Professional Documents
Culture Documents
Tıpkı batıda olduğu gibi bölgemizde de monarşiden anayasal düzene geçiş süreci
derinleşmesini sürdürdükçe muhafazakârlık tartışması en derininden en yüzeyde kalan
toplum kesimlerine kadar herkesi cezp edici bir şekilde içine çekmektedir.
Gâvur padişahın “gâvur icadı” fesinden tam da yüz yıl sonra fesin kaldırılıp yerine
şapkanın getirilmesi karşısında “din elden gidiyor” feveranıyla sahip çıkılması gibi
durumların hep muhafazakârlık titri ile izah edilir olmasının yarattığı cazibe hepimizi
kendisine çekiyor. Buna sebep, merhum Yahya Kemal misali biraz “tayy-i zaman” edelim.
1
O soy olarak ilahi kudretin yeryüzüne bir yansımasıdır. Bundan dolayı geride
kalanlar öncelikli olarak O’nun kulları olurlar başka sıfatlara ancak daha sonra ve yine
O’nun himmeti ile nail olurlar. Bu sıfatları dolayısıyla O’nun konumu ve menfaatleri
tanrısaldır ve kullar arasındaki didişmeden münezzehtir. Kullar ancak ve ancak O’nun
himmeti ölçüsünde isim ve nam kazanırlar ve kulların unvanı, konumu ve hiyerarşisi bu
şekilde ortaya çıkar.
Devlet, cihanşümul bir cihad devleti olduğu için “cihad” süreklidir ve sancak aynı
zamanda orduların da komutanı olan padişahın elindedir. Devletin “daimi savaş hali”
tarihsel olarak iki toplumsal öğeyi ön plana çıkarmıştır. Bunlardan birincisi uğruna küffara
karşı cenk edilen din, diğeri ise bu uğurda savaştan savaşa koşan ordudur.
Din ve onun bileşenleri manevi müessese olarak tüm toplumu manevi anlamda
biçimlendirip kişilere kazandırdığı rütbelerle onlar arasında hiyerarşi tesis ederken aynı
zamanda yarattığı hiyerarşik yapıya uygun olarak da uhrevi ve dünyevi nimetleri dinin
direği halifeden de aldığı güçle dilediğince pay etmiştir. Ayrıca din büyükleri, “akıl
danelik rolleri” ile devletin yüce katlarında en önemli mevkilerin başını tutarak,
toplumun gerektiğinde yerinde oynatılması için güçlü bir manivela niteliği de kazanmıştır.
Ordu ise hem devlet yönetimini yürüten bürokrasiyi din kurumu ile paylaşmış hem
de “has, zeamet ve tımar” diye bildiğimiz meşhur “mir-i arazi” rejimi yoluyla ülkenin tüm
topraklarını kendi arasında pay etmiştir. Sonuç olarak yüzyıllarca sorunsuz işleyen bir
ortaklık sistemi tesis edilmiştir. Bu sistem kuşkusuz olarak iyi bir sistem olarak uzun süre
başarılı da olmuştur. Yüzyıllar boyunca devleti besleyen sistem olarak ayakta kalması da
bunun göstergesidir. Ancak devlet ruhunun cihada dayanması sistemin en zayıf noktasını
oluşturmuştur. Çünkü her cihad çağrısı yeni bir ganimet demektir ve ganimet bol oldukça
ortaklığın devamında bir sorun olmamıştır.
Fakat genelde devletin özelde ise ordunun, artan yenilgilerle beraber cihadın bir
gereği olan huruç harekâtından “ricat” harekâtına mecbur kalmasının sıklaşmasıyla
sistem de arıza vermeye başlamıştır.
Devlet-i Ali Osmanî yengileri unutup yenilgilere duçar oldukça gözler orduya
çevrilmiş, değişimin ve modernleşmenin ilk adımları de ordu müessesesine ilişkin olarak
ortaya çıkmıştır. Ordunun silah donanımında gelişmeyi ve güçlenmeyi hedefleyen fen ve
mühendislik alanındaki yeniliklere dayalı çabalarla ordunun zaafları giderilmeye
çalışılmıştır.
Ancak bu çabanın bir uzantısı olarak dönemin padişahının 19. yüzyılın ilk
çeyreğinde ordu içinde yeni nizam (Nizam-ı Cedit) arayışları ordu devletlûları (ocaklar)
arasında huzursuzluk yaratmıştır. Bu dönemde taşralı ayanların (taşra memalik
hanedanları) da kendi aralarında ittifak yaparak merkeze karşı güç gösterisine
kalkışmaları merkezdeki hiyerarşik düzeni yıpratmıştır. Bu yıpranmayı ortadan kaldırmak
2
için taşradaki güçlü valilerden birisi olan Alemdar Mustafa Paşa harekete geçmişse de
daha kendisi İstanbul’a gelemeden isyan ile tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim
boğularak öldürülmüştür. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa Üçüncü Selim’in yerine
geçirilen Dördüncü Mustafa’yı tahttan indirerek İkinci Mahmut’u tahta geçirmişse de
düzen tam kurulamamış, taşralı feodallerin başıbozuklukları daha da artmıştır. Bu
başıbozukluğun sonlandırılması ise “1808 Sened-i İttifakı”nın imzalanması ile olmuştur.
Padişahın kutsal otoritesinin tekrar takdis edildiği bu belge ile artık her sözü
padişahın sözü sayılacak olan sadrazama kesin itaat şartı getirilmiş buna karşın taşralı
ayanların ellerindeki gücün babadan oğula devrine imkân veren bir hukuki durum ortaya
çıkmıştır. Türkiye’deki mevcut feodal kılıklı ve muhafazakârlık mitoslarıyla beslenen ilkel
sosyal sınıflanmanın çekirdeği de bu yıllardaki çatışmanın sonuçlanma biçimidir.
Sened-i İttifak, Alemdar Mustafa Paşa’dan sonra fiilen yürürlükten kalkmışsa da fiili
durum bakımından nitelik olarak önemli sayılabilecek bir güç bölüşümü yaratmıştır.
Bir kere padişahı yeniden “Halife-i Ruy-u Zemin” makamıyla kutsayan senedin 4.
şartı, ayanların sadrazama kayıtsız şartsız itaatini getirmiştir. Bu şarta göre sadrazam
kanun hilafına bir işe girişmeyecek buna karşılık da ayanlar, sadrazamdan gelen emri
padişahın emri olarak kabul edecektir. 5. şart ise ayanlığın babadan oğla bir verasete
dönüşmesini getirmiştir. Ağalık müessesesi, Osmanlı toplumuna her ne kadar Bizans’taki
Tekfurluk Sistemi ile geçmiş olsa da günümüzdeki ağalığın en önemli hukuki ve sosyal
temellerinden birisi bu hükümdür.
Belgeye imza atan 21 kişiden 4’ü taşralı feodaller iken geriye kalan 17 kişinin
vüzera-ı devlet ve ulema-ı himmetten olması musluğun başında hala eski ortakların
olduğunu göstermektedir. Ancak senedi imzalamak için Kâğıthane’de toplanan
“Meşveret-i Amme” içerisinde şeyhülislam ve birkaç kadı karşısında askerlerin
çoğunlukta olduğu bürokratların (vükelâ-i devlet) önemli bir ağırlığının da olduğu göze
çarpmaktadır. Bu da gösteriyor ki güç gittikçe bürokrasiye doğru devşirilmektedir.
Kırım Harbi (1854) ve 93 Harbi’ni (1876–77) bir kenarda tutarsak 19. yüzyılın
hemen tamamı ordu ve devlet bakımından seferde değil hazarda geçmiştir. Bu durum
orduyu önemli ölçüde asli görevlerinden uzaklaştırmış buna bağlı olarak merkezdeki
hiyerarşi ve güç çatışması daha da yoğunlaşmıştır.
Yüzyılın ortalarında 15 yıl arayla yaşanan, dış faktörlerden beslenen iki önemli olay
devlet düzeni ve merkezdeki güç yapılanması üzerinde çok önemli değişiklikler
2
Buradaki şeriat kelimesinden kasıt kelime manasıyla şeriat hukuku ve yaşam biçimi (İslam’daki
gerçek manası) olmayıp, tebaanın otoriteye itaatini kayıtsız şartsız bir itaat imanıyla düzenleyen ve
manipülasyonlarla bezeli çıkarcı sosyal ve hukuki düzenektir.
3
yaratmıştır. Bunlardan birincisi 1839 Tanzimat Fermanı’dır. İngiliz Reşit Paşa’nın kaleme
aldığı bir hukuki metin olarak “müsaadat-ı şahane” eliyle tebaaya eskiye nazaran yeni
hakların verildiği bir belge olarak tanımlansa da iç dinamiklerle değil de dış baskılarla
kaleme alınmış olması önemli ve üzerinde durulması gereken bir konu olarak karşımıza
çıkmaktadır.
İkinci önemli olay ise; Osmanlı Devleti’ni Avrupa ailesinin bir ferdi kabul eden Paris
Anlaşmasından sadece altı hafta önce yine Batı’nın dayatması ile imzalanan Islahat
Fermanı’dır ki muhtevasını oluşturan 19 maddenin tamamı Osmanlı topraklarındaki Gayrı
Müslimlerin haklarına yönelik hususları içermektedir. Doğrudan Müslim tebaayı
ilgilendiren tek bir maddesi dahi yoktur, bu hususun yorumu da okuyucuya kalmıştır.
Artık eski sosyal, sınıfsal ve hukuksal düzenin gerek iç dinamiklerle gerekse dışsal
zorlamalarla bozulmaya başladığı 19. yüzyılın ortalarındaki bir başka önemli gelişme
muhafazakârlık-ilericilik eksenindeki çatışmayı hızlandırmış, çatışanların adları hep değişik
şekillerde telaffuz edilmişse de çatışanlar hep muhafazakârlarla sofrada kendine de pay
isteyen “ötekiler” olmuştur. Bu dönem aynı zamanda ismen telaffuz edilmese de öteki
kavramının iyice su yüzüne çıktığı ve istenmeyen kesimlerin merkezdeki köşe başlarını
tutanlarca hemen ötekileştirilip devlet imkânlarıyla telef edilmeye başlandığı dönemdir.
Bu anlayış günümüzde şiddetini artırarak devam etmektedir.
20. yüzyılın başlarında, Jön Türklerin devamı niteliğinde olan ama daha güçlü bir
örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki Fırkası, aydın-asker dayanışmasına resmi bir nitelik
veren ve devletin “dibacesi”ni yeniden düzenleyen telakkisiyle din müessesesini
tamamen sofranın dışında tutan bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Böylece 1820’lerde biten
4
ortaklık 1900’lerde artık iflah olmaz bir düşmanlığa dönüşmüştür. Çünkü kısa mazisine
rağmen seküler aydınlar orduyu kendi büyüsünün etkisi altına almışlar, askerlerle
kurdukları yeni ittifak sayesinde hem zat-ı şahanenin gücünden güç devşirmişler hem de
din kaynaklı otoriteyi yaratan elitleri zat-ı şahane’nin sofrasından atmışlardır.
Günümüzde dinci kesimin İttihat Terakki’ye karşı hala sürüp giden bitmez
tükenmez öfkesinin en önemli nedenlerinden birisi de bu kesimin bilinçaltında yer etmiş
olan “dışlanmışlığın yarattığı eziklik psikolojisi”dir.
Ancak bunların hiç birisi muhafazakârlık olarak addettiğimiz güdü ile alakalı
değildir. Çünkü bunların hiç birisi daha önce tesis edilmiş kişisel ya da sınıfsal bir
menfaatle ilgili olmayıp doğrudan insan yaşamının bir gereği olan ve olmazsa olmaz diye
tanımlanabilecek haklarla ilgilidir. Bu haklar hukukun “mütememmim cüz” diye tabir
ettiği, insanın doğasına yaraşır ve onun tamamlayıcısı niteliğindeki haller ve haklarla
ilgilidir. Bu isyanların kimisi ayrı bir siyasi otoriteye bağlılığı (İran Şahlığı ve Şiiliği)
bağlanmayı isterken kimileri de iskân edilme ya da yurtlarından sürülme gibi yaşamsal
konularla ilgilidir. Yani ortada insan için vazgeçilmez hakların dışında bir kişiye ya da
zümreye özgülenmiş bir menfaat yoktur. Bu isyanların hiç birisinde eldeki ya da elden
çıkmış özel bir menfaatin korunması veya yeniden kazanılması güdüsü yoktur. Olması
gerektiği halde olmayan bir şeyin talebi söz konusudur. Ayrıca bu isyanların en önemli
özelliklerinden birisi de doğrudan devlete yani “fermana karşı (Ferman padişahınsa
dağlar bizimdir)” olmasıdır.
5
durdurulması ya da ortadan kaldırılması şeklindedir. Beklenti ise devlet mekanizmasının
yeniden eski mutlu ve saadet dolu günlerdeki biçime göre düzenlenmesi şeklindedir.
Hatta kimi taşeron isyanlarda devletin mekanik sisteminde daha ileri düzeyde değişimler
istenmesine (mandacı beklentiler) karşın din müessesesine ilişkin beklentilerin tüm
isyanlarda aynı noktada çakışması beklentinin dinle/manevi değil şahsi güdülemenin
yarattığı saadet ortamıyla ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Aksi durumda İngiliz
altınıyla “halife perestlik” hangi inancın bir farzı ya da vacibi olarak görülebilir ki?
Bu cenahta kimler var diye bakacak olursak yelpaze aslında kısa bir tanımlama
yapmaya izin vermeyecek kadar geniştir. Mustafa Kemal’in silah arkadaşları, top yekun
ordu ve asker bürokrasisi, İttihat Terakki’den beri ideolojik düş dünyasını kurgulayan
seküler aydınlar ilk akla gelenlerdir. Sermaye ve siyaset kesimini temsilen ise kentli
sanayi ve ticaret burjuvazisi (İzmir İktisat Kongresi bu son kesim için verilmiş bir
taahhüttür, ortaklık böyle kurulmuştur) ile TBMM’nin kimi kıdemli kimi de yeni yetme
siyasetçileri bu kesimin içinde konumlanmıştır. İktidarda olan siyasi felsefenin yapıtaşları
olarak konumlanmak, saadet kapılarının bu kesimlere sonuna kadar açılmasını
sağlamıştır. Bu kesimlerin savaşı artık bu saatte kazanılmış olan konum ve menfaatlerin
korunmasına ilişkindir.
3
Eğer bu konuya ilgi duyan varsa – her ne kadar adı ve anlatımı bir roman olsa da – Kemal Tahir’in
“Yol Ayrımı” isimli romanını önemle tavsiye ederim.
6
İkinci kesim, Ankara’ya verdiği desteğin karşılığını köy-kasaba ağalığından “eşraf
(şerefli)” sıfatına devşiren eskinin ayanlarının günümüzdeki karşılığı olan taşralı küçük
burjuvazidir. Yeni kurulan devlet, doğası gereği elinin doğrudan uzanamadığı yerlerde
kendine itaat kaydıyla iktidarı güvenilir ortaklara devretmiştir. Çünkü o dönem için
devletin hizmet ve kontrol mekanizması yeterince güçlü değildir ve bu işlevlerin
üstlenilmesi gerekir. Bu sebeple devlet, Ankara’ya uzak düşen yerlerde yerel önderlerin
varlıklarını hem benimsemiş hem de onay vererek onların halk gözündeki meşruiyetlerini
tescil etmiştir. Böylece pek yeni olmasa da oldukça güçlü bir muhafazakâr kesim daha
doğmuştur. Bu kesim etkisini özellikle 1945 Toprak Reformu sırasında göstermiş,
menfaatlerine zarar vereceğine inandıkları İnönü’yü 1950’de iktidardan eden
temel amillerden birisi olmuşlardır. Bu kesim aynı zamanda varlığını günümüzde hala
güçlü bir şekilde sürdüren “patron-yanaşma demokrasisi”nin belkemiğini
oluşturmaktadır. Menderes ve Ailesi, Sazak Ailesi, Sökmen Ailesi, hemen her kentte ve
taşranın her yerinde görülebilen aşiretvari yapılar, ağalar ve büyük, köklü –diye tabir
edilen– müreffeh aileler hep bu ortaklığın günümüze uzanan kemirgen hatıralarıdır. Bu
kesimler sofranın asli unsurları olmayıp sofranın artıkları ile beslenen ancak önemli ölçüde
“taht-ı hayat garantisi elde etmiş” kesimlerdir. Elde ettikleri bu garanti ve
kazandıkları meşruiyet sayesinde taşradaki kamusal otoritenin de temsilcileri olmuştur.
Özellikle CHP’nin il başkanlarının aynı zamanda il valisi olması, taşradaki parti
yöneticilerinin diğer merkez memurlarının üzerinde ayrıcalıklara sahip olması bu asalak
sınıfların gün be gün güçlenmelerine ve zenginleşmelerine yol açmıştır.
Üçüncü kesim ise siyaset erbabıdır. Aslında siyaset erbabı başlangıçta birinci kesim
içerisindedir. Çünkü ilk zamanlarda siyaset erbabının seçilmesi, doğrudan merkezin
dahline tabi iken zamanla taşranın ileri gelenlerinin siyasete dâhil ve müdahil olmaları,
siyaset erbabının oluşturduğu kesimin genişlemesine yol açmıştır. Bunun sonucunda
birinci kesim geçen yıllar sonunda içinde bir bölünme yaşayarak bürokrasi sınıfı – siyasetçi
sınıfı şeklinde bir bölünme yaşamıştır.
7
çektirilen bürokratik çile vs…) bu kesimin çok sayıda taraftar bulmasına ve arkasına güçlü
bir kitlesel destek almasına neden olmuştur.
Ayrıca bu kesimin siyasi söylemini “para ve din” gibi birbirinden büyük iki tanrısal
mit üzerine oturtması kitlelerin büyülenmişçesine bu kesimlerin arkasında yürümesini
sağlamıştır. Bir diğer önemli etken ise tarihsel mağlupların ufukta ışık görmüşçesine bu
kesimlere moral destek sağlamasıdır. Artık rövanş yaklaşmaktadır. Yıl 1950… Devir artık
kaybedenlerin tekrar kazanma zamanıdır.
İkinci Dünya Savaşı bitmiş, badireler atlatılmış ama savaşın yükü İnönü’nün sırtına
kalırken Amerika’nın da dünyada kazandığı cilalı imajı arkasına alarak yeni yüzlerle
yeni bir hareket sahneye çıkmaya başlamıştır. Tıpkı 1920’lerde olduğu gibi, savaşın
ganimetini toplayanlar yeni ganimetler için devletle “Yol Ayrımı”na gelmiştir.
Bunlar iki şey vaat ederek ortaya çıkmışlardır: Para ve din4. Para Amerika’dan, din
ise CHP giderse zaten herkes doğrudan cennete gidecek. Böylesine iki önemli vaat doğal
olarak bu yeni hareketin hem merkezden hem de taşradan inanılmaz bir teveccüh
görmesine yol açmıştır.
Taşra yığınları tarla takım işleri için yapılacak somut vaatlerle (Menderes köylüye
gübre vaadinde bulunuyordu) ikna edilmeye çalışırken ülkemizde hep inkar edilen ruhban
sınıfı da desteğini açıkça bu kesimden yana koyarak bu harekete inkar edilemez bir
“metafizik destek” sağlamıştır. Taşradaki asıl destek ise patron – yanaşma
demokrasisin aktif liderleri olan toprak sahiplerinden gelmiştir. Çünkü bu kesim 1945
Toprak Reformu ile görmeye başladığı korkulu düşle yaşamaktansa uyanık kalmayı tercih
etmiştir. Kentli destek ise 1947 İstanbul İktisat Kongresi sırasında İnönü ile yollarını
ayırma kararı alan, Bayar’ın da eski avenesi olan kent burjuvazisinden gelmiştir.
Artık bir kurtarıcı olarak algılanan DP, “Evdeki çirkin karıları bile
güzelleştirebilecek bir mucize” olarak karşılanmıştır.
İktidar atı delişmendir, binmesini bilmezsen üzerinden çabuk atıverir seni. Hal
böyle olunca saadet yılları uzun sürmez. Ancak bunu kesintiye uğratan müdahalenin de
Amerikan menşeili olması ve parlamenter sisteme geçilmiş olması halkın
manipülasyonlarla kitlesel olarak sağ kesimin taraftarlığı için her zaman yeterli bir zemin
sağlamıştır.
Sonuçta Menderes ile başlayan sağ iktidarlar dönemi artık dinin alenen siyasi meta
olarak kullanıldığı bir dönemdir. Bunu, kaybedilen iktidarın geri kazanılması için sağ
siyasetçiler, bir silah olarak kullanmaktan hiçbir zaman haya etmemişlerdir. Elbette ki
siyasi söylemini buna göre kurgulamayanlar da vardır. Ancak Türkiye’ye Amerika’yı bir
daha çıkarılamaz şekilde getirenin bile din ögelerini bu denli kullanması ancak ve ancak
sofradaki payın yetersizliği ile açıklanabilir. Her ne kadar bu şu an için kısır bir izahat gibi
görünse de 1950’den sonra gelen tüm sağ iktidarlar Amerikancıdır ve hepsi içerde halka
karşı dindar bir kimlikle yaklaşmıştır. Ülkemizin ruhban sınıfları da alttan alta kendileri için
tek kurtarıcı olarak gördükleri bu kesimin dışındakileri ısrarla “dinsiz ve kafir” olarak
göstermişlerdir. Bunun her ne kadar somut bir belgesi olmasa da halkın içine yerleşmiş
olan düşüncelerin aslında hedeftekilerden ziyade propaganda merkezleri ile ilgili olduğu
açıktır.
4
Din demişken; o dönemin dini öğeleri samimiyetle öne çıkaran asıl partisi Mareşal Fevzi Çakmak’ın
lideri olduğu Millet Partisi’dir. Ancak Paşa, siyaseti o kadar da iyi bilmediği için parayı vaat etmeyi
akıl edemiyor. Ayrıca Paşa’nın, 1950 seçimlerinden 40 gün kadar önce hakkın rahmetine kavuşması
cenazesinde on binler toplanmasına karşın MP’ye değil DP’ye oy getiriyor. Kaderin bir cilvesi
denecek bu durum aslında derslere konu olacak kadar da ilginçtir.
8
Hazır Amerika demişken; sağ iktidarlar, Amerika ve Türkiye’deki muhafazakârlık
üzerine bu çerçevede bir şeyler söylemek gerekir. Dini kurtaran, ülkeye ve vatandaşa
dinini geri getiren DP, mübarek dinimizle birlikte bize bir de hediye sunmuştur: Amerika.
Menderes, Türkiye’yi Küçük Amerika yapma vaadi ile gelmiştir ama Türkiye’yi
ancak Amerika’nın 51. eyaleti yapabilmiştir. Böylesine dindar bir iktidarın içine düştüğü
bu paradoksu anlamak zordur. O dönemlerde “modern batılılık” CHP söylemi olduğu
için CHP, “batıcı, gavur, dinsiz” gibi suçlamalarla halkın gözünden düşürülürken batıya
ilişkin bir çok şey Menderes döneminde Türkiye’ye sokulmuştur. Bu dönem, Türkiye’de en
büyük yolsuzlukların olduğu dönemdir. 1930’larda milletin dişinden tırnağından artırdığı
paralarla kurulan milli ve stratejik kuruluşların devre dışı bırakılması da yine bu
dönemdedir. Mesela o dönemde henüz dünyada pek örneği olmayan Rüzgar Tüneli 5, 1947
yılı bütçesinin üçte biri gibi bir paraya tamamlanmıştır. Ancak Amerika istemediği için bu
tesis asla faaliyete geçirilmemiştir. Nuri Demirağ gibi önemli bir girişimci Menderes
Döneminde türlü desiselerle iflas ettirilmiştir. Tek kusuru ise Amerika’nın Türkiye’ye
satmak istediği uçakları Türkiye’de yapmak için bütün servetini ortaya koyarak uçak
fabrikası yapmak istemesidir. Bir diğer örnek ise; Amerika’nın petrol ve otomotiv
sanayisine Türkiye’de pazar yaratabilmek için ulaştırma sektöründe demiryolu
stratejisinden vazgeçilmesidir. CHP, Menderes’e 7.381 km demiryolu teslim etmişken
Menderes on yılda sadece 224 km demiryolu yapmıştır. Yine Menderes’ten bu yana
Türkiye’yi yönetmiş olan sağ iktidarların tamamının yaptığı demiryolu toplamı 1950’den
2000’lere kadar sadece 1.000 km civarındadır.
Kim daha batıcı? Kim daha dindar? Yâda hangi batı? Asıl soru ise şu: Hangi din? Ya
da muhafazakârlığın gerçek dini ne? Şahsen vicdanen, CHP’ye yada ona benzer bir
zihniyete gavur yada dinsiz denilen bir durumda sağ iktidarların bu ülkede yatacak yerinin
olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Şu bir gerçektir; CHP, hep militarist bir laisizm söylemi içerisinde olmuştur. Haliyle
bu duruşu geniş kitlelere kendini anlatmasını zorlaştırmıştır. Zaman içinde ruhbanların da
kirli propagandaları CHP’yi halkın gözünde dinsiz bir parti konumuna getirmiştir. CHP bu
konumdan kurtulabilmek, halkı ile daha barışık ve iç içe olmak için yeterli ve güçlü çabayı
gösterememiştir. Daha doğrusu CHP’nin kendisinde bu konuda bir irade eksikliği
görülmüştür. Yukarıda da bahsettiğim CHP içindeki “muhafazakâr elitler (sert
çekirdek)” CHP’nin halka daha yumuşak bir yüzle inmesini hep engellemiştir.
Oysa hep unutturulan bir gerçek vardır. 2. Dünya Savaşı yılları biter bitmez, İnönü,
kitlesel talepleri gerçekleştirmeye yönelik önemli şeyler yapmıştır. Mesela 1947–1950
arasında ülkemizde birçok imam hatip okulu açılmıştır. Ancak ne ilginçtir ki “En çok
imam hatip okulunu ben açtım” diye böbürlenmek ise radikal kesimlerin masonlukla
suçladığı Demirel’e nasip olmuştur. DP geleneğinin 7 kere gidip 8 kere gelen “Bir Bilen”
adamı Süleyman Demirel’in soyadından olup da yolsuzluğa bulaşmamış insan
bulunamazken İnönü’nün aile efradından siyasi destekle mal mülk sahibi olmuş bir tek kişi
dahi bulunamaz. Maalesef ki Demirel soyadı başta olmak üzere sağ iktidarların siyasi ileri
gelenlerinden çevresinde siyaset yoluyla zenginleşmeyen bir mümin aramak Diyojence
salaklıktan başka bir şey değildir. hatta sağ kesimin kereste, odun gibi vasat mamullerle
başlayan yolsuzluk ve zenginleşme serüveni, sağın sağına doğru gidildikçe daha
5
Rüzgâr Tüneli; uçakların hem uçuş testi yapması hem de yeni uçak modellerinin geliştirilmesi için
tamamen yerli tasarımı hedefleyen bir projedir. Bu ve bunun gibi bir çok stratejik hamle DP
tarafından akamete yıpratılırken Türk Ordusu için NATO standardı gibi abuk bir uygulamaya
geçilmiş ve Türkiye’nin bağımsızlığı ve milli ekonomisi için hesap edilemez derecede önemli olan
savunma sanayisi çökertilmiştir. Bedelini de Johnson Mektubu ve Kıbrıs Harekâtı’nda ambargo
yemek şeklinde ödememizin ardında ancak 1975’te ASELSAN’ın kuruluşu ile yeniden bir şeyler
yapılır olmuştur.
9
teknolojik bir boyut kazanmış günümüzde ise gemiler, tersaneler deniz filoları gibi küresel
ve teknosel boyutlar kazanmıştır.
28 Şubat; görünürde yükselen yeni sınıfların sermaye gücünü kesmeye yönelik bir
Amerikan müdahalesi gibi görünse de aslında bu, ezik sınıfın (muhafazakarlar), sonraki
süreçlerde kitlesel yükselişinin de alt yapısını yaratmıştır. Öncekilerden daha paradoksal
bir niteliği olduğu için 28 Şubat’ı ve klasik muhafazakâr kesimlerin yükselişini başka bir
zamana bırakalım. Ancak akıldan çıkmaması gereken şudur:
1
Sonuç olarak karşımıza birkaç tane soru çıkmaktadır. Artık günümüz Türkiye’sinde
bu soruların mutlak surette cevaplanması gerekmektedir.
Şeriatın kestiği parmak acımaz mı? Parmağı kesen şeriat nedir? Parmağı kesilen
kimlerdir? Hep aynı sınıflardan mı? Şeriat nedir? Menfaat sahiplerinin görünmeyen yüzü
müdür yoksa gerçek anlamda devletin kendisi (hukuk) midir?