You are on page 1of 30

1

Analitik Düşünce
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Magna Carta1 ile başlayıp, Fransız Devrimi2 ile geliştirilen ve


zamanımızda da yaygınlaştırılan demokrasi, özgürlük ve laiklik
kavramları ile insan soyunun tarihinde, ilk defa bir insanın diğer insan
üzerindeki yasal tahakkümü (baskısı) kaldırılıyor ve bir insanın yasal
haklarının kısıtlanması, bir zümreden ya da kişiden alınarak toplumun
ortak yönetimi olan devletle veriliyordu. İnsan, insan oluyor,
özgürleşiyordu. Hâlbuki Magna Carta ve Fransız Devrimi’nden önce de
insanlık tarihinin en önemli unsuru, yani dinler mevcuttu.

Akşam sabah kalkıp, insan sevgisinin, adalettin, hakkın, hukukun


kaynağı olarak gösterdiğini söylediğimiz dinler ve bu dinlerin Tanrı
tarafından insanlara armağanı olarak sunulduğunu söylediği kutsal
kitaplar ne diyor? Tevrat’a bakıyorsunuz, köleliği neredeyse toplumun bir
değeri olarak gösteriyor; İncil’e bakıyorsunuz kölelik var; Kuran’a
bakıyorsunuz kölelikle ilgili ayetler var. İnsan, Tanrıdan daha insaflı ya da
daha ileri görüşlü mü ki, kutsal kitaplarda değil de insanın kitaplarında ilk
defa özgürlüğü tattık? Ancak, dogmatiklerin her zaman savunacakları bir
ifade şekli vardır. Toplumların ayağına pranga olan tarz da bu ifade
şeklidir. Böyle bir çıkmaz karşısında söze: Amma diye başlarlar. Amma,
sözcüğü, laçkalığın, bilim dışılığın, gerçekleri gizlemenin ve anti analitik
düşüncenin giriş ifadesidir. Arkasından gelen sözcükler zaten olayı ve
düşünceyi sulandırmak için gelen sözlerdir. Çoğunluk, o dönemde
öyleydi, o dönemin koşullarını düşünmek gerekir gibi bir bahane bulunur
ve hiçbir çıkış yolu bulunmadığı zaman da “Takdiri İlahi” sözcükleriyle bu
analitik düşüncenin bitirilmesi için nokta konur. Hiç kimse kalkıp
2

diyemiyor ki, zavallı bir insanın gördüklerini Yüce Tanrı yıllar önce
göremedi mi? Bunca kuluna –hiç suçu yokken- işkence çektirdi.

Özünde bu itikada sıkı sıkıya bağlı olan toplumlar, bilinçaltında hala


biat yerine göre kölelik kültürünü sürdürmektedir. Köleliğin en çok
kutsandığı din Museviliktir ve onun kutsal kitabı Tevrat’tır. Yahudiler,
genetik olarak aynı insan ırklarından gelmezler. Esas Yahudiler Sudan
kökenlidir ve sayıları çok azdır. Dünyadaki diğer Yahudiler farklı
ırklardandır ve büyük bir kısmının da Türk kökenli olma olasılığı vardır.
Her ırktan Musevi olan vardır. Ancak, dikkat edin, dünyada birbirine en
sıkı şekilde (politik ve çıkar açısından) bağlı olan topluluk Musevilerdir.
Şöyle bir yargıya sosyal olaylarla ilgilenen herkesin katılacağı açıktır:
Dünya’da en iyi eğitilmiş cemaat Musevilerdir. Çoğu birkaç dil bilir; birkaç
üniversite bitirir ve çoğu bulunduğu kurumda en yetkili görevi yürütür.
Bugün dünyanın hiçbir milleti Musevi Cemaati kadar iyi eğitilmiş değildir.
Böyle bir topluluğun dünyanın en insancıl, en değerli topluluğu olması
beklenir. Üstelik 2.500 yıllık sürgün ve cefa çekme serüvenleri olan; ilk
olarak İngiltere’den, sonra Fransa’dan ve daha sonra da İspanya’dan
kovulan ve 1940’lı yıllarda da 6 milyon insanını gaz fırınlarında yitiren bir
cemaatin, empati (duygudaşlık)yi ve insan sevgisini en çok geliştirmesi
beklenir. Öyle mi? Bu kadar iyi eğitilmiş ve bu denli cefa çekmiş bir
cemaatin (milletin diyemiyorum; çünkü aynı genetik soydan
gelmemişlerdir; birbirlerine inançları ile bağlanmışlardır) para kazanmak
için her yolu mubah saymasını, geleceğini garantiye almak için çoluk
çocuk demeden herkesi en acımasız silahları kullanarak öldürmesini
neye bağlayacaksınız? Belli ki bir eksiklik ya da yanlış giden bir şey var.
Dogmanızdan arınarak bu eksikliği analiz etmeye var mısınız? Kendinize
güvenemiyorsanız, benim kemikleşmiş bir inancım var, onu yitirmek
istemiyorum derseniz, okumayı burada kesiniz ve “Köle İzora” dizisini
3

izlemeye kaldığınız yerden devam ediniz. İlk olarak çevreyi değil,


kendinizi tanımak için dogmalarınızın üzerindeki yorganı kaldırmaya ne
dersiniz? Belli ki bir şeyler çarpık gidiyor; nedenini öğrenmek istiyor
musunuz? Bunun için günlük yaşamımızdan bir kesit verdikten sonra,
yıllarca süren ve son yılda da en kanlı olaylara tanık olan Filistin
(Hamas)-İsrail çatışmasını dogma penceresinden bakarak analitik bir
incelemeye ne dersiniz? Bakalım! İlk olarak günlük yaşamımızdan bir
kesit.

Benimki ile ötekini birbirine karıştırma

Anadolu insanı bir şeyi çok iyi öğrendi bir şeyi de hiç öğrenemedi.
Kendi tapusundaki ya da elindeki malına sahip çıkmayı, korumayı çok iyi
öğrendi. Ancak dolaylı olarak ortak olduğu malları korumayı hiç
öğrenemedi. Örneğin, evinde halısının üzerine bir çöp bırakıldığında
dünyayı ayağa kaldıranlar, birkaç adım ötede sokakta çekirdeği çıtlayıp
kabuğunu yollara dökmeyi ya da çocuk bezini arabasının camından
asfaltın ortasına fırlatmayı fütursuzca yapabilmektedir.

Ancak temiz ve düzenli bir ortamda temiz ve düzenli adam


yetiştirirsiniz. Bir yere bir duvar örülüyor, aradan 24 saat geçmeden, ya
bir partinin ya da parti başkanının ya o anda yönetimde olan birini ya bir
sevgilinin en çok da bir futbol takımının adının akan boyalarla çirkin bir
şekilde yazıldığını görüyorsunuz. Kamuya açık olup da duvarına
(üniversiteler de dâhil) slogan ya da benzer şeyler yazılmamış bir yer
göremiyorsunuz. Bu, her şeyden önce insana, vatandaşına,
mahallelisine ve hatta kendine saygısızlıktır.

Bu satırların yazarı bile, çocukluğunda, arkadaşları ile telgraf


direklerindeki fincanları kırma ve yeni dikilen trafik işaretlerini tahrip
4

etmek için toplu tahribatlara katılmıştır. Niye? Tapusu benim olmayan


benim olmadığına inandırıldığımız için…

Toplum, kendisinin değil de başkasının tapusunda olan bir malın


üzerinde, dolaylı da olsa 70 milyonda bir hak sahibi olduğunun bilincinde
değil. Ülkemizdeki tüm varlıklar şu ya da bu şekilde yasal olarak
birilerinin üzerinde görülse de, geniş zaman dilimi içerisinde ona bu
ülkenin nüfusu oranında ortak olduğunun bilincinde değildir. Böyle bir
varlığın getirisinden er ya da geç kendisinin de yararlanacağının farkında
değildir. Ancak dinde paylaşılacak bir mal olmadığı zaman insanlar bir
araya geliyor; topyekûn hareket ediyor. Ancak, dini çıkar için kullanma
başlayınca o zaman senin-benim malım (oyum ya da yolunacak kazım
misali) bölünmeler ortaya çıkıyor; mezhepler doğuyor. Ne yazı ki,
geleneğimiz ve öğreti biçimimiz, sadece “benim olanları koruma” bilincini
aşılamıştır. Niye? Çünkü analitik düşünceye geçememiştir de ondan…

Geleceğimizi etkileyecek gelişme: Filistin’deki kavgaya taraf olma

İsrail 2009’un başında Gazze’ye saldırdı ve yakın tarihimizin en


acımasız katliamını yaptı. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden bomba
yağdırdı; bu zavallı insanlara yardım edilmesini büyük ölçüde önledi.
Hiçbir ülkenin parlamentosundan ve Birleşmiş Milletlerin Güvenlik
Konseyinden tek bir kınama bile çıkmadı.

Çoğu Müslüman olan onlarca milyon insan sokaklara döküldü, İsrail


Bayrağını ve Başbakanları Olmert’in fotoğraflarını yaktı; İsrail elçiliklerine
ve konsolosluklarına saldırdılar. Birkaç milyonluk İsrail hiç oralı olmadı,
ne istediyse onu yaptı; 300 milyonluk Arapları ve 1.5 milyar Müslümanı
karşısına alarak, herkesin gözünün içine baka baka katliamını yaptı.
Kendisi için terörist olanları öldürmesini diyelim ki anladı; çoluk çocuk,
5

kadın ve yaşlıların suçları neydi. Her şeye kadir olan yüce ve kutsal bir
varlığın insani bir terimle gözü önünde böyle bir katliamı haklı olarak
lanetledik; ama neden analitik bir yoruma tabii tutmadık.

Yetmedi, İsrail Gazze’ye ambargosunu sürdürdü. Bırakalım


olmazsa da olur niteliğindeki malları, en yaşamsal öneme sahip
malzemelerin girişine bile ambargo uyguladı. Bu ambargoya Arap
dünyasının en güçlü ve saygın ülkesi olan Mısır tüm etkinliğiyle ve
kararlığıyla katıldı (06.06.2010 tarihinde itibaren ne kadar süreceği
bilinmeyen zaman dilimi için kamuoyundan gelen baskı nedeniyle
gevşetmesini bir yana bırakırsak). Gazze’nin nefes alabileceği tek kapıyı
(Refah Kapısını) sonuna kadar kapattı.

Haziran 2010’un ilk haftasında belli ki Türkiye’nin başını çektiği,


ismi cismi çok iyi bilinmeyen (Hamas ile ilişkili olduğu varsayılan dinci bir
örgüt olduğu çoğu çevrelerce bilinen) ve uluslar arası kuruluşlar
tarafından niyetleri ve statüleri onaylanmamış bazı yardım kuruluşlarının
organizasyonu ile bir yardım konvoyu Gazze’ye hareket etti. Gemilerde
önceden kimliği İsrail’e verilmemiş, vize almamış, kim oldukları
bilinmeyen 600 kadar insanın olduğu bildiriliyor. İsrail, bu gemilerin izinsiz
olarak gireme durumunda askeri müdahalede bulunacağını açık açık
deklere ediyor ve sonuçta bir anlamda amiral gemisi kimliği taşıyan ve
son çıkışını Türk limanından yapan (buna rağmen gemideki kişilerin
sayısı ve niteliği uzun zaman karanlıkta kalması yadırganan) Mavi
Marmaris gemisine hücum ederek birkaç on sayıda insanı öldürüyor ve
onun iki katı kadar insanı da yaralıyor. Özünde bu gemi Türk gemisi
(çünkü saldırı olduğunda Türk bayrağı çekilmiş durumda, yani Türk
yasalarının geçerli olduğu bir konumda), son çıkış noktası Türkiye,
içindekilerin çok önemli bir kısmı yabancı ülke uyruğuna geçmiş olsa bile
Türk ve Müslüman kökenli ve en önemlisi açıkça olmasa bile böyle bir
6

hareketin patronu ve destekleyicisi şu andaki Türk Hükümeti. Saldırılan


gemide devletin resmi yayın organı olan TRT’nin çok sayıda elamanının
bulunması bile, bu organizasyonun ardında Türk Devletinin hami olarak
bulunduğunu çağrıştırmaktadır. Yani yapılan saldırı Türk milletine
yapılmış bir saldırı niteliği taşıyor. Ne gariptir ki, ölenler (Müslüman olan
da olmayan da) fetva verme yetkisi olmayan Başbakanımız tarafından
Cihad ve Gaza yapmıştır gerekçeleri ile gazi ve şehit ilan ediliyor. Cihad,
dini yayma için yapılan seferlere verilen ad olduğu için, o zaman bu
yardım konvoyunun amacı yardım olmaktan, bizzat başbakanımız
tarafından çıkarılıp cihad (yani dini savaş) niteliğini büründürülüyor ve
Müslüman olmayan ülkelerden de yardım bekleniyor. Bu oyuna ancak
bizim fanatikler kanar. Müslüman olmayan ülkelerin bu tuzağa düşecek
kadar aptal olduklarını zannetmiyorum.

İsrail’in uyarısına karşın, bunca adamı bir anlamda cepheye sürüp


ölümlerine ve yaralanmalarına neden olan sözüm ona yardım kuruluşları
ilk olarak yargı sandalyelerine oturtulmalı. Güvenlik kuvvetlerinin
haricinde hiç kimse –özellikle oy toplayacağım diye- birilerini cepheye
sürme hakkına sahip değildir. Mülakatlar sırasında İsrail’in kendini mazur
göstermek için kullanabileceği sözler de söyleniyor: Çocuğuyla harekete
katılan bir bayan İsrail askerlerini görünce gaz ve oksijen maskelerimizi
taktık (insan merak ediyor yardım gemisinde gaz maskeleri ne arıyor
diye); hareketin lideri ise İsrailliler gemiye çıkınca onlarla savaştık, 10
İsrail komandosunun silahını alıp, denize attık gibi askeri hareketi
çağrıştıran laflar ediliyor. Herhalde bir telefon görüşmesinden dolayı
önemli yerlerde bulunan insanların peşine düşen Türk Adaleti, bu ölümlü
olaya suskun kalmayacaktır.

Alışılagelen hamasi nutuk ve kabadayı söylemlerinin yanı sıra, yine


alışılagelen, parmak ve el kol işaretli mitingler ve bayrak yakmalarla
7

“güya” bu zorbalık kınanıyor. Tehditlerin bini bir paraya gidiyor. Türkiye


cumhuriyet tarihinin en ağır darbesini yemek zorunda kalıyor. Müslüman
ülkeler önemli hiçbir adım atmıyor; sadece sokakta başıboş gezenlerin
başbakanımıza dizdikleri övgüler ekranlara yansıyor. Türkiye’deki fanatik
dinciler bitti, şimdi Araplara oynamaya çalışılıyor. Irak, Afganistan,
Sudan, Çeçenistan’daki zulmü kınamak yürek ister.

Kanı yerde kalmayacak sözü yalama edildiği için kimse artık bu


söylemleri ciddiye almıyor. Her gün şehit gömen bir ülkenin tehdidini
kimse ciddiye almayacaktır. Bu gidişle, Türkiye içte ve dıştaki ölülerinin
törenlerine bakanlar düzeyinde katılmanın zor olduğunu anlayarak, belki
“Baş Sağlığı Dileme Bakanlığı” diye yeni bir bakanlık kurarak daha etkin
bir yara sarma politikası uygulayabilir.

Analitik düşünce, akılla, beceriyle, binlerce namenin içinde doğruyu


bulabilmenin adıdır. Bir buçuk milyon Müslüman, bilmem ne milletinin
bireyleri, Türk milletinin büyük bir kısmı bağırsa ve telin etse bile, bu
doğruyu buluyorsunuz, doğru yoldasınız anlamına gelmez. Dünyanın
güneşin çevresinde dönüp dönmediğini sorgulayan bir ankette halkın
%99’u dönmüyor derse, bu, doğruyu bulduk anlamına gelmez ve gerçeği
değiştirmez. Nitekim Galileo Galilei de fikrini açıkladığında sadece ona 3
kişi inanmıştı. Devletlerin politikasında alınacak kararlar özellikle
duygusal düşünmeye alıştırılmış halkın bağrışmaları ile olursa, başınız
dertten kurtulmaz.

İyi bir devlet adamı ya da başarılı bir yönetici analitik düşünen


insanları çevresine toplayan, onlardan fikir alan ve bu kadar vaveylanın
içinde doğruyu ayırt ederek ona kulak veren insandır. Bu yazı da bu
amaçla kaleme alınmıştır. Eski berbere tıraş olmak isteyenlere, halk
nerede toplanırsa doğru oradadır, bir ülkenin yönlendirilmesinde adamın
niteliği değil sayısı önemlidir diyenlere söyleyecek bir şey yok…
8

İsterseniz gelin –geleceğinizi ve geçmişinizi de anlayabilmek için-


sizinle analitik bir yorumlamaya girelim:

Bilinen gözlemler:

1. Kutsal kitabımız Kur’an’ın Maide süresinde, “Yahudilerle ve


Hıristiyanlarla dost olmayın” diye çok açık bir ayet vardır. Demek ki Allah,
Müslümanlara daha çok değer veriyor.

2. Allah mazlumun yanındadır, zalimin karşısındadır diye birçok yerde


vurgu vardır.

3. Bir besmele, tekbir, kelime-i şahadet getirme ve dini vecibeleri eksiksiz


yapma Allahın ihsanını ve korumasını sağlar. Bu nedenle 100
milyonlarca Müslüman, Gazze katliamını lanetlemek ve önlemek için,
Allahın vaat ettiği himayeyi sağlamak için, dini duaları en kalpten
seslendirerek sokaklara döküldüler.

4. Hiçbir yerden yardım gelmedi; hatta kendi dindaşlarından bile ve binlerce


insan “Allahım Allahım” yakarışları ile en kötü şekilde fosfor bombaları ile
çocukları kucaklarında öldüler. Mavi Marmaris gemisi delik deşik edildi.
Kana bulandı.

5. Hamas, kurulacak devletin şeriat devleti olacağını deklere etmiş


durumda. Yani, Hamas, Allahın buyurduğu düzende bir devlet kurmak
istiyor. Bu, Kuran’ın uygulanabileceği en önemli girişim olarak
değerlendiriliyor.

6. Hamas, Müslüman dininin en doğru şekli olduğuna inanılan (Türkiye’nin


de büyük bir kısmı bu fikirde) Sünni inanca sahip olduğunu beyan etmiş
durumda.

7. Hamas, Allahın kılıcı olduğunu ve Müslüman (Sünni) inancı dünyaya


egemen kılacağını beyan etmiş durumda.
9

8. Kuran’daki ve dini söylemdeki “Dünyadaki Müslümanlar kardeştir”


ibaresine karşın, Arapların ve Müslümanların en önemli lideri Mısır bile
Gazze’ye aynı katılıkta yıllarca ambargo uyguluyor.

9. Yardım gemileri olarak tanıtılan gemilere yapılan hukuk dışı saldırılar


hiçbir Müslüman ülke tarafından ciddi ve sonuç doğuracak şekilde
kınanmıyor; ya da caydırıcı olabilecek önemlere başvurulmuyor.

10. Yaptığı hukuka aykırı, insanlık dışı olsa bile, İsrail, dediğini yapan bir ülke
olarak hafızalara kazınıyor ve ciddi bir ülke olma kimliğini sürdürüyor.

11. Yaklaşık bir buçuk milyon Müslüman, Türkiye’nin hükümet yetkililerinin


söylemleri ile yapacakları uygulamaların arasındaki ciddiyeti beklemeye
koyuluyor. Her zamanki hayal kırıklığını bir daha yaşamak istemiyorlar.

12. Duygusallıktan uzak, bilimsel verilere göre düşünce beyan eden


dünyanın saygın strateji kurumları, askeri işbirliğine önemli destek
sağladığı söylenen, Türk devletinin istihbaratının bir kısmını sağlayan,
borç batağında kıvranan ekonomisine destek sağlayan uluslar arası
finans çevresindeki 500 önemli kuruluşun 300’nü elinde bulunduran,
Türkiye’nin –yine yönetimimizin hataları nedeniyle- korkulu rüyası haline
dönüştürülen Ermeni sözde soykırımının Amerika meclislerinden
geçmesini, geçerse de önlenmesini sağlayan Yahudi Lobisini ve İsrail’in
koruyucusu Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere başta olmak üzere
önemli batı ülkelerini nasıl karşısına alacağını merak ediyorlar.
Kasımpaşa’da geçerli olan söylemlerin dünya politikasına nasıl
uygulanacağını herkes merakla bekliyor.

Analitik yaklaşımla çıkarılabilecek yorumlar.

1. Tanrı, Kur’andaki amir ayetine rağmen, Müslümanları sevmiyor.

2. Tanrı, Müslümanların yakarışlarına kulaklarını tıkıyor


10

3. Tanrı, bana dua edin, tekbir getirin, kelimei şaadet getirin demesine
karşın, bu sözcükleri duymazlıktan geliyor

4. Tanrı duymuyor

5. Tanrıya yapılan dua ve saygının, dünyadaki durumumuza hiçbir katkısı


olmuyor

6. Tanrı dünya işlerine hiçbir suretle karışmıyor. Onları kendi kaderine terk
etmiş durumda; bu nedenle Tanrıya yakarışın bu dünyadaki işlere hiçbir
yararı olmuyor. Bugüne kadar dua et ki işlerin iyi gide öğretisi tümüyle
yanıltmaya yönelik oluyor

7. Tanrının Müslümanları itibarlı müminler olarak gösteren ayetlerin ve


hadislerin bu durumda geçerliliği olmuyor.

8. Dini kitaplarda yazılı olanların hiç biri Tanrısal bir buyruğu taşımıyor;
çünkü sonucu görülmüyor.

9. Tanrının en muteber müminleri Musevilerdir; en acımasız katliamlarına


bile göz yumuyor.

10. Tanrı diye bir şey olmadığı için, bu yakarışların hiçbir etkisi olmuyor.

11. Din işlerini ön plana alanların ve mucizeye inanların sonu felaketle


sonlanıyor.

12. Tanrı şu dinden bu dinden diye insanları ayırmıyor; bilimi kim yanına
almış ise, Tanrı’da onun yanında yer alıyor. Bakın 6 geminin de telsizleri,
içindekilerin cep telefonları, uydu haberleşmeleri bir iki dakika içinde
denizin ortasında bloke edildi. Koca Türkiye, gemilerine ve bu 600
kişiden hiç birine bağlanamadı.

Eğer analitik bir kafa yapınız varsa, yukarıdaki şıkları bir bir gözden
geçirin, her şıkkın doğru olma olasılığı var; yok diyorsanız –hayal
kurmadan- kendi şıkkınızı ekleyin.
11

Belki merak etmiş olabilirsiniz. Niye bu konuyu dini uygulama ve öğelerle


birleştiriyor diye. Çünkü dogmaya saplanmışlar, eğitimi, statüsü, mevkisi,
ırkı, dini, mezhebi ne olursa olsun analitik düşünemiyor da onun için
(İsrail’in kurtulamamasının nedeni de budur).

Analitik düşüncede söylenenler ve düşünülenler yapılır; hayal ve


duygusallık yoktur

Gazze’deki insanların durumu içler acısıdır. Yapılanların onaylanacak


bir tarafı yoktur. Ancak analitik düşünmeye devam edersek. Şöyle bir
senaryoyu da kurgulamamız gerekebilir. Diyelim ki bizim sürekli
aleyhimizde olan, hatta uluslar arası bir toplantıda cumhurbaşkanımızı
azarlamış bir başbakanı olan bir ülkenin desteğinde, dünya kamuoyunca
çok da itibar görmemiş hatta bazı şaibeli işlere karıştığı söylenen bazı
yardım kuruluşlarının aracılığıyla, içinde insani yardım malzemesi olduğu
söylenen 6 gemi, bizim uyarılarımıza karşın, İzmir ya da İskenderun
limanına yanaşarak bu yardım malzemesini hiçbir denetime sokmadan,
gemilerdeki 600 kadar kişiyle birlikte, uzun yıllardır silahlı mücadele
yapan bir gruba ulaştıracağı söyleniyor. Böyle bir durumda Türkiye nasıl
davranacaktı? Nasıl davranmalıdır? Dinimizde bile kendine yapılmasını
istemediğin şeyi başkasından isteme diye bir meal vardır. Bu nedenle
Amerika Birleşik Devletlerinin, dışişleri bakanımızın bütün çapalarına
karşın, “bu yardım İsrail Devleti aracılığıyla olması ve gereken yollarla
yapılmalıdır; terörle boğuşan bir ülkenin yapacağı başka bir yol yoktur”
şeklindeki açıklaması duygusallıkla gerçekleri birbirinden ayırmanın
yolunu göstermektedir.

Kaldı ki Türkiye bunları en acı şekilde yaşayan bir ülkedir.


Ülkemizdeki hava alanlarından kalkan stratejik ortaklarımıza ait uçaklar,
yardım malzemesi götürüyoruz diyerek dağdaki teröristlere silah attıkları
12

birçok yerde yazıldı, görüntülendi. Siz düştüğünüz bataklığın ve gafletin


farkına varamamış olabilirsiniz; ancak başka bir ülkenin ciddi bir devlet
anlayışı göstererek, geleceği için, olası tehlikeyi önceden gidermesini de
görmemezlikten gelemezsiniz. Kaldı ki, önceden uyarısını yapmış, askeri
müdahale edeceğini beyan etmiş bir devleti suçlamadan önce, hiçbir
önlem almadan –bile bile- vatandaşlarını tehlikeye süren bir hükümetin
önce kendisini yargılaması gerekir. Hayranlık duyduğunuz batı dünyası
hatta dünyadaki ülkelerin hemen tümü devletlerini korumak için her şeyi
yapabilecek düşüncede olduklarını; bunun için insan haklarını bile göz
ardı ettiklerini öğrenmiş olmamız gerekir (batının en saygın ülkelerinin
Irak’taki ve Afganistan’daki yıllar süren mezalimini niye görmemezlikten
geliyorsunuz). Amerika, bırakın yanaşan gemiyi, olabilecek tehlikeyi
10.000 kilometre uzaktan algıladığını söyleyerek halka bomba
yağdırırken, silahlanıyor yalanı ile Irak yöneticilerin darağacına çekerken,
silahlanacak diye İran’a müdahale planlarını açıklarken neredeydiniz?
Analitik düşünce bunu gerektirir. Eğer böyle bir alışkanlık edinmemiş
iseniz, bu gafların biri biter öbürsü başlar… Cezasını da halkınız çeker…

Hamas Örgütü, çok koyu Sünni bir anlayışa sahiptir ve kuracağı


devletin temellerini de Sünni-Şeri kurallara göre kuracağını beyan etmiş
durumdadır. Ancak, Sünni ve şeri yasalarla idare edilen Suudi Arabistan
ve Mısır, bu katliama hiç tepki göstermiyor. Hatta Mısır’da Hamas lehine
gösteri yapanların tutuklanarak cezalandırılacağına ilişkin yasa
çıkarılıyor. Diğer Sünni Arap ülkelerin hiç birinden ses çıkmıyor. Hatta
tam bir İsrail düşmanı olan İran bile tümüyle sessiz kalıyor. Daha da
ötesi, aynı milletten aynı dinden olan, bir devletin iki parçası olan El Fetih
bile İsrail’i bun nedenle kınamıyor. Bütün bu anti laik ülkeler şer-i
kanunları uygulayacağını beyan eden Hamas’ı değil, laik sistemi
getireceğini beyan eden El Fetih Örgütünü destekliyor. Pekâlâ, Hamas’ı
13

destekleyen Allahın kulu bir İslam ülkesi yok mu? Var. İslam dünyasının
tek laik ülkesi olarak bilinen Türkiye. Acaba Müslüman ülkelerin tümünde
insani değerler yitirilmiş de sadece bizde mi kalmış dersiniz? Yoksa
“arkadaşını söyle ben sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünün tam
yeri burası mı? Acaba şu anda Türk yöneticilerinin kafasında bizim
bilmediğimiz özlem duyulan bir devlet yönetimi şekli mi bulunuyor? Bize
batı dünyasında lobileriyle her zaman siyasi olarak destek olduğu, askeri
teknoloji aktardığı söylenen İsrail’i başka hangi nedenle karşımıza
almaya cesaret edebilirdik? Kaldı ki Orta Doğu politikalarının
tezgâhlandığı iğrenç planın eş başkanı bizim başbakanımızmış (bu
arada aklıma gelmişken söyleyeyim Yalova’nın vilayet olması iyi oldu);
katlediliyor teranesi ile konuşmaya girmeye çalışırsanız, gülünç
olursunuz; çünkü Irak’taki milyonlarca insanın katliamına zemin
hazırlayan, destek sağlayan ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Niye
parlamentonuzdan bu güne kadar bir kınama çıkaramadınız diye
sorarlar. Kaldı ki bu katliama ortak olacak sonuçlar doğuracağı bilinen,
Irak’a asker gönderme yasasının meclisten çıkması için çalışan bir
hükümetin sicili de temiz sayılmaz.

Kin ve nefretten kurtularak iyilik yapmaya çalışanlar tarihe geçen iyi


insanlardır. Ama yine de, Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle,
Fransızlarla, İtalyanlarla işbirliği yaparak on binlerce askerimizin çölün
kumlarına gömülmesine neden olan, Beka ve Şeria Vadisi yoluyla geriye
çekilmeye çalışan askerlerimizi satan, onlarca elçimizi öldüren kanlı terör
örgütü ASALA’yı A’dan Z’ye eğiten, 1980 yıllarda Beka ve Şeria
Vadisinde terörist başı Abdullah Öcalan ve arkadaşlarına, sağda ve
soldaki fraksiyonların hepsine Türk Devletine karşı askeri eğitim veren,
koruyan, yıllarca bağrında saklayan; Kıbrıs davasında hiçbir zaman bize
destek vermeyen Filistin Örgütü ve onun öncüleri analitik
14

düşüncesizliklerinin bedelini ödemektedirler. Analitik düşünceye dayalı


olmadan alınan bir kararın acısı, belli ki yıllar geçse de ortaya çıkıyor.
Dilerim ki Türk hükümetleri duygusal söylemlerden kaçınarak ve kararlar
almaktan kaçınarak, bedelini bu millet ödetmek zorunda kalmaz…

Eğitimin ve dinin insanı doğru yola soktuğuna ilişkin uygulamalarla


yıllardır insanlar güdülmüştü. Al sana en eğitilmiş toplum. Al sana en
dindar toplum; öyle ki yaşamlarının her evresinde, her yapılan işte dini
eğilimlerin ve figürlerin eşlik ettiği bir yaşam tarzı. En eğitilmiş birini bile
cumartesi günleri teknik bir cihaza el sürdüremezsiniz. En iyi eğitilmiş biri
bile ağlama duvarının dibinde elinde bir kitapçık saatlerce sallanmaktan
geri kalmaz. En gelişmişi bile en önemli toplantıda başına kep takar
(bizim turban gibi). Hiç taviz vermez. Bu inancın doğru olup olmadığını
bir an bile tartışmaya açmaz; imanı bütündür. İşte bu nedenle empati
(duygudaşlık)yi geliştiremez; insanı sevemez; doğru yolu bulamaz; özgür
düşünemez.

Biz onlara benzemeyiz gibi bir ifadeyle kendimizi kurtarmaya


çalışırsak hata yaparız. Kuran temel dünya görüşü bakımından Tevrat’ın
içeriğine sahiptir. İnsana bakış tarzı aynıdır. Daha sonraki iki dinin de
temelini oluşturur. Tutuculuk ve koyu iman her ikisinde de aynıdır. Taviz
söz konusu değildir. Birisi 2.500 yıldan beri; diğeri 1.400 yıldan beri
tartışmaya açılmamıştır; açılamamıştır; dolayısı ile radikallikten
(köktencilikten) kurtulamamıştır. Ancak Müslümanların eğitimi yok ya da
çok zayıf olduğu için tırnakları yer tutmamaktadır; bu nedenle bugün
mazlum rolünü oynamaktadır. Aynı hamurdan pişen bu topluluklardan
biri olan Müslümanlar da teknik olanaklara kavuşursa ve aynı iman
bütünlüğü ile devam ederlerse; hiç kuşkunuz olmasın bu coğrafya
tarihinde hiç görülmeyecek şekilde kana bulanacaktır. Bu didişme
sadece Museviler ile Müslümanlar arasında olmayacaktır. Bu didişme
15

bizatihi Müslümanların kendi aralarında da –en kanlı şekilde- olacaktır.


Dünyada ikinci bir Musevi devleti olmadığı için Museviler arasında bir
bütünlük görülmektedir. İkinci bir Musevi devlet olsaydı; bu öngörümüz
kanıtlanabilirdi. Dogma –karşıt bir düşman bulamadığı sürece- kendi
içinde didişme demektir. Hıristiyanlık bu bağnazlığı 1.500 yıl yaşamış ve
sununda kısmen de olsa inanç sistemini tartışmaya açmıştır, kısmi olarak
özgürleşmiştir; ancak seçmiş olduğu ekonomik model, yani vahşi
kapitalizm, bu sefer başka bir sömürü düzenini gündeme getirmiştir.

Kitabında kölelik olan cemaatlerin hiç birinden insan sevgisi ve


empati (duygudaşlık) bekleyemezsiniz. Bu nedenle Ortadoğu’nun işi
gelecekte de çok zor görülüyor.

Analitik düşünce eksikliği bize özgü değil! Kan akıtan ve kan


akıtana seyirci kalan herkesin ortak hastalığıdır

İsrail-Batının Çifte Standardı

04.01.2009 tarihinde İsrail, Gazze’ye saldırdı ve birkaç hafta içinde


öldürdüğü insan, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 1000’e, yaraladığı
insan sayısı 3.000’e ulaştı; evlerini yerle bir etti; alt yapılarını tümüyle
tahrip etti; çok sınırlı bir şekilde tıbbi ve insani yardıma izin verdi.

Bu katliamı görenlerin açıklamaları ilginç oldu. Amerika başkanı


Bush, barışın sağlanması için Hamas’a (yani ölenlere) baskı yapılması
için dünya devletlerine çağrıda bulundu. AB dönem başkanı Çek
Cumhuriyeti yetkilisi, İsrail’i meşru müdafaa yaptığı için kınamayacağını
beyan etti.

Türkiye ve İslam Ülkeleri, her gün ölenler için gıyabi cenaze


namazı kıldı, İsrail bayrağı yaktı, tekbir getirdi, kelimei şahadet getirdi.
16

Hükümetimiz ne yaptı. Bu saldırılar başlamadan 3 gün önce İsrail


Başbakanı Olmert Türkiye’ye geldi, başbakanımız Tayip Erdoğan ile 5
saat görüştü; Türkiye’nin öneminden, dostluktan vs bahsederek ayrıldı.
Üç gün sonra Gazze’ye saldırdı ve 1.5 milyon insanı perişan etti. Olmert,
Tel Aviv’de bir basın toplantısında, yapacaklarını daha önce Tayip ve
Mısır’a açıkladığını beyan etti. Böyle bir saldırı ön hazırlık olmadan
yapılamazdı. Tayip Erdoğan Olmert’in açıklamasından önce benim
kesinlikle böyle bir saldırıdan haberim yok diye beyanat verdi. Birinden
biri yalan söylüyor, belli. Diyelim ki gerçekten söylemedi; bu Türkiye için
gerçekten hoş bir durum değil. Çünkü başbakanımla 5 saat görüş, ona
bir şey söyleme, daha sonra da dalga geçer gibi Gazze’ye saldır. Bu
Türkiye’yi hafife alma demektir. Diyelim ki söyledi. O zaman
başbakanımız hemen diplomatik atağa geçerek Gazze halkını kurtarmak
için elinden geleni yapmalıydı.

Ne mi yaptık? Saldırı başladı, yüzlerce insan öldü. Üst düzey


yöneticilerimiz köpürdüler, astılar, kestiler. Hızlarını alamadılar, batı
uşağı olan çoğu Arap komşu ülkelerin yöneticilerini ziyarete gittiler; sanki
saldıranlar onlarmış gibi, Anadolu özdeyişi ile “kendi kendilerine gelin
güveyi oldular”. Bir de başbakanımız bu girişimleri yaparken (sonradan
güvenlik nedeniyle denerek sudan bir mazeret bulundu), birkaç milyon
nüfuslu İsrail, koskoca Türkiye’nin başbakanını galiba gümrük kapısında
hiçbir açıklama yapmadan 40 dakika bekletmiş.

Daha sonra Amerika dışişleri bakanı ya da yetkilisi “İsrail Sorunu ile


ilgili” bölgedeki irili ufaklı ülkelerin hepsini arayarak fikir alış verişinde
bulundu; tek danışmadığı ülke bizim ülkenin yöneticileri olmuş. Bunu da
iki şekilde yorumlamak mümkün: Ya bizi ciddiye almıyorlar ya da bizim
ne diyeceğimizi biliyorlar. Koca “Atatürk” Türkiye’si nelere muhatap
olmaya başladın…
17

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

Sayın Kardeşim

Hem geçmişte yaşadığımız olumsuzlukların hem günümüzde


yaşadığımız olumsuzlukların hem de gelecekte yaşayacağımız
olumsuzlukların kökünde analitik düşünce yoksunluğu bulunmaktadır.
Eğer analitik düşünme yetisini yeterince kazanamamışsanız, doğru ile
yanlışı ayırma güçlüğü yaşar; çok defa da doğrularınızı yanlışlarınızın
üzerine oturtursunuz. Karşınızdakini gerçek yüzüyle tanımakta başarılı
olamazsınız. Hep hata yapar, sonunda da hep kaybedersiniz…

Zamanınız varsa son birkaç yılı birlikte analiz edelim…


18

İlgi duyanların okuması için:

1) Magna Carta

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Magna Carta. Bildirgenin İngiltere kralı John tarafından imzalanmış


orijinali kaybolsa da dört kopyası varlığını sürdürmüştür. Resimdeki,
arşivlerce saklanmış olan, 1225 yılında kral III. Henry tarafından
yaptırılmış nüshasıdır.

Magna Carta (Latince "Büyük Sözleşme") veya Magna Carta


Libertatum (Latince "Büyük Özgürlükler Sözleşmesi") 1215 yılında
imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana
kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir. Aslen,
Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri
hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. Kralın bazı
yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve
hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini
zorunlu kılıyordu.

Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında


bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları
ve halk adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan;
19

“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal
bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak,
hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı
ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun
zarara uğratılmayacaktır”

hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli


kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede
yerleşmesine neden olmuştur.

Magna Carta Libertatum Yasaları [değiştir]

magna carta nın 39. maddesinde yer alan"özgür hiç kimse kendi
benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme
edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek mal ve
mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek
veya sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa zarara
uğratılmayacaktır"demiştir.

1. Her şeyden önce, Enesin önünde diz çöktük ve bizim ve varislerimiz


için İngiliz Kilisesinin sonsuza dek özgür olduğunu, haklarına eksiksiz bir
şekilde, özgürlüklerine de kısıtlanmadan sahip olması gerektiğini bu
sözleşme ile teyit ettik. İngiliz Kilisesi için çok önemli ve gerekli görülen
seçim özgürlüğünü, baronlarla aramızda çıkan ihtilaftan önce, tamamen
kendi irademize dayanarak kabul etmemizden ve efendimiz Papa III.
Innocent tarafından da tasdiklerini aradığımız bu sözleşmeyi
onaylamamızdan doğacak her şeyin, aynen korunmasını diliyoruz. Bu
sözleşmeye biz uyacağız; varislerimizin de sonsuza kadar samimiyetle
bu sözleşmeye uyacaklardır. Aşağıda sıralanan tüm özgürlüklere bizim
ve varislerimizin sahip olmasını ve olmaya devam etmesini krallığımızın
20

bütün özgür insanlarına kabul ettirdik. Bu bizim ve varislerimiz tarafından


onlara ve onların varislerine de kabul ettirilmiş sayılmalıdır.

12. Krallığımızda, ülkemizin Genel Meclisinin izni olmadıkça zorla,


askerlik hizmeti karşılığı olarak vergi ya da yardım parası alınamaz.
Fiziksel varlığımızın diyet verilerek esaretten kurtarılması, en yaşlı
oğlumuzun şövalyeliğe kabul töreni veya en büyük kızımızın ilk evliliği
durumları bunun dışındadır. Bu üç amaç için makul bir yardım talep
edilebilir. Londra kentinin yardım paraları da benzer bir biçimde
ayarlanacaktır.

13. Londra kenti, eskiden sahip olduğu tüm özgürlüklerini ve


geleneklerini hem karada hem de denizde koruyacaktır. Ayrıca, tüm
kentlerin, arazilerin, çiftliklerin ve limanların da kendi ayrıcalıklarını
korumalarını istiyor ve onlara bu hakkı bahşediyoruz.

14. Eğer yukarıda bahsedilen o üç durumun dışında yardım parasının ya


da askerlik yapmama karşılığında alınacak verginin miktarını belirlemek
sözkonusu olursa, Krallığımızın Genel Meclisinin toplanması amacıyla,
en az 40 gün önceden olması koşuluyla, belirli bir gün ve yerde
toplanabilmeleri için, tüm başpiskoposları, piskoposları, manastır enes
başrahiplerini, kontları ve büyük baronları mühürlü mektuplarla
çağıracağız. Ayrıca, en yüksek mevkideki tüm kişileri şerifler ve görevli
memurlarımız vasıtasıyla toplantı için çağıracağız. Tüm çağrı
mektuplarında toplantının enes gerekçesini de açıklayacağız. Ve böylece
başarıyla yerine getirilen bir çağrıdan sonra, sözkonusu olan iş,
çağrılanların tümü gelmemiş olsa bile, sadece katılanlardan oluşan
meclis tarafından kararlaştırılan günde yerine getirilecektir.

16. Enes, asilzadelerin enes ücreti için ya da diğer herhangi bir kiralık
arazi için gerekli olandan daha fazla hizmet vermeye zorlanamaz.
21

20. Özgür bir enes suçun derecesine göre küçük bir suç için yalnızca
para cezasına çarptırılabilir. Büyük çaplı bir suç, suçun büyüklüğüne
göre para cezasına çarptırılabilir ve bir tüccar da enes

malları korunarak aynı şekilde cezalandırılabilir. Aynı şekilde, bir cani,


eğer bizim merhametimize mazhar olursa, para cezasına çarptırılabilir....

38. Bundan böyle hiçbir hakim her hangi bir kimseyi ilgili olayda doğru ve
güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemez.

39. Kendi zümresinden olanlar ya da ülkenin ilgili yasalarına uygun


olarak verilen bir karar olmadıkça hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse
atılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da
herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz bırakılamaz.

40. Kimseye hakkı ya da adaleti satmayacağız, menetmeyeceğiz ya da


geciktirmeyeceğiz.

41. Bütün tüccarlar, kadim ve yerleşmiş geleneklere tabi olmak koşuluyla


bütün kötü vergilerden muaf olarak alışveriş yapmak amacıyla kara veya
deniz yoluyla emniyetli bir şekilde İngiltere'nin dışına çıkabilirler,
İngiltere'ye girebilirler, İngiltere'de oyalanabilirler ya da transit geçiş
yapabilirler. Bu olanakları bize karşı savaşan bir ülkenin tüccarları olma
durumu hariç savaş zamanında da güvence altındadır. Bize karşı
savaşan ülkenin tüccarları savaşın başlangıcında ülkemizde bulunurlarsa
biz ya da baş yargıcımız, bize karşı savaşan ülkedeki tüccarlarımızın
nasıl muamele gördüklerini tamamıyla öğrenene değin, mallarına ve
canlarına zarar vermeksizin, gözaltına alınacaklar ve eğer bizim
tüccarlarımız orada bir zarar görmemişlerse onlar da ülkemizde emniyet
içinde olacaklardır.
22

45. Krallığın yasalarını bilmeyen ve bu yasalara tümüyle uyacağına


kanaat getirmediğimiz kişileri hakim, vali, şerif ya da sınırlı yetkili hakim
olarak atamayacağız.

51. Atlı ve silahlı olarak ülkemize zarar vermek için gelmiş olan tüm
yabancı kökenli şövalyeleri, okçuları, kiralık askerleri ve vasalleri barış
sağlanır sağlanmaz sınırdışı edeceğiz.

61. Krallığımızda eskiden beri varolan koşulların daha iyi bir hale
getirmek, baronlarla aramızda mevcut olan ihtilafın en hayırlı bir biçimde
sonuçlandırmak ve Tanrı'nın rızasını kazanmak için yukarıda sayılan
maddeleri onayladıktan sonra, şimdi de kapsamlı ve sürekli bir
istikrardan yararlansınlar diye aşağıdaki güvenceyi veriyoruz.
Krallığımızın sınırları içerisinde bulunan baronlar kendi aralarından
diledikleri 25 kişiyi seçecekler ve bu 25 kişi tüm güçleriyle, halihazırdaki
bu fermanla kendilerine bağışladığımız ve teyit ettiğimiz barışı ve
özgürlükleri uygulayacaklar, bunlara uyacaklar ve karşı tarafın da
uymasını sağlayacaklardır. Bu şu şekilde olacaktır: Eğer biz ya da
başyargıcımız veya memurlarımız ya da emrimizdeki herhangi bir kimse,
herhangi bir durumda, herhangi birine karşı suç işler, güvenlik ve barış
kararlarından herhangi birini ihlal ederse ve eğer bu hareket adı geçen
25 barondan sadece dördü tarafından öğrenilirse, bunlar bize gelerek
veya yurtdışında isek başyargıcımıza giderek, işlenen suçu bildirecekler
ve bu haksızlığı hiçbir gecikme olmaksızın gidermemizi talep
edeceklerdir. Bu hatayı, biz ya da yurtdışında isek başyargıcımız
düzeltmezse, dört baron olayı geri kalan 21 baronun önüne götürecek ve
bütün ülkeyi de arkalarına alarak , kalelerimizin, topraklarımızın ve
mülkümüzün elimizden alınması yoluyla, olay kendi isteklerine uygun bir
biçimde yeniden yoluna girene dek, bize uygun bir biçimde baskı
yapacaklar, haciz uygulayacaklar ve ellerinden başka ne geliyorsa onu
23

yapacaklardır. Ama bu arada bizim, kraliçenin ve çocuklarımızın şahısları


dokunulmadan korunacaktır. Ve eğer bir değişiklik yapılırsa daha
önceden söz konusu olan uygulamaya uygun bir şekilde yapılacaktır...

63. Bundan dolayı, İngiliz kilisesinin özgür olacağını, ülkemizdeki


tebaanın belirtilen bütün yerlerde ve bütün konularda yukarıda
bahsedilen bütün özgürlüklere, haklara ve imtiyazlara hem kendileri için
hem de varisleri için tam olarak ve serbest bir biçimde sahip olmalarına
karar verdik. Ayrıca hem kendi adımıza hem de baronların adına,
yukarıda bahsedilen bütün hükümlere her hangi bir kötü niyet olmaksızın
iyi niyetle uyulacağı üzerine yemin edildi. Saltanatımızın on yedinci
yılında, Haziranın on beşinci gününde Windsor ve Stanes arasındaki
düzlükte tarafımıza tevdi edildi.

Vikipedi, özgür ansiklopedi

2) Fransız Devrimi veya Fransız İhtilali (1789-1799), Fransa'daki


mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma
Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı
dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır.

Devrim Öncesi [değiştir]

Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 tarihinde, Yedi Yıl


Savaşları sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere’ye
kaptırmıştı. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları’nın mali yükünü, yeni vergilerle
kolonilerden çıkartmaya kalkışınca; bu durum Kuzey Amerika
kolonilerinde huzursuzluk yaratmıştı. 1774 yılında Onüç Koloni'nin
başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla
24

sürmüştü. Fransa ise bu çatışmalara büyük boyutlarda mali destek


vererek dolaylı olarak katılmıştır.

Bu savaş harcamaları ve giderek artan saray masrafları dolayısıyla


Fransız monarşisi de mali yönden tükenmişti.

1789 yılında 16. Louis, soyluları toplayıp toprak mülkiyeti üzerinden vergi
alınmasını istediğinde; soylular, parlamentonun toplanmasını istediler.
1614 yılından beri toplanmamış olan parlamento, soylular, din adamları
ve halktan seçilen üç kamaradan oluşuyordu.

Parlamentonun toplanması, toplumsal yapıdaki çelişkilerin de ortaya


çıkmasına neden oldu. Bir yanda soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklı
durumu diğer yanda da burjuvazi ve halktan temsilcilerin arasında
parlamentoda ciddi sorunlar ortaya çıktı.

18. yüzyılın başlarından beri Fransa dış ticaretinin kat kat artması, varlıklı
bir burjuvazi oluşturmuştu. Bu sınıflar, artık sahip oldukları ekonomik
güce karşılık gelecek bir politik güç istiyorlardı. Feodal yapının ve
monarşinin kaçınılmaz sonucu olan sosyoekonomik sınırlamaların
kaldırılmasından yanaydılar.

Parlamentonun toplanmasıyla orta sınıftan halk, özellikle varlıklı sınıflar,


monarşiye karşı savaş açtılar. Bir anayasayla monarşinin yetkilerinin
sınırlandırılmasını, iç gümrük duvarlarının kaldırılarak iç ticaretin
serbestleştirilmesi, vergilerin yeniden düzenlenmesi ve yönetimde daha
fazla hak elde etme talebinde bulundular.

Kuşkusuz bu talepleri 16. Louis kabul etmedi. Orta sınıf, peşine diğer
halktan unsurları da katarak 14 Temmuz 1789 günü Bastille
hapishanesine saldırdı. Hapishane ele geçirilip mahkûmlar salındı.

Fransız Devrimi 1789-1815 yılları arasında beş farklı dönem yaşayarak


devam etti.
25

Ayrıca Fransız Devrimi'nde rol oynayanlar 'JACQUES' olarak


adlandırılırlardı.

Meşrutiyet Devri (1789-1792) [değiştir]

Bastille Hapishanesi'ne hücum, 14 Temmuz 1789

Bu genel ayaklanmanın ardından 1791 yılında bir kurucu meclis toplandı


ve bir İnsan ve Yurtdaş Hakları Bildirisi yayınladı. Ardından da ulusal
egemenliğe dayanan bir anayasa hazırlayarak monarşinin yetkilerini
sınırlandırdı. Bu anayasa, halk tarafından seçilecek bir parlamentonun
yasama ve yürütme yetkilerini kralla paylaşmasını öngörmekteydi.

Kanunları hazırlamak, bütçeyi tasdik etmek ve hükümetin icraatını


kontrol etmek görevleri meclise verildi. Ayrıca "İnsan Hukuku
Beyannamesinin esasları uygulamaya konuldu.

“İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin uygulamaya konulması ve bir halk


meclisinin yürütme erkini ele alması, Fransa’da feodal kurumları yıktı.
Zaten halk yığınlarındaki soylulara karşı gelişen öfke, pek çok soylunun
topraklarını bırakarak diğer Avrupa ülkelerine kaçmalarına yol açtı.

Fransa’daki tüm bu gelişmeler, tüm Avrupa açısından çok önemli


sonuçlar doğuracak, sadece gelecek yılların değil, yüzyılların da içsel
dinamiklerini kökten değiştirecekti.
26

Avrupa’da herkes, feodal sınırlamalardan kurtulan bir Fransa


ekonomisinin büyük bir gelişme göstereceğini, bunu ise Fransa’yı,
uluslararası ticaret alanında rekabet edilmesi çok zor bir güç haline
getireceğini öngörebiliyordu. Üstelik böylesi bir ekonomik büyümenin,
eskisinden çok daha güçlü bir Fransız askeri gücünü besleyebilecek
durumda olması, kuvvetle muhtemeldi.

Öte yandan Fransa’da ortaya çıkan, insan haklarından, eşitlikten ve


özgürlükten yana bu düşünce hareketinin tüm Avrupa’ya yayılması,
mevcut monarşilerin geleceğini tehdit etmesi de, kaçınılmazdı.

Başlarda burjuvazi, kralı ve liberal görüşlü soyluları safına çekerek


Fransa’nın toplumsal ve ekonomik yapısında, her üç tarafın da
çıkarlarına olan düzenlemeleri yapmak hesabındaydı. Ama böylesi
müttefikler bulamadı karşısında. 16. Louis, yetkilerinin sınırlanmasına
razı olmamakta direndi. Ayrıca o tarihlerde Fransa’da liberal aristokratlar
yoktu, hepsi tutucuydu ve eski düzenin geri gelmesini istiyorlardı.

Bu durumda hem kral hem de soylular, Habsburg hanedanından


imparator II. Leopold’e güveniyorlardı. II. Leopold, 1791 yılında, diğer
Avrupa devletlerince de desteklenecek olursa, Fransa Devrimine karşı
askeri güç kullanılabileceğini duyurdu. II. Leopold, aynı zamanda Fransa
kraliçesi Mari Antoniette’nin kardeşiydi.

Kralın mutlakıyet idaresini yeniden kurmak için içerde isyan çıkartması,


dışarıda ise Fransa'nın düşmanlarıyla işbirliğine gitmesi sonucu, 1792'de
cumhuriyet ilan edildi. Fransız devrimi dünyada cumhuriyetini ilan etmek
isteyen bir çok ülkeye örnek olmuştur.

Cumhuriyet Devri (1792-1795) [değiştir]


27

Giyotin: Sadece 1793 ile 1794 yılları arasında (Jakoben devrimci


diktatörlüğü) 18000 ile 40000 arasında kişi idam edildi

Cumhuriyet yönetimi milli birliği sağladı ve dış tehdidi etkisiz hale getirdi.
1793'te dış güçlerle ittifak yaptığı için kral idam edildi.

1793-1794 yılları arasında kalan bu döneme Terör Dönemi de


denmektedir.

Cumhuriyet esaslarına göre yeni bir anayasa hazırlandı. Fakat yasanın


gerekleri yeterince ve ağırlaşan şartlar sebebiyle tatbik edilemedi.
Zamanla ekonomik durumları normale dönen ve mali açıdan güçlenen
halk temsilcileri, parlamentoda çoğunluk sağladılar ve ağır tedbirlerin
kaldırılmasını istediler. Böylece 1795'te muhafazakâr "Direktuvar" idaresi
yapıldı.

Bu dönemde icra kuvveti Beşyüzler ve İhtiyarlar Meclisi tarafından


seçilecek beş direktuvara bırakıldı. Yasama yetkisi Beşyüzler Meclisi'ne
verildi. Milli hâkimiyet esaslarının kullanılması cumhuriyet dönemine göre
daha azaltıldı. Millet Meclisi seçimlerine katılmak zengin olmayı
gerektirdi. Sonuçta: Devlet yönetimi güçleşti; meclisler arasındaki
28

düşmanlık duyguları arttı; ordu, meclis kavgalarına ve siyasete girdi.


Neticede konsüllük idaresine geçilmesine karar verildi.

Fransız Devrimin Sonuçları [değiştir]

İhtilâlin Sonuçları

• Yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı'dan aldığı


iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktı.

• İlkel şekli Yunan şehir devletlerinde, gelişmiş şekli İngiltere ve


ABD'de görülen demokrasi, Kıta Avrupası'nda da gelişmeye
başladı ve Batı medeniyetinin vazgeçilmez unsurlarından biri haline
geldi.

• Egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi.

• Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu


devletlerin parçalanmasında etkili oldu.

• Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başladı.

• Şahsi güçlere, zekâya ve girişim yeteneğine ortam hazırladı.

• Fransız İhtilâli, sonuçları bakımından evrensel olduğundan


Yeniçağ'ın sonu, Yakınçağ'ın başlangıcı kabul edildi.

• Dağınık halde bulunan milletler, siyasi birliklerini kurmaya


başladılar.

• İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir


bildiriye dönüştürüldü.

• Fransız İhtilâli'nin yaydığı fikirlere karşı İhtilâl Savaşları (1792-


1815) başladı. Önce Fransa ile Avusturya ve Prusya arasında
başlayan bu savaşlara İngiltere ve Rusya'da katıldılar. Savaşlar
Napolyon'un yenilgisiyle sonuçlandı. Viyana Kongresi ile
Avrupa'nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir (1815).
29

Konsüllük Devri (1799-1804) [değiştir]

1799'da konsüllük idaresi kuruldu. Bu idarede beş direktuvarın yetkileri


üç konsüle devredildi ve tüm yetkiler biriinci konsülde toplandı. Birinci
konsül de General Napolyon Bonapart oldu. Bu idare 1804 yılına kadar
devam etti. Bundan sonra imparatorluk idaresi başladı....

İmparatorluk İdaresi (1804-1815) [değiştir]

Konsüllük döneminde büyük zaferler kazanılmış, ziraat, ticaret ve sanayi


gelişmiş, fakat buna karşılık millet meclisi etkinliğini kaybederek devrim
hedefinden uzaklaşmıştı. Ülke tekrar ferdi otorite ile yönetilmeye
başlanmıştı. Bu durum ve General Bonapart'ın İmparatorluk idaresi 1815
yılına kadar devam etti.

Fransız Devriminin Etkileri ve Sonuçları

'Fransız ihtilali, ulusal bilinçlenmenin ve yönetim karşıtı tepkilerin nasıl


ortaya konulabileceğinin en başarılı ve kanlı örneklerinden biridir. Bu
yönüyle, kendinden sonraki devrimlere de esin kaynağı olmuştur ve hâlâ
olmaktadır. Fransız Devrimi, Yeni Çağı bitiren, Yakın Çağı başlatan olay
olarak kabul edilir. Çünkü bu devrim sonucunda tüm dünyada milliyetçilik
kavramı önem kazanmaya başladı. Ezilen halklar haklarını aramayı
öğrendiler. Halkların yönetim üzerindeki güçlerini fark etmesi, Fransa'da
monarşik rejimin yıkılıp, yerine cumhuriyetin kurulmasına neden oldu.
Roma Katolik Kilisesini de ciddi reformlar yapmak zorunda bıraktı.
Milliyetçik akımının yayılması, gücünü emperyalist rejimden alan
imparatorlukların aleyhine oldu; imparatorluk çatısı altındaki farklı
milletlere mensup halklar ayaklanmaya başladılar. Bu durum,
imparatorlukları bölmeye çalışan kesimlerin de işine geldi, isyan eden
halkları provoke ettiler. Bunun sonucunda da imparatorluklar zayıflamaya
ve parçalanmaya başladılar. Rusya'daki Dekabrist Ayaklanması'nın (26
30

Aralık 1825) nedenleri arasında Fransız Devriminin etkileri de


sayılmaktadır. Fransız devrimi, sonuçları ve ideolojisiyle, Yakın Çağ
dünya savaşlarına -I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı- yön verdi ve
bugünün dünyasının oluşmasında da son derece etkili oldu.

Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi [değiştir]

Ana madde: İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi

28 Ağustos 1789'da Fransız Devriminden sonra, Fransız Ulusal Meclisi


tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan
olundu.

Bildirge; insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini,


insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü egemenliğin
esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da
grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak
millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları
yüzünden kınanamayacağını ortaya koyuyordu..

You might also like