Professional Documents
Culture Documents
org
Din ve Sosyalizm
Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm
Oktay Baran
Laiklikten ne anlaşılmalıdır?
Marksistler, devletin, dini insanların kişisel bir sorunu olarak görmesini talep ederler. Bunun
anlamı, herkesin istediği dine inanmakta ya da hiçbir dine inanmamakta serbest olmasıdır.
Dinsel inancı ya da inançsızlığı nedeniyle hiç kimse ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya vb.
tâbi tutulmamalıdır. Marksizm devletin din üzerindeki her türlü yasaklamasına karşıdır:
Başkasının haklarını gasp etmek anlamına gelmediği sürece hiç kimse dinî inançlarının ya da
inançsızlığının gereğini yerine getirmekten alıkonamaz. Herkes inançları gereği şu ya da bu
şekilde giyinme hakkına sahip olmalı ve bu tercihinden ötürü kamusal haklarından hiçbir
şekilde yoksun bırakılmamalıdır (Türban yasağı gibi yasaklamaların egemen sınıfın hem laik
geçinen hem de dindar kesimlerince, gündem saptırmak ve emekçilerin dikkatini kendi acil
sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırmak için nasıl ikiyüzlüce kullanıldığı apaçık ortadadır). Aynı
şekilde hiç kimse bir dine ya da onun bir mezhebine vs. inanmaya ve o inançların gereklerini
yerine getirmeye de zorlanamaz.
Bizler tutarlı ve gerçek laikliği savunuruz. Bunun anlamı devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi
olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.)
devletin işlerinde yeri olmaması demektir. Devlet tüm dinlere ve onların tüm mezheplerine
eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dinî inanışını açıklamak zorunda değildir, bu nedenle
resmi belgelerden kişinin dinî inancını belirten tüm ibareler çıkarılmalıdır. TC gibi lafta laik
bir devletten değil gerçekten laik bir devletten ve toplum düzeninden bahsediyorsak, en
temel ilke, devletin hiçbir resmi ya da yarı-resmi dinsel kurumunun olamayacağıdır. Oysa
bugün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, il müftülükleri vb. gibi devlet kurumları
aracılığıyla resmi bir din yaratılmakta ve din devletin denetimi altına sokulmaktadır.
Devlet dinden ve dinsel hayattan tümüyle elini çekmeli, resmi, yarı-resmi ya da gayri resmi
dinsel kurumlara bütçeden pay ayırma ve vergi indirimi uygulamalarına son verilmeli, dinsel
kurumlara aktarılan bütün ödenekler kesilmeli ve din işlerinin örgütlenmesi ve finansmanı
bütünüyle cemaate terk edilmelidir. Belli bir dine inananlar ibadethanelerini yapmakta da,
dinsel işlerini yürütecek din adamlarını seçip görevlendirmekte de bütünüyle serbest olmalı
ve bu tür işlerin giderlerini kendi gelirlerinden yapacakları bağışlarla sağlamalıdırlar.
Devletin, herkese kendi anadilinde, bilimsel, demokratik ve laik içerikli parasız eğitim
sağlama görevi vardır. Laik bir eğitim sisteminde devlet okullarında ister seçmeli ister
zorunlu olsun din dersine yer verilemez; devlet imam-hatip liseleri gibi dini eğitim veren
okullar açamaz. Çocuklarına dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynler bunu kendi
gelirlerinden yaptıkları bağışlarla organize ve finanse edecekleri özel eğitim kurumlarında
diledikleri gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdırlar.
Din sorununda özenli tutum
Komünistlerin devletin dini kişisel bir sorun olarak görmesini talep etmeleri, kuşkusuz
bizlerin dinî boş inançlara, dinî önyargılara ve dinî ayrımcılığa karşı mücadele etmeyeceğimiz
anlamına gelmez. Ancak bu mücadele yasaklamalarla yürütülemez, çünkü dinî inanışlar
yasaklarla yok edilemedikleri gibi onları güçlendirmenin en kolay yolu dini devlet baskısı
altına almaktır. Bu gerçek Engels tarafından çok açık bir şekilde dile getirilmişti. Paris
Komünü sırasında kimi anarşistler dini resmi olarak yasaklayan kararnameler önermeye
kalkışmışlardı. Engels, küçük-burjuva devrimciliğine has bu “en radikal olduğunu gösterme”
hastalığıyla alay ederek bu önergelerden biri hakkında şunları söylüyordu: “İnsanların bir
fetvayla tanrısız olmalarını isteyen bu kâğıdı imzalayan iki Komün üyesi, ilkin, bir sürü şeyin
kâğıt üzerinde emredilmesine rağmen hayata geçirilemediğini, ikinci olarak da, istenmeyen
inançları sağlamlaştıracak en iyi aracın kovuşturma olduğunu öğrenebilmek için yeterince
fırsat bulmuşlardır. Kesinlikle söylenebilir ki, bugün Tanrıya yapılacak en büyük yardım,
tanrısızlığı bir inanç maddesi haline sokmak ve dini genel olarak yasaklamak”tır.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından dine ilişkin iki temel somut sorun vardır: 1)
resmi dinin emekçilere vaaz ettiği itaat, şükür ve mücadeleden uzak durma yaklaşımı, 2)
emekçi kitlelerin dinsel ve mezhepsel temelde bölünmesi. Marksizmin pratik mücadele içinde
din sorununa yaklaşımı, bu engellerin doğru taktikler, yöntemler ve uygun bir üslupla
bertaraf edilmesine dönüktür. Bu alanda, çok hassas, dikkatli ve özenli olmak zorundayız.
Dinin, kendisini var eden ve her gün yeniden üreten toplumsal nesnel koşullar ortadan
kalkmadıkça varlığını ve etkisini sürdüreceği bilinciyle hareket etmeliyiz. Emekçi kitlelerin
dinin etkisinden tamamen kurtuluşları ancak onu var eden toplumsal koşulların tümüyle
ortadan kaldırılacağı, böylece sığınacak bir liman arayışlarının da gereksizleşeceği ve nesnel
koşullarının oluşmasına bağlı olarak nihayet hayatın her alanında gerçek bir aydınlanmanın
sağlanabileceği bir toplumda mümkündür. Bir analoji yapacak olursak, böyle bir toplumda,
din ve dinî duygular “ilga edilmez, sönümlenip gider”.
Bu yüzden komünistlerin asli görevi dine karşı savaş ilan etmek ya da abartılı ve ölçüsüz bir
ateizm propagandasına girişmek değil, Lenin’in ifadesiyle, emekçi yığınların, “birleşmiş,
örgütlü, planlı ve bilinçli bir yoldan dinin bu [toplumsal] köküne karşı savaşmayı, her türlü
biçimleri içerisinde sermaye düzenine karşı savaşmayı öğrenmesi”ni sağlamaktır. Kitle
çalışmasında dinî inançları küçümseme, alay ya da espri konusu yapma, hor görme,
dayatma ve dışlama gibi tutumlar asla Bolşevik bir yaklaşımla bağdaşmaz. Lenin bu konuya
özellikle vurgu yapıyor ve dinî inançlara sahip işçileri devrimci programın esaslarına göre
eğitmek üzere mücadele saflarına kazanmanın öneminden söz ediyordu.
Bolşevikler bu anlayışla hareket ederek, ilk muzaffer proleter devrime önderlik ettiler.
Kurulan işçi devletinde de bu anlayışla hareket ederek bakış açılarına sadık kaldılar.
Böylelikle Avrupa’dan Çin’e kadar tüm emekçilerin olduğu gibi Anadolu köylüsünden Orta
Asyalı göçebelere kadar yoksul Müslümanların büyük bir kesiminin de sempatisini
kazandılar.
1918’de Sovyet anayasası, kilise ile devleti birbirinden, okulu da kiliseden kesin olarak
ayırmıştı. Sovyet hükümetinin 1918’de yayınladığı bir kararname ile, Rus Ortodoks kilisesine
Çarlık devleti tarafından ödenen 35 milyon rublelik bütçeye ve kilisenin mal varlıklarına el
konuldu. Kilise binaları devletleştirildi ve dinî toplanma mekânları olmanın yanı sıra halkın
ücretsiz toplantı yerleri olarak da kullanıma açıldı. Çarlık döneminde din adamlarına tanınan
zorunlu askerlik hizmetinden muafiyet hakkı kaldırıldı.
Kilise ile devleti birbirinden kesin olarak ayıran Bolşevik hükümet, bu kararnameyle dinsel
özgürlüklerin de güvence altına alındığını açıklıyordu: “Her yurttaş istediği dine bağlı olabilir
ya da dinsiz olabilir. Şu ya da bu dinî inanca bağlı olmak ya da hiçbirine bağlı olmamakla
ilişkili olan tüm kanuni sınırlamalar kaldırılmıştır. … Toplumsal barışı bozmadığı ve Sovyet
Cumhuriyeti yurttaşlarının haklarına tecavüz etmediği sürece dinsel geleneklerin yerine
getirilmesi özgürlüğü güvence altına alınmıştır.”
Lenin, devrim öncesinde savunduğu dine ilişkin tutumunu, proleter devrimden sonra da aynı
şekilde sürdürdü. Sovyet devleti din karşıtı ya da ateist olarak ilan edilmedi; devlet dine
karışmayacaktı ve laik idi. Dinî önyargılara karşı mücadele etmek partinin göreviydi. Ama
Lenin, ateist propagandanın da hassas olması gerektiğine dikkat çekiyordu. Kasım 1918’de
şunları söylüyordu: “Dinî önyargılarla mücadele ederken aşırı derecede dikkatli olmalıyız;
bazıları dinî hislere saldırarak bu mücadeleye büyük zarar veriyor. Propaganda ve eğitime
başvurmalıyız. Bu mücadeleye çok keskin bir biçim vermekle yalnızca halkın huzursuzluğunu
arttırırız.”
Söz konusu olan ezilen Müslüman halklar olduğunda ise Bolşevikler din konusunda çok daha
dikkatli davrandılar. Müslüman halklar, ki çoğunluğu Türk dilli halklardı, Sovyet hükümeti
tarafından, Çarlık döneminde hem dinsel olarak hem de etnik olarak ezilen bir kategori
olarak ele alındı. Bu sorun hem dinî boyutu hem de ulusal boyutu olan bir sorundu. Daha
Şubat devriminin ardından Bolşevikler ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını öne
çıkarmışlardı. Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet hükümetinin ilk kararnamesinde de tüm
uluslara özgürlükleri verildi, bağımsızlık hakkı tanındı. Bu durum Müslüman halklar arasında
Bolşeviklere yönelik bir sempatinin oluşmasına da yol açmıştı. Müslüman halklar içerisinde
öne çıkan reformcu hareketler (Cedidçiler) bu doğrultuda ayrışmaya başlamıştı ve bu
hareketlerin en ileri unsurları Bolşeviklerin saflarına kaymaktaydı. Bunun sonucunda
Müslüman halkların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde Komünist Partiler kurulmaya ve var
olan komünist örgütler büyümeye başlamıştı.
Ekim Devriminden bir ay sonra 7 Aralık 1917’de “Rusya’nın ve Doğu’nun Bütün Müslüman
Emekçilerine” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Bu bildiride, Rusya Müslümanlarına, inanç ve
örflerinin, ulusal ve kültürel kurumlarının artık özgür kılınacağının ve Sovyet devletinin
koruması altında olacağının teminatı veriliyordu: “Çarlar tarafından, Rusya’nın müstebitleri
tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları, töreleri ayaklar altına alınmış
olan herkes! İnanç, örf ve adetleriniz, milli ve kültürel kurumlarınız şu andan itibaren
serbest ve dokunulmazdır. Kendi milli hayatınızı tam bir özgürlük içinde düzenleyin. Bu sizin
hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun
organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetlerinin güçlü koruması altındadır. Bu devrimi ve
onun hükümetini destekleyin.” (ak: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, c.1, Metis Yay., s.292)
Müslüman halklar yıllar boyunca hem Rus olmamalarından kaynaklı olarak hem de
dinlerinden ötürü baskı altında tutulmuşlardı ve çoğunluğu son derece geri bir iktisadi
gelişme düzeyinde bulunuyordu. Bu halklar gerek kökenleri, dinleri, dilleri ve kültürleriyle
gerekse de içinde bulundukları gelişmişlik düzeyiyle Rusya’nın kapitalistleşmiş diğer
halklarıyla köklü bir farklılık gösteriyorlardı. 140 milyonluk Çarlık Rusya’sının 30 milyonunu
oluşturan bu halklar içerisinde yaklaşık 10 milyon insan, bıraktık kapitalist uygarlığın bir
parçasını oluşturmayı, halen göçebe durumunda ve aşiretler temelinde örgütlenmiş bir
toplumsal yapıdaydılar. Bu bölgelerde yerleşmiş olan Rus nüfus ise, Çarlığın memurlarından,
tüccarlardan ve demiryolu işçilerinden oluşuyordu. Bu Rus nüfus, yerli halkın gözünde
olduğu kadar kendilerine biçtikleri rol açısından da ezen ulusu temsil ediyordu. Netice
olarak, Lenin döneminde Bolşevikler ezen ulus milliyetçiliğine karşı amansızca mücadele
ederken nasıl ezilen ulus milliyetçiliğine toleransla yaklaşmışlarsa, ezilen ulusların dinî
inançlarına da diğerlerine gösterdiklerinden çok daha fazla tolerans göstermişler, onlara
geniş bir dinî özgürlükler alanı yaratmışlardır.
Gerek ezilen uluslara gerekse de ezilen Müslüman halkların dinî inançlarına, geleneklerine ve
yaşam tarzlarına gösterilen bu tolerans ve aksi yöndeki şovenist tutumlara karşı
Bolşeviklerin gösterdikleri acımasızlık bugün de izlenmesi gereken yönteme ışık tutuyor.
Dünya devriminin gerilemesiyle tek başına kalan Rus devrimi, Lenin’in ölümünün ardından
hızlanan bir süreçte yükselen Stalinist bürokrasinin ellerinde boğuldu. 1928’e gelindiğinde
artık karşı-devrim süreci sonuca ulaşmış ve Stalinist bürokrasi iktidarı tümüyle ele
geçirmişti. O andan itibaren diğer tüm alanlarda olduğu gibi din konusunda da Marksist çizgi
bir tarafa bırakılmış, şovenist, baskıcı, yasakçı bir despotik bürokratik diktatörlük işçi
sınıfının ve emekçi halkların tepesine çöreklenmiştir. Lenin, iç savaşın sonlarına doğru
1921’de şu uyarıda bulunuyordu: “Herhangi bir milliyetin bizim halka dinî inançlarından
dolayı baskı yaptığımızı düşünmesine ve düşmanlarımızın böyle söylemesine zemin
hazırlayacak her türlü davranıştan kesinlikle kaçının.” Stalin döneminde tam tersi yapıldı. Ve
bugün dünya burjuvazisi hâlâ kafamıza Sovyetler Birliği döneminde dine uygulanan baskıları
kakıyorsa, bunun tek sorumlusu Stalinist bürokrasidir, asla ve asla Leninist-Bolşevikler
değil!
www.solplatform.org
İslam ve Kapitalizm
Kerem Dağlı
80’li yılların başından beri İslamcı hareketler, Cezayir’den Filipinler’e kadar oldukça geniş bir
coğrafyada güç kazanıyor, yoksul işçi-emekçi kitlelerin de dahil olduğu milyonlarca insanı
peşinden sürükleyebilen partiler olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu hareketlerin kökleri çok daha
gerilere uzansa da, kitleselleşerek iktidar mücadelesine girişecek denli güç kazanmaları
özellikle son 25 yıllık dönemde söz konusu olmuştur.
Daha “Soğuk Savaş” döneminden itibaren, “anti-komünizm” propagandası çerçevesinde
emperyalistler tarafından el altından ciddi destek gören İslamcı hareketler, 70’lerle birlikte
ABD emperyalizminin hayata geçirmeye başladığı “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında hissedilir
biçimde büyümeye ve kitleselleşmeye başladılar. O kadar ki, anılan coğrafyadaki ülkelerin
hemen hepsinde İslamcılar iktidar mücadelesine girişmiş ve birkaçında da iktidarı
almışlardır. Sonrasında gelişen süreçte ise, İran Devriminin etkileri, SSCB’nin çöküşü, Birinci
Körfez Savaşıyla ABD’nin Irak’a saldırısı, Filistin sorunundaki kilitlenme, kriz dolayısıyla
Batı’da gelişen yabancı düşmanlığı, ABD’nin yeni düşman olarak İslamı öcüleştirmesi gibi
faktörlerin sonucu olarak, İslamcı hareket içinde Amerikan karşıtlığı yaygın bir karakter
kazandı. Palazlanan İslamcı güçlerin iktidar mücadelesine girmesi ve dünya çapında yaşanan
hegemonya yarışı çerçevesinde farklı emperyalist güçlerin devreye girmesiyle birlikte
İslamcılar ABD’nin bölgedeki çıkarları için bir tehdit haline geldiler.
İslamcı hareket bugün kendini her ne kadar anti-emperyalist göstermeye çalışsa da, bu,
yoksul ve ezilen kitlelerin desteğini kaybetmemek için onun kullandığı demagojik bir
söylemden ibarettir. Amerikan karşıtlığından öteye gitmeyen sözde anti-emperyalist
sloganlar ve ezilen kitlelerin desteğini koruyabilmek için sürdürülen “sol” tandanslı bu
demagojik söylem sayesinde, işçi ve emekçi sınıfların sisteme ve bitmek bilmez bölgesel
çatışmalara, savaşlara karşı duydukları öfke, ciddi bir sol alternatifin de yokluğu
koşullarında, rahatlıkla gerici ve hatta kimi zaman faşizan karakterli İslami hareketlere
kanalize edilebilmiştir.
Yine de İslamcı hareketin temsil ettiği siyasi çizgiyle, yoksul işçi-emekçi kitlelerin
beklentilerini ve duygularını birbirinden ayırmak gerekir. Marksistlerin bu iki farklı olguya
yaklaşımları da farklıdır. Sorun işçi ve emekçi kitlelerin dini duygularında yahut daha iyi bir
dünya özlemi duymalarında değil, bunun ve sisteme duydukları tepkinin yanlış yöne kanalize
olmasındadır. Gerçekte İslami ideoloji ya da onun toplum modeli, kapitalizme bir alternatif
oluşturabilecek nitelikte değildir ve nitekim iktidara gelen İslamcı hareketler de yoksul ve
ezilen kitlelerin ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılamamışlardır.
Din ve Sosyalizm