You are on page 1of 49

ATATÜRK İ.İ.

TARİHİ DERS NOTLARI II

1-SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILÂPLAR

Siyasi alanda yapılan inkılâplar, doğrudan devlet düzeniyle ilgili olup, Osmanlı devlet
sisteminin değiştirilerek, demokratik ve laik cumhuriyete geçişi sağlamak amacıyla
gerçekleştirilmiş olanlarıdır.

1-Saltanatın Kaldırılması ( 1 Kasım 1922)

11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla cephelerdeki savaş


sona ermiş, ancak kalıcı barış henüz yapılmamıştır. Taraflar arasında savaşa son
verecek bir barış antlaşmasının imzalanabilmesi için, 28 Ekim 1922’de Lozan’da Barış
Konferansı’nın toplanması kararlaştırılmıştır. Ancak bu sırada İtilaf Devletleri, kendileri
açısından en uygun ortamı hazırlamaya çalışmaktadırlar. İtilaf Devletleri bu amaçla,
TBMM Hükümeti’nin yanı sıra konferansa İstanbul Hükümetini de davet ederek, ortaya
çıkacak görüş ayrılıklarından yararlanmayı hedeflemişlerdir.

İstanbul Hükümeti, İtilaf Devletlerinin bu teklifini değerlendirmek niyetindedir. Bu


gaye ile Mustafa Kemal Paşa’ya ve TBMM’ne iki ayrı telgraf gönderen Sadrazam Tevfik
Paşa, “Kazanılan başarıda kendilerinin de payı olduğunu, kazanılan zaferin İstanbul ile
Anadolu arasındaki ikiliği ortadan kaldırması gerektiğine” işaret ederek, konferansa
İstanbul Hükümetinin de katılabilmesi konusunda yardım istemiştir.

M. Kemal Paşa, Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafını ve İstanbul Hükümeti’nin Lozan


görüşmelerine katılma konusunu 30 Ekim 1922 günü toplanan Meclis Genel Kuruluna
getirmiştir. Bu konu mecliste iki farklı görüşün belirmesine yol açmıştır. Bir grup
milletvekili Osmanlı Devleti’nin ve padişahlığın artık hükmünü yitirdiğini ifade ederek
Sadrazamı ve telgrafını protesto ederken, diğer grup ise sadece Sadrazamın telgrafına
red cevabı verilmesini, Osmanlı Devleti ve padişahlık hakkında bir karar verilmemesini
savunmuştur. Bu tartışmalar sürerken Meclis Başkanlığı’na, “Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkılmış olduğunu, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğunu, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu
gereğince egemenliğin millete ait olduğunu” ifade eden bir önerge verilmiştir. Bu
önergenin mecliste görüşülmesi sırasında özellikle egemenliğin kimin elinde bulunması
gerektiği konusunda sert tartışmalar yaşanmıştır. M. Kemal Paşa, bilgi vermek ve görüş
ayrılıklarını ortadan kaldırmak amacıyla, 1 Kasım 1922’de mecliste uzun bir konuşma
yaparak, muhalifleri ikna etmeye çalışmıştır. M. Kemal Paşa’ya göre; Türk Milleti
egemenliği kendi eline almış durumdaydı. Dolayısıyla, gerçekte saltanat açıkça olmasa
da kaldırılmış demekti. İstanbul Hükümetini dayanaksız ve hükümsüz kılmak için, sıra
bunun bir kanunla açık ve kesin bir biçimde ifade edilmesine gelmişti. Mecliste yapılan
tartışmalardan sonra, hakimiyetin(egemenliğin) millet tarafından kullanılması gerektiği
görüşü ağırlık kazanmış, verilen önerge tasarı haline dönüştürülerek, 1 Kasım 1922’de
Meclis tarafından oy birliği ile kabul edilmiş ve saltanat kaldırılmıştır.

Bu kanuna göre İstanbul’daki hükümet 16 Mart 1920 günü sona ermiştir. Tek
hükümet Misak-ı Milli sınırları içindeki TBMM Hükümetidir. Saltanat ve Hilâfet bu kanunla
birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfet makamının ise varlığı bir süre daha
devam etmiştir.

Saltanatın kaldırılması ile Vahideddin padişahlık haklarını kaybetmiş ve Osmanlı


Devleti’nin siyasi varlığı kesin olarak sona ermiştir. Böylece İstanbul Hükümeti de
hükümsüz kalmıştır. 4 Kasım 1922 de Tevfik Paşa hükümeti de istifa edince, TBMM
Hükümeti Türkiye’nin tek hükümeti olarak kalmıştır. Bu durum karşısında Vahideddin 17
Kasım 1922’de ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

2-Cumhuriyetin İlânı (29 Ekim 1923)


Cumhuriyet dilimize Arapça “Cumhur” kelimesinden geçmiştir. Cumhur; halk, ahali,
büyük kalabalık demektir ve toplu bir halde bulunan kavim yahut milleti ifade etmek için
kullanılmaktadır.

Cumhuriyet, halka dayanan, gücünü halktan alan bir devlet şeklini ifade eder. Bu
anlamda cumhuriyet, iktidarın millete ait olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyette
egemenlik bir kişiyi veya zümreye değil, toplumun bütün kesimlerine aittir.

Cumhuriyet başta devlet başkanı olmak üzere, devletin temel organlarında görev
yapan kişilerin seçimle işbaşına geldikleri, bunların belirlenmesinde kesinlikle veraset
sisteminin rol oynamadığı bir hükümet şeklini benimser.

Cumhuriyet fikri ilk defa Fransız İnkılâbı sonunda ortaya çıkmıştır. Dar ve geniş
anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılır. Dar anlamda cumhuriyetten, sadece devlet
başkanının, doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi
kastedilirken, geniş anlamda cumhuriyetten ise, egemenliğin milletin bütününe ait
olması ifade edilir.

Türkiye’de cumhuriyetin ilanı, kurucusu Atatürk’ün düşünceleri ile yakından ilgilidir.


O, gençlik yıllarından beri cumhuriyet fikrini benimsemiş bir kişidir. Daha o yıllarda
Atatürk, Türk Milleti’nin bir gün mutlaka cumhuriyet idaresine kavuşacağını
söylemekten de çekinmemiştir.

Atatürk cumhuriyetle ilgili düşüncelerini çok önceden olgunlaştırmış ve şartların


oluşmasını beklemiştir. Atatürk, Türk Milleti’nin cumhuriyet rejimine kavuşması
konusunda ilk adımı Erzurum Kongresi sırasında atmış ve Mazhar Müfit Kansu’ya,
“Zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını” söylemiştir. 23 Nisan 1920 de
Ankara’da açılan ilk BMM, cumhuriyet yolunda atılmış büyük bir adımdır. Bu meclisin
kabul ettiği ilk anayasada yer alan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ibaresine
uygun olarak oluşturulan siyasi rejim ise, adı konulmamış bir cumhuriyettir.

Atatürk, Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlandırılması ve yurttan düşmanların


çıkartılmasından sonra, Türk Milletini çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracak
çalışmaları başlatmıştır. Bu çerçevede 1 Kasım 1922 de kabul edilen bir kanunla
saltanat kaldırılmıştır. Bu aynı zamanda cumhuriyetin önünde yer alan bir engelin de
ortadan kaldırılması demektir. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla
Milli bağımsızlık tam anlamıyla elde edilmiştir.

Ancak bu dönemde, Yeni Türk Devleti’nde milli egemenlik prensibinin devletin temel
taşı olarak belirlenmiş olmasına rağmen, devletin yönetim şekli açıkça belli değildir.
Olağanüstü şartlarda hazırlanmış olan 1921 anayasası ihtiyaçlara cevap
verememektedir. Bu anayasaya göre bir devlet başkanının ve kabine sisteminin
olmaması,sık sık hükümet buhranlarına yol açmaktaydı.Özellikle 25 Ekim 1923 günü
Başbakan Fethi Bey’in istifa etmesi ve yeni hükümetin kurulamaması,meclisin çalışma
güçlüğünü ortaya koyarken,ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini de gözler
önüne seriyordu.

28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükümetin kurulması çalışmaları sırasında, başsız


bir devletin olamayacağı görüşünün ortaya çıkması ve dış ülkelerde “Türkiye’nin bir
devlet başkanı bile yok” gibi sözler söylendiğinin ifade edilmesi üzerine Atatürk,
cumhuriyetin ilanı için beklenen günün geldiğini görerek, yanında bulunanlara, “yarın
cumhuriyeti ilan edeceğiz” diyerek bu konudaki fikrini açıklamıştır.

Atatürk, 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının devlet şeklini
belirleyen maddelerinde değişiklik öngören bir kanun tasarısı hazırlamış, 29 Ekim günü
önce Halk Fırkası Grubu’nda görüşülerek kabul edilen bu tasarı, aynı günde mecliste
kabul edilmiş ve böylece cumhuriyet resmen ilan edilmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra aynı gün 158 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim
sonunda, M. Kemal Atatürk oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Cumhuriyetin ilanı ile kabine sistemine geçilirken, devletin demokratikleşmesi
yolunda önemli bir adım atılmış ve inkılâpların yapılması için ortam hazırlanmıştır.

Verilen bilgilerin ışığı altında cumhuriyetin ilan edilme nedenlerini ve cumhuriyetin


ilanının sonuçlarını özetlemek gerekirse :

Cumhuriyetin İlan Edilme Nedenleri :

 Millet egemenliğinin gerçekleştirilmesini sağlamak.


 Saltanatın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan devlet başkanlığı sorununu
çözümlemek.
 Yeni Türk Devleti’nin rejimini belirlemek ve bu konudaki tartışmalara son
vermek.
 Yeni Türk Devleti’ni çağdaş medeniyetler düzeyine çıkarmak.
 1923 sonbaharında ortaya çıkan hükümet bunalımı sonucunda, yürütme
işlerinde yaşanan aksaklıkları gidermek.

Cumhuriyet İlanının Sonuçları :

 Yeni Türk Devleti’nin rejimi belirlendi. Bu konuda yaşanan karışıklık son buldu.
 M Kemal’in cumhurbaşkanı seçilmesiyle devlet başkanlığı sorunu çözüldü,
iktidar boşluğu sona erdi.
 Meclis hükümeti sistemi yerine, kabine sistemi (Bakanlar Kurulu) getirilerek,
yürütme işlerinin hızlanması sağlandı
 Milli Mücadele’nin başından beri amaçlanan milli egemenlik düşüncesi
gerçekleştirildi.

3-Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

Halife,sözlük anlamı olarak ”ardından gelen “demektir. Halife genellikle İslâm


ülkelerinde devlet başkanı için kullanılmıştır.

İslâm terminolojisinde ise; Hz.Muhammed’in ölümünden sonra, O’nun yerine geçen


kişi, yani müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir.İslami hakimiyet
anlayışına göre halife, hem devlet ve hükümet başkanı ve ordu komutanı olarak
dünyaya ait iktidarı temsil eder, hem de baş imam olarak halkın dini lideri
durumundadır.

Halifeliğin tarihçesine baktığımızda, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra ilk dört


halifenin seçimle iş başına geldiklerini görürüz. Emeviler döneminde seçim geleneği bir
tarafa bırakılarak,halifelik babadan oğula geçen bir müessese şekline dönüştürülmüştür.
Abbasiler döneminde de veraset sistemi devam ettirilmiştir. Abbasilerden sonra halifelik
Memlükler Devleti’ne geçmiştir.

İslâmiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı sultanlar, değişik


zamanlarda ve yerlerde, kendi topraklarında bir hükümdarlık ifadesi olarak Halife
ünvanını kullanmaya başlamışlardır.Bu çerçevede Osmanlılarda da , I.Murat’tan itibaren
bazı padişahların zaman zaman halife ünvanını kullandıkları bilinmektedir. Yavuz Sultan
Selim’in Mısır seferinden sonra, İslâm dünyasının lideri durumuna gelen Osmanlı
padişahları, kendilerini bütün İslâm aleminin halifesi saymaya başlamışlardır. Bu
tarihten sonra artık Osmanlı padişahları İslâm dünyasındaki tek halifedirler. Dolayısıyla
padişahlar hem imparatorluk halkının hükümdarı, hem de bütün müslamanların dini
lideri durumundadırlar.

Bu tarihlerde Osmanlı padişahları siyasi üstünlükleri devam ettiği için halifelik


makamının maddi ve manevi gücünden yararlanmayı düşünmemişlerdir. Hilâfet
politikasının Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından biri haline gelmesi, ilk defa Büyük
Güçler tarafından Müslüman ve Müslüman olmayan tebaanın devlet aleyhine tahrik ve
teşvik edilmeye başlandığı ve Osmanlı Devleti’nin bunlara karşı başka yollardan yeterli
karşılık verme imkânının kalmadığı zamana rastlar. Bu dönemde devletin zayıflamasıyla
birlikte, halifeliğin manevi gücünden faydalanma düşünülmüştür. 1789 Fransız
İhtilali’nden sonra Osmanlı Devleti aleyhine gelişen milliyetçilik akımına karşı, halifeliğe
daha fazla önem verilerek, Panislâmizm politikası uygulanmıştır. Ancak Araplar arasında
da milliyetçilik fikirleri yayılmış olduğu için Panislâmizm politikası başarıya
ulaşamamıştır. Nitekim I. Dünya Savaşı sırasında cihad çağrısının gerekli etkiyi
yapmaması, Panislâmizm politikasının başarısızlığının göstergesidir. Bu olay halifeliğin
gücünün azaldığını, dolayısıyla Osmanlı Devletini kurtarma hususunda halifelikten fayda
beklemenin boş bir hayal olduğunu da ortaya koymaktadır.

1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasından sonra, halkın Halifeliğin kaldırılmasına


henüz hazır olmadığı düşüncesiyle, halifelik makamının bir süre daha devam
ettirilmesine karar verilmiştir. Ancak Lozan’dan sonra hem mecliste hem de
kamuoyunda meclis tarafından halife seçilen ve yetkileri sınırlandırılan Abdülmecit
Efendinin yetki sınırlarını aştığı, bir hükümdar gibi davranmaya başladığı şeklinde bir
tartışma başlamıştır. Bu sırada Halk Fırkası milletvekilleri de Halifenin durumunun
yeniden gözden geçirilmesi, hatta Halifeliğin kaldırılması doğrultusunda bir tutum
içerisine girmişlerdir. Buna karşılık bir başka grup da Halifeliğin korunması görüşünü
benimsemişlerdir.

Aslında milliyetçilik ve milli egemenlik ilkesi üzerine kurulmuş olan yeni cumhuriyet
ile, ümmetçilik düşüncesi üzerine kurulu olan Halifeliğin birbiriyle bağdaşması mümkün
değildir. Nitekim son halife Abdülmecit Efendi’nin, yeni devlet statüsüne uyum
sağlamakta güçlük çektiği ve eski statüye dönmek istediği yaptığı hazırlıklardan belli
olmaktadır. Abdülmecit Efendi’nin bir devlet başkanı gibi kabullerde bulunması ve bazı
devlet ileri gelenlerinin Halife ile olan ilişkilerini kesmemeleri durumu karmaşık bir hale
sokmuştur. Bu sırada Hindistan Halifelik Komitesi adına, Hint Müslümanlarının lideri Ağa
Han ve Emir Ali, Başbakan İsmet Paşa’ya Halifeliğin korunması ve manevi gücünün
arttırılması gerektiği konusunda bir mektup göndermişlerdir. Özellikle Emir Ali’nin,
İngiltere Kralı’nın özel danışmanı olması, M. Kemal Paşa’yı, Halifeliğin yabancı güçlerce
zararlı bir biçimde kullanılabileceği endişesine sevk etmiştir.
Bu gelişmelerden sonra M. Kemal 1 Mart 1924’de meclisi açış konuşmasında,
halifeliğin kaldırılması düşüncesinde olduğunu açıklamıştır. Meclis genel kurulu 3 Mart
1924 günü Halifelik meselesini görüşmek üzere toplanmıştır. Bu sırada verilen
“Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkartılması “ile ilgili kanun
teklifi, yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiş ve halifelik resmen kaldırılmıştır.

Halifeliğin kaldırılmasıyla, devlet düzeninin lâikleştirilmesi konusunda büyük bir engel


ortadan kaldırılırken, saltanat ve hilâfet yanlılarının güç aldığı önemli bir makama da son
verilmiştir.

Halifeliğin kaldırılmasının yurt içinde ve dışında çeşitli yansımaları olmuştur. İçeride


saltanat ve hilafet yanlıları bu karardan dolayı rahatsızlık duymuşlardır. Batı dünyası bu
karardan dolayı şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemez iken, İslâm alemi rahatsızlık
duymuş ve olumsuz tepkiler ortaya koymuştur.

3 Mart 1924 Halifeliğin kaldırıldığı gün çıkarılan diğer yasalar şunlardır:

 Şer’riyye ve Evkâf Vekâleti kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar


Genel Müdürlüğü kuruldu.
 Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırıldı. Bununla da, Genel Kurmay
Başkanlığı’nın hükümet ve siyaset dışına çıkması sağlandı.
 Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edilerek, eğitimde birlik sağlandı.
 Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması kabul edildi.

 Bu bilgilerin ışığı altında halifeliğin kaldırılmasının nedenleri ve sonuçları


şunlardır:
Halifeliğin Kaldırılmasının Nedenleri
 Saltanatın kaldırılmasından ve Cumhuriyetin ilânından sonra, halifeliğin önemini
yitirmesi.
 Devlet başkanı olarak cumhurbaşkanı ile halifenin birlikte bulunmasının
sakıncalı olması.
 TBMM tarafından halife tayin edilen Abdülmecit Efendi’nin, devlet başkanı gibi
davranması.
 Halifelik kurumunun, lâikliğe ve cumhuriyet rejimine ters düşmesi.
 Eski rejim taraftarlarının saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra,
halifeliğe sığınmaları.
 Bazı TBMM üyelerinin halifeyi milletin üzerinde görmeye başlamaları, “TBMM
halifeliğin, halife de TBMM’nindir” şeklinde propaganda yapmaları.
 İslâm aleminin halifeliğin korunması konusunda İsmet Paşa’ya yazdıkları
mektubun, İsmet Paşa’nın eline geçmeden muhalefeti temsil eden “Tanin” gazetesinde
yayınlanması.

Halifeliğin Kaldırılmasının Sonuçları


 Lâikliğe geçişin en önemli aşaması gerçekleşti.
 İnkılâplar için elverişli ortam hazırlandı
 Milli egemenlik daha da pekişti
 Ümmetçilik arayışları sona erdi.

Türkiye’de Anayasal Hareketi

Anayasa en genel biçimde; devletin temel yapısını, yönetim biçimini, devletin temel
organlarını, bunların birbirleriyle ilişkisini, kişilerin devlete karşı, devletin kişilere karşı
olan hak ve görevlerini düzenleyen en üst yasalardır.

Dünyada anayasal sürecin, İngiltere’de 1215 yılında ki Magna Charta ile başlamasına
karşın, çağdaş anlamda ilk yazılı anayasa Amerikan bağımsızlık savaşı sonrasında
oluşturulan A.B.D anayasasıdır. Bununla birlikte 19. ve 20. yüzyıllara damgasını vuran
ve başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkileyen anayasal süreç, Fransız İnkılâbı ile
ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Devleti’nde ise 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak, iktidarın


sınırlandırılması anlamında düşünülerek, Osmanlı da aynasal sürecin başlangıcı olarak
kabul edilir. Ancak Sened-i İttifak ile padişahın yetkileri kısıtlanmakla birlikte, birer
feodal derebey kimliğinde olan ayanların da varlıkları yasallaştırılmıştır. Kısacası bu
kısıtlama demokratik bir nitelikten çok,merkezi otoritenin sarsılmasının kağıt üzerine
yansımasıdır. Zaten Padişah II. Mahmut, ilk fırsatta ayanların gücünü yok etmiş ve
imzaladığı bu belgeyi geçersiz kılmıştır.

Fakat 1839 Tanzimat Fermanı, Türkiye’deki anayasal gelişmeler açısından önemli bir
basamaktır. Tanzimat Fermanı bir anayasa olmamakla birlikte, anayasal bir yönetim için
mücadele eden aydınların yetişmesine sağladığı katkı ile anayasal bir dönem için önemli
bir adım olmuştur. 1876 Kanun-i Esasi’sinin yürürlüğe girmesinde, batının demokratik
ve liberal akımlarının etkisi altında kalan Tanzimat dönemi aydınlarının (Genç
Osmanlılar) rolü büyüktür.

1876 Osmanlı Kanun-i Esasisi

İlk Osmanlı anayasası olan, Mithat Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından
hazırlanan Kanun-i Esasi,1875 tarihli Fransız anayasası ile 1831 tarihli Belçika
anayasalarından esinlenerek oluşturulmuştur.

1876 anayasası ile şeklen de olsa bir parlamento oluşturulmuştur. Ancak bu anayasa
hükümdarın yetkilerini sınırlandırma ve iktidarın paylaşılması konusunda son derece
yetersizdir. Çünkü yasamada son söz meclise değil, padişaha aittir. Ayrıca yürütme
yetkisini elinde bulunduran hükümet, yine meclise değil, padişaha karşı sorumludur.
Padişaha meclisi istediği zaman dağıtma yetkisinin verilmesi de, bir başka sakıncalı
hükümdür. Bu arada bir hukuk devleti için son derece kaygı verici bir madde olan 113.
maddenin varlığı da, bir başka eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Bu maddeye göre
padişah istediği kişi veya kişileri herhangi bir yargı kararı olmaksızın yurt dışına sürgün
edebilecektir. 1876 anayasasının çağdaş anayasalara göre geri olmasında rol oynayan
hükümler bunlarla da sınırlı değildir. Anayasada temel hak ve özgürlükler çok sınırlı
tutulduğu gibi, siyasi parti kurma ve siyasal faaliyetlerde bulunma ile ilgili herhangi bir
düzenleme de yapılmamıştır.

1876 anayasasının ilan edilmesinden kısa bir süre sonra 20 Mart 1877’de Osmanlı
parlâmentosu (Meclis-i Mebusan = Ayan Meclisi + Heyet-i Mebusan) toplanmış ve
çalışmalarına başlamıştır. Ancak 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğranılan
başarısızlığın faturasının padişah ve hükümetine çıkarılması, parlamento ile II.
Abdülhamit arasındaki ilişkileri gerginleştirmiştir. Bunun üzerine anayasanın kendisine
verdiği yetkiyi kullanan II. Abdülhamit 14 Şubat 1878 tarihinde meclisi feshetmiştir. Aynı
tarihte anayasa da rafa kaldırılmış, böylece I: Meşrutiyet dönemi sona ermiştir.

Olumsuz yönlerin yanı sıra, 1876 anayasasının ilanı ve meclisin açılması, daha
sonraki dönemler için bir hazırlık ve deneyim dönemi olmuş, siyasal bilinçlenmeyi
arttırmıştır.

Yaklaşık 30 yıl süren mutlakiyet rejimi 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile
sona ermiş ve 1876 anayasası, üzerinde bazı değişiklikler yapılarak yeniden
uygulanmaya konmuş, bir kez daha anayasalı monarşik rejime geçilmiştir.

1909 Tarihli Kanun-i Esasi

1876 anayasası üzerinde, 1909 yılında yapılan değişikliklerle oluşturulan anayasadır.


Bu değişiklerle padişahın yetkileri sınırlandırılmış, yasamada son söz meclise bırakılmış
ve bir anlamda parlamento hükümdara karşı güçlendirilmiştir. Kişi güvenliği açısından
büyük sakınca yaratan 113. madde kaldırılmış, yürütme meclise karşı sorumlu hale
getirilmiş, yurttaşlara siyasi parti kurma, siyasal faaliyetlerde bulunabilme ve toplantı
yapma özgürlüğü sağlanmıştır.

1876 anayasası üzerinde 1909’da yapılan bu büyük değişiklerle, yasama ve yürütme


padişahtan koparak, ayrı ve demokratik organlar haline getirilmiş, kuvvetler ayrılığı
gerçekleşmiştir. 1909 anayasa değişikliği parlamenter sistemi getirmiştir. 1909 anayasa
değişikliği ile milli egemenlik ilkesi açıkça anayasada yer almamış, ancak anayasa
değişikliğini ilan eden kararnamede “Hâkimiyet-i Milliye” prensibine yer verilmiştir. Bu
nedenle 1909 anayasası milli hakimiyet prensibini telaffuz etmese bile bu ruh ile
hazırlanmış bir anayasadır. Bu yönüyle de monarşinin kurum olarak oldukça yıpranması
sağlanmıştır. Bu anayasa ve milli egemenlik kavramının ilk mayalandığı ortam olması
açısından önem taşımaktadır.

Ordu mensuplarının aktif politikaya girmiş olmaları II. Meşrutiyetin olumsuz yönüdür.
Çünkü bir süre sonra II. Meşrutiyetin mimarı sayılan İttihat e Terakki Cemiyeti yönetime
tümüyle egemen olmuş ve rejim yarı askeri bir niteliğe bürünmüştür.

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu

Bu anayasa, dağılan ve yok olmaya yüz tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine,


millet iradesine dayalı yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunu hukuki açıdan belgeleyen bir
eserdir. Zamanın şartlarına göre yapılmış, kısa bir geçiş dönemi anayasası niteliğindedir.

Önceleri 5 Eylül 1920’de kabul edilen Nisab-ı Müzakere Kanunu ile çalışmalarını
sürdüren ve kararlar alan TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu ile anayasal bir çizgiye çekilmiştir. 1921 anayasasının ilk maddesinde,
“Egemenliğin Kayıtsız Şartsız Millete Ait Olduğu” ifade edilmiştir. Böylece Türk tarihinde
ilk kez milli egemenlik ilkesi somut olarak ortaya konulmuş ve padişahın iradesi yerine,
millet iradesi geçmiştir. 23 Esas, 1 ek maddeden oluşan bu anayasa olağanüstü
şartlardan dolayı kuvvetler birliği ilkesini benimsemiş ve yasama ile yürütmenin
TBMM’nin içinden çıkacağı hükmünü kabul etmiştir. TBMM bu anayasadan aldığı yetki ile
hem yasama, hem de yürütme gücünü kullanmış, böylece olağan üstü bir dönemin
gerektirdiği ölçüde hızlı karar alma ve uygulama imkanını bulmuştur. Yasama ve
yürütme gücünün TBMM’nde toplanmış olması, Bakanların meclis tarafından seçilmeleri,
meclisin bakanları her zaman değiştirebilmesi, buna karşılık Bakanlar Kurulu’nun
meclise karşı kullanabileceği bir silahının olmaması ve bir devlet başkanlığı makamının
bulunmaması yönleriyle “Meclis Hükümeti” sistemi, ilk kez bu anayasa ile Türkiye’de
uygulanmıştır.

Bütün bunlara karşın saltanat makamına karşı olumsuz herhangi somut bir hükme
bu anayasada yer verilmemiştir.Ayrıca aynı dönemde Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin
yürürlükte olması, çift anayasalı bir dönemin yaşanmasına yol açmıştır.Osmanlı
anayasasının, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen hükümlerinin varlığı inkar
edilmemiştir.Ayrıntılı bir şekilde hazırlanmayan bu anayasada hak ve özgürlükler gibi
temel konuların düzenlenmemiş olması da, Osmanlı anayasasının yürürlükte olmasına
bağlanabilir.

1921 Anayasası Üzerinde Yapılan Değişiklikler

 1921 anayasası üzerinde 29 Ekim 1923’de yapılan en önemli


değişiklik,”Cumhuriyet” sözcüğünün anayasada telaffuz edilmesidir.
 1923’deki anayasa değişikliği ile Meclis Hükümeti Sistemi terkedilmiş, Kabine
Sistemine geçilmiştir.
 1923’de yapılan bir diğer değişiklik ise, “Türk Devleti’nin Resmi Dilinin Türkçe”,
“Dininin de İslam Dini” olduğu maddesine anayasada yer verilmesidir.

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu

Milli Mücadele’nin kazanılmasının ve saltanatın kaldırılmasının ardından Osmanlı


Kanun-i Esasi’si de resmen yürürlükten kalkmış ve sadece 1921 Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu en üst yasa olarak varlığını sürdürür hale gelmiştir.Ancak cumhuriyetin ilan
edilmesi ve halifeliğin kaldırılması gibi köklü düzenlemeler karşısında 1921 anayasası da
ihtiyaçları karşılamaktan uzaklaşmış ve tartışılır hale gelmiştir.Yeni bir anayasa için
yapılan hazırlıkların tamamlanmasından sonra 20 Nisan 1924’de yeni Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu yürürlüğe girmiştir.
1924 anayasasında cumhuriyet rejiminin vazgeçilmezliği üzerinde özellikle
durulmuş ve kuvvetler birliği ilkesi 1921 anayasasındaki kadar katı olmamakla birlikte
korunmuştur. 1921 anayasasında olduğu gibi bu anayasada da,egemenliğin kayıtsız,
şartsız millete ait olduğu, millet adına egemenliği kullanacak tek gücün TBMM olduğu
açıkça vurgulanmıştır. 1924 anayasasında, Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan
özgürlük anlayışı benimsenirken, bu özgürlüklerin kısıtlanmasının da ancak kanunla
yapılabileceği hükmüne yer verilmiştir.Ancak bu sınırlamanın ölçüsünün açık bir biçimde
ifade edilmemesi, iktidarın bu alanda geniş yetkiler elde etmesine ve sonraki yıllarda
ciddi tartışmaların doğmasına yol açmıştır.
1921 anayasasında yer almayan, ancak 1924’de düzenlenen bir başka konu ise
anayasanın nasıl değiştirileceği konusunun hükme bağlanmasıdır. Buna göre 1/3 üyenin
değişiklik teklifi sonunda oylamaya geçilebileceği, 2/3 üyenin kabul oyu vermesiyle de
anayasanın ilgili hükmünün değiştirilebileceği hükme bağlanmıştır.
1924 anayasası yargı yetkisini bağımsız mahkemelere bırakmıştır.Bu anayasa
parlamento tarafından hazırlanmış ve kabul edilmiş olduğu için, Türkiye’nin en sivil ve
olağan şartlarda hazırlanmış anayasası durumundadır.1924 anayasası doğrudan
doğruya Kurtuluş Savaşı ve onun iktidara taşıdığı güçlerin eseridir.Ancak bu olumlu
yanlarının yanısıra 1924 anayasası, siyasi partilerin durumu ve faaliyetleri açısından
boşluklarla dolu olduğu için, çok partili siyasi hayata geçilen dönemde sıkıntı
yaratmıştır.Ayrıca bu anayasada kanunların anayasaya uygunluğu denetleyecek bir
denetim mekanizması da yoktur.Anayasa meclisteki iktidar partisi çoğunluğunca
kolaylıkla değiştirilebilmiştir.
1924 Anayasası Üzerinde Yapılan Değişiklikler

 10 Nisan 1928’de Yapılan Değişiklikler :


A) _ 2. Maddede yer alan “Türkiye Devleti’nin Dini İslâm’dır” maddesinin anayasadan
çıkartılması.
B) _ 16. ve 38. maddedeki “Vallahi” kelimesinin anayasadan çıkartılması ve yerine
“Namusum üzerine söz veririm” ifadesinin konulması.
C) _ 26. maddedeki “Ahkâm-ı Şer’i yenin Tenfizi” sözünün anayasadan çıkartılması.
Bu değişikliklerin amacı, devleti dinin etkisinden kurtarmaktır.
 5 Aralık 1934’de, 10. ve 11. maddelerde yapılan değişiklikle, kadınlara seçme ve
seçilme hakkı verilmiş, 18 olan seçmen yaşı 22’ye çıkarılmıştır.
 5 Şubat 1937’de 6 Atatürk ilkesi anayasaya konulmuştur.

1961 Anayasası

1924 anayasası, 1960 yılına kadar varlığını sürdürmekle birlikte, 1945 II.Dünya
savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında sorunları
çözmekte yetersiz kalmıştır.Her ne kadar Fransız İhtilali’nin saçtığı evrensel nitelikli hak
ve özgürlüklere yer vermişse de, bu anayasanın II. Dünya savaşı sonrasında gündeme
gelen ve yayılmaya başlayan insan hakları konusundaki yeni gelişmeleri kapsamaması
bu yetersizliğin en önemli nedenidir.

Ayrıca özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda anayasanın iktidara geniş yetkiler


tanımış olması, anayasaya aykırı olarak çıkarılan kanunların iptal edilmesini sağlayacak
bağımsız bir üst yargının bulunmaması, bir başka ifade ile yasama organının işlemlerinin
yargısal denetime tabi tutulması konusunda çağdaş düzenlemelerin yapılmamış olması,
özellikle Demokrat Parti döneminde ciddi siyasal krizlere yol açmıştır.Sonuçta sistemin
tıkanması ve siyasi kaos 27 Mayıs 1960’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el
koymasına neden olmuştur.27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile 1924 anayasası
geçersiz sayılmış ve parlamento feshedilmiştir.Yeni bir anayasanın hazırlanması için Millî
Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan iki kanatlı bir kurucu meclis
oluşturulmuştur. Temsilciler Meclisi tarafından hazırlanan anayasaya Millî Birlik Komitesi
tarafından son şekli verilmiş ve anayasa 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunularak kabul
edilmiş, 20 Temmuz 1961’de de yürürlüğe girmiştir.

Halk oyuyla kabul edilerek yürürlüğe giren ilk Türk anayasası olan 1961
anayasası, o tarihe kadar hazırlanan Türk anayasalarının en uzunudur.1961 anayasası
ile de, cumhuriyetin vazgeçilmezliği ve egemenliğin millete ait olduğu hükmü
vurgulanmıştır. 1961 anayasası ile yasama organ durumundaki TBMM iki kanatlı hale
getirilmiştir.Bunlar Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’dur.Seçimle belirlenen
üyelerden oluşan Millet Meclisi’nin yetkileri daha geniştir.Cumhuriyet Senatosu ise
seçimle gelen üyelerin yanı sıra, cumhurbaşkanının atamaları,Millî Birlik Kurulu üyeleri
ve eski cumhurbaşkanlarının doğal üye olarak katılımlarıyla oluşmaktadır.
1961 anayasası ile yargı her açıdan bağımsız hale getirilmiş ve yargıç güvencesi
sağlanmıştır.TBMM’nin çıkardığı yasaların anayasaya uygun olup olmadığını
denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesi , ilk kez tam olarak sendikalaşma, grev ve
toplu sözleşme hakkı bu anayasa ile getirilmiştir.Başta üniversiteler ve TRT olmak üzere
çeşitli kurumların özerkleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

1961 anayasasının sosyalleştirici bir rolü vardır.İlk kez bu anayasa ile toplumda
anayasa kültürü doğmuştur.1961 anayasasının diğer bir rolü ise siyasileştirici etkisinin
olmasıdır.Halkın siyaset sahnesine aktif bir unsur olarak girmesi ve katılımcı
demokrasinin gelişmesinde 1961 anayasasının rolü büyüktür.

T.Cumhuriyeti’nin en özgürlükçü anayasası olarak değerlendirilen 1961


anayasası,1965 yılından sonra ortaya çıkan sosyal,toplumsal ve ekonomik sorunlar
karşısında tartışılır hale gelmiştir.Bunun nedeni kimilerine göre hak ve özgürlüklerin çok
geniş tutulması, kimilerine göre de bu hak ve özgürlüklerden dolayı gelişen muhalefete
tahammül edilemeyişidir.Nedeni ne olursa olsun Türkiye 1970’li yılların başında yeniden
ciddi bir anayasal bunalıma girmiş ve 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası sonrasında
anayasada ilk önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir.Bu değişikliklerle üniversiteler ve
TRT’nin özerkliğinde sınırlama yapılmış,hak ve özgürlüklerle yargının durumu yeniden
düzenlenmiştir. Ancak bu değişikliklere rağmen, sorunlar artarak devam etmiş ve
ülkedeki siyasal ve ekonomik bunalım aşılamamıştır.Sonuçta 12 Eylül 1980’de yine bir
askerî müdahale ile parlamenter rejime son verilmiş ve yeni bir dönem başlamıştır.

1982 Anayasası

12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ile 1961 anayasası yürürlükten kaldırılarak,


parlamento feshedilmiş, siyasal partiler kapatılmıştır.Bu askerî müdahale sonrasında da
yeni bir Kurucu Meclis oluşturulmuştur. Millî Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi olmak
üzere iki kanatlı bir şekilde oluşturulan bu Kurucu Meclis, anayasal ve yasal bir çatı
oluşturmak, yeni bir anayasa hazırlamak ve TBMM açılana kadar yasama görevini
yapmak gayesine yönelik olarak kurulmuştur.

Danışma Meclisi tarafından kabul edilen ve Millî Güvenlik Konseyi’nce son şekli
verilen anayasa,7 Kasım 1982’de halkoyuna sunularak ,% 92 kabul oyu ile yürürlüğe
girmiştir.
Cumhuriyetin vazgeçilmezliğinin ve millî egemenliğin bir kez daha vurgulandığı 1982
anayasasında, Türk Devleti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak
nitelendirilmiştir.1961 anayasasının başlangıç kısmında yer alan “Türk Milliyetçiliği”
deyimi tartışmalara yol açtığı için, 1982 anayasasında “Atatürk Milliyetçiliği”ne bağlılığın
devletin temel nitelikleri arasında gösterilmesi önemli bir yenilik olarak göze
çarpmaktadır.
Yasama organı yeniden düzenlenerek 1961 anayasasıyla kurulan Cumhuriyet
Senatosu kaldırılmış ve yeniden tek meclisli sisteme dönülmüştür.

Yürütme konusunda ise 1961 anayasasındaki sistem aynen korunmuş olmakla


birlikte,bir farklılık olarak cumhurbaşkanının meclisi feshetme yetkisi biraz daha
genişletilmiştir.Buna göre 45 gün içinde bir hükümet kurulamaz veya güvenoyu
alamazsa, cumhurbaşkanı meclisi dağıtıp, ülkeyi seçime götürebilecektir.

Temel hak ve özgürlükler ise 1961 anayasasında olduğu gibi geniş ve kapsamlı bir
şekilde düzenlenmiş olmakla birlikte, kısıtlayıcı bir anlayış benimsenmiştir.

Din derslerinin ilk ve orta öğretimde okutulacak zorunlu ders kapsamına alınması,
1982 anayasasının en çok tartışılan yönlerinden birisini oluşturmuştur.

Türk toplumu 1876’da günümüze kadar beş farklı anayasa ile yönetilmiştir.
Günümüzde anayasa tartışmalarının hala devam ettiği düşünülürse, anayasadan
kaynaklanan sorunların çözüme kavuşturulduğunu söyleyebilmek mümkün değildir.
1924 anayasası dışında kalan (1876-1921-1961-1982) diğer dört anayasa, olağanüstü
dönemlerin ürünü olarak, yine olağanüstü şartlarda oluşturulan kurullar yada kurucu
meclisler tarafından acele ile hazırlanmıştır. Dolayısıyla olağanüstü dönemlerin etkisini
yitirmesi ile mevcut anayasanın da yetersizliği de ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bütün
kesimlerin uzlaşmasıyla hazırlanacak sivil bir anayasa ile devlet-birey, devlet-toplum,
toplum-birey, birey-birey ilişkilerinin sağlıklı bir temel üzerine oturtulması sağlanabilir.

Çok Partili Siyasi Hayat

Siyasi parti; demokrasiyle yönetilen ülkelerde halkın desteğini sağlamak suretiyle


iktidar olmaya ve sürdürmeye çalışan, sürekli ve istikrarlı bir örgüte sahip siyasi
topluluktur. Bu anlamda siyasi partiler, modern siyasi sistemlerin en önemli
unsurlarından birisi olup, demokrasiyi de oluşturan güçlerdir. Siyasi partilerin yer
almadığı bir demokrasi düşünülemez.
1. TBMM’de Çeşitli Grupların Ortaya Çıkması

23 Nisan 1920’de çalışmalara başlayan ilk BMM, kendisini oluşturan


milletvekillerinin katılma şekilleri itibarıyla üç ayrı gruptan meydana gelmiştir. Bunlar;
19 Mart seçim genelgesine göre seçilenler, Meclis-i Mebusan üyesi olup Ankara’ya
gelebilmiş olanlar, Yunanistan ve Malta’dan gelenlerdir. İlk meclisi oluşturan
milletvekilleri temel olarak Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek amacında idiler. Bu sebeple
belirli bir siyasi görüşe sahip olmadıkları gibi, herhangi bir siyasi partiyi de temsil
etmemektedirler. Dolayısıyla aralarında birlikten söz etmek mümkün değildir. Farklı
yerlerden ve menşelerden gelen bu kişilerin, doğal olarak düşünce yapıları da farklıdır.
Bu durum zaman içinde kendini göstermiş, farklı düşünceler mecliste gruplaşmaları da
beraberinde getirmiştir. Bu grupların en önemlileri :
Tesanüt (dayanışma) Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk
Zümresi ve Islahat (reform) Grubudur.

Bu grupların ortaya çıkması ile mecliste çalışmalar yavaşlamış ve çeşitli


çekişmeler yaşanmıştır. M. Kemal bu grupları bir araya getirerek, uzlaşma sağlamaya
çalışmışsa da bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır.

2. Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Kurulması ve Bunun Halk Fırkasına Dönüşmesi

M. Kemal ilk TBMM’de ortaya çıkan grupların birleştirilmemesi üzerine,


meclisin hızlı çalışmasını sağlayacak formüller aramaya başlamıştır. Bulunan formüllerden
biri de, mecliste büyük bir grup kurmak suretiyle çoğunluğu ele geçirmek ve böylelikle
meclisi çalıştırmaktır. Bu amaçla M. Kemal 151 arkadaşıyla birlikte 10 Mayıs 1921’de
mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurmuştur. Aynı gün
yapılan seçimden sonra grubun başkanlığına M Kemal getirilmiştir.Grubun iki maddeden
oluşan programı şu şekildedir:
1) Grup, Misak-ı Millî ilkeleri çerçevesinde milletin bağımsızlığını sağlayacak bir
barışın elde edilmesi için,milletin bütün maddi ve manevi gücünü kullanarak çalışacak.
2) Grup,devlet ve milletin teşkilatını, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun koyduğu ilkeler
çerçevesinde tespit edecek ve hazırlayacak.

Meclisi çalıştırma doğrultusunda önemli bir adım atan M Kemal, meclisteki bütün
milletvekillerinin bu grubun tabii üyesi olduğunu vurgulayarak, grubun dışında
kalanların serbest hareket etmek isteyen birkaç kişiden ibaret olduğunu ifade
etmiştir.Zamanla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu dışında kalanlara İkinci
Grup adı verilmiş ve bu grup, yapılan bazı çalışmalara karşı çıkarak bir muhalefet
hareketi başlatmıştır.Ortaya çıkan bu muhalefet M Kemal’i hem yapmak istediği
inkılâpları halka mâl etme noktasında daha etkili olacağı, hem de ileride yapılacak
seçimlere bir parti ile girerek muhalefetin gücünü kırma düşüncesiyle bir parti kurma
kararına yöneltmiştir. M Kemal bu konudaki kararını 1922 Aralığı’nda, Halk Fırkası adıyla
bir siyasî parti kurulacağını söyleyerek açıklamıştır.Bu açıklamadan sonra Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun, Halk Fırkası’na dönüştürülmesi düşüncesi
benimsenmiş ve bu karar kamuoyuna da duyurulmuştur. 9 Eylül 1923 günü Halk Fırkası
resmen kurulmuş, böylece ilk direnişle birlikte başlayan siyasî örgütlenme süreci, bir
siyasi partinin resmen kurulmasıyla tamamlanmıştır.Halk Fırkası çalışmalarını bir süre
bu isimle sürdürmüş, ancak Genel Başkan M Kemal’in isteği doğrultusunda partinin adı
1924’de Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirilmiştir.İkinci TBMM’nde çoğunluğu elde
eden ve cumhuriyet devrinin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası inkilâpların
öncülüğünü yapmıştır.

3-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

Mili Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra Türk Milleti’nin çehresini her alanda
değiştirecek inkılâpların yapılmasına gelince,inkılâpların şekli ve zamanı konularında M.
Kemal ve bazı arkadaşları arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.Bu görüş ayrılıkları
zamanla iyice belirginleşmiş ve çok geçmeden bu kişiler mensubu oldukları Cumhuriyet
Halk Fırkası’nın icraatlarına karşı çıkmaya başlamışlardır.Muhalifler Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın çatısı altında kalmayı uygun görmeyerek,istifayı düşünmüşlerdir.Aralarında
M. Kemal’in silah arkadaşlarının da bulunduğu (Bunlardan bazıları Kazım Karabekir,Ali
Fuat Cebesoy, Refet Bele,Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’dır) onbir kişilik bir grup bu
çerçevede Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa ederek ayrılmışlardır.Bu grup 1924
anayasasının çok partili rejime geçilmesine fırsat vermesinden yararlanarak,17 Kasım
1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir siyasi parti kurmuştur.Milli
Mücadele sırasında M. Kemal’in etrafındaki ilk halkayı teşkil eden Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları, muhalefet kontrolü olmaksızın bütün kuvvetlerin
mecliste toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı endişesini taşıyorlardı. Bu sebeple
parti mecliste etkili bir muhalefet yaparak, demokratik bir denge kurmak
amacındaydı.Bu nedenle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, cumhuriyet tarihimizin ilk
muhalefet partisi olma özelliğini taşır.

Terakkiperver Fırka’nın yapılan seçimler sonucunda genel başkanlığına Kazım


Karabekir, ikinci başkanlığına Rauf Orbay,genel sekreterliğine ise Ali Fuat Cebesoy
getirilmişlerdir.

Terakkiperver Fırka kurucuları programlarında millet iradesine ve


cumhuriyet yönetimine olan bağlılıklarını vurgulamışlar, toplumu çağdaşlaştıracak
değişikliklerin birdenbire değil, zamanla gerçekleşeceğini iddia etmişlerdir.Cumhuriyet
Halk Fırkası’na nazaran daha liberal ve demokrat görüşleri benimsedikleri için, fırka
yöneticileri dini inançlara saygılı olduklarını belirtmişlerdir.

M. Kemal Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini arzu ettiğinden başlangıçta yeni


bir siyasî partinin kurulmasından memnun olmuştur.Ancak Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası zamanla mecliste sert tartışmalara giren, saltanat ve hilâfetin kaldırılmasından
memnun olmayan üyelerin yanı sıra, ittihatçıların da bünyesinde yer almaya başladığı
bir parti haline gelmiş,inkılâplara karşı olanlar açısından,inkılâpları engelleyecek son
umut olarak görülmüştür.Dolayısıyla M. Kemal’in bu parti ile ilgili düşünceleri de
değişmiştir.

4.Şeyh Sait İsyanı ve Terakkiperver Fırka’nın Kapatılması

Lozan’dan sonra Musul konusunda Türkiye ile yaptığı ikili görüşmelerden de bir
sonuç elde edemeyen İngiltere, Musul’un Türk halkının Türkiye ile birleşme isteğini ve
Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisi aleyhinde bir durum yaratmasını önlemeye
çalışmaktadır.Bu çerçevede İngiltere, Türkiye içinde bir takım karışıklıklar çıkarma ve
ihtilâl hareketlerini körükleyerek, Türkiye’yi zayıflatma planları yapmaktadır. Bu amaçla
Şeyh Sait isimli biri tarafından 13 Şubat 1925’de Genç iline bağlı Piran’da bir isyan
hareketi başlatılmıştır. İngiltere’nin desteği sayesinde kısa sürede doğu illerinin bir
bölümünü saran isyan ile İngiliz himayesinde bir Kürt Devleti kurulmasına çalışılmıştır.
Şeyh Sait ve arkadaşlarının hareketi aynı zamanda dinî-siyasî niteliği de olan bir
harekettir. Çünkü “din elden gidiyor” şeklindeki propaganda ile halkın kandırılmasına
çalışılmış, cumhuriyet ve inkılâpların ortadan kaldırılması plânlanmıştır.

Memleket içindeki cumhuriyet ve inkılâplara karşı olanların da Şeyh Sait isyanını


desteklemesiyle durum oldukça ciddi bir hal almıştır. Bunun üzerine T. Cumhuriyeti
Devleti hem isyanı bastırarak asayişi yeniden sağlamak, hem de vatanın parçalanmasını
önleyerek varlığını devam ettirmek gayesiyle 4 Mart 1925 tarihinde “Takrir-i Sûkûn
Kanunu”nu çıkartmış ve yine aynı tarihte biri isyan bölgesinde, diğeri de Ankara’da
olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kurmuştur.

Terakkiperver Fırka’nın programında yer alan bazı maddelerden faydalanmak isteyen


bir takım kişilerin partiye üye olmaları ve parti mensupları tarafından yapılan
propagandaların halkı isyana teşvik ettiği düşüncesinin ortaya çıkması üzerine
Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, isyanla ilgileri olduğu gerekçesiyle fırkanın bölgedeki
bütün şubelerini kapatmıştır. Daha sonra Ankara İstiklâl Mahkemesi de, Terakkiperver
C. Fırkası ile ilgili yaptığı araştırmada, bu fırka tarafından yapılan propagandalarda din
ve dince kutsal sayılan şeylerin istismar edildiğini tespit etmiştir. Bu tespit üzerine
Bakanlar Kurulu, Takrir-i Sûkûn Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak,
Terakkiperver C. Fırkasını ülkedeki bütün şubeleriyle birlikte kapatmıştır.

Şeyh Sait İsyanı’nın Sonuçları:


 Terakkiperver C. Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesiyle kapatıldı.
 Şeyh Sait İsyanı, Türkiye’de çok partili siyasî hayata geçiş için elverişli ortamın
henüz olgunlaşmamış olduğunu gösterdi.
 Doğu Anadolu’da bozulan huzuru sağlamak için çıkarılan Takrir-i Sûkûn
Kanunu,1929’a kadar yürürlükte kaldı.
 T. Cumhuriyetini yıkmaya yönelik ilk isyan bastırıldı.
 İngiltere, Türkiye bu isyanla yıprandığı için, Musul sorununu kendi lehine
çözmede büyük bir avantaj sağladı.

5. İzmir Suikastı

Şeyh Sait isyanı sonrasında inkılâpların karşısında olan unsurların sindirilmesi


konusunda sertlik politikasına devam edilmiştir. Bu sırada yapılan inkılâpları halka
anlatmak maksadıyla 1926 Baharı’nda yurt gezilerine çıkmayı planlayan Atatürk’ün
programında,Balıkesir üzerinden 17 Haziran’da İzmir’e gidilmesi de vardır. Ancak aynı
günlerde iktidar ve muhalefet arasındaki gerginlik devam etmektedir. İşte böyle bir
ortamda menfaatleri zedelenen bazı kişiler, Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasından
sonra, cumhuriyeti ve inkılâpları ortadan kaldırarak, eski günlere dönmek şeklindeki
amaçlarına ulaşmak gayesiyle M. Kemal’i öldürmeye karar vermişlerdir. Bu işi de, O’nun
İzmir’e yapacağı seyahat sırasında gerçekleştirmeyi plânlamışlardır. Suikastı plânlayan
Ziya Hurşit ve arkadaşlarına Giritli Şevki yardım edecek ve onları suikasttan sonra
Yunan adalarına kaçıracaktır. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı M. Kemal’in İzmir’e
yapacağı seyahatin bir gün gecikmesinden şüphelenen Giritli Şevki’nin, meseleyi
yetkililere haber vermesi ile olay ortaya çıkmıştır. Olayın ortaya çıkması üzerine Ankara
İstiklâl Mahkemesi Heyeti, İzmir’e giderek olaya el koymuş ve olayla ilgisi olduğu
düşünülen kişiler yakalanarak tutuklanmışlardır. Bu kişiler arasında İttihatçılar ve
Terakkiperver Fırka mensupları da vardır. M. Kemal’e göre suikastın arkasında
Terakkiperver Fırka vardır ve bu suikast birkaç kişinin eseri değil, muhaliflerin inkılâp ve
cumhuriyet aleyhine giriştikleri büyük bir ihanetin eseridir. Dolayısıyla Terakkiperver C.
Fırkası üyelerinin tutuklanmaları gerekmektedir. Hatta M. Kemal, “İttihatçıların
Terakkiperver Fırka ile örgütlendiklerini ve bir darbe ile iktidara gelmek istediklerini,
suikastı de bu nedenle plânladıklarını” düşünmektedir.İsmet Paşa’nın böyle
düşünmemesine rağmen, Kazım Karabekir Paşa Terakkiperver C. Fırkası başkanı olarak
Ankara’da tutuklanmış ve 26 Haziran 1926 sabahı İzmir’e getirilmiştir. Aynı gün
İstanbul’dan parti üyesi olan Refet Bele, Cafer Tayyar, Ali Fuat Cebesoy ve İttihatçı eski
Maliye Bakanı Cavit Bey de arkadaşlarıyla birlikte yargılanmak üzere İzmir’e
getirilmişlerdir.

Yargılama sonucunda İttihatçıların daha önce kapatılan ve Terakki Fırkası’nı yeniden


dirilterek, Terakkiperver Fırka’nın da desteği ile iktidara gelmek niyetinde oldukları
kanaatine varılarak, Cavit Bey, Dr. Nazım Bey ve Naili Bey idam edilmişlerdir. Kazım
Karabekir Paşa suçsuz bulunarak, serbest bırakılmış, bazı İttihatçılar tutuklanmış, bu
olayla İttihat ve Terakki’nin Türk siyasî hayatından silinmesi doğrultusunda önemli bir
adım atılmış, muhalefet sindirilmiştir.

6. Serbest Cumhuriyet Fırkası

Terakkiperver Fırka’nın 3 Haziran 1925’de kapatılmasıyla Türkiye’de çok partili


rejim denemesi de sona ermiş ve yeniden tek parti dönemi yaşanmaya başlanmıştır.
Ancak dışarıdan bakıldığında tek parti yönetimi yanlış değerlendirmelere yol açmakta,
sanki Türkiye diktatörlükle yönetiliyormuş gibi bir havanın yayılmasına sebep
olmaktaydı. Bu değerlendirmelerden rahatsızlık duyan Atatürk, yeniden çok partili siyasi
hayata geçilmesi düşüncesindeydi.

Ayrıca, Türkiye’de 1922-1930 yılları arasında yapılan inkılâplar, hükümete karşı bir
direnme meydana getirmiştir. Özellikle sanayileşme politikası ile alkollü içkiler, sigara,
şeker, tuz ve deniz nakliyatının devlet tekeline alınması bu hoşnutsuzluğu daha da
arttırmıştır. Bu siyaset aynı zamanda Türkiye’de büyük ölçüde ekonomik durgunluğa da
yol açmıştır.

Hükümet ise, prensip olarak özel teşebbüse taraftar olduğunu ifade etmekle
birlikte, takip ettiği ekonomik politika ile dar bir devletçi görüşü benimsemektedir. Bu
nedenle M. Kemal devletçi düşünceyi benimseyen Cumhuriyet Halk Fırkasının
karşısında, liberal ekonomiden yana bir muhalif grubun bulunmasını faydalı ve lüzumlu
görmektedir. Bu nedenle hem dışarıda Türkiye aleyhinde ortaya çıkan yanlış
değerlendirmeleri ortadan kaldıracak, hem de içerideki sıkıntıları gidererek, rejimin
sağlıklı yürümesini sağlayacak yeni bir muhalefet partisinin kurulması gereklidir.

M. Kemal 1930 yılının yaz aylarını Yalova’da geçirmektedir. O günlerde M.


Kemal’in yakın arkadaşı Paris Büyükelçisi Fethi Okyar da Yalova’da M. Kemal ile
görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmelerde Fethi Bey, M. Kemal’e sık sık İngiltere
parlamentosundan ve oradaki siyasi partilerden söz etmekte, Türkiye’de ki ekonomi ve
demiryolu politikalarının yanlışlığını anlatmaktadır. Bu görüşmelerden birinde M. Kemal,
Fethi Bey’e bu dediklerinizi yapabilmeniz için hemen bir siyasi parti kurunuz, partinin
başına geçerek düşüncelerinizi mecliste savununuz teklifinde bulunarak, O’nu yeni bir
parti kurmakla görevlendirmiştir.

M. Kemal tarafından yeni bir parti kurmakla görevlendirilen Fethi Bey çalışmalarını
tamamlayarak, 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur.

Serbest C. Fırkası’nın bir muhalif parti olarak kurulmasından maksat,birikmiş


hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak ve hükümeti hem kusurlarını düzeltmeye, hem
de ekonomik duruma yeni çareler aramaya sevk edecek bir kontrol sistemi yaratmaktır.

Serbest Cumhuriyet Fırkası parti programına göre, cumhuriyetçilik,milliyetçilik ve


laiklik esaslarına bağlı, liberalizmi ve kadınlara siyasî haklar verilmesini savunan bir
partidir.

Serbest C.Fırkası, kuruluşundan hemen sonra özellikle Ege Bölgesi’nde büyük bir
taraftar kitlesi bulmuş ve önemli ölçüde teşkilatlanmıştır.Bu sebeple Fethi Bey’in yerel
seçimler öncesinde propaganda amacıyla Ege Bölgesine yaptığı ziyaret ve burada
yapılan toplantılara katılım büyük olmuştur.Bu toplantılar sırasında halk alınan bütün
tedbirlere rağmen, hükümet ve inkılâplar aleyhine gösteriler yapmıştır. Bu durum,
inkılâpların hayatiyetini temin açısından, henüz bir muhalefet partisi teşkili için zamanın
erken olduğunu göstermektedir.Ancak kısa sürede büyük bir hızla gelişen parti, 1930
yılında yapılan yerel seçimlere katılarak, 502 yerde belediye seçimlerini kazanmıştır. C.
Halk Fırkası, Serbest Fırka’nın seçimlerde usulsüzlük yaptığını iddia etmiş ve 502
belediyenin, 22 tanesi geçerli sayılmıştır.

Yerel seçimlerde Serbest Fırka’nın yolsuzluk yaptığı iddiaları, mecliste sert


tartışmalara yol açmış ve bu durum M. Kemal ile Fethi Bey’i karşı karşıya gelme
noktasına getirmiştir. M. Kemal ile karşı karşıya gelmeyi arzu etmeyen Fethi Bey,
Serbest C. Fırkası’nın bir anda cumhuriyet ve inkılâplara karşı olanların odaklandığı bir
parti haline gelmesi üzerine, İçişleri Bakanlığı’na verdiği bir dilekçe ile fırkanın kendi
kendisini feshetmesini sağlamıştır.Dolayısıyla Güdümlü Muhalefet Partisi olarak ortaya
çıkan bu partinin kapanmasıyla, Türkiye’de yeniden 1945’e kadar devam edecek olan
tek parti yönetimi kaçınılmaz olmuştur.

7. Menemen Olayı

Serbest Fırka’nın kendi kendisini feshetme kararı almasıyla adeta boşlukta kalan
cumhuriyet ve inkılâp karşıtları, Türkiye’de ki bu değişimi sona erdirecek bir arayış içine
girmişlerdir.Onlara göre bir isyan çıkararak, Türkiye’deki eski günlere dönüşü
sağlamak, başvurulacak yollardan birisi olarak görülmektedir.Manisa’nın bir köyünden
geldikleri sanılan altı kişinin Menemen’e gelerek şeriat istemeleri ile isyan patlak
vermiştir. Olayın duyulması üzerine bölgeye gelerek, isyancılara engel olmak isteyen
Asteğmen Kubilay ile Hasan ve Şevki adındaki iki bekçi isyancılar tarafından
öldürülmüşlerdir. Sıkı yönetimin ilan edildiği bölgeye, daha sonra askerî birliklerin
gelmesiyle isyancılardan üçü öldürülmüş, diğerleri de yakalanmıştır. İçlerinden Derviş
Mehmet isimli kişinin peygamberlik iddiasıyla başlayan olay, şiddet kullanılarak
bastırılmış, ancak bu olayın 6 kişinin gerçekleştirdiği bir olay olamayacağı, olayın
arkasında başka güçlerin varlığı düşüncesiyle çok yönlü araştırma yapılmıştır. Olay
sonrasında 34 kişi idam edilmiş, 41 kişi de çeşitli sürelerde hapis cezasına
çarptırılmışlardır.

Atatürk Dönemi Türk-Dış Politikası (1923-1932)

1.Atatürk’ün Dış Politikadaki Temel İlkeleri


a) Akılcı ve gerçekçi olmak.
b) Yapıcı ve barışçı davranmak.
c) Bağımsızlığımıza ve sınırlarımıza saygı duyan devletlerle iyi ilişkiler kurmak.
d) Diğer devletlerin iç işlerine karışmamak, kendi içişlerimize karışılmasına da fırsat
vermemek.
e)Devletlerarası sorunları hukuka dayalı barışçı yollardan çözmek.
f) Dış politikanın iç teşkilata uygun olmasını sağlamak.
g) Milletin hayatı tehlikede olmadıkça savaşa girmemek.
h) Millî sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı
sürdürmek.

1923-1932 döneminde Türk dış politikasının esasını, Türk inkılâbının temel prensipleri
ve Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak Lozan’da halledilemeyen meselelerin
çözümü teşkil etmiştir.Bunun yanı sıra Lozan Antlaşmasıyla ortaya konan esasların
uygulanması, büyük devletlerle olan ilişkilerin normalleştirilmesi, komşularımızla dostluk
ilişkilerinin kurulmaya çalışılması yine bu dönem dış politikasının temel
özellikleridir.Ayrıca bu dönemde uluslararası genel gelişmeler yakından takip edilerek,
içte ve dışta istikrarın sağlanmasına çalışılmıştır.

2.Türk-İngiliz İlişkileri (Musul Meselesi)

Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle batılı devletlerin ilgisini
19.yüzyıl sonlarından itibaren çekmeye başlamıştır.Özellikle İngiltere, I.Dünya Savaşı
sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda
ikna etmiştir.Osmanlı’nın paylaşımını esas alan ve I.Dünya Savaşı sırasında İtilaf
Devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar doğrultusunda İngiltere bölgeye ilgisini
sürdürerek, Musul ve çevresinde çeşitli bölücü çabalara girişmiştir. Sonuçta İngiltere,
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, Türk birliklerinin kontrolünde olan
Musul ve civarını Mondros Mütarekesi’nin ruhuna aykırı biçimde işgal etmiştir.Bundan
sonra ise İngiltere bölgeyi elinde tutabilmek için her türlü çabayı göstermiştir.Nitekim
İngiltere, Osmanlı Devleti ile imzaladığı Sevr Antlaşması ile Musul’u kurulması düşünülen
Kürt Devleti’nin sınırları içine aldırmış ve konuyu kendi lehine halletmiştir. Ancak
Anadolu’da M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadele hareketi, yayınladığı
Misak-ı Millî’de Musul’u Türk toprağı saymış, Anadolu’da kurulan hükümet ise her
platformda Sevr’i tanımadığını açıklamıştır.

Kazanılan zafer sonrası başlatılan Lozan Barış görüşmelerinde İngiltere’nin Musul’u


bırakmamak konusundaki ısrarı sürmüş ve antlaşmanın tehlikeye girmemesi için Musul
sorununun daha sonra taraflar arasında görüşmeler ile halledilmesi uygun görülmüştür.

Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinde “Türkiye ile Irak arasındaki sınır


sorununun, Türkiye ile İngiltere arasında dokuz ay içinde barışçı yollardan çözüleceği “
hükmü yer almaktadır. Bu hüküm gereği Türk-İngiliz görüşmeleri 1924 yılı Mayıs ayında
başlamıştır. Haliç Konferansı adıyla tarihe geçen bu görüşmelerde Türkiye nüfus
açısından, siyasî, tarihî, coğrafî,askerî ve stratejik nedenlere dayalı haklı gerekçelerini
öne sürerek,Musul’un Türkiye’ye katılması gerektiğini savunurken,İngiltere Musul’un
kendi mandaterliği altındaki Irak’a bırakılması konusundaki ısrarını sürdürmüş ve bunun
yanında Türkiye’den Hakkari’ye kadar uzanan toprak talebinde bulunmuştur. Bu durum
da konferans, 5 Haziran 1924 yılında bir sonuca varmadan sona ermiştir. Lozan
Antlaşması’nın Musul ile ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda sonucun
Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini öngörmektedir. Başlangıçta üyesi olmadığı, üstelik
tamamen İngiliz kontrolünde olan bu organizasyondan Türkiye lehine bir karar
çıkmayacağına olan inancından dolayı Türkiye Musul sorununu Milletler Cemiyetine
götürmede tereddüt geçirmiş, ancak sonunda Türkiye Musul sorununun Milletler
Cemiyeti’nde görüşülmesine razı olmuştur.

Musul sorunu, Milletler Cemiyeti tarafından 30 Eylül 1924’de görüşülmeye


başlanmıştır.Milletler Cemiyeti tarafından oluşturulan komisyon, Milletler Cemiyeti’ne
“Musul’un İngiliz mandası altındaki Irak’ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile
Irak arasındaki sınırında Brüksel’de belirlenmiş olan çizgiden geçeceğini” bildiren kararı
aldıklarını bildirmiştir. Türkiye Musul komisyonunun kararını tanımadığını, komisyonun
böyle bir karar alma yetkisinin olmadığını belirtmişse de, Milletler Cemiyeti, Milletler
Cemiyeti Musul Komisyonu’nun kararını benimsemiştir.Bu sırada Türkiye, Şeyh Sait
isyanının bastırılması işi ile uğraşmaktadır.Musul’u geri almak için kuvvete
başvurmaktan başka çare kalmamıştır. Ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve Şeyh
Sait isyanı gibi iç nedenler buna imkan vermemektedir. Bu nedenle Türkiye, Misak-ı
Milli’den taviz sayılabilecek bir geri adımı atmak zorunda kalmış, 5 Haziran 1926’da
imzaladığı Ankara Antlaşması ile Musul’u İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakmıştır.
Buna karşılık Türkiye’ye Musul petrollerinden 25 yıl süreyle % 10’ luk hissenin verilmesi
kabul edilmiştir. Ancak Türkiye aynı yıl 500.000 Sterlin karşılığında bu hisseden
vazgeçmiş ve böylece Musul meselesi kapanmıştır.

3- Türk-Yunan İlişkileri (Etabli Meselesi)

Lozan Konferansı’nda Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Türklerin


değiştirilmesi meselesi ele alınmış ve bu konuda 30 Ocak 1923’te bir sözleşme
hazırlanmıştır. Buna göre; Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslüman
Türklerin değişimi yapılacak, ancak 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’un Belediye sınırları
içinde yerleşmiş(Etabli) bulunan Rumlarla, Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında
tutulacak, yani bunlar yerlerinden oynatılmayacaklardır. Bu değişimi uygulamak üzere
Türk, Yunan temsilcilerinden ve tarafsız üyelerden oluşan bir komisyon
oluşturulmaktadır. Ancak komisyonun faaliyete geçmesinden sonra Türk ve Yunan
temsilcileri arasında, yerleşmiş (Etabli) deyiminin kapsamı yüzünden anlaşmazlık
çıkmıştır. Türkiye’ye göre bu deyimin anlamı Türk kanunlarına göre tayın edilecektir.
Yunanistan ise Türkiye’nin bu arzusuna karşı çıkmakta, Türkiye’de daha fazla Rum
bırakabilmek için 30 Ekim 1918’den önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her
Rum’un yerleşik sayılması gerektiğini ileri sürmektedir.

Milletlerarası Adalet Divanı’nın yaptığı yorumlarda anlaşma sağlayamayınca, Türk-


Yunan ilişkileri gerginleşmiştir. Yunanistan Batı Trakya Türkleri’nin mallarına el koyarak
buralara, Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmeye başlamıştır. Buna karşılık Türkiye’de
İstanbul Rumlarının mallarına el koymuştur. Gerginliğin tırmanması üzerine sorunun
görüşmeler yoluyla çözümlenmesi uygun görülmüş ve taraflar arasında 1 Aralık 1926’da
bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmanın uygulanması da kolay olmamıştır. Türkiye
ile Yunanistan arasında savaş havası esmeye başlamış, fakat Türkiye ile bir savaşın
Yunanistan’a getireceği sıkıntıları göze alamayan Venizelos, tutumunu yumuşatmış,
Ankara’nın da buna karşılık vermesi üzerine 10 Haziran 1930’da Ahali anlaşmazlığını
çözen yeni bir antlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ile doğum yerleri ve tarihleri ne
olursa olsun, İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi, etabli kapsamı içine
alınmıştır. Böylece Lozan’dan beri süren bu anlaşmazlık çözümlenmiştir.

Yunanistan ile Türkiye arasında etabli sorunu ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir
başka sorun da Patriklik konusudur. Lozan’da Türk temsilcilerinin Patrikliğin Türkiye
dışına çıkartılması konusundaki ısrarlı istekleri Batılı ülkeler tarafından kabul
edilmemiştir.Lozan’da sadece Patriğin siyasetle uğraşmaması konusunda sözlü bir
anlaşmaya varılmıştır. 1924 yılında, boşalan Patriklik için yapılan seçimi kazanan kişinin
mübadele (değişim) kapsamında yer alması üzerine Türkiye itiraz etmiş ve 1925 yılında
yapılan seçim ile mübadele kapsamına girmeyen bir Patrik seçilmiştir.

1930’da etabli sorununun çözülmesinden sonra Türk-Yunan ilişkileri iyileşmeye


başlamış ve Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Ekim 1930’da Türkiye’yi ziyareti
sırasında, ilişkileri geliştirmek maksadıyla üç yeni antlaşma daha imzalanmıştır.1931’de
İsmet İnönü’nün Yunanistan’a yaptığı iade ziyareti ile, Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs
meselesinin ortaya çıkışına kadar süren bir bahar dönemi yaşanmıştır.

4.Türk-İtalyan İlişkileri

Lozan’dan sonra T.C.’nin kuruluşu ile birlikte Milli Mücadele sırasındaki dostça
tutumları göz önüne alınarak İtalyanlarla iyi ilişkiler kurulması yoluna gidilmiştir.
İtalyanların, Milli Mücadele sırasında işgal ettikleri Türk topraklarında bir işgal gücü gibi
davranmamaları, Türklere karşı dostça davranıyor görüntüsü yaratmaları 1917’de
kendilerine vaat edilen İzmir’e, 1919 Paris Barış Konferansı kararı ile Yunanlıların
çıkarılmasına duydukları kırgınlıktan kaynaklanan bir durumdur. İtalyanlar Türklerin
dostu oldukları görüntüsünü, sergilerken aslında Türkiye’de savaş sonrasında ortaya
çıkacak yeni yönetimi ekonomik açıdan kendilerine bağlı hale getirme politikası
gütmüşlerdir. Ancak 1922’de İtalya’da yönetime gelen Mussolini yönetiminin yayılmacı
politikasının hedefleri şekillenmeye başlayınca, Türkiye’de İtalya’ya karşı bir endişe
doğmuştur.Mussolini yönetimi, Roma İmparatorluğunu canlandırmak için sömürgecilik
ve yayılmacılık politikasına yönelmiş, Doğu Akdeniz’i kontrolü altına almaya
çalışmıştır.Bu da doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişmesini olumsuz yönde
etkilemiştir. 1925’de İtalya, Türkiye’nin Musul’u kurtarmak için kuvvet kullanmaya
kalkışması halinde, kendilerinin de İzmir’e asker çıkaracakları tehdidini savurmuştur.
1926’da Musul sorununun Türkiye aleyhinde çözümü, Türk-İtalya ilişkilerinin
değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Musul sorununun çözümünden sonra İtalya ile
Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.

Ancak 1930’dan itibaren İtalya’nın takip ettiği yayılmacı politikayı yeniden


uygulamaya koyması, Türkiye’yi endişelendirmiş ve Türk-İngiliz yakınlaşmasında,
İtalya’nın bu tavrı etkin olmuştur.

1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ikili ilişkilerde yeniden güvensizliğin


yaşanmasına sebep olmuştur. Bu saldırı üzerine Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı
zorlama tedbirleri almış, barışın korunmasından yana olan Türkiye’de bu tedbirlere
destek vermiştir.İtalya’nın kendisine karşı zorlama tedbirleri uygulayan ülkelerle siyasî
ilişkileri keseceği tehdidi 1936-45 yılları arasında Türk-İngiliz yakınlaşmasını doğurmuş
ve bu durum doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin zayıflamasına yol açmıştır.

5. Türk-Fransız İlişkileri

Fransa, daha Millî Mücadelenin devam ettiği günlerde kendi kamuoyunun da


baskısıyla, Türkiye ile 20 Ekim 1921 Ankara İtilaf namesini imzalamış ve T. B. M. M
Hükümeti’nin varlığını tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur.Ancak Lozan Antlaşması’nın
ardından Osmanlı Borçları Meselesi, Türkiye-Suriye sınırının tespiti konusu, Türkiye’deki
Fransız Misyoner Okullarının durumu gibi konular iki ülke arasında çözümlenmesi
gereken meseleler olarak kalmıştır. Bu nedenle bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri bu
meselelerin çözümü ekseninde gelişmiştir.

Bu çerçevede ilk olarak ele alınan konu, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi meselesidir.
1921 Ankara İtilafnamesi’nde antlaşmanın imzalanmasından bir ay sonra Türkiye-Suriye
sınırını çizmek üzere bir karma komisyonun kurulması öngörülmüştü. Bu komisyon
ancak 1925 Eylül’ünde kurulabilmiştir. Taraflar arasında sınır tespiti konusunda yaşanan
gerginlik iki tarafın da olumlu tutumu sonucunda aşılmış, 18 Şubat 1926’da parafe
edilen antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Ancak Fransızlar Musul sorunu çözüme
kavuşturulmadan bu antlaşmayı imzalamaya yanaşmamışlardır. Musul konusunun
Türkiye’nin aleyhinde çözümü kesinleşince, bu antlaşma 30 Mayıs 1926’da
imzalanmıştır.İyi komşuluk ve Dostluk Sözleşmesi adını taşıyan bu antlaşmaya göre
taraflar aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollardan çözümleyecekler ve taraflardan
birine yöneltilen silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktır.

Diğer bir mesele de Türkiye’deki Fransız misyoner okulları meselesidir. Türk


hükümeti bir yönetmelik hazırlayarak yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi
derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenler tarafından okutulması esasını kabul
etmiştir. Fransız okulları bu yönetmeliğe uymak istememiş, bunun üzerine Fransa ve
Papalık duruma müdahale etmeye kalkışmıştır. Türk Hükümeti ise sadece bu okulları
kendisine muhatap aldığını belirterek, sorunu Fransız okul yöneticileri ile çözmüş ve
Türkiye’nin isteklerini onlara kabul ettirmiştir.Ancak bu olay Türk-Fransız ilişkilerini
zayıflatmıştır.

Borçlar meselesi ise daha şiddetli bir çekişmeye sebep olmuştur. Fransa, Osmanlı
Devleti’nden en fazla alacağı olan ülkedir. Lozan Antlaşmasına göre Osmanlı borçlarının
Türkiye tarafından ödenmesi, ödeme şeklinin taraflar arasında Lozan’dan sonra
yapılacak ikili görüşmeler yoluyla belirlenmesi kararlaştırılmıştır. 1925’de toplanan
komisyon 1928’de bir borç ödeme plânı yapmıştır. Fakat çok ağır bir ödeme plânı
içeren bu antlaşmaya Türkiye, 1929’a kadar uyabilmiştir. 1929’da dünya ekonomik krizi
patlak verince Türkiye ödeme sıkıntısı yaşamış ve Hoover moratoryumuna dayanarak
ödemeyi geciktirmek istemiştir.Alacaklıların itirazı üzerine yapılan görüşmeler sonunda
1933’de Paris’te daha hafif ödeme şartları taşıyan yeni bir antlaşma imzalanmış, borçlar
konusu böylelikle hal yoluna girmiştir.

1928’de Duyun-u Umumiye’nin tarihe karışmasından sonra Fransa ile yaşanan bir
diğer sorun da Adana-Mersin demiryolunun satın alınması meselesidir. Osmanlı
döneminden kalan kapitülâsyonları tümüyle kaldırmaya kararlı olan T.C. Türkiye’deki
Fransız işletmelerinin millileştirilmesinde ısrar etmiştir.Buna başlangıçta karşı çıkan
Fransız Hükümeti, Türkiye’nin ısrarı karşısında fazla direnmemiş ve 1929’da yapılan bir
antlaşma ile durumu kabullenerek, Adana-Mersin demiryolunu Türkiye’ye satmıştır.

Bu dönemde Türk-Fransız ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir başka konu da


Bozkurt adlı bir Türk gemisiyle, Lotus adlı bir Fransız gemisinin 1926’da Midilli adası
yakınlarında çarpışmasıyla ortaya çıkan durum üzerine başlayan Bozkurt-Lotus
davasıdır.Bu davanın 1927’de Milletlerarası Adalet Divanı’nda Türkiye lehinde
çözümlenmesi ile Türk-Fransız ilişkilerinde yaşanan gerginlik son bulmuştur.

1923-1932 yılları arasında Türkiye ile Fransa arasında yaşanan sorunlar küçük ve
önemsiz gibi görünmekle birlikte, bu sorunların hepsinin de temelinde Fransızların
Kapitülâsyonların kaldırılmasına gösterdiği tepkinin yattığı göze çarpmaktadır.

6.Türkiye’nin İslam Ülkeleriyle İlişkileri

Türkiye bu dönemde Batılılaşma hareketleri çerçevesinde laiklik ilkesine de uygun


olarak bir takım inkılâplar gerçekleştirirken, İslam alemiyle dostluk ilişkilerini de
geliştirmek istemiştir. Bu istek doğrultusunda ilk önce Afganistan ile yakın ilişkiler
kurulmuş, 1 Mart 1921’de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.Bu antlaşma ile
iki ülke arasında ciddi bir dostluk sağlanmıştır. 1928’de bu antlaşmayı teyit eder
nitelikte yeni bir Türk-Afgan Dostluk Antlaşması Ankara’da imzalanmıştır.

Bu dönemde Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam
ülkesi ise İran olmuştur. İran ile sınır meseleleri yüzünden Türkiye’nin sorunları vardır.
Bu sıkıntılara son vermek amacıyla, iki ülke arasında 1926’da bir Güvenlik ve Dostluk
Antlaşması imzalanmışsa da, bu antlaşma problemleri çözmeye yetmemiştir. Bunun
üzerine 1928’de ek bir protokol imzalanarak, 1926 antlaşması daha etkin hale
getirilmiştir. Nihayet 1932’de İran ile bir Dostluk Antlaşması imzalanarak, hem sınır
sorunları çözülmüş hem de dostluk ilişkilerinin gelişmesi sağlanmıştır.

Diğer İslam ülkeleriyle ilişkileriz bu dönemde çok iyi değildir. Bunun da en önemli
sebebi, Halifeliğin kaldırılmasına İslâm aleminin tepki göstermesidir. Ayrıca bu dönemde
genellikle Müslüman ülkeler, Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. Bu nedenle
Türkiye ile İslâm ülkeleri arasındaki ilişkiler, İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında
kalmıştır.

Ancak bu dönemde mevcut olan bu tür olumsuzluklara rağmen, Türkiye’nin İslâm


ülkeleriyle ilişkileri zaman içinde gelişmiştir. Özellikle bu ülkelerde bağımsızlık
mücadelelerinin başlaması sırasında, Atatürk bu mücadeleyi veren aydınlar için örnek
teşkil etmiştir.

1932-1938 Dönemi Türk Dış Politikası


Türkiye 1923-1932 döneminde uyguladığı dış politikanın temelini oluşturan
Lozan’dan geriye kalan sorunları 1930’lu yılların başında çözdüğü için,uluslar arası
alanda daha aktif rol oynayabilecek duruma gelmiştir.Dolayısıyla bu dönemde Türkiye
sadece kendisini ilgilendiren dış meselelerde değil, başta dünya barışının korunması
olmak üzere, dünyanın genel meseleleriyle de meşgul olmuştur.

Ancak 1929’da yaşanan dünya ekonomik krizi, bütün devletlerin dış


politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Türkiye’de doğal olarak dış
politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Dünya ekonomik krizinin etkisiyle
bu dönemde devletler arasında gruplaşmalar meydana gelmiştir. Bu çerçevede bir
tarafta, I. Dünya Savaşı sonucunda oluşan durumu ve mevcut statükoyu değiştirmek
isteyen Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerden oluşan Revizyonist grup; diğer
tarafta mevcut statükoyu korumak isteyen İngiltere, Fransa ve S.Birliği gibi devletlerden
oluşan Antirevizyonist grup olmak üzere iki grup ortaya çıkmıştır. Bu gruplaşmada
Türkiye, antirevizyonist grupta yer almıştır. Türkiye’nin bu grupta yer almasının sebebi
ise, kendi güvenliğini sağlamak, dünya barışına katkıda bulunmak ve S. Birliği ile olan
dostluk ilişkileri sebebiyle bu ülkenin de yer aldığı bu grupta bulunmaktır.

1.Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam ) Girişi

Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı’nın galibi devletler tarafından dünya barışını


korumak, Versailles Antlaşması ile Avrupa’da oluşturulan düzenin korunmasını sağlamak
ve uluslar arası işbirliğini artırmak amacıyla kurulmuştur. Ancak bu teşkilat başlangıçta
bir süre İngiltere’nin kontrolünde faaliyet göstermiştir. Bu yüzden Türkiye, İngiltere ile
olan sorunları nedeniyle ilk etapta teşkilata pek sıcak bakmamıştır. Ancak takip ettiği
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesinin bir gereği olarak Türkiye, 1928’den itibaren
dünyadaki silahsızlanma faaliyetlerine katılmış ve 1929’da da Briand-Kellog Paktını
imzalayarak, uluslar arası ilişkilerde barıştan yana olduğunu ortaya koymuştur Bu
durum Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Milletler Cemiyeti ile ilgilenmesine sebep
olmuştur.

Türkiye 1932’de yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nda, Milletler Cemiyeti ile


işbirliğine hazır olduğunu bildirmiş, bunun üzerine İspanya ve Yunan temsilcileri
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi yönünde bir teklif vermişlerdir. Bu
teklifin 6 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nca kabulü ve bu kararın 18
Temmuz 1932’de de T.B.M.M. Genel Kurulu’nda onaylanması sonucu, Türkiye resmen
Milletler Cemiyetine üye olarak katılmıştır.

2.Balkan Antantı

Türkiye’nin bu dönemde takip ettiği dünya barışının korunması çerçevesinde,


Balkanlar ve Ortadoğu özellikle barışın korunması konusunda en faydalı bölgeler olarak
görülmüş ve bunun için çaba sarf edilmiştir.

Türkiye zaten hem barışın korunması, hem de Balkan ülkeleriyle olan dostluk
ilişkilerine verdiği önemin bir göstergesi olarak 1923’te Arnavutluk, 1925’de Bulgaristan
ve Yugoslavya ile birer Dostluk Antlaşması imzalamıştı. Gerek bu antlaşmaların Türkiye
ile Balkan ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirmesi, gerekse 1930 yılında Türk-Yunan
işbirliğinin gerçekleşmesi Balkan Antantı’nın kurulmasına giden yolda önemli mesafe
alınmasını sağlayan unsurlar olmuştur.Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu
yakınlaşmanın bir sonucu olarak, 1933’te Dostluk ve Sınır Güvenliği Antlaşması’nın
imzalanması, Balkanlar’daki olumlu havayı daha da geliştirmiştir.
Bu dönemde, Balkanlar’da Türkiye’nin öncülüğünde gelişen dostluk ve işbirliği
havası, 1930’lardan itibaren ortaya atılmış olan Balkan Antantı fikrini
güçlendirmiştir.Özellikle 1933 yılında Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi bu fikrin,
uygulamaya dönüştürülmesini sağlamıştır.

Balkan Antantı oluşturulurken, Balkan meselelerine büyük ilgi gösteren İngiltere,


Fransa, İtalya, S.Rusya gibi büyük devletlerin onayı alınmış, ancak Bulgaristan ve
Arnavutluk sonradan politikalarını değiştirerek bu birliğe katılmama kararı almışlardır.
Balkan Antantı Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’de
imzalanmıştır. Bu antlaşmanın 6 Mart 1934’de T.B.M.M. tarafından onaylanması ile
Türkiye resmen Balkan Antantı’nın üyesi olmuştur.

Balkan Antantı ile bu ülkeler, Balkanlar’daki sınırlarını bölgedeki revizyonist


devletlere karşı korumak amacıyla tedbirler alacak, Balkanlar’da barışın korunması ve
güçlendirilmesi konusunda birbirlerine yardım edeceklerdir. Bu birlik Türkiye’nin batı
dünyası ile, özellikle de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini güçlendirmesine yol açmıştır.

3. Sâdâbâd Paktı

Türkiye Balkanlarda uyguladığı bölgesel barışın korunması ve işbirliğinin


güçlendirilmesi politikasını, Ortadoğu’da da bu dönemde uygulamak için gayret
sarfetmiştir.Bu amaçla 1932 ve 1936 yıllarında olmak üzere üç kez Irak ile ve yine 1937
yılında bir kez de Mısır ile dostluk ve çeşitli konularda işbirliğini sağlayan antlaşmalar
imzalanmıştır. Bunun yanı sıra 1935’de Türkiye-İran-Irak arasında Ortadoğu’da bölgesel
işbirliğini geliştirmek gayesiyle üçlü bir antlaşma imzalanmış, bu antlaşmaya daha sonra
Afganistan da katılmıştır.

Ancak Ortadoğu’da barış havasının estiği bu dönemde İtalya’nın Habeşistan’a


saldırması, Doğu Akdeniz’de İtalyan tehlikesini daha belirgin hale getirmiş ve tedbir
alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle bölgesel işbirliğinin daha etkin hale gelmesi
gündeme gelmiştir. Bu anlayış doğrultusunda Türkiye’nin öncülüğünde Türkiye, Irak,
İran ve Afganistan arasında, Tahran’daki Sâdâbâd Sarayında 1937’de Sâdâbâd Paktı
imzalanmıştır.Bu antlaşma 1938’de T.B.M.M. tarafından onaylanarak, yürürlüğe
girmiştir.

Bu antlaşma ile taraflar kendi aralarındaki dostluk ilişkilerini devam ettirirken, aynı
zamanda her konuda işbirliğine girmeyi de taahhüt etmişlerdir. Bunun yanısıra bu
paktın bir başka önemi ise, Irak’ın İngiltere’nin mandası altında olması nedeniyle dolaylı
olarak Türkiye ile İngiltere arasında da bir işbirliğinin gerçekleştirilmiş olmasıdır.

Türkiye Balkan Antlaşmasından sonra, Sâdâbâd Paktıyla hem batıda hem de


Ortadoğu’da bir güvenlik sistemi kurarak, kendisi için önemli gördüğü Balkanlar ve
Ortadoğu’daki barışçı politikasını kuvvetlendirmiştir.

4-(1932-1938) Türk Sovyet İlişkileri


Türk-Sovyet ilişkileri cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça dostluk havası içinde
geçmişti.Ancak iki ülke arasındaki bu dostane ilişkiler, Türkiye’nin 1930’lardan itibaren
Batılı Devletlerle işbirliğine girmesinden olumsuz etkilenmiştir. Buna rağmen Türkiye
Başbakanı ve Dışişleri Bakanları 1932’de S.Birliğini ziyaret etmişler ve bu ziyaret
ilişkilere bir canlanma getirmiştir. Türkiye Sovyetlerle yaşadığı bu olumlu havayı
bozmamak düşüncesiyle 1932’de Milletler Cemiyetine girerken, Sovyetlerin tasvibini
almayı da ihmal etmemiştir. 1933 yılında iki ülke arasında zaman zaman görüş ayrılıkları
yaşanmasına rağmen ilişkiler sıklaşarak devam etmiş, ancak 1934 yılında ilişkilerde
kopukluk yaşanmaya başlanmıştır.Ancak bu dönemde bile Türkiye S.Birliği ile dostluğu
sürdürmeye özen göstermiştir. 1933’de Almanya’da Nazilerin işbaşına gelmesinden
büyük rahatsızlık duyan Sovyetlerin İngiltere ile ilişkilerini artırması, Türkiye’nin işini
kolaylaştırmıştır. S.Birliği’nin de 1934’de Milletler Cemiyetine girmesi Türk-Sovyet
ilişkilerinde rahatlama sağlamıştır.

Sovyetler, bu dönemde imzalanan Balkan Antantı’ndan da rahatsızlık duymuşlar,


ancak Türkiye tarafından kendilerine gerekli güvencelerin verilmesinden sonra Türk-
Sovyet ilişkileri 1936’ya kadar olumlu bir seyir izlemiştir.1936 Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin imzalanmasından sonra iki ülke arasındaki dostluk havasını sürdürme
imkânı kalmamıştır. Sovyetlerin dış politikasındaki bu değişiklik sadece Türkiye’ye özgü
değildir.S.Rusya bu dönemde can düşmanı kabul ettiği Almanya ile olan ilişkilerinde
değişiklik yapmış ve Almanya ile 1939’da bir antlaşma imzalamıştır.1945’den itibaren
Sovyetler yayılmacı bir politika izleyerek, Türk topraklarına göz dikmişler ve bunu da
açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdir.

5. Türk İtalyan İlişkileri (1932-1938)

Bu dönem Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişiminde 1928 Türk-İtalyan antlaşmasının tesiri


olmuştur. Bu antlaşma Türkiye ile İtalya arasında büyük bir yakınlaşma sağlamamış olsa
bile, 1934’e kadar ilişkilerin olumlu devam etmesinde rol oynamıştır. 1934’de
İtalya’nın Orta ve Yakındoğu’ya yayılma emellerinin ortaya çıkması Türk-İtalyan
ilişkilerinin bozulmasına yol açmış, 1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ise
Türkiye’yi endişelendirmiştir.Milletler Cemiyeti’nin İtalya’yı bu saldırgan politikasından
vazgeçirmek gayesiyle İtalya’ya karşı zorlayıcı tedbirler uygulaması, Türkiye’nin de bu
tedbirlere destek vermesi Türk-İtalyan ilişkilerinin tamamen bozulmasına neden
olmuştur. Özellikle İtalya’nın 1936 yılında 12 adayı kuşatması, Türkiye’yi huzursuz etmiş
ve ilişkileri gerginleştirmiştir.Ayrıca Türkiye ile yapılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde
İtalya, konferansa katılmamış ve Türkiye’nin boğazlarla ilgili isteklerine karşı
çıkmıştır.Bu gerginlik 1937’de iki ülke arasında Akdeniz konusunda yapılan bir anlaşma
ile nispeten yumuşamıştır. Ancak bu yumuşamanın ardında İtalya’nın Türkiye’yi,
Almanya-İtalya grubunun yanına çekmek istemesi gerçeği yattığı için, yumuşama
dönemi kısa sürmüştür.Oldukça zikzaklı bir seyir takip eden Türk-İtalyan ilişkileri,
Türkiye’nin statükocu devletler safında yer almasında etkili olmuştur.

6.(1932-1938) Türk-Alman İlişkileri

Almanya, I.Dünya Savaşı’nda yenilerek, imzaladığı Versailles Antlaşması yüzünden


uluslar arası diplomatik ilişkilerden uzak kalmış ve dünya siyasetinde aktif bir rol
oynayamamıştır.Bu nedenle 1932 yılına kadar Türk-Alman ilişkileri çok düşük bir
seviyede gerçekleşmiştir.

Ancak 1933’de Nazi yönetiminin işbaşına geçmesiyle Almanya, siyasî ve ekonomik


gücünü artırmağa başlamıştır. Buna bağlı olarak Almanya 1933’ten itibaren Orta Avrupa
ve Balkanları ekonomik nüfuzu altına almaya yönelmiştir. Almanya’nın dünya
siyasetinde aktif bir rol oynamaya başlaması ile birlikte, 1934’ten itibaren Türkiye ile
Almanya arasında ekonomik ilişkiler hızla gelişmeye başlamıştır. 1938’de Almanya ile
Berlin’de bir ticaret antlaşması imzalanmış,Alman Ticaret Bakanı Türkiye’yi ziyaret
etmiştir.Bu ziyaret sonucunda Almanya’nın Türkiye’ye kredi vermesi ile ilgili bir
antlaşma yapılmıştır. Ancak Almanya bu dostluğu kullanarak,Türkiye’yi Revizyonist
ülkeler grubuna çekmeye çalışmıştır.Bundan rahatsızlık duyan Türkiye,Almanya’nın
1939’da Çekoslovakya’yı işgalini kınamış,Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikasına
karşı Antirevizyonist ülkelerin yanında yer alarak, Almanya ile siyasî açıdan yolunu
ayırmıştır.

7.(1932-1938) Türk-İngiliz İlişkileri,Montrö Boğazlar Sözleşmesi

19323-1932 yılları arasında Musul sorunu yüzünden oldukça gergin olan Türk-İngiliz
ilişkileri, bu dönemde daha dostça ve karşılıklı anlayış çerçevesinde geçmiştir. Bu
dönemde yaşanan olaylar Türk-İngiliz yakınlaşmasını artırmıştır.Bu olayların
başında,İtalya’nın Habeşistan’a saldırması gelmektedir.Bu olay üzerine 1936’da Türkiye-
İngiltere-Yunanistan-Yugoslavya arasında Akdeniz Paktı adıyla bir antlaşma
imzalanmıştır.1936 Montrö Boğazlar Konferansı’nda bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak
İngiltere, Türkiye’yi desteklemiştir.1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul’u ziyaret
ederek, Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.

Bu dönemde iki ülke arasındaki siyasî dostluk, ekonomi alanında da kendisini


göstermiştir.1937’de İngilizlerin yardımıyla Karabük Demir-Çelik Fabrikası kurulurken,
1938’de İngiltere’nin Türkiye’ye kredi vermesini öngören bir antlaşma imzalanmıştır.

Ayrıca yine bu dönemde Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni bir
dönem açılmış,1937 Nyon Konferansı’nda Türkiye İngiltere ile birlikte hareket etmiştir.
Bunu sonucunda 1939’da Türkiye-İngiltere-Fransa arasında Karşılıklı Yardım Antlaşması
yapılmıştır. Bu olay Türkiye’nin yolunu kesin olarak çizdiğinin, uluslar arası meselelerde
barışı korumak için İngiltere,Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin yanında yer aldığının
göstergesidir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi:

Boğazlar, hiç şüphe yok ki Türkiye açısından hayatî öneme sahip bir bölgedir. Ancak
Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar konusunda Türkiye’yi tam yetkili
kılmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin bağımsızlık anlayışına ters düştüğü gibi Misak -ı Millî
kararlarına da ters bir durum yaratmıştır. Çünkü bu sözleşme ile hem Boğazlar asker ve
silahtan arındırılmış, hem de Boğazlardan geçişleri kontrol etmek ve geçişlerle ilgili
olarak Milletler Cemiyeti’ne bilgi vermekle yükümlü bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu.
Gerçi Türkiye’ye karşı ortaya çıkabilecek bir tehlike durumunda, Boğazların kullanımı ile
ilgili olarak Milletler Cemiyeti ve özellikle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Türkiye’ye
garanti vermişti. Ancak bu yetersizdi.

19323’de Lozan’da Türkiye’nin Boğazlar konusundaki bu çözüme razı olmasına


rağmen, 19323’deki ortam devam ettirilememiştir. Milletler Cemiyeti güvenlik
sisteminin dünyanın çeşitli bölgelerinde tam olarak uygulanamaması, İtalya ile
Almanya’nın dünya barışını tehdit edecek ölçüde bir yayılmacı politika uygulamaya
başlamaları, silahtan arındırılmış olan Boğazların geleceği ve güvenliği konusunda
Türkiye’yi endişelendirmeye başlamıştır. Bunu üzerine Türkiye 1936’da “Şartlar
Değişmiştir” ilkesinden hareket ederek, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalayan
devletlere birer nota göndererek, mevcut sözleşmenin değiştirilmesini istemiştir.
İngiltere, Türkiye’nin bu isteğini haklı görerek Türkiye’yi desteklediğini açıklamıştır.
İngiltere’nin bu açıklamasının ardından Balkan Antantı Daimi Konseyi de bu yönde bir
karar almıştır. Lozan Boğazlar Sözleşmesine imza koyan diğer devletlerin de Türkiye’nin
bu isteğine sıcak bakmaları üzerine, İsviçre’nin Montrö şehrinde bu amaçla bir konferans
düzenlenmiştir. Görüşmeler sonucunda 20 Temmuz 1936’da Türkiye, İngiltere, Fransa,
S. Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Montrö
Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

Bu sözleşme ile Boğazlar Komisyonu kaldırılmış, Türkiye’ye Boğazlarda asker ve silah


bulundurma hakkı tanınmıştır. Böylece Boğazlar konusunda Türkiye’nin kısıtlanmış olan
hakları iade edilerek, Milletler Cemiyeti’nin yetersiz garantisi yerine, Türkiye’nin kendi
gücüne dayanarak, Boğazlarda kendi savunmasını yapması imkanı sağlanmıştır. Ayrıca
bu sözleşme ile Boğazlardan geçiş ve seyr-i sefer işi, Türkiye’nin ve Karadeniz’de kıyısı
olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan
devletlerin Karadeniz’e geçebilecek gemilerinin büyüklüğü, cinsi ve tonajı
sınırlandırılırken, Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişi açısından
oldukça serbestlik sağlanmıştır.

Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlarda tam hakimiyetini sağlaması,


uluslar arası ilişkilerde de prestijini artırmıştır. Bu sözleşme Türk-İngiliz ilişkilerinde
yakınlaşma sağlarken, Türk-Sovyet ilişkilerinde ayrılığın başlamasına yol açmıştır.

8.(1932-1938) Türk-Fransız İlişkileri, Hatay Sorunu


Bu dönem Türk-Fransız ilişkilerinin en önemli konusunu, Hatay (İskenderun sancağı)
meselesi oluşturmuştur.

Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Hatay (İskenderun), 20 Ekim 1921 Ankara
İtilafnâmesi ile Suriye sınırları içinde bırakılmış ve bu sancağa özel bir yönetim şekli
tanınmıştır.

1936 yılında Fransa, Suriye ile ona bağımsızlık vermeyi öngören bir antlaşma
imzalayınca, Suriye sınırları içinde yer alan İskenderun sancağının statüsünün ne olacağı
konusu gündeme gelmiştir. Bu tarihte Fransa, İskenderun sancağını Suriye’ye bırakmak
istemiştir. Türkiye bu isteğe şiddetle karşı çıkmış ve Fransa’dan 1936’da bu sancağa
bağımsızlık vermesini istemiştir. Fransa, bu konuda karar verme yetkisinin olmadığını
Türkiye’ye bildirerek, konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi önermiş, Türkiye de bu
öneriyi kabul etmiştir. Böylece Milletler Cemiyetine götürülen Hatay meselesi, 1936
tarihinden itibaren burada ele alınmaya başlamıştır. İngiltere’nin de desteği ile Milletler
Cemiyeti 1937’de Türkiye’nin tezini benimseyerek, sancağa ayrı bir statü tanınmasını
kabul etmiştir. Buna göre sancak içişlerinde serbest, dışişlerinde Suriye’ye bağlı bir hale
getirilirken, resmî dili Türkçe olacak ve ayrı bir anayasası bulunacaktır. Ayrıca sancağın
resmî dilinin Türkçe olması ve toprak bütünlüğünün korunması hususunun, Türkiye ile
Fransa arasında daha sonra yapılacak bir antlaşma ile garanti altına alınması
öngörülmüştür. Bu antlaşma 29 Mayıs 1937 günü imzalanmıştır. Bu antlaşma ile hem
Türkiye-Suriye sınırı çizilmiş, hem de söz konusu hususlarda garanti verilmiştir. Daha
sonra sancak anayasasının çalışmaları sırasında Fransızlar, Türkiye’ye bazı zorluklar
çıkartmışlarsa da, 1938 yılında Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Türkiye’ye
karşı tutumunun yumuşatmasına sebep olmuştur.Bu anlayış içerisinde iki ülke arasında
1938’de gerçekleştirilen Askerî Antlaşma ile sancağın statüsü aynen korunurken, 4
Temmuz 1938’de imzalanan Dostluk Antlaşmasıyla Hatay sorununun çözümü biraz daha
kolaylaştırılmıştır.

İskenderun Sancağı Meclisi, 1938 Ağustos’unda yapılan seçimlerin ardından,2 Eylül


1938 tarihinde açılmıştır. Meclis, İskenderun Sancağına,Hatay Devleti adını verirken,
yönetim şeklini de “Cumhuriyet” olarak belirlemiştir. Böylece Türkiye’nin çabaları
sonucu, Hatay Devleti ilk aşama olarak kurulmuştur.Aslında Türkiye’nin nihai hedefi,
Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıdır. En sonunda Türkiye’nin bu isteği, iki ülke arasında 23
Haziran 1939’da imzalanan bir antlaşma ile Fransa tarafından kabul edildi. Bunun
üzerine Hatay Meclisi de 23 Haziran 1939 tarihindeki son toplantısında oybirliği ile
Türkiye’ye katılma kararı almıştır.Böylece Hatay Cumhuriyeti anavatana katılırken,
Türkiye’nin bu yöndeki politikası da olumlu sonuç vermiştir. Bu politikanın başarıyla
sonuçlanmasında şüphesiz, bu dönemde Avrupa’nın içinde bulunduğu durum,
İngiltere’nin Türkiye’ye sağladığı destek ve en önemlisi Türkiye’nin dış politikadaki
kararlılığı etkili olmuştur.

Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkılâplar

Eğitim; bir insanın davranışında kendi yaşantısı yoluyla istediği değişmeyi meydana
getirme sürecidir. Eğitim, genellikle örgün eğitim şeklinde algılanarak, okullarda yapılan
öğretim faaliyetlerini ifade etmektedir. Bu anlamda devlet tarafından yürütülen bir
hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kültür; ise bir milletin sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.Kültürel
alanda zenginlik, milletin ve aynı zamanda devletin güçlülüğünün ifadesi olarak kabul
edilmektedir.

Eğitim ve Kültür günümüzde iç içe geçmiş vaziyette toplumun bilgili, dinamik ve


problemleri çözebilen bir yapıda olmasını sağlar. Her devlet kendi milletinin varoluş
felsefesi doğrultusunda bir eğitim ve kültür politikası belirleyerek uygular. Bu çerçevede
T.C. de yeni eğitim ve kültür politikaları benimseyerek, bunları uygulamak amacıyla
eğitim ve kültür alanında bazı inkılâplar yapmıştır.

1.Eğitim Alanında Yapılan İnkılâplar


a)Tevhid-i Tedrisât (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu

Osmanlı Devleti’nde Selçuklulardan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle, 18.y.y.


sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan, Batılı sistemde eğitim veren yeni
okulların yer aldığı bir eğitim sistemi mevcuttu.Müfredat programları ve kuruluş
amaçları birbirinden farklı olan medreseler ile, Avrupa tipinde kurulmuş olan okullardan
mezun olan insanlar, birbirinden oldukça değişik, hatta zıt dünya görüşlerine sahip
oluyorlardı.Devlete bağlı okullardan iki farklı tip insan yetişirken, azınlıkların, yabancı
devletlerin ve misyonerlerin sayıları her gün artan okulları da durumu daha karmaşık
hale getiriyordu. Bu karışıklık sonucu zamanla ortaya çıkan mektepli-medreseli ayrımı,
aydınlar arsında bölünmelere yol açarken, toplumun ilerlemesine de engel
oluşturuyordu.

M. Kemal daha Millî Mücadele yıllarında yaptığı bir konuşmasında, mektepli-


medreseli çekişmesinin sona erdirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yine O, 16 Temmuz
1921’de Ankara’da Maarif Kongresini açarken yaptığı konuşmada, “millî kültürün önemi
ve gerekliliğinden bahsederken, toplumun eğitim ve kültür konularındaki
bölünmüşlüğünün ortadan kaldırılması” hususuna dikkatleri çekmiştir. M. Kemal, 1 Mart
1922’de , T.B.M.M.’nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında da yine bu konuya
değinmiş ve eğitim ve öğretim alanında köklü yeniliklerin yapılması gereğinden
bahsetmiştir.

M. Kemal bu denli önem verdiği eğitim konusunda, yapılacak yeniliklerin


geciktirilmesinin, topluma büyük zarar vereceği endişesini taşımaktadır. Bu nedenle de
O, bu konuda yapılacak olan işleri önceden plânlamıştır. Bu plân çerçevesinde zamanın
Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey ve elli arkadaşı tarafından hazırlanan Tevhid-i Tedrisat
(Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge, T.B.M.M.’ne sunulmuştur. Bu
önerge 3 Mart 1924’de T.B.M.M. Genel Kurul’un da kabul edilerek, eğitim ve öğretim
alanında birlik sağlanmıştır. Medreseleri kaldıran, bütün eğitim ve öğretim kurumlarını
tek bir çatı altında toplayan ve eğitimimize millilik vasfı kazandıran bu kanun ile.
Eğitimde yanlış uygulamalara ve batıl fikirlere yer verilmeyeceği de vurgulanmıştır.

Eğitim ve öğretim alanında bir başka değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen
Maarif Teşkilâtı Hakkındaki Kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla laik eğitime uygun
bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenerek,eğitim hizmetleri modern hale
getirilmiş, yeni okulların açılabilmesi devletin iznine bağlı hale getirilmiştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1982 anayasasının, 174. maddesinde belirtilen, İnkılâp


kanunlarının korunması kapsamındadır.

b)Lâtin Harflerinin Kabulü (Harf İnkılâbı)

Müslümanlığı kabul etmeden önce Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmış olan


Türkler, İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Arap alfabesini kullanmaya
başlamışlardır.Bu çerçevede diğer Müslüman Türk Devletleri gibi Osmanlı Devleti’nde
de Arap alfabesi kullanılmıştır. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı
Devleti’nde bu alfabenin değiştirilmesi ya da ıslah edilmesi şeklinde tartışmalar
başlamıştır.

Aslında Arap harfleriyle Türkçe’yi okumak ve yazmak daima sorun yaratmıştır. Çünkü
Arap harfleri, Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış olduğundan, Türk diline
uymaktan uzak kalmıştır. Bu nedenle Türk ağzı ile bu harfleri hakkını vererek telaffuz
etmek çok zor olmuştur.

T.C.’nin kurulmasından sonra, Arap alfabesinin bu durumu göz önünde


bulundurularak, bazı aydınlar arasında bu harflerin Türkçe’nin yapısına uymadığı görüşü
ağırlık kazanmıştır. Ülkede o yıllarda okur-yazar oranı oldukça düşük idi.Batı
medeniyetine ulaşmada Lâtin alfabesine intibak etmek önemli bir sürat sağlayacaktı.
Halkı büyük ölçüde okur-yazar yapmayı hedefleyen genç cumhuriyette, bu alfabenin
değiştirilmesi konusunda bir tartışmanın başlatılmasına sebep olmuştur.
Bu tartışmalar sürerken, 1925’de takvim ve rakamların değiştirilmesi, alfabenin de
değiştirilebileceği kanaatini güçlendirmiştir. Buna bağlı olarak 1926’da Bakanlar Kurulu
tarafından “Dil Encümeni” adıyla, dil uzmanlarından oluşan bir çalışma grubu
kurulmuştur.Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili
çalışmalar yapmak üzere kurulan bu grup, Latin harflerinin Türkçe’nin yapısına uyacağı
düşüncesiyle, bu harfleri kullanan bir çok alfabeyi incelemeye başlamıştır. Dil
Encümeni’nin çalışmaları sürerken, Türkiye’de 1927 yılından itibaren doktor
reçetelerinin Lâtin harfleriyle yazılması uygun görülmüş ve bu durum alfabe
konusundaki tartışmaları tırmandırmıştır.

Dil Encümeni 26 Haziran 1928’de Ankara’da yaptığı bir toplantıda, 1926’dan itibaren
yaptığı çalışmaları değerlendirmiş, alfabe değişikliği ile ilgili olarak neler yapılması
gerektiği ve nasıl bir yol izlenmesi lâzım geldiği hususlarının yer aldığı “Elifba Raporu”
adıyla bir rapor hazırlamıştır. Bu raporu inceleyen M. Kemal, “güzel dilimizi ifade etmek
için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek, alfabenin değiştirileceği konusunda ilk
haberi vermiştir.Çalışmalar hızlandırılarak, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk
alfabesinin kabulü hakkında bir önerge verilmiştir. Bu önerge aynı gün, “Türk Harflerinin
Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir.

3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren 1353 sayılı bu kanunla, 1 Ocak 1929’dan itibaren
Türkçe basılacak kitapların, Türk alfabesi ile basılması ve devlet dairelerinin 1 Ocak
1929’dan itibaren yeni harflerle muameleleri gerçekleştirmeleri mecburiyeti
getirilmiştir. Bu kanunla bütün yurtta eğitim ve öğretim seferberliği başlatılmıştır. M.
Kemal bazı yerlerde bizzat dersler ermiş ve halka yeni harfleri öğretmek noktasında
“başöğretmenlik yapmıştır.1 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” açılarak, halkın okuma-
yazma öğrenmesi temin edilmeye çalışılmıştır.

2.Kültür Alanında Yapılan İnkılâplar

a)Türk Tarihi Alanında Yapılan Çalışmalar

Tarih; geçmiş toplumların yaşayışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini yer ve zaman


göstererek, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde inceleyen bilim dalıdır.Tarihten
faydalanmak, geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak milletleri güçlü kılar. Bu sebeple
milletlerin hayatında tarihin ayrı ve özel bir yeri olması gerekir.

Tarihi zengin olan bir millet, aynı zamanda güçlü bir millettir. Bir milletin güçlü
olması, geçmişe ait manevi mirasına sahip çıkmasıyla mümkündür.Bu nedenle bu tür
zenginliklerin günümüze aktarılabilmesi için tarihe ihtiyaç vardır.

Osmanlı Devleti döneminde gerek tarih araştırmacılığı, gerekse tarih öğretimi


konusunda arzu edilen seviyeye gelinmediği bilinmektedir. Eğitim alanındaki ikili
anlayış, tarihe de etki etmiş, medreseler genellikle İslâm tarihi ile ilgilenirken, diğer
okullar da Osmanlı tarihi ile ilgilenmişlerdir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu eksikliği fark eden M. Kemal,”Tarih bir milletin neler
başarmaya muktedir olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur” diyerek, tarihin bir millet
için önemini işaret etmiştir. O, tarihin toplum üzerindeki gücünü gözönünde
bulundurarak, bu alanda ciddi bir çalışmanın yapılmasını ve Türk tarihinin yeniden
yazılmasını istemiştir.Atatürk bu konuda takip edilecek yolu, “Tarih yazmak, yapmak
kadar önemlidir.Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak
bir nitelik alır” diyerek ortaya koymuştur. Ayrıca Atatürk millî bir bakış açısıyla ele
alınmış bir tarih anlayışı kazandırılması görüşündeydi.Atatürk’ün istediği manada millî
tarih çalışmalarının sürdürülmesi ve Türk Milletinin bir millî tarihe sahip olabilmesi için
ortaya koyduğu en önemli görüş ise şüphesiz Türk Tarih Tezi’dir. Bu tez ile Türk tarihinin
sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden ibaret olmadığı vurgulanarak, Türklerin
İslâmiyet öncesinde de geçmişleri bulunduğu ve bunun da araştırılması gereği ortaya
konmuştur.Bütün bu hedefleri gerçekleştirmek gayesiyle 1930’da Türk Ocaklarına bağlı,
Türk Tarihi Tetkik Heyeti adıyla bir encümen kurulmuştur. 1931’de Türk Ocakları’nın
kapanması üzerine, Türk tarihi ile ilgili çalışmalara ara verilmemesi için Türk Tarihi
Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulmuştur.

1932 Türk Tarih Kongresi’nde Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi tartışılmış ve
kabul edilmiştir.1935’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurularak, Türk Tarihinin ilmî
açıdan incelenmesine öncülük edecek bir kurum hizmete girmiştir.

b)Türk Dili Alanında Çalışmalar, Türk Dil Kurumu’nun Kurulması

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtır.Dil ayrıca bir milletin sahip
olduğu tüm maddi ve manevi değerlerin,sonraki nesillere aktarılmasını da sağlar.

Dilin milletlerin uzun hayatlarında çeşitli zamanlarda değişikliklere uğradığı bir


gerçektir. Türk dili de tarih boyunca büyük değişiklikler geçirmiştir.Osmanlı Devleti’nde
Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerin ağırlık kazandığı Osmanlıca denilen bir Türkçe’nin
kullanıldığını görmekteyiz. Edebiyatta ve devlet hayatında kullanılan bu dilin yanında,
Osmanlı’da halkın kullandığı sade dil, ülkede sanki iki dil varmış izlenimini uyandırmıştır.
Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde oldukça dikkati çeken bu çarpıklık, Tanzimat
döneminden itibaren dil konusunda yeni arayışlara gidilmesine ve bu konuda
araştırmalar yapılmasına yol açmıştır.Bu arayış 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde
Türkçe’nin yabancı kelimelerden arındırılması şeklini almıştır.

Harf inkılâbının olumlu sonuçları görüldükten sonra Atatürk, 1932 yılında “Türk dilinin
kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşmasını isteriz diyerek, dil
konusunda yapılacak çalışmaları haber vermiştir. 1932’de bu gaye ile Türkçe’nin
geliştirilmesini sağlamak üzere faaliyet yapacak Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil
Kurumu) kurulmuştur.Bu kurumun çalışmaları ile konuşma dili ile yazı dili arasındaki fark
ortadan kaldırılmıştır.

3.Sosyal Alanda İnkılâp Hareketleri

Bu alanda yapılan inkılâplar toplum hayatına çeki düzen vermek, Batı standartlarında
bir sosyal hayat oluşturmak ve Batı ile olan ilişkilerde bir karışıklığa meydan vermemek
amacıyla gerçekleştirilmişlerdir.

a)Kılık Kıyafette Değişiklik

Türk Milletine her alanda çağın icaplarına göre bir görüntü ve kimlik kazandırmak
düşüncesini taşıyan M. Kemal, kılık-kıyafet konusunda bir inkılâbın gerekliliğine
inanmaktaydı.O, bu maksatla halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını, daha medeni bir
görüntüye bürünmesi gerektiğini yaptığı muhtelif konuşmalarda anlatmıştır.M. Kemal’in
bu konudaki kararlılığının bir sonucu olarak, Bakanlar Kurulu 2 Eylül 1925’te memurların
şapka giymeleri yönünde bir karar almıştır.Ancak meclis bu kararı anayasaya aykırı
bularak kabul etmek istememiştir. Bunun üzerine 25 Kasım 1925 tarihinde T.B.M.M’ de
“Şapka Giyilmesi” hakkında bir kanun kabul edilmiştir. Yine 2 Eylül 1925 günü alınan bir
kararla, din adamı dışındaki kişilerin cübbe ve sarık giymeleri yasaklanmıştır. Daha
sonra 3 Aralık 1934’te din adamlarının, dinî kıyafetlerini (en yüksek din görevlisi hariç)
sadece ibadet yerlerinde giymeleri esası getirilmiştir.
Böylece cumhuriyetin ilk yıllarında kılık-kıyafet alanında gerçekleştirilen bu
inkılâplarla ülkede büyük ölçüde birlik-beraberlik sağlanmış ve halka daha modern bir
görüntü kazandırılmıştır.

b)Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu’nun Türkleşmesinde ve halkın


müslüman kimliği içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların
kurumlaşmış şekli olan tekkeler, daha sonra asıl fonksiyonlarını kaybetmişlerdir.
Dolayısıyla gerçek anlamda varlık sebepleri ortadan kalkmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında rejimi sağlamlaştırmak ve iç düzeni sağlamak amacıyla bir
takım inkılâplara girişilince, Tekke ve Zaviyeler gerçekleştirilen bu inkılâplara karşı
çıkmaya başlamışlardır.Halbuki yeni cumhuriyet rejiminde bu rejime ve inkılâplara karşı
olan ve bu sebeple halk üzerinde olumsuz tesir yapabilecek böyle kuruluşlara ve
yapılanmaya yer yoktu. M. Kemal bu konudaki kararlılığını, 1925’te yaptığı “Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler,dervişler,müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve
gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır” sözleriyle ortaya koymuştur. Bu düşünce ve
kararlılığın ifadesi olarak, 30 Kasım 1925 günü kabul edilen bir kanunla tekke,zaviye ve
türbeler kapatılırken,şeyhlik,dervişlik,dedelik,müritlik v.s. gibi unvan ve lakapların
kullanılması da yasaklanmıştır.

c)Soyadı Kanunu

Cumhuriyet öncesi Türk toplumunda ailelerin dinî, sosyal,ailevî ve asalet kaynaklı


lakaplar taşımaları,gerek insanlar arasında ayırıma yol açmakta,gerekse toplumsal
ilişkilerde (nüfus,askerlik vb.) karışıklıklara neden olmaktaydı.Bu durum,cumhuriyetin
millî sınırlar içinde tüm insanları eşit kabul etme mantığıyla bağdaşmıyordu.Dolayısıyla
hızla modernleşen Türk toplumunda böyle bir bölünmüşlüğe yer verilmemeliydi.Bu gaye
ile 21 Haziran 1934’te “Soyadı Kanunu” kabul edilmiştir.Bu kanuna göre; her Türk kendi
adından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacaktır.Alınan bu soyadları
Türkçe olacak,yabancı milletlere ait adlar kullanılmayacak,soyadlarının ahlaka aykırı e
komik olmamasına özen gösterilecektir.

24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir kanunla da, M. Kemal’e T.B.M.M. tarafından
“Atatürk” soyadı verilmiştir.

Yine bu tarihte ağa, hacı , hafız, molla, hoca, efendi, bey, beyefendi, hanım,
hanımefendi, paşa, hazret gibi unvan ve lakapların soyadı olarak alınması
yasaklanmıştır.Soyadı kanununun kabul edilmesi ile toplum hayatında yeni bir düzen ve
disiplin sağlanırken, aile ve fertlerin de tam olarak tanınması mümkün olmuştur.

d) Kadı Haklarının Kabulü

Başta Atatürk olmak üzere T. C ’nin kurucuları, Türk Milleti’nin kadın-erkek ayrımı
yapılmaksızın çağdaşlaşması görüşündeydiler. Dolayısıyla o tarihe kadar toplum
hayatında aktif olarak yer alamamış olan Türk kadınlarının, bir an önce aktif hale
getirilmeleri ve bunu sağlayacak bir takım kanuni düzenlemelerin yapılması
gerekmekteydi. Türk kadını statüsü gereği erkeklerin gerisinde olduğu halde, Millî
Mücadele sırasında erkeklerin yanında yer almış, Millî Mücadelenin kazanılmasında etkin
rol oynamıştı.Bu nedenle Türk kadınına toplumda hak ettiği yer verilmeliydi.

Atatürk, Türk Milletini kalkındırmak ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak


isterken, kadınların bunun dışında tutulmasının mümkün olamayacağını belirtiyor ve 21
Mart 1923 tarihinde bir konuşmasında, “Kadınlara bir takım haklar tanınmasının gereği
üzerinde” duruyordu

ATATÜRK DÖNEMİ SONRASI TÜRKİYE

A)İnönü Dönemi İç Politikası

Atatürk’ün ölümünün ertesi günü, 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü’nün


cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. İsmet İnönü,
Atatürk kadar karizmatik özellikler taşımasa da, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki başarıları ve
CHP içindeki etkinliği ile 1950 yıllarına kadar ülkeyi tek başına yönetmeyi başarmış ve
bu döneme damgasını vurmuştur. 1924 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği
yetkilerin sınırlı olmasına rağmen, İsmet Paşa CHP ve meclis içindeki gücünü korumuş,
“Milli Şef” ve “Değişmez Genel Başkan” sıfatlarıyla ülkenin kaderini doğrudan
etkilemiştir.
İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili dönemin temel meseleleri, II.Dünya Savaşı ve
Çok Partili Siyasî Hayata Geçilmesidir.

İnönü 1939’a kadar Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ile çalışmıştır. Dış politika
ilkeleri ve ekonomik politikaları farklı olan bu iki devlet adamı, iki ay kadar devletin
zirvesinde bulunan ilk iki ismi oluşturmuşlardır. Ancak iki ay sonra Celal Bayar
kabinesinde iki önemli değişiklik yapılmış, Dışişleri ve İçişleri Bakanları İnönü’nün
benimsediği isimlerle değiştirilmiştir. Bu değişiklikler İnönü döneminde iç ve dış
politikada Atatürk döneminden farklı bir siyaset izleneceğinin göstergesidir. Bu
dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişme de, 26 Ararlık 1938’deki CHP. Olağanüstü
Kurultayının toplanmasıdır.Bu kurultayda İsmet İnönü “Değişmez Genel Başkan e Millî
Şef” ilan edilmiştir. Böylece İsmet Paşa’nın yaklaşık 12 yıl sürecek olan “Millî Şef ” lik
dönemi başlamıştır. Bu durumdan memnun olmayan Celal Bayar’ın Başbakanlıktan
ayrılmasıyla, 25 Ocak 1939’da Refik Saydam yeni hükümeti kurmuştur.

İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının ilk yılları, II. Dünya savaşı yılları olduğu için, tüm
ekonomik ve siyasî girişimler, bu dönemde Türkiye’yi bu savaşın olumsuz etkilerinden
uzak tutmak adına gerçekleştirilmiştir. Ne zaman biteceği bilinmeyen bu savaş
yüzünden çok sayıda genç askere alınmış, temel ürünlerle ilgili olarak devlet stokları
geniş tutulmuştur. Bunlar iç piyasada büyük bir darlığın yaşanmasına ve fiyatların
olağanüstü artmasına yol açmıştır.Hükümet karaborsacılarla ve stokçularla yoğun bir
biçimde uğraşmışsa da, bu mücadelede toplumun geniş katmanlarını memnun edecek
bir başarı elde edilememiştir. 1942’de Refik Saydam’ın ölümü üzerine Şükrü Saraçoğlu
Başbakan olmuştur. Bu yılların en önemli olayı Varlık Vergisi Kanunu’nun çıkarılmasıdır.
Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği, vergisini ödemeyenlerin bedensel
çalışmaya tâbi tutulduğu bu uygulama, büyük tartışmalara yol açmış ve 1944 yılı
başlarında kaldırılmıştır. Tarım kesimiyle ilgili olarak ise Nisan 1944’de Aşar vergisinin
bir benzeri olan “Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu” çıkarılmıştır.Gerek Varlık vergisi,
gerekse 1946’da kaldırılan Toprak Mahsulleri vergisi halkın İnönü dönemi
hükümetlerinden soğumasından başka önemli bir sonuç doğurmamıştır. Ekonomik
alandaki tüm olumsuzluklara rağmen, bu dönemde Türkiye silah sanayiinde kullanılan
kromu, savaşan ülkelere satarak döviz rezervlerinde olağanüstü bir artış yaşamıştır.

İnönü döneminde, Atatürk döneminde başlatılan eğitim faaliyetlerine, özellikle kırsal


kesim ağırlıklı olarak hız verilmiş ve Köy Enstitüleri projesi hayata kazandırılıştır. Kırsal
kesimle ilgili olarak bu dönemde Toprak ve Tarım Reformu çalışmalarına yeniden hız
verilmiş ve topraksız köylü bırakılamaması arzulanmıştır. Ancak geniş arazi sahiplerinin
tepkisi ve konuyla ilgili alt yapı yetersizlikleri yüzünden bu proje başarıya
ulaştırılamamıştır. Bu dönemde yine eğitim alanında klasik müzik eğitimine önem
verilmesi, tiyatronun yaygınlaştırılması, kütüphaneler açılması, doğu ve batı klasiklerinin
Türkçe’ye kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

İnönü döneminin iç politikadaki en kayda değer olayı ise, çok partili siyasi hayata
geçiş için atılan adımlardır. 1939 Mayıs’ında toplanan CHP 5. Kurultayı’nda hükümeti
denetlemekle görevli 21 kişilik bir Müstakil Grup kurulmuştur. Ancak hükümeti
denetlemek işlevini üstlenen bu grup,CHP’nin doğrudan denetiminde olduğu için
demokrasi konusunda beklenen faydayı sağlayamamıştır. İnönü döneminde, Atatürk
döneminde siyasetten uzaklaştırılmış olan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay ve
Ali Fuat Cebesoy gibi isimler, yeniden milletvekili yapılarak, bir yumuşama sağlanmıştır.
Fakat demokrasi yolunda asıl ciddî ve kalıcı girişim, 1945’de iç ve dış dinamiklerin
etkisiyle gerçekleşmiştir. Terakkiperver C. Fırkası ve Serbest C. Fırkası denemelerinin
bıraktığı heyecanın halen sürdüğü Türkiye’de, İnönü dönemi hükümetlerini yeniden çok
partili siyasî hayata geçme kararına iten iç dinamiklerin başında, savaş yıllarında
uygulanan ve özellikle kırsal kesimde yaşayanlarla, esnaf-tüccar kesimini memnun
etmeyen ekonomik politikaların bu kesimlerde yarattığı huzursuzluk gelmektedir.Bir
başka iç dinamik ise 1923’den beri iktidarda bulunan CHP’nin ciddi bir yıpranma
sürecine girmesi ve kendini yenileme ihtiyacı duymasıdır.

Türkiye’nin demokrasiye yönelmesinde etkili olan dış dinamiklerin başında ise II.
Dünya Savaşı’nı ABD, İngiltere, Fransa gibi demokrasiyi savunan ülkelerin kazanması
gelmektedir. II. Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte dünyada yeni dengeler oluşmaktadır.
Türkiye’nin bu yeni oluşumun içinde yer alabilmesi ise, Batı’nın her alandaki
standartlarını benimsemesi ile yakından ilgilidir. Ancak Türkiye’nin Batı’ya yönelmesini
hızlandıran asıl önemli gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Stalin yönetimindeki S.
Rusya’nın 1925 yılında Türkiye ile yapılan antlaşmayı uzatmayacağını açıklaması,
bununla yetinmeyerek Kars, Ardahan, Artvin’i isteyen ve boğazların ortaklaşa
savunulmasını öngören bir nota vermesi Türkiye’de tepkiye neden olmuştur.

Bu iç ve dış gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de CHP. Dışında başka siyasî partilerin
de kurulması gerektiği yolunda ilk ciddi açıklama, B. Milletler Örgütü’nün kuruluşu için
San Francisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir. İsmet Paşa da II. Dünya Savaşı’nın
sona ermesiyle ilgili olarak yaptığı konuşmada, “demokrasiye geçileceğini”
açıklamıştır.Bu konudaki bir başka önemli adım da, Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik
Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP Meclis Grubu Başkanlığına erdiği “Dörtlü Takrir”dir.
Bu ılımlı havanın etkisiyle 18 Temmuz 1945’de “Millî Kalkınma Partisi” kurulmuştur. 7
Ocak 1946’da CHP’den ayrılmış olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve
Fuat köprülü’nün önderliğinde “Demokrat Parti”’nin kurulmasıyla artık demokrasiye
geçiş çabaları, geri dönülmez bir seviyeye gelmiştir.

Savaş yıllarında ihmal edilen kırsal kesim insanlarıyla, yine savaştan olumsuz yönde
etkilenen büyük ve küçük sermaye çevreleri için bir umut ışığı olan Demokrat Parti, aynı
zamanda demokrasiye özlem duyanlar için de ideal bir siyasî platform olarak
görülmekteydi. D.P.’nin kurulmasından kısa bir süre sonra 1946 Temmuz’unda ilk tek
dereceli ve çok partili seçimler yapılmıştır. Açık oy-gizli tasnif yöntemiyle yapılan bu
seçimlerde D.P.’nin halktan gördüğü yoğun ilginin henüz sandığa yansımamış olduğu
görülmüş ve CHP 390, DP ise 66 milletvekilliği kazanmıştır.

1946 seçimlerinden sonra kan değişikliğine gitmek isteyen İnönü, Saraçoğlu’nun


yerine Recep Peker’i başbakanlığa getirmişse de, D.P.’nin büyümesine engel
olamamıştır. Bir süre sonra Recep Peker’in istifası üzerine 1947’de Hasan Saka yeni
hükümeti kurmuştur. Bu arada D.P.’de huzurlu değildir. Bu partiden de Fevzi Çakmak’ın
önderliğinde ılımlı bir grup ayrılarak, 1948’de “Millet Partisi”’ni kurmuştur.

CHP. Cephesinde Hasan Saka’nın da istifasıyla, İnönü’nün son başbakanı olan


Şemsettin Günaltay yeni hükümeti kurmuştur. 1950’de yapılan genel seçimlerde, seçim
sisteminde değişikliğe gidilerek, çoğunluk sistemine dayanan ancak gizli oy-açık tasnif
usulüne göre seçim gerçekleşmiştir. Bu seçimlerde büyük bir üstünlük sağlayan D.P. %
53.3 oy oranıyla, 408 milletvekili çıkarmıştır. Böylece CHP iktidarı D.P.’ye devretmiştir.

Demokrat Parti Dönemi (14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960)

1950 seçimleri sonrasında İnönü’nün Cumhurbaşkanlığından ayrılması ile Celal Bayar


Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştır. Adnan Menderes ise
başbakan olarak atanmıştır. D.P.’nin ilk yıllarında dışarıdan, özellikle ABD’den gelen
yardımlar sayesinde görülmemiş bir bolluk yaşanmıştır. 1952’de Türkiye’nin Nato’ya
girmesiyle, II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yalnızlık da sona ermiştir.Doğal olarak
bu gelişme iç politikaya da yansımış ve D.P.’nin gücü ve halktan aldığı destek artmıştır.

D.P.’nin iktidar gelmesiyle birlikte 1923’den beri uygulanan denk bütçe ilkesinden
vazgeçilmiş, para ve maliye politikası kökten değiştirilmiştir. Ekonomik canlanmayı
gerçekleştirmeye çalışan yeni hükümet, harcamalarını artırmıştır.D.P.’nin ekonomideki
temel hedefi, ekonomik kurumsallaşmayı gerçekleştirmek ve özel sektörün gelişmesine
öncelik tanımaktır. İlk yıllarda ekonomide büyük bir canlanma yaşanmış, millî gelirde
%15’lik bir artış görülmüştür. Fakat 1954 yılından sonra özellikle dış ticarette denge
bozulmaya başlamış ve hükümet kaçınılmaz olarak dış borçlanmaya yönelmiştir. Bu
borçlanma siyaseti 1958’de devalüasyona, yani Türk parasının değer kaybetmesine yol
açmıştır.

Kırsal kesimde de D.P.’nin iktidara gelmesiyle canlanma yaşanmış, özellikle Marshall


yardımı sayesinde başta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınlaştırılması
gerçekleştirilmiştir. (1948’de 1800 traktör var iken, 1957’de 44.000 traktöre
ulaşılmıştır.)

D.P., Sanayileşme konusunda önceliği özel sektöre vermekle birlikte, devlete it


kuruluşları genişletmek ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. Bu dönemde
açılan bazı devlet işletmeleri şunlardır. MKE (1950), Denizcilik Bankası (1951), EBK
(1952), DMO (1954), TPAO (1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fab. (1955) ve Ereğli Demir
ve Çelik Fab.(1960) ‘dır. Ancak 1957’den sonra dış kredi alınmasının zorlaşması,
ekonomik durumu olumsuz yönde etkilemiş ve yatırımlarda ciddi bir azalma
görülmüştür.

DP. döneminde ulaşım sektöründe de gelişmeler yaşanmış, ancak bu dönemde


Atatürk ve İnönü dönemlerinin aksine demiryollarına değil, karayolu yapımına öncelik
verilmiştir.DP. döneminin eğitim politikası da CHP’den farklı olmuştur. Atatürk
döneminde açılmış olan Halkevlerinin 1951 yılında kapatılması ve İnönü döneminde
kurulan Köy Enstitüleri’nin kapatılarak İlkokula dönüştürülmesi bu farklı politikanın en
çarpıcı örnekleridir. Bununla birlikte bu dönemde ilk ve orta öğretimde okul, öğrenci ve
öğretmen sayısında önemli artış yaşanmıştır. 1957’de O.D.T.Ü.,1958’de ise Erzurum
Atatürk Ün. açılmıştır.

Olumlu ve olumsuz çeşitli gelişmeler karşısında DP. Yöneticilerinin iktidara yeterince


hazırlıklı olmamaları ve CHP’nin muhalefet deneyimsizliği iki siyasî parti arasındaki
ilişkileri gün geçtikçe gerginleştirmiş ve ülke kısa sürede kısır siyasî çekişmelere
sürüklenmiştir. 1951’de Halkevlerinin devletleştirilmesi ve malvarlığının hazineye
aktarılması, 1953’de CHP’nin tüm malvarlığının “Haksız kazanç” iddiasıyla hazineye
geçirilmesi, 1954’de Köy Enstitüleri’nin kapatılması, basın üzerindeki baskıların
artırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir.DP’nin “devr-i sabık”
yaratma politikası, CHP’nin iyice hırçınlaşmasına yol açmıştır.

Bu ortamda yapılan 1954 seçimlerini yine DP kazanmıştır.CHP’nin bu seçimlerde


meclisteki milletvekili sayısı 31’e düşmüştür. DP’nin gücünü artırmış olması, toplumun
DP’nin uyguladığı politikayı desteklediği anlamına gelmekteydi. Bu nedenle DP,
muhalefet üzerindeki baskısını, 1954’den sonra daha da artırmıştır. Gazetecilere hapis
ve para cezalarının verilmesiyle, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in bir gün göz altında
tutulması ve daha sonra 6 ay hapis cezasına çarptırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini
iyice çıkmaza sürüklemiştir. 1954-57 arasında DP iktidarın belki de en önemi olayı, 6 / 7
Eylül olaylarıdır. 6 Eylül 1955’de Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı yönünde
çıkan haberler üzerine, galeyana gelen bir grup tarafından İstanbul’daki Rumların ev ve
işyerleri tahrip edilmiş, mezarlık ve kiliseleri yağmalanmıştır. Ordu birliklerinin
müdahalesiyle bastırılan olaylar sonucunda, sıkıyönetim ilân edilmişse de, Türkiye’nin
dış politikada aldığı yara kapatılamamıştır.

DP-CHP gerginliğinin artması yüzünden seçimler bir yıl önceye alınarak 1957’de
yapılmış DP seçimleri kazanmışsa da,oylarında belirli bir düşüş yaşanmıştır. Bu yeni
dönemde DP, ortaya çıkan ekonomik bunalım karşısında çaresiz kalmış ve IMF ile Dünya
Bankası’nın dayatmalarına direnememiştir.1958’de Irak’ta bir askerî darbe ile ordunun
yönetime el koyması Menderes iktidarını kuşkuya kapılmaya itmiş ve DP potansiyel bir
tehlike olarak gördüğü CHP üzerindeki baskılarını artırmıştır. Bu kuşku 1958’de Vatan
Cephesi’nin DP tarafından kurulmasına yol açmış, siyasal kamplaşma, dolayısıyla
gerginlik iyice büyümüştür.DP iktidarının sonunu hazırlayan gelişme ise 1960’da kurulan
Tahkikat Komisyonu’dur. Başta CHP olmak üzere meclis içi ve dışı tüm muhalefeti her
türlü siyasî faaliyetten uzaklaştırmayı hedefleyen bu komisyon, sorunları çözemediği
gibi, üniversite öğrencilerinin sokağa dökülmesine neden olmuştur. 28 Nisan 1960’da
İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencinin öldüğü ve çok sayıda öğrencinin yaralandığı
olaylar sonunda sıkıyönetim ilân edilmişse de, olaylar Ankara’ya sıçramıştır. 21 Mayıs’ta
Ankara!da Harp Okulu öğrencilerinin yapmış olduğu yürüyüşle verilen mesajın, iktidar
tarafından anlaşılamamasından kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirilen bir
askerî darbe sonucu DP iktidarına son verilmiş, Celal Bayar ve Adnan Menderes
görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır.
İnönü Dönemi Türk-Dış Politikası

a-)II.Dünya Savaşı Yılları

Türkiye II. Dünya Savaşı’nda coğrafi konumu yüzünden revizyonist ve


antirevizyonist devletlerin, kendisini yanlarında savaşa sokmak amacıyla uyguladıkları
yoğun baskılarla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’nin savaşan tarafların baskıları
karşısındaki politikası, tarafsız kalmaktır.

1-)Sovyet-Alman İttifakı Döneminde Türkiye:

Türkiye,İngiltere ve Fransa ile 1939’da Üçlü İttifakı imzaladığı sırada, II. Dünya Savaşı
başlamıştı. Bu arada Almanlara yenilen Polonya, Almanya ile S.Rusya arasında
paylaşılmış, Sovyetler Baltık Devletlerinde üstler edinmişti Türkiye antirevizyonist
devletlere sempatik bakmakla birlikte bu savaşta yer almamak niyetindeydi.Ancak 1940
Mayıs’ında Almanya’nın Fransa’ya saldırması, İtalya’nın da Almanya’nın yanında yer
almasıyla savaş Akdeniz’e de yayılmıştır. Bu durumda İngiltere ve Fransa, Üçlü İttifak
gereği Türkiye’nin de savaşa katılmasını istemişlerdir. Ancak S.Birliği’nden duyduğu
endişe yüzünden Türkiye müttefiklerin bu isteğini yerine getirmemiş, bu arada Fransa
Almanya tarafından saf dışı edilmiş, yalnız kalan İngiltere’de bu istekte fazla ısrarcı
olmamıştır.
Ekim 1940’da İtalya’nın Yunanistan’a saldırması, 1941’den itibaren Almanya’nın
Balkanlara inmesi Türkiye ile birlikte İngiltere ve Sovyetleri de telaşlandırmıştır. Bu
durum Almanya ile Sovyetler arasında gittikçe artan bir nüfuz çatışmasına yol açmış ve
bu gelişme Türk-Sovyet ilişkilerinin düzelmesine neden olmuştur.Bu dönemde İngiltere
tekrar Türkiye’yi savaşa girme konusunda zorlamaya başlamıştır. Ancak Türkiye yeteri
hazırlığı olmadığı gerekçesiyle bu talebi de reddetmiştir.Bu arada Almanya ile
Sovyetlerin arası iyice bozulmuştur.

2-Alman-Sovyet Savaşı ve Türkiye:

1940 yılı Aralık ayında Alman Başbakanı Hitler, Sovyet Rusya’ya savaş açmaya
karar vermiştir. Almanya ile ilişkileri bozuldukça Türkiye’ye yaklaşan Sovyetler, bu
gelişme üzerine bir bildiri yayınlayarak,Türkiye ile 1925’de yaptıkları “Saldırmazlık
Antlaşması”nın yürürlükte olduğunu ilân etmişlerdir Böylece Türkiye üzerindeki Sovyet
tehdidi büyük ölçüde kalkmıştır.Buna karşılık Türkiye bu sefer de Alman baskısı ile karşı
karşıya kalmıştır.Almanya’nın, S. Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye büyük ölçüde
rahatlamıştır.Ancak bu sefer de Türkiye, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, İngiltere’nin
boğazlar üzerinde Rusya’ya taviz vermesinden korkmuştur.S.Birliği ile İngiltere’nin
Montrö Sözleşmesine saygılı olduklarını ilân eden ortak notasıyla, bu sıkıntıda
halledilmiştir.

3-Antirevizyonistlerin Türkiye’yi Savaşa Sokma Çabaları:

ABD’nin, Japonya’nın Pearl Harbour baskını üzerine savaşa katılması sonucu,


İngiliz-ABD-Sovyet işbirliği süreci başlamış ve savaşın bu devresinde başta İngiltere
olmak üzere, müttefikler Türkiye’ye savaşa girme konusunda yeniden baskı yapmaya
başlamışlardır. Müttefikler özellikle K.Afrika’da yenilen Almanya’yı, Balkanlardan atmak
için, Avrupa ve Balkanlarda Almanya’ya karşı girişecekleri savaşlarda, Türkiye’nin de yer
alması görüşündedirler.Müttefiklerin bu kararı 1943’de Adana’ya gelen Churchill
tarafından Cumhurbaşkanı İnönü’ye iletilmiştir.Almanların Stalingrad’da durdurulmasıyla
Sovyetlerin tavrı değişmiştir.

4-Yalta Konferansı ve Türkiye’nin Savaşa Girmesi:


4-11 Şubat 1945’de yapılan Yalta Konferansı’nda, San Franssısco’da toplanacak
olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin, 1 Mart
1945’den önce revizyonist devletlere savaş açmış olmaları şartını kabul etmiştir.Bunun
üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’de Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek, Yalta
Konferansı’nın kararlarına uyan bir devlet olarak Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri
arasında yer alma hakkını kazanmıştır. 10 Ağustos 1945 de Japonya’nın teslim olması ile
II. D.Savaşı sona ermiştir.

II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Türk Dış Politikası

II.Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem ciddi bir yapısal değişime
uğramıştır. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına
yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde etkili olmuştur.Nitekim
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona yön veren
esas unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan
Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.

A-) Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den İstedikleri

II.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası


cephe durumlarına göre değişiklikler göstermiş, savaş sonunda gerçek niteliğini
kazanmıştır.Sovyet Hükümeti 1945’de, 17 Aralık 1925 tarihli “Türk-Sovyet Dostluk ve
Tarafsızlık Antlaşması”nı günün şartlarına ve II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan
duruma uymadığı gerekçesiyle feshetmiştir.Türkiye iki ülke arasında dostluk ve iyi
ilişkilerin devamı için yeni bir antlaşma yapılabileceğini Sovyetlere bildirmişse de, çok
geçmeden Sovyetlerle, Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler
vermeden anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Çünkü Rus yetkili Molotov, Türkiye’nin
Sovyet büyükelçisine 7 Haziran 1945’de, iki ülke arasında yeni bir antlaşma
yapılabilmesi için,Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için
Sovyetlerle boğazlarda deniz ve kara üstleri verilmesi,Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere
iade edilmesi gerektiğini bildirmiştir. Türkiye’nin kabul edilmesi mümkün olmayan bu
istekleri reddetmesi üzerine, 1945 Haziran’ından itibaren Sovyetler tarafından
Türkiye’ye siyasî baskı uygulanmaya başlanmıştır.

ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonunda işbirliğini gerçekleştirmek


amacıyla yaptıkları Postdam Konferansı’nda görüşülen en önemli meselelerden biri Türk
boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta Sovyetler, Boğazlar meselesinin sadece
Türkiye ile kendisini ilgilendiren bir mesele olduğunu belirterek,boğazlarda askerî üstler
istemiştir. Sovyetler Postdam Konferansı’ndan bir yıl sonra 8 Ağustos 1946’da, Boğazlar
ile ilgili görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir. Sovyetler bu notada; II.Dünya
Savaşı sırasında meydana gelen olayların, Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz
devletlerinin güvenliğini sağlamakta yetersiz kaldığını ileri sürerek, Boğazlardan geçiş
rejimini düzenleme yetkisinin, Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmasını, boğazların
Türkiye ile S.Birliği tarafından ortaklaşa savunulmasını istemiştir. Sovyetlerin bu notası
üzerine ABD ve İngiltere ile durumu görüşen Türkiye, bu istekleri reddetmiştir.Sovyetler
bu isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmek için siyasî baskı yapmaya devam etmiş,24 Eylül
1946’da ikinci bir nota vermiştir.Bu baskılar karşısında Türkiye, İngiltere ve ABD’nin
desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.

a-)ABD’nin Türkiye’yi
Desteklemesi

Türkiye,Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek


amacıyla, 1939’dan itibaren gerek ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin,gerekse
II.Dünya Savaşı sonunda süper güç olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini
aramıştır.Fakat bir taraftan Türkiye’nin II.Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış olması, diğer
taraftan da Türkiye’de tepki uyandıran Sovyet davranışlarının ABD ve İngiltere
tarafından aynı tepkiyle karşılanmaması yüzünden Türkiye başlangıçta istediği desteği
elde edememiştir.Ancak 1945-46 yıllarında cereyan eden olaylar,İngiltere ve ABD’ni
politikasını değiştirmeye yöneltmiştir.

II.Dünya Savaşı’ndan itibaren Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardıma devam eden


İngiltere, 21 Şubat 1947’de ABD’ne verdiği bir muhtıra ile, artık bu ülkelere yardıma
devam edemeyeceğini, fakat batı dünyasının savunması bakımından bu ülkelerin
bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askerî ve ekonomik yardımının
şart olduğunu bildirmiştir.İngiltere’nin bu muhtırası, O’nun özellikle Ortadoğu’daki yerini
ABD’ye terketmek zorunda kaldığını göstermektedir.Bu sebeple İngiliz muhtırasını alan
ABD yönetimi, Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar
vermiştir

Sonuçta ABD Başkanı Truman, Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonraları “Truman
Doktrini” adını alan mesajını okumuş ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a
askerî yardım yapılması konusunda yetki verilmesini istemiştir.Buna dayanarak
hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe
girmiştir.12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasının
ardından ABD,Türkiye’ye askerî yardım yapmaya başlamıştır.Truman Doktrini,Sovyet
baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük memnuniyet
yaratmıştır.Ancak daha sonraki yıllarda ikili anlaşma ile getirilen sınırlamalar Türkiye
açısından bir takım sıkıntılar doğurmuştur.

Truman Doktrini, II.Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona erdirmiş,


dünyanın iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin, yani soğuk savaş döneminin
başladığını ilân etmiştir.

Askerî yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4
Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır.Antlaşmadan sonra
Marshall Plânı çerçevesinde 1949-1951 yılları arasında ABD,Türkiye’ye ekonomik
yardım yapmıştır.Türkiye bu yardımlarla birlikte artık batı yanlısı bir politika takip
etmeye başlamıştır.

b-) NATO’nun Kuruluşu

II.Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın yıkılmış olması, Sovyetlere karşı bir denge unsuru
olan ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi,kuvvetler dengesinin Sovyetler Birliği lehine
bozulmasına yol açmış ve Sovyetler Avrupa’nın en güçlü devleti haline
gelmiştir.Sovyetler, Almanya ve Japonya’nın yenilmesi ile doğusunda ve batısında
meydana gelen boşlukta yayılma politikası uygulamıştır. Sovyetlerin bu yayılmacı
politikasına karşın ABD,Truman Doktrini ve Marshall Plânını uygulamaya başlamış,
bunun üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle
birlikte “Kominform”’u kurmuştur.Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla,
dünya iki bloğa ayrılmıştır.
Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak veya teşkilat mevcut
değildir.Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan
Dunkerk Antlaşması ile atılmıştır.Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırarak, 1948’de
Brüksel Paktını imzalamalarına yol açmıştır.Ancak ABD bu ittifaka dahil olmadığından,
Batı Avrupa ülkelerinin savunma amacıyla oluşturdukları bu pakt, Sovyetlere karşı bir
denge unsuru olmaktan uzak kalmıştır.Bu yüzden de Batı Avrupa ülkeleri ABD’ni ittifaka
dahil edebilmek için faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta ABD.Kongresinde kabul
edilen Vanderberg kararı ile ABD 1823’ten beri uyguladığı Montrö Doktrinini terkederek,
dış politikasında önemli değişiklikler yapmıştır. ABD’nin dış politikasında yaptığı bu
değişikliklerden sonra, Brüksel Paktı sonucunda kurulan Batı Avrupa Birliğine, ABD ve
Kanada da dahil olmuş, böylece 12 ülke arasında kısa adı NATO olan ( North Atlantic
Treaty Organization ) Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur.(4 Nisan 1949)

c-)Türkiye’nin NATO’ya Girmesi

Türkiye’nin NATO’ya girme fikri,II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Batı Bloku’na
bağlanma çabalarının sonucudur.Aslında savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma
politikasını bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması,özellikle silahlı kuvvetlerin
modernizasyonu için gereken kaynakların Batıdan kolayca sağlanabileceği, bir yandan
da Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin batılı bir
ülke olabilme yolunda yaptığı tercihin doğal bir sonucu olarak görmek
lazımdır.Türkiye’yi Batı’ya yönelten somut sebep ise,Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik bir
tehdit oluşturmaya başlamasıdır.

Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye NATO’ya daha kuruluş aşamasında dahil olmak
girişiminde bulunmuş, ancak sonuç alamamıştır.8 Ağustos 1949’da Türkiye’nin Avrupa
Konseyi üyeliğine alınması,Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda
cesaretlendirmiş ve müracaatlarına haklı bir sebep hazırlamıştır.Ancak Türkiye’nin
NATO’ya girme çabaları özellikle Avrupalı üyelerin itirazlarına yol açmıştır.Avrupalı
ülkelerden farklı düşünen İngiltere ise Türkiye ve Yunanistan’ın, Avrupa Savunma
Cephesi yerine oluşturulacak,Ortadoğu Savunma Planı içerisine alınması gerektiği
düşüncesindedir.

Bu arada 1950 seçimleri ile D.P. iktidara gelmiş,DP yönetimi dış politikada CHP’nin
politikasına yakın bir politika izlerken,ekonomide batıya daha yakın bir ekonomik
politika uygulamaya başlamıştır.Batı ile yakınlaşabilmek için,Türkiye’nin NATO’ya
girmesini zorunlu gören DP yönetimi, bu sırada patlak veren Kore Savaşını fırsat bilerek,
TBMM’nin onayını almadan 4500 kişilik bir Türk birliğini Kore’ye göndermiştir.Kore
Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye
başlamıştır. Çünkü Kore Savaşı II.Dünya Savaşı’ndan sonra artık çıkması beklenmeyen
bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını göstermiş ve NATO ülkelerini özellikle
de ABD yönetimini Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya
yöneltmiştir.Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir
savaşta askerî üstlere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD. Türkiye’nin NATO’ya alınmasını
gerekli görmüştür.Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya alınmasında,Kore’deki askerî
başarısı,uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi,modern olmamasına
rağmen güçlü bir kara ordusuna sahip olması,jeopolitik konumu birinci derecede etkili
olmuştur.

TBMM.18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşmasını onaylamış, böylece Türkiye


resmen NATO’nun üyesi olmuştur.

Türkiye NATO’ya girmekle, Sovyet tehdidine karşı Batı savunma sistemi içinde
güvenliğini sağlamış,ABD’nin Türkiye’ye yönelik askerî ve ekonomik yardımlarına
düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır.Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik İttifakını,bir
savunma ittifakı olmaktan öte bir dünya görüşü ve millî bir dış politika unsuru olarak
değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu olarak Türkiye,uluslararası sorunlarda Batı
ülkeleriyle, özellikle de ABD ile ortak hareket etmeye başlamıştır.

Soğuk Savaş Dönemi Türk-Dış Politikası


Bu dönemde Türkiye’yi yönetenler Atlantik Antlaşmasını millî bir politika, bir dünya
görüşü olarak değerlendirdikleri için,Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerin politikasında
görülen yumuşamayı bir taktik hareketi olarak yorumlamışlar ve Batı’ya bağlılığı
Türkiye’nin millî çıkarlarının gereği olarak görerek, devam ettirmişlerdir.

Türk-ABD yakınlaşması sonucunda,Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra Türkiye


ile ABD arasında birçok ikili antlaşma imzalanmıştır.Bunların bir bölümü TBMM’nin
onayından geçirilmeyen gizli antlaşmalardır.Bu antlaşmalardan 1954’de imzalanan
“Askerî Kolaylıklar Antlaşması” ile,Türkiye’de bir Amerikan stratejik hava üssü (İncirlik)
kurulmasına,ABD uçaklarının belli başlı Türk hava alanlarından, Amerikan gemilerinin de
belli başlı Türk limanlarından yararlanmalarına izin verilmiş,çeşitli tesisler kurulması için
de ABD’ne Türkiye’de arazi tahsis edilmiştir.1958 yılında imzalanan ikili antlaşma ile
Türkiye’de bir füze üssü kurulmuş,ancak bu füze üssü,1962 Küba bunalımı sonucunda
ABD ile Sovyetler arasında yapılan pazarlığa bağlı olarak kaldırılmıştır.1959’da
imzalanan bir başka antlaşma ile de Türk-ABD ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde
en üst düzeye çıkarılmıştır.Bu doktrin özetle; ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde
komünizm saldırısına hedef olacak Ortadoğu ülkelerine gerekirse silahlı kuvvetlerini de
kullanarak yardım etmesini öngörmektedir. Eisenhower Doktrini çerçevesinde ABD’nin
Lübnan iç savaşına askerî müdahalede bulunması, Türkiye’de muhalefet tarafından
eleştiri konusu olmuştur.

Türkiye’nin Batı ittifakı içinde tek yönlü politika uygulaması,olumsuz sonuçlarını


1950’lerde uluslararası ilişkilerde göstermeye başlamıştır.Bu bağlamda Türkiye,
Ortadoğu’daki gelişmeler ile dünyadaki bağımsızlık ve bağlantısızlar hareketine,Batı ile
ilişkilerinin perspektifinden bakmaya başlamış,S.Birliği ve müttefikleriyle ilişkiler en alt
seviyede tutulmuştur.

Truman Doktrini çerçevesinde ABD yardımı alan Türkiye,Filistin konusunda batı


yanlısı bir politika takip ederek,İsrail Devletini tanımış,bu durum Türk-Arap ilişkilerinde
olumsuz etki yapmıştır.Türkiye NATO’ya girdikten sonra, ABD ve İngiltere’nin isteği
üzerine 24 Şubat 1955’de Ortadoğu’da bir savunma ittifakı kurmuş,kısa adı CENTO olan
bu pakt (Türkiye-İran-Irak-İngiltere-Pakistan) Türkiye’nin Arap dünyası ile ilişkilerini
iyice bozmuştur. Gelişmeler S.Birliğini Ortadoğu’da daha aktif hale getirirken, Türkiye’yi
de daha fazla batıya kaydırmıştır.

Türkiye, ABD’nin teşviki ile Balkanlar’da da bazı diplomatik faaliyetlere


girişmiş,1954’de, 1960yılına kadar sürecek olan Balkan Paktı’nın kurulmasını
sağlamıştır.

II.Dünya Savaşından sonra dünyada meydana gelen önemli gelişmelerden biri de,
kolonizasyon hareketleri sonucunda Asya ve Afrika’da yeni bağımsız devletlerin
kurulmasıdır.Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın kendilerine verdiği imkanlardan
yararlanarak bağımsızlığını kazanmaya çalışan Asya ve Afrika’daki sömürge
durumundaki devletlerin bağımsızlıklarını elde etme çabaları karşısında Türkiye, NATO
antlaşmasına çok önem vermiş ve Birleşmiş Milletlerde bu konuda yapılan oylamalarda
Batılı müttefikleriyle aynı çizgide hareket etmeye özen göstermiştir.Aynı şekilde Türkiye,
yeni bağımsızlığına kavuşan Asya ve Afrikalı devletlerin başlattığı bağlantısızlar veya
üçüncü dünya hareketine de tavır almıştır.

27 Mayıs 1960 hareketinden sonra da, Türk dış politikasında eskiye göre önemli bir
değişiklik yaşanmamıştır.1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde uluslararası sistemde,
üçüncü dünya ülkelerinin ortaya çıkmasıyla, iki kutupluluktan çok merkezli bir sisteme
ve soğuk savaş döneminden,yumuşama dönemine geçiş başlamıştır.Bu uluslararası
konjonktür içinde,Türk dış politikasında Kıbrıs sorunu ön plana çıkmıştır.

KIBRIS SORUNU

Tarihinin hiçbir döneminde Yunan idaresinde olmayan Kıbrıs’ta sorunun en basit


tanımı Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının adayı Yunanistan’a bağlama çabaları ve Kıbrıs
Türklerinin buna karşı çıkmalarıdır.Rumca “ENOSİS” sözcüğü ile tanımlanan bu çabaların
kökeni, 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkan Yunan milliyetçiliğine ve bunun sonucunda
beliren yayılmacı “Megali İdea”politikasına dayanmaktadır

1571-1878 yılları arasında Türk yönetiminde kalan Kıbrıs,bu tarihte geçici kaydıyla
İngiltere’ye devredilmiştir.Ancak İngiltere 1914 yılında adayı fiilen ilhak ettiğini
açıklamış,bu fiili durum Lozan Antlaşması ile hukukileşmiştir.1947 Paris Antlaşması ile
İtalya’nın Osmanlı Devleti’nden işgal etmiş olduğu 12 adanın, Yunanistan’a verilmesi,
Yunanistan’ı cesaretlendirmiş,Rum-Yunan ikilisi Kıbrıs’ı da ilhak için faaliyetlerini
artırmıştır.Rum-Yunan ikilisinin adada önce İngiliz yönetimine,daha sonra da Türklere
yönelttikleri terörist eylemlerin Türk basını ve kamuoyu tarafından yakından takip
edilmesine rağmen,Türk hükümeti 1955 yılına kadar Kıbrıs konusu ile ilgilenmemiş,hatta
1 Nisan 1954’de Türk Dışişleri Bakanı verdiği bir demeçte, “İngiltere’ye ait olan Kıbrıs’ın
statüsünde bir değişikliğe razı olmadıklarını,bu sebeple Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye
bir sorununun mevcut olmadığını” açıklamıştır.Ancak bir taraftan Kıbrıs Meselesinin kısa
zamanda Türk kamuoyuna mâlolarak, Türkiye için millî bir dava haline gelmesi, diğer
taraftan Kıbrıs’tan çekilme niyetinde olan İngiltere’nin Yunanistan’ı dengelemek için 29
Ağustos 1955’de Londra Konferansına Türkiye’yi de davet etmesi,Türkiye’yi Kıbrıs
sorununa dahil olmak mecburiyetinde bırakmıştır.Kıbrıs meselesi bu tarihten itibaren
Türk-dış politikasının ana konularından biri haline gelmiştir.Başlangıçta Kıbrıs’ta
statünün devamını isteyen Türkiye,1957 yılından itibaren Kıbrıs’ta taksimi savunmaya
başlamış,ancak 1959 yılında Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına razı
olmuştur.

1958 yılında Kıbrıs’ta Rum tedhişçiliğinin şiddetlenmesi dolayısıyla Türk-Yunan ve


Yunan-İngiliz ilişkileri gerginleşmiştir.Bu sebeple ABD ve NATO’nun arabuluculuk ve
baskıları ile üç devlet müzakerelere girişmişler,1959 Zurich ve Londra Antlaşmaları ile
Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına karar verilmiştir. Bu antlaşma Kıbrıs’ta
ENOSİS ve taksimi yasaklamakta, Türkiye-Yunanistan ve İngiltere’ye kurulacak anayasal
düzeni korumak için garantörlük ve buna dayanarak tek başına adaya müdahale hakkı
vermektedir.Bu esaslar çerçevesinde hazırlanan Kıbrıs anayasasının 16 Ağustos 1960’da
yürürlüğe girmesi ile Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kurulmuştur.Ancak Kıbrıs Rumları,
Türkleri Kıbrıs yönetiminden atmak ve ENOSİS’ i gerçekleştirebilmek için mevcut
anayasayı değiştirmek yoluna gitmişlerdir.Bu amaçlarını silah yoluyla gerçekleştirmek
isteyen Rum yönetiminin saldırıları 1963 yılında bir soykırıma dönüşmüş, Türkler fiilen
yönetimden dışlanmışlardır.Dolayısıyla 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti,aslında
Makarios tarafından 1963 yılında fiilen yıkılmıştır.Bu tarihten itibaren Makarios yönetimi
bir taraftan Rumları katlederken,bir taraftan da uyguladığı baskı ve ekonomik ambargo
ile Kıbrıs’ı Türkler açısından yaşanmaz hale getirmiştir.

Kıbrıs Rum yönetiminin Türklere yönelttikleri saldırıların 1964’ten itibaren tekrar


artması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmek
istemiş,ancak ABD Başkanı Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubu ile
müdahaleden vazgeçmek zorunda bırakılmıştır.Johnson mektubunda, “1947 tarihli
yardım antlaşması gereğince Türkiye’ye ABD tarafından verilmiş silahların sınırlar
dışında kullanılamayacağı, ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini meşru
saymayacağı, böyle bir hareket sonucunda S. Birliği’nin Türkiye’ye saldırması
durumunda NATO’nun Türkiye’ye yardım etmeyeceği”belirtilmektedir.Türkiye’de şok
etkisi yaratan bu mektuptan sonra, 18 Aralık 1965’de Kıbrıs’la ilgili olarak Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nda yapılan bir oylamada Türkiye’nin Garanti Antlaşması’ndan
doğan müdahale hakkını kullanmasına izin vermeyen bir karar kabul edilmiştir. Bu olay
Türkiye’nin sadece Batı Bloku içinde değil,dünya üzerinde de yalnız kaldığını
göstermektedir.

Türkiye bu olaydan sonra bir taraftan Kıbrıs Türkleri’nin soykırımını önlemek, diğer
taraftan da görüşmeler yoluyla soruna siyasal bir çözüm bulmak arayışını sürdürürken,
1968’den itibaren de Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ile Rum toplumu lideri Makarios
arasında görüşmeler başlamış, ancak herhangi bir sonuç elde edilememiştir.

Yunanistan’ın 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta darbe yaparak ENOSİS’i


gerçekleştirmeye çalışması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak 20-22
Temmuz ve 14-16 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs’a askerî harekatta bulunmuştur.Bu
askerî harekat sonucu Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenlikleri temin edilmiş, adada
gerek Türkler, gerek Rumlar tarafından özlenen kalıcı barış ortamı sağlanmıştır. Bu barış
ortamında Rumlarca, 11 yıl devletsiz bırakılan Kıbrıs Türkleri, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs
Türk Federe Devletini kurmuşlardır.Daha sonra Self Determinatıon hakkını kullanan
Kıbrıs Türkleri, 15 Kasım 1983’de K.K.T.C. yi kurmuşlardır. KKTC bağımsız bir devlet
olarak kurulmasına rağmen, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yana olduğunu açıklamış
ve toplumlararası görüşmelere iyi niyetle katılmaya devam etmiştir.

KKTC, Kıbrıs’ta varılacak olan nihai bir antlaşmada;


1-Türkiye’nin etkili ve fiili garantisinin devam etmesini
2-İki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız ve bağlantısız federal cumhuriyetin kurulmasını
3-Merkezî hükümetin yetkilerinin sınırlı olmasını
4-Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarının tanınmasını ısrarla istemiştir.

Buna karşın Rum kesimi, Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarını


tanımamıştır.İşgalci olarak niteledikleri Türk askerinin adadan çekilmesini ve Türkiye’nin
garantörlüğü yerine uluslararası bir garanti sisteminin oluşturulmasını istemiştir.Yani
Kıbrıs Rum yönetiminin yine tek hedefi ENOSİS’in gerçekleştirilmesidir.Bu nedenle
Kıbrıs’ta uygulanacak politika, hem KKTC’nin, hem de Türkiye’nin geleceği ve güvenliği
dikkate alınarak,ENOSİS yolunu tamamen kapatacak ve Kıbrıs Türklerini Rumların siyasî
ve ekonomik esaretine mahkum etmeyecek bir çözüm tarzı olarak,ya KKTC’nin
tanınmasına, ya da Türkiye ile entegrasyonuna yönelik olmalıdır.

ATATÜRK İLKELERİ

a) Atatürkçü Düşünce Sistemi- Atatürkçülük

Türk inkılâbı ve onu biçimlendiren ilkeler bir bütün oluştururlar.Bu bütün içinde
bulunan ilkelerden yepyeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Buna Atatürkçü Düşünce
Sistemi denilmektedir.

Atatürkçülük deyimi yeni kullanılmaya başlanmıştır. 1930’lu yıllarda bu


kavram Kemalizm olarak ifade edilmektedir. Atatürkçülük, “Atatürk’ün T.C.’ni kurmakta
ve inkılâpları hazırlamakta gösterdiği temel prensiplerin bütünü olarak tanımlanabilir.Türk
Hukuk Lügatı’nda ise Atatürkçülük,” İnönü’nün Türk Milletine hitap eden beyannamesinde
ilan ettiği gibi cumhuriyetin milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve devrimci vasıfları olup,
Atatürk’ün bize en kıymetli emanetidir. Atatürkçülük, “ Atatürk’ün açtığı devrim ve
kalkınma yolu ve bu yolda yürümenin gerekliliğine inanış biçimi olarak da
tanımlanmaktadır. Atatürkçülük, “ Atatürk’ten çıkan ve onunla gelişen fikirler ve olaylar
bütünü olarak da ifade edilebilir.

Atatürkçülük katı, donmuş dogmalara dayanmamaktadır.Akla, bilime, insan


sevgisine önem vermektedir.

B-)Atatürkçü Düşünce Sisteminin Oluşmasında Rol Oynayan Etkenler

Atatürkçü Düşünce Sistemi, Atatürk’ün doğup yaşadığı ortamın içinde bulunduğu


şartlarda olgunlaşmıştır.Atatürk’ün yaşadığı yüzyıl hem Osmanlı Devleti açısından, hem
de dünya devletleri açısından önemli bir zaman dilimidir.Bu yüzyılda Avrupa ekonomik,
bilimsel ve siyasî üstünlüğünü artırarak sürdürmüştür.Avrupa devletleri bir yandan
sömürgecilik hareketini iyice geliştirmişler, bir yandan da ekonomik bakımdan güçsüz
ülkeleri nüfuzları altına alma yoluna gitmişlerdir.Böylece emperyalizm doruk noktasına
ulaşmıştır. 19.yüzyılda Avrupa’nın karşısında ezilmemek için güçlü olmaktan başka çare
yoktur. Avrupa’nın dışında ise o günlerde güçlü devlet bulunmamaktadır.Ancak
19.yüzyılın sonlarına doğru ABD ve Japonya, Avrupa kıtasındaki devletlere ilave olarak
emperyalist devletler kervanına katılmışlardır.Batılılar, bu iki yeni ortakları ile iyi
geçinme yolunu seçmişlerdir.

Öte yandan 18.yüzyıl Avrupa’da Fransız İhtilâli etkilerinin görülmeye başlandığı


devirdir. Fransa’da ortaya çıkan eşitlik, özgürlük, milliyetçilik,millî egemenlik,lâiklik gibi
değerlere sahip olabilme arayışı, Avrupa halkının yönetime karşı ayaklanmasına neden
olmuştur.Bu mücadeleler sonucunda Avrupa’da çok milletli devletler yıkılmış,
mutlakıyetler sona ermiş, krallar Avrupa’da halkı yönetime ortak etmek zorunda
bırakılmışlardır Osmanlı Devleti ve Rusya dışında tek kişinin egemenliğine dayalı bir
sistem kalmamıştır. Batı emperyalizm yoluyla kendinden olmayanları ezerken, kendi
içinde özgürlüğe doğru hızla yol almıştır.Doğal olarak bu gelişmelerin batılı ülkelerin
sisteminin dışında kalan ülkeleri etkilemesi kaçınılmazdır.

İşte Atatürk, 19.yy. sonlarında böyle bir dünyaya gözlerini açmıştır. 19.yy. Osmanlı
Devleti için bir reform çağıdır. Ancak bu reformlar istenilen sonucu verememiş, Osmanlı
Devleti gerek ekonomik,gerekse siyasî açıdan iyice güçsüzleşmiş ve milliyetçilik
anlayışının azınlıklar arasında hızla yayılması parçalanmayı hızlandırmıştır.Bu ortamda
aydınlar, batının siyasî modelinin benimsenmesi ile Osmanlı Devleti’nin kurtarılabileceği
düşüncesini ortaya atarak, I.Meşrutiyeti II.Abdülhamit’e kabul ettirmişlerdir.
II.Abdülhamit 1876 tarihli Kanun-î Esasî ile ilk kez yetkisiz de olsa bir parlamentonun
kurulmasına imkan sağlamıştır. Ancak bu anayasada siyasî özgürlüklere yer verilmediği
gibi, padişahın yetkilerine hiç dokunulmamıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bahane
edilerek sona erdirilen I .Meşrutiyetten sonra, Osmanlı Devleti’nde II. Abdülhamit’in 33
yıl süren baskı politikası başlamıştır.

II. Abdülhamit devletin parçalanmasına engel olabilmek için her türlü siyasî tedbire
müracaat etmiş, buna rağmen 1878’de biten savaş sonunda Balkanların büyük bir
bölümü elden çıkmıştır. Osmanlı Devletine Arnavutluk, Makedonya’nın büyük bir bölümü
ile Batı ve Doğu Trakya kalmış; Doğu Anadolu’da Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya
bırakılmıştır. Genç Balkan Devletlerinin gözü Osmanlı Devleti’nin elinde kalan
Makedonya’dadır. Balkanlar’daki ve Doğu Anadolu’daki bu huzursuzluğa, Rusların
kışkırtmaları üzerine harekete geçen Ermenilerin isyanları eklenmiştir.Ayrıca İngilizler
hiçbir sebep göstermeksizin M. Kemal’in doğduğu yıl Mısır’ı işgal etmişlerdir.

Bu parçalanma sürecinden kurtulabilmek için II. Abdülhamit bir İslâm birliği


oluşturma düşüncesine kapılmıştır. Bu düşünce ile imparatorluk içindeki bütün
Müslüman Türklerin ve Arapların kaynaşması ve diğer Müslüman ülkelerin desteği
alınarak yeni bir kurtuluş ümidi yaratılması hesaplanmıştır. Fakat bu düşüncenin hayata
geçirilmesi zordur. Çünkü hem Araplar arasında milliyetçilik şuuru oluşmaya başlamış,
hem de diğer Müslüman ülkelerin desteğinin alınması mümkün olamamıştır. Osmanlı
Devleti dışında o dönemde başka bağımsız ülke olmadığı için, II. Abdülhamit’in İslâmcılık
politikası da başarılı olamamıştır.

1854’den beri alınan ve düzensiz kullanılan dış borçlar ülkeyi perişan etmiş, alacaklı
devletler alacaklarını tahsil edebilmek için Osmanlı maliyesine el koymuşlardır. 1881’de
kurulan Düyûn-u Umumiye teşkilatı alacaklıların haklarını koruyarak, Osmanlı
ekonomisine göz açtırmamıştır.

II. Abdülhamit eğitime çok önem vermiş, ancak bu tutumuyla kendisi ile çelişkiye
düşmüştür.Çünkü bu okullardan yetişen aydınlar dünyayı tanıyacak, siyasal özgürlükleri-
ne kadar önlenirse önlensin-türlü yollarla öğrenecek ve sonunda rejime karşı
çıkacaklardır. Bu Osmanlı Devleti’nde de böyle olmuştur. II. Abdülhamit çok iyi eğitim
alan genç kuşağa 1908’e kadar direnmiş, 1908’de ikinci kez meşrûtiyet yönetimini ilân
etmek zorunda kalmıştır.

II. Abdülhamit döneminde yetişen genç kuşağın bir önemli şahsiyeti de M.


Kemal’dir.M. Kemal’in doğduğu şehir olan Selânik, Makedonya olayları nedeniyle
hareketli bir hayata sahiptir. Bu şehirde yaşayan Türklerin yapabilecekleri yegane iş
devlet hizmetine girmektir. Ekonomik faaliyetlerin hemen hepsi, Müslüman olmayan
vatandaşların kontrolündedir. Bir ordu şehri olan Selânik’te M. Kemal’e askerlik mesleği
ilgi çekici gelmiştir.İyi bir askerî eğitim alan, Fransızcasını iyi geliştiren ve okumayı çok
seven M. Kemal, Osmanlıcılık ve İslâmcılık akımlarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkan
Türkcülük akımı ile ilgilenmiş ve bu akımı tanımaya çalışmıştır Kurmay Subay olarak
Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra 1910 yılında Fransa’ya giden M. Kemal,
kısa süreli de olsa batıyı görme şansını yakalamıştır. 1911’de Libya’ya giden M. Kemal,
Trablusgarp Savaşı’nda yöre halkını İtalyanlara karşı örgütlemiştir. Balkan Savaşı
sırasında ise Sofya’da “ Askeri Ateşe” olarak görev yapmıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında
artık . Kemal askerlik mesleğinin zirvesindedir. Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında
I. Dünya Savaşına katılmasını vahim bir hata olarak değerlendirmesine rağmen, hizmet
verdiği her cephede üstün başarılar kazanıştır. Ancak I. Dünya Savaşı sonunda uğranılan
ağır yenilgi, O’nda her şeye yeniden başlanması lazım geldiği, illet iradesine dayalı yeni
bir Türk Devleti kurulmasının kaçınılmaz olduğu fikrini kuvvetlendirmiştir.

İşte Atatürkçü Düşünce Sistemi, Atatürk’ün yaşadığı dönemdeki olayları akıl yoluyla
değerlendirmesi, tarih bilinci ile yorumlaması suretiyle oluşmuştur.

-Atatürkçülükte Devletin Yeri ve Önemi-

İnsan topluluklarının belirli bir düzen içinde yaşayabilmeleri, gelişebilmeleri için


mutlaka devlet kurmaları gerekmektedir.Bir başka ifade ile insanca yaşayabilmek,
ancak bir devlet düzeni içinde mümkündür. Çok uzunca bir süre devletin başlıca üç
temel görevinin olduğu kabul edilmekte idi.Bunlar;
a) Ülkeyi dışarıya karşı korumak.
b) İçeride huzur ve sükunu sağlamak.
c) Bağlı bulunulan din kurallarına uymayı sürdürmek.

İlkçağdan, Yeniçağın başlarına kadar devletin bu üç temel görevden başka görevleri


yok gibiydi. Bu hem batı, hem de doğudaki devletler için geçerliydi.Bu anlayış modern
devlet anlayışının oluşmasıyla birlikte hızla değişmiştir. Artık modern devlet, kendisine
can veren vatandaşlarının her türlü sorununu çözmek, dertlerine çare bulmak, kısacası
insanların mutluluğunu ve gelişmesini sağlamakla yükümlüdür.

-Devletin Oluşumunda Rol Oynayan Unsurlar-

a) Ülke adı verilen, sınırları belirli toprak parçası


b) Bu toprak üzerinde yaşayan insan topluluğu
c) Bu topluluğun oluşturduğu bir siyasî teşkilât
d) Bu teşkilâtın içinde ortaya çıkan üstün bir buyurma gücü

M. Kemal’e göre Devlet ; Belirli bir bölgede yerleşmiş ve kendine özgü bir güce sahip
olan insanların oluşturduğu bir varlıktır. Yine M. Kemal’e göre, bir devletin dayandığı en
önemli unsur “tam bağımsızlık” ve “ milî irade”’dir.

Devlet şekilleri, egemenliğin kullanılış biçimine göre belirlenmiştir. Buna göre Devlet
şekilleri:
a) Monarşi (Hükümdarlık)= Hakimiyetin kral,imparator,hükümdar,prens vb.
isimler alabilen tek bir şahsa ait olduğu devlet şeklidir.Bu yönetimde tek karar mercii
hükümdardır.
b) Meşrutiyet= Bir hükümdarın bir parlamento ile birlikte ülkeyi yönettiği
devlet şeklidir.
c) Oligarşi= Bu sistemde egemenlik birkaç kişinin, birkaç ailenin veya bir sınıf
halkın elindedir. Oligarşinin bir şekli olan Aristokraside, egemenlik asillerin elindedir.
d) Demokrasi= Hakimiyetin halka ait olduğu hükümet şeklidir.Demokrasinin en
gelişmiş şekli Cumhuriyettir.

- Devletin Vatandaşa Karşı Görevleri –

a) Ülke içinde asayişi, adaleti sağlamak ve deva ettirmek, vatandaşların her


türlü hürriyetlerini korumak.
b) Dış ülkelerle münasebetleri yürütmek, ülkeyi dış tehditlere karşı koruak.
c) Eğitim hizmeti vermek
d) Ulaşım hizmeti vermek.
e) Sağlık hizmetleri sunmak.
f) Sosyal güvenliği sağlamak.
g) Tarım, sanat, ticaret,ekonomik faaliyetlerle uğraşmak.

- Vatandaşın Devlete Karşı Görevleri-

a) Seçme hakkını kullanmak.


b) Vergi vermek.
c) Askerlik yapmak.( Erkekler için)

-Atatürkçülükte Devletin Başarısı İçin Öngörülen Temel Esaslar-

Atatürkçülükte devletin güçlü ve sürekli olması için,devletin üç temel esas üzerine


oturtulmuş olması gereklidir. Bunlardan ikisi “ Tam bağımsızlık” ve “ Millî Egemenlik”’tir.
Bu iki temel sağlam olursa, devletin güçlü olması için ilk ve en önemli şartlar yerine
getirilmiştir,denilebilir.Bununla birlikte dikkate alınması gereken bir diğer unsur da “
Millî Birlik”’tir.
Bu üç temel esas üzerine kurulmuş olan bir devlette, yönetimin başarılı olabilmesi
için gerekli olan esasları, Atatürk şu şekilde açıklamaktadır. Öncelikle hükümet, yani
yönetimi bütünüyle elinde bulunduran güç rahat çalışabilmelidir.Bir demokraside en
ideal olanı hükümetin parlamento içinde sağlam bir çoğunluğa dayanmasıdır. Meclis
çoğunluğunu arkasında taşıyan ve devletin yürütme gücünün başında olan hükümetin,
devletin amaçlarını gerçekleştirme doğrultusunda çalışması kolaylaşacaktır.

Atatürk’e göre hükümetin iki hedefi vardır. Birincisi milletin korunması, ikincisi ise
milletin refahının sağlanmasıdır. Bu iki hedefe ulaşmayı başaran hükümetler halkın
gözünde iyi, başaramayanlar ise kötüdür. Yine M. Kemal’e göre hükümetler hedeflerine
ulaşırken gerçekçi olmak ve halka asılsız vaatlerde bulunmamak zorundadırlar.

Başarılı bir yönetim için Atatürk, halka da görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Halk
seçimini ciddi ve bilinçli bir şekilde yapmalı, yönetimin yaptıklarını izlemeli ve
denetlemelidir.

Türk Devleti’nin Ana Nitelikleri

Türk Devleti’nin nitelikleri,Atatürk’ün devlet anlayışına hakim olan üç temel


ilkeden(milli devlet,tam bağımsızlık,milli egemenlik) ve Atatürk’ün bütün inkılâplarına
yön vermiş olan çağdaşlaşma hedefinden kaynaklanmaktadır.Bu nitelikler önce
dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın program ilkeleri olarak
benimsenmiş, 5 Şubat 1937 tarihli anayasa değişikliği ile de Türk Devleti’nin temel
nitelikleri haline getirilmiştir Cumhuriyetçilik,Milliyetçilik,Halkçılık,Laiklik,Devletçilik ve
İnkılâpçılık olarak isimlendirilen bu altı ilke birbirinden bağımsız ve birbiriyle ilgisiz
ilkeler değillerdir.Bu ilkelerin tümü “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı verilen tutarlı bir
bütünü oluşturmaktadırlar

A-Atatürk İlkeleri

1-Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça “Cumhur” kelimesinden gelmiştir. Cumhur;
halk,ahali,büyük kalabalık anlamına gelmektedir. Cumhuriyet kelimesinin Fransızca
karşılığı “La Re’publique” , İngilizce karşılığı ise “The Republic” tir.Aslı Latince olan “Res
Publica” kelimesinden türemiştir. Res Publica;kamuya ait şey, kamu malı anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet,gerek Latince, gerekse Arapça kökeninde aynı
kavramı ifade etmektedir.
Cumhuriyet hem bir devlet şekli, hem de bir hükümet şekli olarak kabul
edilmektedir. Devlet şekli olarak cumhuriyet, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil,
toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade etmektedir. Devlet şekillerinin
belirlenmesinde kriter egemenliğin kaynağı olduğuna göre, cumhuriyetin bu anlamda
bir devlet şekli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak cumhuriyeti aynı zamanda bir hükümet
şekli olarak da kabul etmek mümkündür. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı
olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğunu
ifade eder. Aslında devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramları birbiriyle
yakından ilgilidir. Egemenliğin siyasi toplumun tümünde olduğu bir sistemde, devletin
temel organlarının millet iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiidir. Aynı
şekilde,devletin temel organlarının seçimle belirlendiği bir sistem, milli egemenlikten
başka bir ilkeye dayanamaz. Türkiye’de cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 tarihli
“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerinin değiştirilmesine dair kanun” ile
Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir denmek suretiyle,cumhuriyet bir
hükümet şekli olarak vasıflandırılmıştır.1924 tarihli anayasa da ise “Türkiye Devleti Bir
Cumhuriyet”tir denilerek,cumhuriyete daha doğru olarak bir devlet şekli niteliği
verilmiştir.Cumhuriyet daha sonraki anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade
edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük ve tarihi
önem dolayısıyla, bu ilkenin bir anayasa değişikliği ile bile
değiştirilemeyeceği,değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Görüldüğü gibi cumhuriyetçilik ilkesi ,Atatürk’ün devlet anlayışının
temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz milli egemenlik ilkesiyle çok sıkı bir
ilişki içindedir ve onun tabii bir sonucudur.Milli egemenlikle ,cumhuriyet ilkesi arasındaki
bu yakın ilişki göz önüne alındığında, Anadolu’da milli egemenliğe dayanan ve millet
iradesinden kaynaklanan bir rejim kurulduğunda, aslında o, bir cumhuriyet niteliği
taşımaktadır. Dolayısıyla TBMM. Hükümeti, henüz adı konulmamış bir cumhuriyetten
başka bir şey değildir.
Bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara
gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması,o devletin mutlaka milli egemenlik
ilkesine dayanan demokratik bir rejime sahip olduğunu göstermez. kendisini cumhuriyet
olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile, ne demokrasi ile hiç ilgisi
olmayan devletlerin ,tarihte de, bugün de sayısız örnekleri vardır.Oysa Atatürk’ün
Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik
değil,demokratik Cumhuriyetçiliktir.Atatürk’e göre,demokrasi prensibinin en modern ve
mantıklı biçimde uygulanabilmesini sağlayan hükümet şekli,cumhuriyettir.
Cumhuriyet ile Monarşi arasındaki temel farklılıklardan biri de,cumhuriyetin
“vatandaşlık” ,monarşinin ise “uyrukluk(tabiiyet)”kavramlarına
dayanmasıdır.Monarşilerde hükümdar kutsaldır ve kusursuzdur.Cumhuriyette ise bütün
vatandaşlar kanunlar önünde eşittir ve devlet yönetimine eşit olarak katılma hakkına
sahiptir.
Cumhuriyetçilik ,cumhuriyeti devletin siyasi rejimi olarak benimseme ve onu
fazilet rejimi olarak tanımlama ve değerlendirme demektir.En pratik tanımı itibariyle ise
Cumhuriyetçilik, cumhuriyete sahip çıkmak ve onu korumak demektir.
Cumhuriyetçilik, fertlerin değil,milletin bütününün benimsediği bir ilkedir ve Türk
Milletine aittir.Türkiye’de cumhuriyet ırk,dil,din,cinsiyet farkı gözetmeksizin bütün
vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasi rejimin adıdır.Sonuç itibariyle
cumhuriyet,en gelişmiş devlet şekli olarak,Türk inkılâbının sonucudur,başarısıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, anayasalarımızda ifadesini bulduğu şekliyle demokratik,
laik, sosyal bir hukuk devleti olmak gibi değişmez niteliklere sahiptir.

2-Milliyetçilik
Milliyetçilik,Atatürk ilkelerinin ve Türk İnkılâbının temel ilkelerinden biri olduğu
kadar,Türk Milleti’nin kaderini tayin eden bir yüce ülkü ve milleti huzur ve refaha
yönelten güçlü bir bağdır.Milliyetçilik genel olarak herkesin mensup olduğu milleti
sevmesi ve onu yüceltmeye çalışmasıdır.Milliyetçilik,millet gerçeğinden hareket eden bir
fikir akımıdır.
a)Millet ve Milliyetçilik Kavramları
Fransızca “Nation” kelimesinin karşılığı olarak aynı kökten,aynı soydan gelme
anlamında kullanılan millet;her şeyden önce ortak bağları olan insan
topluluğudur.İnsanların tarihin en eski çağlarından beri toplu halde yaşamalarına
rağmen,bu toplulukların millet karakterini alması Yakınçağın ürünüdür.Yani toplumlar
sosyal gelişim basamakları içinde aşiret teşkilatından, milli teşkilatlanma seviyesine
ulaşarak millet haline gelmişlerdir.
Milleti tanımlamak ve onu diğer insan topluluklarından ayırmak için ortaya
atılmış görüşleri iki grupta toplamak mümkündür.Bu görüşlerden ilki Objektif millet
anlayışıdır.Bu görüşe göre millet; aynı ırktan gelen,aynı dili konuşan ve aynı dine
inanan insanların oluşturduğu bir topluluktur.Objektif unsurlar tarihi bakımdan birçok
milletin meydana gelmesinde çok önemli rol oynamışlardır.Fakat millet olgusunu
sadece bu faktörlere indirgemek, her milleti sadece objektif benzerliklerle açıklamak
artık yetersiz kalmaktadır.Bu bakımdan milletin oluşmasında Subjektif veya kültürel
unsurlar ağır basmaktadır.Gerçekten bir milletin oluşabilmesi için onun her şeyden
önce bir his olarak kalplerde yaşaması lazımdır. İşte bu gerçek bir çok düşünürü millet
kriterini subjektif veya manevi unsurlarda aramaya yöneltmiştir.Subjektif millet
anlayışını ilk defa en güçlü şekilde ortaya koyan ünlü Fransız düşünürü Ernest
Renan’dır.Ernest Renan 1882’de milletin, fertleri arasındaki birlikte yaşama
duygusuna,bir ortak kültüre,bir ruh birliğine dayandığını belirtmiştir.Gerçekten millet
olabilmek için en gerekli olan şey,toplumun fertleri arasında sevgi ve saygı hislerini canlı
tutan ,en gerekli anlarda karşılık beklemeksizin dayanışmayı sağlayan duygu
ortaklığının mevcudiyeti olmalıdır.Bu ortak duygu ancak, ortak bir kültür hayatı yaşayan
toplumlarda ortaya çıkabilir. O halde milli kültür, millet olmanın sosyal dokusunu
meydana getirmektedir.Bir toplulukta fertler aynı kültür, aynı terbiye ve aynı duygularla
birleşiyorsa, orada millet gerçeği vardır denilebilir.
Şüphe yok ki,millet bir gönül birliği, bir ruh anlaşması ve bunun hukuki ifadesi
olan birlikte yaşama arzu ve iradesidir.Bu birlik ve anlaşmanın doğması için elverişli bir
zemin lazımdır.Bu zemin yukarıda belirtilen objektif faktörlerdir.Ancak subjektif veya
kültürel faktörler bu zemin üstünde yükselebilir.Demek ki, bir milletin var olabilmesi için
objektif ve subjektif faktörlerin birbirini tamamlaması lazımdır.Ayrıca bir insan grubunun
bir gönül birliği halini alarak bir millet meydana getirmesinde siyasi kuvvet ve teşkilatın
da önemli rolü vardır.
Bütün bu bilgilerin ışığı altında millet;ne yalnız ırk ve yurt birliğinin, ne yalnız dil,
tarih ve ülkü birliğinin, ne de siyasi,hukuki ve iktisadi birliğin ürünü olmayıp,yukarıda
sayılan objektif ve subjektif unsurların bir araya gelmesiyle oluşan tarihi ve sosyal bir
gerçektir.Bizde bu anlamda milleti ilk tarif eden Ziya Gökalp’dir.Gökalp’e göre, milleti
meydana getiren temel faktör ırk,kavim ya da coğrafya değildir.Millet;Dilce, Dince,
Ahlakça ve Güzellik Duygusu bakımından müşterek olan ,yani aynı terbiyeyi almış
fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur.
b)Milliyetçilik
Çağımızda milliyetçilik insanı bir gruba ve bir topluma bağlayan en kuvvetli
bağdır.Her milletin milliyetçilik anlayışı değişik ve farklıdır. Çünkü milliyetçilik
gelişmesini her ülkenin özelliğine ,her milletin kendine has karakterine göre şekillendirir.
Bu sebeple dünyada ne kadar milliyetçilik akımı varsa, o kadar da milliyetçilik anlayışı
vardır.Bu yüzden bütün milliyetçilik akımlarını içine alan açık ve belirli bir tanım yapmak
güçtür. Bununla birlikte milliyetçiliği,kendilerini aynı milletin üyesi sayan kişilerin
duydukları ;bir arada ,aynı sınırlar içinde bağımsız yaşama ve meydana getirdikleri
toplumu yüceltme isteği olarak tanımlayabilmek mümkündür.
c)Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi
Türk Milliyetçiliği;İslâm ümmetçiliğinden çok milletli Osmanlıcılığa, oradan
İslamcılığa ve nihayet Türk milliyetçiliği ve vatanperverliğine dönüşecek şeklinde bir
gelişme göstermiştir. Bu hareket Osmanlı Devleti’nin çeşitli din ve milliyetlerden
meydana gelen kozmopolit yapısı içinde bir tepki ve kendini bulma akımı olarak doğmuş
ve daha ziyade Türkçülük olarak adlandırılmıştır.
Fransız İhtilali ile birlikte modern milliyetçilik anlayışının yayılması, çok milletli
Osmanlı Devletini de etkilemiştir. Milliyetçilik anlayışı Osmanlı Devleti’nde önce gayr-ı
müslimlerde, daha sonra da Türklerin dışındaki müslüman unsurlar arasında yayılmıştır.
Türklerde milliyetçilik, gayr-ı müslümlerin bağımsızlıklarını kazanarak, Osmanlı
Devleti’nden ayrılmalarına karşı bir tepki olarak doğmuştur.Balkan Savaşları
Osmanlıcılık anlayışının dayandığı temelleri yıkmış, Türk milliyetçiliğinin hızla
yükselmesini sağlamıştır.
Türk milliyetçiliğinin uyanışındaki bu gecikmenin milletimize ne kadar pahalıya
mal olduğunu Atatürk şu sözlerle ifade etmektedir:”Biz milliyet fikirlerini uygulamakta
çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz...Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çok
çeşitli toplumlar hep milli inançlara sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini
kurtardılar.Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu
sopa ile içlerinden kovulunca anladık...Anladık ki ,suçumuz kendimizi unutmuş
olduğumuzmuş”.
Milli Mücadele başlarında Türk milliyetçiliğini ve milli egemenlik ilkesini kendisine
rehber edinen Atatürk, tüm insanları milli mücadele hareketi etrafında örgütleyerek,
bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Dolayısıyla bugünkü sınırlarımız içinde
yaşayan milletimiz, bu kaynaşma temeline dayanmaktadır.Böylece milli mücadele
hareketi, toplumumuzun ümmet halinden, millet haline geçişi sürecinde önemli bir rol
oynamıştır.

d)Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı


Atatürk’ün millet anlayışı bugün bilimselliği kabul edilmiş olan subjektif veya
kültürel millet görüşüne uygundur.Atatürk’e göre millet;”Zengin bir geçmişe sahip olan,
birlikte yaşamayı arzulayan, sahip oldukları değerlerin korunması konusunda ortak irade
gösteren insanların birleşmesinden oluşmuş bir cemiyet “tir. Atatürk her millete
uyabilecek bu genel tanımın yanı sıra, Türk Milleti’nin oluşumunda etkin olan faktörleri
de şöyle sıralamıştır:
1-Siyasi varlıkta birlik 2-Dil birliği 3-Yurt birliği 4-Irk ve menşe birliği
5-Tarihi karabet(Yakınlık-akrabalık) 6-Ahlak birliği
Atatürk temelde,millet hayatında ve tanımında milli kültürü esas almıştır.Nitekim
Atatürk yaptığı tanımlardan birinde milleti; Dil,kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı
vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal heyet olarak tanımladığı görülmektedir..Türk
milletinin oluşumunda kültürün önemine büyük yer veren Atatürk, Türk kültürünün
araştırılması ve zenginleştirilmesi işine önem vermiş, bu amaçla Dil ve Tarih
Kurumlarının yanı sıra ,fakülte ve yüksek okulların açılmasına öncülük etmiştir.
Bu millet görüşünün ışığı altında Atatürk, milliyet prensibini şöyle tanımlamaktadır:Bir
milletin diğer milletlere oranla tabii veya sonradan kazanılmış özel karakter sahibi
olması diğer milletlerden farklı bir varlık teşkil etmesi,çoğu zaman onlardan ayrı olarak
onlara paralel gelişmeye çalışmasına milliyet prensibi denir.
e)Atatürk Milliyetçiliğinin Özellikleri
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında millet esastır. Atatürk milliyetçiliğinde özellikle
Türk Milleti’nin geçmişine olan sevgi ile birlik ve beraberliğine yer ve değer
verilmektedir .Atatürk’ün “Bize milliyetçi derler,fakat biz öyle bir milliyetçiyiz ki,bizimle
işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ederiz.Bizim milliyetçiliğimiz bencil bir
milliyetçilik değildir. “ sözleriyle de ifade ettiği gibi, Atatürk milliyetçiliği herhangi bir
millet düşmanlığına dayanmamaktadır. Yurtta ve dünyada barışı öngörür. Bu sebeple
her türlü emperyalizme ve sömürgeciliğe karşıdır. Bağımsızlığı savunur. Başka
devletlerin de bağımsızlığına saygılıdır ve yayılmacı değildir.
Atatürk milliyetçiliği hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir ve eşitlik fikrine
dayanır. Bölücülüğü ve ayrımcılığı reddederek,birleştirici,bütünleştirici bir nitelik taşır.
Ayrıca milliyetçiliği reddeden akımlara ve sınıf mücadelesine karşı olup, laik, insancıl,
barışçı olmak gibi özelliklere sahiptir.
Atatürk milliyetçiliği ilericidir. Çağın gerçeklerine uygun olarak, akıl ve bilimin
doğrularına dayanır. Bu çerçevede Türk Milleti’nin dünya medeniyetine bilimsel açıdan
hizmetini öngörür.
Bütün bunların yanında Atatürk milliyetçiliği; akılcı, yapıcı,yaratıcı ve idealist bir yapı
içerisinde ,insan hak ve hürriyetlerine dayalı bir biçimde, kültürel değerlere sahip çıkan
bir sistem olarak Türk Milletini sevmeyi ve onun menfaatleri için çalışmayı öngörür.

3-Halkçılık
Halk kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir. Bir milletin belirli çevre içerisinde
yaşayan kısmını, ya da milleti oluşturan çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde
bulunan insanları ifade eder.En geniş anlamı ile kalabalık bir insan topluluğu demektir.
Türk Halkı ise; Türkiye sınırları içinde yaşayan ve ortak özelliklere sahip, ortak menfaat
ve değer sistemleri bulunan insan topluluğu olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü üzere
burada halk kavramından kastedilen anlam aslında Türk Milleti’dir.
Osmanlı Devleti’nde halk; aydınlar, ve diğer yüksek dereceli memur vb. kişiler
dışında kalan insan topluluğu için kullanılmıştır. Ancak ilk defa Ziya Gökalp, halk
kavramının Türk Milletini ifade ettiğini savunmuş ve bu anlam daha sora Atatürk ile milli
şuurumuza yerleşmiştir.Türk halkı, Türk Devleti’nin en önemli unsuru olan beşeri
unsurunu oluşturur. Türk halkı şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı gözetilmeksizin
vatandaşların bütünlüğünü , yani Türk Milletini ifade eder. Zaten millet; halk denilen
insan topluluğunun belirli hedeflere yönelerek, bilinçlenmesi sonucu ortaya çıkmış bir
kavramdır.
Halkçılık ise, halkın, halk tarafından halk için idaresidir. Yani halkın kendi kendisini
demokratik esaslara uygun olarak yönetmesidir. Bu anlamda halkçılık, cumhuriyetçilik
ve milliyetçiliğin doğal bir sonucudur. Halkçılığın üç önemli unsuru vardır. Birincisi halk
yönetimi(siyasi demokrasi) ,ikincisi eşitlik, üçüncüsü ise sınıf mücadelesini kabul
etmemektir.
Bu anlamda halkçılık, bireyler arasında hiçbir fark ve ayrılık gözetmemek, topluluk
içinde ayrıcalık kabul etmemek ve halk adı verilen, tek,eşit bir varlık tanımak görüş ve
tutumudur. Aynı zamanda bu anlayışın ileri ki bir sonucu olarak halkçılık; halk devleti,
halk yönetimi,halkın kendi geleceğine egemen olması,yani siyasi gücü elinde
bulundurması gibi kavramların ortaya çıkmasını sağlayan bir ilkedir.
Atatürk, Milli Mücadele hareketinde gücünü doğrudan halktan almıştır. Bu sebeple
halkçılık; Milli Mücadelenin ilk günlerinden itibaren üzerinde en çok durulan ,en çok
vurgulanan unsurlardan biri olmuştur. Dolayısıyla ,Milli Mücadele döneminin en önemli
anayasal belgelerinde bile yer almıştır. Nitekim 1921 Anayasasına esas olan belge,
daha önce “Halkçılık Programı” adını taşımakta idi.
Atatürk’e göre halkçılık; kuvvetin,kudretin,hakimiyet ve idarenin doğrudan doğruya
halka verilmesi ve yönetimin ,ekonominin,politikanın,devlet ve toplum düzenlemelerinin
halka dönük olmasıdır. O’nun halkçılık anlayışında ;kanunlar önünde mutlak eşitlik söz
konusu olup, hiçbir fert aile ve sınıfa ayrıcalık tanımamak ve Türkiye’de sınıf
mücadelesine yer vermemek, ayrıcalık yapmamak temel prensip olarak yer almıştır..
Halkçılık;hürriyeti ve toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlar.Ancak halkçılık ile
hiçbir zaman sınırsız hürriyet söz konusu edilmemiştir Bu kavram kanunların çizdiği
sınırlar çerçevesinde insanların hürriyetlerini kullanmalarını ve demokrat olmalarını
öngörür. Bu anlamda fertlerin belli bir düzen ve disiplin içinde ve eşit şartlarda
yaşamalarını ifade eder. .
4-Devletçilik
Devletçilik,devlet yetkilerinin artması,genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin
yayılmasıdır.Bu çerçevede devletçilik , bir tür devlet müdahalesi anlamına da
gelmektedir. Ancak en klasik tanımıyla devletçilik; devletin daha önce kendi faaliyet
alanına girmeyen konulara da, kamu menfaati nedeniyle girmesi,katılması ve müdahale
etmesi demektir.
Devletçilik dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılmaktadır. Geniş
anlamda devletçilik; Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın
özelliklerini ortaya koyan bir politik uygulamadır. Dar anlamda devletçilik ise; özel
teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip, iktisadi alandaki uygulamalardır.
Türkiye’de devletçiliğin asıl uygulamaları ekonomik alanda görüldüğünden, devletçilik
ekonomik bir mana ifade etmektedir. Bir ekonomik kalkınma modeli olarak devletçilik,
toplum yararına yaygın hizmetleri öngörür.
1923’ten itibaren Türkiye’de uygulanan liberal ağırlıklı ekonomik politika, bazı olumlu
adımların atılmasına karşın, kalkınmayı yeterince gerçekleştirememiştir. Devlet desteği
ile özel teşebbüsçülüğün yapıldığı bu dönemde, özel teşebbüsün ekonomiyi kalkındırma
yükünü taşıyamadığı görülmüştür. Bu dönemde hükümetin politikası, kendi yatırımlarını
başta demiryolları olmak üzere sosyal sabit sermaye ve nakliyat alanlarıyla sınırlayarak,
özel girişimi canlandırmak olmuştur Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümetin ekonomideki
genel hedefi, Türkiye’de yaşayan insanların ekonomik şartlarını iyileştirmek , ve
iyileştirmelerden toplumun daha geniş bölümlerinin yararlanabilmesini
sağlamaktır.Diğer hedefler ise, sanayileşmeyi hızlandırmak, tarımsal üretimin artmasını
sağlamak, ulaşımı geliştirmek ve bankacılık sistemini modernleştirmektir.
Ancak bütün bu hedefleri gerçekleştirmek 1929 dünya ekonomik krizinin
başlamasıyla imkansız hale gelmiş ve Türk ekonomisi 1929 krizinden fazlasıyla
etkilenmiştir. 1929 krizi Türkiye’nin en önemli ürünlerinden biri olan buğday fiyatlarının
hızla düşmesine neden olmuş, ekono0mik bunalım tarım sektörüne de sıçramıştır.
Ayrıca krizin etkisiyle ticaret dengelerinde bozulma, ithalat hacminde ani daralma ve
bütçe gelirlerinde büyük düşüş yaşanmıştır. 1930’lara gelindiğinde Türkiye’nin
ekonomik politikasını belirleyen iki önemli gelişme ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi
1929 dünya ekonomik krizi, diğeri ise 1929 yılında Lozan’daki sınırlamaların kalkmasıdır.
Bu iki gelişme Türkiye’de devletçilik uygulamasına geçişi hızlandırmıştır.Bu bilgilerin
ışığı altında özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemden, devletçiliğe geçişi gerektiren
tüm etkenleri şu şekilde sıralayabilmek mümkündür:
1-1929 dünya ekonomik krizinin yol açtığı bunalım.
2-1929’da Lozan Barış Antlaşması’nın getirdiği sınırlamaların kalkması.1923-1929
yılları arasında gümrük duvarlarının hala düşük kalması nedeniyle, yerli sanayiinin
korunması mümkün olamamıştı.Gümrük vergilerinin yüksek olmaması, yerli ürünlerin
yabancı mallarla rekabet edememesine neden olmuş ve sanayileşme
gerçekleştirilememiştir. 1929’da bu sınırlamaların kalkmasıyla devlet, yerli sanayiinin
korunması ve geliştirilmesi işini bizzat üstlenmek yolunu seçmiştir.
3-Sermaye birikiminin yetersizliği ve burjuva kesiminin yok denecek kadar zayıf ve
güçsüz olmasının devletin ekonomiye müdahalesini kaçınılmaz kılması.
4-Vasıflı işçi ve teknik eleman yetersizliğinin yanı sıra, müteşebbis tipinin hiç
olmaması da devleti ekonomiye müdahalede bulunmaya iten bir başka etken olmuştur.
5-Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması çok partili siyasal yaşam için bir deneme
olduğu kadar, ekonomik sorunlara ve krizlere karşı da bir arayışın sonucudur. SCF’nın
varlığını sürdürdüğü kısa dönemde halktan yoğun ilgi görmesi,toplumun içinde
bulunduğu zor şartların iktidar tarafından anlaşılmasını sağlamıştır. Bu olaydan sonra
hükümet özel sektöre dayalı ekonomik politikasını yeniden gözden geçirmek ve halkın
refah düzeyini yükseltmek için ekonomiye müdahale etmek kararını almıştır.
Kısacası, iç ve dış ekonomik ve siyasal gelişmelerin etkisi, cumhuriyetin ilk yıllarında
ortaya çıkan hayal kırıklığı,Sovyet deneyinin yarattığı heyecan ve bağımsızlıktan ödün
vermeden kalkınma zorunluluğu Genç Türkiye Cumhuriyetini devletçilik uygulamasına
yöneltmiştir. Mayıs 1931’de toplanan CHP’nin üçüncü büyük kurultayında devletçilik
ilkesi parti programına alınmış ve tek parti döneminin özelliklerinden dolayı bir devlet
politikası haline gelmiştir.

Atatürk’ün Devletçilik Anlayışı


Atatürk Türkiye’de ılımlı bir devletçilik uygulamasından yana olmuştur. Atatürk’ün
devletçilik anlayışı tamamen Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlardan doğmuştur.
Atatürk bu konuda şunları söylemektedir:”Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi,19.
asırdan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme
edilmiş bir sistem değildir.Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir
sistemdir...Fertlerin özel teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak;fakat büyük bir
milletin bütün ihtiyaçlarını ve bir çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak,
memleketi ekonomik gelişmesini devletin eline vermek.Türkiye Cumhuriyeti
Devleti,Türk vatanında asırlardan beri özel teşebbüs tarafından yapılmamış olan şeyleri
bir an önce yapmak istedi ve kısa zamanda yapmaya muvaffak oldu.Bizim takip
ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka yoldur”1936’da Atatürk’ün bu
sözleri söylediği yıllarda ,Türkiye’de artık devletçilik rayına oturmuş ve devlet
müdahaleciliği ile kalkınmada önemli adımlar atılmıştır.
Atatürk devletçilik uygulamasını kalkınma için temel koşul olarak öne sürerken,
demokrasi ilkesinden ve bireyin haklarından da vazgeçmemiştir.
Atatürk tarafından önerilen ve ılımlı devletçilik diyebileceğimiz bu yaklaşım,doğrudan
doğruya emperyalizmin müdahalesine karşı kurulmuş bir savunma sistemidir. Atatürk
milli bağımsızlığın sağlam esaslara oturtulması için, ekonomik açıdan tam bağımsız
olmak gereğini görmüş ve bunun için de milli sanayii yabancı rekabetinden korumak
için devlet eliyle kalkınmayı önermiştir.Atatürk’e göre devlet,özel teşebbüsün
ilgilenmediği,başarılı olamadığı veya gücünün yetmediği alanlarla, toplum çıkarlarının
ön planda olduğu alanlara müdahale etmelidir.Bu yönüyle Atatürk’ün devletçilik
anlayışı özel teşebbüse ve özel mülkiyete karşı değildir. Dolayısıyla Atatürk’ün
devletçilik anlayışı, Marksist anlamdaki devletin ekonomik faaliyetlerin tümünü organize
etmesi anlamına gelmemektedir. Marksizm’de tüm üretim araçları devletin elinde
toplanmakta, her alanda devlet tekelleri oluşturulmakta ve özel mülkiyet ile özel
teşebbüse yer verilmemektedir.Oysa Atatürk’ün devletçilik anlayışı, geri kalmış bir
toplumda hızlı kalkınmayı hedefleyen ve ülkeyi çağdaş sanayileşmiş ülkeler düzeyine
çıkarmayı amaçlayan bir yaklaşımdır.
Atatürk’ün devletçilik anlayışı o yıllarda Batı’da sıkça görülen devlet kapitalizminden
de farklıdır.Devlet kapitalizminde, devlet özel teşebbüs yararına ve onun çıkarları
doğrultusunda ekonomiye müdahale etmekte ve burjuva sınıfı lehine düzenlemeler
yapabilmektedir.Oysa Atatürk’ün devletçiliği diğer ilkelerden özellikle de halkçılıktan
bağımsız düşünülemezdi.Ayrıcalıksız, sınıfsız , kaynaşmış bir kitleyiz söylemi halkçılık
ilkesinin bir hedefi iken, bu hedefe ulaşmanın yolu da devletçilikten geçmektedir.Yani
ayrıcalıksız ve sınıfsız bir toplum yaratmak için her şeyden önce adaletli bir ekonomik
düzen kurmak ve toplumun refah düzeyini yükseltmek lazımdır.Bu husustaki ciddi
çalışmalar da, 1930’dan sonra uygulamaya konan devletçi ekonomik model ile
gerçekleştirilmiştir.
Devletçiliğin 1931’de CHP’nin programına girmesiyle birlikte, Türkiye’nin
ekonomisinde çok önemli atılımlar gerçekleşmiştir.Devletçilik uygulamasına geçişin en
çarpıcı örneği planlı ekonomiye geçilmesidir. 1932 yılında hazırlanmaya başlanılan
Birinci Beş Yıllık Sanayii Planı, 1934 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu planın hedeflerini
şöyle sıralayabilmek mümkündür:Yerli hammadde kullanmak, tüketim araçlarının
üretimine öncelik vermek,yeni fabrikalar kurarken bölgesel dağılıma önem vermek.
I.Beş Yıllık Planda kimya sanayii,demir sanayii, kağıt ve selüloz sanayii, kükürt
sanayii,süngercilik, pamuk ve mensucat sanayiine öncelik verilmiştir.Sanayileşmenin
yanı sıra tarım alanında da bu dönemde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
Devletçilik ilkesi,sonraki yıllarda üzerinde en çok tartışılan ilkelerden biri
olmuştur.Özellikle 1950’den sonra dünyada ağırlığını hissettirmeye başlayan liberal
görüşlerin de etkisiyle, devletçilik ilkesinin tersi uygulamalara girişilmiştir.Ancak buna
rağmen, Atatürk döneminde temelleri atılan ,teorik ve pratik alt yapısı oluşturulan
devletçi model, uzun yıllar Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynamıştır.

5-Laiklik
Laik kelimesi,Yunanca “Laikos”’dan gelmektedir.Latinceye Laicus, Fransızcaya Laic,
Laique olarak geçmiş,Türkçe’de okunuş tarzına sadık kalınarak Laik şeklinde
kullanılmaktadır. Laik kelime olarak;ruhani olmayan kimse, dini olmayan şey, fikir,
müessese, prensip demektir. Laik olmak ;dünya işlerini, din işlerinden, dini otoriteden
ayrı olarak ele alma anlamına gelmektedir. Laisizm veya laiklik de bu kelime ile ilgili
olarak ortaya çıkmış olan kavramlardır. Bu anlamda laisizm; laik fikir akımlarının
savunmasını üstlenmeyi ifade etmektedir.
Laiklik ise; sosyal hayatta din kurallarına tâbi olmayan hukuk anlayışını ifade eder.
Halbuki gerçek anlamda laiklik; din ile devlet işlerinin ayrılması, ve devletin vicdan
işlerinin gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Başka bir deyişle; devletin Allah ile kul
arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine karışmaması , yani akıl ile imanın yetki
alanlarının ayrılmasıdır.
Laiklik kelimesi Osmanlı Devleti’ne Meşrutiyet yıllarında girmiş ve “Lâ Dînî” veya “Lâ
Ruhbanî” şeklinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde Osmanlı Devleti’nde bugünkü
modern anlamda olmasa da, din ve mezhep hürriyetinin sağlanması açısından laikliğe
doğru bir yöneliş olduğu görülmektedir.
Laiklik; Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan milli egemenlik prensibinin tabii bir
gereği olarak, Yeni Türk Devleti’nin temel ilkelerinden biri olmuştur. Bu dönemde siyasi,
sosyal, hukuki ve ekonomik zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan laiklik,
devlet idaresi ile birlikte, hukuk, eğitim ve dil alanlarını da kapsamıştır.
Laiklik; Batı ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de cumhuriyet ile birlikte pozitif
hukuk alanına girmiştir. Bu olay özellikle devlet idaresini ve toplumsal kurumları , dini
kuralların etkisinden tamamen uzaklaştırmıştır.
Atatürk’e göre din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir. Dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur. Ancak din işiyle,
devlet işini birbirine karıştırmamak lazımdır. Atatürk’ü bu karara yönelten hususların
başında ise; başta II:Meşrutiyet döneminin düşünce yapısı ve Milli Mücadele sırasında
karşılaşılan engellemeler gelmektedir. Özellikle bu dönemde Milli Mücadeleye karşı
gerçekleştirilen isyanlar ve yayınlanan fetvalar, başta Atatürk olmak üzere milli
mücadele liderlerini, Türkiye’yi çağdaş ve modern bir devlet yapmanın gerekliliğine
inandırmıştır. Bu çerçevede, bu dönemde din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak,
dinin devlet üzerinde olabilecek baskısını ortadan kaldırmak ve dinin politikaya
karıştırılmasını önlemek temel hedeflerden biri olarak belirlenmiştir. Bu sebeple, din ve
devlet işlerini birbirinden ayırmak, Yeni Türk Devleti’nin en belirgin özelliklerinden biri
olmuştur.

Laikliğin Tarihi Gelişimi


Laikliğin gelişmesi ne batıda ne de Türkiye’de kolay olmamıştır. Özellikle batıda
laiklik uzun asırlar süren şiddetli, hatta kanlı mücadeleler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Hıristiyanlığın kurucusu Hz.İsa’nın “Benim hükümdarlığım bu dünyada değildir”
demesine rağmen, kilise güçlendikçe devletin temel yetkilerini ve egemenlik alanlarını
devletin elinden almak istemiştir.Kilise ile imparatorlar arasında asırlar süren bu
mücadele sonucunda kilise yenilmiş ve 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da milli egemenlik
esasına dayanan bağımsız devletler kurulmaya başlamıştır. Ancak bu zaman zarfında
Avrupa’da din adına vicdanlara hükmedilmiş ve insanlar bu yüzden tarifsiz zulümlere
uğratılmışlardır.O dönem Avrupası’nda kilisenin otoritesi hukuki, ekonomik, sosyal,
edebî ve güzel sanatların tümünü içine alan geniş bir alana hükmettiği için, bir şeyin
doğruluğu ancak kilisenin kurallarına ve yorumlarına uymasına bağlı idi.Aksi taktirde
kişiler engizisyonda yargılanırlardı.Avrupa kilisesinin bu mutlak otoritesi, Rönesans ve
Reform hareketleriyle yıkılmıştır.Bu gelişmelerin ışığı altında Avrupa’da 18. yüzyılda
Aydınlanma çağı denilen dönem yaşanmış ve devletin kaynağının ilahi olamayacağı
görüşü hakim olmaya başlamıştır. Loche,din ve devlet işlerinin ayrılmasını ve kuvvetler
ayrılığına dayanan bir devlet anlayışını savunurken, Voltaire kilisenin siyasi-hukuki
otoritesine karşı mücadelesini “düşünce ve vicdan özgürlüğü” tezine
dayandırmıştır.Rousseau demokrasi,Montesquieu ise kuvvetler ayrılığı tezini
savunmuşlardır.Laiklik bütün bu mücadelelerin sonucunda ancak dört asırlık bir
birikimin sonucu olarak ortaya çıkabilmiştir.1688 İngiliz Halklar Bildirisi, 1776 Amerikan
İnsan Hakları Bildirisi ve 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirilerinin temel özellikleri
insanların istedikleri dine inanmak veya inanmamak,ibadet etmek veya etmemek hak
ve özgürlüğünü kabul etmeleridir.

Atatürk’ün Laiklik Anlayışı


Türkiye’de laikliğin oluşum şartları batıdan oldukça farklıdır. Batıda laiklik milli bir
devletin oluşumundan sonra ortaya çıkarken, Türkiye’de milli bir devlet olmanın ön şartı
olarak ortaya çıkmıştır. Batıda laiklik vicdan özgürlüğüdür. Batıda kilise-devlet
çatışmasına sahne olurken, Osmanlı Devleti’nde din devletin kontrolünde olduğu için bir
din-devlet çatışması yaşanmamıştır.
Atatürk gençlik yıllarından itibaren bilimin ışığındaki çağdaş görüşleri benimsemiştir.
O, başta çeşitli hurafeler olmak üzere, devlet ve milletin geri kalmasına sebep olmuş
olan engellerin ortadan kaldırılması görüşündedir. Atatürk’e göre bu İslâm dinine aykırı
bir durum değildir. Çünkü, bilim ve aklın gösterdiği yolu tutarak, çağdaş değerleri
yakalamak ve milleti yükseltmek İslâm dinine uygundur. İslâm dinine önem veren
Atatürk,İslâmın akıl ve mantığa yer verdiği için mükemmel bir din olduğu
görüşündedir.Dinin milletlerin yaşaması için önemli olduğuna inanan Atatürk,dini
siyasete alet edenlere her zaman karşı çıkmış, bu tür kişilerden Türk Milleti’nin büyük
zarar gördüğünü dile getirmiştir.
Laiklik Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyetin temel taşıdır. Laiklikten uzaklaşıldığı
taktirde demokratik, bağımsız milli cumhuriyetin varlığı tehlikeye düşeceği gibi, çağdaş
uygarlık düzeyine ulaşma hedefi de tehlikeye girer ve yeniden ortaçağın karanlıklarına
dönülebilir.Çünkü unutulmamalıdır ki, Osmanlı Devleti’nin gerilemesine ve çökmesine
neden olan en önemli etkenlerden biri,Osmanlı Devleti’nin teokratik bir yapıya sahip
olması nedeniyle ,batı Rönesans ve Reform ile devlet yönetiminde akılcı ilkeleri hakim
kılarken, bu gelişmeleri takip edememesidir. Batıda bilimsel buluşlar, keşifler ve icatlar
hızla gerçekleştirilirken ,Osmanlı en basit bir yeniliği bile alırken şeriata uygun olup,
olmadığını tartışmıştır. Avrupa’da 1450’de icat edilen matbaanın Osmanlıya 1727’de
girmesi bunun en tipik örneğidir. Ayrıca teokratik bir devlette, bütün totaliter rejimlerde
olduğu gibi, yöneticiler kendilerini tek ve değişmez gerçeğin temsilcisi saydıklarından,
böyle ülkelerde düşünce özgürlüğünden ve gerçek demokrasiden söz edilemez.Bu
durumda laik bir devlet yapısı demokrasinin de ön şartıdır.

Laikliğin Unsurları
Laiklik birbirini tamamlayan 5 unsurdan oluşmaktadır.Bunlar:
1-Laikliğin bir unsuru din ve vicdan hürriyetidir.Teokratik bir devlet kurma amacına
yönelmemek şartıyla, anayasada yer aldığı şekliyle “ herkes vicdan, dini inanç ve
kanaat hürriyetine sahiptir”.
2-Laikliğin ikinci unsuru resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır.Laik devlette din bir
vicdan sorunudur. Dolayısıyla devlet, belli bir dinin kurallarını vatandaşlarına
benimsetmek ve uygulatmak için zorlayıcı kurallar koyamaz.
3-Laikliğin üçüncü unsuru, devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun vatandaşlarına
eşit muamele yapmasıdır.
4-Laikliğin dördüncü ve çok önemli unsurlarından biri de, devlet yönetiminin din
kurallarına göre değil,toplumun ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre
yürütülmesidir.Yani din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.Buna rağmen,
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ,devlet teşkilatı bünyesinde yer almaktadır.Bu
durum laikliğin batı ülkelerindeki klasik anlaşılış şekline uymamakla birlikte,Türkiye’nin
özellikleri sebebiyle ortaya çıkmış olan,laikliğe aykırı olmayan,tam tersi laikliği koruyucu
nitelik taşıyan bir çözüm şeklidir.
5-Laikliğin beşinci unsuru ise ,eğitimin laik, akılcı ve çağdaş esaslara göre
düzenlenmesidir.
Türkiye’de din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak amacıyla bazı çalışmalar
gerçekleştirilmiştir.Bu amaçla 3 Mart 1924’de Halifelik ve Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti
kaldırılmış ve aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır.10 Nisan 1928’de
anayasada yer alan “Devletin Dini İslâm”dır, ibaresi anayasadan çıkartılmış, 5 Şubat
1937’de de laiklik diğer Atatürk ilkeleriyle birlikte anayasaya girmiştir.Böylece ,
Türkiye’de laikliğin önünde yer alan engeller ortadan kaldırılmış,Türkiye Cumhuriyeti
resmen laik yapıda bir devlet haline getirilmiştir.

6-İnkılâpçılık
İnkılâp, Arapça Kalp kelimesinden gelmekte olup, bir milletin sahip olduğu siyasi,
sosyal ve askeri alanlardaki kurumların ,devlet eliyle makul ve ölçülü metotlar
çerçevesinde köklü bir biçimde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılâp çoğu
zaman ihtilal kelimesi ile karıştırılmaktadır. Oysa ihtilal, inkılabın başlangıç evresini,
mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngören kısmını ifade etmektedir. Bir
inkılâp hareketi genel olarak üç aşamada gerçekleşmektedir.Bu aşamalar:
1-Fikir safhası(Aydınların, düşünürlerin, filozofların fikirlerinin toplum bilincinde
kavranması aşamasıdır)
2-Aksiyon veya Eylem safhası (Mevcut sistemin geniş bir halk hareketi ile yıkılması
işinin gerçekleştirildiği safhadır.Başka bir ifade ile ihtilal safhasıdır)
3-Yeni bir düzen kurulması safhası(Yıkılan ve bozulan düzenin yerine halkın
beklentilerine cevap verebilecek yeni bir sistemin kurulması işinin gerçekleştirildiği
safhadır.)
İnkılâpçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünce ile modern toplum hayatında yeni
ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlamaya yönelik bir düşünceyi
benimsemektir.İnkılâpçılık, Atatürk’ün diğer ilkelerini de içine alan bir genel ve ana
ilkedir.Bu anlamda yapılan bütün inkılâplara sahip çıkmayı ifade eder.
Atatürk’ün Inkılâpçılık Anlayışı
Atatürk’e göre Türk inkılâbı, Türk Milletini son asırlarca geri bırakmış olan
müesseseleri yıkarak, yerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini
sağlayacak yeni müesseseleri koymak demektir.Atatürk’ün inkılâpçılık anlayışının
temelinde Türk Milletini dünya kültür ve medeniyetinden yararlandırma düşüncesi
vardır.Atatürk, Türk Milleti’nin ilerlemesinin devam etmesi ve bunu sağlayan ilke ve
inkılâpların güvence altına alınması amacıyla İnkılâpçılık ilkesini, Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel prensiplerinden birisi olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi de
anayasaya koydurmuştur.
Türk inkılâbı aynı anda hem siyasi toplumun temelini ümmet esasından millet esasına
çevirmiş, hem meşru siyasi iktidarın temeli olarak kişisel egemenliğe son vererek, millet
egemenliğini ilan etmiş, hem dine bağlı (teokratik) devlet yapısının yerine laik devlet
yapısını geçirmiş, hem modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalamakta olan bir
toplumu bu ikilemden kurtararak Türkiye’nin yüzünü geri dönülmez şekilde çağdaş batı
medeniyetine döndürmüştür. Bütün bunlar yirmi yıldan kısa bir süre içinde olmuştur.
İnkılâpçılık, inkılâbın temel ilkelerinden taviz vermemeyi gerektirir.Çünkü her köklü
değişim,toplumun bir kısmını memnun ederken, elbette ki başka bir kesiminin yerleşik
menfaatlerine veya inançlarına zarar verecektir.Hele Türk inkılâbı gibi, yüzyıllardır
süregelmiş ve modern devlet hayatıyla bağdaşması mümkün olmayan bazı değer, inanç
ve geleneklerin tasfiyesine yönelmiş bir kültür inkılâbında ,bazılarının getirilen yenilikleri
hiç değilse başlangıçta benimsememeleri, hatta ona karşı aktif direnişe geçmeleri
mümkündür. Bu tabii tepkilere karşı inkılâbı kararlılıkla korumak,inkılâpçının
görevidir.

B-Bütünleyici İlkeler
Bütünleyici ilkeler olarak benimsenen ilkeler, Atatürk İlkelerini çeşitli yönleriyle
destekleyen ve tamamlayan ilkelerdir. Bunlar aynı zamanda TC.Devleti ve Türk
Milleti’nin dikkat etmesi gereken bazı prensipleri de ortaya koymaktadır.Bu ilkeler:
1)-Milli Egemenlik
a)Milli Egemenlik Nedir?
Egemenlik (Hakimiyet);egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik manalarına
gelmekte ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için
kullanılmaktadır. Egemenlik ,devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti,
milletlerarası hukukta da bağımsız bir gücü anlatmaktadır.
Milli egemenlik ise;bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin
etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendi kendini idare etmesi,
kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelmektedir.İç görünüşü itibariyle
demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya
koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı
millet birliğini ve bütünlüğünü ifade etmektedir.
Milli egemenlik düşüncesi ilk defa 18. yüzyılda Fransız düşünürü Jean Jaques
Rousseau tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin
hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile
başlamıştır.Ancak bu fikrin ortaya çıkması, yani halkın da yönetime katılarak,
hükümdarın gücünün sınırlandırılması işi 1215 tarihli Magna Charta’ya dayanmaktadır.
Milli egemenlik bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi
yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya
konmasını sağlar ve iktidarın kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder.Bu nedenle
demokrasinin temel şartıdır.

b)Atatürk’ün Milli Egemenlik Hakkındaki Düşünceleri


Atatürk’e göre egemenlik devlet kavramının özünde var olan siyasi bir nüfuz olup,
milleti dışta temsil ve başka milletlere karşı savunma yetkisini içeren bir güçtür.Atatürk
milli egemenliği ise;bağımsızlık ve demokrasi olarak algılayarak, emperyalizme, baskıya
ve esarete karşı milletin haklarını savunmak olarak değerlendirmiştir.Atatürk’e göre milli
egemenlik, devlet ve milletin kaderinde etkin ve hakim olması gereken bir değerdir.
Çünkü milli egemenlik adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu ,
haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk milli egemenlik prensibini devletin temel
unsurlarından biri haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise; siyasi, sosyal ve
ekonomik yönden yabancı etkilerden uzak, milli iradeden oluşmuş bir toplumun
meydana gelmesini sağlamaktır. Sadece bununla da yetinmeyen Atatürk’e
göre,toplumda hürriyetin, eşitliğin, adaletin, istikrarın sağlanması ve korunması ancak
tam ve kesin bir biçimde milli egemenliğin gerçekleşmiş bulunmasıyla mümkündür.
Dolayısıyla O milli egemenliği, bu öneminden ve devletimizin sonsuza kadar devam
etmesi, memleketimizin kuvvetlenmesi, milletimizin refah ve mutluluğu açısından
gereken bir değer olarak görmüştür. Atatürk “milli hakimiyet öyle bir nurdur ki, onun
karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine
kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar” sözleriyle, milli egemenlik
prensibinin gücünü ortaya koymakta ve devlet hayatındaki önemini vurgulamaktadır.
c)Türkiye’de Milli Egemenlik Prensibinin Gerçekleştirilmesi
Türkiye’de milli egemenlik prensibinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk’ün bu
konudaki düşünce ve çalışmalarının eseridir. Çünkü I.Dünya Savaşı sonunda İtilâf
Devletleri, Osmanlı topraklarını kağıt üzerinde paylaşmışlar ve Türk Milleti’nin siyasi
varlığına tamamen son vererek, üzerinde yaşadığı bin yıllık vatanını ufak bir bölge
dışında elinden almışlardır. Dolayısıyla bunun doğal sonucu olarak, 1 Kasım 1918’den
itibaren Türk vatanının bazı yerleri işgal edilmiş, Türk ordusu dağıtılmış ve ülke içinde
çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanmalar başlatmışlardır.
Memleketin içinde bulunduğu bu durum karşısında , ilk önce Anadolu ve Trakya’nın
çeşitli şehir ve kasabalarında yaşayan vatansever kişiler tarafından, Müdafaa-i Hukuk
adı altında direniş örgütleri kurulmaya başlanmıştır. Ancak temelde vatanı kurtarmak
amacıyla kurulan bu cemiyetler, farklı düşünceler sebebiyle dağınım durumdadırlar. Bu
güçleri birleştirerek, milli ve genel bir uyanış yaratacak bir mücadeleyi başlatmak
lazımdır. M.Kemal bu düşünceyi gerçekleştirmek için millet egemenliğini dayalı, tam
bağımsız yeni bir Türk Devleti kurma kararıyla Samsun’a çıkmıştır.M.Kemal’in 19 Mayıs
1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten,
milli egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de milli egemenlik
prensibinin genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele
yıllarında uygulandığını söyleyebilmek mümkündür.
Kişisel egemenlikten, milli egemenliğe geçiş projesini, Milli Mücadele hareketini
başlatarak, uygulamaya koyan Atatürk ,Amasya Genelgesi ile ileriye dönük
düşüncelerini açıklamış, “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”
diyerek, milli egemenliğin gerçekleştirilmesi kararlılığında olduğunu
göstermiştir.Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamı taşıyan milli
egemenlik prensibinin, Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde
durulacak en önemli hususlardan biri olduğunu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde
kongreler düzenlenmesinden ve bu kongreler vasıtasıyla halkın istek ve düşüncelerinin
ortaya konmaya çalışılmasından anlamaktayız. Çünkü kongrelerde alınacak olan
kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı.Bu da milletin
girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti. Erzurum ve Sivas
Kongreleri’nde alınan “Kuva-yı Milliye’yi âmil ve milli iradeyi hakim kılmak esastır”
kararının , Türkiye’de milli egemenliği tesis etmek için alındığı bunun delilidir.Bu
çerçevede Atatürk’ün Sivas’ta yayınlanmasına öncülük ettiği gazetenin “ İrade-i
Milliye”, Ankara’da Şubat 1920’de yayınına başlanan gazetenin de “Hakimiyet-i Milliye”
adını taşıması milli egemenliği gerçekleştirmek çabalarının bir yansımasıdır.
Türkiye’de milli egemenliğin gerçekleştirilmesi konusunda atılmış en önemli
adımlardan biri de ilk TBMM’nin açılmasıdır.TBMM’nin açılmasıyla artık milli egemenlik
prensibi, resmen ve fiilen gerçekleştirilmiştir.Böylece millet kendi geleceğini , kendisi
belirleme imkanına kavuşmuştur. Bunda en büyük pay, hiç şüphe yok ki Atatürk’ündür.
Atatürk, TBMM’ni açarak en büyük ideallerinden biri olan milli egemenlik prensibini,
devletin temel unsurlarından biri haline getirmiş,” Hakimiyet kayıtsız, şartsız
milletindir” ifadesinin anayasada yer almasıyla hem, diktatörlüğe karşı bütün kapıları
kapatmış, hem de milli egemenlik prensibini hukuki anlamda güvence altına almıştır.
Böylece milli egemenlik ilkesi, Atatürk’ün kurduğu TC’nin temel unsurlarından biri
haline gelmiştir. Bu ilke devlet yönetiminde en üstün gücün millete ait olduğunu ortaya
koyması sebebiyle cumhuriyetçilik ilkesini bütünlemektedir.

2-Milli Bağımsızlık
Bağımsızlık; bir devletin bir başka devlete veya uluslar arası bir kuruluşa tâbi
olmaması,ya da bağlı olmaması demektir.
Milli bağımsızlık ise; bağımsızlığın milletçe benimsenmesi ve amaç edinilmesidir
Türk Milleti karakteri itibariyle , tarihinin her devresinde tam bağımsız yaşamaya
özen göstermiş ve bu uğurda canını feda etmekten kaçınmamıştır. Bu çerçevede Milli
Mücadele döneminde de bütün zorlukları göğüsleyerek, büyük bir milli mücadeleye
girişmiş, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmayı başarmıştır.Milli Mücadele “Ya
bağımsızlık, ya ölüm” parolasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı , kayıtsız,şartsız tam bağımsızlık fikrine
dayanmaktadır. Milli Mücadele döneminde “ ya bağımsızlık, ya ölüm” düşüncesiyle
hareket eden Atatürk, uyguladığı dış politikanın esasını da yine tam bağımsızlık
anlayışına dayandırmıştır. Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasi, ekonomik, askeri,
kültürel ve akla gelebilecek her alanda tam bağımsız olma anlayışına
dayanmaktadır.Bunlardan birinin eksikliği halinde Atatürk’e göre millet ,tam
bağımsızlıktan uzaklaşmış olacaktır.
3-Milli Birlik ve Beraberlik
Milli birlik ve beraberlik; milletçe birliği, beraberliği ve bir arada yaşamayı ve
bütünlüğü ifade etmektedir. Bu ilke aynı zamanda Türk Milletini oluşturan insanların,
karşılıklı sevgi ve saygı duygusuyla birbirine bağlanmasını ve ortak amaçlara yönelmiş
olarak varlığını devam ettirmesini amaçlamaktadır.
Milli birlik ve beraberlik, her şeyden önce milli devletin gerçekleşme vasıtasıdır.
Bunun bilincinde olan Atatürk, yeni Türk Devleti’nin milli bir devlet olmasını sağlamaya
çalışırken, bu ilkenin yurttaşlar arasındaki bütünleştirici ve kaynaştırıcı özelliğinden
yararlanmıştır. Atatürk’e göre, milli mevcudiyetin temeli,milli şuurda ve milli birlikte
bulunmaktadır.
TC’nin kuruluşundan itibaren Atatürk’ün çok önem verdiği milli birlik ve beraberlik
ilkesinin temelini, bütün vatandaşların, hangi din, mezhep ve ırktan gelirlerse gelsinler,
hepsinin Türk olduğu düşüncesi oluşturmaktadır.
İlk defa Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Misak-ı Milli kararlarında dile getirilmiş olan
milli birlik ve beraberlik ilkesi, gerek Milli Mücadele yıllarında, gerekse cumhuriyet
devrinde vazgeçilmez önemli ilkelerden birisi olarak kabul edilmiştir. TC. Devleti’nin
ülkesi ve milletiyle bölünmez olduğu düşüncesinden hareket eden bu ilke, milliyetçilik
ilkesini bütünlemektedir.
Atatürk ilkelerini bütünleyen bu üç ilkenin yanı sıra,”Yurtta Sulh, Cihanda
Sulh”,devlet ve toplum hayatında akıla ve bilime yer vermeyi öngören “Bilimsellik ve
Akılcılığı”, çağdaşlaşmayı hedefleyen “Çağdaşlaşma ve Batılılaşmayı”, “İnsan ve İnsanlık
Sevgisini”de bütünleyici ilkeler arasında sayabilmemiz mümkündür.

You might also like