Professional Documents
Culture Documents
Siyasi alanda yapılan inkılâplar, doğrudan devlet düzeniyle ilgili olup, Osmanlı devlet
sisteminin değiştirilerek, demokratik ve laik cumhuriyete geçişi sağlamak amacıyla
gerçekleştirilmiş olanlarıdır.
Bu kanuna göre İstanbul’daki hükümet 16 Mart 1920 günü sona ermiştir. Tek
hükümet Misak-ı Milli sınırları içindeki TBMM Hükümetidir. Saltanat ve Hilâfet bu kanunla
birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfet makamının ise varlığı bir süre daha
devam etmiştir.
Cumhuriyet, halka dayanan, gücünü halktan alan bir devlet şeklini ifade eder. Bu
anlamda cumhuriyet, iktidarın millete ait olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyette
egemenlik bir kişiyi veya zümreye değil, toplumun bütün kesimlerine aittir.
Cumhuriyet başta devlet başkanı olmak üzere, devletin temel organlarında görev
yapan kişilerin seçimle işbaşına geldikleri, bunların belirlenmesinde kesinlikle veraset
sisteminin rol oynamadığı bir hükümet şeklini benimser.
Cumhuriyet fikri ilk defa Fransız İnkılâbı sonunda ortaya çıkmıştır. Dar ve geniş
anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılır. Dar anlamda cumhuriyetten, sadece devlet
başkanının, doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi
kastedilirken, geniş anlamda cumhuriyetten ise, egemenliğin milletin bütününe ait
olması ifade edilir.
Ancak bu dönemde, Yeni Türk Devleti’nde milli egemenlik prensibinin devletin temel
taşı olarak belirlenmiş olmasına rağmen, devletin yönetim şekli açıkça belli değildir.
Olağanüstü şartlarda hazırlanmış olan 1921 anayasası ihtiyaçlara cevap
verememektedir. Bu anayasaya göre bir devlet başkanının ve kabine sisteminin
olmaması,sık sık hükümet buhranlarına yol açmaktaydı.Özellikle 25 Ekim 1923 günü
Başbakan Fethi Bey’in istifa etmesi ve yeni hükümetin kurulamaması,meclisin çalışma
güçlüğünü ortaya koyarken,ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini de gözler
önüne seriyordu.
Atatürk, 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının devlet şeklini
belirleyen maddelerinde değişiklik öngören bir kanun tasarısı hazırlamış, 29 Ekim günü
önce Halk Fırkası Grubu’nda görüşülerek kabul edilen bu tasarı, aynı günde mecliste
kabul edilmiş ve böylece cumhuriyet resmen ilan edilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra aynı gün 158 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim
sonunda, M. Kemal Atatürk oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Cumhuriyetin ilanı ile kabine sistemine geçilirken, devletin demokratikleşmesi
yolunda önemli bir adım atılmış ve inkılâpların yapılması için ortam hazırlanmıştır.
Yeni Türk Devleti’nin rejimi belirlendi. Bu konuda yaşanan karışıklık son buldu.
M Kemal’in cumhurbaşkanı seçilmesiyle devlet başkanlığı sorunu çözüldü,
iktidar boşluğu sona erdi.
Meclis hükümeti sistemi yerine, kabine sistemi (Bakanlar Kurulu) getirilerek,
yürütme işlerinin hızlanması sağlandı
Milli Mücadele’nin başından beri amaçlanan milli egemenlik düşüncesi
gerçekleştirildi.
Aslında milliyetçilik ve milli egemenlik ilkesi üzerine kurulmuş olan yeni cumhuriyet
ile, ümmetçilik düşüncesi üzerine kurulu olan Halifeliğin birbiriyle bağdaşması mümkün
değildir. Nitekim son halife Abdülmecit Efendi’nin, yeni devlet statüsüne uyum
sağlamakta güçlük çektiği ve eski statüye dönmek istediği yaptığı hazırlıklardan belli
olmaktadır. Abdülmecit Efendi’nin bir devlet başkanı gibi kabullerde bulunması ve bazı
devlet ileri gelenlerinin Halife ile olan ilişkilerini kesmemeleri durumu karmaşık bir hale
sokmuştur. Bu sırada Hindistan Halifelik Komitesi adına, Hint Müslümanlarının lideri Ağa
Han ve Emir Ali, Başbakan İsmet Paşa’ya Halifeliğin korunması ve manevi gücünün
arttırılması gerektiği konusunda bir mektup göndermişlerdir. Özellikle Emir Ali’nin,
İngiltere Kralı’nın özel danışmanı olması, M. Kemal Paşa’yı, Halifeliğin yabancı güçlerce
zararlı bir biçimde kullanılabileceği endişesine sevk etmiştir.
Bu gelişmelerden sonra M. Kemal 1 Mart 1924’de meclisi açış konuşmasında,
halifeliğin kaldırılması düşüncesinde olduğunu açıklamıştır. Meclis genel kurulu 3 Mart
1924 günü Halifelik meselesini görüşmek üzere toplanmıştır. Bu sırada verilen
“Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkartılması “ile ilgili kanun
teklifi, yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiş ve halifelik resmen kaldırılmıştır.
Anayasa en genel biçimde; devletin temel yapısını, yönetim biçimini, devletin temel
organlarını, bunların birbirleriyle ilişkisini, kişilerin devlete karşı, devletin kişilere karşı
olan hak ve görevlerini düzenleyen en üst yasalardır.
Dünyada anayasal sürecin, İngiltere’de 1215 yılında ki Magna Charta ile başlamasına
karşın, çağdaş anlamda ilk yazılı anayasa Amerikan bağımsızlık savaşı sonrasında
oluşturulan A.B.D anayasasıdır. Bununla birlikte 19. ve 20. yüzyıllara damgasını vuran
ve başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkileyen anayasal süreç, Fransız İnkılâbı ile
ortaya çıkmıştır.
Fakat 1839 Tanzimat Fermanı, Türkiye’deki anayasal gelişmeler açısından önemli bir
basamaktır. Tanzimat Fermanı bir anayasa olmamakla birlikte, anayasal bir yönetim için
mücadele eden aydınların yetişmesine sağladığı katkı ile anayasal bir dönem için önemli
bir adım olmuştur. 1876 Kanun-i Esasi’sinin yürürlüğe girmesinde, batının demokratik
ve liberal akımlarının etkisi altında kalan Tanzimat dönemi aydınlarının (Genç
Osmanlılar) rolü büyüktür.
İlk Osmanlı anayasası olan, Mithat Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından
hazırlanan Kanun-i Esasi,1875 tarihli Fransız anayasası ile 1831 tarihli Belçika
anayasalarından esinlenerek oluşturulmuştur.
1876 anayasası ile şeklen de olsa bir parlamento oluşturulmuştur. Ancak bu anayasa
hükümdarın yetkilerini sınırlandırma ve iktidarın paylaşılması konusunda son derece
yetersizdir. Çünkü yasamada son söz meclise değil, padişaha aittir. Ayrıca yürütme
yetkisini elinde bulunduran hükümet, yine meclise değil, padişaha karşı sorumludur.
Padişaha meclisi istediği zaman dağıtma yetkisinin verilmesi de, bir başka sakıncalı
hükümdür. Bu arada bir hukuk devleti için son derece kaygı verici bir madde olan 113.
maddenin varlığı da, bir başka eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Bu maddeye göre
padişah istediği kişi veya kişileri herhangi bir yargı kararı olmaksızın yurt dışına sürgün
edebilecektir. 1876 anayasasının çağdaş anayasalara göre geri olmasında rol oynayan
hükümler bunlarla da sınırlı değildir. Anayasada temel hak ve özgürlükler çok sınırlı
tutulduğu gibi, siyasi parti kurma ve siyasal faaliyetlerde bulunma ile ilgili herhangi bir
düzenleme de yapılmamıştır.
1876 anayasasının ilan edilmesinden kısa bir süre sonra 20 Mart 1877’de Osmanlı
parlâmentosu (Meclis-i Mebusan = Ayan Meclisi + Heyet-i Mebusan) toplanmış ve
çalışmalarına başlamıştır. Ancak 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğranılan
başarısızlığın faturasının padişah ve hükümetine çıkarılması, parlamento ile II.
Abdülhamit arasındaki ilişkileri gerginleştirmiştir. Bunun üzerine anayasanın kendisine
verdiği yetkiyi kullanan II. Abdülhamit 14 Şubat 1878 tarihinde meclisi feshetmiştir. Aynı
tarihte anayasa da rafa kaldırılmış, böylece I: Meşrutiyet dönemi sona ermiştir.
Olumsuz yönlerin yanı sıra, 1876 anayasasının ilanı ve meclisin açılması, daha
sonraki dönemler için bir hazırlık ve deneyim dönemi olmuş, siyasal bilinçlenmeyi
arttırmıştır.
Yaklaşık 30 yıl süren mutlakiyet rejimi 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile
sona ermiş ve 1876 anayasası, üzerinde bazı değişiklikler yapılarak yeniden
uygulanmaya konmuş, bir kez daha anayasalı monarşik rejime geçilmiştir.
Ordu mensuplarının aktif politikaya girmiş olmaları II. Meşrutiyetin olumsuz yönüdür.
Çünkü bir süre sonra II. Meşrutiyetin mimarı sayılan İttihat e Terakki Cemiyeti yönetime
tümüyle egemen olmuş ve rejim yarı askeri bir niteliğe bürünmüştür.
Önceleri 5 Eylül 1920’de kabul edilen Nisab-ı Müzakere Kanunu ile çalışmalarını
sürdüren ve kararlar alan TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu ile anayasal bir çizgiye çekilmiştir. 1921 anayasasının ilk maddesinde,
“Egemenliğin Kayıtsız Şartsız Millete Ait Olduğu” ifade edilmiştir. Böylece Türk tarihinde
ilk kez milli egemenlik ilkesi somut olarak ortaya konulmuş ve padişahın iradesi yerine,
millet iradesi geçmiştir. 23 Esas, 1 ek maddeden oluşan bu anayasa olağanüstü
şartlardan dolayı kuvvetler birliği ilkesini benimsemiş ve yasama ile yürütmenin
TBMM’nin içinden çıkacağı hükmünü kabul etmiştir. TBMM bu anayasadan aldığı yetki ile
hem yasama, hem de yürütme gücünü kullanmış, böylece olağan üstü bir dönemin
gerektirdiği ölçüde hızlı karar alma ve uygulama imkanını bulmuştur. Yasama ve
yürütme gücünün TBMM’nde toplanmış olması, Bakanların meclis tarafından seçilmeleri,
meclisin bakanları her zaman değiştirebilmesi, buna karşılık Bakanlar Kurulu’nun
meclise karşı kullanabileceği bir silahının olmaması ve bir devlet başkanlığı makamının
bulunmaması yönleriyle “Meclis Hükümeti” sistemi, ilk kez bu anayasa ile Türkiye’de
uygulanmıştır.
Bütün bunlara karşın saltanat makamına karşı olumsuz herhangi somut bir hükme
bu anayasada yer verilmemiştir.Ayrıca aynı dönemde Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin
yürürlükte olması, çift anayasalı bir dönemin yaşanmasına yol açmıştır.Osmanlı
anayasasının, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen hükümlerinin varlığı inkar
edilmemiştir.Ayrıntılı bir şekilde hazırlanmayan bu anayasada hak ve özgürlükler gibi
temel konuların düzenlenmemiş olması da, Osmanlı anayasasının yürürlükte olmasına
bağlanabilir.
1961 Anayasası
1924 anayasası, 1960 yılına kadar varlığını sürdürmekle birlikte, 1945 II.Dünya
savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında sorunları
çözmekte yetersiz kalmıştır.Her ne kadar Fransız İhtilali’nin saçtığı evrensel nitelikli hak
ve özgürlüklere yer vermişse de, bu anayasanın II. Dünya savaşı sonrasında gündeme
gelen ve yayılmaya başlayan insan hakları konusundaki yeni gelişmeleri kapsamaması
bu yetersizliğin en önemli nedenidir.
Halk oyuyla kabul edilerek yürürlüğe giren ilk Türk anayasası olan 1961
anayasası, o tarihe kadar hazırlanan Türk anayasalarının en uzunudur.1961 anayasası
ile de, cumhuriyetin vazgeçilmezliği ve egemenliğin millete ait olduğu hükmü
vurgulanmıştır. 1961 anayasası ile yasama organ durumundaki TBMM iki kanatlı hale
getirilmiştir.Bunlar Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’dur.Seçimle belirlenen
üyelerden oluşan Millet Meclisi’nin yetkileri daha geniştir.Cumhuriyet Senatosu ise
seçimle gelen üyelerin yanı sıra, cumhurbaşkanının atamaları,Millî Birlik Kurulu üyeleri
ve eski cumhurbaşkanlarının doğal üye olarak katılımlarıyla oluşmaktadır.
1961 anayasası ile yargı her açıdan bağımsız hale getirilmiş ve yargıç güvencesi
sağlanmıştır.TBMM’nin çıkardığı yasaların anayasaya uygun olup olmadığını
denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesi , ilk kez tam olarak sendikalaşma, grev ve
toplu sözleşme hakkı bu anayasa ile getirilmiştir.Başta üniversiteler ve TRT olmak üzere
çeşitli kurumların özerkleştirilmesi yoluna gidilmiştir.
1961 anayasasının sosyalleştirici bir rolü vardır.İlk kez bu anayasa ile toplumda
anayasa kültürü doğmuştur.1961 anayasasının diğer bir rolü ise siyasileştirici etkisinin
olmasıdır.Halkın siyaset sahnesine aktif bir unsur olarak girmesi ve katılımcı
demokrasinin gelişmesinde 1961 anayasasının rolü büyüktür.
1982 Anayasası
Danışma Meclisi tarafından kabul edilen ve Millî Güvenlik Konseyi’nce son şekli
verilen anayasa,7 Kasım 1982’de halkoyuna sunularak ,% 92 kabul oyu ile yürürlüğe
girmiştir.
Cumhuriyetin vazgeçilmezliğinin ve millî egemenliğin bir kez daha vurgulandığı 1982
anayasasında, Türk Devleti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak
nitelendirilmiştir.1961 anayasasının başlangıç kısmında yer alan “Türk Milliyetçiliği”
deyimi tartışmalara yol açtığı için, 1982 anayasasında “Atatürk Milliyetçiliği”ne bağlılığın
devletin temel nitelikleri arasında gösterilmesi önemli bir yenilik olarak göze
çarpmaktadır.
Yasama organı yeniden düzenlenerek 1961 anayasasıyla kurulan Cumhuriyet
Senatosu kaldırılmış ve yeniden tek meclisli sisteme dönülmüştür.
Temel hak ve özgürlükler ise 1961 anayasasında olduğu gibi geniş ve kapsamlı bir
şekilde düzenlenmiş olmakla birlikte, kısıtlayıcı bir anlayış benimsenmiştir.
Din derslerinin ilk ve orta öğretimde okutulacak zorunlu ders kapsamına alınması,
1982 anayasasının en çok tartışılan yönlerinden birisini oluşturmuştur.
Türk toplumu 1876’da günümüze kadar beş farklı anayasa ile yönetilmiştir.
Günümüzde anayasa tartışmalarının hala devam ettiği düşünülürse, anayasadan
kaynaklanan sorunların çözüme kavuşturulduğunu söyleyebilmek mümkün değildir.
1924 anayasası dışında kalan (1876-1921-1961-1982) diğer dört anayasa, olağanüstü
dönemlerin ürünü olarak, yine olağanüstü şartlarda oluşturulan kurullar yada kurucu
meclisler tarafından acele ile hazırlanmıştır. Dolayısıyla olağanüstü dönemlerin etkisini
yitirmesi ile mevcut anayasanın da yetersizliği de ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bütün
kesimlerin uzlaşmasıyla hazırlanacak sivil bir anayasa ile devlet-birey, devlet-toplum,
toplum-birey, birey-birey ilişkilerinin sağlıklı bir temel üzerine oturtulması sağlanabilir.
Meclisi çalıştırma doğrultusunda önemli bir adım atan M Kemal, meclisteki bütün
milletvekillerinin bu grubun tabii üyesi olduğunu vurgulayarak, grubun dışında
kalanların serbest hareket etmek isteyen birkaç kişiden ibaret olduğunu ifade
etmiştir.Zamanla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu dışında kalanlara İkinci
Grup adı verilmiş ve bu grup, yapılan bazı çalışmalara karşı çıkarak bir muhalefet
hareketi başlatmıştır.Ortaya çıkan bu muhalefet M Kemal’i hem yapmak istediği
inkılâpları halka mâl etme noktasında daha etkili olacağı, hem de ileride yapılacak
seçimlere bir parti ile girerek muhalefetin gücünü kırma düşüncesiyle bir parti kurma
kararına yöneltmiştir. M Kemal bu konudaki kararını 1922 Aralığı’nda, Halk Fırkası adıyla
bir siyasî parti kurulacağını söyleyerek açıklamıştır.Bu açıklamadan sonra Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun, Halk Fırkası’na dönüştürülmesi düşüncesi
benimsenmiş ve bu karar kamuoyuna da duyurulmuştur. 9 Eylül 1923 günü Halk Fırkası
resmen kurulmuş, böylece ilk direnişle birlikte başlayan siyasî örgütlenme süreci, bir
siyasi partinin resmen kurulmasıyla tamamlanmıştır.Halk Fırkası çalışmalarını bir süre
bu isimle sürdürmüş, ancak Genel Başkan M Kemal’in isteği doğrultusunda partinin adı
1924’de Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirilmiştir.İkinci TBMM’nde çoğunluğu elde
eden ve cumhuriyet devrinin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası inkilâpların
öncülüğünü yapmıştır.
Mili Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra Türk Milleti’nin çehresini her alanda
değiştirecek inkılâpların yapılmasına gelince,inkılâpların şekli ve zamanı konularında M.
Kemal ve bazı arkadaşları arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.Bu görüş ayrılıkları
zamanla iyice belirginleşmiş ve çok geçmeden bu kişiler mensubu oldukları Cumhuriyet
Halk Fırkası’nın icraatlarına karşı çıkmaya başlamışlardır.Muhalifler Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın çatısı altında kalmayı uygun görmeyerek,istifayı düşünmüşlerdir.Aralarında
M. Kemal’in silah arkadaşlarının da bulunduğu (Bunlardan bazıları Kazım Karabekir,Ali
Fuat Cebesoy, Refet Bele,Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’dır) onbir kişilik bir grup bu
çerçevede Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa ederek ayrılmışlardır.Bu grup 1924
anayasasının çok partili rejime geçilmesine fırsat vermesinden yararlanarak,17 Kasım
1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir siyasi parti kurmuştur.Milli
Mücadele sırasında M. Kemal’in etrafındaki ilk halkayı teşkil eden Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları, muhalefet kontrolü olmaksızın bütün kuvvetlerin
mecliste toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı endişesini taşıyorlardı. Bu sebeple
parti mecliste etkili bir muhalefet yaparak, demokratik bir denge kurmak
amacındaydı.Bu nedenle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, cumhuriyet tarihimizin ilk
muhalefet partisi olma özelliğini taşır.
Lozan’dan sonra Musul konusunda Türkiye ile yaptığı ikili görüşmelerden de bir
sonuç elde edemeyen İngiltere, Musul’un Türk halkının Türkiye ile birleşme isteğini ve
Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisi aleyhinde bir durum yaratmasını önlemeye
çalışmaktadır.Bu çerçevede İngiltere, Türkiye içinde bir takım karışıklıklar çıkarma ve
ihtilâl hareketlerini körükleyerek, Türkiye’yi zayıflatma planları yapmaktadır. Bu amaçla
Şeyh Sait isimli biri tarafından 13 Şubat 1925’de Genç iline bağlı Piran’da bir isyan
hareketi başlatılmıştır. İngiltere’nin desteği sayesinde kısa sürede doğu illerinin bir
bölümünü saran isyan ile İngiliz himayesinde bir Kürt Devleti kurulmasına çalışılmıştır.
Şeyh Sait ve arkadaşlarının hareketi aynı zamanda dinî-siyasî niteliği de olan bir
harekettir. Çünkü “din elden gidiyor” şeklindeki propaganda ile halkın kandırılmasına
çalışılmış, cumhuriyet ve inkılâpların ortadan kaldırılması plânlanmıştır.
5. İzmir Suikastı
Ayrıca, Türkiye’de 1922-1930 yılları arasında yapılan inkılâplar, hükümete karşı bir
direnme meydana getirmiştir. Özellikle sanayileşme politikası ile alkollü içkiler, sigara,
şeker, tuz ve deniz nakliyatının devlet tekeline alınması bu hoşnutsuzluğu daha da
arttırmıştır. Bu siyaset aynı zamanda Türkiye’de büyük ölçüde ekonomik durgunluğa da
yol açmıştır.
Hükümet ise, prensip olarak özel teşebbüse taraftar olduğunu ifade etmekle
birlikte, takip ettiği ekonomik politika ile dar bir devletçi görüşü benimsemektedir. Bu
nedenle M. Kemal devletçi düşünceyi benimseyen Cumhuriyet Halk Fırkasının
karşısında, liberal ekonomiden yana bir muhalif grubun bulunmasını faydalı ve lüzumlu
görmektedir. Bu nedenle hem dışarıda Türkiye aleyhinde ortaya çıkan yanlış
değerlendirmeleri ortadan kaldıracak, hem de içerideki sıkıntıları gidererek, rejimin
sağlıklı yürümesini sağlayacak yeni bir muhalefet partisinin kurulması gereklidir.
M. Kemal tarafından yeni bir parti kurmakla görevlendirilen Fethi Bey çalışmalarını
tamamlayarak, 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur.
Serbest C.Fırkası, kuruluşundan hemen sonra özellikle Ege Bölgesi’nde büyük bir
taraftar kitlesi bulmuş ve önemli ölçüde teşkilatlanmıştır.Bu sebeple Fethi Bey’in yerel
seçimler öncesinde propaganda amacıyla Ege Bölgesine yaptığı ziyaret ve burada
yapılan toplantılara katılım büyük olmuştur.Bu toplantılar sırasında halk alınan bütün
tedbirlere rağmen, hükümet ve inkılâplar aleyhine gösteriler yapmıştır. Bu durum,
inkılâpların hayatiyetini temin açısından, henüz bir muhalefet partisi teşkili için zamanın
erken olduğunu göstermektedir.Ancak kısa sürede büyük bir hızla gelişen parti, 1930
yılında yapılan yerel seçimlere katılarak, 502 yerde belediye seçimlerini kazanmıştır. C.
Halk Fırkası, Serbest Fırka’nın seçimlerde usulsüzlük yaptığını iddia etmiş ve 502
belediyenin, 22 tanesi geçerli sayılmıştır.
7. Menemen Olayı
Serbest Fırka’nın kendi kendisini feshetme kararı almasıyla adeta boşlukta kalan
cumhuriyet ve inkılâp karşıtları, Türkiye’de ki bu değişimi sona erdirecek bir arayış içine
girmişlerdir.Onlara göre bir isyan çıkararak, Türkiye’deki eski günlere dönüşü
sağlamak, başvurulacak yollardan birisi olarak görülmektedir.Manisa’nın bir köyünden
geldikleri sanılan altı kişinin Menemen’e gelerek şeriat istemeleri ile isyan patlak
vermiştir. Olayın duyulması üzerine bölgeye gelerek, isyancılara engel olmak isteyen
Asteğmen Kubilay ile Hasan ve Şevki adındaki iki bekçi isyancılar tarafından
öldürülmüşlerdir. Sıkı yönetimin ilan edildiği bölgeye, daha sonra askerî birliklerin
gelmesiyle isyancılardan üçü öldürülmüş, diğerleri de yakalanmıştır. İçlerinden Derviş
Mehmet isimli kişinin peygamberlik iddiasıyla başlayan olay, şiddet kullanılarak
bastırılmış, ancak bu olayın 6 kişinin gerçekleştirdiği bir olay olamayacağı, olayın
arkasında başka güçlerin varlığı düşüncesiyle çok yönlü araştırma yapılmıştır. Olay
sonrasında 34 kişi idam edilmiş, 41 kişi de çeşitli sürelerde hapis cezasına
çarptırılmışlardır.
1923-1932 döneminde Türk dış politikasının esasını, Türk inkılâbının temel prensipleri
ve Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak Lozan’da halledilemeyen meselelerin
çözümü teşkil etmiştir.Bunun yanı sıra Lozan Antlaşmasıyla ortaya konan esasların
uygulanması, büyük devletlerle olan ilişkilerin normalleştirilmesi, komşularımızla dostluk
ilişkilerinin kurulmaya çalışılması yine bu dönem dış politikasının temel
özellikleridir.Ayrıca bu dönemde uluslararası genel gelişmeler yakından takip edilerek,
içte ve dışta istikrarın sağlanmasına çalışılmıştır.
Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle batılı devletlerin ilgisini
19.yüzyıl sonlarından itibaren çekmeye başlamıştır.Özellikle İngiltere, I.Dünya Savaşı
sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda
ikna etmiştir.Osmanlı’nın paylaşımını esas alan ve I.Dünya Savaşı sırasında İtilaf
Devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar doğrultusunda İngiltere bölgeye ilgisini
sürdürerek, Musul ve çevresinde çeşitli bölücü çabalara girişmiştir. Sonuçta İngiltere,
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, Türk birliklerinin kontrolünde olan
Musul ve civarını Mondros Mütarekesi’nin ruhuna aykırı biçimde işgal etmiştir.Bundan
sonra ise İngiltere bölgeyi elinde tutabilmek için her türlü çabayı göstermiştir.Nitekim
İngiltere, Osmanlı Devleti ile imzaladığı Sevr Antlaşması ile Musul’u kurulması düşünülen
Kürt Devleti’nin sınırları içine aldırmış ve konuyu kendi lehine halletmiştir. Ancak
Anadolu’da M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadele hareketi, yayınladığı
Misak-ı Millî’de Musul’u Türk toprağı saymış, Anadolu’da kurulan hükümet ise her
platformda Sevr’i tanımadığını açıklamıştır.
Yunanistan ile Türkiye arasında etabli sorunu ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir
başka sorun da Patriklik konusudur. Lozan’da Türk temsilcilerinin Patrikliğin Türkiye
dışına çıkartılması konusundaki ısrarlı istekleri Batılı ülkeler tarafından kabul
edilmemiştir.Lozan’da sadece Patriğin siyasetle uğraşmaması konusunda sözlü bir
anlaşmaya varılmıştır. 1924 yılında, boşalan Patriklik için yapılan seçimi kazanan kişinin
mübadele (değişim) kapsamında yer alması üzerine Türkiye itiraz etmiş ve 1925 yılında
yapılan seçim ile mübadele kapsamına girmeyen bir Patrik seçilmiştir.
4.Türk-İtalyan İlişkileri
Lozan’dan sonra T.C.’nin kuruluşu ile birlikte Milli Mücadele sırasındaki dostça
tutumları göz önüne alınarak İtalyanlarla iyi ilişkiler kurulması yoluna gidilmiştir.
İtalyanların, Milli Mücadele sırasında işgal ettikleri Türk topraklarında bir işgal gücü gibi
davranmamaları, Türklere karşı dostça davranıyor görüntüsü yaratmaları 1917’de
kendilerine vaat edilen İzmir’e, 1919 Paris Barış Konferansı kararı ile Yunanlıların
çıkarılmasına duydukları kırgınlıktan kaynaklanan bir durumdur. İtalyanlar Türklerin
dostu oldukları görüntüsünü, sergilerken aslında Türkiye’de savaş sonrasında ortaya
çıkacak yeni yönetimi ekonomik açıdan kendilerine bağlı hale getirme politikası
gütmüşlerdir. Ancak 1922’de İtalya’da yönetime gelen Mussolini yönetiminin yayılmacı
politikasının hedefleri şekillenmeye başlayınca, Türkiye’de İtalya’ya karşı bir endişe
doğmuştur.Mussolini yönetimi, Roma İmparatorluğunu canlandırmak için sömürgecilik
ve yayılmacılık politikasına yönelmiş, Doğu Akdeniz’i kontrolü altına almaya
çalışmıştır.Bu da doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişmesini olumsuz yönde
etkilemiştir. 1925’de İtalya, Türkiye’nin Musul’u kurtarmak için kuvvet kullanmaya
kalkışması halinde, kendilerinin de İzmir’e asker çıkaracakları tehdidini savurmuştur.
1926’da Musul sorununun Türkiye aleyhinde çözümü, Türk-İtalya ilişkilerinin
değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Musul sorununun çözümünden sonra İtalya ile
Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.
5. Türk-Fransız İlişkileri
Bu çerçevede ilk olarak ele alınan konu, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi meselesidir.
1921 Ankara İtilafnamesi’nde antlaşmanın imzalanmasından bir ay sonra Türkiye-Suriye
sınırını çizmek üzere bir karma komisyonun kurulması öngörülmüştü. Bu komisyon
ancak 1925 Eylül’ünde kurulabilmiştir. Taraflar arasında sınır tespiti konusunda yaşanan
gerginlik iki tarafın da olumlu tutumu sonucunda aşılmış, 18 Şubat 1926’da parafe
edilen antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Ancak Fransızlar Musul sorunu çözüme
kavuşturulmadan bu antlaşmayı imzalamaya yanaşmamışlardır. Musul konusunun
Türkiye’nin aleyhinde çözümü kesinleşince, bu antlaşma 30 Mayıs 1926’da
imzalanmıştır.İyi komşuluk ve Dostluk Sözleşmesi adını taşıyan bu antlaşmaya göre
taraflar aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollardan çözümleyecekler ve taraflardan
birine yöneltilen silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktır.
Borçlar meselesi ise daha şiddetli bir çekişmeye sebep olmuştur. Fransa, Osmanlı
Devleti’nden en fazla alacağı olan ülkedir. Lozan Antlaşmasına göre Osmanlı borçlarının
Türkiye tarafından ödenmesi, ödeme şeklinin taraflar arasında Lozan’dan sonra
yapılacak ikili görüşmeler yoluyla belirlenmesi kararlaştırılmıştır. 1925’de toplanan
komisyon 1928’de bir borç ödeme plânı yapmıştır. Fakat çok ağır bir ödeme plânı
içeren bu antlaşmaya Türkiye, 1929’a kadar uyabilmiştir. 1929’da dünya ekonomik krizi
patlak verince Türkiye ödeme sıkıntısı yaşamış ve Hoover moratoryumuna dayanarak
ödemeyi geciktirmek istemiştir.Alacaklıların itirazı üzerine yapılan görüşmeler sonunda
1933’de Paris’te daha hafif ödeme şartları taşıyan yeni bir antlaşma imzalanmış, borçlar
konusu böylelikle hal yoluna girmiştir.
1928’de Duyun-u Umumiye’nin tarihe karışmasından sonra Fransa ile yaşanan bir
diğer sorun da Adana-Mersin demiryolunun satın alınması meselesidir. Osmanlı
döneminden kalan kapitülâsyonları tümüyle kaldırmaya kararlı olan T.C. Türkiye’deki
Fransız işletmelerinin millileştirilmesinde ısrar etmiştir.Buna başlangıçta karşı çıkan
Fransız Hükümeti, Türkiye’nin ısrarı karşısında fazla direnmemiş ve 1929’da yapılan bir
antlaşma ile durumu kabullenerek, Adana-Mersin demiryolunu Türkiye’ye satmıştır.
1923-1932 yılları arasında Türkiye ile Fransa arasında yaşanan sorunlar küçük ve
önemsiz gibi görünmekle birlikte, bu sorunların hepsinin de temelinde Fransızların
Kapitülâsyonların kaldırılmasına gösterdiği tepkinin yattığı göze çarpmaktadır.
Bu dönemde Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam
ülkesi ise İran olmuştur. İran ile sınır meseleleri yüzünden Türkiye’nin sorunları vardır.
Bu sıkıntılara son vermek amacıyla, iki ülke arasında 1926’da bir Güvenlik ve Dostluk
Antlaşması imzalanmışsa da, bu antlaşma problemleri çözmeye yetmemiştir. Bunun
üzerine 1928’de ek bir protokol imzalanarak, 1926 antlaşması daha etkin hale
getirilmiştir. Nihayet 1932’de İran ile bir Dostluk Antlaşması imzalanarak, hem sınır
sorunları çözülmüş hem de dostluk ilişkilerinin gelişmesi sağlanmıştır.
Diğer İslam ülkeleriyle ilişkileriz bu dönemde çok iyi değildir. Bunun da en önemli
sebebi, Halifeliğin kaldırılmasına İslâm aleminin tepki göstermesidir. Ayrıca bu dönemde
genellikle Müslüman ülkeler, Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. Bu nedenle
Türkiye ile İslâm ülkeleri arasındaki ilişkiler, İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında
kalmıştır.
2.Balkan Antantı
Türkiye zaten hem barışın korunması, hem de Balkan ülkeleriyle olan dostluk
ilişkilerine verdiği önemin bir göstergesi olarak 1923’te Arnavutluk, 1925’de Bulgaristan
ve Yugoslavya ile birer Dostluk Antlaşması imzalamıştı. Gerek bu antlaşmaların Türkiye
ile Balkan ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirmesi, gerekse 1930 yılında Türk-Yunan
işbirliğinin gerçekleşmesi Balkan Antantı’nın kurulmasına giden yolda önemli mesafe
alınmasını sağlayan unsurlar olmuştur.Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu
yakınlaşmanın bir sonucu olarak, 1933’te Dostluk ve Sınır Güvenliği Antlaşması’nın
imzalanması, Balkanlar’daki olumlu havayı daha da geliştirmiştir.
Bu dönemde, Balkanlar’da Türkiye’nin öncülüğünde gelişen dostluk ve işbirliği
havası, 1930’lardan itibaren ortaya atılmış olan Balkan Antantı fikrini
güçlendirmiştir.Özellikle 1933 yılında Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi bu fikrin,
uygulamaya dönüştürülmesini sağlamıştır.
3. Sâdâbâd Paktı
Bu antlaşma ile taraflar kendi aralarındaki dostluk ilişkilerini devam ettirirken, aynı
zamanda her konuda işbirliğine girmeyi de taahhüt etmişlerdir. Bunun yanısıra bu
paktın bir başka önemi ise, Irak’ın İngiltere’nin mandası altında olması nedeniyle dolaylı
olarak Türkiye ile İngiltere arasında da bir işbirliğinin gerçekleştirilmiş olmasıdır.
19323-1932 yılları arasında Musul sorunu yüzünden oldukça gergin olan Türk-İngiliz
ilişkileri, bu dönemde daha dostça ve karşılıklı anlayış çerçevesinde geçmiştir. Bu
dönemde yaşanan olaylar Türk-İngiliz yakınlaşmasını artırmıştır.Bu olayların
başında,İtalya’nın Habeşistan’a saldırması gelmektedir.Bu olay üzerine 1936’da Türkiye-
İngiltere-Yunanistan-Yugoslavya arasında Akdeniz Paktı adıyla bir antlaşma
imzalanmıştır.1936 Montrö Boğazlar Konferansı’nda bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak
İngiltere, Türkiye’yi desteklemiştir.1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul’u ziyaret
ederek, Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.
Ayrıca yine bu dönemde Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni bir
dönem açılmış,1937 Nyon Konferansı’nda Türkiye İngiltere ile birlikte hareket etmiştir.
Bunu sonucunda 1939’da Türkiye-İngiltere-Fransa arasında Karşılıklı Yardım Antlaşması
yapılmıştır. Bu olay Türkiye’nin yolunu kesin olarak çizdiğinin, uluslar arası meselelerde
barışı korumak için İngiltere,Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin yanında yer aldığının
göstergesidir.
Boğazlar, hiç şüphe yok ki Türkiye açısından hayatî öneme sahip bir bölgedir. Ancak
Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar konusunda Türkiye’yi tam yetkili
kılmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin bağımsızlık anlayışına ters düştüğü gibi Misak -ı Millî
kararlarına da ters bir durum yaratmıştır. Çünkü bu sözleşme ile hem Boğazlar asker ve
silahtan arındırılmış, hem de Boğazlardan geçişleri kontrol etmek ve geçişlerle ilgili
olarak Milletler Cemiyeti’ne bilgi vermekle yükümlü bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu.
Gerçi Türkiye’ye karşı ortaya çıkabilecek bir tehlike durumunda, Boğazların kullanımı ile
ilgili olarak Milletler Cemiyeti ve özellikle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Türkiye’ye
garanti vermişti. Ancak bu yetersizdi.
Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Hatay (İskenderun), 20 Ekim 1921 Ankara
İtilafnâmesi ile Suriye sınırları içinde bırakılmış ve bu sancağa özel bir yönetim şekli
tanınmıştır.
1936 yılında Fransa, Suriye ile ona bağımsızlık vermeyi öngören bir antlaşma
imzalayınca, Suriye sınırları içinde yer alan İskenderun sancağının statüsünün ne olacağı
konusu gündeme gelmiştir. Bu tarihte Fransa, İskenderun sancağını Suriye’ye bırakmak
istemiştir. Türkiye bu isteğe şiddetle karşı çıkmış ve Fransa’dan 1936’da bu sancağa
bağımsızlık vermesini istemiştir. Fransa, bu konuda karar verme yetkisinin olmadığını
Türkiye’ye bildirerek, konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi önermiş, Türkiye de bu
öneriyi kabul etmiştir. Böylece Milletler Cemiyetine götürülen Hatay meselesi, 1936
tarihinden itibaren burada ele alınmaya başlamıştır. İngiltere’nin de desteği ile Milletler
Cemiyeti 1937’de Türkiye’nin tezini benimseyerek, sancağa ayrı bir statü tanınmasını
kabul etmiştir. Buna göre sancak içişlerinde serbest, dışişlerinde Suriye’ye bağlı bir hale
getirilirken, resmî dili Türkçe olacak ve ayrı bir anayasası bulunacaktır. Ayrıca sancağın
resmî dilinin Türkçe olması ve toprak bütünlüğünün korunması hususunun, Türkiye ile
Fransa arasında daha sonra yapılacak bir antlaşma ile garanti altına alınması
öngörülmüştür. Bu antlaşma 29 Mayıs 1937 günü imzalanmıştır. Bu antlaşma ile hem
Türkiye-Suriye sınırı çizilmiş, hem de söz konusu hususlarda garanti verilmiştir. Daha
sonra sancak anayasasının çalışmaları sırasında Fransızlar, Türkiye’ye bazı zorluklar
çıkartmışlarsa da, 1938 yılında Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Türkiye’ye
karşı tutumunun yumuşatmasına sebep olmuştur.Bu anlayış içerisinde iki ülke arasında
1938’de gerçekleştirilen Askerî Antlaşma ile sancağın statüsü aynen korunurken, 4
Temmuz 1938’de imzalanan Dostluk Antlaşmasıyla Hatay sorununun çözümü biraz daha
kolaylaştırılmıştır.
Eğitim; bir insanın davranışında kendi yaşantısı yoluyla istediği değişmeyi meydana
getirme sürecidir. Eğitim, genellikle örgün eğitim şeklinde algılanarak, okullarda yapılan
öğretim faaliyetlerini ifade etmektedir. Bu anlamda devlet tarafından yürütülen bir
hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kültür; ise bir milletin sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.Kültürel
alanda zenginlik, milletin ve aynı zamanda devletin güçlülüğünün ifadesi olarak kabul
edilmektedir.
Eğitim ve öğretim alanında bir başka değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen
Maarif Teşkilâtı Hakkındaki Kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla laik eğitime uygun
bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenerek,eğitim hizmetleri modern hale
getirilmiş, yeni okulların açılabilmesi devletin iznine bağlı hale getirilmiştir.
Aslında Arap harfleriyle Türkçe’yi okumak ve yazmak daima sorun yaratmıştır. Çünkü
Arap harfleri, Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış olduğundan, Türk diline
uymaktan uzak kalmıştır. Bu nedenle Türk ağzı ile bu harfleri hakkını vererek telaffuz
etmek çok zor olmuştur.
Dil Encümeni 26 Haziran 1928’de Ankara’da yaptığı bir toplantıda, 1926’dan itibaren
yaptığı çalışmaları değerlendirmiş, alfabe değişikliği ile ilgili olarak neler yapılması
gerektiği ve nasıl bir yol izlenmesi lâzım geldiği hususlarının yer aldığı “Elifba Raporu”
adıyla bir rapor hazırlamıştır. Bu raporu inceleyen M. Kemal, “güzel dilimizi ifade etmek
için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek, alfabenin değiştirileceği konusunda ilk
haberi vermiştir.Çalışmalar hızlandırılarak, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk
alfabesinin kabulü hakkında bir önerge verilmiştir. Bu önerge aynı gün, “Türk Harflerinin
Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir.
3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren 1353 sayılı bu kanunla, 1 Ocak 1929’dan itibaren
Türkçe basılacak kitapların, Türk alfabesi ile basılması ve devlet dairelerinin 1 Ocak
1929’dan itibaren yeni harflerle muameleleri gerçekleştirmeleri mecburiyeti
getirilmiştir. Bu kanunla bütün yurtta eğitim ve öğretim seferberliği başlatılmıştır. M.
Kemal bazı yerlerde bizzat dersler ermiş ve halka yeni harfleri öğretmek noktasında
“başöğretmenlik yapmıştır.1 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” açılarak, halkın okuma-
yazma öğrenmesi temin edilmeye çalışılmıştır.
Tarihi zengin olan bir millet, aynı zamanda güçlü bir millettir. Bir milletin güçlü
olması, geçmişe ait manevi mirasına sahip çıkmasıyla mümkündür.Bu nedenle bu tür
zenginliklerin günümüze aktarılabilmesi için tarihe ihtiyaç vardır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bu eksikliği fark eden M. Kemal,”Tarih bir milletin neler
başarmaya muktedir olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur” diyerek, tarihin bir millet
için önemini işaret etmiştir. O, tarihin toplum üzerindeki gücünü gözönünde
bulundurarak, bu alanda ciddi bir çalışmanın yapılmasını ve Türk tarihinin yeniden
yazılmasını istemiştir.Atatürk bu konuda takip edilecek yolu, “Tarih yazmak, yapmak
kadar önemlidir.Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak
bir nitelik alır” diyerek ortaya koymuştur. Ayrıca Atatürk millî bir bakış açısıyla ele
alınmış bir tarih anlayışı kazandırılması görüşündeydi.Atatürk’ün istediği manada millî
tarih çalışmalarının sürdürülmesi ve Türk Milletinin bir millî tarihe sahip olabilmesi için
ortaya koyduğu en önemli görüş ise şüphesiz Türk Tarih Tezi’dir. Bu tez ile Türk tarihinin
sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden ibaret olmadığı vurgulanarak, Türklerin
İslâmiyet öncesinde de geçmişleri bulunduğu ve bunun da araştırılması gereği ortaya
konmuştur.Bütün bu hedefleri gerçekleştirmek gayesiyle 1930’da Türk Ocaklarına bağlı,
Türk Tarihi Tetkik Heyeti adıyla bir encümen kurulmuştur. 1931’de Türk Ocakları’nın
kapanması üzerine, Türk tarihi ile ilgili çalışmalara ara verilmemesi için Türk Tarihi
Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulmuştur.
1932 Türk Tarih Kongresi’nde Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi tartışılmış ve
kabul edilmiştir.1935’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurularak, Türk Tarihinin ilmî
açıdan incelenmesine öncülük edecek bir kurum hizmete girmiştir.
Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtır.Dil ayrıca bir milletin sahip
olduğu tüm maddi ve manevi değerlerin,sonraki nesillere aktarılmasını da sağlar.
Harf inkılâbının olumlu sonuçları görüldükten sonra Atatürk, 1932 yılında “Türk dilinin
kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşmasını isteriz diyerek, dil
konusunda yapılacak çalışmaları haber vermiştir. 1932’de bu gaye ile Türkçe’nin
geliştirilmesini sağlamak üzere faaliyet yapacak Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil
Kurumu) kurulmuştur.Bu kurumun çalışmaları ile konuşma dili ile yazı dili arasındaki fark
ortadan kaldırılmıştır.
Bu alanda yapılan inkılâplar toplum hayatına çeki düzen vermek, Batı standartlarında
bir sosyal hayat oluşturmak ve Batı ile olan ilişkilerde bir karışıklığa meydan vermemek
amacıyla gerçekleştirilmişlerdir.
Türk Milletine her alanda çağın icaplarına göre bir görüntü ve kimlik kazandırmak
düşüncesini taşıyan M. Kemal, kılık-kıyafet konusunda bir inkılâbın gerekliliğine
inanmaktaydı.O, bu maksatla halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını, daha medeni bir
görüntüye bürünmesi gerektiğini yaptığı muhtelif konuşmalarda anlatmıştır.M. Kemal’in
bu konudaki kararlılığının bir sonucu olarak, Bakanlar Kurulu 2 Eylül 1925’te memurların
şapka giymeleri yönünde bir karar almıştır.Ancak meclis bu kararı anayasaya aykırı
bularak kabul etmek istememiştir. Bunun üzerine 25 Kasım 1925 tarihinde T.B.M.M’ de
“Şapka Giyilmesi” hakkında bir kanun kabul edilmiştir. Yine 2 Eylül 1925 günü alınan bir
kararla, din adamı dışındaki kişilerin cübbe ve sarık giymeleri yasaklanmıştır. Daha
sonra 3 Aralık 1934’te din adamlarının, dinî kıyafetlerini (en yüksek din görevlisi hariç)
sadece ibadet yerlerinde giymeleri esası getirilmiştir.
Böylece cumhuriyetin ilk yıllarında kılık-kıyafet alanında gerçekleştirilen bu
inkılâplarla ülkede büyük ölçüde birlik-beraberlik sağlanmış ve halka daha modern bir
görüntü kazandırılmıştır.
c)Soyadı Kanunu
24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir kanunla da, M. Kemal’e T.B.M.M. tarafından
“Atatürk” soyadı verilmiştir.
Yine bu tarihte ağa, hacı , hafız, molla, hoca, efendi, bey, beyefendi, hanım,
hanımefendi, paşa, hazret gibi unvan ve lakapların soyadı olarak alınması
yasaklanmıştır.Soyadı kanununun kabul edilmesi ile toplum hayatında yeni bir düzen ve
disiplin sağlanırken, aile ve fertlerin de tam olarak tanınması mümkün olmuştur.
Başta Atatürk olmak üzere T. C ’nin kurucuları, Türk Milleti’nin kadın-erkek ayrımı
yapılmaksızın çağdaşlaşması görüşündeydiler. Dolayısıyla o tarihe kadar toplum
hayatında aktif olarak yer alamamış olan Türk kadınlarının, bir an önce aktif hale
getirilmeleri ve bunu sağlayacak bir takım kanuni düzenlemelerin yapılması
gerekmekteydi. Türk kadını statüsü gereği erkeklerin gerisinde olduğu halde, Millî
Mücadele sırasında erkeklerin yanında yer almış, Millî Mücadelenin kazanılmasında etkin
rol oynamıştı.Bu nedenle Türk kadınına toplumda hak ettiği yer verilmeliydi.
İnönü 1939’a kadar Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ile çalışmıştır. Dış politika
ilkeleri ve ekonomik politikaları farklı olan bu iki devlet adamı, iki ay kadar devletin
zirvesinde bulunan ilk iki ismi oluşturmuşlardır. Ancak iki ay sonra Celal Bayar
kabinesinde iki önemli değişiklik yapılmış, Dışişleri ve İçişleri Bakanları İnönü’nün
benimsediği isimlerle değiştirilmiştir. Bu değişiklikler İnönü döneminde iç ve dış
politikada Atatürk döneminden farklı bir siyaset izleneceğinin göstergesidir. Bu
dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişme de, 26 Ararlık 1938’deki CHP. Olağanüstü
Kurultayının toplanmasıdır.Bu kurultayda İsmet İnönü “Değişmez Genel Başkan e Millî
Şef” ilan edilmiştir. Böylece İsmet Paşa’nın yaklaşık 12 yıl sürecek olan “Millî Şef ” lik
dönemi başlamıştır. Bu durumdan memnun olmayan Celal Bayar’ın Başbakanlıktan
ayrılmasıyla, 25 Ocak 1939’da Refik Saydam yeni hükümeti kurmuştur.
İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının ilk yılları, II. Dünya savaşı yılları olduğu için, tüm
ekonomik ve siyasî girişimler, bu dönemde Türkiye’yi bu savaşın olumsuz etkilerinden
uzak tutmak adına gerçekleştirilmiştir. Ne zaman biteceği bilinmeyen bu savaş
yüzünden çok sayıda genç askere alınmış, temel ürünlerle ilgili olarak devlet stokları
geniş tutulmuştur. Bunlar iç piyasada büyük bir darlığın yaşanmasına ve fiyatların
olağanüstü artmasına yol açmıştır.Hükümet karaborsacılarla ve stokçularla yoğun bir
biçimde uğraşmışsa da, bu mücadelede toplumun geniş katmanlarını memnun edecek
bir başarı elde edilememiştir. 1942’de Refik Saydam’ın ölümü üzerine Şükrü Saraçoğlu
Başbakan olmuştur. Bu yılların en önemli olayı Varlık Vergisi Kanunu’nun çıkarılmasıdır.
Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği, vergisini ödemeyenlerin bedensel
çalışmaya tâbi tutulduğu bu uygulama, büyük tartışmalara yol açmış ve 1944 yılı
başlarında kaldırılmıştır. Tarım kesimiyle ilgili olarak ise Nisan 1944’de Aşar vergisinin
bir benzeri olan “Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu” çıkarılmıştır.Gerek Varlık vergisi,
gerekse 1946’da kaldırılan Toprak Mahsulleri vergisi halkın İnönü dönemi
hükümetlerinden soğumasından başka önemli bir sonuç doğurmamıştır. Ekonomik
alandaki tüm olumsuzluklara rağmen, bu dönemde Türkiye silah sanayiinde kullanılan
kromu, savaşan ülkelere satarak döviz rezervlerinde olağanüstü bir artış yaşamıştır.
İnönü döneminin iç politikadaki en kayda değer olayı ise, çok partili siyasi hayata
geçiş için atılan adımlardır. 1939 Mayıs’ında toplanan CHP 5. Kurultayı’nda hükümeti
denetlemekle görevli 21 kişilik bir Müstakil Grup kurulmuştur. Ancak hükümeti
denetlemek işlevini üstlenen bu grup,CHP’nin doğrudan denetiminde olduğu için
demokrasi konusunda beklenen faydayı sağlayamamıştır. İnönü döneminde, Atatürk
döneminde siyasetten uzaklaştırılmış olan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay ve
Ali Fuat Cebesoy gibi isimler, yeniden milletvekili yapılarak, bir yumuşama sağlanmıştır.
Fakat demokrasi yolunda asıl ciddî ve kalıcı girişim, 1945’de iç ve dış dinamiklerin
etkisiyle gerçekleşmiştir. Terakkiperver C. Fırkası ve Serbest C. Fırkası denemelerinin
bıraktığı heyecanın halen sürdüğü Türkiye’de, İnönü dönemi hükümetlerini yeniden çok
partili siyasî hayata geçme kararına iten iç dinamiklerin başında, savaş yıllarında
uygulanan ve özellikle kırsal kesimde yaşayanlarla, esnaf-tüccar kesimini memnun
etmeyen ekonomik politikaların bu kesimlerde yarattığı huzursuzluk gelmektedir.Bir
başka iç dinamik ise 1923’den beri iktidarda bulunan CHP’nin ciddi bir yıpranma
sürecine girmesi ve kendini yenileme ihtiyacı duymasıdır.
Türkiye’nin demokrasiye yönelmesinde etkili olan dış dinamiklerin başında ise II.
Dünya Savaşı’nı ABD, İngiltere, Fransa gibi demokrasiyi savunan ülkelerin kazanması
gelmektedir. II. Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte dünyada yeni dengeler oluşmaktadır.
Türkiye’nin bu yeni oluşumun içinde yer alabilmesi ise, Batı’nın her alandaki
standartlarını benimsemesi ile yakından ilgilidir. Ancak Türkiye’nin Batı’ya yönelmesini
hızlandıran asıl önemli gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Stalin yönetimindeki S.
Rusya’nın 1925 yılında Türkiye ile yapılan antlaşmayı uzatmayacağını açıklaması,
bununla yetinmeyerek Kars, Ardahan, Artvin’i isteyen ve boğazların ortaklaşa
savunulmasını öngören bir nota vermesi Türkiye’de tepkiye neden olmuştur.
Bu iç ve dış gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de CHP. Dışında başka siyasî partilerin
de kurulması gerektiği yolunda ilk ciddi açıklama, B. Milletler Örgütü’nün kuruluşu için
San Francisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir. İsmet Paşa da II. Dünya Savaşı’nın
sona ermesiyle ilgili olarak yaptığı konuşmada, “demokrasiye geçileceğini”
açıklamıştır.Bu konudaki bir başka önemli adım da, Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik
Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP Meclis Grubu Başkanlığına erdiği “Dörtlü Takrir”dir.
Bu ılımlı havanın etkisiyle 18 Temmuz 1945’de “Millî Kalkınma Partisi” kurulmuştur. 7
Ocak 1946’da CHP’den ayrılmış olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve
Fuat köprülü’nün önderliğinde “Demokrat Parti”’nin kurulmasıyla artık demokrasiye
geçiş çabaları, geri dönülmez bir seviyeye gelmiştir.
Savaş yıllarında ihmal edilen kırsal kesim insanlarıyla, yine savaştan olumsuz yönde
etkilenen büyük ve küçük sermaye çevreleri için bir umut ışığı olan Demokrat Parti, aynı
zamanda demokrasiye özlem duyanlar için de ideal bir siyasî platform olarak
görülmekteydi. D.P.’nin kurulmasından kısa bir süre sonra 1946 Temmuz’unda ilk tek
dereceli ve çok partili seçimler yapılmıştır. Açık oy-gizli tasnif yöntemiyle yapılan bu
seçimlerde D.P.’nin halktan gördüğü yoğun ilginin henüz sandığa yansımamış olduğu
görülmüş ve CHP 390, DP ise 66 milletvekilliği kazanmıştır.
D.P.’nin iktidar gelmesiyle birlikte 1923’den beri uygulanan denk bütçe ilkesinden
vazgeçilmiş, para ve maliye politikası kökten değiştirilmiştir. Ekonomik canlanmayı
gerçekleştirmeye çalışan yeni hükümet, harcamalarını artırmıştır.D.P.’nin ekonomideki
temel hedefi, ekonomik kurumsallaşmayı gerçekleştirmek ve özel sektörün gelişmesine
öncelik tanımaktır. İlk yıllarda ekonomide büyük bir canlanma yaşanmış, millî gelirde
%15’lik bir artış görülmüştür. Fakat 1954 yılından sonra özellikle dış ticarette denge
bozulmaya başlamış ve hükümet kaçınılmaz olarak dış borçlanmaya yönelmiştir. Bu
borçlanma siyaseti 1958’de devalüasyona, yani Türk parasının değer kaybetmesine yol
açmıştır.
DP-CHP gerginliğinin artması yüzünden seçimler bir yıl önceye alınarak 1957’de
yapılmış DP seçimleri kazanmışsa da,oylarında belirli bir düşüş yaşanmıştır. Bu yeni
dönemde DP, ortaya çıkan ekonomik bunalım karşısında çaresiz kalmış ve IMF ile Dünya
Bankası’nın dayatmalarına direnememiştir.1958’de Irak’ta bir askerî darbe ile ordunun
yönetime el koyması Menderes iktidarını kuşkuya kapılmaya itmiş ve DP potansiyel bir
tehlike olarak gördüğü CHP üzerindeki baskılarını artırmıştır. Bu kuşku 1958’de Vatan
Cephesi’nin DP tarafından kurulmasına yol açmış, siyasal kamplaşma, dolayısıyla
gerginlik iyice büyümüştür.DP iktidarının sonunu hazırlayan gelişme ise 1960’da kurulan
Tahkikat Komisyonu’dur. Başta CHP olmak üzere meclis içi ve dışı tüm muhalefeti her
türlü siyasî faaliyetten uzaklaştırmayı hedefleyen bu komisyon, sorunları çözemediği
gibi, üniversite öğrencilerinin sokağa dökülmesine neden olmuştur. 28 Nisan 1960’da
İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencinin öldüğü ve çok sayıda öğrencinin yaralandığı
olaylar sonunda sıkıyönetim ilân edilmişse de, olaylar Ankara’ya sıçramıştır. 21 Mayıs’ta
Ankara!da Harp Okulu öğrencilerinin yapmış olduğu yürüyüşle verilen mesajın, iktidar
tarafından anlaşılamamasından kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirilen bir
askerî darbe sonucu DP iktidarına son verilmiş, Celal Bayar ve Adnan Menderes
görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır.
İnönü Dönemi Türk-Dış Politikası
Türkiye,İngiltere ve Fransa ile 1939’da Üçlü İttifakı imzaladığı sırada, II. Dünya Savaşı
başlamıştı. Bu arada Almanlara yenilen Polonya, Almanya ile S.Rusya arasında
paylaşılmış, Sovyetler Baltık Devletlerinde üstler edinmişti Türkiye antirevizyonist
devletlere sempatik bakmakla birlikte bu savaşta yer almamak niyetindeydi.Ancak 1940
Mayıs’ında Almanya’nın Fransa’ya saldırması, İtalya’nın da Almanya’nın yanında yer
almasıyla savaş Akdeniz’e de yayılmıştır. Bu durumda İngiltere ve Fransa, Üçlü İttifak
gereği Türkiye’nin de savaşa katılmasını istemişlerdir. Ancak S.Birliği’nden duyduğu
endişe yüzünden Türkiye müttefiklerin bu isteğini yerine getirmemiş, bu arada Fransa
Almanya tarafından saf dışı edilmiş, yalnız kalan İngiltere’de bu istekte fazla ısrarcı
olmamıştır.
Ekim 1940’da İtalya’nın Yunanistan’a saldırması, 1941’den itibaren Almanya’nın
Balkanlara inmesi Türkiye ile birlikte İngiltere ve Sovyetleri de telaşlandırmıştır. Bu
durum Almanya ile Sovyetler arasında gittikçe artan bir nüfuz çatışmasına yol açmış ve
bu gelişme Türk-Sovyet ilişkilerinin düzelmesine neden olmuştur.Bu dönemde İngiltere
tekrar Türkiye’yi savaşa girme konusunda zorlamaya başlamıştır. Ancak Türkiye yeteri
hazırlığı olmadığı gerekçesiyle bu talebi de reddetmiştir.Bu arada Almanya ile
Sovyetlerin arası iyice bozulmuştur.
1940 yılı Aralık ayında Alman Başbakanı Hitler, Sovyet Rusya’ya savaş açmaya
karar vermiştir. Almanya ile ilişkileri bozuldukça Türkiye’ye yaklaşan Sovyetler, bu
gelişme üzerine bir bildiri yayınlayarak,Türkiye ile 1925’de yaptıkları “Saldırmazlık
Antlaşması”nın yürürlükte olduğunu ilân etmişlerdir Böylece Türkiye üzerindeki Sovyet
tehdidi büyük ölçüde kalkmıştır.Buna karşılık Türkiye bu sefer de Alman baskısı ile karşı
karşıya kalmıştır.Almanya’nın, S. Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye büyük ölçüde
rahatlamıştır.Ancak bu sefer de Türkiye, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, İngiltere’nin
boğazlar üzerinde Rusya’ya taviz vermesinden korkmuştur.S.Birliği ile İngiltere’nin
Montrö Sözleşmesine saygılı olduklarını ilân eden ortak notasıyla, bu sıkıntıda
halledilmiştir.
II.Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem ciddi bir yapısal değişime
uğramıştır. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına
yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde etkili olmuştur.Nitekim
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona yön veren
esas unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan
Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.
a-)ABD’nin Türkiye’yi
Desteklemesi
Sonuçta ABD Başkanı Truman, Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonraları “Truman
Doktrini” adını alan mesajını okumuş ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a
askerî yardım yapılması konusunda yetki verilmesini istemiştir.Buna dayanarak
hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe
girmiştir.12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasının
ardından ABD,Türkiye’ye askerî yardım yapmaya başlamıştır.Truman Doktrini,Sovyet
baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük memnuniyet
yaratmıştır.Ancak daha sonraki yıllarda ikili anlaşma ile getirilen sınırlamalar Türkiye
açısından bir takım sıkıntılar doğurmuştur.
Askerî yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4
Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır.Antlaşmadan sonra
Marshall Plânı çerçevesinde 1949-1951 yılları arasında ABD,Türkiye’ye ekonomik
yardım yapmıştır.Türkiye bu yardımlarla birlikte artık batı yanlısı bir politika takip
etmeye başlamıştır.
II.Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın yıkılmış olması, Sovyetlere karşı bir denge unsuru
olan ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi,kuvvetler dengesinin Sovyetler Birliği lehine
bozulmasına yol açmış ve Sovyetler Avrupa’nın en güçlü devleti haline
gelmiştir.Sovyetler, Almanya ve Japonya’nın yenilmesi ile doğusunda ve batısında
meydana gelen boşlukta yayılma politikası uygulamıştır. Sovyetlerin bu yayılmacı
politikasına karşın ABD,Truman Doktrini ve Marshall Plânını uygulamaya başlamış,
bunun üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle
birlikte “Kominform”’u kurmuştur.Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla,
dünya iki bloğa ayrılmıştır.
Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak veya teşkilat mevcut
değildir.Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan
Dunkerk Antlaşması ile atılmıştır.Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırarak, 1948’de
Brüksel Paktını imzalamalarına yol açmıştır.Ancak ABD bu ittifaka dahil olmadığından,
Batı Avrupa ülkelerinin savunma amacıyla oluşturdukları bu pakt, Sovyetlere karşı bir
denge unsuru olmaktan uzak kalmıştır.Bu yüzden de Batı Avrupa ülkeleri ABD’ni ittifaka
dahil edebilmek için faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta ABD.Kongresinde kabul
edilen Vanderberg kararı ile ABD 1823’ten beri uyguladığı Montrö Doktrinini terkederek,
dış politikasında önemli değişiklikler yapmıştır. ABD’nin dış politikasında yaptığı bu
değişikliklerden sonra, Brüksel Paktı sonucunda kurulan Batı Avrupa Birliğine, ABD ve
Kanada da dahil olmuş, böylece 12 ülke arasında kısa adı NATO olan ( North Atlantic
Treaty Organization ) Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur.(4 Nisan 1949)
Türkiye’nin NATO’ya girme fikri,II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Batı Bloku’na
bağlanma çabalarının sonucudur.Aslında savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma
politikasını bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması,özellikle silahlı kuvvetlerin
modernizasyonu için gereken kaynakların Batıdan kolayca sağlanabileceği, bir yandan
da Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin batılı bir
ülke olabilme yolunda yaptığı tercihin doğal bir sonucu olarak görmek
lazımdır.Türkiye’yi Batı’ya yönelten somut sebep ise,Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik bir
tehdit oluşturmaya başlamasıdır.
Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye NATO’ya daha kuruluş aşamasında dahil olmak
girişiminde bulunmuş, ancak sonuç alamamıştır.8 Ağustos 1949’da Türkiye’nin Avrupa
Konseyi üyeliğine alınması,Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda
cesaretlendirmiş ve müracaatlarına haklı bir sebep hazırlamıştır.Ancak Türkiye’nin
NATO’ya girme çabaları özellikle Avrupalı üyelerin itirazlarına yol açmıştır.Avrupalı
ülkelerden farklı düşünen İngiltere ise Türkiye ve Yunanistan’ın, Avrupa Savunma
Cephesi yerine oluşturulacak,Ortadoğu Savunma Planı içerisine alınması gerektiği
düşüncesindedir.
Bu arada 1950 seçimleri ile D.P. iktidara gelmiş,DP yönetimi dış politikada CHP’nin
politikasına yakın bir politika izlerken,ekonomide batıya daha yakın bir ekonomik
politika uygulamaya başlamıştır.Batı ile yakınlaşabilmek için,Türkiye’nin NATO’ya
girmesini zorunlu gören DP yönetimi, bu sırada patlak veren Kore Savaşını fırsat bilerek,
TBMM’nin onayını almadan 4500 kişilik bir Türk birliğini Kore’ye göndermiştir.Kore
Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye
başlamıştır. Çünkü Kore Savaşı II.Dünya Savaşı’ndan sonra artık çıkması beklenmeyen
bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını göstermiş ve NATO ülkelerini özellikle
de ABD yönetimini Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya
yöneltmiştir.Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir
savaşta askerî üstlere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD. Türkiye’nin NATO’ya alınmasını
gerekli görmüştür.Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya alınmasında,Kore’deki askerî
başarısı,uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi,modern olmamasına
rağmen güçlü bir kara ordusuna sahip olması,jeopolitik konumu birinci derecede etkili
olmuştur.
Türkiye NATO’ya girmekle, Sovyet tehdidine karşı Batı savunma sistemi içinde
güvenliğini sağlamış,ABD’nin Türkiye’ye yönelik askerî ve ekonomik yardımlarına
düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır.Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik İttifakını,bir
savunma ittifakı olmaktan öte bir dünya görüşü ve millî bir dış politika unsuru olarak
değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu olarak Türkiye,uluslararası sorunlarda Batı
ülkeleriyle, özellikle de ABD ile ortak hareket etmeye başlamıştır.
II.Dünya Savaşından sonra dünyada meydana gelen önemli gelişmelerden biri de,
kolonizasyon hareketleri sonucunda Asya ve Afrika’da yeni bağımsız devletlerin
kurulmasıdır.Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın kendilerine verdiği imkanlardan
yararlanarak bağımsızlığını kazanmaya çalışan Asya ve Afrika’daki sömürge
durumundaki devletlerin bağımsızlıklarını elde etme çabaları karşısında Türkiye, NATO
antlaşmasına çok önem vermiş ve Birleşmiş Milletlerde bu konuda yapılan oylamalarda
Batılı müttefikleriyle aynı çizgide hareket etmeye özen göstermiştir.Aynı şekilde Türkiye,
yeni bağımsızlığına kavuşan Asya ve Afrikalı devletlerin başlattığı bağlantısızlar veya
üçüncü dünya hareketine de tavır almıştır.
27 Mayıs 1960 hareketinden sonra da, Türk dış politikasında eskiye göre önemli bir
değişiklik yaşanmamıştır.1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde uluslararası sistemde,
üçüncü dünya ülkelerinin ortaya çıkmasıyla, iki kutupluluktan çok merkezli bir sisteme
ve soğuk savaş döneminden,yumuşama dönemine geçiş başlamıştır.Bu uluslararası
konjonktür içinde,Türk dış politikasında Kıbrıs sorunu ön plana çıkmıştır.
KIBRIS SORUNU
1571-1878 yılları arasında Türk yönetiminde kalan Kıbrıs,bu tarihte geçici kaydıyla
İngiltere’ye devredilmiştir.Ancak İngiltere 1914 yılında adayı fiilen ilhak ettiğini
açıklamış,bu fiili durum Lozan Antlaşması ile hukukileşmiştir.1947 Paris Antlaşması ile
İtalya’nın Osmanlı Devleti’nden işgal etmiş olduğu 12 adanın, Yunanistan’a verilmesi,
Yunanistan’ı cesaretlendirmiş,Rum-Yunan ikilisi Kıbrıs’ı da ilhak için faaliyetlerini
artırmıştır.Rum-Yunan ikilisinin adada önce İngiliz yönetimine,daha sonra da Türklere
yönelttikleri terörist eylemlerin Türk basını ve kamuoyu tarafından yakından takip
edilmesine rağmen,Türk hükümeti 1955 yılına kadar Kıbrıs konusu ile ilgilenmemiş,hatta
1 Nisan 1954’de Türk Dışişleri Bakanı verdiği bir demeçte, “İngiltere’ye ait olan Kıbrıs’ın
statüsünde bir değişikliğe razı olmadıklarını,bu sebeple Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye
bir sorununun mevcut olmadığını” açıklamıştır.Ancak bir taraftan Kıbrıs Meselesinin kısa
zamanda Türk kamuoyuna mâlolarak, Türkiye için millî bir dava haline gelmesi, diğer
taraftan Kıbrıs’tan çekilme niyetinde olan İngiltere’nin Yunanistan’ı dengelemek için 29
Ağustos 1955’de Londra Konferansına Türkiye’yi de davet etmesi,Türkiye’yi Kıbrıs
sorununa dahil olmak mecburiyetinde bırakmıştır.Kıbrıs meselesi bu tarihten itibaren
Türk-dış politikasının ana konularından biri haline gelmiştir.Başlangıçta Kıbrıs’ta
statünün devamını isteyen Türkiye,1957 yılından itibaren Kıbrıs’ta taksimi savunmaya
başlamış,ancak 1959 yılında Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına razı
olmuştur.
Türkiye bu olaydan sonra bir taraftan Kıbrıs Türkleri’nin soykırımını önlemek, diğer
taraftan da görüşmeler yoluyla soruna siyasal bir çözüm bulmak arayışını sürdürürken,
1968’den itibaren de Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ile Rum toplumu lideri Makarios
arasında görüşmeler başlamış, ancak herhangi bir sonuç elde edilememiştir.
ATATÜRK İLKELERİ
Türk inkılâbı ve onu biçimlendiren ilkeler bir bütün oluştururlar.Bu bütün içinde
bulunan ilkelerden yepyeni bir düşünce sistemi doğmuştur. Buna Atatürkçü Düşünce
Sistemi denilmektedir.
İşte Atatürk, 19.yy. sonlarında böyle bir dünyaya gözlerini açmıştır. 19.yy. Osmanlı
Devleti için bir reform çağıdır. Ancak bu reformlar istenilen sonucu verememiş, Osmanlı
Devleti gerek ekonomik,gerekse siyasî açıdan iyice güçsüzleşmiş ve milliyetçilik
anlayışının azınlıklar arasında hızla yayılması parçalanmayı hızlandırmıştır.Bu ortamda
aydınlar, batının siyasî modelinin benimsenmesi ile Osmanlı Devleti’nin kurtarılabileceği
düşüncesini ortaya atarak, I.Meşrutiyeti II.Abdülhamit’e kabul ettirmişlerdir.
II.Abdülhamit 1876 tarihli Kanun-î Esasî ile ilk kez yetkisiz de olsa bir parlamentonun
kurulmasına imkan sağlamıştır. Ancak bu anayasada siyasî özgürlüklere yer verilmediği
gibi, padişahın yetkilerine hiç dokunulmamıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bahane
edilerek sona erdirilen I .Meşrutiyetten sonra, Osmanlı Devleti’nde II. Abdülhamit’in 33
yıl süren baskı politikası başlamıştır.
II. Abdülhamit devletin parçalanmasına engel olabilmek için her türlü siyasî tedbire
müracaat etmiş, buna rağmen 1878’de biten savaş sonunda Balkanların büyük bir
bölümü elden çıkmıştır. Osmanlı Devletine Arnavutluk, Makedonya’nın büyük bir bölümü
ile Batı ve Doğu Trakya kalmış; Doğu Anadolu’da Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya
bırakılmıştır. Genç Balkan Devletlerinin gözü Osmanlı Devleti’nin elinde kalan
Makedonya’dadır. Balkanlar’daki ve Doğu Anadolu’daki bu huzursuzluğa, Rusların
kışkırtmaları üzerine harekete geçen Ermenilerin isyanları eklenmiştir.Ayrıca İngilizler
hiçbir sebep göstermeksizin M. Kemal’in doğduğu yıl Mısır’ı işgal etmişlerdir.
1854’den beri alınan ve düzensiz kullanılan dış borçlar ülkeyi perişan etmiş, alacaklı
devletler alacaklarını tahsil edebilmek için Osmanlı maliyesine el koymuşlardır. 1881’de
kurulan Düyûn-u Umumiye teşkilatı alacaklıların haklarını koruyarak, Osmanlı
ekonomisine göz açtırmamıştır.
II. Abdülhamit eğitime çok önem vermiş, ancak bu tutumuyla kendisi ile çelişkiye
düşmüştür.Çünkü bu okullardan yetişen aydınlar dünyayı tanıyacak, siyasal özgürlükleri-
ne kadar önlenirse önlensin-türlü yollarla öğrenecek ve sonunda rejime karşı
çıkacaklardır. Bu Osmanlı Devleti’nde de böyle olmuştur. II. Abdülhamit çok iyi eğitim
alan genç kuşağa 1908’e kadar direnmiş, 1908’de ikinci kez meşrûtiyet yönetimini ilân
etmek zorunda kalmıştır.
İşte Atatürkçü Düşünce Sistemi, Atatürk’ün yaşadığı dönemdeki olayları akıl yoluyla
değerlendirmesi, tarih bilinci ile yorumlaması suretiyle oluşmuştur.
M. Kemal’e göre Devlet ; Belirli bir bölgede yerleşmiş ve kendine özgü bir güce sahip
olan insanların oluşturduğu bir varlıktır. Yine M. Kemal’e göre, bir devletin dayandığı en
önemli unsur “tam bağımsızlık” ve “ milî irade”’dir.
Devlet şekilleri, egemenliğin kullanılış biçimine göre belirlenmiştir. Buna göre Devlet
şekilleri:
a) Monarşi (Hükümdarlık)= Hakimiyetin kral,imparator,hükümdar,prens vb.
isimler alabilen tek bir şahsa ait olduğu devlet şeklidir.Bu yönetimde tek karar mercii
hükümdardır.
b) Meşrutiyet= Bir hükümdarın bir parlamento ile birlikte ülkeyi yönettiği
devlet şeklidir.
c) Oligarşi= Bu sistemde egemenlik birkaç kişinin, birkaç ailenin veya bir sınıf
halkın elindedir. Oligarşinin bir şekli olan Aristokraside, egemenlik asillerin elindedir.
d) Demokrasi= Hakimiyetin halka ait olduğu hükümet şeklidir.Demokrasinin en
gelişmiş şekli Cumhuriyettir.
Atatürk’e göre hükümetin iki hedefi vardır. Birincisi milletin korunması, ikincisi ise
milletin refahının sağlanmasıdır. Bu iki hedefe ulaşmayı başaran hükümetler halkın
gözünde iyi, başaramayanlar ise kötüdür. Yine M. Kemal’e göre hükümetler hedeflerine
ulaşırken gerçekçi olmak ve halka asılsız vaatlerde bulunmamak zorundadırlar.
Başarılı bir yönetim için Atatürk, halka da görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Halk
seçimini ciddi ve bilinçli bir şekilde yapmalı, yönetimin yaptıklarını izlemeli ve
denetlemelidir.
A-Atatürk İlkeleri
1-Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça “Cumhur” kelimesinden gelmiştir. Cumhur;
halk,ahali,büyük kalabalık anlamına gelmektedir. Cumhuriyet kelimesinin Fransızca
karşılığı “La Re’publique” , İngilizce karşılığı ise “The Republic” tir.Aslı Latince olan “Res
Publica” kelimesinden türemiştir. Res Publica;kamuya ait şey, kamu malı anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla Cumhuriyet,gerek Latince, gerekse Arapça kökeninde aynı
kavramı ifade etmektedir.
Cumhuriyet hem bir devlet şekli, hem de bir hükümet şekli olarak kabul
edilmektedir. Devlet şekli olarak cumhuriyet, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil,
toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade etmektedir. Devlet şekillerinin
belirlenmesinde kriter egemenliğin kaynağı olduğuna göre, cumhuriyetin bu anlamda
bir devlet şekli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak cumhuriyeti aynı zamanda bir hükümet
şekli olarak da kabul etmek mümkündür. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı
olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğunu
ifade eder. Aslında devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramları birbiriyle
yakından ilgilidir. Egemenliğin siyasi toplumun tümünde olduğu bir sistemde, devletin
temel organlarının millet iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiidir. Aynı
şekilde,devletin temel organlarının seçimle belirlendiği bir sistem, milli egemenlikten
başka bir ilkeye dayanamaz. Türkiye’de cumhuriyeti ilan eden 29 Ekim 1923 tarihli
“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerinin değiştirilmesine dair kanun” ile
Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir denmek suretiyle,cumhuriyet bir
hükümet şekli olarak vasıflandırılmıştır.1924 tarihli anayasa da ise “Türkiye Devleti Bir
Cumhuriyet”tir denilerek,cumhuriyete daha doğru olarak bir devlet şekli niteliği
verilmiştir.Cumhuriyet daha sonraki anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade
edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük ve tarihi
önem dolayısıyla, bu ilkenin bir anayasa değişikliği ile bile
değiştirilemeyeceği,değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Görüldüğü gibi cumhuriyetçilik ilkesi ,Atatürk’ün devlet anlayışının
temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz milli egemenlik ilkesiyle çok sıkı bir
ilişki içindedir ve onun tabii bir sonucudur.Milli egemenlikle ,cumhuriyet ilkesi arasındaki
bu yakın ilişki göz önüne alındığında, Anadolu’da milli egemenliğe dayanan ve millet
iradesinden kaynaklanan bir rejim kurulduğunda, aslında o, bir cumhuriyet niteliği
taşımaktadır. Dolayısıyla TBMM. Hükümeti, henüz adı konulmamış bir cumhuriyetten
başka bir şey değildir.
Bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara
gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması,o devletin mutlaka milli egemenlik
ilkesine dayanan demokratik bir rejime sahip olduğunu göstermez. kendisini cumhuriyet
olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile, ne demokrasi ile hiç ilgisi
olmayan devletlerin ,tarihte de, bugün de sayısız örnekleri vardır.Oysa Atatürk’ün
Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik
değil,demokratik Cumhuriyetçiliktir.Atatürk’e göre,demokrasi prensibinin en modern ve
mantıklı biçimde uygulanabilmesini sağlayan hükümet şekli,cumhuriyettir.
Cumhuriyet ile Monarşi arasındaki temel farklılıklardan biri de,cumhuriyetin
“vatandaşlık” ,monarşinin ise “uyrukluk(tabiiyet)”kavramlarına
dayanmasıdır.Monarşilerde hükümdar kutsaldır ve kusursuzdur.Cumhuriyette ise bütün
vatandaşlar kanunlar önünde eşittir ve devlet yönetimine eşit olarak katılma hakkına
sahiptir.
Cumhuriyetçilik ,cumhuriyeti devletin siyasi rejimi olarak benimseme ve onu
fazilet rejimi olarak tanımlama ve değerlendirme demektir.En pratik tanımı itibariyle ise
Cumhuriyetçilik, cumhuriyete sahip çıkmak ve onu korumak demektir.
Cumhuriyetçilik, fertlerin değil,milletin bütününün benimsediği bir ilkedir ve Türk
Milletine aittir.Türkiye’de cumhuriyet ırk,dil,din,cinsiyet farkı gözetmeksizin bütün
vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasi rejimin adıdır.Sonuç itibariyle
cumhuriyet,en gelişmiş devlet şekli olarak,Türk inkılâbının sonucudur,başarısıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, anayasalarımızda ifadesini bulduğu şekliyle demokratik,
laik, sosyal bir hukuk devleti olmak gibi değişmez niteliklere sahiptir.
2-Milliyetçilik
Milliyetçilik,Atatürk ilkelerinin ve Türk İnkılâbının temel ilkelerinden biri olduğu
kadar,Türk Milleti’nin kaderini tayin eden bir yüce ülkü ve milleti huzur ve refaha
yönelten güçlü bir bağdır.Milliyetçilik genel olarak herkesin mensup olduğu milleti
sevmesi ve onu yüceltmeye çalışmasıdır.Milliyetçilik,millet gerçeğinden hareket eden bir
fikir akımıdır.
a)Millet ve Milliyetçilik Kavramları
Fransızca “Nation” kelimesinin karşılığı olarak aynı kökten,aynı soydan gelme
anlamında kullanılan millet;her şeyden önce ortak bağları olan insan
topluluğudur.İnsanların tarihin en eski çağlarından beri toplu halde yaşamalarına
rağmen,bu toplulukların millet karakterini alması Yakınçağın ürünüdür.Yani toplumlar
sosyal gelişim basamakları içinde aşiret teşkilatından, milli teşkilatlanma seviyesine
ulaşarak millet haline gelmişlerdir.
Milleti tanımlamak ve onu diğer insan topluluklarından ayırmak için ortaya
atılmış görüşleri iki grupta toplamak mümkündür.Bu görüşlerden ilki Objektif millet
anlayışıdır.Bu görüşe göre millet; aynı ırktan gelen,aynı dili konuşan ve aynı dine
inanan insanların oluşturduğu bir topluluktur.Objektif unsurlar tarihi bakımdan birçok
milletin meydana gelmesinde çok önemli rol oynamışlardır.Fakat millet olgusunu
sadece bu faktörlere indirgemek, her milleti sadece objektif benzerliklerle açıklamak
artık yetersiz kalmaktadır.Bu bakımdan milletin oluşmasında Subjektif veya kültürel
unsurlar ağır basmaktadır.Gerçekten bir milletin oluşabilmesi için onun her şeyden
önce bir his olarak kalplerde yaşaması lazımdır. İşte bu gerçek bir çok düşünürü millet
kriterini subjektif veya manevi unsurlarda aramaya yöneltmiştir.Subjektif millet
anlayışını ilk defa en güçlü şekilde ortaya koyan ünlü Fransız düşünürü Ernest
Renan’dır.Ernest Renan 1882’de milletin, fertleri arasındaki birlikte yaşama
duygusuna,bir ortak kültüre,bir ruh birliğine dayandığını belirtmiştir.Gerçekten millet
olabilmek için en gerekli olan şey,toplumun fertleri arasında sevgi ve saygı hislerini canlı
tutan ,en gerekli anlarda karşılık beklemeksizin dayanışmayı sağlayan duygu
ortaklığının mevcudiyeti olmalıdır.Bu ortak duygu ancak, ortak bir kültür hayatı yaşayan
toplumlarda ortaya çıkabilir. O halde milli kültür, millet olmanın sosyal dokusunu
meydana getirmektedir.Bir toplulukta fertler aynı kültür, aynı terbiye ve aynı duygularla
birleşiyorsa, orada millet gerçeği vardır denilebilir.
Şüphe yok ki,millet bir gönül birliği, bir ruh anlaşması ve bunun hukuki ifadesi
olan birlikte yaşama arzu ve iradesidir.Bu birlik ve anlaşmanın doğması için elverişli bir
zemin lazımdır.Bu zemin yukarıda belirtilen objektif faktörlerdir.Ancak subjektif veya
kültürel faktörler bu zemin üstünde yükselebilir.Demek ki, bir milletin var olabilmesi için
objektif ve subjektif faktörlerin birbirini tamamlaması lazımdır.Ayrıca bir insan grubunun
bir gönül birliği halini alarak bir millet meydana getirmesinde siyasi kuvvet ve teşkilatın
da önemli rolü vardır.
Bütün bu bilgilerin ışığı altında millet;ne yalnız ırk ve yurt birliğinin, ne yalnız dil,
tarih ve ülkü birliğinin, ne de siyasi,hukuki ve iktisadi birliğin ürünü olmayıp,yukarıda
sayılan objektif ve subjektif unsurların bir araya gelmesiyle oluşan tarihi ve sosyal bir
gerçektir.Bizde bu anlamda milleti ilk tarif eden Ziya Gökalp’dir.Gökalp’e göre, milleti
meydana getiren temel faktör ırk,kavim ya da coğrafya değildir.Millet;Dilce, Dince,
Ahlakça ve Güzellik Duygusu bakımından müşterek olan ,yani aynı terbiyeyi almış
fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur.
b)Milliyetçilik
Çağımızda milliyetçilik insanı bir gruba ve bir topluma bağlayan en kuvvetli
bağdır.Her milletin milliyetçilik anlayışı değişik ve farklıdır. Çünkü milliyetçilik
gelişmesini her ülkenin özelliğine ,her milletin kendine has karakterine göre şekillendirir.
Bu sebeple dünyada ne kadar milliyetçilik akımı varsa, o kadar da milliyetçilik anlayışı
vardır.Bu yüzden bütün milliyetçilik akımlarını içine alan açık ve belirli bir tanım yapmak
güçtür. Bununla birlikte milliyetçiliği,kendilerini aynı milletin üyesi sayan kişilerin
duydukları ;bir arada ,aynı sınırlar içinde bağımsız yaşama ve meydana getirdikleri
toplumu yüceltme isteği olarak tanımlayabilmek mümkündür.
c)Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi
Türk Milliyetçiliği;İslâm ümmetçiliğinden çok milletli Osmanlıcılığa, oradan
İslamcılığa ve nihayet Türk milliyetçiliği ve vatanperverliğine dönüşecek şeklinde bir
gelişme göstermiştir. Bu hareket Osmanlı Devleti’nin çeşitli din ve milliyetlerden
meydana gelen kozmopolit yapısı içinde bir tepki ve kendini bulma akımı olarak doğmuş
ve daha ziyade Türkçülük olarak adlandırılmıştır.
Fransız İhtilali ile birlikte modern milliyetçilik anlayışının yayılması, çok milletli
Osmanlı Devletini de etkilemiştir. Milliyetçilik anlayışı Osmanlı Devleti’nde önce gayr-ı
müslimlerde, daha sonra da Türklerin dışındaki müslüman unsurlar arasında yayılmıştır.
Türklerde milliyetçilik, gayr-ı müslümlerin bağımsızlıklarını kazanarak, Osmanlı
Devleti’nden ayrılmalarına karşı bir tepki olarak doğmuştur.Balkan Savaşları
Osmanlıcılık anlayışının dayandığı temelleri yıkmış, Türk milliyetçiliğinin hızla
yükselmesini sağlamıştır.
Türk milliyetçiliğinin uyanışındaki bu gecikmenin milletimize ne kadar pahalıya
mal olduğunu Atatürk şu sözlerle ifade etmektedir:”Biz milliyet fikirlerini uygulamakta
çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz...Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çok
çeşitli toplumlar hep milli inançlara sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini
kurtardılar.Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu
sopa ile içlerinden kovulunca anladık...Anladık ki ,suçumuz kendimizi unutmuş
olduğumuzmuş”.
Milli Mücadele başlarında Türk milliyetçiliğini ve milli egemenlik ilkesini kendisine
rehber edinen Atatürk, tüm insanları milli mücadele hareketi etrafında örgütleyerek,
bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Dolayısıyla bugünkü sınırlarımız içinde
yaşayan milletimiz, bu kaynaşma temeline dayanmaktadır.Böylece milli mücadele
hareketi, toplumumuzun ümmet halinden, millet haline geçişi sürecinde önemli bir rol
oynamıştır.
3-Halkçılık
Halk kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir. Bir milletin belirli çevre içerisinde
yaşayan kısmını, ya da milleti oluşturan çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde
bulunan insanları ifade eder.En geniş anlamı ile kalabalık bir insan topluluğu demektir.
Türk Halkı ise; Türkiye sınırları içinde yaşayan ve ortak özelliklere sahip, ortak menfaat
ve değer sistemleri bulunan insan topluluğu olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü üzere
burada halk kavramından kastedilen anlam aslında Türk Milleti’dir.
Osmanlı Devleti’nde halk; aydınlar, ve diğer yüksek dereceli memur vb. kişiler
dışında kalan insan topluluğu için kullanılmıştır. Ancak ilk defa Ziya Gökalp, halk
kavramının Türk Milletini ifade ettiğini savunmuş ve bu anlam daha sora Atatürk ile milli
şuurumuza yerleşmiştir.Türk halkı, Türk Devleti’nin en önemli unsuru olan beşeri
unsurunu oluşturur. Türk halkı şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı gözetilmeksizin
vatandaşların bütünlüğünü , yani Türk Milletini ifade eder. Zaten millet; halk denilen
insan topluluğunun belirli hedeflere yönelerek, bilinçlenmesi sonucu ortaya çıkmış bir
kavramdır.
Halkçılık ise, halkın, halk tarafından halk için idaresidir. Yani halkın kendi kendisini
demokratik esaslara uygun olarak yönetmesidir. Bu anlamda halkçılık, cumhuriyetçilik
ve milliyetçiliğin doğal bir sonucudur. Halkçılığın üç önemli unsuru vardır. Birincisi halk
yönetimi(siyasi demokrasi) ,ikincisi eşitlik, üçüncüsü ise sınıf mücadelesini kabul
etmemektir.
Bu anlamda halkçılık, bireyler arasında hiçbir fark ve ayrılık gözetmemek, topluluk
içinde ayrıcalık kabul etmemek ve halk adı verilen, tek,eşit bir varlık tanımak görüş ve
tutumudur. Aynı zamanda bu anlayışın ileri ki bir sonucu olarak halkçılık; halk devleti,
halk yönetimi,halkın kendi geleceğine egemen olması,yani siyasi gücü elinde
bulundurması gibi kavramların ortaya çıkmasını sağlayan bir ilkedir.
Atatürk, Milli Mücadele hareketinde gücünü doğrudan halktan almıştır. Bu sebeple
halkçılık; Milli Mücadelenin ilk günlerinden itibaren üzerinde en çok durulan ,en çok
vurgulanan unsurlardan biri olmuştur. Dolayısıyla ,Milli Mücadele döneminin en önemli
anayasal belgelerinde bile yer almıştır. Nitekim 1921 Anayasasına esas olan belge,
daha önce “Halkçılık Programı” adını taşımakta idi.
Atatürk’e göre halkçılık; kuvvetin,kudretin,hakimiyet ve idarenin doğrudan doğruya
halka verilmesi ve yönetimin ,ekonominin,politikanın,devlet ve toplum düzenlemelerinin
halka dönük olmasıdır. O’nun halkçılık anlayışında ;kanunlar önünde mutlak eşitlik söz
konusu olup, hiçbir fert aile ve sınıfa ayrıcalık tanımamak ve Türkiye’de sınıf
mücadelesine yer vermemek, ayrıcalık yapmamak temel prensip olarak yer almıştır..
Halkçılık;hürriyeti ve toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlar.Ancak halkçılık ile
hiçbir zaman sınırsız hürriyet söz konusu edilmemiştir Bu kavram kanunların çizdiği
sınırlar çerçevesinde insanların hürriyetlerini kullanmalarını ve demokrat olmalarını
öngörür. Bu anlamda fertlerin belli bir düzen ve disiplin içinde ve eşit şartlarda
yaşamalarını ifade eder. .
4-Devletçilik
Devletçilik,devlet yetkilerinin artması,genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin
yayılmasıdır.Bu çerçevede devletçilik , bir tür devlet müdahalesi anlamına da
gelmektedir. Ancak en klasik tanımıyla devletçilik; devletin daha önce kendi faaliyet
alanına girmeyen konulara da, kamu menfaati nedeniyle girmesi,katılması ve müdahale
etmesi demektir.
Devletçilik dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılmaktadır. Geniş
anlamda devletçilik; Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın
özelliklerini ortaya koyan bir politik uygulamadır. Dar anlamda devletçilik ise; özel
teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip, iktisadi alandaki uygulamalardır.
Türkiye’de devletçiliğin asıl uygulamaları ekonomik alanda görüldüğünden, devletçilik
ekonomik bir mana ifade etmektedir. Bir ekonomik kalkınma modeli olarak devletçilik,
toplum yararına yaygın hizmetleri öngörür.
1923’ten itibaren Türkiye’de uygulanan liberal ağırlıklı ekonomik politika, bazı olumlu
adımların atılmasına karşın, kalkınmayı yeterince gerçekleştirememiştir. Devlet desteği
ile özel teşebbüsçülüğün yapıldığı bu dönemde, özel teşebbüsün ekonomiyi kalkındırma
yükünü taşıyamadığı görülmüştür. Bu dönemde hükümetin politikası, kendi yatırımlarını
başta demiryolları olmak üzere sosyal sabit sermaye ve nakliyat alanlarıyla sınırlayarak,
özel girişimi canlandırmak olmuştur Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümetin ekonomideki
genel hedefi, Türkiye’de yaşayan insanların ekonomik şartlarını iyileştirmek , ve
iyileştirmelerden toplumun daha geniş bölümlerinin yararlanabilmesini
sağlamaktır.Diğer hedefler ise, sanayileşmeyi hızlandırmak, tarımsal üretimin artmasını
sağlamak, ulaşımı geliştirmek ve bankacılık sistemini modernleştirmektir.
Ancak bütün bu hedefleri gerçekleştirmek 1929 dünya ekonomik krizinin
başlamasıyla imkansız hale gelmiş ve Türk ekonomisi 1929 krizinden fazlasıyla
etkilenmiştir. 1929 krizi Türkiye’nin en önemli ürünlerinden biri olan buğday fiyatlarının
hızla düşmesine neden olmuş, ekono0mik bunalım tarım sektörüne de sıçramıştır.
Ayrıca krizin etkisiyle ticaret dengelerinde bozulma, ithalat hacminde ani daralma ve
bütçe gelirlerinde büyük düşüş yaşanmıştır. 1930’lara gelindiğinde Türkiye’nin
ekonomik politikasını belirleyen iki önemli gelişme ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi
1929 dünya ekonomik krizi, diğeri ise 1929 yılında Lozan’daki sınırlamaların kalkmasıdır.
Bu iki gelişme Türkiye’de devletçilik uygulamasına geçişi hızlandırmıştır.Bu bilgilerin
ışığı altında özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemden, devletçiliğe geçişi gerektiren
tüm etkenleri şu şekilde sıralayabilmek mümkündür:
1-1929 dünya ekonomik krizinin yol açtığı bunalım.
2-1929’da Lozan Barış Antlaşması’nın getirdiği sınırlamaların kalkması.1923-1929
yılları arasında gümrük duvarlarının hala düşük kalması nedeniyle, yerli sanayiinin
korunması mümkün olamamıştı.Gümrük vergilerinin yüksek olmaması, yerli ürünlerin
yabancı mallarla rekabet edememesine neden olmuş ve sanayileşme
gerçekleştirilememiştir. 1929’da bu sınırlamaların kalkmasıyla devlet, yerli sanayiinin
korunması ve geliştirilmesi işini bizzat üstlenmek yolunu seçmiştir.
3-Sermaye birikiminin yetersizliği ve burjuva kesiminin yok denecek kadar zayıf ve
güçsüz olmasının devletin ekonomiye müdahalesini kaçınılmaz kılması.
4-Vasıflı işçi ve teknik eleman yetersizliğinin yanı sıra, müteşebbis tipinin hiç
olmaması da devleti ekonomiye müdahalede bulunmaya iten bir başka etken olmuştur.
5-Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması çok partili siyasal yaşam için bir deneme
olduğu kadar, ekonomik sorunlara ve krizlere karşı da bir arayışın sonucudur. SCF’nın
varlığını sürdürdüğü kısa dönemde halktan yoğun ilgi görmesi,toplumun içinde
bulunduğu zor şartların iktidar tarafından anlaşılmasını sağlamıştır. Bu olaydan sonra
hükümet özel sektöre dayalı ekonomik politikasını yeniden gözden geçirmek ve halkın
refah düzeyini yükseltmek için ekonomiye müdahale etmek kararını almıştır.
Kısacası, iç ve dış ekonomik ve siyasal gelişmelerin etkisi, cumhuriyetin ilk yıllarında
ortaya çıkan hayal kırıklığı,Sovyet deneyinin yarattığı heyecan ve bağımsızlıktan ödün
vermeden kalkınma zorunluluğu Genç Türkiye Cumhuriyetini devletçilik uygulamasına
yöneltmiştir. Mayıs 1931’de toplanan CHP’nin üçüncü büyük kurultayında devletçilik
ilkesi parti programına alınmış ve tek parti döneminin özelliklerinden dolayı bir devlet
politikası haline gelmiştir.
5-Laiklik
Laik kelimesi,Yunanca “Laikos”’dan gelmektedir.Latinceye Laicus, Fransızcaya Laic,
Laique olarak geçmiş,Türkçe’de okunuş tarzına sadık kalınarak Laik şeklinde
kullanılmaktadır. Laik kelime olarak;ruhani olmayan kimse, dini olmayan şey, fikir,
müessese, prensip demektir. Laik olmak ;dünya işlerini, din işlerinden, dini otoriteden
ayrı olarak ele alma anlamına gelmektedir. Laisizm veya laiklik de bu kelime ile ilgili
olarak ortaya çıkmış olan kavramlardır. Bu anlamda laisizm; laik fikir akımlarının
savunmasını üstlenmeyi ifade etmektedir.
Laiklik ise; sosyal hayatta din kurallarına tâbi olmayan hukuk anlayışını ifade eder.
Halbuki gerçek anlamda laiklik; din ile devlet işlerinin ayrılması, ve devletin vicdan
işlerinin gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Başka bir deyişle; devletin Allah ile kul
arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine karışmaması , yani akıl ile imanın yetki
alanlarının ayrılmasıdır.
Laiklik kelimesi Osmanlı Devleti’ne Meşrutiyet yıllarında girmiş ve “Lâ Dînî” veya “Lâ
Ruhbanî” şeklinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde Osmanlı Devleti’nde bugünkü
modern anlamda olmasa da, din ve mezhep hürriyetinin sağlanması açısından laikliğe
doğru bir yöneliş olduğu görülmektedir.
Laiklik; Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan milli egemenlik prensibinin tabii bir
gereği olarak, Yeni Türk Devleti’nin temel ilkelerinden biri olmuştur. Bu dönemde siyasi,
sosyal, hukuki ve ekonomik zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan laiklik,
devlet idaresi ile birlikte, hukuk, eğitim ve dil alanlarını da kapsamıştır.
Laiklik; Batı ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de cumhuriyet ile birlikte pozitif
hukuk alanına girmiştir. Bu olay özellikle devlet idaresini ve toplumsal kurumları , dini
kuralların etkisinden tamamen uzaklaştırmıştır.
Atatürk’e göre din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir. Dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur. Ancak din işiyle,
devlet işini birbirine karıştırmamak lazımdır. Atatürk’ü bu karara yönelten hususların
başında ise; başta II:Meşrutiyet döneminin düşünce yapısı ve Milli Mücadele sırasında
karşılaşılan engellemeler gelmektedir. Özellikle bu dönemde Milli Mücadeleye karşı
gerçekleştirilen isyanlar ve yayınlanan fetvalar, başta Atatürk olmak üzere milli
mücadele liderlerini, Türkiye’yi çağdaş ve modern bir devlet yapmanın gerekliliğine
inandırmıştır. Bu çerçevede, bu dönemde din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak,
dinin devlet üzerinde olabilecek baskısını ortadan kaldırmak ve dinin politikaya
karıştırılmasını önlemek temel hedeflerden biri olarak belirlenmiştir. Bu sebeple, din ve
devlet işlerini birbirinden ayırmak, Yeni Türk Devleti’nin en belirgin özelliklerinden biri
olmuştur.
Laikliğin Unsurları
Laiklik birbirini tamamlayan 5 unsurdan oluşmaktadır.Bunlar:
1-Laikliğin bir unsuru din ve vicdan hürriyetidir.Teokratik bir devlet kurma amacına
yönelmemek şartıyla, anayasada yer aldığı şekliyle “ herkes vicdan, dini inanç ve
kanaat hürriyetine sahiptir”.
2-Laikliğin ikinci unsuru resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır.Laik devlette din bir
vicdan sorunudur. Dolayısıyla devlet, belli bir dinin kurallarını vatandaşlarına
benimsetmek ve uygulatmak için zorlayıcı kurallar koyamaz.
3-Laikliğin üçüncü unsuru, devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun vatandaşlarına
eşit muamele yapmasıdır.
4-Laikliğin dördüncü ve çok önemli unsurlarından biri de, devlet yönetiminin din
kurallarına göre değil,toplumun ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre
yürütülmesidir.Yani din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.Buna rağmen,
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ,devlet teşkilatı bünyesinde yer almaktadır.Bu
durum laikliğin batı ülkelerindeki klasik anlaşılış şekline uymamakla birlikte,Türkiye’nin
özellikleri sebebiyle ortaya çıkmış olan,laikliğe aykırı olmayan,tam tersi laikliği koruyucu
nitelik taşıyan bir çözüm şeklidir.
5-Laikliğin beşinci unsuru ise ,eğitimin laik, akılcı ve çağdaş esaslara göre
düzenlenmesidir.
Türkiye’de din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak amacıyla bazı çalışmalar
gerçekleştirilmiştir.Bu amaçla 3 Mart 1924’de Halifelik ve Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti
kaldırılmış ve aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır.10 Nisan 1928’de
anayasada yer alan “Devletin Dini İslâm”dır, ibaresi anayasadan çıkartılmış, 5 Şubat
1937’de de laiklik diğer Atatürk ilkeleriyle birlikte anayasaya girmiştir.Böylece ,
Türkiye’de laikliğin önünde yer alan engeller ortadan kaldırılmış,Türkiye Cumhuriyeti
resmen laik yapıda bir devlet haline getirilmiştir.
6-İnkılâpçılık
İnkılâp, Arapça Kalp kelimesinden gelmekte olup, bir milletin sahip olduğu siyasi,
sosyal ve askeri alanlardaki kurumların ,devlet eliyle makul ve ölçülü metotlar
çerçevesinde köklü bir biçimde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılâp çoğu
zaman ihtilal kelimesi ile karıştırılmaktadır. Oysa ihtilal, inkılabın başlangıç evresini,
mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngören kısmını ifade etmektedir. Bir
inkılâp hareketi genel olarak üç aşamada gerçekleşmektedir.Bu aşamalar:
1-Fikir safhası(Aydınların, düşünürlerin, filozofların fikirlerinin toplum bilincinde
kavranması aşamasıdır)
2-Aksiyon veya Eylem safhası (Mevcut sistemin geniş bir halk hareketi ile yıkılması
işinin gerçekleştirildiği safhadır.Başka bir ifade ile ihtilal safhasıdır)
3-Yeni bir düzen kurulması safhası(Yıkılan ve bozulan düzenin yerine halkın
beklentilerine cevap verebilecek yeni bir sistemin kurulması işinin gerçekleştirildiği
safhadır.)
İnkılâpçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünce ile modern toplum hayatında yeni
ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlamaya yönelik bir düşünceyi
benimsemektir.İnkılâpçılık, Atatürk’ün diğer ilkelerini de içine alan bir genel ve ana
ilkedir.Bu anlamda yapılan bütün inkılâplara sahip çıkmayı ifade eder.
Atatürk’ün Inkılâpçılık Anlayışı
Atatürk’e göre Türk inkılâbı, Türk Milletini son asırlarca geri bırakmış olan
müesseseleri yıkarak, yerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini
sağlayacak yeni müesseseleri koymak demektir.Atatürk’ün inkılâpçılık anlayışının
temelinde Türk Milletini dünya kültür ve medeniyetinden yararlandırma düşüncesi
vardır.Atatürk, Türk Milleti’nin ilerlemesinin devam etmesi ve bunu sağlayan ilke ve
inkılâpların güvence altına alınması amacıyla İnkılâpçılık ilkesini, Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel prensiplerinden birisi olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi de
anayasaya koydurmuştur.
Türk inkılâbı aynı anda hem siyasi toplumun temelini ümmet esasından millet esasına
çevirmiş, hem meşru siyasi iktidarın temeli olarak kişisel egemenliğe son vererek, millet
egemenliğini ilan etmiş, hem dine bağlı (teokratik) devlet yapısının yerine laik devlet
yapısını geçirmiş, hem modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalamakta olan bir
toplumu bu ikilemden kurtararak Türkiye’nin yüzünü geri dönülmez şekilde çağdaş batı
medeniyetine döndürmüştür. Bütün bunlar yirmi yıldan kısa bir süre içinde olmuştur.
İnkılâpçılık, inkılâbın temel ilkelerinden taviz vermemeyi gerektirir.Çünkü her köklü
değişim,toplumun bir kısmını memnun ederken, elbette ki başka bir kesiminin yerleşik
menfaatlerine veya inançlarına zarar verecektir.Hele Türk inkılâbı gibi, yüzyıllardır
süregelmiş ve modern devlet hayatıyla bağdaşması mümkün olmayan bazı değer, inanç
ve geleneklerin tasfiyesine yönelmiş bir kültür inkılâbında ,bazılarının getirilen yenilikleri
hiç değilse başlangıçta benimsememeleri, hatta ona karşı aktif direnişe geçmeleri
mümkündür. Bu tabii tepkilere karşı inkılâbı kararlılıkla korumak,inkılâpçının
görevidir.
B-Bütünleyici İlkeler
Bütünleyici ilkeler olarak benimsenen ilkeler, Atatürk İlkelerini çeşitli yönleriyle
destekleyen ve tamamlayan ilkelerdir. Bunlar aynı zamanda TC.Devleti ve Türk
Milleti’nin dikkat etmesi gereken bazı prensipleri de ortaya koymaktadır.Bu ilkeler:
1)-Milli Egemenlik
a)Milli Egemenlik Nedir?
Egemenlik (Hakimiyet);egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik manalarına
gelmekte ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için
kullanılmaktadır. Egemenlik ,devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti,
milletlerarası hukukta da bağımsız bir gücü anlatmaktadır.
Milli egemenlik ise;bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin
etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendi kendini idare etmesi,
kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelmektedir.İç görünüşü itibariyle
demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya
koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı
millet birliğini ve bütünlüğünü ifade etmektedir.
Milli egemenlik düşüncesi ilk defa 18. yüzyılda Fransız düşünürü Jean Jaques
Rousseau tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin
hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile
başlamıştır.Ancak bu fikrin ortaya çıkması, yani halkın da yönetime katılarak,
hükümdarın gücünün sınırlandırılması işi 1215 tarihli Magna Charta’ya dayanmaktadır.
Milli egemenlik bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi
yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya
konmasını sağlar ve iktidarın kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder.Bu nedenle
demokrasinin temel şartıdır.
2-Milli Bağımsızlık
Bağımsızlık; bir devletin bir başka devlete veya uluslar arası bir kuruluşa tâbi
olmaması,ya da bağlı olmaması demektir.
Milli bağımsızlık ise; bağımsızlığın milletçe benimsenmesi ve amaç edinilmesidir
Türk Milleti karakteri itibariyle , tarihinin her devresinde tam bağımsız yaşamaya
özen göstermiş ve bu uğurda canını feda etmekten kaçınmamıştır. Bu çerçevede Milli
Mücadele döneminde de bütün zorlukları göğüsleyerek, büyük bir milli mücadeleye
girişmiş, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmayı başarmıştır.Milli Mücadele “Ya
bağımsızlık, ya ölüm” parolasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı , kayıtsız,şartsız tam bağımsızlık fikrine
dayanmaktadır. Milli Mücadele döneminde “ ya bağımsızlık, ya ölüm” düşüncesiyle
hareket eden Atatürk, uyguladığı dış politikanın esasını da yine tam bağımsızlık
anlayışına dayandırmıştır. Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasi, ekonomik, askeri,
kültürel ve akla gelebilecek her alanda tam bağımsız olma anlayışına
dayanmaktadır.Bunlardan birinin eksikliği halinde Atatürk’e göre millet ,tam
bağımsızlıktan uzaklaşmış olacaktır.
3-Milli Birlik ve Beraberlik
Milli birlik ve beraberlik; milletçe birliği, beraberliği ve bir arada yaşamayı ve
bütünlüğü ifade etmektedir. Bu ilke aynı zamanda Türk Milletini oluşturan insanların,
karşılıklı sevgi ve saygı duygusuyla birbirine bağlanmasını ve ortak amaçlara yönelmiş
olarak varlığını devam ettirmesini amaçlamaktadır.
Milli birlik ve beraberlik, her şeyden önce milli devletin gerçekleşme vasıtasıdır.
Bunun bilincinde olan Atatürk, yeni Türk Devleti’nin milli bir devlet olmasını sağlamaya
çalışırken, bu ilkenin yurttaşlar arasındaki bütünleştirici ve kaynaştırıcı özelliğinden
yararlanmıştır. Atatürk’e göre, milli mevcudiyetin temeli,milli şuurda ve milli birlikte
bulunmaktadır.
TC’nin kuruluşundan itibaren Atatürk’ün çok önem verdiği milli birlik ve beraberlik
ilkesinin temelini, bütün vatandaşların, hangi din, mezhep ve ırktan gelirlerse gelsinler,
hepsinin Türk olduğu düşüncesi oluşturmaktadır.
İlk defa Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Misak-ı Milli kararlarında dile getirilmiş olan
milli birlik ve beraberlik ilkesi, gerek Milli Mücadele yıllarında, gerekse cumhuriyet
devrinde vazgeçilmez önemli ilkelerden birisi olarak kabul edilmiştir. TC. Devleti’nin
ülkesi ve milletiyle bölünmez olduğu düşüncesinden hareket eden bu ilke, milliyetçilik
ilkesini bütünlemektedir.
Atatürk ilkelerini bütünleyen bu üç ilkenin yanı sıra,”Yurtta Sulh, Cihanda
Sulh”,devlet ve toplum hayatında akıla ve bilime yer vermeyi öngören “Bilimsellik ve
Akılcılığı”, çağdaşlaşmayı hedefleyen “Çağdaşlaşma ve Batılılaşmayı”, “İnsan ve İnsanlık
Sevgisini”de bütünleyici ilkeler arasında sayabilmemiz mümkündür.