You are on page 1of 371

eskikitaplarim.

com - öcü10
SAATLERİ AYARLAM A E N STİTÜ SÜ
A h m e t H am d i T an p m ar
Saatleri Ayarlama Enstitiisü'mm yayın haklan Dergâh Y ayınlan’na aittir.

D ergâh Y ayınları: 28
T ü rk edebiyatı-rom aıı: 1
ISB N : 978-975-995-146-7
1. b. 1961 (R em zi K itabevi), 2. b. Ş ubat 1987, 3. b. T em m uz 1992,
4. b. E k im 1995, 5. b. M ayıs 1998, 6. b. E kim 1999, 7. b. E ylül 2000,
8. b. E ylül 2002, 9. b. M ayıs 2004, 10. b. E kim 2005
11. b. M art 2007, 12. b. O cak 2008
13. B askı: E kim 2008

K ap ak T asarım ı: S erm in Yavuz S ahife D üzeni: Ayteıı B alaç

B asım Yeri: A A jan s R eklam cılık F ilim cilik M atb. San. v e T ic . L td. Şti.
B ey san Sanayi S itesi B irlik C ad. Y ayıncılar B irliği Sitesi
No: 32 K apı No: 4 G Y akuplu - B üyü k çek m ece / İstanbul

C ilt: G üven M ücellit & M atbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.


D evekaldırım ı C ad. G elincik Sok. G üven İşhanı No: 6
M alım utbey - B ağ cılar / İstanbul

D ağıtım v e Satış: A na B asın Yayın


M olla F enari Sok. N o: 28 Y ıldız H an G iriş K at
Tel: [212] 526 99 41 (3 hat) Faks: [212] 519 0 4 21
C ağaloğlu / İstanbul
Ahmet Hamdi Tanpmar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Bihakk-ı Hazret-'ı Mecnun 'aâle eyleye Hak


Serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı
İzzet Molla

D E R G Â H Y A Y IN L A R I
Klodfarer Cad. Altan İş Merkezi No: 3/20 34112 Sultanahmet / İstanbul
Tel: [212] 518 95 78 (3 hat) Faks: [212] 518 95 81
www.dergahyayinlari.com / bilgi@dergahyayinlari.com
BİRİNCİ BÖLÜM
B Ü Y Ü K Ü M İTLER
I

Beni tanıyanlar, öyle okum a yazm a işleriyle büyiik bir ilgim o l­


madığını bilirler. H attâ bütün m ütalâalarım , çocukluğum da okudu­
ğum Jul Vern ve N ik K arter hikâyelerini ortadan çıkarırsanız, A rap­
ça ve Farsça kelimelerini atlaya atlaya gözden geçirdiğim birkaç ta­
rih kitabıyla, T ûinâm e, B inbir G ece, Ebu Ali Sinâ hikâyeleri gibi
eserlerden ibarettir. D aha sonraki zam anlarda, enstitüm üz kurulm a­
dan evvel işsizlikten evde çocukların m ektep kitaplarına zam an za­
man göz attığım gibi, bazen bütün günüm ü geçirdiğim Edirnekapı
veya Şehzadebaşı kahvelerinde gazeteleri hatm e m ecbur kaldığım
zam anlarda ufak tefek tefrika parçalan ve m akaleleri de okudum .
A dlî T ıpta m üşahede altında bulunduğum zam anlarda tedavim e
çalışan, sonraları da bana o kadar iyiliği dokunan D oktor R am iz’in
psikanalize dair neşrettiği etütleri de bu arada sayabilirim . Bu ka­
dar mühim işlerle uğraşan bu âlim zatın hakkım da gösterdiği tevec­
cühe lâyık olabilm ek için bu kitapların ve m akalelerin bir satırını
bile atlam adığım a sizi tem in edebilirim . Fakat başlangıcını bilm e­
diğim çok m ühim m eseleler üzerinde yazılm ış bu eserler ne benim
edebî zevkim e, ne de anlayışım a hiçbir tesir yapm adılar. Sadece
D oktor R am iz’le uzun sohbetlerim izde -d a im a o söyler ben dinler­
d im - yetkisizliğim i örtm eğe yaradılar. İnsan çocukluğunda aldığı
terbiyeyi unutm uyor. Babam ilk zam alarda Em sile ve Avamil gibi

7
TANPINAR

A rapça sarf ve nahiv kitaplarından gayrı, sonraları m ektep kitapla­


rının dışında kitap okum anın aleyhinde idi. Belki bu sansürün veya
tahdidin yüzünden ben düpedüz her türlü okum ayı reddetm iştim .
B ununla beraber hayatım ın bir safhasında ufak bir eser yazm a­
ğa m uvaffak oldum . Fakat bunu, daim a kötü gördüğüm bir benlik
dâvası için -y a n i etrafa, “B ak bizim Hayri İrdal kitap yazm ış!” de­
dirtm ek iç in - yazm adığım gibi, k u v v etli,ö n ü n e geçilm ez bir istidat
zorladığı için de yazm ış değilim . Şim di lâğvedilm iş olan, daha doğ­
rusu H alit A yarcı’nın tam zam anında m üdahalesiyle daim î tasfiye
hâlinde bulunan enstitüm üzün yayınları arasında çıkan bu eseri
hangi m aksatla, hangi şartlarla, nasıl ve niçin yazdığım ı ilerde an ­
latacağım . Şu kadarını söyleyeyim ki, saatçilerin pîrî Şeyh Zam anî
H azretlerinin hayatını ve keşiflerini anlatan bu eserin gördüğü rağ­
beti doğrudan doğruya, enstitüm üzün kurucusu, aziz velinim etim ,
büyük dostum , beni hiçten bugünkü şahsiyetim e eriştiren Halit
A yarcı’nın yüksek m eziyetlerine borçluyum . Zaten hayatım da iyi,
güzel, faydalı ne varsa hepsi onun, bir otom obil kazasının üç hafta
evvel aram ızdan alıp götürdüğü o büyük adam ındır. Bunu ispat
için, vaktiyle yanında çalışm ış olduğum M uvakkit Nuri Efendiye
dair anlattığım şeyler ve saatçiliğe dair kendisine verdiğim izahat­
la birdenbire Şeyh A hm et Z am anî Efendiyi bulduğunu -b elk i ens­
titüm üz kadar büyük bir ic a t- ve onun D ördüncü M ehm et zam anın­
da yetişm esi icap ettiğini keşfettiğini söylem em yeter sanırım .
Bu iki dikkat ve keşifle bir zam anlar parlak şekilde kutlanan sa­
at bayram larım ızın ağırlık m erkezi bir ham lede teşekkül etm iş ol­
du. Bu kitabın m uhtelif dillere tercüm e edilm esi, dışarda ve içerde
o kadar ağır başlıkla ve ehem m iyetle tenkit edilmesi de gösterdi ki,
rahm etli dostum H alit Ayarcı ne A hm et Z am anî H azretlerinin yaşa­
mış olm ası lüzum unda, ne de yaşam ası icap eden asrı seçerken hiç
hata etm em iştir. B ana gelince, esas fikri kendim e ait olm asa bile,
im zam ı taşıyan bu eserin on sekiz dile tercüm e edilm iş olm ası, bu
dillerin gazetelerinde tenkit edilm esi, Van H um bert gibi bir âlimin
sırf benim le tanışm ak ve A hm et Z am an î’nin kabrini ziyaret etm ek
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

için H ollanda’dan buraya kadar gelm iş olm ası, diyebilirim ki, ha­
yatım ın en önemli hâdiselerinden biridir.
Vâkıa bu sonuncusu epeyce sıkıntılı oldu. Ecnebi bir âlim le, ter­
cüm an vasıtasıyla dahi olsa, bu kadar çetin bir bahiste konuşm ak ve
hiçbir suretle yaşam am ış bir adam a bir m ezar bulm ak zannedildi­
ğinden giiç şeylerdir. B irincisinden gazetelerin dediği gibi “ derviş-
çesine tavırlarım ız ve lâubaliyane, hattâ tiryakice ahvalim iz” bizi
kurtardı. İkincisinde ise, ecdadın m ahlâs kullanm ak itiyadı im dadı­
mıza yetişti.
Edirnekapı ve Eyüp m ezarlıklarında, K aracaahm et m eşherinde
birkaç gün dolaştıktan sonra, bir A hm et Z am anî Efendi nasıl olsa
bulunacaktı. N itekim bulduk da. B ir ölünün şahsiyetinde yaptığım
bu küçük onarm adan pek o kadar m üteessir değilim . H iç olm azsa
bu sayede adam cağızın kabri tam ir edildi, adı tanıtıldı. Şöhret, âfet
olduğu kadar da vesile-i rahm ettir. K abrinin fotoğrafları H ollan­
d a’dan başlayarak bütün dünya gazetelerinde, tabiî daim a baş
ucunda bir elim taşa dayanm ış olarak ve öbür elim de pardöstim ,
şapkam , gazateler filân, bizzat ben bulunm ak şartıyla, neşredildi.
Bugün bunları düşündükçe yalnız bir şeye üzülüyorum . Kitabım
hakkında o kadar iyi şeyler yazan, beni dünyaya tanıtan, günlerce
peşimde dolaşan Van H um bert’in bu m ezara dayanarak bir resim
aldırm asına m üsaade etm edim . H er ricasında, “Siz n ’olsa hıristi-
yansınız, ruhu m uazzep olur!” diye reddeder, ancak sağ tarafım da
durm asına m üsaade ederdim . Fakat, düşünülürse beni de m azur
görm ek m üm kündür. H erif beni aylarca sıkıntıya sokm uştu. Oh ol­
sun! N e diye durup dururken gelir, elâlem in rahatını kaçırırlar. Biz
kendi âlem im izde yaşayan insanlarız! H er şeyim iz kendim ize göre­
dir. B ununla beraber ilerde görüleceği gibi Van H um bert benden
öcünü aldı.
Evet, ne okum aktan, ne yazm aktan hoşlanırım . Bu böyle iken
bu sabah önüm de koca bir defter, hâtıralarım ı yazm ağa uğraşıyo­
rum. H attâ bunun için her gün olduğundan daha erken, saat beşte
kalktım . K adın hizm etçilerim iz, erkek aşçım ız A rif Efendi - te k ku­

9
TANPINAR

suru Bolulu olm am asıdır, gayet güzel yem ek p işirir- evim ize eski
bir hanedan çeşnisi verm ek için bin bir m üşkülâtla arayıp bulduğu­
m uz A rap kalfa Z eynep H anım - n e garip, çocukluğum da zencisi o
kadar bol İstanbul’a şimdi siyahî insan ithalât malı gibi g iriyor-,
hulâsa Villâ S aat’i ellerinin em ekleriyle ve iyi niyetleriyle çeviren
insanların hiçbiri uyanm am ışlardı. İster istem ez sabah kahvemi
kendim pişirdim . Sonra koltuğum a göm ülerek, hayatım ı düşünm e­
ğe, unutulm ası, bahsedilm eden geçilm esi veya değiştirilm esi icap
eden şeyleri ayıklam ağa, behem ehal yazılacakları derinleştirm eğe,
hulâsa bir yazıdan ve bilhassa hâtırat cinsinden bir yazıdan sam im i­
lik denen şeyin istediği biitün sıkı şartları göz önünde tutarak, hâ­
diseleri zihnim de sıralam ağa çalıştım .
Çünkü ben Hayri İrdal, her şeyden evvel m utlak bir sam im ilik
taraftarıyım , insan her şeyi açıkça söylem edikten sonra neden yazı
yazsın? Bu cinsten kayıtsız ve şartsız bir sam im ilik ise behemehal
bir süzm e, elem e ister. Siz de kabul edersiniz k i, her şeyi olduğu gi­
bi söylem ek miimkiin değildir. Sözü yarıda bırakm aktansa, vaktin­
de iyi tasarlam ak, okuyucu ile behem ehal anlaşacağınız noktalan
seçm ek gerekir. Ç ünkü sam im iyet tek başına olan iş değildir.
B ütün bunlara bakıp hakikaten hayatım ı, m ühim , anlatılm ası
behem ehal lâzım gelen bir şey sandığım a, ona olduğundan fazla bir
değer verdiğim e inanm ayınız. Ö teden beri Cenab-ı H akk’ın insan­
lara bu hayatı yazm ak için değil, iyi kötü yaşam ak için bahşettiği­
ne inananlardanım . Z aten yazılm ış şekli m evcuttur. Nezd-i İlâ-
h î’deki nüshasından, kaderim izden bahsediyorum .
H ayır, hâtıralarım ı yazm aktan kastım kendimi anlatm ak değil­
dir. Sadece şahidi olduğum birtakım v ak ’aların unutulm am asına
yardım etm ektir. Bir de üç hafta evvel toprağa göm düğüm üz aziz
insanı anlatm ak ve anm ak.
Ben insanların en naçizi ve m anasızı, karım ın, vaktiyle enstitü­
m üzün kurulm asından evvel hakkım da kullandığı dille, en sünepe-
si, hakikaten büyük, icat dehasıyla doğm uş bir adamı tanıdım . Y ıl­
larca yanı başında yaşadım . Ç alışm a şeklini gördüm . Fikrin kafa­

10
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

sında nasıl tutuştuğuna, nasıl birdenbire büyüyen bir ağaç gibi dal
budak salıp âdeta bütün vücudunu kavradığına ve oradan hayata
yayıldığına şahit oldum . A srım ızın belki en büyük, en faydalı mii-
essesesinin, Saatleri Ayarlam a E n stitüsü’nün onun gözlerinde bir­
denbire beliren bir parıltıdan bugünkü yahut dünkü hâline gelişini
giin gün hayatım ın bir parçası gibi yaşadım . H attâ kendim i m ethet­
mek gibi gülünç bir hâle düşm eden, diyebilirim ki, talih ve tesadüf,
bu Hayri İrdal zavallısına bütün acizlerine rağm en, bu m üessesenin
kuruluşunda m ühim bir rol oynam ayı nasip dahi etti.
Bana öyle geliyor ki, gördüklerim i ve işittiklerim i yazm ak, ge­
lecek nesillere karşı en büyük vazifem dir. Kaldı ki m üessesem izin
tarihçesini benden daha iyi yapabilecek tek insan, H alit A yarcı, ar­
tık aram ızda değildir. Dün akşam yine onun m asam ızdaki yerini
boş gördiim. K arım ın dolm uş gözlerle bütün yem ek m üddetince bu
boş sandalyeye bakışını bir türlü unutam ayacağım . Sanki etrafında­
ki her şeye yabancı idi. N ihayet dayanam adı, peşkiri ile gözlerini
silerek m asadan kalktı, odasına kapandı. Em inim ki bütün gece ağ­
lamıştır. Hakkı da var, H alit Ayarcı benim velinim etim se, onun da
en büyük dostu idi. Zaten bu hâtıraları yazm ak fikrini bende, biraz
da onun bu çok yerinde olan kederi uyandırdı.
Kendi kendim e, yatağım da uzun zam an düşündüm . “Hayri İr­
dal, dedim , çok şey gördün, geçirdin. Yaşın ancak altm ış olduğu
hâlde birkaç insanın öm rünü birden yaşadın. Sefaletin, bir köşeye
atılmış olm anın her türlü acısını tattın. İkbalin m erdivenlerinden
çevik ve çâlâk çıktın. H içbir zam an ve hiçbir kuvvetin halledem e­
yeceği m eselelerin halloldu. B ütün bunlar hep onun H alit Ayar-
c ı’nm sayesinde oldıı. Seni m ezbeleden o çekip çıkarttı. Hayatın
için, düşüncen ve rahatın için hakikî düşm an olan her şeyi ve her­
kesi o sana dost yaptı. Etrafında sade çirkinlik, fakirlik, sefalet gö­
ren bir adam iken birdenbire insana lâyık birtakım asil zevk ve sa­
adetlerin bulunduğunu duydun ve insan ruhunun asilliğini anladın.
Yakın sevgisini öğrendin. K arın P akize’yi bile asil yüzü ile o sana
tanıttı; çocuklarını Cenab-ı H akk’ın sana azap çektirm ek için gön­

11
TANPINAR

derdiği birtakım biçareler zanederken birdenbire ve onun sayesin­


de evlât sahibi olm anın nim etlerine kavuştun. Bu kadar iyi, tem iz,
büyük, her m ânasıyla büyük bir dostun hâtırası için hiçbir şey yap­
m ayacak m ısın? O nun unutulm asına, hâtırasının, bir yığın alayın,
iftiranın altında kaybolm asına razı mı olacaksın? D üşün bir kere,
Halit A yarcı’yı tanım adan evvel hayatın ne idi? Şimdi nesin? D ü­
şün, E dirnekapı’daki evi, her gün kapını yoklayan, yahut yolunu
kesen alacaklıları, bir dilim ekm eğin peşindeki çırpınışlarını... Son­
ra bugünkü rahat ve saadetini düşün!..”

II

H alit Ayarc ı’yı tanım adan evvelki hayatım , dedim . Fakat ger­
çekten buna bir hayat denebilir m i? E ğer yaşam ak kelim esinin m â­
nası her şeyden m ahrum olm ak ve ıstırap çekm ekse, her an küçül­
m ek ve bunu nefsinde her lâhza duym aksa, bir türlü aşam ayacağı
bir çem berin içinde durm adan çırpınm aksa, süphesiz ben de, be­
nim kiler de en derin şekilde yaşıyorduk. Yok, bu kelim enin içinde
biraz ruh ve im kân genişliği, birtakım hakları duym ak, o içten se­
vinm eler, dışa karşı bir parçacık güven, etrafınızla m üsavi şartlar
içinde rahat bir karşılaşm a filân varsa, o zaman iş çok değişir. D ik­
kat ediniz ki, bir şeyler yapm aktan, insanlara faydalı olm aktan hiç
bahsetm edim . Zaten H alit A yarcı’yı tanıyana kadar bu cinsten bir
zevkin farkında bile değildim . B ugün ise hayatım ın bir gayesi var.
A rkam da az çok beni hatırlatacağına inandığım bir iş bırakıyorum .
On yıl m üddetle dünyanın en yeni, en faydalı m üessesesinin m üdür
m uavinliğini yaptım . D eğil çoluk çocuğum a, uzak yakın bütün ak­
rabam a, eş ve dostum a, hattâ insan hâli, vaktiyle kalbimi kıranlara
bile iyilik ettim , iş buldum , refaha kavuşturdum . Bu m eselede sade
enstitüm üz m em urları için -k i yarısı benim ve H alit A yarcı’nın ak­
rabasıdır, çünkü enstitü kurulur kurulm az kadrosunun müsavi şekil­
de m ühim yerlerden tavsiye edilenlerle hısım ve akrabam ızdan teş­
kil edilm esine H alit Ayarcı büyük bir isabetle karar verm iş ve bu

12
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kararı hiç şaşm adan takip e tm iştik -, Suadiye tarafında yaptırdığı­


m ız m ahalle ile şehrim izin im arına yaptığım ız hizm eti hatırlam ak
kâfidir sanırım .
Bilm em enstitüm üzün daha ilga kararından çok evvel m atbuat­
ta aleyhinde başlayan ve ilga kararından sonra büsbütün şiddetini
arttıran hücum lardan burada bahsetm eğe lü zu m var m ı? H ayat ne
kadar gariptir? On sene evvel her yaptığım ızı beğenen, öven, geniş
teşkilâtım ızı dünyaya bir örnek gibi gösteren gazeteler, vaktiyle o
kadar dostum olan, gerek resm î kokteyllerim ize, gerek basın top­
lantılarım ıza can atan gazeteler şimdi aleyhim ize yazm adıklarını
bırakm ıyorlar.
Evvelâ teşkilâtın genişliğinden ve lüzum suzluğundan bahsetti­
ler. İşsizliğin alabildiğine yürüdüğü bir m em lekette bu kadar insa­
na iş bulm uş olm am ızı hiç hesaba katm adan, üç m üdürlüğün, on bir
şube m üdürlüğünün, kırk yedi daktilo ve iki yüz yetm iş bir kontrol
m em urunun çokluğunu durm adan başım ıza kaktılar. Sonra, sanki
bir saatte yelkovan, akrep, zem berek, pandül, mil hakikaten yok­
muş ve hakikaten zaman dediğim iz şey, saat, d akika, saniye ve sâ­
liseye ayrılm azm ış gibi bu şube m üdürlüklerinin adlarıyla alay et­
tiler. D aha sonra bu m üdürlüklerde on sene ehliyetle çalışan, işleri­
nin içinde pişip yetişm iş m em urlarım ızın tahsillerini, ihtisas ve se-
lâhiyetlerini ele aldılar, nihayet bir zam anlar o kadar beğendikleri
neşriyatım ıza insafsızca hücum ettiler.
Başta benim yazdığım “ Şeyh A hm et Z am anî ve Eseri" adlı ki­
tap olm ak üzere bütün çalışm alarım ızı delik deşik ettiler. Sâlise şu­
bem iz şefinin -k ü ç ü k baldızım ın k o c a sı- o kadar dikkatle ve em ek­
le yazdığı “Lodos Rüzgârlarının K ozm ik Saat A yarlan Üzerindeki
Tesiri” , dostum D oktor R am iz’in “ Saat ve Psikanalizin” , “ Saat K a­
rakterolojisinde İrdal M etodu” , H alit A yarcı’nın “ Sosyal M onizm
ve Saat” , “Saniye ve Sosyete” adlı kitaplarının kapakları sanki çok
gülünç şeyler, yahut tehlikeli vesikalarm ış gibi günlerce gazetelerin
ilk sayfalarında acayip başlıklar altında teşhir edildi.
Bunlarla da kalm adılar, şehrim iz halkını o kadar sevindiren, eğ ­

13
TANPINAR

lendiren ve m üessesem ize bütün ilm î ve İçtim aî faaliyetlerini ko­


laylaştıracak im kânları sağlayan vidolu, zam lı, tenzilâtlı ikramiyeli
ve kollektif ra k it ceza sistem im izi ele alarak, bizi düpedüz sahte­
kârlık ve dolandırıcılıkla vasıflandırdılar. H albuki H alit Ayarcı ile
karım P ak ize’nin bitm ez tükenm ez vidolu tavla partilerini seyre­
derken, can sıkıntısından bulduğum bu nakit ceza sistem ini bir za­
m anlar nası! alkışlam ışlardı.
Büyük bir m aliyecim iz bu ceza sistem ini m aliye tarihinde ger­
çek bir buluş addettiğini resm en bildirm iş ve bundan sonra adımı
D oktor Turgot, N ecker ve S chacht’la beraber anm akta hiç tereddüt
etm eyeceğini her fırsatta tekrarlam ıştı.
Hakkı da vardı. Şu itibarla ki, şim diye kadar halkı m ükellef kı­
lan para işlerinde m em nuniyetsizlik daim a esastır. H ele bu bir ceza
şeklinde olursa, daim a insanı rahatsız eder. Bizim nakit cezam ız ise
hiç böyle değildi. Suçiu, kontrol m em urum uzdan bunu işitir işit­
m ez, evvelâ şaşırıyor, sonra işin m antığındaki sağlam lığı anlayın­
ca, tebessüm e başlıyor, tatbikattaki ciddiliği görür görm ez, gülm ek­
ten katılıyordu. K aç kişi m em urlarım ıza bilhassa ilk günlerde
“A m an ne olur, bir kere de bizim eve gelin, bunu karım behemehal
görsün, işte adresim ” diye kartını uzatm ış, ayrıca otom obil parası­
nı da verm işti.
N akit cezam ızın dayandığı esas, şehre ait um um î saatler başta
olm ak üzere, açıkta bulunan saatlerden biriyle uym ayan her saatten
alınan beş kuruştan ibaretti. Fakat bu saat ile bir başka saatin ara­
sında da ayar farkı varsa bu sefer ceza iki m isli oluyordu. Böyle
kom şu olan saatlerin sayısı çoğaldıkça ceza da hendesî nispetle ar­
tıyordu. Tam saat ayarı haddizatında im kânsız olduğu için - b u , sa­
atlere m ahsus bir ferdî hürriyet m eselesidir, bittabi o zam an bunu
açık lıy am azd ım -, hele kalabalık bir yerde yapılan tek bir kontrolda
epeyce m iktarda bir para tahsili m üm kündü.
K aldı ki, biz bu karışık hesaba b ir de ilerilik ve gerilik farkı ilâ­
ve etm iştik. H erkes bilir ki, bir saat ya geri kalır, yahut ileri gider.
Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar im kânsızlığı gibi um u­

14
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

mî bir kaidedir; m eğer ki durm uş olsun. Fakat burada iş şahsîleşir.


Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olm ak üzere ya­
ratıldıkları için, eşya onlara uym ak tabiatındadır. M eselâ, benim
çocukluğum un geçtiği A bdülham it devrinde cem iyetim iz neşesizdi.
B aşta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan
bu neşesizlik eşyaya da sirayet etm işti. O zam anın vapur düdükle­
rinin acılığını, hüznünü, keskinliğini benim yaşım da olanların hep­
si bilir. Halbuki hâdiselerin iutfuyla birdenbire o kadar gülecek şey
bulan bugünkü hayatım ızda vapur düdüklerinin, tram vay seslerinin
neşesine bakın!
Saatler de böyledir. Sahiplerinin m izaçlarındaki ağırlığa, canı
tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasî akidelerine göre yürüyüşlerini
ister istem ez değiştirirler. B ilhassa bizim gibi üst üste inkılâplar
yapm ış, türlü züm releri ve nesilleri geride bırakarak, dolu dizgin
ilerlem iş bir cem iyette bu sonuncusuna, yani az çok siyasî şekline
rastlam ak gayet tabiîdir. Bu siyasî akideler ise çok defa şu veya bu
sebeple gizlenen şeylerdir. H iç kim se ortada o kadar kanun m üey­
yidesi varken elbette durduğu yerde, “ Benim düşüncem şudur” d i­
ye bağırm az. Yahut gizli bir yerde bağırır. İşte bu gizlenm elerin,
mizaç ve inanç ayrılıklarının kendilerini bilhassa gösterdikleri yer
saatlerim izdir.
Sahibinin en m ahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına a r­
kadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarım paylaşan, hu­
lâsa onun hararetiyle ısınan ve onu uzviyetinde benim seyen, yahut
masasının üstünde, gün dediğim iz zam an bütününü onunla beraber
btitün olup bitlisiyle yaşayan saat, ister istem ez sahibine tem essül
eder, onun gibi yaşam ağa ve düşünm eğe alışır.
Fazla teferruata girm eden şurasını da işaret edeyim ki, saat ka­
dar derin şekilde olm asa bile bu benim sem e ve uym a keyfiyeti bü­
tün eşyam ızda vardır. Eski şapkalarım ız, ayakkabılarım ız, elbisele­
rim iz gün geçtikçe bizden bir parça olm azlar m ı? O nları sık sık de­
ğiştirm ek isteyişim iz de bu yüzden değil m idir? Yeni bir elbise gi­
yen adam az çok benliğinin dışına çıkm ışa benzer: K endinden

15
TANPINAR

uzaklaşm ak, ona bir değişikliğin arasından bakm ak ihtiyacı, yahut


“Ben artık bir başkasıyım !” diyebilm ek saadeti.
İddia edebilirim k i,-ra h m e tli H alit Ayarcı m üessesem izin aley­
hine çıkm ak korkusu ile bu cins iddialardan sakınm am ı bana şiddet­
le tavsiye ederdi; fakat m adem ki bu vesayet artık yoktur, ben rahat­
ça iddia e d e b ilirim -e sk i bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bü­
tün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hattâ ıstırap­
larının çeşidini görm ek m üm kündür. H izm etçilerim ize hem en evi­
m ize gelir gelm ez bir kat elbise, bir iki eski göm lek, boyunbağı, hiç
olm azsa ayakkabılarım ızdan birini hediye etm em izin hikm eti de bu
olsa gerektir. Bizi hiç tanım ayan bu insan birdenbire elbisem izin
içine girdiği, kunduram ızla yürüdüğü için, âdeta onun gizli zoru ile
bize yaklaşır, farkında olm adan bizim -itiy a t ve düşüncelerim izi b e­
nimser. Bunu ben kendi nefsim de iki defa tecrübe ettim .
T ü rlü M eslekler B an k ası’dan atılm am a ve o kadar felâkete düş­
m em e sebep olan m üdür Cemal Bey, vaktiyle bana bir kat eski el­
bise hediye etm işti. Cem al B eyle aram ızda büyük m izaç farkları
vardı. O aksi, titiz, kibirli, insanları küçük düşürm ekten hoşlanan,
her şeyi ciddî m izanlara vuran bir adam dı. Benim uysal, sade ge­
çim derdi ile m eşgul benliğim in tam zıddı bir tabiat. V âkıa onun bu
taraflarını pek benim seyem edim . Bu benim için im kânsızdı. Fakat
tek zaafı, refikasına karşı beslediği sevgi sanki bu elbiseden bana
geçti. Ü zerim e giydiğim in haftasında sıkı M üslüm an terbiyem e, üç
çocuk babası olm am a, Pakize gibi her cihetle bana üstün bir kadı­
nın kocası bulunm am a rağm en, Selm a H anım efendiye delicesine
âşık oldum , b an k ad an ayrıldım , seneler geçti, bu elbise üstüm de li­
me lim e oldu. Fakat bu sevgi yakam ı bırakm adı.
İkinci elbiseyi bana enstitüm üzün ilk kuruluş günlerinde o za­
manki kıyafetim le m üesseseye gelem eyeceğim i düşünen H alit Ayar­
cı hediye etm işti. Sırtım a daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığı­
mın değiştiğini gördüm . B irdenbire ufkum , görüş zaviyem genişle­
di. Hayatı onun gibi bir bütün olarak m ütalâaya alıştım. D eğişm e,
koordinasyon, çalışm anın tanzim i, zihniyet değişikliği, üst düşünce,

16
SAAFLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

İlmî zihniyet gibi tabirlerle konuşm ağa, kendi isteksizliğim e “zaru­


ret” , “im kânsızlık” gibi adlar koym ağa, şarkla garp arasında ölçüsüz
m ukayeseler yapm ağa, ciddiliğinden kendim de ürktüğüm hüküm ler
vermeğe başladım . Onun gibi, insanlara “A caba ne işe yarar?” diyen
bir gözle bakıyor, hayatı kendi teknem de yoğuracağım bir ham ur gi­
bi görüyordum . B ir kelime ile onun cesareti ve icat kudreti bana aşı­
lanmış gibiydi. Sanki bu elbise değil bir büyü idi. H attâ Cemal B e­
yin refikası Selma Hanım efendiyi bile artık erişilm esi im kânsız bir
varlık gibi görm üyordum . Bittabi bütün bunlar H alit A yarcı’da oldu­
ğu gibi pürüzsüz geçm iyordu. Yumuşak ve uysal, m erham etli, sefa­
leti tatmış tabiatım ikide bir işe karışıyor, lafımı kesiyor, kararlarımı
değiştiriyordu. H ulâsa birbiri arasından düşünen, karar veren, konu­
şan bir adam olm uştum . Rahm etli Halit A yarcı’ya bunu anlattığım
zaman gülm üş, sonra büyük bir iyi kalblilikle, “Böyle olması husu­
sî bir çeşni veriyor, devam edin!” dem işti.
Yine bu m eseleyi m ünakaşa ettiğim iz günlerden birinde söyle­
diği şeyleri burada kaydetm eden bir türlü geçem eyeceğim :
- A z iz Hayri İrdal, dem işti, söylediğiniz son derecede doğrudur.
Bütün büyük adam ların m aiyetlerinde çalışanlara daim a elbiseleri­
ni ve öteberilerini verm eleri bu yüzdendir. R om a im paratorları,
krallar, büyük diktatörler hep kendileri gibi düşünsünler diye eşya­
larını dostlarına hediye ederlerdi. H attâ O sm anlı hüküm darlarının,
vezirlerinin kürk ve kaftan ihsan etm eleri de bu yüzden olsa gerek­
tir. Siz, farkında olm adan tarihin büyük bir sırrını, bir çeşit psiko­
lojik m ekanizm ayı keşfettiniz!
Şüphesiz doğru söylüyordu. U nutm ayın ki bu keşif de onun e l­
bisesi sırtım a geçtikten sonra olm uştu. E vet, o keşif dehasıyla doğ­
muş adam dı ve ben de onun kıyafetine büründüğüm için bunu keş­
fetm iştim .
Biz yine saatlere dönelim . B urada D oktor R am iz’in “Saatlerin
Psikanalizi” adlı enstitüm üz neşriyatından o çok m ühim etütten de
bahsetm ek isterdim . Fakat büsbütün İlmî ve çok ayrı m ahiyette bir­
takım istitratlarla bu hâtıraları ağırlaştırm aktan korktuğum için bunu

17
TANPINAR

yapm ayacağım . K itap mevcuttur. İsteyen daim a m üracaat edebilir.


D oktor R am iz’le aram ızdaki fark -b u ra d a yalnız onun bana
söylediklerini n ak led iy o ru m - benim um um î psikoloji ve sosyoloji
m etoduyla işi ele alm am a m ukabil, onun meseleyi bütün psikana­
lizciler gibi cinsiyet, libido ve refulm an noktalarından ele alm asın-
dadır. U m um î ve hususî psikoloji ve bilhassa sosyoloji hakkında
hiçbir fikrim olm am asına rağm en işin böyle olm asına ben de m em ­
nunum . Beni daim a ciddiye alm ak lutfunu gösteren D oktor Ram iz
bu düşüncelerinin sonunda benim büyük bir idealist olduğum u da
ilâve etm işti. Bu m eseleyi beraberce m ünakaşa ettiğim iz karım ise,
saat ve zam an gibi insanla o kadar yakından alâkalı olan bir m ese­
lede cinsiyet tarafını büsbütün ihmal edişim in sadece idealistliğim ­
den gelem eyeceği, işin başka ve daha ciddî, hattâ uzvî ve sıhhî se­
bepleri de olm ası icabettiği fikrindedir.
Hangi bakım dan olursa olsun arada bir ilerilik, gerilik farkı bu­
lunduğu aşikârdır ve bu fark m ühim bir farktır. Bu itibarla saatleri
geri kalanlardan aldığım ız nakit cezaya iki kuruş zam yapm am ızı
herkes gayet tabiî buldu. H attâ ekseriyetin hoşuna gitti. Böylece
hem geriliğe lâyık olduğu cezayı veriyor, hem de ileri düşünüşün
hakkını teslim ediyorduk. İnsan yaratılışı tam bir eşitliğe razı ola­
m az. U fak tefek im tiyazların teşvikine de m uhtaçtır. D iyebilirim k i,
bizzat iyilik dahi, ancak ceza görm esi ve ayıplanm ası icap eden bir
kötülüğün bulunm asıyla kabildir. İleride sık sık adı geçecek olan
rahm etli hocam M uvakkit Nuri Efendi tasavvuftan bahsederken
“her şeyin zıddıyla m aruf ve m iim kün olduğunu” söylerdi. H alit
Ayarcı benim bu ceza zam m ı teklifim i bilhassa bu noktada mühim
bularak kabul etm işti.
B ulduğum nakit ceza sistem inin üçüncü özelliği de, tekrarlanan
cezalardan yaptığım ız yüzde ondan yüzde otuza kadar tenzilâttı.
Bilindiği gibi suçlar -d ü n y a n ın her cins kanun ve ö rfü n d e - tekrar­
landıkça cezaları artar. Bu ise suçlu ile vâz-ı kanun arasında bir ne­
vi yarış ve hattâ inada sebep olur.
Birinci cürüm için söylem iyorum . Çok m üm kündür ki, ilk işle­

18
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

nen cürüm ilk evlenm e gibi insanda m utlak bir pişm anlık hissi
uyandırsın. Fakat insanlık hâli İkincisinden sonra başlayan ceza ar­
tışlarında karşı tarafı üm itsizliğe düşüren bir nevi açık arttırm a
m anzarası bulunduğu aşikârdır. İşte biz nakit cezalarım ızda yüzde
ondan başlayarak yedinci ve sekizinci tekrarda yüzde otuza kadar
inmek suretiyle bu tabiî neticeyi ve onun aksülâm ellerini önlüyor-
duk. B öylece vidolu ve kollektif olan ceza sistem im iz aynı zam an­
da bir nevi m üessese ilgisi kazanıyordu. Kaldı ki işin içinde ticarî
bir taraf da vardı. H asılatını belediyem izin bize bırakm ak lutfunda
bulunduğu bu ceza sistem im izle bir nevi ticaret yapıyorduk. Hangi
ticarî m üessese devam lı m üşterilerine ufak bir ikram da bulunm az?
Öteden beri m evsim sonu tenzilâtlarına alışık olan ve ancak bu su­
retle ticaret erbabının kârı hakkında küçük bir fikir edinebilen İs­
tanbul halkının böyle bir şeyden m em nun olacaklarını peşin olarak
tahmin etm ekle hiç hata etm em iştim . Kaldı ki, yarı resm î bir miies-
seseden böyle bir şey pek beklenem ezdi. Bu itibarla halkın hoşuna
gitmesi ve rağbeti arttırm ası çok m üm kündür.
Nitekim öyle oldu. B ir türlü inanam adıkları, bir latife zannettik­
leri bu tenzilât işini bizzat görebilm ek için halkım ız birbirinin ko­
luna girip ayarsız saatleri ellerinde bürolarım ıza hücum a veya kont-
rollarımızı yoldan çevirip kendileri için ceza yazdırm ağa başladılar.
Halkın kendi isteğiyle hattâ güle güle verdiği bu nakit ceza modası
birdenbire şehri sardı. A rtık çocuklara oyuncak filân alm ağa ihtiyaç
kalm adı. Sevimli küçükler, büyüklerin neşesine iştirak edebilm ek
için en güzel, en iç gıdıklayıcı vasıtayı bulm uşlardı.
Şurasını da söyleyeyim ki, sade İstanbul ahalisi değil, civar köy­
ler, hattâ biraz uzakça şehirler halkı da bu işe m erak sardırdılar. O
kadar ki, tenzilâtlı nakit cezanın ve bilhassa ceza abone karneleri­
nin ilk tatbik aylarında D em iryolları İdaresi bazı hatlarda ilâve se­
ferler yapm ağa m ecbur oldu. H aydarpaşa ve Sirkeci garları her
gün, “A m an şunu bir görsek” , yahut “O lur şey değil, hakikaten de
doğruym uş...” diyen ve gülen, kırılasıya gülen insanlarla dolup bo­
şalıyordu.

19
TANPINAR

Taşradan gelen halkın sabırsızlığı o dereceye vardı ki, kontrol


m em urlarım ızın m ühim bir kısm ını A nadolu tarafında P endik’ten,
T rakya cihetinde Ç atalca’dan başlayarak yakın istasyonlara ve biz­
zat şehir garlarına tahsise, hattâ bu yüzden kadrom uz yetişm ediği
için Saat Ayar İstasyonlarım ızdan ve köyler için gençler arasından
seçtiğim iz Ayar Ekiplerim izden personel alm ağa m ecbur kalm ıştık.
M üessesem izin hudut haricindeki şöhretinin m ühim bir kısmını
da bu nakit ceza sistem inin yaptığını söylem ek doğru olur. Birkaç
seyyah vapuru yolcularının, yol üstünde kaptanlarını seyahat prog­
ram larım değiştirm eğe m ecbur ettiklerini ve İstanbul’da bir hafta
kalıp hepsinin ellerinde birkaç tenzilâtlı ceza m akbuzu yollarına
devam ettiklerini, hattâ bu seyyahlar içinde birçoğunun Halit Ayar­
cı ile yahut benim le m ülâkat yapm adan İstanbul’dan ayrılm adıkla­
rını, şehrim izin m uhtelif dükkânlarında satılan fotoğraflarım ızın
âdeta yağm a edildiğini elbette gazetelerde okum uşsunuzdur.
B urada son zam anlarda m liessesem iz hakkında yapılan bütün
haksızlıkları teker teker sayacak değilim . Bu hâtıralar ilerledikçe
okuyucularım onları görecekler ve nasıl bir gadre uğratıldığım ıza
kendileri hüküm vereceklerdir. Y alnız şahsım a ait bir noktaya da
burada işaret etm ekten vazgeçem eyeceğim .
M etih veya zem , Saatleri A yarlam a E nstitüsü’nden bahsedilir­
ken daim a bir hakikat unutulm uştur. O da bu miiessesenin benim
şahsım la, hattâ m azim le olan sıkı bağlılığıdır. M üessesem izin Halit
A yarcı’nın teşebbüs kudretinden, velut düşüncesinden çıktığını hiç­
bir zam an inkâr edecek değilim . O her m ânasıyla benim velinim e­
tim , büyük dostum oldu. Fakat Saatleri A yarlam a M üessesesi’nde-
ki vaziyetim hiç de dışardakilerin zannettikleri ve sık sık im a ettik­
leri gibi, öyle sadece bir âletin, uysal bir vasıtanın alâkası değildir.
H alit Ayarcı onu düşüncesinden bulduysa, ben de bütün hayatım da
onu doğuran tesadüfleri, hattâ büyük ıstıraplar pahasına yaşadım . O
hayatım ın bir m ey vasidir.
Bu hâtıraların birinci vazifesi, gerek rahmetli H alit A yarcı’nın
ve gerek m üessesenin aleyhindeki isnat ve iftiraları red ise, birinci­

20
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

sinden hiç de aşağı kalm ayan ikinci vazifesi de bu küçük, fakat m ü­


him hakikati belirtmektir.

III

Yukarda hayatım ın sıkıntılarından birkaç defa bahsettim . H âtı­


ralarım ilerledikçe okuyucularım öm rüm boyunca ihtiyaç ve m ah­
rum iyetin âdeta ikinci bir deri gibi vücudum a yapışm ış olarak do­
laştığımı göreceklerdir. Fakat hiç de saadet denen şeyi tatm adım di­
yemem .
Fakir düşm üş bir ailede doğdum . Buna rağm en çocukluğum
epeyce m esut geçti. Fakirlik, içim izde etrafım ızda ahenk bulunm ak
şartıyla - v e şüphesiz m uayyen bir d erecesinde- zannedildiği kadar
korkunç ve taham m ülsüz bir şey değildir. O nun da kendine göre im ­
tiyazları vardır. Benim çocukluğum un belli başlı im tiyazı hürriyetti.
Bu kelim eyi bugün sadece siyasî m ânasında kullanıyoruz. Ne
yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiç­
bir zam an m ânasını anlam ayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir
yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısı­
dır. M eğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan oniınla
şöyle iyice karnını doyurm ak istedi mi etrafındakiler m utlak suret­
te aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtla-
rının altında kaybolan nesne görm edim . K ısa öm rüm de yedi sekiz
defa m em leketim ize geldiğini işittim . E vet, bir kere bile kim se ba­
na gittiğini söylem ediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi di­
ye biz sevincim izden, davul zurna, sokaklara fırladık.
Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elim iz­
den alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “B uyurunuz efendim , ben­
deniz artık hevesim i aldım . Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” di­
ye hediye mi ederiz? Yoksa m asallarda, duvar diplerinde birdenbi­
re parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kö­
m ür veya toprak yığını hâline giren o büyülü hâzinelere mi benzer?
Bir türlü anlayam adım .

21
TANPINAR

N ihayet şu kanaata vardım ki, ona hiç kim senin ihtiyacı yoktur.
H ürriyet aşkı, -h a y d i H alit A yarcı’nın sevdiği kelim e ile söyleye­
yim , nasıl olsa beni artık ayıplayam az, kendine ait bir lügati kullan­
dığım için benim le alay e d e m e z !- bir nevi snobizm den başka bir
şey değildir. H akikaten m uhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık
sık gelişlerinden birinde adam akıllı yakalar, bir daha gözüm üzün
önünden, dizim izin dibinden ayırm azdık. N e gezer? D aha geldiği­
nin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek
çabuk alışıyoruz. K ıraat kitaplarında birkaç m anzum e, resm î nu­
tuklarda adının anılm ası kâfi geliyor.
H ayır, benim çocukluğum un hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hür­
riyet değildir. E vvelâ, burası zannım ca en m ühim idir, onu bana hiç
kim se verm edi. Bu sızdırılm ış altın külçesini birdenbire kendi
içim de buldum . Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir de­
fa için buldum . B ulduğum günden beri de küçücük hayatım , fakir
evim iz, etrafım ızdaki insanlar, her şey değişti. Vakıa sonraları ben
de onu kaybettim . Fakat ne olursa olsun bana tem in ettiği şeyler ha­
yatım ın ne büyük hâzinesi oldular. N e dünkü sefaletim , ne bugün­
kü refahım , hiçbir şey onun m ucizesiyle doldurduğu seneleri ben­
den bir daha alam adılar. O bana hiçbir şeye sahip olm adan, hiçbir
şeye aldırm adan yaşam ayı öğretti.
Lüzum suz hiçbir şeyin peşinde koşm adım . H içbir ihtirasın pe­
şinde beyhude yere em ek sarf etm edim . H içbir zam an sınıfım ızın
birincisi veya İkincisi, hattâ yirm incisi olm ak istem edim .
Fatih R üştiyesi’ndeki sınıfım ızın kalabalık m evcudu bana, etra­
fım daki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kıral locası deyin,
seyretm ek im kânını verdi. însan işlerine uzaktan bakm ayı oradan
öğrendim .
A rkadaşlarım ın çoğu gibi m ektebe lalalarla, uşaklarla gitm e­
dim . N e yeni, süslü elbiselerim , ne su geçm ez potinim , ne sıcak
paltom vardı. D aim a diz kapaklarım yam alı, daim a dirseklerim bi­
raz dışarıya fırlam ış gezdim . H iç kim se m ektebe giderken bin tür­
lü sıkı tem bihle beni öpm edi, ne de akşam üstü yolum u dört gözle

22
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

beklediler. H attâ eve ne kadar geç gelirsem etrafım dakiler o kadar


rahattı. B ununla beraber m esuttum . Bütün bu şeylerin yokluğuna
karşılık hayatı ve sokağı kazanm ıştım . M evsim ler, insanlar, hay­
vanlar, eşya en m unis, en değişik yüzleriyle benim diler.
Günde iki defa Edirnekapı ile Fatih arasındaki yolu en uzun za­
man içinde, her adımı ayrı ayrı hayaller peşinde atarak, gider gelir­
dim . Vakıâ on yaşlarım a doğru bu m esut hayatı bir ihtiras bulandır­
dı. Dayım ın sünnet hediyesi olarak verdiği saatle hayatım ın ahengi
biraz bozulur gibi oldu. B ir ihtiras ne kadar m asum olursa olsun yi­
ne tehlikeli bir şeydir. B ununla beraber m esut yaradılışım onun ha­
yatımı büsbütün çığırından çıkarm asına mâni oldu. Bilâkis ona bir
istikam et verdi. Yani hayatım onunla şekil aldı. Belki de bana hür­
riyetin asıl kapısını o açtı.

IV

Babam istediği kadar doğum günüm ü eski bir kitabın arkasına


16 Receb-i Şerif, sene 1310 diye kaydetm iş olsun, asıl Hayri İr-
dal’ın doğum tarihi bu saatin elim e geçtiği gündür diyebilirim . Onu
mavi kurdelesiyle -yen g em in kordon parasından kurtulm ak için
bulduğu ç a re !- yastığım ın üstüne koydukları günden itibaren haya­
tım sanki daha başka tü rlü ,d a h a çok derin, daha gayeli oluverdi. Bu
küçük saat, evvelâ etrafını tem izlem ek, kendi hayat sahasını lâyı-
kıyla benim sem ekle işe başladı. Hiç olm azsa onun gelişiyle o za­
mana kadar benim diyebileceğim ne varsa hepsi birdenbire ikinci
plana geçti. Yine dayım ın hediyesi m ukavvadan iki şerefeli m ina­
rem -k en d i çocuklarına başka türlü, isterseniz bugünkü tabirleriyle
modern ve lâik hediyeler seçen dayım , belki de babam ın kayyum
olması ve evim izin M ihrim ah C am ii’nin yanı başında olm asından
bana bu cins hediyeler v e rird i- evim izin taşlığında o kadar dikkat­
le bütün m ahalle çocukları hep beraber yaptığım ız büyük uçurtm a,
cam iin şurasından burasından aşırdığım kurşun parçalarını leblebi­
ciye satarak tedarik ettiğim K aragöz takım ım , bir başkasının oldu­

23
TANPINAR

ğunu bile bile her serbest olduğum anda Edirnekapı m ezarlıkların­


da, surlarda bin türlü m ünasebetsizliğine taham m ül ederek otlattı­
ğım kom şum uz İbrahim Efendinin huysuz keçisi, hulâsa etrafım da­
ki her şey benim için m ânalarını kaybettiler.
K orkarım ki, bu hâtıraları okuyanlar, bu yazdıklarım a bakarak o
güne kadar saat görm ediğim i, yahut evim izde hiç saat bulunm adı­
ğını zannedecekler. H ayır, tam aksine olarak evim izde birkaç saat
birden vardı.
Herkes bilir ki, eski hayatım ız saat üzerine kurulm uştur. H attâ
sonraları M uvakkit Nuri E fendiden öğrendiğim e göre A vrupa saat­
çiliğinin en büyük m üşterisi daim a M üslüm anlar ve onlar içinde en
dindarı olan m em leketim iz halkı im iş. G ünde beş vakit nam az, ra­
m azanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat A llah ’ı bul­
m anın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare
ed erd i.
A dım başında m uvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile
onların penceresi önünde durarak cebinden, servetlerine, yaşlarına,
cüsselerine göre altın, güm üş, sadece savatlı, kordonlu, kordonsuz,
kimi bir iğne yastığı, yahut kaplum bağa yavrusu kadar şişkin, kimi
yassı ve küçük, saatlerini besm eleyle çıkarırlar, sayacağı zam anın
kendileri ve çoluk çocukları için hayırlı olm asını dua ederek ayar­
larlar, kurarlar, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak za­
m an için kendilerine verdikleri m üjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu
yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç
âlem e, büyük ve ebedî inançların sesiydi. O nun, kendisine m ahsus,
hayatın her iki buudunda genişleyen hassaları vardı. Bir taraftan
bugününüzü ve vazifelerinizi tâyin eder, öbür taraftan da peşinde
koştuğunuz ebedî saadeti, onun lekesiz ve ârızasız yollarını size
açardı.
E vim izde, üst katın sofasında babam ın her başı sıkıldıkça sat­
m ağa kalkıştığı; fakat anlatacağım sebepler yüzünden bir türlü sa­
tam adığı büyük ayaklı duvar saati vardı. D uvarlardaki küçüklü bü­
yüklü yazı levhaları, yerdeki hasırlar, onların serin ve rutubetli ko­

24
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kuşuyla, oda ve m erdiven kapılarındaki kalın perdelerle beraber


evim ize küçük bir m escit hâli veren bu saat babam a dedesinden m i­
ras kalm ıştı.
İnsan kötülem ekten hoşlanan bazı kom şularım ız, bilhassa o
huysuz keçinin sahibi İbrahim Bey, bu saati babam ın daha evvel
kayyum luğunu yaptığı ahşap bir m escitten buraya getirdiğini iddia
ederlerdi. O nların rivayetine göre m escidin yandığı gece babam
birçok kurtarılan eşya ile, bilhassa yazı levhalarıyla beraber bu sa­
ati de eve getirm işti. K onsolun üzerindeki deve kuşu yum urtası, ta­
vana asılı M ekke süpürgeleri ve kapı perdeleri de onlara göre bu eş­
yadandı.
Zavallı babam , bir türlü önüne geçem ediği bu iftiraya üzülür,
günlerce ağzını bıçak açm azdı. İnsanlar niçin yalan söylerler ve if­
tira ederler? Benim naçiz kanaatım a göre, iftira sade çirkin değil,
aynı zam anda gülünç ve âciz bir şeydir de. İnsan tabiatı iktizasınca
birbirlerini kötülem ek isteyenler sadece düşm anlarının hayatlarına
baksınlar, yeter. Çünkü her insanın hayatında hiçbir m uhayyilenin
icat edem eyeceği kadar aksaklık vardır, ve bu aksaklıklar o insanla
beraber yetişm iş, büyüm üş şahsî, nevi kendine m ahsus şeylerdir.
Kul kusursuz olm az, sözü sırf bu gerçek için söylenm iş bir sözdür.
Bu hikm etin gösterdiği yoldan gidip karşım ızdakini tanım ağa çalı­
şacağım ız yerde iftiraya kalkm ak, âdeta pazar m alıyla giyinm eğe
benzer. B en, kendim hep böyle yaptım . Onun içindir ki, bu hâtıra­
ları okuyanlar hiçbir yalan ve iftiraya tesadüf etm eyecekler, sadece
birtakım şim diye kadar gizli kalm ış hakikatleri öğreneceklerdir.
Belki bu hakikatleri naklederken ufak tefek onarm alarda bulundu­
ğum olacaktır. Fakat bu kendimi vazifelendirdiğim hâtırat yazarlı­
ğının icaplarındandır.
B abam ın birçok kusarları vardı ve zavallı hiçbirini gizlem ezdi.
İlk karısını ve ondan olan çocukları zar zor beslerken ş e r’î m ahke­
me kararıyla evim izde birkaç gün için, o da ücretini vererek, m isa­
fir kalan bir kadıncağızla, hem de kocasından boşandığı günün haf­
tasında, kaşla göz arasında evlenm esi bu zaafların en iyi m isalidir.

25
TANPINAR

Asıl kötüsü, annem e o kadar bağlı olan babam bu kadıncağızla,


onu zengin zannettiği için evlenm işti. Halbuki kadın parasızdı. Ba­
bam a evim izdeki m isafirlik bedelini ve bazı m ahkem e masraflarını
ödem ek için ikide bir koynundan çıkarıp gözüm ün önünde açtığı bü­
yükçe kesedeki m ecidiyeler m eğer bütün serveti imiş. Buna rağmen
babam bu kadını boşam adı, öm rünün sonuna kadar iki evli yaşadı.
B ütün bunları rahm etliyi ayıplam ak için söylem iyorum . Evlen­
me merakı bizim ailem izin ezelî derdidir. Ben kendi hayatım da bu­
nu tecrübe ettim .
E vet, babam ın da, herkes gibi, kom şularım ızın pek haklı şekil­
de istism ar edebilecekleri bir yığın zaafı vardı. Fakat hırsızlık, hem
de bir cam i eşyasını alm ak... Velev ki vakıf malı olsun ve yanmış
bir cam iden gelsin! H ayır, bu babam ın asla yapacağı iş değildir.
Zaten bu saatin büsbütün başka bir hikâyesi vardı. Babam ın de­
desi, Bâb-ı Ali m em urlarından Tevkiî A hm et Efendi, M ısır m esele­
si zam anında bir iftira yüzünden başının çok sıkıştığı, hattâ hayatı­
nın bile tehlikeye girdiği bir sırada, kurtulursa bir cami yaptırm ayı
nezretm işti. İşler düzelip de rahat bir nefes alınca derhal işe koyul­
m uş, fakat parası yetm eyecek korkusuyla cam iin arsasını aldıktan
sonra geriye kalan para ile doğrudan doğruya binaya başlayam a-
m ış, yaptıracağı cam ie vakıf olm ak üzere E dirnekapı’da uzun za­
man bütiin aile, ahır ve hizm etçiler kısm ında oturduğum uz büyük
konakla, bir iki akar daha satın alm ıştı.
Paranın geri kalan kısm ıyla da cam iin hasırlarını, kilim lerini,
kapının yanına koyacağı büyük sa a ti, duvarlara asacağı yazı levha­
larını, kandillerini tedarik etm işti. B öylece teferruatı hazırladıktan
sonra, adam cağız tam cam iin inşasına başladığı sırada yeniden az­
ledilm iş ve bir daha yakasını sıkıntıdan kurtaram adığı için tem elle­
ri kazılan cam iin inşası kendiliğinden geri kalm ıştı.
K endisine hayratının ne zam an biteceğini soranlara: “Takriben
gelecek sene inşallah!” diye cevap verdiğinden dolayı, eşi dostu
öm rünün sonuna doğru onu Tevkiî yerine Takribî A hm et Efendi di­
ye anm ağa başlam ışlar. A hm et Efendi ölürken oğlu Numan Beye bu

26
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

camiden bahsederek, “Benim borcum du, fakat eda edem edim . A l­


lah nasip etm edi. Şimdi senin üstüne borçtur. Onu behem ehal yap­
tırm alısın!” vasiyetinde bulunm uş. B abasından oturduğu konaktan
başka on para m irasa konm ayan N um an Beyin hayatı bu vasiyet y ü ­
zünden büsbütün perişan olm uş, babasının nezrini yerine getirm ek
için konağın kendisine varıncıya kadar nesi var nesi yoksa hepsini
satm ış, fakat bir türlü inşaata başlayam am ıştı. İşte ailem izin cami
eşyası ile döşeli olan bu küçük evde yaşam ası bu yüzdendi.
Evkafta oldukça iyi bir m em urlukla işe başlayan ve ardı arası
kesilm eyen talihsizlikler yüzünden küçük bir cami kayyum luğuna
kadar inen babam ın hayatını da dedesinin bu vasiyeti âdeta zehirle-
mişti.
Onun için babam , başına gelenlerin hem en hepsinden, içten içe
biraz da alacaklısı addettiği bu saati mesul tutar ve onunla böyle her
gün burun buruna yaşam aktan sıkılırdı. A rtık unutulm uş olan cami
hikâyesini tazelem em ek için bütün dedikodulara sessiz sadasız kat­
lanır, bu hikâyeyi kim seye anlatm azdı. H ulâsa hayatının gizli ve
tek m eselesi, faciası bu saat olm uştu.
Gerek bu dedikodular, gerek sofaya verdiği o iç kapatıcı m anza­
ra yüzünden ben bu saatin düşm anı olm uştum . H albuki güzel saat­
ti. Kendi hâlinde, hiç kim senin işine karışm adan, kervanını kaybet­
miş bir m ekkâre gibi başı boş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı.
Hangi takvim le hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri
beklem ek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır, tok, etrafı d o l­
duran sesiyle hangi gizli ve m ühim v ak ’ayı birdenbire ilân ederdi?
Bunu hiç bilm ezdik. Çünkü bu bağım sız saat ne ayar, ne ıslah ve ta­
m ir kabul ederdi. O başını alm ış giden, insanlardan tecerrüt hâlin­
de yaşayan hususî bir zam andı. B azen durup dururken üst üste çal­
mağa başlardı. Sonra aylarca yalnız rakkasının gidiş gelişiyle kalır­
dı. Annem onun bu ihtiyarî hâllerini hiç iyiye yorm azdı. O na göre
bu saat ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpm ıştı.
Bilhassa İbrahim Beyin vefat ettiği gece, belki de hem en hem en ay­
nı sularda, haftalardır işlem eyen saatin birdenbire en derin sesiyle

27
TANPINAR

vurm ağa başlam asından sonra bu korku hepim izin içine yerleşti.
A nnem o günden sonra ayaklı saatim izden hep M übarek diye bah­
setti. B ütün dindarlığına rağm en daha beşerî düşünen babam ise
ona M enhus adını koym uştu. M enhus veya M übarek bu saat çocuk­
luğum un bir tarafını zaptetm iş gibidir.
Bu büyük saatten başka bir de küçük m asa saatim iz vardı k i, ba­
bam la annem in yattıkları odada bir m asanın üzerinde dururdu. Bu
saat birincisi gibi dinî veya uhrevî değildi. Tam aksine olarak laik
bir saatti. H ususî zem bereği kurulunca saat başlarında o zam anın
çok m oda olan bir türküsünü çalardı. R adyo çıktığından beri çalar
saatler ortadan kayboldu. D oğrusunu isterseniz ben birincilerini
tercih ederim . Vakıa sesi m aazallah kapı gıcırtılarına benzeyen ve
bütün gayretlerine, yahut gayretlerim e rağm en hâlâ üç makam ı ta-
nıyam ayan büyük baldızım ın, sırf H alit A yarcı’nın him m etiyle bu
m ühim m üesseseye büyük ve şöhretli m uganniye olarak girm esin­
den sonra, böyle bir fikri ortaya atm am hiçbir zaman doğru olm az.
A m m a, ne yapayım ki, radyo m ünasebetsiz bir icattır. H iç olm azsa
çalar saat bütün gün alabildiğine şarkı söylem ez, cin yutm uş gibi
dans havaları tepinm ez, felâket yağm uru havadisleriyle üzerinize
çullanm az, ve sizinki susturulduğu zam an behem ehal kom şularınki
başlam az. B ence radyo, aklım ın erdiği kadarım söyleyeceğim tabiî,
-a z iz okuyucum bu fikirleri dinlerken, m untazam bir tahsil görm e­
m iş, öm rü kahve peykelerinde geçm iş, ihtiyar bir adam dan geldik­
lerini hiçbir zam an u n u tm a!- insanoğullanna lüzum suz m eraklar
aşılam aktan başka bir şeye yaram az. B azen düşünürüm , ne kadar
garip m ahluklarız? H epim iz öm rüm üzün kısalığından şikâyet ede­
riz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varm adan harca­
m ak için neler yapm ayız? Ben bile bu yaşta işim le gücüm le meşgul
olacağım yerde radyo başına oturup saatlerce, bir kere bile gidip
görm ediğim , - ta b iî sinem alardaki havadis film leri h a riç - futbol
m açlarının, boks güreşlerinin hikâyesini dinliyorum .
Ü çüncü saat babam ın koyun saati idi, pusulalı, kıblenüm alı, tak­
vim li, alaturka ve alafranga, m evcut ve gayrim evcut bütün zam an­

28
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ları sayan acayip bir saatti bu. Tek bir kusuru vardı. O da m uhtelif
marifetlerini bir tek ustanın lâyıkıyla tanım asına im kân olm am asıy­
dı. Nuri Efendi bile onu tam m ânasıyla ve her yandan işletebilece-
ğine kani değildi. B ir kere bozulunca kolay kolay tam ir edilem iyor­
du. Yalnız orta katındaki odasında oturulan evler gibi saatin yarısı
muattal dururdu. Babam ın Nuri Efendi ile dostluğu bu yüzden sık-
laşmıştı.
Sanatının tam ehli olan ustam bu saati tam irden o kadar bıkm ış­
tı ki, sonunda babam a kendi eliyle kurm asını bile m enetm işti.
G örülüyor ki, dayım ın hediyesi beni hiç de büsbütün gafil avla-
mam ıştı. D aha doğrusu onun hayatım da dolduracağı yer kendisi
gelmeden çok evvel hazırlanm ıştı.
O yaşta bir saati olup da içinde ne vardır diye m erak etm em ek
kabil midir? H ele insan, benim gibi çocukluğu boyunca ayaklı bir
saatin âdeta bir büyü gibi zaptettiği bir evde yaşam ış olursa! O za­
mana kadar azar, tekdir belâsı saatlere yalnız dışlarından bakm akla
yaşam ıştım . Onları sadece seyrediyor, varlıklarından lezzet alıyor­
dum. D ayım ın hediyesi ile beraber bende kendilerini yakından ta­
nımak ve anlam ak ihtiyacı başladı. D aha ilk elim e aldığım gün zih­
nî hayatım birkaç merhaleyi birden atladı. N için? N eden? Ve nasıl?
suallerinin h in u m u içinde kaldım .
Dayım ın hediyesinin elim e geçtiğinden hem en birkaç hafta son­
ra bir daha hiçbir işe yaram ayacak hiçbir zam anı saym asına artık
imkân olm ayan iğri büğrü maden parçaları, paslı veya parlak bir yı­
ğın enkaz hâline geldiğini söylem eğe lüzum var m ı? Bu tecrübeden
elim de iki şey kaldı. H er gördüğüm saati çözm ek ve içine bakm ak
hevesi, bir de saatten gayrı şeye alâkasızlık.
O seneyi bu saat yüzünden, ertesi seneyi yolda bulduğum çok
eski başka bir saat yüzünden aynı sınıfta geçirdim . V âkıa üçüncü
senenin sonunda daha ziyade babam ın sızlanışlarına acıdıkları için
bütün m ektebin, hattâ sem t halkının elbirliği eden yardım ıyla rüşti­
yenin ikinci sınıfına atlayabildim ; am m a, bende de artık okum a he­
vesi kalm am ıştı. Vaktimi daha ziyade Nuri Efendinin m uvakkitha-

29
TANPINAR

nesinde geçirm eğe başlam ıştım . G ariptir k i, bu devam sızlık m ektep


hayatım üzerinde epeyce m üspet bir tesir yaptı. H ocalarım ız beni
öyle sık sık görm edikleri için kabahatlerim i de görm üyorlardı.
O nun için rüştiyeyi bitirene kadar bir daha sınıfta kalm adım . Zaten
artık m ektebin A llahlık talebelerinden olm uştum . Bütün ömrüm
boyunca her geçtiğim yerde beni karşılayan ve teşyi eden hazin baş
sallam aları, kendisini gizlem eğe çalışan m erham etli tebessüm ler,
daha hoyratlarında yüzüm e karşı hain gülm eler başlam ıştı.

Sabahtan akşam a kadar vaktim in çoğunu geçirdiğim Nuri E fen­


dinin m uvakkithanesinde ne bu baş sallam alar/, ne o m analı tebes­
süm ler ve kahkahalar vardı. O rada sadece saatler vardı. H er pence­
renin önünde karşı karşıya işleyen m inder saatleri, duvar boyunca
dizilm iş zam an nöbetçileri hâlinde ayaklı saatler, sağ tarafta Nuri
Efendinin sedirinin üstündeki asm a saat, odanın her tarafında pen­
cere içlerinde döşem e kenarlarında, sedir üzerinde, küçük raflarda
tam ir için getirilm iş, kimi yarı çözülm üş kimi parça parça, bazısı
çırılçıplak, bazısı sadece üstü açılm ış bir yığın saat vardı. Nuri
Efendi gün boyunca bu saatlerle m eşgul olur, gözleri yorulunca
“Yap bir kahve!” diyerek sedire uzanır, bu taş oda içinde kabaran
saat seslerinin içinde, belki de görm ediği, hiç görem eyeceği, el do-
kunduram ayacağı,sesini dinleyem eyeceği,dünyadaki bütün saatle­
ri düşünerek dinlenirdi.
Nuri Efendi benim tanım ağa başladığım zam anlarda, elli beş,
altm ış yaşlarında, orta boylu, zayıf, kuru, fakat dinç bir ihtiyardı.
Ö m ründe hiç hastalık, hattâ ufak bir diş ağrısı çekm ediğini söyler
ve bunu Rumeli toprağından gelm esine yorardı. “Babam pehlivan­
dı... Ben de gençliğim de epeyce güreştim .” diyerek bu zayıf cüsse­
de şaşılacak bir şey olan kuvvetli pazularını gösterirdi. Birisine kız­
dığı veya canı pek sıkıldığı zam an cam iin avlusunda kim bilir han­
gi tam ir zam anından kalm ış kocam an bir taşı kucaklar, şuraya bu­

30
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

raya taşırdı.
U zun, dört köşe yüzü, beyaz, seyrek sakalı, büyük, kestane ren­
gi çok yum uşak bakışlı gözleriyle insanın üzerinde garip bir tesir
yapardı. Bu bakışlarla karşılaşanlar onu sadece iyilik yapm ak için
yaratılm ış tasavvur ederlerdi. Hani o m asallarda başınız sıkıldığı
zaman yakıp im dadınıza çağırm ak için size sakalından üç tel verip
kaybolan ihtiyarlar gibi bir şey. M uvakkithaneye yerleştiğinden be­
ri otuz beş sene geçtiği hâlde bir kere hiddet ettiğini, bir kere bağır­
dığını gören olm am ıştı.
Nuri Efendinin konuşması çok tatlı idi. Tane tane, kelimelerine
dikkat ederek, onları âdeta seçerek konuşurdu. Bilhassa saatçilik üze­
rine sohbetten çok hoşlanırdı. Tanıdıklarının bir kısmı onu büyük bir
âlim, bir kısmı ise yarı evliya addederlerdi. H akikatte pek az tahsil
görmüş, ancak bir iki sene cami derslerine devam etm işti. Bunu ken­
disi de gizlem ezdi. Sık sık, “Beni adam eden saatlerdir!” derdi.
G aliba sem tin en iyi saatçisi idi. Fakat bir m eslek adam ından zi­
yade, işin zevkinde bir keyif ehli gibi çalışırdı. K endisine saatleri­
ni tam ir için getirenlerle pazarlık etm ez, ne verirlerse kabul ederdi.
Yalnız saati bırakıp giderken, “ Sakın haber gönderm eden gelip al­
mağa kalkm a!” derdi. Bazen de “A cele yok ha! A cele istem em !”
diye arkasından bağırırdı. B öylece kendisine em anet edilen saati
bir kere açtıktan sonra bir cam kavanoz altına koyar, bazen hafta­
larca el sürm eden karşıdan seyreder, eğer işliyorsa zam an zam an
üstüne eğilir, sesini dinlerdi. Bu hâlleriyle üzerim de bir saatçiden
ziyade saat doktoru hissini bırakırdı.
Zaten saatle insanı birbirinden pek ayırm azdı. Sık sık, “Cenab-ı
Hak insanı kendi sureti üzere yarattı; insan d a saati kendine benzer
icat etti...” derdi. Bu fikri çok defa şöyle tam am lardı: “ İnsan saatin
arkasını bırakm am alıdır. Nasıl ki, A llah insanı bırakırsa her şey
m ahvolur!” Saat hakkındaki düşünceleri bazen daha derinleşirdi:
“Saatin kendisi m ekân, yürüyüşü zam an, ayarı insandır... Bu da
gösterir ki, zam an ve m ekân, insanla m evcuttur!”
Bu cins benzerlikler üzerinde ısrar eden bir yığın sözü daha var-

31
TANPINAR

di: “M aden, kendiliğinden ayar kabul etm ez. İnsan da böyledir. Sa­
lâh, iyilik, H ak k ’ın bize lutufla bakışı sayesinde olur. Saat de böy­
ledir.” Nuri E fendide saat sevgisi bir nevi ahlâktı: “Bozuk bir saate,
bir hastaya, bir m uhtaca bakar gibi bakm ağa alış!” ve Nuri Efendi
hakikaten öyle yapardı. D iyebilirim ki en çok üzerine düştüğü saat­
ler, hurda denebilecek kadar bozulm uş, atılm ası lâzım gelen, hattâ
atılm ış saatlerdi. O nlardan biri eline geçince çehresi âdeta yum u­
şardı: “K alb işlem iyor artık. B eyinde de arıza var” , yahut; “Nasıl
yürüsün biçare, iki ayağının ikisi de yok...” diye büsbütün beşerî bir
dil konuşurdu.
Şurada burada tesadüf ettiği yaym acılardan bu cins bozuk saat­
leri satın alıp ötesini berisini değiştirerek tam ir ettikten sonra fakir
dostlarına hediye ederdi: “Al bakayım şunu! Hele bir zam anına sa­
hip ol... O ndan sonrasına A llah kerim dir!..” sözü kendisine dert ya­
nanların -fa k ir olm ak şa rtıy la - çoğuna cevabı idi. B öylece Nuri
Efendinin sayesinde zam anına tekrar sahip olan insan sanki darıldı­
ğı karısı ile daha kolay barışabilir, çocuğu daha çabuk iyileşirm iş,
yahut hem en o gün borçlarından kurtulacakm ış gibi sevinirdi. B u­
nu yaparken iki türlü sevap işlediğine inandığı m uhakkaktı. Çünkü
bir yandan yarı ölü bir saati diriltm iş oluyor, öbür yandan da bir in­
sana yaşadığının şuurunu, zam anını hediye ediyordu.
Nuri Efendi böyle esaslı tadillerle yeniden zaman arabasına koş­
tuğu saatlere o devrin silâhlarını kastederek hafif bir alayla “ m uad­
d el” adını verirdi. Çünkü bu saatlerde zem berek, tulum ba, çarklar
her biri ayrı fabrikalardan, ayrı işçiliklerden gelmiş olurdu. Bu
cinsten bir saati eline alıp da evirip çevirirken, “N e kadar bize ben­
ziyor... Tıpkı bizim hayatım ız!” derdi. Bu Nuri E fendinin, sonradan
H alit A yarcı’nın verdiği isim le içtim aiyatçı tarafı idi.
Bu sözleri senelerden sonra H alit A yarcı’ya naklettiğim gün,
aziz velinim etim hakikî bir heyecana kapılm ış, âdeta boynum a atı­
larak, “ Siz büyük bir filozofla tanışm ışsınız azizim !” diye bağır­
m ıştı. H alit Ayarcı ile ilk tanıştığım günün, daha doğrusu gecenin
hikâyesini bütün teferruatıyla ilerki sahifelerde yazacağım . Burada

32
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yalnız enstitüm üzün, İstanbul halkını o kadar şaşırtan, düşündüren


ve aynı zam anda güldüren sloganlarının Nuri Efendinin bu naklet­
tiğim cüm lelerinden doğduğunu derhal ilâve edeyim .
Ne gariptir ki, yıllar boyunca m erhum üstadım ın bu cüm lelerini
veya benzerlerini dinlem ekle gençliğim i yok yere harcadığım ı dü­
şünm üş ve azap çekm iştim . Halbuki refaha, ikbale, insanın hakikî
kıym etlerini yapan um um î hizm ete onların sayesinde nail oldum .
Fakat elden ne gelir? K ör topal idadî tahsilim i -m ek tep ten ve
hocalardan elden geldiği kadar uzak kalm ak şa rtıy la - bitirm eğe uğ­
raştığım o yıllarda, Nuri Efendinin hiçbir açık geliştirm e yapm adan
insanla saat, saatle cem iyet arasında bulduğu yakınlıkları, onların
üzerine kurduğu hayat ve cem iyet felsefesini nereden anlayacak­
tım? Çünkü H alit Ayarcı ve D oktor R am iz’in sonradan bana söyle­
diklerine nazaran bu hakikî felsefe idi. Şurasını da derhal kaydede­
yim ki, D oktor R am iz, Nuri Efendinin bu sözlerini H alit Ayarcı ile
beni tanıştırdığı o günden çok evvel, hem de birçok defalar dinle­
diği hâlde ancak H alit Ayarcı onları beğendikten sonra kıym etleri­
ni anladı. D oktor R am iz daim a biraz dalgındır. K endiliğinden her­
hangi bir şeyi güç bulur. H ele um um î kanaatin dışına hiç çıkm az.
Nitekim bana karşı davranışları da böyle oldu. D aim a dost ve mük-
rimdi. Sohbetim den hoşlanır, dertlerim i dinlem ekten hiç bıkm az,
görünm ezsem arar bulur, çoluk çocuğum un sıhhatini düşünür, bana
ufak tefek yardım lar da ederdi. H alit Ayarcı ile tanışm am a o vesile
oldu. Fakat hiçbir zam an benim gerçek değerlerim i görm edi. Hak-
kımdaki kanaati herkesin kanaati idi. Yani bana ilk devirlerde hep
bazı hususî m eziyetleri de bulunan biçare bir m eczup, kabiliyetsiz
bir adam , bir hayat dışı gözü ile baktı. A ncak H alit A yarcı’nın beni
takdir ettiğini gördükten sonradır ki, hakkım daki görüşü değişti ve
bir daha m ethimi dilinden d üşürm edi. Ö yle ki elde m evcut dört ese­
rinin indeksinde F reu d ’dan, Y oung’dan, H alit A yarcı’dan sonra en
çok zikredilen ad benim adım dır. H em en hem en rahm etli hocam
Nuri Efendi ve Şeyh A hm et Zam anı ile bir ayarda geliyorum . B ana
kalırsa bu kadarı da fazla idi. Ben böyle İlmî eserlerde adı geçecek

33
TANPINAR

adam olm adım . T abiî insanlık hâli ben de onun bu iltifatlarını mti-
kâfatsız bırakm adım . D aim a ufak tefek ücret zam larıyla kendisini
korudum . M am afih büsbütün haksızlık da etm eyelim . U zun zaman
beni tedavi eden D oktor R am iz, okuyucuların ilerde görecekleri gi­
bi hayatım ın başka bir tarafı ile, Seyit L ûtfullah’a bağlı tarafıyla
alâkalı idi.
Bu da gösterir ki, gerek Nuri Efendiyi gerek beni, daha doğrusu
benim vasıtam la Nuri Efendiyi ve bittabi Nuri Efendinin arasından
beni ve ikim izin arasından da saatin ve zam anın hayattaki ferm an-
ferm a, insanüstü rolünü ilk anlayan ve takdir eden H alit A yarcı’dır.
Zaten onun belli başlı m eziyetlerinden biri de, gizli kalm ış kıym et­
leri bulup çıkarm asıdır.
Nuri Efendi ve H alit A yarcı... İşte benim hayat m ekiğim bu iki
kutup arasında dolaştı. B>isini çok gençken, insanlara ve hayata
gözlerim henüz açıldığı sırada tanıdım . Ö bürü her şeyden üm it kes­
tiğim , hattâ öm ür defterim i tam am lanm ış sandığım bir zam anda
karşım a çıktı. Fakat bu ayrı m eziyette, ayrı zihniyette insanlar bü­
tün zam an ayrılıklarının üstünden hayatım da bir daha ayrılm am ak
şartıyla birleştiler. Ben onların bir m uhassalasıyım . Tıpkı Nuri
Efendinin o kadar dikkatle ve ayrı ayrı işçiliklerden gelm iş parça­
ları birleştirerek tam ir ettiği, zam an kervanına kattığı hurda saatler
gibi onlardan bir parça, onların “m uaddel” bir halitası, terkip hâlin­
de eseriyim .
Nuri Efendi belki saat tam irinden ziyade saatlerin ayarında titiz­
di. Ayarsız saat bu halim selim adam ı âdeta çileden çıkarırdı. M eş-
rutiyet’ten sonra bilhassa şehir saatleri çoğalınca “ayarsız saat gö­
receğim ” korkusu ile m uvakkithaneden çıkm az olm uştu. O na göre
işlem eyen, kırılm ış, bozulm uş bir saat hastalanm ış bir insana ben­
zerdi. T abiatında m azurdu. Fakat ayarsız bir saatin hiçbir mazereti
yoktu. O bir İçtim aî cürüm , korkunç bir günahtı. İnsanları iğfal et­
m ek, onlara vakitlerini israf ettirm ek suretiyle hak yolundan ayır­
m ak için şeytanın baş vurduğu çarelerden biri de Nuri E fendiye gö­
re, şüphesiz ayarsız saatlerdi.

34
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Nuri Efendi sık sık, “Ayar, saniyenin peşinde koşm aktır!” derdi.
H alit A yarcı’yı pek şaşırtan sözlerinden biri de bu olm uştu:
- D üşün H ayri İrdal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu de­
m ektir ki, iyi ayarlanm ış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez!
Halbuki biz ne yapıyoruz? B ütün şehir ve m em leket ne yapıyor?
Ayarı bozuk saatlerim izle yarı vaktim izi kaybediyoruz. Herkes
günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz m ilyon sani­
ye kaybederiz. G ünün asıl faydalı kısm ını on saat addetsek, yüz
seksen m ilyon saniye eder. B ir günde yüz seksen m ilyon saniye y a­
ni üç milyon dakika; bu dem ektir ki, günde elli bin saat kaybediyo­
ruz. H esap et artık senede kaç insanın öm rü birden kaybolur. H al­
buki bu on sekiz m ilyonun yarısının saati yoktur; ve m evcut saatle­
rin çoğu da işlem ez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır.
Çıldırtıcı bir kayıp... Ç alışm am ızdan, hayatım ızdan, asıl ekonom i­
miz olan zam andan kayıp. Şim di anladın mı Nuri Efendinin büyük­
lüğünü, dehasını?.. İşte biz onun sayesinde bu kaybın önüne geçe­
ceğiz. İşte enstitüm üzün asıl faydalı tarafı... M uarızlarım ız istedik­
lerini söylesinler. B iz bu cem iyette en m ühim işi yapıyoruz. Derhal
büyük ve sıhhatli bir istatistik hazırlayın ve broşürleri bu hafta so­
nunda basalım ... D aha doğrusu onu ben hazırlarım . Bu kadar m ü­
him işi hiç kim seye verem em ... Fakat siz de Nuri Efendinin haya­
tını anlatan bir kitap yazın. Şöyle A vrupalıca bir kitap. Bunu yalnız
siz yapabilirsiniz ve vazifenizdir de... Bu adam ı dünyaya tanıtm alı­
yız.
Bu kitabı yazam adım . D aha faydalı olm ası, m üessesenin politi­
kasına daha fazla yardım etm esi için onun yerine aynı fikirleri ve
malzemeyi kullanarak A hm et Z a m a n î E fe n d i’nin H ayatı ve Eserle-
r i’ni yazdım . A caba bu ustam a bir ihanet m idir?
Nuri Efendi bana fazla iş verm ez, verdiği işin de behem ehal ya­
pılmasını istem ezdi. A celeye lüzum yoktu. O , zam anın sahibi idi.
O na istediği gibi tasarruf eder, yanındakilere de az çok bu hakki ta­
nırdı. Zaten o beni daha ziyade bir dinleyici olarak kabul etm işti.
A ra sıra, “Oğlum Hayri! derdi. İyi bir saatçi olup olm ayacağını bil­

35
TANPINAR

m iyorum . D oğrusu, bunu senin hayrın için çok isterdim . Sen erken
yaşta bir iş tutup ona kendini verm ezsen büyük sıkıntılara uğrayabi­
lirsin. Y aradılışın m ütevazı insan yaradılışı... H ayata ve etrafa karşı
yeter derecede dayanıklı değilsin. Seni ancak iş kurtarabilir. Yazık ki
bu iş için lâzım olan dikkat sende yok. Fakat saatleri seviyorsun, on­
lara acıyorsun! Bu m ühim bir şeydir. Sonra ayrıca dinlem ek gibi bir
hasletin var. Burası m uhakkak. D inlem esini biliyorsun, ki bu mühim
bir m eziyettir. H içbir şeye yaram asa bile insanın boşluğunu örter,
karşısındakıyla aynı seviyeye çıkarır!” diye iltifat ederdi.
Nuri Efendi her yıl bir takvim neşrederdi. B üyük bir kısmı bir
yil evvelkinden olduğu gibi aktarılan bu takvim i kasım sonlarında
yazm ağa başlar, şubat ortasında N uruosm aniye’de bir m atbaaya be­
nim le yollardı. Bu işin gözüm ün önünde olm ası beni çok şaşırtırdı.
R um î, A rabî aylar, onların m evsim lerine aşılanm ış daha başka da­
ha eski yıl ve zam an bölüm leri, güneş ve ay tutulm aları, en ince he­
saplarıyla her gün için kaydedilen kuşluk, öğle, ikindi, akşam , yat­
sı saatleri, büyük fırtınalar, küçük, fakat onun hesabında çok mâna-
lı rüzgârlar, giin dönüm leri, şiddetli soğuklar, eyyam ı bahur sıcak­
ları, bu küçük cam i odasında başında takkesi, alçak sedirinde sağ
dizinin üstüne kâğıt tom arlarım dayayarak pirinç gibi rakam dizile­
rini sıralayan bu adam ın kam ış kalem iyle sarı pirinç divitinden, ya­
vaş yavaş âdeta çok çeşitli bir rüya gibi doğarlar, sanki sırası gel­
dikçe m eydana çıkm ak, dünyam ızda hüküm sürm ek için odanın bir
köşesinde, ışığın en az uğradığı ve saat seslerinin en fazla yığıldığı
bir tarafında toplanırlardı.
O nun bu takvim e çalıştığı günlerde ben hakikî bir m ucizeye şa­
hit oluyorm uşum gibi kendim i esrar içinde kaybederdim . B ir sene
evvelki takvim i de aynı şekilde öm rüm üzün bütün m erhaleleriyle
hazırladığım bildiğim için âdeta onun tarafından tanzim edilm iş bir
dünyada, onun iradesinden çıkm ış bir ışık içinde yaşadığım ı zanne­
der ve rahm etli üstadım a biraz da korku karışan başka türlü bir hay­
ranlıkla bağlanırdım .

36
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

VI

Vefa ile K üçükpazar arasında, bir yokuşun üzerinde harap bir


m edresede -â d e ta bir baykuş g ib i- oturan, Deli S eyit L ûtfuilah,
Şehzade C am ii’nin biraz aşağısında, Burm alı M escit taraflarında
aşı boyalı, cephesi bitm ek tükenm ek bilm eyen bir konakta atlı ara­
balı m uhteşem bir hayat süren T unusluzâde A bdüsselâm Bey, Hır-
kaişerif’te H alvetî D ergâhı’mn arkasında oturan Avcı N aşit Bey,
V ezneciler’de bir eczane işleten ve bu çok M üslüm an sem tin nadir
Hıristiyan ileri gelenlerinden olan Eczacı A ristidi E fendi, Nuri
Efendiyi sık sık ziyaret ederlerdi.
A bdüsselâm Bey, yirmi otuz odalı konağında bütün bir aşiretle
yaşayan, çok zengin, insan canlısı bir adam dı. E vinin hususiyeti bir
girenin yahut içinde bir kere doğm ak gafletini gösterenin bir daha
dışarıya çıkam am asıydı. B eyaz kolalı göm lekleri içinde daim a ki­
bar, zarif, bu eski İstanbul efendisi böylece farkında olm adan kona­
ğına im paratorluğun her köşesinden gelm e, dam at, gelin, birkaç
yenge ve enişte, sayısız adette çocuk, belki bir o kadar da kaynana
kaynata, ihtiyar hala, teyze, genç yeğen, sekiz on halayık yığm ıştı.
Babam ın zoru ile birkaç defa hanım ının ziyaretine giden annem ,
her defasında eve bu kalabalıktan başı dönm üş, yorgun ve bitkin
dönm üştü. Çok küçükken bir defa da ben annem le gitm iştim .
H otozlu, fistanlı, beyaz sadakor entarili, yahut açık dekolteleri
bileklerine kadar inen ve orada dantelâlarla, kırm alarla kum aştan
ve süsten bir dalgacık gibi kabaran her yaştan yirm iye yakın kadın
ve bir o kadar çocuk içinde ne yapacağım ı şaşırm ış geçirdiğim o
günü hiç unutam am . D ışardan bitm ez tükenm ez gibi görünen bu
evin içinde insanlar âdeta üst üste yaşıyordu. Bu kalabalıkta keyfi­
yet itibariyle de hem en hem en aynı karışıklık vardı. Kendisi Tunus
Beyinin yakın akrabası ilk karısı şerif sülâlesindendi. İkinci karısı
saraydan çırağ edilm iş, A bdülham it’le senli benli konuştuğu söyle­
nen çok kibar bir Çerkesti. B ir kardeşinin karısı H idiv ailesinden
geliyordu, öbürününki bilmem hangi K afkas kabilesinin reisinin kı-

37
TANPINAR

zjydı. G elinlerden her biri ya şöhretli m üşirin, veya vezirin kızı, ya­
hut d a bir A rnavutluk beyinin torunuydu. Bu kadar karışık bir aile­
nin A bdülham it devrinde bir yığın vesvese, vehim , dedikodu uyan­
dırabileceğini düşünen A bdüsselâm B ey kardeşlerinden birinin kı­
zını padişahın çok itim at ettiği hafiyelerden biriyle evlendirm eğe
m uvaffak olm uştu. Bu zat, kendisinin aza oiduğu Şura-yı D evlet’te
kâtip olduğu için evde ve dairede hem en hem en bütün gün onu göz
altında bulundurabiliyordu. Sabah akşam lastik tekerlekli arabasın­
da A bdüsselâm B eyle kardeşinin dam adının beraberce Şura-yı
D evlet’e gidip geldiklerini görm ek onları tanıyanların pek hoşuna
giderm iş. Asıl garibi dam adın, çok sevdiği, velinim et addettiği A b­
düsselâm Beyi böyle göz altında bulundurm aktan üzülm esine mu­
kabil bir saat yalnız kalsa “yangın var!” diye bağıracak, bom boş bir
tram vaya binse tek yolcunun yanına gidip oturacak, yahut vatm a­
nın yanında ayakta duracak cinsten olan A bdüsselâm B eyin bu za­
rurî arkadaşlıktan pek m em nun olm asıydı.
A bdüsselâm Beyi M ütareke yıllarında daha yakından tanıdım .
A dam akıllı ihtiyarlam asına rağm en hâfızası az çok yerinde idi. O
günleri bana anlatırken Ferhat B eyin bu çekingenliğine kahkahalar­
la gülerdi. A bdüsselâm B ey askerden döndüğüm zam an yalnızlığı­
m a acım ış, -a n a m , babam hepsi ö lm ü şle rd i- beni küçük kızı ile be­
raber oturduğu B ay ezıt’taki evine alm ış, evlerinde yetişm iş bir kız­
la evlendirm işti. E vet Z ey n ep ’le A h m et’in anneleri ilk karım bu ev­
de büyüm üştü.
A bdüsselâm B eyin konağı M eşrutiyet’in ilânına kadar bu şekil­
de devam etti. Bu konağın kalabalığı ve m asrafı hakkında bir fikir
verebilm ek için sem tin iki bakkal, bir şekerci ve bir kasabının he­
m en hem en bu konakla geçindiğini söylem ek yeter. A ristidi E fen­
dinin eczanesinin belli başlı hasılâtı da bu konaktandı. Hürriyetin
ilânından sonra, ayrı ayrı planlarda bir benzeri olduğu im paratorluk
gibi, konak da yavaş yavaş dağıldı. İlk önce B osna-H ersek, B ulga­
ristan, Şarkî Rum eli ve Şim alî A frika arazisi ile beraber birader
beylerle hem şire hanım lar ayrıldılar, sonra B alkan Harbi sıraların­

38
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

da küçük beylerin ve gelin hanım ların bir kısmı evden çıktı. Sonu­
na doğru hem en hemen yalnız Ferhat B eyle -k ard eşin in d a m a d ı-
kendi çocuklarının bir kısmı kaldı. Ferhat Bey sonuna kadar Ab-
düsselâm B eyle beraber yaşadı. O nlar sabah akşam kendilerini Şu-
ra-yı D evlet’e götürüp getiren lastik tekerlekli arabanın siyah, ya­
ğız, M acar ve İngiliz kırması atları gibi birbirlerine alışıktılar. Son
zam anlarda bu iki adam ın birbiriyle konuşm ası sadece Ferhat B e­
yin A bdtilham it’e, haftada bir, konak ahvaline dair verdiği jurnallar
üzerine idi.
Ferhat B eyin m ahcubiyetten yüzü kızara kızara anlattığı bu hâ­
tıralar sayesinde A bdüsselâm Bey, eski konağının iç yüzünü her
gün yeni bir tarafından öğreniyor, nisbeten daha genç ve dinç yaş­
ta, zengin, talihin alabildiğine yüzüne güldüğü, etrafında tam iste­
diği cinsten cıvıl cıvıl, üst ü ste, Babil Kulesi kadar karışık, her d il­
den ve her kafada; fakat insan yakınlığının sıcaklığı ile dolu bir ha­
yatın kaynaştığı o günleri âdeta yeniden yaşıyordu.
Fakat hem en her akşam gözlerim in önünde tekrarlanan bu can­
landırm a ve geçmişi yeni baştan yaşam ada aksayan bir taraf vardı.
Ferhat Beyi dinlerken A bdüsselâm Beyin gözlerini bulandıran m a­
zi hasretine, garip, âdeta m uzipçe bir parıltı, dudaklarının kenarın­
da insan zaaflarıyla alay eden anlaşılm az bir gülüm sem e karışırdı,
ve bu hal Ferhat Beyi hikâyelerinde büsbütün şaşırtır, bir kat daha
m ahcup ederdi.
Bir gün eski Şura-yı D evlet azası sırrını bana açtı:
- B içare dam at bey, hakikaten bu işten fazla m ahcup ve m usta­
rip... Farkında değil ki, ben de her hafta kendisi için bir jurnal ve­
riyordum ...
Benim Nuri Efendinin m uvakkithanesine gidip gelm eğe başla­
dığım sıralarda A bdüsselâm Beyin konağında ancak otuz yedi insan
kalm ıştı. B unlar da kendi çocuklarının dışında, talihin cilvesiyle,
daha ziyade em ektar hizm etçiler, kardeşlerinin uzak akrabaları, ki­
me ait olduğu her gün yeniden m ünakaşa edilen ihtiyar teyzeler, ha­
lalar, yengelerdi. A bdüsselâm Bey bu hâle içten içe üzülüyor, gizli­

39
TANPINAR

ce daim a tem enni ettiğini söylediği hürriyetin evini böyle insansız,


çocuk şam atasız bırakm ış olm asını bir türlü anlam ıyor, konağın git­
tikçe sırtında ağır basan m asraflarını çok m ünasebetsiz bir yük bu­
luyordu. Bu yükün altında, bütün bu uzak akraba, A bdüsselâm B e­
ye, ara yerdeki esas cüm leler silinm iş, bu yüzden m ânası bir türlü
çıkm ayan bir m etin gibi geliyor, onu şaşırtıyor, bununla beraber
büsbütün yalnız kalm ak korkusu ile bu beyhude kalabalığa yine
dört elle sarılıyordu.

VII

A bdüsselâm Bey ise daha ziyade servetinin mühim bir kısmını


şu veya bu şekilde tüketm iş, fakat dışarıya ve bilhassa yeğenlerine
karşı sevgisi hiç değişm em iş, hâlâ küçük m eraklarında ısrar eden,
olm ayacak şekilde sağa sola yardım a koşan, sükûneti de telâşı ka­
dar latif, hattâ hafifçe kom ik bir operet am casına benziyordu. Şah­
siyetlerini yapan hususiyetler ve garabetler ne olursa olsun her iki­
sinin de çehreleri kuvvetli bir insan zem inine düşerdi. Seyit Lûtful-
lah ’da bu zem inin kendisi yoktu. O nun acayip gölgesi doğrudan
doğruya yalanın boşluğunda yüzüyordu. O m askenin, yahut ödünç
kişiliğin kendisi idi. Çok hayalî bir piyeste asıl baş rolü, hakikatin
tam inkârını üzerine alan aktör tasavvur edin ki, oyunun yarısında
sahneyi, ödünç şahsiyetini günlük hayatında yaşam ak için bırakmış
olsun ve o kıyafetle ve karakterle şehre, sokağa, insanların arasına
fırlasın. İşte bu küçük gruba bir yığın m erakı, ihtirası aşılayan, on­
ların kendi başlarına kalm ış olsalar çok tabiî geçecek hayatlarını alt
üst eden Seyit L ûtfullah bu çeşit bir adam dı. O nda yalanın nerede
başladığı ve nerede bittiği bilinm ezdi.
Ne söylendiği gibi M edineli, ne de seyitti. H attâ asıl adı bile bu
olm ayabilirdi. Nuri E fendiye göre seyitliği vaktiyle Irak tarafların­
da nikâhlandığı bir kadından geliyordu. A slen B ülûçtu. M em leke­
tini çok gençken bırakm ış, hem en bütün Ş ark ’ı gezdikten sonra İs­
tanbul’a gelm iş, A rap C am ii’nde güzel ve yanık sesiyle okuduğu

40
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

K u r’ân ’larla dikkati çekm iş, bu sayede E m irgân’da oturan çok zen­
gin bir ailenin bahçıvanının kızı ile evlenm iş, hattâ bu sayede bir
vâızlık bile koparm ıştı. Bu ilk gelişinde kendisini tanıyanlar, m az­
but, m utaassıp bir şeriatçi olduğunu, vaazlarında, m ünakaşalarında
etrafı âdeta yıldırdığını anlatırlardı. Babam ın söylediğine göre bu
vaazlarda Seyit Lûtfullah hem en hem en insan hayatında ibadetten
başka bir şeye m üsaade etm ez, yem ekten, içm ekten, konuşm ağa
kadar her şeyi yasak ederm iş.
Bu ilk devre ancak üç yıl sürm üş, karısının ölüm ü üzerine her
şeyi bırakarak yeniden seyahate çıkm ış, ancak on sene sonra Meş-
rutiyet’ten iki yıl evvel, İstanbul’a dönm üş, o yıkık m edrese odası­
na yerleşm işti. Fakat bu dönen Seyit Lûtfullah artık eski adam de­
ğildi. G özlerinden biri akm ış, ağzı hafifçe çarpılm ış, bütün vücudu
büyük hareketlerine zarar verm eyen, fakat onları bir türlü serbest
de bırakm ayan, her uzuv için ayrı, küçük, m ânâsız ve lüzum suz bir
yığın dar sahalı harekette kendisini dağıtan bir tik kaplam ıştı. Sol
kolunu durm adan araba çeker gibi ileriye geriye götürüyor, ensesi­
ni kulunç kırar gibi büküyordu. Sol ayağı ise her zam an için ağırdı.
M eşin gibi esm er, çarpık yüzü ile uzun boyu yüzünden daha fazla
göze batan kam buru ile Seyit Lûtfullah benim gördüğüm zam anlar­
da, insandan ziyade peşinden koştuğu defineleri bekleyen bir ecin­
niye benziyordu. Halbuki gençliğinde daha ziyade güzel sayılırm ış.
Bu değişikliği gaip âlem le yaptığı m ücadelelere yorardı. Ona
göre Savuç B u lak ’ta, bilm em hangi zaviyede m isafir kaldığı za­
m anlarda behem ehal bir huddam tedarikine çalışm ış, fakat iyi saat­
te olsunların pek aksisine tesadüf etm iş olacak ki bu hâle gelm işti.
Nuri Efendi ondan bahsederken, “ H avass-ı K ıır’ân böyledir, onun­
la oynayanlar işte bu hâle gelirler,” der; fakat tek zaafı olan teces­
süsü yüzünden, küfürle om uz om uza yürüyen bu adam dan bir tür­
lü vazgeçem ezdi.
Hem en herkesin Seyit Lûtfullah için ayrı bir fikri vardı. A ristidi
Efendi onu bir şarlatan addeder, vücudundaki değişiklikleri daha
ziyade eksik tedavi edilm iş bir frengiye yorar, yahut bu cinsten bir

41
TANPINAR

m irasın neticesi addederdi. B una rağm en A bdüsselâm B eyin hatırı


için, elindeki birkaç eski yazm adan getirdiği form ülleri inanmadan
tatbike çalışırdı. A bdüsselâm B ey ise eriyip tükenm iş servetinin te­
lâfi im kânlarını bir taraftan A ristidi Efendinin lâboratuvarındaki
çalışm alara bağladığı hâlde, öbür taraftan da Seyit L ûtfullah’ın ga­
ipler dünyası ile olan m ünasebetini hiç gözden kaçırm az ve meselâ
hakikaten vaat ettiği gibi K ayser A ndronikos’un hâzinelerini bir
gün bulacağına inanır, ayrıca eski bilgiler için kendisini tükenm ez
bir hazine addederdi. Çoktan İstanbullulaşm ış, hattâ A rapçasını
unutm uş bu T unuslu’da eski M ağrip sadece hurafeleriyle devam
ediyordu.
Bu devirlerdeki A bdüsselâm Beyi daim a elinde bu iki atu ile en
im kânsız am eliyelere girişen bir kum arbaz görm em ek im kânsızdı.
A ristidi Efendinin eczanenin arkasındaki gizli lâboratııvarının
bütün m asrafı onun sırtında idi ve bu lâboratuvarda günün birinde
altın yapılacağına gerçekten inanıyordu. Bu m eselede Aristidi
Efendi ile aralarındaki fark bu sonuncusunun bu gayeye ancak m o­
dern kim ya ile erişilebileceğine inanm asıydı. Fakat Abdüsselâm
Beyin hatırını kıram adığı için S eyit L ûtfullah’ın getirdiği büyü ve
sim ya karışık form ülleri de ister istem ez denem eğe razı olm uştu.
H akikatte bütün bu insanlar hakikat denen duvarın ötesine geç­
m ek için birer delik bulm uş yaşıyorlardı. A bdüsselâm B ey hakika­
ten Seyit L ûtfullah’a inanıyor m uydu? Burasını bilm em . Bana ka­
lırsa inanm aktan daha m ühim bir şeyle hareket ediyorlardı. Bu mü­
him şey üçü için aynı şekilde m ühim di. O nlar için “ im kân” denen
şeyin hududu yoktu. H er şeyin m üm kün olduğu bir âlem leri vardı.
Eşya, m adde, insan, her şey bu hudutsuz im kânın eşiğinde, her an
kendisini değiştirecek m ucizeli kelim eyi, form ülü, duayı, yahut
am eliyeyi bekliyordu. E vet onların gördükleri, elleriyle yokladıkla­
rı, duyularına cevap veren şeylere herkes gibi inanm am aktan başka
hiçbir günahları yoktu.
İçlerinde en realistleri olan, fakat para sıkıntısı içinde yaşadığı
için her cesur tecrübeyi m ubah gören zavallı babam da son zam an­

42
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

larda dedesinin vasiyetini yerine getirm ek için bütün üm idini Seyit


Lûtfuliah’a bağlam ıştı. Fakat dostları yine aynı para sıkıntıları yü­
zünden onu her şeyi fedaya hazır addettikleri için aralarına alm az­
lardı. Bu yüzden hem en hepsine az çok düşm andı. Fakat ne saatini
bedava tam ir eden Nuri E fendiye, her zam an yardım ını gördüğü
Abdüsselâm Beye, ne de eline diline üşenm eyen Avcı N aşit Beye
açıktan açığa düşm anlık edem ediği, hattâ onları ne olsa yine biraz
sevdiği için, bütün köşede bırakılm ış insan hıncıyla Seyit L ûtful­
iah’a yüklenirdi. O na göre L ûtfullah “yalancı esrarkeşin biri” idi.
Orta yerde ne iyi saatte olsunlardan hazır bir huddam , ne define, ne
de gaip âlem le herhangi bir m ünasebet vardı. A dam cağızın yüzünü
böyle çıfıt çarşısına çeviren şey düpedüz esrarın, işretin, uzvî suiis­
timallerin neticesi olan felçti. H akikatte onu zani, dessas, tem bel,
dolandırıcı addeden babam , bu noktada çok m üspet düşünceli A ris-
tidi Efendi ile birleşirdi.
M am afih Lûtfullah, kendisi de esrar kullandığını gizlem ezdi.
Onun için esrar tehlikeli bir keyif vasıtası değil büyüğe, güzele, ha­
kikate erm ek için bir yol, kendi karışık lûgatince “ tarîk” idi. Aklı
ortadan kaldırm adan hakikate erm enin im kânsızlığını her zam an
söyler, çok defa yarı m astor gezerdi. B öyle anlarında durm adan
perdenin öbür tarafından bahseder, görünenin ötesinde insanı bek­
leyen lezzetleri anlata anlata bitirem ezdi.
Onu dinlerken bir tarafı ile orada, bizim görm ediğim iz o âlem ­
de firuze saraylarda, altın, m ücevher, sırm alı kum aşlar bin çeşit ta­
dılm am ış güzellikler arasında yaşadığına inanm am ak zordu. H attâ
orda, o hazlar âlem inde A selban adlı bir de sevgilisi vardı. Tıpkı
m asallarda olduğu gibi hiç solm ayan güller arasında, berrak havuz­
ların başında bülbül sesleri, gül ve yasem in ko k u lan , serin su şakır­
tıları içinde kendisi kadar güzel cariyeleriyle saz sohbetleri yapıp
eğlenen, yahut penceresinde tek başına oturup dostum uzu düşüne
düşüne gergef işleyen bu sevgilinin güzelliğini hepim iz ezberden
bilirdik. A selban’ın geceden daha siyah saçları, yıldızlardan daha
parlak bakışları, yasem inden beyaz teni, sülünlere haset ettirecek

43
TANPINAR

edalı yürüyüşü vardı.


Yazık k i, kendisini seven bu harikulâde sevgili ile tam visal şim ­
dilik bir çeşit “emr-i m uhal” idi. E vvelâ K ayser A ndronikos’un hâ­
zinesi bulunacaktı. Bu definenin bulunm ası gaip âlem dekilerin, ya­
ni A selb an ’ın ana ve babasının ve bilhassa çok hiddetli ve Aselban
kadar güzel kardeşinin sevgiliye erişm esi için koştukları şarttı.
Çünkü bu define bir tılsım dı. H addizatında servete hiç ihtiyacı ol­
m ayan, yahut bütün ihtiyaçlarını gaipten tedarik eden Seyit Lûtful-
la h ’ın bu define işi ile uğraşm asının tek sebebi işte bu şarttı. Onu
çıkarttıktan sonra A selban bizim gibi insan kılığına girecek, Seyit
Lûtfullah hakikî çehresini alacak, yani güneş gibi bir şey olacak ve
bu iki em salsiz güzellik birbiriyle birleşecekler ve dünyam ızda ha­
kikî bir iktidar içinde m esut yaşayacaklardı.
Çöküntü anlarında bu işin bütün güçlüğünü, hattâ im kânsızlığı­
nı iyiden iyiye ölçm üş gibi m eyus, biçare yaşayan Seyit Lûtfullah,
büyük neşe ve iç açılış a n la rın d a -y a n i m astor olduğu zam anlarda-
kendisinin bizim gördüğüm üz insan olm adığını, onu asıl çehresiy­
le kam aştırıcı güzelliği içinde görebilm em iz im kânsızlığını söyler­
di. A nlattığına göre bu sır âlem inde A selb an ’ın dizleri dibinde ya­
şayan dostum uzun şimdi A m erikan film lerinde seyrettiğim iz şark
prensleri, H int racaları gibi bir şey olm ası gerekirdi.
- Dün A selb an ’la avda idik. Y üz tazı birden bizim le koşuyordu!
Öyle ceylânlar, kaplanlar vurduk ki... H ele bir tanesi...
B ilhassa yerinden kım ıldayam ayacak kadar ihtiyar bir tazı ile
ava çıkan avcı N aşit Beyin bulunduğu zam anlarda anlatılan bu av
hikâyeleri bitm ek bilm ezdi.
A bdüsselâm Beyin yanında bu m esut hayat tasavvuru daha az ha­
reketli ve daha cıvıl cıvıldı. A selban’ın babasının sarayında hemen
hemen bine yakın, m elekler kadar güzel çocuk, onların bir iki misli
kadar birbirini seven ve düşünen, birbirinden bir lâhza ayrılm ağa ra­
zı olm ayan her yaştan hısım akraba bulunurdu. A bdüsselâm Bey bu
kalabalığın ortasında kırk genç cariye ile birden keyif süren Asel-
ban’ın babasının hayatını hakikaten kendinden geçerek dinlerdi.

44
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Bu saadetin tek lekesi Seyit L û tfu llah ’ın ancak A selb an ’ın ken­
disini çağırdığı zam anlar oraya gidebilm esi idi. Bu davet olm azsa
aylarca Seyit Lûtfullah bizim sefil dünyam ızda, büründüğü paçav­
ralar gibi perişan, oturduğu harabe kadar yıkık dolaşırdı. B öyle za­
m anlarda insanlardan kaçar, rast geldikleri ile titiz, huysuz, kavga­
cı olurdu. L û tfullah’ın bu hiddetleri bir s a r’a nöbeti gibi korkunç ve
yıpratıcı idi.
O zam an garip bir gurur kendisini istilâ eder, ağzı köpiire köpii-
re elindeki kuvvetlerle düşm anım harap edeceğini, öldüreceğini
söyler, etrafa hangi dilden olduğu pek bilinm eyen karm akarışık
beddualar, lânetler yağdırırdı. “B en... Ben ha... B en... Şahıs benim
ne olduğum u biliyor mu acaba?.. Şahıs biliyor m u ben kim im ?..
Ben şahsın başına belâlar yağdırırım .” Çünkü böyle zam anlarda
Lûtfullah’ın karşısındaki adam dahi “o” veya “şahıs” olurdu, “ Şa­
hıs bilir mi ki ben onu kül ederim ?..”
Hiddeti de esrar gibi bir nevi sarhoşluktu, ve bu anlarında Seyit
Lûtfullah kendisini ölüm ün ve hayatın efendisi addederdi. Bu gurur
Seyit L ûtfullah’ın bozuk kafasında çok acayip bir hayat ve ölüm
felsesiyle beraber yürürdü. Hiddeti geçince Seyit L ûtfullah’ta büs­
bütün başka türlü bir yeis başlardı. “Evvelsi gün, düşm anlarım (ga­
ip âlem dekiler tabiî) beni kızdırdılar. B irçok sırları ifşa ettim . Şim ­
di işler daha güçleşecek... B ize şim dilik kudretim izi gösterm ek me-
nedilm iştir” derdi.
M am afih babam bile onun bazı kuvvetlerine inanırdı:
- H erifte bir şeyler var... derdi. O lm asa, fırıncı A hm et Efendiyi
bu hâle koym azdı. Üç gecenin içinde, evi dükkânı yandı, bütün ai­
lesi silm e öldü. Şimdi kendisi D arülaceze’de...
Ve birdenbire bu meşum kudretten ürkerek yakasını çevirir, tü­
kürürdü:
- İnsan değil, âfet... M aazallah başım ıza taş yağdırabilir. Bu bü­
yücüyü hüküm et ne diye içeriye tıkm ıyor? Dün akşam gene baca­
ğını sürükleye sürükleye Edirnekapı m ezarlığına gidiyordu. Kim
bilir kimin canına kıydı?

45
TANPINAR

Seyit L û tfullah’ın yüzünü duvara çevirerek konuştuğu huddamı


ile baktığı falların doğru çıktığı, bazı asabî hastalıklarda nefesinin
ve bilhassa elinin çok iyi tesir ettiği daim a söylenirdi.
1906 yılında, şöhreti yavaş yavaş başladığı sıralarda, A bdüsse­
lâm Bey çok kıym etli bir altın saati kaybettiğini sanm ıştı. Nuri
Efendi vasıtasıyla m üracaat ettiği Seyit Lûtfullah kendisine, gaiple
uzun m üzakerelerden sonra o acayip Türkçesiyle:
- Saat hatunun sanduğunda, sanduk vapurun am barında, vapur
denizin ortasında... H em en telgraf çekile... Feillâ (aksi takdirde)...
C evabını verm işti.
Üç gün sonra v a k ’anın büsbütün başka türlü olduğu anlaşılm ış­
tı. Yani, saat başka bir yeleğin cebinde, yelek gardrobun içinde,
gardrop A bdüsselâm B eyefendinin ikinci hanım ının M ısır’dan ye­
ni getirttiği cariyenin odasında çıkm ıştı. Fakat tesadüfe bakın ki,
evden o günlerde m em leketine gitm ek üzere ayrılm ış olan Ünyeli
bir hizm etçinin arkasından çekilen telgrafa şu cevap alınm ıştı:
“Kadın bulundu. Sandığında, pazar m alı, âdi cinsten bir m asa
saati çıktı. Saat ve kadın em niyettedir. Emr-i devletlerine intizar
olunduğu...”
Bütün teferruatta doğru olan ve yalnız esasta aldanan bu yanlışa
denebilir ki, Seyit Lûtfullah İstanbul’daki bütün şöhretini borçlu idi.
Filhakika esasa ait olan bu küçük yanlış âdeta onun şaşırtıcı
kudretini ölçm ek im kânını veren bir zaviye idi. Ve bu zaviye saye­
sinde Seyit L ûtfu llah ’ın keram eti, kudret ve tasarruf derecesi gece­
leyin okyanuslarda çalkanan bir vapurun hakikî m evkiî gibi çok sa­
rih şekilde okunuyordu. A radaki farka gelince zaten Seyit Lûtfullah
iyi saatte olsunlarla tam işi görüleceğini hiçbir zam an iddia etm e­
m işti.
H ulâsa bu yanlış, bilm em hangi cam iin 999 penceresi gibi tek
eksiğiyle zihinleri dolduran bir şeydi. İsabet tam olsaydı, birisi kal­
kıp onu pekâla tesadüfe yorabilirdi. Çünkü bütün teferruat ortadan
kendiliğinden silinecekti. H albuki bu ufak yanlış sayesinde elde
edilen neticelerin hiçbiri ortadan kaybolm uyor; onun ışığında, saat,

46
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

evden giden hizm etçi, vapurun am barı, sandık, hepsi, büyük zah­
metlerle alınan bir yolun m enzilleri gibi aydınlanıyordu. İnsan işle­
rinde hatanın oynadığı büyük ve faydalı rolü bilm em bundan iyi
gösteren misal var mıdır?
O tarihten itibaren Seyit L ûtfullah, Tunuslu konağının en d e­
vamlı ve en m uteber misafiri oldu. H er dediğine inanıldı. Bu inan­
m ada kılığının, kıyafetinin, yaşayış tarzının, oturduğu m edrese ar­
tığının da ayrı ayrı payları vardı. H ayatını, kıyafetini biraz değiştir­
mesi için verilen nasihatlere eliyle çok tehlikeli bir karanlığı göste­
ren bir işaret yaparak, “M üsaade etm iyorlar” diye reddederdi. A b ­
düsselâm B eyin zorla kendisine hediye ettiği bir cübbe ile sarığı üç
gtin sonra konağa, “M üsaade edilm edi. V elinim et m azur görsün...”
sözü ile iade etm işti. Seyit Lûtfullah bir masalı devam ettirm enin
sırrını biliyordu.
Yatıp kalktığı medrese odasını da iyi saatte olsunların em riyle
seçtiğini söylerdi.
Bu m edrese artığı kadar insana h er parçası ayrı ayrı dikkatlerle,
em eklerle hazırlanm ış hissini bırakan pek az y er gördüm . Birinci
M ahm ut zam anında küçücük cam ii ile beraber yapıldığı söylenen
bu bina sanki bugünkü hâlini alabilm ek için, daha m im arın içinden
çıktığı günden itibaren ve çok m untazam bir plana göre yavaş y a­
vaş yıkılm ağa başlam ıştı. A vlunun döşem e taşları ya kırılm ış, yahut
da ortasında alabildiğine büyüyen çınar tarafından sökülm üştü. Üç
tarafındaki hücrelerin hem en hepsi -S e y it L ûtfu llah ’ın yattığı oda
m ü ste sn a -k im i yarı yarıya, kimi büsbütün yıkılm ıştı. Avlunun sol
tarafında bulunan küçücük cam iden sadece m inarenin kapısı ile
dört basam ağı ayakta duruyordu. Onun yanı başındaki şirin m ezar­
lık -için d e gene bu devre ait kalbur üstü dört beş k işi, cam i ve m ed­
reseyi yaptıran Kahvecibaşı ile beraber y atıy o rlard ı- ayakta duran
parm aklığı ile sokaktan ancak ayrılıyordu.
M edresenin bütün avlusu, m ezarlık, cam iin arsası olması lâzım
gelen yer, her taraf kendi kendine bitm iş otlar ve ağaçlarla dolu idi.
Bu ağaçlar içinde, devrilm iş sütunların altından fışkıran dal budak

47
TANPINAR

salanlar bile vardı. Fakat en garibi, insanı en fazla kavrayanı Seyit


L ûtfullah’ın yattığı odanın tam üstünde biten, ince, zarif, rüzgârda
âdeta oyadan yapılm ış hissini veren servi fidanı idi. Bazı bulutlu
havalarda arkasındaki kül rengi boşlukla çok hayalî bir şey gibi gö­
ze çarpan bu servi fidanı, sanki bütün bu terkibi sonsuz ve yenilm ez
tabiat nam ına zaptetm işe benzerdi.
Tepesinde sallanan bu acayip sorguçla bu m edrese, uçurumun
tam kenarında, yuvarlanm ak için en son anı, son kararı bekleyen
korkunç ve abes bir m uvazene hissini bırakırdı. Seyit Lûtfullah bu
harabenin tek odasında yere serilm iş bir şiltede yatardı. O da rutu­
bet içinde ve daim a karanlıktı. Şiltenin etrafında, içlerine galiba
öteberisini koyduğu birkaç büyük küp vardı. Bu acayip odada insa­
na son derecede alışık bir kaplum bağa, -ta b iî A selban’ın hediyesi,
ve bu yüzden de adı Ç eşm inigâr’d ı - gelen gidenin bacakları arasın­
da dolaşıp dururdu.
Söylediklerine bakılırsa bu m edreseyi iyi saatte olsunların ken­
disine ikam etgâh diye tahsis etm elerinin asıl sebebi civardaki hazi­
ne idi. K ayser A nd ro n ik o s’un zam anından kalm a bu definenin etra­
fında gaip âlem inde yapılan m ücadeleleri anlatm akla bitirem ezdi.
M am afih dostum uzun bana çok m ahrem bir şekilde söyledikle­
rine bakılırsa bu m edrese hiç de öyle göründüğü gibi yıkık ve ha­
rap değildi. B ilâkis m uhteşem ve aydınlık bir saraydı. Nasıl biz Se­
yit L û tfullah’ın hakikî güzelliğini görem iyorsak bu sarayın ihtişa­
mını da öylece görem ezdik. A ncak define m eydana çıktığı zaman
bu saray da som altın sütunları, firuze ve elm as kubbeleriyle parla­
yacaktı. Zaten o zam an her şey yoluna girecekti. A selban m adde­
siyle görünm eğe razı olacak, âşığı asıl çehresiyle ortada gezecek ve
beraberce ebedî lezzetlerle dolu bir hayat yaşayacaklardı.
- İşte o zam an hükm üm bütün dünyaya geçecek, her istediğim
olacak... derdi. D ünyadan haksızlığı, sefaleti kaldıracak, tam bir
adaletle insanları idare edecekti. Çünkü bu acayip adam ın âdeta
müstakil bir cihaz gibi işleyen, hattâ zam an zam an da asıl kişiliği­
ni yapan garip hareketlerini içten idare ettiği duygusunu bırakan bir

48
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

adalet ve haksızlık dâvası da vardı.


Bu tarafından bakılırsa Seyit L ûtfullah ebedî hayata kavuşm ak,
nam ütenahî hazlar ve kudretler elde etm ek için tesadüfün kendisi­
ne verdiği nim etleri istihkar eden, onları doğru diiriist yaşam ayan
bir adam d ı. O büyük bir ruh ve id ealistti. H ayatta “ hep” i elde etm ek
için “ hiç”in kısır çölünde yaşam ayı tercih etm işti.
D oktor R am iz, eski dostum un garipliklerini kendisine anlattı­
ğım zam an bilhassa bu nokta üzerinde durm uş, ve bu adalet ve hak­
sızlık m eselesinin Seyit Lûtfullah v a k ’asım n anahtarı veya anahtar­
larından biri olabileceğini bana defalarca söylem işti. Kafası tama-
m iyle ilm î m etotlarla işleyen aziz dostum bir aralık bu yüzden Se­
yit Lûtfullah’ın M arx ’ı okuyup okum adığını bile m erak eder o l­
muştu. Sık sık “M arx veya E n g els’i okum uş olm ası lâzım ! Yazık ki
tahkik etm em işsiniz” diye bana çıkışır ve benim:
- Biçare nerden bu m ühim adam ları okusun. Zavallı doğru dü­
rüst T ürkçe bilmezdi! kabilinden itirazlarım ı da:
- Sizler daim a böylesiniz... R uhunuzu saran küçüklük duygula­
rı içinde büyük değerlerim izi kaybedersiniz... A zizim vazgeçin bu
huydan. Ben k at’iyen em inim ki A lm anca biliyordu ve bütün sos­
yalist edebiyatı okum uştu. A ksi takdirde devrim izin büyük m esele­
si olan adalet ve haksızlık dâvalarını bu kadar kuvvetle benim se­
mez ve uğrunda böyle m ücadele etm ezdi. O bizim sosyalist m ekte­
bimizin başlangıcıdır, diye sustururdu.
D oktor R am iz’in konuşm ası daim a böyleydi. B ir nokta olarak
başlar ve birkaç saniyede büyük bir çığ olurdu. Ben kendi hesabı­
ma hafif bilgi dağarcığım la bu büyük âlimi hiçbir zam an açıkça
tenkit cesaretini kendim de duym adım . Fakat ne yalan söyleyeyim ,
zavallı eski dostum un şahidi olduğum öm ründe bu cinsten bir m ü­
cadele fikrini verecek m ühim bir şeye de rastlam ış değilim .
Aristidi Efendinin, N aşit B eyin, A bdüsselâm B eyefendinin ihti­
rasları bu kadar sonsuz değildi. A ristidi E fendi, kayınbiraderi olan
H eybeliada’daki ihtiyar bir papazdan K ayser A n d ro n ik o s’un olsa
olsa İm parator A driyen olabileceğini iyice öğrendikten sonra bu d e­

49
TANPINAR

fine işine sadece İlmî bir m esele gibi bakıyordu. O na göre seyit
L ûtfullah’ın tereddütleri, gaip âlem inden em ir beklem eleri beyhu­
de idi. Birkaç kazm a ve kürekle derhal işe başlam ası lâzım gelirdi.
Fakat iyi saatte olsunların dünyasında her şeyin kendisine mahsus
bir vakti ve erkânı vardı.
1909 yılının en büyük hâdisesi Aristidi Efendinin bir gece tek ba­
şına K ayser A ndronikos’un hâzinesini aram ağa kalkması olm uştu.
Fakat daha ilk kazm ada definenin y e ri, başındaki gizli m ücadele de­
vam etm ek şartıyla, değişm işti. B eklediği altın dolu küpler, m ücev­
herler, eski kum aşlar ve saray eşyası, hattâ yazm a kitaplar, fildişi al­
tın aziz heykelleri yerine iki üç kem ikle dibinde Sultan M ahm ut
devrinden tek bir m angır sallanan boş bir kavanozun çıkm ası A ris­
tidi Efendiye de ister istem ez bu şüpheyi verm işti. Seyit Lûtfullah o
geceden sonra, değil defineyi bulm ak, sadece eski yerine getirebil­
m ek için aylarca uğraşm ağa m ecbur olacağını söylediği zaman
adam cağız üzüntüden, vicdan azabından az kalsın ölecekti. Tıpkı
A bdüsselâm Beyin saat hikâyesi gibi bu yanlış am eliye de Aristidi
Efendide Seyit L ûtfullah’a karşı olan son m ukavem etleri kırdı.
O nun karşısında daim a yüzünde taşım ağa kendisini m ecbur san­
dığı o cehalete karşı A vrupalıca m üsam ahalı tebessüm e, bir nevi
hurafevî korku karıştı ve dostum uzun karşısında ricat yolu kesilmiş
bir ordu gibi daim a perişan ve tereddüt içinde kaldı.
Seyit L ûtfu llah ’ın asıl istediği kâinatın sırrına, m addeye ruhen
tasarruf etm ekti. A ltın im bikle değil, ruhla yapılır. Toprağın altında
ondan çok ne var? M esele el dokunm adan yapm aktır, derdi.
B ununla beraber A ristidi Efendinin eczanesinin arka tarafındaki
gizli lâboratuvarda im bikler, körükler, her cinsten şişeler, korneler
arasında yapılan tecrübelerde de öbürleri gibi hazır bulunuyor, eski
yazm alardan çıkardığı form ülleri A ristidi Efendiye veriyordu. H at­
tâ bu yüzden bu iki adam ın arasında günlerce süren m ünakaşalar
oluyordu.
Bu m ünakaşalarda A ristidi Efendinin m ünevver Avrupalı m üsa­
mahası ve sabrı ile, gaip âlem e o kadar kuvvetle tasarruf eden Lû-

50
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

fullah’ın gurur ve alınganlığı tıpkı ateşte kaynayan bıiyiik şişenin


içinde ve etrafında dövüşen zıt kuvvetler gibi birbiriyle karşılaşır­
lardı. Birkaç defasına şahit olduğum bu tecrübelerden bende kalan
tek hâtıra L ûtfullah’ın kullandığı ıstılahlardı. “Tathir, teşm i, teklis,
tas’id, tezviç, tevlit, hal, akit (tem izlem e, m um veya m uşam ba hâ­
line getirm e, toprak hâline getirm e, koyulaştırm a, evlendirm e, do­
ğurtm a, eritm e ve bağlam a)” gibi kelim eler hâlâ bile bana kuvvetli
bir iradenin karşısında açılacak büyük im kân kapıları gibi görünür.
B ununla beraber bu kapılardan birinin bir gün, hem de en bek­
lenm edik şekilde açıldığını hepim iz gördük. A bdüsselâm Beyin pa­
rası ile yapılan bu tecrübelerin bütün şerefini kendisine inhisar et­
tirm ek isteyen Aristidi Efendi bir gece tek başına çalışırken im bik
çatladı ve lâboratuvar ateş aldı. B ir saat sonra yetişebilen itfaiye ve
m ahalle tulum bacıları Aristidi Efendiyi yarı yanm ış buldular. Bu
1912 yılı şubatında oldu ve onun ölüm üyle im bikle altın yapm a işi
sona erdi. K üçük grup için yalnız define üm idi kalm ıştı.

VIII

N için, Saatleri A yarlam a E n stitüsü’nün hikâyesini bu uzak hâtı­


ralarla ağırlaştırdım ? Neden bu mazi gölgeleri yüzünden yolum bir­
denbire değişti? B unlar o cins şeylerdi ki, ne hakikatini, ne de gü­
lünç tarafını bugünün insanı anlayam az. B ana gelince, yaşı, geçm iş
şeyleri tahayyülden ve hatırlam adan artık lezzet alm ayacak kadar
ileri. Böyle de olm asa, Halit A yarcı’nın hayatım a girdiği andan iti­
baren ben büsbütün başka bir insan oldum . R ealitenin içinde yaşa­
m ağa, onunla m ücadeleye alıştım . E vet o bana yeni bir hayat bul­
du. Bu eski şeylerden şimdi çok uzaktayım . İçim de, kendi mazim
olsa bile o günlere karşı katılaşm ış bir taraf var. N e yazık k i, bu m a­
zi dönüşünü yapm adan kendimi anlatam am . Ben yıllarca bu adam ­
ların arasında, onların rüyaları için yaşadım . Zam an zam an onların
kılıklarına girdim , m izaçlarını benim sedim . H iç farkında olm adan
bazen Nuri Efendi, bazen Lûtfullah veya A bdüsselâm B ey oldum .

51
TANPINAR

O nlar benim örneklerim , farkında olm adan yüzüm de bulduğum


m askelerim di. Zam an zam an insanların arasına onlardan birisini
benim seyerek çıktım . H âlâ bile bazen aynaya baktığım zam an, ken­
di çehrem de onlardan birini tanır gibi oluyorum . Şu anda Nuri
E fendinin kendini yenm iş tebessüm ünü yüzüm de dolaşıyor sanıyo­
rum , biraz sonra L ûtfu llah ’ın yalanı benim sem iş bakışlarını ken­
dim de bularak yaptığım işten ürküyorum . B ir başka defasında ba­
bam ın üm ütsiz kıskançlığı ve sabırsızlığıyla perişan oluyorum .
H attâ bu, kıyafetim de bile görülüyor. En m eşhur terzilerde yaptır­
dığım elbiselerim sırtım a geçer geçm ez bana A bdüsselâm Beyin kı­
lığını veriyorlar. D aha dün gözlüklerim i değiştirm em icap edince,
artık o cinsin m odası geçm iş olduğunu bile bile A ristidi Efendinin-
kine benzer bir altın gözlük aram adım mı? Belki de şahsiyet dedi­
ğim iz şey bu, yani hafızanın am barındaki m askelerin zenginliği ve
tesadüfü, onların birbiriyle yaptığı terkiplerin bizi benim sem esidir.
Belki daha derin, daha kuvvetli bir şey, bu m irasları ikide bir ak­
satan o içten m üdahalelerdir. H er hâlde bende olan budur. Bunu
herkes için söyleyem em . E lbette benim gibi yaşam ayanlar, kendi­
lerini başka türlü, daha kuvvetle, daha saf şekilde bulanlar vardır.
Fakat ben onların hâtıralarını yazıyorum . Kendi hayatım ı yazı­
yorum . Şurası da var ki, hayatım ın ileriki safhaları, bana bu insan­
ların tesirinden kurtulm ak im kânını pek verm edi. O ğlum un dediği
gibi, “ hakikî çalışm anın nizam ından” geçm edim . O nlar bende kar­
m akarışık devam ettiler. A hm et bana benzem iyor ve benzem em ek
için de elinden geleni yapıyor. H attâ kendini bu yüzden birçok im ­
kânlardan m ahrum etti. Liseyi bitirir bitirm ez devlet hesabına tah­
silin çarelerini buldu. T ıbbiyeyi bitirince m evkiim in ve servetim i­
zin icabı olarak A m erik a’da tahsilini tam am lam asını teklif edince
derhal reddetti ve A n ad o lu ’ya gitti. H ulâsa bana hiçbir şey söyle­
m eden benden gelen her şeye sırt çevirerek yaşadı.
O ğlum un beni sevm ediğini iddia edem em . Fakat bende kendi
düşüncesine uym ayan birtakım şeyleri beğenm ediği birtakım şey­
lere düşm an olduğu m uhakkak. B una rağm en gene içten içe onda

52
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yaşadığımı hissediyorum . B ir gün m uayenehanesinde bir hastaya


bakarken gördüm . Tıpkı benim bir saate bakışım gibi bir şeydi bu.
Yahut da Nuri Efendinin... Ç ok tem enni ederim ki, Nuri Efendinin-
kine b en zesin ,çü n k ü iş, ona benden fazla hâkim di.
H er ne olursa olsun m azim bugünkü vaziyetim den bana bütün
bir mesele gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum , ne de tam am iy-
le onun em rinde olabiliyorum .

IX

Bu hâtıraları bu kadar uzatm am da, dört sene evvel bir antikacı


dükkânında bulduğum ve derhal satın alarak çalışm a odam ın, Villa
S aat’ın verandasına ve m evsim çiçekleri ile dolu bahçesine açılan
kapı penceresine taktırdığım eski parm aklığın da elbette bir payı
vardır. Bu parm aklığın yıldız benekli, lâle m otifleri arasından doğ­
rudan doğruya m azim e, o kadar ihtiyaç ve yoksulluk içinde; fakat
o kadar rüyalı ve ümitli geçen çocukluk günlerim e bakar gibi olu­
yorum . Seyit Lûtfullah için şunun bunun m uvakkithaneye bıraktığı
şeyleri o yıkık m edreseye götürdüğüm zam anlarda bu parm aklığın
Önünde durur, onu uzun uzadıya seyreder, bir gün kendisi defineyi
bulursa veya A ristidi Efendi hakikaten cıvayı altın yaparsa hissem e
düşen kısım dan -v â k ıa kim se böyle bir şey söylem em işti am a, el­
bette benim de hissem e bir şeyler d ü şe c e k ti- bütün duvarı ve m e­
zarlığı, belki de cam ii tam ir ettirm eyi düşünürdüm .
Talih ve tesadüf bana tam aksini yaptırm ıştı. B üyüyünce ve eli­
me para geçince bir başka cam iye vakfetm eyi nezrettiğim büyük
duvar saatim iz gibi bundan tam on iki sene evvel, çok sıkışık bir za­
m anım da, güpegündüz bütün yakalanm a tehlikesini gözüm e alarak,
kendisini tutan son duvar parçası da koptuğu için olduğu yerde, Na-
şit Beyin çiftesiyle vurduğu kuşların kanadı gibi sarkan bu parm ak­
lığı bir antikacıya otuz kâğıda satm ıştım .
O zam an bu otuz kâğıt beni A ndronikos K ay ser’in bütün defi­
nesini elde etm işim veya A ristidi Efendinin im biklerinde bütün

53
TANPINAR

dünyanın cıvalarını altın yapm ışım gibi sevindirm işti.


O gün o para ile karım P ak ize’ye ufak tefek hediyeler alm ış, bü­
yük baldızım ın -m u sik î m eraklısı o la n - udunu bilm em kaçıncı de­
fa olarak; fakat bu sefer derhal geriye alacağım dan em in olarak, ta­
m ire verm iş, dördüncü kere büyük bir cesaretle güzellik m üsabaka­
sına girm eğe hazırlanan ve bu iş için bize yeniden bitm ez tükenm ez
m asraf kapıları açan küçük baldızım a, genişçe ve asıl elbiseyi hiç­
bir suretle tutm ayan, bu itibarla son derece göz alan ve binaenaleyh
yüzde doksan dokuz kıraliçeliğini sağlayacağına P akize’nin inandı­
ğı bir kem er tedarik edebilm iştim . A yrıca da son iki lirasını eski ah­
babım yaym acı Ali E fendiye vererek ondan Uç akşam evvel sem ti­
m izdeki açık hava sinem asına çoluk çocuk girebilm ek için rehin
olarak bıraktığım kom şum uz bakkal Hulki Efendinin saatini geri
alm ıştım .
Geçici de olsa bu parm aklık evim e çoktan beri görm ediğim bir
rahatlık ve genişlik getirm işti. Fakat ne olsa içim de bir keder vardı.
Kendi m azim e ve bilhassa çocukken yaptığım bir ahde ihanet et­
m iştim . K aldı ki uzun zam anlar bu parm aklığın hem en arkasında
yatan kocam an taş kavuklu adam ın evliyalığına belki de yanı başın­
da alabildiğine büyüm üş dut ağacı yüzünden inanm ıştım . A nnem in
son hastalığında iyileşm esi için her akşam ona gider dua eder, par­
m aklığın tam önünde m um lar yakardım .
D ört sene evvel, zam an zam an uğradığım antikacı dükkânların­
dan birinde, -ta b iî artık bir şeyler satm ak için değil, alm ak, Villa
S aat’i süslem ek iç in -d e p o y u gezerken birdenbire bu parmaklığı
görm eyeyim m i? E ğer fiyatının birkaç misli artacağını bilmesey-
dim , derhal üstüne atılır, eski bir dost gibi kucaklardım . Fakat ne
dersiniz! H ain Yahudi bütiin gayretim e rağm en işi yine anladı. Bel­
ki de hafifçe om uzum u dönm em e rağm en ellerim in nasıl titrediği­
ni fark etm işti. O nun için bütün dikkatim le H int işi bir rahle üzerin­
de yaptığım pazarlıktan sonra sorduğum suale, “D okuz yüz lira...
Çok iyi bir şeydir. K o n y a’dan geldi. M üzelik eşya...” cevabını ver­
di. O tuz lira ve dokuz yüz lira. Tam otuz misli bir fark. A deta oğ­

54
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

lumun dediği gibi karesi! N erde ise rakam ların bu uygunluğuna al­
danarak, “Peki! Siz eve gönderin...” diyecektim . A klım ı başım a
topladım , yüz elliden tutturdum . O darıldı. Ben yüz altm ışa çıktım .
Bu sefer benim şakacı olduğum a karar verdi. Sanki her şerefesine
ayrı bir m erdivenden çıkılan bir cam i m inaresinde im işiz ve tam or­
ta yerde buluşm ak için kalın duvarların arasından birbirim izi göz­
leyebiliyor ve ona göre hareket ediyorm uşuz gibi, o yavaş yavaş in­
di, ben adım adım çıktım . Fakat iyi hesaplıyam am ış olacağım ki,
M andalin Efendi binden bir basam ak üstte, dört yüz yetm iş beşte
durdu kaldı. Belki de bu m ağlûbiyetin intikam ını alm ak için parayı
verdikten sonra eğildim , hâlâ alt tarafından çocukken yaktığım
mumların izi görülen parm aklığı öptüm . A rtık bu mazi hâtırasına
kavuşm aktan gelen sevincim i gizlem eğe lüzum görm edim . H attâ
daha ileriye gittim:
- M andalin E fendi, dedim ... Bugün hiç de iyi tüccar değildiniz.
M üzelik olm asına m üzelik olan, fak at, K o n y a’dan gelm ediğini her­
kesten iyi, hem çok iyi bildiğim bu parm aklığı bana daha çok paha­
lıya satabilirdiniz...
M andalin bir m üddet yüzüm e baktı, sonra kollarını uçacakm ış
gibi havaya kaldırdı:
- Ne yapalım paşam , oldu... O ldu... dedi. Sen sağ ol... H epim iz
sağ olalım ... Ö bür m üşteriler var!..
Kahvecibaşı C am ii’nin m ezarlığının parm aklığını evim e getir­
diğim , hususî hayatım a mal ettiğim için beni belki ayıplayacak
olanlar bulunur. Şüphesiz bundan ben de az çok m üteessirim . İşin
içinde insanı rahatsız eden bir taraf var. Fakat düşününce kendim e
teselli im kânları da bulm uyor değilim . E vvelâ ne m edrese, ne cami
artık ortada yoktur. Binaenaleyh parm aklığı m utlak surette iadeye
m ecbur olduğum bir sahibi m evcut değildir. V âkıa bu parm aklığı
yerinden sökm üş olm akla bu binanın toptan ortadan kalkm asına bi­
raz da ben sebep olm uş olabilirim . Fakat ne kadar eski ve harap o l­
duğunu yukarda anlattım . Ayrıca onu hangi zarurî şartlar altında ye­
rinden söktüğüm ü de biliyorsunuz. K aldı ki, bu harap binanın ye­

55
TANPINAR

rinde yapılan apartm anları görünce insan ister istem ez teselli bulu­
yor. Sem t âdeta şenlenm iş. Bu gidişle birkaç yıl içinde m odern bir
m ahalle kurulacak! Ben artık m odern adam ı, m odern m im ariyi,
m odern konforu seviyorum .
M ezarlığın ortadan kalkm ası, o canım yazılı, işlenm iş taşların,
m usluk taşı, ayna ta ş ı, radyatör rafı gibi şeyler olm ası da beni o ka­
dar üzm üyor. Kahveci Salih A ğanın evliya olm adığını çoktan bili­
yorum . Z aten ona yaptığım adaklara, yaktığım m um lara rağmen
annem in yine ölm üş olm asını, evliya olsun veya olm asın onu daha
o zam anlarda kendisine affetm em iştim . “ Şehrin ortasında bir m e­
zarlık eksik” diye bu yaşım da oturup ağlayacak değilim her hâlde!
M odern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşm ayı em reder!
Hem ne oluyor kuzum , kendi hayatım ızı mı yaşayacağız. Yoksa
ölüleri mi bekleyeceğiz?
Parm aklığın kendisine gelince, bu güzel sanat eserini ilk keşfe­
den, onun karşısında hayranlık duyan benim . Onun güzelliğini ben
fark ettim . O nu antikacının dükkânında ben yakaladım . Herhangi
bir anlayışsız ele düşm esini ben önledim . H ulâsa onu ben kurtar­
dım . K urtardığım şeyi kendi evim de em niyet altına alm am , bir da­
ha olur olm az m aceralara düşm em esini tem in etm em kadar doğru
bir şey olur m u? Sonra ondan benim kadar kim zevk alabilir? İnce
arabeski arasından kendi m azisini, bütün o garip insan kalabalığıy­
la beraber kim seyredebilir?
Bu satırları yazarken ara sıra başım ı kaldırıp ona bakıyorum . Bir
kaç adım ötesindeki yazılı kavağın, sedre ağacının -o n u da B oğa­
ziçi’deki eski bahçeden söktürm üşttim - altında torunlarım ın, en
küçük kızım la Cenab-ı H akk’ın altm ışım dan sonra bana ihsan etti­
ği H alide ile beraber oyunlarını seyrediyorum . Ellerinde küçük
renkli kovalar, kürekler, bahçenin kum larını doldurup boşaltıyorlar.
Y anıbaşlarında dadılarının, kızım Z e h ra ’nın kendi çocukları için
tutm ak gafletinde bulunduğu o susak İsveçli kızla, benim Halide
için bulduğum , şirin, güler yüzlü, balık etli, hafif buğday tenli A si­
ye H anım ın beklem esine rağm en iyice biliyorum ki, şu anda asıl

56
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

onlarla m eşgul olanlar, onları koruyanlar, neşelerini hakkıyla ta­


danlar büsbütün başka varlıklardı. E vet, neden yalan söyleyeyim ,
ben Nuri Efendinin, insan canlısı A bdüsselâm B eyi, hattâ A sel-
ban’ın hediyesi yırtık cübbesiyle Seyit L û tfullah’ın şu dakikada on­
larla beraber olduklarına inanıyorum . K im bilir belki de kısa enta­
risinin altından mavi donu o kadar zarif şekilde sarkan H alide’yi çi­
çek tarhlarından birinin ortasındaki güneş saaatine öyle düşe kalka
götüren ve orada iki eliyle taşa abanarak düşünm esine sebep olan
Nuri Efendinin kendisidir. Bu çocuğa P akize’nin arzusu üzerine
rahmetli H alit A yarca’nın adım verdiğim e ne kadar isabet etm işim .
Gün geçtikçe ona benziyor. K üçük gül yaprağı yüzünde onun çiz­
gileri peydahlanıyor, hattâ tabiatı bile yavaş yavaş o tarafa kayıyor.
Onun gibi iradesini herkese kabul ettiriyor, hoşuna giden her şeyi
istemeden elde ediyor.
Bu dem ektir ki, Seyit L ûtfullah’ın adlarım ızın talihlerim iz üze­
rindeki tesirleri hakkında söylediği şeyler hiç de m übalâğalı değil­
miş. Em inim ki, H alid e’ye başka birinin adını verseydim , rahmetli
velinim ete bu kadar benzem ezdi.

1912 yılı hayatım ın en ıstıraplı yıllarından biri oldu. Bu yılın he­


men başında Nuri Efendi öldü. Onun ölüm ü ile hayatım da bir yığın
mesele çıktı. D aha cenazeden dönerken kendim i on yedi yaşım a
rağmen işsiz güçsüz buldum . İki yıl evveline kadar zar zor idadî
tahsilim e devam etm iştim . Fakat bilhassa Seyit L û tfullah’la dostlu­
ğum arttıktan sonra mektebin sem tine bile uğram az olm uştum .
Şimdi kendimi ortada hissediyordum . M ektep, gençlik için daim a
ehem m iyetlidir. H er şeyden sarfınazar o yaşlarda öm rün en azaplı
meselesi olan “ Ne olacağım ?” sualini geciktirir. B ırakın ki vaktin­
de yetişir, sonuna kadar sabreder, aktarm aları tam zam anında y a­
parsanız, içindekini behem ehal bir yere götüren trenlere benzer.
Ben bu trenden vaktinden çok evvel âdeta çölün ortasında inm iştim .

57
TANPINAR

Etrafım da yavaş yavaş beni hedef alan, üzerim de yüksek sesle dü­
şünen bir teşhis uğultusu, çok cöm ert ve İnsanî bir endişe başlamıştı.
Annem in dilinden “Bu çocuk ne olacak?” sözü düşmüyor, komşular
babam la her karşılaştıklarında söze, “ Oğlanı ne yapacaksın?” sualiy­
le başlayorlardı. Kimisi behem ehal okum am , kimisi bir sanat sahibi
olmam lâzım olduğu fikrinde idi. Ve hepsi birden babam ın bu işi her
türlü zecrî tedbire baş vurarak halletmesini istiyorlardı.
- B i r iş tutacağı yok, bari şunu evlendirsen... fikrinde bulunan­
lar bile vardı.
Bu suali ben de kendi kendim e soruyordum . V âkıa m eslek, iş,
kazanç düşünm üyordum . Fakat gün ve zam an denen bir şey vardı
ortada. O nu harcam ak lâzım dı. O vakte kadar saatten başka bir şe­
ye m erak etm em iştim . O ndan da büyük bir şey anlam ıyordum .
Rahmetli Nuri Efendiden saat hakkında bir yığın m alûm at edinm iş­
tim . Fakat ciddî şekilde saatçiliğe yanaşm am ıştım . Ü stelik sakar­
dım . Elim le gözüm beraber çalışm aktan uzaktı. H er ikisi birbirin­
den ayrı yaşıyorlardı. Y aradılıştan am atördüm . İş olarak üstüm e al­
dığım her şeyden çarçabuk sıkılıyordum . İçim de birdenbire bir yol
açılıyor ve ben elim deki işten sessizce ona kayıyordum . M ektepte,
Nuri Efendinin m uvakkithanesinde, babam la yedi yaşım dan beri
her Cum a ve Perşem be günleri gittiğim iz dergâhlarda bu hep böy-
leydi. B ununla beraber bir şey yapm am lâzım dı. M uvakkithanenin
biraz ilerisinde ihtiyar bir saatçinin yanına çırak girdim . A dam ca­
ğız fakir ve işsizdi. E km ek parasını güç çıkarıyordu. B ununla bera­
ber beni kabul etti. Kendi tam ir edeceğim saatlerin parasından ba­
na birkaç kuruş verm eğe bile razı oldu. Fakat talihim e dükkâna o
günlerde m üşteri uğram ıyordu. U sta çırak sessiz sadasız karşı kar­
şıya oturuyorduk.
H iç de N uri E fendiye benzem iyordu. Saat hakkında hiçbir fikri
ve felsefesi yoktu. B ir gün N uri E fendiden öğrendiğim şeyleri şöy­
le bir tekrarlayayım dedim , hiçbir şey anlam adı. Saat insana benzer,
der dem ez, “ B uraya bak, ben delilikten hoşlanm am !” cevabını ver­
di.

58
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Öbür yandan Seyit Lûtfullah peşim i bırakm ıyordu. G aip âlem le


m ünasebette benim yardım ım a alışm ıştı. İkide bir dükkâna geliyor,
“Haydi kalk! E m ir geldi. E tyem ez’e gideceğiz!” diyor. B ana izin
vermesi için ustaya rica ediyor, olm azsa onu cinlerle tehdit ediyor­
du. Etyem ez, Eyüpsultan, Vaniköy, hulâsa bütün İstanbul bizim di.
Yarı topal bacağını sürükleye sürükleye, başında kirli sarığı, en
ufak rüzgârda şişen cübbesi, o önde ben arkasında, karışık ve ya­
malı kıyafetim le dolaşıyorduk.
Buna rağm en iyi kötü ihtiyar adam ın yanında birkaç ay çalıştım .
Evet, Asım Efendi saatin felsefesini bilm iyordu; fakat saat tam irini
biliyor ve insana bir şeyler öğretiyordu. Yazık ki, kötü bir hâdise
beni dükkândan ayrılm ağa m ecbur etti. G ünün birinde Seyit L ûtful­
lah dükkâna tam ir için verilm iş saatlerden birini aşırdı. H âdise o r­
taya çıkınca ben itham edildim . Saatlerce karakolda kaldım . N iha­
yet bir gün evvel onun dükkâna geldiği hatırlandı, çağırdılar. A dam ­
cağız saati A ndronikos K ay ser’in hâzinelerinin başında yakılacak
tütsüyü satın alm ak için aşırdığını söyledi. Ve yok pahasına sattığı
yeri de gösterdi. Bu işi huddam ının ısrarıyla yaptığını, bu gibi defi­
ne araştırm alarında behem ehal çalınm ış bir şeye lüzum olduğunu
iddia ediyordu. Böylece asıl kabahatli m eydana çıkınca ben salıve­
rildim. Fakat biçareyi orada o hâlde bırakm ak istem ediğim için bir
türlü gidem iyordum . N ihayet A bdüsselâm Beye haber vermeği akıl
ettim . Onun yardım ıyla esrarkeşlik ve hırsızlık cürüm leri yüzünden
m ahkem eye gitm ekten kurtuldu. A bdüsselâm Bey birkaç m ecidiye
ile saati satıldığı yerden tekrar satın aldı. Fakat A sım Efendi beni ar­
tık istem iyordu. Hakkı da vardı. Bu kadar m ünasebetsiz ve m esuli-
yetsiz dostları olan bir çırak daim a tehlikeli bir şeydi.

XI

Bu saat hâdisesi evim izde karakoldakinden şüphesiz daha m ü­


him ve benim için daha tehlikeli ve rahatsız edici akisler uyandıra­
bilirdi. Fakat tam ertesi günü olan bir hâdise, aile hayatım ızı kö­

59
TANPINAR

künden sarstı, babam ın hiddetine, annem in bitm ek tükenm ek bil­


m eyen şikâyet ve üzüntülerine büsbütün başka bir m ecra verdi.
Bu daim a böyledir. H âdiseler kendiliğinden unutulm az. Onları
unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren da­
im a öbür hâdiselerdir. Filhakika babam ın benim yüzüm den palas
pandıras karakola çağırıldığının hem en ertesi günü halam öldü. Ve
ikindiden biraz sonra tam göm ülürken tekrar dirildi. Bu çift hâdise
bütün aile hayatım ızı alt üst etti. B abam onların tesirinden bir daha
k urtulam adı.
H alam , babam ın yeryüzünde tek akrabası idi. Belki de bu yüz­
den birbirlerine huy, m izaç, hattâ sıhhat itibariyle taban tabana zıt
idiler.
B abam kanlı canlı, taş yese öğütür cinsten bir adam dı. M üthiş
bir yaşam ak, harcam ak iştihası vardı. K âinat onun için harm an gi­
bi satıp savrulacak bir şeydi, yahut da etrafı böyle hükm ediyordu.
Halam ise zayıf, çocukluğundan hastalıklı, kindar, içine kapanıktı.
Babam çok dindar olduğu hâlde neşeli, saza, söze meraklı idi. H a­
lam neşesiz, som urtkan, son derecede sofu, kibirli, alıngan, nefsine
hakikî bir düşm an m uam elesi yapm aktan hoşlanan bir kadıncağız­
dı. Bu iki ayrı insan yalnız bir noktada birleşirlerdi. İkisi de sıkıntı
içinde yaşarlardı. D aim a hayalperest, olm ayacak üm itler içinde y a­
şayan babam parasızlığı yüzünden sıkıntıda idi. Rahm etli kocası
Süpürgeciler K âh y ası’nın oğlundan, E tyem ez’deki konaktan başka
birkaç han, ham am ve bir iki sarrafta işletilen para, bir yığın esha­
m a konan halam ise hasisliği yüzünden yarı aç, yarı tok, kıt kanaat
bir hayat geçiriyordu. H attâ parasım yerler korkusuyla tekrar evlen­
m eğe bile cesaret edem em iş, on altı odalı koca konakta yarı deli bir
ahretlik ve kendisi kadar sofu, hasis, üstelik de dedikoducu ihtiyar
bir kalfa ile yalnız başına bir baykuş gibi yaşam ıştı. K ocasının ölü­
m ünün hem en haftasında işlerine biraz fazla karıştığı için babamın
evine gidip gelm esini m enetm işti. O nun için halam ı ancak, bayram ,
kandil gibi m übarek günlerde elini öpm ek için evine gittiğim iz za­
m an görürdük. Bir de ram azanların ikinci haftasını cam ilere yakın

60
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

diye bizim evde geçirm eği âdet edinm işti. Biz evine gittiğim iz za­
man İstanbul’un en ucuz ikram larını görür, envai nasihatlerle en
ucuz cinsten hediyelerini alardık. O bize geldiği zam anlar ise ik­
ramda en ufak bir kusuru kabul etm ez, kıyam etleri koparırdı. İki
hizm etçisiyle beraber bu huysuz misafiri ağırlam ak korkusu evim i­
zi daha iki ay evvelinden sarardı. Filhakika bize gelir gelm ez hayat
görüşü değişen, iştahı açılan halam ı bir hafta ağırlayabilm ek, ancak
şabandan itibaren başlıyan ve gittikçe ağırlaşan bir perhizle kabil
olabilirdi. Fakat en gücü, bu bir hafta içinde halam ın nasihatlerine,
tenkitlerine taham m üldü.
Hakikatte ne babam ı, ne de bizi severdi. H attâ sevm ediğini açık­
tan açığa gösterm ekten âdeta zevk duyardı. Onun bizim şahsım ız­
da ve ailem izde hısım akrabadan daha ziyade m irasçıyı gördüğü
m uhakkaktı. E vcek, onun için, ölüm denen korkunç şeyin arkasın­
da işleyen m akinanın bir kolu, hattâ netice düşünülürse bütünü idik.
Halam bir gün ölürse, mirası dolayısıyla, bizim için ölm üş olacak­
tı. Her hareketim izden m âna çıkarır, en iyi niyetli sözlerim izden bi­
zi itham ederdi. Bize verdiği nasihatler de bu m evzuda olurdu.
“ Kimsenin ölüm ünü beklem eyin, en büyük günahtır!” sözü dilin­
den düşm ezdi. H akikatte -h iç olm azsa ilk zam a n la rd a- hiç kim se­
nin böyle bir düşüncesi yoktu. Babam kardeşine acır, hattâ m esut
olmasını bile isterdi. Dul kaldığı zam an ahbabım ız avcı N aşit B ey­
le evlenm esi için çok ısrar etm işti. Fakat çirkinliğine iyiden iyiye
kani olan halam , bu fikre hiç yanaşm am ış, “Ben param ı yedirecek
adam aram ıyorum ” dem işti. H akikatte bu evlenm e tasavvurunu ba­
bamın bir dolabı addediyordu. B ilhassa tam bu fik ir ortaya atıldığı
zaman babam ın benim le N aşit B eyin kızım - ç o k küçük yaşlarım ı­
za rağ m en - nişanlam ış olm ası bu düşünceyi onda uyandırm ıştı.
B ir defasında bir hastalığı esnasında babam vizite parasını ken­
di cebinden vererek bir doktor götürm üştü. O gün, “A cele etm e!
Nasıl olsa hepsi sana kalacak!” diye babam a bağırdığını ve ikisini
beraber kovduğunu evde hem en herkes sık sık hatırlardı.
Son zam anlarda işleri epeyden epeye bozulduktan sonra baba­

61
TANPINAR

m ın, halam ın m irasına tek kurtuluş ümidi olarak bakm ağa başladı­
ğım inkâr edem em . K aldı ki, halam ın sıhhati, takip ettiği sıhhat re­
jim i sayesinde - a z yem ek, hiç kım ıldam am ak, daim a parasını dü­
şünm ek v e sa ire - adam akıllı bozulm uş, ahlâkı da büsbütün kötüleş­
m işti. B abam a hiç rahat verm iyor, çok yakın addettiği m irasına kar­
şılık ondan akla gelm ez fedakârlıklar istiyor, her vesile ile adam ca­
ğızı azarlıyor, hırpalıyordu. H ulâsa halam yavaş yavaş babam için
bir kardeş olm aktan çıkm ış, bir dert hâline gelm işti.
Sona doğru halam ın yarı vücudu işlem ez olm uştu. Bu yarısı iş­
lem eyen vücutla onun yaşam akta ve bilhassa kendisine eziyet et­
m esinde devam etm esini babam bir türlü anlayam ıyor, bunu ancak
kendisine karşı tâ çocukluktan beri beslediği zalim hislere yoruyor­
du. B ir kelim e ile, babam a göre halam sadece ona inadından yaşı­
yordu. E ty em ez’deki konakta akşam a kadar bu yatalak kadının her
türlü cefasını çektikten sonra her eve dönüşte:
- H iç im kân var mı? diyordu. Bu hâlde bir insan hiç yaşayabilir­
ini? M enhus bana düşm anlığından yapıyor. A m a A llah büyüktür...
Bu söz de gösterir ki; bu işte babam kendini doğrudan doğruya
m azlûm addediyordu.
N ihayet m ukadder gün geldi. D eli ahretlik iki gözü iki çeşme
babam a, halam ın vefatı haberini getirdi. Babam acele ile konağa
gitti. Lâzım gelen tedbirleri aldı. N am azı L âleli’de kılındı. Defin iş­
lerini kom şum uz İbrahim B eye havale eden babam nam azdan son­
ra konağa el koym ak ve herhangi bir şeyin kaybolm asını önlem ek
için doğrudan doğruya E ty em ez’e dönm üştü. Zannım a göre bu işte
en büyük hatası da bu olm uştu. B irdenbire miras ve mal kaygısına
düşm em iş o lsaydı, evvelâ halam vaktinde göm ülm üş olacak, yani
tekrar dirilm esi ihtim ali azalacaktı. Sonra da böyle bir şey vâki ol­
sa bile babam ı başı ucunda m eyus ve perişan, iki gözü iki çeşm e
ağlar, yakasını yırtar görm esi elbette ki çok başka türlü tesir eder­
di. Halbuki iş tam aksine olm uştu. İbrahim Bey babam ın bu iş için
verdiği paradan kendisine de bir şeyler arttırabilm ek için Süpürge-
çiler K âhyası’nın gelinini âdeta bir fakir cenazesi gibi kaldırm ıştı.

62
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Diğer taraftan aileden kim se bulunm adığı için yanm a göm üleceği
rahmetli zevcinin mezarı güç bulunm uş, geç kazılm ış, araya bir yı­
ğın gecikm e ve uygunsuzluk girm işti. N eticede tam kabir açılıp da
kapağı ortadan kesilen tabut indirileceği zam an halam birdenbire
etrafın ölüm sandığı laterjik uykudan uyanm ış, ve öyle herhangi bir
vaziyetten şaşıracak bir m ahlûk olm adığı için, tabutun kapağını
zorla kaldırarak etrafa bakm ış, “ve daim a m ütehallik olduğu cevde-
ti kariha sayesinde” durum u bir lahzada kavrayarak cenazede tek
yakından tanıdığı Etyem ez im am ına: “ Haydi çabuk, beni eve gö­
tür...” emrini verm işti.
İbrahim Beyin anlattığına göre cenazede bulunan kalabalığın
büyük kısm ı korkudan kaçtığı için, tabutun M erkezefendiden tek­
rar eve getirilm esi hayli güç olm uş. H attâ halam kaçam ayacak ka­
dar korkanları azarlam asaym ış, bu iş biraz im kânsızlaşırm ış. F ilha­
kika ilk iş olarak im am dan, kazıcılardan birinin orada çukurun ya­
nında bıraktığı paltom su şeyi isteyerek sıkı sıkıya örtündükten son­
ra yarı beline kadar dışarda, yarı belinden gerisi içerde, oturduğu bu
garip sedyenin içinden bütün harekâtı halam kendisi idare etm iş,
evvelâ E tyem ez’deki konağa kadar kendisini taşayacak olanlarla
sıkı bir pazarlık etm iş -h alb u k i “G etirdiğiniz gibi götürün!” de di­
yebilirdi ve ondan daha ziyade bu b ek len ird i!- hattâ şehre girdik­
ten sonra ilk rast geldikleri poğaçacı dükkânından karnını doyura­
cak bir şeyler bile aldırm ış.
Böylece çöreklerini yiye yiye âhiretten dönen bu acayip ölünün
arkasına sokakta her rast gelen takıldığı için halam vaktiyle gelin
olarak girdiği eve âdeta birkaç m ahallenin, hattâ bütün sem tin yarı
halkını peşinden sürükleyerek, tam bir zafer alayı ile dönm üş.
Bu esnada babam , olan bitenden habersiz, hizm etçileri sindir­
m iş, kardeş hakları nam ına zaptettiği evde köm ürlükte göm ülü
olanlara kadar, yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini m eydana
çıkarm ış, odanın ortasına yığm ış, cepleri halam ın başının ucundaki
çekmecedeki m ücevherler, tahviller ve altınlarla dolu, “D aha ne
kaldı acaba?” d er gibi etrafına bakınıyorm uş. B ense tâ çocuklu­

63
TANPINAR

ğum dan beri m erakım ı çeken; fakat bir türlü şöyle yakından dokun­
m ak fırsatını bulam adığım yem ek odasının saatini sökm üş, harıl
harıl tam ire uğraşıyordum .
K apıyı halam a ben açtım . Yere indirilen tabuttan, kendini çıkar­
m aları için kısa birkaç em ir verdi. Tarihin kaydettiği m eydan m u­
harebelerini kazanan hiçbir kum andan şüphesiz kapısının önünde
tabuttan indirilen bu kadın kadar soğukkanlı olam azdı. Soğukkanlı
ve heybetli. Tarih kitaplarında resim lerini gördüğüm kayserler gibi
bir şeydi bu. Yazık ki, halam , bana o anda kendisine karşı duydu­
ğum hayranlığı anlatm ak fırsatını verm edi. H attâ alkışlam ak im kâ­
nı bile bırakm adı. K apıdan beni iterek girdi ve yüzüm e bile bakm a­
dan:
- N erde o baban olacak herif?., diye sordu.
K orkudan, heyecandan, hayranlıktan atan çenem le yukarıyı işa­
ret ettim . Y anındakilere, “ Beni yukarı götürün! Ç abuk...” diye em ­
retti. Fakat onları beklem eden, hiç kim senin yardım ı olm adan ken­
di kendine m erdivenleri çıktı. H erkes bir kat daha şaşırm ıştı. K ötü­
rüm halam , öleceği beklenen, ölen halam , yardım sız yürüyor, koşa
koşa m erdivenlerden çıkıyordu.
B abam ı ikinci evlenişinden sonra pek sevm ezdim . Hangi hâlle­
rinin yapm acık, hangilerinin doğru olduğunu bilm ediğim için de
sızlanışlarına çokluk acım azdım . B ununla beraber o günkü hâlini
hiçbir zam an unutam am . B irkaç saat evvel cennetteki m ekânına
gönderdiğini sandığı huysuz ve hasis kardeşini böyle sırtında ke­
fen, karşısında görür görm ez, adam cağızın korkudan, şaşkınlıktan
âdeta dili tutulm uştu. Y üzü m uşam ba gibi sararm ış, bütün vücudu
ile titriyordu. A ralarında hiçbir karşılıklı konuşm a olm adı. Halam
yalnız, “A ldıklarının hepsini çıkart!” dedi.
Babam:
- Hoş geldin kardeşim ... diye bir şeyler kekelem ek istedi ve tit­
reyen elleriyle ceplerine, koynuna doldurduklarının hepsini teker
teker çıkardı. Beş dakika sonra küle basılm ış sülük gibiydi. Bütün
aldıklarını hattâ fazlasıyla verm işti. Fazlasıyla, çünkü istikbal için

64
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

beslenen ümidi dahi oracığa bırakm ıştı. B üyük bir dikkatle hareket­
lerini takip eden halam babam ın canından başka geriye alınacak bir
şeyi kalm adığını anlayınca olduğu yerden:
- H aydi, şim di git! dedi. O budala oğlunu da al götür, o kalaba­
lık da defolsun... Safinaz, sen benim yatağım ı yap! B ir ıhlam ur
kaynatın bana... Çabuk olun, çok üşüdüm ... D ışarda soğuk var...
Biz baba oğul çarpılm ış gibi evden çıktık.
İtiraf edeyim ki, bu garip hâdise benim üzerim de babam a yaptı­
ğı tesiri yapm adı. H alam şüphesiz bize karşı çok büyük bir haksız­
lık etm işti. Fakat ben hiçbir zam an hak diye kendim e ait bir şeye
inanm adım . Bütün mazlum doğm uşlar gibi başım a gelen talihsizli­
ğin neresinden ve ne pahasına kurtulursam kâr sayardım . M esele
yalnız bir hak anlayışı değildir. D aha karışıktır. H ayatım ı düşün­
dükçe -y a şım buna m ü sa ittir-d a im a kendim de seyirci hâleti ruhi-
yesinin hâkim olduğunu gördüm . B aşkalarının hâlini, tavırlarını
görm ek, onlar üzerinde düşünm ek, bana kendi vaziyetim i daim a
unutturdu.
O gün de şüphesiz böyle olm uştu. H alam ın tekrar dirilm esiyle
kaybettiğim iz şeylerden ziyade gözüm ün önündeki şeyler beni ya­
kalamıştı.
Fakat dahası var. E ğer babam eve dönm ek için bir kira arabası­
na binm eğe razı olacak kadar perişan o lm asaydı, ailem içinde böy­
le işitilm edik ve görülm edik bir hâdise vuku bulduğu için sevinir­
dim bile.
H alam ın o heybetli hâli, onun karşısında babam ın o garip duru­
şu arabada bizim hesabım ıza dövüne dövüne günün olan bitenini
babama anlatm ağa çalışan İbrahim Beyin şaşkınlığı öyle sevinil­
meyecek hattâ gülünm eyecek şeylerden değildi. Asıl garibi evcek
bütün selâm etim izi bağladığım ız, seneler boyunca beklediğim iz,
üm itlendiğim iz bu m ühim hâdiseden, dünyanın en büyük harfleriy­
le, en keskin ışık reklam larıyla halam ın vefatından, bir an, baba
oğul el koyduğum uz konaktan, S üpürgeciler K âh y ası’nın servetin­
den kocam an bir saat rakkasının cebim de kalm asıydı.

65
TANPINAR

E vet, babam ne derse desin , ben halam ın m irasından hissem i al­


m ıştım . B ir ara İbrahim Bey babam ın yüzüne korka korka bakarak:
“Bütün kabahat bende oldu” diye hayıflandı. “İşi daha çabuk tuta­
bilirdim .”
Babam yavaşça başım kaldırdı:
- Ü zülm e İbrahim Bey... Takdiri İlâhi böyleym iş... diye m ırıl­
dandı ve arkasından ilâve etti:
- O zam an asıl fenası olurdu... İnşallah ibret alır da dedem izin
vasiyetini o yerine getirir. Şim di sıhhatte artık...
Pek az insanın başına gelen bu hâdiseden sonra babam bir daha
düzelm edi. N e dilindeki ağırlık, ne de ellerindeki titrem e geçti. A r­
tık talihe karşı hiçbir m ücadelede bulunm ak hevesi kalm am ıştı.
H erkes hayatının bir devrinde şu veya bu şekilde talihinin şu­
uruna erer. B abam , ve hepim iz, onunla en zalim şekilde karşılaş­
m ıştık. B abam bunu o kadar iyi biliyordu ki, bütün bu olan biten
şeylerde kendi sabırsızlığının, kendi ihtiyatsızlığının payını bile dü­
şünm eğe lüzum görm üyordu. G arip bir sükûnete kavuşm uştu. K en­
di köşesinde sessiz sadasız oturan bir adam olm uştu. Y alnız ara sı­
ra, bilm em niçin sofanın duvarına astığı ve bir daha oradan kaldı­
rılm asına razı olm adığı saat rakkasına bakar ve sonra acayip ve
mazlum bir gülüşle gülüm seyerek yerinden fırlardı.
Bütün öm rünce o kadar çok konuşan, kızan, bağıran, şüphele­
nen sızlanan adam ın böyle birdenbire susm ası, her şeye sükûnetle
katlanm ası beni hâlâ bile düşündürür.
H er insan, ne kadar m üspet yaradılışta olursa olsun ölüm ünden
sonra tekrar dirilm eyi düşünür, özler. Bu hayat dediğim iz mihnetler
silsilesinin çok ileri zam ana, m üphem e atılm ış bir mükâfatı gibidir.
En m üsa> ve daim a kazanacak kâğıtlarla oynanan bir oyun gibi, ye­
niden, âdeta baştan aşağı beğenm em ek, inkâr etm ek, değiştiğinden
dolayı sevinmetc için kalm ışa benzeyen küçük bir mazi şuurundan
başka her şeyi, her tarafı değişm ek, güzelleşm ek şartıyla tekrar ya­
şam ağa başlam ak insanlığın elbette vazgeçem eyeceği bir hülyadır.
İşte halam m ilyonda bir insana ancak nasip olabilen bu saadeti

66
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

tattı. V akıa bu, bâsübâdel m evt filân gibi tabirlerden beklenildiği şe­
kilde tam ve yeniden bir doğuş olm adı.
Ebedî uçurum un başından o kadar beklenm edik şekilde döndü­
ğü zam an dahi, yine bildiğim iz halam dı. Fakat tâ içinde, çok m ü­
him bir şey değişm işti. Bu değişm e, isterseniz bu ihtilâl veya inkı­
lâp -h alam ın hayatı dediğim iz ve evcek, hattâ bütün tanıdıklarca
kabul ettiğim iz düzeni bozduğu için ona bu son isim leri de verebi­
liriz - kanaatım ca şu Uç esaslı noktada toplanır:
Evvelâ halam , m uvakkat ölüm ünden sonra kendisini o hasta ve
mecalsiz hâlinde dahi âhiretten geriye getiren vücudunu bir daha
eskisi gibi hor görm edi. Ve onu elinde olm ayan kusurlar yüzünden
-çirk in lik , biçim sizlik, yaşlılık g ib i- haksız yere m ahkûm etm edi.
Hattâ bu vücudun dünya dediğim iz bu kör döğüşiinde tek dayanağı
olduğunu iyice kafasına koydu ve kadrini b ild i.
İkinci değişiklik serveti hakkındaki düşüncelerinde oldu. O ka­
dar bağlı olduğu, kendisini sadece bir bekçi sandığı bu serveti bir­
kaç saat için olsa bile kardeşinin, yani kendisi için ne kadar aziz
olursa olsun bir başkasının ellerinde ve cebinde, böyle kolayca sa­
hip değiştirm iş gördüğü andan itibaren, onun kendi şahsıyla olan
m ünasebetlerinin yeni baştan ve yeni bir statükoya göre düzenlen­
mesi ihtiyacını duydu. O zam ana kadar, “H er ne pahasına olursa ol­
sun saklayacağım ve arttıracağım !” diyen ve evinin köm ürlüğünü
bir banka kasasına çeviren halam sanki o gün, “H ayır, ne saklaya­
cağım , ne de arttıracağım . O turup çıtır çıtır yiyeceğim !” kararını
verdi.
Sanki o zam ana kadar parasına göz koyduğunu sandığı insanla­
ra düşm an olan halam , birdenbire ihanetine şahit olduğu bu serve­
tin kendisine düşm an olm uştu.
M utlak barış taraftarları ne derlerse desinler, bu düşm anlık hiç de
ayırıcı bir şey olm adı. Bilâkis o zam ana kadar birbirine zıtm ış gibi
ayrı kutuplarda yaşayan, yahut ayrı ayrı m evcut olm akla kalan iki
şey, para ve halam , bu düşm anlık yüzünden birleştiler. B öylece m u­
vakkat ölüm üyle her şeyi birden bırakan halam , m ucizeli dirilişiyle

67
TANPINAR

her şeye birden ve başka şekilde sahip oldu. M ezarın başından evi­
ne kadar ve o acayip şartlar içinde yalnız kendi iradesiyle ve etrafı­
nın iradesini yenerek gelen halam -ç ü n k ü bütün o kalabalık, bir ölü­
yü göm m enin rahatlığını, elbette onun tekrar dirilm esine ve kendi­
sini evine kadar getirm eğe m ecbur etm esine tercih e d e rd i- bu m ace­
rada yaşam a denen şeyin tadını alm ıştı. İnceden inceye serpilen kar
arasından yum uk yum uk gülen o m art güneşi, sur dışının o sert rüz­
gârı, etrafında gittikçe artan, âdeta uğuldayan kalabalık, yol boyun­
ca yeniden kavuştuğu insan çehreleri o zam ana kadar içinde uyuyan
bir yığın şeyi kırbaçlam ıştı. H ayat denen bir şey vardı. Paralı para­
sız insanlar yaşıyorlardı. K ızıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, alâkadar
oluyorlar, seviyorlar, ıstırap çekiyorlar, fakat yaşıyorlardı. Kendisi
niçin yaşam ayacaktı? H ele bütün etrafın haset ettiği im kânlar elinde
iken... H ulâsa evine gelirken hayatı, evinde de babam ın ceplerinden
ve koynundan zorla çekip çıkarttığı servetini bulm uştu.
N ihayet üçüncü değişiklik bizzat uzviyetinde olm uştu. Korku,
ölüm den kurtulm ak sevinci, servetine kavuşm a telâşı halam ın kö­
türüm lüğünü, sakatlığını yenm işti.
N etice? diyeceksiniz. N etice şu oldu: Şehrin hem en üçte biri ta­
rafından zafer arabasında bir Sezar gibi evine getirilen halam uzun
ve deliksiz bir uykudan sonra ertesi sabah sapasağlam yatağından
fırladı. İlk işi im am ı çağırtm ak ve ona m erhum un bütün elbiseleri­
ni, geçm iş hayatında hâtıra diye sakladığı şeyleri verm ek oldu.
Sonra bir arabaya binerek tek başına iş adam ına gitti; ve onu da pe­
şine takarak B ey o ğ lu ’nun en iyi terzilerini ziyaret etti. G ünlerce gi­
yim iyle, kuşam ıyla m eşgul oldu. B unlar yapılırken bir taraftan da
Süpürgeciier Kâhyası Konağı tem izlendi, tam ir edildi, badanalandı
ve baştan aşağı yeniden döşendi. H attâ lastik tekerlekli siyah bir
kupa arabası dahi alındı.
A rabanın geldiği gün eve bir u şak, bir erkek ahçı, yeni yeni oda
hizm etçileri de girdi. Ve onların girdiği gün halam ahretle bütün
alâkasını kestiğini gösterm ek için Safinaz H anım dan ahret kardeş­
liği unvanını geri aldı. Ve kadıncağız bir kira arabasında iki sandı­

68
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ğı ve cebindeki beş on kuruşla evden ayrıldı ve onun yerine, insan


oğlu daim a insana m uhtaçtır, bir hafta sonra avcı N aşit Bey hala­
mın ikinci kocası ve hepim izin eniştem iz sıfatıyla, kızı ve oğlu ile
beraber konağa yerleşti. Altı ay sonra da karı koca sıhhi vaziyetle­
rini düzeltm ek için V iyana’ya gittiler. D önüşlerinde N aşit Bey İtti­
hat ve Terakkî’ye mebus oldu. B iraz sonra halam ın servetiyle ge­
nişçe bir ticarete girdi.
Bütün bu işlerde bizim saat rakkasından başka tek kazancım ız
Safinaz Hanım olm uştu. B eşiktaş’taki akrabasında bir m üddet otu­
ran Safınaz Hanım parasını bitirince birdenbire eski velinim etinin
bir kardeşi bulunduğunu, onun E d irn e k a p f da dört odalı, küçük, ku­
tu gibi güzel, rahat, tem iz bir evde yaşadığını hatırladı, içi boşalm ış
sandığını cebinde kalan son çeyreği ile bir kira arabasına atarak
kalkıp bize geldi.

XII

Aristidi Efendinin ölüm ü altın aram a işine son verm işti. H ala­
mın yeniden dirilm esi ve ölm esi ile m iras ü m itb ri kapanıyordu.
Böylece elim izde son üm it olarak Seyit Lûtfullah ve onun arayaca­
ğı define kalm ıştı. M ünasebetsiz bir hâdise bu ümidi de hiç beklen­
medik bir zam anda kül etti.
Seyit Lûtfullah son zam anlarda Yemiş İskelesi taraflarında kü­
çük bir cam ide haftanın m uayyen günlerinde v a’zetm eğe başlam ış­
tı. İşte bu vaazlardan birinde adam cağız birdenbire o zam ana kadar
herkesten gizlediği m ühim bir hakikati açıklam ak ihtiyacını duy­
muştu.
Ortalığın gittikçe karıştığını, İslâm âlem ini tehdit eden m addî ve
mânevî tehlikeleri, iyice sayıp döktükten sonra bu işlerin böyle gi­
dem eyeceğini, bunlara son verecek M eh d i’nin gelm esi yaklaştığını
söylem iş ve vaazın nihayetinde son müjdeyi de vererek, “ O M ehdi
benim !” dem işti. “O M ehdi benim , fakat daha huruç etm edim . F a­
kat yakında edeceğim . O zam an hepiniz etrafım da olacaksınız...”

69
TANPINAR

M üphem bir zam ana talik edilm ekle beraber oldukça sarih olan
bu m üjdede Seyit L ûtfullah’ın o gün aldığı esrar m iktarının elbette
mühim bir hissesi vardı. Fakat böyle de olsa hüküm et, hele o za­
m anda, yani M ahm ut Şevket P a şa ’nın henüz öldürüldüğü, İstan­
bul’un bin türlü siyasî huzursuzlukla çalkandığı bir günde bunu
hiçbir surette hoş görem ezdi.
B ereket versin ki, esrarın dalgası geçtikten sonra, bilhassa ilk
soruşturm ada daha sarih konuşm ak imkânını buldu. A selban’dan,
A ndronikos K ay ser’in hâzinelerinden, bu hazînenin başında iyi sa­
atte olsunlarin yaptıkları m uharebelerden, kendisine m usallat olan
huysuz ve hain, bir nevi beşinci kol kılıklı huddam dan epeyce bah­
setti. B elki, bu M ehdilik fikrin in de onun haince bir telkini olduğu­
nu söyledi. B öylece asıl kabahatlinin şim dilik hiçbir hüküm et ve
zabıta kuvveti tarafından ele geçirilm esi imkânı olm ayan huddamı
“A bdazah” olduğu tespit edilince kendisine daha hususî bir m u­
am ele yapm ak ihtiyacı hâsıl oldu.
L ûtfullah’ın tevkifinin hem en akşam ında babam , ben, A bdüsse­
lâm Bey, N uri Efendinin yerine m uvakkittik yapan Ispartalı Sadi
Efendi, polis m üdüriyetine çağrıldık. Biz ifadem iz alınsın diye ko­
ridorda beklerken, halam la evlendiğinden beri hiç görm ediğim iz
N aşit Bey geldi. Fakat ne gelişti bu...
Bu gelen hiç de tanıdığım ız babacan, yüzünden sadece para sı­
kıntısı ve yaşam ak zevki, yahut hasreti akan N aşit Bey değildi. B ü­
tün varlığından bir vakar ve büyüklük taşıyordu. O zam ana kadar
hep düşük gördüğüm üz bıyıkları dünyaya m eydan okur gibi sivril­
m iş, üzüntü ile kısık gözlerine tuh af bir sertlik, baktığı şeyi delen
ve ötesine geçen bir dikkat g elm işti. Sırtındaki eski avcı ceketini at­
m ış, bal rengi pardösüsü, altın saplı bastonu ile ağır ağır, tanığı ol­
duğum uz hâdisenin, yani oraya kadar gelişinin ehem m iyetini her­
kese anlatan adım larla yürüdü. Ö nüm üzden birkaç yüz bin liralık
servetin ve İttihat ve Terakkî nüfuzunun bir remzi gibi gururla geç­
ti ve A bdüsselâm B eyin de bulunduğu odaya girdi.
Beş on dakika sonra ikisi birden çıktılar. Babam bu vesile ile es­

70
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ki dostunda yeni eniştesini tebrik etti, saadet diledi. B en, elini öpüp
alnıma koydum . Hey gidi günler. B üyükçekm ece yollarında ısrarla
bana kızını ne vakit alacağım ı soran, “B ir iki sene sonra behemehal
dam adım sın!” deyip de başka bir şey dem eyen adam şimdi öpm ek
için elini bana âdeta zorla verdi ve geriye aldıktan sonra tekrar el­
divenlerini geçirm eden evvel m endili ile bir iyice sildi, tem izledi.
Mamafih onun ve biraz da A bdüsselâm Beyin bulunm aları işleri
kolaylaştırdı. Bu kadar mühim adam larla konuştuktan sonra bizim
gibilerin ifadelerini alm ak birdenbire lüzum suz bir iş, hattâ çekil­
mez bir angarya gibi göründü. “ İcabında yine çağırırız” sözüyle ev ­
lerimize gönderildik.
İki gün sanra da Seyit L ûtfullah, “esrarkeş ve m eczup taifesin­
den, melekâtı akliyesine sahip olm ayan, fakat bugünlerde serbest
kalması da tehlikeli görülen” bir adam sıfatıyla S in o p ’a gönderildi.
Seyit L ûtfullah’ın gittiği günün akşam ı bir em niyet m em uru
evimize bir sepet içinde Ç eşm inigâr’ı getirdi ve iyi bakm am ızı sıkı
sıkıya tembih etti. “H oca efendi kitaplarını beraber götürdü!” d i­
yordu. Böylece A ndronikos’un hâzinelerinden de hissem izi almış
olduk.
Fakat Ç eşm inigâr Safinaz H anım gibi vefalı çıkm adı. Bizim evi
bir türlü beğenm edi. Safinaz H anım ın, evin, etrafı seyredip tek ne­
fes alacak yeri olan cum banın önünden kalkm am asına m ukabil, o
hemen her fırsatta evden kaçtı. Sem tte dolaşm adığı yer kalm adı.
Hemen her gün ya biz, yahut kom şulardan biri, M ihrim ah Ca-
m ii’nde, yahut kom şu bahçelerden birinde veya bir araba atının
ayakları dibinde buluyorduk.
Çok dikkat ettim , m asallar adla başlar. C eketinize veya boyun-
bağınıza eskiliği veya güzelliği yüzünden bir ad verin, derhal hüvi­
yeti değişir, bir çeşit şahsiyet olur. Ç eşm in ig âr’a m ahalleli, belki de
asıl ismini yadırgadığı için E m anet adını verm işti. Ve bittabi hiç­
kimse E m anet’in kaybolm asına razı olm uyordu. M ahallede herkes
onun yüzünden âdeta gözü yerde dolaşıyordu. B izde hasbî işlere
verilen o büyük dikkat sayesinde, m utlaka bir yerde yakalıyorlar,

71
TANPINAR

koşa koşa eve getiriyorlar ve bizi azarlayarak E m anet’i teslim edi­


yorlardı. B öylece küçük, dışardan bakılınca verim siz teşebbüslerle
sem tin coğrafyası hakkında tam bir fikir edindikten sonra bir gün
tam am iyle ortadan kayboldu. Bu ağır haberi ben âdeta korka korka
Seyit L u tfullah’a bildirdim . Fakat Sinop kalesinden aldığım ız ce­
vap hakikaten şaşırtıcı idi. Safranlı m ürekkeple ve kargacık burga­
cık bir yazı ile yazılan bu m ektupta siyasî m enfi, Ç eşm inigâr’ın Si­
nop’ta gelip kendisini bulduğunu, bu itibarla endişelerim izin bey­
hude olduğunu, kendisinin sıhhatte olduğunu, Seyit Bilâl civarında
Ümmi G ülsüm hâzinesini aram akla m eşgul olduğunu; yakında bu­
lacağını, o zam an bütün istediklerinin tahakkuk edeceğini söylüyor,
bu vaziyet karşısında artık ihtiyacı kalm adığı A ndronikos Kay-
se r’in hâzinelerini bana hediye ediyordu. “ Sabah akşam buluştuğu­
m uz ve sohbet ettiğim iz, beraberce seyrana çıktığım ız A selban se­
ni dünya kardeşi yaptı. Ve sana A ndronikos K ay ser’in hâzinelerini
kardeşlik hediyesi verdi. A m m a sen de kadrini bilm elisin. H azine
şim dilik K ız Kulesi altında olm akla, çıkarılm ası emri muhal gibi
görünür, am m a pek yakında duam ız ve tertibatım ız berekâtıyla çı­
karılm ası eshel bir m ahalle naklolunacağından zerre kadar endişe
olunm aya. A m m a ihtiyatla hareket gerektir. Feillâ...”
B öylece her şeyi kaybettikten sonra aşağı yukarı hepsini bulu­
yor, yeni baştan servet ve kudrete sahip oluyorduk.

XIII

Seyit L ûtfu llah ’ın nefyinden sonra benim için, tekrar, ne olaca­
ğım m eselesi m eydana çıktı. İster istem ez tekrar saatçi dükkânına
gittim . Eski ustam , mâni ortadan kalktığı için beni sevinçle karşıla­
dı. Fakat ben artık eski Hayri değildim . Nuri Efendinin m uvakkit-
hanesinde saatin sırrına hayranlıkla, aşkla baktığım günler geçm iş­
ti. A raya başka örnekler girm işti. Seyit L ûtfullah’ın m ektebinden
geçm iştim . H ayat kelim esi ile çalışm a kelimesi arasında kafam da
hiçbir m ünasebet kalm am ıştı. H ayat benim için iki eli cebinde uy­

72
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

durulan bir m asaldı. A kşam a kadar ihtiyar ve rom atizm alı bir ada­
mın dizleri dibinde oturup, onun şikâyetlerini dinleye dinleye çalış­
mak hoşum a gitm iyordu. G ünün birinde m ili, lupu ve dükkânın
anahtarını önüne bıraktım . C ebim de bir gün evvelki gündeliğim den
kalan beş on para ile sokağa fırladım . İlk solukta surlara kadar
uzandım. H er şey birdenbire düzelm iş gibi m esuttum . O akşam ı,
Şehzadebaşı tiyatrolarından birinde geçirdim . Islık, alkış, kahkaha,
satıcı sesi, sahne ışığı ve bilhassa o günlerde yeni m eşhur olm ağa
başlayan bir Erm eni kızının baygın bakışları ve biberli sesi bana
yeni bir ufuk açtı. Fakat en hoşum a gideni her gün sokakta, kahve­
de karşılaştığım bu adam ların sahnede, ışığın ve bozuk m ızıka gü­
rültüsünün ortasında başka hüviyetlerle yaşam aları idi. Bu âdeta
canlı bir rüya idi. O gece kararım ı verdim . Üç gün sonra tuluat
kum panyalarından birinde idim.
Tabiî bana hiçbir mühim rol verm ediler. Y aptığım ızın fevkalâde
bir iş olduğunu da hiç zannetm iyordum . B una rağm en bu 1913 yı­
lı, hayatım ın en harika devri oldu. Gün baştan aşağı benim di. A k­
şam a doğru bir suikast hazırlar gibi yavaş yavaş tiyatroda toplanı­
yorduk. Sonra bir hay huydur başlıyordu. D avul, zurna, klarnet ses­
leri dışarda gecenin artık bizim olduğunu ilân ediyor, sahne ikinci
bir dünya gibi hazırlanıyordu. Perdenin öbür tarafında m üşteriler
toplanıyor, ayak sesleri, gürültüler, çığlıklar, itişm eler, sabırsız ıs­
lıklar salaşı kökünden sarsıyor, nihayet perde açılıyordu. H alk ara­
sından ilk kantoları seyrediyorduk. İhtiyar kadın göbeği fincan gi­
bi oynuyor, halk işin m askaralığını bile bile, belki de böyle olduğu
için m em nun, alkışlıyor, ıslık sesleri kum aşlar gibi yırtılıyordu.
H er şey fakir, eski, biçare ve hasisti. Fakat ben S eyit Lûtful-
lah’ın m ektebinden geldiğim için bütün bu fakir ve biçare şeyler
sırf yalan olduğu için kendiliğinden bana güzel görünüyordu. İlk
giydiğim , Ü çüncü N apolyon devri asilzadesinin pantalonu üç ye­
rinden yırtıktı. Â şık olduğum kadın, daha iyisi kontes, ferah ferah
annemi doğurm uş olabilirdi, fakat ne ehem m iyeti vardı? M esele o
anda adımın Hayri olm am ası, gerçeğin dışında bulunm am da idi. Bu

73
TANPINAR

tek m ânasıyla kaçıştı. Yalanın sihirli çizgisi içinde idim ve bu bana


yetiyordu.
N eler oynam ıyorduk? R epertuvarım ızda her türlü şaheser vardı.
H içbir Don K işot bizim kadar cesaretle ve iç rahatı ile yeldeğir-
m enlerine hücum etm em iştir. Yazık ki üçüncü ayında tiyatrom uzda
sıkı bir tensikat başladı. Ben kadro haricinde kaldım . Bu sefer Ka-
dıköyü’ndeki bir kum panyaya girdim . K uşdili’nde küçük bir salaş­
ta oyunlarım ız başladı. V âkıa kazancım mühim bir şey değildi. Yol
parasını güç çıkarıyordum . Fakat bu sefer kum panya yeni ve şöh­
retsiz olduğu için kadınlar gençti ve ben hepsine, istisnasız, âşık­
tım.
Son vapurların yalnızlığında onların hayali ile bir evvelki yolcu­
lardan arta kalm ış tahtakuralarını yüklenerek İstanbul’a dönüyor­
dum . Şurası da var ki, bu sefer talihim biraz daha açıktı. İkinci,
üçüncü derecede roller alabiliyordum .
Ü çüncü m erhale yine K adıköyü’nde, bu sefer bir operet oldu.
A laturka ile alafranga arasında sallanan bir m usikîde sesimi tecrü­
be ettim . H üzzam , H üseyni, babam la her perşem be akşam ı ve cu­
m a günü devam ettiğim iz tekkelerde beraberce okuduğum uz m a­
kam ların bütün program ı bu m usikîye sığabiliyordu. M üdürüm üz
yalnız bir şey hususunda titizdi. Tek gözlüğünün cam ının temizliği!
O pırıl pırıl yandıkça sanki dokunduğu her şeyi güzelleştiriyordu.
O peretten sonra bir orta oyunu, orta oyunundan sonra Abdiisse-
lâm Beyin ısrarıyla girdiğim D arülbedayi tiyatrosu, A ntuan’ın hiç­
bir şey anlam adığım dersleri... Beni bu acayip dünyadan yorgunlu­
ğunun bir türlü anlayam adığım bu kargaşalıktan Birinci Dünya
Harbi kurtardı. O nunla sanki ilk defa ayağım toprağa bastı. Fakat
çok geç kaldığım ı hissediyordum .

74
İKİNCİ BÖLÜM
K Ü Ç Ü K H A K İK A TLER
I

Terhis olup da İstanbul’a döndüğüm zam an şehri, insanlarını de­


ğişmiş buldum . H er şey fakir, biçare ve alt üsttii. Babam harp için­
de ölm üştü. Ü vey anam evde tek başına yaşıyordu. K apıdan girer
girmez bu dört yılın beyhude geçtiğini daha ilk anda anladım . E v­
de hiçbir şey değişm em işti. Sofanın ve odaların kapısında daha yır­
tık, daha renkleri atm ış, fakat dışarıya karşı yine eskisi kadar kapa­
lı aynı perdeler sarkıyor, duvarlarda aynı levhalar asılı duruyordu.
Sofadaki eski hasırın son parçası her adım da dağılm ağa hazır, etra­
fı küf, rutubet kokusu ile dolduruyor, M übarek daha tozlu, Kafkas
çöllerinde hastalanm ış bir çöl devesi gibi bitkin, kendi köşesinde
hiçbir nizam a girm eyen bir zam anı sayıklıyordu.
D aha ilk adım ı atar atm az, gerçekten baba evine, çocukluğum a,
ilk gençliğim e, ne derseniz deyiniz, döndüğüm ü anladım . Halbuki
ben bu dört seneden neler beklem iştim ? Şim di ise içim de aynı ha­
yat isteksizliği, her şeyi aynı um ursam am ak vardı.
İlk günler o kadar üzücü olm adı. Ü vey anam şefkat için doğ­
m uştu. A cınacak derecede yalnızdı ve bu yalnızlığı içinde benim
düşüncem e yapışarak yaşam ağa öyle alışm ıştı ki, geldiğim gün se­
vincinden ölecek sandım . D ört sene, o zam an oldukça geniş olan
bahçenin her m eyvasından o sıkıntı içinde ayrı ayrı reçeller kurmuş
ve saklam ıştı. Bunu ilk kahvaltım da gördüm ve şaşırdım . “Şu erik­
ten ye... Yaptığım zam an baban sağdı... Bu vişneyi evvelki sene
yapm ıştım ... Sana sakladım ... Yok canım , bozulm uş olur mu hiç?...
Bu kayısı da o senenin a , olur m u, bir kere tadıver...” B öylece dört

77
TANPINAR

ayrı m evsim in reçellerini bir günde tatm ağa m ecbur olm uştum . K a­
dıncağız durup durup ağlıyor, boynum a sarılıyordu. Beni güzel,
kahram an, becerikli buluyor, yaptığım büyük işlerin hikâyesini din­
lem ek istiyordu. G elecek hakkında korkularım ı anlatm ağa kalktık­
ça sözüm ü k e siy o r,“H iç olur m u? Senin gibi adam! İşsiz kalır m ı­
sın hiç?” diyordu. Ben de yavaş yavaş buna inanm ağa başladım .
D urm adan iş arıyordum . Fakat İstanbul’da benim gibi terhis
edilm iş on binlerce genç adam vardı. Vapurlar her gün esirlikten
dönen yüzlerce insan getiriyordu. B ir türlü iş bulam ıyordum . İlk
aylar, birikm iş m aaşlarım ın verdiği nisbî bir rahatlık içinde geçti.
B ir uçurum a uzatılm ış bir kalas üzerinde yürür gibi sade tehlike ve
m uvazeneden ibaret bir hayat yaşıyordum .
Tekrar m azinin ağına düşm em ek için eski tanıdıklardan hiçbiri­
ni görm üyordum . Zaten A bdüsselâm Beyden başkası kalm am ıştı.
O kadar sevdiğim bu adam cağızı dahi görm em ek için, o günlerde
sık sık gittiğim H arbiye N ezareti’nin yolunu değiştirm iştim . Şehza­
de C am ii’nin, D ireklerarası’nın arkasından gidip geliyordum .
Fakat o gelip beni buldu. B u, dönüşüm ün üçüncü ayındaydı. Bir
sabah evim izin önünde, erkenden bir araba durdu. Pencereden ya­
vaşça baktım . İçinden A bdüsselâm Beyin indiğini gördüm . K apıda,
“N erede bu hayırsız oğlan!” diye soruyordu.
Yukarıya çıkm adı. A şağıda taşlıkta giyinmemi bekledi. A rabası­
na alıp Soğanağa’da yeni taşındığı konak yavrusu evine götürdü.
Eski konak, debdebe, arabalar, atlar, hizm etçiler, her taraftan
akan refah bu yeni evde şimdi hâtıra bile değildi. N e de eski kala­
balık vardı. B içare adam küçük k ızı, dam adı, onların çocukları ve
bir de karısı ölm üş olan Ferhat B eyle yapayalnız oturuyordu. Bir
iki ihtiyar em ektar, iki hafta sonra -b e n i ilk yapılacak iş bu im iş gi­
b i- evlendirdiği yetiştirm esi E m ine beraberlerinde idi.
İlk önce ikinci katta kendi odasına çıktık. Ü zerinde küçük Hint
işi bir çekm ece duran bir sedire beni oturttu. Çekm ecenin üstünde
zarf zarf m ektuplar, her birinin yerini ayrı ayrı bildiği, zarfından çı­
karıp bana uzatıp gösterdiği fotoğraflar vardı.

78
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

O na, iş bulm ak için çektiğim sıkıntım ı anlattım . B ana hak ver­


di. Beraberce aram ayı vaat etti. Fakat iş yoktu. A bdüsselâm Beyin
eski tanıdıkları ya ortadan çekilm işler, yahut da adam cağıza ehem ­
miyet verm eyecek derecede değişm işlerdi. Birkaç gün sağa sola gi­
dip geldikten sonra tahsilimi tam am lam am a karar verildi. Onun ve
bilhassa Ferhat Beyin teşvikiyle Posta T elgraf M ek tebi’ne girdim .
M ekteplerin hem en hem en bom boş olduğu, neredeyse araya sim sar
koyarak, m ükâfat vaat ederek öğrenci aradıkları bir zam anda, hiç
olm azsa dışardan en mütevazısı gibi görünen bu m ektebi acaba ne­
den seçm iştiler? H akikat şu ki, beni o kadar sevm elerine rağm en
hakkımdaki düşünceleri değişm em işti. M am afih A bdüsselâm Beye
bunun için m ühim başka sebepler de gösteriyordu. Tahsil kısa idi.
Talebeye ufak bir geçim parası veriliyordu. Ayrıca da telgrafçılığın
saatçiliğe benzediğine hükm etm işti. Bu hükm ü, belki alıcı ve veri­
ci âletlerin tıkırtı ile çalışm asından geliyordu. Belki de sadece işin
içinde âlet denen şeyin bulunm ası yüzündendi.
- Senin için bir şeyler kurcalam ak lâzım geldiğine göre iyi kötü
bu merakını bu işte tatm in edersin... diyordu.
M ektebe yazıldıktan, yani kendim e ait şöyle böyle em niyetli bir
istikbalin eşiğine ayak bastıktan sonra, bir gün A bdüsselâm Beye
benim behemehal Em ine ile evlenm em lâzım geldiğini söyledi. Z a­
ten evinden çıktığım yoktu. Kendisi sabah akşam bunun için ısrar
ediyordu. Evlenm e işi bu yakınlığı rahatlaştıracak, tabiî kılacaktı.
M adem baba oğul gibiyiz... E m ine ile bu baba oğulluk bir dü­
ğüm daha kazanacaktı. Em ine benden iyisini bulam azdı. -H a k ik a t­
te bulurdu. B ulm ası lâzım dı. Zavallı E m in e !-B e n im de şim dilik
ondan iyisini bulmam oldukça güçtü. A rada yabancılık denen şey,
binaenaleyh alışm a güçlüğü falan d? yoktu. Yeni ve parasız evlile­
ri o kadar korkutan ev açm ak, geçim sıkıntısı, yalnızlık gibi şeyler
de -A bdüsselâm Bey bu yalnızlık kelim esinin üstünde bilhassa du­
ru y o rd u -S o ğ a n a ğ a ’daki evde hep beraberce oturacağım ıza göre
kendiliğinden ortadan kalkıyordu. B öylece hem iki taraf için A l­
lah’ın emri yerine gelecek, hem ben rahat edecektim . Ü stelik, -b u -

79
TANPINAR

rasını tabiî sö y lem iy o rd u - bu sıkıntılı zam anda, çarşı diliyle işlerin


kesat gittiği günlerde, zarurî olarak ev kadrosuna, hattâ ısrar ettiği
gibi üvey annem gelirse iki kişi birden ilâve etm iş olacak, seneler­
dir o kadar aksi giden talihinden bu suretle öc alacaktı.
Ü vey annem gelm edi. B abam la o kadar m esut olduğunu sandı­
ğı evi terk etm ek istem iyordu. İnsanların saadet anlayışları da ga­
riptir. K itaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun
esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğ er hayvanlardan ayrılır. Bey­
lik sözüyle, hayata hükm eder. F akat kendi hayatlarına teker teker
bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar m üdahalesini görem ezsi­
niz. B ütün telâkkileri, hususî bağlanışları hep bu aklın varlığını ya­
lanlar, üvey annem , S oğanağa’daki evde bizim le beraber oturm ayı,
“B ir başkasının evinde benim ne işim var? H aydi, senin hakikî an­
nen olsam neyse... Sana bile bir bakım a yabancı sayıldığım a gö­
re...” gibi bir sebeple reddetseydi aklım elbette yatardı. Fakat sene­
lerce uzakta bekledikten sonra bir sığıntı gibi girdiği, hiçbir zaman
hakkıyla benim senm ediği, o kadar yıl bir yatalağa baktığı, bir gün
yüzü gülm ediği evim izi, geçm iş saadetleri adına bırakm ayacağını
söylem esi beni âdeta çıldırtm ıştı. Bu aklın, m antığın, her şeyin dı­
şında, A bdüsselâm Beyin beni o kadar ısrarla kendisine dam at yap­
m ası, E m in e’nin sevine sevine benim le evlenm esi kadar gülünç,
budalaca bir şeydi. B ununla beraber böyleydi. Üvey annem evim iz­
de m esut olduğunu sanıyordu. B abam la evlendikten sonra bu evin
dışında yaşadığı yıllarda bir gün bu eve girebilm ek saadetini gö­
zünde öyle büyütm üş, bu işin im kânsızlığı kendisini öyle kavram ış­
tı ki, en az m üsait, saadet denen şeyden en uzak şartlar altında gir­
diği bu evi şim di bırakam ıyordu.
Sadece düşünceye ait, zan üzerine kurulm uş bu saadet hâtırası o
kadar kuvvetliydi ki, sonunda A bdüsselâm Bey bile hürm et etm eğe
m ecbur k a ld ı.
E m ine, şirin, saf ve her şeyden evvel iyi insandı. H ayat karşısın­
da şaşılacak bir cesareti vardı. Ö m rü küçük bir kuş gibi A bdüsse­
lâm B eyin evi denilen kafeste geçm işti. D ünyası orada tanıdığı in­

80
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

sanlardan ibaretti. Evlendiğim iz zam an, kapıdan ilk çıktığı gün


adımları sendeleyecek, korkup tekrar geri dönecek kadar bu evin
dışındaki şeyler için yabancı ve tecrübesizdi. B una rağm en, galiba
her şeyi, her tecrübeyi kendisinde yaradılıştan hazır bulanlardan
olacak ki, hiçbir şeyi yadırgam adı. H içbir vaziyette şaşırm adı. S o­
nuna kadar sağlam , cesur, neşeli kaldı.
İlk yıllarım ız çok m esut geçti. M ektebi bitirdikten sonra evvelâ
Posta T elgraf’tan çıktım . Sonra A bdüsselâm B ey bir dostu vasıta­
sıyla bana Tünel İdaresi’nde bir iş buldu. O zam ana göre iyi kaza­
nıyordum . İlk çocuğum uzun yaşam am asından başka bir derdim
yoktu. B ir de kendim ize ait bir hayatım ız olm am ası... Evde her şey
rahat, bol ve em niyetli idi. Fakat hür ve kendi başım ıza değildik.
A bdüsselâm Beyin insan sevgisi bütün evdekiler gibi bir an pe­
şimizi bırakm ıyordu. G ece yarısı sofada veya yandaki odalarda bir
ayak sesi, hafif bir öksürük işitse yardım ım ıza koşm ak için bunu
bir fırsat bilen A bdüsselâm B eyin yanında söz geçirebildiği herhan­
gi bir insanın bir dakika tek başına kalm ağa hakkı yoktu. İş zam an­
ları hariç ben hem en hemen yalnız ona aittim . Sabahleyin kahvaltı­
mızı beraber yapardık. Evden çıkarken akşam hangi kahvede ken­
disini bulabileceğim i söyler ve benden bir saat evvel oraya gelirdi.
O zam an em ekliye ayrılan Ferhat B ey de tabiatiyle beraber bulu­
nurdu. Akşam üstü beraber eve döner, daim a bir bahane bulup ge­
ciktirdiği yatm a saatine kadar bir arada otururduk. B una mukabil
asıl dam adı, küçük kızının kocası, evin bütün erkekleri adına gezer,
tozar, hattâ zam an zam an karısını alıp çıkardı.
Em ine ile ilk fırsatta evden ayrılm ağa karar verm iştik. H attâ
Em ine birkaç defa eski eve uğram ış, az çok, üvey annem in m esut
m azisine hürm et etm ek şartıyla nasıl nizam vereceğini tasarlam ış,
hattâ ilk iş olarak sofadaki hasırları sökm üş, atm ış, hikâyesini be­
nim le evlenm eden çok evvel işittiği halam ın saatinin rakkasını ye­
rinden kaldırm ış, tavan arasında bir yere saklam ıştı.
- Neden beğenm iyorsun, anlam ıyorum ?.. Çok güzel, kutu gibi
bir ev... G örürsün, cennet yaparım !.. H ele bir şu m uhabbet esirli­

81
TANPINAR

ğinden kurtulalım .
E m ine, şim diki sinem a dilini hiç bilm eden, A bdüsselâm Beyin
evindeki hayatım ıza bakarak kendim ize “ m uhabbet esiri” adını
verm işti.
Bize böyle ayrılm ayı düşündüren sadece yalnız A bdüsselâm B e­
yin insan sevgisi değildi. Yavaş yavaş ihtiyar adam ın düştüğü sı­
kıntı da bizi rahatsız ediyordu. E linde avucunda olanların hepsi sa­
tılm ış, kalanlar da rehinde idi. Ve A bdüsselâm Bey para sıkıntısını
hiç kim seye fâş etm eden borçla yaşıyordu. N e dam adının, ne Fer­
hat Beyin, ne de benim m asrafı paylaşm am ızı bir türlü kabul ettire-
m em iştik. O kadar neşeli tabiatı yavaş yavaş bozulm uştu. D algın ve
düşünceli idi. Y anında kim se olm adan sokağa adım atm ayan adam
şimdi zam an zam an, borç para bulm ak için gizlice sokağa çıkıyor­
du. Em ine ile ben bıı vaziyette ona daha fazla yük olm ayı istem i­
yorduk.
Fakat projem izi bir türlü tatbik edem edik. Tam bizim kendisine
kararım ızı açacağım ız günlerde dam adı kendisini A nadolu’da bir
yerde bir m em uriyete tâyin ettirm ek fırsatını buldu. A bdüsselâm
Bey uzun m ünakaşalar, itirazlar, şikâyetlerden sonra ister istem ez
karı kocanın evden ayrılm asına razı oldu. Ayşe H anım efendi, evden
ayrılacağı zam an ikim ize birden, “ Babam size em anet!., dedi. Z a­
ten sizin de babanız sayılır...” K ocası da karısının yanında hemen
hem en aynı şeyleri söyledi. Fakat o uzaklaşınca birdenbire: “Allah
sabır versin sizlere” diye ilâve e tti. Ç arnâçar biz kaldık. İhtiyar ada­
mı yalnız bırakam azdık. K aldı ki, bu son zam anlarında candan bi­
rinin bakm asına hakikaten m uhtaçtı. V ücudu gibi hâfızası da zayıf­
lam ıştı. H em en her şeyi unutuyor, her şeyi birbirine karıştırıyordu.
Ç am lıca’da oturan büyük o ğluna, A n ad o lu ’da bulunan ortanca
oğluna vaziyeti bildirerek babalarını yanlarına alm alarını rica et­
tim . O kadar iyiliğini gördüğüm bu adam cağız için yapabileceğim
tek şeydi bunlar.
Ortanca oğlu hiç cevap verm edi. Yalnız o şeker bayramı babasına
bir tebrik telgrafı çekm ekle, bir de çocuklarının resimlerini gönder­

82
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

mekle yetindi. Ç am hca’da oturanı, yine eskisi gibi kiiçük kardeşiyle


beraber bayram tebrikine geldiği zam an bir fırsatını bulup işin im ­
kânsızlığını anlattı. “Karım bana yemin verdirdi. Yapam am ” diyordu.
- Bari yardım edin, dedim . Parası yok, borç içinde. K azandığı­
mın hepsini veririm , zaten gizli olarak da sarf ediyorum . Fakat kor­
ka korka... Çünkü benden para kabul etm ek istem iyor. Bu gidişle
borçlu çıkarsınız...
Fakat o inanm ıyordu:
- Sen babamı bilm ezsin... diyordu. M uhakkak vardır. K im bilir
nerede gizlidir!
- İyi ya... dedim . B abanıza bir şey olursa hepsi m ahvolur. Ayrı­
ca Em ine ile biz töhm et altında kalırız. Yazık değil mi bize? Gelin
babanızla beraber oturun. M alınıza m ukayyet olun!..
Om uzlarını silkti. Zaten babası odaya girm işti. G iderken beni
kapıda uzun uzun süzdü: “Sana em niyetim var...” d e d i. Fakat bakış­
ları hiç de em niyet eden adam ın bakışları değildi. İçim e garip bir
korku gird i.
O yılın kurban bayram ından sonra F erhat Bey de evi terk etti.
K adıköyü’n d e d u l bir kadınla evlenm işti. O da öbür dam adı gibi bi­
ze, “Allah sabır versin... A llah kolaylık versin!..” dedi ve arkasın­
dan ilâve etti: “A klınız varsa siz de benim gibi y apın!”
A bdüsselâm Beyin evinde biz karı koca ihtiyar adam la tek başı­
m ıza kalm ıştık. Burm alı M escid ’in arkasındaki konakta bir aşiret
kadar kalabalık oğul, torun, hısım ve akraba içinde yaşayan adam ,
kendisine her suretle yabancı iki insanın elinde ö lecekti. Bu onun
sakınılm az kaderiydi.
Bütün hayatım boyunca dikkat ettim . İnsanın daim a en çok
korktuğu şeyler başına geliyor. A ristidi Efendinin im biğin patladı­
ğı gece yanarak ölüm ünden sonra bir gün m uvakkithanede idim .
H erkes kazaya dair bir şey anlatıyordu. Şim di hatırlam adığım biri­
si de onun bu cinsten bir kazadan her zam an korktuğunu garip bir
tesadüf gibi söylem işti. O zam ana kadar hiç ağzını açm adan konuş­
mayı dinleyen Nuri Efendi birdenbire elindeki saati bırakarak:

83
TANPINAR

- B ana kalırsa bu hiç de garip değildir. Belki tabiî um urdandır.


Hâl yoktur, m azi ve onun em rinde bir istikbal vardır. Biz farkında
olm adan istikbalim izi inşa ederiz. A ristidi Efendi bu tecrübelere
başladığı anda âkibetini hazırlam ıştı. Ö lüm ü kendisinde hazırdı.
Bunu bilm iş olm asına niçin hayret ediyorsunuz? dem işti.
Abdüsselâm Bey de insan sevgisiyle, belki de insanlara fazla
düşkünlüğü, hısım akraba sevgisiyle kendisine bu yalnızlığı hazır­
lam ıştı. Şüphesiz bu sevgi olm asaydı etrafındakiler kendisinden
böyle kaçm ayacaklar, yalnızlığı bu kadar duym ayacak, böyle peri­
şan olm ayacaktı.
Ertesi senenin şeker bayram ı eve hiçbir akraba uğram adı. Fakat
her kandil ve bayram da olduğu gibi d am at, gelin, torun, yaşayan,
belki de yaşam ayan bütün akrabalar için, hepsinin yaşına ve m erte­
besine göre yine hediyeler alındı. Bu iş için lâzım gelen parayı na­
sıl ve nereden bulm uştu? Bunu hiç kim se bilem ezdi.
D üzine ile ipek m endiller, kravatlar, göm lekler, kızlar için belki
de ucuz cinsten m ücevherler, erkek çocuklar için saatler, eski
em ektarlar için alınm ış entarilikler üst üste, paket paket odasına di­
zildi. Ve biçare ihtiyar sırtında eski redingotu, daim a tem iz kolalı
göm leği, gözlerinde daim a parlak gözlükleri, bir eli her zam an için
biçimli kesilm iş sakalında ve gözleri karşısındaki saatte, sokaktaki
her gürültüye kulağını kabartarak, her an kapı zilinin çalındığını sa­
narak üç gün, her adım sesinde geleni karşılam ak için ayağa kalka­
rak bekledi.
Bu bayram günlerinde yine eskisi gibi bütün akrabayı doyurabi­
lecek bollukta ve gelm eyeceklerine em in olduğum uz bu insanların
zevklerine göre yem ekler pişiyor, sofra bir lahzada kurulm ağa ha­
zır duruyordu. D ördüncü günün akşam ı, hakiki bir yeis içinde:
- Em ine kızım , dedi. Şu paketleri kaldırın... Çocukların odasına
koyun!.. G eldikleri zam an alırlar!
Bu oda A bdüsselâm Beyin evinin bir nevi deposu idi. On bir ço­
cuk beşiği, bir yığın m ânâsız hayat artığı, Abdüsselâm Beyin m uh­
telif zifaflarına şahit olm uş birkaç karyola, konsollar, aynalar, eski

84
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

oyuncaklar, sandıklar, hulâsa konak satılıp da bu sekiz odalı eve ta-


şınıldığı zam an kızının ve dam adının eskiciye verm elerine bir türlü
razı olmadığı türlü eşya burada tozlar içinde, birbirinin üstüne yığıl­
mış beklerdi. A bdüsselâm Bey, içinde hiçbir çocuğun doğm adığı,
büyümediği bu odaya “çocukların odası” adını verm iş ve garibi şu
ki bu ad tutm uştu da. Belki de bu adın sihri yüzünden bu odaya ga­
rip bir hava sinm işti. Yavaş yavaş herkes evin kaybolm uş hayatının
orada toplandığına inanm ıştı. Orası birikm iş ayrılıkların, üst üste yı­
ğılmış ölüm lerin, hâtıra ve unutulm aların odasıydı. Y aşayanlar bile
orada kendi çocukluklarının, ilk gençliklerinin ölüm ünü seyrediyor­
lardı. Büyük odanın ortasında daha ziyade karaya vurm uş gemi gibi
bir yığın eşya hep onları hatırlatırdı. H ulâsa bu oda A bdüsselâm Be­
yin kalbi gibi bir şeydi. Bu iyi ruhlu adam ın yanında bizi o kadar hu­
zursuz kılan şeyin ne olduğunu ancak bu odaya bir kere olsun giren­
ler anlayabilirdi. Çünkü bu üst üstelik, yarattığı zam an dışılıkta, eş­
yanın kayıtsızlığını yok etm işti. O nun içindir ki anahtarı daim a ka­
pının üzerinde durduğu hâlde hiç kim se içeriye girm ezdi.
Sağlam aklına, neşeli tabiatına rağm en efendisinin hayatındaki
ıstırapları âdeta benim seyen E m ine ise bu odanın önünden bile geç­
m ek istem ezdi. Karım içinde büyüdüğü bu evi bütün psikolojik de­
rinliğiyle benim sem işti.
Odaya o girm edi. Onun yerine paketleri istem eye istem eye ben
taşıdım . K aranlıkta adım larım bütün bu eski, sahipsiz eşyaya takı-
la takıla, sofadan gelen ışıktan birdenbire canlanan büyük bir ayna­
da hiç de bana benzem eyen silik bir hayali seyrede ede birkaç defa
gidip geldim . İçim de garip, sebebini bilm ediğim bir korku vardı.
Nereden geliyordu bu? Ve ne acayip şeydi? D urup dururken bir­
denbire nasıl kavramıştı bütün varlığım ı? Halbuki sevinç delisi o l­
mam lâzım gelen günleri yaşıyordum . K arım gebe idi ve doğum u
bekliyorduk. A rada sırada gülerek bana, “Ç ok gürültü yapıyor... G a­
liba kız olacak!” diyordu. H iç durm adan tepinm esinden şikâyet edi­
yor, “Nasıl başa çıkacağım ?” diye şim diden ve şüphesiz yalancık­
tan tasalanıyordu. A bdüsselâm Bey bile bütün kederlerine rağmen

85
TANPINAR

bu işin sevinci içinde idi. İkide bir bana, “Kaç gün kaldı, sorsana!”
diye ısrar ediyordu. Sonra bir evvelki cevabım ızı hatırlayarak par­
m aklarıyla hesaplıyordu. Epeyce zam andır evde çocuk doğm am ış­
tı. “Yeniden büyük baba olacağım ...” sözü dilinden düşm üyordu.
Sıra biraz kenara konm uş son paketlere gelince, gözleriyle mâ-
nalı m analı b a k a ra k ,“ O nlar dursun” d e d i.“ Onların sahibi behem e­
hal gelecek...” E m ine’nin yüzü kıpkırm ızı kesildi ve odadan çıktı.
A bdüsselâm B eyin çehresinde artık seyrekleşen tebessüm lerinden
biri belirm işti.
- Ferhat B eye sorm adınız m ı? N için refikasını buraya getirmedi
de kendisi K adıköyü’ne gitti? H ep beraber yaşardık. İnsan bu kadar
yıllık evini bırakıp gider mi?
- Hanım, baba evinden çıkm ıyorm uş... Çıkmayı istemiyormuş!..
A bdüsselâm Bey yüzüm e dik dik baktı:
- N e diye öylesini aldı? Fakir, kim sesiz bir şey bulam adı mı?
Birdenbire şaşırdım . Ve oiraz evvelki korku, daha canlı, daha
keskin şekilde içim e yerleşti. A rtık bu insan sevgisini, yalnızlık
korkusunu geçiyordu. İşin içine daha m ühim şeyler giriyordu. K en­
dimizi iradesizliğim yüzünden bir biçareye teslim etm iştik.
Z ehra’nın doğuşu, A bdüsselâm B eyin hısım akrabası tarafından
unutulm uş olm asından duyduğu ıstırapları birdenbire hafifletti. Ç o­
cukların odasından evin en m ükellef beşiği çıkarıldı. Takribî A hm et
Efendi ailesinin son torunu ilk uykularını güm üş zırhlı ve sedef
kakm alı, bir dekovil kadar büyük, ağır ve ceviz oym alı bir beşikte
uyudu. Tabiî A bdüsselâm Bey daha ilk günden itibaren başının
ucundan ayrılm adı. K onağın eski âdeti üzerine çocuğa benim yeri­
me o ad verdi. Ve yanlışlıkla benim annem in adı olan Zahide adını
vereceği yerde kendi annesinin adı olan Z e h ra ’yı verdi.

II

İşte, birbirinin peşini bırakm am ış felâketler dizisi bu m ânâsız


yanlışlıklarla başladı. İhtiyar adam evvelâ bu yanlışlığa bizim kadar

86
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

güldü, sonra m üteessir oldıı, kendini itham a başladı. Sonuna doğru


bu teessür hakikî bir vicdan azabı hâline girdi. Kendisini âdeta ço­
cuğumuzu bizden çalmış sanıyordu. Bu iş için m uhakkak ahrette
kendisine hesap sorulacaktı. D iğer taraftan da bu ad benzerliği yü­
zünden “ valide” diye çağırm ağa başladığı Z eh ra’ya bir kat daha
bağlandı. Çocuğun istikbalini düşünm eğe başladı. Ve m evcut serve­
tini kızım a bağışlayan vasiyetnam elerle evin içi doldu. Günde kaç
vasiyetnam e yazardı? Burasını A llah bilir. Son üç sene içinde evin
her tarafı, halı, kilim, yastık altları, m asa gözleri, çekm eceler, onun
vasiyetnam eleriyle doldu. Biz Em ine ile her gün birkaç tanesini yırt­
tığımız hâlde yine ölüm ünden sonra kucak dolusu vasiyetnam e çık­
mıştı. Hem en hepsinde biçare ihtiyar “servet-i m evcudesini” “ vali­
desi Zehra H anım a” terk ettiğini söylüyor ve bizim onun tahsil ve
terbiyesine son derecede dikkat etm em izi şiddetle istiyordu.
“Annesi kerim em Em ine H anım ile, babası oğlum Hayri E fendi­
nin tahsil ve terbiyesine itina etm eleri ve yetişip evlenene kadar...”
diye devam eden, bitip başlayan bu vasiyetnam elerde kendi kızım ı­
zı m üşfik ihtiyar bize em anet ediyordu.
A nadolu harbi çoktan bittiği, m ühim bir kısmı İstanbul’da oldu­
ğu için ölüm ünü haber alanlar ertesi günü eve gelm işlerdi. O akşam
hemen herkesin elinde bu vasiyetnam elerden birkaçı vardı. Tabiî
vasiyet hüküm den sâkıttı. Ve tabiatiyle biz sadece evden çocuğu­
muzu ve şahsım ıza ait eşyayı alıp çıkm ağa çoktan razıydık. N ite­
kim öyle yaptık. Fakat aradan birkaç gün geçince hava değişti. A b­
düsselâm Bey çoğu tutarı kadar m ühim m eblâğlara rehine verilm iş
bir yığın ufak tefeği kızım ın üzerine geçirm ek için bazı tedbirlere
m üracaat etm iş, ayrıca bir iki notere de vasiyetnam e bırakm ıştı.
Öyle ki işlerin tanzim i için m ahkem e kararı zarurî oldu.
Bu arada hemen bütün verese bizi, ortada m iras denecek bir şey
olm am asına rağm en babalarının zihnini kendilerinden çalm akla,
ihtiyar ve hâfızası bozulm uş adam ı “ K ızım ız senin annendir!” diye
kandırm ak, bu olm ayacak şeye “ türlü desiselerle inandırm akla” it­
ham ediyordu.

87
TANPINAR

Yine kendim izi m üdafaa için, “ Son zam anlarda rahm etli hiç de
m uvazenesine sahip değildi!” deyince bu sefer velinim etim ize ha­
karetle, hâtırasını tezyifle itham ediliyorduk. “ İftira!” diyorlardı.
“ İftira ve nim et-nâşinaslık, nankörlük...” diyorlar ve hem en arka­
sından sözlerim izi kendi dâvaları için yoruyorlardı: “ G ördünüz
m ü? diyorlardı, nasıl itiraf ediyorlar?”
Y ârabbi, ne kadar çok hisseli eşya vardı, ve ne kadar çok resmî
m uam ele zarureti ortaya çıkm ıştı. R ahm etli nerede altıda bir, yedi­
de, hattâ onda bir hissesi satılan arsa, m ülk varsa hepsini alm ıştı.
Kim bilir, belki de bugünün arsa ve m ülk fiyatlarının etrafındaki
kazancı düşünerek yapm ıştı bunları. Ç ekm eceler senet doluydu. Ve
her senede m ukabil birkaç borç senedi çıkıyordu. Bu em lâk, akar
değil, pul koleksiyonu gibi bir şeydi. K arşısına çıktığım ız hâkim le­
rin çoğu evvelâ koskoca adam ın ahretliğinin kızını “ kendi annesi”
zannetm esine hafifçe, gülüm süyorlar, biraz sonra verese tarafından
yapılan kandırıcı aydınlatm alarla kötü niyetim izden şüphelenm eğe
başlıyorlardı. B en dilim in döndüğü kadar:
- E fendim , m erhum şakacı adam dı. Evlâdı gibi sevdiği kızım la
bu tarzda latife ederdi... diye anlatm ağa çalışınca:
- Üç yaşındaki çocukla latife edilir mi? diye azarlanıyordum .
Hem evlâdı gibi diyorsunuz! H em de anne diye şaka ettiğini söylü­
yorsunuz. B irinden birini seçin!
- Seçecek vaziyette olan ben değilim ki... Rahm etli ikisini bir­
den kabul etm işti.
- V asiyetnam elerin bazıları altı aylıkken başlıyor... Bu nasıl iş­
tir. Altı aylık çocuk latifeden ne anlar? diyorlardı.
- A nlam az, anlam az, am a herkes yine yapar. Ç ocuklarla konu­
şurken hangim iz dilim izi, sesim izi değiştirm eyiz?.. Sade çocukla
değil kedi veya köpekle oynarken bile ya kendim izi onun seviyesi­
ne indirir, yahut onu kendi seviyem ize çıkarırız.
- R ahm etli bu işte ortalam a bir had bulm uştu... Tarafeyn mtisa-
vî, fakat zıt vaziyetlerde idiler...
H ukuk ıstılahlarına yavaş yavaş alışıyordum :
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- Peki, burası böyle diyelim ! Ya çocuğun, yani validesinin rah­


m etliye “oğlum ” dem esini nasıl izah edersiniz? Şahitlerin ifadeleri
sarih... Vefatını m üteakip hep “oğlum nerede?” diye ağlarm ış...
Filhakika doğruydu. Z eh ra’yı da kendisine “oğlum !” dem eğe
alıştırm ıştı. Kız iki gözü iki çeşm e, oğlunu arıyordu. Yine vaziyeti
aydınlatm ağa çalışıyordum .
- Efendim , öğretm işti... Bütün gününü beraber geçirirdi. Zaten
bütün işler hep oradan gelm iyor m u? B içare son zam anda yaşı do­
layısıyla pek sağlam düşünem iyordu...
Böyle vaziyetlerde kim seyi incitm eden konuşm ak ne güç olu­
yordu. O kadar sevdiğim adam için bunaktı, diye avaz avaz bağıra-
bilsem nasıl rahatlayacaktım . B unak olm asaydı evin içini ancak fi­
ravun ailelerinde görülen bu garip ana-oğul, baba-ana hikâyesiyle
doldurur m uydu? N eticede zaten hüküm süz olan vasiyetnam e bir
kere daha iptal ediliyor, ben ayrıca m ahkem e huzurunda m ünase­
betsiz m ünasebetsiz konuştuğum , velinim etim in hâtırasına hürm et­
sizlik ettiğim için tazir ediliyordum .
Velinimet, baba, miras kelim eleri içinde boğulacağım a iyice
inandığım bir günde iş biter gibi oldu. Fakat bitm edi. E fkârıum u­
miye safhası başladı.

III

V asiyetnam enin reddi küçük m uhitim de derin bir akis uyandır­


m ıştı. Bütün tanıdıklar, yahut m ühim bir kısm ı, beni ve bilhassa kı­
zımı m eşru bir haktan m ahrum edilm iş addediyorlardı. M ahallede,
ticarethanede - o zam an Tünel şirketinden ayrılm ış, hususî bir mü-
essede çalışıy o rd u m - herkes bana karşı yapılan haksızlığa isyan
ediyor ve kendi m izacına göre tepkiler gösteriyordu. B ir kısmı ba­
na ve kıza acıyorlardı. Bir kısm ı da bizi unutuyor, birkaç kuruş için
yahut “dünya malı için” babalarının son isteklerine hürm etsizlik
eden vereseye kızıyorlardı. B ir diğer kısmı da bu kadar mühim bir
serveti göz göre göre kaybettiğim için sünepeliğim e, budalalığım a

89
TANPINAR

hükm ediyorlardı. A bdüsselâm Beyin m irası bu m ünakaşalarda, ko­


nuşanın ruh hâline ve görüş zaviyesine göre, ya bir kalem de orta­
dan siliniyor, yahut bir çığ gibi büyüyor, yahut m esele dışı addedi­
liyordu. Yalnız ahlâkî değerlere ehem m iyet verenler ise bu servetin
adını bile anm ıyorlar, sadece m ukaddes olan bir isteği görüyorlar­
dı. B una m ukabil insanın behem ehal açıkgöz ve çakır pençe olm a­
sını isteyenler benim beceriksizliğim i büyütm ek için durm adan
kaybım ızın yekûnunu hesaplıyorlardı.
H er üç tarafın m üşterek olduğu bir nokta vardı. H içbirisi bu işte
beni dinlem iyorlardı. H içbirine, “Bu adam ın zaten parası yoktu...
B orçlu idi. B en bir şey kaybetm iş değilim ki... B ırakın ki zaten is­
tem em !” diyem iyordum .
Patronum bile bu um um î havaya katılm ıştı. D urup dururken m a­
aşım a beş lira teselli zam m ı yaptı.
Yukarıdan gelen bu acım a jesti etrafım daki m erham et havasını
bir kat daha arttırdı. Bazıları beni artık yediğim darbenin altından
kalkam ayacak derecede yıkılm ış görüyorlardı. Bir akşam daireden
çıkarken arkadaşlarım dan biri kolum a girdi:
- Gel H ayriciğim , dedi. Şurada birkaç kadeh rakı içelim ... Rakı
her derde iyidir.
- İçelim , içelim , am m a derdim olduğu için değil... Benim der­
dim yok. Z evk için içelim ... Y alnız, istersen bize gidelim , evde içe­
lim. K arım ı bugünlerde yalnız bırakm ak doğru olm az...
Filhakika karım ikinci çocuğum A h m et’e gebe idi. Fakat Sabri
Bey sözüm ü yanlış anlam ağa karar verm işti:
-T a b iî... A z şey mi geldi başınıza... Hakkı da var kadıncağızın...
Ve bütün ağırlığıyla bana yüklendi. E ve gelm ek istem iyordu. Sı­
kıntı verm ek hoşuna gitm ezdi. İllâ ki beni m eyhanede teselli ede­
cekti. Belki bu m iras meselesini iyice anlatm ak fırsatını bulurum ,
üm idiyle razı oldum . Ü stelik de kolum dan çıkacak karşım a otura­
caktı. Sabri B ey bütün çirkinliğine rağm en karşıdan seyri insana ra­
hat gelen bir kiloda idi.
Nitekim girdiğim iz m eyhanede elim den geldiği kadar bu işteki

90
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

vaziyetim i anlatm ağa çalıştım:


- Bu adam ı baba gibi severdim , dedim . Ç ok iyiliğini gördüm .
Fazlasını beklem ezdim , hakkım da yoktu. K aldı ki, son altı yıl için­
de parasızdı. Borçla yaşıyordu. V asiyetnam e filân, bunaklığından
doğan şeylerdi. G erçekten m irasçısı olsaydım , uyku uyum azdım . O
kadar borçluydu...
Daha buna benzer şeyler.
Sabri B ey birdenbire harekete geçti:
- Peki, bu kadar borcu nasıl yapabiliyordu?
- Şunu bunu rehine vererek... A m a daha başka b orçlan olduğu­
na da em inim ...
Ve hakikaten inandırırım üm idiyle bir yığın izahat verdim . O
hep başını sallıyor, aynı suale dönüyordu:
- İyi am m a ona bu vaziyette nasıl borç veriyorlardı? Yani nasıl
kandırıyordu?
A rtık sabrım tükenm işti:
- N e bileyim ben? Belki m uayyen bir usulü vardı... B ir sistem i...
Sabri Bey bu sistem m eselesinde bilhassa kulak kesildi. Belli ki
kendisi de böyle bir sistem e m uhtaçtı. Bu sihirli kelimeyi duyar
duym az ikinci şişeyi ısmarladı:
- Canım anlaşılm ayacak bir şey yok bunda... B ir yığın tanıdığı
vardı. Yahut beklediği bir m iras... T u n u s’ta, C ezay ir’de, bir yerde
arazi filân.
- Yok, yok, oralar uzak. B aşka bir şey olm alı...
- Yahut da satm asına kıyam adığı, fakat herkesin, hiç olm azsa
alacaklıların bildiği çok kıymetli bir şey, m eselâ elm as...
M erakı m uhayyilem i çözm üştü. B irdenbire gözüm ün önünden
Seyit L ûtfullah’ın hayali geçti. O bana K ayser A ndro n ikos’un hâzi­
nelerinden bahsederken, bizim saraya ait “Ş erbetçibaşı” pırlantası­
nın da bunların arasında bulunduğunu söylem işti.
Bana acıdığı için zorla soktuğu bu m eyhanede şim di benden, e t­
rafı dolandırm ak için m etot öğrenm eğe kalkan bu budala ile neden
alay etm eyecektim sanki?

91
TANPINAR

- Farz et ki, Şerbetçibaşı Elm ası kendisinde olsun. “ Satm ıyo­


rum , aile yadigârı. Ç ocuklarım satınca size borcum u öderler.” gibi
bir şey söylem iş olabilir pekâlâ!
Sabri B ey Şerbetçibaşı E lm ası’na iyice inandı.
- D oğru... dedi. M uhakkak öyle olm alı.
Ve üçüncü şişeyi ısm arladı. B u sıcak yaz gününde terden yapış
yapış, m asaya abandı:
- Nasıl şeym iş şu Şerbetçibaşı E lm ası? diye sordu.
Gözleri m eraktan parıldıyordu:
- Hiç gördün m ü?
- C anım , uydurdum . Şimdi beraber uydurm adık mı? Yani bir
tahmin olarak konuşm uyor m uyduk?
- Fakat adını biliyorsun!..
- Farz et ki, çocukluğum da bir m asalda dinlem iş olabilirim . Bi­
risi böyle bir şeyden bahsetm iş olabilir. Elm as fikriyle beraber ak­
lım a gelmiş olabilir. Aslı yok tabiî...
- O lm az olur m u? Kaşıkçı Elm ası gibi bir şeydir m uhakkak...
Aynı büyüklükte, aynı kıym ette... Ö yle değil mi?
Tekrar kadehleri doldurdu. İçtik.
- T a b iî sana gösterm iştir.
- Neyi?
- Şerbetçibaşı E lm ası’nı...
B irdenbire uyandım ... O nunla alay edeyim diye başım a açtığım
işi anlam ıştım . G arsonu çağırdım . Paraları verdim . C ebim de kalan
tek yirmi beşliği garsona uzattım . Sabri Bey hiç ses çıkarm adan kı­
sık gözleriyle beni seyrediyordu. Belli ki soracağı bir yığın şey da­
ha vardı. “A llahaısm arladık!” bile dem eden kapıdan fırladım .
İçim de m eselâ bir kolum u veya bacağım ı kendi elim le kesmişim,
nefsim e, çoluk çocuğum a karşı daha büyük bir hata yapm ışım gibi
bir azap, o her şeyi alt üst eden karm akarışık korkulardan biri vardı.
Eve gelince E m in e’ye vaziyeti anlattım . “O budala ile rakı içm e­
ğe nasıl razı oldun?” diye azarladı. Sonra:
- E hem m iyet verm e, unut... H em ne çıkar sanki! İnsan alay et­

92
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

mez m i?.. Sarhoşken her şey konuşulur... diye teselli etti.


Ertesi günü tatildi. B ütün günü evde, A bdüsselâm Beyin çocuk­
larının m iras karşılığı olarak bize hediye ettikleri eski saatleri ta­
mirle uğraştım . Halbuki askerden döndüğüm den beri elimi saate
sürm em iştim .
A kşam a doğru içim e bir sükûnet g eld i. Ben de “ m uhakkak unut­
muştur” diye düşünüyordum .
Fakat ertesi günü yazıhaneye ayak atar atm az Sabri Bey köşesin­
den kalktı, yanım a geldi ve kulağım a yavaşça:
- Elm as, diye fısıldadı. K ısık gözlerinde hep aynı parıltılı bakış­
lar vardı. B ana kim bilir neler anlatm ak istiyordu?
Daha ertesi akşam , patron beni içeriye çağırdı. Şerbetçi başı El-
m ası’mn hikâyesini dinlem ek istiyordu. K endisine vaziyeti anlat­
tım. Biraz inanır gibi oldu. Fakat Şerbetçibaşı Elm ası hikâyesi ya­
yılm ağa başlam ıştı. Yavaş yavaş bütün tanıdıklar onu öğrendiler.
K im e rastlasam:
- Y a h u , hiç de bahsetm ezsin! B öyle m eraklı hikâye anlatılm az
mı?., diye yakam a yapışıyordu.
Yavaş yavaş sem tteki kahvelerin önünden geçem ez oldum . E lin­
de tavla pulu, zar, iskam bil kâğıdı, dom ino taşı, bir yığın insan fır­
lıyorlar, beni yoldan çeviriyorlar: “ Bir çay içm ez m isin?” diye zor­
la beni içeriye tıkıyorlar. Şerbetçibaşı E lm ası’m anlatm am ı istiyor­
lardı. Benim inkârım karşısında, nam us ve kanaatkârlığım a hayran
olan, yahut bu yüzden beni biçarelikle itham edenler ben ayrıldık­
tan sonra baş başa verip dedikodu yapıyorlardı.
Birdenbire herkes vaktiyle bir Şerbetçibaşı E lm ası’ndan bahse­
dildiğini şimdi hatırlıyor, eski zam an işlerini, elm as hikâyelerini
bildiği kadar bu m evcut olm ayan elm asın etrafında bir masal uydu­
ruyordu. Karım da, ben de perişan hâlde idik.
İşte tam bu sıralarda A bdüsselâm Beyin senetli alacaklıları, ya­
ni ona rehinsiz borç verenler verese aleyhine dâva açm ağa başladı­
lar. Hemen hepsi de elm as hikâyesini biliyorlardı. Ve çoğu ona d a­
yanarak gizlenm iş m irasla alacaklarının ödenm esini istiyorlardı.

93
TANPINAR

Zarurî olarak beni de dâvaya kattılar.

IV

İlk önce sadece m ütalâasına m üracaat edilen bir şahit olarak din­
lendim . Sonra birdenbire dâvanın ağırlık merkezi oldum . Evde ihti­
yar adam la seneler boyu yalnız başım ıza kaldığım ız için her şey gi­
bi bunu da ancak bizim bulm am ız gerekirdi. Bu noktada Şerbetçi -
başı E lm ası’nın elim izde bulunm ası hükm üne varm aları için birkaç
adım lık bir m esafe vardı. B ir iki “ m uhtem eldir ki...” , “ binaena­
leyh...” ile bu m esafe de elbette geçilecekti. Nitekim öyle oldu. Bir
iki oturum dan sonra elm asın bizde bulunm asına tabiî bir şey gibi
bakıldı. K aldı ki, A bdüsselâm Bey vasiyetnam esinde, “Borçlarım ın
edasından sonra kalan servetim i” , “ bakiye-i servetim i” gibi tabirler
kullanm ıştı. A lacaklılarına yazdığı m ektuplarda da buna benzer
cüm leler vardı. B ana gelince, ben bu elm astan açıkça bahsetm iştim .
Sabri Bey hakkım daki tahkikatın olduğu gibi, m ahkem edeki du­
ruşm aların da belli başlı kahram anı oldu. İfadeleri zeytinyağı lekesi
gibi genişliyor, büyüyordu. H em en her yüzleşm ede kendisine söyle­
diğim yeni bir şey hatırlıyordu. D âva boyunca bana olan m uhabbe­
tine rağm en hakikatin aydınlanm ası için insanüstü gayretler sarf et­
ti. Birkaç celselik bir soruşturm adan sonra, başta ben olm ak üzere
herkes bu elm asın Saliha Sultan tarafından Şerbetçibaşı marifetiyle
satın alındığını, onun ölüm ü üzerine hâzineye girdiğini, daha sonra
Birinci A bdülham it’in bir gözdesine hediye ettiğini öğrendik.
Tabiatiyle ne bu Ş erbetçibaşı’nın, ne de Saliha S ultan’ın kim ol­
duğunu hiç kim se m erak etm iyordu. Sadece elm asın kendisi asırlar
boyunca ara sıra kaybolm ak şartıyla elden ele geçiyor, nihayet A b­
düsselâm B eyin ailesine geliyordu. B ana sordukları zaman:
- H ayır, dedim . K ayser A ndronikos’un hâzinesinde idi!..
Bu cevabım hiç hoşa gitm edi. İzahatım deliliğe vurm a telâkkî
edildi.
A lacaklılardan biri, halam ın kocası N aşit Beydi. En yakın akra­

94
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

bam sıfatıyla ilk önce beni gözetm eğe çalıştı. Ç ok tem kinli cevap­
lar verdi. Beni tanım ıyordu, tanıyam azdı da. H ayır, A bdüsselâm
Bey ona elm astan bahsetm em işti. Sadece, “ İşlerim i düzelttikten
sonra öderim ” vaadinde bulunm uştu. “Z annettiğinizden fazla zen­
ginim” dem işti. A rada eski hukuk vardı. H akikaten zengindi. Elmas
meselesine gelince, böyle bir eski ailede bu cinsten bir hâtıranın
bulunması elbette tab iîy d i. H attâ bulunm am ası gayri tabiî-idi. “ Yüz
elli senelik hanedan bu...” B ana gelince, iyi çocuktum . Ö yle derler­
di. Bunu halam kendisine söylem işti. Fakat babam terbiyem e dik­
kat etm em işti. Para canlısı bir adam olduğu için başka hiçbir şeye
bakm azdı. Hattâ halam ı N aşit B eyle evlenm ekten m enetm iş, Seyit
L ûtfullah’a büyüler yaptırm ıştı. H alam N aşit B eyle evlenm eden
evvel kendisine, “H ele bir evlenelim , m uhakkak H a y ri’yi karde­
şimden kurtarırım !” dem işti. Fakat babam bu evlenm enin olm am a­
sı için halamı benim yardım ım la baygınlığından istifade ederek
göm m eğe kalkınca benden nefret etm işti. O zam andan sonra adımı
bile anm am ıştı.
- Zaten aile itibariyle biraz para canlısıdırlar. Y alnız refikam cö­
merttir, İnsanî hislere sahiptir.
Burada tabiatıyla Takribî A hm et Efendi Camii m eselesi de orta­
ya çıkıyordu; hem de korkunç bir şekilde değiştirilerek. B abam , de­
desinin bu cam i için ayırdığı parayı yem işti.
Naşit Bey ikide bir m endilini çıkarıyor, gözlüklerinin cam ını te­
m izliyor, sonra alnının terlerini siliyor ve sözüne devam ediyordu.
Hiçbir şeyde acele etm iyor, yavaş yavaş konuşuyor, her şeyi tam
vaktinde ve sorulduğu zam an söylüyordu. Fakat o tarzda söylüyor­
du ki, sözlerinin m üphem kalan ucu ile hiç bahsetm ek istem ediği­
ne, daim a yem in edebileceği aile m eselelerinden birinin üzerinde
zarurî olarak yeni bir suale yol açıyordu. N itekim tekrar halam ın
m uvakkat ölüm üne âdeta kendiliğinden dönm üştü. Sanki çok cilâlı
bir satıh üzerinde yine iyi ciiâlanm ış herhangi bir şeyi ufak tefek
dokunm alarla kaydırıyordu.
Neden bana düşm andı? Benden ne istiyordu? N için m ahvım a

95
TAN PINAR

karar verm işti ve neden, nasıl bu kadar ustalıklı idi? A nlam ak


m üm kün değildi. O konuşurken ben çileden çıkıyordum . D aha ağ­
zını açm adan bütün vücudum da bir şeyler kaynıyor, kafam da her
şey alt üst oluyordu. Zannederim ki soğukkanlılığı, hesaplılığı ve
aleyhim de bu kadar kararlı oluşu beni bu hâle sokuyordu.
Sonra birdenbire değiştim . B irdenbire üzerim den büyük yükler,
tabaka tabaka ağırlıklar kalkm ış gibi hafifliyordum . B ütün bu garip
ve m antıksız dâvanın devam ı boyunca bundan korkm uştum . Bu ruh
hafifliği, bu pervasızlık ve alâkasızlık E m ine ile evlendiğim gün­
den beri sıkı sıkı kapadığım bir kapının yeniden açılm asıydı.
Sanki N aşit B ey hesaplı konuşm alarıyla, tem kinli düşm anlığı ile
bu kapının arkasına sım sıkı dayanm ış olan koruyucu m eleği Emi-
n e’yi oradan uzaklaştırm ağa m uvaffak olm uştu. Son kelimeleri
üzerine en gür sesim le haykırdım :
- H ayır, hayır, halam hakikaten vefat etm işti. H attâ göm ülm ek
üzere idi. F akat hortladı. P aralarından ayrılm am ak için hortladı.
İnanm azsanız, bir resm ini isteyin bakın! Son zam anlarda resim çı­
kartm ağa m erak sardırdı. B akınız bu resim lere, yahut kendini ça­
ğırtın, görün, konuşun! Sözlerim in doğruluğunu anlarsınız!
H erkes şaşırm ıştı. Fakat ne çıkar? Ben rahattım . Sakindim , ha­
fiftim . M adem ki herkesin ayrı bir hakikati vardı. Ve herkes zemin
ve zam ana göre onu yavaş yavaş yeniden yaratıyordu; ne diye ben
kendimi yoracaktım ?
Devam ettim :
- H uyuna gelince, beni yanm a alm ak şöyle dursun, yüzüm ü bi­
le görm ek istem ezdi. Kim seyi görm ek istem ez, kimseyi sevm ezdi.
H asis, huysuz, hava ve hevesine m ağlûp bir kadındı. Parasını çalar­
lar korkusuyla geceleri bu paranın saklı olduğu köm ürlükte yatar­
dı. Yalnız bir adam a taham m ül etti. Bu dolandırıcıya, bu harp zen­
ginine... H attâ onun sıska kızına bile taham m ül etti.
Ve ilâve ettim:
- Bu kızı ev velâ bana verecekti. Fakat istem edim , beğenm iyor­
dum . N aşit B ey o zam an benden parasızdı. Şimdi zengin oldu. Ve

96
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

zengin olunca bana düşm an oldu. G aliba halam ölünce bütün ser­
vetinin bana geçeceğini bildiği için...
Hâlâ bile hatırladıkça utandığım yüz kızartıcı şeyler bunlar. Fa­
kat Naşit Bey yüzünden başka adam olm uştum . O dakikada yılan
olup onu ısırm ağa razıydım . B unu yapam adım , fakat elimi ona
doğru uzatıp haykırdım:
- Harp zengini... Sabun, şeker hırsızı, benden ne istiyorsun?
Tekrar aynı gürültü. O turum tatil edildi. N aşit B ey ayrılm adan
evvel bana tatlı tatlı gülüm sedi. İstediğini hattâ fazlasıyla yapm ış­
tım.
On beş dakika sonra A dlî T ıbba gönderilm em e karar verilm işti.
İşte D oktor R am iz’i bu m üessesede tanıdım . Beni odaya aldık­
ları zam an m üdürün yanında idi. H ikâyem i herkesten fazla dikkat­
le dinledi, alâkadar oldu ve beni incelem eyi üzerine aldı. M üdürün
yanından doğruca kendi odasına indik. O zam an A d lî T ıp, D olm a-
bahçe’nin m üştem ilâtından bir yerde bulunuyordu. D oktor Ra-
m iz’in odası alt katta idi. Tek penceresi bahçe duvarına bakan dar,
sefil bir oda. D uvarlardan birinde m usluğu iyi kapanm ayan bir la­
vabo vardı. O daya girer girm ez doktor ellerini yıkam ağa başladı.
Ben bir kenarda talihim i düşünüyordum .
D olm abahçe’ye gelirken denizi g örm üştüm , sonbahar güneşinin
yaldıza boğduğu m avilik, yavaş yavaş alışm ağa başladığım tali­
himle aram a, birdenbire uyandırıcı bir şey gibi girm işti.
İçim alt üsttü. K arım , çocuklarım , evim bana olduklarından da­
ha çok uzakta, erişilem eyecek şeyler gibi görünüyorlardı.
Bir an, bütün dâvanın devam ı boyunca korktuğum şey tekrar ak ­
lıma geldi. Ya karımı da bu işe karıştırırlarsa? H âkim şim diye ka­
dar onu garip şekilde dışarda tutm uştu. Bu bir üm itti. O hâlde bu it­
hamın ciddiliğine inanm ıyordu. Ö yleyse ne diye beni buraya gön­
dermişti? H ayır, bekliyordu. E m in e’yi de bu korkunç ağa sokacak­
lardı. Tevkif edildiğim den beri on gün geçtiği hâlde, karım ın taşlık­
ta boynum a sarılışı gözlerim in önünden gitm iyordu. G özlerinin al­
tı, yanakları adam akıllı çukurlaşm ıştı, sesi bozuktu. Elleri sıcak sı-

97
TANPINAR

çaktı. Tek pencerenin önünde, duvarın dibinde tozlu ve sefil, âdeta


sürünen m evsim sonu çiçeklerine bakarak düşünüyordum . Bir arı
dikine bana doğru geldi. B enden bir karış ötede pencerenin perva­
zına m ecalsiz kondu. İçerden, hiç işitm ediğim cinsten acayip ıstı­
rap çığlıkları geliyordu. R am iz B ey ellerini yıkam ış, çantasından
çıkardığı kolonya ile bir kat daha tem izleniyordu.
Kapı vuruldu, bir hadem e artan çığlıklarla beraber içeriye girdi:
- Salim Bey ölüyü açacağız diyor... G elm eyecek m isiniz?..
Ben kem iğim e kadar titredim . R am iz Bey kolonyalı ellerini ha­
vada sallayarak kuruturken cevap verdi:
- H ayır, ben burada m eşgulüm . M ideyi kaynatsınlar... Ben son­
ra gelir bakarım .
Sonra bana döndü:
- B ir zehirlem e v ak ’ası var da... D aha doğrusu şüpheleniyoruz.
Tekrar çantasını ele aldı, bu sarı m eşin, dışardan kilitli, içerden
güzel ve epeyce teşkilâtlı bir çanta idi. Sonradan öğrendim ki, dos­
tum üstünde hiçbir şey taşım az, hepsini bu çantaya kor ve her açı­
lıştan sonra behem ehal kilitlerdi. Ç ıkarttığı cıgara paketinden bir
tane bana ikram etti. Bir de kendisi aldı. Ben kibrit aradım , yoktu.
O ikim izinkini de yaktı. H âlâ bekleyen hadem eye kahve ısm arladı.
O tuz yaşlarında, hafif sarı esm er, tıknazlığa doğru gidebilecek
yapıda, ortadan uzun boylu, genç bir adam dı. B üyük, dalgın bakış­
lı, çok siyah gözleri vardı. B ununla beraber ilk bakışta insan ne bu
gözleri, ne de düzgün sayılacak yüzünü görebiliyordu. R am iz Bey
kendisiyle ilk karşılaşan insan üstünde daha ziyade anlam ası güç
bir aksaklık duygusu bırakıyordu. Sonradan, kendisine iyice alışın­
ca, bu duygunun ileriye doğru çıkık alnı ve kemikli yüzün düzgün
m im arisiyle bütün çizgileri kaçm ak istiyorm uş gibi birdenbire biti-
veren çenenin arasındaki uygunsuzluktan geldiğini anladım . Bu ka­
çış hâlindeki çene onun yüzünü hiç de tabiî şekilde bitirm iyordu.
Sesi de böyleydi. G arip ve açık aksanlarla başlıyor, sonra bir çeşit
m ırıltıda âdeta izini karıştırm ak ister gibi kayboluyordu. Nedense
bu çehre, bu ses bana daim a gayri m untazan kavislerle yapılm ış he­

98
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

lezonları hatırlatıyordu. Tahsilini yaptığı V iyana’dan yeni dönm üş­


tü. İyi doktor olduğunu, çok parlak diplom alar aldığını sonradan
herkesten öğrendim . Ayrıca psikanalize m erak etm iş ve bir m üesse-
sede bir iki sene bu m etotla çalışm ıştı.
D aha o gün D oktor R am iz’in bu tedavi sistem ine, hastası çıkın­
ca tatbik edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek
tek vasıta, ancak dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gibi baktığı­
nı anladım . O na göre bu yeni ilim her şeydi. C ürüm , cinayet, has­
talık, ihtiras, parasızlık, sefalet, talihsizlik, sakat doğm a, düşm an­
lık, hulâsa insan hayatını bizim iradem izin dışında cehennem yapan
şeylerin hiçbiri yoktu. Yalnız psikanaliz vardı. Hepsi dönüp dolaşıp
ona geliyorlardı. O hayat m uam m asının biricik anahtarı idi.
D önüşünde kendisine bu m ucizeli m anivelâ ile bütiin m em leke­
te m ihver değiştirtecek bir mevki ve im kân verm edikleri için he­
men herkese ve her şeye dargındı. K endisini tanıdığım zam anlarda
bu dargınlık şahsiyetinden dalga dalga akıyordu.
Bu dargınlığı besleyen şey ise D oktor R am iz’in bilhassa İçtimaî
m eselelere olan büyük ilgisiydi. Ö yle ki, onunla birkaç saat konuş­
tuktan, şikâyetlerini, tahlillerini, gelecek için düşündüklerini dinle­
dikten sonra, insanların yalnız hakkıyla yapabilecekleri işle m eşgul
oldukları bir dünyada yaşam anın nasıl bir saadet olabileceğini dü­
şünm em ek, böyle bir dünyayı özlem em ek im kânsızdı.
D aha o gün D oktor R am iz’in hoşnutsuzluk denen şeyin tâ ken­
disi olduğunu anladım . Ç ok zengin bir sözlüğü vardı. G ençlik,
m em leket m eseleleri, um um î terbiye, istihsal ve bilhassa hareket
gibi kelim eler dilinden düşm üyordu. H içbir şeyin üzerinde duram a­
yan, ancak zarurî bir şekilde bir iş yaparken veya şikâyet ederken
m esut olan insanlardandı. Bu yüzden çok güzel bir m esleği, cem i­
yet içinde bir yeri olduğu hâlde kendisini biçare, her hakkı yenm iş,
gelecek için üm itsiz sanıyordu.
Belki beni de kendisi gibi bir sınıf dışı, bir gayri m em nun zan­
nettiği için sevm iş, him ayesine alm ıştı. V iyana’dan döndüğü gün­
den beri herkese dargın, hem en hem en, yapayalnız yaşıyordu.

99
TANPINAR

İlk önce ikim iz de ayakta um um î vaziyeti konuştuk. Ben başım ­


daki dertten kurtulm ak şartıyla dünyayı gül gülistan görm eğe çok­
tan hazır olduğum için başlangıçta sözlerinden pek bir şey anlaya­
m adım . Fakat sonra yavaş yavaş düşüncelerine ayak uydurm asını
öğrendim . M em lekette hiçbir şeyi beğenm iyordu. Z ihniyet eskiydi.
Kendisi g ib i, benim gibi (!) gençlere kâfi derecede yer ve im kân ve­
rilm iyordu. Sadece 'ikim izin vaziyetini m ütalâa etm ek bunu anla­
mağa yeterdi. Benim gibi adam a yapılır m uam ele miydi bu? K en­
disine gelince m em lekete döneli iki sene olduğu hâlde henüz ona
doğru dürüst psikanaliz m etodunu tatbik etm ek fırsatını bile verm e­
m işlerdi. G eldiğinden beri ilk defa hasta yüzü görüyordu. Bereket
versin benim vaziyetim “ v ak ’a” olarak m ühim di. Yani ben ona kâ­
fi bir teselli olm uştum . Halbuki A vrupa, bilhassa Viyana ve hele A l­
manya hiç böyle değildi. O ralarda ihtisasa hürm et vardı ve psika­
naliz gündelik ekm ek gibi bir ihtiyaçtı.
K ahvelerim iz gelince o m asanın başına geçti. Beni de karşısına
oturttu. Tekrar çantasını açtı. C ıgara paketini çıkardı. B irer cıgara
yaktık, paket çantaya kondu. K ilitlendi.
- Beni burada hiç sevm ezler... diye tekrar söze başladı. O kadar
eski m etotla çalışıyorlar ki... Z aten yerim değil. M ecburî hizm et
müddetim i geçiriyorum . N asılsa sizi bana bıraktılar. M üdür evvel­
den vaat etm işti. M ünasaip bir v a k ’a çıkarsa... dem işti.
B irbirim izin ezelden kısm eti olduğum uz nasıl belliydi!
Bu izahattan sonra bir m üddet daha V iyana’ya ve diğer Alm an
m em leketlerine döndük. O raların intizam ına, hayatın rahatlığına
beraberce hasret çektik.
K ahvelerim iz bitince kalktı, fincanları önüm üzden uzaklaştırdı:
- Şimdi anlatın bakalım ?..
İlk sözü bana bıraktı. O na evvelâ kısaca v ak ’ayı anlattım . Sonra
bütün hayatım ı anlatm am ı istedi. Ben söyledikçe önündeki bir kâ­
ğıda not alıyordu. B ilhassa çocukluğum un üstünde fazla duruyor­
du. H em en her söylediğim i birkaç defa tekrarlatıyordu. “M üba-
rek”ten pek hoşlanm ıştı. O na dair bir yığın sual sordu. Evim izin

100
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ayaklı saatini hep annem in verdiği adla anıyordu.


- Nasıl bir şeydi bu?..
- Büyük bir ayaklı saat... Ç ok iyi cinsten. Eski İngiliz işi. M ecit
zam anında alınm ış. Fakat bozuk. Evde karım tavan arasına kaldır­
dı. A m a yine isterseniz görm ek m üm kün... Güzel sesi var.
Ve gözlerine satın alır üm idiyle bakıyordum . B öyle bir şey hiç
de fena olm azdı. Tevkifhanede iken yanı başım daki odada yatan
kalantor bir Yahudinin L izbon’da çürüğe çıkarılm ış bir gemiyi
Benderbuşirli bir İranlıya sattığını, hattâ kom isyonculuk bedelini
peşin olarak aldığını gardiyanlardan duym uştum . B unu ben de pe­
kâlâ yapabilirdim . N ihayet dayanam adım :
- U cuz veririm ... dedim . İsterseniz gidelim , görelim !
Bu da şüphesiz bir kârdı. Y üreğim ağzım da konuşuyor ve içim ­
den kendi kendim e düşünüyordum : “ Ah bir m erak etse de eve ka­
dar gitsek, E m ine’yi doya doya görsem , taşlıktaki tulum badan o su
çekse ben yüzüm ü yıkasam , Z ehra ile çocuk türküleri söylesem ...”
- Bozuk dediniz değil mi?
- Bozuk... D aha doğrusu bakımsız!
Bir m üddet düşündü:
- T a b iîö y le olması lâzım ...
Neden öyle olması lâzım dı? Burasını pek anlıyam adım . Nuri
Efendiye göre bir saatin işlem esi, hattâ hiç durm am ası lâzım dı.
Omuzlarımı silktim . Bizim m eseleye gelm eyecek m iyiz? H ayır gel­
m eyeceğiz, gelem eyeceğiz; çünkü D oktor R am iz saatten sonra ba­
bam a geçti. Babam dan sonra annem e, annem den sonra Nuri E fen­
diye... Bütün tanıdıkları m erak etti. En sonunda bir türlü yapılam a­
yan Takribî A hm et Efendi C am ii’nin hikâyesinde karar kıldı.
- Bu cam iden evde çok bahsediliyor m uydu?
- Hayır, dedim . Yahut pek az. Babam eline biraz para geçm esi­
ni ümit etti mi ondan bahseder, sonra lafını ettirm ezdi. H attâ onu
hatırlattığı için saate biraz düşm andı.
- Hangi saat?
- Büyük saat işte...

101
TANPINAR

- M üb arek ’e m i? A dıyla söylesenize şunu! B ir adı olan şey


adıyla anılır, diye beni azarladı.
Ben bu hakikati unuttuğum a m üteessir, o kendiliğinden bir veci­
ze bulduğundan m em nun, tekrar M üb arek ’e döndük. D urm adan bir
şeyler soruyor, ve ben başım a geleceklerden habersiz hatırladıkça
anlatıyordum :
- B ir gece hep beraber otururken saat birdenbire çalm ağa başla­
dı. Babam son derece öfkelendi. “A nladık! diye bağırdı. Sen de bi­
liyorsun ki, param yok. Şim dilik im kânsız. Evi zor geçindiriyorum ...
Eski zam an değil ki. N e diye sıkıştırırsın beni!”
- Bunu M ü b arek ’e mi söylem işti?
- Evet. Yani, galiba... Bilm em !
- Ö yle olacak... Ç ok enteresan bir v ak ’a... Son derece tipik ve
nadir bir v ak ’a. Size teşekkür ederim , bilhassa teşekkür ederim ...
Bu hâle girdiğim için teşekkür ediyordu.
- A y n e n söylüyorsunuz değil mi?
Baştan aşağı irade ve dikkat kesilm iş, yüzüm e bakıyordu. “ M u­
hakkak bir rapor yazacağım kongreye...”
- Bir daha söyleyin bakayım ?
Aynen tekrarladım .
- Çok m ühim ve az görülm üş bir v a k ’a. Â deta tabu olm uş ve et­
rafında çeşitli kom pleksler yaratm ış. M am afih emsali var.
Ve bana C a v a ’da, yahut başka bir adada eski bir topun evliya gi­
bi ziyaret edildiğini, çocuksuz kadınların üstüne çaput bağladıkla­
rını anlattı. Ben lafı değiştirm ek üm idiyle:
- B izde de vardı, dedim . Eski M ahm udiye Gemisi öyle idi. H a­
ni Üç A m barlı dedikleri. G eceleri gizlice Sivastopol m uharebesine
gider tabyaları topa tutar, sabahları dönerm iş. Babam hatırlıyordu.
Selim iye K ışlası kadar büyükm üş içi...
- Sizin evde m i? diye sordu.
D algın m ıydı? Beni iyice deli mi sanıyordu? Yoksa, daha kor­
kuncu...
- H ayır, hayır... diye haykırdım . Bizim m em lekette, İstanbul’da

102
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

demek istiyorum ...


Ve deli olm adığım ı anlatm ak için tasrih ettim:
- H i ç koskoca zırhlı eve girer m i? Böyle bir şeyi alm ak için Aya-
sofya kadar yer lâzım .
- Ayasofya mı?
Ettiğim hatayı anladım:
- Yani söz timsali söylüyorum , dedim , ve araya başka bir şey
sokm asına m üsaade etm eden tekrar hikâyeyi anlattım .
Sözlerimi btiyük bir ciddiyetle dinledi. N ot aldı. Yine teşekkür
etti. Sonra fikrini söyledi:
- Bu da çok enteresan, fakat aynı değil. Benim dediğim başka...
Bir taraftan konuşuyor, bir taraftan çantasından çıkardığı çakı ile
tırnaklarını tem izliyordu. Bitirince bana da ikram edecek sandım ;
fena olm ayacaktı. Birdenbire düştüğüm bu vaziyette bir şeyle oy­
nam ak, meşgul olm ak en iyisiydi. Fakat çakıyı bana uzatm adı, işi
bitince tekrar çantaya koydu. B una m ukabil ikim iz de bol m iktarda
kolonyalandık. Sonra sıra cıgara paketine geldi. A rtık dayanam a­
dım.
- Doktor, dedim . Şunları yanınıza alsanız...
Ve korkudan ödüm patladı. H afif gülüm sedi:
- Böylesi daha rahat...
Doktorun rahat anlayışı, üvey annem in saadet anlayışından fark­
sızdı. A h, insanoğlu!
- Siz çok can adam sınız, Hayri Bey... K eşke V iyana’da iken ta-
nışsaydık!..
Ve bittabi bir anda V iyana’ya gittik. D oktor R am iz’in baş sevgi­
lisi şehir benim m eselem in yerine geçti. Sonra en üm it edilm ez an­
da döndük.
- A nneniz M übarek’e çok ehem m iyet verirdi değil mi?
- Galiba...
- İyi hatırlayın...
Tekrar gözlerini gözlerim e dikti.
- Belki... dedim . Yani, saat tuhaf bir saatti. A cayip hâlleri vardı.

103
TANPINAR

İsterseniz bir çeşit keyfi, yahut da ihtiyarî çalışm ası vardı. Belki de
bozuk olduğu için böyleydi. H er hâlde her yaptığı şey bize acayip
görünürdü.
Ben konuşurken yüzü âdeta sevinçten parlıyordu. Başını sallaya
sallaya beni dinledi. Sonra aldığı notları okudu.
-T u h a f ,a c a y ip hâl, ihtiyarî, keyfî, yaptığı işler... Ö yle değil mi?
Çok enteresan.. Sonra?..
- İşte böyle...
A rtık sıkılm ıştım . M uayenem ne olm uştu? H iç ondan bahsetm i­
yordu.
- Evet, dinliyorum , anneniz?
- S o n u n d a âdeta korkm ağa başlam ıştı ondan... M alûm ya eski
zam an insanları, cahil kadın.
- Bu işte eski, yeni yoktur. En iptidaî insan ile aram ızda hiçbir
fark olam az. Şuur hayatı yahut şuuaraltı hayatı her yerde birdir. Psi­
kanaliz...
Ve böylece hayatım da o kadar çok işiteceğim kelim elerden biri
dudaklarının arasından bir lahzada fırlad ı, lop yum urta gibi önüm e
oturdu.
Ayağa kalktı:
-Y a r ın yine devam ederiz. Şim di sizin istirahatinize bakalım!
Yatağınız geldi mi?
- K arım yollayacak, dedim .
- O hâlde iyi, dedi. B urada, bu odada yatarsınız. K oğuşta sıkılır­
sınız, çok rahatsız olursunuz. Ben m üdürle bir konuşayım .
Sıkıntı içinde idi:
- B urada beni sevm ezler. Lafım ı da hiç dinlem ezler. A m a, m a­
demki hastam sınız...
- Ben hasta değilim doktor. H er şeyi biliyorsunuz artık. Ben
hasta m ıyım ?
D inlem eden odadan çıktı.
B ir m üddet sonra arkasından bakarak düşündüm .
Sonra m usluğa koştum ve yüzüm ü yıkadım . Bu konuşm a beni

104
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yorm uştu. Doktorun giderken açık bıraktığı kapıdan soğuk bir rüz­
gârla beraber dem inki sesler, daha keskin, daha korkunç geliyordu.
Ne oluyordu? H akikaten bir deli mi bağırıyordu? Yoksa bir hasta
mı? A dam , ölü açılacak dem işti. A caba açtılar m ı? Belki de şimdi
kapatm ışlardır! D oktor kapıyı kapatm am ıştı. Onu d a kapatm am ış
olabilirlerdi; fakat niçin açıyorlardı? B irdenbire içim de çılgın bir
kaçm a arzusu peydahlandı. K orka korka kapıdan çıktım . K oridor­
da, geldiğim i tahm in ettiğim tarafa doğru yürüdüm . Ben yürüdük­
çe çığlıklar artıyordu. Kendi kendim e bu taraf değil dedim . Fakat
sesler beni âdeta kendilerine doğru çekiyordu. Yarı açık bir kapının
aralığından konuşm alar geliyordu. Başım ı şöyle bir uzattım . Büttin
vücudum zangır zangır titreyerek geriye çekildim . H ayır, daha ka­
patm am ışlardı. Tekrar geriye döndüm . K oşa koşa odaya girdim .
Kapıyı kapattım . Sandalyem e büzüldüm .
Biraz sonra D oktor R am iz geldi. Yüzü sevinç içindeydi.
- O ldu... dedi. İlk önce m üşkülât çıkarttı. Fakat kendisine sizin
daha ziyade benim saham ı alâkadar eden bir hasta olduğunuzu an­
latınca razı oldu.
- A m a doktor, ben hasta değilim ... A llah rızası için... Size anlat­
tım.
Tekrar gözlerini gözlerim e dikti. En katî sesiyle:
- H astasınız... diye kesip attı. Psikanaliz çıktığından beri hemen
herkes az çok hastadır.
- O hâlde dışardakilerden farkım ne?
- O başka şey... Ben sizden m esulüm .
- Şimdi ne olacak?
-T e d a v i edeceğiz. Zaten öyle m ühim ce bir iş değil. B u işte teş­
his hemen hem en tedavidir. Yani m untazam devam edilirse birkaç
senede biter.
Çıldıracaktım . “Birkaç sene...”
-R a p o r ! .. D oktor, karım hasta. Y üzünden belli, hasta. Beni bu­
radan bir an evvel çıkarın.
- O ayrı şey, dedik ya!

105
TANPINAR

Sonra sözü değiştirdi. Geceleri burada yatacaksınız, rahat eder­


siniz. Etrafta dolaşm ayın. Fazla şey de düşünm eyin. Yalnız cıgara
yasak! Geceleri cıgara içm eyeceğinizi m üdüre vaat ettim .
O gittikten biraz sonra bir kom şu, yatağım ı ve yiyeceğim i getir­
di. Em ine kendi gelem em iş, fakat hiçbir şeyi unutm am ıştı.
Ertesi günü, daha ertesi günü D oktor R am iz hep benim le m eş­
gul oldu. Bu sefer rüyalarım ı m erak etm işti. Kim bilir, belki de ya­
radılış icabı pek rüya görm em . Fakat herkes gibi benim de az çok
korkulu ve garip sayılabilecek rüyalarım vardı. H atırım da kalanla­
rı teker teker anlattım .
D ördüncü günü tedavi usulüm üz değişti. O danın perdeleri indi­
rildi. Ben bir kanepenin üzerine yüzüm duvara çevrik yattım . A rtık
sual sorm uyordu. Sadece hatırım a gelenleri anlatm am ı istiyordu.
Ve ben durm adan konuşuyordum . O nu aldatm ak için konuştuğum u
zannede ede konuşuyordum . Fakat yavaş yavaş halka daralıyordu.
Düşüncem sanki karanlık bir m ahzen olm uştu. H içbir yere kım ılda­
m ak imkânı olm ayan bir m ahzen. Sonra birdenbire bir yerde bir ke­
lim e, bir hâtıra, tıpkı bir pencere açılm ış gibi parlıyordu. Ve ben
oraya doğru yürüyordum . Bu iki saat kadar sürdü. Perdeler açılın­
ca kendimi gerçekten bitkin buldum . Ve bu sonuna kadar günlerce
böyle devam etti.
Ben sabırsızlıktan, üzüntüden çıldırıyordum . Em ine hiçbir şeyi
unutm uyor, y a kendisi geliyor, yahut birisini bulup yolluyordu. R a­
hatım yerinde idi. K endim e boş saatlerim de epeyce iş de bulm uş­
tum . B aşta m üdür olm ak üzere birkaç kişinin saatini tam ir etm iş­
tim . M üdür yavaş yavaş bana alışm ıştı. A ra sıra odasına çağırıp be­
nim le birkaç çift laf ediyordu. O daha ziyade Şerbetçibaşı Elm a-
sı’na m erak sarm ıştı:
- Hani öyle bir şey benim de elim e geçse doğrusu, ha... A dına
bakılırsa ceviz büyüklüğünde bir şey olm alı... O lağan işlerdir, Hay-
ri Bey... Siz birkaç gün daha sabredin. R am iz Bey raporunu versin!
Ve tam kapıdan çıkacağım zam an birdenbire duruyor, yeleğinin
ceplerini karıştırdıktan sonra bir saat uzatıyordu:

106
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- A z kalsın unutuyordum ... H anım ın saati! Ç oktan beri iyi işle­


miyor... Şuna bir baksanız...
Ertesi günü hadem e “ bir arkadaşın” saatini getiriyordu. B azıla­
rını tam ir ediyor, bazılarını da âlet yokluğundan sadece hastalığını
teşhis ederek sağlık veriyordum . Bu arada benim psikanalizim bü­
tün hararetiyle devam ediyordu.
Benim le konuşurken Ram iz B eyin adı geçtikçe m üdürün gözle­
rindeki parıltıdan şüphelendiğim için vaziyetim hakkında herhangi
bir şey söylem eğe cesaratim kalm am ıştı. Bu kadar iyi bir adam için
fenaya yorulacak bir söz nasıl ağzım dan çıkardı? B ununla beraber
zaman geçiyordu. Ve ben gerçekten bunalm ıştım . Em ine günden gü­
ne daha hâlsiz ve biçare idi.T evkifim den beri beni âdeta sırtında bir
yük gibi taşıyordu. D aha m uhakem e başlar başlam az işim e son ver­
m işlerdi. Nerde ise parasızlık da başlayacaktı. M üesseseye girdiği­
min onuncu günüydü ki, D oktor R am iz birdenbire konuşm ayı kesti:
- Bu devre artık bitti! dedi.
Odanın içinde birkaç kere dolaştı. Sonra önüm de durdu. Bir
eliyle om uzum a dokundu:
-E v e t! H astalığınız anlaşıldı, dedi. Sizde tipik bir baba kom p­
leksi var. Babanızı beğenm em işsiniz... Bu o kadar m ühim değil.
Reşit olm ak için belki de en kısa yoldur. Fakat siz daha mühim bir
şey yapm ışsınız...
İhtiyarsız ellerim i oğuşturdum . Şakaklarım ter içinde idi:
- D oktor lütfet!..
- Hacet yok! dedi. Hastalığınızı buldum . Zaten hayatınızı dinler­
ken bulm uştum . Rüyalarınızdan ziyade hayatınızdan belliydi. Fakat
bugün daha vuzuhla gördüm . Teşhisim de yanılm am a im kân yok.
Ben canım ağzım da dinliyordum :
- Neym iş doktor?..
- M ü h im bir hastalık... Fakat daha kötüsü de olabilirdi. M erak
etm eyin, kolaylıkla önlenecek bir şey... T ipik, fakat zararsız...
Tekrar uzaklaştı. O danın öbür ucunda bir iskem leyi âdeta siper
alır gibi önüne çekti. Onun arkalığına dayanarak ilâve etti.

107
TANPINAR

- D em in de dedim ya... Siz babanızı beğenm iyorsunuz... B eğen­


m em işsiniz.
- A m a n doktor!..
-D in le y in , dinleyin... B eğenm edikten sonra kendiniz onun ye­
rine geçeceğiniz yerd e, kendinize durm adan baba aram ışsınız... Ya­
ni reşit olam am ışsınız. H ep çocuk kalm ışsınız! Ö yle değil mi?
Yerim den fırlad ım . Bu fazlanın fazlasıy d ı. D üpedüz iftiraydı,
hainlikti, zalim lik ti, beni bir kalem de insanlığın dışına çıkarm ak­
tı.
- H i ç aklım dan geçm ez. G eçm edi de. Saçm a, budalalık! Ne di­
ye bir başka baba arayayım ? İstesem de istem esem de onun oğlu­
yum ... Babam ı nasıl inkâr ederim ?
- M aalesef böyle... Hem bütün öm riiniizce böyle devam etm iş...
İşleriniz, şahsiyetiniz bu yüzden durm adan karışm ış...
Şaşkın şaşkın etrafım a bakındım . H içbir yerden bir yardım gele­
m ezdi. K urtarırsam , kendim i kendim kurtaracaktım . Bütün kuvve­
timi topladım:
- B a k doktor! dedim . Benim hiçbir şeyim yok. Sadece talihsi­
zim . B aşım a durm adan m ünasebetsiz işler gelir. Bu talihsizlik daha
beni nereye kadar götürecek, bilm iyorum . Bu sefer de başım a m â­
nâsız bir iş geldi. L üzum suz yere konuştum . A ğzım dan bir kelime
çıktı. O nun etrafında bütün bir masal uydurdular. M ahvım a kadar
gittiler. Ben m aalesef kendim başladığım bir yalanın kurbanıyım .
Bunu nasıl yaptım ? N için yaptım ? B ilm iyorum . Fakat bu iş böyle...
B ir gevezelik... B aşka bir şey değil. B elki burada bütün insanlıkla
birleşiyorum . H epim iz kendi m asallarım ızın kurbanıyız. Fakat be­
nimki başka türlü oldu. K arım ın, çocuklarım ın hayatında, kendi ha­
yatım da onun cezasını çekiyorum ... A nla beni! B ana insanlar yük­
lendiler, başka bir şey yok ortada...
Kabil olsa yerde sürünecek, ayaklarına kapanacaktım . K onuş­
mam boyunca içim den kendim i hep bu vaziyette görüyordum . Bir
şeyleri öpm ek, yalvarm ak, aşağılaşm ak, onda hem en herkesi ve bü­
tün talihi inandırm ak istiyordum .

108
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

O da durm adan, “Sakin olun, Hayri B ey!” diyordu. Ve ben de­


vam ediyordum :
- Yalan. A nlayın, küçücük bir yalan. B ir şaka!
Daha kendim e gelm iş bir hâlde anlatm ağa çalışıyordum :
- A radan bu yalanı çıkarın, hiçbir şey kalm az, kurtulurum . H as­
ta filân değilim . H asta arıyorsanız var!.. K arım hasta! Hem korku­
yorum , çok hasta. Y üzü berbattı geçen gün... Evden ayrıldığım gün
o kadar değildi! Fakat ben, kendim , benim bir şeyim yok. Sağlam
adamım .
Ah o andaki sesim! Nasıl tanıyordum bu sesi ve hıçkıran bütün
vücudum u. Bütün öm rüm de kaç defa rüyalarım dan kulaklarım da
hep aynı gözyaşlarıyla ıslak bu sesle ve içim de bu korkunun tâ ken­
disiyle uyanm ıştım . K orku... K orku ve insan, korku ve insan talihi,
insanın insana hücum u, o hiç yere düşm anlık. Fakat neyi aldatabi­
lirdim , kim e anlatabilirdim ? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana,
insanlara hangi derdini anlatabilir? Y ıldızlar birbiriyle konuşabilir,
insan insanla konuşam az.
Hele R am iz B eyin bunları anlam ağa, hattâ dinlem eğe hiç niyeti
yoktu. O hastalığım la, daha doğrusu kendi teşhisiyle alâkadardı.
Hem babamı ne diye inkâr edeyim ?
- S a k in olun!., dedi. M aalesef beğenm iyorsunuz. İnkâr değil,
beğenm em ek. İşler sizde çok karışm ış... E vvelâ M übarek işi karış­
tırm ış. Hikâyesi dolayısıyla evde âdeta m uhterem , m ukaddes bir
yer alm ış. Evin içinde kıym etler alt üst olm uş... B abanızı ikinci de­
receye atm ış...
- Saat m i? B içare bir şey!.. E ski, ihtiyar bir saat... A ile yadigârı.
- G ördünüz m ü? B içare, eski, ihtiyar... O ndan hep insanm ış gi­
bi bahsediyorsunuz. Sözünüze dikkat edin! B içare dedikten sonra,
eski dediniz... Yani evvelâ bir insandan bahseder gibi bahsettiniz...
Farkına vardınız, eski dediniz! E şya oldu. Bu sefer gönlünüz razı
olm adı, ihtiyar sıfatını kullandınız... N otlarını karıştırdı. İlk günler­
de, “ tuhaf” , “ acayip hâller” , “keyfilik” , “ihtiyarilik” , “yaptığı işler”
tabirini kullanm ıştınız!

109
TANPINAR

-Y a n i?
-Y a n i çocukluğunuz bu saatin eve getirdiği hava içinde geç­
m iş... B abanız bile onu kıskanm ış... A nneniz M übarek adını verdi­
ği hâlde babanız “M enhus” adını koym uş, nasıl oldu da parçalam a­
dı şaşıyorum . Ç ünkü babanız sizden evvel tehlikeyi görm üş...
- Parçalam ak değil am m a, satm ak istiyordu...
D oktor sevinçle yerinden fırladı. D âvasının bir ispatını daha ver­
miştim .
-Y a n i evden uzaklaştırm ak istiyordu.
Başım ı eğdim , yalan değildi. B abam bu saate âdeta düşm andı.
“Bana hiç rahat verm iyor ve m enhus evim i âdeta zaptetti...” deyip
duruyordu.
Yeniden kuvvetlerim i topladım . Yeniden anlatm ağa çalıştım .
Başka ne yapabilirdim ?
-D o k to rc u ğ u m lütfet! B unlar mâkul şeyler değil. A dam cağız
ağzından iki kelim e kaçırdı diye... Saat kıskanılm az... Eşya kıska­
nılır mı hiç? B aşkasında olsa anlarım . Kendi malim insan kıskan­
m az, belki beğenm ez, bıkar, atar, satar, yakar, m ahveder, am m a...
- Sonra Nuri E fendi, Seyit L ûtfullah, A bdüsselâm B eyler gel­
miş.
- N u r i Efendi ustam dı, dünyanın en iyi adam ıydı. Lûtfullah bi­
çare bir m eczuptu, söyledikleri yaptıkları beni eğlendirirdi. Masal
gibi hoşum a giderdi. A bdüsselâm B eye gelince çok iyiliğini gör­
düm.
- Evet am m a, hepsinin m uayyen bir devresi var. Ayrı ayrı za­
m anlarda peşlerinden gidiyorsunuz.
Yavaş yavaş içim de bir telâş başlam ıştı. A caba böyle miydi?
M uhakkak ki, hepsine ayrı ayrı bağlanm ıştım . D oktor R am iz bir- ■
denbire büsbütün am ansız kesildi:
- Çocuğunuzun adını A bdüsselâm Beyin verm esini ne ile izah
edersiniz?
Tekrar ellerim i uzattım . A kıl ve m antığa, o tek selâm et yoluna
dönm esi için yalvardım :

110
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- İ n s a f doktor, insaf... N ezaket m eselesi, evinde oturuyordum .


İyiliğini görm üştüm . V elinim etim di... Teberrüken, teyem m ünen,
eskilerin dediği gibi takdisinim et için, ne derseniz deyin...
- Yani bir kelim e ile size babalık etm işti. Siz de içinizden bunu
kabul etm iştiniz... O kadar kabul etm iştiniz ki, adam cağız kızınıza
kendi anasının adını veriyor.
- Bu da benim kabahatim mi? O verdi, yanlışlık...
-T a b iî... Bu rolü ona siz aşıladın ız!..T elk in m eselesi. Siz kuv­
vetli adam sınız Hayri Bey, kuvvetli bir hasta yahut...
A rtık bütün m ukavem etim kırılm ıştı. N erdeyse yalnız ona baka­
cak, ona şaşıracaktım . Nasıl m uhakem e esnasında günlerce herke­
se şaşırdım sa, “Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorlar!” diye hay­
ret ettim se... G aliba bizi benzerlerim izin karşısında her gün birkaç
defa çıldırm aktan bu hayret kurtarır.
Cıgaramı söndürerek ayağa kalktım :
— Bu kadarı fazla değil mi doktor? dedim . V âkıa babam a pek
hayran değildim . A cayip tabiatları vardı. H uysuzdu, fazla konuşur­
du, kendisini idare edem ezdi. H ulâsa pek öyle sevilecek, hürm et,
riayet edilecek bir adam değildi. Yahut talihsiz adam dı. A m a yine
babam dı. Sevm esem bile acırdım . Ö yle iyi, m azlûm tarafları da
vardı ki... O nun üstüne bir başkasını aram ak... H em zavallı adam ın
ölüm ünden şu kadar yıl sonra. H em ben kendi annem değildim ki
kendim e başka baba seçeyim ...
O eliyle işaret ederek oturttu.
- D o ğ r u , doğru... Fakat ne yapalım ki, vâkıa bu. Sözlerinizin
kendisi de bunu gösteriyor. Rahm etli pek öyle sevilecek, hürm et,
riayet edilecek adam değildi, dem ediniz m i? H albuki bir baba da­
im a sevilir, hürm ete şayan görülür. Bu ister istem ez böyledir. B akı­
nız, babanızı kıskanm ıyorsunuz, normal vaziyette baba kıskanılır.
O zaman iş değişirdi. Babanızı kıskanm adınız.
Neyini kıskanacaktım zavallının?
H er ağzım ı açışta doktorun gülüşü daha m ânalaşıyordu.
—K ıskanm adınız! Çünkü onda m eziyet bulm adınız. T elaşa Ki­

lli
TANPINAR

zum yok. Bu cins şeyler herkeste bulunur. Siz biraz fazla bu iş üze­
rinde gecikm işsiniz. Baba olam am ışsınız... B aba olunca geçer...
- Baba olam adım m ı? İki çocuğum var... Hem İkincisinin adını
ben koydum ... İnsaf edin! A h m et’in adını ben koydum .
-A b d ü ss e lâ m Bey öldüğü için... M am afih sonuncu babanızın
ölüm ü ile size bir nevi istiklâl ve olgunluk gelm iş olabilir. M esele
şimdi bu kom pleksin neticelerinden kurtulm anızda. Z aten şuur al­
tında bir hâdise olduğu için kendi kendisi kaldıkça ehem m iyetsiz
bir şeydir. E hem m iyetsiz ve hattâ tabiî bir şey. B ilhassa bugünkü
cem iyetim izde. Ç ünkü İçtim aî şekilde bu hastalık hemen hepim iz­
de var. Bakın etrafa, hep m aziden şikâyet ediyoruz, hepim iz onun­
la m eşgulüz. O nu içinden değiştirm ek istiyoruz. Bunun m ânası ne­
dir. B ir baba kom pleksi değil m i?.. B üyük, küçük hepim iz onunla
uğraşm ıyor m uyuz?.. Şu E tilere, Frikyalılara bilm em ne kavim leri-
ne m uhabbetim iz nedir? Baba kom pleksinden başka bir şey mi?
Tekrar ayağa kalktım . K açm ak istiyordum . Fakat kahvelerim iz
gelm işti. Yerime oturdum .
- Bu günlük bu kadar yetm ez m i? diye yalvardım .
- H ayır, oturun ve beni dinleyin! Siz de bilirsiniz ki psikanaliz...
B oynum u büktüm , kollarım ı açtım .
- D oktor nerden bileceğim ben onu? Ben cahil bir adam ım . H a­
yatımı on defa dinlediniz. D oğru dürüst okum adım . Babam kâfi de­
recede sert değildi. Beni okutam adı.
Birdenbire durdum . Yine kendim i ele verm iştim . Babamı beğen­
mediğim i gösteren sözler söylem iştim . Sözü değiştirm ek istedim .
- İyi kötü biraz saatten anlarım , işte o k ad ar!..
Ve tabiî saat d er dem ez evvelâ “M übarek” sonra rahmetli Nuri
E fendi, yani ikinci babam hatırım a geldi, sustum . Bu baba kom p­
leksi korkunç bir şeydi. İnsana ağız açtırm ıyordu.
Bereket versin doktor beni dinlem iyordu. Zaten pek az dinlerdi.
- M a lû m m alûm ... Buralarını biliyorum . A m a üzülm eyin. O ku­
muş olsanız bir şey mi çıkardı sanıyorsunuz? Psikanaliz bilm edik­
ten sonra, hepsi bir...

112
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Bir m üddet düşündü. Çantasını açtı. C ıgara paketini çıkardı. Bir


tanesini bana ikram etti, bir de kendisi yaktı. T ekrar paketi çantaya
koydu, kilitledi.
“N için cebine koym az!” diye yeniden sinirlendim . Sonra kendi­
me kızdım . D ünyanın en gülünç hastalığına tutulm uşum , bir de elâ-
lemin işine karışıyordum .
Doktor R am iz yüzüm e âdeta şefkatle baktı.
- En iyisi işe baştan başlam aktır. Ben size kısaca öğretirim . Psi­
kanaliz...
İnsaf, m erham et, yangın var... H ayır, psikanaliz...
İlk ders akşam a kadar sürdü. A kşam üstü D oktor R am iz bana A l­
m anca basılm ış bir konferansını bırakarak gitti. G ece yatağım ı oda­
ya serdim . B aşım a gelenleri düşünm eğe başladım . İkinci hafta biti­
yordu. H âlâ rapordan eser yoktu. Ü stelik de yeniden tahsile başla­
mıştım . B roşürü elim e aldım . Z ehir gibi A lm anca idi. H oş T ürkçe
olsa ne anlayacaktım ? Belki rüyam a girer de keşfederim diye yas­
tığım ın altına koydum .
Ertesi günü sabahleyin “ziyaretçiniz var” dediler. K arım dı. Y ü­
zü daha solgunca, yanakları daha çöküktü. M eraklı gözlerle bana
bakıyor, gözyaşlarını zorla tutuyordu. Onu teselli için neşeli görün­
düm.
- B itm iyor m u? dedi.
- Hayır, dedim . Yeni başladık. D ün ilk dersi aldım .
- Ne dersi? D elirdin mi?
- Bayağı ders işte. Psikanaliz öğreniyorum !
Vaziyeti kendisine kısaca anlattım . E m ine’nin bulanık gözlerine
rağm en yüzünde beliren tebessüm ü seyretm ek iç yıkıcı bir şeydi.
İşin kom iğini anlıyor, fakat gülm eğe cesaret edem iyordu.
- Deli mi bunlar? dedi. H iç yoktan başım ıza bu iş gelsin...
Sonra beni teselli etti:
- Öyle hastalık olm az. A ldırm a! H a hı de, şu raporu al!.. Yalvar,
akıllı görün, deli ol, ne yaparsan yap!.. B uradan çık!
O gün R am iz Bey rapora hiç yanaşm adı. B ilâkis psikanaliz hak-

113
TANPINAR

kındaki izahat devam etti. Fakat bu sefer benzetm elerle işi anlatm a­
ğa başladı. İş büsbütün karışm ıştı. Hem anlam adığım ı biliyor, hem
de bir şeyler anladığım ı sanıyordum . B ir ara, bir akşam evvel bırak­
tığı kitaptan bahsetti.
- B iraz baktınız m ı? dedi.
- N a s ıl bakayım ? Ben A lm anca bilm em ki... Bilsem de bu yük­
sek ilim ...
- H a, evet... dedi. U nutm uşum . Z arar yok, ben size anlatırım .
Bereket versin bu sefer araya, o broşürdeki konferans vesilesiy­
le tanıdığı A lm an kızının hâtırası girdi. O radan onun arkadaşı olan
hastabakıcıya geçtik. İkide bir çanta açılıyor, cıgara paketi çıkıyor,
sonra tekrar kapanıyordu. B iraz sonra tabiî sıra İngiliz çakısına ge­
liyor, çanta tekrar açılıyor, o aranıyor, tırnaklar tem izleniyor, daha
sonra kolonya şişesi çıkıyor, eller tem izleniyordu. Ve genç kızlar
tünel kayışı gibi biri öbürünü tanıştırarak gözüm üzün önünden akı­
yordu. Saat ikiye doğru D oktor R am iz, “ İşim var!” diye gitti.
Daha ertesi günü doğrudan doğruya rüyalarım ızla meşgul olduk.
Bu sefer doktor, A lm an y a’da hiç kadın tanım am ış gibi davranıyor­
du. B una mukabil yorgun ve sinirli idi. G özlerinin altı halka halka
m ordu. H iç uyum am ış olacaktı. Belki de yorgunluğu ve sinirliliği
yüzünden anlattığım rüyaları hiç beğenm iyordu. Beni babasını be­
ğenm eyen, her rast geldiği yerde kendisine baba arayan adam ların
görmesi icap eden rüyaları görm em ekle itham ediyordu.
- N a s ıl olur? diyordu. Sizin gibi bir zat, hastalığına uygun bir
tek rüya görm üş olm asın! Bari bundan sonra biraz gayret etseniz...
İşte bu son cüm le tedavim de yeni bir m erhalenin başlangıcı ol­
du. O gün akşam a kadar sustu, beni âdeta görm em ezlikten gelerek,
odanın içinde sinirli dolaştı, sonra birdenbire kararını verm iş gibi
karşım a geçti, en ciddî sesiyle:
-S iz d e n hastalığınıza daha uygun rüyalar görmenizi istiyorum .
A nladınız mı? dedi. B ütün gayretinizi sarf edip öyle rüyalar görm e­
ye çalışın! E vvelâ sem bollerden kurtulm alısınız. Babanızı rüyanız­
da kendi çehresiyle gördünüz m ü iş değişir, her şey düzelir...

114
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- Ben her zam an babam ı kendi çehresiyle görürüm . Zaten öyle


görm edim mi babam olm az, başkası olur.
- O kadar kolay değil. Bu işler siz farkında olm adan olur. Onun
için iradenizi toplayıp, babanızın büründüğü sem bollerden kurtul­
m ağa çalışın. O nlar ortadan kalkınca babanızdan kurtulm ak kolay­
laşır. Yani babanızdan gelm e aşağılık duygusundan... Size bu hafta
görm eniz lâzım gelen rüyaların listesini veriyorum .
Ve elim e bir kâğıt parçası uzattı.
-D o k to r , isteyerek rüya görülür mü hiç? R eçeteyle rüya... İm ­
kânsız.
- Bu m üspet bir ilim dir, dostum ! B urada itiraz olm az.
Bütün bunlar avukatım ın deliliğim i m utlaka ispat etm em icap
ederse baş vurm am için öğrettiği uydurm a ateş oyununa hiç ihtiyaç
kalm adan, daha esaslı şekilde, yüzde yüz em niyetle deliliğe doğru
gitmekti. Ne yapayım ki, bu sayede bir yığın hasta, katil, eroin düş­
kününün bulunduğu koğuştan kurtuluyor, günüm ü D oktor Ram iz
gibi terbiyeli, zeki, âlim , insancıl ve iyi niyetli bir adam la geçiriyor,
istediğim kadar, yahut onun istediği kadar, cıgara, kahve içiyordum .
Bu kadar iyiliğe karşı ben de elbette küçük bir karşılıkta bulun­
mayı isterdim . Yatmadan evvel elim den geldiği kadar babam ı düşü­
nüyor, onu hayatım ın her safhasında hatırlam ağa çalışıyordum . F a­
kat inadına babam hiç rüyam a girm iyor, yahut hep D oktor Ra-
m iz’in sem bolleriyle karşım a çıkıyordu. K âh çok dar ve yıkılm ağa
hazır bir köprü, kâh bozuk, her tarafı çam ur birikintileri dolu bir
kaldırım oluyor, bazen sim siyah bir vapur hâlinde, ben küçük bir
kayıkta çalkanırken üzerim e geliyordu. Ve ben tabiî, doktorun em ­
rini yerine getirem em ek korkusuyla derhal sıçrıyarak uykudan uya­
nıyor, tekrar gözlerim i sım sıkı kapayarak onu asıl çehresiyle dü­
şünm eğe başlıyordum . Bu tecrübelerden adam akıllı yorulup da uy­
ku basınca, yani doktorun sözüyle kontrol im kânı kalm ayınca büs­
bütün başka türlü rüyalar başlıyordu.
Hakikatte âkıbetim iz ve bilhassa E m in e’nin sıhhatindeki peri­
şanlık düşüncem i zaptetm i şti. U ykuda veya uyanık onunla m eşgul­

115
TANPINAR

düm . D oğrudan doğruya içinde bulunduğum vaziyetin aksi olan


karm akarışık, sefil ve sıkıntılı hayallerden sonra, daim a onun sol­
gun yüzüne ve şikâyet, serzeniş dolu gözlerine bakarak uyanıyor­
dum . D oktor R am iz bütün bunlara kızıyor:
- S i z e en yeni ve şahsî m etodu, kendi bulduğum m etodu tatbik
ediyorum . B una “ D irije rüya” m etodu adını verdim . Evvelce görül­
müş rüyalarla hastalığı teşhisten sonra hastanın rüyalarını sıkı bir
kontrolle idare ederek onu tedavi etm ek m etodu... Bu m etodu bana
siz ilham ettiğiniz hâlde şimdi hiç gayret etm iyorsunuz. Ne kadar
acayip insansınız! H iç iradeniz yok m u? H ep bugünle mi meşgul
olursunuz? B iraz da bütün hayatınızı düşünün.
Yazık ki bunun için yeter derecede iradeli değildim . Zaten hiç­
birim iz değildik. H albuki irade her şeydi. Hiç olm azsa D oktor Ra-
m iz’e göre irade, psikanalizin yanı başına konabilecek hayatı tıpkı
bir kralın kıraliçesi gibi onunla paylaşm ağa lâyık tek şeydi. Bütün
büyük filozoflar ondan bahsederlerdi. Ve tabiî hem en arkasından
bir yığın isim geliyordu. B ir yığın isim ki iradenin ta kendisi idiler:
N ietzsche, Schopenhauer... Ve D oktor R am iz bütün bunları behe­
mehal okum uş olduğum a inandığı için hepsinden bana üstü kapalı
m isaller veriyor, sonra kitaplardan aldığı bu m isalleri günlük haya­
ta, kendi hayatına, benim hayatım a, m em leket m eselelerine tatbik
ediyor ve oradan tabiatıyla A lm an m usikîsine geçiyorduk. D oktor
R am iz’e göre -so n ra d a n A lm anya’da okuyanların çoğunda bu hâli
g ö rd ü m -B e e th o v e n ’i hem en hem en bizim sokağın arkasında otu­
ran bir adam gibi behem ehal tanım aklığım lâzım geliyordu. Wag-
n er’e gelince o m utlaka ikim izin de akrabasıydı. Çok defa D oku­
zuncu S enfoni’nin korosu ile v e y a T e n h a u ser’in m arşıyle biten ko­
nuşm alardan sonra doktorun ferdî hâtıraları başlardı. O da bitince
doktor birdenbire ayağa kalkar, tıpkı m utlak boşluğun karşısına
dünyayı yaratm ak iradesiyle dikilen bir tanrı gibi karşım a geçer,
yokluktan her şeyi çekecek büyük ve sihirli kelimeyi tekrar ederdi:
- İrade... derdi. A nladınız ya! İrade... H er şey bu kelim ededir.
Ve beni, tevdi ettiği bu sırla baş başa bırakm ak için çantası ve

116
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

pardöstisü kolunda, ıslıkla dem in söylediği m arşı veya koroyu tek­


rarlayarak odadan fırlardı.
Ve ben yalnız odada başım iki elim in arasında şaşkın ve budala
“B eethoven, N ietzsche, irade, Schopenhauer, psikanaliz...” diye
tekrarlardım . A h kelim eler, isim ler ve onlara inanm anın saadeti...
Bir gece rüyam da bir arslanı üzerim e saldırırken gördüm . B ere­
ket versin bir yerim e dokunm adan g eçti. Ç ocukluğum da, ne Şerbet-
çibaşı E lm a sfn ın hırsızı, ne m iras kaçırıcısı ve D oktor R am iz’in
hastası olm adığım o m esut zam anlarda, sabah kahvaltım ızı yapar­
ken herkes o gece gördüğü rüyayı anlatırdı. O zam anlar yapılan ta­
birlerden arslanın “adalet”i tem sil ettiğini öğrenm iştim . R üyam da­
ki arslan bana dokunm am ıştı. O hâlde kurtulacaktım . Sabahleyin
D oktor R am iz’i bu m üjde ile karşıladım ve rüyam ı anlattım . İlk ön­
ce hoşuna gitti:
- Evet...
- Sonra yanım dan geçip gitti. B ana hiç dokunm adı.
Yüzü birdenbire değişti:
- Yalnız bu kadar mı?
-T a b iî... K orkudan derhal uyandım . H attâ biraz da sevinerek.
Çünkü rüyada arslan görm ek adalet veya hüküm et kudretidir...
Fakat o dinlem edi:
- Yazık! B üyük fırsat kaybetm işsiniz... Ç ok yazık!
Biraz düşündükten sonra ilâve etti:
- O arslana kendinizi yedirtecektiniz.
Tüylerim diken diken oldu:
- Am an doktor...
- Evet böyle... Yahut öldürüp postuna girm eliydiniz. H ulâsa on­
da kaybolm alıydınız ve yine ondan doğm alıydınız. O zam an her
şey hallolurdu. M asallarda dikkat etm ediniz m i? H ep kaybolurlar...
K aybolm ak, yani ölm ek, sonra tekrar dirilm ek... B ir kom pleksten
kurtulm ak için bundan daha em in çare yoktur. Fakat yapam adınız...
Yapam adınız. Bu fırsatı kaçırdınız!
H akikî bir yeis içinde ellerini oğuştura oğuştura odanın içinde

117
TANPINAR

dolaşıyordu:
-Y a p a m a d ın ız ... B ütün gayretlerim i m ahvettiniz. Tekrar doğa­
caktınız, halbuki olduğu gibi kaldınız...
Ben elim den geldiği kadar teselliye çalıştım:
- Ü zülm eyin doktor, bu gece gayret ederim . Zaten doğru dürüst
gitm em işti, belki bu akşam yine gelir.
- N afile, bu beceriksizlikle... H iç zahm et etme!
Sonra tekrar gözlerini gözlerim e dikti ve aşikâr bir yeis içinde:
-A z iz im , dedi, birbirim izi beyhude aldatm ayalım ! Sen iyi ol­
m ak istem iyorsun... H iç gelir mi bir daha? G iden gelir mi hiç!
Hakkı vardı. A rslan d a babam gibi başına geleceği anlam ış ola­
cak ki, bir daha rüyam a girm edi.
Bununla beraber arslan sayesinde biraz ferahladım . Bir gün son­
ra bana:
-A rs la n adalettir, dem iştiniz, o ne dem ektir? diye sorunca ona
eski tabirnam elerden bahsettim .
Eskiler de rüya tabirlerine çok ehem m iyet verirlerdi. A m m a si­
zinki gibi değil... H iç uym uyor...
- D em ek bizde de rüya anahtarları var?
- H a y ır , hayır, anahtar değil... Bayağı kitap! H er görülen şeyin
karşılığı yazılı.
D oktor R am iz bize ait şeyleri çok sev erd i, fakat güçlükle, sanki
birkaç senelik bir gurbetten değil de, iki ayrı hayatın arasındaki
boşluktan gibi hatırlardı. T abirnam eleri, “Ö yle ya öyle ya!” diye
hatırladı ve derhal başını sallam ağa başladı:
- A zizim , bizim bu eskiler, tükenm ez hazine...
Niçin eskilerden bahsederken başım ızı sallarız? Bu bir âdet mi,
gelenek mi, yoksa yeni bir hastalık m ı?
O gün akşam a kadar tabirnam elerden bahsettik. V iyana’ya bir
kongre için bu hususta bir rapor yazacaktı. Benim böyle şeyleri bil­
diğim i söyleyerek yardım ım ı istedi. G özünde birdenbire değişm iş,
ben adlî bir iş için m üşahedeye alınan bir hasta, o doktor olm aktan
çıkm ış, bayağı iki iş arkadaşı olm uştuk. İkide bir sırtım a vuruyor,

118
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

bu işi başarm ak icap ettiğini söylüyordu.


Ayrılırken o akşam için hangi rüyaları görm ekliğim icap ettiğini
sordum . A nlam am ış gibi yüzüm e baktı... “ R apor...” dedi. “Raporu
yazın! K ongre yakın!”
Bu rapor tabiî yazılm adı. Fakat yeni dostum un önünde mühim
bir etüt sahası açılm ıştı. Eski tıp, cefir, ilm-i m enafiülaza, ilm-i ha­
vas, ilm-i sim ya, ilm-i huruf, hulâsa, tiyatro diliyle, Seyit Lûtful-
lah’ın bütün repertuvarı, sahaflarda öbek öbek yığılan yazm a ve
basm a kitapların yarım ve biçare bilgileri onun için birdenbire çok
mühim şeyler olm uştu. İşin garibi bunların hepsini benim vasıtam ­
la öğrenm ek istem esiydi.
- Canım doktor, kitapları var bunların... Şöyle B ayezıt’ta Sahaf­
larda bir dolaşsanız sekiz on liraya kıyam et kadar toplarsınız!
- Evvelâ siz anlatın bir kere... Tabiî kitap da alınacak. A m m a
ilim ağızdan nakledilir. Bak ben psikanalizi nasıl birkaç günde size
öğrettim ...
Bereket versin ki, bu arada yargıç dosyayı ciddiyetle okum uş ve
ifadem in A bdüsselâm Beyin dam adının ve kızının ifadeleriyle aynı
olduğunu görm üş, hiç olm azsa dâvanın bana ait kısm ında kâfi de­
recede kanaat edinm işti. D oktor R am iz’in, önünde açılan yeni etüt
sahaları uğrunda hakkım da vereceği raporu tam am iyle unuttuğu ve
belki de en mucizeli şekilde iyileştiğim e karar verdiği bugünlerden
birinde beraatim e daha doğrusu dâva dışı kalm am a karar verm işti.
İyilikler de kötülükler gibidir. B eraber gelirler. Bu kararın bana
tebliğ edildiği günün gecesinde ben de D oktor R am iz’e beğendire-
bileceğim cinsten, şöyle dörtbaşı m am ur, binaenaleyh her hatırla­
dıkça kafamı zehirleyecek ve kendi kendim den şüphe ettirecek bir
rüya görm eğe m uvaffak olm uştum .

R üyam da A ristidi Efendinin eczanesinin arkasındaki laboratu-


varında idim . Nuri Efendi, Seyit L ûtfullah, A bdüsselâm Bey, onun

119
TANPINAR

büyük oğlu, belki bütün tanıdıklarım , D oktor R am iz, hep beraber­


dik ve ayakta A ristidi Efendinin tecrübelerini takip ediyorduk. Fa­
kat burası hakikaten eczanenin laboratuvarı m ıydı, yoksa “çocuk­
ların odası”nda m ıydık? V âkıa bütün o aynalar, konsollar, beşikler,
üst üste yığılm ış eşyanın hiçbiri ortada yoktu. B ununla beraber on­
ların hepsi orada idiler. Ve orası hem laboratuvar, hem “çocukların
odası” idi. Z aten benim le beraber bulunanlar da ortada yoktu. Fa­
kat orada olduklarını, hep beraber olduğum uzu biliyordum . H ep
birden, bir akşam yarım aydınlıkta içeriye girdiğim zam an kendi
yüzüm ü içinde gördüğüm için o kadar acayip şekilde şaşırdığım ve
korktuğum o büyük aynaya bakıyorduk. Çünkü inbik bu aynanın
kendisi idi, yahut onun içinde kaynıyordu. Toprak rengi bir külçe
köpüre köpüre durm adan kendi üstünde dönüyor, ince kükürt ren­
gi dam arların filizlediği siyahım sı bir bulut gibi inbiğin tâ yukarı­
larına çıkıp iniyordu.
Yanı başım dan bir ses:
-N e rd e y s e ayrılacaklar... A m an dikkat... diye bağırdı ve hep
birden gittikçe artan bir dikkatle, bu köpüren, kendi üstünde canlı
bir m ahlûk gibi toparlanıp dönen çam ur ve toprak rengi buluta ba­
kıyorduk.
Birdenbire Seyit L ûtfullah’ın sesini işittim .
-T a m a m ...T a m a m ... O ldu!..
O zam an inbiğin üstü yem yeşil bir ışıkla aydınlandı. Siyah bu­
lut aşağıya bir çam ur gibi çökm üştü. O nun üstündeki kükürt rengi
ışığın ortasında yavaş yavaş o açık bahar bulutlarına benzeyen he­
nüz kıvam sız bir şekil peydahlanm ağa başladı. Ben korkudan yüre­
ğim ağzım da aynanın içine girecekm işim gibi eğile eğile bakıyor­
dum . Seyit Lûtfullah durm adan:
-T a m a m ...T a m a m ! Şim di, şim di... diyor ve o acayip dualarını
okuyordu.
Ve ben, olacak şeyi biliyorm uşum gibi kalbim ağzımda:
-Y ap m a y ın ! B ırakın, yapm ayın! diye yalvarıyordum .
B irdenbire beyaz bulut değişti. E m in e’nin başı, saçları kükürtlü

120
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

rüzgârda yarı tutuşm uş gibi dudakları solgun ve gözleri apaçık gö­


ründü. B ana, “K urtar beni!..” diye bağırıyordu. Ben aynaya, yahut
inbiğe doğru atılm ak için çırpınıyordum . Fakat bir türlü kım ıldana-
m ıyordum , sanki her tarafım dan yüzlerce el beni tutuyordu, belki
de hiç tutan yoktu, sadece olduğum yerden bir yere kım ıldıyam ı-
yordum . D ehşetten, sevgiden, üm itsizlikten, acım aktan yarı çılgın
uğraşıyor, yalvarıyordum .
Em ine durm adan: “K urtar beni, kurtarın b e n i!” diye bağırıyordu
ve Seyit Lûtfullah:
- Bu kadar zahm etten sonra nasıl olur? diye cevap veriyor, son­
ra: “ Dur... D ur...” diye bana saldırıyordu.
Hepsi bana sarılm ıştı. İnbiğin içinde E m ine, gözleri korkudan
açık saçları alev alev tutuşm uş, yalvarıyordu. Ben m uttasıl çırpını­
yor, ona doğru gitm ek istiyordum . Fakat Seyit Lûtfullah çengel gi­
bi elleriyle beni yakalam ıştı. N e kadar çok eli vardı ve nasıl sıkı tu ­
tuyordu, her yanım dan âdeta m engenelerle sıkıştırılm ış gibiydim .
N efes alam ıyor, boğulacak gibi kıvranıyordum . “ B ırakın beni... B ı­
rakın!” diye yalvarıyor, onlarla boğuşuyordum . Ve biliyordum ki,
bırakm ayacaklar, onu hiçbir zam an kurtaram ayacağım ... B una rağ­
men uğraşıyor,çırpınıyordum . “ G itti, m ahvoldu. B ırakın beni!” di­
yordum .
Ve hakikaten aynadaki hayal gittikçe değişiyordu.
Biraz sonra, üzerim e dikilm iş, korkudan alabildiğine açık iki
gözden başka bir şey kalm adı. D urm adan savrulan, kendi üstüne
dönen en çiğ tirşe rengi bir ışığın arasından bana bakan korku, hay­
ret ve itham dolu iki büyük göz, “B ütün bunlar senin yüzünden ol­
du!” diyen E m in e’nin gözleri...
O zam an, işte bütün o gördüklerim den daha korkunç bir şey ol­
du. M üthiş bir rüzgâr her şeyi savurm ağa başladı. B aşım ızdan dam
bir lahzada uçtu, duvarlar kendiliğinden devrildi ve biz bu rüzgâr­
da savrulm ağa başladık.
Biraz sonra kendim i karanlık gecede bir bayırdan aşağıya iner­
ken buldum . Yanım da D oktor R am iz v ard ı. K olum a girm iş, bir şey­

121
TANPINAR

ler söyleyerek beni çekiştire çekiştire yürüyordu. A şağıda uçuru­


m un dibinde bir ev ışıklar içinde parıl parıl parlıyordu. Fakat yolun
çok uzun olduğunu, eve erişsem de bunun hiçbir şeye yaram ayaca­
ğını biliyordum . B ununla beraber, âdeta koşarcasına yürüyordum .
“Biraz daha gayret, doktor, biraz daha...” diyordum . B irdenbire ya­
nı başım ızda bir gölge belirdi; bu gittikçe büyüyen gölge Seyit Lût-
fu llah ’ın kaplum bağası idi. K orkunç bir şeydi bu. K aranlıkta iyi
m ayalanm ış bir ham ur gibi, su gibi, rüzgâr gibi yavaş yavaş kaba­
rıyor, büyüyor, etrafı kaplıyordu. H içbir şey onun büyüm esine m â­
ni olam azdı. M ilyonlarca çekirgenin yapacağı bir hışırtı ile her lah­
za biraz daha kendi içinden büyüyordu. D işlerim birbirine vura vu­
ra, “B üyüyecek, büyüyecek, yerin ve göğün kendisi olacak!” diye
söyleniyordum . Bu korku ile uyandım .
Ter içindeydim . D işlerim birbirine kenetli, bir m üddet olduğum
yerde, yalnız kalbim in gürültüsünü dinleyerek etrafa bakındım . D a­
ha sabah olm am ıştı. G arip bir sessizlik vardı. K oca bina, her şeyi
inkâr eden bu sessizliğin içinde, ölü bir suda çalkanan bir gemi en­
kazı gibi sessiz sadasız yüzüyordu. B ununla beraber ne olsa ayak­
larım yere basm ıştı. Bütün o kadar dehşetle yaşadığım şeyler rüya
idi. B ir cıgara yaktım . B ir iki nefesten sonra yataktan çıktım . M a­
sanın başında bir sandalyeye oturdum . Kendi kendim e bir daha tek­
rarladım : R üya im iş. Fakat E m in e’nin yüzü ve çığlıkları aklım dan
gitm iyordu. Bakışlarını görm em ek ister gibi gözlerim i kapadım .
B irdenbire bir acı ile uyandım . A ğzım daki cıgara sonuna gelm iş,
dudaklarım ı yakm ıştı. Onu yere attım , terliklerim le üzerine bastım ,
sonra yine gözlerim i kapadım .
B ir el om uzum a dokundu. H içbir şey anlam adan yüzüne baktım.
D oktor R am iz’in h ad em esiy d i.“ S a a to n !” dedi. M üdür beni istiyor­
m uş. H ep aynı korku içinde giyindim . Vereceği kötü haberden o ka­
dar em indim ki, adam a “ N için?” dem ek, bir şeyler sorm ak aklım ­
dan geçm iyordu. Y üzüne bile bakm ıyordum . H er şey bitm işti.
Yukarda m üdür bana gülerek kararı okudu. D oğrudan doğruya
serbest bırakılm am ı söylüyorlardı. Ben muttasıl ona, “Eve dönüp

122
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

de ne yapacağım ?” der gibi bakıyordum . “ E m in e’yi kaybedecek ol­


duktan sonra...” İçim de, hem en o anda, çoktan beri sargılı, iyiliğe
gitmediği çok iyi bilinen bir yarayı kendi elim le açacakm ışım ,
onun üm itsiz m anzarasıyla ve dehşetiyle karşılaşacakm ışım hissi
vardı. M üdür sonunda:
- N eniz var? diye sordu.
- Hiç dedim . K orkuyorum . A rtık her şeyden korkuyorum .
Babacan bir adam dı. İnsan işlerini biliyordu:
- Hepsi geçer... Bu işten kurtuldunuz ya, ehem m iyet vermeyin!
Ve bana ayak üstünde kendi hikâyesini anlattı:
- B i z heyetten raporu çoktan gönderm iştik!
A şağıda D oktor R am iz sevinçten boynum a sarıldı:
- İşlerim ize dışarda devam ederiz! diyordu. Z aten tedaviniz bit­
miş gibiydi. Birkaç seans daha yaparız, olur biter. Şu raporu da ha­
zırlarız!
Birdenbire tepem attı:
- Hangi rapor? diye bağırdım .
- C anım , bizim kongre raporu... Tebliğ denen şey. Tabirnam eler
için...
Heyhat!
Eşyamı benim le beraber hazırladı. Eve kadar otom obille beraber
gelm ekte ısrar etti. N e kadar iyi insandı! Şu anda benden fazla se­
vindiğine hiç şüphe edilem ezdi. B una rağm en altı hafta yerinden
kım ıldam am ış, bir türlü başından beri vaat ettiği öbür raporu ver­
mem işti.
Şimdi bütün bunları unutm uş, bir çocuk gibi seviniyor, ikide bir
gelecek zam anlardaki dostluğum uz nam ına projeler kuruyordu. Ya­
zık ki bu sevinci lâyıkıyla paylaşam ıyor, hiçbir sözüne cevap vere-
m iyordum . O konuşurken, ben hep gördüğüm rüyayı düşünüyor­
dum.
Sona doğru çılgın bir sabırsızlık beni yakaladı. H ep, “ B ir an ev­
vel, bir an evvel!” dem eğe başladım .
Yolda rastladığım ız her şeyi, herkesi bu rüyanın içim e iyice yer­

123
TANPINAR

leşmiş havasında görüyordum . Onun arasından geçerek, onun âde­


ta bir başka parçasını yaşayarak m ahallem ize ve sokağım ıza gel­
dim , onun dehşetiyle kapıyı çaldım .
E m ine’nin sevincini gördüğüm âna kadar bu hep böyle devam
etti. D enebilir ki, asıl onu görünce uykudan uyandım . K arım biraz
zayıflam ıştı. E llerinde ve boynunda hep aynı sıcaklık vardı. B unun­
la beraber karşım d ay d ı. Ve her zam anki neşesiyle, açık kalbiyle gü­
lüyordu. Bu gülüş bana kaybettiğim i sandığım her şeyi bir lahzada
iade e tti.
Yukarı çıktığım ız zam an D oktor R am iz birdenbire: “ M übarek!”
diye haykırdı ve eski yerinde tertem iz, pırıl pırıl, bütün azam etiyle
kurulm uş aile yadigârına doğru koştu.
Ben, “H ayırdır inşallah!” der gibi karım a baktım .
O , gülerek:
- Ne yapayım , dedi. B aşım ıza öyle şeyler geldi ki artık ben de
bu işlere inanm ağa başladım . G eçen hafta indirdim . Fena da olm a­
dı hani; yeri âdeta boş duruyorm uş!
D oktor R am iz, bizi unutm uştu. Z e h ra ’nın ayakta, öpm esi için
elini uzatm asını beklediğinden habersiz, yere çöm elm iş eski saati­
m ize bakıyordu. Y üzünde en büyük hasretine kavuşm uş insanların
sevinci vardı. E m ine biraz öteden sessiz bir tebessüm le bir ona, bir
bana bakıyor: “B unu da nereden buldun?” der gibi işaretler yapı­
yordu. B en, tekrar om uzlarım ı silktim ve bu yeni gelen am canın
dalgınlığından istifade ederek kızım ı bilm em kaçıncı defa tekrar
kucakladım . H er şey yerli yerindeydi.

VI

E m ine’nin neşesi ve cesareti yavaş yavaş bozulm uş sinirlerim i


düzeltti. A cayip m aceram ızı unutm ağa başladım . B ilhassa o kor­
kunç rüyanın tesir ve korkuları gitm işti. B u rüyayı, günlerce süren
m ünasebetsiz ısrarıyla bana m usallat eden D oktor R am iz’e karşı
hiddetim bile yavaş yavaş geçti. H ususuyla E m in e’yi m uayene edip

124
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

de, hiçbir şeyi yok, dediği zam an içim de ona karşı sadece m innet
vardı.
İlk günlerim tabiatıyla iş aram akla geçti. D aha m uhakem e baş­
lar başlam az çalıştığım yerde işim e son verdiklerini söylem iştim .
Bir gün m ektepteki hocalarım dan birine rastladım . Beni Fener Pos-
tanesi’nin m üdürüne yolladı... “O rada bir açık varm ış!” diyordu.
H akikaten bu yer açıktı. Em rim geledursun hem en o gün işe başla­
dım . M aaşım , eski kazancım ı tutm uyordu. Fakat ehem m iyeti yok­
tu. U fak tefek kısıntılarla her şey yoluna girebilirdi. H ürriyete, evi­
m e, çocuklarım a, doğru dürüst yaşayan insanların dünyasına yeni­
den kavuşm uştum . H attâ D oktor R am iz bile acayip m erakları, bir­
birini tutm az hareketleriyle artık eskisi gibi beni rahatsız etm iyor­
du. Zaten daha serbest kaldığım ın haftasında beni öyle garip bir
âlem e sokm uştu ki, orda herhangi bir hareketin aksaklığını görm ek
im kânsızdı.
Burası Şehzadebaşı’nda, boş zam anlarında vakit geçirdiği bü­
yükçe bir kıraathaneydi. A ziz dostum , ben A d lîT ıp ta iken, bu kıra­
athanelerdeki bütün ahbaplarına, türlü m eziyetlerim i, eski âlem i­
miz hakkındaki bilgim i, saat tam irindeki m aharetim i öyle övm üş,
m aceram ı o kadar yana yakıla anlatm ış, bilhassa hastalığım hakkın­
da o kadar çok ve m ühim tafsilât verm işti ki, daha ilk adım ım ı atar
atm az bütün kahve sevinç çığlığı ile doldu. Â deta eski bir dost ve
günün kahram anı gibi karşılandım . D oktor R am iz m asam ızın
önünden her geçeni durduruyor ve beni, “H akikî bir baba psikozu
geçirdi, m eslek hayatım ın en m ühim hastası budur.” diye takdim
ediyor, sonra tekrar izahata başlıyordu.
- Ş im d i hastalığını da, tedavisini de biliyor. Yaman adam dır.
M ükem m el bir kültürü vardır. Sonra iradesi... Bu irade sayesinde
öyle bir rüya gördü ki!., diye sırtım ı uzun uzun sıvazlam alarla de­
vam eden bu izahat hakikaten garipti.
D oktor neredeyse sözlerini, “ Haydi kalk! A m canın karşısında
biraz yürü bakayım !” , yahut, “ Hani yeni şiir ezberlem iştin, onu
okusana canım !” diye bitirecekti.

125
TANPINAR

İlk önce buna çok sıkıldım ve bayağı neticelerinden korktum .


Fakat hayır, burası gerçekten garip bir yerdi. H içbir şeye hayret
edilm iyor, hiçbir şeyin üzerinde fazla durulm uyordu. B urada insan,
olduğu gibi, bütün hususiyetleriyle, kabahatleriyle, sakatlıklarıyla
kabul ediliyordu. Ve bunlar ne kadar çok olursa o kadar hoşa gidi­
yordu. Fakat bu affedilm ek değildi. A ksine hiçbir şey unutulm az,
hattâ her zam an için hatırlanırdı. G erçekte onlar, pasaportlarda o
kadar dikkatle kaydedilen ve isim , doğuş tarihi gibi şeylerin ötesin­
de insanı herhangi bir karışıklığa artık m eydan verm eyecek şekilde
tâyin eden ayırıcı ve değişm ez çizgilere benzerdi. Y ıllardan sonra
bu kahvede tanıdıklarım ızdan birini bir vekil sandalyesinde gör­
dük. K orkulacak derecede m uvaffakiyetli bir politika adam ı olm uş­
tu. Fakat bu acayip kahvede onu tanıyanlar kendisine hâlâ aynı
gözle bakıyorlar, adı söylenince aynı şeyleri hatırlıyorlar, aynı hü­
kümleri tekrarlıyorlardı.
Bütün hususiyetini, sonunda iflâs eden sahibinden alıyordu.
Ö m ründe bir gün bile ciddî görünm ek zahm etine katlanm am ış olan
bu adam İstanbul’un hem en yarısını tanıyordu. Zaten dost olm ak
için bir kere görm esi kâfiydi. Bu sayede kıraathanesini bir nevi ku­
lüp yapm ıştı.
Son derece sevim li, iri yapılı, güzel bir adam dı. A cayibi, yaşa­
nabilecek tek diyar gibi seçm iş olm asaydı, birinci sınıf bir iş adamı
olabilirdi. K endisine m ahsus eski ile yeni arasında bir dil, hemen
hem en o kadar yapm acık bir kıyafet ve başta Frenk taklidi sivri bir
sakalla bir çehre uydurm uştu. Bu yapm a çehre ve kıyafet ve yapm a
dille, her işin dış tarafında kalm ak şartıyla sabahtan akşam a kadar
dünyanın en akla sığm az hikâyelerini anlatıyordu. H içbir şey bula­
m azsa kendi hayatının hiç bahsedilm em esi lâzım gelen taraflarını
naklederdi. Z aten bir cam kavanozda im iş gibi âdeta göz önünde
yaşardı. H em en daim a âşıktı ve sevdiği kadınları bir başkasının be­
ğenip sevm esine im kân olm ayacak cinsten seçtiği için çok defa ev­
lenm ek zaruretinde kalır, binaenaleyh daim a sırtında bir boşanm a
dâvası ile yaşardı.

126
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

K ahveye her cins ve m eşrepten insan geliyordu. Z engin m iras­


yedi, m üflis veya tutunm uş tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci, ressam ,
yüksek m em ur, satranç ve dam a ustaları, eski pehlivanlar, bir iki
Darülfünun hocası bir yığın talebe, aktörler, m usikişinaslar, hulâsa
her m eslekten adam ... K üçük gruplara ayrılm ış olm alarına rağmen
hemen hepsi yine beraber yaşar gibiydiler. H erkes bir defa rast gel­
diğiyle ikinci gün senli benli olurdu. Hiç kim senin öbüründen sak­
lı bir sırrı yoktu. Kirli veya tem iz bütün çam aşırlar ortada idi. H er­
kes onları istediği gibi evirip çevirir, koklar, m ünasip bulduğunu et­
rafına ehem m iyetle gösterirdi. H er fazilet, her biçarelik, hattâ rezi-
letler bile burada aynı soğukkanlılıkla, hattâ icap ederse bir çeşit
şefkatle m uhakem e ve kabul edilirdi. Pederasti, aşırı çapkınlık, kü­
çük veya büyük para dalaveresi âdeta adım larınıza dolaşacak şekil­
de ortada idi.
Başta kahve sahibi olm ak üzere bütün gedikli m üşterilerin bura­
da takılm ış hususî adları, hayatlarından sanki büyük bir dikkatle se­
çilm iş ve kendileri görülür görülm ez hatırlanan ve hatırlatılan bir
iki hikâyesi vardı.
Bu insanların çoğunu bütün öm rüm ce gördüm . B azılarını işle­
rinde, bazılarını evlerinde tanıdım . Bir kısm ı sonradan benim ya­
nım da, yani Saatleri Ayarlam a E nstitü sü ’nde çalıştılar. Hepsi iyi
kötü, işinde, gücünde, haysiyetli insanlardı, yahut böyle görünm ek
için yapm ayacakları fedakârlık yoktu. İçlerinde daha o zam anlar
bile mühim işlerde bulunanlar vardı. B öyle olduğu hâlde bu vazi­
yetten hiçbiri sıkılm az, hattâ hepsi az çok hoşlanırdı. B azıları san­
ki birdenbire unutulm aktan korkuyorlarm ış gibi, bu cinsten takıl­
maları kendiliklerinden tahrik ederlerdi.
Bu kahvede neler konuşulm azdı? Tarih, Bergson felsefesi, A ris­
to m antığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispritizm a, alelâde dedikodu,
çıplak hikâye, korkunç veya m eraklı m acera, günlük siyasî hâdise,
birbiriyle sarm aş dolaş, biri öbürünü yarıda bırakarak, çok yüklü,
beraberinde her rast geldiğini taşayan bir bahar seli gibi kabarık bu
konuşm ada beyhude ve şaşırtıcı, akar giderdi. T abiî hiçbirinden

127
TANPINAR

tam bahsedilm ezdi. H epsi çok uzun bir uykudan, bir çeşit ölüm den
sonra hatırlanır gibi bu kahveye gelirdi. B üyük İskender veya An-
nibal, K an t’ın im p erataif’leri, bu sayıklam ağa benzer konuşm ada
sadece günlük hayatı uyuşturm ak için icat edilm iş şeylerdi. Zaten
en sıhhatli v ak ’a bile söyleniş tarzı için anlatılırdı. B irbirlerini o ka­
dar fazla dinlem işlerdi ki, hepsi anlatılanı aşağı yukarı evvelden bi­
lirdi. B urada konuşm a yalnız kendisi için, konuşanların kabiliyetle­
ri içindi ve daha ziyade sevilm iş bir eserin, yahut oyunun tekrarına
benzerdi ve sohbet, bir ortaoyunu gibi evvelden tâyin edilm iş şart­
larla devam ederdi. H ep aynı kelim elerle m üdahale edilir, aynı yer­
lerde gülünür, m acera oradakilerden birkaçı arasında geçm işse, alâ­
kadarlar aynı yerlerde tam am layıcı sözü alırlardı. A nlatan, daha ye­
ni tafsilâta girerse, söz derhal kesilir, “ B unu yeni uydurdun!” denir­
di. M am afih bu yeni şekil ve parça gelecek program da aynı dikkat­
le aranırdı.
Bu konuşm alarda tekrar şarttı ve kim seyi yorm azdı. A ksine ola­
rak alışık çehresiyle gelm eyen şey yadırganırdı. Bunun dışında, ha­
kikaten yeni bir fikir veya m eselesi olanların sözü ilk defalar sade­
ce nezaket ve biraz da tecessüs yüzünden dinlenirdi ve daim a uya­
nık olan m uhit m uhayyilesi onu şakaya en çok m üsait tarafından
yakalayana, yahut kendi seviyesine indirene kadar öyle kalırdı. Bü­
tün ciddî şeyler böyleydi. B ir kere alelâde çapkınlığa, K aragöz şa­
kasına, pederasti hikâyesine veya ortaoyunu taklidine indirildikten
sonra kabul edilirdi. Zaten bu cins ciddî şeylerden bahsedenler, hu­
susî bir isim altında tanınırlardı. O nlar N izam ıâlem cilerdi. D ünya­
yı düzeltm ek zahm etini üstlerine alan bu aristokratların altında da­
ha geniş bir tabakaya “ Esafil-i Şark” adı verilm işti. O nlar kültür­
den, m edeniyetten bu kahvedeki m üşterek hayata yarayacak kada­
rını alm akla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya ça­
resizliklerinin dışında yalnızca kom iğin, aksayanın üzerinde zarar­
sızca durm akla yetinenlerdi. N ihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi
gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olm ayan, şehir hayatına intibak etm em iş,
yahut kaba insiyaklarını yenem em iş insanlardı. Şiş T aifesi’nden bir

128
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

insan kavga edebilirdi, bir Esafil-i Şark veya Nizam cı ancak Ş iş’li-
ği tutarsa kavga ederdi. B inaenaleyh, Ş iş’lik biraz da iptidaîlik m â­
nasına geliyordu. Ve yalnız bu taife, belki de kalabalık olduğu için
Yarım Şiş diye kendi içinde de ayrıca sınıflanırdı.
İlk bakışta ortaoyununun, tulûatın, K aragöz’iin, m eddah hikâye­
sinin bir kalıntısı gibi gelen bu garip kalabalık ve onun hayatı baş­
langıçta beni sıktı. Hele m uayyen bir hastalıkla ve birtakım olm az
şeylerle dam galı olarak aralarına girm iş olm aktan büsbütün ürk­
m üştüm . D aha üçüncü günü bana ciddiyetle M übarek’in hatırını
soranlar olm uştu. N erdeyse “Evli m i, bekâr m ı?” diye m erak ede­
ceklerdi. A bdüsselâm Bey, Seyit L ûtfullah, Nuri Efendi gibi bu
sem tte yaşam ış, hele son ikisini birçoğunun şahsen tanıdıkları
adam ların hâtırası ise daha ilk adım ım da tazelenm işti.
K ayser A ndronikos’un hâzinesinin Lûtfullah tarafından sureti
hususiyede bana hediye edilm iş olm ası, benim m alım bulunm ası
ise hiçbir suretle gözlerinden kaçm asına im kân olm ayan bir v a k ’a
idi. H ulâsa, hiç istem eden, peşinde koşm adan bütün bir şöhret be­
nim için evvelden hazırdı. H içbir cem aat tarafından bu kadar hara­
retle kabul edilem ezdim . D oktor R am iz’in beni ilk getirdiği günün
haftasında, huzurum da, hangi sınıftan olduğum keyfiyeti m ünaka­
şa edildi. Sıkılganlığım , daim a kendi işlerim le m eşgul oluşum , bü­
tün bu konuşm aları ciddî telâkkî etm eyişim tabiatıyla beni N izam -
lık yapıyordu. Sonradan Em ine ölüp de hayatım iyice m ihverinden
çıkınca bu payeyi kaybettim . Ve yavaş yavaş Esafil-i Şark arasına
girdim. H aklan da vardı!
Böylece sınıfım tâyin edildikten sonra bana verilecek lakap üze­
rinde düşünüldü. Fakat bu o kadar kolay olm adı. Birkaç celseye ih­
tiyaç oldu. N ihayet hastalığım , yani baba psikozu dolayısıyla “Ö k­
süz” adı üzerinde ittifak edildi. Fakat benim hikâyem çoktu. Naşit
Beyin birdenbire ölüm ü, halam ın hikâyesini canlandırdı. H alam ın
onun acısıyla kendisini dervişliğe verm esi, o zam anlar kadınlar ara­
sında şöhret kazanan bir şeyhe bağlanışı ve serveti dolayısıyla en
gözde müridi olm ası bu şöhreti birkaç sene m uhtelif fasılalarla bes­

129
TANPINAR

ledi. K aldı ki, halam benim bu acayip kalabalıkta unutulm am a razı


değilm iş gibi sonunda âşıkane nefesler bile yazm ağa başladı. H aki­
katte hayatım ın her tesadüfü bu şöhrete yardım ediyordu.
D aha ikinci haftasında B edesten’de ayarcılık eden çok tem iz ve
iyi kalbli bir adam , A ristidi Efendinin altın hikâyesine m erak sar­
mıştı. Elinde sahaflardan satın aldığı bir yazm a, peşim den ayrılm ı­
yor, m uttasıl bana bu sanatın sırrını soruyordu. Şerbetçibaşı Elm a­
sı ise hem en her günün başlıca m evzuu idi. K ahvenin sahibi sade
kahvesini eline alır alm az, “Bu gece, Cenab-ı H akk hayra tebdil ey­
lesin, âlem-i m enam da, bana altın bir tepsi üzerinde Şerbetçibaşı
E lm ası’nı sunuyorlardı.” diye uydurm a bir rüyaya başlıyor ve el­
m asın tarifini yapıyordu. İkinci defasında bu rüya değişiyor, elm a­
sın bulunduğu tepsiyi bir “B ânu!” getiriyor, üçüncüsünde B ânu,
C âdu, yani halam oluyordu.
Yavaş yavaş bu hayata ben de alıştım . N e kadar hafif ve rahattı.
Uysal kalabalık insana başta kendisi olm ak üzere her şeyi unuttu­
ruyordu. İşim den çıkar çıkm az bir soluk oraya uğruyor, daha ilk
adım da, sanki bir başkası oluyor, günlük üzüntülerden uzak, yalnız
şakadan bir âlem e giriyordum . B urada yarım saat evvel veya son­
raki hayatım a âdeta bir başkasının im iş gibi bakıyordum . Adım bi­
le değişm işti, orada Hayri değildim , Ö k sü z’düm .
D oktor, gününün bütün boş saatlerini bu kıraathanenin m asala­
rından birinde çantasını açıp kapayarak, tırnaklarını tem izleyerek,
hayattan ve m em leketteki tem bellikten şikâyet etm ekle, psikanaliz
anlatm akla, yahut etrafı dinlem ekle geçiriyordu. H em en her şeyle
alâkadardı. Ve bir ucu İçtim aî tenkide bağlanm ak şartıyla her fikir
onun için sevim li, kabule değerdi; öbür ucu zaten elinde idi ve ko­
laylıkla F reu d ’a, Ju n g ’a bağlayabilirdi. B ütün bu acayip şeylerden
sıkılıp sıkılm adığını kendisine her sordukça bana:
- Deli misin! diye cevap veriyordu; bundan daha enteresan etüt
m evzuu olabilir m i? B ana m esleğim i asıl sevdiren bu kahve oldu.
Buradaki insanları nerede bulabilirim ? K aldı ki, topluluğun kendi­
si de ehem m iyetli! Sosyal-psikanaliz için bundan iyi yer bulunm az.

130
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

B ak, mâzi nasıl devam ediyor; şaka, ciddî onu nasıl yaşıyorlar...
Hepsi hayallerinde büsbütün başka bir âlem de yaşıyor. Topluluk
hâlinde rüya görüyorlar.
B ir başka defasında yine aynı m esele için şöyle konuştu:
- Bu kadar aydın bir kalabalığı nerede bulabilirim ? H epsi ihtisas
sahibi insanlar... Hepsi m em leket m eselelerinin içinde ve sade
onunla yaşıyorlar. H içbir gazetede bu kahve kadar havadis bula­
m azsınız. G öreceksiniz, hâtıra defterim i neşrettiğim zam an göre­
ceksiniz, bu adam lardan neler öğrendiğim i hep günü gününe oku­
yacaksınız...
Doktorun m em leket m eseleleri ve aydın konuşm alar dediği şey
hakikatte alelâde dedikoduydu. F akat onun âlim bakışlarında iş ta­
biatıyla değişiyordu.
Daha sonraları, enstitüye alınm ası hususunda o kadar ısrar etti­
ğim Yangeldi A saf Bey dolayısıyla -ile rd e görüleceği gibi A saf
Bey, Tam am lam a B ürom uzun şefi o ld u - bütün bu işlerden bahse­
derken H alit A yarcı’ya D oktor R am iz’in bu fikrini söyleyince, aziz
velinimetim:
- Bana kalırsa bu çalışm a hayatına tam intibak etm em ekten ge­
len bir şeydir, dem işti. H ayat, kendi şeklini yaratm azsa böyle olur.
Bu kahve hakkında sizi dinlerken ben, çoğunu tanıdığım bu insan­
ları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarm ış gibi düşündüm . İsterseniz
onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. M uasır zam ana gire­
m emiş olm anın şaşkınlığı içinde yarı ciddî, yarı şaka, tem bel bir
hayat! Öyle bir mâzi falanla pek alâkası olm asa gerek!
- A m m a hepsinin bir işi vardı! diye yaptığım itiraz üzerine:
- H er iş, iş değildir. İş evvelâ bir zihniyet ve zam an telâkkisidir.
Enstitüm üz kurulm adan evvel m em lekette hakikî iş hayatı olabile­
ceğine inanm anıza hayret ediyorum . Ç alışm ak ancak m uayyen d ü ­
zeniyle olur... Siz ki, bu kadar tecrübelisiniz, bu enstitünün kurul­
m asında o kadar him m et ettiniz, buna nasıl iş diyebilirsizin! diye
beni paylam ıştı.
Enstitüm üz kurulm adan evvel hakikaten bir çalışm a hayatım ız

131
TANPINAR

var m ıydı, yok m uydu? Bunun hakkında katiyetle hiçbir şey söyli-
yem em . Bu hâtıraları yazm ağa başladığım dan beri içim de birçok
değişiklikler oldu. A rtık, tasfiye hâlindeki enstitüm üze eski gözle
baktığım ı iddia edebilecek hâlde değilim . B ana şimdi m üessese-
m iz, m em lekette iş hayatını kurm aktan ziyade bazı işsizlerin ken­
dilerine iş bulm asına yardım etm iş gibi görünüyor. Bunu söylem ek­
le ıoplum hayatına büyük faydalarım ız olduğunu inkâr etm iyorum ;
fakat aradan geçen zam anla yavaş yavaş yaptığım ız işe hiç olm az­
sa başka zaviyelerden de bakılabileceğini söylem ek istiyorum . Bu,
belki de para ve refah dolayısıyla ona artık m uhtaç olm adığım için­
dir. A raya m enfaatlerim iz girm eyince hâdiseleri elbette başka türlü,
daha realist bir gözle görm eğe, hakikaten daha uygun şekilde anla­
m ağa ve yorum lam ağa başlarız. Belki de bu, oğlum A h m et’le bir­
kaç gün evvel aram ızda geçen m ünakaşanın neticesidir. H âtıraları-
yazdığım ı öğrenir öğrenm ez bir gün neşredilir korkusuyla soya­
dın. değiştiren oğlum un bu m üessese aleyhindeki fikirleri beni bu
düşüncelere götürm üş olabilir.
Her neyse, H alit A yarcı’nın iş hakkm daki fikirlerini tam m âna­
sında kabul etm em ekle beraber, bu kahvede tanıdığım insanlar için
en iyi teşhisi onun koyduğunu zannediyorum . H akikaten buradaki
hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde,
yani hiç içeriye girm eyi düşünm eden, yahut da bir ayakları daim a
eşikte, yaşıyorlardı. H içbir m esele yoktu ki eninde sonunda bir ka­
çış, bir kurtulm a vesilesi olm asın! N eden kaçarlardı, niçin kaçarlar­
dı? H içbir m ukavem etleri yok m uydu? Yoksa hakikaten her şeye
yabancı, her şeye kayıtsız m ıydılar? H ayır, burada her şey biraz af­
yon, biraz uyku ilâcıydı.
Şüphesiz işin içine m enfaat girince her şey değişiyordu ve m en­
faat bu kahvede hiç de ikinci derecede kalan bir şey değildi. H er gün
bir yığın para kavgasına, bitm ez tükenm ez hesaplara, bazen hafta­
larca süren fiskoslu konuşm alara şahit oluyorduk. Bunları öğrenm e­
m iz için behem ehal gözlerim izin önünden geçm eleri lâzım değildi.
İlgililerden birisi veya her şeyin aslını bilen kahve sahibiyle yarım

132
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

saatlik bir konuşm a yeterdi. Ve bütün bu hesaplar, fiskoslar, bazen


çetin kavgalarda biten anlaşm azlıklar uysal dostlarım ızı bile çok
başka ışıklarda gösteren şeylerdi. O nlar sayesinde bu insanların son
derecede hesaplı, hakkının on parasında bile dikkatli ve titiz, alabil­
diğine açıkgöz ve çakır pençe olduklarını bir kere daha anlardık.
D aha dün yapışık doğm uş ikizler gibi birbirinden ayrılm ayan,
yediklerinde, içtiklerinde daim a beraber görünen iki dost, ertesi gü­
nü bir hesap yüzünden pençe pençeye geliyorlar, yahut aralarında­
ki eşit haklı kardeşlik bozuluyor, biri efendi, diğeri m aiyet oluyor,
günlerce, aylarca bu yeni vaziyet devam ediyordu. Bazı defalar bu,
hiçbir gürültüsüz kendiliğinden olurdu. Para derhal gönüllüsünü
bulur, karşılıklı vaziyetleri kendiliğinden kurardı. Bazen oldukça
çetin ve değişik safhalardan sonra yeni bir m uvazeneye varırlardı.
Fakat hem en her şeklinde daim a beklenm edik bir şey araya girerdi.
Bir defasında gedikli m üşterilerden ikisini günlerce bir köşeye
çekilm iş baş başa konuşur gördük. İkinci defasında pejm ürde kılık­
lı bir adam cağız yanlarında idi. Üç gün sonra kalantor bir bey daha
geldi, katıldı. O günden itibaren bu dört kişi birbirinden ayrılm az
oldular. G ünde birkaç defa kahvede buluşup baş başa veriyorlar,
yahut birbirleri için haber bırakıp gidiyorlardı. H epsinin elinde bir
çanta peydahlanm ıştı. B u, kış sonlarında oluyordu. Sonra birdenbi­
re bahara doğru pejm ürde adam ın üstü başı değişti. Z arif, şık, d a­
ima gülüm seyen ve daim a uyanık bir beyefendi ortaya çıktı. İki ay
evvel âdeta görünm eden gelip giden adam sanki bir radyo veya fri­
jid er reklamı gibi göze çarpm ak için sağa sola selâm dağıtarak ara­
m ızda dolaşıyordu. D erken otom obille gidip gelm eğe başladı. “ Ş o­
för” , “Bizim şoför” kelim eleri, sırasına göre m unis ve yum uşak,
yahut hiddetli veya canı sıkılm ış ve hep bir im tiyaz ve İçtim aî m ev­
ki ifadesiyle, daim a bilmem kaç silindirin, şu kadar paranın ve sa­
atte seksen kilom etre süratin araya koyduğu fark ve im tiyazla ağ­
zından düşm ez oldu.
H er devrin ve yaşayışın kendisine göre bir insan tasarrufu vardır
ki, bütün bir zihniyeti ve inkârı güç realiteleri ifade eder. Şoför ke­

133
TANPINAR

limesi bunların şüphesiz en m edenisi, en latifi, en iyisi ve en cem i­


yetlisidir. İki dudağın arasında bir öpüş taklidine benzeyen ve ilk
hecede havaya bıraktığını ikinci hecede âdeta geriye alan bu keli­
m enin T ü rk çe’nin en m ühim kazançlarından biri olduğuna bilmem
dikkat ettiniz mi? Hangi şiveden söylenirse söylensin o daim a mâ-
nalıdır.
N ihayet yazın başında hepsi birden kayboldular. O andan itiba­
ren havadisler sızm ağa başladı. D ostlarım ız tanıdıkları girgin, para
işlerini gayet iyi bilen bir avukatla adam cağızın çok çetrefil bir m i­
ras işini takip etm işlerdi. Şimdi kendi him m etleriyle m uazzam ser­
vetine kavuşan bu zengin dostu eğlendirm eğe çalışıyorlardı.
Bunu öğrendiğim iz andan itibaren bir rasathane hoparlöründen
herhangi bir yıldızla peykleri takip ediliyorm uş gibi küçük, kısa,
bazen teferruatlı ve uzun, günlük haberlerin bir daha sonu gelmedi.
B ütün plajlar, gizli eğlence yerleri sanki bitişiğim izde im işler veya
sanki aram ızda yalnız bir cam lı kapı ve tül perdeli bir pencere var­
m ış gibi bize sırlarını açtılar. B ir nesil evvelin şiir ve hayal lügatin­
den orta sınıfa geçm iş takm a adlarla anılan genç, güzel kadınlar,
tecrübesiz kızlar, ılık gazoz şişelerim izden ve yapışkan şurup bar­
daklarım ızdan çıkıp karşım ızda soyunm ağa başladılar. Hem en her
gün en kaba ve hoyrat hikâyelerden dinlediğim iz bu yaz cüm büşle­
ri, teşrin yağm urlarına kadar sürdü.
B ir taraftan terden sırtım ıza yapışm ış fanilâlarım ızı iskem leleri­
mizin arkalarına sürte sürte isiliklerim izi kaşırken, öbür taraftan da
işittiğim iz bu hikâyeler sayesinde, ayışığında serin sularda yıkandık,
loş plaj kabinelerinde seviştik, rüzgârlı ve ağaçlı tepelerde cins teke­
ler gibi boğuştuk. Sonra B eyoğlu barlarının hikâyesi başladı. Ü st üs­
te m alî krizlerin bütün A vrupa’dan kovduğu yarı çıplak kızlar sak­
sofon seslerinin dâüssılasında m ayolarını ve sutyenlerim de âdeta
gözlerim izin önünde attılar, yahut kürklerle, m ücevherlerle giyindi­
ler. D aha doğrusu birincileri attıkları için İkincileri giyindiler.
E m in e’nin bir gece bütün tutum fikirlerini yenerek Z ehra’nın
entarisini ve A h m et’in ayakkabısını düşünm eden gitm eğe razı ol­

134
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

duğu bir eğlence yerinde, her zam anki çocuk saflığıyla, “Ayol, bun­
lar insan değil, m elek” diye beğendiği sarışın ve kum ral, buğday
tenli kızlar, kadınlar da böylece kahvem izin m ahrem iyetine fokst­
rot adım larla ve tango kıvranışlarıyla, dağılm ış saçları kalçalarını
döve döve, nefes nefese zafer çığlıkları atarak, genç küheylânlar gi­
bi girdiler, tavla şakırtılarını, hayalim izde birbiri ardınca patlatılan
şam panya şişelerinin gürültüsü örttü.
Kışın ortasına doğru bu çılgın eğlenceler birdenbire bitti. K am e­
ra, tekrar bizim kahveye döndü. B ir gece dördü birden geldiler.
Hepsi yorgun ve sinirli idi. Evvelâ bir köşede sessiz, sadasız m üna­
kaşa ettiler, cüzdanlar açıldı, senetler çıktı, tekrar cüzdanlara kon­
du. Sonra sesler birdenbire yükseldi. R ezil, alçak, dolandırıcı keli­
meleri arabacı kırbaçları gibi şakırdam ağa başladı. Yum ruklar sıkıl­
dı, “Ben sana gösteririm !” tehditleri duyuldu. N ihayet hepsi birbi­
rine girdiler. N eticede m irasyedi ve iki arkadaşı avukatı sille tokat
kahveden dışarıya attılar. B ir sene evvel o kadar haysiyetli ve kibir­
li tavırlarla bizi hiç beğenm eden aram ıza gelen adam çam urlar için­
den güçlükle kalktı. B ir tulum bacı gibi küfür ede ede yanağından
sızan kanları sildi. Gözlükleri kırılm ış olduğu için şapkasını ben
bulup başına geçirdim .
İki hafta sonra aynı kavga m irasyedi ile iki arkadaşı arasında ol­
du. Bu sefer velinim et de aynı şekilde kahvenin kapısına bırakıldı.
Fakat netice hiç de o gece sandığım ız şekilde çıkm adı. K ahvem izin
gedikli m üşterileri olan iki ahbap çavuş daha ertesi sabah bize dert
yanm ağa başladılar. Birkaç gün sonra şikâyetleri ayyuka çıktı. Vâ-
kıa bir sene adam akıllı eğlenm işlerdi am m a, ellerinde hiçbir şey
kalm am ıştı. H attâ m irasyedi, kendilerini sonradan btitiin hakların­
dan ıskata m uvaffak olduğu çarpaşık bir şirket sayesinde birinin
elinden baba evini, öbürünün elinden bilm em neredeki büyük ve iş­
lek m ağazasını alm ıştı. İkisi de şim di beş parasızdılar. Ü stelik elden
çıkarılan bu m ağazanın sahibi eğlence yerlerine kendi delâletiyle
sürüklediği, düşm esine yardım ettiği kızlardan birine delice âşıktı.
Bütün bu işler mirasyedi ahbabım ızın dünyanın en rahat, tatlı te-

135
TANPİNAR

bessiimiiyle bir gün gelip aram ızda oturm asına mâni olm adı. İki sa­
at kadar kahvenin sahibi ile baş başa konuştular. Eski dostum uz
hiddetten kan başına sıçrayarak onu dinledi. Ertesi akşam elden çı­
kan m ağazanın sahibi ile uzun bir lavla partisine tutuştular.Velini-
m et, dünyanın en m asum çehresiyle zarları avucunda şakırdatarak
fırlatıyor, arkasından tavlanın içine girecekm iş gibi eğiliyor, zarla­
rın dönüşünü takip ediyor, her düşeşte bir kere el çırpıyordu. On
beş gün sonra m üflis m ağaza sahibinin sevdiği kızla evlendiğini
işittik. IJç ay sonra da m ucizelerin mucizesi! bir yavrusu dünyaya
geldi. Bütün kahve halkını sevindiren bu haber üzerine epeyce m ü­
nakaşalar yapıldı ve neticede âm m e çoğunluğu ile çocuğa “ K arı­
şık!” adı verildi.
Bu hâdise, m uhtelif ve beklenm edik safhalarıyla bizi aylarca
meşgul etti. Sonra hem en arkasından gelen bir başkası yüzünden
unutuldu. T rakya’nın bilm em hangi köyünde Balkan M uharebesi
esnasında yere göm ülen epeyce m ühim bir parayı aram ak için İs­
tanbu l’a iki B ulgar gelm işti. Bu adam lara bu kahvenin adresini kim
verm işti? Hangi tesadüf bizim kilerin arasına onları atm ıştı? Söyle­
meğe hacet yok ki, o bahar âdeta bir Kutup seyahati hazırlanıyor­
muş gibi bir sefer heyeti kuruldu, küçük bir çalana tutuldu. Kamp
eşyası alındı. On beş yirmi gün her taraf arandı, tarandı. Biz arka­
da kalanlar halecanla, heyecanla hâdiseleri takip ediyorduk. Her
gün haberlerin şekline göre bulunacak definenin miktarı değişiyor­
du. On bin altın diyorlardı. Sonra beş bine iniyor, yirmi bine, yüz
bine çıkıyordu. Belki bütün yaz böyle geçecekti. Bereket versin ki,
m ahallî hüküm etin m üdahalesiyle iş sona erdi. D önüşte bittabi tek­
rar bir m asraf kavgası oldu. Fakat hem en arkasından m eşhur bir ta­
rih üstadım ız üç saat süren bir Hazreli Ali çenginin hikâyesine baş­
ladı ve onun heyecanlı safhaları arasında um um î barış tem in edildi.
O gece en yüklü gecelerim izden biriydi. Ben E m ine’nin hastalığı­
na rağmen R am iz B eyin mezesi ve rakısı aynı derecede kıt ikram ı­
nı kabul etm iş, eve gitm em iştim .
Filhakika o gece aram ıza, kaybettiğim iz iki Bulgara mukabil bir

136
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

İsviçreli A lm an m üsteşrik katılm ıştı. A dam cağız bu asil ve entel-


lektüel m uhite düştüğünden nasıl m em nundu? Patates gibi sarı yü­
zünü geniş bir gülüş âdeta bir daha eklenm esi im kânsız denecek şe­
kilde ikiye bölüyordu. K ıtT ü rk ç e si, ne bütün konuşm aları takip et­
m esine, ne de hepim izle can ciğer dost olm asına mâni oldu. Şurası
var ki, bizi tam zam anında bulm uştu; bir hafta sonra parası tüken­
di ve umum hesabına yaşam ağa başladı. B iraz sonra m im arlıkla ha­
yatını kazanm ağa karar verdi ve sağ taraftaki m asalardan biri onun
bürosu oldu. M üşterileriyle orada pazarlık ediyor, orada herkesin
gözü önünde bir sürü boş kibrit kutusundan m ücessem planlarını
yapıyor, değiştiriyor, ikmal ediyordu. D ünyada bundan daha pratik,
daha akla uygun bir çalışm a olam azdı.
Bu çalışm a gözüm üzün önünde tam dört sene sürdü. H içbir m i­
mar onun kadar sabırlı, kanaatkâr, m üşterisinin arzularına itaatli d e­
ğildi. Sipariş sahibi, “Şu iki kibrit kutusunu oraya değil de, şuraya
koysan n ’olur?” der dem ez, D oktor M ussak bir an gözlerini yum u­
yor, düşünüyor, sonra kibrit kutularını bozup tekrar başlıyordu. D a ­
ha o zam an kâğıt üzerine çizilen planla böyle kaldırılıp konması d a­
ima kabil eşya vasıtasıyla yapılan m aketin arasındaki büyük farkı
anlam ıştım . Çalışm alar hepim izin gözü önünde olduğu için sade ev
sahibi değil, kahvedeki m üşteriler, hattâ garsonlar bile işe karışıyor­
lar, Dr. M ussak’ın aynı ciddiyetle dinlediği ve çok defa kabul ettiği
tekliflerde bulunuyorlardı. Bilm iyorum kooperatif evlerini icat eden
kimdir? Fakat kollektif mimariyi bu arkadaşım ızın bulduğu m uhak­
kaktır. Yazık ki hiç beklenm edik bir kaza bu çalışm aya birdenbire
son verdi. D ostum uz, Süleym aniye’de İbrahim Paşa sebiline yakın
bir yerde yaptığı üç katlı eve m erdiven koym asını unutm uştu. Ev is­
keleleri alındığı andan itibaren birbiriyle alâkası olm ayan üç kısm a
ayrılıyordu. A dlî T ıpta iken D oktor R am iz’in bana psikanaliz öğret­
tiği günlerde, vâzıh olm ak için şuur hayatını benzettiği birinci katı
henüz boş, yahut, teşekkül etm em iş, yalnız köm ürlüğü ile tavan ara­
sı mevcut büyük konak bile bunun yanında daha doğru dürüst, d a ­
ha aklı başında bir bina gibi görünüyordu.

137
TANPINAR

Şurasını da söyleyeyim ki o zam anlar beni çok şaşırtan, aklımın


bir türlü alm adığı bu iki bina ile D oktor M ussak’ın kibrit kutuların­
dan yaptığı planlar, sonradan çok işim e yaradı. Enstitüm üze yeni bir
bina yapılm ası için karar verilince yapılan tekliflerin hepsini redde-
rek işi kendi üstüm e aldım ve bu iki tecrübenin sayesinde İstanbul
halkının o kadar beğendiği, Enstitü binasını vücuda getirdim . Üç se­
ne bütün dünyaca m ünakaşa edilen bu binadan ileride tabiatıyla bah­
sedeceğim . Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, bu binanın, asansör ve
merdivenlerin çıktığı pilpâyeler ve sütunlardan başka bir şey bulun­
m ayan, sadece üstü kapalı bir teras hâlinde bıraktığım ız ikinci katı
doğrudan doğruya bir taraftan Süleym aniye’deki eve, diğer taraftan
da D oktor R am iz’in yukarıda bahsettiğim izahatına bağlıdır.
Süleym aniye’deki evin vaziyeti aram ızda çok m ünakaşa edildi.
Bu evin m erdivenle çıkılam ayacak iki katm a vazife aram ak işini
nedense biz üzerim ize alm ış gibiydik.
Bu daim a böyleydi. Ne kadar ciddî başlarsa başlasın burada her
iş en beklenm edik neticelerle biterdi. Bu kahvenin bir adım ötesin­
de yüzde yüz gibi bakılan bir hesap, burada birdenbire en hafif ih­
timal şekline girer, bir yığın gidip gelm eden sonra talihin bir alayı
olurdu.
H ulâsa bu abes denen şeyin bataklığı idi. Ve ben farkında olm a­
dan boynum a kadar ona göm ülm üştüm .
Sanki çok tüylü, yum uşak bir yığın kol ve kanatlı, insanı âdeta
bitm ez tükenm ez gıdıklam alar, kısık gülüşler ve haz baygınlıkları
içinde söm ürüp tüketen bir hayvanın eline düşm üşüm gibi bu m â­
nâsız âlem e göm üldüm . H içbir şeyin birbirini tutm adığı ve her şe­
yin en şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada, bilm edi­
ğim iz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılm ış bir
panayırda im işim gibi yaşam ağa başladım . Bu fırtına nerede kop­
m uştu? Hangi tuhaf ve zıtlarla dolu âlem leri yağm a etm iş, yahut
nasıl karm akarışık bir arm adayı didik didik böyle savuşturm uş ki
bize kadar getirip önüm üze yığdığı şeylerin hiçbirini asıl kendi çeh­
relerinde tanım am ıza im kân yoktu. H er şey bir hokkabaz şapkasın­

138
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

dan çıkar gibi birbirinin peşinden, birbirine takılı geliyordu. Bu ya­


şanırken çok rahat, sonradan üzerinde düşünülünce bir kâbus gibi
sıkıcı bir şeydi.
Sanki bir deniz altı kovuğunda yürüyorm uşum gibi bir türlü
kavrayam adığım fikirler, bilgi kırıntıları ayaklarım a dolaşıyor, her
kım ıldandıkça köksüz asabiyetler, süreksiz üm itler, yersiz inançlar
çürüm üş yosunlar gibi kollarım a ve vücudum a sarılıyor, beni daha
derinlere doğru çekiyor, gözlerim i her açtıkça ucunu bucağını gö­
rem ediğim heyulâ dâvalar yarı karanlıkta üzerim e saldırıyorlardı.
Sonra hepsi birden bir m ürekkep balığı gibi kendi savurdukları du­
manın içinde kayboluyor, ve ben D oktor R am iz’le, yahut Yangeldi
A saf Beyle karşı karşıya, başım biraz evvelki hengâm eyi dağıtan
gür kahkahanın geldiği yere dönük, kulaklarım da farkına varm adan
yokladığım derinliklerin ağırlığında gelen bir çınlam a, bir uykudan
uyanm ış gibi hiçbir şeyi tanım adan etrafa bakıyordum .
- Evet, azizim . Bu işin çıkarı yoktur! G ençlik harekete g eçm eli!
Bu şark fatalizm inden kurtulm alı!
Doktor Ram iz suratını bir kat daha asıyor. Yangeldi A saf Beye
bu emri bekliyorm uş gibi, kollarıyla, ayaklarıyla daim a dördünü
birden işgal ettiği sandalyelerden şöyle bir toparlanıyor, ve bu ka­
dar çetin hareketin derhal m ükâfatını görm üş gibi, m asaya çapraz­
lam asına dayadığı kollarının arasına başını göm üyor ve uyum ağa
başlıyordu.
Çünkü Yangeldi A saf Beyin daim a uykusu vardı, ve bu uyku
dünyanın en güzel, en m âsum uykusuydu. O gözlerini kapar kapa­
m az, etrafım ız tatlı bir mışıltı ile dolardı ve havada sanki yüzlerce
melek hep birden m addesiz kanatlarıyla uçuşurlar, çok yavaş fısıl­
tılarla kulağına ninni söylerler, uykusunun peteğini m âsum rüyala­
rın balıyla doldururlardı.
O zam an içim de birdenbire bir şey burkulur, “E m ine...” diye ye­
rimden fırlar, eve koşardım . E m ine hasta idi. D oktorların ilk önce­
leri ufak bir zayıflık dediği şey yavaş yavaş tehlikeli, neticesi sakı­
nılm az bir hastalık olm uştu. B unu ben doktorlardan evvel biliyor­

139
TANPINAR

dum . A dlî T ıpta son gece gördüğüm o acayip rüyadan beri biliyor­
dum . K ader im biği gözüm ün önünde kaynıyordu, ve E m ine’nin ba­
şı, yastığım ın öbür ucunda, yüzüm de, dudaklarım da, avuçlarım ın
içinde iken, yine her an benden biraz daha uzaklara çekiliyor, or­
adan bana büyük, açık gözleriyle bakıyordu. O istediği kadar ko­
nuşsun, gülsün, gelecek yollar için hayaller kursun, Z ehra’yı gelin
etsin, A h m et’i T ıb b iy e’den çıkartsın, daim a bu baş çok uzaklarda
yavaş yavaş siliniyor, gözleri uzaklardan bana, “Ne yaparsın, çare­
si yok ki bu işin!” der gibi bakıyordu. Bu korkunç zalim bir şeydi.
E m ine yavaş yavaş, dam la dam la gözlerim in önünde ölüyordu. Ne
ben, ne de kim se, hiç birim iz bir şey yapam ıyorduk.

VII

E m ine’nin ölüm üyle son tutunduğum dal da kopm uş gibi büsbü­


tün boşlukta kaldım . K aybettiğim şey benim için o kadar büyüktü
ki ilk önceleri bunu bir türlü anlayam adım . N e de hayatım daki ne­
ticesini ölçebildim . Sade içim de sim siyah ve çok ağır bir şeyle do­
laştım durdum . Sonra bu haraplığa daha başka bir duygu, bir çeşit
kurtuluş duygusu karıştı. B ir baskıdan kurtulm uştum . A rtık Emine
bir daha ölem ezdi, hattâ hastalanam azdı da. O rada zihnim in bir kö­
şesinde olduğu gibi kalacaktı. H ayatım da birçok şeyler daha beni
korkutabilir, başım a türlü felâketler gelebilirdi. Fakat en m üthişi,
onu kaybetm ek ihtim ali ve bunun korkusu artık yoktu. H er an onun
hastalığının arasından etrafa bakm ayacak, o azapla yaşam ayacak­
tım . K orku içim den doğru kabarıp büyüm eyecek, dört yanımı kap-
layam ayacaktı.
V âkıa evim yıkılm ıştı, iki çocukla baş başa kalm ıştım , çalışm a­
nın lezzetini kaybetm iştim , hepsinden fenası, artık hiçbir şeye inan­
m ıyordum . Fakat korkm uyordum da. O labilecek şeylerin en kötüsü
olm uştu. A rtık hürdüm .
Em ine arkam da olm ayınca her akıntı beni sürükleyebilirdi. K ah­
ve ve arkadaşlar en yakını idi. D aha haftasında kendimi orada, o

140
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kalabalığın arasında buldum . C adde üzerindeki yan dükkânların ar­


kasına düşen ikinci salonda bir elim de iskam bil kâğıtları, öbüründe
rakı kadehim , ağzım da cıgara, kulağım anlatılan hikâyede, hulâsa
etrafım la en rahat bir alışverişte, konuşuyor, içiyor, eğleniyor bul­
dum . H er şeyi unutm uş m uydum ? H akikaten eğleniyor m uydum ?
Şüphesiz hayır.
İçim de o zam ana kadar duym adığım bir eziklik vardı. Bu korku
değildi, acı değildi. A ncak kendisine ihanet eden insanların duyaca­
ğı bir azaptı. Bir ucu iğrenm ede biten garip bir duygu. B öyle gün­
lerden birinde idi. B ir ara gözüm karşıdaki aynada kendi hayalim e
erişti. İki yanm a asılm ış paltoların arasında kendi yüzüm ü o kadar
memnun ve biçare, o kadar zelil ve her tarafa sürüklenebilir, her şe­
ye m ukavem etsiz ve her şeyden istifa etm iş gördüm ki, bir an bil-
lûrun beni kusacağını, kendi suratım ı ayaklarım ın ucuna fırlataca­
ğını sandım . Fakat hayır, hiç de böyle olm adı. İkinci, üçüncü bakış­
ta bu hayale de alıştım . H er şey m üsavi idi.
İhtiyar bir kadın evde çocuklarım la meşgul oluyordu. Ben sa­
bahleyin kalkabildiğim saatte işe gidiyor, işten kahveye geliyor,
oradan D oktor R am iz’le veya başkasıyla civar m eyhanelerden biri­
sinde akşam cılık ediyor, gece geç vakit eve dönüyordum . Bazen
çocukları yatm ış buluyor, sevine sevine kendim de yatıyordum . Bir
gün daha geçmişti ve ben hesap verm ekten kurtulm uştum . Fakat
çok defa onları kedi yavruları gibi birbirine sokulm uş, birbirine
yaslanm ış, evin bir köşesinde beni bekler buluyordum . O zam an iş­
te günün en korkunç tarafı başlıyordu.
İçim den geçenleri kendilerine sezdirm eden çocuklarım ı kucağı­
m a alm ak, gönüllerini yapm ağa çalışm ak, şaklabanlık etm ek, göz­
yaşlarını kurutm ak, güldürm ek lâzım dı. N için bu kadar m ahzundu­
lar? Niçin bu kadar çok ağlıyorlardı ve neden böyle m usallattılar?
M evcut olm alarıyla hayatım a getirdikleri güçlükler kâfi değil m iy­
di? H ürriyetim i sıfıra indirm eleri ve beni küçücük bir daire içinde
bir dolap beygiri gibi durm adan dolaşm ağa m ecbur etm eleri yetiş­
miyor m uydu?

141
TANPINAR

Onları görür görm ez içim m erham etten parça parça oluyor, ken­
di iradesizliğim e, talihim e kızıyor, başım ı saatlerce duvarlara çarp­
m ak istiyordum . O zam an işte Em ine, evin bir tarafından çıkıyor,
yavaşça yanım a yaklaşıyor, her vakit yaptığı gibi elleriyle om uzu­
m a dokunuyor, “K endine gel!” diyordu.
Ve ben kendim e geliyordum . K ararlar, yem inler, ahitler, karan­
lıkta dökülen gözyaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası
vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidebilecek
kudreti kendim de buluyordum . H er şeyden düpedüz kopm uştum .
Ç ocuklarım a karşı beslediğim acım a hissinden başka etrafım la hiç
bir bağım yoktu.
H er şeye, herkese sadece katlanıyordum . Sokağa adım ım ı atar
atm az, kendimi bir yığın m uvazaanın, gafletin esiri görüyordum ve
bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, bana erişilm ez
şekilde güzel ve harikulâde görünüyordu.
Postanede elim e geçen uzak yerlerden gelm iş her m ektup zarfı,
her kartpostal beni çıldırtıyordu. Peru, A rjantin, K anada, M ısır,
K ap, nerelerden gelm iyordu bu m ektuplar? İki sokak ötede, tek bir
odada tahtakuruİarıyla haşır neşir olan şu ihtiyar Yahudi kadının
M eksika’da bir kardeşi vardı. K om şusu haham ın kızkardeşi A rjan­
tin ’de kürk ticareti ediyordu. Öte taraftaki Rum bakkalın oğlu M ı­
s ır’da idi. Yeğeni C hicago’da hocalık yapıyordu. Ve ben onlara ge­
len m ektupların zarflarına bakar bakm az, gözlerim kendiliğinden
kapanıyor, etrafım değişiyor, kendim başka bir adam oluyordum .
K açm ak, her şeyi bırakıp gitm ek!..
Fakat hayır, bütün bunları yapabilm ek, kendisini alışkanlıkları­
nın dışında denem ek için başka türlü adam olm ak lâzım dı. K oş­
m ak, kım ıldam ak, atılm ak, istem ek, isteyişinde devam etm ek lâ­
zım dı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare bir gölge idim.
Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adam ın peşine takılan, ondan
ayrılır ayrılm az, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin
kucağında gülen, ağlayan, bilhassa ağlayan iki çocukla çap açul, bi­
çare bir gölge... Gül! dedikleri yerde gülen, ağla veya konuş dedik­

142
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

leri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zam an enteresan


olan, yüzüne bakm adıkları gün m evcut olm ayan biçarenin biri.
Bunları hatırlar hatırlam az, oraya, kahveye, az çok benden başka
türlü yaşayanların, kendilerini hiç olm azsa benim gibi göz hapsinde
tutmayan insanların arasına gidiyordum . Onların yanında benim de
hayatım oluyor, onlarla düşünüyor, onlarla beraber yaşıyordum .
Belki de böyle değildi. İşin aslında başka şeyler de vardı. Bu
adamları tam am iyle beğenm iyordum . A ralarında sadece bir m uha­
cir gibi yaşıyordum . B ir tipi gecesinde, ıssız dağ başında soğuktan
ve yüklü rüzgârdan boğulm ak üzere olan bir adam ın sığındığı sı­
cak, bol gübre kokulu, atların tepişm esinin insan sesine, taze çay ve
kahve kokusuna karıştığı o yarı ahır, yarı han odası yerlerden biri
gibi onların arasına sığınm ış, bu karışık ve yüklü havada ısınıyor,
mesut oluyordum .
Şüphesiz bir gün bu beğenm em ezlik, işlerin biraz m üsait gittiği
bir zam anda büyüyüp beni kurtaracağını zannettiğim o küçük nok­
tada kaybolacak ve tam am iyle bu havaya teslim olacaktım . D aha
şim diden zam an zam an, “Ah! İşte güzel hayat! R ahat ve m esut...
Ne adam lar!” dem eğe başlam ıştım bile.
A hm et’in geçirdiği büyükçe bir hastalık beni kendim e getirene
kadar böyle yaşadım . A ncak onu da kaybetm ek korkusuyla talihi­
me razı oldum .
Bu esnada D oktor Ram iz altı seneden beri üzerinde düşündüğü
projeyi fiile koym uş, Psikanaliz C em iyeti’ni açm ıştı. Kendisinden
başka doktor bulunm ayan yirmi bir azası içinde, hem de müessese-
nin müdürü sıfatıyla ben de vardım . Evet, şimdi itiraf edeyim k i, Sa­
atleri Ayarlam a E nstitüsü’ne m üdür muavini olduğum zam an, hiç de
bu cins işlerde tecrübesiz değildim . D aha evvel Psikanaliz Cem iye-
ti’nin m üdürü ve hemen hem en ona benzeyen İspritizm acılar Kulü-
bü’nün de muhasibi idim. A ziz dostum un, senelerce kirasını verdiği
bir odada teessüs eden bu cem iyetin anahtarı, m üdür sıfatıyla daim a
yeleğim in cebinde durdu. Ve kapısı ancak iki defa, verdiği konfe­
ranslar dolayısıyla gerek kendisine ve gerek um um a açıldı. Bu kon­

143
TANPINAR

feranslardan birincisinde D oktor R am iz, dinleyicilerine beni, Türki­


y e ’de tedavi ettiği ilk hasta sıfatıyla ve tüyler ürpertici izahatla tak­
dim etti. İşte bu sayede, ikinci karım P akize’nin dikkatini çektim .
İkinci konferansta ise, yetm iş sahifelik taş basması bir tâbirnameyi
başından sonuna kadar, ufak tefek izahlar m ukayeselerle okudu.
M evsim yazdı. O daya açık pencerelerden dalga dalga sıcak bir
rüzgâr giriyor, yüzlerim izi alazlıyor, bizi çok başka derinliklere çe­
kip götürüyor ve sonra esneyerek, hatibin iyi niyetine teslim edi­
yordu. B ir arı, küçük cüssesinde birkaç dizel m otörünün sesini bul­
m uş, durm adan başım ızın üstünde vızıldıyor, havada üst üste çelik
levhalar deliyor, onların aralarından geçerek D oktor R am iz’in sesi­
ne sarılıp, onu örtüyordu.
İlk önce Yangeldi A saf Bey arka sırada seçtiği yerinde uyum ağa
başladı. Fahrî m iidür sıfatıyla hatibin bir basam ak aşağısında, iki
elim dizim de, ayakkaplarım ın söküğü görülm esin diye gayretler
ederek, terbiyeli terbiyeli oturduğum sandalyeden -A v ru p a ’da böy­
le yapılırm ış, tabiî m üdür sıfatıyla oturm am için söylüyorum , ayak-
kapların eskiliği için d e ğ il-o n u n iki kolunu işgal ettiği iki sandal­
yeden çektiğini, sonra tam önündeki um acı şapkalı kadının ensesi­
ne doğru dikkatle baktığını bir lahza görür gibi oldum . Sonra bir­
denbire başı bu şapkanın arkasında kayboldu ve binlerce m elek ke­
m anlarını dinliyorm uş gibi İlâhî bir m ışıltı başladı. Ü çüncü sahife-
ye doğru bu m ışıltıların, arının vızıltısıyla beraber teşkil ettikleri
küçük, hafif ve serin çalkantılı körfezde bizim gruptan genç bir şa­
irin rüyaları yelken açtı ve tek başına şiddetli bir geçmiş zam an de­
niz m uharebesine girdi. H alatlar gıcırdıyor, ağızdan dolm a toplar
sim siyah gürlüyor, hücum lar, vaveylâlar arasında yangınlar büyü­
yordu. En ön sırada oturan kırklık bir hanım bu karışıklıktan derhal
istifade etti ve şüphesiz gelirken cebine gizlediği bir düzine kadar
ördek yavrusunu usulcacık yere bıraktı ve kendini onların vakvak­
lan arkasında m askeledi. Onu biraz ötede bir başkası takip etti ve
derhal bitm ez tükenm ez bir iştahla boşanan bir banyo oldu.
O nuncu sahifeye doğru evlerinde ve daha rahat şartlar altında

144
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

uyum ak için salonu terk edenler m üstesna, hem en herkes uyudu.


Hepsi uyur uyum az hançeresinin m üstait olduğu yahut tercih ettiği
sesi derhal buluyor, derhal o ses ve hareket oluyor, onu bütün rahat­
lığıyla yaşıyordu.
D oktor R am iz, bu kollektif ihanetle elinden geldiği kadar m üca­
dele etti. H içbir zam an onu bu kadar kahram an ve vaziyete hâkim
olm a kararında görm em iştim . Sesi, A saf B eyin m ırıltılarının her
lahza yeniden yetiştirdiği yum uşak otlar ve nebatlar arasında kük­
remiş bir aslan gibi fırlıyor, sağa sola en beklenm edik şekilde hü­
cum ediyor, görünm ez düşm anlarıyla boğuşuyor, atılıyor, yakaladı­
ğını boğuyor, boğam adığını sindiriyordu.
Yüzü ter içindeydi, elleriyle durm adan işaretler yapıyor, sanki
yirmi ağızdan birden üzerine hücum eden horlam aları iterek, kaka­
rak kendisine yol açm ağa çalışıyor, kelim eler, dudaklarından kırbaç
şakırtılarıyla çıkıyor, ateşli ökseler gibi dört yana fırlıyor, itfaiye
hortum ları gibi sağa sola uzanıyordu. F akat, bir insan tek başına bu
kadar çok, bu kadar terbiyeli, kaçm asını, değişm esini, sinm esini bu
kadar iyi bilen bir düşm anla nasıl m ücadele edebilirdi!
İki saniye evvel hakladığı, bir saniye sonra tekrar diriliyor, tek­
rar gölgede pusu başlıyor, ördek yavruları telâşlı telâşlı vaklıyor-
lar, delinm iş su borusu, bir kobra yılanı gibi ıslık çalıyor, banyo
dünyanın bütün sularını döndüre döndüre boşaltıyor, im kânsız yo­
kuşlarda kam yonlar vites değiştiriyor, en gürültülü tren kazaları
birbirini kovalıyordu.
Ve D oktor R am iz’in sesi, her an uyanık, her an tetikte her hâdi­
seyi anında karşılıyor, durm adan şekil değiştiriyor, yalvarıyor, vaat
ediyor, tehdit ediyor, üst üste en beklenm edik nizam lar kuruyor, ör­
fî idareler ilân ediyordu.
Ben, ellerim dizim de, ikide bir ağırlaşan göz kapaklarım ı par­
m aklarım la açarak, onun bu gayretini seyrediyor, gösterdiği cesare­
te, kudrete, her an biraz daha hayran oluyordum .
- D ahî bir avrat rüyasında azgın bir deli görse iyi niyet değildir.
Hem en tövbe ve istiğfar eyleye...

145
TANPINAR

Yan tarafta, üçüncü sırada o zam ana kadar farkına varm adığım
genç kadın ağır uykusundan derin bir “oh” çekerek yerinde gerin­
di. D oktor R am iz bu ilk üm it işaretine âdeta bir kurtarıcıya yapışır
gibi yapıştı ve en gür sesiyle devam etti.
- Ve dahî bu m ecnun er kişi ise ve çıplak ise ol avrat behem e­
hal zina işler, zevci m ukayyet ola...
K ırklık hanım ın boynu birdenbire iri bir kum ru oldu ve dem
çekm eğe başladı. Ö rdek yavrulan artık ortalıkta görünm üyordu.
H atip bu değişiklikten habersiz, devam ediyordu.
- Ve dahî bir er kişi rüyasında kendisini cüm lesi uyur bir taife­
nin arasında görse büyük beşarettir, cüm le e f ’alinde fâilim utlak
olur ve kim seye hesap verm e zorunda bulunm az.
D oktor R am iz bu cüm lenin verdiği hürriyetten istifade etti ve
başını hem en oracıkta, boynunun üstünde eğerek o da uyum ağa
başladı.

VIII

Evlendiğim iz zam an P ak ize’nin tiroit guddeleri henüz bozulm a­


m ıştı, binaenaleyh huysuz ve sinirli değildi. H ayat hakkında hiçbir
fikri yoktu, binaenaleyh neşeli ve rahattı. Annesi ile babası henüz
ölm em işlerdi. H attâ böyle bir ihtim al kim senin aklına gelm eyecek
kadar sıhhatli, dinç görünüyorlardı. Bu itibarla kardeşleri henüz bi­
zim le beraber yaşam ağa karar verm em işlerdi. Ayrıca büyük baldı­
zım m usikîye olan istidadını henüz keşfetm em iş, küçük baldızım
sadece irade ve ısrarıyla dünya güzeli olabileceği fikrine düşm e­
m işti. B en, İspritizm a C em iyeti’nde tanıdığım Cemal Beyin sözü­
ne uyup Fener P o stanesi’ndeki vazifem den henüz istifa ederek,
onun idare m eclisi azası bulunduğu ve sonradan reisi olduğu Türlü
İşler B ankası’na m em ur olm am ıştım . B inaenaleyh elim de henüz
güvenebileceğim bir işim vardı ve hayatım ız em niyette idi. Üstelik
Selm a H anım efendiye de henüz âşık olm am ıştım .
E vet, bunların hiçbiri henüz olm am ıştı. O nun için evliliğim izin

146
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ilk senesini küçük evim izde, M übarek’in sakin bakışları altında,


nisbeten rahat ve m esut geçirdik. Şüphesiz bu hayat, E m in e’nin za­
manındaki hayat değildi. İkinci karım hiç de ona benzem iyordu.
O nun ciddiliği, saadeti kendi içinde bulan cöm ert yaratılışı, ne de
sakin güzelliği vardı Pakize’de. F akat gençti, kendisine göre neşe­
liydi, kendi âlem inde yaşam asını biliyordu.
H ayatta sevdiği tek bir şey vardı, o da sinem a idi. Pakize sine­
manın sade terbiye değil, tatm in ettiği insandı da. B eyaz perdenin
karşısında o kadar kendinden geçer, o kadar her şeyi bırakırdı ki,
sonunda yaşadığı hayatla seyrettiği m acerayı birbirinden ayıram az
hâle gelirdi.
Bir gün dünyanın en büyük ciddiyetiyle bana, eskisi gibi İspan­
yol dansını yapam adığını söylem işti. Bu evlendiğim izin ikinci yı­
lında bir pazar sabahı oldu. O , yatakta, saçlarını yastığa dağıtm ış,
tembel tem bel, kendisini kaldıracak bir vinç bekliyordu. Ben pen­
cerenin önünde, ayakta, yataktan kalkm ak hususunda daha atik,
kahvaltı m eselelerinde biraz daha sabırsız bir kadınla tesadüfen ev ­
lenmiş olm anın insana verebileceği saadetleri düşünüyordum . B ir­
denbire karım:
- H a y r i! diye beni çağırdı. Sana bir şey söyleyeyim m i, ben ga­
liba İspanyol dansını unuttum .
Pakize’nin danstan hoşlandığını bilirdim . Fakat İspanyol dansı­
nı bildiğini hiç işitm em iştim . Z aten doğru dürüst yürüm esini bile
bilm eyen, bastığı yeri görm eyen bir insandan bu pek beklenm ezdi.
- H ayırdır inşallah! Hangi İspanyol dansı?
- Vallahi unutm uşum ... Dün bir deneyeyim , dedim , bir türlü be­
cerem edim . İnsan üç günde bildiği şeyi unutur mu?
- Ben senin İspanyol dansı ettiğini bilm iyorum .
- Canım unuttun mu? G eçen gün etm edim mi? Hani çok beğen­
miştin? G azinoda... H erkes alkışlam ıştı. Sonra o zabit geldi...
Evlendiğim izden beri sinem adan başka yere gitm em iştik. Neden
sonra anladım ki, karım , kendisini beraber seyrettiğim iz bir film in
artisti ile, Jeanette M ac D onald’la karıştırıyordu, onu kendisi sanı­

147
TANPINAR

yordu. Birkaç gün sonra kırmızı sabahlıklarını aradı, benim süvari


ceketimi bulam adığı için üzüldü. B eyaz saten tuvalet elbisesi orta­
da görünm üyordu, bu felâkete ağ lad ı. B ir başka sabah daireye gider­
ken boynum a sarıldı ve dikkatli olm am ı tekrar tekrar tem bih etti.
K endisini bazen Jeanette M ac D onald, bazen Rosalinne Russel
sanan, beni Charles B oyer ile, Clark G able ile, W illiam Povvel ile
karıştıran, bir gün evvel kom şu kızını M artha E gerth’e benzettikten
sonra ertesi gün pencereden, “M artha, kardeşim , nereye gidiyorsun
böyle?” diye seslenen bir kadınla evlenm edinizse bu işin acayipli­
ğini size anlatam am .
Filhakika çok güç bir şeydi bu. H er an tehlikeli yanlışlıklar olu­
yor, hesaplar karışıyordu. B ununla beraber işin eğlenceli, hattâ fay­
dalı tarafları da vardı. K arım , dediğim gibi sinem a ile tatm in olu­
yor, hayatım ızın aksak taraflarına bakm ıyordu. V âkıa A dolf Men-
jo u gibi en aşağı yüz otuz kat elbisem olduğu için artık düğm elerim
dikilm iyordu. Fakat ceketim in dirsek yerlerinin çıktığını da pek
fark etm iyordu. G ördüğü film lerdeki her şey bizim di, şatolar, el­
m aslar, bahçeler, asîl kibar dostlar... Bu itibarla bu akşamki yem e­
ğe m utfakta yem em izin veya hiç yem em ekliğim izin ehem m iyeti
yoktu. H ulâsa onun da bir firar anahtarı vardı. B ununla beraber
üzerinde düşünm em em im kânsızdı.
Hangi zem berek bozulm uştu ki böyle durm adan sürükleniyor ve
orda kalıyordu? A caba can sıkıntısı mı onu zam an zaman böyle ço­
cuk yapıyordu? B öyle olsa bile yine de kendisinde esaslı bir şeyin,
bir çeşit zem inin bu işe hazırlanm ası gerekirdi. Lodostan uyuyama-
dığım gecelerden birinin sabahında P akize’ye yirmi dakika yatıp
uyuyacağım ı söyledim . Halbuki bir saat sonra eve gelecek kom şu­
larla pikniğe gidecektik. Pakize haklı olarak uyanam ayacağım ı söy­
ledi. “Hayır, dedim , uyanırım . Hem göreceksin tam zam anında” .
V âkıa daha beklediğim iz insanlar gelm eden Pakize’nin alabildiğine
açtığı radyo ile on beş, yirmi dakika sonra uyandım . Karım buna
çok şaşırdı. L af olsun diye kim bilir kim den öğrendiğim o nadir ta­
rih bilgilerim den birini yum urtladım : “N apolyon bunu her zaman

148
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yaparm ış!” Söyler söylem ez gözlerinden geçen kiiçük parıltıyı gö­


rerek pişm an oldum . Fakat olan olm uştu. D aha o gün Pakize benim ­
le Napolyon arasında m ukayeselere başladı. V âkıa N apolyon’u bil­
miyordu am a, “Y usuf’u bilm eziz am m a seni rânâ tanırız” fehvasın­
ca, beni iyi biliyordu. H eybeli’nin çam ları altında yalancı dolm ala­
rımızı yerken veya hazm ederken saatlerce büyük kum andanın da
benim gibi sele zeytininden hoşlandığını, kovboy filim lerine bayıl­
dığını, daim a sağ tarafına yatarak uyuduğunu ve ancak sabaha kar­
şı horladığını anlattı durdu. Bu henüz birinci kadem eydi. Üç dört
gün sonra benzeyiş bu sefer benim tarafım dan başladı: İhtiyat zabit­
liğimden kalm a elbiselerim tavan arasından çıktı. Tem izlendi, ütü­
lendi , evvelâ yatak odam ıza, sonra m isafir odasına asıld ı. Ertesi gün
behemehal onları giymem için ısrara başladı. “Kendini unutturacak­
sın!” diye bana çıkıştı. Yarabbim bu budalalıkları yaparken ne kadar
güzeldi. Sarışın yüzü nasıl tatlılaşıyordu. N ihayet sıra taç giym em iz
merasim ine geldi. Bayağı bu iş için sabırsızlandı. Bu ikinci, yahut
üçüncü kadem e oldu. N ihayet kendisini Josephine B eauharnais sa­
narak üvey çocuklarını benimsedi ve ilk izdivacının mahsulleri ad­
detm eğe başladı. Evet, çocuklarım benim ve E m ine’nin çocukları
olmaktan o gün çıktılar ve P akize’nin oldular. Ben birdenbire üvey
baba oluyordum . Bu defteri okuyanlar belki de bu işi latif bulabilir­
ler. Fakat hayatım a getirdiği karışıklığı da inkâr edem ezler. Hayır,
Pakize’de aksayan bir taraf vardı. Bunu anladığım zam an kollarım ın
arasında sıktığım , hayatım ın m esuliyetlerini paylaştığım insan bana
imkânsız şekilde yarım ve sakat görünm eğe başladı. Selm a H anım a,
o kadar budalaca âşık olm am ın, Cemal Beyin peşine o kadar irade­
sizce takılm am ın asıl sebebi elbette birazcık olsun P akize’dir.
A nnesinin, babasının birbiri ardınca ölüm leri üzerine iş biraz d e­
ğişti. Baldızlarım eve gelince karım ın ayakları yere değdi. Fakat
Pakize’de her inkılâp ters tarafından ve beklenm edik şekilde o lu ­
yordu. Bu sefer de hayatım ızın m ihveri kardeşleri oldu. B en, ken­
disi, çocuklarım , ikinci, üçüncü planlara indik. Biri otuz beşinde,
öteki yirmi sekizinde olan bu iki öksüze o kadar çok acıdı ki, asıl

149
TANPINAR

acınacak kendisi ile biz olduk. Ve ondan sonra yavaş yavaş H alit
A yarcı’ya tesadüfüm e kadar gittikçe hızını arttıran bir sefalet baş­
ladı. Sanki dibi olm ayan bir kuyuya indiriliyorm uşum gibi her lah­
za biraz daha derine, biraz daha karanlıklara göm üldüm . Fakat da­
ha evvel İspritizm a C em iyeti’ndeki hayatım ı anlatm alıyım .

IX

İspritizm a C em iyeti hiç de Psikanaliz C em iyeti’ne benzem iyor­


du. Orası şenlikli idi. B itm ez tükenm ez m ünakaşalar, tecrübeler ya­
pılırdı. H em en her üç günde bir yukarı âlem den gelen tebliğler ya­
yınlanır, onlar tefsir edilir, çok âlim ane fikirler söylenirdi. B ir farkı
da kadın azasının bolluğu idi. M edyum olanlardan başka sadece
meraklı yedi sekiz kadın azam ız vardı. B en, cem iyetin m uhasebe­
cisi ve kâtibi sıfatıyla her akşam işten çıkınca uğrar, yazılacak ya­
zılarım ı yazar, boş zam anlarım da aidatı toplar, defterleri tutardım .
İşte Cemal Beyi her an yeni ve beklenm edik hâdiselerle dolu bu
m uhitte tanıdım .
Cemal Bey itikadım ca bir İspritizm a Cem iyeti azası olacak in­
sanların en sonuncusu idi. B öyle cem iyetler, daha ziyade beraberce
yalan söyleyip, beraberce aldanıp hoşça vakit geçirm ek isteyen in­
sanların işidir. Cemal Bey ise kollektif yalandan hoşlanacak adam
değildi. Yalan, onun için ferdî bir silâh, bazen da kendisini ve ha­
yatını süslem ek için m üracaat ettiği bir vasıta id i. Ö yle herkesin dut
hasırı gibi, bir ucundan tuttuğu yalana tenezzül edem ezdi. Zaten
kendisi için her şeyi m ubah gören bu asil ve m ühim adam , başka­
sında yakaladığı en küçük kusuru bile affetm ediği için karşısında
öyle düpedüz yalan söylem ek kabil değildi. O , her m ânasıyla oyu­
nu bozan adam dı. Siyasî hayatı da bu yüzden yarıda kalm ıştı.
B ununla beraber m untazam an gelir, içtim alarda, tecrübelerde
bulunur, dudaklarında hep aynı etrafını küçüm seyen tebessüm , bizi
m uhtelif m eselelerde aydınlatırdı. Bazı ruh m eseleleriyle alâkadar
olduğu, bu bahislerden hoşlandığı m uhakkaktı. Ayrıca da cem iyetin

150
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

azasından N evzat H anım efendiye hafifçe âşıktı.


N evzat H anım la olan alâkası cem iyete rağm en ilerlem em işti. Bu
genç ve güzel kadın kocasının öldüğünden beri cinsî hayata kapıla­
rını sıkı sıkıya kapatm ış gibiydi. Ş işli’de ihtiyar kaynanasıyla bera­
ber oturduğu büyükçe bir apartm anda m asa tecrübeleri yaparak,
ispritizm aya dair kitaplar okuyarak yaşıyordu. Bu yaşam a tarzı az
çok sıhhatini de bozm uştu. D aim a yarım baş ağrılarından ve uyku­
suzluktan şikâyet ederdi.
U ykusuzluğun belli başlı sebeplerinden biri geç vakte kadar sü­
ren ispritizim a tecrübeleri ise, bir başka sebebi de M urat’tı. M urat
Nevzat H anım ın m asa tecrübelerinde eve alışan bir ruhtu. Hemen
hemen apartm anı karargâh ittihaz etm işti. El ayak çekilince m utla­
ka ortaya çıkar, cam ları siler, halıları silker, eşyanın yerini değişti­
rir, kitapları düzeltir. N evzat H anım ın okum asını m ünasip bulm a­
dıklarını yırtar, kaybederdi. Cemal Beyin N evzat H anım a verdiği
çapkınca bir romanı daha ilk gecede yırttığını hepim iz biliyorduk.
Ve bütün bu işleri âşikâr şekilde gürültü ile yapardı.
M urat’ın bir başka huyu da hayatını gizlem esiydi. M asa başında
sıkıştırıldığı zam an bazen on sene evvel ölm üş A danalı bir riyaziye
hocası, bazen Kırım m uharebesinde şehit olm uş bir nefer, bazen
Nevzat H anım ın kocası Sezai Beyin ihtiyat zabiti iken tanıdığı bir
mühendis olurdu. Fakat adı hiç değişm ezdi. K endisini hangi m ede­
nî hâl altında gösterirse göstersin bu vefalı ve işgüzar ve ahlâk
prensiplerine son derecede bağlı ruh daim a otoriteli ve daim a ken­
di başına idi. Onun için çok d efa m asa tecrübelerinde kendisine so­
rulan suallere “ Böyle şeyleri düşünm eyin!” diye aksi cevap verirdi.
N evzat H anım ın hizm etçisiz kaldığı zam an evi M u ra t’ın m uha­
faza ettiğini, hattâ bazen kadıncağız çantasından anahtarını çıkar­
madan onun kapıyı açtığını hepim iz bilirdik. B azen bunu m isafirle­
re yaptığı da söylenirdi. Bu yüzdendir ki Cem al Beyin pusulalarını
ve ufak tefek hediyelerini götürdüğüm zam an kapıyı çalarken ba­
yağı korkardım . N evzat H anım ise bundan bilâkis m em nun olur,
hattâ övünürdü. B azen ona em niyet ederek anahtarsız sokağa çıktı­

151
TANPINAR

ğı da vardı. Bu yüzden bir balo dönüşünde kapıda kaldığını kendi


ağzından işittim . K adıncağız, “Beni kıskanm ağa ne hakkı var?” di­
ye şikâyet ediyordu. “ Bu yaştan sonra hürriyetim e ne diye karışır?”
A rkadaşlar içinde M u rat’la telefonda konuştuklarını iddia eden­
ler bile vardı. Bittabi arkadan bu m ühim işin tafsilâtı geliyordu. Ve
bu tafsilât, tabiatıyla m aceranın sahibine göre değişiyordu.
- Çok boğuk bir ses... Sanki çok uzaktan geliyordu. Â deta kilo­
m etrelerce derin sis tabakalarını delerek... B ununla beraber sözleri­
ni işitiyordum . D aha doğrusu kendi içim de buluyordum . Ses çok
m ahzundu. A ncak ölenler böyle darılabilir, dargın konuşabilirdi!
Bu kahvedeki grubum uzun belli başlı bir uzvu olan genç bir şa­
irin hikâyesi idi.
- İşitm ekle sarih şekilde düşünm ek arasında bir şey... diye ta­
m am lıyordu. “N evzat H anım evde m i?” diye sorunca, bana, “ Evde
am m a gelm eseniz iyi olur, çok rahatsız.” cevabını verdi.
Zengin bir tüccar olan Şuayp Bey büsbütün başka türlü anlatı­
yordu:
- Telefon açılınca öm rüm de ilk defa sessizlik denen şeyi duy­
dum . Bu bizim tanıdığım ız sessizlik değildi; başka bir şeydi. Sonra
“K im siniz?” diye birisi adım ı sordu. Ben adım ı söyledim ve “N ev­
zat H anım ın bana vereceği kitabı sorm ak istiyorum ” dedim . O za­
man: “ Bırakın kitabı filân da çabuk evinize gidin. K arınız bir kaza
geçirdi. K oşun, durm ayın!” A dım sordum , “ Ben M urat’ım !” dedi
ve telefonu kapattı. Sesi insanı azarlar gibiydi.
Şuayp Bey, anlattığına göre, eve gidince karısını m erdivenden
düşm üş bulm uştu.
Ö bür hayatın derinliğinden bizim dünyam ızın işleriyle bu kadar
sıkı sıkıya alâkadar olan, karşısındakini azarlayan, uyandıran, nasi­
hat veren M uratlara üç hafta sonra avukat Nail Bey bir başka M u­
rat ilâve etti:
- G ayet garip bir şeydi bu! diyordu. İlk önce m üthiş bir gürültü
duydum . D üdükler ötüyor, çanlar çalıyor, sanki kıyam et kopuyor­
du. Sonra ses duydum . “Burası değil!” diyordu. K apattım , bir daha

152
SAATLER! AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

açtım . Aynı şey tekrarlandı. Ü çüncü defasında aynı ses: “A nlam ı­


yor m usunuz canım , hanım efendi gelem ez... M eşgul...” diye cevap
verdi. “îyi am m a, dedim , apartm an m eselesini konuşacaktım . Çok
mühim bir şey!” Ses bu sefer âşikâr bir şekilde şikâyet etti. “Tabi­
atını bilm iyor m usunuz? G elem ez, işi var. Ruhlarla konuşuyor! Is­
rar etm eyin!” Bu sefer ben: “ K im siniz?” diye sordum . “Tanım adı­
nız m ı?.. M urat!” diye cevap verdi. B ütün konuşm a esnasında çın­
gıraklar, çanlar, ziller, vapur düdükleri, hepsi devam ediyordu. Fa­
kat asıl garibi M urat’ın sesinin alaydan âdeta katılm asıydı.
Yalnız Cemal B eyle ben, M u rat’la telefonda konuşm adık ve Şiş­
li 'deki apartm anda karşılaşm adık. D oğrusunu isterseniz kendi he­
sabım a bundan hiç de şikâyetçi değilim .
İspritizm a C em iyeti’ndeki hayatım , Cemal B eye rastlam asay-
dım hakikaten eğlenceli olurdu ve hiçbir şey pahasına bu cem iyet­
ten ayrılm azdım . Kim belkem iğinde tatlı bir üşüm e ile yaşam asını
sevmez?
Yazık ki Cemal Bey vardı ve yine daha yazık ki ben çok uysal­
dım . Ü stelik ufak tefek kazançları ihmal edecek vaziyette değildim .
Cemal Bey beni ilk günden itibaren benim sedi. Yani evvelâ kılık
kıyafetim e şaşırdı. Sonra şahsım ı gülünç buldu. Y üzüm e karşı,
“D em ek böyle adam olurm uş!” diye açıktan açığa hayret etti ve he­
men arkasından hususî işine koşturdu. Ve bu sonuna kadar böyle
devam etti. C em iyete gelip de beni görür görm ez aklına, yapılacak
mühim bir işin gelmem esi im kânı yoktu. Söze: “ Kuzum Hayri
Bey... E ğer m üm künse...” diye en tatlı sesiyle başlar ve sonra bir
lahzada iş değişirdi. A yaklan burnum a nişan alm adan benim le ko­
nuştuğunu pek az gördüm . K onuşm anın kendisi de gerçekten aca­
yipti. Tekrar dediğim iz şey onda bir çeşit hakaret vasıtasıydı:
- Yarın, saat on birde... U nutm azsınız değil mi?.. Evet, saat on
birde, tam on birde, anladınız mı!
Ve bütün bunları her kelim eyi sanki beynim denen odun kütüğü­
ne çakı ile kazm ak istiyorm uş gibi ince, sivri, insana baş dönm esi,
bulantı verecek kadar dikkatli bir sesle söylerdi. İşte o zam an gö­

153
TANPINAR

züm de her şey perdelenir, farkında olm adan yum ruğum u sıkardım .
Bu çeneyi dağıtm ak, bu krem içinde yüzen tom bul yanağı, bu yo­
lunm uş, itinalı kaşları birbirine geçirm ek, m ânâsız bozuk bir gra­
mofon plağı gibi parçalam ak için öm rüm ün yarısını nasıl seve seve
verirdim . Fakat bu ancak bir saniye sürer, hem en arkasından Selma
H anım ın, kemeri bir lahza çözülse bir yığın ince, zarif, düz ve ka­
visli çizgi hâlinde dağılacak vücudu, sade üslûp ve eda bakışları,
küçük tatlı kahkahaları hayalim de canlanır, hulâsa sabrın ucunda
beni bekleyen m ükâfatı düşünür, kendim i toplardım :
- Baş üstüne beyefendi.
Bazen doğrudan doğruya gideceğim terzinin, ayakkabıcının, bü­
yük m ağazanın, lim anda vapurdan çıkışını bekleyeceğim ve eşya­
ları otom obile taşınırken yardım edeceğim , yahut bu eşyaları ken­
dim taşıyacağım , zengin bezirgânın adını, adresini, hulâsa yapaca­
ğım işi bütün teferruatıyla söylerdi. O zam an iş taham m ülsüz bir
hâle gelir, hiddetten, iğrenm eden âdeta boğulurdum . Çünkü bu ad­
ları, adresleri, yapılacak işi bir kâğıda yazm ak yetm ezdi. Ayrıca da
Cemal B ey ’in karşısında, yedi sekiz defa okum ak, tekrarlam ak,
onu unutm ayacağım a, sıralarını bozm ayacağım a kendisini inandır­
mak lâzım gelirdi.
Bütün bunlara sadece en sonunda, yahut bu defa olm azsa gele­
cek defa Selm a H anım ı görm ek üm idiyle katlanırdım . Bazen son
bir m üdafaa hissiyle dudaklarım a küçük, yarı m ağrur, yarı alaycı
bir gülüm sem e yapıştırır ve etraftakilere, “G örüyorsunuz ya, bu bu­
daladan neler çekiyorum ? A m a ben işin alayındayım , siz aldırm a­
yın! Ö yle tadını çıkarıyorum ki, bu işin...” m ânasında güya yaptı­
ğım eğlenceli alaya onları da katan, kendim e cürüm ve eğlence ar­
kadaşı yapan bakışlar atardım .
Benim biçare, ürkek tebessüm üm ün, yan bakışlarım ın kim far­
kında idi? O rada, karşılarında C em al B eyefendi, kendinden em in,
kudretli, zalim , kırıcı hüviyetiyle her şeyi yangın kulesinin tepesin­
den seyreden otoritesi ve sevim sizliğiyle parlarken benim yüzüm ­
deki değişikliği fener tutsam bile kim se görem ezdi.

154
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Hayır, Cemal Bey hiç sevimli değildi. İnsana şöyle bir sıcaklık
aşılam ası bir yana dursun, taham m ül edilecek tek tarafı yoktu...
Dostluğu kayıtsızlığından beterdi. Ç ok defa söyleyeceklerini yalnız
bana işittirm ek için kolum a girdiği zam an bütün vücudum u acayip,
felce benzeyen bir üşüm e kaplardı. Bu herkes için aşağı yukarı
böyleydi. Şuayp Bey, o yanına gelip oturunca elini kanapeden ya­
vaşça çeker, toparlanır, A vukat Nail B ey olduğu yerde âdeta kakı-
lırdı. Bu böyle iken yine herkes onu gözetir, sayar, ondan çekinir,
hattâ hoş görm eğe çalışırdı. D iyebilirim ki, bu adam da bazı soğuk
ve tehlikeli hayvanların avlarını büyüleyen ve kım ıldam asına im ­
kân verm eyen çekiciliği vardı. Bu kuvvetle şüphesiz, hiç olm azsa
şer babında, çok büyük şeyler yapabilirdi. Fakat ileride anlaşılaca­
ğı gibi o da bir çeşit eksiklikle doğm uştu. Talih ve tesadüf etrafını
sanki bu adam dan korum ak isterm iş gibi bu iradeye ne tam bir he­
def, ne de kendisini toparlam ak im kânını verm işti.
H ayatına girdikçe etrafına yaptığı tesiri daha iyi anlıyordum . Bir
gün terzisi bana hesap defterini g ö sterd i. R akam lar yıkıcı idi. Adam
iyice yüzüm e baktıktan sonra başını sallayarak, “Dün de şu iki yüz
lirayı götürdüm . İstem işti...” diye parm ağıyla son rakam ı işaret et­
ti, ve birdenbire gözümün önünde çıldırıyorm uş gibi bir hiddet
içinde, hesap puslasanı yırttı. Üç gün sonra Cemal Beyi sırtındaki
elbisenin om uzunda, bana göre hiç de m evcut olm ayan bir pot için
adamı azarlarken gördüm ve zavallının sabrına şaşırdım . G örm e­
den inanılacak şey değildi bu. A dam cağız m ahcubiyetinden om uz­
larının arasında âdeta kaybolm uştu. D urm adan özür diliyor, ağzın­
dan, “ E m redersiniz efendim !”den başka bir şey çıkm ıyordu.
G öm lekçisi, ayakkabıcısı, sapkacısı, oturduğu katın sahibi hepsi
aynı şekilde paralarını alıyordu. Zavallı ev sahibi iki seneden beri
birikmiş kiraya mukabil birkaç yüz lira olsun behem ehal koparm ak
kararıyla gittiği evde, ev sahipliği denen m ukaddes vazifeye dair sı­
kı bir ders alm ış, ayrıca da banyonun fayanslarını değiştirm eyi, ar­
ka balkona bir cam ekân yaptırm ayı vaat etm eğe m ecbur kalm ıştı.
Keskin B oşnak şivesiyle durm adan, “ Fayanslar...” diyordu, hanım

155
TANPINAR

efendinin ropdöşam brına uym uyorm uş! Ve hakikaten bu talihsiz­


likten m ustarip görünüyordu.
ispritizm a C em iyeti’nde Cemal Beyin otoritesine ehem m iyet
verm iyen, hattâ böyle bir şeyin farkında bile olm ayan tek insan
M adm azel A froditi idi. A froditi, sım sıkı bir ten, her ağzını açışta
bir ispirto alevi gibi parlayan otuz iki d iş, uzun kirpikleri arkasında
telkinleri bir ufuk gibi derinleşen bakışlar, konuştukça sizin boğa­
zınızda düğüm lenen İtalyan babasından kalmış ağdalı, hardal gibi
sert ve dik, ve yine de son derecede tatlı bir ses, isteyerek çolpalaş-
tırdığı hareketleriyle bir örüm cek gibi dört bir tarafınızı saran eller,
bir yığın cazibe ve dostluk, hulâsa belki de farkına varm adan hare­
ket ve hücum hâlinae bütün kadınlıktı.
A froditi’de her şey uzviyetinin bir nevi em ri, ilham ı, hattâ giz-
leyem em ekten m üteessir olduğu h ediyeleriydi.
Afroditi Cemal Beyi görür görm ez bir elini yanağına götürerek
tıraş işareti yapar, “Y aktı...” diye arsız arsız bağırır, kaçar, ya benim
çalıştığım odaya, yahut da kahve ocağına girer, sıkı sıkı örttüğü ka­
pının arkasına dayanır, hardallı sesiyle gülerdi. A ncak kendisinde
affedilebilen bu kışkırtıcı şaka bizi aldatm azdı. Onu Cemal Beyden
böyle kaçıran şeyin bir türlü yenem ediği bir tiksinm e olduğunu he­
pim iz bilirdik. Zaten o da bunu gizlem ezdi:
- Ne yapayım ! Taham m ül edem iyorum ... derdi. Bu adam da çok
kötü bir şey var. N e olduğunu bilm iyorum .
Fakat Cemal B eye bunları görm ezlikten gelir, daim a kibar, daim a
üstten bakışlı, “G ençliğe ve güzelliğe affedilm eyecek kusur yoktur,
ne yapsın biçare, terbiyesi kıt!” der gibi tavırlar alırdı. H akikatte ise
A froditi’nin bu hâlleri onu sıkar, bir zırh gibi büründüğü haysiyeti­
ni zedelerdi. Cemal Bey haysiyetli adam dı. H aysiyeti, zenginin oto­
m obili, generalin yaveri, polisin tabancası, bekçinin düdüğü gibi da­
ima yanı başında, daim a en göze çarpar yerde idi. Bu haysiyeti gör­
m eden, ona dikkat etm eden, onunla karşılaşm adan ve onun tarafın­
dan rahatsız edilm eden Cemal B eyle m ünasebet kabil değildi.
Yirmi yaşında iken, annesinin ağır hasta olduğu bir gece, onun

156
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

başı ucunda beklerken, elindeki kalem le m asanın üzerine oynar gi­


bi bir şeyler çizm eğe başlam ış, hiç ehem m iyet verm ediği bir hâdi­
se, ertesi gece ve daha ertesi gece aynı saatte, yine farkında olm a­
dan tekrarlanm ıştı. Üçüncü gecenin sabahında A froditi bu hâdiseyi
olduğu gibi görmiiş ve o zam ana kadar başıboş eğleniyorum sandı­
ğı kâğıtlara dikkat etm iş, “D oktor değiştir!” cüm lesini iğri büğrü
çizgilerin arasından okum uş. İlk önce, aldırm ak istem em iş, sonra
bir dosta açılm ış ve bilhassa beraber yaşadıkları dayısının ısrarıyla
doktoru değiştirm işler ve kadın ölüm tehlikesinden kurtulm uş.
O zam andan sonra ne vakit elinde kalem , başı boş birkaç daki­
ka m asa başında beklese kendiliğinden bir şeyler yazm ağa başla­
mış. İlk önce kısa ve çok defa m ânâsız kelim eler, karışık cüm leler
hâlindeki bu yazılar gitgide genişlem işler, günün olaylarını, yahut
aileyi veya genç kızı, hattâ şehrin hayatını alâkadar eden m eselele­
re bağlı haber, açıklam a gibi şeyler olm ağa başlam ışlardı. Uzun
müddet birkaç dost arasında bu kabiliyetini denedikten sonra, etra­
fın ısrarıyla kendisini m uayyen m evzular üzerinde toparlam ayı öğ­
renmiş ve m üsait cevaplar da alm ıştı.
D aha sonra geceleri sık sık yatağından önüne geçilm ez bir kuv­
vetle sürüklenir gibi kalkm ağa, m asanın başına oturm aya ve sahi-
feler dolusu yazılar yazm ağa başladı. Çok defa böyle geceleyip
yazdığı şeyleri ne kendisi, ne de başkası okuyabiliyordu. Bazen de
mânası doğru dürüst kavranm ayan bir yığın başı boş kelim eler,
isimler, hattâ rakam lar, birbirini takip ediyordu. Bu rakam ların için­
de en sık geçeni 17 ve 153 rakam ları idi. K elim eler çok defa İtal­
yanca, R um ca, Fransızca ve T ürkçe oluyordu.
A froditi’nin babası C enovalı bir İtaly an ’dı. G ençliğinde hayatı­
na mal olm ası ihtimali bulunan m ühim ce bir hâdise yüzünden İz­
m ir’e kaçm ış, oradan İstanbul’a gelm iş, bir Rum kızıyla evlenerek
burada yerleşm işti. İyi kuyum cu ve tenordu. Tünel civarında açtığı
küçük dükkânı az zam anda tutunm uş, para, m ülk sahibi olm uştu.
Fakat aradan epeyce zam an geçtiği, hattâ adını bile değiştirerek ya­
şadığı hâlde kendisini em niyette addetm ediği için ailesiyle miina-

157
TANPINAR

sebetini kesm işti. O kadar ki 1915 yılında öldüğü zam an etrafında­


kiler ailesinin Cenovalı olduğunu, orada bir anası, babası ve bir de
kız kardeşi bulunduğunu ancak biliyorlarm ış. İskaçeri’nin ölüm ü
üzerine zaten dükkânda yetiştirdiği kayını işin başına geçm iş, M ü­
tareke yıllarının değişiklikleri arasında dükkân birdenbire büyü­
m üş, büyük bir m ağaza olm uştu. Fakat A fro d iti’nin babasının za­
m anındaki işçilik artık kalm am ıştı. Bu geniş, zengin, işlerini en iyi
ustalara gördüren m ağazada, hâlâ onun yaptığı işlerin arandığı söy­
lenirdi.
O yıllarda A froditi ile annesinin belli başlı düşünceleri bu ada­
mın hayatı; varsa eğer A froditi’nin uzaktaki hısım akrabası idi.
Genç kızı m edyum lukta ilerleten bu m erak olm uştu. D ostlarının
yanında, yaptığı tecrübelerde zihnini yavaş yavaş eski ehem m iyeti
gözünden kaybolan bu m esele üzerinde tutm ağa başlam ış ve niha­
yetinde kendisini gece yarılarında uyandıran, gündüzleri eline her
kalem alıp gözünü yum dukça kargacık burgacık yazılarla varlığım
anlatan kuvvetin, 1923’te kardeşini ve onun çoluk çocuğunu bekle-
ye bekleye ölen halası olduğunu öğrenm işti.
Ondan sonra tebliğler büsbütün sarihleşm iş, ölü hala onları d a­
ha yakından sıkıştırm ağa başlamıştı:
- N iye gelm iyorsunuz? N iye evim izde oturm uyorsunuz? Niçin
m irasınızı aram ıyorsunuz? diye üstlerine düşüyordu. Ben evlenm e­
dim , yem edim içm edim , her şeyi size sakladım . N iye gelm iyorsu­
nuz?
K ocasının adı ile, Cenovalı olduğundan başka hiçbir şey bilm e­
yen, elinde hiçbir vesika bulunm ayan kadıncağız gittikçe ağır ba­
san bu davete uyarak seyahate çıkm ayı ilk önceleri hiç de akıllı bir
iş gibi görm em işti. Fakat kızının ve etrafındakilerin ısrarı karşısın­
da, “H iç olm azsa şöyle bir gezm iş oluruz” diye yola çıkm ışlardı.
Ondan sonra en şaşırtıcı tesadüfler birbirini kovalam ış, m iras m e­
selesi kolayca halledilm işti.
O rtada büyük bir servet yoktu. M iras dar, fakat uzun bir sokak­
ta biri 17 num arada, öbürü 153 num arada iki evle ihtiyar kadının

158
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

biriktirdiği beş on paradan ibaretti. A froditi ile annesi bu iki m ül­


kün parasından çok fazlasını bu yolculukta sarf etm işlerdi. Fakat
tek başlarına ve bu kadar eşine rastlanm az şartlar altında bu işi hal­
letmeleri iki kadını son derecede şaşırtm ış ve düşündürm üştü. Asıl
hazini, ihtiyar halanın kardeşine bu evleri ve m obilyaları olduğu gi­
bi saklam ak için her türlü fedakârlığı yapm ış olm ası, bir pansiyon
işleterek, öm rünün sonuna kadar dantelâ örerek hayatını kazanm a­
sı idi. Ayrıca da onlara bir yığın dantelâ bırakm ıştı. Fakat bu birik­
tirm e ve saklam a merakı yüzünden evler de bakım sız kalm ıştı.
Afroditi ile annesi bu kadar garip şekilde kendilerine gelen bu
malları satm ağa kıyam am ışlar, ihtiyar halanın em rini tutarak İtal­
y a’da kalm ağa da gönülleri razı olm adığı için -z a te n işleri İstan­
bul’da id i- evlere hafif bir tam ir geçtikten sonra dönm üşlerdi.
O tarihten itibaren hala ortada yoktu. Afroditi her boş kaldığı an­
da m asa başına geçiyor, eline bir kalem alıyor, kaşlarını hafif çatı­
yor, alnını geriyor, yüzü m erm erdenm iş gibi kaskatı ve bütün çiz­
gileri âdeta içeriye geçm iş, saatlerce şefkatli halanın tekrar konuş­
masını bekliyordu.
Fakat hala görünm üyordu. Sanki üzerindeki ağır yükü attıktan
sonra bu fedakâr ruh ölüm ün vaat ettiği hakiki istirahate çekilm iş­
ti. Hakkı da vardı. Bütün hayatını uzaktaki kardeşinin ve onun kaç
tane olduklarını, yahut hakikaten m evcut olup olm adıklarını dahi
bilmediği çocuklarının düşüncesine vakfetm iş, elinde avucunda ne
varsa onlar için saklam ış; onlara, “İşte eviniz, işte benim sizin için
biriktirdiğim şeyler...” diyebilm ek için gözleri yolda beklem işti.
Hayatta, yapam adığı bu vazifeyi ölüm den sonra d a unutm am ış,
sonsuz boşluk içinde, dayanacağı hiçbir m addî m esnedi olm ayan
iradesi yıllarca bu kardeşin peşinde dolaşm ış, onları araya taraya
A froditi’nin genç kız yatağının başına kadar gelm işti. Bu kadarı
onlara yetm eliydi.
Fakat A froditi böyle düşünm üyordu. B irdenbire alıştığı ve bağ­
landığı bir iradeyi -İsp ritizm a C em iy eti’nde A fro d iti’nin halasının
adı İrade id i- daim a etrafında hazır görm ek istiyor ve bulam adğı

159
TANPINAR

için de ıstırap çekiyordu. O na kâfi derecede teşekkür bile edem e­


m iş, bir kere olsun, “N iye bu kadar zahm et ettin, halacığım ... Bil-
sen ne kadar üzüldük bu iş için...” diyem em işti. Sonuna doğru bu
m innet hissine ve ıstıraba bir nevi azap da karışıyordu:
- B ana ne m irastan? deyip duruyordu. Benim param var. Bizim
için ne diye yorulur, ne diye evlenm ez? Bu yapılır iş mi? Haydi
bunları yaptı, şim di ne diye görünm üyor?
K anaatım ca A fro d iti’nin asıl istediği şey, halasını hiç olm azsa
bir kere eline geçirip ona iyice bir teşekkür ettikten sonra, bütün bu
zahm etlere beyhude yere katlandığını anlatm ak ve belki de birden­
bire kendisini unuttuğu için biraz paylam aktı. Fakat bu kadar şef­
katli ve iradeli bir ruhun birdenbire vefasızlaşabileceğine de pek
inanm adığı için:
- Bu işte bir şey var, diyordu. Ya bize d arıld ı, yahut da başına bir
kaza geldi...
Ve halasına geniş ve tıka basa gidip gelişlerle dolu feza yolların­
da birdenbire sakatlanm ış, her türlü hareket im kânından m ahrum ,
bakım sız, olduğundan daha biçare tasavvur ediyordu.
- Belki de orada, evim izde kalm am ızı istiyordu. A m m a biz İs­
tanbulluyuz! diyordu. İstanbul’a alıştık. Babam bile buradan git­
m ek istem ezdi. B ütün ahbaplarım ız burada...
B enim , biraz da P ak ize’nin ve kardeşlerinin huysuzlukları yü­
zünden âdeta İspritizm a C em iyeti’nin dem irbaşı olduğum günlerde
A froditi bu işe bir başka hal çaresi bulm aya yeni başlam ıştı. İkide
bir elbisesinin bir tarafını süsleyen halasının dantelâlarından birini
iki parm ağının arasında tutup bize göstererek:
- İnsan birisini bu kadar severse nasıl darılır? diyordu. Hiç darı­
labilir m i? M uhakkak yorulm uştur. Yahut da bizim yüzüm üzden bu
dünyada evlenem edi. Ö bür dünyada birisini buldu ve evlendi.
Bu fikre biraz inanır gibi olduğu zam anlar Afroditi hakikaten m e­
suttu. O zam an gülüyor, şarkı söylüyor, beğendiği erkekleri kucak­
layıp öpüyordu. Çünkü bu haşarı çocuk halasının kendileri yüzün­
den evlenm em iş olm asını kendisine bir türlü affetm iyor, onun yarım

160
SAATLER! AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kalmış hayatından içten içe kendisini suçlu tutuyordu. O na göre bir


kadının behem ehal evlenmesi lâzım dı. Aksi tam bir felâketti. Bu
yüzden benim halam ın o yaşta evlenm iş olm asını beğeniyordu:
- Elbette! diyordu, elbette evlenecek... H erkes hayat'nı yaşam a­
lı!
Ve sadece bizleri hiç düşünm eden evlenm iş olduğu için halam ın
bizlere karşı olan m uam elesini, haksızlığını affediyor, hattâ hoş gö­
rüyordu. Ve evlenm em iş halasıyla benim , N aşit Beyin ölüm ünden
sonra, şimdi üçüncü bir izdivaca hazırlandığını işittiğim iz halam
arasında yaptığı bu canlılık ve irade m ukayesesinde, kendisini
m ağlûp gördüğü için horozu dövüşte yenilm iş bir m ahalle delikan­
lısı gibi üzülüyor, pis pis düşünüyordu.
On sekiz yaşından beri B eyoğlu’nun en çok aranan kızıydı.
Türk, ecnebi kendi cem aatlerinden hem en hem en kalbur üstünde
bütün İstanbul onu tanırdı. H er toplantıya çağrılır, her gittiği yerde
beş on âşık bulurdu. B una rağm en belki de hürriyetini sevdiği için
bir türlü evlenm eğe razı olm uyordu. İyiden iyiye uyandığı hâlde,
biraz evvelki rüyalarının havasından bir türlü sıyrılam adığı için ya­
tağından çıkam ayan bir insan gibi, o da hakikaten yirm i yaşm a
doğru çok gürültülü ve heyecanlı yaşadığı ve bütün tadını çıkardı­
ğı genç kız hayatını bir türlü bırakam ıyor, aradaki beş sene içinde
birçok şeyin esaslı şekilde değişm esine rağm en onu devam ettir­
mek istiyordu.
Her yaşta bir yığın erkek arkadaşı vardı ve hepsiyle aynı cöm ert
dostluk içinde yaşıyordu. Hepsi o n a büyülenm iş gibi bağlı ve hep­
si de bu yüzden az çok biçare idiler. Fakat bir m üddet sonra, kadın­
lığının ve güzelliğinin ne kadar tehlikeli bir silâh olduğunu bilm e­
yen bu genç kızdan ya büsbütün uzaklaşıyorlar, yahut da m ustarip
ve huzursuz onun etrafında h er gün aynı m ahrem iyet ve cazibelerin
tesiri altında kala kala ona alışıyorlardı.
A froditi’nin m acerası cem iyetteki kadın ve erkek bütün azanın
devamlı konusuydu. O , N evzat H anım ın M u rat’ı gibi, bu toplulu­
ğun değişm ez ve eskim ez m evzularından biriydi. Bu o kadar böyle

161
TANPINAR

idi ki elim e beş on para fazla geçsin diye aralarına katıldığım za­
man bu cem iyetin daha ziyade bu ihtiyar kadınla M urat üzerinde
konuşm ak, onların m evcudiyetinden şüphe etm ek, yahut onları ka­
bul etm ek için kurulduğunu sanm ıştım .
G enç kızı, aralarındaki on yaş farka rağm en D am e de S io n ’dan
tanıyan (!) ve galiba hiç sevm ediği hâlde son derecede sevdiğini id­
dia eden asıl m edyum um uz Sabriye H anım efendiye göre, m ektep
arkadaşı öyle m edyum filân değildi ve hiç de olm am ıştı. O sadece
İtalyan sefaretinde genç bir kâtiple birkaç sene sevişm işti. Yine
Sabriye H anım a göre bu aşk İstanbul’un o zam anki kibar muhitini
çok m eşgul etm işti. B ütün ecnebi kolonisi ve onlarla m ünasebette
olan T ürk m uhitleri son derecede güzel ve kibar buldukları İtalyan
diplom atı yüzünden bu aşkı her safhasında takip etm işlerdi. Bütün
m esele genç diplom atın birdenbire m em lekete dönm esiyle başlı­
yordu. A froditi sevgilisiyle bir daha buluşm ak ve evlenm e şansları­
nı son defa denem ek üzere yapm ağa karar verdiği bu seyahate an­
nesini razı edebilm ek için bu m acerayı uydurm uştu. M iras m esele­
sinin çarçabuk halli de bunu gösteriyordu. Bu iş daha evvelden ha­
zırlanm ıştı. Eğer bu cinsten bir yardım olm asa o kadar kısa bir za­
m anda böyle karışık işin halline im kân var mıydı ?
Sabriye H anım ın hem en herkese ayrı ayrı anlattığı bu hikâye
acaba işin asıl hakikati m iydi? B urasını hiç kim se bilem ezdi. Şura­
sı m uhakkak ki hakikat de olsa, ona inanm ak cem iyet azasınm ho­
şuna gidecek bir şey değildi. Çünkü N evzat H anım ın M urat’ı gibi,
A froditi’nin halası da bu küçük topluluğun can kurtaranlarından bi­
riydi. Bu m asal, doğru veya yanlış, onlara lâzım dı. Onun sayesinde
ölüm ün bilinm ezi birdenbire canlanm ış, aralarına girm iş, kendile­
riyle iş birliği etm işti.
Bu canlı ve son derecede m eraklı m acera şöyle dursun, hayat
yollarını d arlaştıran , teklifler, tem bihler, hatırlatm alar, öğütlerle do­
lu şeylerdi. Bu tebliğleri bize dikte eden ruh, hiçbir akideyi incit­
m eden, sonunda yine m ahiyeti meçhul kalan tatsız tuzsuz bir haki­
katten bahsediyordu. A froditi’nin halası ile N evzat H anım ın Mu-

162
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

rat’ı ise bizim hayatım ıza iyiden iyiye uzanan varlıklarıyla âdeta
yanı başım ızda idiler. O nlar hem en hem en bizim gibi yaşıyorlardı.
Bir yalan olsalar bile m evcuttular.
M ürşidim iz bile bu işte hakikatin peşinde değildi. O sadece vâ-
kıaların peşinde idi. V âkıa, A fro d iti’nin halası idi. Bu kadarı kâfi
gelmeliydi! Bu sevimli ruhlar, karanlık ve karlı gecede, siz eviniz­
de otururken birdenbire kapıyı çalan ve sobanızın önünde paltosu­
nu ve boyun atkısını üzerlerindeki buzları çatırdata çatırdata çıka­
ran bir m isafir gibi gelm iş, hiç de kendisinin olm ayan bir âlem de
içimizden birisine delâlet etm iş, ve böylece varlığım ve yaşadığı
şartların kudretini gözümüzün önüne koym uştu.
Bunu rom ancı A tiye H anım çok iyi anlıyordu. O nun için Sabri-
ye Hanım ın verdiği, akla yakın izahatı dinlem ezdi bile. A fro d iti’nin
m eselesinde öyle bir bedahet vardı ki inkâra kalkışm ak beyhude
idi. Zavallı kız, halası kendisiyle artık m eşgul olm adığı için tacın­
dan, tahtından uzaklaştırılm ış bir kıraliçe gibi m eyus ve biçare ara­
m ızda dolaşıyor, sadece geçm iş kudretini hatırlayarak yaşıyordu.
Bu portre belki yalnız A tiye H anım ın m uhayyilesinden doğm uştu.
Hakikî A froditi’nin hiç de m eyus bir hâli yoktu. Fakat A tiye H anı­
mefendi bir rom ancı sıfatıyla işi böyle alıyordu.
Zaten A tiye Hanım bu noktada da birdenbire, size herhangi bir
itiraz fırsatı verm eden sözü çeviriyor, bilm em nedense derhal genç­
liğinde pek rağbet kazanm ış olan K ıraliçe Kristirı adlı bir film i ha-
tılıyordu. O zam an fikirleri biraz karışıyordu. Çünkü A tiye H anı­
mefendi bu film i çok sevm işti. Kendi sanat hayatında bu film bir
dönem eç yeri olm uştu. Çoktan beri tıpkı ona benzer bir K ösem S u l­
tan yazm ak istiyordu. İşte bu K ösem Sultan için, A fro d iti’nin bu­
günkü hâli canlı bir örnek olacaktı.
Fakat bu kitabı yazm ası için daha epeyce beklem esi lâzım dı.
Çünkü A tiye H anım , henüz hayatının kendisine hazırladığı m evzu­
ları bitirm em işti. Birbiri ardınca çıkardığı on altı rom anı, bu yorul­
maz erkek m üstehlikini ancak on sene evvelki aşkına kadar getire­
bilmişti . Halbuki aradaki on sene içinde hiç olm azsa bir o kadar da-

163
TANPINAR

ha erkek harcam ış, bu yüzden çok asil hislerle içlenm iş, üzülm üş,
ıstırap çekm işti. Ve yaşam ak onun için sevm ek, sevişm ek, erkek
değiştirm ek, ıstırap çekm ek olduğuna göre, başından hiç olm azsa
yeniden bir on altı cildi doldurabilecek m aceralar geçm işti. B ina­
enaleyh K ösem Sultan rom anı bir m üddet daha bekleyecekti.
B öyle olm ası, Sabriye H anım ın anlattığı şeylere inanm am asını
icap ettirm ezdi. O halanın m evcudiyetinin lüzum una kanidi. Yoksa,
genç diplom ata hiçbir itirazı yoktu. H attâ bir rom ancı sıfatıyla bu­
nun lüzum una kanidi. K aldı ki, kendi nefsinden biliyordu, dünya­
nın ölm üş ölm em iş bütün halaları bir araya gelse insan, böyle bir
m ünasebet olm adan kalkıp İtaly a’ya gidem ezdi. Bittabi bütün bun­
ları S abriye’ye söylem enin hiç lüzum u yoktu. O biçare kız, öm rü­
nün sonuna kadar kıskanm ağa m ahkum du.
M eşrutiyet senelerinde T ü rk iy e’ye hicret etm iş Lehistanlı bir
Yahudinin torunu olan M adam Plotkin, A tiye H anım efendinin tam
zıddına olarak, Sabriye H anım a inanıyordu. Fakat dedikoduyu hiç
sevm ediği için bu husustaki fikrini ancak, bahsi açıldı diye, ve ya­
nında bulunanlara söylerdi. M adam Plotkin ayrıca hakikati de se­
verdi. Bu itibarla bildiği bazı tafsilâtı da saklam azdı. M eselâ genç
diplom atın evlendiği Brezilyalı dul kadını geçen sene kocası M ös­
yö P lotkin’le beraber Ç ekoslovakya’ya gittiği zam an P rag ’da tanı­
m ıştı. O da A fro d iti’yi pek severdi, am m a doğrusu Brezilyalıyı da­
ha güzel, daha com m e il fa u t ve daha çok zengin bulm uştu. Sonra
birdenbire yine sözü A froditi’ye çevirirdi:
- Zavallı kızın hiç talihi yok! derdi. B u sefer de Sem ih Beyi se­
viyor. Halbuki Sem ih Bey delicesine N evzat H anım a âşık...
O zam an Sabriye H anım içini çekerek vaziyeti tasrih ederdi:
- Zavallı Sem ih Bey... d e rd i. B eyhude yere akıntıya kürek çeki­
yor. N evzat H anım , artık dünyada kim seyi sevem ez. N e onu, ne de
başkasını... A m m a erkek aklı, ne yaparsın!
Ve yan gözüyle, daim a kibirli, daim a dudaklarında küçüm seyici
tebessüm ü kendilerini dinleyen Cem al B eye hafiften bakardı. Bu
an, Sabriye H anım ın kül rengi yanaklarını hafif bir kan dalgasının

164
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kapladığı, gözlerinde acayip parıltıların dolaştığı andır. Sonra ince­


cik dudaklarını ısırır ve bir kutu kapatır gibi, sım sıkı kilitlerdi. Bu
şüphesiz susm ak için değildi. M uhakkak ki bu anlarda Sabriye H a­
nım içinden “Sevgilim , beni affet!” derdi. “ Senden bu şekilde inti­
kam alm am alıydım !” Çünkü Sabriye H anım Cemal B eye âşıktı.
Fakat İspritizm a C em iyeti’ne bunun için girm em iş, bu yüzden
medyum olm am ıştı. Bunun büsbütün başka sebebi vardı. O insan
işlerine m eraklıydı. D aha beş yaşından itibaren bir fareye benzeyen
küçücük yüzünde alabildiğine açılm ış gözleriyle ve alabildiğine
delik kulaklarıyla evin içinde olan biten ne varsa hepsinin aslını öğ­
renmeğe çalışm ıştı. Bu tecessüs çocukta belki üvey annesini baba­
sından kıskandığı için başlam ıştı. Belki de sadece böyle yaratıldığı
içindi. B üyüdükçe bu merak ve tecessüsü de kendisiyle beraber bü­
yüm üş, sırasıyla sokağa, m ahalleye, sem te, oradan şehre, şehirden
bütün hayata taşm ıştı. B öylece otuzuna kadar yaşadığı dünyada
olan bitenleri iyice öğrendikten ve bilhassa öğrenm e cihazlarını
adamakıllı kurduktan sonra öbür dünyaya m erak sardırm ıştı.
Nasıl ilim , dünyam ızı iyiden iyiye tanıdıktan sonra diğer yıldız­
ları hedef alm ışsa, Sabriye Hanım da şimdi öbür dünya ile, oradaki
hayatla m eşguldü. Tecrübe m asası, İspritizm a C em iyeti bu gizli
âleme açılm ış pencerelerdi. Sabriye H anım efendi pencereleri se­
verdi. Evinde kaldığı zam anlar evin her iki sokağa açılan pençele­
rinden hiçbirini ihmal etm ezdi. Şim di ufku daha geniş, daha sonsuz
bir pencerenin önünde idi.
Şurası da var ki Sabriye H anım bunu yaparken dünyam ızla alâ­
kasını hiç de kesm iş olm uyordu. Ö bür dünya Sabriye H anım a göre
buranın bir devam ıydı. Y üzlerce tanıdık orada idi. E vet, hangi m e­
sele ile meşgul olursa olsun ya alâkadarlardan biri, yahut en yakın
m üşahit, m uhakkak bir veya birkaçı orada idi. İki dünya hakikatte
birbirlerine çok yakındılar. M eselâ kom şusu Z eynep H anım ın inti­
harı işinde, hakikati anlam ak için öbür dünyadakilere m üracaat
âdeta zarurî olm uştu.
Bu intihar Sabriye Hanımı kökünden sarsm ıştı. Z eynep Hanımı

165
TANPINAR

çok sever ve beğenirdi. İyi, asil, kibar ve intihan da gösteriyor ki


talihsiz bir kadındı. V âkıa kendisi gibi iyi bir m ektepte okum am ış­
tı, biraz kapalı yaşardı am m a akıllı kadındı. Kocası zengindi ve
kendisini seviyordu. H içbir m eselesi yoktu. Ö yle olduğu hâlde gü­
nün birinde, hem de tabanca ile intihar etm işti. Polis, işi asabî buh­
ran diyerek kapatm ıştı. Fakat sinir denen şeyi sadece başkalarının
dalına binm ek için bir vasıta gibi gören Sabriye H anım böyle bir
şeye inanm azdı. Z eynep H anım ın kocası aradan iki sene geçtiği
hâlde hâlâ evlenm em işti. O kadar peşine düştüğü hâlde dışarda hiç­
bir m ünasebetini işitm em işti. H ep eski sessiz sadasız, kibar adam ­
dı. Sırtından büyük bir yükü atm ışa benzem iyordu. M eselâ, Allah
gösterm esin, böyle bir şey kendi başına gelse emindi ki bu Cemal
Bey denen soğuk adam sevinirdi. Fakat Z eynep Hanım ın intiharı
hiçbir erkeği hafifletm işe benzem iyordu. N e de yine bu erkekler­
den herhangi birini tabiî kocasından başka, büyük bir teessüre dü­
şürm em işti. Yine tanıdıklarından hiçbir kadın, ne sevinm iş, ne de
vicdan azabı duym uştu. N evzat H anım , aynı apartm anda oturduk­
ları hâlde hep aynı şaşkın, yeni doğm uş çocuk hâlini m uhafaza et­
m iş, A tiye H anım yazm akta olduğu rom ana sadece bu intiharı nak­
leden bir bahis ilâve etm ekle kalm ış -h a n g i rom ancı böyle bir fır­
satı k açırır?-, Selm a H anım yalancıktan biraz ağlar görünm üş - o
gün m akyajı çok yerinde idi, gideceği yer de vardı... Hem son za­
m anlarda göz kenarlarındaki çizgilerden korkm ağa b aşlad ı-, Seher
H anım ise bir ay sonra haber alm ıştı. M adam Plotkin kocasının ve­
kâletini aldığı Ç ekoslovakya’daki fabrikalardan gelecek m allarla o
kadar m eşguldü ki zaten böyle birşey aklına gelem ezdi. O hâlde?..
Zavallı Zeynep H anım ın ölüm üne sebep neydi? Bu intihar niçin-
di?
Bunun gibi ortada birçok halledilm em iş m esele vardı. Y üzlerce,
binlerce insan, orada, öbür dünya dediğim iz büyük depoda, kendi
sırlarının üzerlerine kapanm ış, kıskanç ve sessiz bekliyordu.
İşte Sabriye H anım onları konuşturm ak istiyordu. İspritizm ayı
bunun için m erak etm işti. H âfızasındaki dosyaları tam am lam ak,

166
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

meçhulleri aydınlatm ak için.


Fakat işin içine bir talihsizlik karışm ıştı. Tecrübelere başlar baş­
lamaz m edyum olduğu anlaşılm ıştı. M edyum olm ak Sabriye H anı­
mın hiç işine gelm ezdi. O geceleri kendi rahat yatağında bile bir
kulağı kirişte uyurdu. Şimdi başkası tarafından uyutulm ak hiç ho­
şuna gitm iyordu.
Kaldı ki m edyum hür değildir. Sual soram az. İradesi başkasının
elindedir. Bir çeşm e lülesi gibi ağzından başka birisinin düşüncesi
akardı. O peratör, sualleri sorar, ruh cevap verir. H albuki Sabriye
Hanım sualleri kendisinin sorm asını isterdi. Bu işe bunun için gir­
m işti. Şimdi tam tersine oluyordu.
B ununla beraber Sabriye Hanım iradesi, -b u hakikaten olur şey
d eğ ild i- bu um um î kaideyi bozm ağa m uvaffak olm uştu. Filhakika
onun ağzından konuşan ruhlar her nedense çok defa m ürşidin sual­
lerine cevap verecek yerde, alelâde dünya işleriyle m eşgul olm ayı
tercih ediyorlardı. O peratör, bir başka m edyum da, m eselâ eski bir
Kadirî şeyhinin oğlu olan H üsnü B eyde, daim a çok tafsilâtlı cevap­
lar aldığı ruhların tasfiyesi meselesini şayet yanlışlıkla Sabriye H a­
nımın ağzından dinlem ek ve öğrenm ek isterse m esele derhal deği­
şiyor, ispritizm a lûgatıyla ruhların çirkin ihtiraslarından kurtulup
temizlenm esi m ânasına gelen bu tasfiye kelimesi insanların arasın­
daki alelâde m ânasını alıyordu:
- Hayır, ne münasebet! Şirket tasfiye edilir mi hiç! Bilâkis eski­
sinden daha itibarda. A ksiyonlar yükseldi, daha da yükselecek!
- Yüksek varlıkla hiç tem as edebildiniz m i? cinsinden bir suale
Hüsnü Beyin ağzından daima:
- O m ertebeye gelebilm em için en aşağı on bin sene çile çek ­
mem lâzım . Zaten o zam an sizinle m ünasebette bulunam am ! tar­
zında cevaplar gelm esine m ukabil, Sabriye H anım ın ağzında aynı
ruh:
- Hayır, hiç teşebbüs etm edim . H attâ düşünm edim bile. Ben bu­
rada Rudolf V alentino’nun son m uaşakasıyla m eşgulüm ! İsterseniz
anlatayım! cevabını veriyordu.

167
TANPINAR

Ç ok defa da kendisini tam m evzuuna verm işken birdenbire sözü


keser:
- B ulam ıyorum . Z eynep H anım efendiyi bulam ıyorum ; galiba
intihar edenlerin yeri ayrı... Ben de buranın yenisiyim . K usura bak­
mayın! diye itizar ederdi.
B azen de yine aynı dindar, terbiyeli ve iyiliksever ruh m ürşidin,
insanların daha tem iz ve daha saf olabilm eleri çaresini sorduğu za­
man:
- Siz budala m ısınız? B ırakın bu m eseleleri! B urnunuzun dibin­
de olan şeylere bakın. B ugünlerde içinizden birini son derece şaşır­
tan bir hâdise hazırlanıyor! diye söyleniyordu.
Sabriye H anım ın m edyum lukta en m uvaffak olduğu şey, bedeni­
nin dışına çıkabilm esi, düşüncesiyle dolaşm ası idi. B öyle bir iş ve­
rildi mi derhal eski bir eteklik gibi vücudunu orada, aram ızda bıra­
kır, ve gösterilen düz duvara tırm anır, istenilen pencereden seve se­
ve bakar, gördüklerini ballandıra ballandıra anlatırdı. Filhakika mü-
tecessis tabiatına en uygun olanı da bu id i. Böyle bir fırsat eline geç­
ti m i, erken uyanm am ak, aram ıza çabuk dönm em ek için her hileye
baş vurur, m ürşide, “K arşıdaki apartm anın üçüncü katına da bir da­
kika bakayım m ı?” diye yalvarırdı. “B en, Suat Hanım zannediyor­
dum . Halbuki o değilm iş. Sarışın bir kadın... Uzun boylu, tanıyam a­
dım ” diye bize gördüklerini anlatırken iyice katılaşm ış yüzünde
görm ekten, bilm ekten gelen saadet, bu çirkin kadını, âdeta tabiî uy­
kusunda çok m esut bir rüya görüyorm uş gibi güzelleştirirdi.
Sabriye H anım , bu cinsten tecrübelere tek bir şart koşm uştu. O
da, operatörün kendisini, N evzat H anım ın evine bir göz atm ak fır­
satını verm eden uyandırm am ası idi. U yandıktan ve kendine geldik­
ten sonra da ilk sözü: “ N e söyledim ? A caba bir şey gördüm mü?
B aktırdı m ı?” suali olurdu.
H akikat şu k i, Sabriye H anım , N evzat H anım la Zeynep Hanım ın
kocası arasındaki gizli bir aşkın genç kadının intiharına sebep oldu­
ğunu zannediyordu. O , A fro d iti’nin halası gibi, M urat’ın da bir ya­
lan olduğuna ve bu yalanın, çok m ücrim bir aşkı, bir insanın, hem

i 68
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

de kendisinin çok sevdiği bir insanın ölüm üne sebep olan bir aşkı
örtm ek için icat edildiğine inanıyordu.
Bu m eselede kulübün efkârıum um iyesi Sabriye H anım a sadece
iltihak etm em ekle kalm ıyor, onu düpedüz reddediyordu. M urat A f­
roditi’nin halasına da benzem ezdi. O bir vuruşta böyle hiç lüzum ­
suz yere yıkılacak cinsten değildi. İspritizm a C em iyeti’nin yarı nü­
fuzu, şirinliği, dost havası, bu aksi, titiz, lafını esirgem ez, böyle ol­
duğu için de sevimli ruhtan geliyordu. B ir akşam onun biitün elekt­
riklerimizi söndürüp dakikalarca hepim izi heyecandan, korkudan
olduğum uz yerde titretmesini kim unutabilirdi? Bu hâdisenin oldu­
ğu günün haftasında cem iyet yeni aza kabul etm em ek kararını al­
m ağa m ecbur olm uştu. Bu kadar sevilm iş ve benim senm iş bir uzuv
feda edilem ezdi.
Onun için operatörüm üz, Sabriye H anım a bu iş için verdiği va­
atleri tutm az ve Sabriye H anım ı N evzat H anım ın evinden daim a
uzakta bulundurm ağa dikkat ederdi. Çünkü N evzat H anım a belki
1a f anlatm ak kabildi am a, M urat’a ne derecede m ü m kündür, bunu
hiç kim se bilem ezdi. Ve hiçbirim iz onu darıltm ak istem ezdik.
B ununla beraber, bu şüphe ve onun getirdiği küçük facia havası
da hoşa gitm ez değildi. M esele biraz da kendisini m eraklı, oldukça
dehşetli bir vaziyette görm ek olduğuna göre bu da ihm al edilecek
şeylerden değildi.
Sabriye H anım , bunun farkında olduğu için uyutulm ağa daim a
nazlanır, alelade m asa tecrübelerini tercih ederdi. G erek evinde, ge­
rek kulüpte sık sık bu cins tecrübeler yapar ve nasılsa davetini ka­
bul etmiş olan ruhlara hakikî âhiret azabının ne olduğunu öğretirdi.
Filhakika onun sualleri karşısında şaşırm am ak hem en hem en im ­
kânsızdı. Bu tarzdaki tecrübelerde m ürşidin, yahut operatörün usu­
lüne alışık olan ruhları çağırm am ayı tercih ederdi. H ikâyesini ben­
den dinlediği Seyit L ûtfullah’ı seçm esi ve aşağıda anlatacağım gi­
bi onunla büyük bir iş birliği yapm ası bu yüzdendi. F ilhakika Sab­
riye H anım , Seyit L ûtfullah’ı benim delâletim le çağırdıktan bir haf­
ta sonra İspritizm acılar C em iyeti’nde verdiği bir konferansta, “İsp­

169
TANPINAR

ritizm a ve sosyal tem izlik” m evzuu üzerinde bir hayli ısrar etm iş ve
ruhlardan m üteşekkil bir istihbarat servisinin ne şartlarla kurulabi­
leceğini ve ne gibi faydalar tem in edebileceğini iyice anlatm ıştı. Bu
hususta Taflan D eva Beyin kendisine sıkı sıkıya yardım ettiğini bi­
liyorduk. Bu zengin, kibar ve çok okum uş adam hakikaten büyük
ve ateşli bir tem izlik m eraklısıydı. Ç ok defa düşünürüm , bizim
m em leketim izde istidatlar hakikî yerlerini bulsa hayatım ız ne kadar
değişir ve güzelleşir. Taflan D eva Beyi on dakika dinleyip de kay­
dı hayat şartıyla, İstan b u l’a veya herhangi bir şehrim ize Beledi>e
reisi yapm a hülyasına kapılm ayan, hattâ bunun için varını yoğunu
sarfa hazır olm ayan, aram ızda hiç kim se yoktu zannederim . İrfanı,
iyi terbiyesi, her sınıftan bir yığın insanı tanım ış ve kendisine bağ­
lam ış olm ası, bunu pekâlâ m üm kün kılabilirdi. Yazık ki Taflan D e­
va Bey tem izliği sadece içtim â ve ahlâkî m ânasında alıyordu. Onun
için sokak, ev, şehir, daim a ikinci, üçüncü derecede şeylerdi. Asıl
m ühim olan cem iyetin m uzır düşüncelerden kurtul m aşıydı.
İşte Sabriye H anım ın bu m erakı yüzünden Seyit Lûtfullah’la bir
gece hiç um m adığım bir zam anda birdenbire karşılaştım . D oğrusu­
nu isterseniz bu cem iyete girdiğim andan beri kendimi yeniden ona
yakınlaşm ış hissediyordum . N e kadar İlm î'gayelerle teşekkül etmiş
olursa olsun, ne kadar ciddî m eselelerle uğraşırsa uğraşsın, burası
onun m alikânesiydi. D aha ilk gününde onu yanı başım da görür gi­
bi olm uştum . Bazı tebliğlerde aşikâr şekilde m üdahalesi oluyordu.

Bu hayat sonuna kadar böyle devam edebilirdi. Fakat Cemal B e­


yin hiç beklenm edik bir m üdahalesi beni cem iyetten birdenbire
uzaklaştırdı. Şirkette bana çok iyi bir vazife teklif etm işti. Bol para
alacaktım . O nunla beraber çalışacaktım . “Z aten arkadaşız, değil
m i?” diyordu. Fakat serbest kalm am bütün günüm e sahip olmam
icap ediyordu. F ener P o stanesi’ndeki işim gibi, İspritizm a Cem iye-
ti’ni de bırakacaktım . T eklif o kadar güzeldi ki ister istem ez razı ol­

170
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

dum . Kendi tâbirince, artık sıraya giriyordum . B uradan daha büyük


m evkilere geçebilirdim . K abiliyetli adam dım , ne diye kendim i bu
m ânâsız işlerde israf ediyordum ? H ele böyle alelâde hizm etçiliğe
benzeyen bir işte kalm am hiçbir suretle doğru değildi.
Cemiyetteki hayatım beni de yorm uştu. A kşam yem eklerim i ev ­
de yemem m üm kün değildi. U ykum perişandı. İspritizm acılar he­
men hemen bütün vaktim i alıyordu. Yirmi dört saatin içinde tek
dinlenm e zam anım , Cemal Beyin beni gönderdiği işlerde geçirdi­
ğim zam andı.
Kulüpten ayrılırken veda ettiğim Nail Bey, meseleyi benden bir
daha dinledi. Sonra bir gözünü yum arak:
- Seyit Lûtfullah... dedi.
Ben, anlam adığım ı gösterm ek için yüzüne baktım . Sonra latife
ediyor sanarak cevap verdim:
- O emin ellerde... Sabriye H anım onunla m eşgul...
Nail Bey, elim e bir gün evvel yayınlanm ış bir tebliği tutuşturdu.
Bu tebliğde, İspritizm a C em iyeti’ne son zam anlarda kötü ruhların
musallat olduğu söyleniyor, bilhassa Seyit L ûtfullah’ın celselerde
çağırılm am ası tavsiye ediliyordu.
Nail Bey:
- Seyit Lûtfullah çok şey biliyordu... dedi. Sabriye H anım kadar
biliyordu. Sen de ona karm akarışık sualler soruyorsun... N eyse,
ayağını denk al!
Nail Beyin sözlerinin hakikî m ânasını çok sonra anladım . Ben o
dakikada İspritizm a C em iyeti’nden eski dostum la beraber ayrıldı­
ğımı düşünüyordum .
Cemal Beyin maiyetindeki işim rahattı. Saat beşten sonraki za­
manım benim di. M uhit değişm işti. B urada, Fener P ostanesi’ndeki
cıgara yanıklarıyla dolu tahta m asa telefon etm ek için sıra bekle­
yen, itişen kakışan yüzlerce insan, onların birbirine karışan konuş­
maları yoktu. H er şey kibar, rahattı. Telefon benim konuşm am için­
di. Zil seslerine ben koşm uyordum . B ilâkis ben basınca koşan
adam lar vardı. İlk gün üst üste sekiz defa aynı hadem eyi çağırdım .

171
TANPINAR

Birinde havayı sordum , İkincisinde saati; üçüncüsünde paltom u tu­


tup giydirm esini, dördüncüsünde çıkarm am a yardım etm esini iste­
dim ; beşincisinde adını öğrendim ... V âkıa sonunda iş biraz cıvık­
laştı. A kıncısında cıgara ikram ederek karşım a oturtm uş, yedincisi-
ni kalkıp gitm esi, sekizincisini tekrar gelmesi için çalm ıştım .
İster inanın, ister inanm ayın, bu benim için hakikî zevkti. Sıra­
ya girmiştim!
A kşam ları Ş ehzadebaşı’ndaki kıraathanede D oktor R am iz’le
buluşm ağa başladık. Fakat kahvede eski cüm büş kalm am ıştı. Dört
senede m üşterilerin çoğu gitm işti. N e çıkar, biz vardık: Yangeldi
A saf Bey, D oktor R am iz, iki üç ressam , gazeteci... Ve ben araların­
da yeni tecrübelerim le zengin bayağı bir şahsiyet olm uştum . A ra sı­
ra şair Ethem Bey geliyor, bize ispritizm acılara dair havadis veri­
yordu. N evzat H anım son zam anlarda büsbütün dalgın ve neşesiz­
di. Sabriye H anım hem en hem en cem iyete uğram ıyordu.
B ir gün telefon çaldı. Sabriye H anım dı. Evinde yapacağı bir top­
lantıya çağırıyordu. İtizar ettim , ısrar etti. K abule m ecbur oldum .
Fakat biraz sonra C em al B eye bahsedince birdenbire kızdı:
- Sakın ha!., dedi. Sakın, zinhar... H içbir suretle gitm eyeceksin!
Tabiî gitm edim .
Bu esnada Cemal B eyle olan hususî m ünasebetim iz eskisi gibi
devam ediyordu. K ahve, ev, her tarafta, bana ihtiyaç oldukça aranı­
yordum . Fakat Cem al B ey değişm işti, H er gün biraz daha hırçın
oluyor, em irlerini ne kadar dikkatle yaparsam yapayım , beni azar­
lıyor, itham ediyordu. Bu arada bazı sıkıntılar da geçirdiğini bildi­
ğim için buna yoruyordum . M üthiş p arasızd ı. H er an hesaplar yapı­
yordu. Bazen cebinden avuç dolusu para çıkarıyor, gözüm ün önün­
de sayıyor, birtakım parçalara ayırıyor, sonra büyük bir yeisle cüz­
danına yerleştiriyordu.
- A y ı çıkaram ayacağım ! diyordu.
Halbuki önüm de saydığı para ile bütün K aragüm rük ahalisi hac­
ca gidip gelebilirdi. O yılın kışı bu hesaplarla geçti. Sonra vaziyet
birdenbire düzeldi. V âkıa Cem al Bey bana karşı olan muamelesini

172
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

değiştirm edi, terzinin, ayakkabıcının, göm lekçinin, K arak ö y ’deki


kasabın, ev sahibinin bütün kabahatleri yine benim di, hepsinin na­
mına yine ben hesap veriyor, ben terliyor, ben azap çekiyordum .
Fakat para hesapları ortadan kalkm ıştı.
Bu sırada küçük bir hâdise oldu. B ir gece Sabriye H anım , büyük
cüssesi sokağım ızı kapatan bir otom obille beni evim de ziyarete
geldi. Geçm iş zam andan konuştuk, hâtıraları yâdettik. Cem al B e­
yin hayatına dair benden bazı ufak tefek bilgi sızdırdı. Sonra karım ­
la, baldızlarım la öpüşerek ayrıldı.
Sabriye H anım ın evim ize gelişi hayatım ızı kökünden sarstı. K a­
rım, baldızlarım bu şık kadının kıyafetine hayran olm uşlardı. İyi gi­
yinmenin paraya muhtaç olduğunu pek kestirem edikleri için behe­
mehal onu taklide karar verdiler. B u, onlarca yalnız bir irade mese-
lesiydi. Ve üçü de iradelerini şiddetle kullanm ağa başladılar. Bir
ayın içinde üç m aaşım ı birden sarf ettim . Fakat im kânsızdı. Yine
her şeyleri eksikti. Sabriye H anım giderken küçük baldızım ı pek
beğendiğini söylem işti. Küçük baldızım bu iltifatı o kadar ciddî ka­
bul etti, öyle inandı ki o senenin güzellik m üsabakasına girm eğe
karar verdi.
Ondan iki ay sonra, nasılsa adresim i bulan N evzat H anım evim i­
ze geldi. O da benden o gece Sabriye H anım ın neler sorduğunu öğ­
renmek istedi. Ayrıca Cemal Beyin kendisi hakkındaki düşüncele­
rini m erak ediyordu.
Üç kardeş bu sefer hakikî zarafetin N evzat H anım da olduğuna
karar verdiler. E vcek, elbiseler, çam aşırlar değişecekti. H er şey yok
pahasına satıldı. Ben iki maaş daha peşin sarf ettim . Ü stelik Pakize
bu sefer beni kıskanm ağa başladı. O zam ana kadar hiç beğenm edi­
ği kocası birdenbire gözünde kıym etlenm işti. Bu cinsten bir kadı­
nın beni aram ası için ortada çok cid d î bir sebep olm alıydı. M uhak­
kak aram ızda bir şey vardı.
Nevzat H anım ın ziyaretini Cem al B ey nereden öğrenm işti? D a­
ha ertesi günden itibaren bana karşı buz gibi soğuktu. H ususî işle­
rinde yaktığı tenkitler resm î işlerine de geçti. H içbir yaptığım ı be­

173
TANPINAR

ğenm iyordu. K âğıtları suratım a atıyor, hadem elerin karşısında bile


bağırıp çağırıyordu. Bu artık hayat değildi, hakikî cehennem di. Her
dakika mangal dolusu ateş yutuyordum . Evim izdeki kıyafet inkılâ­
bı yüzünden kendi elbiselerim de satılm ıştı. Yama parçaları birbiri­
ni tutm az bir elbiseyle dolaşıyordum . Fakat ne bu hâlim , ne de iki
aylık tıraşım P ak ize’yi beni kıskanm aktan alıkoyam ıyordu. G ünü­
mün her dakikası için hesap verm eğe m ecburdum .
Yukarıda cahil adam olduğum u söylem iştim . H ayatım kelime
öğrenm ekle geçti. H em en her safhasında sözlüğüm ü yeniden yap­
m ıştım , hem de kendi hayatım da, etim le, kem iğim le yaşayarak.
Şerbetçi Elm ası hikâyesi bana “abes” denen şeyi öğretm işti. Bu
abesi o güne kadar dışım da tanım ıştım . Şim di o kendi hayatım ın
malı olm uştu. H iç tanım adığım cinsten bir korku içim e yerleşm iş­
ti. H er saniye, biraz sonra olacak bir şeyden korkuyordum . B iliyor­
dum ki şu yarım saat içinde ya karım , ya baldızlarım dan biri daire­
ye ne yaptığım ı görm ek için gelecekler, onlar daha gitm eden Cemal
B ey beni azarlam ak için yanına çağıracak, onun elinden kurtuldu­
ğum zam an m uhakkak bir alacaklı ile karşılaşacaktım .
H er dakikam yeni bir zilletti. H er saat talihsizliğim başka bir
çehresiyle karşım a çıkıyordu. Halbuki bütün bunlara hiçbir sebep
yoktu. Hiçbiri bilerek yaptığım bir hata yüzünden değildi. Hepsi
kendi kendine gelm işti.
Genç bir kadın, kendisine vaziyetim i olduğu gibi anlattığım hâl­
de, belki de yalnız bunun için benim le evlenm ek istem işti. H iç far­
kında olm adan, sadece tesadüfler yüzünden birtakım insanlarla ta­
nışm ıştım . İçlerinden birisi benim le alâkadar olm uştu. A rtık ne ya­
parsam yapayım , şimdi onun pençesinde idim . Ondan kurtuiam ı-
yordum . M akina, dışarıda kurulm uş, dışarıdan gelen em irlerle işli­
yor, şim di hızını arttırıyor, biraz sonra eksiltiyor, bazen duruyordu.
O zam an, ne testere, ne bıçak, hiçbir şey işlem iyordu. O zam an te­
lâş ve azabın yerini derhal korku alıyordu. B iraz sonrası dediğim iz
şeyden korkuyordum .
Yazın sonuna doğru Cem al Bey üç gün için A nkara’ya gitti. Bu

174
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

üç giin bana tam bir cennet gibi geldi. Sıkıntılarım yine devam edi­
yordu. Fakat onun, kendi ağırlığıyla yaptığı tazyikten kurtulm uş­
tum . Suyun dibinde değildim . S ırtım da o korkunç ağırlığı hissetm i­
yor, kem iklerim onun yüzünden çatırdam ıyordu. Ö tekiler, güçlük­
ler, yorgunluklar, birtakım azap ve ıstıraplardı. İşte o zam an bir in­
sanın, başkalarının hayatındaki yerini öğrendim .
Bu üç günü yalnız Cemal Beyi düşünerek geçirdim . B ir bakım a
göre hayatım da hiçbir şey değişm em işti. D airedeki 1erin hepsi he­
men hemen onu taklit ettikleri için, aşağı yukarı yine aynı şeylere
m aruz kalıyordum . Evim eski hâldeydi. Fakat yine ferahtım , rahat­
tım. O hâlde Cem al Bey diye bir şey vardı hayatım da. Bu korkunç
bir realiteydi.
Ve Cemal B ey sade benim hayatım da değildi, bütün etrafım da
idi.
Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlunu-
nun cehennem idir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce
vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alam az.
Bir hâdise bunun yalnız benim için böyle olm adığını öğretti. C e­
mal Bey gitm eden evvel bana birtakım işler verm işti. B unlardan bi­
risi için karısıyla konuşm am lâzım dı. Eve uğradım . V âkıa Selm a
Hanım boynum a sarılm adı, ne de sevincinden çiftetelli oynuyordu.
H er şey eskisi gibiydi. Fakat yine de arada bir şey değişm işti. D a­
ha rahattı, daha em niyetli idi ve yüzünde o zam ana kadar görm edi­
ğim bir hâl vardı. O da bir ağırlıktan kurtulm uştu.
Selm a H anım behem ehal bir kahve içmemi istem işti. Salonda
karşım da oturm uş, etekliğinin kıvrım larıyla oynarken onu yakın­
dan seyrediyordum . Hayır, o da kısa bir m üddet için kurtulm uştu.
Hâlinde m ürebbiyesinden izin alm ış bir çocuğun rahatlığı vardı.
Böyle miydi? Belki daha ziyade m asallardaki cadılardan kurtulm uş
kızlara benziyordu.
N evzat H anım da m uhakkak böyle olm alıydı. O nda d a bir hafif­
lik, bir gevşem e bulunacaktı.
Bir ara Selm a H anım , N evzat H anım ı görüp görm ediğim i sordu.

175
TANPINAR

A rtık İçtim aî m evkiim i iyi benim sem iş olduğum u gösterm ek için


Cemal B eyden “B eyefendi” diye bahsederek cevap verdim:
- B eyefendi, onlarla tem asım ı m enetti...
Selm a H anım ilk önce anlam am ış göründü:
- N evzat iyi değilm iş, dedi. Ben de gidip görem edim .
Sonra birdenbire uyanm ış gibi yüzüm e dikkatle baktı. Bir şeyler
söylem ek istedi, vazgeçti. Beni anlam ıştı.
Fakat ne çıkardı? Hangi m eseleyi hallederdi? Sadece talihin he­
diye ettiği bu üç günü, bir başka m esele ile daha zehirlem ekten baş­
ka hiçbir işe yaram azdı. En iyisi düşünm em ekti. K açm aktı. Kendi
içim e kaçm ak. Fakat bir içim var m ıydı? H attâ ben var mıydım ?
Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Onun içindir ki, Cem al Bey döner dönm ez beni işim den çıkardı­
ğı zam an pek de m üteessir olm adım . H iç olm azsa kendisinden kur­
tulm uştum . O nu görm eyecektim . Sesini duym ayacaktım . Ellerinin
işaretleri, dar alnının çizgileri rüyam a girm eyecekti. İçim deki bu­
lantı duracaktı. H iddet, kin beni kem irm eyecekti.
B ununla beraber eve bu haberi nasıl vereceğim i düşünüyordum .
O nlar üzüleceklerdi, şüphesiz. Ü stelik de kabahatin bende olduğu­
nu sanacaklardı. Nasıl geçineceğim i, o kadar düşünm üyordum . O
sonra gelecek işti. E vvelâ, ilk an denen şey vardı. Tehlikeli bir ge­
çit gibi beni korkutuyordu. Evdekileri büyük bir heyecan ve teessür
içinde buldum . H epsinin yüzü asıktı. N erdeyse ağlayacaklardı.
D em ek biliyorlardı. Kim söylem işti acaba? N erden haber alm ış­
lardı?
Yavaşça P ak ize’ye sordum :
- N erden öğrendiniz?
Pakize önündeki gazeteyi uzattı.
B u, benim işten çıkarılm am olam azdı. Ben o kadar m ühim adam
değildim . A lelâde bir kâtiptim . H ayır bu başka şeydi. Eliyle göster­
diği yeri okudum . O sene güzellik m üsabakasının jürisinden üç ki­
şi istifa etm işti. İçlerinde Sabriye H anım da vardı. K üçük baldızım
hüngür hüngür ağlayarak:

176
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- B ana vaat etm işti. Yardım edecekti, diyordu.


Bir iki defa bunun miihim olm adığını, işim den çıkarıldığım ı, aç
kalm am ız tehlikesi bulunduğunu, asıl üzülecek şeyin bu olduğunu
anlatm ağa çalıştım . İm kânsızdı. O nlar kendi dertlerindeydiler.

177
ÜÇÜ N CÜ BÖ LÜ M
SA B A H A D O Ğ R U
I

Yanı başım daki m asada, daha o gece Pakize ile ve kardeşleriyle


çetin bir kavgadan sonra, büyük kızım Z eh ra’yı verm eğe razı oldu­
ğum Topal İsm ail dom ino oynuyordu. Ben bir taraftan onun kirli
sarı, etleri dökülecekm iş gibi ablak yüzünü, çiçek bozuğunun daha
sakil yaptığı küt burnunu, şişkin gözlerini seyrederek bir taraftan da
bu güzel bahar gününü bana zehreden talihim i düşünüyordum .
Z ehra başka bir evde olsaydı, etrafında biraz iyilik, biraz dikkat
görseydi, şüphesiz tek talibi Topal İsm ail olm azdı. Y ırtık elbilese-
lerinin, bakım sız kıyafetinin arasında bile bu bahar gününü andıran
serin, diş diş bir güzelliği vardı. N e yazık ki iki baldızım , m usikî
meraklısı ile güzellik kıraliçesi nam zedi, ikisi birden on iki senelik
bir gayretle kızı çirkin ve sevim siz olduğuna inandırm ışlardı. Ö n­
celeri Pakize, kardeşlerinin kızım a karşı olan vaziyetlerini az çok
değiştirm eğe çalışm ıştı. Sonra felâket devrim izde talihin hesabını
yalnız Z eh ra’dan sorabilirm iş gibi o da ona yüklenm işti.
Dün akşam hiç yere evvelâ büyük baldızım , Z ehra’ya çatm ış, Pa­
kize onun bu haksızlığını örtm ek için, hiç lüzum suz yere oğlum A h­
m et’i ağlatm ıştı. K endisine yapılan haksızlıklara ses çık arm ay an ,fa­
kat A hm et’e dokunulm asını istem eyen Z ehra, bu sefer annesiyle çe­
tin bir kavgaya girişm işti. Z eh ra’da en hoşum a giden taraf, zaman
zaman çok derinde kalmış bir şeyin kendisinde uyanm asıdır. Zehra,
benim bilm ediğim , yapam adığım şeyi biliyor ve yapıyor. H aksızlı­
ğa isyan edebiliyor. Yazık ki bu isyan benim aleyhim de olm uştu.
Çünkü P akize’nin bu gibi hâllerde tek bir tâbiyesi vardır. B aşkala­

181
TANPINAR

rıyla olan kavgaları sadece aldatıcı bir karakol m uharebesi addeder


ve onlarda fazla gecikm eğe lüzum görm eksizin düşm an kuvvetin
bütünü addettiği bana karşı hücum a geçerdi. Bu sefer de öyle oldu.
K avga hem en hem en gece yarısına kadar sürdü. N ihayet yastığım ,
yorganım sofadaki sedire yığıldı. Pakize beni odasından atm ıştı.
P akize’nin o zam anlarda bana karşı cefada tek yanıldığı nokta
burasıydı. Beni odasından kovm ayı hakikî bir ceza addediyordu.
Halbuki otuz beşine geldiği hâlde hâlâ doğru dürüst yatm asını öğ­
renm ediği için onunla bir yatakta yatm aktansa, ayaklarım ı sofada­
ki sedirin uzunluğuna uydurarak, orada kurulm ayı tercih ederdim .
Pakize bu cezanın m üeyyidesine o kadar inanm ıştı ki onu kay­
betm em ek için yıllardan beri ayrı yatm am ız için yaptığım teklifle­
ri, ricaları:
- A , nasıl olur, A llah gösterm esin... Ben odada yatayım , kocam
sofada... diyerek reddetm işti. D ünyada rahat edem em! Seni öyle ra­
hatsız yerde bildikçe gözüm e uyku girm ez...
Halbuki asıl onun yanında rahatsızdım . G ündüz hayatında, kav­
ga zam anları, eğlence ve sinem a hariç, o kadar sâkin, tatlı surette
tem belliğe m üsait olan karım uykuya dalar dalm az bir nevi cam baz
kesilir, kolları, elleri, bacakları birdenbire çoğalır, im kânları geniş­
ler, bir örüm cek gibi yüzükoyun yattığı yerden her nevi plastik
danstan zenci ibadetlerine kadar perde perde yükselip alçalan bir
hareket s a r’asına tutulur, bu çoğalm ış aza beni dört bir tarafım dan
sarar, dürter, acayip terkipler hâlinde vücudum a yapışır, hoyrat itiş­
lerle ayrılırdı.
Bu hareket bolluğuna, tiroit guddelerinin bozukluğundan gelen
benirlem eleri, horlam a ve sayıklam aları da ilâve ederseniz gece ha­
yatım ın nasıl bir şenlik içinde geçtiğini tasavvur edebilirsiniz.
P akize’nin bir huyu da rüyalarını sıcağı sıcağına anlatm ak için
beni uyandırm asıydı. O zam an onun gündüz hayatında mahrum ol­
duğu şeyleri uykuda nasıl ele geçirdiğini öğrenirdim . Binaenaleyh
kavgalarım ız ne kadar çetin biterse ben, ayrı yatacağım için mesut
olurdum .

182
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

İşte o gece, sofada yatıyordum . H erkes uyuduktan sonra kızım


yavaşça yanım a geldi. Ve Topal İsm ail’le evlenm eğe karar verdiği­
ni söyledi. Gözleri yaş içindeydi. “A rtık taham m ülüm kalm adı, di­
yordu. A h m et’i de alırım . Belki bakılır... Yarın annesi gelecek...
H er gtin bir kere uğrayıp fikrim i soruyor. Razı olduğum u söyleye­
ceğim .” Ve geldiği gibi sessiz adım larla, hıçkırıklarını kısarak çeki­
lip gitti.
Topal İsmail iki adım ötem izde idi. B ütün çirkinliğiyle ve bu çir­
kinliği insan ruhunun derinliklerine doğru uzatan kötü huylarıyla
onu olduğum yerden görüyordum . İlm î m enâfiülâzânın kaydettiği
bütün menfi hasletler onda vardı. A lın, hem en hem en yok denecek
kadar dardı. B inaenaleyh kendini beğenm işti. K ollar uzun ve par­
m aklar küt, el ayaları geniş, katı ve yara gibi kırm ızıydı. A lt duda­
ğın kalınlığı, gözlerin yanlara doğru akışı da gösteriyordu ki zâlim
ve ahm akça hilekâr ve yalancı idi. Sesi bir fırça gibi diken dikendi.
Sadece bu sesi m edeniyetin yanından bile geçm ediğini gösterm eğe
yeterdi. Dişleri sarı, birbiri üstüne binm iş ve ters tiirstü. Bu da kıs­
m etsizliğe ve hasisliğe delildi. O nda m uhakkak ki her kusur vardı.
Zavallı Z ehra onunla ne yapacaktı?
Yavaş yavaş sıkılm ağa başlam ıştım . H er an kalkıp gitm ek isti­
yordum . D oktor R am iz’i dört gözle beklediğim bu kahvede m üs­
takbel dam adım beni olduğu yerden zehirliyordu.
Oyun oynarken çenesi ve üst dudağı bir saat zem bereği gibi atı­
yor, gırtlak kemiği yerinden fırlıyordu. Fakat en kötüsü elleri idi.
Bu geniş küt parm aklı, boğum boğum , hiçbir işin terbiyesini alm a­
mış eller, şüphesiz tabiî hâllerde akla gelmesi ihtimali olm ayan zu­
lüm ler ve cürüm ler için yaratılm ışa benziyordu.
“A hm et’i de yanım a alırım ...” Z e h ra ’nın dün gece beni o kadar
teselli eder gibi olan bu cüm lesi şim di beni büsbütün korkutuyor­
du. B ir yerine iki kurban verecektik! Elim i alnım a götürdüm . “ Hay-
ri İrdal, kendine gel” diye düşündüm . “ B akam ıyorsun! Bu çocuğa
bakm anın imkânı yok!..” Fakat ne çıkardı? Talihi değişm eyecekti
ki. Bilakis daha kötüleşecekti.

183
TANPINAR

B ir iki defa yerim den doğruldum . Fakat m üstakbel dam adım ın


attığı çığlıkla büyülenm iş gibi tekrar oturdum . Ne kadar huysuzdu,
ne kadar kötülükle dolu idi. N e kadar çirkin ve kaba idi. H ayır, ben
buna kızım ı verem ezdim . Ve nasıl korkunç bir ihtirasla oynuyordu?
O yun, dışarıdan yaptığı bir hareket değildi; onun içine girm iş bütün
vücudunu ayrı ayrı çalıştırıyor, bir şeyleri didikletiyor, gagalıyordu.
Yamalı kundurasından çorabının yırtığı görülen sağ ayağı m asanın
altından bir dikiş m akinesinin kolu gibi işliyor, gırtlağı durm adan
etrafa hücum ediyor, parm akları çengel gibi m uttasıl bir şeylere ta­
kılıyor, bir şeylere asılıyor, dudakları etrafı som uruyor, çene onla­
rın som urduğunu kusuyor, ve burun acayip hom urtularıyla bütün
hayatı kokutm ağa çalışıyordu.
- Ç irkin, efendim çirkin! Ç irkin ve ahm ak, ahm ak ve hayvan...
B irdenbire om uzum a bir el dokundu. D oktor R am iz gülerek
“Yine dalgadasın!” diyordu. Yanı başında, kırk iki, kır üç yaşların­
da, uzun boylu, hafif buğday renkli, iyi ve tem iz giyinm iş, gösteriş­
li ve hattâ güzel bir adam duruyordu. D oktor R am iz ona:
“A rkadaşım H ayri Bey... diye beni tanıştırdı. Enteresan adamdır.
K ıyafetine bakm ayın!” Sonra bana döndü:
“ M ektep arkadaşım H alit A yarcı...” Ve m utad suallerine başladı.
B ir taraftan soruyor, bir taraftan da bakışıyla ilerideki m asada boş
bir yeri peyliyordu.
İnsan ne garip m ahlûktur. O dakikada H alit A yarcı’nın orada bu­
lunm asını âdeta bir şanssızlık sanıyordum . Çünkü bu adam ın m ev­
cudiyeti bana D oktor R am iz’den iki lira borç alm am a düpedüz m â­
ni gibi geliyordu. N erden bilecektim ki o anda kahveye D otor Ra-
m iz’le gelen adam benim iyi talihim dir. Ç ocuklarım ın sıhhati, karı­
mın ve baldızlarım ın istikbalidir.
“H em de küstah bir adam a benziyor!” diye içim den söyleniyor­
dum . “ D urm adan insana bakıyor. Sanki satın alacak gibi.” Ve ya­
bancı adam a hiddetim bu yüzden bir kat daha artıyordu. B ununla
beraber bakışlarında hiç de insanı rahatsız edecek bir şey yoktu. Bu
bakış, hiç de öbürlerine, kendim i bildim bileli üstüm de hissettikle­

184
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

rim e hiç benzem iyordu. O nlarda ne küçültm e ne yadırgam a, ne


alay vardı. Sadece herhangi bir şeye bakar gibi bakıyordu. N e oldu­
ğumu anlam ak istiyordu, o kadar.
Tam ayrılacağım ız, ben m asam a oturacağım , onlar D oktor Ra-
m iz’in uzaktan peylediği m asaya geçecekleri sırada, yani işlerim
büsbütün bozulduktan sonra D oktor R am iz, birdenbire peydahladı­
ğı huyla, om uzum a vurm alar, çenem i, yanağım ı okşam alar ve bu
esnada baştan aşağıya kıyafetim i süzm ek gibi m ukaddem elere baş­
lam ak üzere iken -so n zam anlarda herkes benim le bu tarzda m eş­
guldü, tam fihristim i yapm adan kim se yanım dan ayrılm ıy o rd u -
birdenbire durdu ve arkadaşına:
- Sen saatinden şikâyet ediyordun... B ir de Hayri B ey görsün şu­
nu! Hayri Bey saatten çok iyi anlar...
D oktor R am iz yaşlandıkça lüzum suz konuşm ayı arttırdığı için
devam etti:
- B akm a, deryadil, kalender adam dır, dükkânı filân yoktur am ­
m a saati bilir...
Sonra bana döndü, âdeta tekellüflü bir tavırla:
- B uyurm az m ısın Hayri Bey... Şöyle bir kahve içelim!
Ve benim le eski m ektep arkadaşı arasındaki servet, seviye, re­
fah, terbiye, tahsil farklarına rağm en beni ne kadar sevdiğini Halit
Ayarcı’ya tam gösterebilm ek için bu sefer sırtım dan, tam kam buru­
mun üstünden beni kucakladı.
Son beş senedir böyle olm uştu. Eski ahbaplarım beni birçok şey­
lere rağm en sevdiklerini gösterm eğe kendilerini m ecbur sanıyorlar­
dı. D oktor R am iz bunların en m asum u idi. Boş m asaya geçtikten
sonra doktor dişlerini içerden em e em e tem izleyerek m eziyetlerim i
saym ağa başladı:
- Hayri Bey, neler bilm ez zaten... İlm -i m en âfiü’l-âzâ, ilm-i si­
m a, ilm-i sim ya, ilm-i havas, ilm-i cifr, ilm-i sihr, ilm-i huruf...
Elinden her şey gelir... Eski tababet bile. Geçen günü bir teşhis koy­
du, ben bile şaşırdım !
Doğru idi, beş senedir, Seyit L ûtfullah repertuvarını tekrarlaya­

185
TANPINAR

rak, insanları aldatm akla geçiniyordum .


H alit B ey hem onu dinliyor, hem kendi kendine, “Elim e bir pa­
ra geçerse m uhakkak uğrar alırım , yerini biliyorum , am m a ne işime
yarar?” der gibi bir tavırla beni seyrediyordu. H alit Bey am eliyesi-
ni insanlar üzerinde, ve insanlarla yapan cin sten d i. Onun için bakış­
ları insanı taciz etm iyordu. Sadece eşya seviyesine indiriyordu. B ir­
denbire bana sordu:
- H akikatten saaten anlar m ısınız?
Nasıl deryadil değilsem , nasıl ilm-i sim ya, ilm-i cifr ve eski ta-
bebeti bilm iyorsam , başım daki bereye, birdenbire ağarm ış saçları­
m a, tıraşsız sakalım a ve derviş hâlim e rağm en nasıl hiçbir tarikat-
ten değilsem , öylece saatten de anlam ıyordum . Fakat yalana alış­
m ıştım . H ayatım denen bu kalp akçeyi başka türlü sürem ezdim . İn­
sanlar benim böyle olm am ı istem işlerdi. Yalancı idim . Binaenaleyh
saatten çok iyi anladığım ı mı söylem em lâzım dı? Fakat bu en aşağı
otuz beş türlü söylenirdi. Cem al B eye, Selm a H anım a, D oktor Ra-
m iz’e, Sabriye H anım a, Yangeldi A saf B eye, hepsine, herkese ayrı
ayrı şekillerde söylenirdi. B ir m üddet H alit A yarcı’ya baktım . H a­
yır, burada doğrudan doğruya hareket lâzım dı. En yavaş sesimle:
- B i r görelim , bakalım! dedim .
Cebinden kordonsuz, küçük bir altın saat çıkardı. Avucum un or­
tasına bıraktı. Saat o kadar iyi işlenm işti ki avucum un içinde bir kü­
çük güneş var sandım . H ayır, büsbütün yıkılm am ıştım . Sevdiğim
birkaç şey kalm ıştı.
Ben avucum dan kayıp kaçar korkusuyla parm aklarım ı saatin
üzerine kapatırken o:
- İki aydır işlem iyor. B aba yadigârı... Onun için çok severim .
Nesi var acaba? diye tekrarlıyordu.
- H ata, dedim . H em de büyük hata... Elbette işlem ez. K ordon­
suz saat, yularsız hayvan, nikâhsız kadın gibidir. Saatini seven ev­
velâ bir kordonla kendisine bağlar.
Bu sözleri biraz karşım dakini yoklam ak ve biraz da vakit kazan­
m ak için söylem iştim .

186
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

H alit Ayarcı bana dikkatle baktı:


- H akkınız var! dedi, iki defa düşürdüm .
Ben:
-Y a z ık ! diye cevap verdim . Ç ünkü çok güzel iş. Bugün epeyce
nadirdir. İngiliz malı. O ndokuzuncu asır ortası. Sizin anlayacağı­
nız, bir harika.
Saat hakikaten güzeldi. N erde ise İsm ail’i de, kızım ı da unuta­
caktım . Senelerdir Cemal Beyin karısının saatini tam ir ettiğim den
beri bu kadar güzel işi elim de tutm am ıştım . H akikî bir heyecan
içindeydim:
- B urada âlet de yok... B ir çakı olsaydı...
Ve çakım ı aradım . Elim ilk soktuğum cebim den yanm ış gibi çık­
tı. Çakı M alta çarşısında yaym acı Ali Efendide idi. Son zam anlarda
böyle olm uştuk. Evim izde -b ald ızlarım a ait olan şeylerin d ışın d a-,
bize o anda lâzım olan her şey, bizi hayalen ve B itpazarı’na, ya M al­
ta çarşısına götürüyordu. Yahut da aradığım ız şeyin yerini herhangi
bir eskicinin çehresi, insanı çıldırtan dikkati, burun bükm esi alıyor­
du. Sofrada, yatakta, giyinirken, soyunurken, konuşurken hep bu
canlandırm a içinde yaşıyorduk. H epsinin bizden bir ayrılış hikâye­
si ve içim izden bir türlü gitm eyen bir hâtıra çehresi vardı.
D oktor R am iz çantasını açtı. Ç akısını çıkardı. Bir m üddet, hazin
hazin tırnaklarına baktıktan sonra çakıyı bana uzattı. H alit Ayar-
c ı’nın çehresinden hafif bir tebessüm geçti. H ayır, bakm asını, gör­
mesini bilen adam dı.
Saati açtım . Lupa ihtiyaç yoktu, ne de herhangi hususî bir dik­
kate. Sadece m ıknatıslanm ıştı.
H alit A yarcı, çocuğunu m uayene ettiriyorm uş gibi âdeta heye­
canla bakıyordu.
- H içbir şeyciği yok... dedim . Sadece m ıknatıslanm ış. Sakın
söktürm eğe filân kalkm ayın! Lüzum yoktur. Bunun hususî bir âle­
ti vardır, büyük saatçilerin hepsinde bulunur. Yarım saatlik bir iş.
H alit Ayarcı başını salladı:
- Nasıl oldu da bunu görm ediler...

187
TANPINAR

- G örm ezler. D aha doğrusu dikkat etm ezler. Saat de insan vücu­
du gibidir. Çok d efa alışılm ış hastalıklar aranır. Yalnız bir fark var­
dır. D oktorlar tedavi ettikleri insanların bünyesini bazen bozarlar
am m a, herhangi bir uzviyeti değiştirem ezler. H albuki bazen saat ta­
m irinde bu olur. Yedek parça hikâyesi...
D oktor R am iz sevincinden çıldıracaktı. H iç üm it etm ediği bir
rekoru kırm ıştım . D oğru dürüst konuşuyordum , beğeniliyordum .
- B ir şeyi mi değiştirm işler? Yapm ayın yahu! Senelerdir tanıdı­
ğım insan...
H akikaten içim de İspritizm a C em iyeti’nin azasının dilinden
düşm eyen o altıncı his mi uyanm ıştı, yoksa karşım dakileri kendime
hayran mı etm ek istiyordum ? Belki de bu kahveden sıkılm ıştım .
Etrafım da yeni baştan bulduğum bu insan sıcaklığını daha yakın­
dan kavram ak mı istiyordum ? H ulâsa, bütün talâkatim le konuşm a­
ğa başladım:
- Siz o adam a gidin! E vvelâ şuradan kaldırdığı taşı, veya benze­
rini, hiç olm azsa aynı tartıda bir taşı oraya koysun. V âkıa mühim
bir şey değil am m a... O rda o tartıya ihtiyaç var. Böyle bir saati ya­
pan adam iki yakutun arasına bu m ercim eği koym az. Sonra m ıkna­
tıstan kurtarsın. N ihayet şu kılı da değiştirsin.
H alit Ayarcı birkaç dakika sustu. B en, sanki talihim in anahtarını
yakalam ışım gibi saate sıkı sıkıya yapışm ıştım . H akikatte ona bak­
m ıyordum bile.
A rkam daki m asada dem inden beri devam edegelen m ünakaşa
tam kıvam ına girm iş, yum ruk yum ruğa, sille silleye, iskem le is­
kem leye şiddetli bir kavga başlam ıştı. M üstakbel dam adım , gırtlak
kem iği, avını arayan şahin gibi dışarıya fırlam ış, sapsarı yüzü, di­
ken diken saçlarıyla alabildiğine küfrediyor, tutm ağa çalışanların
üstünden durm adan saldırıyordu. K endi kendime:
- E yvahlar olsun! dedim . E yvahlar olsun! Şimdi m uhakkak bi­
rini, hattâ birkaçını öldürecek. Zaten herifin katil olacağı gözlerin­
den, dişlerinden belliydi. En aşağısı idam , yahut m üebbet hapis!..
Eyvahlar olsun, bu üm it de gitti. K ız, yine başım da kaldı.

188
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Ayağım ıza kadar gelm iş bu kısm eti beğenm ediğim , hor gördü­
ğüm , nazlandığım için şimdi pişm andım .
- Sen mi beğenm ezsin? İşte A llah, insanı böyle m ahrum eder.
H erif bu akşam hapiste. H aftaya da idam dır. K ızım evlenm eden dul
oldu. Zavallı yavrucak, kim bilir işitince nasıl üzülür?
K afam dan ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra
böyle cezasını çekeceğim i nereden bilebilirdim ? B iz fakirler böyle-
yizdir. K ader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşm az, ihmal
etm ez. Zihnim izden geçen en uzak, en m âsum ihtim allerin, sadece
şiddet ile ret için düşündüğüm üz şeylerin bile cerem esini öderiz.
Fakat düşündüğüm olm adı. M üstakbel dam adım sanki ilm-i me-
nâfiü’l-âzâyı ve ilm-i simayı iflâs ettirm eğe karar verm işti. Hiç
kimseyi öldürm edi. H attâ bir tokatçık bile atam adı. B ilâkis evvelâ
suratına, hangi pir aşkına olduğunu fark edem ediğim iki sunturlu
tokat yedi. A ğzının tam üstünü birinci sınıftan bir yum ruk okşadı,
sonra kafasında kahvenin en sağlam görünüşlü iskem lesi parçalan­
dı. D aha sonra birbiri peşine gelen fâsılasız tekm elerle âdeta ayak­
ları yerden kesildi, havada uçm ağa başladı ve kahvenin kapısı
önündeki kaldırım a yığıldı. A h Y ârabbim , o andaki sevincim !
Evet, m üthiş bir sevinçti bu. E vvelâ, kimseyi öldürm em işti. B i­
naenaleyh ne idam edilecek, ne de hapsolunacaktı. V âkıa bu iki ih­
timalin ikisi de, ortada yalnız kendisi olsaydı pek o kadar üzülece­
ğim şeylerden değildi. Fakat arada kızım vardı. İdam olunm ayaca­
ğına veya hapsedilm eyeceğine göre istersem kendisini dam atlığa
kabul edebilirdim .
Sonra, gözlerim in önünde tem iz bir dayak yem işti. A rtık bana
karşı eskisi gibi horozlanm asına im kân yoktu. O bana, “ M oruk, ne
var ne yok...” diye densizlik etm eğe kalkınca, ben ona, “ Hiç İsma-
ilciğim , şöyle bir kahveye gittim de... Hani geçen günü senin dayak
yediğin kahve yok m u? İşte oradan dönüyordum ” diyebilirdim . Ya­
hut da sadece: “Kahve! Sandalye! Lokantacının S abri!” der, geçer­
dim . Yahut, “İsm ail, kuzum o sandalyenin parasını ödedin mi?
Am an yavrum , böyle şeylere dikkat et! O sandalye senin kafanda

189
TANPINAR

kırıldı. K ahve sahibinin suçu ne? Ne diye ziyan çeksin adam , senin
yüzünden!”
N ihayet, sevincim in üçüncü bir sebebi vardı. İsmail bu dayaktan
sonra en aşağı üç gün yerinden kalkam ayacak, hiç olm azsa evlen­
meyi hatırlayam ayacaktı. D üşünm eğe vaktim vardı. Bazı insanların
öm rü vakit kazanm akla geçer... Ben zam ana, kendi zam anım a çel­
me atm akla yaşıyordum .
Fakat ne diye burada böyle oturuyordum ? N için ayağa kalkm ı­
yor, onu dövenleri alkışlam ıyordum , alınlarından öpm üyordum ?
- K erata... H em benim inci gibi kızım a göz korsun, hem karşım ­
da öyle saygısız saygısız sırıtırsın! A ptal aptal suratım a bakarsın!
N ur olsun o eller...
H alit Ayarcı bu içten konuşm alara birdenbire son verdi:
- Ç abuk yaparlar mı bunu?
- A z a m î bir saat... O da taşın bulunm ası, yerine konm ası yüzün­
den...
H alit Ayarcı, D oktor R am iz’e döndü:
-D o k to r , haydi, hep beraber gidelim ! Şu işi halledelim . B eye­
fendi, siz de lutfunuzu tam yapın... Z ahm et olm azsa. Sonra gider
bir yerde vakit geçiririz.
- A m a n efendim bendeniz bu kıyafetle...
İtirazım kıyafetim le herhangi bir yere gitm ekten utandığım için
değildi. Z aten düştüğüm vaziyette kıyafetim i ve her şeyimi olduğu
gibi kabulden başka çarem yoktu. İnci gibi kızını Topal İsmail bu­
dalasına verm eyi bir saniye bile düşünen insan için kıyafet, haysi­
yet, şeref gibi m eseleler artık m evzubahis bile olam azdı. N azlan­
m am , onlarla beraber gitm ezsem belki birkaç lira verirler ümidiy-
leydi. B ir de öyle, izzet ikram davet edildiğim yerlerden çok defa
yayan döndüğüm ü hatırlıyordum . Fakat H alit Ayarcı benim hesap­
larımı nereden bilecekti:
- K ıyafetinizde ne var? Sizi gören kim olduğunuzu yüzünüzden
anlar.
D em ek o da anlam ıştı. Z aten ben kaderim in yüzüm de yazılı ol­

190
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

duğunu artık biliyordum . Şunu da söyleyeyim ki H alit Ayarcı hiç de


başkaları gibi kılık kıyafetimi saym am ış, sadece yüzüm e bakm ıştı.
İlk geçen boş taksiyi çevirdiler. Ben kendiliğim den şoförün yanı­
na doğruldum; yerim elbette orası olacaktı. Fakat Halit Ayarcı kolum ­
dan tutarak mâni oldu. Öbür eliyle açtığı arabanın kapısından zorla
beni içeri tıktı. Sonra Doktor R am iz’i sürdü; nihayet kendi girdi. G a­
rip adam dı. Nezaketi bile em ir şeklindeydi ve icabında ellerini bile
kullanmaktan çekinm iyordu. Şurası da var ki cüssesi müsaitti.
Kaç senedir otom obile binm em iştim . Bir kış gecesi, Selm a H a­
nımın balo elbisesini gerçekten Hırka-i Şerifm iş gibi kucağım dan
bir saniye ayırm adan ve ikide bir m ukavva kutusunu öpüp okşaya­
rak evlerine götürdüğüm geceden beri. O gece belki de hayatım ın
en m esut gecelerinden biri olm uştu. Selm a H anım efendi beni yuka­
rıya çağırtm ış, kahve ikram etm iş, sonra da saat dörtten dokuza ka­
dar peşinde koştuğum tuvaletini giyerek yanım a gelm işti. Cemal
Bey seyahatteydi ve Selm a H anım beraberce baloya gedeceği dost­
larını bekliyordu. H içbir zam an benim le o kadar ahbap olm am ış,
aradaki m esafeyi o kadar unutm am ıştı. B ir ara, “Haydi siz de gelin,
ne çıkar sanki, C em al’in elbiseleri var, bir tıraş olursunuz...” diye
beni baloya götürm eğe bile kalkm ıştı. Sonra benim telâşım dan
korkm uş gibi, “V azgeçtim , vazgeçtim , dedi, am m a bir şartla, unut­
mayın ki ben bu gece baloya gideceğim , eğer dostlar gelm ezse si­
zinle gideceğim ...” Ve ben içim den dostlarının hem geç kalm aları­
na, hiç gelm em elerine, hem bir an evvel gelip beni nerdeyse boğa­
cak olan bu saaddetten kurtarm alarına dua ediyordum . O gece ilk
defa Selm a H anım efendinin sade üslûp, sade zarafet, sade iyi seçil­
miş elbise, en latif duruş ve çıldırtıcı bir yığın giilüş olm adığını, ay­
rıca bir vücudu bulunduğunu, bu vücudun birinci sınıf bir kadın vü­
cudu olduğunu, bu gemi ile dünyanın en güzel seyahatleri yapılabi­
leceğini görm üştüm . H içbir saray aynası onun sırtı kadar güzel ola­
m azdı, kollan ay ışığında güm üş ırm aklar gibi akıyordu.
Belki de m üstakbel dam adım ın karşım da yediği dayağın verdiği
hafiflikle bu nadir saadeti birdenbire hatırlam ıştım .

191
TANPINAR

Topal İsm ail’in gözüm ün önünde yediği dayak bir türlü aklım ­
dan çıkm ıyor, düşündükçe bir yığın yeni teferruatı hatırlıyordum .
H er tokatı yiyişinde burnunu bir çekişi vardı ki, bütün öm riim ce
m uhakkak hatırlayacaktım . O kadar çirkin burun ancak bu işe ya­
rayabilirdi. H ayır, Selm a H anım ın hâtırası ne kadar tatlı olursa olu­
sun, benim tesadüfün hazırladığı bu nim etten hakkıyla istifadem lâ­
zım dı. Ya A llah gösterm esin, o anda kahvede bulunm asaydım hâ­
lim ne olurdu? Ve kafasının kırıldığını, yahut öldürüldüğünü sade­
ce gazetede okusaydım , yahut m ahallede kom şulardan biri şüphe­
siz içinden sevine sevine ve şöyle gürünüşte açıyorm uş gibi bana
söyleseydi, o zam an içim den oh olsun kerataya deyip geçecektim .
Halbuki şimdi bu hâtıra, tıpkı Selm a H anım efendinin o gece beni
saadetten neredeyse çıldırtacak olan iltifatları gibi içim de daim a
hazır bulunacaktı. İstediğim zam an ona dönecek, tekm enin indiği
tarafı, yere kapanışını, yüzü kan içinde yerden kalkışını, tekrar yü­
zükoyun yere kapanm asını tatlı tatlı düşünecektim . K apıdan çıkar­
ken nasıl bana bakm ıştı ah, kalb kalbe karşıdır, m endebur m ahlûk,
rezil adi herif... Belli ki dayak yediğinde bu kadar m ustarip değil­
di. O zaten, dünyaya, tedip edilm ek için gelm işti. O nu asıl yıkan bu
dayağı benim karşım da yem esiydi. Ta ciğerinden zehirlenm işti.
M e l’un kerata, hâline bakm azsın da kızım a göz koyarsın ha...
B ayezıt’a geldiğim iz zam an alışkanlık yüzünden evvelâ cebimi
yokladım . Saatim bittabi yanım da yoktu. Satılalı sekiz ay olm uştu.
Sonra m eydanın saatlerine baktım . Biri üç buçukta durm uştu; öbü­
rü belki dün gecenin on birinden rötarlı bir tren gibi bugünün akşa­
m ına yetişm eğe çalışıyordu... B ir söz söylem ek için:
- Bu saatler de b ir türlü doğru dürüst işlem ezler... dedim .
Sonra m üstakbel dam adım ın hâtırasını kafam dan bir yılan ölü­
sünü atar gibi kovduğum için m em nun ve rahat ilâve ettim .
- B ilirsiniz ki, şehrin hiçbir saati birbirini tutm az. İsterseniz
E m inönü’ndekine, sonra da K araköy’dekine bir bakalım ...
H iç kim se buna cevap verm edi. H erkes kendi düşüncesine dal­
m ış gibiydi. O m uzlarım ı silktim . Ne çıkardı! Z eh ra’yı o herife ver­

192
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

meyecektim ya... G erisinin ehem m iyeti yoktu. Fakat Y ârabbim , na­


sıl besleyecektim , nasıl bakacaktım .
Kederimi dağıtm ak için yeniden Topal îsm a il’e döndüm , olm a­
dı; bu sefer Selm a H anım ı düşünm ek istedim , tutm adı. Şartlar ağır
basıyordu. E m inönü’nde D oktor R a m iz ’in sesini duydum .
- Sahi yahu, yirmi beş dakika fark var.
K araköy’de, H alit Ayarcı:
- B urada da yarım saat ileriyiz! dedi.
Saatçi, zengin ve son derece kibarlık m eraklısı bir Erm eniydi.
Onu görüp de göm lekçisini, hele berberini beğenm em ek kabil de­
ğildi. A yakkabılarının cilâsına gelince, keratanın yatarken onları
koynuna aldığı m uhakkaktı. H alit A yarcı’yı bir yığın Fransızca ke­
lime ile karşıladı. Fakat o aldırm adı. Saatini çıkardı, bana dönerek:
- Lütfen Hayri B eyefendi, izah buyurun, dedi.
Agop Saatçiyan, evvelâ beni tepeden tırnağa kadar istihfaf ve
m erham etle süzdü, sonra, en enteresan yerim m iş gibi gözleri ayak­
larım a dikildi kaldı. Belli ki, başka bir zam anda ve tek başım a gel­
seydim hiç tereddüt etm eden A llah versin diyecekti.
Belki bu yüzden en sert sesim le elim deki saatin vaziyetini anlat­
tım.
- H e m , dedim , üç defa hoyratça söküp bakm ışsınız, bu saatler
nazik aletlerdir, böyle tartaklanm ağa gelm ez, bakın şunun arkasına,
bu fabrika işi değil, el işi... Sanki ustadan ustaya m ektup, am a, bel­
li ki, size yazılm am ış..
Ve saatin iç kapağına hakkedilm iş resim leri gösterdim . Sonra
yavaşça dudaklarım ı büktüm.
- Zanaatkârın yerini tüccarın alm ası acınacak şeydir hakikaten!
dedim .
Hey Nuri E fendi, aziz ustam , nur içinde yat. O dakikada adam ­
cağızın beni dinlerkenki hâlini görm eliydin. Bu doğrudan doğruya
senin zaferindi. Senin cüm lelerinden birini dinledikten sonradır ki,
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarım dan ayırdı; daha doğrusu
bu ayakkabıların tek başına oraya gelm ediklerini, bir sahipleri bu­

193
TANPINAR

lunm ası lâzım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir


çehrenin m evcut olabileceğini düşündü.
- H ayır, o ite kızım ı verm em !
Y üzüm e bakm ayı hatırına getirm esine oldukça nazik bir tebes­
süm le teşekkür ettikten sonra devam ettim:
- G aliba çıraklarınız saati tam ir ederken şu taşı düşürm üş ola­
caklar... Şuna da bir baksanız...
Saatçi ellerini uğuştura uğuştura bir şeyler k ekeledi. Fakat artık
taham m ülüm kalm am ıştı.
- Siz, dedim , dediğim i yapın... D aha doğrusu dediklerim i... E v­
velâ şu saati m ıknatıstan kurtarın...
Sonra H alit A yarcı’ya döndüm :
- E skiden, dedim , bu cins işler, yalnız serm aye meselesi değil­
di. Sevenler ve işin içinde yetişenler yaparlardı!
Nuri Efendi kulağım ın dibinde sanki bana: “A ferin oğlum !” di­
yordu.
Şüphesiz kafam daki dertler olm asaydı, kendimi sonu gelm eye­
cek bir m aceraya sürüklenm iş sanm asaydım ve evdekilerin akşam
yiyecekleri beş on para olsaydı zavallı saatçiye bu m uam eleyi yap­
m azdım . B ir ara adam cağızın yüzüne baktım . Y aptığım dan utan­
dım . Kendi k e n d im e ,“ Hoş görsün! dedim . Benim gibi akşam ne yi­
yeceğini düşünm eğe m ecbur değil ya...”
Y ârabbim , kurulm uş, sağlam işlerin arkasına çekilince insan ne
kadar rahat oluyor. B ütün dünyaya m eydan okuyabiliyor. Saatçi o
dakikada kendini toparladı. Saati elim ize verip kovabilirdi de.
D ükkânda bir buçuk saat kaldık. Bu m üddet zarfında saat tücca­
rına, A llah ’ın inayeti ve ustam ın ruhaniyeti sayesinde sıkı ve çok
faydalı bir m eslek dersi verdim . B ilhassa saatinin hareketini boz­
m ayacak, tam denkleşm eyi kuracak taşın ağırlığı üzerinde o kadar
hassas davranm ıştım ki, adam ın yüzü ter içinde kalm ıştı.
Son olarak saatçiye, bir daha bu cins saatlerle m eşgul olurken
fazla yağ kullanm am asını tem bih ettim:
- İm am bayıldı yapm ıyorsunuz! Saat işletiyorsunuz. Hem bu ya­

194
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ğı da kullanm ayın artık! Şimdi çok hafif kemik y ağlan var!


Bütün bunlar olup biterken H alit Ayarcı bir kere bile gözlerini
benden ayırm am ıştı. Biz çıkarken dükkân sahibi Fransızcasını ta-
m am iyle unutm uşa benziyordu. B üyük bir iltifat olsun diye:
- B eyefendi, zatınız İsviçrelisinizdir? diye sordu. Yoksa orada
tahsil ettiniz?
- O da nereden çıktı?
- Saatten anlıyorsunuz da...
Ben kısaca:
- Saatleri severim , dedim , hem çok severim .
Keşke bu adam a bu kadar haşin davranm asaydım , belki beni çı­
raklığa kabul ederdi.
M ağazanın kapısı önünde H alit B eyle D oktor R am iz kısa bir
m ünakaşaya giriştiler. Geceyi nerede geçireceklerdi? D aha doğru­
su nerede geçirecektik? N ihayet H alit Ayarcı:
- B oğaz’a gidiyoruz... diye kesip attı. Hayri B eyefendi bize şe­
ref verirler. B eraber bir rakı içeriz değil mi beyefendi...
Ben içim den, “Varan dört... diye kaydettim . B ir saat içinde dört
defa beyefendi olm uştum . Ü stelik Topal İsm ail karşım da dayak ye­
mişti. Belki de bu yüzden kızım ı hiçbir zam an alm ayacaktı. Sonra
İstanbul’un en m eşhur saatçisini bir buçuk saat gagalam ıştım . Tam
benim hayatim di bu. Evdekiler açtı ve ben kendim in olsa bile fab­
rikasının adını bir türlü öğrenem eyeceğim bir otom obilde idim . Ü s­
telik de B üyükdere’ye, rakı içm eğe gidiyordum .
B üyükdere’ye son defa Selm a H anım efendinin akrabasından bir
hanım ın cenazesi dolayısıyla gitm iştim . Ö m rüm de o günkü yor­
gunluğum u unutam am . Selm a H anım efendiye olan bağlılığım yü­
zünden hem en hem en m erhum eyi tek başım a sırtım da taşım ıştım .
N eredeyse beraber göm ülm eğe razı olacaktım . A şk insana neler
yaptırm az?
O günden kalan en korkunç hâtıram , bütün yol boyunca ve m e­
rasim esnasında nasırına basılm ış gibi sinirli, som urtkan duran C e­
mal Beyin gözlerim iz karşılaştıkça, hâlim e için için güldüğünü fark

195
TANPINAR

etm em di. Bu sonunda beni öyle rahatsız etti ki, bir iki defa açılan
çukura, m erhum eye refakat için kendi yerim e onu fırlatm ayı ve ka­
çıp gitm eyi düşündüm . "B u işi yaptıktan sonra çıkar Hiinkârte-
p e’de, serin rüzgârda “ G em ilerde talim var!” türküsünü söylerim ...
Niçin başka türkü değil? Onu da bilm iyordum . Bittabi yapam adım .
Ü stelik dönüşte kolum a girm ek lutfunda bulunduğu için az çok
kendisini de taşım ış oldum .
- N için hep fakir ve biçare adam lar dayak yer? M eselâ bizim
Cem al Beyi hiç kim se dövm ez.
Son zam anda kendim le yüksek sesle konuşm ayı âdet etm iştim .
D oktor R am iz :
- Yine mi o m esele? diye bana şakadan çıkıştı. N e istersin adam ­
cağızdan?..
Sonra H alit A yarcı’ya döndü:
- Hayri Bey, bizim C em al’i hiç sevm ez, diye izah etti.
B en, bütün sırlarım yakalandığı için yüzüm kıpkırm ızı pencere­
den baktım .
- Hakkı var ya!., dedi. Sonra bana döndü. Ben birkaç defa dü­
şünm edim değil. Fakat sonundan korktum . B ir kere başlarsam bı­
rakmam! diye düşündüm . D üşün bir kere o suratı insan tokatlam a­
ya başlarsa!
Yan gözle ellerine baktım ve hakikaten bu işin olm adığına üzül­
düm .
Vapurda beni yanından bir dakika ayırm am ıştı. Ve hem en beş
dakikada bir, “Ç ok yoruldunuz H ayri Bey. B ugünkü lutfunuzu hiç
unutam am !” diyerek yorgunluğum u tazeledi. “M erhum e acayip ka­
dındı. Hani sizin halanızdan bir num ara üstünü, falan gibi bir şey...
Selm a tabiî L '; sevm ezdi. O da bize düşm an gibiydi. A m a, ne olsa
akraba idi. Son bir hizm etten çekinem ezdik. Sabahleyin ne yapaca-
ğ,m ?” diye düşünüyordum . S elm a’ya da söylem iştim . O , bana,
“Ü zülm e, H ayri B ey gazetede okuyunca behem ehal gelir” diyordu
hep. Zaten ben de sizi düşünerek ilânı o kadar teferruatlı verm iştim .
D oğrusu büyük zahm et ettiniz...”

196
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Evet, böyle olm uştu. Bu işe gönüllü gitm iştim .


Cemal Bey, bana d ü p ed ü z,“A ptalsın! Tedavi edilm ez şekilde ap ­
talsın!” dem iyordu. Sadece bu hikâyeyi on defa anlatarak beni, ap ­
tallığım a kendi içim den inandırıyordu. “Evet, Selm a bu kadını sev­
mezdi. Çok kötülük görm üştü. A m a ne olsa size yine m innettardır.”
Ve her ağzını açışında ayaklarım ın altından toprak kayar gibi
oluyordu. Ya o m ezarın başında oturup, abdestsiz, gusülsüz, yanık
yanık okuduğum aşir...
Halbuki ne hülyalar kurm uştum . M eselâ ertesi gün veya bir haf­
ta sonra Selm a H anım efendi ile tekrar karşılaşınca bana en şirin te­
bessüm lerinden biriyle bakacak, “ Hayri Bey, diyecek, Hayri Bey,
teyzem e karşı gösterdiğiniz bağlılığın hikâyesini C em al’den dinle­
dim . Beni ne kadar duygulandırdınız, bilem ezsiniz! D ostluğunuza
nasıl m innettarım ! Fakat em indim Hayri Bey, sizin, benim en iyi
dostum olduğunuza em indim !” Ve daha buna benzer ne güzel şey­
ler söyleyecekti ve ben o zam an şaşıracak, kekelem eğe başlayacak,
hiçbir şey söyleyem ediğim için ayaklarına kapanacaktım . Bu sefer
Selm a H anım efendi, büsbütün tatlılaşan sesiyle: “H ayır, hayır, bu­
nu yapmayın! Hayri Bey... diyecekti. Bunu yapm ayın, ben hepsini
biliyorum ... B içare, hislerinin arasında bunalm ış kalm ış, zavallı bir
kadına bunu yapm ayın!”
Ben bütün o yorgunluğum a, hayalim de hep bu yerli film sahne­
si, -bittabi Selm a Hanım efendi bizim artistler gibi burnundan ko­
nuşm ayacaktı- taham mül etm iştim . Cem al B ey bu latif hülyayı beş
dakikada bir kere yıkıyordu.
B ir ara, H alit A yarcı’nın devam eden sesini duydum :
- C em al’i biraz tanıyıp da öldürm ek istem em ek kabil değildir.
Ben daha G alatasaray’da iken birkaç defa bunu düşünm üştüm .
O günden sonra bir daha B üyükdere’nin adını bile anm am ıştım .
Rakı böyle değildi. O nunla ülfetim daha sıkı, daha derindi. V âkıa
istersem o vesilede Cemal Beyefendiyi hatırlıyabilirdim . Fakat bu
benim değil, onun aleyhinde idi. B ir gün evinde sofra başında iken,
kendisini ziyaret ettiğim için beni de oturtm uş, ikram etm işti. İlk

197
TANPINAR

yudum u ağzına alır alm az yüzünün öyle m endebur bir buruşması


vardı ki, birdenbire iştiham kapanm ıştı ve sırf kendisine rakı nasıl
içilir gösterm ek için üst üste sekiz kadehi bile yuvarlam ış, evden
zilzurna çıkm ıştım . Şim di düşünüyorum da, acaba Cemal Beyle
olan m ünasebetlerim izde tam am iyle haklı olan ben m iydim ? diyo­
rum . Çünkü adam cağızın karısından başka hiç ve hiçbir hâlini be­
ğenm ediğim o kadar âşikârdı ki...
İkinci defa işsiz kalınca bir ara hakikaten rakıya düştüm . Bu
yüzden Ş ehzadebaşı’ndan E dirnekapı’ya kadar, yol boyunca rastla­
dığınız eşiğinden atlar atlam az ekşim iş pilaki ve yanm ış zeytinyağı
kokusu ciğerinizi haşlayan m eyhanelerin hepsine birkaç lira bor­
cum vardı. Yarı yıkık evim izin arasına göz koyan ve bu yüzden ba­
na oldukça geniş bir kredi sağlayan sem t bakkalındaki hesabım ı da
her akşam yalvara yakara aldığım kırk beşlikler kabartm ıştı. Bazen
şişeyi eve götürm eğe cesaret edem ez, hem en oracıkta, tezgâhın ya­
nında çırağın arsızlıkları ve Y usuf Efendinin borcum ve evim hak-
kındaki im alı sözleri arasında yarılar, arkam dan söylenecekleri hiç
düşünm eden ve hiçbir kim senin bakışlarıyla da karşılaşm am ağa ça­
lışarak âdeta boşlukla konuşuyorm uşum g ib i,“ Şunu bir kenara
koy, yarın akşam uğrarım ...” derdim .
H ulâsa, rakıyı da, B üyükdere’yi de tanıyordum . İkisinin de ben­
de bir yığın hâtırası vardı. İkisinin yan yana gelmeleri de pek m üm ­
kündü. Elbette B üyiikdere’de rakı içenler vardı. Fakat ben bu işe
nereden gitm iştim ? İşte değişiklik burada idi. B en, rakı ve Büyiik-
dere... H ayır olm adı. B üyükdere, rakı ve ben... N e şekle soksam , bu
iki saat evvel aklım ın alacağı şey değildi. Ü stelik buradaki ben, bu­
gün dört defa “ beyefendi” olm uştum .
Hayri Bey, H ayri E fendi, Hayri oğlum , falcı H ayri, saatçi Hay-
r i, öksüz H ay ri, şu büyücü H ay ri, m üsrif, ay y aş, esrarkeş H ay ri, Pa-
kize’nin kocası H ayri, baldızlarım ın eniştesi H ayri... Şimdi bir de
Hayri B eyefendi ortaya çıkm ıştı.
- Hayri B eyefendi, bir cıgara... Lütfen.
-T e ş e k k ü r ederim beyefendi!

198
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Böyle denm esi lâzım . E skiden, altı yıl evvel de böyle derdim .
Son zam anda belki bunu da unutm uştum . D em inden beri cıgarasız-
Iıktan dudaklarım ın kenarı ve içi, bütün diş etlerim yanıyordu. Se­
vincimden beşinci “ beyefendi”yi az kaldı kaçıracaktım .
O tom obil, ok gibi, bu güzel, buğulu bahar akşam ını âdeta israf
ederek uçuyordu. Ç em berlikuyu sırtlarında puslu havada, bir kat
daha güzelleşen akşam , göz alabildiğine yeşillik arasında, taze ot­
lar kadar yum uşak, kır çiçekleri gibi ince ve çekingen, şarap ren­
ginden altın rengine kadar giden perdelerle, bir şerit gibi uzanıyor­
du. Bu şeridin bir ucu sanki bizde im iş gibi onu ve etrafındaki akis­
lerini toplaya toplaya gidiyorduk.
B üyükdere, rakı ve ben, am a Hayri Beyefendi olarak ben. Ayrı­
ca otom obilin yetm iş kilom etre sürati. M uhakkak tekrar çocuklu­
ğum a döndüm ve bir bayram yerindeyim !
- Pek dalgınsınız Hayri Beyefendi!
Bereket versin, D oktor R am iz yanım da. O varken benim kendi­
me ait işlerde söz söylem em e lüzum yoktur. Şimdi de o cevap ve­
riyor:
- Hayri Bey, daim a böyledir!
Hayri B eyefendi, bizim H ayri, sizin H ayri, dalgın H ayri... Ne
kadar çok Hayri var. N ’olur birkaçını yolda eksek. H erkes gibi ben
de bir tek insan, kendim olsam .
Otomobil yerlerinden söktüğü ağaçlan tepem izden ata ata gidi­
yor. Her şeyde bir çocuk saçı yum uşaklığı var. Altı sene evvel ba­
kım sızlıktan ölen küçük kızım ın saçları da böyle yum uşaktı. Bari
şu ihtiyarı çiğnem esek! Üstü başı benden perişan. Belli ki kendin­
de değil! A ferin şoföre, adam a hiç dokunm adan geçti. Şimdi geçir­
diği tehlikeyi anlayacak ve ürkecek. Bu gece belki de rüyasında
onu görecek, kaybettiği sevgililerinden bu kazanın hâtırasıyla bir­
denbire ayrılacak. Fakat niçin hep Selm a H anım ı ve Cem al Beyi
düşünüyorum . G aliba bir otom obile bindiğim için olacak.
- Hayri B eyciğim , lütfen akşam üstü bize uğrar m asınız? Selm a
sizi bekliyor. E vet saat altı, yedide...

199
TANPINAR

Telefonda Cemal B eyin sesi, çişi gelm iş çocuklar gibi iki ayağı­
nın üstünde sallanıyor. Ben cevap veriyorum :
- Baş üstüne beyefendi...
Ve üstüm ü kirletir korkusuyla hem en telefonu kapatıyorum . B i­
liyorum , şim di hiddetten sapsarıdır. Telefonu daim a kendisi kapat­
m ak ister.
Saat yediyi bekliyorum , altı buçukta kapının önündeyim . H iz­
metçi kız yılışarak gülüyor. D ünyanın en kötü kolonyasını sürün­
m üş. G özlerinde fena bir pırıltı var. Sanki holün ışığında çok derin
bir karanlıktan bakıyor gibi. Eli âdeta ceketim e asıldı. Niçin kızı­
yorum sanki? Aynı insanlara, hem en hem en aynı şekilde hizm et et­
m iyor m uyuz? B ende hiç m eslek tesanüdü yok m u? H ayır, kızm ı­
yorum . A cele ediyorum .
Selm a H anım efendinin yatak odası indirilm iş perdeleri, abajurun
büsbütün körlettiği ışığı ile bir deniz m ağarasına benziyor. Yatak bü­
yük bir sedef gibi alaca ışıkta kabarıyor. İçinde Selm a Hanım var.
A caba hasta m ı? K ızım da hasta, küçük kızım . Hem on günden
beri. Dün D oktor R am iz uğram adı. Fakat bunun hastalığı başka tür­
lü olm alı, çünkü ötekilerin hepsini bana unutturdu. N e A hm et’in
göğsünü, ne Z eh ra’nın sinüzitini, ne karım ın tiroit guddelerini, ne
de en küçüğün hum m asını düşünüyorum . Sandalyenin, şezlongun
üzerinde bir yığın ipekli çam aşır var. Cem al Bey, bir sandalyenin
üzerine atılm ış robdöşam brıyla odada hazır.
- G eçm iş olsun efendim ...
Şakaklarım atıyor. B ir şeyler daha bulup söylem em lâzım . Fakat
ne söyleyebilirim ? K üçük kızım ın bu sabah ateşi otuz sekizdi, yü­
zü çok değişikti. Fakat Selm a H anım a bunlardan ne? Şimdi ben
evim de olm alıydım . A m m a burada olduğum için m esudum .
- H ayri B eyciğim , sizi yine rahatsız ettim . Fakat sizden başkası
da bu işi yapam az...
Yine çok güzel ve şirin. Y üzü çocukluğum un şekerci dükkânla­
rına, şimdiki çiçekçi vitrinlerine benziyor, ışık ve renk içinde.
Nuri Efendinin sesi içim de konuşuyor.

200
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- Sabır, insan oğlunun tek kalesidir...


Ben bu kalenin içinden onu dinliyorum . Fakat duvarları bu oda­
da çok ince.
- Bir hediye gönderm em iz lâzım . G örüyorsunuz ben hastayım .
Bu nezle yakam ı hiç bırakm adı. Cem al gitm ek istedi am m a, onun da
sabahleyin ateşi vardı biraz... B ir şey çıkar başım ıza diye korktum ...
Yumruk tam yerine isabet etti. Cem el B eye gösterilen bu alâka
kadar beni hiçbir şey m esut edem ez. Fakat kadın aklı bu. N e yapar­
sın? Güzel olm ak kâfi değil. O devam ediyor:
- Zaten bu gece başka yere sözlü... A rtık iş size düştü... Şiş­
li ’de... D oğum evinde... A krabadan bir hanım . Çok sevişiriz. Sizden
başkasını bulam adık!
H astalık m uhakkak ki yakışıyor. A ksırm a hiç güzel olur mu?
A m m a, elim den gelse alıp götüreceğim , yatağım ın baş ucuna avize
diye asacağım . Yatakta bir şeyler aranıyor: “ Lütfen şuradan bir
m endil...”
- Ü şüyeceksiniz hanım efendi...
- Hayır... O da sıcak!
Oda sıcak, fakat siz yine örtünün, kollarınızı, boynunuzu, göğ­
sünüzü örtün. Yatakta örtüler altında şekliniz kaybolsun. V ücudu­
nuzu gizleyin ki bu köpek sadakati bende devam etsin. Yoksa, yok­
sa... İyi am a niçin benden saklansın! Ben ona o kadar aşağılardan
bakıyorum ki...
- B e n , hediyeyi alm ıştım . O rada sandalyenin üstünde. U fak bir
ricam daha var. Ayşe size C em al’in elbiselerinden birini verecek.
Bütün takım ıyla. A nlıyorsunuz ya, zengin insanlar. Bizim de hedi­
yemizi ailenin eski bir em ektarıyla gönderm em iz lâzım . Kim bilir
ne kadar güzelleşeceksiniz!
B ir kahkaha daha. Bu kahkahayı da götürm eliyim . Fakat bunu
nereye asarım ? K endisine uşaklık etm ek kâfi değil. E trafa evlerin­
de doğup büyüdüğüm ü, beşiklerini salladığım ı da zannettirm em lâ­
zım. Üstüm başım da tem iz olm alı! Ve ayrıca üstüm deki elbise C e­
mal Beyin üstünde görünm üş olm alı! Ve görenler, “İyi bakıyorlar,

201
TANPINAR

doğrusu!” dem eli. “G eçenlerde C em al’in giydiği elbise değil m iy­


di? A dam boylu poslu! Sonra efendiden adam . Bayağı kâmil bir hâ­
li var.”
-D a rılm a d ın ız değil mi Hayri B ey? Z aten biliyorum , siz beni
seversiniz, bana darılm azsınız!
D em ek, benim sevdiğim i biliyor. Bu sevinç bana yetişir. Yüzü
tekrar yastığa göm üldü. Saçları dağıldı. Yatak, yum uşak, ince bir
plaj kum u gibi bu yüzükoyun yatan kadın vücudunun şeklini alıyor.
Ö rtüler dalganıyor. Şu paketi alıp kaçabilsem ... H ayır, tekrar dönü­
yor, tekrar aynı cüm büşlü bakış, aynı gülüm sem e... Belli ki o anda
kendisi için benden başka kim se yok. Belli ki yine bana bir hakaret
hazırlıyor: “A yşe, size para da verecek. O tom obille gider gelirsi­
niz!”
Ayşe hakikaten üç gün evvel Cem al Beyin sırtında gördüğüm
kahverengi elbiseleri hazırlam ış. M utfağın yanındaki daracık yerde
soyunuyorum . Ayşe kapının önünde. Ayşe kapıyı açıyor. E m ine, ço­
cuklarım , Pakize, hepsi burada... N iye böyle anlarda hepsi birden
başım a üşüşürler? Yalnız Selm a H anım yok. O odasında yatağında
bir kedi nazıyla dinleniyor. O girerse, onu unutm azsam bu iş olm az.
Halbuki ben ancak Ayşe gibi kadınlarda kısm etim i aram alıyım !
İkim izin boğazlarım ızda bir yığın şey düğüm leniyor, çözülüyor.
Fakat A yşe’nin kolları hiç de onunkine benzem iyor. İçim de bütün
dünyayı ikrah ettirecek bir bulantı var. H ayır ben A yşe’den hoşla­
nacak insan değilim . Selm a H anım da bana ancak bahşiş, eski elbi­
se ve iş verebilir. Ben ikisinin ortasında, boşlukta sallanıyorum .
D üşm em ek için bir tarafa tutunm am lâzım . Fakat nasıl, ne suretle?
K apıdan bir başka H ayri İrdal çıkıyor, iki kolunda iki paket. B i­
risini tütüncüye bırakırım , sonra geçerken alm ası kolay. Ş işli’ye ka­
dar gitsem bile sonra eve ne ile döneceğim ? Tabiî tram vayla. B aş­
ka çaresi yok. A yşe, benim gibi değil, peşin para ile çalışıyor. Ben
de peşin para ile çalışıyorum . M aaşım ı kaç defa peşin alıyorum .
Evvelâ m utem etten, sonra dostlardan, sonra herkesten.
D em ek bu paranın bana verilm esini istiyorm uşum . O hâlde Ay­

202
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

şe’yi niçin beğenm iyorum ? Ayşe, Pakize, Selm a H anım efendi. Em i­


ne artık görünmez! O na artık lâyık değilim . İçim de sevilm eyen in­
san vücudunun cıvıklığının bulantısı hâlâ devam ediyor. B una te­
nezzül etm em eliydim . Bu kadar güzel kadına, hem de hizm etçisiyle
ihanet etm ek... Ve Selm a H anım ın, Cemal Beyin bu düşünceye yine
kendi içim den fırlattığı kahkahalar, “ C em al’in de biraz ateşi var!”
Otom obil birdenbire durdu. L okantanın vitrinlerinde barbunya­
lar, yolda gördüğüm üz akşam dan toplanm ış gibi kırm ızı ile mavi
arasında perde değiştiriyorlar.
- B uyrunuz beyefendi...
-A m a n efendim , istirham ederim ...
Taşlıkta bizi lokanta sahibi karşılıyor. H alit Ayarcı elini sıkıyor.
Dem ek bu da âdet. Param olursa ben de yaparım . Fakat onun gibi
yapm am im kânsız. O güveni ben kendim de bulabilir miyim hiç? Bu
lokantaya giriş değil, bütün bir fütuhat! O zam anlar el sıkm ak âde­
ti olsaydı, İskender M ısır’a, D ârâ Y unanistan’a girdikleri zaman
m uhakkak böyle yaparlardı. A dım attıkça lokanta genişliyor, gerili­
yor, uzanıyor. Sade öyle mi ya? B ir taraftan da toparlanıyor, ona
doğru âdeta koşuyor. Bütün m üşterilerin gözü bizde. K enarda gü­
zelce bir kadının başı önündeki tabağa göm üldü. K eşke yeni ahba­
bımızın yüzüne vaktinde bakabilseydim . B iraz geç kaldım . A rtık ta­
nıyıp tanım adığım ı öğrenem em . A m a sırtını deniz tarafına çevirm e­
sinin sebebini biliyorum ; kadının rahatını bozm ak istem iyor. Beni
karşısına aldı. K adının başı tabaktan çıktı. Fakat eski neşesi yok.
Dışarda deniz var, gece var. G arip, sessizliği insanın içine yerle­
şen, bir rüya balığı gibi insanın içinde m asm avi kım ıldanan gece.
- M ehtap biraz sonra tam karşıdan çıkacak...
H alit Bey düğün gecesinde tabanca sıkar gibi em irler veriyor:
-R a k ı... Yani K ulüp rakısı. A m m a öbürlerinden, hani şu benim
getirttiklerim den!
D em ek K ulüp rakısının başka cinsi de var. N için olm asın? H er
şey sınıf sınıf. K adınlar da öyle değil m i? Selm a H anım efendi,
Nevzat H anım , Pakize, sonra P ak ize’nin kardeşi olduğu hâlde m e­

203
TANPINAR

selâ büyük baldızım ... Hepsi ayrı cinsten. D aha niceleri var. Kâinat
lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat.
Lokantacı listeyi uzatıyor. H alit Bey bana dönüyor:
-B u y u ru n m ezeleri seçin!
B irdenbire kendim e geliyorum .
- S i z burayı daha iyi tanırsınız. Ben hazretin yalnız bir midye
dolm asını bilirim . O da B alıkpazarı’nda satıcı iken...
D evam etm ek istem iyorum . “ Ben fakir adam ım . Siz getirm esey-
diniz, ancak kapısının önünden geçebilirdim . Belki adlarını bile bil­
m em . Ben Hayri İrdalım . Beş yıl evvel ölen en küçük kızının cena­
zesi bekçi kucağında kalkan adam . Sizin anlayacağınız, biçarenin
biri. Büyüğünü de yarın Topal İsm ail’e nikâhlayacağım . Hani kah­
vede, huzur-ı âlinizde dayak yem ek küstahlığını gösteren o m ende­
bura...”
Fakat neye yarar? Bu kadar güzel başlayan geceyi niye bozm alı?
Felek bu gece beni Hayri Beyefendi yaptı. O nun tadını çıkaralım .
B ir ayağım ı öbürünün üstüne atıyorum ve etrafa kayıtsız kayıt­
sız bakıyorum . Belki de ben, kendim öyle yaptığım ı sanıyorum .
Belki de yüzüm karm akarışıktır. Ç ünkü siz de anladınız ya, o za­
m anlar ben bütün hayatını sırtında bir kam bur gibi gezdiren o biça­
re insanlardandım .
Lokantacı yanı başım ızdan ayrılm ıyor. Y ârabbim , H alit Ayar-
c ı’ya ne kadar şefkatle, sevgiyle bakıyor. Sevinç adam cağızın iki
yanm a âdeta Cebrail k anatlan takm ış. G özleri ona her iliştikçe, ne­
redeyse elindeki m eze tabaklarıyla pencereden dışarıya, denize,
göklere doğru uçacak, belki bütün lokantayı beraberinde götürecek.
Yok, şüphesiz fazla ileriye gitm eyecek, A yasofya’nın kubbesindeki
m elekler gibi oraya, pencerenin dışında cam a yapışıp kalacak. O ra­
dan H alit A yarcı’ya: “A h, ciğerlerim in kanı, ve gözlerim in nuru...”
diye her an seslenecek.
- U zat doktor kadehini! Siz de beyefendi lütfen...
Bu işleri ne kadar iyi biliyor. Sesi ne rahat em ir veriyor. A caba
aktörlüğü var m ı? H ayır bu aktörlük değil, başka şey. Hayatı be­

204
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

nimsem iş! H iç m ağlup olm am ış.


- Biraz buz? Biraz daha... Şimdi ilk kadehleri biraz acele içeriz...
Sonra yavaşlarız... Böylece istediğim iz zam ana kadar eğleniriz.
Belli ki bu m asa bizim bakkalın tezgâhının arkasına hiç benze­
miyor. B urada rakı için geniş zam an ayrılıyor. Rakı kadehim de
m erm er bir saray birdenbire çökm üş gibi değişti, tortulandı. İkinci
günde ışık böyle yaratılm ış olm alı. S onra ilk yudum un zevki. D i­
limle dam ağım a hafif dokunuyorum , çok ince bir sakız lezzeti var.
Hayır, bu benim kırk beşlik değil. İkinci yudum , üçüncü yudum .
Kafam ın içinde bir şey, kapak gibi ağır bir şey döndü. Bütün vücu­
dum da tanım adığım bir sıcaklık var. K ulaklarım ham am da imişim
gibi çınlıyor. D ördüncü yudum: K adeh boşaldı. Bu kadar da acele
doğru mu ya? Biraz daha tadını çıkarm ak lâzım değil m i? Bu gece
yediğim , içtiğim , gördüğüm şeyleri nasıl olsa bir daha görecek, içe­
cek, yiyecek değilim!
H alit Ayarcı kadehimi dolduruyor. A h , herkes saatini onun kadar
sevse ve hepsi de D oktor R a m iz ’in dostu olsa... B uz rakıyı dam ar
dam ar y ap tı.
- Bir şey alm ıyorsunuz Hayri B eyefendi...
A rtık sayam ayacağım . V azgeçtim . H ayır, teşekkür ederim . B e­
nim âdetim böyledir, hepsi önüm de olunca karnım birdenbire do­
yar. D oktor R am iz hiç bana benzem iyor. Ş eh zad eb aşf ndaki küçük
m eyhanelere beni davet ettiği zam an verdiği bitm ez tükenm ez per­
hiz nasihatlerini birdenbire unutm uş gibi yiyor. Tabaklar önünden
resm igeçit yapıyor. Ben sanki içinde büyük bir buz parçası eriyen
büyük bir kadehin arkasından onu seyrediyorum .
- Psikanaliz, devrim izin en m ühim keşfidir.
H alit A yarcı’nın sesi birdenbire diken diken oldu.
- B ır a k doktor şu psikanalizi... A llah belâsını versin! Biz şimdi
rakı içiyoruz.
D oktor R am iz derhal psikanalizi bırakıyor ve hem en onun yeri­
ni İstakozu alıyor. D oğrusunu isterseniz, on senedir, onunla beraber
olduğum uz zam anlarda benim de yapm ak istediğim hep bu idi. F a­

205
TANPINAR

kat beni davet ettiği m eyhanelerde, m asanın üstünde psikanalizden


başka ağza konacak doğru dürüst bir şey bulunm azdı.
- Bizim S aatçiyan’a adam akkıllı ders verdiniz bugün...
- Belki biraz fazla oldu. M am afih hak etm işti...
- D oğru, hak etm işti... H em fazlasıyla!
H alit Ayarcı tekrar beni satın alm ağa karar verm iş gibi rahat ra­
hat gözlerini yüzüm e dikti:
- Saatçiliği nerede öğrendiniz Hayri B ey?
- G ençliğim de, çocuk denecek bir yaşta M uvakkit Nuri Efendi
adında bir zatla tanıştım . Babam ın dostuydu...
Sözüm ü bitirem edim . L okantaya en aşağı on kişilik bir kafile gir­
di. H erkesin başı onlara çevrildi. En önde yürüyen iriyarı, kalantor
bir adam - ş u gazetelerde günaşırı resimleri çıkanlardan biri olacak­
tı m u h ak k ak - uzaktan H alit A yarcı’ya eliyle bir selâm verdi. O yarı
ayağa kalkarak son derecede haysiyetli bir tavırla selâmını aldı. M a­
salar çekildi, sandalyeler oynatıldı. G arsonlar salonun içinde, bilar­
do m asasında bileler gibi koşuşuyorlardı. Sonra kalantor adam ya­
nım ıza geldi. K afilenin öbür kısm ı, hazırlanan m asanın etrafında,
bir gözleri bizim m asaya doğru yürüyen adam da, öbür gözleri biraz
sonra aynı adam ın kendi aralarında oturacağı sandalyede, hepsi bir­
den bu uğurda şaşı olm ağa dünden razı, ayakta, sözde biiylik bir ra­
hatlık içinde birbirleriyle konuşarak, şakalaşarak onu bekliyorlardı.
Yeni gelen, bir elini om uzuna koym ak suretiyle H alit A yarcı’ya
ayağa kalkm ak fırsatını verm eden iltifat etti:
- E , ne var ne yok bakalım , H alit B ey?
Ses diye işte buna derlerdi. Bu H alit A yarcı’nınkinin de üstünde,
daha m arifetli, daha kudretli, yüzlerce m âna ile zengin bir şeydi.
Hem iltifat ediyor, hem geriye alıyor, kucaklıyor, itiyor, üstüne çı­
kıyor, yan yana, kol kola yürüyordu. Hepsini bir anda, hep beraber
ve üç dört kelim e ile yapıyordu. O dakika hepim iz anladık ki Halit
Ayarcı m ühim adam dır; fakat ona iltifat eden daha çok m ühim dir
ve o , çok m ühim adam olduğu için H alit Ayarcı birkaç yüz daha
m ühim dir. Bu konuşm a değil, ardı arası gelm eyen bir çarpı am eli-

206
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yesiydi.
- Sağlığınız efendim ...
- Kim bu arkadaşlar?..
Yeni gelen adam bir el işaretiyle bizi yeni baştan y arattı. D oktor
R am iz’le ben T evrat’ın yeni yaratılm ış adam ı gibi, o anda duydu­
ğum uz sevinç, hayranlık ve m ahcubiyetle giyindik, örtündük. Fakat
Halit Ayarcı şaşırm ıyordu. Evvelâ D oktor R am iz’i tanıştırdı. Sonra
beni takdim etti.
- A z i z dostlarım dan Hayri İrdal B ey... M em leketim izin en tanı­
mış saat üstadı. Misli bulunm az bir adam ...
Bu takdim şeklinden bir daha anladım ki Halit Ayarcı mazi ve is­
tikbalini hâlin arasından gören zattır. Beni kırk yıllık dostu gibi ta­
nıtıyordu. K alantor zat benim le teşerrüf ettiği için son derece m e­
suttu. B irdenbire yüzünde bir çocuk tebessüm ü belirdi. Belli ki bu
saadeti bana birkaç kelim e ile anlatacaktı. Fakat birdenbire m asa­
nın üstündeki barbunyalar dikkatini çekti. Ben biraz daha bekleye­
bilirdim . Fakat barbunyalar bekleyem ezdi. O nlar beklerlerse soğur­
lardı. Soğuk barbunya ise hiçbir işe yaram azdı. H alit A yarcı’nın
om uzundan çektiği eliyle bir tanesini aldı ve hep aynı m esut çocuk
tebessüm üyle ağzıma götürdü. Fakat beni unutm adı, unutm am ıştı
ve unutm ayacaktı da. Bunu gösterm ek için serbest olan sol elini be­
nim om uzum a koydu ve hep aynı tebessüm le yüzüm e baktı. Beni
sevm işti. Ben bu teveccühün, iltifatın altında üç santim kadar döşe­
me tahtasına göm üldüm . O , hep aynı m uhabbetle yüzüm e bakıyor­
du. K onuşm ağa lüzum yoktu, anlaşıyorduk. Beni sevm işti. Ben de
onu sevm iştim . Bu em niyetle sağ eli bir kadın saçı okşar gibi m a­
saya uzandı. Tekrar bir barbunya döşem e tahtasına şöyle kayıtsızca
atılan bir kılçık oldu. Bu ?m eliye iki üç dafa tekrarlandı. Ç atala lü­
zum yoktu. Çatal fazla külfetti. O sam im î adam dı. B ana bakışların­
dan bu sam im iliği okunuyordu. N için aynı sam im iliği barbunyala­
ra gösterm eyecek, araya bir vasıta koyacaktı. H em çatal yem ek ye­
m ek içindi, böyle çerezler için değil!
Beşinci barbunyadan sonra evvelkinden yüz defa daha anlayışla

207
TANPINAR

gözlerim in içine baktı ve barbunyaları ben yaratm ışım , ben tutm u­


şum , ben pişirm işim gibi hep bana bakarak:
- N efis... dedi, çok nefis... Güzel pişm iş. Zaten m evsim i!..
B ütün ağırlığiyle om uzum a basarak son em irlerini verdi:
- A m a n yiyin! Tam zam anıdır barbunyanın...
Sonra beni bıraktı. D oğrudan doğruya m asaya döndü. Ve artık
bana bir daha bakm adı. B arbunyada ana baba bir kardeş olm uştuk.
G erisine ne lüzum vardı? B irdenbire buzlu badem tabağı dikkatini
çekti. Şüphesiz bu yeni icat edilm iş bir nesne olacaktı. Bir taraftan
onu tadıyor, diğer taraftan H alit B eyle konuşuyordu. T uhaf bir ko­
nuşm aydı bu. Söyleneni dinlem iyor, badem denen nesne ile meşgul
olduğu için kendisi de konuşm uyor; fakat büsbütün boş durm ak da
hoşuna gitm ediği için karşısındakinin bir şeyler söylem esini isti­
yordu. B ir ara H alit Bey kendisine:
-B u g ü n le rd e sizi taciz edeceğim galiba... dedi.
O kısaca cevap verdi:
-M u h a k k a k , hem yarın! Ö ğle yem eğinde. B uraya gelin.
Sonra om uzum dan istem eye istem eye elini çekti. Fakat bu iha­
neti yaptığı için tatlı bir bakışla gönlüm ü alm ayı da ihmal etm edi.
Ve hep aynı sevim li, dost, babacan, her zam an için em rinize hazır
ve her zam an için sizden çok farklı, tebessüm lerinin, gözlüklerinin
pırıltısıyla bizi ihya ederek çekilip gitti.
B iz tekrak yerim ize oturduk. D oktor R am iz’in yüzü sevinçten
kıpkırm ızıydı. B en, en aşağı dördüncü kat gökte Hazreti İsa ile sar­
maş dolaştım . N için olm asın? Bu sam im iliğe, bu iltifata taş olsam
yine dayanam azdım . B ir ara sol om uzum a baktım . M ektep kitapla­
rındaki A sur tanrılarının om uzları gibi nur içinde bakıyordu. Ben,
Hayri İrdal, bu biçare hayat artığı, bu iltifata m azhar olayım ! Bu
akıl alacak şey değildi. R abbim , ne büyüksün sen!
Yalnız bir k işi, H alit Ayarcı oralarda d eğ ild i. Yerine oturur otur­
m az, “H adise kapanm ıştır” der gibi bir sesle bana:
- E v e t... dedi.
G aliba onun gelişiyle kesilen sözüm e devam etm em i istiyordu.

208
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Fakat ben ne istediğini anlayacak hâlde değildim . H ele Nuri E fen­


diden çok uzaktaydım .
Ram iz B ey hem en hem en H alit B eyin evetiyle aynı zam anda:
- H akikaten büyiik adam ... diye atıldı. Ne babacan, ne asil hâl­
leri var. Böyle olduğunu hiç bilm ezdim .
- H e r zam an böyle m idir? diye H alit A yarcı’ya sordum .
O dalgın dalgın cevap verdi:
- E vet, dedi. H er zam an böyledir. H er zam an iştahlı ve dost.
Sonra om uzlarını silkti ve beni çok m uazzep eden hafif bir gü­
lüm sem e ile -ç ü n k ü hakikaten bu büyük adam a gerçekten ısınm ış­
tım , bağlanm ıştım , lehim lenm iştim , kaynam ıştım , ne derseniz d e­
yiniz, ve H alit A yarcı’nın onu küçüm sem esine, beğenm em esine
içerliyordum , şurası da var ki rahm etli velinim eti daha pek o kadar
tanım ıyordum - sözüne devam etti:
-T a b iî iktidarda olmadığı zam anlar... İş başında iken az çok de­
ğişir. İştahından bahsetm iyorum . O daim î ve edebîdir. Fakat bu
şahsa ait bir hâl değildir. H aleflerinde, seleflerinde, hulâsa bütün ai­
lede, hepsinde vardır. İltifatını, dostluğunu kastediyorum . Zaten ik­
tidarda iken görm ek pek az nasip olur. O zam anlar daha ziyade ga­
zetelerde resim lerini görürüz, düştükleri zam an da kendilerini...
Cebinden çıkardığı bir akşam gazetesini açarak ilk sahifedeki
bir resm e işaret etti:
-Y e rin e gelen adam ... B ir ay evvel onunla burada karşılaşm ış,
ikim iz de yalnız olduğum uz için saatlerce baş başa konuşm uştuk. O
zam an da cebim deki gazetede bunun resmi vardı. G arip değil mi?..
Ben ağzım hayretten bir karış açık, dinliyordum .
- Fakat öyle düşm üşe m üşm üşe pek benzem iyor, dedim .
- Benzem ez... Çünkü kudreti benim sem iştir. D aha doğrusu kud­
ret denen şey onu benim sem iştir. Â deta beraberlerinde gezer.
Gözlerim önündeki fotoğrafta:
- G arip şey, dedim . B irbirlerine de benziyorlar.
H ayretim den kekeliyordum .
- Evet, benzerler. O benzeyen şey yok m u, işte o hüviyetlerine

209
TANPINAR

sinen iktidardır. D edim ya, bu bir hulûl hâdisedir, ben sende ve sen
bende...
Ve eliyle, “A nlatılm ası güç!” der gibi bir işaret yaptı.
D oktor R am iz bu sözleri işitm ekten âdeta m ustarip, gözleri hep
devletlinin m asasında, H alit B eye çıkıştı:
- A m a, çok efendi adam , hakikaten üstünden büyüklük akıyor.
H alit Ayarcı om uzunu silkti. K adehini kaldırdı:
- İçelim !..
- İçelim !..
Ve içtik. D evletlinin eli om uzum a ve bakışı gözlerim e değdiği
andan itibaren bende garip bir değişiklik olm uştu. B irdenbire işti-
ham artm ış, bütün vücudum u bir rahatlık hissi, bir nevi saadet ve
ferahlık kaplam ıştı. D urm adan içiyor, yiyor, gülüyor, konuşuyor­
dum . Alkol bütün hafiflik kapılarını açm ıştı. H er kadehte, her y u ­
dum da beni boğacağını sandığım sıkıntılar, fecir vakti cami avlula­
rındaki ağaçlardan kalkan karga sürüleri gibi üzerim den kalkıyor,
bir daha dönm em ek üzere çok uzaklara uçuyorlardı.
Bu hafiflik, bu boşalm a ve doluş, -ç ü n k ü giden sıkıntılarım ın
yerine garip bir sevinç, bir iç rahatı, bir güvenm e g eliyordu- şüp­
hesiz ondan, onun om uzum u çökerten ağır ve heybetli elinden, göz­
lerim e akan m ıknatıslı bakışlarındandı.
Bu anlaşılam ayacak bir şeydi. Ç ocukluğum da beni birçok türbe­
lere götürm üşler, bir yığın nefesi keskin zatlara okutm uşlardı.
E yüpsultan’dan tâ Yuşâ tepesine, K ısık lı’daki Selâm iefendi’ye ka­
dar, Fatih, A ksaray, H ırkaişerif, E dirnekapı, A yvansaray yolu, Top-
kapı, Y edikule, K o cam u stafap aşa,T ü rb e, Sirkeci, Em inönü tarafla­
rına, hulâsa bütün İstan b u l’da, surların içinde ve dışında, hemen
her sem tte m evcut evliya ve keram et sahibi zatların yattıkları yeri
tanır, zam an zam an ziyaret eder, dua eder, yalvarır, m ezarlarından
taş alır, parm aklıklarına hiçbir şey bulm azsam ceketim in astarını
yırtarak bağlardım . H içbirisi bana bu tesiri yapm am ıştı.
H epsinden biraz yeisli, biraz daha üzgün, içim daha kapalı dö­
nerdim . N e Bukağılı D ede, ne Elekçi Baba, ne Üryan D ede, ne Tez-

210
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

veren Sultan, hiçbiri, hattâ ayazm aların serinliğinde yatan, yahut


H eybeliada’m n, B üyükada’nın, K ın alı’nın en yüksek tepelerinde,
rüzgârda köpüre köpüre uyuyan H ıristiyan evliyaları da dahil, hiç­
biri derdim e çare bulam am ışlar, üzerim deki m aişet sıkıntısını bir
parm ak kaldırm am ışlardı.
Kaldı ki bu m übareklerin hepsi dünya işlerinden uzak, bizzat
kendileri, ruhum uzu ve nefsimizi terbiye edeceğiz diye benim kin­
den beter sıkıntılar içinde yaşam ış m ala, m enale kıym et verm em iş,
ellerine geçeni de şuna buna dağıtm ış insanlardı.
Seyit Lûtfullah harap bir m edresede oturuyor, ben hiç yanında
görm ediğim hâlde, ondan destur aldığı söylenen Yılanlı D ede, Çu-
kurbostan’da bir m ahzende yaşıyor, K arpuz H oca S ü tlü ce’de yıkık
bir evde, Yekçeşim Ali Efendi Edirnekapı m ezarlıklarında vakit ge­
çiriyorlardı. A İti p arm ak’taki Şeyh M ustafa H azretleri, D eli H afız,
Şeyh Viranı hepsi bu çeşit insanlardı. B en, sabah akşam , giyebile­
ceğim şöyle tem izce bir göm lek bulam ıyorum diye yanıp yakılır­
ken, kısm etim in açılm asını him m etinden beklediğim G öm leksiz
D ede, kendisine hediye edilen göm lekleri sokak ortasında cayır c a ­
yır yırtıp atm akla m eşguldü.
Böylesi zevatın, daha ziyade m addî m eselelerde, dünya işlerin­
den gelen sıkıntılarım a çare bulam ayacakları besbelli bir şeydi. N i­
tekim ölüleri yüzüm e bile bakm ıyor, dirileri yalnız sabır ve kanaat
dersi veriyorlardı.
Bunların arasında kom şum uz sayılan Yedi gelin E m ine H anım , üç
sene peşinden koştuktan ve o kadar yalvardıktan sonra, elim deki pi­
yango biletini şöyle m übarek eliyle bir tutm uş, “ H aydi, dem işti, çok
yalvardın, kalbim mahzun oldu. D ua ettim . Paranı geriye alacaksın!
A m m a bir daha böyle şey istem em . Beni günaha sokm a!”
Peki am m a, benim gibi bir biçareye beş on kuruş para tem in e t­
mek neden günah olsun? Bunu bir türlü anlıyam adım .
Yedigelin E m ine H anım a o kadar yalvardım , ayaklarına kapan­
dım . “Şunu biraz arttır, ya m übarek! dedim . H iç olm azsa on sene­
dir bu m ünasebetsiz icada verdiklerim i geriye alayım !” M üm kün

211
TANPINAR

mü? “Haydi o kabil değil, bu sene içinde verdiklerim i geriye ver­


sin! O da beş on kuruş eder. N ’olur, yapm a, etm e!..” H ayır, taşım
da taşım . E vliya inadı bu, kabil değil. M ahzun m ahzun döndüm .
Bütün ay, “Belki m ahsustan böyle söyledi. Bu kadar yalvardıktan
sonra m uhakkak b ir şeyler çıkarır!” diye bekledim . Fakat nafile,
m übarek kadın sözünü tuttu. Eski zam anların cülus atiyeleri gibi
sağı solu ihya eden, servete batıran m ükâfatlar, ikram iyeler arasın­
da benim liram , kupkuru ve tek başına, kıra salınm ış uyuz keçi gi­
bi salına salm a döndü.
D evletli hiç de bu cinsten, yani nefis, ruh terbiyesi diye kendini
azaba sokacak, kısm etini köreltecek, ebedî saadetler uğrunda dün­
ya nim etlerini tepecek insanlardan değildi. Bilâkis hoşuna gideni
kapan, alan, yiyen, öğüten ve bunları yaptıktan sonra da gerisini
arayan, bulam ayınca canı sıkılan takım dandı. Ö m ründe hiçbir riya­
zet yapm adığı, en çetin hastalıkları bile perhizsiz yendiği aşikârdı.
M asam ıza bakışı, iltifat tarzı, barbunyaları derhal görm esi, benim
tabağım da, çatalım da takılı duran m idye tavasını bile lahzada fark
edişi, kısm et ve nim et tarlalarının üzerinde nasıl şahinler gibi süzül-
düğünü kendi m alını velev âharın elinde o lsa dahi nasıl seçip aldı­
ğını iyice gösteriyordu. H ayır, o başka çeliktendi. Bu iş için yaratıl­
mıştı. D üşünün bir kere, koskoca B üyiikdere’de, bu lokantada, kah­
ve köşelerinde yarı aç, yarı tok öm rünü geçiren Hayri İrdal’ın taba­
ğındaki tek m idyeyi bile, yem eğe kıyam adığı, tam lezzetine varm ak
için önünde tuttuğu tek m idyeyi bile hoşuna gidince alm akta tered­
düt etm iyordu. Ve o böyle yaptığı için de Hayri İrdal dünyalar ka­
dar m esuttu, yıllardan beri kendisini tanıyan dostu D oktor Ram iz
ona bu yüzden âdeta gıpta ile bakıyor, âdeta onu kıskanıyordu.
Elbette böyle bir adam la karşılaşm a, göz göze gelm e bir uğur,
bir saadetti. Elbette insana bu yüzden birtakım iyilikler gelecekti.
Nitekim öyle oldu. O geceden sonra, hattâ o gece içinde hemen he­
men hayatım ın m ahreki ve m ânası değişti.
Bu evvelâ üzerim den bahsettiğim ağırlığın kalkm asıyla başladı.
Sonra yavaş yavaş m antığım değişti. H attâ dünyaya bakışım , eşya­

212
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yı görüşüm , insanları anlayışım değişti. V akıa bunlar bir günde o l­


m adı. H attâ çok güçlükle ve adım adım oldu. H attâ çok defa bana
rağm en oldu. Fakat oldu.
H alit Ayarcı o gece benden bütün hayatım ı öğrendi. O na Nuri
Efendiyi, Seyyit L ûtfullah’ı, A bdüsselâm B eyi, Ferhat B eyi, A risti­
di Efendiyi, N aşit B eyi, A ndronikos K ay ser’in definesi ve cıvadan
altın yapm anın en kolay usulünün ilm-i havâs sayesinde bir hud-
dam tedarikiyle olabileceği üzerinde az çok ısrarla durarak anlat­
tım. Talihim in bu küşayişi anında hâlâ om uzum da devletlinin elinin
ağırlığını hissediyordum , belki bu m ühim ve zengin zata bu define­
yi bulm a ve kâinatın gizli kuvvetlerine tasarruf etm e ihtirasını aşı­
larım üm idiyle bütün talâkatim i sarf ettim . H attâ o zam ana kadar
hiç kim senin bilm ediği bazı izahat bile verdim .
- Yirmi yedi altın direkli çadır, içlerindeki bütün eşya altın veya
güm üşten, ve hep m ücevher ve inci kakm alı. A yrıca sandık sandık
m ücevherat, altın ve gümüş evanî, kadın hulliyatı, yüzükler, çe-
lenkler, mâşallahlar...
Halit Ayarcı gülerek:
- O lm az, dedi, BizanslIlarda m âşallah yoktur. O bizlere m ahsus­
tur...
Burasını düşünm eliydim . G âvur kısm ının m âşallah denecek ne­
si olabilirdi? M âşallah kelimesi elbette bizim olacaktı, bize lâyık
bir şeydi.
- Evet, am m a, tabiî onlar da nazar değm esin, kem gözden koru­
sun diye bir şeyler takınıyorlardı. H ıristiyan devletlerinde verilm e­
si âdet olan ve sonraları bize de geçen nişanların hakikatte okun­
m uş, üflenm iş tılsım lar olduğunu S eyyit L ûtfu llah’tan işitm iştim .
Ben onları kastediyorum ...
Fakat H alit Ayarcı, Seyyit L ûtfu llah ’ı tutm uyordu. O daha ziya­
de Nuri Efendi üzerinde çalışıyordu. H attâ rahm etli üstadım ın tak­
vim lerine, ara sıra çıkarttığı zayiçelere, yazm a kitaplarda bulduğu
sim ya reçetelerine de pek kulak asm ıyordu. Yalnız saatçiliğiyle
m eşguldü.

213
TANPINAR

Ç aresiz ben de sözü o tarafa döktüm . O nun yukarıda bahsettiğim


sözlerini hafızam da kaldığı kadar naklettim . H alit Bey hem en her
cüm lem in arkasından:
- O lur şey d eğ il... diyordu. B öyle bir adam , aram ızda bulunsun...
M onşer, bu tam filozof, hem de muhtaç olduğum uz filozof... Zam an
felsefesi... A nladınız mı? Z am an, yani çalışm a felsefesi... Siz de fi­
lozofsunuz Hayri Bey, hem hakikî bir filozofsunuz! diyordu.
Fakat ben onu dinlem iyordum . A yağa kalkarak elim le işaret ede
ede: •s

- O rada, dedim , görm üyor m usunuz? D evletlinin m asasında, ta­


baklar, filân hepsi oynuyor. M azallah...
Filhakika m asadaki yem ek tabaklarının bir kısmı lodos fırtınası­
na tutulm uş gibi sallanıyorlardı. İşin garibi m asa başındakiler bun­
dan korkacakları, kaçacakları, salâvat getirecekleri yerde kahkaha­
dan kırılıyorlardı. Sanki hepsini cin tutm uştu. İşin fenası benim bu
sözlerim üzerine kahkahaların ve onlarla beraber tabakların sallan­
m asının artm asıydı. Şim di hepsi bana bakarak gülüyorlardı.
H alit Ayarcı beni teskin etti:
-A ld ırm a y ın , dedi. B izim F aik ’in huyudur. Gittiği yerlerden
hokkabazlık eşyası getirir. Salon eğlencelerine meraklıdır.
- H ayır, hayır, dedim . Beni kandırıyorsunuz. Ben sarhoşum , de­
min de denizin dibinde A ndronikos K ay ser’in hâzinelerini gördüm .
Bana bir şey oldu. B ırakın evim e gideyim ...
Hakikaten evim e gitm ek istiyordum artık. Benim olm ayan bu ha­
yattan, bu eğlencelerden yorulm uştum . Evim e, bana ve benim olan
şeylerin arasına, ıstıraplarım a, yoksulluğum a dönm ek istiyordum .
-G itm e s in e , nasıl olsa hep beraber gideceğiz. Sarhoşluğunuza
gelince, gördünüz ki değilsiniz. H em hiç değilsiniz... O lsanız da
açılırsınız. B öyle gece hiç bırakılır m ı? Şim di oturun da bana şu us­
tadan ustaya m ektubu anlatın... Fakat daha evvel içelim ...
D oktor R am iz bir aksiseda gibi tekrarladı:
- Evet içelim ...
Tekrar içtik. Fakat ben artık tedirgindim . B ununla beraber Halit

214
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

A yarcı’nın m erakını elim den geldiği kadar giderm eğe çalıştım .


- Eski saatler el işiydiler. Y apanlar da m aden işçiliğinden anlı­
yorlardı. H ulâsa büyük m ânada kuyum cuydular. Bu itibarla yaptık­
ları saatleri çok güzel eserlerle süslerlerdi. Çizgiler, oym alar, filân­
la... Ve bunların en güzel, en ehem m iyetlileri saatlerin iç kapakları­
nın iç tarafında yani çok defa, ancak saatçilerin açtıkları yerlerde
olurdu. Rahm etli Nuri Efendi onun için bunlara ustadan ustaya
mektup derdi. M eselâ sizin saatin iç kapağının altındaki gibi. Hani
o tul gali kadınla, onun elini om uzuna koyduğu acayip, insan azm a­
nı herif... Bu saatin bir eşini Nuri E fendide görm üştüm .
H alit Ayarcı izah etti:
- A tena ile H erkül’den bahsediyorsunuz...
Sonra bahse döndü:
- Ö yle ya, ancak saatçi görür onları. H alit Bey tekrar kadehe sa­
rıldı:
- İçelim , diyordu. B ilhassa Hayri Bey siz için. A m m a böyle asık
çehre ile değil. İşsiz olm ak, birtakım m eseleler içinde bulunm ak bi­
zi eğlenm ekten alıkoym am alı.
- K eşke ben de sizin gibi düşünebilseydim ...
- Bir gün gelir, düşünürsünüz. Fakat evvelâ vaziyetinizi anlatı­
nız. İşlerinizi şöyle beraberce gözden geçirelim .
Ona evim i, karım ı, baldızlarım ı, A h m et’i, Z e h ra ’yı anlattım .
Doktor R am iz’in arada sırada bazı m ütalâalarla haşiyelediği hikâ­
yemi sonuna kadar dinledi. Sonra yüzüm e dik dik bakarak:
- D ünyanın en tabiî vaziyeti... dedi. Evvelâ parasızsınız. Sonra
da evlendirilm esi lâzım üç genç kadın var evinizde... Bir de um um î
sıhhat bozukça. Hepsi aynı yere çıkar, yani sadece para m eselesi.
K elim eler değiştirilince işler ne kadar kolaylaşıyordu. Para, üç
izdivaç, biraz bolca yiyip içm e... H em en arkasından, bir iki kanun
teklifi ile meseleyi hallederiz, dem esini bekledim .
- Fakat, dedim . Topal İsm ail’e kızım ı ben nasıl veririm ?
- Elbette verm eyeceksiniz. K ızınız anlattığınıza göre zarif ve
güzel bir çocuk... Elbette verm ezsiniz.

215
TANPINAR

Tekrar aynı çıkm aza girdiğim i hissettim .


- Vermem de ne yaparım ?
- A k ra n ın ı bulursunuz... O kendiliğinden gelir.
- Sonra, öbürleri, baldızlarım . H ele büyüğü, şu m usikî m eraklı­
sı... K im alır!
H alit Ayarcı bir m üddet düşündü:
-A n la ttığ ın ız a göre durup dururken kim senin alacağı cinsten d e­
ğil. Fakat bilinm ez. M eselâ, radyoda büyükçe bir şöhret... H erhan­
gi bir gazinoda m eşhur bir artist, m uganniye sıfatıyla... G örüyorsu­
nuz ki her şeyin bir çaresi vardır. U fak bir refah değişikliği, biraz te­
şebbüs ve gayret, küçük bir görüş farkı her şeyi ıslah edebilir.
- İtiraf edeyim ki bunları hiç düşünm em iştim . Ben tek çare ola­
rak yalnız evcek bizi alıp götürecek bir salgın, bir felâketle bu işler
hallolur sanıyor, onu bekliyordum .
- H atâ... H ep hatâ... N e istersiniz kendinizden ve evinizin zaval­
lı halkından?.. Şimdi sizden dinlediklerim e göre hepsi ihtiraslı, ya­
şam aya azm etm iş insanlar. Bu dem ektir ki hepsi m uvaffakiyetleri­
ni kendilerinde taşıyorlar ve onun ıstırabını çekiyorlar. A lelâde ha­
yata razı değiller...
- H ayır, hiç değiller. Karım kendisini Hollyvvood’da zannediyor,
büyük baldızım büyük bir m uganniye olduğuna kani. K üçüğü...
- Tabiî... Tabiî, öyle olacak! Ve hepsi de size karşı biraz kırgın.
Kendilerini anlam ıyorsunuz diye...
Ben boynum u büktüm . H iç olm azsa bu işte beni anlayacaklarını
sanıyordum . Altı saattir beraberinde bulunduğum , her hareketine
hayran olduğum adam da deli idi. B unun böyle olması için boğazı­
m a sarılm asına, soyunup çırçıplak orta yerde takla atm asına hiç ih­
tiyaç yoktu. O devam etti:
- E v e t , diyordu. Onları anlam adığınız için size kırgın olmaları
kadar tabiî ne olabilir? D arılm ayınız am a sizin insan ve hayat tecrü­
beniz hiç yok. Siz harbe girm eden m ağlûp olm uş bir orduya benzi­
yorsunuz... Teknenin üstüne çıkacağınız yerde altında kalm ışsınız.
H astalığım , yahut üzüntülerim in sebebi böylece teşhis edildik­

216
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ten sonra içm ekten başka yapacak bir şey kalm ıyordu. B ereket ver­
sin bu akşam rakı boldu. İstediğim kadar bu m esut hâdiseyi kutla-
yabilirdim .
O yine devam etti:
- H ele büyük baldızınız gibi hakikî bir artiste karşı m uam eleniz,
onu inkârınız...
Elim deki kadehi bıraktım . N e olursa olsun akıl ve m antık nam ı­
na bir kere daha işe karışacaktım . “ Ondan sonra ağzım ı bile aç­
m am ...”
- A m a n beyefendi, dedim , hangi artist,h an g i b ü y ü k ...A rz ettim ,
sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz... Sonra cahil. D aha İsfahanla M ahu­
ru, Rastla A cem aşiranı birbirinden ayıram ıyor. H ayır, im kânsız...
Belki başka bilm ediğim m eziyetleri vardır. B elki, ne bileyim şah­
sen güzeldir, yani değildir am m a, söz gelişi diyorum , güzel olur da
ben fark etm em iş olabilirim . Fakat o sesle m usikîsi beğenilsin! B u ­
na im kân yok. Kulağı yok efendim , hiç yok. Sesleri ayıram ıyor.
Halit Bey bana bir cıgara uzattı. Kendisi de bir tane y a k tı. Dışar-
da bütün cüm büşüyle devam eden m ehtaba baktı. Sonra karşıki m a­
sanın m ünakaşasına kulak kabartır gibi oldu, fakat hem en om uzu­
nu silkti, bana döndü:
-G ü z e l olam az, dedi. G üzelden anlıyorsunuz. H ayatınızı artık
biliyorum . Siz güzel kadından anlıyorsunuz. F akat sanattan, bugü­
nün sanatından anlam ıyorsunuz. E vvelâ bu bir kalabalık işidir. K a­
labalık neyi sever, neyi sevm ez? B unu kim se bilm ez. Sonra bu m e­
sele üm itsiz bir kalabalığın işidir. Siz de bilirsiniz ki zevk denen
yüksek şeyin bizim içim izde içgüdüden kolaylığa kadar giden bir
yığın karşılığı vardır. Zevkten üm it kesildi mi onlara kolayca teslim
oluruz. İşler karışınca zevkten üm it kesilir. M usikî denince herkes,
evvelâ “Hangi m usikî?” sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere
soruldu mu sizin zevk, üslûp dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra
kulağın herkeste ayarı bozuldu. R adyo devrindeyiz. M usikîyi nadir
bir şey gibi dinlem iyoruz. O , rom atizm a, nezle, para sıkıntısı, harp
ihtim ali, çok geçim sizlik gibi günlerim izin tabiî arkadaşı oldu. Bu

217
TANPINAR

işe bir de kalabalığı ilâve edin... H ayır, ben em inim ki bahsettiği­


m iz hanım efendi birkaç gün içinde yepyeni bir şöhret olark İstan­
b u l’u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet baldı­
zınız hanım efendi batı m usikîsine m erak sarsaydı. Çünkü onu ha­
kikaten yıllar boyu öğrenm ek lâzım .
B ir m üddet yüzüm e baktı. H akikaten afallam ıştım .
- B u m eselelerde herkes işin alayında... Farkında olm adan ala­
yında. Burasını anlam ıyor m usunuz?
- Hangi alay? Çıldırıyorlar...
- Tabiî... H ayatlarına biraz duygu, istisnaî zam anlar katm ak isti­
yorlar. H erkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurm ak,
kendini süslem ek istiyor, fakat m usikîden o kadar anlam ıyorlar ki,
şarkıları güfteleri için seviyorlar. Z avallı Hayri Bey, siz garip bir
adam sınız. Sizin bahsettiğiniz ölçüler geçm iş zam anda kaldı. O n­
lar, hani şu dem in söylediğiniz, ustadan ustaya m ektuplardı. Şimdi
artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla A cem aşiranı birbirinden
ayırm ak kim senin aklından geçm ez. Siz bana söyleyin, kimi taklit
ediyor?
- M eşhurların hem en hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı
m akam dan, aynı şekilde söylüyor...
D em ek son derecede şahsî! M esele halloldu. Orijinal ve yeni...
D ikkat edin, yeni diyorum . En büyük harflerle yeni! Yeninin bulun­
duğu yerde başka m eziyete lüzum yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı.
Halk musikîsi m i, alaturka m ı? Yoksa alafrangaya kaçan halk m usi­
kîsi m i, yahut halk m usikîsine kaçan alafranga mı?.. A m m a, bunu
burada, bu m asa başında pek kesip atam ayız. Fakat öyle sanıyorum
ki., sesin bahsettiğiniz m eziyetlerine göre -H a lit Ayarcı burada yü­
zünü buruşturdu ve parm aklarıyla çok âdi bir kumaşı yokluyorm uş
gibi bir hareket y a p tı- daha ziyade alafrangaya kaçan bazı m ahallî
halk türkülerinde m uvaffak olacaktır... E vet öyle tahmin ediyorum .
M eğer ki T ürkçe tangoyu tercih etsin! Yahut bazı şarkıları...
Y üzüm e dalgın dalgın baktı:
- E vet, bütün m esele burada. Siz teşebbüs fikrinden m ahrum su­

218
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

nuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görm üyorsunuz... H ulâsa eski


adam sınız. Yazık, çok yazık! B iraz realist olsanız bir parça, ufak bir
m iktarda, her şey değişirdi.
Bu kadarı da fazlaydı artık.
- Ben mi realist değilim! R ealist olm asaydım size v ak ’ayı böy­
le anlatabilir m iydim ? Size baldızım hakkında en ufak bir üm itle
bahsettim m i? H içbir tarafını değiştirdim m i? En ufak bir hâlini
m ethettim m i? Ben öyle sanıyorum ki her şeyi olduğu gibi gören­
lerdenim . H attâ fazla realistim , rahatsız edecek kadar...
Halit Ayarcı gülüm sedi. Karşı m asadan m ütem adiyen el işaretle­
ri yapılıyordu. B ir yudum rakı içti sonra bana döndü.
- Şu konuşm am ızı bitirelim , biz de onlara katılırız. Bu gece fena
olmayacak gibiye benziyor... Vaatkâr, dem ek istiyorum . Bakın H ay­
ri Bey, ben karar verdim , beraber çalışacağız bundan sonra. Onun
için anlaşm am ız lâzım . Realist olm ak hiç de hakikati olduğu gibi
görm ek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde m ünasebetim izi tâ­
yin etmektir. Hakikati görm üşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir m â­
nası ve kıymeti olm ayan bir yığın hüküm verm ekten başka neye y a­
rar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesin­
den başka ne yapabilirsin? B ir şey değiştirir mi bu? Bilâkis yolundan
alıkor seni. K ötüm ser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati ol­
duğu gibi görm ek... Yani bozguncu olm ak... Evet bozgunculuk de­
nen şey budur, bundan doğar. Siz kelim elerle zehirlenen adam sınız,
onun için size eskisiniz, dedim . Yeni adam ın realizmi başkadır. Elin­
de bulunan bu m al, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabi­
lirim? İşte sorulacak sual. M eselâ bu bahiste en büyük hatanız m usi­
kîden, yani m ücerret bir fikirden hareket ederek baldızınız hanım e­
fendiyi m ütalâa etm enizdir. Halbuki baldızınız hanım efendi tarafın­
dan işi m ünakaşa ediniz, mesele ne kadar değişir. Nevvton başına dü­
şen elm ayı, elm a olm ak haysiyetiyle m ütalâa etseydi belki çürüm üş
diye atabilirdi. Fakat o böyle yapm adı. Şu elm adan nasıl istifade
edebilirim? diye kendine sordu. A zam î istifadem ne olabilir? dedi.
Siz de öyle yapın! Baldızım m usikîden başka bir şeyde m uvaffak ol­

219
TANPINAR

mak istemiyor. O hâlde elim de iki rakam var. Baldızım ve musikî.


Birincisini değiştirem eyeceğim e göre, ister istem ez İkincisi hakkın­
da fikirlerim değişecek. B aldızım a hangi m usikî uyar? B öyle düşü­
nün! Sonuna kadar bu çıkm azda mı kalacaksınız? Elbette ki hayır...
Kendim i evim izin hem en arkasındaki K am burkarga çıkm azında
bir taşa çöm elm iş, başım ın ucunda karım ın kızkardeşi, elinde udu
şarkı söylüyo r,d ü şü n d ü m .
- Elbette hayır... Bin defa hayır...
- Onu değiştirebilir m isiniz?
Birden sıçradım .
- Z e r r e kadar... im kânsız... B üsbütün im kânsız...
- O hâlde dediğim i yapacaksınız... B ilin ki zam anım ızda bu gi­
bi işler için kuvvetle istem ek kâfidir. H ayat yürüyor, Hayri Bey...
Siz kelim elerle zehirlenin durun, hayat her gün yeni bir şey keşfe­
diyor. B akın ben dört beş saat evvel sizi keşfettim , şimdi de m ugan­
niye olarak baldızınızı keşfediyorum .
- A lla h razı olsun beyefendi...
H akikaten teşekkürden başka yapacağım bir şey yoktu. B aldızı­
mı keşfetm işti. M übarek olsun. D oğdum doğalı herkes bana dürbü­
nün ters tarafından bakm ayı teklif ediyordu. Ben bir türlü buna ya­
naşm ıyordum . İnat ediyordum . N eye yaram ıştı? Bütün hayatım ke­
paze olm uştu. B ir de bunu denesem ne çıkar sanki?..
B ununla beraber son itirazlarım ı toparladım .
- A h bir görseniz, yahut dinlesiniz, karşısında fıçı gibi terleye
terleye, parm aklarını çıtırdata çıtırdata, kırm ızı topuklu iskarpinle­
rinin üstünde sallana sallana size bir, “ G else o şuh m eclise.,.”yi bir
kere okusa...
H alit Ayarcı yüzüm e dostça baktı:
- D em ek parm aklarını çıtırdatıyor ha... N e iyi, ne m ükem m el,
fakat azizim , bu başlıbaşına bir m uvaffakiyet vasıtası... D üşünün
bir kere, şarkı söylerken eşarbını parm aklarına dolayıp çözm eğe
çalışm ayacak, m endilini yırtm ağa uğraşm ayacak... B undan iyi ne
istersiniz? İki eli birden serbest kalacak... İcabında halka, elleriyle

220
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

selâm lar, öpücükler gönderecek, alkış tufanına teşekkür edecek...


Siz hakikî bir hâzineye sahipsiniz, farkında değilsiniz. Toparlam a­
ğa çalışalım : Çirkin, diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telâkkileri­
ne göre sem patik dem ektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu hâlde doku­
naklı ve bazı havalara elverişli dem ektir. K abiliyetsiz diyorsunuz, o
hâlde m uhakkak orijinaldir. Yarın baldızınızla m eşgul olurum ... Ya­
rından itibaren baldızınız sahnededir, m eşhurdur, gazetelerde ismi
sık sık geçer...
O geceden vâzıh olarak bende kalan hâtıra buraya kadardır. H at­
tâ Halit A yarcı’nın son cüm lesi üzerine. “Vaat et, yarın unutacak ol­
duktan sonra...” diye düşündüğüm ü hayal meyal hatırlıyorum . O n­
dan ötesi hakikî boşluk... Yalnız sabaha karşı kendim i, karşı masa-
dakilerden biriyle karşı karşıya çiftetelli oynarken buldum . İnce,
tatlı, sisler içinde yum uk yum uk bir sabahtı bu. A çık bir pencere­
den giren rüzgâr ve m otor sesleri henüz yanm akta olan lam balara
hücum ediyordu. Biz ayakta bu güzel sabaha karşı durm adan göbek
atıyorduk. İçim de dünyanın en m esut hafifliği vardı. H alit Ayarcı
geceki vaitlerini tutsun veya tutm asın, bana dürbünün bakılacak ye­
rini gösterm işti.

II

B ununla beraber H alit Ayarcı bütün sözlerini tuttu. D aha o gece­


nin haftasında baldızım küçük bir gazinoda m uganniye idi. İlk ge­
ce Pakize, H alit Ayarcı, D oktor R am iz ve ailem izin bütün efradı
dinleyiciler arasında idik. Bu hakikî bir zafer oldu. H alit Ayarcı,
sanki o gece bana söylediklerini tatbik için bu salonu ve halkım te­
darik etm işti. Baldızım ın her usul hatası çılgınca alkışlandı. B en,
her lahza m ahcubiyetim den y er açılıp da içine giriyorum sanırken
kızcağız bayağı gecenin kahram anı oldu, “Yaşa” sesleri, yenge, ab ­
la çığlıkları birbirini kovaladı. P akize, ikide bir bana dönüyor, “ N a­
sıl?” diye soruyordu. H alit Ayarcı hiç ses çıkarm adan dinliyordu.
Yalnız çıkarken.

221
TANPINAR

- E vet, dedi, tahm inim gibi... H anım efendi hakikaten m uvaffak


olacak... H ayata inanm ak lâzım Hayri Bey. Siz hayata değil. A cem ­
aşirana inanıyordunuz... G ördünüz mü nasıl beğenildi? Bu canlı in­
sanın insanla karşılaşm asıdır. Sizin klasik m akam larınız böyle bir
m uvaffakiyeti dünyada elde ed em ezd i. Şim diden sonra yolu açıktır.
G öreceksiniz neler yapar.
B ununla da kalm adı. Yine o günlerde Saatleri A yarlam a Enstitü-
sü ’nün çekirdeği olan küçük dairem iz açıldı. Bir sabah ben, sırtım ­
da bir gece evvel H alit A yarcı’nın gönderm iş olduğu elbiseler, be­
lediyenin civarındaki bürom uzun kapısında göründüm . İhtiyar, ak­
lı başında bir hadem e beni karşıladı ve içeri aldı. H alit A yarcı’nın
akrabasından olduğunu bildiğim kalem şefim iz N erm in H anım be­
ni görür görm ez kırk yıllık ahbap gibi sevindi. M asam ı gösterdi. İş
için elindeki örgüyü bile bırakm ıştı. N erm in H anım ın daha o gün
ya örgü ördüğünü, yahut konuştuğunu öğrendim . D aha doğrusu da­
im a konuşur, yalnız kalınca örgü örerdi.
O zam ana kadar tanıdığım kadınların hiçbirine benzem iyordu.
İnsanla dost olm ası için bir saniye görm esi kâfiydi. H ayatında hiç­
bir sırrı yoktu. Sükûtu sevm ezdi. H iç kim se ile darılm ak âdeti de­
ğildi. Ü ç kocasından da darılm adan dostça ayrılm ağa m uvaffak ol­
m uştu. H âlâ da ahbaplıkları devam ediyordu. İlk söz olarak:
- E lbiseniz yakışm ış... dedi. H alit Bey sizi bana anlatınca bu el­
bisenin size uyacağını tahm in etm iştim . Yalnız ayakkabılarınızı bo­
yatm ak lâzım . B ir de berberinizi değiştirin. Bu adam saç kesm esi­
ni bilm iyor. D oğrusu sizin gibi bir arkadaş bulduğum a m em nunum .
A m cam bu vazifeye devam ım ı isteyince tereddüt etm iştim . Daire
deyince insan çekiniyor. N e olsa, birçok yabancı insan, filân vardır,
sıkılırım , dedim . Fakat baş başa olduğum uzu söyleyince, hele sizi
anlatınca m üsterih oldum . Yaşınız başınız da ahbaplığa m üsait. K o­
cam kıskanm az. Zaten aklı başında insan bu asırda karısını kıskan­
m az. Bugün aile artık arkadaşlık üzerine kurulm uş bir m üessese ol­
du. Fakat erkeklerim izin fikrî terbiyesi henüz bu m ertebeye gelm e­
diği için... M am afih artık ben de bıktım . Eskiden boşanm a denen

222
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

şey kolaydı. Şimdi birdenbire güçleştirdiler. H âkim ler m uttasıl ba­


rıştırm ağa kalkıyor, dâvayı sallıyorlar. İlk kocam dan daha ne yap­
tığımı bilm eden boşanm ıştım . İkincisinde m ahkem e bir sene sürdü.
Ayrıca da bir sene yeniden evlenm e için m üddet koydular. Üçüncü-
sti büsbütün güç oldu... B iliyorsunuz, siz de, ben de şim dilik kâti­
biz. Fakat am cam teşkilâtı kabul ettirince siz m üdür m uavini, ben
kalem şefi olacağım ! H alit am cam teşkilâtçıdır. D aha şim diden m u­
azzam bir proje hazırladı. Biz Ş işli’de oturduğum uz için yem eğim i
de beraber getireceğim . Siz de getirirseniz öğleleri beyhude yere
yorulm aktan kurtulursunuz... M am afih sizin getirm enize lüzum da
yok. Ben getiririm . K ayınvalidem yem ek pişirm esini sever. Hele
benden kurtulsun da, icap ederse tepsi tepsi gönderir. D oğrusunu is­
terseniz ben onun buraya kâtip olm asını isterdim . Fakat am cam , ya­
kışık alm az, dedi. Bu m odern bir m üessesedir. G enç hanım lâzım .
Şimdi de genci ihtiyarı pek belli olm uyor ya... Eteklerinizi biraz kı­
saltıp saçlarınızı da kısa kestirdiniz m i... H ele başınıza bir de bere
koyarsanız... Benim arkadaşlarım dan birinin kocası küçük kızlara
m eraklıym ış. Zavallı ne yapacağını bilm iyordu. N ihayet akıl öğret­
tim. K ardeş, sırtına bir orta m ektep önlüğü geçiriver, dedim . B aşı­
na da bir kasket... İlk önce olm az filân dedi am a şimdi de adam ca­
ğız evden çıkm ıyor. O h, doğrusu çok iyi oldu sizinle beraber bulun­
m am ız... Ben sabahleyin dairenin yolunu bulam azsınız belki diye
az kalsın otom obille eve kadar uğrayıp sizi alacaktım .... Sonra ha­
nımefendiyi rahatsız etm ekten korktum , vazgeçtim . A m cam sizin
iyi fal baktığınızı söyledi. D oğrusu o kadar sevindim ki... H er gün
falım a bakarsınız değil mi?..
Nerm in H anım işte böyle bir N erm in H anım dı. H ayret edilecek
nokta, üç kocasından da kendisinin istem esiyle ayrılm ış olm asıydı.
Halbuki bu konuşm asına göre adam cağızların bunu kendilerinin
düşünm üş olm ası lâzım gelirdi. H akikatte günün on iki saatinde ko­
nuşan bir insandı.
Daire iç içe iki odadan ibaretti. B irincisinde N erm in H anım la
benim karşı karşıya m asalarım ız vardı. Bizim odadan H alit Ayar­

223
TANPINAR

c ı’nın bürosuna geçiliyordu.


Şim diden söyleyeyim ki alelade eşya ile döşenm iş bu odalarla
İstanbul’un en asrî m üessesesi olan enstitü binası arasında hiçbir
m ünasebet yoktu. H attâ aradaki farka terakki adı dahi verilem ez.
O nlar ayrı ayrı iki âlemdir.
N erm in H anım a bir ara işim izin ne olduğunu sordum . Birinci
zevcine ve akrabasına dair uzun bir izahattan sonra şim dilik hiçbir
işim iz olm adığını, sadece H alit B eyin gelm esini bekleyeceğim izi
söyledi. Filhakika ilk ayım ızı sadece bu işle geçirdik. Halit Ayarcı
ara sıra telefon ediyor, bizim hâl ve hatırım ızı soruyor, m untazam
şekilde devam etm em izi, kırtasiye eksikliklerim izi tam am lam am ı­
zı söylüyordu. Ayın sonuna doğru daktilo m akinalarım ız, perdeleri­
m iz geldi.
İkinci ayın ortasına doğru H alit Ayarcı bir gün daireye uğradı.
B eraberce N uri Efendinin hatırlayabildiğim sözlerinden yüz kadar
slogan tertip ettik: “M aden kendiliğinden ayar kabul etm ez” , “Ayar
saniyenin peşinde koşm aktır” . Bazen bunlara Halit A yarcı’nın ken­
di buluşları da karışıyor ve onlar daha m ânalı oluyordu: “M üşterek
zam an m üşterek iştir” , “H akikî insan zam an şuurudur” , “ Refahın
yolu sağlam bir zam an anlayışından geçer” gibi şeylerdi bunlar.
B undan sonra bunların basılm asına nezaret işi başladı. H er bi­
rinden biner tane basıyor ve şehre dağıtıyorduk. Üçüncü aya doğru
H alit Ayarcı enstitünün teşkilâtını hazırlam ış olduğunu bir sabah
bize m üjdeledi. O ndan sonra esbabım ucibe lâyihasını yazm ağa
başladı. B öylece hiç işi olm ayan enstitüm üz yavaş yavaş kendi var­
lığının etrafında bir yığın iş peydahlam ış oldu.
Bu üç ay bütün hayatım da bir istisna oldu. Onu hiçbir zaman
unutam am . Bu istediğine erişm e sevinciyle kaybetm e korkusunun
beraberce vücuda getirdikleri acayip, karışık, sevinçle ve korku ile
dolu bir d ev ird i.T ek rar bir iş sahibi olduğum u, m uayyen bir kazan­
cım bulunduğunu düşündükçe her saniye başında, sanki ağır bir uy­
kuda im işim gibi sevinçten benirleyerek yaşıyordum . A rtık gün bo­
yunca kahve kahve şuna buna rastlam ak üm idiyle koşm ak yoktu.

224
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Biraz sonra ne yapacağım , sualinden kurtulm uştum . Ç alışm ayan,


işsiz insan sıfatıyla evde horlanm ıyor, sokakta her rast geldiğim e
talihsizliğim in hesabını verm eğe m ecbur olm uyordum . Bütün gün
dairede kaldığım için eski tanıdıklarım ın beni gördükçe yol değiş­
tirm elerine, görm em ezlikten gelm elerine, benden kaçışlarına şahit
olm uyordum . Kendim i hayata yeniden başlam ış sanıyordum . Ve bu
hisle dünyanın en m untazam insanı gibi yaşıyordum . İçim de m üt­
hiş bir gayret uyanm ıştı. D ağlar devirm ek istiyordum .
İşte burada m esele birdenbire değişiyordu. B ir işim vardı, fakat
yapacağım iş yoktu. Bu yeni vazifem öbürlerine hiç benzem iyordu.
İnsanlarla, hayatla hiçbir alâkasını bulam ıyordum . H attâ İspritizm a
C em iyeti’nde bile birbirlerine ve kendilerine yalan söylem ekten
hoşlanan birtakım insanlara hizm et ettiğim i bildiğim için gülünç de
olsa bir iş yaptığım a inanıyordum . B urada o bile yoktu. Bu, birkaç
kelim enin etrafında doğm uş bir şeydi. D aha ziyade bir m asala ben­
ziyordu. Ben H alit Beye bir şeyler anlatm ıştım . H alit B ey birbirini
tutm ayan saatlere bakm ış ve o esnada işsiz olduğunu hatırlam ıştı.
Başka insanlar ona inanm ıştı. Bu esnada şehrin saatleri birbirini
tutm adığı için büyük bir zata ait cenazede m ühim ce bir zat buluna­
m am ıştı. Bu yüzden on günün içinde bize bir bina bulm uşlar, ücret
ayırm ışlar, iyi kötü döşem işler, bu yetm iyorm uş gibi gün geçtikçe
eksiklerim izi tam am lıyorlardı. Böyle iş olur m uydu? H ayatta yeri
neydi bunun?
İşin fenası H alit A yarcı’nın ortalıkta görünm em esiydi. H iç o l­
m azsa gelip gitseydi, aram ızda bulunm ası biraz em niyet verirdi.
Belki o gelse biraz iş de çıkardı. Fakat gelm iyordu, görünm üyordu.
Yalnız telefon ediyor, hâl hatır soruyor, yahut ufak tefek em irler ve­
riyordu.
Fakat havadisleri geliyordu. N erm in H anım durm adan yeni teş­
kilâttan, m uazzam kadrodan bahsediyordu. Ben küçücük dairem i­
zin varlığını gülünç bulurken o, am cam dediği H alit A yarcı’nın bi­
zim için tasavvurlarını anlatıyor, şubelerden, şefliklerden dem vu­
ruyordu. Bütün bunlar beni endişelendiriyordu. B ana kalsaydı, da­

225
TANPINAR

irem iz hiç de böyle şeylere kalkışm am alıydı. M üm kün m ertebe


kendim izi unutturm alıydık. Ay başından ay başına ücretlerim izi
alırken görünm ek en m ünasibiydi. Fakat hiç de böyle olm uyordu.
H alit A yarcı, hele son günlerde durm adan m üsveddeler yolluyor,
sağa sola m ektuplar yazıyor, dairenin lâyıkıyla döşenm esini, kalem
levazım ının gönderilm esini istiyordu. B unlar yetişm iyorm uş gibi
H alit A yarcı, sanki sahneye çıkacakm ışım gibi benim kılık kıyafe­
tim le de meşgul oluyordu.
B ir gün N erm in H anım a onun gönderdiği m üsveddelerden biri­
ni dikte ederken âdeta kederim den ağlayacaktım . “Saatleri A yarla­
ma Enstitüsü gibi m ühim bir m ıiesseseye hâlâ gereği gibi ehem m i­
yet verilm ediğinden” bahsediyor, yeni bütçeye ve tam kadrosuyla
teşekkülüne kadar tahsisat istiyor ve bir m uhasiple bir başka kâti­
bin verilm esinde ısrar ediyordu.
İşin garibi, üç gün sonra aldığım ız cevapta bir yığın itirazdan
sonra dediklerini yapm ağa çalışılacağı söyleniyordu. Gün geçm i­
yordu ki küçücük dairem ize birtakım yeni eşya gelm esin. Evvelâ
m uşam balarım ız değişti, sonra on beş adım ötedeki telefon yetm ez­
miş gibi benim m asam a bir telefon kondu. Ertesi gün yarım düzine
gece lam bam ız geldi. D aha sonra m asalar değişti. H alit A yarcı’ya
birinci sınıftan bir A m erikan yazıhanesi verdiler. B ana bir parça da­
ha az gösterişlisi verildi. N erm in H anım a üzerinde kayabileceğiniz
kadar cilâlı bir m asa geldi. H alit Ayarcı bütün bu eşyanın geleceği
saatleri biliyor, telefonda yerlerini tâyin ediyordu. Benim m asamın
üstündeki gece lam basının, siyah parlak yazı takım ının, kurşun ka­
lem inin nerede duracağını hep o tarif etti.
B ütün bunların benim için tek bir m ânası vardı. D oğrudan doğ­
ruya bir levazım m üdürlüğü, bir nevi depo olm azsa dairem iz lâğve­
dilecek, hepim iz açıkta kalacaktık. Ben m üdür m uavinliğim in de­
ğil, alm akta olduğum Uç hadem e ücretinin peşinde idim . O nu kay­
bederim korkusuyla çıldırıyordum .
Bir gün H alit A yarcı’ya telefonda bunu açm ağa çalıştım , beni
sonuna kadar dinledikten sonra:

226
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

-A z iz im Hayri Bey, dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz. R e­


alist olun! cevabıyla telefonu kapadı.
Bana B üyükdere’deki sözlerini hatırlatıyordu. Fakat sesi gül­
mekten kırılıyordu. B ir saat sonra tekrar telefonu açtı, bana:
-H a y r i Bey! dedi. H âlâ küçük ücretinizi kaybetm ekten korku­
yor m usunuz? Vazgeçin bu deliliklerden, realist olun!
Ve tekrar telefonu kapadı.
Endişelerim i artık N erm in H anım dan gizlem iyordum . B ana söz
söylem ek, yahut sözüm ü bitirm ek, fırsatını verdiği nisbette bu işin
sonu olam ayacağını anlatm ağa çalışıyordum . Fakat N erm in H anı­
mın Halit A yarcı’ya itimadı vardı.
- İmkân yok! diyordu. H alit am cam yanılm az. O teşkilâtçıdır.
Sonra güvenm ediği işe girm ez. Siz H alit am cam ı daha tanım ıyor­
sunuz!
- Fakat niye gelm iyor?
- G elecek... A m a biraz işleri yoluna koyduktan sonra... Yarın
A nkara’ya gidiyor. Bu işleri konuşacak!
İçim den, “Bari anlatm asa, kim seye bir şey söylem ese!” diye dua
etm ekten başka ne yapabilirdim ?
Bununla beraber belki de benim vesveselerim in tesiri altında o
da üzülm eğe başladı:
- Paraya o kadar ihtiyacım yok... diyordu. Fakat tekrar eve ka­
panm ak, ev işi görm ek, kaynanam la burun buruna yaşam ak hiç ho­
şum a gitm iyor... İyi kadın am a iki çift laf etm eğe gelm iyor. Derhal
kaçıyor. İnsan sadece susar mı? B ilir m isiniz ki bu işe tâyinim den
beri kaynanam ın huyu değişti. B ütün ev işini üstüne aldı...
Fakat N erm in H anım bana benzem iyordu. Onun konuşm ası baş­
ka türlü idi. Tıpkı daldan dala sıçrayan serçeler gibi düşünceden dü­
şünceye atladığı için, daha üçüncü cüm lede başladığı noktayı unu­
tuyor, büsbütün başka m evzulara dalıyordu. Bütün hayatı, karm a­
karışık hâlde diliyle iki dudağının arasında yaşıyordu. O nun için
kaynanasıyla tekrar evde kapanm aktan bahsederken birdenbire ilk
kocasına atlıyor, oradan K üçük M ustafa Paşa taraflarındaki konak­

227
TANPINAR

larında geçen çocukluğuna sıçrıyor, daha sonra yeni aldığı şapka­


nın yakışıp yakışm adığını soruyordu.
Ve bütün bunlar daim a küçük büyük birtakım istitratlarla olu­
yordu. H er defasında, “ Belki tanırsınız...” m ukaddim esiyle en aşa­
ğı yirmi kişiden bahsediyor, ben tanım adığım ı söyleyince üzülüyor,
onları lâyıkıyla tanıtacak izahat verm eğe kalkıyor; fakat tam yarı­
sında bahsettiği adam ın kızı veya karısının adı geçince am eliye tek­
rarlanıyordu.
N erm in H anım ın dostluk yapm ası ve bütün hayatını parça parça
anlatm ası için herhangi bir insanla bir kere karşılaşması kâfiydi. Mu-
şam bacı, elektrikçi, döşem eci, ham al, bordrolarımızı im zalam ağa
getiıen kâtip, hepsi onun hayatından bazı şeyleri bir kere olsun din­
liyorlardı. B ununla beraber o da bu işin fazla süreceğinden şüphe et­
meğe başlam ıştı. Sonuna doğru konuşm asının başıboş, daldan dala
sıçrayışları m uayyen bir merkezin etrafında toplanm ağa başladı.
B iraz sonra bu telâş hadem em iz D erviş Efendiye de geçti.
A dam cağız bu yeni daireyi pek beğenm işti. V âkıa gelip gideni pek
olm adığı için bahşiş filân alam ıyordu. Fakat /ahattı, kim se kendisi­
ni taciz etm iyordu. Ü stelik, öyle kapı önlerinde, filân da beklem i­
yordu. N erm in H anım ın m asasının yanı başındaki sandalyede otu­
ruyor, onu dinliyor, her gün değişen şapkalarını bir “M âşallah!” çe­
kerek m ethediyor, N erm in H anım ın konuşm asından yoruldukça
kahve pişirm ek bahanesiyle odadan sıvışıyordu.
Şüphesiz onun için dünyanın en rahat hayatıydı bu. O tuz beş se­
ne süren hadem elik hayatında birdenbire hiç beklem ediği zam anda,
olm ası icap ettiği şekilde bir daireye kavuşm uştu. Fakat onun da
aklı bu işi alm ıyor, benim akşam a kadar sağdan soldan bulduğum
saatleri tam ir etm ekliğim , N erm in H anım ın süveter örerek hayatını
anlatm ası, kendisinin bizi seyretm esi için bütün bu işin kurulm uş
olm asına şaşıyordu. Onu yorm uyorlar, azarlam ıyorlar, bunaltm ı­
yorlardı. B inaenaleyh bu iş onun için de m antıksızdı. B ir gün bana
utana u ta n a :
- B eyim , d em işti, bu işe ben de şaşıyorum . İçim e acayip şüphe­

228
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ler girm eğe başladı. A caba öldüm de cennette miyim diye düşünü­
yorum.
O zam ana kadar hadem e denen m ahlûkun kendi hayatının şart­
larına göre ayrı bir cennet tasavvuru olabileceğini hiç düşünm em iş­
tim. Fakat saadet telâkkim iz niçin hayat şartlarım ıza göre olm asın?
Üçüncü ayın sonlarına doğru idi ki bir gün bu tehlikeli durgun­
luk kırıldı, ve m üessesem iz birdenbire bir nevi canlılığa kavuştu.
Bir sabah, H alit Ayarcı, önde belediye reisi, yanlarında belediye re­
isinin yardım cılarından biri dairem ize geldi. N erm in H anım berm u­
tat Halit A yarcı’ya üçüncü süveterini örüyordu. Ben ona Seyit Lût-
fullah ’la A selb an ’ın sevişm elerini anlatıyordum . Bu beklenm edik
ziyaretle ikim iz birden şaşırm ış ayağa fırladık. Ben daha bu kadar
mühim adam ı nasıl selâm layacağım a karar verm eden H alit Ayarcı
beni ona:
- En kıymetli yardım cım ... diye takdim etti. Hayri İrdal Bey, bu
işte en büyük şansım ızdır.
Sonra ilâve etti.
- B ilir m isiniz beyefendi, Hayri İrdal burada, sırf m üesseseye
hizm et için âdeta fahrî çalışıyor.
Belediye reisi, m üessesem izin bu tek m uvaffakiyet şansını “ bir
daha bırakm ayacağım ” der gibi bir elinden yakaladı.
- K endisine verdiğim iz para utanılacak bir şey... H akikaten uta­
nılacak şey...
Aziz velinim etim hakikaten bana yapılan haksızlığa ağlayacak­
mış gibi konuşuyordu. İşin garibi belediye reisinin de bu işe ger­
çekten sıkılm ış görünm esiydi. Başını eğm iş, durm adan ayakkabıla­
rına bakıyordu.
- Bu işler başka türlü yürüm ez. H alit Bey...
Ve teşekkür m akam ında elimi daha kuvvetle sıktı.
- Tabiî, şimdiki vaziyeti m uvakkat... T eşkilâtım ız, sayenizde ta­
m am lanınca Hayri Bey m üdür m uavinim iz olacak.
Bu m üjde belediye reisini âdeta kurtardı. Başını ayakkabıların­
dan bir lahza ayırdı, gözlerim in içine sevinçle baktı. Ben de öm ­

229
TANPINAR

rüm de ilk defa olarak bir başkasının saadetiyle mesut olan bir adam
gördüm .
- N erm in H anım kalem şefim izdir. Birinci sınıf bir entellektiiel.
Onunki de büsbütün başka bir fedakârlık... Bizim için o kadar sev­
diği evini bıraktı...
N erm in H anım ın yüzü ilk bayram lığını giymiş bir kız çocuğu
gibi kıpkırm ızıydı. “N asılsınız? İyi m isiniz?” suali karşısında tatlı
bir tebessüm dişlerinin üstünde bir şekerlem e gibi ezildi.
- D em ek, aziz arkadaşım ızı evinden çaldık...
H alit Ayarcı bu fikri çok beğendiğini gösterm ek için:
- Evet, öyle, çaldık, hem nasıl?
B elediye reisi de kendi sözünü beğenm işti. Onun için daha par­
lak ve o zam ana kadar hiç söylenm em iş bir şekilde tam am ladı:
- A m m a , hayat nam ına da kazandık! N e dersiniz Hayri Bey?..
Benim tasdikim üzerine, İçtim aî m eseleler üzerinde açılan bu
küçük bahis kapandı.
H alit Ayarcı:
- E m rederseniz bir gezelim ! diye teklif etti.
G ezilecek ne vardı? Bizim odadan H alit Beyin odasına geçilecek­
ti, o kadar. Fakat tecrübeli adam lar başka türlü oluyor. Belediye re­
isi bulunduğu yerle öteki odanın arasındaki birkaç adımı yarım saat­
lik bir m esafe yapm asını biliyordu. D ip duvardaki içi boş etajerlere,
dosya dolabına, fiş dolaplarına, m asaların üzerinde ayniyattan alın­
dığı gibi duran büyük, siyah ciltli defterlere, henüz kılıflarından çık­
mamış daktilo m akinalarına, uzun ve fasılasız gece çalışmaları vaat
eden am pulsuz m asa lam balarım ıza, perdelere dikkatle, teker teker
ve tekrar tekrar baktı. Sonra bir eli öbür odaya açılan kapının topu­
zunda tekrar döndü ve bir daha odayı gözden geçirdi. M eğer ne ka­
dar yanılıyorm uşum ? Bu cins gezm e ve görm eler için ne öyle gezi­
lecek geniş m esafeye, ne de görülecek şeye ihtiyaç varmış. Esas olan
sizin bu kararı verm enizm iş. Belediye reisi en basit şeyin karşısında
birkaç saniye duruyor, bir şeyler düşündüğünü gösteriyor, fakat söy-
!om iver tam ağzını açacağı zam an vazgeçiyor, iki ayağı üzerinde

230
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

sallanıyor, yahut Halit Ayarcı’nın koluna eliyle dokunuyordu.


Halit A yarcı’nın kapısı önünde bizim odayı bir daha süzdükten
sonra:
- Perdeler güzel olm uş... dedi.
Onun odasında da aynı dikkati gösterdi. H atta perdelerin tülünü
ayırarak o kadar senedir tanıdığı sokağa uzun uzun baktı. Sonra
m obilyayı tekrar gözden geçirdi. H ayır, m obilyayı beğenm em işti:
-A rk ad aşların k i neyse am m a, sizinki pek hafif düşm üş... Bu ka­
dar mühim bir m erkezde...
Halit Ayarcı gülüm seyerek cevap verdi:
-E v v e lâ mesai arkadaşlarım ızın şartlarını düşünm em e m üsaade
buyurun... Zaten nasıl olsa başka bir daireye geçm em iz icap ede­
cek. Buraya sığam ayacağız! O zam an değiştiririz.
Belediye reisi bunu yardım cısına not ettirdi. B öylece yeni bina­
nın temeli atılm ış oldu. Tam odadan çıkacağı sırada H alit Beyin bir
gece evvel duvara astırdığı grafik nazarı dikkatini çekti. Uzun uzun
baktı:
- Dem ek böyle ha!
- Evet efendim , bilhassa sinem a saatlerinde ve öğle yem eklerin­
de saat ayarlan hatırlanır. M am afih bu tam bir grafik değildir. H ay­
ri Bey işi daha ciddî şekilde derinleştiriyor. M uhtelif m esleklere
göre ayar meselesi çok değişiyor.
- Şu hâlde tam bir sosyal etüt...
- G ayem iz o değil mi?..
Çeşitli m esleklere göre saat ayarı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Hele böyle bir sosyal etüt hiç aklım dan geçm em işti. B ununla bera­
ber bu sosyal etüdü yaptığım için bayağı m em nundum .
Tekrar bizim odaya geçtik. B elediye reisi boş klasörlere, kılıfla­
rı içinde uyuyan yazı m akinalarına ve büyük siyah defterlere bir
m üddet daha baktı. D uvarda sloganları okudu:
- A y a r saniyenin peşinde koşmaktır... M ühim söz bu, H alit Bey!..
-T a h m in ederim efendim ...
Halit Bey hiç de m ütevazı değildi, m am afih belediye reisine N u­

231
TANPINAR

ri Efendinin adını söylem eden, eski saatçilerim iz tarafından bu cins


birçok sözlerin söylendiğini ve bu adam ların cem iyet ve çalışm a iş­
lerini çok iyi bildiklerini, enstitüm üzün gayelerinden birinin de bu
ustaları halkım ıza tanıtm ak olduğunu anlattı.
- N e ş r iy a t bürom uzun vazifesi bu olacak...
B elediye reisi göz ucuyla m uavinine işaret etti. O , neşriyat bü­
rosunun lüzum unu ve vazifesini defterine kaydetti. Sonra gece lam ­
balarım ıza bakarak H alit A yarcı’yı en ciddî sesiyle tebrik etti.
- D em ek geceleri de çalışılacak! B üyük fedakârlık, büyük m u­
vaffakiyet... T eşekkür ederim , çok m em nun oldum . Cidden teşek­
kür ve tebrik ederim ...
H alit Ayarcı birdenbire çok tatlı ve cöm ert bir jestle kendini or­
tadan kaldırdı. B ütün bu klasörlerin, ne yazacaklarını henüz kim se­
nin bilm ediği m akinaların, odam ızın kirli ve sıvasız duvarlarıyla
hiç bağdaşm ayan perdelerin, etajerlerin, gece lam balarının, benim ­
le ve Nerm in H anım la beraber buraya toplanm ış olm alarındaki m u­
vaffakiyeti olduğu gibi ona, sadece ona bağışladı.
-E s ta ğ fu ru lla h , efendim ... M uvaffakiyet efendim izin... Bunlar
hep sayenizde oldu.
Bu hâliyle yeni yaptırdığı konağın senetlerini karısının bütün
serveti külçe külçe m ücevherler ve en güzel yazm alarla beraber, al­
tın bir tepsi üzerinde, evine ilk defa gelen Sultan A ziz ’e hediye
eden Yusuf Kâm il Paşaya ne kadar benziyordu!
- Bütün bu m uvaffakiyetler sizindir... A lın, götürün, ben de be­
raber hep size aidiz...
Fakat karşısındaki de doğrusu istenirse Sultan A ziz’den daha az
kibar davranm adı. N asıl, o kendisine uzatılan tepsiyi yani bütün
Z eynep H anım servetini alıp kabul etm ek alçak gönüllülüğünü gös­
terdikten sonra, bu servetin içinden kendisine en lâyık olanı, bir
yazm a K u r’ân ’ı seçerek gerisini olduğu gibi sahiplerine hediye et­
m işse, belediye reisi de öylece kendisine hediye edilen m uvaffaki­
yeti hafif ve çok kibar bir tebessüm le, “Zaten bunu bekliyordum ...”
der gibi kabul etti, sonra:

232
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- Hayır, hayır, biz yalnız vazifem izi yaptık. Asıl him m et ve m u­


vaffakiyet sizindir... diyerek m uvaffakiyeti tekrar H alit A yarcı’ya
ve hattâ yan bir bakışla biraz da bizlere -b iz le r, N erm in H anım la
ben, burada salonun yarı aralık kapısının arkasında başında başör­
tüsü ayakta hünkârın em irlerini bekleyen Z eynep H anım efendiye
benziyorduk- iade etti.
Fakat H alit Ayarcı dinlem iyordu. O , bu işteki m uvaffakiyetin ta-
m am iyle belediye reisine ait olduğuna kanidi. Ne çare ki karşısın­
daki de aynı şekilde ısrar ediyordu.
- E v e t , dediğim gibi... Bizim vazifem iz çalışanlara yardım dır,
asıl m uvaffakiyet sizindir. Ben sadece elim den gelen im kânı hazır­
ladım ... Ve tepsi olduğu gibi yine bize geldi.
Dem ek usul bu idi. Evvelâ m uvaffakiyet denen bir şey kabul
edilecek, sonra sahibi aranıp bulunacak, o tebrik edilecek, bu sefer
o, muvaffakiyetin asıl karşısındakinin olduğunu iddia ederek ona
aynıyla devredecek, öteki çok m ânalı bir kelim e ile kendi hissesini
ayırdıktan sonra yine geriye verecekti. B öylece üzerinde bu kadar
devr ü teslim , iade ve tekrar iade m uam elesi geçtikten sonra bu m u­
vaffakiyetten artık kim şüphe edebilirdi? E nstitüm üzün kurulm ası
bir m uvaffakiyetti. Bu resm en m uam elesini görm üş bir vâkıa idi.
A rtık m üsterih olabilirdim .
Bu anlaşm adan ve iki tarafın vaziyetinin böylece sıkı sıkıya tes-
bitinden sonra belediye reisi teklifsizce N erm in H anım ın sandalye­
sine oturdu.
Halit Ayarcı onun yanındaki koltuğa geçti, reis yardım cısı orta
m asasının kenarına ilişti, biz de birer sandalye bularak çem beri ka­
pattık. Böylece herkes yerleştikten sonra Saatleri A yarlam a Enstitii-
sü ’nün kadrosunun m ünakaşası başladı.
Halit Bey cebinden çıkardığı bir küçük defteri önüne açarak iza­
hat veriyordu. Son derecede m odern bir m etotla İçtim aî hayatın tet­
kikine başlayan enstitüm üzün, evvelâ bir m üessese olm ak haysiye­
tiyle m utlak kadro ve ihtiyaçlarını anlattı:
- Bir m üdürüm üz, bir m üdtir yardım cım ız var. A yrıca bir neşri­

233
TANPINAR

yat müdürüne, bir kalem şefine, bir muamelât ve daire müdürüne


muhtacız. Şimdilik mutlak kadromuz bundan ibarettir.
Bu mutlak kadrodan sonra ihtisas kadrosu geliyordu. Bu da sa­
atin kendi bünyesinden ve İçtimaî hayattaki mevkiinden ve rolün­
den doğan bir kadro idi. Birinci kısımda, şimdilik yalnız Zemberek,
Mil ve Yelkovan şubeleri vardı. İkinci kısımda ise İçtimaî Koordi­
nasyon, Çalışma İstatistiği şubeleri bulunacaktı.
- Bunların hepsi mütehassıs zatlar olacaklar. Zaten Çalışma İs­
tatistiğini Hayri Bey üzerine alacak. İçtimaî Koordinasyon kısmını
da bendeniz idare edeceğim, diyordu. Hattâ asıl tahsisatımızı da
oradan almayı düşündük. Böylece müdürlük ve yardımcı müdür
maaşları barem hadlerini tecavüz etmez. Bittabi bu teşkilâtımız bu
binaya sığmayacak. En iyisi yeni bir binanın yapılmasıdır.
- Onu not ettik, Halit Bey. Yalnız bu daire müdürü fazla değil
mi? Yani yukarıki kadrodaki... Siz ona mutlak kadro diyorsunuz...
- Evet efendim, her dairenin tabiî çatısı olan kadro olması itiba­
riyle. Bir nevi idari ve organik iskelet gibi...
- Bunu bilmiyordum. Bu mutlak kadro ismini çok iyi bulmuşsu­
nuz. Yalnız şu daire müdürlüğü bana lüzumsuz gibi görünüyor.
Hattâ muamelât müdürlüğü de fazla gibi geliyor...
Halit Ayarcı bu iki yardımcı olmaksızın çalışmanın güç olaca­
ğında bir müddet ısrar etti. Nihayet daire müdürlüğünden fedakâr­
lık yaptı. Böylece mutlak kadronun esası kabul edilmiş oldu.
Belediye reisinin burada gösterdiği hassasiyete hayran olmamak
kabil değildi. Bir taraftan müessesemizin iyi çalışması hususunda
hiçbir fedakârlığı esirgemiyor, diğer taraftan da israfın önüne geçi­
yordu. Bir ara benim de fikrimi sordu. Halit Ayarcı benden evvel
cevap verdi.
- Hayri Bey, devlet hesabına, umumî menfaat hesabına daima
fedakârdır.
Artık işi öğrenmiştim. Ben tamamladım:
-Y a n i bu işi üzerime alabilirim...
Bu gayretim belediye reisi tarafından derhal bir teşekkürle karşı­

234
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

landı. Halit Ayarcı ise:


- Zaten siz olmasaydınız bu mesuliyeili işe dünyada girmezdim,
diyordu.
Böylece parça parça bir adamın muhayyilesinde )-aratıldıktan
sonra ayrıca da büyük bir teşkilâtın mihveri olmuştum. Hs ki teri n te­
veccüh, hüsniinazar-iyi bakış- dedikleri şey bu olacaktı. Ah elim­
den gelse de, vaktim olsa da bütün dünya tarihini tekrar okuyabil­
sem, diye düşündüm.
Bu işlerde aşağı yukarı mutabık kalınca belediye reisi son tered­
dütlerini söyledi.
- Bu kadar mütehassısı nereden bulacaksınız?
- O kolay! Hayri Beyle bizonu hallederiz. Esasen Hayıi Beyin
bu hususta çok faydalı bir fikri var. Personelimizi kendimiz yetişti­
receğiz. Hayri Bey bu işte haklı. Daha emin şekilde çalışırlar.
Artık biliyordum, dairede sinek avlarken Halit Beyin kafasında
bol bol düşünmüştüm.
- Dışardan ecnebî mütehassıs, filân...
Halit Ayarcı bunu katiyetle reddetti.
- Bu iş son derecede mühim bir iş. Bütün kirimiz, pasımız bura­
da. Buraya ecnebî alamayız. Bozar, mahveder. Anlamaz.
Belediye reisi hem memnun görünüyordu, hem de çekingendi.
- Doğrusu ecnebiyi ben de istemiyorum. Hem laf anlatması güç
oluyor, hem de yadırgamalarına tahammül edilmiyor. En tabiî şey­
lere bile intibak edemiyorlar.
Halil Bey dinlemiyordu bile. Ya böyle olurdu, ya vazgeçilirdi.
- Ecnebiye ihtiyacımız yok. Bu iş onların anlayacağı iş değil.
Biz mütehassıslarımızı kendi aramızdan yetiştireceğiz.
Ne kadar kesin, etrafı hiç yoklamağa bile lii/.um görmeden ko­
nuşuyordu! Ya belediye reisi numunelik bir iki ecnebî isliyorsa'?..
Böyle şeylerde ben olsam daha dikkatli davranır karşımdakiııin fik­
rini sonuna kadar yoklardım. Nitekim sonraları öyle yaptım. Resmî
konuşmalarda daima yorgun, uyuklar gibi tavırlar aldım, kıiçıik aç­
mazlarla karşımdakini iyice söylettim, sonra karar verdim. Çünkü

235
TANPINAR

böyle şeylerde asıl karar değil, o kararla m ünasebeüi olan insanlar


m ühim dir. İnsan beyhude yere eşrefi m ahlûkat olm adı.
- Ben de sizin gibi düşünüyorum . Yalnız efkârıum um iye kâfi de­
recede güvenir mi bize? Ecnebi m ütehassısa o kadar alışılm ış ki...
- S ı r f bunun için dahi yapm am ak lâzım . N ’oluyoruz sanki? Her
şeyi onlardan mı öğreneceğiz? M em leket evlâdını hiç mühim bir işte
görmeyecek m iyiz? Esasen Hayri Bey vaat etti. Bu işi son derecede
sıkı tutacağız. Efkârıum um iye eninde sonunda bizimle birleşecek.
B elediye reisi ellerini birbirine çarptı.
- İşte burada sizden ayrılıyorum , dedi. Hayatı güçleştiren şey­
lerden hoşlanacak y aşta değilim .
H alit Bey m eseleyi şahsı taraftan alm ıyordu. O daim a cöm ert ve
realistti.
- H akikaten bir işe yarayacaklarım bilsek, haydi bir fedakârlık
yapalım , deriz...
Sonra birdenbire katileşti:
- Y o k efendim , kendi personelim izi kendim iz yetiştireceğiz. Vi-
yanalara kadar ecnebî m ütehassıslarla mı gittik? O zam anlar herkes
m ütehassıstı. Ç ünkü kendim ize güveniyorduk.
A h bu büyük kelim eler ve büyük benzetm eler... B elediye reisi
K anunî Sultan Süleym an’ın topu, tüfeği, m ızrak ve zırhıyla ortaya
atılan kim bilir kaç yüz bin kişilik ordusuna karşı ne yapabilirdi; tek
çaresi şöyle haysiyetli bir ricatti.
- E vet, m eselenin başı bu.
- Esasen çok insan var. Hayri Bey şim di listeyi tanzim etti.
B elediye reisinin tereddüdü başka yerden geliyordu:
-Y a ln ız , m alûm ya, böyle m eselelerde... Bu kadar personeli bir­
den bulm ak... D edikodu, filândan bahsediyorum . Tavsiyeli, tavsi­
yesiz...
H alit Bey bir el işaretiyle bütün bu vehim lere son verdi:
- Biz bu m eseleyi hallettik. M üessesem ize tam referansı olm a­
yan, iyi tanım adığım ız kim se girem ez. Bunun için de prensipim iz
gayet sağlam . M em urlarım ızın y arısı, kendi akraba ve yakınlarım ız

236
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

olacak. Yarısı da dışardan güvendiğim iz yüksek insanların tavsiye­


lileri. Böylelikle her nevi dedikoduyu önlem iş olacağız... H erkes
kefaleti um um iye altında çalışacak.
Belediye reisi bunu çok beğendi.
- H i ç hatırım a gelm em işti, bu. H akikaten kestirm e yollar bulu­
yorsunuz, H alit Bey. Bu prensip bir yığın güçlüğü ortadan kaldırır.
D em ek im tihan yapm ayacaksınız?
- H ayır, asla...
- Şahadetnam e, filân?..
- H ayır efendim , hayır... O nlar alelade m em uriyetler için lâzım
gelen şeylerdir. Halbuki bu hayatın bizatihî kendisi olan bir iş. M e­
mur değil, m ütehassıs ister... H em böylece barem m üşkülâtından
kurtuluruz.
İkisi de m ânalı şekilde bakıştılar.
Belediye reisi bir lahza durdu. B ir şeyler söyleyecekti.
- İtiraz edem iyorum , çünkü karşım a tam bir sistem le çıktınız.
Halit Ayarcı tevazuyla gülüm sedi.
- Sayenizde iyi hazırlandık.
- O hâlde bizim de kendi tarafım ızdan bazı hazırlıklar yapm a­
m ız, liyakatli insanlar aram am ız lâzım geliyor...
- Bunu bilhassa rica edecektim . Yalnız şim dilik fazla insana
ümit verm eyelim .
- D oğru, çok doğru...
H alit Ayarcı tekrar elindeki deftere baktı. Bu ara ben bir fırsatı­
nı bulup ayağa kalktım . H alit A yarcı’nın şu m ucizeli defterinde y a­
zılı şeyleri görm ek istiyordum . Sıra ile birkaç rakam dan başka, sa­
dece majüskül birkaç harf vardı.
- N ihayet daktilo, m üstahdem , daha sonra da kontrol m em urla­
rımız gibi tâli işleri görecek arkadaşlar kalıyor. B unlar da tabiî kad­
rom uz kabul edildikten sonra ihtiyaca göre tâyin edilecek. Yalnız
şim dilik bir kâtibe daha ihtiyacım ız var. O nu rica edeceğiz.
Sonra bana döndü:
- Sizin Z ehra Hanım acaba kabul eder mi? Tabiî ufak bir ücretle...

237
TANPINAR

Am a nihayet müessese ona yabancı sayılm az. Baba evi gibi bir şeydir.
Tekrar belediye reisine döndü:
- Z e h r a H anım , Hayri Beyin kızıdır.
Bu sağlam delil ve biirhan karşısında belediye reisi tek bir cevap
bulabildi:
- A lla h bağışlasın!
Üç gün sonra Z ehra da Saatleri A yarlam a E nstitiisü’nde Nerm in
H anım ın m aiyetinde işe başladı. Yani o da içinde daha ziyade tuva­
lete yarar eşya bulunan çantasıyla ve H alit B eye teşekkür için ör­
m eğe karar verdiği süveterin yünleriyle geldi.
Şurasını söyleyeyim ki Halit Ayarcı birkaç sene içinde dünyanın
en zengin süveter koleksiyonuna sahip oldu. Dairemizdeki daktilola­
rın hemen hepsi ona bir veya birkaç süveter örm üştü. Fakat bu süve­
terlerin içinde şüphesiz en güzelleri Nerm in Hanımınkilerdi. FJeğim-
sağm a gibi rengârenk, güneşe tutulm uş billur gibi çınlayan, üzerinde
daim a saate ait şeyler bulunan bu süveterler hakikî şaheserlerdi.
B elediye reisi birdenbire tekrar eski m eseleye döndü. H akikaten
bir m uam elât m üdürüne ihtiyacım ız olup olm adığını sordu. Daire
m üdürlüğünü kaldırm ış olm am ızdan çok m em nundu. Bu fedakârlı­
ğı da yaparsak eğer, tam am iyle tatm in edilm iş olacaktı.
- Ben daim a bu işlerde hassasım ... diyordu. Sonra ikinci derece­
de personel kadrosundan birisini kullanırsınız. Adı da güzel değil.
M uam elât m üdürü. H akikaten bir enstitü için yakışıksız bir isim.
Ö z T ürkçe devrinde.
Z annederim ki bu son itiraz H alit Beyi kandırdı.
- M adem ki öyle em rediyorsunuz...
A dam cağız um um î m enfaat nam ına kazandığı bu zaferden ço­
cuk gibi seviniyordu. Sonra birdenbire hatırladı:
- T a b i î bir m ucip sebepler lâyihası yazıyorsunuz!
H alit Ayarcı gülüm sedi:
- M erak etm eyiniz. O çoktan hazır. İki aydır üzerindeyiz. Evvel­
ki gece Hayri B eyle son bir defa gözden geçirdik. Ben bu sabah si­
ze sorm adan bazı yerlerini değiştirdim . O kadar mühim değil. Bir

238
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

iki nokta. Sonra size gönderirim .


Bunları bana bakarak söylem işti.
- İsterseniz size um um î çizgileriyle anlatayım . Yahut daha iyisi
okuyayım .
Ve Halit Ayarcı elini ceketinin iç cebine doğru uzattı.
Belediye reisi, o ana kadar kendisinde görm ediğim asık bir çeh­
re ile:
- Hay hay... dedi.
Ve gözlerini her cefaya razı adam gibi kapadı. Fakat o da zeki,
ve herhangi vaziyette şaşıracak cinsten adam değildi. Nitekim bir­
den saatine baktı. Ve birden yerinden fırladı:
- Yemek vakti... dedi. İsterseniz başka vakte bırakalım . Bugün
epeyce çalıştık.
Sonra hepim ize birden baktı:
- Beraber yiyebiliriz değil mi?
Nerm in H anım la ben itiraz ettik. H alit Ayarcı:
- Onların keyfi yerinde! dedi. Kim bilir, N erm in H anım neler
getirm iştir bugün. A rz ettim ya, m ükem m el ev kadınıdır.
Dediği doğruydu. Btitün gün gelinini dinlem ekten kurtulan kay­
nanası, kadıncağızın dairede rahatı için elinden geleni esirgem iyor,
ne m asraftan, ne zahm etten çekiniyordu. H er giin saat on bire doğ­
ru Nerm in H anım ın evine uğrayan D erviş Efendinin bize getirm e­
diği şey yoktu.
Belediye reisi, H alit B eyle kapıdan çıkarlarken benden kadro
üzerinde bir daha düşünm em i rica etti ve sözünü,
- Bu iki m üdürlüğü kaldırm am ız çok iyi oldu. Belki biraz daha
tasarruf yapabiliriz! diye bitirdi.
Halit Bey benim yerim e cevap verdi:
- O benden beterdir beyefendi. Belki ben ufak tefek pazarlığa
razı olurum am m a, asıl m ütehassıs sıfatıyla onun fazla ileriye gide­
ceğini zannetm em .
Ben ilk uçuşunu yapan kırlangıç yavrusu gibi korka korka lafa
karıştım:

239
TANPINAR

- Bu gibi işlerde en doğrusu randım anı sağlam aktır.


A h Y ârabbim o dakikada karşım da bir ayna bulunm adığına,
kendim i doya doya seyredem ediğim e ne kadar m üteessirdim . İlk
d efa, evet bütün öm rüm de ilk defa böyle m ühim bir cüm le söyle­
m iştim .
Kol kola çıktılar. B iz N erm in H anım la onları m erdivene kadar
teşyi ettik. O rada belediye reisi bana ve Nerm in H anım a son defa
teşekkür e tti.
O daya girince başım ı ellerim in arasına alarak iyice yokladım .
B üyükdere’deki m eşhur geceden beri bu âdeti edinm iştim . Çünkü
bana hep iki elim in üstünde ve ayaklarım havada yürüyorum gibi
geliyordu. E trafım da her şey öyle ters ve tanınm az bir m antık için­
de idi.
N erm in H anım bütün bunlardan habersiz:
- B elediye reisi cici adam değil m i? diyordu. Şu H alit am cam ın-
ki bitsin, m uhakkak ona da bir süveter öreceğim .
Tam m ünasip cevabını verm ek üzere iken D erviş Efendi elinde­
ki tepsi ile girdi.
M uvaffakiyet ve kadro tanzim i işlerini öğrenm iştim . Fakat ista­
tistik tanzimi ve bilhassa bu istatistiklerin grafiklerle gösterilm esi
bahsinde daha çok acem iydim . Üç dört günde Halit Ayarcı eksiği­
mi tam am ladı. B ir sabah daireye geldiğim zam an onu m asam ın
önünde çalışıyor buldum . Ceketini çıkarm ış, sandalyenin arkasına
asm ıştı. İki kolu sıvalı, başı bitm ek üzere bulunan büyük bir grafi­
ğe eğilm işti. B ütün yüzünden, om uzlarından kendisini işe verdiği
anlaşılıyordu. Y anına yaklaştım :
- K olay gelsin beyefendi, dedim .
O yüzüm e bakm adan:
- E vet böyle... dedi. M eslekler arasında saat ayarı daim a değişi­
yor. M eselâ bakın buraya, am eleler, küçük işçiler, küçük m em urlar
saat ayarlarında daha titiz oluyorlar. H ocalar da öyle. Halbuki irat
sahipleri, ev kadınları, bilhassa hizm etçiler, hulâsa hiç işi olm ayan­
lar, işlerinden başka işleri olm ayanlar...

240
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Ben bu “ İşlerinden başka işleri olm ayanlar” sözünden hiçbir şey


anlam am ıştım .
-Y a n i dem ek istiyorum ki, kendilerine gösterilen işlerden başka
işi olm ayanlar... Yani bütün zam anlarını yalnız ona verenler. M ese­
lâ okur yazar, yahut m usikî seven kadın için ev işi çarçabuk bitiril­
mesi gereken şeydir. Çünkü başka iş yapacaktır. O hâlde zam an
onun için kıym etlidir. D ışarda çalışan ev kadını da böyle. G ünde­
likçi hizm etçiler de, fakat ötekilerde saat m efhum u azalır...
Halit Ayarcı tekrar grafiğin üzerine eğildi.
- R e n k le r güzel değil mi? dedi. N erm in H anım yaptı. Usulünü
tarif ettim . B ir gecenin içinde hazırlam ış. Şimdi ben sıra ile her
renkli sütuna bir m eslek adı koyuyorum .
Bu bana bütün işittiklerim in ve gördüklerim in en garibi geldi.
İtiraza çalıştım:
- A m a n beyefendi, dedim , bu tam aksi olm uyor m u? Yani evve­
lâ incelem eler yapılır, rakam lar, yani neticeler elde edilir. Sonra on­
ların ifadesi olan kolonlar tanzim edilir. H iç olm azsa benim bildi­
ğim böyle...
Halit Ayarcı ilk defa görüyorm uş gibi yüzüm e baktı:
- Eski usul, dedi, eski ve m ânâsız. M üthiş zam an yer. Sonra hiç­
bir neticeye götürm ez. Böylesi daha doğrudur. Y anılm a ihtim ali bu­
rada azalır. Çünkü kontrola im kân verm ez. M eselâ şu sarı küçük
sütun, kırmızı ile m orun arasında, bakın. H epsinden kısası, bu. N er­
min Hanım bunu bu tarzda düşünm eyebilirdi. A m m a düşünm üş.
Mademki düşünm üş, o hâlde bir sebebi vardır. Bu sebebi kendisine
sabahleyin sordum . B ilm iyorum , içim den öyle geldi cevabını ver­
di. D em ek ki içinden gelm iş. İçten gelen her şey doğrudur. Şimdi
ben bu sütunun fonksiyonunu bulm ak zorundayım . Yarım saattir
bunun için kendimi yoruyorum . R ica ederim hangi saym a am eliye-
si benim şu anda sıkışm ış zihnim in bulacağı m eslek ismi kadar ha­
kikate uygun olabilir? Saym ak bizi daim a aldatır. G ülünç ve eksik
neticelere götürür. Zaten herhangi bir şeyi saym anın im kânı yoktur.
İnsan tek bir hâl olsa istatistik denen bir şeye inanırım . İnsan karı­

241
TAN PINAR

şıktır, durm adan değişir. O hâlde niye bu yorucu işe girm eli? Ben
bu sarı sütunu ağır hastalarda saat ayarının azlığı için ayırıyorum .
Yanı başındakilere nazaran altı misli kısa olm ası da bunu gösterir.
N itekim buradaki tek siyah çizgi de ölülerin zam anla hiç alâkası
kalm adığına işaret eder.
- İyi am a, bunun yazılm ası behem ehal lâzım mı? Bu o kadar ta­
biî bir şey ki...
- Zannederim lâzım . H attâ bilhassa yazılm alı. Çünkü bunu yaz­
m azsak saat ve zam anla alâkanın asıl yaşam a şuuru olduğunu nasıl
öğreteceğiz? N e garip, siz daha enstitüm üzün niçin kurulduğunu
bilm iyor gibi konuşuyorsunuz. B iz İçtim aî bir dâvanın üzerindeyiz.
H izm et için buraya geldik. H ayatta benim için bundan başka bir iş
yok m uydu sanıyorsunuz?
- Sizin için bilm em am a, benim için yoktu. Ve olmadı da. B ura­
sım gayet iyi biliyorum .
H alit Ayarcı elindeki grafikte son rötuşlarını da yaptı. Sonra ba­
na döndü:
- B ırakın bunları... A lışacaksınız. B ir gün alışırsınız. Belediye
reisine verdiğiniz cevap son derece m ükem m eldi.
- A s ıl sizin konuşm anız m ükem m eldi.
- Ben eski arkadaşıyım . M ektepte beraber okuduk. O zam andan
beri fâsılasız dostuz.
-Y a ln ız ...
- Evet, yalnız?
- Bu m uvaffakiyet m eselesi beni pek şaşırttı. D aha bir şey yap­
mış değildik.
-Y a n ılıy o rsu n u z Hayri Bey, başlam ak, başarm aktır. B akın, bu
şartlar içinde, bu küçük odada büyük bir işe kendimizi verm em iz,
bu daireyi kurm am ız bir başarı değil mi?
B irdenbire durdu, yüzüm e dik dik baktı:
- H a y r i Bey, bize niçin inanm ıyorsunuz? diye sordu.
Yan gözle m asam ın bir kenarına koyduğum öteberiye baktım .
G aliba toparlanıp gitm ek zam anı gelm işti. O , bunu fark etm iş de

242
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

beni temin etm ek istiyorm uş gibi gülüm sedi:


- Hayır, telâş etm eyin. Sizden ayrılm ak istem iyorum . Sizinle bu
m üessesede yapacağım ız çok iş var. Fakat öğrenm ek istiyorum . N i­
çin inanm ıyorsunuz?
- Bana m üsbet bir işim iz yok gibi geliyor...
- M üsbet işten kastınız nedir? H erkesin inandığı aklın bir lahza­
da kavradığı değil mi? M eselâ ham allık! E şya var, bir yerden bir
yere gidecek, götürülecek.
- Sade bu kadar mı?
- A m a sizin aklınızla, yani m antığınızla hepsine itiraz edilebilir!
On dakika, hattâ beş dakika, üç dakika üzerinde düşünm ek her işi
gülünç yapabilir. Herhangi bir şeyi m antığın dışına çıkarm am ız için
ona biraz dikkat etm em iz kâfidir.
B ir m üddet düşündü. Sonra tekrar grafiğe eğildi. K âğıda uzak­
tan bakm ak için ayağa kalktı. B irdenbire bana döndü:
- D ostum , işler bizden sonra dünyaya gelm işlerdir. İşleri onları
görecek adam lar icat eder. B iz de bunu icat ettik. B unu bizden ev ­
vel kim senin düşünm em esi veya başka şekilde düşünm üş olması
m üsbet olm asına mâni midir, sanıyorsunuz? B iz bir iş yapıyoruz,
hem mühim bir iş... Çalışm ak, zam anına sahip olm ak, onu kullan­
masını bilm ektir. B iz bunun yolunu açacağız. E trafım ıza zam an şu ­
urunu vereceğiz. İçinde yaşadığım ız havaya bir yığın kelim e ve fi­
kir atacağız. İnsan, her şeyden evvel iştir, iş ise zam andır, diyece­
ğiz. Bu m üsbet bir hareket değil m idir?
Bayağı m üteessirdi. K onuşurken ağır bir yük taşıyorm uş gibi so­
luyor, rahatsız oluyordu.
-Z a n n e d e rim ki hep saatte kalıyor onun arkasındaki şeyleri ih­
mal ediyorsunuz. Saat bir vasıta, bir âlettir. Tabiî m ühim bir âlettir.
Terakkî saatin tekâm ülüyle başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde
gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zam an m edeniyet en büyük
adımını attı. Tabiattan koptu. M üstakil bir zam anı saym ağa başladı.
Fakat bu kadarı kâfi değil. Saat zam andır, bunu düşünm em iz lâzım!
En iyisi eski teraneye dönm ekti.

243
TANPINAR

- B eyefendi, biliyorsunuz ki ben cahil bir adam ım . Biitiin bil­


gim , Nuri Efendi ile D oktor R am iz’den ve bir de sizden dinlediğim
şeylerdir. Yani kulaktan ne kaparsam , ne kapm ışsam onlar. N ereden
bileceğim bunları?..
H alit Bey güldü:
- Kendinizi beyaza çekm eyin. Ben de iddia ediyorum ki çok şey
biliyorsunuz. Kâfi derecede zekisiniz. İnancınız yok. İşte eksikliği­
niz. Siz m utlakın peşindesiniz. Ne garip, bir saatçinin m utlak de­
ğerler peşinde koşm ası. Zam an gibi İzafî bir şeyle meşgul olan bir
adam ın... H akikaten anlam ıyorum .
Tekrar om uzum dan yakaladı ve beni silkeledi:
- D eğişeceksiniz, Hayri Bey değişeceksiniz... Saatleri A yarlam a
Enstitüsü her şeyden evvel kendisine inanılm ağa muhtaçtır.
Ve birdenbire yerinden fırladı, yere çöm eldi. Oturduğu sandal­
yeyi bir ayağından ve en dibinden tutarak havaya kaldırdı, sonra
kolunu hiç bükm eden dim dik ayağa kalktı ve hep aynı vaziyette
odanın içinde dolaştı. Sonra başını arkaya doğru eğerek elindeki
sandalyeyi bir ayağı ile tam burnunun ucuna oturttu ve iki yana aç­
tığı kollarıyla m uvazenesini araya araya odanın içinde yavaş yavaş
gezinm eğe başladı.
Sandalyeyi bırakınca geniş bir nefes aldı. O zam ana kadar vücu­
dunun güzelliğini anlam am aştım . H akikaten çok güzel ve çevik
adam dı. H er taraftan adaleler kabarıyordu.
- N iye alkışlam adınız? diye bana sordu. Şaşırdınız da onun için
değil mi? Benim bu cinsten seksene yakın m arifetim vardır. İster­
sem herhangi bir sirkte kendim e daim a iş bulurum . Fakat saatleri
ayarlam ayı tercih ettim ...
Elini m asaya indirdi:
- Ve ayarlayacağım da... Hem beraber ayarlayacağız...
Sonra tekrar m asaya oturdu, beni karşısına aldı:
- D oktor R am iz’i unuttuk. Onun için bir iş lâzım . D oktor benim
tarafım dan giriyor. Siz kimi teklif ediyorsunuz?
- Bilmem ! dedim .

244
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

H akikatte ne söyleyeceğim i bilm iyordum , çünkü neden bahset­


tiğini anlam am ıştım . Zaten hiçbir şey anlam ıyordum . Sadece deniz
tutm uş gibi bir baş dönm esi içindeydim . H alit Bey sabırlı sabırlı:
- Bakın anlatayım , dedi. K adrom uzun yarısı aram ızdan olacak.
Öyle konuşm adık mı o gün? B ir onlardan, bir bizden. Biz sizinle iki
kişi olduğum uza göre o hâlde ben bir kişi teklif edince siz de biri­
sini teklif etm ek hakkını kazanıyorsunuz. Şimdi ben R am iz’i teklif
ettim.
Bu sefer rahatladım . Bir çeşit aile oyunu oynuyorduk. H alit Bey
R am iz’i teklif etm işti.
- Yangeldi A saf Bey...
- G üzel, hangi iş? D oğrusu adını çok beğendim . D oktor Ram iz
mesleği icabı iş ve koordinasyon kısm ına girecek. A saf Beyi nere­
ye teklif ediyorsunuz?
- Şubelerden birine... M eselâ çark şubesine...
- Yapabilir mi?
- Eskiden dişçi idi.
- Şimdi değil mi?
- Hayır, m üşterilerden biri elini ağzında iken ısırdığından beri
mesleğini bıraktı. Zaten işten hoşlanm ayan bir adam dı. D aha ziya­
de uyumayı sev erd i. K ahvede uyurken, yahut konuşurken, bir m üş­
teri gelirse hizm etçileri haber verir, o da yavaş yavaş uyanır, gider­
di. Ve çok defa hasta beklem ediği için hem en dönerdi. Zannederim
ki reddetm ez.
H alit Beyi bu hikâyenin güldüreceğini sanm ıştım . Fakat o hiç a l­
dırm adı. G ayet sakin bir tavırla:
- Şayanı dikkat adam ... dedi. M uhakkak bir şey var işin içinde.
Ve m uhakkak ki bizde göreceği, m uvaffak olacağı bir iş bulunur.
Fakat ilk ham lede olm az... Sonra düşüneceğiz onu... B ir başkasını
bulun.
- Şair Ekrem Bey... Beni çok sever, ben de kendisini severim .
Otuz yaşlarında var.
- İşte bu iyi... ne iş görür?

245
TANPINAR

- H em en hem en hiçbir iş görm edi şim diye kadar...


-T a m a m ... G enç bir insan, bozulm am ış bir kabiliyet... K abul.
A saf Beyi sonra düşüneceğiz! B aşka teklifiniz?
- Z e h r a Hanım ı söylem iyorum . Ç ünkü o N erm in Hanımı karşı­
lıyor...
- Bu kadro, tam kadrom uz değildir. Ben teşkilâtım ız m ünakaşa
edilm eden kadro teklifi verm eyeceğim . Ç ünkü elim den geldiği ka­
dar geniş tutm ak m ecburiyetindeyim . İyi oturm uş, rahat m üessese­
ler em niyet verirler. Onun için m üessesenin tam bir teşkilât olm a­
sını istiyorum . Ö yle ki m em uriyetlerim iz okununca saat ve zam an
denen şey kendiliğinden görünsün. H erkes ne yapılacağını anlasın!
Binaenaleyh sizin icabında teklif edeceğim iz vazifeleri kabul ede­
cek insanlar üzerinde düşünm eniz lâzım ...
- D aha az, dar bir kadro ile işe başlam ak, daha doğru değil mi?
- İm kânsız...
- İhtiyaç oldukça teşkilât genişler.
- Hayır. Siz bana yalnız düm en ve bacası olan bir gemi ile yol­
culuğa çıkm am ı teklif ediyorsunuz. H ayır, gemi dediğin bir bütün­
dür. M akinası, küpeştesi, güvertesi, daha bilm em her şeyi, kam ara­
sı, kaptan köprüsü... Hepsi ile bütündür. K aptandan farelerine va­
rıncaya kadar! Bana, gem im e tayfa, yolcu ve fare bulun, anladınız
mı? D ar kadro dem ek çalışm am ak dem ektir. B ir m üessese canlı bir
m ahlûktur. M ide, kol, bacak... Hepsi lâzım . H attâ daha ileriye gide­
rek lüzum suz unsurlar bile bulunm alı, diyeceğim .
Bütün cesaretim i topladım .
- O da niçin? diye sordum .
- İcabında çıkartm ak için... Siz de bilirsiniz ki dünyanın her ta­
rafında resm î, yarı resm î m üesseselere karşı bir kıskançlık vardır.
Hem en her zaman iktisat, m asrafı kısm a gibi lâflar çıkar, kararlar
verilir. Böyle bir tedbiri alm ak m ecburiyetinde kalsak ne yapaca­
ğız. Lüzum lu unsurlarım ızı mı çıkaracağız? Yakın akrabalarım ızı,
dostlarım ızı mı feda edeceğiz? Hayır. Ben bir iki günah keçisi al­
mak niyetindeyim . B iliyorsunuz değil m i? Eski Yahudiler her sene

246
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

çöle günahlarını yükledikleri bir keçi salarlarm ış. Biz de icabında


öyle yapacağız. H er şeyi evvelden düşünm ek lâzım . K urulm am ız­
dan iki sene sonra israf lâfı çıkar. Bu dem ektir k i, um um î efkâra iyi
niyetimizi gösterm ek için rahatça feda edebileceğim iz bir iki kişi
lâzımdır. O zam an ne yapacağız? K ura mı çekeceğiz aram ızda?
Belki onu da yaparız am a... B iz yine başından tedbirli olalım . E li­
mizde birkaç kişi bulunsun. H em en her m iiessesenin kolaylıkla
vazgeçebileceği, hattâ takibat yapacağı cinsten birkaç kişi... T â ki
vicdan azabı çekm eyelim . Ayrıca saat ayarı istasyonlarım ız için
personel arayacağız...
Ayakta, durm adan geziniyordu.
Ayar istasyonları, saatleri durm uş hanım ların ve beylerin saatle­
rinin ayarlarını düzeltm ek için yol üstünde uğrayacakları küçük
yerlerdi. Burada genç hanım lar, beylerin, genç ve güzel delikanlı­
lar da hanım ların saatlerini küçük ve m akbuz mukabili bir ücretle
kurup ayarlayacaklardı. Şehrin kibar ve zengin sem tlerinde kalaba­
lık caddelerinde açılacak ilk istasyonlardan sonra yavaş yavaş daha
derine, m ahalle içlerine kadar girecekti. N itekim ilk iki istasyonu­
muzu G alatasaray’la T eşvikiye’de açtık.
Böyle bir teşebbüs için m uayyen şartları haiz oldukça kalabalık
bir personele m uhtaç olacağım ız tabiiydi. M üşteri, yahut m üracaat
sahibi ile m eşgul olurken A yarlam a E n stitüsü’nün asıl İçtimaî gaye­
lerini ona anlatm ası icap eden bu genç unsurların zeki, sevimli ve
konuşkan olm aları da lâzım dı.
Burda da m aalesef yine H alit A yarcı’ya itiraz ettim:
- Bu kadar basit bir şey için kim ayakkabı boyatır gibi bir dük­
kâna gider? Kaldı ki m odern hayat yavaş yavaş berber ve boyacı gi­
bi m uhallebicilerden sonra m em leketim izin en işlek iş ve ticaret sa­
hası olan m eslekleri bile söndürüyor. H erkes rast geldiği dükkânın
kapısından başını şöyle bir uzatıp saatini düzeltir.
H alit Ayarcı:
- H a y ır , dedi, yanılıyorsun. B ilakis koşacaklar. Bu istasyonlara
öyle zarif bir şekil vereceğiz, o kadar güzel elem anlar bulacağız ki

247
TANPINAR

en işlek m ağazaları geçecek. Siz bana inanın!


K adrom uzun tasdikine dört ay vardı. Bu itibarla fazla üzülm e­
dim . Dört ay daha rahat edecektim . O ndan sonrası için A llah kerim ­
di. Kendi kendim e, “ M adem ki dört ay sonra burası yoktur, o hâlde
ilerisi için hazırlık yapalım !” diye düşünüyordum . Benim elim den
gelen bu idi.
Talih herhangi bir adam gibi yaşam am a im kân verm em işti. O
hâlde m uvaffak olm am için daha cesur, daha atılgan ve daha kayıt­
sız, insanlarla m ünasebetinde daha dişli bir adam olm alıydım . “ H a­
lit Bey bu işte belki m uvaffak olm ayabilir. Fakat m uhakkak ki hiç­
bir zam an cesareti kırılm ayacak ve d aim a aynı kalacaktır. A caba
onu taklit edem ez m iyim ? M eselâ şu ayar istasyonları bahsinde onu
geçm eğe çalışayım !” Ve m üessesem iz açıldığından beri ilk büyük
gayretim i yaptım .
-P e rs o n e lin m uayyen üniform ası olacak mı? diye sordum .
- H enüz düşünm edim .
-B iliy o rs u n u z ki ben tutacağına inanm ıyorum . Fakat tutması
için böyle bir üniform a bana şart görünüyor. E rkeklerde vücudun
bütün güzelliğini gösterecek, kadın veya kızlarda icap ederse yaşı
örtm eğe ve bilhassa az çok cins dışına çıkararak güzelliği daha kes­
kin, ısırıcı daha sinem a yapm ağa yarayacak bir üniform a... Hiç ol­
m azsa bir nevi kasketim si bir şey! D aha ziyade genç erkek hâli ve­
recek bir kıyafet!
- O ne için?
- D ik k a ti çeksin diye... B ütün o başıbozuk kalabalığını halk ne
yapsın?
H alit Bey bir iki dakika düşündü:
- Oldu diye bağırdı. K azandınız! B ir üniform am ız olacak. H at­
tâ bütün personelim iz için bunu yapacağız... M üdürlerin dışında.
O nlar için de küçük işaretler buluruz. H iç olm azsa rozetim si bir
şey! B ütün personelim izin kıyafeti olacak. Böylece daha karakte­
ristik, daha tecessüsü gıcıklayan bir cihaz elde ederiz.
- A y rıc a , dedim , bu personelin m üşterilere hitap tarzını hususî

248
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

şekilde öğretm em iz lâzım ... M alûm ya, son zam anlarda aldı yürü­
dü, baba, am ca, dayı, usta, patron, yenge, abla gibi kelim eler gırla
gidiyor! B ir hısım akrabalıktır gidiyor ki sorm ayın!
Bunları söylerken hayalim de hep biraz evvel tram vayda beni,
“Baba uyuyor m usun?” diye âdeta tartaklayan biletçi vardı.
H alit A yarcı’nın sevincine hudut yoktu:
- Bu da iyi! dedi, bunu da kabul... D aha?
-K o n u şu rk e n de aynı şekilde yeknesak, tatlı ve ölçülü olurlar­
sa, bilhassa aynı zam anda son derecede m ültefit, nazik ve ciddî ol­
mayı da öğretirsek rağbet artar. Saatten, enstitüden hep aynı keli­
m elerde, büyük bir ihtisas iddiasıyla bahsederlerse, araya hiçbir şey
katm azlarsa, ve bilhassa bu iş için kurulm uş saatler gibi hareket
ederlerse, yaşlarına göre tuhaf görünecek bir ciddilikle söyleyecek­
lerini söyleyip birden susarlarsa...
-Y a n i bir nevi otom atizm ... A srım ızın asıl büyük zaafı ve kud­
reti. İçten içe hazırlanan aydınlık ve düzenli yeni O rta Ç a ğ ’ın tem e­
li ve belkem iği. H aklısınız. Hayri Bey... H ayri Bey siz bir dâhisi­
niz. Ö yle bir şey buldunuz ki... Tam çalar saat gibi konuşup susa­
cak insanlar, değil m i? Plak insan... Harika!
Ve beni kucakladı:
- T e b r ik ederim Hayri Bey! A srım ızın bütün psikolojik vâkıası-
na dokundunuz... Fakat çok güç... Bunu nasıl yapabiliriz?
- Ben bu işi becerebilecek birisini tanıyorum , dedim . D aha d o ğ ­
rusu bir kadın... Zaten böyle bir işi ancak bir kadın yapabilir. B ir in­
san ki eline geçen herkese istediği şekli verebilir. Sabriye Hanım
sade öğretm ez, takip de eder.
O na, kendisinin de biraz tanıdığı Sabriye H anım dan bahsettim .
İspritizm a C em iyeti’ndeki ahbaplar gece gündüz aklım dan çıkm ı­
yordu.
-Y a rın d a n tezi yok, bir m ektupla kendisini davet edelim . İşim i­
ze yarayacağına em inim . Sevim sizdir am m a yapar bu işi! H ele ta­
kibi m ükem m el becerir...
B ir m üddet düşündü.

249
TANPINAR

- B ana kalırsa bu ayar istasyonları personelini sadece genç kız­


lara ve kadınlara inhisar ettirelim . Hiç erkek alm ayalım . Sizin de­
diğiniz şekilde bir terbiyeyi ancak genç kızlara verebiliriz. E rkek­
ler için başka işler ararız... B ir yığın delikanlıyı otom at hâline ne d i­
ye sokalım! Zaten yapam ayız. Şimdi kadınlar da erkekler kadar
genç ve güzel kadınlarla anlaşabiliyorlar... Sinem a artistlerine hay­
ranlıklarından belli.
Ben erkekler içinde hiç olm azsa kadınlar kadar beyinsiz bulun­
duğuna em indim . H ayır, her iki taraf aynı şekilde m uam ele görm e­
liydi. Fakat ısrar etm edim . Çünkü aklım a başka bir şey daha gel­
mişti. Bu üniform a ve kıyafet m eselesinde bizim bir estetik m üşa­
virine m utlaka ihtiyacım ız olacaktı. A caba Selm a H anım efendiyi
ve N evzat H anım ı beraberce m üesseseye alam az mıydık? Yüzüm
kızara kızara H alit A yarcı’ya bu m eseleyi açtım . Esas prensipi ka­
bul ediyordu. Fakat şahıslar üzerinde m üteredditti. İşte o zam an
ben biraz evvel öğrendiğim şekilde kozum u oynadım .
M üessesenin m üdürü sıfatıyla zatıâliniz Sabriye Hanımı teklif
buyurdunuz. B endeniz kabul ettim . Şim di ona mukabil kendi hak­
kımı kullanıyorum ve Selm a H anım ı kendim e m ensup bir insan sı­
fatıyla teklif ediyorum . Kendi yakınım addederek....
H alit Ayarcı bir m üddet düşündü. Sonra gülm eğe başladı:
- Bunu böyle bir prensip m eselesi yaparsanız kabul... A m m a ko­
casını ne yapacağız?
- Onu da günah keçisi olarak alırız...
Sessizce beni süzdü.
- Sizde epeyce iş var! dedi. H attâ kin tutm ayı bile biliyorsunuz.
Hepsi kabul... H attâ N evzat Hanım dahi... Fakat unutm ayın ki kad­
ro paylaşılm ıştır. B ir iki tavsiyeli de gelsin, ondan sonra karar veri­
riz. Selm a için söylem iyorum . İkisiyle de tem as edin, konuşun. B e­
nim bu günlerde çok işim var zaten. M eseleyi öğrendiniz. Cemal
Beyle N evzat H anım için biraz daha bekleyelim !
Ç ıkarken, çok ehem m iyetsiz bir şeyden bahseder gibi.
- H a ! dedi, az kaldı unutacaktım . B elediye reisi kadronun çık­

250
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

m asına intizaren ücretinizi biraz arttırdı. Bu aydan itibaren Uç yüz


lira alacaksınız!
İlk önce teşekkür için boynuna sarılm ayı, iki elini öpm eyi dü­
şündüm , fakat birdenbire dem in verdiğim karar aklım a geldi. O na
yetişm eğe, onun gibi hareket etm eğe karar verm iştim . Bu benim
tek çarem di. Yarı yolda kendim i tuttum .
-T e ş e k k ü r ederim , dedim .
Ve en ciddî sesim le.
- Fakat bence asıl m esele m üessesenin m uvaffakiyetidir.
İkim iz birbirim ize bir dakika kadar bakıştık:
- Evet, dedi, asıl mesele odur.
Bu suretle esaslarını beraberce düşünm üş olduğum uz saat ayar
istasyonlarından birine iki sene sonra uğradım . U çak hosteslerini
andıran bir kıyafetle giyinm iş genç bir kız dünyanın en tatlı tebes­
süm leriyle beni birdenbire y akaladı, bir örüm cek gibi sardı. B ile­
ğimden çıkartm am a m üsaade etm ediği saatim i kurdu, tabiî kendi
saatiyle ayarladığı için ayarım bozdu. Ve bütün bunları yaparken
de saat hakkında, insan hakkında benim bildiklerim den yüz defa
daha ahm akça sözleri hep aynı şirin tebessüm le tekrarladı, hattâ
suallerim e cevap verdi, bana kozm ik saat ayarından bile bahsetti.
B ilhassa sözü saatten gayrı bir şeye nakletm em e zerre kadar m ü­
saade etm edi. Ve çıkarken de elim e enstitüye ait yine az çok benim
kalem im den çıkm ış bir yığın prospektüs tutuşturdu. A yrıca H ürri­
yet T epesi’nde yapılm akta olan yeni enstitü binam ızı behem ehal
ziyaret etm em i tavsiye etti ve bütün bunlar yetm iyorm uş gibi bir
yıllık ayar abonesi, yine enstitüm üzün bastığı takvim den üç nüsha
birden sattı.
Tam ayrılacağım sırada istasyonun duvarlarını süsleyen fotoğ­
raflar arasında beni gösteren bir resm in önünde durdum . Selm a H a­
nım efendinin bana gösterm ek için getirdiği yeni kıyafet m odelleri­
ni seçerken çekilm iş olan bu resim benim en iyi resm im di. G enç kı­
za gülerek beni tanıyıp tanım adığını sordum . E vvelâ böyle bir su­
alin son derecede şahsî olduğunu ve ayar istasyonları nizam nam e­

251
TANPINAR

sinde kendisini buna cevap verm eğe m ecbur edecek bir m adde bu­
lunm adığını söyledi. Sonra ısrarım üzerine.
- T a b iî tanıdım ... d e d i,fa k a t Sabriye H anım ın verdiği talim atın
dışına çıkm ak istem edim . O bize m üşterilerin yüzlerine fazla bak­
m adan gülüm sem em izi, son derecede gayrişahsî davranm ak şartıy­
la şahsî olm am ızı ve daim a saatten bahsetm em izi, ezberlem iş gibi
konuşm am ızı, enstitüye dair her türlü izahatı en açık şekilde ver­
memizi söylem işti.
Sabriye H anım ı bu işe tavsiye ederken hiç de yanılm am ıştım .
- P e k i , şimdi tanıdınız! Ne yapm anız lâzım geldiğini düşünü­
yorsunuz?
D uvardaki saate baktı:
- Yedide işim bitiyor... dedi. O zam an sizi dinleyebilirim .
Z ehra en stitüde pek az kaldı. O ay ar istasyonlarında çalışm ayı
tercih etm işti. Ve o sayede evlendi. Ve tabiî evlenir evlenm ez ko­
casını yelkovan şubesi şefi ve m ütehassısı yaptık. D am adım ı da
dışarda bırakacak değildim ya! K üçük baldızım , Z e h ra ’dan boş
kalan yere tâyin ed ilm işti. Onu da en stitüm üzde iş arayan tav siy e­
siz bir genç, m iiesseseye girm ek için başka çare kalm adığını a n ­
layınca, hem en o gün istedi. B ilhassa bu sonuncu izdivaç bana
enstitüde ay rıca bir nikâh m em urluğu tesisi fikrini verdi. Fakat
H alit Ayarcı işin ciddiyetini bozar korkusuyla bu çok yerinde tek ­
lifi reddetti.
Sabriye H anım ı yukarda anlattığım konuşm adan iki gün sonra
evinde ziyaret ettim . Beni gördüğüne son derecede m em nun oldu.
G eçm iş zam andan hakikaten bir kalbi varm ış gibi hüzün ve teessür­
le bahsetti. M eseleyi kendisine açınca beraber çalışm am ız ihtim ali­
ne çok sevindi. A yrıca beni daha düzgün bir kıyafetle ve bayağı m e­
suliyetini taşıdığım bir işin arasında gördüğü için m em nundu.
- İspritizm a Cem iyeti dağıldı... dedi. Büsbütün canım sıkılıyor.
D aha doğrusu ben kendim de böyle bir iş arıyordum . Ne zam an is­
terseniz em rinize hazırım .
K endisine şim dilik daha personelim izi tanzim etm ediğim izi.

252
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

hattâ kadrom uzun bile çıkm adığını, fakat yakında bunların halledi­
leceğini üm it ettiğim izi söyledim .
- Siz de bu m eseleyi düşünün. B eşer, onar grupluk genç kızlar
bir bakım a m ânâsız bir iş için toplanm ış olacaklar. B ütün m uvaffa­
kiyetleri bu çocukların davranışlarında olacak. H attâ m tiesseseyi bu
tutturabilir. N için bunu yapıyoruz? Burasını bilm iyorum . Fakat tut­
ması lâzım . H er şeyden evvel hoşa gitm eli ve m üm kün olduğu ka­
dar fazla şaşırtm alı, fakat rahatsız etm em eli. Ö yle sanıyorum ki
sonradan bu istasyonlara başka fonksiyonlar da verebiliriz. Şimdi
bunları yetiştirm ek m eselesi var.
Sabriye Hanım dudaklarını kısm ış beni dinliyordu.
- Halit Ayarcı ile beraber olduğunuzu söylem eseydiniz de ben
onunla beraber olduğunuzu anlardım . B unlar hep onun düşünebile­
ceği cinsten şeyler. B ilir m isiniz ki alelâde işi sevm ez. İş dediğin
onun için evvelâ bir sergüzeşt olm alı. K utup seyahati, kaçakçılık,
her şey elinden gelir. Yalnız lâalettâyinden hoşlanm az. Sonra tuhaf
olm alı, im kânsız olm alı, herkesi şaşırtm alı ve hattâ korkutm alı!
Sonra da iş olm alı. D evlet m em uriyetlerinde bu yüzden kalm adı.
Bütün büyükler dostudur. O da bir vakitler onların arasında idi. Fa­
kat bir türlü sevm edi. Çünkü sergüzeşt değildi. Fakat aynı zam an­
da inanacağı bir tarafı da bulunm alı yaptığı işin... M eselâ siz zan­
netmem ki bu işleri ciddî bulasınız. H albuki H alit Ayarcı bu işe
im anla girm iştir, buna em inim . Em inim ki Saatleri A yarlam a E nsti­
tüsü de böyledir. Yine cem iyet için çok iyi bir şey, im kânsız bir şey
düşünüyor. Fakat faydalı olm ası büyük olm ası ona yetm ez. D edim
ya herkesi şaşırtm ak, kızdırm ak, etrafta gürültü yapm ak da lâzım ...
Zaten dem in siz m üessesenin gayelerini anlatırken onun kelim ele­
rini kullandığınızı derhal anladım . Ö zetliyorum , candaşım , geliyo­
rum. G öreceksiniz ne cüm büş olacak...
Sabriye H anımı konuşturm ak için sual sorm am ak lâzım geldiği­
ni biliyordum .
- Hiç böyle fırsatı kaybeder m iyim ? diyordu.
Sabriye Hanım ın salonunda onunla karşı karşıya oturm uş çay

253
TANPINAR

içerken ister istem ez hayatım daki değişikliği düşünüyordum . Beş


sene evvel de ben bu eve sık sık gelir ve Sabriye H anım la böyle
karşı karşıya otururdum . Fakat o zam an bana yapılan her ikram da
bir nevi okşam a, gönül alm a, yüksek sevap, kendi kendini tatm in
vardı. Ondan daha sonraki zam anlarda bu kapıyı çalm ağa bile ce­
saret edem eyecek hâlde idim . O hâlde arada bir şey değişm işti. Bu
değişikliği, nasıl yapacaktım da bütün hayatım a mal edecektim ?
Bunu devam ettirebilm enin çaresi neydi? Bu iş meselesini de geçi­
yordu. Başka bir şeydi. Sabriye H anım zihnim den geçenleri anla­
mış gibi birdenbire sözü değiştirdi:
- Hayri Bey, biliyor m usunuz ki siz çok değiştiniz! dedi.
- H ayırdır inşallah! dedim .
- H a y ır , çok değiştiniz! Sakın darılm ayın, sizi kırm ak, küçült­
m ek için söylem iyorum . H ayatınıza, hattâ içinize bir rahatlık gel­
miş. Evet öyle. Ç ok rahatsınız. B iliyor m usunuz ki bu H alit Beyin
tesiridir. H alit Bey rahat adam dır.
Bütün m esele burada idi. H alit B ey rahat insandı. Bu para m ese­
lesi, filân değildi. A lelâde kendine güvenm e hissi de değildi. Daha
başka bir şeydi. H ayatla, herhangi bir şeyle oynar gibi oynuyordu.
Onu tanıdığım dan beri ister istem ez hep onun verdiği çerçeveler
içinde düşündüğüm ü, hattâ onu taklit ederek yaşadığımı bir daha
anladım . Bu hakikatin yanı başında Sabriye H anım ın bana anlattı­
ğı diğer hususiyetleri ikinci, üçüncü derecede kalıyordu.
- Halit B eyle iş görenlerin hem en hepsi kabiliyetleri derecesin­
de bu rahatlığı alırlar. H alit Bey beni sevm ez. Belki de kendisini iyi
tanıdığım için sevm ez. Fakat ben onu çok beğenirim ...
Sabriye H anım a, N evzat H anım la Cemal Beyi ve Selm a Hanımı
da H alit A yarcı’nın m iiesseseye alm ak fikrinde olduğunu söyledim .
Selm a H anım ın adı geçer geçm ez, “Bekliyordum bunu...” der gibi
gülüm sedi.
- Selm a H anım gelir, dedi. H attâ çağırdığınız için çok m em nun
olur. Zannederim ki çalışm ağa ihtiyacı var. O da benim gibi, fakat
başka sebeplerle bir şeyle m eşgul olm ası lâzım . Zannederim ki C e­

254
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

mal B eyle aralan çok fena. C em al’in de işleri pek bozuk... Bir yı­
ğın sıkıntısı var! Fakat N evzat’ın geleceğinden şüpheliyim !
- Niçin?
- N evzat, hiç de eski N evzat değil artık. Z aten S elm a’yı da çok
değişm iş göreceksiniz. Fakat N evzat gittikçe daha dalgınlaştı. B ü­
tün dostlarıyla alâkasını kesti. Â deta bir günahı ödüyor gibi yaşı­
yor. Çok koyu bir dindarlık çöktü üstüne. Sabahtan akşam a kadar
K u r’ân okuyor, nam az kılıyor... H attâ ruhları bile çağırm ıyor.
- M urat n ’oldu?
- O da kayboldu. Dedim ya! A rtık eski N evzat Hanım değil.
Sonra birdenbire sözü değiştirdi:
- Bilir m isiniz, bugünlerde ben kim inle dostum ? H alanızla... Ne
m ükemm el kadın, nasıl canlı, yaşını nasıl yeniyor! D oğrusu aranı­
zın açık olm asına sizin hesabınıza m üteessirim . O kadar açık fikir­
li, berrak görüşlü bir insan ki... O da biliyorsunuz tasavvufa m erak
etti. H attâ âşıkâne şiirleri bile var. Yarın çayına gideceğim .
K onuşm anın bundan sonrasının beni sıkacağını anladım . Sabri­
ye Hanım dan kendisine telefon eder etm ez geleceği vaadini alarak
evden çıktım.
Sabriye H anım ın Selm a H anım için söylediği şeyler beni haki­
katen üzm üştü. Belki bu yüzden ilk rast geldiğim dükkândan C e­
mal Beyin evine telefon ettim . K arşım a Cemal Bey çıkarsa telefo­
nu kapam ağa karar verm iştim . Beş seneden beri görm ediğim , türlü
sıkıntılar arasında çehresini bile unuttuğum kadın birdenbire S abri­
ye H anımın söylediği birkaç sözle şimdi dört bir tarafım ı bir yan­
gın gibi sarm ıştı. Halbuki işlerim izin yavaş yavaş düzeldiği bu gün­
lerde Pakize ile yeniden tatlı balayı günleri geçiriyorduk.
Telefona Selm a Hanım cevap verdi.
- N erelerdesiniz a canım !.. C em al’e soruyorum , Hayri Bey bu,
bilinir mi hiç? İstifa etti, gitti, diyor. O kadar ara! diye yalvardım .
Zannederim her tarafa baş vurdu. Sizi ele geçirem edik vesselâm ...
Ve bütün bunları hep, içine bir yığın çocuk neşesi karışan o ince
billûr sesle söylem işti. D em ek böyle idi, Cem al B ey ona benim is­

255
TANPINAR

tifa ettiğim i söylem işti. Ben huyu suyu bilinm eyen bir adam dım .
A ram ış, bir türlü bulam am ıştı!
K endisine vaziyeti anlattım . B ize yardım edip edem eyeceğini
sordum . Saatleri A yarlam a E n stitüsü’nün adı pek hoşuna gitmişti:
- Bu nasıl iş canım ? diyordu, âdeta şakaya benziyor. H akikaten
şaka gibi bir şey... H ele bir anlatın...
E lim den geldiği kadar m üesseseyi izah ettim . K endisinden rica
ettiğim iz şeyi de söyledim . Ertesi sabah enstitüye geleceğini vaat
etti. Onu o günlerde kalem e devam etm eğe başlayan Z eh ra’nın yü­
zünden H alit B eyin odasına aldım . D aha ilk anda kendisinde bir yı­
ğın şeyin değiştiği görülüyordu. Y ine eskisi gibi güzel ve zarifti.
Bütün hareketlerine hâkim di. G ülüşü ateş oyunu gibi bir şeydi. Fa­
kat m akinada bozuk bir şey vardı. Eski neşesi kalm am ıştı. Istırap
denen çem berden geçtiği m uhakkaktı. Sanki bilm ediğim iz üzüntü­
ler, düşünceler, belki de bir korku arasından konuşuyordu. Belki de
yalnız bu sonuncusu vardı. K orkuyu bütün öm rüm ce tatm ıştım , o
yılanı gayet iyi bilirdim . B ir kere içim ize yerleşti mi bulandırm aya­
cağı hiçbir şey yoktu. Fakat neden korkuyordu? Niçin telâşlıydı?
Buralarını anlam am kabil değildi.
B enden ilk önce iş hakkında izahat istedi. Ç ok çocukça bir saf­
lıkla, “Ben böyle şeyleri yapam am ki...” diyordu. Bunu söylerken
elleriyle yaptığı işaret o kadar güzeldi ki bütün konuşm a boyunca
bir daha yapm asını bekledim .
-Z a n n e ttiğ in iz gibi değil! dedim . Sadece m üesseseye fikir vere­
ceksiniz! H içbir güçlüğü yok... H ele siz ki bu işleri çok iyi bilirsi­
niz, o kadar m ükem m el bir zevkiniz var...
Sonunda o da razı oldu. Eğlenceli bir iş olacağını tahm in ediyor­
du. Zaten giyim kuşam en sevdiği şe y d i. Yalnız Cemal Beye bir ke­
re sorm ası lâzım dı.
- Belki istem ez, diyordu. Onun için vaat etm eyeyim ! M esele çı­
karm ayalım !
- Ne m esele çıkacak! Zannetm em ki Cemal B ey sizin herhangi
bir arzunuzu reddetm eğe kalksın!

256
SAATLER! AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Bunu m ahsus söylem iştim . Başını salladı:


- Cemal son zam anlarda hiç eski Cem al değil!
O kadar kendisine hâkim olan kadın neredeyse karşım da ağlaya­
caktı. İçim e yum ruk gibi bir şey tıkandı.
Asıl beni şaşırtan bu sözlerin altında Selm a H anım ın bütün ha­
yatının bulunm asıydı. D em ek ki o Cemal Beyi hiç anlam adan, on­
dan hiç şüphe etm eden, gözü kapalı ve biçare yaşam ıştı. Onu bütün
öm rünce insan olgunluklarının bir num unesi gibi görm üş ve öyle
sevm işti. B ununla da kalm ıyordu. O na bağlıydı. Onun em rinde idi.
Onu seviyor, kıskanıyor, ve ondan korkuyordu. O zam ana kadar bu
kadını bütün hayatından sıyırarak sevm iştim . Cemal B eyle evli ol­
duğunu biliyor ve sadece kabul ediyordum . Fakat ikisinin arasında­
ki m ünasebetin üzerinde durm am ıştım . Benim içim de ne Cemal
Bey bana Selm a H anım ı, ne de Selm a Hanım zarurî şekilde Cemal
Beyin varlığını hatırlatm ıştı. Kocası olduğu gibi, herhangi bir has­
talığı da olabilirdi.
Şimdi ise onu kıskandığını anlayınca birdenbire vaziyet değiş­
mişti. O zam ana kadar Cemal B eyden sadece nefret ederdim . Bir
yığın kinim vardı. Fakat onu hiçbir zam an kıskanm am ıştım . Şimdi
bir anda onu kıskanm ağa başlam ıştım . B ileklerim den yukarıya
doğru bütün dam arlarım çekile çekile:
- P e k i sorun! dedim . Ü m it ederim ki reddetm ez...
Asıl felâketi o kadar beğendiğim kadının birdenbire hayatından
şikâyet edecek kadar herkese b enzem esiydi. Fakat daha garib i, hat­
tâ daha gülüncü vardı. Sıkıntılarım dan biraz çıkar çıkm az kendim e
yeni ıstıraplar bulm am dı. G öm üldüğü dalgaların içinden başını çı­
karır çıkarm az karşı sahili gören bir yüzücü gibi, ben de kendim e
bir iş bulur bulm az Selm a H anım a dönm üştüm . “B una niçin şaşm a-
Iı? diye düşünüyordum . M adem ki yavaş yavaş yine kendim oluyo­
rum ...”
İş m eselesi böyle halledilince Selm a H anım , benim aradaki beş
senelik hayatım ı m erak etti. H er şeyden evvel şirketten niçin istifa
ettiğimi soruyordu:

257
TANPINAR

- Biliyorsunuz ki o günlerde Cem al hep m aaşınızın artacağın­


dan bahsediyordu.
B ir m üddet yüzüne dalgın dalgın baktım . N erede ise her şeyi
söyleyecektim . Fakat ne diye acele edecektim sanki? Belki de söz­
lerim e inanm ayacaktı. Yahut hayatına yeni bir üzüntü daha ilâve
edecektim . En iyisi bir yalanla işin içinden sıyrılm aktı:
- İ s ta n b u l’dan uzakta idim ... dedim .
- İyi am a sizi görm üşler...
- Ben de hiç uğram adım , hep İz m ir’de kaldım , dem edim ya...
Selm a H anım başını kaldırarak yüzüm e baktı:
- N için doğrusunu söylem iyorsunuz? dedi. C em il’in yalan söy­
lediğini ben biliyorum ...
T e /ra r bir sessizlik oldu, sonra yavaşça ilâve etti:
- D aha doğrusu şüphe ediyorum . Fakat şimdi em inim . Deminki
duruşunuz bana her şeyi öğretti...
Elim den geldiği kadar kendisini tatm ine çalıştım . Fakat o kendi
düşüncesinde devam ediyordu:
- H a y ır! dedi. Bu m esele zannettiğiniz kadar basit değil. Çok
karışık bir iş bu! Benden gizlem esine o kadar ehem m iyet verm iyo­
rum . N ihayet sizi sevdiğim i biliyordu. Çok zahm etim i çekm iştiniz,
ahbaptık! Ü zülürüm , diye gizlem iş olabilir, hoş bu da affedilecek
şey değil. Çünkü ortada bir sürü yalan var. Fakat sizi işten ne diye
çıkarttı, oraya kendisi getirdiği hâlde?
- Belki ötekiler çıkm am da ısrar ettiler...
- İm kânsız... B öyle o lsa o zam an benden gizlem ezdi. Fakat farz
edin ki öyle, o zam an nasıl razı oldu? H ayır, bu işte m utlaka başka
bir şey var.
Sonra gözlerini gözlerim e dikti:
- Kim bilir, ne kadar sıkıntı çektiniz...
-A ld ırm a y ın ! dedim . H er şey düzeldi şim di. Benim için üzül­
m eyin ve m esele yapm ayın bunu. H attâ bizim teklifim izi de unu­
tun, belki karşılaşm am ızı istem ez... R ahatınız bozulm asın!
Selm a H anım bir m üddet çantasında m endilini aradı.

258
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- B e n im artık rahatım yok! dedi.


İnsan talihi bu idi. H iç kim se yıldız olarak kalam ıyordu. M uhak­
kak hayalim izdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti.
- H e r neyse, sizi tekrar bulduğum a m em nunun... İş m eselesine
gelince, daha düşünürüz. Ben size telefon ederim .
M erdivenlerden beraber indik. K apının önünde.
- H akikaten şaşılacak şey... Bu kadar yalan söylesin! diyerek ay­
rıldı.
H akikaten şaşılacak şeydi.

III

B elediye reisinin ziyaretinden iki ay sonra daha m ühim , daha sa-


lâhiyetli, hattâ m utlak denecek kadar salâhiyetti bir zat dairem ize
geldi. Fakat biz artık eski binada değildik. Ç ok rahat, geniş bir ye­
re geçm iştik. Personelim iz de çoğalm ıştı. N erm in H anım , Z ehra,
Ekrem Bey, benim le beraber tam bir büro kadrosuyduk. İşlerim iz
de artm ıştı. H alit Ayarcı her sabah geliyor, ya N erm in H anım a, ya­
hut Z eh ra’ya bir yığın şey dikte ediyordu. K ızım ın daktilo acem i­
liklerine ehem m iyet verm iyor, Ekrem Beyi iş fikrine yavaş yavaş
alıştırıyordu.
Halit A yarcı’yı bu yeni m isafir de şaşırtm adı. B ir m üddet ayak­
ta, belediye reisiyle beraber izahat verdi. M üessesenin esas gayesi­
ni anlattı. Bu yeni ziyaretçinin eskisinden bir farkı vardı. Bu hiç ko­
nuşm uyor, sadece gözlerini gözlerinize dikerek dinliyor, icap eder­
se kirpik işaretleriyle sizi tasdik ediyordu. O da izahattan sonra m ü­
esseseyi gezmeyi istedi. D uvarlara asılacak vecizeleri çok beğendi.
Bunları şehrin, hattâ yurdun her tarafına dağıtm am ızın lüzum undan
bahsetti. H alit Ayarcı bu teklifi yalnız bir, “D üşünüyoruz efen­
dim .,.”le karşıladı.
Fakat belediye reisi.
- B u her şeyden evvel bir tahsisat m eselesi... diye cevap verdi.
Enstitünün bu günkü parasıyla, hattâ bu sene bütçeye koyduğum uz

259
TANPİNAR

para ile bunun yapılm ası im kânsız... M am afih H alit Bey çalışıyor.
G arip şekilde roller değişm işti. Bu sefer H alit Bey benim yeri­
m e geçm iş, belediye reisi onun yerini alm ıştı. Ben dördüncü plan­
da idim . M am afih H alit Ayarcı yine benim unutulm am a razı olm a­
dı. B ana çok açık, cevabı içinde sualler sordu ve kendi üslûbunda
cevaplar aldı.
Salâhiyetli zat, belediye reisini,
- Tabiî... diye tasdik etti. Yalnız her şeyi paraya bağlam am alıdır.
İnsan iradesi daim a m addî şartlan yener...
Sözüne devam etsin diye ne kadar dua ettim . Bunun sırrını bir
kere öğrenseydim her şey halledilecekti. Fakat devam etm edi. Şüp­
hesiz bu m ühim işin usullerini kendim izin bulm asını istiyordu.
B elediye reisinin bu hususa hiçbir itirazı yoktu. Binaenaleyh,
gerçeği bu olm akla beraber, çünkü o da m addî şartlan sadece ira­
desiyle yenm işe benziyordu, yeni kurulm uş bir m üessesede, bilhas­
sa bu kadar m asraflı bir işin büsbütün de parasız yapılam ayacağını,
yapılsa bile bu iş için sarf edilecek iradenin çok pahalıya mal ola­
cağım en m ünasip dille, yani karşısındakinin fikrini daim a doğru
bula bula tekrar hatırlatm ağa çalıştı. îtikadım ca belediye reisinin bu
işte hakkı vardı. İşsizlik zam anlarım da sadece iradem le geçinebil­
m ek içir., bu cevheri o kadar sarf etm iştim ki çoktan beri bende zer-
res1 bile kalm am ıştı. Ve belki de bu yüzden aylardır H alit Ayar-
c ı’nın ayağıyla ittiği bir futbol topuna benzem iştim .
H alit Ayarcı bütün bu konuşm a boyunca âdeta lâkayt kalm ıştı.
M asanın bir köşesine hafifçe yaslanm ış, sakin ve alâkasız, beyhu­
de sözlerle israf edilen zam ana pek fazla fark ettirm eden acır gibi
etrafına bakıyordu. H içbir zam an can sıkıntısı denen şeyin bu kadar
asîl, bu kadar üstün şeklini görm em iştim . Etrafındaki konuşm anın
bitm esini, birdenbire kabaran bir rüzgârın savurduğu bir toz dalga­
sının geçm esini bekler gibi bekliyordu. “B en işe karışacağım zam a­
nı biliyorum . Fakat siz bir kere aranızda anlaşın! Sizleri huyunuz­
dan vazgeçirem em ki... Ç aresiz taham m ül edeceğim . Nasıl olsa ol­
duğum yere geleceksiniz” . B ir insan karşısındakine o anda yalnız

260
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

sabır ve taham m ül olduğunu ancak bu kadar terbiyeli şekilde gös­


terebilirdi.
N ihayet salahiyetli zat kararını verdi.
- Para işini m erak etm eyin... dedi. H er türlü fedakârlığı yapaca­
ğız. M adem ki bu işe girdik... Ben m üm kün olduğu kadar tutum lu
olm ak gerektiğini söylem ek istiyordum .
Belediye reisi bu çok basit tem enniye hem en hem en aynı zik­
zaklardan geçen bir cüm le ile teşekkür etti. İşte o zam an H alit Ayar­
cı dayandığı m asadan ayrıldı ve seyirci vaziyetinden çıktı.
-İm k â n la rım ız biraz genişlerse elde bulunan çok faydalı bir
eseri de neşretm eyi düşünüyoruz! dedi.
Hayır, bu adamı ben taklit edem ezdim . O na yetişm ek imkânsızdı.
- D em ek hazır eserleriniz var! N e çabuk böyle?
- Evvelâ büyük bir etüdüm üz var. A rkadaşım Hayri Beyin he­
men hemen bütün öm rünü sarf ederek yazdığı bir kitap... En büyük
saadetim iz için...
Belediye reisi bu fırsattan istifade ederek beni daha yakından ta­
nıtm ağa m uvaffak oldu.
- Hayri Bey arkadaşım ız eski saatçiliğim izin tarihini belki en iyi
bilen adam dır. Zaten saatten ve felsefesinden çok iyi anlar.
Bu sefer dikkatli bakışların tek hedefi ben oldum . K anunun an ­
lattığı m ânada tam bir cürm üm eşruttu bu. Suçüstü... Suçüstü... “Ah
Yârabbim bir kaçabilsem !” Fakat niye kaçacaktım sanki? B öyie bir
ilgiyi bütün öm rüm de görm em iştim .
- K itabınızın ismi nedir, Hayri Beyefendi?
Ben bu sualle birdenbire yuvarlandığım karanlık uçurum da tutu­
nacak bir yer ararken H alit Ayarcı benim yerim e cevap verdi:
- A hm et Z am anî Efendiye ait bir etüt. A hm et Z am anî Efendi ve
E seri.
- A hm et Z am anî Efendi mi? H iç işitm edim ...
- O n yedinci asrın m eşhur âlim lerinden... D ördüncü M ehm et
devri adam ı. Tam klasik devrim izde...
- Ne yapm ış bu adam ?

261
TANPINAR

- Devrin en m ühim saatçisi... H attâ G raham ’dan evvel rabia he­


saplarını bulm uş diyorlar. Hayri B ey doğrudan doğruya onun m ek­
tebinden gelen bir zatın talebesidir. M uvakkit Nuri Efendinin...
Tekrar bakışlar benden yana çevrildi.
- K itabınız bitti mi?
A rtık sıra bana gelm işti. Bu kadarını yapabilirdim . H alit Ayarcı
beni yolun ortasına kadar götürm üştü. B undan sonrası benim işim-
di. N ereye gideceğim i biliyordum .
-D o ğ ru s u n u isterseniz henüz hayır! Yani halledilecek bir iki
m esele var. F akat bitm ek üzere... H attâ bitm iş gibi...
H alit Ayarcı tekrar dinam ik rehavetinden ve alâkasızlığından
sıyrıldı. B ana,
- Zannederim ki gelecek nisana yetiştirirsiniz...
Sonra m isafire döndü.
- G elecek nisanın sekizi A hm et Z am anî Efendinin ölüm ünün
yüz sekseninci yıldönüm üdür de...
Sonra kendi kendine hesap etti.
- Evet, tam yüz seksen sene oluyor.
- D em ek büyük bir m erasim yapabiliriz?
H alit Ayarcı konuşm anın topunu yine belediye reisine bıraktı.
- Halit B eyin niyeti de öyle efendim ... Hayri Bey biraz yorula­
cak am a...
Bu fırsat kaçırılm az... M üessesenin açış resmini de o zam an y a­
parız, değil mi Hayri B ey? Bu vesile ile daha parlak olur.
H alit Ayarcı tekrar konuşm ağa katıldı.
- Açış törenini bendeniz yeni binam ızda düşünm üştüm ... dedi.
Bu sefer ilk defa olarak iki taraf da itiraz etti.
- H ayır, hayır... O zam an çok gecikir... Zaten yeni bina için ayrı
bir açış töreni daim a yapılabilir! B u gibi törenler ne kadar sık olur­
sa o kadar faydalıdır!
Salâhiyettar zat tekrar bana döndü:
- Hayri Bey, bu kitap şubata kadar bitecek... Bunu sizden katî
şekilde istiyorum . Bu kadar m ühim bir zatın unutulm uş olması

262
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

doğru değil... Yaptığınız işin ehem m iyetini bilin ve ona göre çalı­
şın... Siz de bana bu neşriyat meselesini hatırlatın...
- B a ş üstüne efendim ... Zaten takdim ettiğim iz projede yazılı...
Halit Bey tekrar tavzih etti.
- Yalnız eserlerin ismi yok. Ek bir liste takdim ederim .
A hm et Zam anı Efendi ism inde hiçbir insan tanım am ıştım . H at­
tâ adını ilk defa işitiyordum . “A h Y ârabbim , ekm ek paramı niçin
bana doğrudan doğruya verm edin de beni başkalarının uydurduğu
bir yalan yaptın!” H akikatte de böyle idim . Ucunu bucağını bilm e­
diğim , her gün yeni bir parçasıyla karşılaştığım âdeta tefrika hâlin­
de bir yalan olm uştum .
Salâhiyettar zat A hm et Z am anî E fendiden bir türlü vazgeçem i-
yordu.
- Mühim bir keşif, diyordu. Fakat nasıl oldu da hiç adı işitilmedi?
Sanki dem in kafam dan geçenleri düşünen ben değilm işim gibi,
yavaş ve en kandırıcı sesim le cevap verdim:
- E s k ile r malûm efendim ... Şöhrete âfet diye bakarlardı. Sonra
çok genç yaşta öldü. K ırk iki yaşında falanm ış...
- Rabia hesaplan o devirde, aram ızda?..
Bu sualle nefesim birdenbire tükendi. B urada artık işin telkini
yoktu. Bilginin kendisi vardı. Fakat H alit Ayarcı orada idi:
- N için olm asın efendim ?
Sözüne devam edeceği yerde m asanın cam ı üzerine iyice bastır­
dığı büyük, geniş ayalı eline bakm ağa başladı.
- Öyle ya niçin olm asın?.. Eskileri o kadar az biliyoruz ki...
-D e v ir , çok ehem m iyetli bir devir. Zaten büyük bir m ekanik
merakı var. Hem en herkes, küçük büyük icatlarla m eşgul... M ina­
reden m inareye uçma tecrübeleri bile var...
Salâhiyettar zat tekrar bana döndü.
- Nasıl bir insanm ış bu?..
H alit Ayarcı bu sefer de ceketinin düğm eleriyle oynam ağa baş­
lamıştı. Bu dem ekti ki, iş bana düşüyordu. B ütün kuvvetim i, cesa­
retimi topladım . “Ya pîr!” Fakat yalancıların piri kimdi acaba?

263
TANPINAR

- Uzun boylu, sarışın, kum ral sakallı, siyah gözlü bir adam m ış!
Dili gençliğinde biraz peltekm iş. Fakat kendi kendine, iradesiyle
düzeltm iş, diyorlar. D aha doğrusu hocam rahmetli Nuri Efendi
böyle söylerdi. G arip huylan varm ış. M eselâ çok iyi m eyva yetişti-
diği hâlde üzüm den başkasını yem ezm iş. Bal ve şeker gibi şeyler
de kullanm azm ış. M evlevî tarikatindenm iş. Zengin bir adam ın ço­
cuğuym uş. Birden fazla kadın alm anın aleyhinde bulunduğu için
devrinde pek sevilm ezm iş...
- D em ek m odern bir adam ... Â deta bizden!
- Aşağı yukarı... S an rengi çok severm iş. H attâ pek m utat olm a­
dığı hâlde san cübbe, sarı kaplı kürk giydiğini hocam Nuri Efendi
söylerdi. Sarı, güneşin rengidir, derm iş. Çok aradım am a bu kana­
atin nereden geldiğini bulam adım .
Ben söyledikçe belediye reisinin de, salâhiyetli zatın da yüzleri
tebessüm e gark oluyordu. A h, bu küçük teferruat... İki üç çizgi, bir­
kaç konuşm a parçası, işte size bütün bir hayat...T evekkeli değil es­
kiler yalnız şiir söylem işler!
- Bir iş i, falan var m ıym ış?
A rtık ne dönm em , ne de durm am kabildi. İster istem ez yolum a
devam edecek, yeni yeni şeyler uyduracaktım .
- Ç engelköy’de küçük bir cam iin m üezziniym iş... Fakat evlen­
m e m eselesindeki fikirleri yüzünden çıkartm ışlar. O da selâm lığını
açm ış, yatsı nam azlarını m isafirlerine evinde kıldırm ış. Ezanı da
evin penceresinden okurm uş!
H alit Bey tekrar bana döndü:
- Bir Venedikli vasıtasıyla devrin garplı riyaziyecileriyle m ek­
tuplaştığını söylüyordunuz...
- Evet am a, m üsbet bir şey bulunam adı. N uruosm aniye Kütiip-
hanesi’ndeki kitap kaybolm asaydı...
Salâhiyetli zat hayretler içinde idi:
- M ühim keşif doğrusu... B öyle bir adam ...
H alit Ayarcı işi biraz daha tabiileştirm ek ihtiyacını duydu.
-B e n d e n iz e öyle geliyor ki, K âtip Ç eleb i’nin etrafındakilerden

264
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

biri olacak... Başka türlü izahı güç...


Bu ihtimal her ikisini de tatm in etti. B elediye reisi m eselenin
şim dilik bu tarzda halledilm esinden m em nun, dairenin gezilm esini
teklif etti.
Bu aşağı yukarı iki ay evvelki teftişin hem en hem en aynıdır. Şu
şartla ki, binam ız biraz daha genişlem işti ve salâhiyettar zat beledi­
ye reisinden daha yüksek m evkide olduğu için daha dikkatli, daha
titizdi. Binaenaleyh iki saat sürdü. H em en her şeyin önünde durdu,
yerinden kalkabilecek her şeyi bir kere yerinden oynatıp altına ba­
kıyor, sonra kendisini elinde iyice evirip çevirip m uayene ediyor,
tekrar yerine koyuyordu. B ütün boş defterleri açıp bakıyor, grafik­
lerin önünde uzun m urakabe saatleri geçiriyordu.
Bir ara bana döndü, bir eli kılıfım çıkarm ağa çalıştığı yazı m a­
ki nasında:
- Neden öldüğünü biliyor m usunuz? diye sordu.
- M a a le s e f efendim ... A m a...
- B e n söyleyeyim , bakalım buldum m u? Şekerden... dedi. B en­
de de var da oradan biliyorum .
Tabiî niçin böyle olması icap ettiğini sorm adık. Niçin soracak­
tık? H attâ niçin şüphe etm eliydi? H erkes bir şeyden öldüğüne göre
A hm et Zam anî Efendi de elbette bir hastalıktan ölecekti. Şekerden
veya can sıkıntısından ölmesi arasında ne fark vardı? Asıl m ühim
olan salâhiyetti zatın bu işe getirdiği iyi niyet, bizim le böyle işbir­
liği etm esiydi. H epim iz birden bu ihtim ali kabul ettik. H attâ ben:
- Çok doğru buyurdunuz... Ü züm den başka bir şey yem ediğine
göre... diye hafiften tasdik bile ettim .
Sonra saatine baktı. G üzel, altın kapaklı bir L o n jin ’di. “Yorul­
dum ...” dedi. H epim iz yorulm uştuk. Onun için H alit A yarcı’nın
odasına geldiğim iz zam an D erviş A ğanın getirdiği kahveler pek
m akbule geçti. H attâ az şekerli olm asına bile ehem m iyet verm edi.
K ahvelerden sonra yine o gün olduğu gibi kadro m eselesine ge­
çildi . Ondan sonra tebrik faslı g eld i. Bu sefer altın tepsi belediye re­
isi ile onun arasında gidip gelm eğe başladı ve nihayet kundaklan­

265
TANPINAR

mış bir çocuk gibi H alit Beyin birdenbire açtığı kollan arasında
kaldı. A ziz velinim etim :
-T e v e c cü h le rin iz e güvenm eseydim , bu işe katiyen girm ezdim .
Bu itibarla ne kadar teşekkür etsem azdır. B ana bu hizm et vesilesi­
ni verdiğiniz için bahtiyarım ... diyerek m eseleyi halletm işti.
Bütün gün hep böyle yapm ış, en lüzum lu noktada konuşm uş,
hiçbir şey rica etm eden istediklerinin hepsini kabul ettirm iş, şimdi
de asıl işin kendisi tarafından kurulduğunu, beyhude m ünakaşaya
lüzum olm adığını iyice anlatm ıştı.
Fakat salâhiyetli zat tecrübeli adam dı. K oskoca enstitüyü sade­
ce bizlere bırakam azdı.
- Bu m tiesseseyi başından itibaren benim sedim , dedi. O sizlerin
olduğu kadar benim dir de... Reis bey de size yardım edecekler...
Ayrılırken tekrar bana iltifat etti:
- Kitabı isterim ... B itecek anladınız mı Hayri Bey?
Ve yanağım ı okşayarak kitapla olan alâkasını bir daha teyit etti.
K apıdan çıkarken:
- Sloganları dağıtın! B ira n evvel ve her tarafa... diye tekrar em ir
verdi.
Tam m erdivenin başında belediye reisine yavaşça:
- B u rabia hesabı nedir siz biliyor m u su n uz?diye sorduğunu
işittim .
O nlar gittikten sonra H alit Ayarcı tekrar bana döndü:
- A r tı k bundan sonra da şüphe etm ezsiniz zannederim ... dedi.
- H ayır, dedim . M üessese kurulacak. B ir de işimizi bilsek!
- H â l â bilm iyor m usunuz? Saatleri ayarlayacağız...
- Evet am a nasıl? Bu kadar kalabalık bir teşkilâtla...
- Çaresini bulacağız... H erkes kendisine, tâyin olunduğu vazife­
nin adından bir iş çıkaracak. Zaten kurulur kurulm az bir tâm im le
bütün arkadaşlardan rica edeceğim bunu... Ve tabiî onlar da yapa­
caklar. Boş durm ayacaklar ya...
Sonra bir eli odasının kapısının tokm ağında:
- Siz kitabı ne vakit bitireceksiniz? Yani ne vakit bitirebilirsiniz,

266
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

dem ek istiyorum ... diye sordu.


- N a s ıl yazarım ben bu kitabı?., diye cevap verdim . M evcut ol­
mayan bir adam için...
Halit A yarcı’nın kaşları birdenbire çatıldı. İlk defa hiddetleni­
yordu.
- Nasıl m evcut olm ayan adam ?.. D aha dem in kendiniz bahsedi­
yordunuz... D ördüncü M ehm et zam anında yaşam ış. Sarı rengi se­
verm iş. G üneşin rengidir, derm iş. M evlevî olduğunu bile biliyorsu­
nuz. Graham hesaplarıyla meşgul olduğu m alum ... Şekerden ölm üş.
Yok azizim , ben bu cinsten sabotaj istem em . Bu m üessese m uvaf­
fak olacaktır. H erkes vazifesini yapacak. Sizin ilk işiniz budur.
- İ y i am a, bütün bunlar m ânâsız şeyler... Hepsi uydurma!
Birdenbire ceketim den tuttu:
- Bu kitap yazılacak!.. Yahut da gider içeriye istifanam enizi ya­
zar getirirsiniz! Ben bu kadar bağlı olduğum bir m iiessesede en y a­
kın dostlarım tarafından ihanet görm em i istem em ... Hem kendiniz
söylüyorsunuz, hem de yoktur, diyorsunuz...
- Ben A hm et Z am an î’den bahsetm edim ...
- A m a, Nuri Efendiden bahsettiniz... O da o dem ek...
Sonra birdenbire belki de bozulan yüzüm e dikkat ettiği için gül­
dü:
- A d ı olan her şey m evcuttur Hayri Bey! dedi. B inaenaleyh A h­
met Zam anî Efendi vardır. Biraz d a ikim iz böyle istediğim iz için
vardır. H attâ şimdi büyük dostum uz da istiyor. H iç üzülm eyin...
Çalışın sadece... Sonra, kadro m eselesini ne yaptınız? İstedikleri­
mizi veriyorlar. Hani listeniz?..
Aksi aksi:
-T a n ıd ığ ım insan çok az... dedim .
- B ulun...
-A k ra b a m yok...
- A krabasız adam olm az...
- Belki vardı am a m eydanda yoklar... Şim dilik görünm üyorlar...
İsterseniz gazetelere bir ilân vereyim !

267
TANPINAR

Tekrar gülü m sed i.


- A h, Hayri Bey, ah Hayri Bey... dedi. Siz hakikaten beni yoru­
yorsunuz. B ir tiirlü sizi bazı şeylere alıştıram adım . H ayır, ilâna lü­
zum yok, biraz daha bekleriz... O nlar gelirler... Bir de Sabriye H a­
nım la Selm a H anım ı artık davet zam anı geldi sanırım .
O dam a girdiğim zam an Z eh ra’nın beni beklediğini gördüm .
Benden izin istiyordu. Yeni elbiseleri içinde hakikaten giizel ve m e­
suttu. Yeni taşındığım ız evde odasını ne kadar zevkle döşem işti.
Pakize ile iki dost gibi geçiniyorlardı artık. Karım ın tiroit guddele­
ri tedavi edileliden beri evde kavga yoktu. A hm et üç ayda altı kilo
alm ıştı. K ızım a yarın dahi isterse evde kalabileceğini söyledim ... O
teşekkür yerine bir kırıttıktan sonra çekilip gitti. Ben başım iki eli­
min arasında düşünm eğe başladım . H ayır, istirahat etm em in im kâ­
nı yoktu. B irçok yalanın içinde olsam bile ihmal edem eyeceğim bir
hakikat, büyük bir hakikat vardı ortada. Saatleri Ayarlam a E nstitü­
sü hayatım ı kurtarm ıştı.
H alit Ayarcı ile evim e refah denen güneş doğm uştu. Bütün bun­
ları düşünürken iç telefon çaldı. H alit A yarcı, sanki aram ızda geçen
şeyleri tam am iyle unutm uş gibi en rahat sesiyle:
-Y a r ın size A hm et Z am an î’yi yazm anıza yardım edecek tarih
kitaplarını getireceğim ... G öreceksiniz ne kadar kolay iş...
-T e ş e k k ü r ederim efendim ...
- B ir iki ayda çıkar...
-Z a n n e d e rim efendim . Siz de yardım edersiniz tabiî..
- Selm a H anım la Sabriye H anım ı davet için biraz bekleyin! Ben
gidiyorum , bir iş o lursa evde ararsınız...
- Baş üstüne efendim ...

IV

B aşından beri gazetelerde enstitü hakkında havadisler çıkıyor­


du. K adrom uzun m üzakere edileceği tarih yaklaştıkça bu yazılar
arttı. Bayağı günün m eselesi hâline geldik. H em en her gün enstitü­

268
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

nün teşkilâtı, çalışm a tarzı, yapacağı iş m ünakaşa ediliyor, bittabi


bu arada m üdürün, m üdür yardım cısının ve diğer personelin hayat­
ları hakkında da ufak tefek şeyler geçiyordu. Bazı gazeteler H alit
A yarcı’yı son derece sem patik buluyorlar, bir kısmı bu kadar m ü­
him iddialı bir m tiessesenin bu cinsten bir iş adam ına verilm esine
şaşıyorlardı. Bir kısmı ise, “ N e iş görecek bu m üessese?” diye so­
ruyordu. H alit Ayarcı bütün bu yazıları dikkatle okuyor, tenkitlere
m üsam aha ile gülüyordu.
-E lb e tte , diyordu, bu kadar m ühim bir iş yapılırken aleyhte de
söylenecek! M esele m ünakaşa edilm esidir.
B ilhassa bir gazetenin, Saatleri A yarlam a E nstitiisü’nün gerek
adının, gerek vazife ve öğrenilebildiği nisbette teşkilâtının bürokra­
si tarihinde hakikî bir m erhale olduğunu yazm ası pek hoşuna git­
mişti.
- Kim yazdıysa bunu, işi anlam ış... Zeki adam! Evvelâ asrım bi­
liyor. Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat o her şeyden evvel bürok­
rasi asrıdır. S pingler’den K ayserling’e kadar bütün filozoflar bü­
rokrasiden bahsederler. Ben hattâ derim ki, bürokrasinin asıl kemal
çağı istiklâl devri bu devirdir. B unu anlayan adam m ühim adam dır.
Ben m utlak bir m üessese kuruyorum . Fonksiyonu kendisi tâyin
edecek bir cihaz... Bundan m ükem m el ne olabilir?
Kadro m üzakerelerinin zam anı yaklaştıkça sıklaşan bu havadis­
ler ve düşünceler sonuna doğru birdenbire şahıslarım ız etrafında
toplandı ve iki hafta içinde de H alit Beyi bırakıp sadece beni hedef
aldılar.
Bu ağız değişm esi sayesinde m üessesem izin lüzum una dair ya­
pılan m ünakaşaların birdenbire kesilm esine bakılırsa bu işte H alit
A yarcı’mn bir tertibi olduğuna hükm etm ek hiç de yanlış olm az. Şu­
rası da var ki, hayatım ın garip cilveleriyle ben H alit Beye nazaran
efkârıum um iyeyi oyalam ağa daha m üsaittim . İşte o andan itibaren
benim için günlerce süren bir huzursuzluk başladı. H em en gün aşı­
rı, bir gazetede resm im çıkıyor, hayatım m ünakaşa ediliyor, bu ka­
dar m ühim bir işte bulunm am ın doğru olup olm adığı hakkında fi­

269
TANPINAR

kirler yürütülüyordu. Takribî A hm et Efendi C am ii’nin bir asra yak­


laşan hikâyesi, Şerbetçibaşı E lm ası, çocukluğum da ve ilk gençli­
ğim de tanıdığım insanlar, yetiştiğim m uhit, işsizlik yıllarım , gördü­
ğüm işler birbirine zıt bir yığın tefsire yol açıyordu.
Bazı kim seler için bu işin âdeta tek favorisi bendim . O nlara gö­
re bütün öm rüm saat ve zam anla geçm işti. Binaenaleyh hayatım ın
her safhası bu işe bir hazırlıktan başka bir şey değildi. Nuri E fendi­
nin son talebesi idim . B inaenaleyh Şeyh A hm et Z am anî’nin m üsbet
veya esrarlı bütün bilgilerinin vârisi sayılırdım .
Tam bu s ıra la rd a -y in e şüphesiz H alit A yarcı’nın gizli teşvikiy­
l e - M uvakkit Nuri Efendinin M erkezefendi’deki m ezarının tamiri
beni büsbütün Ön safa geçirdi. Bu m erasim de verdiğim nutukta,
H alit A yarcı’nın sıkı tem bihleri yüzünden A hm et Z am anî’den bah­
setm em işi büsbütün alevlendirdi. Bu sefer zekâm , görüş kabiliye­
tim , hattâ şahsî m etodum m ethedilm eğe başlandı.
Ertesi hafta gazetelerden birinde dünyanın en garip başlıklı m a­
kalelerinden biri vardı. “ Hayri İrd al’ın çıraklık seneleri” diye baş­
layan bu yazıda, benim üç yaşım dan itibaren saat ve zam anla m eş­
gul olduğum anlatılıyordu. B abam a muttasıl evim izdeki büyük sa­
ati, M übarek’i göstererek nasıl işlediğini sorarm ışım . “Z engin, d in ­
dar, kibar cetler silsilesinden tek aile m irası olarak büyükçe bir sa­
atten başka bir şey bulunm ayan bu evde ihtiyar baba sabah akşam
çocuğuna, saatin kâinatın tim sali olduğunu söylüyordu. İşte bütün
çocukluğu bu saat karşısında geçen Hayri İrd al’ı talih doğm adan
evvel bu işe hazırlam ıştı.” cüm lesiyle biten bu makale hakikî bir
şaheserdi. B ir hafta sonra bir başka m uharrir, beni, “Tanınm am ış
V oltaire’im iz” diye takdim ediyor ve hayatında saatçilikle zengin
olan bu filozofla aram ızda ipe sapa gelm eyecek m ukayeseler yapı­
yordu. Ü çüncü yazıda N uri Efendi de, babam da Voltaire de bir ta­
rafa itiliyordu. Bu yazıda benim hayatım ın insanları ve cem iyetim i­
zi öğrenm ek için girişm iş olduğum bir tecrübe olduğu söyleniliyor­
du. “ Hayri İrdal çocukluğundan beri zihniyet m eselesiyle m eşgul­
dü, elbette ki bu devam lı çalışm a bir gün gelip meyvalarını vere-

270
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

çekti.” deniyordu.
Bittabi bu velveleye D oktor R am iz yabancı kalam azdı. Nitekim
sonradan büyütüp kitap hâline getirdiği bir m akale yazdı ve benim
ruh tahlilimi yaptı. N ezredilm iş bir cam iin para şartları yüzünden
küçüle küçiile indiği son had olan eski saatim izi nasıl baba telâkkî
ettiğimi iyice izah etti. T abirnam elerden, fal kitaplarından. Seyit
L ûtfullah’tan bahsetti ve bendeki zam an sezişini övdü. O na göre
ben bir nevi Ebu Ali Sinâ id im . “ Evet, diyordu D oktor R am iz, H ay­
ri îrdal, bu şark F aust’unun m odern hayatım ızda yeni baştan görü­
nüşünden başka bir şey değildi. O nasıl am eliyelerini İzafî zam an­
da yapm ışsa, Hayri Bey de yaşanan zam anda yapıyor. Bu yüzden
dostum H alit A yarcı’nın girdiği m ühim teşebbüste bu hakikî değe­
ri bulup m eydana çıkarm ası kadar övülecek bir hareket olam az!”
İşin en sıkıcı tarafı Halit A yarcı’nın bu budalalıklardan her şikâ­
yetim de bıyık altından gülm esi, beni teskini hiç aklına getirm em e-
siydi.
- Elbette, diyordu. Elbette aziz dostum , böyle m ühim bir m ües­
sesenin kurulm a şerefini paylaşan bir insanın etrafında biraz gürül­
tü olur. Ne yapm am ı istiyorsunuz sanki? Ç ıkıp, “ H ayır, yalan söy­
lüyorsunuz!” m u diyeyim ? Bu m üesseseyi kökünden yıkar. B ıra­
kın, bu bir dalgadır, kendiliğinden geçer...
Bazen de;
- Voltaire’e veya F aust’a benziyorsanız kabahat benim mi? Ya­
hut benzetiyorlarsa... O nlar da bizim bir şeylerim iz olm asını isti­
yorlar. Elli senede bir m edeniyete bütün tarihiyle yetişm ek kolay
mı? İşin içine elbette biraz m übalâğa girecek! Nasıl filân rom ancı­
mızı B alzac’a öbürünü Z o la’ya benzettilerse, sizi de başkalarına
pekâlâ benzetirler. H ayret ediyorum doğrusu! Sizi kıskanm adığım
için bana teşekkür edeceğiniz yerde kızıyor, hiddet ediyorsunuz!
Ben sizin yerinizde olsam hiç ses çıkarm az, kendi işim e bakardım .
Siz oturun, kitabınızı yazın, enstitüm üzün tekâm ül çarelerini ara­
yın!.. B unlar o kadar basit şeyler ki... G öreceksiniz, sonunda nasıl
alışırsınız! N e hacet, alışm adınız mı sanki? B ir hafta evvel aleyhi­

271
TANPINAR

nizde çıkan yazıya nasıl kızm ıştınız? Ö yle sanıyorum ki kızılacak


büyük bir tarafı da yoktu. Yani, şimdi söylediklerinizin doğruluğu­
na inanm am lâzım gelirse tabiî bulm anız icap eden bir yazıydı de­
m ek istiyorum . H ayatınızdan kendi anlattığınız şekilde bahsediyor­
lardı. Halbuki kızdınız. D em ek ki öbürlerinden m em nunsunuz!..
Filhakika aleyhim deki yazı da pek öyle kızılm ayacak cinsten
değildi. “B ütün İstanbul halkının tanıdığı bir m eczubu öne sürm ek­
le işlenen bu hata” diye başlıyor, beni nasılsa adaletin elinden kur­
tulm uş alelâde bir sahtekâr olm akla itham ediyor, “Şerbetçibaşı E l­
ması rezaleti henüz unutulm uşken, bir başka dalavere daha m ı?” di­
ye hem bana, hem H alit A yarcı’ya yükleniyordu. Bu yazının m u­
harririne göre H alit Ayarcı efkârıum um iye ile alay eden bir iş ada­
m ı, bir sergüzeşçi idi ve ben onun kuklasıydım !
Salâhiyettar zatın ziyaretinin ertesi günü m ükâfat olarak bana
kendi kereste fabrikasında yüz liralık bir ücretle hiç işi olm ayan bir
kontrollük veren H alit A yarcı, bu yazı üzerine de sabun fabrikasın­
da aynı şekilde bir vazife verm işti. Bu da gösteriyordu ki yazı ha­
kikaten aleyhim de idi, ve doğrusu ben de hakikaten kızm ıştım .
- Ş ü p h e s iz ki o yazılara kızdım . A leyhim de söylenirse elbette
kızarım . Siz de biliyorsunuz ki Şerbetçibaşı Elm ası dâvasında hiç­
bir kabahatim yok!..
- H ayır, siz kukla kelim esine kızdınız...
- H ayır ona kızm adım . K ukla olduğum u biliyorum!
H alit Bey hep aynı soğukkanlılıkla:
- Çok acayip insansınız, diyordu. İş arkadaşlığının ne olduğunu
bilm iyorsunuz. B ütün öm rünüzce yalnız yaşadığınız ne kadar bel­
li! Hiç cem iyet hayatına alışm am ışsınız! A ncak insana alışm am ış
olanlar başkalarının hürriyetine karışabilir! H em aleyhinizde yaz­
m ayacaklar, hem de ölçülü şekilde m ethedecekler... Ne âlâ şey! B u ­
lursanız bana da gönderin böylesini... H ayır azizim , herkesin hürri­
yeti var!
Pek haksız da değildi. Lehim de yazılan şeyler hoşum a gidiyor­
du. Benim kızdığım şey, kendim in de inanm ayacağım m übalâğalar­

272
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

dı. D oktor R am iz’in m akalesinden sonra bir gazetecinin karım la


yaptığı röportaj çıktı. Ve bu sonuncusu hepsini bastırdı. Pakize şah­
sım a karşı, on seneyi geçen alâkasızlığını, beni küçük görm esini,
ihm allerini, hulâsa evlendiğim izden beri yaptığı bütün haksızlıkla­
rı yirmi dakikalık bir konuşm ada ödem eğe karar verm iş gibi, beni
durm adan övüyordu. Fakat Pakize saatle, psikanalizle, yüksek bil­
gi ile alâkası olan insan değildi. O m odern kadındı. Sinem ayı sevi­
yordu. K âinata beyaz perdeden bakıyordu. B inaenaleyh ister iste­
m ez onun gözü ile ben de değişecek, sinem a olacaktım .
Karım kocasını çok seviyordu. Esasen çocukluğum uzdan beri se­
vişmiştik. Benim bir yığın talihsizlik yüzünden Em ine ile evlenm em
üzerine o da ilk kocasıyla evlenm işti. Fakat hiçbir zam an beni unut­
m amıştı, ne de ben onu... Zaten ilk evlenm em den bir gün evvel ken­
disiyle konuşm uş, bu işteki zaruretleri anlatm ıştım . Birinci karım
çok iyi kadındı. Fakat beni anlayacak seviyede değildi. O nun için
hayatta muvaffak olam am ış, kendimi tanıyam am ıştım . O nun ölüm ü
üzerine Pakize de kocasından ayrılm ış, gelm iş, beni bulm uştu. Ç ün­
kü ben bütün büyük adam lar gibi kadın m eselesinde, çekingen, m ağ­
rur ve tabiatıyla dalgındım . İşte ondan sonra, P akize’nin sayesinde
asıl çalışm a devrem başlamıştı. “Kendisini işine tam verm ek için
memuriyetini bile bıraktı... Y edi, sekiz sene ailem den kalan öteberiy­
le geçindik. N eyim iz varsa hepsi sarf oldu...” A m a Pakize şikâyetçi
değildi. Esasen o, büyük bir adam ın karısı olm anın ne gibi fedakâr­
lıklar icap ettirdiğini biliyordu. H ususî hayatım mı? Tabiî biraz dal­
gındım. Fakat kendimi büsbütün işe kaptırm adığım zam anlar neşe­
liydim. İyi ata binerdim , güzel yüzerdim , tenis oynardım . “Biraz ku­
marı severdi am a, hatırım için vazgeçti!” Kadın tuvaletinden hakikî
zarafetten çok iyi anlıyordum . K üçük baldızım ın tuvaletleri hep be­
nim tavsiyem le yapılm ıştı. Saatten başka sevdiğim şeyler mi? Tabiî
musikîyi seviyordum . Hem alaturka, hem alafrangasını. Güzel piya­
no ve banjo çalardım . Büyük baldızım bütün muvaffakiyetini bana
borçluydu. “A , bilm iyor m usunuz?.. A blam Billur Çağlayan Gazino-
su’nda her akşam söyler... On bir buçukta giderseniz eğer, dinlersi-

273
TANPINAR

zin...” Evde çoluk çocuğum la sohbetten hoşlanırdım. Sabah kahval­


tılarında m eyva suyu içerdim . B ir huyum vardı, sık sık âşık olurdum .
Fakat karım bunu hoş görüyordu. “Onun seviyesinde olan bir insan
için...” “Zaten kadın kısmını bilirsiniz, rahat bırakm azlar ki...” K en­
disine gelince, vaktiyle dansöz olm ak istemişti am a... “İnsan, Hayri
gibi bir erkekle evlenince kendisini seve seve feda etm eye alışıyor.”
Saatleri A yarlam a Enstitüsü açılm adan evvel, yani tam kurulacağı sı­
ralarda iki teklif alm ıştım . Birisi Hollyvvood’dan... “E vet, evet,
Hollyvvood’dan... B ir şark filmi için...” Ö bürü de büyük bir saat fab­
rikasından... İsviçre fabrikalarından biri. İsmini söyleyem eyecekti.
O kadar ev işine düşkündü ki bu gibi şeyleri birdenbire unuturdu.
“Zaten artist olarak başladı. Biz ailece artistiz. Gençliğinde tiyatroda
çalıştı. Son zam anlarda bir film de de rolü vardı!” Filhakika işsizliği­
ni sıralarında iki defa figüranlık yapm ıştım . Sevdiğim yem ekler mi?
“Haşlanm ış sebze, ızgara gibi şeyler...” K arım a göre yemeyi sever­
dim am a, perhize çok riayet ederdim . En büyük kusurum da kendi­
mi ihmal etm em di! A nlaşılan eğlence ile pek başım hoş olm ayacak­
tı ki geceleri pek çıkm azdık, nadiren sinem aya giderdik. K onuşm a­
nın bundan sonrası sevdiğim artistlerin adları idi.
K ısacası hangi m ahkem eye ve hâkim e gidersem gideyim , eğer
ikim izi birden deli diye tım arhaneye, yahut yalancı diye hapisha­
neye tıkm azsa, yirm i dakika içinde ayrılm am ıza karar verebilece­
ği bir röportajdı bu! İler tutar bir yerim yoktu. “G eceleri çalışır...
Sabaha doğru, yarım saat kadar ancak uyur...” A m a bu sadece bü­
yük mesai zam anlarında böyleydi. B azen de yirm i dört saat uyur­
dum . Bilm em niçin, çırçıplak döşem enin üstünde yatm aktan hoş-
lanırdım . R om atizm alarım ata binm eğe şimdi m üsaade etm ediği
için sadece jim n astik yapıyordum . A krabam dan çok zulüm gör­
m üştüm . F akat P akize bunların üzerinde durm uyordu. B ilhassa h a­
lam dan bahsetm ek istem ediğini açıkça söylüyordu. “ Hayri onları
çoktan affetti...”
M ülâkatı sabahleyin dairede H alit Ayarcı bana kendisi okudu.
H iddetim e hiç aldırm ıyor, her cüm lede bir kahkaha savuruyordu.

274
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

- H arika... diyordu, harika... B undan daha m ükem m el bir m üla­


kat olam az. îlk işim bir gazete çıkarm ak olacak karınızın idaresin­
de... Çay Saati. Adı Çay Saati olacak... Bu istidat böyle bırakılır mı
hiç? Sizi nasıl anlamış! Tam olduğunuz gibi...
- Beni kepaze ediyor, deseniz daha doğru olur. N erem i anlam ış!
Baştan aşağı zevzeklik, herkese rezil oldum .
Halit A yarcı’nın yüzü birdenbire değişti, ciddileşti:
- Sizi ıslah ediyor, tanzim ediyor, sevebileceği şekle sokuyor...
Niçin ters tarafından alıyorsunuz hep? Bütün bunları da sizi sevdi­
ği için yapıyor. Size hakikî çehrenizi veriyor.
- B a ş ta n aşağı yalan ve ham akat!..
- S i z öyle zannedin. H erkes çıldıracak... M eselâ şu cümle:
“Ayakkabılarımı kendisi giydirir. Bu en sevdiği şeydir!”
-D o ğ r u dürüst ayakkabısı bile yok!
-O lm a d ıy s a kabahat sizin! Böyle kadının kocası olan adam her
şeyden evvel onun rahatını ve saadetini düşünür. Yarın yarım düzi­
ne ayakkabı alın! Sonra bu İsviçre seyahati! “ K ocam hiç seyahat et­
medi! Yalnız geçen yaz beni İsv içre’ye, kendisini davet eden fabri­
kaya m isafir gönderdi. D oğrusu hoşum a gitti... Seyahati seviyorum
am a, ne yapayım , kocamı yalnız bırakam am ...” N için seyahati sev­
m iyorsunuz Hayri B ey? H akikaten sevm iyorsanız çok yazık. Belki
vapur, şim endifer dokunuyor... H albuki ata biniyorsunuz!
Ayağa kalktım:
- B u kadın deli ve budala... dedim . Ü stelik yalan söylüyor. Ç o­
cukluğum uzda nasıl sevişebiliriz ki benden tam on altı yaş küçük...
- Ufak bir tarih hatası... H epim iz yaparız! N e çıkar sanki? Farz
et ki baştan aşağı doğru olm uş olsaydı, pek mi kazanırdınız? K arda
yürüm ekten hoşlanm azsınız farz edelim , bunu herkesin bilmesi si­
ze ne kazandırır?
O da ayağa kalktı ve om uzum u yakaladı:
-D e ğ işiy o rsu n u z Hayri Bey, değişiyorsunuz... Asıl m em nun
olacağınız şey bu... Yeni hayat, yeni insan... Tekrar doğam ayacağı-
nıza göre bundan başka çareniz yoktur... Ben sizin yerinizde olsam

275
TANPINAR

bugünden itibaren karım ın istediği adam olm ağa çalışırdım . Bu rö­


portajı bir program gibi alın... Ve m adde m adde tatbik edin!
- Yani döşem ede ve çırçıplak yatayım , öyle mi?
H alit Ayarcı eli çenesinde düşündü:
- Burada zannediyorum ufak bir hata var, yani nasıl söyleyeyim
küçük bir fantazi! Ondan vazgeçin!
- Banjo çalayım , A m erikan şarkıları söyleyeyim !
- N için olm asın? Bende bir tane var. A m erika’da iken alm ıştım .
Bu akşam size gönderirim . D aha doğrusu kendim getiririm . Ç alışır­
sınız. Hiç de fena olm az! Sesiniz güzel... Derhal başlayın! Acem a-
şiran’dan bıkm adınız mı? İçinizde hiç başka şeylerin dâüssılası yok
mu?
Ben hiç cevap verm eden telefonu açtım . Fakat mâni oldu.
- H a y ır , dedi, dönem ezsiniz artık. O lanın üzerinde ısrar etm e­
yin. Sonra bu kadar iyi düşünceli bir kadını üzm ek doğru değil...
Bakın sizi nasıl seviyor. Sizce yapılacak şey bu sevgiye lâyık ol­
maktır.
Bu ara Z ehra odaya girdi. B ir elinde gazete boynum a sarıldı:
- A h babacağım ! diyordu, ben zaten biliyordum böyle bir insan
olduğunu senin! A m a, işte bizden gizliyordun... İmkânı var mıydı
başka türlü olm asının? A llah annem den razı olsun...
H alit Ayarcı kızım a dikkatle ve gülüm seyerek baktı.
- Siz de benim gibi düşünüyorsunuz... dedi. A nneniz harika bir
insan! Ben çoktan beri bu kadar güzel bir şey okumadım!
B ir kelim e ile, çıldıracaktım .
D aha o gün ikindiye doğru bu harika m ülâkatın ilk neticesiyle
karşılaştık. H alit A yarcı’nın odasında, kendisi, D oktor R am iz, Yan-
geldi A saf Bey, ben , oturm uş konuşuyorduk. D aha doğrusu Halit
Ayarcı Bey bazı m ukavem etlerim yüzünden bana hücum ediyor,
D oktor R am iz onun konuşm asıyla çıktığı düz caddede - h e r zaman
yaptığı g ib i- arabayı doludizgin sürüyordu. A rtık sadece A hm et
Z am anî Efendi m evzubahis değildi. A yrıca karım ın sabahleyin ga­
zetelerde çıkan m ülâkatı karşısındaki tavrım da bir cürüm olm uştu.

276
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

D oktor R am iz’e göre ben bütün kabiliyetlerim i inkâr eden, asrı­


na göz yum m akta inat eden, bu yüzden dünyasını küçülttüğü için
etrafına karşı olan vazifelerinde bir yığın kusuru olan adam dım .
- Başkaları seni olduğu gibi görüyor da, sen kendini görem iyor­
sun! Birtakım m iskince korkularda hapsoluyorsun. Bu taham m ül
edilir iş mi?
Ona göre A hm et Zam anı Efendinin m evcut olm asındaki tered­
dütlerim le karım ın anlattığı banjo çalan ve ata binen adam oluşum u
kabul etm eyişim hep aynı şeylerdi.
- Karın seni bize dünyanın en m odern adam ı diye takdim edi­
yor. Sen hâlâ şüpheci vaziyetler takınıyor, her şeyi inkâr ediyorsun!
- Karım delidir, evlendiğim günlerde beni bir akşam evvel gördü­
ğü filmin artistleri zanneder, sabahleyin yataktan kalkınca Bağdat Hır­
sızı filminde giydiği İncili terliklerini arardı. Bunu sen de biliyorsun!
Doktor Ramiz bir an afallar gibi oldu. Fakat Halit Ayarcı aldırmadı:
-T a b iî! K arın deli, ben yalancı ve m adrabaz... Peki kızına ne
dersin? Z ehra H anım a?...
- Z e h r a işin alayında... D aha evvelki gece, “ H ayatım dan çok
m em nunum ... Kendim i bir operet, yahut vodvilde sanıyorum ... Ya­
şam a denen şeyin tadını alm ağa başladım !” diyordu.
D oktor Ram iz,
- Gördün mü? dedi. D em ek ki artist ruhlu olduğunuzu o da kabul
ediyor. Zaten bu sabah kendisi söylem iş. Baba, sen busun, demiş!
H alit Ayarcı bana iyice dargın, artık yalnız onunla konuşuyordu:
- Bırak canım , o şüpheleriyle, inatlarıyla övünsün dursun... Hayat
yürüyor. Bir gün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni di­
ye bir şey var! Onu inkâr edenin vay hâline! Zorla değiştirem eyiz ya!
Sağduyusu kendine m übarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!
D oktor R am iz birdenbire daha m üşfik oldu:
- Ben kabiliyetlerini bildiğim için acıyorum . K onuşm am , zorla­
mam hep bu yüzden... Yoksa bana ne?
- Ben ona da acım ıyorum . Yalnız m üessesem izi düşünüyorum !
Yangeldi A saf Bey uykusundan silkindi, avucunu sinek avlar gi­

277
TANPINAR

bi birden havaya uzattı:


- Ben de onu düşünüyorum . Yazın bir frijider alacağız değil mi?
Bir de vantilatör...
H alit Ayarcı gülm em ek için dudağını kıstı.
- İnanm ayan bir adam la çalışm ak dünyanın en güç işidir.
A rtık bunalm ıştım .
- B ütün dediklerinizi yapıyorum . B u yetişm ez mi? İnanm ağa ne
lüzum var?
- H içbir şey yapm ayın, yalnız inanın, bize bu yeter...
H alit Ayarcı bu sefer gerçekten hiddetliydi:
- Çünkü bana evvelâ inanç lâzım . Saf kalbe bu işin doğruluğu­
na inanç... Siz çürüm üş insansınız... Eski ruhsunuz! H ayata inan­
m ayan insanla çalışılm az. D aha A hm et Z am an î’nin mevcudiyetini
bile kabul etm ediniz...
- İyi am a, yok bu adam ... Yok. Tarihlerde yok! B ana tek bir kâ­
ğıt gösterin, sadece bir isim gösterin, yeter.
D oktor Ram iz.
- Eski m oda laflar... diyordu. Tarih, günün em rindedir. Ben sana
yüz m eselede yüzlerce kâğıt gösteririm ki yalandır, bundan ne çı­
kar? M evcut olm asa adını bilm ezdiniz, ondan konuşm azdınız...
B ütün m esele şuradan geliyor: K endinizi zam anınızdan üstün görü­
yorsunuz... Entellektüel gururu. Ben bütün hakikatleri bilirim , d e­
m ek istiyorsunuz! H ayır, azizim , öyle bir şey olam az. Bir insan bü­
tün hakikatleri bilm ez, bilem ez...
B irdenbire kapının önünde kopan bir gürültü, bana verm eğe ha­
zırlandığım cevabı unutturdu. İlk önce D erviş A ğanın sesi geldi.
A dam cağız,
- O lm az hanım efendi, sorm adan olmaz! R esm î toplantı var! di­
ye çırpınıyordu.
D ik bir ses ona cevap verdi:
- B e n bilirim onların toplantısını... Çekil bakayım oradan!
Derviş A ğa galiba bir şeyler daha söylem ek istedi.
- Çekil diyorum sana herif...

278
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

A rtık şüphe edem ezdim , halam ın sesiydi. Yirmi dört yılın ara­
sından onu tanım ıştım . O lduğum yerde büzüldüm . H içbir kurtuluş
imkânı yoktu.
B irdenbire kapı ardına kadar açıldı. H alam , bir elinde başının
üstünde salladığı şem siyesi, öbüründe bir yığın gazete ve bavul ka­
dar büyük bir çanta, beyaz saçlarının üzerine kondurduğu siyah,
büyük tüylü, bir kartal kadar azam etli şapka, bir fırtına gibi içeriye
girdi. M erkezefendi m ezarlığından dönüşü kadar garip, şaşırtıcı bir
hâli vardı. M akyajlı yüzü hiddetten alt üsttü. Pudra ve sürm elerinin
arasından gözleri şim şek gibi parlıyordu. B ileklerinde, parm akla­
rında, boynunda, kulaklarında bir yığın m ücevher vardı. Sırtında
yeldirm eye benzeyen bej rengi pardösiisüyle yürürken daha ziyade
uçuyora benziyordu. Fırsat bulsaydım kahkahadan çıldırabilirdim .
H epim iz ayağa kalkm ıştık. Yalnız H alit Bey olduğu yerde sakin,
“ Bu da nedir?” der gibi ona bakıyordu.
-T o p la n tı varm ış ha?.. Ne toplantısıym ış o bakayım ?..
Sonra birdenbire beni gördü.
- S e n i m endebur seni, siinepe herif seni... Y aptıkların yetişm i-
yorm uş gibi bir de gazetelere akrabam diye adım ı geçirlisin ha!..
Ben yana fırladığım için ilk darbe A saf Beyin om uzuna geldi.
İkincisi H alit A yarcı’nın m asasına indi. Ve kocam an kristalle bera­
ber şem siye de kırıldı.
- Seni arsız, hayâsız, dolandırıcı... O şıllık karın dem ek beni af­
fediyor ha!
- A m a n halacığım ... A llahaşkına, diyem eden kırık şem siyenin
dip tarafı burnum a indi.
D udaklarım ın üstüne doğru sıcak bir şeyin aktığını duydum . E l­
lerim le yokladım , kandı.
- Oh olsun... D ur bakalım , daha neler yapacağım sana...
Tam üzerim e doğru atılm ak üzere iken yorgunluktan, yahut da
kanı görmesi asabını bozduğu için olduğu yerde durdu. N erdeyse
düşecekm iş gibi bütün vücudu titriyordu.
İşte o zam an H alit Ayarcı yavaşça yerinden kalktı. H em en o an ­

279
TANPINAR

da gelm iş bir m isafiri ağırlar gibi sükûnetle m asanın etrafını dolaş­


tı. H alam ın om uzlarından tutarak onu m asanın tam yanı başındaki
büyük koltuğa oturttu. Elindeki çantayı, gazeteleri camı kırılan m a­
sanın üstüne koydu.
- Zannederim ki Z arife H anım efendi ile teşerrüf ediyorum ... de­
di.
H alam ın yüzü bem beyazdı. Fakat hiddeti hâlâ geçm em işti. Ağzı
köpüre köpüre:
- E vet, dedi, Z arife H anım ... Bu m endeburun halasıyım!
H alit Ayarcı aynı soğukkanlılıkla ve aynı tebessüm le:
- B e n d e n iz H alit A yarcı’yım! Bu m üessesenin m üdürü...
Bu kadarı halam ı yeniden çıldırtm ağa kâfiydi.
- D e m e k ki bu dolandırıcıların bir de m üdürü var ha!.. N e ya­
parm ış bu m üessese bakayım ?
B ana doğru dik dik bakarak ilâve etti:
- Elbette! Bu sünepenin ne haddine böyle şeyler yapm ak!..
Sonra tekrar H alit A yarcı’ya döndü:
- B a b a s ı olan herif de böyleydi... Şunun bunun peşinden git­
m ekten başka elinden bir şey g elm ezdi.T abiî, öyle ya, birisi kurm a­
dan hareket eder m i? A ta binerm iş beyim , tenis oynarm ış! Eşekle
atı birbirinden fark etm ezsin sen! B ir de benim adım ı gazetelere ge­
çirirsiniz! N e zam andır beni affedecek adam oldu karın?..
Sonra tekrar H alit A yarcı’ya döndü:
- A m a siz, bir insan evlâdına benzersiniz, nasıl girdiniz bu m en­
deburla bu işe?...
H alit Ayarcı hiç istifini bozm uyordu:
- R esm î bir m üessesenin aleyhinde bulunuyorsunuz! Çok yazık!
Halbuki biz de burada kendim ize göre hizm et ediyoruz.
- H izm et mi? N eym iş o hizm et bakayım ? Saatleri ayarlayacak­
m ışsınız öyle mi? B en yutar m ıyım bunu? Benim adım Kefen Y ır­
tan Z arife’dir. Ö yle laflara gelm em ...
B irdenbire durdu, etrafına bakındı:
- B a n a ne sizin işlerinizden? dedi. V aktiyle uğraşırdım böyle

280
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

şeylerle. Fakat şimdi vazgeçtim . Ben buraya karısı beni affettiğini


gazetelere yazan herifi görm eğe geldim . D aha burnunun üstündeki
iki dam la kanı silm esini bilm iyor, şuna bakın! B ir de büyük biiyük
laflar...
Ben yavaşça cebim den çıkardığım m endilim le yüzüm ü sildim .
Önünden geçmem lâzım gelm eseydi derhal dışarıya fırlardım .
Halit Ayarcı zili çaldı. H iç tanım adığım ız bir D erviş A ğa içeriye
girdi. Alnı şiş içinde, yakası yırtıktı. H alam dan m üm kün m ertebe
uzak bulunm ak için odanın ta ö bür ucundan dolaştı.
- Ne em redersiniz hanım efendi, kahve, çay...
- B ir kahve! dedi. Tiryaki işi olsun. D oktorlar yirmi senedir ya­
sak etti, am a ben yine içiyorum . A m a bu pasaklı herif yapacaksa,
vazgeçin!
- D e r v iş A ğa çok iyi kahve pişirir. M em nun kalacaksınız! Biz
de isteriz D erviş Ağa.
Sonra Derviş A ğa çıkarken ilâve etti:
- A m m a daha evvel, bir sepet, bir şey getir de şu cam ları kaldır!
Birisi gelirse m ahçup olm ayalım !
Ve bizzat kendisi şem siyenin parçasını m asanın altına attı.
- N e olsa resm î daire, hanım efen d i!
Halam bayağı m üteessir olm uştu.
- B en buraya gelm ezdim , am m a eski evde bulam adım ! Ç ıkm ış­
lar. Adresi de bilen yok. İster istem ez geldim .
H alit Bey en tatlı tebesüm üyle onu teselli etti:
- Z a r a r yok efendim , zarar yok... A ile arasında olağan şeylerdir
bunlar. Zaten siz gelm eseydiniz, biz size geliyorduk!
- B ana mı? Ne m ünasebet?
- T a b iî size! diye cevap verdi. Şim di konuşuyorduk. Bakınız an ­
latayım: Saatleri Ayarlam a E nstitüsü’nün çalışm alarını destekleye­
cek halk arasında fikirlerini yayacak, hattâ bunlar için neşriyat ya­
pacak bir cem iyete ihtiyacım ız var. Onun için bir “Saat Sevenler
C em iyeti” tesisine çoktan karar verm iştik. B ugün bu cem iyetin mü-
essisler heyeti üzerinde konuşuyorduk. Toplantım ız bunun içindi.

281
TANPINAR

A rkadaşlarla ben bu cem iyetin daha ziyade kadınlar arasında aza


bulm asını istiyorduk. Reisi de bilhassa bir kadın, ve m uhterem bir
hanım efendi, olm alıydı... Sabahtan beri düşünüyoruz, m ünasip,
şahsiyet sahibi birini hatırlayam adık. N ihayet Hayri Bey, “ Halam
bu iş için en elverişli insandır. E vvelâ baştan aşağı şahsiyettir. Bir
orduyu bile idare eder. Tecrübe sahibi insandır. Sonra da m uhitinde
çok sevilir. Yazık ki bana dargındır. Ben teklif edemem! Ricaya git­
sem kovar!” diyordu. Bunun üzerine ben hep birden size m üracaat
etm eyi teklif ettim . İşte tam o esnada siz teşrif ettiniz... E ğer reisli­
ği kabul ediyorsanız, lütfen yerim e buyurun!
H alam bir m üddet H alit A yarcı’ya, sonra da onun yanı başında
ayakta durduğu boş koltuğa baktı. İlk defa dans edecek bir kız gibi
şaşkın ve arzu ile dolu idi:
-B ilm e m yapabilir m iyim ? H ele bu yaşta...
H alit Ayarcı gülüm sedi:
- H i ç yapm az olur m usunuz? K aldı ki sizi iş başında gördük!
H alam bana dik dik baktıktan sonra:
- Bu daha bir şey değil! dedi. H ele bir karısı elim e geçsin!
H alit Ayarcı rahat bir kahkaha attı:
- Bu işte Pakize H anım ın kabahati olam az... Eminim! G örseniz
pek seversiniz. O cins kadın değil. B unlar röportajı yapanın ilâvesi
olacak. Bir şey karışm ış her hâlde. G örm ediniz m i? diyordu, resim ­
lerin çoğu Hayri B eyin değil!
Hakikaten röportajdaki resimlerin birçoğu benim değildi. Beni at
üstünde gösteren resim aşikâr şekilde bir İngiliz manzarasının orta­
sında idi. Kütüphanem diye tanıtılan yeri bütün öm rüm ce görm em iş­
tim , göremezdim . Saat kolleksiyonum hayalim den bile geçemezdi.
Bir sükût dakikası oldu. Sonra H alit Ayarcı yerinden kalktı, ha­
lama:
- K a b u l buyurursanız, şöyle geçin de içtim aa başlayalım ! dedi.
Halam hiç ses çıkarm adan yerinden kalktı ve m asanın başına
geçti. H alit Bey yandaki sandalyeye oturdu.
- M üsaade buyurursanız D oktor R am iz toplantım ızın kâtipliğini

282
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yapsın!
D oktor R am iz bir bloknotla m asanın yan tarafında yerini aldı.
Halam âdeta kadınca şikâyete başladı:
- B u işler hep böyle olur, hep benim üstüm e yıkılır. B ununla
dördüncü cem iyetin reisliği olacak. D aha İttihat ve Terakkî zam a­
nından beri bu böyle gidiyor.
M am afih H alit Ayarcı hiç vakit kaybetm iyordu. İlk iş kurucular
m eclisinin azalarını bulm aktı. H alam ın bu husustaki fikrini sordu.
- Benim le Hayri Bey, bir de D oktor bulunacağız... Gerisi kadın
olm ası lazım ...
Halam bu fikri beğenm iyordu. Bizim Saat Sevenler C em iyet’in-
de bulunm am ız belki yerinde idi, böyle cem iyetlerde reise yardım
edecek genç ve sem patik bir iki erkeğin de bulunm asını istiyordu.
H alit Bey Şair Ekrem Beyi tavsiye etti. Ondan sonra kadın aza üze­
rinde düşünm eye başladık. H alam birkaç isim söyledi. H alit Bey
Sabriye H anım la N evzat H anım ı teklif etti. Z arife H anım birincisi­
ni kabul ediyor, fakat İkincisini istem iyordu.
-S a b r iy e hoş kız! diyordu. Kulağı delik. K onuşm asını bilir.
Ötekini ne yapayım ! M ızm ızın biri.
Sonra kendiliğinden Selm a H anım ın ism ini ortaya attı. Böylece
on on iki isim kaydettikten sonra ertesi hafta kendi evinde buluş­
m ak üzere toplantıya son v erildi.T am çıkacağı sırada kapı açıldı ve
kızım Z ehra içeriye girdi. H alit Bey halama:
-T a n ıd ın ız mı? diye sordu. Yeğeninizin kızı...
Halam yine düşm an düşm an bana baktıktan sonra Z eh ra’ya bir
iki tatlı kelim e söyledi. H âline bakılırsa akraba görm ek hiç hoşuna
gitm iyordu. B ununla beraber kızım odadan çıktıktan sonra bir
m üddet arkasından düşünceli düşünceli baktı. Sonra bana döndü:
- Bu herhâlde öbüründen olacak, şu hani seni anlam ayan karın­
dan... Bu yeni şıllıkla alâkası olam az... dedi.
Bir hafta sonraki içtim ada Saat Sevenler C em iyeti’nin nizam na­
mesi hazırlandı. İki hafta sonra cem iyetin resm î form aliteleri bit­
m iş, her şey düzenlenm işti. Bu arada H alit B ey bir gün bana:

283
TANPINAR

- H alanızla m utabık kaldık... H ürriyet T epesi’ndeki arsayı ensti­


tüye hediye etti. Yeni binam ız orada yapılacak! haberini verdi.
Birkaç gün sonra da Suadiye’nin üstlerinde bir başka, daha bü­
yükçe arazinin yine halam tarafından Saatleri Ayarlama Enstitüsü
K ooperatifi’ne bedeli taksitle ödenm ek şartıyla devredildiğini öğren­
dim. Halit Beyin bunu bana haber verdiği gün neşesi pek yerindeydi.
- Nasıl? dedi. B ir daha karınıza kızar m ısınız? Pakize H anım gi­
bi akıllı bir kadın... D ün, halanızda gördüm , bilem ezsiniz nasıl se­
vişiyorlar. “C em iyetin idare m eclisi azalığına seçilm ezse ben de çe­
kilirim ” diyordu.
Pakize bunları bana anlatm ıştı. Z ehra ise onun evinden artık çık­
m ıyordu.
- G üzel... dedim , çok güzel. Hepsi iyi. Yalnız ben anlam ıyorum !
A nlayam ayacağım da...
- H a y ır , dedi, anlam ıyorsunuz ve anlam aya da çalışm ıyorsu­
nuz... M am afih ehem m iyeti yok! Siz kitabı bitirin.

H alit A yarcı’nın, halam ın enstitüye o kadar gazapla geldiği gü­


nün akşam ı, bana uşağı ile gönderdiği banjo, çalışm a odam da asılı
duruyor. A ra sıra o n a bakar ve bir zam anlar hayat yolunda ne kadar
acemi olduğum u acı acı düşünürüm . R ahm etli velinim eti bu kadar
üzmeli m iydim ? Şurası var ki bazı insanlar, hakikatin ışığı kendile­
rinde m evcut olarak doğuyorlar. Ben ise, tam zıddı idim. M eselâ
halam bile benim gibi değildi. O yaşta ve o kadar tecrübeden son­
ra, daha iki saatlik bir konuşm anın veya kavganın sonunda, gözü­
mün önünde H alit A yarcı’nın sözlerini kabul etm iş, ne olduğunu
bilm ediği bir cem iyetin reisi olm ağa razı olm uş, bize evini açm ıştı.
Ben ise her şeyi H alit Beyden beklediğim hâlde onu kırm aktan ç e ­
kinm iyor, onunla devam lı kavga ediyordum .
K apıyı açıp da uşağın elinde bu acayip çalgıyı görür görm ez hid­
detten az kalsın çıldıracaktım . H ele içeriye getirip kanepenin üzeri­

284
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ne koyduğum zam an P akize’nin ve Z e h ra ’nın sevinçleri, hattâ ka­


rım ın, “Ç alsana şunu!” diye ısrarı beni büsbütün çileden çıkarttı.
Daha Pakize ile m ülâkat üzerine konuşm am ış, bu kepazeliği niçin
yaptığını ona sorm am ıştım . Böyle bir konuşm anın beni nerelere ka­
dar götürebileceğini bilm iyordum . Fakat karım hiç oralarda değil­
di. Bir ham lede yedi çocuk birden doğurm uş bir dişi kedi gibi yap­
tığı işten m em nun, bütün uzviyetinden sevinç aka aka etrafım da
dolaşıyordu. Onun bu şuursuzluğunu gördükçe kafam büsbütün atı­
yordu. Bu hiddete Z eh ra’nın küçük bir m üdahalesi son verdi:
- B a b a , dedi, bugün kimi gördüm , biliyor m usunuz? Topal İs­
m ail’i. D airenin hem en kapısının önünde gibi bir şey... Birdenbire
beni görünce nasıl şaşırdı! Benzi kül gibi oldu. Sonra uzun bir ıslık
çaldı, koşa koşa gitti. M eğer ne kadar çirkinm iş! A z kalsın onunla
evlenecektim . A llah gösterm esin, ne yapardım o biçare ile?..
Hiddetim birdenbire söndü. Tam o esnada Pakize:
- B a n a hâlâ teşekkür etm edin Hayri! dedi. H alit Bey bana, dün­
yada sen kocanı anlayam azsın! Onun kadar m ühim adam ı anlaya­
bilir misin hiç? dem işti. H attâ bahis bile tutuştuk. A m m a kazandım .
Sabahleyin telefonda beni nasıl tebrik etti bilsen!
Dem ek iş böyle olm uştu. Bunu da H alit Ayarcı düşünm üş, Paki­
z e ’yi kışkırtm ış, beni dosta düşm ana gülünç etm işti. K arım a teşek­
kür ettim:
- Fevkalâde... dedim , yalnız döşem ede çıplak yatm am nereden
aklına geldi? Başka bir şey uyduram az m iydin? B ilirsin ki ben tak­
kesiz, hırkasız bile yatam am !
Karım son derece m ahcup ilâve etti:
- H a m a k kelim esini unutm uştum , dedi. H alit B ey senin bütün
gençliğinde hep ham akta uyuduğunu söylüyordu. Fakat kelim e bir
türlü aklım a gelm edi.
Bu ehem m iyetsiz teferruatı böylece hallettikten sonra bana tek­
rar velinim etin hediyesini uzattı:
-H a y d i çal biraz n ’olursun! diyordu.
Sazı elim e alıp şurasına burasına dokundum . M aksadım bilm e­

285
TANPINAR

diğimi gösterm ekti. Fakat P akize’nin yüzüne bakınca büsbütün şa­


şırdım . Yedi kat göklerde im iş gibi m esuttu. N eredeyse gözünden
yaşlar akacaktı. Fakat Z ehra ortadan kaybolm uştu. A hm et ise hiç
görünm üyordu, odasında çalışıyordu. Y em ekte bu bahislere tekrar
dönm edik!
Yatmadan evvel bir ara Z eh ra’yı gördüm :
- N asıl, dedim , banjom u beğendin mi?
Z ehra, büyük gözlerini üzerim e dikti:
- B aşka çarem iz var mıydı baba? diye sordu. Yalnız A hm et be­
ni çok düşündürüyor, diye ilâve etti.
Fakat ben A h m et’i düşünm üyordum :
- T o p a l İsm ail’i hakikaten gördün m ü? dedim .
- H ayır, fakat hâliniz o kadar acayipti ki, bir şey söyleyip önle­
mem lâzım dı. A klım a o geldi.
Sonra ceketim in düğm esini tuttu. G özleri gözlerim in içinde:
- Fena mı yaptım ? d ed i. Beyhude yere kavga edecektin! Ben kav­
gadan bıktım artık. Bütün çocukluğum kavga, dırıltı içinde geçti. Bil­
mezsin neler çektim ! Bağıran insan sesi beni öyle korkutuyor ki...
H ele hiddetin değiştirdiği insan yüzü! Ö yle kendinden çıkıyor, öyle
katılaşıyor ki insan... D ünyada bundan kötü, iğrenç bir şey olamaz.
- A m a sen de ara sıra kızıyorsun... dedim .
- Şimdi değil artık! Şim di rahatım . Ben etrafım ı sevm ezsem ra­
hat edem iyorum . H er şey içim de alt üst oluyor sanki...
Z eh ra’nın konuşkan zam anıydı. H er genç kız gibi o da kendisi­
ni anlatm ak istiyordu. Söylediklerinde ne kadar yalan vardı, bilm i­
yorum . Fakat bana açılm ası hoşum a gidiyordu.
- Hem biz kavga edem eyiz! dedi. Sen de öylesin... K endisinden
başka herkesi haklı bulan insan kavga eder mi hiç?..
- N eler söylüyorsun kızım sen?
- Ö yle değil m i? dedi. Ö yle değil m isiniz? H içbir kabahatim ol­
m asa, hayatlarına karışm ış olm ayı kendim e affedem iyorum !
- Bari şim di m em nun m usun?., diye sordum .
B irdenbire yüzü güldü.

286
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

-T a b iî! dedi. B ir kere üst üste değiliz artık! H erkesin bir hayatı
var. Sonra bu işler de tuhafım a gidiyor. H ep sonu n ’olacak? diye
bakıyorum! B aşka bir şey daha var, herkes o kadar değişti ki, etra­
fım da...
D oğru söylüyordu. H erkes değişm işti.
- Y a ln ız A hm et değişm edi. O hep kapalı, hep ciddî. Sizden giz­
li bir şey yaptık. A hm et devlet im tihanlarına girdi. K azandı.
Dem ek bu idi. Bir aydır evin içindeki sır havasının sebebi bu idi.
- Niye bana haber verm ediniz? Fena bir şey değil ki...
- H er şey olup bitince söylem ek istiyordu. M uvaffak olam azsa
gizleyecektik.
A caba anneleri sağ olsaydı birbirini bu kadar severler m iydi? di­
ye düşündüm .
- D arılm adın ya...
Çocuklarım ın bana karşı hâlâ saygı ve sevgi gösterm elerine şa­
şıyordum . A hm et bile beni açıktan açığa üzm ek istem iyordu. Bu
şüphesiz E m ine’den gelen bir taraflarıydı. B irdenbire içim de kor­
kunç bir yara sızladı. O yaşasaydı bunların hiçbiri olm azdı. B irbi­
rine alışm ış, birbirini tanıyan iki araba atı gibi hayat yükünü hep
yan yana, birbirim izi gözeterek taşım ak ne iyi olacaktı. G özüm ün
önünde eski evim izin taşlığında benim A dlî Tıptan döndüğüm gün­
kü sevinci canlandı.
G ece geç vakte kadar oturm a odasında tek başım a, ne yapacağı­
mı bilm eden vakit geçirdim . Bir türlü içeri gitm ek istem iyordum .
E m ine’nin hâtırası içim de o kadar kuvvetliydi ki, hattâ uyurken bi­
le P akize’yi görm eğe taham m ül edem eyecektim . B unun da ayrıca
bir haksızlık olduğunu biliyordum .
O akşam hava çok ağırdı, Saat bir buçuğa doğru gök gürültüsü,
şim şek başladı. O danın perdeleri birbiri ardınca bir tiyatro dekoru
gibi yeşil ışıklarda kaybolup, sonra tekrar eski yerlerine geliyordu.
Sonra şiddetli bir yağm ur boşandı. Pakize gök gürültüsünden kor­
kardı. İstem eye istem eye yatak odasına girdim ve yanına uzandım .
Beni yanında hissedince birdenbire uyandı. D ünyanın en şefkatli

287
TANPINAR

sesi sandığı bir sesle, nazlana nazlana,


- Yine bu vakitlere kadar çalıştın, değil m i? H ayri, sen hiç ken­
dine acım ıyorsun! diye m ırıldandı.
R adyoda kadın sesiyle yapılan o reklâm özentileri bile bu kadar
soğuk olam azdı. İlk önce alay ediyor sandım . K eşke öyle olsaydı.
H ayır, ciddî idi. Halbuki çalışm adığım ı, çalışacak bir şeyim olm adı­
ğını biliyordu. Sadece aklı başında, iyi niyetli, kocasının sıhhatine
dikkat eden kadın rolünde idi. B oynum a uzattığı kolunun altında bü­
tün vücudum buz kesilm işti. K urulm uş bir saatten, bir otom attan ne
farkı vardı sanki bunun? O zam an tekrar işe başladığım dan beri et­
rafım da her gün biraz daha artan dikkati, itinayı hatırladım . Hakikat­
te altı aydan beri bir buz dolabında yaşıyor gibiydim . P akize’nin sa­
dece uzvî iştihalarıyla beni hatırladığı, bana geldiği, onun dışında
beni sünepe pısırık, tem bel, budala, beceriksiz bulduğu günlere ne­
redeyse hasret çekecektim . Hiç olm azsa o zam anlar kendisiydi.
İlk önce tekrar yataktan fırlam ak istedim . Fakat bu sefer tam
uyanacak ve konuşm ağa başlayacaktı. En iyisi hiç kıpırdam adan ol­
duğum yerde kalm aktı. H er tem astan bir parça kaçarak büzüle bü-
züle âdeta duvara yapıştım ve oradan, gözlerim açık, sağanağın
uğultusunu dinleye dinleye sabahı beklem eğe başladım . H iç durm a­
dan kendi k e n d im e ,“A hm ak m ı, yalancı m ı?” diye soruyordum .
Hem ahm ak, hem yalancıydı. Belki de ahm ak olduğu için yalancıy­
dı. Belki de daha korkunç bir şeydi. Sadece şahsiyeti yoktu. A ra sı­
ra sağanak hafifliyor, o zam an nefeslerini işitiyordum: “Hiç olm az­
sa rüyasında biraz kendisi olsa!” B ir ara yavaşça doğruldum ve yü­
züne baktım . H afif açık dudakları gülüm süyor gibiydi. Y üzü bazı
uç-anlarda olduğu gibi iyice içine doğru çekilm işti. İnsanın düpedüz
yokluğu idi bu! B ununla beraber, kapalı gözleriyle, yarı açık duda­
ğıyla, belirsiz nefes alışıyla ve bilhassa kendisi olm ayışıyla ne kadar
güzeldi. Fakat niçin uyurken bu kadar m esuttu? K im e ve neye böy­
le g ü lüyordu?B u hiç de herhangi bir gülüm sem e değildi. A ncak
kuvvetle duyulan bir hisle elde edilebilecek bir şeydi bu. Dem ek ki,
o da kızım gibi m em nundu. Belki de kendisine düşeni yaptığını san­

288
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

dığı için bu huzuru duyuyordu. Yahut da her şeyden ve hepim izden


sıyrıldığı, kendi içinde bir köşeye çekildiği içindi bu. H ulâsa onun
da bir sırrı vardı. H attâ kendi yokluğunda olsa bile buna eriştiği için
m esut ve güzeldi. Bir lahza bu bütünlüğü kıskanır gibi oldum . N e­
redeyse onu bozacak, dağıtacaktım . Fakat neye yarardı? Birkaç da­
kika sonra yine aynı insan, aynı taş bebek olacak değil miydi?
Bu düşünce ile tekrar köşem e büzüldüm . Sabaha karşı bir ara
dalm ışım . Bu kısa uykuda gördüğüm rüya belki o günlerdeki ruh
hâletimi daha iyi anlatır.
Rüyam da eski evimizin sofasında idim. G eniş, büyük bir aynanın
önünde durm uş, dikkatle çehremi seyrediyordum . Ve her defasında
kendi kendime bu ben değilim ki... Bu ben miyim ? İmkânı yok... di­
ye söyleniyordum . Filhakika gördüğüm şey benim yüzüm değildi.
Kaldı k i, her an değişiyordu. Â deta görm ek fırsatını bulam ayacak ka­
dar değişiyordu. Sonra birdenbire halam ın sesini işittim. Haydi geç
kaldık! dedi ve beni çekm eğe başladı. D ar ve sapa yollardan hızla yü­
rümeğe çalışıyorduk. Fakat her adım da ya halamın ya benim , biri­
mizden birinin ayakkabısı çıkıyor, bu yüzden duruyor, sonra tekrar
koşmaya başlıyorduk. “ N ihayet işte geldik!” diye haykırdı. Ve ken­
dimi büyükçe bir m eydanda, bir nevi bayram yerinde yapayalnız bul­
dum. Davul zurna sesleri arasında büyük, çok büyük ve kat kat, çem ­
berleri birbirinin içinden geçen bir atlı karıncanın üstünde idim. Her
dönüşünde bir tanıdığa rastlıyor ve gülm ekten katıla katıla selâm la­
şıyorduk. Sonra yavaş yavaş süratim iz artm ağa başladı ve bizim, Ha­
lit Ayarcı’nm , benim , halam ın, Selm a H anım ın, Cemal Beyin bulun­
duğu çem ber m ihverden fırladı ve im kânsız yüksekliklere doğru dö­
ne döne çıkm ağa başladı. Ben korkudan ölecek gibi Seyit Lûtful-
lah’ın kaplumbağasının boynuna asılm ıştım . Ü zerinde oturduğum
hayvan o idi. Bir taraftan ona sımsıkı sarılıyor, düşm em eğe çalışıyor,
öbür taraftan da durm adan halam a bakıyordum . Filhakika halam ar­
tık atlı karıncadaki hayvanlardan herhangi birinde değildi. Boşlukta
tek başına uçuyordu. Pakize’nin sesi beni uyandırdı. Karım:
-H a y d i uyan! Saat dokuz! D aireye geç kalacaksın! diyordu.

289
TANPINAR

VI

Halam koltuğunda oturm uş, karşısındakilere beni anlatıyordu.


- Siz bu adam ın kim olduğunu dünyada bilm ezsiniz, kızım! Ona
hiç güvenilm ez. Rahm etli kardeşim adını Hayri koyacağı yerde ha­
yırsız koym alıydı. Tam yirmi sene beni arayıp sorm adı. Ne yapar,
ne eder? diye düşündüm durdum . K olay mı? A ilenin tek erkeği! E l­
bette severim . O nsuz Takribî A hm et Efendi hanedanı söner gider­
di. En sonunda adını gazetelerde gördüm . B ari, dedim , gidip araya­
yım! Bu yaştaki kadına yapılır mı bu iş?
Sırtında siyah atkısı, elinde küçük Japon yelpazesi, bütün m ü­
cevherleri içinde parıl parıl Selm a H anım a, öbür kadınlara bakarak
dert yanıyordu. B en kanepenin bir köşesinde âdeta susta duruyor­
dum . D aha doğrusu bir reçel kavanozuna düşm üşüm gibi bütün
öm rüm ce tatm adığım bir yığın tatlı serzenişler içinde yavaş yavaş
boğuluyordum .
- B i r ara harbde şehit olduğu haberi geldi. Rahm etli kocam la
aylarca matem ini tuttuk. Ü ç defa m evlit okuttum , hatim ler indirt­
tim . A m m a yine içim den hiçbir şey olm am ıştır, sağ salim gelir di­
yordum ... Ö yle oldu.
H akikaten doğruydu. A skerden yeni dönüşüm de halam ı tanıyan
bir dostum bir gün ziyaretine gittiği zam an evi hıncahınç bulm uş,
ve tam duada benim adım ın okunduğunu işitince şaşırm ıştı. “Her
şey bitince, halana eğer yeğeni benim tanıdığım Hayri ise hayatta
olduğunu, hiç üzülm em esini söyledim . B ana ne dedi, bilir misin?
D em ek bu da yalandı, ha! Tabiî o babanın öyle oğlu olur! Sakın ha!
Evim e ayak basm ağa kalkm asın! Sonra iş fena olur.”
Şimdi aynı halam bana bakıp gülüm süyor, babam dan rahm etle
bahsediyor, benim le övünüyordu. K endisine babam ın ben askerde
iken açlıktan öldüğünü, benim Şerbetçibaşı Elması hikâyesinde ko­
casının ısrarı yüzünden az kalsın tım arhaneyi boylam ak üzere oldu­
ğum u birisi söylem eğe kalksa m uhakkak hayret edecek, imkânı
yok! diyecekti.

290
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Zaten böyle şeylerden bahsetm eyeceğim i, m aziyi hiç hatırlatm a­


yacağım ı biliyordu. Ben artık sıraya girm iş, terbiyeli, m azbut adam
olm uştum . H alit Ayarcı gibi hayatım ı çekip çeviren bir dostum ,
m ühim ce bir işim vardı.
H alam ın evine bu ilk gelişim di. Saat Sevenler Cem iyeti bu kok­
teylle o gün ilk um um î toplantısını yapm ıştı. H alam devam etti.
- B öyle günlerde ne beklenir? H ısım akraba, ev sahipliği yapar­
lar, değil m i? Sağ olsun. H ayriciğim aklına bile gelm ez. A llah kı­
zıyla karısından razı olsun! O nlar geldiler de...
Filhakika Z ehra hole yakın bir sofada üç delikanlı ile tatlı tatlı
didişiyordu. Pakize iç salonda H alit Ayarcı ile Sabriye H anım ın bu­
lundukları grupta idi. M uhakkak ki büyük baldızım da, günün şöh­
retli artisti s'fatıyla, m arifetini gösterm eğe çağırılacağı zam anı bek­
leyerek bir yerde yarış atlan gibi sabırsızlıkla eşiniyordu. Halam
devam ediyordu.
- Hiç beklem ezdim doğrusu, çocukluğunda tanıdığım H ay ri’nin
bu kadar m odern bir insan olacağını! İşi de kendisi gibi... Hem de
kurucusu o imiş! O kadar sessiz sadasızdı ki... A m m a saati severdi
doğrusu! H attâ benim hastalığım esnasında bir gün yem ek odam ı­
zın saatini tam ire kalkm ıştın, hatırlıyor m usun? Sonra rakkasını
kaybetmiştin!
H alam ın, “Ya rakkası şimdi bulursun, yahut bir daha gözüm e
görünm e!” dem esinden bir lahza korktum . H ayır, o m aziyi düzelt­
m ekle, hattâ güzelleştirm ekle m eşguldü. N eden olm asın sa n k i, ken­
dim ize daim a yaşanacak iklim yaratm aktan başka ne yaparız? Hâl
denen keskin bıçak sırtında oturam ayacağım ıza göre...
-İs te rd im ki üvey kızım da Z e h ra ’ya benzesin! N e gezer, şirre­
tin biri çıktı!
Selm a H anım ın gözlerinden bir parıltı geçti. Halamı bize getiren
şeyi o da, ben de öğrenm iştik. O tam benim aksim e yalnızlıktan
mustaripti. Üvey kızım ve dam adını sevm iyordu. Fakat H alit Ayarcı
bunu nereden nasıl öğrenm işti? Ve neden bu kadar çapraşık yollar­
dan yürüm üştü? Nasıl her şeyi böyle tehlikeye atm ağa razı olm uştu?

291
TANPINAR

H alam söziinii bu istikam ette tam am ladı.


- H a y r i ile evlendirm ediğim için ne iyi yaptım . Rahm etli Naşit-
çiğim in bayağı hatırını kırdım .
Ne denirdi? H er şey değişm işti. H er şeyi olduğu gibi yani bugün
bana verildiği gibi kabule m ecburdum .
- Ya oğlum ! Talihin varm ış...
Şair Ekrem B eyin görünm esi üzerine halam bizi unuttu.
- İşte bir başka vefasız daha... İdare m eclisinde aza olduğu hâl­
de içtim alara bile gelm iyor. Haydi Ekrem ciğitn! Şöyle yürüyelim
bakalım , m isafirlerim iz ne hâlde!..
Zavallı E krem , bir gözü bizden biraz uzakta. Cemal Beyin âde­
ta pençesinde çırpınan N evzat H anım da, halam la beraber uzaklaş­
tı. Birkaç kişi daha eğlenceli arkadaşlar bulm ak üm idiyle onları ta­
kip etti.
Selm a H anım a halam ı nasıl bulduğunu sordum . O bana cevap
vereceği yerde “ Sizi çok seviyor, dedi. Bir saattir hep sizden bah­
setti!” K endisine halam la olan hikâyem izi anlattım . Evvelâ katıla-
sıya güldü, sonra ciddiyetle,
- Büyük insanların etrafı da acayip olur... diye söylendi.
Ben şaşkın şaşkın yüzüne baktım . Ne diyebilirdim ki?
Biraz sonra Sabriye H anım yanım ıza geldi. Bütün gün Tak-
sim ’de açılacak “A yar İstasyonu”nda çalışm ıştı. “K ızların üçü de
çok iyi yetiştiler” diyordu. “Sabahtan beri prova yaptık! Tam iste­
diğim iz gibi, yalnız elbiseleri yok...” Selm a H anım istediğim iz za­
man işe başlayabileceğini söyledi. B iraz sonra Cemal Bey gelip ka­
rısını aldı. O zam an Sabriye H anım a sordum:
- C e m a l B eyden izin alm ış mı Selm a H anım ?
- İzne lüzum yok, boşandılar... dedi,. Fakat şim dilik gizli? Cemal
Beyin ihtilâsı var. Şirket iflâs etm ek iizere... K ıyam et kopuyor. Siz
nerelerdesiniz?
- Cemal Beyin hâlinde öyle bir şey yoktu. Nevzat H anım la ga­
yet rahat konuşuyordu!
- Cemal ölürken de istifini değiştirm ez... dedi. Asıl m esele o de­

292
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ğ il! H alanız nasıl? H arika değil m i?


- Evet, dedim . Fakat hiçbir şey anlam ıyorum . Nasıl barıştı? N i­
çin barıştı? K arım ın yazdığı budalalıklar onu cem iyete getirm ek
için miydi? H içbir şey bilm iyorum .
- H alit Beyi tanım ıyorsunuz da onun için... Siz zannediyorsunuz
ki program la hareket eder, H alanız zengin diye ona ağ kurdu. H a­
yır... O sadece enstitünün sizin vasıtanızla reklâm ını yapm ak isti­
yordu. O esnada halanız geldi, o da istifade etti. H alit B ey rahat ve
uyanık adam dır. Sporu sever, m enfaati değil!
Saat Sevenler C em iyeti’nde bir yığın genç, güzel kadın, yakışık­
lı, kibar erkek vardı. Bütün bir m uhitti bu. B ununla beraber hemen
hemen birçoğunu ya İspritizm a C em iyeti’nden, yahut kahveden,
yahut Halit Beyin etrafında tanım ıştım . Bir ara, B üyiikdere’de gör­
düğüm devletli de geldi. O geldiği zam an ben halam ın yanında
idim. Yeğeni olduğum u söyleyince bir kat daha m em nun oldu. Ens­
titü ile çok alâkadardı.
- İşler nasıl?..
Ben cevap verm ek üzere iken garson havyarlı sandviçler getirdi.
D evletli, bir bana, bir de tepsiye baktı. Sonra dünyanın en kayıtsız
çehresiyle tepsiyi m asanın üstüne koym asını söyledi. Biraz sonra
viski getirildi. Viski ile beraber H alit Bey de bize iltihak etti. “G e­
nişçe bir kooperatif yapıyoruz, beyefendi! dedi. Personelim iz için!”
Planları hiç haberim olm adan berm utat ben tetkik ediyordum . Ay­
rıca da “Saatlem e B ankası” adlı bir banka için de bir projem bulun­
duğunu o gece yine H alit Beyden öğrendim . B ilerek, bilm eyerek,
herhâlde hayatım da m uvaffak olm uştum . Fakat eriştiğim şey ney­
di? Bu acayip, birbirini tutm az kalabalıkta canım sıkılm aktan baş­
ka elim e ne geçm işti?

VII

Şeyh A hm et Z a m a n î’nin H ayatı ve Eseri adlı kitabım ın neşri ha­


kikaten büyük bir teveccühle karşılandı. H alit A yarcı’mn bir çırpı­

293
TANPINAR

da bulduğu bu m ühim şahsiyet etraftan derhal kabul edildi. Pek az


insan Graham hesaplarının bundan iki yüz sene evvel ve bilhassa
aram ızda yaşam ış bir adam tarafından bulunup bulunam ayacağını
düşünüyordu. Esasen H alit A yarcı’nın ısrarıyla ecdadın riyazî bilgi­
lere olan m erakı üzerinde o kadar geniş tafsilât verm iştim ki A hm et
Z am anî’nin k e şfi, kendiliğinden herhangi bir hesap am eliyesinin en
tabiî neticesi oluyordu. B ununla beraber kitabın basılışı sona erdi­
ği günlerde hakikî bir korku içinde idim . “Ya, diyordum , kitap be-
ğenilm ezse... İşin yalan olduğu m eydana çıkarsa...” Ve bu korku ile
âdeta her saniye benirleyerek yaşıyordum . G eceleri gözüm e uyku
girm ez olm uştu. H alit Ayarcı benim bu telâşım a gülüyor ve her fır­
satta korktuklarım ın tam aksi olacağını söylüyordu:
-A z iz im H ayri İrdal, diyordu, sevgili dostum , göreceksin ki bu
kitap çok sevilecek. Siz yalan diye bir şey m evcuttur, sanıyorsunuz.
H ayır, yalan yoktur. B öyle m eselede yalan olam az. A hm et Zam anî
bugün için yalan olam az, bilâkis hakikatin ta kendisi olur. N e vakit
yalan olurdu, bilir m isiniz, hem de korkunç bir yalan? Eğer hakika­
ten bizim kendisine yüklediğim iz fikirlerle yazdığını söylediğim iz
eserlerle on yedinci asır sonunda yaşasaydı, işte o zam an yalan
olurdu. Çünkü asrından ayrılırdı. A srını delip geçerdi. Bu da im ­
kânsız tabiî! Bu m eselelerde yalan veya hakikat diye bir şey yok­
tur. A srına uym ak, onun adam ı olm ak vardır. A hm et Zam anî E fen­
di bizim asrım ızın bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyacı on yedinci asrın so­
nunda tatm in ediyor, işte bu kadar... B inaenaleyh gerçeklerin ger­
çeğidir. Geçen akşam halanızı hep beraber dinledik. Takribî A hm et
Efendi sülâlesini Fatih devrine çıkarıyordu. K im se itiraz etti mi?
Yok. H erkes pekâlâ kabul etti. N için? Çünkü bu fikir yaşayan iki
büyük realiteye dayanıyordu, halanıza ve size! Siz kabul edildikten
sonra m esele baştan halledilm işti. Bu kadar sevilen iki şahsiyeti ta­
rihin en uzak zam anına götürm ekten daha tabiî ne olabilir? A m m a
yirmi sene evvel halanız bunu yapsaydı, herkes ayıplardı. Çünkü ne
siz on sene evvel bugünkü sizdiniz, ne de Z arife H anım efendi bu­
günkü Zarife H anım dı. H erkes o zam an, “A llah Allah! derdi, doğ­

294
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

muş olm aları bile m ânâsız olan bu adam ların Fatih devrinde kendi­
lerine ced aram aları kadar gülünç şey olur m u? T am , m urdar öldü­
ğüne yanm az kendisine öd ağacından tabut ister, sözü... M uhakkak
yalan söylüyorlar. Aksi takdirde hâllerinde bir necabet ve asalet bu­
lunması gerekirdi...” A m m a şimdi dem iyorlar! B aşka bir misal da­
ha... H alanız sizin m uvaffakiyetlerinize şahit oldukça sade hakkı-
nızdaki fikri değil, pederiniz hakkındaki fikri dahi değişti. Yine ge­
çen akşam babanızdan nasıl bahsediyordu? Yalan mı söylüyordu?
Hayır. Sadece bugüne ait bir hissi m aziye taşıyordu. A hm et Zam a-
n î’nin Viyana m uhasarasına iştirak etmesi çok iyi oldu. Bu kadar
mühim bir adam böyle m ühim bir hâdiseden uzak kalam azdı. Bilir
m isiniz, sizin bu buluşunuzu fevkalâde beğendim . Aşağı yukarı
G oethe’nin Fransız İhtilâli harplerine, Valmy m uharebesine gidişi
gibi bir şey... Bu büyük adam daim a devriyle tem as hâlinde idi. Bu­
na mukabil A hm et Zam anı Efendinin harpde öyle fevkalâde bir
şeyler yapm am ası da ölçü fikrinizin bulunduğuna delâlet eder. H er­
kes her işi yapm az. Varsın o cinsten kahram anlığı başkaları yapsın!
Esasen böyle bir şey olsaydı m eselâ A hm et Z am anî Efendi falan
veya filân kaleyi fethetseydi, bu m üverrihlerin gözünden kaçm az­
dı. Onun Akd-iil-M izac fi-U m ur-il-İzdivac adlı risalesini gençliği­
nizde okum uş olm anız hakikaten talih eseridir. O kum am ış olsaydı­
nız bu m ühim eserden kim se bahsetm eyecek, kaybolup gidecekti.
Gerek bu eserin, gerek saatçiliğe dair kitabının kaybolm asına her­
kes nasıl üzülecek. N uruosm aniye K ütüphanesi’ndeki eski yazm a­
lardan birinin arkasına bu iki kitabın adını işaret etm eniz de çok iyi
oldu. A m m a burada eski m ürekkepten anlam anızın da tesiri var.
H ayır azizim şahane bir eser yazdınız!..
Bir başka defasında şöyle demişti:
- Bir harekette başlangıçtaki hızı tutm ak, onu yaratm ak kadar mü­
himdir. Siz bizim hareketimizi m aziye nakille hızlandırdınız. Ayrıca
da cedlerimizin daim a inkılâpçı ve modern olduklarını gösterdiniz.
Herhangi bir insan bile m azisiyle dargın yaşayam az. Tarih, sadece
tenkit için midir? Beğendiğim iz ve sevdiğim iz bir insana hiç tesadüf

295
TANPINAR

etm eyecek m iyiz? Bu işten herkes m em nun olacak, göreceksin!


Yazık ki etrafın gösterdiği çok doştça ilgiyi birkaç âlim taslağı
bozm ağa kalktı. Böyle bir insanın m evcut olm adığını, kitabımın
baştan aşağı uydurm a olduğunu söylem ek küstahlığında bulundular.
Bu esere başladığım zam anki ruh hâlinde olsaydım biitün tenkit­
lere m em nun olur, “ Oh Y ârabbim ! derdim , sana bin şükür... H iç ol­
m azsa aklı başında birkaç kişiye rastlam ak mümkün! İşte yalanı ka­
bul etm iyorlar. B undan daha m esut ne olabilir?” Fakat yazık ki de­
ğişm iştim . Bu kitapla uğraştığım altı ay içinde Halit A yarcı’nın di­
siplinini öyle benim sem iştim ki, kolay kolay her itirazı kabul ede­
m ezdim . Kaldı ki m uharrir sıfatıyla ortada izzetinefsim de m evzu­
bahisti. Ayrıca da A hm et Z am anî Efendiyi sevm iştim . Varlığından
şüphe etm ek bana ağır geliyordu. Tek kelim e ile, Halit A yarcı’nın
izafilik dediği şeyin, tabir caizse, bir hakikat olduğunu kendi haya­
tım da yaşıyordum .
Bu arada olan iki hâdise nakledilm eğe değer. Bunlardan birisi
beş altı göbekten beri Ç engelköylü bir zatın kendisini A hm et Za-
m an î’nin cedbeced torunu ilân etm esi ve soyadını değiştirm eğe
kalkm ası ve elindeki aile şeceresinin doğruluğuna şahadet etmemi
benden istem esiydi. M aalesef gerek bu şecerenin, gerek vesika ola­
rak gösterm eğe kalktığı vakıfnam enin asılları ortada yoktu. Elinde
kendi el yazısıyla kopyalan vardı. H akikat nam ına tabiatıyla red­
detm ek m ecburiyetinde kaldım . Bu hâdisenin m atbuata aksi de ay­
rıca övülm em e sebep oldu. H erkes benim bu gibi m eselelerdeki
dikkatim e hayran olm uştu. K itabın rağbeti bu yüzden biraz daha
arttı. H alit Bey bu işteki m etanetim i pek beğendi. Yalnız Z ehra m ü­
teessirdi. “Belki adam cağız hakikaten Z am anî Efendinin oğlu­
dur...” diye üzülüyordu.
- O lsa bile bizim Z am an î’nın oğlu olam az. Çünkü herif yaşam a­
dı! diye susturdum .
İkincisi, eski İspritizm a C em iyeti’ndeki bazı dostların bir ay ge­
celi gündüzlü bir uğraşm adan sonra A hm et Z am anî’nin ruhunu ça­
ğırm ağa ve onunla konuşm ağa m uvaffak olm alarıydı. Bu konuşm a­

296
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

da A hm et Z am anî Efendi de kitabım ın bazı yerlerine itiraz etm işti.


Ezcüm le peltek ve kekem e olm ayı reddediyor, nisbet ve tarikati
hakkında daha geniş m alûm at veriyordu. G azeteler bunu da yazarak
işi biraz daha alevlendirdiler. Asıl garibi bu m ülakatın m erhum tara­
fından bana bir teşekkürle bitm esiydi. Yazı hayatında ilk defa görü­
len bu âhiretten teşekkür de lâyık olduğu ehem m iyetle karşılandı.
A hm et Z am anî için en son ve ortalığı en fazla karıştıran tenkit
Cemal B eyden geldi. Selm a H anım ın eski kocası zaten öteden beri
bana düşm andı. Boşadığı karısıyla gittikçe artan m ünasebetim i öğ­
renince büsbütün küplere binm işti. Bu iş vesilesiyle hem bana, hem
de enstitüye adam akllı yüklenm ek fırsatını kaçırm adı. Yalnız yara­
tılıştan yalancı olduğu için, A hm et Z am an î’yi doğrudan doğruya
reddedeceği yerde, onun yerine başka birisini çıkartıyordu. Cemal
Beye göre A hm et Z am anî hiçbir zam an yaşam am ıştı. Fakat o devir­
de yaşayan çiçek m eraklısı, m ihanikle m eşgul, büyüklere dost bir
Fennî Efendi vardı. Asıl saatle ve zam anla m eşgul olan bu idi. Biz
Fennî Efendinin eserini kendi uydurduğum uz Z am anî Efendiye
nakletm iştik. Bunun da sebebi gayet basitti. Z am anî adı enstitüm üz
için en tabiî, akla en yakın bir reklam dı. B öylece tarihî bir hakika­
ti reklam için tahrif etm iştik. İşin garibi Cemal Beyin bizim Z am a­
nî Efendiye atfettiğim iz saatçiliğe dair kitabı kendisinin de görüp
okuduğunu söylem esi, ve birden fazla kadın alm a aleyhindeki kita­
bı düpedüz uydurduğum uzu iddia etm esiydi.
H içbir tâbiye bu kadar ustalıklı olam azdı. Cem al B ey bizi vur­
m ak için yalanım ızı kabul ediyordu. Filhakika, “ vardı, hayır yoktu”
şeklinde sonuna kadar devam edebilecek bir m ünakaşaya gitm ek­
tense, yalanın bir kısmını kendisine bir ring yaptıktan sonra oradan
bize hücum etm ek, bizi vurm ak daha tesirliydi. Bu acayip tenkidin
çıktığı andan itibaren A hm et Z am an î’nin varlığından şüphe edilm e­
ğe başlandı. N e Halit A yarcı’nın üst üste yaptığı basın toplantıları,
ne benim yazdığım cevaplar bu şüpheyi bir daha giderem edi. K ita­
bın şöhreti kökünden sarsılm ıştı.
M akalenin çıktığı gün Selm a ile beraberdik. D aha doğrusu her

297
TANPINAR

zaman buluştuğum uz garsoniyere o sabah gazeteyi alarak gelm işti.


- B ak, yılan seni nasıl sokm uş!., diye bana uzattığı gazetede es­
ki resmimi onun resm iyle beraber görünce az kalsın çıldıracaktım .
Cemal Bey beni küçültm ek için hiçbir şeyi esirgem iyordu.
“Vaktiyle şirketim de küçük bir m em ur sıfatıyla çalışırken kötii
ahlâkı ve yalancılığı dolayısıyla çıkarm ağa m ecbur olduğum bir
şarlatan, pespaye bir dolandırıcı...” diye söze başlıyor, “Değil rabia
hesaplan üzerinde konuşm ak, alelâde bir toplam am eliyesi yap­
maktan bile âciz olan bu adam ın tarihî bir şahsın ism i, hayatı ve
eseri üzerinde yaptığı bu tahriften hakikatte mesul olan tek insan
H alit Ayarcı B eydir!” diye sözü bitiriyordu.
O gün bir an için her şeyin yıkıldığını sandım ve asıl işte o za­
man bu bir yıl içinde ne kadar dönülm ez yolları geçm iş olduğum u
anladım . H içbir şey böyle bir âkıbet kadar korkunç olam azdı. H a­
yatım a m ucizeli sihirbazlar gibi giren, bana bir yığın yolu birden
açan para, m evki, şöhret hepsi birden gidiyordu. En korkuncu Sel-
m a’nın gözlerinde, m ünasebetim izin başladığından beri rastladığım
o acayip ve ürkek parıltıydı.
Zannederim ki enstitü işlerini o günden, daha iyisi bu korkudan
sonra asıl ciddiye aldım ve dört elle sarıldım . H ayır bu iş bir yalan
gerçek m eselesi değil, bir olm ak ve olm am ak m eselesiydi. Kendi
kendim e. “Bazı düşünceler benim için sadece bir lüks ve fazla süs­
tür, bunu artık anlam alıyım !” dedim . Tekrar yarınsız ve hiçbir şey­
siz insan olacaktım . Tekrar sokağa düşecektim . Tekrar eski günler,
arada alıştığım bu kadar nim etten sonra, ve şüphesiz onların yüzün­
den daha acı, daha çekilm ez şekilde başlayacaktı. Yalnızlık, güven­
sizlik, küçülm e... K arşım da y an çıplak gülüm seyen güzel kadın da­
ha şim diden benim için uzak bir hayal olm uşa benziyordu. Bu ba­
har sabahı sisli denize bakarak onu beklediğim bu sıcak, güzel ve
tenha apartm an, onun öm rüm de görm ediğim eşyası, bu m ahrem i­
yet, daha arkada asıl hayatım ı yapan bir yığın şeyler beraber gide­
bilirdi. Selm a’nın gelirken getirdiği, kendi eliyle vazolarına yerleş­
tirdiği bahar çiçekleri bir lahzada solm uş gibiydiler.

298
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Birdenbire telefon çaldı. A sabım o kadar bozuktu ki zilin sesi ba­


na bir kıyam et alâmeti gibi korkunç ve dayanılm az geldi. H akikat­
te de böyleydi. O bana dışardaki âlem i hatırlatıyordu. Onun bu oda­
ya hücum uydu. Ve biliyordum ki dışarısı bana düşm andır. Korka
korka açtım . H alit Ayarcı’nın yarı alaylı sesi içimi biraz serinletti.
-G ö rd ü n mü? diyordu.
- Evet, şimdi okudum ... M ahvolduk! N e yapacağız?
İlk önce:
- B aşım ıza dünya yıkılıyor, sen eğlen! diye alay etti.
Sonra:
- Ehem m iyet verme! dedi. Fakat işi sıkı tutm ak lâzım! Sen der­
hal dikkatli bir cevap yazarsın! Ben kendi tarafım dan onun zayıf
dam arını bulur basarım . B unlar efkârıum um iyeyi bir zam an işgal
eder. Fakat asıl mühim m esele herkesi şaşırtacak bir şey yapm a-
mızdır. A nladın m ı? Yeni, çok yeni bir şey... Ö yle bir şey ki, dost,
düşm an herkes şaşırsın! Bizim gibi m üesseseler bir lahza bile aktü-
alite olm aktan vazgeçem ezler. B unu kafana koy ve öyle çalış!.. Bir
şeyi unutma! Talihe güvenm ek lâzım!
- Lâf! dedim , hepsi lâf! H er şey bitti. Sizi benim le vurdular. Hiç
bir çarem iz yok! Tası tarağı toplayıp gitm ekten başka hiçbir şey ya­
pamayız!
Halit Ayarcı benim bu sözlerim üzerine en gürültülü kahkahala­
rından birini attı.
- Yağma yok, H ayriciğim , yağm a yok! Ben yerim deyim , sen de
yerinde kalacaksın! Bizim gibi m ühim dâvalar peşinde olan insan­
lar kolay kolay düşm an karşısında çekilem ezler...
Soğukkanlılığı, kendisine inanışı, neredeyse beni çıldırtacaktı.
Bir an aziz velinim etim in aklından şüphe ettim . A caba vaziyetin
vahim liğini fark etm iyor m uydu? O düşüncem i anlam ış gibi, sesi
birdenbire ciddileşti:
-T a b iî! dedi, m üthiş darbe. H iç bunu tahm in etm ezdim . Cemal
Bey yalanla m ücadele etm esini biliyor. Y alana ancak yalanla karşı
konabilir. Bu işte hakikat üzerinde ısrar sadece sönük bir inat olur­

299
TANPINAR

du. Bizi silâhım ızla vuruyor. A m a aldırm a! Ben talihim e güvenirim


bu işlerde... A kşam a görüşelim !
H alit Ayarcı vaziyeti tam görm üştü. Yalnız bir yerde aldanıyor­
du. Cemal Beyin bulunduğu yerde ben talihim e nasıl güvenebilir­
dim ? Zaten talihim in öbür yüzü değil m iydi? Y ıllardır, H alit Ayar-
c ı’ya tesadüfüm e kadar hep onun darbesinin beni attığı çukurda
kalm ıştım . Şim di biraz nefes alm ağa başladığım bir anda tekrar
karşım a çıkıyordu. İnsan ruhu ne gariptir, bütün bunları düşünür­
ken bu adam ın karısının yanı başım da bütün vücuduyla om uzum a
asılm ış kulaklarım ı ısırdığını, benden okşam a ve sevgi beklediğini
düşünm üyordum . V âkıa Selm a ile ayrılm asında hiçbir dahlim ol­
m am ıştı. B ununla beraber işin içinde yine hoşuna gitm em esi icap
eden bir taraf vardı.
H alit Ayarcı kapar kapam az telefon tekrar çaldı. Bu sefer Cemal
Beydi. H er zam anki sesiyle kibar, m ağrur, tek başına bütün bir kut­
bu yeniden donduracak soğuk sesiyle, tıpkı eski zam anlarda oldu­
ğu gibi.
- Hayri Bey, diyordu, lütfen eğer boş bir vaktiniz olursa gazete­
lere bir göz gezdirin. Sizi m em nun edecek bir havadis göreceksi­
niz!
- H acet yok Cem al Bey, hacet yok... diye cevap verdim . Çok es­
ki bir dostum bu sabah gelirken getirdi!
Ve telefonu kapadım .
Cemal Bey, S elm a’yı boşam asına rağm en benden kıskanıyordu.
Cemal Bey yerim izi öğrenm işti. Cemal Bey bizi takip ediyordu.
Cemal Bey için biz m esele idik.
Birdenbire bütün kâinatım Cemal Bey olm uştu. Selm a bir kaşı­
nı kaldırm ış düşünüyordu.
- Bunu hiç anlam ıyorum ! diyordu, hem hiç... B ilm iyorsun, bile­
m ezsin, beni ne kadar sevm ezdi. Ve nasıl küçük, biçare görürdü.
A dım evde yapm a çiçekti. Beni göğsüm de, m antom da yapm a bir
çiçek olm adan sokağa çıkarm azdı. “ Sen de taşı, derdi hep! Sen de
taşı! Çünkü ben seni yanım da öyle taşıyorum !” Ve birisi çiçeğimi

300
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

överse sevincinden bayılırdı. Ah o sinsi sinsi bakıp gülüşü...


Söylem eğe hacet yok ki Selm a benim sadece sevgilim değildi.
O biraz da m azim dediğim korkunç şeyden aldığım öçtü. Onun sa­
yesinde arkam da bıraktığım günlere, “ haydi siz de...” diyebiliyor-
dum. “H acalet... İşte önünde küçüldüğüm tek insan kollarım ın ara­
sında. O nun dışında ne vardı sanki?” Eski efendim in beni kıskan­
m asında hoşum a giden, saadetim i bir kat daha arttıran tuhaf bir şey
bir nevi gıcıklayıcı bir zevk de vardı. Benim bu kadında kendimi
müdafaa etm em lâzım dı.
Cemal B eye, Halit Ayarcı ve ben, ikim iz de cevap verdik. Ben
kendi yazım da sadece m azlum bir adam tavrı takındım . Talihin kö­
tü cilvelerine herkes uğrayabilirdi. Ben de uğram ıştım . Haksızlığı
aşikârdı. Yalancılığım ın veya herhangi bir ahlâksızlığım ın tek deli­
lini gösterebileceğini zannetm iyordum . Yalnız yaratılıştan ahlâklı
adam dım , beni çürütem eyeceğini bildiği için şirketten çıkartm ıştı.
İkinci m akalem , yine hep aynı m azlûm ağzıyla idi. Fakat bu sefer
şirkete dair bildiklerim i hafifçe çıtlatıyordum . H alit A yarcı’nın ba­
sın toplantısı biraz daha şiddetli oldu. Saat S evenler C em iyeti’nin
bu mesele hakkında neşrettiği tebliğ ise hakikaten ateş piiskürüyor-
du. Fakat Cem al Bey de durm uyor, hücum larına devam ediyordu.
Başka, büsbütün başka bir şey lâzım dı. Ö yle bir şey ki, meseleyi
unuttursun ve bizi büsbütün başka kapıdan tem ize çıkartsın! Bu­
günlerde olduğu kadar hiçbir zam an kafamı zorladığım ı hatırlam ı­
yordum . Fakat hiçbir şey bulam ıyordum . N e ben, ne H alit Ayarcı,
hiçbirim iz efkârıum um iyeyi yeni baştan lehim ize çevirecek bir
icatta bulunam ıyorduk. Sanki boşlukta yüzüyorduk. D üşüncem iz
alelade şeylerden bir adım ileriye gitm iyordu.
Beri taraftan Cemal Bey Selm a ile m ünasebetim izi sıkı sıkıya
takip ediyordu. H er buluştuğum uz yerde m uhakkak bir telefonunu
alıyorduk. Ayrıca P akize’ye im zasız bir yığın m ektup geliyordu.
İşte tam bu sırada bir gece evde H alit Ayarcı ile karım ın tavla
oyunlarını seyrederken yukarda anlattığım nakitli ceza sistemi ak ­
lım a geldi. H alit A yarcı’ya ne kadar güç ve biçare vaziyette oldu­

301
TANPINAR

ğum uzu gösterm ek için onu hem en o anda anlattım .


- Bula bula bunu buldum ... D üşünün artık hâlim i!..
Fakat H alit Ayarcı çoktan zarları bırakm ış, ayağa kalkm ıştı.
G özlerinde acayip bir donukluk vardı.
- Şunu bir daha anlat bakayım ? diye bana tekrarlattı.
Ve daha bitirm eden karım ın boynuna sarıldı.
- K urtulduk... Tam zafer, Hayri Bey, tam zafer... diyordu.
Üç gün sonra ikram iyesiyle, piyangosuyla, zam anlarıyla, tenzi­
lâtıyla nakit ceza usulüm üz bütün bir sistem olm uştu. H alit Ayarcı
benim keşfimi tam Hollyvvood m etoduyla ilân etti. Birkaç hafta
içinde A hm et Z am anî Efendiyi herkes unutm uştu. Saatleri Ayarla­
ma Enstitüsü ilk kuruluş anlarında dahi erişem ediği bir teveccüh ve
m uhabbet kazandı. Bunun arkasından Saat Sevenler Cemiyeti vası­
tasıyla tesis ettiğim iz köyler için Saat Ayar Ekipleri geldi. Zaten Sa­
at Ayar İstasyonlarım ız çoğalm ıştı. Şehir bizim di. Bir yığın genç kız
ve erkek, sırtlarında Sam iye H anım ın icadı üniform alar, yakaların­
da rozetlerim iz, gidip geliyorlar, um um î hayata neşe katıyorlardı.
Böylece her şey yoluna girdi. Ve biz tekrar, hattâ eskisinden da­
ha kuvvetle günün adam ı olduk. Babacanca hâllerim halkın hoşuna
gidiyordu. A cayip m azim , icat kabiliyetim , açık kalbim her gün bir
kere daha övülüyordu. H içbir topluluk yoktu ki bulunmam istenil­
mesin! Doğrusunu isterseniz ben de bu şöhretin tam tadını çıkar­
m aktan hiç çekinm iyordum . G özlüğüm , şem siyem , hiçbir zaman
yerine tam oturm ayan şapkam , biraz bol kesilm iş elbiselerim , baba­
yani hâllerim , hulâsa elim deki teşbihe varıncaya kadar her şeyim bu
m uvaffakiyeti besleyecek şekilde tanzim edilm işti. Gittiğim her yer­
de etrafım çevriliyor, her m eselede fikrim soruluyordu. U m um a ait
ölçüleri hiç rahatsız etm eyecek şekilde yaşadığım için seviliyordum .
B ununla beraber Cem al Bey vardı, o benim kötü talihim di. N a­
sıl olsa, bir yerden, bir gün çıkacaktı ve o tekrar çıktığı gün her şey
bitecekti. Bütün bunları H alit A yarcı’y a anlattıkça o kızıyor, beni
payhyordu:
- Yaptığınız işe inanm adığınız için böyle düşünüyorsunuz, di­

302
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yordu. İnsan yaptığı işe sade m enfaati için girerse, yalnız onu dü­
şünürse kendisini sonunda sizin gibi itham eder!
- İyi am a ayrı şeyler değil mi bunlar?
- Hayır, hiçbir suretle... Eğer içinizde bu kurt olm asa, Cemal
Beyden veya herhangi bir adam dan korkm anıza im kân yoktur. Siz-
deki korku kendinize im ansızlıktan. Siz siniksiniz. S adece para için
çalışıyor, ferdî saadetinizi düşünüyorsunuz. M üessesenin yeni açıl­
dığı devirde de öyle değil miydi? H adem e m aaşınızı keserler diye
korkm uyor m uydunuz? Beni her teşebbüsten m enetm eğe kalkm a­
dınız mı?
A ziz velinim etim tehlike biraz geçer geçm ez tekrar eski ağzını
alm ış, büyük idealler nam ına konuşm ağa başlam ıştı. Şüphesiz hak­
sız da değ ild i. O bu işte oyunu idare ed en d i. B öyle d ü şünm esi, böy­
le davranm ası lâzım dı.
Halbuki m esele benim için büsbütün başka idi. Cem al Bey be­
nim m azideki ıstırabım dı. O benim hayatım ın bir tarafıydı. Gizli,
her an tepmesi beklenen bir hastalık gibi bende yaşıyordu.

VIII

Nitekim öyle oldu. H iç beklenm edik bir şekilde onunla son bir
defa daha karşılaştım . V âkıa bu son karşılaşm ada ne enstitü yıkıl­
dı, ne param azaldı, ne m evkiim sarsıldı. B ununla beraber ben de,
Selm a da aylarca tesiri altında kaldık.
Bir sabah gazeteleri elim e alır alm az onun N evzat H anım la be­
raber, Zeynep H am ının eski kocası Tayfur Bey taralından öldürül­
düğünü okudum . Tayfur Bey çifte cinayetinden sonra intihar etm iş­
ti. Onun bıraktığı m ektup, Sabriye H anım ın o kadar çapraşık yollar­
dan senelerce peşinde koştuğu m eseleyi açıklıyordu. Sabriye H a­
nım haklıydı. Z eynep H anım , sanıldığı gibi intihar etm em işti. N ev­
zat H anım a çılgınca âşık olan kocası tarafından öldürülm üştü. Polis
genç kadının selelerd ir tuttuğu hâtıra defterini de ele geçirm işa.
Bu üçüzlü cinayetin benim için acıklıl'ğından büsbütün başka

303
TANPINAR

bir mânası vardı. Sevim siz, huysuz, geçim siz, hodbin, her girdiği
yerde bir yığın insanı kendine düşm an eden, insanlar içinde küçük
bir akrep gibi, sağa sola kuyruğunu çarpa çarpa dolaşan Cemal Bey,
hiç olm am ası lâzım gelen bir şey olarak, bir aşk kahram anı gibi öl­
m üştü. Şüphesiz işin bu tarafı da, hattâ lüzum undan fazla gülünç
bir şeydi. Ve belki de talih, her an kendisine hâkim olm ak iddiasın­
da bulunan ve insan kalbinin bütün zaaflarını inkâr etm ekle övünen
bu adam dan intikam alm ak, onunla alay etm ek için bu âkıbeti böy­
le hazırlam ıştı. Seven ve bu sevgi uğrunda bilm eden olsa dahi ölen
bir Cemal Bey bu aklın alacağı şey değildi. Şüphesiz bu işin gülünç
ve m askara tarafına, alayın farkında olm asa bile, ilk gülecek insan
yine kendisiydi. “B en m i? diye dudak bükerdi. İm kânsız!...” O in­
sanları m aşa ile tutm ağa, gizli ve kirli dizginlerle idare etm eğe ve
küçük kuyruk darbeleriyle zehirlem eğe alışıktı. Ve yalnız böyle ol­
masını isterdi. B ununla beraber bu tarzda ölüşü, çehresini o kadar
değiştiriyordu ki kendisini az çok tanıyanlar bile bu işte aldanabi-
lirlerdi. H ele onu hiç tanım ayan, adını sadece bu ölüm ün aydınlı­
ğında işitenlerin hâtırasında büsbütün başka bir adam gibi yaşaya­
caktı. İşin garibi, onu böyle sadece gazete havadisinden tanıyanlar
için tesadüf isteseydi, Cem al Bey bir veli, cöm ert ruhlu bir cem iyet
adam ı, filân gibi de ölebilirdi. C inayet, şüphesiz daim a kötü bir
şeydir. B ununla beraber m uhakkak insan eliyle öldürülm esi m u­
kadder idiyse, Cem al B eyin ilk rast geldiği insan tarafından ve sırf
Cemal Bey olduğu için, burnu o kadar kısa, alnı o kadar dar ve ka­
rışık, yüzü o kadar parlak ve itinalı, sesi öyle nazlı ve hım hım , göz­
leri öyle küçük ve parlak ve bakışları öyle yırtıcı kuş bakışı olduğu
için, öldürülm esi icap ederdi. Halbuki böyle olm uyordu. A cıklı,
baştan başa yanlış anlam a ile dolu bir rom anın içine zorla giriyor,
üstelik güzel, kendi içine kapanm ış, tatlı ve bedbaht, bir türlü etra­
fına kendisini anlatam am ış bir kadının ölüm üne de sebep oluyordu.
İşte m antıksızlık burada idi.
D aha beş yaşında iken annesiyle beraber m isafir gittiği bir evde,
cam kavanozdaki balıkları teker teker sudan çıkarıp eliyle gözleri­

304
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ni kör ettikten sonra tekrar suya atan ve onların can çekişm esini gü­
lerek seyreden adam için bu iş, hakikaten yadırganacak bir talihti.
Cemal Beyin bütün hayatı bu idi. H er tanıdığı insana aşağı yukarı
bu balıklara yaptığı şeyi yapm ıştı. V âkıa hiç kim senin gözünü oy-
mam ıştı. Fakat her rast geldiğinin benliğiyle oynam ıştı. O kadar
güzel, fakat bütün öm rünce beyhude kalm ış Selm a ondan ayrılır
ayrılm az yaşam ağa başlam ıştı. K ibar, tecrübeli avukat Nail Beyin
daha o gün astım ları geçm işti. Nail Bey hiç kim seye Cemal Beyle
aralarında geçen şeylerden bahsetm em işti. H attâ S elm a’ya dair bir­
çok şeyleri bile kendisinden -b ittab i bu sefer sorm adan, hattâ iste­
meye istem eye ve söz a ra sın d a - öğrendiğim kulağı o kadar delik
dostum uz Sabriye Hanım bile bu hususta bir şey bilm iyordu. Fakat
aynı araba içinde Cemal Beye son hürm etim izi yaptığım ız gün onu
başka bir adam olarak görm üştüm . Â deta yeni doğm uş gibi bir şey­
di. Bir ara bana, “K endim den utanıyorum !” dem işti.
Bütün bunları yapan adam , şim di, kendisini hiç tanım ayan ve ha­
yat tecrübesi, hattâ saadet rüyası basit sevda hikâyelerinin ötesine
geçmeyen yüz binlerce insanın kafasında, kendisiyle hiçbir suretle
münasebeti olm ayan genç ve güzel bir kadının hayatına birdenbire
ekleniverm işti. Nasıl hiçbir suretle dengi olm adığı S elm a’nın bütün
ömrü boyunca hayatına girm işse, onun da ölüm üne öylece girm işti.
Tayfur Beyi bir iki defa görm üştüm . Bazı anlarda soğukkanlı, iç­
ten hesaplı, yahut daha ziyade kendisi tarafından kurulm ağa m üsa­
it bir insandı. Terbiyeli ve kibar görünüşlerinin altında bir yığın za­
afı saklayabilirdi. Evvelden hazırlanm ak şartıyla herhangi bir cina­
yeti işleyebilirdi. Fakat kolay kolay kendi öldürdüğü adam ın vücu­
dunu âdeta doğrar gibi parça parça edecek insan d eğildi. B ununla
beraber Cemal Beyi âdeta tanınm ayacak hâle sokm uştu. İşin garibi
bıçak yaralarının birçoğunun çehrede olm asıydı. Bu bence çok mâ-
nalıydı. H er şey bittikten sonra hâdiseleri baştan sonuna kadar bü­
tün vuzuhuyla yazacak kadar aklı başında olan katil, bu çehrenin
karşısında kendisinden geçm işti. N itekim m ektubun bir yerinde bu­
nu işaret ediyordu.

305
TANPINAR

Cemal Bey zorla insanların hayatına girenlerdendi. N evzat H a­


nım ın da hayatına öyle kayıverm işti. O ölüm ünü insanlarda arayan­
lardandı. Fakat asıl abes, insan hayatı nam ına isyandan çıldırtacak
şey N evzat H anım ın hayatı idi.
Şair dostum uz E k rem ’in bu sessiz, kendi köşesine kapanm ış ka­
dını sevm esi çok tabiî bir şeydi. N evzat H anım ın hâdisede hiçbir
kabahati yoktu. Ö m ründe kocasından başka kimseyi tanım am ıştı.
D ediğim gibi cinsî hayata, kocasının öldüğü gün uzviyeti kapan­
m ıştı. Bütün öm rü evvelâ, onunla izdivacı kafasına koyan ve bunun
için karısını öldüren T ayfur Beyin şantajı içinde geçm iş, o yetişmi-
yorm uş gibi sonra da nasılsa bu hâdiseyi haber alan Cemal Bey ona
m usallat olm uştu.
N evzat H anım bütün öm rü boyunca etrafındakilerin tazyiki al­
tında yaşam ıştı. K ıskançlık, sevgi, inat, benlik dâvası, itisaf m ani­
si, alelâde çapkınlık ve sahip olm a hırsı, tecessüs, hulâsa insan ru­
hunun bütün korkunç ve zalim çarkları onun etrafında, bu güzel ka­
dını kendi kendisinin gölgesi yapm ak için çalışm ıştı. Etrafındakile-
rin hem en hepsi onun hayatına, bir kere bile onu anlam ağa çalışm a­
dan, hep ona çullanm ak için girm işlerdi.
Ç ocukluğu boyunca kendisinden çirkin ve huysuz olan ablası ta­
rafından kıskanılm ıştı. O nun, babasının zenginliği sayesinde evle­
nip de biraz rahata kavuştuğu zam an ortaya kocası Salim Bey çık­
mıştı. Bu hastalıklı, korkak, hodbin ve sızlanm aktan hoşlanan, şah­
siyetsiz insan birdenbire onu sevdiğini zannetm iş ve tecrübesiz kı­
za seneler boyu ısrarıyla kendisini sevdirm ese bile, hiç olm azsa on­
da bu zannı yaratm ağa m uvaffak olm uştu. Fakat daha evlendikleri­
nin ikinci haftasında genç kadın kocasını hiçbir zam an sevm ediği­
ni ve hiçbir suretle sevem eyeceğini anlam ıştı. Salim Bey şahsiyet­
siz ve üstelik her şeyde hasis bir insandı. Ü stelik karısını da sevm i­
yordu. Sevgi dediği şey hakikatte m usallat bir fikirdi. O ancak elde
etm ekten hoşlanan insandı. B ir de kaybedeceğini anladığı zaman
sevebilirdi. A yrıca tuh af bir izzetinefis anlayışı vardı. Bütün şahsi­
yetsizler gibi o da etrafıyla ve etrafında yaşıyordu. N evzat Hanım

306
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

bu işin yürüm eyeceğini anlayıp da boşanm a teklifinde bulununca,


“ İmkân mı var, sonra etraf, arkadaşlarım ne der? Beni herkese rezil
mi etm ek istiyorsun? B ırak ki ben sensiz dünyada yaşayam am !” di­
ye cevap verm işti. Ve bu hâl Uç sene sürm üştü. Bu arada Nevzat
Hanım ın öteden beri kalbden rahatsız olan babası bir gece âni bir
krizle ölm üştü. Küçük kızını çok seven ve m esut olm adığını hisse­
den adam ın, ölüm ünden bir iki gün evvel söylediği birkaç cüm le,
aile arasında, N evzat H anım ın Salim B eyle evlenm esini bu ölüm ün
tek sebebi yapm ıştı. Zavallı N evzat Hanım böylece çifte ateş ara­
sında kalm ıştı. İşte, kocasının akrabası, k o m şu ları,arkadaşları, bel­
ki de apartm anın kapıcısı ne dem ez? diye sürüklediği bu acayip ve
tatsız hayatın üçüncü senesinde Salim Bey, askerde iken, daha zi­
yade kendisinin sebebiyet verdiği bir kaza neticesinde ölm üştü.
N evzat H anım ın talihsizliği, evlilik hayatından patlıyasıya canı sı­
kılan, aşktan ve kadından hiçbir şey anlam ayan ve ancak kıskandı­
ğı veya bırakılacağını anladığı zam an karısını sevm eğe kalkan bu
m ünasebetsiz kocanın kendi korkaklığının sebep olduğuna hemen
bütün taburun şahadet ettiği bu kazadan bir gece evvel, karısına
yazdığı m ektubunda yine üm itsizlikten, intihardan bahsetm esin-
deydi. Filhakika bütün görenler kazada kastî hiçbir şey olm adığını
söylüyorlardı. Salim Beyin bindiği at taburun en yum uşak tâlim
atıydı. Sicilinde biraz ürkeklikten başka hiçbir şey yoktu. Salim
Bey eğer birdenbire korkm am ış olsaydı, hayvan gemi azıya alm a­
yacaktı. H attâ kendisini bu vaziyette doğrudan doğruya yere fırlat-
saydı at yanı başında dururdu. N itekim yine tanım adığı bir biniciye
bu tecrübe yaptırılm ış ve atın kendiliğinden durduğu görülm üştü.
H ulâsa bir yığın acem ilik ve korkaklık yüzünden atı çileden çıkart­
mış ve kazaya sebep olm uştu.
Herkes bunu bildiği hâlde aldığı m ektup yüzünden N evzat H a­
nım kocasının intihar ettiğine inanm ıştı. K aldı ki Salim Beyin ak­
rabaları da yine onun m ektupları yüzünden buna inanıyorlardı. Bu
m ektuplar kendisine yazılanlar gibi de değildi. O nlardaki şikâyet
daha başka türlü ve genç kadının daha aleyhinde idi.

307
TANPINAR

Ü stelik oğlunu hiç sevm eyen, pısırık, hasis ve m ânâsız bulan an­
nesi de bu ölüm ü fırsat bilm iş ve dul kadının evine yerleşm işti.
Onun tesiriyle N evzat H anım ın asabı büsbütün bozulm uştu. Biraz
sonra bu şantaja ve içten yıkılm ağa kocasının N evzat H anım a âşık
olduğunu anlayan Z eynep H anım ın ondan şüphesi katılm ıştı. N ev­
zat H anım ı çok seven T ayfur Bey karısını, onunla evlenm ek üm i­
diyle ortadan kaldırm ak gibi delice bir iş yapm ış, üstelik dünyanın
en garip m antığıyla onu bu izdivaca m ecbur etm ek için, cinayetini
de genç kadına itiraf etm işti. B öylece babası da dahil üç ölüm biça­
re kadının sırtına yüklenm işti. İşte bizim rüyalarının ağırlığı altın­
da perişan gördüğüm üz N evzat H anım içten ve sessiz tebessüm le­
rinin arkasında bu acayip talihi yaşıyordu. Onun hiç kabahati olm a­
dan insanlar ölüyorlar, birbirlerini öldürüyorlar ve m esuliyeti ona
yüklüyorlardı. Şüphesiz biraz iradeli bir insan olsaydı, yaratılışında
küçük bir hodbinlik, yahut m üdafaa hissi bulunsaydı, bütün bu bey­
hude yükleri sırtından atar, hepsinden kurtulurdu. H ele Zeynep H a­
nım ın ölüm ünü polisten gizlem esini hiç kim se anlam ıyordu.
Bütün bu hâdiseleri öğrendiğim zam an ister istem ez kızım ın yu­
karda bahsettiğim sözünü hatırladım . O bana, evim izin bir zam an­
lardaki curcunası içinde hayatım ızı anlam ağa çalışırken, “ Biz kaba­
hati üzerine yüklenen insanlarız” dem işti. Z annediyorum ki bütün
bu hâdisede tek anahtar bu cüm ledir. N evzat H anım kendisini yap­
madığı şeylerden m ücrim addedenlerdendi. Belki aile terbiyesi,
belki ablasının kıskançlığı altında geçen çocukluğu onu buna alış-
tırm ıştı. Bu ruh hâli Sabriye H anım ın anlattıklarına göre, çocuklu­
ğunda ablasının yalancıktan bir intihar teşebbüsü ile başladı. Her-
hâlde m üdafaasız insandı.
B ununla beraber onun asıl kendisini itham ettiği nokta S alim ’in
ölüm ü m eselesiydi. İspritizm aya m erakı da buradan başlam ıştı.
M urat hikâyesi, genç kadını elinden geldiği kadar etrafından tecrit
etm eğe çalışan kaynanasının icadı id i. Ve telefonlara cevap veren
de kendisi idi. Bu kadının dik sesi daha ilk gördüğüm gün dikkati­
mi çekm işti. Zil, zurna, vapur düdüğü gibi sesler harikulâdenin kar­

308
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

şısında m uhayyilenin icatları olm alıydı. Ben bütün öm rüm de yala­


nın alâkalı ve alâkasız insanlar tarafından beslendiğini çok gördüm .
Onun için Sabriye Hanım ın bu izahına hiç şaşırm adım .
Biraz sonra bu çift şantaja, Z ey n ep ’i çok seven Sabriye Hanım
girmiş ve o daha ziyade evde kalm ış kız psikolojisiyle Tayfur B ey­
le N evzat arasında ciddî bir m ünasebet bulunduğuna inandığı için
işe âdeta bir tahkikat şekli verm iş, hulâsa genç kadının etrafındaki
tazyiki bir misli daha arttırm ıştı. D aha sonra da Cemal Beyin m ü­
dahalesi başlam ıştı.
Şurası var ki ne Cemal Bey, ne Tayfur Bey, ne de Sabriye H a­
nım , Salim Beyin annesi yaşadığı m üddetçe eve fazla sokulam a-
m ışlardı. H attâ evde yapıldığı söylenilen ispritizm a tecrübeleri bile
M urat’ın m übalâğasıydı. İhtiyar kadın ölünce ikisi de m eydanı boş
bulm uşlardı.
Sabriye H anım a göre Cemal Beyin N evzat H anım a olan düş­
künlüğü para m eselesiydi. Şirketteki işinden ihtilâs yüzünden atılan
ve Selm a H anım ın babadan kalm a servetiyle açığı kapatarak vazi­
yeti kurtaran Cemal Bey N evzat H anım la parası için evlenm ek is­
tiyordu. Ve tek ümidi de bu olduğu için genç kadına o kadar fazla
yüklenm işti.
S elm a’ya gelince o para m eselesinin bu işteki rolünü inkâr etm e­
m ekle beraber, Cemal Beyin öteden beri N ev zat’a zaafı olduğunu
söylüyordu. “ Cemal çapkındı ve bilhassa güç şeylerden hoşlanırdı.
N evzat’ın öyle kendine kapanm ış yaşayışı onu m eşgul etm iş olabi­
lir...” diyordu. H attâ yine S elm a’ya göre Cem al B eyin daha evvel
de Zeynep H anım la bu cinsten m ünasebeti olm uştu.
Tayfur B eye gelince, o N evzat H anım ı hiç anlam am ıştı. Genç
kadının kendisini Cemal B eyin sinsi dostluğuna teslim ettiğini zan­
netm işti. Filhakika Tayfur B eyin ölm eden evvel bıraktığı m ektupta
sevgiden ziyade kıskançlık, hiddet, hattâ kin vardı.
N evzat H anım ın talihsizliği bir tanesi bile bir öm rü yıkm ağa kâ­
fi gelecek bu dört insanın, dördünün birden onun hayatına yüklen­
mesi idi.

309
TANPINAR

IX

Enstitünün personel m eselesinin ve kadro işlerinin bizi çok yo­


racağım daha evvelden tahm in etm iş, bu yüzden m üm kün m ertebe
çok dar bir kadro ile işe başlanm asını istem iştim . Fakat gerek bizim
tarafım ızdan gösterilen, gerek bize tavsiye edilen nam zetler birden­
bire o kadar çoğalm ıştı ki, buna im kân kalm adı. Hem en her gün bir
veya birkaç m üracaat karşısında kalıyorduk. Benim ve H alit Ayar-
c ı’nın dairedeki çift telefonlarım ız durm adan işliyordu. Enstitünün
açıldığı günlerde akraba ve tanıdık azlığı yüzünden geçirdiğim te­
lâşın hakikaten çocukça bir şey olduğunu daha ilk ayda öğrendim .
M eğer ne kadar çok hısım ve akrabam varm ış. H ele m ektep ve m a­
halle arkadaşlarım ın hatırşinaslığı, vefakârlığı her türlü tahm inim in
üstünde idi. N am zet defterinin bana ait olan hanesi dolm uş taşm ış­
tı. Felâket senelerim de beni o kadar sıkıntım içinde rahatsız etm e­
m ek dirayetini gösterenler şimdi bana hısım akraba sevgisi ve dost­
luk gibi yüksek İnsanî m eziyetlerin bende de bol bol m evcut oldu­
ğunu ispat edebilm em için lâzım gelen fırsatı verm ekte birbirleriy-
le âdeta göz açtırm ayacak şekilde yarışa girm işlerdi.
Bu hücum karşısında H alit A yarcı’ya ne yapabileceğim i sordu­
ğum zam an bana şu cevabı verdi:
- A z iz im Hayri İrdal, bu gibi işlerde iki usûl vardır. Ya işi tam a­
m iyle tesadüfe bırakırsın, yahut da nam zetleri m uayyen kategorile­
re ayırarak içlerinden birini tercih edersin. Ben de aynı vaziyette ol­
duğum için bu iki şıktan birisini beraberce düşünelim . İşi talihe ve
tesadüfe bırakm ayı kabul edersek kuraya m üracaat ederiz. Fakat
zannederim k i, bu pek lehim ize olm az. D ışardan işitilirse yanlış tef­
sir edilir.
- O hâlde sınıflara ayıracağız!
- E vet, am a hangi sınıflara?..
-İç le rin d e n tecrübelileri seçsek... M eselâ m uayyen bir m eslek­
te az çok çalışm ış olanları...
- A s la ... Siz tecrübe kelim esinin hakikî m ânasını bilm iyorsu­

310
SAATLER! AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

nuz. Tecrübe sahibi dem ek, yıpratılm ış olm ak, m uayyen hudutta ve
muayyen fikirlerde donm uş olm ak dem ektir. Bu cins insanlardan
bize hiçbir zaman hayır gelm ez.
Başka çare yoktu, tecrübesizleri seçecektik.
- O hâlde, dedim , tecrübesizleri seçelim!
H alit Ayarcı burada bir lahza durakladı. O dasının duvarında ası­
lı yeni grafiklerden birini dikkatle süzdü. Sonra beni kolum dan çe­
kerek önüne kadar götürdü.
- Bu grafiği, dedi, çocuklarda saat sevgisi hakkında bir denem e
olarak yaptım . Fakat bazı yerleri bana yanlış gibi geliyor. Bu lâci­
vert haneyi daha ziyade okur yazar ailelerin çocuklarına ayırmalı!
Halbuki ben hediye saatlere ayırm ıştım . H ayır, onları daha küçük
olan bu sarı haneye geçireceğiz. Lütfen tashih eder m isiniz?
Dediği tashihi yaptım . Fakat, “N e faydası var bunların?” diye
sorm aktan da kendimi alam adım . O bana ciddî ciddî baktı.
- Bilm ek daim a faydalıdır.
Sonra tekrar asıl m evzua döndüm .
- Hiç tecrübesiz olanları da nasıl bileceksiniz?
- M eselâ hiçbir işte bulunm ayanlar...
-İş s iz liğ in tecrübesini yapm ış olurlar ki, daha güçtür. İdaresi
hakikaten güçtür. Olm az.
- O hâlde?..
- O hâlde bir tek çare var... M üracaat sırası... Fazla tercih ettik­
lerinizin haricinde m üracaat sırası... Yahut büsbütün bu tesadüfe
bağlanm am ak için birinciden itibaren atlaya atlaya m üracaat sırası.
Bu şansım ızı daha çoğaltır. A nladınız mı? D efterinizde yazılı ilk is­
mi kabul ediyorsunuz. İkincisini geçiyorsunuz. Ü çüncüsünü kabul
ediyorsunuz... H attâ burada da bir değişiklik yapabiliriz: M eselâ
üçüncüsünden sonra dördüncü ve beşinciyi geçiyorsunuz, altıncıyı,
ondan sonra onuncuyu... İlk num aranız kim dir?
-B ild iğ in iz gibi A saf Bey! Şim dilik m uvakkat ücret veriyoruz
am a, bir vazifesi yok!
Y üzünü buruşturdu.

311
TANPINAR

- A s a f Bey, tem bel insan! dedi. Ben tem bel insanlardan hoşlan­
m am . H ususuyla bizim ki gibi ferdî hürriyete riayet eden ve perso­
neline m uayyen bir iş gösterm eyen ve görecekleri işin m ahiyet ve
kabiliyetini kendi icat kabiliyetlerinden bekleyen m odern bir rnües-
sesede böylesi insanlar daim e tehlikeli olur. H er gün m untazam ge­
liyor, değil mi?
- H epim izden evvel!
Filhakika A saf B ey hepim izden evvel geliyor ve hepim izden
sonra gidiyordu.
- Ne iş görüyor?
- Şim dilik hiç... Yalnız gazeteleri okuyor, daha doğrusu gazete­
leri okum asını em retm iştiniz!
- O kuyor m u?
-H a y ır... Fakat N erm in H anım onun yerine okuyor.
- D evam etsin bu işe...
- Evet am a kadroya mal olm ası lâzım! Aksi takdirde m uvakkat
bütçe bitince...
H alit Ayarcı bir m üddet daha düşündü.
-D o s tu m u z a kendisine göre bir iş bulun... dedi. Çalışm am ası
icap eden, ataleti m üessese için faydalı bir iş... O zam an mesele
hallolur.
- Böyle bir iş için kadro ayırm ak biraz tuh af olm az mı?
- H a y ır , dedi. D aha doğrusu bilm iyorum . H içbir fikrim yok.
A m a koskoca bir m üessesede bu cinsten bir iş de bulunabilir, zan­
nediyorum . G ecikm esini icap eden işleri havale edeceğim iz bir bü­
ro... H attâ aziz dostunuzun kabiliyetlerine göre hiç yapılm am asını
da temin edeceğine şüphe etmem !
- Fakat isim? N e ism ini veririz?
- B ir ism e ihtiyaç var m ı? A h bu form aliteler! İş görm ek isteyen
insana kım ıldam ak im kânını bırakm ıyor. Bu kadar sıkı kayıtlar,
form aliteler içinde nasıl çalışılır?
O danın içinde sağa sola dolaştı. Tekrar önüm de durdu:
- H akikaten bir isim lâzım mı?

312
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

-Z a n n e d e rim ...
İçini hakikî bir teessürle çekti. H akikaten m ustaripti.
- A ziz Hayri B eyciğim , eğer bir gün bu kadar sevdiğim ve şevk­
le kurulm asına çalıştığım bu m üesseseden ayrılırsam , em in olun ki,
tek sebebi bu kayıtlardır, diye hayıflandı. Z annetm eyin ki bu isim
için söylüyorum bunu. O nu çoktan hallettim ! Fakat ne diye bu ka­
dar abes şeyler için vaktim izi israf edelim ? Beni üzen işin bu tara-
fi! S.A .E .’nde bu cinsten bir vakit israfı hakikaten hazin bir şey!..
Zili çaldı. D erviş Ağaya:
-L ü tf e n Ekrem Beye söyleyin! Pingpong odasına geçsin, bir
parti yapalım! Siz de bulunursunuz değil mi?
H alit Ayarcı pingpong oyununu çok seviyordu ve üst katta bu­
nun için bir oda ayırtm ıştı. Ç ok defa ben de beraber bulunduğum
için büsbütün canım sıkılm asın diye, pasyans açm am için bir m asa
koydurm uştum . “ Hay hay!” dedim .
O tekrar kolum a girdi ve odanın kapısından beni âdeta iterek çı­
kardı .
- Evet, d e d i, çok zam an kaybediyoruz. Bunlardan ekonom i yap­
malı! Bu hususta bir grafik hazırlayacağım ! Bu gece halanıza de-
vetli olduğum uzu unutm ayın.
- Baş üstüne... A m a şu isim ?
- H a evet! Tam am lam a bürosu! A nladınız m ı? G ecikm esini iste­
diğim iz işleri oraya havale ederiz. İki kâtip yeter değil mi? Rica
ederim fazla insan verm eyelim !
- H attâ bir tane bile kâfi!
- H a y ır , hayır, iki tane... Birisi halanızın tavsiye ettiği bir genç
öbürü de benim tanıdığım çok kibar bir genç kız... Fakat isterseniz
halanızın tavsiye ettiği genci başka bir daireye nakledelim ve ora­
ya bir hanım verelim! İki kadın daha iyi çalışırlar... Yani daha rahat
olurlar.
Buna karar verdikten sonra vakitten ekonom i, hakikî ve tek he­
defi olan S. A . E .’nde vakit geçirm ek için pingpong odasına çıktık.

313
TANPINAR

H alit Ayarcı ile E krem Beyin pingpong oyunlarını seyretm ekten


hoşlanırdım . İkisi de güzel insandı ve aralarındaki yaş farkına rağ ­
m en aynı çeviklikle, vücuda m al edilm iş aynı dikkatle ve bittabi ra­
hatlıkla oynarlardı. B u cins beden tatm inlerinden tam am iyle m ah­
rum olduğum için araya h afif bir kıskançlık girse bile, bu iki insa­
nın birbirine o kadar ahenkle cevap verm elerini, m üşterek hareket­
te her an birleşip ayrılm alarını seyretm ek beni hem şaşırtır, hem de
tu h a f bir şekilde, kendim den intikam alır gibi m esut ederdi.
E krem ’i öteden beri severdim . O da benim gibi bir yere, bir in­
sana dayanm adan yaşayam ayacak cinstendi. B ana karşı yedi sene
hiç m uam elesi değişm em işti. En düşkün zam anım da bile kibar ve
dost davranm ıştı. A nlayışsızlığım ı ve cehaletim i hiç yüzüm e vur­
m am ıştı. A cayip hâllerim i tu h a f bir şekilde gülüm seyerek karşılar­
dı. Enstitüde ona ilk fırsatta bırakm asını tavsiye edeceğim bir iş
bulduğum için çok m em nundum . H alit B eyin ondan hoşlanm ası da
beni korkutm uyordu. B ildiğim iz hesapların öylesine dışında idi ki
herhangi bir kim senin ona tesir etm esine im kân yoktu.
O gün E krem hiç de iyi oynam ıyordu. Sanki kendisi değildi. Ve
şüphesiz ki değildi. H areketleri çolpa, dikkati dağınık, tepkileri geç
ve kesikti. İleriye doğru her hücum unda eli âdeta vücudunun bir
adım ötesinde, kendi düşüncelerine takılm ış gibi duruyordu. Şüp­
hesiz ki N evzat H anım ın düşüncelerine göm ülü, onların arasından
zorla hareket ediyordu. K im bilir neler düşünüyordu! Sevdiği in­
sandan ebediyen ayrılm anın verdiği acı, genç kadının ölüm ündeki
fecaat, ve bu ölüm le birdenbire ona ve hepim ize açılan ıstırapları
onu içinden yıkm ıştı.
O kadar hayattan uzak ve kendi âlem inde, kendine yeter zanne-
tiği ve öyle tanıdığı genç kadm şim di onun içinde başka türlü can­
lanm ış olm alıydı. E m inim şim di artık onun yüzünden hiç eksilm e­
yen tebessüm ün m ânasını anlam ağa başlam ıştı. Bu, trapezinden
partnerinin-kendine doğru uzattığı ellerine yapışm ak için kendisini

314
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

boşluğa doğru fırlatan cam bazın, hesabında bir m ilim etre şaşırsa
kendisini ölüm e götüreceğini bildiği bir hareketi yaparken dudak­
larından eksilm eyen tebessüm ün aynıydı. O bir süs değil, çok kah­
ram anca bir şeydi. Ve bütün bir öm ür boyunca sürm üş bir kendisiy­
le anlaşm azlığı gizliyordu. Zavallı Ekrem şimdi belki de bu tebes­
sümün üstünde düşünürken kitaplarda okuduğu ve beğendiği cins­
ten bir gölgeyi değil, canlı bir m ahlûku sevdiğini anlıyordu. Ve bel­
ki de bu yüzden içi pişm anlıka doluydu. Çünkü bu hafif gülüm se­
me herkes gibi ona da çekilen bir im dat işaretine benziyordu.
Ekrem , N evzat H anım ın soluk ve sessiz tebessüm ünde Şehzade-
başı kahvelerinde bana uzun uzadıya anlattığı estetiğinin kadınını
bulduğunu zannetm işti. Şim di ism ini hatırlam adığım bir İngiliz
m uharririnin acayip, hattâ korkunç hikâyelerinden çıkarttığı bu es­
tetiğe Ekrem Bey saf şiir estetiği derdi. Bu kadınlar D oktor Ra-
m iz’e göre hiç de şiirle, saf veya gayri saf, alâkalı değildiler. D ok­
tor Ram iz huyu tuttuğu zam an çoğu intihar eden veya ölen bu ka­
dınların psikanalizini yapm ak ister, nadir olarak doktor olduğu za­
m anlar da kansızlıktan m ustarip olduklarını söylerdi. Ekrem Bey,
bir çeşit takılm a telâkkî ettiği bu sözlere pek kulak asm az, belki de
en uysal dinleyicisi olduğum için bana, yedi sekiz şair filozofun
birden adı karışan, bu saflığı nisbetinde karışık estetiği anlatm ağa
devam ederdi.
E krem ’in bu konuşm alarını ne dereceye kadar anlardım , bunu
tahm in edersiniz. Yalnız şurası m uhakkak ki N evzat H anım efendi
ile ilk karşılaştığım gün, kendi kendim e, işte Ekrem B eyin öm rü­
nün sonuna kadar sevebileceği bir kadın, dem iştim . H ayatım ızın bir
devrinden sonra başım ıza gelen şeylere o kadar hazırlanm ış oluyo­
ruz ki, kederim izi kendi içim izde taşır gibi yaşıyoruz. Ekrem kü­
tüphane dolusu kitapları okuyarak N evzat H anım a âşık olm ağa ha­
zırlanm ıştı. Fakat bu hazırlıkla, onun hayatım ızda aldığı şekil her
zam an birbirini tutm uyor. Ekrem Bey bir estetiğin en olgun örneği­
ni bulduğunu sandığı bir yerde üçüzlü bir cinayetle karşılaştı.
Nevzat H anım ı üstün bir sanat eseri yapan bu tebessüm , hakikat­

315
TANPINAR

te, Ekrem Beyin istediği gibi bütün m eselelerini halletm iş, m adde­
sinin ötesine geçm iş, orda gözüm üzün önünde bir yıldız uzaklığıy­
la parlayan bir ruhun saltanatı değildi. O nun arkasında türlü tehdit
ve ıstırap içinde yaşayan, sıkışm ış bir insanın biçareliği vardı. İşte
Ekrem , şimdi hiç fark etm ediği bu biçareliği görüyordu.
Yukarda bahsettiğim gece halam ın evinde geç vakte doğru N ev­
zat H anım la konuşm uştum . N asılsa Cemal B eyin elinden kurtul­
m uştu. D aha doğrusu halam bir ara Cem al Beyi yakalam ıştı. N ev­
zat H anım bu fırsattan istifade ederek ta uzakta bir pencerenin y a­
nına çekilm iş, ayakta dışarıya bakıyordu. İlk defa olarak yüzünden
tatlı m askesini atm ıştı. Çizgileri sert ve âdeta bütün canlılığıyla dı-
şarda idi. Bu hâliyle belki eski tanıdığım ız N evzat H anım dan çok
başka, ateşe hazır bir silâh gibi güzeldi. Yavaşça yanına yaklaştım
ve babacanlığım ın verdiği cesaretle:
- B u r a d a ne diye beyhude yere sıkılıyorsunuz? diye sordum .
B akın, Ekrem orada sizi bekliyor. B içareye biraz iltifat etsenize...
Senelerdir bunu bekliyor...
Y üzü birdenbire yum uşadı. D aha doğrusu biraz evvelki hâlinden
çıktı, fakat eski alışılm ış çehresini de bulam adı. Â deta yarı yolda
kalm ış gibi bir şeydi.
- E k r e m Bey... diye m ırıldandı. Ekrem biraz daha kuvvetli ol­
saydı, ne m eseleler hallolurdu, bilir m isiniz?
O zam an kendisine dünyanın en ahm akça sualini sordum:
- B u n u kendisine söyleyeyim mi?
Y üzü tekrar sertleşti:
- Sakın ha!., dedi. H em neye yarar? B öyle şeyler kendiliğinden
olur. İyi anlayın. Belki de kabahat bendedir. Bu işlerden öyle iğren­
dim ki ben...
Sonra kolum dan tuttu:
- B enim le hiç m eşgul olm ayın... dedi. O lm az mı? Siz olsun be­
ni rahat bırakın! B ir zam an, Sabriye ile sıkı fıkı olm uştunuz! Siz­
den nefret etm iştim . H ayatım ı kurcalam ağa kalktınız. Sırf onun gö­
züne girm ek için... Sonra ortadan kayboldunuz...

316
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

G özlerini yum m uş, bir yastık arar gibi başını arkaya atm ıştı.
- A m a siz beni aradınız, evim de...
-B iliy o ru m . Sabriye’nin size ne söylediğini öğrenm ek istiyor­
dum. M üm künse pazarlık edecektim . N eyse, geçti... Şim di yine or­
tadasınız! Herkes yine ortada. Bu kadar çok insanı etrafında gör­
mek ne dem ektir bilir m isiniz?
B ir m üddet yüzüm e baktı, sonra:
- B e n i rahat bırakın! Ve benden bahsetm eyin. O lm az mı? diye
ısrar e tti.
Sakin adım larıyla orada H alit B eyin bulunduğu kalabalığa karış­
tı. O geceden sonra bu konuşm a içim de düğüm olm uştu. İnsanlar
arasına karışm ak, biraz m üsavî m uam ele görm ek için nelere kadar
tenezzül ettiğim i biliyordum . Fakat bunun acılığını, başkalarındaki
tesirini hiçbir zam an bu kadar kuvvetle ölçm em iştim . K endim i sa­
dece kendi gözüm le görm üştüm . Şimdi beğendiğim , sevdiğim ,
kendisi için bir şeyler yapm ak istediğim nadir insanlardan birinin
gözüyle görüyordum .
Bu konuşm adan on beş gün sonra N evzat H anım la bir daha kar­
şılaştım . B u, Seher H anım ın evinde idi. Ben halam la beraber git­
m iştim . D aha salonun kapasından onun sesini işitir işitm ez geriye
dönm ek istedim . Fakat kabil değildi. İki saat karşı karşıya oturduk.
Nevzat Hanım bana tek bir kelim e söylem edi. Y alnız beraber çıktı­
ğım ız zam an -h a la m evine bırakm ayı teklif e tm işti- yalnız kaldığı­
m ız bir anda.
- Ben sizi kırdım o akşam ... A ffedin! diye fısıldadı.
- Ben size değil, kendim e dargınım ! diye cevap verdim .
H âdiseden sonra E krem ’i her görüşüm de onun sözünü hatırla­
mış ve genç adam a acım ıştım . B ana âdeta yarım insan gibi görün­
m üştü. B ir ara oyunda kendini toparlar gibi oldu. Ü st üste birkaç
dakika H alit A yarcı’ya oynam ak fırsatını bile verm edi. Sonra ken­
di hareketlerinde dağıldı gitti. B ütün öm rü böyle geçecekti. O m u­
zumu silktim .
Yanı başım dan bir el beni dürttü. Sabriye H anım dı. V ücudum

317
TANPINAR

kaskatı kesildi. K aç gündür böyle oluyordu. Onu görm em ek için


yol değiştiriyordum . Halbuki bu kadını aram ıza kendim sokm uş­
tum! Sabriye H anım benim le konuşm ak kabil olm adığını görünce
uzaklaştı. O yun m asasının arkasını dolaştı ve küçük m asanın önü­
ne oturdu. İskam bil destesiyle oynam ağa başladı. D udakları kısık,
vücudu dim dikti. Y üzünde garip bir sarılık vardı.
H alit Bey bir m üddet daha E krem ’i canlandırm ağa çalıştı. Son­
ra ümidini kesm iş gibi oyunu bıraktı. Ekrem Bey yüzünü sildi. Ben
Cemal Beyin doğranm ış vücudunu tekrar hâfızam ın torbasına tık­
tım . Bu daha ne kadar sürecekti? A şağı inince Yangeldi A saf Beyin
bulunduğu odanın kapısından şöyle bir baktık. Tam am lam a B üro­
m uzun m üstakbel şefi elli beşlik biçare bir kadın olan hadem e G ül­
süm H anım ı kucaklam ağa çalışıyordu. Bu o kadar beklenm edik ve
kom ik bir şeydi ki, neredeyse kahkahayı fırlatacaktık. H alit Ayarcı
kolum dan çekti ve ayaklarım ızın ucuna basa basa uzaklaştık.
- N e dersiniz beyefendi? dedim , isterseniz listenin ikinci num a­
rasından başlayalım !
H akikaten insan seçm ekte m ahirdim . Ekrem Bey bir posa idi,
Sabriye H anım zalim bir acuze, A saf B ey bir bunak...
- B ereket versin ki, D oktor R am iz’i siz de tanıyorsunuz...
H alit Ayarcı paltosunu giyerken cevap verdi:
- T am am lam a bürosu fena işlem eyecek... H attâ vaitkâr. Siz lüt­
fen, söylediğim genç kızları başka bir arkadaşın yanına verin. Ya­
hut bütün daktilo hanım ları bir yere toplayalım . Size gelince, azi­
zim , hiç üzülm eyin... E m in olunuz ki o hâlinizde dostlarınızı seçe­
m ezdiniz... Siz onların dostluklarıyla size sadaka verdiklerini sanı­
yorsunuz, halbuki size onlar iltica etm işlerdi...
- Sabriye de m i? dedim .
- H ayır, dedi. O sizi kullanm ak istedi. Burası aşikâr, am a, yine
bilinm ez...
- Yolda H alit B ey E k rem ’le oyun oynarken çektiği sıkıntıyı an­
lattı:
- Ben aşktan daim a kaçtım . Hiç sevm edim . Belki bir eksiğim ol­

318
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

du. Fakat rahatım . Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde
sonunda ödetm esidir. Şu veya bu şekilde... Fakat d aim a ödersiniz...
H içbir şey olm asa, bir insanın hayatına lüzum undan fazla girersiniz
ki bundan daha korkunç bir şey olam az...
Filhakika ben ödem eğe başlam ıştım . Zavallı S elm a’nın asabı
üm itsiz denecek derecede bozulm uştu. N e Cem al B eyi, ne N evzat
Hanımı unutabiliyordu. Geceleri sabaha kadar benirliyerek yata­
ğından sıçrıyordu.
Fakat hangim iz unutabilm iştik? Şüphesiz Cem al B eye acım a­
mıştım . Ölüm ve cinayet gibi büyük daralar teraziye girm eseydi,
belki ondan kurtulduğum dan m em nun bile olurdum . Fakat ne olsa
bir şey vardı içim de, bunu lâalettâyin bir vakıa gibi alam ıyordum .
Sonra N evzat H anım ın benim le konuşurken hep o rahat bir yastık
arayan başı gözüm ün önünden gitm iyordu.
H alam ın tam kapısı önünde H alit Ayarcı birden kolum u tuttu.
- Hem m usıkîşinasa da iş bulm uş oluruz. A dı M acit B eydi, de­
ğil mi? Şu şef dorkestr olm ak isteyen... E vet, yüz kişilik bir salon!
Bütün daktilo genç kızlar m akinalarının önünde! K arşılarında bir
sedir üzerinde elinde değneği, bir şef dorkestr!.. O nun idaresiyle
çalışıyorlar. H ep birden “A ”lara “ B ”lere vuruyorlar, m untazam ve
yekpare... A zizim , bu hiç de fena olm ayacak. B ak siz dem in A saf
Beyi tanıdığınıza pişm andınız. H albuki teselli edici je stiy le bize ne
orijinal bir fikir hazırladı. E vet, hususî kâtiplerim iz hariç, hepsi bü­
yük bir salonda... M odern dünya, m odern çalışm a...
Eve girdiğim iz zam an iki salonu, holü hıncahınç kalabalık bul­
duk. Fakat bu seferki kalabalık benim alışık olduğum cinsten değil­
di. Tanıdıklarım ızdan başka, her m illetten ecnebî vardı. Şimali i, ce­
nuplu, yakınşarklı, şarklı... İlk yarım saat bir elim H alit A yarcı’nın
elinde -b a z e n de onun yerine halam g eçiy o rd u - m uhtelif m illetler­
den insanlara takdim edilm em le geçti. B öylece hem en herkes be­
nim kim olduğum u öğrendi. Sonra bir kenara çekilm ek fırsatım
buldum . İşte o zam an evin bütün duvarlarında Saatleri Ayarlam a
Enstitiisü’nün grafiklerinin ve sloganlarının asılı olduğunu gördüm .

319
TANPINAR

Saat sekize doğru ışıklar söndürüldü ve kısa metraj bir film göste­
rildi. İlk ayar istasyonum uzun açılış resmi idi bu! H erkes, ben de
dahil Hayri İrd al’ı bir yığın m ühim adam ın arasında kurdelenin
önünde, biraz sonra elinde bir kâğıt parçası nutuk verirken, daha
sonra genç bir kız saatini ayarlarken -Y â ra b b im , ne şeker gülüm se­
meydi kızınki! N için o zam an dikkat e tm em iştim !- seyrettik. İkin­
ci film , bizzat enstitünün açılışı idi. Fakat burada H alit Ayarcı beni
gölgede bırakm ıştı. K im ler yoktu? Ve nasıl, tıpkı bu gece gibi, H a­
lit Ayarcı sadece orada bulunuşuyla hem en hepsini gölgede bırakı­
yordu? Işıklar açılınca biraz evvel takdim edildiğim insanlar be­
nim le H alit Ayarcı arasında âdeta m ekik dokudular. Halit Ayarcı ba­
na sezdirm eden işleri öyle tanzim etm işti ki hem en herkes beni ev­
velden tanıyordu. Şerbetçibaşı E lm ası, S eyit L ûtfullah, A hm et Z a­
m anı, M übarek, N uri Efendi isimleri âdeta konfetiler gibi üstüm e
yağıyordu. H er yeni kadeh benim ve A yarcı’nın etrafım ızdaki alâ­
ka ve çoşkunluğu bir kat daha arttırıyordu.
O geceki kadar fazla konuştuğum u bilm iyorum . H em en herkese
her şeyi anlatıyordum ve işin garibi hangi dilde hitap edilse beni
derhal anlayan bir tercüm an yanı başım da m ırıldanıyordu. Fakat
H alit Ayarcı neleri düşünem em işti? B ir ara yüz, yüz elli kadar, bü­
yükçe bir duvar saatinin fotoğrafını im zaladım . Biraz sonra bilm e­
ce kendiliğinden çözüldü. H alam , ikinci salonda bizim eski saati­
m izden oldukça büyük, rokoko süslü, fakat dört tarafı sonradan fil
dişi üzerine A rapça yazılarla çevrilm iş bir saate m isafirlerini tak­
dim ediyordu. İşin garibi herkesin onu bilm esi ve hayretle bakm a­
sı idi. G özlüklü, gözlüksüz, levinyonlu yüzlerce göz üzerinde idi ve
bütün salon önünden âdeta bir resm igeçit yapıyordu. B u, onsekizin-
ci asır başlarında A lm an y a’da m ihanikin ve otom at zevkinin en
parlak devrinde yapılm ış, büyük, zengin, gösterişli, hakikaten tam
işletecek, hattâ kurabilecek ustası bulunursa çeşit çeşit m arifet gös­
term eğe hazır nadir saatlerden b iriydi. Fakat m erasim ciddiliğiyle o
kadar acayipti ve saatin önü öyle kalabalıktı ki ancak bir göz ata­
bildim .

320
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

H alam , om uzunda siyah şalı, siyah kostüm ü içinde, göğsü dan-


telâlar içinde yarı dekolte, boyalı saçları, m akyajlı yüzü, elm asları,
incileri ile her zam ankinden fevkalâde ve şaşırtıcı, bir eli bastonun­
da, öbürü sahte M übarek’e takdim edilm ek için ilerleyen m isafirin­
de, evvelâ yeni gelenin adını söylüyor, sonra da, “ M übarek, bizim
aile saatim iz M übarek” diye onu tanıtıyor ve hem en arkasından,
“ Şim dilik bizde m isafir kalıyor...” filân gibi bir cüm le söylüyordu.
Bir ara, çeyrek başı olacak galiba, saat vurm ağa başladı. Sesi
M übarek’inkinden daha güzeldi. Fakat öyle bir gürültü koptu ki lâ-
yıkıyla dinliyem edim . Filhakika kadranın üstündeki kapı açılm ış ve
Hamdi Beyin tablolarında görülen ihtiyar derviş kılıklı bir adam d ı­
şarıya çıkarak, “ Hoş geldiniz” diye bağırm ış, sonra derhal içeri gir­
m işti. Halam hiç şaşırm adan:
- Şeyh A hm et Z am anî E fendi... diye bu m arifeti izah etti.
İşte o zam an, sevinç, hayranlık, alkış, bir kıyam ettir koptu.
İşin garibi saatimizi o kadar iyi tanıyan, günlerce ziyaret eden,
sattığım ı yakından bilen D oktor R am iz’in M üb arek’teki bu deği­
şiklik karşısında hayretiydi. N ihayet dayanam adı, beni bir köşeye
çekti, gayet m ahrem ve hakikaten endişeli bir sesle:
- K ardeşim , dedi, bu gece ben M üb arek ’i çok değişm iş gördüm .
Nasıl diyeyim , fazla süslü gibi geldi bana!
Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum .
-D o ğ ru ! diye cevap verdim . P ara, refah, fazla kazanm ak hırsı
hepim iz gibi onu da değiştirdi.
- A m a onunki biraz fazla! dedi. E skiden daha sade ve güzeldi.
Önüne geçem iyor m usunuz?
- Kabil değil! H içbir şey yapam ıyoruz. Yapam ayız da... Ç ok na­
sihat verdim , bir türlü dinlem iyor...
- H erhâlde bir çaresini aram alı! H içbir şey yapam asak bile o ni­
şanı göğsünden çıkartm ağa razı etm ek lâzım!
- İstersen sen dene. B ana Sultan A ziz verdi diyor, başka bir şey
dem iyor. Halam ı görm üyor m usun? O yaştaki kadına yakışacak kı­
yafet mi o? Bizim aile böyle! Y aşlandıkça azıyoruz. O da ne olsa,

321
TANPINAR

aileden sayılır. Sana doğrusunu söyleyeyim mi? Ben bile, bunadı­


ğım zaman neler yapacağım , diye korkm ağa başladım .
B urada aziz dostum isyan etti.
- H a y ır , dedi. Ben varken sen hiç korkma! Zaten seni tedavi et­
tim . D ostum a teşekkür etm eğe vakit bulam adım . H alam ın m isafirle­
ri etrafımı alm ışlardı. Hem en hem en kendisi kadar yaşlı ve bir mek-
kâre katırı kadar boncukla, küçük zillerle, zincirlerle, halkalarla süs­
lü bir kadın bana asıl ailem izin A hm et Z am an î’den m i, M übarek’ten
mi geldiğini sordu. Ben tercüm ana, “Asıl dedem izin M übarek oldu­
ğunu söyle!” dedim . Bir başkası M übarek’in böyle yer değiştirm e­
lerinin, m isafirliğe gitm elerinin sık sık vâki olup olmadığını sordu.
Tabiatıyla bu işin nadir olduğunu, ancak doktor tavsiyesiyle razı ol­
duğum u söyledim . Bu sefer doktorunun kim olduğunu m erak ettiler.
- O kadar yaşlı adam ın elbette bir yığın doktoru olur. A m m a so­
nuncusu D oktor R am iz B eydir, diye aziz dostum u işaret ettim .
İşin bundan sonrasını onun m em nuniyetle idare edeceğine em in­
dim . K alabalık D oktor R am iz’e doğru akarken ben de hole çıktım .
Ne garipti, hepim iz H alit A yarcı’nın elinde bir kukla gibiydik.
O bizi istediği noktaya getiriyor ve orada bırakıyordu. Ve biz o za­
m an, sanki evvelden rolüm üzü ezberlem iş gibi oynuyorduk. İçim ­
de ona karşı hiddet, kin, isyan ve hayranlık birbirine karışıyordu.
H olde sol tarafta büyük sofanın üzerinde Z ehra yeni yaptırdığı
tuvaletin uzun eteklerini yayarak oturm uş, elindeki içki kadehini
sallaya sallaya etrafındaki delikanlılarla bilm ediği dillerle veyahut
o anda hepsinin birden bildikleri tek dille konuşuyordu. Takribî A h­
m et Efendinin torunu bu akşam hakikaten güzeldi ve etrafındakile-
rin hepsi ona hayrandı. K üçük el işaretlerine, çenesinin kendinden
çok m em nun dikliğine baktım , gerçekten m esuttu. Fakat ne kadar
annesine benziyordu! B ir ara gençlerden biri eline bir tabak içinde
biraz yiyecek tutuşturdu. Kızım dizleri üzerinde rahat rahat yem e­
ğe başladı. E vim izin eski ananesini bir iki yıl içinde tam am iyle
unutm am ış olduğuna sevindim . Senelerce kuru ekm eğim izi böyle
dizlerim iz üzerinde yem iştik.

322
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Bu ara yanım a Pakize yaklaştı. Güzel giyinm işti. Bu elbiseleri


ne zam an yaptırm ıştı, bilm iyorum . Fakat kum aşı tanır gibi oldum .
A laca eşarpını, küçük çantasını o kadar rahat tutuyordu, öyle içten
m em nun gülüyordu ki... Kendi kendim e, “A caba bu akşam hangi
artist olduğunu zannediyor?” diye düşündüm . Y üzü sevinç içinde
kolum a girdi.
- A h H ayri.... N e kadar m esudum bilsen! dedi. B en zaten seni
alırken böyle olacağım ı biliyordum .
- İyi am m a ben seni aldığım ı sanıyorum , yoksa âdetler değişti
mi?
- Beni görünce de hep eski kafalılığın tutar. N eyse... İşte m em ­
nunum . H ele bu gece M übarek’i gördüğüm e öyle sevindim ki... B i­
lirsin ya, ben onu çok severdim . B ayram ları hep elini öperdim ...
-H o ş u n a gidiyor değil mİ bütün bunlar?
- G itm ez mi hiç! H ep bunu bekliyordum senden. Sen geciktiri­
yordun!
Karım ın arkasında ellilik, buldok köpeği kılıklı bir herif bir elin­
de iki kadeh içki, ben çekilir çekilm ez atılm ağa hazır gibi bekliyor­
du.
- K im d ir bu A llah ’ın m ünasebetsizi? diye sordum . D aha iyisini
bulam az miydin?
-H a y ra n la rın d an biri... M ütem adiyen seni soruyor, gazeteci
imiş!
Arkasından yavaşça ilâve etti:
-M u v a ffa k iy e tin m üthiş bu gece...
Sonra benim hep sırtındaki kum aşa baktığım ı görerek,
-T a n ıd ın , değil m i? dedi. Hani kim se para verm ediği için sata-
mamıştık! Babanın kürkünün kabı canım ! G üve yeniklerini işlet­
tim... A m m a çok para gitti.
Dem ek yeşil kum aşın üzerinde parlayan altın yıldızlar güve ye­
nikleriydi.
K arım ı, “A llah iyilik versin!” diye arkasında bekleyen buldoğa
bıraktım . “ Elbette bütün bütün yem ez ya!..” Eşiğe yakın bir yerden

323
TANPINAR

bir “ hello” sesi geldi. D öndüm . K üçük baldızım dı. K endisine hiç
yakışm ayan kıpkırm ızı tuvaletinin içinde, her an sıyrılm ağa hazır
bir hançer gibi, etrafındaki erkeklerle dalaşıyordu. K ulaklarında at
nalı gibi kalın m aden küpeler vardı. A skerlikte bedava yere çürüğe
çıkartıp attığım ız eski nallara acıdım . B ugünün m odasıyla ne servet
kazanılırdı. B aldızım yanım a yaklaşınca etrafındakileri bıraktı ve
bütün vücuduyla bana abandı:
- Bu gecenin en güzel erkeği sensin, enişteciğim !
P akize’nin kızkardeşi son günlerde bu acayip huyu peydahla-
m ıştı. D oktor R am iz’in psikanaliz tedavilerinin bir neticesi olacak­
tı. Yavaşça iteledim :
- Haydi git, eğlen! dedim . Hem bir başka defasında bu kokuyu
değiştir!
O hiç aldırm adan küçük m endilini burnuna tıkadı ve kokunun
öm rüm boyunca hatırlayam ayacağım adını söyledi. G ülm ekten kı­
rılıyordu.
Şüphesiz neredeyse ö bür baldızım da gelecekti. Saat on birde
gazinoda işi bitiyordu. Ve o gelir gelm ez şöhretini yapan şarkıları
okuyacaktı. Tekrar salona girdim , arkadaki odaya geçtim . Burası
nisbeten tenha idi. Yerde büyük bir konak m angalının etrafında
Seher H anım , Sabriye H anım , N erm in H anım bir yığın erkekle be­
raber toplanm ışlar, D oktor R am iz’in kendilerine öğrettiği şekilde,
güya Bektaşi âyinine göre birbirlerini selâm layarak, kadehlerini
elleriyle yarım kapayarak rakı içiyorlardı. Beni de içm em için sı­
kıştırdılar. Ben rakıyı sevm ediğim i, y alnız viski içtiğim i, zaten
başkasına M ü b arek ’in m üsaade etm ediğini söyledim . H em en he­
men A h m et’in yaşında bir delikanlı sallana sallana ayağa kalktı ve
ceketinin arka cebinden çıkardığı yassı bir şişeyi bana uzattı. İhti­
yarsız oğlum u düşündüm . “Z avallı b udala!” diye söylendim . “Z a­
vallı budala, nam uslu olacağım diye şim di m ektepte kör bir elekt­
rik ışığı altında kim bilir neler çek iy o rd u n .. Bâri olabilse... H içbir
tâvizat verm eden yaşayabilse! Fakat im kânı mı var?” D elikanlıya
şişesini iade ettim . A sitfenik gibi kokuyordu. D oktor R am iz yarı

324
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kucağına devrilm iş ihtiyar bir kokonanın arkasından tanınm aya­


cak bir, “ nereye gidiyorsun?”la beni teşyi etti.
Bu arada hizm etçiler durm adan sağa sola kenarlarına tahta kaşık­
lar dizilm iş etli pilâv lengerleri taşıyorlardı. H er lengerin peşinden
elinde keşkül yerine bir tabak tutan bir sürü kadın, erkek koşuyordu.
Kibar bir Fransız gülüm seyerek ve şüphesiz aynı yaşlarda olduğu­
muz için dilini behemehal anlayacağım ı sanarak bana bir şeyler söy­
ledi. Zorla, “Pilâva hücum !” dediğini anlıyabildim . Yaşadığı zam an­
dan hiçbir şey anlam ayan bu biçareye hayretle baktım . Fakat o hay­
retimi anlam adı. Bana şam panyanın verildiği yeri gösterdi. Kol ko­
la oraya kadar gittik. “Belki bu iyi gelir!” diyordum . Elbette birin­
den biri iyi gelecek ve ben de etrafım dakilere benzeyecektim . M u­
hakkak benzem eliydim . Benzem ezsem yaşam ak çok güçtü.
Şam panya bana hafif bir serinlik getirdi. “ Selm a nerede?” diye
etrafım a baktım . “Selma gelseydi, ne iyi olacaktı!” Fakat Selm a
yoktu. Sevgilim , Cemal Beyin ölüm ünden beri hasta idi. B ir ara Ek­
rem Beyi gördüm . Bütün vücudu dikkat hâlinde karşıda bir yere ba­
kıyordu. Neden sonra Naşit Beyin fotoğrafının altında bir buçuk ay
evvel N evzat H anım la oturup konuştuğu kanepeye baktığını anla­
dım. Bu da gülünç ve budala bir işti. Bunu da beğenm em iştim .
Tekrar hole çıktım . Sağ taraftaki kapıdan içeri girdim . Burası
rahmetli Naşit Beyin bürosuydu. H içbir zam an sevm ediğim ve se­
vemeyeceğim bu adam ın odasına o zam ana kadar girm em iştim . F a­
kat halam evini bana gezdirirken orda çok rahat bir koltuk bulundu­
ğunu söylem işti. Kapıyı arkam dan kapattım . İyi, zevkle döşenm iş
bir oda idi. D uvarda bir yığın resim vardı. Fakat asıl dikkate değe­
ri koltuğun tam karşısında, N aşit B eyin av tüfeklerinden sanki ha­
kikaten karacalar, daha büyük ve tehlikeli hayvanlar avlıyorm uş gi­
bi her cins av bıçaklarından yapılm ış arm am sı süstü. Bu süsün tam
ortasından rahm etli Aristidi Efendinin eczanesinin cam ekânında,
yeşillenm iş form ül içinde, iki ceninin yum uk gözleriyle acı acı ha­
yat felsefesi yaptıkları kavanozların üzerinde senelerce fersiz tüylü
kanatlarıyla uçm ağa hazır gibi duran kartal bana canlanm ış gözle­

325
TANPINAR

riyle bakıyordu. “V aktiyle ne kadar m asum yalanlar söylerm işiz!”


diye kendi kendim e m ırıldandım .
U yandığım zam an sabaha yakındı. Eğlence sesleri hâlâ devam
ediyordu. G özlerim i açınca karşım da H alit A yarcı’yı gördüm .
- N a s ıl? d iy o rd u . F evkalâde oldu değil m i?D em inden beri sizi
arıyordum . însan böyle güzel geceden kaçar mı?
O kadar rahat ve sakin konuşuyordu ki ne diyeceğim i şaşırm ış­
tım .
- H a la n ız harikulâde idi. Zaten her zam an harikulâde... Siz de
fena davranm adınız! Haydi kalkın da sizi görm ek için buralara ka­
dar gelm iş bir dostu tanıyın! Van H um bert, birinci sınıf bir âlimdir!
G erine gerine:
- Bitm edi mi hâlâ, H alit Bey, hâlâ bitm edi mi? B itm eyecek mi?
- H ayır dostum , hayır, yeni başlıyoruz. D aha dün doğm uş çocuk
gibiyiz.
- İ y i am m a, oyunun esası nedir? Şunu anlatın bana... H er şey
yolunda gidiyor işte. Bu m askaralığa lüzum var mıydı?
H alit Bey, N aşit Beyin m asasına oturdu.
- H e r şey yolunda... Fakat yalnızız. B ütün dünyada yalnızız.
Yalnızlık benim hoşum a gitm ez. A nladınız mı? Bu kadar güzel ve
ciddî bir m üessese bütün dünyaca taklit edilm elidir. Ben bunu isti­
yorum . Zannederim ki siz de istersiniz!

XI

K onuşm am ızı D oktor R am iz’in, bütün bir gürültü ile odaya gi­
rişi kesti. A ziz dostum uz tam kıvam ında idi. Saçları birbirine karış­
m ış, boyunbağı, yaka bir tarafta idi. İki eliyle biraz evvel sözüm
ona âyini Cem m angalının etrafında yarı yarıya kendisini ezen şiş­
m an kadını odanın ortasına doğru itti. Bu kadıncağızın bundan se­
kiz sene evvel sevgili doktorun İlmî m esaisine servetinin yardımını
ve hususî hayatının yalnızlığına da yüz otuz kiloluk bir vücudun
bütün güzelliklerini getiren, sonra birincisini olduğu gibi doktora

326
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

bırakıp İkincisiyle beraber, bu son evlilik hayatının yorgunlukların­


dan dinlenm ek için, psikanaliz usulleriyle m uaşakanın henüz bu­
lunm adığı daha rahat dünyalara giden rahm etli karısına benzeyişi
hakikaten şaşırtıcı bir şeydi. D oktor bizi görür görm ez birinci sınıf­
tan bir sinem a edâsıyla yeni sevgilisinin beline yapıştı ve sağ om u­
zuna yapışık çenesini konuşm ağa daha m üsait bir vaziyete soktu.
Fakat Halit Bey bir parm ağını ağzına götürerek susm asını işaret et­
ti, sonra kanepede sarhoş yatan bir kadını göstererek:
- Gir, gir, doktor, yalnız fazla gürültü etm eyin... dedi. Bu çocuk-
çağız rahatsız!
Sonra benim kalktığım koltuğu gösterdi.
- K oltuk rahattır. Biz çıkıyoruz, keyfinize bakın!
Yüzündeki tebessüm e hayran oldum . İnsan bu istihzayı bulduk­
tan sonra ebediyete kadar m üsam ahalı olurdu. Ç ünkü bu istihza in­
sanoğlunun toptan inkârıydı. O na erişen insanın yapm ayacağı, ya­
pamayacağı şey yoktur. Eğer içine yerleşm iş yalnızlık hissinden bir
lahza zehirlenm ezse.
K olum dan çekerek dışarıya çıkardı:
- D o k to r eğlenmesini biliyor, dedi. O sizin gibi değil! Siz her gir­
diğiniz yerde, evvelâ nelerden iğrenebilirim , nelerden azap çekebi­
lirim , diye etrafınıza bakıyor, ondan sonra da hep burnunuzun altına
bir tutam ısırgan otu asm ışlar gibi silkine silkine dolaşıyorsunuz...
Sözü kendim den uzaklaştırm ak için:
-H â lin iz e bakılırsa pek içm em işsiniz! dedim .
- Yalnız birkaç kadeh... dedi. Bu gece kendim e hâkim olm am lâ­
zım ... M am afih şimdi içeceğim . İçebilirim . D aha şam panya var!
H alanız m ükem m el ev sahibi. M asraftan hiç çekinm iyor... Biraz
hoşunuza gitm eyecek am m a, artık m uhtaç olm adığınıza göre söy­
leyebilirim ! Parasını son m eteliğine kadar yem eden bu dünyadan
gitm eye niyeti yok!
Büyük salonda ve holde dans bütün hızıyla devam ediyordu.
Pudra, lâvanta, ter kokusu, çıplak om uz, vıcık vıcık koltuk altı, te­
bessüme bulaşm ış ruj, havayı bir m acun gibi keşifleştirm işti. Bir

327
TANPINAR

ara küçük baldızım beni görür gibi oldu, at yapılı kavalyesini bıra­
kıp bize doğru gelm eğe teşebbüs etti. B ereket versin delikanlı daha
atik çıktı.
MLibarek’in bulunduğu oda daha sakince idi. Yalnız şam panya
dağıtılan m asa oraya taşınm ıştı.Ve etrafı bir karınca yuvasına ben­
ziyordu. Halit Ayarcı elim den çekerek beni halam la ve karım la ko­
nuşan Van H um bert’in yanm a kadar götürdü. Bu sevimli âlimi
m eyva ile sade soda içerken bulduk. K arım ve halam daha mâkul
ve İnsanî düşünüyorlardı. Ellerinde şam panya kadehleri vardı. H a­
lam a bakarken ister istem ez, “A caba serveti ölüm üne kadar idare
edecek m i?” diye düşündüm . Sonra om uzlarım ı silktim . “ Şimdi pa­
ram ız var, aldırm a!” dedim . “Z aten eski âhiret kardeşi de bizim ev­
de defteri tam am lam ıştı. Pekâlâ o da aynı şeyi yapabilir! İdaresi bi­
raz güçtür am m a, çekerim ... İnsan böyle halası olunca her şeye kat­
lanır...” H akikaten de sevilm eyecek insan değildi! H ayat aşkı bere­
ketli bir arpa tarlası gibi her tarafından fışkırıyordu.
Van H um bert altm ış beş yaşlarında daha ziyade çocuk yüzlü, or­
ta boylu, sakin, güçlü kuvvetli adam dı. Bütün hâlinde öyle bir ço­
cuk edası vardı ki geniş sakalını takm a zannetm ek kabildi. H alit
Bey beni takdim edince:
- N asıl, diye sordu, konferansınız iyi geçti mi. Bendeniz de bu­
lunm ak istiyordum çok. A m m a hanım efendi ve beyefendi istem e­
diler bana m üsaade etm ek...
K arım benim şaşırm am a zam an bırakm adan:
- Ne güzel T ürkçe konuşuyor değil m i? diye bana m isafirim izin
m ethini etti.
Halam onun estağfurullahını çok kısa kesti.
- B u gece aksilik oldu, çok m üteessirim ... Lâkin ne yapalım ki
bu aile toplantısında konuşm ayı yeğenim evvelden vaat etm işti.
Dikkat! Evvelâ bir konferansta idim , N aşit Beyin odasında tüy­
leri solm uş kartala baka baka uyum am ıştım . Sonra da konferans bir
aile toplantısında olm uştu. O da tabiî idi. Saat on birde um um î bir
konuşm a yapılam azdı ya. H ayatım zannedildiğinden çok kolaydı.

328
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Hiç şikâyete hakkım yoktu. K üçtik bir baldır tazyiki, bir dizgin çe­
kişi, kırbacın ucu ile ufak bir işaret, beni gideceğim yola koyuyor­
du. Elbette birisi konuşm am ın m evzuunu da lütfedip söyleyecekti.
Söylem eseler bile ben bulabilirdim . A m m a bu biraz tehlikeliydi.
D aha iyisi sabretm ekti. Şim dilik benim Van H um bert’in elini sıkıp
ona sırıtm aktan, daha doğrusu parm aklarım ı onun elinin m engene­
sinden kurtarana kadar gözlerinin içine bakıp tebessüm etm ekten
başka yapacağım bir şey yoktu. “ Parm aklarım ın yerini biraz değiş-
tirebilsem ben ona gösteririm am m a...”
Halam dan sonra karım atıldı:
-H a y ric iğ im , çok alkışladılar mı seni? B ulunam adım , yanında
değildim , diye çok üzüldüm ... A m m a yeni dostum uzu da bıraka­
mazdım ki... Sonra oraya kadar yorm ağa razı olm adım . N e m ükem ­
mel adam göreceksin! Bize öyle tatlı şeyler anlattı ki...
Sonra m isafirim ize dönerek:
- K ocam , ben yanında bulununca daha rahat konuşur... diye ilâ­
ve etti.
Ve sonra bütün ciddiyetiyle, yani hayasız hayasız gülerek ve an­
cak böyle kalabalıkta olduğu zam anlardaki o acayip bakışla adam ın
içini alt üst ederek hak ettiği iltifatı bekledi. T ürkçe kelim eler bu
sefer daha şevkle desteklendi.
- T a b iî efendim , insanın sizin gibi bir ilham perisi bulunduğu
zam an...
Van H um bert, lügatten öğrendiği bu “ ilham perisi” tabirini tam
yerinde kullandığı için dünyalar verilm iş kadar m esuttu. Bu hızla
parm aklarım ve bütiin elim in ayası yeni baştan ezildi. “ Elbette bir
daha karşılaşırız ve ben de senin elini bir kere tutarım ...” Karım
hakkı olan bu iltifatı yakalar yakalam az m isafir hanım ın yere dü­
şürdüğü m endilini ağzında kendi sahibine getiren bir fino yaltaklı­
ğıyla bana döndü.
- İnşallah, yine m üsveddeleri birbirine karıştırm adım ?.
Bu tip uyandırm a, “ Biraz kendine gel!” dem ekti. R olüm ü be­
nim sem em lâzım dı. Büyük bir gayretle elimi Van H um bert’ten kur­

329
TANPINAR

tardım , ve şarap şişesinin kenarına sarılm ış ıslak peşkirde parm ak­


larım ın sızısını hafiflettim .
- H a y ır şeker karıcığım , hayır, karıştırm adım ... Yani doğrudan
doğruya evde unutm uşum ... Ezberden konuştum ...
İlk kahkahayı H alit Ayarcı attı. Sonra hepim iz birden koro hâlin­
de güldük. Van H um bert ilham perim e bakarak:
- Ö y l e olunca daha iyi oluyor... Benim de başım a birkaç kere
geldi... A m m a insan daha rahat konuşuyor.
K arım ın telâşı bu tem inat üzerine sükûnet buldu. Bana da, ona
da şirin şirin güldü.
- S e n in şem panze nerede? D aha doğrusu o buldok, diye sor­
dum .
H alit Ayarcı bu zevzekliğim i beğenm ediğini gösterir bir şekilde
hafiften kaşını çattı. Ve ben işi derhal anladığım için m isafirim ize
döndüm .
-Y o lc u lu ğ u n u z iyi geçti mi efendim ?
- T a b iî efendim , çok tabiî... G önderdiğiniz bilet en lüks kam ara
idi...
D em ek böyle, bu baş belâsını belki de kendi im zam la davet et­
m işlerdi. Fakat m evzuu, bu akşam ki konuşm am ın m evzuunu bir
türlü söylem iyorlardı. “ Söylem esinler varsın! M adem ki ezberden
konuştum , bir şey uydururum . D eğiştirdim , derim !”
Van H um bert’e bu sefer H alit Ayarcı İstanbul’u nasıl bulduğunu
sordu. Buna da m ünasip cevaplar aldık. Em rine verilen otomobil
çok rahattı. Otelin banyo odasını pek beğenm işti. Kendisini gezdi­
ren adam H ollandaca bilm iyordu am m a, Alm ancası iyiydi.
-E fe n d im K apalıçarşı, B edesten,B akırcılar...
Fakat heyhat, hazret K apalıçarşı’da pek az kaldı ve derhal A h­
m et Z am an î’ye geçti. K itabım ı hallaç pam uğu gibi didiklem işti.
Beni tam bir sual yağm uruna tuttu. B izim kilere ne kadar az benzi­
yordu? H er kelim enin üzerinde ayrı ayrı durm uş gibiydi. Cemal
Beyin tenkitleri bile bununkilerin yanında solda sıfır kalıyordu. Bir
ara cebinden kocam an bir kâğıt çıkardı. Bu bana soracağı suallerin

330
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

listesiydi. Gecenin bu saatinde hiç de çekilir şey değildi bu. Fakat


ne diye H alit Ayarcı bana sorm adan yaptı bu işi? N e diye her an be­
ni emrivâki karşısında bırakıyor?
İlk sualler kolay geçti. Fakat derinleştikçe bende acayip jim n as­
tikler başladı. “Tam am , dedim , on dakika sonra sarhoşluğa vuru­
rum .” A m m a on dakikayı nasıl geçirm eliydi!
İlk im dat H alit Ayarcı’dan geldi. D oldurduğu şam panya kadehi­
ni m isafire uzattı:
- M ideniz düzelm iştir artık... diyordu.
Van H um bert bir, elindeki sual listesine, bir de şam panyaya bak­
tı. Çok büyük bir iç m ücadelesi geçirdiği aşikârdı. K ahram an mı,
insan mı olacaktı? Fânilik tarafı galebe etti. A rkasından Pakize ken­
disine o m eşhur tebessüm lerinden biriyle gülerek dansı sevip sev­
m ediğini kayıtsızca sordu. İkinci kadehin ortasında henüz kendisi­
ni dansa davet etm ediğini söyledi. H azret sevincinden uçtu. Halit
Ayarcı bu sefer halam ın beline sarıldı. H alam bir bavul yükü eşya­
yı benim kucağım a bırakarak onunla gitti. H alit B ey bu sefer de
kendisine ne kadar kızdığım ı söylem ek fırsatını bana verm eden
meseleyi halletm işti.
Olduğum yerde kadehim i bitirdim . K ucağım da halam ın şalı,
yelpazesi, saplı dürbünü, dış salonun arkasındaki odada büyük bal­
dızım ın avaz avaz söylediği şarkıları dinlem eğe gittim .
Yârabbim ne em niyetti o! Nasıl bağırıyordu! Nasıl kendinden
m em nundu! Ve o bağırdıkça bütün etraf onunla beraber nasıl coşu­
yordu! Beni görür görm ez coşkunluğu bir kat daha arttı. O rtada
m or elbiseleri içinde olduğundan şişm an ve çirkin, fakat yine de
garip bir şekilde sevim li, küçük bir fil yavrusu gibi yüksek ökçeli
iskarpinlerinin üstünden etrafındakilere doğru -şü p h e siz korsası
yüzü n d en - güçlükle eğile eğile, parm aklarını çıtırdata çıtırdata
okum akta olduğu şarkı bitince, alkışları bile doğru dürüst beklem e­
den benim yıllarca kendisine öğretm eğe çalıştığım hâlde m uvaffak
olam adığım bir sem aiye başladı. Zavallı sem aî acem i terzi eline
düşm üş H int kum aşı gibi gözüm ün önünde doğrandı gitti. Bu tah­

331
TANPINAR

ribat hayran dinleyiciler tarafından aynı şekilde alkışlandı. Bu sefer


halam ın eşyasını, yanı başım da duran Ekrem Beye devrettiğim için
alkışa ben de katılm ıştım . Sem ainin arkasından D ede’nin güzel bir
bestesini tuzla buz etti. Bir ordu çiğneseydi zavallı beste bu hâle gi­
rem ezdi. Tabiatıyla alkış aynı derecede şiddetli oldu. O ndan sonra
çok hazin bir m aya başladı. Fakat bu m usikî değildi artık! Bu bir
sürü kurdun açlıktan ulum ası gibi bir şeydi. İkisini de askerliğim de
Şeytan D ağlarının yalnızlığında sık sık dinlem iştim . M aya, bölüğü­
mün neferlerinin ağzında yıldızlarla konuşm a gibi bir şeydi. O nla­
rın erkek seslerinden bu keder taştı m ı, bütün tabiat canlanırdı. H al­
buki büyük baldızım ınki... B ununla beraber herkes teessüründen
ağlıyordu. Bu um um î bir m atem , filân gibi bir şeydi. Belki de böy­
le olduğu için onu bitirir bitirm ez, kıvrak bir oyun havasına başla­
dı. Bu seferki m uvaffakiyetinin artık hududu yoktu. Dans edenlerin
yarısı etrafım ızda toplandılar. Herkes el çırpıyordu. Ben aklım da
hep H alit Ayarcı ile B üyükdere’deki ilk konuşm am ız, hayretten ağ­
zım bir karış açık, Van H um bert’i de, kendim i de unutm uş onun bu
coşkunluğu idare edişini, onu besleyişini seyrediyordum . Oyun ha­
vasının yarısına doğru genç bir kadın dayanam adı, çiftetelliye baş­
ladı. O yundan hiç anlam ıyordu. Fakat ne çıkardı, herkes m em nun­
du. O rta yaşk bir erkek, şüphesiz kocası veya sevgilisi, genç kadı­
nı yalnız bırakm ağa razı olm adı. İleriye atıldı.
Ben kalabalıktan yavaşça sıyrıldım . K arım la sevgili m isafirleri­
mizi aram ağa çıktım . Fakat hayret, cazın etrafında büsbütün başka
bir m anzara beni bekliyordu. B urda da rekor yine bizim ailede idi.
K üçük baldızım genç bir A m erikalı ile salonun ortasında kırasıya
bir dansa girm işlerdi. D aha doğrusu dans ediyoruz, diye birbirleri­
ne yapm adıkları zulüm , işkence kalm ıyordu. K üçük baldızım ço ­
raplarını, iskarpinlerini çıkarm ış, bir eli partnerinde, bir eli kâfi de­
recede kısa bulm adığı eteklerinde, halısı kaldırılm ış cilâlı parkenin
üzerinde zıplıyor, kendini yerden yere atıyor, tam bir yeri kırıldı di­
ye im dadına koşacağım zam an tekrar kalkıyor, tekrar zıplıyor, ka­
valyesine sarılıyor acayip çifteler atıyor, bilinm ez düşm anları başı

332
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

ile süsüyor, tekrar yerlere yatıyordu.


Hey gidi hey! Ne gafletm iş benim gafletim! K arım ın ailesini
m eğer hiç tanım am ışım ! Z avallılar hapsedilm iş istidattan az kalsın
çatlayacaklarm ış! H ele karım a karşı olan gafletim ... Â deta görm e­
m işim , kör yaşam ışım ! B ütün o dalgınlıkları, budalalıkları, sadece
hayat çerçevesinin darlığındanm ış biçarenin! Fakat hangisi öyle
değildi? K üçük baldızım ın etrafında şehrin en m ükem m el caz takı­
mı aciz içinde çırpınıyordu. D avulcu dokuz elli o lm uş, yine onun
savruluşlarına yetişem iyordu. İçerde büyük baldızım şehrin yarı
halkını başına toplam ış hora teptiriyordu. K arım birdenbire dünya­
nın en rahat konuşan salon kadını olm uş, hiç görm ediği bir adam ı,
galiba hayatında hiç görm ediği şekilde ağırlıyordu.
Halam uzaktan bana işaret etti, bin m üşkülâtla y anına yaklaştım .
Eski hoyrat sesiyle:
- D üdüğüm , dedi, gördün mü baldızını? İnsan diye ben buna de­
rim işte! H ele karın... A şk olsun vallahi!
- T a b iî halacığım ! Başkasıyla evlenir m iydim ben?
- Haydi oradan miskin! d edi.T alihim varm ış desene... Sana kal­
sa kim bilir hangi sünepe ile evlenirdin...
- K arım , haydi öyle... Kızım nasıl, onu nasıl buluyorsun?
Halam bana b ak tı.
- Eğer param ın hepsini yem em e A llah fırsat verm ezse m irasım ı
ona bırakacağım! A nladın mı?
H alit Ayarcı geldi.
- D o k to r R am iz’e bakm ağa gitm iştim ... dedi. U yuyor, mışıl
mışıl uyuyor!
- Yalnız m ı? diye sordum .
- Hayır, hayır, dedi, seçtiği ruh kardeşiyle... H er şey iyi gidiyor.
Haydi gidelim bir şey içelim!
Tekrar m asaya döndük. Fakat bu sefer büfenin başında kim se
yoktu. Z orla bir hizmetçi ele geçirdik. Bize bir şişe açtı. H alam , kı­
zımın m üstakbel mirası zararına havyarlı sandviçler istedi. Bu m as­
rafa para dayanm azdı. “ Bize gelecek... Son nefesini kucağım da ve­

333
TANPINAR

recek! diye m ırıldandım ... Sonra H alit A yarcı’ya döndüm .


- M ücevherler halis, değil mi? diye sordum .
- Tabii... A m m a bunlar değil, dedi. Bankadakiler. M uazzam ser­
vet... K orkm a o kadar kolay olm az o iş...
Sonra m evzuu değiştirdi:
- Güzel idare ettiniz doğrusu... dedi.
Birdenbire tepem attı:
- N e d e n haber verm ed in iz?d ed im . Ben böyle hep em rivâkiler
karşısında mı kalacağım ?
G ülerek bana baktı:
- A z i z dostum d edi, zavallı aziz dostum ! Yahut zavallı ben!
Çünkü asıl zavallı olan benim bu işte. B ir türlü size iyi niyetimi an­
latam ıyorum . Beni bu kadarcık olsun anlam alıydınız! Size rol filân
yaptıran yok. Em rivâki de yok. Sadece hürm et eden, inanan insan
var. Tasavvurlarım ı tabiî hayatınız şeklinde yaşam anızı istiyorum .
Evvelden haber versem hürriyetinizi ihlâl etm iş olurum . Asıl o za­
man rol yapm ış olurdunuz... Sokağa çıktığınız zam an kim e tesadüf
edeceğinizi bilm ediğiniz gibi, bu gece de olacakları bilm iyordunuz.
G eldiniz, gördünüz ve karşılaştığınız şeyleri hepim iz birden yaşa­
dık. B urada em rivâki yok ki...
- A m m a bir yanlış yapabilirdim , her şey berbat olurdu.
B ir kahkaha savurdu.
-Y a p s a n ız ne çıkardı? H ata denen şey yoktur ki zaten... İyi an­
layın! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! O radan yürürüz
ve doğruya çıkarız. H ata denen şey, tashih etm ek budalalığında bu­
lunanlar için m evcuttur. Bizim için değil... Biz onun varlığını kabul
ettiğim iz andan itibaren her türlü hatanın üstündeyiz. H ayır, Hayri
Bey, hayır, yanlış yoktur ve olm az da. B ütün m esele bir vaziyeti iyi
hazırlam aktır. Ve insana itim attır. K aldı ki ben sizin kudretlerinizi
bilirim . Siz benim keşfim siniz.
Ne dem ek işitiyordu bununla?
K adehlerim izi doldurdu ve kendisininkini bir yudum da boşalttı:
- İnsanla uğraşm ak çok güçtür ve zam an ister. M esele vaziyeti

334
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

iyi hazırlam aktadır. İnsanlar onu kendiliklerinden yaşarlar. Bütün


m esele insanoğluna yaratıcılığını verm ektedir. Ben tiyatroyu sev­
m em . Ben kendiliğinden olan şeylerin adam ıyım!
- B u akşam hiç kim seye yapacağı şeyi söylem ediniz mi?
- T a b iî bazılarına biraz çıtlattım . U yuyordunuz. A dam geldi.
K onferansta, dedim . Şimdi gelir, dedim . Gerisi kendiliğinden oldu.
Bakın dedi, bu işlerde tek güçlük varsa o da insanını seçm ektedir.
B urada haklısınız. D aim a takım ı iyi seçerim!
- Hayır, hiç olm azsa bende aldandınız. Ben bu işe inanam ıyo­
rum. Bunu siz de biliyorsunuz. A zap çekiyorum ...
- D aha iyi ya! Onun için her adım da, her harekette m uvaffak
oluyorsunuz. B aşkalarının otom at gibi hareket edecekleri yerde siz
canlı insan olarak yaşıyorsunuz!
Bu esnada Pakize yalnız olarak g eld i.
- Hani m isafir ? dedim .
- Z ehra’da, Z eh ra’ya verdim . Z eybek öğretiyor... B ir şey içeyim
de gidelim hep birden seyredelim !
K adehlerim iz ellerim izde gittik. Bu artık filânın veya falanın ta­
savvuru değildi. Tabiatı eşyanın ta kendisi idi. C az alabildiğine bir
zeybek tutturm uştu. Ve kızım biraz evvel baldızım ın m arifet gös­
terdiği yerde, yani salonun ortasında, karşısında Van H um bert, dün­
yanın en garip, en akıl alm az zeybeğini oynuyorlardı. E traf sadece
göz olmuş onlara bakıyordu. B iz de bir m üddet Van H u m b ert’in ha­
vada acemi acemi sarkan kollarına, yere indikten sonra güçlükle
kalkan dizlerine baktık.
H alit Ayarcı yavaşça kulağıma:
- Burada ben de pes! derim , diye m ırıldandı.
D ünyanın en harika ailesinin reisi idim . Ve bu haysiyetle dem in­
den beri bana çapkınca dirseğini çarpan karım a aynı şekilde cevap
verdim .
H alit Bey ilâve etti:
- N asıl, hoşununuza gitti değil m i? Babalık gururunuzu bir tara­
fa bırakın, sadece kadınlarım ızın bu m uvaffakiyeti m uazzam iş d e­

335
TANPINAR

ğil m i? Böye bir şeyle karşılaşacağınızı üm it eder m iydiniz?


Ben bir gözüm kızım ın Van H u m b ert’in hantal ve alabildiğine
geniş vücuduna yaptırdığı acayip ve tehlikeli cam bazlıklarda:
- İ m k â n mı var? dedim . H ayalim e bile gelm ezdi. H ele kızım
Z e h ra ’nın...
- H akkınız var... Bu kadar süratli terakki, görülm em iş şey...
-Y a ln ız biraz da bilselerdi. M eselâ kızım hakikaten zeybek
oyununu bilseydi, baldızım dem in tepindiği zıkkım dan biraz anla-
saydı. B üyüğü sandalye ile avize kırar gibi besteleri harap etm esey­
di....
H alit Ayarcı çok terbiyeli bir şekilde esnedi:
- Y in e aynı m esele... dedi. D aha doğrusu hep aynı mesele! A ziz
dostum , siz şifa kabul etm ez bir gayrim em nunsunuz... Bu işlerde
bilm ek ikinci derecede kalır. Yapm ak vardır, sadece yapm ak!.. Son­
ra kendi kendine konuşur gibi ilâve etti:
- Bilgi bizi geciktirir. Z aten ne sonu, ne de gayesi vardır. M ese­
le yapm ak ve yaratm aktadır. B ilselerdi, bilselerdi... Fakat bilseler­
di bunu yapam azlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden
bulm ağa erişem ezlerdi. Bilgileri buna mâni olurdu. K ızınız bu ge­
ceyi yarattı. N e ile? Y aratm a kabiliyetiyle... Çünkü yaratm ak, yaşa­
m anın ta kendisidir. B iz yaşayan, yaşam ayı tercih eden insanlarız.
Siz istediğiniz kadar som urtun!
- B e n som urtm uyorum , düşüncem i söylüyorum ...
- K endinize saklayın o düşünceyi de, şu karşınızdaki harikulâde
m anzaraya bakın!
Filhakika m anzara harikulâde idi. Van H um bert yeni öğrendiği
zeybekle kızım ın yardım ından vazgeçm iş, şimdi tek başına düşe kal­
ka, bir yığın cam bazca hareketler yapıyordu. Salon alkış içinde idi.
- B akın, aziz dostum , bakın şu adam ın iradesine! Bu ne gayret­
tir, ne yaşam ak kudreti, yaşam ak neşesidir! Bu kudretin yanında
bilgi dediğiniz şeyin lafı olur mu?
Sonra eğildi, yavaşça kulağım a fısıldadı:
- E vet, aziz dostum , ben sizi böyle görm ek isterdim ...

336
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Bir lahza kendim i m isafirim izin yerinde tasavvur ettim .


- İnsaf ve merham et! dedim . Beni tım arhaneye mi yollayacaksı­
nız?
Halit Ayarcı ince ince gülüm sedi:
- G a r i p bir tım arhaneniz var beyefendi! dedi. İşe yarar herkesi
oraya gönderebilirsiniz, tabiî başta bendeniz bulunm ak üzere...
A m m a her yaptığım a da iştirak ediyorsunuz!
Fena alınm ıştı. Bu kadar iyi başlayan bir gecenin böyle bitm esi­
ni hiç istem em ekle beraber geriye dönm em de im kânsızdı.
- Hangi şartlar altında sizi tanıdığım ı pekâlâ biliyorsunuz! diye
cevap verdim .
- Evet, onu biliyorum . Zaten siz de saklam adınız. B ir huyunuz
var, hiçbir şeyi saklam ıyorsunuz. H akikat şu, değil mi aziz dostum ,
biraz refaha kavuşunca eski dünyanız içinizde tepm eğe başladı. F e­
dakârlığı lüzum suz ve fazla buluyorsunuz!
- Hayır, sadece eski hâlim e hasret çekiyorum ...
-D ö n ü n ü z ! H asretini çekiyorsanız, dönünüz!
Sonra birdenbire sesi değişti:
- A m m a , dönem ezsiniz. D em in hesap ettiniz. B ir an içinizden
geçeni okudum . “H alam la barıştım , işlerim de oldukça iyi” dedi­
niz... “ Birkaç yıl için hiç olm azsa her şey yolunda gidebilir. Niçin
şu anda her şeyi bitirm eli?” Ö yle düşünm ediniz mi? A m m a sonra
vazgeçtiniz... İlerisinden korktunuz!
İçimi olduğu gibi okum uştu. O m uzum a elini koydu ve beni iç
salona götürdü. G örenler en tatlı şekilde konuştuğum uzu zanneder­
lerdi.
- Size kendi hakikatinizi söyleyeyim ! A rtık dönem ezsiniz. Ç ün­
kü hiçbir şeyden vazgeçem ezsiniz. Bütün tenkitlerinize ve küçük
görm elerinize rağm en rahat ve güzel bir karınız var, ayrıca bir m et­
resiniz var ki çıldırıyorsunuz. K ızınız, oğlunuz için her an kendini­
zi fedaya hazır olduğunuza da em inim . Ü stelik şöhreti, hattâ abes
telâkkî ettiğiniz işler içinde olsa bile hareketi seviyorsunuz. H ulâsa
bir ahtapot gibi sayısız kollarla dünyaya yapışm ışsınız! H içbir şey­

337
TANPINAR

den ayrılam azsınız. Nasıl döneceksiniz?


- D önm ek istem iyorum , dedim , sadece biraz daha m âkul...
Tekrar güldü:
- M â k u l... M âkul... diye başını salladı. H ayır siz m âkulü aram ı­
yorsunuz! O kadar budala değilsiniz. A klın kendisi için işleyen bir
cihaz olduğuna kaniyseniz o başka... H ayır, sizin aradığınız başka
bir şey.
- Ben doğruyu arıyorum . Yahut istiyorum , bir parçacık olsun...
- D oğru, ya bütün olur, ya hiç olm az... D ostum , sizin bahsettiği­
niz sağlam kıym etler ancak bir lokm a, bir hırka yaşam ağa razı
olanlar içindir. Sizin gibi her şeyi ve hepsini birden isteyenler için
değil! Bütün ve halis şahsiyet her şeyden evvel kendisiyle yetinm e­
yi icap ettirir.
B ir tekm e ile bütün iç dünyam dan uzaklaşm ıştım .
- O kadarını isteyen yok... dedim .
-D e m e k pazarlığa geliyorsunuz! A m a bu iş, pazarlığa gelmez!
Bu m asada biri de, bini de kazanan hep aynı şeylerin üzerinde ve so­
nuna kadar kaybetm ek üzere oynar! K azanç belki tesadüf olabilir,
fakat kaybettiğim iz şey tam ve katîdir. O yuna girdiğiniz anda onu
kaybettiniz dem ektir. Fazilet pazarlık götürür m esele değildir. Onun
içindir ki eskiler insan tabiatını olduğu gibi kabul ederek söze baş­
larlardı. Hani şu: “ C üm lenin m alûm udur ki tabiatı-i beşeriyye...”
Sonra birdenbire m asaya yaklaştı. İki kadeh doldurdu. Uzakta
acayip süsleri içinde sahte M übarek bizi hayretle süzüyor gibiydi.
- B u âlem de hiçbir hesap, hiçbir bağlanm a bedava değildir.
Hepsi aynı fedakârlıkları ister. Ve en iyiden en kötüye bir adım da
geçilebilir. Razı m ısınız, vazgeçiyor m usunuz?
B ir m üddet düşündüm .
- H ayır, dedim . O lm ayacağım ı biliyorum . Fakat niçin böyle ko­
nuşuyorsunuz?
H alit Ayarcı tekrar kadehini doldurdu. Çok sevimli bir bakışla
evvelâ kadehe, sonra M üb arek ’e, sonra bana baktı.
- B ilm iy o ru m ,d ed i, belki sarhoşum , belki de kendi kendim e he­

338
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

sap veriyorum . En doğrusu bu m eselenin üstüne çıkm aktır.


- H a y ır , dedim , siz kendinize hesap verm iyorsunuz! Bende bir
şeyleri daha yıkm ak istiyorsunuz. H em taş taş yıkıyorsunuz! A m ­
m a niçin?
- Söyleyeyim : Aynı yollardan geçtiğim için. Sizi çok seviyorum
ve aynı zam anda size düşm anım . B an a kendim i çok hatırlatıyorsu­
nuz... Yo, beyhude böbürlenm eyin! H içbir zam an sizin gibi olm a­
dım . H içbir zam an şaşırm adım ve ezilm edim ... Fakat bir tarafınız
var ki...
Pürüzsüz bir kahkaha ile güldü:
-Ö m rü n ü z d e bir kere böyle güldünüz mü? diye bana sordu.
H içbir zam an benim kadar tem iz ruhlu olm adınız! Ç ünkü ben bu iş­
lerin üstündeyim ...
Sonra birdenbire beni kucakladı:
- Siz bana hayatı sevdirdiniz! dedi. Ş ehzadebaşı’nda o kahvede­
ki hâliniz, o gülünç m eyusiyetiniz, biçare kederleriniz, silkinip al­
tından bir türlü çıkam adığınız yükler... B üyükdere’deki şaşkınlığı­
nız, tereddütleriniz, saadetleriniz... K üçük zeytin çekirdeği gibi
dünyanız, hepsi bana hayatı yeniden sevdirdi. O gece hem en ora­
cıkta elinize beş lira sıkıştırsaydım , nasıl m esut olacaktınız! E vet,
bana hayatı sevdirdiniz. Siz benim en güzel aynam sınız!
Yüzüm hacaletten kıpkırmızı:
- K eşke öyle yapsaydınız! dedim ve zorla kollarından kurtul­
dum .
- İşte asıl abes bu sözdür, dedi.
Tekrar gülümsedi ve kadehi kaldırdı.
- İstediğiniz gibi olsun... dedi. Z aten sizi tam değiştirm ek niye­
tinde değilim ! O zam an ikim izden biri lüzum suz olur. Yalnız ufak
tefek bazı tadilât lâzım . Hiç olm azsa yaşayanlara karışm ayın!
Bir m üddet durakladım . Tereddüt içinde idim .
- H içbir şeye inanm ıyorsunuz, değil mi? dedim .
O kadehini içti. Yan cebinden çıkardığı m endille alnını sildi:
- A r t ı k yeter, dedi. Bakın dostlarım ız geliyor. Yaşasın Saatleri

339
TANPINAR

Ayarlam a E nstitüsü, yaşasın S. A . E.


Ve Van H um bert’in koluna girm iş halam la beraber bütün ailem i­
zi âdeta bu çığlıkla karşıladı.
Van H um bert’in sevincine payan yoktu. B ir m uharebe kazanm ış
gibiydi. Beni karım dan ve kızım dan dolayı tebrik ediyor, ikisini
birden H ollanda’ya davet ediyordu. O nlara bisiklete binmeyi öğre­
teceğini söylüyordru.
- Biz burada hep beraber atlıkarıncadayız... dedim .
H alit Ayarcı serzenişle baktı. B irbirim izin kalbini kırdığım ız
belliydi.
Van H um bert İstan b u l’da bir ay kaldı. O nunla geçen bütün m a­
ceram ızı burada anlatm ak çok zam an ister. Şu kadarını söyleyeyim
ki benden çok m em nun ayrılm ıştı. İstan b u l’da geçirdiği zam andan
yıllarca m uhtelif yazılarında bahsetti. N e kızım la oynadığı zey b eğ i,
ne H alit A yarcı’dan gördüğü ikram ı, ne de A hm et Z am anî’nin ka­
hirini ziyaret ettiğim iz gün kendisine Ç am lıca’da çektiğim yoğurt­
lu kebap ziyafetini hiç unutm uyordu.
H er şekilde m em nun ettiğim e kani olduğum bu adam ın sonra­
dan aleyhim de bulunm ası hakikaten şaşılacak şeydir. Fakat, “ D üşe­
nin dostu olm az!” sözü Van H um bert’ten ve benden çok evvel söy­
lenm iş sözdür. O nun için kendisine karşı hiçbir hiddet ve kin duy­
m adım . Sadece olm asa daha iyi olurdu, diye düşündüm . Şurası da
var ki Van H um bert bizim yüzüm üzden epeyce z iy an lard a görm üş­
tü. B ilhassa karım dan ve büyük baldızım dan aldığı, sözüm ona ma­
lum atla eski oyunlarım ıza dair yazdığı kitabı epeyce hırpalam ışlar­
dı. B ununla beraber sonradan yazdığı yazılarda da şahsım dan yine
dostça bahsetti. En son yazısını şu cüm le ile bitiriyordu: “Hayri İr­
dal ve ailesi efradı, insanı kabuğundan çıkarm asını çok iyi bilen in­
sanlar. N e olursa olsun onlarla İstan b u l’da geçirdiğim zamanı hiç­
bir suretle unutm ayacağım . K endilerinin daha ziyade atlıkarıncaya
binm ekten hoşlanm alarına rağm en, yine de H ollanda’ya gelirlerse,
onlara vaat ettiğim gibi bisiklete binm eyi öğreteceğim ...”

340
DÖRD Ü N CÜ BÖLÜM
H E R M EV SİM İN B İR SO N U VARDIR
I

H alit Ayarcı’nın tahmini doğru çıktı. H alam ın kokteylinden bir­


kaç ay sonra ajans telgrafları altı C enubî A m erika şehrinde birer
Saat Sevenler C em iyeti’nin kurulduğunu haber verdiler. B ir m üd­
det sonra da bu cem iyetler bizim İstanbul’daki “ Saat Sevenler” le
m ünasebete girdiler ve Saatleri A yarlam a E nstitiisü’nün esbabım u-
cibi lâyihasıyla nizam nam esini istediler. Bunu uzak ve yakınşarkla,
bazı Avrupa m em leketlerindeki hareketler takip etti. B öylece iki
buçuk sene içinde yurt dışında otuzdan fazla Saat Sevenler C em i­
yeti ve üç enstitü kurulm uş bulundu. İşin garibi, enstitünün kurul­
masını kabul etm eyen m em leketlerde bu hususta efkârıum um iyeye
sarih sebep gösterilerek izahat verilm esiydi. Filhakika hem en hep­
si, “ Sanayi hayatı kâfi derecede gelişm iş olduğu için böyle bir mü-
esseseye ihtiyacım ız yoktur” diyorlardı.
Bu suretle kabul edenler ve etm eyenler m üessesem izin lüzum un­
da birleşmiş oluyorlardı. Halit Ayarcı bu hususta gelen her ajans
telgrafının arkasından bir basın toplantısı yaparak m üessesenin
ehemmiyetini bir kere daha belirtiyordu. Kendisi meşgul olduğu za­
man bu iş bana düşüyordu. Halam ise bu vesile ile büsbütün faaliyet
kesilm işti. Dışarı m em leketlerde sık sık yapılan M illetlerarası Saat
Sevenler Cemiyeti kongrelerinin hiçbirini kaçırm adı. B ir zam an gel­
di ki bavulları evvelâ yatak odasında, sonra daha kolaylık olsun di­
ye holde hazır durm ağa başladı. Bu seyahatlerin çoğunda kızım , ba­
zen de kocasıyla kendisine refakat ediyorlardı. İstanbul güm rüğü­
nün tanıdığı belli başlı sim alardan biri olm uştu. Y ıllık pasaportları

343
TANPINAR

fasılasız yenileşiyordu. Süpürgeeiler Kâhyası ailesinden kalan mü­


cevher süslerinin yanı başında yedi sekiz devletin nişanı peyda ol­
m uştu. Bu arada biz de boş durm am ıştık. Vidolu nakit cezasının te­
min ettiği serm aye ile H ürriyet Tepesi’ndeki yeni binamızı yapm ış,
M illetlerarası Saat T rö stü ’nün büyük yardım ına m azhar olan Saatle-
me Bankam ızın him m etiyle kurduğum uz kooperatifle de Saat Evle­
ri dediğim iz personelim ize m ahsus m ahalleyi vücuda getirm iştik.
Yukardan beri bahsettiğim gibi cezayınakdî sistemimizin bulun­
m asından sonra enstitüm üzdeki en belli başlı hizm etim , hiç olm az­
sa beni en fazla yoranı enstitüm üzün binası olmuştur. Zannederim ki
efkârıum um iyeyi de yine nakit cezasından sonra hattâ ondan daha
fazla meşgul eden şey de bu bina oldu. B ana Beynelmilel M im arlar
C em iyeti’nin fahrî azalığını temin eden bu bina ile başlangıçta hiç
meşgul değildim . Bu cins işlerde daim a yapıldığı gibi bir yarışm a
açm ıştık. Bu yarışm a için yazdığım şartnam eye Halit A yarcı’nın ıs­
rarı ile “m üessesinin m odern m ahiyetine ve adına uygun bir şekilde
orijinal ve yeni üslûpta” kaydını ilâve etm iştik. D aha doğrusu, baş­
langıçta hiç lüzum görm ediğim bu kaydın behemehal konulm ası hu­
susunda Halit A yarcı’nın ısrarı üzerine, hiddetim den ve biraz da alay
için cüm lenin sonunu küçük bir ilâve ile değiştirm iş, “ ...ve adına
dıştan ve içerden uygun şekilde...” hâline sokm uştum .
İşte bu sonradan ilâve ettiğim “dıştan ve içten” şartı beni aylar­
ca plan üzerinde uğraşm ağa m ecbur etti.
Şartnam em iz gazetelerde ilân edildiği zam an herkes onu gayet
tabiî bulm uştu. B izde üstünkörü okum ak âdettir. Kaldı ki, “ m odern
m ahiyet” , “ uygunluk” , “ içten ve dıştan” gibi tâbirler kullana kulla­
na yıprandırdığım ız, yalam a hâline gelm iş nesnelerdendir. Bu iti­
barla gelen projeler, bazı basm akalıp yenilikleri olan bildiğim iz bi­
na planlarından oaşka bir şey değildi. H iç kim se Halit Ayarcı gibi
söylediği sözü sonuna kadar unutm ayan ve m ânası üzerinde kendi­
sinden başkasının tefsirine m üsaade etm eyen bir insanla karşılaşa­
cağını tahm in etm em işti. Halbuki H alit A yarcı, projelerin hepsini
-b ilh a ssa benim , inadım dan ve sırf alay için koyduğum “ içten ve

344
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

dıştan” tâbirlerine d ay an arak - reddediyordu.


-B u n u n dışardan neresi saate benziyor?
îlk suali bu idi. H em en arkasından ikinci sual geliyordu:
- Saat, zaman ve ayar fikrini binanın içinde ne suretle ifade ettiniz?
Ve bittabi gelen m im arlar verecek cevap bulam adan gidiyorlar­
dı. H içbir zam an, hattâ m üessesem izin lağvedildiği günlerde bile
aleyhim izde bu kadar yazı yazılm adı. K oltuğunun altına projesini
sıkıştırıp kapıdan çıkan herkes soluğu gazetelerde alıyordu. Sütun
sütun m akaleler birbirini takip etm eğe başladı. B iz de boş durm u­
yor, cevap veriyorduk. H alit Ayarcı üst üste yaptığı basın toplantı­
larında, “M odern adam beyhude konuşm az. Biz m üphem i kabul
edem eyiz. Şartnam e harfi harfine tatbik edilecektir.” diyordu.
İkinci yarışm ada saat fikrine biraz yanaşanlar oldu. Fakat onlar da
alelâde dört d ılf lı bina fikrinde kalıyorlardı. Bu itibarla gelen proje­
lerin hemen hepsi masa veya duvar saatlerini dışardan ilâve süslerle
yahut da kaidelerinin darlığı ve katların çokluğu ile telkin ediyorlar­
dı. Bazıları ise daha ileriye gitmişler, yapının ön cephesinde ikinci ve
üçüncü katlara genişçe bir saat kadranı şeklini verm işlerdi. Böylece
pencerelerin mühim bir kısmı büyükçe bir yuvarlağın içinde bulunu­
yordu. Halit Ayarcı bunları da beğenm edi. B ir kısmı için:
- Bunlar herhangi bir binada yapılabilecek şeylerdir. B unun ne­
resi m odern? diyordu. Neresi m odern ve neresi saat?
Bir kısım için de:
- İyi am a, bu kadran çizgisini cepheden herhangi bir tam irde
kaldırırsam pencereler tabiatıyla kendiliklerinden kat çizgisini ve­
rirler! O zam an saatliği nerede kalır? diye itiraz ediyordu.
Bittabi bu sualin de cevabı başka taraflardan geliyordu. B ir bina
hiçbir zaman saat olam azdı. Saatin kendi çatısı ve karoserisi vardı.
Ve bu da herhangi bir binaya zaten kendiliğinden benzerdi. Halit
Ayarcı bütün bunlara karşı artık m asasının cam ının altında büyük
harflerle yazılm ış bir nüshasını bulundurduğu şartnam enin yukar-
daki cüm lesini gösteriyor, yahut yazdırıp tam karşısına duvara as­
tırdığı “içten ve dıştan” kaydını işaret ediyordu.

345
TANPINAR

B u konkura iştirak edenlerden bir tanesi işi biraz daha ileriye gö­
türm üş, ikinci ve üçüncü katların aydınlığını pencere yerine doğru­
dan doğruya saat kadranına benzeyen bir boşluktan verm işti. Ayrı­
ca binayı dört genişçe ayak üzerine alm ıştı. Fakat H alit Ayarcı bu­
nu da reddetm işti:
- Z o rak i! diyordu. Pencere, penceredir. Bu pencere değil k i... K e­
narındaki işaretleri silerim . Gotik kiliselerin renkli cam gülü olur.
Biz başka şey istiyoruz. Saat fikrinin binanın bünyesine girmesini
istiyoruz. O nunla birleşm esi lâzım! Lehim ve ek istem iyoruz. Bina­
nın kendisinde pıogram ım ızı ve gayemizi görm ek istiyoruz.
İtiraf edeyim ki beni asıl uyandıran H alit A yacı’nın bu cüm lesi
oldu. Kendi kendim e, “ Saat fikri binanın bünyesine girerse, bina
binalıktaı. çıkar” diye düşündüm . Ve zavallı dostum a âdeta acıya­
rak güldüı, . Fakat ertesi sabah şöyle bir düşünceye kendiliğim den
vardım : “Bi.ıalıktan çıkan, yani onun kanunlarınm a riayet etm eyen
bir bina, pekâlâ saat fikrini insana verebilir!” Ve ilk rast geldiğim
m im ara o gün bu fikrim i açtım . Fakat hiç hazırlıklı değildim . Bir
türlü lâyıkıyla anlatam adım . B ununla beraber bu konuşm adan ka­
fam da bi*-“ kütle” fikri k a ld ı.“Bu som k ü tley i, saate benzetm ek için
y ık a rsa n bu iş olur!” diyf. düşündüm .
Saatleri A yarlam a E nstitü sü ’nü sessiz sedasız protesto eden ve
evim ize ancak bayram dan bayram a gelen A h m et’in nasılsa evde
bulunduğu gecelerden biriydi bu. M eseleyi onunla m ünakaşa ettim .
O da m im arın fikrinde idi: “ B ir yapı her şeyden evvel kütledir” di­
yordu. Ertesi günü bir saati baştan aşağı söktüm , tekrar taktım . H a­
yır, imkânı yoktu. B uradan yürüyem ezdim . Belki dahilî tertiplerde
bundan istifade edebilirdim . O hâlde elim izde yine kadran kalıyor­
du. H alit Ayarcı cepheye verilen kadran m anzarasını beğenm em iş­
ti. O hâlde başka türlü arayacaktım .
Bu arada sık sık H alit Ayarcı ile konuşuyor, kendisini ve miiesse-
seyi bu azaptan kurtarm asını rica ediyor, herhangi bir yapının da pe­
kâlâ bu işi görebileceğini söylüyordum . O katiyen yanaşm ıyordu.
-S a a tle ri A yarlam a Enstitüsü şim diye kadar vaat etttiği her şeyi

346
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

yaptı, diyordu. V akıa, şehrin saatleri, ne de hususî saatler hâlâ gere­


ği gibi muntazam işlemiyor. Fakat insanlarım ız sık sık saate bakma­
ğa ve vakti ölçm eğe alıştılar, köylerim ize tam am ıyla saati sokm adık­
sa bile saat zevkini soktuk. Bugün bir milyon köylii çocuğunun ko­
lunda bizim sattığım ız oyuncak saatler var! Bu dem ektir ki büyüdük­
leri zaman Saatlem e Bankam ızın gösterdiği kolaylıklar sayesinde
hepsi birer saat sahibi olacak. H içbir faydası olm asa başları sıkıldığı
zaman rehine verebilecekleri veya satabilecekleri az çok para eder
bir malları bulunacak demektir. Saat süsünü kadınlarda bilezik şek­
linden çıkarttık. A lelum um m ücevher süslere tatbik ettik. Bilhassa
bizim icadımız olan saatli jartiyerler bütün dünyada rağbet kazandı.
Siz bu jartiyerlere pek itiraz etm iştiniz. A ncak m üzikhollerde kulla­
nılır, diyordunuz. Halbuki şimdi İstanbul’da böyle saatli jartiyer taşı­
yan binlerce hanım var. Dünyanın en zarif hareketleriyle yolda etek­
lerini kaldırıp saatlerine bakıyorlar. H attâ daha ileriye gidildi. M illet­
lerarası Saat Sevenler kongresinde bazı devlet nişanlarının saat olm a­
sı bile benim teklifim üzerine kabul ed ild i. Bu hususta büyük bir pro­
paganda başlıyor. Hattâ bu yüzden ve sizin son kongrede verdiğiniz
izahat üzerine sevdiklerine ve takdir ettiklerine altın saatler hediye
eden İkinci M ahm ut bütün dünyada alâkayı celbetti. H akkında kitap
üzerine kitap yazılıyor. Bütün bu m uvaffakiyetler m eydanda iken ne
diye sözümden döneyim ? V âkıa bir saat sanayii henüz kuramadık.
A m m a saat ithalini kolaylaştıran birtakım tedbirlerin alınm asına bile
sebep olduk! Yurdun en iyi saat m ağazaları bizim inhisarımızda! Bu
kadar başarılı çalışan bir müessese, kendini ne hakla ve nasıl tekzip
eder? Ve ben nasıl başkalarının oldu bittisini kabul ederim ? H er şeyi
bırakın, ne diye kendimi mağlup, yahut yanılm ış göstereyim ? Ben
yanılmadım ki!.. Ben bir şart koştum . Yapan yapar!
- G üzel, beyefendi, çok güzel! Fakat görüyorsunuz yapam ıyorlar.
Tatbik edilm esi güç...
-E d ilm e s i lâzım!
Ben onu dinlem eden devam ettim:
- Kaldı ki bu sizin kabahatiniz değil! O “ içten ve dıştan” tabiri-

347
TANPINAR

ni, insan hâli, size kızdığım , bu husustaki ısrarınızı lüzum suz bul­
duğum için ben koydum oraya! B inaenaleyh sizin m ağlubiyetiniz
de sayılmaz!
Y üzüm ün kızardığını hissediyordum . Başım önüm e eğik, cevap
bekledim . H alit Ayarcı hafifçe tebessüm etti, daha doğrusu konu­
şurken âdeta sesi gülüm süyordu.
- B iliyorum , dedi, hepsini biliyorum ! Söylediğiniz için de ayrı­
ca teşekkür ederim . Fakat bir teşekkür daha edeceğim . O da, hak-
kındaki yanlış fikirleriniz, yahut aksi tabiatınız dolayısıyla da olsa,
o tâbiri kullandığınız içindir. Onun sayesinde orijinal bir bina sahi­
bi olacağız! Ben netice adam ıyım , niyet adam ı değilim ! K oydunuz,
iyi yaptınız! Şim di sebat edeceğiz. U nutm ayın ki bir sonraki yılın
nisanında beynelm ilel kongre bizde olacak. Ben bu yeni binada ol­
masını istiyorum . Fikri bizden aldılar, bizi geçtiler. Hiç olm azsa bi­
nam ızın orijinalliği ile bu işteki kıdem im ize lâyık olalım!
Filhakika A hm et Z am an î’nin doğum tarihi m illetlerarası saat
bayram ı günü olarak kabul edilm işti. K ongreler hep bu tarihlerde
yapılıyordu...
- P e k i am m a, dedim , nasıl yapılacak? Saat bünyeye nasıl gire­
cek? Yani yapının bünyesine...
Başını ellerinin arasına aldı.
- B ilm iyorum , d edi, orasını ben de bilm iyorum . M im arların işi.
O nlar düşünsün. D aha doğrusu sizin işiniz bu. M adem ki siz koydu­
nuz o şartı, siz düşünün!
Ayağa kalktı. G özlerini gözlerim in içine dikti ve en ciddî sesiy­
le son sözünü söyledi:
- Bu binayı siz yapacaksınız, Hayri Bey, anlaşıldı m ı? Bunu siz­
den katî şekilde bekliyorum . Bu sizin bana şahsî bir borcunuzdur!
Dediği oldu. Fakat ne güçlükle bunu ancak ben bilirim. Sebebi de
zihnim in başından itibaren hep cep saatim e takılmış olmasıydı. H a­
yatta uğradığım ız bütün güçlükler az çok kafam ıza gelen ilk fikirden
bir türlü silkinip çıkam ayışım ız yüzünden değil midir? Hayatım türlü
türlü cins ve şekilde saatler içinde geçmiş olm asına rağmen hep cep

348
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

saatimi düşünüyordum ve m utlaka binamızın sırrını onda arıyordum.


İlk önce tıpkı onun gibi yuvarlak bir bina tasavvur ettim . G ünün on i-
ki saatini gösteren on iki pavyon daire şeklinde m erkezî bir holün et­
rafına dizilecekti. Fakat, biraz kâğıt üzerinde çalışınca bunun im kân­
sızlığını gördüm. Bu sefer saatimi dik tutarak düşünm eğe başladım.
Sağlam, merdivenleri de içine alan dört blok ayaktan büyük, şişkin,
kabarık bir saate benzeyen bir binaya çıkılacaktı. Bittabi saatin yüzü
ve arkası asıl cepheler olacaktı ve yan tarafları da bina boyunca inen
pencerelerin çizgisi süsleyecekti. Böylece her iki cepheye de on iki
saati gösteren büyük işaretler koyacak asıl kadranın bulunduğu büyük
cephenin ortasında da ayaklardan çıkılan büyük kapı bulunacaktı.
Fakat bundan da vazgeçm eğe m ecbur kaldım . Pakize bu son fik­
ri fazla beğenm işti. Ve itiraf edeyim ki P akize’nin zevki benim için
bir çeşit m iyar olm uştu. O nun beğen d iğ i, heyecan duyduğu her şey­
den korkm ağa başlam ıştım . B ununla beraber asıl fikir yine P aki­
ze ’den geldi. O na bu ilk projeyi anlattığım zam an, her zam anki m e­
sut tebessüm üyle:
- Ben biliyorum zaten, dün akşam M übarek’e kurban kestirm iş­
tim. Rûhaniyeti yardım etti.
İlk önce şaşırdım .
- Hangi M übarek? diye sordum . O da nerden çıktı?
Karım sükûnetle:
- A ! K ocacığım , dedi. M übarek işte! Bizim evliya saatim iz. H a­
ni şimdi halanın evinde bulunan! İşte o yardım etti bize!
İlk önce hiddetten boğulacak gibiydim . Sonra birdenbire karımı
kucakladım . Binanın behemehal yuvarlak bir saat olm ası icap et­
m ediğini, dünyada cep saatinden başka çeşit saatler de bulunduğu­
nu, herhangi bir nam uslu bina gibi uzun bir dörtgen olabileceğini
bana hatırlatm ıştı.
-K a rıc ığ ım , dedim , zaten hayatım ın her başarısını sana borçlu­
yum. Bak senin sayende M übarek bize yardım etti. Ç ok teşekkür
ederim .
Filhakika uzun bir dörtgene bir saat manzarası vermek o kadar güç

349
TANPINAR

değildi. Ufak tefek çıkıntılarla günün on iki saatini bu dört çizgiye


koym aktan başka bir şey kalm ıyordu. Aradaki hol de böylece, ilk dü­
şüncem deki, şaşırtıcı tanzimi im kânsız büyüklüğünü kaybedecekti.
Asıl cephe saati on ikiyi gösteren yuvarlak bir bina olacaktı. Sonra iki
tarafta dört küçük blok bizi saat altıya ayıracağım ız arka cepheye ge­
tirecekti. Bu üç katlı olacaktı. H er blokun arasına asma merdivenler,
küçük çem en şeritleri koym ak gayet kolay bir şeydi. Ortadaki büyük
hol cam la örtülecekti. H er blokun cephesinde tıpkı saatlerde olduğu
gibi geniş bir çem ber içinde sağdan sola gitm ek üzere birden on iki­
ye kadar Rom en rakamları yazılıydı. Yalnız on ikinci dıl’ı, ki asıl cep­
he olacaktı, biraz geniş tuttum ve onun üzerine rakam koym adım . Sa­
at fikrini tam verebilm ek için giriş kapısına da tam bir kadran man­
zarası verdim . Altı m etre irtifaında olan bu kapıda kadranın bu tarzda
tanzimi beni epeyce yordu. Herhangi bir dikdörtgenin kenarlarına ra­
kam lar koym akla hiçbir şey elde edem ezdim . Başka bir şey bulmak
lâzımdı. B ursa’ya K onya’ya kadar gittim. İstanbul camilerini dolaş­
tım. Bütün kapı şekillerine baktım. Fakat hiçbiri benim işime yaraya­
cak şeyler değildi. D aha doğrusu hepsi düzgün, iyi işlenmiş dik dört­
genleriyle harikulâde şeylerdi am m a, benim aradığım a cevap verm i­
yorlardı. Nihayet bir gece küçük İstanbul cam ilerinden birinin yana
doğru kaldırılmış perdesi bana bir fikir verdi. Akreple yelkovandan
bir perde gibi istifade edecektim . Şimdi hangi rakam lar üzerinde ka­
pının boşluğunu ayarlayacağım meselesi kalıyordu. İki kanatlı perde­
si kaldırılmış kapı fikrini bulduktan sonra gerisi kolaydı.
Yaz aylarıydı. A hm et tatilini her zam an yaptığı gibi m ektepte
geçirm ek istiyordu. Fakat benim ısrarlı ricam üzerine, sırf bana yar­
dım etm ek için evde bizim le kalm ağa razı olm uştu. Benim güçlük
içinde olduğum u biliyor, ayrıca bu cinsten bir iş üzerinde çalışm ak
hoşuna gidiyordu. Beni saatlerce, velevki m ânasını anlam adığı,
hattâ m ânâsız bulduğu bir iş üzerinde görünce yalnız bırakm ağa ra­
zı olm am ıştı. H ayatım da E m in e’nin ölüm ünden sonra ilk defa ola­
rak hakikî saadeti tanıyordum . O ğlum sade beni affetm iş görünm ü­
yordu. Ayrıca bana yardım ediyordu. O nu yanı başım da, yaşı ile hiç

350
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

m ünasebeti olm ayan birtakım m eselelere, sırf güçlükleri için ilgi­


lenm iş, her ihtim alin üstünde ciddî ciddî düşünür gördükçe sevinç­
ten çıldırıyordum . Bu iş denen şeyin fazileti idi.
İş insanı tem izliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla
arasında bir yığın m ünasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zam anda in­
sanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve m ânâsız olursa olsun bir işin
mesuliyetini alan ve benim seyen adam , ister istem ez onun dairesin­
den çıkm ıyor, onun m ahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin
büyük sırrı burada idi.
Baba oğlu, daha ilk m ünakaşada kadranla akrebin aynı yüksek­
liklerde durm am asına karar verdik. Bu çok kolay ve çok alışılm ış
bir tenazur olacaktı.
Binaenaleyh akreple yelkovanın teşkil edecekleri perdenin iki
d ıl’ının iniş zaviyelerini tanzim etm ek için baba oğul saatlerce elim iz­
de birer saat, ayar değiştirerek en m ünasip açıklığı aradık. Bu açının
hem ilk bakışta göze batm ayacak, hem de görür görm ez tabiî bir şey
gibi kabul edilm eyecek şekilde olması lâzımdı. İnsanı birkaç dakika
olsun düşündürm eli, hattâ kapıdan acele geçen yolcu, birdenbire işin
gayri tabiîliğini hatırlayarak geriye dönmeli ve kapının beyaz mer­
merden pervazlarına kakılmış büyük tunçtan rakam lara bakmağa
mecbur olmalıydı. Hiç olm azsa, “A m an, çıkarken şuna bir iyi dikkat
edeyim!” diye kendi kendine söylenmeliydi. N ihayet dördü kırk iki
geçede karar verdik. Böylece altı m etre yüksekliği olan kapının kiriş
taşından bir buçuk metre aşağıda başlam ak üzere, iki taralın taş per­
deleri birbirinden pek az farklı bir nisbetsizlikte asıl kapı boşluğunu
yapacaklardı. Bu suretle sağ taraf boşluğu sol taraftan biraz daha yük­
sekçe olacak, fakat her iki taraf da, somaki taştan kapının perde per­
vazına en yakın yerde bile insan boyundan biraz yüksekte asılacaktı.
Taş perdelerin kenar kıvrımları arasında akreple yelkovanın düz mil­
lerini yine işlenmiş, hattâ savatlı tunç, belki de çelik ve tunç karışık
kalın çubuklar verecekti. Üstünde, perdenin iki ucunun birleştiği düz­
lükte de yine böyle bir madenden büyük bir rakkas kalın mihveri et­
rafında fakat bu sefer ucu yukarıya çevrili, durm adan sağa sola gide­

351
TANPINAR

rek ayar fikrini temsil edecekti. Kapının üstüne koyacağımız sayva­


nın yapacağı gölgede yeşil som aki, beyaz merm er, kararmış tunç iyi
bir renk tesiri bırakacaktı. Hiç olm azsa A hm et böyle düşünüyordu.
Bütün bunları kararlaştırdığım ız zam an saat on iki idi. O ğlum a
korka korka:
- B u rakamı tam dın m ı? diye sordum .
- H a y ır , bilm iyorum ! diye cevap verdi. Nesi var?
- S e n in doğduğun saat...
Birdenbire yüzü kızardı ve gülüm sedi. M em nun olduğu belliydi.
Sonra kaşları çatıldı, ve önüne bakm ağa başladı. Söyleyeceği sözün
hatırımı kırm asından çekindiğini anladım . N ihayet dayanam adı.
- Baba! dedi, zayıf tarafımı beyhude aram a. Biz henüz, bunu he­
pim iz için söylüyorum , fikirlerim iz için birbirimizden vazgeçecek
seviyeye gelm edik. Fakat şimdiki vaziyette ben daha rahat ediyorum.
Belki de bu sözlere m uhatap olm aktan gelen sıkıntı içinde birden­
bire yaptığım ız işin eksik tarafını gördüm . Bu 720 m etrekarelik holü
ne yapacaktım ? O geceyi sabaha kadar bunu düşünm ekle geçirdim.
Nihayet sabaha karşı Kahvecibaşı Camii m ezarlığının şimdi evimde
bulunan parm aklığına benzer bir parm aklıkla ikiye bölmeyi, bu suret­
le geniş mesafeyi hiç olm azsa ilk gören için daraltmayı düşündüm.
Fakat bu da kifayet etm ezdi. Bu boşluğu kıracak şeyler lâzımdı. Ah­
m et’in m ektebinden, arkadaşlarından bulup getirttiği mimârî m ecm u­
alarında gördüğüm birkaç resim bana bir fikir verdi. Parmaklığın tam
orta yerine, her biri başka bir istikamette giden ve tıpkı mazotlu ge­
milerin bacalarına benzeyen dört büyük sütun koym ağa karar verdim.
Fakat holün camlı tabanının sütuna ihtiyacı yoktu. İşte o zaman asıl
büyük fikir geldi. M ademki sütuna ihtiyaç vardı, o hâlde holün bir üst
katı bulunacaktı. Ve böyle bir üst kat, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
nün kendisiyle gayet uygun düşüyordu. Nasıl kendimize iş bulmak
için bu enstitüyü kurduysak bu üst salonu da öylece, holün büyüklü­
ğünün zarurî kıldığı, dört sütuna iş bulm ak için yapacaktık. Sabaha
karşı ikinci bir fikir hole ait bu çalışmayı tamam ladı. Dört sütun yan
yana bulunacaktı ve içlerinden geçilecekti. Sağdan gelecek, sol tara­

352
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

fa geçmek için Sabah sütunun kapısından girecek Öğle sütunundan


geçtikten sonra Akşam sütununun merdiveninden çıkarak, Gece sü­
tunundan holün öbür tarafına inmiş olacaktı. Buna mukabil sol taraf­
tan sağa geçm ek isteyen ziyaretçi, G ece sütunundan A kşam ’a ve Öğ-
le’ye geçerek Sabah sütununun parmaklıklı kapısından çıkacaktı.
Sabah kahvaltısında A hm et’le biraz konuştuktan sonra bu fikri­
mi de tam am ladım . O bana Üç Ş erefeli’nin m inarelerini hatırlat­
m ıştı. Üç Ş erefeli’nin m inarelerine bilindiği gibi, m üezzinler birbi­
rini görm eden ayrı ayrı m erdivenlerden çıkar. B izim sütunlar bu­
nun aksi olacaktı.
Dövme bakırdan, geniş kafesli cam larından her iki merdivenden
inip çıkanlar görülecekti. Bir yonca yaprağı gibi aynı m erkezden
yükselen bu dört sütunun yeknesaklığını büsbütün kırm ak için holün
ortasına diyagonal olarak yerleştirm eği daha m ünasip bulm uştum .
Bittabi, sütunlar hep birbirlerine kaidelerinin biraz yukarısından, inip
çıkanların geçebilmesi için, küçük köprülerle birleştirilm işti.
Buraya kadar her şey iyiydi. Fakat üst kattaki salon beni rahatsız
ediyordu. Ne sütunlar, ne parm aklık meseleyi halletm em iş, sadece
problemi bir kat yukarıya nakletm işti. Burada yine m azim , yani işsiz­
lik zamanlarım da oturduğum kahvelerde hatm etm eğe m ecbur kaldı­
ğım gazetelerden öğrendiğim şey im dadım a yetişti. Salon yerine tıp­
kı gökdelenlerde olduğu gibi bir üst kat bahçe yapm ak en iyisi ola­
caktı. Buna karar verdikten sonra dört sütunun arasında ve iki yanda
uzun birer kalın cam dan, hole ışık verm enin de kabil olacağını düşün­
düm. V âkıa bahçemiz çoktu ve gökdelenlerin bahçesi de otuzuncu,
otuz beşinci kattaydılar. Fakat çalışacak arkadaşlarımızın pencereden
başlarını çevirdiği zaman biraz çiçek görmesi ve hiç olm azsa ikinci
katın avluya bakan pencerelerinin ışık alması ancak bununla kabildi.
Bu bahçenin de gerek cephe kapısının bahçesi gerek altı numaralı
pavyonun önündeki bahçe gibi saat şeklinde tarh edilmesini kararlaş­
tırdım. Yalnız küçük bir fark olarak bir A hm et Zam anî büstü kona­
caktı. Böylece holüm üz hem eski m im arim izi, hem de modern m im a­
riyi birleştirecekti. Nitekim asıl başarılı tarafım ız da bu hol addedildi.

353
TANPINAR

Binanın yalnız dört pavyonunun birden fazla katlı olm asına karar
verdim. Asıl cephe pavyonu olan ve saat on ikiyi temsil eden, büyük
giriş kapısının bulunduğu pavyonla iki yanındaki 1 ve 11 numaralı
pavyonlar ikişer katlı olacaktı. Bu cephe binasının mukabili olan sa­
at altı pavyonunu ise üç katlı düşündüm . Bu pavyonun ilk katını hiç­
bir daire taksimatı olm ayan, iki taraflı geniş pencerelerle aydınlanmış
bir salon hâlinde bıraktım . Bunun üstündeki katı birinden öbürüne
geçilen iki yuvarlak salon hâlinde tanzim ettim . D aha üstündeki kat
ise diğer pavyonlar gibi daire bölm esine tâbi idi. Yalnız her iki katın
merdivenini doğrudan doğruya binanın içinden çıkartacağım yerde
ikinci katın merdivenini beş num aradan, ve üçüncü katın m erdiveni­
ni yedi numaralı pavyondan çıkarttım . Böylece altı numaralı pavyon
iki tarafındaki boşluktan geçen etrafı cam la örtülü, biri nisbeten daha
kısa, İkincisi daha uzun ve dolambaçlı iki merdivenle yanındaki pav­
yonlara bağlı oluyordu. A lt kat ise doğrudan doğruya hole bağlıydı.
H içbir m im arî zaruret olm adan, sırf D oktor M ussak’ın hâtırası­
nı yaşatm ak için, ve biraz da psikanaliz tedavim esnasında aziz
dostum D oktor R am iz’in insan dim ağını ve şuurunu bana anlatır­
ken yaptığı ev benzetm esini düşünerek yaptığım bu lüzum suz yeni­
likler de holdeki sütunlar kadar m akbule geçti ve ben yukarda söy­
lediğim gibi onların sayesinde M illetlerarası M im arlık Cem iye-
ti’nin fahrî azası oldum , birkaç cem iyetten m adalya ve galiba iki
ecnebî devletten nişan aldım .
Söylem eğe hacet yok ki 6 num aralı pavyonun ilk katı büyük iç­
tim a salonum uz olacaktı. O nun üstündeki iç içe küçük daire şeklin­
deki salonlar küçük toplantılara tahsis edilecekti. En üst kat ise, et­
rafla m ünasebetin güçlüğünden Sabriye H anım a bırakılıyordu. Fil­
hakika arkadaşım ızın öğrenm ek ve bilm ek, tetkik etm ek hırsından
başka türlü kurtulm ak im kânı yoktu.
Y ine söylem eğe hacet yok ki bu pavyonun ikinci katındaki iç içe
salonların daire şeklinde olm asının sebebi saatin çark ve dişlilerini
tem sil etm esi içindi. N itekim dördüncü pavyonda da saniye kadra­
nını hatırlatm ak için böyle bir yuvarlak salon tanzim etm iştim .

354
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Böylece sırf H alit A yarcı’ya inat olsun diye, onu m uztar vaziyette
bırakm ak için şartnam eye koyduğum “ içten ve dıştan” saate benze­
mek kaydını bir yığın abes şeyler icat ederek ödem iştim .
Bütün bu çalışma arasında tek kazancım , A hm et’le beraber ol­
mamdı. Oğlum a hakikaten hasrettim. Bu yüzden işler bitecek diye
üzülüyordum. Ne çare ki ayrılm am ız m ukadderdi, A hm et beni sevi­
yor, fakat hayatıma, gördüğüm işe tahammül edem iyordu. Son gece­
yi , yine Doktor M ussak’ın hâtırasıyla, yüzlerce kibrit kutusundan yap­
tığımız acayip maketin karşısında geçirdik. Son değiştirmeleri yaptık.
Oğlum m erdivenlere, binaya, sütunlara dair bir yığın fikir söy­
lüyor, benim le alay ediyordu. B en onun yeni terlem eğe başlam ış
bıyıklarının yavaş yavaş değiştirdiği yüzüne, siyah üziim gibi göz­
lerine, ince dudaklarına bakıyordum . B ana hiç kendisini açm ayan,
düşüncelerinin üzerinden atlayarak bana dostluk gösteren, yardım
eden bu küçücük insanı, bu benden parçayı, benden bu kadar ayrı
yapan şeyi düşünüyordum . B ana benzem ediği, bütiin düşüncesinde
beni inkâr ettiği için ona kızm ıyordum . Hiç dargınlığım yoktu. B i­
liyordum ki bana benzem em esi tek kurtuluş çaresidir, ve buna razı
oluyordum . H attâ bundan m em nundum bile. Fakat bu kuvvetin ne­
reden geldiğini ayrıca m erak ediyordum . Takribî A hm et Efendi ai­
lesinin bu son erkeği hangi düşüncenin peşinden yürüyerek buraya
varm ıştı? Asıl beni şaşırtan şey, hiçbir nefret ve hiddetin işin için­
de bulunm am ası idi. Halbuki bu iş bu kadar sükûnetle olacak şey
değildi. D em ek ki oğlum sadece kendi içinde servetim in hayatına
getireceği kolaylıkları, aile bağlarını yenm ekle kalm am ıştı, daha
çetin bir m ücadele de yapm ıştı. K endisini de yenm işti.
Birdenbire hatırım a E m in e’nin ölüm ünden sonraki senelerde her
gece, âdeta kapı eşiklerinde onun Z ehra ile kucak kucağa, birbirine
sokularak ağlaya ağlaya beni bekleyişlerini düşündüm . Gözlerim
yaşardı. B iraz yüz bulsaydım her şeyi söyleyecek, a f dileyecektim .
Fakat A hm et, ciddî, işi bittiği andan itibaren o kadar her türlü m ü­
cadeleden uzak, sadece son sınıf lise talebesi olm uştu ki böyle bir
bahsi açm am a ihtim al yoktu. B ir ara:

355
TANPINAR

- A blanla aran nasıl? dedim.


G özlerinde güzel b ir ışık parladı.
- Ben Z eh ra’yı çok severim , dedi.
Sonra elini göğsüne götürdü, yeni süveterini gösterdi.
- B unu bana o ördü...
Tekrar aynı sükûta düştük. Ben kendi içim den, “O ğlum , karşım ­
da... Fakat düşüncelerim iz yeniden birbirinden ayrıldı, diye düşün­
düm. M üşterek iş bitince aram ızda eski uçurum açıldı. A rtık yine
ancak hastalandığım ı haber alınca, yahut m uayyen günlerde gelip
göreceği bir adam oldum .”
B u zalim bir düşünce idi. H er tarafından bir çıkm aza benziyor­
du. “O kendisi olm ak için beni unutm ağa belki muhtaç! Fakat ben
ancak onun sayesinde biraz kendim olabiliyorum . Bu, belki de
onun hiç anlam ayacağı bir şey. O benim kaderim i bitm iş biliyor ve
bunda haklı! Fakat ben onun kaderi üstüne acz içinde titriyorum .”
Fakat arada bu uçurum daima kalacaktı. A ra sıra onun üstünden el­
lerim iz birbirine uzanacak, sonra ben küskün, o üm itli kendi dünya­
larım ıza dönecektik. Biliyordum, bu düşünceler sade bu akşam ın dü­
şünceleriydi. Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp ensti­
tüye gittiğim zam an başka adam olacaktım. D aha ertesi günü belki et­
rafım da müthiş bir alkış tufanı kopacaktı. H alit Ayarcı öldürdüğüm
köpeği bana sürükletmiş olmanın kendisine bahşettiği memnuniyeti
en cömert şekilde ödeyecekti. Sade bu m u? Yarın akşam Selm a’mn
gecesiydi. Beraber olunca ben yine her şeyi unutacaktım. Belki bir iki
hafta sonra Sabriye Hanımın, üç aydan beri enstitünün içinde tecrit
için çare aradığım kadının, sırf Selm a’ya ve Pakize’ye inat olsun di­
ye, haftalardır, bana peşkeş çektiği genç kızla yatacaktım. Bu başka
türlü değişmek, başka türlü unutm ak olacaktı. Dün ikindi vakti Seher
H anım benimle dikkati çekecek kadar m analı konuşmuştu. B u kadı­
nı bundan sonra ihm al etmeyeceğim i biliyordum. H ulâsa ben kendi
bataklığım da durm adan gömülecek, durm adan unutacaktım. Fakat
hiçbir zam an bu saati, bu üç ayın lezzetini bulam ayacaktım.
B ütün bunlar hayatım da tek bir hâdisenin doğurduğu şeylerdi.

356
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Em ine ölm eseydi hiçbiri olm ayacaktı. O ğlum bütün bu düşüncele­


ri anlam ış gibi yavaşça yerinden kalktı:
- K orkm a, dedi, bundan sonra daha sık gelirim . A rtık kâfi dere­
cede kuvvetliyim !
Ve ilk defa beni candan öptü. Beni olduğum gibi kabul etm eğe
alışm ıştı. O odadan çıkarken arkasından baktım . Belki şu anda sev­
diği, belki yarın seveceği kızı düşündüm . Bütün talihini düşündüm .
Her çocuk babasından bu yaşta kopar. Fakat benimki benden iki de­
fa kopm uştu. O gece yatağım da hep eski fakir evim izi hatırladım .
Küçücük A h m et’in kafesi sarkan cum badan kırık kenarlı bir saksı­
da yetiştirdiği sardunya çiçeği sabaha kadar gözüm ün önünden git­
medi. İkide bir yatağım da silkiniyor, onu sabahleyin kahvaltıda bir
kere daha göreceğim e seviniyordum .

II

Halit A yarcı, getirdiğim projeyi, daha doğrusu oğlum un çizdiği


çok acem ice planla, benim boş kibrit kutularından yaptığım acayip
maketi büyük bir heyecanla karşıladı. Verdiğim izahatı dinledikçe
m em nuniyeti artıyordu. Ben her şeyi anlatıp bitirince ayağa kalktı
ve ciddiyetle beni tebrik etti. K endisine birkaç defa:
- A cele etm eyin! D aha çok eksik, çok sakat tarafı var O n, on iki
salon, kırk kadar oda, bunu ne yapacağız? diye hatırlatm ak istedim .
O dinlem iyordu bile.
-A z iz im ! dedi, nafile yere yaptığınız işi küçültm eğe çalışm a­
yın. H arikulâde bir iş yaptınız. Asıl büyük m üşkülü de halletm işsi­
niz. Şu ortadaki hol iki aydır beni de m eşgul ediyordu. B urada bul­
duğunuz hâl çaresi en iyisi!
- F a k a t ben size bundan bahsetm em iştim ...
-D ü şü n celerim izi birbirim ize söylem eğe ihtiyaç olm adığını, ko­
nuşmadan anlaştığımızı artık anlam anız lâzım! diye cevap verdi. İki­
mizin de hatası cep saatlerimizden harekette ısrar oldu. Fakat vakta
ki siz de, ben de cep saatlerim izin yerine M übarek’i düşünm eğe baş­

357
TANPINAR

ladık; mesele değişti. Yalnız siz beni geçtiniz. O dalara ve salonlara


gelince bu hususta zerre kadar üzülmeyin! İkim izin de bir yığın yeni
akrabası bulunduğu g ib i, tavsiye edilenler, ayar ekiplerinden terfi za­
manı gelenler var. D em ek istiyorum ki nasıl bir m em uriyet adı ken­
di fonksiyonunu yaratırsa, bizimki gibi bir enstitüde boş bir oda ve
salon da kendi fonksiyonunu yaratır. Sabriye H anım a bulduğunuz
yer harikulâde. A ziz arkadaşımızı böyle kartal gibi binanın en yük­
sek tepesinde yuva yapm ış görm ek beni cidden m esut edecek. Fakat
bunlar sonra d ü şü n e c e ğ im i şeyler! Şimdi ilk yapılacak iş bir basın
toplantısı ile efkârıum um iyeye bu muvaffakiyetinizi ilân etmektir...
Kibrit kutularıyla yaptığım bu sökülür, takılır, acayip ve şüphesiz
gülünç ve berbat -şim di ki her şey bitti, niçin itiraf etm eyeyim ?- m a­
ketin başında çekilen resimlerimizi elbette okuyucularım arasında bir­
çoğu hatırlarlar. Söylem eğe hacet yok ki gerek binanın projesi, gerek
maket bir taraftan şiddetle alkışlanırken, öbür taraftan da hemen he­
men aynı şiddetle tenkit edilen ben, talihim icabı burada da am atör
dâhi ile sahtekâr, şarlatan oldum . Fakat artık vaziyete alışmıştım; ho­
lün belli başlı süsü ve buluşu olan dört sütunla, Altıncı pavyonun her
iki katına ayrı m erdivenlerden ve o kadar görülmemiş şekilde çıkıl­
ması yenilik taraftarlarını sevinçten, heyecandan çıldırtmıştı. Bir dos­
tum , günlerce gazetesinde “Yeni, başından sonuna kadar, akıl alm aya­
cak kadar yeni! Yaşasın yenilik!” diye bağırdı. Bir başkası, “Kokmuş
ve klasik şekillerden ayrıldığım ız için” bahtiyar olduğumuzu söylü­
yordu. Bir üçüncüsü ise bu acayip merdivenleri, onları binaya bağla­
yan hiç lüzum suz iki küçük köprüyü -çü n k ü üç pavyonun arasını sırf
bu küçük köprücükler için açık bırakm ıştım - bir yığ-n övdükten son­
ra, “İşte, diyordu, T ürkçe’de yeni sentaksın başladığı devirde yeni m i­
marî de feyzini verdi. D evrik cüm le düşmanları Hayri İrdal’m m uvaf­
fakiyeti karşısında bakalım ne yapacaklar?” Dördüncü eleştirmecinin
övmesi daha parlaktı. O na göre ben, sade devrik cümleye lâyık bir bi­
na yapm am ıştım , aynı zam anda soyut m im arî yapmıştım. Kibrit ku­
tularından yapılan m aket ise âdeta piyasaya tesir etti. İnhisarlar İdare­
si bu yeni m im arlık çalışm alarına lâzım olan maddeyi teminden âciz

358
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

kaldı. Durmadan gazetelere verdiğim iz beyanat, yapılan münakaşayı


her gün biraz daha körüklüyordu. H er pavyonun ayrı şekilde boyana­
cağını söylediğim zaman m ünakaşa tekrar alevlendi.
Buna mukabil hakikî m im arlar, bir türlü eserim i kabul etm ek is­
tem iyorlardı. Ö yle ki binanın inşasına nezaret etm ek, betonarm e
hesaplarını yaptırm ak için güçlükle elem an bulduk.
G erek m akette, gerek m erdiven m eselesinde D oktor M ussak’a
neler borçlu olduğum u yukarıda söylem iştim . N için aram ızda doğ­
madığını bir türlü anlam adığım bu kafa dengi dostun hâtırasını bu­
rada bir kere daha yâdetm ek isterim . Bu bina yapıldığı zam an şüp­
hesiz beni tebrik edecekti. Fakat asıl m em nun olacağı şey, alelâde
bir unutkanlığını o kadar şiddetle cezalandıran bir zihniyetten onun
hesabına aldığım intikam dı. H akikatte bana gelen her alkış ona bir
nevi tarziye dem ekti. Bu bina dolayısıyla gerek Saatlem e Banka-
sı’ndan, gerek enstitünün bütçesinden aldığım ikram iyeyi de onun­
la taksim etm eğe candan razıydım .
Gariptir ki bu parlak m uvaffakiyete rağm en, Saat E vleri’ni yaptır­
mağa başladığım ız zaman bütün m ahalle için yapılacak planların ta­
rafımdan yapılmasını Halit Ayarcı teklif eder etm ez beni o kadar al­
kışlayan arkadaşların hiçbiri bu işe razı olmadılar. Enstitünün son de­
rece orijinal olduğunu aylarca iddia eden, bundan son derecede me­
sut görünen, günde değilse bile haftada hiç olm azsa iki defa inşaat
yerine gidip seyredenler, dönüşte tebrik için odam ın kapısında birbi-
riyle itişen en yakın dostlarım ız buna itiraz ettiler. En insaflıları:
- B unlar hususî evlerdir. B izden sonra çoluk çocuğum uza kala­
cak! Fazla orijinal olm asına ihtiyaç yoktur. Sağlam , ucuz, em niyet­
li olm ası kâfidir! diyorlardı.
Bazıları ise daha ileriye giderek:
- D işim izden tırnağım ızdan arttırdığım ız para ile tecrübeye gir­
m eyiz. B iz ev istiyoruz, dâhiyane eser değil! diye haykırıyorlardı.
H attâ beni o kadar iyi anladığını sandığım D oktor R ainiz bile bu
fikirde idi.
- O lm az ^ / :im , olmaz! D iyordu. B ir de bakarsın ki m erdiven­

359
TANPINAR

leri ters taraftan koym uşsun! O lur mu hiç?


D oktor R am iz’e, dilim in döndüğü kadar bu m erdivensiz kat hi­
kâyesinde m esuliyetin biraz da kendisine ait olduğunu, asıl ilhamı
bana onun insan zihni hakkında verdiği izahattan aldığım ı anlatm a­
ğa çalıştım . H er defasında:
- K arıştırm a, azizim! Ev başka, insan şuuru ve ilim başka! ceva­
bını aldım .
Yalnız, Yangeldi A saf Bey bu hususta hiçbir fikir beyan etm iyor­
du. E linde sinekliği - y a z sonuydu ve dostum uz bu yeni âdeti çı­
k artm ıştı- üç içtim a boyunca m ünakaşaları hiç anlam adan dinledi,
dördüncüsünde yavaşça yanım a geldi:
-H a y ric iğ im , bu dâvadan sen vazgeç! D edi. İstersen babadan
kalm a bir evim var, tam ir ettireceğim , sana onu bırakayım! M era­
kını tatm in edersin!
K arım da bu fikirde idi. M aketin başı ucunda otuz beş defa re­
sim çektiren Pakize, evim izin tarafım dan yapılm ası ihtimalini işi­
tince küplere bindi. İlk defa karım la, kızım ın ve dam adım ın aynı fi­
kirde olduklarını gördüm . K arım durm adan:
- A l l a h gösterm esin! diyordu. H iç senin yapacağın evde oturu­
lur m u?
Z ehra ise beni bu fikirden vazgeçirtm ek için elinden gelen yos­
m alığı esirgem iyordu.
D oğrusu istenirse ben de Saat E v leri’ni kendim yapmayı istem i­
yordum . Benim m erakım , zevkim insan ruhunu öğrenm ekti. Herkes
benim gibi m i, yoksa biraz farklı mı? Bunu öğrenm ek için ısrar edi­
yordum . H ayır, onlar da benim gibiydi, hattâ daha beterdiler. Hiç
şüphe etm eden hodbindiler. U m um um parası sarf edilirken o kadar
cöm ert, hasbî, kayıtsız şartsız yenilik taraftarı olan, benim eserim le
övünen insanlar, şimdi kendi m enfaatleri ortaya konunca birdenbire
dönm üşlerdi. H attâ H alit A yarcı’yı bile artık dinlem iyorlardı.
“İnsanla bu kadar oynanm az ki, a canım !..” sözü dillerinden
düşm üyordu. H ulâsa herkes kendisi olm uştu. Ve bunun için herkes
birbirine benziyordu. H alit Ayarcı bütün bunlardan m ustarip, ne ya­

360
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

pacağını şaşırm ış, ikide bir gelip bana şikâyet ediyordu.


- Nasıl olur? diyordu, nasıl olur? D ünyanın en m odern miiesse-
sesinde, en m ükem m el ve yeni şartlar altında ve bu kadar yenilik
içinde çalışan bu insanlar bu işi nasıl anlam azlar? O hâlde enstitü­
de ne işleri var? N için yeni binayı alkışladılar? N için bizi tebrik et­
tiler? D em ek yalan söylüyorlar!..
Ben H alit A yarcı’ya vaziyeti anlatm ağa çalışıyordum .
- H ayır, yalan söylem iyorlar, diyordum . İkisinde de sam im î idi­
ler. Yeniliği kendilerine ucu dokunm am ak şartıyla seviyorlardı. H â­
lâ da o şartla severler. Fakat hayatlarında em niyetli ve sağlam ol­
mayı tercih ediyorlar.
- B ö y le şey olur m u? B ir insan iki türlü düşünür mü? İki türlü
mantık bir kafada bulunur mu?
Halit Ayarcı hakikaten m eyustu.
- T a b iî bulunur. D aha doğrusu m enfaatler istikam etini değişti­
rirse m antık da değişir.
- B e n anlam ıyorum doğrusu bunu!.. Bütün eserim yıkıldı. Bu
m üessese artık benim değil!
Şakaklarından ter akıyordu. H içbir zam an onu bu hâlde görm e­
miştim . K arşısındaki kalabalıktan daha çetinlerine, çok büyükleri­
ne laf anlatm ıştı. B urada, hepsi kendisinin yetiştirm esi bir avuç in­
san onu şaşırtm ıştı. Bir rüyada gibi etrafına bakınıyordu.
- H i ç boks m açına gitm ediniz m i? İlk önce bakam ayız bile!
Sonra birdenbire heyecanlanırız, bir tarafı tutarız. Bir an evvel, kâ­
fi derecede kuvvetli olm am asına kızarız, haykırırız. Haydi! deriz,
daha kuvvetli! D aha müthiş! deriz ve öyle olm adığı için üzülürüz.
Fakat hangim iz o esnada o adam ın yerinde bulunm ayı isteriz? H iç­
birim iz, değil mi? Bunlar da öyle işte... M ücadeleyi bizim tarafım ı­
zdan seyrettiler. Ve bizi alkışladılar. O anda çok sam im î idiler. Fa­
kat şim di siz, “ringe buyurun!” deyince iş değişti. B urada kendi
m enfaatleri, kendi em niyetleri var!
- O hâlde bu adam lar bana inanm ıyorlar! B eyhude yere buraya
toplanm ışız! B eyhude yere uğraşm ışız!

361
TANPINAR

-H a y ır... Yine size inanırlar. Fakat m enfaatlerine dokunm am ak


şartıyla... Zaten niçin inanm alarını istiyorsunuz, onu anlam ıyorum ...
- Fakat iş, iş!..
B öylece Saat E v leri’nin uzun ve çetin m ünakaşası hiç farkında
olm adan H alit A yarcı’yı içinden yıkm ıştı.
D ördüncü içtim a en çetini oldu. H alit Ayarcı işi tehdide kadar
götürdü. Fakat heyhat! Sihir bozulm uştu. K arşısındakiler kendileri­
ni kuvvetli buluyorlardı. Sözlerini bile dinletem edi. Saat Evleri her­
kesin evleri gibi olacaktı. Ç oğunluk öyle istiyordu.
Toplantı salonunu yerini bana bırakarak herkesten evvel terk et­
ti. Ben ilk defa olarak enstitü azasına ait bu cins içtim alarda reye
m üracaat ettim ve m utlak çoğunluğun hakkını teslim ederek çıktım .
O dasına girdiğim zam an büsbütün başka bir H alit Ayarcı ile kar­
şılaştım . Vaktiyle halam ı oturttuğu büyük koltukta, ayaklarını m a­
saya dayam ış, düşünüyordu. Beni görünce:
- B e n bir yerde aldandım ... N erede? diye sordu. Nerede aldan­
dım ? Onu bulsam bana yeter...
-B ilm iy o ru m ... diye cevap verdim . En iyisi düşünm eyin bunu
artık! N ihayet kendi evleri... İstedikleri şekilde yaparlar. G üle güle
otursunlar, der, geçeriz...
O yüzüm e, ısrarla, inatla baktı:
- N için, dedi, beni anlam ıyorsunuz? Ben bir yerde aldandım !
G ülerek kendisini teselli ettim .
- Belki m im arlık deham da! dedim . İtiraf edin ki bu işten hiç an­
lam ıyordum , anlıyam azdım da...
O m uzlarını silkti:
- B undan ne çıkar sanki?
- Fazla oynadık etrafla... Kabul etm iyor m usunuz?
Tekrar yüzüm e b ak tı.
- H a y ır , dedi, oynam adık. H iç oynam adık. Bizi aldattılar. Biz
fazla inandık onlara...
Sonra ayağa kalktı, odanın içinde dolaşm ağa başladı.
- B u m üessese artık benim değil! Bundan sonra ben de herkes

362
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

gibiyim burada... dedi.


Ve şapkasını dahi alm adan çıkıp gitti.
B u, Halit A yarcı’nın kapıldığı ilk yeisti. Bütün m eseleyi biraz da
hiçten yere alevlendirm işti. B ununla beraber fazla devam etm edi.
M illetlerarası Saatleri A yarlam a E nstitüleri’nin um um î kongresi
yeni binam ızda açıldığı zam an herkes yine eski H alit Ayarcı ile kar­
şılaştı. M ütebessim , kibar, üstün, hakikî centilm en, bütün kongreyi
kendisine hayran etti. K ongrenin kapanış m erasim inde iki saat ko­
nuştu. Ve birbiri ardınca çılgınca alkışlandı.
B ununla beraber kendisine en yakın insan sıfatıyla onun artık
eski H alit Ayarcı olm adığını gayet iyi hissediyordum .
Şüphesiz ki, enstitüm üzün o kadar âni şekilde lağvında onun bu
ruh haletinin çok tesiri olm uştur. Filhakika eski heyecanı ve hara­
reti kalsaydı bu hazin akıbetle bu kadar beklenm edik şekilde karşı­
laşm azdık.
Daim a vaziyetleri karşılam asını bildiğine göre, hatta lağva se­
bep olan hâdisenin vuku bulduğu gün enstitüde bulunm uş olsaydı
iş yine değişirdi. Fakat yoktu. Aylardan beri zaten gelm iyordu. E ns­
titüde, ecnebî heyet geldiği zam an, yalnız ben vardım . Ve yazık ki,
ben de bütün tecrübem e rağm en bu heyetin ehem m iyetini takdir
edem edim . Kaldı ki, artık eskisi gibi m iiesseseden şüphe de etm i­
yordum . H alit A yarcı’nın itişleriyle yavaş yavaş m üessesenin haki­
katen lüzum lu bir iş gördüğüne, hakikaten m odern bir teşekkül ol­
duğuna inanm ıştım . Etraf gerek bina hususunda, gerek diğer m ese­
lelerde bizi o kadar beğenm iş, o kadar alkışa garketm işti ki, böyle
bir şüphe aklım a bile gelm iyordu. Bu itibarla heyete herkes tarafın­
dan beğenilen m üessesem izi baştan aşağı gezdirdim . Ve yaptığım ız
işler hakkında lüzum lu gördüğüm bütün izahatı verdim .
Yazık ki, bu gelen heyet Öbürleri gibi değildi. N e kapının sem ­
bolik saati, ne katların acayip ve takm a m erdivenleri, ne de büyük
daktilo salonum uzda elinde değneği bir şef dorkestr gibi işaret ve­
ren kalem âm irim izin emri altında son derece ritm ik çalışan yetm iş
daktilom uzun hep bir anda m akinaya basıp yazı yazm aları onları

363
TANPINAR

şaşırttı. Ö yle ki, d ostça başladığım ız gezinti hem en hem en tam bir
kayıtsızlık içinde bitti.
Tekrar odam a döndüğüm üz zam an heyetin reisi kendisine ikram
ettiğim içkiyi kabul edeceği yerde doğruca telefona koştu ve 013 5 ’i
arayarak saatin kaç olduğunu sordu. Aldığı cevap üzerine evvelâ
duvardaki saate, sonra yüzüm e baktı.
- B öyle bir kolaylık varken bu m üesseseye ne lüzum var? diye
sordu.
Bu aşağı yukarı kurulduğu günden beri benim H alit A yarcı’ya
sorduğum sualdi. O her defasında bana çok ciddî, m antıkî cevaplar
verm iş, tam am iyle ikna edem em işse bile hiç olm azsa susturm uştu.
Yazık ki, ben H alit Ayarcı değildim . B ende ne onun talâkati ve kes­
kin m antığı vardı, ne de karşım daki adam behem ehal ikna edilm ek
arzusuyla bu suali sorm uştu. Bu itibarla verdiğim cevapların hiçbi­
rini doğru dürüst dinlem edi bile. H er ağzım ı açışta:
- B ö y le bir m üesseseye ne lüzum var? diyordu.
N ihayet bütün dünyada buna benzer m üesseseler bulunduğunu
söyledim ve tekrar H alit A yarcı’dan öğrendiğim şekilde m utlak ve
m uayyen kadroları anlattım . Sonunda adam bana, “A llahaısm arla­
dık!” bile dem eden çıkıp gitti.
B ununla beraber bu acayip ziyaretin böyle bir netice vereceğin­
den hiç de şüphe etm edim . Fakat ne olur ne olm az H alit A yarcı’yı
aradım . E vinde yoktu. Sağa sola sordum . H içbir yerde bulam adım .
Üç gün sonra m üessesenin lâğvedildiği emri geldi. Bu benim için
bir bakım a büyük darbe değildi. Çoktan beri artık bu işin bitmesi lü­
zum una kani olm uştum . H ele A m erikalının ziyaretinden sonra büs­
bütün soğum uştum . Saatleri A yarlam a Enstitüsü rolünü yapm ıştı.
Fakat ne olsa hayatım a girm işti. O na çok em ek verm iştik. Planı­
nı kendi çizdiğim binadaki odam a, onun yanında bazı geceler kal­
dığım istirahat odam a, küçiik bar am erikanım a, banyo dairesine,
m obilyaya, duvardaki resim lere, her şeye bağlıydım . Kendi elim le
ve zevkle tanzim ettiğim bahçesine çıldırıyordum . D iktiğim ağaç­
ların büyüm esini artık görem eyecektim .

364
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Emri alır alm az H alit A yarcı’yı tekrar aradım . Yarım saat sonra
eve geleceğini üm it ediyorlardı. M asam ın başında, bir elim telefon­
da, oturup düşünüyordum . Bu m üessese belki de bir gün bir işe ya­
rayabilirdi. H alit Bey, “Fonksiyonunu kendisi yaratacak!” diyordu.
Bu fırsatın verilm ediğine üzülüyordum . D iğer taraftan vaziyeti hiç
de bizler gibi olm ayan üç yüze yakın m üstahdem i, filân vardı.
O nların istikballeri beni sıkıyordu. Bu adam ların hayatı ne ola­
caktı? Nasıl iş bulacaktık? Ne yapacaktık? A bes dahi olsa, bir iş iş­
ti. Haydi ben hâtıratım ı yazdırdım , onlar ne yapacaklardı?
Yarım saat sonra Halit A yarcı’yı telefonla buldum . D urum u an­
lattığım zam an;
- G a lib a çok kederlisiniz... diye benim le alay etti.
- Siz üzülm üyor m usunuz?
- H a y ır , dedi. B iliyorsunuz ki, m üessese ile artık eski alâkam
kalm adı. O beni inkâr etti.
- B u r a d a olsaydınız belki önüne geçerdiniz...
- A m a, yoktum , dedi. O lm am am da artık eski bağların koptuğu­
nu gösterm iyor mu?
- Fakat, dedim , m esele yalnız bizim m eselem iz değil! Bu kadar
arkadaş, m üstahdem var... Üç yüze yakın insan...
Bir m üddet düşünür gibi oldu.
- Evet, onlar v ar!.. d ed i.
- Sizi bu akşam görebilir m iyim ?
-Z a n n e tm ç m ! diye cevap verdi ve telefonu kapadı.
Bu bir cevap değildi. İçim de eski hiddet yine kabardı. A kşam a
bana geleceğini um dum . Yine ortada yoktu. Ertesi günü evine uğ­
radım. Erkenden seyahate çıktığını söylediler. O haftayı hem en he­
men dairenin tasfiyesi işleriyle geçirdim .
H afta sonunda evim de evvelden kararlaştırılm ış büyük bir top­
lantı vardı. Bu acı havadis üzerine bu davetten vazgeçm ek istem iş
fakat karım ı bir türlü kandıram am ıştım .
Villa S aat’teki bu son toplantı hiç de parlak başlam adı. Zaten ay ­
nı m ahallede yaşam ağa başladığından beri yarısından fazlası birbi-

365
TANPINAR

riyie akraba olan ve eskiden olm ayanlar da yeni evlenm elerle bir­
birine bağlanan bu insanlar, sadece gece gündüz hep bir arada ol­
dukları için daha altıncı ayında birbirine düşm an olm uşlardı. Öyle
ki, gerek bu cins davetlerde, gerek alelâde ziyaretlerde gelip giden­
ler bu zahm ete, daha ziyade birbirinin ayıbını, kusurunu görm ek,
tenkit etm ek, küçiik tarizlerle hırpalam ak için katlanıyor gibiydiler.
B unu gittikleri yerde insanın yüzüne karşı söylem ezlerse -k i çoğu­
nun nezaketi ve birikm iş kini buna m ü sa itti- hiç olm azsa arkadan
dedikodu yapm ak im kanını buluyorlardı.
Bu itibarla çoktan beri bu cins toplantıları istem iyor, davetlerden
kaçıyor ve m üm kün oldukça kendim de hem en kimseyi davet etm i­
yordum . Fakat küçük kızım H alid e’nin doğum gününü büyük bir
davetle kutlam ayı üç yıldan beri âdet etm iştik. Pakize bir türlü y e­
ni evim izin bu ananesini bırakm ak istem iyordu.
Şurası da var ki karım , tam benim zıddım a olarak bu cins top­
lantılardan hiç de çekinm e itiyadında değildi. O etrafındaki düş­
m anlık halkasına ehem m iyet verm iyor, hattâ üzerine yürüyordu.
H afif bir tebessüm le, küçük bir kahkaha ile taşı gediğine koym ak­
tan hangi kadın kendisini alabilir? N edense kadın kısmı bu gibi iş­
lerde erkeklerden daha m ukavem etli ve daha cesur oluyor. Yeni al­
dığım ız sofra takım ı, kendisinin bu gece için yaptırdığı tuvalet var­
ken P akize’nin bu m ünasebetsiz davetten vazgeçm esine imkân
yoktu. O refahım ızla, güzelliğiyle, gençliğiyle, gün boyunca aley­
him izde bulunanları bir kere daha ezm eyi aklına koym uştu.
Şurası da var ki Pakize enstitünün affedilmesinin uyandırdığı ruh
hâlini hiç hesaba katm am ıştı. O hâlâ, her zamanki gibi tatlı sohbet
arasında yapılacak tarizlerle karşılaşacağını sanıyordu. Halbuki hiç de
böyle olm adı. Davetlilerim iz âdeta bir kin çıkını hâlinde eve geldiler.
Daha yüzlerine bakar bakm az, bütün gece neler çekeceğimizi anla­
dım . Nitekim biraz sonra hiddet, birikmiş kin, kıskançlık birdenbire
infilâk etti. İşin garibi bu çok İnsanî duygulara, benim tahmin ettiğim
gibi sadece biz hedef olm uyorduk. H em en hemen herkes birbirine
düşm andı. Kadınlar kocalarına karşı, nişanlılar birbirine karşı hep ay-

366
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

m hislerle mütehassistiler. Bütün ayıplar, bütün kusurlar ortada idi.


Bütün kazançlar biliniyordu. H ulâsa enstitünün lâğvını hiçbiri öbürü­
ne affetmiyordu. Herkes öbürünün nazarında m ücrim di. Bununla be­
raber müessesenin mesuliyetini taşıdığım ız için en fazla mücrim olan
tabiatıyla Halit Bey ile bendim. K adehler arttıkça bu kin ve düşm an­
lık hissi de artıyordu. Halit Ayarcı’nın ısrarıyla hiç yoktan ortaya çı­
karttığımız, etrafım ıza topladığım ız insanlar şimdi bizden hesap sor­
makla iktifa etmiyorlar, açıktan açığa bizi itham ediyorlardı.
İlk darbeyi Pakize yedi. Yeni tuvaletini m ethetm ek şöyle dursun,
davetlilerim iz alelade nezaket kaidelerini bile unuttular. O zam ana
kadar ona kom plim an yapm ayı belli başlı vazifelerinden bilen genç
m em urlarım ız karım ın etrafına yanaşm adılar bile. En yakın dostla­
rımızın hanım ları gözüm ün önünde onun yaşını hesapladılar. Saçı­
nın boyasını sordular.
Sonra yavaş yavaş evim izin büyüklüğünden, m obilyam ızın
zevksizliğinden, bu masrafı hangi gelirle karşıladığım ızdan bahse­
dildi. Ben üç kişilik bir grupa yaklaşırken, “Sansar...” kelim esiyle
kendim den bahsedildiğini duydum .
B ununla beraber, dediğim gibi kin sadece bize karşı değildi.
Enstitünün lâğvı ile bir yığın kom binezon ortadan kaybolm uş, bir
yığın dostluk âdeta uçm uştu. Bu itibarla hem en her tarafta, her
grupta aynı soğukluk, aynı dargınlık havası, aynı çekişm e vardı.
Saat ona kadar, yarım saatten beri iki kanadı açık yem ek odası­
nın kapısında beklediğim hâlde m ünakaşaları kesip bir türlü davet­
lilerimizi içeriye alam am ıştım . B iraz evvel etrafa m eydan okuyan
Pakize âdeta gizlenm ek istiyor gibi kardeşlerinin arasına sığınm ış­
tı. Yalnız halam istifini bozm am ıştı. H er zam anki hiddetli feveran­
larıyla etrafındakilere cevap yetiştiriyordu.
İşte tam bu esnada birdenbire H alit A yarcı, elinde seyahat çanta­
sı, başında şapkası ile göründü. Ve hiç kim seye aldırm adan bana
doğru geldi. Onun görünüşü ile birdenbire kesilen hom urtu bir sa­
niye sonra ve sanki birdenbire adam akıllı beslenm iş bir ocak gibi
parladı. Fakat H alit Ayarcı hiç aldırm adı. Elimi sıkarken:

367
TANPINAR

-A ffe d e rs in iz , diye özür diledi. Şimdi dönebildim . Kararı tas­


hih ettirdim . D aha doğrusu ilga kararı duruyor, am m a m üessesenin
m untazam surette tasfiyesi için daim î bir tasfiye kom isyonu teşek­
kül etti. B ütün arkadaşlar orada vazifelidir.
Bunu söyledikten sonra karım ın elini öptü. Ve yem ek odasına
girdi.
K alabalık birdenbire etrafım ızda dalgalandı. H erkes yine eskisi
gibi, hattâ eskisinden fazla dosttu. İki gün evvel birbirlerinden bo­
şanacaklarını işittiğim ve iki saattir hep ayrı ayrı gruplarda dolaşan
bir karı koca birbirleriyle karşım da öpüşerek barıştılar. Bozulmuş
iki nişanın hem en oracıkta yenilendiğini gördüm . Ü çüzlerin grubu
tekrar teşekkül etti. H ulâsa bir bayram havası içinde herkes sofraya
oturdu. H ayır, bu adam lar kinlerinde ve düşm anlıklarında oldukla­
rı kadar sevinçlerinde de açık ve sam im î idiler.
Sofrada H alit A yarcı’ya yavaşça sordum :
- Peki ötekiler?.. K üçükler?
Birdenbire yüzü karardı:
- Z aten onlar için yaptım , bu işi... dedi. Fakat ayar istasyonların­
da çalışanlar için bir şey yapam ayız! O na da siz çalışın.
- Siz, dedim , siz niye çalışm ıyorsunuz?
Y üzüm e hayretle baktı:
- B en, dedi, aldandığım ı anladım ...
Ve iştiha ile yem eğine başladı.
Gece yarısı, kalabalık dağıldıktan sonra benim çalışm a odam da
tekrar buluştuk. F akat aram ızda garip bir vaziyet vardı. H attâ Şeh-
zadebaşı’ndaki kahvede kendisini ilk gördüğüm gün dahi bana kar­
şı bu kadar yabancı değildi. Benim le bir parti tavla oynadı. Oyun
bitince, “A llahaısm arladık!” diye ayrıldı. O geceden sonra Halit
A yarcı’yı bir daha ancak, korkunç otom obil kazasından sonra kal­
dırıldığı evinde, yatağında görebildim .

SON

368

You might also like