You are on page 1of 5

- “Beni Bu Dışarıdan Çıkarın!

” -

Hakkı Yücel.

Yayın hayatına Ocak 2007’de başlayan yeni Kitap Dergisi ‘Mesele’nin ilk sayısında, ‘Orhan
Pamuk’un yazarlık anlayışı ve tavrı üzerine’, Şükrü Argın imzalı “Beyhude Hüzün, Biçare
Mekankoli” başlıklı o nefis yazıyı okurken, bir kez daha ayırdına vardım..Artık çok sık
sorulan ve söz konusu yazı bağlamında da yeniden gündeme getirilen “romanın ölüp
ölmediği” sorusuna Kundera’nın verdiği yanıt sanırım, bugün itibarıyla içinde yaşadığımız
dünyanın özel olarak edebiyat, genel olarak ise yaşamın bütün alanlarındaki sarsıcı etkilerini
ve sonuçlarını ifade ediyor olması açısından önemli..Kundera’nın bir bakıma romanın
öldüğünü onaylayan -ama aslında yazar ilân ettiği bu ölüm fermanı ile romanın tümden yok
olduğunu değil, modern çağın romanının (ve modern çağın kendisinin) artık hükmünü
yitirdiğini ve şimdiki dönemde bütün boyutlarıyla bir başkalaşma/farklılaşma gösterdiğini,
yani bir yeniden doğuş sürecine girdiğini ima etmektedir- yanıtı şöyle: “Roman gücünün
sonuna ulaştığı için değil, artık kendisinin olmayan bir dünyada bulunduğu için”
ölüyor..”Kaybolmuyor; tarihin dışına düşüyor yavaşça, fark edilmeden ve hiç kimseyi
etkilemeden ölüyor..”

Bu konuda –romanın ya da edebiyatın âkıbeti konusunda- bir genelleme yapılamayacak


olsa da, içinde yaşadığımız döneme ait çarpıcı gelişmelerin ve buna bağlı dönüşümleri
hazırlayan koşulların ortaya yeni bir ‘durum’ çıkardığı da aşikâr..Lyotard’ın ‘postmodern
durum’ diye nitelendirdiği ve hayatın her alanında yansımalarını bulan ‘olağanüstü bir
yaşamın’ söz konusu olduğu bu süreç, aynı zamanda geçmişle bugün arasında, gürültülü bir
kırılma anıdır da..Çok genel bir ifadeyle Modern Çağ’ın sonu ve Modern Sonrası Çağ’ın
başlangıcını ifade eden bu kırılma anı, temel parametrelerin ve paradigmaların sarsıldığı ve
değişmeye yüz tuttuğu bir zaman aralığıdır aynı zamanda.. Ve tam da burada modernizmin
otoriter anlayışı içinde sistematize ettiği, sınırlarını belirlediği ve kurallarını koyduğu,
bütüncül (homojen) ve hiyerarşik bir mahiyet taşıyan doğruları; yaşanan bu sarsıntılar ve
değişimler sonucu, sınırlarının silikleşmeye, kurallarının esnemeye, bütüncül olanın
parçalanmaya ve hiyerarşinin de dağılmaya başladığı ve mutlak olanın görece olanla yer
değiştirmesiyle kendi yanılsamasını da içinde taşıdığı çoklu bir mahiyet kazanır..Üstelik
değişen sadece hayatımıza yön ve anlam veren ‘doğrular’ değildir, bizatihi ‘gerçeklik’ ve
‘hakikat’ ve bizim onlara dair algı ve anlam dünyalarımız da bu büyük kırılmanın yarattığı
yıkıntının altındadır ve bir kez daha yolunu aramaktadır..Yani son kertede tükenen –ya da
arada kalan- ve tükenirken de yeniden doğmak için değişen/dönüşen ‘modern insan’ ve onun
yazılan ve anlatılan hikâyesidir.. Bir bakıma postmodernizmin öncüsü olarak kabul edilen ve
‘perspektivizm’ anlayışıyla gerçekliğin sadece yorumlarımızdan ibaret olduğunu söyleyen
Nietzsche’nin “doğru, doğruların yanılsama olduğunu unutanların yanılsamasıdır” sözlerinin
adeta karşılık bulduğu bir dönemdir bu..

Eğer böyle bir süreç söz konusu ise, bundan en çok etkilenecek olan alanlardan birisinin
de, en temel varolma nedeni “yaşam dünyamıza sürekli bir ışık tutmak”, kendi
varoluşumuzun ve içinde yaşadığımız dünyanın bütün boyutlarıyla farkına varmamıza, onu
hissetmemize va anlamlandırmamıza yardımcı olan edebiyat ve roman olacağı da
kesindir..Nitekim roman sanatı ve romanın tarihi gelişimi de başından bugüne bu sürecin
belirlediği değişim/dönüşüm serüvenini açıklıkla ortaya koyar..Bu bağlamda “Türk
Romanında Postmodernist Açılımlar” kitabını yazan ve bu eserinde “geleneksel-gerçekçi
edebiyattan, modernizme ve oradan da postmodernizme uzanan yoldaki estetik değişimin
grafiğini” sergilemeyi hedefleyen Yıldız Ecevit’in yazdıkları aydınlatıcıdır. Y.Ecevit, söz
konusu çalışmasında “geleneksel-gerçekçi edebiyatın, dış dünyayı bire-bir yansıtmaya yönelik
estetik” anlayışının, “20.nci yüzyıl başlarında ortaya çıkan modernist edebiyat ürünlerinde
köktenci bir biçimde değişime” uğradığını yazar. Bu dönemde ‘modernist estetik’ anlayışının,
“yansıtmacı/mimetik eğilimi ve etik/ideolojik/psikolojik amaçlara yönelik katharsisci bakış
açısının geride” kaldığını, “reel gerçek” in artık edebiyatın belirleyici unsuru olmaktan
çıktığını ve yazarın “bakışını somuttan soyuta, dıştan içe” yönlendirmeye başlayarak, “iç
dünyanın düşlerini/özlemlerini/ kargaşısını ve bilinç dışı labirentlerini kurgu düzlemine
taşımanın, soyutu somutlaştırmanın, onu biçimlendirmenin yollarını” aradığının altını çizer.
Bir başka ifadeyle “geleneksel estetiğin odağında yer alan, konu öykülemeye yönelik
eğilim”in artık biçimi öne çıkaran, “konudan/içerikten biçime doğru yol alan bir gelişme”
yaşanır. Özellikle 20.nci yüzyılın ikinci yarısında edebiyatın ve edebiyat içinde romanın bu
karmaşık serüvenin vazgeçilmez malzemesi insan da; kendini duygu/düşünce/eylem toplamı
olarak ifade eden ve anlam kazanan somut varlığından, giderek dilden ibaret hale gelen ve
“postmodern edebiyatın öncüsü (kabul edilen) Beckett’in, on(lar)a, sözcükten adam
anlamında, homo logos” dediği bir karaktere bürünmeye başlar..

Beğenelim ya da beğenmeyelim yeni bir edebi kulvar olarak ‘postmodern edebiyat (ve
roman)’ da burada hayat bulur..Modern’den postmoderne geçişin bir ‘iç patlama’ olarak
yaşandığı, Şükrü Argın’ın ifadesiyle “moderni etik, estetik ve siyasal boyutlarıyla bambaşka
koordinatlara savuran bir infilâk”tır bu ve kendine yeni imkânlar ve alanlar yaratır..O kadar ki
bu patlamayla birlikte modern döneme ait (bütüncül) her şey dağılır ve adeta bütün sınırlar
silinir; zamanın çizgisel akışı bozulur, iç ve dış dünya arasındaki duvarlar ortadan
kalkar..Giderek parçalanmanın her düzlemde bir çoğulculuk,yan yanalık, iç içelik, karşı
karşıyalık biçiminde ve hiçbir hiyerarşi tanımaksızın yer alışı bu dönemin dikkat çekici
özelliğidir ve bu durum Derrida’da “karşıtlıkların kargaşasından doğan çözümsüzlük
anlamında kullandığı” aporia kavramı ile karşılık bulur.. Böyle olunca bu tabloyu
karşılayacak ve onu yeniden kurgulayacak olan roman da kaçınılmaz olarak değişir..Bu
değişiklik kurgudan, dile; biçimden uslûba; yapıdan öze kadar yayılır ve deneysel yazı(n)
zenginlikleri biçiminde tezahür eder..

Sevgili Cengiz Erdem’in daha henüz piyasaya çıkmış olan “Beni Bu Dışarıdan Çıkarın!”
kitabı, isminden başlayarak tam da bu sürece denk düşen ve onu karşılayan özgün bir
çalışma..Kitabının önsözünde Nietzsche’ye, giriş bölümünde ise Foucault’ya (Foucault’un
Panopticon’una; -panopticon’un ne olduğu kitapta anlatılır-) yaptığı özel vurgularla bir
bakıma temel referanslarını ve hareket noktalarını da açıklamış olan Erdem, bu vesileyle daha
başından dil’le, dilin çok katmanlılığı ve çok anlamlılığıyla (kanımca Nietzsche vurgusu
öncelikle bunu ima eder) ve giderek özne olma özelliğini kaybeden, otorite-iktidar tarafından
sürekli gözetlenerek ve denetlenerek nesneleşen insanla (Foucault vurgusu da bunu ima eder)
ve onun ‘arada kalmışlığıyla’ cebelleşeceğini ve bu ‘arada kalmışların’ hikâyesini yazacağını
ortaya koyar....

Sadece bu da değil..”Dünyanın anlatılamayan düzensizliği ve hayatın anlaşılamayan


raslantısallığı karşısında, dilin anlamı aktarmada ve iletişim kurmada yetersiz kaldığı noktada,
yapılan tüm eylemlerin sadece ölüm süreci diye nitelendirilen yaşamı geçirmede insanlara
yardımcı olan birer oyundan ibaret olmasına beni bu dışarıdan çıkarın diyerek isyan eden bu
kitap insanın evrendeki yalnızlığını ve birbirinden kopan, uzaklaşan insanların bu yalnızlığı
paylaşmada ne denli zorlandıklarını konu alıyor” satırlarında geçen ‘oyun’ tanımlaması tam
da postmodern edebiyat (roman) ayrımının son kertede edebiyatı (romanı) bir ‘oyun’ olarak
gören anlayışını ifade etmesi açısından da Erdem’in yerini belirler.. Y.Ecevit’e göre “özne-
nesne, iç dünya-reel yaşam, kurmaca-gerçeklik karşıtlıklarının birbirine karıştığı ya da aynı
anda yaşandığı, çoğulcu (pluralist) ve eşzamanlı (simultaneus) bir gerçeklik anlayışını”
yansıtan ve bu bağlamda metnin yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayan ve edebiyatı bir
oyun olarak gören ‘üstkurmaca’ anlayışı ise Erdem’in kitabını yazarken benimsediği bir
anlayış olarak karşımıza çıkar..

Bu anlayış ‘Beni Bu Dışarıdan Çıkarın!’ kitabında “panoptik hapishane modelinde bir


tımarhane, içindeki karakterler mahkûmları andıran birer akıl, ruh veya sinir hastası, kitabı
oluşturan anlatılar da birer hücre” biçiminde bir kurguya ve kurmacaya dönüşürken; “her
hücrede farklı bir bilinç oyunu(n) oynanıyor olması” ve yine “karakterlerin zihinlerinde vuku
bulan, iç dünyalarında sahnelenen bu oyunları birleştiren şey(in) de zaman ve mekân” ve
bütün bu olayların “aslında aynı anda ve aynı binada, aynı zaman ve uzamda gerçekleşiyor”
olmaları tam da sözü edilen ve postmodernist edebiyatta öne çıkan ‘üstkurmaca’ anlayışının
Cengiz Erdem’de de kullanıldığının işaretidir..

Ve nihayet (ironik) dilin sınırlarının zorlandığı, üstkurmaca metinlerde görüldüğü üzere


hem metinlerarası ilişkilerin örneklendiği ve hem de hikâye içinde hikâyenin yer aldığı
kitabında Erdem “dışardan içeriye, içerden dışarıya, dışardan dışarıya ve içerden içeriye geçiş
noktasında konumlanmış, dışarıyla içerinin birbirine girdiği, içindekilerle dışındakilerin
rollerinin değiştiği bir kitap ve yazının hayata, hayatın yazıya nüfuz ettiği o kırılma noktasını
kendine mesken tutmuş bir yazma eylemi”nin söz konusu olduğunu söylerken, aslında her
durumda da ‘arada kalmışları’ın hikâyesini, kendisi ‘arada kalan’ değil, bilinçli olarak ‘arada
durmayı’ seçen birisi olarak anlatır ve sonuçta biz okuyucularına da çıktığı(mız) “bu içsel
yolculuğun çözümü sevgide bulan” bir hikâye olduğunu hatırlatır..

“Beni Bu Dışarıdan Çıkarın!” ilk kitap olarak Kıbrıslı Türk edebiyatında özgün ve başarılı
bir çalışma.. Okuyucuyla dinamik bir ilişkiyi gerektiren, kendi içinde çoğalmaya ve
çoğaltılmaya uygun kurgu ve dil özelliği taşıyan bu eser, sadece alıcı pozisyonunda olan
‘hazır okuyucu’dan çok, metine doğrudan katılan ve bunu ‘talep eden’ okuyucunun kitabı
olacak gibi görünse de ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.. Akademik donanımı, edebi zekâsı,
duyarlılığı, estetik anlayışı ve yaratıcı tercihleriyle Cengiz Erdem, edebiyat dünyasında güçlü
bir soluk olacağa benziyor..
Bu genç yazara dikkat...

http://panopticomania.wordpress.com/

You might also like