You are on page 1of 11

CAHİT KAVCAR

BİR HÜMANİSTİN BİLİM ADAMI OLARAK PORTRESİ

Nurettin ÖZTÜRK
Çağdaş bir değerin tarihçesi:
Hümanizmin kökleri antik döneme değin gider. Humanitas kavramını felsefi terim
olarak ilk kullanan Cicero’dur. İ.Ö 80 yılında Cicero humanitas sözcüğüne felsefi bir insan
ülküsü anlamı yükler. Ona göre insanın nasıl olması gerektiğini belirten humanitas kavramı,
insanın kendini nasıl gerçekleştireceğine yönelik dinamik bir anlam yükü taşır. Cicero için bu
ülkü şu ögeleri içerir: bilgi, kültür, ahlak ve ruh eğitimi, terbiye ve nezaket, ruh asaleti ve
yüceliği, haysiyet, iyilik, iyi niyetlilik, özveri, adalet, eliaçıklık, kadirbilirlik, arkadaş ruhlu
olmak, şen ve neşeli olmak, şakacı ve nükteli olmak, ölçülü olmak, zevk sahibi olmak.
(Zekiyan 1982, 17)
Humanitas doğal olarak bu ülküye yönelen, akla hitap eden, bilgi ve bilimle ilgili bir
eğitim yöntemi demektir. Cicero, çocuğu yetiştirip insanlığa eriştiren yöntemler anlamında
studia humanitatis (insanlık öğrenimi) veya studia humanitatis et litterarum (insanlık ve
edebiyat öğrenimi) deyimlerini de kullanır. Bu açıdan humanitas Grekçenin paideia
kavramına yakındır. Ancak insanla olan doğrudan ilgisi dolayısıyla ondan daha geniş ve derin
bir eğitimsel terimdir. Latin yazınında humanitas terimi oldukça sık geçer.
Orta Çağ’da humanitas, günahkar, zayıf ve ölümlü insan yapısını dile getirmek için,
tanrısallığı belirten divinitasın karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu çağda da insanın aşılması
gereken dünyasal ve doğal yapısı anlamında humanitas terimine rastlanır. Saint Augustinus’a
göre insan Tanrı’da, Tanrı da insandadır: Hominem in Deo, Deos in hominem. İnsan kendini
aşmadıkça içindeki Tanrı’ya eremez. Böylece Orta Çağ’da insan doğasını olumsuzlayan
aşkıncı bir yaklaşım egemen olmuştur. Dolayısıyla ahlak ve eğitimin ana ereği bu çağda
humanitas değil, divinitas olarak belirlenmiştir.
Humanitas teriminin geçmişinin böyle eski olmasına karşın hümanizm sözcüğü ilk kez
1808 yılında Almancada kullanılmıştır. Bununla birlikte hümanist sözcüğüne on beşinci
yüzyıldan başlayarak İtalyancada rastlanmaktadır. İlk kullanıldığı 1490 yılında bu terim antik
yazın ve retorik öğretmeni anlamını taşır. Kısa süre içinde hümanist anlam genişlemesine
uğrar ve ikinci aşamada Greko-Latin yapıtlarını derleyen, inceleyen ve yayımlayan kişiye
verilen bir ad olur. Üçüncü aşamada hümanist bilgili, kültürlü, aydın insanı deyimler. Bu son
anlam klasik Latince metinlerde de sıkça görülmüştür. On beşinci yüzyıl hümanizmi öncelikle
antik metinleri konu alan bir filolojik araştırma hareketiydi. Çünkü Rönesans antik insan
idealinin canlanmasını amaçlamaktaydı. Dolayısıyla Rönesans’tan sonraki hümanizmin
filolojik dönemini bütün çabaların ve evrenin merkezine insanı yerleştiren felsefi hümanizm
dönemi izlemiştir. Böylece hümanizm insan doğasına bakışta onu aşmayı değil onu kısıtsız,
koşulsuz, katıksız, özgürce ortaya çıkarmaya çalışan individüalizmin de temeli olmuştur.
Cicero’nun Grekçe bölünmez anlamına gelen a-tomos sözcüğüne karşılık olarak türettiği
Latince individue terimi birey anlamına gelir (Yonarsoy, 1982, 103-105). Böylece
bölünmezlik doğal alandan insani alana aktarılmıştır. Liberalizmin bileşenlerinden biri olan
individüalizm hümanizm akımının bir ürünü olduğu gibi pozitivist insanlık dini, Marksist
insanlık anlayışı ve antropoloji başta olmak üzere toplum, tin veya insan bilimleri de denilen
beşeri/sosyal bilimlerin kuramsal ve etik kaynağı da hümanizmdir.
Rönesans ile yenilenen insan görüşü, insanlık ülküsünü mesaisinin güç kaynağı olarak
kabul eden ustalara saygı ve onların erdemlerini yeni kuşaklara aktarma konusunda portre
yazımını da tahrik etmiştir. Theophrastos’un Karakterler’inin La Bruyere’in kaleminde
yeniden canlanması bunun en açık göstergesidir. Gerçekte Erasmus, Montaigne ve
Rabelais’nin hümanist tutumları da iyi bir insanın nasıl olması gerektiğine ilişkin önemli
atılımlardır.
Öyleyse, şu yargının belirtilmesi herhalde bir gerçeğin de dile getirilmesidir: İnsana
ilişkin her şeyi öğrenme, bilme merakı ve bu insani bilgi aracılığıyla insan merkezli, insan
için, insana göre ve insan tarafından bir dünya kurulması çabası olarak Hümanizm, çağdaş
düşüncenin kaynaklarından ve başat değerlerinden biridir.

Türk hümanizmi üzerine:


Halkın içinde, halkın sorunları ile iç içe olan mesleklerde Rönesans’tan bu yana insani
ve mesleki formasyonun ayrılmaz bir parçası haline gelen hümanizm, çağdaşlaşma dönemi
Türk öğretmen ve bilim adamlarının da vazgeçilmez kişilik özelliklerinden biri olmuştur.
Türkiye’de bilim geleneği Tanzimat dönemindeki Encümen-i Daniş ve Darülfünun
girişimleri bir yana bırakılacak olursa; II. Meşrutiyet’ten sonra oluşmaya başlamıştır. İnsan
bilimleri alanında Ziya Gökalp’ın kurduğu bölümler, yetiştirdiği öğrenciler, etkilediği
düşünürler ve 1915-1918 arası Darülfünun’a getirilen Alman akademisyenler1in etkisiyle
Türkiye’de bilim geleneği yerleşmeye başlamıştır.
Geçmişi Helenistik okullara değin götürülebilecek olan, ancak genellikle Fatih’in
kurduğu medrese ile temellendirilen İstanbul Üniversitesi kadroları, Cumhuriyet’i kuran öncü

1
Horst Widman, Atatürk ve Üniversite Reformu, çev. Aykut Kazancıgil-Serpil Bozkurt, İst. Kabalcı yayınevi,
2000, s.60 vd.
kadro tarafından yeterince ulusal bağımsızlıkçı ve Cumhuriyetçi tutum takınmamakla
suçlanmıştır.2 Bunda birkaç ayrıksı örnek dışında3 Rıza Tevfik’in Sevr’i imzaladığı kalem
olayı ile genelde hocaların Kurtuluş Savaşı’na ilgisiz hatta olumsuz yaklaşımlarının payı
büyüktür. Ancak bunun yanında Ankara’nın beklediği ölçü ve oranda destek gelmemesinin
yani beklenti düzeyinin karşılanamamasının da etkisi hesaba katılmalıdır. Böylece
Cumhuriyet kurulduğunda saltanatın başkenti İstanbul bilim tekelini elinde tutarken siyasi
yetkiyi kullanan Ankara akademi desteğinden yeterince yararlanamamıştır.
İki başkent ve iki üniversitenin bilim anlayışı karşılaştırıldığında yeni yönetime ve
düzene mesafeli duran İstanbul Üniversitesinin daha özerk davrandığı, Ankara’nın ise bağımlı
değişken olmayı baştan benimsediği gözlemlenebilir. Ne var ki Hegel ile Prusya Devleti,
Nazizm-Üniversite ilişkisi ve Stalin-bilim ilişkisi dikkate alındığında Atatürk döneminin
devleti kutsayan resmi devlet filozofu yetiştirmeye kalkmadığını; Yahya Kemal, Hüseyin
Cahit ve Fuat Köprülü gibi resmi tezlere karşı çıkanların susturulmayıp dinlendiğini, karşıtını
imha siyasetinin Cumhuriyet’in ırasında bulunmadığını belirtmek gerekir.
Atatürk’ün başöğretmen ve onursal tarih profesörü4 olarak eğitim-öğretime ve bilimsel
süreçlere yaklaşımı; arayış dönemlerinin romantik ama mutlaka iyi niyetli girişimleri bir yana
bırakılırsa; her zaman demokratik nitelikte olmuştur. Ne var ki zorluklar içinde güçle, yürekle
başarılan bir Bağımsızlık Savaşı’nın ve ardından kurulan halkçı yönetimin yerleşip
kurumlaşmasını müdahalesiz kendi kendine gelişecek bir süreçten beklemek ancak safdillik
olurdu. Egemenliği hanedandan alıp halka verdikten, “memalik-i mahruse-i şahane”nin yani
padişahın çiftliğinin tapusunu orada çalışan köylüye, ırgata, Atatürk’ün deyişiyle sahib-i
aslisine devrettikten sonra, bu insanları bilimsel ve kültürel açıdan donatmadan eski düzene
geri dönüş olasılıklarının ortadan kalkması beklenemezdi. Bu büyük tarihsel dönüşümün
içeride ve dışarıda bilimsel çabalarla da anlaşılması ve anlatılması elbette gerekliydi.
Ankara’da üniversite kurmak seçeneği bu zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

2
Maarif Vekili Dr. Reşit Galip şöyle diyordu: “Memlekette siyasi, içtimai büyük inkılaplar oldu. Darülfünun
bunlardan habersiz göründü…”, Öklem, 1973, s.26; Türk Felsefe Kurumu (ed.), Türk Felsefe
Araştırmalarında ve Üniversite Öğretiminde Alman Filozofları, Ank. TFK Yayınları, 1986; Cogito,
Türkiye’nin Yabancıları Özel Sayısı, Yaz 2000, S:23, ss. 119-205; Ernst Hirsch, Hatıralarım-Kayzer Dönemi,
Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi- Zaman Sınırlarını Aşan Bir Hayat Hikayesi, Ank. Sevinç Matb.
1985
3
Türk akademisi savaş altında bile bilimsel yaşamını sürdürme konusunda beceri göstermiştir. Bunun yanında
1912’de başlayan halka açık konferanslar da 1942 yılına dek sürmüştür. Hikmet Özdemir, Anafartalar’dan
Ankara’ya-Ulusal Direnişte Üniversite, İst. Remzi Kitabevi, 2006, s.20; Kazım İsmail Gürkan, Darülfünun
Grevi, Harman Yayınları, 1971; Karma eğitim de Türkiye’de önce Darülfünun’da başlamıştır. İnas Darülfünunu
öğrencisi kızlar erkek sınıflarına gidip oturarak ve aynı sınıfat eğitim görme isteklerinde direnerek akademide
karma eğitimin öncüsü olmuşlardır. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Ank. AÜEBF Yayınları, 1989, s.439
4
19 Eylül 1922 günü, Atatürk’ün “milli istiklalimizi ilim sahasında fakülteniz ikmal edecektir” dediği
Darülfünun, Edebiyat Medresesi, Yahya Kemal’in önerisiyle Atatürk’e onursal tarih profesörü sanını verir.
Metin Özata, Atatürk, Bilim ve Üniversite, Ank, Tübitak Yayınları, 2007, s.65 vd. Özdemir, 2006, s.90 vd.
Cumhuriyet yönetimi Ankara’da üniversite kurma tasarısını gerçekleştirme yolunda ilerlerken
aynı zamanda İstanbul’u da dönüştürmeye girişmiş ve 1933 Üniversite Reformu
gerçekleşmiştir.5
Atatürk döneminde Ankara merkezli olmak üzere, pedagojik ve akademik alanda
yapılanları Türk Hümanizmi6 olarak nitelemek yanlış olmasa gerektir. Türk Hümanizminin
amacı kültürler hümanizmi7nin gerçekleşmesidir.
Cumhuriyet değerleri, öncelikle Ankara Üniversitesi ve özellikle Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi merkezli olarak geliştirilmiştir. DTCF, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nin eşdeğeri olarak kurulmuştur. Bu fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile
İÜEF TDE Bölümünün yapılan tezler açısından karşılaştırılması; yazın, dil, düşün ve bilim
alanlarında İstanbul çığırının estetik ve aristokratik, Ankara çığırının ise pedagojik ve
demokratik tutum takındığını kolayca gösterir. Örneğin Mehmet Kaplan ile Kenan Akyüz’ün
doçentlik tezleri aynı konuyla, Tevfik Fikret ile ilgilidir. Ancak iki tez arasında genetik ve
stilistik yaklaşımla düşünsel ve eğitimsel yaklaşım farkı gibi önemli bir fark vardır.
Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy adlı tez DTCF’.nde yapılırken İstanbul’u ve
Yahya Kemal’i konu alan tezler İstanbul’da yapılmıştır. İki çığır arasında zaten Yahya Kemal
ile Orhan Veli farkı gibi bir fark vardır. Bu fark dilde Yaşayan Türkçe-Öz Türkçe çatışması
biçiminde gözlemlenmiştir. Son yirmi yıl içinde, özellikle Sovyetler Birliğinin dağılmasının
ardından İstanbul çığırında çoğulculaşma ve Anadolu’ya açılım belirtileri gözlemlenirken
Ankara’da da Türk dünyasına yönelik duyarlılığın arttığı görülmektedir. Anılan iki çığır
dışında kalan yerlerin de bu iki odağın etkisinde olduğu söylenebilir.
İki çığır arasındaki bu yüzyıllık rekabetin son zemini eğitim fakültelerinin yeniden
yapılanması olmuştur. 1982 yılında öğretmen yetiştiren yüksek öğretim kurumlarının YÖK’na
bağlanması ile birlikte, hızla açılan yeni fakültelerin bazı bölümlerinde ikizleşme
görülmüştür. Bu ikizleşmeye 1997 yılından itibaren son verilerek fen-edebiyat fakültelerinin
ilgili bölümlerinin daha özerk ve esnek bir yapı içinde kendi kararlarını kendilerinin
almalarına olanak sağlanmasına karşın, eğitim fakülteleri merkezi ve tek tip bir programa
bağlanmıştır. Merkezileşme süreci çağın gidişine uymaz gibi yani anakronik görünmekle
birlikte, ikizleşmenin anılan birimlerde filolojik niteliği mutlaklaştırmasına karşı başka da bir

5
Fritz Neumark, Boğaziçine Sığınanlar,_Türkiye’ye İltica Eden Alman İlim ve Siyaset Adamları 1933-
1953, çev. Şefik Alp Bahadır, İst. İÜİF Maliye Enstitüsü Yayını, 1982; Necdet Öklem, Atatürk Döneminde
Darülfünun Reformu, Bornova, EÜ Rektörlük Yayınları, 1973
6
Suat Sinanoğlu, L'Humanisme Avenir, Universite d'Ankara, Faculte Des Lettres, Institute de Philologie
Classique: 6 (92),1960; Türkçesi: Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, Ank. TTK Yayınları, 1988
7
Hilmi Ziya Ülken, Humanisme Des Cultures (Contribution a La Recherche d'un Humanisme Integral),
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1967
geçici yol bulunamamıştır. Zamanla eğitim fakülteleri elbette özyönetimli birimler durumuna
dönüşecektir. Ancak bu arada pedagojiyi küçümseyen, dışlayan mutlakçı filolojik yaklaşımın
doğal sınırına çekilmesi gerekmektedir. Bu da zamanla olacaktır.

Bir Türkmen kocası Cahit Kavcar ve hümanizmi:


Soyadının da açıkça belirttiği üzere Cahit Kavcar, Anadolu’nun en göçebe Türkmen
topluluklarından birine mensuptur. Aydın Ortaklar İlköğretim Okulu’ndaki ilk etkilerden
sonra, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na seçilen Kavcar’ın düşünsel ve bilimsel
biçimlenişinde en baskın duyarlılık, Ankara çığırının halkçı ve hümanist çizgisi olmuştur.
Kurumsal açıdan öğretmen okulları geleneğince temsil edilen, örnek kişiler
bağlamında da bakanlıkları ile öğretmenliklerini birleştiren Mustafa Necati Bey8, Reşit Galip
Bey9 ve Hasan Ali Yücel10 tarafından temsil edilen bu halkçı ve hümanist duyarlılığı Kavcar
hem bilimsel çalışmalarında, hem öğretmenlik sürecinde ve hem de insani ilişkilerinde her
zaman uygulamış ve sergilemiştir.
Cahit Kavcar, bilimsel yaşamında her zaman hümanist tutumuyla örnek bir insan
olarak tanınmıştır. Hangi konuyu işlerse işlesin; onun araştırmalarında her zaman insan
merkezli bir tutum ve yönelim bulunur.
Cahit Kavcar’ın hümanist bir bilim adamı olarak portresi çizilmeye çalışıldığında şu
yönlerin öne çıktığı görülür:
Öğretmen olarak Cahit Kavcar, öğrencilerinin ve okuyucularının ekin bilincini ve
sanat duyarlılığını yükseltmeye çalışmıştır. Ona göre örgütlü, düzenli, planlı öğretmeler
toplamı olan öğretime ve öğretim sürecini de kapsayan, yaşam boyu süren insancıl
davranışlara dönüşecek öğrenmeler toplamı olan eğitime hizmet, Kavcar’ın deyişiyle “insanı
iyiye, güzele ve doğruya yöneltme yolunda telkinlerde bulunma”, yazar ve şairin özgül
görevidir. Ona göre bir şair ve yazar eğitime iki yoldan hizmet edebilir:
1. Uygulayıcı, yani öğretmen ve eğitim yöneticisi olarak
2. Yazdıkları aracılığıyla.11

8
“Necati sözle değil gerçekten üstün,insansever (philantrop), insancıl (hümanist) bir adamdı.” M. Rauf İnan,
Mustafa Necati, Ank. T. İş Bankası Yayınları, 1980, s.30
9
Bkz. A. Şevket Elman, Dr. Reşit Galip, Ank. 1955; Yener Oruç, Atatürk’ün Fikir Fedaisi Dr. Reşit Galip,
İst. Gürer Yayınları, 2007
10
“Onun kişiliğinin temelinde yatan özelliği ise, hiç kuşkusuz onun insan sevgisidir.” M. Çıkar’dan aktaran
A.M.C. Şengör, Hasan-Ali Yücel ve Türk Aydınlanması,Ank, Tübitak Yayınları, 2003, s.74; Yücel, ideoloji
yaratacak bir düzeyde değeri bulunan kitabının sonunda hümanizmini şöyle belirtir: “Bizim insanımızın ilk
vazifelerinden biri, insanlarımızı tanımak, ölçmek, kadir ve kıymet bilmeyi öğrenmektir.” Hasan-Ali Yücel, İyi
Vatandaş-İyi İnsan, İst. MEB Yayınları, 2004, s.267
11
Kavcar, 1999, s.21
Kavcar, 1908-1923 arasındaki Türk yazını verimlerini eğitim açısından incelediği
doktora tezinde, önce anılan dönemdeki yazıncıların uygulayıcı olarak eğitime hizmetlerini
ele alır. Ardından yazıncıların yapıtları yolu ile bireye ve topluma yönelik iyi insan-iyi yurttaş
olmaları için yaptıkları telkinler üzerinde durur ve onları çözümler. Söz konusu çalışmanın
ana düşüncesi, Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan “toplum için sanat” anlayışına göre
Meşrutiyet dönemi yazın ve eğitiminin hem birbiriyle ilişkili, hem de toplumsal sorumluluk
ve hizmet geliştirme sürecinde düşünce sorunlarıyla içi içe bir anlayışa dayandığı görüşüdür.
Kavcar, Türkçenin iki kanadının yani yazın ve dil ile düşüncenin, bir başka deyişle
filoloji ile felsefenin birbirine en çok uyum sağladığı bir dönemi, Meşrutiyet dönemini
incelemiş ve orada yazarların insanlığa ve toplumlarına karşı yükümlü oldukları
uygarlaştırma görevlerini ne ölçüde yerine getirdiklerine hem tanıklık etmiş, hem de haklarını
teslim etmiştir.
Kavcar’a göre anılan dönem Türk yazınında işlenen başlıca konular şunlardır:
1. Bireylerde gerçekleşmesi istenen davranışlar:
a. Yaşam sevgisi
b. İyi bir insan olmanın şartları
1. Doğruluk ve dürüstlük
2. Çalışkanlık
3. Dayanıklılık (azim, sabır, cesaret)
4. Yardımseverlik (sevgi ve acıma)
5. Fedakarlık
6. Namus ve şeref
7. Aşırı isteklerden uzak durma
8. Aşırı kıskançlıktan kaçınma
2. Sosyal hayatla ilgili telkinler
a. Hürriyet ve adalet sevgisi
b. İnsan sevgisi
c. Aile sevgisi
ç. Bilgisizlikle savaş
d. Saplantı ve boş inançlarla mücadele
e. Yanlış batılılaşma ile savaş
f. Ahlak ve ideal
g. Evlilik hayatı
1. Görücü ile evlenme
2. Evlilikte yaş farkı
3. Birden fazla kadınla evlenme
4. Yabancı kadınla evlenme
h. Kadının medeni hakları
3. Yurt, Millet ve Din Duyguları
Yukarıda sayılan nitelikler aynı zamanda Kavcar’ın çalışmasının planı olduğu ölçüde
kavram dünyasının haritasını da verir.
Cahit Kavcar’ın insan merkezli yeni bir dünya kurma açısından eğitime hizmetlerini
incelediği yazıncılar sırasıyla şunlardır: Ahmet Mithat, Süleyman Nesib, Tevfik Fikret, Halit
Ziya Uşaklıgil, Ali Ekrem Bolayır, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ahmet
Reşit Rey, Cenap Şahabettin, Hüseyin Siret Özsever, Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Ömer
Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Şehabeddin Süleyman,
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ali Canip Yöntem, İbrahim Alaaddin Gövsa, Reşat Nuri
Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Behçet Yazar, Fuat Köprülü, Halit Fahri
Ozansoy, Salih Zeki Aktay, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel.
Kavcar bu yazıncıların her birini ayrı ayrı inceleyerek eğitime hizmetlerini
yaptıklarından ve yazdıklarından hareketle ortaya koymuştur. Kimi yazıncılara ayırdığı
bölümler bağımsız bir kitap oluşturacak oylumdadır. Örneğin Akif ile ilgili bölüm hem
uzunluğu, hem titiz çözümlemeleri, hem insani duyarlılığı, hem de Akif’e karşı saygı ve sevgi
uyandıran yaklaşımıyla örnek bir metindir. Bilindiği gibi Akif ve Fikret yazın çevrelerinde
ideolojik gerekçelerle karşıt olarak gösterilen, onlar üzerinden kavga edilen birer simge
olmuştur. Kavcar hiçbir zaman bu tür tuzaklara, çıkmaz yollara yönelmemiştir. Diline,
yazınına, insanına ve toplumuna sevgiyle bağlı tutumu bu bölümlerde özellikle örnek alınacak
niteliktedir.
Kavcar Fikret’in şair kişiliği yanında Türk eğitim tarihindeki yenilikçi yönünü, Tevfik
Fikret ve Yeni Mektep başlıklı incelemesinde ele almıştır. Kavcar’ın kaleminde Fikret Türk
eğitim tarihinde çocuk eğitimcisi, okul kurucusu ve Dewey’den önce bir “yaparak yaşayarak
öğrenme kuramcısı” olarak öncü yerini alır.
Fikret’in yeni mektep tasarısını da Kavcar şu anlayışla inceler: Kuşkusuz toplumsal ve
ulusal yaşayışa olumlu katkılarda bulunabilecek, yapıcı, yaratıcı ve üretici insanlar, iyi
yurttaşlar yetiştirmek çağdaşlaşma sürecinin temel sorunlarının başında gelir. Çünkü her şeyin
kökeninde insan kaynağı var. Bu kaynağı işleyen ve ona biçim veren süreç eğitim, araç ise
okullardır.
Kavcar, “Bir Hikaye ve Geniş Etkisi” adlı değerlendirmesinde Haldun Taner’in Şeytan
Tüyü öyküsünün Almanları “insancıllığa uyandırması” nı konu alır.
Atatürk’ün dil ve edebiyat konusundaki görüşleri ve çabaları başlıklı incelemesinde
Atatürk devrimlerinin amacını çağdaş olmak biçiminde saptar. Ona göre Atatürkçülüğün
temel ilkesi tam bağımsızlık, genel hedefi ise çağdaş uygarlık düzeyidir.12
Batılılaşma açısından Servet-i Fünun romanını inceldiği doçentlik tezinde Kavcar,
incelediği dönemden itibaren Türk romanlarının iyi ve kötü yönleriyle gerçek insanı
yansıtmaya başladığını söyler.13 Romancılara göre her türlü gelişme ve ilerlemenin ana temeli
özgürlüktür.14 Bu dönem romanlarında Kavcar kadın hakları ve sosyal adalet düşüncesinin de
izini sürer. Ona göre güzel sanatlar, Tanzimat döneminde romanlar kanalıyla ferdi eğitme ve
toplumu düzeltme amacına hizmet etmiştir.
Kavcar üç zihniyet tipi üzerinde durur:
1. İlkel Ortaçağ zihniyeti,
2. skolastik zihniyet ve
3. çağdaş zihniyet.
Çağdaş zihniyet aktif, tahlilci, tenkitçi, objektif, gerçekçi, soğukkanlı, kadın-erkek
eşitliğine inanan ve kadın haklarına saygı duyan, dünyaya sırtını dönmeyen, yurtsever, özgeci,
Türklüğe duyarlı, estetik ve sanat duygusuna sahip, şık ve zarif, zamanın değerini bilen, belli
bir işi ve mesleği olan laik ve akılcı kişi olmayı gerektirir.15
Görüldüğü gibi Kavcar’ın eğitim, yazın ve sanat konularına yaklaşımı her zaman
çağdaş, laik, yurtsever nitelikleri öne çıkaran hümanist değerlere dayalı bir yaklaşım
olmuştur.
Kişilik özellikleri
Dostluk ve vefa örneği olan andaç yazıları, hakkında yazı yazılanı anlatması yanında
anlatanın da kişilik ve niteliklerini dolaylı olarak yansıtan bir metin olarak görülebilir. Prof.
Kavcar’ın iki andaç yazısı, onun hoca ve dostları için duyduklarını yansıttığı ölçüde kendi
kişilik yapısına da ayna tutmaktadır.
Dr. Ferhan Oğuzkan’ı yakın dostu ve meslektaşı Prof. Dr. Cahit Kavcar (2000) şöyle
anlatıyor:

12
Kavcar, 1999, 182
13
Kavcar, 1999, s.13
14
Kavcar, 1999, s. 81
15
Kavcar, 1999
“Hep sakin, ilişkilerde yumuşak, nazik, alçak gönüllü, sözüne bağlı, çalışkan, üretken,
dürüst, gerçek yurtsever, Atatürk devrimlerinden ve ilkelerinden hiç ödün vermeyen bir
kişiydi. Cumhuriyetin ilk kuşağının anıtlarından biri olarak anılacak, sürekli anımsanacaktır.
Çok düzenli, disiplinli, titiz çalışırdı, hiç üşenmezdi. Çok uyumlu yol gösterici kişiliği
ve sıcak davranışları ile bize örnek olurdu. Onun anlayışı, hoş görüşü ve sıcak dostluğu benim
için hep onur kaynağı oldu.
Hocamız, çalışkanlığı, güvenilir kişiliği ve demokratik davranışlarıyla öğrencilerine
arkadaşlarına örnek olmuş, üretken ve verimli bir eğitimcimizdi. Hocanın kişiliğinin temel
özelliklerinden biri, kendinden söz etmeyi, kendini övmeyi hiç bilmeyişi ve sevmeyişi idi.
Öyle ki son yıllarda önem kazanan sözlü tarih yöntemi için bulunması çok zor canlı
tanıklarından biri olduğu halde, konuşmayı, kendinden söz etmeyi sevmezdi.
Türkçesi kadar güzel ve akıcı İngilizcesi olduğu halde onu da hiç gösteriş aracı
yapmamıştır. O, masasına oturup sessiz çeviriler yapmakla yetinmiş, kültür ve eğitim
dünyamıza çeşitli ve değerli eserler kazandırmıştır.
Dr. Oğuzkan’ın temel kişilik özelliklerinden biri de gerek derslerde, gerekse özel
ilişkilerde hiç sesini yükseltmeyişi, bağırıp çağırmaktan kaçınmasıydı. En ciddi ve en sert
tepkilerinde bile sakinliği, yumuşaklığı, efendiliği elden bırakmazdı. Ben onu hep böyle
gördüm, böyle tanıdım. Her türlü taşkınlıktan uzak, akıl ve mantık adamıydı.”
Kavcar’ın kişiliğini yansıtan ikinci yazısı, Türkçe ve edebiyat öğretmeni Zülfikar
Ortaç hakkındadır. Bu saygı sunma ve anma yazısında Kavcar, unutamadığı öğretmenini
temiz, düzenli bakımlı, dil duyarlılığı yüksek, insancıl ve anlayışlı, hoşgörülü bir öğretmen
olarak tanıtır. Onun desteğiyle hazırlayıp sunduğu konuşması ise hem duygulandırıcı, hem de
öğretici özelliğini sonsuza dek koruyacaktır.
Prof. Kavcar’ı yakından tanıyanlar, Oğuzkan ve Ortaç Hoca için söylediklerinin aynı
zamanda ve tam olarak kendisi için de geçerli ve uygun olduğunu bilirler.

Öğrencisinin gözüyle…
Ben ona ilişkin değerlendirmelerimde anılara ve kişisel görüşlerime dayanmadan
nesnel veriler aracılığıyla hocayı belli bir kişilik olarak çizmek istediğim için özellikle bu
yolu, mesafeli anlatım yolunu izliyorum.
Yaklaşık çeyrek yüzyıldır tanıdığım bir insanı, bir hocayı, bir büyüğü, bir bilgeyi,
duygucu bir dil ve biçem ile tanıtmak da olanaklı idi. Sözlü ortamlarda bu tür bir sunum daha
uygun görünüyor. Ama yazılı metinde özel bellek verilerine başvurmak, kamusal belleği daha
da geliştirmiyor. Okuyan orada herhalde yazan ile hakkında yazılan arasındaki duygudaşlığı
değil hakkında yazılandan alınacak dersleri arar.
Prof. Kavcar’ın öğrencilerine sergilediği hümanist tutum, kötümserliği dışlamayı,
her zaman, her yerde ve her durumda iyimser, kararlı, sessiz-direngen, sakin, ağırbaşlı, olgun
ve bilgiseven olmayı içerir. Hiçbir doğal ve doğuştan özellik, onun tutumlarında belirleyici
ve etkileyici olmamıştır. Yalnızca insan olarak sevgi, ilgi, şefkat, esirgeme duygularıyla
yaklaşmıştır. Belki çok erken olgunlaşmış bir çocuktur. Belki nine-dede görgüsü ona anacan-
babacan bir kimlik kazandırmıştır. Engingönüllü, öne çıkmayı bencillik sayan, çevresinin
mutluluğunu kendi mutluluğundan daha çok önemseyen özverili biridir. Sevmiştir. Mesleğini
sevmiştir. Gönüllü gezgin bilim adamı ve öğretmen olmuştur. Öğrencilerini sevmiştir.
Meslektaşlarını sevmiştir. Onlar da onu çok sevmiş ve saymışlardır. Bu doğal bir sonuç
olmuştur. Bilgi ile sevgi onun kişiliğinde sevimli bir bireşime kavuşmuştur. Söyleşileri ders,
dersleri söyleşi biçiminde işlemiştir. Öğretmek yerine sevdirmek, ilgi uyandırmak,
özendirmek, ödüllendirmek, daha iyi ve güzele doğru yönlendirmek, onun kişiliğine sinmiş
sokratik tutumlardır. İç yaşantılarını kendi içinde tutmuş, çevresinin dertleriyle dertlenmiştir.
İnci gibi bir yazı, o yazıyı özenle yazan küçük, titiz, güzel ve bakımlı eller, hafif mükedder ve
müstehzi dudaklar, asır-dide gözlerin çok içeride bir yerlerden bakan ışıklarıyla aydınlık bir
yüz. Dik, onurlu, kendine çağıran bir kafanın üzerine yerleştiği mütehakkim ve kucaklamaya
hazır, güvenle kavuşturulmuş kollar… “Yavrum”, “aferin” sözleriyle süslü kısa, özlü, daha
çok soran ve öğrenmeye çalışan sevecen, ilgili, tane tane konuşan, ölçünlü Türkçeyi bir ibadet
neşesi, vecdi ve saygısıyla dillendiren öksürüksüz, fazlalıksız, bağlama sesine benzeyen bir
ses… Aşırıklara yüz vermeyen, ölçülü, dengeli, kanıtları sorgulayan, yatışmış, dingin bir
irade.
Türkçe öğretimi alanı ile yeni Türk yazını alanı onda mükemmel bir bireşime
kavuşmuştu. Hiç kimsede bu iki alan ondaki gibi hoş durmuyor. Türkolojinin diğer
alanlarından gelenlerin Türkçe öğretimi alanını küçümsemesine, sanki hatır için bu alana
tenezzül etmiş olmalarına inat, O, Türkçe öğretimine sevgiyi, bilinci, duyarlılığı, içtenliği
getirdi. Allameliğe ve İstanbul efendisi özentilerine hiç ilgi duymadı. Anadolu çocuğuna da
bu yakışırdı.
Onu son gördüğüm gece, saat yarımdı. Yoldaydı. Önünden dolmuşlar, otobüsler
geçiyordu. Elinde çantasıyla, dimdik, yalnız, mağrur ve stoik. Sabah aynı duruşa neşe de
katılmıştı. Önce Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne, sonra Anıtkabir’e gittik. Öndeydi ve
derindi. Bir gün önce Türkçe Aksan’sız kalmıştı. Her Doğan elbette ölecekti. Kolunda saati
işliyordu ve yatağı hala sıcaktı… Kavcar hoca Anıtkabir’den sonra, 2009 Temmuz’unda
Ürgüp’teki bilgi şöleninde onur konukluğunu paylaştığı Aksan Hoca’yı son yolculuğuna
uğurladı.
Hep Epiktetos’u anımsatan barışçı, yalnız ve Cumhuriyet hümanizminin somut
örneği Hoca için, şu kadarı söylenebilir dedim içimden:
Hoca hiç eğilmedi…

You might also like