You are on page 1of 43

NEO-LİBERAL BİR

DÜNYADA
ÜNİVERSİTELER

Alex Callinicos

1
NEO-LİBERAL BİR DÜNYADA ÜNİVERSİTELER

Alex Callinicos

November 2006 by Bookmarks Publications, London WCıB 3QE

ISBN 1898877467

Yazar Hakkında

Alex Callinicos, Londra’da King’s College’da Avrupa Çalışmaları alanında profesör olarak görev
yapmaktadır. En son kitapları arasında, Resources of Critique (Cambridge, 2006) ve The New
Mandarins of Amerikan Power (Cambridge, 2003) yer almaktadır. Sosyalist İşçi Partisi’nin önde
gelen üyelerinden birisidir.

Teşekkürler

Bu broşürün yazımı esnasında yardımlarını esirgemeyen, Sam Ashman, Michael Bradley, Jane
Hardy, Tom Hickey, Judith Orr, Malcolm Povey, Marx Thomas, Alexis Wearmouth ve Terry
Wrigley’e teşekkürlerimi sunarım. 2005 Kasım’ında Manchester Üniversitesi’nde düzenlenen,
“Universities in a Neoliberal World” adlı konferanstan çok faydalandım, konferansa beni davet
eden düzenleyicilere de bu yüzden minnettarım.

(www.socialsciences.man.ac.uk/socialantropology/events/possiblefutures/unlw.html)

İçindekiler

Paul Mackney’nin Önsözü

Giriş

Neo-liberalizm ve “Bilgi Ekonomisi”

Bilgiyi Kar Sağlamak İçin Kullanmak

Üniversiteler Madenini Soymak

Proleterleştirme ve İstikrarsızlık

Direniş Faydasız Değil

2
Önsöz

1998'den bu yana, Üniversite ve Kolej Sendikası’nın (ÜKS) ortak sekreteri ve Natfhe'nin eski
genel sekreteri olarak, öğrencilerin veya yükseköğretimden üyelerimizin deneyimlerini paylaştım.
Alex Callinicos bizim yüksek öğrenimde yaşadıklarımızı ve oradaki deneyimlerimizi
kuramsallaştırarak, hepimize çok önemli bir yardımda bulundu.

Şu anda bu kurulun bileşenleri olan bizler, hiç harç ödemeyerek, burslarla eğitimimizi devam
ettirmiş yeni nesil için çıtayı yükselten radikal öğrencilerdik. Ulusal Öğrenci Birliği (UÖB)
başkanı olan ve bursları arttırmak için mücadelemizde bize öncülük eden Jack Straw, üniversite
öğrencilerini bir kitap ve bir yemek arasında seçim yapmaya zorlayan hükümeti suçlamıştı. Şimdi
ise açıkça görülüyor ki, 21. yüzyılın öğrencileri bir ödevi bitirmekle, süpermarkette bir vardiya
daha yapmak arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyor.

UÖB ve öğrenim elemanları sendikaları, katkı paylarının bazı sosyal grupları üniversiteden
uzaklaştırdığını belirterek, yükseltilen harçlara karşı tutarlı bir mücadele hattı oluşturdu.
Yükseltilen harçlar, bu senenin (2006) eğimi olan büyüme ile %4 daha az başvuran öğrenci
oranıyla ters bir etki yapmıştır. Biz, yükseköğretim piyasasının öğrenciyi en uygun ders yerine en
ucuz olana yönelteceği uyarısını yaparak, eğitime erişimin, ödeyebilme esasına değil, çalışma
yetisine dayanması gerektiğini söylemiştik.

İşte bu yüzden, ÜKS ve UÖB ile birlikte harçlara yapılan artışın karşısında durarak, adil harçlar
için savaşımızı sürdürdük. Ama ileriye baktığımızda, harçlara karşı durumumuzu yeniden
değerlendirmek durumundayız. 19. yüzyılda ücretsiz ilköğrenimin yaygınlaşmasına, 20. yüzyılda
ise ücretsiz ortaöğrenimin yaygınlaşmasına yönelik mücadeleler verildi. Ve 21. yüzyılda ise
mücadele, ücretsiz ileri ve yüksek öğrenimin yaygınlaşmasına yönelik olmalıdır. İleri ve yüksek
öğrenimin bir ayrıcalık değil, bir insan hakkı olduğu vurgulanmalıdır.

Öğrencilerin, okutmanların ve hatta nüfusun büyük bir kısmının doğru olmadığını görebilmesine
rağmen, bakanlar, (harç ücreti olmayan) ileri ve yüksek öğrenimi yaygınlaştırmak için gerekli
kaynağın olmadığını söylemeye devam ediyorlar. Aslında burada çok basit bir öncelik sorunu
bulunmaktadır. Hükümet, savaş için, Irak ve Afganistan'daki birlikleri ülkeye getirebilmek için
servet ayırabildi. Yeni İşçi Partisi’nin (New Labour) ikinci döneminden önce bize, Gordon'ın
yükseköğretim için harcanmak üzere savaş ganimeti topladığı söylenmişti. Naif olabiliriz ancak
ne biz, ne de o dönemki Başbakan Gordon'ın bu ganimeti illegal ve kazanılamaz bir savaş için
israf edeceğini tahmin etmemiştik.

3
Hükümet, kamu kuruluşları ve özel sektör yöneticileri, ileri ve yükseköğretim için tıpkı 19.
yüzyılda olduğu gibi kararsızlar. Yeni makineleri kullanmak için daha eğitimli işgücüne ihtiyaçları
var, ancak bunun için ödeme yapmak istemiyorlar. Çoğu işçinin ve köylünün, okumak,
biriktirmek ve bilgilerini pekiştirmek için yeteri kadar zeki olmadığını düşünüyorlar ve çok azı,
doğru bir tahminle, eğer becerirlerse, işçilerin ve köylülerin tehlikeli olabileceğinden korkuyorlar.

1960'lara kadar, teknik eğitim tamamen işçi sınıfı içindi. Üniversiteler genellikle eski meslekleri
(tıp, hukuk, politika ve teoloji) yeniliyorlardı ve Britanya İmparatorluğu’nu sürdürmek için
kullanılacak üstünlük hissine sahip insan kadrosu yetiştiriyorlardı. Geleneksel olarak, eğitim
kuramcıları, dar öğrenim ve geniş eğitim arasında ayırım yapıyorlardı. Ne gariptir ki, 21. yüzyıl
kapitalizmi—geniş eğitim “sözde” bilgi ekonomisi sorun çözücü işçileri ucuza sağladığı için—
ikisini bir araya getirdi.

Tarihin bir cilvesi olarak, yükseltilen harçların cefasını çeken ilk nesil öğrenciler, Irak savaşına
karşı eylem yapan, Avrupa Sosyal Forumu gibi sosyal hareketlerin içinde bulunan, Faşizme Karşı
Birleşik Güç grevlerinde toplananlarla aynı öğrencilerdi. Ben hala, onlar nasıl ki Irak ve
Afganistan'dan çekilme tartışmalarını kazandılarsa, onların direnişi örgütlemek için de yeni yollar
bulacaklarını düşünüyorum. Alex'in dediği gibi, Fransa ve Yunanistan'daki kardeşleri onlara yol
gösteriyorlar ve Alex'in el kitabı buna nasıl erişilebileceği tartışmalarının bağlamını oluşturuyor.

Umuyorum ki, ben bu satırları yazdığım sırada, Üniversite ve Kolej Sendikası'nın yeni 120.000
üyesi, öğrencilerle birlikte ücretsiz, geniş kapsamlı, okul sonrası eğitim için mücadele etmeyi
sağlayacak bir öncü seçerler. Tarih yazmak, sadece bir amaç meselesi değil, aynı zamanda birlik
olan halkların bir şeyleri değiştirmesi durumudur. Buradan devam edelim. Düşünce yıkıcıdır.
Örgütlenin: birlikte bir şeyleri değiştirebiliriz.

Paul Mackney, Kasım 2006

Natfhe Genel Sekreteri 1997-2005

ÜKS Ortak Sekreteri Haziran 2005-Haziran 2006

4
Giriş

İngiltere'deki üniversiteler hareketli bir değişim döneminden geçiyorlar. Bu dönüşümün en açık


işareti, fiziksel büyümedir. 2004-2005 arasında, yükseköğretimde 2.287.540 öğrenci vardı. 1
1960'ların başlarında, 18 ve 19 yaşında olanların sadece % 7'si üniversiteye giderken, bu oran,
günümüzde yaklaşık % 30 civarındadır. Üniversite eğitimi—ağır işler yapan işçi sınıfından
gelenler için hala zor olsa da—artık küçük bir azınlığın ayrıcalığı olmaktan çıktı 2.

Bazı insanlar, oyun yazarı John Osborne'un sloganı “Daha çok, daha kötüdür”ü tekrarlayarak
üniversitenin genişlemesine seçkinci nedenlerle karşı çıkıyorlar. Aynı şekilde, sağcı yazar Peter
Hitchens, son Tory başbakanı, John Major'u mevcut üniversite açılımını başlatmasından dolayı
“eğitim kalitesinin mezarını kazan bir başka saldırı” diyerek alenen suçluyor 3. Yeni İşçi Partisi
hükümeti, aksine, üniversite açılımının sosyal adalet meselesi olduğunu belirtiyor: “Yüksek
öğrenimden yararlanma potansiyeli olan herkesin, buna hakkı olmalı. Bu, sosyal olarak daha adil
bir toplum yaratmanın temelinde yatan ilkedir, çünkü eğitim, yoksulluktan ve çıkışsızlıktan
kurtulmanın en iyi ve güvenilir yoludur.” 4

Genişleyen yükseköğretim hiç kuşkusuz asil bir amaçtır. Seçkinciler epey hatalıdır: uygun
kaynaklar sağlandığı sürece, hükümetin hedefi olan 18-30 yaş arası gençlerin yüzde ellisi veya
daha çoğunun üniversite eğitimi almaması ve bu deneyimden yararlanmaması için hiçbir neden
yoktur. Ama yükseköğretim gerçeği, fırsat eşitliği ve sosyal adaletle ilgili resmi açıklamalardan
bir hayli farklıdır.

İngiliz üniversiteleri, gerçekte büyük işletmelerin ihtiyaçlarındaki önceliklere göre


şekillenmektedir. İngiliz ve yabancı kuruluşlara, karlarını korumaları için akademik araştırma ve
nitelikli işçi sağlamak üzere üniversiteler yeniden şekillendiriliyorlar. Aynı zamanda, üniversiteler,
bilimsel kurumlardan, Birleşik Krallık ekonomisi için döviz getiren kar merkezlerine
dönüşüyorlar.

Bu amaçla, öğrenci başına düşen kaynaklardan kesinti yapıldıkça, üniversiteler, bölümler ve


bireysel olarak akademisyenler, birbirleriyle yarışmaya zorlandıkça genişleme ucuza geliyor.
Öğrenci burslarından, borçlarına geçiş ve öğrenim harçları birçok öğrenciyi ücretli emek temelli

1
wwe.hesa.ac.uk/holisdocs/pubinfo/student/institution0405.html
2HEFCE, Young Participation in Higher Education, January, 2005, www.hefce.ac.uk
3P Hitchens, “Why Does Everyone Find it So Hard to Understand the Tories?”, 17 May 2006,
www.hitchensblog.mailonsunday.co.uk
4 Department for Education and Skills, The Future of Higher Education, Cm 5735, January 2003, www.dfes.gov.uk,
paragraf 6.1, s. 68.
5
bir hayat için uzun saatler çalışmaya zorluyor. Hiç şüphe yok ki, oluşturulan bu durumdan dolayı,
daha yoksul bir çevreden gelen potansiyel öğrencilerin üniversiteye gitme hevesleri kırılıyor.

Bu dönüşüm sadece bize özgü olmaktan oldukça uzak çünkü dünyanın her yerindeki üniversiteler
aynı şekilde değişim geçirmeye zorlanıyorlar. Yükseköğretimin bu yeniden yapılandırılması, daha
geniş bir sürecin, gerçekten de tam anlamıyla neo-liberalizm olarak bilinen küresel, ekonomik ve
siyasi bir dönüşümün parçasıdır. 1980'de Ronald Reagan ve Margaret Thatcher öncülük ettiğinden
beri, işletmeler ve medya elitleriyle birlikte hemen hemen tüm hükümetler tarafından benimsenen
neo-liberalizm, sosyal hayatın her alanını piyasa mantığına tabi kılmaya ve her şeyi özel olarak
sahip olunan, alınan ve kar için satılan bir meta haline getirmeye başladı.

Radikal coğrafyacı David Harvey'e göre: “Kanıtlar göstermektedir ki, neo-liberal dönüş bir
şekilde ve bir dereceye kadar ekonomik elitlerin iktidarının onarımı veya yeniden inşasıyla
ilgilidir.” 5 Bu “sınıf iktidarının onarımı”, zenginliğin ve gelirin kitlesel olarak elitlere doğru
yeniden dağıtımına öncülük etmiştir.

Amerikan hanelerinin en üstteki % 1'lik dilimi, 1917 ve 1940 yılları arasında, ortalama toplam
hane halkı gelirinin % 16,9’una sahiptiler. Payları 1973'te % 8,4’e düştü ancak neo-liberalizm
kuşağından sonra, 2001'de % 19,6’a yükseldi. Bu esnada, 1970'lerin ortaları ve 2002 arasında, en
alttaki % 90'ı oluşturan haneler toplam hane halkı gelirindeki paylarının % 12’ye düştüğünü
gördüler. 6 İngiltere'deki eşitsiz gelir dağılımı, Thatcher döneminde keskin bir artış gösterdi ve
Yeni İşçi Partisi döneminde de bu tarihsel olarak yüksek seviyede kaldı. 7

Zenginlik ve iktidardaki bu değişiklik, yükseköğretim de dahil olmak üzere değişik sosyal


alanların büyük ölçekli bir biçimde yeniden yapılandırılmasını içeriyordu. Sonuçlar korkunçtu.
Akademik personel ve üniversitenin diğer personeli, zaman içerisinde giderek artan bir şekilde,
bilginin kendisi için sürdürülmesi fırsatını reddettiler ve öğrencilerin eğitimle ilgili ihtiyaçlarıyla
birlikte diğer ihtiyaçlarını da karşılamadılar. Aynı zamanda, kendi ücretlerinin diğer mesleklere
oranla düştüğünü de gördüler. Öğrenciler, kendilerini mutlak “tüketiciler” olarak tanımlayan resmi
söylemin aksine, üniversitelerin piyasanın önceliklerine boyun eğmesinin kurbanları haline
geldiler.

Neyse ki, neo-liberalizm yüksek öğrenimde yükselen bir dirençle karşılaşıyor. 2006 baharında
Fransa ve Yunanistan'daki öğrenciler, üniversite hocaları ve diğer işçilerin yardımıyla piyasa

5D Harvey, A Short History of Neoliberalism (Oxford, 2005), s. 15.


6G Dumenil and D Levy, “Neoliberal Income Trends”, New Left Review, 11/30 (2004), s. 111, 119.
7M Brewer et al, Poverty and Inequality in Britain: 2006, Institute of Fiscal Studies, March 2006, www.ifs.org.uk, s.
24.
6
taraftarı hükümet “reform”larını yenmeyi başardılar. İngiltere, bu kadar muhteşem bir şey
görmedi; üniversite hocaları, düşük maaşlara karşı üç aylık bir boykot yürüttüler. Bu mücadeleler,
neo-liberalizme karşı Seattle ve Cenova'daki protestolarla başlayan küresel direnişin ufkunu
genişletti.

Ancak, eğer neo-liberalizm yenilgiye uğratılacak ve başka bir mantıkla yer değiştirecekse, daha
geniş sosyal hareketlere ihtiyaç olacaktır. Bu kitapçık, düşmanın doğasını analiz ederek ve ona
karşı nasıl bir kavga yürütüleceğini tanımlayarak, bu hareketlere yardımcı olacak bir analiz
sunuyor. Burada, sadece alıntılanan gerçeklere ve sayılara değil, aynı zamanda benim çeyrek
yüzyılı aşkındır İngiltere üniversitelerindeki kendi öğretim deneyimlerime ve orada tanık olduğum
değişimlere dayanan bir yaklaşım sergileniyor.

Ancak, ben bu değişimlere idealize edilmiş bir geçmişin nostaljisiyle saldırmıyorum. Geçmiş
yılların daha küçük ve daha ayrıcalıklı üniversite sistemine dönmek gibi bir arzum da yok.
Yükseköğretimdeki neo-liberalizme karşı durmak, kendilerini gerçekleştirebilmek için herkese bir
şans verilen bir toplum yaratma mücadelesinin bir parçası olmalıdır. Bu yüzden, kuramsal
çerçevem Marx'ın kapitalist ekonomik sistem analizini temel alıyor. Neo-liberalizmin nihayetinde
temsil ettiği, sermaye mantığının katıksız bir şeklidir. Dolayısıyla, daha iyi üniversiteler için
yürütülen mücadele küresel kapitalizme karşı yürütülen hareketten ayrılamaz.

7
Neo-liberalizm ve “Bilgi Ekonomisi”

İngiliz üniversitelerinin mevcut dönüşümü 1979’dan 1997’ye devam eden Tory Hükümeti
döneminde başlamıştır. Fakat Yeni İşçi Partisi, yükseköğretimin neo-liberal yeniden yapılanmasını
çok daha fazla gayretli bir şekilde benimsemiştir. Bu, kısmen şimdilerde Gordon Brown’un
desteklediği, Tony Blair’in şahsi ajandasının—kamu sektörünün Margaret Thatcher’ın bile cesaret
edemediği alanlarında dahi özelleştirme ve metalaştırma politikaları aracılığıyla
yükseköğretimdeki bu dönüşümü zorunlu hale getirmek—daha geniş çaplı atılımını
yansıtmaktadır. Fakat bu, aynı zamanda Yeni İşçi Partisi’nin ideolojisi ve politikasında eğitimin
oynadığı merkezi rolün bir sonucudur.

Buradaki temel fikir, “bilgi ekonomisidir”. Blair Hükümeti’nin ilk siyasi dokümanlarından biri
Peter Mandelson tarafından, onun Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’ndaki kısa ve utanç verici bulunuşu
sırasında üretilen Rekabetçi Geleceğimiz: Bilgi-Güdümlü Ekonomi (1998) başlıklı Ticaret ve
Sanayi Bakanlığı’nın resmi raporudur. Önceki Dawning Street danışmanı Charles Leadbeater,
günümüzde dünya ekonomisini yöneten ana güçlerden birisinin “bilgi kapitalizmi” olduğunu iddia
eder:

“Bilgi kapitalizmi”: yeni fikirler yaratacak ve onları tüketicilerin talep ettiği ticari ürünlere ve
hizmetlere dönüştürecek güdüdür. Bu, yeni bilgiyi oluşturma, yayma ve kullanma süreci, yükselen
yaşam standartlarının ve ekonomik büyümenin arkasındaki dinamodur. Yaşamlarımızın derinlerine
ulaşır ve tüketiciler ve emekçiler olarak hepimizi içine alır. Eğer küresel ekonomiye sırtımızı
dönmüş olsaydık, bilgi ekonomisinin büyük yaratıcı gücünü de arkamızda bırakmış olacaktık. 8

Bilgi ekonomisi fikri, aslında tüm dünya üzerindeki çağdaş politik ve iş dünyası seçkinleri
arasında bir miktar klişe bir söz haline gelmiştir. Bu fikrin içine birçok farklı iddia sıkıştırılmıştır:

• Maddi/ticari malların üretiminden, maddi olmayan hizmetlerin üretimine doğru bir kayma
olmaktadır.

• Kısmen bunun sonucunda, üretim daha çok bilgi-yoğun bir hale gelmektedir. Başka bir
deyişle, ürünlerin yüksek vasıflı işçiler tarafından yapılan araştırmalar sonucunda bazı
sofistike teknikler kullanılarak üretilmesi ve bu ürünlerin, zengin pazarlama teknikeriyle
pazara sunulması onların daha çok satmasını olanaklı kılmaktadır.

• Şirketlerin ve benzer şekilde ulusal ekonomilerin başarısı bu nedenle yılların, on yılların


veya daha uzun bir zamanın birikimi olan fiziki donamına (tesis, atölye, fabrika, vb.) ve

8
C Leadbeater, Living on Thin Air (London, 2000), s. 8.
8
ekipmanına değil, giderek artan bir şekilde “beşeri sermaye”ye, yani işgüçlerinin
becerilerine, bilgilerine ve hayal güçlerine bağlıdır. Bu becerileri başarılı bir şekilde
kullanmak yoluyla bireyler, şirketler ve tüm ülkeler dünya pazarının talep ettiğini tedarik
ederek gelişebilirler.

Bu fikirler özellikle 1990’ların sonunda sözde “.com patlaması (dotcom boom)” olarak
adlandırılan zamanlarda revaçtaydı. Amerika’daki hızlı ekonomik büyüme ve yükselen hisse
senedi fiyatları, ebedi refahın olduğu bir gelecek için küresel kapitalizmi güçlendirecek olan bilgi
teknolojisi tabanlı “Yeni Ekonomi”nin ortaya çıktığı inancına teşvik etti. Fakat son 10 yılın
başından beri Birleşik Devletleri sarsan krize rağmen, bilgi ekonomisine olan inanç devam ediyor.
Örneğin, New York Times’ın köşe yazarı Thomas Friedman, Dünya Düzdür (The World is Flat)
isimli, yakın zamanda yayımlanan ve oldukça geniş ölçüde övgü alan kitabında şöyle
söylemektedir: Küreselleşmenin “tümüyle yeni bir alan”ı olarak nitelenen 2000 yılının dinamik
gücü, bireylerin, küresel anlamda işbirliği yapmalarını sağlayan, küresel fiber-optik bir ağın
yaratılmasıyla beraber “her birimizi bir diğerine kapı komşusu yapan yazılım ve onun her türlü
yeni uygulamalarıdır”. 9

Benim bu kitapçıktaki amacım, öncelikli olarak Leadbeater ve Friedman gibi ideologlar tarafından
çizilen pembe küresel kapitalizm tablosunu eleştirmek değildir: Bunu başka bir yerde yaptım. 10
Yine de bilgi ekonomisi düşüncesi hakkında bir kaç noktaya değinmeye değer. Öncelikle,
hizmetlere doğru kayma hakkındaki iddialar büyük bir özenle ele alınmalıdır. Son zamanlardaki
büyük pazarlama hikâyelerinin bazıları sonuç olarak yeni maddi ürünler, örneğin, cep telefonları
ve mp3 çalarlar hakkındadır.

İkinci olarak, başarılı ekonomiler, hala sanayi ürünlerinin üretimi ve ihracatında gelişip
büyüyenler olma eğilimindedirler. Yakın zamanda Financial Times’ta Almanya hakkında çıkan şu
raporu ele alalım: “hiç bir sanayi ülkesi birbirine bağlanmış küresel ekonominin sunduğu fırsatları
bu denli başarılı bir şekilde kullanıyor değildir. 80 milyonun çoğunlukla endişe dolu, riskten
kaçınan, değişime aşırı duyarlı olarak resmedilen orta büyüklükteki ekonomisi, 2003’te ABD’ye
yetişip geçtiğinden bu yana her yıl dünyanın en büyük ticari mal ihracatçısıdır”. 11 Almanya
başarılı bir ihracatçıdır. Başarısını esas olarak karmaşık parçaları yaparak küresel üretim ağını
sağlama pozisyonunu korumaya borçludur, tıpkı Çin’in bu ağlar için kendisine bitmiş ticari
malların montajında bir rol oluşturması gibi.

9
T L Friedman, The World is Flat (London, 2005), s. 10.
10
Bkz., özellikle, A Callinicos, Against the Third Way (Cambridge, 2001), bölüm 1 ve An Anti-Capitalist Manifesto
(Cambridge, 2003).
11
B Benoit and R Milne, “Germany’s Exporters are Beating the World”, Financial Times, 18 May 2006.
9
Gel gör ki, ihracat başarısı ille de iş güvenliğine veya refaha yol açmaz. Almanya hâlihazırda
işgücünün %10’u oranında cereyan eden kronik işsizlikten muzdariptir. Belki de daha da şaşırtıcı
olanı, Asya Kalkınma Bankası’na (AKB) göre, Asya büyüyen bir işsizlik kriziyle yüz yüzedir.
Financial Times, AKB’nin baş ekonomisti Ifzal Ali’nden alıntılayarak şöyle nakleder:

Görece yüksek büyüme oranlarına sahip ülkelerde dahi, yeni iş alanları açma hızındaki yavaşlık,
toplam iş gücünün 1,7 milyar olduğu bir bölgede 500 milyonu işsiz veya yeteri derecede iş bulamaz
bir durumda bıraktı. Bir diğer 245 milyon ise gelecek on yıl içinde işgücü piyasasına katılmak üzere
hazırda bulunuyor.

Hong Kong, Güney Kore ve Singapur’un yakın zamanda sanayileşen ekonomileri, yüksek beceriler
ve ücretler talep eden birçok “iyi işler” yaratmayı başarırken, diğerlerinde, özellikle Güney Asya’da
başarısız olunmuştur. Asya Kalkınma Bankası’na (AKB) göre, bölge, geçmiş 20 yılda yoksulluğu
azaltmada ilerleme kaydetmesine rağmen, hala neredeyse 1,9 milyar Asyalı günde 2 dolardan daha
azı ile yaşamını sağlıyor, diğerleri ise, ya iş bulamıyor ya da iş bulduklarında çok az kazanıyorlar.

Banka, Çin’in, Hindistan’ın ve Rusya’nın dünya ekonomisiyle büyüyen bütünleşmesinden


kaynaklanan “büyük orandaki küresel işçi fazlalığının”, şirketler “çoğunlukla ideolojik heves” ile
rekabetçiliğin peşinden koştuklarından bir “dibe doğru yarış”a yol açtığını söylüyor.

Ifzal Ali, “Asya’nın başarısı er ya da geç kocaman bir işsizler ve hayatta kalmak için sürekli
standartların altında ücretlerle iş bulmaya sevk edilen işçilerin ‘yedek ordusu’nun baskısı tarafından
gölgelenecektir” diye uyardı.

Çin’de istihdam yaratmak gittikçe daha zor bir hale geliyor. AKB’nin çalışması, 1980’lerde, Çin’de
istihdamda %1 artış sağlamanın %3 büyüme oranıyla olduğunu hesaplarken, sonraki on yılda aynı
sonucu elde etmek için gereken büyüme oranının % 8 olduğunu gösteriyor.

İstihdamın büyüme oranlarına bakıldığında, özellikle üretimin sermaye yoğunluklu olmasından


dolayı çalışanlar, uygun çalışma koşulları ve daha büyük iş güvenliği sağlayan çalışma
sözleşmelerinin tanımladığı kamu sektöründe de hayal kırıklığına uğratmaktadırlar. 12

Bütün bunlara rağmen, ekonomiler başarılı olduğu zaman, başarının ölçüleri olarak görülen,
rekabetçilik ve karlılık ile işçilerin refahı ve yoksulluk arasında herhangi bir zorunlu bağlantı
yoktur. Neo-liberal kapitalizm, vasıflı işçilere ihtiyaç duyar, ama aynı zamanda küresel
ekonomiye eklemlenmiş güneyde olduğu gibi kuzeyin zengin ekonomilerinde de, büyük ölçüde
birçoğunun çok az iş güvenliğinin olduğu ya da hiç iş güvenliğinin olmadığı, kiminin yasadışı
göçmen olduğu düşük-ücretli işçilerin emeğine/yaptığı çalışmalara dayanır.

12
J Johnson, “Asia Faces Jobs Crisis that Could Hit Growth”, Financial Times, 27 Nisan 2006.
10
Ancak “bilgi ekonomisi” ideologlarının göz ardı ettiği bir takım daha büyük belirsizlikler vardır.
Şirketler ve bütün sektörler, en iyi ihtimalle sadece onların ne yaptığıyla kısmen bağlantılı
olabilen sebeplerden dolayı gelişebilir veya başarısız olabilirler. Bu yüzden, 1990’ların sonundaki
Yeni Ekonomik patlama, bilgi teknolojisi ve telekomünikasyon sanayilerine yapılan büyük
yatırımları—herhangi bir makul gelir vergisi beyannamesi düzenlemenin gerçekçi beklentisinden
çok daha fazla—teşvik etti. Örneğin, Amerika’da 39 milyon mil, yani dünyayı 1,566 kere
sarabilecek kadar fiber optik kablo döşenmiştir. 13

Bu aşırı-yatırım, bu durumda kapitalizm tarihinde oldukça sık olduğu üzere bir ekonomik kriz
nedeniyle işletme faaliyetlerinin en düşük düzeye inmesine yol açmıştır. Halihazırda gelişmekte
olanlar, çoğunlukla “Eski Ekonomi” işletmeleri iken—özellikle, bu malların fiyatlarını yukarı
çeken hammaddelere yönelik yükselen küresel talepten faydalanan endüstriler, örneğin yağ, gaz,
çelik ve maden—bugün pek çok bilgi teknolojisi ve telekom şirketi hala bu durgunluğun etkisiyle
savaşmaktadır. Bu şirketler tam olarak kolayca bilgi ekonomisinin kuramlarına uymazlar. Ama bir
on yıl önce, bu kuramların yükselişine yardım etme başta olmak üzere manzara kesinlikle tersiydi.
Bu durum, kapitalizmin rekabet tarafından güdülenen, sonuçlarının ne kontrol edilebildiği ne de
(herhangi bir düzeyde) tahmin edilebildiği anlaşılması güç bir süreç olduğu gerçeğini yansıtır.

Burada, rekabetin, sadece bilgi ekonomisinin yandaşları tarafından değil, aynı zamanda rektör
yardımcılarının da kendi üniversitelerinin “dünya mükemmeliyet merkezi” veya her ne ise o
olacağını beyan ettikleri zaman göz ardı ettikleri bir başka özelliği vardır. Rekabet, hem
kazananları ve hem de kaybedenleri barındırır. Her üniversite, bir “dünya mükemmeliyet
merkezi” olamaz. Peki, kaybedenlere ne olur? Ekonomik rekabet durumunda, devralınırlar veya
topyekûn iş dünyasının/ticaretin dışına çıkartılırlar ve onların çalışanları işlerini kaybedebilirler.
Üniversitelerde ise, başarısızlık belki de henüz bir kapanma anlamına gelmeyebilir, fakat
kaynaklardan daha küçük bir pay alma ve bu yüzden çalışanlar ve öğrenciler için daha kötü
koşullar demektir.

Bilgi ekonomisinin ideolojisi gerçekliğin çok kısmi ve pembe resmini sunmasına rağmen,
içerisinde ufacık bir hakikat parçası da içermektedir. Küresel kapitalizmin mevcut dönemi,
şiddetli uluslararası rekabetlerden birisidir. Özel şirketler, çalışanlarının üretkenliğini artırarak
maliyeti düşürmek için sürekli baskı altındadırlar. Bir günde sadece 24 saat olduğundan daha
yüksek verimlilik, daha ileri teknolojilere yapılacak yatırımlara bağlı olma eğilimi göstermektedir.
Bu nedenle, araştırma ve geliştirmenin yanı sıra yeni teknolojileri tasarlayabilen ve kullanabilen

13
R Brenner, “Towards the Precipice”, London Review of Books, 6 February 2003. Bkz. Brenner’s The Boom and the
Bubble (London, 2002).
11
çok becerikli işçilerin eğitimine de yatırım yapılması gereklidir.

Rekabetin bu aynı mantığı, kendi verimliliklerini ve rekabet güçlerini sürekli rakiplerininkiyle


kıyaslayan tüm ekonomiler tarafından hissedilir. Hindistan ve Çin’in ürkütücü varlığı, yani
doğunun büyük yeni düşük-fiyat ekonomileri, patronlar ve benzer olarak işçiler verimlilik
kazançları peşinde olmadan önce rağbetteydi. Neo-liberalizmde yükseköğretimin anlamı, bu
rekabetçi mantığın üniversitelerin işleyişine derin bir şekilde içselleştirilmesi demektir. İlerde
göreceğimiz üzere, bu, giderek artan sayıda öğrenciye eğitim verme ve olabildiği kadar ucuza
sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda önemli araştırmalar yapma imkanı olarak sunulur.

12
Bilgiyi Kâr Sağlamak için Kullanmak

İkiyüzlülük, iktidardaki Yeni İşçi Partisi’nin sloganı oldu ama hükümeti, yükseköğretime dair
niyetlerini açıkça ve dürüstçe beyan ettikleri için takdir etmek gerekmektedir. Bu suretle, Gordon
Brown’nun Hazine Müsteşarlığı’ndaki önemli bir politik dokümanı şöyle nakleder:

Yeniliği kullanma, Britanya’da ülkenin gelecekteki refah-yaratma beklentilerini geliştirmede


anahtardır. Birleşik Krallık ekonomisi için, gelecek 10 yılda verimlilik ve istihdam aracılığıyla
büyüme yaratmada başarılı olmak için, bilgi temeline geçmişte olduğundan çok daha fazla yatırım
yapmak ve bu bilgiyi daha etkili bir şekilde iş ve kamu hizmeti yeniliklerine dönüştürmek
zorunludur. İngiltere için, hükümetin özel ve kar amacı gütmeyen sektörlerdeki ortaklarıyla
paylaştığı hırsı, sadece diğerlerinden iyi (kalburüstü) bilimsel ve teknolojik keşif için değil, ayrıca
bu bilgiyi yeni ürünlere ve hizmetlere dönüştüren bir dünya lideri olma adına küresel ekonomide
anahtar bilgi merkezi olmaktır. 14

Hazine Müsteşarlığı, kamu sektörüne dayalı araştırmalara yatırım yapılması için güçlü sebepler
sunar, fakat bu araştırmanın bilginin kendisi uğruna yapılan bir uğraşı olamayacağını vurgular. Bu
yüzden, “araştırma merkezinin ekonomiye hızlı çözüm oluşturması” ihtiyacı şöyle tanımlanır:

Araştırma merkezinin ekonominin değişen ihtiyaçlarıyla daha iyi bütünleşmesi, ticaret A&G’sinde
[araştırma ve geliştirme] büyümeyi ve çok uluslu firmaları İngiliz A&G yoğunluklarını kendi
sanayilerinde en iyi olmaya doğru artıran orta ölçekli firmalara destek olarak İngiltere’ye yatırım
yapmaya özendirme yoluyla yeniliği ve de yeni girişimlerin oluşması ve hızlı büyümesi yoluyla
teknolojiye dayalı yeni sektörler yaratmayı teşvik etmeyi desteklemelidir. 15

Üniversiteler, “araştırma merkezi”nin en önemli parçası olduğundan, bu, onların, “ekonominin


değişen ihtiyaçlarına” daha sıkı bir şekilde tabi olmak zorunda oldukları anlamına gelir. Bu hedef,
2003’te, üç ana amacından birini “bilginin refah yaratmada kullanımında daha iyi bir ilerleme"
olarak koyan o zamanki eğitim bakanı Charles Clarke tarafından ayrıntılı bir şekilde
anlatılmıştır. 16

Brown, bu çabanın bir parçası olarak Financial Times’ın önceki editörü ve İngiliz Sanayi
Federasyonu’nun genel yöneticisi Richard Lambert’ı üniversiteler ve iş dünyası arasındaki
ilişkileri geliştirmenin yollarını aramak için yetkilendirmiştir. Bu amacın altında, Brown’un diğer
gelişmiş kapitalist ekonomilerinkinden düşük olan İngiliz üretkenliğini sürekli bir şekilde
artırmaya olan ilgisi yatmaktadır.

14
H M Treasury, Science and Innovation Investment Framework 2004-2014, July 2004, www.hm-treasury.gov.uk,
paragraf 1.1, s. 5.
15
A.g.e., paragraf 1.19, s. 10-11.
16
The Future of Higher Education, s. 2.
13
Lambert, A&G’ye olan İngiliz yatırımının, verimlilik performansının ana belirleyicisinin, diğer
ekonomilerin verimlilik performanslarıyla karşılaştırıldığında düşüş halinde olduğu gerçeğine
dikkat çekiyor: “1981’de, İngiltere’nin A&G’ye toplam harcaması, Almanya dışında, diğer başta
gelen sanayi ülkelerini yönlendiren Group of Seven (G7) üyelerinin herhangi birinin
harcamasından daha yüksektir. İngiltere, 1999’a kadar, Almanya, ABD, Fransa ve Japonya’nın
gerisinde kalıyordu ve sadece Kanada’ya ayak uyduruyordu.” Ayrıca, İngiliz A&G yatırımı, küçük
sektörlere, özellikle ecza, biyoteknoloji, savunma ve uzaya yoğunlaştırılmıştır ve “diğer ana
sektörlerin özellikle de elektronik, elektrik, kimya, mühendislik, yazılım ve bilgi teknolojileri
hizmetlerininkilerden [uluslararası ortalamaya göre] daha düşüktür”. 17

Bu örüntü, bir yüzyıldan fazla bir süreden beri üretim sanayisindeki düşük-yatırımın kronik
problemlerinden yakınan İngiliz kapitalizminin genel özelliklerini daha açık yansıtmaktadır.
A&G’nin yoğunlaştığı alanlar, görece güçlü İngiliz temelli sanayi şirketlerinin bulunduğu alanlar
arasındadır. Fakat Lambert uyarıyor: “Bütün bu şirketler şimdilerde küresel karakterdedir ve hepsi
İngiltere ile bir on yıl öncesinden daha az kültürel ve entelektüel bağlara sahiptirler.” Uluslar ötesi
şirketler kendi faaliyetlerini kendi ana pazarlarına daha yakın konumlandırma eğiliminde
olduğundan A&G’lerini gittikçe Britanya’dan uzağa kaydırabiliyorlar. 18

Fakat Lambert A&G’nin yürütülüşüne dair daha geniş çaptaki değişikliklere işaret eder. 20.
yüzyılın başlangıcından beri, büyük şirketler kendi laboratuarlarında araştırma yapma
eğilimindeler. Lambert’in söylediği doğruydu, Alman kimyasal sanayisi ve Amerika’daki Bell
laboratuarları bu duruma örnek olarak verilebilirler; ancak koşullar artık değişmeye başlıyor.
Ürünler şimdi öyle karmaşıklaştı ki, araştırma için tek bir şirketin karşılayabildiğinden çok daha
geniş teknolojilere ihtiyaç duyulmaktadır. Şiddetli rekabet büyük şirketleri dahi “ana” faaliyetlere
yoğunlaşarak, laboratuarlarını azaltarak veya laboratuarlarını kapatarak maliyeti düşürmeye
zorladı. Bunun sonucunda, bireysel araştırmacıların etrafta dolaşmaları ve hatta risk alabilen
kapitalistlerden finans sağlayarak kendi küçük şirketlerini kurmaları daha kolay hale getirildi.

Fakat üretkenliği ve rekabetçiliği geliştirmede A&G çok önemli olarak kalmaya devam ediyor.
Lambert, şirketler tarafından terk edilen ticari durgunluğu canlandırmanın üniversitelerin ve
devletin işi olduğunu savunuyor:

Bu değişen ortamda, üniversiteler potansiyel olarak iş dünyası için çok çekici ortaklardır. İyi
üniversite araştırmacıları uluslararası çevrelerde çalışır: Onlar, kendi alanlarındaki en son/en ileri

17
Lambert Review of Business-University Collaboration: Final Report, December 2003, www.lambertreview.org.uk,
paragraf 2.4, s. 15, paragraf 2.6, s. 17.
18
A.g.e., paragraf 2.10, s. 18.
14
çalışmaların dünyada nerede olduğunu bilirler. Kurumsal veya kamusal araştırma faaliyetlerinden
farklı olarak, üniversite laboratuarları devamlı olarak öğrenciler, lisansüstü öğrencileri ve
öğretmenler şeklinde zeki yeni araştırmacıların gelmesiyle tazeleniyor. 19

Amerikalı işletmeci akademisyen Henry Chesbrough’ın ifade ettiği üzere,

1960’lardan bu yana bu [ticari] laboratuarlardan dışarı yayılan yenilikler zenginliğinin


laboratuarların yönelimlerinin temel araştırmalardan uzaklaşmış olduğu dikkate alındığında,
gelecekte o laboratuarlarda tekrar meydana gelmesi olası görünmüyor. Bundan 20 yıl sonrasının
yeniliklerini yaratacak olan başlangıç sermayesi, toplumda başka bir yerden sağlanmak zorunda
kalınacaktır. Hükümetler ve üniversiteler bu dengesizliği ele almaya ihtiyaç duyacaktır. Gittikçe,
üniversite sistemi temel buluşların yeri olacaktır ve sanayi, bu buluşları uygun iş modelleri
aracılığıyla ticarileştirilmiş yenilikçi ürünlere dönüştürmek için üniversitelerle çalışmaya ihtiyaç
duyacaktır. 20

Bununla birlikte, Lambert, “bu değişimin, özellikle ticari araştırmaların değil de, üniversitelerde
yapılan araştırma sonuçlarının uluslararası rekabette önemli bir yeri olan İngiltere için önemli
olduğunu, gerektiği gibi idare edildiğinde, bu yeni ortaklıklar sayesinde İngiliz iş dünyası için
onun rekabetçi yönünü sivrilten önemli fırsatlar olabileceğini” 21 iddia etmektedir. Çeşitli
uluslararası performans göstergelerine göre, İngiliz üniversiteleri genellikle dünyada (ABD
üniversiteleri daima bir numara iken) iki veya üç numaradır; bu, İngiliz şirketlerinin küresel
sıralamasının çok önündedir. 22 Bundan dolayı akademi, sanayinin yardımına koşulmaktadır.

Bütün bu yaşananlarda paradoksal bir durum vardır. Neo-liberalizme göre, özel teşebbüs en
iyisidir. Bu iddia, Yeni İşçi Partisi tarafından sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi için
mantıklı bir gerekçe olarak sunuluyor. Fakat A&G’ye gelindiğinde, A&G rekabet için çok önemli
olduğundan, özel şirketler keyfi bir biçimde üniversitelerin ve onların arkasındaki devletin bu rolü
üstlenmesini bekliyor ve en önemli, uzun vadeli yatırımlarında kesinti yapıyorlar.

Marksist bir perspektiften bu, çok da şaşırtıcı bir durum değil, çünkü devlet, sayesinde kendi
faaliyetlerini yürütmek için ihtiyaç duyduğu kaynakları yönettiği ekonominin dirliğine bağımlıdır.
Kapitalist bir toplumda bu, devleti yönetenleri, ekonomiye egemen olan şirketlerin karlılığını ve
büyümesini geliştirmeyle ilgilenmeye sevk eder. Onlar, bunu yapmada başarısız olduklarında, bu
şirketler onları cezalandıracaktır; örneğin, sermayelerini ülke dışına çıkarabilirler, bu durumda
borçlanma devlet için daha pahalı hale gelir ve döviz kuru piyasadaki paranın aşağısında olmaya

19
A.g.e., 1.17, s. 11.
20
A.g.e., 1.19, s. 11.
21
A.g.e., 1.3, s. 9.
22
Science and Innovation Investment Framework 2004-2014, Appendix B, “Setting Targets and Measuring Progress”.
15
zorlanır.

Blair ve Brown döneminde Yeni İşçi Partisi şu sonuca ulaştı: bu türden sermaye kavgalarını
hızlandırmaktan ziyade, hükümetler büyük dev şirketlerin geçici heveslerini köle gibi takip
etmelidir. Geçmişte olduğu gibi, bu genellikle kapitalistlerin ilgilendiği fakat onların bireysel
olarak üstlenmek için fazla pahalı buldukları faaliyetleri devlete yüklemeleridir. Bu, devletin
neden 20. yüzyılın ilk yarısında işgücünün ve onun çocuklarının sağlıklı ve iyi eğitimli—ve bu
yüzden becerikli ve uysal—olması işini üstelendiğinin sebeplerinden biridir.

Tories ve Yeni İşçi Partisi döneminde devlet yeniden yapılandırıldı—refahın sağlanması


yürürlükten kaldırılmadı ama kesintiye uğratıldı ve mümkün olduğunca özelleştirildi, devletin
baskıcı tarafı—silahlı kuvvetler, polis, hapishaneler, güvenlik servisleri—kuvvetlendirildi ve
kaynaklar, özel şirketleri daha rekabetçi yapmaya yardım etmek için transfer edildi.
Yükseköğretimde olanlar bunun bir örneğidir. Hükümet, 2002’de gayri safi yurt içi hasılanın
1,86’sı olan İngiltere’nin toplam A&G yatırımını, 2014’te 2,5 civarlarına yükseltmeyi istiyor. Bu
maksatla, kamu araştırmalarına yapılan harcamaların, enflasyonun ardından, 2004-2005 ve 2007-
2008 yılları arasında yılda 5,8 oranına yükselmesi beklenmektedir. 23

Ancak bu para, üniversitelere, hangi araştırmanın değerli olduğuna inanıyorlarsa, ona harcamaları
için verilmiyor. Aksine, hâlihazırda gördüğümüz gibi, hükümetin hedefi, “bilgiyi (rekabetin ve
kârın mantığına göre) zenginlik yaratma uğruna kullanmaktır”. Leadbeater çok daha yalın ve katı
bir şekilde bu durumu açıklar: “Üniversiteler, sadece öğrenim ve araştırma merkezleri
olmamalıydı, aynı zamanda yerel ekonomilerde yenilik şebekeleri için merkezler olmalıydılar.
Örneğin üniversiteler, bilgi ve becerilerini, şirketlerin, kar amaçlı bölünüp parçalanması
biçimindeki yeniden yapılanmasına yardım edebilirlerdi. Üniversiteler, bilgi ekonomisinin maden
ocağı işletmeleri olmalıydı”. 24 Maden çıkarmak ifadesi ilginç bir metafor çünkü maden ocakları
hem çevre için hem de madenlerde çalışanlar için olumsuz çağrışımlara sahiptir. Aslında, bu
çöküş süreci şimdiden İngiliz üniversitelerinde iyice ilerlemiş durumdadır.

Bütün bunlarda tarihsel bir ironi vardır. 1960’ların radikal öğrencileri, üniversiteleri, ayrıcalığın
fildişi kuleleri olarak suçluyor ve üniversitelerin faaliyetlerinin halkın büyük bir kısmıyla ilgili
hale gelmesini, toplumsallaşmasını talep ediyorlardı. 25 Tori’ler ve Yeni İşçi Partisi aynı şekilde
“toplumsallaşmanın” dilini benimsediler. Onlar da, akademik fildişi kuleyi suçladılar, ama çok
farklı öncelikler adına. 1960’ların öğrenci hareketleri, üniversiteyi dönüştürmeyi ve bu süreçte

23
Science and Innovation Investment Framework 2004-2014, paragraf 1.4, 1.6, s. 7.
24
C Leadbeater, Living on Thin Air, s. 114.
25
Örneğin, A Cockburn ve R Blackburn (ed.), Student Power (Harmondsworth, 1969).
16
onu kapitalizmden kurtarmayı istediler. Bugün hükümet ve iş dünyası üniversiteyi, onu
kapitalizme sistematik olarak tabii kılmak için dönüştürmek istiyor.

17
Üniversiteler Madenini Soymak

İngiltere’de yüksek öğrenimin neo-liberal bir şekilde yeniden inşası, 20 yılı aşkın bir süredir
devam etmektedir. Bu durum, maliyeti azaltma adı altında Thatcher ile başladı: Tories’in kamu
harcamalarını azaltma yönünde daha geniş bir girişiminin bir parçası olarak, üniversitelere
aktarılan kaynak azaltıldı. Ama Mayor ve Blair dönemlerinde vurgu, ucuz üniversiteleri
genişletmeye doğru değiştirildi.

Bu durum, akademik bürokratların “kaynak birimi” olarak adlandırdıkları, devletin öğrenci başına
tahsis ettiği para miktarında giderek azalma biçiminde yansıdı. Bunun anlamı, artan üniversite
öğrenci sayısı karşısında, üniversite emekçilerinin onlara sundukları öğretim ve başka hizmetlerde
daha üretken hale gelmesidir. 30 yıl önce, okutmanlar ortalama 9 öğrenciye ders veriyorlarsa,
şimdi %150 artışla, 21 öğrenciye ders veriyorlar. 26 Özellikle, yeni üniversitelerde, bu yük, bu
ortalamadan daha da fazladır. Örneğin, birinci sınıf öğrencilerine 500–600 kişilik gruplar halinde
eğitim verilmektedir.

Aynı zamanda, akademik ücretler nispi olarak düşmüştür. 1981’den 2001’e kadar, kafa emeğinin
ortalama kazancı ortalama enflasyondan sonra % 57.6 oranında artarken, aynı dönemde, eski
üniversitelerdeki B ölçeğinin üzerindeki akademisyenlerin maaşları enflasyonun üzerinde % 6.1
oranında ve yeni üniversitelerdeki 6. noktadaki kıdemli öğrenim üyelerinin maaşları enflasyondan
sonra % 7.6 oranında artış gösterdi. 2003 Nisan ayına kadarki son 10 yılda akademik personelin
kazançlarının gerçek ortalaması % 6.6 oranında artmıştır; bu oran, muhasebeciler için % 12.1,
ortaöğrenim öğretmenleri için %12.3, pratisyen hekimler için % 26.6, yöneticiler ve kıdemli
memurlar için% 321.6’dır. 27

Akademik personeli sıkıştıran üretkenlik başka biçimler de aldı. En önemlilerinden biri, ilk defa
1986’da Tories döneminde getirilen Araştırma Değerlendirme Uygulamasıdır (ADU). Bu
uygulama, ülkedeki üniversitelerin bölümlerinde ve enstitülerinde yürütülen araştırmaların
niteliğini kısmen düzensiz aralıklarla (sonuncusu 2001’deydi ve 2008’de son halini aldı)
değerlendirmek üzere geliştirilmiştir.

Bundan sonra, enstitülerin ve bölümlerin sıralamaları, bütçe hacimlerini temellendirmek için


kullanıla gelmiştir. İngiltere Yüksek Öğrenim Kurulu (İYÖK) veya İngiltere’nin herhangi bir
yerindeki muadilleri, üniversitelere “kalite ile ilişkili” (Kİ) (yüksek öğrenimde kullanılan dil,
kısaltmalarla ve saçma sapan bürokratik sözcüklerle doludur) olarak bütçe tahsis eder. Bu,

26
AUT, “The Pay Campaign in Brief”, www. Aut.org.uk
27
AUT, “The Academic Pay Shortfall 1981-2003”, www.aut.org.uk
18
üniversitelerin araştırma bütçelerinin en büyük kaynağıdır ve sadece eğitim veren kurum olmanın
ötesindeki işlevlerini yerine getirebilmeleri için çok hayatidir (bir diğer önemli kaynak, devlerin
Araştırma Kurulu’nun, devletin “ikili-destek” sistemi ile bazı özel projelere ödenek tahsis
etmesidir).

ADU, neo-liberalizmin mantığını fazlasıyla yansıtır. Akademisyenler, hem öğretmek hem de


araştırma yapmak üzere işe alınırlar (maaşlarının 2,5’i kuramsal olarak araştırma yapmaları için
ödenir). O halde üretkenlikleri nasıl ölçülecektir? Ölçümün yapılabilmesi için, sanayi ile
benzeştirirsek, ölçülebilecek, bir takım fiziksel çıktıların olması gerekmektedir. Akademisyenlerin
apaçık ürünleri, yayınlarıdır. Ama makale ve kitap sayılarının da bir şey ölçemeyeceği son
zamanlarda açıkça görülmüştür çünkü bir sürü zırvalıkla sayfalar doldurmak mümkündür.
Dolayısıyla ADU, daha çok meslektaşlarının katıldığı panelleri ve diğer akademik etkinlikleri
değerlendiren bir hakemlik süreci gibi çalışmaya başladı. Artık her bir akademisyen,
değerlendirilmek üzere dört adet “araştırma çıktısı” sunmak zorundadır; bunlar (genellikle
ABD’deki sıralama esas alınarak) “yüksek puanlı” dergilerde yayımlanıp yayımlanmadığına göre
değerlendirilirler.

Pek çok mantıksızlıklarla dolu olan ADU, giderek masraflı ve zaman kaybı olmaya başlamıştır.
Örneğin, üniversiteler, “üretken olmayan” akademisyenlerini, sıralamalarını düşürmesinler diye
kayıt dışı tutmaya çabalamaktadırlar. Bu nedenle bazı öğretim üyelerinin sözleşmelerini “yalnızca
ders verecek” şeklinde düzenlerler, böylelikle o öğretim üyeleri ADU’nun amaçları doğrultusunda
değerlendirilmez. Bu uygulama pek çok yönüyle Sovyetler Birliği’ndeki eski bürokratik komuta
ekonomisine benzemektedir: Stalinist girişimin yöneticilerinin merkezi planlamayı yanıltmaya
çalışmaları gibi, üniversiteler de, üniversitelerin bütçelerinin büyük bir kısmı ADU’nun
sıralamasına bağlı olduğu için, ADU’ya gönderdikleri rakamlarda oynamaya çalışırlar.

ADU’nun bütçesi hakkındaki eleştirilere cevaben 2006 Mart’ında Gordon Brown devletin, sistemi
var olan hakemlik işlevine ve Araştırma Kurumu’ndan alınan gelir gibi kurumların başarılarının
niceliksel hedefleri gibi “ölçülere” dayanan Kİ fonunun tahsisine son vererek basitleştirmeyi
tasarladığını açıkladı. 28

Bu, var olan sistemde bulunan mantıksızlıkları pekiştirecektir; Araştırma Kurumu’ndan pek pay
alamayan edebiyat ve beşeri bilimler bu durumdan daha kötü etkilenecektir. Her durumda bütün
yapı, serbest piyasa merkezli ideolojiye sahip devletin üniversiteler üzerindeki kontrolünün

28
H M Treasury, Science and Innovation Investment Framework 2004-2014: Next Steps, March 2006, www.hm-
treasury.gov.uk, bölüm 4.
19
artmasının bir örneğidir. Dolayısıyla, okullardaki Eğitim Standartları Ofisi gibi, üniversite
öğretmenliği de merkezi olarak Kalite Güvencesi Acentesi (KGA) tarafından yönetilecektir.

ADU derinden derinden üniversiteleri İngiliz yüksek okullarına çevirdi, hatta pek çok açıdan
onlardan daha kötü oldu. Değerlendirme, giderek, akademisyenlerin bireysel başarılarıyla
sınırlandırıldı. Örneğin 2008’deki çalışmada, bir kimsenin araştırması şu kıstaslara göre
notlandırılacaktır—“Dört yıldız: Dünyanın önde gelen kalitesi… Üç yıldız: Uluslararası
mükemmellikte kalite… İki yıldız: Uluslararası tanınırlıkta kalite… Bir yıldız: Ulusal tanınırlıkta
kalite… Tasnif dışı”: boş ver. 29 Çok düşük gelirin sıralamadaki maliyeti çok yüksek olduğundan
kurumlar, uluslararası (neden gezegenler arası değil?) mertebe üzerine saçma sapan şişirilmiş
iddiaları örnek göstererek, olabildiği kadar çok çalışanını yüksek notlara doğru zorlayacaktır.

ADU, üniversitelerde rekabet mantığını içselleştirmenin anahtar mekanizması haline gelmiştir.


Her bir akademisyen, kariyer beklentisinin ADU’da ne kadar iyi olduğuna bağlı olduğunu bilir.
Bu onu, zamanını derslerine ve çalışma arkadaşlarıyla işbirliğine değil de kendi araştırmalarına
yoğunlaştırması gerektiği konusunda güdüler. Akademisyenler, araştırma ödülleri kazanarak, idari
işlerin ve öğrenimin ağır yükünden sıyrılmaya çalışırlar. Başarılı oldukları zaman onların
öğretmenlik yükü bir başkasına veya bir öğrenim asistana devredilerek geçici olarak azaltılır.

Bu, üniversitelerin giderek hiyerarşikleşen yapısına basit katkılardan birisidir. Bunlardan en


bilineni yıldız sistemidir. ADU sıralamalarını geliştirmek için üniversiteler, genellikle uluslararası
üne sahip en üst sıralardaki araştırmacıları çekmek için yarışırlar. Bu yıldızlara, ilave yüksek
maaşlar, az derse girmek veya hiç girmemek, idari işlerde görev almamak gibi ödüller belli
dönemlerde verilir. Bu durumun sonucu, ast üst sistemidir. Birinci ligdeki büyük akademisyenler
en üstte yer alır, daha az maaşla çok iş yapan “sıradan” akademisyenler kitlesi ortadadır. En altta
da, sayıları giderek artan, çoğunluğu doktora tezlerini bitirmek üzere olan araştırma
görevlilerinden oluşan, saat üzerinden ücretlendirilen geçici personel yer alır.

Giderek artan hiyerarşi yalnızca akademisyenler arasında değil, üniversiteler arasında da


mevcuttur. Lambert’in işaret ettiği üzere, 2000-2001 yılları arasında araştırma fonlarının en
önemli üç kaynağının (Kİ-İYÖK, Araştırma Kurumu’nun ödülleri, sanayi araştırma ödülleri ve
sözleşmeleri) % 60-68’i 15 İngiliz üniversitesi tarafından alınmıştır. Bunlar: Oxford, Cambridge,

29
HEFCE, RAE 2008: Guidance on Submissions, June 2005, www.rae.ac.uk, Appendix A, s. 31.
20
University College London, Imperial College, King’s College London, Manchester, Birmingham,
Leeds, Sheffield ve Southhampton. 30

Araştırma fonu alamayan üniversitelerin öğrenim yapmaktan başka bir şansı yoktur. Bu işbölümü
var olan sistemde kaçınılmaz bir hal almıştır. Ama genelde devlet politikası, özelde de ADU bu
hiyerarşiyi güçlendirir ve yeniden tesis eder. 2001’de ADU kurumları yıldızlı 5 de dahil olmak
üzere 1-5 arasında derecelendirildiler. Bu çalışma sonlandırıldıktan sonra, devlet en üstte yıldızlı
6’nın bulunduğu yeni bir derecelendirme icat etti ve gerçek zamanda aldıkları paranın miktarını
arttırdı. Yıldızlı 5 alan bölümlere ayrılan pay enflasyondan sonra aynı kaldı ve tüm diğerlerinin
gerçek zamanda parası kesildi! Devlet esasında kale direklerine oynadı. Ardından, Yüksek Eğitim
ve Yaşam Boyu Öğrenme Devlet Bakanı Margaret Hodge şunları ifade etti: Biz, öncelikle dünya
çapında kurumların finansmanına yoğunlaşmak istiyoruz ve ikinci olarak, onların yukarı doğru
çıkan yürüyen merdivenler olduklarını göstermeyi hedefliyoruz.” 31

İngiltere Felsefe Derneği’nin yaptığı bir çalışma, araştırma fonunun nasıl yoğun hale geldiğini
ortaya koyuyor. 2006-2007 yılları arasında, 10 milyon sterlin değerindeki Kİ’nin felsefe bölümleri
arasındaki dağılımı şöyledir:

5* 33,634 £ personelin faal araştırması başına (6 bölüm)

5 26,579 £ (16 bölüm)

4 8,520 £ (10 bölüm)

4 altı hiçbir şey (12 bölüm)

Yüksek Öğrenimin Geleceği, Beyaz Gazetesi yoğunlaştırılmış araştırma fonunun arkasındaki


mantığı şöyle ortaya koyuyor:

Uluslararası karşılaştırmalar Almanya, Hollanda ve ABD gibi diğer ülkelerin araştırmalarını görece
az sayıda üniversitede (araştırma ve araştırmanın ödülünün derecesi “dört-yıllık” kurumların
1600’ünden 200’ü ile sınırlandırılır) yoğunlaştırdığını gösteriyor. Benzer şekilde, Çin hükümeti de
araştırma fonlarını, dünya çapındaki 10 üniversite olma ölçütü ile yoğunlaştırmayı tasarlamaktadır;
Hindistan’da tüm ülke genelinde 5 adet Ulusal Teknoloji Enstitüsü bulunmaktadır. Bu durum bize,
araştırmamızın nasıl örgütlendiğine tekrar bakmamız ve dünyanın en iyileriyle yarışabilecek pek çok
enstitümüz olduğundan emin olmamız gerektiğini hatırlatır. 32

30
Lambert Review, Tablo 6.1, s. 82.
31
House of Commons Education and Skills Committee, The Future of Higher Education: Fifth Report of Session
2002-3, I, HC 425-1, 10 Temmuz ‘003, www.dfes.gov.uk, paragraf 8 ve 9, s. 8.
32
The Future of Higher Education, paragraf I.I4, s. 13-4.
21
Genellikle, özellikle Çin ve Hindistan’ın da dahil olduğu uluslararası rekabet tehdidi yeniden
yapılandırmayı haklı çıkarmak için kullanılır. Yoğunlaştırılmış araştırma fonu politikasının
mantığı ve amacı ABD’dekine benzer, dünya çapındaki elit enstitülerin, araştırmanın da yapıldığı
ama asıl eğitime yoğunlaşılan görece çok sayıda olan üniversitelerin ve en altta da Amerikan halk
kolejlerinin dengi sayılabilecek, yoksul emekçi sınıfa mensup öğrencilere yönelik meslek dersleri
veren okulların olduğu bir üniversite sistemi yaratmaktır. Kurumların bu hiyerarşisi sınıfsal
eşitsizlikleri yeniden üretmeye yardımcı olmaktadır.

Sonuç olarak İngiliz Üniversitelerinde eğitim araştırmanın gerisinde kalmaktadır. Hem kurumsal
hem de bireysel düzeyde, başarı ve ödül araştırma performansından kazanılır. Bu durum, ders
seçmede özgürlüğün tadını çıkartan öğrencileri müşteri gibi gören yaygın ideoloji ile çelişiyor gibi
görünebilir ama bu durum son yirmi yıl boyunca yeniden inşa edilen yükseköğretimin kaçınılmaz
bir sonucudur. Tüketici ideoloji tarafından meşrulaştırılan KGA’nın zorla sisteme girmesi,
devletin üniversiteler üzerindeki daha ileri bir deneyim mekanizmasını da beraberinde getirir ama
sistemin temel karakterini değiştirmez.

Öğrenime verilen bu az öncelik üniversite derslerinin parçalara ayrılması ile pekiştirilir. Derslerin
tek düze hale getirilmesi ve idealinde değiştirilebilir lokma büyüklüğünde parçalara
dönüştürülmesi ile öğrenciler kendi dereceleri doğrultusunda dersleri karıştırabilir ve seçebilirler.
Bu değişimin asıl kurbanı öğrencilerdir. Ortaçağ’a özgü üç dönemli sistemin, öğrencilerin
alabileceği gerçek öğrenim haftalarının azaltılarak, Amerikan tarzı 15 haftalık sömestrlere
dönüşmesi etkisi ile bir araya geldiğinde, aldıkları dereceler, entelektüel tutarlılıktan yoksundur.

Bu ayarlamanın başka bir uygulaması yüksek bir “araştırma üniversitesi” yapmadaki


başarısızlığın faturasıdır. İyi bir miktarda araştırma fonu almakta başarısız olan kurumların göreli
rekabet gücünde daha fazla düşüş olacaktır. Böylelikle baştaki yönelim veya zayıflık kendisini
doğrular hale gelir şöyle ki; eleman alınımında düşüş, araştırma gelirinin yokluğu, personelin
moralinin bozulması, geleceğinin “yalnızca-eğitim” veren bir kurum olması gibi.

Dolayısıyla üniversite yöneticileri, kendi kurumlarını olabildiği kadar üretken ve rekabetçi


yapmak konusunda aşırı güdülenmişlerdir. Birkaç yıl önce kıdemli akademisyenlerin bir
toplantısına katıldım. Bu toplantıda, Downing Street’in bir danışmanının, İngiltere’nin yalnızca en
iyi Amerikan üniversiteleri ile yarışabilecek “dünya çapında” yarım düzine üniversiteyi
destekleyebileceğini söylediği aktarıldı. Bu türden bir tahmin, Russell Group’un “araştırma
yoğunluklu” 19 üniversitesinin rektörlerinin kanını dondurmak için hesaplanmıştır çünkü her biri

22
çaresizce kendi kurumlarının o seviyedekilerden birisi olmasını sağlamak için mücadele ediyor.
Rekabet mantığında gömülü olan bu türden kaygılar yükseköğretime giderek daha fazla sızıyor.

Bu mantık, araştırmadan başka alanlarda da işlemektedir. Uluslararası—yani Avrupa Birliği’nin


dışından gelen—öğrencilerin ödediği yüksek harçlar, üniversitelerin kendilerini yeniden
yapılandırmaları için güçlü bir teşvik sağlamaktadır. Uluslararası öğrenciler kurumların nakit
sıkıntısına hayati bir gelir kaynağı sunarlar. 2004-2005 yılında, İngiliz üniversitelerinde 217000’i
aşkın uluslararası öğrenci vardı: Çin (geniş hareket serbestisi ile en büyük kaynak), ABD,
Hindistan, Malezya ve Hong Kong en çok öğrenci sağlayan ülkeler. 33

London School of Economics ve School of Oriental and African Studies olağanüstü bir şekilde
toplam gelirlerinin üçte birini uluslararası öğrencilerin harçlarından karşılamaktadırlar, ama
araştırma fonu alamayan pek çok yeni üniversite yurtdışından öğrenci çekmekte pek de başarılı
olamamaktadırlar. 34 Öte yandan, İngiliz üniversiteleri, yurtdışından öğrenci çekmekte dünya
ölçeğinde benzerleri (özellikle ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngilizce konuşulan
ülkeler) ile rekabet edebilmektedir.

O nedenle, üniversiteler, kendi kontrollerinin dışındaki güçlere bağımlıdır—örneğin, devletin vize


politikalarındaki değişiklikler (11 Eylül 2001’den bu yana temel sorun budur), uluslararası
ekonomik krizler (örneğin, 1990’ların sonunda Doğu Asya’yı vuran kriz) ve Çin gibi uluslararası
öğrenci sağlayan ülkelerde daha sağlam üniversite sistemlerinin gelişmesi. Giderek daha fazla
üniversite, uluslararası öğrenci kapmak için kendilerini küresel pazara bağımlı hale getiriyorlar,
böylelikle, kendilerini dalgalanmalara da daha fazla maruz bırakıyorlar.

Rekabet mantığı, merkezi yönetimi içerisinde barındırır. Rekabetçi olmayan bölümlerden ve


çalışanlardan kurtulmak, geri kalanlardan daha yüksek üretkenlik beklemek, kolay kolay
demokratik tartışma ve karar verme süreci ile yapılamaz. Gücün, iş gücü üzerindeki gerekli
düzenlemeleri yapmaları için uygun bir şekilde ödüllendirilen yüksek düzeydeki yöneticilerin
elinde toplanması gerekmektedir. Bu süreç, İngiliz üniversitelerinde başarıyla uygulandı.

Bu ülkedeki üniversite geleneğinde meslektaşlar arasında işbirliği vurgusunun bir damgası vardır.
Duygusallaştırmanın pek bir anlamı yok ama bu gelenek, bir bilgin toplumu olarak görülen klasik
ortaçağ anlayışındaki üniversitelere dayanır. Akademisyenlerin üniversiteleri kolektif bir şekilde
çalıştırması düşüncesi, Oxford ve Cambridge gibi en ayrıcalıklı üniversitelerde köklü bir şekilde
yerleşiktir. En kötüsü de bu kurumlarda, uyuşukluk, esrime hali ve cemaat sistemine geçit verilir.

33
D McLeod, “Overseas Student Numbers Rise”, Guardian, 13 March 2006.
34
D McLeod, “International Rescue”, Guardian, 18 April 2006.
23
Ama üniversite sisteminde genel olarak meslektaşlar arası işbirliğinin, akademisyenlerin kendi
çalışmaları üzerinde önemli derecede katkısı olduğu anlamına gelirdi.

Ama şimdinin gerçekliği çok farklı. Üniversitelerin neo-liberal bir biçimde yeniden
yapılandırması, gücün kendi içlerinde yeniden dağıtımına neden oldu. Ayrıcalıklı yönetimsel bir
elit oluşum, yeni politikaları uygulamak üzere ortaya çıktı. Bazıları deneyimli akademisyenlerden,
diğerleri de kamu veya özel sektörden devşirildi. Onların PowerPoint sunuları İşletme okullarında
öğretilen tumturaklı sözcüklerle ve anlamsız bürokrasi diliyle bezelidir. Ama maalesef onları bir
şaka gibi göz ardı edemezsiniz çünkü entelektüel değerler temelinde değil ama son sözü
söyleyerek kararları verenler onlardır. Bu şablon, hiyerarşiyi aşağı doğru yeniden örgütleyerek
bölüm başkanlarını da, tepedeki yönetimin kararlarını uygulamak zorunda olan ara yöneticiler
haline getirmiştir.

Bu süreç, devletin üniversiteler için öngördüğü şirketlerin çalışma modelini yansıtıyor. Lambert
Review üniversite yönetimine özel bir önem atfeder: “Pek çok üniversite kendi yapısını yeniden
düzenliyor ve komitelerin otoritesini, akademisyenlerin ve idari yöneticilerin ellerine teslim
ediyor. Bunun sonucu, daha hızlı karar alma ve daha dinamik bir yönetimdir. Bu yüzden, diğer
üniversiteler de sektördeki en iyi uygulamayı örnek almalı ve sürdürmelidir.” Lambert rektörün
rolünü özellikle vurgular:

Rektörün uzak görüşlülüğü ve yöneticilik becerileri üniversitenin başarısını ve gelecekteki halini


herhangi bir kişiden daha fazla belirler. Rektörün rolü şimdi her yıl yüz milyon sterlinden daha
fazla bir bütçeyi idare eden bir şef yöneticiye benzemektedir. Uzun dönem sürdürülebilir finansal
planları ve stratejileri uygulamanın ve geliştirmenin zorluğu, önemli derecede—akademik olduğu
kadar—yönetimsel ve stratejik liderlik gerektirmektedir. 35

Elbette bu, Tony Blair tarafından da sürekli değinilen, Bill Gates ve Warren Buffet gibi
milyarderleri kahramanlaştırmayı yaygınlaştırmak için kullanılan bir tür “liderlik” ideolojisidir.
Dolayısıyla, rektörlerin kendilerine kattıkları hava ve zarafet—aldıkları cömert maaşlar—onların
kişisel kibir ve açgözlülük sorunu değildir. Genel olarak, neo-liberal mantığı yansıtırlar: eğer bir
rektör, bir şirketin CEO’su gibi bir üniversiteyi yönetiyorsa, o zaman bir CEO gibi davranmalı ve
bir CEO kadar kazanmalıdır.

Üniversite patronlarının ve rektörlerinin kendilerinin durumunu açıklama biçimi bu şekildedir.


2006’da maaşlar üzerinden yapılan tartışmada açığa çıktığı üzere, bir üniversite patronunun
ortalama maaşı, bir yılda 158000 sterline yükseldi, bu rakam, üç yıl öncekinden %25 daha

35
Lambert Review, paragraf 7.10, s. 95, paragraf 7.23, s. 99.
24
fazladır. 33 rektör, başbakandan daha fazla alıyor ve onlardan 18’i bir yılda 200000’in üzerinde
kazanıyorlardı. İngiliz Üniversiteleri ve Kolejleri Patronları Derneği şöyle bir açıklama yaptı:
“Rektörler, milyon poundluk kurumları ve siteleri işleten baş yönetici olarak zahmetli bir iş
yapıyorlar. Onların hizmetleri karşılığında yapılan ödeme, büyüyen sektördeki yeterli kapasitede,
deneyimde ve beceride olan bireyleri çekmek, tutmak ve ödüllendirmek içindir.” 36 Tıpatıp aynı
sav, yönetici maaşlarının tiksindirici yükselişini haklı kılmak için de kullanılmıştır. Örneğin,
ABD’deki CEO’ların ücretleri 1971’de ortalama maaşın 47 katıyken, 1999’da 2381 katı
olmuştur. 37

Üniversiteler sadece şirket gibi yönetilmiyor, aynı zamanda onlarla daha yakın çalışmaları için
sıkıştırılıyorlar. Lambert Review’de gördüğümüz üzere, Yeni Emek hükümetinin desteklemesiyle,
vurgu, “bilgi aktarımı” olarak adlandırılan sermaye tarafından doğrudan kullanılabilecek ve onun
yararına olan araştırmaların üniversite tarafından yapılmasıdır. Üniversiteler ve özel şirketler
arasındaki ortaklık, güçlü bir şekilde desteklenmektedir. Bu ortaklıklar çok çeşitli biçimlerde
olabilmektedir—üniversiteler şirketlerle araştırma sözleşmesi yapabilirler, onlara danışmanlık
hizmeti verebilirler, uzun dönemli işbirliği projeleri tasarlayabilirler veya şirketler üniversitelerde
yapılan keşifleri sömürmek için kendi ticari yöntemlerini yaratabilirler.

Devlet, bu etkinlikleri desteklemek için, “üçüncü akım finansman” adını verdiği Yüksek Öğrenim
Yeni Fikirler Fonu’nu (YÖYFF) ortaya atmıştır. YÖYFF’ün şöyle bir beyanı vardır: “Eğitimden
sonraki ikinci etkinliklerini üçüncü akıma kanalize ederek, üretkenliği ve iktisadi büyümeyi
besleyecek bazı Yüksek Öğrenim Kurumlarının potansiyellerini açığa çıkarmanın yollarını
araştırıyoruz.” 38 Bu yarım yamalak cümlenin anlatmak istediği, bazı üniversitelerin, kendi
araştırmalarını yürütmek yerine, sermaye için çalışmaları istendiğidir.

YÖYFF şimdi düzenli olarak Sermaye Raporları üretmektedir. Haziran 2006’da yayımlanan en
sonuncu rapor, Financial Times’a göre aşağıdakileri açığa çıkarmaktadır:

İngiliz üniversiteleri daha fazla özel sektör mantığına bürünmüştür.

2003-4’te lisans anlaşmalarının ve seçeneklerin sayısı, yüzde 198’den 2256’ya fırlamıştır. Lisans
mukavelelerinin, araştırma ve danışmanlık anlaşmalarının ve benzeri diğer etkinliklerin
gelirlerinin toplamı, 2003-2004’teki ekonomiye 2 milyar sterlin katkıda bulunmuştur.

36
M Taylor, “AUT Calls for Inquiry into Vice-Chancellors’ Pay”, Guardian, 9 March 2006.
37
G Dumenil and D Levy, “Neoliberal Trends”, s. 16-18.
38
“Third Stream as Second Mission”, 18 May 2006, www.hefce.ac.uk
25
Üniversiteler, buluşlarını lisanslamada artık daha başarılıdırlar. YÖYFF’ün politika memuru
Adrian Day şunu ifade etmektedir: “Teknolojinin ticarileşmesi beş yıl önce üniversiteler için yeni
bir sözcüktü, şirketlerle işbirliği yapmaları söyleniyordu ama kimse ne yapması gerektiğini
bilmiyordu. Bugün daha az şirket görüyoruz ama daha yüksek kalitedeler”. 39

Bazı yakınlaşmalar, sermaye için ciddi biçimde karlı hale geldi. Haziran 2006’daki İmparatorluk
Buluşları, Imperial College tarafından oluşturulmuştur. Imperial College, teknoloji aktarımı
şirketine sahip olan ve pazarda hisseleri satılan ilk üniversitedir. Finansal kurumlara % 14 hisse
satarak 25 milyon sterlin kazanmıştır. 40 İleri teknolojik fikirlerin karlı şirketlere dönüşümünü
Financial Times’ta bir uzman şöyle anlatıyor: “İki yıl içerisinde, İngiltere’nin en iyi araştırma
üniversitelerinin çoğu keşiflerine ve icatlarına dışarıdan erişim izni veren uzun dönemli
anlaşmalar imzalamış olacaklardır”. Böyle bir anlaşmayı on kurum halihazırda yapmıştır.
Düşünsel bir ürünü ticarileştiren şirketler, kalan diğer 30 yüksek kalitedeki üniversite ile anlaşma
yollarını aramaya çoktan girişmişlerdir" 41

39
J Boone, “Academics Learn to License Inventions”, Financial Times, 26 July 2006.
40
J Boone, “University Company Sells Stake for £25 Miilion”, Financial Times, 21 July 2006.
41
J Boone, “Most Colleges ‘Set to Sign Technology Transfer Deals’”, Financial Times, 1 August 2006.
26
Proleterleştirme ve İstikrarsızlık

Üniversitelerin yeniden yapılandırılması, çalışanların ve öğrencilerin durumunu çarpıcı biçimde


değiştirmiştir. Bu değişim iki sözcükle özetlenebilir: “proleterleştirme” ve “istikrarsızlık”. Bu
sözcükler göz korkutucu görünebilir ama aslında hitap ettikleri sosyal ve ekonomik gerçeklikler
de aynı şekilde göz korkutucudur. Proleterleştirme, piyasada emeğini satma yeteneğine bağlı
olarak ücretli işçiye indirgenme ve yöneten güçlere itaat etme sürecidir. İstikrarsızlık, neo-liberal
dönemdeki işçiler ve gelecekteki işçilerin kalıcı işsizliğin sınırında, günlük, geçici ve belki de
yarı-zamanlı işlerde veya birden çok işte çalışmak zorunda kaldığı güvencesizlik durumudur.

Geleneksel olarak, akademisyenler çalışanlar içerisinde görece ayrıcalıklı konumdaydılar.


Mevkileri vardı ve görece yüksek ücretli profesyonellerdi. Ayrıca, çalışırken hayli özerk hareket
ediyorlardı, çalışma zamanlarını kendileri ayarlayabiliyor ve diğer ücretlilerin aksine, öğretme
işini ne zaman yapacaklarına, kendileri karar verebiliyorlardı. Bu özel olma hissi, genellikle
akademik kadronun çalıştıkları üniversitelerde oynadıkları rolle pekiştiriliyordu. Bu koşullar,
üniversitenin üyelerinin ortak ilgileri paylaşan üyelerden oluşan bir topluluk olarak algılanmasının
maddi temelini oluşturdu. Bu koşullar eski üniversitelerde Üniversite Öğrenim Elemanları
Birliği'nin (ÖEB) geleneksel olarak kendisini, sendikal değil, profesyonel bir birlik olarak
görmesinde ortaya çıkmaktadır.

Bu ayrıcalıklı durum, üniversitelerin 19. yüzyıldan bu yana, genellikle genç erkeklerden oluşan
azınlıklardan, modern kurumlara dönüşüm rolünü yansıtmıştır. Oxbridge, dünya imparatorluğunu
yürütmek için eski aristokrasiyi üst-orta sınıf profesyonelleriyle birleştirme görevini üstlenmiştir
ve diğer üniversiteler, genişleyen eğitim sistemine işgücü yetiştirmenin yanı sıra, modern
endüstriyel kapitalist ekonomi için ihtiyaç duyulan araştırmacıları ve uzmanları eğitmek için de
ortaya çıkmışlardır.

Lord Robbin'in yüksek öğrenimin genişlemesini öneren 1963 tarihli raporunda bile bulunan, bu
sistemin elitist karakteri, Sosyolog A.H. Halsey'in belirttiği gibi güvenceye alınmıştır:
“üniversitenin demokratik parlamenter denetimden kurtularak, devlet mekanizmaları yoluyla
kendisini yönetmek ve donattığı toplumdan maddi yardım almak için özerkliğe hakkı vardır.”
1919-1989 yılları arasında üniversitelerin kamusal bütçesinden sorumlu Üniversite Ödenek
Komitesi (ÜÖK), “öğrenim ve araştırma ile ilgili akademik çıkarları devletin denetimine karşı
koruyarak, devlet ve üniversiteler arasında, bir köprü ve kelebek işlevini yerine getirdi.” 42

42
A H Halsey, Decline of Donnish Domination (Oxford, 1992), s. 6, 176.
27
ÖEB tarafından aktarıldığı şekliyle, geleneksel akademinin dünya görüşünün biraz
karikatürleştirilmiş bir çizimi Halsey tarafından sunulmuştur: "Bu beyler, ücretlere, çalışma
saatlerine ve koşullarına bağlı değillerdir. İşverenleri yoktur, sendikaları yoktur, sözleşme
mekanizmaları, arabulucuları yoktur. Ücretleri yoktur, yaptıkları iş karşılığı para alırlar. Uğraşıları
vardır, meslekleri yoktur. 43

Son 25 yılın tecrübesi bu bakışı darmadağın etti. Akademisyenler ödemelerinin reel olarak aşağı
yukarı hiç artmadığını ve nispi olarak düştüğünü gördüler. 1928-1929'da ortalama akademik
maaş, üretim sanayisindeki ortalama kazancın 3.7 katı iken, 1966-1967'de 2.1 ve 1988-1989'da
1.54 katı oldu. 44 Gördüğümüz gibi, bugün, öğrencilerin ve idari görevlerin çok artması (ki
bunların çoğu devletin ve devletin üniversiteleri işleten dairelerinin epeyi merkezi bir şekilde
zorlamasıyla oldu) ile birlikte iş yükü de aşırı arttı. Yerini aldığı ÜÖK'ten farklı olarak İYÖK,
devlet politikalarının basit bir aleti oldu. Onun rehberliğinde araştırma, ADU için yayın yapmaya
yönelik sürekli baskının olduğu bir at yarışına döndü. Yönetişsel metotların geliştirilmesi ile güç,
akademisyenlerin görev yaptığı komitelerden, rektör yardımcılarının merkezinde bulunduğu çok
daha küçük gruplara aktarıldı.

Elbette koşullar, sektörün farklı yerlerinde değişiklikler gösterdi. “Araştırma üniversitelerinin”


elitleri (Russell Grubu ve bir avuç diğerleri) ve ADU’nun amaçları doğrultusunda işe alınmış
yıldız profesörler genellikle daha iyi koşuldadırlar. Ayrıca, üniversitelerin bölümlerindeki
yöneticiler ve sıradan çalışanları ayıran hat, diğer işyerlerine göre hala daha bulanıktır: bölüm
başkanları ve yöneticiler, hala diğerlerinin “meslektaş”larıdırlar. Bu durum bazı karışıklıklara da
yol açmaktadır; örneğin, bazı yöneticiler, sendikanın veya derneklerin üyesi olabilmektedirler.

Diğer yandan, geçmişe kıyasla şimdi, yeni üniversitelerdeki akademisyenler köklü


üniversitelerdeki meslektaşlarından daha kötü koşullara tabiler; örneğin, köklü üniversitedekiler,
araştırma yapmak için zaman sorunu yaşamazken, diğerleri bunun mücadelesini vermek
durumunda kalıyorlar. Bu durum, onların sendikası olan Ulusal Yüksek Öğrenim Elemanları
Derneği’nin (UYÖED) neden sendikacılığın çok daha militan bir geleneğinde geliştiğini ve neden
sola yatkın olduğunu açıklamamıza yardımcı olur.

Bir önceki genel sekreteri Paul Mackey ile birlikte UYÖED güçlü bir siyasi duruş almış ve hatta
“Savaşı Durdurun Koalisyonu” (Stop the War Coalition) ve “Faşizme Karşı Birleşin”
hareketlerini desteklemiştir. Bu türden gelenekler, sendika, meslek yüksek okulları ve kolejler gibi

43
A.g.e., s. 129.
44
A.g.e., s. 131.
28
diğer eğitim kurumlarında ders verenleri örgütlediği zaman pekişti. Bu tür eğitimin kurumları,
1990'larda çok daha keskin ve acımasız bir neo-liberal yeniden yapılandırmayı ve böylece
çalışanların ve öğrencilerin koşullarındaki çürümeyi, üniversitelerden daha önce ve daha şiddetli
yaşamıştır.

Bu çeşitliliğe rağmen aslında genel gidişat çok açıktır: Halsey'in dediği gibi “akademik
mesleğinin kademeli olarak proleterleşmesidir”. 45 Üniversite öğrenim elemanları, yüksek vasıflı
ücretli emekçiler durumuna indirgenmektedirler. Bu süreç kendisini, özellikle üniversitenin bir
cemiyet olduğu algısının hala biraz gerçeklik taşıdığı 1970’ler ile 1980’lerde köklü bir
üniversitede kariyerine başlayan daha kıdemli akademisyenlerin bilinçlerinde görülen dönüşümde
gösterir. 46 Şimdi daha yaygın olan ise, genelde hükümete ve üniversite yönetimine karşı ifade
edilen "onlar ve biz" şeklindeki tatsız ayrımı yansıtan bir bilinçtir. Bu zihniyet değişikliği, köklü
üniversitelerde sendikacılaşmanın artmasına neden oldu—ÖEB tarafından yapılan oylamada
çoğunluğun grev demesi ve 1 Haziran 2006'da yeni “Üniversiteler ve Kolejler Birliği”ni (ÜKB)
oluşturmak için ÖEB'in UYÖED ile birleşmesi örnek verilebilir.

Ancak proleterleştirme süreci ders verenlerin koşullarındaki çürümeden daha derinlere uzanır.
Üniversiteler çok sayıda kısa dönemli çalışana giderek daha çok bel bağlamaktadır. Bunların
bazıları araştırmacı ve laborant olarak işe alınırken diğerleri ise artan ders yükünü
üstlenmektedirler. En üstte yer alan ABD üniversiteleri aynen model alınmaya çalışılıyor. Bu
modele göre, tanınmış bir akademisyen tarafından açılan bir derste, o akademisyenin kendisi
sadece konuyu anlatırken, esas öğrenmenin yapıldığı seminerler ve soru çözme saatleri asistanlar
veya saat başı ücret alanlar tarafından yapılır.

Yine bu süreçte, doktora eğitimi yapmak isteyen öğrenciler için ayrılan bütçe iyice kısıtlandı.
Bunun anlamı, artık doktora için çalışanlar kendi geçimlerini başka yollardan sağlamaları
gerektiğidir. En kestirme yol, genellikle doktora yaptıkları üniversitede, ders vermeleridir. Bazen
bu ders verme, üniversiteden araştırma bursu almanın önkoşullarından birisi olabilmektedir; bazen
saat başı ücret alırlar ve bazen tam zamanlı geçici bir öğrenim elamanı vb. olarak işe alınırlar.

Lisansüstü öğrencilerin ders vermesi, çok daha büyük bir buzdağının görünen ucudur. Colin
Bryson'un hesaplarına göre bu öğrenciler, saat başı ücret alan 70.000 öğrenim elemanının (bu sayı
Birleşik Krallık'taki yüksek öğrenimde maaşlı tam zamanlı veya yarı zamanlı çalışanların

45
A.g.e., s. 136.
46
Bkz., “What about the Workers? The Expansion of Higher Education and the Transformation of Academic Work”,
Industrial Relations Journal, 35 (2004).
29
sayısıyla yaklaşık olarak aynıdır.) 15.000’ü kadarını oluşturmaktadır. 47 Saat başı ücret alanlar ve
diğer sözleşmeli personel, neo-liberal üniversitenin güvencesiz emekçileridir. Sayıları gün
geçtikçe artan öğrencilere öğretim vermek için az masraflı bir yol sunduklarından dolayı,
geçtiğimiz birkaç on yıl boyunca sayıları kayda değer biçimde artmıştır. Ama bütününe
baktığımızda, bunun bedeli oldukça ağırdır.

Bryson tarafından yürütülen ve aktarılan araştırmaya göre, saat başı ücret alan öğretim elemanları
genellikle derse hazırlandıkları zaman için ödeme almamaktadırlar, çok az eğitim veya destek
görmektedirler, öğrettikleri derslerin tasarımında ve tabii ki bölümde alınan başka kararlarda
dışarıda bırakılmaktadırlar. Böylece kendilerinden bu kadar faydalanan kuruma bağlılık
oluşturmakta da zorluk çekmektedirler. Araştırma elemanları ise işlerinden tatmin olmalarına
rağmen iş güvencesine sahip değillerdir. Giderek daha çok bilim emekçisi, büyük sanayi
laboratuvarlarında iş güvencesi ve iyi bir ücretle çalışmak yerine güvencesiz şekilde
üniversitelerde çalışmaktadır.

Yüksek öğrenimde yaygın cinsiyet eşitsizliği, kadınların saat başı ücret üzerinden çalışanlar ve
araştırma elemanları arasındaki oranına da yansımaktadır. Bu durumda, akademideki kadınların
sayısı, akademik hiyerarşinin üst kademelerinde yoğunlaşmaktadır. 48 2004-2005'te bütün
akademik personelin % 40'ı kadınlardan oluşurken, sadece % 15'i profesör ve bölüm başkanı ve %
29'u kıdemli öğretim elemanı veya araştırmacı idi. Kadın akademisyenlerin % 62.7'si tam zamanlı
çalışırken erkeklerde bu oran % 76.7’dir. 49

20. yüzyıl boyunca öğrencilerin sosyal yapıları da muazzam değişimler geçirdi. Yüzyıl önce
üniversiteler, aristokrasinin ve üst orta sınıfın genelde erkek çocuklarının kalesi durumundaydılar.
1961'de sadece 25.000 üniversite öğrencisi varken bu sayı 1924'de 61.000, 1939'da 69.000 oldu.
Mayıs 1926'daki genel grevde Oxford öğrencileri utanç verici bir şekilde grev kırıcılık
yapmışlardır. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, üniversitedeki 1960lar’daki ve son
yirmi yıldaki iki büyük genişleme dalgasıyla değişmeye başlamıştır. Yükseköğretimdeki 18
yaşındaki Britanyalılar’ın yüzdesi Birinci Dünya Savaşı’ndan önce 3'ün altındayken 1962-1963'te
7.2, 1972-1973'te 14.2 ve 1988-1989'da 16.9 olmuştur. 50

Ancak öğrenci sayısındaki bu büyük artışa rağmen çok sayıda çalışma göstermektedir ki kol
emeği ile çalışanların sınıfından gelenler için üniversitede eğitim görmek hala çok zordur.

47
C Bryson, Hiring Lecturers by the Hour, Natfhe, April 2005, www.natfhe.org.uk.
48
C Bryson, “The Consequences for Women in the Academic Profession of the Widespread Use of Fixed Term
Contracts”, Gender, Work and Organisation, II (2004)
49
C Johnston, “Figures Show Rise in Part-Time Academic Staff”, Guardian, 20 February 2006.
50
A H Halsey, Decline of Donnish Domination, s. 95.
30
Oxford'da bulunan Nuffield Koleji tarafından yapılan büyük bir çalışma (Bu araştırma Britanya'da
İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal hareketlilikle ilgilidir ve 1913 ile 1952 arasında doğmuş
erkeklerle yapılan röportajlara dayanır.) eğitim sisteminin her aşamasında “hizmet sınıfı” dediği
profesyonel, idari ve yönetici çalışanların baskın olduğunu göstermiştir:

Okuldaki fırsat eşitsizlikleri çalışmamızın kapsadığı 40 yıl boyunca dikkate değer şekilde sabit
kalmıştır. Hizmet sınıfının, herhangi bir seçici ikincil eğitime ulaşmada, kol emeği ile çalışan
sınıfın kabaca üç katı kadar şansı vardır. …İşçi sınıfının çocuklarının fazladan % 2'si üniversitede
kendilerine yer bulabilirken hizmet sınıfında bu oran % 19 olmuştur. 51

Nuffield Toplumsal Hareketlilik Grubu tarafından kullanılan bu kategoriler(ve diğer resmi


çalışmalar) bir ölçüde yanıltıcıdır çünkü gelir ve meslek temellidirler. Marksist kuramda bir
kişinin sınıfsal konumu üretim ilişkilerindeki yerine, özellikle de sömürü sürecine, artı emeğin
doğrudan üreticiden alınmasına, bağlıdır. Bu bakış açısından, emek gücünü satmaya zorlanan,
sömürülen, kendisi için değil de kapitalistin karı için üreten herkes işçi sınıfının içerisine dahildir.
Buna göre de, ister kol emekçisi, ister beyaz yakalı, isterse de yüksek eğitimli olsun, herkes
işyerinde yönetimsel güçlere tabidir. 52

Bugün kapitalizminin nitelikli emek gücüne ihtiyaç duyması nedeniyle, işçilerin çoğunun,
üniversite eğitimine ihtiyacı vardır. Beyaz yakalı ve vasıflı işçilerin üzerindeki yönetimsel
hiyerarşi, göreceli olarak, daha az hissedilir. Bu tür işçiler, işgücünün geri kalanını denetlemek
karşılığında daha fazla özgürlüğe ve maddi imkana kavuşurlar ve dolayısıyla, kapitalist sınıfın
içerisinde erirler. Onların altındaki görece eğitimsiz ve düşük ücretli kol emekçileri, güvencesiz,
riskli işlerde çalışırlar. Üniversiteye girmekte zorlananlar da işte bu ikinci grubun çocuklarıdırlar.

2005 yılı Ocak ayında, 18 ve 19 yaşlarındakilerin İngiltere’de %30’unun, İskoçya’da da % 38’inin


yükseköğrenimlerine devam ettiğini gösteren önemli bir İYÖK çalışması yayımlandı. En büyük
artış, Yeni İşçi Partisi hükümeti zamanında değil, Torries’te yaşandı. Gençlerin yükseköğrenime
başlaması, 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında iki katına çıkarken, 1994-2000 yılları
arasında yalnızca %2 oranında arttı. Ayrıca, “yüksek öğrenime devam edebilme şansı nerede
yaşadığınıza bağlı olarak geniş ve derin ayrımlar gösterdi. Gelir durumunun % 20’lik üst
diliminin yaşadığı yerden gelen gençlerin, alttaki %20’lik dilimden gelenlere oranla yüksek
öğrenime girme şansı beş veya altı kat fazladır.” Araştırma seçmen bölgelerini de karşılaştırmıştır:

Gelir durumu en düşük dört seçmen bölgesinde yaşayan gençlerin—Sheffield Brightside,


Nottingham North, Leeds Central ve Bristol South—yükseköğrenime girebilmesi 10’da 1 oranında
51
A H Halsey et al, Origins and Destinations (Oxford, 1980), s. 205-206.
52
Bkz., A Callinicos and C Harman, The Changing Working Class (London, 1987).
31
veya daha kötüdür. Yüksek gelirli bölgelerde ise—Kensington ve Chelsa, Westminster, Sheffield
Halam ve Eastwood (İskoçya)—üç kişiden ikisi girebilmektedir. 53

Bu iki grup seçmen bölgesinin Britanya’nın en zengin ve en yoksul bölgelerine tekabül ettiğini
söylemeniz için sosyal coğrafya uzmanı olmanız gerekmiyor. Nüfus sayımı bölgeleri düzeyinde
yapılan daha detaylı bir analiz aşağıdakileri açığa çıkarmıştır:

Gençlerin üniversiteye girme oranının en düşük olduğu yerlerin pek çok başka yoksunluklarının da
olması ve tam tersine üniversiteye girme oranının en yüksek olduğu yerlerin ise pek çok başka
üstünlüğe sahip olması tutarlı bir tablo sunmaktadır.

En düşük üniversitelileşme oranının olduğu yerlerde yaşayan çocuklar, İngiltere’nin en yoksul


yerlerinde yerel iktidarların kiraladığı, eğitime devam etme oranının yüksek olduğu bölgelerdekine
göre, daha küçük ve daha az donanımlı evlerde yaşamaktadırlar. Mahallelere göre eğitime devam
etme oranlarını gösteren haritalarda, düşük gelirli yerlerdeki ortaöğretim öğrencilerinin çok azı
Ortaöğretim Başarı Sınavı’nda A-C arasında dereceler alabilmekteyken, paralı okullara giden
öğrencilerin neredeyse tamamının bu puanları alabildiği gösterilmektedir. Düşük oranlı
bölgelerdeki yetişkinler, genellikle kol emeği gerektiren, düşük gelir getiren (bir araba alamayacak
veya yurtdışına seyahate çıkamayacak kadar düşük) işlerde çalışmaktadırlar; herhangi bir
yükseköğrenim deneyimine sahip olma olasılıkları da çok düşüktür. Bu iki grup, siyasi, kültürel ve
tüketim alışkanlıkları bakımından birbirlerinden son derece keskin bir şekilde ayrılmaktadırlar. 54

İYÖK araştırmasının yazarı Michael Corver, “eğer Birleşik Krallık’ın, şimdi olduğu gibi en iyi
bölgelerinin %20’si yerine, bütün bölgeleri üniversitelere aynı oranda genç insan gönderse 20
milyon daha fazla öğrencinin üniversitelere gireceğini” ifade etmiştir. 55 Onun araştırması,
eşitsizlik hakkında genel olarak bilinenleri doğrular niteliktedir. Avantajlar ve dezavantajlar
birikerek artmaktadır. Diğer bir ifadeyle, zengini zengin, yoksulu yoksul yapan tek bir unsur
değildir; örneğin, bebek bekleyen bir annenin hamileliği esnasındaki, fiziksel ve zihinsel sağlığı,
beslenmesi, yaşadığı mekan, yaptığı egzersizlerden, bir bireyin dünyaya yeni geldiği ilk
yıllarından itibaren gördüğü itina, kitaplara erişimi, seyahat etmesi, gittiği okul, aldığı ailevi
desteğe kadar, sistemin bütünü, bir kesime yardım sağlarken, diğer kesime zarar verir. Tüm
bunların altında elbette, refahın ve gelirin dağılımı yatar. 56

Bir çocuğun okuldaki başarısı—elbette üniversiteye girip girememesi—avantajlıların ve


dezavantajlıların gösterildiği bu genel modelde nerede durduğunu göstermektedir. Maliye’nin
verileri göstermektedir ki:
53
Young Participation in Higher Education, s. 9, 10-11, 41.
54
A.g.e., s. 137-8.
55
D MacLeod, “Equality ‘Would Double University Admissions’”, Guardian, 19 January 2005.
56
B Barry, Why Social Justice Matters (Cambridge, 2005).
32
• Eğer bir babanın kazancı bir diğerinin iki katıysa, onun oğlunun matematik sınavındaki başarısı,
diğerlerinden ortalama beş yüzdelik puan daha fazladır ve okuma sınavındaki dağılımın da 2.7
puan üzerindedir.

• Bir kız çocuğunun matematik ve okuma sınavlarında gösterdiği başarı, her iki sınavın puan
dağılımında beş yüzdelik puan fazladır. 57

Yeni İşçi Partisi hükümeti, yükseköğrenime devam edebilmedeki eşitsizliklerin son derece
farkındadır. Yukarıda alıntıladıklarım, bu hükümetin çalışmalarından alınmış olması bunun
kanıtıdır. Ayrıca, genel olarak eğitim, hükümetin stratejisinde merkezi bir yerde durmaktadır.
Brown, bir bireyin emek piyasasına etkin katılımını geliştirerek, eşitsizlikleri azaltmanın yolunu
arama peşindedir. Hükümetin yükseköğretim politikasının en önemli sloganlarından birisi “adil
erişim”dir. 18-30 yaş arasındaki gençlerin, bugün % 43 seviyesinde olan üniversiteye
erişimlerinin, 2010 itibariyle % 50’ye çıkartılması hedeflenmektedir.

Yükseköğretim Politikası Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırmanın yazarları, bu hedefi karşılamanın


“her ne koşulda olursa olsun, ihtimal dahilinde olmadığı” üzerinde uzlaştılar: azalan doğum
oranları nedeniyle, üniversiteye gitme yaşına gelmiş genç insanların sayısı 2010-2011 yıllarından
sonra keskin bir şekilde düşecektir. Ayrıca, doğum oranlarındaki azalma oranı, daha yoksul ve
üniversite eğitimine daha az oranda devam eden toplumsal gruplarda özellikle daha yüksektir; bu
nedenle, bu gruplardan genç insanların üniversiteye devam etme oranı kesinlikle düşecektir. 58

Bu analiz doğru olsun ya da olmasın, Yeni İşçi Partisi’nin politikaları, üniversiteye erişimi
genişletmek hedefleri ile tezattır. Bunun en temel iki nedeni vardır: İlki, Blair’in ve Brown’un
neo-liberalizme tam boy teslimiyeti, zengin ve yoksul arasındaki derin ayrımın sürekli kılınmasına
yardımcı olmuştur. Financial Times’ın haberine göre, Fiscal Araştırmaları Enstitüsü’nden Mike
Brewer, Brown’un geliri, yoksul ve çocuklu hanelere yeniden dağıtma çabalarına rağmen,
“neredeyse her ölçekte Margaret Thatcher’ın görev süresinin bitimiyle birlikte, Yeni İşçi
Partisi’nin iktidardaki dokuz yılının ardından, eşitsizlik ya aynı kalmış ya da daha fazla göze batar
duruma gelmiş olduğunu ve Brown’un ‘hiçbir şey” için gelir dağılımını yeniden düzenlemeye
para harcadığını” ifade etmektedir. 59 Bu nedenle, Yeni İşçi Partisi hükümeti döneminde, yüksek
öğrenime erişimdeki eşitsizliklerde kendisini gösteren, birikerek artan avantajlar ve dezavantajlar
modeli sağlam bir şekilde yerleştirilmiştir.

57
H M Treasury, Tackling Powerty and Extending Opootunity, March 1999, www.hm-treasury.gov.uk, paragraf 3.15,
s. 32.
58
Higher Education Policy Institute, “Demand for Higher Education till 2020”, 21 March 2006, www.hepi.ac.uk
59
C Giles and J Wilson, “StateLargesse Brings Hope but Litle Change”, Financial Times, 19 September 2006.
33
İkinci olarak, Blair hükümetinin üniversitelerin ucuz yolla büyümesini araştırdığı yollardan en
önemlilerinden birisi, öğrencilere geçinmeleri için verilen hibeleri kesmek, öğrencilere harçları
dayatmak ve arttırmak ve böylece, öğrencileri yükselen borçlar karşılığında kendi kendilerini
finanse etmeleri için ikna etmektir. Tüm bunlar 2006 sonbaharında en yüksek harçların yürürlüğe
girmesinden (üniversiteler tarafından yıllık olarak açıklanan genellikle 3000 pound olan azami
harç miktarıdır) bile önce, yoksul emekçi sınıfından gelerek üniversiteye devam eden genç
insanların gözünü korkutmuştur.

Devlet okullarından ve kolejlerinden gelen 18 ve 19 yaşlarında üniversiteye girenlerin oranı, 1999


ile 2003-2004 yılları arasında çok az, yani % 85’ten % 86.8’e, artmıştır, ancak 2004-2005
yıllarında % 86.7’ye gerilemiştir. Yoksul ailelerden gelenlerin oranı ise, 2003-2004’te % 28.6’ya,
ertesi yıl ise 28.2’ye düşmüştür. 60 Bu değişimler istatistiksel olarak önemli olmayabilir ama
öğrencilerin borçlarının ve harçlarının olumsuz etkisi olduğunu gösteren başka işaretler de vardır.

İngiliz üniversitelerine başvurular Aralık 2005’te bir yıl öncesi ile kıyaslandığında % 5 oranında
azalmıştır. 61 7000 seçmeni olan bir sandıktan yılda devlet üniversitelerinden gelen üç adet B veya
A notuna sahip 12 öğrenci, yüksek harçlar nedeniyle % 27 oranında veya daha az oranda
üniversiteye gitme ihtimaline sahiptir. 62 Bu arada, en yüksek üç mesleki gruptan gelen
başvuranlar, Russell Grup üniversitelerine girmeyi % 73 oranında başarmışlardır. 63

Ancak yükseköğrenime erişimdeki tüm eşitsizliklere rağmen, öğrenci nüfusu artmış ve


çeşitlenmiştir. Her yıl bir milyon yeni öğrenci üniversiteye girmektedir ve bunların dörtte birinden
fazlası yoksul ailelerden gelmektedir. Bu, öğrenci olma deneyiminin ciddi anlamda değiştiğini
göstermektedir. Öncelikle, hem ekonomik olarak tüketici olmaları hem de geleceğin işçileri
olmaları bakımından önemlidirler. İmalat sanayinin çöküşü ve öğrenci sayısındaki artış;
İngiltere’nin birçok şehrinde üniversiteleri, ekonomide çok daha önemli etkenler haline
getirmiştir.

Financial Times’ın aktardığına göre, Başbakan Yardımcısı tarafından başkanlık edilen bir
komisyonun çalışması şunları göstermektedir:

Belli başlı metropol şehirleri nüfusun azalışını tersine çevirmeyi başarmışlardır ve Londra’nın
başarısına öykünmektedirler; bunun nedeni büyük ölçüde üniversite eğitimindeki artışın işgücünün
çapını arttırması ve şehirde yaşayanların profilini değiştirmesidir.

60
A Smith, “Government Failing to Widen University Access, Figures Show”, Guardian, 20 July 2006.
61
D MacLeod, “Fees Concern over Fall in UniversityApplications”, Guardian, 15 December 2005.
62
M Taylor, “Fees Deter State School Pupils from University”, Guardian, 22 June 2006.
63
R Garner ve B Russell, “Private School Stranglehold on Top Jobs”, Independent, 15 June 2006.
34
Özellikle Manchester, zenginliklerini, yani şehrin dört üniversitesine gelen öğrenci akınını, yerleşik
mezunlara dönüştürmüştür.

Kalanlar, bu bölgenin yeniden canlanması için bir pazar oluşturdular ve yerel bilgi-temelli
ekonominin gelişimini körüklediler. 64

Manchester’daki Oxford Caddesi veya Bristol’daki Clifton gibi yerlerde büyük öğrenci
yoğunluğunun tüketiminin, ekonomi üzerindeki etkisi oldukça açıktır. Ancak bu durum akıllara
varlıklı hızlı içkici öğrencileri getirmemelidir. Bu, harçlar ve kredilere dayanan öğrenci finans
sistemi tarafından üretilen artan eşitsizliğin kanıtıdır. South Bank Üniversitesi ve Politika
Çalışmaları Enstitüsü tarafından yürütülen ve hükümet tarafından yönetilen, 2003 Kasım’ında
yayınlanan bir çalışma, Guardian’ın aktardığına göre, göstermiştir ki:

Yoksul öğrenciler, ücretli işlerde daha çok çalışmalarına ve daha iyi durumdaki emsallerinden
daha az harcamalarına rağmen, üniversiteden ortalama 10,000 pound borçla ayrılmaktadır.
Öğrencilerin borcu, toplamda 1998-1999’da iki katına çıkmış ve 2002-2003’te son sınıf öğrencileri
için £3, 465’dan ortalama £8,666’a çıkmıştır. 2003’de lisans öğrencilerini yarısından fazlasının
£9,673 veya daha fazla borçla ayrılması bekleniyor. Ulusal Öğrenci Birliği başkanı Mandy
Telfrod, hükümeti “öğrencileri bir nevi savurgan bir hayat tarzının taşıyıcıları gibi göstermek için
sayılarla oynamakla” suçlamaktadır. Telfrod “bu çalışmanın öğrencilerin % 43’ünün yoksulluk
düzeyinde geliri olduğunu gösterdiğini ve bu sayının daha büyük ölçekte nüfustaki benzer
hanelerin iki katı olduğunu” söylemektedir.

Raporun sonucu şöyledir: “ Düşük gelir grubundan gelen öğrenciler borçlanma olasılığı daha
yüksektir ve üniversiteyi büyük borçlarla bitirmeleri de yüksek olasılık dahilindedir.” Daha iyi
durumdaki ailelerden gelen öğrenciler tasarrufları ve ailelerinden gelen “büyük finansal
destekleri” sayesinde borçlanmanın önüne geçebilmektedirler. 65

Leverhulme Trust tarafından finanse edilen başka bir çalışma, çok yüksek harçların öğrenci
borçlarını üçe katladığını öngörmüştür. Guardian’a göre:

Çalışma, ayrıca, engelli öğrencilerin ve ailelerinden yardım almayan öğrencilerin çok daha kötü
etkilendiklerini göstermektedir… Okul harçları, doğrudan borçlanmaya götürdüğünü ve bunun artan
harçlarla birlikte artan bir görüntü sergilediğini ortaya koymuştur.

64
M Green, “University and Local Power Vital to Recovery of Leading Cities, Says Study”, Financial Times, 8 March
2006.
65
L Ward, “Poor Students Shoulder Dept for Learning”, Guardian, 19 November 2003.
35
Bunun yanı sıra, harçlar dönemlik çalışma sürelerinde bir artışa yol açmamıştır. Yalnız, ailelerinden
hiç finansal destek almayanlarda artış olmuş ve bu öğrenciler daha da dezavantajlı duruma
gelmişlerdir.

Aynı zamanda bu çalışma, harçların bazıları için hareket alanını eşitlediğini göstermektedir. Aileleri
üniversiteye gitmiş olan öğrencilerin dönemlik bir işte çalışması az görülür bir olguyken, harçların
artmasıyla bu öğrenciler de diğer öğrenciler gibi bir işte çalışmak durumunda kalmışlardır.66

TUC ve NUS’un ortaklaşa yürüttüğü yeni bir çalışma, 1996-2006 yılları arasında bir ücretli işte
çalışarak geçimlerini sağlayan tam zamanlı öğrencilerin sayısının 408,880’den 680,718’e
çıktığını, yani oransal olarak % 54’lük bir artış olduğunu ortaya koymuştur. Bunların içinden her
on öğrenciden biri tam zamanlı çalışmaktadır. Araştırmaya göre:

Öğrenci istihdamı alış-veriş ve turizm-eğlence gibi ekonominin en az ücret ödeyen sektörlerinde


yoğunlaşmaktadır…

Tam zamanlı öğrenciler içerisinde, ticaret sektörü, istihdamın % 40’ını oluşturmaktadır, neredeyse
yarım milyon bu sektörde yer almaktadır.

Bir milyon tam zamanlı öğrencilerin yaklaşık dörtte biri otellerde ve restoran sektöründe
çalışmaktadır, bu oran çalışan öğrenci nüfusunun % 21’ine denk gelmektedir.

Yarı zamanlı çalışan tüm erkekler için, bir saatlik ücretin ortalaması ticarette £6.21, otel ve
restoranlarda £5.70’dir. Yarı zamanlı çalışan tüm kadınlar için bu oran sırasıyla £ 5.98’e ve £5.51’e
düşmektedir.

Turizm-eğlence sektöründe öğrenci istihdamı 1996 ve 2006 arasında çok açık bir cinsiyet
ayrımıyla üç katına çıkmıştır: Bu sektörde çalışan tam zamanlı erkek öğrencilerin sayısı 1996
Baharından bu yana % 22.9 oranında artmıştır. Kadın öğrencilerin sayısı, erkek öğrenci sayısındaki
artışı ikiye katlayarak % 45.8 artmıştır. 67

Bazı öğrenciler kendilerini tehlikeli ve küçük düşürücü işlerde çalışmak zorunda bulmaktadırlar;
bazı kadın öğrencilerin öğrenimlerini finanse etmek için kucak dansı yapmaları ise inanılır gibi
değildir. Bununla birlikte, daha genelde, öğrenciler yarı zamanlı, düşük ücretli ve düzensiz işlerde
çalışan güvencesiz işçiler nüfusunun içinde kaybolmaktadırlar. Büyük çoğunluğu göçmenlerden
devşirilen bu işgücü, neo-liberal kapitalizmin işleyişi için bilgi ekonomisinin ideologları
tarafından öne çıkarılan yüksek ücretli vasıflı işler kadar gereklidir.

66
“Fees to Triple Student Dept, Says Report”, Guardian, 28 January 2005.
67
TUC/NUS, All Work and No Pay, 2006, www.tuc.org.uk, s. 6, 4.
36
1960’lardaki artıştan bu yana öğrenciler, geldikleri sosyal sınıf ile mesleki durumlarının
belirleyeceği gelecekteki pozisyonları arasında bir geçiş gurubudur. Nerede yer alacaklarına dair
belirsizlik onların politik olarak istikrarsız olmalarına neden olmaktadır. 68 Bu yapısal güvensizlik
bugün de devam ediyor. Üniversiteye gitmenin şüphesiz büyük ekonomik faydaları var: mezunlar
ve ön lisans sertifikaları olanlar, mezun olmayanlara kıyasla ortalama % 50 daha fazla
kazanmaktadırlar. 69

Öte yandan bu “mezuniyet ikramiyeleri”, mezunların büyük çoğunluğunu özel olarak ayrıcalıklı
pozisyonlara yerleştirmemiştir. Ancak çok az mezun gerçekten kazançlı pozisyonlara—örneğin
şehirdeki en yüksek ücretli işlere girebilmiştir. Çoğu görece iyi ücretli ve vasıflı beyaz yakalı
işçiler olacaklardır. Kamuda veya özelde istihdam edilmeleri fark etmez, hepsi üniversitedeki
işlerde de gördüğümüz daha çok üretim ve rekabet baskısına maruz kalacaktır. Bu günlerde
çoğunluğu bir ya da iki lisansüstü dereceye sahip olan akademisyenlerin durumu, kendisi çok açık
bir şekilde göstermektedir ki üniversite dereceleri artık elit tabakada bir yeri garanti
etmemektedir.

Ancak bu genel model aslında bir önceki dönemden çok da farklılık göstermemektedir:
1960’lardan beri üniversite, beyaz-yakalı işler için bir hazırlık olma özelliğini korumaktadır.
Bununla birlikte, neo-liberal temelde bir üniversite açılımındaki bir nokta, büyük sayıda öğrenciyi
öğrenim görürken gündelik ücretli işçi olmaya artan bir şekilde zorlamasıdır. O halde,
deneyimledikleri güvencesizlik, onları mezun olduklarında bekleyen neo-liberal iş hayatı için iyi
bir hazırlık sunmaktadır.

68
C Harman et al, Education, Capitalism, and the Student Revolt (London, 1969), G Stedman Jones, “The Meaning of
the Student Revolt”, in A Cocburn ve R Blackburn (eds), Student Power, ve A Callinicos ve S Turner, “The Student
Movement Today”, International Socialism, 1.75 (1975).
69
The Future of Higher Education, paragraf 5.5, s. 59.
37
Direniş Faydasız Değil

Üniversitelerin neo-liberal dönüşümü, son 25 senedir aralıksız olarak ama aynı zamanda parça
parça gerçekleşti. Değişim birdenbire değil ama damla damla bir süreç içerisinden geldi. Her bir
aşamada, çoğu akademisyenin tepkisi, bu en son ‘istenmeyene’ karşı çıkmak değil, onun mümkün
olan en az zararlı şekilde çalışmasını sağlamak oldu. Bu da, onların, toplam etkisi yükseköğretimi
kökünden—ve büyük derecede daha kötüye—dönüştürecek bir süreçte işbirliği yapmalarıyla
sonuçlandı.

Bu etki, gerçekte nefret ettikleri değişikliklerin uygulanmasına yardım etmiş bulunan


akademisyenlerin cesaretlerini son derece kırdı. Katkılarının altında yatan varsayım, Thatcher’ın
meşhur sözleriyle, “Başka Alternatif Yok” düşüncesiydi. Dolayısıyla neo-liberal “reform”a
direnmek faydasızdı. Bu varsayımın kabulü, en kötüsü diğer tarafa katılmak ve hali hazırda İngiliz
üniversitelerini yönetenlerden biri olmaya, yine en kötüsü de erken emekliliğin teşviki gibi
bireysel çözüm arayışlarına yol açar.

Aslında bir alternatif daha var—direniş faydasız değil. Ocak 1994’te Meksika, Chiapas’ta ve
Kasım 1999’da, daha da büyük ölçekteki protestolarla Seattle’da ve Temmuz 2001’de Cenova’da
ortaya çıkmaya başlayan neo-liberal küreselleşmeye karşı direniş hareketleri bunun en temel
kanıtıdır. Bu hareketlerin en yaygını olan Dünya Sosyal Forumu, “Başka Bir Dünya Mümkün”,
başka bir deyişle, “neo-liberal kapitalizmin mantığına teslim olmak zorunda değiliz” sloganını
popülerleştirdi. Kasım 2002’de Floransa’da gerçekleşen ilk Avrupa Sosyal Forumu, yaklaşmakta
olan Irak’a yönelik 15 Şubat 2003’teki saldırıya karşı, daha önce eşi görülmemiş bir küresel
protesto günü çağrısı yaparak, hareketin odağını emperyalizmi ve savaşı da kapsamaya doğru
genişletti.

Neo-liberalizme alternatifler, Latin Amerika’daki mücadelelerin gelişme yolları sayesinde


görünür kılındı. Başkan Hugo Chávez kendisini, ülkenin petrol gelirleri ile gerçek sosyal
reformlar uygulayarak ve Birleşik Devletler’in egemenliğine meydan okuyarak yoksulların
desteği ile var etti. Bolivya’da Ekim 2003 ve Mayıs-Haziran 2005’te gerçekleşen, yoksulların iki
kitlesel isyanı sayesinde Evo Morales başkanlığa getirildi ve böylece neo-liberal selefler ortadan
kaldırılarak, yabancı çok uluslu şirketlere satılmış olan petrol ve doğal gaz sanayisinde devlet
kontrolü eski haline getirilmeye çalışıldı.

Mart ve Nisan 2006’da sendikaların da desteğiyle, Fransız lise ve üniversite öğrencilerinin


olağanüstü protesto hareketi, 26 yaş altındaki çalışanların, sözleşmelerinin ilk iki yılı içerisinde
gerekçesiz olarak işten çıkartılmasına olanak tanıyan İlk İşe Alım Sözleşmesi yasa tasarısını iptal
38
ettirmede başarılı oldu. Sağcı hükümetin genç işçilere bu istikrarsızlık dayatma girişimi,
öğrenciler ve işçiler arasında, Mayıs-Haziran 1968’deki büyük işçi-öğrenci
ayaklanmasındakinden daha da yakın bir ilişki kurmalarıyla noktalandı. Stathis Kouvelakis bu
süreci şu sözlerle aktardı: “Bu sefer okul ve üniversite gençliği, emeğin dünyasının bir parçası
olarak hareket etti.” 70.

Kouvelakis’e göre bu değişim, işgücünün eğitim vasıtasıyla üretildiği okullar ve üniversiteler ile
metaların üretildiği işyerleri arasındaki geleneksel görev ayrımının çöküşünü yansıtır:

Bu ayrım aslında, kapitalizmin neo-liberal yeniden inşası ile ortaya çıkan iki temel eğilimin etkisi
nedeniyle bulanıklaşmaya yüz tutuyor. Bir taraftan, okul ve üniversitelerin, en fazla yığınlaşmış ve
en az “rekabetçi” kısımlarının (emek piyasasında hemen hemen hiç imrenilmeyen pozisyonlarda
olduğu gibi), giderek aynı mantıkla yönetilen dershanelere çeviren kapitalist meta mantığına giderek
boyun eğmesi; öte yandan, okul ve üniversitelerdeki gençlik ile genç işçiler arasındaki farkın, lise ve
özellikle üniversite öğrencilerinin para kazandıran etkinliklere katılımlarındaki artıştan dolayı
giderek azalması bulunuyor.

Üstelik çeşitli faaliyet dalları ve sektörleri (fast food, çağrı merkezleri, alışveriş merkezleri,
süpermarket zincirleri) bu emek kategorisinde uzmanlaşıyorlar. Eğer bu kategoriye, Fransa’da
özellikle 18 ve 26 yaş arasındakilere kabul ettirilen kısa süreli sözleşmelerin olağanüstü miktarını,
hileli deneme sürelerini, işsizlik dönemlerini vs. de eklersek, işgücünün bu kısmının şiddetli bir
yeniden-proleterleşme hareketini temsil ettiği bir dizi durumla karşılaşıyoruz.

Böyle bir değişiklik varlıklı ailelerden gelen, bakalorya (lise diploması) ve üniversite erişimi olan
genç azınlık ile üretimle meşgul olan çoğunluk arasındaki eski uçurumu derinleştirir.

Bu “büyük dönüşüm” tabii ki (1968 ile karşılaştırıldığında) işçilerle yalnızca daha kolay bir bağlantı
kurmakla kalmadı, ama her şeyden önce, bu bağa “organik” bir karakter kazandırdı. Öyle ki, farklı
hareketler arası bir ittifak ve dayanışma değil, ortak bir mücadele kurma karakteri edindi. Bu, ayrıca
öğrenci hareketinin aldığı ana biçimi de açıklar; üretim akışı (dersler ve sınavlar) sekteye uğramak
üzere olan, bir işgücü mekânıyla, aracı olarak görülen (ve bunun için amaçlanan) lise ve
üniversitelerin “kuşatılması”nı (“işgali” değil; çoğu zaman birbirine yakın yönlerine rağmen ilginç
bir semantik ayrım var) işçi sınıfı mücadelesine yakınlaştırdı. 71

Bu öğrenci hareketinin radikal itici gücü, sendika önderlerini, onların manevra alanlarını
sınırlayarak ve hükümetle, İlk İşe Alım Sözleşmesi’nin geçmesine sebep olabilecek bir anlaşma
üzerine, pazarlık etmelerini engelleyerek disipline soktu. Buna benzer bir şey, ne yazık ki,

70
S Kouvelakis, “France: From Revolt to Alternative”, International Socialist Tendency Discussion Bulletin, no 8,
July 2006, www.istendency.net, s. 5.
71
A.g.e., s. 6.
39
İngiltere’de olmadı. Buna rağmen, gördüğümüz gibi Kouvelakis tarafından tanımlanan,
öğrencilerin, istikrarsız işgücüne büyük ölçekte dâhil olmasına doğru eğilim burada da gayet
geçerlidir. Ve Fransa’da yaşananlar, İngiltere’deki öğrencilerle üniversite hocaları için önemli bir
örnek teşkil etmektedir. Avrupa’nın başka yerlerinde ise, Mayıs-Haziran 2006’da Yunanistan’da
sendikanın da desteğiyle gerçekleşen ve hükümetin üniversiteleri özelleştirme planlarını
ertelemeye zorlayan öğrenci işgallerini harekete geçirmeye yardımcı oldu.

İngiltere’de olan ise, ÖEB ve UYÖED ile birleşerek ÜKB’yi kurmasına yol açan, daha militan bir
sendikacılığın gelişmesidir. İlk test 2006 baharında geldi; birleşmek üzere olan sendikalar,
üniversite işverenlerinin, hükümetin söz verdiği öğrenim harçlarından gelen ekstra gelirin
akademik ücretlerdeki göreceli düşüşe ihtiyat olarak saklaması konusundaki sözünü yerine
getirmeleri konusundaki talepleri lehine ortak bir değerlendirme boykotu düzenlediler.

Üniversite yönetiminin gözdağı vermesi ve greve katılanları maaşlarını kesmekle tehdit etmesine
ve bazı durumlarda gerçekten dediğini yapmasına rağmen boykot, öğretim görevlileri tarafından
büyük destek gördü. Yaptıkları iş hizmeti alana doğrudan fayda sağlayan birer hizmet işçileri
olduklarından akademisyenlerin, grev yapmaları her zaman zordur. En etkili eylem biçimleri, ders
yapma ve not vermeyi durdurarak öğrencileri eğitimden ve hatta derecelerinden yoksun
bırakmakla tehdit ederek vurmaktır. Bu, greve katılan öğretim görevlilerine karşı bir argüman
değildir. Öğretim görevlileri, işverenin makul bir anlaşmayı kabul etmesi için onun üzerinde
maksimum baskı kurmak ve öğrencilere verecekleri zararın asgariye indirilmesi amacıyla, genel
grev ya da “değerlendirme boykotu” gibi hedefe çabucak isabet edecek eylemler
düzenlemelidirler.

Öğrencilerin bu boykota yanıtları karışıktı. UÖB önderliği destek veriyordu ama birkaç öğrenci
birliğinin karşı kampanyası UÖB’ü de zorlandı. Bu iki sorunun yansımasıydı. İlki, örneğin yüksek
ücretler konusu gibi, öğrencilerin çıkarlarını savunmada UÖB’ün etkili kitlesel kampanyalar
yürütmekteki başarısızlığıdır. Kolektif eylemin etkililiği hakkında açık delil olmasa da, bazı
öğrencilerin kendileri de bireysel tüketici olarak haklarını üniversite sendikalarına dayanarak
kabul ettirmeye çalışmaları kaçınılmazdı.

İkinci olarak, Kouvelakis tarafından altı çizilen dönüşümün bir başka tarafı daha var. Öğrenciler,
sosyal olarak heterojen bir gruptur. Aralarından çoğu, sonunda aşağı yukarı daha az beceri
gerektiren beyaz yakalı bir iş sahibi olup çıkacakken, bazıları da onlara varlıklı bir gelecek
garantileyen ayrıcalıklı bir geçmişten gelmektedir. Daha yoksul ailelerden gelen diğerleri, hala
küçük bir elitin elde edebileceği, özellikle büyük şehirlerde bulunan iyi maaşlı işlere özlem

40
duyarlar. Sınıf yapısının daha yukarı kesimlerinde bir yer devralma ya da buralara tırmanma
umudundaki öğrencilerin ise kendilerinin de sıkıntı çektiği eşitsizliklerin çaresini amaçlayan
kolektif eylemleri içten karşılamaları ise pek alışılmış bir şey değildir.

2006’daki değerlendirme boykotu tam bir korkak-tavuk oyunuyla 72 sonuçlandı: ilk kim göz
kırpacak—sendikalar mı işverenler mi? Ne yazık ki ilk göz kırpan, ÜKB’yi oluşturmak üzere olan
sendikaların liderleri oldu. Üyelerine verdikleri, eylemi oylama gerçekleşene kadar durdurmama,
sözlerini bozdular ve birkaç gün önce reddettiklerinden çok da farklı olmayan bir teklife
dayanarak boykotu durdurdular.

Sendika görevlileri bu pes etmeyi, boykotun parçalanmaya başladığı gerekçesine dayanarak (ki
bunu destekleyecek hiçbir gerçek kanıt sunmamalarına rağmen) ve eğer eylem devam etseydi
çoğu üniversite yöneticisinin ulusal maaş pazarlığından çekileceğini savunarak, haklı çıkarmaya
çalıştılar. Hiç şüphesiz bölgesel pazarlık gerçek bir gözdağıdır ama bunu engelleyecek tek şey,
sendika gücünün hakkını aramasıdır, güçsüzlük gösterileri değil.

Her şeye rağmen boykotun direnci, çoğu akademisyenin sendikalarına olan bağlılığını gösterdi.
Bazı köklü üniversitelerde çalışan genç sözleşmeli personelin yerel ÖEB derneklerine nefes
aldırması ve dernekleri gerçek sendika şubelerine dönüştürmeleri, muhtemelen bunun en çarpıcı
örneğiydi. Boykot böylece ÜKB’nin potansiyeline bir göz atma imkânı sundu ve aynı zamanda
solun, önderliğini sürdürmesi için birleştirilmekte olan sendikanın içinde etkin biçimde
örgütlenmesi gereğine işaret etti.

UYÖED ve ÖEB’in genelde ilerici siyasetleriyle, sendika görevlilerinin boykot konusundaki


tutumunun arasındaki yarık, ne yeni bir şeydir ne de sadece üniversite öğrenim görevlilerine
özgüdür. Tam zamanlı sendika görevlileri, emek ve sermaye arasında uzlaşan belirgin bir grup
kurma eğilimindeler. Onlar bu sömürüye son verecek mücadelelere yönelmek yerine, işçilerin
daha iyi şartlarda sömürülmeleri için pazarlık yapma arayışı içerisindeler. İşte bu yüzden, her ne
kadar, mümkün olan en iyi sendika önderini seçmek önemli olsa da, sendika üyeleri kendileri için
örgütlenmeli ve onlara hiçbir zaman bel bağlamamalıdırlar.

Yeni ÜKB solu ilk konferansını Haziran 2006’da düzenledi. Gerekirse tam zamanlı yetkililerden
bağımsız olarak harekete geçebilecek yönetilenlerden oluşan bir örgüt kurulması için gayret
edilmesi gerekecek. Aynı zamanda daha geniş bir siyasal ufuk da gerekli olacaktır. Gördüğümüz
gibi, üniversitelerde ve başka işyerlerinde de bu kadar çalışanı perişan eden, neo-liberal

72
Korkak-tavuk ya da Tavuk Oyunu olarak da çevrilen, (Game of Chicken) Oyun Teorisinde bir model. Kısaca, iki
tarafın da taviz vermediği bir durumunda sonucun ikisi için de daha kötü olacağını öngörür. Ç.n.
41
kapitalizme başka bir alternatif olmadığına dair inançtır. Başka bir küreselleşme taraftarı hareketin
en önemli başarısı bu inanca meydan okumak ve piyasanın egemen olduğu bir dünyanın doğal bir
yanı olmadığını göstermek oldu. Üniversitelerdeki sol en fazla, kendisini neo-liberalizm ve savaşa
karşı dünya çapındaki direniş çerçevesinde konumlandırarak etkili olacaktır.

Daha pek çok düşüncenin ve çalışmanın bu konuyu incelemesi gerekiyor. Avrupa Sosyal Forumu,
Avrupa çapından eğitim aktivistlerinin bir araya gelip fikir alışverişinde bulunabilecekleri bir
çalışma alanı sağladı. Ancak bu alan, öğretmenler ve onların sendikaları arasında, akademisyenler
arasındakinden daha gelişmiş görünüyor. Ama eğer başka bir dünya mümkünse, neden başka bir
üniversite de mümkün olmasın?

Bugün üniversiteler, şunlar da dâhil olmak üzere, farklı sosyal işlevlerin bir karmaşasını
yürütmektedir:

- bireysel gelişim;
- karmaşık, toplumsal olarak işlevsel becerilerin telkini;
- bilginin kendisi uğruna yapılan “saf” araştırmayı sürdürme;
- ticari ve askeri araştırmaların yürütülmesi;
- birbirine bağlı bir egemen sınıfın yeniden üretilmesine yardımcı olmak; ve hatta
- toplum üzerine eleştirel düşünme

Üniversitelerin bugünkü yeniden yapılandırılması, üniversiteleri neo-liberalizmin ihtiyaçları


karşısında doğrudan ikincilleştirme amacı taşıyor. Yaşam Boyu Öğrenme, İleri ve Yüksek
Eğitim’den sorumlu devlet bakanı Bill Rammell’in 2005 kabul döneminde felsefe, tarih, klasik ve
güzel sanatlar gibi derslerin seçimindeki düşüşü açığa çıkarmada “kötü bir şey değil”: “öğrenciler
kendilerine mesleki olarak faydalı dersleri seçiyorlar” şeklindeki açıklamasına şaşmamalı. 73

Ama yukarıda listelenen işlevlerin neden hepsinin aynı kurumda gerçekleşmesi gerektiği
konusunda tek bir sebep yok—aslına tarihsel olarak da böyle olmamış. Geçtiğimiz yüzyılların en
etkili düşünürlerinden çoğu—örneğin, Darwin, Marx ve Freud—üniversite dışında çalıştılar.
Albert Einstein, Princeton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde akademik üne kavuşsa da, fizikte
devrim yapan makalelerini Cenevre Patent Ofisi’nde memurken yazdı. Ancak II. Dünya Savaşı
savaşından sonra üniversiteler, toplum üzerine eleştirel kuramların geliştiği yerler oldu ve

73
“Trend to Drop Philosophy No Bad Things, Says Rammell”, Guardian, 15 February 2006.
42
birçoklarına göre bu etki, akademik okurlar için tasarlanan anlaşılması zor kuramsal hitap şeklinin
teşvik edilmesi yolunda olmuştur 74.

Mevcut üniversitelerde değerli olan ne varsa, neo-liberal dönüşüm tarafından ifade edilen yıkım
tehlikesine karşı kesinlikle savunmalıyız. Örneğin düşük seviyeli kurumsal medyanın yaygın
etkisi göz önünde bulundurulduğunda, üniversitelerin eleştirel düşünmenin gerçekleştiği
entelektüel bir alan sağlamaya devam etmeleri önemlidir. Ama hassas tartışmanın bir konusu,
üniversitelerin gerçekten demokratik bir toplumdaki rolünü ilgilendirmelidir. Kişisel gelişim, yeni
beceriler kazanma ve araştırma sürdürmek gibi faydalı etkinlikler, aynı kurum içinde
yürütülmemelidir. Ne de, birisinin yaşamında, genellikle erken yetişkinlik gibi belirli bir süreyle
sınırlandırılmalıdır. “Yaşam Boyu Öğrenme” konusundaki resmi gevezeliğin içindeki gerçeklik
payı budur.

Ve elbette, üniversitelerin bugün yönetildiği, müdür ve kıdemli akademisyenlerin tepede


bulunduğu hiyerarşik kurala ihtiyaç yok. 1960 ve 1970’lerdeki öğrenci hareketleri tarafından dile
getirilen, öğrencilerin ve tüm üniversite çalışanlarının karar almaya katılacakları şekilde,
üniversitelerin demokratikleşmesine dair talepler, anlamlılıklarından bir şey yitirmediler.

Ama üniversiteleri dışarıya açma ve demokratikleştirmeye yönelik her girişim hükümetin, büyük
işletmeler tarafından desteklenen, yükseköğrenimi rekabet ve kâr önceliklerine göre çalışacak hale
getirme çabasıyla karşılaşacak. Bu öncelikler, örneğin büyük ölçekte erken yaştan itibaren,
eğitime erişimi eşitlemede gerçekten gerekli olacak olan, kademeli vergilendirmeyle finanse
edilmiş kaynakların zenginden fakire yeniden dağıtılmasına tahammül edemez.

Neo-liberalizmin yaptığı, kapitalizm mantığının kendisinin çok saf bir biçimini yalıtmak ve
yürütmek olmuştur. Üniversitelerin durumunda da gördüğümüz gibi, bu bir rekabet ve kâr
mantığıdır. Bu mantığa meydan okumak ve örneğin, toplumsal adalet, çevresel sürdürülebilirlik
ve gerçek demokrasi gibi, farklı önceliklerle yönetilen başka bir dünya şeklinin peşinde olmak
anlamına gelir. 75 Mevcut üniversitelerde değerli olanı koruma ve geliştirme, kapitalizmin
kendisine karşı olan daha geniş mücadeleden ayrılamaz.

74
Bu değişimlerin bir açıklaması için bkz., R Jacoby, The Last Intellectuals (New York, 1987).
75
Bkz., A Callinicos, “Alternatives to Neoliberalism”, Socialist Review, July 2006.
43

You might also like