You are on page 1of 147

DÜÞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VURUN

ÝLHAN SELÇUK
(24. Basým)
:::::::::::::::::
DÜÞÜNÜYORUM, ÖYLEYSE VURUN!..
Makedonya Kralý Filipos, oðlu Ýskender'in ne akýllý
bir kiþi olacaðýný ilk ne zaman sezmiþ?
Bir at varmýþ, öylesine azýlýymýþ ki kimse sýrtýna
binemiyormuþ. Hayvan, bütün binicilerini üstünden
atýp benzetmiþ; kiminin kafasýný, kiminin çenesini, kiminin
kolunu, kiminin bacaðýný kýrmýþ. Hani þu Amerikan
filmlerinde rodeo denilen zanaatýn ustalarýný
izliyoruz ya; onlara benzer ne kadar Makedonya kovboyu
varsa azgýn atý bir kez deneyip derslerini almýþlar;
topraðý öpmüþler.
Ýskender, atla binicilerini izlerken görmüþ ki, hayvan
gölgesinden ürktüðü için azýyor. Bunun üzerine
atýn sýrtýna atlayýp güneþe doðru sürmüþ.
Arkaya düþen gölgeyi görmediðinden ürkmemiþ
beygir, durulmuþ, Ýskender'in buyruðuna girmiþ; herkes
bu iþe þaþýp kalmýþ.
Kral Filipos düþünmüþ:
-Benim ne akýllý bir oðlum var, demiþ, ünlü bilgeleri
öðretmen olarak görevlendirip kendisine iyi bir
eðitim vereyim.
O çaðýn en ünlü bilgesi Aristoteles olduðundan
Kral Filipos'un emriyle Ýskender'i yetiþtirmeye çalýþmýþ.
Ýskender büyük yeteneklerini geliþtirmiþ; ama
"cihangirlik" tutkularýna saplanmýþ; dünyayý avcunun
içine almaya çalýþmýþ; ordusunu ardýna takmýþ,
gidebildiðince gitmiþ; önüne kim çýkarsa ezmiþ geçmiþ.
---
Çoðu zaman yalnýz at deðil insanoðlu da kendi
gölgesinden korkup azgýnlaþýr.
Böyle durumlarda en iyisi sanýrým yüzünü güneþe
karþý dönmektir. Çünkü kendi gölgesinden korkan
adam, güneþe, bir baþka deyiþle aydýnlýða, (daha baþka
bir deyiþle gerçeðe) sýrtýný dönen kimsedir.
Ürküp azgýnlaþmasý da bundandýr.
---
Aristoteles'in Ýskender'i olgun bir insan olarak
yetiþtirebildiði kanýsýnda deðilim.
Büyük Ýskender yaman bir savaþçý, ünlü bir
"cihangir" olabilir. Lisenin ilk sýnýf edebiyat kitabýnda
Aristoteles ile Ýskender'e iliþkin söylenceleri okumuþtuk.
Anýmsadýðýma göre savaþ meydanýnda yatan ölüler
arasýnda dolaþan Ýskender, hocasýna sorar:
-Aristo bu nedir?
Bilge yanýt verir:
-Zafer veya hiç!..
Okul kitaplarýnda Cengiz Han'dan Atilla'ya, Ýskender'den
Sezar'a deðin nice "cihangir"in neden ordularýnýn
baþýna geçip yer yuvarlaðýný ele geçirmeye
çalýþtýklarý anlatýlmaz, ama insan okuldan ayrýldýktan
sonra merak edip kendisine sorabilir:
-Bu adamlar, niçin koskoca ordularla ülkeden
ülkeye dolaþýp dünyayý ele geçirmeye çabalamýþlar?
Bu sorunun yanýtýný kurcaladýkça kiþioðlu bilinçlenir;
her bir savaþýn ardýnda hangi nedenin yattýðýný
öðrenip anlar; savaþçýlýðýn iyi bir þey olmadýðýný algýlar;
ama iþ iþten geçmiþ olur.
---
Eflatun demiþ ki:
-Ancak krallar filozof ya da filozoflar kral olursa
devletler mutlu olabilir.
Günümüz koþullarýnda pek akýllýca sayýlmasa da
insaný düþünmeye yönelten bir yaný vardýr bu sözün;
çünkü devlet yönetiminde düþüncenin, fikrin, mantýðýn
aðýr basmasýný istiyor Eflatun.
Oysa tarih boyunca devlet yönetimlerinde mantýðýn
pek az payý olmuþtur.
Descartes'ýn ünlü özdeyiþini anýmsayýn:
-Düþünüyorum, öyleyse varým.
Bu özdeyiþ çoðu yerde þöyle anlaþýlmýþ:
-Düþünüyorum, öyleyse vurun.
Çaðýmýzda fikir özgürlüðüne karþý çýkanlar da
böyle davranmýyorlar mý?
:::::::::::::::::
DALKAVUK VE SOYTARI
Dalkavuk Doðu'nun ürünüdür, soytarý Batý'nýn...
Her ikisi de eski çaðlardan beri kurumsallaþmýþtýr.
---
Kralýn soytarýsý sarayda özel yeri olan bir kiþiliktir,
tahtýn yamacýna konmuþtur, protokolün hem içindedir
hem dýþýnda...
Bir bakarsýn ki soylu törenlerin en görkemli dakikasýnda
soytarý yerde yatýp yuvarlanmaya baþlamýþ,
prenslerin, düklerin, baronlarýn, kontlarýn, nazýrlarýn,
rektörlerin, kardinallerin kýrmýzý bayram balonu gibi
þiþirilmiþ ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalýðý
birbirine katmýþ, öfkeleri, kahkahalarý, fýsýltýlarý,
kaygýlarý soytarýlýðýn sarmalýna dolayýp saray halýsý gibi
salona yayývermiþ.
Soytarý "evet efendimci" deðildir.
Kimi zaman efendisini bile mizahýn gergefinde iðneleme
yetkilerini benliðinde duyabilir. Batý dünyasýnýn
hoþgörü kuyusundan çýkrýkla çekebildiði kadarýnca
yergilerini baðlý bulunduðu egemenin yüzüne karþý söyleyebilir.
Böyle durumlarda kralýn suratý asýlýr bir an, ama
aldýrmaz görünür.
-Caným bir soytarýnýn söylediðinin soytarýlýktan
gayrý ne anlamý olabilir ki?..
Soytarý, zanaatýnýn koþullarýnda, kiþilere ve olaylara
yönelik yergileri gülmeceye dönüþtürüp taþý gediðine
koymasýný bilen kiþidir.
Egemenlik güçlü halktan deðil Tanrý'dan kaynaklanan
krallarýn saraylarýnda cins ev köpekleri gibi cins
soytarýlarýn bulunduðunu tarihler yazarlar. Öyle bir
av köpeðidir ki soytarý, kralýn çevresindeki soylularý
kokularýndan tanýyýp gülünç yanlarýný ortaya çýkarýr,
alayla karýþýk, þakayla barýþýk biçimde vurgular.
---
Dalkavuk Doðu'ya özgüdür.
Ne iðnesi vardýr dalkavuðun ne yergisi ne de eleþtirisi...
Dalkavuðun görevi ya "evet efendim" ya da
"sepet efendim "le baðlanýr.
Osmanlý tarihinde bol bol dalkavukluk vardýr da,
soytarýlýða iliþkin kurumsallýk oluþamamýþtýr. Çünkü
soytarýlýk Batý tarihinin hoþgörü geleneðiyle baðdaþýr,
dalkavukluk Doðu tarihinin küt kafalý egemenlerine
yaraþýr.
---
Soytarý balonlarý iðneler.
Dalkavuk balonlarý þiþirir.
Ne olursa olsun, ister bir yüksek makamda otursun,
ister bir yargý kurumunda bulunsun, ister bilim
adamý kýlýðýna bürünsün, ister kalem erbabýndan sayýlsýn
dalkavuðun soytarýdan besbeter olduðunu tarihler
yazarlar.
Çünkü soytarýnýn zaman zaman efendisini uyardýðý
görülmüþtür de dalkavuðun þiþirdiði balonlara tutunarak
yükselmek kimseye nasip olmamýþtýr.
Hey gidi dalkavuk...
Sana soytarý bile denemez, çünkü soytarýlýk senin
için rütbe sayýlýr. Sen dalkavukluk için belini kýrýp
ikiye katlanýrken, senin görüntüne bile katlanmak
ne büyük acý...
:::::::::::::::::
GÖBEK ATMAK
Her yýl sonuna doðru basýndan baþlayýp topluma
sýçrayan bir tartýþma baþlýyor:
"-Bu yýlbaþýnda ekrana dansöz çýkacak mý?"
Ne demek bu?
Türkçemizde kimi sözcükler belirli anlamlar kazandýlar.
Toplumun büyük bir kesiminde "dansöz"
dediniz mi göbek atýp gerdan titreten çengi akla geliyor.
Televizyon yayýnlarýný "ciddi adamlar" düzenledikleri
için tartýþmanýn boyutlarý geniþliyor, derinleþiyor.
Türkiye'nin devlet televizyonunda "göbek dansý"
sergilensin mi? Yoksa bu iþ geleneklerimize, göreneklerimize,
ulusal ahlakýmýza ters mi düþer? Yetiþme çaðýndaki
kuþaklara kötü örnek mi olur?
---
Oysa çalgýlý meyhanelerde, lüks gazinolarda, o biçim
pavyonlarda, modern kulüplerde, zengin düðünlerinde
göbek atýlýyor. Hem göbeði yalnýz "oryantal
dansöz"ler atmýyorlar ki! Ülkemize gelen Amerikan
iþadamlarý, IMF yetkilileri, OECD denetçileri, yabancý
NATO subaylarý da gittikleri eðlence yerlerinde iki kadeh
içince aþka gelip piste fýrlýyorlar; baþlýyorlar göbek
atmaya...
Gazetelerin foto muhabirleri de þipþak resim çekiyorlar.
Ertesi günü birinci sayfalarda fotoðraflarýný görüyoruz:
-Ülkemizin ekonomisini denetlemek üzere Ankara'ya
gelen heyetin baþkaný Dr. Kildare dansözün
çaðrýsýna uyup piste çýktý; sabaha kadar göbek attý.
Ýki þiþe rakýyý bitiren Dr. Kildare, hesap pusulasýný
görünce; "Türkiye dünyanýn en ucuz ülkesidir" dedi.
Ayrýca Türk ekonomisinin doðru yolda olduðunu
söyleyen Dr. Kildare; "Yakýnda köþeyi döneceksiniz"
diye bir de müjde verdi.
Göbek dansýný benimsemiþ bir toplumuz.
Diyelim ki bir holdingin kýzýyla, komþu holdingin
oðlu Sheraton'da evleniyor; bütün büyükler göbek
atmýyorlar mý?
---
Oysa "eskiden" böyle deðildi.
"Eskiden" derken cumhuriyetin ilk dönemini vurguluyorum.
Ýkinci Dünya Savaþý'nýn sonuna dek büyük
kentlerin "seçkin" gazinolarýnda yabancý "artistler"
çalýp söylemiþ, dans etmiþlerdir. Ýstanbul'da, Ankara'da,
Ýzmir'de piyasayý tutan üç-beþ gazinoda göbek
oyunu hor görülürdü. Ýkinci Dünya Savaþý'ndan sonra
ünlü "oryantal dansöz" Nana göbek dansýný gazino
sahnelerine çýkardý. Ardýndan Ýnci Birol piyasayý
tuttu. Taþra sermayesi büyük kentlerin köþebaþlarýna
yerleþiyor, eðlence piyasasý canlanýyordu. Anadolu'da
gizli gizli "karý oynatan" erkeklik eðilimi Türkiye'nin
ekonomi politiðine egemen olunca "göbek
dansý" salgýný baþladý. Gecenin bir vaktinde kafalar
dumanlanýnca ve raký þiþelerinin dibi görününce gelsin
göbek oyunu... Ýþadamý, yabancý diplomat, Amerikan
askeri-misyon þefi doðru piste...
Ýþ bu kadarla da kalmadý; ülkemizdeki Amerikan
sivil ve askeri görevlilerinin eþleri (karýlarý) bizim
eski kulaðý kesiklerden göbek dansýný öðrenmek için
ders almaya baþladýlar.
Bir salgýn ki sormayýn...
---
Göbek dansý insanýn içini gýcýklar.
Ya arabesk?
Ruhumuzun en ince tellerine can alýcý mýzrabýyla
dokunan bu müzik de neden horlanýyor caným? Toplum
baþtan baþa göbek dansýyla donanýp arabeskle sarmalanmadý
mý? Günde beþ vakit Ezan-ý Muhammedi'yi
en güçlü hoparlörlerden dinleyen bu toplum, on beþ
vakit de arabeske kulak vermiyor mu? Toplumun en
saygýn, en paralý, en pullu kiþileri göbek atmýyor mu?
---
Öyleyse her yýlýn. sonuna doðru niçin bu tartýþma:
-Televizyonda göbek atýlacak mý?
Öneminden ötürü mü televizyonda yýlda bir kez
göbek atýlýyor? Yoksa göbek atmak çok ayýp da yýlda
bir kez hepimiz televizyonda bu ayýbý izleyip sonra
ekraný 364 gün kapatýyoruz?
Ben bu iþi anlamýyorum; büyüklerimizin mantýðýna
aklým ermiyor.
:::::::::::::::::
FELÝCÝTA
Çiçek adlarý insanýn gönlünü açar. Leylak, ortanca,
þakayýk, gündüzsefasý, karanfil, gül, gülhatmi,
filbahar, kamelya, kasýmpatý, papatya, gelincik, açelya,
lale, zambak, yýldýz çiçeði diye saymaya baþladýn mý,
içinde ruhsal bir dönüþüm baþlar. Ýster daracýk bir hücrede
bulun, ister dumanlý bir koðuþta; ister karanlýk
bir gecede, ister yapýþkan sislerin ortasýnda; düþlem
gücü, devinime geçer; gündüzsefasý gelir gözünün önüne,
kasýmpatý açýlýverir; menekþe kokusu duyarsýn, gelincik
kýrmýzýsý kamaþtýrýr gözünü, yýldýz çiçeði serpilir
çevrene..
Ýçinden yinelediðin sözcükler somutlaþýr; daha önce
yaþamýný kapsayan çiçekler, renkleriyle, kokularýyla,
yapraklarýyla belirginleþirler.
Hayatýn ürünleridir düþlemler.
Gelincikleri okuldan kaçtýðýn bir ilkyaz günü kýrlarda
algýlayýp unutmamýþsýn; hasta dostuna gül götürmüþsün;
yitik sokaklarda dolaþýrken unutulmuþ bir
bahçede yýldýz çiçekleri gözüne çarpmýþ; sevdiðine kýrmýzý
karanfil almýþsýn bir çiçeklikten...
---
Felicitanýn hiçbir anýsý yoktu.
Soyut bir sözcüðün çaðrýþýmlarý da felicitayý sevmeye
yetmiyordu: Latince kökenli felicita; uzun, dingin,
sürekli, duraðan mutluluðu vurguluyordu.
Bir dost, yabancý bir ülkeden yollamýþtý; beþ santim
çapýnda, on santim boyunda mumlu bir kütüktü
felicita; söylencelerini birlikte getirmiþti: Latin
Amerikasýn'da yetiþen bu bitki dünyanýn her yerinde
açarmýþ; yeter ki kendisine iyi bakýlsýn, horlanmasýn, küçük
görülmesin, azýmsanmasýn, sevildiðini anlasýn, duygunu
algýlasýn.
Gözü tokmuþ felicitanýn...
Küçücük bir kap içinde bir parmak su felicitaya
yeter de artarmýþ.
---
Deðirmi bir sigara tablasýnýn ortasýna yerleþtirildi
felicita, masanýn üstüne kondu.
Yanýndan geçtikçe gözüm takýlýyor; mumdan kütük
insana soðuk bir ürperti veriyordu. Sarmaþýðý tanýrdým,
mine çiçeklerini saðda solda görürdüm; daha
önceleri felicitayla birlikte hiç yaþamamýþtým. Masanýn
üstünde duran mumlu kütük parçasý, yapmacýk
zenginliklerin salonlarýnda yývýþýk partiler verirken yakýlan
biçimsiz orantýlarda mumlara benziyordu.
Günler, haftalar, aylar geçiyordu.
Felicitada bir kýmýltý yok.
Dýþarýda fýrtýnalar kopuyor, karlar yaðýyor, sisler
basýyor, dolu ve yaðmur birbirini kovalýyordu; felicita
suskun, cansýz, soðuk, ölüydü.
---
Bahar geldi.
Adýný bilmediðim aðaçlarýn tanýmsýz çiçeklerine
baktýkça felicitayý düþünüyordum. Yemyeþil oldu
toprak; doðanýn gücü her yandan fýþkýrýyordu. Soðuk
renkler, yerlerini sýcak renklere býraktýlar, yeþilin,
kýrmýzýnýn, sarýnýn her türü sarmaþ dolaþ olmuþ, çevreyi
boyamýþtý.
Felicita, soðumuþ ölü yüzünü andýran mumlu kütüðüyle
masanýn üstünde susuyordu.
---
Sonra akýl almaz bir þey oldu.
Bir sabah felicitanýn durgun yüzünde bir kýmýltýyý
duyar gibi oldum.
Ve ertesi sabah hapishanenin demir parmaklýklý
penceresinden güneþe uzanan bir el gibi küçücük bir
yeþil yapraðýn ucu soðuk mumu yarýp gün ýþýðýna çýktý.
Felicita kendine geliyor, uyanýyordu. Dünyanýn
uzak yerlerinden taþýnan söylence gerçek miydi? Felicita
bilinçleniyor muydu? Bir yaprak, bir yapraktý;
ama doðanýn bedenindeki gizli ve gizemli sonsuz gücü
vurguluyordu.
---
Artýk felicita kendine geliyor, bilinçleniyor, uyanýyor,
küçücük yapraklarý doðanýn önüne geçilemez
gücünü bana yansýtan bildiriler gibi yeþilleniyor.
Mutluyum; felicita mutluluk demek deðil mi? Bildiðim
çiçek adlarýnýn yanýna felicitayý da yazdým.
:::::::::::::::::
MÜCAHÝT YAZAR
Mücahit, savaþan kiþiye denir; militan anlamýna
gelir. Yeni kuþaklar bu Osmanlýca sözcüðü tanýyorlar:
çünkü gazetelerde sýk sýk geçiyor; Afganlý, Ýranlý,
Filistinli mücahitlerden söz açýlýyor.
Ne yar ki mücahitlik yalnýz elde silahla savaþmak
`
kapsamýnda kalmýyor; kalem savaþýný bütün yaþamýnda
yeðleyen yazarlar da vardýr. Bu tipin en çarpýcý örneði
Hüseyin Cahit'tir. Geçenlerde Hilmi Yücebaþ'ýn bir
kitabý elime geçti; kapaðýna göz attým; ne yazýyor:
"Büyük Mücahit Hüseyin Cahit!.."
Gerçekten Hüseyin Cahit savaþkan (daha doðrusu
kavgacý) bir yazardý; ama neyin kavgasýný yapar dý?
Sanýrým bu soruyu kendisi de yanýtlayamadý.
Özgürlük için savaþtýðýný söylerdi de özgürlüðü bir türlü
çaðdaþ anlamýyla toplumsal tabanýna oturtamadý;
soyutta kaldý; kaldýkça da hýrçýnlaþtý; hýrçýnlaþtýkça
kavgalaþtý; taa 82 yaþýnda ölünceye dek...
Halil Nihat, Hüseyin Cahit için þu dizeleri yazmýþ:
"Deðilsin baþmuharrir, pehlivansýn
Amandan anlamazsýn bi amansýn"
---
Hüseyin Cahit, 1918'de Ýngilizlerin Malta'ya sürdüðü
bir yazardýr. Ýki kez Ýstiklal Mahkemesi'ne verilmiþ,
birincisinde kurtulmuþ, ikincisinde Çorum'a
sürgün edilmiþtir. 1954'te zamanýn iktidarýnýn þimþeklerini
üzerine çektiðinden 80 yaþýnda mahpushaneye
girmiþ ve gýk dememiþtir.
Önemli bir ölçüdür bu.
Yazarlýk yaþamýnda mücahitliðe özenen kiþi kabadayý
olmalýdýr, külhanbeyi deðil.
---
Kabadayý ile külhanbeyi arasýndaki ayrým nedir?
Külhanbeyi çýðýrtkan, þirret, geveze, þantajcý, ona
buna çatan, bulaþýk bir adamdýr. Sýrtýný güçlüye dayayýp
gözüne kestirdiði kiþinin üstüne yürür; ama kavgada
ilk tokadý yedi mi nereden geldiðini þaþýrýp
yalvarmaya baþlar; üstüne vardýlar mý, isteri nöbetleri
geçirip yerlerde debelenir.
Polis, kabadayý ile külhanbeyi arasýndaki ayrýmý
iyi bilir; ikisine deðiþik biçimde davranýr.
---
"Mücahit yazar" tipi artýk geçmiþte kalmýþtýr; ne
var ki kimilerinin mücahit yazarlýða özendikleri görülüyor.
Adam kalemi eline aldý mý "namus, din, demokrasi,
özgürlük, vatan, millet" üstüne baba hindi
gibi kabara kabara öyle bir döþeniyor ki satýrlar tavus
kuþunun kuyruðu gibi açýlýyor. Ýçeriði boþ yazýnýn
içinde böbürlenmeden geçilmiyor:
-Biz baþýmýzý bu yola koyduk. Namus erbabýnýn
kýlýcý gibidir kalemimiz; ve baþlarý secdeye varmamýþ
vatan hainlerinin baþýna Azrail kesilmek için
yemin ettik..
Breh, breh, breh...
Bu tür yazarlar, sýrtlarýný zamanýn iktidarýna
dayadýklarýnda büsbütün azgýnlaþýrlar; paraya pula
garkolduklarý için de iþleri iþtir.
---
Ama bunca saçýp savuran ve ona buna bulaþan
kiþi mahkemeye de düþebilir; çark-ý felek piyangosundan
kendisine bir hapis cezasý da çýkabilir; deðil mi?
Ýþte o zaman bizim aslan mücahit kendisini baðýþlatmak
için çalmadýk kapý býrakmaz, ayaklarýna yüz
sürmediði "büyük" kalmaz; týpký bir külhanbeyi gibi
yerlerde debelenip isteri nöbetleri geçirir.
Taa ki birisi kendisini kurtarýncaya kadar...
"Mücahit yazar" tipi çoktan aþýldý; Türkiye'de
artýk, fikir alanýnda kimin neyin nesi, kimin fesi olduðu
açýklýða kavuþtu. Buna karþýn mücahitliðe sývanan
külhanbeyi ruhlara Babýali'nin köþelerinde bugün
de rastlamak olasýdýr.
"Büyük Mücahit Hüseyin Cahit" kabadayý idi;
bugünkülere bakýyorum, hepsi külhanbeyi...
:::::::::::::::::
KONUÞMAK VE ÝLETÝÞÝM
Kimi zaman çarþýda, pazarda, yolda, sokakta kendi
kendine konuþanlara rastlarýz; yaþlýca bir bey ya
da hanýmýn dudaklarý kýpýrdamaktadýr; yanýndan geçerken
sesini duyarsýnýz.
Tepki ne olur?
-Deli mi ne?
Konuþmak için iki ya da daha çok kiþiye gerek
vardýr; bu da konuþmadaki sosyal içeriði vurgular.
"Ýnsan konuþan hayvandýr" derken tekil insandan deðil,
çoðul anlamýnda insandan söz açýldýðý belirgindir.
Atalarýmýz "Hayvanlar koklaþa koklaþa, insanlar
konuþa konuþa anlaþýrlar" demiyorlar mý?
---
Ne var ki konuþmanýn her zaman anlaþmaya deðil,
anlaþmazlýða yol açtýðýný da izliyoruz; anlaþmaktan
çok anlaþmazlýk için konuþtuðumuz oluyor.
Geleneksel tiyatroda bu yöntem bir güldürü oyunudur.
-Be adam sesini kes diyorum!..
-Baþýmdaki kýrmýzý fes mi diyorsun?
-Sen beni duymuyor musun?
-Pekala uyuyorum.
Tuluat sanatçýlarýnýn kullandýklarý bu yöntemi
dünyayý yönetenler de uygularlar. Sözgeliþi stratejik
füze konusundaki "süper" tartýþmalar aþaðý yukarý
böyledir.
Diplomaside herkes, karþýsýndaki bir þey söylediði
zaman düþünür:
-Acaba kafasýnýn arkasýnda yatan nedir?
Günlük çarþý pazarlýðýnda satýcý ile alýcý arasýndaki
karþýlýklý söyleþme, gerçek fiyata yaklaþmak için
olaðandýþý ve gereksiz çabalarýn ürünü deðil midir?
---
Ýnsanýn söylediðiyle düþündüðünün eþ olmamasý,
bir bakýma diplomasidir; bir bakýma pazarlýk gereðidir;
bir bakýma yalancýlýktýr; bir bakýma ustalýktýr.
Toplum düzenleri yozlaþtýkça çevre ormanlaþýr,
insan hayvanlaþýr; kendini koruma güdüsü ya da
karþýsýndakini kazýklama dürtüsü artar. Eskiden "içi dýþý
bir olmak" erdemdi. Þimdi "safoþluk" sayýlýyor.
Bizim Babýali'de çok yaygýndýr; kurnaz olan susar,
enayiler dökülür:
-Bir-iki olta atýp sustum; açtý aðzýný inek nesi
var nesi yoksa kustu.
Mesleðimizde hepimiz çok kurnazlaþtýk; öylesine
ustalaþtýk ki her söylediðimiz düþündüðümüzden gayrý,
her düþündüðümüz söylediðimizden ayrý oldu. Bu kurnazlýk,
yalnýz meslek iliþkilerinde kalmýyor; dostluk,
arkadaþlýk iliþkilerini de kapsýyor; dil, artýk baþka biçimde
kullanýlýyor; içtenlik aptallýkla eþdeðerli sayýlýyor.
Konferans masasýnda kendi devletinin çýkarlarýný
koruyan birer diplomata döndük.
Ýnsanlarýn konuþmalarýnda içtenliklerini yitirmeleri
acaba ruh saðlýðýnýn bozulmasýyla eþ anlamlý deðil
mi? Genel ya da özel yaþamda birbirinin ayaðýný
kaydýrýp çýkar saðlamaya çalýþanlarýn topluluðu olmak,
bütüncül bir salgýnýn herkesin benliðini çürütmesine
yol açmayacak mý?
Çürüme kadýn-erkek iliþkilerine de yansýdýðýnda
sevgi olanaksýzlaþmaz mý? Sen söylediðin sözün ardýna
sýðýnýyorsun; o söylediði sözün arkasýna gizleniyer.
Romeo ile Julyet arasýndaki iletiþim, Hazreti Ýsa'nýn
çarmýha gerilmesi gibi tarihsel düþleme dönüþmedi mi?
Ýki insan, konuþmalarýnda ruhlarýn hapishane duvarlarýný
örerek birbirlerini özgürce nasýl sevebilirler?
Toplumsal düzende kiþinin geliþmesi saðlýklý bir
yolda yürümüyorsa konuþma bile olanaksýzlaþýyor ve
"insan konuþan hayvandýr" tanýmý, yerini "insan
hayvandýr" yargýsýna býrakmak tehlikesiyle karþýlaþýyor.
:::::::::::::::::
YAKMAK
Hitler'in Baþbakanlýðý ele geçiriþinden dört buçuk
ay sonra, 1933 yýlýnýn 10 mayýs akþamý, Berlin Üniversitesi
meydanýnda kitaplarýn yakýlmasý töreni izlendi.
Binlerce genç Nazi Partisi'nin ileri gelenlerinden
Goebbels ve Göring'in gözetimi altýnda meydanda yýðýlmýþ
kitaplarýn üstüne ellerindeki meþaleleri attýlar;
yirmi bin kadar kitap yakýldý.
"Kitap yakma töreni" baþka kentlere de sýçradý; yukardan
aþaðýya doðru emir ve kumanda zincirine göre
eylemler düzenleniyordu.
Hangi kitaplar yakýlýyordu? Thomas Mann, Erich
Maria Remarque, Jack London, Sigmund Freud, Emile
Zola, Marcel Proust, H.G. Wells, Andre Gide, Upton
Sinclair, Albert Einstein, Stefan Zweig'dan
baþlayarak dünya kültürüne ve bilimine katkýda bulunmuþ
ne kadar yazar varsa, ürünleri yok ediliyordu.
Genç Naziler bildiri yayýmlamýþlardý:
"-Geleceðimizi sinsice tehlikeye sokan, ya da Alman
düþüncesinin, Alman ailesinin ve halkýmýzýn itici
güçlerinin kaynaðýný bozan kitaplar yakýlmalýdýr."
Propaganda Bakaný Dr. Goebbels, kitap yakanlara
yeþil ýþýk yakýyordu:
"-Artýk Alman halkýnýn ruhu, kendi anlatýmýný yeniden
bulabilir; bu alevler yalnýz eski bir çaðýn sonunu
aydýnlatmakla kalmýyor, ayný zamanda yeni bir
çaða ýþýk tutuyor."
---
22 Eylül 1933'te çýkarýlan bir yasayla Dr. Goebbels'in
baþkanlýðýnda ve emrinde bir "Kültür Odasý" kurulmuþ;
amacý þöyle saptanmýþtý:
"-Bir Alman kültür politikasý izleyebilmek için bütün
alanlardaki sanatçýlarýn Alman hükümetinin önderliðinde
birleþik örgüt niteliðine dönüþtürülmesi gerekir."
Güzel sanatlarýn her dalýnda; müzik, tiyatro, basýn,
edebiyat, radyo, film yayýnlarýnda sakýncalý kiþileri
dýþlayan bir örgütlenme yürüyordu. Basýn tam,
anlamýnda uþaklaþmýþ, köpekçe bir yayýn sürecine girmiþti.
1934 yýlýnda basýnýn aþýrý dalkavukluðu öylesine
bunalým yarattý ki Dr. Goebbels yakýnmaya baþladý:
-Basýnýn bugünkü tekdüzeliði hükümetin aldýðý önlemler
sonucu deðildir, bizim isteðimiz bu deðildi...
Propaganda Bakanlýðý'yla Sinema Odasý, bütün yabancý
ve yerli filmleri denetliyorlar; tam anlamýnda
sansürü uyguluyorlardý; bu nedenle kitap yakýlmasý
gibi film yakýlmasýna gerek kalmýyordu.
Ancak faþizmin alabildiðine salgýnlaþtýðý ve toplum
hastalýðýna dönüþtüðü Almanya, bu çýlgýnlýðýn faturasýný
tarihte hiçbir ulusun görmediði kadar aðýr biçimde
ödeyecek; Ýkinci Dünya Savaþý'nda seferber
edilen 5 milyon Almandan 3.5 milyonu yaþamýný yitirecekti.
Sivil kesimdeki yitiklerin hesabý bilinmiyordu.
Almanya, ikiye bölünecek; bugün bile süregelen
horlanma ve aþaðýlanma sürecini yaþayacaktý. Koca
ülke tam bir yangýn yerine dönüþecek, alevler bütün
ülkeyi yalayacaktý.
1933 yýlýnda meydanlarda yakýlan kitaplar intikam
mý alýyorlardý?
Uygarlýðýn ürünlerini yakmak isteyenler, tarihte hep
yanmýþlardýr.
Filmleri, kitaplarý, resimleri, þiirleri, bilim yapýtlarýný
ortadan kaldýrmak, yasaklamak, yok etmekle hiçbir
yere varýlamaz.
Ortaçaðda insan yakarlardý; çaðýmýzda insan yakmasalar
bile sanat ve fikir ürünlerini yakmak hastalýðý
ne yazýk ki sürüyor.
:::::::::::::::::
"TARÝHÝN MÜSVEDDESÝ"
Nerede olduðunu þimdi anýmsayamýyorum, bir
yerde okudum, hoþuma gitti:
"-Gazete tarihin ilk müsveddesidir."
Bu tanýmlama ilk bakýþta hoþuma gitmekle birlikte
"müsvedde" sözcüðünü yadýrgadým; "müsvedde" yerine
"karalama" veya "taslak" denebilir; sanýrým fikir
o zaman yerli yerine daha iyi oturur.
---
Ne var ki düþündükçe ilk bakýþta hoþuma giden
tanýmlamada bana ters gelen bir yan olduðunu da sezdim.
Çünkü gazeteyi edilgin bir araç gibi hiç düþünmemiþtim.
Gerçekte bir gazete, çaðýnýn tanýðýdýr; ama
geleceði yoðuran gazetelere az da olsa rastlanabilir.
Gazete yazarlýðýný bu bakýmdan önemsiyorum.
20'nci yüzyýlýn bu vaktinde, Türkiye gibi gümbürtülü
bir toplumda, yazarlýk soluk kesici bir yaþamýn
tadýný insana verebilir; yeter ki o insan iþlevinin
hakkýný versin.
---
Bir gazete yazarý 24 saat yeryüzünün tüm boyutlarýnda
yaþayabilir.
Ýranlý askerle Hacý Ümran önündedir gazete yazarý;
Ankara'da bankacýlarýn toplantýsýndadýr; Portekiz
vurucu timiyle Lizbon'daki Türk Elçiliði'ndedir;
Amerikan donanmasýyla Nikaragua'ya gövde gösterisi
yapmaktadýr; kamyon þoförleriyle Santiago'da protesto
yürüyüþüne çýkmýþtýr; Sri Lanka'da ayrýlýkçý
çatýþmalarýn silah seslerini duymaktadýr; Batý Þeria'da
yükselen gerilim içindedir; Londra Borsasý'nda
Amerikan Dolarý'nýn týrmanýþýný izler; Helsinki'de dünya
atletizm þampiyonasýna hazýrlanmaktadýr; Çad çöllerinde
gerilla savaþýna katýlýr; Avam Kamarasý'nda
idam cezasýna iliþkin oylamada boy gösterir; Türkiye
mahpushanelerinde bir yatakta yatan üç kiþiden birisidir.
---
Cumhuriyetimizin kuruluþunda gazete yazarlýðýnýn
kendine özgü bir yeri var.
Yunus Nadi, Falih Rýfký, Ruþen Eþref, Yakup
Kadri, Ali Kemal, Refik Halit, Refi Cevat, Ahmet
Emin, Mehmet Zekeriya, Necmettin Sadak, Sadri Ertem,
Aka Gündüz, Ali Naci, Vala Nurettin, Abidin
Daver, Peyami Safa ve benzeri eski dönemlerin ünlü
gazete yazarlarý idiler; dünya görüþleri deðiþikti;
deðerleri ayrý ayrý tartýlmalýdýr; bunlarýn arasýnda Ulusal
Baðýmsýzlýk Savaþý'na ters düþmek talihsizliðine
uðramýþ olanlar da vardýr.
Ama her biri kendine göre yazardý.
Gazete ayrýmlarýnda olduðu gibi gazete yazarlýðýnda
kullanýlan klasik (belki de biraz kaba) ölçüler
vardýr. Yazarýn kimi sosyalist, kimi kapitalist dünya
görüþünü benimseyebilir; küçük burjuva, büyük burjuva,
emekçi eðilimlerinde kalem sallayan yazarlar bulunabilir.
Çok renkli, çok yanar-söner, çok çeþitli bir
dünyada rotatifler uðulduyor; kuþkusuz çeþitli gazete
ve gazete vazarý olacak.
---
Ne var ki Babýali'nin son yýllarýnda bütün bunlarýn
dýþýnda akýl almaz bir dönüþüm izleniyor.
Türkiye tarihinde gazete yazarýnýn bütün moral
ölçüleri ve ayýp duygularýný bir yana býrakarak para
gücüne böylesine baðlandýðý ve iþadamlarýnýn doðrudan
doðruya hizmetine girdiði bir dönemi anýmsamak
olasý deðil.
Holdingleþen boyalý basýnýmýzda hiçbir kaygý duymadan,
hiç utanmadan, çýkar iliþkilerine göre yazabilen
kalemlerin sýnýr tanýmazlýðý, uzaya fýrlatýlmýþ
uydularýn ivmesini aþýyor.
Geceleri görgüsüzlüðün kulvarlarýnda ýstakoz yarýþtýrýp
þampanya patlattýktan sonra ertesi sabah filanca
patronun veya falanca holdingin çýkarýný savunmak
insanýn midesini bulandýrmaz mý, kendisine saygýsýný
yok etmez mi?
Basýn emekçileri (hatta patronlar) bu sorunu düþünmek
zorundadýrlar.
Açýk konuþayým:
Önemli köþelerdeki gazete yazarlarýnýn birer birer
holding yazarý kimliðine büründüðünü izledikçe
mesleðimizi savunmaya ve yüceltmeye artýk gönlüm
elvermiyor.
Biz Babýali'de kendi içimizde moral deðerlerimizi
savunamazsak bu gidiþle "tarihin müsveddesi" deðil,
"müsveddenin tarihi" olacaða benzeriz.
:::::::::::::::::
ACININ SARKACI
Kebapçýya girdim, masaya oturdum.
-Buyur abi.
-Bir buçuk Adana.
-Acýlý mý?
-Acýlý.
Seslendi:
-Bir buçuk Adana, acýlý...
Geldi Adana acýlý, çatalýmýn ucuyla aðzýma atýnca
genzim yandý, yüreðim kalktý.
Ýnsanýn gönlü, evreni kapsayan radar gibidir; soðan
keserken gözyaþý dökersin ve acýlý kebap yerken
gýrtlaðýndan geçmez olur lokmalar.
Acýdýr, acýlý kebap.
---
Acýnýn kuyusu karanlýktýr göz gözü görmemecesine
ve derindir, inersin inebildiðince.
Acýnýn memeleri doludur...
Em emebildiðince.
Acý, durmuþ saatin sarkacýdýr; sallanýr gün aðarýrken;
ve horozlar ötmez olurlar vakitsiz öten horoza
saygýlarýndan.
Nasýrlaþýr acýnýn acýsý can kafesinde; yürekler
baðnazlýðýn döküm kalýplarýnda taþlaþýr; köpekler dolaþýr
ortalýkta kaz adýmlarýyla.
Kitabýn yapraðý sonbahardýr; sararmýþ benziyle vurur
aklýn kapýsýný:
-Kim ooo?
-Ben... diyemezsin, "biz" diyemedikten sonra
yalnýzlýðýn acýsýnda kývranarak.
Gözyaþýnýn elmasýný deler sabahýn ilk ýþýðý.
Öter fabrikalarýn düdükleri; bacalar savurur
emekçinin kara soluðunu, göklerin yedinci katýna. En
az ücretin hesabýnda küçülür banknotlar utancýndan.
Özgürlüðün sirenlerini çala çala koþar cankurtaranlar.
Bilinçsiz kalabalýk yol verir taþ arabasýna. Yýðýnlar
büyür kadýnsý erkeklerle erkeksi kadýnlarýn
çokluðunda.
Dikerler acýnýn þamdanýna haksýzlýðýn mumunu;
cýlýz aydýnlýðýn gölgesi dört duvara vurur.
---
Acý çýrpýnýr ana yüreðinin salladýðý beþikte.
Uyusun da büyüsün yavrum.
Acýnýn hamur tahtasýnda açýlan yufka, büyüyüp
yürek olur incecik.
Ýncecikten bir kar yaðar umutlara.
Gün aðarýrken utanmaz suratlarýn makyajý baþlar
güneþi aldatmak için. Yüreðin atýþý duyulmaz avuç
içi kaþýnýnca. Altýndan çakmaklarla onurunu yakarlar
insanýn; dumanýný savururlar havaya. En yüksek
faizin orantýsýnda erdemler sýfýrlaþýr. Yoksa zincirinin
halkalarý, gemi hangi limana demir atabilir? Yelkenden
yoksunsa yürek, hangi kýyýdan denize açýlabilir?
Olumsuz utkunun altýný çizer sýradan kiþinin duyarsýzlýðý;
ama kaba parmaklar banknot sayarken parmak uçlarý duyarlýdýr.
---
Ve acýnýn duyarlýðý uçup gider aklýn gücü egemenleþtikçe;
savaþýmýn güdüsü tüm benliði sarýp bencilliði daðýtýnca.
---
Acýlý Adana bitti.
Dikildi baþýma garson:
-Abi tatlý ister misin?
-Ýsterim, ne var?
-Künefe var, hoþaf var.
-Getir bir hoþaf.
Künfe kenefle çaðrýþým yapýyor, hoþaf eþekle. Acý
ne ki? Tatlý yiyip tatlý konuþacaksýn.
:::::::::::::::::
AVUKATLIK DEDÝÐÝN NE KÝ
Avukatlýk bol sirkeli, sarý zeytinyaðlý, kýrmýzý domatesli,
yeþil hýyarlý, gözyaþartan soðanlý, acý biberli meslektir;
bütün meslekler gibi... Yücelerden yücedir,
cücelerden cücedir; bütün meslekler gibi... Avukatýn da
iyisi, kötüsü, doðrusu, çarpýðý bulunur; bütün mesleklerde
olduðu gibi... Kendini paraya satan ve de çýkarlarýn
maþasý olanlar, namusunu banknota dönüþtürmekten
kaçanlar hep bir arada bulunur avukatlýk mesleðinde;
bütün mesleklerdeki gibi...
Kimi avukat vardýr; holding danýþmanlýðýnda sömürüden
payýný alýp keyfeder; yasalarýn boþluklarýndan yararlanýp
üçkaðýt açmak için tek ayak üzerinde kýrk düzen
kurar. Kimi avukat vardýr, yoksulun biri kim vurduya
gitmesin diye yemez içmez, adaletin koridorlarýnda volta
atmaktan ayakkabýlarýný aþýndýrýr ki yeri cennetliktir.
---
Ama öyle de olsa, böyle de olsa adaletin üçgeni,
avukat olmadan oluþmaz.
Nedir o üçgendeki üç köþe?
Birinci köþe: Yargýç.
Ýkinci köþe: Savcý.
Üçüncü köþe: Avukat.
Yani?
Dava bir nokta deðildir.
Bir düz çizgi deðildir.
Bir üçgendir.
Bir nokta, bir noktadýr. Bir düz çizgi iki nokta arasýndaki
en kýsa yoldur. Ama bir üçgen için üç köþe gerekir;
üç köse için de üç nokta...
Ya üçüncü nokta olmazsa?
Dava, cimin karnýnda bir nokta olur.
Çin'i Maçin'den Bohemya'ya, Patagonya'dan Begonya'ya
deðin bütün dünyada adaletin üç köþesi böylece
oluþur. Ama iki köþeli üçgen icat etmek iddiasýnda
birileri varsa, diyeceðimiz yoktur.
Böylece avukatýn ne denli gerekli bir kiþi olduðu ortaya
çýkar. Gerçekte keþke davalar noktalý ya da düz çizgili
olsaydý da iþler uzamasaydý, adýna avukat denen adam
baþ aðrýtmasaydý...
Ne yaparsýnýz?
Dünyanýn adaleti böyle kurulmuþ, Ruz-i mahþerde
nasýl kurulur? Bilemem. Avukatlar cennete mi gidecekler,
cehenneme mi? Sanýrým þu geçici dünyada yaptýklarý
iþlere göre her iki yana da serpilecekler.
Avukatýn da her meslekte olduðu gibi ustasý vardýr,
acemisi vardýr.
Ben de vaktiyle biraz avukatlýk yapmýþtým. Sonra
da otuz yýl boyunca yazar olarak sanýk sandalyesine sürekli
oturduðumdan, dava nedir, iddianame nedir, yargýç
nedir, savcý nedir öðrendim. Ýster sanýk sandalyesinde
gün görmüþ olsun, ister avukatlýk sýrasýnda dirsek çürütmüþ
bulunsun; bir usta eline iddianame aldý mý nereye bakar?
Bence usta avukat, iddianamenin suçlama bölümüne
deðil önce kanýtlar (deliller) bölümüne göz atan kiþidir:
Eðer bir iddianamede kanýtlar bölümü fasafisoysa,
sen istediðin kadar suçla, eninde sonunda davanýn dönüp
dolaþýp noktalanacaðý yer kanýtlar bölümünün sayfalarýdýr.
Üçgenin üçüncü köþesi bilir bunu...
---
Çürük kanýt, çürük anýta benzer; ne kadar büyük
törenle açýlýrsa açýlsýn, çökmeye mahkumdur.
:::::::::::::::::
OSMAN KÖKSAL
Açýk renk gözleri, uçuk saçlarý, pembeye dönük
yüz rengi, yapýlý bedeniyle Osman Köksal, hemen göze
çarpan-serinkanlý bir insandý. Çoðu asker kiþide görülen
"ihtiyat" payýný gözeterek ve düþünerek konuþurdu.
Tam anlamýyla yurtsever bir subaydý. Durduðu
yerde duran adamlardan deðildi; çaðýmýzýn baþ döndürücü
deðiþiminden uzakta yaþayamazdý.
Ve yaþamadý.
Köksal kendisine yeni bir þey söylendi mi duraksar,
sigara paketini çýkarýr, kafasýnda hemen bir
tartýþma kapýsý açardý.
Son yýllarda kendisini göremedim.
Kimbilir?
Belki sigarayý býrakmýþtý.
---
Celal Bayar'ýn cumhurbaþkanlýðý 27 Mayýs eylemiyle
noktalanmýþ; bir özgürlük devrimine yol açýlmýþtýr.
Bu tarihsel olayda Çankaya'daki Muhafýz Alay
Komutaný Kurmay Albay Osman Köksal'dýr. Köksal
daha sonra 27 Mayýs devriminin yürütme kurulu iþlevini
üstlenen Milli Birlik Komitesi üyesi olacaktýr.
---
1960 mayýsýnýn ortasýnda Cumhurbaþkaný Celal
Bayar'a þöyle bir mektup gelir:
"-Sayýn Reisicumhurum, bu mektup elinize geçtiðinde
Muhafýz Alay Kumandanýnýz Osman Köksal
ile Milli Müdafaa Bakaný Yaveri Adnan Çelikoðlu hükümet
darbesini eðer yapmamýþ iseler, ellerinizden öperim."
Bayar, bir yandan mektubu görevlilere verip araþtýrma
yaptýrýrken öte yandan Köksal'ýn aðzýný arar:
"-Kumandan, bizim alayýn Halk Partililerin eline
geçtiðine dair söylentiler artmaya baþladý, ne dersin?"
Köksal:
"-Efendim, böyle bir bilgim yok. Ama karýþýk
zamanlarda çok þeyler söylenir. Bunun amacý alayý
baþtan aþaðý deðiþtirip Köþk'ün savunmasýný zayýflatmaktýr.
Beni deðiþtirip yerime kendi adamlarýný getirmek
isteyebilirler."
Cumhurbaþkanýyla Muhafýz Alayý Komutaný arasýnda
geçen bu konuþma, ülkenin zaten þirazesinden
çýktýðýný vurgulamaktadýr. Nitekim birkaç hafta sonra
27 Mayýs gündeme girmiþ; olayýn kiþileri tarihin
sayfalarýna yazýlmýþlardýr.
Ama hangi sicille?
Zamanýn kum saati aktýkça duygular durulur; kinlerin,
tepkilerin zehirleri uçar; kiþisel kavgalar bir yana
býrakýlýr; geçmiþte yaþananlarýn doðrusu eðrisi
aranýr. 22 yýl sonra bugün 27 Mayýs devrimine dönük
sorulara daha serinkanlýlýkla yanýt verilemez mi?
-Acaba yaþanan olayýn anlamý neydi? Kiþilerin
etkinlikleri ne ölçüde geçerliydi?
Çaðdaþ insanlýðýn hýzlý yaþamýnda 27 Mayýs'ý gerçekleþtirmiþ
olanlarýn eylemlerini evrensel bir ölçüye
vurmak gerekiyor. Kendi içimizdeki küçük çatýþmalar,
kavgalar, çekiþmeler, kýskançlýklar; insanlarýn ve
olaylarýn tarih karþýsýndaki konumunu deðiþtirmez ki...
Eðer seçimle gelen bir iktidarýn diktaya dönüþme
yolunda baský rejimini koyulaþtýrmasý söz konusuysa
27 Mayýs eylemlerini tarih alkýþlamak zorundadýr. Bir
askeri eylemi çaðdaþ ölçüleriyle özgürlük rejimine
çevirebilenler ölürken de yücelirler.
Ýnsan yaþadýðý sürece yaptýklarýyla anýlýr. Osman
Köksal 27 Mayýs devriminin anlamýnda kiþiliðini pekiþtirmiþ
bir askerdir.
Hiç kimse bu rütbeyi onun omuzlarýndan sökemez.
:::::::::::::::::
EGE'NÝN ÝKÝ YAKASI
Büyükelçi Semih Günver'in "Anýlar ve Portreler"
adlý yazý dizisi Cumhuriyet'te sürüyor. Sayýn Günver,
10 Nisan 1983 günü Halikarnas Balýkçýsý Cevat Þakir'in
1973 temmuzunda kendisine yolladýðý bir mektubu
yayýmladý. Halikarnas Balýkçýsý (ya da kýsaca
Balýkçý) bütün yaþamýnda savunduðu bir düþünceyi bu
mektubunda da vurgulamýþ; Ege uygarlýðýnda "Atinalýlarý,
Spartalýlarý ve Anadolu Ýyonyasý"ný birbirinden
kesinlikle ayýrmýþ:
"-Bunlarý" diyor, "bir çuvala sokmanýn anlamý yoktur?"
Neden?
Halikarnas Balýkçýsý'na göre Anadolu Ýyonyasý'nda
"Ýnsanlýk tarihinde siftah olarak, her türlü mitolojik
etkiden tamamen arýnmýþ modern fennin"
temelleri atýlmýþtýr. "Thales, Anaximen, Anaximander,
Leuciprus, Heraclit, Anaxagore ve Democrite"
bu temelleri atmýþlardýr. Balýkçý diyor ki:
"-Bugün Ay'a gidilebiliyorsa -Ay'a gitmek bir
fenni olaydýr- bu adamlar sayesindedir. Çünkü Socrat,
Platon ve Aristotel'le Ay'a gidilmez, Lunatique
(Ay'ýn evrelerine göre huy deðiþtiren ya da dengesiz)
olunur."
---
Çoðumuz, Halikarnas Balýkçýsý'nýn saydýðý adlarý
yeterince deðerlendiremeyiz; Thales'i veya Heraklitos'u
okul kitaplarýndan þöyle böyle tanýrýz; ama
öðretim düzenimizde Batý'nýn klasik deðer yargýlarý aðýr
bastýðýndan, Sokrates'in, Aristotales'in, Eflatun'un
(Platon) büyüklüðüne inanýrýz. Cevat Þakir bunlarý Atina
uygarlýðýný simgeleyen kiþiler olarak vurguluyor;
Anadolu'yu ayýrýyor.
Ýlk bakýþta koskoca Aristo'yu azýmsamak insana
aykýrý geliyor. Ne var ki bu "bilgi"yi azýmsayan yalnýz
Balýkçý mý? Bertrand Russell "Bilimden
Beklediklerimiz" adlý kitabýnda Aristo'ya (ya da Aristoteles'e)
iliþkin olarak þunlarý söylüyor:
"-Modern zamanlarýn öteki yenilikçileri gibi
Darwin de Aristoteles'in otoritesi ile savaþýma girmek
zorunda kalmýþtýr. Aristoteles'in insanlýða musallat
püsküllü belalardan biri olduðunu söylemek gerek. Bugün
üniversitelerin çoðunda mantýk öðretimi hezeyanla
(saçmalýkla) doludur; bundan sorumlu olan da Aristoteles'tir."
Gerçekten Atina uygarlýðýnda geliþen "biçimsel
mantýk" çoðu küt kafalýnýn 20'inci yüzyýlda bile beynini
kalýplý fese çevirir; dinamik mantýðýn kurallarýný öðrenmek
için bu kalýbý kýrmakta güçlükle çekilir.
---
Ege'nin iki yakasýnda iki düþünce nasýl oluþmuþ?
Bir yanda bilgelik, bir yanda bilimsellik nasýl aðýr basmýþ?
Kuþkusuz bilgeliði azýmsamak da yanýlgýdýr. Bilimselliðin
kurallarýný yadsýmadan saðduyu ve sezgilerle
gerçeklere yaklaþma yöntemi tarih boyunca büyük
deðerler yaratmýþtýr. Ortaçað baðnazlýðýnýn yýkýlýþý ve
Uyanýþ Çaðý'nýn baþlamasý, Batý'da her tür özgürlüðe
kapýlarýn açýlmasý demektir. Bu kapýlar açýlýrken Montaigne,
Rabelais gibi bilge yazarlar yetiþti. Ne rastlantýdýr
ki (belki rastlantý deðil) bu yazarlarý Türkçe'ye
aktaran Sabahattin Eyüboðlu da bilimselliði benimsemekle
birlikte, bilge sezgileriyle "doðru"larý yakalar, gerçeklere
yaklaþýrdý. Ege uygarlýklarýna dönük bakýþýnda Eyüboðlu'nun
Halikarnas Balýkçýsý gibi düþündüðünü biliyoruz.
Cevat Þakir'in, Eyüboðlu'nun ve arkadaþlarýnýn
Anadolu topraðýnda boy atmýþ uygarlýklarý Ege'nin
karþý yakasýndan ayýrmalarý ve özelliklerini aramalarý
bir baþlangýçtýr. Her þeyin kökenini eski Yunan'a baðlayan
klasik Batý düþüncesinin önyargýlarýna karþý
Türkiye'de bilimsel bir karþý-tutuma gereksinme var.
Bu karþý-tutum ise salt bilgelikle yürümez; yeni kuþaklar
bilimsel yöntemlerle iþin doðrusunu eðrisini ortaya
koyacak çalýþma ve çabalara giriþmelidirler.
:::::::::::::::::
ROBOTLAR ÇAÐI
Üretim sürecinin belirli aþamalarýnda iþçi yerine
robot kullanýlmasý çaðýný yaþýyoruz.
Kimi aydýnýn kafasýnda bu yeni oluþum kargaþa
ve kuþku yaratmaktadýr. Öyle ya, bir yeni dünya düþünün
ki artýk iþçiye gereksinme kalmayacaktýr; bir
fabrika düþleyin ki içinde canlý yaratýk çalýþmýyor; traktörü,
otomobili, kamyonu üreten robotlardýr. Bu fabrikada
artýk patron-iþçi iliþkisi yok; ne toplusözleþme
ne grev söz konusudur; ücret kavgalarý tarihin yapraklarý
arasýnda solmuþtur...
Peki, bu durumda emek - sermaye çeliþkisi ne olacak?
Bu çeliþki üstüne oturtulan kuramlar aþýlmayacak mý?
Sömürü edebiyatý geçmiþin kitaplýðýný süslemeyecek mi?
---
Sanayileþmemiþ bir toplumda ve milyonlarca iþsizin
ortalýkta dolaþtýðý bir ülkede bu gibi konularýn
tartýþýlmasý belki aykýrý görünebilir; ama deðildir.
Ýletiþim aðýnýn yoðunlaþmasý bütün dünyayý iç içe
yaþamaya zorluyor; feodalite, kapitalizm, sosyalizm
göstergeleri ülkelerde birbirine dolanýp sarmallaþýyor.
En geri ülkelerin ordularýnda, bilgisayarlý silahlarý
kullanma hevesleri boy atarken, çaðýmýzý bütünüyle
kapsayan bir yaklaþýmla geleceði düþünmek kaçýnýlmaz
oluyor.
Peki, gelecek nasýl olacak?
Biçimsel mantýðýn düþlemlerine kendimizi kaptýrýrsak,
geleceði þöyle tasarlayabiliriz:
Fabrikalarda milyonlarca robot çalýþýyor; fabrika
sahiplerinin hiçbir derdi kalmamýþ; üretimi hýzlandýrýp
yavaþlatmak birer düðmeye basmakla olasýdýr.
Ama bu arada halk yýðýnlarý ne yapýyor? Sokaklarý
dolduran insanlar nasýl yaþayacak? Fabrikalarda
sermaye sahibinin emirlerine göre çalýþan robotlarýn
ürettikleri mallar kimlere satýlacak?
Robotlar dünyasýnda iþsizlikten komaya giren halk
yýðýnlarý bu geliþimi sessiz ve boynu eðik izleyecekler
mi? Ya da robotlarýn çalýþtýðý dünyadan paylarýný isteyecekler
mi? Ya bu yýðýnlar fabrikalara ortak olmak
eðilimine kendilerini kaptýrýrlarsa? Robotlar da
fabrikalardaki makinelerin birer parçasý veya uzantýsý
deðil midir? Daha doðrusu robotlar da birer makineden
baþka nedir?
---
Sanayide yeni geliþmeler, emek - sermaye iliþkisinin
özüne deðin bir deðiþimi gündeme getirmiyor;
ama toplumsal sorunlarýn yeni aþamalarýný hayata yansýtýyor.
Nitekim robot çaðýna girmiþ bulunan Japonya'da
sendikacýlar iþçi-iþveren iliþkilerini robotlu
üretim dünyasýnýn gerçeklerine göre deðerlendirmeye
býrakmýþlardýr.
1580'de Danzig'de altý parça kumaþý birden dokuyan
makineyi icat eden kiþi, belediye baþkanýnýn emriyle
boðdurulmuþ. Çünkü bu makinenin bir sürü iþçiyi
ve sonuçta aileyi iþsiz býrakacaðýndan korkulmuþ;
yeni buluþun kullanýlmasýna 1765'te resmi izin
çýkarýlabilmiþ.
1580 ile 1765 arasýnda yaklaþýk 200 yýl var. Baský
makineleri de Türkiye'ye yuvarlak hesap 250 yýl
sonra girebilmiþtir. Bilim ve teknolojide her yeni adýmýn
zorla ve gecikerek yürürlüðe girmesi, kurulu düzeni
korumaya çalýþan tutucularý direniþe itmesi doðaldýr.
Robotlarýn endüstri üretimine girmesi de korkulara,
kuþkulara, yanýlgýlara yol açacaktýr.
Ama yasa deðiþmeyecektir.
---
Yasa nedir?
Geçmiþten geleceðe doðru insanlýk deðiþimine baktýðýmýzda
toplumsal iliþkilerin, "daha az sömürüye ve
daha çok özgürlüðe" doðru dönüþtüðünü görüyoruz;
bilim ve teknolojinin ilerlemesi bu yasanýn hýzlanmasýný
pompalamýþtýr.
Geleceðin dünyasýnda robotlarýyla birlikte fildiþi
kulesinde yalnýzlaþan patronlar görmek aptallýktýr. Patronlar
da robotlar da üretim iliþkilerinin yasalarýna
baðlýdýrlar ve o yasalardan baðýmsýzlaþmalarý olanaksýzdýr.
:::::::::::::::::
SÝZÝ ÝYÝ GÖRÜYORUM
Yaþlanmaya baþlayan dostlar birbirleriyle karþýlaþýnca
destek atýþýna giriþirler:
- Seni iyi gördüm.
- Ben de seni.
Genç iken kimse kimseye "seni iyi gördüm" demez.
Azrail'in yaþam yollarýna döþediði mayýnlar arasýnda
dolaþmaya baþlayan kuþaklar arasýnda böyle sözler
geçerlidir. Bakarsýn ki adamýn gözlerinin feri kaçmýþ,
beti benzi uçmuþ, göbeði boþ buðday çuvalý gibi
sarkýyor, göðsü hýrýldýyor, ayakta zor duruyor.
Ne diyeceksin?
- Seni iyi gördüm.
- Ben de seni.
---
Bu numara yalnýz kiþiler arasýnda geçerli olmakla
kalmýyor ki, yaþamýn neresine baksanýz benzeri oyun
sürüyor. Ekonomik gidiþatý inceleyen holding profesörü
ne diyecek? Eski çaðlarda kötü haber getiren habercinin
kafasýný uçururlarmýþ. Bu kuralýn kalýtýmlarý sürüyor.
- Durum nasýl?
- Çok iyi.
Kötü desen kimsenin hoþuna gitmez; bu kez sen
kötü olup çýkarsýn.
Neme lazým...
Þunu bunu öfkelendireceðine, huyuna suyuna gidersin,
yuvarlak laflar söylersin, en budalaca yaklaþým da
bellidir:
- Efendim, Fransýzlarýn bir özdeyiþi vardýr; kötümser,
yarýsýna kadar dolu þarap bardaðýna bakýp "bu
bardak yarýsýna kadar boþ" diye tutturan adamdýr.
Bizim durumumuz iyidir, hatta çok iyidir; 24 Ocak
kararlarýyla düze çýkýyoruz.
Ekonomide bu yöntemin yararlarý sonsuzdur; holding
profesörleri böyle yapýyorlar; paralarý da cebe
atýyorlar.
Ülke darboðazdan geçmiyor mu?
Geçiyor.
Ama kimi gazeteler ve dergileri açýyorum; bir çevre
var ki týrlatmýþ gibi...
Görgüsüzlük, bayaðýlýk, sululuk, savurganlýk, þýmarýklýk
gazetelerin, dergilerin sosyete köþelerinden fýþkýrýyor.
Kerterizini yitirmiþ, pusulasýný þaþýrmýþ, yelkenleri
daðýtmýþ sarhoþ gemiciler gibi fotoðraflara yalpa
vuran etkin bir toplum kesiminin varlýðýný nasýl
yorumlayacaðýz?
- Çok iyi yaptýnýz hanýmefendi...
- Efkar daðýttýnýz beyefendi...
- Her þey yolundadýr aðam...
---
Bizim toplumun sosyete basýnýna yansýyan, fýsýltý
gazetesini dolduran, halk yýðýnlarýna sergilenen bir
çevresi var ki yaþamlarýnýn yanýnda ne Dallas dizisi
para eder ne de Flamingo Yolu..
Bunlar bayaðý TV dizileridir; ama birer göstergedirler.
Ýnsan olanýn çaðýmýzda nasýl yaþayacaðý, eðleneceði,
içeceði, efkar daðýtacaðý, yaþamýn tadýný çýkaracaðý
artýk belli deðil midir? Ruhunun karanlýk koridorlarýndan
bir türlü çýkamayan þaþkýnlarýn bayaðý yaþantýlarý hayat mý?
---
Bu çevreler bizi nasýl görüyor, bilemem; ama açýkça
söyleyeyim:
- Ben sizleri iyi görüyorum.
:::::::::::::::::
SORU ÝLE YANlT BÝR BÜTÜNDÜR
Çocuk konuþmasýný öðrenirken býkmadan, usanmadan
soru sormayý sürdürdü:
- Bu ne?
- Cici...
- Bu?
- Teyze...
- Þu?
- Aðaç...
Çevresini tanýmak için sorar çocuk; yavaþ yavaþ
dünyayý algýlamaktadýr. Boy atýp serpilince, okula gidip
abece'yi sökünce çocuðun sorularý deðiþir:
- Metre ne demek?
- Belediyenin anlamý nedir?
- Cumhuriyet neye denir?
Çocuðun sorularý çocukluðunun ürünüdür; doðal
karþýlanýr; yetiþmesi, öðrenmesi, eðitilmesi için sorularý
yanýtlanýr; çocuðun adamlaþmasý, sorularla yanýtlarda
bütünleþen bilgi ve bilinç oluþumuyla gerçekleþir.
Ne var ki soru - yanýt ikilisi çocukluða iliþkin bir
süreçte baþlayýp bitmez.
Ýnsanoðlu bütün yaþamý boyunca sorar ve yanýtlar;
ya da sormaya ve yanýtlamaya çalýþýr. Bu diyalektik
süreç tükenmez; kuþaktan kuþaða zincirleme sürer
gider. Ýnsanlýðýn birikimleri sonsuzluða uzanýr. Sorular
yanýtlandýkça, yanýtlarýn yaratacaðý yeni sorularýn
süreci baþlar.
Uygarlýk böyle kurulmuþtur; böyle sürmektedir.
Her soru gerçekte yanýt gibidir. Diyelim ki bir toplantýda
konuþuluyor. Voltaire'in adý geçti. Orada bulunanlardan
birisi sordu:
- Voltaire de kim?
Çevredekiler az buçuk okumuþ yazmýþlarsa, sorgucuyu
ayýplarlar. Çünkü biraz mürekkep yalamýþ herkesin
Voltaire'i tanýmasý gerekir. Öyleyse Voltaire'i
soran, karþýsýndakileri sorguya çekmek yerine kendisini
ele vermiþtir.
Ortaçað engizisyon mahkemesi Galile'ye
sormuþtu:
-Söyle bakalým Galile; evrenin merkezi dünya
mýdýr, yoksa bir baþka yýldýz mý? Güneþ mi dünyanýn
çevresinde dönüyor, yoksa dünya mý güneþin çevresinde
deviniyor?
Sorunun içeriði, sorgucunun niteliðini hem tarihe
yazdý hem yobazlýðýn siciline...
---
Soru vardýr, soraný büyütür; soru vardýr, soraný
yalnýz küçültmez, alçaltýr.
Beþ yaþýnda çocuk bahçedeki bir çiçeðe yumuk
ellerini uzatarak sorabilir:
- Bu ne?
- Çiçek, gül...
Sorunun niteliðiyle çocuðun yaþý, bilgisi ve saflýðý
arasýndaki uyum güzeldir. Ama kazýk kadar herifin
her sorusuna benzer hoþgörü gösterilebilir mi? Böyle
durumlarda kocaman adamlarýn olmadýk sorularý,
ya geliþmemiþlik kanýtýdýr ya kurnazlýk yöntemidir ya
da eskilerin "tecahül-ü arifane" dedikleri soydandýr.
Ne olursa olsun, sorularýn niteliði, soranýn kimlik belgesini
oluþturur. Soru sora sora koca adamlarýn ufaldýklarý,
küçüldükleri, bilgisizliðin karanlýðýna gömüldükleri
ve yok olduklarý çok görülmüþtür.
---
Sorunun karþýsýnda yanýt var.
Yanýt var, yanýtlayaný küçültür; yanýt var, yanýtlayaný
büyütür, devleþtirir.
Kimi zaman soru bir yanýt içerir. Soruyla yanýt
ve yanýtlamayla sorgulama arasýndaki bütünleþmede
öyle bir gerçek ortaya çýkar ki kimin sorduðunu kimin
yanýtladýðýný bilemezsiniz; kim kime ne soruyor,
neden soruyor ve neden sordukça küçülüyor diye düþünürsünüz.
:::::::::::::::::
ÞEVKÝ ERENCAN'I YÜREÐiMiZE GÖMDÜK...
Mahpushanenin yedi adým boyunda, yedi adým
eninde beton avlusuna iki kapý açýlýyordu. Kapýnýn birisinden
Sabahattin Usta çýkýyordu; ötekinden Þevki Usta...
Biri fikir iþçisiydi, öteki kol iþçisi, Sabahattin
(Eyüboðlu) Þevki'ye (Erencan) saygýyla davranýr, adýyla
çaðýrmaz, kýsaca:
- Usta... diye seslenirdi.
Þevki Erencan, gür býyýklý, kara kaþlý, yaðýz tenli,
çýplak baþlý, dosdoðru, dimdik, gýllýgýþsýz, akyürekliydi;
can arkadaþýmdý benim, dostumdu.
Sabahattin Eyüboðlu'nun Þevki'ye karþý duyarlý
saygýsýnýn özü, binlerce yýlýn deneyiminden düþünle
emeðin kaynaþmasýndan oluþan bilinçti. Þevki Erencan'a
baktýðýmýzda insanla çocuk, aðaçla yaprak, þarapla
tütün, bulutla gök, güneþle gölge baðýntýsý birbirini
çaðrýþtýrýr; kardeþlik duygusunun duyarlýðý emekçinin
gözlerinde okunurdu. Þevki Usta'ya merhaba demek,
sanki insanlýða merhaba demekti.
Sabahattin Eyüboðlu durup dururken, nedenli nedensiz
bana Þevki Erencan'ý kaç kez göstermiþtir:
-Bak iþte Usta!..
Kimbilir, belki de Sabahattin, düþün'e dayanan
bilgelikle alýnterine dayanan bilgeliðin bir bütün olduðunu
Þevki'nin kimliðinde vurgulamak istiyordu.
Ve yedi adým boyunda, yedi adým eninde beton
avluda iki bilge her sabah merhabalaþýyorlardý.
---
Sabahattin Eyüboðlu'nu yýllarca önce yitirdik.
Þevki Erencan'ý 8 Aralýk 1982 Çarþamba günü Yarýmca'dan
aldýk. Tütünçiftlik sýrtlarýnda gösteriþsiz bir
mezarlýða gömdük.
Kendisini yýllardan beri arayýp soramamýþtým.
Dostlarla kararlaþtýrmýþtýk; bu pazar görmeye gidecektik;
ölüm haberi geldi. Yakýnlarýnýn anlattýðýna göre
bu yýl 1 Mayýs'ta hastalanmýþ; kendisini toparlayamamýþ;
1 Mayýs'tan sonra da bir daha iþe gidememiþ.
Erimiþ mum gibi...
Bizler Þevki'nin yakýnlarý ve dostlarý bir çukurun
baþýnda toplandýk. Her þey bildiðiniz gibi oldu. Cenaze
protokolünü bozan yalnýz küçük çocuklardý. Çocuklar
da gelmiþlerdi törene; ve daha ölümün ne olduðunu
algýlamayan küçük insancýklar koþuþup çýðrýþýyorlar,
anneleri, ablalarý sesleniyorlardý:
- Sus yavrum...
Þevki'nin tabutu çukura indirildi. Kazmalar kürekler
çalýþmaya baþladý. Dostlarý önce çukura kürediler
topraðý, sonra kalanýný üste yýðdýlar; emekçi arkadaþlar
mezarýn baþ yanýna bir tutam çiçek koydular.
Kürekler kazmalar çalýþýrken düþünüyordum; benim
bildiðim Þevki þimdi dikiliverir:
- Durun ulan! der, zahmet etmeyin, verin þu küreði
bakayým bana...
Avuçlarýna tükürüp baþlar çalýþmaya, kendi mezarýný
kendisi küreyip doldurur.
---
Yakýnlarý dediler ki:
-Öldükten sonra bedeninin týp fakültesine verilmesini
düþünüyordu; ailenin yaþlýlarý üzülmesin diye vazgeçti.
---
Þevki Erencan'ý 1982 aralýk ayýnýn soðuk, ama
güneþli ve güzel bir gününde yüreðimize gömdük.
Tütünçiftlik'ten Ýstanbul'a dönerken düþünüyormm:
Kim tanýr Türkiye'de Þevki Usta'yý?
Tüm ömrünce alýnterinin damlalarýný yaþamýnýn
acýlý tespihine dizerek çekmiþ bu emekçiyi gerçekte herkesin
tanýmasý gerekir. Ýnsan deðeri, ünle ya da protokolle
ölçülmez; Þevki Erencan'ý Türkiye'nin alýnteri tarihinde
anacaðýz.
:::::::::::::::::
ÇOCUKLA YELKOVAN
Çocukluðumda yaþadýðým kentin büyük meydan
saatini izlemeye bayýlýrdým. Bu eski saat kulesinin
kadranýndaki yelkovan, dakika sonunda birdenbire atar;
daha baþka deyiþle 59 saniye durup son saniyede devinirdi .
Durup beklerdim.
Devinimsiz gibi duran koca saatin gerçekte duraðan
olmadýðýný gözlerimle görmek mi isterdim? Yoksa
yelkovanýn atýþlarýndan zamanýn nasýl attýðýný saptamaya
mý çalýþýrdým? Gizemli bir kavramdý zaman;
tanýmý güçtü. Zamanla insan arasýndaki iliþkilerden
bir þey anlaþýlmýyordu. Çevremdeki büyüklerden
çeþitli sözler duyuyordum; sýkýntýlý olduklarýnda ofluyorlar,
pufluyorlar, patlýyorlardý:
- Offf, zaman bir türlü geçmiyor...
Keyifli saatlerinde zamaný unutuyorlar; sonra birdenbire
telaþlanýyorlardý:
- Ayy zaman ne çabuk geçmiþ!..
Saat kulesindeki kocaman yelkovan hep eþit aralýklarla
atýyordu; ama kocaman adamlar zamanýn bazen
çabuk aktýðýný, bazen durduðunu söylüyorlardý.
Hangisi doðruyu vurguluyordu? Kentin kocaman saat
kulesindeki akreple yelkovan mý? Yoksa çevremdeki
büyükler mi?
---
Zaman saatlere ve insanlara göre deðiþiyor muydu?
Eski kulenin yelkovaný dile gelseydi, belki kendisini
savunurdu; ama yelkovan sessizdi; akrep konuþamazdý.
Akrep zaten yelkovandan ayrýydý; aðýrbaþlýydý; yerinden
kýmýldadýðýný göremiyordum. Yelkovaný bazen
yakalamak olasýydý; bazen de sabrým tükeniyor, çevremdeki
bir baþka olayla ilgileniyordum; ve gözlerimi
kaydýrdýðýmda yelkovanýn yerini deðiþtirmiþ olduðunu
görünce bozuluyordum. Eski saat kulesinin iþlemeli
kadranýnda yelkovaný izlemek; zamanla aramda bir oyundu.
Yakalamak istiyordum zamaný.
---
Aradan uzun yýllar geçti.
Bilmem ki çocukluðumda bir süre yaþadýðým kentin
eski saat kulesindeki akreple yelkovan zaman çemberinde
bostan kuyusunun beygiri gibi yine döneniyorlar mý?
Yoksa eskiyip iþe yaramaz mý oldular? Kuyunun
suyu bitti mi? Gözleri baðlý at öldü mü? Bostaný
parselleyip sattýlar mý? Sebzelerin yetiþtiði ve taze
toprak kokusunun yükseldiði yerlere beton apartmanlar
mý dikildi?
Hangi þehre ve ülkeye gitsem, çocukluðumun bir
kesitini yaþadýðým o eski kentteki saatin çalýþtýðýný hep
düþünmüþümdür. Zaman duygusunu o eski saatin kocaman
yelkovaný bilincime yazmýþ.
Oysa zamaný yakalamaya çalýþan çocukluk enayiliðinin
bir ömür boyu sürdüðünü sonradan anladým.
- Geç kalýyorum...
- Vakit kalmadý...
- Zamaným yok...
Niçin? Neye yetiþmek için? Sen durdukça duran,
sen yürüdükçe yürüyen, sen koþtukça koþan; hem senin
dýþýnda hem senin içinde yaþayan zamana karþý
çaresiz deðil misin?
---
O çocukluk kentinin eski saat kulesindeki akreple
yelkovan aradan geçen yýllar boyunca hep çalýþtýlarsa,
kendi pabuçlarýný dama atmak için çýrpýndýlar demektir.
Zaman, akrebi ve yelkovaný da sildi. Artýk
akreple yelkovan yok; saatlerin kadranýnda kýrmýzý
ýþýklý sayýlar birbiri ardýna yanýp sönerek zaman
bildiriyorlar; dakikalarý aþarak saniyeleri de vurguluyorlar.
Geçenlerde böyle bir saatin karþýsýnda düþündüm:
Dakikanýn nasýl geçtiðini anlamak için beklemeye gerek
yoktu; saniyelerin nasýl aktýðýný kýrmýzý sayýlar sinir
bozucu, korkutucu, ürkütücü alarm iþaretleri gibi
veriyorlardý.
Zamaný yakalamak için eski saat kulesinin karþýsýnda
dikilip duran çocuk meðer boþuna beklemiþ. Eskiden
kýpýrdamayan yelkovanlar, þimdi kýrmýzý alarm
iþaretleri gibi yanýp sönen saniyelere dönüþtüler; büyüyüp
yaþlanan çocuðu kovalýyorlar.
:::::::::::::::::
SIRASI MI?
Dostum terzi Rýfký, her zaman tam daktilomun
baþýna oturup yazýya baþlayacaðým dakika telefon eder.
Yine öyle oldu.
- Nasýlsýn?
- Ýyiyim.
- Filanca'nýn yazýsýný bugün okudun mu?
- Okudum.
- Ne dersin?
- Saçmalamýþ...
- Bir þey yazacak mýsýn?
- Boþver yahu; adam bunadý artýk; zýrvalýyor,
yanýt vermeye deðer mi?
Telefonu kapadýktan sonra düþündüm.
Köþe yazarlýðý; yergi, eleþtiri, vurgulama için birebirdir.
Kiþilerle uðraþmaktan hoþlanmam; ama kimi
zaman da bir kiþinin kiþiliðini yermek ya da kýnamak
gerekiyor. Ne var ki eleþtirilecek ya da yerilecek
kiþi (sözgelimi) devletin bir koltuðunda oturmaktadýr;
yasalarla donanmýþ, zýrhlanmýþ, kalemini biraz oynattýn
mý...
- Buyur mahkemeye!
- Neden?
- Ceza Kanunu madde 159...
- Ne ilgisi var?
- Bal gibi var.
Geçmiþteki otuz yýl bu yüzden mahkemelere taþýnmakla
geçti. Sonunda beraat etsen de çile çekiyorsun.
Zaten iktidar koltuklarýnda oturanlar da ellerindeki
yetkileri Damokles'in kýlýcý gibi yazarýn baþýnýn
üstünde sallandýrýyorlar.
- En iyisi bu kiþiler iktidar koltuðundan düþtüler
mi canlarýna okumak deðil mi?
---
Ama bu kez de bir baþka kaygý baþlýyor:
- Yahu, düþmüþ adama vurulur mu?
Vurulmaz.
Gerçekten hazret iktidar koltuðundan eþekten düþmüþ
karpuz gibi yuvarlanmýþtýr. Nesini yazacaksýn?
Elinde yetki varken her tür kötülüðü, þeytanlýðý, rezilliði
yapan mel'un, artýk zavallýlaþmýþtýr. Köprülerin
altýndan çok su geçmiþ, bu kez iktidar koltuklarýna
baþka birileri oturmuþtur. Düþenlerle uðraþmak kabadayýlýða
sýðar mý?
Peki ne yapmalý?
Bu herifin ne mel'un bir kiþi olduðunu ne zaman,
nasýl anlatmalý derken adam ölüverir.
---
Cenaze törenleri, çiçekleri, çelenkleri, namazlarý,
niyazlarý, ilanlarý, yazýlarý...
Hoca sorar:
- Merhumu nasýl bilirsiniz?
- Ýyi biliriz.
Sorarsýn kendi kendine yitip gitmiþ olaný düþünerek:
- Ulan, bu ne yalan dolan? Oturup þu adamýn
ne mal olduðunu yazsam mý?
- Aman sakýn ha!...
- Neden?..
Ölüler hayýrla anýlýr dinimizde...
---
Kimisi ihtiyarlar; bir ayaðý çukurdadýr, vurmak
ayýp sayýlýr; kimisi koltuktan düþmüþtür, boynu bükülmüþtür,
vurmak ayýp sayýlýr; kimisi ölür, kördür
ama badem gözlü olur, vurmak ayýp sayýlýr.
Peki, biz bu adamlarýn ne mal olduklarýný kamuoyuna
ne zaman açýklayacaðýz?
:::::::::::::::::
TANRIÇA PAZARLAMASI...
Bir zamanlarýn "seks tanrýçasý" Brigitte Bardot,
gününü doldurunca beyazperdeden ayrýlmýþ; Fransa'nýn
Akdeniz kýyýlarýnda yüksek duvarlarla çevrili villasýnda
yaþamaya baþlamýþtý.
Ne var ki sinema tanrýçalarýnýn yakasýný gazeteciler
ömrü billah býrakmazlar. Bulvar basýnýnýn foto
"muhabirleri kadýncaðýzýn görkemli konutunun çevresinde
pusu kurmuþlar, eski yýldýzý tuzaða düþürmeye
çalýþmýþlardý. Bardot'nun çýrýlçýplak güneþlenirken
resimlerini de yayýmladýlar:
- Brigitte Bardot'nun göðüsleri sarktý, yüzü buruþtu;
ne oldum dememeli, ne olacaðým demeli...
Sýradan insan için doðal bir þey, sinemanýn yarattýðý
tanrýçalarda yadýrganýr. Yaþlanmak istemeyen
seks tanrýçasý için bir yol vardýr: Kendi kendini öldürmek.
Zavallý Marilyn Monroe öyle yaptý.
Ve hep genç kaldý.
---
Brigitte Bardot 47 yaþýna girmiþ ve gazetecilere
bir demeç vererek demiþ ki:
"-Þimdiye dek üç kez evlendim. Bu da bana
büyük bir ders oldu. Çünkü erkekler beni hep yanlýþ
tanýdý; hepsi beni bir tanrýça gibi gördü."
Gerçek sinemada; sanatçý çeþitli rollere çýkar, türlü
kýlýklara girer, her senaryoda bir baþka kiþiyi oynar.
Kapitalist dünyanýn "Holivut pazarlamasý"nda ise bir
kiþinin ömür boyu hep ayný kimlikte oynatýlmasý kimi
zaman büyük iþ yapar. Marilyn Monroe bu tür
pazarlamaya güzel bir örnektir; Brigitte Bardot ikinci
büyük örnektir. Ýzleyicinin gözünde ve ruhunda bir
mitos geliþtirilir ve yaþam bu mitosun çeliþkili ikileminde
sürmeye baþlar. Brigitte Bardot dendiðinde akla
ne gelir? Her dakikasý cinselliðe dönük, her saati erkek-kadýn
iliþkisiyle dolu bir kadýn...
Acaba Bardot öyle midir?
Sanat gücünden yoksun olan kimi oyuncular, patronlarýn
elinde bir pazarlama aracý gibi piyasaya sürülüyorlar.
Yýllar süren propaganda yatýrýmýyla oluþturulan
mitosun kahramaný milyonlarýn sevgilisidir.
Peki, "seks tanrýçasý" ya normal bir kadýnsa? Beyaz
perdedeki kimliðiyle gerçekteki kimliði birbirine denk
düþmeyen kadýncaðýz, çifte kimlik arasýnda kalacaktýr.
Hangisidir hayatýn gerçeði?
Yalnýz stüdyodaki çekimde deðil, toplumsal yaþamýn
her kesitinde mitosuna uygun davranýþlara zorlanmak
ne demektir?
Sýradan insana tanrýça gerekiyorsa ve tanrýçanýn
pazarlamasý için büyük sermaye yatýrýmlarýna gerek
varsa; yaratýlan kiþi tanrýça deðil bir kukladýr.
---
20'inci yüzyýlda tanrý ya da tanrýçalarýn pazarlanmasý
gittikçe daha yaygýn bir nitelik kazanýyor. Rudolf Valentino'dan
baþlayarak erkek pazarlamasý da söz konusudur.
Çaðýmýzda iletiþimin yoðunlaþmasý iþleri kolaylaþtýrýyor.
Beyaz perde alanýndan politikaya dek her
yanda perde ardýndaki güçlerin kuklalarý milyonlarýn
karþýsýna özel kimlikle çýkarýlýyor. Kadýn olsun, erkek
olsun çifte kimlikli bir dizi aktör, politikacý, lider
ortalýkta cirit atýyor.
---
Zavallý Brigitte Bardot'nun aklý 47 yaþýnda mý baþýna
gelecekti:
"-Erkekler beni hep yanlýþ tanýdý..."
Geç kalmýþ sayýlmaz Bardot; çifte kimliðinden sýyrýlýp
kendisi gibi olmak için Doðulu þairin söylediðini
bellesin:
"Ya olduðun gibi görün...
Ya göründüðün gibi ol..."
:::::::::::::::::
DUYARLI... DUYGULU...
Duygulu insan vardýr...
Duygulu makine yoktur.
Ama duyarlý makineden, hayvandan, insandan söz
açýlabilir.
Uzak ufuklarý tararken bilmem kaç kilometrelik
alan içinde bir minik serçenin kanat çýrpýþýný saptayan
dev radar ne kadar duyarlýdýr!.. Ýnsan bedenindeki
kýlcal damarlarýn içini bile görebilen aygýtýn duyarlýðý
ne büyüktür! Ýnsan kulaðýnýn duyamadýðý ses
titreþimlerini saptayan duyarlý makinelerin üretildiði
bir dünyada yaþýyoruz. Elektronik çaðý duyarlý makineler
aþamasýdýr. Sibernetik; makineleri neredeyse canlýnýn
duyarlýk düzeyine eriþtirecektir.
Ormanýn derinliklerindeki çalýnýn dibinde kuþkuyla
bekleyen tavþaný taa uzaklardan sezebilen av köpeðinin
duyarlýðý insanca deðil, hayvancadýr. Gecenin karanlýðýnda
yürüyen sýrtlanýn duyarlýðý hiçbir insanda
bulunamaz.
---
Ýnsanca duyarlýk ayrý þey.
Öyle bir þey ki insanca duyarlýk duygulu bir insanda
olmayabilir.
---
Büyük tarihsel savaþlarda yüzbinlerce kiþinin ölüm
kalým yazgýsýný biçimlendiren komutanlardan çoðunun
özel yaþamlarýnda duygulu olduklarý saptanmýþtýr.
Ne var ki bir asker, emriyle ölüme atýlacaðý baþkomutanýn
duygulu deðil, duyarlý kiþi olmasý için dua
etmelidir. Çünkü "büyük komutan" düþmanýn ne
yapmak istediðini yalnýz aklýyla deðil, sezgilerinin
radarlarýyla da kavrayabilendir.
Aklýn sýnýrýný aþan alanlarda duygulu olmak çoðu
zaman iþe yaramaz; duyarlýlýk geçerlidir.
---
Meyhanenin köþesindeki masada raký þiþesinin dibini
bulan sarhoþ...
Sigara dumanýnda yankýlanan arabesk müzik sarhoþun
içini cýzlatýr. Duygularýnýn alacalý kuyusunda
derviþ gibi döner de döner sarhoþ; öyle bir sarmaldýr
ki bu, içer duygulanýrsýn, duygulanýr içersin.
Ama duyarlý mýsýn?
Sarhoþ, çcðu zaman karþýsýndakini bezdirir; çünkü
o sýra kimseyle iletiþim kuramaz. Alkol kubbelerinde
çýn çýn öten sesini güzel sanýr. Duyguludur da karþýndakinin
duygularýný ölçecek kadar duyarlý deðildir.
---
Yeþilçam'ýn sulu ve kanlý melodramlarýný izledikçe
duygulanýp hüngür hüngür aðlayan kiþi de duyguludur.
Salya sümük mendiline sarýldýkça kaba senaryolarýn
trajik küllerini yalayýp yutar. Ne var ki Yeþilçam
duygululuðuna kendini kaptýrmýþ yýðýnlarýn duyarlýklarý
ne ölçüdedir?
Duygululuk bir erdem.
Ama duyarsýz duygululuk erdem midir?
---
Duygulu insan çoðu kez kendine dönüktür.
Duyarlý karþýsýndakine...
"Bencilik"ten ve "bencillik"ten uzaklaþmak için
duyarlýlýkla duygululuðu bütünleþtirmek gerekiyor. Ýnsanlar
arasý sevgi, iletiþim sorunudar. Sevip duygulanmak
güzeldir; ama kendine dönük duygululuk, sevginin
kaçýnýlmaz gereði olan iletiþimden kiþiyi yoksun
býrakýr.
Ne makinenin duyarlýðý ne bencilliðin duygululuðu.
Ýnsanca sevginin insanlar arasýnda gerçekleþmesi
için duyarlý duygulara gerek var.
:::::::::::::::::
YAÞAR KEMAL'ÝN CANINA OKUYACAÐIM
Yaþar Kemal'e Mondial del Duca ödülü Paris'te
törenle verildi.
Hürriyet gazetesi, olayý sekiz sütun manþetten göstermek
gibi güzel bir iþ yaptý. Televizyonumuz (ne þaþýlasý
þey!..) haberi kamuoyuna duyurdu.
Yaþar Kemal'i ödüllendiren jürinin üçte ikisi Fransýz
Akademisi üyelerinden oluþuyor. Fransýz Akademisi,
tutucu (muhafazakar) bir kurumdur. Del Duca
jürisinin üyeleri arasýnda Maurice Schuman, Edgare
Faure gibi politikacýlar da vardýr. Edgare Faure, General
de Gaulle döneminde Pompidou'nun kabinesinde
bakanlýk yapmýþtýr. Maurice Schuman ise Chaban Delmas
hükümetinde Dýþiþleri Bakanlýðý'ný üstlenmiþtir.
Bizim öküz altýnda buzaðý arayanlarýmýz þunu bilsinler
ki Yaþar Kemal'e ödül verenlerin çoðunluðu Fransýz
burjuvasýnýn politika ve kültürünü simgeleyen kiþilerdir.
Böyle bir kurulun bizim Yaþar'a ödül vermesi ne
demek?
Yaþar Kemal'in ödül almasýna çok sevindim.
Üstelik keyiflendim.
Bu Yaþar Kemal, Adana'da ortaokulda benimle
ayný sýnýfta okuduðunu söyleyip ötekine berikine övünür,
durur; þimdi ben de Mondial del Duca ödülünü
almýþ gibi þiþiniyorum.
Hem Yaþar Kemal köylüdür; Türkiye'de köyü,
köylüyü, "köy romanlarý"ný kýnayýp yererek burjuva
kültürünün fiyakasýný yapmak isteyenler de eksik deðildir.
Bizim Yaþar Kemal'e Fransýz burjuvasýnýn verdiði
deðerin anlam ve önemi de böylece baþkalaþýyor.
Bizim burjuvamýz görgüsüzdür.
Sanayi devrimini gerçekleþtiremeyen toplumda
burjuvanýn görgüsüzlüðü doðaldýr. Batý burjuvasý sanatýný
ve kültürünü üretmiþ; endüstri devriminin koþullarýný
yaratmýþ; siyasal demokrasinin temellerini atmýþtýr;
Batý þimdi ekonomik demokrasiye geçiþin gebeliðini
yaþamaktadýr.
Bizde ise parababalarýnýn beslediði kimileri, hem
Batýlýlýk taslamakta hem de sanatçýmýza, emekçimize,
iþçimize, sendikacýmýza durmadan sövmektedir.
---
Sinemada, þiirde, romanda ya da sanatýn öteki
dallarýnda Türkiye'de parlayan kiþilere karþý bizim egemen
çevrelerimizde düþmanlýðýn aðzý köpürüyor; buna
karþýlýk Batý'da bizim yerin dibine batýrdýðýmýz sanatçýlarý
göklere çýkarýyorlar.
Peki, ne yapacaðýz?
Bizim parababalarýnýn ne yapacaklarýný bilemem;
ama ben ne yapacaðýmý biliyorum. Hele Göðceli (Adana'da
Yaþar Kemal'i böyle de çaðýrýrlar) bir gelsin;
bizim gazeteye adýmýný attýðýnda yakalayýp koca gövdesini
silkeleyeceðim:
- Ulan, Anadolu'nun tezekli köyünden çýkmýþsýn;
deli danalar gibi oradan oraya dolanmýþsýn; arzuhalcilik,
su bekçiliði, kunduracý çýraklýðý yapmýþsýn;
þimdi Mitterrand'ýn özel konuðu olup Fransa'ya gidersin;
Fransýz Akademisi'nin "Saygýdeðer" üyelerinden
ödül alýrsýn, üstelik Türkiye'de "Sakýncalý Yazarlar
Sendikasý"na üyesin. Baþýmýza bela mýsýn ulan? Sende
hiç "memleket, millet sevgisi" yok mu? Niye köylüyken
köylülüðünü bilmedin, yerinde oturmadýn?
Yoksa Nobel ödülünü de alýp tepemize mi çýkacaksýn?
Hele gelsin Yaþar Kemal, görür gününü...
:::::::::::::::::
GECELER VE GÜNDÜZLER
Yýl 1956.
Dolmuþ adýnda bir mizah dergisi yönetiyordum.
O dönemin bütün hýzlý yazarlarý ve karikatürcüleri dergide
çalýþýyorlardý. Böyle bir derginin siyasal, toplumsal
yergiler toplamasý doðal deðil midir?
Doðaldýr.
Ne var ki bu yergilere öfkelenen siyasal iktidar
kaðýdýmýzý kesti. O yýllarda Ýzmit Fabrikasý Ankara'nýn
buyruklarýna göre dergilere ve gazetelere kaðýt veriyordu.
Bu iþlerde yetkili bakan da Emin Kalafat'tý.
Kalkýp Ankara'ya gittim; bakanla görüþmek için
özel kaleme baþvurdum. Görüþme dileðim gerçekleþti,
belirli saatte Emin Kalafat'ýn yanýna girdim.
Bakan gözlüklerinin ardýndan beni süzüyordu.
Derdimi anlattým; bize her ay "tahsis edilen" kaðýdý
kestiklerini söyledim.
Kalafat:
"-Siz" dedi, "Nasýl bir politika izliyorsunuz?
Muhalif misiniz. muvafýk mýsýnýz?"
Þaþýrdým:
"-Biz" dedim, "tarafsýzýz."
Emin Kalafat alaylý bir gülücükle bana baktý, yine sordu:
"-Az mý tarafsýzsýnýz, çok mu tarafsýzsýnýz"
Alay ediyordu.
Anlamaz göründüm.
"-Biz mizah dergisiyiz, böyle bir yayýn organýnýn
iþlevi eleþtiridir, yergidir."
Konuþma bitmiþti.
---
Kaðýt vermediler bizim dergiye, karaborsadan almaya
baþladýk; hem kaðýt pahalýya geliyordu hem de
yasa dýþýna çýkýyorduk.
1957 seçimlerini bir burun farkýyla Adnan Menderes
kazanmýþtý. Ama nasýl? Adnan Bey'in sonradan
söylediði bir söz seçim akþamýndaki ruhsal durumunu
açýklar. Menderes demiþti ki:
"-Allah bir daha bana o geceyi yaþatmasýn."
Adnan Menderes'in yitireceði bir seçim deðil miydi?
Ancak kimi zaman insanoðlu mantýðýný yitiriyor;
iktidar hýrsý kiþinin saðduyusunu kör ve saðýr ediyor.
Seçim bitmiþti; Dolmuþ'ta "muhalefetimizi" sürdürüyorduk.
Her hafta kapak konusu Adnan Menderes'ti.
Ne var ki dergiyi piyasaya çýkaramýyorduk.
Biz, dergileri daðýtýma vermeden polis basýmevinden
alýp gidiyordu. Bir, iki, üç... Baktým ki iþ yürümeyecek;
Ýstanbul Basýn Savcýsý Hicabi Dinç'e baþvurdum.
O zaman Adliye Sirkeci'deki Büyük Postane binasýndaydý.
Savcýya dedim ki:
"-Eðer bu hafta da toplatacaksanýz, dergiyi çýkarmayalým."
Hicabi Dinç anlayýþlý bir tutumla beni dinledi;
sonra dostça bir yaklaþýmla:
"-Bak, Ýlhan Selçuk" dedi, "Sen akýllý bir delikanlýya
benziyorsun. Seçim bitti. Kazanan kazandý.
Artýk bir süre 'Beyefendi'nin karikatürünü yayýmlamayýn."
O ses þimdi bile kulaðýmda yankýlanýyor:
"-Beyefendi'nin karikatürünü yayýmlamayýn."
Hicabi Dinç'in odasýndan çýktým. Kapýdaki levhaya
bir göz attým: Siyah üzerine sarý yaldýzla "Ýstanbul
Basýn Savcýsý" diye yazýyordu.
Kendi kendime düþündüm:
-Neden Hukuk Fakültesi'nde okumuþtum?
---
Hicabi Dinç ile Emin Kalafat ne oldular? Bilmiyorum.
"Beyefendi"nin (Adnan Bey'in) baþýna geleni
biliyorum. Adamcaðýz keþke 1957 seçimlerini yitirseymiþ
de kurtulsaymýþ.
Çünkü "Allah bana bir daha o geceyi
yaþatmasýn" dediði geceden bin beter geceler yaþadý.
:::::::::::::::::
NOBEL EDEBÝYAT ÖDÜLÜ
Bu yýl Nobel Edebiyat Ödülü, Kolombiyalý yazar
Gabriel Garcia Marquez'e verildi. Ýsveç Akademisi
açýklamasýnda yazarýn þu niteliklerini vurgulamýþ:
-Gerçek ile gerçeküstüyü, bir anakaranýn yaþamýný
ve çeliþkilerini yansýtan, zengin bir düþ dünyasýnda
birleþtiren roman ve öykülerinden ötürü ödüle hak
kazanmýþtýr.
Marquez 54 yaþýndaymýþ; yaþamýnýn büyük bölümü
sürgünde geçmiþ; önce Paris'te, Ýspanya'da, sonra
Meksika'da yaþamýþ, BBC'nin yorumuna göre yazar,
"siyasal konularla yakýndan ilgilendiði, dikta yönetimlerine
karþý olduðu için Kolombiya baský yönetiminin
kendisini tutuklamasýndan çekiniyor"muþ.
Türk okuru Marquez'i çok iyi tanýyor; çevirileri
elden ele dolaþýyor.
---
1967 yýlýnda Guatemalalý romancý Miguel Angel
Asturias, 1971'de Þilili ozan Pablo Neruda, Nobel Edebiyat
Ödülü'nü almýþlardý. Marquez, ödül kazanan
üçüncü Güney Amerikalý edebiyatçý oluyor.
Ýlginç býr rastlantý sayýlabilir mi? Bilemem; üç sanatçý
da kendi ülkelerindeki baský yönetimlerince dýþlanmýþ
kiþilerdir. Üçü de sürgünlerde yaþamýþlardýr.
Asturias'ýn "Sayýn Baþkan" adlý yapýtýnda diktanýn
acý gerçekleri yansýtýlýr. Marquez de "Baþkan Babamýzýn
Sonbaharý"ný yazmýþtýr. Güney Amerika'daki
askeri baþkanlýk düzenlerinin ürünleridir bunlar. Üç
sanatçý da Yankee'lerin kompradorlarla birlikte yoksul
halký nasýl sömürdüklerini anlatmýþlardýr. Güney
Amerika'da geçerli vahþi kapitalizmin maskesini sanatýn
gizemli elleriyle indirmiþlerdir.
Þili, Kolombiya, Guatemala; bakýr, kahve, pamuk
üzerine dayalý tek ürünlü ekonomileriyle tipik birer
Güney Amerika toplumudurlar. Buralarda yoksullukla
zenginlik çeliþkisi alabildiðine vurgulanýr ve
Amerikan kökenli askeri darbeler birbirini izler.
Sözün burasýnda kiþinin aklýna þöyle bir soru gelebilir:
Acaba Nobel Edebiyat Ödülü niçin Asturias,
Neruda, Marquez gibi adamlara veriliyor? Nobel jürisi
komünistlerden mi oluþuyor? Yoksa iþin içinde bir
baþka bit yeniði mi var?
Nobel Edebiyat Ödülü'nün kimi zaman Churchill
gibi savaþçýlýðýyla ün yapmýþ bir politikacýya verilmesi
çoðu kiþiyi þaþýrtmýþtýr. Yine Nobel Barýþ Ödülü'nün
bütün dünyada "Ýnsan Kasabý" diye anýlan Ýsrail
Baþbakaný Menahem Begin'e verilmesi tepki yaratmýþtýr.
Gerçi Begin bu ödülü Camp David anlaþmasýný
imzaladýðý için Enver Sedat'la paylaþmýþtýr; ama
ne olursa olsun seçimin doðru olduðu söylenemez.
Nobel ödülleri üstüne çok eleþtiri yazýsý yazýlmýþ;
kitaplar yayýmlanmýþtýr. Bütün bunlara karþýn Nobel
Ödülü'nü alan kiþi tüm dünyada tanýnýr, bilinir. Þimdi
yeryüzünde çoðu kiþi Kolombiya'yý kimin yönettiðini
bilmez de "Marquez" dediniz mi hemen yanýtlar:
- Haaa, þu Nobel'i kazanan yazar deðil mi?
Yeryüzünde halklar, uluslar, ülkeler böyle tanýnýr;
sevilir; onurlanýr.
---
Biz Türkiye'den baktýðýmýzda Marquez'in Kolombiya'ya,
Astruias'ýn Guatemala'ya, Neruda'nýn Þili'ye
kötülük etmiþ birer "vatan haini" olduklarý aklýmýzýn
ucundan geçmez; oysa bunlar kendi yönetimlerince
sevilmeyen, dýþlanan, horlanan, iþkenceden geçirilen
insanlardýr.
Ne yapalým ki yazarýn gücü, baský yönetimlerinin
çaðdýþý politikalarýný aþýyor.
Batý dünyasýnýn liberal burjuvasý da az geliþmiþ
ülkelerin, tu kaka ettikleri sanatçýlarý baðrýna basýp
ödüllendiriyor.
:::::::::::::::::
BÝR ÇEVÝRMEN OLSAM
Padiþah 5'inci Mehmet Reþat, Meþrutiyet ilkelerine
özenle saygý göstermiþ bir sultandý. Paytak yürüyüþü,
þiþman gövdesi, sarkýk býyýklarý, beyaz sakalýyla
sevimli ve kalender bir görünüþü vardý. Ýttihat ve
Terakki iktidarýnýn sultaný, tüm ömründe bir tek gazeteciyle
konuþmuþ.
Saray Baþmabeyincisi Lütfi Simavi Bey'in anlattýklarýna
bakýlýrsa "melek gibi bir ihtiyar"mýþ Sultan
Reþat; çevresine karþý çok iyi davranýrmýþ, kimi zaman
"bir padiþaha yakýþmayacak kadar alçakgönüllüymüþ."
Yaþamýnda konuþtuðu tek gazeteci bir Ýngilizmiþ.
Sultan ile gazeteci arasýnda çevirmenliði Baþmabeyinci
Lütfi Simavi Bey yapmýþ.
---
Konuþma sýrasýnda Ýngiliz gazeteci padiþahýn düþkün
durumuna bakarak Lütfi Simavi Bey'e demiþ ki:
"-Doðrusu Haþmetli Sultan'ýn bu kadar ihtiyar
olduðunu bilmiyordum..."
Mehmet Reþat meraklanmýþ:
"-Ne diyor?"
Çevirmen ne desin:
"-Sizi umduðundan genç bulduðunu söylüyor
efendimiz."
Sultan Ýngilize bakmýþ:
"-Çok þükür bu kefere gibi çökmüþ deðilim."
Lütfi Simavi bu kez konuþmayý ilgiyle izleyen Ýngiliz
gazeteciye dönmüþ:
"-Sultan sizin kadar genç olmadýðýný, devlet
iþlerinden yýprandýðýný söylüyor."
---
Çevirmenlik bir sanattýr.
Kimi yabancý ülkelerin üniversitelerinde çeviri kürsüleri
vardýr. Bir dilden bir dile roman, öykü, deneme
aktarmak kolay mý? Þiirde çeviri ise olanaksýz sayýlabilir.
Bir dilde söylenen þiir bir baþka dile çevrilince
bir baþka þiir olur.
Osmanlýcadan Türkçeye çeviriler de son yýllarda
çoðaldý. Sayýn Sadýk Deniz'in "Bugünün Diliyle Divan
Þiiri" adýnda 480 sayfalýk bir yapýtý var. Ýþte oradan
seçtiðim Nabi'den bir dörtlük:
Ayb-ý fukara eder alal-fevr zuhur
Mestur kalýr hayli zaman ayb-ý kibar
Pinhan olamaz az ise de, bahye-i kefþ
Puþide kalýr hezar çak-i destar
Sadýk Deniz, Nabi'yi þöyle Türkçeleþtirmiþ:
Yoksulun ayýbý hemen çýkar ortaya
Örtülü kalýr uzun süre ayýbý kibarýn
Saklanamaz az olsa da pabuçtaki yýrtýk
Binlerce yýrtýðý saklý kalýr sarýðýn.
---
Diplomaside, edebiyatta, alým-satým iþlerindeki çevirinin
dýþýnda bir de günlük yaþamda çeviri sanatý
var. Bu çeviri dilden dile deðil ayný dilde gereklidir.
Sözgeliþi iki kalýplý kýyafetli dost sokakta karþýlaþýyor:
- Ooooo beyefendi, bu ne güzel tesadüf...
- Vaay, efendim saygýlar...
Konuþma böyle baþlýyor; ama acaba söylenen sözler
gerçek düþünceleri yansýtýyor mu? Kimbilir, belki
de bu iki kiþi içten içe þöyle düþünüyorlar:
- Ulan namussuz alçak, bugün seni gördüm; artýk
iþlerim ters gidecek demektir.
- Vaaay eþek herif nereden çýktýn karþýma?
Bir çevirmen olsa da ayný dilden konuþmalarý gerçek
anlamlarýna dönüþtürse, toplumsal yaþam altüst
olur; insanlar birbirine girer.
:::::::::::::::::
LORCAN'IN BALKONU
1939 nisanýnda Ýspanya Meclisi'nde durum:
SAÐCI PARTÝLER:
C.E.A.L. (Özerk Saðcý Ýspanyol)
Konfederasyonu ... 86
Renovaciton Espanola ... 11
Gelenekçiler ... 8
Katalan Birlik Partisi ... 12
Agraryenler (Tarýmcýlar) ... 13
Baðýmsýz Monarþistler ... 2
Milliyetçiler ... 1
Saðcý Baðýmsýzlar ... 9
MERKEZ PARTÝLERÝ
Muhafazakar Cumhuriyetçiler ... 3
Radikaller ... 6
Ýlericiler ... 6
Portella Valadares Merkez Partisi ... 14
Liberal Demokratlar ... 1
Federalistler ... 1
SOLCU PARTÝLER:
Cumhuriyetçi Birlik ... 37
Cumhuriyetçi Sol ... 80
Sosyalistler ... 90
Katalan Solu ... 38
Sendikalistler ... 2
Komünistler ... 16
Baðýmsýz Solcular ... 8
Bask Milliyetçileri ... 9
---
1982 ekiminde Ýspanya Meclisi'nde durum:
PSOE (Ýspanyol Sosyalist Ýþçi Partisi) ... 201
Halkçý Birlik ... 105
UCD (Demokratik Merkez Birliði) ... 11
CIU (Katalanya Birlik Partisi) ... 12
PNV (Ulusal Bask Partisi) ... 8
PCE (Ýspanya Komünist Partisi) ... 5
UCD-AP (Baskçýlar Koalisyonu) ... 2
CDS (Demokratik ve Sosyal Merkez Birliði ... 2
HB (Basklý, Ayrýlýkçý Radikaller) ... 2
Euskadibo Eskerra (Bask Solu) ... 1
ERC (Esquearra Republicana Catalana) ... 1
---
Her iki tablo üzerinde uzun uzun düþünmelidir
insan olan kiþi...
1939'da (Ýç Savaþ'tan sonra) Ýspanya'nýn dökümü þöyleydi:
Beþ yüz bin ev yerle bir edilmiþ, 2 milyon mahkum,
183 kent yýkýlmýþ, 500 bin sürgün, 1 milyon ölü...
Ve 40 yýllýk Franco diktasý...
40 yýllýk faþizim.
Ne iþe yaradý?
---
Federico Garcia Lorca, Ýspanya'nýn ve insanlýðýn
büyük þairidir. Faþistler, Lorca'yý (hiçbir siyasal eyleme
girmemesine karþýn) 1936'da kurþuna dizdiler.
Lorca'nýn "Hoþçakalýn" adlý þiirini A. Kadir ile Afþar
Timuçin Türkçeye çevirdiler:
Ölürsem
Açýk býrakýn balkonu.
Çocuk portakal yer.
(Balkonumdan görürüm onu.)
Orakçý ekin biçer.
(Balkonumdan duyarým onu.)
Ölürsem
Açýk býrakýn balkonu.
Açýktýr Lorca'nýn balkonu; görüyor portakal yiyen
çocuðu, duyuyor ekin biçen rençberi ve 1982 seçimlerinde
halkýn uðultusunu...
:::::::::::::::::
VÝRGÜLLERÝN ÇOKLUÐUNA ALDANMAYIN
Herkes yaþamýnda özlediði þeyleri görmek ister.
Kimisi büyüyen kýzýna bakýp dua eder:
- Mürüvvetini görmeden ölmeyeyim.
"An" ile "süreç" arasýndaki baðýntýnýn kördüðümünden
doðan bir yanýlgýdýr bu yaklaþým...
Çünkü anaya babaya çok parlak gelen gümüþ telli,
beyaz duvaklý düðünden sonra karý-kocanýn derin mutsuzluða
yuvarlanmasý da olasý deðil midir? O sýrada
ana ya da baba dünyadan ayrýlýp evrene karýþmýþsa
kime ne? Bilinçsizlikle yaþayan kiþi çocuðun
"mürüvvetini" görmüþtür ya; bu ona yeter.
Gerçekte "bencil" bir yaklaþýmdýr "mürüvvet"
özlemi; "benci" felsefenin mantýðýndan doðar.
Eski masallarda ya da Holivut filmlerindeki "mutlu
son"larla törpülenip körleþtirilmiþ insan mantýðý,
evrenin sonsuz süreçlerden oluþtuðunu unutur.
Gerçekçi ozan ne demiþ:
"Ayrýlýk yaklaþýyor her gün biraz daha
güzelim, dünya elveda,
ve merhaba
kainat."
---
Ýnsan kýsacýk yaþamýnda her þeyi göremez; ama
bakmak ile görmek, görmek ile anlamak, anlamak ile
algýlamak arasýnda, ayrýmlarý öðrenebilir.
Bu öðrenimle baþlar mutluluk...
"Öptü beni: -Bunlar kainat gibi gerçek
dudaklardýr" dedi.
-Bu ýtýr senin icadýn deðil, saçlarýndan uçan bahardýr
dedi.
"-Ýster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde:
Körler onlarý görmese de, yýldýzlar vardýr. "- dedi."
Ýnsan kýsacýk yaþamýnda çok þeyi göremez; ama
her þeyi anlayýp algýlayabilir.
Fransýz Devrimi'ni kim gördü?
O devrimin içinde yaþayan kuþaklar mý?
Sanmýyorum.
Yaþanan an ile süreç; doðru ile gerçek arasýndaki
çizgiyi de içerir. An'ý yaþarken sürecin bilincindeysen
gerçekten yaþýyorsun demektir; gerçeði bilip
de doðruyu seçersen, tam anlamýnda insansýn demektir.
Bu, mutluluðun da tanýmýdýr.
---
Namýk Kemal, ulus için özlediði mutluluðu görmeden
ölürse mezar taþýna "Vatan mahzun, ben
mahzun" diye yazýlmasýný istemiþti. Oysa insanlýðýn
akýþýyla insanýn yaþam süreci arasýnda ayrým vardýr.
Kimi insan, mutluluðu sandýða ya da kasaya kilitleyip
saklanacak bir þey sanýr. Olur mu öyle þey? Ýnsan
dakika dakika, saat saat, gün gün yaþar; mutluluk
ya da mutsuzluk saydýðýmýz sürelerin yelkovaný
durmadan döner.
Zaman bir noktada durdurulabilseydi o noktada
mutlu olanlarýn tümü sonsuzluða dek mutlu ve mutsuz
olanlarýn tümü sonsuzluða dek mutsuz olacaklardý.
Ýyi ki böyle bir noktalama olanaksýzdýr.
---
Görmek...
Ama neyi görmek?
Eðer insanýn görüþü kýsacýk ömür sürecinin ötesindeki
ufuklarý da kapsýyorsa, o insan her þeyi görüyor
demektir. Böyle bir görüþ, insanlýðýn ve Türkiye'nin
geleceðini görmekle eþ anlamlýdýr ve yaþam-ötesi
bir deðer taþýr.
Namýk Kemal'in yaklaþýmý ise yurtseverlik özlemiyle
içine düþülmüþ bir yanýlgýdýr.
Kimse insanýn, ülkenin, toplumun geleceðine nokta
koyamaz; bu baðlamda virgüllerin çokluðuna bakýp
mutsuzluða kapýlmak ise çaðdaþ insana yakýþmaz.
:::::::::::::::::
ABDÜLHAK HAMÝT BEY DEVRÝMLERÝ DÜÞÜNEBÝLÝR MÝYDÝ?
Okul sýralarýnda Namýk Kemal nasýl tanýtýlýr? Liseyi
bitirmiþ bir yurttaþa sorun:
- Namýk Kemal kimdir?
- "Vatan ve hürriyet" þairidir.
Az çok mürekkep yalamýþ ya da özellikle edebiyata
merak sarmýþ yaþlý kuþaðýn belleðine Namýk Kemal'in
kimi dizeleri yazýlmýþtýr; belki de kazýnmýþtýr:
Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yý hürriyet
Çalýþ idraki kaldýr, muktedirsen ademiyetten
Ya da:
Muini zalimin dünyada erbab-ý denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ý biinsafa hizmetten
Namýk Kemal'in þiirlerini bize ortaokulda Türkçe
öðretmenimiz Zülfikar Ortaç sevdirmiþti; çocukluk
anýlarýmýzda silinmez izleri vardýr Namýk Kemal'in;
ama aradan çok uzun bir süre geçmesine karþýn bugün
bile Namýk Kemal'in hayatýný yaþadýðý toplumsal
ortama oturtan doðru dürüst bir inceleme yoktur.
Yalnýz Namýk Kemal'in mi?
Çoðu edebiyat adamýna iliþkin yeterli yapýtý arasanýz
tarasanýz bulamazsýnýz.
---
Namýk Kemal yaþadýðý dönemde ezilmiþ, horlanmýþ,
dýþlanmýþ, sürülmüþ, hapsedilmiþ; devlet düþmaný
sayýlmýþtýr.
Yalnýz þiirlerinden ötürü mü?
Hayýr. Namýk Kemal gazetelere yazýlar yazmýþ,
toplumsal ve siyasal eleþtiriler yapmýþtýr.
Kýsaca ve kimi maddelerini özetlersek bu eleþtiriler
þu odaklarda toplanýr:
1) Yoksul halka yüklenen vergiler aðýrdýr, vergi
yöntemleri adaletsizdir. 2) Yabancýlara verilen ekonomik
ayrýcalýklar ülkenin zararýnadýr. 3) Yurtta ayrýcalýklý
çevreler vardýr ve toplumsal adaletsizliðin kaynaðý
olmaktadýrlar. 4) Tanzimat yönetiminin yabancý
devletlere uyduluk politikasý utanç vericidir. 5) Batýlý
egemenler yurt ekonomisini kýskaca almýþlardýr. 6) Dýþ
alým-satým Yunanistan'dan bile aþaðýdadýr. 7) Özgürlükler
çiðnenmektedir.
Namýk Kemal diyor ki:
"-Ayetle, hikmetle, icma (büyüklerin söz birliði)
ile, tecrübe ile, ibretle müsbettir ki insan için ne
hasýl olursa (üretilirse) say (emek) ile olur. Ýnsan neye
vasýl olursa (ulaþýrsa) say (emek) ile olur.
---
Gerçekte bugünden düne bakýldýðýnda Namýk Kemal'in
fikirlerinin bir bütünlük ve tutarlýk içinde olduðunu
söylemeye olanak yoktur; ama çeliþkili biçimde
de olsa bir düþünen kafa o döneme göre yeni istekler,
özlemler dile getirmiþ; zamanýn egemenlerini tedirgin
etmiþ; bu tutumunun faturasýný da ödemiþtir.
Ozan diyor ki:
Halimizce görmedik biz iltifat
Olmadýk ikbale asla aþina
Nezd-i devlette bilinmez kadrimiz.
Ýki yüzyýllýk Batýlýlaþma sürecinde yazarlarla,
ozanlarla, sanatçýlarla devlet yönetiminin bütünleþtiði
tek dönem Atatürk'ün saðlýðý zamanýdýr.
Öylesine ki Atatürk devrimleri kimi yazarýn ve
ozanýn düþüncelerini de aþmýþtý. Devletin yazarlar ve
ozanlar üstüne baskýsý, geriye deðil, ileriye doðru itici
güç oluþturuyordu.
Devrimleri yadsýyan ve içine sindiremeyen yazara,
ozana çaðdaþlýðý öðretip benimsetiyordu devlet...
Mehmet Akif'in, Abdülhak Hamit'in, Yahya Kemal'in
yazýlarýnda deðil, düþlerinde bile Atatürk devrimlerini
göremeyiz.
Evet, böyle bir süreci de yaþadý Türkiye...
:::::::::::::::::
ÝP
Hazreti Ömer demiþ ki:
"-Eþeðini önce baðla, sonra Tanrý'ya emanet et."
- Eþeði baðlamak için gerekli olan ne?
- Ýp.
Ama yalnýz hayvanlarý baðlamak için mi kullanýlýr
ip? Ya insanlar? Ýnsan görünümünde hayvanlar?
Uzun kulaklýlar, kamçý kuyruklular? Güçlü gördüklerinin
karþýsýnda yerlere kapanýp diz çökenler:
- Sayýn büyüðüm ben, size baðlýyým... diyenler.
Onlarýn ipi yok mu?
Çýkarlarýnýn ipleriyle birbirine baðlý deðil midir
insanlar? Ýnsancýklar? Ýpe un serenler, ipe sapa gelmeyenler,
ipini kýranlar, ipin ucunu kaçýranlar, ip cambazlarý,
ipten kazýktan kurtulmuþlar, ipsizler...
Ve ipiyle övünüp duranlar:
"Ýpimle kuþaðým
Atýmla uþaðým..."
Yaþamý ipleyenler; iplemeyenler; ipin ucunu baþkasýnýn
eline verenler...
---
Marilyn Monroe kendi kendisini öldürmeden üç
gün önce bir dostuna demiþ ki:
"-Yaþam ne tuhaf? Ýnsan tam ipi göðüslediði
an, bakýyor ki yarýþ yeniden baþlamýþ."
Ölüme dek böyle sürer.
Balýkçý aðýný iple örer, tüm kumaþlar iple dokunur,
örümcek aðýný iple yapar, ev kadýný çamaþýrýný
ipe serer, kuklacý kuklalarýný iplere baðlayýp oynatýr,
cambaz ipin üstünde kazanýr ekmek parasýný...
Ve sözde dostlar; yöneticilere öðüt verirler:
- Aman ipleri elinizde tutun.
Her insanýn tutabileceði ve tutamayacaðý ipler vardýr.
Doðanýn sonsuzluðunda ve toplumun karmaþýklýðýnda
bin, milyon, milyar, trilyon ip var. Hangisini
elinde tutacaksýn?
Gerçi Hazreti Ömer:
"-Eþeðini önce baðla, sonra Tanrý'ya emanet
et" demiþ.
Ama alçak gönüllü bir öðüt bu.
Bir toplumun içinde her insaný bir eþek saysan,
hepsini bir aðaca baðlayacak kadar ipi nerede bulacaksýn?
Baðlanan eþek ipini çözemez; ama Tanrý insana
iki el - on parmakla bir akýl vermiþ.
Ýnsan ipini çözer.
Ýnsan ipin ucunu kaçýrmamalý; ama kendi ipinin
ucunu... Baþkalarýnýn iplerini de elinde tutmaya
heveslendin mi, ipin ucunu kaçýrma tehlikesine düþersin.
Kiþioðlunun hýrsýna son yoktur; sanýrsýn ki toplumun
bireylerini milyonlarca iple kendine baðlayabilirsin.
Ne var ki böyle bir düþ ancak uykuda görülebilir.
Bunun için ne baþkasýnýn ipini elde tutmaya
yönelmeli...
Ne de baþkalarýnýn ipini çekmeye...
Eski bir özdeyiþ diyor ki:
- Asýlacaksan Ýngiliz sicimiyle asýl.
Oysa toplumun en güzel geleceðini, dirliðini ve
dinginliðini dokumak için ne daraðacýnýn ipine gerek
var ne Ýngiliz sicimine ne Amerikan urganýna...
:::::::::::::::::
ÝP CAMBAZI GEVÞEK ÝPTE YÜRÜYEMEZ...
Eskiden Anadolu'nun yoksul kasabalarýna ilkyazla
birlikte gezginci cambazlarýn akýný baþlardý.
O dönemlerde ne sinema yaygýndý ne de televizyon
vardý. Gezginci tiyatro kumpanyalarý bile büyükçe
kasabalarý yeðler; köy azmaný ilçelere uðramazlardý.
Cambazlar alçak gönüllüydüler; her yerde gösteri
yaparlardý. Soðuk kýþ gecelerini pinekleyerek geçiren,
güneþsiz günleri saya saya bitiremeyen kasaba halký
için cambaz, yeþeren doðayla birlikte yazýn habercisi
sayýlýrdý. Kasabaya gelen cambaz, kumpanyanýn
reklamýný yapmak için iki insan boyunda tahta ayaklar
takar, üstüne upuzun bir kýrmýzý pantolon geçirir,
eline bir boru alýp sokak sokak dolaþmaya baþlardý.
Çocuklar cambazýn ardýnda gürültülü çýðlýklar ve dinmeyen
gülüþmeleriyle sevinçli bir kalabalýk oluþtururlardý.
Çocukken ben de cambazlarý çok severdim. Kimsenin
yapamadýklarýný yapan kiþilerdi onlar.
Ýpin üstünde yürümek olaðanüstü bir iþ deðil miydi?
Numaralar yapan cambaza aðzý açýk bakar; çadýrlarýn
çevresinde dolanýrdým. Hiç unutmam ak saçlý
bir cambazdan duyduðum özdeyiþi:
- Cambaz gevþek ipte yürüyemez.
Kulaðýma küpe oldu bu söz.
Cambazýn sermayesi neydi? Ýki uzun kazýkla bir
gergin ip, bir de kocaman sopa...
Ýp gergin olmalýydý.
Kazýklar derine çakýlmalýydý.
Sopa elde bulunacaktý.
Ýple kazýk, kazýkla sopa arasýnda ilginç bir baðýntý
vardý. Kazýklar ne denli derine kakýlýrsa ip o ölçüde
gerilebilirdi; ipin gerilimiyle eldeki sopa cambazda
bir güvence duygusu yaratýyordu.
Ama cambaz olaðanüstü numaralarýný tek baþýna
yapmýyordu. Yardakçýlarý, yardýmcýlarý vardý. Kimi
cambaz kumpanyasýnda bir cazbant davulu, bir
klarnet bile bulunurdu. Cambaz ip üstünde yürürken
coþku verici müzik, izleyicileri etkilerdi. Herkes cambaza
bakarken kimi yankesiciler halkýn arasýnda dolaþýp
para çarpmaya çalýþýrlar, cambazýn yardýmcýlarý
da para toplamaya çýkarlardý.
Cambaz, belki on bin kez yaptýðý bir numarayý
ip üstünde yinelerken gerilim yaratmak için arada sýrada
aþaðýya düþer gibi tökezlerdi.
Herkesin yüreði aðzýna gelirdi.
---
Aradan yýllar geçti.
Ak saçlý, þiþkin pazulu, beyaz atlet fanilalý ip cambazýnýn
özdeyiþini unutmadým:
- Cambaz gevþek ipte yürüyemez.
Ýpler, kazýklar, sopalar cambazýn sabit sermayesiydiler;
gerilim iþletme sermayesini oluþturuyordu.
Cambazýn numaralarý birbirine benzese de tekdüze olsa
da izleyiciler aðzý açýk bakýyorlardý. Kimi zaman halk
arasýndan birisi çýkýp olayýn püf noktasýný açýklamaya
kalkarsa, yanýt hazýrdý:
- Aldýrma, cambaza bak!
Cambaz, ya yüksek ipin üstünde bir ileri bir geri
gidiyordu ya da tahta ayaklarýnýn üstünde yükseliyordu;
ama ayaklarýný topraða bastýðý zaman senin benim
gibi bir kimse oluveriyordu.
---
Ben cambazlarý severim; çocukluðumdan bu yana
nice cambaz gördüm; bilirim ki ne cambaz hep
ip üstünde kalabilir ne de ip hep gergin durabilir; her
cambaz eninde sonunda ayaklarýný topraða basacaktýr.
:::::::::::::::::
GECEYARISI VE ÞAFAK...
Beþ yýl önce bir güz mevsimi Ege Üniversitesi Týp
Fakültesi hastanesinde iki ay yatmýþtým.
Ýnsan hastane ya da hapisane koðuþuna isteðiyle
girmez; hayatýn zorlamasýyla düþer; bir gün önce çýkayým
diye sabýrsýzlanýr. Ben de böyle duygular içinde
yaþýyor, geceleri Bornova'nýn ýþýklarýna bakarak saðlýðýma
kavuþabilecek miyim diye düþünüyordum.
Þeker Bayramý da yaklaþýyordu.
Yaþam sürdükçe, nerede olursanýz olun, bayram
veya yýlbaþý gibi günler gelir sizi bulur; çevrenizde kimler
varsa onlarla birlikte sevincinizi paylaþýrsýnýz. Hastane
ya da mapushane gibi yerlere özgü takvim yoktur.
Bütün toplum için tek bir takvimin yapraðý her
sabah çöp tenekesine atýlýr; saatlerin duygusuz týkýrtýsý,
her insanýn yürek atýþlarý gibi zamanýn akýþýný
vurgular.
Hastanede iki kiþilik bir odada yatýyordum; bayram
gelmiþ çatmýþtý; arifeden bir gün önce yakýnýmýza
bir komþu gelmiþti. On üç on dört yaþlarýnda görünecek
kadar çelimsiz, mavi gözlü, saz benizli, saman
saçlý bir kýzdý komþumuz; böbreklerinden hastaydý,
aðýr olduðu söyleniyordu.
---
Bayram sabahý erken uyandým.
Hemþire geldi, bayramlaþtýk, odayý temizleyen görevliyle
bayramlaþtýk, koridora çýkýnca rastlaþtýðýmýz
komþularla bayramlaþýrken gözüm yeni gelen saman
saçlý kýzýn odasýna kaydý.
Kapý açýktý.
Kasketli ve yaþlý bir kiþi yataðýn yanýnda oturuyordu.
Ýçimde bir heves uyandý; gideyim, hem geçmiþ
olsun diyeyim hem bayramlaþayým.
Daldým açýk kapýdan içeri:
- Merhaba!
Yataðýn yanýndaki iskemlede yarý büklüm oturmuþ
adam doðrulup baktý.
Ben de ona baktým.
Beyaz sakallý, çökük avurtlu, çakýr gözlü adam
sanki bin yaþýndaydý. Konuþmadý; ama yüzündeki anlam
yeterliydi. Bir saniyenin onda birinde çakan ruhsal
önseziyle yataða baktým.
Ve gördüm.
Saman saçlý, mavi gözlü, saz benizli göçmen kýzý
artýk yaþamýyordu.
Yüzgeri çýktým odadan; söyleyeceðim her sözün
hiçbir þey söyleyemeyeceðini anlamak için ölünün yanýbaþýnda
oturan adamýn yüzüne ikinci kez bakmak gereksizdi.
Bayramýn herkes için bayram olamayacaðýný yeniden
öðrenmiþtim.
---
Yýlbaþý da herkes için yýlbaþý deðildir ya da herkes
için ayrý yýlbaþýdýr.
Biliyorum ki bayram ya da yýlbaþý günlerinde karamsarlýktan
uzak veya eðlenceli yazýlar yayýmlamak
Babýali'de kuraldýr; hem de iyi bir kuraldýr. Çünkü
insanlarýn ölümleri, hastalýklarý, mahpusluklarý da doðal
sayýlmalý; hayatýn çözümlenebilecek sorunlarýný göðüslemek,
çaresizliklerini soylu bir davranýþla sineye
çekmek çaðdaþ insanýn mantýðý olmalýdýr.
Ama haksýzlýklarýn ve baskýlarýn yoðunlaþýp aðýrlaþtýðý
dünyamýzda ortaklaþa yaþanan anlamlý günleri
salt yapay bir neþeyle geçiþtirmek zorunda deðiliz;
önemli günler önemli sorunlarý da anýmsatmalý.
Dünü bugüne baðlayan gece yarýsý, eski yýldan
yeni yýla geçerken, elimdeki kadehi, dünyanýn neresinde
olursa olsun insanlýðýn aydýnlýðý için emek ve
uðraþ veren tanýdýðým ve tanýmadýðým dostlar onuruna
kaldýrdým; Türkiyemizin her yanýna serpilmiþ sevgili
ve yürekli arkadaþlarýmý andým.
Biliyordum ki yýlbaþý hepimiz için ayný yýlbaþý deðildi;
deðiþik koþullardaydýk.
Ama duygularýmýzýn bütün uzaklýklarý aþarak ayný
anda kesiþtiðini bilmek mutluluðunu paylaþabilirdik.
Geceyarýsý, yeni yýla girerken bir süre sonra þafaðýn
sökeceðini ve sabah olacaðýný hepimiz biliyorduk,
biliyoruz.
:::::::::::::::::
GÖÇERKEN...
- Sen nerelisin?
- Bursa'da doðmuþum, ama babam Yanyalýdýr.
- Ya sen?
- Kerkük'ten göçmüþüz, Elazýð'a yerleþmiþiz.
- Sen?
- Ýstanbul'a Priþtine'den gelmiþiz, ben Kadýköylüyüm.
- Sen?
- Antalyalýyým, ailem Girit'in Kandiyasý'ndan
ayrýlmak zorunda kalmýþ.
- Sen?
- Annem Gebzeli, babam Düzceli, büyükbabam
Daðýstan'da doðmuþ.
- Sen?
- Baðdat düþtükten sonra bizimkiler Adana'ya
taþýnmýþlar, ben doðma büyüme Ceyhanlýyým.
- Sen?
- Dedemin babasýný Osmanlý Devleti Cebelilübnan'a
görevle yollamýþ, dedem ve babam orada doðmuþlar,
ben Ýzmirliyim.
- Sen?
- Anam Tatar Türklerinden, babam Bulgaristan
göçmeni, ben Eskiþehirliyim...
- Sen?
- Bizimkiler Ýþkodralý olduklarýný söyler, gözlerimi
Edirne'de açtým.
Osmanlý Ýmparatorluðu geçen yüzyýl içinde, yýkana
yýkana çeken kumaþ gibi savaþa savaþa daraldýkça,
serhat kapýlarýnda yaþayan Türkler dayanamayýp
Anadolu'ya göçmüþler.
Göç mesleðimiz deðil mi?
Tarih kitaplarýndaki kýrmýzý göç yollarý kol kol
bilincimize kazýnmýþ. Sen kalk Orta Asya'dan Anadolu'ya
gel, Anadolu'dan kalk Balkanlara, Adalara,
Arabistan çöllerine...
Ne serüven?...
---
Ama serüven bitmemiþ ki...
- Oðlun nerede?
- Almanya'da...
- Neden?
- Çalýþmaya gitti...
- Kaç yýl oldu?
- Sekiz.
- Ya senin kýz?
- Hollanda'da.
- Ne yapýyor?
- Fabrikada iþçi.
- Dönecek mi?
- Bilinmez.
- Amcaoðlundan haber?
- Selamý var.
- Nerede?
- Belçika'da.
- Ýyi mi?
- Ne de olsa gurbet...
- Küçük oðlan?
- Kaçtý...
- Niçin
- Siyasi...
- Baldýz?
- Fransa'da.
- Ýþi?
- Konfeksiyon.
Dýþarýdaki 1.5 milyon gurbetçi, Anadolu'da 1.5
milyon ev ve aile demektir.
Her mahallemizde bir damýn üstüne gurbet kuþu
tünemiþ.
---
Göç bu kadarla kalýyor mu?
Bir de iç göç var.
Her büyük kentin yarýsýndan çoðu gecekondu.
Ýstanbul'un, Ankara'nýn, Ýzmir'in ve öteki büyük
kentlerin çepçevre köyden göçenlerle kuþatýlmasý, geleneðimize
uygun bir görenek oluþturuyor.
Kimse tedirgin olmasýn, tarihimiz göçle baþlamýþ,
hayatýmýz göçle sürüyor.
Evliya Çelebi düþünde Hazreti Muhammed'i görmüþ,
þaþkýnlýktan dili sürçmüþ "Þefaat ya Resulallah"
diyeceði yerde "Seyahat ya Resulallah" demiþ, tüm
ömrünce ordan oraya dolaþmýþ durmuþ. Biz de Evliya
Çelebi'nin torunlarý deðil miyiz? Evvel ve ahir göçmenliðimiz
ulusal karakterimizdir.
Ne var ki göçmek var, göçmek var...
Asya'dan Önasya'ya, serhatten Anadolu'ya, Anadolu'dan
Avrupa'ya, köyden kente göçmek bir þey deðil
de en küçük bir depremde evimiz baþýmýza göçmüyor mu?
Ýþte o zaman göçmen millet olduðumuzu acý acý
anlýyoruz.
:::::::::::::::::
KALK AYAÐA
Sýradan hastalýk önemli deðil; ama aðýr hastalýk
hem vurgunu yiyeni hem çevresini sarsar.
Sevdiðin biri yataða düþtü mü dostluk iliþkileri
güçleþir; yapaylaþýr. Hastayý görmeye gitmeli mi? Doktora
sorarsan bilinen yanýtý verecektir:
- Alaturkalýk etmeyin, hastanýn dinlenmesi gerekiyor;
þakaya gelmez bu iþ...
Uygarca, akýllýca davranýp gitmedin mi hasta alýnabilir;
iyileþti mi gönlünde ters duygular oluþmaya baþlar:
- Ölüyorduk da gelmedin...
Diyelim hastayý görmeye gittin; kolonya ya da
çiçek alýp odanýn kapýsýný týklattýn; geçmiþ olsun dedikten
sonra ne konuþacaksýn? Gerçeklerden kaçacaksýn:
- Domuz gibisin maþallah...
- Bu kez de ölmedin, sana bir þey olmaz; ulan
senin Azrail'le anlaþman mý var?
---
Hastanýn durumu da zordur.
Eðer Aziz Nesin gibi birisine piyango vurursa,
yandý gitti. Çünkü kuyruðu dik tutmak için elinden
ne gelirse yapmaya çalýþacaktýr; bu iþ hastalýktan da
beterdir. Dost çevresi bir yana, toplumun gözleri üstündedir;
hasta yüreðinde kopan fýrtýnalarý, kuþkularý,
sorularý, duygularý, istenciyle ördüðü katý kabuðun
ardýna saklayarak dünya tiyatrosunun en zor rollerinden
birini üstlenecektir.
- Ho ho... Korkuttum hepinizi deðil mi?
- Ha þöyle, kýymetimi bilin biraz...
- Ýþte çalýþtým çabaladým; herkes gibi en sonunda
da ben de hastalanabildim...
- Destur! Ölmedik ulan...
Geniþ çevre-mizah yazarýndan hasta döþeðinde de
mizah bekleyecektir; toplumcu yazardan kabadayýlýk;
ozandan þairane bir tutum ve davranýþ.
Aziz Nesin'de bu niteliklerin üçü de bulunduðundan
durumu daha da kötü. Hastalanmak bir þey deðil,
omzundaki bu yük adamýn canýna okur.
---
Aziz'i hastanede görmeye gitmedim. Gazetelerde
okuduklarýma bakýlýrsa, sað yaný tutmuyor, ama kuyruðu
dik tutuyor; hem þiir yazýyor hem mizah yapýyor.
Demiþ ki:
- Bundan böyle sol elimle yazarým.
Yazar mý yazar.
Aziz kuyruðu dik tutmayý becerebildiðine göre iyileþecek
demektir. Çünkü yaþam, bir ömür boyu süren
tiyatrodur; insan dünyaya gelir; kiþiliðini oluþturur;
sonra bu oluþumun yörüngesinden ayrýlamaz; kiþiliðinin
gerektirdiði tutum ve davranýþýn dýþýna çýkamaz.
Aziz Nesin olduðu gibi deðil, herkesin olmasýný
istediði gibi olmak zorundadýr; seçim olanaðý yoktur;
bir baþka seçenek yaratamayacak kadar toplumsallaþmýþtýr;
özgür deðildir artýk; hastayken bile Aziz Nesin
gibi yaþayacaktýr.
---
Beþ yýl önce bir yürek vurgunu yüzünden Ege Týp
Fakültesi Hastanesi'nde yatýyordum. Ýyileþme sürecine
girince eksik olmasýnlar, gelen gidenler çoðaldý. Bir
gün yaþlý-baþlý (üstelik aðýr-baþlý) eðitimciler, öðretmenler
"geçmiþ olsun"a gelmiþlerdi. Biz "ciddi"
konular üzerinde konuþurken kapýdan Aziz Nesin
içeri girdi; baðýrdý:
- Kalk ayaða bakayým!..
Sevincimden mi, verilen emre uymak için mi neden
bilmem, yataðýn üstünde ayaða kalktým. Yaþlý baþlý
eðitimciler biraz þaþkýnlýkla olan bitene bakýyorlardý,
gülüþmeye baþladýk.
Þimdi zamanýný bekliyorum -daha o zaman
gelmedi- Aziz kendisini biraz daha kalafata çeksin,
hastaneye varýp odasýna girerken baðýracaðým:
- Kalk bakayým!..
Hele kalkmasýn, görür gününü...
:::::::::::::::::
SÝZE DE ÇIKABÝLÝR!...
Milli Piyango'dan bilet alan kiþinin "büyük ikramiye
kazanma þansý nedir?"
Milyonda bir mi?
Çevremde çoðu kiþinin Milli Piyango bileti aldýðýný
izliyorum. Sokakta, çarþýda, pazarda Milli Piyango
kasketi giymiþ satýcýlarýn yanýndan geçerken baþtan çýkarýcý
bir ses insanýn bilinçaltýný gýdýklýyor:
- Size de çýkabilir!
---
Oysa çevremizde Milli Piyango talihlisinden daha
çok günlük yaþamýn talihsizi var.
Her Tanrýnýn günü amorti vuran vurana... Gazetelerde
neler okuyoruz. Sokakta yürüyen adamýn baþýna
dördüncü kattan saksý düþmüþ... Kaldýrýmda komþusuyla
yarenlik eden kadýna frenleri patlayan taksi
bindirmiþ... Ev sahibi sinirlenip kiracýsýný öldüresiye
dövmüþ... Uykulu sürücünün kullandýðý kamyon gecekonduya
girip beþ kiþiyi ezmiþ... Televizyon izlerken
birden fenalaþýp hastaneye kaldýrýlmýþ... Karýsý için ileri
geri konuþan mahalle arkadaþýný býçakla doðrayýp karakola
teslim olmuþ... Asýlsýz ihbarlarla tutuklandýktan
üç yýl sonra aklanmýþ... Üst geçitin merdivenlerinde
kalp krizi geçirmiþ...
Ýnsanýn bu gibi durumlarda gideceði yer neresidir?
Ýlkyardým merkezi mi? Mahalle karakolu mu? Emniyet
müdürlüðü mü? Tutuklu koðuþu mu? Mahpushane
ranzasý mý? Hastane yataðý mý? Nöbetçi mahkeme mi?
Yaþamýn kaçýnýlmaz piyangosunda böyle bir
"ikramiye" -Allah göstermesin- size de çýkabilir ya
da amorti vurabilir.
---
Otuz yýldan beri devlet hizmetinde çalýþan bir yargýç
arkadaþýmla konuþuyordum. Gece gündüz demeden
çalýþýyor, akþamlarý da evde boþ durmuyormuþ;
yüzlerce dosya arasýnda çýrpýnýyormuþ; iþlerin aðýrlýðý
saðlýklý karar vermesini engelliyormuþ; her dosyanýn
içeriðinde yanýtý verilmemiþ sorularýn çengelleri kafasýna
takýldýðýndan geceleri uyuyamýyormuþ.
Tedirgindi:
- Ýyi bir adalet mekanizmasý kurmayan toplumun
mutlu olmasý olanaksýz.
Yargýç kadrolarý eksikti; yeni kadrolara gereksinme
vardý: Cezaevlerinde koþullar akýl almaz biçimde
bozuktu; yargýç dostum açýkça yakýnýyordu:
- Bir sanýðý tutuklamak ya da mahkum etmek
gerektiðinde cezaevlerinin durumunu düþündükçe boðuluyorum;
karar vermekten çekiniyorum.
Yargýç böyleyken hekimlerin vicdan hesaplaþmalarýnda
daha aðýr durum tartýþmasý yapýlýr. Bir doktor
günde kaç hastaya doðru dürüst bakabilir? Araç
gereç yetersizliði, hastanelerde nitelikli personelin eksikliði,
yatak azlýðýnýn yaný sýra hekimlerin omuzlarýna
binen yükün aðýrlýðý altýnda kaç hastanýn hayatý
kaymýþtýr? Allah kimseyi hastaneye düþürmesin; ama:
- Size de çýkabilir!
---
Peki, durum böyleyken genel seçimlerde (6 Kasým)
en çok "Boðaz Köprüsü" tartýþmasý yapýlmasýna
ne dersiniz?
"Köprüyü sattým satacaðým; yenisini yaptým,
yapacaðým" çeþitlemesi günlerce sürdü; gazetelerin birinci
sayfalarýný kapladý; televizyon tartýþmalarýna yansýdý.
Adalet, saðlýk, mahkeme, cezaevleri ve hastanelerin
durumu hiç konuþuldu mu? Sanýrsýnýz ki hayat
piyangosunda kendisine "hastane ya da mahpushane
ikramiyesi"nin vuracaðýný kimse düþünmüyor; herkes
Ýstanbul Boðazý'ný, köprüden geçmenin keyfini
düþlüyor.
Ýstanbul Boðazý'na bir deðil beþ köprü kursan ne
yazar? Bir hastane ya da mahpushane yataðýnda üç
kiþinin yattýðý ülkede "köprü tartýþmasý" saðlýklý bir
gösterge midir?
---
Ýnsanoðlu güçlüyken yaþlanacaðýný, hastalanabileceðini,
cezaevine ya da mahkemeye düþebileceðini aklýna
getirmiyor; bu gibi iþler hep baþkasýnýn baþýna gelecekmiþ
sanýsýna kapýlýyor. Bir aralýk adaleti horlayan,
hukuku dýþlayan ve insan haklarýný çiðnemek için
epey çaba gösteren eski "ünlüler"in þimdi "hukuk,
insan haklarý ve adaletten" söz açtýðýný iþittikçe aklýma
hep MiÝli Piyango'nun sloganý geliyor:
- Size de çýkabilir!..
:::::::::::::::::
DOÐAN'I DOÐA'YA VERDÝK
5 Kasým 1983 Cumartesi. Bostancý iskelesinde bir
motor. Motorun içinde bir tabut. Tabutun içinde Doðan
Avcýoðlu. Yanýnda Ýlhami Soysal. Rýhtýmda ben.
Ýþaretle soruyorum: Ýster misin, geleyim mi? Ýlhami
elini sallýyor: Sen git! Biz geliyoruz.
Vapura biniyorum. Gök kurþuni. Hava esintisiz.
Deniz kýmýltýsýz. Görüþ uzaklýðý görebildiðin kadar. Vapur
Büyükada'ya erken vardý. Doðan'ý taþýyan motor
on dakika sonra rýhtýma yanaþtý. Teknenin baþýnda
imam efendi öteki dünyanýn kaptaný gibi dikilmiþ. Doðan'ýn
tabutunu aldýlar. Ýskeleden arabalarýn durduðu
meydana kadar omuzlarda taþýdýlar. Bir faytonun ön
koltuðuna yanlamasýna uzattýlar. Ýlhami'yle Nejat arka
koltuða oturdular. Tabut handiyse kucaklarýnda.
Dah dedi arabacý atlara. Ada turuna çýkýyorlar sanýrsýnýz.
Peþlerine düþtük. Büyükada'nýn sokaklarýný geçiyoruz.
Sonbahar dört bir köþeden ilkbahar gibi fýþkýrmýþ.
Mezarlýðýn bulunduðu tepenin yokuþu dik. Faytonlarýn
bazýlarý yolda kaldý. Topluluk soluklana soluklana
yokuþu çýkýyor. Tepeye vardýk. Bulutlar daha
da alçalmýþ gibi. Bir bulut yere yaklaþtý. Göðsümüze
abanýp boðazýmýzý týkadý.
Doðan'ý doðaya verdik.
Dönerken gök boþandý.
Doðan Avcýoðlu ile arkadaþlýðýmýz 1950'lerin ortalarýnda
baþladý. Yaklaþýk otuz yýl sürdü. Belleðimde
bir kitap dolusu aný birikiminin aðýrlýðý var. Doðan,
bir köþe yazýsýna sýðacak adam deðildir.
Otuz yýl süren dostluðumuzun bir ekseni oldu:
1950'lerin Ankarasý'nda hep Türkiye'yi konuþur, çaðdaþlaþma,
baðýmsýzlaþma, uygarlaþma atýlýmýnýn nasýl
gerçekleþeceðini tartýþýrdýk. Ölümünü bilinçle beklerken
bu gündem deðiþmedi.
Bir dostum içtenlikle þöyle demiþti:
- Ben Avcýoðlu'nun yazdýklarýnýn yarýsý kadar
ürün versem mutlu ölürdüm.
Ama Doðan'ýn gözleri arkada kaldý.
Çünkü yaptýklarýný ve yazdýklarýný yeterli görmüyordu.
Çalýþmaya doyamayan bir insandý. Türkiye'deki
uyanýþ hýzýyla Doðan'ýn yüreðinin atýþlarý arasýndaki
ters orantý, yaþamýnýn temel gerilimini yaratýyordu.
Bilincinin son ýþýðý Avcýoðlu'nun beyninde sönünceye
kadar bu gerilim sürmüþtür.
---
Doðan yeryüzündeki çatýþmalarýn omurgasýný oluþturan
"daha az sömürü, daha çok özgürlük" kavgasýnýn
bir insan ömrüne sýðmayacak süreçlerini çok iyi
bilirdi. Avcýoðlu'nun sabýrsýzlýðý yalnýz yurtseverliðinin
itici gücünden doðmuyordu. Tarihimizi neredeyse
"özümsemiþ" diyebileceðim Doðan, toplumsal potansiyellerimizin
ülkeyi çaðdaþlýk düzeyine ulaþtýracak atýlýmlar
için yeterli olduðuna inanýyor, gecikmelerin büyük
tehlikeleri gündeme getireceðini hesaplýyordu.
"Ekonomik Sevr" deyimi onun son yazýlarýndan birinde
ortaya atýlmýþtýr. Ortadoðu haritasýný yeniden çizmeye
kararlý görünen dýþ güçlerin ancak "Ekonomik
Sevr"le zayýf düþmüþ bir Türkiye'ye siyasal Sevr'in
sayfalarýný yeniden açmak yolunda baský yapabileceklerini
Avcýoðlu çok öncesinden görmüþ; her gecikmenin
sorunlarýmýzý çözümsüzlüðe sürükleyeceðini anlamýþtýr.
---
Doðan 57 yýllýk yaþamýna 10 insanýn hayatýný sýð-
dýrdý; günlerini aylara, aylarýný yýllara dönüþtürdü; dopdolu
bir yürekle gözlerini kapadý.
Büyükada'nýn doruðunda Doðan'ý uðurladýktan
sonra aþaðýya doðru yürümeye baþladýk. Yaðmur, topraðýn
kokusunu buharlaþtýrmýþtý. Güz yapraklarýnýn
rengi içimizdeki hüzünle uyumlu yankýlar oluþturuyordu.
Ýskeleye vardýðýmýzda ilk vapurun kalkýþýna iki buçuk
saat olduðunu öðrendik. Ýçimizden kimileri Doðan'ýn
rakýyý sevdiðini anýmsayarak dediler ki:
- Doðan'a içelim.
Bir boþ lokanta bulup girdik, rakýlarý söyledik,
ilk kadehleri kaldýrdýk.
- Devrimciler ölmez; ruhlarý birbirine geçer, birbirlerinin
gözleriyle bakarlar, birbirlerini sevecenlikle
anarlar, birbirlerinin yürekleriyle duyarlar.
:::::::::::::::::
YUSUF ZÝYA'DAN
Yusuf Ziya Ortaç, tiril tiril giyinir; takacaðý kravatý,
yiyeceði yemeði, söyleyeceði sözü özenle seçerdi.
Taþý gediðine koymaktan hoþlanýr; ama tartýþmadan
kaçýnýr, gerekçesini içtenlikle açýklardý:
"-Tartrþmayý sevmem; çünkü tartýþma bittikten
sonra da kavga içimde sürer."
Abdullah Efendi ile Pandeli'nin lokantalarý arasýnda
mekik dokur, kimi zaman Emin Efendi'ye, Konyalý'ya
uðrardý. Yiyeceði yemekleri kuyumcu dükkanýnda
deðerli taþ seçercesine seçer; bizim kuþaða acýrdý:
"-Siz sandviç nesliniz!"
Türkçe damaðýnýn tadýydý; doðruyu yansýtmasa da
yergiye bayýlýr, gerçeði çarpýtsa da nükteyi yeðler; bir
tümceyle bir kitaplýk lafý özetlerdi.
---
Bir ara oldukça aðýr kalp krizi geçirdi; uzun süre
hastanede yattý. Adnan Menderes'le arasý iyiydi. Zamanýn
Baþbakaný, her gün Yusuf Ziya'yý aratýr, sordurur,
bir isteði olup olmadýðýný öðrenmek isterdi. Bu
ilgi Yusuf Ziya'yý etkiledi; Ýsmet Paþa ile Adnan Bey
arasýnda karþýlaþtýrmalar yapar, yine tek tümcede sonucu
vurgulardý:
"-Biri gönül adamý, öteki akýl adamý..."
Menderes Yassýada'da yargýlanýrken Yusuf Ziya Ortaç'ýn
tanýklýðýna baþvurmak istediler; kaçýndý, gitmedi;
kalbinin zayýflýðýný ileri sürerek doktor raporu gönderdi.
O günlerde tedirgindi; yeni yönetimle çatýþmak
istemiyor, Adnan Bey'i açýkça suçlamaya gönlü elvermiyordu.
Menderes sonunda asýldý.
Aradan yýllar geçti; Yusuf Ziya'nýn iç dünyasýný
bildiðimden bir gün sordum:
Çok mu üzüldünüz?
Hemen yanýt vermedi; gözlüklerinin arkasýndan
parlayan bakýþlarý durgunlaþtý; bir süre sonra yiyeceði
yemekleri lokantanýn listesinde saptamýþçasýna rahatladý;
kullanacaðý sözcükleri bulmuþtu:
"-Ne diyorsýýn Ýlhan!.. Yüreðimde sallandý."
---
Yusuf Ziya yazýnýn iyisini kötüsünü hemen anlar;
bu konuda hatýr gönül dinlemezdi. Ünlü bir yazarýn
yazýsýný beðenmemiþti; ama nedenini bulamýyordu; düþündü,
taþýndý; sonunda gerekçesini özetledi:
"-Bu yazý gazete yazýsý olmuþ, ben dergi çýkarýyorum;
dergi yazýsý isterim."
Gazete için çalakalem yazýlýrdý; dergi için özen isterdi.
Kendisi de haftalýk baþyazýsýný yazarken zorlanýrdý:
"-Yazdýðým yazý yazabileceðim en iyi yazýdýr,
yoksa yayýmlamam."
---
Adnan Bey'i sever, Ýsmet Paþa'yý sayar, Celal Bayar'dan
çekinir, gerisine boþverirdi. Yusuf Ziya'nýn Akbaba'sý
birini gagaladý mý baþkent kulislerine yansýrdý.
Mizah, nükte, yergi, öykü, çizgi dünyasýnda yaþardý
Yusuf Ziya; ama politikada Menderes'i ne denli gözetse,
Ýsmet Paþa'nýn "devlet" olduðunun bilincindeydi.
Çok sevip sýk sýk yinelediði bir özdeyiþi vardý:
"-Ýsmet Paþa'nýn arkasýnda Ýnönü Meydan Muharebesi
var, Adnan Bey'in arkasýnda Terzi Ýzzet'in ceketi var."
---
1940'larýn sonlarýna doðru Orhan Veli "Yaprak"
adýyla tek yapraklýk bir edebiyat dergisi çýkarmýþtý Yusuf
Ziya'nýn eleþtirisi yine tek tümce idi:
"-Zavallý Orhan, eline bir yaprak almýþ, kendini
ormanda sanýyor."
Zaman Ortaç'ýn deðer yargýlarýný deðiþtirdi.
1962'de bir þiir kitabý çýkardý Yusuf Ziya; önsözüne
þunu yazdý:
"- Ben þiirin en iddiasýz adamýyým. O büyük iþe
benim gücüm yetmez. (...) Eðer yarýnýn büyük heykelini
yapacaklara biraz kum, biraz taþ hazýrlayabildimse,
bahtiyar olmama yeter."
Kitaptan bir dörtlük:
"Bir gün basacak beni de
Göðsüne bu anne toprak
Görecekler ellerimi
Bir çýnarla yaprak yaprak..."
:::::::::::::::::
NARÝSKÝN'ÝN SAZI...
Puþkin döneminde Çarlýk Rusyasý, eþ zamandaki
Batý Avrupa'dan çok gerideydi.
Bu söylediðim süreç 19'uncu yüzyýlýn baþlarýnda
yaþanýyor; Puþkin; soylu bir aileden gelmesine karþýn
"liberal" fikirleri daha ilk þiirlerinde dile getirdiðinden
Besarabya'ya sürülüyor. O yýllarýn toplumsal yapýsýnda
kölelik düzeninin kalýtýmý küçümsenmeyecek
ölçüde güçlüdür; kilisenin desteðiyle sürdürülür; soylularýn
uçsuz bucaksýz topraklarýnda çalýþan köylüler
köle kimliðinden ötede kiþiliðe kavuþamazlar.
Puþkin'i bu düzene karþý çýkmasý için kimse zorlamamýþtý;
ama soylu olmasýna karþýn hangi þeytan dürttü
þairi? Bu ünlü yazar neden dili olmayanlarýn dili
olmaya çalýþtý?
Soyluluðun rahatý bir yerine mi batmýþtý?
---
"Puþkin'in Rusyasý"nda soylulardan Nariskin, kölelerden
oluþan bir orkestra kurmuþ. Her bir köle piyanonun
bir tuþunu oluþturuyor varsayýn. Ýnsanlardan
meydana gelen bu tuhaf çalgýyý koroyla birbirine karýþtýrmamak
gereðini unutmayalým. Çünkü Nariskin'in
sazýnda her köle bir, yalnýz bir notayý dile getirir;
her biri görevli olduðu notanýn adýný taþýr; bu ad ile
çaðrýlýrmýþ.
Zaman geçtikçe, adamlarýn gerçek adlarý unutulmuþ,
sokakta görüldükleri zaman.
- Bakýn, denirmiþ, Nariskin'in fa'sý geçiyor.
- Ýþte Nariskin'in do'su.
- Hey!.. Nariskin'in mi'si, baksana buraya!..
- Nariskin'in re'si nasýlsýn?
Nariskin'in köleleri birer nota olmayý benimsemiþler;
bu iþlevi yerine getirebilmek için yetenek ister; ayrýca
tarlada toprakta beygir ya da öküz gibi kullanýlmaktan
daha iyi bir görev deðil mi! Köylülerin hiçbirinde
direnme görülmüyor, kendilerine sorulduðunda:
- Sen kimsin?
- Nariskin'in fa'sýyým.
Ya da:
- Nariskin'in si'siyim.
Bir yaþam boyu hep ayný sesi çýkararak yaþayýp
ölmek, kimileri için alýnyazýsý mý?
---
Konuya eðilirken iki noktayý unutmaktan sakýnmalýyýz.
Çünkü olayýn iki yaný var.
Nariskin'in tuhaf çalgýsýndan hep belirli sesler çýkmasý,
Puþkin'in ve Puþkin'lerin ortaya çýkmasýný engellemiyor.
Puþkin, Fransýz Devrimi'nin ve Ýnsan Haklarý
Bildirisi'nin coþkular yarattýðý bir dünyanýn aydýnýdýr.
Nariskin'in insanlardan oluþan çalgýsý, sazý ya da
"aleti" hangi sesleri çýkarýrsa çýkarsýn, Puþkin'i etkilemiyor.
Tarihi biçimlendirecek olan, yeni düþüncelerin ve
akýmlarýn insanýdýr, þairidir, yazarýdýr. Puþkin; biliyor
ki Nariskin'in do'su, la'sý, fa'sý tepki göstermese de doðruyu
aramak ve söylemek kendisine düþer.
Puþkin kendisine düþeni yapýyor.
---
Olayýn ikinci yaný nedir?
Kölelik ille de prangalar, kelepçeler,, demir parmaklýklar
ve taþ duvarlarla somutlaþan bir kurum deðildir.
Nitekim, Nariskin'in do'su, re'si, fa'sý, mi'si ve
öteki notalarýnýn ellerinde kelepçe ve ayaklarýnda bukaðý
yoktu; uygarlýðýn bugün bile övündüðü sanat
ürünlerini seslendiriyorlar, Bach'tan, Vivaldi'den, Couperin'den,
Hendel'den parçalar söylüyorlardý; ama
yaptýklarý iþ benliklerini kölelikten kurtarmak için yeterli
deðildi.
---
Çaðýmýzda bu türde çok insan vardýr.
O insan egemenin buyruðunda do-re-mi-fa olmakla
iþ yaptýðýný sanýr; ancak bir alettir. Çünkü özgürce
düþünmekten, dünyayý kavramaktan, baðýmsýz eleþtiriden,
bilimsel kuþkuculuktan yoksundur; kelepçe onun
kafasýna takýlmýþ, bukaðý beynine vurulmuþtur.
:::::::::::::::::
LAMARTÝNE NE DEMÝÞ?
Ünlü Fransýz ozaný Alphonse de Lamartine 1833'te
yazdýðý "Doðuya Gezi" kitabýnda diyor ki:
"-Osmanlý Ýmparatorluðu'nun daðýlmasý durumunda
Avrupa ülkelerinden her hiri, kongrelerin kendilerine
gösterecekleri, imparatorluðun bir kýsmýný himayeleri
altýna alacaklardýr. Avrupa'nýn hakký olarak
düþünülecek bu egemenlik biçimi, genel olarak topraðýn
veya kýyýlarýn bir bölümüne sahip çýkarak buralarda
ya serbest þehirler yahut Avrupa'ya baðlý sömürge
alanlarý yahut da ticaret limanlarý veya iskeleleri kurmak
þeklinde belirecektir. Her Avrupalý devletin kendi
himayesi altýna aldýðý bölgede uygulayacaðý politika
silahlý ve uygarlaþtýrýcý bir el koyma olacaktýr."
Eleþtirmen Sainte-Bauve'ün "ruhundan baþka hiç
bir þeyi bilmeyen bilgisiz" diye tanýmladýðý Lamartine,
diplomat ve politikacýydý; çaðýna göre çok þey bildiði
yazdýðý kitaplardan bellidir; hele Osmanlý Ýmparatorluðu'nun
geleceði konusundaki öngörüsü büyük
oranda gerçekleþmiþtir. Parçaladýklarý imparatorluðun
bölümlerini Avrupa devletleri paylaþmýþlar, sömürge
alanlarý oluþturmuþlar, serbest bölgeler kurmuþlar, sözümona,
"uygarlaþtýrýcý" politikayý silahla yürürlüðe koymuþlar.
Planýn en çarpýcý örneði de þimdi yeniden bölünen
Lübnan'dýr. Batý emperyalizmi daha önce Osmanlý
Ýmparatorluðu'na uyguladýðý politikayý Birinci Dünya
Savaþý'nda siyasal haritalarý Londra ve Paris'te çizilen
yapay devletlerde yinelenmektedir; bu kez Fransa'nýn
ve Ýngiltere'nin yerini (dünyanýn çoðu bölgesinde olduðu
gibi) dolduran ABD, "böl ve yönet" formülünü
elinden geldiðince kullanmaktadýr.
---
Ýnsan çoðu kez tarih kitaplarýný kendisinin dýþýndaki
bir dünyanýn öyküsü gibi okur; tarihin içinde yaþadýðýný
düþünmez.
Oysa hepimiz tarihsel devinimin birer parçasýyýz.
Burnumuzun dibinde Ortadoðu haritasýnýn yeniden çizildiðini
görmüyor muyuz? Türkiye haritasýný kendilerine
göre deðiþtirmek isteyenlerin varlýðý yadsýnabilir
mi? Okul kitaplarýnda Osmanlý devletinin nasýl parçalandýðý
açýkça yazýlýdýr; Lamartine'in vurguladýðý
"serbest þehirler"; Avrupa'ya baðlý sömürge alanlarý
"ticaret limanlarý"nýn anlamýný bilmiyor muyuz? Nasýl
oluyor da tarihin bize öðrettiðini unutarak Türkiye'de
yeniden serbest bölgeler, ticaret limanlarý oluþturmaya
çalýþýyoruz? Acaba bu unutkanlýk neden? Osmanlý
devletinde enerji güçleri, yeraltý kaynaklarý, demiryollarý,
bankalar yabancý sermayenin güdümünde deðil
miydi? Nasýl oluyor da bugün "yabancý sermaye
ideolojisi" ülke içinde bunca yandaþ bulabiliyor?
Yanýt kolay:
- Türkiye'de kimi çevrelerin Tanrýsý para ve kardýr,
bunlar tarihin derslerini ulusal bellekten silerek
her türlü geliþmeyi kar motorunun saðlayacaðýna herkesi
inandýrmak istiyorlar; para hýrsý öylesine gözlerini
bürümüþtür ki yabancýlarla ortaklýkta kendi ülkelerini
de kullanarak amaçlarýna ulaþmayý yeðlemektedirler.
Ne var ki bu para ve kar güdüsünün son otuz
yýlda Türkiye'ye getirdiði yerde çýðlýklar duyuyoruz.
Birileri baðýrýyorlar:
- Sevr'i hortlatacaðýz.
Ermeni terörü perde arkasýndaki güçlerin siyasetine
dönüþüyor; Panhelenizm Doðu Akdeniz'e sarkýyor:
Siyonizm Amerika'nýn Ortadoðu politikasýnýn adý
oluyor. Yakýndoðu haritalarý yeniden çizilirken ve Ýsrail
Türkiye'yi "güvenlik alaný" içinde ilan ederken Siyonizmin
parasal gücüne Türkiye'nin tüm kaynaklarýný
ve alanlarýný açmak, tarihten ders almamak demektir.
---
Türkiye'yi düþünürken, Ortadoðu'daki konumunu
unutmak aymazlýktýr. Dünyanýn bir baþka yerinde
geçerli gibi görünen yöntemlerin bu bölgede paylaþým
politikasýnýn ekonomisi olabileceðini anlamayan kiþi
ya aptaldýr ya da anladýðýný anlamaz görünmektedir.
Politikadan soyutlanmýþ bir ekonomiyi yeryüzünde
arasanýz tarasýnýz bulamazsýnýz.
Lamartine, ekonomist deðildi; 1833'te onun gördüðü
gerçeði 1983'te yeniden kcþfetmek hepimiz için
ayýp olmaz mý?
:::::::::::::::::
ÝNSAN NEDEN BUNALIYOR?
Yazýnýn baþlýðýndaki koskoca soruyu þu avuç içi
kadar köþede nasýl yanýtlayacaðým sorunu bir ikinci
soru oluþturur; ama iþim kolay...
Çünkü insanýn neden bunaldýðýný daha önce Jacques
Prevert açýklamýþ:
"On iki lokma ekmeðe kazanýlmýþ
On iki konak içinde
On iki adam aðlýyor hýncýndan
On iki banyo teknesi içinde
Kötü bir telgraf almýþlar
Kötü bir memleketten
Kötü bir haber
Yerlinin biri
O memlekette
Kalkmýþ ayaða birden çeltik tarlasýnda
Ve acý acý gülerken
Bir avuç pirinç savurmuþ
Göklere doðru"
---
Jacques Prevert'in þiirinde insanlarýn neden bunaldýðý
yalýn biçimde anlatýlmýþtýr. Artýk dünyanýn uzak
bir yerinde bir adamýn parmaðýnda dolama çýktý mý,
taa dünyanýn ötesinde acýsý duyuluyor. Kimi ülkede
baský düzenlerini, kimi ülkede süregelen iç ve dýþ savaþlarý
yakýndan izliyoruz; dünya küçülmüþtür.
Küçülen dünyada insan bunalmasýn da ne yapsýn?
---
"Banka ve Ekonomik Yorumlar" dergisinin Ekim
1982 sayýsýnda Prof. Dr. Zeyyat Hatiboðlu'nun bir baþyazýsý
var; Sayýn Prof. "24 Ocak Kararlarý ve Ekonomimizin
Geleceði"ne iliþkin fikirlerini sergiliyor; üzerinde
durulmasý ve tartýþýlmasý gereken önerilerini bir
yana býrakarak altýný çizdiðim þu satýrlarý köþeme
aktarýyorum:
"-Türkiye ekonomisinde yangýn vardýr, eðer bunu
söndürmezsek ekonomi yok olup gidecektir.
- Birçok kimseler Türkiye'de emek gelirinin 24
Ocak'tan sonra azalmasýný eleþtiri konusu yapýyor. Halbuki
son yýllardaki en büyük baþarý bu olmuþtur. Nitekim
24 Ocak'tan evvel günlük ortalama ücretler 10
dolar iken þimdi bu rakam 6-7 dolara inmiþtir; iþte
Türkiye ihracatýný arttýrmýþ ise bu sayede olmuþtur."
---
Sayýn Profesör içtenlikle konuþuyor.
Alýnterinin karþýlýðý 24 Ocak'tan bu yana azalmýþtýr;
iþçi günde 10 dolar alýrken þimdi 6-7 dolara çalýþýyor;
dýþsatým bu yüzden yükselmiþtir.
Eh, bu durumda insan bunalmaz mý? Yalnýz emekçiler
deðil; emekçinin ücretini kesip de dýþsatýmý gerçekleþtirenler
de elbet bunalacaklar. Bunalýmýn ne düzeye
týrmandýðý sayýn Profesör Hatiboðlu'nun þu tümcesiyle
vurgulanýyor:
"-Türkiye ekonomisinde yangýn vardýr; eðer bunu
söndürmezsek ekonomi yok olup gidecektir."
Peki, ne yapmalý?
24 Ocak felsefesiyle emek gelirlerini daha da düþürmeli,
24 Ocak'tan önce 10 dolar alan emekçi þimdi
6-7 dolar mý alýyor? Bu ücreti 3-4 dolara indirmeli.
Ama bu kez Çukurova'da bir emekçi acý acý gülerekten
çeltik tarlasýnda bir avuç pirinci göklere savurursa
Amerika'daki "dolar babasý", "kötü haber geldi
Türkiye'den" diye bunalmaz mý?
---
Sanýrým yazýnýn baþlýðýndaki soruya yanýt verebildim:
Ýþte dünyada insan bu yüzden bunalýyor.
:::::::::::::::::
PAYLAÞIM...
Bir öðretmen okurum yazýyor:
"Bugün çiçeklerin, aðaçlarýn yüzü güldü. Benim
de... Dört, beþ aylýk ayrýlýktan sonra 'merhaba' dedi
yaðmur. Sabah kahvaltýda duydum þapýrtýyý; ama inanamadým.
Çayýmý kaptýðým gibi fýrladým balkona. Gerçekten
yaðýyor be... Yarý güneþlik gök. Doðal deðil
sanki yaðýþý. Bir gelip bir geçiveriyor dakikada. 'Hadi
hadi, biraz daha' diyorum içimden. Islattý baya. Tozlarý
yýkadý. Iþýl ýþýl, pýrýl pýrýl her yer.
'Çiçeklerin yüzü güldü' dedim kardeþime.
'Pamuklarýn da aðladý' dedi.
Doðru.
Gerçekten beyaz buluta döndü tarlalar. Pamuk
toplama zamaný geldi çattý. Ýþçiler yavaþ yavaþ akýn
etmekteler. Ne yazacak görünümler olur bu koca ovada.
Öðleden sonra þimdi.
Balkonda yazýyorum.
Topraðýn kokusunu özlemiþim, çiçeklerin gülüþünü
göresim var. Masada bir sini dolusu ezilmiþ kýrmýzý
biber, kokusu geliyor burnuma. Anam yaðmurdan
kaçýrmýþ sabah. Henüz tam kurumadýðýndan dýþarý koymuþ
yine. Yaðmur yaðdý diye tüm sevgim dýþýma vurdu bugün."
---
Güneyin sýcak bir ovasýndan gelen bu mektubun
küçük mutluluðunu okurlarýmla paylaþayým istedim.
Öðretmen okurumun güzel duygularýný kendime saklasaydým,
hakça davranmýþ olmazdým.
Paylaþým, mutluluðun bereketidir.
Kimi zaman güneþ ýþýnlarýyla yaðmur damlalarý
birlikte topraða inerlerken gökkuþaðý oluþur. Bu öyle
bir andýr ki güzelliðini insan kardeþlerimizle paylaþmak
için gökkuþaðýnýn ya resmini yapmak ya fotoðrafýný
çekmek ya da yazýsýný yazmak gerekir. Sanat bu
yolda oluþur, paylaþým güdüsünden güç alýr.
Bir sanatçý salt kendisi için üretmez, yarattýðýný
insanlarla paylaþmak isteði, bilincin derinliðinde yatmaktadýr.
Mutluluðun temelini paylaþým kavramý oluþturur;
ama bu paylaþýmý yalnýz güzellikleri paylaþma boyutuna
indirgeyemeyiz.
Ne diyor öðretmen okurum:
"-Bugün çiçeklerin yüzü güldü... Merhaba dedi
yaðmur... Iþýl ýþýl, pýrýl pýrýl her yer... Topraðýn
kokusunu özlemiþim.."
Yaþanan bir anýn yazýyla somutlaþtýrýlmasýdýr bu;
ama o anla eþzamanlý nice anlar yaþanmaktadýr
dünyada...
Evde, iþyerinde, hastanede, mahpushanede, alacakaranlýkta,
dört duvar arasýnda soluk alýp veren kiþi
güneyin sýcak ovasýndan güz yaðmuruyla yükselen toprak
kokusunu duyar mý?
Duyar.
Sen onun acýsýný ve kaygýsýný paylaþmasýný bilirsen
de o da sen duyar.
Anlarýn anlarla harmanlaþtýðý yaþamda paylaþým,
hayatýn tüm biçimlerinde geçerli ve kapsamlýysa deðerlidir...
Gerçek mutluluk bütün insanlýðýn altýna çekilen
toplam çizgisindeki duyarlýktan oluþur.
Bunun için istedim ki öðretmen okurumun sýcak
ve yeþil ovaya inen yaðmurla birlikte özümsediði duygular,
bir mahpushane penceresinin demir parmaklýðýndan
içeri atýlan mektup olsun.
---
Ancak yazýmý yalnýz insan duyarlýlýðýnýn çizgisinde
bitirecek kadar duygulu deðilim.
Mantýk ne diyor?
Paylaþým kavramý çaðýmýzda toplumsal mutluluk
felsefesinin ortadireðidir, nesnel anlamý elle tutulurcasýna
maddeleþmiþtir, alýnteriyle yaratýlan üretimini
hakçasýna paylaþmasýný bilemeyen ülkelerde mutluluk
deðil bunalým türemektedir.
Ýnsanoðlu paylaþým mutluluðunu paylaþým kavgasýna
dönüþtürdükçe bunalýmdan kurtulabilir mi?
:::::::::::::::::
TUZ EKMEK HAKKI...
Yýl 1595.
Eflak Beyleri'nin baþkenti olan Bükreþ'te o sýra
Mihal Bey'den alacaklý olanlarýn sayýsý 4 bini aþkýnmýþ;
bunlarýn da çoðu yeniçeri ve Müslümanmýþ.
Mihal, borçlarýný ödemezmiþ.
Alacaklýlar bunalýnca Mihal'in konaðýný taþa tutar,
kimi yerlerini yýkar, yaðmalar, adamlarýný dövüp
yaralarlarmýþ. Sonunda bu durum "Mel'un Mihal"in
canýna tak etmiþ, hepsini toplamýþ:
- Beni öldürürseniz paralarýnýzý tümüyle yitirirsiniz;
gelin sözümü dinleyin. Benim bir adamýma siz de
birkaç adam katarak her kadýlýða birer kurul yollayýn,
topladýðýnýz parayý getirin, içinizden payýnýz kadarýný
alýn!
Uzun bir tartýþmadan sonra alacaklýlarýný razý etmiþ,
beþ yüz kadar adamý bu iþe ayýrmýþ.
---
Eflak'a yayýlanlar bir süre sonra dönmüþler; bu
kez toplanan paranýn borçlarýný tümüyle karþýlamayacaðý
görülmüþ.
Demiþler ki:
- Önce borcu hesaplayalým, sonra alacaklara göre
eþit oranda bölüþelim.
Hesabý yapmak için birisi arandýðýnda Mihal:
- Yerköyü Kadýsý gelsin! Ne zaman Eflak'ta Müslümanlara
iliþkin bir dava çýkarsa Yerköyü Kadýsý'nýn
çözümlemesi için padiþah buyruðu vardýr.
Yerköyü Kadýsý'na araba ve adam gönderilmiþ. Kadý
rahatsýzmýþ, yerine vekili Alican Efendi görevlendirilmiþ.
Bükreþ'e varan Alican Hoca hesaplarla uðraþmýþ.
Ne var ki hesap uzamýþ. Çünkü sözgelimi bir
adam çýkýp 60 akçelik senet gösterdiðinde Mihal dermiþ ki:
- Doðrudur, senet benimdir; ama bu senet karþýlýðýnda
sen bana ne verdin, say!
Mihal'in diretmesi üzerine alacaklý sayarmýþ:
- On akçe nakit için bir altýn iþlemeli hançer;
bir eyer takýmý ki yirmi akçe eder...
Mihal:
- Sen Müslümansýn, dermiþ, ikimiz de biliriz ki
bana her verdiðin þeyi üç dört kat fazlasýna vermiþtin;
yirmi akçeye verdiðin hançeri sana beþ akçeye vereyim.
Binbir türlü tartýþmadan sonra altmýþ akçe borcu
otuza indirip kayda geçiren Mihal, on akçeden aþaðý
borçlarý hesaptan saymazmýþ; böylece tüm borçlarýný
yedi bin akçeye indirmiþ.
Ýþ bitince Kadý naibi Alican Efendi dýþarý çýkmýþ,
eskiden beri dostu olan bir kafire rastlamýþ.
Kafir yanaþmýþ:
- Alican Hoca kaç yýldan beri seninle tuz ekmek yeriz?
- Yirmi yýl olmalý...
Kafir:
- Ah, þimdi tuz ekmek hakkýný yerine getireyim;
sana söyleyeceklerimi dinle!
- N'ola?
- Eðer sözümü tutarsan burada ikindiye kalma,
hemen çýkýp git ve Yerköyü'ne varýp düþünceye dalma!
Bir an önce Tuna'dan geçip Rusçuk'ta bulunmaya çalýþ...
- Neden?
- Ya ben sana bir þey mi dedim ki sebebini sorarsýn?
Alican Hoca "iþte böyle böyle demedin mi?" diye
sorunca kafir ne yanýt versin:
- Bu zamanlarda ben çoðu kez yabana söylerim;
arasýra delilik bastýrýr.
Ama Hoca bakmýþ ki Bükreþ'te bir olaðanüstülük
var, hemen arabaya binip yola düþmüþ; hýzla Yerköyü'ne
gelmiþ; durumu Kadý'ya anlatmaya koyulmuþ.
Bükreþ'te ayaklanýp ortalýðý kýrýp geçirenler de o
sýra alay alay Yerköyü'ne gelmeye baþlamýþlar. Alican
Hoca soyunup kendini Tuna'ya atmýþ, iyi yüzme bilirmiþ;
kurtulmuþ.
14 bin can olan Yerköyü'nden bir baþka can kurtulamamýþ,
kasaba yaðma edilmiþ, yýkýlmýþ.
---
Peçevi Ýbrahim Efendi Bükreþ'te 1595'te yaþanan
olayý böyle anlatýyor.
Birkaç gün önce Brezilya'da halkýn süpermarketleri,
dükkanlarý yaðmaladýðýný gazeteler yazýyorlardý.
"Toplumsal olaylarýn kökeninde ekonomi yatar" diye
bir söz söylenir ve kabaca görünür; ama tarihte ve günümüzde
nice olay da bu sözü kabaca onaylýyor.
:::::::::::::::::
EKMEK
Orhon Murat Arýburnu'nun "Bu yürek Sizin" adlý
þiir kitabý Berlin'de yayýmlandý. "Express Edition" kitabý
þöyle yorumluyor:
"Bu kitap, Orhon Murat Arýburnu'nun 1940-1982
yýllarý arasýnda yazdýðý ve üç ayrý bölümde yayýmlanacak
þiirlerinin birinci bölümüdür."
Batý'daki Türkler film çeviriyor, tiyatro kuruyorlar;
Türkçe kitaplar dergiler yayýmlýyor; alýcýsýyla satýcýsýyla
sýnýr ötesinde yeni bir dünya oluþuyor.
---
Arýburnu, çok yönlü bir sanatçýdýr; þair, senaryo
ve oyun yazarý, yönetmen, aktör...
Sait Faik demiþ ki:
"-Orhon M.Arýburnu bir sihirbazdýr."
Sihirbaz, siyah silindir þapkanýn içinden kýrmýzý
balonlar, mavi yeþil mendiller, alacalý kuþlar, beyaz tavþanlar
çýkarýp gözbaðcýlýk yapar; þair her gün kullandýðýmýz
sýradan sözcüklerle avuç içi kadar þiirde bir
evren türetir.
Orhon Murat Arýburnu ozanlýðýn gizemli yollarýnda
kýrk yýlý aþkýn bir süredir emek veriyor; çoðunu
bildiðim þiirlerini Almanya'da kitaplaþtýrmasýna sevindim,
beni de Oktay Akbal'la birlikte anan dizelerini
okudum:
EKMEK VE ÞEYLER
Önce
Ekmekler bozuldu.
Sonra her þey.
Yazarý, Oktay Akbal
Bence de her þey...
Sararmadan solmadan!
Ekmekler nasýl düzelir?
Sorarým, Ýlhan Selçuk'tan.
1960'larda Ceyhun Atuf Kansu bir þiirinde Çetin
Altan'la benim adýmý geçirmiþti; ne kadar sevinmiþtim.
Yazar dostlar arada sýrada birbirlerinden söz açarlar.
Bu, ya bir gönül almadýr ya da bir yazarýn ortaya
attýðý fikirden esinlenip yola çýkarak düþünceyi türetmek
için yöntemdir. Þairlerin konumu kuþkusuz daha
deðiþiktir; dizeler satýrlardan daha düþündürücü olur.
Ben de Orhon Murat Arýburnu'nun sorusu üzerinde
düþündüm; þairin bir baþka þiiri aklýma geldi:
UMUT
Dünya döndükçe
Umut, fakirin ekmeði
Ye Mehmet ye
Ye Mehmet ye...
1940'ta yazýlmýþ bu dizeler ve 1980'de Arýburnu Berlin'den
soruyor:
"Ekmekler nasýl düzelir?"
---
"Fakir ekmeðini düzeltmenin ilk adýmý, gerçeðe
ayaklarýný basmayan umutlarý pompalamaktan vazgeçmek
olmalýdýr." desem ters düþer mi? "Bozuk ekmekler"in
düzelmesi için önce "bozuk toplum düzeni"nin
düzelmesi gereðini artýk anlamýþ olmalýyýz. Bu iþ kolay
deðildir; çok uzun süreli bir uðraþý ve çok çetin
süreçli bir savaþýmý daha baþtan göze almak gerekir.
Bir þair nasýl bütün yaþamýný þiire adamaktan yoksunluk
duymuyorsa, bozuk düzeni deðiþtirmek isteyen kiþi
de yapacaðý iþin bilincini özümsemeli.
Ne her gün umut gibi ekmek ne de her gün ekmek
gibi umut yemeli... Toplumun kimi dönemlerde
coþkunlaþýp umut dalgalarýnda kulaç atmasý, kimi dönemlerde
bulanýp umutsuzluk dalgalarýnda boðulur gibi
olmasý bu iþin gerçeðini özümseyen kiþiyi ýrgalamamalý...
Topraðý sürüp üretmek; buðdayý deðirmende öðüterek
bembeyaz un yapmak; hamuru iyice yoðurduktan
sonra fýrýna sürmek...
Ýþte has ekmek çýkarmak için bulunan ve bilinen
tek yol.
:::::::::::::::::
PÝTEKANTROPUS EREKTUS
Hollandalý bilim adamý Dubois, Cava adasýnýn Trinil
yöresinde 1889'da bir insan fosili buldu. Hem insansý
hem maymunsu nitelikler taþýyan bu ilkel yaratýðýn
iki ayaðý üzerinde dikilen ilk atamýz olduðu saptandý.
Dubois, yatay durumdan dikeye doðru dönüþen
ilk insana Fitekantropus Erektus (Pithecantropus
Erectus) adýný verdi.
Buluþ çarpýcý ve sarsýcý yankýlar yarattý.
Milyonlarca yýllýk geçmiþin karanlýklarýndan kopup
gelen oluþumda insanlaþan yaratýðýn serüveni ilginçti.
Hayvan gibi yürürken içsel bir dürtüyle iki ayaðý
üzerine nasýl dikilmiþti insan?..
Çevresindeki eþtürleri, Pitekantropus Erektus'a
kimbilir nasýl bir þaþkýnlýkla bakmýþlardý?
Ýnsan türü içinde ayaða kalkan ilk atamýz...
Selam sana!
---
Sonra ne oldu?..
Ýki büklüm yürümekten vazgeçen insana, çevresindekiler
önce ürküyle, sonra korkuyla, daha sonra
tepkiyle baktýlar. Sanýrým insan sürüsünün düzenini
bozup iki ayaðý üzerine kalkan ve baþýný dikleþtiren
ilk insaný öldürmüþlerdir.
Ne var ki ilk öfkenin kurbaný ardýndan, iki ayaðý
üstüne yükselen bir, bir daha, bir daha, bir daha insan
görülüp izlendikçe olay doðal sayýlmaya baþlandý.
Ve o günden bugüne toplumun yasasý deðiþmedi.
Karanlýk sanrýsýnda yaþayan insanoðlunun bedensel
dikilmesi, içsel bir dürtünün ürünüydü; içsel dürtü ruh
oldu, düþünceleþti; fikirleþti; tarih boyunca baþýný hep
dikleþtirdi insanoðlu...
---
Çaðlar geçti.
Gözbebeðini delen gün ýþýðý bilincin elmasýný yontarken
daðýttý karanlýðýn sanrýsýný; buldu bilimin tanrýsýný.
Ýnsanoðlu çekti bilincinin küreklerini ve her kürekte
geniþledi göremediði ufuklar.
Forsanýn sonsuz gücü vardý.
Ufuklar günden güne aðardý.
Yetiþmek için yitirdiði zamana; insan, çýrpýndý durdu
tarih boyunca; aklýn mahmuzuyla vurdu gebeliðin
çýplak karnýna; yoksulluðun kamçýsý þakladý beyninde.
Bir hücreydi dünya...
Yarýna doðmak için.
Ana karnýnda yatan her bebek bekliyordu karanlýkta...
Kývrýlmýþ...
Dizleri arasýnda baþý...
Elleri kenetli.
Ýlkin bedendi dikleþen...
Sonra vicdan oldu.
Sonra fikir.
Tarih, insanýn bilinçlenip baþýný yükseltmesinin öyküsünü
anlatan bir kitaptýr.
Kutsal bir kitap.
O kitabý öp, baþýna koy.
Ve kýpýrda bebek.
Yýrt karanlýðýn kapýsýný...
Dikil onurunun iki ayaðý üstüne.
Pitekantropus Erektus'a layýk olmak için.
Baþýný dikleþtir.
Gelecek yýllarda fosilini bulduklarýnda iki büklüm
görüp de senin hesabýna utanmasýnlar.
:::::::::::::::::
BÝKÝNÝ!...
Polonya'da bir süreden beri ara verilen güzellik
yarýþmalarýna bu yýl yine baþlanmýþ; 1983 güzeli seçilmiþ.
Ne var ki bir terslik olmuþ; uluslararasý güzellik
yarýþmalarý tüzüðe uyularak tek parçalý mayoyla yapýlýyor,
oysa Polonya'da güzeller bikiniyle yarýþmýþlar.
Niçin?
Yöneticiler gerekçeyi açýklamýþlar:
- Aradýk taradýk, Polonya'da tek parçalý mayo
bulamadýk. Yarýþmayý bikiniyle yapmak zorunda
kaldýk.
Bikini, Büyük Okyanus'ta Marshall takýmadalarý
zincirinin bir küçük halkasýdýr; 1946'dan sonra Amerikan
atom denemeleri bu küçük mercan adasýnda yapýldý;
küçük boyutlarda iki parçadan oluþan mayoya
bikini adý verildi; bikini kapitalist, sosyalist, faþist tüm
ülkelerde geçerli oldu.
1983 yazýnda Türkiye'nin güney kýyýlarýný dolaþanlar
bir yandan çarþaflý, sýkma baþlý, baþörtülü, öte yandan
bikinili kýzlarýn turistik bölgelerde bollaþtýðýný söylüyorlar.
Taþranýn genç kuþaklarý arasýnda kimilerine her
þey výz geliyor, bikinisini giyip kendisini cup diye denize
atan genç kýzlar, dalgalarý kulaçlýyor, kimileri de
çevre baskýsý altýnda örtünmek zorunda kalýyor. Deniz
kýyýsýndaki bir tatil köyünün 30-40 evlik toplumunda
bile bu çeliþki göze çarpýyor.
Bikini tek parçalý mayonun pabucunu dama attý,
neredeyse çarþafýnkini bile atacak...
---
Bikiniye yaklaþým çeþitlidir.
Ýstatikçi diyor ki:
- Bikini, istatistik gibidir, her þeyi ortaya koyar
gibi görünür; gerekeni gizler.
Baðnaz:
- Bikini namus fukaralarýnýn önlerine yaydýklarý
bir bez parçasýdýr.
Yobaz:
- Bikini giymek günahý kebairdendir; kadýnýn göbeði
yalnýz okuyup üflemek için açýlýr.
Nekes:
- Bikini kadýný en ucuza soyan giysidir.
Ukala:
- Cömert erkeðin cüzdaný büyük, cömert kadýnýn
mayosu küçük olur.
Çýplaklar Derneði Baþkaný:
- Bikini ahlaksýzlýktýr; çýplak denize girmek varken
kimi yerlerini örterek erkeði tahrik etmeye çabalamaktýr.
Çapkýn:
- Bikini, istekli kadýnýn bedenine yapýþtýrdýðý dilekçe
puludur.
Filozof:
- Bikininin kapladýðý yerler, utanç duygusunun
kadýn vücudundaki son sömürgesidir.
Asker:
- Bikini dikenli tel örgüler gibidir, araziyi korur,
ama manzarayý örtmez.
Bir tutucu:
- Biz kýrk yýllýk haremimizi bile bu kýlýkta bir
gün olsun görmedik.
---
Gazeteler bu yýl Türkiye'nin güney kýyýlarýnda yabancý
turistlerin bikininin üst parçasýný da attýðýný yazýp
bol bol çýplak kadýn fotoðrafý yayýmladýlar. Çýplaklýk
salgýný aldý baþýný gidiyor; Avrupa'da, Amerika'da
bu salgýn artýk "salgýn" adýný taþýmayacak kadar doðallaþtý.
Peki, güzellik yarýþmalarýnda tek parçalý mayonun
kurallaþmasý neden? Yarýþmalara aðýrbaþlý bir görünüm
saðlamak için mi güzellere tek parçalý mayo
giydiriliyor?
---
Çok deðil 15-20 yýl önce kimi Avrupa ülkelerinde
bile plajlara bikiniyle girilmezdi. Böyle bir plajýn
kapýsýndaki görevli bikinili kadýný durdurmuþ:
- Bayan buraya iki parçalý mayoyla girilmez.
Kadýn düþünmüþ:
- Peki, hangi parçayý çýkartayým?
Polonya'daki güzellik yarýþmasýnda yarýþmacýlar bikinilerin
üstünü çýkarsalardý, uluslararasý kurallara uymuþ
olurlardý; Vatikan'da karargahýný kurmuþ bulunan
Polonyalý Papa Ýkinci Jean Paul de Polonyalý kraliçeyi
kutsadý mý dayanýþma gerçekleþirdi.
Bu yýl ABD'de bir zenci ilk kez "Miss America"
olup taç giydi; "sosyalist ülke"nin güzellik kraliçesi
neden "dünya güzeli" seçilmesin? Hele þu sýra Batý dünyasýnda
Polonya'nýn þansý büyük deðil mi?
:::::::::::::::::
DÖRT DUVARLI DÜNYA
Kim söylemiþ? Anýmsamýyorum; tiyatroya "üç duvarlý
dünya" adýný kim yakýþtýrmýþ?
"Üç duvarlý dünya"nýn dördüncü boyutu salona
açýlýr, gerçek dünyaya karýþýr; sahnedeki oyuncularla
salondaki izleyiciler bu konumlarýnýn bilincindedirler;
oyuncu oynadýðýný, seyirci oyun izlediðini bilir; ama
perde kapandýktan sonra alkýþ sesleri yükselecek midir?
Oyuncu baþarýlýysa tiyatro daðýlýrken seyirci beðenisini
hemen dile getirir:
- Oynamadý, yaþadý.
---
Tiyatro sanatçýsýný överken, "oynamadý, yaþadý"
demenin anlamý nedir? Oyuncu sahnede iyi ya da kötü
oynamakla kalmaz, yaþar. Oynarken midesi aðrýyabilir,
yüreði daralabilir, korkuya kapýlabilir, soluðu
kesilebilir. Bir oyuncu tiyatro sahnesinde ne zaman oyunun,
ne zaman hayatýn içindedir?
Kim bilebilir?
Oyuncu oyunda da yaþamaktadýr. Bunun içindir
ki seyirci her gece ayný oyunu izleyemez; sanatçý her
gece ayný oyunu oynayamaz. Hamlet her gece bir gece
önceki Hamlet deðildir; Ofelya geceden geceye deðiþir.
Romeo her gece ayný biçimde Julyet'i sevebilir
mi? Geceler hep ayný gece olsaydý, belki bu iþ gerçekleþebilirdi.
Yaþamda bir an'ý bir kez daha yaþamak olasý mý?
Bir gece öncesi, yalnýz gerçek yaþamda deðil, tiyatro
sahnesinde de yaþanamaz.
---
Ýnsanýn ne zaman nasýl rol yaptýðý ya da yapmadýðý
tiyatro dýþýndaki dünyada da anlaþýlamaz. Gazetelerde
sýk sýk þu haber baþlýðýný okuruz:
- Silahýyla oynarken arkadaþýný vurdu.
Silahýyla niçin ve neden oynamýþtýr arkadaþýný vuran?
Hangi dürtüyle bu iþi yapmýþtýr? Olay, oyundan
gerçeðe saniyenin kaçta birinde dönüþüvermiþtir? Tiyatroda
çoðunlukla oyunlar üç perdeliktir. Hayatýn açýlýp
kapanan perdelerinin sayýsýný bilen var mý? Gerçek
dünyada rol yapmak bundan ötürü zorlaþýr. Bakarsýn
birinci perdeyi iyi oynayan beþinci perdede tökezlemiþ,
on beþincide kendini koyvermiþtir. Tersi de
olabilir; ilk perdeleri kötü kapatan kiþi sonuncuyu baþarýyla
bitirebilir. Kiþi gerçek yaþamýnda hangi role sývanýyor?
Bilim adamý? Ýþadamý? Yazar? Gazeteci? Sanatçý?
Politikacý ? Asker? Ev kadýný? Hayat kadýný?
Meslek önemli mi?
Hangi mesleði seçerse seçsin, insanda zamanla özel
bir kimlik oluþuyor. Bu oluþumda çevrenin yargýsý
önemlidir. Bir kimse korkak mý? Yürekli mi? Duyarlý
mý? Uçarý mý? Katý mý? Acýmasýz mý? Kaypak mý?
Güvenilir mi?
Çevredir karar veren; kiþilik çevrenin yargýsýyla belirlenir.
---
Yýllar geçtikçe kiþi-çevre iliþkilerinde birbirini izleyen
davranýþlarla yaratýlan yontuda kiþilik somutlaþýr.
Artýk bu yontunun kölesidir insan. Herkesin namussuz
diye tanýdýðý birisinin günün birinde namuslu
olacaðý tutarsa kim inanýr? Daha da beteri vardýr. Yaþýný
baþýný almýþ kimse, sanki köleleþmiþtir; çevrenin
beklentilerinden aykýrý bir davranýþa yönelirse azarlanýr:
- Çocuklaþma!..
---
Kiþi, yýllar geçtikçe, toplumdaki izleyicilerin bakýþlarý
altýna daha çok girer; salon karanlýktýr kuyu
aðzý gibi; projektörler insanýn üstündedir; tiyatro çaðrýsýnda
yazýlý ol daðýtýmýnda payýna düþeni üstlenmiþtir,
davranýþlarýnda özgür deðildir artýk insan; elini ayaðýný
nereye koyacaðýný kurallar belirlemiþtir; aðzýndan
çýkacak sözler sanki ezberletilmiþtir; seveceði kiþilerin
sayýmý yapýlmýþ, saptanmýþtýr; toplumsal iþlevi kemikleþmiþtir.
Bu yolda yürüyüp baþarý gösteren kiþi bir gün kendisini
gizemli bir cenaze alayýnýn kalabalýðý ortasýnda
bulur; tabutu pahalý, ama hüzünlü çiçeklerle donanýr;
yaþadýðý sanýlsa bile içinden ölmüþtür o...
Rolünü duyarak oynayan tiyatro oyuncusuna "oynamadý,
yaþadý" diyorlar; "üç duvarlý dünya"nýn dýþýnda
kalan dört duvarlý dünya gerçek hayatýný yaþamaya
çalýþýrken kendisini oyunculuðun doruðunda bulup da
baþarý gösterenlere ne demeli:
- Yaþamadý, oynadý.
:::::::::::::::::
AZRA ERHAT
Azra Erhat'ý 1950'lerde Yeni Ýstanbul gazetesinde
çalýþýrken tanýdým. O sýralar Ayþe Nur takma adýyla
gazeteye yazýlar yazýyor; çoðu zaman Türkçesi tekliyordu.
Bu tekleme doðaldý; çünkü Azra dýþarda büyümüþ,
okumuþ, yetiþmiþti; yabancý dilleri önce, Türkçeyi
sonra öðrenmiþti. Böyle bir insanýn gelecekte güzelim
bir Türkçeyle Anadolu uygarlýðýna sahip çýkacaðýný
kim söyleyebilirdi? Ben bu geliþmeye hep þaþmýþ,
Erhat'ýn olaðanüstü bir yeteneði olduðuna inanmýþýmdýr.
---
Azra Erhat yaþlanmayan kadýnlardandý.
Yaþý ne olursa olsun insanýn genç ölmesi güzeldir.
Bu güzellik içinde öteki dünyaya göçen Azra'nýn
kolay anlaþýlmaz bir kiþiliði vardý. Tanýdýðým insanlardan
çok azýnda böyle bir kiþilik gördüm. Politikadan
pek anlamayan; ama uygarlýðý benimseyen tiplerdir
bunlar; saflýklarý ölçüsünde saðlamlýklarý, doðaya
ve topluma bu tür yaklaþýmlarýndan ileri gelir.
Azra, politikadan uzaktý; eski ve yeni çað uygarlýklarýna
vurgundu; bu kiþiliði, 12 Mart döneminde gizli
komünist partisi üyesi olmak suçlamasýyla yargýlanmasýna
ve ayrýca tutuklu kalmasýna engel olamadý.
Unutamadýðým bu olay, kimi zaman Türkiye'de
uygarlýðýn kovuþturmasý ve suçlanmasý anlamýna gelir.
---
Azra Erhat eski dilleri iyi bilirdi. Ancak salt bilgi
ne anlam taþýr? Bilginin bilinçli bir eylemle ürünler
vermekte itici güç saðlamasý gerekir. Azra Erhat, Eski
Yunan ve Anadolu uygarlýðýnýn klasik ürünlerini Türkçe
söyleyerek büyük iþ yaptý. Eski uygarlýklarýn kökenlerine
inebilmek, çaðdaþlaþmak için temel koþuldur. Öteki
yapýtlarýný bir yana býrakalým, Azra ile A.Kadir'in Homeros'tan
ortaklaþa çevirdikleri Ýlyada, Türkçemizin
baþucu kitaplarýndandýr. Þimdi bu kitabý açýp bakýyorum;
ilk sayfasýnda þu yazýyý okuyorum:
"-Ýlhan Selçuk'a sevgiyle... 28 Haziran 1957."
Demek aradan on beþ yýl geçmiþ. Anýlarým daha
öteye uzanýyor. Bir Çanakkale gezisinde Azra gözlerimin
önüne geliyor. Troya'da eski ve koca duvarlardan
fýþkýrmýþ ilkyazýn yeþil bitkileri ve binlerce yýlýn kemirdiði
toprak sarýsý taþlarýn arasýnda hepimize Akhalýlarýn
savaþýný anlatan coþkulu kadýný görüyorum.
Bu kadýnýn Sabahattin Eyuboðlu'ndan bilgeliði, Halikarnas
Balýkçýsý'ndan tarih coþkusunu, A.Kadir'den
Türkçemizin inceliklerini, Batý'daki yaþamýndan "Uyanýþ
Çaðý"nýn hoþgörüsünü aldýðýný düþünüyorum.
---
Anadolu eski uygarlýðýnýn Ege'nin öteki yakasýndan
deðiþik bir özü olduðunu savunan tarihsel görüþün
baþýný, sanýrým engin sezgisi ve coþkusuyla Halikarnas
Balýkçýsý Cevat Þakir çekmiþtir. Azra Erhat, bu
görüþü paylaþýyordu. Eski Yunancayý iyi bilmesi, böylesine
özgün bir yaklaþýmla geçmiþin gerçeklerine ve
söylencelerine eðilmesi, yurtseverliðine duyarlý bir anlam
vermiþti.
Bir kez demiþtim ki:
- Anadolu'nun altýndaki kalýntýlar, petrollerimiz
ve madenlerimiz gibi bizimdir. Onlarý kimseye býrakmayýz;
bizimdir Anadolu topraðýndaki kat kat tüm varlýklar...
Gözleri ýþýl ýþýl ýþýmýþtý.
Ölüm bir süreden beri Türkiye'de herkese çok
uzaktýr ya da çok yakýndýr; ama artýk ölüm diye bir
sorunumuz yok; ölüm için aðlamamýz, yakýnmamýz da
yok.
Azra Erhat'a güle güle...
:::::::::::::::::
TARZAN ÖLDÜ MÜ?
Gazetelerde okuduk.
"-Sinemadaki Tarzan'larýn en ünlüsü olimpiyat
yüzme þampiyonlarýndan Johnny Weissmüller öldü."
Ýç ve dýþ basýnda çoðu gazete ve dergi haberi "Tarzan
Öldü" baþlýðý altýnda verdi. Gerçekten Tarzan denince
akla Weissmüller geliyordu. Çaðýmýzýn mitoslarýndan
biriydi Tarzan. Uyurgezer kitlelerin düþlerini
gýcýklýyor, bilinçsizliðin sanrýlarýnda kahramanlaþýyordu.
Holivut, Edgar Rice Burrougs'un romanlarýný perdeye
aktarýrken 1928 Amsterdam Olimpiyatlarý'nýn yüzme
þampiyonu Johnny Weissmüller'i seçmiþti. Tarzan
rolüne çok denk düþmüþtü eski þampiyon, 16 yýl boyunca
12 film çevirdi, dünyayý büyüledi.
Holivut buhurdanýndan yükselen bu tütsüyü çocukluðumda
ben de genzime çekmiþtim. Johnny Weissmüller'in
öldüðünü gazetelerde okuyunca, bu eski
kokuyu duyar gibi oldum, hüzünlendim.
Tarzan gerçekten ölmüþ müydü?
---
Tarzan, aristokrat bir Ýngiliz ailesinin çocuðuydu.
Anglosakson soyunun mavi kaný dolaþýyordu
"maymun adam"ýn damarlarýnda. Bu üstünlük, sömürgecilik
döneminin Afrikasý'nda tüm belirtilerini göstermiþ,
Tarzan; maymunlara, fillere, aslanlara, kaplanlara,
timsahlara, kurtlara, kuþlara ve karaderili yerlilere
gücünü duyurmuþtu. Balta görmemiþ ormanlarýn
derinliklerinde kimi zaman olaðanüstü bir çýðlýk duyulurdu:
- Aaaaaaaaaaaaa...
O dakikada doðada yaþayan bütün yaratýklar korkudan
tir tir titrerlerdi. Filler efendilerinin buyruðuna
girmek için koþarlar; goriller fillere katýlýrlar; þempanzeler
kulak kesilirler; yakýn koylarda barýnan zenciler
baþlarýna bela yaðacaðýný yüreklerinde duyarak
ürkerlerdi. Nitekim "Afrika'nýn yamyamlarý" yakaladýklarý
birkaç beyaz insaný afiyetle mideye indirmek
için tamtamlarýn eþliðinde tepinerek görkemli bir tören
yaparken Tarzan tepelerine biner; filler köy kulübelerini
yýkar; Çita neþeli sesler çýkararak olan biteni
izlerdi.
Tarzan, Amerika'da ve dünyada sonradan yaygýnlaþacak
olan üstün insan (süpermen) tipinin en olumsuz
örneklerinden biriydi; Amerikan türetimi bireyciliðin
doruk noktasýna týrmanan bir dünya görüþünü
simgeliyor; "iyi adam"ýn sürekli olarak kötüleri yendiði
bir dünyada kahramanlaþýyordu.
---
1930'larýn, 40'larýn Türkiyesi Johnny Weissmüller'i
baðrýna basmýþtý. 1980'lerde televizyon Tarzan'ýn
baþarýlý örneklerini bir kez daha sergileyince mahallede
çocuk sesleri Tarzan'ýn çýðlýklarýna dönüþtü.
Tarzan dünyamýzda öylesine tutmuþtu ki Afrika'dan
gemilerle Kuzey ve Güney Amerika'ya taþýnmýþ kölelerin
karaderili torunlarý da karanlýk sinema salonlarýnda
Tarzan'ý izlemek için giþelerin önünde kuyruk
oldular. Güney Afrika'dan baþlayarak Kuzey Afrika'nýn
sömürge kentlerinde Tarzan'ý zenciler çok sevdiler. Ýngiliz
Lordu'nun torunu, elinde býçakla ve kýçýnda hayvan
derisinden donla zencileri önüne katýp kovaladýkça
Afrika'ya gelmiþ kolonyal þapkalý beyazlar arasýnda
iyileri gözetip kötülere ders verdikçe bilinçsizliðin
ýþýksýzlýðýndan kararmýþ sinema salonlarý alkýþlarla inlerdi.
---
Johnny Weissmüller öldü.
Ama Tarzan öldü mü?
Mitoslarýný çaðdaþ uygarlýðýn verileri üzerine kuramayan
bir dünyada Tarzan yaþayacaktýr.
:::::::::::::::::
ÇÝZME
Çizme modasý aldý yürüdü. Yaz sýcaðýnda bile çizme
giyen kadýnlara çokça rastlanýyor. Ne demiþ atalarýmýz:
- Ayaðýný sýcak tut, baþýný serin!...
Acaba yaz günü çizme giyen kadýn, bu eski öðüde mi
kulak veriyor? Yoksa kapitalizmin metropollerinden
yansýyan modayý mý izliyor? Kimbilir, belki de
yazlýk çizmeler kadýn ayaðýný sandaletlerden daha serin
tutacak biçimde yapýlýyor.
Çünkü çizme teknolojisi ilerledi.
---
Eskiden çizmeyi askerler, öncelikle süvariler, subaylar
giyerlerdi. Ýstanbul'da genç subaylara ýsmarlama
çizme yapan ünlü kunduracýlar vardý. Çoðunlukla
Beyazýt çevresinde bulunan kimi dükkanlarýn tabelalarý
okunurdu:
- Gümüþ çizme...
- Altýn çizme...
Babam da çizme giyerdi. Sabahleyin þakayla karýþýk
yüksek sert bir sesle baðýrýrdý:
- Çizmelerimi getirin!
Akþamüstü yorgun argýn eve döndüðünde bu kez
sevecenlikle ve pes perdeden seslenirdi:
- Çizmelerimi çekin!
Çoðunlukla bu iþ bana düþerdi. Evdeki kundura
kalabalýðý arasýnda, bodur ve ezik ayakkabýlarýn yanýnda,
uzun boyuyla siyah çizmeler ayrýcalýklý bir görüntü
oluþtururdu.
Ýkinci Dünya Savaþý'ndan sonra ordudan çizme kalktý;
çünkü at yerini motorlu araçlara býrakmýþtý. Çörçil,
Ruzvelt diye adlandýrýlan baðcýklý potinler geçerli
oldu; çizmeler bir köþeye atýldý, mahmuzlar paslandý.
---
Ama Ýkinci Dünya Savaþý'ndan sonra bir süre köy
mütegallibesi çizmeden vazgeçmedi. Köylerimize cip,
traktör, otomobil girmeden önce aða kýlýðý nasýldý? Külot
pantolon üstüne kýrmýzýmtrak kahverengi çizmenin
fiyakasýna diyecek yoktu. Çizmeli kabadayý, sýrtýna
lacivert ceket, beyaz gömlek giyip baþýna da kasketi
yan oturttu mu, býyýk burmaktan gayrý ne iþi kalýrdý?
Elde otuz üçlük sarý tespih, kahvede sandalyeye
yan kurularak nargileyi fokurdatýrken yüksek sesle ocaða
seslenmenin tadý vardý:
- Oðul ateþi tazale!..
Çizme tarihin eski dönemlerinde egemenlik, þiddet,
savaþ, av, dövüþ aracý gibiydi. Kremlin müzesinde
Deli Petro'nun koca çizmelerini görünce böyle düþünmüþtüm.
Hemen biraz ötede Çariçe Katerina'nýn göðüsleri
açýkta býrakan süslü giysileri sýralanýyordu. Bonaparte,
Enver Paþa, Moltke, Clausewitz kuþkusuz çizme
giyeceklerdi de Marie Antoinette'nin belinde korse,
elinde yelpaze bulunacaktý.
Çizme gýcýrtýsýyla mahmuz þakýrtýsý erkekliðe ve
savaþa dönük çaðrýþýmlarý uyandýrýrdý; çað deðiþince,
teknoloji geliþince, beklenmedik bir dönüþümü yaþadýk.
Kadýnlar, pantolonla birlikte çizmeyi de erkeklerden
aldýlar, güzel bacaklarýna, ince ayaklarýna geçirdiler.
Kazaklarýn, efelerin, silahþörlerin, süvarilerin
tarih sayfalarýnda kuruyup kalmalarý çizmenin yazgýsýný
deðiþtirdi.
Ýyi mi oldu, kötü mü?
---
Tarihsel deðiþimin ve toplumsal dönüþümün iyisi
kötüsünü ayýrt etmek kolay mýdýr? Çizme, sivil yaþamda
yerini alýnca yalnýz kadýnlara deðil, erkeklere de
yaradý. Güzel kadýnlarýn biçimli bacaklarýnda çizmeyi
görünce çizmeden yukarý çýkmak eðilimlerine kapýlanlar,
kýþýn ayazýnda ayaðýna çizme çekmiþ erkeðe "akýllý
adam" demezler mi?
Ama ortada bir sorun var: Kunduranýn fiyatý 10
bin lirada gezinirken çizmeyi ayaðýna kim çekecek?
1964 Kýbrýs bunalýmýnda bizim kamuoyunda adadaki
soydaþlarýmýzý kurtarma isteði, Rumlara karþý öfkeye
dönüþmüþtü. O zamanýn Baþbakaný Ýsmet Paþa'ya
gazetlerin manþetlerinde halk sesleniyordu:
"-Ýsmet Paþa çizmeni giy!"
Paþa yanýtladý:
"Çizmem yok, aklým var."
Þimdi sokaklarda dolaþan çizmelilere bakýyorum
da bugünkü fiyatlarla yaz sýcaðýnda çizme giymek için
acaba kiþiye akýl mý, yoksa para mý gerekli diye düþünüyorum.
:::::::::::::::::
KE KENDÝ
Kimi adam vardýr; dinlemesini de bilmez; dinletmesini
de... Bu tür insanla dostluk olanaksýzdýr.
Celal Sýlay dinlemesini sevmez; dinletmesini bilirdi.
Dostluklarýnda baþrol ille kendisinde olacaktý.
Yaþça benden epey büyük olduðundan iliþkimizdeki bu
tek yanlýlýðý doðal karþýlardým. Sýlay'ý tanýdýðýmda
söylenceleri çoktan kulaðýmý doldurmuþtu. "Napolyon
Celal" derlerdi ona; Bursa Iþýklar Askeri Lisesi'ndeyken
(1930'lar...) kaputunun yakasýndaki kýrmýzý astarý
dýþa çevirip köyleri denetlemeye çýkmýþtý. Bir kadýna
yýldýrým aþkýyla vurulmuþ, bir gecede saçlarý dökülmüþ,
ünlü Holivit yýldýzý Yul Brynner gibi dazlaklaþmýþtý.
Gizemli bir üfürükçünün dua okumasý gibi þiire
baþlar, sonra gürül gürül akan ýrmaða dönüþürdü sesi.
Deli doluydu tüm kimliði; ama bir þairin deli dolu
olmasý doðal deðil miydi? Günlük yaþamdaki en önemsiz
bir olay onun dilinde "dünyanýn yedi harikasý"ndan
birine dönüþürdü. Okumazdý ve okumadýðýný açýkça
söylerdi. Ýçki masasýnda söyleþinin en keyifli yerinde
pikaba "9'uncu Senfoni"yi koyar, sonuna dek açar, tüm
bedeniyle orkestrayý yöneten bir þef gibi iki ayaðý üstünde
müziðe katýlýrdý. Pehlivan ensesi, deli bakýþlarý,
seyrek tüylü býyýklarý, týknaz vücudu, kýsa boyu, büyük
aþklarý, delice tutkularýyla kimliði bütünleþiyordu.
Mustafa Þekip Tunç, Peyami Safa, Salih Zeki'den
söz açar, yazdýðý þiirleri okur, öfkelendiði kiþilere kalayý
basar, dostlarýnýn kimini göklere çýkarýp kimini
yerin dibine batýrýrdý. Gerçekte sanat dünyasýndan gün
geçtikçe kopuyor, yüreðinin coþkusu yazmak istediklerine
yetmediði için kahroluyor; kahrýný çevresindekilere
öfkeyle ödetiyordu.
Yazdýklarýný içki sofrasýnýn en dumanlý dakikasýnda
okurdu; kimbilir belki de alkole sýðýnýyor ve dayanýyordu.
Bir kez bunun dýþýna çýktýðýný anýmsýyorum.
---
1962 yýlýnýn bir sýcak aðustos günü eski Düyun-u
Umumiye ile yeni Ýstanbul Erkek Lisesi'nin ve eski Ýttihat
Terakki Merkezi ile yeni Cumhuriyet'in arasýna
sýkýþmýþ dar sokakta karþýlaþtýk; merhaba demeden
ayak üstü baþladý:
KE KENDÝ
Gözleri kan kan bürülü
bir kudurmuþluk bakýþlarýna
su sýzmaz dýþlarýna
Dýþ dýdýþ dýþlarýna
...
o defterleri dürülü
bir geçirmiþlik diþlerine
hoþ nut luklarýný içlerin
ke kendi iç içlerine
...
yaka paça ütülü
bir çekerlik örtülük lüklerine
iðneden ipliðe bile ken
ke kendi ilmiklerine
...
kapý baca örtülü
bir kaçarlýk içerlik liklerine
geceden gündüzü bile, ken
ke kendi pe pe pençelerine
...
o dürüm dürüm dürzülü
ne geçerse ellerine
domuzdan kýlý bile ken
ke kendi te te tencerelerine
---
Celal Sýlay geleni geçeni unutmuþ, yazdýðý hicvin
musikisine kendini kaptýrmýþ, yüksek sesle okuyordu.
O yýllarda bizim gazetenin sokaðýnda beton yapýlar yerine
kararmýþ ahþap evler çoðunluktaydý ve dinler gibiydiler
kafeslerin ardýndan.
- Ne dersin?
- Yazýlýsý var mý?
- Var; ama tektir, yitirme!..
Aldým ve köþemde yayýmladým. Hoþuma gitmiþti.
Ertesi günü telefonla bar bar baðýrýyordu Napolyon
Celal:
- Yaþþa sen! Bu akþam içeceðiz.
- Nerede?
- Bizde...
O sýrada "bizde" derken neresini vurguluyordu,
anýmsamýyorum. Sanýrým Moda'da bir evde bekar yaþýyordu.
Sonunda yine bir evde yalnýz yaþarken öldü.
Kimsenin haberi yoktu öldüðünden, birkaç gün sonra
buldular.
:::::::::::::::::
YAZGI, EKMEK, KURNAZLIK...
Bir varmýþ, bir yokmuþ.
Yokluk çokmuþ, çokluk yokmuþ; develer laf geveler,
güveler giysi üfeler, akrep yelkovaný kovalar, deli
akýllýyý sopalar, rençber topraðý çapalarken ufuksuz
yeryüzünün bilinmeyen bir ülkesinin üç yol kavþaðýnda
üç kiþi buluþmuþlar.
Bu üç kiþiden biri Þeyhoðlu, biri Vurguncuoðlu
biri Ekmekçioðlu imiþ. Üçü de yollarýný yordamlarýn
yitirmiþler; üçünün de elleri böðründeymiþ.
Birisi sormuþ:
- Ne yapalým ki karnýmýz tok, sýrtýmýz pek olsun?
Þeyhoðlu:
- Yazgý her þeyden üstündür, demiþ.
Ekmekçioðlu:
- Çalýþmak her þeyden üstündür, demiþ.
---
Böyle konuþarak tartýþarak yürürlerken karþýlarýna
bir kent çýkmýþ. Üç arkaddþ bu kentte ne yapacaklarýný
düþünürlerken Ekmekçioðlu:
- Ben çalýþýr sizi de doyururum, demiþ.
Geride kalan ikisi:
- Görelim seni, demiþler.
Ekmekçioðlu kente girmiþ, sokaklarda dolaþmýþ,
iþ ararken, bir aþçý kendisine seslenmiþ:
- Gel birikmiþ bulaþýklarý yýka, sana bir akçe
vereyim, karnýný doyur.
Ekmekçioðlu hiç duraksamadan kollarýný sývamýþ,
akþama dek çalýþtýktan sonra kazandýðý bir akçeyle ekmek
peynir almýþ, kentten ayrýlýrken kapýsýna þöyle yazmýþ:
"-Bu kentte bir günlük yorucu bir çalýþmanýn
karþýlýðý bir akçedir."
Ýki arkadaþ Ekmekçioðlu'nu görünce pek sevinmiþler;
peyniri katýk edip ekmeði yemiþler, uykuya varmýþlar.
Ertesi sabah uyanmýþlar:
- Sýra sende, demiþler Vurguncuoðlu'na haydi
kendini göster, kurnazlýðýnla bizi doyur.
Vurguncuoðlu kente varmýþ, ortalýkta dolaþýrken
bakmýþ ki limana yüklü bir gemi giriyor; kentli tacirler
rýhtýmda gemiyi bekliyorlar. Vurguncuoðlu hemen
bir kayýða atlayýp hepsinden önce gemiye çýkmýþ, malý
yüksek fiyatta kapatmýþ, kýsa süreli bir senetle iþini
bitirmiþ. Gemi rýhtýma yanaþtýðýnda tüccarýn karþýsýna
çýkýp:
- Mal benim, demiþ.
Tüccar kaygýlanmýþ:
- Kaça satarsýn? Yüz akçe daha çok verirsek malý
bize devreder misin?
Vurguncuoðlu az buçuk nazlandýktan sonra razý
olmuþ; yüz akçeyi cebine attýktan sonra kentin kapýsýna
þöyle yazmýþ:
"-Bu kentte birkaç dakikalýk kurnazlýðýn karþýlýðý;
yüz akçedir."
Üç arkadaþ o gece kendilerine bir handa yer ayýrtmýþlar,
gece bir de þölen vermiþler.
---
Ertesi gün sýra Þeyhoðlu'na gelmiþ.
Arkadaþlarý:
- Görelim seni, demiþler.
Þeyhoðlu kentin sokaklarýnda dolaþýrken þaþkýnlýkla
söylenip dururmuþ:
- Yazgýnýn gözü baðlýdýr, yazgýnýn gözü baðlýdýr,
yazgýnýn gözü baðlýdýr.
Orada burada sallanýp dolanýrken Þeyhoðlu bir
meydanda kalabalýða rastlamýþ; adamlar toplanmýþ bir
þeyler konuþuyorlar; meraklanýp sormuþ:
- Ne oluyor?
- Bizim þeyhimiz bir oðul býrakmadan öldü, þaþkýna
döndük, þimdi yeni bir þeyh nereden bulacaðýz
diye konuþuyoruz.
Þeyhoðlu baðýrmýþ:
- Bre ahmaklar ben þeyhoðluyum.
Kalabalýk mal bulmuþ maðribi gibi Þeyhoðlu'nun
ellerine sarýlmýþ, götürüp koca bir konaða oturtmuþlar
Þeyhoðlu'nu...
Tören bitince Þeyhoðlu koþup kentin kapýsýna þöyle
yazmýþ:
"Bu kentte bir saniyelik yazgýnýn karþýlýðý yüz binlerce
akçedir."
---
Bir Doðu masalýdýr bu, eski çaðlara iliþkin...
Bir kente varýrsanýz kapýsýna bakýnýz; eðer kapýda
þöyle yazýlý ise:
"Burada çalýþmanýn karþýlýðý bin akçedir.
Kurnazlýðýn bedeli on akçedir.
Yazgýnýn karþýlýðý bir akçedir."
Çaðýmýzýn kentine ulaþtýðýnýzý anlarsýnýz.
:::::::::::::::::
HANGÝ HOLDÝNGDENSÝN?
Ne zaman "holding profesörü" deyimini kullansam
çok sevdiðim bir dostum telefon eder:
- Ben de holding profesörüyüm.
Yanýtlarým.
- Kendine iftira etme! Holding profesörü deðilsin;
düpedüz profesörsün.
"Holding yazarý" deyince de üstüne alýnan yakýnlarýmýz
çýkýyor; demek ki bir açýklamaya gerek var.
Babýali holdingleþince kývamý deðiþti; eskiden böyle
bir sorun yoktu; kimsenin aklýna Peyami Safa'nýn, Refi
Cevat Ulunay'ýn, Vala Nurettin'in, Refik Halit'in hangi
holdinge baðlandýðý sorusu takýlmazdý. Rahmetli Naci
Sadullah'a sorabilseydik:
- Senin için falanca holdingin adamý diyorlar?
- Ne?
Anlamazdý soruyu Naci Sadullah; çünkü eskiden
yazarlarýn dünya görüþleri olabilirdi; gazeteciler bir siyasal
partiye baðlanabilirlerdi; holdingcilik diye bir
mesleðe eski Babýali'de rastlanamazdý.
---
Batý demokrasilerinde durum nasýl? Baðýmsýz yazarlar,
gazeteler var; parti gazeteleri ve yazarlarý da
var; ama holdingciliðin particilik yerine geçtiði Batý
demokrasisi var mý?
Türkiye'de durum deðiþik.
Holding babalarý gazete alýp satýyorlar; istedikleri
köþeye oturttuklarý sözde yazarlarý "katip" gibi kullanýp
istediklerini yazdýrýyorlar; piyangoyla, totoyla, lotoyla
okuru avutuyorlar.
Artýk Babýali'de bir yazarýn hangi siyasal eðilimde
olduðu sorulmuyor; dünya görüþünün de kýymet-i
harbiyesi yok; durum çok deðiþti; holding yazarý olmanýn
"tatlý hayat" için olanaklarý büyük.
Okur soruyor:
- Beyefendi yazýlarýnýzý çok beðeniyorum.
- Teþekkür ederim.
- Kaleminizden bal damlýyor.
- Saðolun...
- Her gün okuyorum sizi...
- Eksik olmayýn.
- Dünya görüþünüz "benimkinin týpkýsýnýn
aynýsý" her satýrýnýzda kendimi buluyorum.
- Ýltifat ediyorsunuz.
- Beyefendi, bir yerde üç beþ kuruþum var, ne
yapayým desiniz, ne tavsiye edersiniz?
- Bilmem ki...
- Siz hangi holdingdensiniz?
- ?..
---
Babýali'de kýrk kiþiyiz, birbirimizi biliriz; kimi köþeyazýlarýný,
baþyazýlarý okurken rüzgarýn nereden estiðini
çakarýz; artýk kimi yazarýn yazýsý, yazarýn kalemini
sattýðý holdingin görüþünü taþýdýðý için önem taþýyor.
Gazeteciliðin raconu da deðiþti.
Ekonomi ya da politikaya iliþkin bir geliþme oldu mu,
siyasal partilerin ne yapacaðýný kimse merak
etmiyor; gözler holding babalarýna çevriliyor:
- Acaba ne diyecek?
Holding babalarý da burunlarýna dek siyaset bataðýnýn
içinde ülke ekonomisini belirliyorlar; telefonlar,
randevular, yemekler, kokteyller, röportajlar, açýk
oturumlar, basýn toplantýlarý gýrla...
Þimdi Özal hükümetinin ekonomik önlem paketleri
birer birer açýlýyor ya, sendikalarýn ve siyasal partilerin
ne düþündüklerini ve parlamento dengelerini
kimse takmýyor; holdingler arasý iliþkileri hesap eden
edene...
Ekonomik önlemler hangi holdinglere yarýyor?
Hangilerini vuruyor?
Siyaset þimdi budur.
:::::::::::::::::
ALLAHSIZ KEMÝK
Bilmezdim böyle bir oyun olduðunu, Adana'da öðrendim.
Anadolu'nun kimi yörelerinde kasaba kahvelerinde
eskiden çok oynanýrmýþ.
Yan yana yirmi masa düþünün.
Yirmi masada yirmi tavla.
Ve her tavlanýn baþýnda karþýlýklý oturmuþ ikiþer
kiþiden kýrk oyuncu.
Tavla maçý baþlýyor.
Ama nasýl?
---
Birinci masaya tavlacýlarýn en kodaman çifti oturmuþ.
Zarlar bu çiftin elinde.
Oyun baþlayacak.
Ýlk oyuncu zarlarý üfleyip ýsýtýyor, sallayýp atýyor:
-Ciharý dü...
Ýkincisi atýyor:
-Pencü se...
Zarlar yalnýz bu masadaki kodaman çiftin elinde.
Öteki masalarda zar yok; ama birinci masadaki
birinci kodaman ciharý dü attý mý yirmi oyuncu ciharý
dü oynuyor; ikinci kodaman pencü se attý mý yirmi
oyuncu pencü se oynuyor. Herkes sarýlý siyahlý tahta
kutularýn içindeki pullarý zarý elinde tutan baþoyuncunun
eline bakarak yürütüyor.
Kýrk kiþinin seksen kulaðý en baþtaki masaya dönük.
Çünkü zarlarý tutan eller en baþtaki masada.
Herkesin yüreði týp týp atýyor:
-Aman aðam, zaman aðam; ne olur zarý iyi salla,
bileðine güçlü ol, Allahsýz kemiðe üflemeyi unutma!.
---
Ne var ki oyun ilerledikçe iþ deðiþiyor.
Çünkü zarlarý atan iki oyuncu.
Ama pullarý oynayan kýrk kiþi.
Baþoyuncu sebayi dü attý mý, yirmi kiþi kendine
göre kapý alýp, pul kýrýyor. Hepyeki ya da dubarayý
her oyuncu kendine göre oynuyor. Yirmi tavlada yürüyen
her oyun, zamanla biçim deðiþtiriyor. Zarlarý
tutanlar maç kýzýþtýðýnda kendilerine göre özlemlere
isteklere kapýlýyorlar:
-Ah, bir þeþ beþ gelse...
Öteki oyunculardan biri:
-Aðam kurban olayým bir düþeþ...
Yanýndaki:
-Dubara atamazsan yandým...
Beriki:
-Kurban olduðum Allah, þefaatini aðamýn bileðine
dola ki bir hep yek atýversin.
Zar, tek kiþinin elinde oldu mu kendisiyle birlikte
oynayan yirmi oyuncuyu tümüyle nasýl sevindirsin?
Oyun baþlangýçta birlikte baþlamýþ, ama sonuna doðru
daðýlmýþ, öyle bir noktaya varýlmýþ ki ne gelirse gelsin
oyuncularýn hepsine yaramýyor.
Bu kez homurdanmalar baþlýyor:
- Senin gibi zar atanýn saygýdeðer ceddine, rahmeti
rahmana kavuþmuþ büyüklerine ve cümle akraba
ve taallükatýna sevgilerimi sunarým...
-Ulan! Seni adam sandýk, eline zar verdik...
-Bre namussuz! Ben burada mars oluyorum, sen
orada gele atýyorsun, Allah belaný vermesin e mi...
Eski bilgeler diyorlar ki:
-Zarýný atamadýðýn tavlanýn baþýna oturma ya
da adamlarýný zarsýz tavlaya oturtma!..
---
Biliyorum, þimdi bu yazýdan siyasal ve ekonomik
sonuçlar çýkarmaya çalýþanlar olacaktýr ve haklýdýrlar.
"Büyük dostumuz ve müttefikimiz Amerika" ne diyor:
"-Amerika için iyi olan herkes için iyidir."
Olur mu?
Piyasa ekonomisinde bir büyük holding için iyi olan
her firma için iyi midir?
Kimi Anadolu kasabasýnda tek kiþinin zar attýðý, ama
çok kiþinin bu zara göre oynadýðý oyunlarýn sonu hiç
belli olmuyormuþ; yenenlerle yenilenlerin hesaplaþmasýnda
iþ adamakýllý karýþýyormuþ. Bana da sorarsanýz
ne baþkasýnýn zarýný elinde tutmalý ne de baþkasýnýn
zarýna bakmalý...
:::::::::::::::::
AN VE ANI...
Bizim sýnýfýn kara tahtasý pürtük pürtüktü. Kullandýðýmýz
tebeþirler çoðunlukla taþ gibi sertti. Ne zaman
kara tahtaya tebeþirle bir þey yazmaya kalksam
çýkan sesler tencere kýyýsýna sürülen býçak aðzýnýn gýygýyý
gibi içimi gýcýklayýp bedenimi ürpertirdi.
Bel kemeri kalýnlýðýnda bir keçenin deðirmi biçimde
sarýlmasýndan oluþan silgi, kara tahtayý hiçbir
zaman yeterince temizleyemezdi. Her ders sonunda tahtayý
silmek "sýnýf mümessili"nin göreviydi. Çoðunlukla
bu görev yarým yamalak yerine getirilir; coðrafya dersinden
arta kalan yazýlar matematik saatine yansýrdý;
geometri öðretmeninin çizdiði biçimler biyolojiden yazýlý
sýnav yapýlýrken kara tahtadan yansýrdý; felsefede
Eflatun'dan söz açýlmýþken iki ders öncesinden bir rubainin
dizeleri karþýmýzda belli belirsiz sýrýtýrdý.
---
Her dersin kara tahtada býraktýðý izler bir sonrakine
geçer; tebeþir çizgileri, yerbilimde öðrendiðimiz
toprak katmanlarý gibi günün çeþitli saatlerini simgeleyerek
üst üste, alt alta bir görünüme bürünürdü.
Ýlk gençlik avareliðiyle dumanlanan kafam, kara
tahtanýn siyahlýðýnda zaman tüneline dalardý.
Güneþli günlerde büyük pencerelerden dersliðe giren
ýþýk elle tutulacakmýþ kadar yoðunlaþtýðýnda, günlerce
önceki tebeþir çizgilerini seçmeye çalýþýp dalga geçerken,
yaþanan saatle yaþanmýþ olanlarýn sarmalýna
dolanýr giderdim.
Dersin bittiðini haber veren zil sesiyle kendime gelirdim.
---
Ýnsan yaþlandýkça zaman tüneline dönük geziler
sýnýftaki kara tahtanýn siyahlýðýný deliyor; lacivert gecede
uzay yolculuðuna dönüþüyor.
Günlük yaþamda kimi zaman bir görüntü, esinti,
renk, koku, davranýþ, ses, gürültü belleðin gizemli kapýsýný
vurur; çaðrýþýmla zamanýn gerisine kayan düþünce,
eski bir kitabýn unutulmuþ sanýlan yapraklarýný
çeviriverir.
Yaþadýðýný yeniden yaþamak için yýllarca öncesine dönersin.
Ne var ki yaþanan artýk anýlaþmýþ, bellekteki iz
aðacýndan kopan bir yaprak gibi solmuþtur. Onu eski
kitabýn sayfalarý arasýndan çýkarýp baktýðýnda aðaçtaki
yaprak olmadýðýný anlarsýn; canlýlýðýný yitirip sarardýðýný
görürsün.
Bir coþkuyu, sevgiyi, korkuyu, sevinci, acýyý geçmiþteki
eþit duyguyla yaþamak olanaksýzdýr. Çünkü aný,
duygudan soyutlanarak bilgileþmiþtir.
Ýnsan yapýsýnda duygularýn deðil bilgilerin arþivi
güçlüdür. Yaþanmýþý yeniden yaþamak istediðinde þaþýrýrsýn:
Çektiðin acý ballanmýþtýr; eski burukluk kekremsiliðini
yitirmiþtir; geçmiþteki coþku, yüreðini artýk
küt küt attýrmaz.
Belleðin ne denli güçlü olursa olsun, beþ gün önce
yediðin biberin acýsýný damaðýnda yeniden duymazsýn;
beþ ay önce doðradýðýn soðan gözlerini yaþartmaz;
beþ yýl önce yitirdiðin sevgilinin yokluðu ölüm günündeki
kadar yüreðini daðlamaz.
Çünkü artýk onlar anýlaþmýþtýr.
Anýlaþmak bir anlamda ölmek demektir.
Ölüler anýlýr; ölülerle yaþanmaz.
---
Belleðiyle yaþamaya çalýþanlar kimi zaman iç çekip
geçmiþe dönmek isterler:
-Ah o güzel günler...
Oysa insan belleðiyle yaþayamaz: Belleðindeki bilgi
birikimini ve deneyim istifini gelecekteki yaþamýný
güzelleþtirmek için kullanabilir.
Geçmiþteki duygulu yaþantýn seni daha duyarlý bir
kiþi yapabilir; aþýlmýþ aþklarýn sevecenliðini yoðunlaþtýrýr,
eski korkularýn korkusuzluk için paha biçilmez deneylerdir.
Anýlarýmýz geleceði yönlendirmekte eþsiz birer öðretmen
olabilirler.
Ve insan 'aný'laþmamýþ anýlarýnda yaþamasýný sürdürür;
çünkü hayatýn kara tahtasýna yazýlýp da siline
siline yok olan tebeþir çizgileri bellektedir, yürekte deðil.
:::::::::::::::::
ÞADÝ BABA'NIN YOLCULUKLARI
Erenköy'de Galip Paþa Camisi Baðdat Caddesi'ne
bakar. Þirin bir avlusu vardýr. Dostlarýn, tanýdýklarýn,
gençlerin "Þadi Baba" diye andýðý Þadi Alkýlýç'ý
son yolculuðuna bu avludan uðurladýk.
---
Ýlk yolculuðuna ne zaman çýkmýþtý Þadi Alkýlýç?
Bilemem. 1916'da Ýstanbul'da doðan Þadi'nin babasý
Birinci Dünya Savaþý'nda þehit olan Doktor Binbaþý
Hüseyin Þadi Bey'di. Küçük Þadi babasýný hiç görmemiþti.
Kimbilir belki annesi Fatma Talat Haným, oðlunu
elinden tutarak eski Ýstanbul'un Çamlýcasý'na, Vaniköyü'ne,
Kuzguncuku'na, Vefasý'na götürmüþtür. O
dönemde böyle bir gezinti bile yolculuk sayýlýrdý; ama
Þadi'nin bu gibi yolculuklarý bizi ilgilendirmez.
Toplumu ilgilendiren ilk yolculuðuna Þadi 1938'da
Nazým Hikmet davasýyla çýkmýþtý. O yýl Harp Okulu'nda
öðrenim görüyordu; yargýlandý; "beraat" etti.
Uzun yolculuk baþlamýþtý.
Bir davada aklanan insan tüm haklarýný yeniden
saðlamaz mý? Zamanýn devleti bu kuralýn ne demek
olduðunu biliyordu. Þadi Alkýlýç Ýstanbul Belediyesi'ne
memur olarak girdi; þef oldu, müdür muavini oldu,
müdür oldu; 1962 yýlýna deðin kamuya hizmet etti.
---
1962'de yeni bir yolculuk baþladý.
Cumhuriyet Gazetesi Yunus Nadi Armaðaný Yarýþmasý'nýn
o yýl konusu "Liberalizm mi, Sosyalizm mi?"
sorusunu gündeme getiriyordu.. Þadi'yi þeytan
dürttü; iki daktilo sayfalýk bir yazýyla bu yarýþmaya
katýldý. Ne var ki yazýda komünizm propagandasý yapýldýðý
gerekçesiyle Þadi Alkýlýç'a iliþkin kovuþturma
ve daha sonra bütün uygar dünyayý ilgilendiren uzun
bir dava baþladý. Acaba Þadi, iki daktilo sayfasýnda
neler yazmýþtý? Bu soruya yazýyý inceleyen ünlü düþünürler
ve devlet adamlarý þöyle yanýt verdiler:
Ýtalya Cumhurbaþkaný Saragat:
"-Makale ilkel ve ütopist bir sosyalizm kavramý
aksettirmektedir. Þadi Alkýlýç'ýn yazýsý komünist bir yazý
deðildir. Bundan bir yüz yýl önce herhangi bir Batý
sosyalistinin altýna imzasýný koyabileceði bir yazýdýr."
Ýtalya Sosyalist Partisi Baþkaný ve Ýtalya'nýn eski
baþkaný Pietro Nenni:
"-Bugün General Franco'nun Ýspanyasý hariç hiçbir
memlekette bahse konu makale gibi bir yazý dava
konusu olamaz."
Cambridge Üniversitesi Profesörü Maurice Dobb:
"-Yazý bu ülkede (Ýngiltere), Ýskandinavya'da,
Fransa'da ve Ýtalya'da sakýncasýz sayýlýrdý. Söz konusu
kiþinin hapse girmesi sonucunu doðurmasý gülünçlük
düzeyinde bir olaydýr."
Prof. Hüseyin Naili Kubalý gibi dünya görüþü saða
dönük kiþilerin de bulunduðu bilirkiþi kurullarý Þadi'nin
yazýsý için olumlu raporlar verdiler; ama sorun
büyümüþtü. Tam yedi yýl "iki sayfalýk yazý" çeþitli aðýr
ceza mahkemeleri ve Yargýtay'ýn çeþitli daireleri arasýnda
gitti geldi; dosyalar büyüdükçe büyüdü. Þimdi
sayýsýný unuttum; Þadi için üç-beþ kez beraat kararý
verildi, buna yakýn bozma kararlarý dosyalarý kabarttý.
Bu arada Þadi Akkýlýç tutuklanýyor, salýveriliyor;
yine tutuklanýyor, yine salýveriliyor; yýllar demir
parmaklýklar ardýnda geçiyordu.
Yolculuk uzundu.
---
Ýçlerinde Canterbury Baþpiskoposu, Uluslararasý
Ýnsan Haklarý Birliði Baþkaný; ünlü Profesör Gunnar
Myrdal, Yehudi Menuhin, Fablo Casals, Amerika Otomobil
Ýþçileri Sendikasý Genel Baþkaný ve benzeri kiþilerin
bulunduðu bir kurul Þadi Akkýlýç'ý 1967 yýlýnda
"Dünya Mahkumu" ilan etti.
Ama yolculuk bitmemiþti.
Beþ çocuk babasý, 24 yýl kamu görevlisi Þadi,
1960'larýn Türkiyesi'nde ve uygar dünyada fikir özgürlüðünün
ölçütü gibi bir tartýþma konusu oldu; bu tartýþma
sürdükçe Þadi mahpushaneden mahpushaneye sürülüyordu.
1970'lerin ilk yarýsýna deðin sürdü bu yolculuk...
---
Baðdat Caddesi'nde Galip Paþa Camisi'nin þirin
avlusunda musalla taþýnda yatan Þadi, 1983'ün sýcak
bir temmuz günü son yolculuðuna çýkýyordu.
Çocuklarý anlatýyorlardý:
-Ýyi deðilim, dedi, bir bardak su istedi; suyu getirmeye
kalmadan gözlerini kapadý.
Eþi Hikmet Haným aðlýyordu:
- Sizleri çok severdi, dedi, ölüm ilanýnýn sizin köþenizin
altýnda yayýmlanmasýný vasiyet etmiþ; el yazýsýyla
yazýp býrakmýþtý.
Naci Sadullah'ý andým:
"-Þadi Alkýlýç" demiþti bir yazýsýnda, "Rodin'in
o ahmak ahmak düþünen adamý deðil, 1968 Türkiyesi'nin
bütün keskin çeliþkilerine ve uðradýðý bütün adaletsizliklere
tombalak çehresinin olanca verimliliðiyle
insaný þaþýrtacak kadar "gülen adam'ý".
Güle güle Þadi Alkýlýç.
:::::::::::::::::
ÝNSANIN ÝNSANLAÞMASI
"Saatin akrebine baktýðýmýz zaman, akrep hareketsiz
gibi gelir bize. Fakat bir iki saat sonra akrebin
yer deðiþtirdiðini görürüz. Ýnsanlarýn hayatýnda da böyle
olur. Çevremizdeki, hatta kendimizdeki deðiþikliðin
çoðu zaman farkýnda olmayýz. Tarihin akrebi bize hareketsiz
gibi görünür."
---
"Ýnsan Nasýl Ýnsan Oldu" adlý kitapta böyle
yazýyor.
Tarihin bilinmezliklerinden 1600 yýlýna deðin "kahramaný
insan olan" bir gerçek serüveni anlatýyor kitap;
ama insan dediðimizde kimi vurguluyoruz?
Diyelim ki insanoðlu Amerika'yý keþfetmiþtir;
Avustralya'yý bulmuþtur. Peki, Amerika ve Avustralya'da
insan yok muydu?
Amerika ya da Avustralya'yý bulan insanýn buralarda
yaþayan insana insan gibi bakmadýðýný tarih söylüyor.
"Ýnsan Nasýl Ýnsan Oldu"dan bu yolda birkaç satýr:
"Avrupalýlar Avustralya'yý bulduklarýnda baþlý baþýna
bir kýtayý ele geçirmek onlar için büyük baþarýydý.
Avustralyalýlar içinse bu gerçek bir talihsizlikti. Çünkü
insan emeðinin devirlerini gösteren takvime göre
hesaplanýrsa, bunlar daha geri bir zamanda yaþýyorlardý.
Avrupalýlarýn göreneklerinden bir þey anlamýyor
ve düzenlerine boyun eðmek istemedikleri için kendilerine
yabanýl hayvanlar gibi davranýlýyordu. (...) Avustralyalý
için yasa olan, Avrupalý için cürümdü. (...) Hayvancýlýkla
uðraþan Avrupalý için koyun mal olduðu halde
ilkel þartlarda yaþayan Avustralyalý avcý için bir avdý."
"Amerika'yý bulan Avrupalýlar yeni bir dünya bulduklarýný
sanýyorlardý. Kristof Kolomb'a üzerinde 'Kolomb,
Kastilya ve Leon için yeni bir dünya buldu' sözleri
yazýlý bir niþan verilmiþti. Ne var ki 'yeni dünya'
gerçekte eski bir dünyaydý. Avrupalýlar çoktan unutmuþ
olduklarý geçmiþlerini bir rastlantýyla Amerika'da
bulmuþlardý."
"Kýzýlderililer ve beyazlar ayrý ayrý çaðýn insanlarýydý."
---
Ayrý ayrý çaðýn insanlarý olmak...
Ýþte bütün tarihin ve yaþadýðýmýz günlerin acýlarýný
bu eþitsiz geliþme yaratmýþtýr; ama dünya deðiþiyor;
insanlar gün geçtikçe eþitleniyor. Yeryüzünde binlerce
yýl süren kölelik kurumu hiç deðiþmeyecek sanýlýyordu.
Eski Yunan þairi Teognis zaman saatinin yürümüyor
gibi görünen akrebine aldanarak þu dizeleri
yazmýþ:
"Ne soðandan gül çýkar,
Ne köleden özgür insan."
Oysa köleliðin kurumlaþmasýndan bu yana tarih
kölelerin özgürleþmesi sürecinden baþka nedir ki? Bu
savaþým günümüzde bile sürüyor.
---
Atatürk, Cumhuriyet Türkiyesi'nin insan toplumu
için bir hedef saptamýþtý:
-Çaðdaþ uygarlýk düzeyine eriþmek.
Bu demektir ki aklýmýzýn akreple yelkovanýný uygarlýðýn
en ileri saatine göre ayarlayacaðýz. Sakýn yanlýþ
yorumlamayalým; "Tanzimat kopyeciliði"ne sapmayalým;
yüzeysel Batýcýlýk anlayýþýný Atatürkçülük diye yutturmaya
kalkýþmayalým. Çaðdaþlaþmak, akýl ve bilim
yolunda yürümek demektir.
Eðer bugün "Batý" ile Türkiye arasýnda kimi konularda
ve alanlarda çatýþma varsa nedenlerini anlamaya
çalýþmalýyýz. "Doðu" ile çeliþkilerimiz varsa, onlarý
da bilim ve akýl yoluyla çözümlemeye bakmalýyýz.
Bize yabancý ve ters gelen her konuya Amerika'nýn
ya da Avustralya'nýn keþfi sýrasýnda yaþayan yerliler
gibi anlamaz gözlerle bakmayalým.
---
Ýnsanýn insanlaþmasý uzun ve acýlý bir süreçtir. Bugün
bile dünyada çeþitli toplumlar "ayrý zamanlarda"
yaþýyorlar.
Eþitleme kolay deðil...
Ne yazýk ki Türkiye'nin toplumsal gerçeðinde ayrý
ayrý zamanlarda yaþayan kiþiler ve kesimler çoðaldý.
Bunu demokrasinin gereði saymak için çok bilgisiz,
bilinçsiz ya da saf olmalý. Atatürk, yaþadýðýmýz
toplumda kiþiler ve çevreler arasýnda var olan zaman
ayrýlýklarýni yok etmek için "Öðretim Birliði Devrimi"ni
gerçekleþtirmiþti. Bu devrimle ortaçaðý yaþayanlar günümüze
ulaþacaklardý. Köy enstitüleri de bu amaçla
kurulmuþtu. Ama hem öðretim birliði devrimini hem
köy enstitülerini yýktýk; saatlerimizi çaðdaþlýða göre
ayarlayacak akýl ve bilim yolundan uzaklaþtýk.
Kötü bir iþ yaptýk.
Daha uzun süre bu kötülüðün acýlarýný çekeceðiz,
insanlaþma yolunda yürürken...
:::::::::::::::::
HAYVANAT BAHÇESÝ
Hayvanlarýn deðiþmez görünen (ya da çok uzun
süreçlerde deðiþen) nitelikleri vardýr.
Tazý hýzlý koþar; deve kin tutar; tavþan ürkektir;
köpek iyi koku alýr; kedi nankördür; maymun taklitçidir;
tilki kurnazdýr; katýr inatçýdýr; yýlan soðuktur;
akrep zehirlidir; koyun aptaldýr; kaplumbaða yavaþtýr;
sýrtlan leþ yer; yarasa ýþýktan kaçar; boða kösnüktür;
at duyarlýdýr; köpek sadýktýr; papaðan konuþur;
leopar yýrtýcýdýr; bülbül güzel þakýr; karga uzun yaþar..
---
1961 yýlýnda Ýran'a gitmiþtim. Tahran'ýn büyük bir
lokantasýnda yemek yiyecektik. Bizi aðýrlayan Azeri
Türkü, garsonu çaðýrdýktan sonra sordu:
-Ne yiyelim?
-Siz seçin!
Azeri, garsona döndü:
-Beye bir bukalemun...
Þaþmýþtým:
-Aman ben bukalemun yemem.
-Bizim burada hindiye bukalemun denir.
-Peki, bukalemuna ne denir?
-Makyevelsýfat. Vaktiyle bir politikacý varmýþ, zamanýna,
yerine göre renk deðiþtirirmiþ; bakarsýn sabah
liberal, akþam sosyalist, ertesi gün kapitalist, sonra
faþist... Bu adamýn adý Makyavel'miþ. Bukalemun da
yerine ve zamanýna göre renk deðiþtirdiðinden biz bu
hayvana Makyavelsýfat adýný vermiþiz.
Açýklamanýn biçimi Makyavel'i tanýmlama bakýmýndan
doðru olmasa bile niteliði ilginçti.
---
Ýnsanlarý anlatýrken kestirmeden tanýtmak için
hayvanlara baþvurduðumuz olur:
-Kaz gibi adam...
-Av köpeði gibidir...
-Sýrtlan gibi kadýn...
-Manda yürekli...
Ne var ki böyle vurgulamalar yetersiz kalýr. Çünkü
insanoðlu yaþam sürecinde deðiþebilir.
Kimi "hayat kadýný" tövbe istiðfar edip yeni yaþama
baþlayabilir; manastýra kapanabilir. Kimi inançlý
insan, yolunu deðiþtirip zýndýklaþabilir. Bu belirli yaþtan
sonra bilinçlenen ve aklýný baþýna toplayan insanlara
çok rastlanýr ya da tersi olabilir; gizli kalmýþ kötü
yanlarýný eline geçiren ilk fýrsatta dýþa vuran kimseler
çevremizde az mýdýr?
Kedinin nankörlüðü, köpeðin baðlýlýðý, devenin kini
binlerce yýllýk deneyimlerle kanýtlanmýþ insanýn belleðine
yerleþmiþtir. Buna karþýlýk hangi insanýn yürekli,
hangisinin kindar, hangisinin nankör, hangisinin korkak
olacaðý doðuþtan saptanamaz.
Beþikte uyuyan bebeðin kimliði yaþadýkça ortaya
çýkacaktýr.
Atalarýmýz "Adam olacak çocuk bokundan belli
olur" demiþlerdir; ama þu karmaþýk dünyada kimin
ne olacaðýný saptamak her zaman kolay deðil.
---
Çeyrek yüzyýldan beri çalkantýlý bir siyasal süreç içinde
yaþýyoruz. Böyle dönemlerde kimin ne olacaðý ya da
ne yapacaðý sorusunun çengeli daha da büyüyor.
Her fýrtýnalý dönüþümde kim akrepleþecek, kim tavþanlaþacak,
kim papaðanlaþacak, kim köpekleþecek,
kim öküzleþecek, kim yýlanlaþacak, kim köstebekleþecek,
kim sýrtlanlaþacak, kim eþekleþecek diye sorular
ortaya çýkýyor.
Ve bir kesimiyle toplum, insanlýktan çýkýp büyük
bir hayvanat bahçesine dönüþüyor ya da çeþitli hayvan
türlerinin geliþtirildiði ulusal parklara benziyor.
---
Siyasal dengeler tepetaklak edildiðinde toplumsal
yaþam da altüst olur. Böyle dönemlerde saðda olsun,
solda olsun, kimileri karakterlerinin saatini ayarlayýverirler;
bakarsýnýz ki yelkovanla akrep bir elde yer deðiþtirmiþ.
Sakýn þaþýrmayýn.
Bu gibiler ne koyundur ne yýlandýr ne kertenkeledir
ne de köpektir; bunlar birer Makyavelsýfattýr; bunlar
eþek, ördek, beygir, öküz olabilecek kadar bile karakterden
yoksun insan kýlýklýlardýr.
:::::::::::::::::
ODA VE BULUT
Çaðrýyý bir kez daha okudum:
"TRT Ankara Oda Orkestrasý'nýn Arkeoloji Müzesi
bahçesinde vereceði konseri onurlandýrmanýzý rica
ederiz,"
Ýstanbul Arkeoloji Müzelerini Sevenler Derneði
Ve düþündüm:
-Arkeolojiyle müziðin iliþkisi ne? Hele oda orkestrasý
niçin bahçede çalýyor?
Bilgisizliðim ortaya çýkmasýn diye içimdeki soruyu
dýþa vurmadým. Oda müziðinin 18'inci yüzyýlda Saray
salonlarýnda oluþtuðunu biliyorum. Müziði severim.
Ne var ki sevgi her þeyi çözümlemiyor. Leonardo
"Sevgi bilgiden doðar" demiþ. Bilgisiz sevgi, kimi zaman
insaný boþluða düþürebilir. Kimbilir, belki artýk
oda müziði konserleri de açýk havada düzenleniyor.
Acaba kim, ne çalacak?
Çaðrý kartýna bakýyorum:
-Þef: Gürel Aykal. Solist: Suna Kan.
Ne çalacaklar?
-Haendel, Haydn, Respighi.
Ýlk ikisi iyi de sonuncuyu tanýmýyorum; 20'nci yüzyýldan
birisiymiþ.
---
Güzelim bir akþamüstü, Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde
sanatçýlarý bekliyoruz.
Türk müzeciliðinin babasý Osman Hamdi Bey'in
19'uncu yüzyýlýn sonunda mimar Valaury'ye yaptýrdýðý
yapýnýn koca sütunler arasýndaki giriþinde orkestraya
yer ayrýlmýþ; bahçeye tahta sandalyeler dizilmiþ.
Ýzleyiciler yavaþ yavaþ yerlerini alýyorlar. Gelen gidene
bakýyorum. Ýçlerinde kimler yok?
Bir kitapta okumuþtum: Nazi ölüm kamplarýndaki
gardiyanlar arasýnda melomanlar da varmýþ.
Ýnsan ve insanlýk sevgisi olmayan müzik sevgisi
oluþabilir mi?
Kimbilir.
Ben düþünedurayým, sanatçýlar yerlerini aldýlar,
çalmaya baþladýlar.
Bahçedeki binlerce yýllýk yontular, zaman aþýmýna
uðramýþ gömüt taþlarý, yüzlerce yýlý geride býrakmýþ
aðaçlar, iskemlelere dizilmiþ insanlar, aðaç dallarýnda
serçeler, gökte kanat çýrpan martýlar, Müze'nin
çatý aralýklarýna sýðýnan kumrulara doðru yansýdý sesler...
Beþ kadýn yeþil, on erkek siyah beyaz giysileri içinde,
yaylý sazlarýyla Haendel'i Arkeoloji müzesinin avlusuna
getirdiler.
---
Ve zamanlar seslerle iç içe girip görüntülere dolandý.
Kemandan çýkan ses, güvercinin kanat çýrpmasý,
orkestra þefinin elleri, martýnýn çýðlýðý, serçenin ötüþü,
izleyicinin öksürüðü, aðacýn hýþýrtýsý, gömüt taþýnýn
sessizliði Haendel'le sarmallaþýyordu.
Gökte bir bulut dolaþýyordu.
Oysa loþ bir konser salonunda olsaydýk, besteci
ile dinleyicinin arasýna yalnýz sanatçýnýn yorumu girerdi.
Batmaya yüz tutan güneþ Arkeoloji Müzesi'nin
geniþ penceresine yansýdý; camdan içeri girip Ýskender'in
lahdini kuþattý; dizi dizi tanrýçanýn mermerden memelerini
okþadý.
Gün batýyordu.
Hicri 1403, Rumi 1399, Miladi 1983.
Ramazan 17, Haziran 15.
Martý gökyüzünde edepsizce kanat çýrpýyor, þirre
sesiyle çýðlýk atýyordu.
Kendimi suçlamaya baþladým:
-Neden buraya gelmiþtim?
Konser bittikten sonra konuþurken ona buna yapay
gülücüklerle ne diyecektim:
-Çok güzel çaldýlar.
---
Tam böyle düþünürken bir þeyler oldu. Notalar kaðýtlardan
soyutlanýp kanatlandýlar; sazlarýn týnýlarý ayrýmsandý;
titreþimleri bütünleþti; sesler ýrmaklar gibi
kucaklaþýp nehirleþtiler. Öyle bir nehir ki damlacýklar
suyu, su akýntýyý, akýntý dalgalarý yaratýyor; dalgalar
önüne gelen her þeyi sürükleyerek bilinmedik bir denize
yol alýyordu.
Martý, aðaç, kumru, gömüt, insan, serçe, yontu,
yaprak, mermer, sazlarla özdeþleþtiler. Ýnsanlýðýn uygarlýðý
sese, ses herkesin anlayacaðý bir dile dönüþtü.
Doða eridi.
Yaþam, sesten oluþan bir çevreydi artýk.
---
Konser bittiði zaman oda müziðinin açýk havada
çalýnabileceðini kimse bana öðretmeden anlamýþ; arkeolojiyle
müzik arasýndaki baðýntýyý da algýlamýþtým.
:::::::::::::::::
ÖLDÜRESÝYE SEVMEK
Sarý-esmer benizli bir adamdý tarih öðretmenimiz;
çok sigara içenlere özgü bir sesi vardý; simsiyah saçlarýyla
genç, kýrýþýk yüzüyle yaþlýydý; can sýkýcý bir iþ yapýyormuþ
gibi ders anlatýrdý.
Duvarda Türklerin anayurttan göç yollarýný gösteren
kocaman harita duruyordu. Ýlkokuldan beri göre
göre alýþmýþtýk; bakmýyorduk haritaya; artýk belleðimize
kazýnmýþ bilgileri sýcak mý sýcak bir öðleden
sonra dersinde yine dinliyorduk:
-Eskiden Orta Asya'da koskoca bir iç deniz vardý.
Ama zamanla deniz kuruyunca Türk boylarý anayurdu
býrakýp göç etmeye baþladýlar. Atalarýmýzýn bir bölüðü
Hazer'in kuzeyinden, bir bölüðü güneyinden Batý'ya
dalga dalga sarktýlar.
Bir öðrenci:
-Öðretmenim!
-Ne var?
-Ýç deniz neden kurumuþ?
-Ýklim deðiþikliðinden kurumuþ. Doða durduðu
gibi durmaz; yerbilimde (jeolojide) okumuyor
musunuz?
---
Marmara'nýn ölü deniz niteliðine doðru dönüþtüðü
haberleri gazete baþlýklarýnda kýrmýzý alarm iþareti
gibi göze çarpýyor; ben de düþünüyorum:
-Orta Asya'daki iç denizimizi de sakýn biz kurutmuþ
olmayalým? Gerçi o dönemde yerleþik düzende
bile deðildik; at sýrtýnda kýlýç sallayýp düþmanlarý
yok ediyor, ok ve yayla avlayýp "biftek tartar" yiyorduk;
ama bugünkü kahredici durumumuza baktýkça,
atalarýmýzdan da kuþku duymaya baþladým. 20'nci yüzyýlda
Marmara gibi bir mavi cenneti öldüren biz, bundan
binlerce yýl önce Orta Asya'daki iç denizin canýna
okuyacak bir þeyler yapmýþýzdýr.
---
Gerçekte bizim iki iç denizimiz var, Van gölü de
deniz diye anýlýr. Daha Doðu Anadolu'ya abanamadýk;
ama Marmara'yý nasýl da bulaþýk suyuna çevirdik?
Amerikalý dostlarýmýz Cooley Fonu'ndan verdiler
krediyi, biz de Ýstanbul'dan Ýzmit'e deðin güzelim
kýyýlarý kara tespih tanesi gibi fabrikalarla donattýk,
sanayi artýklarýný da döktük denize; körfez irin suratlý
bir bataklýða dönüþtü.
Þimdi uzmanlar baðýrýyorlar:
-Marmara ölüyor.
---
Bizim üç vatanýmýz var:
Biri ana-vatan:
Orta Asya.
Ýkincisi vatan:
Türkiye.
Üçüncüsü yavru-vatan:
Kýbrýs.
Hepimiz çok vatansever olduðumuzdan üç vatanýmýzýn
olmasýna þaþýlmaz.
Ne var ki bizim vatan sevgimiz de bir baþka türlüdür.
Sözgelimi bir kadýna abayý yaktýk mý sevgimiz baþýmýza
vurur, aþkýmýz ciðerimize iþler, tutkumuzdan
kafamýz dumanlanýr; býçaðý çekip yirmi-yerinden býçaklar,
kadýncaðýzý öldürürüz.
Polis, adliye, savcý, yargýç:
- Niçin öldürdün oðlum?
- Çok seviyordum.
Sevdiðimizi öldüresiye severiz biz...
---
Yurdumuzu da öldüresiye seviyoruz.
Batý'daki çevre kirlenmesi deðil bizim sorunumuz;
oralarda süper endüstri dönemi yaþanýyor. Biz sana
toplumu deðiliz ki...
Endüstri geliþmesinde etimiz ne, budumuz ne?
Biz yurdumuzu çok sevdiðimizden fabrikalarýmýzý
en turistik bölgelere kurarýz; çok akýllý olduðumuzdan
turistik tesislerimizin yanýbaþýna fabrika temeli atmadan
duramayýz.
Ne yapalým?
Biz böyleyiz.
:::::::::::::::::
TELEFON ÇALDI...
Telefon çaldý.
Her gün kaç kez çalar telefon? Açmak için elini
uzatýrken bilemezsin ne için arandýðýný? Karþý yanda
kim var? Ne söyleyecek? Hangi yalaný ya da yanýlgýyý
sana yansýtacak? Hangi gerçeði duyuracak?
Bilemezsin.
Telefonu açtým.
Murat Sarýca ölmüþ.
Gündüz Þerif Tekben'in ölüm haberini almýþtým.
Gece Murat Sarýca öldü.
---
Ölüm haberi sana ulaþýncaya dek ölüler yaþarlar.
Oysa haberle sana yansýyan bilgideki gcrçek kafana
dank etmeden önce ölmüþtür ölen...
Hekim, ölenin ölüm saatini raporuna yazar; gerçeðin
doðru göstergesidir bu...
Benim için Þerif Tekben'in ve Murat Sarýca'nýn
ölümleri, öldüklerini öðrendiðimde baþladý.
Düþündüm:
Apak saçlarý, yanýk yüzü, yontulaþmýþ baþýyla köy
enstitülerinin "yadigarý" Þerif Tekben'in ve kýzýla çalan
sakalý, koca gövdesiyle bilim harmanýnda doðrularý
arayan Murat'ýn yaþayanlar dünyasýndan göçüp gittiklerini
algýlamaya çalýþtým. Acýnýn býçaðý yüreðimi oydu.
---
Deðiþen bir þey vardý dünyada...
Ancak deðiþeni bana yansýdýðýnda öðrenmiþtim.
Çoðu zaman böyle olur.
Yalnýz ölümlerde, doðumlarda deðil, bütün doðasal
olaylarda gerçeðin insana yansýmasýyla gerçek arasýndaki
zamanlama deðiþiktir. Mahpushanede yatarken
ne zaman salýverileceðini nereden bileceksin? Oysa
belki o sýra tohum topraðý çatlatmýþtýr. Ýktidar koltuðunda
otururken belki düþmüþsündür. Doludizgin
yaþarken ölüm - yumurtasýný bedeninin bir yerindeki
kuluçkasýna koymuþtur. Hangi sýcak ya da soðuk seviþmede
bebeðin ana karnýna düþeceðini sezmek kolay mý?
Kimi toplum düzenlerinin saðlam görünen duvarlarýný
yýkacak deprem belki de yeraltýnda yansýmaya
baþlamýþtýr da yeryüzüne vurmasý için birkaç saniye
kalmýþtýr ya da uzun süreçlerde ölü deniz gibi bataklýðýn
çamurunda insanlar cesetler gibi yüzeceklerdir
bir ömür boyu... Yoðun bir sevinin coþkusu ivmesini
yitirmiþtir de haberin yoktur. Belli belirsiz bir
mimik sevgisizliðin ve ilgisizliðin sürecine girdiðini sana
yansýtmýþtýr da yaþadýðýn olayýn bilincinde deðilsin.
Telefon çaldýðýnda açmak için elini uzatýrken bilemezsin
kimin karþýna çýkacaðýný ve ne söyleyeceðini...
---
Peki, böylesine dalgalý bir dünyada yaþamak güç
deðil mi? Her dakika hangi köþebaþýnda kimin ve neyin
çýkacaðýný bilemediðince tedirginleþmiyor musun?
Hep þaþýracak mýsýn?
Ölümlerde, doðumlarda, acýlarda, sevinçlerde beklenmeyenlerin
bekleme salonunda bir yaþam boyu oturacak mýsýn?
---
Yaþamýn kurallarýna boyun eðersen, yasalarýný benimsersen,
anlamýný özümsersen beklenmedik olaylarýn
da beklentilerini gönlündeki deðil, ama mantýðýndaki
direnç sarmalýna dolarsýn.
Acýlarýný ve sevinçlerini mantýðýnýn süzgecinden
geçirebilmek, duygularýný körletmez; duyarlýðýný besler;
hayatýn geçiciliði içindeki sürekliliðini algýlarsýn;
doðumlarla ölümler arasýndaki süreçlerin herkes için
kaçýnýlmaz sýradanlýðýný düþünürsün.
Þerif Tekben ve Murat Sarýca yaþamýn sýradanlýðýný
güzelliklere dönüþtürmek için dünyada gerekli koþullarý
yaratmaya çalýþtýlar; ikisinin de güzellikleri zaten
bu çabanýn serüveninde somutlaþýyor.
---
Ve yazýnýn tam bu noktasýnda telefon çaldý.
Elimi uzatýyorum açmak için...
:::::::::::::::::
HAMMER
Öðrencilik yýllarýnda Osmanlý tarihine iliþkin hangi
yazýyý okusam, içinde bir kez "Hammer" adý geçerdi:
Ben de merak edip Hammer'in kim olduðunu araþtýrmazdým.
Arkadaþlar arasýnda konuþulurken de kimi
zaman Hammer adý ortaya atýlýr, herkes biliyormuþ
gibi davranýr; kimse çýkýp da apaçýk sormaz, soramazdý:
- Yahu Hammer kim?
Böyle bir soru (ya da buna benzer sorular) kiþinin
bilgisizliðini ortaya koymasý gibi yorumlanýr. Oysa
gazetelerde Osmanlý dönemine deðin yazýlarda veya
tarih öðretmenimizin söyleþilerinde hep Hammer'in
adý geçerdi.
Ben de Hammer'i (Osmanlý tarihi yazdýðýna göre)
Doðulu birisi sanýrdým. Hammer sanki Ömer, Önder,
Sezer gibi bizdendi. Bir gün derste öðretmen Hammer'in
Avusturyalý olduðunu açýklayýnca þaþýp kalmýþtým.
Biz kendi tarihimizi niçin Avusturyalýdan öðreniyorduk?
---
Avcý Sultan Mehmet, zamanýn seçkin kalemi Abdi'ye
"müddeti saltanatý vakayiini tahrir" görevini ve
onurunu vermiþ. Bugünkü dile çevirirsek Abdi, Padiþahýn
egemenliði süresinde olan bitenleri yazacak; ama
o sýralarda ne bir savaþ ne bir isyan ne de baþka bir
önemli olay yaþanýyor. Bir gün Padiþah Abdi'ye soruyor:
-Bugün ne yazdýn?
Abdi:
-Önemli bir olaya rastlamadým sultaným.
Avcý Mehmet bunun üzerine öfkeleniyor. Ne demek
önemli olaya rastlamak?.. Elindeki ciriti atarak
Abdi'yi yaralýyor ve soruyor:
-Þimdi yazacak bir þeyin yok mu?
Avcý Mehmet (adý üstünde) ava meraklýymýþ. Bir
ara yine ava çýkmýþ. Abdi de padiþahýn yanýndaymýþ,
ellerini yýkamasý için Sultan'a gümüþ tabak içinde bir
sabun sunmuþ. Sultan Mehmet sabunu almýþ, kullanmadan
yine tabaða koymuþ, sonra Abdi'ye demiþ ki:
-Bu sabunu seni sevindirmek için aldým, kullanmadan
yerine koydum, haydi git bu olayý tarihine yaz!
---
Avcý Mehmet ile Abdi arasýnda geçenleri Hammer'de
okudum. Bir dönemde Osmanlý padiþahýnýn tarihe
nasýl baktýðýný çarpýcý biçimde gösteriyor.
Hammer, Osmanlý Ýmparatorluðu'nun kuruluþundan
1774'e kadar geçen süreyi anlatmýþ. Otuz yýl Türkiye
tarihi üzerinde çalýþan bu Avusturyalý geçmiþimizi
bize tanýtýyor; kuþkusuz Hammer'in çaðdaþ tarih görüþü yok.
Yine Hammer'e göre Sadrazam Köprülü Ahmet
Paþa, kendisine itimatnamesini sunan Fransýz Elçisi M.
de la Haye Vandelet'ye öfkelenerek eþek sudan gelinceye
kadar adamý dövdürmüþ ve üç gün hapsetmiþ.
Sonra bu üç gün içinde Müftü Vani Efendi ve
Kaptan Paþa ile konuþmuþ:
-Kefereyi ne yapalým?
-Öyle ya, herif sýradan birisi deðil, koskaca elçi,
ama o sýrada anlaþýlan elçi pataklamak pek, yadýrganacak
bir iþ deðil. Koskoca Osmanlý sadrazamý elçi
melçi dinler mi? Üç gün sonunda kararýný bildirmiþ:
-Elçi Vandelet itimatnamesini yeniden sunacak
ve bu ilk görüþme sayýlacak.
Vandelet'ye gözdaðý verilmiþ:
-Ýtimatnameni yeniden sunacaksýn, hiçbir þey olmamýþ
gibi davranacaksýn, bu ilk görüþme sayýlacak.
Hammer'e göre gerçek olan bu olaydan Fransýz
tarihleri söz açmýyorlarmýþ.
:::::::::::::::::
ZAMAN ÝLE ZAMANE
Fransýz filozofu Bergson:
"-Ýnsan" demiþ, "zamanýn içinde deðil, zaman
insanýn içinde yaþar."
Acaba?
Ýnsandan önce doðanýn var oluþu gerçekse, Bergson'un
sözü saçma deðil midir?
Fransýz toplumbilimcisi Durkheim de Bergson'dan
aþaðý kalmýyor:
"-Zaman kavramýnýn kaynaðý toplumdur" diyor.
Önce yaþadýðýmýz olaylar, sonra yaþayacaðýmýz
olaylarýn önceden algýlanmasýna yol açar. Takvimin
saptanmasý, dinsel bayramlarýn belirli aralýklarla kutlanmasý,
ortak törelerin her yýl düzenlenmesi kafamýzda
zaman kavramýný biçimlendirmiþtir. "Öyleyse zaman
insana baðýmlýdýr", diyor Durkheim.
Ne var ki doðanýn insan toplumundan çok önce
varoluþu bu görüþü de boþa çýkarýyor. Zaman insanýn
dýþýndadýr; ama insanlarýn çoðu, zamaný kendilerine
göre yaþamasýný küçük yaþta öðrenirler, benimserler,
severler.
---
Bencillik'ten ve benci'likten doðan bu yaklaþým,
çoðumuzda mantýðýmýzý eðip bükecek ve beynimizi sulandýracak
düzeylere varabilir. Mahinur Haným "Aaaah aaah"
diye içini çekip yakýnmaya baþladý mý zamaný
kendine göre yorumlamasýn da ne yapsýn:
-Biz gençliðimizde büyük küçük, edep erkan bilirdik;
þimdiki gençlerin ne saðý var ne solu; ne yaþlýlara
hürmet kaldý ne çocuklara þefkat...
-Neden dün öyleydi de bugün böyle Mahinur
Haným, ne oldu da dünya kötüledi?
-Evladým zamane...
Mahinur Haným "zaman"ýn karþýsýna "zamane"
sözcüðünü koyarak kendine göre bir çözüm bulmuþtur.
Bir zamanlar her þeyin çok güzel olduðu, ama artýk
bozulduðu böylece saptanmýþ oluverir; ama bu duygu
yalnýz Mahinur Haným'da mý vardýr? Nice kitaplar
devirmiþ, toplum yaþamýnda kilit noktalara oturmuþ,
üniversitelerden diplomalar almýþ ünlü kiþilerin geçmiþe
özlemlerini tutuculuk ve gericilik düzeylerine týrmandýran
itici güç nereden geliyor?
Ýnsan yaþlanýp da ihtiyarlýða doðru yol aldýkça
"zaman" niçin "zamane"ye dönüþüyor?
---
Neden gelmiþ geçmiþ en yaman futbolcu Bekir ve
en güçlü pehlivan Koca Yusuf oluyor?
Yeni atletler eski rekorlarý kronometre ile kýrdýklarýndan,
yeni yüzücüler eski þampiyonlarý sayýyla geride
býraktýklarýndan bu spor dallarýnda palavraya yer
yoktur. Ne var ki geçmiþte yaþanan her olayý matematiðe
vurmak olanaksýzlýðýndan kaynaklanan zamane
edebiyatýnýn önüne geçilemez. Sarýyer'de eskiden
ayýþýðý denize daha güzel vururdu; Ýstanbul geceleri eskiden
daha güzeldi; eski aþklarýn yüceliði yanýnda þimdikiler
kýsýr duygudur; eski dostluklar gibi dostluða
þimdi rastlanabilir mi? Eski ozanlarýn döktükleri dizelere
artýk kim ulaþabilir? Borazan Tevfik gibi bir
"nüktedan" artýk yetiþebilir mi? Nerede efendim o eski
yaþamýn görkemi, o eski insanlarýn insanlýðý? Nerede
o eski rakýlar? Mezeler? O eski garsonlar? O eski yaþam?
Kiþinin hayatýnda zamanýn deðiþip dönüþerek zamane
oluþu acý bir yaþam serüveninin son sayfalarýdýr.
Görücü yöntemiyle evlenip kocasýný genç yaþta yitirdikten
sonra bir ömür boyu turþu kavanozunda yaþatýlan
ihtiyar kadýncaðýz sokakta sarmaþ dolaþ gezinen
aþýklarý gördü mü kuþkusuz buruklaþacaktýr:
-Ne yapalým zamane...
Ama çaðýmýzýn bilinçli insaný, bencilliðini insanlýðýn
meydan saati yerine koymaya kalkýþtý mý zamanýn
yelkovanýyla akrebine dolanýr, iþin içinden çýkamaz.
Beyinsel yeteneklerini yaþamýnýn sonuna dek koruyabilen
ve çaðdaþ mantýðý özümseyebilen kiþinin zamaný da
hiçbir zaman zamaneleþmez.
Zamaný zamaneleþtirmeden yaþamaya bakmalý.
:::::::::::::::::
EKMEK
Mýsýr ekmeði, buðday ekmeði, çavdar ekmeði, kepek
ekmeði, yufka ekmeði...
Çeþitli ekmek var.
Ekmek, nimet demektir.
Eski görgünün çarkýndan geçmiþ kiþi yerde bir ekmek
parçasý gördü mü eðilir, alýr, öper, baþýna koyar,
ayak altýnda kalmasýn diye yüksekçe bir yere býrakýr.
Sofrada önüne konan yemeðe burun kývýran þýmarýk
çocuða kaþlar çatýlýr; sert bir sesle azarlanýr küçük:
-Nimete küfran ha!..
Ekmeðinin son lokmasýný masada býrakan kiþi,
hem ayýplanýr hem uyarýlýr:
-Günahtýr, ekmeðini bitir.
Ahþap konakta yaþayan çocuklu, torunlu, dedeli,
nineli, baldýzlý, eniþteli büyük ailede günlük konuþmalar
arasýnda ekmeðin adý sýk sýk geçer:
-Ekmek çarpsýn ki...
Eskiden dilenciler evlerin kapýsýný çaldýklarý zaman
para deðil ekmek isterlerdi:
-Allah rýzasý için bir dilim ekmek...
Varlýklý aile, dilenciye bayatlamýþ ekmek dilimlerini
vererek iyilik yapmanýn tadýný çýkarýrdý. Zenginlerin
iyilik duygularýný doyurmak için yoksullarýn yaratýldýðýna
inanan bir dünyada yaþanýyordu.
Madame de Maintenon da bu kafada imiþ.
"-Sadakayý alan kiþi, Tanrýnýn gözünde sadakayý
verenle eþit olduðuna göre iyilik yapanlarýn duyduðu
zevki kýskanmak günah sayýlmalýdýr."
---
Artýk ekmeðin "nimet" olduðu bir dünya geride kalýyor.
Gerçi yaþadýðýmýz çaðda yeryüzünün büyük bir
bölümü açlýktan kýrýlýyor; ama Amerika'nýn buðday
fiyatlarýný düþürmemek için topraðýný ekmeyen çiftçiye
prim verdiði biliniyor; günümüzde ekmek ve buðday
Tanrý'nýn nimeti deðil, uluslararasý arenada ekonomik
savaþ aracýdýr.
Acaba neden?
Ýnsanlar birbirlerini ekmeye çalýþtýklarý için...
Ýnsan birbirlerini nasýl eker?
Sekiz yüz metre yarýþta birinci gelen arkada kalaný
eker; bilanço karý yüksek olan þirket rakibini eker;
daha çok silah satan devlet komþusunu eker; arkadaþýnýn
sevdiði kýzý koluna takan damat arkadaþýný eker;
nükleer yarýþta daha uzun menzilli füze üreten süper
devlet ötekini eker.
Ýnsanlar hep birbirlerini ekmeye çabalarlar; bu yarýþýn
iyi ya da kötü yanlarý vardýr.
Tarihte uluslarýn savaþlarda birbirini hem ekmek
hem de biçmek için çabaladýklarýný okuyoruz. Günümüzde
Japonlar otomobil ve elektronik endüstrisinde
Avrupa'yý ekmedi mi?
---
Ekmek, tohum atmak demek.
Atalar diyor ki:
-Ne ekersen onu biçersin.
Doðru mu?
Belki.
Çünkü bir atasözü daha var:
-Rüzgar eken fýrtýna biçer.
"Ne ekersen onu biçersin" özdeyiþi doðru olsa,
rüzgar ekenin yine rüzgar biçmesi gerekmez mi?
Ama olmuyor, ne ekersen onu biçmiyorsun, fýrtýna
eken kasýrga biçiyor; terör eken iþkence biçiyor; yalan
eken dolan biçiyor; düþlem eken düþ kýrýklýðý biçiyor;
yolsuzluk eken namussuzluk biçiyor; haksýzlýk
eken adaletsizlik biçiyor; kin eken intikam biçiyor.
Bunun için ektiðimize özen göstermek gerekiyor.
Dikta tohumu eken tepki, dengesizlik tohumu eken
çýlgýnlýk, aptallýk tohumu eken dangalaklýk, onursuzluk
tohumu eken þerefsizlik, suç tohumu eken ceza biçer.
Neyi ne zaman nasýl ekeceðini bilmeyen kiþiler vardýr
ki bunlar için güzel bir halk türküsü yakýlmýþtýr:
- Arpa ektim, darý çýktý.
:::::::::::::::::
YÜRÜ KAPLUMBAÐA!
Ankara - Avrupa asfaltý üzerinde bir yaþlý kaplumbaða
yavaþ yavaþ yürüyor.
Ýkircikli.
Kemikleþmiþ sýrtý, kararmýþ kurþun rengindeki gövdesi,
yýllarýn kýrýþýklarýný taþýyan baþý, belli belirsiz ayaklarýyla
asfaltýn üstünde hiç kimsenin anlayamayacaðý
kadar zor bir geziye çýkmýþ.
Geniþ asfalt bizim kaplumbaða için sanki Gobi
çölü ya da Büyük Sahra.
Uçsuz bucaksýz...
Ne bir tutam ot...
Ne biraz yeþillik...
Ne bir aðaç.
Kaplumbaða çabalýyor asfaltýn üzerinde; arada bir
çok uzaktan gelen bir hýþýrtý ya da gürültü duysa, hemen
baþýný ve bacaklarýný kabuðunun içine çekiyor;
kendisini koruduðunu ya da görünmeyen bir yaratýk
olduðunu sanýyor. Zavallý kaplumbaða devekuþu deðil ki
baþýný kuma soksun; elbette kabuðunun içine çekecek.
Sonra usul usul baþýný yine çýkarýyor kaplumbaða,
saðý solu dinliyor; yürümesini sürdürüyor.
---
Ankara - Avrupa asfaltý üzerinden baþkalarý da
geçiyor. Özel otomobiller, alçak gönüllü minibüsler,
kocaman otobüsler, damperli kamyonlar...
TlR'lar zýngýr zýngýr titretiyorlar koskoca yolu, tarih
öncesi yaratýklar gibi egzozlarýndan alev dillerini
çýkarýp ortalýðý dumana boðuyorlar.
Þoförler dayanýyor gaza...
Uçuyor arabalar.
Ve tekerlekler kaplumbaðanýn yanýndan geçiyorlar,
ezdi ezecek kadar yakýndan.
Kaplumbaða deprem gürültüleri gibi uzaktan baþlayýp
birden yaklaþan sonra yýldýrým düþer gibi patlayýp
uzaklaþan motor seslerine bir anlam veremiyor;
yalnýz korkuyor, ürküyor, hemen baþýný ve bacaklarýný
kabuðunun içine çekip korunmaya kalkýþýyor. Böyle
durumlarda dünya onun için kabuðunun içidir. Yalnýz
bacaklarý, boynu ve baþýna deðil, tüm iç organlarýna
inme inmiþ gibi oluyor; motor gürültüleri, egzoz
patlamalarý kararmýþ kurþun renkli kabuðunun üstünde
yankýlanýyor.
Tam bu sýrada bir araba daha geçiyor kaplumbaðanýn
yanýndan, tekerlekler sürtünüyor kabuðuna...
Ezildi ezilecek...
Ama hayýr.
Bu kez de paçayý kurtarýyor kaplumbaða.
Talihli bir kaplumbaða bu.
Korkak bir kaplumbaða.
Ve de aptal.
Arabalar iki yanlý výzýr výzýr.
Koca asfalt sanki Büyük Sahra...
Ya da Gobi çölü.
Ne kadar zaman geçiyor bilinmez? Bir yýl mý, on
yýl mý, yüz yýl mý, iki yüz yýl mý?
Kaplumbaða yürüyor.
Asfalt yolun bir yanýndan öteki yanýna geçmeye
çabalýyor bütün gücüyle...
Bir tarladan ötekine atlamak düþlemi kaplumbaðanýn
bilincine denk düþüyor. Üç beþ yeþil otun ötesinde
bir dünyanýn yaratýðý deðil ki kaplumbaða...
Dünyaya açýlacaðý yerde kabuðuna kapanarak yaþayan
bir hayvan için en büyük ufuk bir tarladan öteki
tarlaya dek uzanýr.
---
Yürü kaplumbaða yürü...
Ýnsanlarýn yaptýðý gibi yolun boyuna doðru deðil,
enine doðru yürü.
Devekuþu olsan kum arardýn baþýný sokmak için,
kaplumbaða olduðundan tarla arýyorsun otlamak için;
zaten yapacaðýn bir baþka iþ yok.
Yürü kaplumbaða yürü...
:::::::::::::::::
SEN ÝLE BEN
Sen - Sen hot, ben hot...
Ben - Bu deveye kim verir ot?
Sen - Ben aða, sen aða...
Ben - Bu ineði kim saða?
Sen - Sen dede, ben dede...
Ben - Bu ineði kim týmar ede?
Sen - Ben gittim, sen gittin...
Ben - Bu hazineyi nittin?
Sen - Köprü altýnda ittin...
Ben - Köylünün sýrtýndan bittin.
---
Sen - Ben ölü yýkayýcýyým, ister Cehenneme gitsin
ister Cennete gitsin.
Ben - Ben sorarým ilm-i hikmetten, sen dersin
çalmadým kilimi mektepten.
Sen - Sen bilirsin bir iki...
Ben - Ben bilirim on iki.
Sen - Benim sakalým tutuþtu, sen sigaraný yakmak
derdindesin.
Ben - Senden korkum yok, kediden kürküm yok.
Sen - Ben sana hayran, sen cama týrman.
Ben - Sen sað ben selamet, selamet derkenarest.
Sen - Senin aradýðýn kantar, Giresun'da fýndýk
tartar.
Ben - Benim adým Hýdýr, yapacaðým budur.
Sen - Nehirde akan sudur, senin kazdýðýn kubur.
Ben - Sen doðru ol, eðri belasýn bulur.
Sen - Sen dost kazan, düþman duman olup ocaðýn
baþýndan çýkar.
Ben - Sen de bildin yükünün koz olduðunu...
Sen - Ben de bildim imamýn okumuþ olduðunu...
---
Sen ile ben baktýlar ki kavganýn dibi yok, ayný yolun
yolcusu olduklarýndan ortaklaþa iþ yapmaya, imeceyle
yolunu yordamýný bulup köþeyi dönmeye çalýþtýlar:
Sen - Sen, ben, o yok...
Ben - Biz varýz.
Sen - Hem oðlan hem kullarýz.
Ben - Biz deðiþmenin önünde deðil, unundayýz:
Sen - Biz "sen-ben" olduk da aç kaldýk.
Ben - "Sen-ben" uðru olduk, böyle oldu.
Sen - Bizde sabah geç olur.
Ben - Bizim çarýk sizin çorba içinde, sizin tavuk
bizim torba içinde.
Sen - Bizim yerde bir yel esti, sabah kahvaltýsý
kesti.
Ben - Bizim gelin bizden kaçar, tutar ele baþýn
açar.
Sen - Biz leblebi deyince pazar savrulur.
Ben - Kýrk kiþiyim birbirimizi biliriz.
Baktýlar ki yine olmuyor, yaðmur duasýna çýkmakla
yaðmur yaðmýyor, su yolunda kýrýlmayan su testisini
susuz yerde kýrmak için sen ile ben kýzýþtýlar:
Sen - Onu bozarým, seni yazarým.
Ben - Onun cemaziyelevvelini bilirim.
Sen - Onun yapraðýný dürelim, ekmeðimize tereyaðý
sürelim.
Ben - Onun daha su götürür yeri var; bugünlerde
hangi yana baksan kar.
Sen - Ona hatýr, buna hatýr, bize kahýr.
Ben - Onun muskasýný ez de suyunu iç.
Sen - Onun boyu orta, beyni boþ...
Ben - Tut kulaðýndan çifte koþ.
Sen - Onun boyu boyuma göre deðil...
Ben - Ortaköy'de çifte minare, iþi býrakmayalým
kadere, sen ile ben edelim idare...
---
Sen ile ben iþin içinden çýkamadýlar.
Sen - Akýl kiþiye sermayedir, dedi.
Ben - Sermaye kiþiye akýldýr, dedi.
Akýl olmayýnca baþta, ne kuruda biter ne yaþta;
akýllý asma kabaðýndan olmaz, deli su kabaðýndan. Sen
ile ben "asma kabaðýný mý seçelim su kabaðýný mý?"
diye tartýþýrlarken kaðýdýn dibi görününce ben noktayý
koydum, gerisini sen düþün.
:::::::::::::::::
ANASINI TANIYAN GENÇ...
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve mübaþir
iken, pire susuz Ýstanbul'a kovalarla su taþýr iken,
ben Ýsmet Paþa'nýn beþiðini týngýr mýngýr sallar iken,
bir füze atýmlýk uzaklýktaki koca bir Ýslam ülkesinde
yoksul bir kadýn oðlu ile birlikte yaþarmýþ.
Bu oðlan büyümüþ, kazýk kadar herif olmuþ; ama
eve bir lokma ekmek getireceðine anasýna zulmetmeye
baþlamýþ; her gün olmadýk rezilliði yapar, kadýncaðýza
el aman dedirtirmiþ. El kadarcýkken emzirdiði,
geceler boyu beþiðini salladýðý, ninnisini söylediði,
þýmartýp semirttiði bu herife kadýncaðýz öylesine baðlýymýþ
ki sesi çýkmazmýþ.
Ne var ki sonunda canýna tak demiþ:
-Kadýya varayým, halimi anlatayým.
Ve kalkýp yola düþmüþ.
---
Mahkemeye vardýkta ne görsün? Ortalýkta tozdan
dumandan ferman okunmuyor; birisini falakaya yatýrmýþlar;
beriki sýrasýný titreyerek bekliyor; bir baþkasýný
kucakta dýþarýya taþýyorlar. Durumu gören kadýncaðýz
ürkmüþ; baþýnda bir akýlcaðýzý varsa onu da yitirmiþ;
gelip geleceðine bin piþman olmuþ; ama iþ iþten
geçmiþ kadý hýþýmla sormuþ:
-Ne istiyorsun kadýn?
Yoksulun eli ayaðý ve dili çözülmüþ:
-Kadý Efendi Hazretleri, benim bir oðlum var;
edepsizliðiyle baþa çýkamýyorum; her gün bir olay çýkarýyor;
eve bir dilim ekmek bile getirmiyor; varayým
halimi anlatayým, belki bir çare bulunur diye geldim.
Kadý gözlerini devirerek sormuþ:
-Kimmiþ bakayým o nankör?
Kadýn o sýrada sokaktan geçen tanýmadýðý bir genci
göstererek oðlunu kurtarmayý düþünmüþ:
-Ýþte bu!
Kadý emretmiþ, yabancý delikanlýyý yaka paça huzura
çýkarmýþlar.
-Bre nabekar, demiþ Kadý, sende hiç vicdan yok
mu ki ananý bunca üzersin?
Delikanlý þaþýrmýþ:
-Hangi anamý?
Kadý küplere binmiþ:
-Bre hain! Kaç anan var senin? Karþýsýnda duran
ananý tanýmýyor musun nankör!..
-Af buyurun, bu benim anam deðil.
Kadý tümden öfkelenmiþ:
Gence on deðnek vurup aklý baþýna gelmiþtir
diye kaldýrmýþlar; yine sormuþ Kadý:
-Söyle ulan bu senin anan mý?
Delikanlý direnmiþ.
-Deðil, bu kadýn benim anam deðil.
- Yatýrýn.
Yatýrýn kaldýrýn, yatýrýn kaldýrýn derken tabanlarý
kan içinde kalan genç:
-Durun, diye baðýrmýþ.
-Þimdi tanýdým, demiþ, bu benim anam, hem vallahi
billahi benim öz anam.
Kadý'nýn yüzü gülmüþ:
-Hah þöyle yola gel! Önce öp ananýn elini; sonra
ananý sýrtýna al; doðru eve götür; ona iyi bak! Bir
daha karþýma gelirsen ne olacaðýný unutma!
Delikanlý kadýný sýrtlamýþ, yola koyulmuþ, çarþýdan
geçerken kardeþine rastlamýþ. Küçük kardeþ yabancý
bir kadýný yüklenmiþ aðabeyini görünce þaþýrmýþ:
-Aðabey, kim bu sýrtýndaki kadýn?
-Bu bizim anamýz.
-Kim söylüyor bunu?
-Kendisi.
Küçük kardeþ düþünmüþ:
-Sen benim büyüðümsün; ama olmaz böyle þey.
En iyisi sen Kadý'ya var, durumu anlat, bir çaresini
bulsun.
Delikanlý:
-Ulan, demiþ, senin dünyadan haberin yok! Zaten
benim anamý belleyip bu kadýný bizim anamýz yapan Kadý...
:::::::::::::::::
ADINI YAZACAÐIN AÐAÇ
Ýki adam vardý.
Ýki aðaç vardý.
Adamlar birbirine benziyordu. Elleri, kollarý, bacaklarý,
aðýzlarý, burunlarý, kulaklarý, gözleri vardý. Yaþlarý,
boylarý, aþaðý yukarý birdi.
Aðaçlar birbirine benzemiyordu.
Birinci aðaç çok yaþlýydý.
Büyümüþ; büyümüþ, büyümüþ, büyümesi durmuþtu
bu aðacýn; dallarý kabuklarý kuruyup kalýnlaþmýþ,
budaklarý göz göz bedenini sarmýþ, yapraklarý damar
damar sertleþmiþti; gölgesinde rahat uyumak, aðaç gövdesine
benzeyen dallarýnda salýncak kurmak, sýrtýný koskoca
gövdesine dayamak isteðini insanda uyandýrýyordu.
Ýkinci aðaç çok gençti.
Yeþilimtrak kabuklu ince bir gövdesi vardý; rüzgarla
birlikte sallanýyordu; yapraklarý uçuk renkliydi;
dallarýna asýlsan çýt diye kýrýlýverecek gibiydi. Küçük
aðacýn gölgesi büyük aðacýn gölgesinin onda biri kadar
bile deðildi.
Adamlar aðaçlara bakýyorlardý.
Birinci adam kocamýþ aðacýn çevresinde dolanýyor,
elleriyle kurumuþ kabuklarýný okþuyordu:
-Ben, dedi, bunu seçtim.
Ýkinci adam ikircikliydi.
Bir kocaman aðaca bakýyor; bir taze aðacýn görünüþüne
kapýlýyordu. Birinden ötekine gidiyor, geliyor,
inceliyor, düþünüyor, irdeliyordu. Aðaçlarýn yapraklarý
esintiyle hýþýrdýyor, yaþanan an'ý vurguluyordu;
ama gövdelerinin dilsizliði, geçmiþ ve gelecek zamanlarýn
anlamý gibiydi.
Birinci adam sordu:
-Sen ne yapacaksýn?
Ýkinci adam taze aðacý okþadý:
-Ben, dedi, bunu seçtim.
Birinci adam koca aðaca, ikinci adam taze aðaca
yaklaþtý. Ýkisi de cebinden birer býçak çýkararak seçtikleri
aðacýn gövdesine adlarýný kazýmaya baþladýlar.
Birinci adam, koca aðacýn kalýn gövdesine koskoca
harflerle yazdý adýný. Ýkinci adamýn olanaðý dardý; genç
aðacýn geliþmemiþ gövdesine küçük harflerle, ama özenle,
inançla yazdý adýný.
Sonra beþer adým geriye çekildiler.
Birinci adam kabýna sýðamýyordu.
-Nasýl? diye sordu.
Gerçekten koskoca gövdede kocaman harflerle yazýlmýþ
isim ta uzaklardan okunacak kadar görkemliydi.
Birinci adam kendine güvenen bir sesle:
-Bu iþ böyle olur, dedi.
Ýkinci adam susuyor; taze aðacýn yeþilimtrak bedenine
yazýlmýþ adýna bakýyordu; küçük harflerle kazýnmýþ
bu adýn alçakgönüllü bir görünümü vardý. Ýkinci
adam acaba yanlýþ bir aðaç mý seçmiþti? Koca aðacýn
gölgesine mi sýðýnmalýydý?
Aradan zaman geçti.
Günler hafta, haftalar ay, aylar yýl oldu. Zaman
denilen terzinin iðnesi nice takvimin gergefini iþledi.
Kaç vakit geçtiðini söylemek zor ama günlerden bir
gün ikinci adam birinci adamý buldu:
-Haydi, dedi, gidip þu yaptýðýmýz iþin ne olduðunu
yerinde görelim.
Az gittiler, uz gittiler, adlarýný yazdýklarý iki aðacýn
yanýna vardýlar.
Birinci adam gördüklerine inanamadý. Kendi adý
nasýl yazýlmýþsa öyle kalmýþtý; belki de gittikçe kuruyan
yaþlý aðaçla birlikte kurumuþ, küçülmüþ, silikleþmiþti.
Oysa þaþýlasý biçimde boy atmýþtý genç aðaç ve
ikinci adamýn adý, büyüyen aðacýn gövdesiyle birlikte
büyümüþ, büyümüþ, büyümüþ; öylesine büyümüþ ki
birinci adamýn adý küçücük kalmýþtý ikinci adamýn yanýnda.
:::::::::::::::::
ANORMAL BÝR YAZI!..
Eskiden "normal" davranýþlarýn dýþýnda iþler yapan
kiþiye çýkýþýlýrdý:
- Deli misin sen?
Þimdi diyorlar ki:
- Manyak mýsýn be!
Günlük yaþama giren yabancý sözcükler çoðalýyor.
Halk kimi zaman bir yabancý sözcüðü alýyor, eviriyor,
çeviriyor, yeni anlamlar yükleyip istediði gibi kullanýyor.
"Normal" bunlardan birisidir. Vaktiyle bedeninde
kýrýklýk duyan kiþi ne söylerdi:
- Rahatsýzým...
Þimdi ayný durumda bir genç, çevreye derdini anlatmak
isterse yakýnýyor:
- Normal deðilim...
Dolmuþta, þoför arkadaþýna anlatýyormuþ:
- Akþamlarý bir tek attým mý normalleþiyorum.
- Sonra?
- Ýki tek atýnca daha çok normal oluyorum.
Artýk kýzdýðýmýz kiþiye:
- Anormal herif... diyoruz.
---
Hayat "normal-anormal" ikileminin gel-git'lerinde
yaþanýyor; kime rastlasanýz ülkenin ve dünyanýn olaðanüstü
dönemler geçirdiðini yineliyor.
Soruyorsunuz:
- Neden?
- Dünyanýn durumuna baksana!.. Ortadoðu kan
ve ateþ içinde çalkalanýyor. Lübnan parçalandý. Ýran-Irak
savaþý sürüyor. Karayiplerde neler oluyor? Afganistan'da
çarpýþmalar sürüyor. Her ülkede kaynaþma durmuyor.
- Anormal geliþmeler mi söz konusu?
- Evet.
Acaba doðru mu?
Dünyanýn her yeri dingin ve güllük gülistanlýk olsa
"normal"dir diyebilecek miydik? 20'nci yüzyýldan önce
dünyada eþitsizlik, kölelik, zulüm gýrla giderken nice
ülke üzerinde hiçbir rüzgar esmeyen bataklýk gibi kýmýldamazken
her þey normal miydi?
Soralým kendi kendimize:
- Sakýn bizim kafamýzda anormal olaný normal,
normal olaný anormal sayan bir bozukluk, ya da
koþullanma olmasýn?
Yakýn çevremize bakalým: Bir zamanlar kadýnlarýn
erkek güdümünde bulunmasý normalmiþ; sonra kadýn
özgürlüðü ya da baðýmsýzlýðý diye bir dava ortaya
atýlmýþ? Acaba hangisi normal? Kadýnýn köle, erkeðin
efendi olmasý mý? Yoksa kadýnla erkeðin eþit insan
sayýlmasý mý?
Normalin anormalleþmesi, anormalin normalleþmesi
toplumsal yaþamda bir süreç sorunudur. Herkesin
fes giydiði toplumda açýk baþla gezmek anormaldir;
herkesin fesi yaþamadýðý bir toplumda kýrmýzý kalýplý,
siyah püsküllü fesle dolaþmak normal midir?
---
Kimi toplumlarda adý deliye çýkarýlmýþ insanlar
vardýr ki herkes gibi davranmadýklarý için kýnanýrlar.
Oysa yaptýklarýný toplumlarýn dar koþullarýndan sýyýrýp
evrensel ölçüye vurduðunuzda ortaya bir baþka deðer
yargýsý çýkabilir.
Topluma ters düþen çýkýþlarý, fikirleri, davranýþlarý,
tutumlarý, inançlarý yargýlarken dikkatli olmalý.
---
Normal dönemlerde anormal davranýþlar normal
sayýlmaz da anormal dönemlerde anormal davranýþlar
normal sayýlmaya baþlar. Ýþte o zaman toplum çivisinden
ya da þirazesinden çýkmýþ gibi olur; neyin nesi,
kimin fesi olduðunu anlayamadýðýnýz kiþiler ortaya çýkýp
þaþýrtýcý eylemlere giriþirler.
Toplumu normalleþtirmek için anormal davranýþlarý
normal sayanlarýn, anormalleþen toplumlarýn normal
tepkiler karþýsýnda þaþýrmalarý da bundandýr.
:::::::::::::::::
ÖFKE
Öfkelendim bugün.
Yarýn belki geçer.
Ama bugün burnumdan soluyorum ve içinde yaþadýðýmýz
dünyanýn ne denli pis olduðunu düþünüyorum.
Evet, bu dünya pis bir dünyadýr.
Dünya pis olmasa insan sabunu icat etmek zorunda
kalmazdý. Bunca çamaþýr sabunu, tuvalet sabunu,
cilt sabunu, yüz sabunu, yeþil sabun, beyaz sabun,
kokulu sabun, killi sabun, katranlý sabun, arap
sabunu neyi temizlemek için yapýlýyor? Koskoca fabrikalarýn
durup dinlenmeden leke tozu üretmeleri neden?
Dünyanýn pisliðini temizlemek için yetiyor mu bunlar?
Yetmiyor.
Bu kez insanoðlu deterjanlarý buluyor. Habire deterjan
tüketiyor, þampuanmýþ, fayans tozuymuþ, halý
temizleyicisiymiþ, bulaþýk kremiymiþ...
Sonuç?
Ýnsan, pisliðin elinde oyuncak.
Pis dünyanýn pis huylu, pis aðýzlý insanlarý, pisipisine
konuþuyor, pisipisine yaþýyor ve pisipisine ölüyorlar.
---
Dünya öylesine pistir ki bir kesekaðýdý fýstýðýn sonuncusu
acý çýkar; sokakta para düþürsen kanalizasyon
deliðine yuvarlanýr; telefonu çevirsen yanlýþ numara,
birini sevsen evli çýkar; baban hastalansa, hastaneler
doludur; banyoya girersin, sular kesilir, dolmuþa
bindiðinde cebinde bozukluk olmadýðýný görürsün.
Koskoca denizlerde gemilerin karaya oturmasý, uçsuz
bucaksýz göklerde uçaklarýn çarpýþmasý, dümdüz
yollarda arabalarýn birbirine girmesi neden?
Dünyanýn pisliðinden.
Evin kapýsýný kapayýp apartmandan çýkarken
anahtarý içeride unuttuðunu anýmsarsýn.
Neden?
Dünya pis olmasa otobüste yeni ayakkabýnýn üstüne
basmazlar, ineceðin istasyonu unutmazsýn; sevgilinle
buluþacaðýn gün yüzünde sivilce, yemeðe çaðrýldýðýn
konuk evinde tabaðýndaki yemekten saç çýkmaz.
Okuldan kaçtýðýn gün yolda müdüre rastlamaz, ekmek
keserken parmaðýný da kesmezsin. Sýnavda kopye yaparken
yakalanman, yeni giysilerinin üstüne yað damlatman,
tam uyku bastýrmýþken komþunun bastýrmasý neden?
---
Ýnsanoðlu dünyanýn ne pis olduðunu bilir, bildiði
için çocuðuna öðretir:
- Oðlum burnunu sil.
- Kýzým ellerini yýka.
- O pis lakýrdýyý kimden öðrendin?
Oðlan biraz büyüyüp de hanyayý Konya'yý öðrenmeye
baþladý mý konuþma deðiþir:
- Utanmýyor musunu ulan, kazýk kadar adam
oldun... Bak, daha pis pis sýrýtýyor.
Büyükler arasýnda:
- Beþaret Haným bu dosyalarýn pisliði ne?
- Ambarý bok götürüyor...
- Bu düzen kokuþmuþ...
- Nedir bu be? Her gün gazetelerde sosyetenin
pislikleri dökülüp saçýlýyor.
- Leþ kardeþim, leþ...
---
Dünyanýn pisliði ile baþa çýkýlmaz.
Ýnsan ayakyolu temizleyicisi gibidir; ister kral olsun,
ister cumhurbaþkaný, ister baþbakan, ister kraliçe,
pisliðini temizlemek zordur.
Dünya pis olmasa kiþi cennet düþler miydi? Ölünce
bedenini yýkatýp temiz bir kefene niçin sardýrýyor insanoðlu?
Dünyanýn pisliðinden kurtulmak için bu son çabalamadýr.
:::::::::::::::::
MUHSÝN ERTUÐRUL'DAN ALINACAK DERS...
Muhsin Ertuðrul'un ölüm yýldönümünde (29 Nisan)
çeþitli yazýlar yayýmlandý, konuþmalar yapýldý.
Türk tiyatrosunun büyüðü deðiþik açýlardan anýldý.
Gerçekten Muhsin Ertuðrul çok yönlü bir insandý; kiþiliðinin
boyutlarý saymakla bitmezdi, yöneticiydi, oyuncuydu,
genel yönetmendi, yazardý, kültür adamýydý, öncüydü;
ama yalnýz Türkiye'de deðil, çaðýmýzýn dünyasýnda
çok önemli sayýlacak bir yaný yeterince vurgulanmadý:
Muhsin Ertuðrul egemenlerin sanatýný sanatýn
egemenliðine dönüþtüren 20'nci yüzyýlýn bilincini
bütün yaþamýnda savunmuþtu.
Muhsin Ertuðrul'u önce uzaktan yaptýklarýyla izledim,
sonra kendisini yakýndan tanýmak mutluluðuna
eriþtim. Bu güzel adam hayatýnýn son yýllarýna doðru
günden güne daha çok bilgeleþerek yaþadý ve ayaktayken
dimdik öldü.
Hiçbir zaman eðilmemiþti ki...
---
Sanat ile egemenliðin tarihte sarmallaþan baðýntýlarý
vardýr. Egemenliðin somut dýþavurumu siyasal iktidar
biçiminde olur. Her siyasal iktidar sanatý denetlemek
ister. Kimi devrim atýlýmlarýnda siyasallaþma sanatýn
bile önüne geçebilir; kimi tutucu iktidarlar sanata
pranga vurup köleleþtirmek için çabalarlar.
Ýnsanlýðýn uzun geçmiþine baktýðýmýzda sanatçýyý
uþak sayan egemenlik anlayýþýnýn binlerce yýl sürdüðünü
görüyoruz. Ama hümanizmanýn halkçýlýða dönüþümünü
ve halkýn egemenliðine yol açan geliþimini
çok eskiden beri sezip söyleyen sanatçýlar da vardýr.
Çaðýmýzda ise sanatçýnýn bilinci yaþadýðý dünyanýn
gerisindeki kör karanlýkta kaldýðý zaman ortalýkta
sanat da kalmaz.
Muhsin Ertuðrul, çaðdaþ uygarlýðýn sanatýný üçüncü
dünyanýn kör karanlýðýnda ýþýtmak için bir ömür
boyu emek vermiþtir. Hem tiyatro seyircisine salonda
kabak çekirdeði yememesini ve oyun oynanýrken gürültü
etmemesini belletmek, hem de siyasal iktidara
tiyatrocuya saygý göstermesini öðretmek gibi iki yanlý
bir iþlevi de üstlenmiþti. Bunun ne denli zor bir iþ olduðunu
biliyordu ve göze almýþtý.
Bunun içindir ki dimdik ve ayakta öldü.
---
Sanatýn çaðdaþ dünyamýzda bir anlamý var. Bu
anlamý algýlayamayan kiþi rejisör olur, oyuncu olur,
perdeci olur, çevirmen olur, tiyatro müdürü olur, ama
sanatçý olamaz, saygýnlaþamaz, soylulaþamaz. Siyasal
iktidarlarýn uþaklýðýnda saray kahyalýðý yapar gibi uzun
yýllar tiyatro müdürlüðünü yapan kiþiler de vardýr ülkemizde,
parasal egemenliðin bahþiþini koparmak için
iki büklüm olan tiyatrocu da vardýr. Bunlar arasýnda
Muhsin Ertuðrul'u "hocam" diye ananlar da vardýr.
Ama Muhsin Ertuðrul'a "hocam" diyebilmek için
gerekli onuru kiþiliklerinde koruyabilmiþler midir?
---
Muhsin Ertuðrul'un dirisi de ölüsü de ülkemizin
ortalýk yerinde bir anýt gibidir. Bu büyük adamý anarken
çaðdaþ sanatýn bilincini ve onurunu simgelediðini
unutmak kendisine saygýsýzlýk olur.
:::::::::::::::::
MUTLULUK
Aydýn olmak ne demektir? Devrimci ve demokrat
olmak demektir; ilerici olmak, çaðdaþ olmak demektir.
Dünyamýzýn bütün katý ve kötü gerçeklerini
öðrenmek; onlarý küçümsemeden, azýmsamadan, gizlemeye
çalýþmadan ortaya koymak; sonra her çeþit çýkarcý
rüzgara, baský fýrtýnasýna karþý; binlerce yýllýk geleneklere,
yüzlerce yýllýk göreneklere karþý; insaný ezen
bilgisizliðe, soysuzlaþtýran para gücüne karþý...
Ve umutsuzluða karþý...
Ve yazgýcýlýða karþý...
Bu olumsuz koþullarda bile boyun eðmeyi yadsýyarak
özgürlükleri savunmak demektir.
Dünyaya gelen her dört çocuktan üçünün yeteneklerini
geliþtirmelerine engel olan sosyal adaletsizliði
yok etmek; ülkelerin yönetimlerini para gücünün
eline býrakan düzenleri deðiþtirmek; adaletin
soysuzlaþtýrýlmasýný engellemek; gökten inme sanýlan
ayrýcalýklarý tanýmamak; ýrkçýlýðý, yoksulluðu ve sömürüyü
ortadan kaldýrmak için elinden gelen ne varsa yapmak
ilericiliðin kuralýdýr. Yerel yenilgilere karþýn insanlýðýn
gittikçe daha aydýnlýk olacaðýna inanmak; geçici gerilemelerin
aldatýcý görüntüsüne kapýlmamak ve kiþiliðinden ödün vermemek...
Ýþte ilericilik budur.
Çaðdaþlýk da budur.
Köleliðini benimsemiþ ve zavallýlýðýný özümsemiþ
bütün kölelerin ve zavallýlarýn aydýnlanýp bilinçlenmesi
için çalýþmak; sömürüyü doðal sayanlara sömürünün
kaldýrýlabileceðini göstermek; özgürlüðü bilmeyenlere
özgürlüðü öðretmek için çýrpýnmak ilericiliðin ve çaðdaþlýðýn
da ta kendisidir.
---
Eðer bu yönde çalýþan önderler, bilginler, aydýnlar
ve alçak gönüllerinde büyük yürek taþýyan insanlar
olmasaydý insanlýðýn uyanýþý bunca çabuklaþamazdý;
nükleer savaþ tehlikesi bugünkü gibi dengelenemezdi;
dünyanýn daha büyük bölümü karanlýkta yaþar,
dünkü sömürgeler siyasal baðýmsýzlýklarýna kavuþamazlardý.
Tarihin akýþý baðýmsýzlýk ve özgürlüðe doðru yürüyen
insanlýðý hiçbir gücün durduramayacaðýný kanýtlýyor.
Daha 1900 yýlýnda ancak 200 milyon beyaz ýrktan
insan yeryüzüne egemendi ve kendi içinde hoþgörüyü
benimseyen Avrupa'daki demokratik rejimlerin
bile sömürgeci kollarý yeryüzünü kaplýyordu. Aradan
geçen sürede, ilericiliðin yadsýnamaz adýmlarý, özgürlük
ve baðýmsýzlýðýn adýný dünyanýn en uzak köþelerine
deðin duyurdu.
Diktacýlýk hevesleri ve özgürlükleri çiðnemek isteyen
bütün eðilimler, bir süre için eylemde güçlü görünseler
de geçici olmalarý kaçýnýlmazdýr. Tarihin bu
çarpýcý güzellikle geliþimini görerek insanlýðýn özgürlük
yörüngesinde kendi yerini saptayabilen kiþiye ilerici
derler.
Umutsuzluklarýn içinde umudunu yitirmeden, karanlýklarýn
içinde aydýnlýðý görebilen, en kötü koþullarda
bile inancýný koruyabilen kiþi ilericidir. Çünkü
o, evrensel gerçeði kucaklayabilen çaðdaþ insanýn
bilincine sahiptir.
Ýnsanlýðýn mutluluðunu özleyenlerin nerede olursa
olsunlar bütünleþecekleri ortak nokta neresidir? Çaðýmýzýn
insaný, mutluluða giden yolun bireycilikten geçmediðini
ve gezegenimizin en uzak köþesinde bile çaðdaþ
uygarlýða yakýþýr bir yaþam biçimi geçerli olmadýkça
en uygar sayýlan toplumlarda huzur saðlanamayacaðýný
bilmektedir.
Hiç kimse, hiçbir halk, hiçbir ulus, hiçbir ülke
kendisini dünyadan soyutlayarak yaþama gücünde deðildir.
Ve bir devlet (isterse süper olsun) dünyanýn þu
veya bu yerindeki halklarý, uluslarý, sömürü düzeninin
çerçevesinde uzun süre tutmak gücünü koruyamayacaktýr.
Bugün dünyanýn her yanýnda bunalým; eþitsizlikten,
adaletsizlikten ve sömürüden üremektedir. Çaðdaþ
insan bu gerçeði bildiði için yeryüzünün bunalýmýna
þaþmaz; tersine bugün dünyada bunalým olmasaydý
mutluluðumuz derinleþir; umutsuzluðumuz yoðunlaþýrdý.
Oysa ilerici insanýn umudu gerçekçilikten
kaynaklanmakta, savaþýmýna güç vermekte, mutluluðunun
gerekçesini yaratmaktadýr.
:::::::::::::::::
RUHÝ SU
Ruhi Su gibi bir adamý nerede, ne zaman bulur
insan? Þu koskoca yeryüzünde bir Ruhi Su daha var
mý? Belki vardýr, belki yoktur; bilemem. Okyanuslarýn
ötesinde berisinde öyle halklar yaþýyor ki, halklarýn
öylesine güzel deyiþleri, söyleþileri var ki, belki onlarýn
içinde de bir, bilemedin iki ya da üç Ruhi çýkmýþ;
yüzyýllarýn birikiminde ezgileþen türküleri derleyip
toplayýp, düzenleyip söylemiþtir; hem tarihin yüreðini
dile getirmiþtir hem yaþadýðý çaðýn duyarlýðýný
yansýtmýþtýr.
Evrene göre mini minnacýk, insana göre koskocaman
gezegenimizde hangi yiðidin nerede neler yaptýðýný
bilmek kolay mý?
Çok zor bir iþ bu.
Kimi deðerleri tanýmak, bilmek, öðrenmek çoðu
zaman bize nasip olmuyor. Çünkü yeryüzündeki iletiþim
kesik, kopuk, sýnýrlý, yasaklý, sansürlü, engellidir;
dünyayý ancak Batý'nýn iletiþim organlarýndan izliyoruz;
örümcek aðýna benzer bu haberleþme düzeninde
bize kimi tanýtýyorlarsa, ona deðer verip yüceltiyoruz.
Dünyanýn bize tanýtýlan dünya kadar olmadýðýna
inanýyorum; daha büyük bir dünyamýz var.
---
Kendi dünyamýz bile bize tanýtýlandan daha büyüktür;
Ruhi Su bunu kanýtladý.
Yunus Emre'yi bilirdik; ama Ruhi Su söylemeden
Yunus Emre'yi yüreðimizde duyduk mu? Pir Sultan
Abdal'ý bilirdik; ama Ruhi Su söyleyinceye kadar Pir
Sultan Abdal'ý duyduk mu? Karacaoðlan'ýn zeybekleri,
semahlarý, seferberlik türkülerini bilirdik, Ruhi Su
söyleyinceye dek duyduk mu? Duyan vardýr kuþkusuz,
kimilerinin kulaðýna çalýnmýþtýr; ama Ruhi Su'dan dinlemeden
önce bizi biz yapan türkülerimiz yüreðimize
iþlemiþ miydi?
Türkü deyip geçmeyin..
Türkünün özelliði, ayrýcalýðý vardýr. Bir müzik parçasý
bestelemek ayrý þey, türkü yakmak ayrý þey.
Türkü bestelenmez; yakýlýr.
Türkünün yakýlmasý için insanoðlunun yanmasý
gerek. Sen yanmasan; ben yanmasam, o yanmasa, biz
yanmasak, nasýl yakýlýrdý türküler? Seferberlik olmasa,
insanlar savaþa sürülmese, Pir Sultanlara daraðaçlarý
kurulmasa, Karacaoðlanlarýn gözünü sevdalar bürümese,
emekçiler el kapýlarýnda gurbetçilik yapmasa,
analar oðullarýna, kýzlarýna yanmasa, nasýl yakýlýr türküler?
Halkýn vicdanýndan yansýyan ve bilincine kazýnan
olaylarýn tütsüleri insanýn genzini yakmasa nasýl
yakýlýr türküler?
Güldür güldür yaþayan bir toplumun ortak duygularýný
birbirine çatýp yalazlandýrmakla yakýlýr türküler.
---
Yaþadýðý ülkenin türkülerini tanýmayan aydýnlar,
halký tanýmýyor demektir.
Ruhi Su iþte bunu yaptý, hepimize türkülerimizi
tanýttý, öðretti. Halkbilimin bilgecesi, yalnýz öðrenmekle
yetinmez, duymakla pekiþir. Halkýn baðrýndan yükselen
ezgileri duymayan ezgilerin ardýndaki yaþantýlarýn
kökenlerine inemez; yaþadýðý toplumun hayat damarlarýnda
dolaþan sýmsýcak kaný pompalayan yüreðin açmazlarýný
bilemez. Halktan koparak toplumuna yabancýlaþan
aydýnlar, aydýnlaþma olanaðýný yitirirler.
Aydýnlarla halký ortak duygularda sazýyla, sesiyle,
söyleyiþiyle, eylemiyle bütünleþtiren Ruhi'nin ne büyük
bir iþ yaptýðýný ileride çok daha iyi anlamak olanaklarýna
kavuþacaðýz.
:::::::::::::::::
TV'DE KEMAL TAHÝR
Kemal Tahir'i 1950'lerin ilk yarýsýnda Aziz Nesin'le
ortaklaþa kurduklarý Düþün Yayýnevi'nde tanýdým.
1938'de Nazým Hikmet davasýnda tutuklanan yazar 15
yýl hapis cezasýna çarptýrýlmýþ, 1950'deki genel afla çýkýp
Babýali'ye dönmüþtü; ama bu dönüþ baþka dönüþtü.
Mahpushane üniversitesinden diploma alan Kemal
Tahir birbiri ardýna romanlarýn yayýmlayacaktý. Nitekim
1955'ten ölümüne kadar (1973) sanýrým 15 romaný
çýktý; tümü ilgi gördü.
---
Kendine özgü kiþiliðiyle çevresindekileri etkileyen
bir adamdý Kemal Tahir, sesi daha kulaklarýmda yankýlanýr.
Tarihin sayfalarýnda çað açmýþ, devrimler gerçekleþtirmiþ
nice kiþi, Kemal Tahir'in aðzýnda iki paralýk
olurdu. Belki de 12 yýllýk mahpushane yaþamýnýn
dolduruþuyla gerilmiþ olan ruhu küfrettikçe yelpazelenirdi:
- Koca kodoþ, kan içici, namussuz, alçak!...
Kemal Tahir'in konuþmalarýyla insanýn çarpýlmasý
doðaldý; ancak rahmetli yazara öfkelenip de sert bir
karþý çýkýþ yaptýn mý, saniyede deðiþip kahkahayý patlatýr;
kimbilir belki de sözlerinin hedefini bulduðunu
düþünerek keyiflenirdi.
Hiç unutmam; Kongo'nun baðýmsýzlýk önderi Patrice
Lumumba 1961'de emperyalizmin uþaðý Albay Mobutu'nun
emriyle öldürülmüþ; cinayet aydýnlarda tepki
yaratmýþtý. Kemal Tahir ayaðýný yere, elini masaya
pat pat vurup baðýrýyordu:
- Kolay mý yahu? Kimmiþ o Belçika'ya kafa tutan
Lumumba? Emperyalist, adama bokunu yedirir.
Eh, bir bakýma yaþamýn sert yasalarýný anýmsatýyordu
Kemal Tahir: "Arkadaþ, kimse yiyemeyeceði pilavýn
önüne oturmasýn" diyordu. Ne var ki söyleyiþ
biçimi karþýsýndakileri de buruyor, iðneliyordu.
---
1960'larýn sonuna doðru Kemal Tahir'in evi tekkeye
dönmüþtü. Rahmetli yazar, postunun üstüne baðdaþ
kurmuþ þeyh gibiydi. Artýk düþlemlerini tarihsel kuramlara
dönüþtürmüþ; tutarsýz ve sisli fikirlerini benimsemeyenlere
yaman bir savaþ açmýþtý. Yalýn kýlýç
kavgaya giriyor, kiþileri yerin dibine batýrýyor, tarih gerçeklerini
iþine geldiði gibi tersine çeviriyordu. Deðil bilim
adamýnýn, romancýnýn da olamayacaðý kadar geçmiþe
karþý kaygýsýz ve sorumsuzdu.
---
Kemal Tahir romanlarýnda önyargýlý bir tarih görüþünü
iþlemiþtir. (Roman sanatý açýsýndan yazarýn deðerini
tartýþmak bir baþka konu.) Bana sorarsanýz Kemal
Tahir'in tarihsel yaklaþýmý özgün de deðildir; Osmanlýya
(ve Abdülhamitçiliðe) dönük akýmlarýn baþka
biçimde tezgahlanmasýdýr.
Ne var ki Kemal Tahir'in bu dönüþümü sað kanadýn
pek hoþuna gitmiþtir. Yazarý alýp baþtacý yapmýþlar;
tarihsel gerçekleri saptýran yapýtlarýný da göklere
çýkarmýþlardýr. Kemal Tahir, sað kanadýn gözünde
öylesine "meþrulaþmýþ" ve benimsenmiþtir ki birkaç
gün önce televizyonda anýlmýþtýr.
---
Yanlýþ anlaþýlmasýn: "Kemal Tahir ölümünün 10'uncu
yýlýnda anýlmasýn, televizyon programlarýnda yer
almasýn" demiyorum. Devletin TRT'sinin hangi ölçüler
içinde çalýþtýðýný vurguluyorum. Gerçek bütün sanatçýlarýmýzý
anmak TRT'nin görevi olmalýdýr.
Ölümünün 10'uncu yýldönümünde Kemal Tahir
için düzenlenen 15 dakikalýk televizyon programýný izledim.
Kemal Tahir yaþasaydý, sanýrým çeliþkili ruhunda
bu programa yönelik büyük tepkiler oluþurdu. Çünkü
programda Kemal Tahir'in kiþiliði yoktu, özyaþamý
da yoktu, romanlarý da yoktu; yalnýz belirli bir amaca
yönelik sözlerinin tutkalla birbirine yapýþtýrýlmasýndan
oluþan bir kurdela vardý.
---
Sonuç: Eðer bir yazarý tüm gerçekliðiyle anmaktan
korkuyorsak ya da sakýncalý buluyorsak anmayalým
daha iyi... Çünkü hem yazara hem okura hem de
Türk toplumunun geliþmiþlik düzeyine karþý bir ayýp
iþlemiþ oluyoruz.
:::::::::::::::::
ÖZNEL VE NESNEL
Eski köþeyazarlarý gibi konuya bilinen bir öykücükle
gireyim. Nasrettin Hoca'ya sormuþlar:
- Dünya'nýn merkezi neresidir?
Hoca:
- Eþeðimin sað arka ayaðýnýn bastýðý yerdir.
"Ýzafiyet" kuramý açýsýndan Hoca'nýn dediði doðru
sayýlabilir. "Benci" dünya görüþü bakýmýndan da görkemli
bir yanýttýr. Çünkü kendini dünyanýn odak noktasý
sayan kiþilere ders vermektedir.
"Benci" dünya görüþü insaný ister istemez bencilliðe
de götürür. Bencillik yalnýz çýkarcýlýðý deðil hoþgörüsüzlüðü
de içerir. Böylece kiþinin öznel durumu,
dýþa dönük nesnelliðe dönüþür.
Dilimizde düþündüðünü dobra dobra söyleyip yapan
kiþi için:
-Bu adamýn, denir, saðý solu yoktur.
Ancak bu deyim politikada geçerli deðildir; çünkü
saðsýz-solsuz siyaset, çaðýmýz dünyasýnda var olamaz.
Buna karþýn ülkemizde yaþayan kimi insana sorarsanýz:
- Saðcý mýsýn, solcu musun?
Adam tedirgin olur; saðcýyým ya da solcuyum demekten
kaçýnýr; yanýt vermez veya "ne saðcýyým ne solcuyum,
ben doðrudan yanayým" diye savunmaya geçer.
Çünkü toplumsal ve siyasal geçmiþimizde solculukla
saðcýlýk sakýncalý nitelikler kazanmýþ; demokrasinin,
hoþgörünün, özgürlüðün koþullarý iþleyecek yerde
fikirleri yüzünden insanlarý suçlama eðilimi aðýr basmýþtýr.
Ne var ki çok partili demokrasinin geçerli olduðu
(ve olmadýðý) bütün ülkelerde sað ve sol deyimleri
kullanýlmaktadýr. Bu sözcükler tarihsel yüklemlerle zenginleþmiþ,
siyasal kavramlar olarak geliþmiþtir; üniversitelerin
siyaset bilimi kürsülerinde sað ya da sol deyimleri
kullanýlmadan bilim yapýlamaz. Uzak ya da
yakýn yabancý ülkelerdeki siyasal geliþmeleri, sað ve
sol akýmlarý ve partileri deðerlendirmeden anlayamayýz.
Ülkemizde de ancak saðýn ve solun bir arada yaþamasýyla
çok partili demokrasinin yaþayabileceði algýlanmalýdýr.
---
Bir insanýn saðcý ya da solcu olmasýnýn iki yaný
vardýr. Bir iþadamý, solcu olabilir. Ama nasýl? Eðer
sermaye sahibi solculuða inanýyorsa, bu onun öznel
(subjektif) sorunudur. Ya da bir emekçi saðcý olabilir
ki emekçinin toplumsal konumuna ayrý düþen bu inanç,
öznellik kapsamýna kalýr. Eðer bir politikacý ya da parti
yöneticisi "ben ne saðcýðým ne de solcuyum" diyorsa
bu sözler kiþisel bilinç düzeyinin ya da inancýnýn göstergesidir.
Ancak saðcýlýk ya da solculuk, yalnýz öznel (sübjektif)
bir þey deðildir.
Olayýn bir de nesnel (objektif) yaný vardýr. Sözgeliþi
bir siyasal partinin solcu mu saðcý mý olduðu,
ilkelerinden ve programýndan anlaþýlýr. Siyaset bilimcileri
partinin ilkelerini, programýný, yöneticilerin toplumsal
konumlarýný, seçmen tabanýný inceleyerek örgütün
solcu mu, saðcý mý olduðunu saptarlar; siyasal
yelpazenin neresine oturduðunu belirlerler.
---
Ýsmet Paþa, 1960'larýn ikinci yarýsýnda Türkiye'de
demokratik bilinç geliþirken demiþti ki:
"-Ben kýrk yýllýk solcuyum."
Herkes þaþmýþtý.
Böyle durumlarda önemli kiþilerin söylediklerinin
de kuþkusuz çok önemi vardýr; ama yukarýda belirttiðim
gibi öznel bir durumu vurgular. Ýnönü'nün yarým
yüzyýllýk siyasal yaþamýnda saðcý mý, solcu mu olduðu
nesnel koþullarýn yanýtlayacaðý bir sorudur.
:::::::::::::::::
112 GÜN
Ünlü romancý Ernest Hemingway, amansýz bir sarýlýða
yakalandýðýný anlayýnca av tüfekIerinden birini
çenesinin altýna dayayýp tetiði çekti. Arthur Koestler'in
sonu daha karmaþýk biçimde noktalandý. Koestler,
Londra'daki evinde eþi Cynthia ile birlikte ölü bulundu.
Karý-koca "acýsýz ölüm"ü yeðleyen bir görüþü savunuyorlardý.
Genel kaný, birlikte canlarýna kýydýklarý yolundaydý.
Ancak Koestler'in iyileþmesi olanaksýz durumuna
karþýn, eþinin hiç bir þeyi yoktu. Bu saðlýklý kadýn
da sevdiðiyle beraber ölümü göze almýþ, halk ozanýnýn
söylediðini yinelemiþti:
"Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun..."
---
Hemingway'i ve Koestler'i tüm dünya tanýyordu;
iki yazarýn da kitaplarý sýnýrlarý aþýyor, ellerde dolaþýyordu.
Ýkisi de hayatýn binbir rengini görmüþler; acýsýný,
tatlýsýný yaþamýþlardý.
Hemingway, Birinci Dünya Savaþý'nda cephede
muhabirlik yapmýþ, Afrika ormanlarýnda avlanmýþ,
Ýspanya Ýç Savaþý'na katýlmýþ. Ýkinci Dünya Savaþý'nda
yine savaþ muhabirliðine sývanmýþtý. Dünya kazan
Hemingway kepçeydi; insaný ve insanlýðý kýzgýn
olaylarýn çalkantýlarýnda izlemiþ, tanýmýþtý. Arthur Koestler
Ýspanya Ýç Savaþý'nda muhabirlikle iþe baþlamýþtý.
Yine Ýspanya'da casuslukla suçlanarak idam cezasý yedi;
üç ay ölüm hücresinde yaþadý. Sonra hayatýn karmaþýklýðýný
edebiyat aracýlýðýyla saydamlaþtýrmaya çalýþtý.
Öldüðü gün, yapacaðý hiçbir þey kalmamýþtý.
---
Amerika'nýn Seaattle kentinde, eþi, çocuklarý, torunlarýyla
yaþayan Dr. Barney Clark ise ne bir Hemingway'di ne de bir Koestler.
Diþçi Clark'ý 112 gün öncesine kadar akrabalarý
dostlarý, müþterileri, sütçüsü ve bakkalýndan gayri kimse
tanýmýyordu. Sýradan bir diþ hekimiydi Clark; bu
köþeye konu olmadan öteki dünyaya gidecekti; ne sizleri
ilgilendirecekti ne de beni; hepimiz Seattle'daki diþçinin
varlýðýndan habersiz kalacaktýk. Ne var ki 112
gün önce Utah eyaletindeki Salt Lake Hastanesi'nde
Barney'ye dünyada ilk kez yapay kalp takýlýnca adý tüm
dünyada duyuldu. Yeryüzü iletiþiminin teleksleri flaþ
haber olarak olayý veriyorlardý. Barney Clark öylesine
ünlenmiþti ki yapay kalbi oluþturup hastaya takan doktorlarýn
ve uzmanlarýn adlarý geride kalmýþtý. Çoðu kiþinin
aklýnda þu soru çengelleniyordu:
- Diþçi Barney Clark niçin böyle bir deneyimi
benimsemiþ, çileli bir yolculuða çýkmayý göze almýþtý?
Artýk Dr. Barney, laboratuvar kobayý oluyordu. Her
dakikasý hekimlerin ve uzmanlarýn denetimi altýndaydý.
Yaþamak mý denirdi buna? Günleri zaten sayýlýydý.
Ve saya saya 112'nci güne gelindi.
Clark gözlerini kapadý.
112 gün daha yaþamak, kimi zaman bir anlam taþýr;
kimi zaman hiçbir anlam taþýmaz. Eðer Barney
Clark, yaptýðý iþin gerçekten bilincindeyse, hayatýnýn
en anlamlý günlerini yaþamýþ, en büyük iþlevini görmüþ
demektir. Çünkü kendisini insanlýðýn geleceðine
bilinçle adayabilen insan, kobay deðildir.
Ýþin içine bilinç girdi mi iþ deðiþiyor.
Hemingway ya da Koestler'in yazar duyarlýðý içindeki
"son"larý çaresizlik karþýsýnda onurlu bir davranýþý
benimsemek çabasýndan umutsuzca kaynaklanmaktaydý.
Barney Clark, altmýþ yaþýna dek hayatýný
sýradan bir kiþi olarak sürdürdükten sonra ölümle yüz
yüze gelince geriye bir þeyler býrakmak þansýný ele
geçirivermiþti.
Son 112 gününü, belki de 112 yýla bedel bir yoðunluk
içinde yaþadý Clark; hastanedeki odasý Koestler'in
Ýspanya'daki idam hücresinden bambaþka duygular
ve düþüncelerle doluydu. Barney son 112 gününü
yazamadý; çünkü yazar deðildi; ama onun hesabýna
düþünenler ve yazanlar çýkacaktýr.
Ýnsanoðlunun serüveni, hiçbir insanýn yaþamýyla
noktalanmýyor ki...
:::::::::::::::::
ÞOGUN...
Doðan Avcýoðlu'nun "Türkiye'nin Düzeni" adlý
kitabý bir baþyapýttýr. Bu kitabýn "Türkiye'de ve Japonya'da
Batýlýlaþma" bölümünde þu tümceleri okuyorum:
"-Türkiye (sömürgeleþme, tehlikesine karþý koyabilmek
için Batý usullerini benimseme ihtiyacýný
18'inci yüzyýl ortalarýndan baþlayarak duymuþtur. Japonya
o tarihlerde tam bir ortaçað kapalýlýðý içindeydi.
Türkiye ise bozulan eski düzeni geri getirmenin olanaksýzlýðýný
anlamýþ, yeni bir düzen kurma çabasýna girmiþti."
Nasýl bir karanlýktý Japonya'daki düzen?
Avcýoðlu'nun kitabýndan bir örnek: ülkeyi Þogun'lar
yönetiyordu. Bir Þogun'un erkek çocuðu olmuyordu.
Niçin? Çünkü Þogun bir köpek öldürmüþ, rahiplerin
yorumuna göre büyük günah iþlemiþti. 1687 yýlýnda
köpek öldürme yasaðý çýkarýldý. Yasak gittikçe
yoðunlaþtý, köpek öldürmenin cezasý idam, hayvanlara
kötü davranmanýn cezasý sürgün ve hapisti. Bu yüzden
Samuraylar ata binemiyorlardý. 1692 ve 1708 tarihli
emirlerle atlarýn týrnak ve yelelerinin kesilmesi yasaklanmýþ,
yasaða uymayan 25 kiþi bir çýplak adaya sürülmüþtü.
Ýþte bugün dünyayý þaþýrtan, elektronik aygýtla Batý
piyasalarýný allak bullak eden Japonya'nýn 18'inci yüzyýlýndan
birkaç çizgi...
Sözü televizyondaki çekici ve çarpýcý Þogun dizisine
getirmek istiyorum. Benim de merakla izlediðim
bu ustalýk dizi bir Tarzan filminin gergefinde iþlenmiþ.
(Tarzan filmlerinde zencilerin yaþadýðý geri bir ülkede
iyi ve kötü beyazlar çarpýþýr.) Japonya ve Japonlar
Þogun dizisinde salt dekor niteliðinde kalýyor. Tüm
izleyiciler "Ýngiliz seyir subayý Anjin San ya da Blackthorn"a
gönül baðlamýþlar. Portekiz ve Ýspanyol sömürgecileriyle
Ýngiliz ve Hollanda sömürgecilerinin
hangisini yeðlersiniz? Karanlýk Cizvit papazlarýna öfkeleniyoruz,
yakýþýklý Ýngilizi ayran budalasý gibi izliyoruz,
güzel Japon kadýnlarýna kesiliyoruz, ustalýklý
serüven dizisinin mantýðýnda yitip gidiyoruz.
Hep böyle oluyor.
Hindistan'dan baþlayarak Güney Asya'daki Ýngiliz
subaylarýnýn "kahramanlýklarýný, yiðitliklerini" beyaz
perdelerde çok uzun yýllar alkýþlamadýk mý?
"Aslan Tarzan"lar tüm beðenilerimizi kiþiliklerinde
topladýlar, "yerli halklar", kuru kalabalýklar yarattýlar.
Oysa ister zenci olsun, ister Hintli, ister Japon,
ister Çinli o "yerli halklar" insanlardan oluþuyordu.
Onlarý ancak "Batý efendi" ile ilýþki kurabildiði ölçüde
insanlaþtýran senaryolardan býkmadýk, usanmadýk.
---
Þogun'un bir yaný bu...
Öteki yaný 17 ve 18'inci yüzyýllarda bile Osmanlý
toplumundan "geri, karanlýk ve barbar" bir Japonya'nýn
bugünkü üstün endüstri düzeyinde belirginleþiyor.
Türkiye'nin bugünkü geri kalmýþlýðýný "geçmiþimizdeki
barbarlýðýmýz"a baðlamak isteyen Batýlý ve yerli
aydýn fantezisinin kolaycýlýðýný bir yana býrakmalýyýz.
Geçmiþimize yansýz bakmayan Batýlý tarihçilerin içimizde
kompradorluðunu yapmak ayýp þeydir.
Yeryüzü tarihi sýnýrlar ötesi bir hoþgörünün her
halký ve her insaný kapsayan çaðdaþ yaklaþýmý içinde
deðerlendirmesini öðrenemeyen kiþi geri kafalýdýr. Türk
köyünün ve köylüsünün de bir romaný olduðunu ancak
yazýldýðý zaman anlamadýk mý?
:::::::::::::::::
KARÝKATÜRCÜNÜN ÖLÜMÜ
Mim Uykusuz ölmüþ.
Gazetelerde haberi okuyunca içim burkuldu. Yýllardan
beri belleðimde gölgeleþen yüzünü anýmsadým.
Mim (Mustafa) Uykusuz çoðunlukla gülmezdi. Bu yüzü
gülmeyen insanýn karikatür yapmasý sanki içindeki doðal
acýyý mizahla dengelemek gereðinden doðar gibiydi.
Kara mizaha yatkýndý Uykusuz.
1940'lý yýllarýn sonunda Türkiye içerden ve dýþardan
çok partili rejime itiliyor; yönetime karþýt rüzgarlar
fýrtýnaya dönüþüyordu. O günlerin unutulmaz mizah
dergisi Marko Paþa'da adýný duyurdu Mim Uykusuz;
toplumsal içerikli karikatürleriyle ün yaptý.
Yokluðun, açlýðýn, ezilmiþliðin kara mizahýný çizgiyle
yoðurmak kolay deðildir. Mim Uykusuz'un yaptýðý buydu.
O dönemde arada sýrada karikatüristlerin evinin
kapýsý vuruluyordu; Uykusuz sorardý:
- Kim ooo?
- Polis.
Dediðim gibi Mustafa Uykusuz çok gülmez ya da hiç
gülmezdi; güler gibi yapardý. Kendisini uzun yýllardan
beri görmedim; ama yüzü gözlerimin önünde
net bir fotoðraf gibi duruyor. Bir insan yüzüydü bu;
iyilikle doluydu yüreði; sanki tüm hýrslardan arýnmýþtý.
Toplumsal konumunda kendini olduðundan daha
aþaðýda bir yere yerleþtirmiþ gibiydi; bu geri çekiliþ,
onuruna düþkünlüðünden geliyordu. Bir fikir emekçisiydi
o, bir çizerdi; patronlarýyla arasýndaki uçurumu
derinleþtiren tutumu da pek vurgulamadýðý bilincinden
doðuyordu.
Mutluluk yalýndý Mim Uykusuz için; bir þiþe þarap;
biraz katýk, bir dost yeterdi.
Babýali'nin kývrým kývrým yokuþunda solucanlar
gibi yaþayan, her taþýn altýndan çýkýp her entrikaya katýlan,
emeðinden çok kulis fareliðiyle ün yapmaya çabalayan
nice kiþi vardýr. Mim Uykusuz böyle havalardan
uzak yaþadý. Son yýllarýnda iyice kenara çekildi,
içine kapandý. Babýali zaten Mim Uykusuz'un baþladýðý
yerden çok ötelerdeydi.
Sermayenin silindiri "Bizim Yokuþ"ta hem düz
hem karýþýk yollar açmýþtý. Marko Paþa yýllarýn gerisinde
kitaplýklarýn raflarýnda kalmýþtý. Mim Uykusuz
yorgundu. Akbaba, Dolmuþ, Taþ, Karikatür dergilerindeki
çalýþmalarýndan sonra yavaþladý; ama ne fikrinden
bir ödün verdi ne kiþiliðinden...
---
Ýnsan, doðacak, yaþayacak, ölecek. Geriye ne kalacak?
Kimi aðaç diker, kimi duvar örer, kimi bir þey
yapmadan çeker gider. Geçen gün yaman bir marangoz
ustasýyla konuþuyorduk; saðlýk sorunlarý açýldý;
eliyle göðsünü tuttu:
- Þuralarýmda aðrýlar var; dedi.
- Sigara içiyor musun?
- Ýçiyorum.
- Ýçme.
Ustabaþý
- Výz gelir, dedi, ben ölünce dünya bir þey yitirmez.
Büyük bir bilgin olsam iþ deðiþirdi.
- Sen, dedim, yaman bir ustasýn, üretiyorsun.
Daha kaç yaþýndasýn? Bu dünyada yaþamaya layýk olmayan
nice alçak var ki yüz yaþýna merdiven dayýyor
da bana mýsýn demiyor.
Gerçekten yaþam süresi bir bilmece...
Çoðu zaman yaþamasý gerekenler, elli yaþýnda pes
ediyorlar da toplum bakýmýndan sakýncalý nice solucan,
böcek, sürüngen yaþýyor ha yaþýyor.
Mim Uykusuz, çoktan beri hastaydý; hayatýna noktayý
koydu; çizgilerini, karikatür albümlerini býraktý
bize...
Bir de güzel anýlarýný.
:::::::::::::::::
SAÐCI "AYDIN" OLUR MU?
Geçen cuma günü Akademi Kitabevi'nde Hocam
Hýfzý Veldet Velidedeoðlu, Nurullah Ataç'ýn kýzý Meral
Ataç, eðitimci-yazar Kemal Üstün ve ben, kitaplarýmýzý
imzaladýk. Böyle günlerde yazar-okur iliþkisi çeþitli
biçimlere giriyor. Bir öðrenci kitap imzalatýrken,
bana þunu sordu:
- Bir ay kadar önce düzenlenen bir basýn açýkoturumunda
kimi konuþmacýlar 'Aydýnýn saðcýsý solcusu
olmaz aydýn solcu da olur, saðcý da..." dediler. Siz bu
konuda ne düþünüyorsunuz?
Böyle sorulara çoðu zaman okur mektuplarýnda
da rastlanýyor; kavramlarý kurcalayan sorular yeniden
gündeme giriyor; bu yýpratýcý ve býktýrýcý süreç bitmiyor;
çünkü yeni kuþaklar yetiþiyor; Anadolu'da kýsýtlý
olanaklar içinde yaþayan okurlarýmýz kafalarýnda beliren
sorulara yanýt verecek kiþi ya da kitap bulamadýklarýndan
izledikleri yazarlara baþvuruyorlar.
Saðcý aydýn olur mu?
Bu soruyu aydýnlatmak için önce "saðcý ne demektir?"
sorusuna yanýt vermek gerekir. Ýsmet Paþa
bile ömrünün sonbaharýnda ne demiþti:
- Ben kýrk yýllýk solcuyum...
Solculuðun karþýtý olan saðcýlýðý, el altýnda bulunmasý
gereken bir felsefe ansiklopedisi þöyle yanýtlar;
"SAÐCI, eski olandan, kurulu düzenden yana
olandýr. Eskiden yana olan siyasal tutumu dile getiren
saðcýlýk, gerici ve tutucu deyimleriyle anlamdaþ,
solcu deyimiyle karþýt anlamlýdýr. Saðcýlýk hiçbir yenileþmeyi
istemeyerek kurulu düzenin olduðu gibi korunmasýný
savunan ve bu bakýmdan evrimsel deðiþikliði
yeðleyen solculuðun karþýsýnda yer alan tutumdur.
Siyasal eðilimleri saðcýlýk ve solculuk olarak nitelemek
1789 Fransýz devrimiyle baþlamýþtýr. Ulusal Meclis'te
yeni düþüncelerin savunucularý solda, eski düzenden
yana kralcýlar saðda oturmuþlardýr. Bu olaydan sonra
sað ve sol siyasal alanda terimleþmiþtir: Saðcýlýk; bütün
varlýklarý duraðan, deðiþmez, sonsuz, kesin ve saltýk
sayan metafizik dünya görüþünün ürünüdür. Gerçekte
saðcýlýk düþünsel deðil, çýkarsal bir tutumdur; egemen
sýnýfýn çýkarlarýný savunmakla eþanlamlýdýr."
---
Saðcýlýðý böylece tanýmladýktan sonra, yine felsefe
sözlüklerine bakalým; aydýn kavramýnýn karþýlýðýnda
ne yazýyor:
"AYDIN, çaðýnýn bilgisiyle tutarlýlaþmýþ kiþidir.
Klasik felsefede belli bir öðrenimi, bilgisi, görgüsü olana
aydýn denirdi; ama belli bir öðrenim, bilgi, görgü
aydýn olmaya yetmez. Aydýn olan kiþi, çaðdaþ bilgi
düzeyinde düþünceleri ve davranýþlarý tutarlý olandýr.
Buysa çaðdaþ ve bilimsel bir dünya görüþüne varmakla
gerçekleþebilir. Belli bilgilerde olaðanüstü uzmanlaþma
bile kiþiyi böylesine tutarlýlýða ulaþtýrmaz. Tutarlýlýk,
ancak, çaðdaþ, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle elde
edilmiþ bir dünya görüþüyle saðlanabilir."
Demek ki aydýn, çaðdaþ bilimsel dünya görüþünü
özümsemiþ kiþidir. Bunun anlamý açýktýr; tutuculuða,
gericiliðe karþýdýr. Hem saðcý hem de aydýn olmak olasý
görünmüyor. Bir kimse çok yetenekli bir mühendis,
deneyimli bir avukat, yaman bir maliyeci olabilir; çok
kitap devirmiþ, üniversiteler bitirmiþ bulunabilir; ama
aydýn olamaz. Buna karþýlýk bir köylünün, iþçinin, küçük
memurun ya da esnafýn çaðdaþ ve tutarlý dünya
görüþünün mantýðýnda aydýnlanmasý ve aydýnlaþmasý
olasýdýr.
---
Çaðýmýz dünyasýnda saðcýlýk sermayeden, solculuk
emekten yana olmak anlamýna gelir. Batýlý demokrasi,
Türkiye'de aydýn olmak emekten yana dünya görüþünün
tutarlýlýðý içinde düþünmek anlamýna geldiðinden
aydýnlar sola kayýyorlar. Bu akýmý doðal saymak
gerekir; çünkü bilimsel yasadýr.
:::::::::::::::::
KAPALI OTURUMLAR...
Aydýnlar arasýnda kapalý oturum çeþitli yerlerde
olabilir; Kumkapý ya da Boðaz meyhanesinde; konuksever
bir bayanýn salonunda; lüks bir otelin barýnda;
orta halli bir "restoran"ýn masasýnda beþ-altý kiþi toplandý
mý tartýþma baþlar.
Kimi zaman böyle kapalý oturumlarýn bir "efe"si vardýr;
dediði dedik, öttürdüðü düdüktür. Ýki kadeh sonra
gözleri çakmaklaþýr, sözleri saldýrganlaþýr, çevresindekiler
durumu "idare etmeye" çalýþýrlar. Danýþýklý bir
çember oluþur "efe"nin çevresinde ve içten içe kaygý
baþlar:
- Aman yine bir kavga çýkmasýn...
- Dargýnlýk baþlamasýn...
- Toplantýnýn tadý kaçmasýn...
---
Kimi zaman kapalý oturumun bir "nüktedan"ý bulunur.
Bu kiþinin görevi her söylenene buzlu bir espri
yetiþtirmektir. Kavþaktaki trafik memuru gibi elini, kolunu,
piposunu, sigarasýný da iþin içine katarak sýksýk
espri yapmaya kalkýþýr. Bu duruma çevresindekiler
uymaya çabalarlar. Oturumun tadýný kaçýrmamak
için zoraki sululuk baþlar.
- Ha ha ha...
- Hi hi...
- Deme yahu?
Isý büsbütün düþer.
Birisi çýkýp da dobra dobra konuþsa:
- Yahu kardeþim, sen her söylenen söze karþýlýk
bir espri yapmak zorunda mýsýn?
Kapalý oturumun zaten ekþimiþ tadý büsbütün kaçacak;
iki kadeh raký zýkkým olacaktýr.
---
Kimi kapalý oturumun da bir "geveze"si vardýr.
Yüz yýldan beri konuþmamýþ gibidir ve geveze; susmak
nedir bilemez; birbiriyle iliþkisi bulunmayan ve
ancak çaðrýþým halkalarýyla zincirlenen bir konuþma
türünü tutturur; yüreðindeki bencillikten kaynaklanýp
anaforlaþan bu gevezelik sarmalýný monoloðunun ekseni
yapar.
Hayatta az çok insan tanýmýþ herkes gevezelerin hep
ayný þeyleri yinelediklerini bilir. Ama konuyu temcit
pilavý gibi kýrk kez sofraya süren geveze, çevresindekilere
illallah dedirtir. Adamý susturup iki üç laf söylemek
isteyen bir baþkasý çýktý mý geveze çevresine boþ
gözlerle bakýnarak otuz-kýrk saniye sustuktan sonra
en küçük aralýktan yararlanarak yine lafa dalar.
Çevredekiler "ya sabýr" çekip adamý dinler gibi gözükürler;
içten içe de söylenirler:
- Toplantýnýn içine etti.
---
Kimi kapalý oturumun da bir "kahraman"ý vardýr;
afrasýndan, tafrasýndan geçilmez.
Gerçi ödleðin ta kendisi olduðu geçmiþteki deneylerle
saptanmýþtýr; ama sofralarda afi kesmeye, baylara
tepeden bakmaya, bayanlara da sulanýp saldýrganlaþmaya
bayýlýr kahramanýmýz; gümbür gümbür konuþur;
herkesin kafasýna dank dank vurmaktan hoþlanýr.
Kahramaný tanýyanlar içten içe gülerler, tanýmayanlar
etkilenebilirler.
Bizim toplumda kapalý oturumlarýn kurallarý böyle
oluþmuþtur; açýk oturum geleneði ve göreneði yerleþmeden
böylece sürüp gidecektir. Zamaný bol olan, vaktini
yitirmek isteyen varsa buyursun kapalý oturuma...
:::::::::::::::::
ÞADÝ DÝNÇÇAÐ'IN SOLUÐU...
Hocam Hýfzý Veldet Velidedeoðlu, 9 Ocak 1983
günü Cumhuriyet'te yayýmlanan yazýsýnda Ýtalyan hukukçusu
Piero Calamenderi'nin þu sözlerini aktarmýþtý:
"-Hukuk, kimse tarafýndan saldýrýya uðramadýðý
ve bulandýrýlmadýðý sürece, soluk aldýðýmýz hava gibi,
görünmez ve tutulmaz bir biçimde yöremizi kaplar.
O, ancak yitirdiðimiz zaman deðerini anladýðýmýz,
saðlýk gibi sezilmez bir þeydir."
Ben bu sözlerin yalnýz hukuk için geçerli olmadýðýna
ve yaþamýn çok deðiþik kesimlerinde kurallaþtýðýna
inanýyorum.
---
Kimi insan vardýr, tüy gibi hafiftir; aðýrlýðýný duymazsýnýz;
yaþayýp yaþamadýðýný bile unutursunuz. Çünkü bu
tipler sorun yaratmazlar, iþ üretirler.
Bu türden kimselerin deðerleri, ancak yitirildikleri
zaman ortaya çýkar.
Kýrk yýllýk dostum karikatürist Þadi Dinççað böyle
bir insandý; ölüm haberini gazetede okuduðum gün,
varlýðýnýn olumlu deðerini anladým, yokluðunun acýsýný
ta içimde duydum.
---
Önce çizgilerini tanýdým Þadi Dinççað'ýn, sonra
kendisini.
Karikatür dünyamýzýn en kýdemli adlarýndandý.
"Akbaba Okulu" diyebileceðimiz ortamda yetiþmiþti.
Akbabacý Yusuf Ziya Ortaç, bir yandan "üstatlara"
karikatür çizdirirken, öte yandan yetenekli gençlere sayfalarýný
açardý. Þadi, mühendis mektebi (teknik üniversite)
öðrencisiyken amatör karikatürist olarak dergilerde
boy gösterdi. Sonra tüm yaþamý boyunca bir
yandan mühendisliðini yürütürken öte yandan Babýali'nin
kaðýt ve mürekkep kokularýný genzine çekerek
durmadan karikatür çizdi.
Uzun çizerlik yaþamý duraðan geçmedi. Soluklu
bir süreç içinde Þadi Dinççað'ýn baþlangýcýyla sonu arasýndaki
grafik, olumlu bir týrmanýþýn göstergelerini taþýr.
Karikatür, yirminci yüzyýlýn etkin sanatýdýr; dinamiktir,
iletiþim gücü yüksektir, toplumsal dönüþümlerin
aynasý, oluþumlarýn ýþýldaðýdýr. Þadi Dinççað, sessiz,
dengeli, düzenli Osmanlý efendisi kimliðinin ardýndaki
yaramaz çocuk ruhunu ve kiþiliðini karikatürlerine
gittikçe yoðunlaþan sanat gücüyle yansýttý.
Yaþý ilerledikçe sanatý da ilerledi. Kendisini tümüyle
gölgeye çekip çizgilerini bütün güleçliðiyle topluma
sunan Þadi'nin alçak gönüllü yaþamý örnek bilgelik
karakteri taþýr.
Az sanatçýya vergi bir yapýsý vardý Þadi'nin...
---
Kimi sanatçý sanatýnýn cýlýzlýðýna karþýn sürekli tepinme
içindedir. Yapýtlarýyla deðil kiþiliðiyle olaylar yaratarak
çevresindeki ilgileri canlý tutmaya çabalar. Yaþamýnýn
gerilimlerini sanatçýlýðýn kanýtlarý sayar. Ama
ruhundaki gerilimlere karþýn pörsümüþ ürünler verdiði
için dengeyi bir türlü tutturamaz.
Kimi sanatçý da saðlam kiþiliðinin tutarlý ürünlerini
verdikçe dengelenir, bilgeleþir.
---
Þadi Dinççað'ýn sanatý neydi, ne deðildi?
Bu soru ayrýca vurgulanmasý gereken bir yanýtýn
aranýþý içinde deðerlendirilmelidir. Ama hiçbir "iddia"
taþýmadan kýrk yýl karikatür sanatýnýn emekçiliðini yapmýþ
bir insaný yitirdik. Hep güleç yüzlü, hep iyilik dolu,
hep kýskançlýktan uzak ve hep üretkendi Þadi... Öylesine
doðal bir tutumu vardý ki doða gibiydi. Var oluþunu
öylesine duyurmadan sezdiriyordu ki ancak yitirdiðimiz
gün yok oluþunun ne demek olduðunu anladým.
Türk karikatür sanatýna Þadi'nin onda biri kadar
katkýsý olmamýþ nice kiþinin gürültüsü arasýnda
usta Dinççað kaynayýp gitmesin diye yazdým bu yazýyý...
Keþke O'nu yitirmeden bu görevi yapabilseydim.
:::::::::::::::::
DOÐA VE ÝNSAN
Okullarýn tarih kitaplarýnda bitmez tükenmez savaþlarýn
öyküleri öðrencilere belletilir. Önce mýzrakla,
kýlýçla, kalkanla; sonra topla, tüfekle, tankla insanlar
durmadan savaþmýþlardýr. Kimi zaman bu savaþlar soykýrýma
dönüþmüþtür. Tarihin ilkçaðlarýnda daðlar gibi
kelle yýðan zalimler görürüz; uygar Avrupalý Amerika'ya
ayak bastýktan sonra bu büyük kara parçasýnda
yaþayan soylarý yok etmiþtir.
Ýnsanýn insanla kavgasý bugüne dek durmamýþtýr.
Ancak insanýn doðayla savaþýmý da tarihin ilkçaðlarýndan
bu yana kesintisiz sürmüþtür.
Okullarda iþin bu yanýna yeterince önem verilmez;
bilim tarihinin "insanýn doðaya karþý savaþýmý" içeriðini
taþýdýðý gereðince anlatýlmaz; insanlýðýn en onurlu
yanýný bu savaþýmýn oluþturduðu vurgulanmaz.
Ýnsanýn kendini doðaya karþý savunmasý ya da doðaya
egemen olma çabasý yolunda verdiði uðraþ, uygarlýðýmýzýn
ta kendisini oluþturur.
---
Düþünme zamanýdýr:
Ýngiltere'de, Amerika'da çoktan önüne geçilen bir
hastalýk Anadolu'da çoluðu çocuðu niçin kýrýp geçirebiliyor?
Almanya'da, Fransa'da maden ocaklarýndaki
ölümler neden bizimkilerden çok daha az? Niçin Japonya'da
can alamayacak güçte bir deprem Erzurum
yörelerinde yüzlerce kiþiyi öldürüyor?
Ölenlere aðýt yakmasýný iyi biliriz biz; ama böyle
sorularý gündeme getirenlere de öfkeleniriz.
Ne var ki böyle sorular sorula sorula yaygýnlaþýr,
yanýtlarý aranmaya baþlanýr. Gelir daðýlýmýnýn dengesizliði
ancak böyle sorularla ortaya çýkar; maden ocaklarýnda
güvencesiz çalýþan "yarý köylü, yarý iþçi" yurttaþýn
hayatýný böyle sorularla anýmsarýz; kýzamýk salgýnýndan
ölen köy bebelerine gözlerimizi böyle sorularla çeviririz.
Gazetelerin fotoromanlarýndan, boyalý resimlerinden,
cicili piyangolarýndan bakýþlarýmýzý koparýp deprem
felaketine göz attýðýmýzda, mantýðýmýzý arabesk
yaklaþýmdan ancak böyle sorularla kurtarýrýz. Böyle
sorular ne kadar can sýkýcý olsa da, temcit pilavý gibi
öne sürülse de yirmi yýl, yirmi beþ yýl, otuz yýl durmadan
sorulsa da sorulmalýdýr.
---
Bir deprem bölgesinde yýðma taþ yapýda yaþayan
yurttaþla beton apartmanda oturan yurttaþ doða karþýsýnda
eþit deðildir.
1982 Anayasasý'nýn 10'uncu maddesinin baþlýðý
"Kanun Önünde Eþitlik" adýný taþýr:
- "Herkes, dil, ýrk, renk, cinsiyet, siyasi düþünce,
felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrým
gözetilmeksizin kanun önünde eþittir."
Ne var ki kaðýt üzerindeki yasaya karþý eþit olanlarýn;
doðanýn depremi önünde eþit olmadýklarýný her
acý olayda bir kez daha anlarýz.
Anadolu'nun doðusuyla batýsý arasýndaki eþitsizlik
her depremde bir kez daha sergilenir.
Evet, biliyoruz ki yoksul bölgelerin uzak köylerindeki
yapýlarý bir yýlda ya da on yýlda yýkýp yerlerine
depremde dayanýklý olanlarý yapmak kolay deðildir;
daha seksen yýl kullanýlabilecek olan apartmaný
yýkýp yerine daha lüks ve daha yüksek apartman dikmek
niçin kolay olsun?
Ulusal geliri bu kadar hovardaca harcayacak ölçüde
zengin bir ulus muyuz?
Batý'nýn büyük kentlerinde yeni yapýlarý yýkýp da
daha lüksünü yapmak için savurduðumuz parayla kimbilir
Doðu deprem bölgelerinde kaç yurttaþýn hayatýný
güvenceye alabilirdik!
---
Eþitlikten ve sosyal adaletten söz açan aydýnlara
karþý savaþ açacaðýmýza doðanýn deprem saldýrýsýna karþý
ulusal seferberlik açamaz mýydýk? Milliyetçiliði kaðýt
üzerinde edebiyat olmaktan kurtarýp ülkenin en uzak
köþesindeki yurttaþa ulusal bilinçle ulaþamaz mýydýk?
Ulaþabilirdik.
Ýkinci Dünya Savaþý'ndan bu yana yaþanan kýrk
yýl az buz bir zaman parçasý deðildir.
Erzurum yörelerinden yankýlanan hýçkýrýk sesleriyle
yakýlan aðýtlar yalnýz yüreklerimizi delmiyor; vicdanýmýzda
sorumluluk ya da suçluluk duygularý da oluþturuyor.
:::::::::::::::::
MEYHANE LÝBERALÝZMÝ
Oooof oof...
Aç lan meyhaneci bir þiþe daha!
Aç...
Ne açýyorsun?
Yeni Raký mý?
Býktýk lan Yeni Raký'dan; cumartesi Yeni Raký, pazar
Yeni Raký, pazartesi Yeni Raký, salý Yeni Raký, çarþamba
Yeni Raký, perþembe Yeni Raký, cuma Yeni Raký...
Liberal ol lan!
Yaþamasýný öðren!
Bira aç, þarap aç, konyak aç, viski aç, cin aç, Hennesy
aç, Martel aç, Napoleon aç, Camus aç, Courvoisier
aç, Johnnie Walker aç, Gordon's aç, Teacher's aç.
Chivas Regal aç...
Aç lan!..
Adam ol...
Liberalleþ biraz.
Aç kapýlarý...
Aç þiþeleri...
Vatandaþ içsin...
Halk yutkunsun.
---
Aç lan aç...
Kapýlarý aç...
Tüm kapýlarý aç, Portekiz konservesi aç, Ýtalyan
þarabý aç, Yunan mastikasý aç, Alman birasý aç, Çin
rakýsý aç...
Özgürleþ lan! Moskovskaya aç, Zubrovka aç, Pshenichnaya
aç, Grasovska aç, Smirnof aç, Metaksa aç;
canýn ne istiyorsa aç; zýkkýmlan...
Çikita muz ye, Portekiz konservesi ye, Ýtalyan mortadellasý
ye, Rus havyarý ye, Macar salamý ye, Ýsveç somunu ye...
Ziftin pekini ye...
Aç gümrük kapýlarýný, ardýna dek, liberalizmin rüzgarý
daðýtsýn yerli sigaranýn dumanýný...
Gelsin Marlboro...
Camel...
Kent, Rothmans, Chesterfield, Dunhill paketini aç..
Özgürlüðün dumaný iþlesin ciðerine; yellensin Rolls
Roys'larýn egzozlarý dar sokaklarýmýzda gümbür gümbür...
Aç bi þiþe daha lan!
---
Aç ki...
Vatandaþ oh desin...
Halk ah desin.
Holdinginin gazetesinde kadýn bacaðý aç, karý
memesi aç...
Açýlsýn kapýlar, yýkýlsýn gümrük duvarlarý, ithalatçý
alsýn özgürlük bayraðýný eline, yürüsün parayý vura
vura iþ dünyasýnda... Tüccar assýn dövizlerini gökdelenin
burçlarýna boydan boya...
Býrak vatandaþ geçsin...
Býrak vatandaþ yapsýn.
Halk seyretsin.
Aç kapýlarý...
Aç þiþeleri...
Aç...
---
Ne dedin?
Aç mý dedin?
Kim aç lan?
Sarhoþ musun sen lan? Aç dedikse gümrük kapýlarýný
aç dedik...
Aðzýný aç demedik...
Mahpushane kapýlarýný aç demedik, gözünü aç demedik;
þiþeyi aç dedik.
Açacaðýn þiþeyi, açacaðýn paketi, açacaðýn kapýyý,
açacaðýn lafý bilsene lan...
Liberal ol lan...
:::::::::::::::::
A'DAN Z'YE
Daktilonun baþýna geçtim; piyanosunda ne çalacaðýný
düþünen sanatçý fiyakasýyla ellerimi makinenin
tuþlarý üzerinde geliþigüzel gezdirdim.
Harflere baktým.
Þiþgöbek D'ye, ince Ý'ye, dengeli H'ya, yuvarlak
O'ya, balýk oltasýna benzeyen J'ye, ayakyolunu anýmsatan
W'ye, öküz çaðrýþýmý yaptýran Ö'ye, cetvel gibi
T'ye, yýlan gibi kývrýlan S'ye göz attým.
Harfler susuyorlardý.
Konuþmamý sürdürdüm:
- Ne susuyorsunuz? Atatürk niçin yazý devrimi
yaptý? Sizleri uygar dünyadan alýp niçin Türkiye'ye getirdi?
Gerçekleri söylemeniz amacýyla deðil mi?
Harfler susuyorlardý.
Öfkelendim, ama belli etmedim; onlarý yüreklendirmeye
çalýþtým:
- Sizler Arap harflerine benzemezsiniz. Onlar
"evet efendimci" idiler; boyunlarý da biçimleri gibi büküktü.
Sizler doðrularý yazabilirsiniz, fikir özgürlüðünün
kaynaðýndan gelen bir kökeniniz var.
---
Baktým ki harflere laf anlatmak zor; yazmaya
baþladým.
- Bu ne alçaðpiklid...
O ne?
O ne?
Bilmem ki nasýl oldu? Harfler birbirine karýþýverdi;
yumuþak g'nin ardýndan p kendini ortaya attý, i boyuna
bakmadan iþe karýþtý, k araya girdi, l ile d fýrsatý
kaçýrmadýlar.
Gözlerime inanamýyordum; yazdýðým sözcüðü karalayýp
yeniden iþe baþladým:
- Bu alçaðpikld...
Harfler görünmez bir gücün etkisiyle direniþe geçmiþ
gibiydiler. Kafamdakini kaðýda dökmeye kalktýðýmda
makinenin tuþlarý birbirine karýþýyordu.
Sordum:
- Ne yapýyorsunuz? Bana kafa mý tutuyorsunuz?
Bu ne terbiyesizlik?
Þiþgöbek D konuþmasýn mý:
- Kendine gel, aklýný baþýna topla, sonra seni biz
bile kurtaramayýz.
Kýzdým:
- Ulan þiþgöbek, diye baðýrdým, sen bu iþe karýþma!
Ben ne yazacaðýmý bilirim. Hem sizler ben ne
yazarsam boyun eðmek zorundasýnýz.
Yýlana benzeyen S, ýslýk gibi bir sesle konuþup kendini
ortaya koydu:
- Þaþayým sana, biz senin istediðini yazamayýz,
kaðýda dökemeyiz.
Þ ise S'yi destekledi:
- Þþþþþt, hop dedik!..
---
Aklým baþýmdan gitmiþti.
Daktilonun tuþlarý arasýnda yer alan w, q, x'e
gözlerimi çevirdim. Bunlarýn bizim alfabede yerleri
yoktu, ama acaba ne diyorlardý?... Hep birlikte
konuþtular:
- Biz senin istediðini yazmak zorundayýz, görevimizin
bilincindeyiz.
Bir kavga baþladý; kaðýt üzerinde harfler birbirine
girdiler:
ðtwtekxjwgatolþqasn!..
Baðýrdým!
- Durun be! Bu rezalet nedir? Rahmetli Baþbakan
Refik Saydam doðru söylemiþ: A'dan Z'ye kadar
bu ülkede her þey bozuk...
W, q, x kafa tutmasýnlar mý:
- Biz bozuk deðiliz. Sizin baþbakanýnýz "A'dan
Z'ye kadar her þey bozuk" derken, sizin alfabeden söz
açmýþtý.
Acaba doðru mu söylüyorlar, diye düþünürken benim
de kafam bvzuldu. A'dan Z'ye her þeyin bozuk
olduðu yerde benim kafam neden bozulmasýndý?
Umursuzluða kapýldým, yazacaklarýmdan vazgeçtim.
:::::::::::::::::
GALÝLEO'DAN GÜNÜMÜZE...
Galileo Galilei 1562-1642 yýllarý arasýnda yaþamýþ
aydýn bir bilim adamýydý. Aydýn olmayan bilim adamý
bulunur mu, diye sormayýn, konumuz bu deðil.
Galileo; þakacý, afacan, tensever, boðazýna düþkün
bir kiþiydi. Tatlý ve güvenceli yaþamýný 1632'ye deðin
sürdürdü. Ölümüne on yýl kala baðýþlanmasý zor
bir suç iþledi; zamanýn egemenlerini tedirgin etti; sapýk
fikirleri savunan "Galileo'nun Diyaloglarý" adlý bir
kitap yazdý.
Ne diyordu bu adam:
- Dünya evrenin merkezi deðildir; gezegenimiz
güneþin çevresinde döner.
O dönemde toprak sahipliðine dayanan soylularýn
egemenliði siyasal iktidarý oluþturuyor, kilisenin ideolojisi
geçerli bulunuyordu. Galileo, ideolojik bir suç
iþlemiþ; otoriteye karþý çýkmýþtý. Çünkü papazlarýn kilisede
halka öðrettiklerinin tersine bir fikir ortaya sürülemezdi.
Sanýk Engizisyon mahkemesine çýkarýldý.
Yargýç kürsüsünde oturanlar dediler ki:
- Sakýncalý ve sapýk fikirlerinden vazgeçersen seni
baðýþlarýz; yoksa cezalandýrýlacaksýn.
Galileo zoru görünce döndü.
O sýrada sokaktaki veya tarladaki adam kiliseyle
bütünleþmiþti. Galilei'nin kitabýný kim okurdu? Bilim
kimin umurundaydý? Zavallý Galileo'yu halk savunur
muydu?
Aydýn bilim adamý, halktan kopuktu.
Ne yapsýn tensever, þakacý, boðazýna düþkün bilgin?
Boyun eðdi. Yaþamýnýn son on yýlýnda kýzarmýþ
tavuklarý, kaz ciðerlerini, Sicilya þaraplarýný mideye
indirerek yaþamýn tadýný çýkardý.
---
Galileo Galilei'yi kimse kýnayamaz; bir seçim yapmýþtýr;
"Dünya güneþin çevresinde dönüyor" dediði için
halktan kopmuþtu, savýndan vazgeçince halkla bütünleþmiþtir.
Bu gibi olaylar her çaðda, her dönemde görülebilir.
Günümüzde dünyanýn çoðu yerinde ve Türkiye'de de yaþanýyor.
Ama olayýn özü nedir?
Aydýnlarýn halktan kopukluðu, ya da halkla bütünleþmesi
tarihin gelgitlerinde açýlýp kapanan makas
gibidir. Voltaireler, Diderotlar, Jean Jacques Rousseaular
yaþadýklarý dönemde halktan kopuktular.
Halktan kopuk olmak ya da halkla bütünleþmek
tarihsel zamanýn mantýðýnda düþünülmesi gereken bir
olaydýr.
---
Geçenlerde Orhan Gencebay'ýn "Þoför" adlý filmi
televizyonda gösterilecekken vazgeçildi. Neymiþ? Filmin
müziði "arabesk" türündenmiþ. TRT bu tür müzik
yayýnýný yasaklamýþ. Oysa halk arabeski seviyor.
Demek ki beðenmediðimiz TRT de halktan kopuk. Þeytan
dürttü; dedim ki:
- Þimdi arabeski savunayým; televizyona karþý
halkta bütünleþeyim.
Þeytan baþka þeyler de söylüyor. Halkýn büyük
bir bölümü ANAP'a oy verdi ya!.. ANAP'la neden
bütünleþmeyelim? Ben kendimi halktan biri saymakla
övünürüm; ama eðer bana aydýn kiþiliði yakýþtýran varsa
ne yapayým? Halkla bütünleþmek için holdinglere, parababalarýna,
sermaye partilerine yanaþýp köþeyi mi döneyim?
Türk halký nasýl bir halk?
Yeryüzündeki bütün halklar gibi geçmiþten geleceðe
doðru deðer yargýlarý deðiþen bir halk; dün "padiþahým
çok yaþa" diye baðýrýyordu, bugün "yaþasýn
cumhuriyet" diye baðýrýyor; dün dünyanýn öküzün boynuzunda
durduðuna inanýyordu, bugün Galileo Galilei gibi düþünüyor.
Türk halkýnýn bir bölümü saðcý partilere oy veriyor,
bir bölümü solcu partilere oy veriyor. Sol fikirler
sapýksa, sakýncalýysa, tehlikeliyse bu tür partilere oy
veren milyonlarca yurttaþýn adýný devletin nüfus kütüklerinden
silelim.
O zaman aydýnlardan da kurtulmuþ olur muyuz?
:::::::::::::::::
ÝÇÝNDEKÝLER
Düþünüyorum, Öyleyse Vurun
Dalkavuk ve Soytarý
Göbek Atmak
Felicita
Mücahit Yazar
Konuþmak ve Ýletiþim
Yakmak
Tarihin Müsveddesi
Acýnýn Sarkacý
Avukatlýk Dediðin Ne ki
Osman Köksal
Ege'nin Ýki Yakasý
Robotlar Çaðý
Sizi Ýyi Görüyorum
Soru ile Yanýt Bir Bütündür
Þevki Erencan'ý Yüreðimize Gömdük
Çocukla Yelkovan
Sýrasý mý?
Tanrýça Pazarlamasý
Duyarlý... Duygulu
Yaþar Kemal'in Canýna Okuyacaðým
Geceler ve Gündüzler
Nobel Edebiyat Ödülü
Bir Çevirmen Olsam
Lorca'nýn Balkonu
Virgüllerin Çokluðuna Aldanmayýn
Abdülhak Hamit Bey Devrimleri Düþünebilir miydi?
Ýp
Ýp Cambazý Gevþek Ýpte Yürüyemez
Geceyarýsý ve Þafak
Göçerken
Kalk Ayaða
Size de Çýkabilir!
Doðan'ý Doðaya Verdik
Yusuf Ziya'dan
Nariskin'in Sazý
Lamartine Ne Demiþ
Ýnsan Neden Bunalýyor?
Paylaþým
Tuz Ekmek Hakký
Ekmek
Pitekantropus Erektus
Bikini!
Dört Duvarlý Dünya
Azra Erhat
Tarzan Öldü mü?
Çizme
Ke Kendi
Yazgý, Ekmek, Kurnazlýk
Hangi Holdingdensin?
Allahsýz Kemik
An ve Aný
Þadi Baba'nýn Yolculuklarý
Ýnsanýn Ýnsanlaþmasý
Hayvanat Bahçesi
Oda ve Bulut
Öldüresiye Sevmek
Telefon Çaldý
Hammer
Zaman ile Zamane
Ekmek
Yürü Kaplumbaða
Sen ile Ben
Anasýný Tanýyan Genç
Adýný Yazacaðým Aðaç
Anormal Bir Yazý
Öfke
Muhsin Ertuðrul'dan Alýnacak Ders
Mutluluk
Ruhi Su
TV'de Kemal Tahir
Öznel ve Nesnel
112 Gün
Þogun
Karikatürcünün Ölümü
Saðcý Aydýn Olur mu
Kapalý Oturumlar
Þadi Dinççað'ýn Soluðu
Doða ve Ýnsan
Meyhane Liberalizmi
A'dan Z'ye
Galileo'dan Günümüze
:::::::::::::::::

You might also like