Professional Documents
Culture Documents
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Temmuz 2000
EDWARD WEISBAND
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA
İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI
I
İÇİNDEKİLER
Özet 7
Teşekkür 11
BİRİNCİ BÖLÜM 15
I. Politika Tespit Usulü 17
İsmet İnönü ve Türk Dış Politikasının Değişmez
Unsurları 17
Numan Menemencioğlu ve Dışişleri Bakanlığı 32
Bakanlar Kurulu 41
BMM ve CHP Parlamento Grubu 47
Türk Tarih Kurumu 58
ÖZET
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikasının hedefi, savaşa katılmadan
Türkiye'nin toprak bütünlüğünü korumak oldu. Türk politikasının yönünü çizenler,
yabancı askerleri Türk sınırlarından uzak tutarken, Türk askerlerini de yabancı
sınırlardan uzakta tutmaya yönelmiş bir tarafsızlık siyaseti izlediler. Türk
önderleri, ne bir karış toprak vermeyi, ne de bir karış daha toprak edinmeyi
düşünüyordu. Türkiye'yi savaşa sürükleyecek serüvenci bir politika izlememiş,
bunun yerine, bir ''Müttefik'' ya da ''Mihver'' zaferine karşı ağırlık olarak
Türkiye'nin güvenliğini sağlamayı uygun bulmuşlardı. Türkiye'nin tarafsızlığı, bu
bakımdan, küçük bir devletin bağımsız bir güç olarak kendisini saldırıdan koruyup,
dev ülkeler arasında bir denge unsuru olma politikasının uygulaması olmuştur.
Devlet Başkanı ve tek siyasal partinin önderi olarak oynadığı rolle, Ankara'nın
mutlak egemeni İsmet İnönü, bu uygulamanın başyöneticisi olmuştur. En önemli
yardımcısı ise, dışişlerinde görevli Numan Menemencioğlu'ydu. Sınırlı bir
muhalefete izin veriliyor ve Cumhuriyet Halk Partisi Parlamento grubu, Bakanlar
Kurulu'ndaki öbür üye bakanlarla, basında ve üniversitede ileri gelen kişiler,
danışmanlık görevlerini yerine getiriyorlardı.
Bu kişilerce çizilen politikanın yönü, Atatürk'ün yönetimi altında girişilen tarihsel
denemenin geleneklerini yansıtıyordu: Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak
bütünlüğünün dokunulmazlığı, Avrupa'daki güçler dengesinin korunması ve her
türlü serüvenci politikadan uzak durulması.
Ancak, tek bir kuşku bu geleneği bozdu. Atatürk, Sovyetler Birliği'yle bir modus
vivendi (1) sağladığı halde, İnönü ve yardımcıları bunu olanaksız gördüler. Bunun
sonucu olarak da Türk önderleri, savaşın gidişi Müttefiklerden yana gülmeye
başladıktan sonra, şunlardan korkmaya başladılar:
1) Müttefikler, Almanya'yı bir güç olarak Avrupa'dan silmeye kalkışacaklardı; 2)
İngilizler, Ruslarla etki alanları anlaşmalarına girişecek ve bunun sonucu olarak
Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa'yla Balkanlara egemen olabilecekti; 3) İngiltere,
Türkiye'yi savaşa girmeye zorlayacaktı; 4) Sovyetler, Türk havaalanlarının
kullanılması da içinde, İngilizlere tanınan hakların, Türk hükûmetince kendilerine
de tanınmasını isteyeceklerdi.
1943 yılında olaylar geliştikçe, Türk politikasını çizenler bu görüşlerin geçerliğine
daha çok inandılar ve Türkiye savaşa girecek olursa, Sovyet Rusya'nın ülkelerini
Mihver'e karşı koruma bahanesiyle istila edebileceği görüşünü savundular.
Bu nedenle, İnönü ve Menemencioğlu, İngilizlerle işbirliğine yanaşmayı kabul
etmediler. Çeşitli nedenlerle İngiliz ve Amerikalıları, Sovyetler Birliği'nin savaş
sonrası niyetleri konusunda uyardılar. Bu alanda başarısızlığa uğrayınca da,
İngilizlerin kendilerini savaşa sokma çabalarına ve Türk topraklarında hava üsleri
kurma isteklerine set çektiler. Bu alandaki görüşmeler, adım adım ilerlediği halde,
dış bakanları düzeyinde hatta zirve toplantılarında bile başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkler, İngilizlerin Stalin'in ekmeğine yağ sürdüğüne, gittikçe daha çok
inanıyordu. İngilizler de, Türklerin Müttefiklerden yana oldukları üzerine
söylenenleri politik oyun sayıyordu. Sonuç olarak bu durum, 1944 yılı başlarında
bir güvensizlik bunalımına yol açtı.
Fakat Müttefiklerin savaşı kazanacakları kesinleşince, İnönü, Türkiye'nin tek
başına kalmakta olduğunu anladı; özellikle, ülkesinin Sovyetler Birliği karşısında
yalnız bırakılmasından kuşkulandı. Bu kuşku, 1944 yılı ortalarında yeni bir dönüşe
yol açtı. Türk dış politikasını yeniden Müttefiklerin çizgisine sokma çabası içinde
Türkiye, Mihver devletleriyle olan diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sertleştirdi,
bunu da Numan Menemencioğlu'nun görevinden ayrılması izledi. Türkiye, San
Francisco Konferansı'na katılabilmek için 23 Şubat 1944'te Mihver devletlerine
savaş açtı. Savaş, Türk sözcülerinin Sovyetler Birliği'yle pek sıkı bir biçimde
ilgilendikleri, fakat, endişelerini umut dolu bir güven maskesi ardında sakladıkları
hava içinde sona erdi.
TEŞEKKÜR (1)
E.W.
New York City
BİRİNCİ BÖLÜM
II
Türkiye'nin yüreğinin nasıl attığını, beyninin nasıl çalıştığını derinliğine anlatan bir
kaynakda, Türk basınında çıkan yazılar ve yorumlardır. Savaş boyunca basın,
Türkiye'yi saran tehdit ve itelemeler karşısında ülkenin tepkisini yansıtmıştır. Türk
gazetelerinde yer alan başmakaleler, Mihver'den yana olanlardan Sovyetler'den
yana olanlara kadar, geniş bir yelpaze içinde bunu gerçekleştirmiştir.
Buna rağmen Türk hükümeti, savaş boyunca basında yayınlanan yazıları sıkı bir
denetim altında tutmuştur. Birtakım basın kanunları ve tüzükleri bu konuda
hükümete geniş yetkiler vermekteydi (1). Bunlar arasında en önemlisi, ''halkın
devlete karşı güvenini sarsacak'' yazılar yazan yazarlara, para ve hapis cezaları
öngören 1881 sayılı kanundu (2). Nadir Nadi, gazate başyazarlarının dünya
sorunlarına öbür konulardan daha çok eğilmelerini, ''Millî Şef'i (İnönü), hükümeti
ve CHP'ni eleştirmenin kesinlikle yasaklanmasına'' bağlamaktadır (3). Buradaki
iddia bir bakıma yanlıştır; Türkiye'nin belli başlı makale yazarlarının çoğu, dış
sorunlarla yakından ilgiliydiler: Ancak, gazetelerin, sık sık hükümeti eleştirdikleri
için kapatıldıkları doğrudur. Nadir Nadi, İnönü'nün basını denetlemesinden söz
ederken, ''Bir telefonla gazeteleri kapatıvermek ve alarca kapalı tutmak moda
olmuştu'', demektedir (4). Yazar ayrıca, makalelerdeki fikirlerin Basın ve Yayın
Umum Müdürlüğün özellikle özellikle gerek Sovyetler Birliği'ne, gerekse Mihver
devletlerine karşı saldırıda bulunmamalarına dikkat ettiğine değinmektedir (5).
1943 yılına kadar Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nün başında olan Selim Sarper,
örgütünün, siyasal saldırganlık yazıları yayınlamaması için gazeteleri dikkatle
izlediğini doğrulamıştır (6). Her şeye rağmen Yunus Nadi, Yalman, Sertel gibi
yazarların dışpolitikayı eleştiren yazılar yazmaları mümkün oluyordu; bu da,
kısıtlamaların, bütün sertliğine karşılık asla boğucu olmadığını göstermektedir.
Tersine, burada örnekleri de geniş olarak alındığı gibi, basına tanınan özgürlük,
eleştirici yorumlara pekâlâ izin veriyordu.
1943'te, Türkiye'de 131 gazeteyle 172 haftalık, on beş günlük ya da aylık dergi
yayınlanmaktaydı (7). Buna rağmen Türkiye'de okuma yazma bilenlerin sayısı azdı.
Hele politikaya girmeyen, fakat, politika sorunlarına etken bir biçimde ilgi duyan
dikkatli okuyucu sayısı daha da azdı (8). Sözgelişi, İstanbul'daki en büyük
gazetenin toplam tirajı, yaklaşık olarak 16.000'di. 1943 ile 1943 ile 1945 yılları
arasındaki dönemde İstanbul ve Ankara'da yayınlanan on bir büyük gazete vardı.
1943 yılı sonlarında ''Yeni Sabah''ın sahibi, gazeteyi yeni bir hamleyle canlandırdı;
on beş yıldan beri yayınına son vermiş olan ''Tanin''le birlikte, başlıca gazetelerin
sayısı bir düzineye ulaştı.
Bütün bu gazetelere servis yapan haber ajansı da bir taneydi: Anadolu Ajansı. Bu
Ajansı 6 Nisan 1920'de, Kemalist devrim haberlerini yaymak üzere Atatürk
kurdurmuştu (10). Anadolu Ajansı, 1 Mart 1925'te bir şirket durumuna girişerek
haber servislerini genişletti. 1944 yılı kasım ayında İnönü, Numan
Menemencioğlu'nun ağabeyi olan Anadolu Ajansı Umu Müdürü Muvaffak
Menemencioğlu'ndan istifa etmesini istedi. Menemencioğlu'nun genel müdürlüğü
zamanında yabancı ülkelerde muhabir bulunmamasından ve yabancı haber
servislerinden yararlanılmaması yüzünden ajansın genel haber alma işlevi çok
daralmış, bu da Ahmet Şükrü Esmer'in eleştirilerine yol açmıştı. Esmer, 1 Kasım
1944'te ''Ulus'' gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, Anadolu Ajansı'nın
bütünüyle yabancı basın ajanslarına bağımlı olduğunu ileri sürdü (11). Esmer,
ajans kendi simgesi olan A.A. ile bu haberleri verdiği için, bunun bir aldatmaca
olduğunu yazdı. Ajansın yabancı ülkelere muhabirler göndererek etkinlik alanını
genişletmesini ve bundan böyle kaynaklarının ne olduğunu açıklamasını istedi.
Esmer'in eleştirileri savaş boyunca bütün Türk gazetelerinin ne kadar sınırlı
imkânlarla çalıştıklarını gürültülü bir biçimde yansıtmaktaydı. O zamanlar Anadolu
Ajansı, Türk basınını besleyen başlıca haber kaynağıydı. Gazetelerin doğrudan
doğruya yabancı basın ajanslarından haber alıp kullanmaları zaman zaman yasak
ediliyordu. Anadolu Ajansı da dış haberler konusunda yabancı basın ajanslarına
bağımlı olduğundan, çok defa verdiği haberler ikinci elden gelmiş oluyordu. Türk
gazetelerine, özellikle Müttefiklere ait: yabancı haber ajanslarından ve telgraf
servislerinden yararlanmaları için izin verilse bile, yine de bunları doğru dürüst
elde etmeyi başaramıyorlardı. Bu durum, Fritz Fiala'nın başında bulunduğu Alman
Haber Ajansları Birliği Transkontinent Press'in etkenliğini artırmaktaydı (12).
Nadir Nadi basında sağ, sol, merkez akımları ya da ideolojileri savunan belirli
gruplaşmalar olmadığını belirtmektedir. Bu konuda, ''Her gazetede zıt fikirlere
adanmış imzalar görmek mümkündü'' diye yazıyor: (13). 12 Mayıs 1939'da İngiliz-
Türk karşılıklı yardımlaşma anlaşmasının ilânından sonra, bütün gazetelerin
''Mussolini ve Hitler'i mahkûm etmek için birbirleriyle yarıştıklarını'' ileri sürüyor.
Ancak, Almanların Sovyetler Birliği'ni istilâya başlamasından sonra, gazetelerin
çoğu svaşın ''teknik'' yönlerini açıklayabilmek için bir emekli generalle anlaşma
yoluna gitmiştir (14). Nadir Nadi şöyle diyor: ''Çoğunluğu Mihver'den yana olan bu
generaller, Almanların falanca ya da filanca şehri almalarının bir gün meselesi
olduğunu yazarlar, tahminleri yanlış çıkınca da, durumun neden öyle değil de
böyle olduğunu açıklamak için uzun izahlara kalkışırlardı...'' (15) Nadir Nadi'nin
savaş yıllarında Türk gazeteleri arasında anlamlı anlaşmazlıklar olmadığı, hemen
tümünün kadrolarında birkaç Mihver yanlısı bulunduğu, hiç birinin inatla bir
siyasal görüşü benimsemediğini söylemesi, kuşkusuz, savaş döneminde
yayınlanan gazeteler arasında var olan önemli anlaşmazlıkları küçümseme amacını
gütmektedir. Bu gazetelerin çoğunluğu farklı kişilerin yönetimi ve denetimi
altındaydı; hepsinin ayrı ayrı bağlılıkları, inançları vardı; bu nedenle de, siyasal
görüşleri ve olayları birbirlerine karşıt çözümleyişlerle sunuyorlardı.
Gazetelerin önem bakımından en başta geleni, CHP'nin resmî organı olan ''Ulus''tu
(16). İnönü'nün güvenilir arkadaşı Falih Rıfkı Atay'ın (17) yönetimindeki bu gazete,
hükümetin siyasetini yansıtıyordu. Atay ve ''Ulus'' gazetesi, İnönü'nün başka bir
sesiydi sanki. Savaş yıllarında ''Ulus''un dış haberlerden sorumlu müdürü de,
Ahmet Şükrü Esmer'di (18). Savaş sırasında Atay kadar olmamakla birlikte, Esmer,
yine de iç kabinedeki dış politika çizgisini saptayan danışmalara ve CHP'nin
Parlamento grubuna yakındı (19). Bu nedenle makalelerindeki yorumlara özel bir
önem verilmeliydi.
Nadir Nadi'nin kendi gazetesi olup 7 Mayıs 1924'te babası Yunus Nadi
Abalıoğlu'nca (20) kurulan ''Cumhuriyet''e ise, savaş yıllarında genellikle Mihver
yanlısı gözüyle bakılırdı (21). Nadir Nadi, babasının ''Cumhuriyet'' gazetesindeki
makalelerde izlenen politikasını, Alman yanlısı yazılarını, Türkiye'nin ulusal
çıkarları bakımından politik gerçekçilik diye yorumlayarak savunmak istemiştir
(22). Sözgelişi, 30 Temmuz ve 31 Temmuz 1940 yıllarında yayınlanan iki
başyazıda, Almanya'nın kabul edilmesi gereken bir güç olduğunu ileri sürüşünü,
hükûmetin tarafsızlık politikasına yardımcı olmak için kaleme aldığı biçiminde
yorumlamaktadır. Amacı, Türk kamuoyunda dengeyi sağlamak, körü körüne bir
Müttefik yanlılığından, savaşan yanlar arasında, orta bir yola çekmekti. Yunus
Nadi, 31 Temmuz tarihli makalesinde tek bir ulusun bütün Avrupa'ya egemen
olmasına karşı çıktığını ileri sürmektedir. ''Bir tek ulusun hegemonyası bir
hayaldir'' diyor, bu hayali Büyük Britanya adına sempati yaratmak amacıyla,
Türkiye'de Alman korkusu yaymak isteyenlerin ortaya attığını ileri sürüyordu (23).
Nadir Nadi, bu satırların Almanya'yı savunmak için değil, tarafsızlık havasını
güçlendirmek için kaleme alındığında diretmektedir. buna karşılık hükûmet, 12
Ağustos 1940'ta, ''Cumhuriyet''in yayınını 9 Kasım 1940 tarihine kadar
yasaklamışır (24). Nadir Nadi'nin kendisinin de kabul ettiği gibi, gerek İnönü,
gerekse o zamanki Başbakan Refik Saydam, bunu ve aynı amaçla yazılmış daha
başka makaleleri, kamuoyunu yansıtmak için çizdikleri sınırı aşan görüşler olarak
kabul etmişlerdir. Nadir Nadi, İnönü'nün, ''Bu çocuklar başıma iş açacaklar.
Kapatın gazeteyi'' dediğini de anlatmaktadır (25).
Nadir Nadi'nin tersini ileri süren görüşlerine rağmen, kanıtlar Yunus Nadi ve
''Cumhuriyet''in savaş yıllarında Alman çıkarlarını desteklediğini göstermektedir.
Sözgelişi, Peyami Sefa ve savaşın büyük bir döneminde ''Cumhuriyet'' gazetesi
yazı kadrosunda bulunan emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, kesinlikle
Mihver'e sempati besleyen kişilerdi (26). Ayrıca, 28 Haziran 1945'te İsviçre'de
ölünceye kadar ''Cumhuriyet''in sahibi olarak görünen Yunus Nadi de, ekonomik
nedenlerle, Mihver'e karşı hep anlayışlıydı (27). Transkontinent Press'in müdürü
ve savaş döneminde Alman istihbaratı adına Türkiye'de çalışmış en önemli
ajanlardan biri olan Fritz Fiala, 1944 yılı Eylül ayında Batı'ya sığındığı zaman, bu
yönde doğrulayıcı ifadeler vermiştir. Birleşik Amerika Savaş İstihbaratı Dairesi
Baştemsilclisi George W. H. Britt, görevli memurlarından biri olan Leo
Hochstetter'den, Fiala'nın sorgusu sırasında verdiği bilgileri kapsayan bir rapor
almıştır. 2 Eylül 1944'te Britt, Hochstetter raporunun bir kopyasını, Türkiye'deki
Amerikan elçisine göndermiş, ancak ''bunları Fiala'nın ileri sürmüş olmasından
başka, doğru olduğunu garanti edecek bir kanıt yoktur'' diye belirtmiştir. Bu rapor,
Elçi Steinhardt'ın Kongre Kitaplığı'ndaki kişisel belgeleri arasında bulunmaktadır
(28). Fiala, ''Cumhuriyet'' gazetesinin Alman yeraltı örgütünce beslendiğini ileri
sürmekteydi (29). Fiala, ''Cumhuriyet'' ve ''Tasviri Efkâr'' gazetelerinin çok düşük
fiyatlarla ve gazete kâğıdı olarak maddi yardım aldıklarını söylemekte, fakat gerek
Abalıoğlu'lara, gerekse Ebüzziya'lara doğrudan doğruya maddi yardım
yapılmadığını, Peyami Sefa ve onun gibi düşünen başka kimselerin de aslıdna
Turancı ve ırkçı oldukları için, maddi yardıma ihtiyaçları olmadığını eklemektedir
(30). Ahmet Emin Yalman da, daha sonraları Yunus Nadi'nin ''Büyük Millet
Meclisi'nde milletvekili olmasından yararlanarak bir dizi savaş faaliyetinden çıkar
sağladığını'' ileri sürmüştür (31). Nadir Nadi, bu suçlamalara doğrudan doğruya
karşı çıkmamaktadır. Tersine, ''Cumhuriyet''in 1940'ta kapatılışını anlatırken,
İnönü'nün bile bu suçlamaların doğruluğuna inandığını söylemiştir. 7 Ağustos
1940'ta İnönü, trenle Ankara'ya dönerken bir ara istasyonda, aralarında Yunus
Nadi'nin de bulunduğu kalabalık bir grup kendisini karşılamıştı. İnönü,
karşılayıcılar gidinceye kadar Yunus Nadi'ye kalmasını söyledi. Derken Yunus
Nadi'ye dönerek, ''Ticari amaçlarla siyasi yazılar yazılmasına tahammül edemem''
dedi. Yunus Nadi'nin itirazları karşısında İnönü tekrar etti: ''Kesinlikle tahammül
edemem buna!'' (32). Yunus Nadi, Mihver'i ister mali, ister başka nedenlerle
desteklemiş olsun, ''Cumhuriyet'' gazetesinin başyazılarındaki düşünceler
incelendiği zaman, ancak savaşın kaderinin müttefikler yararına ağır basmaya
başlamasından, birkaç ay sonra değişecek bir Alman yanlısı olduğu ortaya çıkar.
Uzun ve parlak bir geçmişi bulunan, Ziyat Ebüzziya'nın (33) sahipliğiyle
yöneticiliğini yaptığı ''Tasviri Efkâr'' gazetesi (34) de, Fiala'nın ileri sürdüğü gibi,
1943'te kesinlikle Mihver yanlısıydı. Belirli biçimde Nazileri tutan Ali İhsan Sabis,
gazetenin genel yayın müdürlüğünü yapıyordu.
Peyami Sefa ise, gazeteye makaleler yazmaktaydı. ''Tasviri Efkâr'' savaş
döneminde kapatılmış, ancak 1945'te ''Tasvir'' adıyla yeniden yayın hayatına
atılmıştır.
Savaş sırasında ideolojik durumunu sürekli koruyan tek gazete ise, politika
yelpazesinin sağında değil, solundaki bir yayın organı, yani ''Tan'' olmuştur (35).
''Tan''ın ilk kurucuları Halil Lütfi Dördüncü, Zekeriya Sertel, Ahmet Emin Yalman ve
Rifat Yalman olduğu halde, gazetenin yayın politikası 1943'te bütünüyle Sertel ve
eşi Sabiha Hanım'ın eline geçmişti (36). Savaş yılları birbirini kovaladıkça, Sabiha
Sertel, Zekeriya Sertel'in sosyalist felsefe görüşünü bir Sovyet komünizmi
anlayışına çevirmeyi başarmıştır (37). ''Tan'' gazetesi 4 Aralık 1945'te komünist
karşıtı bir öğrenci gösterisi sırasında tahrip edilmiş, Serteller ise Sovyetler
Birliği'ne gitmiştir.
Bir yanda ''Cumhuriyet''le ''Tasviri Efkâr'', öte yanda da ''Tan''ın temsil ettiği aşırı
uçlar arasında, orta yeri de ''Akşam'' gazetesi (38) dolduruyordu.
1918'de, Kâzım Şinasi Dersan, Ali Naci Karacan ve Necmettin Sadak'ın kurduğu
''Akşam'', başyazı politikası konusunda ''Ulus''a çok yakındı. Bir noktada Falih Rıfkı
Atay, yazı işlerinde gazeteye yardımcı oluyordu. Savaş yılları boyunca ''Akşam''
gazetesi, tıpkı ''Ulus'' gibi, ölçülü bir Müttefik yanlısı yazı politikası izlemiş, arada
sırada Müttefik politikasını eleştirmekten de geri kalmamış, fakat bunu hep bir
dost tavrıyla yerine getirmiştir (39).
Savaş yıllarında Türkiye'deki en önemli makale yazarlarından biri de, Hüseyin
Cahit Yalçın'dı (40). Yalçın, Müttefik davasına sıkı sıkıya sarılı olduğu halde,
Sovyetler Birliği'ne hiç güvenemiyordu (41). Bu da birtakım çatışmalara yol açmış,
Müttefik politikasından hoşnut kalıp kalmamasına göre Yalçın bu çatışmaları
çözümlemekte güçlüklerle karşılaşmıştır.
Sözgelişi, İngiliz ve Amerikan devlet adamlarının, muzaffer Rusya'nın yarattığı
tehlikeleri yeterince anlayamadıklarını ileri sürmüştür. Ama bu da, Türkiye'nin
İngiltere'yle olan ittifakını onurlandırmak için savaşa katılması yolunda diretişini
engelleyememiştir (42). Alman ordularının cephelerde ilerledikleri dönemde
Yalçın, 1938'de Cemalettin Saraçoğlu'nca kurulan ve Reşat Mahmut Yanardağ ile
Tevfik Erol'un yönettikleri Yeni Sabah gazetesinde yazılar yazmış, 1943'te ise
yeniden ''Tanin''i çıkarmıştır (43).
Yalçın sevimli olmayan davaları savunmakta tek başına değildi. Ahmet Emin
Yalman da sık sık böyle şeyler isterdi (44). Yalman'ın, bu araştırmanın yazarına,
''Yakın arkadaşlar Vatan'ı kontrolleri altına aldığından beri (45), istediğim
rizikolara atılmakta kendimi serbest hissettim. Hoşuma ne gidiyorsa onu yazdım,
onu söyledim'' demiştir (46). Yalman, İnönü ve Saraçoğlu'nun, 11 Kasım 1942'de
kabul edilen Varlık Vergisi'ni (47) eleştirdiği için gazetesini kapattıklarını
kesinlikle söylemektedir.
Basında daha başka anılması gereken kişiler de vardı. Meslektaşlarınca, askerî
deniz harekâtına gösterdiği ilgi yüzünden ''Sivil Amiral'' diye ad takılan Abidin
Daver, bunlardan biriydi (48). Savaş döneminde ''İkdam'' gazetesinin (49) yazı
işleri yönetmenlerindendi.
1943'te Review of the Foreign Press (Dış Basından Görünüşler), ''İkdam gazetesi
Mihver'i desteklemekten uzaktır, ama öbürleri gibi Mihver politikasını mahkûm
etmeye yakındır denemez...'' diye yazıyordu (50).
Asım Us da (51), İstanbul'da yayınlanan ''Vakit'' gazetesinin sahibi ve başyazarı
olarak anılmaya değer. ''Vakit'' (52) gazetesi, genellikle ılımlı ya da orta yolda bir
yayın politikası izlenmekteydi. Savaş döneminde Türkiye'de yayınlanan başlıca on
iki gazeteden geriye kalan ikisi ise, ''Son Posta'' ve ''Son Telgraf'' gazeteleriydi.
1930 yılında Halil L. Dördüncü, Ekrem Uşaklıgil, Zekeriya Sertel ve Selim Ragıp
Emeç'in kurduğu ''Son Posta'' gazetesi (53) pek çabuk C.H.P.'ye karşı çıkmakla ün
salmıştı (54). Gazete, sert eleştirileri yüzünden savaştan önce ve sonra sık sık
kapatılmıştır. Dolayısıyle, bu araştırmada yeri çok önemli değildir. ''Son Telgraf''
gazetesi için de durum aynıdır. Gazetenin sahip ve başyazarı Ethem İzzet Benice
(55) bir zamanlar Ulus gazetesinde dış politika yazarı olarak çalıştığı halde, savaş
döneminde kendi gazetesinde yayınlanan makalelerin genellikle bu incelememizi
ilgilendiren yönleri pek yoktur.
Birkaç tane de yabancı dille yayın yapan gazete vardı ve bunların çoğunluğu
Fransızca ve İngilizce olarak yayınlanan, Mihver yanlısı yayın organlarıydı.
Bunların içinde en önemlli üçü, ''Türkische Post'', ''İstanbul'' ve ''Beyoğlu''
gazeteleriydi. Ali İhsan Sabis'in yönetiminde ve Alman yardımları ile yayınlanan
''Türkische Post'' gazetesi, savaş döneminde Ankara'daki geniş Alman kolonisince
okunuyordu (56). 18 Şubat 1944 tarihli Balkanlar Kurulu kararı ile yayını
durdurulmuştur. Öte yandan, ''İstanbul'' gazetesi, maddî yönden Türkiye dışındaki
çıkar gruplarınca desteklenmiyordu.
1943 yılı Nisan ayında kuruluşunun yetmiş altıncı yılını kutlayan Türkiye'nin en
uzun ömürlü yayın organı ''İstanbul'' gazetesi, savaş döneminde esen dalgalara
göre makalelerini düzenlemekteydi (57). Müttefiklerin Güney Fransa'yı işgaline
kadar ''İstanbul'', Vichy hükûmet ini desteklemişti. Bunun sonucu olarak da,
Almanlarla işbirliğine karşı olan Türkiye'deki Fransızların çoğunluğunun
sempatisini yitirmişti. Fakat, bütün Fransa'nın işgali, General Giraud'nun Kuzey
Afrika'daki çabaları ve malî baskılar sonunda, gazete bir ''kalp nakli''ne baş vurma
zorunda kalmıştır (58). 1943 Nisanından sonra ''İstanbul'' gazetesi, haberleri
Müttefiklerden yana bir hava içinde vermeye başladı. İtalyan çıkarlarını temsil
ettiği halde Fransızca olarak yayınlanan ''Beyoğlu'' gazetesi, daha çok ekonomik
haberler veriyordu. Türkiye'de yine, bir de yabancı dille yayın yapan komünist
yanlısı gazete vardı: ''La Turquie''. Baykurt ailesinin sahibi olduğu ''La Turquie''
gazetesi, genellikle gerek Marksist felsefenin aydın önerileri, gerekse Sovyetler
Birliği'ne siyasal bağlılıkla yönetilmekteydi (59). 1945 yılı Aralık ayındaki öğrenci
gösterileri sırasında bu gazetenin yönetim yeri de ''Tan'' gazetesiyle birlikte tahrip
edilmiştir.
Savaş yıllarında Türkiye'de Kamuoyu - Bütün bu gazeteler, halkı etkilemeye
çalışıyordu. Fakat bu arada, savaş döneminde Türkiye'de esen fikir akımlarına bir
göz atmak gerekir. Ülkede belirli iki tutum vardı: Savaşa karşı isteksizlik ve Sovyet
Rusya'ya karşı beslenen genel bir güvensizlik.
Sözgelişi, 1943 yılı mart ayında Dışişleri Bakanlığınca Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
için hazırlanan bir durum Raporu, ülkedeki savaşa karşı akımları etken unsur
olarak belirtmekteydi:
Halkın her sınıfı, hatta her devlette savaşa en meraklı olan ordu bile, savaşa
karşıdır. Bugün her Türk vatandaşı, Türkiye'nin savaşa katılmasıyle bir şey
kazanamayacağını anlamıştır. Ancak kendi bağımsızlığı tehlikeye düştüğünde
savaşa girmeyi düşünmektedir. Bir saldırıya uğramadan ya da özgürlüğü doğrudan
doğruya tehdit edilmeden, yani, kışkırtılmadıkça savaşa girmenin, ülkesine daha
büyük bir yoksulluk, açlık, hastalık, hatta ölüm ve yıkım getireceği kanısındadır
(60).
Michel ve Irena Sokolnicki'nin özel belgeleri arasında bulunan bir memorandum
da, Türk kamuoyunun görüşünü aşağı yukarı bu biçimde belirlemektedir (61).
Türkler savaşa katılmaya kesinlikle nasıl karşıysalar, Sovyetler Birliği'ni de en
büyük tehdit unsuru olarak görmekteydiler. Savaş döneminde Soyvetler Birliği'ne
karşı Türk tutumunda en ilginç olan yön, yirmi yıldır çok iyi gelişen Sovyet-Türk
ilişkilerinin, Türklerin Sovyetler Birliğini saldırgan olarak gören geleneksel
inançlarını ne kadar az etkilediğidir (62). Sözgelişi, Daniel Lerner yaptığı
araştırmada, bilgilerine baş vurduğu Türkler arasında % 80'inin Sovyetler Birliği
üzerine görüşünü açıkladığını, ancak bunlar arasında yalnızca % 2'sinin görüşlerini
yeni bilgilere dayandırdığını, geri kalanının ise ''eski Türk folklorundan
bildikleriyle'' hareket ettiğini söylemiştir (63). Lerner, Türk kamuoyunun XX. yüzyıl
olaylarından çok, XVIII. ve XIX. yüzyıl olanlarıyle yönetildiğini de ileri sürmektedir.
Feridun Cemal Erkin de, ''Üç yüzyıl boyunca girişilen onüç savaş, Türklere hiç
şaşmaz bir tehlikeyi sezme yeteneği kazandırmış, Rus tehdidinin ne olduğunu
öğretmiştir,'' diye yazarken, bu fikirle bağdaşmaktadır (64). Bu görüş, köylüler için
geçerli olduğu kadar şehirli öğrenciler için de böyledir. ''Tan'' gazetesinin tahrip
edilmesi, Sovyet yanlısı partizanlar olarak gördükleri Sertellere karşı öğrencilerin
ansızın bir öfke patlaması eylemini temsil etmektedir.
Savaş yılları boyunca ekonomik kısıntılar, istifçilik, karborsa ve bunlara karşı
hükûmetin gösterdiği sert tepkiler, Türkiye'de bir moral kırıklığına ve öfkeye yol
açmıştır. Bu da, ilerde ekonomik durum incelenirken geniş olarak tartışılacaktır.
III
Ton
Krom :151.066
Tiftik :3.350
Zeytinyağı :5.091
Meşe palamutu :5.000
Pamuk tohumu :1.622
Pamuk yağı :8.000
Keten tohumu :124
Susam. :132,5
(79)
Amerikalılar da 1942'de Birleşik Amerika Ticaret Birliği'ni (U.S.C.C.) kurarak Türk
mallarını açık pazardan sağlama çabalarına katıldılar (80).
Yine de, önemli Türk ürünlerinin Almanya'ya ulaşmasını engelleme amacını güden
program, geniş çapta başarısızlığa uğradı. Türkler Clodius Anlaşması'yle
üstlendikleri şeylere titizlikle bağlıydı. Sözgelişi, 1943 yılında Türkiye'nin Mihver
ülkelerine ihracatı şu oranları buluyordu:
Metreküp
Krom :46.783
Yağ tohumları :.17.942
Balık :17.597
Sepicilik maddeleri :13.756
Pamuk :10.247
Pik demiri :9.508
Bakı :7.384
Kuru meyveler :6.445
Deri :.2.894
Bitkisel yağlar :.2.068
Tiftik :1.438
Demir ve çelik çevheri :966 (81)
Türkler her iki yanla da yaptıkları ekonomik anlaşmalara hiç şaşmadan bağlı
kalmakta direttiler. Tıpkı Müttefikler gibi, Almanya da söz verilen malları aldı.
Türkler, 1943'ten önce Almanlara krom satmadıkları gibi, Müttefiklere de,
Almanya'ya ihracat yapmalarını imkânsız duruma getirecek ihraç izinleri vermeye
yanaşmadılar. Bu durum, 18 Nisan 1943'te imzalanan ikinci Clodius Anlaşması ile
sessiz sessiz onayladı (82). Profesör Medlicott'un belirttiği gibi, ''Türler,
Almanların en çok ihtiyaç duydukları maddeleri çekinmeden onlara sağlama
görüşündeydiler.'' (83). Çünkü Türkler, Almanya'ya ihraç edilmek üzere geniş mal
stokları yapmıştı. Türkiye, anlaşmanın imzalanmasını izleyen on dört ay içinde yani
1944 yılı Mayısına kadar, Almanya'ya 40 milyon lira tutarında stratejik değeri olan
mal ihracını kabul etmişti.
Bu anlaşmayı harfi harfine uygulama politikasının ardında, İnönü ile birlikte
Menemencioğlu da vardı (84). İkisinin de neden önce Almanlarla ve Müttefiklerle
bir dizi anlaşmalara giriştiklerini, her iki yanın da tepkisi ne olursa olsun, bu
anlaşmanın şartlarına dayanarak işleri yürüttüklerini açıklayacak çeşitli nedenler
vardır. Önceden de belirtildiği gibi İngiltere'nin, Türkiye'nin bütün ihtiyacını
karşılamasına imkân yoktu. Almanya ise, ancak kendi istediğini aldığında,
Türkiye'ye gerekli olan malları verebilirdi. İşte Menemencioğlu'nun, Türkiye'nin
elindeki stratejik ürünleri, Alman mamullerini elde etmek için Almanların ağızlarını
sulandırmak amacıyle kullandığı anlaşılmaktadır. Bu politika, Türkiye'nin maden
kaynaklarının tümüne sahip olma ya da dilediği gibi kullanma yeteneğini elinden
alma konusunda Alman hükûmetinin beslediği niyetleri ortadan kaldırmaya da
yaramıştır. Son olarak, Türk ürünlerinin fiyatlarını belirli bir düzeyde tutmaya da
yardım etmiştir (85). Demek ki Türkler, İngilizlere ve Amerikalılara, Almanya'ya
vaat ettiklerinden daha çok mal satmaktan hoşnuttular. Ancak, Müttefiklerin
kendilerine bir olta gibi uzattıkları tercihli satın alma yemini yutmaya ya da Alman
isteklerini geri çevirmeye pek yanaşmıyorlardı (86). Türklerin yaptıkları tek şey,
İngiliz ve Amerikalılara Türk ürünlerini yüksek fiyatlarla satmak olmuştu ki, bunun
nedeni, Almanya'nın bazı Türk ürünlerini elde etmek içn olağanüstü fiyatlar
önermesinden doğan fiyat yükselişleridir (87). Böylece, Birinci Clodius Anlaşması
ile, 1944 yılı Nisan ayında Türkiye'nin Almanya ile olan ekonomik ilişkilerinin
bozulmaya başladığı zamana kadar geçen döneminde, Almanların Türkiye'ye vaat
ettikleri mamulleri gönderememesinin, Türk ürünlerinin Almanya'ya ihracını
önleme bakımından daha etkili bir unsur olduğu söylenebilir. Savaş döneminde
krom, bakır, tiftik, pamuk gibi maddeler üzerinde yapılan görüşmeler, bunu geniş
biçimde göstermekte ve doğrulamaktadır.
Krom Sorunu ve Türk Tepkisi - Savaş döneminde Türkiye'nin elindeki mallar ve
ürünler arasında en önemli olanı kromdu. Bir yazarın dediği gibi, ''Ekmek için maya
neyse, modern sanayi için de krom odur; pek az miktarda gerek duyulur, fakat,
onsuz da olmaz; tıpkı, mayasız ekmek olmayacağı gibi.'' (88). 1939'da Türkiye,
Dünya krom üretiminin %16,4'ünü, yani yaklaşık olarak 190.000 tonunu sağlamıştı
(89). Savaş boyunca da üretim hep böyle yüksek düzeyde kaldı. Savaş yıllarında
Türkiye'nin krom üretimi, ton olarak şöyledir:
1939 : 183.300
1940 :169.800
1941 :135.700
1942 :116.300
1943 :154.500
1944 :182.100
1945.:148.100 (90).