8 Gavin Macrae-Gibson, Secret Life of Buildings (Cambridge, MİT Press, 1985); aynca, ev ile il
gili eleştirilerin ve fikirlerin yararlı bir biçimde ele alındığı bir çalışma için Bkz.: Tod A. Marder:
“The Gehry House”, Tod A. Marder', ed. The Critical Edge (Cambridge, Mass., 1985).
9 Macrae-Gibson, Secret Life of Buildings, s. 16-18.
10 a.g.e., s. 2.
Frank Gehry’nin Evi, Santa Monica, Kaliforniya
alan bu yeni alanlann büyük bir bölümü camla kaplıdır ve bu nedenle
eski "dış" ya da "bahçe" mekanlarına açık ve bu mekanlarla birleşik
olarak tasarlanmıştır. Bu biçimsel yenilik karşısında ne tür bir coşku
duyarsak duyalım (bu, rahatsızlık ya da hoşnutsuzluk duygusundan
kaynaklanan bir coşku da olabilir; ancak, konuk olarak evde kahvaltı
eden Philip Johnson, evi oldukça "ferah" bulduğunu belirtmiştir) evde
yine de iç/dış kategorilerinin ortadan kaldırılması ya da bunların ye
niden düzenlenmesine ilişkin birtakım özellikler yer almaktadır.
Oluklu metal çerçevelerin dolaysız etkisi, eski evi acımasızca bir
baştan bir başa kesmekte ve üzerine haşin bir biçimde "modem sa-
nat"ın işaretini ve göstergesini damgalamaktadır. Bununla birlikte bu
müdahale, yapıyı tümüyle çözüştürmemiştir; öyle ki yapı, "sanat"ın
bu zorbaca edimi sanki sürecin tam ortasında kesintiye uğramış ve
terkedilmiş gibi bir görünümü yansıtmaktadır.
Bu dramatik biçimsel müdahalenin yanısıra (kullanılan ucuz hur
da malzemenin de ileride göreceğimiz gibi burada üzerinde durulma
sı gerecektir), yakın geçmişte ambalajlanan evin diğer dramatik özel
liği de garaj girişinin cam kaplanması ve özellikle de mutfağın cam
tavanının aydınlatılmasıdır. Evin dışından bakıldığında mutfak, dev
bir cam küp gibi dış uzama doğru uzanıyor; Gehry'nin deyişiyle bu
"yuvarlanan küp", gündüzleri geri çekilmiş bir boşluk, geceleri ise bir
fener gibi ilerleyen somut bir tasarım olarak sokakların kesiştiği nok
taya bakıyor11 Macrae-Gibson'un bu nitelendirmesi bana hayli ilginç
gelir; ancak, Malevich'in büyülü dörtgenlerine geri dönen kübü yo-
rumlayış biçimi (Gehry bir tarihte bir Malevich sergisinin tasarımım
üstlenmişti, bu nedenle göndermeler sanıldığı kadar rastlantısal ol
mayabilir), bana yanlış yönlendirilmiş bir girişim, bir çeşit postmo-
demizme ait kullanılmış hurda bir estetiği daha eski ileri modemiz-
min en üst düzeyde metafiziğine uyarlamaya yönelik istekli bir giri
şim gibi görünmüştür. Gehry'nin kendisi sık sık binalarına bakan
herkes için zaten açıkça belli olan bir özelliği, kullandığı malzemelerin
ucuzluğunu, "pinti mimari" adını verdiği özelliği vurgulamıştır. Bi
nada kullanılan oluklu alüminyumun yanısıra, Gehry çelik ağ, ham
kontrplak cüruf bloklar, telefon direkleri ve benzeri malzemelere ba
riz bir ilgi duyar; hatta meslek yaşamında bir kez (şaşırtıcı derecede
dekoratif) mukavva mobilyalar tasanmlamıştı. Bu tür malzemelerin
11 a.g.e., s.5.
gerçek bir yan anlamı vardır;12 büyük modem binaların yansıtılan
madde ve form sentezini geçersiz kılarlar ve aynı zamanda eserdeki
açıkça ekonomik ya da altyapısal izlekleri vurgulayarak bizlere, top
lumun ekonomik örgütlenişi ile (belki sinemanın dışında) tüm sanatla
ra oranla mimarinin daha dramatik biçimde deneyimlemek zorunda
kaldığı yaralarını hatta filmden bile daha görünür biçimde taşıdığı, zo
runlu olarak bastıracağı ekonomik belirlemelerini gizleyeceği (uzam
sal) sanatın estetik üretimi arasındaki oluşturucu temelleri, yani ev ve
binanın maliyeti ve daha da geniş bağlamda arsa değerleri üzerindeki
spekülasyonlara anımsatırlar.
Küp ve (oluklu metal) tabakası: Bu görkemli gösterenler, bir araba
kazası kurbanını mıhlayan öldürücü bir payanda gibi bu yapı üzerine
(ve daha eski modernizmin temel ideallerinden birini oluşturan) or
ganik formla ilgili tüm yanlış görüşleri açıkça silip atarlar. Bu iki
uzamsal görüngü, "ambalaj"ı oluşturmaktadır: Daha eski uzamı ihlal
ederler ve artık her ikisi de yeni inşanın hem parçalan olur, hem de
yabancı bedenler gibi ondan belli bir uzaklıkta dururlar. Ayru zaman
da kanımca bu unsurlar, Robert Venturi'nin postmodem manifestosu
"Leaming from Las Vegas"da yeni estetiğin görevlerini ve misyonunu
yeniden formüle edebilmek amacıyla gelenekten çıkarttığı mimarinin
kendisinin iki büyük oluşturucu unsuruna, yani, "façade" (ya da ön
deki depo) ile gerideki sundurma ya da binanın kendisinin bir amba
ra benzeyen mekanı arasındaki karşıtlığa tekabül etmektedir. Ancak
Gehry bu çelişki ile sınırlamaz kendini ve her terimle bir diğerine kar
şıtlık oluşturacak biçimde oynayarak bir çözüm getirmeye çalışır. Daha
çok bana öyle görünüyor ki oluklu metal ön cephe ve yuvarlanan küp
bu ikilemin iki terimine araştırmada bulunur ve bunlan farklı bir şe
ye, bu içerik, oluklu kılıfın pencere benzeşimli açıklıklarından geri
deki iskelet halindeki daha eski pencereleri göründüğünde somut
biçimde daha yeni unsurlardan görünebilir kılman bir içeriğe -eski
evden artakalanlara ve tarihin ve geçmişin kalıcılığına bağlar.
12 Ham madde ve malzeme, aynı zamanda bu tür araçları araştırmak için yöntemler de oluştu
rur. Gehry’nin yaşam öykücüleri, onun gerek ham maddelere, gerekse araçlara duyduğu büyük
ilginin, gençliğinde büyük babasının nalbur dükkanında çalıştığı yıllara kadar indiğini belirtirler.
(FG, s. 12). Malzeme ve araçların böylesine ısrarlı bir biçimde ön plana çıkartıldığı ileri modern
ya da postmodern diyebileceğimiz tek yapıt, Claude Simon’un eseri Leçon de choses’dur (bkz.
aşağıda böl. 5). Yapıt, Marksizm’e bilinçli bir yanıt geliştirir ve Gehry’nin eviyle birlikte, emeğin ve
Heidegger’in Gestell (araçsallaştırma) adını verdiği kavramın gerçekliğini ve oluşunu iletmek üze
re, sırasıyla realizm ve postmodernizmin karşılaştırmalı biçimde kapasitelerini ortaya çıkartır.
Frank Gehry’nin Evi, Santa Monica, Kaliforniya
Ancak eğer böyle ise, bu durumda Macrae-Gibson'un üçlü şema
sını yeniden örgütlemek zorunda olduğumuzu hissederiz. Birinci ka
tegoriyi -geleneksel varoş uzamının kalıntılarım- daha sonra ele al
mak üzere şimdilik olduğu gibi bırakıyoruz. Bununla birlikte eğer
kılıf -küp ve levha- oluşum halindeki mimari dönüşümün gözle gö
rülür unsurları (ajanları) olarak burada yaşam buluyorsa, kendi içinde
bir kategori kazanmaları gerekir, öte yandan Macrae-Gibson'un diğer
iki kategorisi -daha eski "ana mekanlar" ve yeni "giriş" ve mutfak
mekanları- ilk iki kuramın kesişmesinin, geleneksel eve "kılıfın" mü
dahalesinin ortak sonuçlan olarak bütünleştirileceklerdir.
Bu nedenle amaçlarımız için, oturma odasının eski evin içinde
varolan uzamda yer alıyor olması, buna karşın mutfağın ek bir me
kanda bulunması, değerlendirmeyi bekleyen bir yönden, her iki uza
mın da yeni mekanlar oluşturmaları bağlamında büyük bir önem ta
şımaz. Gerçekten de yeni düzenleme ile, zemin düzeyinin alfanda yer
alan oturma ve yemek odası mekanlan ve gevşek bir biçimde konum
landırılan dış kılıf ile artık gereksizleşen yapısal çerçevenin "silinip
giden" varlığı arasında açılan mutfak mekanı bana şimdi, bedenleri
mizin rahatsızlık ya da haz duyumu içinde, artık eskiye ait olan iç/dış
mekan kategorilerini ve algılarından kurtulmaya çalıştığı, kaim du
varların sağladığı burjuva özel yaşamına duyulan özlemi yaşadığı
(eski, merkezileştirilmiş burjuva egosunu çevreleyen kapanma duy
gusunu), ancak avizeağacı bitkilerinin ve Barthes'm "Kalifomiyalılık
duygusu" adını verebileceği yeni duyumun yaşamlarına katılmış ol
masından dolayı mutlu bir biçimde varoldukları gerçek anlamda
postmodernizmin yeni uzamı gibi görünmektedir. Bu yeni "hiper-
uzamın" uğraştina belirsizlikleri üzerinde defalarca, hatta yeni ve
değişik yaklaşımlardan da yararlanarak durmamız gerekiyor. Macrae-
Gibson'un da yaptığı bu. Bunu gerçekleştirirken Macrae-Gibson şun-
lan gözlemliyor:
Çeşitli ufuk düzlemlerinin üzerinde ve altında çok sayıda birleşme
noktalarına doğru uzayan birbirine çelişik çok sayıda perspektif hattı
çıkıyor... hiç bir şeyin bir dik açı oluşturmadığı durumda, hiç bir şey
ayru noktada kaybolmuyor... G etır/nm çarpıtılmış perspektif düzlem
leri ve çerçeveleme unsurlarını illüzyonistik biçimde kullanışı (izleyi
cinin bükülmüş perspektif ağlarının üzerinde asılı kaldığı ve bunlara
doğru yönlendirildiği Robert Davis'in resimlerinde olduğu gibi) bakan
kişinin gözünde aynı duyguyu uyandırır. Gehry için dünya birçok
noktada ufuk çizgisiyle birleşir ve bunlardan hiç birinin ayakta duran
bir insan bedeni ile ilişkili olduğunu öngörmez. İnsan gözü hala
Gehry'nin dünyası için büyük bir önem taşımaktadır, ancak merkez
duygusu artık geleneksel simgesel değerini yitirmiştir.13
13 a.g.e., s. 12,14,16.
14 Burada gönderme, benim yazdığım “Postmodemizm yada Geç Kapitalizmin Kültürel Mantı
ğımda yer alan, Portman üzerine analize yapılmaktadır: Bkz.: yukarıda, Bölüm 1.
gereçlerini içeriye taşıyarak mekanı kullanabileceği bir şekle dönüş
türmesini istedim.15 Ancak Gehry'nin kendi evinin dağınıklığı üzerine
söyledikleri, belli belirsiz bir rahatsızlığı da ele vermektedir ki (özel
likle diyalogun devamı birazdan geri döneceğimiz yeni bir konuyu -
fotografiyi- ilgilendirdiğinden dolayı) bu konuyu biraz daha irdele
mekte yarar var:
Diamondstein: Mekanda yer alan nesnelerle ilgili olarak verdiğin bir
işaret daha vardı. Evin fotoğrafı çekildiğinde, bir köşede üç tane son
derece zarif zambak, diğer bir yerde üç kitap duruyordu -mutfak la
vabosunun üzerine lavabolar için toz sabun yerleştirmiştin ve dolapla
rın bazıları açıktı. Son derece içinde yaşanan bir mekan oluşturuyordu
çevre. Bunun, gerçek insanların gerçek yaşamlar yaşadıklan bir çevre
yi yansıtması amacıyla bilinçli olarak yapılandırılan bir mekan olduğu
açıkça belliydi.
Gehry: Aslında, çevre fotoğraf için yapılandırılmamıştı.
Diamondstein: Yaşayış biçimin bir fotoğrafı mıydı?
Gehry: Evet. Aslında şöyle -Evin içinde çekmiş olduğum bir çok fotoğ
raf birikmişti. Fotoğrafların her biri tek tek evin nasıl görünmesi üzeri
ne bir fikir veriyordu. Bu nedenle, mobilyaları evin içinde oradan bu
raya hareket ettirmeye başladılar. Eve zamanında varabilirsem herşeyi
yerli yerine kaldıracağım.16
17 Gönderme, yazarın Now Wait for Last Year adlı romanına yapılmaktadır (New York, 1966);
ayrıca bkz.: Bölüm sekiz.
uzamının her tür çoğul ve gereğinden fazla belirlenmiş nedenlerden
ötürü kendi özgül maddeselliğini, yerselliğini ya da konumsallığını
yitirdiğini hissediyorsa -yani, diğer bir deyişle artık Santa Monica'yı
bu şekilde, kentsel alanlan kumsal ya da otoyol ve diğer yerler ile be
lirgin ilişkiler içinde bir uzam olarak duyumsayamıyorsak- bu du
rumda böyle bir yorum yanlış yönlendirilmiş ya da ilgisiz gibi görü
necektir. Ancak bu, zorunlu olarak yorumun yanlış olduğu anlamına
gelmez, zira bu yapılar, yeni bir dil tarafından kapsanan ve zeki, an
cak inatçı ve geçmişe yönelik bir okuyucu ve eleştirmen tarafından
küçümsenen ve neredeyse geçersizleştirilen, ancak yine de belli belir
siz de olsa varlığını koruyabilen daha eski bir modemist dilin kalıntı
ları olabilmektedir.
Bununla birlikte, kuramsal yönden gönderme konusunun belli bir
çerçeve içinde konumlandınlabilmesi için başka yollar da vardır: Bun
lar arasmda en kayda değer olanı, -Gehry'nin evinin yerleştirildiği
bölgede yaşayan Amerikan toplumunun ve toplumsal uzamın karak
teristik bir özelliği olan- odanın kendisinin, üzerinde çalışılan, geçer
sizleştirilen, aşın derecede anlam yüklenen, uçucu kılman, yüceltilen
ya da daha yeni bir sistem tarafından dönüştürülen daha eski uzam
dan arta kalan en son minimal kalmü olarak ortaya çıkan bakış açısı
dır. Böyle bir durumda geleneksel oda, gücünü yitirmiş, en son, çe
limsiz bir gönderme ya da bir göndergenin toptan bir çözülme ve
tasfiye süreci içinde ayakta kalabilmeyi beceren en son güdükleşmiş
nüvesi şeklinde algılanabilir. Buna benzer bir özelliği Portman'ın ya
pıtı Bonaventure'ün uzamı içinde gösterebilmek olanaklı değildir; ta
bii, geleneksel otelin artık marjinal konuma indirgenen malzemesinin
dışmda: Kulelerin içinde kaybolan klastrofobik ve rahatsız odalar, de
korasyonunun, otel açılmadan önce tam üç kez değiştirilecek derece
de zevksizliği ile ünlü oluşu ve bu özelliğinin, mimarının gündemin
de ilgi yönünden en sonda geldiği geleneksel otelin yaşayan uzamı.
Bu nedenle Portman için gönderme -geleneksel oda, geleneksel dil ve
kategori- aşın devingen merkezi lobinin daha yeni postmodem uza
mından sert bir biçimde aynlmış ve ışıksızlıktan solmaya ve rüzgarda
yavaş yavaş sallanmaya terk edilmiştir. Böylece Gehry'nin yapısının
gücü, iki değişik uzam arasındaki gerginliğin sürdürüldüğü ve daha
da şiddetlendirildiği etkin diyalektik süreçten kaynaklanır (eğer bu
süreç bir "diyalog" ise, Gadamer'in ya da Richard Rorty'nin "konuş-
malan"run kendinden hoşnutluğundan çok az şey taşıyor).
Bu noktada şunu eklemek istiyorum: Aynı anda hem toplumsal,
hem de uzamsal olan bu gönderme kavramı, gerçek bir içeriğe sahip
tir ve son derece somut yönlere doğru geliştirilebilir. Örneğin, yukarı
da betimlenen kuşatılmış uzam gerçekte bir hizmetçi odasıdır ve böy
lelikle bir anda çeşitli değişik alt-altematif türlerine, ailede yer alan
eski hiyerarşinin ve cinsel ve etnik iş bölümünün kalıntılan ile ilgili
çağnşımlara yol açar.
Böylelikle, Macrae-Gibson'un belirlemiş olduğu üç uzam türünü
(geleneksel odalar, daha yeni yaşam mekanlan ve küp ile oluklu me
tal kaplama duvar) birbirinden kesinlikle ayn iki uzamın -yatak odası
ve daha eski evin içine açılan soyut mimari formlar- yeni mekanlar
(mutfak ve yemek odası mekanı, oturma odası) eskiyi ve yeniyi, içeri
sini ve dışansını, eski evin çerçevelenen platformlan ile çerçeve (iske
let) ile kılıf arasındaki yeniden oluşturulan ancak tuhaf bir biçimde
amorf alanlar üretmek üzere kesiştikleri dinamik bir model oluştura
cak biçimde yeniden yazmış bulunuyoruz. Özünde postmodem ola
rak tanımlayabileceğimiz uzam; diğer bir deyişle, gerek gelenekselin
gerekse modemin ötesinde, radikal anlamda farklı ve özgün olma ko
nusunda tarihsel bir sav öne sürebilen tümüyle yeni bir uzamsallık, -
diğer ikisi arasmda diyalektik bir bağlanmanın sonucunda ortaya çı
kan- bu son uzamdır: Yorumsama sorunu, bu savı değerlendirme gi
rişiminde bulunduğumuzda ve olası "anlamı" üzerine varsayımlarda
bulunduğumuzda ortaya çıkmaktadır. Biraz farklı bir açıklama ile,
sözkonusu varsayımlar zorunlulukla, bu mimari ve uzamsal görüngü
için farklı kodlarda ve kuramsal dillerde karşılıklar belirlediğimiz
karşılıklı kodlamalar oluştururlar: Ya da, daha farklı bir dilde açıkla
mak gerekirse, analiz modellerinin yapışırım alegorik bir projeksiyo
nunu oluştururlar.
Bundan dolayı burada, örnek olarak, geleneksel ya da gerçekçi bir
an olma merakıyla anlatılmakta olan alegori öncelikle bir kanıttır ki,
(ama belki bu realizm Balzac'ın realizminden çok Hollywood realiz
midir) belirgin olan şey modemizm şimşeği bir postmodem gerçek
meydana getirir gözükmektedir.
(Gehry'nin kendi şahsi alegorizasyonu görünürde, Judaizm'in
modem, hatta postmodem dünyada yalnızca varlığını sürdürmek için
olmasa bile yeni bir işleve uyarlanması ya da yeniden inşası ile ilgili
dir. Gehry'nin dedesi, küçük, yeniden modellendirilmiş, bir eve ben
zeyen bir sinagogun başkanıydı ve kendisinin de daha sonra anımsa
dığı gibi, 1970'li yıllarda yeniden modellendireceği Santa Monica'daki
eve bazı yönlerden benziyordu. Gehry'nin kendisi de bunu itiraf edi
yor: "Evim bana o eski binayı anımsatıyor ve orada olduğumda sık
sık o binayı düşünürüm").18 Kantla birlikte bu tür anlatıların yalnızca
bakanın gözünde yer aldığına mansak bile, yine de bir tür tarihsel
açıklamayı, olasılık koşullan üzerine bir yorumu ve neden bunun ek
siksiz bir öykü ya da anlatı olmasa bile mantıksal bir sürekliliği içer
diği duygusuna kapıldığımız konusunda yanıtlar gerekmektedir. An
cak, başka alegorik yapılar da oluşturulabilir ve bu yapılar üzerinde
gerçekleştireceğimiz bir analiz, bizleri dolambaçlı bir biçimde geriye,
Macrae-Gibson'un (daha önce de belirttiğim gibi) özünde modemist
yorumlarına ulaştıracaktır,
Macrae-Gibson'un, bu yeni tür binanın işleviyle ilgili düşüncelerini
biçimlendirdiği temel formülasyonlan kaydetmeden makalesinde yer
alan birkaç yorumsayıcı hamleye değindim. Bu hamleler şöyle;
Gehry'nin evinde ve diğer çoğu projesinde, algısal şokun sürekli
anındalığını yok edebilecek entelektüel bir suretin oluşmasını önle
mek üzere perspektif yanılsamalarına ve perspektif çelişkilerine sü
rekli başvurulur. Bu tür göz yanıltmaları ve çelişkiler, sonunda ger
çekliğin tanımını, bir şeyin anısından bir şeyin algılanmasına
değiştirmek üzere sürekli olarak kişinin gördüklerinin doğasını sor
gular.19 Algılamayı yeniden uyarmak, düşmüş bir dünyanın gündelik
yaşamının alıştırdığı ve şeyleştirdiği duygusuzluktan taze bir dene
yimi yeniden elde etmek üzere sanatın misyonu üzerindeki tanıdık
vurgulamalarıyla bu tür formülasyonlar bizleri Macrae-Gibson'un es
tetiğinin temel modernizminin özüne getirir. Elbette Rus formalistleri
bu görüşleri en güçlü ve kalıcı biçimde belirlemişlerdi, ancak bence
çeşitli nedenlerden ötürü Pound'dan sürrealizme ve fenomenolojiye
ve mimariden müziğe ve yazma (ve hatta sinemaya kadar) bir baştan
bir başa tüm sanatlarda buna benzer birtakım izleri bulabilmek
mümkündür. Kanımca, çeşitli nedenlerden dolayı bu anlamlı estetiğin
bugün hiç bir anlam taşımadığım ve (Rönesans ya da Grekler ya da
Tang Hanedanlığı ile birlikte) tarihin en yoğun başarılarından biri ola
rak hayranlık duyulması gerektiğine inanıyorum. Doğanın en sonun
da etkin bir biçimde ortadan kaldırıldığı ve insan praksisinin -
18
Henry Cobb, ed. The Architecture of Frank Gehry (New York, 1986), s. 12.
19 Macrae-Gibson, Secret Life o f Buildings, s. 12.
enformasyon, manipülasyon ve şeyleştirmenin aşağı formları içinde-
kiiltürün daha eski özerk düzlemine, hatta bilinçdışmın kendisine
nüfuz ettiği geç kapitalizmin bu tümüyle inşa edilmiş ve yapılandı
rılmış evreninde, algının yenilenmesi Ütopyasının gidecek hiç bir ye
ri kalmamıştır. Salt reklam benzeşimleri ve imgelerin oluşturduğu bir
dünyada kabaca ve kısaca neden bu şeylerle ilgili algılarımızı keskin
leştirmek isteyebileceğimiz tam olarak açık değildir. O halde, günü
müzde kültür için bir başka işlev algılanabilir mi? Bu soru hiç değilse,
çağdaş postmodernizmin gerçek anlamda formel ve uzamsal bir öz
günlüğe sahip olduğu konusundaki savların değerlendirilebilmesi
için bir standart sunmaktadır; hiç değilse, çeşitli postmodern manifes
tolarda hala yer alan kabul edilemez bir modemizmin kalıntılarım
açıkça göstererek bunu olumsuz bir biçimde de olsa da yapabilmek
tedir: Örneğin, Macrae-Gibson'un kitabında görülen aşinalığın olum
suzlanması ile aynı ölçüde Venturi'de ironi kavramında olduğu gibi.
Bu nedenle, daha yeni kuramlar kendi içsel ekonomileri içinde oluştu-
ramadıklan kavramsal bir zemine gereksinim duyduklarında (ki bu,
postmodemizm kuramın mantığının en başta bazen özsellik ya da
temelcilik olarak kara çaldığı zeminleştirme ile tutarsızlık gösterdi
ğinden ya da zemine karşı çıktığından dolayı değildir) bu tür
modernist izleklere aşın bir biçimde başvurulur. Aynca, Macrae-
Gibson' un yorumuna daha ampirik bir temelde reddetmek zorunda
olduğumu hissettiğimi ekleyeceğim; zira, benim deneyimime göre,
Gehry'nin evi aşinalığın olumsuzlanması ve algılamanın yenilenmesi
tanımına tam olarak karşılık vermemektedir.
Bununla birlikte ben tanıma farklı bir açıdan, postmodernist çerçe
ve içinde sürekli bir olasılığın varolması açısından ilgi duyuyorum.
Bu yorum artık varolmasa bile, yine de hala oldukça makul görün
mektedir ve bunun neden böyle olduğu konusunda bir açıklama ge
rektiğine inanıyorum. Şimdi bir kez daha binanın, "algısal şokun sü
rekli anındalığını yok edebilecek entelektüel bir suretin oluşması"nı
engellemek (ya da bloke etmek) gibi bir ilk estetik işlevinin olduğunu
öne sürmesi ile ilgili spesifik görüşe dönelim. Birkaç cümle sonra
(karşı çıkılması, önlenmesi ya da bloke edilmesi gereken) bu "entelek
tüel suret"' (bir şeyin "algılanmasının" pozitif değerine karşı) "bir şe
yin anısı" içinde özümsenirler. Bu noktada (fragmanlaştmlması, si
linmesi, erken davranıp önüne geçilmesi gereken) olumsuz terimin
güçlendirilmesinde ve giderek artan biçimde özgülleştirilmesinde da
ha eski modernist paradigmanın belli ölçüde bir modifikasyonu'
farkedebiliriz. Daha eski modemizmlerde bu olumsuz terim, henüz-
geniş bir doğaya sahipti ve global bir biçimde toplumsal yaşamın nite*
liğini çağnşünyordu: Örneğin, modem yaşamın bir koşulu olarak;
alışkanlık ile ilgili formalist kavram ya da daha eski sistemik bağlam*
da kullanıldığında Marksist şeyleştirme kavramı, hatta Flaubeıfin
betise ve lieux communs kavramları gibi stereotiplere ilişkin kavramla^
modem ya da burjuva kişiliğin giderek standardize edilen "bilinci-*
nin" nitelendirilmesinde kullanıldıkları ölçüde durum böyle idi. Be
nim kanıma göre ise, modernist estetiğin ikili iskeletinin diğer yönler-;
den gelişmiş sayılabilen bir çok kuram içinde son yıllarda
değişmeden kalabilmelerine karşın, bu olumsuz terimin içeriği daha
sonra tarihsel ve semptomatik bir nitelik kazanan yollarla bir modifi
kasyona uğrar: Özellikle, toplumsal yaşam ya da bilincin genel bir ta?
nımlandınlması açısından olumsuz terim şimdi özgül bir gösterge sis«-
temi şeklinde yeniden oluşturulmaktadır. Bu nedenle karşıtlık, algının
estetik yönden yenilenmesinin vahşi tazeliği ile genelde düşmüş du
rumdaki toplumsal yaşam arasmda değil, artık birbirine muhalif du
ruma gelen iki algılama biçimi, iki tür gösterge sistemi arasındadır.
Bu, yeni film kuramı ve özellikle de argümanın özünde modernist ka
lıbına ve estetik önceliklerine ve önerdiği çözümlere karşın, "temsil"
sloganının artık, alışkanlıkla ilgili daha eski kavramlardan ve hatta
(romansal kesinliklerine karşın burjuva bilincinin genel karakteristi
ğini yansıtan) Flaubeıfin stereotiplerinden çok daha örgütlü ve gös-
tergebilimsel bir süreci belirlediği "sözde" temsil ile ilgili tartışmalar
tarafından dramatik ölçüde belgelendirilen bir gelişimdir. "Temsil",
hem gerçeklik üzerine müphem bir tür burjuva kavramı ve aynı za
manda da (Hollywood filmi ile ilgili durumda) özgül bir gösterge sis
temidir ve şimdi büyük ya da otantik sanatın müdahalesi ile değil,
farklı bir sanat, radikal biçimde farklı gösterge uygulamaları ile aşina
lıktan arındırılması gerekmektedir.
Eğer bu doğru ise, bu durumda, Macrae-Gibson'un modernist
formülasyonlannın bir başka an için alıkonması ve bunların daha ıs
rarlı bir biçimde sorgulanması ilginç olacaktır. Onun için bu daha
otantik sanat sürecini bloke eden bu "entelektüel suret" ne olabilir?
Kanımca burada soyut ve somut -usavurma ile görme, mantık ya da
düşünme ve somut algılama arasındaki geleneksel karşıtlığın ötesinde
bir şey söz konusu olmaktadır. Yine de, gerek kişisel, gerekse kolektif
belleğin yönelmesi giderek daha sorunsallaşan bir kriz durumu içinde
böyle bir entelektüel suret kavramım, bu türde bellek terimleriyle
(herhangi bir şeyle ilgili anı ile o şeyin algılanması arasındaki karşıt
lık) izlekselleştirmeğe çalışmak daha da paradoksal bir girişim olacak
tır. Anımsayacağınız gibi Proust, bunun tam tersini yaptı ve bir şeyle
ilgili gerçek ve daha otantik bir algılama biçiminin yeniden oluşturu-
labilmesinin ancak bellek yolu ile gerçekleşebileceğini göstermeye ça
lıştı. Bununla birlikte, eğer Proust'a karşı, herhangi bir şeyin bellekte
kalan imgesinin şimdi özne ve gerçeklik ya da geçmişin kendisinin
arasına etkin bir biçimde şeyleştirilmiş ve stereotipleştirilmiş olanı
yerleştirilmesini sağlayacak belleğin kendisinin imgelerin ve benze
şimin ikinci elden bir deposunu oluşturduğuna inanıyorsak, nostalji
filmine yapılan gönderme, Macrae-Gibson'un çağdaş formülas-
yonunun tümüyle de haksız olmadığını göstermektedir.
Ancak, öyle inanıyorum ki Macrae-Gibson'un "entelektüel suretini
biraz daha kesin ve somut biçimde tanımlayabilmemiz mümkün ola
caktır; kanımca bu, en yalın anlamda fotografinin kendisi ve foto-
grafik temsil -makine aracılığı ile elde edilen algılama ile ilgili daha
kolayca kabul edilebilir düşünceden biraz daha güçlü bir formü-
lasyon olarak- bir makine tarafından gerçekleştirilen algılama olacak
tır. Zira bedensel algılama, zaten fiziksel ya da organik makine tara
fından gerçekleştirilen bir algılamadır; ne var ki, uzun süren bir gele
nek boyunca bunu bir bilinç süreci -zihnin görülebilir gerçeklikle
karşı karşıya gelmesi ya da fenQmenolojinin tinsel bedeninin Oluşun
kendisini keşfetmesi şeklinde düşünmeyi sürdürmüşüzdür. Ancak,
Derrida'nın bir yerlerde belirttiği gibi, bu anlamda algı diye bir şeyin
varolamayacağını varsayarsak: Kendimizi bir binanın önünde ve
perspektifsel bütünlüklerini görkemli bir tür imge-nesnesi biçiminde
algılama süreci içinde düşlememizin en baştan bir yanılgı olacağını
varsayacak olursak; fotoğrafı ve çeşitli kayıt ve yansıtma makineleri
şimdi birdenbire, daha önce tinsel bir görüm edimi şeklinde algılanan
sürecin temelinde yer alan maddeselliği ortaya çıkartır ya da gizini
açığa vurur. Bu nedenle, bir binanın bütünlüğü ile ilgili mimari soru
nun, son yıllarda geliştirilen film kuramına benzer bir biçimde resim-
sel perspektif tarihinin yeniden yazımının içine yerleştirilmiş ve ko
nunun inşası ve konunun pozisyonunun ve bunların seyirsel
(specular) olan ile ilişkilerinin, filmsel nesne ile ilgili tartışmalarda ta
nımlama ve benzeri konularla ilgili daha eski ruhbilimsel soruların
yerini aldığı Lacancı nosyonlar tarafından desteklendiği filmsel mal-
zeme üzerine düşüncelere benzer bir biçimde değiştirilmesi gerek
mektedir.
Bu tür değiştirmeler, somut ya da hali hazırda inşa edilmiş bulu*
nan bina ile inşa edilmesi tasarlanan binanın temsili, yani, mimarın
bina ile ilgili projeleri, gelecekte inşa edilecek "eser" ile ilgili çeşitli
taslaklar arasında -ki bu, birtakım çok ilginç projeler geliştiren çağdaş
ya da post-çağdaş mimarların eserlerinin hiç bir zaman gün ışığına
gölgelerini vuramayacaklan düş ürünü binalarla ilgili çizimlerden
öteye varamayacağı noktaya ulaşabilir- açıkça bir gerginliğin var ol
duğu çağdaş mimari eleştirisi bağlanımda her yerde mevcuttur. Öyle
ise proje ya da çizim, gerçek binanın şeyleştirilmiş bir ikamesi, ancak,
sınırsız Ütopyacı özgürlüğü mümkün kılabilen oldukça "iyi" bir ika
mesi olacaktır. Mevcut bir binanın fotoğrafı ise farklı bir ikame -
isterseniz "kötü" bir ikame diyelim, şeylerle ilgili bir düzenin bir di
ğerinin yerini alması, binanın kendi görüntüsüne -hatta "düzmece"
bir görüntüsüne dönüşümü olmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki mi
marlık tarihinde ve mimari yayınlarda klasik ya da modem binaların
çok sayıda fotografik görüntülerini alımlanz ve sonunda bu fotografik
imgelerin şeylerin kendileri olduklarına inanırız. Hiç değilse Proust*un
Venedik resimlerinden bu yana hepimiz, çerçeve ve görüş açısının
bizlere binanın kendisi ile karşılaştırıldığında her zaman ayn, oldukça
farklı bir şeyler veren fotografinin oluşturucu görsel yanıltacılığına
karşı duyarlığımızı muhafaza etmeye çalışmz. Bu durum, yeni bir dizi
libidinal gücün ortaya çıkarak alımlanan objenin artık bina olmaktan
çıktığı ve renk stoklan ile fotoğraf kağıdının cilalı yüzeyinin yoğun
luklarının alımlanmasmda yalnızca bir bahaneyi oluşturduğu renkli
fotoğraflarda daha da güçlenmektedir. Ünlü kuramsal değerlendir
mesinde Debord: "İmge, meta şeyleştirmesinin nihai formudur" der;
ancak buna, "maddesel imge", fotografik yeniden üretimi de dahil
edebilirdi. Bu nedenle bu noktada ve bu nitelendirmelerle, Macrae-
Gibson'un, Gehry'nin evinin özgül yapısının "sürekli şokun
anındalığını engelleyebilecek entelektüel bir suretin oluşumunu ön
lemeye" çalıştığı yolundaki formülasyonunu kabul edebilmemiz
mümkündür. Bu edim, fotografik görüş noktası seçiminin bloke edil
mesi, fotografinin imgesel emperyalizminin önlenmesi, evle ilgili hiç
bir fotoğrafın onu tam ve doğru biçimde yansıtamamasının sağlan
ması ile gerçekleştirilmektedir; zira, bu anlamda "entelektüel bir su
ret" konusunda bir olasılık sunan tek araç fotoğrafı olmaktadır.
Bununla birlikte terimi ait olduğu bağlamdan tümüyle çekip çı
karttığımızda, "entelektüel suret" olarak anılan bu Uıhaf ifadenin ola
sı diğer anlamlan kendi kendilerini açığa vururlar: Örneğin, gerek re-
simsel, gerekse bilişsel, ancak bunları fotografinin görsel soyutla
malarından çok farklı biçimde gerçekleştirebilen haritalar vardır. Bu
yeni ilişkilendirme ile, yorumsamanın kendisi üzerine sonuç bölümü
nü oluşturacak düşüncelerimi belirteceğim ve yukarıda ele aldığımız
ve reddettiğimiz modemizmin yoruma alternatif oluşturacak diğer
yorumlar üzerinde duracağım. Sinema üzerine yazdığı kitaplarında
Gilles Deleuze, filmin bir düşünce biçimi olduğunu, yani aynı za
manda, ancak salt filmsel terimlerle, felsefe yapmanın bir yolunu
oluşturduğunu öne sürer: Somut felsefi söyleminin şu ya da bu filmin
içerdiği felsefi kavramların betimleyişiyle hiçbir ilgisi yoktur ve bu
nun nedeni de tam olarak, filmle ilgili felsefi kavramların fikirsel
(ideational) ya da dilbilimsel kavramlar değil filmsel kavramlar olma
larıdır. Benzer bir girişimle, mimari uzamın da bir düşünme ve felsefi
söylemde bulunma yolu, felsefi ya da bilişsel sorunların çözümüne
yönelik bir girişim olduğunu vurgulamak isterim Emin olmak gere
kirse, tıpkı romanın anlaüsal sorunların çözümüne, resmin ise görsel
sorunların çözümüne yönelik bir girişim olması gibi, mimarinin de
mimariye ilişkin sorunların çözümüne yönelik bir girişim olduğu ko
nusunda herkes hemfikirdir. Bense, her sanatın tarihinin o düzlemini
bir dizi sorun ve çözüm şeklinde belirlemek, hatta bunun ötesinde bu
düzlemin düşüncenin çok farklı bir karmaşasını ya da nesnesini içer
diğim öne sürmek istiyorum.
Bununla birlikte, bu tür alegorik karşılıklı kodlandırmalann jöne
de uzam kavramından başlaması gerekiyor; zira eğer Gehry'nin evi
bir sorunun dile getirilmesinde bir aracılık işlevini üstleniyorsa, böyle
bir sorunun en baştan uzamsal bir sorun, ya da en azından, uygun
uzamsal terimlerle formüle edilmeye ve somutlaştırılmaya uygun bir
sorun olması gerekmektedir. Gerçekte, bu tür bir sorunu oluşturan
unsurlan belirlemiş bulunuyoruz; böyle bir sorun, bir şekilde gele
neksel odanın uzamı ile burada oluklu metal kaplama duvar ve yu
varlanan küp ile tanımlanan uzam arasındaki uyumsuzluğu ilgilendi
recektir. Bu tür bir gerginlik ve uyumsuzluk ne tür bir soruna tekabül
edebilir? Bu katıksız mimari çelişkiyi betimlediğimiz uzamsal dilin
mimari olmayan diğer diller ve kodlar ile yeniden yazılabilmesi için
bir aracıyı nasıl bulabiliriz? Macrae-Gibson, bildiğimiz gibi, yuvarla-
■I
nan kiibü Utopyaa ve özellikle Malevich'de olduğu şekliyle gizemself
modemizm geleneği içinde yazmak istiyor. Böyle bir okuma bizleri,
evle ilgili temel çelişkiyi, geleneksel Amerikan yaşamı ile modemist
Ütopyaalık arasındaki çelişki olarak yeniden yazmaya zorlayacaktır.
Gelin buna biraz daha yakından bakalım: ı
Bir kübü andıran bu (konstrüksiyon) daha yanıltıcı olamazdı. Dış du
varın düzlemi üzerinde sıkışıp kalan yüzey, kare olmaktan çok dik
dörtgen ve kübün arka yüzü yana doğru itilerek yukarı doğru kesil
miş. Böylelikle, ön düzlemin dışında çerçeveyi oluşturan hiç bir parça,
bir diğeri ile herhangi bir dik açı oluşturmuyor. Sonuç olarak, ön düz
lemdeki cam panoların dikdörtgen olabilmelerine karşın, diğer yüz
lerdeki cam panoların tümü paralelogram.20
20 a.g.e., s. 27.
21 Tüm bunların bilişsel bir haritalandırması için bkz. Rayner Benham’ın eşsiz çalışması Los
Angeles: The Architecture of FourEcologies (Harmondsvvorth, 1973).
almadığına ya da daha kesin belirtmek gerekirse, çok daha belirsiz bir
düzlemde yer aldığını ve çok daha güçlü, ancak aynı ölçüde de soyut
uzamların yükü altında olduğuna duyduğumuz güçlü inançtan kay
naklanıyordu. Bununla, yeni bir hiper-kentsel gruplaşmanın örneği
olarak yalnızca Los Angeles'i değil, en aşın formu içinde çokuluslu
kapitalizm adı verilen sürecin ötesindeki Amerikan gerçekliğinin gi
derek artan biçimde soyut (ve iletişimsel) bir görünüm kazanan şebe
kelerini belirtmek istiyorum. Bireyler olarak bizler, hiç durmadan bu
birbiriyle çakışıp duran boyutlara girip çıkanz ki, bu durum bizleri,
kendimizi Oluş içinde konumlandırdığımız daha eski bir varoluşsal
duruma geri getirir: Doğal görünüm içinde insan bedeni, daha eski
kasaba toplumu ya da organik toplum içinde birey, hatta ulus devleti
içinde vatandaş olarak giderek sorunsallaşan bir konum. Yerin bu ta
rihsel çözümünün daha eski bir aşaması ile ilgili olarak, bugün artık
fazla okunmayan, ancak döneminde oldukça popüler olan bir dizi
romandan söz etmekte yarar var. (Özünde "New Deal" döneminde
geçen) bu romanlarda John O'Hara, küçük kenti çevreleyen ve aynı
zamanda da küçük kentten giderek uzaklaşan güç ilişkilerinin ileri
doğru gelişimini, gücün, devlete ve son aşamada federal hükümete
doğru giderek yükselen diyalektik yüzeylere geçişini anlatmaktadır.
Kişi, gücün bu geçişinin şimdi yeni bir global düzlem, çağdaş "harita-
landırma" sorunlarına ilişkin yeni ve daha kesin bir duyum üzerine
yansıtılarak genişletilmesinin ve böyle bir sistemin içinde daha eski
anlamda bireyin konumlandırılmasının gerçekleşebileceğini düşleye-
bilir mi? Sorun yine de bir temsil ve aynı zamanda da, temsil edilebi
lirlik sorunudur: Bizler, gündelik yaşamlarımızın her noktasında kor-
porasyon uzamında yarattığı uzantılan somut biçimde yaşıyor
olmamızdan dolayı, giderek karmaşıklaşan global şebeke ağlarının
içinde yakalanmış olduğumuzu biliyoruz. Ancak, bunlan zihnimizin
içinde soyut bir biçimde de olsa, ne düşünebilmek, ne de biçimlendi-
rebilmek olanaklıdır. Bu nedenle, üzerinde düşünülmesi gereken, bu
bilişsel "sorun", yuvarlanan küp tarafından örneklenen olanak dışı
zihinsel yaz-boz tahtası ya da paradokstur. Ve eğer kübün burada ye
ni tek uzamsal müdahale olmadığı ve buraya kadar duvar ya da tel
örgü ya da oluklu metal ile ilgili herhangi bir yorum ayırmamış oldu
ğumuzu gözlemleyecek olursak, bu iki özelliğin gerçekten çağdaş
Amerika üzerine düşündüğümüzde karşı karşıya geldiğimiz sorunu
tanımladığını gözlemlemiş olacağız. Kişi, oluklu alüminyumun ya da
yukarıda belirttiğim zincirle bağlı balkonun, günümüz Amerikan ya
şamının çöplüğü ya da Üçüncü Dünya'sı, yoksulluğun ve sefaletin,
yalnızca işsiz değil, aynı zamanda yaşayacak yerleri olmayan paçavra-
lar içindeki insanların, endüstriyel kirliliğin, sefaletin, çöplüğün ve
hurda makinelerin ürünü olduğunu düşünebilir. Tüm bunlar elbette
ki son derece gerçeğe yakın doğrular ve süper devletin içinde yaşadığı
en son yılların kaçınılması imkansız olgularıdır. Bilişsel ve temsilsel
sorun, bizlerin, bu somut gerçeklikleri, kolektif yaşamımızın farklı ve
ilgisiz bir bölmesine yer alan A.B.D/nin aynı ölçüde su götürmez di
ğer temsili: Yani, olağanüstü teknolojik ve bilimsel basanların yer al
dığı; tüm bilim kurgusal anlamlarda ve bu figürün yan anlamsal yön
leri ile, dünyanın en "ileri" ülkesinin; düşünülebilmesi bile olanak dışı
bir finans sistemi ve hepimizin inandığı, ancak çok azımızın gerçekte
bunun nasıl bir şey olduğunu bilebildiği, soyut bir servet ile gerçek
gücün bütünleştiği postmodem Amerika ile birleştirmeye çalıştığı
mızda ortaya çıkar. Bu durumda bunlar, soyut Amerikan uzamının,
kübün ve duvarın bize işaret ettiği (ancak herhangi bir temsilsel seçe
nek getirmediği) günümüzün süper devletinin ya da çokuluslu kapita
lizminin birbirine antitez oluşturan ve asla uzlaşmayan iki özelliğidir.
Bu durumda, Gehry'nin evinin üzerinde düşünmeye çalıştığı so
run, soyut bilgi ile süper devlete duyulan inanç ve insanların gelenek
sel odalarında ve evlerinin içindeki varoluşsal yaşamları arasındaki
ilişki oluyor. Birbirinden farklı bu iki gerçeklik alanı ya da boyutu ara
sında bir ilişkinin bulunması gerekiyor; ya da, farkında olmadan he
pimizin bilim kurgu boyutuna gömülmüş bulunuyoruz. Ancak, bu
ilişkinin gerçek niteliği zihin tarafından kavranamaz. Bu durumda bi
na, uzamsal sorunlan üzerinde uzamsal terimlerle düşünmeye başlar.
Bu bilişsel, ama aynı ölçüde uzamsal sorun için başanlı bir çözüm ge
liştirebilmek için gerekli işaret ya da gösterge ne olabilir? Kişi, bunun,
yeni aracı uzamın kendisinde -diğer kutuplar arasındaki etkileşim ta
rafından üretilen yeni uzamın niteliğinden çıkarsanabileceğini düşü
nebilir. Eğer bu uzam anlamlı ise, içinde yaşanabiliyorsa, bir şekilde
(ama yeni bir biçimde) konforluysa, tarihsel açıdan yeni ve özgün ya
şam biçimlerinin kapılarını açıyorsa -ve deyim yerindeyse, yeni Üto
pik bir uzamsal dil, yeni bir tümce, yeni bir tür söz dizimi, kendi gra
merimiz ötesinde köktenci anlamda yeni sözcükler oluşturabiliyorsa-
bu durumda kişi, en azından uzam düzleminde bu ikilemin, bu aç
mazın (aporia) çözüme ulaştığını düşünebilir. Ben bu konuda her
hangi bir karar vermeyeceğim, ne de sonucun ne olacağı üzerine bir
değerlendirmede bulunmaya cesaret edeceğim. Bununla birlikte, bana
kesin görünen, Frank Gehry'nin evinin sunduğu alçak gönüllü öneri
nin maddesel bir düşünce üzerinde bir düşünce girişimi şeklinde ele
alınması gerektiği.
TÜMCELER
OKUMA VE İŞBÖLÜMÜ
1 Claude Simon, Les Corps conducters (Paris: Minuit,1971), İngilizce çeviri HelenR. Lane, “ The
Conducting Bodies" (Viking, 1974). Burada yer verilen birinci sayı Fransızca özgün basıma, ikin
ci sayı ise, İngilizce çeviriye göndermede bulunmaktadır. Metinde bundan böyle yapılan tüm
göndermeler, CC kısaltması ile birlikte bu ikili biçimde verilecektir.
geleneklerle bütünleşmesi sonucu "Fransız yazını", çağdaş şiir, eşcin
sel yazm ya da bilim kurgu gibi yerel bir "grup içi" üyeliğin bir tür
işareti durumuna mı geldi? Bu arada, medya ve kültürel incelemeler
arasındaki rekabet, bugün salt bir genişlemeden daha geniş bir kap
samı olan ve giderek bu tür yazınsal "klasiklere" artık yer bırakmayan
kitle kültürünün oynadığı rolde ve uzamda bir dönüşümü belirlemi
yor mu? Yeni romanın deneyseld özgüllükleri postmodernizmin (ya da
ölmekte olan modemizmin) gecikmiş, zaten demode olmuş bir prova
sının önbiliciliğini yapmıyor muydu? Yeni romanın sona ermesinin
(dönem içinde oldukça moda olan -ve çoğunlukla Fransız kökenli-
kuramlan da dahil olmak üzere) 1960'lı yılların varlığını sürdürmesi
(ya da silinmesi) üzerine bize söyleyebileceği bir şey var mı? Bu tür
deneysel yüksek yazının toplumbilimsel herhangi bir değeri var mı ve
bizlere kendi toplumsal bağlamı ve geç kapitalizm ya da kültürünün
evrimi üzerine herhangi bir şey söylüyor mu? Kitabın okunması biz
lere aydınların konumu ya da rolü üzerine herhangi bir şey söylüyor
mu? Simon üzerine konuşmanın, hatta onu okumanın görünürdeki
gereksizliği, Bourdieu'nün estetiği salt bir sınıfsal gösterge ve
farkedilir bir tüketim olarak mahkum etmesini haklı gösterebilir mi?
Son olarak da, bunlar "acı veren" türde sorular mı, yoksa salt akade
mik konulan mı içeriyorlar?
Bazılan bir "yeni romari'ı okumanın nasıl bir şey olduğunu anım
sayacaklardır. Les Corps Conducteurs (İletken Bedenler) kent merke
zinde bir cadde üzerindeki pencere görünümleri ile başlar; bulanülı,
hasta görünümlü biri, bir yangın musluğunun üzerinde oturmuş din
leniyor; ormanın içinde İspanyol sömürgeciler tartışıyorlar; bir uçak,
Kuzey ve Güney Amerika arasmda yol alıyor; bir adam (aynısı?) bir
kadına ilişkilerinin sürmesi için umutsuzca telefon etmeye çalışıyor
(daha sonra, olasılıkla bir gece önce, bunlan yatakta görürüz); bir
adam (aynısı?) bir doktorun muayenehanesini ziyaret ediyor (ama
Manhattan'da mı, yoksa Güney Amerika'da bir şehirde mi?); bir adam
(aynısı?) bir Güney Amerikalı yazarlar kongresine katılıyor ve kong
rede sanatın toplumsal rolü tartışılıyor, kongre esnasmda aralarda, çe
şitli sanat yapıtlan (Poussin'in Orion'u, bir Picasso baskısı) betimleni
yor ya da araştırılıyor (ancak "baş kişi"nin bunlan bir yerde görüp
görmediğine karar veremeyiz). Kurguyu oluşturan bu dizgelerin bir
dökümünü yapmayı ve aralarında bir eşgüdüm oluşturmayı öğreni
riz -ki bu, birbirine çelişik iki işlem ile gerçekleşmektedir-; bunlan
birbirlerinden ayn bir biçimde tek tek konuşabilmeyi öğrenmek ve
daha geniş çapta aralarında oluşturduklan ilişkiler üzerinde tahmin
lerde bulunmak (adı olmayan erkek başkişi tekil bir kişiliktir: Bu ne
denle, olasılıkla Kuzey Amerika'dan Güney Amerika'ya bir yolculuk
yapmaktadır, vb.) Bu işlemlere daha sonra geri döneceğiz. Şimdilik,
gözlerimizin önünde olup bitenleri belirleyebilmek üzere kendimizi
zorladığımız (adam sokakta oturmuş mu?) öte yandan da sinirli bir
biçimde, herhangi bir uyanda bulunmadan ortaya çıkacak ilgisiz bir
olay dizgesinin ne olabileceği konusunda tahminlerde bulunarak bek
lediğimiz bir okumanın tarihsel özgüllüğünün üzerinde durmakla ye
tinelim; bu beklenmedik olay dizgesi tümcenin ortasında da ortaya
çıkabilir, ancak daha sık olarak tümcelerin ortasında bulunur ve her
söyleyişin iki yanında, Flaubert'in söyleminden daha derin bir sessiz
liğe açılır.
İletken Bedenler çoğu eleştirmene göre, Claude Simon'un sanatında
önemli bir geçiş döneminde, Celia Britton'un tanımıyla, sanatçının or
ta dönemi ile geç döneminde yazdığı sırasıyla kişisel ve kişisel olma
yan romanlan,2 temsili ve "metmsel" ya da "dilbilimsel" yapıtlan ara
sında, bellek ve dışavurumcu araştırma ile "yeni roman" adını
verdiğimiz tarzın belirgin özelliği olan tarafsız ve bileşimsel uygula
malar arasmda bir kopuş noktasmda üretilmiş bir yapıttır. Kusur çiz
gisinin genellikle "kişisel" başlayan, ancak "kişisel olmayan" bir bi
çimde sona eren yazarın bir önceki romanı "La Bataille de Pharsale"de
yer aldığı belirtilir. Burada, "Les corps conducteur"de biçemin "kişisel"
niteliklerin neredeyse tümüyle silinmiştir, ancak baş kişiyi andıran bir
şeyler ve bütünlüklü bir öyküden artakalan özellikler hala varlıklarını
sürdürmektedir: Buna karşın, onu izleyen diğer iki romanı Triptyque
ve Leçon de Choses'da bu kalıntılar bile silinir. Tuhaftır, Simon'un daha
geç dönemde kaleme aldığı son yıllarda yayınlanan Georgiques'de bu
kişisel tarza büyük ölçüde bir geri dönüş izlenmektedir.
Simon'un yapıtlarında var olan bu tuhaf değişim yazımızın da çı
kış noktasını oluşturmaktadır, zira bu değişim, bir gelişim ya da ev
rim süreci olmaktan çok birbirinden kesinlikle ayn iki alternatif anla-
tısal matrisin varlığı ile ilgilidir. Bu durum, Simon'un, eşit ölçüde
ancak ilişkisiz, kopuk bir biçimde bağlarını sürdürdüğü her iki estetik
2 Celia Britton, Claude Simon: Writing the Visibb (Cambridge, 1987), bu nitelikli çalışmanın ve
aşağıda belirtilen Heath’in kitabının ve Jen Ricardou’nun klasik analizlerinin yanısıra ayrıca bkz.
Ralph Sarnokak, Claude Simon: ies carrefours du texte (Toronto, 1986).
ile araşma koyduğu temel uzaklığı yansıtır. Bu nedenle, Simon'un ha?
iki estetik ile ilişkisinin bir pastiş; biçemsel otantikliğin farkedilmesi
neredeyse olanak dışı bir biçimde yeniden üretimini, yazarsal öznenin
söz konusu biçemsel uygulamaların fenomenolojik önkoşullarına ger
çek anlamda bağlılığını kendi kapsamına alacak ölçüde kesin, hünerli
bir öykünme olduğunu savlayacağım. Bu durumda en geniş anlamı
ile bu özellik, Simon'un sanatının postmodern yönünü oluşturur.
Tüm fenomenolojinin ötesinde öznenin belirgin boşluğu, neredeyse
bir başka dünya oluşturan farklı bir biçemi kavrayabilme yetisi. Bu
nunla birlikte modemler önce, tümüyle kendi bireysellikleri içinde ki
şisel dünyalarını oluşturmak zorundaydılar; ve Simon'un biçemsel
seçeneklerinden hiç değilse kişisel olarak nitelendireceğimiz ilki,
Faulknercı yazma işlemlerini son derece düzgüsel bir biçimde yeni
den ürettiğinden dolayı açıkça modernist bağlamda yer almaktadır.
Faulkner'm biçemi, kendi biçimsel önkoşulu olarak belleğin kendi
sinin durumunu ele alır: Geçmişte cereyan eden bir şiddet eylemi ya
da jesti; öykü anlatıcılarını büyüleyen ve zihinlerini meşgul eden, zo
runlu olarak şimdiki zaman içinde andıklan, ancak -"devinimsiz"
aynı zamanda "öfkeli", kendi huzursuzluğunun durgunluğu içinde
"nefes nefese" ve izleyicide zorlayıcı "dalgınlık" ve "şaşkınlık" yara
tan- eksiksiz bir tablo gibi yansıtmalan gereken bir görüm. Böylece
dil, bu zaman dışı jeste sürekli biçimde geri döner, sıfatlarını ve nite
lendiricilerini, dışarıdan, artık tümcenin devinimi tarafından inşa edi
lemeyen neredeyse temelsiz bir geştalt yaratabilmeye yönelik umut
suz bir girişim içinde toplamaya çalışır. Bu nedenle Faulkner'm
kendisi söyleminin derinliklerinde, önceden verili bulunan nesnelerle
hiç bir zaman örtüşemeyecek dilin zorunlu başansızlığmı göstermiş
tir. Bu başarısızlık hiç şüphesiz, Simon'un (ya da başka herhangi bir
yazarın) Faulkner pastişinin başlangıç noktasını oluşturmaktadır; zira,
yazınsal dilin "kendiliğindenliğinin" bir yanda görsel, sözel olmayan
içeriğin, diğer yandan ise neredeyse hiç sona ermeyen retorik (bir çağ-
nşımın oluşumu) içinde çözüldüğü bir yapıyı bloke eder. Retoriği,
özneyi ve beden sıcaklığım dışlayan yeni romanm dil eriğinden, (ge
nelde geçmiş zamanın eşliğinde) geçmişin saplantısal anıların
travmatik şimdiki zamanından dinleyicilerin durumuna, kendi oku
nuş zamanlan içinde Faulkner'm tümcelerinin şimdiki zamanına ge
çiş yaptıklan Faulknerci "şimdi"nin olağanüstü işlevini düşününceye
kadar hiç bir şey uzak görünmemektedir. Burada, Faulkner'm derin
zaman boyutundan ve derin belleğinden (ve bununla ilgili retorikten)
farklı bir uzamda birdenbire, yeni roman tarafından daha sonra ileri
bir düzeyde uzmanlaşacak ve geliştirilecek olan mekanizmayla yapı
sal açıdan karşılaştınlabilen dilbilimsel ve metinsel bir mekanizma bi
çimlenir.
Ancak, Simon'da Faulknerd modemizm söylemi, bir başka biçe-
min (başat bir biçimde modemist bir görüngü olduğu bağlamda kişi
sel bir biçemin) uygulanması ile değil, daha farklı, belki de yeni "ya
pay" bir tarzın yasalannırun belirlenmesi şeklinde tanımlanması daha
uygun bir süreç ile değişikliğe uğrar. Yaratıcısının Robbe-Grillet olma
sına rağmen bu tarz, bir anlamda "adlandırılan" bir görüngü olarak
kalmaktadır; kuramsal yönden Jean Ricardou bu tarzın Eisenstein'ı
olarak görülebilir; ancak bu, tarihsel zaman üzerinde organik olarak
gelişen "doğal" tarzların (genetik mühendislikte olduğu gibi) tüm bo
yuttan ile bir öykünmesini oluşturan tümüyle insan yapımı bir tarz
sunan göreceli olarak kişisellikten anndınlmış dışlama kurallarının
oluşturduğu bir dizgedir.3 Bununla birlikte burada, Robbe-Grillet'de
de olduğu gibi içeriğin önceden sunuluşu ve tümcelerin en yalın an
lamda gerçekleri izlemeleri ve öykünmeleri biçiminde Faulknerd ya
pının uzak da olsa bir karikatürü sezilmektedir. Ne var ki Robbe-
Grillet'de bu önceden eylem halinde sunulan içerik (yalnızca birkaç
notasını duyduğumuz bir müzik parçasında olduğu gibi) tüketim
alışkanlıklanmızın bir bakışta tanıyabilmemizi sağladığı kültürel
stereotiplerin -durumlar, kişilikler, kitle kültürüne yönelik her tür
araştırmalar- ham maddelerini oluşturur. Faulkner'ın ham maddele
rine yalnızca zamansallık saplantısı içinde bir çağda bellek olarak sa
hip olduklan konum tarafından değil, aynı zamanda çoğunlukla
(Faulkner'ın kendi kişisel gelişimi için en stratejik örneği oluşturan)
Conrad'm izlenimciliğinden başlamak üzere (herşeyden önçe göre
bilmenizi sağlamak için) çeşitli modemist estetiklerin haberciliğini
yapan örtük algılamaya, ideoloji tarafından da ağırbaşlı bir nitelik ka-
zandınlmıştı. Bununla birlikte postmodem dönem, zamansallığm ye
rine uzamsallığı yerleştirir ve genelde derin fenomenolojik deneyim
ve özelde algılama kavramının kendisinden (bkz. Derrida) şüphe du
yar. Bu açıdan Robbe-Grillet'nin manifestolan bugün görselliğin diğer
3
David Bordwell ve Kristin Thompson Classical Hollywood Cinema'da (New York, 1985) “tarz”
üzerine paradigmatik bir tartışma geliştirirler.
duyumlar üzerinde oluşturduğu başatlığın bir olumlanmasmdan çok,
bu tür fenomenolojik algılamanın köktend biçimde reddi biçiminde
okunabilmektedir. Bu arada, Celia Britton'un Simon üzerine yazdığı
kusursuz incelemesinde belirttiği gibi4 eğer Robbe-Grillet'nin daha
eski disiplini gerçekten, görüm ve metinselliğin birbiriyle uzlaşmayan
güdüleri arasında parçalanmış biçimde yer alıyorsa, bu tür bir uzlaş
maz gerginlik, (Formalistlerin öne sürdükleri gibi bunun aksi geçerli
olmadıkça ve yazınsal-tarihsel seçimlerin yazara özgü eğilimlerin do-
ğa-bilimsel özelliklerini önceden belirlemedikleri ölçüde) Robbe-
Grillet'nin algılama ile ilgili Faulknervari çağnşımlan ile yeni romana
özgü metinselleştirme uygulamalan arasında geliş gidişlerini açıkla
yacak biçimde varlığını sürdürebilir.
Bu arada, yeni romanm "şeylerle" (ve bu nedenle de tanımlarla) |
ilişkilendirilmesine yönelik yaygın izlenim5 yeni bir estetiğin terimle- I
riyle yeniden formüle edilmemesi ve bunlar üzerinde kişisel, j
psikanalitik ya da "biçemsel" terimlerle herhangi bir teşhisin yapıl-
maması kaydıyla, Simon ya da Robbe-Grillet'nin ötesinde, bu yazarla
rın genelde dilbilimsel konumlan üzerine yeni bir tarih duyumunun
ortaya çıkmasına yol açar. Şeyler ile ilgili "tanımının" gösterdiği, ge- ;
nellikle betimlemenin sekteye uğraması ve dilin en belirgin biçimde
gerçekleştirmesi beklendiği işlevleri yerine getirmede elde ettiği başa-
nsızlıktir. Örneğin, -nesnelerin en ince ayrıntılarına kadar betimlen
mesine yönelik girişimin amansızca; çoğu okuyucu için tahammül
edilmesi olanak dışı boyutlara ulaştığı ölçüde sürdürüldüğü
Raymond Roussel gibi daha kural dışı modemistlerde zaten var olan-
özgül ve özel üzerindeki yoğun odaklaşma, metin kitabında rastlanan
türde diyalektik bir dönüşümle bir anda tersine döner.
Bu "paket" (nasıl bir "ayakkabı kutusu", hiç bir uyanda bulunma
dan "teneke bisküvi kutusu"na doğru bir mutasyonu gerçekleştiriyor
ve böylece bize Frege'nin Sinn (Anlam) ve Bedeutung (Gönderme)
üzerine yazdığı ünlü denemesinde göndergenin kalıcılığını -Venüs ya
da Sabah Yıldızı- anımsatmasından dolayı yeterli olmuyorsa) tek ba
şına yeterli olmaz; ne de konumu ("askerin sol kolunun altında",
8 Foucault için, adlandırma özünde onsekizinci yüzyıla özgü ya da “klasik” bir işlem olarak görü
necektir: “Klasik söylemi örgütleyen addır ...” (alıntı Stephen Heath, The Nouveau Roman
(Philadelphia, 1972) s. 106). Bu durumda, birazdan sözünü edeceğimiz Hegel’in Phenome-
no/og/sinin açılış bölümü, bu “episteme”nin çözülüşü anlamına geliyor. Bununla birlikte, bu bağ
lamda ve nouveau roman’ın ortaya çıkışının bize sunduğu geriye bakışta, bu krizin bir şeylerin
sona erişinden çok, (postmodern de olsa) yeni bir oluşun ortaya çıkışını gösteriyor gibi görün
mekte.
kesinliği, algılama, güç ve anlama) üzerine açılış bölümünün önemini
yadsımaktadır. Bu arada yapısalcılık, dil üzerine ne tür bir varlıkbi-
limsel konum atfederse atfetsin, bu geleneğin de kendi çıkış noktasını
(ister Levi-Strauss'un yukanda belirtilen analizleri, isterse yeni roma
nın gizemlerinin okunuşu olsun) dilin bu tür başarısızlıktan arasında
bir dolayımda bulunması oldukça önemlidir.
Hegel'in burada gösterdiği, dil ile (aynı zamanda "duyumsal ke
sinlik" olarak da andığımız) bu eşi olmayan şeylerin şimdiki zamanı,
buradalığı ve şimdiliği ile ilgili duyumsal deneyim arasında
dolayımsız bir özdeşliğin bulunamayacağı olmaktadır. Eğer (filozof
lar) "bu" kağıt parçasını kastediyorlarsa, eğer "o"nu belirtiyorlarsa,
böyle bir özdeşlik olanak dışı olacaktır; zira, kastedilen "Bu"na, bilin
ce, yani özünde evrensel olana ait olan dil ile ulaşabilmek olanak dışı
dır.9 Burada "Evrensel" terimi, birbirinden farklı türde içeriklerin ço
ğulluğunun üzerinde var olabilen içi boş bir kavram olarak
tanımlanmaktadır: "Birlikte ele alman Şimdi'lerin bir çoğulluğu ola
rak 'Şimdi', Hegel için 'Şimdi'nin bir evrensel olduğunu öğrenme de
neyimini" oluşturur.10 Bu, tam da yeni romamn bize iletmek istediği
ders olmayabilir; ancak öğretmek üzere Hegel'in ele aldığı dilin başa-
nsızlığı, bu daha romansal dersin elbette bir bölümünü oluşturmak
tadır:
Duyumsalın (içeriğin) ne olduğunu söyleyişimiz de evrenseldir. "Bu",
yani evrensel "Bu" ya da "budur", yani genelde Oluş; ancak, evrensel
olanı söyleriz. Elbette, genelde evrensel Bu ya da Oluşu öngörmüyo
ruz, ancak, evrensel olanı söylüyoruz; diğer bir deyişle, bu duyumsal
kesinlik içinde söylemeyi kastettiğimizi tam olarak söylemeyiz. Ancak
dil, gördüğümüz gibi, daha doğru olandır. Dil içinde kendimiz bizzat
belirtmek istediğimizi dolaysız bir biçimde çürütürüz ve evrensel du
yumsal kesinliğin gerçek (içeriği) olduğundan ve dilin yalnızca bu
gerçek (içeriği) ifade etmesinden dolayı, bizler için kastettiğimiz du
yumsal bir oluşu söyleyebilmek ya da ifade edebilmek olanaklı olma
yacaktır.11
GÖSTERİLEN
gösteren "okunmuş" bir metin
GÖSTERİLEMEYEN
gazete kağıdı, kum üzerinde izler
13 “JeanPaul Sartre s’explique sur Les Mots” Le Monde, 18 Nisan, 1964, s. 13. Bu konu hakkın
da daha fazla bilgi için bkz. Heath, s. 31.
Ancak, bu noktada yorumsama, üretime geri dönmüştür ve
alımlama, kullanım olarak yeniden ele alınmaktadır. Yeni mikros-
kopik alt sistemlerin şimdi bütünleşmiş bir praksis formu olarak güç
lü bir biçimde yeniden birleştikleri Luhmanncı sonsuz bölünme ve
farklılaşma süreçlerinin tam zıttı olarak da kabul edilebilen bu diya
lektik tersine dönüş, belki de, yeni romanm önerebileceği en ilginç
özellik ve ortaya çıkarttığı buluşların (bunların kendilerinin de tarihe
yanlış başlangıçlar ya da başansız patentler olarak geçtikleri belirtile
bilir, ancak bu önemli değildir) en ilginci olmaktadır. Bu noktada özel
likle şunu vurgulamak istiyorum: Benzersiz bir biçimde alımlamayı
(ya da tüketimi) üretimden ayırdedilemez kılan özellik, Simon'un
"yeni roman"lannın -ve özellikle de okuduğumuz bu metinlerin yer
aldığı romanın- dilbilimsel odaklaşmalandır. Bu tümceleri, tek tek
sözcüklerin her birini okumamız gerekmektedir ki, primin özellikle
kısalığa ve anında anlamaya verildiği, bu nedenle de tümcelerin kısa
ca bir göz gezdirme ile anlaşılabilir kılınacak biçimde kısaltıldığı ya da
bir göstergeler dizgesi olarak süratli bir biçimde özümsenebilme ama
cıyla hazırlandıkları bir bilgi toplumunda böyle bir olgu, hayli olağan
dışı (ve sıkıntı verecek ölçüde alışılagelenin dışında) bir uğraş olarak
görünecektir. Sözcük okuma disiplini (bu arada, deyim Simon'undur)
kesit çıkartma uygulaması, konunun her an, önceden bir uyarma ol
maksızın değişebileceği olasılığı tarafından güçlendirilir. Her durum
da, bu tür kitapları çabuk okuma yöntemi ile okumaya girişmenin hiç
bir anlamı olmaz: Bize önerebilecekleri hiç bir ek içerik ya da bilgi,
bellekte depolanıp anlama düzlemine iletilebilecek hiç bir nokta, hatta
(bir polisiye öykünün sonuç bölümünde olduğu gibi) ortaya çıkartıla
cak hiçbir şey yoktur -herşeyden önce, ortaya çıkartılacak hiçbir şeyin
olmadığı gerçeğinin trajik keşfi dışmda.
Ekonomistler bize, otomasyonun yeteneksizleştirme ile elele gitti
ğini söylerler; bu nedenle, burada da şimdiye değin "okuma süreci"
adı verilen ve yukarıda sözünü ettiğimiz olgu, herkesin yapabileceği,
daha ilkel, avam birtakım iş formları ile elele gitmektedir: Zira, belirli
koşullar altında -toplumsal koşullar ya da doğrusu, sosyalizmin ko
şulları!- yeteneksizleştirme aynı zamanda demokratikleştirme (ya da
benim tercih ettiğim deyişle avamlaştırma) ile elele gider. Öyle ise, bu
denli uzmanlaşmış ve üst düzeyde teknik seçkin bir yazmsal
"artefakt" olan Les corps conducteurs'u okunmanın, yabancılaşmamış
emek için ve köktenci biçimde farklı, alternatif bir toplum için bir fi
gür ya da analogon önerebilmesi olası mı?
------------------------------------------------------------------------------------------------- -«(
14 “Sensible aux reproches formules a lencontre des écrivains qui négligent les ‘grands
problems’; l'auteur a essaye d’en aborder ici quelquesuns, tel ceux de l’habitat, du travail
manuel, de la nourrirure, du temps, de l’espace, de la nature, des loisirs, de l’instruction, du
discours, de l’information, de l’adultere, de la destruction, et de la reproduction des especes
humaine ou animales. Vaste programme que des milliers d'ouvrages emplissant des milliers de
bibliothèques sont, apparemment, encore loin d’avoir epuise.
Sans pretendre apportes de justes réponses, ce petit travail n'a d’autre ambition que de
contributer, pour sa faible part et dans les limites du genre, a l’effort général”.
Elbette burada epizoduna gerçekten yaptığı, yukarıda alıntılanan
Sartrecı yorumu tersine çevirmektir: Yeni romanı bir Üçüncü Dünya
ülkesinde okuyabilmeniz mümkün olmayabilir (ki bu bile, Sarduy ve
diğer "yeni dalga" post-kolonyal yazarlardan bu yana, oldukça sorgu
lanabilir bir durum almıştır), ancak, içerikleri tüm bunlan çevreleyip
kendi içinde tutmak üzere sistematik bir biçimde Manhattan'ın içsel
Üçüncü Dünya'sı ile Latin Amerika'nın dışsal Üçüncü Dünya'sından
alman özellikle bu yeni romandan Üçüncü Dünya'yı okuyabilmeniz
mümkün değildir. Simon'un bu tür ham maddelerle ilişkilerinin her
durumda, dünyanın herhangi bir biçimde kabul edilmesi açısından -
Simon'un modemist ve görsel ile resimsel ilişki içindeki yapıtlarına
taban tabana zıt bir biçimde postmodem- ve birçok yönden daha
estetize edici olan Robbe-Grillet'nin pop çizgi romanlarından daha
gerçekçi olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Stereotip olan, önce
den tüketilmiş bulunan, estetik yönden tüketime hazır bulunandır;
buna karşın, tümcelere duyusal verilerin kazandınlmasma yönelik bir
girişim, başansızlıkla sonuçlandığında tümce üzerinde bir tortu bıra
kır ve okuyucuda, göndergenin kapalı kapılar ardmda bırakılmış ol
duğu duygusunu uyandırır.
Ne var ki bu kapı, olasılıkla bir süre kapalı kalacaktır. Sonuçta sa
nat, içinde yaşadığımız toplum için gerçekliğe doğrudan bir ulaşım,
bir zamanlar gerçekçilik adı verilen süreçle ilgili dolaysız herhangi bir
temsil olasılığı sunmaz. Bugün bizler için durum şudur ki, gerçekçilik
gibi görünen bir şey, en iyi durumda genellikle yalnızca bizim gerçek
lik olarak algıladıklarımıza, (Doctorovv'da olduğu gibi) onunla ilgili
imgelerimize ve ideolojik stereotiplerimize dolaysız bir biçimde
ulaşmamızı sağlar. Bu elbette, aynı zamanda Gerçek olanın da bir bö
lümünü oluşturur. Ancak bu aynı zamanda, böyle düşünmeye fazla
istekli olmasak da dönemimizin bir özelliğidir ve bizler için hiçbir şey,
olgular üzerine şu ya da bu düşüncemizin gerçekte "salt" bir başka
kimsenin düşüncesinin ürünü olduğunun anlaşılmasından daha ür
kütücü ya da ilişkileri bozucu olamaz. Şu noktanın belirlenmesi ve
"Jamesci" görüş olarak damgalanması gerekiyor: Yalnızca post
modem dönemdeki nüfus patlaması sonucunda, özel dünya görüşle
ri, kişisel biçemler ya da görüş noktalan, modem dönemde olduğu
gibi ciddiye alınamayacak ölçüde çoğalmıştır. Bu nedenle sanat, top
lumsal bilgiyi en başta bir belirti olarak verir. (Kendisi daha genel bağ
lamda toplumsal uzmanlaşmanın bir belirtisi olan) uzmanlaşmış me
kanizması -örneğin düşüncede ya da gündelik yaşamda- modem de
neyimin diğer tarzlarında rastlanmayan bir kesinlik içinde verilerin
kaydedilişini ve bir dökümünü yapmayı başarabilmektedir, ancak ye
niden bir araya getirilen veriler, gerçekliği şeyler ya da tözler ya da
toplumsal ya da kurumsal "ontoloji" biçiminde modellendirmez. Bu
nun yerine, tarih öncemizde en derin toplumsal gerçeklik biçimlerini
oluşturan ve önümüzdeki uzun dönem içinde de bir "gönderge" ola
rak varlığını sürdürmesi gereken bu tür çelişkilerin sözünü eder.
Bu nedenle yukarıda sözü geçen çelişkinin kendisi -kendi çoğul
öznelliklerimiz, görüş noktalanınız ile ilgili postmodern duygulan
ınız -derin zaman ve bellek de dahil olmak üzere- eski formları için
de bu tür öznelliklerden artık bıktığımız ve bir süre için de olsa, yü
zeyde yaşamak istiyor olmamız- bu çelişki, gruplaşmalarının bizlere
içinde bulunduğumuz durumun sıcaklığını ölçebilme olanağı sağla
yan modem ve postmodern anlatırım gelişiminde temel bir önem ta
şımaktadır. İletken Bedenler bu anlamda bir skandaldir: La Bataille de
Pharsale'm zaten skandal sayılabilecek, ancak henüz "belli bir eğilimi
bulunan" (tendential) olay örgüsünü daha da radikalize eden bu
"roman" şimdi bizi, olanaksız bir seçim, hoşgörülmez bir seçenek ile
karşı karşıya getirir; ya romanın tümünü, ayrıntılı tek bir bakış açısı
şeklinde okur. Bir şekilde, mümkün olduğu ölçüde zeki bir biçimde
tüm olaylan (resim galerileri de dahil olmak üzere Manhattan'a yolcu
luk, bir önceki yolculuğun amlanydı, vb.) kendisine atfettiğimiz düş
sel bir başkişiyi yeniden oluştururuz; ya da, Simon'un kılavuzluğunu
kabul ederiz ve bu sayfalan Rauschenberg'in dev kolaj enstalasyonla-
nnın sözel karşılıkları şeklinde algılanz.15 İlk alternatif, romanı
Nathalie Sarraute'a geri götürür; ya da daha kötüsü ikinci alternatif,
yapıtın, hali hazırda yayınlanmış bulunan Orion aveugle’e ve resim ki
tabının olası kaprislerine yeniden çevirisini yapar. Ancak, bu çelişki
den, metnin, bu içeriksel stratejilerden kaçınmak ve bu tür çelişkileri
önceden bildirmek üzere yeni bir işlev yüklendiği, yeni bir estetik
oluşturduğu sonucu çıkartılmamalıdır: Belirtinin metin içinde yer al
ması hiç bir zaman önceden planlanan bir şey değildir, olgudan sonra,
dolayım yolu ile gelmesi ve içeriği bulunan gerçek bir projenin başan-
15
Claude Simon, “Le Roman mot a mol”, Nouveau Roman: hier, aujourd’hui il; Pratiques (1972),
s. 73-97; burada, Rauchenberg’in enstalasyonuna araştırmada bulunulur ve Simon (Rene
Thom’un felaket kuramını çağrıştıran bir biçimde) romanlarından bazılarının anlatı formuna iliş
kin bir kaç grafik temsil sunar.
sızlığından ya da ölçülebilir bir sapmanın sonucu olarak ortaya çık
ması gerekmektedir.
Böyle bir projeye örneğin, başlangıçta sunduğumuz dilbilimsel gi
rişimlerde ve özellikle de, dile daha somut bir nitelik kazandırma,
tümceleri, Hegel'in kesinlik adını verdiği etkinin kazandınlabilmesi
için araçlar durumuna getirilmesine yönelik çabalara da bir göz atıla
bilir. Bununla birlikte bu, tarihsel bir projedir ve çok da eskiye ait de
ğildir, zira öyle sanıyorum ki, yazınsal dilin duyumsalı kaydetmesiyle
ilgili bu yeni görevi ile ilgili örneklere, yirminci yüzyılın ortalarından
önceki dönemlerde sık sık rastlamak mümkündür. Bu neden yeni en
düstriyel "insan çağı"nda gerçekleşmeye başladı ve diğer işlevlerini
yeterince uygun bir şekilde yerine getiren ve diğer üretim tarzlarında
doyurucu bir sonuç elde edebilen dilden neden bu tür gerçekleşebil
mesi olanak dışı taleplerde bulunuluyor? Bu toplumsal ve tarihsel
yorumsama sorusu, Claude Simon örneğinden de görüleceği gibi,
postmodemde açık bir biçimde hem daha da belirgirıleştirilmekte,
hem de değiştirilmektedir. İleri modem dönemi için, bu sorunun pa
radokstan, sanatta Adomo'nun nominalizm adını verdiği olguya; ya
ni, (tarzın kendisi de dahil olmak üzere) genel ya da evrensel formla
rın taraflı bir biçimde yadsınması ve estetiğin kendini bu benzersiz
durum ve benzersiz ifadenin buradalığı ve şimdiliği ile her yandan
daha sıkı bir biçimde özdeş kılmaya yönelik istencine tekabül etmek
tedir. Burada, sanat eserinin toplumsal gelişme, üretim ve çelişkinin
mantığını, diğer alanlarda varolan yöntemlerden daha kesinlikli bir
biçimde kaydettiği önermesini savunduğumda, elbette Adomo'yu iz
lemekteyim,16 ancak, bu noktada, (doğmakta olan medya ya da bu tür
kültür endüstrisine radikal bir biçimde karşı çıkan) modernist dö
nemde yüksek sanatın semptomatikliği ile, kısmen genelde kültürün
geçirdiği demokratikleşme sürecinden dolayı, bu iki tarzın (yüksek ve
düşük kültürün) birbirine karışmaya başladığı kendi postmodern dö
nemimizde, seçkinci kültürün kalıntıları arasında bir ayrımın yapıl
ması gerekmektedir. Eğer Adomo'nun döneminde nominalizm,
Schoenberg ve Beckett anlamına geliyorsa, postmodern dönemde bu,
arzu ideolojilerinin zaferinden çok, (gördüğümüz gibi) Simon'da ol
duğu kadar, daha köklü dilbilimsel ya da estetik belirtilerin tümünde
de aslına uygun bir biçimde yansıtıldığı gibi çağdaş pornografinin
16 Adomo’nun Estetik Kuramı özerine bir tartışma için bkz. benim yazdığım Late Marxism:
Adomo, or the Persistence of the Dialectic (Londra, 1990).
gizli gerçeğini oluşturan bedene doğru bir indirgeme anlamına gel
mektedir. Ancak, Deleuze'ün bize öğrettiği gibi, postmodemizmde bi
le, organları olan beden ile organsız beden arasında bir ayrım yapa
bilmemiz gerekir. Paradoksal olarak bu sonuncusu -organsız beden-
pomografiğin ve çok sayıda film imgesinin ya da şeridinin nesnesi
olmuştur. Bununla birlikte organları -hem de bunların birbirleriyle
kusurlu bir biçimde yeniden bağlantılandınlmış "arzu makineleri"
dizgeleri oluşturacak denli çok sayıda organları- bulunan beden; bu
tür bir acırım, göremeyeceğiniz ya da ifade edemeyeceğiniz bir acının
sahici uzamı olan beden -"doktor, ellerini kestikten uzun bir süre son
ra, basmç duygusunu ya da daha doğrusu, son derece büyük yabancı
bir cismin hala bir kama gibi bedenine gömülü olduğunu duyumsu-
yor" (CC: 47/36)- Simon'un tümcelerine hayaletimsi bir gönderme ve
Gerçeğin kendisinin "ikamesi" olarak eşlik ediyor.
Bununla birlikte, bu tartışmayı sona erdirmenin bir yolu daha var
dır, ve o da, sonuçların kendisiyle ilgilidir. Simon'un eserinde karma
şık, geçiş sürecinde, sınıflandınlamayan herşey, "proairetic" (bir jest
ya da onun "katlan" ya da zamansal parçalan), gerçekçilik ve kapan
ma ile birlikte düşündüğümüzde, ortaya çıkar. Les corps conducteurs'u
gerçekçi kılan özellik, küçük bir olay daha geniş bir diğer olaya bağ
lanabilir mi, böyle bir bağlanmanın nasıl bir düzeni izlemesi gerekir
ve son olarak, metnin tamamı belli bir kapsama sahip tek bir eyleme
öykünüyor mu gibi sorularla giderek genişleyen tamamlanmış eylem
ler ya da olaylara yönelik tutarlı arayışlardır. Bu durumda doyurucu
olan, aşağı doğru dönüş, (yokoluşa hazırlan!), en sonunda inişe geçen
uçak olur. Bu, elbette, Simon'u göreceli olarak geleneksel bir yazar
konumuna sokan ve tamamlanan olaylar ya da deneyimlerden oluşan
insan yaşamını olumlayan kapanış bölümünün bir değerlendirilmesi
olmaktadır. Bu nedenle, bu açıdan, uçağm bir yerlerde ara bir noktada
inişe geçmesi, semptomatik olmasa bile, önemlidir: Bu, direkt bir uçuş
değildir ve yolcuların hiç bir yerin ortasında ufak yerel bir hava ala-
runda ayaklanın dinlendirmeleri gerekmektedir. Ne de aşk ilişkisi,
olumlu ya da olumsuz herhangi bir biçimde sonuçlandınlabilecek bir
ilişkidir -yazarlar konferansını bir yana bırakıyoruz. Bu açıdan Les
corps conducteurs, okuyucuyu kesinlikle, sonu gelmeyen bir anlatının
sonuçlandırılmasına doğru yönlendiren uzun, dolambaçlı bir öykü gi
bi okunmaktadır. Yalnızca en son olay zincirinde kesin bir sonuç sezi-
lebilmektedir: Hasta adamın otel odasında yere devrilişi, yerde yatan
bir beden, artık görmeyen bir gözün yerdeki halının dokusu ve örgüsü
üzerinde açık olarak durması. Bu şartlar altında otel odasına ulaşa
bilmek, gerçekten bir başandır: Kitabın sonunda algılayan gözü ka
patmak -romanın diğer yerlerinde Simon, Baudelaire'in ölümün boş
sahnesi üzerinde yükselen perde imgesini çağnşüran sinema salonu
nun boş perdesi karşısında büyülendiğini açıklar -zarif ve kendi ken
dine göndermede bulunan bir şekilde formu kendi bağlamının içindi
yazmaktır, ancak aynı zamanda şunu da hissetmek olasıdır ki diğeı
bir durumda bu ölüm de, rastgele seçilen diğer yokoluşlar (termini]
kadar anlamsız bir müdahaleden başka bir şey olmamaktadır.
UZAM
ÜTOPYANIN SONA ERMESİNİ İZLEYEN
ÜTOPYACILIK
1 Sayfalarla ilgili göndermeler için bkz.: J. G. Ballard, Best Short Stories (New York, 1985).
notlarıyla buluşup onlara "uzayın derinliklerinin araştırılmasının hiç
bir anlamının olmadığı, çok geç kaldıklan, zira evren üzerinde yaşa
mın neredeyse sona ermek üzere olduğu" konusunda yaptıklan
uyanlarda" (s. 103) olduğu gibi, galaksiler de zamanı açıkça okuyabil
mektedir. Bu arada, Canes Venidti'den ışınlanan rakamsal göstergeler
96,688,365,498,695
96,688,365,498,694
Yeryüzü'ne geri saymayı iletmektedir. "Oradaki büyük spiraller
parçalanıyor ve veda ediyorlardı... bu dizi sıfıra indiğinde yeryüzü
sona ermiş olacaktı"(s.109-110). Bir başka kişi de alaya bir tonda şöyle
der: "Bize gerçek zamanın ne olduğunu göstermeleri ne incelik!"
Çağdaş (ya da postyapısala ya da postmodern) kuranım DNA kar
şısında duyduğu büyülenme -örneğin, kendisi de tutkulu bir Ballard
okuru olan Jean Baudrillard'ın "kod" kavramı üzerindeki örnekleme
si- onun yalnızca (dirimbilimin yerini fizik modelinden alarak bilgi
kuramına yerleştiren) bir yazma türü olarak içerdiği konumdan değil,
aynı zamanda bir model ve bir bilgisayar programı olarak elinde bu
lundurduğu etkin ve üretken güçten kaynaklanmaktadır: Sizin onu
okuyacağınız yerde onun sizi okuduğu bir yazım. DNA'nın mekanik
bir piyano için bestelenen bir müziğin aşınmış notalarını oluşturduğu
Ballard'm öyküsü aynı zamanda "geleceğin sanatı" ya da postmodern
estetik üzerine son derece özgün bir öykü olabilmektedir; -gerçekten
de, iki yeni tür uzamsal sanat; kendi "narcoma" deneyiminin son
aşamalarını yaşayan bir kahraman tarafından oluşturulan ve merke
zinde yaratıasının kendi varlığının da sona ereceği altmışlı yılların
"mandala"sı ile, diğer kahramanın, Byroncu kişiliğin bugün post
modern müzelerin atılıma sergilerinde yeni yeni ortaya çıkmaya baş
layan formun bir versiyonu olarak -ki bu durumda bu form, X ışınla
rından bilgisayar çıkışlanna ileri teknolojinin izlerinin bir toplaması
dır -yeni sanat üzerindeki görüşleri, Ballard'm daha sonraki bir
yapıtı üzerine önceden kestirimde bulunabilen "vahşet belgeleri" -
Hiroşima'dan Vietnam'a, Kongo'ya, Ballard'm kendisinin (özellikle
romanı Crash'de) geçici bir süre saplantı içinde üzerinde durduğu ço
ğul araba kazalarına değin post-çağdaş yaşamın deneyimlediği en
aamasız travmalar arasmda bir karşıtlık oluşturur. Ancak postmoder-
nizmin dönem kavramı çerçevesi içinde, kişi bu yazım ya da yazıtların
(inscriptions) çoğul figürlerini yabancılaştırmak ve onlan uzamsallığın
bir tür geliştirilmiş kavramı içinde yeniden konumlandırmak istiyor.
Bu özgül "büyük dönüşüm"e yönelik ilk yaklaşım -zamanın deği
şime uğraması, zamansalın uzamlaştınlması- genellikle getirdiği ye
niliklerle birlikte bir yitim duygusuna da yol açar. Gerçekten de öyle
görünüyor ki, Ballard'da entropinin uğradığı pathos olasılıkla tam ola
rak şunları kapsamaktadır: Dakikası dakikasına oldukça istekli bir atı
lım içinde uyandırılan etkileşim, uzamsallığm bu tümüyle yeni evre
ninin keşfi ve buna eşlik eden, modemizmin ölümünün yol açtığı
derin spazmlar. Her durumda -daha eski modemizm ve onun zaman-
sallıklanna yönelik- bu nostaljik ve gerici perspektiften bakıldığında
hüzün duyulan, derin belleğin anılan; uygulanan ise, özleme, köken
lere ve telosa, kendi derin boyutu içinde zamana ve (Foucault tarafın
dan Cinselliğin Tarihi'nde bir darbe daha indirilen) Freudçu bilinçdışı
ile ilgili artık geçerliliğini yitirmiş daha eski görkemli sorulara duyu
lan özlemdir; zira, anıtsal yapıların yanı sıra diyalektiğin kendisi de,
Mutlaklığının tınısı artık bizler tarafından duyulamayan formlar, tek
nolojik dünya içinde "demiurgos"a ait, okunamayan hiyeroglifler ola
rak, modem moment7in sularının çekilmesi ile akışın dışında kalmış
tır.
Bu nedenle, postmodem ve uzamsallıklannda, tarihsel yönden öz
gün hangi özelliklerin bulunduğunu kavrayabilmek için modem'e ge
ri dönmemiz gerekiyor. Gerçekten de, bu tür bir tarih dersi, nostaljik
pathos için en iyi sağaltım yöntemidir ve bize, zorunluluk sonucu,
modeme geri dönüş yolunun sonsuza değin mühürlenmiş olduğunu
öğretir. Elbette bunu, modemden postmodeme geçiş ve (emperyaliz
min "an"ı olarak adlandınlan) daha eski tekelci kapitalizmin yeni, ço
kuluslu ve ileri teknolojik mutasyonuna doğru ekonomik ya da düz-
güsel dönüşümü arasındaki karşılıklı ilişkinin izlediğini varsaya
bilmek olasıdır. Bu tür ekonomik yorumlardan bu yeni tiple ilgili gi
derek artan sayıda yeni özellikler türetilebilir, ancak yeni uzamsal es
tetik ve onun varoluşsal yaşamı üzerine geliştirilebilecek somut her
hangi bir yorum, yeni birtakım ara safhalara ya da diyalektiğin
"aracılar" (mediations) adı verdiği ek birtakım süreçlere gerek duya
caktır.
Bu nedenle, "kuramsal sanat"da, kalıt olarak devrandan tüm form
ların sorunsallaştınlması ya da çözülmesi bizi uzamda akışın dışında,
tek başımıza bıraktığı anlamda, uzamsallaştırma göstergesinin altında
durmaktadır. Kavramsal sanat, Kant'çı bir süreç biçiminde tanımla
nabilir; şöyle ki, bir sanat yapıtıyla ilk kez karşılaşıldığında dolaysız
herhangi bir temsile ya da izlekselleştirilebilen öz-bilince ya da düşü-
nülebilirliğe normalde duyarlı olmayan ve bunlara ulaşamayan zih
nin kendi kategorileri esnekleştirilirler ve yapılandıncı varlıklan şimdi
izleyciler tarafından yanlamasına, genellikle farkına varmadığımız
kaslar ya da sinirler gibi, Lyotard'ın "paralojizmler" adını verdiği o
kendine özgü zihinsel deneyimler biçiminde -diğer bir deyişle, bilinç
li uslamlamalar yoluyla üzerinde düşünemeyeceğimiz ve çözümle-
yemeyeceğimiz ve bizleri görsel durumlara karşı yetersiz kılan algısal
paradokslar olarak görülürler. Örneğin, bence Norman'ın enstalas-
yonlan, hatta Sherrie Levine'in temsillerin temsilleri, izleyicinin zih
nini bir kez daha paralojik sürecin kendisinin şaşkına çevirici safhala
rına geri gönderen, çözülemez, ama ayru zamanda da somut biçimde
bu tür görsel ve algısal çatışkılan üretmek üzere tasarlanan cehennem
makineleridir. Bu bağlamda "kavramsal", sürecin (deneysel anlamda)
en son konusunu -yani aynı zamanda bunların kendi içlerinde nesne
ler olarak hiç bir zaman görünemeyeceklerini ve izleme sürecinin her
aşamasında elimizde bulunan tek şeyin, bir zamanlar "sanat yapıtla
rı" olarak kuramsallaştınlan formlar olarak süreçle ilgili maddesel
durumlar olduğunu anlamış olmamız koşulu ile -zihnin kendisinin
alegorik kategorilerini- belirlemektedir. Kavramsal işlemin uzamsal-
laştınlması da bu anlamda gerçekleşmektedir; zira bize defalarca,
içinde hareket ettiğimiz tek unsurun ve geçirdiğimiz bir deneyimin
tek kesinliğinin uzamsal alan olduğunu vurgular (ancak, -kavramsal
yapıtlar adı verilen- bu uzamsal bahanelerin kendilerinin, klasik sanat
yapıtının öne sürdüğü gibi kendi içlerinde maddeselleşmiş anlam
formlan oldukları anlamına gelmez. Bu tür kavramsal sanatın misyo
nu ile (büyük ölçüde aynı şekilde tanımlanabilen) yapısökümü ile ilgi
li bazı klasik metinler arasındaki ilişki açıkça bellidir, ancak bu du
rum, bizzat uzamsallaştırma ile ile ilgili bu yeni okuma yöntemi
arasındaki ilişkiler konusunda başka birtakım sorular ortaya atmak
tadır. Örneğin, bir felsefi ya da kuramsal "deneme"nin okunuş boyu
tu, okumanın kendisinin yapısöküştürücü sorunsallaştirmasırun aynı
zamanda çerçeveyi açarak bizi başka bir yere ulaştıran geleneksel sa
natın biçimsel sınırlarına bir şekilde benzemez mi? Çağdaş düşüncede
dış dünyanın geniş çapta metinselleştirilmesinin (metin olarak beden,
metin olarak devlet, metin olarak tüketim) bizzat postmodem uzam-
sallaştırmanm temel bir formu olarak ele alınmasının gerekliliği açık
ça bellidir ve bu denemenin buradan sonraki bölümünde de bu konu
ele alınmaktadır.
Bununla birlikte, kavramsal sanata ve onun evrimine gelince, şu
gerçeği de eklemekte yarar var: Kavramsal sanatın daha sonraki poli
tik varyantı -örneğin Hans Haacke'nin eserlerinde- algısal kategorile
rin yapılarının çözülüşünü özgül olarak, süreci çevreleyen kuramlara
doğru yeniden yönlendirir. Burada "yapıt"ın paralojizmleri, uzamı
maddesel bahanelere doğra yönlendirerek ve sanatsal altyapı boyun
ca zihinsel devreyi kaçınılmaz kılarak müzeyi de kapsarlar. Gerçekten
de Haacke'de gelip vardığımız nokta yalnızca müzenin kendi mekanı
değildir. Bunun yerine müzenin kendisi, bir kurum olarak kendi yö
netim kurulu ağına, çokuluslu şirketlerle bağlarına ve son tahlilde de
bilinen anlamda geç kapitalizmin global sistemine açılır ve böylece kı
sıtlı bir kavramsal sanatın sınırlı ve Kantçı bir projesi gibi görünen sü
reç (tüm özgül temsili çelişkileri ile birlikte) bilişsel haritalandırmanın
kendi hedefini oluşturacak biçimde genişler. Her durumda
Haacke'de, kavramsal sanatta en baştan beri içkin olan uzamsallaştm-
cı eğilimler, kendisini içinde bulunduran müzeyi ortaya çıkartmak
üzere kendi gerçekliğini geçersiz kılan "sanat yapıtı" ile, yalnızca ku
rumsal yapıyı değil, aynı zamanda kapsamı içine alındığı kurumsal
bütünlüğü de içine almak üzere yetkesini genişleten "sanat yapıtı"
arasındaki rahatsız geştalt değişimleri içinde iyice belirginleşirler ve
kaçınılmaz bir durum alırlar.
Bu noktada, Haacke'den söz etmek, elbette genelde postmoder-
nizm (ve aynı zamanda da burada ele alman uzamlaştıncı eğilimlerin
kendileri) tarafından yönetilen en temel sorunlardan birini; yani,
postmodernist sanatın olası politik içeriğini gündeme getirmek anla
mına gelecektir. Böyle bir politik içeriğin (realizm bir yana) daha eski
modemizm içinde formel açıdan gerçekleşebilen içerikten zorunlu
olarak yapısal ve diyalektik yönden çok farklı olacağı gerçeği,
postmodern ile ilgili alternatif tanımların tümünde de örtük bir bi
çimde vurgulanmaktadır. Ancak bu, çalışmanın daha önceki bölümle
rinden birinde ortaya çıkan kısa elden uygun bir sorun ile dramatize
edilebilir: Andy Warhol'un -meta ya da tüketici fetişizminin açıkça
temsilcileri olan- Coca Cola şişeleri ve Campbell's çorba kutularının
neden eleştirel ya da politik bildirimler işlevine sahip olmadıkları so
rusu. Bununla birlikte (benimki de dahil) postmodemle ilgili dizgesel
yorumlara gelince, bu yorumlar, başarılı olduklan ölçüde aynı za
manda başansızlardır da. Ve kişi, yeni kültürel başatlığın antropolojik
özelliklerinin -örneğin, tarihselciliğin yitimi- ne denli altını çizer ve
bunları ne denli yalıtırsa, o ölçüde kendini bir köşeye sıkıştırılmış bu
lur ve bu tür bir kültürle ilgili herhangi bir yeniden politikleştirme sü
reci de o ölçüde olanak dışı kalır. Bununla birlikte, postmodemin bü
tünleyici yorumu her zaman kendi bünyesinde birbirine karşıt çeşitli
kültür biçimlerine: marjinal grupların, kökten farklı kalıntılar halinde
ya da yeni yeni ortaya çıkan kültürel dillerine yer ayırmıştır; bunların
varlığı, Birinci Dünya'nın kendi içsel dinamiği ile kendi içinde bir
Üçüncü Dünya'yı oluşturduğu geç kapitalizmin zorunlu biçimde eşit
siz gelişimi içinde olumlanmaktadır. Bu bağlamda postmodemizm
"salt" bir kültürel başatlıktır. Onu kültürel tahakküm terimleri ile be
timlemeye çalışmak, toplumsal alanın kapsamlı ve tekdüze kültürel
homojenliğini öne sürmek değil, tam olarak, bu toplumsal alanın,
kendi kapsamına almak ve bütünleşmek gibi bir misyona sahip oldu
ğu diğer devingen ve heterojen güçlerle birlikte varoluşunu ima et
mektir. Bununla birlikte Haacke'nin durumu, kökünden farklı bir so
runu ortaya çıkartır; zira onun yapıtı açıkça postmodem, ancak aynı
ölçüde de açıkça politik ve karşıt bir kültürel üretimdir -ki bu, ne pa
radigmaya uyar, ne de kuramsal yönden onun tarafından önceden
görülebilmiştir.
Bununla birlikte bu denemenin kapsamı, yukarıda beUrttiklerimiz-
den daha kısıtlıdır: Eğer, biraz önce yaptığımız gibi postmodemizmin
değerlendirilmesi sorununun en son politik koordinatlarını kesin ola
rak belirtmesi gerekiyorsa, burada ele aldığımız konu, bugün
postmodemin çeşitli formlarında izlenebilen Ütopyaa güdülerin ara
sında kapsamı daha sınırlı tutulanı olur. Kişi, çağdaş herhangi bir po
litika içinde Ütopyaa görümün yeniden oluşturulması üzerinde
durmayı şiddetle İsteyebilir; bize ilk kez Marcuse'un öğrettiği ders, bu
dönemin ve bizim bu dönemle ilişkilerimizin yeniden değerlendiril
mesinde hiç bir zaman gözardı edilmemesi gereken altmışlı yılların
kalıtının bir parçasıdır. Öte yandan, şu gerçeğin de kabul edilmesi ge
rekir ki, Ütopyaa görümlerin kendileri henüz bir politika oluşturma
mıştır.
Bununla birlikte Ütopya, postmodem ile ilgili herhangi bir kuram
ya da bunun dönemselleştirilmesine karşı kendi özgül sorunlarını or
taya çıkartmaktadır. Zira, geleneksel bir görüşe göre postmodemizm
aynı zamanda "ideolojilerin sonu" ile kesinkes aynı anlama gelmek
tedir. Bu görüş (post-endüstriyel toplum görüşü ile birlikte) ellili yılla
rın tutucu ideologları (Daniel Bell, Lipset, vb.) tarafından ilan edilmiş,
altmışlı yıllarda dramatik bir biçimde "yanlışlığı kanıtlanmış", ancak,'
yetmişli ve seksenli yıllarda geri dönerek geçerliliğini korumuştur. Bd
bağlamda "ideoloji", Marksizm anlamına gelir ve "ideolojinin sonu";
1984 gibi savaş sonrası dönemin büyük anti-Stalinist anti-ütopyalar
tarafından güçlendirilmiş bir biçimde Ütopya'nın sonu ile birlikte
gerçekleşir. Ancak, bu dönemde "Ütopya", aynı anlamda "sosyalizm"
ya da o dönemin eski radikallerinin neredeyse yalnızca Stalin ve Sov
yet komünizmi ile özdeş kılındıklan, köktenci biçimde farklı bir top
lum yaratmaya yönelik her türlü devrimci girişim için bir "kod söz*<
cük" olmuştur. Ellili yılların tutucu düşünceleri tarafından kutlanan
bu genelleştirilmiş "İdeolojinin ve Ütopya'nın Sonu", aynı zamanda
bu düşüncenin radikal bir biçimde eleştirildiği Marcuse'un Tek Boyut
lu İnsan 'inin da ana konusunu oluşturur. Bu arada, kendi dönemi
mizde postmodemizmin başlıca manifestolarının neredeyse tümü -
Venturi'nin "ironi" sinden, artık inancın sönmesi anlamına gelen
Achille Bonito-Oliva'nın "ideolojiden arındırma"sına ve ileri moder-
nizm ile "politiğin" (yani Marksizme ilişkin) ikili Mutlaklıklara değin
benzer bir gelişimi kutlar. Altmışlı yıllan bu tarihsel anlatının içine
yerleştirecek olursak, herşey değişir: Marcuse gerçek anlamda Ütop-
yacı düşünce ve imgelemin bir patlama içinde yeniden doğuşunda tek
ad olur. Bu tarzın yazmsal yönden en kapsamlı biçimde yeniden keşfi
Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler'i (1974) olmuştur; öte yandan, Emest
Callenbach'ın Ecotopia’sı, birbirinden farklı tüm Ütopyaa güdülerin
bir toplamını sunmuş ve Edward Bellamy'nin Looking Backıvard'rnda
ve Kuzey Amerika'nın politik Ütopyacılığına benzer daha önceki dö
neminde kendi kurduğu Nasyonalist Parti çerçevesindeki kitle hare
ketinde olduğu gibi, tüm bir politik hareketin kristalize edilebileceği
bir kitabın yazılmasına ilişkin (oldukça Ütopyaa) tutkuyu yeniden
canlandırmıştır. Bununla birlikte, altmışlı yılların Ütopyacı güdüleri
bu şekilde bir koalisyon yaratmaktan çok ortak paydası (genelde an-
tikapitalist) çeşitli biçimlerde yeniden ortaya çıkan Doğa
problematiğini oluşturan (yakın çevreye ilişkin, ırksal, etnik, cinsel ve
ekonomik) bir dizi yaşamsal mikropolitik hareketi üretmiştir. Bu top
lumsal ve politik gelişmelerin birinci paradigmamız içinde geleneksel
sol parti politikasının yadsınması ve böylelikle de kendi içlerinde
"ideolojinin sonu"nu oluşturan unsurlar şeklinde yeniden okunabile
cekleri açıkça bellidir. Ne de bu çoğul Ütopyacı güdülerin geç yetmiş
li ve seksenli yıllara değin ne ölçüde uzatildıklan bellidir (Örneğin,
Robert Gober, "Başlıksız Enstalasyon"
Margaret Atwood'un Handmaid's Tale adlı yapıtı (1985) ilk feminist
antiÜtopya ve bu tür Ütopyaa tarzda yazılan son derece zengin fe
minist yazının da son örneği olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan,
burada sözü edilen uzamsallaştırma olgusuna geri dönmek ve altmış
lı yıllarda ortaya çıktıkları biçimde bu denli çeşitlilik gösteren Ütopya»
a görümlerden toplumsal ilişkilerin ve politik kurumlann dönüşü*
münün, mekan ve insan bedeni de dahil olmak üzere manzaralara
yansıtıldığı tüm bir dizi gerçek anlamda kuramsal Ütopyaların gelişi
mini izlemek de olanaklıdır. Bu nedenle, zaman ve Tarih üzerine dü
şünebilme kapasitesini ne denli zayıflatırsa zayıflatsın, Uzamsallaştır
ma aynı zamanda, protopolitik türü de dahil olmak üzere Ütopyaa
görüşe libidinal bir yatınm için tümüyle yeni bir alanın kapılarını aç
maktadır. Her durumda, ardına kadar açamasak da, hiç değilse arka
sında neler olup bittiğini gözetleyebilmek için aradığımız da, bu aralık
kapıdır.
Robert Gober'in enstalasyonu, en azından açık bir kapı çerçevesi
sunduğundan dolayı, bu soruşturmayı sürdürebilmemiz için kusursuz
bir yer gibi görünür. Aynı zamanda bizi, zaten açık seçik uzamsal sa
natla uğraştığımız bir durumda uzamsallaştırma kavramlarının uy
gunluklarının ne olabileceği sorusunu sormaya zorlar -ve yanıt bula
bilme konusunda bize yardıma olur. Ne var ki, burada postmodern
uzamsallaştırma çeşitli uzamsal medyalar arasındaki ilişkilerde ve re
kabetlerde -örneğin, medya olarak videonun film üzerindeki ya da
fotografinin resim üzerindeki savlan ve biçimsel gücü ile- kendini gös
terir. Gerçekten de burada uzamsallaştırmadan, geleneksel güzel sa
natların medyalaştınldıklan bir süreç şeklinde söz edebilmek olasıdır.
Diğer bir deyişle, bunlar, kendi içsel üretimlerinin aynı zamanda sim
gesel bir mesaj ve söz konusu mediumun "statüsü" üzerinde bir ko
num oluşturduğu medyatik bir sistem içinde çeşitli gereçler olarak
kendi varlıklarının bilincine varmışlardır. Bu nedenle -bir zamanlar re
sim, yontu, yazım ve hatta mimari olarak adlandınlabilen gereçleri
kapsayan- Gober'in enstalasyonu etkilerini gereçlerin üzerinde bir
yerden değil, bunların kendi aralarında oluşturduklan ilişkilerin diz
gesinden çıkartmaktadır: Normal olarak sentezinden ya da birleşimin
den bir tür süper ürün ya da aşkın nesne -Gesamtkunstwerk- ortaya
çıktığını ima eden "Karışık Gereçlerin" daha geleneksel deviniminden
çok, bir tür yansıma (reflexivity) şeklinde nitelendirilmesi daha uygun
bir. süreç. Ancak enstalasyon, bu anlamda bir sanat nesnesi değildir.
Herşeyden önce, bakmak üzere hiç bir "temsil" yoktur. Kapı, re
sim, yığın, metin, bunlardan hiçbiri, kendi içlerinde bizim bölünme
miş dikkatimizin nesnesini oluşturmazlar; ancak, aynı şeyler, bir
Haacke enstalasyonu için ya da onunda ötesinde en yanlış yönlendi
rilmiş müze ziyaretçisinin, örneğin video görüntülerinin içeriğinde
herhangi bir "sanat" arayacağı Nam June Paik'in özünde postmodem
düzenlemeleri için de söylenebilir. Ancak Haacke (ve hatta Paik'in po
litik olmayan "kavramsal sanat'ı) ile aynı zamanda bir "kavram" da
uyandıran bu uzam arasmda görünürde derin bir metodolojik farklı
lık, bu işlemlerde açıkça bir ters ilişki söz konusudur. Haacke'nin ya
pıtı, belirtildiği gibi durumlara özgüdür; olduğu gibi müzeyi -
kuramsallığı içinde- ön plana çıkartmaktadır. Gober'in tümüyle yok
sun olduğu bu özelliğin, projenin içeriğinde var olan idealizmi konu
sundaki kişilerin en büyük korkularını olumlasa bile, Gober'in olum
suz ya da politik olmayan Ütopyacılığını ortaya çıkarttığı söylenebilir.
Haacke, yapısökücüdür: Onun sanatını düşündüğümüzde, moda
olan bu sözcük oldukça kaçınılmaz görünüyor (ve kendi bağlanımda
sahip olduğu özgün, güçlü, politik, yıkıcı anlamı kısmen geri getiri
yor). Haacke'nin sanatında Avrupa'ya özgü kültürel-politik bir çürü
müşlük vardır: Gober'in sanatı ise Shakers ya da Charles Ives kadar
Amerikalıdır: olmayan toplumu, "görünmeyen alımlayıcısı", Ador-
no'nun değil Emerson'un okurlarından oluşur. Bu noktada, bu tür ku
ramsal sanatın -öyle olduğundan dolayı- Haacke ve diğerlerinin par
çalara ayırdıkları türde varolan bir kavramı oluşturuyor olmasından
değil, henüz varolmayan bir kavramla ilgili bir düşünceyi oluşturma
sından dolayı karşıtından ayrıldığını belirtmek istiyorum.
Ancak, mimari üzerine tartışmalanmızda görmüş olduğumuz gi
bi, tek başına kültürel bir modifikasyonun Ütopik değeri, göstergeler
ve belirtilerin sistematik çoğalümın olduğu kadar muhtemel değişim
lerin göstergeleri biçiminde de yorumlanabilen muğlak bir yargıdır.
Bu nedenle modemist uzam, kendisini bir "novum"a, yeni yaşam bi
çimlerine doğru bir ilerleme, köktenci bir ortaya çıkış, Schönberg ve
ondan sonra da Marcuse'un belirttikleri başka gezegenlerden bir esinti
(Stefan George), doğmakta olan yeni bir çağın ilk ışıklarının haberci
liğini yapan bir gösterge şeklinde sunar. Şimdi, modem mimarinin
uğradığı başansızlıklann geç de olsa anlaşılmasından sonra moder-
nist uzam, daha yüksek bir yoğunlaşma düzleminde sistemin kendisi
nin mantığını yeniden üretebildiğim kanıtlamış, ileri doğru bir atılım
Nam June Paik, T V . Clock"
içinde sağaltıma pozitivizm ve standartlaşma ile ilgili ussallaştırma
ve işlevselleştirme ruhunu, o ana değin düşlenemeyen bir inşa edilmiş
mekana dönüştürebilmeyi başarmıştır. Ortaya çıkan alternatiflerin
üzerine herhangi bir karara varmak, ancak modemizmin gerçekten
misyonunu ve projesini tamamladığını mı, yoksa bir müdahaleye uğ
rayarak temelde eksik ve yerine getirilmemiş bir durumda mı kaldığı
konusundaki ilgili tarihsel sorunun araalığı ile mümkün olabilecektir.
Yine de, postmodem, şimdi ek bir olasılık, Ütopyaa beklentiler ile
ilgili kavramın kuramsal, figüratif olmayan bir biçimde ön plana çı
kartıldığı üçüncü bir okuma türü sunabilmektedir. Gober'in projesi en
iyi, Le Courbusier'nin tüm ekonomik ve toplumsal engellere karşı, in
şa edilmiş, mekanın bir anda dönüştürülebilmesine yönelik proto-
politik misyonunu yadsıyan bu olasılığın perspektifi içinde kavrana-
bilmektedir. Althusser'den ödünç aldığımız bir ifade ile bu proje, bir
tür Ütopyacı uzamın üretimi olmaktan çok, böyle bir uzam ile ilgili
kavramın üretimi şeklinde algılanmalıdır. Ve bunun da, çağdaş mi
marların giderek artan bir sıklıkla tasanmladıklan inşa edilmesi ola
naksız "projeler" (kesinlikle mimari anlamda planlar, çizimler ve mo
deller) tasarımladıkları ve günün hiç bir ışığında düşlenemeyen,
Piranesi'nin Roma ya da Le Courbusier'nin defterleri üzerindeki gö
rüşlerinden çok fantazyalan üzerine oluşturduğu görsel belgeleri
anımsatan binalar ve kentsel kompleksler ile ilgili grotesk ve parodik
projeler ile aynı anlamda kavranmaması gerekir. Gober, sözcüğün en
geniş anlamında bile bir mimar değildir; bununla birlikte onun "yon
tulan" binaların iç mekanından ve mobilyalar ile -bazen salt boru te
sisatı gibi görünse de- mutfak ve banyo donanımının görsel malze
mesini oluşturan konutsal kabuk arasındaki eklemlendirmelerden son
derece özgül bazı nitelikler almaktadır.
Enstalasyon, yukarıda belirtilen "projeler"de olduğu gibi yeni bir
tür oturma mekanı temsilini zihnin Ütopyaa perdesine yansıtmayı
amaçlamaz; ve bu işlemin nitelendirici unsurunun -bir uzam kavra
mının üretimi- sistematik yönden işlevini sürdürmesi, işlemin kav
ramsal sanatla ilgili varolan nosyonlar üzerinde bir müdahale şeklinde
bu tür temsillerle arasındaki ayrımı terminolojik yönden belirlemesi ile
gerçekleşir: Burada, yapısökücü işlemin üzerinde yeni bir zihinsel var
lığın üretiminin vurgulanması, ancak aynı zamanda da, bu varlığın
herhangi bir olumlu temsil ve özellikle de "olumlayıcı" herhangi bir
mimariye ilişkin bir taslak içinde özümserime olanağının ortadan kal-
------------------------------------------------------------------------------- -------------------
4
Metinde sayfalarla ilgili olarak yapılan tüm göndermeler, için Achille Bonito-Oliva, The
International Transavangarde (Milan, 1982), bundan böyle “İT” olarak kısaltılacaktır.
r
lumsal alanın durumlara özgü belli bir gruplaşması içinde belli birtaj
kim kuramlar tarafından oluşturulan bir tarihsel yanılgıdan başka bi]
şey olmadığı anlamına mı gelmektedir? Bununla birlikte burada
önemli olan, köktend tarihsel farklılıkların arayışına girmek ve tarafgi]
davranmamak ya da tarihsel değer şahadetnameleri dağıtmamaktır. ;
Bu durumda, bu ruh içinde neo-figüratif resim bugün, kültürle ili
gili tüm imgelerin ve ikonların, su yüzeyindeki kütükler gibi dağıldığı
ve yüzdüğü, görsel yönden şeyleştirilmek, parçalara bölünmek ve di
ğerleriyle birlikte sürüklenmek üzere "gelenek" adı altında geçmişten
şimdiki zamana ulaşan herşeyi kendisine çektiği o olağanüstü uzama)
ta kendisidir. Bu tür resimlerin yapısökücü terimi ile ilişkilendirilmesi
de bu anlamda olmuştur. Zira bu süreç, herşeyin büyük ölçekte bil
teşrihini ve görsel absenin yarılmasını içermektedir.
Bu işlemin -Susan Sontag'm bir zamanlar bir tür "imgeler ekoloji
si", imge toplumu için tüketid karşıtı bir tür "oruç" ya da su kürü
önerdiği anlamda5- terapik bir değerinin bulunup bulunmadığı, açık*
lığa kavuşturulmuş değildir. Her durumda, bireysel ya da kolektif biı
öznenin var olmadığı bir yerde "kür" gibi bir kavramın işlevinin ne
olabileceğini kavramak oldukça zordur. Bununla birlikte güçlü bir et
kileşim -eklektik kısa devre, speküler ya da hatta "scopophilic" yanıl
et çatırtısı -David Salle'ın resminde olduğu gibi- en iyi durumda
kendisini bu tür resimden ayırır. Salle'ın arketipsel kategorisi (zira bu
tam olarak bir form değildir) dyptich ya da çiftli panonun (zaman
zaman üst üste bindirme (super-position), üstüne çizme (over
drawing) ve "overdoodling" olarak adlandırılan) boş bir örgütleniş
gibi görünür; bununla birlikte, bu tür bir jeste (şimdi bu resme ve bu
na bakınız) geleneksel olarak eşlik eden içerik -sağınlaştırma
(authentification) ve sağınlaştırmadan arındırma (deauthentification),
maskeden arındırma, bir gösterge sisteminin, bir diğer gösterge sis
temi ya da "gerçekliğin" kendisi adına geçersizliğinin kamtlanması-
yokluğunu sürdürür: Öte yandan, aynı zamanda ideolojinin sonu,
özellikle Freud'un ve psikanalizin sonu, herhangi bir yorumsayıcı yz
da yorumlayıcı bir sistemin bu yanyana konumlandırılmalarının ev
cilleştirme ve onlara kullanılabilir anlamlar kazandırabilme konusun
daki güçsüzlüğünü kanıtlar. Bu nedenle işlendiklerinde, bunların "iş
ler durumda" olduklarını onaylayan şok ile, size ideolojik amaçlara
5 Susan Sontag, On Photography (New York, 1977), s. 180. (Fotoğraf Üzerine, Agora: 2009).
yönelerek taciz edecek sanat nesnesinin yokluğundan, ama aynı za
manda da (sanat nesnesinin) "çok boyutlu dağılımından" kaynakla
nan, Bonito-Olivaa'run sözünü ettiği "yumuşaklık" arasında bir ayı-
nm yapabilmek zorlaşmaktadır.
Böylece, bir yandan David Salle'ın temel ve üstyapı özelliklen ola
rak nitelendireceğim çalışmasında ve burada sözü edilen fotoğrafçı
larda çeşitli şekillerde uygulandığı biçimde -en uygun terimle "tuval
(screen) segmentasyonu" olarak nitelendirebileceğimiz "dyptich" çer
çeveleme, belli bir sıra düzenini izleyen kolaj, makasla kesilen imge
lerden oluşan- bu fragmantasyon uygulamasını yan yana yerleştir
mek oldukça yararlıdır: Wasov'un yeniden fotograflanan ve yeniden
bir araya getirilen imgeleri, Simpson'un "iris" çiçekleri ve betimleyici
başlıklan, Larry Johnson'un özdeyişleri, Cypis'in çok panolu anato
mik teşrih nesneleri, Welling'in yazınsal analizleri, hatta VValTın say
dam levhaları, gerçek fotoğrafın manız kaldığı ışıklı, hatta stereosko-
pik performanstan (bu performans, Salle'da olduğu gibi resmin
üzerine baskı ya da bitiştirme yöntemiyle değil, yüzeyin altında ek bir
boyut gibi yansıtılmaktadır) ayrı tutulduklan durumda bu şekilde al-
gılanabilmektedir. Bu "yapıtların" ya da "metinlerin", parçalan ya da
segmanlannın birbirlerini demistifiye etmediklerini söyleyebileceğimi
hissediyorum (ancak Simpson'un sanatı böyle bir noktaya yaklaşır ve
Cypis'in "feminist" unsurları -yani kadm bedeninin parçalan- kök
tenci bir okumaya yönelik belli bir zorlayıcı girişimi sağlar). Ancak bu
konuya en iyi algılama yolu ile yaklaşılabilmektedir.
Örneğin, bize söylendiğine göre, fotoğrafta algılama, büyük ölçüde
daha sonra bu özgül görüntü ya da "poz" (exposure) hakkında bek
lenmeyenin ne olduğunu keşfedebileceğimiz belirlemeye, objeyi hiç
değilse jenerik olarak tanımlayabilme konusunda önceden gerçekleş
tirilen bir girişime bağlıdır. Belli bir ön bilgi, bir nomenklatür ya da
genel bir terminoloji. Ancak bu özellikler, şimdi görünürde çağdaş
fotografiye aktarılmışlardır; burada, biçemsel parçalan tanıyarak be
lirlememiz gerekmektedir; tek tek belirlenmeleri, bunların daha sonra
kesinlikle diğer unsurlardan ayrılmalarını sağlar; "semiotik tözlerin"
birlikte varolmalan ve aralanndaki çatışmalar da bundan kaynaklanır.
Kanım odur ki, çağdaş fotografinin segmanlara ayrılması, zorunlu
olarak ressamların yapısökücü tarzı ile aynı biçimde işleyebilir, ancak
henüz doğru tarihsel ve formel kategorilerine sahip olamadığımız
daha yeni yapılara özgü birtakım göstergeleri yansıtabilirler.
Altmışlı yıllarla seksenli yıllar arasındaki iklim farkı, J. G.
Ballard'ın, örneğin Vahşet Sergisi'nde Oliver Wasow'un fotoğraflarınım
(Bkz. Bölüm I'de reprodüksiyonu sunulan # 146) omurga görüntüleri'
olarak nitelendirebileceği özellik üzerinde biraz durduğumuzda ken
dini belli edecektir. Gerçekten de, YVasov/un fotoğraflarında eksik
olan, Vietnam ve Kongo'nun, çürüyen gökdelenler ve çöken süper
otoyolların aşığı altındaki görüntüleri üzerinde çok araçlı araba kaza*
lan biçiminde Hiroşima'yı geri getirdiği altmışlı yılların şiddet ve acı
larının oluşturduğu arkaplan düzlemidir. Bununla birlikte görünümün!
tabakalandınlması, "Belleğin Kalıcılığı" başlığını taşıyan aşağıdaki pa
ragrafta Ballard'ın canlandırdığı görünüm ile garip birtakım benzer
likler içermektedir:
"Kumların eridiği boş bir kumsal. Burada saatle ölçülen zaman artık
geçerli değil. Gizil büyüme ve olanaklılığın simgesi embriyo bile ku
rumuş ve gevşemiş. Bu görüntüler, zamanın anımsanan bir anından
artakalanlar. Talbot için, en rahatsız edici unsurlar kumsalın ve denizin
düz bir çizgiyi oluşturan bölümleri. Bu iki imgenin zaman içinde bir
birlerinin yerini almaları ve onun kendi bölünmemiş sürekliliği içinde
birleşmeleri, onların (Talbot'un) öz-bilincinin katı ve ödün vermez ya
pılan olarak şekillendirdi. Daha sonra, uçuş noktası boyunca yürüdü
ğü sırada, kendi bilinçli gerçekliğini oluşturan çizginin, dingin ve
uyumlu bir geleceğin biçimlendirilmiş unsurlan olduğunu fark etti."6
6 J. G. Ballard, “The University of Death” Love and Napalm: Export U.S.A. içinde, s.27.
David Salle, "Wild Locusts Ride
temlerimize nüfuz ederek kendi varolmayan varlıklarını, koşut yo
ğunlukların boş formları, düzlemler, ana renkler, pre-Sokratiklerin ilk
maddeleri ya da doğa durumunun en son yalınlıklarına ilişkin geçmi
şe yönelik bir düş kadar belirgin var olmayan tözlerin tabakalaştml-
malan ile hissettirdikleri "dingin ve uyumlu geleceği", bu Ütopyacı
durağan dönemi (William Morris) araştırmaktadır. The Voices of Ti
me'm doruk noktasında, aynı zamanda evrenin uzamsal unsurları ro
man kahramanı ile konuşurlar, ancak bu konuşmalarını, çeşitli entropi
oranlarının birbirinden farklı dilleri ve bildirişim yollan ile iletebilirler:
Powers birdenbire karanlık gökyüzünde parlak bir kireç tepesi gibi
yükselen dik kayaların yoğun ağırlığım hissetti... Bu dik kayalan yal
nızca görmekle kalmıyor, aynı zamanda, bunların ne kadar yaşlı ol
duklarının da farkına vanyordu. Aşınmış zirveler ... bunların her biri
kendilerine özgü görüntülerini ona iletiyor, bin ayn ses, hep birlikte bu
sarp kayaların yaşamlan boyunca geçen toplam zamanı anlatıyorlardı.
Gözlerim tepelerin yüzeyinden ayırdığında, ikici bir zaman dalgasının
birincinin üzerinden geçtiğini hissetti. Şimdi görüntü daha da geniş
lemişti, ancak perspektif daralıyor ve tuz gölünün oluşturduğu geniş
diskin üzerinden yansıyordu... Powers, gözlerini kapatarak geriye yas
landı ve iki zaman cephesi arasındaki uzamda, zihninde görüntülerin
derinleştiğini ve güçlendiğini hissederek arabayı sürmeye devam etti.7
8 Bkz. T. W . Adomo ve M. Horkheimer, Dialectic of Enlightenment (New Yok, 1972), s. 15 ff. (Ay
dınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı, İstanbul: 2010).
melere karşı çıkan argümanlardan birisi de, sanat ve kültürün ne ol
duğu üzerindeki kavrayışlarımızda ortaya çıkan değişikliktir: Zira,
daha eski tür sanat tarafından iletilen ve bugün artık tahammül edil
meyen mesajlardan biri de, fotografinin (fotografik gazetecilik değil)
bir "sanat" olduğu savı idi; yeni resimlerin böyle bir savı savundukla
rı ya da beyan ettikleri söylenemez. Böyle bir Ütopyaalığm -estetik
bir ideoloji de dahil olmak üzere bir ideoloji olduğu açıkça bellidir:
Ancak, herşeyin bir ideoloji olduğu ya da daha iyisi, ideolojinin dışın
da hiç bir şeyin bulunmayacağı konusunda minimal bir uzlaşmaya
vardığımız bir dönemde, bu da tehlikeli bir giriş sayılmaz. Yine de
günümüzde şu gerçeğin farkedilmesi gerekiyor ki artık her yerde -ve
bu arada, sanatçılar ve yazarlar arasında- açıkça ilan edilmeyen bir tür
"Ütopik örgüt": Edimlerinin tam olarak belirlenmesi zor, programı
belirtilmemiş, hatta belki de henüz formüle edilmemiş, varlığı genel
de vatandaşlar ve yetkililerce bilinmeyen; ancak, üyelerinin birbirleri
ni gizli birtakım Masonik işaretler aracılığı ile tanıyabildikleri bir ye
raltı örgütü ile karşı karşıya gelindiği gözlemlenmektedir. Hatta, bu
yazıda sözü edilen sergiye dahil sanatçıların da böyle bir örgütün ka-
tılımcılan arasmda yer almalan bile olanaklı görünüyor.
KURAM
POSTMODERN KURAMSAL SÖYLEMİNDE
İÇKİNLİK VE NOMİNALİZM
1 Berkeley, Calif., 1987. Metinde daha sonra yer alan tüm göndermeler GS olarak kısaltılmıştır.
2 Alıntı W.J.T. Mitchell, ed. Against Theory (Chicago, 1985) s. 11-28. s. 11-28 (Derrida ve
Gadamer üzerine) yazılan bu makalenin ikinci bölümü Critical Inquiryde yayınlanmıştır. Metinde
yer alan göndermeler ilk metne ilişkindir ve AT olarak kısaltılmıştır.
dönemleştirme konularını olumlu ve üretken bir biçimde baştan ta
nımlarlar. Son olarak kitap yüzeysel bağlamda açık olmayan yazınsal-
eleştirel yaklaşımlarla ilişkileri, güçlü (ve bazılarına göre saldırgan)
politik tavırlan ortaya koyar. Bu konuların hepsi de tek tek üzerinde
daha fazla durulmasını gerektirecek türdendir; birlikte ele alındıkla
rında ise, Michaels'ın yazılan (ancak ben "onun" yazılarının bundan
daha da önemli olduğunu anlatmaya çalışacağım) çağdaş (ya da çağ
ötesi) eleştiri ve kuramı içinde bulunduğu ısıyı yansıtmada örnek bir
fırsat oluştururlar.
Michaels-Knapp'm program-yazısmda "Kuram"ın, terimin son
yirmi yıl boyunca çoğumuz için, Avrupa'da yazılan ve artık ciltler do
lusu bir oyluma sahip malzemeyi beklenmedik bir biçimde gözardı
eden, ödün vermez ölçüde kısıtlı bir kategori oluşturduğu gözlem
lenmektedir. Denemenin gönderme çerçevesi (frame of reference)
Gayn-Amerikan ve Avrupa kültürüne yönelik "kuramcılara" özellikle
Anglo-Amerikan görünecektir ve bizlerin, yerine koymaya çalıştığı
mız "kuram"m (yapısala, postyapısal ya da Alman felsefesi veya di
yalektik anlamında) yeni birtakım sorunlan ya da ilgi alanlarını vaat
ettiği genelde kaçmaya çalıştığımız İngiliz Dili Bölümünün ilgi alanı
çerçevesinde ele alman konulara bir geri dönüş gibi gelecektir. (Kendi
içinde bir "ölçüt" oluşturan bu şiiri ya da metni okumanın geçerliliği
nedir?) Bu bağlamda elbette Gadamer devreye girer: Ancak Hirsch'in
rakibi olarak; Derrida, yalnızca Amerikan kültürü ile bağlantılarından
dolayı değil, aynı zamanda, herşeyden fazla, Searle ile sürdürdüğü
güçlü polemikten dolayı da, bu bağlamda yer almaktadır: Burada
sanki, natüralizme yöneliş şimdi, yalnızca Anglo-Amerikan kültürün
azılı düşmanlarının varlığına bağlıymış gibi bir görünüm ortaya çık
maktadır. Ancak, daha sonra da belirteceğim gibi, kıta Avrupa'sına ait
belli başlı izlekler ve konular aynı zamanda The Gold Standard'da da
yeniden yüzeye çıkmaktadır ve Michaels'ın savının mantığı, onu bu
konu ve izleklerin yeniden keşfine yönlendirmektedir. Kanımca, kita
bın en olağanüstü ve hayranlık uyandıran özelliği de, felsefi bir buluş
sürecini gözlerimizin önünde sergilemesi ve Michaels'ın tüm dikkati
ni yazının içeriği ve daha büyük sorunların, olduklan durumda, ken
di anlan içinde gündemde yer alan şu ya da bu kuramsal "trend" ya
da sloganın gücü aracılığıyla içeriğe dışarıdan eklemlenmeleri, kendi
çalışma nesnelerinin içsel dinamikleri üzerinde yoğunlaştırmasıdır.
Belki de şu gerçek "Against Theory"nin genelde kışkırtıcı programı
nın derinliklerinde yatan gerçeklik anı olarak kabul edilebilir: Çevik
lik ve alımlayabilme yetisinin uygun bileşimi ile sorunların, bizlerin
günümüzün kuramsal söyleminden kaynaklanan şeyleştirmelerine
doğru bir sapma yapabilmemize fırsat verebilecek biçimde kendilerini
ortaya çıkartmaları beklenebilir. Bununla birlikte bu, burada ele aldı
ğımız metinde "kuram" sözcüğü ile "belirtilmek istenen" anlam de
ğildir; buradaki bağlamda kuram, yazarlarının tüm özetlemeleri ile
kısaca belirtilebilen bir şey, yani "gerçekte birbirinden aynlamayan te
rimleri bölerek kuramsal sorunlar üretme eğilimi" (AT: 12) olmakta
dır. Böylece bu eğilim, ayrıcalıklı iki tür hata şeklinde tanımlanır ve
yerelleştirilir: "Yazarın amacının ve metinlerin anlamının" ayrımı ve
"bilginin" inançlardan ayrılması sonucu bir şekilde "inançlarımızın
dışında" varolabileceğimiz nosyonunun (AT: 27) üretildiği ve böylece
"kuram"m artık "insanların pratiği dışarıdan yönelebilmeleri için pra
tiğin dışmda bulunabilme girişimleri içinde benimsedikleri tüm yön
temler" anlamına geleceği (AT: 30) daha geniş ya da daha yoğun söy
lemde "epistemolojik" patoloji. Her iki konuya da sırası gelince geri
döneceğiz, ancak şunu belirtmek gerekiyor ki, bir kodlandırma ya da
terminoloji, bunları bir şekilde bir araya getirmeden önce bu iki özel
liği, bir yanda özne, diğer yanda ideoloji ile ilgili konular şeklinde bir
birinden ayıracaktır. Michaels-Knapp argümanının kendi hedefleri
üzerine en ilginç soruyu: Neden onların terimleriyle, gerçekte birbi
rinden aynlmayan terimleri bölmenin ısrarla bir hata ya da yanılgı
olmayı sürdürdüğü ve neden kişilerin bu hatayı sürekli yineledikleri
ya da herşeyden önce, işlemiş olduklarını gözardı ettikleri sorularını
kapsayan yüzeysel bir itiraz, bu tartışmayı gereğinden önce sona erdi
recektir. Hataların ve yanılgıların kişisel sorunlar, budalalığın ya da
kesinlikten yoksun düşüncenin bir ürünü olduğu öne sürülür: Bu gö
rüş ise, bugün tarihsel bir gizem boyutlarına ulaşmıştır ve buna karşı
ilk yerinde tepki de, bu tür düşüncelerin "tuhaf" ya da "acayip" ol
dukları yolundaki Michaels'm kendisinin Gold Standard boyunca be
nimsemiş olduğu tipik tepki olacaktır. Ve son olarak ad, bazı okurla
rın neden kuram üretmenin sona erdirilmesinin hiç bir (pratik)
sonucu olmayacağı konusunda (Stanley Fish'den alman) oldukça en
dişe verici güvenceyi neden ciddiye almış olabileceklerini de göster
mektedir: Bu, okurların söz konusu sonuçlar üzerine herhangi bir ko
şut görüş geliştirebilecekleri anlamına değil, bizlere birşeyleri
yapmayı sona erdirmemiz konusunda bir uyan yapıldığı, tam olarak
gerekçelerini bilmediğimiz yeni birtakım tabuların, tutkulu bir enerji
ve inanç içinde geliştirildiği konusunda güçlü bir duyguya kapıldığı
mız anlamına gelmektedir. Bu nedenle, bizzat "kuram" üzerine bu
yeni "tabu"da bir "gariplik" vardır.
Bu önerinin gizemli ve umarsız sessizliklerinden biri, zorunlu ola
rak "kuram"ın sona ermesinden sonra felsefenin sahip olacağı ko
num; "son"un kendisinin "içkinlik" ve "aşkınlık" arasındaki eski ger
ginliğin bir tür provası olarak felsefi terimlerin içinde yararlı bir
şekilde yeniden biçimlendirileceği ile ilişkilidir. Yazın eleştirisi alanın
da, Yeni Eleştiri'nin temsilcileri de bu sorun üzerine yoğun bir şekilde
eğilmişler ve bu amaçla, bugün geriye baktığımızda kısaca "forma
lizm" adını verdiğimiz terimi kullanarak yadsıdığımız metinsel içkin-
liğin iyi bilinen başatlığına başvurmuşlardır. Yeni Eleştiri temsilcileri
nin içkinlik ve aşkınlık için kullandıkları terimler "içsel" ve "dışsal"
idi; ortadan kaldırmayı amaçladıkları kuramsal aşkınlık formları, dış
sal tarihsel ve yaşamöyküsel bilgiler, ama aynı zamanda da politik fi
kirler, toplumbilimsel genellemeler ve Freudcu ilgi alanları idi: "Eski"
tarihselciliğe karşı Marks ve Freud. Konuyu bu şekilde ortaya koy
mak, Yeni Eleştiri'nin, -Marksist otuzlu yıllardan akademik sanatın
yüceltildiği ellili yıllara doğru- muzaffer yükselişinin, bu yükseliş sü
recinde çok az sayıda "Kuram" ile karşılaştığının farkına vanlması an
lamına geliyor. Bu dönem, daha sonraki yıllarda bir öç duygusu için
de geliştirilen çok sayıda kuramsal çalışma ile henüz kirlenmemişti:
Felsefe bölümleri bile, varoluşçuluğun neden olduğu fırtına şiddetin
de rüzgarların henüz ilk hışırtılarını duyuyorlardı. Bir kırsal manza
rayı andıran görünüm üzerinde yalnızca eski moda bir komünizm ile
eski moda bir psikanaliz, devasa çirkin yapılar olarak yükseliyorlardı;
tarihin kendisi (ki, o yıllarda o da aynı ölçüde eski moda idi), etkin bi
çimde akademisyenliğin çöp sepetine gönderilmişti. O günlerde içkin
lik, şiir yazma ve şiir okuma anlamına geliyordu ve bu edim, o dö
nemlerde herhangi bir kuramdan çok daha coşku doluydu.
Durumu bu şekilde özetlemek, eleştiri ve kuramın bugün
A.B.D.'de çok daha farklı bir konumda yer aldığının kavranması an
lamına gelecektir. Benim deyişimle "adlandınlan" kuramlar, gerek
tempolan, gerekse sayılan açısından kültürel ve entelektüel atmosferi
başka dönemlerle karşılaştırılamayacak derecede doldurduklarında
ve Yeni Eleştiri'nin "içsellik" aynmını anlamsız kılacak derecede ço
ğaldıklarında, ne şekilde kavranmış olurlarsa olsunlar, böyle bir ay-
nm "adlandırılan" kuramlardan bir diğerini oluşturacaktır. Yukanda
sözü edilen daha erken iki kurama gelince, bugün marksizmlerin ço
ğulluğunun, psikanaliz okullarının çoğulluğunda olduğu gibi,.bunlan
daha az tehdit edici ya da hiç değilse, daha az belirgin biçimde "dış
sal" kıldığı gözlemlenmektedir. Bu nedenle, Paul de Man'ın "kurama
direniş" adını verdiği kavramın (tabii kendi kuranıma), ancak daha
eski direnişlerle açıkça karşılaştınlabilen karmaşık, ikinci derecede
formlara bürünmesi beklenebilir. "Tarihe Dönüş" sloganı bile (tarih-
selcilik gerçekten bu şekilde tanımlanacaksa), "tarih"in kendisinin
bugün "kuram"ın karşıtı olmadığı, ancak kendisinin de tam olarak
çeşitli tarihsel ve tarihbilimci "kuramların" çoğulluğunu oluşturduğu
ölçüde (Annales Okulu, meta-tarih, psiko-tarih, Thompsoncu tarih,
vb.) yanıltıcıdır. Ancak, "çoğulluğun" kendisi, bugünkü entelektüel
durumun daha çok "dışsal" bir tanımı olmaktadır.
Yeni Tarihselciliğin altını çizerken ve ortaya çıkışının öyküsünü an-
laürken karşılaştığımız ilk sorun, varoluşunu bir "ekol" ya da "hare
ket" (veya kuram ya da yöntem) olarak önvarsayan adın kendisi ile il
gilidir; buna karşılık, birazdan göstereceğim gibi, çeşitli katılımcılarını
belirleyen herhangi bir ideolojik içerik ya da inançtan çok, paylaşılan
bir yazma pratiğidir. Belki de, bunların arasmdan çıkmış olmasına
karşın, şimdi dışarıdan, bir suçlama gibi aralarına kaülan bir etikete
yönelik kanşık duygulan bu açıklayabilir. Gerek solda, gerek sağda
(yapısökmenin dışmda) son yıllarda ortaya çıkan çok az hareket (bu
terimi gevşek anlamıyla hala kullanabilirsek) bu denli coşku ve muha
lefete yol açabilmiştir. Gerçekten de, oluşturucu anlamda postmodem
anın, geleneksel avangardlann ve kolektif hareketlerin olanak dışı ol
dukları an şeklinde betimlerdşinin herhangi bir yaran varsa, daha eski
tür bir kolektif hareket gibi göriinen bir şeyin ele verilmesinde çeşitli
"kızgınlık" (ressentiment) formlarının faaliyette olduklan (ya da bu
tür bir hareket veya onun benzeşiminin suçlamalarına hedef olduğu)
söylenebilir. Bu tuhaf durum en azından yapısal yönden olanaksızlı
ğının olumlandığı bir anda gerçek bir avangard hareketin ne olduğu
konusunu yeniden ortaya çıkartmaktadır. Söz konusu durum aynı
zamanda, tam da haksız sayılmaması gereken bir tavırla, kitaplarına
belirsiz genel bir "izm" yaftası yapıştırılarak eleştiriye uğradıklarını
hisseden "Yeni Tarihseld" terimi ile nitelendirilen yazarların duyduk-
lan rahatsızlığı da kısmen açıklamaktadır. Gerçekten de, aşağıdaki
metinde, böyle bir suçu işleyeceğiz ve iyi ya da kötü, Gold Standard'a
Yeni Tarihselci yöntemin tipik bir örneği olarak sık sık başvuracağız.
Ancak bu, önlenemez bir ikilemdir: Sartre'ın da uzun yıllar önce gös
terdiği gibi; benzersiz bir birey olarak içinde bulunduğum özgül du
rumun belirleyici bir unsuru da, her zaman benim diğerleri tarafın
dan mahkum edildiğim ve bu nedenle de seçim bana kalacak şekilde
-utanç, gurur, önleyici davranışlar- uzlaşma sağlamak zorunda bıra
kıldığım (Sartre "sahiplenmek' diyor), ancak, salt özel bir kişi ol
mamdan dolayı bunun ortadan kalkmasını bekleyemeyeceğim genel
kategoridir. "Aynmcı" diğer hedeflerde olduğu gibi Yeni Tarihselci-
lerde de; Sartre'ın belirleyebileceği gibi Yeni Tarihselci, diğer kişilerin
"Yeni Tarihselci" olarak nitelendirdikleri kişidir. Diğer terminolojimiz
içinde bu, sonuçta bireysel içkinliğin, görünürde dışsal kolektif etiket
ler ve nitelikler biçiminde belli bir aşkınlık ile gerginlik içinde bulun
duğu anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, "reddetme"nin kuram
sal formu, ampirik olarak verilmediğinden ve gerçek anlamda varlık-
bilimsel ya da kavramsal bir konuma sahip bulunmadığından dolayı,
aşkın boyutun en baştan varolmadığı argümanından oluşmaktadır:
Bu tür kolektifleri hiç kimse görmemiştir ve dolaysız olarak
deneyimlememiştir; öte yandan da, bunlara tekabül eden "izm"ler, en
acemice geliştirilen stereotipleri ya da en belirsiz türde genelleyici dü
şünceyi kapsamaktadır. Bunu, toplumsal sınıfların varolmadığı ya da
yazm tarihi içinde "modemizm" gibi kavramların (bir şekilde
"modernist" olarak tanımlanabilmelerinin bile artık gereksizleştiği)
belirli bir metni okuma ile ilgili o son derece farklı ve nitel yönden ay
rıcalıklı deneyimin kabaca ikameleri olduğunun öne sürülmesi gibi
"aşkın"ın reddine yönelik en temel örneklerin ele alınması izler. Bu
anlamda çağdaş düşünce ve kültür (Adomo'nun modem sanatın eği
limleri üzerine belirlediği bir teşhisi genişletecek olursak) yoğun bi
çimde nominalist, postmodemizm ise, kendinden daha önceki dö
nemlerin tümünden daha da somut biçimde nominalisttir. Ancak,
Zeitgeist onu nasıl ele almaya çalışırsa çalışsın, içkinlik ve aşkınlık ara
sındaki çelişki eskiden olduğu gibi kalır ve aşkınlaştırma işlemi, ser
mayenin daha eksik ve daha süreksiz olduğu önceki dönemlerde yap
tığı gibi, aşkınlığın kendisi ile ilgili entelektüel sorunların somut ve
dramatik bir şekilde ortaya atılmaması için gözle görünmeyen bir şe
kilde, ancak her yerde varolan geç kapitalizmin olağanüstü ölçüde
düzgüselleştirici ve birleştirici güçleri tarafından daha da yoğunlaştı
rılır.
Bu nedenle The Gold Standard'ı, Yeni Tarihselciliğin karakteristik bir
örneği şeklinde okumak, uygun olmasa bile önlenemez bir uğraş ola
caktır ve bu işlem, şimdi bu "hareket" ile ilgili yararlı birtakım
stereotipler geliştirmemizi ya da çıkarsamamızı öngörecektir. Kanım
ca bu, ancak öyküleme yoluyla gerçekleşebilir (elimizde bu vardı,
şimdi ise bu var); ben de bu öyküyü, bir "metin" kavramının getiril
mesi ile örülen değişimler aracılığı ile anlatacağım. Bu değişimler, ilk
elden yazın alanında gerçekleşmezler ve yazın alanına, "dışandan",
diğer nesnelerin disiplinlerini yeniden örgütleyen ve bunlarda sorun
yaratıcı "nesnellik" nosyonunu geçici bir süre için durdurabilen yeni
yöntemlerle başa çıkabilmeyi mümkün kılan metinsellik nosyonuyla
daha sonra geri dönerler. Böylece, politik güç, okuyabileceğimiz bir
"metin" biçimini alır; gündelik yaşam, yürüyüşe ya da alışverişe çıkı
larak harekete geçirilen ve deşifre edilen bir "metin" olur; tüketim
meralan, diğer "düşünülebilir" sistemlerle (yıldız sistemi, Hollywood
filmlerinin "tarz" sistemi, vb.) ile birlikte metinsel sistem olarak ger
çek yüzünü gösterir; savaş, kent ve kentsel ile birlikte okunabilen bir
metin olur ve son olarak da, bedenin kendisi, daha derinde yatan gü
düleri ve duyumsal malzemesi ile acı veren darbelerin ve belirtilerin
herhangi bir diğer metin gibi eksiksiz bir biçimde okunabildiği bir
palimpsest olur. İncelenen çalışma nesnelerinin bu şekilde yeniden in
şasının onaylanabilirliğinden ve bizleri sıkıcı, yapay sorunlardan kur
tardığından kimse şüphe edemez; ancak, kendisiyle birlikte kendi
içinde yeni yapay birtakım sorulan getirdiği ise herkes tarafından ön
ceden tahmin edilebilir. Bu noktada bizi ilgilendiren ise, bu metinsel
lik kavramının açıklayıcı yazı (ya da salt "temsil"i kapsayan, ancak
ondan daha temel bir anlam içeren "Darstellung") için getirdiği bi
çimsel ikilemler olmaktadır.
Bu ikilemler, özgül herhangi bir homojen disiplin içinde, örneğin,
gücün farklı türde malzemelerin müdahalesi olmaksızın yorumlana
bildiği bir düzlemde yer alamazlar. Buna karşın, çeşitli tür malzeme
lerin ya da nesnelerin yanyana getirildiklerinde, yalnızca (zaman za
man bir "yöntem"i andıran) bir "kuram" tarafından çözümlenebilen
bir temsil sorunu ortaya çıkar. Böylece, Levi-Strauss'un ilgi alanını
oluşturan geniş bağlam içinde belli sayıda heterojen çalışma nesneleri
birbirleriyle uyumsuz savlarını ön plana çıkartırlar: Herşeyden önce
"akrabalık sistemi" -ama aynı zamanda da, ikili ya da üçlü örgütlerin
oluşturduğu daha dar anlam içinde "toplumsal yapı" ve son olarak
da, verili bir kabile toplununum "görsel" biçemi ya da sözel öyküleri
içinde kültürün kendisi. Aile, sınıf, gündelik yaşam, görsellik ve anla
tı: Bu metinlerin tümü de özgül sorunlar sunmaktadır; bununla birlik
te, bunları bitiştirilmiş biçimde tek göreceli olarak birleşmiş bir söy
lem içinde okumaya çalıştığımızda, nicel yönden daha üst düzeyde
birtakım sorularla bütünleştiklerini gözlemleriz. Postmodem toplum
sal düşünceyi önceden kestirebilen Lévi-Strauss, belirtilmiş bulunan
türde yerel ve heterojen varlıkların organik ve hiyerarşik bir biçimde
kendi bünyesinde düzenlendiği toplumun kendisi gibi kurgusal, bü
tünleştirici bir tür varlığın oluşumunu gözardı eder. Ancak bunu yal
nızca, akrabalık köy örgütlenmesi ve görsel formun çeşitli bağımsız
"metinlerinin" bir şekilde "ayru" metinlermiş gibi okunduklan farklı
türde "kurgusal" (ya da aşkın) bir varlık geliştirerek gerçekleştirebil-
mektedir: Bu yönteme "homoloji" adı verilir. Birbirlerinden farklı ol
dukları ölçüde, çeşitli yerel ve somut "metin"ler, kendi özgül, içsel di
namikleri gereği tümünde de işler durumda varolan soyut bir
"yapı"dan arındırdığınız sürece birbirleri ile "homolog" bir durumda
okunabilirler. İlkece bir yöntem olarak homolojinin uygulanmasını
onaylayan "kuram" daha sonra kişiye varlıkbilimsel öncelikleri oluş
turmayı önleyebilme fırsatı tanır. Böylece akrabalık yapısı hiç değilse
ilke olarak köyün uzamsal örgütlenmesinden daha temel ya da ne
densel yönden öncelikli bir konumda değildir. Bununla birlikte, çeşitli
alt-sistemler arasındaki farklılaşmanın ortadan kaldırılmasını ya da
herhangi bir hiyerarşinin bulunmamasını sağlayabilmek için dışsal bir
kategori, "yapı"nın kendisi gerekmektedir. İnancıma göre, "yapısalcı
lığın" (ve onun açtığı yeni analizlerin olağanüstü zenginliğinin) etkisi,
felsefi ön tahmini ve çalıştırıcı kurgusu (ya da ideolojisi) olan harekete
geçirici nedeninden -yani, yapı kavramından- çok homolojiler oluş
turabilme olanağına bağlanmalıdır. Aynı zamanda, şunu da belirtmek
gerekiyor: Homoloji nosyonu kısa bir süre içinde gözden düşmüştür
ve "zemin ve altyapı"nm olduğu gibi kaba ve vulgar bir düşünce, en
muğlak anlamda genel formülasyonlar için bir bahane ve birbirinden
kesinlikle ayrı boyutlarda ve niteliklerde varlıkların en yetersiz bi
çimde belirtilmesi anlamına gelmiştir. Gerçekten de, bazı değişiklik
lerle (bunların ne anlama geldiğini daha sonra açıklayacağım)
Michaels'ın "Kuram" üzerine geliştirdiği kendi eleştirisinin özellikle
şu belirlemenin vurgulanması için sözünün edilmesi gerekiyor: So
mut bir varlık ya da "metin" den (akrabalık olgusu, örneğin bir köyün
yerleşimi) bir tür "amaç" -altta yatan yapı- soyutlanmış ya da ayrıl
mıştır; böylece, sözü edilen somut metin, bu bağımsızca formüle edi
len amacın ifadesi ya da gerçekleşmesi gibi bir anlam kazanmaktadır.
Bununla birlikte çözüm, açıkça daha eski, metinselcilik-öncesi disipli
ne gen dönüşte, diğer bir deyişle, tüm bu hetorojen malzemelere ya
da metinlere dönüşte yer almaz. "Yapısala an" ya da homoloji uygu
lamasına yetki veren yapının "kuram"ı tarafından belirlenen söylem
sel (discursive) ilerleme, değişik tür malzemeler arasında tümüyle ye
ni bir dizi oluşturabilme amacının ve olasılığının daha da gelişimidir.
Kişinin "kuramsal" bölümdeki konumu ne olursa olsun, bu uygula
manın şu anda terkedilmemesi gerekir. Diğer bir deyişle, Michaels-
Knapp manifestosunun ikircikliği, metnin kuram-öncesi prosedürlere
bir geri dönüş çağrısı şeklinde okunabilmesi olasılığından kaynak
lanmaktadır; oysa metin aynı zamanda, Yeni Tarihselciliğin uygulanı
şında, heterojen malzemenin "söylemsel" bir yönden ele geçirilmesini
sağlayan, öte yandan da, bu genişlemeyi bir zamanlar onaylayan ku
ramsal bölümü sessizce terkeden, evvelce homolojilerin amacını ve
hedefini oluşturuyor gibi görünen aşkın yorumsamalan yok sayan
tümüyle yeni bir dizi "post-kuramsal işlem"i ortaya çıkartmaktadır.
Bu nedenle, Yeni Tarihselciliği, içkinliği ve homoloji kuramını or
tadan kaldıran ve "yapı" kavramını bir yana bırakan "homoloji" pro
sedürlerinin sürdürülmesine bir geri dönüş şeklinde tanımlayacağız.
Bu aynı zamanda, kuramsal tartışmalar ve malzemeye karşı
yorumsamaa bir uzaklığın benimsenmesi üzerine bir tür yasak ya da
tabu yerleştiren yönetici bir formel kuralm ortaya çıktığı bir estetik (ya
da yazma geleneği ya da Darstellung tarzı), geçici bir bilançonun dü
zenlenişi, belirtilen "husus"lann özetlenişidir. Zerafet, burada kuram
sal ya da yorumsayıa soruların sorulmasını önleyecek ölçüde yaratıa
analizler, geçişler ya da modülasyonlar arasında köprü işlevini gören
pasajların oluşturulmasını kapsar. İçkinlik, uzaklığın önlenmesi ve bu
son derece önemli geçiş anlarında, zihnin ayrıntılara ve dolaysızlığa
daha yakın bir konumda yer alabilmesini sağlayacak şekilde muhafa
za edilmelidir. Böylece, bu tür eserlerin (artefacts) en başarılı olanla
rında, performansın nefes kesici huzursuzluğuna duyulan hayranlığı,
metnin sonuna ulaşıldığında bir şaşkınlık izler, zira bu noktada kişi,
ellerinin boş kaldığım kendisiyle birlikte evine götürmek üzere ne bir
fikir, ne de bir yorumun bulunduğunu farkeder.
Bu perspektiften, Yeni Tarihseldliğin başlangıcını haber veren
Stephen Greenblatt'ın Renaissance Self Fashioning başlığını taşıyan ki
tabı, geçmişe bakıldığında yanlış bir sorunu (Kepler'in ya da
Galileo'nun Platonculuğu) çözme süreci içinde utkulu bir rastlantı so
nucu elde edilen klasik ve paradigmatik buluşlardan biri gibi görün
mektedir. Başlığın vurguladığı gibi, başlangıç noktası ya da çerçeve -
son derece özgül biçimde ileri- modernist ideolojilere ve değerlere
sahip, ancak artık demodeleşmiş "benlik" ve "kimlik" kavramından
oluşmaktadır ve bu kavramın ele alınışı, sonuçların hiç bir zaman ku-
ramsallaştinlmamasma ve belirtmek istediklerimin hiç bir zaman ku
ramsal bir yaklaşımla bir araya getirilememesine rağmen, kavramın
bütünüyle parçalanması ve inamlabilirliğini yitirmesi ile sonuçlan
maktadır. Yapıtta, yorumsayıcı bir ustalık ve yoğun bir entelektüel
güç ve kuramsal enerjinin yanısıra, Yeni Tarihseldliğin en başanlı ya
pıtlarının ayına özelliğini oluşturacak olan öz-bilinç ya da klasik an
lamda yansılamanın (reflexivity) tümüyle dışlandığı gözlemlenmek
tedir. Elbette, ideolojik çerçevenin yapısının çözülüşünü belirleyen,
Greenblatt'ın kendi malzemesinin iç mantığı olmuştur: Son aşamada
"benlik" (self) düşüncesinin kendisini tartışma konusu duruma geti
recek ölçüde kendi biçimlerini değiştirebilme yetisine sahip benlikler.
Ancak, çalışmanın açıkça belirtilen izlekselliğinin, en az etkileyid
özelliğinde; açıkça peşinden gidilen izleğin teoloji ve emperyalizm
arasmda bir eksen üzerinde, günah çıkartma kuruntumdan ya da
Tyndale'in İngilizce İncil'inden İrlanda ya da Bahama adalarındaki
dehşet verid katliamlarla ilgili açıklamalara kadar çeşitli belgesel
malzemeler yer aldığı gözlemlenir. Daha önce "kişilik" olarak tanım
lanan ve psikanalizin tüm analitik sofistikasyonlan içinde kavranabi-
len izleksel ilişki gözardı edilmemiş, ancak yeniden şekillendirilmiş ve
"karşılıklı kodlandınlmıştır": "Tüm metinlerde ve bilgilerde, görebil
diğim kadanyla saf, bağlarından kurtulmuş öznelliğe ait hiç bir an
bulunmuyordu; gerçekten de bizzat insan öznesi farkedilir biçimde
özgürlüğünden yoksun, belirli bir toplumda güç ilişkilerinin ideolojik
ürünü biçiminde görünmeye başladı.3 Ancak, şimdi homoloji ya da
yapıyı Gücün kendisi olarak adlandınyor görünen bu tematik
leitmotifin yeni, retroaktif versiyonu bana, "düzeneğin devindiricisi",
çoğul gereçten oluşan bir kolaj ya da montaj uygulamasının ussallaştı-
5 Karl Marx, “The Civil W ar in France” Collected Works, cilt II (New York, 1933), s. 504.
tim mallarmın üretimi ve dağıtımı ile ilgili sorunlarım çözebilme giri
şimi içinde bulunan sosyalist ülkelerde bugün daha somut biçimde
gözlemlenebilen bir süreçtir. Bu durumda, toplam sistemin dar boğa
za girmesi, düşsel dahi olsa kaçamaması duygusunun hissedildiği ilk
an, bizlere bir kez daha "radikalizm" ve "liberalizm" arasında bir sınır
çözebilmemize yardıma olur. Zira liberal görüşün genelde ayına özel
liği, "sistemin" o anlamda gerçekten de bütüncül olmadığına, onu
düzeltebileceğimize ve yaşanabilir bir duruma getirecek biçimde ye
niden yönlendirebileceğimize ve böylelikle "her iki dünyanın da" en
iyisini elde edebileceğimize duyulan inançtır. Susan Sontag'm fotoğ
raf üzerine yazdığı o son derece güzel kitabı, bu yönden bir örnek
oluşturur ("imge tutkusu" kavramı, Michaels'ın piyasa ve tüketim ile
ilgili görümü (vizyonu) ile türdeş, ama aynı zamanda bunlar üzerine
konuşmanın önemli bir varyantı ve alternatif şeklidir): Çağdaş imge
kültürü üzerine vardığı sonuç, "imgelerle ilgili" bir tür perhizi öngö
ren6 klasik anlamda liberal öneri olmaktadır ki Sontag buna "koruma
cı çözüm" (conservationist remedy) adını verir: "Gerçek dünya için
imgelerin birini kendi içine dahil edebilmenin daha iyi bir yolu eğer
olabilirse, bu, yalnızca gerçek şeylerin değil, imgelerin de bir ekoloji
sinin bulunmasını zorunlu kılacaktır".7Ancak bu çözüm -aşın hiç bir
şey yok!- gerçekte alternatif "radikal" bir çözümün fantazyası tara
fından belirlenecektir, yani Platon ya da imgelerin tümüyle puriten bir
biçimde bastınlması (bununla ilgili Sontag'm en somut örneği Maoist
Çin olmaktadır). Derinlerde yatan bu korkunun -buna başka bir yer
de "Ütopya kaygısı adını vermiştim- tüketim, imgeler ve arzuyu, tam
sosyalist ülkelerin tüm bu şeylere giderek daha yaklaşhklan anda tü
müyle ortadan kaldırma fantazyalannı kuran piyasanın savunmala
rında da aynı ölçüde çalışır vaziyette olduğundan şüphe ediyorum.
Bu nedenle, Michaels'ın tam karşısında bir sonuca varacağım. Tü
ketim ve metalaştirmarun eleştirmenleri ancak yansılamayı özgül ola
rak, yalnızca bizzat piyasa sorunu üzerinde değil, ama herşeyden faz
la, alternatif bir sistem olarak sosyalizmin doğası üzerinde de
gerçekleştirebildiğinde gerçek anlamda radikal olabilirler. Bu tür bir
alternatif sistemin olasılığı yoğun biçimde ele almarak açıkça kuram-
sallaştınlmadıkça, metalaştırmaya yönelik eleştirilerin ölümcül bi
g
Bkz.:Aşağıda bölüm sekiz,
kendi sistemimizin dışına çıkabilme kapasitesini olumlamak değildir.
Bu, hala göreceli olarak konu ile ilgili temsili bir görüş açısı oluşturur
ve bizleri More ya da Skinner'i incelemeye, -bu ikisinin olumlulukla
rının bir dökümünü çıkartmaya ve daha sonra da onların görümsel
başarılarını toparlayarak birbirleri ile karşılaştırmaya iter. Bununla
birlikte More ve Skinner'in neyi başarmış oldukları, elde edilen olum
luluktan farklı birşeydir: Onlar, kendi zamanlan ve kendi kültürleri
açısından Ütopyayı düşlemenin olanaksızlığını göstermişlerdir. Bu
nedenle bu tartışmanın en ilginç özellikleri, Ütopyacı tasanda yer alan
sınırlamalar, düzgüsel kısıtlamalar ve bastırmalardır; zira yalnızca
bunlar bir kültür ya da sistemin en görümcü (vizyoner) zihni belirle
yen ve devinimini aşkınlığa doğru taşıyabilen yöntemin varlığını doğ
rulayabilirler. Bununla birlikte, ideolojik kısıtlamalar terimleriyle de
tartışılabilmeleri mümkün bu tür sınırlar, somuttur ve büyük Ütopya-
cı görümlerde ifadelerini bulurlar: bir başka şeyi düşlemeye yönelik
umutsuz girişimlerin dışında görülemezler: Böylece içkinliğe doğru
rahatlamış bir boyun eğme -projenin tümüyle yadsınması ile sonuç
lanacak zorunlu başansızlığının önceden kabulü, sistemin biçimi ve
sınırlan, bir dışarının ulaşılamadığı ve sonuçta kendi kendimize dön
düğümüz özgül toplumsal ve tarihsel bir tarz ile ilgili herhangi bir
deneyselci bilgi sağlayamaz.
Bu aynı zamanda, daha kısıtlı bir biçimde, daha önceki yazın ve
kültürün köktenci itkilerini geliştirebilmek için gereksinim duydu
ğumuz ilişki olmaktadır. Dreiser ya da Gilman'm kendilerini nihai bir
düşünce ufku olarak çevreleyen sistemlerden dışan çıkartabilecek dü
şünceler oluşturamadıklan gerçeği bize fazla şaşırtıcı gelmez; ancak
bunlar, bir başka yöne doğru gelişen radikal bir hareketin de, önleme
ye ya da aşmaya çalıştığı sistemin bir bölümü ve bir parçası haline
geldiği, böylece de, dış düzlemde bir sınırda bizzat bu başkaldırının
kendi jestlerinin de aynı ölçüde sistemin içine programlandıklan süreç
hakkında bir görüş sahibi olmamızı sağlayan özgül ve somut başan-
sızlıklardır. Kaldı ki, bu süreç, salt yeni düşünceler üretebilme sorunu
olmaktan çok daha farklı, daha somut ve elle tutulur bir konuyu, tem
sillerin üretimi konusunu ilgilendirmektedir; gerçekten de bu açıdan,
yazınsal ve kültürel analizin felsefi ve ideolojik soruşturma üzerindeki
önceliği,, tam olarak her temsilin kendi başansızlığına ilişkin sağlaya
bildiği ayrıntıların somut doluluğunda yatmaktadır. Önemli olan, im
gelemin elde ettiği başanlar değil, uğradığı başansızlıkür; zira her du
rumda tüm temsiller başarısızlığa uğrar ve düş kurmak olanaksızlaşır.
Bu, aynı zamanda, politik konumlar ve ideolojiler yönünden, geçmişe
ilişkin tüm radikal konumların, tam olarak, uğradıkları başarısızlıktan
dolayı kusurlu olduklarını söylemek anlamına gelir. Popülizm,
Gillman'ın feminizmi ya da hatta, Lears'ın ve diğerlerinin keşfetmeye
başladıkları metalaşürma karşıtı itkiler (impulses) ve davranışlar gibi
daha eski radikalizmlerin üretken biçimde kullanımı, bunların radikal
bir öncü gelenek olarak başarılı bir biçimde bir araya getirilmelerinde
değil, en baştan böyle bir geleneği oluşturabilme konusunda karşılaş-
tıklan trajik başansızlıkta yatar. Benjamin'in bıkmadan ısrarla vurgu
ladığı gibi, tarih başarılarla değil, başarısızlıklarla ilerler; ve Lenin'i ve
Brecht'i (rastgele seçilen bir kaç isim) azizler mertebesine koyucu ya
da kutsayıcı bir biçimde başarılı örnekler ya da modeller olarak gör
mektense, başarısızlığa uğramış kişiler -yani, kendi ideolojik sınırla-
malan ve içinde yaşadıkları tarihsel an tarafından engellenen aktörler
ya da unsurlar- şeklinde görmek daha doğru olacaktır. Bu noktada,
Dreiser'in bozulmuşluğu konuya son derece yakın görünüyor.
Michaels'ın Dreiser'in temelden yanlış yorumlanması konusunda yö
nelttiği suçlamalarda gözardı ettiği husus, okurların en başta neden
bu tür yanlış yorumlamalarda bulunduktan ve hala bulunuyor olduk-
lan sorusudur -metinde yer alan bir şey neden zorbalıkla bizleri meta
tutkusu ile ilgili bu ayrıntılı anatominin, en yalm anlamda kendinden
hoşnutluktan değil de bu tutkudan içsel bir uzaklıktan kaynaklandı
ğını öne sürmeye itmektedir? Ancak, bir görüngüyü adlandırmanın
ve onu tayin etme ya da ön plana çıkarmanın ikircikliği de işte bura
dadır: Zihinde bir kez diğer unsurlardan soyutlandıklarında, yazarın
gerçek amaçlarına bakılmaksızın bir yargı nesnesi durumuna gelirler;
ve Michaels'ın kendisini yanlış yorumlayanlar da bu durumda, bazen
kendisinin de Dreiser'in meta tutkusunu, bu anlamda, olumlu ya da
olumsuz biçimde yargılanamayacağı ve verili durumda olduğu gibi
konumların alınmaması gerektiği şeklindeki savlarına karşın, olumlu
biçimde yargıladığını öne sürdüklerinden dolayı hoş görülebilirler.
Nitekim, Michaels'ın anti-Uberalizminin "gerçeklik anı" (bunu hiç
kimsenin olumlu ya da önemli ideolojik bir anlamda tutuculuk şek
linde adlandırabileceğini sanmıyorum), belki de benim modem (ya da
daha iyisi burjuva) romanının çeşitli safhalarındaki ontolojik bağlılık
lar adını vereceğim süreç ile bir analoji yoluyla daha iyi kavranabile-
cektir. Lukacs'ın büyük realistler adını verdiği yazarlar, yani,
ondokuzuncu yüzyılın belli başlı gerçekçi romancıları Oluş'un (Being)
kendisine estetik yönden göstermiş olduklan ilgi (yani, toplumun tu
tarlı bir Oluş biçimi şeklinde kavranması) ile tanımlanabilirler ve ge
çirdiği sarsıntılara ve yasal dönüşümlere karşın, bu şekilde kavrana
rak kaydedilebilirler. Bu nedenle, bu romanlardan bazıları ne denli
ilerici olurlarsa olsunlar, ani değişimler ve, olduklan biçimde, bu dü
zenin yasalarının ve onun "insan doğası" ile ilişkili yerel formunun
diyalektik dönüşümlerinin gerçekleşmesine izin veren bir toplumsal
dünya görümü içinde bunların sahip olduklan herhangi bir koz bu
lunamaz. Bu tür romancılarla tarihçiler arasında daha derinlerde ya
tan akrabalık, tarihçiliğin aynı ölçüde toplumsal oluş ve deneyimin
kütlesel yoğunluğuna bir tür varlıkbilimsel bağlılığı belirlediğini öne
sürer. (Yeni bir tür) tarih eleştirmeni olarak Michaels'ın ilgi alanlan
bana, temelde bu görüşlerle birleşiyor gibi görünüyor; zira, kendisinin
ele aldığı kuramcılar, (burada bazen en gerçek anlamda "piyasa" ola
rak bilinen) bu çalışma nesnesinin tutarlılığını köktenci bir şekilde
tehdit etmekte ve bunun yerini başka bir sürecin alabileceği şeklinde
ki yorumlan ile, araştırma projesinin önemini azaltmaya ve temelini
çürütmeye çalışmaktadır.
Tüm bunlar bana, endüstriyalizmde varolan gerçek toplumsal de
ğişim deneyiminin şimdi oluşun tutarlılığı ve toplumsalın inşa edil
miş ya da "demiurgos"cu doğası ile ciddi kehanetler üzerine aynı öl
çüde ciddi birtakım şüphelerin ortaya çıkmasına yol açtığı
modemizm ile bir değişime uğramış gibi görünüyor; öte yandan, bu
süreç postmodem içinde tamamlanmıştır ve bu son dönemin sanatçı-
lan, çoğul toplumsal gerçekliklerin ağırlıksızlığı ve metinselciliği üze
rine inançlan içinde Oluş sorununa fazla bir ilgi duymazlar. Bununla
birlikte bu daha postmodem konum, deyim yerindeyse Yeni Tarihsel-
ciliğin sol kanadını belirlemektedir, öte yandan, bu akımın ileri
modemizm kanadının olasılıkla, örneğin Hayden White gibi bütü
nüyle farklı bir tarih yazımına ayrılması gerekmektedir.
Michaels'ın piyasa ile ilgili kendi kavramı üzerine bir inceleme
şimdi bizleri, bu kitabın üçüncü düzlemine iletecek, zaman zaman
sahnenin merkezine yerleşerek resmi konusunu ve ilgi odağını oluş
turan tarihsel paradigma ile ilgili soruyu ortaya atmaktadır. Burada
ilk elde özellikle dikkat edilmesi gereken özellik şudur ki Michaels'ın
yazılarında "piyasa", bugün büyük bir küçümseme ile bütünselleştiri
ci bir kavram olarak tanımlanan unsurdur. Bu noktada Michaels, ge
rek Rönesans, gerekse Viktorya Dönemi varyantlarında var olmayan;
ancak kapsamlı bir biçimde bilgi veren bir bütünsellik ya da sistemi
ortaya çıkartmayan ya da öngörmeyen Yeni Tarihselciliğin ana çizgi-*
sinin dışma çıkmaktadır. Michaels'm sistematik biçimde çeşitli yollar
la irdelemeye çalıştığı konunun; yani, "sistemin adlandırılmasına"
yönelik bu özgül yöntem, üretim ya da dağıtımdan, mübadele ya da
tüketime doğru vurgulamaların -ve gerek görülen açıklamaların- be
lirtilmesi oldukça gereksiz bir girişim görünüyor. Michaels'm üreti*
min retoriğine karşı geliştirdiği polemik açıkça (burada bir konu ola
rak ele alınmayan) Marksizme yönelik değildir; gerçekten de, esas
olarak yoğunlaştığı örnek, Charlotte Perkins Gilman'm "feminist'i
olmaktadır. Bununla birlikte, herhangi bir yanlış anlamayı önlemek
için, Marks'ın sermaye üzerine analizinin (Baudrillard'm izinden)
"üretimci" (productionist) bir analiz olmadığını ve Grundrisse için
1857'de taslak halinde hazırlanan giriş bölümünün, üretim dağıtım ve
tüketim boyutlarının diyalektik yönden birbirlerinin içinde ergimele
rinin olanaksızlığını belirtmek yararlı olacaktır. Buna rağmen, eğer
Marks her zaman (haklı olarak) üretimin, diğer süreçlerin kavrana
bilmesinde anahtar bir unsur rolünü üstlendiğini vurguluyor görü
nüyorsa, bunun gerçek nedeni, Marks'dan önce ve Marks'dan bu yana
(Michaels da dahil olmak üzere) ekonomik düşüncenin ana çizgisinin,
tüketimin ve piyasanın mutlaklaştırılması üzerinde ısrarla durmuş
olmasından kaynaklanmaktadır. "Üretimin başatlığı"nın olumlanışı
(bu tam olarak ne anlama geliyorsa), bizzat piyasa ve tüketime yöne
lik kapitalizm modelleri ile ilgili ideolojilerin ilişkisizlendirilmeleri ve
demistifiye edilmeleri için en etkin ve en güçlü yol olmaktadır. Bu du
rumda, kapitalizmin bir görümü olarak piyasanın başatlığının olum-
lanışı da katışıksız ideoloji olacaktır.
Bununla birlikte bu görüş, Michaels'da başka bir şeyi ifade etmek
tedir ve bu noktada da ele alacağımız konu bu oluyor. Çeşitli ham
maddelerin ya da belgelerin kıyaslanabilir bir bitiştirilmesini haklı çı-
kartabilen ve bunların "aynılıklarının" olumlanabilecekleri form ya da
terimleri sağlayan bir tür yapıyı açık ya da örtük biçimde ortaya çıkar
tan homoloji oluşturmaya yönelik bir yönteme duyulan eğilimi daha
önce de belirtmiştik Ancak, Levi-Strauss'da, çevik metodolojik ustalı
ğına rağmen, bu ortak "yapı", ne denli ayncalıklı olursa olsun, yüzey
sel gösterimlerinden hiç birine doğru tam olarak kıvnlamayan ve bu
nedenle de, hiçbir zaman etnografik tanımın içkinliğinde tam olarak
kaybolamayan aşkın bir mekanizma olarak kalır. Bununla birlikte,
gördüğümüz gibi bu Yeni Tarihseldliğin tüm atılımı ve özgünlüğü,
bu tür aşkın varlıklara duyduğu rahatsızlıkta ve bir yandan elde etmiş
olduğu homolojik yöntemin söylemsel (discursive) kazançlarım mu
hafaza ederken, diğer yandan da aşkınlıktan tümüyle kurtulmaya yö
nelik girişimlerinde yatar. Michaels açıkça bu işleyen konumu payla
şır; ama aynı zamanda da, kendi girişimi içinde, boğucu bir toplam
sistem -piyasa- olarak bu Varolmayan ortak "yapı"yı sahneleyebil
mek üzere kendini Yeni Tarihseld uygulamadan uzaklaştmr, böylelik
le kendi yorumuna farklı bir etki, herşeyi kapsayan bir kapalılık,
herşeyi kuşatan bir tür ölümcüllük katar. Ancak, bu süreç nasıl ku-
ramsallaştınlabilecektir? Elbette "piyasa" artık eski moda bir tür dün
ya görüşü ya da "Zeitgeist" şeklinde kavranamayacakür: Piyasanın
Michaels üzerindeki etkilerinin, Foucaultcu episteme ile bir tür ailevi
benzerliği vardır; ancak, kendi belirlenişinin de önerdiği gibi, bu ilişki,
bilgi terimleriyle ifade edilmesini ve betimlenmesini ve önce özgül bir
düzen ve düşünme modeli, daha sonra ise, belli türlerde bazı sözel
olasılıklan önceden seçen ve diğerlerini dışlayan söylemsel kuralların
oluşturduğu bir düzenle ilgili yorumlan üretmeyi sürdürür. Burada
cereyan eden şey ise, tam olarak bu değildir. Hapishane kitaplarının
yazan Foucault -kendi geliştirdiği "bedenin teknolojileri" ile ve güç
ve kontrol üzerindeki taraflı ağı ile- burada Michaels'ın gerçekleştir
diği piyasanın kötücül biçimde konumlandmlmasına daha uyumlu
etkiler yaratmıştır, ancak, Greenblatt'm aksine, Michaels'm güçle çok
fazla ilgilenmediği gözlenir. Konu ile ilgili olarak kullandığı sözcük,
gerçekten de en uygun sözcüktür: Buna "natüralizmin mantığı" adını
verir ve daha geniş bağlamda bu, terimleriyle özgül estetik mantığın
(ve aynı zamanda Gilman ya da Hawthome gibi natüralist olmayan
yazarların metinlerinin) kavranabilececeği piyasanın daha derin bir
mantığını ya da dinamiğini de ima etmektedir.9 Bu gözlem, böyle bir
başlığı bulunan bir kitapta, bir eleştiri değildir; kanımca, bütünselleş-
tiriri bir kavrama sahip olmak diyagnostik olarak, kavramdan tümüy
le yoksun bir tartışma geliştirmeye çalışmaktan daha üretken sonuçlar
doğurur. Sık sık belirsizleşen "geç kapitalizm" (ya da, daha Weberci
"yönetilen toplum") kavramı ile Frankfurt Okulu da başka şekilde
ilerleyememiştir.
9 Olasılıkla, bu kitabın oluruna, (1910’lu yıllarda) kullanıldığı anlamda piyasanın “kültürel mantı
ğının” örneğin “natüralizmin mantığı” kavramından farklı metodolojik ve tarihsel araştırmalarının
olduğunu belirtmek gereksiz olacaktır.
Bununla birlikte, benim belirtmek istediğim nokta, başka bir ko
nuyu, bu türde örgütleyici bir kavram ya da sistemin, (her ne kadar
artık bu sözcüğü kullanmamız gerekse de) yazarsal "amaç" üzerinde
ki bireyselci vurgulamalan ve bireysel özne ile ilgili kategorilere geç
tirdiği daha genel kısıtlamaları ile "Against Theory"nin şeması için
daha gerçek sorunlan ortaya çıkarttığı savını ilgilendirmektedir. Bi
reysel özneler ve karar yapıcıların oluşturduğu bir Anglo-Amerikan
görgüllüğünde, piyasanın bu öznellikler arası "mantığının" konumu
ne olabilir? Entelektüel kişiliği "Kıta Avrupası" kuramı tarafından bi
çimlenenlerde, bu tür sorular her zaman daha önceki yazıda en gi
zemli ve şaşırtıcı eksiklikler olmuştur. Bir "kuramsal" başvuru (gön
derme) noktası almak gerekirse, elbette Freudcu bilinçdışı her zaman
"belirtmek istediğini söylemez" ve "söylediğini belirtmez". Yukarıda
vurgulanan Foucaultcu episteme, yada Baudrillard'ın "kod"u, veya
Hegelci "mantığın hilesi" bir yana, Freud'a ya da Markscı ideoloji
kavramlarına ne olduğu konusu böylece son derece öncelik taşıyan
bir sorun, kuram karşıtı yazarların istisnalar listesinde (anlatasalcılık,
biçemselcilik ve vezin [prozodi]) yer almayan ve gösterge aracılığı ile
farkedilir biçimde tümüyle gözardı edilen bir sorun olmuştur. Ancak
bu bireyler arası varlıklar bugün (iyi ya da kötü) en güçlü anlamında
yorumlamanın tam olarak yer aldığı konumu oluşturmaktadır. Yazar
sal amaçlı tartışmaların çok ötesinde, kıta Avrupa'sına ait bu kavram
lar, yazarları tarafından amaçlanmayan anlamlara ilişkin eleştirel hi
potezlerin en sık rastlanan gerekçeleridir (kaldı ki Gadamer-Hirsch
değişimi bu konulann karmaşıklığını gerçek anlamda teslim edemez).
Bununla birlikte bu noktada The Gold Standard, bu soruyu yanıtla
maya ve örtük bir biçimde "Against Theory"nin bağlamını daha da
genişletmeye çalışmaktadır. Bir kere, Freud burada en azından yazgı-
sal bir biçimde kendini göstermektedir: Son bölümde biraz da
Ragtime’ı anımsatan bir şekilde (ki, tarih yazımı olarak hiç de kötü sa
yılmaz) hiç beklenmedik bir anda fotoğrafçılar arasında ortaya çıkıve-
rir; böylece, homolojilerin en şaşırtıcısı ve şaşırtıcı derecede de konuy
la ilişkili olanı devreye girer: Psikanaliz ve fotografi, kabaca
birbirlerine çağdaş oluşumlardır ve görüngüler olarak ortak bir yapıyı
paylaşırlar ya da hiç değilse, benzer bir yapısal soruna yönelirler.
Michaels'ın Hawthorne üzerine tartışmalarında, fotografinin
"fotografik realizm" ya da temsil olmadığını; resim ya da realizmden
bir şekilde daha az "temsili" olduğunu öne sürdüğünü gördük. Kendi
özgünlüğü içinde yine de göreceli biçimde abartılı sayılan bu argü
manda Michaels, fotografinin bir şekilde daha yorumsayıcı bir niteli
ğe sahip olduğu ve ayma ve gizemsel bir biçimde şeylerin yüzeyle
rinden içeri nüfuz ettiği anlamda Hawthome'u alınıtılar. Bu arada -
benzersiz ve kuramsallaştırılması olanak dışı süreçlerinin beklenme
dik bir şekilde postmodemizm içinde merkezi bir konuma yerleştikle
ri ve oldukları şekilde, kısa yaşamı içinde postmodernizmin oluştur
duğu güzel sanatların yeni hiyerarşisi içinde en üst konuma
ulaştıkları- fotografinin, natüralizm ile hiç değilse, sınıflandınlama-
yan kültürel bir sarsılmanın, libidonun tümüyle arkaik dünyası tara
fından çevrelenen, ancak çıplak gözle doğru bir perspektif içinde be
lirlemeye çalıştığımızda kaybolan tanıdık yüzeylerin aykırılığını
paylaştığını belirtmek yerinde olur. Şimdi, bilinçdışının konumu, gö
rünüm içinde merkezi bir yer kazanır: Amaçlılığı, amaçlı eylemi ya da
amaçlı dışavurumu aşan budur; kısaca bu, şans, rastlantı, önceden gö
rülemeyendir. (Michaels, aynı dönemde, istatistik ve olasılık kuramla
rıyla matematiğin de olgunlaşma ve rastlantıyı ortadan kaldırma sü
reci içine girdiğini söylemez: Mallarme ve Un coup de des'nin şahit
olduklan gibi). Zira, fotoğrafçı kendi açısını ve görüş noktasını ne şe
kilde seçerse seçsin, önceden görülemeyen, planlanamayan bir dizi
ayrıntı, son tabakanın üzerinde kendi adını kaydedecektir (Bazin'in,
"dünyanın dünyeviliğinin açılarak kendisini salt birey insan öznesi
nin küçük "amaçlarının" ötesine geçip kendi örtüsünü açtığı, oluşun
kendisinin uzamı olarak Welles'in ve Renoir'm derin çekimlerini yü
celtmesi ile bu görüngünün daha sonra film kuranımda da kutlandığı
gözlemlenir). Ancak şans, fotografiyi, resim gibi ve resmin saygınlığı
na eşit saygınlıkta bir sanat olarak görmek isteyen (oysa postmodem
konumda fotografinin elde ettiği nihai başarı, resmin ve bu anlamda
"sanatın" bulunduğu yerden indirilmesi idi) ve kendilerini, sanatçılar
olarak kendi yapıtlarının düzleminde herşeye sahip çıkamayacakları,
zira sanatın başlıca alanlarının kendileriyle hiç bir ilgisinin bulunma
dığı ve onların yönlendirmelerinden ya da kontrollerinden kurtul
dukları gerçeğine karşı çıkar bulduklan dönemin sanat fotoğrafçıları -
en çok Stieglitz- için bir engel oluşturuyordu; nihai ürünün herhangi
bir estetik ya da "demiurgos"cu anlamda gerçekten kendilerine ait
olduklan nasıl savlanabilir? Freud'un konuya girdiği an da bu an
olur; ve şöyle bir gerçek ortaya çıkar ki, "bilinçdışı" (dil sürçmeleri,
düşler, sinirceme belirtileri, sözcüğün en genel anlamında şans) bilin
cin "Öteki" yüzünü -Freud'un sözünü etmekten hoşlandığı diğer
sahnesi ya da aşamasını- değil, tam olarak bilincin genişlemesi, amaç
lılık kavramının kendisinin, sapkın görüngüleri de kendi ağı ile
yakalıyarak onlan "istemli" ve kasıtlı durumuna getirmek ve onlara
aynı zamanda bilinçli eylemin anlamlılığım atfetmek üzere açılımı
olmaktadır. Bilinçdışmın keşfi böylece aracıyı (agency) daha da geniş*
letmek, yalnızca rastlantıların ortaya çıktığı yerlerde eylemler bulmak
üzere sorunsallaştınr (GS: 222). Bu kadan da yeterlidir; vidanın bu
dönüşü ile Michaels "Against Theory"e yönelik "Kıta Avrupası" iti-
razlan çürütür ve ayru zamanda da, makine (Peirce aracılığıyla GS:
230) ve kuman da (Wharton'un "House of Mirth"ü) kapsayan yeni bir
dizi homolojik operasyonu başlatır. Aynı zamanda bu noktada
Freud'u yerel, tarihsel metnin ve diğerlerinden daha az ya da çok ay-
ncalıklı olmayan belgelerinden birinin içine yerleştirir: Şimdi psikana
liz, kesinlikle "şansın, salt şans olarak sayılmasına izin vermemeye
yönelik bir dürtü " olarak yeniden yerine geçecektir (GS:236).
Bununla birlikte öykünün sonu tam da bu değildir; aracının, bilin
cin ve amaçlılığın serüvenlerinin, tam olarak burada sona ermediği,
tümüyle kişiselsizleştirilmiş bir skala üzerinde bir aracı olarak duru
mu, Freud ile bu çatışma içinde çok ender anılan piyasanın özdeğini
anımsadığımızda daha da açık seçikleşir. Gerçekten de, Michaels'ın
kitabında yer alan politik bilinçdışı, farklı, daha sonuçsal bir şekilde
düşünmesini sona erdirmemiştir ve düşüncenin bize söyleyeceği daha
farklı bir şey vardır: Bu, tam bir "çözüm" değil, amaçlılık ve psikana
liz arasındaki hesaplaşmadan daha derin konuların teslimi olarak da
ha da büyük önem taşıyan sorunsalın kendisinin bir evrimi ve bir ye
niden yapılandınlmasıdır. Herşeye rağmen "Piyasa", bizleri önce
bireysel öznelere, kendi tüketim mantığı içinde, kendini göstererek,
buradan bir başka yere ulaşabilmenin olanaksızlığını gösteren -
Dreiser, Gilman, Hawthorne, Norris ve diğerleri gibi- bireysel öznele
re göndermiştir. Buradan dışan çıkmak, (Hawthome'da olduğu gibi
ölümsüz mülkiyet haklan ile ilgili romans fantazyalan dışında) yal
nızca ölüm anlamına geliyordu. Ancak bu özgül arayış, beklenmedik
ve daha sonuç verici bir şekilde uzatılırsa ne olacaktır? "Sistemin" ku
ramsallaştırılmasının olanak dişiliği içinde, bireysel olmayan, anlamlı,
kolektif, ancak kişisel olmayan bir araç (Marksizm'in "üretim tarzı"
adını verdiği süreç) üzerinde düşünebilmenin olanaksızlığı içinde,
farklı bir aracılığı başka bir olasılığın, ancak bu durumda ölümsüz bir
nitelik kazanan, farklı bir biçimde kişisel olmayan, popülizmin düşle
rinin ötesinde kolektif bir öznenin, farklı bir tür aracılığı kavramak
üzere açılarak, ona tüm fantazyalann ötesinde toplumsal ve tarihsel
öznelliği kazandırabilecek derecede şiddetli bir biçimde kendi içine
alırsa ve kurumsallaştınrsa ne olur?
Böylece, Michaels'ın kitabının üçüncü düzlemi, insan biçimci diğer
doğalardan -ilk işaretler, rüzgarda esen ilk saman parçalan, yansıla
nan göndermeler, salt önemli olmanın ötesinde gelişen bir zorlayıcılık
ve en sonunda bizzat doğanın kendisi- bu denli farklı bu yeni tür do
ğanın, nihai utkusu içinde tam anlamıyla ve gerçek boyutlan ile orta
ya çıkışının gözlemlenmesinden oluşmaktadır. Bağlam içinde kalmak
gerekirse bu biraz da, en sonunda dış düzlemdeki ofis mekanlarını
aşarak, Genel Müdür koltuğunda Tann'nın kendisi ile karşı karşıya
geldiğimiz Norris'in romanı Octopus'ırn son sayfalarına benzemekte
dir (modemizmde bu, örneğin Unnamuno'nun Sis romanında olduğu
gibi, Yazarla karşılaşmaya dönecektir). Vadeli sözleşmeler piyasası bi
ze, üzerinde gerekli denetimi oluşturduktan sonra zamanın kendisine
ve bireysel belirsizliğe ne olacağı konusunda bir fikir verebilmişti.
Bununla birlikte şimdi, salt görgül olguların kargaşasından (Rocke-
feller ailesi ve onların "kol bükücü" düşmanı Ida M. Tarbell) bu yeni
oluşa ve onun kategorisine doğru bir ilerlemeyi gerçekleştirir: Tröst
ler, tekeller yeni "şirketler yasası" içinde yeni korporasyon ruhu. Bu
yeni "tarih öznesi" şimdi, yapay sorunlan ile laissez-faire'in bireyci
karakterini siler; üretim ve tüketim arasındaki karşıtlığı aşar; son ola
rak da (fotografiyle ilgili bölümde oldukça farklı bir niteliğe bürünen)
makinenin doğasının kendisine bir etkide bulunur:
Gerçekten de, Seltzer'in izinden gidecek olursak, "güç söyleminin"
yalnızca gövde ve makine arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmadığı
nı, belki daha da şaşırtıcı biçimde gövde/makine ve ruh arasındaki;
tümüyle "gövde"nin oluşturduğu bir varlık ile, hiç bir şekilde gövde
olmayan bir varlık arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırdığını söyleye
bilmemiz olanaklıdır. Bu nedenle Davis, korporasyonu aynı anda hem
"maddi olmayan" (gövdeden yoksun), hem de bir "makine" (tümüyle
gövde) olarak düşünebilmektedir; bunun nedeni Davis'in tutarsızlığı
değil, bu iki koşulun birbirlerine alternatif olmalarından -bir gövde
içinde bir ruh- çok birbirlerine benzemesinden kaynaklanır. (GS: 201)
"Aynı şey", "The Octopus için de söylenebilir" diyor Michaels. Ger
çekten de öyle olması gerekir; zira, korporasyon herşeyden önce ve
herşeyden çok bir güç ya da düşünme ya da felsefe yapma sorunu
değildir. (Royce'un "yorumcu toplum" kavramının ortaya çıkmasına
fırsat vermesine rağmen. [GS: 188), korporasyon herşeyden önce ve
herşeyden çok bir güç, ya da, düşünme ya da felsefe yapma sorunu
değildir; ne de yeni yasal kategorilerin icadı ya da geleneksel kategori
lerin yeni bir biçimde uygulanmasıdır; bu, herşeyden çok ve
herşeyden önce bir temsil sorunudur. Bu, modemist andır; yalnızca
kurmaca üretimi sürecinin yansımasının (reflexivity) ortaya çıkması
değil (ki bu, modemizme yönelik tüm yorumların en zayıfıdır) bunun
yerine, şimdi ortaya çıkmasının önlenmesi ya da daha iyisi, bizzat
temsilin olanaksızlığının olgunun kendisini önceden tahmin edecek
biçimde yeni bir başarı ya da utkuya dönüştürülmesi gereken o zo
runlu başansızlık duygusunun ilk belirtilerinin ortaya çıkmasıdır:
Böylece, korporasyon, kişilikliliğin figüratif bir uzantısı olarak değil
kişilikliliği olanaklı kılan figürelliğin vücut bulması olarak ortaya
çıkmaktadır (GS: 205). Kişilik ötesi (supra personal) aracılar, bireysel
zihnin düşünebileceği kavramlar değildir: Yani, hiç değilse, "sınıf" ya
da "sınıf bilinci" gibi sözcükleri ve Lukacs'ın o sık sık eleştirilen "tarih
öznesi" gibi acınacak ölçüde insan biçimci kategorileri kullandığımız
durumlarda. Ancak yine de, bunlar vardır ve biz onları adlandırırız.
Yeni varlığın oluşumuna inanmak bir şey, herşeyden önce gerçek an
lamda üzerinde düşünebileceğimiz ya da temsil edemeyeceğimiz bir
şeyin figür olarak kavranması ise başka bir şeydir. Her durumda
Michaels burada, bireysel özne ya da "kişiliğin" altından halıyı çek
mektedir ve bunun sonucunda, kişilik ötesi varlığın bir kişi gibi görü
nebilmesi için üzerine yansıttıklarımız değil, bunun yerine, kolektif
ten, tarihin kendisinin öncelikleri tarafından yansıtılan bir etki ve bir
figür ortaya çıkar.
Ölümsüz olduğundan dolayı korporasyon, aynı zamanda gördü
ğümüz gibi, bireysel tüketim tarafından uyandırılan ölüm ve ölmeye
yönelik korkulan da yaüştınr. Ancak bu, şimdi The Gold Standard'm
gündeme getirdiği ve kolektif aracılık kavramlarını ürettiği sürecin
göreceli olarak ikincil bir özelliğini oluşturur. Felsefi ya da söylemsel
bir anlamda, elbette sorun çözülmemiş, ancak birleştirilmiştir, zira
şimdi kendimizi bu tür iki kavram arasında -başka bir deyişle, korpo
rasyon ve bu diğer, görünürde daha ansal değişim aracılığı ile yaşa
mını sürdürebilen eski dostumuz piyasa arasındaki çelişkinin içinde
buluruz. Tarihin bir düzlem inde hiç bir şey değişm em iştir ve görebil-j
diğimiz kadarıyla, piyasa varlığım eskisi gibi sürdürmektedir. Bunun
la birlikte eğer piyasa bir sistem olarak kapitalizm anlamına geliyorsa
ve tröst, bu sistemin içinde yalnızca bir an ya da bu sistemin yeniden
yapılandırılması demekse, bu durumda çelişki, bir "kod" dan bir diğe
ri arasında mekik dokuduğumuz metin ve ayrıntı düzlemlerinin dı
şında artık büyük ölçüde hasar verici bir unsur olmaktan çıkmıştır.
Ancak son analizde piyasa, o devasa tröstün yeni ölümsüz, kendi ru
hunu kazanmış bireyler üstü doğası içinde bir'an mıdır? Piyasa aynı
zamanda bir şekilde bir "kişi" ya da kişilikliliğin figurelliğinin bir so
nucu mudur? Böyle bir "mantık" ile karşı konulamaz bu makinenin
içinde tutsak edilen aktörler -tüketiciler, yazarlar ve aynı ölçüde tröst
ler- arasındaki ilişki nedir? Bu neo-pragmatist kuram içinde yer alan
gelişmelerin öne sürdükleri şudur: "piyasa"nın arzulan ve meta tut
kuları içinde bireysel öznelerle arasındaki ilişkisi, bilince yüklenen
"inanç" teriminin, piyasanın dışına çıkmaya, onu kuramsallaştırmaya,
hatta değiştirmeye yönelik "kuramsal" girişimler ile olan ilişkileriyle
aynıdır. İnanç burada eksik olan bütünselleştirme, hiç bir zaman dışı
na çıkamayacağınız, tüm zamanlar için sabitleştirilmiş bir nihai ve ke
sin ideoloji formu; (ya da, Sartre'm "özgün oluş seçimi adını verdiği)
diğer tanımdır: İnanç ile ilişkili tek gerçek, asla onun dışına çıkamaya
cağınız gerçeğidir ve yaşanamaz olmak bir yana, yaşamaya zorunlu
olduğunuz bir gerçektir. Hiç bir zaman pratik ile birleştirilemeyece-
ğinden değil, hiç bir zaman pratikten aynlamayacağı için (AT: 29) pra
tik hiç bir sonuç veremez.
Ancak, ona yalnızca "piyasa" adını vererek ve böyle bir figürasyon
yükleyerek zaten biraz "inancın" ötesine geçmedik mi? Ve böyle bir
durumda hangisi önce gelir? Piyasanın cehennemi dinamiğini oluştu
ran, insanların, terimin kesin anlamı içinde "inanç"a mahkum edilme
leri midir? Yoksa bu tuhaf "inanç" kavramını bugün bir şekilde piyasa
mı "üretmektedir"? Burada önvarsayıldığı biçimde inancın bilginin
kendisinden aynlması, birbirinden ayrılamaz bir gerçeklikten yapay
bir biçimde iki soyut düzlem yaratılması yoluyla bir kuramın üretil
mesine bir örnek oluşturmuyor mu?
11 P.DeMan, Allegories of Reading (New Haven, 1979), s. ix. Bu yapıta ilişkin tüm göndermeler
bundan böyle AR şeklinde kısaltılacaktır. (Okuma Alegorileri, Paradigma, 2008).
Ancak, el kitaplarının dönemselleştirici kategorilerinin reddi, ol
dukça karmaşık ve diyalektik bir çaba gerektirecektir, zira bu katego
riler, Aydınlanma ve romantizm arasındaki radikal farklılaşmalara^
romantizm ve modemizm arasındaki daha düşündürücü farklılaşma
larla birlikte geçerliliğini koruduğu DeMan'ın çalışmasında da korun
maktadır. Diğer özelliklerinin yanı sıra romantizm, Schiller'in ve
onsekizinci yüzyıl düşüncesinin vülgarize edildikleri (ya da, farklı bir
dil kullanmak gerekirse, bir ideolojiye dönüştürüldükleri) andır. Böy
lece romantizm, tehlikeli bir an, (DeMan'ın merkezi etik kategorisini
kullanacak olursak) bir baştan çıkartma anıdır; ancak, burada bizi baş
tan çıkartan, bir düşünce sistemi ya da ideolojik bir sentezdir (bu baş
tan çıkartma edimine, bu şekilde yorumlandığında diyalektik de dahil
olur ve süreci genelleştirici düzlemde harekete geçirir), öte yandan
modem, daha uygun anlamda sözel ve duyumcul bir baştan çıkart
manın utkusunu yansıtmaktadır (ki, bu konuya birazdan geri döne
ceğiz). Bu nedenle, The Rhetoric of Romanticism'm önsözünde yaptığı,
aksi durumda pek de istekli görünmeyen uyandan da açıkça anlaşıl
dığı gibi, DeMan için, onsekizinci yüzyılın tarihsel özgüllüğünün ke
sin olarak belirlenmesi son derece önemlidir: "Bir kaç geçici araştırma
dışmda, Okuma Alegorileri hiç bir şekilde romantizm ya da mirası üze
rine bir kitap değildir"12; bu, en azından bazı okurların bu kitapta (ve
Rousseau'nun metinlerinde) yer alan betimlemeleri diğer dönemlere
ait metinler içinde özümsemeye yönelik eğilimlere örtük bir biçimde
değmen bir düzeltmedir. Kendisiyle yapılan özel bir görüşmede ise şu
gözlemini belirtiyordu: "Marksizmin sorunu şudur ki, onsekizinci
yüzyılı hiç bir şekilde anlayamamıştır". Yazm ile çok yakın ilişkisinin
bulunmamasından dolayı, bu görüşün "geçiş" üzerinde ve aynı za
manda da "burjuva devrimi" ve devlet iktidan ve kapitalizm ilişkileri
bağlarımda ne denli zekice bir gözlem olduğunun farkına varamazdı.
El kitaplarında onsekizinci yüzyıl, alışılageldiği biçimde Tarihin -
tarihsiciliğin ve tarih duyumunun olduğu ölçüde de modem tarih ya
zımının (pratiğinin olmasa bile) olanaklarının doğuşu olarak tanımla
nır. Bu nitelendirmenin, diğer adlandırma, Aydınlanma Çağı ile ne
şekilde ilişkilendirilebileceği sorusu, usun harekete geçirilmesi ile, ye
ni tarihsel gerçekliklerin ortaya çıkması (Amerika kıtasında ve
Tahiti'de daha eski, radikal biçimde farklı üretim tarzlarının keşfi,
13 Jean-Jacques Rousseau, The First and Second Discourses, ed. Roger D. Masters (New
York, 1964)s. 103. Bu yapıta ilişkin tüm göndermeler bundan böyle RSD şeklinde kısaltılacaktır.
14 J. M. D. Meiklejohn, ör. bkz. The Critique o f Pure Reason (Chicago, 1952), s. 180A
Meiklejohn’un İngilizce ifadesi, Kant’ın özgün olarak Almanca’da kullanmış olduğu “aufheben1’
sözcüğünün çevirisidir. Bu Almanca sözcük, bu dönemi izleyen yıllar boyunca görkemli bir yük
seliş geçirmiştir.
terli bir yorum getirmez (ne de böyle bir girişimde bulunur); bu kıs
men, merkezde yer alan örneğinin (bir metafor olarak Dev), "Dilin
Kökenleri Üzerine bir Deneme" başlığını taşıyan ikinci elden bir
fragmandan (bu metnin taslağı ya da devamı, bunu kimse bilmiyor)
çıkarsanmış olmasından kaynaklanıyor.
Rousseau'nun İkinci Konuşma'da dil üzerine düşünceleri elbette,
içerik yönünden olduğu kadar, işlevsel ve anlatısal konum yönünden
de oldukça ilginçtir. Yukanda sözü edilen "düşüncede indirgeme" sü
recinin ve Rousseau'nun, "doğal durum" ile ilgili hiç değilse olumsuz
bir kavrama ulaşabilmek için zorunlu olarak "tüm gerçekleri bir yana
bırakma" şeklini; bu gereksizlikler ortadan kaldırıldığında geride ne
yin kaldığım görebilmek üzere birbirini izleyen tüm yapay, gereksiz,
toplumsal, lükse yönelik ve bu nedenle de ahlak dışı tabakaları insan
gerçekliğinden nasıl sıyırdığının gösterilmesine yardımcı olurlar. Bu
noktada Rousseau şimdi, bu düşük nitelikli tamamlayıcı parçaların
meydana geldiği ve bugün bildiğimiz anlamda insan toplumunun or
taya çıktığı tarihi yeniden inşa edebilmek üzere süreci tersine çevire
cektir. Bu nedenle Rousseau, Sartre'ın Henri Lefebvre'a atfettiği, ancak
onun da Marks'ın kendisine (Grundrisse'in 1857 önsözü) malettiği
"ilerici-gerici yöntemin" ilk örneğini oluşturmaktadır.15
Bununla birlikte Rousseuau'da bu değişim, kendisi de Us'un dü
şünce ile indirgenmesi ile temel insan yaşamından çıkartabileceği his-
sedilebilen bu "gereksiz" Toplumsal eklemelerden ve ek unsurlardan
birini oluşturan dil üzerine belirttiği düşüncelerinden de anlaşılacağı
gibi, sorunsallıktan tümüyle arındırılmış değildir. Sorun şudur:
Rousseau, dilin en baştan hiç yaratılmamış olabileceğini öylesine güç
lü bir biçimde vurgulamıştır ki, daha sonra ortaya çıkmış olmasından
dolayı savının geçersizliği karşısında sessiz kalmayı tercih etmesi ge
rekirdi. "Deneme" daha sonra, hiç biri kesin bir sonuç vermeyen çeşit
li kaygılan dile getiren bu açmaza geri döner.
Ancak, Rousseau'nun anlatısının, kendisini ters çevirebilmesi ve
bu tür tarihin başlangıçlarım açıklayabilmek üzere, Levi-Strauss'un
"sıcak toplumlar"ının dinamizmi ya da Marksçı anlamda devlet ikti
darının kökenleri anlamında yeni bir tür nedensel kavrama -bir fün-
yeye- gereksinimi vardır. Bu Düşüş görümü ile ilgili herhangi bir tek
sesli (ya da sözde dinsel) görümü Rousseau'ya atfetmek yanlış olacak
15-Bkz. Jean Paul Sartre, Search for Method (New York, 1968), Üçüncü Bölüm.
tır. İkinci Konuşma, çeşitli anlarda bunların arasında (aşk ve kıskançlık
nedeniyle erkekler arasında dövüşmeyi kışkırtan ve bu nedenle de
yalnızca eşitsizliği değil, aynı zamanda dile (RSD: 134, 147) ve, daha
da önemlisi, özel mülkiyete duyulan gereksinimi de oluşturan ("bir
toprak parçasını çitlerle kapatan ilk kişi, "bu benimdir" demeyi kafa
sına koymuştur" ...RSD: 141) bir dizi yerel başlangıç noktalan konum-
landınr ya da varsayar. Bununla birlikte, Rousseau'da16 diyalektik ya
da hiç değilse proto-diyalektik olan insanların ayıncı sayılabilen tüm
niteliklerini tanımlayan ve aynı zamanda da bunların yozlaşma, bo
zulma ve uygarlığa doğru düşüşlerinin neredeyse kaçınılmaz ölüm-
cüllüğünü belirleyen "kusursuzlaşma"nın kendisinin çifte değerliliği
dir. (RSD: 114-15).
DeMan'ın "dilbilimsel" yorumunu haklı gösteren odur ki, Rous
seau'da bu süreç, her yerde "farklılaşma" terimleri ile tanımlanmak
tadır; onsekizinci yüzyılda sınıf deneyimi, herşeyden çok kast farklı
lıklarının hoşgörüsüzlüğü, rütbenin, büyük olanın kibirli gururunun,
"mevki" ve yüz ile ilgili saplantıların ağır bastığı bir dönemdir ve bu
özelliklerin tümü de, ekonomik anlamdan çok feodal ve toplumsal
anlamda, yapıta başlığını veren "eşitsizlik" sözcüğü üzerinde yoğun
laşmıştır. Bununla birlikte, bu tür bir farklılaşma aynı zamanda
Roussseau'da, birazdan göreceğimiz gibi, dilin kendisinin kökenle
rinde yatan daha derin anlam olarak, "proto-linguistik" terimlerle
açıkça tanımlanır.
Burada son bir anlaüsal değişime değinmek gerekiyor; zira, bu de
ğişim, İkinci Konuşma'ran doruk noktasını oluşturmaktadır ve ilk
16 Bir dil deneyimi olarak diyalektik söz konusu olduğu sürece, Emile’de (Paris, 1859) s. 101 yer
alan aşağıdaki yorumun, dilin varoluş nedeni açısından önemli birtakım imaları içerdiğine inan-
mışımdır:
“Yazm a uğraşım süresince, uzun bir yapıtta, aynı sözcüklere aynı anlamları atfetmenin güçlüğü
üzerinde sık sık düşünmüşümdür. Hiç bir dil, düşüncelerimizin uğradığı değişimlere uygun sayı
da terimlere, tümce değişikliklerine ya da cümle türlerine sahip olacak ölçüde zengin değildir,
tüm terimlerin tanımlanması ve ardı arkası kesilmeksizin bu şekilde tanımlanan terimlerin tanım
larının yerini alan yöntem, hoş bir yöntem olmasına karşın, uygulanabilirlikten yoksundur; böyle
bir yöntem döngüselliği nasıl engelleyebilir? Tanımlar, ancak onları elde edebilmek üzere söz
cüklere gereksinim duymasaydık yeterli olabilirlerdi. Tüm bunlara rağmen, dilbilimsel yoksullu
ğumuz içinde bile, aynı sözcüklere her zaman aynı anlamları atfetmeden, buna karşın, sözcüğü
her kullandığımızda sözcüğün geçici kabulünün, onunla ilişkili fikirler tarafından yeterince belir
lenmesini ve ilgili sözcüğün ortaya çıktığı her dönem içinde, bulunduğu biçimde bu dönemin ta
nımı olarak yer almasını sağlayacak biçimde ilerlediğimizde, yeterince açık olabileceğimizden
eminim. Bu nedenle, zaman zaman çocukların uslamlama yeteneğinden yoksun olduklarını be
lirtmeme karşın, kimi zaman da onların belli bir kesinlik içinde uslamlamada bulunabildiklerini
öne sürmüşümdür. Kanımca, böylelikle fikirlerim yönünden kendi kendimle çelişkiye düştüğüme
inanmıyorum; ancak, sık sık ifadelerim açısından kendimle çeliştiğim önerisine karşı çıkabilecek
durumda değilim.
"eşitsizliklerin", yani, Rousseau'nun, o sözde "sözleşme"nin devasa
bir dolandınalık ve şaka olduğunu belirttiği (ve böylece de aşağıda
inceleyeceğimiz gibi, gerçek anlamda bir toplum sözleşmesinin kendi
versiyonunu oluşturmak üzere en baştan kendisini güdülendiren)
devletin kendisinin ve devlet iktidarının gizil gücünün canlandınlması
ya da diyalektik yönden yoğunlaştırılması gibi sonuca ulaşmaktadır.
DeMan'ın Rousseau ile arasmda oluşturduğu daha kişisel bağlar
üzerine neredeyse hiç bir şey öğrenemeyiz; bu konuda ancak spekü
lasyonda bulunabiliriz (örneğin, "bir Belçikalının, bir Parisli'nin ger
çeği açısından İsviçre'nin marjinalliğine duyduğu ilgi" gibi bir sav, ye
terince açık görünüyor). Ancak, burada bir kaç boşluk var: Kanımca,
Söylenlefinde Barthes bunların gizemselliği yokedici işlevinden söz
ettiğinde, metnin içinde çeşitli yerlerde rahatlamayla ilgili biraz daha
varlıkbilimsel ve Bachelardcı tanımlar getirdiğini kabul ediyordu.
DeMan da, La Nouvelle Heloise ile ilgili aşağıdaki gözlemlerinde, bu
kez çok farklı bir eleştirinin baştan çıkartıcılığma kapılıyor:
Böylece tutkular patolojik gereksinimler olarak algılanırlar ve bunların
haz ve acı terimleriyle değerlendirilmelerinin nedeni de budur. Alego
ri, kaçınılmaz: olarak "eudaemonic" (mutluluğu en büyük erdem ola
rak alan öğreti ç.n.) bir bütünlüğe bürünür. Bu daha evcil yorumlarda,
bütünlük, Rousseau'nun kurmaca yapıtlarının çoğunda var olan erotik
hoşluğun aldatmaca ile, "acres baisers" nin "doux modele" ile bir bile
şimini üretir. Rousseau'nun kendisi, söylemin tümünü kapsayacak şe
kilde Julie'yi "soave licor" (Tasso) ile karşılaştım ve bu biraz da mide
bulandırıcı kanşım, Rousseau'nun zorunlu "kötü" beğenisinin özünde
var olan aromayı eline geçirir. Kişi kendini bu bezdirici durumdan,
hijyenik olarak daha kısa oylumlu Toplum Sözleşmesi aracılığı ile kurta
rabilmektedir. (AR: 209)
17 Karl Marx, Capital, cilt 1. (Londra, Penguln NLB, 1976) s. 139. Bundan böyle tüm gönderme
ler M C şeklinde kısaltılacaktır.
Kapital'de değerin dört aşaması üzerine tartışmanın18 Adam
Smith'in ardından, üretilen metanın değerini, içerdiği emek ile belir
leyen "değerin emek kuramı" kavramının "inşası"ndan da ayn tu
tulması gerekmektedir. Bu kuramın (Althusser ya da DeMan'ın yad-
sıyacaklan anlamda) bir antropolojiyi kapsayıp kapsamadığı ya da
ona ulaşıp ulaşmadığı oldukça ilginç bir sorudur; ne var ki, üretim
konusu, bizi burada ilgilendiren "değer formu" görüngüsünün diğer
yüzünü ya da diğer boyutunu oluşturur; piyasayı temellendirir ve pa
ra adı verilen o tuhaf şeyin ortaya çıkması ile sona erer.
Dilbilimsel ya da "retorik" perspektiften bakıldığında Marks'm
analizi "metaforik özdeşleştirmenin" keşfini, Rousseau'dan (ya da,
metaforun kendi okumasının burada yalnızca başlangıç noktasını ve
yaratıcı edimini oluşturduğu DeMan'dan) çok daha karmaşık ve di
kenli bir yola sürer. Marks, birbirinden farklı türlerde nesneleri karşı
lıklı olarak tarttığımız ve hatta sık sık da, sanki aynı şeylermiş gibi
birbirlerinin yerlerini alacak biçimde değiştirdiğimiz görünürde doğal
düzenleme ile aramızdaki aşinalığı yok etmeyi ya da isterseniz bunla-
n "yabancılaştırmayı" amaçlamaktadır. Bu durumda gizem, bir libre
tuzun üç çekiç ile ortak neyi paylaştığı ve bunların bir şekilde "aynı"
şeyler olduklarını onaylamamızın hangi durumlarda bir anlam taşı
yabilecekleri sorusunu çözmeye yönelik bir araştırma biçimini alır.
Marks, ilke olarak birbirleri ile daha ilişkili iki nesneyi belirterek so
runu daha da keskinleştirir: Yirmi yarda kumaş ve "bir palto"; olası
lıkla palto, bu kumaştan dikilmiştir. Seçim elbette, daha sonra Kapi
tal’in merkezi konusunu oluşturacak olan yeni değerin üretimi ile
ilgili oldukça farklı bir sorunu ortaya çıkartmak üzere tasarlanmıştır.
Bir kez daha burada metafor düzlemine geri dönüyoruz; birbirin
den farklı iki nesne arasmda herhangi bir özdeşleştirmenin olanak dı
şı olduğu bir durumda, bu tür bir özdeşleştirme için başvuracağımız
ad bu olacaktır. Kanımca, Marks için de, eşdeğerin konumlandmlma-
sı, Rousseau ya da Adomo'nun salt korku ve zayıflık terimleriyle ger
çekleştirdikleri söylensel "açıklamalardan" tarihsel ve yapısal yönler
den farklı olarak açıklanabilse de (değerin emek teorisi) bu anlamda
düşünülemez bir kavram olmaktadır. Bu nedenle Marksa eşdeğer ku
ramının, DeMan'ın retorik yorumu ile gerçekten uyumlu olduğu bir
anlam mevcuttur: Herhangi iki metanın, mecazm kendisinin dilbiljm-
18 Dört aşamanın tümü de Capital, cilt 1, kitap 1, bölüm 1, kısım 3’de özetlenmiştir.
sel işlevi terimleriyle “aynı" olmaları buyruğunun ortaya çıktığı bu ;
önsel metaforik şiddeti olarak görmek, elbette Marks'ın şemasının kar;
zandırdığı bir zenginliktir. Ancak, buna karşılık Marks, "açıklaması*
rnn" dilbilimsel yorumuna, değerin ortaya çıkma süreci ile ilgili anla
tısına elbette bir şeyler eklemektedir (ve "o başka şey"in DeMan'ın
şemasında nasıl bir konuma sahip olabileceği, ancak Marks'ın "anla*
tı"sını DeMan'ın alegorinin, burada henüz özetleyemediğimiz ilk me-
tafordan doğuşu ile ilgili "öyküsü" ile karşılaştırılarak belirlenebil-
mektedir).
Bununla birlikte, Marks'da "gizem"in sahnelenişinde kendine öz
gü bir yöntem bulunmaktadır ve burada ilgili nesnelerin doğası, nes
nelerin "özdeşliği" ve diğer inşam bir şekilde kendimle "aynı" gör*
memin (acıma, sempati duyma) kavrayışı şeklinde göreceli yönden
basit iki duruma yönelen Rousseau'nun başlangıç noktasını büyük öl
çüde genişletir ve değiştirir. Gerçekten de, DeMan'ın, metaforik edi
min alanlarından bu İkincisi (Öteki, dev, "adam") üzerindeki bu son
derece ilginç tartışmalarının bir dezavantajı, birincisini gözardı etmesi
ya da nesnelerle ilişkilerimizi, bir şekilde diğer insanlarla ilişkilerimiz
le yan yana getirmesidir. Ancak, Marks'da bu artık, "ad" ve ağaç
"kavramının" bir şekilde ortaya çıkabilmesi amacıyla bir ağacm, on
dan çok farklı bir diğer ağacm yanma yerleştirilmesi sorunu olmaktan
çıkmıştır; burada sorun, birbirinden tümüyle farklı nesnelerin (tuz,
çekiçler, kumaş, palto) ne şekilde birbirine eşdeğerde görünebilecekle
ri sorunudur. En heyecan verici Marksçı epistemolojik yapıt, daha
sonra Marks'ın anti-Kartezyen ve diyalektik metodolojik dersini verir:
Karmaşık düşünceleri basit düşüncelerden yola çıkarak oluşturmayız;
tam aksine, basit bir düşünceyi kavrayabilmemizi sağlayan, karmaşık
düşünce formunun yarattığı sezgisel düşüncedir. Değer yasasından ya
da kökünde birbirinden farklı şeylerin eşdeğerinin gizeminden yola
çıkarak, yeni bir yoldan evrenseller ve özellerin daha basit düzlemine
varabiliriz; ya da isterseniz, soyutlamanın kendisinin ve kavramsal
düşüncenin, (DeMan'ın "dilbilimsel kavramsallaştırması") daha uz
manlık gerektiren felsefi ve dilbilimsel etkileri kavranmadan, değer
yasasının daha geniş alanı içinde konumlandırılması gerekmektedir.
Ya da son olarak, daha da "vulgar" (yani varlıkbilimsel) bir betimleme
yapmak gerekirse, felsefi ve dilbilimsel soyutlamanın kendisi bir etki
ve değişimin bir yan ürünüdür.
Marks'ın tanımında, eşdeğerlikle ilgili iki terimden birinin diğeri
nin ifadesi olarak işlevlendirilmesi ile ("kumaş, paltodaki değerini
ifade eder; palto, o değerin ifade edildiği madde işlevini taşır (MC:
139); hem ürün, hem de araç olarak metafor doktrininin verimli bir bi
çimde diyalektik yönden önceden tahmin edilişini görürüz. Bu arada,
bu iki nesnenin değer yönünden "aynı" olduklarının olumlandığı
denklemin geriye dönüştürülemezliği bu yapıya, DeMan'ın metafor-
dan anlatınm doğuşu ve bu yapısal eğilimin sonucu olarak daha son
ra ortaya çıkan alegorik formlarla ilgili yorumuna uyumlu "zaman-
sal" bir süreci dahil eder. Ancak zamansal sözcüğü burada, "gerçek"
yaşanmış ya da varoluşsal zamanın ya da tarihsel zamanın katılımına
yönelik herhangi bir araştırmada bulunmamaktadır. Daha önce de be
lirttiğim gibi, Marks'ın dört değer formu üzerine yorumunu,
"soybilimsel", "sürekli" ya da tarihsel yöntemlerle okuyabilmek ola
sıdır: İlk eşdeğerler iki özerk sistemin ya da kendi kendine yeterli top
lumsal formasyonun kesişme noktasında oluşurlar: Farklı objeleri ve
onların eşdeğerliklerini yerleştirmeye dayalı karşılaştırma modu
otarşik bir sosyal formasyon içine çekilir ki bu otarşik sosyal formas
yon yeni bir tür harekettir, bu sayede şu anki geçici eşitliklerin çoğu
geniş bir obje çeşitliliği üzerinde pozisyon alır, sırayla: metaforik anlar
uyumsuz bir işlevsel dönüşüm içinde çoğalır ve sonra sosyal şebeke
üzerindeki uzak noktalarda yeniden ortaya çıkmak için tekrar kaybo
lurlar.
Bu durumda bu, "toplam ya da genişletilmiş bir değer formu", bir
toplumsal formasyonun nesneler dünyasından geçen ve içinde nesne
lerin (geri dönüşsüz olduğunu daha önceden belirttiğimiz) değer
denkleminin iki kutbu arasında sürekli yer değiştirdiği bir tür sonsuz
ve sonsuza değin geçici bir eşdeğerler zinciridir. Süreç içinde herhangi
bir tutarlılık sağlanmadan insanlar sürekli bir biçimde değişimde bu
lunurlar: Metanın değeri ile ilgili göreceli ifade yetersizdir; zira, tem
sillerinin oluşturduğu dizinin sonu hiç gelmez. Değer ile ilgili her so
runun bir halkasını oluşturduğu zincir her an, yeni bir değer
ifadesinin oluşabilmesi için malzeme sağlayacak olan yeni yaratılmış
bir meta tarafından uzatılabilecektir (MC: 156). Bu an, elbette vurgu
lamanın, anlann geçiciliği ve bunlan izleyen değerin sürekli biçimde
çözülmesi üzerinde yoğunlaştığı farklı bir perspektiften tanımlanabi
lir. Her noktada, bir araç içinde henüz kurumsallaşmamış ve katılaş
mamış değer "yasa"sının kendisi, bu durumda, tümüyle tüketilir ve
her yeni işlem ile bulut olur gider. Bu tür bir tanım, Baudrillard'ın (adı
Mauss'dan bu yana önemli ölçüde değişime uğrayan) simgesel deği
şim olarak tanımladığı sürece tekabül etmektedir Baudrillard'ın kendi
tarih görüşünün Ütopyacı anı; Malinowski'nin kula sistemi, bu anın
metalaştınlması ve başka bir şeye dönüşümü şeklinde ele alınabilme
sinin olanaklılığına karşın, anın biçimselleştirilmiş bir yansıması şek
linde ele alınmıştır; öte yandan, Baudrillard'ın yorumunun, Bataille'ın
aşırılık, yok etme ve "çanak kırma" törenlerini antropolojik yönden
kutlayışı arasındaki ilişkinin de açıkça farkedilmesi gerekiyor.
Bu sonsuza değin, kesintisiz olarak ve dayanabilme sınırlarını aşa
cak biçimde süregelen değişimler zinciri, kendi kavramını (genel bir
idea ya da evrensel özellik olarak "değer") üreterek sürecin tekdüze
liğine kendi mührünü koymak üzere ortaya çıkar ve böylece, tüm di
ğerleri için bir "standart" işlevini yerine getirmek üzere bu süreci tek
bir nesne içinde toparlar. Ancak, bu son derece kendine özgü ve çeli
şik bir işlemdir: Elde etmiş olduğumuz bu "yeni form", dünyadan ay-
nlmış tek bir meta aracılığıyla metalar evreninin değerlerini ifade et
mektedir (MC: 158). Bu şekilde seçilen nesnenin yerine getirilmesi
olanak dışı bir rolü bulunmaktadır; zira, hem tüm diğer nesneler gibi
potansiyel bir değere sahip, dünya üzerinde var olan bir şeydir; aynı
zamanda hem de, yer aldığı nesneler dünyasından, bu dünyanın yeni
değer sistemi içinde aracı bir konuma gelmek üzere dışan çıkartılmış
tır. Bu amaçla seçilen ineklere rastlamak şaşırtıcı gelmemeli (Evans-
Prichard'ın Nuer ile ilgili klasik tanımlamasında olduğu gibi); hiç de
ğilse bunlar, kendi ayaklan üzerinde ve kendi momentleriyle sizlere
eşlik ederler: Ancak, sürecin dehşet verici hantallığı da aynı ölçüde
açıktır. Gayatri Spivak, yazmsal ölçütü (canon), bu değer aşamalarının
diyalektiğinin terimleriyle yeniden değerlendirmemiz gerektiğini sa
vunur -oldukça düşündürücü bir öneri.19 Ancak ben şahsen süreci, iç
dünyaya ait bir nesnenin, simge ve simgesel düşünme anı ile doğmak
ta olan evrensel bir eşdeğer şeklinde ortaya çıkarak ikili bir görev üst
lendiği bu özgül üçüncü düzlemle: Kültürel olarak, bir dünya görü
şünün şu ya da bu duyumsal temsiline bir tür evrensel güç atfetmeye
yönelik çeşitli modemist çabalarla (Bay Eliot'un Joyce'da ortaya çıktı
ğına inandığı yeni evrensel "söylenler"); ancak felsefi olarak, pensee
sauvage'ın, Sokrat-öncesi filozoflarda olduğu gibi tek bir iç dünya un
20 a.g.e., s. 154.
diyalektik tekabüliyeti ve (başka bir dil kullanmak gerekirse) onun
söylenmeyeni (non-dit), onun düşünülmeyenidir (impense). Bu
varolmayan metafiziğin olumlanışı bu nedenle, dilin nasıl işlediği ko
nusunda bir tutamak elde etmeye yönelik uygulayımsal savın, dilin
henüz varolmadığı bir safhaya geri dönerek o noktadan başlamak ko
nusundaki daha rasyonel onsekizinci yüzyıla özgü yöntemin farklı bir
şekilde yinelenmesi ile, daha önce belirttiğimiz açıklamada örtük bir
biçimde vurgulanmıştır. En şüpheci ve tedbirli kuramcının bile ideo
loji ve metafiziğe doğru bu şekilde bir kaymanın önlenebilmesi için
yeterli önlem alabilmesi için herhangi bir yöntem mevcut değildir.
Göndergesel yanılmanın ve budalalığın ("budalalık gönderme ile de
rin biçimde ilişkilidir" [AR 209]) kaçınılmazlığı üzerine sık sık yapmış
olduğu uyanlardan da anlaşılacağı gibi DeMan'ın bu gerçeği iyice
bilmesi gerekiyor; öte yandan, daha sonra da göreceğimiz gibi, "me
tin" üzerindeki stratejik tanımı, DeMan'ın bu tür bir ideolojik yazım
yaratmak konusunda bir girişimini belirtmektedir ki, kanımca bu giri
şim tam da başansızlıkla sonuçlanmamıştır.
Bu açıdan bakıldığında DeMan, onsekizinci yüzyıl mekanik ma
teryalistiydi ve post-çağdaş okurlara DeMan'ın yapıtlarının kendine
özgü ve nev-i şahsına münhasır görünen özelliği de, onun metinleri
nin, belli başlı Aydınlanma filozoflarının kültürel politikalan: Dine
duyduklan dehşet, batıl inançlar ve hatalara (ya da "metafiziğe") kar
şı açtıklan savaş ile yan yana incelenmeleri ile daha da belirginleşe-
cektir. Bu anlamda, Marksçı ideolojik analize yakınlığı, İslamın Hıris
tiyanlığa yakınlığından daha fazla ya da daha az olmayan
yapısökmenin kendisi, özünde onsekizinci yüzyıl felsefi stratejisi ola
rak algılanabilir. Bir mekanik-materyalist dünya "görümü" olarak bu
yaklaşımı izleyen, d'Alembeifin şu ünlü düşünde olduğu gibi, ancak
bir vahiy yolu ile dilbilimsel bir figürasyona ulaşabilecek ölçüde he
zeyan dolu -terimlerdeki çelişki- bir temsil olmaktadır: "Le monde
commence et finit sans cesse; il est à chacque instant à son commencement et
à safin; il n'en a jamais eu d'autre et n'en aura jamais d'autre. Dans cet
immense océan de matière, pas une molécule qui resemble à une molécule, pas
une molécule qui se resemble à ellmême un instant."21 Ancak, DeMan'ın
belirttiği gibi, Diderot bile, özdeğin bütünselliğini bir tür uçsuz bu
caksız organik bir varlık olarak konumlandırdığından dolayı hile
Denis Diderot, Le Reve de d ’Alembert, Oevres completes (Paris, 1987) cilt 17, s.128.
yapmıştı. Rousseau daha kesin bir sonuca ulaşabilmiştir: "Bununla
birlikte görünür olan evren perişan ve ölü bir metadan oluşmaktadır
ki bütüncül olarak bu meta birlikten, organizasyondan ve yaşayan bir
bedenin parçası olma duygusundan yoksundur, sonuç olarak bizler
de böyle bir parça olarak bütünün içinde kendilik bilincinden yoksu-
nuzdur." (Profession, alıntı AR: 230). Bu nokta açıkça, Profession ve di
ğer yazılar ile geleneksel olarak ilişkilendirilen dini bütün, deist
Rousseau ile bir tutarsızlık içindedir: Bununla birlikte, bu tutarsızlığın
ortadan kaldınlması, bu metin üzerine yazdığı bölümde DeMan'ın
maharetini gösterir. DeMan bunu, deistik inanç ve özellikle Tann dü
şüncesi olarak kabul edilen kavramı, varlıkbilimsel (ontolojik) öneri
lerden, yargı yetisine taşıyarak gerçekleştirmiştir (AR: 228). "Tann" ve
ona eşlik eden kavramsallık, bu nedenle, yukanda anılan özdeğin da
yanılmaz görümünün bir çözümü olarak ve yarattığı skandalin yerine
(entelektüel tarihin el kitaplarının "deizm" olarak adlandırdıklan)
daha inandmcı birtakım dünya görüşleri yerleştiren daha geç döneme
ait bir buluş şeklinde okunmaması gerekir; bunun yerine, "Tann" adı
verilen fikir ve "içsel olumlama" ile ilişkili diğer konular, bir tür pa
ranteze alma yöntemi ile zihnin ya da daha iyisi, dilin bir işlevi ve
epistemolojik yönden "yargı edimi" oluşturabilme kapasitesine dö
nüştürülürler. Sorunun bu şekilde yerinin değiştirilebilmesi ve yeni
den tahsisi (DeMan, kendisinden beklendiği biçimde bu edimin,
yapısökücü okur değil, bizzat Rousseau'nun kendisi tarafından ger
çekleştirildiğini belirtiyor), eski dostumuz metaforik edimin, benzer
lik ve özdeşliğin dilbilimsel yönden olumlanışıdır. Böylelikle, bu
"dinsel inançlar" artık tam anlamıyla Rousseau'ya ait olmaktan çıkar
lar: Dilin kendisinin jenerik ve evrensel "kavramlan "nın gövdesin
den aynlmış nesnelliği içinde Rousseau'nun zihninin içinde yüzen
dilbilimsel ve kavramsal formlar olurlar: Profession, artık bunların
üzerinde tartışmalarda bulunmaz, ancak, olasılıklarının işlerlik koşul
lan gibi bir özelliği incelemeye çalışır (bu yapıtı neo-Kartezyen bir me
tin olmaktan çok pre-Kantçı bir metne dönüştüren özellik [AR: 229).
Ancak bu durumda "dinsel" kavramsallık, metaforik kavramın
kapsadığı öngörülen bireye özgü parçalar ya da üzerinde ya da genel
istencin, bireysel özneler olarak onun düzleminde yer alan benzersiz
tutkular ve şiddetli özgüllüklerin üzerinde yüzmesi gibi, anlamsız
özdeğin dilbilim-öncesi düzleminde havada kalmıştır. Rousseau'nun
"deizm"i üzerinde herhangi bir karara vanlamaz (AR: 245); aynı şe
kilde, özgüllük düzleminden evrenseller ve dil düzlemine bir köprü
oluşturmak bir yana, Rousseau'nun tüm operasyonu, tam olarak bu
ilişkiyi sorunsallaştırarak, böyle bir olasılığı, evrenseller, kavramlar,
dil ve hatta "deizmin" //kullanım"ırun sürdürüldüğü bir soru olarak
şekillendirmektedir.
Bazılan tarafından "nihilizm" olarak da adlandınlan bu maddeci
ya da "karamsar" görümün, diğer büyük alter-ego, Kant aracılığı ile
(DeMan'ın Rousseau kanalıyla paylaştıktan ortak bağların dışında
Kant ile arasındaki ilişkileri, kanımca aynı ikili görümü paylaşmala
rından kaynaklanmaktadır) DeMan'ın kendisine dönüştürülebilece
ğine inanıyorum. Aşağıda alıntılanan tür, bir pasaj, Kant'ın "dünya
görüşü"nün dehşetini yalnızca yüzeysel bir biçimde aktarabilmekte
dir:
Çevremizde her yerde neden-sonuç, araç-amaç, doğum-ölüm zincirini
gözlemleriz; ve onu bulduğumuz koşula kendiliğinden hiç bir şey
girmediğinden dolayı da, bize sürekli olarak, nedeniyle ilgili aynı araş
tırmayı öneren başka bir şeye göndermede bulunulmaktadır ve bu ne
denle de, bu sonsuza değin süren olasılıklar zincirinin ötesinde ilk ve
kendi kendini idame ettirebilen başka bir şeyin -bu görüngüsel dün
yanın varlık nedenini oluşturan bir şeyin dünyanın sürmesini ve varo
luşunu sağladığını teslim etmedikçe, evrenin hiçlik uçurumuna gö
mülmesi gerekecektir.22
24
Nominalizm üzerine daha fazla bilgi için bkz. benim yazdığım Late Marxism: Adomo, or the
Persistence o f the Dialectic (Londra, 1990).
yazılış biçimi olacaktır. Bir kez Adomo, modem sanatın bir durum ve
bir ikilem olarak nominalizmin mantığı ile merkezi bir biçimde yüzle-
şebilme yollarını keşfetmiş bulunuyordu; Adomo, terimi Croce'den
almıştı; Croce ise bu terimi geniş ölçüde kendi döneminin sanat eleş
tirmenliğinde geçerli olan tür (genre) düşüncesini, tek başına sanat
yapıtının deneyimi ile tutarsız olarak gördüğü genelleştirmeleri ve je
nerik sınıflandırmaları eleştirmek üzere kullandı. Adomo'da nomina
lizm, modem yapının üretiminin içine bir yazgı olarak girer:
Adomo'nun biçimsel teşhisi de (kendisinin fazla nostaljik olmadığı)
geleneksel felsefenin evrenselleştirici olasılıklarından ölümcül biçim
de geriye çekilen modem felsefi kavramlar üzerine çalışmasından da
örtük biçimde kendini belli eder.
Şimdi arzu edilen, çağdaş zamanlarda nominalist emir kipinin da
ha geniş bağlamda toplumsal ve kültürel tanışıdır: İçkinliğe yönelik
eğilim, bölümün başında betimlemeye çalıştığımız aslanlıktan kaçış
bu ışığın altında, olumlu yanı yalnızca kendi içinde toplumsal ve
varoluşsaj olarak "nominalizm" hipotezi tarafından açığa vurulan
özel ya da olumsuz bir görüngü biçimini alır (postmodem politika ve
daha eski "demokrasi" kavramının postmodem bükülüşü de, bu
perspektiften toplumsal özel durumlar ve bireylerin gerçekliğinin bir
şekilde "bireycilik" ideolojisi de dahil olmak üzere toplum ve toplum
sal üzerine gerçekleştirilen daha önceki düşünceler ile arasında bir tu
tarsızlığın varolduğuna duyulan giderek artan bir inanç şeklinde yo
rumlanabilir. Böyle bir bağlamda DeMan'ın yapıtı, bir şekilde farklı ve
dilbilimsel yaratının uzmanlaşmış alanı içinde, sonsuza değin yaşan
dığı ve ödün vermez bir saflık içinde kuramsallaştmldığı, daha az
olağan dışı bir tınıyı kapsar.
Ancak, Rousseau'nun "deizm"i üzerindeki tartışmamızı henüz
tamamlamadık; henüz -maddesel evreni "ele geçirmek" konusunda
açıkça başansız kalan Rousseau'nun "deist" kavramsallığının herşeye
rağmen, libidonun "nesnelere kanalize etme" (cathexation) yolu ile
nasıl kendi içinde bir özerklik kazandığını henüz açıklamadık.
(DeMan'ın çok farklı dili bu anı, "eudaemonic" (mutluluğun en yük
sek erdem sayıldığı öğreti Ç.N.) değerlendirmeye doğru bir dönüş
(AR: 243), yargı odağının bir tür "seyir"e dönüştürmesi (AR: 242) ve
böylelikle haz ve acı diline ve bunun da ötesinde onsekizinci yüzyılla
ilişkilendirdiğimiz genel erotik ve duygusal tavırlardan kolayca etki-
lenebilme şeklinde betimler.25 Ancak, bu hazin özdeğinin yeniden or
taya çıkması ile ne yapılacağı sorusu -Rousseau'nun yapıtlarından
çok DeMan'ın yapıtlarında- bu tür estetikle ilgili konuların ve sorun
ların ortaya çıkmasına yol açar.
Şurası açıktır ki, DeMancı yapısökme formu -hiç bir iz bırakmadan
kaybolmak üzere olduğu bir anda yazınsal çalışmaların savunulması
ve değerlendirilmesi ve özgül olarak yazmsal dile bir ayrıcalık kazan
dırma biçiminde de olsa- estetikle ilgili olarak son anda ortaya çıkan
bir kurtarma operasyonu ve karanlıktan kurtarma edimidir. DeMan
bunu önce -biraz gevşek terimler kullanmak gerekirse- ancak kendi
kendilerinin yapılarını çözüştürebilen yazılarla kendini sınırlayan bir
metin kavramının stratejik bir biçimde yeniden tanımlayarak gerçek
leştirir. Tüm metinlerin paradigması bir figür (ya da figür sistemi) ve
onun yapısının çözülüşünden oluşur (AR: 205); dilin ilk metaforik
anını kavramaya yönelik girişimimizde daha önce karşılaştığımız bu
formülasyonun, şimdi estetik değerlendirme ile ilgili çok farklı bir iş
lev taşıdığı görülebilmektedir. Bu değerlendirmenin dışmda kalanlar
-örneğin Herder ve Schiller gibi- Rousseau'nun yalnızca kişinin "fi
kirlerini" ödünç alabileceği, kendine uyarlayabileceği, geliştirerek
üzerine eklemeler yapabileceği bir filozof olarak gösteren
vülgarlaştıncılan ve ideologları olmaktadır: Bu düşünürlere, kutsayıcı
bir biçimde, daha geniş bağlamda belirlenen "metnin" kapsamı içinde
yer alan iki temel yazım türünü -"figür" alegorileri ve okuma alegori
lerini- bildiren daha derin bir "şüphe" duyumu bahşedilmiştir. Bu,
elbette ("kanonize etme" olmasa bile) değerinin teslim edilişidir: Ne
var ki kişi, bunun tam olarak da estetik değerin teslim edilişi olmadı
ğını ileri sürebilir. Metinler, dilbilimsel yönden yansıtıcı (reflexive) ol
duklarından, kendi yapılarını kendileri çözebildiklerinden ve bir şe
kilde, kendi işleyişlerinin bilincinde olduklarından dolayı, olduklan
biçimde kategorilere ayrılabilirler ve sınıflandırılabilirler.
Belki de DeMan'ın sık sık yapmaya çalıştığı gibi, bu tür yargılar,
estetik bağlamda değil, retorik bağlamda daha iyi taşınabileceklerdir?
25 Mutluluk ilkesinin (haz-acı) Kant’da aynı türde bir birleştiriciayırıcı işlev üstlendiği anımsana
caktır. “Ahlaki ilkelerin saf aklın ilkeleri olduğu, sağduyunun yargılarına doğru bir yönelim ile ol
dukça sağlam bir şekilde ve belli bir kesinlik içinde doğrulanabilir, bu nedenle de, kendi
maksimimize istencin belirleyici bir ilkesi olarak girebilen herhangi bir deneysel unsur, zorunlu
olarak ona arzulan harekete geçiren unsur olarak kendini ekleyen haz ya da acı duygularıyla bir
anda farkedilebilir; öte yandan, saf pratik akıl, bu duyguyu kendi ilkesi içine bir koşul olarak dahil
etmeyi kesinlikle reddeder.” (I. Kant, Critique of Pratctical Reason, (Chicago, 1952). 1. Kısım, 1.
Kitap 3. Bölüm s. 330.
344 P O S T M O D E R N İ Z M
------------------------------------------------------------------------------------------------- ^
i
Ancak burada da, vidanın son bir kez daha döndüğünü görürüz. Zİİj
ra, DeMan için metin, bu noktada birşeyin şüpheli bir biçimde estetik-
değerlendirmeleri ve yazınsal çalışmaları andırarak başanh bir biçim*’
de kendini yeniden oluşturduğu "yazınsal dil"in tanımının kendisi
olmaktadır.
Ancak bundan, DeMan'm hamlesinin inandıncı bir biçimde gele
nekçi olduğu sonucuna varmak yanlış olacaktır: Zira burada, bu "yap*
boz" tablosunun bir diğer parçası, yani, Geoffrey Galt Harpham'ırt
"asketik emir" adını verdiği26 beklenmedik bir müdahale yer alır.
Gerçekten de sık sık, DeMan'ın "kışkırtma" ve "baştan çıkartma" söz
lüğünü kullandığını görürüz; bu kullanım, özgül olarak (ancak ben
zersiz olarak değil) yorumsamacı seçeneklerle bağlantılı olarak kulla
nılır: Şimdi, bunların salt biçem alışkanlıklan olmadıklan, ancak,
DeMan'm dil üzerindeki daha temel felsefi ve estetik görüşlerine te
kabül ettiklerini belirtmenin zamanı gelmiştir. Bu, aynı zamanda
DeMan'm yapıtının kritik bir noktada modemizm ve postmodemizm
üzerinde süregelen tartışmalarda özellikle onaylamayacağı terimlerle
çakıştığı noktadır. Romantizm ile postmodemizm arasmda derin bir
sürekliliğin varolduğunu savunanlar ile, bunlann arasında köktenci
bir kopuşun var olduğunu savunanlar arasındaki savaş hatlarını belir
leyecek olursak, DeMan, tek başma metnin (ya da tek başma
"auteur"ün, zira DeMan bu anlamda yazarlık olgusu sorunsallaşhnl-
dığmda bile "auteur" kavramına bağlıdır) köktenci farklılığın daha ge
niş kavramların geçerliliklerini yok etmek üzere müdahalede bulunma
larına rağmen, yine de ilk kampta yer alacaktır. Bununla birlikte
sanki, romantik şiir bir şekilde Rousseau'nun dil üzerine şüphelerine
daha yakın gibi durmaktadır (DeMan'ın kuramcılar arasındaki ilişki-
lendirmeli seçimleri, iyi bilindiği gibi, Nietzsche'nin izinden,
Schlegel'e doğrudur): Bu nedenle modemlerin dillerinin kapasitesi,
yalanlar ve aldatmacalarla, baştan çıkartmalarla daha zenginleşmiş ve
böylelikle, DeMan'm bu tür şiirsel dil üzerine gerçekleştirdiği gerçek
anlamda yapısökücü çalışmasmda, konu olarak Rilke'yi ele almıştır.
Bu durumda, şiirsel dilin baştan çıkancılığı "modemizm"in
yapısökücülüğü ile aynı anlama gelmektedir. Genelde değere ilişkin
baştan çıkartmaların, "yazınsal" olarak adlandınlan metinlerde, "fel
sefi yazılar" genel başlığını aşmayacak bir biçimde hoşgörü (hatta
26 DeMan üzerine ilginç yorumlan için bkz. Geoffrey Galt Harpam, “The Ascetic Imperative”,
Culture and Criticism (Chicago, 1952) s. 266-68.
hayranlık) ile karşılaştırıldığına inanıldığından dolayı, bu değerlerin,
kendi değerleri, felsefi metinlerin, yazınsal metinlerden ayrılabilme
olasılığı ile bağlantılıdır (AR: 119). Rilke'nin "baştan çıkartmalan"
(AR: 20) dört aşamalı bir yorumla eklemlendirilmiştir ve bu aşamala
rın her biri, DeMan'ın yazılan içinde başka noktalarda bir tınıya ulaşır.
Bunlardan ilki, okuyucunun zihninde karmaşanın uyanmasının, sık
sık genelde modemin paradigması olduğuna inanılır ("hypocrite
lecteur, mon semblance, mon frere!"); İkinci aşamada, yüzeyleri ile
birlikte nesnelerle ilgili bir doluluk ve büyülenme duygusu tanımlanır
ve bu duygu Rilke'de özgül bir izleksel biçim kazanır, ama aynı şekil
de, şu ya da bu biçimde genelde modemde duyumsalın önemli ölçü
de yoğunlaşmasının diğer bir paradigmasıdır. Üçüncü aşama şimdi
bu kazançlan "ideolojik uygulama" adını verebileceğimiz bir başka
olguya dönüştürür: Şimdi bunlar, (diğer) bir kaç yapıtın da yaptığı gi
bi bir tür "varoluşsal kurtuluş"u olumlarlar ve vaat ederler: "Hiersein
ist herrlich!" (Burada olmak ne güzel!).
Bu operasyonun DeMan'ın dikkatini bir anda uyardığını görmek
şaşırtıcı olmayacaktır: Gerçekten de, monografik çalışmasının sonuna
geldiğinde (bu bölüm, Rilke'nin seçilmiş şiirlerinin Fransızca çevirile
rine bir giriş bölümü oluşturmak üzere, belki de Rilke'nin göreceli
olarak ulaşılabilir kılınışının nedenlerini ve genel bir araştırma ve bü
tünselleştirici bir analiz olarak sistematik yapısını açıklayıcı bir biçim
de yazılmıştır), Rilke'nin büyük felsefi şiirleri "Duino Ağıtları" ve
"Orfeus'a Soneler" yer değiştirmiş, Rilke "kanon"u içinde daha mar
jinal ve alçak gönüllü bir konuma indirgenmiş ve bu konumda,
Celan'ı önceden haber veriyormuşcasına, devasalığı yadsıyışlan ile,
bir tür "yapısökücü" estetiği kapsıyor görünen daha seyrek daha
parçalanmış, neredeyse minimalist fragmanlar tarafından yerlerinden
edilmişlerdir (ne de, burada sözü edilen minimalizm yapısal bir rast
lantıdır: "Gösterenin bu özgürleştirici kuramı", aynı zamanda izleksel
olasılıkların tümüyle kuruduğunu ima etmektedir. [AR: 48)
Bununla birlikte, Rilke'nin baştan çıkartıcı stratejisinin diğer özel
likleri son aşamada en azından bunun kadar şüphelere açıktır; özellik
le de final ya da kendinden önceki üç aşamanın bu tür bir şiirsel dil
içinde kristalleştirildikleri son ya da dördüncü an; bu, tek bir duyum
kanalının: "Dilin bir keman gibi ezgiler terennüm ettiği" (AR: 38) "ses
uyumu" (euphony), en baştan, Rilke'nin tüm şiirsel başarısının sonuç
lan üzerine bahse tutuştuğu, neredeyse "phonocentric" (sesmerkezci)
bir İşitsel Tann'nm (AR: 55) ortaya çıkışıdır. Temsil ve ifade olanaklar^
araca daha önce atfedilen özelliklerin dışında hiç bir gönderge
(referent) sunmayan bir "askesis" içinde ortadan kaldırılırlar. Ses, dil*
de içkin olarak varolan tek Özellik olduğundan ve bunun da, dilin dı
şında konumlanan hiç bir şeyle herhangi bir ilişkisinin bulunmayaca
ğından dolayı, elde bulunan tek kaynak olarak kalacaktır (AR: 32).
Rilke'ye tutkun her okurun kulağına tanıdık gelen bu olağanüstü mü-
zikselliğin "askesis" olarak tanımlandığını görmek, şaşırtıcı geliyor.
Sözcük, bu formel tuhaflık ile Rilke'nin sofu tematiği arasmda belli bir
aracılık işlevini üstlenmek üzere tasarlanmıştır ki, son analizde bunla
rın her ikisi de, Rilke'nin azizliğin belirtisi olarak düşünmekten zaman
zaman hoşnut olduğu, tüm diğer duyumların yadsınışı ile onaylan
makta ve canlandırılmaktadır. Bu arada, bu tanımlandırma aynı şe
kilde, modem zamanlarda metalaştırma ve duyumların aynmı ve da
ha sonra bu ayrımların özerkleştirilmesi ile ilgili tarihsel görüngüyü
bir baştan bir başa derinlemesine keser ve burada da, modem resimde
olduğu gibi, olağanüstü yeni bir yoğunluk kazanır. Bu yeni bedensel
duyum merkezi (sensorium) en çok, özgünlüğü üzerine belli bir tarih
duyumunu kazanan okurlar (ve yazarlar) tarafından kutlanmıştır; fe-
nomenoloji ve arzu ile ilgili daha çağdaş ideolojiler, modem zaman
larda bedenin geçirdiği parçalanmada kendi aynlma noktalarını ger
çekleştirirler. Bu nedenle, DeMan'ın kendine özgü perspektifi, ancak
haklı görünebilecek bir biçimde aşinalığı ortadan kaldırır: Yeni du
yumun (euphony) çekici sessizliğine duygusuzca ara vererek, bunun
bedeli ve dilin seslerinin özerk kalabilmesi için yadsınması gereken
herşeyin üzerinde ısrarla durur.
Ancak, bunun da elbette DeMan adma bir "askesis" olarak tanım
lanması gerekmektedir; ve hiç bir yerde Okuma Alegorileri, Ni-
etzsche'nin, müziğin başat gücü üzerine yazmış olduğu yazının alaya
eleştirisinden daha saldırgan olamaz:
Böyle bir pasajdan sonra kim kendinin "otantik müzisyenler" arasmda
mutlu azınlıktan biri olarak kabul edebilme cüretini gösterebilir? Böyle
bir pasaj ancak, Nietzsche'nin kendini özdeş kıldığı durumun, onu
üçgensel bir ilişkide Kral Mark durumuna getirseydi, inana tam biri
tarafından yazılmış olurdu: Bozuk bir inançla yazılan bir metnin düş
tüğü tüm tuzaklara düşmüştür: Koşut retorik sorular, bol bol başvuru
lan klişeler, okuyucuya açıkça yaltaklanmalar. Müziğin "ölümcül" gü-
. cü, yazınsal tanımın küçültücülüğüne dayanamaz; oysa Nietzche,
kendi metninin retorik tarzı tarafından, onu kendi düzmeceliğinin gü
lünçlüğü içinde sunmak zorunda bırakılmaktadır (AR: 97-98).27
27 Bu satırları yazarken, Paul de Man'ın kendisinin müzik konusunda gerçekte neler hissettiği
konusunda hiç bir fikrimin olmadığını farkediyorum. Bununla birlikte, alaya bir küçümseme,
Mussll’in, Nietzscheci müzik tutkunları üzerine çizdiği portresinde yer alan betimlemeye pek de
aykırı sayılmaz: “Ne zaman gelse, onları hep piyano çalıyor buluyordu. Müziği, çaldıkları parça
sona erinceye değin, onun gelişinin farkına varmamaları için bir gerekçe gibi kullanıyorlardı. Bu
kez çaldıkları parça Beethoven’in “Mutluluğa övgüsü” idi; milyonlarca kişi, Nietszche’nin betim
lediği gibi huşu içinde yere eğiliyorlar, düşman sınırlar ortadan kalkıyor, evrensel uyumun tanrı
sal ezgisi ayrılanlaRI uzlaştırıyor ve onları birleştiriyordu, ikisi de yürümeyi, konuşmayı unutmuş,
gökyüzüne süzülerek bir raksa başlamak üzere idiler. Yüzleri heyecandan kızarmış, gövdeleri
kamburlaşmış, başlan bir aşağı bir yukarı eğiliyor ve bükülüyor, bu arada geniş pençeler sert
darbelerle şahlanan müziğin yoğunluğunu seslendiriyordu. Tüm ölçülerin ötesinde bir şey olu
yordu. İçi sıcak duygularla doldurulan dış hatları belirsiz bir balon, patlama noktasına kadar şişi
rilmekte ve heyecan dolu parmaklardan, alınlarda oluşan sinirli kırışıklardan ve bedenlerdeki çır
pınmalardan, bu özel sınırlar içindeki devasa kargaşanın içine giderek artan yoğunluktaki
duygular dalga dalga yayılmaktaydı. İnsan ister istemez böyle bir şeyin daha önce ne kadar sık
yaşanmış olabileceğini merak ediyordu. The Man Without Qualities, (Londra, 1979) cilt 1, s. 10.
Ij
değilse edebiyatın) kendisini, dilin kendi kendinin yapısını çözdüğü
ve bu nedenle de henüz varolması muhtemel "gerçeklik" kavramının
bir tür en son versiyonunu sunduğu ayrıcalıklı alan olarak belirlemiş
tir. Bu nedenle, estetik deneyim bir kez daha bir değerlendirmeden
geçer; ancak bu kez, sanki, üzeri şeker kaplı tabakaya rağmen yutul-?
ması gereken bir hap; ya da, daha geleneksel bir benzetme ile, gerekli
bir büyülü hayal ve fantazmagoıyarun oluşturduğu göreceli olarak
Wagnerci bir vadi gibi, tam olarak da ona özgü sayılabilen o çekici es
tetik hazlar yoktur.
Roland Barthes gibi biriyle yan yana konumlandmlan DeMan'ın
püritenliği (sanatın kendisi üzerine toplumsal planların dışında) ne
redeyse Platonik boyutlara ulaşır ve böylece Barthes sorumsuz haz
düşkünlüğüne ve yanılgılara teslim olmamanın ta kendisi olarak gö
rünür. Korkanm, DeMan'ın metnine eşlik eden ahlaksal önerileri cid
diye alamayacağım (şüphesiz, bu benim sorunum değildir); ancak
Okuma Alegorileri, önerdiği varsayımsal "yeni ahlaksallıktan" çok
1960/lı yılların başlıca "kazançlan" ve savaş alanlarından birini oluş
turan özgürleşme, beden, arzu ve duyumların ayrıntılı biçimde kutla
nışı üzerine getirdiği "iflas" karan ile, 1980'li yıllan önceden kestiriyor
görünmektedir.
Ne var ki, daha önce de görmüş olduğumuz gibi, modemin ve
onun duyumsal retoriğinin bu kayda değer ve etkileyici teşhisinin
(bunu izleyen, Rilke'nin figürleri üzerinde ayrıntılı biçimde uygula
nan yapısökümü işlemini burada tekrar edemeyiz), neredeyse hemen
ardından, yazınsal ve şiirsel dilin önceliğinin eski haline dönüştürül
mesi izler. Bu da, yeterince olası bir durumdur; zira, eğer istediğimiz,
dilin duyumsal hayallerinin çözülüşü ise, bu durumda bunların, ken
dileri aleyhine açılan ve kesinlikle güçlü savlara dayalı bir davaya
karşı kendilerini gerçek anlamda uyanık tutulmaları gerekmektedir.
Bununla birlikte DeMan'ın estetiğini, eksik bir biçimde tasfiye
edilmiş modemizmin bir görüntüsünü sunan daha geniş bir bağlam
arka planında okumamız gerekmektedir: Ortaya çıkan sonuçlar olma
sa bile, konumlar ve tartışmalar "postmodem"dir. Bu durumda, son
analizde neden bu tür sonuçların çıkarsanamadığı sorusu bizim de
son sorumuzu oluşturmaktadır; ancak, böyle bir soru da tam anla
mıyla yanıtlanmaz. Bununla birlikte çok genel bir yönden, daha önce
ki bölümlerde de belirtildiği gibi, tam anlamıyla özerk ve kendi ken
dini geçerli kılan bir postmodemizm, bir ideoloji olarak olanak dışı
görünmektedir. Eğer kişi temel karşıtı (anti-foundationalist) bir dil
kullanıyorsa (ancak bu, dramanın oynandığı kodlar ya da izleklerden
yalnızca biridir); böyle bir argüman, "temel karşıtı" konumun her
zaman, kendi içinde yeni bir tür "temel" bir role doğru kaymaya her
zaman açık olacaktır savma ulaşır. Bununla birlikte, DeMan'da gerçek
anlamda modernist değerlerin -herşeyden çok estetik ve şiirsel dilin
üstün ayrıcalığı ve değerinin- canlı kalabilmesi, özellikle modernist
estetiğin neredeyse tüm biçimsel açıklamalarının yalnızca bu şekilde
açıklanacağı yolundaki olağanüstü ayrıntılı suçlama ile birlikte, çok
kesin ve açıktır.
Sanırım burada gözlemlenen, kişinin zaman zaman belli bir uzak
lıktan ve bir perspektif değişimi ile DeMan'ın gerçekten de, değerleri
(genelde Kuzey Amerikalılar tarafından hesaba katılmadığı varsayı
lan bir özellik olarak) II. Dünya Savaşı öncesi dönemin entelijensi-
yasma daha yakın bir sima olduğu duygusudur. Öyle ise açıklanması
gereken, DeMan'da modemin kalıtının kusurlu tasfiyesi değil, en baş
tan modemizmin tasfiyesi ile ilgili olarak geliştirilen proje olacaktır.
Buraya kadar, DeMan'ın Belçika'nın Almanlar tarafından işgalinin
ilk yıllarında bir kültür gazetecisi olarak yazdığı yazıların ortaya çık
ması üzerine DeMan hakkmdaki "ifşaat" m neden olduğu kötü ünü
ile ilgili herhangi bir fikir belirtmek istemedim. Korkarım, bu malze
meler üzerinde geliştirilen tartışmaların büyük bir bölümü bana,
Walter Benn Michaels'ın deyimiyle "kol bükme" gibi görünüyor.
Herşeyden önce, Kuzey Amerikalı entelektüellerin genel olarak, aske
ri işgal altındaki kişilerin eylemleri ve seçimleri üzerinde herhangi bir
yargıda bulunabilecek yetkinliğe sahip olacak ölçüde tarih deneyimi
kazandıklarına inanmıyorum (elbette Vietnam savaşı ile ilgili duru
mun kabaca bir tür anoloji önerebildiğim varsaymazsak). İkinci ola
rak, yalnızca "Yahudi düşmanlığı" üzerindeki vurgulamalar, Nazi
dönemindeki diğer belirleyici özelliği, yani "anti-komünizmi" nötrali
ze ediyor. Yahudi katliamının Nasyonal Sosyalizmin antikomünist ve
köktenci sağ-kanat misyonu ile kesinlikle aynı ve ayrılamaz özellikleri
oluşturuyor olması olasılığı, Amo J. Mayer'in güçlü yeni tarih çalış
ması Why Did the Heavens Not Darken? in başlıca konusunu oluşturur.
Ancak, konu bu şekilde belirtildiğinde, DeMan'ın ne antikomünist, ne
de sağa olduğu ortaya çıkıyor. Zira, (Avrupa'da öğrenci hareketleri
nin ezici biçimde gerici ya da tutucu bir nitelik kazandığı) öğrencilik
yıllarında eğer DeMan bu tür bir konumu benimsemiş olsaydı, kendi
si Avrupa sosyalizminin başta gelen simalarından birinin yeğeni ol|
duğundan dolayı, bu gerçek herkes tarafından bilinirdi. (Bu arada;
kesinlikle her tür kişisel özgünlükten ya da ayına özelliklerden yok*
sun bir biçimde bu metinlerde arka planda yer alan belli bir politik
ideoloji, Nazizmden ve İtalyan faşizminden New Deal ve Henril
DeMan'm post-Marksist sosyal demokrasisine ve oradan da
Stalinizme kadar bu dönemde genel olarak paylaşılan korporatizmi
bir göndermede bulunmaktadır.)28
Bununla birlikte bu açıklamaların da gösterdiği gibi, Pau]
DeMan'm, o dönemde artık gelenekselleşen ileri modernist estetikçi
lerin neredeyse önemsiz, üstelik apolitik bir örneğini yansıttığı açıkçâ
belli olmaktadır. Bu, elbette Heidegger'in durumundan oldukça fark
lıdır (her ne kadar birbiri arkasından patlak veren Heidegger ve
DeMan "skandallannın" Denidaa yapısökümünün yasallığının ge
çersiz kılınması için özenle seslendirildiği su götürmez bir gerçek olsa
da). Öne sürüldüğü gibi Heidegger, politik açıdan saf biri olabilir, an
cak kesinlikle politik davranmıştır ve bir süre için, Hitler'in iktidarı
ele geçirmesinin, ulusun ahlaksal ve toplumsal yönden yeniden inşası
ile sonuçlanabilecek bir ulusal devrim olduğuna inanmıştır.29 Freiburg
Üniversitesi'nin rektörü olarak ve gerçek anlamda gerici ve Mc
Carthyci bir ruh içinde, bölgeyi şüpheli unsurlardan temizlemek için
var gücüyle çalıştı (elbette bu noktada, 1920'li yılların Alman Üniver
sitesi sistemi içinde gerçek anlamda köktenci ve solcu "unsurların",
19401ı yılların Hollywood'u ya da 1970'li yılların Federal Alman
ya'sına oranla çok az olduğunun hatırda tutulması gerekecektir).
Heidegger son aşamada, Hitler'e duyduğu düş kınklığını, bir süre
için Hitler'in bir arabulucu ya da bir ılımlı merkeziyetçi olarak prag-
matik konumunu ya da büyük iş çevreleri ile arasmda sürdürdüğü
son derece önemli ilişkileri kavrayamayan Nasyonal Sosyalizm için
deki devrimci (anti-kapitalist) sol kanada dahil bir kaç kişi ile paylaş
mıştır. Heidegger'in politik bağlanmaya yönelik girişimlerine gizli bir
hayranlık duyduğumu ve (idealleri gerçekleşmediği ölçüde) böyle bir
girişimin gerek ahlaksal, gerekse estetik yönden apolitik liberalizm
28
Henrik de Man üzerine son yıllarda gerçekleştirilen bir değerlendirme için bkz. Lutz
Niethammer, Posthistoire: ist die Geschivte zu Ende? (Hamburg, 1989) s. 104-5.
29 özellikle bkz. Victor Farias, Heidegger et ie fascisme (Paris: Verdier, 1987); ve Hogo Ott,
Heidegger unterweg sur Biographie (Frankfurt: 1988).
den daha tercih edilir bir seçenek oluşturduğunu belirtecek olsam,
yanlış değerlendirileceğimi biliyorum.
Yukarıda Heidegger için yazılanlardan hiç birinin, dramatik bir
yaklaşım içinde "işbirlikçilik" olarak adlandırılan uğraşın, bundan
böyle ve önceden görülebilir gelecekte birleşmiş ve Alman egemenliği
altında bir Avrupa'da, kendisi için yalnızca bir "iş" olarak gören30 ve
kendisini tanıdığım kadanyla en yalın anlamda iyi bir liberal olan (ve
anti-komünizme ödün vermeyen) Paul DeMan ile bir ilgisi bulunma
maktadır. Bu durumda kişi, İdeologiekritik'de varolan klasik senaryo
lardan birini izleyerek, daha sonra oluşan karmaşık bir düşünce yapı
sının evriminin tümüyle, kendisinin ortadan kaldırmayı amaçladığı
bir ilk travma durumu tarafından bir şekilde belirlendiğini öne süre
bilir mi? Bu terapik dilin yerini elbette, Bourdieu'nun Heidegger'in
ünlü Kekre kavramının (varoluşçuluğunun oluş sorunlarına doğru
yönlenmesi) kendisinin daha önceki dönemde Nazi "devriminin"31
politik olumlanışından önceden hesaplanmış retorik bir kopmayı
oluşturduğunu açımladığı güçlü tartışmasında olduğu gibi, daha tak
tik bir dil alabilir; ancak (bu bağlamda, Blanchot'nun aksine)
DeMan'ın en baştan bu tür sempatileri bulunmuyordu. Bununla bir
likte beklenebileceği üzere, şiddet ve radikal korku deneyiminde ol
duğu gibi, bu tür inanç değişikliklerinin çözülüşünü travma terimleri
ile tartışabilmek olanaklıdır; böylece (kendisinin daha sonra Sol'dan
dönmesinin tuhaf bir biçimde ön haberciliğini yapan) Conversation in
the Cathedral adlı yapıtında, tarih tarafından "yakılma" deneyiminin
kendisinin (bu durumda bu deneyim, bir öğrenci gösterisinin ardın
dan dövülmek oluyor, ancak daha ciddi durumlarda bu, işkence de
olabilmektedir), oto-sansür ve gelecekteki politik bağlılıkların nere
deyse neo-Pavlovcu bir biçimde önlenişinin bozucu yapısını oluştur
duğunu göstermektedir (ki bunu Fanon'un özgürleştirici şiddet eyle
mi kavramının tuhaf bir tür tersine çevrilişi şeklinde görmek olasıdır).
DeMancı yapısökümünün karmaşık prosedürlerinin bir şekilde, en
baştan hiç bir zaman varolmayan bir "Nazi geçmişi"nin kefaretinin
ödenmesi ya da telafi edilmesi amacıyla ortaya çıkmış olduğunu öne
30 Bkz. Edouard Colinet, “Paul de Man and the Circle du Libre Examen”, Responses: On Paul
de M an’s Wartime Journalism, W erner Hamacher, Neil Hertz ve ThomasKeenan ed. (Lincoln,
Nebraska, 1988) s. 426-37, özellikle s. 431.
31
Bkz. Pierre Bourdieu, Ontologie politique de Martin Heidegger (Paris, 1988); ve ayrıca J.
Habermas, The Philosophical Discourse of Modernity (Cambridge, Mass.1987).
sürmek, gülünç bir girişim olacaktır. Elbette bu prosedürler etkin bir
biçimde DeMan'ın eleştiriden yoksun modemist estetik değerlerini
geçersiz kılmıştır (ve gördüğümüz gibi, son kertede farklı bir biçimde
"metni kurtarmışlardır"). DeMan'ın meşum "Yahudi düşmanlığı" ile
ilgili denemesine gelince;32 kanımca bu metin, ısrarlı bir biçimde yan
lış yorumlanmıştır: Metin bana daha çok, kendi iyiliği için gereğinden
fazla akıllı bir genç adamın kaleme aldığı zekice bir direniş girişimi
gibi görünür. Zira, bu "müdahalenin" şöyle bir mesajı vardır: "Bahçe
nizi Yahudi düşmanı kişilerle ve aydınlarla zenginleştirin (bu bağlama
Üçüncü Reich'm görkemli Yahudi düşmanlığını katmıyoruz) ve kendi
davanıza haksızlık etmiş olursunuz. Şu gerçeği kavrayamadınız ki,
eğer "Yahudi yazını" sizin öne sürdüğünüz ölçüde tehlikeli ve zehirli
olsaydı, Aryan yazını olarak kabul edebileceğimiz fazla bir şey kal
mazdı ve özellikle "kanonikleşen" Yahudi düşmanı yorumlara göre
değersiz sayılması gereken bir Yahudi kültürüne karşı koyabilecek
dayanıklılıktan tümüyle yoksun olurdu. Bu nedenle, bu durumda size
önerim, Yahudiler üzerine konuşmayı bir yana bırakıp kendi bahçeni
zi ekmeniz".
İroninin doğasında böyle bir özelliğin yer almasına karşın, bu iro
nin böylesine yanlış kavranması ve yanlış yorumlanması, bir ironi
oluşturmaktadır (DeMan, bu metnin anti-Semitizmin çürütülmesin-
den çok bir ifadesi olarak kolayca okunabileceğinin farkındaydı). Bel
ki de -daha sonraki yıllarda böylesine tutku içinde izlenen ve öğreti
len- yapısökücü yorumun bu enerjik kesinliğinin, en azından bu ilkel
yorumsamacı hataya karşı direnebilecek okurların oluşturulması an
lamında bu felaketin "telafi" edilebileceği düşünülmektedir. Ancak,
DeMan'ın izleyicilerinin büyük bir bölümü, bu "metin" ile karşılaştık
larında bu edimi en baştan gerçekleştirebilmiş görünüyorlar; ve her
durumda, diğer yönlerden bu denli önemli görünen DeMan'ın peda
gojisinin, öğrencilerini, başlangıçta parantez altına aldığı bu tür poli
tik ve tarihsel bir konu ile karşı karşıya gelmede hazırlıksız bırakmış
olması, yeni bir ironi durumu yaratır.
32
“Les Juifs dans la litterature actuelle”, Le Soir, 4 Mart 1941, Paul de Man, VVartime
Journalism, 1939-1943 (Lincoln, Nebraska, 1988) s.45. Yazının sonuç bölümünde tüm Yahudi-
lerin bir uzaklarda bir adaya sürülmelerine ilişkin taşkınlık, bugün geriye baktığımızda elbette
haylj uğursuz görünecektir; oysa bu öneri, Ingiltere ile savaşın deniz trafiğini tümüyle kapayınca
ya kadar üzerimde tartışılan Madagaskar “çözümü’ ne göndermede bulunmaktadır.
Bununla birlikte ironi son aşamada, İroninin kendisinin hayatta ka
labilmesinde -DeMan'm bu olgun evredeki modemizm repertuarının
diğer durumda tümüyle çöküşünde varolan- geleneksel moder-
nizmin üstün kuramsal kavramında ve öz-bilinç ve yansıtman nos
yonda yer almaktadır.33 Gerçekten de bu özellik, Okuma Alegorileri'nin
en son sayfalarında kendinden emin bir şekilde yükselir.
33
Bununla, Venturi’de özellikle Complexity and Contradiction’da (New York, 1966), ama aynı
zamanda da Learning from Las Vegas'da (Cambridge, Mass., 1972) ironinin rolünü karşılaştırı
nız. Bu kitabın ana motiflerinden biri de, modernist değerlerin bu tür tortularının postmodernizm
içinde varlıklarını sürdürdüklerini gösterebilmek olmuştur.
EKONOMİ
\
POSTMODERNİZM VE PİYASA
1 Marx and Engels, Collected Works, volume 28 (New York, 1987), s. 180.
rak bunu salgılayan gerçekliğin içinde örtük bir biçimde gömülmüş
durumdadır. Bu nedenle de bu boyut, gerçek ve olumlu anlamda
kendi derinliklerinde düşseldir; yani, daha açık bir ifade ile, bir imge
olduğu, bu şekilde kalmaya yazgılandığı ve belirlendiği sürece
varolacaktır ve gerçek olacaktır ve gerçek dişiliği ve gerçekleştirile-
mezliği, onun gerçek olan yönünü oluşturacaktır. Bu sürecin metinsel
alegorileri olarak çok işimize yarayabilecek Sartre'ın oyunlarında yer
alan bazı epizodlan düşünüyorum: Örneğin, Elektra'nın annesini öl
dürmek için duyduğu ve aslmda gerçekleştirilmek için amaçlanmadı
ğı ortaya çıkan tutkulu arzu. Elektra, öldürme eylemi gerçekleştikten
sonra, gerçekte annesinin ölü (<ölü>, yani, gerçek yaşamda ölü) olma
sını istememiş olduğunu; istediği şeyin, onun /ölmüş/ olmasma duy
duğu öfkeli arzunun sürmesi olduğunu anlar. Ve aynı durum, biraz
dan göreceğimiz gibi, piyasa sisteminin birbiriyle oldukça çelişik iki
özelliği, özgürlük ve eşitlikle ilgili durum için de geçerlidir: Herkes
bunlara sahip olmak ister; oysa, bunları gerçekleştirebilmek olanaklı
değildir. Üreten sistem için bunlan bekleyen tek bir yazgı vardır, yok
olmak; ve bu yokoluş ile birlikte kaybolan gerçeklik, "idealler"i de
kendisiyle birlikte götürecektir.
Ancak, kendi toplumsal gerçekliği içinde kökenlere yönelik bu
karmaşık uğraşı "ideoloji" kavramına atfetmek diyalektiğin yeniden
keşfedilmesi anlamına gelecektir ki, böyle bir uğraşa giren her kuşak,
kendine özgü bir biçimde başansızlığa uğramıştır. Buna karşm, bizim
kuşak böyle bir girişime bile girmemiştir ve son girişim olan
Althusserci hareketin, geçmiş yılların fırtmalan ile birlikte ufuk çizgi
sinin ötesine geçişinden bu yana oldukça zaman geçmiştir. Bu arada,
izlenimim şudur ki, ideoloji kavramının, klasik Marksizmin kalan bö
lümü ile birlikte tarihin uçurumuna gömülmesinden bu yana yalnızca
anıldığı adıyla söylem kavramı bu boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Bu
noktada kişinin, Stuart Hall'un, anladığım kadanyla, politik mücade
lenin sürdürüldüğü temel düzlemin, kavramlar ve ideolojilerin meşru-
laştınlması üzerinde sürdürülen mücadele olduğu; politik meşrulaş
tırmanın bu mücadeleden kaynaklandığı; ve örneğin, Thatcherizm ve
yarattığı kültürel karşı devrimin, refah devleti ya da sosyal demokrat
(bizim deyimimizle liberal) ideolojinin meşruluktan yoksunlaştırılma
sında olduğu kadar, refah devletinin kendisinde varolan yapısal so
runlar üzerinde temellendirildiği görüşlerinden kaynaklanan prog
ramının onaylamaya hazır olması gerektiğine inanıyorum.
Bu durum bana, piyasa retoriğinin, bu ideolojik mücadelenin, sol
söylemin meşrulaşünlması ya da meşruluktan yoksunlaştırılmasına
yönelik bu savaşınım temel ve merkezi bir unsurunu oluşturduğu sa
vını öne süren tezimi en güçlü biçimiyle ifade edebilmem için bir fır
sat tanımaktadır. Piyasa ideolojisinin çeşitli biçimlerine -başka hiçbir
örnek vermeksizin, sol kanadın- teslim olması, henüz algılanamama-
sına karşın, endişe verici derecede evrensel bir boyutta gerçekleşmiş
tir. Bugün herkes, kamuoyuna ve güncel bilgeliğe (ya da bilişimsel
önvarsayımlann paylaşılmasına) dönüş, sanki önemsiz bir ödünmüş
gibi, hiçbir toplumun piyasa olmadan etkin bir biçimde İşleyemeyece
ğini ve bu tür bir planlamanın olanaksızlığını belirtmeye oldukça is
tekli görünmektedir. Bu, o daha eski söylem parçasının, "ulusallaş
tırmanın", aşağı yukarı yirmi yıl sonra yeniden ortaya çıkan ikinci
ayağıdır; tıpkı, gerçek anlamda postmodernizmin, (özellikle politik
alanda), bindokuzyüz ellili yılların "ideolojinin sonu" epizodunun
ikinci bölümü, ardılı ve gerçekleştirilmesi anlanuna gelmesi gibi. Her
durumda, o dönemde sosyalizmin ulusallaştırma ile ortak hiçbir özel
liğinin bulunmadığı yolundaki giderek artan önermeye katıldığımızı
belirtmek konusunda istekliydik; ortaya çıkan sonuç şu oluyor ki, bu
gün artık sosyalizmin, sosyalizmin kendisi ile ortak hiçbir özelliğinin
bulunmadığını savunan öneriye katılmaya hazır duruma geldik. "Pi
yasa, insan doğasmda vardır" önerisi, herhangi bir karşı çıkma ol
maksızın geçerliliğini sürdürmesine izin verilmemesi gereken bir
önermedir; kanımca bu, günümüzde ideolojik mücadelenin en hassas
bölgesidir. Önemsiz bir teslim etme olarak bu savın geçerliliğini onay
larsanız, ya da, daha kötüsü "içinizde, ta derinliklerde" bunun bir
gerçek olduğuna inanıyorsanız, hem sosyalizm, hem Marksizm, hiç
değilse bir süre için meşruluğunu yitirecektir. Svveezy bize kapitaliz
min, sonunda İngiltere'ye ulaşmadan önce çeşitli yerlerde başarısızlı
ğa uğradığını hatırlatmaktadır; ve eğer gerçekten varolan sosyalizm
ler kaybolup giderse, daha sonra, bunlardan daha iyileri ortaya
çıkacaktır. Buna ben de inanıyorum, ancak bu kehanetin mutlaka ger
çekleşmesi için elimizden gelen gayreti göstermek zorunda olduğu
muzu sanmıyorum. Aynı ruh içinde, Stuart Hall'un "söylem anali
zindeki taktiklere ve formülasyonlara, aynı türde tarihsel bir
nitelendirici eklemek istiyorum: Politik mücadelenin sürdürüldüğü
temel düzlem -hiç değilse şimdilik ve içinde bulunduğumuz durumda
planlama ya da piyasa gibi kavramların meşrulaşhnlması üzerinde sür
dürülmektedir. Gelecek zamanlarda, politika, tıpkı geçmişte de yaptı
ğı gibi, bu düzlemden daha aktivist birtakım formlar geliştirecektir.
Bu metodolojik noktaya son olarak şunun eklenmesi gerekmekte
dir ki, sözlem analizinin kavramsal çerçevesi -bize postmodern bir
çağda uygun bir biçimde, ideolojik analizi, ona bu adı vermeden uy
gulayabilme fırsatını sağlamasına karşın- Prudhonculann düşlemle
rinden daha doyurucu olmamıştır: /Kavramın/ boyutunun özerkleşti
rilerek ona "söylem" adının verilmesi, bu boyutun potansiyel olarak
gerçeklikle hiçbir ilgisinin bulunmadığını önermektedir ve, kendi alt
disiplinlerini kurmak kendi uzmanlarını geliştirmek üzere kendi ba
şının çaresine bakması için bırakılabilir. Ben yine de /piyasa/yı, oldu
ğu biçimde, bir "ideologeme" olarak adlandıracağım ve diyeceğim ki,
onun için belirtilecek öncül, tüm ideolojilerle ilgili öncüllerle aynıdır;
ne yazık ki kavramlar üzerinde olduğu kadar gerçeklikler üzerinde de
konuşmamız gerekmektedir. Piyasa söylemi yalnızca bir retorik mi
dir? (Özdeşliğin ve özdeş olmayanın özdeşliğini çıkarsayan büyük
formel mantığın bir provasını yapacak olursak), hem öyledir, hem de
değildir; ve bunu doğru bir biçimde kavrayabilmek için, metafizik,
ruhbilim, reklamcılık, kültür, temsiller ve libidinal malzemelerden ol
duğu kadar, gerçek piyasalardan da söz etmemiz gerekecektir.
Ancak bu, kendisi de bir tür ideolojik "piyasa"yı oluşturan ve dev
bir bileşimsel sistemde olduğu gibi, politik "değerlerin", seçeneklerin
ve "çözümlerin" olası tüm varyantlarının ve birleşimlerinin, bunların
arasmda herhangi bir seçim yapabilmeniz koşuluyla mevcut bulun
duğu politik felsefenin uçsuz bucaksız kıtasını bir şekilde gözardı et
mek anlamına gelecektir. Bu büyük ticaret merkezinde, örneğin öz
gürlüğün eşitliğe olan oranım, örneğin devlet müdahalesine, bireysel
ya da kişisel özgürlüğün şu ya da bu fantazyası üzerindeki bozucu et
kisinden dolayı karşı çıkılmasında olduğu gibi; ya da, eşitliğin, içerdi
ği değerlerin piyasa mekanizmalannm düzeltilmesini ve diğer türde
"değer"lerin ve önceliklerin müdahalesini gerekli kılmasından dolayı
küçümsenmesinde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz ruh durumu
na bağlı olarak belirleyebiliriz. İdeoloji kuramı, politik kuramların bu
şekilde isteğe bağlı olarak belirlenişine, yalnızca bu tür "değerlerin"
bilinçli zihin düzleminin ötesinde daha derin sınıfsal ve bilinçdışma
ilişkin kökenlerinin bulunmasından dolayı değil, aynı zamanda, ku
ramın kendi içinde toplumsal içerik tarafından belirlenen bir form
oluşturmasından ve toplumsal gerçekliği (herhangi bir) çözümün bir
sorunu yansıtmasından daha karmaşık yollarla aktarmasından dolayı
karşı çıkmaktadır. Burada işler durumda bulunduğu gözlemlenen, bir
formun kendi içeriği tarafından belirlenmesine ilişkin diyalektik ya
sadır -ki bu, bir "görünüş" düzlemi ile bir "öz" düzlemi arasında
herhangi bir farklılaşmanın bulunmadığı ve etik ya da salt politik fi
kirler gibi fenomenlerin bilinçli seçim ya da ussal yönden razı etme
yöntemleri ile değiştirilebildikleri kuramlar ve disiplinlerde etkin bi
çimde var olmayan bir özelliktir. Gerçektende, Mallarme'nin olağa
nüstü yorumu -"il n'existe d'ouvert à la recherche mentale que deux voies,
en tout, où bifurque notre besoin, à savoir, l'estètique d'une -part et aussi
l'économie politique"2- genelde ekonomi politika ile ilgili Marksçı kav
ram ile (örneğin Adomo'nun ya da Benjamin'in yapıtlarında olduğu
gibi) estetik arasmda var olan daha derin etkileşimlerin tam olarak bu
noktada, (dilbilimci Hjemslev'den alınan alternatif bir dili kullanacak
olursak) bir form düzlemi ile bir töz düzleminin bu uçsuz bucaksız
ikili hareketindeki iki disiplin tarafından paylaşılan algılamada yer
aldığını öne sürmektedir.
Bu, Marksizm'in bu tür özerk herhangi bir politik yansıtmadan
yoksun olduğu yolundaki geleneksel yakınmaları doğrular görün
mektedir, ne var ki, bu özellik kişiye, bir zayıflıktan çok bir güçlülük
gibi görünür. Marksizm gerçekten de, ne bir Weltanschauung çeşitliliği
üzerine bir politik felsefe, ne de tutuculuk, liberalizm, radikalizm, po
pülizm ya da her ne ise, "dört" özelliği bünyesinde bulunduran bir
görüştür. Elbette bir Marksist politika praksisi vardır, ancak Mark
sizm'de politik düşünce, bu anlamda pratik olmadığında, salt toplu
mun ekonomik yönden örgütlenişi ve insanların üretimin örgütlene
bilmesi için nasıl bir işbirliğine girmeleri gerektiği sorulan ile
uğraşmaktadır. Bu da, "sosyalizm"in tam olarak politik bir idea ol
madığı anlamına gelir; ya da eğer isterseniz, belirli bir politik düşün
cenin sona erişini önvarsayar. Bu aynı zamanda, burjuva düşünürleri
arasmda homologlanmızın var olduğu, ama bunların zorunlu olarak
faşist olmadıklan anlamına da gelmektedir (faşistlerin bu anlamda
düşünce alanında çok az şey üretmişlerdir ve her durumda da tarihsel
yönden tükenmişlerdir); bunlar daha çok neo-liberaller ve piyasa
2 “Zihinsel araştırmaya açık yalnızca iki yol vardır: Estetik ve aynı zamanda politik ekonomi”
Stephen Mallarme, “Magie”, Variations sur un sujet. Ouevres completes (Paris, 1945) s. 399.
“Marksizm ve Biçinfde benim bir savsöz olarak kullandığım tümce, ileri modernizmin ilk ışıkları
nın belirdiği 1895’de şiir, politika, ekonomi ve sınıf konusu üzerine yazılanlarla ilgili karmaşık bir
aracılık girişiminden kaynaklanıyordu.
adamlarıdır; onlar için de politik felsefe (hiç değilse Marksist, kolekti-
vist düşmanın argümanlarından kurtulduktan sonra) hiçbir değer ta
şımaz ve "politika" şimdi yalnızca ekonomik malzemenin (bu du
rumda ekonomik malzeme [apparatus], kolektif olarak mülkiyet
altına alman ve örgütlenen üretim tarzından çok, piyasadır) idamesi
ve zenginleştirilmesi anlamına gelecektir. Gerçekten de, neo-
liberallerle ortak çok yönümüzün bulunduğu savını öne süreceğim:
onlarla neredeyse herşeyimiz ortaktır -temellerin dışında.
Ancak önce, en bari biçimde görünen gerçeğin belirtilmesi gerek
mektedir: Piyasa sloganı, yalnızca birbirinden farklı göndermeler
(referents) ya da ilgileri kapsamakla kalmaz, aynı zamanda kendisi
de, neredeyse her zaman yanlış adlandırılan bir oluşumdur. Bir kere,
bugün oligopollerin ve çokulusluların evreninde özgür piyasa diye
bir şey var olamaz: Gerçekten de, Galbraith yıllar önce oligopollerin,
sosyalist tip planlama ve "planification"un kusurlu bir ikamesi oldu
ğunu belirtmişti.
Bu arada, genel kullanımı içinde bir kavram olarak piyasanın se
çim ya da özgüllükle hiçbir ilgisi yoktur, zira ister yeni model araba
lardan, ister oyuncaklardan, ister televizyon programlarından söz
edelim, bunların tümü de önceden bizler için belirlenmişlerdir: Hiç
şüphesiz, bunların arasmda bir şeçim yapanz, ancak bunların arasın
da gerçekten bir seçimde bulunmak konusunda söyleyebileceğimiz
çok az şey vardır. Bu nedenle, özgürlükle homoloji, en iyi durumda
kendi temsilci parlamenter demokrasi sistemimiz ile bir homoloji ol
maktadır.
Bu durumda, sosyalist ülkelerde var olan piyasanın da üretim ve
tüketimle daha yakın ilişkileri bulunmaktadır, zira burada da sorun,
herşeyden çok, en acil çözüm gerektiren sorunlar olarak ön plana ge
tirilen (ve böylece Batı-tipi piyasanın bir çözüm olarak düşlenmesine
neden olan) diğer üretim birimlerinin yedek parça, komponentler ve
ham madde arzını gerçekleştirebilmektir. Ancak, piyasa sloganının ve
ona eşlik eden tüm retoriğin, üretim kavramsallığmdan dağıtım ve
tüketim kavramsallığma doğru kesin bir değişimin ve dönüşümün
gerçekleşebilmesini sağlamak üzere geliştirildiği savlanmaktadır; oy
sa böyle bir değişim ve dönüşüm çok ender olarak gerçekleşebilir.
Aynca bu, rastlantısal bir biçimde tutucuların entelektüel yönden
ciddi güçlüklerle karşılaştıklan iyi bilinen, mülkiyetle ilgili can alıcı
konuyu da gizlemektedir: Burada, "özgün mülkiyet sıfatlarının haklı
gösterilmesinin" dışlanması,3 tarih ve sistemik tarihsel değişimin bo
yutunu dışlayan eşsüremli bir çerçevelendirme şeklinde algılanacak
tır.
Son olarak, şunun da belirtilmesi gerekiyor ki, çoğu neo-liberal ta
rafından paylaşılan görüşe göre, yalnızca bir serbest piyasaya sahip
olmamakla kalmıyoruz, aynı zamanda onun yerine (ve de aynı za
manda Sovyetler Birliği'ne karşı bazen "serbest piyasa" olarak savu
nulan sistemin yerine)4 sahip olduğumuz sistem ile -yani, baskı grup
lan, özel ilgiler ve benzeri özellikler arasındaki karşılıklı uzlaşma ve
karşılıklı satın almalar- Yeni Sağ'a göre, gerçek serbest piyasa ve böyle
bir piyasanın kuruluşu arasmda da kesin bir karşıtlık bulunuyor. Böy
le bir analiz (ki buna zaman zaman kamu seçimi kuramı adı veriliyor)
medya ve tüketicilik (diğer bir deyişle, kamu alanında ve kamu düz
leminde insanları daha iyi bir sistemi benimsemekten alıkoyan ve böy
le bir sistemin kavranışını ve alımlanışını engelleyen zorunlu direnme
kuramı) üzerindeki sol analizin sağ kanattaki karşılığıdır.
Bu nedenle, piyasa ideolojisinin başarısının nedenlerinin (bu bağ
lamdaki çoğul görüngülerin hangilerinin sözcüğün kendisi tarafından
belirlendiğini tam olarak saptamış olsanız bile) piyasanın kendisinde
aranmaması gerekmektedir. Yine de, piyasayı insan doğası ile ilişki-
lendiren en güçlü ve en kapsamlı metafizik yorumla başlamak yerin
de olacaktır. Bu görüş, çok sayıda, ancak genellikle algılanmayan
formlar halinde ortaya çıkar, ancak, hayranlık verici bir bütünselliği
içeren yaklaşımı ile Gary Becker tarafından eksiksiz bir yöntem olarak
biçim bulabilmiştir: "Ekonomik yaklaşımın tüm insan davranışları için
değerli, bütünlüklü bir çerçeve oluşturabildiğini söylüyorum"5 Bu
nedenle, örneğin evlilik, her tür piyasa analizine açıktır: "Benim anali
zim, evliliği hazırlayan özellik ister finansal (ücret oranlan ve mülkten
sağlanan gelir gibi), ister genetik (boy uzunluğu ve zeka düzeyi gibi),
ister ruhbilimsel (agresiflik ya da edilgenlik gibi) olsun, olgu, toplam
ev içi meta randımanım maksimize ettiğinde çiftlerin birbirini sevip
sevmediklerinin önemini yitirdiğini ima etmektedir)6. Ancak, burada
açıklayıcı dipnot büyük önem taşımaktadır ve Becker'in ilginç öneri
3
Norman P. Barry, On Classical Liberalism and Libertarianism (New York, 1987) s. 13.
4 a.g.e., s. 194.
5
Gary Becker, An Economic Approach to Human Behaviour (Chicago, 1962) s. 14.
6 a.g.e., s. 217.
sinde gerçekte neyin öne sürüldüğünün kavranması yolunda bir baş- :
langıç noktasını belirler: "Şunu bir kez daha vurgulamak isterim ki :
meta randımanı, genelde ölçüldüğü şekilde milli hasıla ile aynı şey i
değildir ve çocuklar, karşılıklı dostluk, sağlık ve diğer çeşitli metalan
da içerir".
Bu nedenle, ilk bakışta göze çarpan, -Marksçı kuramsal turistin
başhca belirtisel öneminin yarattığı paradoks- tüm piyasa modelleri
arasmda en skandal yaratıcı örneğin, gerçek bir üretim modelini oluş
turmasıdır. Böyle bir model içinde tüketim açıkça bir meta ya da spe
sifik bir yararın üretimi; diğer bir deyişle, cinsel doyumdan, dış dün
yanın elverişsiz olduğu durumda çocuklarınızı götürebileceğiniz
uygun bir yere kadar herhangi bir şey olabilen bir kullanım değeridir.
Becker'in düşüncesinin nüvesini oluşturan tanımını aşağıda sunuyo
rum:
Ev içi üretim işlevinin çerçevesi, örgütsel birimler olarak firmalar ve
evler tarafından koşut biçimde üretilen hizmetleri vurgular. Standart
üretim kuramında analizi yapılan tipik firmalara benzer biçimde, ev
içi üretim de, sermaye kıymetleri (tasarruflar), sermaye donanımı (da
yanıklı mallar) ve "iş gücünde" (aile üyelerinin insan sermayesi) so
mutlaşan sermayeye yatırımında bulunur. Örgütsel bir varlık olarak
ev, firma gibi, emek ve sermayesini kullanarak üretimde bulunur. Her
ev biriminin, kaynaklar ve teknolojik kısıtlamalara bağlı olarak kendi
nesnel işlevini en yüksek düzeye ulaştırmaya çalıştığı gözlemlenmek
tedir. Üretim modeli, yalnızca ev içi üretimin, tüketim kuramındaki en
uygun temel analiz birimi olduğunu vurgulamakla kalmaz, aynı za
manda, ev içinde alman kararların: Tek bir zaman dönemi analizi için
deki aile emek arzı ve zaman ve mallarla ilgili harcamalar konusunda
ki kararlar ve evlilik, ailenin büyüklüğü, eklenen iş gücü ve bir yaşam
döngüsü analizi içinde mallarla ilgili harcamalar ve insan sermayesine
yönelik yatırımlar üzerine kararların karşılıklı bağımlılıklarını da orta
ya çıkartır. Ev içi üretimde kıt bulunan bir kaynak olarak zamanın ta
şıdığı önemin farkına varılması, ev içi üretim işlevi yaklaşımı ile ilgili
görgül uygulamaların gelişiminde son derece önemli bir rol oynamış
tır.7
Yukarıda yer alan tanımın kanımca onaylanabilir bir tanım oldu
ğunu ve yalnızca içinde bulunduğumuz insanlar evreni değil, en er
ken hominidlere değin tüm insanlık evreni üzerine tam anlamıyla
7 a.g.e., s. 141.
gerçekçi ve akla yakın bir görüş sunduğunu kabul etmem gerekiyor.
Burada, Becker'in modelinin birkaç can alıcı özelliğinin altını çizme
me izin verin: Bunların ilki, bir kaynak olarak zamanın kendisi üze
rindeki vurgulama olacaktır (Becker'in bir diğer önemli yazısı "Za
manın Tahsis Edilmesi Üzerine Bir Kuram" başlığını taşımaktadır). Bu
elbette, Marks'm zamansallık üzerindeki görüşünün ta kendisi olmak
la birlikte, kendisini, tüm değerlerin bir zaman özdeğini
oluşturdukan Grundrisse'den üstün bir biçimde ayırabilmektedir. Aynı
zamanda, özellikle bu öneri ve bizlerin ussal ya da anlamlı davranış
olarak gördüğümüz oluş içinde zengin bir genişlemeyi kapsayan çağ
daş kuram ya da felsefenin büyük bir bölümü arasındaki tutarlılığı ve
türdeşliği de vurgulamak istiyorum. Öyle düşünüyorum ki, özellikle
psikanalizin yaygınlaşmasından sonra, ancak aynı zamanda da kü
çülmekte olan bir küre üzerinde ve medyaya daldırılmış bir toplum
içinde "öteki"liğin giderek buharlaşması ile birlikte, eski anlamda
"kavranamazlık" bağlamında "us-dışı" sayılabilecek çok az şey kal
mıştır: Kararalma ve insan davranışlan ile ilgili en meşum formlar -
sadistlerin yapüklan işkenceler ve hükümet liderleri tarafından açık
ya da örtük biçimde gerçekleştirilen yabana müdahaleler- şimdi he
pimiz için (diyelim, Diltheyci Verstehen [anlayış] terimleriyle) onlar
hakkında ne düşünürsek düşünelim, kavranabilir kılınmıştır. Bu de
recede büyük boyutlara genişletilmiş bir Us kavramının kendi kendi
nin tam tersi bir durumda (Habermas'm hala düşündüğü gibi) ayrıca
düzgüsel bir değerinin bulunup bulunmadığı, us dışının neredeyse
tümüyle hiçliğe gömülüp gömülmediği konusu, diğer bir ilginç soru
yu oluşturmaktadır. Ancak, Becker'in saptamaları (ki sözcük onda hiç
de homo economicus kavramını araşürmamakta, bunun yerine son
derece belirsiz bir biçimde, her tür gündelik, "bilinç-öncesi" davranışı
göstermektedir) bu ana görüşte yer almaktadır; gerçekten de, yapmış
olduğumuz herşeyden sorumlu olduğumuzu ima ettiği ölçüde sistem
bana herşeyden çok Sartre'ı düşündürüyor -Sartrecı seçim (elbette bu,
aynı şekilde öz-bilinçten yoksun gündelik davranışsal düzlemde de
gerçekleşmektedir), Becker'in "metalanmn" her anındaki bireysel ya
da kolektif üretim anlamına gelmektedir (ki bunun herhangi bir dar
anlamda hedonistik olması gerekmez; örneğin altruizm yalnızca bu
türden bir meta ya da hazdır). Bu tür bir görüşün temsili sonuçlan bi
zi şimdi, biraz gecikmeli olarak, postmodemizm sözcüğünü ilk kez te
laffuz etmeye ulaştınr. Gerçekten de, yalnızca Sartre'm romanlan (ki
bu örnekler: devasa, bitirilmemiş fragmanlardır) bizlere, her insan ey
lemi ve jestinin, arzusunun ve kararının, Becker'in maksimizasyon
modelinin terimleriyle yorumsayan ve anlatan bir temsilinin nasıl
olabileceği konusunda bir fikir verebilmektedir. Bu tür bir temsil, tu
haf bir şekilde aşkmlıktan yoksun ve perspektiften yoksun bir dünya
ya ulaştırır (örneğin burada ölüm, yalnızca kullanımın maksimizas-
yonu ile ilgili bir konudur) ve tüm seçimler birbirine eşit uzaklıkta ve
aynı düzlemde yer aldığından dolayı, geleneksel anlamda herhangi
bir kurgudan (plot) yoksundur. Bununla birlikte Sartre analojisi, bu
tür okumanın -ki hiç şüphesiz böyle bir okuma, herhangi bir uzaklık
ya da süslemeden yoksun, gündelik yaşamla demistifiye edici bir bi
çimde göz-göze gelmek anlamına gelecektir- daha estetiğin daha düş-
lemsel anlamlarında tümüyle postmodern sayılamayacağını belirt
mektedir. Becker'in, başka durumda bizzat tüketim düşüncesinin
tüketimi ile ilgili gerçek bir hezeyanı sahneleyen postmodemde var
olan daha vahşi tüketim formlarını gözardı ettiği gözlemlenmektedir:
Gerçekten de postmodemde, sanki metalaştırma sürecinin bir ikrami
yesi ya da artık ürünüymüş gibi büyük bir doyum içinde tüketilen,
piyasa düşüncesinin kendisidir. Becker'in gerçekçi saptamaları,
postmodemizmin politik tutuculuk ile tutarsızlık ya da uyumsuzluk
içinde bulunmasından dolayı değil, daha çok, onun modelinin daha
önce de belirtildiği gibi, son analizde öncelikle bir tüketim modeli de
ğil, bir üretim modeli oluşturmasından dolayı bu noktaya ulaşama
maktadır. Üretimin tüketime ve dağıtıma dönüştüğü ve daha sonra,
ardı arkası kesilmez biçimde (Marks'ın tematik ya da analitik sistemin
yerine ikame etmeye çalıştığı genişletilmiş sistemik üretim kategorisi
içinde temel üretim biçimine ulaştığı) Grundrisse’mn o büyük giriş ya
zısından izler! Gerçekten de, piyasayı şu anda kutlayan kanadın -
kuramsal tutucuların- kayda değer bir mutluluk ya da jouissance be
lirtmediklerinden dolayı kişiler haklı olarak yakınabilirler (aşağıda da
göreceğimiz gibi, piyasanın başlıca işlevi, Stalin'i kapılardan uzak tu
tabilmek amacıyla polislik yapmaktır, ama ayrıca, Stalin'in de yalnız
ca Roosevelt için bir kod adı olduğu ortaya çıkmaktadır).
Bu nedenle, tanım olarak, Becker'in modeli bana kusursuz ve bil
diğimiz biçimde yaşamın gerçeklerine son derece bağlı görünüyor;
kural koyucu olduğunda, elbette, o t sinsice gericilik formlan ile karşı
karşıya gelebiliyoruz (bu özellikle ilgili olarak benim vardığım sonuç
lar, birincisi, baskı altındaki azınlıklar, başkaldırmakla durumlarını
ancak daha da kötüleştireceklerdir; ve İkincisi, Becker'in kastettiği
özel anlamda "ev içi üretim" [yukanya bakınız], kadın bir işte çalış
maya başladığında üretkenlik yönünden ciddi bir düşüş gösterecek
tir). Ancak, bunun nasıl olacağım görmek zor olmayacaktır. Becker
modeli, kendi yapısı içinde, karşılıklı kodlandırma olarak
postmodemdir; iki ayn açıklayıcı sistem burada, temel bir özdeşliğin
(bunun metaforik olmadığı her zaman protesto edilmektedir ki, bu me-
taforikleştirmenin en belirgin göstergesidir) öne sürülmesi yolu ile
birleştirilmektedir: Bir yanda, insan davranıştan (öncelikle aile ya da
oikos); diğer yanda ise firma ya da işletme. Böylece, boş zaman ve kişi
lik özellikleri gibi görüngülerin potansiyel ham maddeler terimleriyle
yeniden yazılmaları ile önemli ölçüde güç ve açıklık elde edilebilmek
tedir. Bununla birlikte, bundan, figüral ayracm, bir heykelin üzerin
den başanlı biçimde örtüsünün çekilip alınması gibi kaldırılarak da
hili konular üzerinde para ya da bu anlamda ekonomik terimlerle
mantık yürütebilmenin olanaklı kılınabileceği sonucunun çıkartıl-
maması gerekmektedir. Oysa Becker, tıpkı bu şekilde kendi pratik-
politik sonuçlarını "çıkarsamaktadır". Ancak Becker'in, burada da,
karşılıklı kodlama sürecinin, evvelce "yazınsal" kabul edilen herşeyin
havada kalması ile sonuçlandığı göz önüne alındığında, gerçek an
lamda postmodemist olmayı da başaramadığı gözlemlenir. Becker,
metafor ve figüral özdeşleştirmenin donanımına, son bir anda yazın
sal düzleme geri dönebilmek amacıyla bir düzen getirmeyi amaçlar
(ve bu arada da, geç kapitalizm, ayaklannın altından buharlaşıp git
mektedir).
Neden burada anlatilanlan özellikle skandal yaratıcı bulmuyorum
ve bu durumun "uygun kullanımı" ne olabilir? Sartre'da olduğu gibi,
Becker'de de seçim, önceden verili bir çevrede gerçekleşir; ancak
Sartre ("durum" adını vererek) bu gerçeği kuramsallaşhnrken,
Becker, tümüyle gözardı edilmektedir. Her iki düşünürde de, şimdi
dış dünyada varolan malzemelere doğru ve herhangi başka bir insa
nın (kişinin "hemfikir" olabileceği başka bir insan üzerine Diltheyci
ya da Rousseaucu anlamda) kavrayabileceği yeni, genişletilmiş bağ
lamda "ussal" olan bilgilerin üzerinde kararlar vermek üzere yönlen
dirilen bilinç anının ötesinde çok az şey olabilen eski moda öznenin
indirgenişinin olumlu karşılandığım izleriz. Bu, öznellik üzerine daha
uygun anlamda "usdışı" her tür söylenden özgürleştirildiğimiz ve
şimdi dikkatlerimizi durumun kendisi, yani, dış dünyanın kendisini
oluşturan ve şimdi gerçekten de Tarih olarak adlandırılması gereken
mevcut kaynaklar envanteri üzerinde yoğunlaştırabileceğimiz anla
mına gelmektedir. Sartrecı "durum" kavramı, tarihi bu şekilde düşü
nebilmenin yeni yöntemini sunmaktadır; oysa Becker, her tür karşılaş
tırma edimini gözardı eder ve bunda da haklıdır. Daha önce de ima
ettiğim gibi, sosyalizm altında bile (daha erken üretim biçimlerinde
olduğu gibi) insanların Becker'in modeline uygun hareket ettikleri
pekala düşünülebilir. Öyle ise, burada farklılık yaratan özellik "du-
rum"un kendisi olmaktadır: Yani, "ev içi"nin yapısı ve elbette, burada
üretilecek olan metalann formu ve biçimi. Bu nedenle Becker'in piya
sası hiçbir şekilde salt piyasa sistemi üzerine bir diğer kutlayışla so
nuçlanmaz; bunun yerine, isteğimizin dışmda dikkatlerimizi, tarihin
kendisi ve önerdiği çeşitli alternatif durumlan üzerine yeniden yön
lendirir.
Bu nedenle, piyasa ile ilgili temel savunmaların, gerçekte bir bütün
olarak diğer izlekleri ve konulan da kapsadığından da şüphe duy
mamız gerekiyor: Tüketimin hazlan, kendilerinin bir parçası olmadık-
lan piyasa ideolojisi kuramını satan alan ideolojik tüketiciler için mev
cut bulundurulan ideolojik düşlem sonuçlarından ötede fazla bir şey
değildir. Gerçekten de, yeni tutucu kültürel devrimin belli başlı krizle
rinden -ve aynı nedenle de en büyük içsel çelişkilerinden- birinin, bi
riktirmiş olduğu tasarruflarını (ve gelecekteki iradını) tam gün bazın
da profesyonel alış-verişçi olarak edindiği yeni kişiliğini, yaşama
dönüştürebilmek üzere rüzgara bırakması sonucu, tüketici Ameri
ka'nın Protestan ahlakından kurtulabilme konusunda elde ettiği başa
rının yarattığı sinirliliğin ortaya çıkması olduğu birtakım ideologlar
tarafından gösteriliyordu. Ancak elbette, her ikisini birden elde ede
bilmek olanaklı değildir: Müşteri profilini Kalvinist ve dolann kıyme
tini iyi bilen, çalışkan gelenekçilerin oluşturduğu, yükselen, serpilip
gelişen işler durumda bir piyasa gibi bir şey yoktur.
Albert CKHirschman'ın büyük kitabı Tutkular ve Çıkarla/m da bize
öğrettiği gibi, piyasaya duyulan tutku her zaman politik olmuştur.
Son analizde "piyasa ideolojisi" için pazar, tüketimden çok devlet
müdahalesi ya da özgürlük ve insan doğasının kötülüğü ile ilgilidir.
Ünlü piyasa "mekanizması" ile ilgili temsili bir tanım, Barry tarafın
dan sunulur:
Doğal bir süreç ile Smith, politik bir tür olarak şiddetten kaynaklanan
özgül bir insan müdahalesinin yokluğunda insanlararası etkileşim so-
nucunda neler olabileceğini ya da hangi olay gruplarının ortaya çıkabi
leceğini kastetmiştir. Bir piyasanın davranışı, bu tür doğal görüngüle
rin belirgin bir örneğini oluşturmaz. Piyasa sisteminin kendi oluşunu
düzenleyen özellikleri, tasanmlayıcı bir zihnin ürünü değil, fiyat me
kanizmalarının kendiliğinden ortaya çıkan sonuçlandır. Bu nedenle
Smith, çıraklık yasalarının, uluslararası ticarete uygulanan kısıtlamala
rın, korporasyonlara sağlanan ayrıcalıkların ve diğer özelliklerin, do
ğal ekonomik eğilimlere nasıl müdahalede bulunduğunu, ancak, tam
anlamıyla bunu aşabilmede nasıl başarısız kaldığını göstermektedir.
Piyasanın kendiliğinden gelişen düzeni, kendisini oluşturan parçaların
karşılıklı bağımlılıkları ile ortaya çıkar ve bu düzene yapılan her türlü
müdahale, kendi kendini başarısızlığa uğratır: "Ticaret hakkında ha
zırlanan hiçbir düzenleyici yönetmelik, toplumun herhangi bir bölü
münde, endüstrinin niteliğini, sermayenin elde edebileceğinin ötesin
de arttıramaz. Ancak, endüstrinin bir bölümünü, başka bir durumda
yönelemeyeceği bir yöne doğru çevirebilir". "Doğal özgürlük" teri
miyle Smith, doğanın (olumsuz) yasalarını ihlal etmediği sürece her
insanın, kendi çıkarlarını özgürce yerine getirebileceği ve kendi emeği
ve sermayesi ile başka insanlarla serbestçe rekabete girebileceği bir sis
temi kastediyordu.8
Öyle ise, piyasa kavramının gücü, bugünkü deyimle "bütünselleş
tirici" yapısından; yani, toplumsal bir bütünsellik modelini sunabilme
kapasitesinden kaynaklanmaktadır ve Marksçı modelin farklı bir bi
çimde nasıl konumlandınlabileceğini göstermektedir: Bu, ekonomi
den politikaya, üretimden iktidar ve tahakküme doğru artık herkesçe
bilinen Weberei ve post-Weberci geçişten kesinlikle farklıdır. Ancak,
üretimden dağıtıma olan dönüşüm yine de derin ve ideolojik bir nite
lik taşır ve “1984'den Oriental Despotism'e ve oradan Foucault'ya değin
"tahakküm" modeline eşlik eden artık arkaikleşmiş fantezi temsillerin
-yeni postmodem çağ için oldukça komik görünen anlatıların- yerine
tümüyle farklı bir düzene ait temsilleri yerleştirebilme avantajına sa
hiptir (birazdan, bu temsillerin de öncelikle tüketime ilişkin olmadık
larım göstereceğim).
Bununla birlikte, ilk elde kavramamız gereken, toplumsal bütün
sellikle ilgili bu alternatif kavramın olasılık koşullan olacaktır. Marks
(yine Grundrisse’de) mübadele (dolaşım) ya da piyasa modelinin, ta
rihsel ve epistemolojik yönden diğer haritalandırma formlarından ön
11 Bkz. Albert O. Hirschman, The Passbns and Interests (Princeton, 1977), bölüm 1. ( Tutkular
ve Çıkarlar, Metis, İstanbul: 2008).
bu unsur, piyasa rekabeti ile büyük ölçüde özdeştir. Aradaki fark, po-
litik-ideolojik değil, tarihseldir: Hobbes, insan doğası ve rekabetin
vahşetini evcilleştirmek ve kontrol altında tutabilmek için devlet
kontroluna gereksinim duyar; Adam Smith'de (ve farklı, daha metafi
zik bir düzlemde Hegel'de) tüm rekabetçi sistem, piyasa, bu evcilleş
tirme ve kontrol altında bulundurma sürecini kendi başma gerçekleş
tirir ve artık devlet kontroluna gereksinim duymaz. Ancak, tutucu
gelenek içinde açıkça belli olan, bu sürece iç savaş ya da kentlerdeki
suç oranının sınıfsal mücadelenin salt örneklerini oluşturduğu korku
ve kaygıların itici güç kazandırmış olmasıdır. Bu nedenle piyasa, kuzu
kılığına girmiş Leviathan'dır; işlevleri (politik nitelikli özgürlük bir ya
na) özgürlüğün teşvik edilmesi ya da sürdürülmesi değil, tam tersine
bastırılmasıdır; ve böyle bir vizyondan kişinin elbette, varoluşçuluk
yıllarının başlıca sloganlarını -özgürlük korkusu, özgülükten kaçış-
yeniden canlandırabilmesi olanaklıdır. Piyasa ideolojisi bizlere, insan
ların kendi yazgılarını denetim altına almaya çalıştıklarında herşeyi
yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarını ("sosyalizm imkansızdır") ve in
san gururunun ve planlarının ikamesini gerçekleştirebilecek ve tüm
insan kararlarının yerine geçebilecek kişiler arası bir mekanizmaya -
piyasaya- sahip olabildiğimizden dolayı şanslı olduğumuzu öne sü
rer. Yalnızca onu temiz ve işler durumda tutmamız gerekiyor ki -
yüzyıllar önce monarşilerde olduğu gibi- hepimizle ilgilenebilsin ve
bizleri hizaya getirebilsin.
Bununla birlikte, tannbilimin yerini alan bu güvence verici görü
şün neden günümüzde böylesine evrensel bir çekiciliğe sahip olduğu,
farklı bir tarihsel sorudur. Piyasa özgürlüğünün yeni keşfedilen ku
caklanışını, Stalinizm'e ve Stalin'e duyulan korkuya atfetmek, hali ha
zırda geçerli olan Gulag Endüstrisinin (Gulag retoriği ile ilişkileri ide
olojik ve kültürel yönden daha yakın bir incelemeyi gerektiren
Soykırım Endüstrisi ile birlikte) bu ideolojik temsillerin "meşrulaştı-
nlmasmda" önemli bir unsuru oluşturmasına rağmen, dokunaklı, an
cak, zaman içinde biraz yanlış konumlandmlmış bir yaklaşım olacak
tır.
Bir tarihte yayınlamış olduğum altmışlı yıllarla ilgili kapsamlı ana
liz12 ile ilgili en zekice eleştiri, global modelimde, İkinci Dünya Savaşı
ve özellikle de Sovyetler Birliği'nin yer almayışı karşısında duyduğu
12 “Penalizing the Sixties” içinde Ideologies of Theory (Minneapolis, 1988) vol. 2, s. 178-208.
Sokratik şaşkınlığı ifade eden Wlad Godzich'den gelmişti. Perestroyka
ile ilgili deneyimimiz, Godzich'in görüşünü güçlü biçimde destekle- ’
yen Sovyet tarihinin boyutlarım ortaya çıkarttı ve benim analizimde
var olan bu eksikliği daha da eleştirilebilir bir duruma getirdi: Bu ne
denle, aksi yöne doğru abartılı bir biçimde ilerleyerek, sözkonusu in
celemem üzerinde birtakım değişiklikler yapacağım.
Kanım şudur ki gerçekten de, Khrushdhev deneyimi, yalnızca Sov-
yetler Birliği için son derece olumsuz sonuçlar yaratmakla kalmamış,
aynı zamanda global tarihin diğer bölümleri, bu arada bizzat sosya
lizm için son derece önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Gerçek
ten de, Sovyetler Birliği'nde, sosyalizm bir yana, Marksizm'in yeniden
canlanabileceğine inanan son kuşağın Kruschev kuşağı olduğunu an
lıyoruz; ya da daha doğrusu, farklı bir biçimde söylemek gerekirse,
daha genç birkaç kuşağın Marksizm'e ve sosyalizme olan kesin du
yarsızlığım bugün belirleyen gerçek, bu kuşağın uğradığı başarısızlık
olmuştur. Ancak, şu da bir gerçek ki, bu başarısızlık aynı zamanda di
ğer ülkelerde de ortaya çıkan temel birtakım değişimleri de belirle
miştir ve bir yandan kişi global tarihin tüm sorumluluğunu Rusya'lı
yoldaşların omuzlarına yüklemek istemese de, kanımca, Rus Devri-
mi'nin dünyanın diğer ülkeleri için taşıdığı olumlu anlam ile, bu dev
rimi eski haline getirebilme ve süreç içinde partiyi dönüştürebilmeye
yönelik bu son, başarısız girişimin olumsuzluğu arasmda bir benzer
lik vardır. Gerek altmışlı yıllarda Batı'da yaşanan anarşizm, gerekse
Çin'de Kültürel Devrim, bu başarısızlığa atfedilebilmektedir ki, her
ikisinin de sona ermesinden sonra da varlığım sürdüren bu başarısız
lık, bugünün postmodernizminin her yerde var olan tüketici ideoloji
nin Sloterdijk'in tanımıyla "kinik usunun" kazandığı evrensel utkuyu
da açıklamaktadır. Bu nedenle, politik praksise duyulan bu derin düş
kırıklığının piyasanın yadsınması retoriğinin bu denli popülerlik ka
zanması ve insan özgürlüğünün artık büyük boyutlara ulaşan gö
rünmez bir ele teslim olması şaşırtıcı görünmemeli.
Bununla birlikte, yine de düşünme ve usa vurmayı gerektiren bu
gerçeklerden hiçbiri, bu söylemsel gelişmenin en şaşırtıcı özelliğim,
yani, ticaret ve özel mülkiyetin kasvetliliğinin, toz bağlamış girişimci
liğin ve mülkiyet hakkı ve mülkiyet tahsisinin neredeyse Dickensvari
lezzetin, kupon kesmenin, "merger" türü birleşmelerin, yatırım ban
kacılığı ve benzeri diğer işlemlerin (kahramanlık ya da hırsız-baron
aşamalarından soma) günümüzde neden bu denli cazip göründüğünü
açıklamamaktadır. Kanımca, serbest piyasanın bir zamanlar sıkıcı ol
duğuna inanılan ellili yıllara özgü temsilinin bugün yarattığı heyecan,
çok farklı bir diğer temsil ile; yani, en geniş ve çağdaş global anlamın
da (son geliştirilen medya mekanizmalan ve ileri teknolojinin oluş
turduğu alt yapı da dahil olmak üzere) medyanın kendisi ile arasmda
oluşturduğu gizli, yasadışı metaforik ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Yukanda araştırılan operasyon, farklı iki kodlar dizgesinin, birinin
libidinal enerjilerin diğerinin yayılmasına olanak sağlayacak biçimde
özdeş kılındığı, ancak (kültürel ve entelektüel tarihin daha önceki an
larında olduğu gibi) herhangi bir sentez, yeni bir kombinasyon, birleş
tirilmiş yeni bir dil ya da herhangi başka bir şey yaratmadığı,
postmodern bir operasyondur.
Horkheimer ve Adomo, uzun bir süre önce, radyo çağında, ürün
lerin serbestçe dağıtıldığı ticari bir "kültür endüstrisinin" kendine öz
gü yapısını incelemişlerdir.13 Medya ile piyasa arasındaki analoji, ger
çekte bu mekanizma tarafından sağlamlaştırılmıştır: Bu iki özelliğin
birbirleri ile mukayese edilebilmelerinin nedeni, medyanın da bir pi
yasaya benzemesi değil; bu iki sürecin birbirleriyle karşılaştınlabilme-
lerinin nedeninin daha çok, piyasanın (Platonik bağlamda) kendi kav
ramına benzememesinden kaynaklanmaktadır. Medya tüketiciye,
içeriği ve sınıflandırılması üzerine hiçbir seçim hakkına sahip olama
dığı, ancak seçiminin daha sonra "özgür seçim" biçiminde vaftiz edil
diği serbest programlar sunar.
Elbette, fiziksel piyasanın giderek kaybolması ve metanın kendi
imajı (ya da markası ya da logosu) ile tarafgir biçimde özdeş kılınması
ile, piyasa ile medya arasmda, sınırların (postmodemin derin özellik
lerini oluşturduğuna inanılan yöntemlerle) silindiği ve nesne ile kav
ram (ya da daha doğrusu ekonomi ve kültür, temel ve üstyapı) ara
sındaki daha eski ayrımların tabakalar halinde belirsizleştiği, farklı,
daha yakın bir simbiyoz uygulanır. Bir kere, piyasada satılan ürünler,
medya imajının bizzat içeriğini oluştururlar; öyle ki, olduklan du
rumda, aynı gönderge, her iki alanda da geçerliliğini korumaktadır.
Bu, bir dizi resmi olmayan sinyallerin, ilgisiz bir ticari ürünün oluş
masına aracılık eden daha ilkel medya (haber raporları, dergi ekleri,
makaleler) ile ilgili durumdan çok farklıdır. Bugün ürünler, olduklan
biçimde, eğlence (ya da hatta haber) segmanlanmn zaman ve uzamı
13 T. W . Adorno and Max Horkheimer, Dialectic o f Enlightenment, (New York, 1972) s. 161-67
nın içinde dağılmış durumdadır. Öyle ki, iyice duyurulabilen bazı du
rumlarda (özellikle Dynasty dizilerinde)14 anlatıcı segmanının ne za
man sona erdiği ve reklam kuşağının ne zaman başladığı konusunda
bile açıkça bir bilgimiz olmayabilmektedir (aynı oyuncuların reklam
larda da yer aldıklarını göz önüne alacak olursak).
İçerik yolu ile yorumlama, daha sonra ürünlerin kendilerinin do
ğası aracılığı ile, farklı bir biçimde başlatılır; Amerikan tüketimciliği
karşısında öfkeye düşen yabancılarla karşılaşıldığında, kişinin edin
diği ilk duygu, ürünlerin, en yüksek noktası tam olarak üretim tekno
lojisinde yer almaktadır ve şimdi bu aşama, klasik televizyon cihazı
nın oldukça ötesine geçerek, kapitalizmin üçüncü aşamasının yeni
bilişim ya da bilgisayar teknolojisinin bir özetini sunmaktadır. Bu ne
denle, bir diğer tüketim türünü daha eklememiz gerekiyor: İçeriğinin
ve yarattığı dolaysız ticari ürünlerin ötesinde ve üzerinde, tüketim sü
recinin kendisinin tüketilmesi. Bu yeni makinenin sunduğu, ve oldu
ğu durumda, resmi medya tüketiminin gerçekleştiği her durumda,
simgesel olarak yeniden harekete geçirildiği ve bir ritüel içinde hırsla
yutulduğu tür teknolojik haz priminden söz etmek gerekiyor. Gerçek
ten de, burada söz konusu olan piyasa retoriğine genellikle eşlik eden
tutucu retoriğin (ancak bu da kanımca, bir şekilde farklı bir gayr-ı
meşrulaştırma stratejisinin temsili idi) toplumsal sınıfların sonu ile il
gili olması, bir rastlantı değildir -işçi kesiminin evlerinde TV cihazının
varlığı ile her zaman gösterilebilen ve "kanıtlanan" bir sonuç. Postmo-
demizmin yarattığı coşkunun önemli bir bölümü, bu ileri-teknolojiye
dayalı bilişim sürecinin kendisinden (bu daha genel "dünya görüşü
nün" ideolojik yan ürünleri olarak genel bilişim, dil ya da göstergeler
üzerine geliştirilmiş bulunan kuramların, başatlığından) kaynaklan
maktadır. Bu durumda bu, Marks'm da belirtebileceği gibi, ("çok sa
yıda sermaye"ye karşı "genel olarak sermaye"nin), birleşmiş bir süreç
olarak genelde medyanın (bireysel medya yansıtmalarına karşı ola
rak) ön plana çıkartıldığı ve deneyimlendiği ikinci bir anı oluşturmak
tadır; ve, "genelde piyasa" ya da "bütünleşmiş bir süreç olarak piya
sa" ile ilgili fantazya imgeleri arasmda bir köprü oluşturulmasını
sağlayabilen özelliğin, bu "bütünselleştirme" olduğu gözlemlenmek
tedir.
14 Bkz. Jane Feuer, “Reading Dynasty: Television and Reception Theory”, South Atlantic
Quarterly 88, no. 2 (EyIOl 1989): 443-60.
Bu durumda, formun medya ve piyasa arasmda, piyasanın günü
müzde geçerli olan retoriğinin gücünün altında yatan karmaşık analo
jiler dizgesinin üçüncü özelliğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Guy
Debord'un vardığı kayda değer sonucu da (meta fetişizminin nihai
formu olarak imge) anımsayarak imge kuramına geri dönmemiz ge
reken yer, burasıdır.15 Bu noktada süreç tersine döner ve reklamcılıkta
imgelere dönüşenler şimdi, piyasadaki ticari ürünlerden çok, ticari te
levizyonun sunduğu eğlendirme ve anlatı süreçlerinin bizzat kendile
ri olurlar ki, bunlar da, bu oluşum içinde şeyleşirler ve neredeyse
formülleşmiş kati zamansal tabakalaştınlmalan içinde televizyon dizi
lerinin anlatılarından, kameranın uzam, öykü, kişiler ve moda yarat
mak üzere görüntülediği ve daha eski ve daha iyi bilinen tarihsel de
neyimlerden kesinlikle farklı ve daha eski anlamdaki kamusal
düzlemin (her gece izlediğiniz haber programlarında yer alan gerçek
kişiler ve olaylar, adların bir tür haber logolarına, vb. dönüşümü)
şimdiye kadar "seküler"olarak bilinen görüngüleri ile birleştiği yeni
yıldızların ve "olay kişilerin" üretilmesi sürecim de kapsayacak bi
çimde çok çeşitli metalara dönüşürler. Yapılan çoğu analiz, haber
programlarının nasıl tıpkı anlatısal diziler gibi kurgulandığım açıkla
maktadır: bu arada, resmi ya da "yüksek" kültürün bir diğer bölü
münde yer alan bazılanmız, (yazınsal ya da "olgusal" olana karşı)
"kurmaca" gibi kategorilerin silinişini ve ortadan kayboluşunu gös
termeye çalışmışlardır. Ancak burada, kamusal düzlemin derin bir bi
çimde değişime uğramasının kuramsallaştırılması gerekiyor: (diziler
de rol alan kişilerin, herkesçe bilinen dışsal geçmişlere sahip gerçek
"ünlü" starlar olmalarına rağmen) aynı anda hem kurmaca (anlatısal),
hem de gerçek olabilen; ve şimdi -daha önceki klasik "kültür düzle-
mi"nde olduğu gibi, bir özerklik kazanarak, klasik dönemde bu duy
gusal ve romantik "kültürel düzlem" den özgür olarak varolabilen,
oysa bugün bu ayn olarak var olabilme özelliğini yitirmiş bulunan
temel tarihsel farklılığı ile gerçeklik düzeyinin üzerinde yüzebilen ye
ni bir imgeler düzleminin ortaya çıkması.
Bugün kültürün gerçeklik üzerindeki etkisi, gerçekliğin bağımsız,
ya da, olduğu biçimde kültür dışı ya da kültür ötesi her formunun
(gözünüzle, nesnenin kendisi arasına müdahalede bulunan kitle kül
türü ile ilgili bir tür Heisenberg ilkesi şeklinde) sorunsallaştınlması
15 Guy Debord, The Society o f Spectacle (Detroit, 1977), Bölüm I. (Gösteri Toplumu, Ayrıntı,
İstanbul: 1996).
şeklinde gerçekleşmektedir ki, bu nedenle son analizde kuramcılar
"gönderge"nin artık varolmadığı üzerine ortaya çıkan yeni ortak bir
"doxa"yı dile getirmektedirler.
Her durumda bu üçüncü anda, medyanın kendisinin içeriği meta
lara dönüşür, daha geniş bir yorumu içinde piyasaya dahil edilir ve
bu iki unsur, birbirinden ayrılamaz biçimde bütünleşirler. Bu noktada
medya, piyasanın kendisinin fantazyalaştınldığı biçimde, şimdi piya
saya geri döner ve onun bir parçası olarak, daha önce metaforik ya da
analojik özdeşliğin üzerine "yazınsal" gerçeklik damgasını vurur ve
onu resmen onaylar.
Piyasa ile ilgili bu soyut tartışmalar ile ilgili olarak eklenmesi gere
ken en son özellik, bir pragmatik belirleyici, zaman zaman piyasa
üzerine geliştirilen gösterişli söyleme -özellikle orta düzlemde etkili—
bir ışık tutan gizli bir işlevsellik olacaktır. Yararlı kitabının sonuç bö
lümünde Barry'nin umutsuzluk ya da bıkkınlık içinde ifşa ettiği şey
de budur: Çeşitli neoliberal kuramların felsefi yönden sınanabilmele-
ri, ancak bizlerin (ironiden tümüyle yoksun olmayan bir biçimde)
"sosyalizmden kapitalizme geçiş" adını verdiğimiz tek bir temel du
rumda gerçekleşebilecektir.16 Diğer bir deyişle, piyasa kuramları, bu
temel düzgüsel "deregülasyon" sürecine uygulanamadıkları sürece
Ütopik olarak kalacaklardır. Barry'nin kendisi, ussal seçim yapabilen
kişiler üzerine tartışmalarının yer aldığı kitabın daha erken bir bölü
münde, ideal piyasa durumunun bu kişiler için, bugün içinde yaşa
nan koşullar altında, Sol için, sosyalist devrim ya da dönüşümün bu
gün ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşebilmesinin olanaksızlığı
ölçüsünde Ütopyacı ve gerçekleşebilmesi olanak dışı olduğunu vur
guladığında, bu yargının ne denli önemli olduğunu belirtiyordu. Bu
noktada, göndergenin ikili bir nitelik yansıttığını belirtmek gerekiyor:
Yalnızca çeşitli doğu bloku ülkelerinde, piyasa mekanizmasının şu ya
da bu şekilde oluşturulmasına yönelik girişimler şeklinde anlaşılan
süreçler değil, aynı zamanda, Batı'da, özellikle Reagan ve Thatcher
döneminde, refah devletinin "düzenlemelerinin" feshedilmesi ve piya
sa koşullarının daha saf bir biçimine geri dönülmesine yönelik girişim
ler. Bu girişimlerin her ikisinin de yapısal nedenlerden dolayı başan-
sızlıkla sonuçlanabileceği olasılığını da göz önünde bulundurmamız
gerekiyor; ancak, şu ilginç gelişmeyi de bıkmadan yinelemek gereki
Lulu
Suçsuzluk(yasallık)'.............. X
..............
...... Ray
ön.tahrfiinde buluna-
...............bilme (toplumsal üni-
............. forma) (ya da her tür)
Yuppie Ev Kadını
Kombinasyonları ve atmosferi, bu yapıttan çok farklı benzer bir an-
laüsal alegoriye geçebilmemize yardımcı olabilecek bir diğer ayrıntı
dan, kelepçeden buraya kadar söz etmedik. Blue Velvet gerçekten de
sado-mazoşizmi (kelepçeli aşk sahnesi seksi olduğu kadar "hafif"
olan) Demme'ın filminde (Something Wild) var olmayan bir ciddiyet
içinde kitle kültürü haritası içinde konumlandırmaya çalışır. Böylece
S&M (Sado-Mazoşizm), 1950'li yıllarda, Nabokov'un küçük kızların
dan bu yana, bir zamanlar karşı-kültür ya da altmışlı yıllar adım ver
diğimiz birbirini izleyen, hatta giderek genişleyen ihlaller içinde ard
arda kitle sanatının yüzeyinde beliren ve uzun bir diziyi oluşturan ta-
bulaştınlmış içerik formlarının sonuncunu ve en yeni örneğini oluştu
rur. Bununla birlikte Blue Velvefde bu form, açıkça uyuşturucularla ve
bu nedenle de, suç ile -ancak, örgütlenmiş suçtan çok, toplum dışı ve
acayip insanların oluşturduğu bir caniler grubu ile- ilişkilidir: Bu
olaylar karmaşasının kanun dışılığa ilişkin özelliği, (Dennis
Hopper'm canlandırdığı kişilik tarafından) tedirginlik verici ölçüde
yinelenen müstehcenlikler tarafından pekiştirilir.
Bununla birlikte, Something Wild’da tarihin gizlice anımsatılmasına
ve araştınlmasına karşın, Blue Velvefde olaylar üzerinde düşünebil
memiz için gerekli genel çerçeveyi ve insanlık dışı, insanlık ötesi
perspektif bize, Doğa tarafından sunulmaktadır. Anlaşılamayan bir fe
laket -bu sakin küçük Amerikan kentinde tuhaf, skandal uyandmcı
bir şiddet eylemi, bir Tann edimi olarak filmin açılış sahnesinde kah
ramanın babasının geçirdiği felç, (Eraserhead ve Dune filmlerinin yö
netmeni) David Lynch tarafından, tüm doğada varolan Darwinci şid
detin daha bilim kurgusal uzamı içinde konumlandınlır. Kamera, felç
içinde yerde yatan babanın görüntüsünden, evi çevreleyen otlara yö
nelir ve mikroskobik odaklaşmasını genişleterek, korkutucu bir dö
nüşle, ilk bakışta korku filmlerinde görmeye şartlandığımız format
içinde, gizlenmiş bir manyağın varlığı sandığımız bir görüntü üzerin
de durur; doymak bilmeyen bir böceğin çeneleridir bu. Kameranın
daha sonra, ısrarla gagalarında umutsuzca kıvranan kurtçukların bu
lunduğu ardıç kuşlan üzerinde durması, tüm doğada varolan bu
başdöndürücü ve tiksinti verici şiddetin kozmik duyumunu arttır
maktadır -sanki bu sınırsız vahşet, gözün görebileceği ve zihnin idrak
edebileceği tüm evrende var olan bu sonu gelmez kıyımların içinde
tek bir vaha, insanlığın ilerlemesi ve bu ilerlemeye eşlik eden Tann
iradesi tarafından fethedilmiştir: Hayvanlar aleminin yanısıra, insan
lık tarihinin dehşetleri arasında tek ve benzersiz, Kuzey Amerikan
küçük kenti. Tehditlerle dolu bir dış dünyadan zorla alman bu uygar
düzenin bu değerli ve kmlgan fethi içinde, bu noktada, şiddet kesik
bir kulak biçiminde; yeraltı uyuşturucu kültürü ve, haz mı, yoksa gö
rev mi, bir cinsel doyum yolu mu, yoksa yalnızca bir diğer kendini dı
şavurum mu olduğu, tam olarak belli olmayan bir sado-mazoşizm bi
çiminde gelir.
Bu nedenle tarih, Blue Velvet'e söylence biçiminde olmasa bile, ideo
loji biçiminde girer: Cennet ve Düşüş, Amerikalı olmanın istisnalığı,
bir benzeşim ya da cam altında Disneyland gibi aynnülan içinde se
vecenlikle, Somethitıg VVild'm kişilerinin kendi yolculuklarında göre
bildikleri herşeyden daha iyi muhafaza edilmiş, ellili yıllara özgü en
otantik filmlerde rastlanan türden liseli gruplan ile küçük bir kent. El
lili yılların tarzını benimseyen pop psikanalistler bile, bu peri masalı
karşısında ilgisiz kalamazlar; zira, doğadaki vahşetin söylensel ve
sosyo-biyolojik perspektifinin yanısıra filmde cereyan eden olaylar,
aynı zamanda, babanın işlevinde ortaya çıkan kriz tarafından çerçeve
lenmiştir -başlangıçta ataerkil gücü ve yetkeyi geçici bir süre durdu
ran felç, pastoral bir ortamda gerçekleşen finalde, babanın iyileşmesi
ve hastaneden çıkması. Diğer babanın polis dedektifi olması, bu tür
bir yoruma bir olabilirlik unsuru katar ve yorum, yalnızca kesik kula
ğını gördüğümüz üçüncü, görünmeyen babanın kaçmlması ve işken
ce görmesi ile daha da güç kazanır. Nitekim, iletilen mesaj, özellikle
genç kahramanın baba fonksiyonunu oldukça becerikli bir şekilde
üstlenebilmesinden dolayı özellikle ataerkil-yetkeci değildir; bunun
yerine, ellili yıllara dönüşe yönelik bu özel çağn, tüm babaların engel
lenemez biçimde cömert olduklan -ve buna karşın, diğer kutupta yer
alan kötü adamın katıksız haşinliği üzerinde durarak sunduğu ilacı
daha kolay yutulur bir duruma getirmektedir.
Burada da gotik tarz kendi üzerinde, Something Wild!da rastlandığı
ölçüde yıkıcıdır, ancak bu etki, farklı bir biçimde gerçekleşir.
Something VVild'da Ray'in gerçek bir tehdit oluşturduğu anlarda bile
bize özellikle gösterilmek istenen, onun kötülüğünün benzeşimleştiri-
len doğası oluyordu; başkaldm, resmen yasa dışı olmak, fiziksel şid
det ve eski mahkumlar -bunların tümü de sahici ve ciddi konulardır.
Buna karşılık, Blue Velvet'm bize altmışlı yıllar üzerine bir kavrayışta
bulunabilmek için sunduğu gerçek şudur ki, parçalanmış bedenlerin
grotesk ve dehşet verici tablolarına karşın, bu tür kötülük, korkunç
olmaktan çok tatsız, tehdit edici olmaktan çok iğrendiricidir: Burada
kötülük, en son aşamada bir imge olmuştur ve ellili yılların benzeşim-
sel yeniden canlandınlması, kendi içinde bir benzeşim olarak kendini
genelleştirmiştir. Şimdi, peri masalından korkusu olmayan çocuk, bu
uğursuzluk dolu büyülenmiş dünyayı ortadan kaldırmak üzere hare
kete geçebilir, prensesini kurtanr (bu arada da bir başkasıyla evlenir)
ve büyücüyü öldürür. Tüm bunlardan ortaya çıkan ders -ne var ki bu,
filmin kendisinin ilettiği dersten farklıdır- şudur: uyuşturucu madde
lerle, bunların tümüyle kötü ve budalaca olduklanm öne sürerek mü
cadele etmek uyuşturucularla ilgili olarak öne sürülen tüm etik yargı
ların ve eleştirel yazıların taşıdığı tüm tonal skalayı uyandırarak ve
böylelikle onlara, gerçek kötülüğün başka durumda büyüleyici presti
jini atfederek mücadele etmekten daha iyidir. Gerçekten de, "altı ba
ğın sonu" ile ilgili bu özgül mesel, aynı zamanda, daha farklı, meta-
eleştirel düzlemde de, tüm bir dönemi ve bu dönemin aydınlarını
böylesine büyüleyen tabuların ihlali konusunda geliştirilen kuramla
rın da bir meselidir. Bu nedenle, S&M malzemeler -tümüyle yeni
postmodem punk akımı içinde artık çağdaşlık kazanmış olsalar da-
son aşamada kendi kendilerini çözmeye ve en başta konumlandınlan
çekiciliklerinin/ iticiliklerinin altında yatan mantığın kendisini yok
etmeye zorlanırlar.
Bu nedenle bu filmler, ikili semptomlar şeklinde yorumlanabilirler:
Kendi şimdiki zamanını tanımlamaya çalışan ve aynı zamanda da, bu
girişimin uğradığı başarısızlığı yansıtan ve bu nedenle kendini, geç
mişin çeşitli stereotiplerinin yeniden bir araya getirilmesi ile sınırlan
dırmış kolektif bilinçaltını gösterdiklerinden dolayı, bu filmleri, ikili
belirtiler şeklinde yorumlamak da olasıdır. Gerçekten de, "altmışlı yıl
ların insanlarının" hissettikleri gibi, güçlü biçimde kuşaksal öz-bilinci
izleyen duygu, genellikle tuhaf bir amaçsızlıktır. Bir sonraki on yılın
en önemli ayına özelliğinin, örneğin bu türde güçlü bir bilinçten yok
sunluk, yani diğer bir deyişle, en baştan temelde bir kişilik yoksunlu
ğu olduğunu kabul edersek nasıl bir durum ortaya çıkar? Özgüllüğü
nün, özellikle bir önceki on yılın deneyimlediği benzersiz kişilik
duygusundan sonra, hiç bir özgüllüğün bulunmamasından oluşan
yetmişli yıllar hakkında çoğumuzun hissettiği bu oluyor. Seksenli yıl
larda olaylar biraz daha toparlanır, rüzgarda uçuşan samanlar gibi tek
tük politik söylemlere rastlanır, şeylerde bir hareket sezilir, beklen
medik bir şekilde havada ve yerde "altmışlı yılların bir tür geri dönü
şü" izlenir. Ancak seksenli yıllar, politik ve daha başka yönlerden tam
da altmışlı yıllara gerçek anlamda benzemedi, özellikle, seksenli yıllat
bir geri ya da ters dönüş olarak betimlemeye çalışacak olursak
Marks'm sözünü ettiği kostümlü balo kandırmacası -geçmişin büyiik
anlarına özgü kostümlerin giyilmesi- bile, tarih dışı bir tarih dönemi
nin kozlan arasmda yer almaz. Bu nedenle öyle görünüyor ki, kuşak-
sal combinatoire, ciddi bir tarihselcilik ile karşılaştığı an kırılmaya uğ
radı ve oldukça farklı bir "postmodemizm" öz-kavramı ortaya çıktı.
Dick, kendi şimdiki zamanını (geçmiş) tarih olarak görebilmek için
kullandı; klasik nostalji filmi, kendi şimdiki zamanım tümüyle yad
sırken, özgül kuşaksal geçmişle ilgili görkemli imgeler karşısında taş
kesilip büyülenerek, tarihsel yönden kendi eksikliğini gösterdi. 1986
yapımı iki film, bir yandan tümüyle yeni bir film biçiminin (ya da ta
rihselcilik tarzının) öncülüğünü yaparken, diğer yönden de, alegorik
karmaşaları içinde, bunun sona erişini ve başka bir şey için şimdi
açılmış olan uzamı gösteriyorlar.
SONUÇ
İKİNCİL BAKIŞLAR
1 Bkz. “Marxism and Historicism” The Ideotogies of Theory, cilt II (Minneapolis, 1988), s. 148-77.
lektik ilişkidir: İçrek olarak varolan sefaletinin katsayısını ve bedensel
ve tinsel transfigürasyonunun belirleyici gizil gücünü de, kapsamına
alabilir ya da bunlan aşabilir.
Bu, modemizm için, burada hakkında ancak bir kaç notun yer al
dığı ayrı, müstakil bir araştırma konusu oluşturmaktadır. Postmodem
içinde "modernin sonu" üzerine geliştirilen duyguya gelince, bu tü
müyle ayn ve oluşturucu bir konudur (ve tarihsel modemizm ya da
tarihsel modernlik ile çok fazla ortak noktasının bulunması da şart
değildir). Bu nedenle, yazının ikind bölümü, konu ile ilgili bir grup
laştırma üzerinde yoğunlaşmaktadır; böyle bir yaklaşım zaman za
man modemizm ile postmodemizm arasmda etik ve estetik bir "kar
şılaştırma" ile kanştınlır; oysa bu bölüm, ne bu tür bir karşılaştırmayı,
ne de, bu bölümü izleyen bölümde önerilen sosyo-ekonomik karşılaş
tırmayı içermektedir.
2 Natalie Sarraute, “Flaubert the Precursor” alındığı eser, The Age of Susp'ıcion, (New York,
1963); Colin MacCabe, James Joyce and the Revolution of the Word (London, 1979); ve benim
Rimbaud, Stevens ve emperyalizm yazını üzerine yazdığım üç deneme: “Rimbaud and the
Spatial Text”, Rewriting Literary History, Ed. TakWai Wong ve M.A. Abbas (Hong Kong, 1984),
s. 66-88; ‘W allace Stevens”, N ew Orleans Review 11, no., (1984); s. 10-19; “Modernism and
Imperialism”, Nationalism, Colonialism and Literature, no. 141 (Field Day Pamphlet, Derry,
Ireland, 1988), s. 5-25.
bir kanıtıdır; kaybedenler, geçmişin tüm "büyük kitaplarının bizi bu
gün ilgilendirmeyebileceğini göstererek geçmişin zorunlu geçmişliği
ni belgelendirir ve bu nedenle de, argümanın son derece önemli bir
bölümünü oluşturur. Bu yaklaşım uygun bir biçimde sorunun, bunu
daha önceki tarihselci ikilem ile yeniden özdeş kılan ve böylece de
bizleri, artık okuyamadığımız ileri modernist "klasiklerin" esinlediği
can sıkıntısı aracılığı ile kendi postmodemliğimiz üzerine bir şeyler
öğrenebilmekten alıkoyan bölümlerini uygun bir biçimde maskeler.
Oysa can sıkıntısı, geçmişi keşfetmek ve geçmişle şimdiki zaman ara
smda bir karşılaşmanın sahnelenebilmesinde çok önemli bir araçtır.
Hayatta kalabilmeyi başaran diğerlerine gelince -bu hayatta kala
bilme ediminin bedeli, belli bir yenilenme ya da "lekesizleşme"3, bir
tür "Umfurıktionierung" olmaktadır (örneğin, anlatı çizgisini çözebil
mek ve tümceleri postmodern "metin" anlarına dönüştürebilmek
üzere çok daha yavaş okunmalıdır) -bunların, paylaşacağımız bir
"modernliğin" durumu üzerine elbette bizlere söyleyecekleri bir şey
leri bulunacaktır. Gerçekten de, yalnızca sorunun içerdiği boyutları
kavrayabilmek için değil, aynı zamanda da, çeşitli akademik disiplin
lerin ve çeşitli ulusal geleneklerin bunlan nasıl birbirinden farklı bi
çimlerde çerçevelediklerini değerlendirebilmek üzere, birbirinden
farklı üç ayrı adıla (substantive) -bilinen anlamda "modemizm"in
ötesinde, "modernliğin" oradan da "modemleşme"nin daha az bili
nen adıllarına göre kök sıfatın ayn ayn çekimlerinin yapılması gere
kiyor.
Modemizm Fransa'ya ancak son yıllarda gelmiştir; "modemleş-
me"nin bize gelişi de son yıllarda gerçekleşmiştir; "modernleşme"
toplumbilimcilerin alanına girer. İspanyol dilinde sanatsal hareketler
için iki ayn terim bulunmaktadır ("modemizmo" ve "vangardizmo"),
vb. Konuyla ilgili olarak hazırlanabilecek olan karşılaştırmalı bir
leksikon, dört ya da beş boyuttan oluşacaktır ve bir yandan farklı dil
gruplarında bu terimlerin kronolojik olarak ortaya çıkışlarını belirtir
ken, diğer yandan, bunlar arasmda gözlemlenebilen eşit olmayan ge
lişmeyi de kayıtlara geçirir.4 Ancak modemizm ve onun kültürlerini
3 Terimi doğru kullanabilmem konusunda bana verdiği talimatlardan dolayı Johnatan Dollimore’a
teşekkür borçluyum. Postmodernin zaman bilincine gelince, John Barrell, “modernleştirmenin
antikalaştırma ile aynı anlama geldiği” postmodern dekoratörlerden söz ettiğinde, bu konuda
söylenebilecek herşeyi söylüyordu: “Gone to Earth”, London Review o f Books, 30 Mart 1989, s.
13.
4
Ancak, terimle İlgili olarak, bkz. Mattei Calinescu, Five Faces of Modernity (Durham, NC,
kapsayan karşılaştırmalı bir toplumbilim -Weber'inki gibi kapitaliz
min, o döneme değin geleneksel kalan toplumlar üzerindeki olağa
nüstü etkilerini, artık geri dönemeyecek insan yaşam ve algılama
formlan üzerindeki toplumsal ve tinsel hasarları ölçmeyi amaçlayan
bir toplumbilim- bugün "modemizm" üzerinde yeniden düşünebil
mek üzere gerekli çerçeveyi oluşturabilecektir; ancak bunun için de,
böyle bir yaklaşımın, yolun iki tarafında da işleyebilmesi ve iki yönde
de tünelini kazabilmesi gerekmektedir; diğer bir deyişle kişi, yalnızca
modemizmi modernleşmeden çıkarsamakla kalmamalı, aynı zaman
da da, estetik yapıt içinde modernleşmeden arta kalan izleri de tara-
yabilmelidir.
Aynca, şu noktanın da açıkça belli olması gerekmektedir ki, bura
da önemli olan, içerik değil, ilişkinin kendisidir. Çeşitli modemizmler
de, yenilik, değişiklik daha eski formların dönüştürülmesi, terapik
ikona kincilik ve mucizeler yaratan yeni (estetik)teknolojiler üzerin
deki kendi biçimsel ısrarlan ile modernleşmenin değerlerinin ve eği
limlerinin suretlerini çıkarttıklan ölçüde, modernleşmeye karşı şiddet
li tepkiler göstermişlerdir. Örneğin eğer modernleşme, endüstriyel
ilerleme, ussallaştırma, üretim ve yönetimin daha randımanlı düzlem
lerde yeniden örgütlenmesi, elektrik, üretim hattı, parlamenter de
mokrasi ve ucuz gazeteler ile ilişkilendirilebiliyorsa, bu durumda, sa
natsal modemizmin en azından bir kolunun anti-modemist olduğunu
ve bugün en genel anlamda teknolojik ilerleme olarak adlandınlan
modernleşmeye karşı şiddetli ve susturulmuş bir protesto şeklinde
oluştuğu sonucuna varabiliriz. Bu modem-karşıtı modemizmler za
man zaman pastoral görümleri ya da Makine-düşmanı jestleri kapsa
yabilirler; ancak, çoğunlukla simgeseldirler ve, özellikle yüzyılın baş
larında, muzaffer aydınlanmacı ilerleme ya da akla karşı anti-
pozitivist, tinselci, akıl-karşıtı tepkilerin oluşturduğu yeni bir dalga
olarak anılan bir hareketi kapsarlar.
Bununla birlikte Peny Anderson bana, bu yönden tüm
modernizmlerin ortak olarak paylaştıklan en derin ve en temel özelli
ğin, bazı modemistlerin (örneğin fütüristlerin) aslında kutladıklarının,
teknoloji düşmanlığı değil, piyasaya duyulan düşmanlık olduğu ger
çeğini anımsatmaktadır. Bu özelliğin merkeziliği daha sonra, çeşitli
postmodemizmler içinde tersine çevrilişleri ile de onaylanmaktadır;
1987); ayrica, Peter Burger, Prosa der Moderne (Frankfurt, 1988) ve Antoine Compagnon, Les
cinq'paradoxes de la modemite (Paris, 1990).
şöyle ki, kendi aralarındaki farklılaşmaları, çeşitli modemizmlere olan
farklılıklarından daha da geniş olan tüm bu postmodemizmler, doğ
rudan doğruya piyasanın yüceltilmesi şeklinde algılanmadıklarında,
en azından tıralı bir olumlamayı paylaşmaktadırlar.
Her durumda makinenin deneyiminin önemli bir belirleyici oldu
ğu sonucu kanımca, estetik modemizmin birbirini izleyen dalgaların
dan çıkarsanabilir. Organik formların çevresinde örgütlenmiş ve ayn-
calıklı bir biçimde sembolizmde örneklenen geç ondokuzuncu
yüzyıldaki uzun Birinci Dalga; momentini yüzyıl dönüşümü ve onu
izleyen yıllardan alan ve makine teknolojisine duyulan coşku; ve daha
paramiliter avangardlara doğru örgütlenmeyi kapsayan ikili bir belir
leyicilikte tanımını bulan İkinci Dalga (Fütürizm, bu momentin güçlü
bir formu olarak gösterilebilir). Bunlara (dikkatleri, sırasıyla yaşam-
dünyasırun organik dönüşümü ve avangard ile onun toplumsal mis
yonu üzerinde yoğunlaşan) iki dönemsel hareketin aksine, büyük Ya
pıt, Dünyanın Kitabı -dindışı el yazmalan, kutsal metinler, düşlene-
meyen bir toplumsal düzen için nihai ayin çevresinde odaklanan
(Mallarme'nin Livre'i gibi) tek başına bırakılan "deha"nm moder-
nizmini de eklemek gerekiyor. Aynca, -Stalinizm ya da Halk Cephesi,
Hitler ya da New Deal altında yeni bir toplumsal gerçekçilik kavra
mının, kolektif kaygı ve dünya savaşı yoluyla geçici bir kültürel yön
den başat bir konuma ulaştığı, Büyük Bunalım Döneminin deneyim-
lediği politik ve ekonomik kopmadan sonra gerçek anlamda moder
nist sanat ve dünya görüşlerinin son kalıntılarını kapsayan- Charles
Jencks'in "ileri modemizm" adını verdiği dönem için de (o denli geç
olmasa da) bir yer açmamız gerekiyor. Jencks'in ileri modem adını
verdiği özellikler, postmodemizm içinde varlıklarını sürdüren özellik
lerdir ve bu fikir, mimari açıdan da anlamlıdır; bununla birlikte, ya
zınsal bir bağlam (frame of reference), hem iki dönemi de yaşama ta
lihsizliğini, hem de, içinde çağ dışı formları oluşturabildikleri, yalnız
lık ya da sürgünlüğün oluşturduğu bir zaman kapsülünü elde ede
bilme ayrıcalığına sahip Borges ve Nabokov gibi yazarları, Olson ya
da Zukovsky gibi ozanları ve Milton Babbitt gibi bestecileri de ortaya
atmaktadır.
Bu dört an ya da eğilim -büyük "demiurgoslar" ve peygamberler
arasında en "kanonik" olarak nitelendirebileceğimiz isimlere -basık
tepeli şapkası ile Frank Lloyd Wright, ses geçirmez duvarları ile ça
lışma odasındaki Proust, "doğal gücü" ile Picasso ve "trajik", benzer
siz biçimde kara yazgılı Kafka (klasik dedektif öykülerindeki en iyi
Büyük Dedektifler gibi kendine özgü ve tuhaf simalar)- postmodern
moda ve ticariliğinin gerisinden baktığımızda, modemizmin, bugün
artık bizler için varolmayan devlerin ve destansı güçlerin henüz var
oldukları bir dönem olduğu konusundaki görüşleri olumsuzlayabilen
bazı noktaların belirtilmesi gerekliliği ortaya çıkıyor. Ancak, "öznenin
ölümü" ne ilişkin postyapısalcı motif herhangi bir toplumsal anlam
içeriyorsa, o da, en baştan, "karizma"sı ve ona eşlik eden "deha" gibi
kural dışı romantik değerlerin oluşturduğu kategorik teçhizatı ile bir
likte, girişimci ve içe-dönük bireyciliğin sona erişinin belirtisi olmak
tadır. Bu şekilde görüldüğünde, "büyük modemler"in silinişi, zorun
lu olarak bir "pathos"un ortaya çıkışını belirlemez. Toplumsal
düzenimiz bilgi yönünden daha zengindir, eğitim düzeyimiz daha
yüksektir ve toplumsal yönden, hiç değilse ücretli emeğin evrenselleş
tirilmesi açısından daha "demokratik"dir (bu dengeleme sürecinin be
lirlenişinde Brecht'in "plebleştirme" teriminin, politik yönden daha
uygun ve toplumbilimsel olarak daha kesin olduğunu her zaman dü
şünmüşümdür ki, sol kanattaki kişiler böyle bir görüşü ancak olum-
layabileceklerdir); bu yeni düzenin, ne kültürel üreticileri, ne de poli
tikacıları arasmda ileri modernist anlamda peygamberlere ya da
kahinlere gereksinimi yoktur. Korporasyonlaşmış, kolektivize olmuş
post-bireyci bir çağda var olan özneler üzerinde bu tür figürlerin her
hangi bir çekiciliği ya da büyüsü bulunmaz: Öyle ise, hepsine güle gü
le, geride hiç bir üzünç olmaksızın; ya da, Brecht'in dediği gibi: Ey-
vahlar olsun dahilere, yalvaçlara, Büyük Yazarlara, ya da demiurgos-
lara gereksinim duyanlara.
Kişinin tarihsel olarak unutmaması gereken gerçek şudur ki, bu
görüngü bir zamanlar gerçekten vardı: "Büyük" modernist yaratıcılar
üzerindeki postmodern görüşün, bu artık şüphe ile karşılanan "mer
kezi öznelerin" tarihsel ve toplumsal özgüllüklerini tartışma yolu ile
çürütmeye çalışmak yerine, bunların olasılık koşullan üzerinde yeni
kavrayış biçimleri geliştirmesi gerekir.
Bu süreç üzerinde bir başlangıç, artık bizler için olduklarından da
ha büyük görünmeyen kişileri ya da şu ya da bu türden büyük mane
vi kahramanlar olan bir zamanlar ün sahibi isimlerini daha çok, -
insanbiçimcilik dışı ve karşıtı bir biçimde- kariyerler, yani, yüzyıl dö
nüşümünde genç hırslı bir sanatçının, kendini "çağının en büyük res
samı" (ya da ozanı ya da bestecisi olarak) görebilmesi ile ilgili nesnel
olasılığı algılayabileceği nesnel olasılıklar şeklinde kavrayarak gerçek
leştirilebilir. Bu nesnel olasılık bugün bize sağlanmıştır; ancak, bu, bir
ruhsal zenginlik ya da içsel bir esin değil, tekniklerin ve sahanın üs
tünlüğü, karşı güçlerin değerlendirilmesi, kişinin kendi özgül ve
"nev-i şahsına münhasır" kaynaklarının zekice bir optimizasyonu ile,
neredeyse askeri strateji terimleriyle açıklanabilmektedir. Bununla bir
likte, bugün Pierre Bourdieu'nün adı ile ilişkilendirdiğimiz5 dehaya
böyle bir yaklaşımın, Tolstoy'un Shakespeare, ya da, "mutatis mutan
dis" genelde tarihteki büyük adamlar için hissettikleri gibi gizli özel
liklerini ifşa eden ve demistifiye edici "öfke" den kesinlikle ayrılması
gerekir. Tolstoy'a rağmen, kanımca bugün büyük generallere (ve onla
rın karşılıklan olan büyük sanatçılara) hala hayranlık duyanz,6 ancak
bu hayranlık bunlann kendi tarihsel nitelikleri içindeki öznelliklerin
den, "mevcut durumu" değerlendirebilme ve "o noktada" bu duru
mun olası değişimlerini hesaplayabilme yeteneklerinden ayrılmıştır.
Bu bana, tipik olarak yataym yerine dikeyi, zamanın yerine uzamı,
derinliğin yerine sistemi yerleştiren yaşamöyküsel tarih yazımının
(biographical historiography) açıkça postmodem bir gözden geçiril
mesi gibi geliyor.
Ancak, postmodemizmde "Büyük Yazar"ın ortadan kalkmasının
altında daha derin bir neden daha yatmaktadır ve bu, zaman zaman
"eşitsiz gelişim" olarak da anılan süreçtir: Tekellerin (ve sendikaların),
giderek artan biçimde kurumsallaşan kolektifleşmenin var olduğu bir
çağda, her zaman bir geri nokta olacaktır. Ekonominin kimi bölümleri
hala arkaik, eski zanaatlerden artakalan nitelikleri taşır: Kimi özellik
ler de, geleceğin kendisinden daha modem ve fütüristtir. Bu açıdan
modem sanat, gücünü ve olasılıklarını, modernleşme sürecinde eko
nomi içinde bir durgunluk alanı, arkaik dönemlerin bir uzantısı olma
özelliğinden sağlamaktadır: Yeni üretim tarzının başka alanlarda ye
rini aldığı ve ortadan kaldırdığı daha eski bireysel üretim yöntemleri
ni yüceltti, kutladı ve dramatize etti. Estetik üretim daha sonra, ge
nelde daha insani bir üretim biçiminin yer aldığı bir ütopik görüm
sundu; kapitalizmin tekelci aşamasında bu görüm, insan yaşamının
5 Bkz. Pierre Bourdieu, L’Ontologie politique de Martin Heidegger (Paris, 1988) ve Anna-Maria
Boschetti, The Intellectual Enterprise: Sartre and “Les Temps modernes" (Evanston, 111.,
1988).
6 Buna çok benzer bir şekilde, Gertrude Stein Henry James’den “büyük general” diye söz eder.
Bkz.: Four in America (NeW Haven, 1947).
ütopyacı dönüşümüne yönelik olarak sunduğu imge ile bir çekicilik
kazandı. Joyce, Paris'deki odalarında tek başma böyle koskoca bir
dünya yaratır; bu yaratımında Joyce yalnızdır ve hiç kimseden yardım
görmemiştir; oysa sokaklarda, bu odanın dışındaki insanlarda, insan
üretkenliği üzerinde böyle bir kıyaslanabilir herhangi bir güç ya da
kontrol yeteneği; Joyce gibi, kendi kararlarınızı oluşturduğunuzda en
azından kendinize ait bir payın da bulunmasını sağlayabilen özgürlük
ve özerklik duygusu yoktur. Bu nedenle, bir üretim biçimi olarak
modemizm (Büyük sanatçılar ve yapıcılar da dahil olmak üzere) tek
tek yapıtların içerikleri ile çok az ilgisi bulunan bir mesaj iletir: Bu, salt
özerklik, şekil değiştiren el sanatlarının doyumu olarak estetiğin ifa
desidir.
Bu nedenle modemizmin, benzersiz biçimde tarihsel gelişimin eşit
olmayan bir anına ya da Ernst Bloch'un "eşsüremli olmayan unsurla
rın eşsüremliliği" (Gleichzeitigkeit des Unglechzeitigen)7 adını verdiği ol
guya; tarihin köktenci bir biçimde birbirinden farklı anlarındaki ger
çekliklerin birlikte varolmalarına tekabül ettiği kabul edilmelidir:
Büyük kartellerin yanısıra zanaatkarlık, köylülerin tarlalanrun
yarusıra, uzakta, Krupp'un fabrikalarının ya da Ford'un üretim tesis
lerinin oluşturduğu ufuk çizgisi. Ancak, bu eşitsizliğin daha az
programatik bir gösterimine, Kafka'nın eserlerinde rastlanır. Adomo,
bir zamanlar Kafka'nın yapıtlarını, sanatı salt haz terimleriyle açıkla
maya çalışan görüşe karşı en kesin olumsuzlama olarak tanımlamıştı.
Kanımca Adomo, bu görüşünde yanılıyordu, en azından postmodem
bir perspektifte: Bu olumsuzlama, Kafka'nın "gizemli bir mizah yaza
rı" (Thomas Matın) ve keyifli ve Chaplinesk bir yazar olduğu yolun
daki bu görünürde daha aykırı tanımlardan çok daha geniş bir açılım
içinde sahnelenebilir; ne var ki, Kafka'yı okuduğunuz sırada Chaplin'i
anımsayacak olursanız, Chaplin bir daha asla eskisi gibi görünmeye-
cektir.
Bu nedenle, Kafka'nın karabasanlarının haz verici, hatta keyifli do
ğası üzerine daha çok şeyin söylenmesi gerekiyor: Benjamin, Kafka
üzerine mevcut en az iki yorumsamadan tümüyle kurtulmamız ge
rektiğini savunuyordu: Bunların birincisi, psikanalitik (Kafka'nın
Oedipus karmaşası -şüphesiz, Kafka'da vardı ancak onun yapıtları bu
7 Bkz. Ernst Bloch, “Nonsynchronism and Dialectics”, New German Critique no.ll (llkbahar 1977)
s. 22-38.
bağlamda hiç de psikolojik yapıtlar sayılmaz); diğeri ise teolojik
yorumsama idi (Kurtuluş ideası elbette Kafka'da vardır, ancak bu dü
şünce içinde öte dünyayı ya da genelde İnsan'ın Kurtuluşunu ilgilen
diren hiçbir şey bulunmaz). Belki bugün bunlara bir de varoluşçu
yorumsamayı dahil edebiliriz: İnsanlık durumu, kaygılar ve benzeri
unsurlar bizlere ancak çok yakından tanıdığımız izlekleri ve düşünce
leri sunar, ancak, belki de farketmiş olduğunuz gibi, bunların hiçbiri
tam anlamıyla postmodern sayılmaz. Ayrıca bir de, "Marksist bir
yorumsama"olduğu varsayılan şu görüşe bakmakta yarar var: Yıkıl
manın eşiğindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun yıkık dö
kük bürokrasisinin bir temsili olarak Dava. Bu yorumda da elbette bir
gerçeklik payı vardır, ancak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
nun bir "karabasan" olduğu düşüncesine gelinceye kadar. Tam tersi
ne, eski, arkaik imparatorlukların sonuncusu olmak bir yana, Avus-
turya-Macaristan İmparatorluğu, çokuluslu ve çok-halklı (multi
ethnic) devlet türünün ilk örneğini oluşturmaktadır: Rusya ile karşı
laştırıldığında, rahatlık içinde verimsiz; çarlarla yan yana getirildiğin
de insancıl ve hoşgörülü bir devlet; son aşamada hiç de kötü bir dü
zenleme sayılmaz ve bugün bile milliyetçilik akımlan ile yanlan kendi
"post-nasyonalist" dönemimiz için oldukça düşündürücü bir model
oluşturur. K -v e- K. yapısı Kafka'da belli bir rol oynar, ne var ki bu
rol, tam da (İmparatorluğu Auschwitz için bir önsöz olarak görenle
rin) öne sürecekleri gibi "bir karabasan -olarak- bürokrasi" yorumu
ile aynı değildir.
Eşsüremli olmayan unsurların eşsüremliliği, tarihte birbirinden ke
sinlikle ayn anların birlikte var olmalarına geri dönüyoruz: "Dava"yı
okuduğunuzda karşılaştığınız, modem, neredeyse korporasyonlara
özgü çalışma haftası ve rutin iş faaliyetlerinin varlığıdır: Joseph K.
genç bir bankacıdır (bir asistan yönetici ya da "özel katip"), tüm ya
şamı işinin çevresindedir, bekardır ve bomboş gecelerini bir meyha
nede geçirir; pazar günleri dayanılmazdır onun için, tabu pazarlan
daha da dayanılmaz kılan iş arkadaşlarının davetleri olmadığında.
Örgütlü modernliğin bu sıkıcılığının içinde birdenbire hiç beklenme
dik bir şey çıkagelir -ki bu da tam olarak, İmparatorluğun politik ya
pısı ile ilişkilendirilen arkaik, eskimiş bürokrasinin kendisidir. Böylece
burada, çok çarpıcı bir birlikteliğe rastlarız: Dava'nın Orson Welles
yapımı o olağanüstü film yorumunda uzamın kendisi aracılığıyla can
lı bir biçimde yansıtıldığı gibi, modem ya da hiç değilse modernleşme
içinde bir ekonomi ve eski moda bir politik yapı. Joseph K. kişiliksiz;
modem konutların en kötülerinden birinde yaşamaktadır; ne var ki,
eskimiş, barok görkemi içinde bir mahkeme salonuna girer (köhnemiş
pansiyon odalarında olmadığında), iç mekanlarda, molozların dışmda
fazla bir şey yoktur ve yakın gelecekteki kentsel gelişimin göstergeleri
olan boş yaşam birimlerinden oluşmaktadır (sonunda o da, bu bom
balanmış boş mekanlardan birinde yaşamını yitirecektir). Kafka'nın
verdiği haz, Kafka'nın karabasanlarının verdiği haz, burada, arkaik
olanın rutin ve can sıkıntısını hareketlendirdiği bu noktada ortaya çı
kar ve eski moda hukuki ve bürokratik bir paranoya, korporasyon ça
ğının boş çalışma haftasının içine girer ve en sonunda bir şeyler olur!
Burada öykünün verdiği ders şudur ki, en kötünün gerçekleşmesi bile
hiç bir şeyin olmamasından yeğdir ve bir karabasan bile, sıkıcı bir ça
lışma haftası içinde bir rahatlamadır. Kafka'da, ortaya çıkması nere
deyse bir mucize kadar ender olan bu tür salt olaylara bir açlık; kul
landığı dilde, herhangi bir şeyin "cereyan etmesi" ile ilgili en ufak bir
varlığa ihanet edebilen bir yaşam dünyasındaki en belirsiz sarsmtılan
bile, neredeyse müziksel bir notalandırma ile kaydetmeye yönelik
canlı bir istek sezinlenir. Olumsuzun bu şekilde olumlu amaçlara tah
sis edilişi -kesinlikle Ütopik bir özellik-, gücün kurt kılığına bürün
mesi, ruhbilimsel yönden bizlere hiç de yabancı sayılmamalı; örneğin,
daha post çağdaş bir hastalığa değinmek gerekirse, paranoya ve
onunla ilgili öldürülme korkusu ve gizlice gözetlenme ile ilgili yanıl
samaların yarattığı daha derin doyumun, herkesin size daima bakıyor
oldukları konusunda duyduğunuz kesin inançtan kaynaklanması tam
olarak bu tür bir belirtiyi yansıtır.
Öyle ise, başka yerlerde olduğu gibi Kafka'da da, ileri modemiz-
min ve onun kaynaklandığı eşitsiz durum ile artık hiçbir ilişkisi bu
lunmayan estetik formların ve mesajların olasılık koşullarını, geçmişle
geleceğin bu şekilde örtüşebilmesi, yani bu durumda, arkaik feodal
yapıların -farklı bir anlamda henüz "modem" olarak tanımlanama-
yan bir özelliğin tarafgir bir biçimde örgütlenen ve varlığını sürdüren
tortuların- karşı konulamaz modernleştirici eğilimlere direnmesi
oluşturmaktadır.
Bunu paradoksal bir sonuç olarak izleyen gerçek de şudur ki, bu
durumda postmodemin, geride kalanların, tortuların, kalıntıların, ar
kaik tüm özelliklerin, geride hiçbir iz bırakmadan silinip gittikleri bir
durum şeklinde tanımlanması gerekecektir. Öyle ise postmodemde,
geçmişin kendisi (iyi bilinen "geçmiş duyumu" ya da tarihselcilik ve
kolektif bellek ile birlikte) ortadan kaybolmuştur. Bu dönemlere ait
binaların bugün de varlıklarım sürdürdükleri durumlarda ise, bunlar
üzerindeki yenileme ve restorasyon uygulamaları ile bu yapılar tü
müyle, simulakra adı verilen ve onlardan çok farklı ve postmodern ya
pılara benzer bir biçimde, şimdiki zamana dönüştürülmüşlerdir. Şim
di herşey örgütlü ve planlıdır; doğa, muzaffer bir biçimde, köylüler,
küçük burjuva ticareti, el sanatları, feodal aristokrasiler ve imparator
luk bürokrasileri ile birlikte, yok edilmiştir. Çağımız, daha homojen
leştirilmiş bir modernleşme sürecini deneyimlemektedir; artık
anındalığm ve eşsüremliliğin yoksunluğunun getirdiği olumsuzluklar
bizler için birer engel oluşturmaz. Herşey (en azından "Batı" perspek
tifinden) ilerlemenin ya da akılcılaştırmamn büyük saati üzerinde ay
nı zaman diliminde gerçekleşebilmektedir. Modemizmin tamamlan
mamış bir modernleşme durumu şeklinde tanımlanabileceği ya da
postmodemizmin modemizmin kendisinden daha modem olduğu
savını olumlayabileceğimiz bağlam da burasıdır.
Belki de bu noktada, postmodemizmde yitirilen özelliğin bu an
lamda modernlik olduğunu ekleyebiliriz; bu bağlamda bu terim, gerek
modemizm, gerekse modernleşmeden farklı bir anlamı içermektedir.
Gerçekten de, dostlanmız temel ve üstyapı bu bağlamda kendilerini
yeniden ölümcül bir yoğunlukta hissettirirler: Eğer modernleşme aşa
ğı yukarı temele tekabül eden bir olgu ise ve biçim olarak modemizm
bu muğlak gelişmeye bir tepki olarak üstyapıyı oluşturuyorsa, bu du
rumda modernlik belki de, bu iki olgunun aralarındaki ilişkiden tu
tarlı bir sonuç oluşturmaya yönelik bir girişimi belirtiyor olabilir. Mo
dernlik bu durumda, "modem" insanların kendileri hakkında ne
düşündüklerini tanımlamaktadır; sözcüğün kendisi görünürde (kül
türel ya da endüstriyel) ürünlerle değil, üreticiler ve tüketicilerle ve
bunların bu ürünleri ürettiklerinde ya da bu ürünlerin arasında yaşa
dıklarında neler hissettikleri ile ilişkilidir. Bu modem duygu şimdi,
bizlerin, kendimizin bir şekilde yeni varlıklar olduğumuza, yeni bir
çağın başlamakta olduğuna, bu yeni çağda herşeyin olanaklı olduğu
na ve hiç bir şeyin artık eskisi gibi olamayacağına duyduğumuz
inançta yer alır; ne de artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmasını isteriz,
herşeyi "yeni baştan oluşturmak", tüm o eski nesnelerden, değerler
den, düşünce biçimlerinden ve şeyleri yapma yöntemlerinden kur
tulmak ve bir şekilde biçim değiştirmek isteriz. "Il faut etre absolument
modeme"8 diye haykınyordu Rimbaud; bir şekilde kesinlikle, radikal
anlamda modem olmamız gerekir; ki bu (olasılıkla) kendimizi de
modem kılmamız gerektiği anlamına gelmektedir; bu, yalnızca bizim
başımıza gelen bir şey değil, bizzat kendimizin gerçekleştirdiği bir ol
gudur. Her boyutunda deneyimlediğimiz postmodemizm sürecinde
hissettiklerimiz tam olarak böyle midir? Kendimizi tozlu, geleneksel,
boğucu, antikalaşmış nesneler ve düşünceler arasmda yaşıyor olarak
bulmadığımız bir gerçek Apollinaire'in 1910 Avrupa'sının eskimiş bi
nalarına ve bizzat Avrupa'nın içinde yaşadığı uzama karşı duyduğu
heybetli, ozanca başkaldırısı: “A la fin tu es las de ce monde ancien!"9,
olasılıkla süpermarket ve kredi kartına duyulan çağdaş (ya da post
çağdaş) duygulan dile getirmiyor. "Yeni" sözcüğü bugün bizler için
aynı tınıyı taşımamakta; sözcüğün kendisi bugün artık yeni ya da öz
gün değil. Bu durum, zaman ya da değişim ya da tarih ile ilgili
postmodem deneyim hakkında ne öneriyor?
Herşeyden önce "zaman" ya da tarihsel yönden "yaşanan dene
yim" ya da tarihselciliği, sosyo-ekonomik yapı ve onun bizler tarafın
dan kültürel ve ideolojik değerlendirmemiz arasında bir aracı ve aynı
zamanda da, sermayenin modem ve postmodem anlan arasındaki
kendi sistemik karşılaştırmamızı sahneleyebileceğimiz geçici olarak
ayncalık tanınmış bir izlek şeklinde kullandığımızı ima eder. İlerde,
konuyu iki ayn yönde ele alacağız; birincisi, (modem anlamda) Yeni
ile ilgili bir deneyimin teşvik ettiği ve sürekli kıldığı diğer toplumlar-
dan tarihsel yönden benzersiz biçimde farklı olmanın verdiği duyum
ile ilgili olarak; İkincisi ise, bu tür bir Yeni'yi izlekselleştirmek ve de
ğerlendirmek konusuna artık ilgisini yitirdiği açıkça belli olan bir
postmodemlik içinde yeni teknolojilerin (ve buruların tüketimlerinin)
rolü üzerinde uygulanan bir analiz çerçevesinde.
Şimdilik, modem dönemde Yeni ile ilgili yoğun duyumun yalnız
ca, eskinin henüz ortaya çıkan ile birlikte var olduğu bu dönemin ka-
nşık, eşitsiz, geçici doğasından dolayı olanaklı olabildiği sonucuna
vanyoruz. Apollinaire'in Paris'i, gerek kirli, köhne ortaçağ anıtlarını
ve Rönesans döneminin boğuntulu yerleşim mekanlarım, gerekse mo
torlu arabalan, uçaklan, telefonlan, elektriği ve de giyim-kuşam ve
kültür alanındaki en son modalan kapsıyordu. Bu ikinci grupta sayı-
g
Kesinlikle modern olmak gerekir, (e.n.)
10 Bkz. Perry Anderson, “Modernism and Revolution”, New Left Review no. 144 (Mart-Nisan
1984) s. 95-113.
yollarla keşfedilmeyi beklemektedir. Yapıtların kendisine gelince,
John Berger'in kübizm üzerine yazdığı örnek niteliğindeki denemele
ri11, bu görünürde son derece formalist yeni resim tarzının nasıl, daha
sonra I. Dünya Savaşı'mn savaş alanlarında endüstrileşmenin ürperti
ci amaçlar için kullanışı ile parça parça olacak olan Ütopyacı bir ru
hun içinde eridiği üzerine daha ayrıntılı bir analiz sunmaktadır. Bu
yeni Ütopyacılık fütürizmde olduğu gibi yalnızca kısmen yeni maki
neleşmenin bir yüceltilmesidir; son aşamada toplumun yaklaşmakta
olan dönüşümüne dokunan bir dizi itkiler ve coşkular ile kendini ifa
de eder.
11 John Berger, Ways o f Seeing, bölüm bir: Kübizm (New York, 1977).(Görme Biçimleri, Metis,
İstanbul: 2009).
tif duyum üzerinde bir etkide bulunabilmiştir. Aynca kişi genellikle,
simgesel bağlamda, modem "klasiklerin" okul sistemine ve üniversi
telerin okuma listelerine girdikleri anın (A.B.D.'de çoğu üniversitede
geç 195(711 ya da erken 1960'lı yıllar) üzerinde durmaz (oysa bu tarih
ten önce, Pound'u kendi başımıza okurduk ve İngiliz Edebiyatı bölü
mü en gayretli yaklaşımı içinde ancak Tennyson'a ulaşabilirdi). Bu,
beklenmeyen sonuçlan ile kendi içinde bir devrimdi ve en sonunda
kabineye seçilen eski radikaller gibi, modem metinlerin bir taraftan
kabul edilmelerini sağlıyor, diğer taraftan da bunlan etkisiz hale geti
riyordu.
Bununla birlikte diğer sanatlar için, kanonik bir konum kazanma,
başarının "bozucu" etkisi, açıkça farkedileceği gibi, çok farklı formlara
bürünebilecektir. Örneğin mimaride şurası kesindir ki, akademide
kabul görmenin önceden belirlenen karşılığı, ileri modemist formlar
ve yöntemlerin devletin hizmetine tahsisi, (zaman zaman "refah dev
leti" ya da sosyal demokrasi olarak da anılan) genişletilmiş bir devlet
bürokrasisi tarafından artık toplu konut ve ofis konstrüksiyonu form
larına indirgenmiş ütopyacı formlann yeniden uyarlanması olmakta
dır. Daha sonra modemist biçemler üzerine öyle bir bürokratik
yananlamın damgası vurulur ki, böyle bir şablondan kurtulabilmek
onun yerini alan özelliğin ne Ütopya, ne de demokrasi, yalnızca post-
refah devleti postmodeminin özel korporasyon konstrüksiyonlann-
dan ötede bir şey olmamasına rağmen, köktenci bir "rahatlama" duy
gusu uyandınr. Gereğinden fazla belirlenimcilik burada, modemiz-
min yazınsal yönden kanonize edilişinin aynı zamanda 1960'h yıllar
da üniversite sisteminin yoğun bir biçimde bürokratik yönden geniş
lemesini de ifade ettiği dereceye ulaşacak ölçüde yer almaktadır. Kaldı
ki burada, bu tür gelişmelerin altında ve daha gerçek anlamda de
mokratik ya da "pleb" türden popüler taleplerin (ve nüfusun) etkin
baskılarını da gözardı etmemek gerekiyor. Burada gereksinim duyu
lan buluş, yapıtlara birlikte ve aynı zamanda hem "pleb", hem de
"bürokratik" ilişkiler atfedildiği bir "belirsizlik içinde gereğinden faz
la belirlenimcilik" nosyonu oluyor; ortaya çıkması beklenmedik sa
yılmayan politik kargaşa bu belirsizliğin içinde yer alır.
Bu yalnızca bir şekildir, ancak daha genel bir biçimde ve daha so
yut bir düzlemde -yani, şeyleştirme boyutunda tartışılması gerek
mektedir. Sözcük olasılıkla bugün bizler için dikkatleri yanlış yöne
doğru yönlendirmektedir; zira, en ısrarlı biçimde belirtmeye çalıştığı
"toplumsal ilişkilerin şeylere dönüşümü" olgusu bir tür ikinci doğa
niteliğini almıştır. Bu arada, sözkonusu "şeyler" de, tanınmayacak öl
çüde, insanların, içinde yaşadığımız amorf günlerde ve dönem içinde
kendisinden arzu edilir bir özellikmiş gibi söz edebildikleri derecede
değişime uğramışlardır.12 Her durumda (postmodem şeyler),
Marks'm belirttiği türden şeyler değildir; mevcut banka uygulamala
rında yer alan "nakit istikrazları" bile, Carlyle'm "libidinal sorgulama
larından" elde ettiklerinden daha caziptir.
Şeyleştirme ile ilgili olarak son yıllarda önem kazanan bir diğer ta
nım da, nesnenin kendisinden, bu şekilde üretilen meralardan "üre
timin izlerinin silinmesi" dir. Bu tanım, konuya tüketici yönünden
yaklaşmaktadır: Oyuncaklarında ve evlerinde kullandıklan mefruşat
larda uygulanan işçiliği arumsamamayı başardıklarında kişilerin ken
dilerini özgürleştirdikleri konusunda duydukları suçluluk duygusu
nu ima eder. Gerçekten de, kendi nesne dünyanıza ve duvarlarınıza
ve sizi çevreleyen koruyucu uzaklığınıza ve göreceli sessizliğe sahip
olmanızın amacı, bu sayılamayacak derecede çok diğer kişileri bir an
için olsun unutabilmektir; kelime işleyicinizin başma her oturduğu
nuzda Üçüncü Dünya kadınlarını düşünmek zorunda kalmayı iste
mezsiniz; ne de, sahip olduğunuz diğer lüks ürünleri kullanmaya ya
da tüketmeye karar verdiğinizde aşağı sınıf yaşamları içinde diğer
aşağı sınıftan insanları düşünmek istersiniz: Bu tür düşünceler, bey
ninizin içinde sesler gibidir ve gerçekten de, özel yaşamınızın ve be
deninizin tümüyle size ait olan uzamını "ihlal ederler". Bu nedenle,
sınıf kavramını tümüyle unutmak isteyen bir toplum için, bu tüketici-
paketleyici anlamı içinde şeyleştirme, gerçekten de son derece işlev
seldir; bir kültür olarak tüketicilik bundan çok daha geniş bir kapsa
ma sahiptir, ancak, bu türde bir "silme" elbette, tüm diğer savların
üzerinde oluşturulabileceği zorunlu bir önkoşuldur.
Kültürün şeyleştirilmesinin kendisi açıkça farklı bir konuyu ilgi
lendirmektedir, zira bu ürünler "imzalanmıştır"; kaldı ki, tüketim
kültüründe bizler insan üreticisi T.S. Eliot ya da Margaret Mitchell ya
da Toscanini ya da Jack Benny ya da hatta Sam Goldwyn ya da Cedi
B. de Mille'i unutmaya, gereksinim duymak bir yana, isteyebiliriz.
Kültürel ürünlerin bu düzleminde özellikle vurgulamak şeyleştirme-
12 Hulme ve imgecilikten itibaren, tümüyle neo-klasik bir politika olmasına karşın, 1910’larda yap
tığı tam olarak bu idi.
nin özelliği, tüketiciler ve üreticiler arasındaki köktenci ayrımı belirle
yen özelliktir. Uzmanlaşma bunun için çok zayıf ve diyalektik-dışı bir
terim olmaktadır, ancak yine de, tüketicide sözkonusu ürünün imala
tının -ki bu jenerik anlamda hiç şüphesiz diğer insanlara atfedilebile
cek bir özellik- düşleyebileceğiniz herşeyin ötesinde olduğuna yöne
lik derin bir inancın geliştirilmesi ve sürekli kılınmasında belirli bir rol
üstlenmektedir: Bu, bir kullanıcı ya da tüketicinin herhangi bir şekilde
toplumsal bir sempati beklediği bir şey değildir. Bir anlamda bu, ente
lektüel olmayan ve daha alt sınıflardan gelen kişilerin entelektüellere
ve onların yaptıklarına duyduklarına benzemektedir: Onların bu işleri
yaptıklarını görürsünüz ve bunlar fazla da zor şeylermiş gibi görün
mezler; ancak, dünyanın en iyi istencine de sahip olsanız, böyle bir
şeyi gerçekleştiremezsiniz ve onların gerçekte neyi yapmış olduklan
üzerine bir fikir sahibi olabildiğinize bir özgüven duymanız bir yana,
en baştan insanların neden böyle bir şeyi yapmayı isteyebileceklerini
anlayamazsınız. Bu nokta oldukça Gramscici bir maduniyet (sub-
altemity) oluşturuyor; kültürel ötekinin önünde duyulan derin bir
aşağılık duygusu, tam o anda ortaya çıkan öfke ya da anti-entelek-
tüalizm ya da çalışan sınıfların hoşnutsuzluğu ve maçoluğun yalnızca
bir ikincil tepki, entelektüele transfer edilmeden önce, ilk ve en başta
kendi aşağılık duyguma bir tepki olarak bunların içinde var olan üs
tünlüğün örtük bir biçimde teslim edilişi. Şunu belirtmek istiyorum
ki, bugün daha genel anlamda kültüre duyduğumuz duygu, ardışık
lığa benzer türde bir duygu oluyor -yıllar önce Gunther Anders ol
dukça farklı bir bağlamda buna Prometheci utanç, makinenin önünde
duyulan Prometheci bir aşağılık duygusu adını vermişti.13
Ancak bu kültürel konumlandırma anti-entelektüalizmden daha
az dramatiktir, zira insanlardan çok şeylere ilişkindir ve bu nedenle
de figürel düzlemi biraz indirmek zorunda kalınz. Marksçı bir top
lum ruhbilimi herşeyden önce üretimin kendisinin ruhbilimsel sonuç
lan (concomitants) üzerinde durmalıdır. Üretimin (ve geniş bir deyişle
"ekonominin") felsefi yönden iktidarın (ve geniş bir deyişle "politika
nın") önünde olmasının nedeni de burada, herşeyden önce üretim ile
iktidar duyumu arasındaki ilişkide yatmaktadır; ancak bunu farklı bir
biçimde belirtmek, yani, üretim ile aralarındaki ilişkilerin bloke edil
diğinde, üretici etkinlik üzerinde herhangi bir güce sahip olmadıkla-
14
Marks’a göre eşitlik -y a da ona duyulan talep, ücretli işgücünün oluşturduğu tekabüliyetlerin
sonucudur ve onun şu görüşünün derin anlamı da bu görüşten kaynaklanmaktadır: “İşte bu ne
denle kapitalist dönem, iş gücünün, bizzat işçinin gözünde, kendi mülkü altındaki bir meta biçi
mine bürünmesi gerçeği ile tanımlanmaktadır; sonuçta kendi emeği ücretli işçilik biçimine bürü
nür. Öte yandan, emek ürünlerinin meta biçimine bürünmelerini evrenselleştiren de budur.
konusuna değinildiğinde canlılık kazanan) kendini kutlayıcı retoriği
ni aynı anda kavrayabilirle gücüdür. Postmodern üzerine yeterli bir
kuramın bu tarihsel ilerlemeyi şizofrenik kitle bilinci bağlamı içinde
kaydetmesi gerekir ve bu konuyla ilgili bir açıklamayı daha ileride ve
receğim.
Bu nedenle çoğulculuk, grupların ideolojisi, üç temel sözde-
kavramı: demokrasi, medya ve piyasayı bir üçgen içine alan
fantazmagorik temsiller dizisidir. Bununla birlikte bu ideolojinin, ola
sılık koşullarının (içinde "grupların" şimdi daha önemli bir rol oyna
dıkları) gerçek toplumsal değişimler olduğunun ayrımına varmadıkça
ve bir şekilde grubun kendisinin ideolojik kavramının (daha önceki
devrimci "kalabalık" bir yana, örneğin Freud'un ya da Le Bon'un dö
neminden oldukça farklı bir şekilde) tarihselci belirlenimciliğini ta
nımlayıp açıklamadıkça, yeterli ölçüde bir modele oturtulması ve bir
analizinin yapılabilmesi olanaklı değildir. Marks'm da belirttiği gibi
sorun şudur ki, "özne ... gerek gerçekte, gerekse zihinde verilidir ve
bu nedenle de kategoriler, bu özgül toplumun, bu öznenin oluş form
larım, varoluş belirlenimlerini -ve zaman zaman da salt bireysel yön
lerini- ifade ederler ve bu nedenle bilimsel açıdan bakıldığında bile
özne hiçbir zaman bu şekilde ele alındığında başlamaz.15
Bu durumda grupların "gerçekliği"nin, çağdaş yaşamın kurumsal
kolektivizasyonu ile ilişkilendirilmesi gerekir; bireysel mülkiyet ilişki
lerinin (özel mülkiyet altındaki bir fabrika ya da işletmenin) dış zan-
nın altında, bu eskimiş kabuk, dış yüzey ya da biçimden tümüyle
farklı kolektif üretim ilişkilerinin oluşturduğu yeni bir ağın ortaya
çıkması, elbette Marks'm temel kehanetlerinden birini oluşturuyordu.
Peri masalında ya da şeytanın vaatlerindeki üç dilek gibi bu tahmin,
onu tanınamaz duruma getiren çok ufak birtakım değişikliklerle bir
likte, tümüyle gerçekleşmiştir. Daha önceki bölümlerden birinde,
postmodemizmde mülkiyet ilişkileri konusuna kısaca değinmiştik;
şimdilik, kendi içinde özel mülkiyetin, gerçekliği bir zamanlar daha
eski ulus devletlerine yapılan yolculuklarda, Mr. Bloom'un "gri deh
şeti" içinde, İngiliz ticaretinin ya da Fransız aile şirketlerinin (Dickens,
kanserli bir Antarktika gibi düşlenemeyecek ölçüde kristalize olmuş
bu işletmelerin yasal yönden parçalanarak eriyişlerinin yok edilemez
en değerli geç-imgelerini sunar) insan tenini kurutan en köhnemiş ar-
16
Lester C. Thurow, Dangerous Currents: The State of Economics (New York, 1983) ayrica
bkz.: Stanley Aronowitz, Science and Technology and the Future of Work.
Sanat dünyasında gerçekleşen de tam olarak budur ve bu da,
Bonito-Oliva'nm her biçimsel konumun diyalektik olarak kendinden
bir öncekinin üzerinde konumlandığı ve boş uzamlarda ya da çelişki
lerin içinden tümüyle yeni bir üretimi yarattığı modemist gelişmeci ya
da tarihsel paradigmanın sonu olarak modemizmin sonu ile ilgili teş
hisini haklı çıkartır.17 Ancak bu teşhis, modemist perspektifte belli
üzüntü duygusu ile birlikte kaydedilmektedir: herşey yapılmıştır; hiç
bir biçimsel ya da biçemsel yeniliğin ortaya çıkabilmesi olanaklı de
ğildir; sanatın kendisi sona ermiştir ve yerini eleştiriye bırakmıştır. Bu
uçurumun postmodemist yakasından bakıldığında görüntü hiç de
böyle değildir ve burada "tarihin sonu" yalnızca bundan sonra
"herşeyin herşeyle gittiği" anlamına gelir.
Böylece geride kalanlar, gruplar ile bu gruplara tekabül ettikleri
gözlenen özdeşliklerdir. Salt ekonomi, yoksulluk, sanat ve bilimsel
araştırmalar yeni bir anlamda "tarihsel" (ya da yeni tarihsel) oldukla
rından dolayı, yersiz yurtsuzlar, ekonomistler, sanatçılar ve bilim
adamlan ortadan kalkmamıştır; bunun yerine, bunların grup özdeş
likleri bir değişime uğramış ve bir moda seçimi gibi, sorgulanmaya
daha açık duruma gelmişlerdir. Gerçekten de, Herakleitoscu akışın
giderek daha ivme kazanan akıntılarını kanalize edecek başka bir yer
bulamayan yeni tarihselcilik, bir zamanlar doğanın olduğu ölçüde gi
zemsel (ve nihai) derin bir ontolojik ekonomik gerçeklik olarak kav
ranan moda ve piyasaya doğru, nerdeyse kesin bir dönüş yapmıştır.
Yeni tarihselci açıklama böylece yeni gruplan konumlarına yerleştirir,
ontolojik gerçeklik formlarından kurtulur ve bulgularını, kapitalizmin
geçirdiği değişimlerden çok, piyasa üzerinde odaklaştırarak daha laik,
son kertede belirleyici bir "an" a sözde bağlılığını gösterir.
Bugün her yerde farkedilen tarihe geri dönüş, bu "tarihsel" pers
pektifin ışığında daha ayrıntılı bir incelemeyi gerektirmektedir-ancak
bu tam anlamıyla tarihe bir "geri dönüş"ten çok (son günlerde belir
tildiği gibi, günümüzde yeni-dışavurumcu Alman sanatçıların Hitler
deneyimini yaşamış olmalarından dolayı şanslı sayılmalarında oldu
ğu gibi) tarihin "ham maddesinin" özümsenerek işlevinin kapsam dı
şı bırakılması, bir tür "yassılaştırma" ve (yeni tarihseldliğin) hizmeti
ne tahsis edilmesi gibi görünmektedir. Ancak bu eğilimin -gerek iş
alanlarını, gerekse onun alt sınıflarım kapsayan- en düzgüsel ve soyut
18 Bu tartışmanın çağımızla olan ilişkisi, Weber ile birlikte, bunu kapitalizmin (ve “Batrnın) ortaya
çıkışına ilişkin o aynı ölçüde benzersiz tarihsel olgu ile bir şekilde eşgüdüm içinde benzersiz bir
kuramsal olgu şeklinde kavrayacak olursak, tarihsel yönden daha da netleşecektir. Bkz.: Bu bö
lüm kısım viii.
iyi bilinen "reductio ad absürdüm"19 mantığına (burada, seçilenlerden
biri, zihninden geçen her tür cürüm ya da kötülüğü işleyebileceği so
nucuna varmaktadır)20 eşdeğerde bir değer mantık "mutatis
mutandis" -Kathedersozialist ya da belki, ikinci Enternasyonalin "ka-
çak"lan ve revizyonistleri olacaktır.
Bununla birlikte, yazgı üzerine tartışmaların ideologları üzerinde
biraz düşünüldüğünde hiç de kişinin başta sandığı gibi gülünç olma
dığı, hatta gerçek anlamda diyalektik ya da en azından, felsefi imge
lem içinde hayranlık verici derecede yaratıcı bir sıçrayış olduğu ortaya
çıkan bir "çözüm" önermiş olmaları da olanaklı görünüyor. "İçe yöne
lik seçimin dışsal ve gözle görülür belirtileri"; bu formülün aynı anda
hem üstün geldiği, hem de kendisini çevrelediği bir özgürlüğü kendi
içine almak ve onu teslim etmek gibi bir özelliği vardır. Kavramsal ka
tılığı içinde sorunlarını, aynı anda hem geçersiz kılar, hem de daha üst
bir düzleme aktararak çözer: Doğru hareketi özgürce seçiminiz bu
durumda size bir seçim hakkı tanımaz ya da size kurtulma hakkınızı
sağlamaz, ancak, kurtuluşun bir göstergesi ve dışsal bir işaretidir. Öz
gürlüğünüz ve praksis böylece, en başta özgür seçimle bu acı verici
karşılaşma için sahip olduğunuz kapasitenizi önceden görülebilen
daha geniş "belirle nimci" bir şema tarafından kuşatılmıştır. Birey ile
kolektif arasındaki daha sonraki ayrım, böylece bu açıklık kazandır
manın eskimiş mekanizmasına bir açıklık kazandırır; zira, bireysel
bağlılık ve eylemin kendi olasılık durumunun içinde verili olduğunu
göstermektedir. Bu anlamda volüntarizm ile belirlenimcilik arasmda
hiçbir zaman bir alternatif olmamıştır (ki, dinbilimcilerin de tartışma
larında öne sürmek istedikleri nokta hep budur) böylece praksise bağ
lılığınız nesnel koşullar doktrininin tam tersinin ("olgun" olmak ya da
olmamak) kanıtlanışı değildir; tam aksine, bu öneriye içerden şahitlik
eder ve tıpkı "infantile" ya da intihan seçen volüntarizmin argümanı
ters yönden doğrulaması gibi onu doğrular, bu da kolektif praksis
olarak aynı ölçüde toplumsal koşullann bir ürünüdür. Bireyci ya da
varoluşçu bakış açısından bakıldığında bu aynm hiçbir şeyi çözümlü
yor görünmez; zira Hegel'in "aklın hilesi" ya da Adam Smith'in "gö
19
"saçmaya indirgeme" manasında bir mantık kavramı, (http://www.eksisozluk.com/show.
asp?t=reductio%20ad%20absurdum). (e.n.)
20
James Hogg, The Memoirs and Confessions of a Tustified Sinner. (1824; yeniden basım:
London, 1924). (Bağışlanmış Bir Günahkarın ö ze l Anıları ve İtirafları, Altıkırkbeş, İstanbul:
1997).
rünmez erinde olduğu gibi (Mandeville'in "Anların Meseli"ne hiç
değinmiyoruz) tüm konu, en başta kişinin kendi doğasını ve kendi
tutkusunu izlemekten başlar. Determinizmin ya da tarihin kolektif
mantığının bu seçimler ya da tutkuların çevresinde dolaştığı ve bun
lan daha yüksek bir düzlemde kendi içine kattığı noktayı, yalnızca bu
tutkuların ve değerlerin toplumsal olduklarını düşündüğümüzde de
ğil, aynı zamanda koşullara dayalı bir mantık tarafından demoralize
olma durumu ve cesaret yitiminin ve böyle bir durumun edilgenliğe
ve uzlaşmacılığa geri dönüş için bir mazeret ya da bir bahane olarak
tahsis etmeğe yönelik eğilimlerin de toplumsal olduğunu ve bu ne
denle daha geniş bir perspektife aktanlırken, aynı zamanda bireysel
bağlamda özgür bir seçim olarak kaldıklarını düşündüğümüzde gö
rebiliriz. Diğer bir deyişle, kişinin gerekliliğe tepkisi, bizzat özgürlü
ğün bir dışa vurumudur.
Bu arada, incelemiş olduğumuz her iki yorum da (teolojik ve diya
lektik) perspektifi zamanın en ucuna yönelecek şekilde değiştirerek
şimdiki zamanı ve onun acı verici seçimlerini aldatıyormuş gibi görü
nür: Teoloji ta en baştan, herşeyin söylenmiş olduğu bir başlangıç
noktasından tüm gerçekleri ileri doğru yansıtır; diyalektik ise "alaca
karanlıkta kanatlanıp uçar" ve zaten olmuş olanın tarihsel zorunlulu
ğunu (eğer gerçekten oldu ise, bu böyle olması gerektiği içindi) bildi
rir. Ancak olmuş olması gereken bireysel aracılığın tüm formlarını ve
özellikle de, kendi özgürlükleri ve kendi yeterliliği üzerine inançlarım
da kapsamaktadır. Bu, kişinin belki de ters yönde, Küba Devrimi için
de aktarabileceği bir meseldir: Küba Devrimi'nde, devrim öncesi Ko
münist Parti, "nesnel tarihsel olasılık" üzerine yaptığı değerlendirme
lerden dolayı en son güne kadar devrime katılmamıştır. Buradan, ta
rihsel kaçınılmazlığa duyulan inancın acizleştirici etkisi ve bazı
"volüntarizm"lerin güçlendirici kapasiteleri üzerine kısa ve kolay bir
ders çıkartılabilir. Bununla birlikte daha geniş bir bağlamda, olaym
patlak verdiği anda partinin değerlendirmesi ve pratik karan ne olur
sa olsun, Kübalı işçiler arasmda daha önceki on yıllarda partinin sür
dürmüş olduğu faaliyetlerin, partinin kendisinin dolaysız bir biçimde
sorumlu olduğu devrimin nihai utkusunda hesaba katılmayan bir rol
oynadığı öne sürülmüştür.21 Devrimci bir kültürün ve bilincin yara
tılması -Marks'ın "tarihin dalgakıranı" imgesi üzerine yazdığı satırla-
22
Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy (London, 1985), s.77.
(Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim, İstanbul: 2008).
23
Bkz. Postmodemism/Jameson/Critique, Douglas Kellner, ed. (Washington D.C., 1989). s.
324. Bu sonuç, bölümler halinde ilk kez, bu ciltte yer alan ve New Left Review no. 176’da ayrıca
basılan (Temmuz/Ağustos 1989) s. 31-45 çeşitli eleştirmenlere yanıt olarak yayınlanmıştı.
24
Lynda Hutcheon, A Poetics of Postmodernism (New York, 1988) s. Xi.
kesinlikle ayrı tutulması gerekiyor. Gerçekten de eğer bütünlük söz
cüğü, aynı zamanda Gerçeklik olan mevcut bütünün (whole) aynca-
lıklı bir "kuş bakışı" görünümünü öneriyor görünüyorsa, bu durum
da bütünleştirme projesi, bunun tam tersini araştırır ve bireylerin ve
dirimsel insan öznelerinin böyle bir konumu -benimsemek ya da elde
etmek bir yana- kavrayabilmelerinin olanaksızlığını kendi öncülü ola
rak belirler. "Zaman zaman, kısmi bir özetleme yaparsınız" der Sartre
bir yerde. Bir perspektiften ya da bakış açısından yapılan özetleme -
kısmi de olsa-, nominalizme yanıt olarak bütünselleştirme projesine
değinmektedir (bu konuyu aşağıda, özellikle Sartre'a özel bir gön
dermede bulunarak daha ayrıntılı bir şekilde tartışacağım). Bu du
rumda modemizmin "bütünleştirme"lerinde ve postmodemin "bü
tünlüğe karşı savaş"mda, sözü edilmesi gereken ilk konu da, olası
yanıtlara varmadan önce, tam olarak somut ve tarihsel durumun
kendisidir.
Eğer bu sözcüğün anlamı, onun kullanımı ise, Sartre'da "bütünleş-
tirme"yi en iyi biçimde onun -algılama ve eylemden oluşan ikili insan
etkinlikleri için en az ortak paydayı bulma ve çevreleme işlevi aracılı
ğıyla kavrayabiliriz. Daha erken döneminde Sartre bu iki etkinliği
olumsuzlama ve hiçleme (neantisation) kavramı altmda bunları, başat
özelliklerinin biri aracılığı ile birleştirebilmiştir. Zira onun için gerek
algılama, gerekse eylem, gerçekte varolan dünyanın olumsuzlandığı
ve başka bir şeye dönüştürüldüğü formlardır (bunun algılama -ya da
bilişsellik- ile ilgili olarak olumlanışında yer alan karmaşıklıklar,
Sartre'm örneğin duyumsal algının, rengin ve dokunun herşeyden
önce "ben olmayan", "bilinç" olmayan olduğuna duyulan güçlü
farkındalık ile tanımlandığı erken dönem yapıta L'Imaginaire'in zorlu
ğunun bir bölümünü oluşturur. Bu nedenle, L'Etre et Neant'm yazan
Sartre için hiçleştirme (nihilation) bütünleştirici bir kavramdır, zira
derin düşünce ve eylemin birbirinden ayn ikiz dünyasını, birincisini
İkincisinin içinde eritecek biçimde birleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu,
daha sonra (her iki alanda da bu küçük düşürücü kapsama işlemin
den kurtulmak üzere sürdürülen özellikle uzmanlaşmış burjuva giri
şimlerinin dışmda) algı ve düşüncenin de kapsandığı "praksis" için
önerilen eşdeğer ile güçlendirilmiştir. Gestalt ruhbiliminin solgun bir
arka imgesi (after image) şimdi, yeni geliştirilen "bütünselleştirme"
sözcüğünün praksisin kendisi olarak bir eşdeğer kabul etmenin avan
tajlarının belirlenişinde bize yardımcı olacaktır; ve daha önceden
olumsuzlama olarak adlandırılan bir olgu şimdi, yeni bir durumun
ortaya çıkması şeklinde görülebilmektedir: Bir yapının birleşmesi, ya
ni, fikirlerin eski fikirlerle ilişkilendirilmesi, görsel ya da işitsel yeni
bir duyumun etkin bir şekilde algılanmasının sağlanması, bunun zor
la yeni bir forma dönüştürülmesi. Sartre'da bütünselleştirme, kesin
olmak gerekirse, proje tarafından harekete geçirildiğinde bir aracın
(agent) özgül bir nesne ya da unsuru olumsuzladığı ve oluşum süre
cindeki daha geniş kapsamlı bir proje olarak yeniden biçimlendirilen
bir süreçtir. Felsefi yönden ve türler üzerinde gerçek bir mutasyonu
önleyerek, kapitalizmin üçüncü ya da postmodem aşamasında insan
etkinliğinin, postmodemin bazı ideal imgelerinin -herşeyden çok şi
zofreni- açıkça onu küçük düşürmek ve onun tarafından özümsenme-
yi ve kapsarunayı reddeden özellikler olarak kalabilmek üzere hesap
lanmış olmalarına rağmen- bu genel formülden nasıl kaçınabildiğim
ve onu nasıl önlediğini görebilmek hayli zor oluyor. "Güç" e gelince,
praksis ya da bütünselleştirmenin her zaman, başka bir durumda tü
müyle özgür ve hiç kimsenin arzularına ya da kaprislerine bağlı ol
mayan bir dünya içinde kolay incinebilir bir kontrolü sağlamayı, ya
da, daha da kolay incinebilir bir öznenin yaşayabilmesini amaçladığı
da açıkça belli oluyor. Kanımca, güçten yoksunlaştınlanın gücü arzu
lamadığı, Sol'un gerçekte kaybetmeyi arzuladığı görüşü, tartışmalara
açık bir savdır. Baudrillard'm belirttiği gibi, böylesine bozulmuş bir
evrende başansızlık ve zayıflık, en başta "projeler"den ve "kısmi ör-
gütlemeler"den daha gerçeğe yakın. Bununla birlikte, çok sayıda insa
nın bu şekilde düşündüğünden şüpheliyim; tümüyle hayranlık verici
olması için böyle bir tavnn Budizm noktasına kadar mutlaklaştırılması
gerekir; her durumda, Jackson kampanyasının bize öğrettiği ders bu
değildi. Öte yandan, 1984'ün korkutucu derslerine gelince, bunlar,
Gorbachev döneminde her zaman olduklarından daha da gülünç du
ruma gelmişlerdir; ve bu da, en azını belirtmek gerekirse, sosyalizmin
ölümünü ilan etmek üzere gerçekleştirilen güç ve çelişik bir operas
yonun ve totaliterci kana susamışlık ile ilgili tüyler ürpertici mesajını
bir nefeste söyler.
Bu nedenle, "bütünleştirme" kavramına duyulan düşmanlık, en
uygun biçimde bu tür praksislerle ya da kolektif proje ile ilgili nos
yonların ve ideallerin sistematik bir yadsınışı şeklinde deşifre edilebi
lir.25 Görünürdeki ideolojik türdeşine gelince, daha sonra da görece-* j
ğimiz gibi "bütünlük" kavramının postmodem için dışlanması ya da ;
önlenmesi, aynı ölçüde stratejik bir önem taşıyan "üretim tarzı" nos
yonunun felsefi bir formu olarak kavranması gerekmektedir. Ancak
birbirinden ayrılamaz bir biçimde karmaşıklaşan "bütünlük" ve "bü
tünleştirme" kavramlarının metafizik bir kalım olarak artık zihinsel
bir Stalinizm bile olmayan, gerçeklikle ilgili yanılsamaları, ilk ilkelerin
oluşturduğu bir bagaj, kavramsal anlamda "sisteme" duyulan bir aç
lık, kapanışa ve kesinliğe duyulan bir özlem, merkeziliğe duyulan bir
inanç, temsile duyulan bir bağlılık ve çok sayıda antikalaşmış düşün
ce sistemleri ile, gerçek bir metafizik kalımın göstergeleri olarak ele
alındıklan bu tartışmaların daha felsefi görünümleri üzerinde son bir
kaç sözün söylenmesi gerekiyor: Bu görünümler, verili bir entelektüel
operasyonda içeriğin kalımını, daha eski anlamda inancın açığa vuru
lan işareti; inancın gerisinde, temel aydınlanma programının izinden
henüz silinmemiş metafizik aksiyonların ve söylenmemesi gereken
önvarsayımlann devam eden varoluşlar tarafından bırakılan bir leke
olarak teşhis ederler. Şurası açıkça bir gerçektir ki (özellikle John
Dewey ve belirli bir pragmatizme olan yakınlığından dolayı) bizzat
Marksizmin de gizlenmiş önvarsayımlannın canlandırdığı karşı çık
malara açıkça bir sempati beslemektedir; bununla birlikte, Marksizm
bunlan "ideoloji" olarak tanımlar ve aynı zamanda da verili bir tür
içeriğe tanınan ayncalığı "şeyleştirme" olarak nitelendirerek maskesi
ni indirir. Her durumda, diyalektik bu anlamda gerçek bir felsefe ol
maktan çok farklı bir alan, "kuram ve pratiğin bir bileşimi" olmuştur.
Diyalektiğin (felsefenin aynı anda hem gerçekleşmesinin, hem yasak
lanmasının yaygın olarak bilinen) ideali -Gödel'in yerçekimi ile ilgili
iyi bilinen yasalarına karşı- öncüllerden tümüyle yoksun olarak varlı
ğını sürdürmeyi amaçlayan daha iyi bir felsefenin bulunması değil,
bunun yerine -doğal ve toplumsal dünyanın, bir felsefe sistemi biçi
mindeki "bütünselliğin" artık arzu edilen bir gerçeklik olmadığı- an
lamlı bir bütünlüğe dönüştürülmesidir.
Ancak şu an sıklıkla önerilen ve gizlenen geleneksel bir anti ütop-
yaa tavır, ki bu tavır Frankfurt Okulu felsefesinde konumlandınldığı
şekilde "özdeşlik" ten, yukanda daha önce değinilen "bütünleştirme"
25 Buna da yalnızca şu paradoksu eklemek kalıyor: Sartre’ın Critique 1 salt bir “gruplar” kuramı
olmakla kalmayıp, aynı zamanda tamamlanmamış da olsa, bu bağlamda daha geniş kapsamlı
toplumsal sınıf kategorisi karşısında göreceli bir rahatsızlık duygusunu yansıtıyor.
(Sartre) ve "bütünlük" (Lukacs) kavramlarının birçok kötülenmiş te
rim çeşitliliği tarafından başlatılmıştır; içerisinde varlıksal bir tartışma
var olagelmektedir ve ayrıca ütopyanın kendi dilinde olduğu gibi ge
nellikle modem dünya sisteminin sistemli dönüşümünde şifre bir ke
lime olarak fark edilmiştir. Bu gizli tartışma, tüm bu izleklerin sonunu
ya da ana terimini özünde hala Hegelci "uzlaşma" (versöhnung) nos
yonunun şu ya da bu çeşitlemesi; yani, birbirinden kökten kopartılmış
ya da yabancılaşünlmış bir özne ile bir nesnenin son kertede bir tür
yeniden birleşimi ya da hatta (terim, felsefe ders kitaplarında Hegel
ile ilgili şematik ve kalıplaşmış Hegel yorumlarına ihanet ediyor gö
rünse de) aralarında oluşturdukları yeni bir sentez olarak konumlan
dım. Böylece "uzlaşma" bu anlamda, şu ya da bu yanılgı veya "bura*
da"lığın metafiziği ya da çağdaş ötesi diğer kodlarda yer alan
eşdeğerlikler içinde özümsenir.
Bu nedenle burada anti-ütopyacı görüş, her zaman kendi varlığını
açığa vurmayan önemli bir aracılığı kapsar. Ütopyanın ya da kökten
farklı bir toplumun sosyal ya da kolektif yanılgısının herşeyden önce,
kendisini en baştan kusurlu bir bireysel ya da varoluşsal yanılgının
içinde yer aldığından dolayı hatalı olduğunu öne sürer. Bu daha derin
tartışmaya göre, özdeşliğin metafiziği özel yaşamın her noktasında iş
ler durumda bulunduğundan dolayı politik ve toplumsal düzleme
yansıtılabilmektedir. İster açık, ister örtük olsun bu tür bir mantık el
bette, kolektif ve politiğin gerçek dışı, üzerinde öznel ve kişisel sap
lantıların uygunsuz bir durumda yansıtıldıklan bir uzam olduğunu
öne sürerek, o eski moda orta sınıf nosyonuna ihanet eder. Oysa bu
nosyonun kendisi, modem toplumlarda kamusal ve özel varoluşun
ayrışımının bir sonucudur ve öğrenci hareketlerinin Oediposcu baş
kaldırı terimleriyle tanımlanması gibi, tamdık, düşük düzeyli formla
ra dönüşebilmektedir.Bununla birlikte, çağdaş anti-ütopyacı düşünce
bu görünürde bezgin ve hiçbir şey vaat etmeyen temelden çok daha
karmaşık ve ilginç tartışmalar geliştirmiştir.
Bu arada, varoluşsal yanılgı şiddetinde bir politik vizyonu suçla
yan bu ilk hareketin politik boyutta devamı sayılan hareketler için bu
rada sözü edilmeyecek farklı yanıtlar gerekmektedir. Bu sonuçların
birincisi şu görüşü öne sürer: Tam olarak etkisiz sayılmasa da, zarar
sız gibi görünen Ütopyaa düşünce gerçekte tehlikelidir ve diğer so
nuçlarının yanısıra Stalin'in kamplarına, Pol Pota ve (iki yüzüncü yı
lında yeniden gündeme getirilen) Fransız Devrimi'nin "katliam"
lanna ulaştınr (ki, buna karşılık bu kutlamalar da bizleri doğrudan
doğruya, var olan toplumsal düzenin organik dokusuna müdahale
ederek dönüştürmeye yönelik insan girişimlerinin zorunlu bir sonucu
olarak ortaya çıkacak olan şiddet konusunda bizleri uyaran Edmund
Burke'ün her zaman canlı kalabilen düşüncesine ulaştıracaktır).
Ancak, bu sonuçla birlikte oldukça farklı bir "sonuç" daha ortaya
çıkar ki o da, bu ütopyacı toplumun, nesne ile özne arasındaki ütop-
yacı "uzlaşmasının bir şekilde bir feragat noktası, yaşamın yalınlaştı-
nldığı, heyecan verici kentsel farklılığın silindiği ve duyumsal uyan-
mn etkisini yitirdiği nokta (cinsel baskılar ve tabulara duyulan korku
burada açıkça konumlandmlmıştır); son olarak da, "Bati Uygarlığı"na
ait ilginç denebilecek derecede karmaşık tüm özelliklerin yok edildiği,
"kırsal budalalığın" yalın, organik köy formlarına geri dönülen bir yer
olacağına duyulan libidinal korku ya da fantazyadır. "Ütopya" üzeri
ne bu korku ya da kaygı, somut anlamda ideolojik ve psikolojik bir
görüngüdür ve kendi içinde sosyolojik bir araştırmayı gerektirir. Bu
nunla birlikte, entelektüel dışavuruma gelince, son yıllarda kaybetti
ğimiz (1988) Raymond Williams, sosyalizmin kapitalizmden daha ya
lın değil, tam aksine çok daha karmaşık olacağım; ve insanlık
tarihinde ilk kez insanların kendi yazgıları üzerinde tam bir kontrol
oluşturabilecekleri bir toplumun örgütlenmesinin, zihinde içinde ya
şadıktan "yönetilen dünya"mn bireyleri için cesaret kinci ölçüde zor
ve anlaşılabilir nedenlerden dolayı da ürkütücü sayılan taleplerde bu
lunacağını belirterek, bu tartışmayı sonuçlandırmaktadır. Ancak, ko
nuyu bu şekilde açıklamak aynı zamanda da, son aşamada metafiziğe
bir son vermeyi ve Tann'mn, doğanın, piyasanın, liderliğin "gizli
el"inin kesinlikle ortadan kalktığı, amacına ulaşmış bir "insanlık çağı"
ile ilgili bir vizyonun ilk unsurlarını yansıtmayı amaçlayan görüşü
nün de sosyalist ideal olduğunu anımsamak anlamına geliyor. Çağdaş
"anti-Ütopik" konumların en önde gelen çelişkilerinden biri de bu
durumda, uzlaşma ve buradalık ile ilgili varoluşsal yanılgılarda (doğ
ru bir biçimde) metafizik olarak tanımlanan özelliğin daha sonra, in
sanlık toplumunda ilk kez metafizik yetkeden kurtulabilmeyi amaç
layan laik bir politik ideale "yansıtılması"ndan kaynaklanır.
Bununla birlikte anti-Ütopyacı düşüncenin felsefi içeriğinin "ara
aşama" adını verdiğimiz "özdeşliğin" şu ya da bu diyalektik uzlaşma
ile yan yana var olduğu aşamada konumlandınlması gerekir. İronik
olarak tartışmanın bu noktasında ele alman konumun kendisi göreceli
biçimde diyalektiktir, zira genelde vurgulanan -çeşitli türde birkaç
kural dışı mistik düşünürün gerçekten varolduklarını savladıklan-
uzlaşma ya da buradalığın dolaysız deneyimi değil, daha çok, bu de
neyimin gelecekteki olası varoluşunun yanılgısını ya da aynı sonuca
yol açan, ancak mantıksal önvarsayımını araştırması bizim kavramla
rımız içinde yer alan yanılgının yol açtığı olası zararlardır.Bu nedenle,
bu ikinci tehlikeyi önce ele alacak olursak, "özne" ve "nesne" gibi
kavramlar, araştırıyor göründükleri yöntemler tarafından anlamlarını
yitirecekler ve böylece, mantıksal olarak kendilerini yanılgı üzerine
oluşturan özne ve nesnenin "uzlaşması" üzerinde temellendirebile-
ceklerdir. Bu nedenle de, bu tür "diyalektik" kavramlan işleyenler -
uzlaşma ile ilgili somut olasılıklar üzerine belirtecekleri konular ne
olursa olsun (ki, hiç bir Adomo okuru bu belirtilenlerde güvenilir,
kayda değer herhangi bir gerçek bulamayacaktır) -her durumda man
tıksal araştırma yoluyla, artık o aşamada neredeyse anlatısal, hatta ta
rihsel bir model içinde işler gibi görünen bir sürecin temelinde yatan
"gizli sentez"i -özne ve nesnenin birbirinden ayrılmalarından önce
var olan "ilk birlik" anını ve özne ve nesnenin bir kez daha uzlaştıkla
rında "yeniden keşfedilen bir birlik anı"nı- sürekli kılarlar. Böylece,
usta bir deyişle "Marksist" tarih vizyonu olarak tanımlanan nostaljik-
ütopik bir üçleme ortaya çıkar: Düşüşten, yani kapitalist çözülmeden
önceki altın çağ -bu çağ, isteğinize bağlı olarak primitif komünizm ya
da kabilesel toplum, Grek ya da Rönesans "polis"i, devlet gücünün
ortaya çıkmasından önce her hangi bir ulusal ya da kültürel geleneğin
tanma dayalı "komün" içinde konumlandınlabilir; "Modem çağ" ya
da diğer bir deyişle kapitalizm; ve daha sonra da, bunun yerini almak
üzere başvurulabilecek herhangi bir ütopik görüm. Ancak, uygarlığa,
modernliğe "düşüş" nosyonu, "duyarlığın çözülüşü", eğer yanılmı
yorsam, Marks'dan önce de varolan ve T.S. Eliot'un tarih üzerindeki
görüşünün tüm hümanistler için en iyi bilinen yorumunu sunduğu
kapitalizmin sağ kanadı tarafından yapılan eleştirinin bir özelliğidir;
öte yandan, "üretim tarzlarının çoğulluğu" ile ilgili Marksçı kavrayış,
bu nostaljik ve üçlü anlatıyı göreceli olarak olanak dışı kılar.
Örneğin, Adomo ve Horkheimer'de "aydınlanma diyalektiği" kav
ramının benzersiz özgüllüğü şurada yatar: Kavram, herhangi bir baş
langıç ya da "ilk terim"i dışarıda tutar ve özgül olarak "aydınlan-
ma"yı, yapısı tam olarak kendisinden önce var olan düşünce şeklinin
(ki, bu da bir tür aydınlanmadır), söylencenin "özgün an"ı, gerçek
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- — «T
27
Jean Paul Sartre, Search for Method, (New York, 1968): Bendeki değişikliğe yol açan,
Marksizmin gerçekliği, işçi kitleleri ile ilgili ufkumda, Marksizmi yaşayan, onu uygulayan ve betti
bir uzaklıktan küçük burjuva entelektüelleri üzerinde karşı konulamaz bir çekim uygulayan deva
sa karanlık bir gövdenin ağır varlığı idi.
dan sahnelenen daha deıin paradoks budur ve bir alan ile birleştir
mek ve onu, bu alan içinde yer alan gizli özdeşlikler içine yerleştirmek
ile, postmodem kuramın açıkça farklılık ya da farklılaşma mantığı
olarak tanımladığı güdülerin mantığı arasında var olan bu görünür
deki çelişkide yer alır. Postmodem hakkında tarihsel yönden benzer
siz olan özellik böylece salt "heteronomi" ve bu tür rastgele ve birbiri
ile ilişkisiz alt sistemlerin ortaya çıkışı olarak kabul ediliyorsa, bu du
rumda argümanın akışına göre, bunu en baştan birleşmiş bir sistem
olarak kavrama girişiminin gerisinde sapkın bir şeylerin bulunması
gerekiyor. Kavramsal birleşmeye yönelik çaba, en azını belirtmek ge
rekirse -postmodemizmin ruhunun kendisi ile farkedilir bir tutarsız
lık içindedir; belki de bu çabanın, postmodernin farklılık oyunlarını
azaltmak ve tartışma dışı bırakmak ve hatta, çoğulcu öznelerinin üze
rine yeni bir kavramsal uygunluğu konumlandırmak üzere, kavram
sal birleşmenin, postmodernin üzerinde "tahakküm kurmak" ya da
"yönetmek" amacıyla uygulanan bir girişim olarak maskesinin düşü
rülmesi gerekmiyor mu? Bununla birlikte, edimin türünü dışanda bı
rakmak üzere, hepimiz olası her yoldan yararlanarak, tarih üzerinde
bir "tahakküm" kurmak isteriz: Tarihin karabasanından kaçış, diğer
bir deyişle, sosyo-ekonomik ölümcüllüğün diğer durumda "kör" ve
"doğal" yasaları üzerinde insanlığın zaferi; hangi dilde ifade edilirse
edilsin, Marksist kalıtımın yeri doldurulamaz istenci budur.
Ancak, farklılaşma üzerine birleştirilmiş kuramda yanlış yönlendi
rilmiş ve çelişik bir şeylerin bulunduğu nosyonu aynı zamanda soyut
lama düzlemleri arasında var olan bir karışıklığın üzerinde de yapı
lanmıştır; oluşturucu anlamda farklılıklar yaratan bir sistem, ne bir
sistem olarak kalır; ne de bu tür bir sistemin "idea"sı tür olarak -bir
köpeğin havlaması gerektiği ya da bir şekerin tatlı olması gerektiği
düşüncesinden ötede- kavramsallaşhrmaya çalıştığı nesneye benze
melidir. Öyle hissedilir ki, kendimizin de tıpkı diğerleri gibi olduğu
muzu farkettiğimizde, kendi tekilliğimizle ilgili benzersiz ve kolay kı
rılabilir değerli ve varoluşsal bir şey, geri gelmez bir biçimde
yitirilecektir. Bu durumda, bırakalım öyle olsun; en kötüsünün ne ola
cağını bilebiliriz: Karşı çıkma elbette varoluşçuluk (ve fenomenoloji-
nin) ilksel bir formudur ve daha çok, ilk önce açıklanması gereken
kaygıların ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Başka terimlerle
özetlemek gerekirse, bu anlamda global bir postmodemizm kavramı
na yönelik eleştiriler, kapitalizm kavramına yönelik eleştiriler ile ay
nıdır ki burada, postmodemizmin en son sistematik mutasyonu için
de kapitalizm ile özdeşliğini sürekli biçimde olumlayan bizim pers
pektifimizden bu varsayım, bize hiç de yabana gelmeyecektir. Zira,
bu karşı çıkışlar, şu ya da bu şekilde, aşağıdaki paradoksların çevre
sinde döner; çeşitli pre-kapitalist üretim tarzlarının, kendi kendilerini
yeniden üretme kapasitelerini çeşitli bütünleşme ya da kolektif bir
leşme formlarından almalarına karşın, sermayenin mantığı bunun
tersine, dağıtıcı ve atomistik, "bireyci" bir mantıktır; bir toplumdan
çok bir karşı toplumdur ve sistematik yapısı, sermayenin yeniden üre
timi olmak bir yana, bir gizem ve terimlerde var olan bir çelişki olarak
kalmaktadır. Bilmeceye (piyasa) yanıtı bir kenara bırakırsak, söylene-
bilen odur ki, bu paradoks kapitalizmin özgünlüğüdür ve bunu ta
nımlarken karşılaştığımız sözel yönden çelişik formüller, onu sözlerin
ötesinde şeyin kendisine taşır (ve aynı zamanda da "diyalektik" de
nen o tuhaf yeni buluşun ortaya çıkmasına yol açar). Bundan sonraki
bölümlerde bu tür sorunlara geri dönme fırsatımız olacaktır: Şimdilik,
kabaca belirtmek üzere şunu söyleyebiliriz: (En zekice girişimini
Niklas Luhmann'a borçlu olduğumuz28) farklılaşma kavramının ken
disi sistematik bir kavramdır; ya da eğer isterseniz, farklılıkları daha
soyut bir düzlemde yeni bir özdeşliğe dönüştürür.
Bunların tümü, içsel ya da dışsal farklılıklar ve diyalektik karşıtlık
ya da gerilim arasında bir ayrım yapabilmeye yönelik entelektüel ve
felsefi zorunlulukla daha da karmaşıklasın Birinci tür salt dışsal farklı
lığı üreten farklılaşma, görüngüleri rastgele (postmodeme anlam yük
lenen ve değerlendirilen bir başka terimi kullanmak gerekirse) "hete
rojen" bir biçimde dağıtır. Ancak, bu tür bir aynm (kara ak değildir)
kendi oluşu karşıtına dayalı olan bir karşıtlaştırma ile (siyah insanlar
beyaz değillerdir) aynı değildir ve bu nedenle de -analitik sistemlerde
hiç bir eşdeğeri bulunmayan- çelişki merkezi nosyonunun başatlığım
sürdürdüğü bir diyalektik kavramsallığm terimleriyle analiz edilme
lidir.
Felsefi yönden bu paradokslar post-Marksizm'in ve onun Kant ve
Kantçılığa sistematik gerileyiş safhalarının merkezi alcinıdır. Burada
sözkonusu olan, bu idamın en parlak (iüşüıaüderirKİen Lucio CoUetti
'nin yapıtının da açıkça gösterdiği gibi, çeîişid ve diyalektik karşıtlığı
kavramsal yönden olumsuzlama yoluyla Hegel ve Marks'm geri çe-
Zihni faaliyetin belli bir fikir veya nesne üzerinde yoğunlaşması, (e.n.)
sınıf vardır; üretim tarzı içinde yavaş dönüşümlerle ortaya çıkarlar;
henüz ortaya çıkbklan bir aşamada, birbirlerinden sonsuza değin
uzakta bir konumda konumlaştinlmışlardır ve gerçekten bu şekilde
varolduklarından emin olabilmek için çok uğraşmalan gerekir. Öte
yandan ise gruplar (nasyonalizmden neo-etnisizme kadar) ruhsal öz
deşliğin çok çeşitli doyum biçimlerini sunabilirler. Zira bunlar birer
imgeye dönüşmüşlerdir; gruplar, kendi kanlı geçmişlerini, katliamla
rın ve dokunulmazlığın bir tür amneziye uğramasma izin verirler ve
şimdi, tüketime hazır durumdadırlar; bu, gruplann politik anlamda
olduğu kadar göstergebilimsel anlamda da parlamentosunu ve "tem
sillerinin" uzamını oluşturan medya ile ilişkilerinin de belirlediği nok
tadır.
Totalizasyon korkusu ile kanştinlan konsensusa duyulan korku,
bu durumda, en yalın anlamda kendi özdeşlikleri içinde belli bir gu
rur kazanan gruplann, son tahlilde yalnızca başka gruplar olduğu or
taya çıkan diğer gruplar tarafından yönetilmeye duyduklan haklı gö
rülebilir isteksizliktir, zira şimdi, toplumsal gerçekliğimiz içinde
herşey, bir grup üyeliğinin göstergesi durumuna dönüşmüştür ve öz
gül bir insan grubunu içeren bir yan anlam kazanmıştır. Ayncalıklı
belirli bir sınıfsal arka plana sahip daha ileri yaşta beyaz erkek toplu-
munun sınıfsal ayncalığın göstergesi mobilyalarına dönüşen yüksek
yazınsal kanon, bunun yalnızca bir örneğidir. ABD politik parti siste
mi (ancak, kurumlar araşma dahil edilmesi gereken diğer birçok özel
liklerin arasmda tek başma ve aşağıda açıklayacağım nedenlerden do
layı da benzersiz biçimde ayncalıklı medya ve piyasanın göstergesel
istisnalarının dışında) süper devletin diğer kuramsal alışkanlıktan gi
bi, bunlardan yalnızca biridir. Bununla birlikte kuramların grup ideo
lojileri tarafından kişiliklileştirilmeleri ile kurumlann toplumsal ve
ideolojik işlevlerinin daha eski diyalektik eleştirisi arasındaki bağların
ve farklılıkların kavranması gerekmektedir. Bunlardan birincisinin bir
şekilde -1960'lı yılların kara kutusu aracılığıyla- İkincisinden ortaya
çıkmış olması olasılığı oldukça yüksektir; ancak, diğer Marksçı görüşe
göre, verili bir kurumun sınıfsal işlevi bir bütün olarak sistem aracılığı
ile gerçekleşir ve bu nedenle de yalnızca, en kaba deyişle "karikatüri-
ze" bir anlamda kişiliklendirilebilir. (Marks'ın bıkmadan belirttiği gibi
hiç kimse iş adamlarının kişisel bağlamda kötü olduğunu düşünmez).
Bu nedenle de gazete, toplumsal düzenimizde ideolojik bir rol oynar,
ancak bunun nedeni gazetenin, özgül bir toplumsal grubun bir tür
oyun nesnesi olması değildir; örneğin, yorumcular, paparazzi, ano
hormen ile -kadınlar ve Fleet Street'in efendileri sınıf perspektifinden
bakıldığmda, yalnızca kurumsal yapı tarafından belirlenen sınıf fraki
siyonlandır. Ancak, postmodem grup bilincinde gazeteler ve medya*
run haber dilimleri, genel olarak bir şekilde, artık kendi içinde yeni (vi
güçlü) bir toplumsal birim, tarihsel görünümde kolektif bir aktör ola
bilen, politikacıların çekindiği, "kamu"nun hoşgörü ile baktığı insan**
biçimci yapısı içinde iyi bilinen yüzleri taşıyan (anlatısal bir kişilik
olarak fazla bir derinliğinin bulunmamasına rağmen) yine de kendi
içinde neredeyse insansı bir nitelik kazanmış bir özelliğe aittir. Viet
nam Savaşı'na karşı verilen mücadeleyi -salt ataerkilliğe duyulan
kinden dolayı- bu savaşm sürmesine neden olduklarına inanılan
Johnson ve generallerinin yetkeci kişililderi üzerine yansıttığında (bu
nun altında yatan ussal güdüleri çıkarsayabilmek pek kolay olmaz)
altmışlı yılların bu terimlerle düşünmeye başladığı gözlenir. Ancak,
bir kez kişiliklerin o kolektif bütünlüğü sabitleştikten sonra, tüm kişi
likler temsilsel bir yan özerklik kazanırlar ve örneğin "medya gazete-
dleri" kategorisini, daha işlevsel "big business" ideologlan (ya da
eğer tercih ederseniz, daha tanımlayıcı bir terimle "kapitalizmin ça
nak yalayıcıları") ile özdeş kılmak, büyük medya kampanyalarının
(küçük çocukların gündüz bakım merkezlerinde şiddete maruz kal
malarına duyulan panik, dünyanın her yerinde Marksizm ve sosya
lizmin ölümü konusunda verilen güvenceler, "uyuşturucu savaşlan"
ya da bütçe açıklarının savlanan zararlı etkileri) meteorolojik olaylar
ya da "sosyalist" ülkelerdeki parti talimatlarını anımsatan bir düzenli
lik içinde tüm iletişim kanallarında önceden tahmin edilebilir bir şe
kilde yer almasına rağmen, kolay değildir.
Temel kategorisi postmodem "grup" olan herhangi bir anlatının
kapsamına giren temsilsel paradokslar, aşağıda açıklandığı biçimde
eklemlendirilebilirler: Grup ideolojisinin (yalnızca bir alternatif viz
yonunu oluşturduğu) iyi bilinen "öznenin ölümü" izleği ile birlikte
ortaya çıktığından dolayı) -kişisel özdeşliğin deneyimlerinin ruh-
çözümsel yönden ortadan kaldınlması, özgünlük, deha ve modernist
kişisel biçeme yönelik estetik saldın, medya çağında "karizma"run ve
feminizm çağmda "büyük adamlar"ın silinmeleri, yukanda açıklanan
özelliklerle birlikte anılan fragmanter, şizofrenik estetik (ki, bu aslmda
varoluşçuluk ile başlamıştır) -tüm bunların sonucu olarak, gruplan
oluşturan kolektif kişilikler ve temsiller artık tanım gereği, özne ola
mazlar. Bu, elbette (Lyotard'm açıkladığı gibi) burjuva ya da sosyalist
devrimin tarih görümleri ya da "usta anlatılar//ım sorunsallaştıran
unsurlardan biridir, zira bir "tarih özne" si bulunmaksızın bu tür bir
usta anlatıyı düşleyebilmek zor olur.
Gerçekten, Marks'ın yayınlanan ilk eseri "Hegel'in Sağ Felsefesinin
Eleştirisi. Giriş", olağanüstü derecede zeki bir felsefi sıçrama ile, bu
türde yeni bir tarih öznesini -proleteryayı keşfetmiştir. Marks'ın erken
formatı, daha sonra, 1960'larda "radikal zincirler" doktrinin yeniden
yazınımda, şimdi marjinal sayılan özneleri de -zenciler, kadınlar,
Üçüncü Dünya, hatta bir anlamda küçültücü bir kullanımla öğrencile
ri kapsayacak şekilde genişletilmiştir.
Bununla birlikte şimdi, kolektif gruplann çoğulculuğu içinde ve
söz konusu grubun "tabakalaşması" ya da marjinalleşmesi ne ölçüde
radikal olursa olsun, bu türde bir yapısal rolün içini dolduramaz; zira,
söz konusu yapı da bir modifikasyona uğramış ve rol baskı altında tu
tulmuştur. Tarihsel yönden bunun böyle olması şaşırtıcı gelmez; zira,
yeni global ekonominin geçici doğası henüz kendi sınıflarını, gerçek
anlamda bir sınıf bilinci edinilmesi bir yana, herhangi bir anlamda tu
tarlı bir formun geliştirilmesini bile sağlayamamıştır ve bu nedenledir
ki, yaşanan dönemin canlı bir şekilde sürdürülen toplumsal savaşım-
lan büyük ölçüde dağınık ve anarşik bir görünümü yansıtmaktadır.
Daha da şaşırtıcı ve politik açıdan belki dolaysız yönden daha da
ciddi bir diğer özellik de şudur: Bu yeni temsilsel modeller daha önce
-kusurlu bir şekilde de olsa- "yönetici sınıf" olarak temsil edilen yet
kin her tür temsili de olanaksızlaştım1ve dışlar. Bu tür bir temsilin
oluşturulması için gerekli olan bazı özellikler daha önce de belirttiği
miz gibi, burada yoktur; üretimle ilgili herhangi bir kavram ya da
ekonomik bir altyapının çözülüşü ve bunun yerini, daha önceden
oluşturulmuş insanbiçimci bir nosyonun alması, sınıf bir yana, yöneti
ci sınıf ile ilgili işlevsel bir görüşün bile kavranamayacağı anlamına
gelmektedir. Bunlar için, denetim oluşturabilecekleri herhangi bir
mekanizmanın bulunmadığı gibi, kendileri de, üretim biçimi üzerinde
fazla bir başatlık kuramazlar. Yalnızca medya ve piyasa özerk varlık
lar olarak gözle görülebilir durumdadır ve bunların dışmda -ve ge
nelde "temsil malzemesi"nin dışmda- yer alan herşey tekil bağlamda
giderek artan ölçüde "liberalleşen" global bir gerçekliği tanımlaya
bilmekteki yetersizliğine rağmen- heryerdeliği daha derin ideolojik
birtakım şüpheleri uyandırması gereken "güç" denen o amorf terim
tarafından kapsanacaklardır.
Toplumsal gruplar ile ilgili kavrayışımızda işlevselliğin bu eksikli
ği, grupların bir özne ya da aracı oluşturabilmesinde ki başarısızlığı
ile birlikte, bir grubun tek başına varoluşunun (bir değer olarak ço
ğulculuk) onaylanışını, bir grup olarak değil, bir "ihanet" olarak kay
deden ve bu nedenle de, temsilsel malzeme içinde farklı, ayn bir ko
numa oturtan bir proje ile ilgili herhangi bir atıftan ayırmaya
çalıştığımız anlamına gelmektedir. Örneğin, artık neredeyse herkesin
özel kazançlar ve kapsamlı yasa koyucu programlar arasındaki en do
laysız bağlantılarını kabul etmeye istekli olduklan Reagan'ın iş adam
ları -bu perspektiften- basında yer alan bir dizi isim, bölgesel fratriler
olarak (güney Califomia, Güneş kuşağı) genişletebileceğiniz yerel bir
ahbaplar şebekesi olarak algılanabilirler; bununla birlikte, daha da pa
radoksal olan gerçek şudur ki, bu şekilde kavrandıklarında, iş hayatı
ya da işadamları ile ilgili hiçbir güvensizliğin doğmasına yol açmaz
lar. Bu nedenle, grupların bu şekilde sınıflandınlması ideolojik yön
den olağanüstü derecede elastiktir ve bir grubu bir toplumsal sınıftan
ayıran temel kavramsal engel ya da tabudan her zaman uzakta kalabi
leceğinden emin bir şekilde özgün kolektifliğinin masumluğunu her
zaman koruyabilecektir.
"Yeni anlatıların", sistem için bir haritanın ya da modelin oluştu
rulması için gerekli alegorik kapasiteye sahip olmadıkları gerçeği,
tüccar sınıfının yönetici rolüne ve bu rolün gündelik yaşamdaki
"emir-komuta zinciri" ilişkilerine göz attığımızda da karşımıza çık
maktadır. Şuna inanıyorum ki, şimdi bu toplumsal gerçekliğin
eşsüremli bir boyutta son yıllarda bir uzamsal sistem olarak ortaya çı
kartıldığını, en güçlü anlamı içinde kavrayabildiğimize göre, gündelik
yaşamda yer alan değişikliklerin ve değişimlerin de bu noktadan son
ra, deneyimlemek yerine, bu gerçekten anlamlandırılması gerekmek
tedir.
Bertrand Russell bir zamanlar, gerçekte yalnızca "bir saniye önce
yaratılmış olan dünyanın kendisinin, önceden dikkatli bir şekilde "an-
tikleştirildiği" ve, sanki içsel olarak bir geçmişe ve bir geleneğe sa
hipmişçesine derin aşırtmalar, yaşlılık ve aşın kullanılmışlığı yansıtan
yapay izlerinin üzerine yerleştirildiği (insan öznelerinin -tıpkı
Bladerunner'm "androidleri gibi- düzmece bir aile ve çocukluk yaşa
mına ait fotoğraf albümleri gibi- sözde özel kişisel anı imgelerinin
depolandığı) son derece postmodem bir zamansallık kavramını dile
getirmişti. Piyasada geleneksel ürünlerin artık yer almamasının şimdi,
dilimizin ucunda bir sözcük gibi yeniden inşa edilmesi gerekiyor; ço
ğu durumda bir şeyin salt yokluğunun, açıklanılması gereken ve bir
aracılığı araştırması beklenen bir eylem ya da bir karar biçiminde ye
niden örselenmesi oldukça zor olur. Bu nedenle, bir yönetim kuru
lunda yapılan tartışmaların, kendileri gerçek bir oluş sürecinde değil,
yalnızca durum gereği algılanabilen gündelik yaşamdaki değişimlere
anlatısal yönden bağlanabilmesi,oldukça güçtür. Geleceğe gelince, o
da, tüm sistemi -bölgede bulunan tek büyük fabrikanın ortadan
kalkması gibi -bir destede yer alan sahici bir takım fal kartlarının ye
niden karıştırılmasına bağlı olarak, postmodernin eşsüremli bir darp
haneye benzeyen dünyasında yer almaz. Postmodem işsizliğin
postmodem zaman bilinci üzerindeki etkisi zorunlulukla oldukça bü
yük, ancak, belki de beklenmedik bir biçimde dolaylıdır: Endeksle-
meye karşı felaketler, otomatik olarak kendini ayarlayan ipotek faiz
oranlarında olduğu gibi, tüm değerlerin derhal bir sonraki "ciro"ya
aktanmı -çoğu durumda "yaşam yazgı" sının henüz anlamlı bir anla-
tısal kategori olduğu ve cenaze evinin etnik komşu bölgede son dere
ce merkezi bir konumu oluşturduğu daha eski zamansal (ve realist ya
da modernist) evrenin çoğu yönden arkaik bir kalıntısını oluşturan si
gorta şirketleri, yapay bir yüceltme ile bir izdivaca girmiş gibi görün
mektedir ve çıplak göze, sanki sosyalizme doğru acayip bir başkala
şım noktasma ulaşmış gibi görünür (bununla birlikte, enfraruj ışınlar
daha yeknesak bir iş yaşamını ortaya çıkartmaktadır). Lenin'in ünlü
rüşvet kuramı yerine yeni ortaya çıkan bir tür korku, şimdi sistemi ye
rine mühürlemektedir; zira, düzenli ve kesintisiz üretim düzeni içinde
sizin de şahsi bir kozunuz vardır, bir şeyler olmaya başlamıştır, ancak
bu, o denli süratli gerçekleşir ki, gözle görebilmek çok zordur. Ne de,
deneysel bir şekilde bastırılmış bulunan ve artık sistematikleşen kor
kunuz, gözle görülebilmektedir; bir bütün olarak sistemle ilgili değer
lendirilmelerin önlenmesine duyulan gereksinim, şimdi sistemin çe
şitli ideolojileri ile birlikte, dahili örgütlenişinin de ayrılmaz bir
parçasını oluşturmaktadır.
Aslında bu karar alma mekanizmasının -ister yönetim kurulunun
eski moda realist görüntüsü, ister bunu başlangıçta temsil edebilme
sorunu yoluyla gerçekleşen bir modem ya da dolaylı ve modernist bir
yaklaşım yoluyla olsun- temsilinin postmodemden seremonisiz bir
-------------------------------------------------------------------------------------------------"Tl
şekilde neden koptuğunun bir başka nedenidir ki, bu, sistemin nasjj
işlediği bilgisine önceden sahip bir geçiş kartı gibi öngörülerde bu?
lunmak anlamına gelir. Adomo ve Horkheimer'in Hollywood ile ilg$
sezgileri bu açıdan, bir bütün olarak daha sonraki sistemin bir keha?
netini yapmaktaydı: Sinema (ve radyonun) yalnızca bir iş alanı oldu
ğu gerçeği, bunların bilerek ürettikleri değersiz saçmalıkların haklı
gösterilebilmesi için bir ideoloji durumuna getirilmişlerdir.30 Bu sav?
öne sürdüklerinde Adomo ve Horkheimer'in zihninde, yalnızca genel
olarak halkın beğeni düzeyine ilişkin terimlerle değil, aynı zamanda,
bunların, bir iş alanı olarak bu tür beğenilere sahip bir kamuya ürün
lerini satma işlevine ilişkin terimlerle de, Hollywood'un artık klasikle?
şen sıradanlığı üzerindeki savunması vardı. Böylece, "kamu" ile ilgili
tüm tartışmalarda olduğu gibi burada da kamunun, her biri -verili
herhangi bir sıradan ürüne tepkileri ne olursa olsun- "kendisinden
başka herkes" itici gücü temelinde ürünün sıradanlığını hoşgören kaı
elde etme güdüsü doktrinini öğrenmiş ve içselleştirmiş bulunan ka
munun tek tek her üyesi için, düşlemsel bir öteki oluşturduğu bir di
zisellik ortaya çıkar. Bu, bir yerde, solak kişilerin sağ ellerini kullanan
insanlar için tasarlanan makineleri kullanmaya zorlanmalarına ben
zemektedir; bilgi, tüketimin içinde yapılandırılır ve en baştan onu
gözardı eder. AvrupalIlar olarak, Adomo ve Horkheimer elbette, si
nema dünyasındaki kodamanların kendi girişimlerinin iş boyutundan
söz etmeleri ve "sanatsal hırslar" içinde ister yapay bir alçak gönüllü
lükle, ister gösterişli bir tavırla, yapımını gerçekleştirdikleri her ürüne
rezilcesine bağladıkları kar güdüsünü bir övünme nedeni durumuna
getirmelerindeki açıklık ve bayağılık karşısında duyduklan tiksintiyi
dile getirmişlerdi.
Bugün, postmodemizm içinde kitle kültürümüz doğal olarak,
otuzlu ve kırklı yılların radyo ve sinema endüstrisinden çok daha so-
fistikeleşmiştir; televizyon izleyicisi büyük bir olasılıkla daha iyi eği
timlidir ve ebeveynlerinin Eisenhower dönemindeki görsel deneyim
lerinden çok daha gelişmiş bir imge deneyimine sahiptirler. Ancak
benim burada vurgulamak istediğim gerçek şudur ki, Adomo ve
Horkheimer'in bu oluşun ideolojisi üzerine sezgileri bugün, o tarihte
olduğundan çok daha geçerli görünmektedir. Bu nedenden -yani bu
ideolojinin kendisinin bugün bu şekilde evrenselleştirilmiş ve içselleş
30 4
T.W . Adomo, Max Horkheimer, Dialectic of Enlightenment (New York, 1972) s. 121.
tirilmiş olmasından- dolayı, artık bir ideoloji biçiminde görülmemek
tedir ve gerçekliği olumlanabilir bir tür ikinci doğaya dönüşmüştür.
Yönetim Kurulunu ve yönetici sınıfı temsilselleştirmeye ve görselleş-
tirmeye çalışmak, pek de zekice bir girişim sayılmaz, zira böyle bir gi
rişim, yalnızca bu anlamda biçimin -o her türlü yasa ya da düzenlilik
arasında en biçimselci uygulama olarak kendini gösteren (ve "randı
man" gibi en canlı ideolojik sloganların bile önüne geçebilmeyi başa
ran) kâr güdüsünün geçerli olduğu ve biçime bağlılığın, kar güdüsü
nün sözü edilmeye bile gerek duyulmayan önvarsayımınm dolaysız
bir şekilde ve herhangi bir yeniden inceleme ya da izlekselleştirme sü
recine tabi tutulmaksızın öngörüldüğü bir durumda bile, içeriğe du
yulan o eski moda bağlılığı içermektedir. Bu Occam'm bıçağı, kapita
list sistemin daha az kristalleşmiş işleyiş sürecinde daha önceki
kuşaklar tarafından bir zamanlar gündeme getirilen metafizik tartış
ma konularının çoğunu da kesip atar ve gerçekten, postmodemin do
ğumuna yol açan idealizmin belli bir anlamda sona erişi şeklinde ta
nımlanabilir.
Böylece, kâr güdüsünün biçimciliği, başanya olan düşkünlükleri
1950'li yılların "organizasyon adamı"ndan, 1980'li yılların "yup
pie" sine değin geçen süreden göreceli olarak daha az vahşileşmiş ve
şimdi özgül bir grubun "yaşam tarzı" olarak yeniden kavramsallaştı
rılmış bir tür dışsal nouveau riche31 kitleye -ancak, dinsel doktrinleri
nin o hantal formlarından arındırılmış bir şekilde- aktarılmıştır. An
cak, şunu da belirtmek isterim ki, sürecin ideal imgesini oluşturan
unsur, artık bu kaba anlamı içinde "kar güdüsü" olmaktan çıkmıştır
(para yalnızca içsel seçimin dışsal göstergesidir, ancak servet ve "de
vasa zenginliğin", milyarlar ve trilyonlar gibi rakamların daha sık or
taya çıktığı bir dönemde, libidinal olarak kavramsallaştırılması bir
yana, temsil edilebilmesi de güçtür). Bunun yerine, burada sözkonusu
olan, know-how ve sistemin kendisidir; ve hiç şüphesiz, bilimsel bil
ginin kar ve üretim üzerinde oluşturduğu yeni üstünlüğü vurgulayan
post-endüstriyel kuramlarda "gerçeklik anı" da bu olmaktadır; ancak,
burada bilgi özellikle bilimsel değildir ve "yalnızca" sistemin işleyişi
nin kavranışına yönelik bir giriş oluşturur. Ancak, bu bilgilendirme
sürecini deneyimleyenler, aldıkları derslerden ve edindikleri yöntem
31
servetini ticaretle edinmiş/edinen yeni zengin diye de adlandırılan burjuva sınıfı.
(http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=nouveau%20riche).
bilgisinden dolayı o denli gururlanırlar ki, bunun neden böyle olması
gerektiği ya da en başta, bu bilgilerin gerçekten öğrenilmesinin gerekli
olup olmadığı yolundaki sorgulamalara izin vermezler. Nouveaux
riche'in kültürel sermayesinin içeriden görünüşü budur ve sistemin
etiket ve nezaket kurallanm da kapsar: Uyancı anekdotlarla birlikte -
daha önce sözü edilen cyberpunk korporasyon kurmacalan gibi kül
türel yan-ürünlerle gerçek bir çılgınlığa dönüşen- coşku, sistemin
kendisinden çok, sistem üzerine edinilen bilgilerle ilişkilidir. Yeni
yuppie "grup-içi" bilginin toplumsal yükselişi şimdi, medya aracılığı
ile, alt sınıfların kendilerinin bölgelere aynlmış sınırlarına doğru ya
vaş bir inişe geçer; bu, bir meşrulaştırma, kar elde etme güdüsünü sö
zü edilmeyen "mutlak önvarsayım" olarak kendi içine katan, ancak,
nasıl ilk kez yolculuk ettiğiniz bir yelkenlinin tasarımını zihninizde
canlandıramazsanız tıpkı onun gibi, aynı anda hem öğrenip, hem de
sorgulanamayacağınız korporasyon yaşam tarzının gizemlerine du
yulan inanç ile önceden güvence altına alman özgül toplumsal düze
nin meşrulaştinlması olmaktadır. Bu nedenle, Lenin'in işçi sınıfının
gelişmiş sektörlerinin rüşvetçiliği kuramının yerini, bir statü rüşvetçi
liği ve postmodem kültürel armaların dağılımı kuramına bırakması
gerekmektedir ki, bu da kanımca aşağı yukan Bourdieu'niin bize be
lirtmeye çalıştığı sav ile aynıdır -şu farkla ki, daha önce de gördüğü
müz gibi, postmodem grup için geliştirilen "statü" gibi kavramların,
statü kavramının sınıf kavramına bir alternatif oluşturduğu (ve bu
nedenle de, feodal eski rejimin belli bir yapısırun burjuva toplumunun
özgünlüğünün farkmdalığma karşı tamamlayıcı bir unsur olarak gö
rüldüğü) geleneksel toplumbilim kuramlarından kesinlikle ayn tu
tulması gerekmektedir.
Ancak, eğer yuppie takımı, salt "know-how"da bir doyum bulabi-
liyorsa, postmodem ekibi ve bakım personelini hoşnut kılmak o denli
kolay olmayabilir. Bu nedenle, bunlar için, yalnızca (sanki dünyanın
en doğal şeyiymiş gibi) zamanın algılanışı içinde kilitlendiği ve aynı
zamanda bastinldığı biçimde toplumsal ve tarihsel yönden benzersiz,
belirli bir eşsüremli şantaj söz konusudur. Bu, aynı zamanda demok
ratik bir oluştur; bir bütün olarak yönetimin üst düzeyi, tesisin kendi
si kapatılmadan bir gün önce, geride hiç bir iz bırakmadan ortadan
kaybolabilirdi. Bu, yıldız sistemleri önceden herhangi bir işaret ver
meden birdenbire değişen ve sizi de, kendi seçeneklerinin araşma ka
tan bir bilgisayar oyununun bir parçasını oluşturmanıza benzer; bu-
günlerde iş yerinizde uyumlu ve tavırlarınızın iyi olması bile, sahip
olduğunuz konumunuzu ya da işinizi elinizde tutabilmeniz için yeter
li olmayabilir.
Bu arada yabancılar için, daha dinsel nitelikli üçüncü bir güdülen
dirme türü de bugün mevcuttur ve Amerikan yapımı olmayan tele
vizyon cihazlarında izlenen uyuşturucu televizyon şovlarının her tür
lü ilginçlikten yoksun çılgınlığı ile burada sahnelenen, piyasa
ütopyasının iyiliksever bir görümü; onların bu yılın en son modası
olarak benimsediklerini kabul etmemiz, tüketiciliğin tüketim sanılma
sı ve indirimli mal satan dükkanlar ile demokrasinin birbirine kanştı-
nlmasıdır. Bizim tarafımızdan tezgahlanan karşı-ayaklanmalar sonu
cu Üçüncü Dünya'dan sürülen ve bizim tarafımızdan uygulanan
medya propagandalarının çekiciliğine kapılarak İkinci Dünya'dan ay-
nlan (tinsel ya da maddesel) göçmen adayları, burada ne denli az is
tendiklerini anlayamadan, coşkulu bir cisim değiştirme düşlemine
kapılırlar; bu düşlemde gerçekte arzu edilen şey, tıpkı bir peyzaj gö
rünümü gibi, ancak yalnızca insan yapımı ürünlerin oluşturduğu bir
düşsel düzlemdir: Özellikle insanların bir saplantı biçiminde arzula
dıkları nesneler; örneğin kendileri, ontolojik kanıtın ileri-teknolojik
özel etkilerinin dramatizasyonu gibi, medya ve piyasanın kimliğinin
yeniden temsil edildiği gerçek anlamda estetik tüm büyüleyici
postmodem yapıların alegorik amblemleri olarak kelime-işleyici ya da
bir faks makinesi gibi özellikle bir saplantı durumuna gelmiş nesneler.
Üzerinde özellikle araştırma yapılması gereken en önemli bağlantı,
bu nedenle, medyanın temsilinin nasıl piyasayı da temsil edebildiği
ve bunun tam aksinin nasıl gerçekleştiğidir; bu arada "demokrasi"
(genelde sistemimizde temsil edilmez ve aslında temsil de edile-
mez)bunlann ikisinden de bir yan anlam ve bunların otuz yedi farklı
lezzetinden daha kolayca farkedilebilen biri olarak uzaklaşır.
Gerçekten de, piyasadan medyaya geçebilmenin ne denli kolay ol
duğunu daha önce gördük. Burada, gerçek politikadaki müdahalenin,
bu müdahalenin medyanın ideolojisi tarafından yeniden tahsis edil
mesi gözlenmeden önce kaydedilmesi gerekir.32 Medyanın dünyada
işkencenin önlenmesi, medeni hukukun yürürlüğe sokulması ve polis
baskılarının sınırlandınlması konusunda başat bir öneminin bulun
duğundan şüphe edilmez (ancak, dikkatli bir biçimde gizlendiğinde,
33 Jean Paul Sartre’ın önsözü, Frantz Fanon, The Wretched of the Earth, (New York, 1963) s.7.
( Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Kitap, Istanbul: 2008)
ses ve konuşma eylemi ile dikkatleri zorla kendi üzerinde toplayan
"ötekilerin" yeni edindikleri gözle görülebilmesi olmaktadır. Que de
royaumes nous ignorent! Bu, diğer yerlerde ve diğer gezegenlerdeki
kaynayan, sıkıcı gündelik yaşamlara, bir şaşkınlık içinde yöneltilmiş,
global bir dar görüşlülükten başka ne olabilir? Bunlar, yeni tanınan ve
akredite olan azınlıkları ve neo-etniklikleri içeren genişletilmiş adres
listeleri ile 1960'lar sonrası medyasının yeni keşfedilen liberal hoşgö
rüsünün global tekabüliyetlerinin ötesinde herhangi bir anlam içerebi
lirler mi? Zira, daha önceden de belirtildiği gibi, burada, ister kendi
bölgemizde, ister global düzlemde olsun. Farklılığın bu görünürdeki
kutlanışı gerçekte, yeni ve daha temel bir özdeşliği gizlemekte ve ön
varsaymaktadır. Yeni liberal hoşgörü ne olursa olsun, Batilı burjuvazi
lerin Buşmanlar'a ve Hotantolar'a, adalarda yaşayan çıplak göğüslü
kadınlara, aborijin zanaatkarlara ve turist olarak gelip sizi ziyaret et
me olasılığı pek yüksek olmayan antropolojinin çalışma alanına giren
diğer tür insanlara duyduklan daha derin insanca bağlılıklarını gös
termeleri istendiği amblemleşmiş "İnsanoğlu Ailesi" gösterilerinden
oldukça farklı bir şeydir. Ancak, bu yeni ötekilerin bizi ziyaret etme
olasılıkları, göçmenler ya da Gastarbeiterm34 ülkelerimize gelme olası
lığından daha azdır: şu kadarla ki, bu İkinciler, daha çok bizim "gi
bidirler ya da en azından, yeni içsel toplumsal alışkanlıkların -
"azınlıklar"m toplumsal ve politik yönden zorla kabul ettirilmesi-
kendi dış politikalarımıza dahil edilmesine yardımcı olduğu çok sayı
da yeni uygulama ile bizlerle "aym'laşmıştır. Bu ideolojik deneyimi
Birinci Dünya seçkinleri ile sınırlandırmak da olanaklıdır (ancak böyle
olsa bile, herkes üzerinde dramatik ve önceden hesaplanamayan etki
ler ortaya çıkacaktır): Tüm bunların postmodem tanımına ödünç ve
rilmesi için de yeterince neden vardır ve bu durumda bu -belki biraz
kabaca bir deyişle (ya da benim kullandığım terimle "maddesel" an
lamda) salt demografi biçiminde ortaya çıkacaktır. Şimdi yeryüzünde
daha çok sayıda insan yaşamaktadır ve bu "olgu", salt uzamsal rahat
sızlığı ve lüks tüketim maddelerinin belli aralıklarla sıkıntısının ortaya
çıkması beklentilerini aşan bazı araştırmalara sahiptir.
34
60lı yıllarda ülkemizin almanya'nın isteği üzerine yolladığı işçilerin de aldığı isim, almanya
kendi vatandaşını beyinsel güç sarfeden işlerde çalıştırırken bu yabancı işçiler de bedensel kuv
vetin ön plana çıktığı işlerde çalışmıştır, (http://www.eksisozluk.com /show.asp?t =gas tarbeiter).
(en .)
Geçmişte garip bir tavırla ahlaki alan olarak adlandırılan düzlem
de, aşağı yukan kalabalıkların bireyin bedeni karşısında kapıldıkları
başdönmesine tekabül eden bir özelliğin yer aldığı olasılığı: Zihni
mizde de olsa, tanıdığımız öteki insanların sayısı arttıkça, kendi, o ana
değin benzersiz ve "karşılaştırılamaz" bilincimiz ya da "benliğimiz"in
konumunun da giderek tutarlılığını yitireceğine duyulan önsezi üze
rinde biraz duralım. Bu, elbette değişmez; ne gerçekte bireysel yön
den giderek daha az sempati duyduğumuz, ne de sayılan gittikçe ar
tan diğerlerine (çok eski felsefi anlamda) duyduğumuz sempatiyi
arttıran büyülü bir özellik kazanabiliriz. Bunun yerine, çok temel bir
yapay bilincin ya da ideolojik bir yanılsamanın yok edilmesi ile, tüm
içe dönük kavramsal savunma mekanizmalanmızm ve narsisizm ve
kendini sevmenin ayncalıklılığı ve (olağanüstü derecede kristalleşmiş
yapılar ya da binyıllar boyunca oluşan mercan formasyolanna benze
yen) neredeyse doğal oluşumlarının yaklaşmakta olan yıkımını hisse
deriz. Bu fobi hiç şüphesiz, korkuya duyulan bir korku, şeyin kendi
sinden çok, yaklaşan yıkımın hissedilişi, varlığım her yerde
hissettiğimiz anonimleşmeye (hiç kimsenin tanımadığı biri olmaya)
duyulan dehşettir ve ilgisizlik ve yadsıma, bilmemeyi arzulayan, is
tekli bir gönülsüzlüğün, yönlendirilmiş bir yönsüzlüğün içinde daha
da derinlere dalmaya çalışan, kendi kendini aldatmadan başka bir şey
olmayan bir bastırma formu ile kontrol altına alınmış olsa bile, politik
görüşlerin ve reaksiyonların açıklanmasında başvurulabilir bir meka
nizmadır. Böyle bir varoluşçu varsayım, materyalizm hatta, materya
lizmin yeni bir türü ya da boyutu olarak demografinin statüsünün
belgelendirilmesine değin uzatılabilir; bu, ne (burjuva mekanik mad
deciliğinde ya da olguculuğunda olduğu gibi) insanın bedenidir -zira
çoğullaşan bedenler, dev bir fiziksel kolektif bir üst-ruhu oluşturacak
şekilde birbirlerinin içinde erimeseler de, değerli insan bedenselliğini
önemsiz ölçüde dirimbilimsel ya da evrimsel bir nesneye indirgerler;
ne de, (Aiman İdeoloji’sinde "bizler" tarafından "sınırlan belirlenen")
Marks'm "gerçek somut bireyleri"dirler, zira bu bireyler üzerine he
nüz kişisel özelliklerin ve özel adların ayına kokusu sinmiştir ve kit
lenin içinde yer alan işçiler bile, "hümanizma"ya ilerleyiş ya da geri-
leyiş tehdidini sunacak derecede demografik sayılmazlar. Bununla
birlikte, Marks'm somut bireyleri bile bir tür materyalizmi önermiş
lerdir, ancak bu materyalizm, tam olarak bir materyalist sistemi değil,
bir materyalist dönüşüm ve demistifikasyonun söz konusu olduğu
zihinsel bir operasyondur -tek başına "materyalizmdin tanımlanabile
ceği bir özellik Bununla birlikte, dolaysız bağlamının (ve aynı zaman» !
da kavramsal biçimi ve yönlendirilişinin) göstereceği gibi, Marks'ın bu
operasyonu çeşitli disiplinlerin idealizmleri ("düşünce tarihi" ya da
ideoloji ya da bilimler,vb. -formların ve düşüncelerin Hegelci bağ
lamda sürekliliği- değil, bunun yerine kümeler halinde kaynaşan, çok
daha eşsüremsel tarihleri içinde tek tek insanlar) üzerinde yoğunlaş-
rrnştir. Demografide varolan materyalist tersine dönüş35 aynı zamanda
insanbiçimci özelliğini sürdüren bu tarih görüşünün altından halıyı
çeker, ama aynı zamanda da onun yerine tam da doğal tarihin salt
oluşlarını belgeleyen istatistik veri kümeleri olmayan bir özelliği yer
leştirir. Bu şekilde ikame edilen tarihsel görümün ya da paradigmanın
içeriği değildir (ki bu içerik her zaman bir temsildir ve bu nedenle de
-materyalist tersine dönüşün etkisinin salt o an için, kavramsal yön
den özümseyemeyeceğimiz insan biçimci olmayan, neredeyse insan
sız ve insan-dışı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkması gibi- çeşitli
ideolojilerin çerçevelendirilmesine ve evcilleştirilmesine açıktır). Ma
teryalizmin (maddeciliğin) bir boyutu olarak kavranan demografinin,
elbette (özellikle maddenin kendisi etrafında izlekleştirilebilen) en son
temsilsel ve idealize edilebilen özelliklerinden kendini ayırmak üzere
oldukça uzun bir yol katetmesi gerekecektir.
Bu insan dolu evrenin radikal kültürel etkilerle genişletilmesi ya
da örneğin, modem hareketin kendisinin biçemleştirme ve "ayırıcı
çizgilerin korkunç bir şekilde erozyona uğraması"nı bir tür evrenseld-
liğe doğru bir hareket olarak gören çok az sayıda düşünür vardır; bu
evrencilik:
... gündelik yaşamın her biri bir zerre büyüklüğündeki durumlan ve
içinde her bireyin kendi rolünü oynadığı uçsuz bucaksız zaman ve yer
uzanülan arasındaki uçurumların yarattığı şaşkınlık durumu ile ilgili
tedirgin edici bir saplantıdır. Burada kastettiğim, geride, yaşamış ve
ölmüş, yaşamakta ve ölmekte olan ve yaşayacak ve ölecek olan milyar
larca insanın bulunduğunu düşündüğümüzde tek bir kişinin "Seviyo
rum! ... acı çekiyorum" gibi sözlerinin önemli olduğuna duyduğu
35 Bugüne değin bizzat Marks’ın Maithus’a yönelttiği saldırıların örnekleri tarafından sindirilmiş
bulunan demografi sorununun Marksist probtematiğe yeniden kavuşturulmasını, Wally
Seccombe’nin artık klasikleşen çalışması “Mancism and Demography’e borçluyuz. New Left
Review no. 137 (Ocak-Şubat 1983): 22-47. Ayrıca, Adomo’nun doğal tarih düşüncesi üzerine
yazdığım yazı için bkz. Late Marxism: Adomo, or the Persistence of the Dialectic (London,
1990).
inancın saçmalığı oluyor. Bu duygu, özellikle 192(yde Yale'den mezun
olduktan sonra Roma'da American A cadem /de arkeoloji öğrenimi
görmek üzere yurt dışına gönderildiğim dönemde, bir rastlantı sonucu
içimde gelişti. O aralar, alan gezileri bile düzenliyor ve az da olsa ar
keolojik kazılara katılıyorduk. Bir zamanlar yaşayan ve dört bin yıl
toprak altında kalmış bir sokağın herhangi bir kıvrımım ortaya çı
kartmak üzere birinin elindeki kazmayı kaldırdığında, bir daha asla
eskisi gibi olmazsınız. Times Square'e baktığınızda, günün birinde bir
bilim adamının oraya bakarak "Görünüşe göre burada bir tür kent
merkezi bulunuyormuş" deyişini düşlersiniz.36
Bir fantazya ve bir temsili (temsil yoluyla) elde etmeye yönelik bir
başarısızlık olarak kavranması gereken bu yapay deneyim, aynı za
manda ikinci derecede reaktif bir girişim, kendi duyularımın ve ya
şam deneyimlerimin ulaştığı noktanın ötesinde yer alan şeyleri ka
zanmak ve, bunu, kendi kendine yeterli olmasa da en azından bir
kirpi gibi koruyucu bir şekilde kendi kendini taşıyabilen bir nesneye
dönüştürmek üzere içeride toplamayı amaçlayan bir uğraşür. Bu aynı
38 Jean Paul Sartre, “La Nausee”, içinde Oeuvres romaneques (Paris, 1981) s. 67.
zamanda, sanki öznenin bir şeyi unutmaktan korktuğu, ancak bunun
sonuçlarını tam olarak ammsayamaması gibi göreceli olarak amaçsız
ve bilinmeyeni keşfedid bir fantazya gibi görünüyor: Benimle
eşsüremli bir tempoda yaşama uğraşı içindeki insanları eğer unutur
sam cezalandırılır mıyım? İşin doğru bir biçimde yapılmasının her
durumda olanak dışı olduğunda, benim bu işi sürdürmeye çalışmak
tan elde edeceğim olası kazanç nedir? Kaldı ki, bilinçli eşsüremliğin
elde edilmesi benim şu anda içinde bulunduğum durumu geliştiıe-
mez; zira tanım gereği, zihin bu eşsüremliği diğerlerine, benim şahsen
tanımadığım kişilere (bu nedenle, tanım gereği düşlenemez olan onla
rın varoluşlarının ayrıntılarına) aktarır. Bu nedenle girişim isteğe bağ
lı, benim burada ve şimdi üzerine bilgilerimi arttırmayı amaçlayan
pragmatik ve pratik bir araçtan çok, "tanım gereği" gerçekleşebilmesi
yapısal yönden olanak dışı üzerindeki istencin bir atılıımdır. Sartrea
kişilik görünürde, önceden yapılacak bir saldırıyı önlemek üzere bir
karşı saldırıya geçer ya da bir keşif girişiminde bulunur: İmgelemi ha
rekete geçirmek, zihinsel yönden önceden kavrayabilmek; bu nüme
rik çoğulluklar gözardı edildiklerinde, ontolojik yönden sizi ellerine
geçirebilirler.
Ayrıca, keşif girişiminin de zorunlu olarak başarısızlıkla sonuç
lanması gerekiyor; zira, Freud'un da gözlemlediği gibi, anlamsız, uy
durulmuş sayılar olamaz ve Sartre'a (ya da kişilerinden birine) uygu
lanan ruh çözümü olasılıkla, rastlantısal olarak amaçlanan
malzemenin izlekselleştirilmesi ile sonuçlanacaktır. Ne düşleyen öz
nenin tekilliği konuyla ilgisizdir (sirenin yalnızlığı bu "çağrışımsal"
projeyi harekete geçirir), ne de, herşeyden önce, zamanın kendisi, bu
tek tek varoluşlar dizisinin rastgele noktalarda birbirinden kopartildı-
ğı çoğullukların yer aldığı tarihsel anının kendisi ile bütünleşmiştir.
Gerçekten de burada bu, kişisel ve tarihsel bir durum ve bir ikilem
olarak nominalizm adını verdiğimiz oluş ile özdeş kılınabilir. Kendi
"durumumun" oluşturduğu ağların tüm iplerinin dışarıya, öteki in
sanların düşlenemeyen eşsüremliliğine doğru yönlendiği yer burası
dır. Sartre da (Rousseau gibi) küçük grup politikalarının -polisin ken
disinin kalabalık arka sokaklarına açılan plazanın havadan
görünümü- ne denli geniş olursa olsun "canlı deneyim" (oldukça
farklı bir tür felsefeyi çağrıştıran bireysel beden ve duyularının retori
ğinden daha az yanıltıcı bir deyim) için elde bulundurulması gereken
yüz. yüze olayların filozofudur. Bunun ötesinde yer alan -toplumsal
sınıfta olduğu gibi- bir şekilde gerçek, ancak aynı ölçüde gerçek dışı
dır, düşünülebilir ancak temsil edilmez bir şeydir ve bu nedenle de,
yaşam deneyiminde herşeyden önce kandırılmayı ve dolandırılmayı
önlemeye çalışan bir varoluş felsefesi için şüpheye açıktır ve doğrula-
namaz. "Bütünleştirme" bütünlüğe ulaşabilmenin olanaklılığma du
yulan bir inanç değil, gevşemiş bir diş gibi, sınırlarla oynamak,
Kanfta analitik ve diyalektik arasındaki çizgide olduğu gibi, hiç bir
zaman ihlal edilmeyen ve bir şekilde deneyimi aşabilen bir ses duva
rını en sonunda çıkar sayabilmenizi sağlayan notlar ve ölçümlerin
birbirleri ile karşılaştınlmasıdır. Bununla birlikte, onun ötesinde yer
alan o olanak dışı deneyim, çoğulluğa duyulan dehşet, çağımızda
yalnızca Sartre'm felsefesinin, neredeyse Sokrates -öncesi bir ilkselliğe
geri dönüşü içinde Heidegger'in felsefesini geride bırakarak yüzyılı
mızda arkaik anlamda yeniden icad ettiği salt Sayıdan başka bir şey
değildir. Gereğinden fazla insan, benim varlığımı kendi ontolojik ağır
lıklarıyla geçersiz kılmaya başlamıştır: benim kişisel yaşamım: Bana
kalan benzersiz özel mülkiyet formu; Homerik hayaletler ya da değeri
bir avuç doluşu buruşuk, değersiz banknota indirgenen bir gayri
menkul gibi- soluklaşmış ve karanlıklaşmıştır. Bununla birlikte bu
deneyim, zamansal düşünceler ve zamanın temsil edilebilme olasılığı
üzerindeki "global" etkisiyle postmodemleşmeye başlar. Sartre hala
gerçek anlamda modem kalmıştır. Ancak, salt eşsüremli sayıların za
mansal izleklere doğru bükülerek onlan, şimdi tarih ve demografi
arasında sıkışmış durumdan çekip çıkardığı tek "kavram" a, bir dene
yim olarak ikili bir görevi yerine getirebilecek biçimde ayarlanabilen
tek anlamlı uzamsal-zamansal kategoriye; yani, eşsüremlilik kavra
mının kendisine, televizyona ulaştığınız bu noktada o sayılamayacak
denli çok sayıda ışığın yandığı, belirledikleri ve sahneledikleri metafi
zik sorunun kaybolduğu ve postmodern global uzamın Sartrecı bü
tünleştirme sorununu ortadan kaldırdığı ve onun yerini aldığı an'a,
temsilin en son noktasma doğru yönlendirdikleri anda sahip oldukla
rı yerçekimsel hacmi gözlemlemek öğretici olacaktır. Bu dönüşümün
gerçekleşmesi ile, diğer çoğu durumda da görebildiğimiz gibi, mo
demin özünde yer alan gerginlik ve temsilin gerçekleşmesi olanaksız
dramına olan bağlılık da aynı zamanda zayıflar ve silinir. Global bü
tünlük şimdi, varoluşsal sistem ve kaygılarının kahramanca bir şekil
de kanıtlandığı zemin, bir ışık gösterisi ve katatonik bir öznenin iç
dünyası denli kendi kendine yeterli olabildiğinde monadın içine, ya-
nip sönen ekranlara ve "içeri"ye doğru geri çekilir (ve bu arada gerçek
bedenlerin uzamsal dünyasında göçmen işçi ve global turist kitlelerin
neden olduğu olağanüstü demografik yer değiştirmeler, bu bireysel
solipsizmi dünya tarihinde eşine rastlanmamış derecede tersine çevi
rirler. Şimdi nominalizm terimi aynı zamanda evrensellerin, üstün ya
da yeni bir matematiksel sonsuzun belirlendiği geçici aralıkların dı
şında soluklaştığı bir sonucun ortaya çıkmasını da sağlar; ancak, böyle
bir durumda bu, artık bir sorun olarak algılanmayan bir nominalizm
dir ve bu nedenle de, süreç içinde kendi özgül adını da yitirmiştir.
40 Uzam ile ilgili çağdaş kuramlarüzerine gerçekleştirilen değerli bir araştırma için bkz. Ed Soja,
Postmodem Geographies (London, 1989).
heyecanlar üzerine dramatik ve görümsel yorumların geliştirilmesini
sağlayan bir tersine dönüş olarak açıklanabilir. Ancak, izleksel eksen,
isteğe bağlı olarak ve karşılıksız olarak seçilmemiştir ve bu nedenle,
kendi olasılık koşullarını belirlemek üzere bir araştırma konusu olabi
lir.
Kanımca, modeme daha yakından yeni bir bakış, (içinden çıktığı
toplumsal uzamı tam olarak da kolonize etmeyi başaramayan) mo
dernleşme süreci ve (fütüristler ve çok sayıda diğerleri tarafından kut
lanan, ancak öte yandan da, yine "modemistler" adını verdiğimiz bir
başka yazar grubu tarafından sert bir biçimde eleştirilen ve şeytanla
bir tutulan) göz kamaştırıcı yeni makineleri ile yüz yıl dönüşümünde
kapitalizmin ayına dinamiklerinin kökenini ortaya çıkartacaktır.
Amo Mayer, yüceltici bir torda ve şok etkisi yaratan bir açıklamasın
da41 bizlere, eski rejimin yirminci yüzyılın içinde de varlığını sürdür
düğünü ve modemist dönemde burjuvazinin ya da endüstriyel kapi
talizmin "zaferinin" doğasının hala kısmen büyük ölçüde kırsal ve en
azından istatistiki yönden, feodal alışkanlıklara sahip köylüler ve top
rak sahiplerinin egemenliği altında olduğunu hatırlatmıştır; bu köylü
ler ve toprak sahipleri için, köy yollarında arada sırada geçen bir mo
torlu araba, tıpkı . kırsal bölgelere belirli aralıklarla elektrik
bağlanması, hatta I. Dünya Savaşı'nın seyrek rastladıkları "pyro-
teknikleri" ile birlikte, tedirgin edici olsa da, yine de heyecanlandırın
bir etki uyandmr. Bu nedenle, bu dönemde kapitalizmin henüz tam
olarak önleyemediği en büyük karşıtlıklar, kırsal alanlar ile kentler
arasındadır ve ileri modem dönemin özneleri ya da kenterleri büyük
ölçüde çoğul dünyalarda ve çoğul zamanlarda yaşayan kimselerdir -
aileleriyle birlikte çıktıkları tatillerde geri döndükleri bir ortaçağdan
kalma bir "memleket" (pays); ve seçkinleri, en azından ileri ülkelerde
"yüzyıllarına ayak uydurmaya" ve bildikleri en ileri ölçüde "modem"
yaşamaya çalışan kentsel bir yığın. Yeninin ve ilerlemenin değeri (ki
bunlar Birinci Dünya hermetik formlarından zaman zaman İkinci ve
Üçüncü Dünya Ülkelerinde oynanan Eski ve Yerıi'nin büyük dramla
rına kadar herşeye yansımıştır) açıkça belli bir biçimde "modem" ola
rak hissedilen şeyin istisnailiğini önceden varsayılmaktadır; öte yan
dan, derin belleğin kendisi, deneyimin farklılaşmasını zaman üzerine
yazar, kendi yaralarım bırakır ve alternatif dünyaların, ajoıı zamanda
42
Alıntı: Postmodernism and Japan, ed. Masao Miyoshi and Harry Haroorunian, (Durham, N.C.
1989) s. 274.
namış kapitalizm" denmesi gerekir, zira bu dönem, henüz daha eski
bir dünyaya ait sıkıcı gelenekçilerin arasında cereyan eder bu durum
da, olgun ya da erişkin kapitalizm; sahip olduğu yeri muhafaza eder,
zira böylelikle, kendi çingene baronlarının ve serüvencilerinin ortaya
çıkışını yansıtmaktadır; buna karşın, içinde yaşadığımız ve bu ana de
ğin geç kapitalizm adını verdiğimiz döneme bundan böyle "kapita
lizmin çocukluk dönemi" adını vermek daha yerinde olacaktır; zira,
herkes bu dönemde doğmuştur, herkes dönemi olduğu gibi kabul
lenmiştir ve bunun dışında başka bir dönemle tanışmamıştır; sürtüş
me, direnme, yerini otomasyon ve çoğul tüketici kitlelerin ve pazarla
rın uysal çoğalmaları arasında serbest bir oyuna bırakan daha önceki
anların çabalan: tekerlekli patenler ve çokuluslular, kelime işleyiciler
ve kent merkezinde bir gecede yükseliveren, aşina olunamayan
postmodem gökdelenler.
Bununla birlikte bu aşamada, metafizik yönden (ontoloji ya da in
san doğası olarak aynı şekilde) önvarsayılabildiği anlamda ne uzam,
ne de zaman "doğal "dır: Her ikisi de, belli bir durum ya da üretim
tarzının ve üretimin toplumsal örgütlenişinin yansıtılmış sonraki im
geleridir. Bu nedenle modem için, belli bir zamansallığı karakteristik
olarak eşit olmayan bir uzama çekerek yorumladık. Ancak, diğer
yönden bakıldığında da elde ettiğimiz sonuçlar daha az verimli de
ğildir ve gerek vahşi düş ürünü soy kütüklerinde, gerekse bir deste
den çekilen sonlu sayıda kartlar ya da tarihsel figürleri ve adlan kanş-
tiran romanlarda olduğu gibi, postmodem fantastik tarih yazımı
aracılığı ile, daha da eklemlendirilmiş bir postmodem uzam duygu
suna yol açar. Eğer postmodem dönemde belli bir "öykülemeye geri
dönüş" den söz etmek herhangi bir anlam taşıyorsa, bu "geri dö
n ü ş "^ en azından, tam anlamıyla ortaya çıktığına burada şahit ol
mak olanaklıdır (bu ortaya çıkışın yanı sıra, postmodem kuramsal
üretimde anlatı ve anlatilaştirmarun da ortaya çıkması aynı zamanda
salt yeni bir kuramsal gerçeğin keşfinden daha temel değişimlerin de
kültürel bir belirtisi olarak tanımlanabilir). Bu noktada, tüm öncüller,
yeni soybiliminin içinde ait olduklan yerleri alırlar; Yükselme döne
minin Asturias ya da Garda Marquez gibi yazarlarının kuşaklar arası
destansal tanılan; kısa ömürlü Anglo-Amerikan "yeni roman" inin
kendi kendine göndermede bulunan kurmaca yapıtlan; profesyonel
tarihçiler tarafından "herşeyin kurmaca olduğu"nun (bkz. Nietzsche)
ve doğru bir yorumun hiçbir zaman bulunamayacağının keşfi; buna
çok benzeyen bir anlamda, geçmişteki alternatif tarihlerin (susturul
muş gruplar, işçiler, kadınlar, az sayıdaki kayıtlarının polis arşivleri
nin dışında yakıldığı ya da her yerden silindiği azınlıklar) yeniden
canlanması ile birlikte, tarihsel alternatiflerin ortadan kalkma sürecine
girdikleri bir anda "usta anlatılar,/m sonu; ve ilerde eğer bir tarihini
zin bulunmasını istiyorsanız, bundan böyle katılacak yalnızca bir tek
tarih bulunacaktır. Kısacası, postmodern "fantastik tarih yazımı" bu
tarihsel eğilimlerin uçlarını ele alır ve bunları iki varyant ya da ayna
spiralini bilen gerçek bir estetik ile birleştirir. Bunların birinde, grotesk
ardışıklık ve gerçek dışı kişiler, ironik ya da melodramatik yazgılar,
yürek paralayıcı (ve neredeyse sinematografik) kaçırılmış fırsatların
gerçek olayları sakatladığı, ya da, daha kesin olmak gerekirse, bizim
"dar görüşlü" geleneğimizden çok uzaktaki küçük krallıkların ve ül
kelerin hanedanlarının (örneğin Moğollar'ın gizli tarihi ya da kendi
küçük evrenleri içinde bir zamanlar egemen güç olan, neredeyse unu
tulmuş Balkan dilleri) vakanüvislerini andıran bir "vakaname" yara
tırsınız. Burada, tarihsel benzeşikliği andıran bir özellik, sanki tarih
yazımının formu ya da türü (en azından arkaik yorumlan içinde) sağ
lanmış gibi çoğul alternatif modellerin içinde titreşimlerini gerçekleş
tirir, ancak, bir nedenle, formülün sınırlamalarını yansıtmak bir yana,
postmodern yazarlara en ilginç ve en dolambaçsız buluş anını sunar.
Bu özgül biçim ve içerikte -içinde düşsel timsahların yüzdüğü gerçek
kanalizasyon sistemleri- en vahşi Pynchonvari düşlemlerinin
Einstein'ın masallarının tüm epistemolojik gücünü ve yalanlanabilir
yetkesini bir şekilde deneyselleştirdiği ve her durumda, gerçek geç
miş duygusunu "olguların" kendilerinden daha iyi yansıttığı şeklinde
düşünülebilir.
Tüm bir ideologlar kuşağı tarafından, beklendiği gibi kendinden
hoşnutluk, ancak aynı zamanda, tarihin sonu olmasa bile,
göndergenin ölümünü ilan eden bir heves içinde kutlanan bu tür
kurmacalar aynı zamanda açıkça, yukanda, yine aynı nedenlerden
dolayı yer verdiğimiz postmodemin yarattığı kurtuluş ve coşku duy
gusunun işaretlerini de gösterirler. Bu tarihsel fanteziler, diğer bazı
dönemlerde (örneğin, erken ondokuzuncu yüzyılın sözde
Shakespearevari tarihsel romanslarında olduğu gibi), temelde geçmi
şin gerçeklikten arındırılması, tarihsel olgu ve gerekliliğin engelinin
aydınlatılması, bunların sonuçsuz ve geri çevrilemezlikten yoksun bir
kostümlü balo ya da dumanlı bir düşler tayfına dönüştürülmesini
amaçlamazlar. Ne de postmodern fantastik tarih yazımı, natüralizmde
olduğu gibi, ürpertici ve belirlenimci tarihsel olayı, Merkür'ün daire*
sel çevrimlerinden izlenen ve bu nedenle de ızdırabı ve karar vermeyi
en aza indirgeyen ve başarısızlıkların yarattığı karamsarlıkları
Wagnerci-Schopenhauerd bir dünya görüşünün daha doyurucu ve
müziksel düşüş kadanslanna çeviren bir güç ve yoğunluğun felsefe
kitaplarına rastlanan türde stoacı bir geri çekilme ile alımlanabilen
doğa yasasının en küçük ayrıntılarına indirgemeyi amaçlar. Bununla
birlikte, geçmişle oynanan bu yeni serbest oyun -postmodern reviz
yonunun çok sayıda grup-içi anlatılara doğru hezeyan içinde dur
maksızın süren monologu, elbette aynı ölçüde partizanlık tarihinin
bıktırıcı bağlılıklarının öngördüğü sorumluluklar bir yana, önceliklere
ve bağlılıklara karşı da alerjiktir.
Bununla birlikte, bu anlatıların praksis ile, yukanda önerilen ilişki
den daha etkin bir ilişki içinde bulundukları ya da daha kesin bir yan
sıtıcı tarih kuramı altında işleyebilecekleri düşünülebilir: Burada, ger
çek olmayan tarihin üretilmesi, gerçek bir tarihin üretilmesinin
ikamesidir. Mimetik bir yaklaşımla, geçmiş ve imgelemden çok "düş-
lem"adını vermemiz gereken bir süreç ile gücün ve praksisin yeniden
kazanılmasına yönelik bir girişimi ifade eder. Kurmacalaştırma -ya da
eğer isterseniz, "mitomani" ve doğrudan düş ürünü olan masallar-
hiç şüphesiz toplumsal ve tarihsel yetersizliğin, düşselin dışında fazla
bir seçeneğin kalmayacak şekilde tüm olanakların engellenmesidir.
Ancak bu buluş ve buluş yeteneği, kontrol altına alamadığı olaylar
yönünden, bu olayları çoğullaştırma edimi ile yaratıcı bir özgürlüğü
canlandırır; aracılık burada bu kayıtlan yeniden yaratmak üzere ta
rihsel belgelerden dışarı çıkar; ve yeni çoğul ya da alternatif olay zin-
drleri, parodik güçlerinin sınırlandırmalarım sorguladığı ulusal gele
neğin parmaklıklarını sarsar. Bu nedenle anlatısal buluş kendi
inanılmazlığı ile burada praksisin daha geniş çapta bir olanaklılığı,
ikamesi, ama aynı zamanda da, yansıtma ve mimetik yolu ile yeniden
canlandırılmasıdır. Postmodern tarih yazımının iki formu bazı yön
lerden bunun tersine çevrilmesi olur. Burada, salt kurmacasal amaç
(fictional intent), aralarında zaman zaman gerçek yaşamdan kişilerin
ve olayların beklenmedik bir biçimde görünüp kaybolduğu düşsel ki
şilerin ve olayların üretimi ile ön plana çıkartılır ve yeniden olumlanır:
Doctorow'un, Morgan'lan, Ford'lan, Houdini'leri, Thaw'lan ve
White'lan ile Ragtime romanından daha önce söz etmiştim43 ve aynı
yapıta burada da değinebiliriz; bununla birlikte, Ragtime, boyalı bir
arkaplan üzerine gazetelerden alınmış bir figürün yapıştınldığı ya da
yerel bir romansın tam ortasmda bir dizi istatistiki verilerin birbiri ar
dından açıldığı bir tür kolaj tekniğinin tüm etkileri ile yansıtıldığı ti
pik bir örnektir. Bu etkiler, konu dünya çapında tarihsel önem taşıyan
kişilere geldiğinde benzeşildik kategorilerine henüz saygısını yitirme
yen John Passos'un salt kopyalan değildir; aynca, bu tür kurmaca ta
rihin, belirli bir dönemin ton ya da biçeminin, sonuçta merkezi kişilik,
baş oyuncu ve kendi içinde "dünya çapmda tarihsel önem taşıyan ki
şi" rolünü üstlendiği (ve burada sözü edilen iki tür tarih yazımı fante
zilerinde yansıtılan vahşi düşsel enerjinin önemli ölçüde silindiği) be
nim nostalji filmi adını verdiğim diğer karakteristik postmodern
ürünle herhangi bir ilgisi yoktur.
Bu (iyi bilinen formülün gerçek durumuna iade edildiği ve kurba
ğaların "gerçek", ancak bahçelerin düşsel olduğu) ikinci tür tarih ya
zımı üzerine yeniden onaylamamız gereken bir diğer nokta da şudur
ki, bu tür tam olarak, bize postmodemde uzamsallık ve en baştan
postmodemde tarih duyumuna ne olduğu konusunda benzersiz bir
takım açıklamalarda bulunan tek uzamsal tarih yazım türüdür.
Uzamsallık burada, ikinci derecede formunda, yani, önceden uy
gulanmış bir uzmanlaşmanın -benim zihnin kendi içinde bir iş bölü
mü ve bu iş bölümünün alanı tarama ve haritalandırma işlevleri şek
linde tanımlayacağım bir tür yoğunlaştmlmış sınıflandırma ya da
katmanlaştırmanın- bir sonucu olarak kaydedilmiştir. Klasik ruhsal
fragmanlaşma -örneğin, imgelemin ve bilginin birbirinden aynlması-
toplumsal dünyada her zaman iş bölümünün bir sonucu olarak orta
ya çıkmıştır; bununla birlikte şimdi, bir şekilde içsel yönden parçalara
aynlan ve farklı katlara ve farklı ofis binalarına tayin edilen, bizzat
zihnin ussal ya da bilgisel işlevleri olmaktadır.
Bu nedenle, örneğin (bu tür bir postmodern anlatıda) büyük Prus
yalI neo-klasik mimar Schinkel'in, yeni kurulmuş bir endüstri şehri
olan Manchester'a yaptığı ziyareti düşleyebiliriz; garip fikir, tarihsel
açıdan olanaklıdır ve çatlaklardan dökülen bir epizodun (genç Stalin
gerçekten bir keresinde Londra'ya gitmiş miydi? Marks'm gizlice
Amerika'ya gidip Amerikan İç Savaşı'm incelediği doğru mu?) göre
45
Gerçekten de (Johnatan Arac’ın benim yerime yaptığı gibi) Walter Bagehot'un Dickens ile ilgi
li şu yorumunu anımsadığımızda, postmodem bir Dickens çıkar karşımıza: “Londra bir gazete
gibi. Herşey orada ve herşeyin bağlantısı kesilmiş durumda” Literary Studies (London, 1989), s.
176.
da bulan tüm bu olaylar zincirinin diyalektik ilişkilerini ortaya çıkar
tabilmek için yeterli olmaz. Burada belirtmek istediğim argüman şu
dur -bugüne değin normalde somut tarihsel kavrayış olarak düşün
düğümüz süreç için kesinlikle ayrılmaz bir unsuru oluşturan- bu tür
ortak "köken"lerin izlenişi artık tarihseldlik ya da nedenselliğin daha
eski mantıkları anlamında tam olarak zamansal ya da soybilimsel bir
operasyon değildir. Çözüm -Nasır ve Süveyş- bulununcaya değin bir
bulmaca bile olmayan bir bitiştirme -Alaska, Lübnan- artık bir
Michelet ya da Spengler tarzı tarihyazımsal derin uzam ya da pers-
pektifsel bir zamansallığın kapılarını açmaz; bir kumar makinesinin
ışık devreleri gibi yanıp söner (ve böylece daha da korku verid bir şe
kilde, geleceğin bilgisayar oyunu tarih yazımının bir önhaberciliğini
yapar).
Ancak eğer tarih uzamsal bir boyuta dönüştüyse, tarihin baskıcılı
ğı ve tarihsel yönden düşünmemizi önleyen ideolojik mekanizmaları
da aynı şekilde uzamsallaşmıştır (Alaska örneği gerçekten de, sizlerin
uzamsal yönden bitiştirilmiş sütunları atlamanızı sağlayacak biçimde
okuma tarzma uygun olarak tasarlanmıştır); ancak, burada kastetti
ğim, postmodem romanda belirlenen jenerik uzlaşmaz unsurların,
şimdi, diğer sütunlarda ya da katmanlarda sınıflandırılan malzemele
ri gözardı etme zorunluluğunun, taktik yönden daha eski ve daha il
kel yalan ve baskı taktiklerinden daha gelişmiş ve klasik ideolojinin
artık hantallaşmış "Ptolemaic" (çağ dışı) teknolojileri olmadan da ya
pabilen bir yapay bilincin inşası için bir araç oluşturduğu kendine öz
gü bir üslup ya da "soğuk kanlı ve mesafeli tavır" geliştirerek
postmodem gerçeklik içinde daha farklı tür bir güç oluşturduğu daha
geniş kapsamlı bir enformasyon estetiği olmaktadır. Bilgilerin yayın-
lanışı, temsillerin olanak dışı kılınışı, politik konumların ve onların
organik "söylemleri"nin inanılırlığını yitirmesi ve kısacası, Ador-
no'nun deyişiyle etkin bir şekilde "olguların" "gerçek"ten ayrılması
için benimsenen yeni yöntem budur. Bu yeni yöntemin üstün yönü,
enformasyon ve her konuda eksiksiz bilgilerle kusursuzcasına yeterli
bir durumda birlikte var olabilmesidir ki bu ancak, biçemsel bir tabu
nun, yalnızca daha eski sentez türlerini değil, aynı zamanda (iki şahi
din beklenmedik bir anda yüzleştirildikleri bir suç olayının dramatik
bir şekilde yeniden canlandınldığı durumlarda olduğu gibi) herhangi
bir kanıtın, görünürde onunla ilgisi bulunmayan bir diğer kanıt ile
karşılaşması sonucu ortaya çıkan terapik yabancılaştırma etkilerini de
dışlamak üzere insan yeteneklerinin sınırlılığı özelliği ile birleştiği
zamanın farklı anlarında ve birbiriyle ilişkisi bulunmayan çeşitli öznti
konumlan ile yerel ya da bağlamsal ("nominal yönden") harekete ge-
çirilebilen alt sistemlerin ve zihnin birbiriyle ilişkisi bulunmayan çeşit
li bölümlerinde yer alan konuların birbirinden aynlışmda zaten örtük
biçimde yer almaktadır.
"Postmodemizm"in kendisi, gerçekliğin kendisinin biraz da, üye
lerinin yalnızca kendilerine en yakında bulunan karşıtlarını tanıdıkla-
n politik hücrelerden oluşan şebekelere benzer bir biçimde örgütlen
diği türde bir sistemin sonucunda ortaya çıkan kavramsallığın başlıca
örneğidir. Böylece, bu "kavram"m içinde, daha önceden bildiğimiz,
ancak benzersiz işleyişlerine henüz yeterince hayranlık duymadığımız
birbirinden ayn temsillerin birlikte varoluşlan, şizofreni ile karşılaştm-
labilmektedir; tabii şizofreniden anladığımız gerçekten Pynchon'un
bize bu konuda söyledikleri ile aynı ise ("Gün geçtikçe VVendell daha
az kendisidir ve giderek jenerikleşir. Bir kurul toplantısına girer ve
oda birdenbire insanlarla dolar.")46 gerçekten de bir oda dolusu insan,
tümünü bir anda algılamamız gereken birbiriyle uzlaşmayan yönlere
dikkatimizi yönlendirmemizi ister; bir özne konum bize gündelik ya
şamın ve formlarının yeni olağanüstü global zerafetinden söz eder; bir
diğeri, yerkürenin bugüne değin sessiz kalan köşelerinden ya da sesi
ni duyuramayan sınıfsal tabakalardan yükselen tüm o yeni "sesler"le
demokrasinin yaygınlaşmasına duyduğu şaşkınlığı dile getirir (biraz
bekleyin, kendi seslerini diğerlerininki ile birleştirmek üzere buraya
gelecekler); daha "tartışmacı" ve "gerçekçi" diğer diller bize, görüş
seviyemizin ötesine doğru yükseldikçe yükselen baş döndürücü kağıt
para konstrüksiyonlan, dış borçlanmalan, ancak yeni junk-food zin
cirleri ile karşılaştinlabilecek süratte çoğalan yeni fabrikalan, işsizlik
bir yana artık yapısallaşan evsiz barksızlan ile ve konunun tehlikeli
bir yaklaşımla bir yıpranma şeklinde yargılandığında medyanın
uyuşturucu melodramlan ve pornografik şiddet izlekleri ile parlak bir
biçimde ambalajladığı "kentsel hastalık ya da çürüyüş" adını verdi
ğimiz olgunun artık açıkça su yüzüne çıktığı geç kapitalizmin yeter
sizliğinden söz eder. Bu seslerin hiç birinin diğerleri ile çeliştiği söyle
nemez; böyle bir çelişkiyi "söylemler" değil yalnızca öneriler
yapabilir ve son kertede "madde" ve "madde olmayan"m en sonunda
Grundrisse, s. 350.
tarafgir bir biçimde tek bir tarihin bulunduğu sonucunun ortaya çık
tığı global bir tarihi başlattığı ile ilgili diyalektik nosyon tarafından gi
derilemeyen can sıkıcı birtakım sorulan ortaya çıkartır.
Bununla birlikte, Manifesto'nun dikkatli bir okunuşu, Marks'ın, bir
aşama olarak kapitalizm ile ilgili görüşü üzerine farklı bir düşünce bi
çimi önerebilmektedir. Bu yönden ele alındığında, bir tür dev kara ku
tu ya da "giderek ortadan kalkan bir aracı", pre-kapitalist dönemi ya
şayan insanların sosyalizme doğru ilerleyiş süreçlerinde yeniden
programlanmak ve yeniden eğitilmek, dönüşüme uğramak ve geliş
mek üzere geçirmek zorunda olduklan olağanüstü derecede karmaşık
ve zamansal boyutta yaygınlaşünlmış ve geliştirilmiş bir tür
laboratuvar şeklinde kavranabilir. (Yapısal olmasma karşın diyalektik
özelliğini koruyan) bu okuma, şimdi, daha eski dizilerin köktenci
farklılıklara ilişkin özelliklerini yeniden dağıtır; kapitalizm şimdi
kendi içinde bir aşama olmaktan çok bir süreç gibi göründüğünden
dolayı, kapitalizmin ne tür bir toplum, kolektif doğa ve kültürü kap
sadığına ilişkin sorulan dışlar; son olarak da bizleri, Marks'ın iyi bili
nen tanımında ayrım ve ayırma, indirgeme, bütünlükten arındırma,
yoksunlaştırma ve benzeri terimlerle betimlediği yeni ve yoğunlaştı-
nlmış yapısal eğilim formlan olarak, fonksiyonel bir şekilde
postmodemizme atfedilen özellikleri yeniden gözden geçirmeye zor
lar. Bununla birlikte, modernlik deneyiminin diğer çeşitliliklerine geri
döndüğümüzde, modernliğin en azından, farklılık duyumu ve ister
nesneler dünyasının içkihliğinde, ister ruhun kendisinde olsun, yak
laşmakta olan değişimle aynı anlamı içerdiğini görmüştük:
Ben değil, ben değil, ama beni aşan rüzgar!
İnce bir rüzgar estiriyor Zamanın değişen yönünü.
Ah beni alabilse, taşıyabilse, ah bir taşıyabilse beni!
İncecik, duyarlı, narin, kanatlı bir armağan olabilsem!
Hepsinden daha güzeli, kendimi bırakabilsem ve alsa beni eline
Esintisini dünyanın kargaşalarından alan rüzgar
İnce narin bir keski, yerleştirilmiş bir kama gibi;
Ah bir kamanın ucu gibi keskin ve sert olabilsem
Görünmeyen darbelerle
Kaya parçalanacak, merakla bakacağız, bulacağız orada Hesperides'i51
51 D.H. Lawrence, “Song of a Man W ho Has Come Through” Complete Poems (New York,
1964), s. 350.
Şiir, modem dönemi silip süpüren nesnel değişim duygusunun
çok sayıdaki dışavurumları, geçmişin kalıntılarına duyulan tiksinti ve
bir kurtulma ve özgürleşmenin habercisi olmanın yamsıra, Yeni'nin
aynı zamanda bir zorunluluk: Yükselerek, şimdi çevrenizde tarafgir
bir şekilde ortaya çıkan yeni dünyaya layık olabilmeniz için kendi
kendinize yapmanız gereken bir edim olduğu duygusuyla birlikte,
karşılıklı değiştirilebilen varoluşsal bir içkinliği göstermektedir. Ancak
bu, savlan ve taleplerinin nesnel olmasma ve yeni insanlar üretmeye
yönelik bir zorunluluğu içermesine rağmen, sırlarım açığa vuran be
lirtilerinin teknolojik olduğu bir dünyadır. Bu, aynı zamanda, John
Berger'in de bize hatırlattığı gibi52 sistemik değişimin ve toplumsal ve
politik devrimin daha yönlendirilmiş ve kısıtlandmlmış kanalı ile
şimdi olağanüstü yeni modernist kültürel coşkulan ile tarihsel yönden
Rus Devrimi'nde en üstün örneğini bulan özel durumun dışında,
ütopyacı vaatleri, I. Dünya Savaşı tarafından havaya uçurulacak bir
dünyadır. Bu çalkantıların, (herşeyin "yeni" olduğu ya da daha doğ
rusu, hiçbir şeyin "eski" olmadığı, özdeğin heyecanının büyük ölçüde
ve diyalektik olarak kaybolduğu) postmodemden temel yapısal bir
aynlmayı öne sürdüğünü ve aynı zamanda postmodemin içinde bu
lunduğu avantajlı konumun bundan böyle klasik modernist kalıt ola
rak değerlendirilecek süreç üzerine yeni perspektifler getirdiğini vur
gulamanın dışmda, yeniden anmanın yeri burası değil. Bununla
birlikte, minimal yönden şu noktayı olumlayabilmek olanaklı ki,
modemizmin kendisini, burada tartışılan radikal farklılaşmadan ayı
rabilmek olanak dışıdır: Modemler, kendilerini, daha eski pre-
kapitalist geleneklere sahip, ya da, yeryüzü üzerinde modemizm (ve
emperyalizmle) çağdaş kolonyalist alanlarda yaşayan kişilerden radi
kal anlamda farklı görüyorlardı. Burada diğer toplumlar ve diğer kül
türler için (ve elbette diğer ırklar için olduğunu da vurgulamak yersiz
bir davranış olmaz) saldırgan görünen özellik, şimdi, diğer toplumla-
nn bir bütün olarak bu ikilemi içselleştirdiklerinde ve kendi yöntem
leriyle dramatik bir kaygı içinde yeniyi ve eskiyi yaşayarak tüketmele
ri ile daha da karmaşıklaşacaktı^ Ancak, kapitalizmin dev mekaniz
masının kusursuzluğu (endüstrisi de dahil olmak üzere) elbette beyaz
(ve genelde Protestan) kuzey Avrupalılar'a özgü kişisel bir ayncalık
değildir; tarihsel durumların ve yapıların (ya da olasılık koşullarının)
rastlantısal bir sonucudur ve bu sürecin içinde yer alan "eğitimcilerin"
52 Bkz. dipnot 8.
kendilerinin tanım gereği hali hazırda "yeniden eğitildiklerini" be
lirtmek bir totoloji olacaktır, zira kapitalizmin ürettiği ve geliştirdiği
diğer teknolojilerin arasmda insana ait bir teknoloji; "üretken iş gücü
nün üretimi" de bulunmaktadır.
Bununla birlikte, artık herhangi bir anlamda Avrupa merkezciliği
içermeyen bu tanım bile kapitalizmin mutlak farklılığını konumlandı
rır ve önceden var sayar. Bu durumda, bu tür farklılıkların kuramsal
yönden yok sayıldığı global bir postmodemizmde kişinin gözlemle
mek istediği, postmodernizmin olasılık koşulunun, yer kürenin diğer
parçalarının, modem (ya da klasik emperyalist) dönemden çok daha
yoğun bir şekilde modernizasyonun konumlandırması oluyor.
Öyle ise, modernin içinde dekadanlığın bu içsel gölgesi ya da say
damsızlığı nereden geliyor? Neden en iyi durumda, kendi yetersiz
modernliklerinin yalnızca farkına varabilen o gururlu modem -ya da
modemist kişiler bu ruhsuz, nevrastenik farklılığın gizli fantazyalan-
na sığınıyorlar ve bunları, kendi dönemlerinin "en ileri" sanatçıları ve
kültürel aydınlan bir yana, imparatorluklarının daha eski bölgelerine
yüklüyorlar? Dekadans açıkça, modernliğe aynı anda hem direnen,
hem de modemin tüm vaatlerinin söndüğü ve çözüldüğü bir gelecek
yazgısı olarak ardından geldiği bir özelliktir. Kavram, din dışının,
homo-economicusun ve yararcılığın zaferinden sonra, en garip dinsel
mezheplerin ve yiyeceklerin geri dönüşünü düşlemler: bu nedenle de,
üstyapının, temelin herşeye gücü yeterliği üzerine gölgesini düşüren
kültürel özerkliğin bir hayaletidir. Bu nedenle "Dekadanlık" bir ba
kıma, postmodemin kendisine yönelik bir ön sezgidir, ancak bu ön
sezgi, toplumbilimsel ya da kültürel kesinlik içinde herhangi bir ön
tahminde bulunabilmeyi olanaksızlaştım ve böylece, gelecek konu
sundaki belli belirsiz duyguyu, tümü de toplum dışılardan, acayip in
sanlardan, sapkınlardan ve Ötekilerden ya da şimdiki (modem) sis
teme yabancı kişilerden ödünç alman daha fantastik formlara doğru
yönlendirir. Son olarak tarihte ya da tarihsel bilinçdışında dekadan
lık geçmişin ve diğer üretim tarzlarının silinemez bir başkalığı biçi
minde önümüze çıkar -sanki kapitalizm tarafından konumlandırıl
mış, ancak şimdi, eski giysiler gibi bunlan üzerine deneyen bir
başkalık, zira (kendileri dekadanlık üzerine herhangi bir kavramdan
yoksun) bu "dekadanslar"bir ötekinin ötekileri, bir farklılığın farklı-
lıklandır: Kendi çevrelerine bizim gözlerimizden bakarlar, ancak gör
dükleri, karanlık bir biçimde yabanıl, ancak karmaşık ve son aşamada
bu yabanıllığa bulaşmış bir görüntüden başka bir şey değildir, böylece
roller yavaşça tersine döner ve pre-kapitalist manzaranın daha doğal
gerçeklerinin arka planında "dekadan" görünen, biz modemler olu
ruz.
Bununla birlikte, doğa ortadan kalktığında, kişinin modernliğin
kibiri ve istisnacı ideolojisi içinde saldırgan bulabileceği "öteki"liğin
kendisi ile birlikte dekadans kavramının da, artık postmodeme tep
kimizin tanımlanışında ve ifade edilişinde yer almamak üzere kay
bolması gerekmektedir. Öte yandan varlığını sürdürdüğü gözlenen
dekadan ana, o kendine özgü tınısını ve olduğu şekliyle gümüş par
laklığını kazandıran, tüm o "dünyanın sonlan"run tarih-yazımsal
sahne düzenidir. Bu anlamda geç kapitalizm teriminin, "geç" ön eki
nin artık kendisi ile ilişkilendirdiğimiz "fin de siecle" ya da geç Roma
dönemlerinin çağrışımlarını içermediği ve bizlerin de onun gereğin
den fazla deneyim ve tarih, gereğinden fazla jouissance53 ve gereğin
den fazla ender ve gizemci entelektüel ve bilimsel faaliyetlerle dolu
hafif ve kaygısız olarak düşlemlenen özneleri olmadığımız sürece, bir
yanlış adlandırma olacaktır. Elbette bizler tüm bu özelliklere sahibiz.
Ancak daha sonra oluşu yeniden canlandırmak üzere kendimizi bir
koşuya kaptınnz ve aynı nedenle bilgisayarlar, belleğin tüm bu ansik
lopedik göndermeleri muhafaza edebilmek üzere şişkinleşen bir me
sane gibi genişlemesi zorunluluğundan bizleri kurtarırlar.
Bununla birlikte, felaket imgelemi, hala bir yakın ve bir uzak gele
cek kategorisinin formlarını muhafaza etmektedir: Atomik dönüşüm
daha uzak bir geleceği ilgilendiriyor da olsa, bunun yerini almak üze
re, sera etkisi ve ekolojik kirlenme her zamankinden daha canlı bir bi
çimde gündemdedir. Şimdi sormamız gereken soru, bu tür kaygıların
ve bunların tasarrufta bulunuldukları anlatıların (Husserl'in belirttiği
gibi teknik anlamda gerçek bir nesneyi öne sürme yoluyla) geleceği
mi "amaçladıkları", yoksa, bir şekilde bükülmüş ve zaman üzerinde
kendi anımıza bir geri dönüş biçiminde mi kullanıldıkları sorusu ola
caktır. Tüm bunların paradigmatik bir görümünü yansıtan Avustralya
filmi Road Warrior (ki bu filmin, On the Beach adlı daha eski bir film
den ve atomik bulutun uğrayacağı en son nokta olmanın verdiği coğ
rafi duyumdan çıkarsanan yerel bir geleneğin mirasçısı olduğu söyle
53
jouissance tam olarak çevrilemeyen bir kelimedir, haz ve zevk kelimeleri buna benzer olmakla
beraber cinsellik içerdikleri için aynı anlama gelmezler, cinsellikle alakası olmayan haz-
dır. (http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=jouissance).
nebilir) Rusların deyişiyle bir "kaygılar dönemi"ni, uygarlığın parça
lanışını ve evrensel anarşi ve barbarizme geri dönüşü çizmektedir ve
dekedansın daha az ürkütücü yakınmalan ile birlikte bu geri dönüş,
petrol krizinden yol soygunlarına ve dövme kültürüne kadar hali ha
zırda içinde bulunan durum üzerine özgün olmayan bir yorum ve bir
hiciv olarak yorumlanabilir.
Öte taraftan Freud bize bir fantazyanın ya da bir düşün görünür
deki bütünlüğünün (ki böyle bir bütünlük, bu tür bir kültürel yapıntı
nın hipnozlaştınlmasını kapsayacak biçimde genişletilebilir) güvenilir
bir kılavuz sayılayacağıru öğretmiştir, tabii ters çevirme ve olumsuz-
lama yoluyla gizli bir anlamın verilmediği koşullan öne çıkartarak
bunu dile getirmiştir: Artık yaşamayan sevdiğimiz kimseler üzerine
düşlerimizin, ancak bunların da, tümüyle ilgisiz farklı bir konu üzeri
ne mutlu birtakım düşlerin yerine gelmesine duyulan özlemler olduk-
lan ortaya çıkar. Bir yerlerde, artık görülebilir içeriğin karanlık özellik
lerinin bizleri, gizli olanın kendimize duyduğumuz saygı (ya da
içselleştirdiğimiz rol modelleri) üzerindeki olumsuz etkilerden uzak-
laştmlmasında daha doğrudan ve daha işlevsel bir rol oynadığı bun
dan çok daha tutarlı ve mantıksal bir tür yapısal anlamlandırmanın
bulunabileceğini önermiştim.54 Bu önerimi, bir mağara araştırma eki
binin (meteorların yarattığı zararlı dalgalar mı, yoksa bir tür kısa süreli
zehirli gazdan mı kaynaklanıyordu anımsamadığım) evrensel bir fela
ketten beklenmedik bir biçimde canlarını kurtarabildikleri televizyon
için yapılmış bir bilim kurgu filmiyle ilgili olarak belirtmiştim. Bunun
la birlikte, film yapımcılarına bir kolaylık olmak üzere, kurbanların
gövdeleri, tüm diğer ölmüş organik materyaller gibi, geride kendile
rinden en ufak bir toz parçası bile bırakmadan, o noktada ortadan
kayboluyorlardı. Bu nedenle dünyada canlı kalan son insanlar böyle-
ce, arabalarının depolarını benzin istasyonlarından para ödemeden
doldurabilecekleri ve istedikleri her tür yiyeceği boşalmış market raf
larından serbestçe alabilecekleri ürkütücü bir manzara içinde ortaya
çıkıyorlardı; Califomia onlar için, aşın nüfus sorunundan tümüyle
kurtulmuş cennetvari bir manzaraya dönüşmüştü, bu arada hayatta
kalanlar da, (bence) John VVyndham'ın çeşitli apokalipslerinin ütop-
yacı sonuçlarına çok benzeyen bir biçimde pastoral tanmsal ve
54 Bkz. benim yazdığım “Metacommentary”, içinde The Ideologies o f Theory, voi. I (Minneapolis,
1988), s. 3-16.
komünal varoluş biçimlerine geri dönmüşlerdi. Bu gösteri böylece,
varoluşsal dehşet ve melodramatik kederin, arka yüzde rekabetin
azalması ve daha insanca bir yaşam görümü ile bir arada sunmakta
dır. Ben bu filmi, distopyacı kurt kılığına bürünmüş ütopyacı bir düş
olarak nitelendiriyorum ve sanıyorum ki, insan doğasının daha çirkin
yönleri söz konusu olduğu sürece, Freud'un Bilinçdışmda doyurul
mamış bir biçimde var olan bireysel ve kolektif kendi kendini ödül
lendirmeye yönelik daha farklı ve daha egoist dürtülerin izlerini yaka
layabilmek için bu tür açıkça görülebilir karabasanlar üzerinde bu tür
uyanık düşler görmek ancak normal ve ihtiyatlı bir davranış olacak
tır.
Road Warrior'un elbette kendisini (A Boy and His Dog ya da Glenn
and Rhonda gibi) daha basit post-atomik anlatılardan ayıran başka
özellikleri de vardır; öncelikle, zamansal perspektifi, yakın-gelecek an
latısını uzak-gelecek anlatısına dönüştürmesi ve şimdiki zaman düz
lemine neredeyse söylensel ya da dinsel türde masalsı bir boyut ak
tarması yönünden (ki bu özellik daha sonra, daha İsavari
Terminator'de daha eksiksiz ve tamamlanmış biçimde sunulur). Ancak,
daha sonra yapılan ve daha kentli özellikler taşıyan fantazyalar, bu
oyuna bir son verirler; örneğin, Blade Runne/da daha iyi bilinen (an
cak aynı ölçüde gösterişli ve doyurucu) ve fantazileştirilmiş ya da de
ğil herhangi bir gelecekle fazla ilgisi olmayan türde imge tüketimini
öneren yalnızca filmin görsel yönden zenginliği değil, aynı zamanda
geç kapitalizm ve onun en gözde pazar yerleri ile ilgili herşeydir.
Kanımca, bu tür filmlerin "kastettikleri" (belki sözcük yeterince iyi
değil) kaygıların başat oldukları bir gelecekte ileri teknolojinin çözü
lüşü değil, en baştan onun zaferidir. Temsiller olarak, bu türde
postmodem distopik filmler bizlere gelecek üzerine birtakım düşün
celer ve varsayımlar sunuyor görünürler; ve bu düşünceler ve varsa
yımlar elbette yeterince inandırıcıdır; ancak, olgusallık tarafından ol
duğu kadar gelecek tarafından da kolayca harekete geçirilebilen
Adomo ilkesinin getirdiği istisna ile; yani, bunlar gerçek olsalar bile,
bu onların zorunlulukla doğru olabilecekleri anlamına gelmez. Oysa,
bu tür filmlerin bizlere tüketmek üzere gerçekten verdikleri şeyler, bu
inanılması güç prognozlar ve distopik meteorolojik bültenler değil,
bunun yerine, özel efektleri ile birlikte teknolojinin kendisidir. En bü
yük çağdaş ötesi distopyacılardan biri olan J. G. Ballard, bu tür estetik
yansıtmalar için şaşırtıcı bir formülasyon bulmuştur; Ballard'a göre
bunlar, gelişmiş teknolojiyi çöküş döneminde gösterebilecek derecede
gelişmiş bir teknoloji düzeyine ulaşmışlardır. İleri teknolojinin, kendi
sinin tarihselciliğini gösterebileceği bir aşamaya ulaştığı doğrudur:
Wesen ist was gevesen ist (olumsuzlama gerekirciliktir); herhangi bir
şey başka bir şeye dönüşmeden onun ne olduğunu söyleyemezsiniz;
sanatın sona erişi değil, ancak, elektriğin sona erişi ve tüm bilgisayar
ların işlemez duruma gelişi. Düşünce, Renoir'ın La Regle du jeus'ünde
yer alan son derece etkileyici bir ana, yeni ve örnek oluşturan bir an
lam kazandırıyor: Şatodaki maskeli balo sahnesinin düğüm noktasın
da, iskeletlerin ellerindeki fenerleri sallayarak ve Saint-Saens'ın Danse
macabre/1 eşliğinde ölümü kutlayarak içeri girdiklerinde, şişman bayan
piyanistin, elleri kucağında kenetli, geride piyanonun tellerinin bir öç
alma duygusu içinde harekete geçtikleri tuşların iskeletsi özerkliğine,
melankoli içinde kendinden geçmiş bir bakışla baktığı görünür. Bu,
mekanik yönden yeniden üretilebilirlik anında bir sanat yapıtının ma-
razi bir büyülenmişlik içinde kendi yabancılaşmış gücüne bakışı ile il
gili bir meseldir. Bununla birlikte postmodern, bunun ötesinde bir
aşamaya ulaşmıştır: Modemin mucizeler yaratan makine ile ilgili düş
leminin karşısında duyduğu hazzm aksine, postmodemin bu kritik
noktada makinenin parçalanmasına duyduğu hazzı, postmodern tek
nolojinin kendi kendisini tüketiş ve kutlayışının tam da bu şekilde
gerçekleştiğini farketmezsek, büyük ölçüde yanlış anlamış oluruz.
Bu nedenle, teknolojik imajm kendisinin artık ürünü içine bir tür
ek primi yerleştirmemiz gerekiyor; zira, ileri teknoloji burada yalnızca
içerikte (filme alınan ve daha sonra bezgin bir izleyici kitlesine göste
rilen geleceğin görkemli nesneleri) değil, aynı zamanda sürecin ken
disinde, bu malzeme ve donanımın doğasında, maddesel imgenin ni
teliklerinde ve, "özel etki'lerinin başarılan ile de tanımlanmaktadır;
zira, "inançsızlığın askıya alınışı"nın paradokslarında olduğu gibi
özel efektler, gerçek yaşam dışı olmamalarının olumsuzlanışının
olumsuzlanışı ile yargılanırlar ve böylece, bunların oluşturulabilmele-
ri için harcanan milyonlarca dolara göre yargılanırlar (şurası iyi bili
nen bir gerçek ki, bugünün dev kapalı gişe başanlan öncelikle yeni ve
olağanüstü "özel efektler" ile sağlanmaktadır, öte yandan, bu yeni
yapımların her birine, bu yapımın üretim biçimi, mühendisleri, yeni
likleri vb. ile ilgili ikincil bir kalabalık da eşlik eder). "Özel efektler"
böylece burada, tüm çağdaş imge üretiminin daha derinlerde yatan
mantığının bir tür kaba ve amblematik karikatürünü oluşturur ve bu
rada, içerik üzerinde yoğunlaştırdığımız dikkatlerimiz ile biçim üze
rindeki değerlendirmemiz arasında bir ayrımın yapılabilmesi son de
rece incelikli bir konu durumuna gelir. Daha eski "anlamlı"
(significant) biçimin yerine "pahalı" biçim; mübadele değerinin kar
maşık tamamlayıcı bir spiral içinde kendi başma bir meta oluşturdu
ğu bu özgül metalar evreninde geçerli parola elbette budur. (Bu, ilk
kez Veblen tarafından anatomisi alman, daha sonra akademik sosyo
loji içinde yasalaştırılan ve en son da günümüzde Pierre Bourdieu ta
rafından zengin bir biçimde yeniden icat edilen statü ifadesinden ol
dukça farklı -ve daha klasik- bir biçimde söz edilişi oluyor; ancak,
yukarıda sözü edilen biçimsel etkilerin evrenselleştirilmesi -"ileri
teknoloji bonusu" olarak arulan olgu- neden bu tür nosyonların yine
çekicilik kazandıklarını açıklıyor.
Metalaşürmamn yeni ve ikinci derecede düzlemlere ulaştığı ve
kendisini daha önceki düzlemler üzerinde sürekli kıldığı bu sürecin
soyutlanışı, kredi sistemi ve cari borsa uygulamalarında kağıt paranın
ürettiği yapılar ile bir paralellik gösterir. Bu arada, kişi eğer teknolojik
belirlenimciliğe geri dönmek istemiyorsa, bu tür libidinal yatırımları
sürdürebilme kapasitesi ile ilgili olarak yeni teknolojinin yapışırım in
celenmesi gerekecektir: Kendilerini daha eski makinelerden (yanmalı
motorlar, elektrik, vb.) insan biçimci olmayan doğaları ile ayıran ve
böylelikle klasik türlerden tümüyle farklı idealizm formlarının ortaya
çıkmasını sağlayan yeni protez güçlerin kutlanışı. Ayrıca temel yö
nünden ondokuzuncu yüzyılda geçerli olan herhangi bir anlamda ne
fiziksel ne de "tinsel" sayılabilen bu bilişimsel makineler ile, modeli
postmodem dönemde başatlık kazanmış bulunan dilin kendisi ara
sında yapısal paralellikler de oluşturulabilir. Bu görüşe göre, dilde bir
aracılık işlevini esinlendiren ve kişileri dilin merkezi etrafında oluştu
rulan yeni ideolojileri inşa etme konusunda harekete geçiren, yeni
teknolojinin bilişselliği değil, bunun yerine, daha eski fiziksel temsili
eşit ölçüde bertaraf eden aynı ölçüde maddesel iki görüngünün ara
sında oluşturulan yapısal paralelliklerdir.
Bu arada dinin, modemizmin kendi kendisini tanıma ve kendi far
kını belirleme girişimlerinde her zaman bir ilke olarak var olmasından
dolayı, dinsel canlanmaların, itibari değerine bakılmaya gerek du-
yulmaksızın yerel olgular gibi görünebildiği -iyi bilinen tarihseldliğin
bulunmayışı özelliğinin yanı sıra çok sayıda "tarihe geri dönüşleri" de
ürettiği gözlemlenen- yeni postmodem konumlandırmada dinin sa-
hip olduğu statü üzerinde bir soruşturma yapmak uygun olmayabilir.
Bununla birlikte Weber'de dinin kendisi farklılığın işareti idi ve ayru
zamanda bazı dinlerin modemizmi yok etmeye varacak şekilde ödün
vermez biçimde tutucu ve değiştirilemez ölçüde gelenekçi bir damga
olarak diğer dinlerden daha yakın ilişkiler içinde olduğu belirtiliyor
du. Gerçekten de, tutuculuk ve gelenekçilik konusunda şu noktayı be
lirtmek oldukça kolaydır ki, laikleştirme ve aydınlanmaya yönelik
modernist girişimler, dinsel gelenekselciliğin giderek meşrulukların
dan yoksunlaştınldıklan bir yaşam ve nesneler dünyasını oluşturduk
larından dolayı bunların daha sağlam ve güçlü bir duruma gelmeleri
ile sonuçlanmıştır. Bununla birlikte, modemizmlerin göstermek zo
runda kaldıkları çabaların hiçbirini göstermek zorunda kalmayan ve
laiklik konusunda herhangi bir meydan okuma ile karşı karşıya kal
mayan postmodernizmin daha yumuşak ortamında bu tür dinci gele
nekçi akımlar, örneğin daha eski dönemde Quebec'te yetkeci klerika
lizmin paradigmatik Sessiz Devrim altında olduğu gibi, geride hiç bir
iz bırakmadan erimişler; ancak buna karşın, bugün fundamentalizm
adı verilen oluşun en vahşi ve beklenmedik formlarının, neredeyse
rastgele ve diğer buhranlı dönemlere ve ekolojik yasalara görünürde
başeğer bir şekilde serpildikleri gözlemlenmiştir.
Bu tür yeni "dinsel" formasyonları, tinselliğin tanım gereği artık
neredeyse ortadan kalktığı bir durumda insanlığın tinselliğe duyduğu
evrensel bir yöneliş şeklinde yorumlamak yersiz ve duygusal bir dav
ranış olacaktır: Yukarıda sözü edilen "tarum", gerçekte post-
modemizmin kendisini ilgilendirmektedir. Postmodernizmin son
analizde elde ettiği sonuçlardan biri de, burjuva ve hatta kapitalizm
öncesi toplumlarda var olan idealizmin tüm formlan ile kesinlikle or
tadan kaldırılması oluyordu. Bu elbette, aynı tarum gereği idealizmin
terapisi ve düzeltilmesi olarak ortaya çıkan materyalizmin de, idea
lizm bir kez ortadan kalktıktan sonra yapacak başka bir şey bulama
dığından dolayı, ortadan kalkması anlamına gelir.
Öte yandan, postmodemizmlere, diğer, yani Kuzey Amerikalı ve
tüketici anlamda "materyalizm" nitelendirmesini yüklemenin de her
hangi bir anlamı olmayacaktır, zira tümüyle metalaşünlmış bir dün
yada böyle bir görüşe karşıt herhangi bir davranışı düşleyebilmenin
olanaklılığı söz konusu değildir. Bu arada, ideoloji ile ilgili daha eski
anlamda Marksist bir kavramın son yıllarda yüzleşmek zorunda kal
dığı sorunlar da açıkça, bu kavramın her zaman karşı çıktığı, ancak
bugün artık var olmayan idealizmin çeşitli formları ile arasında oluş
turduğu ilişkiden ortaya çıkmıştır. Dinsel kökenli fundamentalizmlere
gelince, Marvin Harris postmodern zamanlar üzerine kaleme aldığı
aşın düzeyde duygusal suçlamasının55 bir bölümünde yeni funda
mentalist görüşlerin her türlü başan (yaşam ya da mutluluk arayışı -
özellikle finansal açıdan) üzerindeki vurgulamalarını eleştirerek,
dünya üzerinde hiçbir dinin bu türde başarılan -vaadetmek bir yana-
herhangi bir şekilde değerlendirmediğini hatırlatır. Ancak burada so
rulması gereken daha "fundamental" soru bence, gelenek ve geçmiş
üzerindeki yeni dinlerin, şimdiki toplumsal düzenin derinlikten yok
sunluğu içinde bunların yeri doldurulamaz boşluklarını nasıl telafi
edebildiği yolunda olmalıdır.
Zira, şu noktayı bir hipotez olarak görüyorum ki, bugün funda
mentalizm olarak anılan süreç, aynı zamanda postmodern bir feno
mendir ve düşünmek istediği ne olursa olsun, düşündüğü daha saf ve
daha inanılır bir geçmiştir. Daha sonra İslami ve klerik bir nitelik ka
zanan İran devrimi en başta, elbette bir modernizasyon ajanı olarak
Şah'a karşı düzenlenmişti -yani bu anlamda, modem endüstrileşmiş
ve bürokratik bir devlet üzerindeki vurgulamalan ile anti-modem ol
duğu ölçüde de postmodern bir hareketti. Ancak Freudiyen yineleme
paradoksu, postmodern -ya da hatta modem- bir program olarak ge
lenekçilik için tersine çevrilmiş bir biçimde gerçekleşmektedir -şöyle
ki, bunlardan biri ile gerçek anlamda bir "ilk kez" gerçekleştiremezsi-
niz; buna karşın, diğeri ile, gerçek anlamda geleneksel ya da sahih
olarak kabul edilebilecek herhangi bir "restorasyon" düşleyebilmeniz
olanak dışıdır. Modem restorasyonlar görünürde, daha doğru bir bi
çimde çeşitli faşizmler olarak dosyalanabilen modernist bir gelenek
biçimi üretirler; buna karşın postmodern formlar, Solun "yeni top
lumsal hareketler" olarak adlandınlan türlerle daha yakinen ilişkili
görünmektedir; gerçekten de, bu türde çok çeşitli formlar ve türler
oluşturabilirler ki, bunların tümü de "reaksiyoner" sayılmaz -özgür
leştirme teolojisinde olduğu gibi.
"Estetik" ya da "politik" gibi bilişsel deneysel kavramlan yerleş
tirmek üzere "din" olgusunu postmodern terimlerle tartışabilmeyi
güç kılan, postmodern bir toplumsal evrende inanç ile ilgili nosyonla
rın problematikleştirilmesi ve sanki bu tür bir inanç doktrininde
56 İnanç kavramının antropolojik bir yapısökümü için bkz. Rodney Needham, Belief,
Langüageand Experience (Oxford, 1972).
anlamda da düşünüş ve davranış biçimlerinin bizimkilerden köktenci
ölçüde farklı olduğu ile ilgili duyumu paylaşır. Tüm eski dünyalar
ölür ve gerçek modernlik doğduğu anda bizim için radikal biçimde
"öteki" olur. Bu nedenle modemler, neredeyse dinsel bir nitelik atfet
tikleri "yeni" duyumları ile kendilerinin geçmişte yaşamış insanların -
ve bugün yaşayan sömürge halkı, geri kültürler, Batılı-olmayan top
lumlar ve "geri kalmış" azınlıkların- tümünden de bir şekilde kesin
likle farklı olduklarını hissettiler. (Bu nedenle postmodem için kopma
noktası, yeni bir şekilde politik Üçüncü Dünyacılık konusunu ve Batı
kanonunun yıkılışı ve diğer global kültürlerin yeni bir biçimde
alımlamşı olasılığını ortaya çıkartan bu ruhsal, toplumsal ve kültürel
ötekilik formlara doğru varsayımsal birtakım açılma noktalarında
kendini gösterir).
Teolojik modemizmin yorumsamacı görevi, el yazmalan ile birlik
te toprağa bağlı bir geçmişin tüm diğer kalıntıları ile birlikte toptan
bir temizliğe girişme tehdidini yükselten muzaffer bir modernleşme
durumunda, arkaik kapitalizm öncesi metinlerin muhafaza edilmesi
ya da yeniden yazılmasına duyulan umutsuz gereksinimden kaynak
lanmaktadır. İngiliz Devrimi döneminde yaşayan köylüler, tüm ya
şamlarım, olasılıkla Eski Ahit (ya da Yeni Ahimde) yer alan karakter
lerden pek de farklı olmayan bir toprak ve mevsimler ile deneyimle-
mişlerdi; bunlar için devrimlerini hala İncil'de aktarılan tanımlarla
gerçekleştirebilmek ve devrimi teolojik kategoriler ile kavramsallaştı
rabilmek olanaklı idi. Oysa böyle bir olanak fabrikaların, yapay sokak
ışıklandırmalarının, demiryolunda işleyen trenlerin, akitlerin, temsili
politik kurumlann ve telgrafın var olduğu bir yaşam dünyasında ya
şayan ondozuncu yüzyıl burjuvazisi için artık sözkonusu değildir; ya
banıl giysileri içinde pastoral bir evrene ait insanlar üzerine söylenen
öyküler, böylesine modem erkekler ve kadınlar için ne anlam ifade
edebilir? Böylece modemist yorumbilim günü kurtarmak üzere dev
reye girer: "Gospel" da dahil olmak üzere kutsal kitapta yer alan anla
tılar yazıldıkları biçimde ele alınmayacaklardır -işte Hollywood da
yalanını böyle söyler! Anlatılar şimdi metaforik ya da alegorik olarak
ele alınacaklar ve böylece arkaik ve yabanıl içeriklerinden yalıtılarak,
temelde soyut olan dilinin ve figürasyonunun (kaygı, suçluluk duy
gusu, kefaret, "varlık sorunu") şimdi, estetik modemizmin "açık ya
pıtlarında" olduğu gibi, kendi içlerinde bulundukları terimlerle kay
dedilmek üzere Batılı kentlilerden oluşan farklılaşmış bir kamuya
sunulabildiği varoluşsal ya da ontolojik deneyimlere aktarılırlar. Böy
lece merkezi yorumsamacı güçlük, tarihsel bir İsa'nın anlatısal karak
terinin insanbiçimciliği tarafından ortaya çıkartılmaktadır; yalnızca
yoğun felsefi bir girişim şu ya da bu karakteri "christological" bir so
yutlamaya dönüştürebilir. İncil'de belirtilen emirlere ve etik doktrine
gelince, moralizm (casuistry) bu konuyu çoktan çözümlemiştir; bun
ların da artık yazıldıklan şekilde alınmalan gerekmemektedir ve, ada
letsizliğin çağdaş formlan, bürokratik savaş gücü, sistematik ya da
ekonomik eşitsizlik ve benzeri diğer durumlarla karşı karşıya geldik
lerinde modem dinbilimciler ve kilise adamları, karmaşık modem
toplumlann sınırlandırmalarına inandırıcı birtakım gerekçeler yarata
bilirler ve sivil halkların bombalanması ya da suçluların idam edilme
sine, idam eden kişilerin Hıristiyanlıklarına halel gelmeden kurursuz
gerekçeler sağlayabilirler.
Kuzey Amerikalı fundamentalist din bilimci John Howard Yoder57
gibi birinin, özellikle Altıncı Emir'in yeniden olumlanması da dahil
olmak üzere Kutsal El Yazmalan'nda açımlandığı biçimde İsa'nın öğ
retilerinin, her bakımdan modernleşmiş bir toplum içinde, bugün biz-
lere yöneltilen yazınsal savlan olumlamasından dolayı, yalnızca mo
dem karşıtı değil, aynı zamanda postmodern olduğu kabul edilebilir.
Bu tür doktrinsel yeniden olumlamanın (Weberci anlamda çözülme
ve akılcılaştırma noktasındaki toplumlann geleneksel ideolojisinde
olduğu gibi) bir kalıntıdan ibaret olmadığı, buna karşın, tamamlanmış
bir modernleşme ve akılcılaştırmanm oluşturduğu postmodern bir or
tamın içinde yer aldığı bir durumda, onun geçmişle olan ilişkilerinin
bir "hatırlama" olmaktan çok, benzeşimsel (simulasyona dayalı) bir ni
teliği yansıttığım ve diğer postmodern tarihsel benzeşimlerle ortak
birtakım özellikleri paylaştığını belirtmek bir saygısızlık sayılmamalı.
Buradaki bağlamımızda, bu tür benzeşimlerin çarpıcı özelliği, son
aşamada ileri kapitalizmin postmodern özneleri ile erken dönem Ro
ma İmparatorluğu'nun Orta Doğu'lu özneleri arasında temel herhan
gi bir toplumsal ya da kültürel farklılığın yadsınışı olmaktadır: Bu tür
bir fundamentalizm bu nedenle özellikle, bu aynma duyulan inancın
en baştan, bir deneyim ve aynı zamanda da bir ideoloji olarak mo
dernliğe yetki verdiği ve onu meşrulaştırdığı ölçüde, Latour'un Bü
yük Bölünme adını verdiği ayrımı kesinlikle reddetmektedir.
John Howard Yoder, The Politics of Jesus (Grand Rapids, Mich. 1972).
Vietnam Savaşı karşıtı tartışmalara öncülük eden ve Amish mez
hebinden bir pâsifist olan Yoder'in sunduğu örnek de,
"postmodemlik" nitelendirmesinin kendisiyle birlikte otomatik ola
rak hazır yapılmış değer yargılarını taşımadığının gösterilebilmesi
için doğru zamanda yapılmış bir hatırlatmadır: Gerçekten de, şunu
öne süreceğim ki, herhangi bir sayıda okuyucu için postmodem
fundamentalizm^ bu özgül dışavurumu (çağdaş Roma Kato-
lizm'indeki özgürleşme teolojisi gibi) gerek "evangelist" hareketler,
gerekse İran'daki "İslam Devrimi"nde olduğu gibi, aynı tarihsel gö
rüngünün politik yönden daha reaksiyoner dışavurumlarından daha
olumlu bir biçimde karşılanmıştır. Bununla birlikte sözü edilen bu iki
hareket "sağın" postmodem bir anlamda küçük-grup hareketleridir58;
gerçekten de, İran örneği, postmodem bir politikanın (Şah'ın İran'ına
gizlice sokulan Ayetullah'ın konuşmalarının kaydedildiği kasetlerde
olduğu gibi, en modem medya formları da dahil olmak üzere) devlet
gücünün bütünleyici ve modernist biçimde ele geçirilmesi ile bir tu
tarlılık içindedir. Bununla birlikte, bu postmodernist din formlan tara
fından ortaya çıkartılan daha derin kuramsal sorun, bunlann,
postmodemin tekabül ettiği yeni dünya içindeki dağılımlarında yat
maktadır: Bir modemizmin, daha eski bir modernliğe karşı bir düş
manlık ve reddediş olarak ortaya çıkışının kavranabilmesinde her
hangi bir sorun ortaya çıkmaz. Oysa burada, postmodem sistem
içindeki çağdaş bir Üçüncü Dünya'da, İran Devrimi'nin (ve aynı za
manda Latin Amerika'daki CIA tarafından örgütlenen karşı-devrimci
"evangelist" hareketlerin) gerçekleşmesin altında yatan nedenin olası
lıkla herşeyden önce modernleşme sürecinin genişlemesi ve tamam
lanması olmasma rağmen, kişi ister istemez Jencks'in formülünü be
nimseyerek, bir tür "geç anti-modemizm"den söz etmek istiyor.
islami kökten dincilik üzerine Gilles KepeTin yorumu için bkz. Muslim Extremism in Egypt: The
Pharoah and the Prophet (Berkeley, Calif., 1986). Çalışma, bu hareket ile altmışlı yıllarda Kuzey
Amerika’daki zenci hareketleri arasında çok sayıda koşutluğun var olduğunu öne sürer. Ayrıca
bkz. Bruce Lawrence, The Defenders of God (San Fransisco, 1989).
nin dışavurumsal özellikleri ile tanımlamaya çalıştım (ki, sonuçta bu
tanımlandırma, dilbilimsel yönden, bir tür kültür eleştirisinin daha
geniş anlamda toplumsal-biçemsel bir tanımlanışı olarak dramatize
edilebilecektir). Bu yeni "kuramsal söylem"in estetiği olasılıkla aşağı
daki özellikleri de içerecektir: Önermelerin ortaya çıkmasına yol aç
maması gerekmektedir ve ilk öneriler oluşturan ya da olumlu (ya da
"olumlayıcı") bir içeriğe sahip olan bir görünümü yansıtmamalıdır.
Bu söylediğimiz her sözün daha geniş bir zincir ya da bağlamın içinde
bir an olduğu sürece, birincil derecede önem taşıyor gibi görünen tüm
önermelerin aslmda daha geniş bir "metnin" yalnızca bağlan olduğu
konusundaki yaygm inancı yansıtmaktadır. (Biz, katı bir toprak üze
rinde ayağımızı sıkıca yere basarak yürüdüğümüzü sanınz, oysa
dünya dış uzamda dönmektedir). Bu duygu aynı zamanda, belki de
yukanda açıklanan sezginin yalnızca zamansal bir yorumunu oluştu
ran bir başka duyguyu da; yani, birincil derede önem taşıyan önerileri
gerçekte hiçbir zaman yapabilecek kadar geriye ulaşamayacağımız,
hiçbir kavramsal başlangıcın bulunamayacağı (başlangıçların yalnızca
"temsilsel" olduğu) ve önvarsayımlar ya da temeller doktrinin bir şe
kilde insan zihninin yetersizliklerinin şahitliği ölçüsünde hoş görüle
mez bir şey olduğu duygusunu da kapsamaktadır (ki bu İkincisinin
bir temel üzerinde konumlandmlması gerekmektedir ve bu temelin
de, bir kurmaca, dinsel inanç ya da en dayanılmazı, bir tür "sanki"
felsefesinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkar).Bu öneriyi daha da
zenginleştirmek ya da farklı kiplerde ifade etmek üzere, örneğin, ni
hai bir içerik ya da gönderge olarak, post-doğal "insanlık çağı" içinde
silinişi merkezi anlamda postmodemi tanımlayan doğa ya da doğallık
ideası gibi çok sayıda farklı izlekler de eklenebilir. Ancak, bizim ku
ramsal estetik adını verdiğimiz kavramın en temel özelliği, bu türden
felsefi önermeleri ve böylelikle de, oluş hakkmdaki önerileri olduğu
kadar gerçek üzerine yargılan da kapsam dışı bırakan bu özgül tabu
nun çevresinde örgütlenmiş olmasında yatmaktadır. Çok eleştirilen
Postyapısalcılığm doğru yargılar ve kategorilerin yolundan sapması -
anlaşılır şekilde bu tür şeylerle yeterince dolu bir dünyaya toplumsal
bir tepki olarak- bu kategorilerin uygun bir şekilde, herhangi bir de
yişte bulunmanın artık olanaksızlaşması sonucunda, dilin daha ilksel
bir gereksiniminin ikinci derecede etkisi olmaktadır.
Bu gerçekten de, açıkça, kuramcının gergin bir tel üzerinde yürü
düğü, en ufak duraklamanın söz konusu cümleleri eski moda (bir sis
tem, ontoloji, metafiziğin) ya da salt kamların düzeyine fırlattığı bir
çok taleplerde bulunan bir estetiktir. Kişinin dili hangi amaçla kul
lanması, özellikle sessizlik seçeneğinin de -ki, bu ileri modemist bir
seçenektir- aynı zamanda kapsam dışı bırakılmasından dolayı, bir
ölüm kalım sorunu haline gelir. Kanım odur ki, kuramsal söylemin
gündelik bahçe-çeşitliliği (öyle görünmese de) son analizde, gündelik
dil felsefesinin işlevinden çok farklı olmayan bir işlevi, yani, ideolojik
yanılgıların (bunlar da dilin kendisini araç olarak kullandıklarından
dolayı) uyanık bir biçimde izlenmesi yoluyla hataların ortadan kaldı
rılması görevini üstlenmiştir. Diğer bir deyişle dil, artık doğru olamaz;
buna karşın, elbette yanlış olabilir; ve kuramsal söylemin misyonu da
bu nedenle dilbilimsel yanlış kavramaların, yeterince olumsuz ve eleş
tirel bir söylemin kendisinin sıra ona geldiğinde bu tür bir dilbilimsel
mistifikasyondan arındırma sürecinin hedefi durumuna gelmeyecek
leri inancıyla acımasızca tanımlandıkları ve damgalandıktan bir tür
bul ve yok et operasyonuna dönüşür. İsteseniz de istemeseniz de, her
olumsuz önermenin, her salt eleştirel işlemin herşeye rağmen kendi
içinde bir konumun, bir sistemin, bir dizi olgusal değerin ideolojik
yanılgısını ya da serabını yarattığı ölçüde umut, elbette yok denecek
kadar azdır.
Bu yanılgı son kertede kuramsal eleştirinin nesnesidir (ve bu ne
denle de bir tür "bellum ofnnium contra omnes" (herkesin herkesle sava
şı) haline gelir, ancak, kuramsal eleştiri de, aynı ölçüde kusursuz -ve
belki de daha üretken- bir biçimde, herhangi bir şeyi söylemenin bir
başka şeyi dışanda bırakma anlamına geleceği, cümlenin kendisinin
yapısal eksiklikleri üzerinde dikkatli bir bekçiliğin oluşması ile sonuç
lanır. Bu dışanda bırakmaların çevresinde sürekli bir devrim sahnele-
nebilmektedir; ve 1960'h yıllardan bu yana sürdürülen kuramsal tar
tışmaların doğası, daha eski Marks'a ideolojik münakaşaların
acımasızlığının en azından bu özgül "ideoloji eleştirisi"nin evrenselleş
tirilmesi ile ilgili bir ön tahmin ya da kabaca bir şekillendirme olduğu
nu göstermektedir ki, bu eleştiri terimlerin yanıltıcı yananlamlanna,
temsilin dengesizliğine ve ifade ediminin kendisinin metafizik araş
tırmalarına dönmektedir.
Bunların tümü de, genelde dilbilimsel ifadeyi bir yorum işlevine,
yani, hali hazırda oluşturulmuş bulunan tümcelerle ilgili sürekli ikin-
ci-derecede ilişkilendirmelere indirger. Gerçekten de yorumlama, ge
nelde postmodem dilbilimsel uygulamanın özel alanını ve en azından
kendinden bir önceki "burjuva felsefesi"nin yanılgıları ve yapaylıkları
ile karşılaştınldığında, din dışı bir övünç ve kendine güven içinde, ba
tıl inançların ve gizemselleştirmenin uzun süren gecesinden sonra,
şeylerin gerçekte ne olduklarını söyleyebilmesi açısından, özgünlü
ğünü oluşturmaktadır. Bununla birlikte yorum aynı zamanda -
yukarıda açıklanan tarihsel özdeşlikle farklılığın o tuhaf oyununun
içinde- postmodemin (en azından bu yönden) ortaçağ kopyacılarının
ve el yazmacıların ya da büyük Doğu felsefeleri ve kutsal metinlerinin
sonu gelmeyen yorumlamalarında olduğu gibi daha eski, bugüne de
ğin arkaik sayılan diğer düşünce ve entelektüel uğraş dönemleri ile
arasındaki akrabalık ilişkilerini ortaya çıkarür.
Ancak bu umutsuzca tekrar eden durum içerisinde ki gereklilik
eksiktir (formülselliğin geri dönüşü olan bu felsefik düşünüş modem
burjuva anlatısının büyük hırslandır) -yaşam boyu mahkumiyete
modem formlarda belli bir itici güç kazandırabilecek olan dinsel met
nin- var olmadığı halde umarsız biçimde yine de dilbilimsel bir çö
züm varlığını sürdürür ve bu çözümün bugüne kadar "karşılıklı kod
landırma" olarak bilinen süreç olduğu ortaya çıkar. Zira, benim
kullandığım dilin bir diğer dil üzerindeki yorumlannın perspektifi
boyunca, her iki dilin de "weltanschauungen"ya da dünya görüşleri adı
verilen, ancak bizlerin bugün "kodlar" olarak tanıdığımız daha geniş
ailelerden çıkarsadıklan daha da uzun bir görünüm bulunmaktadır.
Dünya, politik felsefe, felsefi sistem ya da bu anlamda bir din ile ilgili
belirli bir vizyona "inanmış" olmama karşın bugün, belirli bir ideolekt
ya da ideolojik kodlandırmadan, daha farklı ve daha toplumbilimsel
bir perspektiften bakıldığı biçimde belirli bir gruba olan bağlılığın ni
şanından söz ediyorum -ki bu, resmi olarak "yabancı" bir dilin özel
liklerinden çoğunu taşıyabilir (bu "dili" konuşabilmek için onu öğ
renmek zorundayım, örneğin; bazı şeyleri bir yabana dilde daha
güçlü bir biçimde söyleyebilirim ya da bunun tam tersi; kusurlu dün
yevi dillerin, kendi çoğullukları içinde çok sayıda yansımalan oluş-
turduklan İlk ya da ideal bir dil yoktur; sözdizimi, sözlük bilimden
daha önemlidir, oysa çoğu kişi bunun tam tersine inanır; benim dilbi
limsel dinamiklerin bilincinde olmam ise, yeni bir global sistemin ya
da belirli bir demografik "çoğulculuğun" bir sonucudur).
Bu koşullar altında, birkaç yeni tür işlem ortaya çıkabilecektir: Kar
şılıklı kodlandırma uygulayabilirim; yani, bu kodlandırmalar ya da
ideolektler içinde nelerin söylenebileceğini ya da düşünülebileceğini
ölçme girişiminde bulunabilirim ve bunları, farklı dillerde yer alan
kavramsal olasılıklarla karşılaştırabilirim: kanımca bu, öğrenciler ve
kuramsal ya da felsefi eleştirmenler için izlenecek en verimli ve en el
zem girişimdir, ancak, retrospektif ve, sürekli yeni kodlar üretme sü
rerinin en iyi durumda kendilerinden önceki kodların ortadan kaldı
rıldığı, en kötü durumda da bunlan çöp sepetine atıldığı sonu gelmez
bir süreç olduğu gözönünde bulundurulduğunda, potansiyel bir ge
lenekçi ya da nostaljik bir girişim olarak bazı sakıncalarının bulundu
ğu ortaya çıkar.
Böylece bu noktada, bu olasılıkla arasında bir akrabalık bağı bulu
nan oldukça farklı bir olasılık daha ortaya çıkar; bu, benim "par
excellence"59 kuramsal söylemin üretilmesi adını vereceğim, yeni kod
ların üretilmesi etkinliğidir ki, bundan, yeni düşünce biçimlerinin ve
yeni felsefi sistemlerin tanım gereği kapsam dışı bırakıldığı bir durum
anlaşılmalıdır; bu yeni etkinlik tümüyle geleneksellikten anndınlmış-
tır ve bir bütün olarak yeni becerilerin geliştirilmesini öngörür.
Yeni kuramsal söylem, önceden var olan iki kod arasında etkin bir
mütekabiliyetin oluşturulması ile üretilir ki, bir tür moleküler değişim
sonucu yeni bir kod oluşur. Burada şu gerçeğin kavranması gerek
mektedir ki, bu yeni kod (ya da meta kod) hiçbir şekilde daha önceki
ikilinin bir sentezi olarak kavranmamalıdır; burada söz konusu olan
işlem, klasik felsefi sistemlerin oluşturulması için gerçekleştirilen iş
lemlerle aynı değildir. Bir Freudo-Marksizm'in oluşturulmasına yöne
lik girişim gerçekten de iki düşünce sisteminin birbirine bağlanma
sındaki güçlükler konusunda bize bir fikir verebilir; bu güçlükler,
sorunun birbirinden farklı iki terimler dizisini, bunlardan her birinin
diğerini ifade edebildiği ve yorumlayabildiği (güçlü bir biçimde
Peirce'in yorumsayıcı (interprétant) anlamında) bir şekilde eklemlen-
dirilmesi sürecini ilgilendirdiği bağlamda tuhaf ve yeni bir kavramsal
görünümü vermektedir. Bu hiç şüphesiz, olasılık koşullan içinde, yu
karıda tanımlanan kanal değiştirme işlemi ile ilişkilidir ve buna çok
benzeyen bir şekilde "gerçekliğin" çeşitli dil alanları ve kodlan ile
karşılıklı olarak parsellenmesi ve kolonileştirilmesine bağlı olmakta
dır; ancak burada, bu tür kültürde olduğundan daha farklı bir sonuç
çıkarsanmaktadır ve iki kanal arasındaki ilişki, bir sorun olmaktan
çok kendi içinde bir araç oluşturacak biçimde maksimize edilen bir
fevkalade, mükemmel.
çözüm oluşturur. Burada hegemonya (yabana dillerde) önceden var
olan çok sayıda söylemin, yeni bir kod olarak yeniden kodlandmlma-
sı olasılığı anlamına gelir; bu arada, bu şekilde özdeş kılınan iki kod
arasında, bir tür temel-üstyapı ilişkisinin bulunduğu gözlemlenebilir
ki bu ilişki, bunlardan herhangi birinin diğerinin üzerinde ontolojik
bir öncelik oluşturması yolu ile değil (bunun yerine, yeni yapı, öncelik
üzerine bu tür diğer durumda kaçınılmaz ve "doğal" soruların soğu
tulması ve yaygınlaştırılması işlevini üstlenmektedir) ve daha özgül
bir biçimde kodlardan birine karşılık bir diğerinin kültürel ya da gös-
tergebilimsel araştırmalarından kaynaklanır.
Bu nedenle, bu yeni üretim sürecinin paradigmatik jesti içinde Jean
Baudrillard, mübadele ve kullanım değeri formülünü, (bir bölünme
olarak yeniden yazılan) göstergenin kendisinin (gösteren ve gösteri
len) bir bölünmesine bağlayarak, serpintileri bugün de süren göster-
gebilimsel bir "reaksiyon formasyonunu" başlatır. Baudrillard'ın
tekabüliyet edimi hiç şüphesiz "yapısalcılığın" ortaya çıkışını sağla
yan büyük öncüllerinin, özellikle de, göstergebilimsel bölünmeyi, bi
linci bilinçdışından ayıran engel tarafından üretilen "bölünme" ile
özdeş kılması iyice bilinen ve daha da etkili bir görüş oluşturan
Lacan'ın güler yüzlü sezgileri üzerinde temellendirilmiştir. Daha geç
bir tarihte Bruno Latour, bilimsel olguyu ve bilimsel buluşu "karşılıklı
kodlandırabilmek" üzere göstergebilimsel bir kod ile toplumsal ilişki
lerin ve iktidar ilişkilerinin bir haritası ile birleştirmiştir. Gerçekten de
hiçbir şey, denklem zincirlerinin yeni kodlar oluşturmak üzere geniş
lemelerini önleyemez. Ne de bunlar, yukanda, kuram üzerine bölüm
lerde gördüğümüz gibi tek tek örneklerdir. En gözle görülebilir ve
dramatik, göstergebilimsel kodun kendisinin çıplak biçimde konum-
landınlmasından dolayı bunlar, din dışı postmodem ideolektlerin en
son ve en gözle görülebilir somut örnekleridir.
Özgül ideolojik etkilerin bu yeni mekanizmadan türetilebilecekleri
savı, benim "piyasa" ile "medya" nın hali hazırda geçerliliğini koru
yan popüler özdeşleştirilmesinde göstermeye çalıştığım nokta oluyor.
Ancak, (burada yer alan yorumların yalnızca bir prologomena ve açık
layıcı notlar oluşturduktan kuramsal söylemin üretimine ilişkin her
hangi bir kuramın, birbirinden farklı iki yöne doğru gelişmesi gereke
cektir. Bunlardan biri, göstergebilimsel denklemin -birbirinden farklı
iki kavramsal terminolojinin karşılıklı kodlandınlması, bunların
(Laclau ve Mouffe'nin Jokobsoncu terimini kullanmak gerekirse ki bu,
bu açıdan kuramsal söylemin üretimi ile ilgili örnek oluşturacak bir
biçimsel tanım olarak yorumlanacaktır) bir tekabüliyet eksenine yan
sıtılması- kendisini eski dostumuz temel ve üstyapı bölünmesine
benzer bir şekilde konumlandıran (ancak şu farkla ki, kuramsal söy
lemde belirleyici olan yalnızca üstyapıdır), bir hiyerarşik ilişki ya da
(Lacancı anlamda) güçlü bir bölünme olarak yeniden düzenlenmesini
ilgilendirir. Bu üst yapının kendisi de her zaman şu ya da bu şekilde
bildirişimsel ya da medyatiktir. Birbirine tekabül eden iki kodlandır
manın "kuramsal" konumlandırılmasının yarattığı kıvılcımlar her
zaman, kodlardan birinin, medyarun kendisi ile daha derinden ilişki
ler içinde bulunmasını zorunlu kılar (bunu, bu bağlamda "kuramsal
söylem"in yeni ve yansıtıcı bir formu şeklinde algılanabilen bilişsel
haritalandırma üzerine olan kapanış bölümünde daha ayrıntılı bir şe
kilde ele alacağım.
Buluşlan gerekli gören diğer öneri ise, karşılıklı kodlandırma süre
cinden, geleneksel felsefi evrensellere benzeyen, ancak, gerçekte, üze
rine basılı olduklan kağıt kadar özgül ya da özgün olan ve sürekli bi
çimde birbirlerine (yani, kendi mantıksal zıtlıklarına) dönen, tuhaf ve
belirsiz yeni birtakım soyutlamaların üretilmesini kapsar. Bu tür so-
yutlayıcı ikilemler ile daha önce; Özdeşlik ve Farklılık ile ilgili bölüm
de, ama aynı ölçüde de, tekdüzelik ya da standardizasyon ve farklı
laşma ya da ayırma ve birleştirme (ki bu özgül üretim tarzı içinde
bunların aynı olduklan ortaya çıkmıştır) arasındaki özellikle
postmodem ya da geç kapitalist aynmsızlık ile ilgili açıklamalarda
karşılaşmıştık. Bununla birlikte çoğu durumda özgül ideolojik serap
lar, bulunduklan biçimde, bu malzemeler sayesinde değil, bu malze
melere rağmen üretilmişlerdir. Eski felsefi "sistem"e ait varlıkbilimsel
ve temele ilişkin tüm özelliklerden uzaklaşmaya yönelik umarsız giri
şim içinde, saf süreç üzerine töz-karşıtı (antisubstantialist) bir doktrin
ortaya çıkar ve bir moment gelişir -kavramsallaştırma yerine bir et
kinlik olarak düşünce- ki bu da, sayfa üzerinde yer alan faaliyetler ve
söylemin şeyleştirilmiş görünümü arasındaki duraklamalarda sistem
ve varlıkbilim üzerine o eski yanılgının ortaya çıkmasına neden olur.
Metalaştirmdhın sözünü etmesek bile, şeyleştirme gerçekten de, ken
dini bir öznenin kişisel felsefesine ya da sistemine dönüştürüldüğü ya
da izlekselleştirildiği biçimde bulduğu durumda aynı genel yazgıyı
ya da geleceği tanımlamayacağı diğer bir "kod"u ortaya çıkaracaktır.
Bununla birlikte gerçekte, ideolojik meşruluktan arındırma süreci,
yalnızca tüm oyuncuların haklarını sürekli kılan bu sonu gelmez söy
lemsel savaş aracından oldukça farklı bir biçimde sağlanabilmektedir.
Herhangi bir diğer ekonomi ya da uslamlamada olduğu gibi, süreci
ileri doğru devindiren mekanizmalara, onun geçmişin alışkanlıklarına
ya da usullerine doğru yavaşlamasını ya da gerilemesini önleyecek
başka mekanizmaların da eklenmesi gerekecektir. Karşılıklı kodlan
dırma ve kuramsal söylemin üretimi, Fransızların da dediği gibi "ile
riye doğru bir uçuş"tur ve momenti, tüm köprüleri yakan ve geriye
dönüşü olanaksız kılan, yani, kodların yaşlandınlmasını, tüm eski
kavramsal mekanizmaların hurdaya alınmasını sağlayan süreç tara
fından gerçekleştirilir. Alçakgönüllü Sokratik yavanlığı bizlere, bunu
sağduyu gereği olarak kabul ettirerek zihnimizi karıştırmayı amaçla
yan Richard Rorty, bu özgül yeni çıkış noktası olarak ele alınabilir.
Rorty, Derrida'nın "özgünlüğünden" söz eder (ancak onun yerine
postmodern düşüncenin aymcı herhangi bir formunu yerleştirebili
riz); paradoks, modem sistemde yeni ve özgün, değiştirici doğayı ya
ratan özelliklerin, "özgünlüğün" şüpheli bir kavram olduğu, ancak
çok sayıda temel postmodern özelliğin -öz-bilinç, anti-hümanizma,
adem-i-merkeziyet, yansıtmacılık, metinselleştirme- şüpheli bir bi
çimde daha eski modemizme ait özelliklerden ayırt edilemez görül
düğü postmodern bir dağılımdan ayırabilmenin güçlüğünden kay
naklanmaktadır. DeMancı "Fark nedir?" sorusuna Rorty şimdi şöyle
bir yanıt verebilmektedir: "Gelenek tarafından göz ardı edilen metin-
selliğin ya da yazının doğası ile ilgili soruların Derrida ya da başka bir
kişi tarafından "farkedilmiş" olduğunu düşünmek, yanlıştır.
Derrida'nın yaptığı, eski konuşma biçimlerini isteğe bağlı biçimler ve
bu nedenle de, sorgulanmaya oldukça açık biçimler olarak gösteren
yeni konuşma biçimlerinin olasılıkları üzerinde düşünmek olmuş
tur."60
Bu şimdi, Stuart Hall'un karşıt ideolojilerin (ya da söylemlerin)
meşruluktan arındırılması üzerine "söylemsel mücadele" adını verdi
ği sürecin oluşturucu özeliği şeklinde kavranabilir; yanlış, ahlak dışı,
kötü ya da tehlikeli olmaktan da öte olan, belirli bir kodun yalnızca
diğerlerinin arasmda ve daha "eski" ve bu nedenle de tanım gereği ar
tık "isteğe bağlı" bir kod olarak algılanışıdır. Stratejinin ayrıca, yuka-
64 Ronald L. Meek, Social Science and the Ignoble Savage (Cambridge, 1976). s. 219,221.
özgün formunda) bu özgül kavramın üretimi için gerekli önkoşullan
şöyle tanımlamaktadır:
Kanım şudur ki burada ele aldığımız türde, ekonomik tekniklerin ve
sosyo-ekonomik ilişkilerin gelişimine öncelikli bir vurgulama getiren
düşünce, önce, çağdaş ekonomik ilerlemenin sürati, ikinci olarak da,
ekonomik yönden gelişmekte olan alanlarla henüz gelişimin "daha
alt" aşamalarında bulunan alanlar arasındaki karşıtlığın gözlemlene
bilmesine sağladığı kolaylık şeklinde işlev görecektir. 175CKİİ ve 60'lı
yıllarda Glasgow gibi kentlerde ve Kuzey Fransa'nın daha gelişmiş
bölgeleri gibi bazı alanlarda, komünitelerin toplumsal yaşamlan bir
bütün olarak süratle ve gözle görülür bir biçimde dönüşüm geçirmek
te idi ve bunun da, ekonomik tekniklerde ve temel sosyo-ekonomik
ilişkilerde ortaya çıkan derin değişikliklerin sonucu olarak gerçekleşti
ği de açıkça belli idi. Ortaya çıkmakta olan yeni ekonomik örgütlenme
formlan, İskoçya'nın Yüksek Alanlarında ya da geride kaldığı şekliyle
Fransa'da -ya da Amerika'daki kızılderili kabileler arasında- hala var
olan daha eski örgütlenme türleri ile kolayca karşılaştınlabilir ve fark
lılıkları kolayca belirlenebilir. Birlikte var olma tarzındaki değişiklikler
eğer çağdaş toplumun gelişiminde böylesine önemli ve "ilerici" bir rol
oynadılarsa, bunların geçmiş toplumlann yaşamlarında da aynı rolü
oynamış olduklarını öne sürmek oldukça akla yakın olacaktır.65
İlk kez olarak bir üretim tarzı kavramı üzerinde düşünebilme ola
sılığı, zaman zaman üstünkörü bir yaklaşımla, henüz ortaya çıkmakta
olan tarihsel bilinç ya da tarihselcilik formlarından biri olarak da ta
nımlanmıştır. Bununla birlikte, bu tür bir bilinç üzerine bir felsefi söy
leme başvurmak gerekmez, zira burada bize betimlenenler, aynı şe
kilde yeni söylemsel paradigmalar olarak adlandırılabilirler ve
kavramsal oluşum üzerine gerçekleştirilen daha çağdaş konuşma bi
çimleri, yazın okurları için, bu yeni tarihsel paradigmanın yanısıra
(Lukacs'm Tarihsel Roman yapıtında yorumladığı şekliyle) Sir Walter
Scott'un romanları tarafından daha da güçlenir. Fransız düşünürleri
ne (Turgot, ama aynı zamanda da Rousseau'nun kendisi) bir "üretim
tarzı"nm kavramsallaştınlabilme olanağını sağlayan bu eşitsizliğin
olasılıkla, ortaya çıkmakta olan tümüyle yeni burjuva kültürü ve sınıf
bilincine karşı feodal formların ayına farklılıklarının her zamankin
den daha da keskin bir biçimde durduğu dönemde Fransa'nın devrim
öncesi durumuyla olduğu kadar, daha başka birçok unsurla da ilişkisi
65 a.g.e., s. 127-28.
bulunmaktadır. İskoçya bu konuda birçok yönden daha da karmaşık
ve ilginç bir örnek sunar; zira, ortaya çıkan Birinci Dünya Ülkeleri'nin
sonuncusu, (ya da Tom Naim'in The Break Up of Britain'da belirttiği
kışkırtıcı düşünceyi kullanacak olursak) Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin
birincisi olarak Aydınlanma İskoçya'sı herşeyden önce, birbirinden
kökten farklı üretim ve kültür bölgelerinin: "Highlander"lar ve onla
rın klan sistemi ile, endüstriyel "yükselme"den hemen önce sınırda
uzanmış bulunan İngiliz "partner"ın terimsel çevikliğinin birlikte var
olduğu bir uzamdı. Bu nedenle, Edinburgh'ün parlaklığı, Galler'in
soyaçekimsel özdeğinden dolayı değil, üzerinde "düşünme" ve kav
ramlara dönüştürme görevi yalnızca İskoç Aydınlanmasına tanınan
birbirinden farklı üretim tarzlarının bu gizil biçimde eşsüremli birlikte
varoluşları yönünden, İskoç metropolisinin ve aydınların stratejik, an
cak dışmerkezli (eccentric) konumundan kaynaklanmaktadır. Scott,
daha sonra Faulkner'da da olduğu gibi, içinde en şiddetli iç savaşların
ve din savaşlarının, birlikte var olan üretim tarzlannın canlı bir anlatı-
sal biçemle kaydedildikleri toplumsal ve tarihsel bir hammaddenin,
popüler bir belleğin kalıtını devralmıştır. Yeni bir gerçekliği düşüne
bilmenin koşullan ve bu gerçeklik için yeni bir paradigmanın tanım
lanması bu nedenle, özgül bir konjonktürü ve içinde yaşayan kişileri
kıskıvrak ele geçiren bu yeni gerçeklikten belli bir stratejik uzaklaş
mayı gerekli kılmaktadır (bu, bilimsel keşifte iyi bilinen "yabancılaş
ma" ilkesinin bir tür epistemolojik varyantıdır).
Bununla birlikte, tüm bunların, bu tür kavramsallığın giderek bas
kı altına alınması ile sonuçlanan, bizler için çok daha önemli ikincil bir
sonucu daha bulunmaktadır. Eğer, kapitalizmin genişletilmiş üçüncü
bir aşaması olarak postmodemizm, klasik kapitalizmin sosyo
ekonomik farklılıkların bugüne değin varlığını sürdüren kalıntılarının
(kolonileştirme ya da meta formu tarafından soğurulma yolu ile) tü
müyle silindiği daha katışıksız ve daha homojen bir dışavurumu ise,
bu durumda, tarih duyumumuzun ortadan kayboluşu ve daha da
özgül olarak, üretim tarzının kendisi gibi globalize edici ya da bütün
leştirici kavramlara karşı direncimiz, tam olarak, kapitalizmin bu ev
renselleştirici özelliğinin bir işlevini oluşturmaktadır. Herşeyin bun
dan böyle düzgüselleşeceği bir noktada, bir sistem nosyonunun
kendisi oluş nedenini yitirir ve bir "bastırılmışın geri dönüşü" aracılı
ğı ile yalnızca, Weber ya da Foucault ya da 1984 kişileri tarafından
düşlemlenen karabasanlara benzeyen formlara geri döner.
Ancak bir üretim tarzı, bu tür yasaklayıcı anlamda bir "total sis
tem" değildir; "artakalan" ya da "ortaya çıkmakta olan" güçlerden
kendi içinde çeşitli karşı güçler ve yeni eğilimler geliştirir ve bunlan
yönetimi altına almak ya da kontrol edebilmek üzere girişimde bulu
nur (Gramsci'nin hegemonya kavramı). Eğer bunlar, kendi içlerinde
etkili olabilme gücünden yoksun heterojen güçler olsalardı, böyle bir
hegemonik proje gereksiz olurdu. Böylece farklılıklar, modelin kendi
si tarafından önvarsayılmaktadır; ancak bu özelliğin, kendisini daha
da karmaşıklaştıran bir diğer özellikten, yani kapitalizmin, kendi içsel
mantığının bir işlevi olarak aynı zamanda farklılığı ve farklılaşmayı
yaratmasından aynlması gerekir. Son olarak, temsil üzerine sundu
ğumuz ilk tartışmamızı anımsayacak olursak, kavram ve şey arasın
da, bu global ve soyut model ile açıklayıcı bir uzaklığın sağlanmasının
amaçlandığı, ancak yalnızca onun "yerini almak üzere" tasarlanan
kendi kişisel toplumsal deneyimimiz arasmda bir farkın var olduğu
açıkça bellidir.
Üretim tarzı modelinin "uygun kullanımı" üzerine diğer birkaç ha
tırlatmanın yapılması da yerinde olur; şunu her zaman belirtmekte
yarar vardır: "Üretim tarzı" olarak anılan kavram, üretimci bir model
değildir. Aynca, şunu vurgulamakta da yarar vardır ki, üretim tarzı
kavramı, eğer üzerine yapılan tartışmaların, rastgele haykınşlann yer
aldığı bir karşılaşmaya doğru yozlaşmasının önlenmesi isteniyorsa,
tartışmaların kesinlikle saygı duyulması gereken çeşitli farklı düzlem
leri kapsamalan gerekir. Bu tür düzlemlerle ve özellikle de, tarihsel
olayların incelenmesi, daha geniş ölçekli sınıfsal ve ideolojik çatışma
ların ve geleneklerin araştınlması ve kişisel olmayan sosyo-ekonomik
modelleme sistemleri (ki, çok iyi bilinen şeyleştirme ve metalaştırma
izlekleri buna örnektir) arasmda saygı gösterilmesi gereken aynmlarla
ilgili olarak The Political Unconscious'da çok genel bir açıklama sun
muştum. Bu sayfalarda sık sık ortaya çıkan aracılık sorununun da bu
düzlemlerin arasmda haritalandınlması gerekmektedir.
Örneğin, Featherstone66 benim kullandığım biçimde "postmoder-
nizm"in özgül bir kültürel kategori oluşturduğuna inanmaktadır. Oy
sa öyle değildir ve kültürel üretimin iyi ya da kötü özgül bir yer bul
duğu ve benim yapıtımda "semptomatolojisinin" büyük ölçüde kül
tür alanında belirlendiği (hiç şüphesiz kanşıklığm kaynağı burada
67
Bu konu ile ilgili olarak, Adelaide San Juan’ın ilginç araştırmasına bakınız.
68 “Yuppie’ ler üzerine yapılan az sayıdaki çalışmalar arasında Fred Pfeil’ın “Making Flippy
Floppy: Post Modemisin and the Baby Boom PMC”, The Year Left, 1985), s. 268-95 önerilebilir,
ayrıca, “profesyonel yönetici sınır üzerine çalışmalar için özellikle bkz.: Between Labor and
Postmodem kültürün sınıfsal içeriğinin bu tanımlanışı, yuppie'
lerin yeni bir yönetici sınıf olarak ortaya çıküklan anlamına gelmez;
yalnızca, bunların kültürel pratiklerinin ve değerlerinin, yerel ideoloji
lerinin, kapitalizmin bu aşaması için yararlı bir başat ideolojik ve kül
türel paradigmayı tanımlamış olduklarını vurgular. Gerçekten de şu
durum sık sık gözlemlenir ki, kendi özgül dönemlerinde başat olan
kültürel formlar, söz konusu toplumsal formasyonun belli başlı araa-
lan tarafından oluşturulmazlar (örneğin hiç şüphesiz iş adamlarının
kendi zamanlan ile yapacaklan daha iyi şeyleri vardır ya da daha
farklı ruhbilimsel ve ideolojik itici güçler tarafından yönlendirilmek
tedirler). Burada esas olan şudur ki, söz konusu kültür ideolojisi dün
yayı işlevsel yönden en yararlı biçimde, ya da, işlevsel yönden yeni
den tahsis edilebilen yollarla betimlemektedir. Neden bir sınıf
bölünmesinin bu türde ideolojik betimlemeleri sağlamaları gerektiği
sorusu, neden belirli bir yazarın ya da belirli bir üslubun birdenbire
başatlık kazanmış olduğuna ilişkin soruya benzeyen, ayrıntılı tarihsel
bir sorudur. Elbette bu tarihsel karşılıklı edimler için önceden verilebi
len bir model ya da formül mevcut değildir; bununla birlikte, şurası
da kesindir ki, şimdi postmodemizm adını verdiğimiz oluşum içinde
henüz bu sorunun yanıtını verebilmiş değiliz.
Bu arada, (kitabın başmda formüle edildiği gibi) konu üzerindeki
çalışmamın bir diğer sınırlandırması da şimdi açıklık kazanmaktadır:
yorumu kültürel terimlerle dile getirmeye yönelik taktik karar, tanıma
uygun postmodem ideolojilerle ilgili herhangi bir tanımlamanın gö
receli olarak bulunmayışını telafi eder. Bunu, piyasa ideolojisi üzerine
yazdığım bölümde kısmen değiştirmeye çalıştım. Ancak, özellikle
"yeni kuramsal söylem" ile ilgili daha biçimsel konunun üzerinde yo
ğunlaştığımdan ve kısmen de, global merkezsizleştirmenin ve küçük
gruplar bazmda örgütlenmenin paradoksal kombinasyonunun
postmodemin taraflı yapısının başta gelen özelliklerinden biri olarak
ortaya çıkmasından dolayı, öncelikle "postsyapısalcılık" ve "yeni top
lumsal hareketler" gibi toplumsal görüngüleri ele aldım ve bu ne
dende, en derin politik inançlarımın aksine, tüm "düşmanların" sol
dan geldiği gibi bir izlenim yarattım.
Ancak, postmodemizmin sınıfsal kökenleri üzerine söylenenler,
sonuçta, buraya kadar saydıklanmızm ötesinde daha yüksek (ya da
Dan Georgakis and Marvin Surkin, Detroit, Do I Mind Dying (New York, 1975).
politik bir model oluşturduğunu ve genelleştirilmesi gerektiğini his
settiler. Ortaya çıkan soru uzamsaldır: Bir kentsel strateji ve politika
bazmda ulusal bir politik hareket nasıl geliştirilebilir? Her durumda,
birliğin liderliği kendini diğer kentlerde de duyurdu ve sınırlan aşa
rak İtalya ve İsveç'e yayıldı, buralardaki işçilerin stratejilerini inceledi
ve kendi modelini bu ülkelerde açıkladı; karşılıklı olarak, kent-dışı ye
rel politik kuramcılar Detroit'e geldiler ve yeni stratejileri incelediler.
Bu noktada şunun da açıkça farkedilmesi gerekiyor ki, dönem itiba-
nyla temsil sorununun ortasmdayız ve bu durum herşeyden önce de
"liderlik" denen o meşum Amerikan sözcüğünün ortaya çıkışı ile be
lirtilerini göstermektedir. Bununla birlikte, daha genel bir biçimde,
yapılan bu yolculuklar, salt bir ağ oluşturma, temaslarda bulunma,
bilgi alış verişi edimlerinin ötesinde ayn bir anlam daha taşıyordu:
Aynı zamanda, benzersiz biçimde yerel bir modelin nasıl temsil edile
bileceği ve farklı koşullarda yaşayan kişilerin bu modeli nasıl
deneyimleyebilecekleri sorununu da ortaya çıkartıyordu. İşte bu ne
denle birlik, kendi deneyimleri ile ilgili bir filmin yapılmasının man
tıklı bir iş olacağını düşündü, gerçekten de bu, çok iyi ve çok heyecan
lı bir film olacaktı.
Bununla birlikte, uzamsal süreksizlikler daha çeşitli ve daha diya
lektik bir öze sahiptir ve bilinen herhangi bir yöntemle üstesinden ge
linemez. Gerçekten de, bu tür süreksizlikler Detroit deneyimine, çö
küşünden az önce bir tür nihai sınır biçiminde geri geldi. Olan şu idi
ki, artık "jet-set" oluşturan militanlar, birer medya "star"ı olmuşlardı;
yalnızca kendi yerel temellerine yabancılaşmakla kalmamışlar, aynı
zamanda, daha da kötüsü, artık dükkana bakmak üzere geride bıra
kacakları hiç kimse kalmamıştı. Daha geniş bir uzamsal düzleme
geçmiş olduklarından dolayı, üzerinde bulundukları temel, giderek
kayboldu; ve böylelikle Amerika Birleşik Devletleri'nin o politik ağ
dan son derece zengin on yıllık döneminin yaşadığı en başanlı top
lumsal devrim dönemi üzüntü verici derecede dramatiklikten yoksun
bir biçimde sona erdi. Geride hiçbir iz bırakmadıklarını söylemek is
temiyorum, zira yerel birkaç tohum hala varlığını sürdürmektedir ve
her durumda tüm zengin politik deneyimler, geleneği yeraltından
beslemeyi sürdürürler. Bununla birlikte bu bağlamda en ironik gerçek
şudur ki, kendi başansızlıklannın sağladığı başarının ta kendisi temsil
-bu karmaşık uzamsal diyalektiğin modeli- varlığını bir film ve bir ki
tap biçiminde utkulu bir şekilde sürdürmektedir, ancak böylelikle sü
reç, bir imge ve bir "seyir" durumuna dönüşmüştür; Debord'dan
Baudrillard'a bir çok kişinin bizi uyardığı gibi, göndergenin ortadan
kalktığı izlenmektedir.
Örnek aynı zamanda, başanh uzamsal temsilin, devrimci zaferin
moral yükseltici sosyalist gerçekçi bir drama biçiminde ortaya çıkma
sını gerektirmediği ve zaman zaman, hatta daha etkili bir biçimde, ge
risinde postmodem global uzamın "arkitektoniğinin" bir tür nihai di
yalektik engel ya da görünmez bir sınır olarak ortaya çıktığı, bir
yenilginin anlatısı biçiminde de yazılabilir. Ve şimdi Detroit deneyimi,
bugün Althusser ve Kevin Lynch arasmda bir tür sentez olarak tanım
lanabilen bilişsel haritalandırma sloganı ile neyin kastedildiğini daha
somut bir biçimde belirleyebilmektedir. Gerçekten de, Lynch'in klasik
yapıtı Kent İmgesi, bugün kendi tanımlandırması olarak "bilişsel hari-
talandırma" terimini benimseyen bu alt-düzlem altdisiplininin ilk to
humlarını atmıştır. Emin olmak gerekirse, Lynch'in problematiği, fe-
nomenolojinin sınırlan içinde kapalı kalmıştır ve kitabı hiç şüphe yok
ki, kendi terimleri ile çok sayıda eleştiriye hedef olabilecektir (ki, bun
lardan biri de yapıtın, herhangi bir politik aracılık ya da tarihsel süreç
ten yoksunluğu üzerinedir). Ben, kitaptan amblematik ya da alegorik
düzlemde yararlanmayı seçeceğim; zira, Lynch tarafından keşfedilen
kentsel uzanım zihinsel haritasından yola çıkarak, bizlerin çeşitli yol
larla tahrip edilmiş biçimlerini zihnimizde taşıdığımız toplumsal ve
global bütünlüğün zihinsel haritalandırmarun çıkarsanabilmesi
mümkündür. Boston, Jersey City ve Los Angeles'm kent merkezlerin
den yola çıkarak ve kişilerin kendi kentsel bağlamlarının bir harita-
landırmasını istendiği anketler ve soru çizelgeleri aracılığı ile Lynch,
kentsel yabancılaşmanın, yerel kentsel manzaraların zihinsel yönden
haritalandmlamazlığı ile doğrudan orantılı olduğu sonucuna varır.
Bu durumda, Boston gibi bir kent, anıtsal perspektifleri, belirleyici
noktalan ve heykelleri, devasa, ancak yalın uzamsal formların oluş
turduğu kombinasyonlar, Charles Nehri gibi dramatik sınırlanyla bir
likte, kişilere yalnızca, imgelemlerinde kentin kalan bölümleriyle ilgili
genelde başanlı ve süreklilik gösteren bir konumlandırma sunmakla
kalmıyor, aynı zamanda da onlara, geleneksel kent formunun özgür
lüğü ve estetik yönden zenginliği konusunda da bir duyum kazandı-
nyor.
Lynch'in kentsel deneyim kavramının -dolaysız deneyimin
buradalığı ve şimdiliği ile var olmayan bir bütünlük olarak düşleyici
ya da düşsel kent duyumu arasmda oluşturduğu diyalektiğin-
Althusser'in ideoloji üzerine gerçekleştirdiği "öznenin kendi Gerçek
varoluş koşullan ile arasındaki ilişkinin Düşsel temsili" şeklindeki o
büyük formülasyonunun uzamsal bir analogunu oluşturması beni her
zaman etkilemiştir. Kusurlan ve sorunlan ne olursa olsun, toplumsal
yaşamın her formunda zorunlu bir işlev olarak ideoloji ile ilgili bu
olumlu kavramın, bireysel öznenin yerel olarak konumlandmlması ve
bu öznenin yer aldığı sınıf yapılarının bütünlüğü arasındaki boşluğu,
fenomenolojik algı ve bireysel düşünce ya da deneyim ile, tüm birey
sel düşünce ve deneyimi aşan bir gerçeklik arasmda var olan; ancak,
bu anlamda ideolojinin, bilinçli ve bilinçdışı temsiller aracılığı ile bir
çember biçiminde açıklamaya, koordine etmeye, haritalandırmaya ça
lıştığı uçurumu vurgulamak gibi bir önemi bulunmaktadır. Bu neden
le, burada önerilen bilişsel haritalandırma kavramı, Lynch'in uzamsal
analizinin toplumsal yapıya, yani kendi toplumsal anımızda, global
(yoksa çokuluslu mu demek gerekiyor) bir düzlemde sınıf ilişkilerinin
bütünlüğüne aktanlmasını kapsamaktadır. Ne yazık ki, geriye baktı
ğımızda, formülasyonun bu gücünün de temelde birtakım zayıflıklara
sahip olduğu görülecektir; görsel haritanın kentten global düzleme
aktanmı o denli zorlayıcıdır ki, farklı bir biçimde düşünmeye alışık
olduğumuz bir işlemin bir bütün olarak yeniden uzamsallaştınlması
ile sonuçlanır.70 Yeni bir global toplumsal yapı duyumunun figüras-
yonu ele geçirmesi ve coğrafi figürün salt algısal ikamesinin yerini
alması gerekiyordu; tümüyle zıt anlamda bir değer içermesi ve harita-
landırmanın tüm sınırlarını aşması amaçlanan bilişsel haritalandırma
şimdi, bir kavram olarak (insan tarafından gerçekleştirilen kavramsal
70 Baudrillard bize oldukça uygun bir tavırla şu noktayı hatırlatır (ancak bu hatırlatmayı da o denli
sık yapar ki, bıraktığı etki, tırmandığı merdiveni devirmesi ile aynı etkiyi yaratmaktadır):
Postmodernde (bu tür durumlarda her zaman akla gelen) Borges’ln ünlü haritası ya da
Magritte’in imgeleri gibi özünde karşılıklı kodlandıran nesneler ya da simbiyotik konstrüksiyonlar,
herhangi bir şeyin figürleri ya da alegorileri şeklinde kullanılamazlar; ve ileri düzeyde bir
postmodem kuramında bu tür imgeler ya da konstrüksiyonlar, orta zekalı üniversite öğrencileri
nin duvarlarını süsleyen Escher baskılarının banalliğinden ve “sıradanlığından” ötede bir değer
taşımazlar. “Benzeşimin en iyi alegorisi olarak, İmparatorluğun haritacılarının, son aşamada im
paratorluğun tümünü içine alabilecek denli ayrıntılı bir haritasını yaptıkları Borges’in öyküsünü
ele alacak olursak (ancak öyküde, imparatorluğun gerileyişi ile harita yıpranır ve sonunda tü
müyle harap olur ve geride çöllerin içinde hala farkedilebilen bir kaç kalıntıdan başka bir şey
kalmaz -b u harap olmuş soyutlamanın metafizik güzelliği, bir imparatorluğun gururuna ve ölü
bir beden gibi çürüyerek, gerçekliğin kendisi ile karıştırılan aşınmış bir suret gibi toprağın kendi
sine dönüşümüne şahit olur) bu mesel, şimdi tüm çemberi içinde bize geri dönmektedir ve şimdi
bizim için, ikinci elden bir benzeşim olmanın gizli çekiciliğinin dışında hiç bir özelliği kalmayacak
tır... Arak bölge ne haritadan önce gelecek, ne de harita ile birlikte varlığını sürdürebilecektir.
Bundan böyle, harita, alandan önce gelecektir... Jean Baudrillard, “Simulacra and Simulations”,
içinde Selected Writings, (Polity, 1988), s. 166. (Simülakrtarve Simülasyon, Doğu Batı, Ankara: 2005).
araçların en güçlüleıinden biri olan) haritanın kendisinin kara deliği
nin yerçekimsel gücü tarafından geri çekilir ve böylelikle, kendi ola
nak dışı özgünlüğünü geçersiz kılar. Bununla birlikte, burada bir ikin
ci öncülün de -yani, uzamsal bir haritalandırmanın yapılamamasının,
politik deneyim üzerindeki sakatlayıa etkisinin, analojik olarak,
uzamsal bir haritalandırmanın yapılamamasının kentsel deneyim
üzerindeki sakatlayıa etkisi ile aynı anlama geldiğinin de tartışılması
gerekiyor. Bu anlamda, bilişsel haritalandırmanın estetiğinin, sosyalist
herhangi bir politik projenin aynlmaz bir parçasını oluşturduğu orta
ya çıkar.
Georgakis ve Surkin'in ilginç metninden (ya da, benim tamamla
mayı başardığım bir kültürel yapıntıda yer alan bilişsel haritalandır-
ma üzerine gerçekleştirilen tek analizden) ortaya çıktığı biçimde hari-
talandırma işleminde metodolojik olarak vurgulanması gereken nokta
şudur ki, içinde bulunduğumuz dünya sisteminde, şu ya da bu daha
dolaysız temsili toplumsal model için bir "analogon" ya da materya
list yorumsayıa olarak işlev görmek üzere, bir medya terimi her za
man mevcuttur. Buradan da, bu tür toplumsal ilişkilerin temsilinin
şimdi, dolaysız bir biçimde yorumlanabilmesi gereken arada konum
landırılmış şu ya da bu bildirişimsel yapının aracılığını gerektiren te
mel ve üstyapı formülünün yeni bir postmodem versiyonuna benze
yen bir şey ortaya çıkar. Benim incelediğim filmde (Dog Day Aftemoon,
1975, Sidney Lumet)71 içerikte yer alan sınıfsal figürasyon (eski orta
sınıf tabasının proleterleşmeye ya da ücretli işçiliğe doğru çöküşü,
hükümet bürokrasisinde yapay bir "yeni sınıfın ortaya çıkması) bir
yandan dünya sistemine yansıtılmakta ve diğer yandan da, kendini
ara konuma yerleştiren ve içeriği "yorumsayıası" şeklinde okunabi
len bildiğimiz "star" sistemi biçiminde betimlenmektedir. Sartrea
"analogon" doktrini bu yönsüzlüğün ve onun mekanizmalarının ku
ramsallaştırılmasını olanaklı kılmaktaydı; ve temsilin bile, kendi ken
disini tamamlanabilmek için bir ikameye, bir "tenant lieu", bir yer-
tutucuya ve olduğu biçimde, radikal anlamda farklı ve daha biçimsel
bir türe gereksinim duyduğunu gösteriyordu. Şimdi şu nokta bir açık
lık kazanıyor ki, bu türde bir "üçgenleştirme" tarihsel yönden özgül
bir süreçtir ve bu bağlamda postmodemizm tarafında sunulan yapısal
ikilemler ile daha derin ilişkiler içindedir. Bu, aynı zamanda retroaktif
71 “Class and Allegory in Contemporary Mass Culture: Dog Day Afternoon as a Political Film”
bkz.: benim yazdığım Signatures o f the Visible (New York, 1991).
olarak yukarıda sunulan (ve aynı zamanda da, postmodern içinde,
medya ile piyasa arasındaki yeni, kendine özgü ideolojik simbiyoz ta
rafından da dile getirilen) postmodern "kuramsal söylem" ile ilgili ge
çici tanıma da bir açıklık kazandırmaktadır. Bu durumda bunlar, ger
çek anlamda kuramlar değil, bunun yerine, kendilerinin ayrılmaz bir
parçasını oluşturan medya teriminin şimdi kendisini figürü yönlendi
ren güç olarak değil, dil, iletişim ve medya üzerine şu ya da bu felsefi
düşünce olarak kabul ettirdiği bir tür özel postmodern bilişsel harita-
landırmanın bilinçdışı yapılan ve ikincil etkileri olarak ortaya çıkarlar.
Saul Landau, içinde bulunduğumuz durum ile ilgili gözleminde,
kapitalizm tarihinde hiç bir dönemde manevra yeteneğine bu dö
nemde olduğu kadar hareket özgürlüğünün ve uzamının sağlanma
mış olduğunu belirtir; geçmişte kendi kendisine karşı ürettiği tüm
tehdit edici güçler -işçi hareketleri ve çalkantılar, kitle bazında sosya
list partiler, hatta bizzat sosyalist devletler- bugün, şu ya da bu şekil
de etkin biçimde nötralize edilmemişlerse, tam anlamıyla bir düzen
sizliği yaşamaktadırlar; şu an için, global sermaye, geleneksel önlem
lere gerek kalmaksızın, kendi doğasını ve eğilimlerini serbestçe izle
yebilmekte özgür görünmektedir. Burada da, postmodemizm üzeri
ne, hem de oldukça yararlı bir diğer "tanım" mevcuttur ki bu tanımı
ancak bir devekuşu "karamsarlıkla suçlayabilir. Bu anlamda post-
modemizmin, daha eski emek formlan ve onun geleneksel örgütsel
kurumlan ve kavramlan da dahil olmak üzere, ekonomi ile ilgili daha
eski formların, global bir düzlemde yeniden yapılandınldıklan kapi
talizmin iki aşaması arasmda bir geçiş dönemi olmanın ötesinde bir
anlamı olmayacaktır. Sarsıntılarla birlikte ortaya çıkan bu yükseliş
içinde (henüz düşleyemediğimiz biçimlerde) yeni bir enternasyonal
proleteryanın yeniden ortaya çıkacağım tahmin için bir kahin olmaya
gerek yok: Bununla birlikte, bu iki dalga arasmda boşlukta kalan biz-
leriz ve bizim daha ne kadar orada kalacağımızı da hiç kimse bilemez.
İçinde bulunduğumuz durum üzerine yazdığım iki tarihsel yazıda
yer alan (bunlardan birincisi altmışlı yıllar üzerine72, bu kitabın açılış
bölümünde yer alan diğeri ise, postmodemizm üzerinedir) görünürde
birbirinden farklı iki sonuç, özünde birbiri ile özdeştir; ikinci yazıda
yer verdiğim yeni ve global türde "bilişsel haritalandırma"dan biraz
önce söz ettim; birinci yazıda ise, global düzlemde bir proleterleştirme
72 Bkz.: “Periodizing the Sixties”, benim yazdığım The Ideologies o f Theory, cilt II, s. 178-208.
sürecinden söz etmiştim. "Bilişsel haritalandırma" gerçekte "sınıf bi
linci" için bir kod sözcükten öte bir şey değildi -ancak, yeni ve bugü
ne değin düşlenmemiş türde bir sınıf bilincine duyulan gereksinimi
öne sürüyordu ve aynı zamanda da yorumu, postmodemde içsel ola
rak var olan (ve Ed Soja'mn Postmodern Geographies başlıklı çalışma
sında son derece zarif bir biçimde ve uygun bir zamanda gündeme
getirdiği) yeni bir uzamsallık yönüne doğru büküyordu. Sık sık her
kes gibi ben de, "postmodern" sloganından bıktığımı hissediyorum,
ancak, benim de böyle bir sloganın yaratılmasına suç ortaklığı yapmış
olduğumdan dolayı pişmanlık duyduğumda, terimin kötüye kulla
nılmasına ve sahip olduğu kötü şöhrete hayıflandığımda ve isteme
den de, kavramın sorunlan çözecek yerde yeni sorunlar yarattığı so
nucuna vardığımda, bu bağlamda ele alman konulan bu denli etkin
ve ekonomik biçimde dramatize edebilecek herhangi bir diğer kav
ramın bulunup bulunamayacağım düşünmekten de kendimi alamı
yorum.
Yukarıdaki sayfaların retorik stratejisi, bir deneyimi,yani, kesinlikle
dizgesel olmayan bir şeyin dizgeselleştirilmesi ve kesinlikle tarih dışı
bir şeyin tarihselleştirilmesi yoluyla kişinin bunu aşarak, en azından
üzerinde düşünebilmek üzere tarihsel bir yöntemi geliştirip geliştire-
meyeceğinin belirlenmesine yönelik bir girişimi kapsıyordu. "Sistemi
adlandırmamız gerekiyor", altmışlı yıllarda oldukça büyük önem ta
şıyan bu nokta, postmodemizm tartışmasında beklenmedik bir bi
çimde yeniden canlanışını buluyor.
Dİ Zİ N
Adorno, Theodor W., 1, 10, 20, Becker, Gary, 365, 366, 367, 368,
31, 55, 56,105,107, 222, 266, 369
273, 282, 288, 318, 321, 327, 341, Beckett, Samuel, 66, 68, 222
342, 347, 363, 375,410, 411, 420, Bellamy, Edward, 234, 242
455, 457, 458,459, 472,482, 496, Benjamin, Walter, 1, 9, 88,142,
513, 530, 535 213, 214, 243, 273, 294, 363,420,
Althusser, Louis, 23, 95, 97, 239, 547
271, 314, 319, 321, 331, 339, 465, Berger, John, 249, 427, 509
535, 550, 551 Bierstadt, Albert, 240
Anderson, Laurie, 145 Bloch, Ernst, 1, 420
Anderson, Perry, 416, 426 Bonaventure (John Portman), 80,
Antonioni, Michelangelo, 78,147 83, 84, 85,182
Asada, Akira, 491 Bonito-Oliva, Achille, 11, 234,
Atwood, Margaret, 236 250, 253, 441
Austin, J. L., 328 Bourdieu, Pierre, 198, 214, 351,
Ballard, J. G„ 228, 229, 230, 254, 410, 419, 474, 515
256, 513 Brecht, Bertolt, 94,104,127, 273,
Balzac, Honoré de, 183, 284 294, 418, 498, 503
Barry, Norman P., 365, 370, 371, Burke, Edmund, 74, 440, 454, 533
378 Cage, John, 29, 66, 68, 111
Barthes, Roland, 56, 59, 64,138, Camus, Albert, 64
140,172,177, 202, 211, 247, 257, Cavell, Stanley, 340
279, 312, 348 Ceserani, Remo, 39
Baudrillard, Jean, 229, 279, 280, Coppola, Francis Ford, 84
286, 291, 296, 298, 324, 451, 526, Croce, Benedetto, 342
531, 550, 551 Debord, Guy, 57,188, 325, 377,
Bazin, André, 299 550
Delany, Samuel, 163,167 Gehry, Frank, 18, 79,168,169,
Deleuze, Giles, 66,162,189, 223, 170,172,173,174,175,176,177,
227, 277, 285, 331, 414,464 178,179,180,182,183,184,188,
DeMan, Paul, 18, 243, 306, 307, 189,192
308, 309, 311, 312, 313, 315, 317, Georgakis, Dan, 548, 552
318, 319, 321, 322, 323, 325, 326, Gibson, William, 9, 79, 172,177,
327, 328, 329, 330, 332, 333, 334, 184,187
335, 336, 337, 339, 340, 341, 342, Gilman Richard, 275, 285, 293,
343, 344, 345, 346, 347, 348, 349, 296, 297, 300, 505
350, 351, 352, 353 Gilman, Charlotte Perkins, 293,
Demme, Jonathan, 401 297, 300, 505
Derrida, Jacques, 20, 37,146, 187, Gober, Robert, 235, 236, 237, 239,
201, 261, 262, 279, 281, 313, 314, 240, 242, 243, 244, 249
319, 327, 329, 336, 456, 457, 528 Godard, Jean Luc, 29,140,144,
Diamondstein, Barbara, 168, 169, 203, 273
179 Godzich, Wlad, 374
Dick, Philip K., 180, 383, 385, 387, Gogh, Vincent Van, 37,104
388, 390, 392, 404 Greenblatt, Stephen, 270, 272,
Doctorow, E.L., 61, 63, 64, 65, 274, 275, 276, 297
220, 411, 494, 498 Guattari, Felix, 66,162, 464
Dreiser, Theodore, 276, 283,284, Haacke, Hans, 232, 237, 543
285, 286, 287, 289, 293, 300, 385 Habermas, Jürgen, 105,109, 351,
Eisenstein, Sergei, 138, 201, 272, 367, 477,479
412 Hall, Stuart, 157, 292, 360, 361,
Engels, Friedrich, 284, 359,372, 528
464, 496, 497 Hanson, Duane, 72, 74, 75
Faulkner, William, 55,167, 200, Hawthorne, Nathaniel, 276, 277,
201, 385, 538 278, 283, 297, 298, 300
Featherstone, Milce, 539, 540 Hegel, G. W. F., 1,19, 90,110,
Fellini, Federico, 121,136,138, 156,161, 206, 207, 222, 305, 335,
465, 504, 505 373, 445, 453, 463, 469, 477, 534,
Flaubert, Gustave, 70,112, 186, 544,546
199, 414 Heidegger, Martin, 36, 37, 39, 55,
Foucault, Michel, 34, 50,102, 204, 71, 74, 84,156,175, 350, 351,
206, 230, 286, 297, 371, 476, 538, 419, 438, 487, 503
544 Hobbes, Thomas, 372
Freud, Sigmund, 52, 64,112,159, Horkheimer, Max, 10, 20,105,
252, 264, 298, 300, 339, 431, 436, 109, 257, 319, 375, 455, 472
486, 512 Hutcheon, Lynda, 62, 449, 459,
Friedman, Milton, 357, 358, 372 528
Galbraith, John Kenneth, 364 Jackson, Jesse, 104, 287, 449, 451
Gallagher, Catherine, 272 James, William, 39, 59, 272, 276,
277, 279,282, 283, 398, 414, 419, Lyotard, Jean François, 12, 54,
444, 445, 466, 546 107,108,109,231,280, 285, 469
Jameson, Fredric, R., 1, 2, 3, 449, Macrae-Gibson, Gavin, 169,172,
531, 539 174,177,180,181,183,184,186,
Jencks, Charles, 18, 30,109,110, 187,188,189,190
417, 521 Magritte, René, 16, 39, 43,136,
Jozsa, Pierre, 133 159, 551
Kafka, Franz, 122,162, 414, 418, Malraux, Andre, 161,162
420, 422, 425, 459 Mandel, Ernst, 22, 31, 76, 97, 532,
Kant, Immanuel, 74, 77,166,184, 547
204, 217, 230, 289, 305, 309, 339, Mann, Thomas, 55,409, 414, 420,
343, 443, 444, 463,478, 487, 488 425
Kasdan, Lawrence, 59 Manning, John, 133,135,145
Kennedy, John F., 151, 433, 477 Marcuse, Herbert, 1,91, 233, 234,
Khrushchev, Nikita, 374 237, 384, 531
Kramer, Hilton, 103,104,109 Marks, Karl, 10, 21, 33, 76, 90,93,
Kubrick, Stanley, 51,178, 340 110,129,144,264,284,289,290,
Lacan, Jacques, 35, 66, 97, 98,149, 296, 306, 310, 319, 320, 321, 322,
150, 282, 331, 339, 526 323, 325, 339, 357, 358, 359, 367,
Laclau, Ernesto, 434, 448, 449, 526 371, 372, 376, 404, 429, 434, 435,
Landau, Saul, 553 436, 438, 439,444,446, 455,463,
Latham, Barbara, 133,135,145 467, 469, 481, 482, 495, 508,523,
Latour, Bruno, 505, 506, 507, 520, 529, 530, 531, 536
526 Mayer, Amo, 349,490, 491, 534
Lautréamont, 52 Meek, Roland L., 536
Le Corbusier, 30, 84 Metz, Christian, 164
Leenhardt, Jacques, 133 Michaels, Walter Benn, 261, 262,
Lefebvre, Henri, 12, 57, 310, 488, 268, 275, 276, 278, 279, 280, 282,
500, 531, 547 283, 284, 285, 286, 287, 288, 289,
Lenin, V. I., 21, 93, 95, 294, 407, 290, 291, 292,294, 295, 296, 298,
471, 474, 531, 544 300, 301, 332, 349
Lévi-Strauss, Claude, 166, 205, Moore, Charles, 79,159,168
207, 243, 267, 2%, 310, 317, 325, Mouffe, Chanel, 434, 448, 449,
505 526
Lucas, George, 58 Munch, Edward, 40,44, 50, 51, 54
Luhmann, Niklas, 208, 209, 211, Nietzsche, Friedrich, 227, 344,
463 346, 409,447, 457, 492
Lukács, George, 1, 57, 94,107, Norris, Frank, 276, 278, 279, 300,
124,129, 249, 289, 294, 327, 388, 301
425, 439, 453, 537 O'Hara, John, 191, 385
Lynch, David, 401 Oldenburg, Claes, 11
Lynch, Kevin, 94, 95, 550 Paik, Nam June, 73,124,126, 237,
238, 241 200, 201, 202, 203, 204, 207, 208,
Peirce, C. S., 142, 300,525 210, 212, 213,214, 215, 217, 218,
Perec, Georges, 217 220, 221,222, 223, 410
Perelman, Bob, 69, 70,411 Smith, Adam, 321, 370, 372, 445,
Platon, 57, 291, 347 536
Plekhanov, G., 20 Sontag, Susan, 74,147, 252, 291
Portman, John, 80, 83, 85, 87,178, Speaks, Michael, 12,18
180,182 Stalin, Joseph, 166,234, 368, 373,
Prince, Richard, 246 453, 495, 533, 544
Rankus, Edwin, 133, 135, 145 Stevens, Wallace, 29, 55, 414
Renoir, Jean, 299,514 Surkin, Marvin, 548, 552
Rilke, Rainer-Maria, 39,344, 345, Sweezy, Paul, 361
348, 426 Tafuri, Manfredo, 108,109
Robbe-Grillet, Alain, 197, 201, Tarkovsky, Andrei, 162
202, 203, 206, 209, 213, 220 Thompson, E. P., 57,129, 201, 271
Rorty, Richard, 182, 528, 530, 535 Van Gogh, Vincent, 35, 36, 37,38,
Rousseau, Jan Jacques, 279, 305, 39, 40, 52,104
306, 307, 308, 309, 310, 311, 312, Var gas Llosa, Mario, 499
313, 316, 317, 318, 319, 321, 322, Venturi, Robert, 18, 30, 79,109,
326, 330, 334, 336, 338, 339, 340, 157,168,175,178,185, 234, 353
341, 342, 343, 344, 456, 486, 537 Wallerstein, Emmanuel, 21
Roussel, Raymond, 32,126, 202, Warhol, Andy, 29, 37, 38, 39, 40,
217, 413 52, 66, 232, 504
Salle, David, 252, 253, 257 Wasow, Oliver, 46, 254, 256, 257
Sartre, Jean-Paul, 1, 64, 70, 74, 76, Weber, Max, 16, 21,129, 212, 249,
124,144, 214, 266, 303, 310, 340, 416, 444, 516, 538
360, 367, 369,419,444, 450, 452, Webster, Meg, 240
453, 456, 457, 461, 465, 466, 479, Williams, Raymond, 15,16, 22,
485, 486, 530, 535 34,123, 454
Schönberg, Arnold, 237 Wolfe, Tom, 102,103, 109
Scott, Sir Walter, 63, 388, 390, Wright, Frank Lloyd, 30,110,
396, 537 181, 304, 384,417, 437
Shklovsky, Victor, 12 Yoder, John Howard, 520, 521
Simon, Claude, 18,175,197,199, Zola, Emile, 111, 279
Fredric Jameson
Postmodemizm
ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı
“Fredric Jameson, olağanüstü enerjisi ve yetkin bir şekilde Sophocles’ten bilim kur
guya kadar kapsayıcı yazılarıyla Am erika’nın önde gelen M arksist eleştirmenlerinden
birisidir. Postmodemizm, entelektüel bir tehditdir... popüler sosyalist karamsarlıklara
yönelik bir hazır cevaplığın yanı sıra aynı zamanda entelektüel bir şölendir.”
"Postmodemizm' in kapsam ve derinliği, kapsayıcı bir teori olması, mimarisi, filmi, vi
deosu ve ekonomisi gerçekten şaşırtıcı ve göz kamaştırıcı.”
“Jam eson'un kitabı postmodernizmin sadece kültürel değil, siyasal ve toplumsal so
nuçlarını da anlamak isteyen herkes için temel ve eşi olmayan bir metindir.”
GENEL DAĞITIM:
BİRLEŞİK DAĞITIM KİTABEVİ
BAYINDIR SK. NO: 6/33 KIZILAY. AN KA R A T: 312 431 89 60
nirengikitap.com