You are on page 1of 11

TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKARLIĞIN TARİHİ KÖKLERİ

1 – Muhafazakârlığın Siyasi ve Kültürel Temelleri1

Tıpkı batıda olduğu gibi bölgemizde de monarşiden anayasal düzene geçiş süreci
derinleşmesini sürdürdükçe muhafazakârlık tartışması en derininden en yüzeyde kalan
toplum kesimlerine kadar herkesi cezp edici bir şekilde içine çekmektedir.

Gâvur padişahın “gâvur icadı” fesinden tam da yüz yıl sonra fesin kaldırılıp yerine
şapkanın getirilmesi karşısında “din elden gidiyor” feveranıyla sahip çıkılması gibi
durumların hep muhafazakârlık titri ile izah edilir olmasının yarattığı cazibe hepimizi
kendisine çekiyor. Buna sebep, merhum Yahya Kemal misali biraz “tayy-i zaman” edelim.

İnsanlar kendilerini, toplum içindeki yaşayış biçimleri ile tanımlarken, devlet –


toplum sistemi içinde yaratabildikleri menfaat ilişkileri ile belirli bir yere konumlarlar.
Biraz açmak gerekirse; Osmanlı’dan günümüze değin özellikle kent yaşamımız, 1950’lerin
meşhur göç furyasına kadar kendine özgü ve sükûnet dolu bir devinim ve dinamik ile
sürüp gitmiştir. İstanbul, Edirne, Bursa gibi merkezi imparatorluk kentleri imparatorluk
haşmetini daha belirgin bir şekilde taşımalarına karşın diğer taşra kentleri daha sade ve
gürültüsüz bir yaşam biçimiyle donanmış vaziyettedir. Ancak hem merkez kentler de hem
de taşra kentlerinde ve de kırsal yaşam biçimlerinde toplumu tepeden tırnağa kuşatan
olgular mevcuttur.

Bu olgular; toplum bileşenlerini katmanlar şeklinde hissedilir bir ast-üst ilişkisi


içinde birbirine bağlarken diğer yandan da bireylerin kendi aralarındaki hukuksal
statüsünü de düzenlemektedir. Ayrıca bu olguların bir diğer rolü birey ile devlet
arasındaki ilişkiyi tesis etmektir. Sonuç olarak bu olgular sırtını verdiği hukuksal
dayanaklar dolayısıyla toplumsal ilişkilerin tümünü bir sonuca bağlayıcı görevler
üstlenmektedir.

Bu tanımlama ve konumlama durumunun günlük yaşamdaki karşılığı kişilerin,


sosyal sınıf ya da zümrelerin toplum içinde elde ettikleri ve taşıdıkları unvanlar ile
edindikleri sosyal mevkilere bağlı olarak hiyerarşi zincirinde bulundukları yerdir. Yani
kişiler unvanları ile tanınır, unvanın biçimlendirdiği mevki ile de hiyerarşik düzen içinde
yer alır.

Unvanlar, kişilerin ya da sınıfların toplumsal tabakalaşmada rollerini ve hiyerarşik


yerini belirleyen en önemli sosyal unsurdur. Kişiler unvanı ile tanınır, bilinir ve özdeş kabul
edilir. Bu unvana bağlı olarak da toplumsal hiyerarşide kendi özel ve öznel konumunu
elde eder. Bu konumun kişi için en önemli yanı ise konumun kişiye sağladığı
menfaatlerdir. Kişinin konumuna bağlı olarak devletle arasında oluşan mesafe, kişinin
hem devlet karşısındaki koordinatlarını ifade eder hem de menfaatlerinin ne düzeyde
garanti kapsamında olduğunu açıklar.

Bu karmaşık görünen toplumsal biçimleniş ve tabakalaşma içinde bir insan için en


yüce tanımlama ve sıfat hiç kuşkusuz ki “halife-i ruy-ü zemin”dir. Padişah, insanlara
ilişkin tanımlamalar içerisinde hem en yücesi hem de doğrudan tanrı referanslı olduğu için
devletlûların devletlûsu bizatihi devletin kendisidir ve hiyerarşinin en üst noktasını
oluşturur. Daha doğrusu O, “Zat-ı Şahane” sıfatı ile hiyerarşinin dışındadır. Hiyerarşi,
O’nun dışındakiler arasındaki bir mücadele ve menfaat alanıdır.
1
Bu yazıda muhafazakârlık kelimesi hiçbir şekilde inançlarla ilgili değerlere sahip çıkmak ve onu
yaşamak anlamında kullanılmamıştır. Bu yazıda muhafazakârlık kavramı bazen dinsel metaforlarla
beslenen ama bir menfaat koruma güdüsüne dönüşen davranışlar anlamında bazen de ilericilik,
modernlik gibi kavramlarla beslenen ve kazanılan kaleleri beşeri arzular nedeniyle canhıraş
savunma refleksi anlamında kullanılmıştır. İsteyen bu kavramlardan kendine en uygun olanını seçer.
Ancak hiçbir şey ülkemizde ve toplumuzda var olan bu düalist muhafazakârlık gerçeğinin üzerini
körleme gücüne sahip değildir.

1
O soy olarak ilahi kudretin yeryüzüne bir yansımasıdır. Bundan dolayı geride
kalanlar öncelikli olarak O’nun kulları olurlar başka sıfatlara ancak daha sonra ve yine
O’nun himmeti ile nail olurlar. Bu sıfatları dolayısıyla O’nun konumu ve menfaatleri
tanrısaldır ve kullar arasındaki didişmeden münezzehtir. Kullar ancak ve ancak O’nun
himmeti ölçüsünde isim ve nam kazanırlar ve kulların unvanı, konumu ve hiyerarşisi bu
şekilde ortaya çıkar.

Devlet, cihanşümul bir cihad devleti olduğu için “cihad” süreklidir ve sancak aynı
zamanda orduların da komutanı olan padişahın elindedir. Devletin “daimi savaş hali”
tarihsel olarak iki toplumsal öğeyi ön plana çıkarmıştır. Bunlardan birincisi uğruna küffara
karşı cenk edilen din, diğeri ise bu uğurda savaştan savaşa koşan ordudur.

Selçuklular döneminde ticaret erbabı ve küçük esnaflar (lonca teşkilatı) en


müesses sınıf iken Osmanlı döneminde din ve ordu müesseseleri toplumsal
tabakalaşmada en üst iki sırayı paylaşmış ve padişahın kapıkulları olarak hiyerarşide
yerlerini almışlardır. Padişaha bu denli yakın konumlanış doğal olarak en büyük menfaat
alanının bu iki sınıfa tahsis edilmesine yol açmış, toplumun daha alttaki diğer
katmanlarının biçimlenişinde bu iki müessesenin çok büyük bir rolü olmuştur. Daha
doğrusu merkez ve taşra kent yaşamı ile kırsal alanlardaki sosyal yaşamı; tamamen bu iki
kurum kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak belirgin bir şekilde
biçimlendirmiştir. Deyim yerindeyse padişahın kullarına lütuflarını bu iki kurum
dağıtmıştır.

Din ve onun bileşenleri manevi müessese olarak tüm toplumu manevi anlamda
biçimlendirip kişilere kazandırdığı rütbelerle onlar arasında hiyerarşi tesis ederken aynı
zamanda yarattığı hiyerarşik yapıya uygun olarak da uhrevi ve dünyevi nimetleri dinin
direği halifeden de aldığı güçle dilediğince pay etmiştir. Ayrıca din büyükleri, “akıl
danelik rolleri” ile devletin yüce katlarında en önemli mevkilerin başını tutarak,
toplumun gerektiğinde yerinde oynatılması için güçlü bir manivela niteliği de kazanmıştır.

Ordu ise hem devlet yönetimini yürüten bürokrasiyi din kurumu ile paylaşmış hem
de “has, zeamet ve tımar” diye bildiğimiz meşhur “mir-i arazi” rejimi yoluyla ülkenin tüm
topraklarını kendi arasında pay etmiştir. Sonuç olarak yüzyıllarca sorunsuz işleyen bir
ortaklık sistemi tesis edilmiştir. Bu sistem kuşkusuz olarak iyi bir sistem olarak uzun süre
başarılı da olmuştur. Yüzyıllar boyunca devleti besleyen sistem olarak ayakta kalması da
bunun göstergesidir. Ancak devlet ruhunun cihada dayanması sistemin en zayıf noktasını
oluşturmuştur. Çünkü her cihad çağrısı yeni bir ganimet demektir ve ganimet bol oldukça
ortaklığın devamında bir sorun olmamıştır.

Fakat genelde devletin özelde ise ordunun, artan yenilgilerle beraber cihadın bir
gereği olan huruç harekâtından “ricat” harekâtına mecbur kalmasının sıklaşmasıyla
sistem de arıza vermeye başlamıştır.

Kısacası bu gelişmelere bağlı olarak; “Öküz ölmüş ortaklık bitmiştir”.

2 – Muhafazakârlığı Yaratan Sınıfsal Bölünme

Devlet-i Ali Osmanî yengileri unutup yenilgilere duçar oldukça gözler orduya
çevrilmiş, değişimin ve modernleşmenin ilk adımları de ordu müessesesine ilişkin olarak
ortaya çıkmıştır. Ordunun silah donanımında gelişmeyi ve güçlenmeyi hedefleyen fen ve
mühendislik alanındaki yeniliklere dayalı çabalarla ordunun zaafları giderilmeye
çalışılmıştır.

Ancak bu çabanın bir uzantısı olarak dönemin padişahının 19. yüzyılın ilk
çeyreğinde ordu içinde yeni nizam (Nizam-ı Cedit) arayışları ordu devletlûları (ocaklar)
arasında huzursuzluk yaratmıştır. Bu dönemde taşralı ayanların (taşra memalik
hanedanları) da kendi aralarında ittifak yaparak merkeze karşı güç gösterisine
kalkışmaları merkezdeki hiyerarşik düzeni yıpratmıştır. Bu yıpranmayı ortadan kaldırmak

2
için taşradaki güçlü valilerden birisi olan Alemdar Mustafa Paşa harekete geçmişse de
daha kendisi İstanbul’a gelemeden isyan ile tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim
boğularak öldürülmüştür. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim’in yerine
geçirilen Dördüncü Mustafa’yı tahttan indirerek İkinci Mahmut’u tahta geçirmişse de
düzen tam kurulamamış, taşralı feodallerin başıbozuklukları daha da artmıştır. Bu
başıbozukluğun sonlandırılması ise “1808 Sened-i İttifakı”nın imzalanması ile olmuştur.

Padişahın kutsal otoritesinin tekrar takdis edildiği bu belge ile artık her sözü
padişahın sözü sayılacak olan sadrazama kesin itaat şartı getirilmiş buna karşın taşralı
ayanların ellerindeki gücün babadan oğula devrine imkân veren bir hukuki durum ortaya
çıkmıştır. Türkiye’deki mevcut feodal kılıklı ve muhafazakârlık mitoslarıyla beslenen ilkel
sosyal sınıflanmanın çekirdeği de bu yıllardaki çatışmanın sonuçlanma biçimidir.

Sened-i İttifak, Alemdar Mustafa Paşa’dan sonra fiilen yürürlükten kalkmışsa da fiili
durum bakımından nitelik olarak önemli sayılabilecek bir güç bölüşümü yaratmıştır.

Bir kere padişahı yeniden “Halife-i Ruy-u Zemin” makamıyla kutsayan senedin 4.
şartı, ayanların sadrazama kayıtsız şartsız itaatini getirmiştir. Bu şarta göre sadrazam
kanun hilafına bir işe girişmeyecek buna karşılık da ayanlar, sadrazamdan gelen emri
padişahın emri olarak kabul edecektir. 5. şart ise ayanlığın babadan oğla bir verasete
dönüşmesini getirmiştir. Ağalık müessesesi, Osmanlı toplumuna her ne kadar Bizans’taki
Tekfurluk Sistemi ile geçmiş olsa da günümüzdeki ağalığın en önemli hukuki ve sosyal
temellerinden birisi bu hükümdür.

Belgeye imza atan 21 kişiden 4’ü taşralı feodaller iken geriye kalan 17 kişinin
vüzera-ı devlet ve ulema-ı himmetten olması musluğun başında hala eski ortakların
olduğunu göstermektedir. Ancak senedi imzalamak için Kâğıthane’de toplanan
“Meşveret-i Amme” içerisinde şeyhülislam ve birkaç kadı karşısında askerlerin
çoğunlukta olduğu bürokratların (vükelâ-i devlet) önemli bir ağırlığının da olduğu göze
çarpmaktadır. Bu da gösteriyor ki güç gittikçe bürokrasiye doğru devşirilmektedir.

Bu dönemin gelişmeleri Cumhuriyet Döneminde hala farklı yorumlanmaktadır. S. S.


Onar gibi kimi hukukçular bile bunu hukuk devletine doğru atılmış bir adım olarak kabul
ederken Sened-i İttifakın uygulanamamış olmasına hayıflanan N. Kubalı gibi bazı
hukukçular da bunu “Mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçiş” olarak
değerlendirmektedir. Feodalitenin çağ dışılığından hareket eden D. Avcıoğlu gibi bazı
isimler ise “Eşkıyalığı meşrulaştıran Sened-i İttifak bir utanç belgesidir.”
demektedirler. Ancak şu bir gerçek ki; kısmen de olsa merkeze de sınırlamalar getiren bu
belge C. Eroğul ve Mümtaz Soysal’ın da dediği gibi “Sınırlamaları halk yararına
getirmemiş hatta ağalık feodalizmini devlet korumasına alarak
meşrulaştırmıştır”. Dahası günümüzdeki merkezden çevreye doğru şebekeleşmiş dinsel
otoritelerce meşruiyet dinamikleri yaratılan “şeriat”2 destekli muhafazakâr paylaşım
düzeninin temellerini atmıştır.

Dönemin bu özel ve kendine özgü gelişmesinden uzaklaşıp yüzyılın genel resmine


tekrar dönmek gerekirse;

Kırım Harbi (1854) ve 93 Harbi’ni (1876–77) bir kenarda tutarsak 19. yüzyılın
hemen tamamı ordu ve devlet bakımından seferde değil hazarda geçmiştir. Bu durum
orduyu önemli ölçüde asli görevlerinden uzaklaştırmış buna bağlı olarak merkezdeki
hiyerarşi ve güç çatışması daha da yoğunlaşmıştır.

Yüzyılın ortalarında 15 yıl arayla yaşanan, dış faktörlerden beslenen iki önemli olay
devlet düzeni ve merkezdeki güç yapılanması üzerinde çok önemli değişiklikler

2
Buradaki şeriat kelimesinden kasıt kelime manasıyla şeriat hukuku ve yaşam biçimi (İslam’daki
gerçek manası) olmayıp, tebaanın otoriteye itaatini kayıtsız şartsız bir itaat imanıyla düzenleyen ve
manipülasyonlarla bezeli çıkarcı sosyal ve hukuki düzenektir.

3
yaratmıştır. Bunlardan birincisi 1839 Tanzimat Fermanı’dır. İngiliz Reşit Paşa’nın kaleme
aldığı bir hukuki metin olarak “müsaadat-ı şahane” eliyle tebaaya eskiye nazaran yeni
hakların verildiği bir belge olarak tanımlansa da iç dinamiklerle değil de dış baskılarla
kaleme alınmış olması önemli ve üzerinde durulması gereken bir konu olarak karşımıza
çıkmaktadır.

İkinci önemli olay ise; Osmanlı Devleti’ni Avrupa ailesinin bir ferdi kabul eden Paris
Anlaşmasından sadece altı hafta önce yine Batı’nın dayatması ile imzalanan Islahat
Fermanı’dır ki muhtevasını oluşturan 19 maddenin tamamı Osmanlı topraklarındaki Gayrı
Müslimlerin haklarına yönelik hususları içermektedir. Doğrudan Müslim tebaayı
ilgilendiren tek bir maddesi dahi yoktur, bu hususun yorumu da okuyucuya kalmıştır.

Artık eski sosyal, sınıfsal ve hukuksal düzenin gerek iç dinamiklerle gerekse dışsal
zorlamalarla bozulmaya başladığı 19. yüzyılın ortalarındaki bir başka önemli gelişme
muhafazakârlık-ilericilik eksenindeki çatışmayı hızlandırmış, çatışanların adları hep değişik
şekillerde telaffuz edilmişse de çatışanlar hep muhafazakârlarla sofrada kendine de pay
isteyen “ötekiler” olmuştur. Bu dönem aynı zamanda ismen telaffuz edilmese de öteki
kavramının iyice su yüzüne çıktığı ve istenmeyen kesimlerin merkezdeki köşe başlarını
tutanlarca hemen ötekileştirilip devlet imkânlarıyla telef edilmeye başlandığı dönemdir.
Bu anlayış günümüzde şiddetini artırarak devam etmektedir.

Bu önemli gelişme, batı kültüründen, yaşam tarzından ve felsefi düşüncesinden


önemli ölçüde etkilenen, seküler nitelikli aydın –okumuş/mektepli– kesimlerin
Dersaadet’te güç kazanarak değişen sisteme dâhil olma çabasıdır. Hatta öyle ki sistemin
bir üyesi olmanın da ötesine geçerek sistemi yeniden dizayn ederek tepeden inme bir
şekilde yukarılarda yer alma, yönetsel ayrıcalıkları elde etme çabasıdır. Ki bu grup
günümüzde bile, bu tepeden inmeci ve Fransız Aydınlanması’ndan etkilenme biçimleri
dolayısıyla “jakoben aydınlar” olarak adlandırılmaktadır.

Geçmişi çok da eskilere gitmeyen bu kesimin ortaya çıkması merkezde dengeleri


değiştirmiş hatta o güne kadar mevcut olan kesimler arasındaki ilişkileri de kökünden
değiştirmiş, günümüzün ifadesiyle ezberleri bozmuştur. Çünkü o güne kadar tarihsel
konumları gereği ne din kurumu ne de ordu kurumu padişahlık kurumuna hiçbir zaman
muhalefet etmemişlerdir. Aksine kendilerinin varlık sebebi ve velinimetleri olan padişahın
ve padişahlık kurumunun kitleler karşısındaki meşruiyetini sağlamışlardır. Ancak ortaya
çıkan bu yeni sınıf (zaman içinde ordunun da büyük kısmı bu kesime katılacaktır) onların
aksine doğrudan padişahı ve padişahlık kurumunu hedef alırken devletlu kesimin yeniden
nizamını istemiştir. Bunun anlamı ise var olan “mutlak saadet zinciri”nin bozulmasıdır.

İşte hala günümüzde de süren savaşı başlatan bu durumdur. Çünkü gittikçe


palazlanan bu kesim ordu içinde kazandığı ittifak mevzilerinin de verdiği cesaretle
toplumsal tabakalaşmayı kökünden değiştirme konusundaki söylemini daha yüksek
perdeden dile getirir olmuştur. Ordu, bu yeni sınıf ile girdiği ittifak neticesinde gücünü
korurken hatta gittikçe etkisizleştirilen padişahın karşısında daha da güçlü bir şekilde
konumlanırken eski ortaklığın diğer kanadı dinsel sınıflar yavaş yavaş kapının önüne
konmaya başlanmaktadır. Artık 1800’lerin başında bozulan ortaklığın tarafları yüzyılın son
çeyreğinde çetin bir savaşın eşiğindedirler.

Özellikle Jön Türk aydınlarının seküler yaklaşımları ve militarist örgütlenme


biçimleri din müessesesinde menfaatlerin muhafazasına ilişkin endişeleri tırmandırmıştır.
Ayrıca bu dönemde Mithat Paşa’nın dikte ederek yürürlüğe koydurduğu anayasa (1876
Kanun-i Esasi) gereği ortaya bir de “mebus” namıyla yeni ortakların çıkması din sınıfını
derhal harekete geçmeye zorlamıştır.

20. yüzyılın başlarında, Jön Türklerin devamı niteliğinde olan ama daha güçlü bir
örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki Fırkası, aydın-asker dayanışmasına resmi bir nitelik
veren ve devletin “dibacesi”ni yeniden düzenleyen telakkisiyle din müessesesini
tamamen sofranın dışında tutan bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Böylece 1820’lerde biten

4
ortaklık 1900’lerde artık iflah olmaz bir düşmanlığa dönüşmüştür. Çünkü kısa mazisine
rağmen seküler aydınlar orduyu kendi büyüsünün etkisi altına almışlar, askerlerle
kurdukları yeni ittifak sayesinde hem zat-ı şahanenin gücünden güç devşirmişler hem de
din kaynaklı otoriteyi yaratan elitleri zat-ı şahane’nin sofrasından atmışlardır.

Günümüzde dinci kesimin İttihat Terakki’ye karşı hala sürüp giden bitmez
tükenmez öfkesinin en önemli nedenlerinden birisi de bu kesimin bilinçaltında yer etmiş
olan “dışlanmışlığın yarattığı eziklik psikolojisi”dir.

3 – Muhafazakârlığın Kaderi (Dışlanmışlık, İtilmişlik, Kakılmışlık ve İsyan)

Aslında Türkiye’nin yakın tarihi, bu dışlanmışlığın ve itilmişliğin getirdiği


psikolojinin yarattığı nevrotik ruh haliyle beslenen isyanlarla doludur. Fakat bu isyanların
hemen hiç birisinde doğrudan doğruya esaslı bir din önderini önde görmek mümkün
değildir. Her zaman için en önde bir meczup yürümüştür. Ancak her isyanın altını
eşelediğimiz zaman karşımıza, ilk başlarda anlattığımız toplumsal tabakalaşma ile doğan
ve zihinsel dünyalarımızda hala muktedir olma kabiliyetini sürdüren din müessesesinin
uzantılarını ve yönlendiriciliğini görmek mümkündür. Bu müessese, padişahın her karış
toprağında, meşruiyetini halife-i ruy-u zeminden alır. Bu bakımdan manevi alanı tamamen
din kurumunun biçimlendirmesinin getirdiği hak ve güç, din büyüklerine, halifenin her
karış toprağında toplumu bir manivela gibi yerinden oynatmaya yarayacak gizil bir güç
kazandırmıştır.

Ancak, son yaşananlar ve devamında gelen hadiseler bu kesimlerin bilinçaltında


derin tesirler yaratmıştır. Çünkü son yüzyıldır devam eden süreç içerisinde önce ortaklık
bitmiş, bal tutan parmakların hüneri azalmış daha sonra yeni ortaklar çıkmış ve bir
çatışma yaşanmıştır. Daha sonra ise sahneye çıkan son grup (İttihat Terakki Cemiyeti)
savaşı kesin bir şekilde kazanırken bu kesimi 31 Mart Olayları’nın da etkisiyle önce
dışlamış, sonra da iktidar koltuğuna tek başına oturmuştur. Daha sonra ise bu zihniyetin
uzantısı olan Cumhuriyetçiler, onları iyice dışlamış hatta itmiş, kakmış deyim yerindeyse
iyice ezmiştir. Yaşananlar onlar için tam bir “çile ve zül”e dönüşmüştür. Böylesi bir zül
karşısında dünün muktediri olmanın yarattığı ve beslediği benliğin böylesine yaralayıcı bir
şekilde kesintiye uğramasının yaratacağı psikoloji ve öfkenin sonucunda kaçınılmaz olarak
isyan gelmiştir. Kimi zaman açıktan çoğu zaman da gizli nefretlerin yönettiği, ancak hep
birkaç meczubun üzerine kalan isyanlar…

Aslında isyan bu topraklarda bir gelenektir. Bu topraklarda yüzyıllardır, Şeyh


Bedrettin’den Celali İsyanları’na, Şah Kulu’ndan Pir Sultan Abdal’a, Köroğlu’ndan
Dadaloğlu’na kadar onlarca isyan (hatta halktan gördüğü destek nedeniyle destan), her
biri bir diğerinden daha kanlı bastırılan başkaldırı yaşanmıştır.

Ancak bunların hiç birisi muhafazakârlık olarak addettiğimiz güdü ile alakalı
değildir. Çünkü bunların hiç birisi daha önce tesis edilmiş kişisel ya da sınıfsal bir
menfaatle ilgili olmayıp doğrudan insan yaşamının bir gereği olan ve olmazsa olmaz diye
tanımlanabilecek haklarla ilgilidir. Bu haklar hukukun “mütememmim cüz” diye tabir
ettiği, insanın doğasına yaraşır ve onun tamamlayıcısı niteliğindeki haller ve haklarla
ilgilidir. Bu isyanların kimisi ayrı bir siyasi otoriteye bağlılığı (İran Şahlığı ve Şiiliği)
bağlanmayı isterken kimileri de iskân edilme ya da yurtlarından sürülme gibi yaşamsal
konularla ilgilidir. Yani ortada insan için vazgeçilmez hakların dışında bir kişiye ya da
zümreye özgülenmiş bir menfaat yoktur. Bu isyanların hiç birisinde eldeki ya da elden
çıkmış özel bir menfaatin korunması veya yeniden kazanılması güdüsü yoktur. Olması
gerektiği halde olmayan bir şeyin talebi söz konusudur. Ayrıca bu isyanların en önemli
özelliklerinden birisi de doğrudan devlete yani “fermana karşı (Ferman padişahınsa
dağlar bizimdir)” olmasıdır.

Ancak muhafazakâr elitlerin psikolojik altyapısını hazırladığı tüm isyanlar,


doğrudan devlete karşı olmayıp devlet mekanizmasının işleyişine karşıdır. Bu isyanlarda
ortaya konan hedef, devletin yönetim yapısında ve anlayışında yaşanan değişimin

5
durdurulması ya da ortadan kaldırılması şeklindedir. Beklenti ise devlet mekanizmasının
yeniden eski mutlu ve saadet dolu günlerdeki biçime göre düzenlenmesi şeklindedir.
Hatta kimi taşeron isyanlarda devletin mekanik sisteminde daha ileri düzeyde değişimler
istenmesine (mandacı beklentiler) karşın din müessesesine ilişkin beklentilerin tüm
isyanlarda aynı noktada çakışması beklentinin dinle/manevi değil şahsi güdülemenin
yarattığı saadet ortamıyla ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Aksi durumda İngiliz
altınıyla “halife perestlik” hangi inancın bir farzı ya da vacibi olarak görülebilir ki?

Bütün bunlar da açıkça gösteriyor ki muhafazakârlık doğrudan bir menfaat daha


doğrusu bir ayrıcalıkla ilişkili bir kavramdır. Muhafazakârlıktaki amaç hangi ortamda
olursa olsun bir ayrıcalık elde etme kavgasıdır. İster halife sancağı altında isterse İngiliz
bayrağı altında olsun din ve dinsel propagandalar sadece bir paravandır.

4 – İktidar Olmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Yeni Muhafazakârlık

Türkiye’nin muhafazakârlık tarihi; kaybedilen patronajı yeniden elde


etme mücadelesinin tarihi olarak özetlenebilir. Çünkü Türkiye’de muhafazakârlık
olgusu ve çatışması, Osmanlının son dönemlerinde seküler aydınlarca, dinsel elitlere
yönetimden (pastadan) el çektirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak din elitlerinin 1923’te
daha doğrusu 1 Mart 1924’te Halifeliğin İlgası üzerine savaşı kesin olarak kaybetmesiyle
Türkiye’de yeni bir muhafazakârlık türü daha doğmuştur. Bu da Türkiye’nin modern
muhafazakârları olan Kuvva-i Milliye derneklerinin Kurtuluş Savaşı sırasında üstlendikleri
rol karşılığında elde ettikleri, gözden kaçan ama bir o kadar da şaşırtıcı ortaklığının
korunmasına yönelik olarak ortaya çıkan iktidar savaşıdır. Buna da kısaca yeni galiplerin
kazandıklarını koruma/artırma kavgası diyebiliriz.

Savaşı yürüten ve kazanan bu yapılanma kendi içinde üç ayrı ana kesim/sınıftan


oluştuğu için savaş da üç ayrı cephede sürmüştür. Bunlar her ne kadar gemiyi kurtarana
kadar kaptanlık konusunda sorun yaşamamışlarsa da gemi sağlam limanlara ulaştıktan
sonra bu sınıflar arasında rol dağılımı ve menfaatlerin paylaşımı sorun olmuştur3.

Birinci kesim partileşerek doğrudan iktidara oturan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın


içinde kendine yarattığı menfaat alanını kâh korumaya kâh genişletmeye çalışan yeni
sınıflardır. Bu kesim aslında oldukça geniş bir yelpazeyi zımni bir anlaşmayla içinde
barındırmayı becerebilen en güçlü kesimdir.

Bu cenahta kimler var diye bakacak olursak yelpaze aslında kısa bir tanımlama
yapmaya izin vermeyecek kadar geniştir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları, top yekun
ordu ve asker bürokrasisi, İttihat Terakki’den beri ideolojik düş dünyasını kurgulayan
seküler aydınlar ilk akla gelenlerdir. Sermaye ve siyaset kesimini temsilen ise kentli
sanayi ve ticaret burjuvazisi (İzmir İktisat Kongresi bu son kesim için verilmiş bir
taahhüttür, ortaklık böyle kurulmuştur) ile TBMM’nin kimi kıdemli kimi de yeni yetme
siyasetçileri bu kesimin içinde konumlanmıştır. İktidarda olan siyasi felsefenin yapıtaşları
olarak konumlanmak, saadet kapılarının bu kesimlere sonuna kadar açılmasını
sağlamıştır. Bu kesimlerin savaşı artık bu saatte kazanılmış olan konum ve menfaatlerin
korunmasına ilişkindir.

Sonuç olarak 1923; Kıblegah’ın değiştiği önemli bir dönüm noktasıdır.


Koç, Eczacıbaşı, Bilgin ailesi gibi önemli zenginlikler kıbleyi doğru seçmekle doğmuş yeni
sınıfların önde gelen temsilcileridir. Ayrıca bu kesime Osmanlı döneminde sabunculuk,
gıda tüccarlığı gibi işlerle iştigal eden, Milli Mücadele döneminde flu davranmasına karşın
sonucun belli olmasıyla safını hızlı bir şekilde Ankara’nın yanında tutan İstanbul’un ticaret
erbabını da dâhil edebiliriz. Ki bu kesim zamanla Selanik kökenli güçlü bir sermaye
yapılanmasının kontrolü altına girerken on yıllar boyunca “ülkenin gizli iktidarı” olma
istidadı kazanacaktır.

3
Eğer bu konuya ilgi duyan varsa – her ne kadar adı ve anlatımı bir roman olsa da – Kemal Tahir’in
“Yol Ayrımı” isimli romanını önemle tavsiye ederim.

6
İkinci kesim, Ankara’ya verdiği desteğin karşılığını köy-kasaba ağalığından “eşraf
(şerefli)” sıfatına devşiren eskinin ayanlarının günümüzdeki karşılığı olan taşralı küçük
burjuvazidir. Yeni kurulan devlet, doğası gereği elinin doğrudan uzanamadığı yerlerde
kendine itaat kaydıyla iktidarı güvenilir ortaklara devretmiştir. Çünkü o dönem için
devletin hizmet ve kontrol mekanizması yeterince güçlü değildir ve bu işlevlerin
üstlenilmesi gerekir. Bu sebeple devlet, Ankara’ya uzak düşen yerlerde yerel önderlerin
varlıklarını hem benimsemiş hem de onay vererek onların halk gözündeki meşruiyetlerini
tescil etmiştir. Böylece pek yeni olmasa da oldukça güçlü bir muhafazakâr kesim daha
doğmuştur. Bu kesim etkisini özellikle 1945 Toprak Reformu sırasında göstermiş,
menfaatlerine zarar vereceğine inandıkları İnönü’yü 1950’de iktidardan eden
temel amillerden birisi olmuşlardır. Bu kesim aynı zamanda varlığını günümüzde hala
güçlü bir şekilde sürdüren “patron-yanaşma demokrasisi”nin belkemiğini
oluşturmaktadır. Menderes ve Ailesi, Sazak Ailesi, Sökmen Ailesi, hemen her kentte ve
taşranın her yerinde görülebilen aşiretvari yapılar, ağalar ve büyük, köklü –diye tabir
edilen– müreffeh aileler hep bu ortaklığın günümüze uzanan kemirgen hatıralarıdır. Bu
kesimler sofranın asli unsurları olmayıp sofranın artıkları ile beslenen ancak önemli ölçüde
“taht-ı hayat garantisi elde etmiş” kesimlerdir. Elde ettikleri bu garanti ve
kazandıkları meşruiyet sayesinde taşradaki kamusal otoritenin de temsilcileri olmuştur.
Özellikle CHP’nin il başkanlarının aynı zamanda il valisi olması, taşradaki parti
yöneticilerinin diğer merkez memurlarının üzerinde ayrıcalıklara sahip olması bu asalak
sınıfların gün be gün güçlenmelerine ve zenginleşmelerine yol açmıştır.

Üçüncü kesim ise siyaset erbabıdır. Aslında siyaset erbabı başlangıçta birinci kesim
içerisindedir. Çünkü ilk zamanlarda siyaset erbabının seçilmesi, doğrudan merkezin
dahline tabi iken zamanla taşranın ileri gelenlerinin siyasete dâhil ve müdahil olmaları,
siyaset erbabının oluşturduğu kesimin genişlemesine yol açmıştır. Bunun sonucunda
birinci kesim geçen yıllar sonunda içinde bir bölünme yaşayarak bürokrasi sınıfı – siyasetçi
sınıfı şeklinde bir bölünme yaşamıştır.

Bu bölünmenin neticesinde kurucu felsefenin taraftarları ve devlet memuriyetinde


yetişenlerle asker ve aydınlar hep bir arada güçlü bürokrasi sınıfını oluştururken bu
kesimle menfaat çatışmaları belirginleşmeye başlayan siyasetçi kesimi ayrı sınıflara
dönüşmüşlerdir. Ancak bu ayrışma kimi zaman kırmızı çizgilerle gerçekleşmişken kimi
zaman da bu kesimlerin birbirinden kadro devşirmesiyle iç içe bir görünüm
sergilemişlerdir.

Bu gelişmenin en önemli nedenlerden bir tanesi eğitimin de artmasıyla aslen


taşralı olan memur kadrolarının bürokraside yükselerek siyasetçi sınıfına dâhil olmasıdır.
Kuruluş döneminde merkez bürokrasisini tamamen elit bir aydın kesim oluştururken
zamanla bürokrasiye giriş kolaylaşmış, devletin genişleyen kadroları yeni simaların
sivrilmesine olanaklar verdikçe de bürokrasinin renkliliği artmıştır. Bunun sonucunda da
doğrudan merkezden kontrol edilmesi zorlaşan bürokrasi içerisinde pastaya daha da
güçlü bir şekilde ortak olmak isteyen kişiler çıkmıştır. Bu kişilerin en çok tercih ettiği
yöntem ise siyasete dâhil olarak kendi bürokrasisini yaratma girişimleri olmuştur. Ancak
bu kesimin en belirgin özelliği aslen CHP’li olmayan, önemli ölçüde kuruluş ideolojisine
muhalefeti olan, çok zaman da 1923 ile kaybedilen saltanatın öç retoriği ile alttan alta
örgütlenen farklı bir zihinsel dünyanın üyesi olmaktır. Her ne kadar bu kesimler de
başlangıçta CHP içinde siyaset yapmışlarsa da 1946 bu kesim için bir milat olarak kabul
edilebilir. Çünkü kendilerine özgü bir yuvaya kavuşmuş olan bu kesim, bu sayede CHP
içindeki İnönü muhalifleri olmaktan rejim muhalifliğine ve din bayraktarlığına terfi
etmişlerdir.

Bu kesim zaman içinde en hızlı örgütlenen ve güçlenen kesim olmuştur. Bu kesim


için CHP ile yaşanan yol ayrımını yaratan somut olay ise “İnönü’nün savaş
vurguncularından hesap soracağını söylemesi ve 1945 yılındaki Toprak Reformu
projesidir”. 1923 ile kazandıkları imtiyazın toprak reformu ile kaybedilecek olması bu
kesimin bir yıl içinde partileşmesini sağlamıştır. Ayrıca 1940’lardaki 2. Dünya Savaşı’nın
yokluk yıllarında yaşanan sefaletler ve gerek merkezde gerekse taşrada pek çok CHP ileri
geleninin acıtıcı yanlışları (Varlık Vergisi, aşırı ve eşitsiz vergiler, vatandaşa taşrada

7
çektirilen bürokratik çile vs…) bu kesimin çok sayıda taraftar bulmasına ve arkasına güçlü
bir kitlesel destek almasına neden olmuştur.

Ayrıca bu kesimin siyasi söylemini “para ve din” gibi birbirinden büyük iki tanrısal
mit üzerine oturtması kitlelerin büyülenmişçesine bu kesimlerin arkasında yürümesini
sağlamıştır. Bir diğer önemli etken ise tarihsel mağlupların ufukta ışık görmüşçesine bu
kesimlere moral destek sağlamasıdır. Artık rövanş yaklaşmaktadır. Yıl 1950… Devir artık
kaybedenlerin tekrar kazanma zamanıdır.

5 – Eski Muhafazakârlar Yeniden İktidarda… Demokrat Parti Geleneği

İkinci Dünya Savaşı bitmiş, badireler atlatılmış ama savaşın yükü İnönü’nün sırtına
kalırken Amerika’nın da dünyada kazandığı cilalı imajı arkasına alarak yeni yüzlerle
yeni bir hareket sahneye çıkmaya başlamıştır. Tıpkı 1920’lerde olduğu gibi, savaşın
ganimetini toplayanlar yeni ganimetler için devletle “Yol Ayrımı”na gelmiştir.

Bunlar iki şey vaat ederek ortaya çıkmışlardır: Para ve din4. Para Amerika’dan, din
ise CHP giderse zaten herkes doğrudan cennete gidecek. Böylesine iki önemli vaat doğal
olarak bu yeni hareketin hem merkezden hem de taşradan inanılmaz bir teveccüh
görmesine yol açmıştır.

Taşra yığınları tarla takım işleri için yapılacak somut vaatlerle (Menderes köylüye
gübre vaadinde bulunuyordu) ikna edilmeye çalışırken ülkemizde hep inkar edilen ruhban
sınıfı da desteğini açıkça bu kesimden yana koyarak bu harekete inkar edilemez bir
“metafizik destek” sağlamıştır. Taşradaki asıl destek ise patron – yanaşma
demokrasisin aktif liderleri olan toprak sahiplerinden gelmiştir. Çünkü bu kesim 1945
Toprak Reformu ile görmeye başladığı korkulu düşle yaşamaktansa uyanık kalmayı tercih
etmiştir. Kentli destek ise 1947 İstanbul İktisat Kongresi sırasında İnönü ile yollarını
ayırma kararı alan, Bayar’ın da eski avenesi olan kent burjuvazisinden gelmiştir.

Artık bir kurtarıcı olarak algılanan DP, “Evdeki çirkin karıları bile
güzelleştirebilecek bir mucize” olarak karşılanmıştır.

İktidar atı delişmendir, binmesini bilmezsen üzerinden çabuk atıverir seni. Hal
böyle olunca saadet yılları uzun sürmez. Ancak bunu kesintiye uğratan müdahalenin de
Amerikan menşeili olması ve parlamenter sisteme geçilmiş olması halkın
manipülasyonlarla kitlesel olarak sağ kesimin taraftarlığı için her zaman yeterli bir zemin
sağlamıştır.

Sonuçta Menderes ile başlayan sağ iktidarlar dönemi artık dinin alenen siyasi meta
olarak kullanıldığı bir dönemdir. Bunu, kaybedilen iktidarın geri kazanılması için sağ
siyasetçiler, bir silah olarak kullanmaktan hiçbir zaman haya etmemişlerdir. Elbette ki
siyasi söylemini buna göre kurgulamayanlar da vardır. Ancak Türkiye’ye Amerika’yı bir
daha çıkarılamaz şekilde getirenin bile din ögelerini bu denli kullanması ancak ve ancak
sofradaki payın yetersizliği ile açıklanabilir. Her ne kadar bu şu an için kısır bir izahat gibi
görünse de 1950’den sonra gelen tüm sağ iktidarlar Amerikancıdır ve hepsi içerde halka
karşı dindar bir kimlikle yaklaşmıştır. Ülkemizin ruhban sınıfları da alttan alta kendileri için
tek kurtarıcı olarak gördükleri bu kesimin dışındakileri ısrarla “dinsiz ve kafir” olarak
göstermişlerdir. Bunun her ne kadar somut bir belgesi olmasa da halkın içine yerleşmiş
olan düşüncelerin aslında hedeftekilerden ziyade propaganda merkezleri ile ilgili olduğu
açıktır.

4
Din demişken; o dönemin dini öğeleri samimiyetle öne çıkaran asıl partisi Mareşal Fevzi Çakmak’ın
lideri olduğu Millet Partisi’dir. Ancak Paşa, siyaseti o kadar da iyi bilmediği için parayı vaat etmeyi
akıl edemiyor. Ayrıca Paşa’nın, 1950 seçimlerinden 40 gün kadar önce hakkın rahmetine kavuşması
cenazesinde on binler toplanmasına karşın MP’ye değil DP’ye oy getiriyor. Kaderin bir cilvesi
denecek bu durum aslında derslere konu olacak kadar da ilginçtir.

8
Hazır Amerika demişken; sağ iktidarlar, Amerika ve Türkiye’deki muhafazakârlık
üzerine bu çerçevede bir şeyler söylemek gerekir. Dini kurtaran, ülkeye ve vatandaşa
dinini geri getiren DP, mübarek dinimizle birlikte bize bir de hediye sunmuştur: Amerika.

Menderes, Türkiye’yi Küçük Amerika yapma vaadi ile gelmiştir ama Türkiye’yi
ancak Amerika’nın 51. eyaleti yapabilmiştir. Böylesine dindar bir iktidarın içine düştüğü
bu paradoksu anlamak zordur. O dönemlerde “modern batılılık” CHP söylemi olduğu
için CHP, “batıcı, gavur, dinsiz” gibi suçlamalarla halkın gözünden düşürülürken batıya
ilişkin bir çok şey Menderes döneminde Türkiye’ye sokulmuştur. Bu dönem, Türkiye’de en
büyük yolsuzlukların olduğu dönemdir. 1930’larda milletin dişinden tırnağından artırdığı
paralarla kurulan milli ve stratejik kuruluşların devre dışı bırakılması da yine bu
dönemdedir. Mesela o dönemde henüz dünyada pek örneği olmayan Rüzgar Tüneli 5, 1947
yılı bütçesinin üçte biri gibi bir paraya tamamlanmıştır. Ancak Amerika istemediği için bu
tesis asla faaliyete geçirilmemiştir. Nuri Demirağ gibi önemli bir girişimci Menderes
Döneminde türlü desiselerle iflas ettirilmiştir. Tek kusuru ise Amerika’nın Türkiye’ye
satmak istediği uçakları Türkiye’de yapmak için bütün servetini ortaya koyarak uçak
fabrikası yapmak istemesidir. Bir diğer örnek ise; Amerika’nın petrol ve otomotiv
sanayisine Türkiye’de pazar yaratabilmek için ulaştırma sektöründe demiryolu
stratejisinden vazgeçilmesidir. CHP, Menderes’e 7.381 km demiryolu teslim etmişken
Menderes on yılda sadece 224 km demiryolu yapmıştır. Yine Menderes’ten bu yana
Türkiye’yi yönetmiş olan sağ iktidarların tamamının yaptığı demiryolu toplamı 1950’den
2000’lere kadar sadece 1.000 km civarındadır.

6 – CHP mi Yoksa DP mi Daha Muhafazakâr?

Şimdi bu durumda sorulması gerekir;

Kim daha batıcı? Kim daha dindar? Yâda hangi batı? Asıl soru ise şu: Hangi din? Ya
da muhafazakârlığın gerçek dini ne? Şahsen vicdanen, CHP’ye yada ona benzer bir
zihniyete gavur yada dinsiz denilen bir durumda sağ iktidarların bu ülkede yatacak yerinin
olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Şu bir gerçektir; CHP, hep militarist bir laisizm söylemi içerisinde olmuştur. Haliyle
bu duruşu geniş kitlelere kendini anlatmasını zorlaştırmıştır. Zaman içinde ruhbanların da
kirli propagandaları CHP’yi halkın gözünde dinsiz bir parti konumuna getirmiştir. CHP bu
konumdan kurtulabilmek, halkı ile daha barışık ve iç içe olmak için yeterli ve güçlü çabayı
gösterememiştir. Daha doğrusu CHP’nin kendisinde bu konuda bir irade eksikliği
görülmüştür. Yukarıda da bahsettiğim CHP içindeki “muhafazakâr elitler (sert
çekirdek)” CHP’nin halka daha yumuşak bir yüzle inmesini hep engellemiştir.

Oysa hep unutturulan bir gerçek vardır. 2. Dünya Savaşı yılları biter bitmez, İnönü,
kitlesel talepleri gerçekleştirmeye yönelik önemli şeyler yapmıştır. Mesela 1947–1950
arasında ülkemizde birçok imam hatip okulu açılmıştır. Ancak ne ilginçtir ki “En çok
imam hatip okulunu ben açtım” diye böbürlenmek ise radikal kesimlerin masonlukla
suçladığı Demirel’e nasip olmuştur. DP geleneğinin 7 kere gidip 8 kere gelen “Bir Bilen”
adamı Süleyman Demirel’in soyadından olup da yolsuzluğa bulaşmamış insan
bulunamazken İnönü’nün aile efradından siyasi destekle mal mülk sahibi olmuş bir tek kişi
dahi bulunamaz. Maalesef ki Demirel soyadı başta olmak üzere sağ iktidarların siyasi ileri
gelenlerinden çevresinde siyaset yoluyla zenginleşmeyen bir mümin aramak Diyojence
salaklıktan başka bir şey değildir. hatta sağ kesimin kereste, odun gibi vasat mamullerle
başlayan yolsuzluk ve zenginleşme serüveni, sağın sağına doğru gidildikçe daha

5
Rüzgâr Tüneli; uçakların hem uçuş testi yapması hem de yeni uçak modellerinin geliştirilmesi için
tamamen yerli tasarımı hedefleyen bir projedir. Bu ve bunun gibi bir çok stratejik hamle DP
tarafından akamete yıpratılırken Türk Ordusu için NATO standardı gibi abuk bir uygulamaya
geçilmiş ve Türkiye’nin bağımsızlığı ve milli ekonomisi için hesap edilemez derecede önemli olan
savunma sanayisi çökertilmiştir. Bedelini de Johnson Mektubu ve Kıbrıs Harekâtı’nda ambargo
yemek şeklinde ödememizin ardında ancak 1975’te ASELSAN’ın kuruluşu ile yeniden bir şeyler
yapılır olmuştur.

9
teknolojik bir boyut kazanmış günümüzde ise gemiler, tersaneler deniz filoları gibi küresel
ve teknosel boyutlar kazanmıştır.

Bir diğer önemli konu, dış ilişkiler konusudur.

Rusya’dan ve Kızılordu’dan dehşet derecesine varan bir korku duymasına


karşın İnönü bir gün olsun Amerika’nın sıcak koynuna girmemiştir. Ama ne
yazık ki muhafazakârlığın kalesi sağ iktidarların liderlerinin hepsi Amerikanın
sıcak koynunda abdest ve iman tazelemiştir.

Netice itibarıyla Türkiye’de muhafazakârlık; hiçbir zaman din ve dini değerleri


savunmak ya da yaşatmakla, din adına mücadele etmekle ilgili bir olgu olmamıştır.
Türkiye’de muhafazakârlık her zaman için maddi bir şeylerin metafizik simülasyonlarla
perdelenmesi olmuştur. Bu bir mücadeledir. Gün geçtikçe anladık ki “muhafazakârlık,
çocukluğumuzun Mandrake’sine benzer usullerle takkeden saltanat çıkarmak”
imiş.

1950’ye kadar muhafazakârlık, 1800’lerden beri süregelen sınıfsal galibiyet


mücadelesinin adıyken 1950’den itibaren halkın da içine seçimler yoluyla dâhil edildiği,
dinin afyonlaştırıcı ve köreltici etkisinin yüksek dozda kullanıldığı bir çatışma alanı
olmuştur.

Marksist Retoriğin en önemli argümanlarından birisi olan “Din Afyondur” ifadesi


Marks tarafından her ne kadar burjuvazi karşısında işçi sınıfının uyutulmasını açıklamak
için kullanılmış olsa da bu teorinin gerçek uygulama alanı, ülkemizdeki geniş kitleler ile
hakim sınıflar arasındaki ilişkilerde görülmüştür. Özellikle Mehmet Şevket Eygi üstadın
ifadesiyle “Din Baronları”, halkın kendi üzerinde oynanan oyunları ve hileleri gizlemek
için din faktörünü hep bir perde olarak kullanmışlardır. Bu noktada ülkemizde din, müthiş
bir afyon etkisi göstererek kitlelerin uyanmasını her zaman engellemiştir. Çoğu zaman da
bu etki halkın kitlesel öfkesinin başkalarına yönlendirilmesinde kullanılmıştır. “Vurun
imansıza…” gibi kitlesel öfkeyi anında doruğa çıkaracak provakatif yönlendirmelerin de
etkisiyle artık günümüzde yoksulluğun ve ezilmişliğin de verdiği sinir ve öfke toplumda
çok güçlü bir “linç kültürü” yaratmıştır. Gırtlağına kadar sıkıntıya batmış bir şekilde
sorgulama melekelerini kaybetmiş olan toplumumuzun böylesi bir linç kültürüne yenik
düşmüş olması ancak ve ancak bu toplumun birileri tarafından “fitlenmesi
(doldurulması)” ile izah edilebilir. Bunun bir sonucu olarak ülkemizde II. Mahmut misali
“gâvur” damgası yememiş insan kalmamıştır neredeyse.

Muhafazakârlığın 1980 sonrası macerası ise bambaşka amaçlarla donatılmıştır. O


güne kadar olan mücadele genel olarak iç dinamiklerle gelişip süre giden bir sınıf
/çekişmesi çatışması iken 1980 sonrası muhafazakârlık mücadelesi ise tamamen dışsal
şoklarla yön bulan bir maceradır. Ancak bu dönemin mücadelesi bir yandan da içsel sınıf
çatışmalarının hız kazandığı ve onu güçlü bir şekilde beslediği bir mücadele özelliğine
sahiptir. Çünkü 1980 sonrası dönemin çekişmesi 1950’lerden itibaren tekrar
palazlanmaya başlayan sınıfsal sermayenin, 1990’lardan itibaren müthiş bir yükselişe
geçerek merkezin sermaye gücünün yerine geçmeye çalışması şeklinde olmuştur. Bu da
28 Şubat Sürecinin bahanesi olmuştur.

28 Şubat; görünürde yükselen yeni sınıfların sermaye gücünü kesmeye yönelik bir
Amerikan müdahalesi gibi görünse de aslında bu, ezik sınıfın (muhafazakarlar), sonraki
süreçlerde kitlesel yükselişinin de alt yapısını yaratmıştır. Öncekilerden daha paradoksal
bir niteliği olduğu için 28 Şubat’ı ve klasik muhafazakâr kesimlerin yükselişini başka bir
zamana bırakalım. Ancak akıldan çıkmaması gereken şudur:

28 Şubat, muhafazakârlığa vurulmuş bir darbe gibi sunulmuş olsa da gerçek


dindarlar toplumdan dışlanırken; dini, amaçlarına afyon olarak kullanan politik ve ruhban
kesimler inanılmaz bir hızla hem toplum hem de devlet içinde yükseldiler. Bu kesimler elli
yıldır elde edemedikleri gerçek iktidara sadece beş yıl içinde kavuşmuşlardır.

1
Sonuç olarak karşımıza birkaç tane soru çıkmaktadır. Artık günümüz Türkiye’sinde
bu soruların mutlak surette cevaplanması gerekmektedir.

Muhafazakârlar ne türden bir muhafazakârdır? Neyin muhafazasının


derdindedirler?

Şeriatın kestiği parmak acımaz mı? Parmağı kesen şeriat nedir? Parmağı kesilen
kimlerdir? Hep aynı sınıflardan mı? Şeriat nedir? Menfaat sahiplerinin görünmeyen yüzü
müdür yoksa gerçek anlamda devletin kendisi (hukuk) midir?

Bu tartışmayı biraz da bu sorular etrafında düşünebilmek ve yürütebilmek imkânını


bulduğumuz vakit ülkemizdeki muhafazakârlık tartışmalarının gerçek safrası ortaya
dökülmüş olacaktır.

You might also like