You are on page 1of 18

“REEL ATATÜRKÇÜLÜK”: NE YAPAR, NEYE YARAR?

TEMEL DEMİRER
“Karşı görüş değerlendirmesi,
gerçekten çok önemli bir
safsata ayıklama aletidir.”
Sınıflı sömürücü egemenliğin en “hassas” olduğu alanlardan biri de, egemenliğini yeniden
tekrar ürettiği tahakküm zeminlerinden resmi ideolojidir...
Yalanın, kandırmanın, mistifikasyonun, manipülasyonun egemenliğine denk düşen resmi
ideoloji son tahlilde, topluma dayatılmış el sürülemez, “olmazsa olmaz” önyargılar
mezarlığıdır...
Bu alanda “eleştirel sözler” etmek, önyargılara “hayır” demek; “yaşatılan hayaletler”in
gazabına maruz kalmayı, “vatan haini” ilan edilmeyi, hatta ahbarik Hrant gibi kurşunlanmayı
göz almak demektir...
Hayır abartmıyorum! Bir an bu topraklarda Kemalizme “hayır” diyenleri, “eleştirenleri”,
“itirazları” düşünün...
Evet, evet Ömer Hayyam’ın, “Hz. Ömer bir gecede altı yüz köle azat etti... derler! Ama Hz.
Ömer’in altı yüz köleyi nasıl edindiğini sormazlar?” betimlemesinin “resmi ideoloji” ters yüz
edildiğinde neye benzediğini gösterdiğini anımsatarak ilerleyelim... Kolay mı?
Fikret Başkaya’nın da belirttiği üzere, “Şeylerin gerçeğiyle, şeylere dair tevatür arasındaki
uyumsuzluk, bilimsel entelektüel etkinliğin varlık nedenidir. Başka türlü söylersek, tevatür
gerçeğin kendisi değildir, en azından gerçeğin tamamı değildir veya eksik gerçektir.” (s.7.)
“Gerçek her zaman tektir. Sorun, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü ve onun sonucu olan
çıkarların çatışmasıyla ilgilidir.” (s.8.)
*****
“Resmi ideoloji”yle bir kez daha cebelleşen Fikret Başkaya’nın yeni yapıtı ‘Reel Atatürkçülük’,
Türkiye’nin 1930’ların Almanya’sını andıran koşullarında, “aydın olmak”ın ne anlama
geldiğini hepimize, herkese hatırlatıyor...
Ortalığı yüzlerce egemen milliyetçilik versiyonunun istila ettiği çılgınlık ikliminde Kemalizmin,
reel Atatürkçüğün ne menem bir şey olduğunu herkesin bilgisine sunuyor... Sadece
sunmakla kalmayıp, putları yıkıyor...
Bizlere “iç tutarlılığı olan bir Kemalizm olmadığı”nı; “Kemalist teorinin istiminin arkadan
geldiği”ni, yani “kotarıldığı”nı ve “bu yüzden Atatürkçülükten çok Atatürkçülerden söz
etmenin daha uygun” olduğunu gösteriyor...
“Resmi ideoloji” tellalarının (ve deccallarının) canını sıkan Başkaya’nın bu
değerlendirmelerinin en çarpıcılarından biri de şudur: “Reel Atatürkçülük nedir: Kim
güçlüyse ve arabanın direksiyonunda kim varsa Atatürkçü odur ve onun yorumu en gerçek
Atatürkçülüktür. Reel Atatürkçülük Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur,
Kore’ye, Somali’ye, Afganistan’a asker göndermektir. Bağnaz milliyetçiliktir, devleti kutsayıp
fetişleştirmektir, IMF’ciliktir, ülkenin geleceğini çokuluslu denilen şirketlerin -emperyalizmin-
insafına terk etmektir, cuntacılıktır, militarizmdir, yurtdışındaki imamların maaşını Suudi
Rabıta örgütüne ödetmektir, aydınlanmanın, demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü
kesmek üzere devlet desteği ve olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile
mücadele adı altında ‘postmodern darbe’ yapmaktır, sosyalizm düşmanlığıdır, özgürlük ve
demokrasi fobisidir, iç ve dış düşmansız yaşayamamaktır, farklı düşüncenin hain, muhalifin
düşman sayılmasıdır, toplumun spekülatörler ve rantiyeler tarafından rehin alınmasıdır,
ülkenin varını yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır, Kürt varlığının inkârıdır,
muvazaa partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır, Susurluk’tur,
Şemdinli’dir...”
Gerçekten de böyle değil midir? Eğ o hâlde?!
*****
Kemalizm! Atatürkçülük! Vs... Yeri geldi, nakledelim:
Milli Mücadele’nin asker üyelerinden Fahrettin Altay’ın aktardığı bir hikâyeye bakılırsa, İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) güçlü adamı Enver, Çanakkale Savaşları sırasında, “Siz
Mustafa Kemal’i benim gibi tanımazsınız. Vakıa çok değerli, fakat o nisbette de haristir. Emin
olun, şimdi liva yaparız. Kolordu kumandanlığı ister. Onu yaparız, ordu kumandanlığı ister.
Ordu kumandanı yaparız, başkumandanlık ister. Ona da peki desek, yine kâfi görmez. Daha
büyüğünü ister. Çünkü hırsına hudut yoktur. Bu sebeple, onu azar azar vererek gayet
maharetle idare etmek, hoş tutmak lazımdır” demiştir.
Bu konuşma Mustafa Kemal’e aktarıldığında “Ben Enver’in bu kadar zeki ve ileri görüşlü
olduğunu bilmezdim,” diyerek, hakkındaki yargıları adeta onayladığı bilinir...
Ve bir şey daha: Kendisine “İzmir’i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok
yoruldunuz” diyen Halide Edip’e “Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga
edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz” diyen Mustafa Kemal’in öngörüsü doğru çıkmıştır.
Ancak, dava arkadaşlarının en büyük mücadelesi, onun liderliğini önlemek değil, diktatörlük
eğilimlerini frenlemek yolunda oldu.
“Onbaşı” diye hitap ettiği Halide Edip’e “Ben hiçbir eleştiri, hiçbir fikir istemiyorum. Yalnız
emirlerimin yerine getirilmesi[ni istiyorum]” demesi ile Nutuk’ta, “Tarih, itiraz kabul etmez
bir şekilde ispat etmiştir ki, büyük meselelerde muvaffakiyet için kabiliyet ve kudreti
sarsılmaz bir Reis’in vücudu lazımdır,” demesi eylemlerinin ardındaki mantığı açıklar!
Evet, her şey, tıpkı Başkaya’nın ifade ettiği gibi:
“Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanmış olanlara devlet ve egemenler [kurtarıcılar ve
kurucular] tarafından değil de, emekçi çoğunluk tarafından bakıldığında ortaya çıkacak
‘resim’ ya da şeyleri gerçek ‘hikâyesi’ farklı olurdu. Zira Türkiye’de geçerli tarih versiyonu,
toplumun kaderini elinde bulunduranların, ‘kurucuların’, ‘kurtarıcıların’, ‘memleketin
sahiplerinin’ uydurdukları tarihtir, tam bir ideolojik fabrikasyondur” (s.9.)
“1923 darbesi 1908 darbesinin bir tekrarı, onun düşük yoğunluklu bir versiyonuydu...
“İttihatçıların yegâne amacı olan devleti yaşatıp, güçlendirme perspektifi, kendilerine 1923
sonrasında Kemalist diyenlerin de -ki besbelli İttihatçıydılar- yegâne perspektifiydi.”
(s.9-10.)
“29 Ekim 1923 ‘Eski Rejim’den radikal bir kopuş anlamına gelseydi, bugün hâlâ Ermeni
Faciasıyla ilgili inkârda ısrar edilmezdi...
“Ermeni faciasında rol alan zevat, 1923 sonrasında da yüksek sorumluluk mevkilerini işgal
etmişti.” (s.11.)
Burada durup, Mustafa Kemal’in ağzından anımsatalım: “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir
hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o hâlde Türktür
ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. (...) Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur.
Bu bereketli yerler, koyu ve öz Türk memleketidir!”
Devam edelim: “Cumhuriyet rejimi elitist, merkeziyetçi, pozitivist bir ideolojinin
taşıyıcısıydı...
1923 sonrasında reaya ileri sürüldüğü gibi yurttaş olamadı. Geçerli devlet anlayışı insanları
‘devletin kulu’ olarak görmeye devam etti. Aşırı modernist bir retoriğe sahip olan Kemalist
dikta rejiminin varlık nedeni, ‘sivil toplumu’ bastırmaya, boğmaya, bu amaçla da her türlü
muhalefet odağını ezmeye bağlıydı... Öyle modern bir rejim ki, orada farklı düşünen hain,
muhalif düşman sayılıyor...” (s.12.)
Başkaya’nın bu tespiti “Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti
bir piramide benzer, taban halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir.
Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir,” diyen Mustafa
Kemal’in has adamlarından Esat Mahmut Bozkurt da tersinden doğruluyor!
*****
Gelelim şu “tarihsel/ biricik/ özgün”(!?) “Kurtuluş Savaşı” hikâyesine...
Öncelikle -Howard Zinn’in ifade ettiği- şunun görülmesi gerek: “Tarihçinin tahrifatı teknik
olmaktan öte ideolojiktir: çatışan çıkarlar dünyasında vurgulamayı seçtiği her olgu, [tarihçi
istese de istemese de] ekonomik, siyasal, ırkçı, ulusçu ya da cinsiyetçi bir çıkar çevresinin
amacını destekler”!
Başkaya’nın saptamalarıyla devam edelim:
“1918-1923 döneminde anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verildiği sanılıyor...” (s.84.) Bu
doğru değil!
Ayrıca “Türkiye’nin tarihinde bir ‘modernite ve aydınlanma devrimi’ hiçbir zaman yaşanmadı.
‘Eski Rejim’le cepheden bir hesaplaşma hiçbir zaman gerçekleşmedi...” (s.12.)
“Durum 1876’da, 1908’de ve 1923’de hep aynıydı...” (s.14.)
“Kurucu/kurtarıcı/yoktan varedici, yüceltilip kutsandı... tabulaştı...” (s.15.)
Örnek mi? ‘Atatürk’ün Kehanetleri’ başlıklı kitabın yazarı Ali Bertan’ın, “Gerek Atatürk,
gerekse tarih boyunca geleceği önceden görme yeteneğine sahip olan liderler, peygamberler
ve bu yeteneğe sahip olan diğer kişiler bir çok felaketi çok önceden haber vermişler ve neler
yapılması gerektiğini anlatmışlardır,” deyişindeki üzere Mustafa Kemal
“peygamber”leştirilmiştir! “Put olmuştur”!
“Put”a el sürmek kolay değildir; hem de bu “milliyetçi bir kurucu/ kurtarıcı” mistifikasyon
ise!
Bu bağlamda ‘Reel Atatürkçülük’ ile Türkiye’de yüksel(til)en milliyetçilik arasında bire bir bağ
vardır...
Siz, “Global kapitalizmin alenen bozulmaya başladığı aşamada, şimdi, mikro-milliyetçi
girişimlerin kısmi de olsa kalıcı başarılar sağlamaları artık imkânsızdır,” sanrılarını ciddiye
almayın...
Bir zamanlar Albert Einstein, “Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır ve kızamık çıkartan
insanlığa tekabül eder,” demişti, bu doğru; ama milliyetçilik “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”
koşullarında artık, insan(lık)ın kanserine denk düşmektedir...
Erik-Jan Zürcher’in, “Bugünler İttihat Terakki dönemini andırıyor,” dediği koşulların
Türkiye’sinde sürekli galeyan hâlinde olan “milli duygu”ların neden ötürü, böylesine çûşa
geldiği üzerine -defalarca- düşünülmeli; milli aidiyetlikle git gelli ilişkilerimizin farklı ruh
hâllerine -resmi ideoloji çerçevesinde- kafa yorulmalı; ve de neden bu denli revaçta
olduğunu kavramalıdırlar...
Bir an düşünün: “CHP ve MHP: İki lider de milliyetçiliklerinin Anayasa çizgisinde olduğunu
belirtiyor. Bahçeli, partisinin kendi dışındaki ‘akımlarla ve oluşumlarla’ hiçbir benzerliği
olmadığını özellikle vurguluyor. Ama ikisi de, Türklüğü ‘soy sop’ sorunu gibi gören ve ‘ölme
öldürme’ konusu yapan yeminli ‘akım ve oluşumlar’a karşı alınması gereken önlemler
üzerinde durmuyor. Bu konuda siyasi girişimler yapmıyorlar...”
Bu çok önemli bir veri değil mi? “Kerkük: Türkiye’nin iç sorunudur” denilen koordinatlarda
CHP ile MHP arasında farkın, sadece “C” ile “M” harfleri olması bir tesadüf olmasa gerek...
‘Reel Atatürkçülük’ün resmi ideolojik yalan ve manipülasyonlarıyla beslenerek yüksel(til)en
Türk milliyetçiliğinin etnik olmadığını dillerine dolayanlar, Türkiye’nin aylardır Kerkük’le yatıp
kalkmasını hangi gerekçeyle açıklayabilirler. Türkiye etnik bir ulus anlayışına sahip değilse,
Kuzey Irak’taki Türkmenler ve Kerkük konusu neden Türkiye’nin ulusal çıkar ve hassasiyet
konusu olabiliyor? Etnik olmayan milliyetçiliğimiz nedeniyle mi Irak’taki Türkmenlere
gösterdiğimiz ilgi ve alâkânın yüzde 1’ini Türk milletinden olduğu varsayılan kendi
vatandaşımız Kürtlere göstermiyoruz?
Türk ulusunun ve milliyetçiliğinin kesinlikle etnik olmadığı iddiasındakiler, en azından şu
soruya kendileriyle yalnızken yanıt versinler: ‘Türkiye’deki Kürtleri mi yoksa Irak’taki
Türkmenleri mi kendilerine daha yakın hissediyorlar?’ Türk milliyetçileri tüm enerjilerini
Kerkük’ü Kürtlere verdirmeme mücadelesine adarken Türkiye’yi nasıl bir etnik kamplaşmaya
ittiklerinin ve nasıl bir etnik milliyetçilik yaptıklarının farkındalar mı acaba?
Tarihi süreçte geç oluşan Türk milliyetçiliği, çok etnisiteli ve çok dinli bir imparatorluktaki
hâkim kâvmin korunma içgüdüsüne tekabül ederken belirleyici mütecaviz tepkiselliği
karakterini oluşturur.
Bu zeminde egemen etnik milliyetçilik ekseninde, aşırı sağcılığın ırkçı yoğunlaşmasına
gelince...
*****
Yazının hemen başında “Türkiye’nin 1930’ların Almanya’sını andıran koşullarından” söz
etmiştim...
Örneğin, “Milliyetçiliğin en çelişkili yanı kendi milleti içinde de düşman tanımı yapmasıdır.
Ruh hâlimizle 1930’lar Almanyası’na benzedik. Sokak ırkçı milliyetçilerin eline geçebilir,”
diyen Levent Köker de aynı kanıda... Hasan Cemal de, “Yakın tehlikenin irtica değil, faşizm
ya da faşizan bir otoriter rejim olduğu,” kanısında...
Her mukayesenin bir hata payını içerdiğini unutmadan “1930’lar Almanya’sı paralelliği”nde
ısrarlı olduğum için ‘Reel Atatürkçülük’ün çizdiği resmi ideoloji pragmatizmine /ve
bukalemunluğuna çok ciddi kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum...
Bilindiği üzere, insanların “birinci sınıf” vatandaşlıklarını kaybetme, “öteki” vatandaşlar ile
eşit olma korkusu üzerinden yapılan siyasetin yaygınlaşması, faşist bir sürecin habercisidir...
Türkiye böylesine bir polarizasyon ve fragmantasyon kesitinden geçiyor; bu da ‘Reel
Atatürkçülük’ü zorluyor; sarsıyor; “tekliği”ni/ “tekçi”liğini tartışmaya açıyor...
“Tekliği”ni/ “tekçi”liğini tartıştırmayan resmi ideoloji ve ceberrut bir versiyonu olarak faşizm,
kendisinden başka hiçbir gerçeğe, alternatife tahammül etmez...
Bu korkunçluk, insani olana olabildiğince ters düşmesinden kaynaklanır. Çünkü her insan
aslında ayrı bir dünyadır. Başlı başına bir dünya olan her insan, kendi dışındaki dünyalara
tepki duyma hakkını da her zaman saklı tutar. Fakat faşizm, bu tepkiyi aşırıya vardırır, yani
abartır. İnsanları tek tipleştirerek, onları yok sayar, kişiliklerini sıfıra indirger...
‘Reel Atatürkçülük’ün bu tür tepkilere engin bir zemin sunduğu “sır” değil; tıpkı Türkiye’de
son yıllarda hızlı bir şekilde yükselen milliyetçiliğin, ırkçılığa ve kafatasçılığa dönüşmesinde
oynadığı rol gibi...
Olup-biten ile Erich Fromm’un ‘Özgürlükten Kaçış’ında resmettikleri arasında yine bir
“paralellik” söz konusudur...
Fromm’a göre, insanlar özgürlükten üç yolla kaçarlar. Birincisi, “Otoritaryanizm”dir. Kendi
dolaysız ve bireysel hak ve özgürlüklerini bir otorite’ye teslim ederek o otoritenin
bahşedeceği dolaylı bir hürriyete sahip olmaya çalışırlar. Dolayısı ile, pasif ve otoriteye tapar
hâle gelirler. İkincisi, “Tahripkârlık”tır. Bu tür insanlara göre bireysel hürriyetlere sahip
olmaya çalışmak insana acı verir. Çünkü, diğerleri hep onların bireysel özgürlüklerine
karşıdır ve onları sahiplenmeye çalışmaktadır. O zaman, yapılacak şey onları ortadan
kaldırmaktır. O nedenle, şiddete, kaba kuvvete ve terörizme başvururlar. Üçüncüsü ise
“Otoriteye Uyum”dur. Otoriteye tapanlar otoriter hiyerarşi içinde yaşarlar ve yığınsal
kültürün güvencesi içinde saklanır ve yaşarlar...
Türkiye’de yaşanan uzatmalı ekonomik bunalım + işsizlik, fakirlik ve özellikle çürüme +
derinleşip/ yaygınlaşan “Kürt Sorunu” + Ortadoğu’daki statükoları alt üst eden emperyalist
müdahale = toplumu milliyetçi ‘Reel Atatürkçü’ uça itmektedir...
Bu bir gidişattır; ve tarihin acılı derslerinin de doğruladığı üzere: Marjinal keskinlikleri
önemsememe, aymazlık ve kaba güce boyun eğme, toplumları resmi ideoloji tarafından
yüksel(til)en milliyetçilik ekseninde -çok kısa sürede-, kolaylıkla felaketlere sürükleyebiliyor.
Asla unutulmaması gereken artısı da şu: Osmanlının yıkımıyla paralel tarihsel sürece
yayılmış nüfus hareketlerinin mayasını acı, hüzün, nefret, korku ve topraktan kopuşun
oluşturduğu travmaları, kültürel miras olarak sonraki kuşaklara aktarıyor. Tüm bu
travmaların buluşma yeri olan Anadolu toprakları artık “son kale”dir.
Yeni kültürel mirasın, Avrupa’da egemen milliyetçilik/ulusalcılık akımları etkisinde
Anadolu’da yeni bir kimliğin inşasında başat rol üstleneceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Toprakla kopan doğal bağ, soyut ve yapay “ulusalcılık/ milliyetçilik” ideolojisiyle ikame
edilecektir.
Gerek Osmanlı’nın son yıllarında gerekse genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda
ideolojik, kültürel ve siyasal yapıtaşların Misak-ı Milli sınırları dışında kalan merkezlerde
oluşturulduğu biliniyor. Birinci Dünya Savaşı, hiç olmazsa Anadolu’nun bu yeni kimliğin
inşasına elverişli hâle getirilmesi için beklenen fırsatı sundu. 1915 faciası ile mümkün
olduğunca, en azından dinsel açıdan homojen bir toplum oluşturulmaya çalışıldı. Tarihsel
süreç içinde Anadolu topraklarında yoğunlaşan travmaların, 1915 faciasının motiflerini
açıklama potansiyeli yadsınamaz...
*****
O hâlde, kilit soruyu telaffuz edelim: “Türkler ırkçı olur mu?”
“Biz Türkler de ‘ırkçılık’ denilen ideolojinin zerresi bulunmadığı gibi hoş bir teori vardır!
Hrant’ı öldürenlerin ırkçı olmadığını iddia edebilir mi kimse? ‘Ermeni’yi öldürdüm!’ diye
sevinç çığlığı atan o kişinin başka patalojiden mustarip olduğunu düşündürecek herhangi bir
şey var mı? Kendine ‘milliyetçi’ diyeni de, ‘ulusalcı’ diyeni de, ‘ırk’ için adam öldürmeyi
mubah biliyor, hatta salık veriyor.
Türkiye sıradan ideolojisi içinde güçlü bir ırkçı damar var. Bu, kısmen, ‘Güneş-Dil Teorisi’
gibi bilinçli çabayla üretilen, Bulgaristan’dan Kerkük’e ‘kandaş’, ‘ırktaş’ terminolojisiyle
yaşatılan bir biçim alıyor. Ama daha genel olarak, kendiliğinden ama çok güçlü bir zenofobi
olarak beliriyor ve zenofebiden çok çabuk ırkçılığa geçiş yapılıyor.”
Siz; “Türk ulus devleti ve Türk ulus birimi, ırk, dil, din, çıkar ve coğrafya birliğine dayanan,
bir zamanlar Alman Nazizmine dayanak olan Gobineau’cu ulus kavramının üzerine
oturmaz... Türk ulusçuluğu ne ırk esasına dayanır, ne de yabancı düşmanlığını içerir,
kendisini diğer kavimlerden veya uluslardan daha üstün görme gibi bir eğilimi de yoktur,”
diyenleri ciddiye almayın!
Öncelikle ırkçılığı “ırk” üzerinden tanımlamak tipik bir ırkçı yaklaşımdır ve bu yaklaşım,
öncelikle, “ırk”ı nesnelleştirmekle işe başlar. Böylece, “ırk”, toplumsal ihtilaflardan,
kültürel-etnik çatışmalardan ayrı ve kendi başına iş gören bir “nesnel” varlık olarak ortaya
çıkar.
Bu çerçevede bu topraklarda; “Onlar ‘Kürtler doğurmasın, mülk edinmesin, üniversiteye
alınmasın. Memurlar Türk soylu olsun. Aşağı ırkın görevi üstün ırkı eğlendirmektir. Biz
üstünüz!’ diyorlar... Türkleri ‘üstün’ sayıyor, Türk olmayanların üniversiteye gitmemesini,
mülk edinmemesini istiyorlar. ‘Kürt nüfus artışı durdurulsun’ diyorlar. Avrupalı ırkçı gruplarla
‘enternasyonal birlik’ kurmayı düşünüyorlar. İzmir’de kurulan Türkçü Toplumcu Budun
Derneği (TTBD) bu görüşleri savunuyor. Yalnız da değiller. İstanbul’daki Elbirliği Derneği,
Ankara’daki İlteriş dergisi de eylemleriyle, yazılarıyla Kürtlere karşı olduğunu belirtiyor. Bu
üç oluşumun benzerlikleri Kürt karşıtlığıyla sınırlı değil: Üçü de şamanizme yakın ve laik
olduklarını söylüyor, Atatürk’e ‘Başbuğ’ diyor. Hatta, ‘ırk’ kelimesi Arapça diye kendilerine
‘soycu’ diyorlar...”
Kaldı ki bir ülkede, milliyetçilik, hatta vatanseverlik adına cinayet işlenebiliyorsa; faşist bir
cinayete kurban gitmiş birinin ardından, tepki vermek için “Hepimiz Ermeniyiz” diye
yürüyenler yadırganıyorsa ırkçılık sıradanlaş(tırıl)mıştır...
Sıradanlaş(tırıl)mış ırkçılık tablosunda “Bir yanda Susurluk hükümlüleri Korkut Eken ve
İbrahim Şahin, Maraş katliamı sanığı Ökkeş Şendiller, diğer yanda emekli orgeneral Hurşit
Tolon, emekli tümgeneral Sıtkı Sunday Orun ve eski Ankara DGM Başsavcısı Nusret
Demiral... Bu altı isim, ‘Milli Uyanış ve Güç Birliği Platformu adı altında bir araya geldi!
Toplantının diğer katılımcıları arasında ülkücü çevrelerin ağır toplarından eski bakan Agah
Oktay Güner, Enis Öksüz, Ramazan Mirzaoğlu ile eski emniyet genel müdürlerinden DYP’nin
Genel Başkan Yardımcısı Saffet Arıkan Bedük de vardır...”
*****
İfade ettiklerimiz ışığında, -Cemil Meriç’in, “Bu ülkede düşünceyi kuduz köpek gibi kovarlar,”
vurgusunu unutmadan- şunun da eklenmesi gerekiyor: Bizim faşizme yatkın özellikler
taşıyan bürokratik, otoriter devlet geleneğimiz var.
Bu da ‘Reel Atatürkçülük’te ifadesini bulurken; “Türkiye’de geçerli ideolojik-entelektüel
atmosfer, şeylerin gerçeğini tartışmayı ve bilince çıkarmayı zorlaştırıyor. Farklı düşünenin
hain, ‘resmi gerçeğe’ karşı çıkanın suçlu ilan edildiği, herkesin devletin istediği gibi
düşünmeye, ‘resmi gerçeğe’ uyum sağlamaya zorlandığı bir rejim, modernlik, demokratlık
iddiasında bulunamaz. Daha da önemlisi, böyle bir rejimin ‘sorun çözme’ yeteneğine sahip
olması mümkün değildir” (s.17.)
Kanıt; Başkaya’nın “Reel Atatürkçülük” (s.21-34.); “T.C.’nin Niteliği Üzerine” (s.35-47.); “12
Eylül veya ‘Reel Atatürkçülük’ü’ Anlamak!” (s.49-63.); “Misak-ı Milli: Bir Efsaneyi
Sorgulamak!” (s.65-81.); “Milli Mücadele ve Anti-Emperyalizm Söylemi” (s.83-100.);
“Neden Resmi Tarih?” (s.115-121.) yazılarında gözler önüne serdiği “ahval ve şeriat”tır...
O “ahval ve şeriat” ki; B. Brecht’in, “Önemli olan, kişinin neye inandığı değil, inandıklarının
ona ne yaptığıdır”; Andrew Carnegie’in, “Başkalarının sözlerine daha az kulak veriyorum.
Sadece ne yaptıklarına bakıyorum”; Demokritus’un, “Çoğu insanlar en çirkin şeyleri yapar,
fakat en güzel sözleri söylerler”; Albert Einstein’ın, “Önyargıları yok etmek, atomu
parçalamaktan daha zordur.” “Bir sorun, ortaya çıktığı zamanın düşünce düzeyi ile
çözülemez”; Stanislaw J. Lec’in, “Mizahçılar! Yarının önyargılarıyla savaşalım”; E. B.
White’in, “Önyargı zamandan büyük tasarruf sağlar. Onun sayesinde gerçeklere ulaşmadan
kısa sürede görüşlerini biçimlendirirsin,” sözleriyle de betimlenen Türkiye’nin sırtına
geçirilmiş deli gömleğidir...
Deli gömleği yırtılmalıdır/ yırtılacaktır...
Çünkü “Türkiye’de radikal bir entelektüel paradigma değişimine ihtiyaç vardır...
“Velhasıl zihinsel bir radikal devrime, bilincimizi özgürleştirmeye ihtiyacımız var. Her şeyin
akıl almaz bir hızla metalaştığı, paralaştığı, soysuzlaştığı, toplumun tam bir ‘anlam kaybına’
maruz bırakıldığı neo-liberal küresel gericilik çağında, eleştirel bilinç ve radikal karşı duruş
vazgeçilemez bir gereklilik hâline geliyor” (s.17-18.)
Şimdi yeni bir paradigma ve yeni düşler zamanıdır...
Ve Komutan Yardımcısı Marcos’un da dediği gibi, “Büyük dünya gücü, düşleri yok edecek
silahı henüz bulamadı. Onlar bulana dek, biz yeni zaferler kazanmaya devam edeceğiz...”
KÜNYE: Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı:60, Maki Yay., 2007,
288 sayfa.

RESMİ TARİH YALANI VE GERÇEK(LER)


TEMEL DEMİRER
“Nerede iktidar varsa, orada
iktidara karşı direnç vardır.”
Fernand Braudel, “Şimdiyi anlamak için tüm geçmişin seferber edilmesi gerektiği”nden söz
eder. Çok haklı!
Şimdiyi anlamak için geçmişin seferber edilmesi, gerçeğe ulaşmanın ‘olmazsa olmazı’dır.
Çünkü Huzeyl’in ifadesiyle, “Gerçekler öğrenilince, zannetmeler biter”!
İnsan(lık)a, paketlenmiş bilinç(sizlikler) ile tek-tip elbiseler giydirilen Türkiye’de resmi
ideolojinin gerçeğin yerine ikame ettiği “zannetmeler”in aşılması, alt üst edilen tarihin (ve
gerçeklerinin) gün ışığına çıkartılmasını gerektiriyor...
Evet egemenlerin (ve resmi ideolojilerinin) isteğine/ siparişine göre, tarihi biçip diken “tarih
terzileri”ne inat, gerçeği idrak sorunuyla karşı karşıyayız.
Gerçekten de, “Alınmış bir köleydi ninem beş yüz altına;/ Dedem beş yüz altını sayan bir
derebeyi./ Karıştı köpek kanı, böylece kurt kanına,/ İkisinden ortaya çıktı bir kurt köpeği./
Ben ninemden kölelik, dedemden kin almışım;/ Çini bir kase kadar başkadır içim dışım./
Elini öpmek için yalvarsa da bakışım,/ Isır diye tepinir gözlerimin bebeği,” dizelerinde Faruk
Nafiz’in formüle ettiği bir tarih karşısında hepimizin, herkesin günümüzün tarihçisi olması,
tarihe daha da çok ilgi duyması gerekiyor...
Böyle yakıcı bir ihtiyacın güncelliğini gayet iyi bilen Fikret Başkaya ve Sait Çetinoğlu, “Resmi
Tarih Tartışmalar -3- İttihatçılıktan Kemalizm’e” başlıklı yapıtı dikkatimize sunuyorlar...
TARİH VE “YAZIMI”
Anatol France’ın, “İçinde yalan olmayan bütün tarih kitapları sıkıcı ve usandırıcıdır,” diye
dalga geçtiği resmi tarih (ve yazımı) konusunda Gottfried Benn de şunları ekler: “Bana öyle
geliyor ki, korkusuz bir insanın çıkıp öbür insanlara şu yalın gerçeği öğretmesi kadar
devrimci davranış olamaz: Sen neysen, osun ve hiçbir zaman başka türlü olamayacaksın.
Senin hayatın budur, hep buydu, hep bu olacaktır. Parası olan çok yaşar, sözünü geçirebilen
bir yanlış yapmaz, güçlü olan, doğrunun ne olduğuna karar verir. Tarih budur...”
Bu vurguların altını çizerek soralım: Tarih nedir?
Tarih geçmişin öğrenilmesi ya da bir başka deyişle “keşfi” ve “açıklaması” mı?
Ya da geçmişi ve bugünü anlatmanın yolu mu?
Veya insanlara resmi aidiyet duygusunu kazandıran bir yalan mı?
Yoksa öğretmen mi?
Bunların (ve eklenmesi gerekenlerin) hepsi; ancak bunların yine de artısı var; örneğin resmi
tarihyazımı, ulusal kimliğin inşasında çok önemli bir alandır. Bu nedenle, onu “başıboş”
bırakmazlar. Bu alanın içerisinde de tarih ders kitapları kilit konumdadır. Bunlar, ulusal
kimliğin bizzat harcını oluşturur, bu nedenle okullarda hangi kitabın okutulacağı bizzat talim
ve terbiye komisyonu gibi adlar taşıyan komisyonlarca belirlenir. Bu bağlamda egemen
milliyetçiliğin tohumları okullarda atılır.
Örneğin Reuters muhabiri Emma Ross Thomas, İstanbul mahreçli haberinde, bir ilköğretim
okulundan izlenimlerini aktardı. İlköğretim öğrencilerinin her gün derslere başlamadan önce
ant içtiğini belirten ajans, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” sözüne atıfta bulunarak,
“Üniformalı yüzlerce çocuk bir ağızdan her gün ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diye bağırıyor, sıkı
çalışma ve kendini feda etme sözü veriyor” diye yazdı!
Evet, durum tamı tamına böyleyken; resmi efsanelerle mücadele muhalif tarihçilerin başlıca
görevleri arasındadır. Geçmişi itinayla temizlemeye kalkışan resmi bakış açısı, öncelikle
kendi yarattığı efsanelerden beslenir...
Resmi efsane yaratmak, genellikle olmamışı olmuş, olmuşu olmamış gibi göstermek ya da
olanın bir kısmını öne çıkarmak, ardından bunu sık sık tekrarlamak ve siyasi hafızaya
kazımak demektir.
Bunun içindir ki resmi efsanelerle mücadelede muhalif tarihçiler, biraz Don Kişot gibi, yel
değirmenleriyle (efsanelerin yarattığı yanlış bilgilerin tedavülden kaldırılması için)
dövüşmelidirler.
Çünkü “Tarihi resmiyetin dışında okuma ihtiyacı” çok büyüktür!
Örneğin, resmi tarihin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na girilmesi konusundaki “kaza”/
“emr-i vaki” türünden “açıklanmaları”nı bilirsiniz...
Oysa öyle mi? Değil; “I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na giriş, bir oldu-bitti ile değil, Osmanlı
yönetimini elinde tutan İttihat ve Terakki Partisi’nin bilinçli eylemleri sonucu olmuştur.”
Bunu ve “Teşkilât-ı Mahsusa” , ya da “Teşkilâtın Tetikçisi Yakup Cemil” gibi konuları ortaya
çıkardınız mı, resmi tarih alt üst olmaya başlar ki, bu resmi ideolojinin, hiç mi hiç işine
gelmez, gelemez...
İsmail Beşikçi’nin saptadığı üzere, “Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin en önemli
kurumudur. Resmi ideoloji Türk siyasal sistemini belirleyen ve yönlendiren temel bir
kurumdur. Resmi ideoloji sadece siyasal sistemi belirlemiyor, düşün hayatını da belirliyor ve
yönlendiriyor. Resmi ideoloji bilimi, sanatı, hukuku, toplumsal hayatı da belirlemekte ve
yönlendirmektedir.”
“Türk siyasal sisteminde resmi ideolojinin belirleyici ve yönlendirici olması Türk siyasal
sisteminin, yönetimin yekpare olduğunu gösterir. Bu sistemde devlet ve hükümet çelişkisi
diye bir sorun yoktur. Hükümet elbette resmi ideoloji doğrultusunda icraat yapar. Bunun
otoriter, otokratik bir siyasal sistem olduğu açıktır. Bu otoriterlik anayasaldır. Milli Güvenlik
Kurulu anayasal bir kurumdur. Milli Güvenlik Kurulu’yla kurumsal otoriterlik ortaya çıkar.”
O hâlde resmi ideolojinin, tarihçiliği ve tarih yazımını köleleştirdiği coğrafyamızda; tarihin ve
karşıt yazımının resmi ideoloji ve milliyetçiliğe karşı ideolojik-politik mücadele ile
özgürleştirilmesi gereği acil ve büyüktür...
MİLLİYETÇİLİK(İMİZİN KÖKLERİ) NE?
Öncelikle, bugünlerde (ne zaman değil ki?) çok prim yapan “milliyetçilik” üzerine kafa
yoralım...
“Ziya Gökalp gayet açık söylemişti: Milliyetçilik ‘tenâkür’e, yani başka milletlere karşı
antipatiye dayanır. Bu yüzden kendisini ‘öteki’nin yerine koyan ve ona ‘tearüf’, yani sempati
duyan tüm duygu ve düşünceler milliyetçiliğe yabancıdır.
Ziya Gökalp’in yaşadığı ortam Balkan uluslarının birbirlerine nefret duyguları içinde
yoğrulduğu bir savaş ortamıydı ve ‘komitacı’ siyaset, emperyalizmin de körüklediği bir
düşmanlık ikliminde ‘öteki’ni öldürme sanatı’ hâline gelmişti. Ömer Seyfettin bu ortamda,
‘Ezmeyen, ezilir!’ diyor, Süleyman Nazif de, ‘Dinim kinimdir!’ diye ekliyordu. Osmanlı
Devleti, hem aktör hem de araç hâline geldiği çok cepheli bir ‘kan kavgası’ içinde bitti.
Osmanlı Devleti bitti; fakat aradan geçen seksen dört yıla rağmen ‘tenâkür’ bitmedi;
karşılıklı husumet bitmedi. Aksine, bu topraklarda son yıllarda hızla yükselen bir milliyetçi
dalga içinde bu duygular daha güçlendi ve farklı ‘kimlik’lere karşı düşmanlıklar bilendi. Yine
de, Hrant’ın cenazesi arkasından yürüyen on binleri düşünerek, biraz da iyimserlikle soralım:
Etnik düşmanlıkların kurbanı olan Hrant’ın kaybı ve gecikerek de olsa seferber olan vicdanlar
bu tırmanışı tersine çevirebilir mi? Eşi Rakel Dink’in dediği gibi bu iğrenç cinayetten ‘yeni bir
milat’ doğabilir, ‘bir bebeği katile dönüştüren karanlıklar’ yırtılabilir mi? Yoksa, Nâzım’ın
dediği gibi, ‘karanlıkların aydınlığa çıkması’ için ‘sen, ben ve bizler’ hâlâ yanmağa devam mı
edeceğiz?
Aslında bu sorun elbette ki bir duygu seliyle, toplumsal katarsisle çözülebilecek bir sorun
değildir. Psiko-sosyal rahatsızlıklarımızın geçmişine, bugünkü nevrozlarımızı besleyen
mekanizmaların tarihî kökenlerine eğilmeden tarihin ‘tekerrür etmesi’nden kurtulamayız.
Türk kimlik arayışlarının ve milliyetçiliğinin kökeni ‘ulusal devrimler’ çağı olan XIX. Yüzyıla
uzanır. Osmanlı aydınları bu çağda ‘ulus-devlet’ biriminin oluşumuna uygun bir biçimde
‘vatan’ kavramını benimsediler; fakat ne yazık ki çağdaş bir ‘vatandaş’ kavramı
yaratamadılar. Oysa temel sorun da buradaydı ve kanun önünde eşit ve sorumlu bir
‘vatandaş’ statüsü sağlamadan çağdaş bir ‘vatan’ın kurulmasına da olanak yoktu.
Milyonlarca Hıristiyan ve Yahudinin yaşadığı bir ülkede saltanat ve hilafete karşı çıkmadan,
dünyevî bir hukuku egemen kılmadan çağdaş bir ‘vatandaş’ statüsü yaratılamazdı. Ancak
böyle bir kavga içinde İslâmiyet de ilahiyatın felsefe ve bilimle diyalogu içinde evrime uğrar
ve ‘Ulûl-emr’in ‘Maslahat-ı Amme’sini kutsama işlevinden sıyrılarak çağdaş bir ruhaniyet
şeklini alabilirdi.
Batı’da feodal aidiyet bağlarını yıkan ve ulusal pazarı kuran ülkelerin ilk gerçekleştirdikleri
reformlardan biri, aralarındaki tek farklı dinsel kimlik olan Yahudileri ‘tam hisseli vatandaş’
statüsüne getirmek olmuştu. Bu şekilde onları da yurttaşlık bilinci ve sorumluluğu içinde
sermaye birikimine ortak ettiler; hattâ Fransa’da bunun başını Katolik bir din adamı çekti.
İlginçtir ki, Yüzyıl’ın sonlarına doğru W. Sombart’ın yaptığı gibi, kapitalizmi ‘Yahudi esprisi’ne
bağlayan düşünürler bile çıktı. Oysa Osmanlılar, ‘Osmanlıcılık’ adı altında ‘ittihadı anasır’
yolları aramakla beraber, Türk ve Müslümanlardan oluşan ‘milleti hâkime’ fikrinden bir türlü
vazgeçemiyorlardı. Namık Kemal’de ‘vatan’ fikri saltanat-hilafet aidiyeti içinde bir
‘mülk-devlet’ statüsünü aşamamıştı ve ‘zimmî’lere küçümseyerek bakmak Yeni Osmanlılarda
da âdeta ikinci bir doğa idi. Özledikleri yeni devlet de, eskisi gibi militarist ve fetihçi bir
devlet olacaktı. Zaten yolu Namık Kemal göstermiş, ‘asker-ulus’ kimliğinin temellerini
atmıştı. Yazarın ülküsünü canlandıran roman kahramanı Cezmi, sipahi babası tarafından
tamamen militarist değerler içinde yetiştirilmiş bir kahramandı ve ‘dünyayı her tarafı mevta
(ölüler) ile dolmuş bir muharebe meydanı’ olarak görüyordu.
XIX. Yüzyıl’da çağdaş bir vatandaşlık kavramını hayata geçirmek isteyen belki de tek devlet
adamı Mithat Paşa idi, fakat o da Taif zindanlarında hunharca öldürüldü. Ve Osmanlı Devleti
XX. Yüzyıl’a ordusunu Alman generallerine, İslâmiyet’i de Kayser Wilhelm’in himayesine
emanet etmiş bir hâlde, içine kapanarak, herkesin herkesten korktuğu, herkesin herkesi
jurnallediği karanlık bir rejimle girdi.
Özgürlük 1908’de Jön-Türk devrimiyle ‘ilan’ edildi. Artık herkes eşit, herkes kardeşti; Türk’ü,
Arnavut’u, Rum’u, Ermeni’si artık aynı yasaya tabi olacaklardı ve ‘gâvura gâvur
denmeyecekti’.
Ne var ki bunca kavgadan, bunca düşmanlıktan sonra bu mümkün müydü? Yine de çok
umut verici bir adım atılmıştı ve tüm dünya demokratları Jön-Türkleri alkışladılar.
Oysa Türkiye’de yaşananlar, devrim düşmanlarının olduğu kadar, emperyal güçlerin de
çıkarına uygun değildi. Gerçekten de Batılı emperyal cephe, doğrudan doğruya ya da teşvik
yoluyla, Türkiye’de ‘devrim’in pek de mümkün olmadığını göstermek için bu fırsatı
kaçırmadı. Daha meydanlarda her türlü din ve ırktan insanların kucaklaşmasının üzerinden
üç ay bile geçmemişti ki, İttihatçı yönetimin bazı provokatif davranışlarını fırsat sayan
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek’i ilhak ediyor; Girit Yunanistan’a
katılıyor; Bulgaristan da bağımsızlığını ilan ediyordu. Kısa süre sonra da İtalya Trablus’a
çıkartma yapıyor ve Balkan devletleriyle kalan Rumeli topraklarını paylaşmak için harekete
geçiyordu. Galiba ‘Şark Sorunu’ çözülüyor, ‘Hasta Adam’ artık hayata veda ediyordu.
Osmanlı’nın içgüdüsel tepkisi, meşrutiyet düşmanlığı ve 31 Mart ayaklanması oldu. Vatan ve
din elden gidiyordu; tecrübesiz ve beceriksiz Jön-Türkler ülkeyi yıkıma götürmüşlerdi; bir
şeyler yapmak lâzımdı. Dinî duygular ve Abdülhamit yükselişe geçmişti.
31 Mart’ı izleyen günlerde İstanbul korku ve heyecan dolu günler yaşadı. Gerçi kısa sürede
Harekât Ordusu düzeni yeniden kurmayı başarmış, yaşın yanında kurunun da yandığı bir
operasyonla rejim düşmanlarını cezalandırmıştı; fakat bu arada da devrim heyecanı
kaybolmuş, karşılıklı kuşku ve husumet duyguları yeniden uyanmıştı.
Balkan Savaşları bu koşullarda doğdu ve dinin de milliyetçiliğe dönüştüğü bir ortamda
‘Balkan Komitacılığı’ devlet yönetimi hâlini aldı. İttihatçı komite artık ülkeyi baskı ve zulümle
yönetiyor, iktidarı ‘sopalı seçimler’le kazanıyor, muhaliflerini sokaklarda kurşunlatıyor,
iktidarı kaybedince de ‘Bab-ı Ali Baskını’ ile iktidara yeniden dönüyordu. Artık Türk’ten başka
birine güvenilemezdi; Türk’ün Türk’ten başka bir dostu yoktu.
İttihatçı yönetim Dünya Savaşı’na devletin paylaşılmasını önlemek için girmedi; yeni bir
İmparatorluk, saf bir Türk İmparatorluğu kurmak için girdi. Enverci ütopyaya göre emperyal
topraklar korunduğu gibi Kafkas Cephesi de yarılacak ve Çarlık despotizmi altında yaşayan
kardeşlerimiz kurtarılacaktı. Sonunda yenilsek, Arap eyaletleri elimizden çıksa bile, Türkler
yeni bir imparatorluk hâlinde yaşamlarını sürdüreceklerdi. Fakat bunu kendi başımıza
yapamazdık; Almanların da desteği şarttı. Hayli sonraları, Cumhuriyet döneminde bu
macerayı değerlendiren F. R. Atay, hüzünle geriye bakarak, ‘Osmanlı emperyalizmi’,
diyecektir, ‘şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet
yapamaz! Bir realite hissi ile değil, bir tarih hissi ile kendimizi zorluyorduk.’ Üstelik -diye
ekleyelim- gerçeklere sırt çevirmiş bir tarih hissi ile!
Ne var ki Türk İmparatorluğu Alman emperyalizminin hiç de umurunda değildi; sadece
destek oldukları askerî plan, düşmanlarını birçok cephede yıpratacağı için kendi çıkarlarına
da uygun düşüyordu. Aslında Almanlar her şeyin farkındaydılar. Yine de ‘Askerî Islah Heyeti’
Başkanı Liman Paşa, yenilginin hemen ardından -ve hiç de sıkılmadan- ‘Almanya’nın askerlik
noktasında Türkiye’nin iştirak ve faaliyetinden beklediği şeyler haddinden fazla olduğundan
yerine getirilmesi imkânsızdı’ diye yazdı. Bu ‘imkânsız’ beklentiler Türkiye halklarına çok
pahalıya mal oldu. Ne var ki Enver Paşa’nın beklentileri Alman beklentilerinden de fazlaydı.
‘Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı’ anlaşılınca İttihatçılar Ermeni halkına da farklı
gözlerle bakmaya başlamışlardı. Artık onlar ‘Millet-i Sadıka’ sayılamazdı ve Balkanlarda olup
bitenlerin Doğu Anadolu’da da sahnelenmesine müsaade edilemezdi. Bunu önlemek için her
şey yapılacaktı. Fakat yine de, taktik icabı, Ermeniler yok sayılmadı ve Ermeni örgütlerle
ilişkiler kesilmedi. 1913’e kadar İttihatçılar, karşılıklı kuşku ve güvensizlik duyguları içinde
de olsa, Taşnaksutyun ile ittifak bağlarını devam ettirdiler. Savaş başlayınca bağlar iyice
koptu...
Ermeniler artık İttihatçılar gözünde ‘öteki’ de değil, ‘düşman’ hâline gelmişti. Talât Paşa,
Taşnak temsilcisi ile konuşurken hoşnutsuzluğunu belirtti ve İttihat ve Terakki olarak ‘artık
özgür olduklarını’ söyledi. Ermeniler de 1895-96 ve 1909 kırımlarının yarattığı travma içinde
ellerinden geldiği kadar silahlanıyor, oto-defans komiteleri kuruyorlardı. Kılıçlar çekilmişti;
gerisi zaman ve zemin meselesiydi.
İttihatçı Komite, 1914-15 kışında yaşanan Sarıkamış faciası ve bunu izleyen aylarda
İngilizlerin Çanakkale çıkartması ile ‘zamanın geldiği’ kanısına kapıldı. Ermeni fedailerin
Van’da tertipledikleri ayaklanma da bardağı taşıran damla olmuştu.
Bir halkın neredeyse topyekûn sürülmesi, önemli bir kısmının ölüme gönderilmesi anlamını
taşıyordu ve bu karar yine de kolay alınmadı. Cemal Paşa, Hüseyin Cahit (Yalçın) gibi en
önde gelen İttihatçılar dahi, hatıralarında, bu konudaki kanunun nasıl hazırlandığını
bilmediklerini yazmışlardır. Sonunda ‘Kanun-u Muvakkat’ı tek başına yürürlüğe koyan İçişleri
Nazırı Talât Paşa bile, anılarında, ‘Ben bu kanunun tamamıyla uygulanmasına karşıydım,’
diyor ve bunun nedenlerini de şöyle açıklıyordu: ‘Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen
ordu hizmetine alınmış ve yerlerine milisler konulmuştu. Göç’ün bu yollarla yapılması
durumunda çok çirkin sonuçlar elde edileceğini biliyordum.’ En tehlikeli milisler ise o yıllarda
koyu bir Ermeni düşmanı hâline gelmiş olan Dr. Bahattin Şakir’in emrindeki Teşkilât-ı
Mahsusa’da bulunuyordu.
Talât Paşa’nın sözünü ettiği ‘çok çirkin sonuçlar’ çok geçmeden yüz binlerce ölü şeklinde
somutlaştı, ittihatçılar, daha sonra Kemalist dönemin gözde tarihçilerinden Ahmet Refik’in
yazdığı gibi, Ermeni asilerin ve teröristlerin cürümlerini cezalandıracaklarına, bunların ‘millî
gayeleri için mühim bir fırsat vücude getirdiğini’ düşünmüşler ve ‘Ermenileri imha etmek ve
bu suretle Vilayât-ı Sitte (altı vilayet) meselesini de ortadan kaldırmak’ istemişlerdi.
Sonunda ittihatçılar sadece savaşı değil, onur ve haysiyetlerini de kaybederek Alman
gemileriyle ülkeden kaçtılar.”
Evet, Türk milliyetçiliğinin kökleri, kaynağı, atası, soy şeceresi işte bu İttihat ve Terakki’dir...
İTTİHAT VE TERAKKİ
Önce Ragıp Zarakolu’dan nakledelim: “İttihat ve Terakki Partisi (İTP), Türk milliyetçiliğinin
kurucu partisidir (...) bütün önemli toplumsal projelerini ve üniter bir ulusal devlet yaratma
hayalini Türkiye Cumhuriyeti devralmış ve hayata geçirmiştir.”
“Devletin bekası için ulus gerekiyordu. O zaman ulus ne pahasına olursa olsun
yaratılmalıydı...
Can çekişen bir devlet, eski yönetme tarzını modern giysilerle örterek, yeni bir ulusu inşa
etti. Devlet ulusu yarattı ve yarattığı bu ulusun mutlak hâkimi ve efendisi olmaya devam
etti. Prusya eğitimi ve milliyetçi ideoloji ile yoğrulan Türk ordusu, gerçekten de yoktan bir
millet yarattı...
Yaratılan bu devletin sadece askeri anlamda değil, ideolojik anlamda da koruyucusu oldu.
Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar ‘militer bir demokrasi’ olarak geldi, resmi bir devlet
ideolojisine sahip oldu, totaliter özelliklerini terk etmeye karşı direndi.”
“İttihat ve Terakki, ‘faşizm’ kavramının icadından önce doğmuş, proto-faşist bir partiydi.”
İttihat ve Terakki 21 Mayıs 1889’da İttihâd-ı Osmânî adıyla ve Abdülhamid’i tahttan
indirmek amacıyla gizli bir örgüt olarak kuruldu. İttihat ve Terakki adını alması daha
sonradır. İlk toplantısında başkanlığına Ali Rüşdî, katipliğine Şerefeddin Mağmûmi, muhasip
üyeliğe de Asaf Derviş seçildi.
İtalyan Carbonari örgütünü örnek alarak kurulan yapı illegal olarak teşkilâtlandı. (Hücre
içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi.)
İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı Anâsırcı bir hat izleyen örgüt, daha sonraki dönemlerde
Türkçü/ milliyetçi/ ırkçı bir çizgiye yöneldi.
Teşkilât-ı Mahsusa’nın çelik çekirdeğini oluşturduğu İttihat ve Terakki’yi biçimlendiren
1913-1918 kesitindeki zora dayalı Türkifikasyon politikalarıdır...
Pervin Erbil’in, “Türkifikasyon, ‘başka halklardan Türk yaratma veya topraktaki başka
uluslardan kurtulma’ demektir,” vurgusunu anımsatarak devam edelim: 1913’de Bab-ı Ali
Baskını ile iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkenin kaderinde büyük iz
bırakacak bir örgütlenmeydi. Bilinen üç liderine ek olarak diğer yetkili kadroların büyük bir
kesimi de yaşları 30-35 arasında olan Balkan kökenlilerdi. Kayıp topraklardan gelmiş ve
Anadolu’ya nazaran İmparatorluğun daha “Batılı” ve “laik” ortamını solumuş, başta Bulgar
komitacılarına karşı olmak üzere “gerilla” savaşlarının içinde “ötekileştirilmiş” ve biraraya
ge(tiri)lmiş bu cemiyetin merkezi, 1912 yılında Selanik’ten İstanbul’a taşınır. Tarih,
Selanik’in Yunan Krallığı tarafından ele geçirilmesi tarihidir. Bu taşınma, sadece Selanik
“merkez komitesinin” değil; siyasi ve askeri tüm kadronun (fedailer, Teşkilât-ı Mahsusa vs)
ve sayıları 250 bin olacak bir “göçmen” kitlesinin taşınmasıdır. Üstelik, bu taşınma içinde yer
alan devletin bölgedeki çoğunluğu İttihatçı olan askeri ve idari ekibi de Anadolu’ya taşınmış
olur.
Ama her şeyden önemlisi, Balkanlardan Anadolu’ya taşıdıkları, “korku” ve “intikam”
duyguları olur. Rum ve Hıristiyan karşıtı duyguların hâkim olduğu bu “kayıp toprakların
göçmen çocukları”, Anadolu’daki göreceli daha zayıf olan benzeri anti-Hıristiyan duygulara
da dayanarak, I. Dünya Savaşı da dahil olmak üzere ülkeyi idare etme becerisi gösterirler.
Bu beş yıl içinde ciddi bir muhalefetle de karşılaşmazlar.
Adını “Balkanların Anadolu’ya taşınması” olarak koyacağımız bu İttihatçı projenin, en büyük
hedefi, Anadolu’nun ikinci bir “Makedonya” olmasına müsade etmemek olacaktı. Özcesi,
politikanın ağırlık noktası genel anlamda bir nüfus ve özellikle “bu nüfusun taşınması”ydı.
Batı’da üretilen kavramla “sosyal mühendislik”, yani bir nüfusun politik bir amaçla sevk ve
iskanı politikası.
Bilindiği gibi, Anadolu, Balkanlar ve özellikle Makedonya gibi, Türk olmayan ve gayrimüslim
kimliklerin, çeşitli bölgelerde yoğunlaştığı bir coğrafya idi: Rumlar Anadolu’nun batısında
(Trakya ve Ege bölgeleri) ve doğu Karadeniz’de, Ermeniler altı doğu eyaletinde (bugünkü
illerden büyük idari sınırlara denk düştüğünden), Kürtler Erzurum’un güneyi ve Sivas’ın
doğusunda, Araplar ise neredeyse Antep’ten itibaren tüm güneyde. Bu durum İttihatçı
“demografik” operasyonun şekillenmesinde mevcut veri tabanını oluşturacaktı. Bugünden
bakıldığında iki aşama söz konusuydu: Hıristiyanların “çıkarılması” ve Müslüman
gayri-Türklerin “karıştırılması”.
Osmanlı’nın gelenekselleşmiş iskan politikasına ek, Makedonya’da 1908’den itibaren
denenmiş, öncülüğünü Dr. Nâzım’ın yaptığı, ama pek başarılı olamamış İttihatçı iskan
tecrübelerinin üzerinde, Balkan kaybının getirdiği “korku” ve “intikam” duygularının
hâkimiyetiyle ittihatçı Anadolu’yu Türkleştirme politikası devreye sokulur...
Ege, Pontus ve Kapadokya’daki Rum “temizlikleri” ve ille de Ermeni soykırımı!
İfade ettiğimiz süreç, i-) “Alman modeli örgütlenme, Türkçülük ve ‘Milli İktisat’ ilişkisi”yle;
ii-) “İttihatçılar ve Jön Türkler üzerine”; iii-) ve nihayet Kemalizm’e dair kafa yormamızı
zorunlu kılar.
KEMALİZM VE ŞECERESİ
“Kemalizm, (...) İttihatçılığın siyasal ve toplumsal mirasını” devralarak yolunu açıp,
“Teşkilât-ı Mahsusa ve Teşkilât’tan Kemalist rejime gelen kadrolar”la kendini inşa etti...
Sait Çetinoğlu’nu özenle vurguladığı gibi, “Kemalistler kendilerini her ne kadar her vesileyle
ve her vasıtayla İttihat ve Terakki’den ayrı tutmaya çalışsa da bu sadece yaratılan/ üretilen
bir yanılsamadır.”
“Teşkilât-ı Mahsusa Karakol Örgütü’ne, İttihatçı Kulüpler de, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ne
dönüştürülür. (...) Anadolu’da verilen Milli Mücadele de başı asker ve sivil eski İttihat ve
Terakki kadrolarının çektiği, bugün Türk tarih yazıcılığı için bir muamma değildir. Mustafa
Kemal de eski bir İttihat ve Terakki üyesi olarak bu kadrolara dahildir.”
Kaldı ki “Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki’den ayrıldığına dair bir kayıt ve beyan yoktur.”
Ve nihayet Sait Çetinoğlu’nun, belgeleriyle ortaya koyduğu üzere, “Kemalistlerin İttihatçı
kökleri” ayan beyan ortadadır
Zaten “Önemli olayların kadrolarına baktığımızda Kemalist kadroların çekirdeğinin,
İttihatçıların çelik çekirdeği Harekât Ordusu, Teşkilât-ı Mahsusa, Trablusgarp kadroları,
Balkan ve Malta sürgünleriyle aynı kadrolar olduğu görülmektedir. Kemalistler kadro olarak
İttihatçıların çelik çekirdeğinin devamıdırlar.”
Gerçekten de “Milli mücadelenin vurucu gücü Kuvay-ı Milliye birliklerin önemli bir bölümü
soykırımı bizzat gerçekleştirenler tarafından kurulmuştur. ‘Kurtuluş Savaşı kahramanı’ olarak
anılan, Batı Anadolu’da İpsiz Recep’ler, Dayı Mesut’lar, Kara Arslan’lar, Demirci Mehmet’ler,
Sarı Efe’ler, Karadeniz’de Topal Osman’lar, Yarbay Halit’ler, Ahmet Barutçu’lar, Yahya
Kaptan’lar Teşkilât-ı Mahsusa üyesi çetecilerdir ve hepsi de katliam failidir.”
Yani “Anadolu’nun çok-etnili, çok-dinli toplumsal çeşitliliğinin, zorla homojenleştirilmesi ve
bu coğrafyanın bir ‘Türk yurdu’ yapılması süreci Milli Mücadelenin ana içeriğini oluşturmuş,
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve sonrasında da sürmüştür. Bu bakımdan İttihat ve
Terakki ile Cumhuriyet arasında kesintisiz bir süreklilik söz konusudur.”
İttihat ve Terakki’den Kemalizme uzanan Türkçülük/ milliyetçilik hikayesinde Kemalizm
İttihatçı mirası devraldı. Devleti kurtarma amacı nedeniyle de İttihat ve Terakki’ci bir öz
taşıdı.
Bu ortam ve ekolden gelen Mustafa Kemal ve arkadaşları sıfırdan başladılar denemez.
Kemalizm İttihat ve Terakki’nin hem ekonomik ve hem de ideolojik anlayışının mirasının
üzerinde gelişecekti.
İttihat ve Terakki, Türk-İslâm burjuvazisi yaratmak istedi ve bunda bir ölçüde başarılı da
oldu. Tüccar, komisyoncu ve toprakla ilişkileri olan bir burjuvazinin gelişmesi İttihat ve
Terakki eliyle oldu.
Avrupa burjuvazisine ve emperyalizme karşı olmayan, milli karakteri çok cılız olan bu sınıf,
savaş yitirilince eşrafın bir bölümüyle birlikte ne yapacağını şaşırmış hâlde telaş ve kaygıya
kapıldı. Korkusu Batılı devletlerden değildi.
İttihat ve Terakki sayesinde kavuştuğu olanakların kaybolmasından, Rum ve Ermeni
burjuvazisinin geri gelmesindendi korku. Büyük devletler değil de, Rum ve Ermenilerin güç
kazanacakları korkusu yaşandı.
İttihat-Terakki şoven bir milliyetçiliğe sahipti. Bir ölçüde devamı olan Kemalizm’in
milliyetçiliği de benzer niteliklere sahip. İttihatçılar diğer halkları aşağıladı ve ağza
alınmayacak kelimeler kullandı. CHP’liler ve Kemalizmin önemli kişileri diğer ulusları
yönetmek için var olduklarını söylediler. Türk ulusunun efendi, üstün, her şeye kadir olduğu
iddia edildi. Türk dili, dünya dillerinin atasıydı. Irka dayalı şoven Türk milliyetçiliğinin
kuramcısı Ziya Gökalp’ti.
İttihat ve Terakki döneminde temelleri atılan kuram, yeni Türkiye’de gelişti. Dünyada faşizan
yönetimler arttı ve Kürt isyanları yaşandı. Bu iki faktör şoven, ırkçı karakterli Türk
milliyetçiliğinin gelişmesinde rol oynadı. Bugün yakındığımız Türk milliyetçiliğinin günümüz
boyutlarına ulaşmasında bu etkenler önemlidir.
Bu arada unutulmasın: Kemalizm’in ideologlarından bir kısmı İttihat ve Terakki’nin de
ideologlarıydı. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu (Agayev) gibi. İkisi de Rusyalı. Biri Tatar, diğeri
Azeri Türklerinden. Önemli bir ideolog da Ziya Gökalp. 1924’te ölmesine karşın etkisi devam
etti. Diyarbakırlı bir Kürt ailedendi. İlginçtir, Türkçü ideologların çoğu, kendi kriterlerine göre
“Türk” değildi...
Nihayetinde militarist devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizm ile İttihat ve Terakki’nin
çizgilerinde bire bir örtüşme vardır: Nüfusu Homojenleştirme + Türkifikasyon = İdeolojik
Uluslaşma + Irkçı Tarih Tezi...
Siz bakmayın hızlı “AB”ci/ “Sivil Toplum”cu Baskın Oran’ın, “1930 Kemalizmi, 2000’ler için
gericilik, 1930’lar için ilericiliktir,” demesine!
Bilmiyor, görmüyor olamazsınız; 1930’lu yıllarda yani “Askeri ve siyasi zaferin ardından (...)
Cumhuriyet yönetimi, Türklerin tarihini Orta Asya’ya çekti”!
Bunun sonucu da “Güneş Dil Teorisi” oldu... Reşit Galip, Mustafa Kemal’in “Tarih Tezi”ni
şöyle anlatmaktadır: “Türk tarihi hakkında Gazi Mustafa Kemal’in tezinin başlıca esasları
şunlardır:
1- İnsanlığın beşiği Orta Asya’dır. Hayat en evvel orada başladı ve en evvel orada tekâmül
etti.
2- Dünyanın ilk medeniyeti Orta Asya’da ve Orta Asya’nın aslî halkı ve ilk sakini olan Türk
ırkı tarafından kuruldu.
3- Türk ırkını antropolojik ırk tasnifinde brakisefal-Alpin tipi temsil eder.
4- Avrupa ve Asya münasebetleri hadiselerinden büyük muhaceretler garptan şarka doğu
değil, daima şarktan garba doğru olmuştur.
5- Orta Asyanın muhtelif devirlerinde şiddetini artıran kuraklık hadiseleri en mühim âmil
olarak Türkler büyük göçlerle dünyanın muhtelif sahalarına yayılmışlar ve buralarda eski
medeniyetleri kurmuşlardır.
6- Türk dili ana dildir.
7- Eski medeniyetler için olduğu gibi haksız olarak İslâm medeniyeti denilen- daha yeni
devirler medeniyetinde de birinci derece kuruculuk ve yapıcılık rolü türklerindir.
8- [...] Anadolu paleolitik devir sonlarından itibaren Türkleşmeye başlamış, kalkolitik devirde
bu Türkleşme azamî derecede genişlemiş ve Selçuk devri sonlarına kadar binlerce yıl süren
istilâcı ve hulûlcu akınlar Anadolu’yu ırkî manzara itibariyle Türklüğü en saf, en melezsiz
temsil eden sahalardan bir hâline getirmiştir. O derecede ki, Türklüğün en eski tarihi Orta
Asya’da olduğu kadar Anadolu’da da mütalaa edilebilir.
9- Türk milletinin bütün yüksek ve yaratıcı cevherlerini yaşatmakta olan ırk bünyesi
salimdir...”
Söz konusu Kemalist “Tarih Tezi” ile “Türklerin tüm dünyaya yayıldıkları, Sümerlerin de Türk
oldukları, Orta Asya’nın Türklerin anayurdu” olduğu ifade edildi!
Bu konuda Afet İnan, henüz liseyi yeni bitirmişken “Tarih Tezi” çalışmalarında bulunmak
üzere görevlendirilir... Bir komisyon kurulur... Afet İnan, özel himaye görür, faşist ve
kafatasçı Euzard Pittard’ın öğrencisi olarak, İsviçre Cenevre’de doktora çalışması yapar...
Türklerin Alpin ırkının brakisefal türünden olduğunu kanıtlamaya çalışır... Türkiye’ye
dönünce devlet tarafından desteklenen binlerce kafatası ölçümü yapar... Kendisi antropolog
değil, yalnız kafatası ölçümleri için bu bölüme ilgi duyar... Tezin bir diğer teorisyeni de,
Turancılığı savunan Tatar kökenli Yusuf Akçura’dır... “Tarih Tezi”nin amacı, Türk ırkının en
yüksek ırk olduğunun kanıtlanmasıdır!
Tarihi gerçekler böyleyken; “Birileri ha bire ‘Türkiye’de ırkçılık yoktur, hiç olmamıştır’ veya
‘Türkler ırkçı olamaz’ diye yazar dururlar. Onlar böyle yazarken, Türkiye’de ırkçılığın ikinci
dalgası iyice kabarmış ve toplumu sarmış durumda. Bu nedenle, bu işin başı ve sonrası,
nihayet gelinen nokta, başı ile sonu arasındaki farklılaşmalar hakkında bir şeyler söylemek
gerekiyor.
Milliyetçiliğin Türkçü kanadı, ta başından beri, koyu bir ırk ideolojisiyle birlikte yürümüştür.
Üç tarz-ı siyaset içinde ‘Osmanlıcı’ veya ‘İslâmcı’ yerine ‘Türkçü’ yolu seçen ve bunun
propagandasını yapanlar, Rusya’dan gelen Türkler, genellikle Tatarlar ve Azerilerdi.”
Bu temelde “30’lar, özellikle, Almanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de
de, ‘ırk’ kavramının her derde deva, her kapıyı açan bir kavram hâline geldiği bir dönemdir.
Üstelik bu, dün özetlediğim ilk dönem gibi, ‘ırk’ın görece ‘ulusal-romantik’, iyi
tanımlanmamış nosyon olduğu bir dönem de değildir. ‘Irk’ın ‘iyi tanımlanmış’ hâli ne olabilir?
Bu, bilimsel bir kavram olmadığına göre, iyi tanımlanması da zaten mümkün değil...
Açın, Birinci Türk Tarih Kongresi’nin kitabını, Reşit Galib’in, Afet İnan’ın, Şevket Aziz
Kansu’nun ve daha birçoklarının konuşmalarını okuyun (tabii, aynı şekilde, İkinci ve Üçüncü
Tarih Kongreleri’nin kitaplarını da okuyun). Nasıl bir ‘devlet ırkçılığı’ yapıldığını görürsünüz.
‘... Asiya brakisefallerin ocağıdır. Bunlar Alp adamı tipidirler. Ve Türk de bu tiptir. Bizim son
telakkiye göre esasen bir ırk olmaktan uzak bulunan Sarılarla bir alâkâmız yoktur... Hulâsası
şudur ki: Anadolu, brakisefal buğday renkli veyahut beyaz, güzel, bazan mavi gözlü ve
kumral bir ırk tarafından iskân edilmiştir. Bu ırk Ortaasiyadan geliyor...’ vb.
Böylece bütün bir resmi tarihyazımcılığı ve eğitim sistemindeki tarih öğretimi bu ırkçı
temeller üzerine oturtulmuştu.”
Özetle “Güneş Dil Teorisi”nin, “Tarih Tezi”nin gerçeği, “Anadolu’yu tek partili, tek şefli, tek
uluslu millileştirme/ Türkifikasyon hareketi”nin kültürel cephesini oluşturmasıdır...
YALAN(LAR)A GELİNCE!
Aysel Tuğluk’un, “Mustafa Kemal’in tarihsel eylemselliğinin Türk ulusu açısından büyüklüğü
inkâra gelmez bir realitedir”; ya da Türker Alkan’ın, “Belki Atatürk döneminde demokrasi
kurulamadı. Fakat, demokrasinin temelleri atıldı,” saptamalarının gerçekle yakından uzaktan
alâkâsı yoktur!
Tekrarlıyorum: Kemalistler kendilerini her ne kadar İttihat ve Terakki’den ayrı tutmaya
çalışsalar, bu sadece bir yanılsamadır. Zürcher’in ifadesiyle: “Kemalistler, İttihatçılar’ın
bıraktığı yerden devam ettiler.”
Kemalizmin kadrolarını, yukarıda da gördüğümüz gibi, İttihatçılar oluşturdu. İttihat ve
Terakki’nin çelik çekirdeği olarak ve 30 bin kişilik kadrosuyla, Ermeni Soykırımında da
önemli görevler üstlenen Teşkilât-ı Mahsusa; “İç güvenliği sağlamak, devletin varlığı için
hayati önemi olduğu düşünülen Türkçe konuşan azınlığın süregelen hâkimiyetini korumak ve
Osmanlı devletinin daha fazla toprak kaybetmesini engellemek,” gibi amaçlarla tarif edilen
Milli Mücadelenin devraldığı zemindir!
Bu bağlamda “Kemalizm sol” olmadığı gibi herhangi bir “ilericilik” türü de değildir!
Kemalizm ile hesaplaşmalıdır. Çünkü Kemalizm Türk egemen sınıfının ideolojisidir!
“Neden ve niçin” mi?
Gayet basit: “Mustafa Kemal’in 1922’ye kadar Saray ile Kuvayı Milliye arasında hakem
sıfatıyla yaptığı manevralarla I. Napoleon rolünü; 1922’den sonra Kuvayı Seyyare ve TKP’yi
tasfiye edip halkı silahsızlandırırken III. Napoleon rolünü oynamış olduğunu söylemek
mümkün...
TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının boğazlanmalarından
sadece bir hafta önce 22 Ocak 1921’de meclis kürsüsünden şunları söylememişti: “(...) İşte
bu serseriler (...) Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil
edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar (...) kendilerine para
veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip
sahiplerine yaranmak için bir takım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır (...) Bu
suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır...”
Bu tutum Cumhuriyet tarihi boyunca da süregidecek, Kemalist rejim kırk yıl boyunca
Komünistleri baskı altında tutacak; Sabahattin Ali ve adı bilinmeyen nicesi onlar tarafından
yok edilecek, Nâzım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve başkaları
yıllar ve yıllar boyu hapiste tutulacak, tek parti diktatörlüğünün işkencehaneleri
komünistlerle dolup taşacak; devletçilik burjuvazinin sermaye birikiminin aracı, işçileri
amansızca sömürme düzeneği olarak iş görecek; köylüler büyük toprak sahiplerinin giderek
artan sömürüsü ve zulmü altına girecek, Kürtler birçok kereler ezilecekti...
“MASUM DEĞİLİZ HİÇ BİRİMİZ”
Kemalizme, resmi tarihe bu denli sarılınmasının ardında, “masum değiliz hiç birimiz”
gerçeğinin kolektif bilinç altında yer alması gerçeği yatar...
Ragıp Zarakolu’nun ifadesiyle, “Jenosit olgusunun arka planında yatan ve es geçilmemesi
gereken bir noktada, servetin el değiştirmesi ve kitlelerin de yağma ve talanda bir suç ortağı
hâline getirilmesidir.”
“Bugün Türkiye’deki egemen elitin soy kütüğünü incelediğinizde, mutlaka İttihatçılık ile
Ermeni tehcirinde ve daha sonraki azınlık karşıtı uygulamalar ile bağlar bulursunuz. Türk
kapitalizminin temelini oluşturan ‘ilksel sermaye birikiminin’ kaynağı buralara uzanmaktadır.
İttihatçı kadrolardan bir çok ‘savaş zengini’ ve ‘işadamı’ çıktı.”
Böylelikle ortalama/ “olağan” Türk(iye) insanı kolektif milliyetçi histerinin, “zenofobi”nin
parçası, taşıyıcısı oldu...
Tam da bu koordinatlarda “ötekileştirme” ve “öteki”nin inkârı; Bove-Luneau’nın, “Ötekinin
özgürlüğü benim özgürlüğümü sonsuzca genişletir,” diye formüle ettiğinin önünü kesip; dolu
dizgin bir otoriterliği “hoşgörü” söylenceleriyle devreye soktu...
Burada durup anımsatalım: “Hoşgörü, hoşgörülen şeyin ahlâki olarak kötü ve suçlanabilir
olduğunu ima eder. Başka bir imada, bunun değiştirilebilir olduğudur. Başka birinin
hoşgörülmesinden söz etmenin anlamı şudur: Kişinin, hoşgörülen özelliğini değiştirmemesi
kendi itibarsızlığını doğurur.”
Bu tavırladır ki, “Holocaust olayından çıkarılabilecek dersleri almaya karşı direnişin kendisini
gösterdiği yerlerin başında, Holocaust’u tarihte sadece bir kez yaşanan bir olay olarak
marjinalleştirme ya da egzotikleştirme gibi çok yönlü çabalar gelir.”
Ve bir şey daha: “Soykırımların, planlanmış suçlar sınıfına dahil olarak anlaşılması için,
failleri açısından hedefe yönelik eylemler olduğunun anlaşılması gerekiyor: Soykırım,
herhangi bir evrensel etik açısından psikopatça da olsa, faillerin amaçlarına hizmet eden
rasyonel bir araçtır... ‘siyasi bir formül’dür...”
Tıpkı (gayrımüslim) “ötekinin elindeki sermayenin millileştirilmesi (yani Türkleştirilmesi)”
gibi...
Bir an Teşkilât-ı Mahsusa’nın Anadolu’yu nasıl “Türkleştirdiği”ni anımsayın!
Veya Mehmed Emin Yurdakul’un “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur/ Sinem özüm ateş ile
doludur/ İnsan olan vatanının kuludur/ Türk evladı evde durmaz, giderim” dizelerini!
Ya da “Bu toprakta Türklerin, sadece Türklerin yaşamasını ve ona tamamen sahip olmasını
istiyoruz. Milliyeti yahut dini ne olursa olsun, Türk olmayanlar kahrolsun,” diye haykıran Dr.
Nâzım’ın temsil ettiği zihniyeti!
Yeniden hatırlayalım: Teşkilât-ı Mahsusa’nın kurulmasıyla ilk adımlar Ege’de atıldı. Celal
Bayar’ın dediğine göre, 1914’e kadar bölgedeki 130 bin Rum zorla Yunanistan’a ve Adalara
göç ettirildi. Aynı dönemde Doğu illerinden ilk Ermeni, Süryani, Arap sürgünleri başladı.
Bunu 1915-16’da Ermeni tehciri, 1916’da ikinci Rum tehciri izledi... Aynı kesitte “devletin
çelik çekirdeği”, “Derin Devlet” de oluştu...
“DERİN” (DENİLEN!) DEVLET FASLI: SUSURLUK/ ŞEMDİNLİ
Devam edelim...
Birincisi: “...‘Derin Devlet’in köklerini Teşkilât-Mahsusa’da arayabiliriz.”
İkincisi: “Türkçülük önemli bir ideolojik argümandır ve ulusal arındırma politikaları ve
uygulamaları iktidar erkinin temel payandalarından biridir.”
Bununla bağıntılı olarak üçüncüsü: “Adları ve programları ne olursa olsun, herhangi bir
‘devletin’ varlığının olmazsa olmaz koşullarından birisi de kendine bağlı -kendisi tarafından
oluşturulmuş hukuk dışı- illegal- gizli örgütlenmelerdir. Ve ‘devlet’ olarak tanımlanan tüm
örgütlenmeler için bu örgütler bu türden örgütlenmeler zorunluluktur ve;
Devletin gizli örgütlenmeleri, gerektiğinde imha edilip gerektiğinde yeniden oluşturulabilecek
örgütlenme modeline -zengin çeşitliliğe!- sahip olmalıdır.”
Dördüncüsü: “En son 1980 darbesiyle, İttihatçılığın özünü oluşturan İslam-Türk sentezi,
‘örtülü’ değil, ‘açık’ olarak devletin resmi görüşü oldu.”
Nihayet beşincisi: Yaşananlar ile “Susurluk’ta neler olup bittiğini ya da olup bitenlerin ne
anlama geldiğini unuttuğumuz bir sırada sağ olsunlar bize tekrar anımsatmakta bir zarar
görmediler; biz buradayız, biz her yerdeyiz, biz Şemdinli’deyiz, Ankara’dayız,
Trabzon’dayız... biz her yerde varız. (...) ‘devlet biziz ya da biz devletiz’...”
Üç, dört ve beşinci maddeler için burada uzunca bir parantez açmalıyız:
Mesela “Maraş olaylarıyla ilgili MİT’ten Ecevit’e, ‘MİT’in parmağı var’ bilgisi verildiği ortaya
çıktı. Ecevit’e Susurluk raporunu açıklamanın sakıncalı olacağı notu da verilmiş...” Bunun
böyle olmasında şaşırtıcı olan bir şey var mı? Kanımca olmamalı...
Çünkü Emekli Orgeneral Kemal Yamak, Fransız ve İngiliz generallerin kendisinden Gladio
kurmalarını istediğini, NATO içinde müşterek harekât ve çalışma için destek vaadinde
bulunduklarını açıkladı. Yamak, ‘Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler’ başlıklı anı
kitabında NATO yetkilileriyle bizzat görüştüğünü açıkladı...
Özel Harp Dairesi için her yıl ABD’den alınan 1 milyon doların nasıl harcanacağı konusunda
1974’te Daire Başkanı Kemal Yamak ve Amerikalı yetkili arasında yapılan pazarlıkta
anlaşmazlık çıktı. Yamak’ın kitabındaki ifadesiyle, “Bu daire o güne kadar Genelkurmay
Başkanı ve ikinci başkanlar dışında hiç kimse ve makama böyle bir brifing vermemişti. Ordu
ve kuvvet komutanlıklarına daha kısa, bilgilendirici mahiyette ve kişisel brifingler veriliyordu.
Konudan ne sayın bakanın, ne de başbakanın haberi vardı. Milli Savunma Bakanı rahmetli
Hasan Esat Işık, Başbakan da Sayın Bülent Ecevit’ti.”
Ayrıca Yamak, Özel Harpçi olarak eğitilenlerin nasıl ve neden seçildiklerini de şöyle
açıklıyordu: “Aslında onlar milletvekilliği dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde
güvenilir, saygın, sözü geçen ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için
yapılacak mücadelede önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi.
Milletvekili oluşları da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?”
Böylece 12 Mart’la başlayan süreci kanlı 77 1 Mayıs’ı, Maraş, Çorum katliamları ve Abdi
İpekçi cinayeti gibi kanlı komplo ve provokasyon eylemleri izledi. Bu eylemler belli bir plan
çerçevesinde CIA ve kontrgerilla tarafından 12 Eylül darbesini hazırlayan kilometre
taşlarıydı.
Sonra da Susurluk kazası ve kontrgerilla, Abdullah Çatlı, Abdi İpekçi cinayetinin ve
üniversite öğrencisi yedi gencin öldürüldüğü katliamın ve daha birçok kanlı eyleminin
planlayıcısı, uyuşturucu kaçakçısı vs... Ve Şemdinli...
Şimdi sormadan geçmeyelim; tüm bunlar neden” şaşırtıcı” olsun? Kesintisiz bir devlet
geleneğini gözler önüne sermiyorlar mı?
Ve nihayet Şemdinli! “Şemdinli’de kitabevindeki patlamayla ilgili olarak tutuklanan
astsubaylardan İldeniz’in ajandasındaki notlarda, çalışma ilkeleri şöyle yer aldı: Ben yok, biz
varız; biz yaptık...”
Bu ses tonu ve vurgu, -Türkiye’de Gladio beslemesi milliyetçilik bir kez daha yükselirken!-
ne kadar da çok İttihatçıları çağrıştırıyor değil mi?
EGEMEN MİLLİYETÇİLİK YÜKSELİRKEN...
Resmi ideolojinin, bir ucunda “bölücülük”, bir ucunda “yavru vatan” Kıbrıs, öteki ucunda da
“türbanın altına saklanmış tehlike” yaygaralarına sarıldığı klasik duruşuyla Türkiye’de
milliyetçilik yüksel(til)irken, eşzamanlı kesitte ırkçılık da yoğunlaşıp/ yaygınlaşıyor... Bunun
da ekseni zenofobi oluşturuyor...
Zenofobi gün geliyor “Yunan”, gün geliyor “Kürt”, gün geliyor “Amerikan” düşmanlığında
ifadesini bulabiliyor...
Örneğin Türkiye’de Bilgi Üniversitesi adına ‘Infacto Research Workshop’, Yunanistan’da
Siyasi Araştırma ve İletişim Merkezi adına ‘Kapa Research’ araştırma şirketlerinin Türkiye ve
Yunanistan yaptığı ankete göre, Türkler en büyük tehdit olarak ABD ve olası Kürt devletini
görürken, Yunanlılar için en büyük tehlike hâlâ Türkiye...
Zenofobi, ayrımcı/“ötekileştiri”ci bir eksen olduğu kadarıyla da, egemen/ezen ulus açısından
bir “ulusal çimento”!
T.“C” bugünlerde, Ortadoğu’daki denge(sizlik)ler alt üst olup, T.“C”/ ABD ilişkileri eskisi gibi
gitmezken; söz konusu “ulusal çimento”yu daha da yoğun kullanıyor... Bu da “anti-ABD”ci
söylemi (konjonktürel olarak) öne çıkarıyor...
Örneğin, “Washington Post’da yayınlanan bir makalede, ABD’li düşünce kuruluşu Hudson
Enstitüsü’nden Rajan Menon ve S. Enders Wimbush, ‘ABD-Türkiye ittifakı sonuna mı geldi?’
diye sorulurken, ciddi önlemlerin alınmaması hâlinde ittifakın sona ereceği belirtilip, Türkiye
ile ABD arasındaki dostluğun hızlı bir erozyona uğramakta olduğuna dikkat çekildi.”
Söz konusu denge(sizlik)de “Türkiye’yle ilişkileri iyice gerilen Kuzey Irak’ta, ABD’nin
karşısına yeni bir tehdit çıkmak üzere: (...) (Türkiye’nin) Irak’a girebileceğine dair
Washington’u uyardığı söyleniyor. İki tarafı da memnun etme stratejisi çöküyor.”
Bu konjonktürde, T.“C”nin “anti-Amerikancı” söylemi “anti-emperyalizm” diye yutturulmaya
kalkışılıyor...
Oysa bunun “anti-emperyalizm”le alâkâsı falan yok; bu anti-Kürtçü T.“C” için bir manevra...
Öyle bir manevra ki, “Le Monde’da çıkan yorumda, Rusya ve İran ile ittifak üzerinde
çalışıldığı öne sürüldü... Türk ordusunun açık bir biçimde Kuzey Irak’a operasyon
düzenlemeyi tasarladığı belirtilen yazıda, askerlerin böylesi bir girişim sonucu ‘AB ve ABD’yle
gerilimlerin artmasını pek önemsemedikleri, çünkü kendilerine enerji ve silah sağlayacak
Rusya ve İran’la ittifak üzerinde çalıştıkları’ savlandı.”
Aynı konuda Yasemin Çongar, “Putin’in konuşmasının TSK’nın sitesinde yayımlanmasını,
Amerika kendisine mesaj diye aldı. Orduda, Rusya’nın otoriter rejimine sempati artıyor, bu
da ABD’yi endişelendiriyor,” diyor...
Tam da bu noktada TSK, “Cumhuriyet’e sahip çıkılması duyarlılığı ve refleksi” için çağrı
çıkarıyor; e-muhtıralar yayınlıyor... Ve de bu komutla “Cumhuriyet Mitingleri” kotarılıyor...
Mitingleri düzenleyenlerden...ADD Genel Başkanı (Jandarma eski Genel Komutanı) Şener
Eruygur, “1. hedefe başarıyla ulaştık...”
ADD Genel Başkan Yardımcısı (İ. Ü. İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi) Nur Serter, “Türk
ordusunun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu, 27 Nisan’da laik Cumhuriyet’e, Türk
milletinin gerçek iradesine sahip çıkmıştır...”
Miting hatiplerinden (AÜ-SBF Kamu Yönetimi Öğretim Görevlisi) Birgül Ayman Güler,
“Bağımsız Türkiye’nin güvencesi Kemalist orduyu bağrımıza basıyoruz...” diyorlar...
Bunları dedikleri için de çılgınca alkışlanıyorlar...
“Korkmuş orta sınıflar ve negatif siyaset”le tanımlanması mümkün olan sipariş 14 Nisan
2007 Mitingi’leri, Metin Özuğurlu gibi değerlendirilemez: “O meydanda Türkçü-ırkçı değerler
ve semboller yoktu; meydanın ortak değerleri Mustafa Kemal sevgisi, yurt sevgisi ve
laiklikti. (...) 14 Nisan günü, ‘yukardan cepheleşme’ kurmaylarının beklentileri boşa
çıkartıldı; o meydana tepkiselci ırkçı bir milliyetçilik değil, anti-emperyalist bir yurtseverlik
damgasını vurdu.”
TSK, ADD, İP, CHP, DSP, MHP ne kadar “anti-emperyalist” ise, bu mitingler de o kadar
“anti-emperyalist”tir...
Kalabalıkların “cazibesine” kapılarak kendimizi aldatmayalım...
Evet, dediğim gibi, bugünü anlamada tarihi bilmek müthiş önemli. Bunun için de olan bitenin
üzerini örten, onu tahrif eden “resmî tarih”le hesaplaşmak gerekiyor. Resmî tarihin
“güzellemeler”inin, çarpıtmalarının, eleştirilmesi iki önemli getiri sağlayacaktır. Bunlardan
ilki, böylesi bir vahşet ve zulüm tarihinin bu ülke insanlarının önüne yığdığı sorunlarla baş
etmeye yetili, sevgili Hrant’ın deyişiyle “milliyetçilik zehrinden arınmış” bireylerin
biçimlenmesine katkıda bulunur. Ve de sınırsız bir ihtiyaç duyduğumuz “kardeşleşme”nin
zeminini hazırlar. Bununla bağlantılı ikincisi ise, İttihat ve Terakki ve onun “Teşkilât-ı
Mahsusa”sından günümüzün Susurluk-Şemdinli’sine uzanan olaylar dizisini, zincirleme bir
“rastlantılar silsilesi” olarak değil, bir tarihsel süregenlik olarak kavrayabilmemize olanak
sağlar.
Ve nihayet Ragıp Zarakolu’nun, “Önsöz”ü (s.3-16.); Tolga Ersoy’un, “İttihatçı Gelenek;
İttihat ve Terakki Dersleri”ni (s.17-43.); Sait Çetinoğlu’nun, “İttihat ve Terakki’den
Kemalizm’e: Jön Türklerin İki Dönemi-İki Yüzü”nü (s.45-96.); İsmail Beşikçi’nin, “Türk
Siyasal Sisteminde Resmi İdeoloji”yi; (s.97-127.); Ayşe Günaysu’nun, “İttihat ve
Terakki’den Cumhuriyete Azınlıklar”ı (s.207-234.); Ayşe Hür’ün, “1908-1938 Döneminde
Hukuk Dışı Uygulamalar”ı (s.235-276.); Pervin Erbil’in, “Nüfus ve İskân Politikaları”nı
(s.277-296.); Güngör Şenkal’ın, “Bir Başka Açıdan ‘Goeben’ ve ‘Braslau’...”yu (s.297-329.);
Şükrü Aslan’ın, “Neden İnönü Değil, Niçin Bayar?!”ı (s.331-373.) kaleme aldığı bölümlerden
oluşan “Resmi Tarih Tartışmaları -3- İttihatçılıktan Kemalizm’e” kitabı, bu önemli konulara
layıkıyla önemli açılımlar sağlıyor. Bu nedenle de, resmi ezberi bozan ve “Çılgın Türkler”in
icraatından rahatsız herkesin kitaplığında bulunmayı hak ediyor.
25 Haziran 2007 21:00:41, Ankara.
Michel Foucault.
Faruk Nafiz, “Kurt Köpeği”.
KÜNYE: Resmi Tarih Tartışmaları -3- İttihatçılıktan Kemalizm’e..., Editör: Fikret
Başkaya-Sait Çetinoğlu, Özgür Üniversite Kitaplığı: 62, Maki Yay., Nisan 2007, 373 sayfa.
“Reuters: Türk Milliyetçiliği Okulda Başlıyor”, Milliyet, 3 Nisan 2007, s.17.
Şükrü Aslan, “Neden İnönü Değil, Niçin Bayar?!”, s.331.
Güngör Şenkal, “Bir Başka Açıdan ‘Goeben’ ve ‘Braslau’...”, s.327.
Ayşe Hür, “1908-1938 Döneminde Hukuk Dışı Uygulamalar”, s.244.
Ayşe Hür, yage, s.242.
İsmail Beşikçi, “Türk Siyasal Sisteminde Resmi İdeoloji”, s.97.
İsmail Beşikçi, yage, s.113.
Taner Timur, “Hikmet-i Devlet, Ermeni Sorunu ve Hrant’ın Ölümü”, Kızılcık Dergisi, No:29,
20 Nisan-Mayıs 2007, s.10-12.
Ragıp Zarakolu, “Önsöz”, s.3.
Ragıp Zarakolu, yage, s.8-9.
Ragıp Zarakolu, yage, s.9.
Pervin Erbil, “Nüfus ve İskân Politikaları”, s.277.
İlker Çayla, “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Seyir Defteri”, s.152.
Mete K. Kaynar, “İbrahim Temo ve Resneli Niyazi’nin Anıları Üzerinden İttihatçılar ve Jön
Türkler Üzerine Düşünceler”, s.159.
Ragıp Zarakolu, “Önsöz”, s.10.
Sait Çetinoğlu, “İttihat ve Terakki’den Kemalizm’e: Jön Türklerin İki Dönemi-İki Yüzü”, s.70.
Sait Çetinoğlu, yage, s.45.
Sait Çetinoğlu, yage, s.48-49.
Sait Çetinoğlu, yage, s.69.
Sait Çetinoğlu, yage, s.66.
Sait Çetinoğlu, yage, s.95.
Ayşe Günaysu, “İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete Azınlıklar”, s.208-209.
Ayşe Günaysu, yage, s.208-209.
Baskın Oran, “Bir General 2 Bin Öğrenci İstedi”, Radikal, 5 Nisan 2004, s.6.
A. Ömer Türkeş, “Edebiyatla Başlamıştı Romanlarla Sürüyor”, Yeniden Devrim, No:4, Yaz
2007, s.30.
Murat Belge, “Erken Dönem Irkçılığı”, Radikal, 15 Haziran 2007, s.11.
Murat Belge, “30’larda Irkçılık”, Radikal, 16 Haziran 2007, s.11.
Aysel Tuğluk, “Eleştiri ve Küfür Denkliğinin Densizliği”, Gündem, 21 Haziran 2007, s.4.
Türker Alkan, “Açık Uçlu Atatürkçülük”, Radikal, 16 Mayıs 2007, s.5.
Erik Jan Zürcher, Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları Modern Türkiye’de Siyasal
Düşünce Kemalizm İletişim Yay., s.44-55.
Philip H. Stoddard, Teşkilât-ı Mahsusa, Çev:Tansel Demirel, Arma Yay, 2003, s.9.
Ertuğrul Kürkçü, “Mustafa Kemal: İmge ve Gerçek”, BİA Haber Merkezi, 9/11/2005,
http://www.bianet.org/2005/11/09/70016.htm
Ragıp Zarakolu, “Önsöz”, s.13.
Ragıp Zarakolu, yage, s.11.
Susan Mendus, Toleration and the Limits of Liberalism, Londra: Mcmillan, 1989, s.149-150.
Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev:İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2003, s.32.
Helen Fein, Accounting for Genocide (New York: Free Press, 1979) s.8.
Tolga Ersoy, yage, s.33.
Tolga Ersoy, “İttihatçı Gelenek; İttihat ve Terakki Dersleri”, s.35.
Tolga Ersoy, yage, s.31.
Ragıp Zarakolu, “Önsöz”, s.9.
Tolga Ersoy, “İttihatçı Gelenek; İttihat ve Terakki Dersleri”, s.17.
“Ecevit’in Maraş ve Çatlı Sırları”, Radikal, 12 Kasım 2006, s.8.
Kemal Yamak, Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitap, 2006, s.286.
Kemal Yamak, yage, s.461-462.
Gökçer Tahincioğlu, “Şemdinli’de Tutuklanan Astsubayların İstihbarat Notları: ‘Yemin Gibi
İlkeler’...”, Milliyet, 20 Aralık 2005, s.15.
Yorgo Kırbaki, “Komşuların Kâbusları Farklı”, Radikal, 11 Haziran 2007, s.9.
“Yarım Asırlık ABD-Türkiye İttifakının Sonuna mı Gelindi?”, Milliyet, 24 Nisan 2007.
David Ignatius, “Kuzey Irak da ABD’yi Zorlayacak”, The Washington Post, 18 Nisan 2007.
Elçin Poyrazlar, “TSK Yeni İttifak Arayışında”, Cumhuriyet, 21 Haziran 2007, s.11.
Yasemin Çongar, “Rusya’nın Etki Alanına Girmiş Askerler Var”, Radikal, 21 Mayıs 2007, s.6.
Mithat Sancar, “Devlet, Korku ve Siyaset”, Yeniden Devrim, No:4, Yaz 2007, s.25.
Metin Özuğurlu, “14 Nisan Notları”, Halkın Sesi Gazetesi, No:27.

www.solplatform.org

You might also like