You are on page 1of 45

1

Sosyal Bilimlere Giriş, 2006-2007

DERS İÇERİĞİ
Dersin amacı:
Sosyal bilimlerin bir dalı olan antropolojiyi, özellikle şehircilik açısından 1. sınıf üniversite öğrencisine içinde
yaşadığı ortamı sorgulamaya yöneltmek amacıyla tanıtmak
Aktarılacak bilgiler:
1. Antropoloji olarak adlandırılan sosyal bilim dalının tarihsel gelişimi bağlamında bilimin ve toplumların /
kültürlerin gelişimi üzerine
2. Antropolojik araştırma yöntemleri ve bu yöntemlerin özellikle güncel kentsel sosyal yapıyı
tanımak açısından elverişliliği üzerine
Başlıca kaynaklar: Jeffrey C. ALEXANDER, & Steven SEIDMAN, Culture and Society,
Cambridge University Press,1994
Raymond ARON, Main Currents in Sociological Thought, l - ll ,
Anchor Books, 1968
Zygmunt BAUMAN, Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı, 1998
Angela CHEATER, Social Anthopology, Routledge, 1986
Ann GAME - Andrew METCALFE, Tutkulu Sosyoloji, Ayrıntı, 1998
Ann GAME, Toplumsalın Sökümü, Dost, 1998
Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın, Metis, 1996
Edmund LEACH, Social Anthropology , Fontana, 1982
Claude LEVI-STRAUSS, Irk, Tarih ve Kültür, Metis, 1990
Claude LEVI -STRAUSS, Structural Anthropology, 1968
Renato ROSALDO, Culture & Truth, Beacon Press,1989

İLK DERS

Tanışma, Dersin İçeriği ve Şehircilikle Bağlantısı, Ders programı + Okumalar

● Lise / Üniversite

• Farklı disiplinler /aynı disiplin adına farklı disiplinlerin sentezi

• Sormak / sorgulamak/ Ahmet Kutsi . Dante/ Dantel

• Ortak payda : benim için de, sizin için de disiplinlerarası. (Oğuz Işık, Defter,31, 196).

• Bilim bir öğrenme , bilme biçimidir.

• Nihai amaç: daha iyi bir yaşam nasıl kurulur.

• Doğa bilimleri (naturwissenschaften) / toplum ya da ruh bilimleri (geisteswissenschaften)

• Haber, veri (information,data) / bilgi, irfan (knowledge)

• Ölçülebilir / ölçülemez ; gerçeklik / hakikat

• Evrensel / relatif (izafi) , tikel

• Açıklamak / anlamak

• Yasalar / yorumlar

● Determinist / muhtemel (kestirilemez)

• Ortak payda : genel ya da tikel amaç nedenselliği açıklamak .

1
2

• Somutu soyutlar, kavramsallaştırır. Dikkat. AĞAÇ / ORMAN.

• Ne sorar : Ben kimim? Toplum nedir?: ONTOLOJİ

• Nasıl sorar , sorgulama yöntemi nedir? : EPİSTEMOLOJİ

Dersin içeriği / Şehircilikle ilişkisi

a) Sosyal Antropoloji nedir, tarihçesi, başlıca yaklaşım aldığı kuramlar,


ya da dünya görüşleri, ideolojiler, inançlar

Örnek : Hegel . Estetik. Babil Kulesi niye yapıldı.


(Güvenç,Defter 31, p.202)

b) Antropoloji nasıl yapılır, antropolojik alan çalışmasına neden ihtiyaç duyulur?


Örnek : Apartman. Yeşil saha. yol. (Provence şarapçıları)

Sosyal antropoloji ne ile iştigal eder?

İnsanlar niye davrandıkları gibi davranırlar?

İnsan davranışları bir dildir, bir iletişim aracıdır.


Örnek: Kitap : İnsanlar kitap yazar / okur, alır /satar, biriktirir / atar.
İnanıyorum, değerli, pahalı, modası geçti, tehlikeli der.
Ama ya kitap yazan modası geçti, biriktiren tehlikelidir,
diyorsa...

Davranışların ardında ne vardır?


Tutumlar (tavırlar) ve değer yargıları.

Nasıl öğreneceğiz? Yöntem.

Örnek: (Değer) Politik kişiliklerin özel hayatlarının kamu yararı adına sorgulanmasını
doğru buluyor musunuz?
(Tutum) Bu konuda başlatılan bir kampanyaya katılır mısınız?
(Davranış) Bu kampanyaya fiilen (imza,gösteri,vb.) katıldınız mı?

Ödev: Bir Değer -Tutum - Davranış örneği düşünülecek, sınıfta tartışılacak

1. DERS
BİLİM - DOĞA BİLİMLERİ - SOSYAL BİLİMLER
Bilim Nedir? Ne Değildir?
Bir olguyu belli koşullara bağlı kalarak ve bir yöntem süreci ile ilişkilendirerek incelemek.

Koşullar (ya da belirleyiciler ) :


 Ampiriktir: Ölçülebilir olgularla ilgilenir
 Teoriktir : Olgular arası nedensellik arar
 Kümülatiftir: Dünyayı daha iyi açıklayabilmek için varolan bilgileri geliştirir.
 Objektiftir: İşin içine değerlerini, önyargılarını, kişisel tutumunu katmaz.

Metodolojik süreç:

 Olgu izlenir

2
3

 Olgunun nedenini açıklayıcı bir hipotez oluşturulur.


 Deney yapılır, temel değişkenler bulunur.
 Veri toplanır.
 Veri analiz edilir.
 Hipotez doğrulanır, değiştirilir veya hayırlanır.
 Teori öne sürülür ve başka deneylerle sınanmaya açılır.

SOSYAL BİLİMLER/DOĞA BİLİMLERİ AYRIMINA ÖRNEK SORU : SOSYOLOJİ BİLİM MİDİR ?

Son 120 yıldır tartışılıyor.


Deniliyor ki: Sosyologlar bilimdir diye iddia ediyorlar , çünkü :

Bilim prestij sağlıyor : 19.cu yüzyıldan beri bilim prim yapıyor. Toplum değerlerine göre “bilimsel” olan iyi bir
şey, olmayan kötü bir şey. Bilimsel ilaçlar iyi, kocakarı ilaçları kötü. Ama günümüzde kocakarı ilaçları
eczanelerin homeopati raflarında satılıyor ve prim yapıyor)

Finansman sağlıyor: Sosyologlar araştırma yapabilmek, okullarda ders verebilmek için “pozitivist” (müspet ilim)
adamları olduklarını savunuyorlar. (Ama bugün pozitivizmin tartışmaya açıldığı en önemli yerlerden biri okullar.
Ayrıca, pozitivist yaklaşım devletin ya da başka kurumların sosyolojik araştırmaları finanse etmek için aradıkları bir
ön koşul değil.)

“Sosyoloji bilimdir” iddiasındakiler diyor ki:


Teoriktir:
İnsanların tek tek ne yapacakları önceden kestirilemeyebilir ama insan gruplarının ne yapacağı önceden
kestirilebilir. Örn. Sigorta Şti. Risk. Kaza. Yaş grubu. Oto tipi. (Ama bu sosyoloji değil, piyasa araştırması)
Ölçülebilir:
Durkheim : Evlenme,suç,intihar,sağlık istatistikleri ile çalışarak insanlar arası ölçülebilir davranış benzerlikleri
olduğunu ortaya koydu.
Kümülatiftir:
Evet. Çünkü yöntem süreci: Görüşme, anket, tarama, vb. bilimsel yöntem süreçleridir.
“Sosyoloji bilim değildir” diyenler:
Disiplin dışından (Fizikçiler) :
1.Teorik olamaz.Teori kestirim (tahmin) içindir. İnsanların ne yapacakları önceden kestirilemez.
2. Ampirik olamaz. Sosyal olguların ölçümü fizik bilimlerindeki kadar gelişmemiş.
Disiplin içinden (Öznelliği savunan sosyologlar):
1. Teorik olamaz. Toplumun kuralları gerçekliğin doğasına ilişkin varsayımlara dayanır. Bunlar da belli
kuramlar ya da ideolojiler üzerine kuruludur. Toplumsal gerçeklik bu gözlükler altından gözlemlenir. Örn.
1980lere kadar sosyolojik teorilerde kadının toplumdaki konumu o toplumdaki erkeklerin varsayımları
üzerine kuruluydu.
2. Ampirik olamaz.( deneyle ölçülemez). Toplumsala ilişkin istatistikler toplumsal kurgulardır; dolayısıyla bir
nesnellik yansıtamazlar. Sosyoloji her zaman insanların davranışlara nasıl bir anlam verdiklerini de hesaba
katmak zorunda. Sosyologlar öznel olanı ile ilgilenmeli.
Örn. Cinsel tacize uğramış çocuklar + Bildirilen vaka sayısı + bilinmeyen vaka sayısı = “Gerçek” taciz vakası
sayısı. Dahası, hükümetler, örn. işsizlik oranları, “oynama” ayrıcalığına sahipler. O halde, sosyologların
yararlanabilecekleri gerçekten objektif istatistik verilerden söz edilebilir mi?
3. Kümülatif olamaz : Çünkü hiç bir bilim kümülatif değil (Kuhn – Logic of the Scientific Method) : Bütün
bilimler paradigma değiştirerek ilerler. Yani bir teorinin doğru olduğu, gerçekliği açıkladığı varsayılır, hakikati
temsil ettiği kabul edilir, öteki teoriler onun üzerine kurulur. Gerçekliği başka yollardan açıklayan teorilere
önem verilmez, yok sayılırlar. Bir noktada gerçekliği çok farklı ve inkar edilemez biçimde bir tutarlılıkla
açıklayan yeni bir teori ortaya çıkar; eski paradigma, onun bütün varsayımları ve araştırma yöntemleri bir

3
4

kenara atılır. Gerçekliğin yanlış algılandığı kanıtlanmıştır. Popper –Kuğular Örn. Marksizm’in öngördüğü
devrim gerçekleşmeyip de, Marksist olduklarını öne süren devletler çökünce Marksizmin başına gelen.

ÖZETLE:
Sosyoloji objektiftir, bireysel davranışlar kestirilemese de, grup davranışları kestirilebilir.
Sosyoloji subjektiftir, bilim adamları da insandır ; önyargısız bilim olmaz.
Feministler,erkek egemen toplum üyeleri olan sosyologların kadınlara (ve erkeklere) ilişkin önyargılarını
ayıklamaya çalışıyorlar.
Neo - marksistler sosyolojinin kapitalist değerleri ve toplum yapıların kabul ettiğini ve bu çerçeve içinden
çözüm aradıklarını söylüyorlar.
Fenomenologlar, bilim kavramı da, bilimsel yöntem de,sosyolojinin kendisi de, belli bir toplum düzeni içinde
yaşayan insanların gerçekliği kurgulama çabasıdır, diyorlar. Sosyoloji incelediği şeyin (bilimin nesnesi)
ürününden başka bir şey değildir,diyorlar.
Parayı veren araştırmayı yönlendiriyor. Örn. Sağ. Bak. yayın hakkına sahip. Araştırmacı araştırmasını izinsiz
yayınlayamıyor.
Ve Foucault diyor ki : Bilgi, yalnızca iktidar sahibi grupların imtiyazındadır ve bir gerçekliği kurgulama
denemesidir. Bu gerçeklik kalıcı değildir ; birbirine karşıt ve esasen anlamsız inanç ve değerlerin
harmanlanması sonucu oluşturulmuştur. Foucault toplumun herhangi bir düzeni ya da anlamı olduğunu inkar
eder. Ona göre, değer yargısız (objektif, nesnel) olmak diye bir şey de olamaz.

Sosyal Bilimlerde Temel Kuramsal Yaklaşımlar


Makro Sosyoloji ve Yapısalcı Kuramlar
İnsan toplumun ürünü.
Toplumsal yapıyı incelersek, insan davranışlarının nedenlerini öğrenebiliriz.

Mikro Sosyoloji ve Fenomenoloji


Eylem ve Aktör:
Önemli olan gündelik yaşamdaki eylemler.
Bireysel karar alma mekanizmalarını çözümlemek gerek.
İnsanları neye göre sınıflandırıyoruz : normal / deli / suçlu kim?

İşlevselciler (yapısalcı)
Toplum mutabakat ( consensus,onay) üzerine kuruludur,der.
Kurumlar ve kurallar üyelerin ortak çıkarları için.

Marxizm (yapısalcı)
Toplum çatışma üzerine kuruludur, der.
Toplumsal gruplar iktidarı ele geçirip kendi çıkarlarına kullanmak için sürekli mücadele ederler.

Sembolik Etkileşimciler (mikro)


Bireyler toplumun uyumlu birlikteliğinin devamı için sürekli pazarlık halinde olmak zorundadırlar.
Toplumun kurallarını ve bireylerin birbirlerinden beklentilerini bireyler belirler

Etnometodoloji (mikro)
Toplum paylaşılan inançlar ve yorumlar üzerine kurulu değildir.Bireylerin insan ilişkileri kaosunu anlamlı ve
düzenli kılmak için izledikleri yollar
Feminizm (yapısalcı)
Toplumda erkek egemenliğinin nasıl oluştuğunu,bu egemenliğin kadınları (ve erkekleri) nasıl etkilediğini, bu
egemenliğin hangi mekanizmalarla sürekli kılındığını inceler.

4
5

Yapısalcılık ve Post-yapısalcılık
Geleneksel yapısalcı yaklaşımı geliştirmiş ve eylemin belirleye inin DİL olduğunu vurgulamışlardır.

Yapılaşma (structuration)
Toplumun yapısının bireyler üzerindeki zorlamaları ile bireylerin seçimleri ve kararları arasındaki belirsiz ilişkiyi
irdeler. Yapısalcı teorilerle eylem teorilerini birleştirmeye çalışır.

2. Ders
Sosyal Bilimlerde Temel Kuramsal Yaklaşımlar (devam)

İŞLEVSELCİLİK

Durkheim: Toplumsal İşbölümü (1893)

Toplum bir organizmadır (metafor)


Arzu ancak toplum kuralları tarafından sınırlanabilir.Toplumu yasalar değil, içselleştirilmiş değerler yönetir.
Kolektif bilinç (ya da vicdan)
Bireyler ortak değerlerin dışına düşürse : anomi
Mekanik dayanışma : ilkel ve moderne doğru ilerleyen toplumlarda bireysellik onaylanmaz önemli olan
paylaşılan değerler, paylaşılan eylemler, topluma uyum
Organik dayanışma : endüstriyel toplumlarda bireysellik + toplumsal çeşitlilik herkes birbirine muhtaç = kalp,
ciğer,beyin,vb.
Din: Kolektif bilinci sürdürmek ve kolektif eylemlerle yeniden kanıtlamak için (ayinler)
Her işleve tekabül eden bir kurum var. Suçun (bile) toplumda neyi yapılabilir, neyin yapılamaz olduğunu
göstermek gibi bir işlevi var.

Talcott Parsons: Toplumsal Eylemin Yapısı:

Toplum düzeyinde sorguladı:


1. Kurumların kökeni ne?
2. Nasıl sürdürülüyorlar?
3. Kurumların birbirleriyle ilişkileri ne?

Birey düzeyinde sorguladı:


1. Bireysel eylemler ve inançlar kültür aracılığıyla nasıl toplumun ihtiyaçları ile
nasıl ilişkilendiriliyor?
2. Toplumsal rol: Bireyin eylemini belirler, düzenin sürmesini sağlar.
Örnek: doktor, hemşire, hasta.
Parsons aslında Weber'ci sosyoloji ile (bireysel motivasyon) Durkheim' cı
sosyolojiyi (yapı ve işlev) kaynaştırmaya çalışıyordu.

Her toplumun varolabilmek için çözmek zorunda olduğu 4 işlevsel sorun var:
1 1. Çevreye uyum sağlamak (adaptasyon)
2. Bir karar alma süreci oluşturmak ( amaca ulaşmak – siyasi kurum)
3. Toplumun kurumlarını entegre etmek (entegrasyon)
4. Toplum üyelerinin psikolojik taleplerini karşılamak ( karşıt roller
tansiyonu (anne-işkadını) motivasyon eksikliği (intihar, sapmalar
ile toplum dışı düşmesin)).

Toplum varolmak ve varlığını sürdürmek sorununu kültürel değerlerle çözüyor:


Kültürel değerler 5 grup (kesinlikle beş):
1. Duygusal bağlar / tarafsızlık (köylü / kentli)
2 2. Tek kimliklilik /çok kimliklilik (kentte komşu/köyde mam+bakkal+komşu)
3. Evrensellik / yerellik
4. Kalite / başarı
5. Bireysellik / toplumculuk
Bu, Durkheim’ ın modern (organik) geleneksel (mekanik ) toplumlar tanımının

5
6

sofistikasyonu : verili / kazanılmış.

Robert Merton: Toplumsal Kuram ve Toplumsal Eylem:


Parsons’u eleştirdi ve geliştirdi. Parsons toplumun bir bölümü için işleve olan kurum diğer bölümleri için de
işlevseldir, diyordu. Merton, hem işlevsel hem de işlev bozucu olabilir, diyor. Yani uyumsuzluğa yol açabilir.
Örn. DİN. Ayrıca her işlev için bir kurum var demek, o işlev başka yollarla da yerin getirilemez demek değil,
diyor. Birey belli bir eylemde bulunabilir, sonuç toplum açısından farklı olabilir.

İşlevselciliğin eleştirisi:
• Toplumsal mutabakatın varolduğuna aşırı güven.
• Organizma = toplum benzetmesi doğru değil, biyolojik ihtiyaçlar başka, toplumsal ihtiyaçlar başka.
• Toplumun ihtiyacı diye tanımlanan şeyler iktidardakilerin ihtiyacı. Toplumsal değişimi açıklamıyor.
Kurumlar ihtiyaçların karşılanması için varsalar, ihtiyaçlar karşılandığında değişime gerek kalmamalı.
• İnsanlar kukla mı? Rolleri verili, ne yapacakları belli. Sorunlar ve çözümler belli. E, peki, ya özgür
irade

MARKSİZM
İnsanlar varolabilmek için gerekli araç gereçleri üretmek üzere işbirliği yapmaya başlayınca toplum ortaya
çıktı.
● Ekonomik determinizm: Ekonomik gerekirleri sağlama yöntemleri toplumsal yaşamın biçimlerini belirler.
● Toplumsal değişim: Evrim gereği, teknoloji, dolayısıyla toplum, gelişir. Üretim araçları değiştikçe üretim
ilişkileri de değişir.
● 5 tarihsel evre:
İlkel komünal : Birlikte çalışırlar, mülkiyet ortak.
Köleci(+ Asyatik): Roma. İnsanlar insanları çalıştırır.
Feodalite: Soylular toprağın sahibi, köylüler toprağa bağlı.
Kapitalizm: Fabrikalar(üretim araçları) bir sosyal sınıfın elinde. Daha geniş bir sosyal sınıf fabrikalarda
düşük ücretle çalışıyor.
Vurgu: Özel mülkiyet (üretim ilişkileri)
Komünizm: Proleterya diktatörlüğü. Ardından ortak mülkiyet.

Toplumların evrimi Hegel’den.Tez (initial state), Antitez (karşıt durum),


sentez(çatışmanın sonucu).

Model:
Üretim araçlarını elinde tutan sınıf toplumda yüksek statü sahibi, servetin çoğunluğu elinde. Ayrıca bu sınıfın
inanç ve değerleri de topluma egemen. (hegemonya). Araçlar hızla değişiyor, değerler, fikirler çok daha
yavaş. Her evrede, başlangıçta,egemen sınıfın dayattığı üretim ilişkileri toplumun ekonomik yapısını daha
iyiye götürüyor, ama, zamanla, araçlar değişse de egemen sınıf kendi çıkarına olan bu düzenin değişmesini
istemiyor, direniyor. Teknolojik gelişim(ilerleme) üretim ilişkileri tarafından durdurulamaz hale gelince yeni bir
sınıf teknolojinin ilerlemesini teşvik edici - ve kendi çıkarları doğrultusunda - yeni üretim ilişkileri düzenliyor.

Kapitalizme uyarlanışı:
Egemen sınıf (burjuvazi) ücretle işçi çalıştırıyor, sermayesi olmayan işçiler (proleterya) onlara emeklerini
satıyorlar. Burjuvazi özel mülkiyet, emeğin ve sermayenin özgür dolaşımı, ücret karşılığı iş gibi kavramlarla
üretim ilişkilerini kendi çıkarları doğrultusunda oluşturuyor. Kapitalistin (sermaye sahibinin) çıkarı = toplumun
çıkarı, oluyor. Erken dönemde kapitalistler ucuz imalat için birbiriyle rekabet halinde. İflaslar ve işsizlik
sıradan sorunlar. Ardından aşırı üretim sorunları çıkıyor. Sayıları azalıyor, servet oranları artıyor. Esnaf,
zanaatkar gibi ara sınıflar işçileşiyor. Zengin – fakir uçurumu.
Diyalektik = tarihin görünmez denetleyicisi.
Sentez = proleterya dibe vuruyor ve üretim araçlarını ele geçiriyor.
VE ortak mülkiyet.

Yanlış bilinç ve sınıf bilinci:


Sınıflar arası çatışmanın düzeyi diyalektiğin hem belirtisi hem de sonucu. Proleterya neden dibe vurana dek
bekliyor? Çünkü burjuvazinin ona aşıladığı değerler sonucu yanlış bilinç sahibi olmuş. Bu değerler onların
sömürülmekte olduğunu gizliyor. Örn. Burjuva eğitim sistemi gereği işçi çocuklarının başarısızlığı kaçınılmaz,
ama suç kendilerinde sanıyorlar. İşçiler sömürünün farkına varınca = sınıf bilinci. Belli siyasal örgütler ve
çeşitli işçi kuruluşları işçi sınıfını egemen sınıf değerlerinden yalıtmak için çalışırlar.

6
7

Yabancılaşma:
Bir toplumda insanlar işleri onlara anlamlı geldiği için, tatmin ettiği için değil de, para kazanmak için çalışmaya
başladıklarında yabancılaşma. Kapitalist düzende iş, hem bireyi kendi gözünde değersiz kılıyor, hem de
toplum üyelerini bir arada tutan birliktelik duygusunu aşındırıyor.

MARKSİZMİN DIŞARIDAN ELEŞTİRİSİ


• Toplum yaşamının tümünü ekonomik determinizmle açıklıyor.
• İnsanlar kapitalist ve proleter diye iki kutba ayrılmadı.
• Tam tersine, orta sınıf çoğaldı, kapitalist ve proleter azaldı.
• Demokrasi ve Refah devleti sonucu kapitalizmin doğası değişti.
• Mülkiyetin tekelleşmesi yaşanmadı, tersine, az da olsa, servet dağılımı
dengelendi.
• Orta Avrupa (eğer Marxist sayılırlarsa) çöktü, oysa kapitalist toplumlar
ayakta.

NEO – MARKSİSTLER

Frankfurt Ekolü: Marcuse, Horkheimer, Adorno VE Habermas

Ekonomik determinizme karşı çıktılar, diğerlerin önemini vurguladılar. Kapitalist kültürün 3 temel
unsuru:araçsal akıl, kitle kültürü, kimlik.

Araçsal akıl : Düşünmek, bilim, akıl, vb. amaca ulaşmak için araç. Amacın nedeni
sorgulanmaz. Dolayısıyla kapitalizmin sonsuza dek verimlilik arayışı da sorgulanmaz.

Kitle kültürü : İnsanlara verilene şükretmeyi öğretir. Eğlence ve müzikle insanlar avutulur uyuşturulur.

Kimlik: Tüm toplumlar bireyin bencil arzularını bastırır, çünkü arzular düzeni ve birlikteliği tehdit eder. Erken
kapitalizmde aşırı bastırma. Vicdani sorumluluklar, iş ahlakı, bireysellik öne çıkarıldı. Sistem oturdukça,
bireysel arzular (özellikle cinsellik) kapitalizmin çıkarına, satışları artırmak için , kullanılır oldu.

Althusser:

Kapitalist toplumun 3 unsuru:

1.ekonomik : meta üretimi


2. politik : her tür örgütlenme
3. ideolojik : fikirler ve inançlar

Kısmi bağımsızlık: Ekonomik yapı son kertede belirleyici, ama ekonomik ve politik
yaşam ve değerler birbirinden bağımsız (mış gibi) davranıyorlar. Ekonomi ile öteki unsurla arasındaki ilişki =
rölatif bağımsızlık.

İktidar ve devlet: Kapitalizmin gücü devlet sayesinde sürüyor.


Devletin doğrudan baskı aygıtı : polis, asker
Devletin ideolojik baskı aygıtları: eğitim, medya, dinsel örgütler.

SEMBOLİK ETKİLEŞİMCİLİK

Marksizm yada işlevselcilik gibi yapısal teoriler insan toplumu ve insan davranışlarıyla bir bütün olarak
ilgileniyor. Sembolik etkileşimciler bu yaklaşımdan kuşkulu; gündelik, sıradan davranışları izleyelim, bireyler
toplumu sıradan davranışları ile gün be gün yeniden kurarlar, diyorlar.
Sosyolojinin amacı: insanlar nasıl davranıyorlar ve neden öyle davranıyorlar'a bakmak. İnsanların ötesinde,
tepesindeki yapıları araştırmaya gerek yok.
En önemli isim Margaret Mead. ve Chicago Ekolü : İnsanlar kukla değildir , nasıl sosyalize oldukları ile ya
da üretim ilişkileri tarafından yönetilemez. İnsanlar ne yapacaklarına karar verirler, yaparlar, pişman
olurlar, yalan söylerler, karar değiştirirler, vb.

7
8

Sembol : Adlandırma. Dünyayı basitleştirmek için.


Yalnız cansız varlıklar değil, insanlar da : kadın, cani, kahraman gibi. Sonra bunlar ilişkilendirilir ve ona göre
tavır haritaları belirlenir.Ama tavır (ve davranışlar) zorunlu değil : Cani kadına hak verebilirim, kahraman
kadından hoşlanmayabilirim .

Benlik(self):
İnsanlar çevrelerindeki sembolik (adlandırılmış) dünyaya tepki gösterirken, kendi benlikleri konusunda fikir
sahibi olmak zorundalar. Ben kimim ki (neyim ki) ona böyle bir tepki gösteriyorum? Kendimize dışardan
bakmayı, daha çocukken, evcilik, doktorculuk oynayarak
öğreniriz.

Etkileşim:
Toplum belli düzenler uyarınca eylemde bulunan bireylerden oluşur. Ancak, bireylerin birbirleriyle ilişkiye
girebilmeleri için bu eylemleri karşılıklı olarak anlamlandırabilmeleri gerekir. Bireyler sembollerden (örn.
sözcükler) aynı şeyi anladıklarını varsayarlar. Kendilerini
karşılarındaki kişinin yerine koyup, benim tepkim ne olurdu, hesabıyla davranırlar. Farklı insanlar olup biteni
farklı durumlarda farklı biçimlerde algılayıp ona göre davrandıkları için de etkileşim yoluyla kurular iletişim
kurmak sürekli olarak değişir.

ELEŞTİRİ:
Etkileşimin içinde yer aldığı bağlamı yaratan yapısal ögeler gözardı ediliyor Örn. bir insan nasıl başka
bir insan üzerinde iktidar sahibi olabiliyor?
1. İnsanların kendi eylemlerine verdikleri anlamın kaynağı açıklanmıyor: Karşılıklı
davranışlarının ardında varolduğunu saydıkları ortak anlamın kökeni ne?

ETNOMETODOLOJİ

Schutz’un çalışmalarından kaynaklanır, Garfinkel’in adıyla anılır.


İlgi alanı bir toplumsal düzenin varolduğuna inanmak için insanların izledikleri süreçler.
Toplum düzeni diye bir şey yoktur, toplum, üyelerin kurguladıkları “düzen fikri” nden ötürü düzenliymiş gibi
algılanır.
Uç noktada : toplumu incelemek anlamsız, çünkü sosyoloji araştırma nesnesi olan insanların dünyaya ilişkin
varsayımlarını paylaşıyor, aynı varsayımlar üzerine kurulu.
O yüzden de insight veremez.

Genelde: etnometodoloji eğitim ve sapkınlık üzerine çalışmalar yapmış:


1. Üyelik (aidiyet): insanlar aynı gerçekliği paylaştıklarını varsayarlar ve
davranışlarını bu varsayıma göre ayarlarlar, başkalarının davranışlarının da
bu varsayıma göre anlamlandırırlar.
2. Belirtim (indexicality, bağlamsallık): insanların davranışlarını belli bir bağlamda
değerlendirdiğimiz sürece onlara anlam verebiliriz. Belli bir bağlamdaki anlamlı
davranış farklı bir bağlamda saçma olabilir. Bağlamsallığın ikinci özelliği, bir olay
anlatılırken ayrıntılar atlanır, bu durumda dinleyen anlatıcının yerine ayrıntıları
“doldurur”. Örn. Bu gün okulda ne oldu? Hiç.
3. Dönüştürüm (reflexicality): düzenli, anlamlı bir dünya olmalı aksi halde
yaşam anlamsız olurdu, inancı.

Belgeleme yöntemi:
(Garfinkel) İnsanlarda olaydaki belli özellikleri ayıklayıp (ötekileri yok sayıp) olup bitenin ardında bir düzen
aramaya eğilimi var.
Örn. Polis öğrenciyi dövmüş.

FEMİNİZM

Kadınların toplum içindeki konumu ile ilgilidir = dünya nüfusunun yarısı.

• Liberal Feminizm:
sosyalizasyon süreçlerini ve cinsel rol şartlanmasını inceler.
Toplumsal cinsiyet ayrımı / biyolojik kadın erkek farklılığı ayrı alanlar.

8
9

Eleştiri : (feminizm içinden)


a. Kadının ezilmesinin ardında yatan yapısal unsurları göz önüne almıyor.
b. Ataerkillik yalnızca aile, ya da medyada değil, her alanda egemen.

▪ Marksist Feminizm:
Kadının kapitalist sistem içinde ezilmesi ile ilgileniyor. Kapitalist sistem hem kadını,
hem erkeği ezer, kapitalist toplum düzenini açıklamak - ve ardından devirmek - hem kadını hem
de erkeği özgürleştirecek. Kadın, kapitalist düzen içinde çok önemli bir yeniden üretim aracı. Bir
sonraki işçi kuşağını hem fiziksel olarak üretiyor hem de onu düzene boyun eğmek üzere
sosyalize ediyor.

Eleştiri: (feminizm içinden)


a. Kapitalist sömürü aşırı vurgulanıyor. Kapitalist olmayan toplumlarda da
kadın sömürülüyor.
b. Kadın için ve teorik çözümleme için hedef her bağlamda hedef
ataerkillik olmalı.

• Radikal Feminizm :
Ataerkillik - erkek egemenliği - erkekler tarafından, bilerek ya da bilmeyerek , bu düzenden
yararlandıkları için, düzen kendi çıkarlarına olduğu için sürdürülüyor.
Kadınlar, politik, sosyal, ekonomik alanlarda deneyimleri erkeklerinkinden daha az (zayıf) olduğu
için, bir alt sınıf oluşturuyorlar.Özellikle kadınlara karşı şiddet ve cinsel politikalar -erkeklerin
kadınları cinsel açıdan kullanışları - üzerinde çalışmaları var . Lezbiyenlik, karşı cinsle cinsel
ilişkilerde serbestlik gibi kadın haklarını savunuyorlar.

Eleştiri: (feminizm dışından )


a. Kadınlarla erkeklerin aynı oranda sömürüldüklerini aşırı vurguluyor,
b. Dolayısıyla, sınıf ve ırk ayrımlarını göz ardı ediyor.
c. Ataerkillik dışındaki etkenleri analiz etmiyor.

• ÇİFTE SÖMÜRÜ TEORİSİ

Rad. Fem. + Marx. Fem. ‘i birleştiriyor: Kadın kap. tarafından işçi, erkekler tarafından kadın
olarak sömürülüyor. İşgücü + ev işi. Kazanan kapitalizm ve erkekler.
Kadınlar yarı-zamanlı, güvencesiz işlerde çalışıyorlar, çünkü aynı zamanda, ev işi + çocuk
bakımından sorumlular. Dolayısıyla işgücü içinde ve politik düzende üst kademelere
gelemiyorlar.

Eleştiri:
a. Erkeklerin kadın sömürüsüne aktif katılımlarını yeterince önemsemiyor.
b. Kapitalizm patriarkinin sürdürülmesine katkıda bulunuyor, oysa radikal feministler
sorunu durum bunun tersiymiş gibi ele alıyorlar.

YAPISALCILIK VE POST YAPISALCILIK

Yapısalcılık ve post yapısalcılığın başlangıç noktası DİL.


Levi-Strauss : Düşüncelerimizi ve eylemlerimizi yapılandıran Dil’dir. İnsanlar dünyayı dillerinin gözlükleri
ardından algılarlar.O yüzden de, toplum yaşamını ve toplumsal davranışları dil belirler.

YAPISALCILIK

Levi-Strauss :

• Toplum bağımsız bir birimdir (entity)


• Toplum toplum yaşamını yapılandırır
• Yapı dil tarafından oluşturulur
• Dil, dolayısıyla kültür, insanın bilinçaltında oluşur

9
10

• İnsan dimağı aynı biçimde çalıştığından, tüm diller yapısal olarak aynıdır.
• Farklı kültürler aslında dilin ardında yatan bilinçdışı düşünce süreçlerini
yansıtır.
• “Yapısal” olan , dilin boyunduruğu dışına çıkıp hareket edebilme
özgürlüğüne sahip değillerdir.
• Levi-Strauss ve onu izleyenler mitlerin ve sembollerin toplum “yasa “ları ile ilişkisini
incelerler.

POST YAPISALCILIK

Foucault :
Levi-Strauss çizgisi üzerinden alternatif geliştirdi.
Çözümlemesi dil üzerinden, ama tüm dillerin ardında yatan evrensel ortak paydayı inkar.
İktidar - erk – ile örn. delilik, cinsellik gibi toplum yaşamının belli alanları arasındaki dilsel etkileşimi inceledi.
Foucault : "Dilin yapılanışı ve anlamları iktidarı yansıtır" : bizi belli biçimlerde düşünmeye ve anlamaya
yönlendirir (ve başka biçimlerde düşünmemeye ve anlamamaya)
Söylem : Foucault’a göre belli alanlarda kullanılan ifade biçimleri. Dünyaya ilişkin algılarımızı ve bilgilerimizi
söylemler belirler. Söylemler belli tarihsel dönemlerde iktidar sahibi belli insa topluluklarının oluşturdukları
dilsel ifade biçimleridir. Ancak, söylemler bilinçli olarak kurulmaz. Söylemi iktidar oluşturur; ama söylem de
dilin anlamını sınırlayarak kendi gücünü yaratır. Örn. Madness and Civilisation : Cüzzam hastaneleri
kapandı, yerini akıl hastanelerinin açılması ve psikiyatri mesleğinin gelişimi aldı.
YAPILAŞMA
Giddens : Social Theory and Modern Sociology
İnsanın üstünde ve ötesinde varolan yapılar üzerine kurulu Yapısal yaklaşımlarla, özgür irade ve seçim
hakkını vurgulayan eylem teorileri (fenomenolojik yaklaşımlar) bir araya getirme çabası.
Yapısal yaklaşımlar : yapı kurallar ve kaynaklardan oluşuyor. Kurallar toplumun
bize dayattığı gündelik yaşamı sürdürme düzeneği.
Kaynaklar: a) ekonomik mallar ve güçler ile b) iktidar

Eylemsel yaklaşımlar: İnsanlar yapıyı değiştirmek için belli seçimler , belli eylemler yapıyor.
Eylemlerin tümünü eylemci (agency) kavramı altında toplamış. Eylem ancak
yapının zorlamaları içinde yer alabilir, dolayısıyla yapı ve eylem
ayrıştırılamayacak biçimde iç içe geçmiş. Toplum önceden öngörülebilir
biçimlerde eylemde bulunan faillerden oluşur. Failler (aktörler) zaman içinde
davranış biçimlerini değiştirerek (örn. birlikte yaşama, evlilik adetleri) bu
öngörülebilirliği sarsabiliyor ancak bir eylemin amacı ile yol açacağı sonuç ya da
değişiklikler arasında birebir (nedensel) bir ilişki yoktur.
Giddens Örnek verir: Willis: Learning to Labour: 12 işçi sınıfından çocuk üzerine 18 aylık araştırma.
İlköğretim son sınıftan ilk işlerine girip çalışmaya başlayıncaya dek izlenmiş. Çocukların okula gitmeye hiç
hevesi yok, derslerde gırgır geçerek, inekleyen öğrencileri tiye alarak okulu bitiriyorlar. İstedikleri bir an önce
iş hayatına atılmak. Okuldaki başarısızlıklarından ötürü de ancak sıradan işçi olarak istihdam ediliyorlar ve
işlerinde okuldaki tavırlarını sürdürüyorlar : aldırmazlık ve gır geçmek. Ancak okuldaki gır geçmek tavrı iş
yaşamlarında başarısız olmalarına yol açarken bir yandan da onlara bu dayanılmaz tekdüze, anlamsız
yaşama katlanma olanağı sağlıyor.

3.cü DERS

ANTROPOLOJİNİN SOSYAL BİLİMLER İÇİNDEKİ YERİ

SOSYAL ANTROPOLOJİ / KÜLTÜREL ANTROPOLOJİ AYRIMI

SOSYAL ANTROPOLOJİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ

10
11

ANDROS ( Gr., adam) + LOGOS ( Gr.,söz, akıl) : İnsan bilimi . Alan çok geniş (Meraklısına karşılaştır: HOMO (L.)
+SAPIENS ( L., bilen, tadmış olan) + MYTHOS (Gr.söz, rivayet)

Akademik paketler : fiziksel, kültürel, simgesel, sosyal, yapısal, marksist antropoloji


ya da kent antropolojisi, sağlık antropolojisi , gelişim antropolojisi gibi
İki temel ayıklama : a) Sosyal antropoloji / kültürel antropoloji
b b) Deneyselcilerin yaklaşımı / rasyonalistlerin yaklaşımı
a) Sosyal antropologların zihinsel kökeni: Durkheim + Weber’e gider. Kültürel antropologlar Tylor’dan ve 19. yy
etnograflarından, onların yaptıkları exotic ( yabancı illere dair) yolculuklardan el alır. Örn. Tylor (Primitive
Culture,1871) : ruh (anima) bedenden bağımsız, beden geçici ev ; ruh gezer: uykuda; ölümden sonra.

Evrimci kurama göre ruhlar güçlerine göre sınıflandırılıyor: Çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru.
Açıklayamadıkları, korktukları doğal afetleri, olayları onların ardındaki ruhlarla açıklıyorlar : MANA kavramı
(Marett) : İnsan ya da cansız varlıklardaki doğaüstü güç. Başarı (iyi ürün alma) MANA’ya bağlı. Polinezya’da
(Pasifik adaları) kişinin içindeki MANA oranını mensup olduğu sosyal tabaka belirliyor. Bunlar bir çeşit tanrı vekili.
Ekini biçtikçe, ev yapıp korundukça, tekerleği ,aletleri buldukça tanrı sayısı azalıyor. Dolayısıyla, yer tanrısı, gök
tanrısı, ardından tek tanrılı dinler ve vekilleri : MUSA, İSA, MUHAMMED.

b) Deneyselciler, zoologlara yakın çizgide. Toplumsal yaşamın olgular halinde videoya kaydedilip istatistik
verilere indirgenebileceği görüşündeler (DARWIN, biyolog, Türlerin Kökeni, 1859), maymun, doğal ayıklama
(Herbert Spencer), rekabet.

Rasyonalistler/akılcılar ise antropolojiye bir tür dil felsefesi olarak yaklaştılar. Nihai amaç: insan düşüncesinin
ardındaki bilinçdışı yapıları keşfetmek (Freud, psikiyatr. Totem ve Tabu, 1912). Öedipus evrensel, ama birey,
sosyo- kültürel açıdan bağlamsal.

Deneyselci antropolog örn.: Malinowski. Akılcı /idealist antrop örn: Levi-Strauss.

Alan çok geniş. Zoologlar benim homo sapiens (bilen insan) olduğumu söylüyorlar. Ben de ait olduğum bu hayvan
türünün evrensel ortak paydalarını ve türümün üyeleri arasındaki farkları bilmek istiyorum. İnsanı, insan
olmayandan nasıl ayırt ettiklerini de merak ediyorum. İnsanları görünüşlerine, üyesi oldukları topluluk ya da uygarlık
türlerine göre sınıflandırabilir miyim?

Pek çok antropolog ders kitabı yazmış ve insan topluluklarının / kültürlerinin birbirinden farklılıklarını sıralamış. Ama
olmamış. Çünkü yakından bakıldığında öne sürdükleri farkların gözlemledikleri toplulukların yapısından değil, onları
gözlemleyenin bakış açısından kaynaklandığı artık biliniyor.

Modern antropolojinin kurucusu olarak bilinecek Avrupalı ve Amerikalı sosyal bilimciler 19 yy ortasında zuhur ettiler.
Daha başlangıçta 4 ayrı dal var : antropologlar, etnologlar, arkeologlar ve filologlar.

Antropologlar düpedüz kafir. Bugün fiziksel antropologlar olarak anılıyorlar. İncil’de vaaz edilen insanoğlunun aynı
kökten türediği savını yekten inkar ediyorlar. İnsan benzeri pek çok tür vardır ama bunlar içinde yalnızca beyaz derili
Avrupalılar akıl sahibi gerçek insanlardır, diyorlar.

Etnologlara göre çeşitli insan ırkları var .Bunlar yaradılıştan farklı görünüşlere ve becerilere sahipler. Etnologlar
insanların töreleri ve dünya haritası üzerindeki dağılışları, yayılışları ile ilgileniyorlar.

Arkeologlar bir tür romantik, maceraperest hazine avcıları. Bulduklarına ilişkin yorumları İncil’den ve klasik
edebiyattan (Greko-Romen) esintiler taşıyor.

Filologlar ise Grek ve Latin dillerinin kökeni Hint-Aryan dilleri midir, değil midir sorusunun peşinde. Çok daha
önemli dilbilimsel karşılaştırmalar yapılacağını yeni yeni keşfediyorlar.

Bu oldukça amatör sosyal bilimciler grubu başlangıçta aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen bir konuda
anlaşmışlar: Hepsinin ilgi alanı “öteki” , yani, Hıristiyan olmayan, Grek ve Latin yazılı geleneğinden olmayan,
vahşi, yaban, doğal, barbar, ilkel insan.

11
12

İşte başlangıçtaki bu tutum, bu yandaşlık yüzünden Antropoloji günümüze dek üzerinden atamadığı bir biçimde
tanımlanmış : Antropoloji insanın değil de İLKEL insanın bilimidir diye bilinmiş.

Bu yeni etnosatrik (ırk merkezci) bilimin ortaya çıkışı Avrupa’nın kolonyalist, yani uzak diyarların doğal zenginliklerini
sömürmek üzere dünya coğrafyasına yayılma girişimi ve Kuzey Amerika’daki Avrupalı kolonilerin Batı’ ya doğru
ilerleyişleri ile tarihsel olarak çakışıyor. Bu yeni bilim Avrupalı olmayanların, doğaları gereği , aklı ermez, çocuksu,
vahşi, tıpkı evcil hayvanlar gibi eğitilebilir olduğunu öne sürmekteydi. Bugün bile antropolojinin dili sömürgeci
söylemin renklerini taşır.

Antropoloji geliştikçe özellikle müzelerde ve üniversitelerde öbeklendi. İnsanların fiziksel niteliklerini inceleyen
etnologlar ; insanların ürettikleri maddi araçların kalıntılarını inceleyen arkeologlar ve dillerin kökenlerini inceleyen
filologlar, insanın “ “tarih öncesi” ni araştıran bilimciler olarak kabul gördüler. Onların görevi yazılı kayıtları olmayan
insanların tarihte ve bugün nasıl yaşadıklarını hikayelendirmekti.

Bu noktada tarih ile antropoloji çakıştı. Şöyle: Her ikisi de uzakta olanı inceliyordu: tarihçiler zamansal olarak,
antropologlar mekansal olarak Batılı’nın uzağında olanı. 19. yy. da Batılı’ yla aynı zamanda yaşayan yerliler
(Indians, Kolomb, 1492) çağdaş fosillerdi. Bu yüzden de Batılı’ ya kendi geçmişine ilişkin ipuçları verebilirlerdi.
İnsanlığın barbarlık döneminden kalmış bu insanlar ve onların garip töreleri, maymundan türemiş olan insanın nasıl
bir hayvan olduğunun kanıtı olabilirdi.

Böylece, insanın evrimi, insanın kaçınılmaz ilerleyişi, kademe kademe belgelenecekti. Bu basamakların sonuna
varıldığında ise , nihai hedefe ancak ve ancak Hıristiyan Avrupalı beyazın kapitalist düzeninden geçilerek
ulaşılabilirdi.

Evrimci antropolog Morgan ilkel insan eninde sonunda kaçınılmaz olarak uygar insana dönüşecektir, diyordu. Onun
görüşlerinden yola çıkan Engels + Marx dünyadaki tüm toplumların da aynı sosyo-ekonomik aşamalardan geçerek
ilerleyeceklerini, bunun kaçınılmaz (kader ?) olduğunu öne sürdüler. Marxist antropoloji bu kaçınılmaz aşamaların
örneklerinin o zaman (yani 19. Yüzyılın ikinci yarısında) dünyada varolduğuna dair etnografik kanıtlar üzerine
kuruldu. ( Meraklısına: Morgan, Systems of Consanguity + Affinity of the Human Family (1871) ; Engels, Ailenin
Kökeni, Özel Mülkiyet ve Devlet (1884) ).

Böylece,çalışma alanı geleneksel,mitolojik, yazı-öncesi, durağan toplumlar olan antropologlarla, modern,


ilerlemece, okur-yazar toplumları inceleyen sosyologlar ve siyaset bilimciler arasındaki kopukluk sürdü.
(Meraklısına: MYTHOS Grekçe söz, hikaye, rivayet söylence demek ; LOGOS ta söz demek, söz, düşünce. O
halde, mitoloji ne demek?)

Böyle bir ayrım hala varolabilir mi? İlkel toplulukların farklı olduklarından söz eden antropologların bugünkü
öğrencileri, dinleyicileri, okurları olan modern toplum üyeleri artık sözü edilen farkların günlük yaşamlarında
karşılaştıkları insan ilişkilerinin bir başka biçimi olduğunu kavrayabilecekleri bir iletişim ağı içinde yaşıyorlar.
“Biz”den farklı olanların , onların zeka geriliğinden ya da toplumsal örgütlenme geriliğinden kaynaklanmadığını,
sadece farklı düşündüklerini, farklı yaşadıklarını fark edebiliyorlar.

Öte yandan, biz insanlar nereye kadar birbirimize benzeriz, nerede farklıyız sorusu antropoloji için her
zaman sorgulanması gereken bir soru olarak kalacak.

Dört milyon yıl öncesine tarihlenen bir bulgu var. İki ayağı üzerinde yürüyen canlılara ait, yani, maymunluktan
insansılığa geçmemizin kanıtı olabilecek bir bulgu. Bir volkan izi içinde bulunmuş foşilleşmiş ayak izleri bunlar. Üç
canlıya ait. Tek sıra halinde yürüyorlar. İlk iki canlının ayak izleri üçüncüye oranla daha büyük; en öndekinin ayak
izleri ikincisininkilerden daha derin ; demek ki birinci ikinciden daha cüsseli ; üçüncüsü ise yalpalayarak yürüyor:
İster istemez aklınıza geliyor, diyor Edmund Leach, birbiri ardına yürüyen bu insansılar bir koca, karısı ve çocuğu
olamaz mı?

Sorunun cevabı insanı nasıl tanımlayacağınıza bağlı. Zoologların HOMO olarak adlandırdığı türün üyelerinin ortak
özellikleri nelerdir? “Karısı” olarakkavramsallaştırdığımız ilişki, ortak bir dil konuşan insanların kurdukları belli bir
toplumsal düzen dışında düşünülemez. O halde, bu yaratıklar bundan 4 milyon yıl önce bir dile ve bir toplumsal örgüte
sahip insanlar mıydı?

Dört milyon yıllık bu fosilin akla getirdiği ana-baba-çocuktan oluşan “modern aile” olasılığı Morgan-Engels
antropolojisinin ilkel insanın cinsel yaşamını anlatırken sözünü ettiği rasgele çiftleşme, çok eşlilik, grup evlilikleri gibi
betimlemelere ters düşüyor.

12
13

Tarih öncesi dönemlerde insan türünün nice coğrafi engeli aşarak dünya haritası üzerinde bolca gezinmiş olduğuna
dair pek çok kanıt var. 40 bin yıl önce Avustralya’da, Kuzey ve Güney Amerikalarda bugün biz neysek ona benzeyen
bir canlı türünün yaşadığına dair kanıtlar var. Afrika,Asya ve Avrupa kıtalarındaki atalarımızın geçmişi ise milyonlarca
yıllık.

Bunca yıl önce yaşamış insanların sosyal örgütlenmeleri kuşkusuz Marxist anlamda sosyo- ekonomik açıdan doğal
çevreye uyum sağlamaya yönelikti. Öte yandan, yağmur ormanlarından çöllere ve kutuplara uzanan bir coğrafyadaki
iklim-çevre koşullarının farklılığı düşünülürse bu insan toplulukları çok farklı biçimlerde örgütlenmiş olmalılar.
Milyonlarca yıl önce yaşamış avcı-toplayıcı insan toplulukları ile antropologların bugün gözlemledikleri “ilkel” avcı-
toplayıcı insan toplulukları aynı kefeye konulamaz, böyle bir genelleme yapılamaz.

Çevre koşulları açısından birbirine benzer kutup altı yörelerde yaşayan Eskimolarla Patagonyalıların giyim konusunda
çok farklı yöntemleri var. Eskimolar kat kat giyinme konusunda çok gelişmiş teknikler üretirken Patagonyalılar sırtlarına
bir çoban gocuğu atmakla yetinmişler.

Çağdaş etnografya bize ancak insanın yaratıcılığının ne denli esnek olduğunu gösterebilir; tarih öncesi
dönemlere ait söyleyebileceği bir şey yoktur.

19. yy sonu antropologları IRK derken, belli bir yörede yaşayan bir nüfusun diğerlerinden farklı olduklarını
varsayıyorlar. Nasıl farklı? A) fiziksel olarak, yani HOMO türünün bir alt kategorisi olarak taşıdıkları özelliklerden ötürü
farklı, B) dili farklı, C) kültürü, yani ürettiği maddi araç-gereç farklı, D)tarihsel kökeni farklı. O günün bilimcileri insanları
sonsuz sayıda IRK’a bölmüşler. Antropologlara da bunların tarihlerini bulup çıkarmak görevi düşmüş.

Bir de bu tarihi bulup çıkarttıklarında her ırkı teknik, zeka ve toplumsal örgütlenme açısından becerisine, başarısına
göre sıraya, koymak, sınıflandırmak.

Dahası, insan türünün zihinsel gelişimi ile insan yavrusunun fiziksel gelişimi arasında birebir bir benzerlik olduğu
varsayılmış “öteki” lerin azgelişmiş olmaları, tıpkı küçük çocuklar gibi henüz eğitilmemiş olmalarından kaynaklanıyor
denilmiş. İlkellerin sömürgecilerin kurdukları Hıristiyan misyoner okullarda eğitilip adam edilmesi gerekir denilmiş.

Bu düşünce biçimi 20 yy. başınadek Avrupa’da da Amerika’da da akademik çevrelerde geçerli oldu. Tek fark ırkları
aşağıdan yukarıya sıralamaktan vazgeçip, (kafatası biçimlerine, ölü mumyalama törenlerine, vb. bakarak) ırkların
dünya haritası üzerinde nereden gelip nereye gittiklerini incelemeye başlamaları.

Hemen hemen aynı sıralarda antropolojinin amacı tarihi yeniden kurgulamak değildir, amaç karşılaştırmalı bir
sosyoloji kuramı geliştirmek olmalıdır, denildi.

Bu yeni yaklaşım, yani sosyolojik antropoloji 1893’lerden beri Paris’te Emile Durkheim öncülüğünde gelişmişti. Bu
çaba aynı zamanda 20 yy başlangıcında Batı’daki modern bürokratik endüstri toplumlarında akılcılığın,
rasyonalitenin öne çıkmış olması nedeniyle Max Weber ile Marxistler arasında bir diyalog kurma çabasıydı. Bir
başka deyişle amaç dinsel ideolojideki değişme ( 16 yy Protestan Ahlakı) ile ekonomik yapıdaki değişme (emek
karşılığı ücret üzerine kurulu kapitalizmin gelişmesi) arasındaki nedensellik ilişkilerini incelemekti. (Meraklısına:
Weber : Protestan Ahlakı.....)

Bu çerçeveden bakınca da, kanbağı üzerine kurulu toplumsal ilişkiler, büyü, cincilik gibi Batılı olmayan,egzotik ( ex-
otic=dışarlıklı, yabancı ) , çağ-dışı törelerin ilkel insanların ilkellikleri gereği sürdürdükleri çocuksu davranışlar olmadığına
karar verildi. İlkel toplulukların bu davranışları kesin olarak açıklanamamakla birlikte işlevsel davranışlardı; ekonomik
nedenlerle böyle “ilkel düşünce” lere sahiptiler ve o yüzden akıl dışı davranmaktaydılar.

Durum tam açıklık kazanmamıştı. Antropologlar daha önceleri ilkel insan ile uygar insan ayrımını bireyin
zihinsel yapısı üzerine kurmuşlardı. Sosyologlar ise aradaki fark bireyin içine doğduğu toplum tipinden
kaynaklanır diyorlardı.

Sosyologlara göre sorun bireyin akılcı/akıldışı, çocuk/yetişkin olmasında yatmıyor. Sorun bireyin içine doğduğu
toplumda nasıl eğitildiği, nasıl sosyalize olduğu,yani nasıl toplumun bireyleri haline getirildikleri. Bu yüzden de
sosyologlar antropologlardan bireyin içinde yetiştiği farklı toplumların matrislerini, kalıplarını bulup çıkarmalarını
istiyorlardı.

13
14

20 yy başında Fransa’da Levi-Bruhl, İtalya’da Pareto farklı noktalardan çıkıp aynı yere vardılar. İkisi de mantıksal-
akılcı-deneysel olarak kanıtlanmış olan doğrudur; mantık-dışı, akıl-dışı, bilim-dışı olan yanlıştır, denilemez, dediler.
Bu karşıtlık, bu ak/kara ayrımı çok kaba, çok basit bir ayrımdır, dediler.

Antropolog Evans-Pritchard 1936’da şöyle yazıyor:

“Levi-Bruhl ilkel düşünce biçimlerinin kendi içinde tutarlı olduklarını gördü. İlkeller önermelerden doğru
çıkarsamalar yapmaktaydılar. Ancak önermeler onların kendi deneyimlerine değil, kültürlerinin onlara öğrettiği ve
inançlarla beslenmiş doğrulara dayalıydı. Düşündüklerinin yanlış olduğu mantıksal ya da deneysel olarak
kanıtlansa bile aynı biçimde düşünmeyi sürdürüyorlardı. “ (Leach,p.23) (Hintliler –İnekler)

Bu yaklaşım, yani zihinsel görecelik, günümüzde de sosyal antropolojinin en ateşli tartışma konusu. Akılcılar
ile deneyselciler hala derin bir fikir ayrılığı içindeler.

20 yy. antropologları 19 yy. antropologları ile kıyaslanamayacak oranda, pek çok alan çalışması yaptılar. Yabancı
bir ortamda yabancı bir dilde yaptıkları görüşmelerin, tartışmaların doğru/yanlış gibi basit bir ayrıma
indirgenemeyeceğini kendileri bilfiil yaşayarak öğrendiler.

Sosyal antropologların diğerlerinden ayrılması bu gelişmeler sonucudur. İlk yaptıkları IRK sözcüğünü sözlüklerinden
silmek oldu. Böylece fiziksel antropologlardan ve zoologlardan ayrıldılar. Kesin kanıtlara dayanmayan, tahmini tarih
yazımlarını reddedince de arkeologlardan ayrıldılar. Tarihi yeniden kurgulamak, yeniden yazmak yanlısı olanlar
kültürel antropolog oldular. Kendilerini sosyologlara daha yakın hissedenler sosyal antropolog oldular.

SOSYAL ANTROPOLOJİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ


Sosyal antropoloji deyimi bir İngiliz icadıdır. I. Dünya savaşından sonra kullanılmaya başlandı. Sosyal
antropologlar ya doğrudan Durkheim sosyolojisinden etkilendiler : İŞLEVSELCİLİK (organizma = beden ;
işlev = kurum) , KOLLEKTİF BİLİNÇ, ORGANİK DAYANIŞMA (BİREY,ORGAN METAFORU ), DİNSEL
TÖRENLERİN DAYANIŞMAYI PEKİŞTİRİCİLİĞİ) ya da işlevselciliği dolaylı olarak Malinowski ve Radcliffe-
Brown ' dan öğrendiler.
Radcliffe-Brown 1922'de da dinsel ayinlerin (ritüel) değerini inceledi. (THE ANDAMAN ISLANDERS –
Hediyelerin değerlerinde eşitlik ). Aynı yıl Malinowski ARGONAUTS OF WESTERN PACIFIC adlı kitabını
yayınladı. Bu kitapta KULA çevrimi olarak bilinen adalar arası alış veriş, değiş tokuş sistemini inceledi.
( SİYASAL AÇIDAN ÖZERK TOPLULUKLARIN ORTAK DEĞERLER VE TUTUMLAR ÜZERİNE KURULU
ALIŞ VERİŞ SİSTEMLERİ)
Sosyal antropologları onlardan önceki antropologlardan ya da etnologlardan ayıran birinci özellik : öncekiler
yazılı kanıtları olmayan bir tarihi masa başına oturup yeniden kurgulamışlar ; sosyal antropologlar ise alan
çalışması tekniklerini geliştiriyorlar. Öncekiler, transkripsiyon metinler üzerinde çalışarak, çevirmenler
aracılığıyla "seçilmiş" örnek kişilerle kısa görüşmeler yaparak bilgi toplamışlar. Oysa Malinowski Trobriand
adalarında l9l4 -l9l8 yılları arasında gide gele toplam 2 yıl kaldı, dillerini, lehçelerini öğrendi, bilgilerini onların
yaşamlarına fiilen katılarak derledi. (KATILIMCI GÖZLEM).
Bugün antropologların teknolojik gelişme sayesinde kullandıkları polaroid fotoğraf makineleri, ses kayıt
aygıtları ya da video alıcıları henüz yok ama Malinowski'nin yöntemi onları çağırdı. (Gir: İdeoloji teknolojiyi
çağırdı = gözlemlemek istiyordu. Örnek Victorians, ölümsüzlük, fotografi).
İkincisi, Tylor gibi, Frazer gibi erken antropologlar inceledikleri insanların törelerini onların içinde bulundukları
toplumsal bağlamdan ayırarak ele almışlar. Güney Amerika'dan Uzak Asya'ya uzanan bir coğrafyada
yaşayan çeşitli halkların yüzbinlerce yıllık tarihlerini bir paragrafta özetlemişler. Oysa Malinowski ve onun
öğrencileri, belirli bir toplumu belirli bir tarihsel anda belirli bir konuda inceleyen monografiler yazdılar.
Örneğin, l929 ' da Firth, TİKOPİA adındaki bir Batı Pasifik adasında yaşayan l300 kişilik bir topluma ilişkin
pek çok monografi ve makale yayınladı. 3 ooo km karelik bu adadaki l300 kişilik topluluğu kanbağı ilişkileri,
ekonomileri, din, mitoloji, gündelik yaşamları açısından ayrıntılı olarak inceledi. Firth'in kaygısı bu etnografik
ayrıntıların tek bir işlevsel bütünün parçacıklarını oluşturduklarını kanıtlamaktı.
Aynı tarihlerde Fransa'da Levi-Strauss'un başını çektiği karşılaştırmalı yapısalcılık gündemde. (Levi -Strauss
'un yapısalcılık anlayışına göre, kültürel kalıplar çeşitli dönüşümlere uğrasalar bile, her zaman insan
düşüncesinin en temel biçimlerini ifade ediyorlar. Yapısalcı antropologun amacı belli toplum düzenlerini
anlamaya çalışmak değil, insan zihninin nasıl çalıştığına dair ilkeleri deşifre etmek, bulup çıkarmak .)

14
15

l926-45 yılları arasında sosyal antropoloji ve işlevsel antropoloji hala aynı anlama geliyor. İşlevselciler için
mesele belli bir zaman ve belli bir mekanda kurumların nasıl karşılıklı etkileşim içinde olduklarını
gösterebilmek. Örneğin, Malinowski için antropolojinin temel sorunu yabancı diyarlardaki garip insanların
anlaşılmaz davranışları nasıl yorumlanacak, nasıl tercüme edilecek. Malinowski'ye göre yanıt : İçinde yer
aldıkları bağlam anlaşılırsa, insanların eviçi (domestic) davranışları, ekonomi, hukuk (adalet), politika
(siyaset) kurumları, büyü-din ve teknik becerileri hepsi birden anlaşılır.
Malinowski için anlaşılır olmak aklı selimle, sağduyu ile eşanlamlı. Alan araştırmacısı "gözlemlediğim
olağanüstü bir şey" fikrini kesinlikle kafasından savuşturmalı. Büyü, sihir, esrarengiz bir durum değil. Bizim,
"Çok güzel dolma pişirir, çiçek yetiştirmekte ustadır", dediğimiz kişi bu beceriye bilimsel ilkeleri izleyerek
değil, büyü ile, sihir ile varıyor; biz onun hünerini çay pişirme sanatı, ya da çiçek yetiştirme sanatı olarak
adlandırıyoruz, işte büyü , sihir bundan ibaret.
Malinowski, bu kuralın yanısıra (kural = alan çalışmacısı araştırma nesnesine garip, olağanüstü, aykırı, ilginç
diye yaklaşmamalı) bir kural daha öne sürüyor: Her toplumsal kurum (aile, eğitim, ekonomi, adalet, vb)
bireyin somut ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuştur,diyor.
Malinowski burada Durkheim karşıtı bir tutum benimsiyor: Antropolojinin amacı insanın doğasını anlamaktır
toplumunun doğasını değil, diyor. Toplumun entegrasyonu bireyin kişisel çıkarına bağlıdır, toplumsallaşmak
insanın temel biyolojik ihtiyaçlarından kaynaklanır : yani hayatta kalmak ve üremek. O halde, diyor
Malinowski, toplumsal kurumlar bireylerin hayatta kalmalarına ve üremelerine zemin hazırlamasaydı,
toplumsal kurum diye bir şey olmazdı !!!
Radcliffe-Brown'un işlevselciliği daha farklı. Alan çalışmasından çok, masa başı çalışmayı yeğlemiş. Sosyal
antropoloji bir tür karşılaştırmalı sosyolojidir, yani nihai amacı insan topluluklarının üzerine kurulu olduğu
evrensel geçerliliğe sahip kuralları, yasaları bulmaktır, diyor. Bunun için de toplumların yapılarını tek tek
inceleyip sistematik olarak karşılaştırmalıyız, diyor. (Meraklısına: Durkheim -Toplumsal İşbölümü (l893)).
Radcliffe-Brown'a göre: Toplum kendi kendini yenileyerek sürdüren bir organizmadır. Birey toplumun içine
doğar. Toplumun yazılı olmayan karmaşık bir yaptırımlar ve yargılama sistemi vardır. Bunlar bireyin
özgürlüğünü kısıtlar. Bu yasalar ve yaptırımlar açıkça (explicit) ortaya konmaz; o toplumun mitolojisinde ve
dinsel törenlerinde dolaylı olarak (implicit) belirtilmişlerdir.
Radcliffe-Brown da Malinowski gibi toplumsal entegrasyonun, bütünleşmenin doğası ile ilgileniyor. Ortak soru
şu: Neden insanlar verili bir toplumsal matris (kalıp) uyarınca birlikte ,aynı biçimde davranırlar, işbirliği
yaparlar?
Malinowski bunun nedeni insanın kişisel çıkarları ,demişti. Radcliffe-Brown bunun nedeni ortak inanç sistemi
ve birlikte uygulanan tapınma, ritüel, ayinlerdir, diyor. Radcliffe-Brown'a göre, antropoloji toplumların
yapılarını, örgütlenme biçimlerini sınıflandırmalı ( Ama, kanbağı, soydaşlık ilişkilerine göre örgütlenmiş
toplumları, sosyal sınıflara göre tabakalaşmış toplumlardan ayırmak zoologların memeli hayvanları
balıklardan ayırmasına benziyor.)
Bu öneri giderek yapısalcı-işlevselcilik olarak bilinecek. Malinowski'nin işlevselciliğinin temel sorusu,
gelenekler, görenekler bireyin temel biyolojik ihtiyaçlarını nasıl karşılar, idi. Yapısalcı-işlevselcilerin temel ilgi
alanı ise toplumun sürekliliği. Toplumun sürekliliği nasıl sağlanıyor? Toplumsal yapılar zamana karşı nasıl
direniyorlar? diye soruyor Radcliffe-Brown. Ve cevaplıyor:
Toplumsal yapı = bir dizi gözlemlenebilir ve açıkça tanımlanabilir toplumsal kurumun birbirine eklemlenerek
toplumun iskeletini oluşturdukları yapı. Yapının İŞLEVİ sistemin sürekliliğini sağlamak . Benzetme = kalp ,
beyin.
Öte yandan, Fransa'da Claude Levi-Strauss'un l949'da yayınladığı makale ile antropoloji yepyeni bir
canlanma yaşıyor. Bu makaleyi Levi-Strauss l963 ' te Yapısal Antropoloji adlı kitabının ilk bölümü olarak
yayınlayacak. Levi-Strauss'a göre, etnoloji hem sosyal antropolojiyi hem kültürel antropolojiyi içerir. Sosyal
antropologlar kurumları, temsil sistemleri olarak inceler; kurumlar toplumun üyesi tüm bireylerin inançlarını,
duygu ve düşüncelerini , normlarını temsil eder. Kültürel antropologlar toplumun yaşamını sürdürmek için
geliştirdiği teknikleri inceler; ve bazı durumlarda kurumlar da bu tekniklerden sayılır. Ama Levi-Strauss' un bu
görüşu Amerikalı ve İngiliz antropologları, yani sosyal antropologlarla kültürel antropologları birbirine
yaklaştırmadı.
Levi -Strauss l949'da yayınladığı bu makale ile ayrıca tarihle antropolojiyi de karşı karşıya getirdi. Levi-
Strauss'a göre antropoloji - tarih ayrımı şöyle : Antropoloji doğal olguların bilinçaltı yapısını inceler. Oysa
tarih, somut, kesin olaylarla, olgularla ilgilenir. Antropoloji, yazılı olmayan verilerle ilgilenir : Bunun nedeni
incelediği insanların yazı bilmemesi değil, antropolojinin ilgi alanının insanların taşlar, kağıtlar vb. üzerine
kaydettiklerinden, kayda değer gördüklerinden başka şeyler, kayıtlardan öte bir şey olması. Yani, açıkçası,

15
16

antropologlar insanların zihinsel bilinçaltı ile ilgilenirler,diyor Levi -Strauss. Levi-Strauss'un görüşlerine
katılanlar kendilerini sembolik antropologlar olarak adlandırdılar.
Sosyal antropologların Durkheim'dan yola çıkarak benimsedikleri işlevselci tutum, onları toplumun işlevsel
açıdan bütünleşmesi, entegrasyonu iyi bir şeydir, görüşüne götürdü. Yani çeşitli kurumlar dengeli, istikrarlı
değilse, toplum hastadır, toplum çöker, diye inandılar. (Patolojik durum, insan bedeni benzetmesi.)
Durkheim modelinin zayıf yanı toplumu doğal olarak varolan, kendi kendine yeterli, kapalı bir sistem olarak
ele alması. Oysa, gerçek hayatta birey kolayca bir toplumdan ötekine kolayca geçebiliyor. Dahası üyelik
tanımına bağlı olarak, eşzamanlı olarak birden fazla toplumun üyesi olabiliyor: (Tireli topluluklar : Müslüman-
Türk , Alevi- Kürt.=İleriye al.)
Firth, Tikopia adasında (Batı Polonezya) toplumsal değişim üzerine l952'de yayınladığı kitabında adaya l929
'da yaptığı gezi ile l934-37 yılları arasında yaptığı gezileri karşılaştırır ve ikinci seferde toplumun ekonomik
temelinde ve gündelik yaşamında kullandığı aygıtlarda çok büyük teknolojik değişiklikler gözlemler. Ama bu
değişiklik yüzeyseldir , görüntüye aldanmamalıyız, der, bütün kurumlar eskisi gibi işliyor. Firth, toplumun
sürekliliğine inanmış bir işlevselci , radikal değişimin çöküşe yol açacağına inanmış. Örgütlenmedeki geçici
aksamaları, sistem ( tıpkı insan bünyesi gibi) kendi kendine onarır, diye düşünüyor.

KÜLTÜREL ANTROPOLOJİ
Kültürel antropologlar Amerikalı, sosyal antropologlar İngiliz, dedik. Ortak sorunları : alan çalışmasında
tercüme ve yorum. Malinowski ‘nin 70 yıl önce başını ağrıtan sorun, teknoloji ilerlese de (her türlü ses ve
görüntü kayıt olanağı olsa da ) aynı sorun. Farklı yönleri: Farklı entellektüel geleneklerden geldikleri için
(deneyselci / akılcı ayrımı ) inceledikleri nesnelere farklı bakıyorlar. Sosyal antropologlar Durkheim &
Weber'den el alıyor. Kültürel antropologlar Tylor'dan.
Antropologun esas sorunu insanı insan olmayandan ayırmak demiştik.19. yy ortasına dek dinsel dogmaya
karşı çıkmak zor. Kutsal Kitaplar diyor ki, İnsan Tanrı' nın yeryüzündeki suretidir ve hayvandan
farklıdır.Antropolog soruyor: Bu fark, bu ötekilik, nereden geliyor ? Bu sorunu aşmak için iki karşıt kavram
geliştiriliyor: Doğa ve Kültür.
İnsan tarlayı sürerken, doğal bir malzeme ile insan yapısı bir araya gelerek bir dünya kuruyor. Doğa, ortada
onu dönüştürecek insan olmasa da var. Bu açıklama maddi dünyayı açıklamaya yeterli. Evler, tarlalar, yollar
insanın kültürel ürünleri. Ama biçimleri, formları kültürel ; malzeme doğal. Oysa insanın ürettiği kültürel
ürünlere değil de , onları üreten insanın kendisine, üretme eylemi içindeki insana bakınca, durum karışıyor.
Hayvan nerede biter , insan nerede başlar? ( ” We are such stuff that dreams are made of " Shakespeare ,
A MİDSUMMER NİGHT’S DREAM.) Durum karışınca da, doğa / kültür karşıtlığı insanın ahlaki değerlerini de
içerecek biçimde genişletiliyor. Dönem, l9. yüzyılın ikinci yarısı. Egemen değerler : Maddeci kapitalizmin
değerleri. Bu koşullarda antropolog insanı kolayca alet yapıcı, araç üretici (homo faber) olarak tanımlıyor.
(Adlandırma, gözlükler).
Tylor işte bu iklimde (context) kültür tanımını öne sürüyor (PRIMITIVE CULTURE , l871) : "Kültür ya da
uygarlık, en geniş etnografik anlamda, insanın, toplumun bir üyesi olarak edindiği becerileri, alışkanlıkları ve
bu arada bilgisini (knowledge), inanç, sanat, ahlak, hukuk ve geleneklerini içeren karmaşık bir bütündür." Ve
ekliyor : "Uygarlığı incelemek için onu önce ayrıştırmak, bölmek ve bu bölümleri kendi içlerinde
sınıflandırmak gerekir."
Tylor'ın sınıflardan kastettiği silahlar, dokumalar, mitoslar (söylenceler) ritüeller (dinsel ayinler) ve
seremoniler (toplumsal törenler) .Üstelik sıralamasını bu önem sırasına göre yapıyor. Tylor'un bir başka
sıralama önerisi de şöyle: a) giysiler, b) araç ,gereç,silahlar, c) evlilik ve mülkiyet kuralları, d) ahlaka ve dine
ilişkin doktrinler, akideler.
Bütün bunlar insanın ürettiği maddi nesnelere, araç gerece verilen önemi gösteriyor. Dahası, bir yüzyıl önce,
l8. yüzyılda söylenenler unutulmuş : Akıl Çağı'nda, Aydınlanmacılar insanı hayvandan ayıran dilidir, insan
konuşur , hayvan konuşmaz demişlerdi.
Tylor'un kültür tanımı pek çok dönüşüm geçirse de, kültürel antropologlar kültüre bir tür giysiymiş gibi, onu
giyen insandan ayırarak ve sınıflandırarak bakıyorlar.
Dahası , kültürel antropologlar da aralarında l9. yüzyıl materyalist evrimcileri (Tylor, Morgan, Engels, Marx )
ile l8. Yüzyıl rasyonalist / idealistleri (Rousseau, Vico) gibi iki farklı kampa ayrılmışlar. Temel sorun = nerden
yola çıkılacak? İnsanı belirleyen alet yapıcı oluşu mu, yoksa dili mi? Kültür denilen bu kendine özgü "şey"
insanın (doğal) çevresine uyum sağlamak için ürettiği tekniklerle mi açıklanacak , yoksa kültür doğal dünya
ile insan arasında maddi bir bağlantı, bir sınır oluşturan "şey, şeyler" değil de, insan zihninde varolan bir
hayal ürünü mü?

16
17

Bir uçta kültürel antropologlar , "yamyamlık protein eksikliğine karşı gösterilen bir tepkidir," diyor (Harris,
l979, Cultural Materialism.) Öteki uçta , sembolik antropologlar "kültür bir semboller ve anlamlar sistemidir"
diyor ( F. JAMESON) " Sem. Antrop.'lar kültürü dil üzerine kurulu bir düşünce süreci olarak görüyorlar;
kültürün giydiğimiz elbiseler, oturduğumuz evler gibi maddi dışavurumlarıyla ilgilenmiyorlar."
KÜLTÜRÜN VE TOPLUMUN BİRİMLERİ
TYLOR, "kültür" sözcüğünü tekil olarak kullanıyor; evrensel, tek bir kültürden sözediyor. Oysa bugün
antropologlar toplumLAR dan, kültürLERden konuşmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bugün antropoloji
bir toplumdan sözederken onu öteki toplumlarla kıyaslanabilir bir inceleme nesnesi olarak ele almıyor, çünkü:
karşılaştırma = karşılaştıranın çıkış noktası = değer yargısı = hiyerarşi.
Uygulamada, bir toplum, mekansal sınırları bir biçimde belirlenmiş politik bir birim. Çoğunlukla daha geniş bir
politik birimin parçası. Sınırlar genellikle belirsiz. Rasyonel olmaktan çok operasyonel ( üzerinde çalışılabilir)
olmaları nedeniyle konulmuş bu sınırlar. Ama sınırlar gene de objektif.
Bir toplumun üyeleri dünya haritası üzerinde belli bir yerde, belli bir çıkar nedeniyle bir araya gelmiş
bireylerden oluşuyor. Bu açıdan bakıldıkta, Tikopia toplumundan da, Çin toplumundan da söz edilebilir, yeter
ki, bir adada yaşayan l300 kişiyle Asya'nın yarısını kaplayan bir alana yayılmış 600 milyon kişinin
oluşturdukları toplumları birbirleriyle kıyaslamaya kalkmayalım.
Öte yandan, kültürlerin çoğul oldukları fikrini kabul etmek de zor. Tikopia kültürünün kendi içinde tutarlı
olduğunu anlamak mümkün, ama dünya haritası üzerine yayılmış bunca kültürün birbirinden bağımsız
varoldukları, olabilecekleri düşünülemiyor. Bir biçimde kıyaslanabilmeliler, deniliyor.
Tylor, örneğin, (l889) kültürleri istatistik verilere bağlı olarak kıyaslanmayı öneriyor ve böylece kültürler
üzerine ilk bilimsel çalışma başlıyor.
Ama sorun çıkıyor. Örneğin, 1968 ‘de yayınlanan Amerikan Kültürü (Schneider) adlı bir yapıtta Kuzey
Amerika kıtasında yüzbinlerce yıl yaşamış yerli kabilelerden mi sözedilecek, yoksa l968 yılında Amerika'da
yaşanan modern kültürden mi? Sorun şuradan çıkıyor: Genel bir varsayım var: Kültürel birimlerin sınırlarının
toplumların objektif sınırlarına tekabül eden, sübjektif sınırlar oldukları kabul ediliyor.
Tylor ekolü, kültür, toplumsal grupların düşünme ve davranma biçimlerinin öğrenilerek edinilmiş repertuarıdır,
dağarcığıdır, diyor.
İdealist ekolden Geertz ise , Bali adalarının kültüründen söz ederken "Bütün Bali adaları yaşayanları aynı
inancı, aynı dünya görüşünü, bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair aynı kanıyı paylaşıyorlar”, diyor. Bunu
derken de, Bali toplumu eşittir Bali kültürü demiş oluyor.
Bu görüş her toplumun aynı kültürü paylaştığı varsayımı üzerine kurulu. Sosyolojik açıdan yanlış bir
yönlendirme. Tüm ampirik, objektif toplumlar (yani topraksal sınırları belirlenmiş politik birimler) toplumsal
olarak tabakalanmış. Bunlar kanbağı, soykütüğü üzerine kurulu babadan oğla geçen toplumsal kastlar
olabilir, Marxist anlamda sosyo-ekonomik sınıflar olabilir , ya da bireyin kişisel başarısıyla belirlenen
bürokratik hierarşiler (Weber) olabilir. Bu toplumsal tabakalaşma sistemleri içinde her tabaka kendi kültürel
verilerini taşıyor : dil kullanımı, giyim-kuşam, hal ve davranışlar, ev içi yaşamları gibi. Bu sembolik temsil
sistemleri çözümlemek (decoding) sosyal antropologların işi. Hiç bir toplumda sembollerin kullanımı
tekdüzelik göstermiyor. Dahası, zaman içinde sembollerin anlamları da değişiyor – moda dediğimiz şey
zaten bu.
Dahası, Marxistlerin de sık sık belirttikleri gibi, sınıf bilinci ile bireyin mensup olduğu sosyal sınıf ta birbirine
birebir tekabül etmiyor. (GRAMSCI - organik aydınlar)
Dikkat edin. Eğer bir antropolog bir toplumun kültürünü sanki her biri tek tek betimlenebilir bir giysiler toplamından, bir
dolap dolusu eşyadan söz edermişcesine anlatıyorsa, bu kültürel kopukluk büyük bir olasılıkla o toplumda değil,
onları gözlemleyen antropologun zihninde oluşmuş bir kopukluktur – ya da anlamlandırma çabası. Özetle: hiç bir
gözlemci kendi içinde yetiştiği koşullardan kendini tümüyle arındırıp gözlemlediğini objektif olarak değerlendiremez.
4.cü DERS

İNSANIN ORTAK YÖNLERİ : İNSAN / HAYVAN AYRIMI

1950'lerin başında Durkheim ve Weber çizgisindeki yapısalcı – işlevselciler insan toplumlarının birkaç
ideal tipe indirgenebileceğine inanmış durumdalar. Bunlar hep ikili karşıtlıklar : merkezi devletler, başsız
(achephalous) toplumlara karşı ortaya çıkmış, anaerkil düzenler babaerkil düzenlerin karşıtı olarak ele
alınmış,vb.

17
18

İşlevselciler ekonomiyi dikkate almamışlar. Toplumların siyasal bir dayanışma kurmak için, toplumsal kimlik
oluşturmaya ve evliliğe ilişkin ne gibi resmi yada gayri resmi (yazılı yada geleneksel) yasalar koyduklarına
bakmışlar ve buna göre de toplumları tiplemişler. Dine, dinin toplumsal göstergelerine değinmişler ama dini ,
siyaset ve akrabalık ilişkileri yapılarının (kurumlarının) altında yatan değerlerin bir dışa vurumu, ifadesidir,
deyip geçmişler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, işlevselcilerin inancına göre, toplum kurumları dışarıdan politik bir müdahale
olmadığı sürece varlıklarını eskisi gibi sürdürebiliyor. Bu görüş elbette ki Marxistlerin savlarını0n tam tersi.
Marxistler ekonominin yapının politik itici gücü, "motoru" olduğunu iddia ediyorlar.
Özetle, antropologların çoğu Morgan'dan bu yana öne sürülen tezi kabullendiler, yani, endüstri dönemi
öncesi toplumlarda başlıca pekiştirici unsur akrabalık ilişkileridir ve bu yüzden de toplum üyesi her birey
kendini toplumun öteki üyeleriyle "akraba " sayar, ilişkilerini ve toplum içindeki kendi konumunu bu ilişkiye
göre kurar ve anlamlandırır, dediler. Morgan'ın evrensel akrabalık kuramındaki kandaşlık (consanguity) ve
hısımlık (affinity) ayrımını da olduğu gibi kabullendiler.
Bütün bu yazarlar kanbağı üzerine kurulu, tek bir atadan türemiş, anasoylu yada babasoylu kandaşlık
ilişkilerini politik dayanışmanın ideolojik temeli varsaydılar. Unuttukları, ya da atladıkları, akrabalık (kinship)
ilişkileri üzerine kurulu toplumlarda siyasal dayanışmanın pekala , sürekli hısımlık ilişkileri, örneğin
kayınpeder / damat ya da kaynana / gelin ilişkileri üzerine de kurulabileceği idi.
Levi-Strauss'un l945'ten itibaren geliştirmeye soyunduğu tez, toplum bireylerinin birbirlerinerıza göstermeleri
(consensus) üzerine kurulu. Rıza gösterme işbölümü nosyonundan kaynaklanıyor. Bireysel farklılıklar,
bedenin çeşitli organları gibi birbirinden farklı, ama hepsinin varoluş nedeni toplumun varlığını sürdürmesine
katkıda bulunmak .
Levi-Strauss'un öne sürdüğü savın bir tür "dönüştürülmüş Marxizm" olduğu söylenebilir. Toplum düzeninin
temeline üretim biçimleri yerine akrabalık yapısını yerleştiriyor, ama Marxizmin evrimci gelişimin motoru
varsaydığı toplumun içsel çatışması kuralını koruyor.
Levi-Strauss Marxist olduğunu beyan etmiş ve müritleri arasında Marx'ın materyalizmi ile Levi-Strauss'un
rasyonel idealizmini sentezlediklerini öne sürenler olmuştur - örneğin Maurice Godelier.
Önemli olan Radcliffe-Brown ekolünü izleyenlerle (yapısalcı-işlevselciler) Levi - Strauss ekolünden olanlar
(akılcı-idealistler) arasındaki anlaşamazlık. Sorun, soyutlama düzeylerindeki farklılıkta yatar. Bu farklı
yaklaşımları benimsemiş bilim adamları bir, deneyselcilik ve akılcılık konusunda , iki, antropologların toplum
modellerini hangi "gerçeklik" üzerine kuracakları konusunda oldum olası anlaşamamışlardır
Yapısalcı-işlevselcilerin amacı tüm toplum sistemlerini karşılaştırarak sosyolojik yasalara varmak. Alan
çalışmalarında gözlem yoluyla ilk elden edindikleri bilgiler, onlara göre, zihinde oluşturulmuş modeller değil,
gerçekler. Öte yandan, Levi-Strauss da, örneğin "genelleştirilmiş" ve "sınırlı" değiş tokuş(evlenilecek kadın
alış verişi) gibi soyut kavramlardan yola çıkıyor , ama gene aynı yere varmaya çalışıyor : Yani insanın asgari
ortak paydaları olan evrensel kurallara, yasalara.
Nereye geliyoruz? Şuraya: Antropoloji fikrinin kendisi insanın tekilliği, birliği ve türdeş olduğu inancı (ya da
varsayımı) üzerine bina edilmiş. Ama insanın tekliği , tekilliği objektif bir olgu değil ; kültür kaynaklı, kültürel
bir fikir, bir düşünce. Dahası, antropoloji, tarih bilimi ya da yazımı değil. İnsan kültürlerinin farklılıklarına ilişkin
genellemelerden, ortalamalardan çok, bu kültürlerin farklarıyla, ayrıntılarla ilgileniyor. Ancak, bu ayrıntıların
nedensel olarak önceden belirlenmiş olması gerekmiyor. Tarihteki olayların gelişimi satranç oyununda
olduğu gibi belirli olasılıklar üzerine kurulu. Oyunun kuralları belli; bir sonraki hamleniz başka zamanlarda
başka oyuncularca oynanmış. Oysa gerçeklikte olanlar ne önceden belirlenmiş (determined) ne de önceden
kestirilebilir (predictable). O halde "gelişme, kalkınma, development" antropolojisi adı altında yapılan
çalışmaları bir tür neo-kolonializm, yeni sömürgecilik olarak düşünmek mümkün.
Öte yandan, arkeologların bulguları antropologlar için çok önemli. Çünkü: prehistoryaya, tarih öncesine, yani
yazılı belgesi olmayan ya da kalmamış dönemlere ilişkin bilgimiz, tarih yazıcılarının "şöyle olmuş olmalı"
hesabıyla kaleme aldıkları bir yana bırakılırsa , çok kısıtlı. Oysa, arkeologların somut bulguları pek çok
iddialı kuramı temelinden sarsabiliyor.
Örnek : Marx'ın başlattığı, Wittfogel'in işlediği "suyun denetimi üzerine kurulu değişmez despotik
yönetimlerin ortaya çıkışı - hidrolik toplum" tezi (Wittfogel, Oriental Despotism, l957, Yale Univ). Tarih: İ.Ö.8-
9000, yer: Mezopotamya, Nil, İndus, Çin'de Sarı Nehir. (Güvenç, p.176), arkeologların Yeni Gine
Yaylalarında İ.Ö.7 bin yılına dayandırdıkları dünyanın en eski yaygın sulama sisteminin izlerini bulmaları
üzerine altüst oldu. Çünkü, bu zamanda o yörede geniş çaplı bir politik hegemonya kurulmuş değildi.
(Golson, in Leach, p.51)

18
19

İkinci örnek : Malinowski'den Levi -Strauss'a kadar pek çok antropolog, insan toplumlarının temelinde ensest
yasakları yattığını söylemişler. Kızkardeşlerin erkek kardeşleriyle evlenmesine izin veren hiç bir toplumsal
sistem varlığını uzun süre sürdürebilemez, demişler. Oysa, Roma dönemi Mısır'ından raslantısal olarak
kalmış ve hıristiyanlığın ilk iki yüzyılına ilişkin papirüse kayıtlı ayrıntılı bilgilere göre çiftçi sınıfından aileler
arasında aynı ana babadan doğma kız ve erkek kardeşlerin birbirleriyle evlenmesinin fevkalade normal
karşılanıyor (Hopkins, l980, in Leach,p.5ı)
İşte antropolojinin ilginç yanı da burada. Ne tarihsel süreçlerin ne de sosyolojik olasılıkların yasaları ile
kısıtlı. Sosyal antropoloji , doğal bilimler anlamında bir bilim değil. Eğer bir ad koymak şartsa, olsa olsa
sanattır, denilebilir.
Bilimsel iddialar içinde en ilginç olanlar tartışılmaya, sınanmaya, dolayısıyla çürütülmeye açık olanlardır.
Oysa antropologların yüzyıllık geçmişi içersinde öne sürdükleri hiç te bu türden değil. Antropologların gerek
insan toplumu gerekse insan kültürü için evrensel bir hakikat olarak öne sürebildikleri tek şey insanların
hepsinin bir dili olduğu.

Sosyal antropologların amacı belki de objektif gerçeği aramak olmamalı; belki de


“ötekilerin” davranışlarını ve o dolayımda kendi davranışlarının kökeninde yatanları
sezmeye çalışmalılar. Sezgi sözcüğü tanımlanması zor bir kavram; olup bitenin derin anlamına
vakıf olma gibi göndermeleri var ve genellikle büyük sanatçılara, oyunculara,
romancılara, bestecilere yakıştırılan bir tanımlama.

Evans-Pritchard sözcüklerin sözlükte karşılığı bulunmayan renkleri vardır derken, bu soruna bir hayli
yaklaşıyor: "İngilizce ile Fransızca sözcükler arasındaki semantik farklar, anlam farkları bu denli sorun
yaratırken, ilkel dilleri kendi dilimize çevirmek sorunu elbette ki çok daha karmaşık olacak, " diyor Evans-
Pritchard (Theories of Primitive Religion, l965, p.l2).
Antropologun alan çalışması herşeyden önce bir çeviri sorunudur; gözlemlediği yaşam biçimini
aktarabilmesi, tercüme edebilmesi için ona kendi düşünme biçiminde tekabül eden, o yaşamı kendi düşünce
siteminde karşılayan kategoriler bulması gerekir. Bu bir. İkincisi, gözlemlediğini sezdiğini (içgörü) varsayalım;
bu kez de sezdiğini, yada anladığını sandığını kendi okurlarının anlayabileceği dile çevirmesi gerekecektir.
O halde sorun, antropologlar "iyi" bilim adamları olmalıdırlar, "sorunu olmaktan çıkıyor, antropologlar "iyi"
anlatıcılar, romancılar, hikayeciler olmalıdırlar" a mı varıyor?

İNSANIN BİRLİĞİ, İTTİHATI, İTTİFAKI,TEKLİĞİ


Michel Foucault, Şeylerin Düzeni adlı kitabında (l966), "insan (man) çok yakın tarihte icat edilmiş (bir kavramdır)
ve belki de sonu gelmek üzeredir," der. Böyle demekle de 20 yüzyıl Batılı'sına özgü hoşgörü ve bireycilik
üzerine kurulu liberal ahlaka düpedüz meydan okur.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi'nde tüm bireylerin yalnızca hepsinin aynı türe mensup oldukları
söylenmez; ayrıca bu türün o denli türdeş, homojen olduğu varsayılır ki, her bireyin aynı haklara sahip olması
gerektiği söylenir. Bu söylem içinden okunduğunda insan, insanoğlu, insanlık eşanlamlı sözcükler olur.
Foucault da zaten bunu söylüyor. Bu homojenlik fikri l8. yüzyıl Avrupa fikir ikliminin ürünüdür ve yakında miadı
dolacak, diyor. Çünkü insanın mitolojik - evrensel bir varlık olarak kavramsallaştırılması, tüm insanların özgür ve
eşit oldukları fikri, insanlığın tümü tarafından paylaşılan bir fikir ya da görüş değil. Dünyanın dört bir yanında
politikacılar ve aydınlar insan hür doğmuştur, eşit haklara sahiptir diye haykırsalar da, sıradan birey için insan
kavramı, "bizim gibi birisi" demek. Üstelik "biz"in ne olduğunu da sıkı sıkıya tanımlıyorlar. İnsanlar eşittir, diye
çok fazla diretirseniz , "Evet,Tanrı'nın huzurunda," diye kestirip atıyorlar.
Neden? Çünkü insanlar arası ilişkiler genellikle asimetrik. Örneğin ev içi yaşamı karşıtlıklar üzerine kurulu :
karı/koca, anababa/çocuk, küçük kardeş/büyük kardeş, kız kardeş/erkek kardeş gibi. Yaş, cinsiyet her biri birebir
tekabüliyetleri olmayan ilişki alışverişleri yaratıyor. Toplum yaşamında da öyle: işçi/işveren, doktor/hasta,
öğretmen /öğrenci. Simetrik ilişki, birebir ilişki, eşit ilişki bir tek dostluk ve düşmanlık ilişkileri içinde varolabiliyor.
Antropologlar çoğunlukla bireyin dünyasının akrabalık ilişkileri tarafından belirlendiği toplumlar üzerinde
çalışmışlar. Bu toplumlarda kandaşlık ilişkileri ile hısımlık ilişkilerinin karşıtlığı çok belirgin. Birincisi aynı kandan

19
20

(ana ya da baba soyundan) olanlar arasındaki bağ, ikincisi evlilik nedeniyle kurulan bağ. Buradaki karşıtlık
asimetrik hiyerarşi ile simetrik eşitliğin karşıtlığı. Hısımlık bağı hem dostluğun hem de düşmanlığın prototipi.
Kayınbiraderimiz aynı zamanda en yakın dostumuz ya da en can alıcı düşmanımız olabilir. Bu, klan içi, ya da
klan dışı evlilik yapmamıza bağlı. Ya da "ötekilere kadın veren" topluluklarla , "ötekilerden kadın alan" topluluklar
ayrımında yatıyor. (Bkz.Güvenç, Bölüm l2).
Dostlarımız, bizim gibi insanlar; düşmanlarımız "bizim gibi olmayanlar" ; hatta onlar insan bile değiller! Ama
dostlarımızla kavga ettiğimiz halde, onların bizim gibi insanlar olduklarını düşünmeye devam ederiz. Her iki taraf
ta oyunu kurallarına göre oynuyor. Bunun tam karşıtı bir yerleri fethetmek için açılan savaşlar. Bize yabancıları
yoketme hakkının tanındığı bu savaşlarda, oyunun kuralları geçerli değil. Onlar insan bile değil.
İnsanları birbirinden ayırdedip sınıflandırmak ve onların farklı türlere ait olduklarını söylemek içsel bir
hesaplaşmadan kaynaklanıyor. "Ben" bilinci ile "benim bedenim" ayrımından. Bu Kartezyen yanılsama
(ruh/beden bölünmesi) "biz"i "onlar"dan ayırırken dış yapımız aynı olsa da, iç yapımızın (ruhumuzun) farklı
olduğunu varsayıyor. Ama insanlık sorunu yalnızca "Ben kimim?" ile değil, aynı zamanda "Biz kimiz" ile ilgili bir
sorun.
Biz elbette ki insanız. O zaman insan ne? İnsan olmayan ne? Nasıl ayırd ettığimize bakmak için bir kez daha
Batı düşünce tarihine dönmemiz gerekecek.

RÖNESANS ÖNCESİNDE İNSANA İLİŞKİN GÖRÜŞLER


Küçük, büyük, gelişmiş, geri kalmış bütün insan topluluklarının kendilerine özgü tarihleri, kendilerine özgü
yaradılış efsaneleri var. Yeni kuşaklara yada onlara katılanlara "biz nasıl biz olduk"u anlatıyor bu mitler
(Gılgamış, Ergenekon, ve dahi Devlet Ana).
Bu mitler "biz" dediğimiz şeyin neyi, niçin , nasıl yaptığına ilişkin karmaşık toplum kurallarının ardındaki mantığı
açıklıyor. Bu arada, bize, bizi ötekilerden, dostları düşmanlardan, komşularımızı yabancılardan, tanrıları
insanlardan, insanları hayvanlardan, gerçek hayvanları hayal ürünü canavarlardan, ejderhalardan ayırdetmenin
yollarını öğretiyor.
Bu kozmolojilerde "olabilir" olanla hayal ürünü, fantastik olan arasında kesin bir ayrım yok. Bu kozmolojilerde bir
ilksel ana ve bir ilksel baba figürü var, adem ile havva, onlar da bizler gibi ölümlü ve onların da bizim gibi
çocukları oluyor ve onlar da bizler gibi gerçek ya da hayal ürünü hayvanlardan, yani öteki yaratıklardan farklılar.
Bu elbette ki çok ben-merkezci ve de ırk-merkezci bir insanlık kavrayışı. Bazı kabilelerin dilinde "insan" sözcüğü
bile yok. Kabilenin adı aynı zamanda insan anlamına geliyor. Mauri'ler.
Bu mantık bizi , biz ne değilsek, öteki odur çıkarsamasına götürür, yani negatif tanımlama. İşte bu yüzden
geleneksel, mitolojik tarihte, bir yanda gerçek dünya (deneyimler), öte yanda, insan-ötesi güce sahip tanrılar ve
doğa dışı yaratıklar yeralır: Köpek kafalı ya da keçi kuyruklu adamlar, savaşçı Amazon kadınlar, yamyamlar,
devler, cüceler, vb.
Matbaanın icadı ile okuryazarlığın yaygınlaşması Avrupa'da dünyevi konulara duyulan ilginin dinsel konulara
duyulan ilgiden ayrılmasına yolaçtı ve mitolojik tarih yalnızca sanatçılar, edebiyatçılar için değil, olgusal bilgilerle
uğraşan akademisyenler için de araştırılması gereken bir madene dönüştü . Klasik Grek ve Roma dünyası,
Ortaçağ Çininden Arabistana, oradan Rönesans Avrupasına uzanan bu arayışlar sürecinin örnekleriyle dolu.
Heredotus' tan Romalı tarihçi Pliny'ye, İbn Batuta'ya, Marko Polo'ya, Evliya Çelebi'ye kadar tüm seyyah ve
yazarlar kendi gözlemlerini aktardıkları sürece, olgulara sadık kalmışlar, ama onlara sözlü olarak nakledilenleri
anlatmaya başladıkları anda kendimizi bir hayal dünyası içinde, bir masal aleminde buluruz.
Evliya Çelebi damdan dama atlarken soğuktan donup havada asılı kalmış kedilerden söz ediyor, Marco Polo ise
Andaman adalarında köpek başlı yamyamlar yaşar diyebiliyor rahatça.
Grekler , Araplar ve Çinliler bilinebilen dünyaya ilişkin çok önemli coğrafi ve etnografik bilgiler derlemişler.
Bilinenin ötesindeki yerlerdeyse doğa dışı, hayal ürünü yaratıklar yaşıyor. Bu yüzden de Klasik dönemde ve
Ortaçağ'da ampirik (deneyime dayalı) gerçeklikle düşsel, hayali yaratıkların yaşadıkları öteki dünyaya ilişkin
bilgiler birbirinden ayrıştırılmamış olarak duruyorlar.
Ama Avrupalı düşlerde, efsanelerde yaşayan Doğu'ya ulaşmak için Batı'ya doğru ilerlemesi gerektiğini
farkedince, kaşifler, dünyanın tümünü haritalamak üzere yola çıkıyorlar.
Böylece, "İnsan tektir" fikri , dünya yüzünde insan-altı ama insan-benzeri varlıkların yaşadığı keşfedilmemiş ,
haritalanmamış tek bir köşe kalmamalıdır, diye yola çıkanların dönüşünü beklemek üzere erteleniyor.
Bu iş hayli uzun zaman alıyor. Günümüzde bile, örneğin, Himayalar' da yaşayan Kar Adam Yeti'ye ilişkin
haberlere popüler basında yer verildiğini unutmayın. Ya da Van Canavarı.

20
21

Masal dünyası bir zaman sonra görünenin ötesindeki dünyalara taşınıyor. Denizler Altında 20 bin Fersah, vb.
ile Jules Verne bunun öncülerinden. Ardından da kurgubilim yazını geleneksel mitolojinin yerini alıyor.
Ama Kristof Kolomb'un (l492) gezi notlarından bu yana Amerikalı Kızılderililerin yamyam oldukları, hiç
seyahat etmemiş Avrupalının beynine bir imge olarak iyice kazınmış. İnsan yiyen insan-benzeri yaratıklar
teması Avrupalıların icadı değil ; dünya mitoloji tarihinde ötekiler, yabancılar oldum olası yamyam diye
tanımlanmış.
1502'de İngiliz seyyah Cabot esir aldığı üç Afrikalıyı "hayvan postlarına sarınmış, çiğ et yiyen ve anlaşılmaz
bir dil konuşan" yaratıklar olarak Londra'nın ortasında teşhir ediyor. l506'da Fransa'da da benzeri bir
gösteride "kara derili, kara saçlı, dili var ama dini yok " mahluklar sergileniyor (Hodgen, l964 ; Leach, p.66)
Kısacası, l6 yüzyıl Avrupalısı için insanın insan olma kriterleri fiziksel görünümü, zekası (dili olması) ve dini.
Bu kriterler sıradan Avrupalı için günümüzde de geçer.

5.Cİ DERS
UYGAR İNSAN KİM ? İLKEL İNSAN KİM? BÖYLE BİR AYRIM VAR MI?

Aristoteles’ten bu yana yapılagelen fizyolojik karşılaştırmalarda insanoğlu aynı türe mensuptur sonucuna
varılmış, ya da, daha başından, çalışmalar bu yönde bir inanç üzerine bina edilmiş.
Aristoteles’in kendisi barbarlarla hiç ilgilenmiyor. Ünlü yapıtı Siyaset’te site-devletlerin varoluşunu doğal bir
olgu olarak ortaya koyuyor. Devletsiz bireyler, yasa tanımaz konar-göçerler, bir tür serseriler, Aristoteles’e
göre . Devlet içinde, polis’te yaşayanlar ise, yamyam, barbar, canavar değiller. Ama insan olmak, ahlaken
eşit konumda olmak demek değil; tam tersine bazı insanlar doğuştan köle, bazılarıysa doğuştan efendi.
Aristoteles ve zamanının Atinalıları bazı barbarların (Berberiler, Kuzey Afrikalılar) kendilerinden çok farklı
görünüme sahip olduklarını biliyorlar. Hippokrates ’i izleyen pek çok yazar daha o zamanlar Darwin’vari bir
görüşle bu farkı iklime ve ekolojik koşullara bağlayarak açıklıyorlar. Grek vazoları ve madeni eşyalar
üzerindeki figürlerde Afrikalı zenciler farklı görünüme sahip. Öte yandan, bu eşyalar üzerine resmedilmiş
satyr’ler de negroid özellikler taşıyorlar .O halde Atinalılara göre zenciler de canavarlar ailesindendi diyebilir
miyiz? Atinalıların kendilerini yabancılardan ayırdetmek kaygıları konusunda bkz. Hartog, Herodot’un Aynası.
16. Yüzyıl Avrupasında durum farklı. Bilinen dünyanın parametreleri aniden çok genişlemiş. Denizaşırı
keşifler ve kolonilerin kuruluşu Avrupalının önüne olağanüstü bir doğal zenginlikler ufku açmış. Barbarların
varlığı artık somut bir sorun. Onları bir biçimde sokaktaki Avrupalının bildiği dünya coğrafyası resminin içine
sokmak gerekiyor. Ve soru artık, insan türünün kesin sınırları nedir sorusuna dönüşüyor.
Yanıt iki cepheden geliyor. Birincisi dinsel görüş. Eğitim görmüş, çoğu beyaz derili, giyimli kuşamlı
Avrupalılar kendilerinin keşif gezilerinden dönen etnografların anlattıkları kara derili çıplak insanların farklı
olduklarına inanmaya çoktan hazırlar ama kendi Kutsal Kitaplarında (Tekvin, Genesis) bütün insanlar Nuh
peygamberin soyundan türemiştir denilmiş ve 16., 17. ve 18 yylar boyunca hiç bir Avrupalı kendi köşesinde
otururken ne düşünürse düşünsün, Kutsal Kitabı karşısına alıp ta ortaya çıkıp bu fikrini açıkça söyleyemiyor.
Tartışmanın sürdürüldüğü ikinci cephede ise filozoflarla biyologlar kendi aralarında hesaplaşıyorlar.
Filozoflar insanın ahlakı ile ilgili, zoologlar ise insanı bir diğer hayvan türü olarak ele alıyorlar. Filozoflar insan
toplumları birbirinden farklı olsa da, insan ahlaken aynıdır, diyorlar ; biyologlar ise homo sapiens’i, diğer
hayvanları, çiçekleri , böcekleri inceledikleri gibi incelemeye ve sınıflandırmaya devam ediyorlar. Bu görüş
ayrılığı 17. yy ’ dan günümüze dek sürüp geliyor. Bu arada belirtmekte yarar var : halkın, daha doğrusu,
cemaatin (folk) görüşü, genellikle filozoflardan değil, biyologlardan yana.
İnsanın tek türden (monogene) mi , yoksa çeşitli türlerden (polygene) mi olduğuna dair bu tartışmaları
politikacılar zamana ve zemine uygun gördükleri biçimde kullanıyorlar. 1850 -70 yılları arasında gerek
Avrupa gerekse Kuzey Amerika’da hem akademik hem de politik çevrelerde polygeny taraftarlığı yaygın,
insanlar farklı türlerden üremişlerdir, deniliyor. Toplumsal eşitliği savunanlar ise, tıpkı dinsel çevreler gibi
türdeşlik iddiasına sahip çıkıyorlar .
Güliver’in Seyahatleri , Güliver Devler Ülkesinde, Güliver Cüceler Ülkesinde adlı ünlü çocuk edebiyatı kitabı
14. yy ‘dan kalma bir devler ve cüceler masalı üzerine kurulu. 1708 yılında anatomi uzmanı Sir Tyson
laboratuvarında bir orang-utang maymununu kesiyor ve bulgularını kanıt olarak gösterip açıklıyor : cüceler
(pygmyes) , evrim zinciri içinde insan’la maymun arasındaki halkayı oluştururlar,”diyor. Daha sonra,
Linnaeus ve Rousseau bu bilimsel görüşü ciddiyetle benimseyecekler ( Linnaeus, Güvenç, s.26,45,332).
İNCİL’E GÖRE ANTROPOLOJİ

21
22

Yukarı sınıflardan maymunlarla aşağı sınıflardan insanlara ilişkin bu tartışmalar, bir yandan Adem’in Havva
yüzünden Cennet’ten kovuluşu ve dolayısıyla İnsan’ın kötü yola sapışı üzerine kurulu dinsel doktrinle, öte
yandan yeni keşfedilen insan coğrafyalarından gelen bilgilerle hesaplaşmak zorunda.
Amerika kıtalarının ve Güney Afrika’nın keşfi ile matbaanın icadı eşzamanlı (16 yy). Matbaanın icadıyla
Avrupa’da hızla bir okur yazar kitlesi oluşuyor ve İncil yerel dillerde basılıp incelemeye açılıyor. Örneğin,
Peder de la Peyrere (Güvenç,s.25) sadece Yahudilerin Adem’den türediklerini , Havva’nın itaatsizliği
yüzünden Cennet’ten kovulanların sadece Yahudiler olduklarını söylüyor. Nuh tufanı Ortadoğu
yaşayanlardan başkasını bağlamaz ; Hıristiyanlar Hazreti İsa sayesinde bu lanetten kurtulmuşlardır, diyor
Peder de la Peyrere. Cizvit papazı Lafitau da (güvenç,s.26) Amerikalı vahşilerin görenekleriyle Greko-
Romen yaşam biçimi arasındaki benzerliklere işaret ediyor (les mouers des sauvages, Leach, p.75).
Ve yavaş yavaş evrimsel ilerleme kuramının iyimser bakış açıs ıİncil'deki evrensel çürüme doktrininin yerini
almaya başlıyor. Tabii ki bu ilerleyiş henüz sadece beyaz derili Hıristiyan Avrupalı için geçerli.
DOĞAL İNSAN KAVRAMI YA DA YABAN İNSANIN ASALETİ MESELESİ
Kötümserlikten iyimserliğe doğru bu ilerleyişe yakından bakarsak şöyle bir durum ortaya çıkıyor: geleneksel
mitik tarih bizim bu ölümlü dünya’daki geçici yaşamımızla sonsuzadek sürecek öteki dünya’daki (cennet’teki)
yaşamımızı birbirinin zıddı olarak karşı karşıya koymuşlar. Bu dünya ile öteki dünya aynı zaman içinde ama
farklı zaman anlayışları üzerine kurulu olarak yaşanıyor. Uykudaki zaman ile uyanıklık hali arasındaki gibi bir
fark bu. Mitolojik tarihteki hikayeler çizgisel – bir olay bir diğer olayı izliyor ama zaman ötesi cennet hem bu
yaşamın başlangıcında var hem de yaşam sona erdiğinde, insanın varacağı yani başlangıcına geri
döneceği yer. – tabii, eğer, dünyevi kötülüklerden arınabilmişse. Mesele böyle konulunca, doğal insan,
yaban, vahşi, ilkel insan, - modern uygarlığın yol açtığı dünyevi kötülüklere bulaşmamış olduğu için -
Cennet’e uygar Batılı Hıristiyandan daha yakın bir konuma sahip oluyor.
Bu akıl yürütme biçiminin türevlerine Rousseau ve Vico gibi 18.yy düşünürlerinde rastlıyoruz. Bu düşünürler
Cennet’ten kovulmanın ve sonunda yine cennet’e gitme umudunun yerine, insan başlangıçta insan-altı bir
varlıkken evrim sonucu gelişti, bu hale geldi , fikrini yerleştiriyorlar. Toplumu icadeden insan olduğuna göre,
toplumu düzeltecek, cennete dönüştürecek olan da insandır, diyorlar. Ne var ki insan, uygarlığın etkisiyle
başlangıçtaki soyluluğunu yitirmiş, barbarlaşmış.
Doğal insan ya da asil vahşi, inek gibi bir şey ; toplum dışı, dili olmayan bir yaratık; kendi başına Cennet’in
yabanıl ormanlarında yaşıyor. Bu fikrin ardında yatan şu : insan doğal olarak aynı türdendir; toplumların
çeşitliliği kültürel ayrımlardır . 1650lerde Hobbes (Leviathan) başlangıçta insan vahşi ormanlarda , amansız
bir ölüm korkusu içinde, yalnız, zavallı, hayvani bir yaşam sürerdi, demiş. Vico ve Rousseau 1750’lerde ,
yani bir yüzyıl sonra, Hobbes’un İncil kökenli bu ilk(s)el insan imgesini bir adım geriye, Adem öncesine,
rasyonel olmayan (akıl öncesi) bir barış ve masumiyet dünyasına taşıyorlar.
Hobbes toplumun dışında yaşayan insan sürekli korku içinde yaşamaya mahkumdur, demiş. Vico’ya göre
ise bu korku, insanın uygarlaşmaya başladığında duyduğu korku ve de pek çok insan kültürünün başlangıç
noktası . Çünkü, diyor Vico, insanlar korktukları şeyleri açıklamaya girişiyorlar ve bu girişimin sonucunda da
kültür ortaya çıkıyor. (The New Science of Gianbattista Vico (1744), Cornell Univ. Press, 1948).
Hobbes’un “doğal insan”ı aşağılayıcı tavrına Locke da katkıda bulunuyor (İnsan İdraki Üzerine bir Deneme,
1690). Toplum-dışı insan aynı zamanda ahlak-dışı olabilir ama, diyor Locke, ahlakın ne olduğunu o toplumun
kuralları belirler. Ve derhal birtakım ürkütücü etnografik bulguları kanıt olarak gösteriyor : “Mingrelia’ lılar
Hıristiyan oldukları halde, çocuklarını diri dere gömerler… Karayip Adaları sakinleri çocuklarını iyice besleyip
semirttikten sonra oturur onları bir güzel yerler” (kitap 1, bölüm 3, parag. 9).
Locke’un öne sürdüğü bu kültürel görecelik (relativizm) tezi, biz /onlar, insan /canavar karşıtlığını
savunanların tezini olsa olsa pekiştirmiş olmalı.
1650’lerden sonra, “uygarlık, insanın başlangıçtaki masumiyet halinin yitirilişidir,” tezi giderek ağırlık kazanıyor.
Ama, “insan tek bir türden midir, yoksa çeşitli insan türleri mi vardır “ sorusu hala yanıt bekliyor . “İnsanlar eşittir “
denildikte, insanlar bir kutu içine yanyana dizilmiş kibrit çöpleri gibi bir aradalar ama ayrı ayrılar gibi bir imge geliyor
gözümüzün önüne. Öte yanda ise, toplumsal dayanışma diye bir kavram var; bunun yandaşları ise tüm insanlar
kardeştir, diyorlar. Politik açıdan söylenen şu : bir yanda liberal bireyselciler, öte yanda sosyalist dayanışmacılar
var. Popülist demokrasiye inananlar , “bir oy = bir insan “ ilkesini savunuyorlar, toplumla kitle aynı şeydir diyorlar.
Sosyal antropologlara düşen görev ise toplumsal bir grupla raslantı sonucu bir araya gelmiş insan kitleleri
arasındaki farkı ortaya koymak.
Bilinen gerçek şu: tüm insan toplumları hiyerarşik olarak düzenlenmiş. İşbölümü insanlar arasında statü
farkı olmasını gerektiriyor. Hiyerarşi olmayınca meşruiyet(yasallık) olmuyor, meşruiyet olmayınca toplumun
düzeni sürdürülemiyor.

22
23

Bugün politik arenalarda sloganlaştırılan siyasal özgürlük fikri ilk kez İ.Ö. 4 bin yılında Atina’da gündeme
gelmiş. O zamanki Atina nüfusunun 3’te 2’si köle ve daha uzun bir süre Atina nüfusunun 3’te 2’si köle olarak
kalacak. İnsan eşitliğinin baş savunucularından J.J. Rousseau fikirlerini Fransız aristokrasisinin patronajı
sayesinde öne sürebilmiş. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin altına imzasını atan Başkan Thomas Jefferson
yaşamı boyunca köle çalıştırmış.
Amerika ve Fransa’da 18 yy’da “halk için halk adına yönetimi” savunan , “temsil hakkı tanınmayandan vergi
alınamaz” diyen demokrasi havarileri “kitle” ile, tanımlanmamış halk yığınları ile karşı karşıya kalınca
(Fransız İhtilali) “mülk sahibi olmayan oy kullanamaz” demek zorunda kaldılar.
Oy hakkı eşitliği iktidarda eşit pay sahibi olmak demek değil. Sanayi kapitalizminin ve batı emperyalizminin
koruyucu kanatları altında ticaret ve iletişim geliştikçe , galiba “tüm insanlar eşittir” savı da yerini küçük bir
düzeltmeyle “bizim gibi insanlar eşittir” savına bırakıyor. Yani eşit sayılabilmek için onlar gibi olmak
zorundayız.
Geri dönersek, Foucault diyor ki, eğer ekonomi, sosyoloji, demografi ve benzeri matematiksel (istatistiki)
araştırma alanları bilim olarak adlandırılıyorsa, psikanaliz, etnoloji, ve dilbilim (linguistik) çalışmaları ancak
karşı-bilim olarak adlandırılabilir.
Ben de diyorum ki, insanın fiziksel yapısındaki benzerliklerden yola çıkarak insanı siyasal propaganda yolu
ile kültürel dayanışma için zorlamak, böyle bir ahlaki, ya da ahlak karşıtı baskı, insanın doğasına aykırıdır.

6. CI DERS
İNSANIN FARKLILAŞMASI: AHLAK / DİL / KÜLTÜR

Foucault eğer ekonomi, sosyoloji, demografi ve benzeri matematiksel (istatistiki) araştırma alanları bilim
olarak adlandırılıyorsa, psikanaliz, etnoloji, ve dilbilim (linguistik) çalışmaları ancak karşı-bilim olarak
adlandırılabilir demiş.
Ben de, insanın fiziksel yapısındaki benzerliklerden yola çıkarak insanı siyasal propaganda yolu ile kültürel
dayanışma için zorlamak, böyle bir ahlaki, ya da ahlak karşıtı baskı, insanın doğasına aykırıdır demişim.
İnsanın doğası dedik. İnsanı kimden farklı olarak tanımlıyoruz? Şimdiye dek hep süreklilikten /
süreksizlikten, teklikten / çokluktan söz ettik. Doğada zamansal ve mekansal süreklilik var.: Gecenin
ardından gündüz geliyor ; dağdan vadiye iniyoruz, vadiden denize ulaşıyoruz, denizi aşıyoruz, yine bir
vadiye geliyoruz ve oradan da tekrar dağa çıkıyoruz – dünya zamansal olarak ta mekansal olarak ta devam
ediyor .
Oysa insan yapısı dünya, kültürel dünyamız, süreksizlikler üzerine kurulu. Toplumsal olaylar, insan olarak
sahip olduklarımız sürekli değişiyor. Duygusal bir tedirginlik içindeyiz. Bu yüzden de “biz”i, yani “insanlar”ı
düzenlemek sınıflandırmak gereği duyuyoruz. Kız mı, oğlan mı, genç mi, yaşlı mı,Müslüman mı, Hıristiyan
mı, insan mı, fare mi?
Bu son soruyu cevaplamak, bilimsel açıdan, hiç de kolay değil. Evrim kuramını benimseyenlerin doğa
yasaları ve hayvan davranışları teorilerine göre, “insan” , “hayvan kategorisine giriyor. Ama bu saptamayı
yapan bilim adamının konumu ne? İnsanlar üzerine fikir yürüten bir hayvan mı?
Bu açmazdan kurtulmak için yeni bir soru soruluyor: insanı insan yapan onun doğasından mı, kültüründen
mi kaynaklanıyor? Bir türlü kartezyen mantığın zihin / madde ayrımının dışına çıkamıyoruz.
Eğer biz insansak, insan olmayan yaratıklara karşı da ahlaki görevlerimiz var. Bunun böyle olduğunu
geçmişteki bütün dinler (ve günümüzde çevreciler ) söylüyor. Örneğin, budizm ideolojisine göre, yani budist
inanca göre, insan öldükten sonra dünyaya herhangi bir canlı olarak dönebildiği için, hayvanları öldürmek
günah. Günah işlemiş erkekler öldükten sonra dünyaya insan-altı bir yaratık olarak dönebiliyorlar ; günah
işlememiş olanlarsa, daha sonraki yaşamlarını daha üst bir mertebede, nirvana’ya daha yaklaşmış olarak
sürdürebiliyorlar. Aynı kural kadınlar için de geçerli. Ancak kurallara uygun bir yaşam sürmüş budist
kadının bir sonraki yaşamında başına gelebilecek en iyi şey, dünyaya bir erkek olarak geri dönmek.
18 ve 19 yy Avrupasında din sözcüğünün Hıristiyanlık dışındaki düşünce sistemlerini de içerdiği nihayet
farkedildi ve Avrupalılar bu kez de dinleri sınıflandırmaya koyuldular. Totemizm, insanların ve hayvanların
kökenini birbirine karıştırdığı gerekçesiyle “ilkel din” kategorisine yazıldı. Animizm, ağaçların ve hayvanların
da insanlar gibi ruhları olduğunu savunduğu için alt dinlerden kabul edildi. Hıristiyanlık ise, yalnızca ahlaki
bilince sahip insanların ruhları olduğunu, akıl dışı yaratıkların ruhları olmadığını söylediği için, yüksek din
ilan edildi.

23
24

Ortodoks(doktrine sadık kalan anlamında) ) Hıristiyanların inancına göre, insan başlangıçta hayvandan
farklı yaratılmıştı ve kesin ahlaki değerlere sahipti. Bir başka deyişle, insan ruhu insan bedeninden ayrı
olarak varolabiliyordu. İnsanın zekası ve ahlakı bedeninin değil, ruhunun bir parçasıydı.
Oysa materyalistler bizim hayvandan farkımız eğitimimizden kaynaklanır diyorlardı. Onlara göre eğitilebilir
birer hayvan olarak doğuyor ve eğitildikçe uygarlaşılıyordu.
Herkesin anlaştığı belki de tek nokta insanın dili ve aklı olduğu idi ve bu ikisi yakın ilişki içindeydiler. Hayal
gücüne gelince, o daha ziyade insanın duyumcul, yani hayvani yanıyla ilgiliydi. Şiir söylemek, örneğin,
Rousseau’ya ya da Vico’ya göre, doğal ya da yaban insanın akılcı konuşmayı öğrenmeden önce kullandığı
kendini ifade etme biçimiydi. Oysa, mantık ve matematik becerisi zihinsel yeteneğin gelişmesine bağlıydı.
İşler yine karışıyor, çünkü göçmen kuşların ve balıkların ve karıncaların en karmaşık geometri problemlerini
yaşayarak çözebildiklerini biliyoruz. Biz insanlar ise her ne kadar zamanı saat, gün, ay gibi birimlere bölsek
de, boyumuzu santimlerle ölçsek de, ve maddi yaşamımızı bu gibi sayılar üzerine kursak ta, en önemli
özelliğimiz akılla açıklanamayan davranışlarda bulunmamız galiba.
Bilim, doğada sürekli tekrarlanan zamansal ve mekansal düzenlere bakarak belli doğa yasaları olduğunu
öne sürmüştür. İnsan ise, kendi dışındaki bu dünyada oynanan oyunu kişisel ya da toplumsal çıkarları
adına sürekli olarak bozar. “vazgeçmek” , “fikir değiştirmek”, “yalan söylemek” doğa yasaları ile
açıklanamaz. Ama ya hayvanlar ? Bizim sadece kendimize layık gördüğümüz o ünlü “özgür irade”mize
bizim dışımızdaki hayvanlar da sahip olamazlar mı?
Hayvan davranışlarını gözlemleyenler, ister laboratuar koşullarında olsun, ister doğal ortamda,
gözlemledikleri hayvanın antropomorfik, yani insan-benzeri özelliklerinin etkisi altında kalırlar. Yaptıkları
bilimsel çalışmadan alacakları sonucu sordukları ilk soruyla belirlemişlerdir : “ben bir fare olsaydım, bu
durumda ne yapardım?”
Ama işin bir başka yönü de var : şempanzeler üzerine bir araştırma parasal destek sorunları yüzünden
yarıda bırakılmış. Nim Chimsky adlı şempanze de bu yüzden hayvanat bahçesindeki kafesine geni
gönderilmiş. Gönderilir gönderilmez de, kafesteki öteki maymunlar üzerine mutlak bir egemenlik kurmuş !
(Leach, s. 103)
O halde bir önceki sorumuza dönüyoruz : evrim teorisini kabul edersek, insan evriminin hangi aşamasında
değer yargıları ve ahlaki seçeneklerle donatılıyoruz? Bu arada ahlakın köklerinin aynı zamanda
önyargıların ve hoşgörüsüzlüğün de kökleri olduğunu hatırlatayım.
Öyle görünüyor ki, ahlaki yargılara varmak için laboratuvar deneylerinde kullanılan maymunlarınkinden
farklı bir dil kullanma becerisine sahip olmak gerekiyor. Ayrıca, maymunlara ilişkin bilgilerimizi çok özel
koşullar altında derliyoruz. Darwin’in teorisindeki “zincirin kayıp halkası” artık çok eskilerde kaldı. Sosyo-
kültürel açıdan bizim sorunumuz binlerce, yüzbinlerce yıl önce yaşamış atalarımızın kafatası ölçüleri ya da
zeka düzeyleri değil ; kısaca, özetle ve mutlaka, ne zaman, nerede, neden ve nasıl konuşmaya
başladıkları. Çünkü bundan böyle insan oluşumuzun tarihindeki sürekliliklerin değil, kopuşların peşine
düşmemiz gerekiyor.
Sosyal antropologlar konuşan bir yaratıkla konuşmayan bir yaratığın temel bir kopuş olduğu görüşündeler. Bu
açıdan, sosyal antropologlar evrim teorisine karşıdırlar denilebilir ! Çünkü, insan konuşur, öteki yaratıklar
konuşmaz, o halde insan farklıdır, diyorlar.
Peki ama, konuşmak, bir dil sahibi olmak, neden bu denli önemli? Çünkü hayvanlar-arası ilişkileri kalıtımsal olarak
sahip oldukları "bireysel" içgüdüler ya da uyarı / tepki mekanizmaları belirler. İnsanlar arası ilişkileri ise belli ortak
kavramların sözle ifade edilmesi belirler. Bu da, demektir ki, ilişkileri yani, ihtiyaç ya da talepleri, bireyler tek tek
değil, bir topluluk olarak belirler.
Açalım: sosyal evrimcilere göre, türün sürdürülmesi için gerekli olan çiftleşme edimi bireysel "yatırım" nedeniyle
geliştirilen rekabetçi stratejiler sonucu gerçekleşir. Yine sosyal evrimcilere göre, akrabalık, anne ile yavrusu ve
belki de aynı batında doğup birlikte emzirilmiş kardeşler dışında bir şey ifade etmez ; onları gözlemleyenin bulup
çıkardığı, gözlemlenenin haberdar olmadığı bir ilişkidir.
Sosyal antropologlar içinse, akrabalığın biyoloji ile ilişkisi önemsizdir; önemli olan akrabalığın bir topluluğun
üyelerinin birbiriyle ilişkilerini adlandırma sistemi oluşudur. Dahası topluluk üyelerinin aralarındaki ilişkilerin
hangisinin uygun hangisinin uygunsuz olduğunu belirler. Demek ki, ilişkileri adlandırma aynı zamanda ahlaki
yaptırımların başlangıcı aynı zamanda.
Dil, adlandırmanın yanı sıra, bize dış dünyaya ilişkin deneyimlerimizi ayrıştırma, sıralama ve bunlardan kendimize
uygun düşen yapay, keyfi (arbitrary) iç dünyalar yaratma olanağı sağlar.

24
25

Arıların ve karıncaların fevkalade örgütlü, incelikli toplumsal düzenleri vardır, ama insanlar gibi önce kavramlar
oluşturup sonra bunu sözcüklere döküp iletişim kurmazlar.
İnsanlar dili sadece dış dünyayı ve diğer insanları denetim altına almak için kullanmazlar. Dille metafizik kavramlar
oluşturur ve bunları ikili karşıtlıklar halinde düzenlerler. Ben / öteki, biz /onlar, insan /tanrı gibi. 19. Yüzyılın
pozitivistleri gerçek insanın öteki insanlardan farkı akıldır, dediler ve kendilerini büyü gibi batıl inançlara sahip
olmayandan ayırmak için, şiir söylemenin karşısına bilimsel düşünmeyi koydular. Oysa, şiir de, bilimsel düşünce
de dil dolayımından geçiyor. Şiir de, resim de, dans ta, müzik de, bilimsel düşünce gibi keyfi olarak düzenlenmiş
ifade biçimleri.
19. Yüzyılın pozitivistleri zamanla, bilimsel düşüncenin dinsel düşüncenin yerini alacağına, doğa-üstü güçlerin
birer hayal ürünü olduğunun anlaşılacağına inandılar. Ama ne oldu? Teknoloji ve bilimsel buluşlar sayesinde
mitolojik kahramanların doğa-üstü becerileri 20. Yüzyıl uzay gezginlerinin doğal, gerçek, gündelik yaşamı olarak
anlatılmaya, görüntülenmeye başlandı. Hayvanlarla insanlar arasındaki fark ta pek bir değişikliğe uğramadı:
eskiden bize çocuk masalı olarak anlatılanlar şimdi National Geographic gibi “bilimsel” dergilerde "bir goril'le
şöyleşi" gibi bilimsel makaleler olarak sunuluyor.

Biz insanların hayvanlardan belki de yegane farkımız,"büyü" gibi, "din" gibi ,"sanatsal yaratı" gibi maddi dünyayı
denetlemek ötesinde işlere bulaşmamız. İnsanlar dili, öteki yaratıklardan farklı olarak , düşünmek için kullanıyorlar.
Filolog Noam Chomsky ' ye göre insan yavrusu doğuştan dilin kuruluş kurallarına vakıf. Çocuk, hangi kültür içinde
yetişmiş olursa olsun, sözcüklerin anlamlarını öğrenmeden çok önce, anlamlı sözcükle anlamsız olanı birbirinden
ayıredebiliyor, diyor Chomsky.

Bu tür kültürel evrenselliklerden söz eden başkaları da var:Freud Oedipus kompleksi diyor, Jung Arketipler , Levy.-
Strauss, yakın akrabalar arası cinsel ilişki yasağı (incest) diyor. Ama bunların hepsi de soyutlanmış, yapısal,
evrensel ortak paydalar.
Toparlarsak :
1. Her insan topluluğunda dil ve toplumsal davranışlar aslında normal, doğal
ve doğru olanı anormal, doğa-üstü ve yanlış olandan ayırmak için vardır. Bu
sınıflama keyfidir ve kültürden kültüre değişir. (bina çökmedikçe, doğru inşaat biçimi
şudur diyemeyiz)
2. Doğru dediğimiz şeyler basittirler ve metaforlar aracılığıyla kendi kendilerini
tekrarlarlar. Düzgün adam derken aynı zamanla o adamın namuslu olduğunu
kastederiz; dolandırıcı derken, aynı zamanda o kişinin bizi düz yoldan saptırıp
dolambaçlı yollara yönlendirerek bizi yoldan çıkartıp yan yollara sapmak için
kandırmaya çalıştığını söylemiş oluruz.
3. İnsanoğlu karışıklıktan nefret eder. Dünyanın dört bir yanında evlerin biçimleri düz
çizgiler, dik açılar ve dairenin kesitlerine indirgenebilir. En gelişmiş bilgi işlem
teknolojisinin temel ilkesi basit karşıtlıklar üzerine kuruludur: aç / kapa, al / ver, yaz /sil.
İnsanlar basit,anlaşılabilir, mantıklı bir sıra izleyene "normal" derler; düzensiz,
anlaşılamaz, karmaşık olan ise "anormal“dir.

Nereye geliyoruz? Akıl ile duygu ya da ruh karşıtlığına. Duygularımız aklımız kadar kolay düzenlenebilir ve
anlaşılabilir olmadığı için, normal olanla akıl'ı bir kefeye koyuyoruz. Anormali, tehlikeli olanı ise, duygularımızla
birlikte karşı kefeye koyuyoruz. Ama gerçek hayatta işler hiç de böyle kolay yürümüyor.

Örnek :Temiz / pis karşıtlığı. Bir toplumda ilişkilerin nasıl yaşanacağını o toplumun "norm"ları belirliyor. O zamanda
"doğal" yaşamın "normal " bir etkinliği olan örneğin yemek yemek, eğer çatal bıçak kullanılmıyorsa, eller peçeteye
silinmiyorsa, anında "pis bir davranış" olarak niteleniyor.

25
26

Bazı normlar evrensel olarak geçerli, ama her durumda değil. Örnek: insan öldürmek : komşunu öldürmek her
kültürde günah ya da suç, ama düşmanını öldürmek senin toplumsal görevin de olabiliyor. Her toplumun kuralları var,
ve her toplumda kuralları çiğnemek te var. Ancak bunlardan bazıları her zaman ve her toplumda ötekilerden daha
çok duygusal tepki uyandırmış. Bu kurallar cinsellikle, insan öldürmekle ve inançlara saygısızlıkla ilgili yasaklar.
Neden?

Ahlak kuralları, normal / anormal ayrımı ile birlikte aslında bir kaos'tan, bir karmaşadan ibaret olan toplumsal
mekanın sınırlarını belirlememizi, onu kutulara bölmemizi sağlıyor. Elimize bir harita veriyor : Sen şurdasın, senin
olduğun yer merkez, sen normalsin, ötekilerse orda, orası anormal.

Toplumumuz dışındakiler konusunda ilk bilmemiz gereken insan mı hayvan mı oldukları ve bize göre nerede
durdukları.
Dışarıdaki hayvanlarla ilgili temel sorularımız şöyle: yakında mı, uzakta mı, tehlikeli mi, yenir mi yenmez mi,
evcilleştirilip hizmete sokulabilir mi, yoksa dokunulmaması gereken kutsal yaratıklar mı?
Dışarıdaki insanlar hakkında ise şunları soruyoruz : Yakın akrabamız mı, uzak akrabamız mı,
dost mu, düşman mı, yabancı mı?

Bütün bunları bizim kültürümüzün dışındakileri bilmek için sıralıyoruz. Hayvanların yararlıyı zararlıdan
ayırmakta kullandıkları içgüdüleri güçlü. İnsanda bunlar daha zayıf ve kültürden kültüre değişen ahlak
kuralları ile beslenmiş : sevap / günah, iyi / kötü, doğru / yanlış = suç /ceza. Ve bu kurallar o kadar doğal ki
bizim için , plajda takım elbisesiyle dolaşan adamların neden anormal, aynı sıcakta Beyoğlu Caddesi'nde
takım elbiseyle gezenlerin neden normal olduklarını sorgulamıyoruz bile.

İnsan kendini hayvandan ayrıştırırken üç önemli fark öne sürüyor:


1. İnsan, yalnızca ısınmak için değil, yemeğini pişirmek için de ateşten yararlanır.
Öteki hayvanlar bunu yapmaz.
2. İnsan, diğer insanlarla çiftleşir. Öteki hayvanlar insanlarla çiftleşmez.
3. İnsan, bedeninin doğal biçimine müdahale eder: ameliyatlarla, boyalarla,
giysilerle onu değiştirir. Öteki hayvanlar bunu da yapmaz.

Bu ayrıştırmayı biraz ileri götürürsek bizi öteki insanlardan farklılaştıran özelliklerimizi kolayca sıralayabiliriz
:
1. Gerçek insan yemeğini bizim gibi hazırlar. Ötekiler yemeklerini bizim gibi
hazırlamazlar.
2. Gerçek insan cinsel ilişkilerini bizim gibi düzenler. Ötekilerin cinsel ilişkileri
farklıdır.
3. Gerçek insan bedenini bizim gibi örter ya da süsler. Ötekiler bu konuda da bizden
farklıdır.

Yani, özetle, evrensel ayrım şu :


Ne yenir ve nasıl yenir (çiğ / pişmiş)
Kim kiminle çiftleşir (anne / bacı / baba / kardeş / nikahlı / nikahsız / işçi / patron /
hemcins/ karşı cins, vb. vb. )
Kim çıplaktır / kim örtünmüştür, ne giymiştir, bedenini nasıl boyamıştır?

Bütün bunlarla neden uğraşıyor insanoğlu? Çünkü:


1. normal olduğumuzu ve “normal” bir düzenin parçası olduğumuzu bilmek gibi garip bir psikolojik,
ruhsal ihtiyacımız var.
2. farklı olduğumuzu, bizi öteki hayvanlardan, düşmanlarımızdan ve bizi yabancılardan
farklı kılan bir şeyler olduğuna inanmak gibi garip bir ihtiyacımız daha var.

O halde, altı ders boyunca size aktarmaya çalıştıklarımı şöyle özetleyeceğim: İnsan toplulukları çok çeşitli. Bu
çeşitlilik, değişen ekonomik sistemlere uyarlanmaya çalışan bir dizi evrimsel dönüşümden ziyade (Marx), bir ahlak
düzeni kurma çabasına farklı, alternatif yaklaşımları örnekliyor (Durkheim).

AHLAK NEDİR ?

 İnsanın toplum içindeki davranışlarını, birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallar

26
27

dizgesi
 Başka insanların davranışlarını iyi / kötü diye yargılama ölçütü
 Toplumsal normların içselleştirilmesini sağlayan araç ( Vicdan)

Hukuk (yazılı) ile ahlak (yazısız) diye bilinen toplumsal kural dizgelerinin çakıştığı / çatıştığı noktalar :
 Suç, yasak, “ceza”
 Ayıp, günah, utandırma (ar, namus) toplum dışına itme
 Yeme içme kurallarına kadar yazılı olmayan görevler

DİN = kutsal = doğaüstü = günah ; AHLAK = ayıp ; HUKUK = yasak


Rönesans + Aydınlanma ile Batı = Hıristiyanlığın ahlak dizgesinden uzaklaşıyor.
Her Din bir AHLAK dizgesi. Yerine özgürlükçü, akılcı ahlak (KANT)
Ardından Nietzsche & Varoluşçuluk = ahlaktan bağımsız özgür birey

Ve Foucault : Ahlak iktidarın birey üzerindeki egemenliğini dolaylı yollardan sürdürmesine


yarar. İyi nedir? Kötü nedir? Kim belirlemiş? Kimin için?

DİL VE KÜLTÜR

Kültür insan türünün bilgi + inanç ve davranışlarının bütünü olarak tanımlanmış. Bir de bu bütün içinde
üretilmiş olan maddi nesneler.
Bir başka deyişle, dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat eserleri ,
bunların hepsi “kültür” kavramı altında toparlanmış. Gerekçesi : hepsinin üretilmesinin temelinde, insana ve
yalnızca insana özgü bir yetenek yatar : Simgeleştirme.
Şimdiye kadar bir ayrım yapmaya çalıştık: Kültürel antropoloji bir toplumun somut kültür ürünlerini
incelemekle yola çıkarlar ve bu yolla o toplumun yapısını açıklamaya çalışırlar dedik ; sosyal antropoloji ise
toplumun yapısı ve bu yapının bilinçaltında yatan toplumun dilinden yola çıkıp toplumun kültürel ürünleri bu
yapı içinden yorumlar dedik. Bu ayrımı şundan yaptık : Bilim adamı inceleme nesnesine hangi açıdan
yaklaşırsa, hem araştırma yöntemini ona göre belirleyecektir, hem de varacağı sonuç o yaklaşım açısının
sınırları içinde kalacaktır . BU İKİ YAKLAŞIMIN ORTAK PAYDASI SİMGELEŞTİRME.

7.Cİ DERS
SOSYAL ANTROPOLOJİ NEDEN YAPILMALI, NASIL YAPILMALI?
•SOSYAL ANTROPOLOJİ AÇISINDAN EKONOMİ; SİYASET; AKRABALIK / KANBAĞI
Sosyal antropologlar ne yapmaya çalışıyor?
İnsan yaşamına ilişkin çok küçük çaplı örnekleri gözlemleyerek tüm insanlığa özgü öngörülere varmaya (bu
antropogların kendilerine ilişkin öngörüleri de içeriyor)
Bunu nasıl yapıyorlar?
Malinowski’ye ilişkin bir söylenti var : Canından bezdiği bir sırada sosyal antropoloji “yerel
bir dili uyumakta olan bir sözlüğün yardımıyla öğrenirken insan üzerinde inceleme yapmaktır,”
demiş. Alaycı bir biçimde de olsa, bu tanım antropolojik alan çalışmasının iki önemli
özelliğini gösteriyor:
1. akrabalık ve evlilik ilişkilerinin sosyal antropolojinin temel ilgi alanı oluşu,
2. güvenilir bilgi edinmek için katılımcı gözlemin ve yerel kavramlara birinci elden içerden
vakıf olma gerekliliği
Bu iki özelliği açmadan önce antropolojiye giriş kitaplarının hemen hemen hepsinde
yer alan antropoloji imgesinden uzaklaşmamız gerekiyor. Alışılmadık adetlerin ve yarı çıplak
insanların resimleriyle bezenmiş bu kitaplarda genellikle üçüncü, dördüncü, beşinci elden
edinilmiş eski bilgiler insanoğlunun evrensel özellikleri ve çeşitliliği olarak verilir. Sonra da bu
kabilesel topluluklar toplu iğnelerle dünya haritası üzerine iliştirilip aralarında ilişkilendirilmeye

27
28

çalışılır. Aslında altı çizilmekte olan bu insanların teknolojinin ve modern sağlık


koşullarının nimetlerinden mahrum kalmış “ilkeller” olduklarıdır. Bu kitapların yazarları
ne denli iyi niyetli, anlayışlı olurlarsa olsunlar, kitaplar sözü edilenlerin bir tür aşağı
ya da yoksun kalmış kişiler olduğunu yansıtırlar.
Eğer antropolojik bir araştırma yapacaksak, her şeyden önce bu aşağı / yukarı
sıralamasından, “ilkel”, “azgelişmiş”, “çocukça” “basit”, “köylü” “cahil” nitelemelerinden
vazgeçmemiz gerekiyor. ”Ben” onlarla “öteki” oldukları için ilgileniyorum, “ben”den daha
“aşağı” yaratıklar oldukları için değil.
Soru derhal geliyor: Ben neden “öteki”yi inceliyorum?

Eğer sosyal antropologlar kendilerini gerçekten de “öteki”nden üstün bir topluma ya da


kültüre mensup kişiler olarak görmüyorlarsa, ve eğer gerçekten iddia ettikleri gibi bir tür
mikro-sosyoloji yapmaktalarsa, neden kendilerini değil de, “öteki”leri inceliyorlar.

Çünkü, sosyal antropologlar üyesi oldukları kültür ya da topluluk üzerinde çalışma


yapabilirler, yapmışlar, yapmaktalar, ama pek iyi sonuçlar elde edememişler. Özellikle,
yeni mezun, çiçeği burnunda sosyal antropologlara kendi içinden geldikleri topluluk
ya da kültür üzerinde çalışmaları hiç tavsiye edilmiyor. Neden? Bunun akademik
açıklaması şöyle: Bizi değil de onları çalıştığımızda, onları her ne kadar başlangıçta aykırı,
ilginç garip olarak algılasak ta, sonunda onlar bize “gariplikleri” üzerinden kendimizi
göreceğimiz bir ayna tutuyorlar.“Biz” gündelik yaşamımıza egemen olan koşulları
sorgulamadan yaşarız. Evlerimizin bölümleri (mutfak, banyo, yatak odası,vb) yiyeceklerimizi
sağlama biçimimiz (örn. satın almak), belli zamanlarda belli işler yapmak (sabah okula
gitmek, hava kararınca elektrik düğmesini çevirmek) dünyaya ve doğaya ilişkin
görüşlerimiz, akrabalarımıza, komşulara karşı davranışlarımız, nereye giderken ne
giyeceğimiz bize göre “doğal” dır.

Burada altı çizilmesi gereken şu: gündelik yaşamımızın bütün bu belirleyici özelliklerini biz
kendimiz yaratmıyoruz. Evet, ana babalarımızın yaşamımın aynısını sürdürmüyoruz, ama daha
önce yaşanmış olanlara ancak ayrıntıda bazı değişiklikler getirebiliyoruz, temelde değil.
Kamusal yaşamımız çok az değişikliğe uğruyor, çünkü biz başkalarından gördüklerimizi
tekrarlıyoruz. Toplumsal çevre bizi uyumlu, konformist olmaya zorluyor. Düzene başkaldırsak
bile, toplum - en azından toplumun belli bir kesimi - bizi adam yerine koysun diye, kurallara
uyuyoruz. Saçımızı pembe, mavi, mor boyuyor ya da kulaklarımıza, burnumuza çifter çifter
küpeler takıyorsak, bunu toplumun belli bir hoşgörüsü yüzünden, ve, bazen, tüketimin
kışkırtıcığına, yani modalara uyduğumuz için yapıyoruz.
Alan araştırması yapan sosyal antropolog ise, en azından başlangıçta, kendini tümüyle
yabancısı olduğu bir toplumsal ortamda buluyor. Üzerinde çalışma yaptığı kişilerle nasıl,
ne yoldan ilişki kuracağı, kurduğu ilişkilerin ne anlama geleceği konusunda önceden
belirlenmiş kodlar yok. Ve, çıktığı bu yolculuktan geri döndüğünde kendi toplumu, kendi
kültürü artık onun için farklı bir yer. Kendi toplumunun kültürel boyunduruğu gevşiyor.
Sosyal antropologların kendi kültürlerinden mekansal olarak uzaklaşarak edindikleri bu
deneyim ile sanatçının çıktığı içsel yolculuk arasında benzerlikler var.

Peki, sosyal antropolog somut olarak ne yapıyor? Ekip çalışmasından sık sık söz edilse
de, bu tür çalışmalar genellikle kişisel işler. Yani, bir araştırmacı var ve bir de, belki, ona
yardım eden yerel topluluktan bir kişi. Üzerinde çalışma yapılan topluluk genellikle100 -200
kişilik bir grup ; 2000 kişiyi geçtiği pek ender. Araştırmacı, bu topluluğa yabancı; ama
araştırmanın bitiminde artık topluluğun bir üyesi olmuş olmalı, en azından ondan beklenen bu;
yani bir yabancı olarak katıldığı topluluktan onun bir üyesi olarak ayrılması. Bunu
başarabilmenin tek yolu gündelik yaşama her anlamda fiilen katılmak.

Davetsiz bir misafir olarak girdiği bir topluluktan neredeyse akrabalık ilişkileri kurmuş biri olarak
çıkmak elbette ki fevkalade beceri ve sabır gerektiren bir çaba. Dostluk kurabilme becerisi,

28
29

yerel dili mükemmel bir aksanla konuşmaktan çok daha önemli.

Alan çalışması yürüten sosyal antropologun çalışmalarını yönlendirici iki önemli ilke var bence:
Kendi alan çalışmaları deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum : Bunlar aynı zamanda
“ben ne yapıyorum?” sorusunun bana göre yanıtları:
1 . Bir insan topluluğunun “yaşam biçimi” olarak adlandırılan bütünü anlamaya
çalışıyorum.
2. Bu “yaşam biçimi” durmaksızın yinelenen bir toplumsal drama - tiyatro oyunu.
Oyundaki karakterler toplumsal rollere tekabül ediyor. Roller önceden
belirlenmiş, roller arasındaki ilişkiler de öyle. Bu, büyük oranda böyle.
3. Ama, rollerin belli dönemlerde, belli durumlarda nasıl oynandığı, o rolleri oynayan
karakterlerin (toplumun üyelerinin) kişiliklerine göre değişiyor.

Alan çalışmasını yapan antropolog oyundaki rollerle, o rolleri oynayan aktörler arasındaki
ayrımı gözlemlerine aynen yansıtmalı, aktarmalı.
İnsanların (aktörlerin) ne yaptıkları ile yaptıkları hakkında söyledikleri arasındaki ayrım çok
önemli. Ayrım , normların (geleneklerin, göreneklerin) toplum üyesi kişi tarafından
yorumu ile normatif kuralların ne olduğu arasındaki ayrım. ÖRNEK: Siyasal rejimleri
devirmek için yapılan askeri girişimler genellikle kanlı operasyonlardır. Ancak, günümüzde
pek çok “geri kalmış” ülkede siyasal rejimleri değiştirmenin artık bilinen yolu askeri darbeler.
Bu tür girişimlerin çoğunda kan dökülmüyor. Operasyon bir iki saat içinde gerçekleşiyor
ve düşürülen hükümetin lideri genellikle daha önceden bir başka ülkeye sürgünde bir
başkan olarak sığınmış ve kabul görmüş oluyor. Askerler Başkanlık Sarayı’na giriyorlar
ve darbeyi gerçekleştirenlerin sonradan yayınladığı gazete ve TV haberlerinden Başkanlık
Sarayı’na girdiklerinde Başkan’ı orada bulamadıklarını öğreniyoruz. Bize verilen haberi
düz okursak , yani normlara göre okursak, bir türlü anlamlandırıyoruz : “Başkan darbeyi
haber almış ve kaçmış”; satır aralarını okursak başka türlü: “Darbe, darbecilerle başkanın
sığındığı ülke arasında, ve hatta belki Başkanın da katıldığı bir danışıklı döğüş”.

Standart antropoloji ders kitapları, bize yabancı bir yaşam biçimini ancak belli başlıklar
altında inceleyebileceğimiz varsayımı üzerine kurulu.
ÖRNEK: Calvin Wells : Irk – Kültür – Toplum – Din ve Büyü – Hukuk – Dil – Sanat.
Yanıltıcı, çünkü bu başlıklar teknik ayrımlar gibi kullanılıyor, ama antropologlar arasında
bu ayrımlar üzerine bir anlaşma yok : KANBAĞI ya da Akrabalık nerede biter, Büyü ya da
Din nerede başlar?
Aklı başında hiç bir antropolog gözlemlerini böyle kategoriler altında toplamaz.
Antropologun ilgilenmesi gereken üç temel konu var : ekonomi, siyaset, akrabalık ilişkileri.

EKONOMİ
Her alan araştırmacısı izlediği toplumun ekonomik alt yapısı konusunda bir“görü” sahibi
olmak durumunda. Ne demek?
1. Marxist söylem içinden konuşursak : antropolog, üzerinde çalıştığı toplumun üretim
biçimini , üretim ilişkilerini bilmek zorunda. Yani, kim, hangi koşullar altında, kiminle
birlikte, hangi işi yapıyor, neden?
2. Aynı zamanda, niceliksel bilgiler toplamak zorunda. Yani, harita çizecek, insanları,
hayvanları sayacak, tarlanın enini boyunu, alınan ürünün miktarını ölçecek, iklim
koşullarını, toprağın kalitesini, protein kaynaklarını araştıracak.
Ama unutmayacak : Ekolojiyi bir biyolog ya da kimyager kadar, üretim biçimini bir
ekonomist kadar ayrıntılı bilmesi gerekmez, işine yarayanı ayıklayacak.

SİYASET
Çağdaş Batı toplumunda kamu yaşamında üç temel kurumsal faaliyet alanı var:
Siyaset, yani hükümet etme, yönetme sistemi.
Hukuk, yani adalet mekanizmasının faaliyet alanı.
Din ya da ideoloji ( inanç sistemi) yani inanç kurumlarının ve eğitim kurumlarının
faaliyet alanı.

Çağdaş demokrasilerde her vatandaş, en azından kuramsal olarak, bu üç faaliyet alanındaki


rollerden birini oynamayı seçme hakkına sahip: Yani, yaşı, eğitimi, cinsiyeti uygunsa,

29
30

politikacı, devlet memuru, polis, hakim, öğretmen, imam olabilir.


Oysa, antropolojik araştırmalarda karşımıza çıkan kan bağı (akrabalık), büyü, ayin gibi
faaliyet alanları, kesin olarak tanımlanmış faaliyet alanları değil, artı, bu alanlarda rol alan
aktörlerin rolleri de kesin çizgilerle birbirinden ayrılmamış. Bir toplulukta mahkeme salonu
yoksa, hakim yoksa, o toplulukta bir hukuk sisteminin varlığından söz edilebilir mi?
Antropologlar işin içinden nasıl sıyrılmışlar? “İlkel hukuk” demişler.

Din için de aynı şey söz konusu : kilise yok, , pazar ayini yok, devletten maaş alan din adamı
yok. O halde büyü demişler, ayin demişler, ve sonunda “ilkel din” deyip işin içinden çıkmışlar.

Siyasete gelince. Antropologlar başlangıçta bu ilkel insanların siyasi liderlerini tek bir tanım
altında toplamışlar: kabile reisi. Oysa, siyasetin çok daha kapsayıcı bir tanımı var :
“İnandığınız bir davayı sizinle birlikte savunacak insanları yanınıza toplama sanatı”
(Bertrand de Jouvenel).

8.ci DERS
EKONOMİ, SİYASET, AKRABALIK (YA DA KANBAĞI) İLİŞKİLERİ (DEVAM)

Antropolojinin ekonomi + siyaset ile birlikte olmazsa olmaz boyutu = akrabalık ,


kanbağı ilişkileri.

Akrabalık ilişkileri Batı kültürü içinde yetişmiş ve antropolojik anlatıları ilk kez okumaya
başlayan biri için kavraması en zor kavram. Çünkü çağdaş toplumlarda özel yaşam / kamu
yaşamı ayrımı var, ya da varolduğu varsayılıyor. Aslında bu ayrım tamamiyle duygularla ilgili
bir ayrım. Kimlere karşı nasıl duygular beslediğimiz, daha doğrusu beslememiz gerektiği
ile ilgili bir ayrım.

Leach diyor ki, antropolojiye yeni başlayanların başka kültürler üzerinde çalışmalarının bir i
yiliği de bu ayrımın çok farklı işlediğini orada öğrendikleri için bu travmatik deneyimi
(ruhsal sarsıntıyı) daha kolay atlatabilmeleridir.

Çağdaş Batı toplumlarında ya da bizim gibi Batı uygarlığını benimsemeye çalışan


toplumlarda akrabalık ile mahremiyet, samimiyet aşağı yukarı eş anlamlı.

En küçük “biz” anne baba ve çocuklar ; hane halkı. Onun hemen ardından, aynı haneyi
paylaşmasak bile aynı tür samimi ilişkiler içinde olduğumuz akrabalarımız geliyor:
dede, nine, amca, dayı, teyze, hala kızı, torun, damat, gelin, vb.

Yakın akraba sayısı çağdaş toplumlarda genellikle bir düzineyi geçmiyor. Bizde
50’den az yakın akrabası olan yoktur. ( Konu ertelenmiştir:Kendimizi (biz kim?)
en son inceleyeceğiz.)

“Biz” dediğimiz yakın akrabalarımıza bizi bağlayan samimiyet ve içten duygular, topluma,
doğru yayılır. Kendimize yakın hissettiğimiz arkadaşlarımızı, komşularımızı, bu
bağlar içinden tanımlarız. Hatta - bu biz Türklere özgü ve “gerçek” Batılı toplumlarda
çok ayıp, yabancılara, akrabalarımız olmayanlara, akrabalık terimleriyle sesleniriz:
Kardeş, abla, yenge, amca, anne: Kentlileşmenin getirdiği yabancılaşmayı, korkuyu yenme
çabası ( mı?)

Ama bu, kamu yaşamı ile özel yaşam arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya yetmez.
Modern toplumda cinayet, derhal polise bildirilmesi gereken bir suçtur. Oysa cinsel
ahlaka ilişkin kurallar çiğnendiğinde, örneğin, bir baba kızı ile ilişkiye girip onu hamile
bıraktığında, en azından, medya özel yaşamları haber yaparak para kazanacağını
farketmeden önce, aile içinde halledilecek bir sorundur. Oysa “ilkel” toplumlarda cinayet
aile içinde, akrabalar arasında halledilmesi gereken bir mesele olarak ele alınır;
cinsel taciz ise gelenekleri kirlettiği, toplumun bütünlüğünü tehlikeye soktuğu gerekçesiyle
cemaatin yargısına açılır. Bu örnek ve pek çok benzerleri nedeniyle, aile ve akrabalık
ilişkileri antropologların çalışmalarının odak noktası olmuştur.

30
31

Burada çok önemli bir ayrıma daha geliyoruz. Biyolojik ilişkiler ve sosyal ilişkiler.
ÖRNEK: Baba. Bizim biyolojik babamız annemizi hamile bırakan erkek. Ama bir de sosyal
babamız var: Annemizin kocası. Ama bu ayrım ayıp şeyler akla getirdiğinden, özellikle de
Hıristiyan ahlakına aykırı şeyler (ilk günah) akla getirdiğinden, antropologlar,
akrabalık derken kanbağını, yani biyolojik ilişkiyi kastetmekle yetinmeyi seçmişler.
Bunun sonucunda da ciddi yanlışlar yapılmış.

Ama çok daha önemlisi insan topluluklarının çoğunda biyolojik ilişkilerle sosyal ilişkilerin
çok net bir biçimde belirlenmiş olması. Toplum kurallarına yansıyor bu ayrım : Bazı
toplumlar “Çiftleşme ile evlenme aynı şeydir” diye kabul ediyor ilişkiyi, bazılarıysa,
“Çiftleşme ile evlenme aynı şey değildir, ” diyorlar.

Ev - içi, aile, akrabalık ilişkilerini çalışırken gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir
nokta da şu : Topluluğun üyeleri, topluluğun bütününü kendi ailelerinin daha yaygın
bir hali olarak algılıyorlar. Bu durumda da , aile içi ilişkileri ayrıntılı olarak irdelemek
antropologlara toplumun mikro modeli üzerinde çalışma olanağı sağlıyor.
( SORU : Farklı aile biçimleri fikri olmayınca , farklı aile de olmuyor! (mu?)

Akrabalık ya da kan bağı ilişkileri terimleri üzerine yapılan karşılaştırmalı çalışmalar


akademik antropolojik çalışmaların en kapsamlı kesimi. 1870lerde Morgan‘la başlayan
bu çalışmalar binlerce cilt tutuyor.

Bu ciltlerde söylenilenlerin ardında şöyle bir varsayım yatıyor : Anne, baba, kız kardeş,
erkek kardeş gibi sözcükler belli bir bağlamda, yani aile-içi ilişkileri belirlemek için
kullanıldıklarından, esastırlar, değişmezler. “Baba” sözcüğü başka anlamlarda da
kullanılabilir ama esas anlamı “erkek ebeveyn”dir. Öyle mi?

Peki, herhangi bir sözcüğün ev içi /aile içi / biyolojik anlamda kullanımının aynı
sözcüğün kamu alanında / topluluk tarafından ortak kullanılan biçiminden daha önce
geldiğini, daha esas, başat, geçerli, gerçek olduğunu nereden biliyoruz?
( Mafya babası mı baba, oğlunun annesini yıllar önce terk eden biyolojik babası mı baba?)

Özetle, akrabalık ilişkileri terimleri ve onlara ilişkin davranış kodları insanlar arası ilişkiler
ağını anlamlı kılmaya yarayan toplumsal araçlar aslında. O halde akrabalık ilişkileri ,
onları niteleyen sözcükler ve onlardan kaynaklanan davranış kodları ev-içi, aile-içi ilişkileri
belirlemekle kalmıyor, toplumsal ilişkilerin tümüne yayılıyor.

Baştaki sorumuza dönüyorum. Sosyal antropolog ne yapmaya çalışıyor?


1. Akrabalık / hısımlık ilişkilerinin nasıl ne zaman nerede devreye girdiğini gözlemlemeye,
2. Akrabalık / hısımlık ilişkilerinin nerede bittiğini, yabancılık ilişkilerinin nerede başladığını
öğrenmeye, çalışıyor.

Antropologların sorunlarının başında çağdaş Batı toplumlarına özgü “bireycilik” ahlakı geliyor.
Çünkü üzerinde çalışma yaptıkları toplulukların çoğunda birey diye bir fikir yok.

Çağdaş Batılı toplumlar bireyin kendi yetenekleri ve becerisi oranında her türlü toplumsal
makama gelebileceklerini, istedikleri mevkiye ulaşabileceklerine inanıyorlar. Aslında bu
olmuyor. Antropologların inceledikleri "öteki" toplumsal düzenlerde yaşayan kişiler ise
böyle bir şeyin olabileceğini bile düşünemiyorlar.

Batılı antropolog incelediği “ilkel” toplumun üyesi olan kişilerin akrabalık ilişkileri
nedeniyle belli kamusal görevlere getirildiğini gözlemliyor. Bu tür makamlar ile akrabalık
sistemi arasında sürekli yinelenen bir ilişki var. Ama aynı sistem hem yönetici kesimde,
hem işçi- işveren ilişkilerinde, hem adalet mekanizmasında, hem de dinsel kurumlarda
karşısına çıkınca Batılı antropologun sınıflamaya, ayrım yapmaya alışmış aklı karışıyor.

Bunun en güzel örneklerinden biri Malinowski’ nin Trobriand topluluğu üzerine yaptığı
ve bitiremediği araştırmasında sergilenir. Burada Malinowski ’nin “Baş Reis”,

31
32

“Sandal (kano) Sahibi”, “Köyün Muhtarı”, “Bahçe Büyücüsü” olarak tiplediği karakterlerin
oynadıkları toplumsal roller, ancak anlatılan hikayenin ortalarına gelindiğinde ilginç
olmaya başlar, çünkü bu rollerin hepsini oynayan aynı aktördür. Ama daha da önemlisi,
aynı aktörün bu toplumsal rollerin hepsini birden üstlenmesi kişisel yeteneklerinden
ya da becerilerinden değil, girift akrabalık sistemi ağı içindeki konumundan kaynaklanmaktadır.

9.cu DERS
(İLKEL TOPLULUK MODELLERİ )
BORÇ ; HEDİYE ; İKTİDAR

Tarih dışı (öncesi) toplumlarla ileri, karmaşık yapılara sahip toplumlar arasındaki ayrım ortaya konulduğu kadar açık
seçik değil.

Okuryazarlık bize tarihsel değişimin bilincinde olan, değişmesi zor bir toplum düzeni içinde yaşadığımız izlenimi veriyor.
Sanki, sözleri her yana çekilebilir metaforlardan oluşan, geçmişi mitolojik olarak değerlendiren yaban toplumlardan
niteliksel olarak farklıymışız gibi geliyor bize.

Soru :Modern toplumla ilkel toplum arasında yapı ya da bilinç açısından bir kopukluk var mı?
Bence yok.
Soru : İşe yarar bir ilkel toplum modeli kavramsallaştırılabilir mi, bunu yapmaktan bir yarar
umulabilir mi? Cevap : Hayır .

Oysa antropologlar bunca yıllık çalışmaları sonucu bir modele ulaşmak amacıyla “ilkel toplum” ları belirleyici, bir
başka deyişle onları modern toplumdan ayırdedici üç ayrı özelliğin altını çizmişler:
1. Homojendirler.
Öyle mi? Antropolog incelediği “kabileye “, “topluluğa”, “sisteme", bir sanatçının gözüyle değil, bir bilim adamı
endişesiyle bakar. Hep “tipik” olanı yakalamaya çalışır. Gözlerinin önünde olup bitenin sistemin bir başka bölümünde
de aynen tekrarlandığına, hem kendini hem de okurlarını inandırmaya çalışır. O halde ilkel toplulukların homojen
oldukları bir bulgu değil, bir varsayım.
2. Parçalıdırlar: (bölünmüş , segmented )
Öyle mi? Antropologlar genellikle soy sistemlerini (aynı atadan süren tek yanlı soydaşlık sistemlerini) bir hiyerarşi
düzeni içinde ele alırlar. Yani A soyu A1, A2,.... 'e bölünmüş, onlar da A1.a., A2.b, A2.a, A2 b....... 'e bölünmüştür,
vb.vb. A soyu ile diğer soylar arasında dayanışma ya da muhalefet üzerine kurulu bir "duygusal hiyerarşi " vardır.
Şöyle ki, A' nın tüm üyeleri B' nin karşısında yekvücut olarak birleşebilirken, başka bir bağlamda, A1'nin üyeleri B1'nin
karşısında ya da A1a.'nın üyeleri B 1b.'nin karşısında düşman ya da muhalif olarak birleşebilirler . Bu tür bir sosyal
yapılanma, ki Durkheim "mekanik dayanışma" olarak adlandırmıştır, yalnızca kan bağı ve soydaşlık ilişkileri üzerine
kurulu ilkel topluluklara özgü olmayıp her tür topluluk ve toplumda görülür.

Antropologun üzerinde çalışma yaptığı topluluklar harita üzerine gelişigüzel dağılmış değil. Topluluk üyeleri kendilerinin
belli bir gruba ait olduğu duygusuyla yaşayan kişiler. Sürekliliği belirleyen zaman süreci bizim bildiğimiz anlamda yıllarla
değil, kuşaklarla ölçülür. Bu topluluklar belli bir coğrafya (place), belli bir hayvan sürüsü, belli bir ürünün tohumu ya da
ana babadan çocuğa aktarılar bir soy adı etrafında kimliklerini oluştururlar. Biyolojik ana babalık ikincil derecede
önemlidir. Aynı topluluk içinde birbirleriyle evlenmeyen farklı akrabalık grupları bulunabilir. Topluluğu bir arada tutan,
ona kimlik veren akrabalık ilişkileri dilinin kullanılmasıdır, yani “biz” den söz ediyor olmasıdır. Buradaki “biz”, biyolojik
akrabalık ilişkisi olsun ya da olmasın, politik açıdan büyük önem taşır. “Azgelişmiş” toplumsal sistemlerde politik güce
boyun eğme, toplumsal tabakalaşma, akraba olan / akraba olmayan ayrımı üzerine kurulu : Akrabalık bağları yalnızca
varolan ilişkilerin evlilikler yoluyla tekrarlanması değil ( Levi - Strauss) . Örneğin, bir kölenin o topluluğa özgü “insan
haklarından” mahrum edilişi ya da ekonomik açıdan bağımlı durumda bulunması, onun köle sınıfından olmasıyla değil,
akraba olmaması ile açıklanır. Kimin kiminle evleneceğini kuralının, ya da, yanlış kişiyle evlenirse doğa üstü güçler
tarafından cezalandırılacağı korkusunun altında yatan da sonuçta aynı iktidar oyunun bir parçası. İşte bu yüzden
antropologlar akrabalık ilişkilerinin aynı evde yaşayanların aralarındaki biyolojik kan bağından ibaret olmadığını çok iyi
bilmek zorunda.
3. Mitler üretir, mitlerle yaşarlar.

32
33

Antropologlara göre ilkel topluluklarda kimin ne üzerinde ve kim üzerinde hak sahibi olduğunu yasalar, tarihsel belgeler
belirlemez. Mit, yani, geçmişe ilişkin kutsal ya da dinsel anlatılar belirler. İncil ya da Kuran gibi. Dahası, mevcut toplum
sisteminin varoluşu ve işleyişi belli ritüellerle, ayinlerle meşru kılınmıştır :Tanrılara adanan kurbanlar, kehanetler, fal
açma, büyücülük ve hastaların iyileştirilmesi gibi. Hastalık genellikle doğa üstü güçlerin verdiği bir ceza olarak algılanır.
Şifa verenler de bu güçlerle bağlantı kurabilen kişilerdir. Antropologlar dinden büyüden söz ettiklerinde kendi içinde
tutarlı bir teoloji anlayışından ziyade bu tür marifetleri kastediyorlar. Burada da akrabalık dili, sözcükler çok önemli.
Çünkü son kertede bu gibi marifet, maharet sahibi kişiler yaşayanlarla (aynı soydan) ölü ruhlar arasındaki ilişkileri
açıklıyorlar.

“Toplum yapısı antropolojinin metafizik alanına girer.”


Alan çalışması yapan antropolog incelediği topluluk üyelerinin kendi kozmolojilerini anlatırken kullandıkları
sözlerle bu soyut şemayı nasıl ifade ettiklerini çözebilmeli.

Antropolog belli bir kosmos yapısının ardında yatan mekan - zaman ilkelerini şimdi
yaşananın hayali bir projeksiyonu olarak algılayabilmeli. Ama bu projeksiyon, hem şimdi
yaşananı denetliyor, hem de, "şimdi yaşanan" ın ayrıştırılamaz bir parçası .

Özetle, antropolog oradan buradan edinilmiş bilgileri bir araya getirip bunlardan anlamlı bir bütün kurmaya çalışmak
yerine, elinin altındaki verili, somut sistem üzerinde ayrıntılı, derinlemesine çalışmalı.

En basit bir insan topluluğunun yaşam biçimini tümüyle ele almak her antropologun kolay
kolay altından kalkamayacağı denli karmaşık bir iştir.
Sosyal antropologun işi incelediği insan topluluğunun davranışlarındaki ayrıntıları gözlemlemektir dedik. Bunu bir
amaçla yapar. Amacı bu davranışlarıyla insanların kişiler arası ilişkileri NASIL ifade ettiklerini bulup çıkarmaktır.
“Sosyal antropoloji toplumu kişiler arası ilişkilerinden oluşan bir yapı olarak ele alır.”
Radcliffe-Brown böyle demiş.

Bu noktada kişi ile birey kavramlarının ayırdetmek çok önemli.

Birey doğan, büyüyen, yaşlanan ve ölen biyolojik bir varlık. Kişi ise bireyin yaşamının belli dönemlerinde onun üstlendiği
bir dizi rolden ve görevden oluşuyor. Bireyin gündelik davranışları bireysel mizacına, kendine özgü ve sosyal
antropologun ilgi alanına girmiyor. Ancak, bireyin eylemlerin çoğu onun toplumun bir üyesi olmasından kaynaklanan
görev ve yükümlülükleri ile bağlantılı. Bu yüzden de kişiler arası ilişkiler dediğimizde, bu görev ve yükümlülüklerle ilgili
verili, yani geleneklerce önceden belirlenmiş, dolayısıyla aşağı yukarı önceden kestirilebilir davranışları kastediyoruz.

Kişiler arası ilişkilerin tümü karşılıklı. Birey A, toplumdaki konumu gereği Birey B ’ ye karşı belli hak ve görevler taşıyor.
Ama Birey B de aynı nedenle Birey A’ ya karşı bu ilişkiyi tamamlayıcı hak ve görevlere sahip. Birey A ile Birey B
arasında yaşananlar onların ilişkilerinin ifadesi ya da simgesi, sembolü. İlişki dediğimiz bu şey aslında sosyal
antropologun yaptığı bir soyutlama. Söz konusu iki birey, yani aktörler açısından önemli olan, sürekli olarak karşılıklı bir
davranışlar dizisi içinde bulunmaları.

Bebekler annelerine gülümser, anneleri de karşılığında onlara gülümser; bebekler ağlar, anneleri onları emzirir. İnsanlar
daha büyüyünce konuşarak ilişki kurmaya çalışırlar. Birbirleriyle karşılaştıklarında “nasılsın?” derler ve aynı zamanda
bedensel bir ilişki kurarlar, el sıkışırlar, öpüşürler, vb. Arkadaşlar birbirlerine mektup yazar, komşular yardımlaşır.
Telefonla konuşmak gibi çağdaş, teknolojik araçlar dolayımında kurulan ilişkilerde bile tekrarlanan mesaj aynıdır : “
Ben seni arıyorum, sen de beni ara. Biz dostuz, ilişkimiz eşitlik üzerine kurulu.”

Oysa, gerçekte işler hiç de böyle değil. Tüm toplumlarda, kişiler arası ilişkiler eşitlik üzerine değil, tam tersine, eşitsizlik
üzerine kurulu.

Kapitalist ilişkiler içinde, işveren işçiye emeğinin karşılığını para olarak öder. İşçi / işveren ilişkisini kim kime ne veriyor,
sorusu tanımlar. Doktor / hasta, öğretmen / öğrenci, efendi / köle ilişkilerinin altında yatan da bu : Kim kime ne veriyor?

Akrabalık ilişkilerini inceleyenlerin atladıkları bu nokta çok önemli. Akrabalık ilişkileri ev içi ilişkiler ile ya da somut kan
bağı ilişkileri ile sınırlı değil ; çeşitli semboller ve özellikle de “dil” aracılığıyla toplumun tümüne yayılıyor. Politikacılardan,
holding yöneticilerine, eğitim kurumu yöneticilerine kadar herkes boşuna “biz bir aileyiz” demiyorlar ikide bir.

Akrabalık ilişkilerini tanımlayan kategorilerden biri olan “baba” sözcüğüne dönersek : En dar, en aile içi tanımıyla bile,
“baba” sözcüğü baba olarak adlandırılan bireyin ailenin öteki bireylerinin hepsiyle ilişkilerini açıklamaya yeterli değil.

33
34

“Baba” yı ancak onun öteki aile bireyleri ile ilişkisi içinde tanımlayabiliyoruz. Ana rahmindeki döl ile babası, bebek ile
babası, baba / oğul, baba / kız farklı babalar. “Baba” bu ilişkilerin her birinde farklı bir “kişi”. Hatırlatalım: bunların hepsi
“baba”nın sadece hane içi ilişkilerinin farklılıkları. “Baba” rolünün toplum çapındaki göndermelerine henüz değinmedik
bile.

Özetle, en dar anlamında bile toplumsal roller ancak kişiler arası ilişkiler içinden tanımlanabiliyor. İlişkinin bir başka adı
da alış veriş.

Hediye alıp verme davranışları antropologların çok sık başvurdukları bir inceleme alanı.
İlk bakışta bir kişi bir başkasına bir münasebetle (evlilik, doğum, vb.) hediye veriyor gibi görünse de, aslında hediye
vermenin kökeninde borç ödemek yatıyor.

Açalım: İnsanlar tanımadıkları kişilere durup dururken hediye vermezler. Verirlerse, bunun bir anlamı vardır ve hediyeyi
kabul eden kişi hediye verene borçlanmış olur ve aralarında bir ilişki başlar. Bu alış verişin kurallarını o topluma özgü
haklar ve yükümlülükler sistemi belirler. Aynı toplumun üyeleri gelenekleri uyarınca aralarındaki hediye alış verişini
sürdürürler ve böylelikle de borçlarını hep kısmen ödediklerinden aralarındaki ilişki sürer gider. Eğer bir hediyenin
borcu tümüyle ödenirse, en azından kuramsal olarak, o iki kişi arasındaki ilişki de biter.

Şimdi ben pazara gitsem, bir düzine yumurta alsam, parasını da ödesem, ertesi hafta yeniden pazara gittiğimde yine o
yumurtacının tezgahından alışveriş etmek gibi bir yükümlülüğüm yoktur, çünkü, aramızdaki ilişki, bir hafta önce, satın
aldığım yumurtalarının karşılığını ona tam olarak ödediğimde bitmiştir. Ama ondan yumurta almaya devam edersem ve
bunu her hafta yaparsam, ben o yumurtacının devamlı müşterisi olurum. Devamlı müşteri, yumurtacıya borçlanabilecek
müşteri demektir. Bana hesap açar, ben de ona borçlanırım. Tıpkı bankaların açtıkları kredi hesabı gibi. Böylece de
aramızda bir ilişki kurulur. Hediye alış verişinin temelinde yatan da budur.

En basit alışveriş biçimine örnek olarak çocukların oyun oynarken yumruklaşmasını gösterebiliriz. Biri ötekine yumruk
atar, karşılığında yumruk yer, kavga biter. Ya da otobüste bir 0yabancı size yer verir, teşekkür edersiniz, bir şey değil
der, ilişki biter. Bunlar geçici ilişkilerdir.

Hediyenin karşılığı anında geri ödenmediğinde, hediyenin geri ödenme süresi uzadığında, işler karmaşıklaşmaya
başlar. Ertelenmiş borçların tipik bir örneği tarım toplumlarının emeği örgütleme biçimlerinde görülür. Bir hanenin sahip
olduğu tarladan ürünü toplamaya başka bir hane emek gücü olarak yardım eder. Karşılığında bir bedel ödenmez,
yardım eden hane halkının yardıma ihtiyacı olduğu zaman borçlu hane bu borcunu aynen (yani emek biçiminde) geri
öder. Levi Strauss’ un kısıtlı alışveriş olarak adlandırdığı aralarında kız kardeş değiş tokuş eden toplulukların ilişkisi de
böyledir. Bir erkeğin halasının kızıyla evlenmesini onaylayan bir toplum kuralı, ileri bir tarihte aynı türden bir kız değiş
tokuşu yapılacağına dair (yani öteki taraftan bir erkeğin beri taraftan bir amca kızı ile evleneceğine dair) hakları ve
yükümlülükleri birlikte getirir. Altını çizelim : İlişki, hediyeden ötürü değil, borçlanılmış olmaktan ötürü sürmektedir

Buraya kadar simetrik ilişkilerden söz ettik. Bir de Levi-Strauss’un genelleştirilmiş değiş tokuş olarak adlandırdığı, aile
içi, kız alış verişini aşan, topluma yayılan ilişkiler var. Modern endüstriyel ve endüstri ötesi toplumlarda alış veriş bu ilke
üzerine kurulu. Eğer ben bir çorap satın almak istiyorsam, çorapçı dükkanına gidiyorum. Çorapçı bana satacağı çorabı
toptancıdan almak zorunda. Toptancı ise üreticiden. Çorap üretici çorabı üretebilmek için ipliği iplik satıcısından almak
zorunda, vb. vb. Bu durumda hediye ile hediyenin karşılığı arasına o kadar çok kişi ve ilişki giriyor ki, hediyenin bedeli
para ile sabitlenmiş olsa bile, değiş tokuşlar zinciri açık uçlu. Çorabı alacak kişi olarak ben de bir yerlerden para
bulmalıyım. Bu yüzden geçici olarak ta olsa bir dizi insanla bir dizi ilişki kuruyorum. Örneğin, yazı yazıyorum. Yazıyı
yayıncıya veriyorum. Yazı bir kitap olarak basılıyor. Okur kitaba para ödüyor. O paranın belli bir yüzdesi bana ödeniyor.
Ben de gidip çorap alıyorum.

Levi-Strauss'un genelleştirilmiş değiş tokuş dediği şey de böyle. Levi-Strauss erkeklerin dayı kızları ile evlendikleri bir
sistemi örnek verir, ancak kız veren tarafla kız alan taraf arasındaki ilişki asimetriktir. Yani dayı kızı alma karşılığı
ileride ödemek üzere bir dayı kızı borçlanmazlar, kızın karşılığında belli değerli mallar verirler. Ancak, kız veren taraf, dış
evlilik kuralları gereği kendi grubundan biriyle de evlenemediğinden, bir yerlerden evlenecek kız bulmak zorunda. Levi-
Strauss genelleştirilmiş değiş tokuş derken, benim yazımın kitaplaşıp sonunda para olarak cebime girmesine benzeyen
bir dolaşımı anlatıyor. Malinowski de ünlü Kula Çevrimi çalışmasında aynı tekrarlanan borçluluk halinden söz eder.
Özetle, toplumsal ilişkiler demek, bireyin toplumdaki rolleri gereği başka toplumsal rollerdeki bireylere karşı hakları ve
yükümlülükleri demek. Ancak, toplumsal ilişkiler bu sürekli karşılıklı borçlanma hali ile bitmiyor. İşin içinde bir de iktidar
faktörü var. İnsanlar arası güç ilişkileri. Nedir iktidar?

Victor Turner (The Ritual Process, l969) insanların dinsel ayinler sırasındaki durumunu eşikte olma hali, ne o ne öteki
bir hal olarak tanımlar. Ben de iktidar (güç, erk) iki kategori arasındaki geçirgenlik üzerine kuruludur, diyeceğim.

34
35

İki kişi arasındaki bir iktidar ilişkisini gözlemlediğimizde ne görürüz? A emir verir, B emirleri yerine getirir. O halde deriz,
A’ nın B üzerinde yaptırım gücü var.

Ancak güç sözcüğü metafizik olduğu kadar fiziksel gücü de betimliyor. Suyun gücü, buharın gücü, rüzgarın gücü gibi.
Mühendislik diliyle konuşursak, bir “bağlantının iki ucundaki “potansiyel güç ” birbirine eşit olmadığında ortaya bir güç
akımı çıkar. Mesela bir elektrik pilinin artı ve eksi kutupları birbirine bağlandığında ortaya çıkan enerji artı uçtan eksi uca
doğru bir güç akımıdır. Bu mekanik örnekte geçirgen, iki kutup arasındaki madeni bağlantıdır. Bağlantının bu noktası en
tehlikeli noktadır. Eğer bağlantı, örneğin bakır tel, çok ince ise yükü taşımaz ve pil yanar.

Örnekten kastımız şu: İki kategori arasında bir bağlantı olmadığı sürece, yani aralarında bir ilişki olmadığı sürece, bir
tehlike de yok. Ama bağlantı kurulur kurulmaz arada bir güç akımı başlıyor: iktidar oyunu. Potansiyel güçler arasındaki
fark ne kadar fazlaysa akımın gücü de o kadar fazla ve aradaki geçirgenin yanma ihtimali de o kadar yüksek.

Kişiler arası ilişkiler de böyle. Egemen olan boyunduruğu altındakiler üzerinde iktidar gücünü ne kadar artırırsa,
aralarındaki gerilim, yani ilişkinin şiddete dönüşme olasılığı da o kadar artıyor.

İnsanlarla doğa üstü güçler arasındaki ideolojik ilişki de böyle. Bir dinsel ayin esnasında, bireyler vecde gelip
aralarındaki toplumsal farkları unuttuklarında insanla insan üstü varlıklar arasında aynı geçirgenlik hali, yani tehlike söz
konusu. Bu bir ne o ne ötekilik hali ve bu durumda ortaya mucizeler de çıkabiliyor (felçli hasta yürümeye başlıyor)
felaketler de
( hasta eskisinden kötü oluyor). Bu gibi hurafelere inanmamayı seçenler genellikle fiziksel olanla fizik ötesi (metafizik)
arasında bir geçirgenlik olduğuna inananlara, siz iki şeyi birbirine karıştırıyorsunuz, bunlar gerçek değil, sizin
hayalinizde yaşadığınız şeyler, derler. Ama insanlar bu geçirgenliğe inandıkları için dinsel ya da ideolojik ayinlere
katılıyorlar, inandıkları için bu metafizik güç ya da iktidar akımı tehlikeli oluyor ve ortaya somut, gözle görülür bir durum
çıkıyor.

Dinsel ideolojiler insanlarla tanrılar arasında çok büyük bir güç farkı olduğunu ve tanrıların yoketme, mahvetme
iktidarına sahip olduğunu varsayar. Gündelik yaşamda kişiler arası güç akımı bu denli kahredici olmasa bile, her zaman
vardır ve eşit ilişki denilen şeye çok ender rastlanır.

Şimdiye dek kişiler arası ilişkiler üzerine söylediklerimizi şöyle şemalaştırabiliriz :

Borçluluk hali = toplumsal ilişkiler


Borcun ödenmesi = ilişkinin açığa vurulması
Ödeme biçimi = ilişkinin türü
Karşılıklı eşit ödemeler = toplumsal statü eşitliği; arada güç akımı yok
Asimetrik ödemeler = statü eşitsizliği ; “yukarı” dan “aşağı” ya güç akımı

Bu formülün her öğesi tersyüz edilebilir. Yani, her toplumsal ilişki bir borçluluk halini içerdiği gibi, her borçluluk hali bir
toplumsal ilişkidir, gibi.

Dahası, bu formül her türlü toplumsal ilişki için geçerlidir. Akrabalık, din, hukuk, siyaset, ekonomi. Hepsinde ilişki aynı
metaforla tanımlanır. Gönül borcu, vatan borcu, evladın anasına borcu, namus borcu, banka borcu,vb.

Bu formül Marxist teze de bir katkı getirir. Şöyle ki : Yukarıdaki şemada sol taraftaki sıralama “ekonomik” sağ taraftaki
sıralama ise akrabalık ya da politik otorite ilişkilerine gönderme yapıyor.

Marx ve Engels bu karşılıklı tekabüliyetin elbette ki fevkalade bilincindeydiler. Ancak bunu bir sosyal evrim çerçevesini
sokmak için biraz zorladılar. Engels, Ailenin Kökeni...... adlı yapıtında (1884) Morgan’ın Kadim Toplumlar’ ından (1877)
el alarak şöyle der:

Maddeci görüşe göre tarihin belirleyici unsuru, son kertede, yaşamı sürdürmek için gerekli olanların üretimi ve yeniden
üretimidir. Bu iki yönlüdür: Bir, yiyecek, giyecek, barınak ve bunları yapacak araçların üretilmesi; iki, insanın kendisinin
yeniden üretilmesi, yani insan soyunun sürdürülmesi.

35
36

Ardından ekler Engels : belli bir tarihsel dönemde, belli bir ülkede yaşayan insanların toplumsal örgütlenme biçimi her iki
üretim türü tarafından, yani bir yandan emeğin ulaştığı gelişme aşaması tarafından, öte yandan ailenin ulaştığı
gelişme aşaması tarafından belirlenir.

Şimdiye kadar yapılmış antropolojik araştırmalarda “üretim biçimleri”, üretim ilişkileri “ “politik egemenlik ilişkileri” ile “aile
biçimleri” yani insan soyunun yeniden üretim biçimleri arasında bir bağlantı saptanmamış. Ama antropologlar en sevgili
çalışma alanları olan akrabalık ilişkilerini incelerken şunu asla unutmamalılar : Aile hem yaşamı sürdürmek için gerekli
araçları üreten , hem de kendi soyunu yeniden üreterek sistemi sürdüren toplumsal bir makinedir.

Antropologun avantajı, profesyonel bir tarihçi gibi toplumları dürbünün öteki ucundan soğukkanlı bir biçimde incelemek
değil, “öteki” leri onlardan biriymiş gibi içerden , o topluluğun üyesi olarak, katılarak anlamaya çalışmasıdır – eğer, tabii,
o topluluğa karşı yeterince ilgi duyuyorsa.....

1O. CU DERS
BORÇ, HEDİYE, İKTİDAR (DEVAM)

Mikro ortamda, yani domestik, hane içi, yüz yüze, doğrudan ilişkiler açısından modern toplum tabir edilen düzenler
içinde yaşayan insanlarla endüstri öncesi tabir edilen toplumlarda yaşayan insanların birbirleriyle ilişkileri aynı oranda
karmaşık.

Altını çiziyorum çünkü, antropolojik çalışmalarda geleneksel olarak incelenen toplumlara ilişkin iki varsayımdan yola
çıkılmıştır : 1) onlar bizden farklı ; 2) onların toplumsal düzenleri birincil, yani, kan bağı, evlilik, aile ilişkileri üzerine
kuruludur, bizimki ise ikincil, yani, kurumlar, kuruluşlar, örgütler üzerine kuruludur. Yani, “ bizler” birbirimizle doğrudan
değil, dolaylı olarak ilişki kurarız.

Doğrudan. Dolayımlı. Farkı şu : Üniversite beni Rektörün amcasının kızı olarak tanıdığı için bana öğretim üyesi
olmamın karşılığını ödemiyor. Ben belli bir eğitim dolayımından geçtiğim, o düzenin benden ne beklediğini öğrendiğimi
kanıtladığım için (diploma sahibi olduğum için ) bana para veriyor . Modern toplumların işleyişinde dolayımı para
belirliyor. Para genelleştirilmiş bir değiş tokuş aracı. Bu toplumlarda hem servetinizi para biçimde biriktirebiliyor ve
artırabiliyorsunuz, hem parayla pazardan mal satın alabiliyorsunuz, hem size yapılan hizmetleri parayla
ödeyebiliyorsunuz. Endüstri öncesi toplumlarda bu böyle değil. Örneğin, Pasifik'te Kula Adalarında yaşayan halklar
farklı toplumsal grup üyeleri, farklı diller konuşuyorlar ve aralarında ekonomik bir alışveriş sistemi oluşturmuşlar.
Birbirleriyle mwali (pazıbent) ile bagi (kolye ) değiş tokuş ediyorlar. Biri ötekine sürekli mwali veriyor ve karşılığında
bagi alıyor. Bagi alan karşılığında bagi veremiyor, hep mwalii vermek zorunda ; mwali alan da hep bagi vermek
zorunda. Her ikisi de değerli, ama pazara gidip mwali ya da bagi verip karşılığında et ya da balık satın alamıyorsunuz;
çetrefil bir değiş tokuş dolayımından geçmesi gerekiyor elinizdeki değerin. Oysa modern toplumlarda para her türlü
değiş tokuş için geçerli.

Bu söylediklerimiz elbette ki modern toplumlarda para alış verişlerinin belli kriterlere bağlı olmadığı anlamına gelmiyor.
Bir kere parayı verenin toplumsal statüsü parayı alandan daha yüksek. İkincisi daha çok para verilen daha az para
verilenden daha önemli. Fabrikanın müdürü sıradan işçinin on katı ücret alıyor. Gerekçesini sorduğunuzda
“sorumluluğu “ daha fazla deniyor. Öyle mi? Hayır. En azından aralarındaki sorumluluk farkı ile aldıkları paranın oranı
birbirine eşit değil. İşçinin sorumluluğu ile yöneticinin sorumluluğu arasındaki fark, ödenen arasındaki farkı açıklamıyor.
Fark, iktidar hiyerarşisi, sınıflandırması içindeki statü farkından kaynaklanıyor.

Ekonomik hiyerarşinin bir diğer belirleyicisi ödeme zamanı. En alt statüde gündelikçiler var, sonra haftalık ödeme
yapılanlar, aylıkçılar ve nihayet yıllık maaşla çalışanlar geliyor. Ödeme zamanı ne kadar uzarsa, işverenin çalışana
borcu o kadar artıyor, dolayısıyla çalışanın güvencesi de artıyor : çünkü borçlu olan kendisi değil, işveren. Borçlu
olmak, daha önce de belirttik, ilişkinin sürmesini istemek demek.

Bütün bunların üstünde ve ötesinde bir çalışan tipi var. Bunlar para karşılığı çalışmıyorlar. Hiyerarşinin en tepesinde yer
alıp para karşılığı çalışanlara emir veriyorlar. Örneğin Vakıf başkanı. Gönüllü işlerle para karşılığı çalışma arasında ters
orantılı bir ilişki var. Para almaksızın çalışmak, en üst düzey toplumsal statü sahibi olanlara özgü bir konum.

36
37

Ortodoks Marxistlerin ve feministlerin belki de yeterince ciddiye almayıp genelleştirme yanlışına düştükleri nokta bu. Bu
sömürüdür diyorlar, yaptığı işin karşılığı ödenmeyen ev kadınına tanınan şerefli mevki ile bizi kandıramazsınız, diyorlar.
Sorun keşke onların koymak istediği kadar basit ve genel olsaydı. Bunu özellikle bizim ülkemiz gibi modern toplum
düzenini kendisi üretmemiş, ithal etmiş bir toplumun üyesi olarak söylüyorum.

Evet, pek çok çalışan evli kadın hane reisinin koca olmasından ve yasalar karşısında evin bütçesinin kocadan sorulur
olmasından, yani vergiyi ödeyenin koca olmasından rahatsız. Yasalar haneyi tek bir toplumsal birim ya da olarak
görüyor. Yüksek vergi ödeyen hanenin toplumsal statüsü yüksek. Hanenin toplumsal statüsünü yükseltmek dışarıda
para kazanıp eve getiren kişiye, yani kocaya düşüyor.

Ama hanenin toplumsal statüsü yalnızca vergi biçiminde ödenenle belirlenmiyor. Ev içi ilişkileri yürütmekte de para söz
konusu. Ev içi ödemeleri modern toplumlarda evin hanımı yapıyor. Örneğin , hizmetkarların parasını ödüyor. Ama daha
önemlisi, misafirleri ağırlıyor. Evinde misafir ağırlamanın , yedirip içirip yatırmanın toplumsal statüsü, evinde para
karşılığı yemek yapmaktan ya da evini oda oda kiraya vermekten daha yüksek. Bu açıdan bakıldığında ise hane reisi,
yani bu statünün esas sahibi koca değil, bu misafirperverlik gösterisini yöneten kadın. Böyle bakıldıkta, kocasından
evde yaptığı işler karşılığı bir ödeme isteyen ev kadını kendini ev içi bir hizmetli statüsüne düşürmüş oluyor. Bu görüşe
karşı çıkanlar diyorlar ki: toplumun ikiyüzlülüğünü saklamak için başvurduğu bazı yöntemleri savunuyorsunuz. Oysa, asıl
mesele şurada : Modern toplumlar dediğimiz düzenlerde ev-dışı yaşamı belirleyen kapitalist işveren - ücretli ilişkileri ile
ev-içi yaşamdaki davranış kuralları birbirinden kesin bir çizgiyle ayrılmış olduğu sanılır. Paranın ev - dışı ilişkileri
belirlediği, ev-içi ilişkileri ise farklı alış veriş esaslarının varolduğu sanılır.

Ev-içi ilişkilerin ev-dışı ilişkilerden farklı bu esaslarına bakabilmek için endüstri öncesi toplum ilişkilerine dönüyoruz,
yani ev-içi ile ev-dışı' nın böylesine kesinlikle birbirinden ayrılmamış olduğu ilkel toplum düzenlerine.

Bu toplumlarda kişinin ev dışındakiler ile, yani yabancılar ile, iyi ilişkiler kurabilmesinin tek yolu ona “kendi evinden biri"
ymiş gibi, akrabasıymış gibi davranması. (Amca, yol ver, Kardeşim, bakar mısın, sen benim bacım sayılırsın, vb). Bunu
yapıyoruz, bir. İkincisi, kapitalist alışveriş sistemindeki emeğin karşılığının derhal para biçiminde ödenmesi, örneğin,
emeğe karşı emek ya da para-dışı hediye, evde misafir etme gibi uzun vadeli borçlanmalarla ödenmesi biçimine oranla
daha alt bir toplumsal statü göstergesi. Modern toplumlarda emek-karşılığı-para biçiminde yaşanan kısa vadeli ilişkilerin
dışında yaşanabilen uzun vadeli yegane ilişkiler ulusal kimlikler ve aile bağları.

Modern toplumlarda yaşayan "biz / onlar" karşıtlıklarının tümü modern öncesi toplumlardaki akraba ve akraba olmayan
üzerine kurulu karşıtlıkların aynısı.

Ulusal topluluklar yabancıları nasıl ayırdediyorlar? Aynı ulustan, (Türk ulusu), değiliz, diyorlar, aynı kanı taşımıyoruz der
gibi; bireyin, neredeyse biyolojik olarak bu ilişkiyi inkar etmeye hakkı yok. Yabancılar ise ancak evlilik yoluyla bizim
aramıza karışanlar.

Klan-dışı evlilikler söz konusu olduğunda, biz/onlar ayrımı aynı soydan olduğumuz için evlenemeyeceğimiz kişiler / ayrı
soydan olduğumuz halde evlenebileceklerimiz ayrımı ile aynı şey demek. Aynı soy ise, aynı atadan (anaerkil düzenlerde
ana soyundan, ataerkil düzenlerde baba soyundan) gelenler demek . Bu ayrımı her ne kadar akademik olarak bu kadar
net koymak akademisyenlerin kolayına gelse de, işler aslında böyle yürümüyor ve insanlar hem ana hem de baba , yani
hem kan hem de evlilik yoluyla atalarının izlerini sürüyorlar. O zaman da köklerini başka platformlarda aranmaya
başlıyorlar, başka ortak paydalar arıyorlar, örneğin, ortak bir toprak, ana vatan, ortak bir hayvan, bozkurt, ortak bir besin
maddesi, buğday, gibi.

İnsanlar ortak atalarını hem ana hem de baba soylarının ikisinde birden aramaya başlayınca, kimin kiminle
evlenebileceğinin sınırları karışıyor. Örneğin, eski Mısır’da karı, eş anlamında karı ile kız kardeş kavramlarını aynı
sözcük karşılıyor. İşte bu yüzden gerek ilkel, gerekse bizim gibi ileri toplumlarda kan bağı ilişkilerinden değil, evlilik
yoluyla da edinilen ve “biz” tanımı içine aldığımız akrabalık ilişkilerinden söz etmek daha doğru.

“Biz / onlar” ilişkileri ayrımını, bir dizi onaylanmış ve yasaklanmış davranış kodu belirliyor. Bunlar ahlaki ölçütler. Örn.
İslam toplumunda mahrem, na-mahrem ayrımı.

Modern Batı toplumlarındaki en küçük biz birimi, anne-baba-çocuklarından oluşan, aynı haneyi paylaşan “çekirdek aile.”
Bu aile tipi aynı zamanda bireyin tarihinde, bireyin oluşumunu belirleyen en önemli topluluk. Bu tip ailenin evrimi şöyle:
Bir kadın ve bir erkek evleniyorlar, çocukları oluyor, çocuklar büyüyor, evlenip kendi çekirdek ailelerini kuruyorlar, çift
yalnız kalıyor, hane daralıyor, nihayet ölüyorlar ve hane ortadan kalkıyor.

37
38

Çekirdek ailenin ortadan kalkmasıyla başlangıçtaki çiftin mülkü çocuklarına devir oluyor, ama başlangıçtaki “biz”, birinci
kuşaktan sonra sürmüyor, dağılıyor; çocukların kurdukları yeni ailelerin arasında ilişki olabiliyor, ama bu keyfi bir ilişki ,
zorunlu değil, çünkü onlar da birer çekirdek aile kurmuşlar ve onlar da bir kuşaklık “biz” ilişkilerini yaşıyorlar.

Modern kapitalist sistemde davranışlar para alışverişine göre kodlanmıştır dedik . Karşıtlıklar ise şöyle :
Biz Onlar
Akraba Akrabamız olmayanlar

İlişkiler sürekli, para verilerek İlişkiler süreksiz, para ödenerek bitirilir


yok edilemez

Gerçek akrabalar Evlilik yoluyla akraba olanlar


“Aynı soydan,aynı kandan” [Boşanmaya ilişkin kurallar belirler.
İlişki parasal alışverişe dönüşebilir.
Eş dışında evlilik yoluyla edinilmiş
akrabalarla ilişkiler asgaride tutulur.]

Endüstri öncesi toplumlarda ise:

Biz Onlar
Gerçek akrabalar Evlenme yoluyla edinilmiş / edinilebilecek akrabalıklar

Evlenemeyeceklerimiz Evlenebileceklerimiz

İlişki süreklidir, hediye alışverişi ile İlişki geçicidir, başlık parası, çeyiz
kanıtlanması gerekmez gibi hediyelerle kanıtlanır

Her iki şemada da gerçek akrabalar birbirlerine emek, evinde misafir etmek , yemek sunmak gibi kalıcı olmayan
hediyeler verirler. Böylece aralarındaki sürekli ilişkinin eşit olduğunu kanıtlarlar. Evlilik yoluyla akraba olanlar ve
aralarında akrabalık ilişkisi bulunmayanlar (kapitalist toplumlarda) geçici ilişkilerini birbirlerine bu gibi geçici hediyeler
vermenin yanı sıra kalıcı hediyeler değiş tokuş ederek sürdürürler : kadın, köle, havyan, değerli madenlerden yapılmış
eşyalar ve bizim toplumumuzda para.

Engels ’in “yaşamı sürdürmek için gerekli olanlar” dediği yiyecek, giyecek , araç gereç ve doğurganlıkları nedeniyle
kadın alışverişi düşmanlar değil, dostlar arasında yapılan bir değiş tokuştur. Dostlar hep dost kalırlar, düşmanlar ise
aralarında böyle bir alış verişin gerçekleşebilmesi için birbirlerine dost olduklarını kanıtlamak zorundadırlar. Pek çok
antropolojik araştırmanın ortak bulgusu : Biz düşmanlarımızla evleniriz ! Ve düşmanlar dostluklarını birbirlerine gözle
görülür, elle tutulur kalıcı somut hediyeler vererek sürdürürler.

Kapitalist toplumların ücret ya da para üzerine kurulu ekonomisi bu toplumlarda farklı bir ilişki düzeni olduğu izlenimi
uyandırsa da bu bir yanılsamadır. Marx’ ın belirttiği gibi, sistem işçinin emeğinin ürününe yabancılaşması üzerine
kuruludur; hem emek, hem de o emeğin ürünü pazarda alıp satılan birer metaya dönüştüğü için, biz aradaki bağlantıyı
göremez oluruz.

Aslında egemen iktidara kazancımın belli bir yüzdesini vergi olarak ödememle bir ilkel kabile avcısının avladığı her
havyanın sağ budunu kabile reisine hediye etmesi arasında önemli bir fark yok. Ancak para her türlü alışveriş için
geçerli genel alım aracı olmakla birlikte, kişiler arası ilişkilerin sembolik değerini açıklamak için yeterli değil. Dikkat
edin, büyük şirketlerin en önemli yöneticileri en yüksek aylığı alanlar değil, kendilerine aylıklarının yanısıra, araba, özel
telefon, sekreter, tahsis edilen, yani somut, gözle görülür yan kazançlar (fringe benefits) düpedüz hediyeler verilen
kişilerdir. Bayramlarda yılbaşlarında ancak hademelere, hizmetlilere para verilir, üst düzey yöneticilere hediye paketleri
gönderilir. Bu onların toplumsal statüsünün yüksek olduğunu gösterir. Böylece onlara siz herkes gibi para için çalışan
sıradan bir aylıkçı değilsiniz denilmektedir.

EVLİLİK, MEŞRUİYET, HISIMLIK


İnsan ilişkilerini borçlanma, alışıldık davranışları alış veriş üzerine kurmuş olmam sizi yadırgatmasın. İnsanlar arası
ilişkiler Modern toplumlarda para dolayımında gerçekleştiği için bize aralarında bir ilişki yokmuş gibi görünen bazı
davranışlarımızın kökeninde nelerin yattığını açıklamaya çalışıyorum.

38
39

İnsanlar her yerde, tarihin her döneminde, her türlü koşul altında varolabilmek, hayatta kalabilmek için iki şey
yapıyorlar:

Bir : Hem kendilerini yaşar kılacak araçları üretmek, hem de kendilerini tür olarak yeniden üretmek zorundalar.

İki : Bunu gerçekleştirebilmek için de yalnızca birbirleriyle fiziksel ilişki kurarak ya da konuşarak değil, aralarındaki
ilişkiyi belirleyen toplum kodlarına uygun davranarak anlaşmak zorundalar.

İnsanları öteki hayvanlardan ayıran temel özellik, her iki amaca ulaşmak için başvurdukları yolların inanılmaz bir
çeşitlilik yelpazesi sergilemesi.

İnsan davranışları hem bir şeyler yapmalarına, hem de bir şeyler söylemelerine imkan tanıyor. ”Yapmak” derken,
dünyada varolan duruma müdahale etmeyi kastediyorum, doğanın kendilerine vermiş olduğunu
değiştirmek,dönüştürmek : kültürün başlangıçtaki tanımı da bu zaten. Engels ’in üretim ve yeniden üretimden kastettiği
de bu. Ama insanların üremeye ve yeniden üretmeye ilişkin faaliyetleri yiyecek sağlamak, yiyeceklerini sağlamak için
araçlar üretmek ve insan türünü yeniden üretmekten ibaret değil. Dünyada varolan durumu değiştirmenin bir yolu da
toplumsal olanı, yeni toplumsal ilişkiler yaratarak yeniden üretmek.

Bir şeyler söylemek derken insanların yaptıklarını bir de sözlü olarak ifade etmelerini kastetmiyorum (Yemek yedim).
Şunu kastediyorum : Bütün davranışları öylesine kodlanmış ki, insanlar davranışlarıyla içinde bulundukları toplumsal
ortamı da , konuşan kişinin (aktörün) o ortamdaki yerini de pek güzel anlatıyor. (Sevgilim, çok yorgunum, yemek
pişiremedim, dışarıda yesek olur mu ? Cevap : Dışarıda yemek yemekten bıktım, umarım son kez olur. / Yorgunum, işte
orda peynir ekmek, karnınızı doyurun. Cevap : Canın cehenneme kadın, kendi veletlerini kendin besle!)

Antropologlar genellikle kendi toplumlarının normlarının evrensel normlar olduğundan yola çıkmışlar. (Normal sözcüğü
normdan türeme). Dolayısıyla da kendi toplumlarının “evlilik” ve “aile” olarak adlandırdığı kurumların evrensel kurumlar
olduğunu varsaymışlar, ya da öyle olduklarına inanmışlar.

Evliliğin ve ailenin evrensel olduğunu öne sürenler, bu iddiaya inananlar, toplum kurumlarının belli işlevleri yerine
getirmek için kurulduğuna inananlar,yani işlevselciler. Onlara göre, aile ve evliliğin evrenselliği şu üç temel üzerine
kurulu :

1. İnsan yavrusunun hayatta kalabilmesi ve bir yetişkin olabilmesi için en azından ergenlik çağına
kadar bakıma ihtiyacı vardır.

2. Bu biyolojik gereksinimden ötürü tüm insan topluluklarının insan yavrularına sevecen bir bakım
sağlayacak bir evcil birime gereksinimi vardır ve bu birim meşrulaştırılmıştır. Evlilik bu toplum
birimini , yani insan yavrularının yuvasını meşrulaştıran toplumsal kurumdur.

3. Evli bir çift ve onların döllerinden oluşan çekirdek aile bu akıl yürütmenin ürettiği modeldir.

Oysa, bu ideal aile modeli, onu üretmiş olan Batı toplumunda bile gerçeklere uymamaktadır.

Tartışmanın konusu temelde evli çiftlerle onların biyolojik olarak ürettikleri meşru (yasal) çocuklarından oluşan
çekirdek ailenin evrensel bir tip olup olmadığı. Antropolojik bulgular bu aile tipinin evrenselliği iddiasına gölge düşürüyor.
Çünkü bulgulara göre ne evlilikler, ne de aileler bu tanıma uyuyor !

İnsanları biyolojik gereksinimleri açısından tanımlamak, insanların kurdukları toplumsal kurumlarının evrenselliğini
açıklamaya yeterli değil.
Marx’ın da aynı şeyi kastettiğini sanıyorum : yani önceden belirlenmiş olan toplumun kurumları değil, bire - bir insan
ilişkilerinin yapısına ilişkin temel, evrensel örüntüler. Herhangi bir ekonomik sistemde bu bire - bir insan ilişkileri
arasındaki benzerlikler, farklı kurumlar içinde ve farklı toplumsal durumlarda tekrar tekrar karşımıza çıkabiliyor.

Kıssadan hisse: İnsan ilişkilerini incelerken görüntüler sizi aldatmasın, altındaki, en altındaki temel benzerliklere inmeye
çalışın.

Şimdi, “Aile” sözcüğünün altında yatan yasal olarak evli bir çiftin yasal çocukları olacak dölleri üretmeye uygun bir ortam
yaratmak üzere kurulmuş olan kuruma bakalım.

39
40

Roma ‘da aile ( familia) bir hanede, hane reisinin (pater familias) yönetimi altında bir araya gelmiş hizmetlilerden (
familus = hizmetli) oluşan bir tür şirketti. Şirketti diyorum, çünkü kurumun, yani Romalı ailenin bir arada bulunuşunun
temelinde herhangi bir biyolojik akrabalık ilişkisi yoktu. Ondokuzuncu yüzyıla dek “aile” sözcüğü bir hanede
yaşayanların tümü, ve çoğunluğu hizmetlilerden oluşan bir grubu tanımlamıştır. Çünkü, varlıklı hanelerde, ki genellikle
yalnızca varlıklı haneler “aile” olarak adlandırılırdı, hizmetliler sayıca her zaman “esas” ana baba ve çocuklarından
oluşan “iç aile”den sayıca çok daha fazlaydılar.

“Aile”nin farklı bir tanımı , kanbağı ya da hısımlık nedeniyle birbirleriyle ilişkisi olan, ama aynı hanede oturmayan
akrabalar topluluğudur. Bir başka tanım ise, hısımlık ilişkilerini tümüyle dışlar ve yalnızca aynı atadan yada kandan
sürenleri “aile”sayar. Ana soyu, baba soyu, soydaşlık, kan bağı tanımları sosyal antropolojinin sözlüğüne bu yoldan
girmiştir.

Özetle, “aile” sözcüğünün, çocuklardan ve onların biyolojik ana babalarından oluşan çekirdek aileyi nitelemesi çok
yenidir. Bu da bizi evlilik ya da nikah sözcüğünü irdelemeye götürüyor.

Modern toplumlarda evlilik ya da nikah sözcüğü birbiriyle çakışan dört temel anlamda kullanılır:
1. Evlilik ile, bir yandan “karı” ile “koca”nın birbirlerine karşı olan yasal hak ve yükümlülükleri, öte yandan
“kocanın karısı” ve “ kocanın karısından olan çocukları” karşısındaki hak ve yükümlülükleri kastedilir. Bu şu
demek : evlilik, bir kadının çocuklarına o toplumda meşruiyet sağlar.

2. Evlilik ile, koca, karı ve çocuklarına bir hanede birlikte yaşama olanağı sağlanır.
“Evlerini ayırdılar” ya da “ayrıldılar “ demek boşandılar demek değildir, yalnızca
bu toplumsal birim artık aynı haneyi paylaşmıyorlar demektir; yasal olarak çiftin
birlikteliği sürmektedir.
3. Evlilik, bir törenle (nikah) bir kadın ile bir erkeğin birbirlerine karşı ve yasalarca tayin edilen bir ilişki içine
girmeleri demektir.
4. Evlilik denilen yasal ilişki nedeniyle karının ailesi ile kocanın ailesi arasında bir bağ kurulur. “Ayşe iyi bir
evlilik yaptı” derken, kocasının kişisel nitelikleri değil, kocasının ailesinin toplumsal konumu ya da mali durumu iyi
demek istenir.

Evlilik ya da nikahla meşruiyet kazanan iki insan arasındaki bu bire - bir ilişki hemen hemen her toplumda birbiriyle
çakışan bu dört anlamı beraberinde getirir. Aralarındaki en temel ortak özellik her evliliğin ya da nikahın başlangıcında
yoğun bir hediye alış verişinin olmasıdır. Kimin kime hediye verdiği, hediyenin sembolik değerinin mi, yoksa ekonomik
değerinin mi yüksek olduğunun önemi toplumdan topluma değişir.

Afrika’daki bazı kabileler kız alma karşılığı olarak, Evans Pritchard’ın deyimini kullanırsak, “gelin bedeli” olarak karşı
kabileye bir miktar davar, yani sığır sürüsü verirler. Sığır sürüleri aynı zamanda kabilenin geçim kaynağı da olduğu
için, gelin almak, gelin alan kabileye hayli pahalıya mal olmaktadır.

Afrika’ya giden Hıristiyan misyonerler başlangıçta bu adeti, hem de yasal olarak, gelin karşılığında davar vermek, gelini
köle olarak satmaktır gerekçesiyle yasaklamışlar. Misyonerlerin yanlışları şurada: Köle, ya da davar, pazarda satılan bir
maldır. Bedeli ödendiğinde, eski sahibi onu yeni sahibine devreder, iki sahip arasındaki ilişki biter. Afrikalı gelin
durumunda ise , gelin bedeli, iki kabile arasında bir seferlik alış veriş ilişkisi ile noktalanmıyor, tam tersine gelin ile
damadın aileleri arasında bir ilişki başlatıyor. Gelin bedeli bir seferde değil, genellikle, taksit taksit ödeniyor. Bu bir.
İkincisi, evinde misafir etmek, harman toplanırken yardım etmek gibi karmaşık ve süreklilik gerektiren karşılıklı
borçlanmaları içeriyor. Evliliğin sürekliliği ile bu karşılıklı borçluluk hali arasında kaçınılmaz bir ilişki var.

Evlilik nedeniyle yaşanan bu hediye alışverişi içinde ekonomik değeri olanlarla sembolik değeri olanları ayırmakta yarar
var. Levi-Strauss’a göre, evlilik her zaman iki erkek topluluğu arasında yapılan bir anlaşmadır ve bu anlaşma uyarınca
bir erkek topluluğu bir diğer erkek topluluğuna kız verir ve karşılığında da koyun, sığır, mücevher, altın, para ya da
dinsel / kutsal / manevi / sembolik değeri olan eşyalar alır.

Ama evlilikler her zaman böyle olmamış. Ekonomik konum ya da koşullar nedeniyle evlenilecek kızlar için değil,
evlenilecek erkekler için bedel ödendiği sık görülen bir durum. Bunun en somut örneği, bizde “çeyiz”, Yunanistan’da
“drahoma”. Gelin evlenirken kendisine kendi soyundan miras kalanları evlendiği eve götürüyor ve bu girdi, o toplumun
yasaları uyarınca ya gelinin tasarrufunda kalıyor ve müstakbel çocuklarına aynen geçiyor, ya da evin girdisine eklenip
damadınkilerle birlikte harmanlanıyor. Gelin evine damat evi tarafından ödenen gelin bedeli (başlık parası) ile gelinin
damat evine getirdiği çeyize ilişkin iki kural var :

40
41

Bir : her ikisi de mümkün olduğunca sergileniyor, topluma damat evinin geline ne ödendiği, ya da gelinin damat evine
neler getirdiği gösteriliyor, kanıtlanıyor.
İki : gerek başlık parası , gerekse çeyiz ne kadar pahada ağırsa gelinin değeri de toplumun gözünde o kadar artıyor.

Evlilik ya da nikah konusunda yapılan en büyük yanlışlıklardan biri iki insan arasındaki biyolojik bir ilişki ile toplumsal
olarak meşrulaştırılmış bir ilişkiyi birbirine karıştırmak.
”Evlilik bir erkekle bir kadının, o kadının bu biyolojik birleşme sonucu doğuracağı çocuklara meşruiyet
kazandırabilmesini sağlamak amacıyla oluşturulmuş kurumdur ”. Öyle mi?

Çocuk sahibi olmadıkları halde evliliklerini sürdüren pek çok çift var. Dahası, pek çok çift, çocukları olsun ya da
olmasın, manevi evlat edinebilmekte ve onlara miraslarından yararlanma hakkı sağlayabilmekteler. Bütün bunlar şuna
işaret ediyor : Evlilik, biyolojik ana babalar ve onların çocuklarını yetiştirecekleri sıcak bir yuvanın çok ötesinde,
toplumsal ilişkiler kurmak, geliştirmek ve özellikle de ailelerin (aile tanımını artık size kalmış) iktidarlarını pekiştirmek
kullandıkları bir diğer toplumsal kurumdur.

Ders 11. : Kozmoloji & Mitoloji

Kozmoloji sözcüğüyle genellikle evrenin kökenini, doğasını ve şimdiki yapısını bir bütün olarak açıklayan bir kuram
kastedilir. Bu ve benzeri kuramlar her ne kadar genellikle en ciddi ve güvenilir otoriteler tarafından "bilimsel" olarak
nitelenseler de, çoğu, sonuçta kanıtlanmamış (ve belki de kanıtlanabilemez) inançlar üzerine kuruludur. Sosyal
antropologların genellikle "ilkel din" olarak niteledikleri inanç ve davranış sistemleri ile kozmoloji tanımı ya da kavramı
son kertede eş anlamlıdır. "Din" sözcüğü modern toplumlarda bir ibadet binası çevresinde örgütlenmiş bir tapınma
düzenini ve bu düzeni / örgütü yürütmekle yükümlü din adamları kurumunu imler. "İlkel" toplulukların dinleri bu
tanıma uygun düşmediğinden, antropologlar "ilkel dinler" diye bir ayrım yapsalar da, "kozmoloji" sözcüğü her iki "inanç
durumunu ve kurumunu" açıklar.

Bir toplumdaki akrabalık ilişkileri biçimlenişi ile kozmolojinin biçimlenişi arasında birbirine dönüşebilirlik ilişkisi olduğu
ve görüşmeler sonucu elde edilen ham verilerin bu ilişkiyi açıklayacak biçimde sınıflandırılmasında ve
yorumlanmasında çok çeşitli zorluklarla karşılaşıldığı öne
sürülmüştür (Hughes-Jones, 1979).

Modern antropologlar, her biri kendi eğilimleri çerçevesinde, üzerinde çalışma yapmayı seçtikleri insanların yaşam
biçimlerini, o topluluğun üyesi kişilerden derledikleri bilgiler doğrultusunda inceler ve yorumlarlar. Her ne kadar elde
ettikleri bilgileri anlamlı bir biçimde sıralamalarının tek bir "doğru yol"u olmasa da, çok kaba bir anlatımla, "Marksist" bir
şemadan yararlanılabilir. Başta "altyapı" , yani o toplumun hayatta kalma için seçtiği yol ve bunu gerçekleştirmek için
gerekli olan emeği örgütleme biçimi gelir. Öteki uçta yer alan ideolojik üst yapının , yani kozmolojinin görevi bütün bu
olup bitenlerin açıklamasını meşru kılmaktır. Bu iki uç arasında yer alan ve fakat her ikisinin de içine girip yayılmış olan
ise toplumsal yapıya özgü akrabalık ilişkileridir.

Kozmoloji konusunda kısaca ne diyebiliriz?


1. Kozmolojiler, zorunluluk gereği ortaya çıkmış değildirler, dizginlenemezler. İnsanın hayal gücünün
yaratımlarıdırlar. Gerçek dünyanın tanım boyunduruklarını aşarlar.

2. Ancak, kozmolojiler son kertede insan yaratısı oldukları için, aynı zamanda, onları icat eden insanın
gerçek yaşam deneyimlerinin dönüştürülmüş birer halidirler. Kurucu ya da
dönüştürücü düzlemde , kozmolojide - öteki dünyayı kurgularken ve hayalhanemizdeki
öteki dünya ile yaşayarak edindiğimiz deneyimlerimize dayalı bu dünya arasındaki
ilişkiyi kurarken - varolduklarını sezinlediğimiz tüm örüntüler, bugün, şimdi, tarafımızdan
yaşanmaktadır ve mesleğinin erbabı herhangi bir antropologun gözlemleyebileceği
açıklıkta yaşanmaktadır.

3. Öte yandan, "Öteki dünya", kurguladığımız dünya, hemen yanı başımızdadır.

Bu son söylediklerimizi bugün içinde yaşadığımız dünyada kolayca algılamakta zorluk çekiyoruz: çünkü, örneğin
astrofizikçilerin Büyük Patlama ile başlattıkları ve tasavvur edilemez sayıda birimin tasavvur edilemez mesafelerle
zamana ve mekana yayılmış olduğu bir evren kurgusunun, bizi gönderdiği modern zamanlara özgü kozmoloji tasavvuru,
önünüze öyle bir kozmos resmetme durumu açıyor ki, öteki dünya, eğer hala öyle bir yer varsa, bizden iyice uzaklaşıyor.

41
42

Oysa , Grek kültüründe Yeraltı dünyası ve Yeraltı tanrıları topraktan ancak bir tırpan uzaklıktaydı , Evren'e hükmeden
Tanrılarsa gözle görülür uzaklıktaki ve makul yükseklikteki Olimpus Dağı'da yaşamaktaydılar (Vico in Leach, s.214) .
Antropologların uğraş alanında yer alan kozmolojiler de bu türdendir.

Edmund Leach, Kuzey Burma da yaşayan Kachin'lerin kozmolojisini şöyle anlatır:


Kachin siyasi ideolojisine göre gökyüzü (mu) ile yeryüzü (ga) ayrıştırılamaz ama birbirine karşıt bir ikilidir. Kachin' lerin
"reisi" kendi soyunun sahip olduğu topraklardan "bizim topraklarımız" diye söz etmez; "bizim yerimiz ve göğümüz" der.
Kachin'lerin yaradılış efsanesine göre ilksel bir öz, bir bulut (erkek), bir diğer ilksel bir özle, bir kuşla (dişi) birleşmiş ve
bu birleşmeden çeşitli insan-dışı varlıklar ve hayvanlar doğmuştur. Bu ilksel özlerin daha sonraki birleşmelerinden ise
tanrıların (nat) ve erkeklerin ilk atası doğmuştur. Nat' lar, yani tanrılar, aralarında kerim, yani iyicil olanlar ( bunların
soyları ya ata'ya doğrudan uzanır, ya da ata soyundan olanlara "kız vermiş" lerdir) ve kötücül olanlar (canavarlar) olarak
ikiye ayrılırlar. İyicil nat'' lar doğa-dışı erkekler, kötücül nat'' lar doğa-dışı hayvanlardır.

Ata soyundan erkeklere kız vermiş olanların soyundan geldikleri nat''lar, hane sahibi olanların soyundan gelen nat' lara
oranla daha üst mertebede Tanrılardır; bu sıralama Kachin'lerin gündelik yaşamındaki politik sınıflandırmanın aynısıdır;
"kız vermişler" kız almışlardan daha üstündürler. Ancak kız verenler de iki kategoriye ayrılır : "gökyüzü nat' larına bağlı
olanlar ve ırmak canavarlarından (yani timsahlardan) türemiş olanlar . Kachin mitolojisinde timsah soyundan olanlara
ilişkin herhangi bir kutsayıcı ayin olmadıktan başka, insan atalarımızın soyunda bir havyani yan/yön olmasaydı, bizler
hepimiz insan değil pekala tanrı olabilirdik ; timsahlar bizim mükemmel olmamamızın kaynağı , denilmektedir , ima
yoluyla. Hikaye fena halde Hıristiyan mitolojisindeki Havva'nın aklını çelen Yılan yüzünden Adem'i ayartması ve İnsan' ın
Cennet 'ten kovulması hikayesini anımsatıyor. Dahası da var. Timsah, yani ırmak tanrıları soyundan bir kız, ata
soyundan bir eve gelin alındığında, ırmaktaki evinden yola çıkıyor, önce "görücü"nün ya da "aracı"nın evinden geçiyor
ve gelin gittiği evine varıncaya dek üzerinde yürüyeceği kaba sazlardan oluşturulmuş bir yolda yürüyor. Ve yol
boyunca, kanları gelinin ayaklarına bulaşacak biçimde altı domuzun kurban edilmesi gibi çeşitli ayinsel uygulamalarla
"arındırıldıktan" sonra ırmaktan gelme timsah soyundan gelin, kayınpederinin evine giriyor. Gelinin içine gireceği yeni
dünya için bir "sınır"ı aşması, bir "eşik" ten atlaması gerekiyor. Böylece iktidar onu "kabullenecek".

Belki de, diyorum, Edmund Leach' in akıl yürütme çizgisini izleyerek, modern dünyada damadın gelini kucaklayarak onu
müstakbel evinin eşiğinden aşırmasının ardında sevdiğini bu belalı geçişin "stres"inden kurtarmaya dair uzak
göndermeleri vardır. Kimbilir...

Kapılar ve bekçileri her zaman her kültürde farklı ama aynı yerde durmuşlar : Kapılar içerdekilerle dışardakileri ayırmış,
ya da ayırmaya çalışmış. Oysa, biz her ne kadar "öteki" olanı bu dünyaya indirgeyip onunla somut olarak didişmeye
devam etsek de, bu dünya ile öteki dünya arasındaki sınır, her zaman belirsiz kalmaya yargılı.

Kachin kozmolojisinden son bir örnek: Kachin'ler ilk insanların yaşadığı, hiçbir zaman varolmamış o ülkeyi betimlemek
için Majoi Shingha Bum deyimini kullanıyorlar. Deyimin kaba bir çeviriyle ifadesi: "Her yanı düzlük olan dağ". Burma'
ya gelen ilk Hıristiyan misyonerler, karşıtlıklar içeren , anlaşılması zor bu deyimin Kachin'lerin kökeninin Tibet Yaylası
olduğu anlamına geldiğine karar veriyorlar. Bu yorum üzerine etnik göçlere ilişkin çeşitli kuramlar inşa ediliyor.
Etnologların atladığı nokta bu esrarengiz ülkenin "reis"inin adının Ka-ang Duwa, yani "Dünyanın Merkezinin
Hükümdarı" olduğu. Her iki deyim, her iki adlandırma, ülkenin bu dünyaya değil, "öteki" dünyaya ait olduğuna işaret
etme dışında bir anlam taşımıyor.

Önemli olan kültürleri kendi içlerinden okuyabilmeyi öğrenmek. Bunun için de önce sezgi, sonra empati ve nihayet, olup
bitenleri anlamlandırabilmek için bilgi birikimi gerekiyor.

KENT ANTROP TEASER GİR

42
43

(SEÇMELİ) KENTSEL ANTROPOLOJİ DERSİNİN İÇERİĞİ


Derse 1920 -1930’lar Chicago’sundan başlayacağız. Bunun temel nedeni Chicago
Sosyoloji Ekolü. Burası sosyoloji ile antropolojinin ilk kez çakıştığı ve ayrıştığı yer.
4-5 etnografik çalışmayı o dönemin Chicago kentine yerleştireceğiz. Bu çalışmalar sizin
bu dersin ikinci yarısında yapacağınız çalışmalara örnek olacak. Ardından kentsel
antropolojinin oluşumunda Chicago Ekolü kadar önemli bir katman olan kırsal kesim /
kentsel kesim ayrımını ya da sürecini eleştirel olarak tartışacağız (Wirth ve Redford).
Nihayet şehir denilen insan topluluğu örgütlenmesine genel olarak tarihsel açıdan
ve coğrafi açıdan kısaca bakacağız.(Ibn Haldun, Simmel,Sjoberg, Weber, Pirenne,
Braudel,Christaller, vb.) Burada da esas vurgu antropolojinin kent tarihine ve coğrafyasına
bakış açısı. Ve eğer yetiştirebilirsek kentsel koşullar altında “Ben” in oluşumuna kısaca
değineceğiz. Ervin Goffman = kentsel kişiliğin kurulması ve ötekilere sunuluşu.

Kentsel antropoloji . Ders 1

30 yıl öncesine kadar kentsel antropoloji diye bir şey yok. şehirleşmeyi

uygarlaşmanın bir yönü olarak ele alan ve şehirleşmeyi kültürler arası bir tanım

getirmek üzere timbaktu gibi uzak yörelere gitmeyi göze alan bir avuç bilim adamı

ıvar sadece.1960ların sonunda bile antropologlar agorafobik, şehirleşme karşıtı

olarak tanımlanmışlar.

Ancak 1960lardan sonra antropologlar şehirle ilgilenmeye , daha doğrusu zaten içinde yaşadıkları
yerler olan şehirlere ilgilenmeye başlamışlar. Neden? Bir kaç nedeni var. Birincisi, antropologlara o zamana
kadar çalışma alanı olarak sunulan ve artık, yani 1960lardan sonra , Üçüncü Dünya diye adladırmayı
öğrendikleri, bir zamanların egzotik toplumlarında, kırsal kesimde yaşayanlan köylerini terkedip şehir
merkezleri olarak adlandırılan merkezlere yığılmaya başladıklarını görüyorlar. Ayrıca, 1960’larda dünyada
ırksal ayrım ve yoksulluk bir kez daha keşfediliyor ve artık kente özgü sorunlar olarak tanımlanır oluyorlar . (
GİR : Baudrillard ROLL). Aynı zamanlarda Avrupa’ya Üçüncü Dünya’dan işçi göcü var. Ve, daha az
olmakla birlikte, siyasal karışıklıklar nedeniyle Avrupa’ya sığınan politik mülteciler pek çok Avrupa şehrinin
görüntüsünü ve yapısını değiştiriyor. Bu durumun kentlerde yol açtığı yeni sorunları çözmek için yeni
anlayışlara, yeni yaklaşımlara ihtiyaç var ve antropolog bu konularda yardımcı olabilir diye düşünülüyor.
Neden? Çünkü, antropolog ”öteki”lerin kültürünü inceleme konusunda uzmanlaşmış ve öteki artık şehre
inmiş, antropologun onu aramak için artık uzaklara gitmesine gerek yok ; üstelik antropologun kendisi de
aslen şehirde yaşıyor---“öteki” ayağına gelmiş.
Ancak, antropologların zaten şehirlerde yaşıyor olmaları kent antropolojisi diye bir alt
disiplinin ortaya çıkması için yeterli değildi. Her yeni disiplin gibi kendi akademik alanını
belirlemesi, üniversitelerde, eğitim kurumlarında örgütlenmesi, kendini tanımlaması, yayın
organlarına sahip olması, konferanslar düzenlemesi, özetle “biz kentsel antropologlar “ diye söze
başlayabileceği bir kimlik, bir aidiyet oluşturması gerekiyordu. Oluşum süreci çatışmalı geçti.
Bazıları, antropolojinin kardeş disiplini olan sosyolojinin şehirlerdeki yeni gelişmeler karşısında
gerek kuram
gerekse yöntem açısından tıkanıp kaldığının farkındaydılar ve kendi yaklaşım, yöntem ve
birikimleriyle bu tıkanıklığı gidereceklerini düşünüyorlardı. “Kentsel antropoloji “ adlı bir alt disiplin
oluşturulmasını eleştirenler arasında, “bu girişim gecekondu mahallelerinde bizim ilkel
yabanilerimizin yerini tutacak araştırma nesneleri bulmak umuduyla girişilmiş utanmaz bir çabadır”
diyenler bile oldu (Robin Fox).
Öte yandan, antropologların şehirlerde çözmede yardımcı olabileceği temel sorunlar neydi?
Irksal çatışmalar, işlevlerini yerine getiremeyen kurumlar ve gecekondu yerleşimlerinin, modern
şehir yaşamına aykırı örgütlenme biçimlerinin önlenemez artışı, yaygınlaşması. Antropologun
dağarcığında bunlarla baş edecek ne vardı? Bir, araştırma yöntemlerinin başında gündelik
yaşamı katılımcı gözlemci olarak izleme geliyordu; iki, karşılaştıkları sorunları bütüncül, bir
topluluğun, bir kültürün tümüyle ilişkilendirerek tanımlamak üzere eğitilmişlerdi. Bu da onları,
özellikle Amerika Birleşik Devletlerindeki şehirlerde gettolar üzerine çalışmaya yönlendirdi (GİR:

43
44

GHETTO etimoloji) . Gettoların kendine özgü örgütlenme biçimleri ve kültürel özellikleri vardı.
Şehir içinde şehirciklerdiler adeta. Ve, en önemlisi toplumun genelinin kendine biçtiği değerleri
temelinden sarsan, en acil çözüm bekleyen toplumsal sorunlara en yoğun olarak buralarda
raslanmaktaydı: kaçak işçilik gibi, uyuşturucu gibi, fuhuş gibi yasa dışı, toplumun ideal değerlerine
aykırı olan her şey buralarda yoğunlaşmıştı. (GİR: MAYA anlatacak: sosyolojik açıdan ideal
tip) Böylece şehir antropologları daha başlangıcından toplum reformistleri, toplumsal doktorlar,
iyileştiriciler, toplumsal yaraların onarıcılar gibi bir işlev üstlenmiş oluverdiler. Sağlık, eğitim, iş
bulma, hukuki sorunları çözme, fiziki çevrenin iyileştirilmesi ile ilgilenir oldular.
Toplumsal yaraları onarmak, hele ki ortak değerleri paylaşan bir toplumda, elbette ki çok
önemli bir görev. Ne var ki, başta ırksal ayrımcılık olmak üzere her türlü ayrımcılığın ağır bastığı
topluluklarda, yani özellikle Amerikan şehirlerinde, kentsel antropologlar giderek hayır işleriyle
uğraşan gönüllü dernek üyelerine dönüşme gibi bir durumla karşı karşıya kaldılar. Yani zihinsel,
entellektüel çalışmalar yapmaktan çok, sorunlara gündelik, pratik çözümler bulmaya yönelik,
sağduyuya dayalı çalışmalar yapar oldular. Böylelikle de, yoksulluk gibi, işsizlik gibi, yasa dışılık
gibi sorunları kente yansıyan biçimiyle değil, bu sorunlar sanki yalnızca kente özgüymüş gibi
okumaya başladılar. Yani bu sorunları içinde yer aldıkları daha geniş çerçeveden kopararak
okumaya başladılar. Örneğin, ırksal ayrımcılık ya da yoksulluk kentlerin ortaya çıkmasının
yarattığı bir sorun değildi. Aynı biçimde, kentteki aile yaşamı, gençlerin kurdukları çeteler ya da
kentlerde mesleki dayanışma nedeniyle kurulan ittifaklar elbette ki modern kent yaşamından çok
öncelere uzanan geçmişlere sahiptiler. Kent antropolojisinin başlangıçtaki en büyük sıkıntısı ya
da kısıtlılığı bu oldu : kentte yaşanan sorunları salt kente özgü sorunlarmış gibi ele almak, onları
bağlamlarından kopararak okumak. Bu yüzden de kent antropologlarının insan topluluklarının
örgütlenmesine ilişkin tutarlı, birleştirici ortak paydaları arama, eklemlenme çabaları
konusundaki çalışmaları sınırlı kaldı.
Biz bu derste kentsel antropolojiye şu soru çerçevesinde yaklaşacağız: “ Antropolojinin
kentsel çalışmalara, kentsel araştırmalara (urban studies) ne katkısı olabilir?” Bunun için,
yani şehirde de çalışabilmek için antropologun kendini yeniden gözden geçirmesi, revize
etmesi gerekiyor. Antropolog, Batılı modernist kent yaşamının ideal -tip kodlarına uymayan
kodlara göre davranan, küçük, nispeten daha basit örgütlenmelere sahip topluluklar üzerine
yaptığı çalışmaları , “aaa, bu topluluklar kentsel yaşamda da var ” deyip, benzer ırk, köken ya
da kanbağı üzerine kurulu, kentlerde cepler (enclave) halinde yaşayan küçük, dışarıya kapalı
topluluklara da uygulamakla yetinemez.
“Şehirlerdeki köyler” tabir edilen bu cepler artık dünyanın hemen her şehrinde var ve bu
yerler ghetto, favella, bidonville, slum, gecekondu gibi adlarla anılıyor. Bütün küçük, yani nüfus
sayısı az topluluklarda olduğu gibi, nüfus ne kadar azsa toplumsal ilişkiler ağı o kadar yoğun
buralarda. Böyle yoğun bir ilişkiler ağı içinde yaşayan insanlar birbirlerini tanımasalar, birbirleri
ile her gün birebir ilişkide olmasalar bile, birbirleri hakkındaki hemen her şeyi dolaylı olarak,
onları tanıyanların tanıklıkları aracılığıyla biliyorlar. Çocuklar aynı ortamda büyüyor, akraba,
arkadaş, komşu, ve daha sonra belki de karı koca olarak aynı düzeneği tekrar tekrar yaşıyorlar.
Belki de antropologlar dikkatlerini şehirlerdeki bu köylere değil, tam tersi yöne
yöneltmeliler. Şehirde insanların birbirini iyi tanımadıkları, tanışıklığın bildik bir şey değil,
keşfedilen bir şey olduğu, sosyal yapının beklenmedik, tesadüfi, kısa süreli karşılaşmalar
üzerine kurulu olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Oysa bu, şehir için olduğu kadar şehirdeki köy
için de geçerli. Sanki şimdi de şehrin içinde bir hiyerarşi oluşturduk. Kimileri daha kentli, kimileri
daha az kentlileşmiş gibi. Antropologun şehir araştırmalarına belki de en önemli katkısı
ortalamalarla değil, insan örgütlenmelerinin çeşitliliği ile ilgili bir disiplinden geliyor olması. Bu
yüzden de çeşitliliğin en yoğun olarak yaşandığı mekansal ortam olan şehirde bu birikimleri
nedeniyle önemli katkıları olabilir.
Antropologun özelliği, herhangi bir yaşam biçiminin binlerce alternatif yaşam biçimlerinden
sadece birisi olduğunu yaşayarak öğrenmiş olması. Bu yüzden de bildik olana, normal sayılan
yaşam biçimine yabancılaşabilmesi, normal sayılan bu yaşam biçimini egzotik bir yaşam biçimi
olarak algılayabilmesi. Sonradan edinilmiş bu yabancılaşma antropologun önüne alışıldık olanı
farklı algılama alanları açıyor.
Sosyolog C.Wright Mills 1961’de Sosyolojik İmgelem adlı çok önemli bir kitap yazmış.
Mills bu kitabıyla sanki antropologları sosyologların modernist yaşam kodu içinden kendi
yöntemleriyle çözemediklerini çözmeye yardıma çağırıyor. Ancak sosyolojik imgelem ya da
hayal gücü sahibi olanlar, diyor Mills, tarihsel arka planı çok çeşitli kişilerin içsel yaşamları ve
dışsal mesleki davranışlarının anlamı dolayımında kavrayabilirler. Bunun bir adım ötesine
gidersek, antropolojik hayal gücünün başkalarını anlamaya çalışma dolayımında antropologun

44
45

kendinin anlama çabası olduğunu söyleyebiliriz. İşte burada kent ve antropoloji çakışıyor :
Ötekilerle dolu bir mekanda ötekileri inceleyerek kerdini anlama çabası.
antropolojinin belki de en önemli ürünleri etnografik çalişmalar ; bunlar bir anlamda insan
düşüncesinin ve eyleminin ve zengin bağlamsal anlatilarin antropologun uzmanlik alani içinden
niteliksel olarak değerlendirmeleri.

antropologun esas güdücüsü merak. eğitimi gereği bilmediği toplumsal ve kültürel


dünyalari keşfetmeye yönlendirilmiş. her zaman beklemediği olaylarla beklenmedik olgularla
karşilaşmaya hazirlikli. her zaman yeni olgular bulmak, bulduğu olgularla bildiği olgular arasinda
bağlanti kurmak peşinde. en önemli yöntemi katilimci gözlem. eğitimi ona bildik, gündelik
olaylara bile yabancilaşma, onlara başka gözle bakma imkani sağliyor. bu da karşilaştirmali
çalişmalar yapabilmesini. sorduğu temel soru şu : insan topluluklari nasil davraniyorlar, bu
davranişlar nasil kurumsallaştiriliyor? nihai amaç ise: genel olarak insan topluluklarinin ortak
yapisal paydalarini bulmak.

Antropologun odaklandığı alan örgütlenmemiş insan davranışları. Ya da insan


davranışlarının toplumsal örgütlenme öncesi hali. Örneğin, girişimcilik, örneğin toplumsal ilişkiler
ağının yönlendirilmesi, ki bunlar zamanla kurumsallaşıyor.
Antropologlara göre bireyler birbirleriyle verili, önceden belirlenmiş toplumsal roller
oynayarak ilişkiye giriyorlar; birey denilen toplum birimi böylece oluşuyor.
Sosyologlar ise insanları gündelik yaşamlarından ve içinde yeraldıkları bağlamdan
koparıp sayılara indirgerler, davranış ve değerlerini önceden belirlenmiş bir norma, bir
ortalamaya göre değerlendirirler.
Sosyoloji ile antropolojinin ağırlık merkezleri farklı. Yalnız inceleme nesnesi değil,
analitik yaklaşım da farklı.
Antropologlar insanı hep ilişkileri açısından değerlendiriyor. Şu birey şu toplumsal
koşullar altında, şu toplumsal durumda nasıl davranıyor?
Kent yaşamını incelemek için toplumsal ilişkiler ağı yaklaşımı kültürel araştırmalardan
daha elverişli görünüyor. Neden? Çünkü bir topluluğu herşeyden önce bir ilişkiler ağı sistemi
olarak kavrarız. Ancak bundan sonra, ya da bu sistemden dolayı kent kültürünün oluşumunu yani
kentlilerin fikir vedavranışlarını değerlendiririz. Bu anlamda kent kültürü, kentsel toplum yapısı
kurulduktan sonra ortaya çıkıyor da denilebilir.
Kentte çalışan antropolog kent konusunda nasıl fikir sahibi oluyor? Elbette ki
eğitimi gereği, yani kent yaşamına ilişkin fikirlerin ardındaki çalışmaları, bu çalışmaları
yapanları tanıyor, öğreniyor.
Ama daha önemlisi kendi yaşam öyküsünün kentsel temalarla nasıl örtüştüğünü ,
bu öykünün kentle nasıl içiçe geliştiğini inceleyebilmesi. Çünkü antropologların çoğu
kentli. Öte yandan , antropolog bir kentsel topluluğu anlayabilmek için ona daha geniş
bir bağlamdan bakabilmeli. Kenti kent ötesi ile ilişkilendiren bütün bağlantıların önemini
ve önem sırasını bilebilmeli. Kentte yaşamayan, kentli olmayıp ta kentin olanaklarını
geçici olarak kullananların kente katkılarını da hesaplamalı. Pazara gelenler, doktora
gelenler, eğitime gelenler ve düpedüz şehri seyretmeye gelenler gibi.

45

You might also like