You are on page 1of 12

ŞİİRİ ANLAMLANDIRMAK

YA DA DAĞLARCA’YI ANMAK

Mustafa Durak

1.
“Tadını çıkardım bu dünyanın hoşluklarının
Nasıl da akıp gitti bütün bir gençlik
Uzakta şimdi Nisan, Mayıs ve Haziran
Hoşlanmıyorum yaşamaktan, yokum artık”
F. Hölderlin (1)

ÖN AĞARI

Yok bulunanı tanımışsınızdır


Belki ilkokulda belki çarşıda pazarda
Belki ayaktopu oynarken
Belki dolmuşta
Belki evinize demir kapı yapılırken

Yok olan bir yazıdır


Okuya okuya yitirdiğimiz
Güneş batınca karşımıza çıkıveren
Yağmur yağarken gün boyu
Kimi bulamıyorsanız onda gitmiştir

Kalabalık sağa sola koşuşur hep onu


Balıklar yüzüşür hep onu
Yaşlı adamların dizleri ağrırken uyuşur hep onu
Serçeler sevişir hep onu

Yok olan eski ağaçların görüntüsüdür


Yeni ağaçlara uzak size yakın
Depremle taş taş üstünde kalmayan yapıların görüntüsüdür o

Kalabalık göre göre büyür


Onu bulmaz
Ağaçlar salına salına
Onu bulmaz
Küçük kızlar bebek yapar
Onu bulmaz
Bütün gücüyle sürer iki tekerini çocuk
Onu bulmaz
Çiftçi buğday eker domates eker
Onu bulmaz
Babalar büyütür oğullarını
Onu bulmaz
Yok bulunanı evinde ölü buldular

“Ön ağarı”
Başlığa baktığımızda alışılmamış bir deyişle karşılaşıyoruz. “ön ağarı”. “Ağarı”
birimiyle “ağarmak” fiili arasında bir ilişki hemen kurulur. Ve bu sözcüğün, –ı
ekiyle yapılmış bir ad olduğu, ağarma, ağarış seçeneği olduğu söylenebilir.
“Ön” sözcüğünü de “ilk” ile eşleyebiliyoruz. Böylece dönüştürerek söylersek
ilk ağarma, ilk ağarış, ilk aydınlanma, ilk parlaklık vb seçenekler sıralanabilir.
Bu farklı deyişin ardında türkçeye önem veren, türkçeye özen gösteren bir şairi
bulduğumuzu belirtmeliyiz ilk elden.

“Yok bulunanı tanımışsınızdır”


Bu ilk dize tıpkı başlık gibi alışılmış bir söyleyiş değil. Burada ‘yok bulunan’
bir soyutun kişileştirilmesi ya da şeyleştirilmesidir belki.
Yok bulunan: kişileştirme ya da şeyleştirme.

‘Yok bulunan’ın neliği belirsizdir ama ayni zamanda ‘tanıdık’ bir şey olduğu
da duyurulmuştur. Nerden tanıdığımız konusunda verilen yaşanmışlıklar
arasında bizi hemen anlamlandırmaya götürecek bir bütünü oluşturmamız da
kolay görünmüyor. Bu durumda bir bilememe durumu işlediğine göre anlatının
bilmeceye dönüştüğü söylenebilir. İkinci öbeğin başında “Yok olan yazıdır”
dizesini görünce “yok olan” ile “yok bulunan” arasında bir zıtlığın işletilip
işletilmediğini merak ediyorum. Dağlarca ‘yok bulunan’ ile ‘yok olan’
arasında varlıksal bir ayrım yapmış mıdır gerçekten? Eğer bir ayrım
yapılacaksa ‘yok bulunan’, daha önce var olanın eksikliğidir, ‘yok olan’ da
varlık olarak tümden gözümüzün önünde değişip yok olup gidendir,
diyebilirim.
!Yok bulunan # yok olan.

‘Olan’ ve ‘bulunan’ arasındaki farkın varlık felsefesiyle bağı olabilir mi? ‘Olan
şey’ ile ‘olmakta olan şey’ arasında dinamik ile adinamik arasındaki farklılık ya
da öge ile süreç arasındaki farklılık. Ol- ve bul- arasında ise özne sayısı
bakımından bir farklılık var. ‘Olan’ tek özneli iken ‘bulunmak’ en az iki özneli.
Ancak, ‘yok olan’; yazı olduğuna, ve yazı kendiliğinden yok olamayacağına
göre bir kaydırma ile ‘yok edilen’dir, diye okunabilir belki.
? Yok olan = yok edilen.
Şu an kimi varsayımları yoklayıp sıçrayarak ilerliyorum ve son dizeye
ulaşıyorum. “Yok bulunanı evinde ölü buldular” dizesinde “yok bulunan” ölü
bulunduğuna göre, canlıydı diye düşünüyoruz. Ve burada FHD zihinseline
girmeyi deniyorum. ‘Evinde ölü bulundu ya da evinde ölü buldular’ deyişinden
‘ölü bulunan//yok bulunan’ koşutluğunu kuruyor, üstelik bu iki ifadeyi ayni
ifadede kullanıyor. Ve ‘yok bulunan’ canlılaştırılıyor ya da değerlileştiriliyor.
Eğer ‘yok olan’ için ‘yok edilen’ anlamıyla ilerlersem ‘yok bulunan’ı ‘yok
ediliş’in farkına varmayış, bilinçsizlik diye anlamlandırabilirim. Yani bilinç
yitimi. Kendi evinde, yurdunda, insan varlığında ölü bulunuyor: insan
bilinçsizleşiyor.
? Yok bulunan = yok ediliş  bilinçsizlik.

Bu açıklama başlıkla çelişiyor mu? “ön ağarı” ifadesi, aydınlığın ilk belirtisiydi
ya. Oysa ‘son ağarı’ anlatılmış. Dağlarca’nın aydınlanmacı bir şair olduğu
dikkate alınırsa başlık bir umuda açılış, canlılık, yaşam. Bu ikisini ya uygunsuz
bulacağız ya da uzlaştıracağız. Belki ‘yok olan’ ile ‘yok bulunan’ arasında bir
ayrım yoktur.
?Yok olan # yok bulunan.

Bir bakalım: Yeniden ikinci öbeğin başına dönüyorum “Yok olan yazıdır”.
Yani ‘yok olan’, kültürdür. Aydınlanmadır.
Yok olan: yazı  kültür  aydınlanmadır.

Evet, şimdi başlıkla uyumlu bir anlama ulaştım. Dördüncü öbeğin ilk dizesine
sıçradığımda, “Yok olan eski ağaçların görüntüsüdür”. Bu durumda ‘yok
olan’ yaşlılıktır, diyebiliriz. “Yeni ağaçlara uzak”, burada yeni ağaçların
gençler olduğunu söylemek bile fazla. “Siz” ise şair ve şair gibi diğer eski
ağaçlar, eski tüfeklerdir. Yaşlılık, hatta yaşlı görüntünün barındırdığı
ölümdür, yok oluştur, yok olmakta oluştur, “yok olan”.
Yok olan: eski ağaçların görüntüsü  ? yaşlı olan  ?yok olmakta oluş.

Burada bir sırçayış daha gerekli, yukarıda yazıyı kültürle buluşturmuştum.


Şimdi biraz daha açabilirim: “yok olan”, bu ifadeleri sözceleyen şair
olduğuna göre, şiirdir. Dolayısıyla yok olan; hem yaşlı, hem de şair olan
‘ben’dir. Ancak ‘yok olan’la ilgili anlamlandırmayı şiirin tümüne
uyguladığımızda anlamsal bir açmazda kalırız. Şair bu ‘yok olan’ ile ‘ben’
bütününde gençlik (varoluş, varlık olarak parlayış) ile yok olmakta olan
varlık (yaşlılık) arasında gider gelir.
?Yok olan: varlık  şair (ben).

‘Yok olan’, varlığın ta kendisidir (dinamizmdir), yani gençliğin ta kendisi.


Burada gençliği varlığın ideal hali olarak ele almalıyız. Gençlik artık yok
olduğu için olanın içine gizlenmiş olarak kalır. Bir özlem olarak kalır. Ama
‘yok olan’dır gençlik, yani olmayandır. Ama ayni zamanda yok olmakta
olandır. Bu anlamlandırma “ön ağarı”yı da aydınlatıyor: ön ağarı
aydınlığın belirtisidir, gençliktir. Ve de ‘ben’e bağlıdır, ‘ben’in ilk
yapıtlarıdır.
Yok olan: varlık, şairin şiirsel varlığı (şiir).

Bu aşamada da kolaycı bir anlamlandırma yaptığım söylenebilir. Zira


“Kalabalık sağa sola koşuşur hep onu” ifadesi, şairin dönemsel
‘ben’leriyle açıklanabilecek gibi değil. Burada ‘ben’i de içine alan bir
genelleme, hatta balıklar da hep onu yüzüştüğüne, serçeler hep onu
seviştiğine göre yalnızca insana ait değil evrene ait bir genelleme ve
soyutlama söz konusudur. Bu da devingen bir şey olsa gerek, zira
gençlikten yaşlılığa geçebildiğine göre. Belki buna evrendeki dinamizm,
diyalektik döngü, oluşumlar döngüsü diyebiliriz. “Yaşlı adamların dizleri
ağrırken uyuşur hep onu”. Dizlerin ağrıması ve uyuşması ölüme doğru yol
alışta yaşanan oluşumsal dönüşümlerdir. Bu olgu ve dönüşümlerde
dialektik bir algılama değil de varlığın ideal formunu dikkate alan, en diri,
en güçlü halin aranışı işlemektedir
? yok olan: varlığın ideal formu.

‘Yok bulunan’, na-mevcut’un türkçeleştirilmişi olarak okunabilir. Bu,


Dağlarcanın öz türkçeciliğiyle de buluşur. Öz türkçecilik de dil
bakımından, özneye göre, varlığın ideal halidir zaten. Böyle baktığımızda
yaşamımızın, daha doğrusu yaşamın her anında oluşup duran değişimlerle,
varlığın ideal hallerinin, bulunanların yok oluşuyla tanışmışızdır,
tanışmaktayızdır.

“Kalabalık göre göre büyür/Onu bulmaz”.


Burada “bulmak” fiili, fark etmek anlamında kullanılmıştır. İnsanlar,
yaşamlarının her anında bir şeylerin değiştiğini ve dönüştüğünü görür,
üstelik büyümeleri bile başlı başına dönüşümdür. Ancak bu dönüşümü ya
olduğu gibi, oluşumun kendi yapısı içinde, eşyanın kendiliğinde göremeyip
farklı yorumların etkisinde kalırlar ya da umursamazlar tüm bu değişimleri.
Oysa bu değişimler onların ufuklarını açacak ilk aydınlanmayı
sağlayacaktır. Ağaçlar da salına salına büyür ona aldırışsız. Küçük kızlar
bebek yaparken bir şeyleri dönüştürür ama ne yaptıklarının ayırdında
değillerdir. Çocuk tekerini bütün gücüyle sürerken devinim onun gözleri
önünde oluşur, o sadece buna bir oyun olarak bakar. Çiftçi buğday eker,
domates eker. Tohumdan ürüne pek çok değişime, dönüşüme tanık olur
ama önünde olup bitene bakmaz, farkında değildir. Aldığı ürüne bakar
yalnızca. Babalar oğullarını büyütür, onca farklılaşma gözlerinin önünde
gerçekleşir, ama farkına varmazlar. Farkına varmak için “ön ağarı” bilinç
ivmesi ilk aydınlanma gereklidir.
‘Yok bulunan’ ile yani var olanın eksikliğiyle tanışmışızdır. Bir şeylerin
yaşamımızdan çekildiğini fark etmenin yanı sıra, bu şeylere gereksinim
duyduğumuzda, yani onları aradığımızda onları bulamayışımızdır, ‘yok
bulunan’. “ Belki ilkokulda belki çarşıda pazarda/ Belki ayaktopu oynarken
/ Belki dolmuşta / Belki evinize demir kapı yapılırken”. Dağlarca bu
anlatımda yok bulunanı, yok olan gibi anlatıyor gibidir. Ama yok bulunan
varlığına gereksinilendir.

‘Yok olan’ise artık var olmayandır: “Yok olan bir yazıdır /Okuya okuya
yitirdiğimiz” . Bu ifade ikili okumaya açık gibi. Yazı okuyarak bitirilebilir,
sonlandırılabilir geçici de olsa. Ama bu anlamlandırma yapay kalır.
Dağlarca burada bir alay ile eleştiri okunu topluma yöneltir: okumaya
okumaya ve/ya okumayı değersizleştirerek yazıyı, kültürü, şiiri yok ettik.
Dolayısıyla bunlar yok edilenlerdir ki şair; toplumu, içrek olarak aydınları
suçluyor, denebilir. Güneş batınca karşımıza ‘yok olan’ çıkar aslında ‘yok
bulunan’. Yani güneşin eksikliği, bulunmayışı. Gün boyu yağmur yağarken
pek çok şeyi sular alıp götürür. İnsanları çoğu şeyden mahrum bırakır.
Sonuçta kimi, neyi bulamıyorsak onun eksikliğini, yokluğunu duyarız.
Yani bulunmayanı kendi varlığında yok sayarız. Öldüğünü düşünürüz.

Yok bulunanı evinde ölü buldular


Bu son dizeyi şöyle de okumaktan yanayım: na-mevcut olanı ölü saymak,
evreni anlamamaktır. Bunca değişim ve dönüşüm karşısında
bilinçlenememektir. Ölüm diye bir şey yoktur. Bunca değişim ve dönüşümün
ayırdına varamamışsanız bir de ben anlatayım, bilinç ve bilinçsizlik durumunu.
Belki bir ön ağarı olur şiirim, aydınlanmanız için bir ilk hareket olur, diyor şair.
Yok olan (bulunan) – varlık ve/ya kültürel varlık.

Not: Hölderlin’in “Deliliğin Arifesinde” şirinden dizeler, iki şair arasında,


onların varlıktan, varolmaktan ne anladıkları karşılaştırılsın ve yaşam biçimleri
sonuçlarıyla sorgulanabilsin diye alınlık’laştırılmıştır.

2.
BOYLARIMIZ

İki boyu vardı adamın


Ev boyu sokak boyu
Ev boyu çok uzundu
Yüksekliği görülmüyordu sanki
Tavana değiyor gibiydi
Kapılardan geçerken
Eğiliyordu biraz
Dimdikti başı
Dimdikti omuzları
Dimdikti göğsü
Yontuydu adam
Taşıdığı övünçtü
Bir korku veriyordu görene

Sokağa çıkınca
Evdeki yok oluyordu
Bambaşka biri
Kimin yanından geçse
Ondan daha küçüktü o
Şaşardınız bu değişen boya
Nasıl kısalaştığına
Nasıl uzun oluverdiğine

İlle de küçüldüğüne
Bu gizi çözememiştim
Bütün arkadaşlarıma sordum bir bir
Doyurucu bir yanıt alamadım ki
Gittim kentin bilginine
Olayı anlattım sordum

Güldü bana
Gerçek insan odur dedi
Evde başkadır insan
Sokakta başkadır
Sokakta ekmek parası kazanırken küçülür
Evde acısını alır bu küçülmenin
Fazıl Hüsnü Dağlarca

Dağlarca, “Boylarımız” şiirinde bir insanlık çelişkisini, insanın aşağılık


duygusu içinde dışarıda gerçekleştiremediğini içerde bulmaya çalışmasını,
dolayısıyla (bilinçsiz) insanın dışarıda başkalarına karşı oluşu, duruşu,
davranışı ile içerde kendine yakın olanlara karşı davranışının ters bir yansıma
olduğunu öyküsel bir dille anlatır. Bu duruma bir denge olarak bakılabileceği
gibi ayni zamanda dengesizlik ve ders almazlık olarak da bakılabilir. Zira
dışarıdaki güç ilişkisi ile içerdeki güç ilişkisi, yani güç sistemi, kuralları aslında
aynidir. Gücü gücü yetene. İnsanın çıkmazını, açmazını örnekleyen bu şiir içte
ve dışta ayni oyuncunun farklı davranmasını bir ders almayış gibi sunar.
Doğrusu insanın kendini aşamayışının trajiği işlenir şiirde. İnsanlar,
bencilliklerin ve insan heyecanlarına bağlı olarak statükonun, güç sistemi
durumunun sürmesine, bilinçsizce katkı sağlamaktadır. Dışarıda kendisinden
daha güçlü olanlar karşısında küçülen insan; kendisine yapılanları, genel
olarak güç denge ve dengesizliği bakımından çözümlemeden, kavramsal
düşünemeden, o güç sistemindeki işlevselleri değil de oyuncuların
bireyselliklerini hedef aldığı için, yalnızca kendindeki duygusal eksikliğin
giderilmesine çalıştığı için kendini aşamamakta, ve beslediği kin (heyecan –
pathos-), öfke birikimini kendisinden zayıf bulduğu, iç dünyasında hem de
sözde en sevdiklerine karşı kusmaktadır. Başkaca içerde güçlüyü
oynamaktadır. Kızdığı insanların kendisine yaptığını en yakınlarına reva
görmektedir.

3.
YALNIZLIKLAR

Yalnızlıklar yarışması vardı bugün


Büyük alana çıkıyorlardı bir bir
Bütün boyutlarıyla görünüyorlardı apaçık
Hepsi de yaşama gibi güzel
Hepsi de masal gibi uzun
Hepsi de yalan gibi gölgeli
Hepsi de anılar gibi karışık

İlki ev yalnızlığıdır
Babası onu anlamaz
Annesi onu anlamaz
Büyük kardeşi onu anlamaz
Küçük kardeşler onu anlamaz
Koltuklar masa onu anlamaz
Kocaman pencereler bile onu anlamaz
Gelen konuklar onu anlamaz

İkincisi iş yalnızlığı
O nice okullara gitmiştir
Nice okulları yarıda bırakmış
Nice okulları bitirmiştir
Yurdun bütün bölgelerinde görev almış
Sayısız arkadaş kazanmıştır
Sanki iş bin adam
İşin sayıları başka başka
Onun sayıları başka başka
İş kimi gün beş boğucu parmak
Kimi gün açık gökyüzü
Kimi gün hortlak
Gözleri korkunç mu korkunç

Üçüncüsü büyük günler yalnızlığıdır


Kalabalık sokağa dökülmüş
Çocuklar sokağa dökülmüş
Şeker sokağa dökülmüş
Davul zurna sokağa dökülmüş
Birbirini kucaklayanlar sokağa dökülmüş
Gülen yüzler yarı gülen yüzler sokağa dökülmüş
Çoğu kez mavi gökyüzü sokağa dökülmüş
Yağmur yağsa kar yağsa bile karın yağmurun türküsü sokağa dökülmüş
Çoluğun çocuğun gülümsemesi sokağa dökülmüş
Ağaçlar bile gülümsemesiz değil
Yapraklar sevincinden sokağa dökülmüş
Yakası kalkık biri var
Kendi içine dökülmüş
Seçici kurul yargısını açıkladı
Birinci seçileni duyurdular
Yukarıda sayılanlardan biri değildi bu

Sendin
Fazıl Hüsnü Dağlarca

“Yalnızlıklar” şiiri, doğrusu “Boylarımız” şiiriyle bütünleniyor. Yalnızlıklar ev


yalnızlığı, iş yalnızlığı ve kalabalıkta yalnızlık olarak örneklenmiş oluyor.
Bunu da “Boylarımız”da olduğu gibi iç ve dış olarak da okumak olanaklı. İnsan
yalnızlığı, kaçınılmaz bir açmaza dönüştürüldüğünde trajikleşir. Ev
yalnızlığında: baba, anne, büyük kardeş onu anlamaz, zira herkes kendi
egemenliğine ve ayni zamanda kendi aşağılıklığına çalışmaktadır. Herkes bir
diğerini fırsatını bulduğunda ezmeye çalışmaktadır. Aileyi küçük bir toplum
örneği kabul edersek güç olmak istemeyen, güç olamayan kendinden
küçüklerce de anlaşılmamaktadır, zira onlar da güç modellerine göre
davranmaktadırlar. Aile içinden verilen bu kesit aslında toplumda iletişimin,
birbirini anlamanın değil de birbirine egemen olmanın geçerli olduğunu,
giderek yalnızca güç olamayanın değil, güç olmak için güç sisteminin çarkları
arasına sıkışanların da ayni sonuca yuvarlandığını anlatmaktadır. Yani gerek ev
içi ilişkiler, gerek iş ilişkileri gerek sokaktaki ilişkiler, hem de şenlikli
günlerde, mutlu, kardeşçe olunması gereken zamanlarda ve mekanlarda bile
ayni sistemin işlemesi, birinin diğerinden habersiz olmasını getirdiği için
birbirinden farklı değildir. Biçimsel uygarlıklar ilkelliğin maskeleri, yeni
kılıklarıdır yalnızca. Değişemeyen, kendine gelemeyen insan(lık), toplum
içindeki konumunun güce değil de iletişime dayanması gerektiğini
anla(ya)madığı sürece açmazın süreciğine, yalnızlığın kaçınılmazlığına
işarettir. Burada yalnızlık, hem açmaz olarak, hem de ölüme eş değer oluşu
bakımından trajik olandır.

4.
DOLU İLE BOŞ
Dolu ile boş yarışıyorlardı
Çevrelerinde uçsuz bucaksız kalabalık
Kim öne geçerse kocaman alkışlar
Yaşa yaşa sesleri
Kim geride kalırsa ona alkışlar
Haydi davran haydi davran sesleri
Öne geçmek ekmek gibidir
Su gibidir
Şeftali gibidir
Armut gibidir
Serinletir kişiyi
Öne geçmek genç olmak gibidir
Korkusuz eder kişiyi

Dolu nereye varsa


Hemen önündeydi boş
Boş nereye varsa
Hemen önündeydi dolu
Şaşırıyordu kalabalık
Kim öndeyse
Hangisi öndeyse
Niçin öndeyse
Niye öndeyse
Öteki de
Ondan geride kalmış değildi bir adım

Sanki birer insandı dolu ile boş


Yüzleri seninki
Solukları seninki
Sevinçleri seninki
Yaşamaları seninki

Boş kazanmıştı yarışı


Doluyu alkışladılar
Fazıl Hüsnü Dağlarca

Dağlarca, “Dolu ile Boş” şiirinde başka bir karşıtlığa geçer. Burada bir şey,
yinelemeyle iyice belirginleşti. Dağlarca, karşıtlıklara durgun uçlar olarak
bakmıyor, dinamik karşıt ögeler olarak algılıyor ve sunuyor. Karşıt uçlar bir
yarış içinde. Ve bu şiirde “dolu” ile “boş” kişileştirilmiş. Yani bildik soyut
gönderilenli kavramlar birbirleri ile yarışta. Ama birbirlerine göre üstünlüğü
olan oyuncular değil. Bu iki şekilde yorumlanabilir. Genelleştirerek söylersek
zıtlıklar dönüşlüdür. Zıtların birliği. Dolu olan boşalmaya yargılıdır, boş olan
da dolmaya. Karşıt konuma geçmek onların yazgısıdır. “Dolu” ile “boş”;
insanın önyargılı olduğunun, aç gözlü olduğunun gösterilebilmesi için hem
eşitlenmiş hem de anlık sonuç için farklılaştırılmıştır. Burada her yarışın belirli
bir zaman dilimine sıkıştı(rıldı)ğı için durumsal, gelip geçici bir görünüş
olduğunun altı çizilmiştir. Her yarışsal olan, anlıktır, saymacadır. Her yarış bir
oyundur. Bu oyunda öne geçme hırsı, kendiliğinden değil, güç isteyenlerce,
güçten yana olanlarca desteklenmektedir. Ve “Öne geçmek ekmek gibidir /Su
gibidir/Şeftali gibidir/Armut gibidir/Serinletir kişiyi /Öne geçmek genç
olmak gibidir/Korkusuz eder kişiyi/” . Bu sıralamada ögeler: ekmek/su;
şeftali /armut; genç olmak. İki ulamda beliriyor: serinletici/korkusuz edici.
Aslında serinletici ulamındaki ögeler yarışçıyı besleyen, dinçleştiren
ögelerdir. Yaşam veren ögelerdir. Yani yaşamın ta kendisidir. Yani genç
olmaktır. Bu anlamda her öge birbirinin eş anlamlısı değil ama eş temsilcisi
olur. Şiir yine bir insanlık sorunsalıyla, nesnellikten, gerçeği görmekten
uzak oluşuyla sonlanır. “ Boş kazanmıştı yarışı/Doluyu alkışladırlar” . Bu
açmazlı insanlık durumu, aslında kendini yıkan, felakete sürükleyen
Ödipus’un yazgısından, başkaca trajiğinden farksızdır. İnsanın aç
gözlülüğünü, yanlılığını, kullanılabilirliğini işaret etmektedir.

5.
GİYİNİLMEK

Bayram
Biz ne giyersek giyelim
Çırılçıplak gelir
Giyinir bizi
Fazıl Hüsnü Dağlarca

Giyinik olmak ve çırılçıplaklık karşıtlığı kurulur bu kez “Giyinilmek” şiirinde.


Ancak bu karşıtlığın bayram günü için kurulması bu şiiri; bizi yalnızca şiirin
içine değil de öbür şiirlerle bağlantı kurarak anlamlandırmaya zorlar.
“Bayramda yalnızlık” imgesini hatırlarsak, bu karşıtlığın dönüşücülüğünü,
yalnızlık içinde her ikisinin de ayni şey olduğunu kavratır bize. Biz ne giyersek
giyelim çıplağızdır. Çıplaklık bırakmaz yakamızı, ne kadar kalabalık içinde
olursak olalım yalnızızdır, ne kadar şenlik (bayram) içinde olursak olalım
hüzün bizi giyinir.

6.
Y ALNIZ KADIN

Bu kadın yoksuldur yalnızdır


Uyurken üstündeki örtüyü çekseniz
İnanamazsınız
Sevgi zenginliğine
Fazıl Hüsnü Dağlarca

Dağlarca karşıtlıklarda dönüşümlülükler görürken kimi durumda “Dolu ve


Boş” şiirindeki insanların, yarışı “Boş”un kazanmasına karşın, “Dolu”yu
alkışlamalarının tersine, eğer kendisi, böyle bir yarışı “Dolu” kazanmış olsaydı
“Boş”u alkışlayacağı izlenimini verir “Yalnız Kadın” şiirinde. Yoksul ve
yalnız kadını sevgi zenginliği içinde sunar. Sanki hep kavram zıtlıkları
insanlarda ulamsal ayrımlar halinde duracakmış gibi.

Sonuç gibi:
Son örnekte takınaklı bir tutum sergilese de ele aldığım şiirlerinde Dağlarca’nın
genel olarak karşıtlıkların uzlaşımsız uçlarını işaret ettiği görülür. Dağlarca şiiri
insancı, akılcı, aydınlanmacı, yurtçu, ulusçu ve bu kavramlar çerçevesinde
sömürüye karşı, devrimci ve sivil bir şiirdir.

“İnsanlar yurtlarını öyle sever ki/İnsanlar yurtlarına toprak olur

Not:
(1) F. Hölderlin; “Deliliğin Arifesinde”; çeviri: Ahmet Cemal

You might also like