You are on page 1of 71

İÇİNDEKİLER

Sayfa

SUNUŞ 7
Dil Gücü Ulus Gücü 12
Dillerini Kaybeden Uluslar 12
Türk Dilinin Gücü 13
Türkçeyi Savunanların En Büyüğü 13
Atatürk'ten Önce Türk Dili İçin Çalışanlar 15
Yabancı Sözcüklere Karşı İlk Tepki 15
Sadeleşme Yeterli miydi 1 18
Sadeleşme Düğümü 18
Kültür Savaşı 20
Dil Devrimi Başlıyor 20
Öğretimde Birlik 21
Arapça, Farsça Orta Öğretimden Kaldırılıyor 22
Takvim ve Saat 23
Ticarette Türkçe 23
Sokak Adları Türkçeleştiriliyor 24
Rakamlar Değişiyor 24
Harf Devrimi 25
Tarihin Dil Devrimine Yön Verişi 27
Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin Kuruluşu 29
Türk Dili Tetkik Cemiyetinin Kuruluşu 30
Ezanın Türkçe Okunuşu 32
Bfrinci Türk Dil Kurultayı 32
Kurultaylarin Önemi 33
Atatürk'ün Sözcüleri 34
Dilin Kökeni 35
Türk Dilinin Eskiliği 36
Türk Dilinin Zenginliği 36
Türk Dilinin Yaygınlığı 37
Türk Dilinin Gelişmesi 36
Kişilerin Dilin Gidişine Karışması 36
Doğu Lehçelerine Baş Vurma Yolu 39
İÇİNDEKİLER

Sayfa

Anadolu'ya Dönüş Yolu 40


Dil Devrimi İle Halka Yöneliş 41
Yazı Dilini Konuşma Diline Yaklaştırma 42
Birinci Türk Dil Kurultayı Ürünleri 43
Darülfünun Üniversite Oluyor 43
Türklerin Adları Türkçeleşiyor 44
İkinci Türk Dil Kurultayı 45
Unvanlar Değiştiriliyor 46
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kuruluyor 47
Üçüncü Türk Dil Kurultayı 50
Batıdan Gelen Yabancı Sözcükler, "Filozofi" Sözcüğü 50
"Ata" Sözcüğü 52
Güneş-Dil Teorisi 55
"Denizbank" Tartışması 58
Atatürk'ün Terimleri 61
Ders Kitapları Değişiyor 65
"Sinüs" ve "Kosinüs" Sözcükleri 67
Dil Devriminin .Yabancılara Etkisi 69
SUNUŞ

"Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.


Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişa­
fında başlıca müessirdir"
Gazi Mustafa Kemal
(2.IX. 1930)

Bütün dünya izledi, Türkiye'yi kurtaran ve yücelten


Atatürk'tü. Türk dilini de kurtaran, bugünkü durumuna
yücelten Atatürk'tür.
Yüzyılların biriktirdiği etkilerin ortasında çalkalanan
Türk diline doğru yolu ancak Atatürk gösterebilmiştir.
Bu konuda çok yazıldı, çok yorumlar yayınlandı,
Atatürk'ün Türk diline verdiği hızın, emeğin gittikçe bü­
yüdüğü ve bu emeğin ürünlerinin gün geçtikçe geliştiği
kimi çevrelerce yeterince dikkate alınmadı.
Bugün Türk dili ve edebiyatı, her yönüyle Atatürk'ün
gösterdiği yolda büyük adımlarla ilerlemektedir.
Türkçe kendi kök ve ekleriyle gelişmekte, yücelmekte,
güzelleşmektedir.
Atatürk, Türk dilini bilim yöntemlerine göre, uzun
yıllar incelemiş, bu konuda da bir devrim yapılması gereğine
varmı ş, 1928'den 1938'e kadar, on yıl boyunca, aralıksız,
dil devriminin uygulama öncülüğünü yapmış, başlıca
sorunlarını kendisi çözmüş ve Türkçemize çok güzel yeni
sözcükler armağan etmiştir.
Atatürk dil devriminde de o kadar başarıya ulaşmıştır
ki, bugünkü Türkçeyi, önceki kaynaklarla karşılaştıranlar
şaşırmakta ve birçok ulus, Türk dil devrimini örnek tutmak­
tadır.
8 VECİHE HATİBOGLU

Elli yıl önce özene bezene yazılan, konuşulan Türkçe


ile bugünkü Türkçeyi karşılaştırmak, geçen zamanın elli yıl
değil yüzyıllar olduğu kanısını verir.
Artık bütün aykırı çabalar boşunadır. Çünkü yapılan
devrim, bilim verilerine göre uzun yıllar inceden inceye
araştırılarak hazırlanmıştır, alınan sonuçlar da bilim veri­
leridir, doğrudur.
Atatürk, Türk ulusunun gücüne inandığı gibi, Türk
dilinin gücüne de inanıyordu. Öyle ki, Atatürk'ün, 1914'ten
daha önce, Türk dilinin gidişi üzerinde düşünmeye, ince­
lemeler yapmaya başladığı anlaşılmaktadır. Atatürk, daha
1916 yılında Hatıra Defteri'nde, Türk dilinin gelişme­
sini engelleyen yabancı etkilerden yakınmaya başlamıştır.
Yeni yayınlanan Hatıra Defteri'ndeı, 1916 yılı 10 Aralık
günü, Atatürk şöyle demektedir: "Kemal Beyin2 Maka­
lat-ı Siyasiye ve Edebiye 'si ni okudum. İkinci kitabının
sonunda idim, hitam buldu. Anburnu raporunu okuttum.
Sonra Neşet Bey' Çapakçur cephesine ait muharebe tak­
ririni okudu. Badehu yeni gelmiş istihkam yüzbaşısı Fuad
Efendiye hayvanlarımı gösterdim. Sonra tekrar ikamet­
gahıma geldim. Kemal Beyin Tarih-i Osmani'sini takibe
başladım. Yemekten evvel Emin Beyin• Türkçe Şiirler 'iy le
Fikret'in Rubab-ı Şikeste sinden aynı zeminde bazı par­
'

çalarım okuyarak bir mukayese yapmak istedim. İkisi de


başka güzel. Ancak Türkçe olanda da diğerlerinde de aynı
derecede Arapça Farsça kelimat var. Fark, biri parmak
hesabı, diğeri değil".
Görülüyor ki, Atatürk, zamanına göre oldukça sade
ve Türkçe yazdığl,_bilfüenlVfelımettmiiiYurelakUI'un
şiirlerfrirae; -"Ancak 'iiii-kÇe- öTanda da" diyerek, yeterince
1) Şükrü Tezer, Atatürk'ün Hatıra Defteri, Türk Tarih Kurumu
Yayınlarından, Ankara 1972, s.85.
2) Namık Kemal
3) Neşet Bora
4) Mehmet Emin Yurdakul
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 9

Türkçe bulmamakt!bJ1�.Liki.. ozanın şiirlerindeki Arapça,


�ÇaSöicli}ıerin bolluğund�11JÇük:lügünaaiidaila 1916'da
yakınmaktadı��".. ,

·Afafurk; Ün Türk dili üzerindeki dehasının ölçüsü,


1916 yılı günlüğünde, Birinci Dünya Savaşı'nın ortasında,
apaydın görülmektedir.
Atatürk, Türk diline niçin bu kadar önem verdiğini,
Türk dilinin ne kadar güçlü olduğunu, Türk dilinin düş­
tüğü durumdan nasıl kurtulacağını, 2 Eylül 1930'da da şöyle
açıklıyordu.1
"Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Di­
lin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca
müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter
ki bu dil, şuurla işlensin.
Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk
milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtar­
malıdır".
(Gazi M. Kemal)

Atatürk'ün 1921'de yazdıkları ile, 1938'de yazdıkları,


anlatım biçimi, 1'adelik ve sözcüklerin özleştirilmesi ba­
kımlarından karşılaştırılırsa, büyük değişiklikler, yenilikler
olduğu görülür.
Atatürk, İzmir'in kurtuluşundan önce, 17.V II.1921
tarihinde, şöyle demektedir:
"İzmir minküllilvücuh Türk memleketidir, Anadolu'
nun Iayenfek bir cüzüdür. Yunanlılar İzmir'de hiçbir hakk-ı
tarihi ve ırkiyi haiz değillerdir. Adalardan ticaret maksadıy­
le gelmiş ve nefs-i şehirde bile akalliyet derecesini geçme­
miş olan Rumların mevcudiyeti bahane ittihaz edilerek
İngiltere'nin emperyalist amalini tatmin maksadiyle bin
küsur senedenberi bir Türk memleketi olan bu feyiznak
1) Bu sözler, 2 Eylül 1 9 30'da, Sadri Maksudi'nin Türk Dili İçin adlı
kitabında özellikle yer alınıştı.
10 VECİHE HATİBOGLU

topraklarımız, Yunan kuvvetleri tarafından haydutça isti­


la edilmiştir" (bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III,
"1918 - 1937", 1954 Ankara, s.16).
Atatürk, Hatay'ın kurtuluşundan önce, 1. XII . 1937'de
ise, anlatım biçimini bütünüyle yenileştirerek şöyle diyordu:
"Bunlara dair henüz teferruatlı malllmat almadım.
Eğer Suriye fevkalade komiseri Bay dö Martel sancağa
gelerek, Hataylıların müstakil rejimine kavuştuklarını biz­
zat ilan etmedi ise ve bu münasebetle Hataylıların bayram­
larına şeref vermekten kendini alakoymuşsa, buna diye­
ceğim yoktur. Hatay'da Fransız delegesi, Hataylıların çok
şevk ve heyecanla bayram yapmaları tabii olan bir günde,
Hatay Türklerini serbestçe bu günü kutlamaktan menede­
cek tedbirler almış ise, buna "yazık!" demekle iktifa ederim.
Çünkü, böyle bir zihniyet devletler arasında yüksek dostluk
münasebetlerinin hal ve istikbali için, müspet yolda yürümek
lüzumunun, henüz anlaşılmamış olmasından ileri gelir.
Maamafih herşeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti hüku­
meti ile Fransa Cumhuriyeti hükumeti arasında Cenevre'de
imza olunan vesikaların tayin ettiği rejimin birinci safhası,
Hatay Türklüğünün yüksek azim ve enerjisi ile, başlamış­
tır. Başka türlü olmazdı ve bundan sonra da olamaz"
(bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III, "19 18 - 1937'',
1954 Ankara, s.100).
Atatürk'ün eski ve yeni Türkçesi bakımından yapılan
araştırma, sanatçıların eski ve yeni dilleri üzerinde de
uygulanabilir ve bu konuda yığınlarca belge sıralanabilir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun


Dil Devriminden Sonraki Türkçesi
Uzun bir dönemin ünlü yazarı Yakup Kadri Kara­
osmanoğlu, eskiden beri eserlerini sade Türkçe ile yaz­
malda tanınmıştır. Bununla birlikte eski eserleri ile yeni
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 11

eserleri Türkçe bakımından karşılaştırılacak olursa, elli


yılda alınan yol açıkça görülür.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Sodom ve Gomore
adlı yapıtının 1928'de Arap harfleriyle yayınlanan bas­
kısından alınan bir parça ile, 1972'de yayınlanan baskısın­
dan alınacak bir parçanın karşılaştırılması, Türkçenin
neleri temizleyerek bu günlere ulaştığını apaçık gösterir.
Sodom ve Gomore'nin 1928'deki baskısının 4. sayfasından
.alınan parça şöyledir: "Büyük Britanya ahz-ı asker büro­
larının bahr-i muhit-i Hindi adalarındaki bakir ormanlar­
dan çırılçıplak toplayıp getirdiği ve Captain G. Jackson
Read gibi pembe tenli şab-ı emred zabitlerin kumandasına
verdiği yabani insanlar bile kolayca zabt ü raht altına girer
de bu memleketin kadınları girmez! Genç İngiliz zabiti
bu hakikati rağna hissediyordu ve onun için şu acaip
maceraya bir nihayet vermek hususunda lazım gelen azmi
bir türlü gösteremiyordu".
Aynı yapıtın aynı parçası, 1972 yılı baskısının 8. say­
fasında şöyledir: "Büyük Britanya askere alma bürola­
rının Hint Okyanusu adalarındaki balta girmemiş orman­
larından çırılçıplak toplayıp getirdiği ve Captain Gerald
Jackson Read gibi pembe tenli, tüysüz zabitlerin kuman­
dasına verdiği yabani insanlar bile kolayca disiplin altına
girer de bu memleketin kadınları girmez! Genç İngiliz
zabiti bu hakikati pek güzel hissediyordu ve onun için
şu acayip maceraya bir nihayet vermek hususunda lazım
gelen azmi bir türlü gösteremiyordu."
Görülüyor ki, zamanında sade yazmakla ün salmış
Y.K. Karaosmanoğlu, 1928'de yazdığını, 1972'de olduğu
gibi basamamış, büyük ölçüde Türkçeleştirmek zorunlu­
ğunu duymuştur.
12 VECİHE HATİBOGLU

Dil Gücü Ulus Gücü

Atatürk dil gücünün bir ulus gücü olduğunu bildiği


için dille yakından ilgilenmişti.
"Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin
millf ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca mües­
sirdir" diyordu.
Dillerini ihmal eden, işlemeyen, geliştirmeyen ulus­
ların, yabancı etkilere çok kolay kapıldığını, yabancı bas­
kılara çok defa boyun eğdiğini biliyordu. Her yabancı
sözcük, bir yabancı damgaydı.
Atatürk, milli varlığı destekleyen en büyük dayana­
ğın dil olduğunu belirtiyor, Türkçenin güçlendirilmesini
istiyordu.
Güçlü ulusların güçlü dilleri vardı. Güçlü dil, güçlü
ulus yaratmada en büyük etkendi. Türk dili de aslında
güçlü idi, "yeter ki bu dil bilinçle işlensin, geliştirilsin"
diyordu. Aslında, ulusal yapıyı kuran, sağlamlaştıran baş­
lıca etken dil olduğu için, konuşulması iki bin yıl önce
bırakılmış ve ölmüş sayılan İbranice bile diriltilmiştir.

Dillerini Kaybeden Uluslar


Atatürk 'aydın bir devlet adamı olduğu ıçın tarihle
de yakından ilgiliydi. Tarihte dillerini kaybeden ulusların
kendilerinin de kaybolduğunu görmüştü. Çok yakından
ilgilendiği Sümerler, Etiler gibi.
- .
-

Tarih, geçmişin gelişigüzel bir hikayesi olmadığı gibi,


dil de bir yana bırakılabilecek, küçümsenecek bir anlaşma
aracı değildi. Bu iki gerçek ulusları ayakta tutan başlıca
dayanaktı. Tarihi, geçmişi incelemek, işlemek, geleceğe,
doğru yön vermek demekti. Dili işlemek, geliştirmek,
zenginleştirmek, geleceği işlemek, geliştirmek demekti.
Kısaca bu iki gerçek, ölüm kalım sorunuydu.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 13

Türk Dilinin Gücü


Atatürk, Türk dilinin, güçlü bir dil olduğunu tarih
boyunca tespit edilen belgelerde görmüştü. Türkçenin
güçlü olduğu dönemlerde yabancı etkiler azalmış, her
bakımdan anlatım gücü artmıştı.
Orhun Yazıtları'nı bırakanlar, sağlam yapılı, gelişmiş
bir dille uluslarına seslenmekteydiler. Anlatım bakımından
bu kadar güçlü bir dilin oluşabilmesi için yüzyıllar boyunca
kullanılmış olması gerekirdi. Bu yapıtlar, görünüşe göre,
Türkçenin ilk belgeleriydi. Bunlardan daha eski belge
ler, kim bilir hangi kuınların ya da buzların, toprakların
altında dağılmış, gitmişti. Anıtlardaki Türkçenin, ses, biçim
ve anlam düzeni, güzelliği, yapısındaki sağlamlık, genellikle
yabancı sözcüklerden uzak oluşu, yüzyıllardan beri sürüp
gelen anlatım gücünü gösteriyordu.
Osmanlıların güçlü olduğu dönemlerde, Asya'da,
Avrupa'da Türk dili ve lehçeleri o kadar yaygın, etkili ve
güçlüydü ki, Orta Avrupa'dan yola çıkan bir yabancı
dilci, Vambery, Türkçe konuşa konuşa Anadolu'dan
geçerek, Çin sınırlarına kadar ulaşmıştıı.
Atatürk'ün dikkatini çeken son dönemde ise, bin bir
güçlük içinde çalkanan Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken
göklere çıkan çatırtılar arasında bile Türkçe, kendi yaşama
direncinin seslerini yükseltiyor, ayakta kalabilmek için,
yeni kalemlerin ucunda, yeni güçler, yeni yollar arıyor,
yeni sanatçılar yetiştiriyordu.

Türkçeyi Savunanların En Büyüğü


Savaş çadırlarında, Atatürk Türklükle, Türkiye ile
birlikte Türkçeyi de düşünüyordu.
Türkçeyi seven, savunan, kurtaran, Türkçenin ya-
l) L. Ligeti, Bilinmeyen İç-Asya, Çeviren; Sadettin Karatay, Istanbul
1946, s. 483.
14 VECİHE HA.TİBOGLU

bancı etkenlere karşı koyması için direnen, öncülük eden


aydınların en büyüğü Atatürk'tür.
Atatürk, Hatıra Defteri'nde de görüldüğü gibi, sa­
vaşta bile Türkçeyi düşünen, önemli devlet işleri arasında,
dil işlerine de yer ayırmasını bilen, dili düştüğü çıkmazdan
kurtarmak için çareler arayan , bulan ve bu uğurda ilk ör­
neklerini özellikle kendisi veren, uygulayan eşsiz devlet
adamıdır.
Atatürk, kendisinden önceki, dağınık, belli belirsiz,
silik düşüncelerin yararlı yönlerini bulmuş, çıkarmış,
güçlü mantığıyle değerlendirmiş yeni düşüncelere ulaşmış,
yeni birleşimler yaratmıştır.
Atatürk, akla, düşünceye ön planda yer verdiği için,
aklın, düşüncenin ürünlerini doğrudan doğruya dışa yan­
sıtan dilin kolay anlaşılır, kullanışlı, anlatıma elverişli bir
araç olmasını istiyordu.
Üstelik bu araç, düpedüz bir araç değildi. Bu araca
gereken değer verilmeliydi. Çünkü dil, insanların iç dün­
yasını dışa yansıttığı gibi, dış dünyanın gerçeklerini de içe
yansıtıyordu ve aynı kalıplar, büyük çoğunlukta aynı dü­
şünceleri benimsetiyordu.
Dilin toplumdaki düşünce birliğini yaratması, an­
cak Atatürk'ün bu alana eğilmesiyle anlaşılmıştır. Çün­
kü en büyük Türk aydınları bile eserlerini Arapça, Farsça
sözcüklerle, tamlamalarla doldursalar da yine Türk ka­
labileceklerini, yazdıklarının Türkçe olduğunu sanıyorlar­
dı ve dille birlikte gelen yabancı etkileri seve seve benim­
siyorlardı. Ulusal benlik yerine yabancı benlikler yerle­
şiyordu. Pek çok aydın yabancı sözlüklerin son sözcüğünü
de Türkçeye aktarmada sakınca görmüyordu.
Türkçe sözcüklerden çok yabancı sözcüklere önem
vermekle Türk dili yürütülemezdi.
Atatürk komutanca konuştu, Kurtuluş Savaşında
"Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" dediği gibi, dilde
ÖLÜ1\1SÜZ ATATÜRK 15

de kesin olarak amacı gösterdi: "Ülkesini, yüksek istik­


lalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller
boyunduruğundan kurtarmalrdır " (2 .IX .1930).
Türk ulusu bu komuta ayak uydurmada gecikmedi,
o gün bu gün, dildeki amacın da gerçekleşmesi için çalışıp
didinilmekte, çok ilerilere doğru yol alınmaktadır.

Atatürk'ten Önce Türk Dili için


Çalışanlar
Tarihte, VIII. yüzyıldan bu yana Türk dili için çalışan­
ları, yorulanları saygı ve övgü ile anarız. Bunların he­
men hepsi, bilinçle, duyarak, çırpınarak Türk diline, Türk­
lüğe emek vermişler, hizmet etmişlerdir. Yazık ki Çoğunun
bu üstün amaçları, emekleri sınırlı kalmış, yaygın biçimde
etkili olamamıştır.

Yabancı Sözcüklere Karşı İlk Tepki


Yabancı sözcüklere karşı ilk tepkiyi Or1').un Yazıt­
ları'nda görüyoruz.
İlk yazılı belgemiz olan Orhun Yazıtları'nı bırakan
Kültekin ve Bilge Kagan, savaşlardan yorgun düşmüş
ulusuna seslenirken şu gerçekleri de açıklıyorlardı: "O
soylu kanın su gibi aktı, kemiklerin dağlar gibi yığıldı... ,
beylik dinç oğlun kul oklu, temiz kızın cariye oldu... ,
Türk Beyler Türkçe adlarını bırakzp Çince adlar aldılar "1 ...

-·---viff -Yü�y�i<l;:-�e- <l�ha ·öD.C:eiei{.'TurI<mk, Çinlilerin


etkisi ve baskısıyle o kadar yıpranmıştı ki, vaktiyle Çin'e
hükmeden Türk Kaganları, sonradan kendi Türkçe adlarını
bırakıp Çince adlar almışlardı. Bu olay, bir ulusun, bir
başka ulus içinde erimesinin en belirli, korkunç örneğiydi.
1 ) "ol erinç kanın subça yügirdi, sönük ün tagça yattı . . . , beglik un
oglın kul boldı, silik kız oglın kün boldı . . . , Türk begler Türk atın ıtı Tab­
gaç atın tutıpan ... " (Hüseyin Namık Orkun, Türk Yazıtları, cilt I, s.
32, 40, Istanbul 1936).
16 VECİHE HATİBOGLU

O dönemde, Kültekin, Bilge Kagan ve ataları, Türk­


leri bu korkunç durumdan kurtannışlar, olanları, ulusla­
rına anıtlar dikerek, yana yakıla anlatmışlardır. Yazık
ki bütün bu iyi dilekler ve tedbirlerle birlikte, yabancı­
lardan çok, Türklerin Türklere yaptıkları ağır basmış,
Orhun Yazıtlan'ndaki Türkçenin ancak onda biri günümüze
kadar ulaşabilmiştir.
Kültekin ve Bilge Kagan, Orhun Yazıtları ile, Türk
dilin e ilk ve önemli emeği vermişler, Türkçeyi am tlaştır­
mışlar, komşuları'ndan yakıntılarını yüzyıllar boyu Türk
kuşaklarına anlatmışlardı.
XI. yüzyılda1 Ka�garlı Mahmut, Türkçenin, dağılmış,
- - .
yayı'liıUş,--yaba�ı etke nTei-fo kayb-OIIli ayii-·yüz-tutmuş-ha-
zinesini Türk ülkelerini adım adım dolaşarak topladı ve
gelecek kuşı:ı.klara armağan etti.
XII. yüzyılda Balasagunlu Yusuf f!as Hacip, Türkçe
özel1lôlarlabezeôiği!Çutadgu Bilig'i ile, YugiiakffMah_:Q!�!; _

Ata:be1.::urIIakayik'ı ile Türk dilinin en zefigfnörneklerini


sonsuzluğa ulaştırdılar.
XIII. yüzyılda Sultan Veled ve Karamanlı Mehmet
özenle Türkçeye hizmet ettiler. Karamanlı Mehıl1et'in
etkisi sürekli olsaydı, Türkçe bugün çok daha yücelerde,
bambaşka durumda olurdu. Karamanlı Mehmet, yapıt­
larım Farsça ve Arapça yazan aydınların çoğunlukta bu­
lunduğu bir ortamda, Konya'da, Karaman'da 1277 yı­
lında, şöyle diyordu: "Bugünden sonra, Divanda, dergahta,
bargahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kulla­
nılmayacaktır ".
Karamanlı Mehmet'in siyasal gücü bu emri uzun
yıllar yürütebilseydi, bu emir unutulmasaydı, Türkçe
bugün yedi yüzyıl ileride olurdu.
XIV. yüzyılda, Ahmet Fakih ve özellikle başlı başına
Yunus Emre, yüzyılları aşarak, gelecek kuşaklara, son­
suzluğa seslenebildiler.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 17

XV. yüzyılda Aşık Paşa, ünlü dizeleriyle Türklük


ve Türkçe için, cesaretle sesini yükseltti, bağırdı duyura­
madı. Aşık Paşa'nın,
Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
sözleri, yabancıların ve yabancı dillerin etken gürültüsü ara­
sında o kadar etkisiz kalmıştı ki, bu sözlerin anlamı ancak
Atatürk döneminde, Türklüğe ve Türkçeye verilen büyük
değerle anlaşılabildi, önemi belirtildi.
XVI. yüzyılda Edirneli Nazmi, Tatavlalı Mahremi
Türkçenin yanlış yolda yürüdüğünü anlatmak istediler,
anlatamadılar. Zamanın aydınları dediklerini yadırgadılar,
hatta gülünç buldular.
XVII. yüzyılda Türkçe artık, yolundan, çığırından
büsbütün çıkmıştı. Yabancı sözcükler, tamlamalar, ya­
bancı dilbilgisi kuralları, Türkçeye alabildiğine doluşmuş­
tu. Bu dönemde öyle düzyazılar yazılıyordu ki bunları, ne
Araplar, ne Farslar, ne de Türkler okuyup anlayabilirlerdi.
Bunlar çok sınırlı bir çevre için yazılmış bilmecelerdi. Bü­
tün bir sayfa, yabancı sözcüklerle ve zincirleme yabancı
tamlamalarla uzayıp gidiyor, ancak sayfaların sonlarında
Türkçe "-dir" veya benzeri birkaç ek ya da Türkçe bir
eylem kullanılıyordu.
XVIII. yüzyılda, zamanın aydınları Türkçenin büsbü­
tün çıkmaza girdiğini sezdiler ve bu durumdan kurtulmanın
çarelerini özenle aramaya koyuldular.
XIX. yüzyılda aydınların çoğu bu durumdan kurtul­
manın ilk çaresinin "sadeleşme" olduğunda birleştiler.
Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi yurtsever, ülkücü
Osmanlı yazarları ulus için, Türkçe için, didindiler,
uğraştılar sadeleşme yollarını aradılar.
18 VECİHE HATİBOGLU

Sadeleşme Yeterli miydi?


Gelişen yaşama koşulları karşısında yalnız sadeleşme
yeterli olamazdı. Çünkü Türkçenin eli kolu çoktan bağ­
lanmış, kökleri, ekleri unutulmuş, yardımcısız yürüye­
mez, desteksiz yaşayamaz duruma düşmüştü.
Yabancı sözcükler atılınca, Türkçe olarak kalan
sözcüklerin sayısı çok azdı, sadeleşme bu yoksulluk içinde
başlı başına bir çare, bir çıkar yol olamazdı. Türkçenin
bağımsız yaşayabilmesi için, kendi koşullarıyle başka yol
lara da yönelmesi gerekiyordu, kendine yabancı olmayan
başka kaynaklar, olanaklar bulunmalıydı.
Tanzimatçılarla başlayan, türlü dalgalanmalarla Ziya
Gökalp'e kadar sürüp gelen Türkçecilik akımı, ancak sa­
deleşmeye bağlanabilmiş ve sadeleşme ile düğümlenmiştir.
O zamanın aydınlarına göre, sadeleşmeden öteye yol yoktu.

Sadeleşme Düğümü
Sadeleşme gerekliydi, yararlıydı ama, Türkçeyi bir
başka yönden daraltıyor, düğümlüyordu. Sadeleşme ile
sorun bitmiyordu.
Tanzimatçılardan bu yana, Serveti Fünuncuların,
Milli Edebiyatçıların beğendiği, güvendiği, büyük ozan,
"şairi azam" Abdülhak Hamit (Tarhan) bile bütün gücüyle,
yetkisiyle yeni düşünceleri, yeni duyguları için yeni sözcük­
ler, yeni anlatım biçimi aradığı zaman ancak ve ancak Arap­
ça ya da Farsça yeni sözcükler yaratıyorduı.
Türk aydınları için, Arapça, Farsça sözlükler, son sayfa­
larına kadar açıktı. Bu yabancı sözlüklerin bütün sözleri,
kenarda, köşede kalmışlarına kadar Türkçede kullanılabilir-
ı) Abdülhak Hamit (Tarhan), kullandığı, daha doğrusu yarattığı
"Arapça veya Farsça kelimelerin aslında mevcut olmadıklarını" söyleyen­
lere karşı, gerçek bir soğukkanlılıkla "Vaktiyle Hançeri veyahut Biyanhi
lügatlerinde gördüğünü" söylermiş (bkz. Türk Dili ve Edebiyatı dergisi,
cilt: XV, 1. VII. 1967 tarihli sayı, s. 2, Istanbul Edebiyat Fakültesi Basımevi).
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 19

di. Dizelerde ölçü ya da uyak sıkıntısı çekilmezdi, hemen


Farsçadan veya Arapçadan ölçüyü dolduracak bir sözcük
ya da dizeyi sonlandıracak bir uyak bulunurdu, sonra da
Türkçe şiir diye okurlara sunulurdu.
Yazılanların çoğu yapıt değil yapmacıktı. Ama bu
gidişe Atatürk "dur" diyince, etkinin büyüklüğüne bakın
ki, artık bir tek aydın Arapça veya Farsçadan sözcük
aktaramadı. Atatürk'ten önce, büyük Türkçü Ziya Gökalp
de yol aram:{ş:-gerriiiŞ gell.111Ş yi�e ele Arapça'ya dayanmıştı.
Ziya Gökalp sadeleşme istiyordu, yabancı kuralları atı­
yordu ama yabancı sözcükleri atamıyordu. Üstelik zama­
nın koşullarına göre bilim yolunda ilerlemeliydik fakat
hangi terimlerle ilerlenecekti. Z. Gökalp Arapça kökler­
den, Fransızca sözcük "realite"ye karşılık "şe11.iyet",
"ideal"e karşılık da "mefkure" sözcüklerini yaratıyordu.
Bilinen yabancı sözcüklerin atılmasından yana değildi.
Hele bunlar için Türkçe yeni karşılık aramak bütünüyle
yersizdi. Bu durumda Türkçe nasıl gelişecek, yeni gerek­
sinmeleri nasıl karşılayacaktı. Bu sorunun karşılığı yoktu.
Daha doğrusu "şeniyet", "mefkure" gibi yeni bulunan
karşılıklar, terimler, Türkçe olmadığı gibi, Türkçe bakı­
mından anlamlı ve doyurucu da değildi.
Aslında, Atatürk bu çözüm yolunu eskisinden daha
sakıncalı görmüştü, hele yeniden Arapçaya başlamak,
üstelik Arapların bile tanımadığı, bilmediği Arapça söz­
cükler yaratmak, gelişen koşullara, oluşan ortama asla
uygun düşmezdi.
Yeni gelişmelerden doğan kavramlara, özellikle Türk­
çe köklerden, Türkçe eklerle yeni sözcükler, terimler bulun­
malıydı. Yoksa sorunun bütünü olduğu gibi bırakılmış,
üstelik çözümü de doğru yoldan saptırılmış olurdu.
Atatürk birleştirici, yüceltici gücüyle, soruna çözüm
bulmakta gecikmedi. "Sadeleşme"nin gerekli olduğunu,
ancak, yeterli olmadığını çoktan anlamıştı. Türkçenin
20 VECİHE HATİBOGLU

sorunu sadeleşme ile, bu kadarla bitmiyordu. Gelişen yeni


koşullara göre Arapçadan ya da Farsçadan sözcük yarat­
mak çıkar yol olmadığı gibi üstelik eskisinden çok daha
zararlıydı.
Bu durumda işe nereden başlamalı, yeni Türkçe söz­
cükleri nereden bulmalıydı?
Atatürk durumu inceliyordu, sorunun çözümü için yol­
lar arıyor, gece gündüz çalışıyordu.

Kültür Savaşı
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kültür savaşına
başladı. Kurtuluş Savaşı'nın zaferlerini perçinleyebilmek,
cephelerdeki başarılarını ebedileştirmek için, Atatürk,
kültür kuruluşlarıyle de uğraşmak zorundaydı. Kurtuluş
Savaşı gibi, kültür savaşı da büyük bir hesap işiydi. Sorun­
lar, durumlar, inceden inceye hesap edilmeli, etraflı, ay­
rıntılı düşünülmeliydi. Ülkedeki bütün kültür kuruluşları
eskimişti, yıpranmıştı. Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda oldu­
ğu gibi kültür savaşını da bilimsel verilere, incelemelere
dayandırıyor, ilerlemeleri bilimsel görüşlere uygun bir sıra
ile gerçekleştiriyordu.
Önce, topluca kalkınmayı sağlamak için düzeni değiş­
tirdi, Cumhuriyeti ilan etti (29 Ekim 1923).
İkinci aşamada Hilafet'i kaldırdı (3 Mart 1924). Başarı­
larını geleceğe uzatabilmek ve sürekliliğini sağlamak için
öğretime yöneldi. Başardığı işlerin en önemlilerinden biri
de öğretim birliği'dir.

Dil Devrimi Başlıyor


Dil devrimi öğretim birliği ile�haşlam1ş sayılır. Çünkü
öğ�ciTm birliği-sagian:ınca�kiiitilr birliği de -;,agfanmıŞ oıu.:
yor;-oruııar-dev1ef-eliiid.e- -6frieŞifriliyordıı.
Öğretim ·ofr1iği-l<ülfilr birliğini gerektirirdi. Hangi
-

kültür gençlere aşılanacaktı.


ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 21

Kültür birliği, ancak dil birliği ile sağlanabilirdi._ Dil


birligTiseTfükçenin birliği, TurkÇenin üstün lUğü demekti,
halbuki o zamana kadar, okullarda Arapça, Farsça ön
planda ders olarak okutuluyordu.
Bu duruma göre okutulacak dersleri, özellikle Türkçeyi
düşünmek gerekti.

Öğretimde Birlik
Cumhuriyetin kabulünden hemen sonra "Tevhid-i
Tedrisat" kanunu kabul edildi (5 Mart 1 924). "Öğretim
Birliği" demek olan bu kanunla, bütün okullar Maarif
Vekaleti'ne bağlanıyordu.
Atatürk 1 9 1 6'da Türkçedeki Arapça, Farsça sözcük­
lerden yalcııiifl<t�rt TütkÇefilri geleceğini dü.şiln-iiyor, öğre­
tim birliğini sağladıktan sonra okullardakr- dil ôğretimine
yönelmek gerektiğini düşünüyordu.
Atatürk, öğretim birliğini başarmakla, batıya dönük,
kalkınmaya istekli, kendi düşüncelerine, yapacağı devrim­
lere, yurduna bağlı genç bir kuşak yetiştirmek istiyorduı .
Bu, ancak kökten devrimlerle başarılabilirdi.
Öğretim birliği kanunundan sonra, okullarda öğreti­
lecek dersler gözden geçiriliyor, eskimiş , değişmiş, görüş­
ler kitaplardan kaldırılıyor, yerlerine yeni durumun getir­
diği bilgiler Maarif Vekaleti'nce programlara, kitaplara
işleniyor, öğretmenlere, öğrencilere, okullara tek kitap
yöntemiyle bir elden gönderiliyordu.
Daha önceleri öğretim karmakarışıktı. "Mahalle Mek­
tepleri, İdadiler, Rüştiyeler, Sultaniler, Askeri Mektepler"
vardı. Bunlar bilim bakımından yetersiz olduğu gi bi, daha
kötüsü, bunların aralarında öğretim ve görüş birliği yoktu.
1) Daha sonra, 1 938'de, bugünkü Stad Oteli'nin bulunduğu yere,
önemli bir atılımı gösteren şu levha konulmuştu: "Atatürk Evi Yapısı".
Atatürk'ün bu arsaya yaptıracağı binanın büyük salonları olacağı, bütün
taşra gençlerini bölge bölge buraya çağırıp kendileriyle görüşeceği, sorunları
tartışarak gençliği yeni görüşlere göre yetiştireceği söyleniyordu.
22 VECİHE HATİBOGL u

Atatürk, çıkarılan öğretim birliği kanunu ile bütün


bu okulları Milli Eğitim Bakanlığına (Maarif Vekaletine),
daha doğrusu devlete bağlıyordu.
Okulların bir elden, çağdaş bir öğretim düzeniyle
yönetimi, yepyeni bir gençlik yaratacaktı. Sağlam ve güçlü
bir gençlik yaratabilmek için, manevi ve maddi değerlerin,
araç ve gereçlerin, görüş ve inanışların da sağlam olması
gerekiyordu.
İlk adımda, batıya dönük öğretim düzenini tam an­
lamıyle uygulayabilmek için, öğrencilerin, içinde ve dışında
temelden değişiklik yapılmalıydı.
Doğu kültürü gücünü yitirmişti. Öğretimin birleştiril­
mesiyle, doğu kültürüyle öğretim yapan okul kalmayacak,
gelecek kuşaklar bütünüyle batı yöntemi uygulayan okul­
larda yetişecek, böylece ulusal kültürde yeni ve tam bir birlik
sağlanacaktı. Kültürde birliğin birinci koşulu dilde birlikti.
Kültür birliğini sağlamak için tekke ve türbelerin de kapatıl­
ması, Türklerin içini sarmış, görüşünü karartmış olan dü­
şüncelerden kurtarılması gerekiyordu. Yepyeni bir ruh
yaratmalı, bu ruha göre de yepyeni bir dış görünüş sağlan­
malıydı. Dış görünüşün, içi yansıtmada önemi vardı.
Şapka kanunundan (25 Kasım 1925) hemen sonra,
tekke ve türbeleri kapatan kanun kabul edildi (30 Kasım
1925). Bunlar, kültür birliği için dışta ve içte yapılacak
yeniliklerin bir kısmı idi.

Arapça, Farsça Orta Öğretimden


Kaldırılıyor
Okullardaki Arap ça ve Farsça öğretimi 1929 yılında
kaldirildı. Bunun !Çin· iilkedeki bütün Türkçe ve ede biyat
öğretmenleri Ankara'ya çağırılıyor, Musiki Muallim Mek­
tebinde (Devlet Konservatuvarında) toplantılar düzenle­
niyor, öğretmenlerin, okullardaki Arapça ve Farsça öğ­
retimi ile ilgili düşünceleri alınıyor, içlerinden bazıları di-
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 23

reniyor, Arapçasız, Farsçasız, yalnız Türkçe ile Türk ede­


biyatı veya Türk bilimi yapılamayacağı ileri sürülüyordu.
Atatürk kararlıdır, okullara bir genelge.gönderilerek Arap­
ça ve Farsça derslerinin kaldırıldığı bildiriliyor.
Arapçanın, Farsçanın okullardan kaldırılmasıyle Türk­
çeye gereken değer verilmiş oldu. Eskiden okullarda Türkçe
sığıntı durumundaydı. Türkçeyi okulda öğrenmeye gerek
yoktu, Türkçe nasıl olsa, Osmanlıca denen Arapça, Farsça
karışımının üçüncüsü sayılırdı ve Türkçe ancak anneler­
den, evlerden öğrenilirdi.

Takvim ve Saat
Kültür birliğini sağlamak için, takvim ve saatın da
değiştirilmesi gerekti. Eskiden Türklerde "Koyun yılı,
domuz yılı" gibi adlar kullanılırdı, İslamiyetin etkisiyle
takvim değiştirilmişti, yine de değiştirilebilirdi.
Takvim ve saatın değişmesi, öğretim birliğine, dil
devrimine de yardımcı olacaktı ve batılılaşmada önemli
bir adım atılmış sayılırdı.
Harf_ğ�'(r°iminden önce, uluslararası takvim ve saatı
kabured�n kanun uygulama alanına çl.karıldı (26 Aralık
1925): ·Artık Hicri 1300'ler; Miladi 190b'lere çevrilmiş,
Efrenci'ler tarihe karışmıştı.

Ticarette Türkçe
1926 yılında çıkarılan bir kanunla ticarette Türkçe
kullanılması isteniyordu. Ticaretin yabancı sözcüklerle
dolu olması amacı engelliyor, yararı önlüyordu. Ticaretin
sağlam temellere dayanması için, açık bir dille, Türkçe ile
yapılması, uygulanması gerekirdi.
Ticaret alanında iktisat bakımından, engellere, aksa­
malara yol açıyor gerekçesiyle, cuma günü uygulanan tatil
de pazar gününe çevrilmişti.
24 VECİHE HATİBOGLU

Sokak Adları Türkçeleştiriliyor


1927 yılınğiLSJk<!f.ıl�n bir kanunla da sokak adları

Türkçel tJrüiyo�du. Bu kanundan sonra sokaklara, cad­
ôe1ere� meydanlara, önemli kişilerin adları veriliyor, bu
uğurda gayret sarfedilmesi için dikkatler çekiliyordu.
Yer adlarının hemen hepsinin Türkçe olması için, o gün­
den bu güne değiştirme sürdürülüyor.
Rakamlar Değişiyor
Arap rakamları bırakılıyor, Latin rakamları bir ka­
nunla·icabuı- ediliyor (24 Mayıs ·ı 928). Bu kanundan son­
ra rakamlar, sağdan sola doğrü degil, soldan sağa doğru
yazılmağa başlanıyor, böylece ulus rakamlarla yeni ya­
zım düzenine önceden alıştırılmış oluyordu. Latin rakam­
larının kabulü, Latin alfabesine dayanan Türk alfabesinin
kabulü için öncü oldu.
Atatürk Türkçe ile Arapçanın yapılarını karşılaştırı­
yordu. Türklerin çoğu, Arapça sözcükleri, kurallarına göre
konuşamıyor, sözcüklerin seslerini, biçimlerini değiştiri­
yordu. Bir Türk için "sukut" ya da "sükut" sözcüklerini
konuşmak, "iskat" ile "iskat" arasındaki farkları belirt­
mek güçtü.
Arapça ünsüzlere dayanan (consonnentique) bir dildi,
Arap alfabesinde ünlülerin çoğu gösterilmiyordu. Türkçe
ise ünlüleri bol bir dildi. Arap alfabesinin Türkler arasında
yayıldığı dönemlerde, Türkçedeki ünlülerin çoğu Arap
alfabesiyle gösterilemediği için, çok defa "hareke" denen
ve ünlülerin yerini tutan işaretler kullanılmıştı. Arap
alfabesinin güçlüğünden ve birçok nedenlerin birikiminden
ülkede okuma yazma oranı çok düşüktü. Kolay öğrenilen
bir alfabe bulunmalıydı. Tarihte Türkler üç defa alfabe­
lerini değiştirebilınişlerdi. Orhun alfabesi bırakılmış Uygur
alfabesi alınmış, Uygur alfabesinin yerine de kültür etki­
siyle, zamanla, Arap alfabesi geçmişti.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 25

Harf Devrimi

Atatürk dil devrimini harf devrimiyle büsbütün hız­


landırdı. Harfler değişince, yeni harflere uygun düşmeyen,
Arapça sözcükler kendiliğinden kullanılıştan düşüyordu.
Atatürk 1928 yılı 9 ağustos günü Sarayburnu'11daki
ünlü sÖyleviiide iöı)i ı:{ffia harf devrimini açıklarken şöyle
diyordu: "Lisanımizı muhakkak anlamak istiyQruz. Bu
yeni hmflerle pek çabuk, mükemmel bir surette anlayaca­
ğız. Anladığımızın asarına yakın zamm:ıda bütün kainat
şahit olacaktır. Ben buna kat'iyyen eminim; siz de emin
olunuz" Bu sözler, Türkçenin geleceği bakımından çok
anlamlıydı.
1 Kasım 1928'de, Latin asıllı yeni Türk alfabesinin
bir kanunla0Rabul edilmesiyle, cfoğiı kültürüyle olan bağ­
lantı büsbütün kesilmiştiı.
Yeni harfler, Türkçenin yapısına uygundu, ayrıca
Türkçede önemli yeri olan ünlülerin karşılanması bakı­
mından yeni alfabede sekiz ünlü için sekiz harf tespit edil­
mişti. Bu yeni alfabe, "mevzu, mısra, baki, dakik, hakikat,
berk (yaprak), berk (yıldırım)" gibi Arapça sözcükleri
ünsüzleri bakımından iyi karşılayamıyordu ama, ne gereği
vardı, bütün Arapça, Farsça sözcükler kendiliğinden
dilimizden atılmalıydı, atılacaktı.
Artık Arap ve Fars sözcüklerinin kalıplarına, Arap­
çanın kök ünsüzlerine, eklerine, kurallarına eskisi gibi
bağlılık aranmayacak, bu tür yabancı sözcükler, yeni
harflerle Türkçedeki söyleniş biçimlerine göre yazıma
geçirilecekti.
Bu tutum, Arapça ve Farsça sözcüklerin köklerinden
ve eklerinden çok, Türk söyleyiş ve okuyuşuna önem veri­
yordu. Eskiden beri Türkçeye girmiş olan yabancı sözcük­
ler, Türkçeye göre benimseme yöntemi ön plana alınınca,
1) Kanun, 3 Kasım 1928'de yürürlüğe girmiştir.
26 VECİHE HATİBOGLU

Türkçe içinde eriyip gidecekler, asıllarını koruyamayacak­


lardı. Arapçanın Türk diline yerleşmesinde Arap harflerinin
büyük etkisi olmuştu.
Harf devrimiyle, yeni yazımla, Arapça, Farsça söz­
cüklerin destekleri alınmış, yıkılmaları sağlanmıştı.
Harf devrimi, inanılan bir önder yönetiminde bütün
ülkeyi kaplayacak ölçüde, bir anda, hızla, esasta da deği­
şiklik yapılabileceğini göstermişti. Öyle ki, bu değişiklik
bir gün içinde olmuştu. Yüzyılların getirdiği Arap harfle­
riyle artık, gazete, dergi, kitap yayınlanmıyordu.
Bütün okur yazarlar, bir anda okuma yazma dü­
zenlerini kökünden değiştirmek zorunda kalmışlardı ama
hiç kimseden ciddi bir tepki gelmiyordu. Ulus biliyordu ki,
güvendiği önderi bütün bunları kendisi için yapıyordu,
ilerde yararını görecekti.
Bütün yazarlar, öteden beri alıştıkları sağclan sola
doğru yazmayı bırakmış, soldan sağa doğru yazmaya baş­
lamıştı. Atatürk, yeni yazının güzel ve okunaklı olmasına
çalışıyor, en iyi örneklerini kendisi kendi el yazısıyle gös­
teriyor, artık eski harfleri kullanmıyordu.
Bütün gazeteler, dergiler, kitaplar yeni harflerle ya­
yınlanmağa başlandı. Basımevleri kasa kasa yeni Türk
harflerini hazırlıyordu.
Okullardaki öğretim kesin olarak yeni harflerle yapı­
lıyordu. Yetişkinler için ayrıca, "Millet Mektepleri" açıl­
mıştı. Bu okullar 1 929 yılından bu yana okuma yazma
bilmeyen, dünyayı yarı kapalı gözle seyreden, karanlıkta
kalmışları ışığa kavuşturdu. Hemen herkes hem öğrenci,
hem öğretmen olmuştu. Bir gün önce öğrendiğini ertesi
gün halk dersliklerinde öğretiyordu.
Atatürk bir başöğretmen gibi kent kent dolaşıyor,
tahta başına geçiyor, halktan herhangi birine, bir araba­
cıya, yeni harfleri öğretiyordu.
Harf değişikliği, doğu ile olan bütün köprüleri atmış, do-
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 27

ğudan gelecek yabancı sözcükler akımını kesmiş, önlemişti.


Yeni ihtiyaçlara yeni sözcükler nereden bulunacaktı?
Harf devrimi, dil devrimini ilerletmiş, hızlandırmıştı.
Şimdi dil devriminin uygulama alanında gerçekleşmesi
için yollar aranıyordu.
Tarihin Dil Devrimine Yön Verişi
Atatürk'ün Türk tarihi ile yakından ilgilenmesi çok
eski yıllara dayanır. Daha 1 9 1 6 yılında, Birinci Dünya
Savaşı'nın en perişan günlerinde, Atatürk Namık Kemal'in,
özellikle tarih konusundaki kitaplarını, Tarih-i Osmani'sini
okumaktadır (bkz. s. 2).
Atatürk'ü hazırlayan etkenlerin başında Ziya Gö­
kalp'in büyük yeri olduğu söylenirse de, Namık Kemal'in
tutum ve davranışlarının, yiğitliğinin, kahramanlığının
etkisinin daha büyük olduğu görülür. Dil bakımından
Ziya Gökalp ve Mehmet Emin (Yurdakul) gibi ozan­
ların Türkçesini, o gün için oldukça olumlu bulduğunu
gösteren belgeler vardırı ama, tutum ve davranışları ba-
. 1) Atatürk, Hatıra Defteri'ne, Ziya Gökalp'in, ölümüne çok üzüldüğü
Ömer Naci hakkındaki şu şiirini kopya edip geçirmiştir:
O, coşkun bir kalpti, şen bir fikirdi
Seı,diği vatandı, sevgisi birdi
Şairden ziyade o bir şiirdi
Hayatı bir gaza destam idi...

Rütbesi tenzildi, bakışı mi'raç


Halk onun Tanrısı, o halka yalvaç
Doymadı ölmeğe, ah gitti aç
Aşkımıı bin kere kıırbam idi ...

O, yalnız bir hatip, bir mert değildi


O, yalnız millete hemdert değildi
Fert alsa yaıımazdım, o fert değildi
Milletin canlanmış imaııı idi...
Ziya Gökalp
Atatürk'ün, ayrıca yetiştirmek için yanına aldığı iki küçük yetime,
o zamanın çok yaygın olan çocuk şiirleri yerine, Mehmet Emin'in "Yaşamak
Kavgası" adlı şiirini "Türkçe" olduğunu belirterek ezberletmesi dikkate
değer (bkz. Şükrü Tezer, Atatürk'ün Hatıra Defteri, Ankara 1 972, s. 83
ve Ömer Naci şiiri için bkz. s . 210).
28 VECİHE HATİBOGLU

kımlarından, tarihle yakından ilgilenme konusunda, Na­


mık Kemal'in etkisi çok daha önce, daha derin, daha büyük
olmuştur.
Yıllar sonra Atatürk, Namık Kemal'in ünlü beytini
meclis kürsüsünden duygu dolu sözlerle cevaplandırırken,
içine işlemiş olan acıyı, burukluğu, etkiyi de yankılandırmış
oluyordu:
Namık Kemal'in beyti,
Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok mudur kurtaraçak bahtı kara maderini
Atatürk'ün cevabı,
Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini
Bu cevap, Atatürk'ün içine işleyen acıyı göstermek ­
le birlikte, etkisinde kaldığı tutumu da açıklıyordu.
Atatürk'ün, Hatıra Defteri'nde, sık sık "Kemal Bey"
dediği Namık Kemal'in, uzun yıllar Türk gençliğini etki­
leyen kahramanca tutumu, Atatürk'ün iç aleminde de de­
vamlı yankılar bırakmıştır.
Aslında, Atatürk'ün uyguladığı yeniliklerin, devrim­
lerin başlangıcını, onun çok genç olduğu yıllara, 1900-19 10
yıllarına kadar götürebiliriz1, hele tutumundaki yiğitlik kah­
ramanlık, çocukluk çağlarına kadar gider.
Atatürk, tarih ile o kadar yakından ilgilidir ki, sabah
saatın beşinde, askeri harekat sırasında, 21 Kasım 19 16
günü, Hatıra Defteri'ne kısa kısa şu kayıtları düşürmüş­
tür: "Bitlis'in bana Pompei harabelerini hatırlattığını ve
Ninova harabeleri münasebetiyle tarihten bahsolundu.
1) Atatürk, 22 Kasım I 9 l 6'da şöyle diyordu: "Saat 9 sonraya kadar,
Erkanıharp Reisiyle tesettürün lağvı ve Hayat-ı içtimaiyemizin ıslahı hak­
kında sohbet: 1) Muktedir ve hayata vakıf valide yetiştirmek, 2) Kadınlara
serbestisini vermek, 3) Kadınlarla müşareket-i umumiye, erkeklerin ahlakı­
yatı, efkarı, hissiyatı üzerinde müessirdir" (bkz. Atatürk'ün Hatıra Defteri,
s. 75-76).
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 29

Hülefa-i Abbasiye'nin başını yiyen kumandanlar, Ehl-i


Salip muharebatı münasebetiyle Avrupalıların şark me­
deniyetinden istifadesi, Selçuki Türklerin, Osmanlı Türk­
lerinden evvel, Bulgaristan'a, Vama civarlarına geçmiş
olmaları" (bkz. Atatürk'ün Hatıra Defteri, s. 75).
Görülüyor ki, Atatürk cephelerde bile, fırsat bul ­
dukça zamanını, gençliğini, siyaset, edebiyat özellikle tarih
kitapları okuyarak geçirmiştir.
Tarih bilgileri konusunda kendini hayli hazırlamış
olan Atatürk, Cumhuriyet'ten sonra, 1 929 yılında, okul­
lardaki derslere öncülük etmesi için bazı "Tarih Notları"
yayınlatmıştır. 23 nisan 1 930'da toplanan, Türk Ocakları
Kurultayı' nda, Atatürk'ün sözcüleri tarafından, Türk
tarihi hakkında şimdiye kadar bilinenleri n çoğunun yan­
lış ve maksatlı olduğu açıklanmıştır. Aynı kurultayın 28
nisan 1930'daki oturumunda, Tü rk Ocakları teşkilatı içinde,
Tü rk Tarihi Tetkik Heyeti kuruldu. Türk Tarihinin Ana
Hatlarr adlı kitap bu heyetin eseridir (1 93 1 ).

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu


Tü rk Ocakları'n�n kapanması üzerine, aynı heyet,
.. ·

ayfilarak, 15 nisan 1 93f'de Tü rk Tarihi Tetkik Cerniyeti'ni


kuruyor. Bu cemiyet ilk kurultayını 2 temmuz 1 932'de
topluyor. Bu kurultayda bütün ülkeni n aydınlarına Ata­
türk'ün tarihimiz üzerindeki gö rüşleri açıklandı. Atatürk,
tarihimizi, geleceğimiz için bi r güç kaynağı olarak gö­
rüyor, ulusun ve dolayısıyle dilin geleceğini sağlayabil­
mek uğruna, Türk tarihi ve dilinin geçmişleri ile yakından
ilgileniyor, aylar, yıllar süren tarih ve dil i ncelemelerine
dalıyordu. Türk tarihini ve o na paralel olarak, Türk di­
lini, bırakıldığı güç durumdan kurtarıp güvenle kalkın­
dırmaya çalışıyordu. Türk tarihinin araştırılıp i ncelenmesi
ile, Türk dilinin karanlık devi rleri aydınlanacak, gelişmesi
için ye ni kaynaklar sağlanacak, geleceğine yön ve rilecekti.
30 VECİHE HATİBOGLU

Atatürk, 2 temmuz 193 2'deki Birinci Türk Tarih


Kurultayı'nda o güne kadar, Türk tarihi hakkında bilinen
ve yerleşmiş olan tarih görüş ünde b üyük bir değişiklik
yapmış, toz toprak içinde uyuyan, unutulmuş barbar,
göçebe diye itham edilmiş Türk tarihini kurtarıcı elleriyle
tutup ayağa kaldırmıştır. Yüzyıllar boyunca dünyanın
dört yanına akınlarıyle ün salmış Türk ulusu öyle sanıl­
dığı gibi köksüz, medeneniyetsiz bir ulus olamazdı. Bir­
çok ulusların ilk çağlarında Türklerin etkileri vardı,
birçoklarına da doğuş kaynağı olmuştu. Böylece tarih
kalkınmasına, tarih görüşündeki devrime uygun bir dil
devrimi görüş ü, kendiliği nden ortaya çıkmış oluyordu.
Dil devriminin uygulama alanında ilerleyebilmesi için
gerekli bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Öğretim birliği
sağlanmış, Latin rakamları alınmış, uluslararası takvim,
saat, hatta ölçüler kanunlarla yerleştirilmişti.
Harfler de değişince, Türk tarihinin ö ncülüğü ile Türk
dili konusu ayrıntılı olarak kökten ele alındı.
Türklerin anayurdu ve bu anayurttan dağılışları üze­
rine Birinci Tarih Kurultayı'nda açıklamalar, incelemeler
yapıldı. Bu konuda da Türk dilinden ve belgelerinden yardım
bekleniyordu.
Türk tarihinin ö ncülüğü ile Türkçe, Türkçenin ön­
cülüğü ile Türk tarihi i ncelenecekti.
Türk Dili Tetkik C�miyeti'nin Kuruluşu
İlk Tari h Kurultayı'nın bittiği günün ertesi gunu,
12 tenunuz 1932'de, Atatürk, durup dinlenmeden Türk
Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurdu 1•
Daha ö nceleri, bazı aydınların davranışı ile bir "Dil
Encümeni" kurulmuştu. Bu Encümen, Türk dili bakı-
1) Dil devriminin ilerlemesiyle "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti", "Türk
Tarih Kurumu" adını, "Türk Dili Tetkik Cemiyeti" de önce "Türk Dilini
Araştırma Kurumu", daha sonra da "Türk Dil Kurumu" adını aldı.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 31

mından bir tek adım atacak kudrette değildi, dağıldı.1


Atatürk, Türk dilinin, tarihten önceki devirlerden başla­
yarak , ilk kaynaklarını araştırmak, sözlerini özleştirmek,
gelişmesi için gerekli yollara baş vurmak amacıyle bu
cemiyeti kurmuştu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kurucu üyeleri ara sında,
konu i le yakından i lgisi olanlardan başka, devrimin yayıl­
masını sağlamak amacıyle ülkenin türlü alanlarında ta­
nınmış yetkililer de bulunuyordu.
Başta Atatürk olmak üzere, bu üyeler, Türk Dili
Tetkik Cemiyeti'nin çalışma p rogramını, tüzüğünü ve
kurultaylarını hazırlıyorlardı.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin o günkü ilk çalışma
programına bakmak, Atatürk'ün, dilimizin b üt ün ko­
nuları ile nasıl yakından ilgi lendiğini ve Dil Devrimi'ni
nasıl yö nettiğini açıkça gösterir: "Türk dilinin e skiliği,
Hint-Avrupa, Sami ve öteki e ski Asya, Avrupa dilleri
ile i lgileri, doğuş birliği, lehçeleri, lenguistik-filoloji,
etimoloji, gramer, sözlük-terim, derleme ve yayın" işleri ile
ayrı ayrı uğraşılacaktı. Bütün bu konular, Türk dili ba­
kımından, o güne kadar derli toplu olarak hemen hemen
hiç e le alınmamış, programlı işlenmemişti.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin işi güçtü, çoktu, engel­
liydi. Türkçe için, artık geri dönülmeyecek bir çıkar yol
bulunmalıydı.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Türkçeyi en ince ayrın­
tılarına kadar inceleyecek, eski ve yeni kaynaklarda birik­
miş, bırakılmış, unutulmuş Türkçe sözcükleri derleyecek,
Türkçenin gelişmesi, zenginleşmesi için yeni yöntemler,
yeni kaynaklar bulacaktı. Atatürk başta olmak üzere,
Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kuranlar, Türkçenin özleşmesi
1) 1857 yılında, ünlü Cevdet Paşa'nın önderliğinde, Türk dilini ve
Türk-Osmanlı tarihini incelemek için "Encümeni Daniş" kurulmuşsa da
ömürlü olamamıştı.
32 VECİHE HATİBOGLU

ve gelişmesi için yurt ölçüsünde sözcük bakımından tara­


malara, derlemelere başlamışlardı. Askerler, valiler, muh­
tarlar, ö zellikle öğretmenler, herkes bu savaşa katıldı.
Bir yandan da aydınlar d üşünüyor , tartışıyor bazı­
ları duraksıyor, bazıları ilerliyor, karşılıklı iki geçeye
ayrılıyorlardı. Tartışmalar artmıştı. B ir kısım yazarlar
alışkanlıklarını bırakmak istemiyorlar, "dil işi devlet işi
olamaz, dilin gidişine karışılmaz, dile m üdahele edilmez,
dil i kendi akışına bırakmak gerekir" diyorlardı.
Atatürk konuyu dünya ölçüsünde tartışmak istiyor,
yerli ve yabancı dilcilerin çağırıldığı kurultaylar topluyordu.
B ütün düşünceleri açıkça dinleyecek, sergileyecek,
sonra da keskin görüşüyle kendi düşüncesini açıklayacak,
sonuca gidecekti.

Ezanın Türkçe Okunuşu


Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşundan birkaç
gün sonra, 18 temmuz 1932'de, ezanın Türkçe okunması
için bir emir yayınlandı. Artık minarelerden, "Allahü e k­
ber" yerine, "Tanri ufüdı.ir'�' sesleri yükseliyordu. B ütün
bu atılımlar, tepkisiz, olumlu karşılanmıştı.
Türkçenin durumu, tutacağı yol , b üyük toplantılarla
ülke ölçüsünde, hatta dünya ölçüsünde aydınlar arasında,
özellikle e ski, yeni tutumlu bütün dilcilerin ö nünde tartı­
şılacak, yepyeni so nuçlar alınacaktı.

Birinci Türk Dil Kurultayı


Türk dili için ilk defa bir kurultay toplanıyordu. Türk
Dili Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşundan iki buçuk ay kadar
sonra, 26 eylül 1932'de Birinci Türk Dil Kurultayı Dolma­
bahçe Sarayının muayede salonunda toplandı: Bu kurul­
tayda, bir süreden beri ortaya atılan yeniliklere alışamayan­
ların tepkilerine patlama olanağı tanındı, olumlu olumsuz
türlü tartışmalara yer verildi. Sonunda, karşı düşüncede
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 33

olanların, dile çekidüzen verilemez diyenlerin haksız ol­


dukları, gerçeklere uyamadıkları açıklandı ve Atatürk
böylece dil devriminin hızını biraz daha artırmış oldu. Bu
ilk dil kurultayının toplanma tarihi olan 26 Eylül'ün dil
bayramı olarak kutlanması için kurultaydan karar alındı.

Kurultayların Önemi
Atatürk, inceleyip 9lgunlaştırdığı düşüncelerini, dev­
rimlerini Türk milletine ve dünyaya kurultaylarla yayı­
yordu. Kurultaylardaki sözcüleri kendisinin düşüncelerini,
aykırı düşünenlere karşı savunurlar, iki düşünce arasında,
sınırda duranları kendi yönlerine çekerler, çoğunluğa, Ata­
türk'ün işaret ettiği doğru yolu gösterirlerdi. Atatürk,
aralıksız her oturumunda bulunduğu Kurultaylarda,
kendi düşüncelerine aykırı düşüncede olanlar az da olsa,
bütün millete i nanç ve güvenç vermek için, sözcülerini ,
karşı düşünenlerle çatıştırır, kendi görüşlerini n sağlam­
lığını dener ve böylece toplumun düşüncelerini de bir defa
daha eğitimden geçirir, kuşkuları giderirdi.
Bu görüşlerle Birinci Türk Dil Kurultayı toplanmıştı.
Bu kurultaya, ülkenin ileri gelen bütün aydınları ça­
ğırılmıştı. Birinci Türk Dil Kurultayı'nın çalışma progra­
mına bakılacak olursa, dilin menşeinden başlayarak, bu­
günkü, yarınki gelişmeleri için, Atatürk'ün Dil Devrimi
bakımından yapmak ve yaptırmak istediği araştırmaların
esasları görül ür. Nitekim Türk Dili Tetkik Cemiyeti 'nin
ilk Genel Yazmanı Ruşen Eşref (Ünaydın) Kurultay'daki
konuşmasında, çalışma programının hazırlayıcısı hakkın­
daki sırrı övünçle açıklıyor :
"Bu program da odur. Bu program Mustafa Kemal'in
bu meseleyi nasıl düşündüğü nün grafiğinden başka nedir ?
Bir davayı bütün gerçekliği ile göz ö nüne koymak, o nu
zaman ve mekan içindeki yerine ve sırasına koymak, bey­
nin laboratuvarında i nceden inceye elenip dokunmuş olan
34 VECİHE HATİBOGLU

bu işin nasıl bir iş olduğunu görmek, göstermek, düşünce­


leri o iş etrafında bir araya toplamak, o işten çıkan· neti­
celeri ilerisi için hedef edinmek : İşte Mustafa Kemal' ce
düşünüş bu demektir. Bu Kurultayın p rogramı da bu Ce­
ıniyet'in kurulması gibi o düş ünüşün bir örneğidir. Mus­
tafa Kemal' ce düşünmek demek tahlil ve terkip etmek,
şuurlaştırmak, nizamlandırmak, sistem haline koymak
demektir. Bu usul Çanakkale'den dil Kurultayı'na kadar
aynı hızı ve sırayı gösterir" . 1
Bu p rogramda, Türk dilinin yabancı etkilerden kur­
tarılması, varlığının korunması , geleceğinin sağlanması
için b ütün yollar düşünülmüş , incelenmiş, araştırılmış,
çeşitli konuların , memleketin tanınmış düşünürlerine ha­
zırlattırılıp Kurultay'da herkesin önünde, tartışılması yo­
luna gidilmiştir.
Atatürk'ün Sözcü leri
Atatürk, incelemelerinin sonuçlarını, önemli konu­
lardaki düşüncelerini Kurultaydan önce ve Kurultay
sırasında akşamları yapılan özel toplantılarda inandıkları­
na, güvendiklerine açıklıyor, onların da inanmalarını,
aydınlanmalarını elindeki belgelerle , kaynaklarla sağ­
lamağa çalışıyordu. Onlar da Kurultaylarda, kendisinin
huzurunda bu düşün celeri her türlü karşı akımlar önünde
kuvvetle, inançla savunuyorlar, Atatürk'ün sözcülüğünü
yapıyorlardı. Birinci Türk Dil Kurultayı'nda, Atatürk'ün en
çok yorulan sözcüsü, Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin baş­
kanı Samih Rıfat olmuştu. İ smail Müştak Mayakon,
İbrahim Necmi Dilmen, Ruşen Eşref Ünaydın , Falih Rıfkı
Atay sayılı sözcülerdendi.
Samih Rıfat'ın o günkü bütün konuşmalarından
Atatürk'ün, başlıca dünya dilleri ve Türk dili hakkındaki
1) Birinci Türk Dil Kurultayı Müzakere Zabıtları, Istanbul 1933,
s. 471 .
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 35

görüşlerini ö ğrenmek mümkündür. Aslında, Atatürk, bütün


dilciliğinin esaslarını Birinci Türk Dil Kurultayında söz­
cüleriyle açıklamıştır. Bu bakımdan Birinci Türk Dil Ku­
rultayının başlıca konuları, Atatürk'ün dilciliğinin başlıca
esaslarını açıklamak ö nemini taşır ki dil konusundaki dü­
şüncelerinin başlangıcı, son araştırmalara göre, Birinci Dün­
ya Savaşı'nı n başlarına ulaşır.

Dilin Kökeni

Birinci Türk Dil Kurultayında ele alınan konular­


dan biri de dilin menşei, kökeni idi.
Atatürk dilin veya dillerin menşei ile çok uğraşmıştır.
Çünkü ulusların kökeni, büyük ölçüde dilleriyle açıklanır.
Özellikle, kök, asıl hakkındaki karanlık ve karışıklığın ö ne­
mini unutup, dillerin kökeni üzerinde kesin konuşanlara,
akraba olan, olmayan dilleri ayıranlara, Türk dilini bir
yana itenlere, bu dilin köksüzlüğü, kısırlığı hakkında ulu­
orta düşünceler ileri sürenlere Atatürk adeta içerlemiştir.
Dilin kökeni sorunlarında, çok emek verdiği tarih
incelemeleri, kendisine yardımcı oluyordu.
Türk tarihi, yazılı belgelerin bahsettiği gibi, milattan
sonra VIII. yüzyılda başlayamazdı. Şüphesiz bu belgelerin
bırakılabilmesi için çok uzun yüzyıllara gereksinme vardı.
Şimdiye kadar bilim adamları tarafından incelenip, araş­
tırılıp da sahibi çıkmamış pek çok uygarlığın, dolayısıyle
dilin veya başka dillerdeki kökeni bilinmeyen (origine in­
connue) sözlerin sahiplerinin Türkler olduğuna i nanmıştı.
Sözcüleri, kurultay kürsüsünde, "Türk dili, başlzca dünya
dillerinin anasıdır" diyorlar, yüzyıllar boyunca, göçlerin,
istila ve akınların etkisini belirtiyorlardı . Sözcüler, böy­
lece tarih tezine uygun bir dil tezi savunmuş oluyor­
lardı. Birçok dil bilgini tarafından asil sayılan Hint-Avru­
pa, Sami dil aileleri gibi Türk dili de aynı karanlık
36 VECİHE HATİBOGLU

başlangıçtan, aynı koşullar içinde ay nı kaynaktan, aynı


ortak varlıktan geliyordu.1

Türk Dilinin Eskiliği


Türk dilinin eskiliği ko nusunda Atatürk'ün düşünce­
leri Sümerceye dayanır. 1. Kurultayın Q�q�l Kurulu'nda
-
_ _

Sümerce ni n esasları il� Türkçe nin, esasları örnekfofle-kar­


-
şifa.Ştmlryor, -a.yiıi kÖkten geldikleri ileri sÜriÜÜyordu.
Diiiı.yanın bu en eski medeniyetinde, elektrikle çalışan
tesisler dışı nda, bugünkü her özelliğin, her kültürün baş­
langıcı nı bulmak mümkündü. Yüzyıllarca barbarlığı ileri
sürülen Türk milleti nin Sümer medeniyeti gibi, bir baş­
la ngıca dayanması köksüzlük iddialarını bütünüyle çü­
rütecekti. Birçok milletler bu medeniyete sahip çıkmağa
çalışmışlar, imkanları zorlamışlar, bir so nuç alamamış­
lardı. Sümerce, ne Hi nt-Avrupa dil ailesi ne bağla nabili­
yor, ne de ay nı bölgelerde yaşamakta olan Sami dilleriyle
köken bakırm nda n ilgili olduğu açıkla nabiliyordu.
Aslı nda hala çözülmemiş bir sorun olan Sümerce nin,
sesbilgisi, yapıbilgisi hatta sözcükleri n biçim ve a nlam­
ları bakımı nda n Türkçe ile ortak kaynaktan yararlandık­
ları gün ışığına çıkmaktadır. Bugün artık, bazı yaba ncı
bilgi nleri n de kabul ettiği gibi, Türkçe ile Sümerce arasın­
da b üyük bir yakınlık, bir köke n ortaklığı olduğu kesin­
likle, bilinmektedir.
Atatürk, Sümerce-Türkçe hakkındaki bu menşe, köken
birliği sezişinde de zama nla haklı çıkmaktadır.
Türk Dilinin Zenginliği
Türk dilinin eskiliği ölçüsünde ze nginliğinin de kabul
edilmesi gerekiyordu. Yal nız göçlerle, akınlarla yayılan
kuvvetler, durmadan kendileri nde n özellikler kaybediyor-
1) Birinci Türk Dil Kurultayı Müzakere Zabıtları,Istanbul 1933, s. 456.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 37

lar, yerlerinden kopmuş oldukları için de, kolaylıkla yeni


ülkelerin etkilerinde kalıyorlardı. Bir zamanlar H indis­
tan'da, İran'da, Mısır'da, doğu Avrupa'da görüldüğü gibi,
Türkler egemen oldukları halde yerlilere oranla azınlıkta
kaldıkları için, egemenlikleri altı ndaki ço ğunluğun sözlerini
alıyorlardı ; kendilerinden çok az söz de karşı tarafa
geçiyordu. Böylece, kuvvetli Türk toplulukları durmadan
anayurttan ayrılınca, Türk dili de bakımsız, sahipsiz
kalıyor, fakirleşiyor, yabancı sözcüklerle doluyordu.
Sağlam, güçlü bir grameri, düzgün bir işleyişi olan
Türk dilini n sözcük bakımından fakirliği, ancak iktisadi,
siyasi zorunluklar yüzünden, başka dillerin, başka k ültür­
lerin etkisinde kalmış olmakla açıklanabilirdi. Atatürk,
Türk dilinin bir zamanlar çok güçlü ve zengin olduğuna
gerçekten inanmıştı.
1 932 yılında kurduğu Türk Dili Tetkik Cemiyeti' nin
kuruluş maksadı belirtilirken şöyle deniyordu : "Cemiye­
tin maksadı, Türk dilinin öz zenginliğini meydana çıkarmak,
o nu dünya dilleri arasına, değerine yaraşır yüksekliğe eriş­
tirmektir".
Türk Dilinin Yaygınlığı
Göçlerle yeryüzüne yayılan Türkler etkilerini, dillerini
de birlikte yayıyorlardı.
Hint-Avrupa dilleri ndeki sözcüklerin, i ncelemeler so­
nucu sayılı köklere bağlandıkları, bu köklerden de Hint­
Avrupa dillerinin anadilinin meydana geldiği bilinmektedir.
Özellikle, menşei bilinmeyen (origine inco nnue) söz­
cük köklerinin hemen hepsi Türkçe sayılmalıydı. Bu tür
köklerle, Türkçenin çeşitli lehçelerindeki kökler arasındaki
birliği, benzerliği görmek ve göstermek, buradan da Hint­
Avrupa, Sami, Ural-Altay dilleri arasındaki sözcük kökü
ortaklığından köken birliğine doğru yürümek ve sonunda
bu yöntemle Türk dilini n yeryüzüne yayıldığını savunmak,
38 VECİHE HATİBOGLU

Birinci Türk Dil Kurultayı'nın başlıca konularından bi­


riydi. Bu durum, çok defa, gerçekten hakkı yenmiş, ink ar
edilmiş bir ulusun kültürce şahlanışı demekti.

Türk Dilinin Gelişmesi


Türk dilinin gelişmesi için bütün olanaklara baş vu­
ruluyor, eski yapıtlar taranıyor, lehçelere uzanma deneni­
yor, Anadolu ağızlarındaki sözcükler yazı diline geçirili­
yordu. Bütün bu yolların hepsinden önemlisi yeni sözcükler,
yeni terimler yaratmaktı. Atatürk bu yolda da en güzel
örnekleri kendisi veriyordu (bkz. Atatürk'ün Terimleri, s. 6 1 ).
Atatürk, Türk dilinin bütün tarihini ve öze lliklerini
inceledikten sonra, geleceğine yön vermek için türlü yo l­
ları denemişti, sonunda, en verimli yolu bulmuş, Türkçe
kök ve eklerden türetme yoluyle, başarıya ulaşmıştı.
Kişilerin Dilin Gidişine Karışması
Atatürk'e karşı çıkanlar, özellikle, dilin doğal bir
gidişi olduğunu, insanların bu gidişi değiştirmeye yetkileri
bulunmadığını ileri sürüyorlardı. Böyle düşünenler hayli
kalabalıktı, I. Türk Dil Kurultayı'nda görünen temsilcileri
Hüseyin Cahit Yalçın'dı. Onlara göre bir dil, canlı bir
varlık gibi doğar, büyür, ölürdüı .
Atatürk bu düşünceye kökünden karşı idi. Türkçeyi,
Osman lıcada o lduğu gibi, en güç durumlara düşürenler,
yazarlar, insanlardı. Şimdi de Türkçeyi bu güç durumdan
ancak, insanlar, kişiler kurtarabilirdi.
Atatürk, dil işinde, kişiler, kurumlar, akademiler de
etkili olur, diyordu ve bu düşünceyle Türk Dili Tetkik
Cemiyeti'ni kurmuştu.
Atatürk'e karşı olan düşünceler, kişiler gibi kurum­
ların da dilin ardından gitmeleri gerektiğini, dildeki o lay-
1 ) İsrail' de olduğu gibi, ölmüş bir dilin yeniden canlandırılacağı kim­
senin aklına gelmiyordu.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 39

lan tespitten başka bir özelliğe karışamayacaklarını ileri


sürüyorlardı. Dil işleri yavaş yavaş oluşur, devrime gele­
mezdi. Atatürk'ün sözcüleri ise, kişilerin, kurumların
dile ö ncülük edebileceklerini, btr yönleri ile dile yol gösterip
devrimler açarken, öteki yönleri ile dilin gidişini izleyip
bilimsel araştırma yapabileceklerini öne sürüyorlar, dil
işlerinin de birdenbire, hızla, atılımla ele alınabileceğini
söylüyorlar, aykırı düşünenleri uyandırıyorlardı. Bu gö­
rüş, Birinci Kurultay'da birdenbire ço ğunluk sağladı. Çün­
k ü Atatürk'e güvenenler, kurtuluşu O'ndan bekliyorlar,
O'nun gösterdiği yolun doğruluğuna inanıyorlardı. Ay­
kırı düşünenler, bir daha yenilgiye uğradı.
Atatürk türlü tartışmalarla, dile karışmak gerektiği
kararına varınca, başarıya ulaşmak için çeşitli yolları
denemekten çekinmedi. Eskiden beri tek tük sözlerin
alı nışında aydınlarca tasarlanan, ileri sürülen bazı yollar
vardı. Bu yolları birer birer denemek gerekiyordu.
Doğu Lehçelerine Baş Vurma Yolu
1932 yıllarında ve daha ö nceleri, Türk aydınlarını n
çoğu, Namık Kemal'in ve özellikle Ziya Gökalp'
in düşüncelerinin etkisinde idi. Doğu Türkçesine bir
kurtarıcı gözü ile bakılıyordu. "O Türk budununa ne
mutlu ! Türkçüler, yolunuz açık olsun!"1 diyorlardı. Hal­
buki anayurttan kopalı yüzyıllar geçmiş, Doğu Türk­
çesi ile Batı Türkçesi, ses, biçim ve sözdizimi ba ­
kımlarından aynı tümcede birbirleriyle bağdaşamaya­
cak kadar uzaklaşmışlardı. "ulu" sözünü "uluğ" yap­
ma, gidilen yolu geri dönmek, "oldurgan, kılga= fail,
kınaymak= faaliyet göstermek'' gibi sözler yaratma, Batı
Türkçesini n ses düzenini bilmemek demekti. Zamanının
en büyük şairi Abdülhak H amit (Tarhan) Birinci Türk
Dil Kurultayı'nda : "Ondaki sözler ne Konya' nın, ne
1 ) Birinci Türk Dil Kurultayı Müzakere Zabıtları, s. 232.
40 VECİHE HATİBOGLU

Edirne'nin, ne Selanik'in, ne de Kaşgar ve Buhara'nın


Türkçesi değil, tamamiyle Istanbul Türkçesidir" diyerek
alınacak köklerde ve eklerde Istanbul ağzından, Istanbul
ses düzeninden vazgeçilemiyeceğini açıkça belirtiyordu.
Fakat, Atatürk'ün etrafındaki bazı dilciler, söz ihti­
yacımızı karşılamak için Doğu Türkçesine baş vurmayı
durmadan salık veriyorlardı. Atatürk bu yolu denemek,
bu aydınları susturmak için milletçe bu yola koyuldu.
Bütün gazeteler, dergiler, resmi yazışmalar, listeler halinde,
Doğu Türkçesinden alınmış sözleri devrime ayak uydurma
gayreti ile yazılarına geçiriyorlar, fakat bir türlü benim­
seyemiyorlar, yadırgıyorlar, yılıyorlardı. Yazanlar, . yaz­
dıklarını okuyun ca anlamaz olmuşlardı. Özlenen Türkçe
bu değildi, deneme başarılı olmamıştı. Atatürk, milletin
gösterdiği yakınlığı, içtenliği anlamakta gecikmedi ; bu
yolun çıkmaz bir yol olduğu belirince millet önünde, top­
luca, geri dönmekte bir sakınca görmedi. Büyüklük bu­
radaydı.

Anadolu'ya Dönüş Yolu


Dildeki söz ihtiyacının başlıca kaynağı ancak Anado­
lu olabilirdi. Atatürk Anadolu'da yaşamış, konuşulmuş,
yazılmış , eski ve yeni kaynakların taranması ve konuşul­
makta olan ağızların derlenmesi yollarının, bütün yol­
lardan daha doğru, daha elverişli, olduğunu görmüştü.
Daha önceleri denenen derleme işleri cılız kalmış, verim­
siz olmuştu. 1932 yılından sonra bütün iller, ilçeler, köyler
birer derleme kurulu olmuş, o zamana kadar beğenilmeyen,
kullanılmayan, kenarda, köşede kalmış sözlere varıncaya
kadar bütün kaynaklar Ankara'ya ulaştırılmıştı. Vaktiy­
le köylü konuşması diye ağza alınmayan sözler, kullanıl­
dıkları tümceler, deyimlerle birlikte, il, ilçe başkanları,
ö ğretmenler, eğitimciler, eli kalem tutan herkes tarafından
fişlere geçirilerek, birdenbire en üstün sanat yapıtlarına
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 41

geçecek bir değer kazanmış, herkes işinin gücünün yanın­


da söz derlemekle uğraşır olmuştu. Bu derleme imece­
sinden, bu toplu çalışmadan, daha so nra ciltleriyle övün­
düğümüz Söz Derleme Dergileri, Derleme Sözlükle­
ri do ğdu. Böyle bir toplu çalışma da birer köşeye atılmış
olan eski eserlerdeki Türkçe sözleri taramak için yapıldı.
Tarama Dergileri de bu çalışmaların verimi oldu. B ütün
bu çabalar, dilin ihtiyacı olan sözlerin bir kısmını verdiği
gibi, yeni sözler, terimler yapmak için de kök ve ek bulmada
yol gösteriyordu. Yazarların, sanatçıların, herkesin aradığı
da unutulmuş, bırakılmış bu kaynakların ortaya çıkması,
derlenmesi, işlenmesiydi.

Dil Devrimi ile Halka Yöneliş


Dil devrimi ile yabancı sözler atılıp, yerlerine öz
Türkçelerini koymak ihtiyacı belirince, halkın sözleri,
değer kazanmış ve yabancı sözlerden boşalan yerleri dol­
durmağa başlamışlardı. Arap, Fars kaynaklarından gelen
sözleri dilden atarken o nlardaki bazı kavramların etkisin­
den de uzaklaşmıştık. Daha önemlis i, çok defa yabancı söz­
lerdeki boş ş işkinlikten kurtulmuş, gerçek anlama, ger­
çek düşünce ve duyguya kısa yoldan ulaşmıştık.
Osmanlıcanın yapmacıklığında kaybolan gerçekler,
dolaşık yollarla, ş işirme sözlerle anlatılmağa çalışılan,
ağdalandırılan düşünce ve duygular, kuvvet veya zayıflık
bakımından da çırılçıplak ortaya çıkmış, boş yere emek
ve zaman kaybından Türk ulusu kurtarılmıştı.
Osmanlıcada söz yükü o kadar artmıştı ki, bu kaba­
rıklık, şişkinlik altında esas anlam ezil iyor, güçlükle kendini
gösterebiliyor, çok defa aranılan gerçeğe dolaşık yollardan
gitmek iş sayılıyor, boşuna zaman ve emek kayboluyor­
du. Halk içinden gelen sözler ise, aydı nlara, halkın kısa yol­
dan anlayış ve düşünüşünü anlatıyor, kestirmeden gerçeğe
götürüyor, b irbirinden çok uzaklaşmış iki ayrı toplumu
42 VECİHE HATİBOGLU

yan yana getiriyor, yaklaştırıyo rdu. Aslında Atatürk'ün


ulaşmak istediği amaçların en önemlisi de buydu : Sınıf
gözetmeden topluca anlaşma, aydınlanma ve kalkınma.

Yazı Dilini Konuşma Diline Y aklaştrrma


Dil devrimi ile yazı dili, konuşma dili arasındaki açık­
l ığın kapatılması da amaç olarak göz önünde tutuluyordu.
Eskiden özentili, yapma, çok defa konuşulmayan bi r
yazı dili kullanılırdı. Atatürk bu yazı dilinin azınlıkta kal­
dığını, büyük halk ço ğunluğunun bu dili anlamakta güçlük
çektiğini biliyordu.
Ço ğun luğun konuştuğu dilden yazı diline söz almakla,
aradaki açıklık da kapatılacak, yazı dili kolaylıkla halk
tarafından anlaşılır duruma getirilecekti. Birinci Türk
Dil Kurultayı'nda halk şiirleri yazı diline ö rnek gösteri­
lerek okunuyordu. Bu şii rlerin dili, halkın konuşma dili­
n in sıcaklığını taşıyor herkesi duygulandırıyordu. Osmanlı
yazı dili ile yazılmış şiirler ise, ödünç alınan Arapça, Farsça
sözlerin çokluğundan taşlaşmış, donmuş, arada kullanı­
lan tek tük Türkçe sözler de bu kalabalıkta sıcaklığını
yitirmişti. Dil Devrimi ile, Türkçe, Osmanlı yazı dilin­
deki sığıntı durumundan kurtulmuş , özgürlüğünü kazan­
mış, bütün aydınların yazı ve konuşma diline yayılıp yerleş­
me yolunu tutmuştu. Bu arada, konuşma dilinde günlük, alel­
ade sayılan sözler değer kazanmış, resmi yazı diline bile
geçirilmişti. Bu tutum konuşma dili ile yazı dili arasındaki
büyük açıklığı kapatmış, iki dili geniş ölçüde birbirine
yaklaştırmıştı. Aydınların yazı ve konuşma dilini ise,
halkın yazı ve konuşma kaynakları besliyo rdu. Bu yolla
dört kaynak, aydınların konuşma ve yazı dili, halkın ko­
nuşma ve yazı dili, birbirine karıştırılmış , birleştirilmiş,
karma bir yazı ve konuşma dili o rtaya çıkmıştı. Bu, her
ülkenin isteyip de başaramadığı bir sonuçtu. Bugün, dün­
yanın bellibaşlı dilleri arasında yazı dili ile konuşma dili-
ÖLÜ!\ISÜZ ATATÜRK 43

nin bu kadar yaklaştığı, yakınlaştığı, bu kadar birleştiği


ülke az bulunur. Dil Devrimi ile, dilin halka yönelişi, öteki
devrimleri sevdirmek, yaymak, benimsetmek bakımından
da yararlı olmuştu.

Birinci Türk Dil Kurultayı Ürünleri


Birinci Türk Dil Kurultayı'ndan sonra zamanın he­
men bütün ayqınları Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nde görev
almıştı. Cemiyetin inceletip yayınlayacağı başlıca konular
şunlardı :
1) Osmanlıca sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmak,
2) Eski kitaplardan Türkçe sözcükleri tarayıp yeniden
kullanma alanına çıkarmak,
3) Anadolu'da halk arasında kullanılan Türkçe söz­
cükleri derlemek, kullanma alanına sürüp yaymak,
4) Türkçenin tarihini . araştırmak, kökenine yönelmek,
5) Türkçenin yapısını, sözcük köklerini, eklerini ince­
lemek, buna göre yeni Türkçe sözcükler türetmek,
özellikle, bilim dallarındaki ihtiyacı karşılamak
üzere terim yaratma yollarına gitmek.
Böylece I. Türk Dil Kurultay'ından bu yana, yuka­
rıda sıralanan konuların hemen hepsine el atıldı ve değerli
ürünler yayın alanındaki önemli yerlerini almaya başladı.
Görülüyor ki, bugüne kadar yapılan bütün Türk dili
çalışmalarının, başarılarmın temeli, I. Türk Dil Kurulta­
yı'nda, Atatürk'ün güçlü elleriyle atılmıştı.

Darülfünun Üniversite Oluyor


Atatürk, dil için, bilim için· her cephede savaşıyordu.
12 Temmuz 1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti
ve arkasından 26 Eylül'de toplanan Birinci Türk Dil Ku­
rultayı Türkçenin geleceği bakımından aydınların düşün­
celerine yeni ufuklar açmıştı.
44 VECİHE HATİBOGLU

Darülfünunda, Türkçe yerine Osmanlıcayı savunan­


lar az da olsa vardı. Her bakımdan, eski yö ntemlerle
ö ğretim yapan Istanbul Darülfünunu, 1 Ağustos ) 933'te,
.
Istanbul Ü niversitesi oldu ve ö ğretim yenileştirildi, bu ara
da Türkçeye de gereken önem verildi.
Daha 1 9 23 'te, Edebiyat Medresesi'nin fahri müderrisi
olması için Atatürk'e teklifte bulunulmuştu, Atatürk,
batı kültürüne yö nelik olduğunu belirterek "Medrese"
sözünü karalayıp yerine "Fakülte" sözünü yazmıştı.

Türklerin Adları Türkçeleşiyor


21 Haziran 1934'te Soyadı Kanunu kabul edildi. Bu
.
kanunun etkisiyle, eski aile adlarındaki yabancı sözcük
olan "z�de"ler atıldı, Türkçe sözcüklerden kurulmuş soy­
adları alindı.
Atatürk, kendisi de, "Gazi Mustafa Kemal" unvanını
bırakıp, yerine "Atatürk'.' soyadım aldı (24 Kasım 1934).
Artık Atatürk, belgeleri "K. Atatürk" diye imzalı­
yor ve bu durumu titizlikle her yerde uyguluyordu.
İsmet Paşa'ya da başarısını anmak amacıyle, "İnö nü"
soyadım vermişti.
Bu tarihten sonra da, çevresindekiler Atatürk'ten soy­
adı rica ettiler ve durumlarıyle uygun, oldukça Türkçe
soyadları aldılar, "Nuri Conker" gibi.
Bu tutumun Türkçe bakımından büyük etkisi oldu.
Türkçe sözcükler aranıyor, taranıyor, soyadı olarak alı­
nıyordu. Yeni doğan ço cuklara Arapça, Farsça adlar ye­
rine Türkçe adlar koymak kaçınılmaz bir moda olmuştu.
G ün geçtikçe Türkçe değer kazanıyordu. Türkçe söz­
cükler, yaygın bir moda gibi toplumu etkilemişti. Türkçe
kökler ve ekler toplumca yeni biçimlere, kalıplara dökü­
lüyor, yeni t üretmeler ortaya atılıyordu. Bulunan soyadları,
ço cuk adları, işyeri adları birbirinden güzeldi.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 45

Özel adların, toplumun etkisinde kaldığı kültürü gös­


termesi bakımından dilcilikte ö nemli bir yeri vardır.
Türkler, Çin kültürü etkisinde kaldıkları zaman Çin­
ce özel adlar kullanmışlardı Kültekin ve Bilge Kagan
bile Orhun Yazıtları' nda yabancı ö zel adlardan yakınmış­
lardı (bkz. s. 1 5 ).
Türkler Fars kültürü etkisinde kaldıkları zaman da,
Selçuklularda olduğu gibi, Farsça özel adlar kullanmış­
lardı : "Kekavus, Keyhusrev, Keykubad" gibi.
Arap kültürü t:.tkisiyle başlayan özel adlar ise, X.
yüzyıldan günümüze kadar sürüp gelmektedir : "Hatice, Ay ­
şe, Fatma, Ahmet, Mehmet, Ali, Osman, Ömer" vb.
Atatürk'ün ö nderliği ile, artık Türkler kendilerine
güvendikleri gibi , Türkçeye de güvenecek, özel adlar
Türkçe olacaktı.
Zamanla, adı Türkçe olan kuşakla, adı Osmanlıca olan
kuşak arasında yaşça ve kültür bakımından bir yenilik,
eskilik, çağdaşlık sınırı belirdi.

İkinci Türk Dil Kurultayı


İkinci Türk Dil J(.urult�yı 18 Ağustos 1 934'te yıne
Dolmabahçe Sarayında toplandı.
Birinci Kurultayın ürünlerini bazı aydınlar benimsemiş­
ler, bazıları yadırgamış, tepki gö stermişlerdi. Özellikle do­
ğu Türkçelerinden alınan sözcükler yapı ve ses bakımından
Türkiye Türkçesine uymuyor diye direnenler o luyordu
ama yayınlanan Cep Kılavuzu'ndaki Türkiye Türkçesine
uygun yeni türetilmiş pek çok sözcük yerleşmekteydi :
"oturum, durum, başkan, dilekçe, tepki, uzman, basım,
basın, yayın, Ö nem, günaydın, gündem, subay, albay, yar­
bay, kômutan; danıştay, yargıtay" gibi.
· Atatürk, bu kurultayda tuttuğu yolda ne kadar haklı
olduğunu bir defa daha belirtiyordu. Karşı koyanlar, dü-
46 VECİHE HATİBOGLU

şüncelerini yeterince savi.lnacak gerçek destek, gerçek


belge bulamıyorlardı.
İkinci Kurultaydan sonra Türkçedeki unvanlar sorunu
ele alındı.

Unvanlar Değiştiriliyor

Aynı yılda, 26 kasım 1 934'te, "Bacı, Hafız, Bey,


Ağa, Hanım, Paşa" gibi. unvanlar, bir kanunla resmi kul­
lanılıştan kaldırıldı. "Bey" yerine "Bay" "Hanım" yerine
"Bayan", "Paşa" yerine "General" unvanları getirildi.
Türkçe olan "Bey, Hanım, Paşa" sözcüklerinin değiş­
tirilmesinin nedeni kullanılış sıraları idi.
E ski kullanılışta unvanlar, genellikle, özel adlardan
sonra kullanılıyordu : "Enver Paşa, Kemal Bey, Halide
Hanım" gibi. Yeni kullanılışa göre, uluslararası sıra uygu­
lanacak, önce unvan, sonra özel ad veya soyadı gelecek­
ti : "General Enver, Bay Kemal, Bayan Halide" gibi. Bu
arada "Hacı, Hafız, Şeyh" gibi unvanlar da, özellikle, sı­
nırlı olarak kullanılacaktı.
Dil Devriminin ilerlemesi , yerleşmesi için bilim
yönünden ara ştırmaların güçlendirilmesi gerekiyordu.
Türkler yüzyıllar boyunca komşu o larak yaşadıkları ya
da egemenliklerine aldıkları uluslarla türlü ilişkiler kur­
muşlardı. Atatürk bu ilişkilerin tarih, dil hatta coğrafya
bakımlarından incelenebilmesi için yerli ve yabancı bilim
adamlarıyle örgütlenmiş yeni bir kuruluşa gereksinme
duyuyordu. Bu amaçla Türklerin yüzyıllarca komşuluğunu
yapmı ş olan Çinlilerin, Hintlilerin dillerini inceleyen, özel­
likle Türkçe olması gereken Sümerceyi araştıracak olan,
dil, tarih, arkeoloji bakımlarından güçlü bir fakülte kur­
mayı öteden beri düşünüyordu. Böyle bir fakültenin ku­
ruluşu için 14 haziran 1 935 tarihinde 2795 sayılı kanun
çıkarıldı.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 47

Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Kuruluyor

Atatürk, Dil, Tari h-Coğrafya Fakültesi'ni 9 ocak


1936'da, Ankara Haİkevi;nde düzenlenen bir törenle açtıı .
Bu tarihi olayı 1 0 ocak 1 936 tarihli Ulus Gazetesi
şöyle özetliyordu :
"Tarih, Dil Coğrafya fakültesi dün Halkevinde b üyük
törenle açılmıştır. Saat 1 5.30'da salon baştan aşağı davet­
lilerle dolmuştu. Localarda sefaretler erkanı yer almış­
lardı. B. M. Meclisi başkanı, başbakan, bakanlar, C.H.
P. Genel Sekreteri törende hazır bulunuyorlardı. Misafi­
rimiz Afgan Hariciye Nazırı Ekselans Serdar Feyz Moham­
med Han refaketinde Afgan sefiri Sultan Ahmet Han ol­
duğu halde Cumhur Reisi locası nda bulunuyor ve Dış
İşleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras'la görüşüyorlar.
Cumhur Reisi Kemal Atatürk saat 1 5.30'da Halke­
vine geldiler ve karşılandılar. Cumhur Reisimiz localarına
girdikten so nra törene İstiklal Marşıyle başlandı.
Kültür Bakanı B. Saffet Arıkan kürsüye çıkarak çok
alkışlanan aşa ğıdaki nutuklarını okudu :
Sayın Bayanlar, Sayın Baylar,
Bugün, yeni bir eserin, Türk kültür dünyasına temel
olacak bir kurumun, çok e ski Türk varlığının silinmez
damgasını taşıyan Ankara'da açılışı kutlanacaktır.
Vatan toprakları kurtarıldıktan ve yurt içinde yepyeni
bir sosyal düzen kurulduktan so nra, vakit geçirmeksizin
kültür işinin ele alınması gerekti.
Kültür işinde ana kaynağın tarih olduğu kanaatıdır
ki bu alanda çalışmağa çok ö nem verdirdi. Birkaç yıllık
uğraşma sonucunda, tarihin en karanlık köşelerini aydınla­
tan hakikat bulundu. O hakikat şudur :
1) Fakültenin ilk günlerdeki adı "Dil, Tarih, Coğrafya" biçiminde idi.
Daha sonra, "Tarih, Dil, Coğrafya Fakültesi" biçimine çevrildi ise de so­
nunda "Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi" biçimi yeğlendi.
48 VECİHE HATİBOGLU

D ünyada yüksek kültürün ilk beşiği Türk ana yurt­


larıdır ve o kültürü kuran ve b ütün dünyaya yayanlar da
Türklerdir".
Atatürk' ün huzurunda sade bir dille açıklanan bu
düşünceler, Atatürk'ün gerçek düşüncelerinden pek ço ğunu
kapsıyordu.
Atatürk, köken sorunlarında, tarihin dile, dilin tari he
yardımcı olması için, 9 ocak 1936'da Dil ve Tarih-Coğraf­
ya Fakültesini kurmuştu. Fakültede tarihle birlikte, tari­
hin birçok ölü diline de yer verilmişti. Bunlar arasında
Sümerce, Etice özel önem taşıyordu. Fakültenin açılış
töreninde yapılan konuşmalarda1 Sümerce ve Etice, Çince,
Sanskritçe üzerinde yapılacak araştırmaların, Türk dili­
nin karanlık dönemlerini aydınlatacağı ileri sürülüyordu.
Türk dili ile yazılmış en eski belgeler, ancak, milattan sonra,
sekizinci yüzyıla inebiliyordu. Türklerin Anadolu'ya geliş­
leri ise milattan sonra on birinci yüzyıla rastlıyordu. Ata­
türk, Türklerin tarih alanında, bu kadar geç görünüşleri,
Anadolu'ya bu kadar geç sahip oluşları ile yetinmek is­
temiyordu. Bu tarihlerden önceki devirler hakkında, Türk
kaynakları sussa bile, komşu kaynakların Türklerin var­
lıklarından ve uygarlığından bahsetmeleri gerekir kanısında
idi. Gerçekten de Çin kaynaklarının, milattan önceki ikinci
yüzyılda, Türklerden ve Türkçeden bahsettiği görülüyordu.
Bu nedenle Atatürk, komşu kaynaklarda yapılacak
araştırmaların, bir de Türkler tarafından ele alınmasını,
Fakültede bu tür konularda çalışacak, öğretim üyelerinin
ve öğrencilerin en eski devirlerden beri kaybolmuş Türk
haklarının ortaya çıkarılması için ayrıca gayret sarfet­
melerini istiyordu. Bu amaçla, dünyanın en eski uygar
ulusu Sümerlilerin dilinin Türkçe ile yakınlığını araştır­
mak için Avrupa'da tanınmış Sümer ve Eti dili yetkilileri,

1) 1 0 Ocak 1 936 tarihli Ulus gazetesi.


ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 49

profesörler Ankara'ya çağırılarak kendilerine Dil ve Tarih­


Coğrafya Fakültesinde görev verildi. Atatürk'ün b ütün
bu çabalarının amacı "medeni vasfına" inandığı Türklerin,
sanıldığı gibi, "köksüz, göçebe, medeniyetsiz, barbar"
olmadığını dünyaya ispat etmek, gelecek Türk kuşakla­
r ına gerçeği göstermek, güven vermek, güçlerine güç
katmaktı.
Sümer tarihi, Eti tarihi karanlıklarla dolu idi, dilleri
yeterince çözülmemişti. Yabancı araştırıcılar Sümerceyi kö­
ken bakımından kendi dillerine bağlamak için çok uğraşmış­
lardı ama gerçeklere aykırı olduğu için başarıya ulaşamamış­
lardı. Fransız Hilaire de Barenton gibi Sümercenin Türkçe
olduğunu açıklayan bazı yabancı araştırıcılar da vardı. Ata­
türk, bu düşüncede olan araştırıcıları, profesörleri Dil Ku­
rultaylarına çağırıyor, kendileriyle yakından ilgileniyordu.
Atatürk, tarihteki sahipsiz dilleri, sözcükleri Türkçeye
bağlıyordu. Yabancı araştırıcıların uğraşıp da kendi yön­
lerine bağlayamadıkları medeniyetlerin hemen hepsi Türk­
lerindi, Atatürk, işletmelere, bankalara, Sümerbank, Eti­
bankı gibi adlar vererek, bu görüşünü maddeleştiriyor,
sembolleştiriyor ve b ütün dünyaya yayıyordu.
Atatürk, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini Türk ta­
rihinin, Türk dilinin, gerçek kaynaklara gidilerek in­
celenmesi için kurmuştu. Bu tür incelemelerle Türklerin
tarihleri aydınlanacak, Anadolu'nun en e ski yerlilerinden
biri oldukları ortaya çıkacak, d ünyaya uygarlık dağıttık­
ları i spat edilecekti.
Türk Tarih Kurumu'nun, Türk Dil Kurumu'nun
bilimsel verileri de, bu fakültenin öğrencilerine ö ğretile­
cekti. Atatürk, Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki görüş­
lerinin, genç ö ğrencilere öğretilip öğretilmediğini yakın­
dan izliyordu. Bu arada, 1936-1938 yıllarında, fakültede
Güneş-Dil Teorisi de ö ğretilmekteydi.
1 ) bkz. "Denizbank" Tartışması, s. 58 .
50 VECİHE HATİBOGLU

Üçüncü Türk Dil Kurultayı

Dil ve tarih konularındaki yeniliklerin, kuruluşların


çalkantıları sürüp giderken Üçüncü Türk Dil Kurultayı
hazırlıkları başladı.
Atatürk Birinci Türk Dil Kurultayı'nda başlattığı
ve İkinci Türk Dil Kurultayı'nda ürünlerini sergilediği,
tarama, derleme, üretme çalışmalarından sonra Türkçenin
ve dolayısıyle b ütün dillerin kaynağına eğilmişti.
Yakından ilgilendiği Marr, Hilaire de Barenton, Kı­
vergıç gibi dilciler, dillerin kaynağı konusunda birer ku­
ram, teori sahibi idiler ve onları n da teorilerinde dilin kö­
keni sorununu çözümleme çabaları vardı.
Atatürk de köken sorunlarını çözmede bir kuram, bir
öneri niteliğinde olan Güneş-Dil Teorisi'ni Üçüncü Türk
Dil Kurultayı'na getirecekti.
Daha ö nce, Atatürk'ün sözcüleri olan Türk Dil Ku­
rumu yöneticileri Güneş-Dil Teorisini, yazıları, konuş­
maları, dersleriyle topluma açıklamışlardı.
Türk Dil Kurumu'nun o zamanki yöneticileri, Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili bölümünde öğretim
görevi de almışlardı.
Atatürk, Türk Dil Kurumu çalışmalarım yakından
izleyebilmek ve kurultayları toplayabilmek için, Kurum'u
yaz aylarında Dolmabahçe Sarayına getirtiyordu. Türk
Dil Kurumu yö neticileri, 1936 yılında Üçüncü Türk
Dil Kurultayı' ndaki çalışmalara katılmak üzere, bazı öğ­
rencilerini de çağırmışlardı.

Batıdan Gelen Yabancı Sözcükler


"Filozofi" Sözcüğü
Üçüncü Türk Dil Kurultayı'na, Dil ve Tarih-Co ğraf­
ya Fakültesi öğrencilerinden çağırılı olanlar tezleriyle
katılacaklardı.
ÖJ,ÜMSÜZ ATATÜRK 51

1 936 yılı, 1 6-17 ağustos gecesi, Dolmabahçe Sarayı'nın


ikinci katındaki denize bakan salonlardan birinde, Ata­
türk, uzun yeşil masa etrafında sıralanmış dilcilere ve dev­
let yetkililerine "filozofi" sözcüğü üzerindeki düşüncelerini
açıklıyordu.
Atatürk, doğudan gelen yabancı sözcükleri dilimizden
atarken, batıdan gelenlere karşı tutumun ne o lacağını
gecelerce düşünmüştü.
O akşam, araştırmalara örnek olarak alınan "filozo­
fi" sözcüğü, şöyle açıklanmıştı : "Philo sophie" sözcüğü
Fransızcaya Yunancadan geçmişti, "philo+ sophie" şek­
linde birleşik bir sözdü. Her iki söz de kaynaklarda teker
teker incelendi, "sophie" sözü, Hint-Avrupa Dillerinin
meşhur etimoloji sözlük lerinde "origine inconnue = kö­
keni meçhul" olarak bildiriliyor, milattan çok önce "sap,
sav" gibi meçhul kaynaklı bir kökten geldiği gösteriliyordu.
Atatürk, bu sonucu Türkçenin "sav, sap" sözcüğü ile bir­
leştiriyor, "sav" ın Türkçede "bilgi, hikmet" anlamına
kullanıldığını belirtiyordu.
Yapıtlarda, "kökeni meçhul" diye yazılan sözcük­
lerin hemen hepsi Türkçe sayılmalıydı. Batılılar bütün
zorlamalara rağmen, bir sözcüğün kökenini, kaynağını
bulamıyorlarsa, bu sahipsiz kökler Türklerindi.
Milattan önceki yüzyıllarda, Türklerin varlıkları,
akınları, göçleri, komşularına etkileri, hep si biliniyordu
ama, yabancı kaynaklardaki uygarlık izlerinin ve bazı söz­
cüklerin asıllarının Türklerle ilgili olabilecekleri asla göz
önünde tutulmuyordu.
Kısaca batı sözcükleri olarak bilinen pek çok sözcük­
te Türklerin de hakları vardı. Atatürk bu görüşünde de
haklıydı. Zamanla incelemeler, araştırmalar batı dillerin­
deki pek çok sözcü ğün ve özelliğin Türk diliyle aynı
kaynaktan geldiğini gösterecektir.
52 VECİHE HATİBOGLU

Bu toplantıdan, bir hafta sonra, hazırlıkları bitirilen


Üçüncü Türk Dil Kurultayı 24 ağustos 1936'da Dolma­
bahçe Sarayında açıldı.
Birinci gün genellikle Güneş-Dil Teorisi üzerindeki
açıklamalarla geçti.
İkinci gün (25 Ağustos 193 6), "ata" sözcüğü üzerinde
bir araştırma okunduı. Atatürk "ata" sözcüğün ü soyadı
aldığı zaman, birçokları "Sanki ata sözü Türkçe mi?"
demişlerdi.
"Ata" Sözcüğü
Atatürk bu konuda titizlenmekte haklıydı. "Ata"
sözü Türkçe idi. Türkçeden başka dillere geçmiş pek çok
sözcük vardı. Hem Türkçe başka dillerden sözcük alıyor
da nasıl oluyor kendisi başka dillere sözcük vermiyordu.
Gerçekten de bu noktada bugün bile henüz açıklana­
mayan bir sorun bulunmaktadır.
Çünkü "ata" sözcüğü, bütün Batı dillerinde, hiç ol­
mazsa başlıcalarında, Latince, Yunanca, Fransızca, Al­
manca, İngilizce ve Rusçada aynı biçime çok yakın olarak,
aynı anlamda vaktiyle kullanılmıştı ve bazılarında da
"atavisme" gibi türevlerle hala kullanılıyordu.
25 ağustos 1936'da, Üçüncü Türk Dil Kurultayı'nın,
ikinci gününde, Atatürk' ün soyadında bulunan "ata" söz­
cüğü bütün dünya dilcileri önünde açıklanıyor ve Türkçe
olduğu ileri sürülüyordu. Gerçekte de öyleydi. Atatürk
soyadım almadan önce inceden inceye araştırma yapmış­
tı. "Ata" sözcüğü bütün dünya dillerinde, özellikle Batı
dillerinde kullanılmıştı, bu bir tesadüf değildi. Aynı söz­
cüğün dilden dile geçtiği, ses ve biçim değiştirdiği görü­
l üyordu. Özellikle, bu sözcük Türkçede biçim ve anlamını
1) Bu araştırma o zaman Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesinde birinci
sınıf öğrencisi bulunduğum sıralarda tarafımdan hazırlanmış ve Büyük
Önder'in huzurunda okunmuştu (bkz. Üçüncü Türk Dil Kurultayı Tuta­
nakları, Jstanbul 1 936, s. 51 ve bkz. Atatürk ve Türk Dili, Ankara 1 963,
TDK Yayınları, s. 148).
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 53

değiştirmeden yüzyılları aşarak günümüze kadar gelmişti.


Öteki dillerde ise, ilk devirler kullanılmış, sonraları bıra­
kılmış, kullanılmaz olmuş, yalnızca "atavisme" gibi türev­
leri kalmıştı. Halbuki Türkçede ilk kaynaklardan beri
"ata" sözünün aynı anlamda, aynı biçimde ses değişimine
bile uğramadan sürüp geldiğini görüyoruz. Yabancı
dilciler de sözlüklerinde bu ortakliğı kabul ediyorlar, an­
cak "ata" sözünün bu yayılışını "çocuk dili, çocuk sözü,
Lallworte" olmakla açıklıyorlardı. Onlara göre, bir za­
manlar, bütün dünya çocukları, "baba, cet" a nlamında
"ata" sözünü kullanmışlardı. Nasıl olmuştu da, başka
başka ulusların çocukları, hep birden bu sözü kullanmış­
lar, sonra yine hep birden unutmuşlar, kullanmaz olmuş­
lardı. Bu görüş çok zayıftı. "Ata" sözü, öteki uluslarda aynı
fo netikte, aynı biçimde değildi, her dil bu söze kendi dam­
gasını vurmuş, benimsemiş, kendine göre bir biçim vermiş,
yalnız anlamına dokunamamıştı. Sümercede bile "ad"
biçimiyle aynı sözcük kullanılmıştı. Böyle bir sözcük
çocuk dili olamazdı. Demek ki bu söz bütün dillere belli
bir kaynaktan yayılmıştı.
Tanınmış sözlükçülerde� Alois Walde'ye göre durum
şöyledir : Eski Islavca'da "ots", bugünkü Rusça'da "otets",
Laponca'da "attje", Çeremişçe'de "atja", Ostiyakça'da
"ata", Macarca'da "atya", Yunanca'da "atta", Latince'de
"atavus", eski İrlanda dilinde "aite", Etice'de "atta",
Sümerce'de "ad" , Çince'de "ah-tiah" ' "baba' cet" anla-
mında kullanılagelmişti.
Bütün bu değişik ses ve biçimler çocuk dili ile açık­
lanamazdı. Bu örnekler, sözün bir dilden ötekilerine geç­
tiğini ispatlamaktaydı.
Atatürk, "ata" sözünün, asıl biçimini ve anlamını,
eski kaynaklardan bugüne kadar, Türkçede olduğu gibi
korunduğunu göz ö nünde tutarak, sözcüğün Türkçe ol-
54 VECİHE HATİBOGLU

duğunu ileri sürüyor ve bunun için soyadı olarak seçtiğini


belirtmek istiyordu.
Gerçekte de "ata, alp" gibi sözlerin varlığı o rtak bir
kaynakla açıklanabilirdi. Bu tutumla hazırlanmış olan
tezde "Kökeni meçhul" diye yazılan sözcüklerin hemen
hepsi Türkçe köklere benzer, onlar bütün zorlamalara
rağmen aslını, kaynağını bulamıyorlarsa, bu sahipsiz kal­
mış kökler Türkçeden geçmiştir, deniyordu.
"Ata" sözcüğü üzerindeki tez, ertesi günkü gazete­
lerin büyük başlıklarla belirttiği gibiı "Ata kelimesi Türk­
lük kadar e skidir ve Atatürk kadar bizimdir" sözleriyle
biterken Atatürk memnundu.
Atatürk, "ata" sözcüğü gibi batı dilleriyle ortak bazı
sözcükleri görüyo r, düşünüyor, ortak kaynağı arıyordu.
Güneş-Dil teorisi böyle bir gereksinmeden do ğmuştu.
Güneş-Dil teorisini, özleştirme yolundan dönüş diye
yorumlayanlar bugün de vardır. Bütün yorumların tersi­
ne Güneş-Dil teo risi, yabancı sözcüklerde bile Türkçe
kökleri arıyor, Türk dilinin varlığını, yabancı dillere etki­
sini belirtmek istiyordu.
Bugün de aynı sorun ortada durmaktadır. Türkçe ile
batı dilleri arasında pek çok sözcük kökü ortaktır ve pek
çok da ortak ek vardır.
Özellikle Türkçe adıllarla, batı dilleri adılları arasında
ortak sesler ve biçimler bulunmaktadır. "men, sen, ol,
kim, kaç, ne" gibi Türkçe adılların karşılığı batı dillerinde
kolaylıkla açıklanabilir. Ayrıca, "ata, alp, er, bal, kedi,
dam" ve benzeri sözcükler, komşuluk dolayısıyle alınmış,
verilmiş sözcükler değil, ortak bir kaynaktan yüzyıllar ön­
ce alınmış ortak sözcüklerdir.
Marr ve başka dilcilerin bütün dilleri bir iki söz­
cükten çıkarma kuramları, gerçekte, pek çok sözcüğün
belirli birkaç sözcük köküne dayanmasındandır.
1 ) bkz. 26 Ağustos 1936, Cumhuriyet Gazetesi, 1 . Sayfa.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 55

Güneş-Dil Teorisi
Güneş-Dil Teorisi Türkçenin eskiliğini ispat etmek, hiç
olmazsa ileri sürmek amacıyle ortaya atılmıştı. Sonradan
bazı çevrelerin ortaya attığı gibi asla bir dönüş yolu değildi.
Nitekim, Atatürk, ölüm üne kadar yeni Türkçe sözcükler,
terimler yarattı. Halbuki Güneş-Dil Teorisi 1935'te hazır­
lanmış, 1936'da kamuya açıklanmıştı. Atatürk ise 1937,
193 8 yıllarında Türkçe kök ve eklerden öz Türkçe terim­
ler türetmeye devam etmişti. Bu durum nasıl olur da Ata­
türk' ün öz Türkçeden döndüğü biçiminde yorumlanabilirdi.
Öte yandan, G üneş-Dil Teorisi Türkçe ile batı dilleri
arasında ortak bir kaynak bulunduğuna da dikkati çeki­
yordu. Bu bakımdan, Güneş-Dil Teorisi, batıdan gelen
sözcüklere karşılık bulmada, bir esneklik getiriyordu.
Her sözcüğün Türkçesi aranacak, her yeni terim, Türkçe
köklerden Türkçe eklerle kurulacaktı.
Yalnız dilimizdeki "lamba, masa, elektrik" 1 gibi batı
kaynaklı eski yabancı sözcüklerin durumu ne olacaktı ?
Bunları değiştirmekle Türk dilinde bir karışıklık, bir yok­
sulluk yaratılmaz mıydı ?
Atatürk, sorundaki etkenlerin bir değil bin olduğunu,
çözüm ün de çeşitli yollardan gidilerek sonuçlandırılması
gerektiğini biliyordu.
Bazı yabancı sözcükler elbetteki dilimizde kalacaktı
ama bunların oranı, Türkçeyi bastıracak, boğacak ölçüde
olmayacaktı. Türkçenin gelişmesi için Atatürk, kök ve
ek bakımından gerekli yolları göstermiş, örneklerini ver­
mişti. Güneş-Dil Teorisi ile de dildeki bazı yabancı söz­
cüklerin Türkçe ile ortak olan kaynakları açıklanıyordu.
Dilin kökeni hakkındaki teoriler, çok iyi bilinenle hiç
bilinmeyen arasında köprü kurmaktan ibaretti. Bu köp-
1) O sıralarda "elektrik" sözcüğünü Türkçe "yaltırık" sözcüğü ile
birleştiren yazılar yayınlanıyordu (bkz. Türk Dili "Belleten", ağustos 1936,
Sayı : 19, s. 47).
56 VECİHE HATİBOGLU

rünün bir ayağı sağlama basıyor, öteki ayağı bilinmeyene


karışıyordu. Tanınmış dilcilerin ço ğu köken sorunlarında
daima böyle bir köprü kuruyorlar, bilinmeyeni, çaresiz
bilinmeyenle açıklıyorlardı.
Kimi, dilin, "ah, oh" gibi ünlemlerden, kimi " şırıltı,
mırıltı" gibi do ğa seslerini taklitten, kimi de "bu, şu" gibi
gösterme adıllarından doğduğunu ileri sürüyordu.
Atatürk bu teori ile yerli ve yabancı ünlü dilcilerin
dikkatini Tü rk dili yönüne çekip bundan Türk ulusunu
yararlandırmak istiyordu. Mademki dilcilerin ço ğu dilin
ilk doğuşu dolayısıyle bir kökende birleşiyorlar, o halde
bütün dillerin aynı kaynaktan çıktığına inanıyorlar demekti.
Bu ortak kaynak, bütün dünyanın ortak ilgisini çeken
"güneş" olabilirdi. İlk insanlar, "bu, şu" gibi adıllara,
"ah, oh" gibi ünlemlere ulaşmadan ilk düşünce ve duygu­
larını "güneş"in karşısında seslendirmiş olabilirlerdi. Bu
ses de Türk dilindeki "ağ /ak" sözleri ile biçimlenmişti,
"ağ-ar-mak, ak-ar-mak" gibi türevleri bu izleri taşıyordu.
Sesbilgisine göre de, en kuvvetli ünlü "a" sesi idi,
"ğ" de, yarı ünlü sayılırdı daha doğrusu ünlünün ünsüzle
uzatılmasından başka bir şey değildi.
Bu ilk sesi bulduktan sonra, Türkçenin yapısında olduğu
gibi "ünlü + ünsüz" sıralanışını esas tutmak gerekiyordu.
Bu teori, pek çok dilcinin gözünden kaçan Türk
diline ait bazı özellikleri de getiriyordu. Türkçede bütün
sözcükler genel olarak ünlüyle başlıyor, ünsüzle bitiyordu.
Türk dili sözlüklerine bakılacak olursa, "a-, e-, o-, ö-,
u-,ü, ı-, i-" gibi ünlülerle başlayan Türkçe sözcüklerin çok­
luğu dikkati çekiyordu. Özellikle sözcüklerin ünsüzle
bittiğini örnekleri ile göstermek daha kolaydı. "kışla, yay­
la, kumla" gibi sözcüklerin, "otlak" sözcü ğünde olduğu
gibi son seste bir "k" ünsüzü, "evli, adlı" gibi yine ünlüyle
bitmiş sanılan başka sözcüklerin de sonunda bir "-g"
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 57

ünsüzü ile kapandığı dilcilerce de kabul edilmekteydi.


Anadolu ağızlarında "şimdi" yerine "şimdik", "evce"
yerine "evcek" demek, sondaki ünl üyü bir ünsüzle kapat­
mak, söze bir çeşit kesinlik, bir destek vermekti. Böylece
her sözcükte bir ünlüyle başlama, bir ünsüzle bitme ilkesi
Türkçede olduğu gibi başlangıçtaki bütün diller için de
kabul ediliyordu. Böyle bir kaç ortak söz fo silinden, de­
ğişik zamanlarda, çeşitli bölgelerde çeşitli diller doğmuş,
çeşitli çekimler ve ekler dillerin birbirinden ayrılmasını
sağlamıştı. Kısaca başlangıçta sözler ortaktı, gramerleri,
sonradan gelişe gelişe dilleri birbirinden ayırmıştı. Zaten
Hint-Avrupa dillerinde sözlerin kökeni aranırken sonra­
dan türemiş sesler atılıyor, e sas köke, kaynağa gidiliyordu.
Hint-Avrupa etimoloji sözlüklerinde olduğu gibi sözcüklerin
kaynağı çok defa bir iki ünsüz kalıntısına dayanıyordu.
Bu ünsüzler türlü ağızlarda çeşitli ünlülerle besleniyor,
türlü ulusların söz hazineleri meydana geliyordu. Bu
bilim gerçeğine dayanan Atatürk, bazı köklere kaybolan
sesleri tekrar ekleyerek, teori bakımından aslına uygun
bir biçime ulaşmanın yollarını arıyordu. Bu düşünceden
Güneş-Dil Teorisinin ikinci ilkesi doğdu. Bu ilke ses ba­
kımından birbirine çok yakın ünsüzlerin birbirinin yerine
geçmesidir ki modern fonetik de bu esasları kabul etmiş
tir. "b, p, v, f, m" gibi dudak ünsüzlerinin türlü ağızlarda
veya dillerde, çeşitli bölgelerde birbirinin yerine geçtiği
çok görül ür ve diş, damak, gırtlak ünsüzleri için de aynı
görüş geçerlidir. Bu iki ilkeye dayanan Güneş-Dil Teorisi,
kaybolan ünlüleri köklere dolduruyor, değişen ünsüzleri
yerlerine koyuyordu. G üneş-Dil Teorisinin üçüncü ilkesi,
Teorinin bir başka özelliğini gösteriyordu ki bu özellikte
de hayret edilecek bir seziş vardı.
Bu ilkeye göre bazı ünsüzlerde bazı anlamlar birik­
mişti. Bir artdamak "k" sesinde bütün dünya dillerinde
"yakma, yanma, sıcaklık" kavramlarına rastlanıyordu.
58 VECİHE HATİBOGLU

Bunun gibi bazı ünsüzlerde bazı kavramlar toplanmış,


çevrelenmişti.
Başlangıçtaki birliğe, geliş yolları göz önünde tutularak,
geri geri gitmek gerekirdi. Halbuki Güneş-Dil Teorisine
örnek verenlerin bazıları, iki ayrı dilin sözcüklerinin eski
köklerini karşılaştıracakları yerde, son biçimindeki örnek­
lerini karşılaştırıyorlar ve açıklamaları bilimsel açılardan
uzaklaştırıyorlardı.
Kısaca Güneş-Dil Teorisindeki gerçeği yorumlamada
ifrata gidildi, dil ve bilim olanakları zorlandı.
Atatürk, dil devrimi ile, çeşitli denemeler ve atılımları
ile, dilin sadeleşmesi, özleşmesine verdiği büyük önemle,
ülkeyi kurtardığı gibi, hiç ş üphesiz, Türk dilini de ya­
bancı diller boyunduruğundan kurtarmış oldu.
Dil devrimi ile alınan yolu bir de fa daha kesin olarak
görebilmek için, özlenen Türkçeyi arayanların topluluğu
sayılan dil kurultaylarından, ilk Kurultaydaki Osmanlıca ile
sonuncu Kurultaydaki Türkçeye bakmak yeter. 1932 ile
1973 yı1Iarı arasında geçen 40 yılda, önceki altı yüz yılda
yapılamayan sadeleşme, Türkçeleşme, özleşme, ancak
1 928'de Atatürk'ün önderliği altında dil devrimine verilen
büyük hızla başarılmış oldu.

"Denizbank" Tartışması
Dil devriminin hızına ayak uyduramayanlar eleştiri­
lere başlamışlardı.
Atatürk, Türk dilinin gelişmesi için bütün olanakları
zorluyor, eski kitaplara, eski ve yeni lehçelere baş vuruyor,
Anadolu ağızlarından sözcükler topluyor, bazı yabancı
sözcükler için de Güneş-Dil Teorisi ile, dillerin aynı eski
ana kaynaktan birlikte yararlandıklarını açıklıyordu.
Bu kadar çaba, bu kadar az zamana sığdırılan olay­
ların hızı arasında başları dönenler fırsat kolluyorlardı.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 59

B u fırsat "Denizbank"ın kuruluşu için B üyük Millet


Meclisine verilen tasarı ile belirmişti.
Vaktiyle, 1930'da, kendisine çok değer verdiği bir dilci
milletvekili nasılsa Atatürk'e karşı çıkıyor, "Denizbank" bi­
çimindeki bir adın kuruluş bakımından yanlış olduğunu,
"Deniz Bankası" denilmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
Bu sözler B üyük Millet Meclisinde gürültülere yol açtı
ve tasarı adı dolayısıyle komisyona geri gönderildi.
Atatürk, "Denizbank" adına karşı çıkanlara, ga­
zetelerle, radyo ile ateş p üskürüyor, Türk Dil Kurumu'nun
tanınmış dilcileriyle, tanınmış milletvekilleriyle, bu tür
tartışmaları cevaplandırıyordu. "Sümerbank" ve "Eti­
bank" gibi adlar kullanılıp giderken "Denizbank" dolayı­
sıyle patlayan fırtına, Türkçedeki özellikleri bilmeyenlerin
tepkisiydi, boşuna direniyorlardı.
28 kasım (İlkkanun) 1937 günlü Ulus gazetesi, birinci
sayfasında büyük puntolarla şu haberi veriyordu :
"Dün Kamutayda ve radyoda birçok hatipler Deniz­
bank'ın öz Türkçeliğini izah ettiler" Büyük puntolarla di­
zilmiş bu başlığın altında şu bilgi verilmektedir : Reis, "De­
nizbank kanun layihasının m üstacelen müzakere edilmesini
teklif etmiş ve bu teklif kabul edildikten sonra, unvanının
tekrar tetkik edilmesi için bütçe encümenine verilmiş olan
layiha hakkındaki encümen mazbatası okunmuştur. En­
cümen mazbatası, Denizbank adının Türk grameri kaide­
lerine mutabık ve bilhassa alem ifade eden isimlerde bunun
birçok misalleri mevcut olduğu ve ayrıca bu tabir Sümer­
bank ve Etibank gibi şivemize uygun olup telaffuzu da kolay
bulunduğu cihetle Denizbank unvanının Deniz Bankası'na
tebdiline lüzum olmadığı neticesine varıldığı mealindedir".
Milletvekillerinden İsmail Müştak Mayakon ise kür­
süde, düşüncelerini şöyle açıklıyordu : "Denizbank ter­
kibinde hiç bir kaidesizlik yoktur" diyordu, ayrıca "Kaide
ve şivenin yanı başında, bir de umumi ahenge uymak l ü-
60 VECİHE HATİBOGLU

zumu vardır. Yüksek heyetinizce malumdur ki, iktisadi,


ticari, mali firmalara konulan adlar kısa, muciz, telaffuzu
kolay terkiplerden vücuda getirilir. Her millet bu hususta
kendi kabiliyet ve elastikiyetinden istifade eder"
Falih Rıfkı Atay ise, söz alıyor, "Güç işi başaracak
olanlar, çalışma yolundadır. Bu yol üzerinde çıkabilmesi
daima beklenen muarızlar elbette aydınlık dışında kala­
caklardır" diyordu.
Atatürk yi ne haklıydı. Bu çeşit takısız tamlamalar
Türkçenin yapısına, gidişine uygundu ve Atatürk bu özel­
liği çoktan biliyordu.
Türk dili yüzyıllar harcayarak "Top Kapısı"ıu, "Top­
kapı", "Paşa Bahçesi"ni, "Paşabahçe" yapmış , yapısına
uygun bu tür takısız tamlama yolunu eskiden beri yeğ­
lemiş, kullanmıştı.
Bu olayın Türkçede yığınlarca örneği yaşıyordu :
"Beşiktaş, Maltepe, Göztepe, Kumkapı, Dışkapı, İçeren­
köy, Merdivenköy, Gölköy, Ormanköy, Gölyaka, Değir­
mendere, Çamkoru, Çanakkale, Tahtakale, Aşkale" gibi
pek çok takısız tamlama bazı yerlere alem olmuştu. Ay­
rıca birleşik sözcük kurmadan da, taksız bu tür tam­
lamalar kullanılıyordu : "baş köşe, köşe daire, dip komşu,
üst kat, alt kat, devlet baba, toprak ana, ana dava, esas
mesele, Hayal Şehir, toprak yol, insan adam, cam kavo­
noz, tül perde, pirinç mangal, dün akşam, yarın gece, kurt
politikacı, parmak çocuk, tunç bilek, demir leblebi, yıldı­
rım telgraf" vb .
Görülüyor ki, Ata.türk dilcilerden daha çok dilciydi.
Bu tartışmada da haklı çıkmıştı.
Nitekim, kendisi nden sonra, bu tür takısız tamlama
kuruluşundaki adlar çoğaldı : "Pamukbank, Demirbank,
Raybank" gibi.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 61

Atatürk'ün Terimleri

Hiç kimse, terimlere Atatürk kadar değer verm�miştir.


Terimler bir dilin belkemiği olduğu gibi bilimin de vazge­
çilmez aracıdır.
Bilime çok değer v eren Atatürk terimi de büyük
önemle ele alıyordu.
Yüzyıllar boyunca yabancı dillerin baskısı altında ezi­
len Türk dili, kısırlaşmış, gelişemez olmuş, yabancı tam­
lama ve terimlerl e anlaşılmaz bir duruma düşmüştü.
Aslında dil bir araçtı, ama herhangi bir araç sayıl­
maması gerekirdi. Genellikle dil için, "insanın iç alemini,
dış aleme bağlayan bir araç" tanımı yapılır. Böyle bir ara­
cın kolay kullanılması, kolay anlaşılması, her türlü düşünce
ve duyguyu kolaylıkla belirtmesi, her çağda, h erkes tara­
fından aranan bir özellik olmuştur. Yalnız, insanlar düşün­
ce ve duyguları bakımından, aldıkları kültüre sıkı sıkıya
bağlı oldukları için, bu düşünce ve duyguları hangi yolla
kazanmışlarsa, hemen o yolun aracına kolaylıkla baş
vurmak isterler. Herhangi bir konuda, yabancı dillerle
ö ğrenim yapmış bir insan, konusuyle ilgili yabancı sözcükleri
özellikle yabancı terimleri kullanmak eğilimindedir v e böyle­
ce bilerek veya bilmeyerek Türk diline yığınlarca yabancı
sözcük, terim getirmiş olur.
İşte, Ulu Önder Atatürk, Türk ulusunun dönem dö­
n em bağlı veya ilgili olduğu çeşitli kültürlerin etkisiyle,
aldığı yabancı sözcükleri, terimleri atarak, Türk dilinin
kendi öz benliğine kavuşmasını, gelişmesini, ölümsüzlüğe
ulaşmasını istiyordu.
Atatürk, her konuda yapacağı toplantıdan önce, o
konu ile ilgili yerli ve yabancı bilimsel kaynakları inceler,
sağlam bir kanıya ulaşır, bir de başkalarını dinlem ek üzere
aydınları toplantılara, kurultaylara çağırır, edindiği kanıyı
62 VECİHE HATİBOGLU

göruşur, açıktan başkalarıyle tartışarak, durumu kontrol


eder, konuyu olgunlaştırarak sağlam bir sonuca varırdı.
Türk dili konusunda da yapılan incelemelere göre,
milattan son ra, VIII. yüzyıldaki, Orhun Anıtlarında kul­
lanılan Türkçe, temiz, sağlam bir Türkçe idi. Fakat VIII.
yüzyıldan sonra X. yüzyıla kadar Uygur Türklerinin
Budist kültürü ile ilişki kurmaları ve Budist olmaları, Türk­
çeyi, Sanskrit sözcükleriyle, terimleriyle doldurmuştu.
İlk kez Türkçe, o dönemde, büyük ölçüde, yabancı sözcük­
lerin akımına uğramış oldu, X. yüzyıldan sonra Türkler
Müslüman olunca, bu kez, İslam kültürünün etkisiyle,
Arap ve Fars sözcükleri, terimleri Türkçeyi bir kenara
itti, pek çok Türkçe sözcük, terim kullanılmaz oldu,
unutuldu, yerini Arapça ve Farsça sözcükler, terimler al­
dı. Türkçe "üstün" yerine Arapça "fetha" , "esre" yerine
"kesre", "ötre" yerine "zamme" gibi yabancı terimler
yeğleniyor, Türkçe terimler unutulup gidiyo rdu.
XVIII. yüzyıldan başlayarak, bilinçli bir tutumla
Batıya yönelmek gerekince, terim olarak Arapça, Farsça
sözcüklerden başka Fransızca sözcükler de Türkçeye gir­
meye başladı.
Ulu Önder Atatürk, eşsiz dehası ile Türkçenin bu
durumunu ele almak, bu gidişe bir son vermek, dilimizin
gelecekte tutacağı yolu çizmek istiyordu. Bu amaçla
1 933'te, Celal Sahir Erozan'ın başkanlığında, "Lugat­
Istılah Kolu" kurulmuş, terimler, ilgili oldukları bilim
dallarına göre ele alınarak, on altı bölüme ayrılmıştı.
1 934'te toplanan İkinci Türk Dil Kurultayı 'nda te­
rimlerin çokluğu, yaygınlığı göz önünde tutularak, terim
(ıstılah) kolu, sözlük (lugat) kolundan ayrılmış, derlenen
yabancı terimler, Türkçe karşılıklarının bulunması, eksik­
liklerinin tamamlanması için, öğretmenlere, uzmanlara,
profesörlere gönderilmiş, düşünceleri istenmişti.
1 936'da toplanan Üçüncü Türk Dil Kurultayı'ndan
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 63

sonra yine Atatürk'ün ö ncülüğü ile terim devriminde baş­


lıca iki ilke ortaya atılmıştır.
İlk ve ortaokulların ders programlarındaki terimleri
Türkçeleştirmekteki amaç, Türk çocuğunun derslerini ko­
laylıkla anlayıp ö ğrenmesidir.
Bunun için :
A . Kökü kültür dünyasında ortak olan "elektrik,
dinamo, metre, gram" gibi terimleri olduğu gibi almak,
B . Bunların dışındaki terimlerin, elden geldiğince,
Türk çocuğunun kolayca anlaması için, konuştuğu, bil­
diği Türkçenin köklerinden, Türkçe eklerle türetilmesini
sağlamak.
Atatürk ve Dil Kurumu, bu amaçlarla, Üçüncü Türk
Dil Kurultayı'ndan beş ay sonra, 1 937 yılının şübat ayında
yayınlanan Türk Dili (Belleten, sayı 21-22) dergisinin 2.
sayfasında şöyle bir haber yaymışlardır : "Hele üzerinde
çalışmalar başlamış olan İlk ve Orta Öğretim ders kitapları
terimlerinin listeleri, Belleten'de, hem kendilerini tanıt­
mak, hem de ilgili öğretmenlerle ders kitapları yazanların
düşüncelerini aksettirmek için, değerli bir yer alacaktır"
diyerek terim işinin ö nemle ele alındığı belirtilmiştir.
Atatürk, matematiği iyi bildiği ve sevdiği için, terim
devrimine matematikten başlamıştır. Türk Dili (Belleten)
nin şubat 1 937 tarihli yukarıdaki yazısından bir ay sonra,
Atatürk, ilk kez "ceyb" ve "tec�yp"in Türkçe karşılık­
larının bulunması için, -29 mart T937 günlü Ulus gazetesine
ilan verdirerek bir yarışma açtırmıştır. Bu yarışma, Atatürk'
ün matematik terimlerine eğilişinin ilk örneklerini göster­
mektedir (bkz. "Sinüs" ve "Ko sinüs" Sözcükleri, s. 67) .
Nihayet, hazmanan bütliii -terTmler, Türk Dili (Bel­
leten) dergisinin ekim (ilkteşrin) 1 937 tarihli sayısının başın­
da yer almıştır. Terimler, Türkçe-Osmanlıca, Osmanlıca­
Türkçe, Fransızca-Türkçe olmak üzere, sıralanmış ve ön
64 VECİHE HATİBOGLU

sırayı matematik terimleri almıştır. Böylece daha 1 937


yılında "İlk ve Orta Öğretim Terimleri" ele alınıp yayın­
lanmış oluyordu.
Aynı derginin 19. sayfasında "Terim Çalışmalarının İlk
Verimleri" başlığı altında şöyle denilmektedir : "Matema­
tik, Fizik, Kimya, Mekanik, Biyoloji, Zooloji, Botanik
ve Jeoloji terimleri deneme olarak ortaya konuldu."
Bu arada, yazarı belli olmayan Geometri1 adlı, küçük
boyda, 48 sayfalık bir kitap yayınlanmıştır (Istanbul 1 937 ,
Devlet Basımevi). Türk Dil Kurumu kütüphanesinde (Fil,
A /3555 numarada kayıtlı) bulunan bu küçük kitapta geo­
metri sorunları, çizgilerle, şekillerle ve özellikle yeni terim­
lerle anlatılmıştır.
Bu terimlerin çok ö nemli özelliği vardı. Bu tür terirn,
lerle, Atatürk, yüzyılların getirdiği, biriktirdiği çaresizlikler
içinde, Türk dilinin gelişme yollarını çiziyor ve gösteri­
yordu. Bu bakımlardan terimlerin türü yeterince anlam­
lıdır. "Geometri" kitabının içindeki terimlerin başlıcaları
şunlardır :
1 ) Terimlerin ö nemli bir bölüğü Türkçe kök ve ek­
lerden kurulmuştur : "üçgen, dörtgen, beşgen, altıgen,
yedigen, sekizgen, açı, dikey, uzay, ortay, düzey, düşey,
yatay, bütey, tümey, teğet, yöndeş, yanal, çekül, ayrıt,
boyut, oran, orantı" vb.
2) Türkçe sözcüklerin bazıları, terim kavramlarına
bağlanmış, terim gibi kullanılmıştır : "eğik, eğri, doğru,
çizgi, çap, alan, ortak, iç, dış, yamuk, yarı, kırık, kesik,
çevre, çember, değme, kesek, ok, yay, tekerlek, yöre, düz­
gün, taban" vb.
3) Yabancı bazı sözcükler kaçınılmaz olmuştur. Os­
manlıca ya da batı dillerinden gelen bazı sözcükleri tek
başına veya tamlama içinde terim olarak kullanma zo-
1 ) S. A. Terzioğlu, "Atatürk'ün Geometri Kitabı'', Cumhuriyet
Gazetesi, 1 5 Haziran 1971.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK

runluğu vardı : "dayire, nokta, hacim, cisim, saniye, derece,


köşe ; eşkenarı , paralel kenar, çeşit kenar, ikiz kenar, kö­
şegen; geometri, kare, metre kare, küp, poligon, paralel,
silindir, koni, piramit, aksiyon" vb.

Ders Kitapları Değişiyor

Atatürk terim çalı şmalarının ülkedeki etkisini ö ğren­


mek için, 1 937 yılı sonbaharında, Sıvas'a giderek, vaktiyle
Sıvas Kongresini topladığı lise binasında, 9. sınıfın geometri
dersine girmiştir. O tarihte, sayın Ömer Beygo lise müdürü
ve matematik öğretmenidir. Atatürk, derslerde izlenen
matematik kitabını istemiş , ağdalı terimlerle dolu eski
kitap kendisine verilmiştir. Atatürk, "Bu anlaşılmaz terim­
lerle, talebelere bilgi verilemez" diyerek kitabı yırtıp at­
mıştır. Bu olaydan sonra Atatürk tahta başına geçmiş;
"dılı" yerine "kenar", "müselles" yerine "üçgen", "müsel­
les-i mütesavi -1- adla" yerine "eşkenarlı üçgen", "zaviye"
yerine "açı" diyerek ünlü "Pisagor" teoremini öğrencilere
anlatmış, ayrıca parelel iki çizgiyi, üçüncü bir çizgi ile ke­
serek ters açıları, yöndeş açıları açıklamıştır. Atatürk'ün
tahta başinda yeni geometri terimleri için ilk defa açık­
lama yaptığı Sıvas Lisesinin dokuzuncu sınıfında o zaman
ö ğretmen ve öğrenci olarak bulunanlar bu olaya yakından
tanık olmuşlardır.
Atatürk, aynı inceleme gezisinde bulunan Kültür
Bakanı Saffet Arıkan'a dönerek, bütün okul kitaplarının
yeni terimlerle, hemen, yeniden yazılması emrini vermiş
ve iki ay içinde Türkçeleştirilmiş terimlerle hazırlanmış
olan kitaplar bütün okullara Kültür Bakanlığınca gön­
derilmiştir. 1 938 yılında yayınlanan, Türk Dili · (Belleten)
dergisinin (sayı 3 1 -32) ekim (ilkteşrin) nüshasının 25. say-
1) Bazı sözcük ve tamlamalar da Türkçe ya da yabancı sözcüklerle
kuruluyordu.
°'
°'


...

=
l".I
=


o


el

Bu resim, Atatürk'ün tahta başında geometri terimleri için ilk defa açıklama yaptığı Sıvas
Lisesi 9. sınıfta o z;ıman öğrenci olarak bulunan ve olaya tanık olan Uzunköprü Gazi Turhan
Bey Ô�okulJ} öğre trılenlerinden sayın Mehmet Özgüren tarafından gönderilmiştir.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 67

fasında şöyle denilmektedir : " Yazı ve konuşma dillerinin


elden geldiği kadar birbirine yaklaştmlması ve yazılarımızın
halkça kolaylıkla anlaşılması yolundakt çalışmalar da ileri
götürülerek, ilk ve orta öğretim ders kitaplarındaki terimlerin
karşılıkları da ortaya konmağa başlamış, geçen ders yı­
lında bunlardan matematik, fizik, mekanik, kimya, biyo­
loji, zooloji, botanik, jeoloji derslerine ait dört binden fazla
terim karşılıkları bütün öğretmenlerle ders kitabı yazan­
lara broşür halinde dağıtılarak düşünceleri sorulduğu ve
önümüzdeki ders yılı kitaplarına bu terimler geçirildiği
gibi, yeni ders yılı içinde coğrafya, kozmo ğrafya, tarih,
etnoğrafya, filozofi ve psikoloji, edebiyat , hukuk terimleri
karşılıklarının da hazırlanmakta bulunmuş o lduğu" bil­
dirilmektedir.
Ayrıca Kültür Bakanı Saffet Arıkan'ın okul k itapların­
daki terimlerle ilgili çeşitli genelgeleri zaman zaman yayın­
lanmıştır (bkz. Türk Dili "Belleten" , şubat 1 93 8 , s . 34).
Böylece, Türk çocukları, okullarda eski terim "aded-i
s ilsile-i ale-1-vila" , "aded-i gayri muntak'', "adele-i
murabba-i m ünharife", "adele-i tev'erniye-i sakiye" , "ce­
reyan-ı galvani" , "esmak-i azrniye" gibi terimleri kul­
lanmaktan kurtulmuştur.
Atatürk'ün ömrünün sonlarında başardığı terim dev­
rimi, uzun yıllar boyunca inceleyerek, yorularak ortaya
koyduğu dil devriminin başlıca ürünüd ür ve terim görüşü,
dil devrimi üzerinde yıllardan beri sürdürülen bütün ters
yorumları önleyecek güçtedir.

"Sinüs" ve "Kosinüs" Sözcükleri

29 mart 1937'de Ulus Gazetesi, Türk D il Kurumu'nun


bir anketin i yayınlıyordu. Bu ankette "ceyb ve teceyb"
terimlerinin Türkçelerinin bulunması isteniyor, başaran­
lara hediye verileceği, ilan ediliyordu.
68 VECİHE HATİBOGLU

Türk Dil Kurumu'nda da yetkili bulunan hocalarımız,


fakülteden iki arkadaşımla beni yarışmaya katılmak için
teşvik ettiler, üç arkadaş Türk Dil Kurumu'nun sözlükleri
yardımı ile bir yazı hazırladık, hocalarımıza gösterip Ulus
gazetesine gönderecektik. Bir akşam iki motosikletli memu­
run bizi aradığını söylediler. Memurlar Çankaya'dan gel­
diklerini, ankete vereceğimiz cevabın hazır olup olmadığını
sordular ve yazıyı alıp gittiler. Ertesi gün 3 nisan 1 937'de
Ulus gazetesi büyük puntolarla, "ceyb ve teceyb"in karşı­
lığının "sinüs ve kosinüs" olduğunu yazıyor, yarışmayı bi­
zim kazandığımızı bildiriyordu. Aslında yazı Atatürk'ündü.
O sıralarda Atatürk yine okulları geziyor, eski terimler­
le yazılı hendese, riyaziye kitaplarını ele alıyor, "müselles-i
mütesavi-1-adla"' yerine "eşkenarlı üçgen", denilmesini
istiyor, geometri, fen ve ilim terimleriyle bunalan gençliği
bu terimlerin yükünden kurtarıp öğrenilmesi gereken esas
bilgiye yöneltiyor, doğudan gelen ağdalı, yüklü, bilim, fen
teriı:İllerini bırakmak, yerlerine Türkçe karşılıklar bulmak,
bulunamayan yerlerde de batı terimlerinin ortak köklerin­
deti, Türk ekleri ve kuralları ile yeni terimler yaratmak
yolunu sağlıyordu.
Aslında, "sinüs" ve "kosinüs" sözcüklerinin kökü
Tilrkçedeki "sin;' sözüne dayanıyordu. "Sin", "çukur,
yuvarlak, esnek" anlamlarını veriyordu. Sonradan "çukur"
anlamından kayarak "mezar" anlamı vermişti. "Sinüs"de
de böyle bir "çukur, boşluk" anlamı vardı, Atatürk bu gö"­
rüşünde de haklıydı.
Türkçedeki "sin-mek" eylemi, "çukura girmek, sak­
lanmak" ve ses değişimiyle "sün-mek'', "esnek olmak,
uzamak, çukurlaşmak" anlamlarını veriyordu. "Sinüs"
sözcüğündeki "sin" kökünü eski çağlarda ya batılılar
Türklerden ya da Türkler batılılardan almıştı veya her iki
taraf da aynı ortak kaynaktan yararlanmıştı.
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK 69

Bugün Türk dilinde olduğu gibi batı dillerinde de yeni


bir kök ya da yeni bir ek yaratmak olanağı yok denecek
kadar az olduğuna göre, ilk çağlarda insanlar birbirlerinden
sözcük kökü hatta ek almışlardı.
Görülüyor ki, Türk dilindeki gelişmenin, hızın bütün
ürünleri Atatürk'ündür.
Atatürk, her alanda olduğu gibi Türk dili alanında
da, dil devrimi konusunda da yenilgiye uğramamış ve
unutulmaz başarılar sağlamıştır.

Dil Devriminin Yabancılara Etkisi

Atatürk devrimleri özellikle, dil devrimi, harf devrimi


yabancı ülkelerde de etkili olmuştur.
Türk ulusunun başardığı devrimler, birçok yabancı
yazarlarca uluslarına duyurulmuş, kitaplar yazılmış, Tür­
kiye'ye gelip giden devlet büyüklerince yakından izlen­
miştir. İsrail, Azerbaycan, İran, Pakistan, Endonezya
hatta Hindistan Türk devrimlerinin, özellikle dil ve harf
devriminin ·etkisinde kalmıştır.
Bu ülkelerde de kendi dillerinin özleşmesi, bütünleş­
mesi bakımından olumlu, verimli çalışmalar, başarılar
görülmekte, Hindistan gibi bazı ülkelerde de dil devrimi
ile birlikte harf devrimi yazarlarca düşünülmektedir.
Bunlardan başka, Asya'daki Türk lehçelerinin çoğu,
Türkiye'deki dil devriminin etkisiyle, Türkçe köklerden
yeni sözcükler yaratma yolunda olumlu, başarılı denemeler
yapmaktadır.
Atatürk'ün bütün devrimlerinin etkisi, özellikle dil
devriminin başarılı sonuçları Türkiye sınırlarını çoktan
aşmış, ürünleri her yerde toplanmaya başlanmıştır.
Zamanının çok sonrasında yaşayan ölümsüz Atatürk'
ün ömrü ise, devrimleriyle yıllar yılı sürecektir.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ - 1973
CUMHURİYETİN ELLİNCİ YILINDA

ÖLÜMSÜZ ATATÜRK
ve

DİL DEVRİMİ

Prof. Dr. VECİHE HATİBOGLU

TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI


TDK TANITMA YAYINLARI
DİL KONULARI DİZİSİ : 23

TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI: 377

You might also like